Skip to content
Home » cagdas meselelere fetvalar pdf ındırın hepsı cilter

cagdas meselelere fetvalar pdf ındırın hepsı cilter

Çağdaş Meselelere Fetvalar

CAGDAS MESELELERE FETVALAR PDF INDIRIN HEPSI CILTER
  • Kitap başlığı:
 Cagdas Meselelere Fetvalar Pdf Indirin Hepsi Cilter
  • Yazar:
YUSUF AL QARDAWI
  • Kitap Sayısı
259
  • Dil:
Türkçe
  • Görünümleri:

Loading

  • PDF Doğrudan  
İndirme için tıklayın
  • Satın al  
Kağıt Kapak için

cagdas meselelere fetvalar – Kitap örneği

İçindekler

ÇAĞDAŞ MESELELERE FETVALAR

Prof. Dr. Yusuf El Kardavi

Yazarın Önsözü

Fetvadaki   Metodum

Tutuculuk ve taklidin olmaması;

Önemli Bir Mülahaza

Dinin   Hayattaki  Fonksiyonu.

Kadın Ve Din İkinci Mülahaza

Din Alimi Ve Toplum:

  1. BÖLÜM KUR’AN-I KERİM HAKKINDA-KUR’AN’IN TAVSİYELERİ

Soru

Cevap

Güneşin Dönmesi

Soru

Cevap

Gökyüzü

Soru

Cevap

Yağmur

Soru

Cevap

Cehennem  Nerede?

Soru

Cevap

Kasaba Halkı

Soru

Cevap

“Ey Harun’un Kız Kardeşi!”

Soru

Cevap

Hükümdarlar Bir Şehre Girdiklerinde Orasını Bozarlar

Soru

Cevap

Zülkarneyn Kıssasında Geçen Karabalçık

Soru

Cevap

Tevbe Suresinde Besmelenin Okunmaması

Soru

Cevap

Kasitun

Soru

Cevap

Sahabe Mushafları

Soru

Cevap

Kur’an’ın Kıraatleri Hakkında

Soru

Cevap

Göklerin Ve Yerlerin Altı Günde Yaratılması

Soru

Cevap

  1. BÖLÜM HADİSİ ŞERİFLER HAKKINDA

Kadının Emir Konumunda Olduğu Bir Toplum

Soru

Cevap

Ailesinin Üzerine Ağlamasıyla Ölünün Azap Çekmesi

Soru

Cevap

Acele, Şeytandandır.

Soru

Cevap

Meleklerin, İnfak Edenlerle İlgili Duası

Soru

Cevap

Ya Hayır Söyle Ya Sus

Soru

Cevap

Sahih-i Buhari’nin Savunması

Soru

Sonuç  Olarak

Sinek Hadisi Çevresinde

Soru

Cevap

Birincisi

İkincisi

Üçüncüsü

Dördüncüsü

Birtakım Hadisler Hakkında

Soru

Cevap

Allah’ın En Fazla Kızdığı Helal; Talaktır

Soru

Cevap

Birincisi

İkincisi

Üçüncüsü

  1. BÖLÜM AKİDE VE GAYB HAKKINDA

Tekfirde Aşırı Gitme Meselesi

Soru

Cevap

Sebepleri Açısından İncelenmesi Gereken Bir Konu

Birincisi

İkincisi

Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmek

Belli Bir Şahısla Zümre Arasını Ayırmak Gerekir.

Tekfirin Tehlikesi

Kur’an Ve Sünnete Dönmenin Gerekliliği

İnsan Ne İle İslama Girer?

Kim Tevhit Üzere Ölürse Cennet’i Hakeder.

Müslümanlığı  Bozan  Şeyler

Büyük Günahlar İmanı Zedeler Ama  Kökünden Kazımaz.

Şirkin Dışında  Kalan  Günahlar Affedilebilir.

Naslarda  Ortaya  Çıkan  Küfrün; Büyük Ve Küçük Küfür Diye Ayrılması

İmanın Küfür, Nifak Veya Cahiliyetle Birlikte Bulunabilmesi.

İtaat Hususunda Müslümanların Değişik Mertebelerde Bulunmaları

Son Söz

Sahibinin İzni Olmadan Mülk Arazilerde Camii Ve Mezar Yapmak

Soru

Cevap

İfrat Ve Tefritçiler Arasında Konuşulan Peygamberi Mucizeler

Soru

Cevap

Bu Görüşün Özeti

Sahih Olan Mucizeler;

KAZA Ve KADER HAKKINDA

Soru

Cevap

Ruh Çağrılması Hakkında

Cevap

1) Ölülerin Ruhları

2) Melekler

3) Cinler

Allah Teala’nın Yarattığı İlk Kişi Hz. Muhammed (S.A.V) Mi?

Soru

Cevap

Hz. Muhammed (Sav)’e Peygamberlik Verilmeden Önce İslamiyet Var Mıydı?

Soru

Cevap

Ölümün Sırrı

Soru

Cevap

Yeni Bir Eve Taşınırken Kurban Kesmek

Soru

Cevap

Nazar Boncuğu, Muska, Sihir Ve Okuma İle Tedavi

Soru

Cevap

İnsanların Hızır (A.S) Hakkındaki Şüpheleri

Soru

Cevap

İlahi Adalet Ve Rızıklardaki Farklılık

Soru

Cevap

Yalan Vasiyet

Soru

Cevap


ÇAĞDAŞ MESELELERE FETVALAR

 

 

Prof. Dr. Yusuf El Kardavi

 

Asrımızın alimlerinden Yusuf Kardavi, 1927’de Mısır’da dünyaya geldi. Genç yaşta İslami ilimlere meyleden Kardavi, 10 yaşında Kur’an’ı hıfzetti.

Öğreniminin bütün aşamalarını Ezher-i Şerifte tamamlayan Kardavi, doktorasını 1973’de en iyi derece ile vermiştir. Özellikle Fıkhu’z-Zekat isimli eseriyle ilmi vukufiyeti herkes tarafından takdir edilen alimin, 20 kadar eseri bulunmaktadır.

Günümüz müslüman alimlerinin mutedillerinde sayılan Kardavi, eser­lerinde asrın gereklerini de İslami ölçüler içinde gözönünde bulundur­maktadır. Kendisi halen Katar Üniversitesi Şeriat Fakültesi Dekanı’dır.

Yazarımızı daha geniş olarak tanımak isteyen okuyucularımızın mut­laka “Yazarın Önsözü” bölümünü okumalarını tavsiye ediyoruz. Bu sizle­rin kitap hakkında da daha sıhhatli ve geniş bir bilgi sahibi olmanıza yardımcı olacaktır.

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla.

 

Yazarın Önsözü

 

Hamd, sadece O’na saygı duyup ve sadece O’ndan yardım dilediğimiz, nefsimizin şerrinden ve çirkin işler yapmaktan kendi­sine sığındığımız Allah’a aittir. Allah kime hidayet ederse artık kimse onu saptıramaz ve kimi de saptıramaz onu kimse hidayete erdiremez. Allah’tan başka ilah olmadığına, tek ve şerikinin bu­lunmadığına Muhammed’in de O’nun kulu ve resulü olduğuna şahitlik ederim.

“Rabbim! Göğsümü   genişlet,   işimi   kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar”.[1]

Ey Adem’e ve İbrahim’e bilmediklerini öğreten Allah’ım! Bize faydalı olanı öğret ve öğrettiğinle bizi faydalandır. İlmimizi de artır.

” Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hakim’sin”.[2]

Ya Rabbi! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı, nasip et, batılı da batıl olarak göster ve ondan kaçınmayı nasip et.

“Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüp­hesiz  sen  sonsuz  bağışta   bulunansın”.[3]

Allah’ım, faydasız ilimden, sen’den korkmayan kalpten, şuursuzca yapılan duadan, ve katına yükselmiyen amelden sana sığınırım. Salat ve selam insanların en hayırlı öğretmeni, senin yeryüzündeki rahmetin, alemlere hidayet olan, peygamberlerin sonuncusu ve mahrukatın en üstünü olan Abdullah oğlu Muhammed’in üzerine, alinin, ashabının, onun davetine çağıranların ve kıyamet gününe kadar kendini o’na nispet ettiği için doğru yola erenlerin üzerine olsun.

Uzun zamandan beri, insanlara fetva vermekle meşgul ol­mak Allah Teala’nın bana farz kıldığı bir sorumluluk olmuştu. Ezher’in birinci sınıfında (şimdiki hazırlık sınıfı) öğrenci iken hem ders veriyor hem de konuşmalar yapıyordum. İnsanlara hitapta bulunup ders verenlere sorular da sorulur dolayısıyla sorulara ce­vap vermekten kaçmak da mümkün değildir. İşte bu benim islam fıkhına önem vermeme ve insanların sorunlarına eğilmeme sebep oldu.

Her ne kadar ezher’in akide, felsefe, tefsir ve hadis dallarını içeren Usulu’d-din bölümünden mezun oldumsa da -ki fıkıh ve fıkıh usulünü içeren şeria bölümünü okumamıştım. Bu benim fıkıh, fıkıh tarihi ve fıkıh usulünde derinlemesine bilgi sahibi ol­mamı engellememişti. Usulu’d-din bölümündeki çalışmalarım fıkıh alanındaki çalışmalarıma her hangi bir engel teşkil etmemiş ak­sine bu çalışmalar, çeşitli islam kültürlerinden faydalanmamı te­min ettiği gibi aynı zamanda felsefe ve tarihi kültürlerden de fay­dalanmamı sağlamıştı.

Her ne kadar Ebu Hanife’nin (Allah ondan razı olsun) mez­hebi üzerinde formal bir fıkıh çalışması yapmış olsam da Allah’ın bana bahşettiği nimetlerinden birisi de sırf bir alimin sözünü tak­lit etme, onu savunma ve onu metod olarak edinme esaretinden kurtarmasıdır.

Bu konudaki başarım şu sebeplere dayandırılabilir.

öncelikle içinde yaşadığım İslami hareket ortamı. Bundan sonra Şehid Hasan el-Benna’nın ortaya koyduğu ve temelde taassubdan kurtulmaya çağıran “eğitim risalesi”… Son olarak da selef alimlerinin görüşlerini Kur’an ve Sünnet ölçüsüne vurarak onlardan bu iki esas kaynağa uyanları tercih etmiş olmam.

Şüphe yok ki Allah’ın kitabı ve nebisinin sünneti uyulmaya en layık olandır.!

Fıkhu’s sünne’nin sahibi kardeşimizin bu kitabın birinci bölümü de ( diğer fıkıh kitapları gibi) taharet ve namaz konusuna değinmektedir. Eseri düşüncemde ve Kur’an ve sünnetten delil çıkarmaya yönelmek konusunda bende büyük te’sirler yapmıştır. Ben sırf bir mezhebe ait fıkıh kitabına baş vurmaktansa Kuran ve sünnete baş vurmayı yeğlerim.

Uzun yıllar süren kapsamlı çalışmaların neticesinde anladım ki, direk kitap ve sünnete müracaat etmek pek çok kolaylıklar ve rahatlıklar sağlamakta, zorluktan ve güçlükten uzaklaştırmakta­dır. Bunun aksine; asırlar boyunca pek çok zorlaştırıcı hükmü bünyesinde toplamış tek bir mezhebe yönelmek ise, hükümlerde ihtiyatlı davranmak adına dini, bir manada ihtiyatlar ve yasaklar dini haline getirmiş, kolaylık gitmiş yerine meşakkat ve zorluk gelmiştir. Oysa Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de dinde zorluğun ol­madığını beyan ediyor:

“…dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır”. [4]

Kaydedilmesi gereken olaylardan biri de şudur; kasabamız alimlerine muhalefet ettiğim de ikinci sınıfta öğrenciyim. İleri gelen alimlerden sayılan bu kimseler Şafi – Allah o’ndan razı olsun mezhebine göre fıkıh öğrenimini şart koşarlarken onlardan bir kısmı da safi mezhebinin avamın mezhebi olduğunu savunarak bundan vazgeçirip Hanefi mezhebine göre eğitim yapılmasını ge­rekli görüyorlardı. Bununla birlikte gerçek araştırmacıların değerlendirmesi de şudur; avamın mezhebi olmaz. Onların mez­hebi kendilerine fetva verenin veya bir şey öğretenin mezhebidir.

Gerçek şu ki, safi mezhebi necaset, taharet ve buna benzer konularda en katı –veyahutta buna yakın- mezheplerdendir. Hat­ta imam Gazali “ihya” kitabının taharet bölümünde sular konu­sunda İmam Şafi’ye atıfta bulunarak şunları söylemiştir:” Şafi’nin su konusundaki görüşünün Malik’in görüşüne benzemesini çok isterdim.” Ardından Malik (Allah ondan razı olsun)’in su konu­sundaki görüşünü doğruladığı yedi şartı sıralamıştır.

Benim için mühim olan olaylardan biri de, “Ebu şuca” olma­dan o dönemde benim için muracatı kolay olabilecek yollardan yardım alarak Şeyh Seyid Sabık’ın, Fıkhu’s-sünne’deki metoduna göre fıkıh çalışmalarına başladım, ilk etapta bu, insanlar arasında şu tür söylentilere yol açtı: Bu genç nasıl olur da büyük alimlere aykırı görüşler ifade edebilir. Güvenilir hiç bir yazılı metne da­yanmadan nasıl insanlara fetva verebilir? Daha önce hiç duy­madığımız görüşleri nasıl savunabilir?..

Bense bu tür söylentileri sebatla ve kararlılıkla karşılayıp benimle mücadele edenlere ” Benimle sizin arasında Kur’an ve Sünnet var. Ben sizi bu ikisine yönlendiriyorum.” dedim. Onlara ayetlerle ve hadislerle karşılık verince yenik ve mağlup olmuşa döndüler.

Ne gariptir ki beldemizdeki alimlerin Şafii olarak kabul ettik­leri avam, bu yeni metodu kabul ettiler, içindekilerin kendilerine büyük kolaylık sağladığım ve üzerlerinden meşakkatleri kaldır­dığını anladıklarından hoş karşıladılar.

Ben şunları söylediğimde bu onları çok sevindirmişti: Eti ye­nen tüm hayvanların sidiği ve dışkısı temizdir. Buna sünnetten delil getirdim. Su temizler, tadını veya rengini veyahut da koku­sunu değiştirmedikçe hiç bir şey onu kirletmez. Buna da sahih hadislerden deliller çıkardım. Kadına dokunmak abdesti bozmaz. Buna da Kur’an ve Sünnetle delil getirdim.

Bilindiği gibi Safi mezhebi Kadına dokunmanın ister şehvetle olsun ister olmasın abdesti bozduğunu savunur.Kadın eşine bir şey uzattığı zaman bu tür vakalar daima meydana gelir. Ya ona isteyerek dokunur ya da istemeyerek her hangi bir hata­dan dolayı dokunabilir. Dolayısıyla bu onun abdestini bozar. Soğuk kış günlerinde yeniden abdest almak gerektiği için karı-koca arasında münakaşalara yol açtığına da çokça rastlanır.

Karı-koca arasında bu bir kaç defa tekrarlanırsa eşi hanımına kızar. Oysa ben onlara şunu soluyorum: Hayır kızma! namazını kıl. İmam’ı Yusuf a göre senin abdestin vardır.

İşte tüm bunlar beni bir görüş sahibi kıldı!

Bu ister şehvetle ister şehvetsiz olsun kadına dokunmanın abdesti bozmayacağını söyleyen Ebu Hanife’nin mezhebidir. On­dan önce de ümmetin İmamı sayılan Abdullah İbn-i Abbas sa­vunmuştu.

İmam Malik ve İbn-i Hanbele göre de şehvetsiz dokunmak abdesti bozmaz. Pazartesi günleri Kahire’deki Zemalik camiinde konuşmalar yapmakla görevlendirilmiştim. Her cuma namazının arkasından haftalık bir sohbet düzenliyordum. Bu sohbetlerde yazılı olarak sorular sorulur ben de sözlü olarak cevap verirdim.

Bu merhalede bazı islami dergilerde bir takım fetvalar yaz­maya başlamıştım. Mısır Evkaf Bakanlığı’nın çıkardığı “Minber-i İslam” da ve Ezher’deki vaaz ve irşat alimlerinin yayınladığı “Nur-ul’ İslam” dergilerinde bu fetvalar yayınlanıyordu.

Hala bu yolda daha rahat ve daha kapsamlı bir şekilde yürümekteyim. İlim arttıkça, fikir olgunlaştıkça hadislere ve mukayeseli fıkıh kitaplarında derinlemesine bilgi sahibi olmak sure­tiyle deneyimler arttıkça peş peşe kitaplar çıkardık. Önce ‘İslamda Helal ve Haram’ daha sonra da ‘Zekat Fıkhı’ kitaplarını çıkardık.

Allah’dan ümidim, henüz bir bütün olarak bir araya getire­mediğim parça parça yazmış olduğum ‘Fıkhı Kolaylaştırma’ kit­abını çıkarmayı bana nasip etmesidir.

Katar Radyosu’nun başlattığı ve ardından da Televizyonun da verdiği programda vatandaşların sorularına ve mektuplarına cevap vermekle görevlendirildim. Bu soru ve mektuplar İslam ve hayatla alakalı olan konulardı. Bunun için Radyoda ‘Nur ve Hi­dayet’ adıyla Televizyon’da da İslamın Yolu’ adıyla yarım saatlik haftada bir program yapılırdı.

Müminlerin gönüllerini fetheden ve ön yarlığı olanları kızdıran (Allah onlara doğru yolu göstersin ve ıslah etsin); Katar’da, Körfez’de ve bütün Arap yarımadasında Katar radyosunun sesinin ulaşabildiği her yerde hüsnü kabul gören bu programlara akıllarını ve gönüllerini açan bir yığın müslüman kıtla olmuştur. Allahu Teala’ya, sonsuz nimetlerinin gereği olarak ve rızasına uygun bir şekilde hamd ediyorum.

Hiç şüphesiz bu programları dinleyen ve izleyenlerin bir çoklarının onlar hakkında bir şey söylemelerinde, bu fetva ve cevapları derlemelerinde ve yayınlamalarında şaşılacak bir şey yoktur. Hatta bazı kardeşler bunları bir yıllık haline getirip her sene bir dergide yayınlamayı söylemişlerdi. Özellikle, bazı cevap ve reddiyeleri önemli meselelere açıklama ve tahlil olarak, şeriat hükümlerinden alman delillerle ispatlanmış konular ve islamın ru­huna ve insanın, yaradılışın ve hayatın felsefesiyle bağlantılı olan konular için kullanılabileceğini söylemişlerdir.

Fakat burada bu hayırlı isteğin gerçekleşememesini sağ­layan bir takım engeller var. Bunlardan bir tanesi, bu cevapların kasetlerden kağıda geçirme zorluğu.

Bu fetvalar irticali olarak yapıldı. İrticali konuşmanın aslı önceden hazırlanmış kağıtlarda dil üslubundan farklıdır. İrticali (ani) yapılan konuşmaların basım ve yayınının yapılabilmesi için düzeltilmeye ve tekrardan gözden geçirilmeye ihtiyacı vardır. Bu da uzun bir vakit ve çalışma gerektirir.

Sıksık tekrarlanan sorulara tekrar tekrar da cevaplar veril­miş. Her ne kadar bu soruların söyleniş tarzı, üslup ve biçimleri farklı olsa da aslında içerdikleri mana aynıdır.

Bunun için, bazı ibarelerde düzeltme yapılıp, eklemelerin ve gereksiz kelimelerin çıkarılmasıyla birlikte fazlalık ve tekrardan uzak, daha uyumlu ve daha dikkatli söylenmiş olan cevapların seçilmesinin daha yararlı olacağını anladım. Radyo ve Televizyon programlarından seçilmiş bu fetvalara daha önce yayınladığım ve yayınlamadığım yazılı bulunan fetvaları da ilave ettim. Bunlardan “İslam’ın rehberliğinde çağdaş meselelere fetvalar” adını ver­diğim bu kitap ortaya çıktı. Bu Allah’ın fazlı keremi ile insanlara sevdirdiği daha önce sözü edilen televizyon programının da adıydı.

Bu çalışmamı birinci bölüm olarak kabul ediyorum. Allah Teala’dan bu kitapla müellifini, yayıncısını, okuyucusunu ve bu konu­da yardımı dokunan herkesi faydalandırmasını dilerim.

 

Fetvadaki   Metodum

 

Fetvada izlediğim metod, bir çok kaidelere dayanır. En önemlileri şunlardır:

 

Tutuculuk ve taklidin olmaması;

 

Birinci Olarak: Mezhebi tutuculuktan, önceki alimleri ve son devir alimlerini körü körüne taklitten kurtulmak. “Taklidi ancak tutucularla, Kur’an ve sünnetten hüküm çıkaramayacak insanlar yapar” denir. Bense kendime her iki vasfı da yakıştırmıyorum.

Biz alimlerimize ve fakihlerimize kamil manada saygı duyuyoruz. Mükayeseli fıkıh kitaplarında derinlemesine bilgi sahibi olmak sure­tiyle deneyimler arttıkça peş peşe kitaplar çıkardık. Önce ‘İslamda Helal ve Haram’ daha sonra da ‘Zekat Fıkhı’ kitaplarını çıkardık.

Allah’dan ümidim, henüz bir bütün olarak bir araya getire­mediğim parça parça yazmış olduğum ‘Fıkhı Kolaylaştırma1 kit­abını çıkarmayı bana nasip etmesidir.

Katar Radyosu’nun başlattığı ve ardından da Televizyonun da verdiği programda vatandaşların sorularına ve mektuplarına cevap vermekle görevlendirildim. Bu soru ve mektuplar İslam ve hayatla alakalı olan konulardı. Bunun için Radyoda ‘Nur ve Hi­dayet’ adıyla Televizyon’da da ‘İslamın Yolu’ adıyla yarım saatlik haftada bir program yapılırdı.

Müminlerin gönüllerini fetheden ve önyarlığı olanları kızdıran (Allah onlara doğru yolu göstersin ve ıslah etsin); Katar’da, Körfez’de ve bütün Arap yarımadasında Katar radyosunun sesinin ulaşabildiği her yerde hüsnü kabul gören bu programlara akıllarını ve gönüllerini açan bir yığın müslüman kitla olmuştur. Allahu Teala’ya, sonsuz nimetlerinin gereği olarak ve rızasına uygun bir şekilde hamd ediyorum.

Hiç şüphesiz bu programları dinleyen ve izleyenlerin bir çoklarının onlar hakkında bir şey söylemelerinde, bu fetva ve cevapları derlemelerinde ve yayınlamalarında şaşılacak bir şey yoktur. Hatta bazı kardeşler bunları bir yıllık haline getirip her sene bir dergide yayınlamayı söylemişlerdi. Özellikle, bazı cevap ve reddiyeleri önemli meselelere açıklama ve tahlil olarak, şeriat hükümlerinden alınan delillerle ispatlanmış konular ve islamın ru­huna ve insanın, yaradılışın ve hayatın felsefesiyle bağlantılı olan konular için kullanılabileceğini söylemişlerdir.

Fakat burada bu hayırlı isteğin gerçekleşememesini sağ­layan bir takım engeller var. Bunlardan bir tanesi, bu cevapların kasetlerden kağıda geçirme zorluğu.

Bu fetvalar irticali olarak yapıldı. İrticali konuşmanın aslı önceden hazırlanmış kağıtlarda dil üslubundan farklıdır. İrticali (ani) yapılan konuşmaların basım ve yayınının yapılabilmesi için düzeltilmeye ve tekrardan gözden geçirilmeye ihtiyacı vardır. Bu da uzun bir vakit ve çalışma gerektirir.

Sıksik tekrarlanan sorulara tekrar tekrar da cevaplar veril­miş. Her ne kadar bu soruların söyleniş tarzı, üslup ve biçimleri farklı olsa da aslında içerdikleri mana aynıdır. Bunun için, bazı ibarelerde düzeltme yapılıp, eklemelerin ve gereksiz kelimelerin çıkarılmasıyla birlikte fazlalık ve tekrardan uzak, daha uyumlu ve daha dikkatli söylenmiş olan cevapların seçilmesinin daha yararlı olacağını anladım. Radyo ve Televizyon programlarından seçilmiş bu fetvalara daha önce yayınladığım ve yayınlamadığım yazılı bulunan fetvaları da ilave ettim. Bunlardan “İslam’ın rehberliğinde çağdaş meselelere fetvalar” adını ver­diğim bu kitap ortaya çıktı. Bu Allah’ın fazlı keremi ile insanlara sevdirdiği daha önce sözü edilen televizyon programının da adıydı.

Bu çalışmamı birinci bölüm olarak kabul ediyorum. Allah Teala’dan bu kitapla müellifini, yayıncısını, okuyucusunu ve bu konu­da yardımı dokunan herkesi faydalandırmasını dilerim.

 

Kolaylaştırırlar   Zorlaştırmazlar.

 

İkinci Olarak: Kolaylık ve hafiflik ruhu, zorluk ve baskıya galip gelir.

  1. a)İslam şeriatı kolaylık ve kuldan zorluğu kaldırma temel­leri üzerine kurulmuştur. İşte bu, Kur’an’mn ve Sünnet’in çeşitli vesilelerle açıkladığı temel bir prensiptir.

Maide suresinin taharetle ilgili son ayeti ve bu ayetten haraketle teyemmümün hükümleşmesini belirleyen ayeti kerimeye bir bakalım.

“Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üze­rinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.”[5]

Bakara suresinin son ayetlerindeki hastanın oruçtan ari tu­tulması ve yolcunun iftar edebilmesi için verilen ruhsatla ilgili ayetde ise,

“Allah size kolaylık ister zorluk istemez.”[6]

Evlilikde mahramiyetler konusunu işleyen ve Allah Teala’nın hür kadınlarla evlenemeyenlere mü’min köle kadınlarla ev­lenmelerine ruhsat verdiği ayetin son kısımları da şöyledir.

“İnsan  zayıf  olarak  yaratıldığından  Allah  sizden yükü hafifletmek ister.” [7]

Ahkam ve emirlerin zikredildiği hac suresinin son ayetlerine de bakalım.

“…babanız İbrahim’in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır…” [8]

Dinde aşırılığı haram kılan ve güzellikleri yasaklayanları ka­bul etmeyen daha bir çok ayetler mevcuttur.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır.

“Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin korkutmayın.”

“Siz ancak kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz yoksa zor­laştırıcı olarak değil”

“Ben müsamahalı bir dinle gönderildim.”

Kullukda aşırılığa giden veya güzellikleri haram kılanlar red­dedilip protesto edildiği gibi yukarıdaki hadisler bu tür dav­ranışlarda bulunmanın peygamberin sünnetinden ayrılmak ola­cağını belirtiyor.

“Sünnetimi terk eden benden değildir.” Peygamber (s.a.v) hükümlerin verilmesinde aşırı gidenleri itidale ve orta yolu takibe çağırıyor. Böylece hakta aşırı gidilmeyecektir. Bunun için Allah Resulü bazılarına şöyle sesleniyor. “Bedeninin sende hakkı var. Ailenin sende hakkı var. Eşinin sende hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.”

  1. b)İçinde yaşadığımız asırda, maddiyat ruha, bencillik başkasını tercih duygularına, çıkarcılık ahlaka nasıl baskın çıkıyor? Kötülüğe olan revaç, haktan sapma ne kadar çoğaldı? Dinine sarılan elinde ateş tutar gibi olmuş. Her taraftan: Sağdan soldan, arkadan önden küfür dalgalarına maruz kalıyor mü’minler! Küfür kasırgası dinin kökünü kazıma amacında. Dini, bir daha geri dönülmesi mümkün olmayan bir noktaya getirmek istiyor.

Küfür esintilerini hareketlendiren büyük güçler var. Onlar gerek maddi ve gerekse diğer yollarla destek veriyorlar. Bu esin­tiye kapılanlara şehvet yollarını kolaylaştırıyorlar. Hatta makam­lar verip dereceler elde edebileceği yolları açarak onlar saye­sinde küfrün yaygınlaşmasını sağlıyorlar.

Böyle bir toplumda müslüman bir fert, kasvetli bir hayat yaşar. Hatta daima kendini savaş ortamında hisseder. Anlaşabi­lecek çok az insan bulabilir.

Fetva veren kişilerin, güçleri yettiğince kolaylaştırmaları ve ruhsatı azimetten daha fazla gözetmeleri gerekir. Sebep; dine rağbeti artırmak ve güçlü adımlarla bu yolda yürümeyi sağlamak içindir. İmam Nevevi ‘Mecmu’ adlı kitabının önsözünde büyük imam-fıkıh, hadis ve takva imamı- Süfyani Servi’nin şu hikmetli sözlerini naklediyor. “İlim güvenilir kimselerden bir ruhsattır. Zorlamaya gelince, her ilim sahibi kişi onu kolaylaştırıp güzelleştirir.”

Süfyani Servi’ye göre alim, ilminde ve dininde güvenilir ol­ması şartıyla Allah’ın kullarına ruhsat ve kolaylığı seçer.

Sahabe ve onları takip edenlerin metodu da; insanlara ko­laylığın ve yumuşaklığın öngörülmesi metodudur. Daha sonra devre devre gelen alimler arasında ise zorlaştırma mantığı yerleşmiş, öyle ki bu mantık son devir alimelerinin tabiatı haline gelmiştir.

El-Hafız Ebu’1-fadl bin Tahir; ‘Es-Sima ‘adlı kitabında Ömer ibn-i İshak’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir. Peygamber (s.a.v)’in ashabından yaklaşık ikiyüzden fazlasıyla karşılaştım ve onlar­dan daha ihlaslı ve daha toleranslı bir kavim görmedim.

Aynı şekilde Selef alimleri de, zorluğu kendileri uygular, in­sanlara gelince onlara kolaylığı ve hafifliği gösterirlerdi.

Şafi alimlerden imam Müzni hakkında şu övgü dolu sözler söylenir O, takva konusunda kendini oldukça zorluğa koşan bir insan olduğu halde aynı konuda insanlara toleranslı tavsiyelerde bulunurdu.

Tabiinden imam El-Celil Muhammed bin Şirin öğrencisi Avn’e şöyle demiştir.” Muhammed (s.a.v) bu ümmetin insan­larına en toleranslısı idi. Kendine ise çok zor koşan bir insandı.”

Onların dönemi dine yöneliş zamanıydı. İnsanların dinden döndükleri bir çağda nasıl bunlar meydana gelsin? Bizim insanla­ra soluk aldıracak ve onları bu konularda rahatlatacak tedbirleri almaya götürecek şeylere oldukça ihtiyacımız var.

Ben, ‘Usul’de zorluğun çıktığı yerlerde kolaylıklar getirmeyi tercih ettim.

Bundan, kerhen de olsa insanlara kolay gelsin diye bir takım manalar ve hükümler çıkarmak için delilleri evirip bükmek gibi bir mana anlaşılmamalıdır.

Hayır, benim anladığım kolaylık, muhkem, sabit hükümleri ve kesin şer’i kaideleri çarpıtmak değildir. Bilakis delillerin, hükümlerin ve islamın genel ruhu ışığında kolaylığa gitmektir.

Bundan dolayı banka ve başka yerlerden alınan faizlerin haram kılınması konusunda her hangi bir müsamahaya gitmedim. Biliyorum ki, bunu ihmal eden herkese meydan okuyacak kesin, açık deliller vardır.

Sigara içilmesi konusunda da -genel bir bela olmasına rağmen- herhangi bir müsamaha göstermedim. Çünkü, şer’i hükümlerin sigara içilmesini yasakladığını biliyorum.

Bir çok konuda müsamaha gösterdim. Çünkü, haramlıklarına delil olacak karineler bulamamıştım.

Talak konusunda Şeyhul’ İslam İbni Teymiyye ve onun tale­besinin görüşlerini seçtim. Onların görüşlerinin islamın ruhuna ve şeriatın maksatlarına uygun olduğunu gördüm. Kur’an ve Sünnet’in delillerini alıp araştırarak bu yolda yürümeye devam edeceğim.

Genellikle, benzer iki görüş olduğu zamanlar; biri daha kap­samlı ve diğeri daha kolay ise, ben daha kolay olanla fetva ver­meyi tercih ederim. Peygamber de iki durum arasında herhangi bir beis olmayacaksa en kolay olanı tercih ederdi.

Daha kapsamlı olan hükme gelince; fetva veren kişi bunu kendi nefsi için tercih edebilir. Ya da ihtiyatlı davranmaya Özen gösterenlere bununla fetva verebilir. Tabi ki, onların da aşırılığa gitmeyeceklerinden emin olduğu müddetçe.

 

İnsanlara günümüz diliyle hitap etmek:

 

Üçüncü Olarak: Şart gördüğüm bir başka konu da insanlara onların anlayacağı dilde konuşmaktır. Özellikle zor ıstılahlardan, garip sert cümlelerden kaçınılmalı, kolaylık ve dikkat çekicilik amaçlanmalıdır.

İmam Teymiyye’den şöyle dediği nakledilmiştir: İnsanlara on­ların bildikleri şeylerle anlatın. Öyle bir davette bulunun ki sizi inkar etmesinler. Siz onların Allah ve Resulünü inkar etmesini ister misiniz?

Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine  apaçık  anlatabilsin  diye, her  peygam­beri kendi milletinin diliyle gönderdik”.[9]

Her asrın kendine has bir lisanı vardır. Bu dil o asra bir im­tiyaz kazandırır ve kastedilen düşünceler anlatılır. Asrımızda insanlarla konuşmak isteyen bir kişinin onların dillerini anlayıp bu dille onlara hitap etmesi gerekir.

Dille kastedilen şey, bir toplumun düşüncelerini anlattıkları mücerret kelimeler değildir. Bundan daha manidar şeylerdir. Düşünce özellikleriyle ve anlatıp anlayabilme metodlarıyla ala­kalı bir içeriğe sahiptir.

Asrımızın dili çok şeyler istiyor. Fetva verecek kişinin bun­lara riayet etmesi gerekir.

  1. a)Akıllara hitap etmek, yoksa mübalağa yaparak insan­ların duygularını coşturmak değil. İslam’ın en büyük mucizesi; Kur’an’dır. Allah insanlara O’nunla meydan okuyor, yoksa Pey­gamber (s.a.v)’de görülen harkulade olaylarla meydan okumuyor. İnsanlık, İslam’a olduğu kadar, aklın ve ilmin saygı duyduğu başka hiç bir din tanımamıştır.
  2. b)Uslüp ve ibare seçilirken zorlukların kaldırılması. Bunun için ben kolay ve anlaşılabilir bir dil kullandım. Bazı lafızları veya genel deyimleri niyetimi açıklamak için kullanırım. Beni izleyen ve dinleyen herkes tek bir kültür ve fikirde olan insanlar değildirler. Profösörler, üniversite öğrencileri, tüccarlar, işçiler vardır. Hepsinin de niyetimi anlaması gerekir. Farklı kültürlere konuşmak zor bir iştir. Elimden geldiğince bu konuda gayret sar-fettim. Ben her işte itidali ve orta yolu takip eden bir mü’minim. Hiç bir zaman yüksek kültür seviyesine çıkıp da kültür seviyesi düşük olanları kaybetmek istemedim. Aynı şekilde kültür seviye­si düşük (avam) insanların seviyesine inerek kültür seviyesi yüksek (havas) insanları da kaybetmek istemem.

Hedefim, kültürlü insanları tatmin etmek kültür seviyesi düşük olanlara ise meseleyi kavratabilmek olmuştur. Bu benim hayatım boyunca izlediğim metotdur. Daima bu metodu takip et­meyi yeğlerim.

  1. c)Hükümleri, hikmet ve sebepleriyle birlikte anlatmak ve in­sanın genel felsefesiyle ilintilemek. Genel bir nitelik olarak fetvalarımda ve yazılarımda kullanmayı gerekli gördüğüm metot bu­dur. Sebepleri ise şunlardır.

Birincisi : Kur’an’ın ve Sünnet’in metodu olması.

Kur’an hayz hakkında -Peygamber (s.a.v)’den sorulduğun­da- şunları söylüyor.

“Ey Muhammed! Sana kadınların aybaşı halinden sorarlar, de ki: O bir ezadır. Aybaşı halinde iken ka­dınlardan el çekin, temizlenmelerine kadar onlara yak­laşmayın.” [10]

Peygamber’in, (sav) görevi, ayetin başında bulunan illetin (yani “eza”nın) hükme (yani “elçekme”ye) sebep olduğunu açıklamaktır.

Ganimetlerin paylaşılmasında ona hak kazananların; yetimler, miskinler, yolda kalmışlar olduğu ayette belirtiliyor. Bunun hik­metini Allah Teala şöyle açıklıyor.

“…Taki  içinizdeki  zenginler  arasında  elden  ele  do­laşan bir devlet olmasın. ” [11]

Yani mülkiyetin, sadece zengin bir tabaka elinde dönüp dur­ması diğer tabakaların mahrum kalmasına sebep olur. Derken kapitalizm kendini en belirgin bir şekilde ortaya çıkarmış olur.

Kur’an’ın sebep ve hikmetleriyle yapılmasını emrettiği iba­detleri, her selim fıtrat sahibi ve rüştüne ermiş kişi kabul eder.

Namaz hakkında :

“…muhakkak  ki  namaz  hayasızlıktan  ve  fenalıktan alıkor.” [12]

Oruç hakkında;

“…umulur ki sakınırsınız.”

Zekat hakkında;

“…kendilerini  temizleyip arıtacak  sadaka olarak al.” [13]

 Hacc hakkında   ;

“Taki kendi menfaatlerine şahit olsunlar ve belli günlerde Allah’ın adını ansınlar.” [14]

Bunun bir örneği; oruçluyken karısını öptüğü için korkuyla yanına gelen Hz. Ömer’e söylediği sözdür: “Ağzını ve burnunu Çalkalaman orucuna bir zarar verir mi? O da:

“Hayır! dedi.

Bütün bunlarla şunu öğretiyordu. Mahzurlu davranışlara götüren her şey mahzurlu olmayabilir. Öpmek karı koca arasındaki cinsel ilişkinin başlangıcı olabilir ama bu durum cimaya dönüşmediği sürece (yalnızca öpmek olarak kaldıysa) oru­ca bir zarar vermez. Nasıl ki, ağza su koymak içme işleminin başlangıcı olduğu halde içilmediği sürece bir zarar vermezse.

Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Bir kadının üzerine onun teyzesini, halasnım, kız kardeşini veya erkek kardeşinin kızını nikahlamayın. ‘Şayet böyle yaparsanız akrabalıklarınızı koparmış olursunuz.” Önce Allah Resulü (s.a.v) hükmü bildiri­yor. Ardından haram kılınmasındaki hikmetleri sıralıyor. Hikmet; kadınlar arasındaki sürtüşmeler neticesinde Allah’ın emrettiği sıla-i rahmin kesilmesine sebebiyet vermesidir.

Beşir bin Sa’d’ın sözü de buna benziyor. Evlatlarından bir kısmına iyilikte bulunup diğerini ihmal etmişti. Resulullah ona şöyle dedi: “Onlar sana itaat konusunda eşit değiller mi? O; evet, dedi. Bunun üzerine Peygamber de; evlatların arasında adaletli davran, buyurdu.” [15] Kur’an ve Sünnet’te bu gibi pekçok hükümler bulunmaktadır. Allah ve Resulü’nün sözleri, se­bebi hikmeti bilinmese dahi, onlar hayırdan başka birşey söylemeyeceklerine göre başlı başına delildirler.

İkincisi: Çağımızda, şikayette bulunanla şikayet edilen ol­dukça fazladır. Artık insanlardan çoğu hükümlerin kaynaklarını bilmeden hemen boyun eğip kabul ediyorlar. Hikmetini ve hedefi­ni araştırmıyorlar. Özellikle, kaynağı olmayan dualar ve ibadetler hususunda…

Asrımızın ve bu asırda yaşayan insanların özelliklerini bilme­miz gerekiyor. Şer’i hükümlerde, Allah Teala’nın şeriatında yatan hikmetleri açıklayarak onları zorluklardan kurtarmamız gerekir. Böylece onlar da şer’i hükümleri rıza göstererek ve gönül ra­hatlığıyla kabul ederler. Şüphe duyanların şüphesi kalkarken mü’minlerin de imanı artar.

Aynı zamanda insanları tatmin etmek zorundayız. Allah Teala, kendisine kulluğu hakkıyla yerine getirmeleri için, dilediği şeylerle kullarını mükellef tutabilir. Yaratıcı olan O olduğu için emir verme yetkisi de O’na aittir. Dolayısıyla O’nun emir olarak koyduğu yasalara itaat, haber verdiklerini de tasdik etmek gere­kir. Her ne kadar hükmünün sebebi ve künhü bilinmese de evvel emirde “işittik ve iman ettik” ardından da;

“Hepsinin  Rabbimizin  katından  geldiğine  iman  ettik.” demek gerekir.

Allah Teala hiç bir şeyi hikmetsiz ne emreder ne da yasaklar.

Bu, kesin ve değişmez bir hükümdür. Biz hiçbir zaman Allah’ın hikmetlerini tafsilatıyla anlatma gücüne sahip olamayız. İnsanın yaradılışı üzerine kurulan imtihanın gereğidir bu.

“Biz insanı katışık nutfeden yaratmışızdir. Onu de­neriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdir.” [16] 

 

İnsanlara Faydası  Dokunmayacak  Konulardan Kaçındım:

Sıkıca takip ettiğim kaideler şunlardır: İnsanlara faydası do­kunmayacak şeylerle kendimi meşgul etmemek. Ancak onların faydasına olacak ve yaşadıkları hayatla bağlantısı olan konular üzerinde durmak.

Tartışma ve çekişme oluşturmak, güzel konuşarak milleti et­kilemek, veya karşıdaki insanı imtihana tutmak, onu toplumda aciz bırakmak amacıyla ya da kimsenin hoşlanmayacağı konulara dalmak, insanlar arasında fitne ve kin tohumları oluşturmak ve buna benzer şeyler için sorulan sorulara ilgi göstermediğim gibi dikkatimi dahi vermem. Çünkü bu tür şeyler fayda yerine zarar verir. Bir şeyi yapmak yerine yıkar. Toplamak yerine dağıtır.

Bazı kimseler de, içinden çıkılması zor bazı sorular sorarak çözümünü isterler. Mesela; ‘Niyet etti ama namaz kılmadı. Na­maz kıldı ama niyet etmedi.’ ya da ‘Yalan söyleyen bir toplum Cennete girdi. Doğru söyleyen bir toplum ise Cehennem’e girdi. ‘ ve buna benzer sorular. Bu tür soruları da çöp sepetine atar gibi cevaplar veririm. Çünkü onlarla uğraşmak boş insanların yapa­cağı işlerdendir.

Gaybi konularla alakalı bu tür soruların yöneltilmesi onları ke­sin hatlarıyla bildiren nasların bulunmamasından kaynaklanır. Akli gücün kaldıramayacağı, kapalı dini ve akidevi bu tür sorulara cevap verilip üzerinde olduğundan fazlaca durulması bir çok kim­senin aklının karışmasına yol açabilir.

Bunlar, benim cevap vermekte itina göstermediğim konu­lardır. Cevap veriyorsam da; ya doğacak herhangi bir şüpheyi izale etmek ya yanlış inançlara cevap vermek ya bir kaideyi hatırlatmak ya da bu konudaki yanlış anlayışları düzeltmek içindir.

Bu konuda İmam Şihâbu’d-din el-Karrâfi şöyle söylüyor: Bir müftiye, “Allah Resulü (s.a.v) veya rububiyetle alakalı veya din büyüklerinin dahi bilemeyeceği müteşabih ayetler, dinin ince me­seleleri hakkında sorular yöneltildiğinde, şayet soruya cevap vermek: faydasız, gereksiz ve meşguliyetten öteye bir şey ifade etmeyecekse müftinin kesinlikle cevaplamaması ve karşı olduğunu açıkça ifade ederek şöyle demesi gerekir; sana faydası dokunacak konularla uğraş ve işlerinle alakalı şeyleri sorup öğren. Sorumluluğu üzerine düşmediği için, senin helakına vesile olacak konulara dalma.

Şayet soru yöneltenin o konuda herhangi bir şüphesi varsa, aklına takılan şüpheyi gidermek gerekir.

Şihap devamla şöyle diyor: Müftinin kendisine soru soran kişiye yazıyla değil de konuşarak açıklaması daha güzeldir. Dil, kalemin anlatamayacağını anlatabilir. Dil canlıdır, kalem ise cansız. İnsan Allah’ın kuludur. Allah’a en yakın kul, O’na ibadette en fazla haz duyan kişidir. Özellikle din ve akidede.”

Yöneltilen sorunun ciddiyetini hissettiğim de radyoda ve televizyonda beni dinleyenlerin kafasında şüphe bırakmamak, meselelerin kaynağına inip bilgi edinebilmek için çoğukez soruyu yönelten kardeşlerimizden beni yalnız başıma bırakmalarını isterim.

Şu tip sorularla pek o kadar ilgilenmem; ehli beyt ve sahabe -Allah onlardan razı olsun- arasında fazilet karşılaştırması yap­mak ve aralarındaki ihtilaflardan dolayı meydana gelen olayların sebep ve sonuçlarını araştırmak. Bunları yararsız ve faydasız konular olarak değerlendiriyorum. Onların hepsini Allah’a emanet ediyor ve aralarında meydana gelen olaylar hakkında ‘Allah Teala hüküm versin’ diyorum.

Raşit halife Ömer bin Abdulazize, ‘Sıffın Savaşı’ hakkında sorulduğunda o şu cevabı vermiştir; “O savaş Allah’ın elimin bulaşmasına izin vermediği bir kandır. Bu meseleyi konuşarak dilimi (kanla) lekelemek istemiyorum.”[17]

Bazı kimselerin alevlendirmeğe çalıştıkları şu konular hakkında bir çok mektup aldım; Allah katmda Ebu Bekir mi yok­sa Ali mi daha üstündür? Hangisi hilafete daha layıktır?

Allah Resulünün kızı Fatıma’mı yoksa O’nun eşi mü’minlerin annesi Hz. Aişe mi daha üstündür?

Mesela; Peygamberler arasında üstünlük karşılaştırmaları. Hz. İsmail ile Hz. İshak veya Hz. Musa ve Hz. İsa gibi.

Öğrenmek için sorulmayan bu tür sorulara cevap vermemek günah olmaz. Bu tür faydasız soruların cevaplandırılması için uğraşıp görüşlerini belirtenler yaka-paçalarını bir daha zor kurta­rabilirler.

Bu tür soruları cevaplarken hep şunu söylerim; Bunlar, -daha bizler küçük öğrencilerken- hocalarımızın kalem tutmasını öğrenmemiz için bizden sıkça yazmamızı istedikleri konulara benziyor. Mesela; gece ile gündüz arasındaki üstünlüklerin karşılaştırılması, yazla kış arasındaki üstünlükler, yerle gök arasındaki üstünlüklerin karşılaştırılması ve daha bunlara benzer basiret sahibi kişiler nazarında hiç bir mana ifade etmeyen konu­lar.

Allah ve Resulü, Beni İsrail’i çok soru sormalarından, peygamberlerine muhalefet etmelerinden, ve gereksiz şeyler hakkında peygamberlerine sorular sorarak, faydası olmayıp sa­dece kendilerine yük olacak şeylerin peşine düş düklerinden do­layı ayıplamaktadır. Allah Teala Kur’an’da, onların gereksiz yere çok soru sormalarını ve ineği boğazlamak istemediklerinden do­layı başlarına gelenleri anlatmaktadır.

Allah Teala’nın bu kıssaları anlatmasının tek sebebi bizim ibret ve öğüt almamız içindir.

Ben, rüya tabir etmekden daima kaçınmış imdir. Bu konuda gelen sorulanda cevaplamam.

Çok defa açık açık şunları söylerim; Benim için önemli olan, hükümlerin açıklanmasıdır, yoksa rüyaların yorumu değil. Çünkü, hükümlerin vardığı bir nokta ve dayandığı kaynakları vardır. Rüyalara gelince, onların herhangi bir kaide ve kuralı yoktur. Yo­rumu şahıslara, şartlara ve zamana göre değişebilir.

Genellikle rüyalar için yapılan yorumlar tahmin ve zanlar­dan ibarettir. Bir de Allah’ın feraset sahibi kıldığı ve olayların yo­rumlarını öğrettiği kimseler vardır.

“…biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz.“[18]

Bu konuda sorular yöneltenlere şu cevabı vermeyi yeğliyorum; Ben Hz. Yusuf değilim. Yusuf el-Kardavi’yim. Allah, bu vasfı O’nun bir özelliği haline getirdi. Bir başkasına öğretmediklerini O’na öğretti.

Gerçekte ben, rüya yorumlamasını da beceremediğim gibi becermek için herhangi bir gayretim de olmadı. Şayet olsaydı vaktimin büyük çoğunluğu boşa geçerdi. Çünkü insanların rüyaları bitmek tükenmek bilmez. Yorumuna da çok ehemmiyet verirler. Özellikle hayat ve düşünce yapılarında önemli konuma oturttukları hıyarlarla meşgul olan kadınlar.

 

Kurallara aşırı bağlananlarla, kurallardan uzaklaşanlar arasında mü’tedil bir yol takip etmek.

Takip ettiğim metodun özelliklerinden biri de; daima orta yol­dan ayrılmamak. İfrat ile tefrit arasında mü’tedil kalmak. Gelişime uyarlamak iddiasıyla, islami hükümleri her defasında parça parça etmeyi amaçlayanlarla, eskileri ta’zim için verilen fetvalar ve görüşlerde israr edenler arasında orta bir yol takip ederim.

 

Gelişimin   uşakları.

Hiç bir şeyin tek bir halde kalmasını ve daha önce konulduğu gibi devam etmesini istemeyenlere gelelim; onlar dünyanın geliştiğini ve hayatın durmadan değiştiğini savunarak tezlerini kabul ettirmeye çalışırlar. Bunlardan bir kısım edebiyatçılar dini, dili, güneşi ve ayı değiştirmeyi eğlence addederler(!)

Faiz, önceden haramdı. Çünkü eskiden faizi alan zengin ve güçlü iken faiz veren ise yoksul ve muhtaç insanlardı. Fakat şimdi durum bunun tam tersi faizi alan işçi veya muhtaç durum­daki memur gelirlerinden belli bir parayı bankaya yatırıyor. Daha sonra da belli bir kar elde ediyor. Bu karı veren banka; yani eski­nin tam tersine zengin ve güçlü olan. Yatırılan mevduat oranında kar veriyor.

Öyleyse Kur’an ve Sünnet’in büyük günahlardan kabul edip yapanları da Allah ve Resulüne savaş açmak olarak ilan ettiği faiz hakkındaki hükmün değiştirilmesi yeniliğin bir gereğidir. Hiç bir aklın ve delilin kabul etmediği bu düşünce, haram dairesinde olan herşeyin ve bilinen tüm günahların işlenmesini meşru sayar.

Yenilikçilerin dayandıkları deliller sıhhatten uzak ve dalave­reler üzerine kurulmuşdur. Onlar faizin haram kılınmasının sebe­bini, kendi anladıkları ve tasavvur ettikleri sığ kalıplara sıkış­tırma yetkisini nereden alıyorlar?

Faizin haram kılınmasının bir çok yönleri vardır. Ekonomik, siyasi ve ahlaki yönü. Bu alanlarda ihtisas sahibi kişiler çeşitli kitaplar, risaleler ve araştırmalar yapmışlardır. Daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin bu kaynaklara müracaat etmeleri yerinde olur.

Bankadan faiz alınmasını zayıfların istifadesi için yararlı olduğunu düşünmek kesinlikle akılcı bir yaklaşım değildir.

Bankada senelerce paralarını biriktiren nice milyonerler var. Bunlar, oldukça büyük kazançlar sağlıyorlar. Para miktarı artıp vade müddeti uzadıkça kar da artıyor.

İhtiyaç sahiplerine gelince onlar bu sömürgeci bankalardan ancak bir ekmek kırıntısı pay alıyorlar.

Faizi, istifade edilebilecek bir yol olarak düşünmek, adil bir düşünce olmaz.

Ne gariptir ki, fetva ile uğraşanlar, fıkıh adı altında bu tür ka­zançlara gerekçe ararlar. Aynı zamanda ‘Yeni İktisad İlmi’ ve ‘Yeni İktisat Mantığı’ adıyla çağdaş profösörler onların ileri sürdükleri gerekçelere gereken cevapları vermişlerdir.

Bu misalleri, kendilerini ‘Gelişim Putuna’ adayan uşakların verdikleri fetvalara ve Allah’ın kafi naslarını değiştirerek içtihat yaptıklarını iddia eden ahmaklara birer örnek olsun diye verdim.

Kafi olan delillerde içtihat yapmak helal değildir. İçtihat, sa­dece zanni olan konularda yapılır.

Kulluğun bu şekli kayda değer olsa gerek. ‘Gelişim’ dediklerin de, bir konuşmasında kadınlarla erkekler arasındaki eşitlikten bahseden bir Arap lideri şunları söylüyor: “Dikkatlerinizi bir ek­sikliğe çekmek istiyorum. Ben elimden geldiğince bu eksikliğin giderilmesi için her yolu deneyeceğim. Yani erkeklerle kadınlar arasındaki eşitliğe işaret etmek istiyorum. Okullarda, işyerlerin­de, tarlada olduğu gibi polis görevlerinde de tam bir eşitliğin ol­ması gereklidir. Oysa kadınlar daha mirasta bile eşit haklara sa­hip değiller. Erkeğe mirasta iki kadının payı düşmekte. Bu prensip, kadına karşı bir güç elde ettiğinde erkek için bir gerekçe olu­verir. Kadın bilfiil, erkekle kadının eşit haklara sahip olduğunu söyleyerek erkeğe müsamaha vermeyeceği bir toplumda yerini alacaktır. Daha önce kız çocukları diri diri toprağa gömüyorlardı. Aşağılayıcı muamele yapılıyordu. Ama bugün, çalışma meydan­larını doldurdular. Yaş bakımından en küçükleri bile eğitim görebiliyor. Bu meselenin çözümünde içtihat yolunu takip etme­miz mantıklı değil mi? Ya da toplumun kaçınılmaz değişimine göre şer’i hükümleri değiştirme imkanına yönelmemiz doğru ol­maz mı?

Daha önce de ayetin mefhumundan içtihat yaparak ve ‘islam, ümmetin maslahatına olacak konularda imama, mubah olan ameli ibtal edebilme yetkisi verir’ kaidesini itibara alarak taaddüd-ü zevcatı kaldırmıştık. Hakimin mü’minlerin emiri olması vasfıyla, toplumun ve adalet mekanizmasının gelişimine ve hayat tarzına göre hükümleri geliştirmeye hakkı vardır.” [19] Daha sonra bu konuşma İslam, amel ve içtihat dinidir’ adıyla yayınlandı. Biz de bu çarpık görüşleri ‘îslami Hükümlerde İçtihat’ adlı kitabımızda cevapladık. Baskı. Daru’l Kalem Dileyen oraya müracaat edebilir.

 

Fetvada  tutucu  olanlar.

Yukarıda gördüğümüz ‘çağdaşların’ yanısıra -ki bunlar ‘gelişme’ diye tutturdukları yolla her şeyin değişmesini isteyen­lerdir- bir de, insanlara neredeyse herşeyi haram kılacak kişiler var. Bunların ağızlarına ve kalemlerine dolanan hep ‘haram’. Hem de kelimenin tehlikeli boyutuna bakmadan ya da haramlılığı ko­nusunda sağlıklı bir nasa ve hükme de dayanmadan ağızlarına geldiği gibi söylerler.

Kadının çalışması haram, şarkı söylemek haram, musiki dinle­mek haram, heykel yapmak haram, televizyon haram, resim çizmek haram, kooperatif kurmak haram!

Hayat tümüyle haramların üstüne kurulu. Kur’an, sünnet ve selef-i salihin ‘Haram’ ifadesinin kesin bir delili bulunmadan sıkça ve uluorta kullanılmasını yasaklamışlardır.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“De ki: Allah’ın size indirdiği rızkın bir kısmını ha­ram, bir kısmını helal kıldığınızı görmüyor musunuz? De ki: Size Allah mı izin verdi, yoksa Allah’a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?” [20]

“Dilleri, güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu ya­lan yere söyler durur.” [21]

“De ki: Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa erişemezler. ” [22]

İbn-i Kayyım şöyle demiştir: “Müftünün, bu helaldir, şu ha­ramdır, ötekisi vaciptir veya mubahtır diyerek Allah ve Resulü adına çözüm getirmesi caiz değildir. Ancak Allah ve Resulünün o konu hakkında helalliğine, haramlığına, vacipliğine veya mübahlığına dair bir hükmü varsa bunları söylemesinde herhangi bir sakınca olmaz.

Bir kişi kalkıpta taklidinde bulunduğu bir alimin kitabında yer alan hükümleri Allah ve Resulü’nü bir kenara bırakarak delil olarak getiremez ve insanlara onlarla hüküm verme selahiyetine de sahip değildir. Allah ve Resulünün hükmüne göre onun hiç bir ilmi yönü yoktur.

Allah bunu helal kıldı veya şunu haram kıldı diyerek, sonra da Allah Teala’nın; sen yalan söyledin ben ne onu haram kıldım ne de diğerini helal kıldım suçlamasına maruz kalmamak için, selef alimlerinden hiç kimse bilmediği ya da gelişi güzel hiç bir konuda yukarıdaki ifadeleri kullanmamıştır.

Büreyde bin El-hasip’den gelen bir hadiste Sahih-i Müslim’de geçiyor.

Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Bir kaleyi çevirdiğinde senden Allah’ın ve Resulünün hükmüne göre meseleyi çözmeni isteyeceklerdir. Eğer sen onlar hakkındaki Allah’ın hükmünü or­taya koyup, koyamayacağını bilmiyorsan Allah ve Resulü’nün hükmünü vermek yerine kendi görüşüne ve arkadaşlarının görüşüne göre meseleyi çöz”

İmam Malik şöyle buyurmuştur “Ne seleften ne de onlara uyanlardan bir kimse şu ifadeleri kullanma cesaretini göstereme­mişlerdir. ‘Bu helaldir ve şu haramdır. ‘Kullandıkları ifadeler sa­dece şöyleydi.’Bunu yapmandan hoşlanmıyorum veya şöyle yap­man güzeldir.’ Helal ve haram gelince; şayet helal ve haramlığına dair herhangi bir nas yoksa bu Allah ve Resulüne iftira demektir. Allah Teala şöyle buyurmuştur:

“De ki Allah’ın size indirdiği rızkın bir kısmını ha­ram, bir kısmını helal kıldığınızı görmüyor musunuz?” [23]

Çünkü helal Allah ve Resulünün helal kıldığı, Haram da yine onların haram kıldığı şeylerdir.

 

İzahlarla ve açıklamalarla fetvanın hakkını vermek.

Sorulara cevap verirken eski ve yeni alimlerin sık sık kul­landıkları; bu caizdir veya değildir, helaldir veya haramdır, hakdır yada batıldır…metotları tercih etmem. Bu tür metotlar kestirm­eye kaçmak ve uzun ifadelerden kaçınmak için kullanılır. Oysa fetva makamında bulunan her zaman araştırıcıdır.

İbn-i Hamdan da ‘Sıfat-ı fetva, müfti ve müstefti1 adlı kitabında aynı şeyleri anlatmıştır. Mesela bazı alimlere; şöyle yapmak caiz midir? diye sorulduğunda, onlar da kısaca; hayır, diye cevap verip bu haliyle fıkıh kitapları yazmışlar.

Bu tür kısa ve özlü cevaplar bazılarına göre bazı durumlarda caiz olsa da, havasın ve avamın okuduğu herhangi bir gazetede veya dergide veyahutta kitapta yazılması caiz değildir.

Sorulara cevap verdiğim zaman, kendimi bir müfti, öğretici, düzeltici, doktor ve mürşid olarak görüyorum.

Tabi kendimi böyle görmem, bazı soruların cevaplarını daha geniş açıklamamı, izah etmemi ve tahlilden geçirmemi gerektiri­yor. Böylece; bilmeyen öğrenir, gafil olan uyarılır, şüphelinin şüphesi giderilir, tevbe eder, kibirlinin kibri kırılır, alimin ilmi, mü’minin de imanı artar…

Açıklamada takip ettiğim metotları belirtmekte her hangi bir sakınca yoktur. Daha önceki sayfalarda bunların bir kısmına değinmiştim.

  1. a)Delili verilmeyen fetvanın hiç bir anlamı kalmaz. Hatta İbn-i Teymiyye’nin dediği gibi fetvanın delili, güzelliği ve ruhudur. Deliller getirilmedi mi bu durum, kişinin zihnini çelişkilerden kur­tarmak yerine muhalif görüşlerin kendi delillerini isbatlamak için münakaşa ortamını sağlar.
  2. b)Delili verilmeyen bir hükmün hikmet ve illeti bir şey ifade etmez. Özellikle de yaşadığımız şu asırda. Şer’i hüküm olmasın­daki hikmet, helal veya haram kılınmasındaki sır anlatılmadan da fetva vermek yavan aşa benzer ki, onun da ne tadı olur ne tuzu. Hikmet, ve sebebi bilinirse tad hissedilir. Bu hususta şöyle de­nir; ‘sebep bilinirse, hayret yok olur.’
  3. c)Çoğu durumlarda faydasına inandığım şu metodu da kul­lanırım: Herhangi bir konuda islamın bakış açısıyla diğer dinlerin veya felsefi görüşlerin bakış açılarını birbirleriyle mukayese et­mek.

Şair şöyle demiştir:

Birşeyin güzelliği zıddıyla ortaya çıkar.

Bir başka şair de:

Her şey zıddıyla ayrılır, demiş.

Mutmain bir kalp ve içtenlikle şunu söylemek isterim; İslamı enine boyuna araştıran sonra da islamın dışındaki diğer semavi din ve felsefi akımlardan haberdar olanlar, İslam’ın, Allah’ın ebedi metoduyla ayakta kalabileceğini aksine başka hiçbir şekilde ayakta kalmasının mümkün olamayacağını anlayabilirler. Nok­sanlıkların, heva ve heveslerin karıştığı çekişmelerin bitmediği diğer beşeri nizam ve metodlarla Allah’ın metodu arasında mu­kayese yapmanın hiçbir sakıncalı tarafı yoktur.

İnsanların Allah’ın yarattıklarını kullanarak yaptıkları hani ne­rede ?

Kılıç dilden keskin dense de,

Görmez mısın kılıcı

Gücü (kadar) hakir görür insanı

  1. d)Benim planım da aynı şekildedir; yöneltilen sorulara cevap vermeden önce konuyla alakalı bir giriş yaparım. İbn-i Kayyım; hüküm insanların alışık olmadığı türden şeyler ise öncelikle fet­vayı verecek kişinin açıklamalarına yavaş yavaş giriş yapması ve bir takdim sunması gerekir. Mesela, konu hakkında delil getir­mek ve delil sunmak gibi…

Allah Teala’nın kitabındaki metod da budur. Al-i imran sure­sinde Meryem kıssasını okurken rızkın Hz. Meryem’e geldiğini nasıl görüyoruz. Zekeriya şaşırıp sorar.

“…Ey Meryem! Bu sana nereden geldi? dedi, O da: Bu  Allah’ın  katındandır. Cevabını  vermişti. Doğrusu Allah dilediğini  hesapsız rızıklandırır.” [24]

Ayet aynı zamanda Hz. Zekeriya ve karısının kıssasına bir giriştir. Hz. Zekeriya yaşlı bir ihtiyar, hanımı da kısır olduğu halde Allah onlara Hz. Yahya’yı vermişti.

Hz. Meryem’e gelen rızık, zamansız olsa da Zekeriya’yı Allah’dan bir rızık istemek için duaya doğru yöneltiyordu.

Aynı şekilde Zekeriya’nın kıssası da, Hz. Mesih’i ve babasız olarak doğmasını peşinden getiriyor. İnsanlar iki yaşlıdan olan bu çocuğun naslı doğduğunu unutmuşlardı. Oysa doğal olarak ben­zeri bir doğum daha önce gerçekleşmemişti. İnsanlar babasız olarak doğan bu çocuğun doğumunu kabullenmiş ve kolayca doğrulamışlardı.

Allah, kulunu istediği şekilde yaratır ve dilediği gibi şekillen­dirir. Allah rahimdir veduttur. Kuluna şefkatle yaklaşır ve en gü­zel şeyleri ona adar.

  1. e)Fetva isteyenin mubah sandığı veya ihtiyacı olduğu veya hutta kendisinin uğraştığı ve ilişkide bulunduğu şey kendisine haramdır denmişse, onun her yönden haram işlemesini engelle­diğimize göre alternatif olarak helal olanı göstermeliyiz.

Faiz kazancı için bankada parasını bekletmek isteyen bir kişiyi engellememiz gerekir. Çünkü Allah Teala bunu kendisi ile peygamberine savaş açmak olduğunu söyleyerek izin vermemek­tedir. Öyleyse meşru olabilecek ortak kazanç yollarını göster­memiz gerekir. Bu ortaklık, iki veya daha fazla kişi arasında tica­ret ya da her hangi bir sanat dalında bir araya gelmekle oluşur. Bazıları malıyla bazıları bilgisiyle, bazıları da gayretiyle bu or­taklıkta yer alabilir. Kâr veya zarar ne ise onu aralarında pay­laşırlar.

Kur’an’ı açarak veya kum üzerine çizgi çekerek ya da bunlara benzer şekillerle istihare yapılıp yapılmayacağını soruyorlar. Ben bunun haram olduğunu söyledim. Onlara meşru olan istihareyi gösterdim; iki rek’at namaz kılmak ve akabinde Resulullah’ın yaptığı ve sahabenin de uyguladığı gibi bilinen duayı okumaktır.

Bazı kardeşlerimiz de Cuma günü oruç tutulup tutulmaya­cağını soruyorlar. Bunun mekruh olduğunu söyledim. Pazartesi ve perşembe günü tutulan oruç ile her ayın üç günü tutulan oruç müstehaptır.

Zekatın pekçok camisi olan bir şehirde yeni bir cami inşaatı için verilip verilmeyeceğinin soranlara ise bunun hükmünü de açıkladım. Ümmet için en önemli harcama yollarını gösterdim. Mesela; İslam davetini yaygınlaştırmak, islami uyanışı sağla­mak, yahudilerin, hiristiyanların ve koministlerin islami, hayattan uzaklaştırmak için hazırladıkları oyunları engellemek amacıyla neşriyatın çıkarılmasına sarf edilebilir. ‘Zekat Kitabı’ nda da açıkladığımız gibi bu günümüzde Allah yolunda yapılacak en güzel harcamadır.

Biz bir şeyin haramlığını söyleyince veya yapılmasını engelle­yince onun delilini veya ondan daha hayırlı bir şeyi getirmeyi ih­mal edemeyiz.

Allah, insanların gerçekten ihtiyaç hissettikleri şeyleri haram kılmaz. Şayet zaruretten harama da ihtiyaç hissediliyorsa, o da helal olur. Allah güzel olan şeyleri helal, çirkin ve pis olanlan da haram kılmıştır.

Bu nedenle yasaklanan bir haramın gerçek hayatta kesinlikle mubah bir de karşılığı bulunur.

İşte burada fetva verecek kişinin mubah olan bu şeyi göstermesi gerekir. Bunu anlamış ve nasihat etmiş olan Allame İbn-i Kayyım şöyle demektedir: “Bunu ancak şefkatli ve nasihattar bir alim getirir. Allah onun ticaretini ve ilmiyle amel etmesini sağlar. Alimler içinde onun misali, tıpkı nasihat veren, bilgili bir doktorun durumu gibidir. Doktor hastasını ona zarar veren şeylerden korur. Faydalı olacak şeyleri tavsiye eder. Bu, hem din hem de beden doktorunun durumudur.” [25]

Sahih-i Müslim’de Peygamber’den şöyle bir hadis nakledil­mektedir. “Şüphesiz Allah (c.c) göndermiş olduğu her peygam­bere ümmetlerine bildirsinler diye öğrettiği, her hayrı teşvik et­mek ve serlerden de uzaklaştırmak vazifesini yüklemiştir.”

Peygamberden sonra gelen halifelerin, peygamber varisleri alimlerin yaptıkları da böyle idi. Şeyh-ul’İslam İbn-i Teymiyye her imkan bulduğunda, fetvasında bunları araştırırdı. Onun fetva­larına baktığınız zaman bunu açık açık görebilirsiniz.

Peygamber (s.a.v) Bilal (r.a)’a -Her ne şekilde olursa olsun faize götürecek yolları tıkamak için- İyi kalite bir ölçek hurmayla, kötü kalite iki ölçek hurmayı değiştirmesini yasaklamıştır. Pey­gamber bu bozuk malın ilk önce para karşılığında satılmasını ardından da elindeki parayla istediği taze hurmayı satın almasını emretmiştir. Dolayısıyla doğacak tehlikeyi engellemiş ve aynı zamanda mubah olan yolu da göstermiştir.

  1. f)Fetva verecek kişinin yapması gereken en önemli şey de, kendisinden sorulan bir konuyu diğer bir konuyla bağlantılı olarak anlatmasıdır. Böylelikle islamın adaleti daha belirginleşecek ve şaşırtıcı güzelliği açıkça ortaya çıkacaktır. Şayet bir konu benzeri diğer konularla bağlantısız ele alınırsa, İslam’ın adaletini ve şeriatının güzelliğini aydınlatacak bir tablo çizilemez.

Bunlara bir kaç misal zikredeyim: Kıza, babasının mirasından erkek çocuğun payına düşenden yarısı kadar verilir. Bu hüküm tek başına ele alındığında belki ilk etapta kız evladın muhtaç düşürülmesi gibi bir fikir insanın kafasına takılacaktır. Ancak, ai­levi yüke, erkek ve kız çocuktan oluşan ailenin mali harcama­larına bakıldığında o zaman bu hükmün adaletli verildiği ortaya çıkar. Çünkü, adalet her zaman paylarda eşitlik değildir. Bilakis, hakların ve görevlerin dağıtımında denkliğin sağlanmasıdır.

Erkek, evlendiği zaman evleneceği kişiye belli bir mihir ver­mek zorundadır. Aynı zamanda onun nafakasınıda yüklenir. Her ne kadar evleneceği kız mal ve servet sahibi olsa da.

Kıza gelince, o evleneceği zaman hiç bir şey vermez, sadece alır. Erkeğinin malından yararlanarak yaşar.

Böylece, erkeğin mirasının, aile yükünü çekme sorumlu­luğundan dolayı azaldığım görüyoruz. Kızın mirası ise yerinde kalır, artma ve eksilme göstermez. Kısaca şunu söyleyebiliriz; Erkekden, yanındaki kadının ve çocukların nafakısını yerine getir­mesi istenir. Kadından ise, böyle bir şey istenmez. Öyleyse kadına miras verilmemesi gerekir diyemeyiz çünkü kadından her ne kadar herhangi birisine bakması istenmemişse de o da ken­dine bakmak zorundadır.

İşte bu sebeplerden kadına zulüm edilmez. Kadının payından alınan miktar bir başka kadına verilir. O da kardeşinin hanımına. İşte Allah’ın adaleti.

Bir başka örnek: Hırsızın elinin kesilmesi. Bu cezaya mücer­ret bir gözle bakıldığında zor bir işmiş gibi görünür. Halbuki islamın, müslümanlara güzel bir yaşantı ve evvel emirde kendileri­ni geçindirebilecekleri bir hayat düzeni sigorta ettiği anlaşıldı­ğında bunun böyle olmadığını görecektir.

İşte bundan dolayı zekat ve beytu’l maldan sağlanan diğer ge­lirlerin verilmesiyle sosyal güvence farz kılınmıştır. İslamda ilmin farz olduğunu, güzel terbiyenin vacip olduğunu anlayabilen kişi, islamın güzel yönlerini idrak edecektir. Hırsızın eli, bazı şartlar ve ölçüler yerine gelmediği taktirde kesinlikle kesilmez. Bunlar­dan bir kısmı; mesela, suçun işlendiği yolundaki şüphelerin orta­dan kalkması. Şüpheli durumlarda hadler uygulanmaya konmaz. Açlık anında çalmak, ihtiyacını gidermek kasdiyla çalmak, sahibi­nin olup olmadığı şüpheli olan bir malı çalmak veya buna benzer durumlarda hadler uygulanmaz.

Hadler de af, hüküm uygulamaya geçmediği müddetçe müm­kündür. Hırsız tevbe ederse, herne kadar hükme bağlanmış olsa da haddi uygulamaktan vazgeçmek de mümkündür.

Hırsızlık yapan bir kişinin elinin kesilmesinde şiddet unsuru göze çarpsa da, toplumun güvenliği için hırsızlığı caydırıcı bir yöntemdir.

Hükümlere kapsamlı bir gözle bakıldığında Allah’ın şeriatının kurtarıcı tek ilaç olduğunu ve adaletli bir ceza olarak konduğunu kavramak mümkün olur.

“…Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak… Allah  şüphesiz  bağışlayandır,  merhametlidir. ” [26]

  1. g)Bazı durumlarda fetva verenin, bir takım sorulara, ehem­miyetsiz oluşundan ötürü cevaplamaması gerekir. Kur’an hak­kında yöneltilen sorular gibi; Kur’an mahluk mudur değil midir?

Günümüzde bu tür soruların hiç bir değeri yoktur. Tekrardan gündeme getirmesi gereksizdir. İçlerinde ehl-i sünnet imam­larının önde gelenlerinden Ahmet bin Hanbel’in de bulunduğu birçok müslüman alimin, sırf bu meseleden dolayı çektikleri büyük eza ve sıkıntılı günler geride kaldı.

Tarihe karışmış meseleleri gündeme getirmenin hiç bir manası ve faydası yoktur. Bu tür meseleler gündeme getirilerek ümmetin fikri gücü kırılmak istenir.

Aslında Kur’an’ın eşsiz icazı hakkında sorular yöneltilmesi daha yerinde olur. Böylece O’nun Allah katından olduğu ve Ha­kim, Hamit olan tarafından indirildiği anlatılarak insanların Kur’an hakkındaki şüpheleri de giderilmiş olur.

Ya da öğüt almak, hatırlamak ve ibret edinmek için Kur’an kıssaları da sorulabilir.

“Doğrusu bunda, kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır.” [27]

Kur’anın hükümlerinden veya teşriiden de sorulabilir. Böylece Allah’ın kulları arasına yerleştirdiği adaleti ve rahmeti görülebilir.

“…Yakinen  bilen  bir millet için  Allah’dan daha iyi hüküm veren kim vardır. ” [28]

“Rahman arşı istiva etmiştir. ” [29]

gibi ayetlerde geçen Rahmanın arşı nasıl istiva ettiği gibi ko­nularda veya “Rabbimiz her gece iniyor…” gibi ayetlerin içerik­lerini soranlar selef, eşari ve maturidi taraftarları arasında kızgın bir savaş ortamı oluşturma niyetinde olan kimselerdir.

Her ne kadar ben selef metoduna inansam, selefin daha sağlam, daha ilmi ve daha muhkem olduğunu savunsam da, cüzi meselelerle islamın cephesini içerden zayıflatmak istemiyorum. Özellikle yahudi, hiristiyan, komünist, sömürgecilerden ve mürtedlerden oluşan islam düşmanlarıyla çatıştığımız şu günlerde…

Müslümanlar olarak islam düşmanlarına, bir çok meselelerde zıtlıklar çıkaranlara ve biz müslümanlara karşı birlik oluşturan­lara karşı tek bir saf halinde olmamız gerekir.

Bizi birbirimize düşürmek için ellerinden geleni yapan şer güçlere karşı mücadele meydanlarını terk etmemizin ne dinde ne siyasette ve ne de akılda yeri vardır.

Müslümanlar arasındaki bütün iç çekişmelerin, anlaşmazlık­ların bugün artık ortadan kalkması gerekir. Şayet biz dinimize sarılırsak, dünyamızın maslahatını idrak edebilirsek ve kurşunla kaynatılmış binalar gibi tek bir saf halinde bağlanabilirsek bu anlaşmazlıklar bitecektir.

Müslümanlar arasında her ne kadar görüş ayrılıkları bulunsa da birleştiğimiz ve anlaştığımız noktalar daha çoktur. Seyyit Reşit Rıza ‘Gaidetihi ez-Zehebiyye’ adlı kitabında dediği gibi ittifak ettiğimiz konularda yardımlaşmamız ve ihtilaf ettiğimiz konu­larda birbirimizi mazur görmemiz gerekir.

İhtilaf, değişik yerlerde ilmi araştırmalara ve köklü çalışma­lara engel olmaz. Fakat ihtilafi konuların yeri radyo ve televizyon değildir. Radyo ve televizyon programlarında tüm insanlara bir anda hitap edebilirsiniz. İhtilafi konular, eski alimlerin itibar et­tikleri gibi ilmi metodlarla, konuşma edebine riayet ederek, karşılıklı tartışma adabı içerisinde hazırlanmış uzman ve kap­samlı konuları içeren kitapların yeridir.

Bazen sorulan konuyu tamamlayıcı nitelikte başka konulara da değinmek veya cevap verirken benzer ve zıt konulan da genel hatlarıyla beraberinde anlatmak gerekiyor. Böylece soruyu yönelten kişinin sormamış olsa bile sorma gereksinimi duyabi­leceği diğer konular da kendiliğinden izaha kavuşmuş olacaktır.

Mesela, Şa’ban ayının onbeşinci gecesi kılman namazlar so­rulduğunda, cevap verilirken beraberinde konu Recep ayının başlarında kılınan “Regaip namazları’na gelir. Bir konu diğer bir konuyla bağlantılı olarak anlatılır.

Bir başkası sabah namazının ilk sünnetini sorunca, bunun açıklaması diğer namazların sünnetleriyle bağlantılı olarak veri­lir. Ardından vitre geçilir, onun hükmü açıklanır ve böyle uzayıp gider.

Cum’a namazından önce kılman iki rek’atlık namaz ve nasıl kılınacağı sorulunca; onun sünnet olmadığı sadece tahiyyet-i mescit namazı olduğu açıklanır. Hatip minbere çıksa da camiye giren kişi tahiyyet-i mescit namazı kılabilir. Buhari’de Suleyk el-Atfani kıssası anlatılınca tahiyyet-i mescit namazına istidradi olarak değinilmiştir. Buradan hareketle Cum’adan sonra kılınan sünnet namazlarının hükmü de açıklanabilir. Buhari’de geçen sa­hih bir hadisle bu konu da netliğe kavuşturulmuştur.

Belki bu konu bizi başka bir örneğe çekiyor. O da, Cum’a’nın sıhhatinin yerine gelmediği niyetiyle kılınan zühr-i ahir namazını kılanları, bu işten sakındırmak.

Anlatılan mevzularla birlikte birbiri ardınca benzer ve zıt kon­uların da beraberinde anlatılmasını gerektiriyor. Tabi ki fayda mülahaza edileceği düşüncesiyle de değinilmeden geçilmiyor. Bazı alimler bir meseleyi anlatırken benzeri konulara girmeyi ku­sur olarak görüyorlar. İbn Kayyım şöyle demektedir. Kim bir meseleyi anlatırken benzeri bir diğer konulara girmeyi kusur ola­rak görürse bu onların kıt anlayışlarından ve dar görüşlülüklerin­den kaynaklanıyor demektir.

Resulullah (s.a.v)’e deniz suyuyla abdest alınıp alınamayaca­ğı sorulduğunda O şöyle cevap vermiştir.” Onun suyu temizleyic­idir. Ondan çıkan ölü hayvanda helaldir.”

Resulullah deniz suyunun temizleyici olduğunu söyleyerek kendisine sorulana cevap verdiği gibi ardından da faydası doku­nacak başka bir meseleye parmak basmıştır. O da insanlara nas­ihat olsun ve onların bilgisinde bulunsun diye deniz ölüsünün he­lal olduğunu söylemesidir.

 

Önemli Bir Mülahaza

 

Senelerce televizyon ve radyoda fetva programlarına devam ederken Önemli bir takım mülahazalar gözüme çarptı. Bu prog­ramlar sırasında değişik ülkelerden ve değişik kesimlerden çok sayıda mektup almıştım. Gençlerden, yaşlılardan tutun da kadın­lara, elit tabakasına ve avam tabakasına kadar her kesimden…

 

Dinin   Hayattaki  Fonksiyonu.

 

Önemli bir mülahaza; Toplumumuzda din gerek yönlendirme gerekse insanlara te’siri bakımından önemini devam ettirmekte­dir. Din kelimesinin etkisinde onun yerine kullanılabilecek başka hiç bir kelime yoktur. O ne hayatta ikinci sıraya itilebilir ne de in­san hayatından çıkarılabilir. Kısacası din, hayatın çevresinde döndüğü asıl eksendir.

Hayatın her kademesinde ve değişik konularla alakalı olarak aldığım mektuplar da bunu gösteriyor.

Akaid, gaybi konular, ibadet, muamelat, toplumsal ilişkiler, Şahsi konular, ailevi meseleler, cemaatla kılınan namazlar ve is­lam devleti ya da mevcut düzenlerle olan ilişkileri kapsayan ve her alanla alakalı sorular.

Soru yöneltenler tatminkar cevaplar istiyorlar. Bunu yaparken hedef ve amaçlarının, Rablerinin rızasını kazanmak olduğunu söylüyorlar.

Şayet toplum dini kulak ardı etseydi ya da önem vermeseydi, gönderilen mektuplar bu derece çok ve bu derece çeşitlilik arzetmezdi. Üstüne üstlük telefonla ve şahsi görüşmelerle yöneltilen sorular da cabası.

Tüm bunlar bir takım gerçeklere temas etmemizi gerektiriyor.

BİRİNCİSİ: Toplumu dinden uzaklaştırmaya ve koparmaya çalışan laik yönetimler, toplumu zorla ve cebirle yönetmeye çalışıp, onları sevmedikleri ve hoşlanmadıkları şeylere zorlayarak kendilerine bağlamaya çalışırlar.

Laiklik, onun inanç sistemiyle düzen statüsü arasındaki farkı anlamış olan bu topluma uygun bir sistem değildir.

İKİNCİSİ: İslamın tatbikine, akidesine, şeriatına, ibadetine ve düzenine çağıran davetçiler, insanlığın hidayet tarihinde rol oynayabilirler. Davetçilerin bu günlerine üzülmemeleri ve yarın­larından da ümitsiz olmamaları gerekir. Toplum için düşündükleri şeyler gerçekleşmeyebilir. Ama yine de onların yaşadıkları top­raklar islam toprağı, toplumu oluşturan fertlerin mayası ise iman mayasıdır. Bu mayanın üzerinde her ne kadar gaflet pası veya taklit tozu birikirse de biz onları, islamın hükmüyle ve tazeliğiyle temizler ortaya çıkarırız. Toplumun yeniden saf ve berrak bir yapıya kavuşmasını sağlarız.

Tabii ki bu anlattıklarımız son derece üstün bir gayret ve çalışma azmi ile cihat ister.

ÜÇÜNCÜSÜ: Samimi kimseler tarafından oluşturulan aşırı yönelişler, -ki bunlara kapılanların çoğuda samimi gençlerdir Yani insanların düşünceleriyle ilgili yönelişlerini kastediyorum. Bunlar geniş halk kitlelerini ya dinden çıkmış ve mürted olarak görüyorlar ya da kesinlikle dine bir daha giremeyeceklerini düşünüyorlar ki bu düşünce kesinlikle hatalıdır. Çünkü onlar ta­rafından mürted sayılan halk aslında Allah’a, Kur’an’a ve Pey-gamber’e inanıyor. Dinleri hakkında sorular yöneltiyorlar. Helala yapışıp haramlardan kendilerini korumaya çalışıyorlar.

Cehalet, cahilleştirme ve kültürel savaşın neticesinde kendi­lerini kurtaranı ay arak akideleri, islami anlayışları ve ahlaki ölçülen bir karmaşanın ağına takılmıştır. Bu onları dinden çıkarmaz ve ehl-i kıbleden uzaklaştırmaz.

Kesinlikle böyle bir toplumda kendi nefsine zulm edenler olduğu gibi iyilikte yarış edenler ve orta yolu takip etmeye çalışanlar da vardır.

 

Kadın Ve Din İkinci Mülahaza

 

Kısaca söylemek gerekirse kadın, dinine erkekten daha fazla önem verir. Öyle görünüyor ki, Allah’ın kadınlara özel olarak ver­diği rahmet duyguları onların erkeklerden daha fazla dine yakın­laşmalarım sağlamıştır.

Evli ve bekar bayanların gönderdikleri mektupların erkeklerinkinden sayıca fazla olmasına şaşmamak gerek. Çünkü onlar din­dar olmak için azami gayret sarfederlerken bir yandan da ahirette verecekleri hesabın Korkusunu içlerinde erkeklerden daha fazla hissetmektedirler.

Batı medeniyeti, batı fikri ve sosyal yapısı, kadını evinde de­jenere etmeye ve bu sayede onu şer’i giyimini hiçe sayarak soyundurmaya çalışmıştır. Ne var ki bunu başaramamış, kadının dini duygularını ve islami akidesini yok edememiştir.

İslam için gayret sarfedenlerin ve islam davetçilerinin yeterli gayret, çalışma ve yardımlaşmalarıyla bu kültürel savaşı kazan­maları kaçınılmazdır.

Kendini süsleyerek ona buna sergileyen kadınların bugün artık hatalarını anlayarak İslam’ın edebine tutunduklarını görmekteyiz. Hem de içte ve dışta İslama karşı çalışan güçlerin yıkıcı gayretle­rine rağmen. Onlarcası hatta yüzlercesi dinine dönüyor ve ithal fikirlere ve kültürlere başkaldırıyorlar.

Aslında bunlar şaşılacak şeyler değildir. Çünkü içinde bulun­dukları asrın şer’i ölçülerden sapması sebebiyle batılı kültür an­layışına göre açık giyinen genç ve evli bayanların çoğu artık na­mazı, orucu, haccı, umreyi ve islamm diğer rükunlarını yerine getirme gayreti içindedirler.

Bunun manası şudur; insanların kalplerindeki din tohumlan henüz ölmemiş. İslama duydukları bir parça saygı ve bağlılık onları olgunlaştırmakta ve kalplerini alevlendikmektedir. Sonra da islamın güzelliğiyle süslenmekte ve kendilerini islamla bezemek­tedirler. Allah’ın izniyle bunun semeresini görüyorlar. Hayatlarındaki lanetli prangaları kırıp hürriyete kavuşmaktalar.

 

Din Alimi Ve Toplum:

 

Son mülahaza; Fetva verecek kişi, islami iyi anladığında ve topluma iyi anlatıp, istenileni verdiğinde daha başarılı olacaktır. İnsanlara babalık ruhuyla, kardeşlik ve sevgi ruhuyla muamele etmelidir. Yoksa onlara töhmet gözüyle yanaşması yakışık al­maz.

Alimin karşısında bulunan topluluğun da ya onu baba yerine ya da kardeş yerine koymaları gerekir. Alim huzursuzluk yara­tanları yakalayan bir polis değildir. Ya da ceza uygulayacak bir kişi olarak da görülemez. Aksine alim toplumun her ferdini ko­ruyan bir hamidir. Her ne kadar bazen aleyhde bazen da leyhde kararlar versede.

Alimin soru soran kişiye doktor gibi yaklaşması gerekir. İnsanların alimlere güvenleri olmalı. Ona dertlerini açtıklarında rahatlamalılar. Kalplerinde ona yer vermeliler.

Allah’a hamd olsun, bu ruh benimle radyo ve televizyon izleyi­cilerim arasında bağlantı cevheri olmuştur.

Kalbimi, kulaklarımı, evimi ve kütüphanemi onlara açtım. Bütün gücümle onların problemlerini dinliyorum. Hem de vakti­min tamamiyle dolu olmasına rağmen.

Öyle sanıyorum ki, bazı kimseler kalplerinde ve duygularında bulunanları anlatmak istiyorlar. Taşıdıkları ağır yükten kendileri­ni rahatlatmak ümidindeler. Ben onlara bu fırsatı veriyorum.

Gerek kadınlardan olsun gerekse erkeklerden olsun bana gönderilen mektuplarda, açılan telefonlarda ve yapılan ziyaret­lerde önemli şahsi sırlarını açmaktadırlar.

İşte bu hiç bir maddi karşılıkla ölçülemeyecek değerdeki gü­vendir. Aynı zamanda karşılığı sadece teşekkürle verilebilen bir nimettir.

 

1. BÖLÜM KUR’AN-I KERİM HAKKINDA-KUR’AN’IN TAVSİYELERİ

 

Soru

 

İsra suresinin şu ayetlerini açıklamanızı sizden rica ediyorum.

“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” [30] 

 

Cevap

 

Bu iki ayet Allah Teala’nın isra suresinde kullarına yaptığı hikmetli tavsiyelerindendir.

“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.”

Birinci ayette Kur’an-ı Kerim, müslümandaki akli ve ameli sıfatları eğitmeye çalışıyor. İki tür akıl vardır.

1- Yalancı (Hurafi) akıl; o, şüphelerin, zanların ve varsayım­ların peşine takılır. Her söyleneni dinler her bağırıp çağırana bo­yun eğer. Bu aklı İslam reddeder.

2- Diğer akıl o, delillere göre hareket eder, akli konularda mantıklı davranır, tecrübelerin ve gözlemlerin arkasından yürür, Allah’ın kendisine verdiği; kulak, göz ve kalp organlarını kullanır. İşte bu aklı, islam onaylar ve kabul eder. Çünkü bu üç unsur ma­rifete götüren vasıtalardır. Allah Teala da şöyle buyurmaktadır.

“Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir.” [31]

Bu nedenle insanın işitme organını kullanması gerekir. Çünkü onun sayesinde rivayetler yoluyla insanlardan gelen bilgileri edi­nebilir.

Görme organını da kullanması gerekir. Çünkü onun sayesinde tecrübe ve mülahaza (gözlem)lar elde edilir. Kainatın ilim sarayı tecrübelerin ve gözlemlerin üzerine kurulmuştur.

İnsanın kalp yani akıl organını kullanması gerekir. Çünkü onunla olayların gidişatlarından neticeler çıkarabilir.

Bu organlar, insanın dünyevi ve şer’i işlerini, Allah’ın mahlu­katını, emir ve nehiylerini gözetleyebileceği pencereler gibidirler.

Öyleyse onları dumura uğratmak, çalışmaz hale getirmek, zanların, varsayımların ve şüphelerin peşine sürüklemek doğru olmaz. Bu konuyla alakalı olarak bir çok ayetler bulunmaktadır.

“Dinlemez misiniz?” “Görmez misiniz?” ya da “Akletmez   misiniz?”

Mü’min bir kişiyle kafir arasındaki fark nedir?” diye soracak olursak; kafir, kendine bağışlanan hidayet ve marifet organlarını dumura uğratır. Neticede bu organlar asıl vazifelerini yerine ge­tiremezler.

“Onların kalpleri vardır onunla anlayamazlar. Göz­leri vardır onunla göremezler. Kulakları vardır onunla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta onlar­dan daha aşağıdırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileri­dir.” [32]

Ayet insanı işitme, görme ve anlama (akıl) organlarım ihmal etmemesi için uyarıyor. İnsana hitap ederek şöyle buyuruyor.

“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme”

Yani emin olmadığın bir şeyin peşine düşme. Zanların, var­sayımların ve yalanların ardına takılma. Kulağım, gözünü ve kalbini (aklını) kullan.

Çünkü Allah Teala bu organlardan seni mes’ul tutacaktır.

“Doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şey­den sorumlu olur.” [33]

Birinci ayetin manası kısaca budur. İkinci ayetin manasına gelecek olursak.

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme çünkü sen ne yer­yüzünü delebilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” [34]

“Yeryüzünde  böbürlenerek yürüme.”

Gururla, kibirle ve büyüklenerek, tuhaf tuhaf yürüme. Bu mü’min bir insana yakışmaz. Rahmanın kulu böyle yürümez. Allah Teala Rahmanın kulunu ayette şöyle vasıflandırmıştır.

“Rahmanın kulları yeryüzünde mütevazı yürürler.” [35]

Şiir:

Niçin gururlu yürürsün?

Yeryüzünü delmen mümkün mü?

Ayaklarım ne kadar yere vursan da bu mümkün değildir.

Boynunu ne kadar uzatsan da boyca dağlara uzanman im­kansızdır.

Öyleyse tevazu ve vakur bir edayla yürü, yumuşak ve sakin yürü.

Yeryüzünde tevazuyla yürü

Yeraltında niceleri senden daha üstündüler

M akan, mevki ve izzet sahibi olsan da

Niceleri gitti senden daha izzetli…

İnsandan istenen yeryüzünde tevazuyla yürümesidir. İster yaya yürüsün ister başka bir şekilde.

Bazı insanlar arabalarına bindiklerinde yeryüzünü kendi haki­miyetlerine alacaklarmış gibi bir hava içerisine girerler. Çünkü onlar gösterişli ve lüks arabalarına bindiklerinde ne geçiş üstünlüğüne ne de trafik kurallarına riayet ederler. Sanki yolda karşılaştıkları herşeyi kırıp geçirecekmişcesine, sanki kanatsız kuşlar gibi uçacakmışcasına.

Bunları yapanlar yeryüzünde kibirli yürüyenlerdir. Tevazuyla yürümesini beceremezler. Yollarda meydana gelen trafik kaza­larının çoğunluğu da ne yazık ki yeryüzünde büyüklenerek yürüyen dikkatsiz sürücüler tarafından yapılmaktadır.

Kur’an’ın edebiyle bezenen bir müslüman, yol adabına riayet eder. Yeryüzünde yürürken tevazuyu elden bırakmaz. Gururlana­rak, kibirlenerek yürümez. Çünkü Peygamber (s.a.v) şöyle buy­urmaktadır. “Kim kendi kendine büyüklenir ve kibirle yürürse Allah’ı ona kızmış olarak karşısında bulur.” [36]

Bu ayet de Lokman (a.s)’ın oğluna yaptığı vasiyetler meyanında gelmiştir.

“İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde bö­bürlenerek yüreme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.” [37]

 

Güneşin Dönmesi

 

Soru

 

Bir çok bilim adamı yeryüzünün döndüğünü, güneşin ise sabit olarak kaldığını savunmaktadır. Oysa Allah Teala şöyle buyur­maktadır.

“Allah’ın geceyi gündüze ve gündüzü geceye kattığını, herbiri bir süreye kadar hareket edecek olan güneşi ve ay’ı buyruk altında tuttuğunu; Allah’ın yaptıklarınızdan haberdar olduğunu bilmez misiniz.” [38]

Bu nasıl olabilir? Bilim adamlarının görüşüyle Kur’an’ın görüşü arasında nasıl bir uyum sağlayabiliriz?

 

Cevap

 

Günümüzde ve daha önceki asırlarda yaşayan bazı bilim adamları şunu savunuyorlardı; Yerküresi hareket halinde güneş ise sabittir. Tabi ki güneşin sabit durması fikri Kur’an’nın zahiri manasına ters düşer.

“Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve alim olan Allah’ın kanunudur.” [39]

“Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ay’ı yaratan O’dur. Herbiri yörüngede yürür.” [40]

Güneşin hareket ve dolaşması gibi diğer gezegenlerin hareket ve dolaşması da Kur’an-ı Kerim’de bahsedilmiştir. Ancak eski astronomi derslerinde okutulan bu teorilerin hatalı olduğu anlaşıldı. Şimdi güneşin döndüğünü kabullenen başka bir teori or­taya atıldı. Teorisyenler yerkürenin döndüğü gibi güneşin de döndüğünü yalnız güneşin kendi ekseni etrafında döndüğünü söylüyorlar. Böylece eski astronomi uzmanlarının dediği gibi sabit olmadığı da ortaya çıkmış oldu.

Kur’an-ı Kerimle ilmi teoriler arasında herhangi bir zıtlık göremiyoruz. Bazıları yerkürenin hareket halinde olduğunu söylemenin Kur’an’la uyuşmadığını düşünüyorlar. Kur’an dağlardan bahsederken, onların sallanmaması için yeryüzüne bir çivi gibi çakıldığını anlatmaktadır. Buradan hareketle şunu söylüyorlar: “Hareket, sarsıntı yapar.” Aslında bu doğru bir görüş değildir. Çünkü sarsıntı ayrı bir şey hareket ayrı bir şeydir. Birbirleriyle herhangi bir bağlantıları yoktur.

Allah Teala yeryüzüne dağları çakmıştır. Böylece ne sarsıntı ne de bir oynama meydana gelir. Dengesini bu dağlar sayesinde sağlar. Bu, içinde yük bulunmayan ve denizde seyr halindeki bir geminin durumuna benzer. Dalgalar boş gemiyle adeta oynarlar. Onu bir sağa bir sola sallarlar. Gemiye ağır şeyler yüklendiğinde ise herhangi bir sarsıntının olmadığı görülecektir. Hareket ha­linde olduğu halde dengesini koruyacaktır. Sarsılmaması için ge­miye ağır şeyler koymak gerektiğini söylemek, hareket halinde olduğu halde gemiyi sabit kılar demek değildir.

Allah Teala da yeryüzüne sarsılmaması için dağlar dikmiştir. 

Dolayısıyla dağların varlığı yerkürenin hareketine engel teşkil et­mez. Kainatın tümüyle hareket ettiği ve belli bir eksende döndüğü bilinen bir gerçektir. İlmin tesbit ettikleri Kur’an’la ke­sinlikle çelişmemektedir.

 

Gökyüzü

 

Soru

 

Bilim adamları gökyüzünün, en son mavi renginin oluştuğu, bir takım renklerin neticesinde meydana geldiğini savunmaktadırlar. Biz de şimdi bu mavi rengi seyrediyoruz. Allah Teala ise Kur’an’da şöyle buyuruyor.

“Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yüksel­tildiğine bakmazlar mı?” [41]

Bunun yorumunu yapar mısınız?

 

Cevap

 

Gerçekte soruyu yönelten kardeşin delil olarak getirdiği ayet, bilim adamlarının gökyüzü renklerinin tahliline dair söyledikle­riyle çelişmemektedir. Ne bu ayette ne de başka bir ayette bilim adamlarının bu konudaki görüşlerine zıt düşecek bir şey vardır. Müslüman olarak bizlerin, tecrübe ve gözlemlere dayalı ilme saygı göstermemiz gerekir. Çünkü bu konular, ilmin alanıdır. İslam, bilimin söylediklerini onaylar. Hatta bizleri ilme çağırıp onunla yarışmamızı emreder. Ne yazık ki batının, ilminden önce yaşantı modelini almışız. Oysa ilmin vatanı olmaz, cinsiyeti ve dini olmaz. Tecrübelere dayalı ilim nerede bulunursa alınır. Onu müslüman da ayakta tutabilir kafir de. Çünkü tecrübelere ve gözlemlere dayanır. Doğru gözlemlerin ve gerçek tecrübelerin tesbit ettiklerine bizlerin de inanması gerekir. Işığın analizi, gökyüzünün renkleri, ışığın kırılması, tecrübelerin ve gözlemlerin ortaya koyduğu ilmi veriler hakkında bilim adamlarının bir görüşü varsa bizim onlara saygı göstermemiz gerekir. Dinimizin ilmi re­alitelerle çeliştiğini düşünemeyiz. Aksine dinimiz, bir çok konuda bugünkü ilmin bulunduğu noktalan katbe kat geçmiştir. Birçok ilmi gerçekleri göstermiş, bunlar sayesinde asrımızın ilim adam­larının getirdikleri ilmi verileri geride bırakmıştır. Bunların tafsi­latına inmek için kitabımız müsait değil. Her müslümanın, ne bir ayette ne de bir islami hükümde gerçek tecrübelere dayalı olarak getirilen ilmi realitelere aykırı ve zıt düşebilecek herhangi bir ay­etin olmadığına gönülden inanması gerekir.

 

Yağmur

 

Soru

 

Bilim adamları yağmurun deniz buharından kaynaklandığını savunurlar. Kur’an ise şöyle der:

“Biz gökten pak, temizleyici su indirdik.” [42] Burada bir çelişki yok mu ?

 

Cevap

 

Hayır, herhangi bir çelişki söz konusu değil. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur:

“Allah gökten su indirdi.” [43]

“Biz gökten pak, temizleyici su indirdik.”

Yağmur gökten iner. Gerek şimdiki gerekse önceki müfessirlerin görüşleri de bu minvaldedir. Müfessirler ‘Gökyüzü (sema)’nü, üst taraf olarak izah etmişlerdir. ‘Sema’ kelimesi sadece yüksek gök manasına gelmez. Sema kelimesi Arapçada “Kişinin başının hemen üstünden başlayan boşluk” manasına gelmekte­dir. Bazen tavan ve gölgeliklere de gök denildiği vakidir. Şu ay­ette ‘sema’ kelimesi tavan manasına kullanılmıştır.

“Allah’ın peygambere dünya ve ahirette yardım et­meyeceğini sanan kimse, tavana (semaya) bağladığı bir ipe kendini asıp, sonra da kessin bir düşünsün bakalım, bu hilesi kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?” [44] 

Ayette geçen ‘Sema’ kelimesi tavan manasına kullanılmıştır. Allahu Teala’nın “Semadan” yani yükseklerden indiririz ifadesine gelince; bu doğrudur. Yağmurun gökten inmesi çok açık bir gerçek. Allah Teala yağmurla yüklü bulutları belli bir yere kadar sürükler sonra da bulutları yağmur olarak yeryüzüne indirir. De­niz suları tekrar buharlaşarak gökyüzüne kalkar ve yağmur ola­rak yeryüzüne iner. Soruyu yönelten kardeşimiz, yerkürenin dörtte üçünün sularla kaplı olduğunu biliyordur sanırım. Okya­nuslarla ve denizlerle kaplı bu kısımlar güneş ışınlarının sıcaklığıyla buharlaşırlar. Buhar bizim gözümüzle görebilceğimiz bir şeydir. Onu ateşin üzerinde kaynamakta olan bir kazanda görebileceğimiz gibi deniz suyunun buharlaşmasında da görebiliriz. Buharlaşma, hissettiğimiz rutubetin izleridir. Bütün bunlar, güneş ışınlarının etkisi ile yükselen buharın neticesidir. Su dolu bulutlar acaba nereye gidiyorlar? Buharlar soğuk hava kütlelerine varıncaya kadar yükselirler ya da dağların eteklerine çekilirler. Soğuk hava tabakasıyla karşılaştıklarında su olarak tekrar yeryüzüne inerler. Allah Teala bu suları yer altı kaynak­larına akıtır daha sonra da buralardan nehirler ve göller olarak dışarıya çıkarır. Yağmurun aslı yerküredir. Yeryüzünde akan ne­hirlerin ve kaynak olarak çıkan suların aslı ise yerkürenin altıdır. Allah Teala yeryüzünü yaratınca onun için gerekli olan su kay­naklarını da yaratmıştır. Bu gerçek, ‘Naziat’ suresinde açıkça bil­dirilmiştir. Allah Teala şöyle buyuruyor.

“Ardından yeryüzünü düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana gelmiştir.” [45]

Su gökyüzünden indirildiği halde nasıl olurda yeryüzünden çıkarıldığını söyleyebilir dersen çünkü suyun aslı yerden çıkmak­tadır derim.

En eski devirlerden beri Araplar ve müslümanlar da bunu böyle biliyorlardı. Şair de bulutu anlatırken şunları söylüyor.

Deniz sularıyla kaydılar

Sonra yükseldiler vınlayarak,

Ta kî her yer yeşilliğe bürününceye dek.

Bir başka şair de yağmura övgüyle şunları söylemekte.

Deniz gibidir, bulutlar onu yağdırır,

Denizden ayrı şey değil

Çünkü denizin kendisindendir.

Onlar bunu anlamış ve söylemişlerdi. Doğruluğunu da iyi bir şekilde araştırmışlardı. Peki seleflerimiz inkar etmediği halde ilim ve aydınlık çağı olarak bilinen günümüzde, biz bu gerçeği nasıl inkar edebiliriz?

Allah Teala’nın üstün ve semavi niteliklerle yarattığı şeyler için, yaratmak manasına gelecek şekilde “Allah onu indirdi” ifa­desini de kullanabiliriz. Kur’an-ı Kerim de aynı şeyleri söylemek­tedir

“Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi.”[46]

Burada geçen ‘İndirme’ yaratmanın karşılığı olarak kullanıl­mıştır. Yoksa hiç gökten davar indirilir mi?

“Bir de demiri indirdik. Onda hem çetin bir sertlik ve hem de insanlar için menfaatler vardır.”[47]

Allah Teala demiri gökten mi indirdi yoksa, onu yerin derinlik­lerinden mi çıkarıyor? Buradaki indirmekten kasıt Allah Teala’nın yaratmasıdır. Hem de ulvi ve semavi bir şekille. İşte kasdedilen mana budur.

Soruyu yönelten kardeş, bu konuda, kesinlikle ilimle din arasında herhangi bir çelişki ve zıtlık olmadığına kalben inan­malıdır. Maalesef din ilmine mensup olan bazı kimseler bu gerçeği inkar ederek şöyle demektedirler; su bulutlardan gelmi­yor. Bulutlar sadece süzgeç görevini yapıyorlar. Aslında su gökyüzünden iniyor.

Tabii ki onların bu görüşleri doğru değildir. Bilimle çelişen id­dialarda bulunmaları yanlıştır. Aynı zamanda ‘Bilimle Kur’an arasında çelişki vardır’ demek de doğru olmaz. Biraz önce de açıkladığımız gibi Kur’an-ı Kerim gayet açık ifade etmiştir.

“Suyunu ve otlağını ondan  (yerden) çıkarmıştır.”

 

Cehennem  Nerede?

 

Soru

 

Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“Rabbinizin mağfiretine, ve Allah’a karşı gelmekten sakınan­lar için hazırlanmış, eni gökler ve yer kadar olan cennete koşun.” [48]

Cennetin eni, gökler ve yer kadar ise cehennem nerede?

 

Cevap

 

Gerçekte, bir parçasında yaşadığımız bu kainat, aslında yer­küre ve gökyüzünden ibaret değildir. Şuana kadar gökyüzünün ne kadar bir alana sahip olduğunu öğrenebilmiş değiliz. Bildiğimiz göklerinde üstünde Allah’ın, akıllarımızın eremediği ve bilgimizin ulaşamadığı alanlarda mülkü vardır. Bundan dolayı müslümanlar, Peygamber (s.a.v)’in öğrettiği gibi ruku’dan kalktıktan sonra şöyle derler. “Rabbimiz! yer ve gök dolusu kadar ondan sonra da dilediğin şey doluşunca hamdler Sana olsun.” (Bu duayı Müslim, Ebu Sa’d ve İbn Evfanın hadisinden rivayet etmiştir) Çağdaş il­min, gökler hakkında anlattıkları şeylerin bir kısmı bunlardır. Biz­lerle uzaktaki bazı yıldızların aralarındaki mesafe, milyonlarca ışık yılıyla ölçülebilmektedir. Bir milyon ya da bin milyon ışık yıllarıyla ölçülebilen meçhul uzaklıklar bugün artık bilinir olmuş. Cennetin eni gök ve yerküresi kadar derken bu cehennem için hiç bir yerin kalmadığı anlamına gelmez. Aksine geniş ve uçsuz bu­caksız Allah’ın mülkünde cennet için de başka şeyler için de yer vardır. Bu tür sorular klasik ve sık sık tekrarlana gelen soru­lardır. Sahabeye de sorulduğu gibi onlardan önce de Ehl-i Ki-tap’tan bazıları Peygamber (s.a.v)’e sordular; cehennem nerede? Peygamber (s.a.v) de şu cevabı vermişti; gece geldiğinde gündüz nereye gider? Bezzar’ın merfu olarak Ebu Hureyre’den rivayet ettiği bir hadisde şöyle geçiyor “Adamın biri Peygamber (s.a.v)’e yukarıdaki soruyu yöneltince Peygember (s.a.v) de şu cevabı ve­rir, “gece her yeri kapladığında gündüz nereye gider?” Adam şöyle der; gece Allah’ın dilediği yere gider. Bunun üzerine Pey­gamber (s.a.v) şu cevabı verir; öyleyse cehennem de Allah Azze ve Celle’nin dilediği yerdedir. “İbni Kesir tefsirinde bu hadisle a-lakalı olarak şöyle geçiyor; Hadis iki manaya gelmektedir. Birin­cisi; buradan anlaşılıyor ki, gündüz geldiğinde bizim geceyi görmememiz herne kadar bilmesek de gecenin herhangi bir yerde olmamasını gerektirmez. Aynı şekilde cehennem de Allah’ın dile­diği yerdedir. En doğru olan da budur.

İkincisi; şayet gündüz dünyanın bu yüzünü kapatıyorsa gece de diğer yüzündedir. Demek ki cennet, yerkürenin altından gökyüzünün fevkine doğru uzanan alay-ı illiyinde ise cehennem de esfel-i safilindedir. Cennetin genişliğinin gökyüzü ile yerküre kadar olması cehennemin varlığıyla bir çelişki oluşturmamak­tadır. Ama en doğrusunu Allah Teala bilir.

 

Kasaba Halkı

 

Soru

 

Şu ayeti izah etmenizi rica ediyorum.

“Yok ettiğimiz kasaba halkının, tekrar (hayata) dönmeleri im­kansızdır.” [49]

Bu kasaba halkı kimlerdir? Niçin helak edildiler? Yaşadıkları yer neresidir?

 

Cevap

 

Ayette bahsi geçen kasaba ile belli bir kasaba kasdedilmiyor. Kasdedilen herhangi bir kasabadır. Ayet, Allah Teala’nın helak ettiği kasaba halkının hesabı dürüldükten sonra tekrar dünyaya dönmelerinin imkansızlığını vurguluyor. Bunun bir manası da şudur; dünyada çekilen azaplar insanı ahirette çekilecek azaptan kesinlikle kurtaramaz.

“Rablerinin ve O’nun peygamberlerinin buyruğundan çıkan nice kasabalar halkını Biz, çetin bir azaba çek­miş, onları, görülmedik bir azaba uğratmışızdır. Onlar, işlerinin karşılığını tattılar; işlerinin sonu hüsran ol­du. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Ey İnan­mış olan akıl sahipleri! Allah’tan sakının; Allah size Kur’an’ı indirmiştir.” [50]

Dünyada azabın çekilmesi ahiret hesabından kurtarmaz. Allah Teala’nın önceki toplumlardan bahsetmesinden sonra geri dönüşün kesinlikle mümkün olamayacağım belirtmesinin sırrı bu­dur.

“Allah’ın azabı ile helak olan bir topluluk artık ikin­ci defa yeni bir hayat süremez” ve bunlar hesab ver­mek, yaptıklarının karşılığını görmek için kesinlikle Allah’a döndürüleceklerdir.” [51]

Soruyu yönelten arkadaşında dediği gibi bu kasaba belli bili­nen bir kasaba değildir.

 

“Ey Harun’un Kız Kardeşi!”

 

Soru

 

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala şöyle buyur­maktadır.

“…Ey Harun’nun kız kardeşi! Baban kötü bir kimse değildi, annen de iffetsiz değildi. ” [52] Ayette geçen Harun kimdir? Bu Ha­run Musa (a.s)’nın kardeşi Harun mu? Şayet öyleyse bu mümkün olabilir mi? Çünkü aralarında yüzlerce sene var. Yoksa başka bir Harun’dan mı bahsediliyor?

 

Cevap

 

Ayette geçen Harun’la Hz. Musa’nın kardeşi kasdedilebilir. Çünkü buradaki kardeşlik gerçek kan bağına dayanan bir kardeşlik değildir. Hz. Musa’nın kardeşi Harun’la Hz. Meryem arasında yüzlerce sene var. Bu kardeşlik sadece mecazi manada bir kardeşliktir. Şöyle ki; Hz. Meryem Harun’un kız kardeşidir. Çünkü ikisi de aynı nesilden ve aynı zürriyettendir. Mesela buna benzer olarak Temimiler de aynı ifadeleri kullanırlardı; Ey Temi­min kardeşi! Kureyşliler için de; “Ey Kureyşin kardeşi!” denirdi. Ayetteki “Ey Harun’un kız kardeşi!” demekten maksat; Ey bu salih Peygamber (Harun)’in neslinden olan kadın! bunu nasıl ya­parsın? Hatta Hz. Meryem, mabede hizmet etmekle görevli Hz. Harun’un neslinden ve zürriyetinden olmasa da ma’betteki hiz­metlerinden ve kendini orada ibadet etmeye adadığından dolayı Hz. Harun’a nisbet edilmesi mümkündür. O zaman da “Ey Ha­run’un kız kardeşi!” ifadesi; “Ey Allah’a itaatiyle, ibadetleriyle ve takvasıyla Harun’a benzeyen kadın!” manasına gelir.

Ayette geçen ‘Harun’ Hz. Meryem devrinde yaşayan salih bir kimse de olabilir. Dolayısıyla Hz. Meryem kendisine bu adamı örnek olarak almış, züht, takva ve ibadette ona benzemeye çalıştığı için bu ifade kullanılmış olabilir. Bundan dolayı ona nis­bet edilerek şöyle denildi; Ey şu salih adamı örnek alıp ona ben­zemeye çalışan kadın! Baban kötü bir kimse değildi, annen de if­fetsiz değildi, öyleyse bu çocuk sana nereden geldi?

Allah Resulü (s.a.v) beni, Necranlılara gönderdi. Onlar o zaman hiris-tiyandılar. Bana itirazda bulunarak dediler ki; Kur’an’da Ha-run’nun kızkardeşi ifadesi geçiyor. Musa, İsa’dan yüzyıllar önce yaşadı. Harun’nun Meryem’le kardeş olması nasıl mümkün olabi­lir? Ben de dönünce meseleyi Hz. Peygamber (s.a.v)’e açtım. O (s.a.v) şöyle buyurdular; onlara daha önce yaşayan kavimlerin salih insanların ve peygamberlerin isimlerini çocuklarına isim olarak verdiklerini söyleseydin ya! diye buyurdular.[53] Peygamber (s.a.v)’in yaptığı bu açıklamadan, ayette bahsedilen Harun’un Necran halkının anladığı Hz. Musa’nın kardeşi olmadığı anla­şılıyor. Ayetteki Harun ile Hz. Meryem zamanında yaşamış Ha­run kasdedilmemektedir. Demek ki, Hz. Meryem’in kavmi kendil­erinden önce yaşamış salih kimselerin ve peygamberlerin ad­larını alarak kullanıyorlardı.

 

Hükümdarlar Bir Şehre Girdiklerinde Orasını Bozarlar

 

Soru

 

Sizden şu ayetin izahını yapmanızı rica ediyorum.

…Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bo­zarlar, onurlu kimselerim aşağılık yaparlar. İste böyle yaparlar.” [54]

 

Cevap

 

Bazı kimseler bu ayeti yanlış anlamaktalar. Yani, hangi hükümdar olursa olsun bir memlekete, hatta kendi memleketi olsa dahi girdiğinde orasını bozacağını ve onurlu kimselerini aşağılık yapacağım düşünürler. İşte bu hatadır. Çünkü ayette kasdedilen mana bu değildir.

Yukarıdaki ayet, Sebe Melikesi Belkısla alakalıdır. Bu bahis bilindiği gibi Nemi suresinde geçiyor. Hudhud gelip de Hz. Süleyman’a Belkıs ve kavminin durumundan

“Ora  halkına  hükmeden,  herşeyden  kendisine  bolca verilen  ve  büyük  bir  tahta  sahip  olan  bir  kadın  bul­dum.” [55] diye haber verince Hz. Süleyman Belkıs’a;

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla teslim olarak gelin.”[56] ifadeleriyle başlayan bir mektup gönderir. Sebe me­likesi Belkıs halkının ileri gelenlerini toplayıp onlarla istişarede bulunur ve onlara şöyle söyler:

“Siz benim yanımda bulunmadıkça,  bir iş hakkında kesin bir hüküm vermem.” [57]

Onlar da cevaben ;

“Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, emir senindir, sen emretmene bak, dediler. O da: “Doğ­rusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, onurlu kimseleri aşağılık yaparlar. İşte böyle yaparlar.” [58]

Bu cümleleri Kur’an, sebe melikesinin ağzından anlatıyor. Belkıs, kavmine yabancı ve zorba fatihlerin girdikleri herhangi bir ülkeyi ne hale getireceklerini anlatır. Galip gelen hükümdarlar girdikleri memleketi perişan ederler. İleri gelen halkını da ayaklar altına alıp zelil duruma düşürürler.

Gerçekte bu anlatılanlar, sömürgecilerin her ülkede yaptıklarının bir özetidir: Girdikleri ülkeyi bozmak, halkını zelil bir hale getirmek vb. Sömürgeciler devamlı olarak aynı politikaları uygu­larlar.

Ayetin manası “Hangi hükümdar olursa olsun, girdiği memle­keti perişan eder” değildir. Belkısın kendisi de hükümdardı. Ayet-i Kerime’deki hükümdardan maksat dünyalık bir kazanç uğruna bir yere girip de orasını perişan eden hükümdarlardır.

Hükümdar şerri de yayabilir, hayrı da. Hükümdarlık iyi ve se­lim insanların elinde olursa, hayır ve ıslah vasıtası olur. Yok eğer şer ve zorba güçlerin elinde ise o zaman da kötülük ve fesat vasıtası olarak kullanılır. Kur’an salih hükümdarlardan bahsettiği gibi zorba ve zalim hükümdarlardan da bahsetmiştir.

Mesela; ‘Talut’

” Peygamberleri onlara; Allah şüphesiz, Talut’u hü­kümdar olarak gönderdi, dedi. Biz hükümdarlığa ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmağa o nasıl layık olabilir? dediler. Doğrusu Allah size onu seçti, ilimde ve vücutça gücü­nü artırdı, dedi. Allah hükümdarlığı dilediğine verir. Allah herşeyi kaplar ve bilir.” [59]

‘Hz. Davut’

“Onları  Allah’ın  izniyle bozguna uğrattılar; Davut Calut’u öldürdü. Allah Davut’a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti.” [60]

‘Hz. Süleyman’ dua ederken Allah’a şöyle yalvarıyordu. “Süleyman; Rabbim! Beni bağışla, bana benden son­ra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver.”

‘Hz. Yusuf

“Rabbim!  Bana hükümranlık verdin, rüyaların yoru­munu öğrettin.” [61]

‘Zülkarneyn’

“Doğrusu biz onu yeryüzüne yerleştirmiş ve her şeyin yolunu ona öğretmiştik.”[62]

Doğu ve batı yakasını fetheden bu hükümdardır. Bir de set yapımına girişti.

“Dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet daha hayırlıdır. Siz bana, sadece kuvvet yönünden de­stek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım.” [63]

Şeddin yapımını tamamladığında da şöyle dedi:

“Zülkarneyn; işte bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rab­bimin ta’yin ettiği zaman gelince o, bunu yerle bir eder.” [64]

Bazen hükümdar veya devlet başkanı salih bir kişi olabilir. Bir hadise göre salih bir devlet başkanı insanların en faziletlisi sayılır. “Adil bir imamın (devlet başkanı) bir günlük görevi altmış senelik ibadetinden hayırlıdır.” [65] Çünkü adil bir imam, hükümdar veya devlet başkanı maslahata uygun hükümler verir, sıkıntıları giderir ve zulme en­gel olur. Bu işlerin sevabı altmış senede elde edilmez.

Bunlara karşılık olarak Kur’an’da zalim hükümdarların bahsi de geçmektedir. ‘Nemrut’ gibi.

“Allah kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim; Rab­bim dirilten ve öldürendir, demişti. Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. İbrahim; şüphesiz Allah güneşi doğu­dan getiriyor, sen de batıdan getirsene, dedi. İnkar eden apışıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” [66]

Haddi aşan Firavun’dan bahsedilir Kur’an’da:

“Sizin en yüce rabbiniz benim dedi. ” [67]

“Fir’avun; Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum…” [68]

Onun bu kadar azgınlığa sapmasının sebebi elindeki saltanat­tan, ve hükümranlıktan kaynaklanıyordu.

“Fir’avun milletine şöyle seslendi; Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve şu sarayımın altından akan nehir benim değil mi? Görmüyor musunuz?” [69]

Fır’avun misali Allah Teala’nın Kehf suresinde bahsettiği hükümdar da insanların mallarını haksız yere gasbediyordu.

“Peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı.” [70]

İşte bu hükümdarların hepsi Kur’an’da yerilmişlerdir.

Haddi zatında hükümdarlık ve hükümranlık kötü bir şey değildir. Salih bir kişinin elinde bulunursa hak yolda kullanılabilir. Peygamber (s.a.v) de mal hakkında şöyle buyurmaktadır. “Temiz bir mal salih bir kimse için ne güzeldir.” [71]Aynı şekilde biz de diyebiliriz ki; güzel bir hükümranlık salih bir kimse için ne kadar da güzeldir.

Hükümranlık şer güçlerin elinde bulunduğu sürece şer olur. Çünkü onlar bu nimeti şer ve bozgunculuk amacı uğruna kullana­caklardır.

Böylece sualde geçen ayetin manası da güzel bir şekilde açıklanmış oldu sanırım. Yine en doğrusunu Allah Teala bilir.

 

Zülkarneyn Kıssasında Geçen Karabalçık

 

Soru

 

Allah Teala Zülkarney’ni anlatırken şunları söylüyor:

“Sonunda güneşin battığı yere ulaşınca onu, karabalçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir millete rastladı. Zülkarneyn! onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin, dedik.” [72]

Güneşin battığı yerde beliren bu kara çamur neyin nesidir ? Zulkarneyn’in karşılaştığı millet kimdir?

 

Cevap

 

Kur’an-ı Kerim’in Kehf Suresi’nde Zülkarneyn kıssası geçmektedir. Kur’an-ı Kerim Zülkarneyn’in kim olduğundan bah­setmiyor. Daha doğrusu onun hakkındaki kıssanın tafsilatına gir­memiş; doğu ve batıdan nereleri fethetti? Gittiği kavimler kimler­di? Bunlar hakkında herhangi bir açıklayıcı malumat bulunma­maktadır. Herhalde Allah Teala’nın en güzelini bildiği hikmetler olsa gerek.

İster Kehf suresinde olsun ister diğer surelerde olsun bahisle­ri geçen kıssalardan maksat; tarih belirtip tarihi olayların içeriğini anlatmak değildir. Sadece ibret alınması için anlatılırlar. Allah Teala da şöyle buyurmaktadır.

“Onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır.” [73]

İşte Zülkarneyn. O’nun kıssasında da ibretler var; salih bir hükümdar, Allah Teala kendisine yeryüzünde mülk ve saltanat bağışlamış ve her şey için gerekli vasıtaları emrine amade kılmıştır. Buna rağmen yine de isyan etmemiş. Doğu ve batıya kadar açılmış. Fetihler gerçekleştirmiş. İnsanlar kendisine boyun eğmişler. Ülkeleri ve halklarını kendisine boyun eğdirtmiş. Yi­nede haktan adaletten şaşmamış ve Allah’ın koyduğu sınıra hep riayet etmiştir. Kavmine şöyle demişti:

“Zülkarneyn dedi ki; kim zulmederse muhakkak ona azap edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülür de Allah onu görülmedik bir azapla cezalandırır.” [74]

Peki bu kavim kim? Kur’an onların kimler olduğundan hiç bir şekilde bahsetmiyor. Şayet onları bilmekte herhangi bir dini veya dünyevi fayda olsaydı muhakkak Kur’an bahseder ve bizler de öğrenir bilgi sahibi olurduk.

Güneşin nereden battığını da bilmiyoruz. Kur’an bildirmiyor. Bildiğimiz tek şey; Zülkarneyn doğuya doğru gittiğinde -ki doğunun en ücra yerlerine kadar varmıştı- güneşin kara bir çamur içinde battığını görüyor. Şayet biz de deniz kenarında güneşin batışı sırasında onu izleyecek olursak, onun denize doğru battığını görebiliriz. Aslında bu gerçek değildir. Güneş bir yerde batarken diğer bir yerde doğar.

Öyleyse ayette kasdedilen;

“..karabalçiklı bir suda batıyor gördü.”[75] mana kişinin görüş ve bakışına göre güneşin siyah çamura battığı izlenimini vermesidir.

Belkide Zülkarneyn, çamurlu sularla bulanık olarak denize karışan bir nehre, (mesela Nil nehrinin coşkulu bir şekilde bu­lanık halde denize karıştığı yer gibi) bir kıyıya gelmiş olabilir. Orada güneşin batışını izleyen bir kişi onun sanki karabalçık içine battığını görecektir ya da güneşin battığı yer çamurlu bir suda olabilir. Kur’an-ı Kerim bunu kesin hatlarıyla belirtmemiş. Maksat, doğuya gittiği gibi onun, batının en ücra köşelerine ka­dar gittiğini belirtmektir. Ye’cüc ve Me’cüc kavmine kadar git­mişti. Yine de adaletten, Rabbine olan imanından ayrılmadı. Allah’ın kendisine verdiği nimetleri hatırlayıp şükür etti. Demir piklerden şeddini yaptı. Sonra da şöyle dedi.

“Zülkarneyn dedi ki; bu sed, Rabbimden bir rahmet­tir. Rabbimin vaadi geldiği zaman onu dümdüz yapa­caktır. Rabbimizin vaadi haktır.” [76]

Zülkarneyn kıssasından maksat ibretler almaktır. Salih bir hükümdar. Allah ona hükümranlık ve mal-mülk vermiş. Yine de isyan edip aşırı gitmemiş, haktan ayrılmamıştır.

Tafsilatlara gelince Kur’an onlar hakkında hiç bir şey an­latmıyor. Zaten tafsilatta da herhangi bir fayda sağlanabi­leceğini sanmıyorum. Fayda olsaydı Kur’an da bahsederdi.

Kur’an’ın ve Allah Resulü (s.a.v) nün anlattıklarını almak ve onlar üzerinde yoğunlaşmak bizim için en faydalı olacak şeydir.

 

Tevbe Suresinde Besmelenin Okunmaması

 

Soru

 

Tevbe suresi niçin besmelesiz nazil olmuştur?

 

Cevap

 

Bu konu hakkında alimlerin çeşitli görüşleri vardır. Bunlar içerisinde benim tercih ettiğim İmam Ali b. Ebu Talip (r.a)’in görüşüdür. O, bu konuda şunları söylemiştir. Bismillahirrahmanirrahim’de bir eman vardır. Tevbe suresi ise emanı kaldırmak için indirilmiştir. İbnu Cevzi ‘Zadül Mesir’ Gerçekte bu sure müslümanlarla müşrikler arasında yapılan antlaşmaları iptal et­meyi ve onlarla bütün bağlan kesmeyi genel hatlarıyla ilan edi­yor. Ancak belli bir vakte kadar tayin edilmiş antlaşmalarla sa­hipleri tarafından bozulmamış antlaşmalar geçerli kalacaktı. Müslümanlara karşı başkalarıyla güç birliği oluştururlarsa ken­dilerine eman verilmeyecekti. Putperestler müslümanları işken­ce kırbaçları altında inletmekteydiler. Sapık Yahudiler, müslümanlara karşı hıyanet etmişlerdi. Sözlerine ve antlaşmalarına uymuyorlardı. Hiç bir kanun ve nizam tanımıyorlardı. Onları hi­zaya getirecek bir ahenk kuralı da bulunmuyordu.

Bu durumda islamın onlarla olan hesabını kesmesi gerekiyor­du. Sonuçta; Allah ve Resulü’nün bu insanlardan uzak olduğunu ilan eden “Tevbe Suresi” nazil oldu.                          

“Bu, Allah ve Resulünden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerle ilişkilerin kesildiğini bildiren bir ihtardır.” [77]

Rahman ve rahim sıfatıyla besmelenin sure başında bulun­ması, sanki yukarıda bahsi geçen insanlara bir tür eman verilmiş gibi oluyordu. Oysa ‘Tevbe Suresi’nde herhangi bir eman söz ko­nusu değildir. Hatta:

“Artık müşrikleri nerede bulursanız öldürün; onları yakalayıp esir edin, hapsedin ve onların geçit yerlerini tutun.” [78] ifadeleri yer almaktadır.

“Müşrikler sizinle toptan harp ettikleri gibi, siz de onlarla toptan harb edin.” [79]

Bu müşriklerle sadece silahla mücadele etmek demektir. Evet sadece savaş. Ne bir merhamet ne de bir eman verilebilir. Yine de en doğruyu bilen Allah Teala’dır.

 

Kasitun

 

Soru

 

Şu ayeti izah etmenizi sizden rica ediyorum.

“Zulmedenlere gelince, onlar Cehennem’e odun olmuşlardır. Doğru yolda gitselerdi, elbette biz onların hepsine bol bol su (rızık) verirdik.” [80]

 

Cevap

 

Bu ayet, cin suresinde geçmektedir. Cinler Peygamber (sav)’den bir şey duyduklarında hemen onu kavimlerine söyler­lerdi:

“…dediler ki, biz çok hoş bir Kur’an dinledik. Hi­dayete erdiriyor, biz de ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize asla hiç kimseyi ortak koşmayacağız.” [81]

“Gerçekten bizim içimizde müslümanlar da var, biz­den daha zalimler de. Müslüman olanlar hidayeti ara­yanlardır. Zulmedenlere gelince, onlar Cehennem’e odun olmuşlardır.” [82]

Kasitun; zalim, zorba. Yani adaletten sapan kişi manalarına gelir. ‘Kasit’ ile ‘muksit’ arasında fark vardır. ‘Kasit’ ‘Muksit’ değildir. Çünkü ‘Muksit’ adaletli, manasına gelir.

Allah Teala muksitleri sever.

‘Muksit’ kelimesi ‘Aksat’ kelimesinden türemiştir.

‘Kasıt’ da ‘Kast’ kelimesinden türemiştir.

Muksit’in türediği kelimede bulunan ‘Aksat’ın başındaki hem­ze iki mana arasında çok büyük fark meydana getirir. Şu halde ‘Aksata’ kelimesinin manası ‘Adalet’ iken ‘Kast’ kelimesinin ma­nası ‘ Zulm’ dür.

Öyleyse ‘Kasitun’; zulmedenler, kendilerine zulmedenler, Allah’a inanmayıp teslim olmayanlar manasına gelir. İşte bu türden olanlar cehenneme odun olmuşlardır. Şayet iman edip teslim olsalardı ve Allah’tan korkup da O’nun yolunda gitselerdi, hayatlarıyla alakalı işler ve geçim yolları kolaylaşacak üzerlerine göklerden, Allah’ın bereketi yağacaktı. Bu manaya binaen Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

“Eğer doğru yolda gitselerdi elbette biz onların hep­sine bol su (rızık) verirdik.” [83]

Yine bu anlamda Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

“Eğer kasabaların halkı inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün  ve yerin  bol­luklarını verirdik.” [84]

Doğru yolda olmak ve Allah’tan gereği gibi korkmak, bolluk ve rızk, dünyada ve ahirette elde edeceğimiz hayrın sebepleridir.

“… Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kim­seye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir.” [85]

Doğru yolda olmak, iman, Allah’ın metoduna göre hareket ve o’nun koyduğu sınırları aşmamak dünya ve ahirette elde edilebi­lecek her iyiliğin sebebidir.

 

Sahabe Mushafları

 

Soru

 

‘Es-Sıddık Ebu Bekir’ adlı eserin 312.cı sayfasında şu ayetle karşılaştım. “Hafizu ala’s-salavati ve’s-salati’l-vusta ve salati’l asri ‘ (Farz namazlarının vakit ve erkanına riayet ederek devam edin. Bilhassa orta namazına dikkat edin ve ikindi namazına önem verin) Ayet-i Kerime’nin bu haliyle okunuşu, Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz. Ümmü Seleme’nin mushaflarında yer aldığım söylemektedirler. Konu hakkında sizin görüşleriniz nelerdir? Oysa bizlerdeki mushaflarda ‘ve salati’l-asri ‘ ilavesi bulunmamaktadır.

 

Cevap

 

Bazı sahabelerin kendilerine has mushafları bulunmaktadır. Bu tefsirlede bir takım izahlar, notlar ve bunlara benzer açıklayıcı ve izah tarzından eklemeler vardır. Soruyu yönelten kardeşimi­zin, şuandaki mushafa nisbetle, Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz. Ümmü Seleme’ye ait olduğunu söylediği bu fazlalıklar tefsirden başka şeyler değildir. Peygamber (s.a.v)’den rivayetlerin çoğun­da ‘Orta Namaz’ın ‘ikindi namazı’ olduğu yönünde açıklamalar mevcuttur. Bu ayetle ilgili olarak nakledilen en doğru görüş bu­dur.

Sahabe devrinden bu yana alimler ve mezhep imamları’ Salat-ı vusta’ hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, sabah namazı bazıları, öğlen namazı ve bazıları da ikindi namazı olduğunu söylemişlerdir.

Hadislerden çıkan sahih görüş ise ‘ikindi namazı’ olması yönündedir.

Öyle gözüküyor ki, Hz. Aişe (r.anh) kendi mushafına bir ila­vede bulunmuş. O dönemlerde kitaplara yapılan açıklamaları be­lirleyecek ya da açıklamaları ayetlerden ayıracak parentez açma, renkli kalemler kullanma gibisinden metodlar bilinmiyordu. Bazı rivayetlerde ves’salatül vusta salatül asr cümleleri arasında İkin­ci bir “vav” bulunmamaktadır. “Vav”ın bulunduğu rivayetler içinde alimler bu “vav”ın atfı mevsuf olmadığım aksine atfı evsaf olduğunu söylemişlerdir.

Öyleyse ayetteki fazlalık bir nevi açıklama olarak kabul edil­melidir. Yoksa Allah Teala’nın ayetlerinden değildir. Bu nedenle Hz. Osman’ın mushafına bu fazlalık konmamıştır ki, asıl mushaf da budur. Çünkü bu mushafta Cebrail’in Peygamber (s.a.v)’e yaptığı son arzda, O’nun Peygamber (s.a.v)’e okuduğu ve sahabe yoluyla tevatüren gelen ayetler yer almaktadır. Çeşitli açıkla­malar ve haşiyelere gelince onları Hz. Osman bu mushafa koy­mamıştır. Sahabe, tabiin ve onlardan sonra gelenler de elimizde­ki bu mushaf üzerinde karar kılmışlar ve icmaya varmışlardır.

Bundan dolayı kurra imamlardan, sahabeden, tabiinden, onlar­dan sonra gelen islam alimlerinden, kıraat-ı sebadan ve kıraat-ı aşereden hiç kimse Hz. Aişe ve diğerlerinin kıraat şekilleriyle okumamışlardır.

Bize göre hüccet teşkil edecek mushaf, Hz. Osman’mn mushafıdır. Çeşitli zamanlarda islam alimleri bu mushafta icma etmişler, kendilerinden sonraki asırlara onu nakletmişler, halef seleften yine bu mushafı almış ve yine bu mushaf, dinde zaruri olarak bilinmesi gerekenler arasında yer almıştır.

Şu anda elimizde bulunan mushafın dışında kalanlara gelince, onlar izahtan sayılırlar. Mesela ibni Mesut’un kıraati gibi “Fesıyamu selaseti eyyamin mütetabiat” Burada geçen ‘Mütetabiat’ kelimesini alimler bir nevi izah olarak kabul ederler. İbn-i Mesut Peygamber (s.a.v)’den yemin keffareti için üç gün tutulan orucun üstü üste olacağını duyduğunda hemen ayete bu izahı ekleyiverdi. Şayet İbn-i Mesut bizim asrımızda yaşamış olsaydı herhalde izahı için ya parantez açar ya renkli bir kalem kullanır ya da ayrı bir haşiyede zikrederdi.

Ancak o devirde yukarıda bahsettiğimiz yöntemler bilinmiyor­du. Aynı zamanda bu ek ilaveler yapılınca onlar hangisinin izah ve hangisinin asıl metin olduğunu da çıkartabiliyorlardı. Bundan dolayı islam alimleri bu tür izahları Allah’ın ayetlerinden say­mamışlardır. Asıl olan mushaf şuanda elimizde bulunan hiçbir tahrifata uğramamış ve hakkında da hiç bir şüphenin yer almadığı mushaftır. Ehli sünnet alimleri bu mushafın sureleri, ayetleri ve harfleri, aynı zamanda tecvidi ve tilaveti üzerinde ittifak etmişlerdir.

Kur’an-ı Kerim’in korunduğu gibi korunabilecek hiç bir kitap yoktur. Allah’ın korumasını üstlendiği tek kitap; Kur’an-ı Kerim­dir.

“Doğrusu bu Kur’an’ı biz indirdik ve O’nun koruyu­cusu Biziz.” [86]

 

Kur’an’ın Kıraatleri Hakkında

 

 Soru

 

Bir mescitte namazı beklerken, Kur’an’ı okumak istedim. Elime mushafı aldım ve tesadüfen ‘Rum Suresi’ni açtım. Şu ayet­lere gelinceye kadar okumaya başladım.

“Sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli kılan, sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve ihtiyar yapan Allah’tır. O dilediğini yaratır; bilendir. Kadir olandır.” [87]

Yukarıda geçen ayette Da’fin kelimesini okuduğum bu mushafda Du’fin olarak geçtiğini görünce çok şaşırdım. Bu şekildeki okunuş bizim şimdiye kadar öğrendiklerimize, ‘Ezher’ de onayla­nan Mısır baskılı mushaflara da aykırıydı. Birden bire içimde bu mushafın yanlış basılmış olabileceği düşüncesi doğdu. Aynı za­manda Mushaf Hindistan’da basılmış olup Ezher gibi dini bir ku­ruluşun onayından da geçmemişti.

Bu sebeple sizin konu hakkındaki görüşlerinize iltica etme so­rumluluğunu duydum. Belki konuyla ilgili herhangi bir açıklamanız ya da burada okuduğumuz kıraatin dışında başka kıraatlar olabi­lir. Açıklamalarınızı ve izahlarınızı bekliyorum.

 

Cevap

 

Öncelikle Allah’ın kitabına karşı gösterdiğiniz gayretten do­layı teşekkürlerimi belirtmek isterim. İkinci olarak da, şüphe karşısında onu gidermek için soru yöneltmenizi memnuniyetle karşılıyorum. Aslında bu, her müslümanın üzerine gerekli bir so­rumluluktur. Bilmediğin bir şeyi ya da hükme varamadığın ko­nuyu araştırmak veya bilen birilerine sormak cehalet hastalığının en etkili şifa iksiridir.

Soru sahibi kardeşimiz emin olsun ki, korku ve dehşete kapılmasına vesile olan şey ne baskı ne dil ve ne de herhangi bir din hatasından kaynaklanan bir konudur. Ayette üç defa bahsedi­len ‘ Darf kelimesini hem fethalı olarak hem de zammeli olarak okumak doğrudur. Kurray-ı seb’adan beşi, bu kelimeyi zammeli ‘Du’f şekliyle okumuşlardır. Asım ve Hamza ise fethalı olarak okumuştur. Ferra, zammeli okuyuşun Kureş lehçesinden kaynak­landığını, fethalı olarak okuyunca da, Temim lehçesinden kaynak­landığını belirtmiştir. (Tefsir-i Kurtuhi c. 14 s. 46,47)

Bilindiği gibi arap şarkında meşhur ve yaygın olan kıraat, Asım kıraati ve Hafs’ın rivayetidir. Şuanda elimizde mevcut mushaflar da bu kıraatlara göre basılmışlardır. Bildiğim kadarıyla bu kıraat, Hindistan ve Pakistan’da da yaygın bir şeklide kul­lanılmaktadır. Bu durumda Hindistanda basılan mushaflarda, fet­halı olarak ‘Da’fin’ şeklinde yazılı olması gerekir. Çünkü Asım’ın kıraatine göre fethalı okunması gerekiyor. Buralarda ve Hindistandaki müslümanlardan bir çoğu, Asım’ın kıraati ve onun talebe­si Hasf in rivayetini tercih etmişlerdir. O halde Hindistan baskısı olduğunu ifade ettiğiniz mushafda bahsedilen kelime nasıl olmuş ta, zammeli ‘Du’fin’ şeklinde yazılmış olur?

Ebu Amr ed-Dani’nin ‘el-Kıraatüs-seb’, İbn el-Cezeri’nin ‘en-Neşr fi’1-kıraati’l-aşr’ adlı eserlerini ve benzeri kitapları incele­yenler, Hindistan baskılı mushafla elimizdeki mushaflara nisbe-tle görülen farklılığın sırrını anlayacaklardır.

Rivayet edildiğine göre Hafs’ın bu ayette geçen mezkur keli­meyi ‘Du’fin’ şeklinde okuduğu bilinmektedir. Çünkü İbn Ömer’den rivayet edilen merfu bir hadise göre ayet-i kerime zammeli şekilde okunmuştur. Hafs’ın bu konuda şunları söylediği rivayet edilir. Kur’an-ı Kerim kıraatinde, bu harflerin dışında Asım’a hiç bir şekilde muhalefet etmedim

İbn Cezeri de şunları söylemektedir. Hafs’ın hem fethah ola­rak hem de zammeli olarak okuduğu rivayetleri doğrudur. Hafız Ebu Amr ed-Dani’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir Hafs’ın zammeli ve fethah rivayetini benimsiyorum. Böyle yapmakla hem Asım’ın kıraatine hem de Hafs’ın tercihine tabi olmuş oluyorum. Her iki şekilde de okuyorum ve her iki şekilde okunmasını da ka­bul ederim.

Demek ki, Hindistan baskılı mushaf bu haliyle Asım kıraatine muhalifse de Hafs’ın kıraatinin dışına çıkmamışlar. Hintli kardeşlerimizden zammeli okuyuşu tercih edenler, belki Kureyş lehçesi en üstün bir lehçe olduğu düşüncesiyle bu şekilde oku­mayı tercih etmişlerdir. Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut ve Tirmizi’nin, Atiyye el Avfi’den merfu olarak rivayet ettikleri hadiste de mezkur kelime zammeli olarak okunmuştur. Atiyye el-Avfi bu konuda şunları söylemektedir. Ben İbn Ömer’e ‘Da’f kelimesini fethah olarak okudum İbn Ömer de zammeli olarak okudu ve dedi ki; ben bu ayette geçen (Da’f) kelimesini Peygamber (s.a.v)’in huzurunda fethah okuduğumda, benim seni düzelttiğim gibi O da benim okuyuşumu düzeltti.

Herne kadar Tirmizi hasen olduğunu söylese de bu hadisin senedi zayıftır. Çünkü Atiyye el-Avfi zayıf bir ravi olarak bilinir.[88] Her İki okunuş şekli de tevatür derecesine varan senetlerle sabittir. İkisinden birine hiç bir şekilde itiraz edilemez.

Allah’a hamd olsun, harf ve kelimelerin yazılışı, okunuşu ve noktalama metodu, med ve kasrının yazılışları konusunda Kur’an-ı Kerim kadar üzerinde titizlik gösterilen başka hiç bir kitap mevcut değildir. Diğer kutsal kitaplara gösterilen titizlik ve özen, Kur’an-ı Kerim’e gösterilen titizliğin yüzde biri kadar dahi olamaz.

“Doğrusu Kur’an’ı Biz indirdik, onun koruyucusu el­bette Biziz.” [89]

 

Göklerin Ve Yerlerin Altı Günde Yaratılması

 

Soru

 

Allah Teala kitabında şöyle buyurmaktadır:

“Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmedendir.” [90]

Yerleri ve gökleri altı günde yaratmanın manası nedir?

Bir tefsirde konuyla alakalı olarak şunları okudum; noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala yerleri ve gökleri altı günde yarattı; yani altı devreden yarattı, denilmektedir. Oysa biz altı günde mi yarattı yoksa altı senede mi yarattı bilemiyoruz. Konuya açıklık getirmenizi rica ediyorum.

 

Cevap

 

Hiç şüphe yok ki ayette geçen günler ile bizim bildiğimiz günler aynı değildir. Bizim günlerimiz yirmi dört saatten ve göklerle yerlerin yaratılmasının neticesinde gece ve gündüzün meydana gelmesiyle beraber ortaya çıktı. Yerkürenin ve gökyüzünün yaratılmasında bu günler esas olarak alınamazlar.

‘Fussüet1 suresinde Allah Teala, bu altı günde yaradılışın na­sıl meydana geldiğini açıklamıştır. Tüm noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“Ey Muhammed! de ki; siz yeri iki günde yaradanı mı inkar ediyor ve O’na ortak koşuyorsunuz?” [91]

Belki bu günlerden kasıt altı zaman olabilir. Bu zamanların uzunluğunu da ancak Allah Teala bilebilir. Altı günden kasıt güneşin devrine bağlı günlerin dışında olan bilemediğimiz altı as­tronomik devre veya mahrukatın üstünden geçmiş olan altı çağda olması mümkündür. Bütün bunların olması muhtemeldir. Çünkü sözlük anlamı bu manalara ihtimal verebiliyor. Aynı zamanda din, bu ihtimallere karşı değildir. Arap dilinde bir gün, kendisinde meydana gelen olaylarla bir önceki olaydan ayrılan zamana denir. Günlerimiz güneşin doğuşu ve batışıyla sınırlanıp birbirinden ayırt edilmektedir. Arap günleri içinde meydana gelen savaşlar ile diğerlerinden ayrı bir özelliğe sahip olmuşlardır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“…Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”[92]

Allah Teala kıyameti anlatırken de şunları söylemektedir.

“Melekler ve Cebrail, miktarı ellibin sene olan gün­de yükselirler.” [93]

Allah Teala, bir anda yaratmaya gücü yettiği halde niçin gökleri ve yerleri altı günde yaratmıştır? O’nun emri Kaf ile Nun arasındadır.

“Bir şeyin olmasını emrettiğimiz zaman sözümüz sadece ‘Ol’ dememizdir ve hemen olur.” [94]

Yine de Allah daha iyi bilir. Belki de altı günde yaratmasının hikmeti; kullarının bu yaratmadan, aceleciliği terkedip ağırbaş­lılıkla hareket etme dersini çıkarmalarını istemesi olabilir. Bun­dan dolayı yavaş davranmanın Rahman’dan, aceleci davranmanın ise şeytandan olduğu söylenmiştir.

 

2. BÖLÜM HADİSİ ŞERİFLER HAKKINDA

 

Kadının Emir Konumunda Olduğu Bir Toplum

 

Soru

 

“Kadının emir konumunda olduğu bir toplum felah bulmaz” Bir kısım kadın hakları savunucuları, bu hadisin “Dininizin yarısını Humeyra’dan alın” hadisiyle çelişki oluşturduğunu savunuyorlar. Bu ne derece doğru bir görüştür?

 

Cevap

 

Cehalet, büyük bir musibettir. Hele bir de hevayla karışık bir cehalet oldumu işte o zaman daha büyük bir felaket patlak verir.

“Allah’tan bîr yol gösterici olmadan hevesine uyan­dan daha sapık kim vardır?” [95] 

Bu nedenle sahih olan bir hadisin reddedilmesini, buna karşın islam alimleri nazarında kıymetsiz bir hadisin sahih sayılmasını o kadar garip ve tuhaf karşılamıyoruz. Çünkü cehalet artmıştır.

Birinci hadis sahih bir hadistir ve Ebu Bekir (r.a)’dan rivayet edilmiştir. O şöyle söylemiştir: “Rasulullah (sav)’e Farisilerin başına bir kadının kıral olarak geçtiği haber verilince şöyle buyur­du: “Kadının emir konumunda olduğu bir toplum felah bulmaz.”

Bu hadisi Ahmet b. Hanbel, Nesai ve Tirmizi rivayet etmiş­lerdir. Her asırda yaşayan islam alimleri de mezkur hadisi gayet hüsnü niyetle kabul etmişlerdir. Bu hadisin ışığı altında hüküm­lerini vermişlerdir; ‘Kadın, erkekler üzerinde velayet hakkına sa­hip olmaz.’

İkinci hadise gelecek olursak “Dininizin yarısını Humeyra (Hz. Aişe)’dan alın” bununla ilgili olarak Hafız İbn Hacer şöyle der; “Rivayetin senedini bilmiyorum. İbn Esir’in ‘Nihaye’ si dışında başka bir hadis kitabında göremedim. İbn Esir, hadisin ravisinin kim olduğunu da belirtmemiş. Hafız İmadüddin İbn Ke­sir Yukarıdaki hadis hakkında Müzi ve Zehebi’ye sorulduğunda, onlar böyle bir hadisi bilmediklerini söylemişlerdir.”

Senet ve ravileri bakımından hadise bakarsak durum yukardaki gibi olur.

Metin ve içeriği bakımından yaşlaşırsak, aklın bu hadisi inkar ettiğini tarihi olayların da reddettiğini görebiliriz.

  1. a)Peygamber (s.a.v) dinin yarısını nasıl sadece Humeyra (Hz.Aişe)’den almamızı emretsin? Çoğunlukta olan diğer saha­belerden ne alacağız? Hem Humeyra’dan dinin hangi yarısını alıp hangi yarısı almayacağız?
  2. b) Humeyra kelimesi peygamber (s.a.v)’in özel konuşma­larında hanımları için kullandığı nazlandırma ve sevme kastıyla “Hamra” kelimesinin ismi tasgiridir. Ancak böyle bir kelimeyi ümmetine karşı irşat ve talim makamında kullanmış olması mümkün değildir.

Gerçekler gösteriyor ki, İslam alimleri dinin ne yarısını ne dörtte birini ne de onda birini Hz Aişe’den almış değildir. Bu, ri­vayet yönünden de böyledir. Dirayet yönünden de.

Raviler yönünden hadise bakacak olursak; kadınlı erkekli bin­lerce sahabinin, Resullah (s.a.v)’ın söz, fiil, hüküm ve takrir açısından aydınlatıcı hidayetini tebliğ etmeye katıldıklarını görmekteyiz ki Hz. Aişe de bunlardan biridir. Onun rivayet ettiği hadislerin sayısı, Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadislere ulaşamaz.

Dirayet, fıkıh ve fetva yönünden hadise bakacak olursak, Hz. Aişe’nin tek başına dinin yarısını temsil etmesini ne din ne de ta­rihi olaylar kabul eder. Hz. Aişe dinin yarısı olursa Ebubekir, Ömer, Ali, İbn Mes’ud, Ubey b. Kab, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve bu tabakadan olan diğerleriyle abadile-i erbaa olan İbn Ömer, İbn Abbas, İbn Zübeyr ve diğer sahabilerin dindeki payları ne olacaktır?

Sahabelerin faziletlerinden bahseden hadisler konusunda işi ciddi tutmalı ve ince eleyip sık dokumalıdır. Hadis alimleri ilk uy­durulan hadislerin, şahısların faziletlerinden bahseden, özellikle aşırı yandaşları ve aynı zamanda müfrit karşıtları bulunan saha­belerin faziletinden bahseden hadisler olduğunu hükme bağla­mışlardır. Hz. Aişe de bunlardan biridir.

Nur suresinde, ve ayrıca sahih ve hasen hadislerde Hz. Aişe’nin faziletinden bahsedilmektedir. Bu nedenle onun hak­kında aşırı ve mübalağalı şekilde bahsedilen başka rivayetlere gerek kalmıyor. Zaten akıl ve gerçek tarihi vakıalar da bu aşırı ve mübalağalı rivayetleri kabul etmiyor. İbn Cevzi ‘El-Mevzuat’ ki­tabının mukaddimesinde şunları söylüyor. “Akla aykırı gelen ve usulle çelişen, nakillere zıt düşen tüm hadislerin zayıf olduğunu bil” diyen bir kişi ne kadar da güzel söylemiştir.

 

Ailesinin Üzerine Ağlamasıyla Ölünün Azap Çekmesi

 

Soru

 

Bazı hadis kitaplarında Peygamber (s.a.v)’e nispet edilen şöyle bir rivayet geçmektedir. “Ölü, ailesinin üzerine, ağlamasıyla azap çeker” Oysa Kur’an’ın bildirdiğine göre kimse kimse­nin günahını yüklenmez ve insan başkasının günahından ötürü sorumlu olmaz.

“…kimse başkasının yükünü taşımaz…” [96]

Bu ayet yukarıdaki hadisle nasıl uyuşabilir? Hadis sahih mi değil mi? Şayet sahihse manası nasıldır ve biz yukarıdaki hadisle Kur’an’daki ayet arasında nasıl bir bağ kurabiliriz?

 

Cevap

 

Yukarıda bahsettiğiniz hadis kesinlikle sahihtir ve şahinliği üzerinde de ittifak edilmiştir. Buharı ve Müslim bu hadisi İbn Ömer’den şu ifadeleriyle nakletmişlerdir. “Hz. Ömer vurul­duğunda kızı Hafsa ona ağlamıştı. Bunun üzerine Ömer kendine gelince şunları söyledi; yavaş ol ey kızım! Peygamber (s.a.v)’in” Ölü, ailesinin üzerine ağlamasıyla azap çeker ” dediğini bilmiyor musun?

Bir rivayette de şöyle geçmektedir; Hz. Ömer vurulduğunda baygınlık geçirmişti. Bunun üzerine kendisine feryatlar edilmiş o da uyanınca; siz Peygamber (s.a.v)’in “Ölü yaşayanların kendi­sine ağlamasıyla azap çeker.” dediğini biliyor musunuz, demişti.

Her ikisi de Hz. Ömer’den rivayet edilmiştir. Aynı zamanda Hz. Ömer’den şöyle bir rivayette gelmiştir. Üzerine ağlandığı müddetçe ölü kabrinde azap çeker.

Buharı, Ahmet b. Hanbel ve Tirmizi: Muğire’den şu ifadelerle rivayet etmişlerdir. Kim Ölünün üzerine feryadı figan ederse onun feryadıyla ölü azap çeker.

Aslında burada önemli olan hadisin bir çok sahabeden sahih senetlerle gelmiş olmasıdır. Hatta, Suyuti bu konudaki hadisler mutevatirdir. Sıhhati üzerinde ileri geri konuşmanın bir anlamı yoktur, demiştir.

Şimdi manasına ve Kur’anla arasındaki uyuma gelelim. Eski­den beri bir çok alim bunun üzerinde durmuş ve bir çok te’viller yapmışlardır. Hafız İbn Hacer ‘Fethu’l Bari1 adlı kitabında bu te­villeri nakletmiştir. Ben en önemli ve en kuvvetlilerini aktara­cağım. Sıralamada ise Hafız’ın sıralamasına bağlı kalmayacağım.

1) Hadisteki azapla kasdedilen onun sözlük manasıdır. Yani; mutlak elem çekmektir. Bununla uhrevi bir azap kastedilmemiştir. Ölü, ailesinin kendisi üzerine sızlanıp ağlamalarım duyun­ca acı çeker. Bilindiği gibi ölü kabirde ailesinden, yakınlarından ve onların yaptıklarından tamamen habersiz değildir, Onlar ne yaparlarsa yapılanları Ölü de görebilir. Taberi sahih senetle Ebu Hureyre’den şöyle rivayet etmiştir Kulların yaptıkları amelleri onların yakınlarından olan ölülere arz edilir. Bu hadis hakkında ileri geri konuşmak uygun kaçmaz. Çünkü Nu’man bin Berşir’den Buhari’nin, Sahihi’nde rivayet etmiş olduğu merfu hadis de bu ha­dis için delildir. Hâkim de bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

Hafız şöyle der: “Bu, mutekaddim alimlerden olan Ebu Cafer et-Taberi’nin tercihidir. İbn Murabıt, îyaz ve kendisine tabi olan­lar da bunu tercih etmişlerdir. İbn-i Teymiyye ve muteahhirinden olan bir cemaat de aynı görüştedirler. Bahsi geçen hadisin sahih olduğuna delil olarak da Kayle “binti Mahreme’nin rivayet ettiği hadisi getirmişler Kayle şöyle der; Ey Allah’ın Resulü! onu ben doğurdum. Rebze gününde seninle birlikte savaştı. Sonra da hummaya yakalanarak öldü. Ben de devamlı ağlamaya başladım. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v) de şöyle buyurdular; sizden biri dünyadayken küçük arkadaşıyla (çocuğuyla) iyi bir şekilde geçinip de onun ölümü halinde ‘Biz Allah’dan geldik ve yine O’na döneceğiz’ derse mağlup mu olur? Muhammed’in nefsi Kudret elinde olana yemin olsun ki, sizden biriniz ağlarsanız küçük arka­daşı (Ölmüş olan oğlu) da ağlar. Ey Allah’ın kulları! ölülerinizi azaplandırmayın! İşte bu hadis de sahih olan hadisler arasında­dır. Ebu Hayseme, İbn Ebu Şeybe, Taberani ve diğer hadis alim­leri rivayet etmişlerdir. Ebu Davut ve Tirmizi hadisin bir bölümünü rivayet etmişler.

İbn Muratıp şöyle der: “Kayle’nin rivayet ettiği hadis bu me­sele için bir nastır. Ondan kesinlikle ayrılamaz.”

2) Hadiste geçen ‘Azab’ın manası meleklerin ölüyü, ailesinin kendisine yaptığından dolayı kınaması anlamındadır. Ahmet b. Hanbel merfu olarak Ebu Musa’dan rivayet etmiştir. Ölü, yaşayanların kendisi üzerine ağlamasıyla azap çeker. Feryatlar edip, ağlayıp çağıran kişi şöyle derse; O benim kolum kanadım! O benim yardımcım! O benim şuyum buyum… Ölüye yaka paça çekilerek şöyle denir; sen onun kolu kanadı mısın? Sen onun yardımcısımısın?

İbn Mace şu ifadelerle rivayet etmiştir. Ölü, her yönden güzel gösterilince bunun üzerine şöyle denir; sen böyle böyle misin?

‘Tirmizi de şöyle demiştir: “Hiç bir ölü yoktur ki, ona ağıt ya­kan “O benim (güvendiğim) dağım! O benim dayanağım! gibi sözler söylediğinde de iki melek, sarsarlar ve; sen misin bu an­latılan, derler.”

Buhari’nin Nu’man bin Beşir’in hadisinden ‘Megazi’ adlı kitabında naklettiği rivayet de yukarıda bahsettiğimiz hadisin sahihliği konusunda bir delil niteliğindedir. Nu’man bin Beşir şöyle der; Abdullah İbn Revaha bayılınca kız kardeşi ağlayıp sızlan­maya başlayarak şöyle diyordu; benim (güvendiğim) dağım! şöylem böylem. Abdullah b. Revaha da ayılınca; benim için ne söylediysen melekler de bana; sen misin bu anlatılanlar diye çıkıştılar buyurmuştur.

3) Buharinin tercih edip de kesin olarak hükmünü koyduğu görüşü şudur; Hadiste kastedilen ağlamaktan maksat; her ağlamak değil de sadece üzerine ağıt yakılanlar feryadı figan edi­lenlerdir. Ölüden maksat ise; her ölen kişi değildir. Hadiste kas­tedilmek istenen ölü, hayatta iken aynı şeyleri kendileri de ya­panlardır. Bu davranışlarıyla ailelerine kötü bir örnek oluyorlardı. Onlar hayatta iken bu tür şeyler yapmayı adet edinmişlerdi. Yakın akrabaları aynı şeyi yaptıklarında onları engellemek için herhangi bir çaba sarf etmiyorlardı.

Buhari konuyla alakalı olarak bir çok deliller ileri sürmüştür. Bunlardan bazıları şunlardır.

“Ey iman edenler! Kendinizi ve aile efradınızı öyle bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlarla taşlardır.”

“Hepiniz çobansınız. Herkes kendi güttüğünden sorumludur.”

“Hiç bir ademoğlu zulüm ile öldürülemez. (Ancak öldürülenin) kanından bir pay Adem’in ilk oğlunun üzerine yazılır. Çünkü o öldürme eylemini ilk olarak başlatan önderidir.” [97]

Tüm bunların gereği olarak; Ölü, sağlığında aile efradını ter­biye hususunda kusurlu davrandığı için kendisi de azap çeker. Daha doğrusu bunun sıkıntı ve ızdırabını kabirde hisseder. Oysa insan nasıl kendisini ateşten koruyorsa aile efradını da ateşten korumalıdır. Hakikatte ölü, aile efradının suçundan değil de kendi ihmalkarlık suçundan ötürü azaba nail olur.

Bu görüşümüzü te’yid olarak; cahiliye dönemindeki araplar, ölümlerinden sonra üzerlerine ağıt yakılması, ağlanıp sızlanması için vasiyette bulunurlardı. Bakın Tarefe ne diyor?

Şiir:

Ey Ma’bed’in kızı! Ben ölürsem,

Ağlayın layıkıyla,

Yaka paça yırtın ben Ölünce geride.

Bir de şu var; yaka-paça yırtılmadan üzüntülü ağlamalara gelince bunlarda herhangi bir sakınca yoktur.

Ebu Mes’ud el-Ensari ve Kurza b. Ka’b’ın şöyle dedikleri ri­vayet edilmiştir. Musibet anında yaka-paça yırtmadan ağlamaya dair bize ruhsat verildi. Bu hadisi İbn Şiybe, Taberani rivayet etmiş, Hakim de sahih olduğunu söylemiştir.

Hafız İbn Hacer de şöyle demektedir Bütün bu söylenenleri bir noktada toplayabiliriz. Ölü üzerine ağlamak, ölüden ölüye değişik durumlar arzeder. Mesela şöyle söylenebilir; Ölümü ha­linde halkının kendisi için ağıt dökmelerini isteyen kişi, azap görür. Bir kişi aile halkının ağıt yaktığını bilir de onları bu adetten bile bile engellemezse, yaptıklarına razı olmuş demektir. Ama yaptıklarına razı değil de ailesini engellemede ihmalkar davranmışsa, kınanır. Bütün bunlardan uzak olup, aile halkını ağıt yakmaktan engellemiş, ama aile halkı onun nasihatlarına aykırı davranarak ölümünden sonra da kendisine ağıt yakarlarsa ailesi­nin bu günahından ötürü sadece incinir. Doğruyu en iyi bilen Allah Teala’dir.[98]

Allame Münavi’nin bu konuyla alakalı olarak ‘Feyz ‘adlı kit­abında şöyle bir yorumu bulunmaktadır. Hadisi şerifte geçen ölüden kasıt, ölmek üzere olan bir kişidir. Ölmek üzere olan bir kişinin azap görmesi ise şöyle olur; tam ölüm döşeğinde iken etrafında bağırıp çağıran insanlar onu büyük bir sıkıntıya düşürürler. Can çekişmesi zorlanır. Böylece büyük bir azap çeker.

Iraki de konuyla alakalı olarak şunları söylüyor. Şöyle de­mek daha uygundur; ağlama seslerini duymak azabın ta kendisi­dir. Mesela biz nasıl ki çocuklarımız ağladıklarında ızdırap duyup acı çekiyorsak Ölü de aynı şekildedir. Şu halde hadisi şerifi hiç bir tahsise gitmeden zahir anlamında ele almak durumundayız. Kirmani de bu görüşü doğrulamaktadır.

‘Azap’ kelimesi sözlük anlamı bakımından kullanılmıştır. Ancak hadiste geçen ‘ölü’ ölüm anında bulunan bir kişi olarak izah edilmiştir.

Böylece anlıyoruz ki; hadis aslında bireysel sorumluluk ilke­sini benimsemede Kur’anla çelişmiyor. Şahinliğine ve sabitliğine dil uzatılamaz. Hele de bir çok şekilde doğru olarak yorumlanma imkanı varken.

Allame Münavi şöyle der: “Bazı kendi dallarında otoriter ilim adamları şöyle demektedirler; “Hiç kimse başkasının günahından mesul tutulmaz” ayetini ilk duyduğunda söz konusu hadisi şerifin ravilerinin yanlış rivayet ettiklerini söyleyerek yerinde dona ka­lan kişi, buraya kadar anlattığımız gerçeklerin ışığında hata etmiş olduğunu anlayacaktır.[99]

Bu konuyla alakalı olarak şunu da kaydetmek de fayda vardır: Hz. Aişe (r.anh) de, soruyu yönelten kardeşimizin zannettiği gibi hadisi Kur’an’nın ifadelerine aykırı bulmuş ve rivayet edenleri azarlamıştır. İbn Ömer’den rivayet eden raviyi de yanılgı ve unut­kanlıkla itham etmiştir. Bu anlamda hiç bir hadis duymadığını yalnız Müslimde de geçen şu hadisi bildiğini söylemişti; Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ölü, kendi günahından ötürü azap çeker. Ehli ise onun üstüne ağlar.”

Hz. Aişe’nin bir başka rivayeti de şöyledir: “Resulullah (s.a.v) ehlinin üzerine ağladığı ölmüş bir yahudi kadının cena­zesinin yanından geçerken şunları söyler: “(Aile efradı) onun üzerine ağlıyor ama o ise kabrinde azap içinde.”[100]

Bir başka rivayet de ise; (Yine Hz. Aişe’den); “Allah Teala aile halkı ağladığı için kafirin azabını artırır. ” Hz Aişe; sizin için Kur’an yeterlidir. Hiç bir kimse bir başkasının günahından sorum­lu değildir, der. [101]

Hafız İbn Hacer şöyle der; Hz. Aişe’ye ait olan ve ondan ri­vayet edilen yorumların hepsi birbiriyle çelişkilidir. Bu da gösteriyor ki; Hz. Aişe konuyla ilgili hadisi, bir başka hadisle reddetmemiştir. Aksine o, hadisin Kur’an’la çeliştiği hissine kapılmıştır. Hz. Aişe’nin son rivayeti, ölünün kendi aile halkının ağlaması nedeniyle daha fazla azap göreceğini isbatlamaktadır. Azap görmekte olan bir ölünün azabının, ağlama nedeniyle art­ması ile, başka bir suçu ve günahı olmasa da ağlamaktan ötürü ağlama nedeniyle azap görmesi arasında ne gibi bir fark vardır? Şayet hadisi zahiri manasında alacak olursak o zaman Kur’an’la çelişir.

Bundan dolayı alimler Hz Aişe’nin bu konudaki tutumlarını benimsememişlerdir. Muhakkak ki, Allah Resulün’den başka hiç kimse hatalardan korunmuş değildir.

Kurtubi de konuyla alakalı olarak şöyle der. Hz Aişe’nin bu hadisi inkar etmesi ve ravisini de unutkanlıkla itham etmiş ol­ması ya da hadisin bir kısmını duyup bir kısmını duymadığını söylemesi olur şey değildir. Çünkü aynı manada bir çok rivayet­ler bulunmaktadır ve aynı zamanda hepsi de güvenilirdir. Hadisin doğru yorumlanabilme imkanı varken kalkıp da karşı çıkmanın hiç bir manası yoktur.[102]

İbni Teymiyye şöyle demektedir Mü’minlerin annesi Hz. Aişe’nin buna benzer bir çok görüşleri vardır. Bir tür yorum ve içtihat ile hadisleri reddetmiş, manalarının batıl olduğunu söylemiştir. Oysa durum hiç de böyle değildir.

 

Acele, Şeytandandır.

 

Soru

 

Çeşitli münasebetlerden dolayı dillerde dolasan birbiriyle çelişkili iki söz var.

Birincisi; “Acele, şeytandandır”

İkincisi; “İyiliğin en hayırlısı, acele etmektir “

Bu ikisi, hadis mi değil mi? Şayet hadis ise, aralarında nasıl bir bağlantı kuracağız? Eğer hadis değillerse hangisi doğru, han­gisi yanlış?

 

Cevap

 

Birinci söz, Allah Resulü bir hadisinde: “Dikkatli olmak, Allah Teala’dan, acelecilik ise şeytandandır.” [103] Tirmizi hadi­sin hasen olduğunu söylemiş. İbn Ebu Şeybe, Ebu Ya’li, İbn Muniy, Haris b. Ebu Usame müsnetlerinde Hz. Enes’ten şu lafızlarla rivayet etmişlerdir. “Teenni Allah’tandır.” Beyhaki de rivayet etmiş. Munziri ‘Terğib’ adlı kitabında şunları söyle­miştir. Bu hadisin ravileri sahihtir.”

Yavaşlığın övülmesi, aceleciliğin yerilmesi insanın fıtratında olan bir şeydir. Önceki ve şimdiki bütün alimler de bu yönde icma etmişlerdir. Hatta bazı meselelerde şöyle denmektedir. Yavaş hareket eden kişi ümit ettiğine ulaşır. Yavaş davranmakta se­lamet vardır. Acelecilikte ise pişmanlık.

Şair Markeş der ki;

Ey Arkadaşlar! Acele etmeyin,

Yavaş olun.

Doğrusu kurtuluş, acele etmemeye bağlıdır.

Bir başka şair de;

Ağır ağır davranan amacına ulaşır

Acele davranan hataya arkadaş olur.

Amr bin As şöyle demiştir; Kişi acelecilikle, pişmanlık meyvaları toplar

Acelecilik şeytandandır. Çünkü şeytan İbn Kayyım’ın da dediği gibi insanı kolayca hataya kaydırır. Aceleci davrananı kızdırır. Sebattan, ağırbaşlılıktan ve yumuşaklılıktan uzaklaştırır. Bir şeyin yerli yerine konmasına engel olur. Kötülükleri kendine çeker. İyiliklerin elde edilmesine set olur. Acelecilik, tefrit ve bir şeye vaktinden önce davranma hastalığından türemiş bir çocuk­tur.

Bir hadiste şöyle geçmektedir: “Aceleci davranmadığı sürece kulun duası kabul edilir.” [104]

“İyiliğin en hayırlısı acil yapılandır” sözüne gelince ‘Keşful Hafa’ adlı kitabında Acluni bu hadisin olmadığını ama aynı mana­da Abbas (r.a)’tan rivayet edilen şöyle bir hadisin var olduğunu söylemiştir İyi bir iş acele edilmeden tamamlanamaz. Acele edildimi hayırlı sonuca varılır. Dillerde yaygın ve meşhur olan şöyle bir söz de vardır ” Beklemek ölümden daha beterdir”

Şu da var ki, “Ma’ruf (iyi) bir iş acele edilmeden tamamlana­maz.”Cümlesinde ki Ma’ruf kelimesi ‘Bir’ kelimesinden daha kap­samlı manaya sahiptir. ‘Maruf kelimesi tüm ameli salih olan dav­ranışları kapsamına alır. Kişiyi Allah’a yaklaştıran ya da onunla menfaat duyduğu her şey ‘Ma’ruf tur.

İyilik ve salih ameller için acele etmek övülmüş işlerdendir.

Kur’an ve sünnet de insanları daima buna teşvik etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bundan övgüyle bahsedilmektedir

“… işte onlar iyi işlerde yarış ederler. O uğurda ileri geçerler.”  [105]

“…İyiliklere koşarlar.  İşte onlar salihlerdendir.” [106]

“Rabbinizin mağfiretine koşuşun” [107]

“İyiliğin en hayırlısı acele etmektir” sözü manası itibarıyla sahih olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla “Acelecilik şeytan­dandır” hadisiyle çelişmiyor. Çünkü akıl, iki görüş arasında zıtlıkların olduğuna hüküm verebilmesi için o iki görüş arasında her yönde çelişkilerin bulunması gerekir. Daha doğrusu hiç bir şekilde bir araya gelmeleri mümkün olmamalıdır. İki sözü belli bir hal ve pozisyonla kayıtlandırmak mümkün oluyorsa o zaman zıtlık olamaz.

Muhakkik alimler ancak şu şartlar dahilinde ağır davranmanın övülebileceğini, aceleciliğin ise verilebileceğini savunmuşlardır.

1- Yapılması istenen şey, Allah’a itaat için olduğu açıkça bi­linir olmalıdır. Şayet böyle olursa o zaman Allah’ın emrettiği gibi hayırda öne geçmek ve hayırda yarışmak için acele etmek daha iyi olur. Sa’d b. Ebu Vakkas Peygamber (s.a.v)’den şu hadisi ri­vayet etmiştir. “Herşeyde yavaş davranmak daha hayırlıdır. Ancak ahiret işlerinde değil. “

Salih kimselerden biri tuvalette hacetini gidermekte olan kölesine seslenerek falanca kişiye sadaka verilmesini emretti.

Orada bulunanlardan biri de şöyle dedi; Kölenin tuvaletten çıkmasını bekleyemez miydin? Bunun üzerine salih kişi şu cevabı verir; sadaka vermek içimden geldi. Derhal verilmesini istedim. Çünkü nefsimin, bu niyeti değiştirmeyeceğinden emin değilim!

Hz. Ali (r.a) Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir. Ya Ali! üç şeyi geciktirme ; vakti gelince namazı, hazır olunca cenazeyi ve dengini bulunca bekar kadını evlendirmeyi. Tirmizi rivayet etmiş ve hadisin hasen aynı zamanda garip olduğunu söylemiştir. İmam Ahmet b. Hanbel ‘Müsnet’inde ri­vayet etmiş. Şeyh Şakir senedinin sahih olduğunu söylemiş. Iraki de hasen bir hadistir demiştir. [108]

Bundan dolayı İbn Derid ile Askeri bu hadisle alakalı olarak şöyle bir kıssa anlatırlar. Bir gün yanında Ahnef b. Kays bulu­nurken Muaviye “Ağır ve temkinli davranmaya denk hiç bir fazil­etin bulunmadığını söyledi” Ahnef ise üç şeyin müstesna oldu­ğunu ekledi; ölmeden Önce aceleyle salih ameller yapmak, ölü varsa onu hemen defnetmek ve bekarlar dengini bulunca hemen evlendirmek. Orada bulunanlardan biri “Senin bu söylediklerine bizim herhangi bir ihtiyacımız yoktur.” deyince Ahnef “Nedenmiş o?” diye karşılık verdi. O kişi “Senin bu söylediklerinle ilgili bir hadis zaten var” dedi ve Peygamber (s.a.v)’in konuyla alakalı hadisini zikretti.[109]

Îmam Gazali, Hatem-i Esam’ın şöyle dediğini rivayet eder. Şu beş şey dışında acele etmek şeytandandır. Zaten bu beş şey de Peygamber (s.a.v)’in sünnetindendir. Yemek yedirmek. Ölüyü kefenleyip hazır hale getirmek. Bekarları evlendirmek. Borcu Ödemek ve günahlardan tevbe etmek.

Ebu Ayna’ya şöyle dediler: “Acele davranma, çünkü aceleci­lik şeytandandır. O da şöyle cevaplamış; şayet dediğin gibi ol­saydı Hz. Musa (a.s) “Sen razı olasın diye acele ettim Rabbim!” demezdi.

2) Ağır davranmak, yapılacak işin üzerinde durulmayacak, araştırılmayacak ve açığa çıkarılmayacaksa iyi olur. Ama istenen ve yapılacak iş açığa çıkarıldıktan, üzerinde durulup gerekli olan çalışmalar yapıldıktan sonra tekrar ağır davranmanın bir anlamı olmaz. Çünkü bu durumda ağır davranmanın fazileti rezil bir ko­numa düşecektir. Bir şeyin sınırı aşılırsa o şey tam tersine döner. Bunun için şöyle denir Ahmaklar gibi acele etme korkak­lar gibi de geç davranma.  Şair şöyle demiştir.

Eğer varsa bir görüşün,

İzzette olsun yanında.

İşe yaramaz görüşün, tereddüt edersen onda

Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır.

“…iş  hakkında  onlara   danış,  fakat  karar   verdin   mi Allah’a  güven,  doğrusu  Allah  güvenenleri  sever.”  [110]

3) İstenen şeyin kaçmasından korkulmamalıdır. Şayet belli zaman aralıkları içerisinde yapılması gereken bir iş varsa o za­man yavaş ve ağır davranmanın hiç gereği yoktur. Aksi halde za­man geçer ve kişi fırsatı kaçırınca parmaklarını ısırmaya başlar. Bu konuyla alakalı olarak şairin biri şöyle demektedir.

Fırsatı değerlendir Eğer değerlendirmezsen  onu Fırsat sana keder olur.

 

Meleklerin, İnfak Edenlerle İlgili Duası

 

 

Soru

 

Bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. “Güneşin doğmadığı hiç bir gün yok ki, o günde iki melek şöyle seslenme­sinler; Allah’ım! infak edenin malını yeniden doldur. Cimrilik ede­nin malım ise telef et! “

Oysa hayatta hep bunların tersini yaşıyoruz. Malını infak edip sadaka dağıtanlar geçim sıkıntısı çekiyorlar. Cimriler ise hiç bir infakta bulunmadıkları halde mali durumları oldukça iyi. Şimdi bu hadis sahih mi değil mi? Sahihse infakta bulunanın malının yeri nasıl dolduruluyor? Cimrinin malı ise nasıl telef oluyor?

 

Cevap

 

Yukarıda bahsedilen hadis sahihtir. Ebu Hureyre (r.a)’den Buharı ve Müslim rivayet etmiştir. Ebu Hureyre Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediğini söylemiştir. “Kulun sabahladığı hiç bir gün yoktur ki o günde iki melek inip biri; Allah’ım! İnfak edenin malının yerini doldur. Diğeri de; Allah’ım! cimrilik edenin malını telef et” diye buyurmasın.

Aynı anlamda daha bir çok hadis vardır. Hepsi de yukarıdaki hadisi te’yit niteliğindedir. Bunlardan bir tanesi de Müslim ve Tirmizi’nin Ebu Umame’den rivayet ettikleri hadistir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır. “Ey Ademoğlu! Malının fazlasını dağıtırsan bu senin için daha hayırlıdır. Yok eğer cimrilik edip tu­tarsan bu da senin için daha kötüdür.”

Kişiyi infaka çağırıp ve cimriliğin sebeplerini yenmeye teş­vik eden Allah Teala’nın kitabından daha doğru ne olabilir?

“Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayasızlığı emreder. Allah ise kendisinden mağfiret ve bol nimet vadeder. Allah’ın lütfü boldur. O her şeyi bilir.” [111]

“…sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O daha hayırlısını koyar, çünkü O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” [112]

İbn Kesir bu ayetin tefsirinde şunları söylemiştir. Allah’ın size emrettiklerinden ve mubah kıldıklarından herne sarfederseniz Allah Teala dünyada karşılığını ona bedel bir şeyle verir ahirette ise sevap ve mükafat olarak verir. Hadislerde bu konuda aynı şeyleri söylemektedir. Kutsi bir hadiste Allah Teala şöyle buyurmaktadır. “Sen harcarsan Ben de senin için harcarım” (Yani sen Benim yolumda mal harcarsan Ben de sana misliyle veririm)

Soruyu yönelten kardeşimiz ‘Malın yerine konması’ ve ‘telef edilmesi’ sözlerini sadece mali konulardan ibaret olduğunu telak­ki ettiği için meseleyi biraz karıştırmıştır. Oysa mesele kardeşimizin anladığından daha geniş ve daha kapsamlıdır. Bir malın yerine getirilmesi, Allah Teala’nın infak eden kuluna karşılığını vermesi demektir. Allah’ın vereceği mükafat maldan daha güzel ve daha şereflidir. Hatta bazen ‘malın yerine konması ailenin sıhhatli olması, evlatların salih olması, bedenin afiyette olması, az şeylerde bereketin olmasıyla da sağlanabilir. Bazen da manevi şeyler olabilir. Mesela, hakkı bulmak, başarıya ulaşmak, göğsün genişlemesi, kalpte huzurun bulunması, kişinin sevgisinin halkın gönlüne yerleşmesi, Allah’a imanın ve Allah’ın taktirine razı olmanın tadına varmak da ‘Malın yerine konması’ demektir. Bunların yanında Allah’ın salih kullarına ahirette hazırladığı ve hiç bir gözün göremediği ve hiç bir kulağın duy­madığı şeyler de yine kulun dünyada harcamış olduklarına karşılık malının yerine konması olarak da adlandırılabilir.

“Yaptıklarına   karşılık   onlar   için   saklanan   müjdeyi kimse bilmez” [113]

Doğrusu Allah’ın onun yolunda infak edenlere mükafatı dünya hayatına sığdırılamayacak kadar büyüktür.

“Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır” [114]

Allah’ın mükafatı maddi rızıklarla telakki edilemeyecek kadar geniştir. İrfan ehli olanlar manevi rızıkların gözlerin gördüğü dünya azıklarından daha hoş ve daha enfes olduğunu bilirler. Allah ve Resulünün eşyalar hakkındaki taktirlerindeki, değerlen­dirme ve ölçümleri dünya ehlinin ölçüm ve değerlendirmelerine benzemez. İşte şu ayetleri oku.

“De ki, bunlar Allah’ın bol nimeti ve rahmetiyledir. Buna sevinsinler. O. onların topladıklarından daha ha­yırlıdır.” [115]

“Kendilerini sınamak için bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme. Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.” [116]

“Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ama baki kalacak yararlı işler, sevap olarak da, amel olarak da, Rabbinin katında daha hayırlıdır. ” [117]

“Ahiret kazancını isteyenin kazancını artırırız; dün­ya kazınanı isteyene de ondan veririz; ama ahirette bir payı bulunmaz.”[118]

Bir de şu hadisleri oku:

“Sabah namazının iki rek’atı dünya ve içindekilerinden daha hayırlıdır.” (Müslim Hz, Aişe’den rivayet etmiştir.)

Allah yolunda akşam sabah gidip gelmek dünya ve içindekile­rinden daha hayırlıdır. Sizden birinizin kırbacı kadar cennetten bir yer, dünya ve içindekilerinden daha hayırlıdır.” (Buharı ve Müslim Hz. Enes’den rivayet etmişlerdir.)

Öyleyse meleklerin yaptıkları duaların manası da böylece açıklığa kavuşmuş oldu. Allah’ım! infak edenin malının yerini dol­dur. Cimrilik edenin malım ise telef et.

Telef etme Allah Teala’nın cimri olan kişilere verdiği cezadır. Bu telef sadece dünya malları için geçerli değildir. Yani dünya mallarının telef olması anlamına gelmez. Aynı zamanda bazen bedenin hastalıklı olması, bazen evlatların hayırsız çıkması ve bazen da kişinin insanlarla olan ilişkilerinin bozuk olması mana­larına da gelebilir. Malın telef edilmesi manevi şeyler için de telakki edilebilir mesela; kalbin her daim şüphede bulunması, de­vamlı olarak sıkıntı duyması, elinin altında yeterince mal ve mülk olduğu halde onlardan istediği gibi faydalanamaması ya da de­vamlı ızdıraplı bir hayat yaşaması olarak da değerlendirilebilir. Bunlara ilaveten bir de Allah’ın bu tür kimseler için ahirette hazırladığı cezalar da işin cabası

“Ahiret  azabı  ise  daha  çetindir.   Allah’a  karşı  onları koruyan da yoktur.”  [119]

Meleklerin yaptıkları duayla Kur’an-ı Kerim arasında bir mutabıklığın olduğunu görebiliriz

“Elinde bulunandan verenin, Allah’a karşı gelmekten sakınanın, en güzel söz olan Allah’ın birliğini doğrula­yanın işlerini kolaylaştırırız. Ama cimrilik eden, ken­dini Allah’tan müstağni sayan, en güzel sözü yalan­layan  kimsenin  güçlüğe  uğramasını  kolaylaştırırız.” [120]

Ayeti kerimede geçen kişinin kolay yola hazırlanması, ‘Allah’ım! infak edenin malının yerini doldur.’ sözünün karşılığına denktir. Şiddetli yola hazırlanması ise ‘Allah’ım! cimrilik edenin malını da telef et’ sözünün karşılığına denktir. Dolayısıyla me­sele, ‘Malın yerinin doldurulması’ ve ‘telef edilmesi ifadeleri, ‘dünya mallarıyla yerinin doldurulması’ ve yine ‘dünya mallarıyla telef edilmesi’ ifadelerinden daha geniş ve daha kapsamlıdır.

 

Ya Hayır Söyle Ya Sus

 

Soru

 

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. “Ya hayır söyle ya sus” O zaman bu hadis ışığı altında çok konuşmak haram oluyor, değil mi?

 

Cevap

 

Dilin afetleriyle alakalı olarak Peygamber (s.a.v)’den bir çok rivayetler mevcuttur. Bunlardan bir iki tanesi de şunlardır.

“Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır konuşsun ya da sussun.” [121]

“Allah hayır söyleyip de zengin olanla susup da selamet bu­lana rahmet etsin” [122] Çok konuşmak bazen insanı, içinden çıkılmaz durumlara sürükler. Dilin afetleri vardır. İmam Gazali dilin tam yirmi afetini sayar; yalancılık, gıybet, kovuculuk, yalancı şahitlik, yalan yere yemin, insanların namusları hakkında konuşmak, malayani şeylerden konuşmak, başkalarını alaya almak ve aşağılamak.

Hatta Şeyh Abdulgani Nablusi dilin afetlerini yetmiş ikiye kadar çıkartmıştır. Bu konunun açıklamaları oldukça uzun.

Bir kişi çok konuştuğu zaman hataya düşmesi, dilini onun bu­nun namusuna uzatmaya gıybetle insanların etini yemeye yaka­lanması kaçınılmaz olur. Bundan dolayı susmak selamet vesile­dir. Bu demek değildir ki kişi duyduklarını hiç konuşmadan tutacak ve hiç kımıldamadan duracaktır. Hayır, sadece konuşun­ca hayır konuşulacak yani Allah’ın razı olacağı şeyleri konuşa­caktır.

Bilindiği gibi eskilerden beri insanların dilinde hep şu söz dolaşır; “Söz gümüş ise, sükut altındır.”

Şair şöyle der;

Dilini koru ey insan!

O yılandır sokmasın.

Niceleri var mezarda,

Onlar dilinin kurbanıdır.

Nice kahramanlar,

Dilden sakınırlardı.

Sadece ahirette değil dünyada da insan dilinin hatasından do­layı ortaya çıkacak neticeleri görebiliyor. Çok konuşması sebe­biyle zararlara, musibetlere duçar kalıyor. O halde dilin hata­larından sakınmak gerekir. İşte bu sebeple şöyle söylemiş şair;

Genç dilinin sürçmesiyle ölür.

Yoksa ayak sürçmesinden değil.

Dil sürçmesi kelle alır,

Ayak sürçmesiyle yaralanan

Bir müddet sonra iyileşir.

Bu konu hakkında yine şöyle bir söz vardır. “Sen sözünün sahibisin. Ama onu ağzından çıkardıktan sonra o senin sahibin olur” Öyleyse insanın gevezelik etmemesi gerekir.

Çok konuşan insanlar genelde hata yapar, onun bunun diline düşerler. Bu nedenle Allah’ın murakabesi üzerinde olan ve O’dan korkan bir mü’mine gereken, sözünü bilerek konuşması, konuş­tuğunun lehine mi aleyhine mi olacağının hesabım yapmasıdır. Çünkü ilahi kalem insanın ağzından çıkan her sözü kayda alır ve onu bir kitaba işler.

“And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendi­sine fısıldadıklarını biz biliriz; Biz ona şah damarın­dan daha yakınız. Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler.” [123]

Konuştuğu sözlerin amelleri gibi yazıldığını, onlardan hesaba çekileceğini bilen bir insan az konuşur. Yalnızca kendisini ilgilen­diren şeylerden bahseder. İşte bu da selamettir.

Öyleyse ya hayır söyle ki, kazanasın ya da sus ki, selamet bulasın.

 

Sahih-i Buhari’nin Savunması

 

Soru

 

‘El-Arabi’ gazetesinin 11 Şevval 1375 (Şubat 1966) seksenyedinci sayısının ‘Sorun söyleyelim’ kösesinde Sayın Abdulvaris Kebir’in, ‘Cabirü asarati’l-Kiram’ takma adını kullanan Iraklı bir müslüman araştırmacının sahabeleri ve Buhariyi müdafa eden bir yazısına reddiyesini yayınlamıştı. Bu reddiyede şunlara yer veril­miş:”… Ben Ebu Hureyre’nin ve diğer sahabelerin, Buhari’nin ve diğer sahih kitap sahiplerinin hadis uydurduklarını iddia etmiyor­um. Akla ve mantığa uygun olmadığı için bir hadisin zayıf ve uy­durma da olduğunu söylemiyorum. Aksine bu konuda Hem de eski ve yeni bir çok alimden rivayet edilen pek çok görüş vardır. İmam İbn Teymiyye, Kastelani, Zehebi, Beyhaki, Taberani Darektuni, Heysemi, Suyuti ve Askalani gibi.

Mevzu hadislerden bahsetmek için şu sütunlar yeterli değildir. Bununla birlikte ey Cabiri asarati’l Kiram! senin meydan okuyuşuna da cevap vereceğim. Şimdi sana soruyorum Peygam­ber (s.a.v) nasıl olurda ‘ Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır ‘

‘Ashabımın ihtilafında rahmet vardır.’ diyebilir? Oysa Allah Teala muhkem kitabında şunları söylemektedir.

“Dini ikame edin, ayrılığa düşmeyin.” [124]

“Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sardın ayrılığa düşmeyin.” [125]

“Allah’ın kitabında ayrılığa düşenler şüphesiz derin bir çık­mazdadırlar.” [126]

Aklım almıyor benim ‘Doyuruncaya kadar (müslüman) karde­şine ekmek veren kanıncaya kadar su içiren kişiyi Allah Teala cehennem azabından yedi hendek uzaklaştırır ki her hendek arasında beşyüz senelik bir yürüyüş vardır.’ Peki her gün karın­larını doyuruncaya kadar ekmek veren ve kanıncaya kadar da su veren kişilerin mükafatı ne kadar olacak?

‘Dünya ahiret ehline haramdır. Ahirette dünya ehline ha­ramdır,’ bir Peygamberin böyle söylemesi nasıl düşünülebilir? Allah Teala mukem kitabında şunları söylemektedir

“Allah’ın sana verdiği mal ve ahiret yurdunu iste.’Dünyadan da nasibini unutma.”[127]

“De ki Allah’ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rıziklan kim haram etmiş.”[128]

Resulullah (s.a.v) nasıl şöyle diyebilir? Taun, kardeşiniz cin­lerin yarasıdır.’ ‘Sizin düşmanlarınız cinlerdir’ ‘Salih kimselerin iyilikleri mukarreb (Melekler ve Enbiya)’lar için günah ve kötü­lüktür. ‘

‘Kendinize güvercin edinin. Çünkü onlar, çocuklarınızdan cinleri uzaklaştırırlar.’

‘Sürekli kabak yiyin. Çünkü kabak, beyni güçlendirir. Sürekli mercimek yiyin. Çünkü mercimek, yetmiş peygamberin diliyle kutsanmıştır.’

‘Sofralarınızı bakla ile süsleyin. Çünkü bakla, şeytanı kovar.’ Peygamberin böyle şeyler söyleyebileceğine aklınız kesiyor mu?

Sadece bunlar değil Cabir bey! Sahih-i Buhari ve diğer sahih kitaplarda bunlardan daha acı ve daha dehşetlileri var. Hem de Allah’ın kullarına emrettiklerine ve Kitab’ında bulunanlara aykırı­lık teşkil ediyorlar.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“Sana hayızdan sorarlar. De ki; o bir ezadır. Hayızlı iken ha­nımlarınızdan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaş­mayın,” [129]

Hayızlı iken bir kişinin hanımına yaklaşmaması kesin bir emir olarak Kur’an’da belirtilmiştir. Fakat Buhari ve onun gibi daha bir çokları Allah onlara mağfiret etsin. Hz. Aişe’ye nisbetle şu ha­disi rivayet ediyorlar. Hz. Aişe şöyle buyuruyor. ‘Peygamber bana peştamalimi giymemi emreder sonra da hayızlı olduğum halde benimle oynaşırdı.’

Bu hadisin bir benzeri de, peygamberin hanımlarından birisi olan Meymune’ye nisbet edilmektedir.

İnsanların bu tür hadislerden anladıkları tek şey; Allah Re­sulü hayızlı dönemlerinde hanımlarıyla cinsi münasebette bulu­nuyordu. Hem de Allah Teala’nın emrine aykırı olarak.

Sen buna razı olur musun? ya da herhangi bir müslüman razı olur mu? Bu tür çirkin hareketlerin bir Peygamber’den çıkması beklenir mi? Hele hele de Peygamberlerin efendisinden.

Bir de şunu dinle Cabir Bey! Allah Teala Maide ve Nisa sure­lerinde geçen cenabetlikten temizlenme ile ilgili ayette şunları söylemekte;

“Veya kadınlara dokunmuş sanız bu halde su bulamamış sanız, temiz bir toprakla teyemmüm edin.” [130]

Buhari ise şöyle diyor; Bir adam Hz. Ömer’e gelip şöyle dedi; ben cünup oldum ve (temizlenmek için) su bulamadım. Hz. Ömer de şöyle cevap verir; öyleyse namaz kılma!

Ocağın üçüncü taşı, bu da Zeyt b. Enes’ten rivayet edilen ve sahih senetlerle ‘Buhari ve Müslim’de’ geçen bir hadisle tamam­lanmaktadır. Bu hadisi Ihkam’ adlı kitabında İbn Hazm da sahih olarak belirtmiş ve aynı zamanda Tahavi ‘Müşkil’il Asar’ adlı ki­tabında aynı hadisi rivayet etmiştir. Hadisi Zeyd b. Enes şöyle rivayet etmektedir. “Ramazanda dolu yağdı. Ebu Talha da dedi ki; bana bu doludan biraz ver. Ve oruçlu olduğu halde doludan yemeye başladı’. Ben de dedim ki; sen oruçlu olduğun halde do­luyu yiyorsun. O da, dolu gökten yağar ve bizim içimizi temizler. Dolu ne yiyecektir ne de içecek. Sadece berekettir, dedi. Ben de Allah Resulü (s.a.v)’nün yanına vardım ve bu durumu kendisine bildirdim. Allah Resulü (s.a.v) de şöyle buyurdular; onu amcan­dan al!

Cabir Bey! şayet bu hadis sahihse Öyleyse ramazanda dolu yemek orucu bozmaz. Bu tür rivayetler Buhari, Müslim ve diğer sahih olarak bilinen hadis kitaplarında yer alsa bile hiç bir müslüman kalkıp da bunların doğru olduğunu söyleyemez!

Bu nedenle bizler, tefsir ve hadis kitaplarını bu gibi safsata­lardan temizlemek istiyoruz.

Tüm bunlardan sonra meydan okumaya devam ediyor musu­nuz? Herne durumda olursa olsun ben mücadele eldivenini giy­meye hazırım.[131]

Buhari’ye saldırmak için ortamlar hazırlamak amacıyla bir kaç tane mevzu veya icma ile asılsız oldukları ısbatlanmış hadisler nakletmiştir. Oysa bu hadisleri nakletmesine gerek bile yoktu. Ayrıca ömürlerini sünnet-i nebeviyye yolunda harcamış, hadisle­ri bozguncuların elinden korumaya kendilerini adamış ve batıl zihniyetli kimselerin elinden hadisleri korumak için günlerini ver­miş olan alimlerin gayretli çalışmalarından da sitayişle bahset­miştir. Abdullah b. Mubarek’e; “Bu hadisler mevzu hadislerdir denildiğinde” şu cevabı vermiş “Mütehassıs alimler de zaten bu­nun için varlar.” Abdullah b. Mübarek gerçekten doğru söylemiş. Alimler bu hadisler için yaşamışlardı. Onlar öldüler. Hamd olsun Allah dinini korudu ve va’dini yerine getirdi.

“Bu Kur’an’ı Biz indirdik ve yine onu koruyacak da Biziz. ” [132]

Hiç şüphesiz Kur’an’ı korumak, onu açıklayan ve şerh eden şeyleri korumakla olur. İşte bu da, Allah Teala’nın kendisine şu ayetlerle hitapta bulunduğu sünnetlerdir.

“Biz sana zikri  indirdik ki, insanlara kendilerine ne­yin indirildiğini açıklayasın.” [133]

Gazetede makalesi yayınlanan üstadın ‘Mercimek yiyin. Çünkü mercimek yetmiş peygamberin diliyle kutsanmıştır’ gibi­sinden batıl olduğu aşikar olan bir takım uydurma sözleri bir araya getirip söylemesi ciddiyetle bağdaşmaz. Tartışmanın yapıldığı konunun aslı, tefsir ve hadis kitaplarını onların içinde bulunan şaibelerden ve israiliyat türü safsatalardan temizlemekmiş güya.

Bu gibi yerlerde bu tür sözlerin ve konuşmaların söylenmesi okuyucuların zihinlerinde bir takım şüphelerin oluşmasına ortam hazırlayacaktır; hadis kitaplarında batıl rivayetler bulunmuş ya da batıl rivayetlere güvenmişler ya da hadis alimleri batıl hadis­lerin dereceleri hakkında susup hiç bir açıklama yapmamışlar his­sini verecektir. Bu da gösteriyor ki, bu tür saldırıların gerisinde yatan niyet, islam dini, onun kaynakları ve imamları hakkında şüphe uyandırmak. Ellerine geçen her fırsatta islamı sarsmak ve baltalamaktır.

Bundan daha da garibi, yazar batıl oldukları şüphe götürme­yen hadisleri sıralamış. Sonra da tek bir sözle şöyle diyebilmiş; ‘Sadece bu kadar değil, Sahih-i Buhari’de ve diğer sahih kitapla­rında bunlardan daha müthiş ve daha acısı var. Hem de Allah’ın emrettiklerine ve Kitab’ında indirdiklerine aykırı oldukları halde.’

Hay Allah! Sahih-i Buharı ve diğer hadis kitapları bu adamın anlattığı uydurma ve batıl hadislerden daha müthiş ve daha mı acı gerçekten? Allah’a yemin olsun ki, şayet söyledikleri doğru olsa, sayın yazarımız asrımızda bu gerçeği ortaya çıkaran en büyük bir kişi unvanım kazanmış olurdu. Hem de asırlardır islam Ümmetinin gözünden kaçan gerçekleri açığa çıkarmış olarak. Hat­ta ilk dönem alimlerinin başaramadığını bir çok alimi geride bırakarak günümüzde ortaya çıkmış bir alim olurdu.

Buhari’nin rivayet ettiği hadisler bu yazarın nazarında yalan ve batıl hadislerden daha kötü bir konumda.

Deve doğum sancısı çekiyor da hiç bir şey doğuramıyor. Ne bir fare ne de bir kurbağa. Yazar Buhari’nin rivayet ettiği iki ha­disten bahsediyor. Bu iki hadisin de Allah’ın kitabına aykırılık teşkil ettiğini iddia ediyor. Öyleyse biz de onun bu hatalı iddia­larını münakaşa etmek için birazcık konu üzerinde duralım;

Birinci  Hadis:

Buharı Hz. Aişe’den bu hadisi ‘Hayz Bölümü’nde rivayet ediyor. Hz. Aişe şöyle buyurmaktadır. Peygamber (s.a.v) bana peştemalimi giymemi emrederdi. Sonra da hayızlı olduğum halde

benimle oynaşırdı. Yazar şöyle söylüyor; bu türden hadisleri Hz. Meymune’ye de nisbet etmişler. Hz. Meymune de Peygamber (s.a.v)’in hanımlarından biri. Yazar hadisi, ayete aykırı görüyor.

“Sana hayizdan sorarlar. De ki, o bir ezadır. Hayızlı iken kadınlarımızdan uzak durun. Temizlenene kadar onlara  yaklaşmayın.” [134]

Asrın allemesi üstadımızın ayetle hadis arasındaki çelişkileri göstermesi gerekirdi. Bu da ancak ayette geçen ‘ i’tizal’ kelimesi ile hadisde rivayet edilen ‘mübaşere’ kelimesinden nelerin kaste­dildiğini açıklamakla mümkündür. Böylece okurlar da gerçekten bir zıtlığın var olup olmadığını anlamış olacaklardır.

Öyle gözüküyor ki, yazar hadiste geçen ‘Mübaşere’ kelimesi­ni ‘cima’ manasında almış. Evet bazen bu manaya da gelir. “Artık onlara yaklaşabilirsiniz” ayeti kerimesinde ‘mübaşere’ kelimesi ‘cima’ manasına gelir. Aynı zamanda ayetteki ‘i’tizal (uzak dur­mak)’ kelimesini de kendini tam manasıyla kadından uzak tut­mak ya da onunla aynı yatakta yatmamak ve bedenini ondan uzak tutmak olarak algılamış olabilir.

Her iki anlayış da sakıncalı ve hatalıdır.

‘Mübaşere’ kelimesini ‘Cima etmek’ olarak izah etmek, hadi­sin lafzını inkara yeltenmeye götürür. Çünkü Hz. Aişe (r.a) şöyle buyurmuştur. “Peygamber {s.a.v) bana peştemalimi giymemi emrederdi. Sonra da benimle mübaşerede (oynaşma) bulunurdu.” Peygamber (s.a.v)’in izar (peştemal) giymesini emretmesi onun­la (mübaşerede) oynaşmada bulunması içindir.

Bu gerçek Müslim’de Hz. Aişe’den rivayet edilen şu hadisi de doğruluyor. “Peygamber (s.a.v) hayızlı olduğum halde benimle yatıyordu. Benimle onun arasında bir elbise vardı.”

Bu yazar bey, biraz durup düşünseydi ve islamın en yakın kaynaklarına müracaat etseydi. Mesela, sözlük, tefsir, garip ha­disler ve onların şerhleri gibi kaynaklara o zaman onu heyecan­landırıp yerinden hoplatmaya vesile olan ‘mübaşere1 kelimesinin manasını da anlamış olurdu. Kamus (Arapça sözlük)’da şöyle denmektedir. Başere el-mer’ete kadınla cima etti (yani cinsi münasebete girdi) ya da her ikisi (erkek ve kadın) bir elbise içinde birbirlerine yaklaştılar manasına gelir. Şayet yazar bey, kamusda kelimelerin bulunması metodunu bilmiyorsa o zaman Mısır Dil Komitesi’nin en son çıkardığı mu’cemlerden birini alma gücüne sahiptir herhalde. Bu sözlükte ‘El-mu’cem El-vasit’ bahis konusu kelimeyi şu şekilde tarif ediyor; Başere zevcehu, mubaşereten, ve bişaren. Kadına dokundu. Bir birlerine dokundu­lar. İlişki kurdular, öpüştüler.

‘Mübaşere’ kelimesi Kur’an’da ise cima ‘ilişki kurmak1, öpmek ve temasta bulunmak anlamında kullanılmıştır. Cima manasında sadece bir ayette geçmektedir. Sünnet-i nebeviyye, karine ve siyak kelimenin bu manada kullanıldığını gösteriyor. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“..artık onlara yaklaşabilirsiniz. Allah’ın sizin için taktir ettiğini dileyin. Tan yerinde beyaz iplik siyah iplikten sizce ayrılıncaya dek, yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescitlerde itikafa çekildi­ğinizde  kadınlarınıza yaklaşmayın…” [135]

Mescitlerde i’tikaf sırasında nehyedilen ‘mübaşere’ öpmek, dokunmak ve buna benzer şeylerdir. Çünkü bunlar mescidlerde i’tikaf esnasında olabilecek şeylerdir.

Ramazan gecesi yapılması emredilen ‘mübaşere’ ise cima ‘cinsi münasebet’ manasında kullanılmıştır. Çünkü siyak ‘Allah’ın sizin için taktir ettiğini dileyin’ buna delildir. Kurtubi ve diğer müfessirler ‘Artık onlarla cinsi münasebet kurabilirsiniz’ ayetinde geçen mübaşere kelimesinin cimadan kinaye (mecaz) olarak kul­lanıldığını söylemiştir. Mübaşere kelimesinin kullanılmasından maksat, eşlerin tenlerinin birbirlerine değmesinden ötürüdür.

Böylece mübaşere kelimesinin, cima olarak kullanılmasının gerçek manada değil de mecazi olduğunu anladık. Mecaz hiç bir zaman hakiki manayı ortadan kaldıramaz. Aksine hakiki mana zıddına bir delil bulunmadıkça asıldır.

Öyleyse Hz. Aişe’den rivayet edilen hadiste geçen ‘müba­şere’ kelimesini cima olarak algılamak büyük bir hatadır. Şayet yazar bey hadiste geçen mübaşere kelimesini hatalı olarak anlamamışsa demek ki, ayette geçen ‘hayızlı iken hanımlarınızdan uzak durun’ i’tizal (uzak durmak) kelimesini yanlış anladığından dolayı, yukardaki saçma iddialarda bulunmuştur.

Yazar beyin en büyük yanılgısı da şudur, içindeki gizli niyet­lerden ötürü nasları anlamada zan ve hırsa kapılmakta acele et­mektedir. Sonra da bu anlayışına dayanarak bir takım sonuçlar çıkarıp bu sonuçlarla insanları zorlamaya, dinlerini ve peygam­berlerinin sünnetini terkettirmeye çalışmaktadır.

Ayeti Kerime’de annelerin kastedildiğini anlaması için ya­zarın, kaynaklara müracaat etmeye, ilim ehline sormaya ve kendi görüşlerine göre söz söylemekte aceleci davranmamaya özen göstermesi gerekirdi. Ebu Bekir (r.a) şöyle buyurmaktadır. Allah’ın kitabı hakkında bilmediğim birşey söylersem hangi gökyüzü beni altına alır ve hangi yeryüzü beni üzerinde taşır.

Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır. Kim ki, Kur’an hak­kında bilmediği birşey söyler ve kendi kafasına göre görüşler ileri sürerse cehennemdeki yerini hazırlasın.[136]

Ayetlerden kastedilen manayı hadisler açıklamıştır. Bazı ayetlerin manasını da karineler, çeşitli bilgiler ve sebepler (nüzul sebepleri) ortaya çıkarmıştır. Sahabe, ayetlerin mana­larını çok daha iyi biliyordu. Bu manaları onlardan tabiin aldı. Dolayısıyla onların ilmine başvurmak ve bu gibi konularda onlardan istifade etmek gerekir.

Oysa bilgiçlik taslayıp, kaynaklar ortada iken onları kullan­mamak ve Kur’an’a saldırıp delilsiz uydurmalarla onlar hakkında söz söylemek ne ilmin ne de dinin kabul ettiği bir metoddur. Hadis-i şerifte şöyle geçmektedir. Kim Allah’ın kitabı hakkında ken­di görüşüne göre konuşursa isabetli de olsa hata etmiştir.

İbn Kesir şöyle der Çünkü bu tür konularda konuşmak insanı bilmediği konularda konuşmaya ve emredildiğinin dışında aksi yollara sürüklenmeye sevk eder. Doğru bir hüküm verse de ha­talıdır. Çünkü yapılan iş yerinde bir iş değildir. Bu durum, bilme­diği halde insanlara hüküm veren kişinin durumuna benzer. Doğruya isabet etse de Allah’ın kitabı hakkında kendi nefsine göre konuşan kişi cehennemliktir. Çünkü o, hatalı hüküm veren­den daha az bir suç işlememiştir. (İbn Kesir’in mukaddimesin­den)

Kur’an’dan sonra ikinci büyük kaynak hükmünde olan Sahih-i Buhari’nin hatalı olduğunu söylemeye, her asırdaki islam alimle­rine dil uzatmaya ve onların yanlışlarını aramaya yeltenen bir in­sanın islami kaynaklara dönmesi ve onlardan faydalanması gere­kir.

Allah Resulü (s.a.v) ilmiyle, ameliyle ve takririyle Kur’an’m açıklayıcı sidir. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır

“Sana hayizdan sorarlar de ki, o bir ezadır. Hayizlı iken hanımlarınızdan uzak durun.[137]

Ayette geçen-i’tizal (uzaklaşmak) kelimesi bir çok manalara gelir. Kadının yatağından mutlak surette uzaklaşmak, yahudilerin yaptıkları gibi evlerini terketmek vb. Bazen da bedenin kadından uzak tutulması anlamına gelir. Ya da ezaya vesile olan, bu nedenle uzaklaşma emrinin geldiği ‘erkeklik organı’nı kadından uzak tutmak anlamına da gelir. Bedenin belli noktalarını uzak­laştırmak. Mesela, göbekle diz kapağı arasını. İşte burada kas­tedilen manayı sünnet bize açıklıyor. Hem kavli olarak hemde fiili olarak “Biz sana zikri indirdik ki, insanlara kendilerine neyin in­dirildiğini açıklayasın”

Allah’a hamd olsun Peygamber (s.a.v) insanlardan gizli ola­rak hiç bir şey yapmamıştır. Hatta O’nun özel ve genel bütün hayatı ümmetin malı olmuştur. Gece ne yaptığım, gündüz nelerle meşgul olduğunu, gizli açık nelerle uğraştığını, hanımları da dahil bütün sahabeler kendilerinden sonra gelecek nesle aktarmış­lardır. Çünkü sünnet onlar için teşridir. Sünnette onlar için güzel örnekler vardır.

İşte bu davranışlarından birisi de Peygamber (s.a.v)’in aybaşı hallerindeyken hanımlarıyla olan ilişkisidir. Aybaşı haliyle ilgili ayet-i kerimeyi Allah Resulü’nün fiil ve sözleri tefsir etmektedir. Yoksa ayette kastedilen i’tizal (uzaklaşma) hanımları hayızlı iken onlardan uzaklaşan ve aynı evde oturmayan yahudilerin uzaklaşması gibi değildir. Senelerce ensar da aynı şeyi yahudilerden etkilendikleri için uygulaya gelmişlerdi. Bu konuda neyin haram ve neyin helal olduğunu Peygamber (s.a.v)’e sorduk­larında yukarıda bahsini yaptığımız ayet inmiştir. Peygamber (s.a.v) de bu ayeti hem sözüyle hem de fiiliyle açıklamıştır.

Mü’minlerin anneleri, O’nun her davranış ve ilişkisinde izle­diği doğru yolu müslümanlara tebliğ etmek, Resulullah (s.a.v)’ın sünneti dışında kalan aşırılıkları ve hataları düzeltmek ve gerekli bilgileri vermek hususunda çok büyük gayretler sarf etmişlerdir.

İbn Abbas’ın cariyesi Bedret bir rivayetinde şöyle demekte­dir. Meymune b. Haris ile Hafsa -ki onlar Resulu İlah’ın pak hanımları, mü’minlerin anneleridir- beni İbn Abbas (r.a)’ın hanımına gönderdiler. Onlar arasında kadınlardan taraf bir akra­balık vardı. Oraya gittiğim de İbn Abbas ile hanımının yataklarının ayrı ayrı yerlerde olduğunu gördüm. Ben bunu onların dargın olmalarına yordum, oysa sebebini sorunca bana şöyle ce­vap verdi; ben hayıziı olduğumda yatağımız ayrılır. Döndüğümde durumu Peygamber’in hanımlarına haber verdim. Beni İbn Abbas’a göndererek dediler ki; git ona söyle; Peygamberin zev­cesi diyor ki; Ey İbn Abbas! sen Resulullah’ın sünnetinden yüz mü çeviriyorsun? Resulullah hanımları hayıziı iken de onlarla be­raber aynı yatakta yatardı. Aralarında diz boyunu aşmayan bir elbiseden başka bir şey yoktu.[138]

Resulullah (sav)’in, hanımları hayızlı olduklarında, peştemal giymeyi emretmesi, ashabını buna zorlaması anlamına gelmez. Doğrusu O (sav) bu hareketiyle, eza veren yerler (cinsel organ) hariç bütün bedenden istifade etmenin mübahlığını gösteriyordu. Bütün bunlar böyle günlerde tedbir ve ihtiyat olsun diye peştemal sarınmanın müstehap olduğunu gösterir. Müslim’de Hz. Enes’den bir rivayet var. Yahudiler, hanımları hayızlı iken onlarla hiç birşey yemezler ve aynı evde bile oturmazlardı. Sa­habe Peygamber (s.a.v)’e bu konu hakkında sorular yöneltince şu ayetler indi. “Sana hayizdan sorarlar de ki, o bir eza­dır. Hayızlı iken hanımlarınızdan uzak durun. Temizle­nene kadar onlara yaklaşmayın.” Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır “(Hayızlı iken) cinsel temas hariç her şeyi yapın” Bu haber yahudilerin kulağına gittiğinde Bu adam (Muhammed) bize muhalefet etmediği hiç bir şey bırakmadı demeye başla­dılar.

Useyd b. Hudeyr ile Abbad b. Bişr Allah Resulüne gelip dediler ki; Ey Allah’ın Resulü! Yahudiler böyle böyle diyorlar. Onlara muhalefet olsun diye hanımlarımızla ilişki kuramazmıyız? Pey­gamber (s.a.v)’in yüzünün rengi değişti. Kurtubi ve diğer bazı ulema şöyle demektedir. Yahudiler ve mecusiler hayıziı kadından sakmırlardı. Hiristiyanlar da hanımları hayızlı iken cinsi münase­bette bulunurlardı. Allah Teala ise bu ikisi arasında orta yolu em­retti.[139]

Ayetlerin nebevi tefsiri ve onların işlevsel tatbikinin gayesi,ifrat ve tefritçiler arasında islamı orta bir yola oturtmaktır. Tüm bunlardan sonra bir müslüman kalkıp da Kur’an-ı Kerimle Hz. Aişe ve Hz. Meymune tarafından rivayet edilen ve Buhari’de geçen hadis arasında herhangi bir zıtlığın olduğunu söylemesi doğru olur mu? ya da bu hadisin Allah Teala’nın kitabında bulu­nan hükümlere ters düşen hadislerin Sahih-i Buhari’de bulun­duğunu söylemek mümkün müdür? Veya hutta sıhhati üzerinde it­tifak edilmiş bu hadisin iftira ve münker olduğuna hüküm vermek akla mantığa sığar mı?

Ne garip! haksız yere fetva makamına oturan yazar bey, Buhari’nin ve diğer hadis imamlarının ‘Allah Resulü böyle dedi, de­yiveren herkese, ha öyle mi sen doğru söyledin.’ deyipte sevinçle her önlerine gelen kişiden hadis aldıklarını zannediyor olsa ge­rek.

Hayır, bu kadar basit değil sayın fetvacı bey! Onlar bir hadi­sin kaynağını ve aslını bilmeden kabul etmezlerdi. Bu sayede bu dini diğer dinlerden farklı ve eşsiz kılan isnat metodunu ortaya koydular.

İbn Şirin şöyle demektedir; “Bu (hadis) ilmi dinin kendisidir. Dininizi kimden aldığınıza bakınız.”

Bir başkası da şöyle buyurmuştur; Gece karanlığa konuşur gibi isnatsız ilim arama.

Kıssa ve ibretlerle dolu bir tefsiri okuduğunda imam Safi şunları söylemiştir. Ey kendini ilme nisbet eden adam! Keşke yazdıklarının bir mesnedi olsaydı.

Zikredilen her isnadı da kabul etmezlerdi. Hatta her senet ravisini tahlil süzgecinden geçirirler ve çeşitli araştırmalar yapar­lardı. Mesela onun zekası hakkında, dini yaşantısı hakkında, ah­laki konumu hakkında, mensup olduğu hocaları ve yetiştirdiği ta­lebeleri hakkında tafsilatlı araştırmalara girerlerdi.

Bunlarda şüpheli gördüklerine itimat etmez ve onların riva­yetlerini zikretmezlerdi. Doğruluğuna, hıfzına, adaletine ve zabtına dair delil olanların verdikleri rivayetleri alırlardı. İşte bu geniş ve kapsamlı araştırmanın semeresi olarak ortaya iki yeni ilim çıktı; hadis ravileri ilmi ile, cerh ve ta’dil ilmi.

Hadis alimleri Resulullah’tan kendi kulağıyla hadis duymuş olanlardan hadis almak için ufuktan ufuğa mesafeler katediyorlardı. Said b. Müseyyeb şöyle demektedir Biz bir hadis almak için gece gündüz yol katederdik.

Adamın biri Şa’bi’den bir şey sordu. Şa’bi de fetvasını verdik­ten sonra şöyle dedi Biz herne kadar bir hadis almak için Kufe’den Medine’ye kadar yürümüş olsak da sen onu hiç bir karşılık ödemeden al.

Buna örnek olarak yazar beyin reddettiği, iftira ve münker bir hadis olarak gösterdiği Hz. Aişe’den rivayet edilen hadisi gösterebiliriz. Hadis ilminden azıcık anlayan bir kimse nazarında bu hadisin senedinin güneş ışığı gibi parıl parıl parladığı görülecektir. Buhari’ye bu hadisi, şeyhi Kubeysa b. Ukba Sufyan’dan o, Mansur, İbrahim’den o da Esved’den, Esved de Aişe’den rivayet etmiştir. Bu hadisin senedinde geçen ravilerin hepsi de Kufelidir. Halef selef yoluyla hadisi birbirlerinden işitmişlerdir. Hepsi de Abdullah b. Mesud’un kurduğu Küfe med­resesinin güzide talebeleridir ve hepside dalında; hadis, fıkıh, akaid gibi ilimlerde otorite sahibi kimselerdir. Esvet, Alkame, İbrahim, Hammad b. Süleyman, Süfyan-ı Servi, Ebu Hanife En-Nu’man ve islamın diğer önder sayılacak şahsiyetleri bu medre­sede yetişmiştir.

Hz. Aişe’den rivayet edilen hadisin ravileri; Süfyan-ı Servi, Mansur b. Mu’temer, İbrahim Nehai, Esvet en-Nehai. Hepsi de ilmin görkemli dağları, rivayet denizi, din imamlarının önderi ko­numunda şahsiyetler. Onların emanet ve ilminden bir parça dahi şüphe duyulamaz.

Sayın yazar bey ise asrımızın gerilerinden ani bir çıkışla bu alimleri emanete hiyanetle, sapıklıkla ve dini tahrif etmekle suçluyor. Onların münker ve iftira hadisler rivayet ederek Resulullah’a yalancılık isnat ettiklerini savunuyor. Allah’ım bu ne büyük bir iftira!

Aynı zamanda Buhari bu hadisi sadece yukarıda sıraladığımız senetle ve yolla rivayet etmiyor. Aksine hadis Hz. Aişe’den bir­den fazla yolla rivayet ediliyor.

Bu hadis sadece Peygamber (s.a.v)’in hanımlarından Hz. Aişe tarafından da rivayet edilmemiştir. Buhari Hz. Meymune’den de rivayet etmiştir. Hz. Aişe ve Meymune’den rivayet edilen mezkur hadisi sadece Buhari de rivayet etmemiş. Tüm hadis ki­tapları, sıhhati üzerinde icma olduğundan ve hüsnü kabulle karşılandığından mütekaddim ve müteahhir alimler tarafından ri­vayet edilmiştir.

Ömrüme yemin olsun, şayet zikrettiğimiz senet Hz. Aişe’-nin rivayet ettiği hadis Yazar beyin iddia ettiği gibi münker ve if­tira olsaydı hâşâ o zaman bu din batıl olurdu. Sünnet-i seniyye şüpheli duruma düşerdi. Ümmetin şanlı tarihi yalan-dolandan iba­ret olurdu. Tarih mirasına hurafe karışırdı. Dinin önder alimleri de din ve toplum tarihinin yakından tanıdığı sahtekarlar olurlardı.

Yazar bey makalesinin baş tarafında ne Ebu Hureyre’yi ne de Buhariy’i hadis uydurmakla itham etmediğini iddia ediyor. Halbu ki, onlarla birlikte diğer islam alimlerini de suçluyor ki onlar çağların en hayırlısı olan asr-ı saadeti izleyen çağlarda yaşamışlardır. Tüm islam önderlerini cehaletle, gafletle ve bağnazlıkla suçluyor. Oysa onların rivyet ettikleri hadisler asırladır hüsn-ü kabulle karşılanmış ve ravileri övülmüştür. Dinde imamet vasfına haiz olmuşlardır. Ta ki, ‘El-Arabi’ dergisi­nin fetvacısı çıkıp, bu erdemli insanları, ağıza almaktan esef duy­duğumuz şekillerle nitelendirinceye kadar.

Ebu Yusuf a şöyle soruldu; Selif-i salihine söven bir adamın şahitliğini kabul eder misiniz? O da şöyle cevap verdi; ben komşusuna söven bir kimsenin şahitliğini kabul etmem nasıl olurda bu ümmetin en hayırlılarına söven bir insanın şahitliğini kabul edeyim?

Öyleyse ben de şöyle derim; ümmetin dinine yeni yeni kaide­ler ve kurallar getirip sosyalistlerin, oryantalistlerin ve laiklerin ağzım sulandırmak için ümmete söven bir insanın şahitliği nasıl kabul edilsin? Yarabbi içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizleri helak etme.

Yazar beyin, Bahuri ve onun sahihine dil uzatmak için daya­nak olarak getirdiği ikinci hadise geçelim. Yazar bey şöyle diyor:

Cenabetlikten temizlenmekle ilgili ayetlerde Allah Teala Nisa ve Maide surelerinde şöyle buyurmaktadır, “…kadınlara yaklaşmışsamz ve su bulamamışsanız, temiz bir top­rakla teyemmüm edin.” Buhari ise şöyle rivayet ediyor Bir adam Hz. Ömer gelir ve şöyle der; Ya Ömer! Ben cünup oldum ve su bulamadım. Ömer de; öyleyse namaz kılma, der. Şayet bu yazar bozuntusu ilme ve gazetenin yayın yaptığı insanların akıllarına birazcık saygı duysaydı bu tür iddialara da cür’et ede­meyecekti. Bu lafızla hadisi, Buhari sahihinde rivayet etme­miştir. Hem de yazar bey (utanmadan da) Buhari şöyle diyor, diyebiliyor. Böyle söylemekle anılan hadisin Buhari’de bulun­duğunu vurgulamaya çalışıyor. Gerçeğe karşı bundan daha büyük bir yalan ve bundan daha büyük bir uydurma olamazdı.

Bütün bunlardan sonra, bilgiçlik iddiasındaki yazarı kendi ha­line bırakıyor ve cevabı hadisten almaya çalışıyoruz. Bu hadisi ilim, fazilet ve dini yaşantı bakımından Buhari’den geri kalmayan Müslim de rivayet etmiştir.

Yazar beyin içine düştüğü en büyük hata; işi aceleye getire­rek düşüncesizce beİli bir noktada çakılıp kalmasıdır. ‘Kadınlara yaklaşmayınız’ ayet-i kerimesini, cünüplükten temizlenme hükmü için bir nass olarak telakki etmiştir. Ona göre Buhari, bu hükme aykırı olabilecek bir hadis rivayet etmişse, o hadis münker ve uy­durmadır.

Yazar bey şayet gerçeği ortaya çıkarma uğraşındaysa, biraz hadisin üzerinde durup onunla ilgili araştırma yapsaydı ‘Mii-başere’ ve ‘Lems’ kelimesinin cima manasında olmadığını aksinegerçek manasında değil de kinaye ve mecaz yoluyla cimaya dela­let ettiğini anlayabilirdi. Sahabe ve ondan sonra gelenler (Tabiin) bu konuda ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas ayette geçen ‘Lems’ ke­limesini ‘Cima’ olarak almıştır. Ebu Hanife de aynı şekilde kullanmıştır. Hz. Ömer, oğlu Abdullah ve İbn Mesud kadına dokun­manın abdesti bozacağım söylemişler. İbn Kesir şöyle der: Bu, Şafii ve arkadaşlarının, Malik’in ve Ahmet b. Hanbel’in meşhur görüşleridir. Mülamese kelimesini değişik anlamlarda telakki eden her iki grubun da kendilerine göre bazı delilleri vardır. Fa­kat burası, onların delillerini anlatmanın yeri değildir. Ama önemli olan şudur; bahsi geçen ayet, cünuplukla ilgili hüküm için bir nass değildir. Lakin ne söylediğini bilmeyen yazar bey, bir takım evhamlara kapılmıştır.

Hz Ömer’in cünüp olup da su bulamayana söyledeği sözü ise, onun bir içtihadıdır. İçtihadında hata etmiştir. Hatta hata ettiği için de sadece bir ecir alır. Hz. Ömer ma’sum değil ya. İçtihat konusunda hata yapan ilk kişi Hz. Ömer de değil, aynı zamanda bu, onun ilk hatası da değil. İbn Hazm Hz Ömer’in hata ettiği veya varit olan bir hadisi unuttuğu ve bu sebeple başka sahabilerin kendisine hatırlatmada bulundukları bazı hükümler saymıştır.

Buhari ve Müslim’in sahihlerinde Hz. Ömer’in bir görüşünü ki hatalı olsa da kayıtlamayıp bizlere asr-ı saadet döneminde islami içtihada dair sahih bir örneği alim dürüstlüğüyle nakletmele­ri kusur mudur?

Allah’a yemin olsun ki bu, Buhari ve Müslim için övünülecek güzel bir şeydir. Yoksa ayıplanacak ve yerilecek bir şey değildir. Buhari ne güzel söylemiş.

Gösterdiğim güzelliklerim,

Benim kusurumsa eğer,

Söyle bana (be adam!)

Nasıl özür dileyem…

Burada yazar beyin bir kusuruna değinmeden geçeme­yeceğim. Makalesinin girişinde şöyle diyor. Sadece akıl vemantıkla uyuşmadığı için, şu hadis zayıftır bu hadis uydurmadır demeyeceğim aksine bu konuda eski ve yeni bir çok fıkıh aliminin görüşleri mevcuttur; İbn Teymiyye, Kestalani, Zehebi, Beyhaki, Taberani, Darektuni, Heysemi, Iraki, Suyuti, Askalani ve diğerleri.

Sonra da yazar bey ittifakla kabul edilmiş bir hadise dil uzatıyor. Oysa bahsini ettiği alimlerden hiç biri bu hadisin varlığı hakkında tek söz dahi söylememişlerdir. Öyle sanıyorum ki, ya­zar bey yukarıda isimlerini verdiği ve sıraladığı alimlerden hiç bi­rinin tek bir eserini bile okumamış. Buhari’ye yaptığı eleştiride, iftira ve münker dediği ve yine Buhari’nin rivayet ettiği hadisle alakalı olarak yukarıda isimlerini verdiği alimlerden hiç birinin bu konudaki görüşlerine müracaat etmemiş.

Yazar münkeri iftiradan daha kötü saymış. Oysa ne lügat ne de ıstılah bakımından durum böyledir. Uydurma hadisten daha kötüsü yoktur.

Ebu Talha hadisine ve onun ramazanda oruçlu iken dolu tane­si yemesine gelince ne Buhari ne Müslim ve ne de başka hadis alimi böyle birşey rivayet etmemiştir. Bundan dolayı biz de ce­vap verme gereği görmüyoruz. Bu rivayetin Ebu Talha’ya da­yandırılan kısmı senet bakımından sahihtir. Ama hüccet olamaz. Çünkü bu, diğer sahabelerin muhalefet ettikleri halde bir sahabe­nin yapmış olduğu bir içtihattır. Böyle bir içtihat da nazar-ı itibara alınmaz. Zaten bu görüş daha beşikteyken ölmüştür. O zaman­dan günümüze kadar böyle bir içtihadı kimse dayanak olarak edinmemiştir. Hadisin Peygamber (s.a.v)’e dayandırılan kısmı hadis alimlerinin de söyledikleri gibi sahih değildir.

Şayet yazar bey elindeki kaleme gerekli ehemmiyeti verseydi ve insanların akıllarına saygı gösterseydi bu hadisi zikretme teşebbüsünde bulunmayacaktı. Çünkü kendisiyle ‘Cabirü asara-ti’1-Kiram’ lakabını kullanan Iraklı kardeşimizin arasında meyda­na gelen tartışmanın sebebi, Buhari ve Müslim ile diğer sahih hadis kitaplarıdır. Burada bu hadisin gündeme getirilmesindeki gaye; iddia ve dil uzatma, boş şeylerle uğraşma, sadece basit ve zayıf akıllılarla geri zekalıların nazarında geçerli olan bir aldat­maca ve düzenbazlıktır.

 

Sonuç  Olarak

 

Peygamber (s.a.v)’in sünnetine yapılan bu tür saldırılar yeni değil. Bunların gerisinde onları besleyen ve destekleyen müesseseler ve kuruluşlar var. Müsteşrikler, komünistler ve laikler bu tür savaşları daima alevlendirmekte ateşin altına habire odun atmaktalar. Bu işi yapanların sahnede gözükmelerine gerek yoktur. Onların gözükmeleri kalpleri ateşlendirir, üzerle­rindeki şüpheleri alevlendirirler.

Onlara aldanan, başkalarını da aldatan çömezleri, bu işleri çekip çevirmek için yeterlidir. Misyonerlik, müsteşriktik ve kızıl dinsizlik hareketlerinin alevlendirdiği ve kendi bünyesine çektiği ne kadar çok insan varmış meğer. Onların cazibesine kendini kaptıranlar bilmeden dinin ipini elleriyle koparmaktalar. Hatta yaptıklarıyla övünüp sanki çok güzel bir şey yapıyorlarmış gibi de seviniyorlar. Dinlerini azıcık bir menfaat karşılığına satan bu bedbahtlar karınlarına sadece cehennem ateşi doldururlar.

Dikkat edin! Bu tür saldırılar, bizim hakka olan bağlılığımızı güçlendirir. Ayaklarımızı dinde sabit kılar. Onsuz Kur’an’m anlaşılmadığı, dinin ilkelerinin ve sınırlarının onsuz tesbit ve ta­yin edilemediği Allah Resulünün sünnetine olan bağlılığımız katbe kat artar.

Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurur. Kendisine tutunduğunuz müddetçe benden sonra dalalete düşmeyeceğiniz iki şeyi sizlere bırakıyorum; Allah’ın Kitab’ı ve benim Sünnet’im.

Gerçekten üzüldüğümüz nokta şurasıdır; Peygamber (s.a.v)’-in sünnetine yapılan bu çirkin saldırı, müslüman bir devlet olan kuveyt gibi bir arap devletinde yarı-resmi bir gazetede yayın­lanıyor. Ümidimiz odur ki, sorumlular hayretlere ve sıkıntılara sebep olan bu önemli mesele üzerinde dururlar ve bir çözüm geti­rirler. Biz sadece Allah’tan yardım diler ve O’na sığınırız. Her niyetin gerisinde O vardır. Allah bize yeter O, ne güzel vekildir.

 

Sinek Hadisi Çevresinde

 

Soru

 

Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyor, “Sizden birinin çanağına sinek düşünce onu kaba daldırsın. Çünkü (sineğin) bir kanadında zehir diğer kanadında da şifa (panzehir) vardır.” Sizin bu hadis hakkındaki görüşünüzü alacaktım.

Bu hadis ittifakla kabul edilen sahih bir hadis midir? Hadisi in­kar edenin veya peygamber (s.a.v) tarafından söylenip söylenmediği hakkında şüpheye düşenin durumu ne olur ? Onu inkar etmek kişiyi dinden çıkarır mı? Günümüzde bazı doktorlar bu hadisin içeriğini doğrulayanları maskaraya alacak kadar hadi­sin sıhhati konusunda etrafı tozu dumana katıyorlar. Bunu da şunun için yaptıklarını söylüyorlar; Koruyucu ve tedavi tıp ilmine göre sinek, kendisinde bulunan zararlı mikroplardan dolayı has­talıkları yayan etkenlerden biridir, sineğin tedavi için kullanıldığı bilinmediği halde nasıl olurda hadiste “Bir kanadında zehir diğer kanadında da şifa (panzehir) vardır.” diyebilir?

Bu konuya açıklık getirmenizi rica ediyorum. Yukardaki hadis etrafında oldukça çok tartışmalar çıkıyor. Hatta dinsizlerden bazıları dine dil uzatmak ve dindarları alaya almak için bu hadisi dayanak olarak kullanıyorlar.

 

Cevap

 

Sorunun cevabına gelelim. Soru bir takım açıklamaların yapıl­masını gerekli kılıyor. Özellikle de aşağıdaki noktaların açıklan­ması gerekmektedir.

 

Birincisi

 

Yukarıda bahsedilen hadisi İmam Buhari sahihinde rivayet etmiştir ve aynı zamanda sahih bir hadistir. Hadis ıstılahında bi­lindiği gibi ‘müttefekun aleyh’ değildir. Çünkü hadis alimlerine göre ‘müttefekun aleyhi Buhari ve Müslim’in Sahihi’nde geçen ve her ikisinin de ittifak ettikleri hadislere denir. Allah ikisine de rahmet etsin. Hadisi sadece Buhari rivayet etmiştir. Müslim ise kendi Sahihi’nde bu hadisten bahsetmemiştir.

Bilindiği gibi; Buhari’nin sahihinde geçen hadisler çeşitli asırlarda cumhuru ulema tarafından hüsn-ü kabulle karşılanmış hadislerdir. Özellikle de derin ilim sahibi fıkıhçılar ve hadis alim­lerinin devrinde hiç bir itiraz ve tenkide maruz kalmamıştır.

Eski alimlerden birinin çıkıp da bu hadis için bir takım şüphe­ler olduğunu söylediğini hatırlamıyorum. Aynı zamanda metin ve senedinin de sakat olduğunu söyleyen olmamıştır.

 

İkincisi

 

Bu hadisin din usulüyle herhangi bir alakası yoktur. Mesela, ilahiyat, nübüvvet ya da dinin açık-gizli toplumsal ve kişisel ve­cibeleri, helal ve haram konuları, aile, toplum, devletle alakalı teşri konular, islamın kendine özgü ahlak prensiplerini açıklayıcı herhangi bir hüküm içermiyor.

Bir müslüman ömrünü bu hadisi duymadan ve okumadan yaşasa, bu onun dinine herhangi bir zarar getirmez. Akidesine, inancına ve yaşantısına herhangi bir etkisi olmaz.

Hadis etrafında şüphelerin oluşturulması bizi pek o kadar et­kilemiyor. Zaten hadisi Buhari’nin SahüYinden çıkarsanız da bu, Allah’ın dinine herhangi bir zarar da verecek değildir.

Hadis-i şerife ilişkin ortaya atılan şüpheleri İslamın tümüne dil uzatmak için vesile edinmek mümkün değildir. İslam dini bu tür boş şüphelerle kendine dil uzatılamayacak kadar güçlü ve sağlam bir dindir.

 

Üçüncüsü

 

Her ne kadar bu hadis, hadis alimleri tarafından sahih olsa da ehat hadistir. Kesinlik ifade eden mütevatir derecesinde değildir.

Ehat hadislerin Buhari ve Müslim veya ikisinden biri ta­rafından rivayet edilmesi durumunda kesin bir bilgi mi ifade ederler, yoksa sadece kuvvetli bir zan mı veya bazı özel şartlarda bilgi mi ifade ederler? İşte alimler bu konularda ihtilafa düşmüşlerdir.

Aslında şöyle demek yeterlidir; kim ehad hadisleri inkar ederse, kimin içinde Peygamber (s.a.v) tarafından rivayet edil­diği hakkında şüphe oluşursa bu sebeple dinden çıkmaz. Çünkü, yakin derecesine ulaşan hadisleri inkar eden dinden çıkar. Bunda şüphe yok, ihtilaf da yok. Kati derecesinde olan hadisleri islam alimleri ‘Zaruret-i Diniyye’ diye isimlendirmişlerdir.

Ancak bu hadis etrafında oluşturulan şüphe bulutlarıyla dine dil uzatmak, onu alaya almak gibi birşey amaçlanıyorsa işte bu insanı dinden çıkarır. Böyle yapmak açıkça küfürdür.

 

Dördüncüsü

 

Hadisin içeriğine, modern tıp ve bilimle olan ilişkisi bir bilim adamı ve tıp otoritesince savunulmuş aynı zamanda batılı bilim adamlarının araştırma ve bilimsel çalışmalarına delil teşkil etmiştir. Bazen bu bilimsel araştırmalar çeşitli münasebetlerle İslami mecmualarda yayınlanmıştır.

Bu mevzuyla alakalı olarak bilimsel, tıbbi bir reddiyeyi burada nakletmek yeterlidir sanırım. Bu reddiye miladi 1397 ve hicri 1977 senesinde Mısır’da çıkan ‘Tevhit’ dergisinde yayınlanmıştır. Reddiye, İskenderiye Üniversitesi Ortopedi ve Travmatoloji uz­manı Prof. Dr. Emin Rıza tarafından bir başka tıp doktorunun anılan hadisin etrafında halkı şüpheye düşürmesine karşılık kalame alınmıştır.

Doktor Emin Rıza reddiyesinde şunları söylüyor;

18/3/1977 cuma günü çıkan bir gazetede, meslektaşlarımdan biri sinek hadisinin senedini değil de metnini akli ve ilmi tahlil esasına göre reddetmiştir. Bu gazetenin başlattığı tartışmayı neticelendirmek için değerli meslektaşıma aşağıdaki konular çevresinde itirazlarımı sunuyorum.

a ) Sırf günümüz bilmine uygun olmadığı için bu hadisi veya herhangi bir hadisi reddetmek doğru olmaz. Bilim, devamlı değişmekte ve ilerlemektedir. Hatta bazen önce söylediğinin ak­sini dahi söyleyebilmektedir. Bugün ilmi nazariyenin doğru ola­rak değerlendirdiği bir şey belli bir zaman sonra hatta çok kısa ‘zamanda hatalı olduğu ortaya çıkabiliyor. Durum böyleyken, nasıl olurda kalkıp hadisi ilmi nazariyeler ışığında değerlendire­rek hatalıdır diye biliriz. Bu ilmi nazariyeler belli bir müddet son­ra belki de şimdi sizin reddettiğinizi doğrulayacak ve kabul ede­cektir.

b ) Bu hadisi veya herhangi bir hadisi kendi mantığıyla çelişiyor diye reddetmek doğru bir şey değildir. Bu çelişkiye se­bep olan kusur, hadiste değil kişinin kendi aklında aranmalıdır. Çağdaş bilime önem veren herkes kendi aklına da büyük bir şekilde saygı duyar. Akla önem veren kişi bilgiyle cahaleti kıyaslar. İlim, bilinmeyeni elde etmek için, asırlar boyunca insan­ların karşılıklı yardımlaşmaları sonucu elde edilen tüm bilgi biri­kimlerinden oluşur. Cehalet ise, bizim bilmediğimiz şeylerdir. Daha doğrusu ilmin çerçevesi içerisine girmeyen şeylere denir. Gerçeği söylemek gerekirse bugün ilmin hala tamamlanmadığını ve cehaletin de sınır tanımadığını görmekteyiz. Buna delil ise, ce­haletin sonuna ulaşılamadığı halde yapılan ilmi araştırmaların ve keşiflerin günbe gün ilerleme sidir. Akıllı ve insaflı bir alim ilmin geniş ve kapsamlı olduğunu, cehaletin ise daha kapsamlı ve daha geniş olduğunu anlar. Bundan dolayı sahip olduğumuz ilmin bizi, nefislerimizle aldatmaması gerekir. İlmimizin, bizi içinde yüzdü­ğümüz cehalete karşı kör etmemesi gerekir. Şayet kalkar da ‘Bugünkü ilim herşeydir ve ulaşması gereken en son noktaya ulaşmıştır’ dersek; bu bizi nefsimizin oyununa getirir, ilerleme­mize engel olur, düşüncelerimizde bir takım kargaşaların ortaya çıkmasına sebep olur. Bütün bunlar eşyalar hakkındaki yargıla­rımızı bozar. Gözlerimiz önünde duran hakkı görmemize engel olur. Hakkı hatalı olarak görmeye ve hatayı da hakmış gibi telak­ki etmeye götürür. Sonuçta da aklımızla çatışan neticelerle karışalaşınz. Şayet akıllarımızı fıtrata uygun çalıştırarak, tevazu ve duyarlılığı elden bırakmassak cehaletle karşılaşacağımıza il­min berraklığıyla karşılaşacak ve onunla nurlanacağız.

c ) ‘Tıpta hastalıkların sinekle tedavisini sağlayacak hiç bir hüküm bulunmamaktadır’ demek doğru değildir. Ben de bir çok eski kaynaklar var. Bu kaynaklarda, sinekler kullanılmak sure­tiyle çeşitli hastalıkların iyileştirilmesine dair reçeteler mevcut. Sülfat terkibinin bulunduğu yıllarda yaşayan cerrahların tümü, çeşitli kırıkların, müzmin yaraların sinekle tedavi edildiğini görmüşlerdir. Zaten o yıllarda sinekler bu hastalıklar için özel olarak yetiştiriliyorlardı. Bu durum, mikrop öldürücü bakteriyofaj virüslerin keşfedilmesi ile de geçerliliğini bir kat daha artırmıştır. İlacın keşfi yapılırken sineğin, aynı anda hastalık etmeni olan mikroplarla bu mikroplara karşı savaş açan bakteriyofajları taşıdığı esasından hareket edilmiştir. Buradan hareketle bu gün artık çıbanların ve kemik iltihaplarının, sinekle tedavisinin yapılmaması, bu tedavi metodunun başarısız olmasından kaynaklanmamaktadır. Bu tedavi metodunun uygulanmayışı, bilim adamlarını dikkatlarini fazlasıyla üzerine çeken sülfat bileşimleri­nin keşfedilmiş olmasındandır. Bu konuda geniş açıklamaları ar­kadaşım Ebü’l Fütuh Mustafa İd’in, nezaretim altında hazırladığı ve yedi sene önce İskenderiye üniversitesine sunduğu   ‘Kemik İltihabları’ konulu Doktora Tezi’nin tarih bölümünde yer almak­tadır.

d ) Bu hadis sineğin kanadında zehir bulunduğunu haber ver­mesi sebebiyle gaybı bildirmektedir. Çağdaş bilim bu gerçeği an­cak ve ancak son asırlarda ortaya çıkarabilmiştir. Daha önceleri bilim adamları sineğin kanadında herhangi bir zararlı maddenin varlığını bilemediklerinden ötürü yalanlayabiliyorlardı. Fakat daha sonra gerçek ortaya çıkınca yani mikropların keşfi ile bera­ber eski inkarcı tutumlarını bırakıp hadisi doğruladılar.

e ) Sinekler hakkında ele almamız gereken şey taşıdığı mikroplarsa, bu konu hakkında bilmemiz gereken şu noktalar vardır.

1  ) Sineklerin taşıdıkları tüm mikropların zararlı mirkoplar veya hastalık olduğunu söylemek doğru değildir.

2  ) Bir ya da iki sineğin taşıdığı mikrop sayısının, bu mikro­plara kapılan kişinin hastalanmasına yeterli olacağı sözü doğru değildir.

3  ) İnsan vücudunu, tüm mikroplardan temizlenebileceğim söylemek de doğru değildir.

Şayet bu mümkün olsa büyük zararlar ortaya çıkar. Çünkü in­san vücudu, zararlı mikroplardan belli oranlarda aldığında bu mik­roplar yavaş yavaş vücuda bağışıklık kazandıracaktır.

f ) Bu hadis, sineğin taşıdığı zehire karşılık panzeri de taşıdığını haber verdiği için gaybi bir haber niteliğindedir. Çağdaş bilimin verilerine göre, mikrobik bakteri ve virüsler, birbirlerine karşı amansız bir çarpışma içerisindedirler. Sadece mikroskop altında görülmesi mümkün olabilen bu varlıklar zehirli maddelerle -ki bu zehirli maddeleri ilaç yapımı için kullanmak mümkündür birbirlerini öldürmektedirler. Penisilin ve Kloramisetin gibi antibi­yotikler bu zehirli maddelerden üretilmiştir.

g ) Mikrop bilimi hakkında çağdaş bilimin ve bizlerin bilme­diği, keşfedemediği bir çok şeyler var. Tüm bu meselelerin ilerde açıklığa kavuşturulması mümkün olacaktır. Bu nedenle hadis ilmine dayanmadan, yukarıda bahsi geçen hadisin sahih olmadığı hususunda kesin bir yargıya varmadan önce azıcık da olsa düşünmek gerekir.

h ) Bu hadis, hiç kimseyi sinek avlamaya ve sineği zorla tu­tup kaba batırmaya teşvik edip çağırmamaktadır. Hiç kimseyi ka­plarının ağzını açık halde bırakmaya ve evlerinin ve caddelerinin temizliği hususunda ihmalkar davranmaya çağırmamaktadır.

ı ) Kabına sinek düşen kişi, bundan tiksinti duyup elini yeme­ğe uzatamayabilir. Çünkü Allah Teala hiç kimseyi kaldıramaya­cağı bir şeyden sorumlu tutmaz.

i ) Bu hadis, hiç bir doktoru ve halkın sağlığıyla ilgilenen hiç bir görevliyi kendi barınaklarında sineğe karşı savaş açmaktan, onu yok etmekten men etmez. Din alimlerinden hiç kimsenin, sırf bu etkilerinden dolayı insanlara sinek yetiştirmelerini tavsiye et­meleri ya da sineklerle yapılacak mücadelede ilgisiz kalmalarını tavsiye etmeleri düşünülemez. Kim böyle yapar ya da yapılma­sının gereğine inanırsa büyük bir hataya düşmüş demektir.

Prof. Dr. Emin Rıza’nın ilim ve çağdaş tıp diliyle yaptığı açık­lamaları yeterlidir. Allah onu hayırlara ulaştırsın.

 

Birtakım Hadisler Hakkında

 

Soru

 

Dillerde dolaşan şu hadislerin ne kadar sıhhatli olduğunu açıklamanızı sizden rica ediyoruz.

1) “Mü’min bir delikten iki defa ısırılmaz”

2) “Yerlere ve göklere sığmadım ama mü’min kulumun kal­bine sığdım”

3) “Temenni ve ümitle iman olmaz ancak kalpte hissedilenle ve yaşamakla olur.”

4) “Haberi duymak onu görmek gibi değildir”

5) “Biz küçük cihattan döndük büyük cihada geldik: O da; ne­fisle cihattır.”

6) “Mü’min mü’minin aynasıdır.”

7) “Allah’a gerçek manada tevekkül eîseydiniz; sabahleyin aç karnına yola çıkıp, akşamleyin tok karnına geri dönen, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de nzıklandırtrdı.”

 

Cevap

 

1) Mü’min bir delikten iki defa ısırılmaz” Bu hadis sahih, merfu ve müttefekurt aleyh,[140] Ahmet b. Hanbel ve İbn Mace İbn Ömer’den rivayet ederken, Buhari, Müslim ve Ebu Davut ise Ebu Hureyre’den ri­vayet etmişlerdir.

2) “Yerlere ve göklere sığmadım ama mü’min kulumun kalbine sığdım” Gazali “İhya” da şu ifadelerle rivayet etmiştir: Allah Teala şöyle buyurmaktadır. “Ne göklere, ne de yerlere sığdım. Sakin ve yumuşak huylu mü’min kulumun kalbine sığdım” İhyada’ki ha­dislerin tahricini yapan Hafız Iraki de şöyle söylüyor; ben hadisin aslını görmedim. Suyuti de ‘dürer’ adlı kitabında Zerkeşiye mu­vafakat ederek İraki’nin görüşünü savunmuştur. İbni Mace de aynı görüştedir.

İbn Teymiyye ise şöyle demektedir. Bu hadis İsrailiyyat kay­naklarında mevcuttur. Peygamber (s.a.v)’den rivayet edildiğine dair bilinen bir senedi yoktur. Sahavi ‘el-Makasid el-Hasene’ adlı kitabında şöyle demektedir. İbn Teymiyye’nin bu sözü söyle­mekle, Ahmet b. Hanbel’in züht konusunda Vehb b. Münebbih’den yaptığı israiliyyat nakillerine sanki işaret etmektedir. Vehb b. Münebbih şöyle demektedir: Allah Teala gökleri cezefile açtı. O da arşa baktı ve şöyle dedi; Allah’ım seni noksan sıfat­lardan münezzeh tutarım. Sen ne kadar büyüksün ya Rabbi! Allah Teala da ona şöyle dedi; Gökler ve yerler Beni sığdırmaya dar geldi. Ben de mütevazi mü’min kulumun kalbine sığdım,

Zerkeşi ise bu hadisin dinsizler tarafından uydurulduğunu söylemiştir.

Hadisin batıl olduğu ortaya çıktığına göre te’vilini yapmaya da gerek yoktur. Çünkü te’vil, var olan bir şey için yapılır. Bu hadis ise varlığı olmayan bir uydurmadır.

Alimlerin kalkıp da bu hadis için ‘İşte bunun manası; Mü’min kulumun kalbi, bana olan iman, muhabbet ve marifeti kap­samıştır, diye te’vile kaçmaları kesinlikle kabul edilebilir bir şey değidir. Özellikle de tahrifatçılar bu hadisi ele alarak hiristiyanların söylediklerini de aşan küfürlerine dayanak olarak tutuyor­larsa.

3)  “Temenni ve ümitle iman olmaz ancak kalpte olanı yaşa­makla olur.” Bunu kütüb-ü sttte ve meşhur müsnet kitaplarından hiç biri rivayet etmemişlerdir. Sadece ibn Neccar  ‘Firdevs’ adlı 148 kitabında rivayet etmiştir. Alai ise şöyle demektedir. Münker bir hadis, sadece Abdusselam ibn Salihulabd rivayet etmiştir. Nesei de şöyle demektedir Metruk bir hadistir. İbn Adiy Zayıf olduğu üzerinde ittifak etmiştir. Hadisin manası, Hasan-ı Basri’den sağlam bir senetle rivayet edilmiştir. Doğru olan da budur.

4) “Haberi duymak onu görmek gibi değildir.” Bu hadis sahih ve merfu bir hadistir. Sahabeden üç kişi rivayet etmiştir: Hz. Enes, Hz. Ebu Hureyre ve İbn Abbas. Şu lafızlarla rivayet etmişlerdir. Heberi duymak onu müşahede etmek gibi değildir. Taberani “Evsat” adlı kitabında Hz. Enes’ten rivayet etmiştir. El-Hatip Ebu Hureyre’den rivayet etmiş. Suyuti ‘Camiu’s Sağir’ adlı kitabında bu hadisin hasen bir hadis  olduğuna işaret etmiştir. Camiu’s Sağir’in sarihi Münavi de şöyle demiştir. Ha­dis, Suyuti’nin dediği gibi veya ondan daha üstündür. Haysemi; Hadisin ravileri sahihtir demiş. İbn Muniy ve Askeri de bu hadi­si rivayet  etmişler;   hikmetli  ve  özlü   sözlerden  olduğunu söylemişlerdir. Zerkeşi Sarihlerin bir çoğu bunun hadis ol­madığım düşünmüşler. Halbuki hasen bir hadistir. Ahmet b. Hanbel, İbn Hibban ve Hakim rivayet etmişlerdir. Taberani de bu ha­disi   rivayet etmiştir. Zerkeşi başka bir yerde de şöyle demektedir: Hakini ve ibn Hibban bu hadisi rivayet etmişlerdir. Senedi ise sahihtir.

İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadise gelince, Ahmet b. Hanbel, Hakim ve Taberani ‘Esvet’ adlı kitabında rivayet etmişlerdir. Heysemi ravilerinin güvenilir olduğunu söylemiştir. İbn Hibban da bunu doğrulamış. İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadisin tamamı şöyledir: “Allah Teala Musa’nın kavminin buzağı hakkında yaptıklarını kendisine haber verdi. Fakat Musa onları görmeden elinde bulunan levhaları atmadı. Onların gerçekten buzağıya taptıklarını gözleriyle görünce elindeki levhaları attı ve levhalar da kırıldı.”

5)  “Biz küçük cihattan döndük büyük cihada geldik: O da; ne­fis ile cihattır”

Hafız Iraki İhya’daki hadisleri tahricinde şunları söylüyor Beyhaki bu hadisi zayıf bir senetle Cabir’den rivayet etmiştir. Hatip tarihinde Cabir’den şu ifadelerle rivayet etmiştir: Peygam­ber (s.a.v) bir savaştan geldiğinde şöyle dedi; Hayırlı bir şekilde geldiniz, sizler (şimdi) küçük cihattan büyük cihada geldiniz, (Oradakiler); büyük cihat nedir? dediklerinde Allah Resulü şöyle cevapladı; o, kulun nefsiyle mücadelesidir.

Hafız İbn Hacer ‘Tesdidu’1-Kavs’ adlı kitabında der ki; bu ha­dis dillerde meşhurdur. Oysa o, İbrahim b. İyle’nin sözüdür.”[141]

6) Mü’min mü’minin aynasıdır.” Taberani ‘Evset’ adlı ki­tabında, Ziya da ‘muhtar ‘ adlı kitabında Enes’den Munavi’nin de dediği gibi sahih senetle şu ifadelerle rivayet etmişlerdir Mü’min mü’minin aynasıdır. Aynı şekilde Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut Ebu Hureyre’den rivayet etmişler. Onlara göre hadisin tamamı şu şekildedir. Mü’min mü’minin kardeşidir. Mü’min kardeşinin kazancı için yeterlidir. Ardı sıra onu kuşatır, (kardeşini yok­luğunda dilini gıybet etmekten sakındırır)  Hadisin senedi hasendir. Munavi’nin ‘Camiü’ Sağır’ adlı kitabı için yazdığı ‘Teysir’ adlı şerhinde de yukarıdaki ibareler kullanılmıştır.

“Mü’min mü’minin aynasıdır’ sözünün manası; yani onlar bir­birlerine nasihat ederler. Hiçbir saptırmaya uğratmadan ayıpla­rını ayna gibi kendisine gösterir.

7) Allah’a gerçek manada tevekkül etseydiniz, sabahleyin açkarnına yolaçıkıp, akşamleyin tok karnına geri dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı.

Hadis sahihtir. Ahmet b. Hanbel, Tirmizi, Nesei, İbn Mace ve Hakim Ömer b. Hattap’tan rivayet etmişlerdir. Tirmizi hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

Hakim şöyle der; Hadis sahihtir. Zehibi de aynı görüştedir.

Şeyh Şakir de Hadisin senedi sahihtir. Münavi de hadisin sahih olduğunu ‘Camiü’ Sahih’ şerhinde doğrulamıştır.

Hadiste, tevekkül ve halktan soyutlanma iddiasıyla tembeliğe ve yan gelip yatmaya delalet eden herhangi bir şey yoktur. Çünkü bazı mutasavvıflar bu iddiayı savunuyorlar. Aksine ha­diste gerçek manada tevekküle işaretler vardır. Sebeplere tutun­mayı gerekli kılıyor. Çünkü kuşlar belli bir gayret ve çalışmadan sonra kendileri için hazırlanan rızka varabiliyorlar. Bu sebeple İmam Ahmet b. Hanbel şöyle demektedir. Bu hadiste çalışmanın terkedilmesiyle alakalı herhangi bir şey yoktur. Aksine rızkın aranmasını ve istenmesini göstermektedir.

 

Allah’ın En Fazla Kızdığı Helal; Talaktır

 

Soru

 

Günümüz yazarları talakla ilgili konuşmalarında ve islamın ta­lak konusundaki tutumundan bahsederlerken hep şu meşhur ha­disi gündeme getiriyorlar. “Allah’ın en fazla kızdığı helal; talak(boşama)’tır.” Hadis ilmiyle uğraşan bazı alimlerin kitapların­da okuduğuma göre onlar bu hadisin zayıf olduğuna dair görüş­ler ifade etmişlerdir.

İslamın, boşanmadan nefret ettirdiğine yönelik elinizde başka dayanaklar var mıdır? Sizin de bazı yazılarınızda bu hadisi delil getirdiğiniz oluyor.

 

Cevap

 

Kardeşimizi telaşlandıran konu bir kaç noktayı içermektedir.

1) Hadisin subut ve delalet yönünden tashihi

2) Kitap ve sünnetten başka delillerle talakın nefret ettiril­diğine dair delilleri açıklamak.

3) Bu hadisi doğrulayan diğer şer’i kaidelerin açıklanması.

 

Birincisi

 

“Allah’ın en fazla kızdığı helal; talak (boşanma) ‘tır”

Bu hadisi Ebu Davut, İbn Mace ve Hakim, Muharip b. Dessar’ın Hz. Ömer’den merfu olarak yaptığı, nakilden rivayet etmiş­lerdir.

Ebu Davut ve Beyhaki İbn Ömer’i zikretmeden mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Ebu Hatem ve Darekutni ‘İlel’ adlı kitap­larında, Beyhaki de ‘Mürsel’ adlı kitabında bu hadisi tercih etmişlerdir.

İbn Cevzi ‘el-îlel el-Metenahiye’ adh eserinde İbn Mace isnadiyla rivayet etmiştir. Hadiste geçen ravilerden Ubeydullah İbn. Velid el-Vassi sebebiyle de hadisin zayıf olduğunu söyle­miştir.

Hafız İbn Hacer ‘Telhis1 adlı kitabında şöyle der; Hadisi tek başına rivayet etmemiştir. Ma’ruf ibn Vasıl da kendisine tabi olmuştur. Ancak Muhammed bin. Halid el-Vehbi, hadisi Peygamber’e ulaştırmada münferit kalmıştır.

Acuri, Ebu Davut’un Muhammed b. Halit’in sakıncalı biri ol­madığını söylemiştir. Bu kişiyi İbn Hibban da güvenilir raviler arasında zikretmiştir. Darektuni de şöyle der; Muhammed İbn Halit güvenilir bir kimsedir.

Hakim bu hadisi Muhammed bin Osman b. Ebu Şeybe’den şu lafızlarla rivayet etmiştir. “Allah, talaktan daha fazla kendisini kızdıracak hiç birşeyi helal kırmamıştır.” sonra da şöyle demiştir. Hadisin senedi sahihtir. Buna Zehebi de katılmaktadır.

İbn Türkmani de şöyle demektedir: Bu da hadisin mevsul oluşunu tercih etmemizi gerektiriyor. Çünkü mevsul olunca ravi sayısı da artar. Hadis bir kaç yerden rivayet edilmiştir. Suyuti ‘Camiu’s Sağır’ adlı kitabında hadisin sahih olduğuna işaret etmiştir. Münavi ‘Feyz’ adlı kitabında İbn Mace’nin bahsettikle­rine itiraz etmiştir.

Her ne kadar hadis, sıhhat derecesin de olmasa da hasen de­recesindedir.

Bazıları hadisi mana yönünden zayıf görürler. “Nasıl olur da Allah tarafından kızıldığı halde helal olabilir ? Bu bir çelişkidir ve hadisin zayıf olduğunu gösterir.” derler.

Bazıları da yukardaki görüşe karşılık şöyle demişlerdir Ha­dis, helalin yapılımasma göre sevilenle kızılan diye ikiye ayrıldı­ğına delildir. Dolayısıyla her helalin sevilemeyeceğini göster­mektedir,

Hattabi ‘Mealimi Sünen’ adlı kitabında şöyle der; Hadiste kızılan şey, talağa sebeb olan etkendir. Bu da; geçimsizlik ve boşanmaya neden olan uyumsuzluktur yoksa talakın bizzatihi kendisi değildir.

O zaman şöyle denebilir. Talak zati itibarıyla helaldir. Talak­ta kızılan şey ise; boşanmaya sebep olan etkenlerdir.

 

İkincisi

 

Kur’an-ı Kerim, eşi tarafından sevilmeyen bir kadının bırakıl­mamasını ister. Ona sabır gösterilmesini ve ailenin devamının sağlanmasına teşvik eder. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“…Onlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlan­mıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.” [142]

Uyumlu ve itaatkar zevcelere gelince, boşanmak suretiyle on­lara eza vermek ve onları terketmek suretiyle yalnızlığa itmek hiç güzel bir davranış değildir. Hem de hiç bir gerekçe olmadan ve hele hele de çocukları varken ve aşın hiç bir davranışda bulun­mamışken.

Allah Teala kocalarıyla geçinemeyen ve onlarla uyum sağla­yamayan kadınlar hakkında şunları söylemektedir

“Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, en so­nunda dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah Yücedir, Büyüktür.” [143]

Şeyhü’l İslam İbn Teymiyye şöyle demektedir.

Talakta asıl olan, korkutmaktır. Ancak ihtiyaç kadarına müsaade edilmiştir. Cabir b. Abdullah Peygaber (s.a.v)’den şöyle rivayet etmiştir.

“İblis, tahtını deniz üstüne kurar ve çetelerini sağa sola gönderir. Onlar içerisinden iblise en yakın olan içlerinden en büyük fitneci olandır. Şeytan gelir ve şöyle der; eşiyle hanımının arasını ayırana kadar onlarla birlikte oldum. İblis de; seni seni der ve onu yanma alır.”

Allah Teala sihri yererken şöyle buyurmakatadır;

“…Halbu  ki  bu  ikisinden  koca  ile  karısının  arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. ” [144]

Sünen’de Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir.

“Zorunluluk olmadıkça herhangi bir kadın kocasından boşanmak isterse ona cennetin kokusu haram olur. “

Bundan dolayı talak, ancak ayrı ayrı üç defa meydana ge­lirse boşanma gerçekleşebilir. Üçüncü talaktan sonra kadın erkeğe (yani eşine) haram olur. Taki o kadın bir başkasıyla nikahlanıncaya kadar.

“Boşanma ihtiyaca binaen mubah kılındığına göre ve ihtiyaçta bir defa da gerçekleşeceğinden bir talakın üstüne ekleme yapılması tehlikeyi doğurur.”[145]

 

Üçüncüsü

 

Hadisin, şer’i usul ve kaideler yönünden ele alınması;

1) Hanefilerden olan hidaye sahibinin de dediği gibi talak; dini ve dünyevi pekçok faydalar vermek üzerine kurulmuş olan nikahı bozar.[146]

2) Hanbelilerden olan ‘Müğni’ sahibinin de naklettiği gibi ta­lak, eşlere zarar verir. Her ikisi için doğacak maslahatları orta­dan kaldırır. İhtiyaç olmadan yapıldığında tıpkı malı heba etmek gibi haram olmaktadır. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur.  “Zarar vermek caiz olmadığı gibi, zarara katlanmak da caiz değildir. “

3 ) Hanefilerin son imamlarından İbn Abidin’in de dediği gibi talak, sebepsiz yere vukubulursa asla caiz değildir. Kurtuluş için buna gerek de yoktur. Çünkü boşanma ahmaklık ve kıt görüşlülüktür. Nimete karşı nankörlük etmek demektir. Kadına, çocuklarına ve ailesine tam bir eziyet çektirmektir. Şer’an mubah kılıcı bir özür olmadan yapılan talak, mahzurlu olmakta devam eder. Bundan dolayı Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

“Eğer size itaat ederlerse, aleyhlerinde yol arama­yın.” [147]

Yani boşanmak gibi bir yola başvurmayın.[148]

Bütün bunlardan anlaşılan şudur; bahsedilen hadis kendisiyle delil çıkarmaya uygundur. Kur’an’dan ve sünnetten çıkarılan delil­er de bunu gösteriyor. Şer’i kaideler ve usuller de görüşümüzü destekliyor. Yine En doğruyu bilen Allah Teala’dır.

 

3. BÖLÜM AKİDE VE GAYB HAKKINDA

 

Tekfirde Aşırı Gitme Meselesi

 

Soru

 

Aşağıda sizlere sunacağım iki mektup aldım. Mektuplardan birinde giriş kısmından sonra şöyle deniyor.

Bazı gazetelerin yayınladığı ve dillerde dolaşan yeni dini me­sele çerçevesinde yazılan yazıları okumuşsunuzdur. Bu mesele kendilerine Tekfir Cemaati’ veya ‘Kehf Cemaati’ veyahut ta ‘Hic­ret Cemaati’ diye isimlendiren grubun ortaya attığı bir meseledir.

Bu mesele, genel bir eğilimi temsil etmektedir. Bu eğilimi ‘Tekfirde Aşırılık’ diye özetleyebiliriz. Her ne kadar bu eğilime mensup olanlar, gruplarına göre tekfir sebep ve gerekçeleri konu­larında değişik fikirlerde olsalar sonunda hepside aynı nokta da birleşiyorlar; Tekfirde Aşırılık’ noktasında.

Onlardan bir kısmı; büyük günah işleyenleri daha önce harici­lerin yaptığı gibi kafir olarak damgalıyorlar.

Bir kısmı; biz büyük günah işleyenleri tekfir etmiyoruz. Aksine büyük günah işlemekte ısrar edenleri tekfir ediyoruz, di­yorlar.

Bir kısmı da; İslama mensup olduğunu ve müslüman olduğunu söyleyen insanların ekseriyeti, müslüman değillerdir, diyorlar.

Belki okumuşsunuzdur onların kendi görüşlerine dair getirdikteri ve ileri sürdükleri bir takım delilleri de var. Bazı gazetelerde, birkaç alim onların bu delillerine reddiye mahiyetinde cevaplar verdiler.

Inşaallah ben; durum bazılarının düşündüğü gibi basit değildir dersem, mübalağa etmiş olmam. Aslında durum gayet tehlikeli bir safhada. Oturumlarda, toplantılarda, forum ve buna benzer yerlerde gençleri oldukça meşgul etmektedir. Konuyla alakalı gerçek bir hükmün doğru ve tafsilatlı bir şekilde anlatılmasını is­tiyorlar.

Biz sizin ilmi kapasitenize, dini yaşantınıza, anlayışınıza, hakka ihlasla bağlı oluşunuza, taasup sahibi olmadığınıza ve bi­rilerini memnun edeceğim diye hakkı gizlemediğinize güveniyo­ruz. Dolayısıyla sizden deliller ve şer’i naslar çerçevesinde bu tür eğilimlere karşı islamın tavrının ne olduğunu açıklamanızı rica ediyoruz. Her ne kadar başka meşguliyetleriniz olsa da önem ve ehemmiyetine binaen bu konu üzerinde duracağınıza ümit ediyo­ruz. Bize göre bu konu diğer konulardan Önce ele alınması gerekli mühim bir konudur. Sizden bu konu ile ilgili açıklamalarınızı bek­liyoruz.

İkinci Mektup:

Başka bir müslüman genç gurubu göndermiş. Bu gençler San’a’dan. Yani Kuzey Yemen’den gönderiyorlar mektuplarını. Diyorlar ki;

İslamın rükünlarına sarılmış olsun veya olmasın, Yemen ve diğer yerlerde yaşayan insanların hepsinin kafir ve mürted oldu­ğuna inanan insanlar hakkındaki görüşünüz nedir? içinde yaşa­dıkları ülkenin ‘Daru’l Harp’ veya ‘Daru’l Ridde’ olduğunu, bu gibi yerlerde cuma ve cemaatle kılınan diğer namazların kafir ve mürdet kimselerin ardında kılındığı için sahih olmadığına inanan­lar hakkında ne dersiniz? Onlar böyle bir toplumda ‘Emri bil ma’-rufve nehyi anil münker’yapmanın vacip olmadığına inanıyorlar.

Onlar ’emri bil maruf ve nehyi anil münkerin ‘islam toplumun­da’ yapılabileceğini savunuyorlar.

Böyle bir inanç doğru mudur? Kitap ve sünnette, selef-i salihin itikadında ve ümmet imamlarının temasında bu konu hakkında de­liller var mıdır? Yoksa bu inanç hiç bir dayanağı olmayan fasit bir görüş müdür?

 

Cevap

 

Kahire ve San’a’daki genç kardeşlerime bana olan güvenlerin­den dolayı teşekkür ederim. Allah Teala’dan beni, onların hak­kımdaki hüsn-ü zanlarına göre kılmasını ve onlarca bilinmeyen günahlarımı affetmesini diliyorum ve hemen diyorum ki;

Bana sorulan ve benzeri bir çok kimselerin zihinlerini meşgul eden konunun ehemmiyetini taktir ediyorum.

Bazı iyi niyetli genç kardeşlerle yaptığım sohbetler sonucunda bu meselenin düşüncelerde oldukça büyük te’sirler bıraktığını an­ladım. Bir çok arap ülkesinde bu tür problemlere rastladım. Bazılarının delil olarak ortaya sürdüğü şeylerin şüphelerden iba­ret olduğunu işittim ve bazılarının da konuyla alakalı olarak yazılarını okudum. Ancak ben, bu konuda onların delillerini tam olarak fikri yönden izah edici yazılı bir metin okumak istiyordum. Böylece müslüman bir fıkıhcı olarak onların tutundukları ve sa­vundukları görüşlere sözlü olarak değil de yazılı olarak rahatlıkla cevap verebilirdim.

İstediğim bu yazılı dokümanlar gerçekleşmedi diye, detay­larına inmeksizin tekfir ve aşırılık düşüncelerini ilke olarak eleştirmeyecek değiliz.

Meselenin kökü, hariciler zamanından beri islam fikir tarihinin derinliklerine kadar uzanır. Belki de bu mesele müslümanları meşgul eden meseleydi. Yüzyıllarca fikri ve ameli te’sirleri oldu. Sonraları İslam fikri kendini bundan kurtarmış ve ehli sünnet vel cemaatin fikirsel oluşumu üzerine kendini yerleştirmiştir.

Senelerden beri ‘Tekfir konusu’ ile alakalı olarak bir kitap hazırlamaya çalışıyorum. Kitabı, bir çok kimselerin ısrarlarına rağmen ve bu kitaba gerçekten ihtiyaç hissetmeme rağmen henüz tamamlayabilmiş değilim. Ancak bir taraftan meşguliyet­lerin çokluğu, diğer taraftan konunun iyiden iyiye araştırıl­masına gösterdiğim titizlik, üçüncü olarak da kendilerini ‘tekfir cemaati’ diye isimlendirenlerin eğilimlerini öğrenme konusundaki azami gayret benim bugüne kadar bu kitabı çıkarmamı hep gecik­tirdi.

Allah Teala’dan kendisinin rızasına uygun bir şekilde ki­tabımızı tamamlamak için yardım ve tevfikiyle destekmesini ümit ediyorum. Tabi ki tüm bunlar, konu hakkında hiç bir şey söylemeyeceğiz anlamına gelmez, Yağmur sırılsıklam etmese de yine de ıslatır.

 

Sebepleri Açısından İncelenmesi Gereken Bir Konu

 

Burada ilk önce söylemem gereken şudur;

Tekfirde aşırılık meselesi, tedavisinin basiretli bir şekilde bu­lunabilmesi için sebepleri ve etkenleri açısından araştırılması ge­reken bir konudur.

Bu meselenin çözümünde baskı, şiddet ve idam metodlarının kullanılmasına inananlar (mevcut düzen) kesinlikle iki konuda hataya düşerler:

 

Birincisi

 

Düşünce, yine düşünce ile durulur. Düşüncenin çözümüne yönelik şiddete baş vurmak sadece onun daha da yayılmasını ve taraftarlarının inançlarında daha ısrarlı olmalarını sağlar. Bu ko­nuda çözüm, ikna, açıklama ve zihinlerdeki şüphelerin gideril­mesidir.

 

İkincisi

 

Bu tekfirciler genelde dindar, ihlaslı, namazım kılan, orucunu tutan, gayretli insanlardır. Toplumdaki fikri irtidat, sosyal düzensizlikler, siyasal baskılar ve ahlaki yönden toplumun bir çöküntüye sürüklenmesi karşısında onlar da sarsıntı geçirmişler­dir.

Bunlar toplumu düzeltmek isteyen, onların hidayetine gayret sarfeden insanlardır. Her ne kadar metodta hata yapmış ve hatalı bir yola saplanmış olsalar da.

O halde bu insanların iyi niyetli girişimlerini taktir etmemiz gerekir yoksa onları; toplumu yakıp yıkmaya ve harabeye çevirmeye çalışan pençeli arslanlar şeklinde tasavvur etmemiz gerekir.

Meseleyi inceyen bir kimse bu olgunun şu noktalarda belirgin­leştiğini görecektir,

1) İslam toplumunda açıktan küfür ve dinden dönmelerin yaygınlaşması, kafir ve mürtedlerin kendi batıl davaları ile müslümanlara galebe çalma gayretleri küfürlerini topluma yaymak için basın-yayın organlarını kullanmaları ve onları, sapıklık ve dalaletlerinden geri çevirecek her hangi bir engel ile karşılaşmı­yor oluşları.

2) Bu hakiki kafirler hakkında birtakım alimler vurdum duy­maz bir tavır takınmaktalar. Haddi zatında islam onlardan uzak olduğu halde bu kişiler, onları da müslümanlar zümresinde görebilmekteler.

3)  Kur’an ve sünnete bağlı islam davetcüerine ve islam fikri­nin bayraktarlığını yapan insanlara zulüm yapılması davet çalışmalarında ve kişisel hayatlarında baskı altında tutulmaları neticede; gün ışığından herkese açık bir diyalogtan kopuk, yer altmda ve dış dünya ile alakası kesik olarak çalışan, sapık ve çarpık akımların doğmasına neden oldu.

4) Bu gayretli gençlerin fıkıh ve fıkıh usulü bilgilerinden nasip­leri oldukça az, islami ilimler ve dille alakalı konuların içeriğine tam manasıyla varamadıkları anlaşılıyor. Öyle görünüyor ki nasların bazılarını alıp bazılarını almamaktalar veya müteşabih olanlan alıp, muhkem olanları unutuyorlar. Ya da bir takım nasları sa­thi ve genel hatlarıyla alırlarken külli kaidelerin varlığından ha­bersizler. Ya da ehliyetli olmadığı halde tehlikeli bir konuda fetva verecek bir kimse için gerekli olan ve yukarda belirttiğimiz türden yaptıkları bir çok yanlışlıklar da bu gençlerimizin basit bir konuma düşmelerine vesile olmaktadır.

İslam hukukuna ve şeriatine derinlemesine vakıf olmadan sa­dece ihlaslı olmak yetmiyor. Yoksa daha önce haricilerin düşdüğü çukura onlar da düşeceklerdir. Hariciler akide ve ibadet konu­larına sımsıkı tutundukları halde İmam Ahmet b. Hanbel’in de dediği gibi onları bu yönden kötüleyen hadisler mevcuttur.

Bundan dolayı selef alimleri, ibadet ve cihattan önce ilim öğrenilmesini tavsiye etmişler ki böylelikle bilmeden Allah’ın di­ninden çıkılmasın.

Hasan-ı Basri şöyle buyurmaktadır. İlimsiz amel yapan, yol­dan çıkmış kimseye benzer. İlimsiz amel edenin yol açtığı fesad, iyilik olarak yaptıklarından daha fazladır, ilme sarılın ki ibadete zarar gelmesin. İbadete sarılın ki ilme zarar gelmesin. Bir toplu­luk ilmi terkederek ibadete sarıldı, sonunda ümmet-i Muhammed’e kılıç çekti. Şayet ilim öğrenselerdi ilim, kendilerine böyle yaptırmazdı.

 

Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmek

 

Burada belirtilmesi gereken bir konu da küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslami bir görüntü oluşturanlardan el çekmeliyiz. Bu gibi kimseler islam örfüne göre ‘münafık’tırlar. Dilleriyle iman ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söylediklerini tastık etmez. Zahiri görünüşlerine bakılarak onlara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.

Aşağıda özelliklerini vereceğimiz sınıfları açıkça küfürle niteliyebiliriz.                  

1) İslam inancına, şeriatine ve islami değer yargılarına ters düştüğü halde, felsefe ve hayat nizamı olarak kominizmde ısrar eden; dinlerin, tamemen afyon olduğuna inanan ve özellikle de islamiyete karşı kin ve düşmanlık bayrağını açan kimseler.

2) Allah’ın şeriatini açık açık kabul etmediklerini söyleyen ve devletin dinden ayrı olması gerektiğine inanan laikler. Onlar Allah’ın hükmüne ve şeriatine çağrıldıkları zaman ondan kaçar ve geri dururlar. Bundan daha kötüsü, Allah’ın şeriatine inanan ve İslama dönüş yapan insanlara karşı savaş ilan ederler.

3) Açıktan islamdan uzaklaşan Dürzi, Nusayri, İsmaili ve bunlara benzer diğer batini fırkalar. İmam Gazali ve diğer bazı is­lam alimleri onlar hakkında görüşlerini şu şekilde açıklamışlardır. Dış görünüşleri inkarcı ve reddedici, içleri ise kesinlikle küfür. Şeyh İmam İbn Teymiyye’de şöyle demektedir. Onlar yahudi ve hristiyanlara uyanlardan daha kafirdirler. Bu, onların kat’i olan islam hükümlerini ve dinde zaruri olarak bilinmesi gerekenleri inkar et­melerinden kaynaklanmaktadır.

Asrımızda bunlara benzer olarak, kendi başlarına yeni bir din modeli geliştiren Bahailer ve Peygamber (s.a.v)’den sonra ken­dilerine peygamberliğin geldiğini iddia eden Kadiyaniler vardır.

 

Belli Bir Şahısla Zümre Arasını Ayırmak Gerekir.

 

Burada değinmemiz gereken diğer bir konu da; muhakkik alimlerin belirttiği gibi; tekfir meselesinde belli bir şahısla zümre arasını ayırma konusudur.

Bunun manası şudur; Mesela, komünistler kafirdir, şer’i hükmü benimsemeyen laikler kafirdir veya işte şuna buna çağıran veya şöyle şöyle yapanlar da kafirdir diyebiliyoruz. Bu, bir züm­reyle alakalı olan hükümlerdir. Bir kişi ile alakalı olduğunda yani kendisini komünist veya laik görüyorsa, onun konumunu su­allerle ve tartışmalarla iyiden iyiye araştırmak gerekir. Ta ki hakkında bir delil elde edinceye, şüpheleri ve onun için ileri sürülebilecek mazeretleri ortadan kalkıncaya kadar.

Bu konuda Şeyhu’l İslam imam İbn Teymiyye şöyle demekte­dir;

Bazan söylenen söz küfür olabilir. Ve söyleyen de rahat bir şekilde tekfir edilebilir, ‘şunu söyleyen kafirdir’ denebilir. Ancak bu tür sözleri belli bir şahıs söylediğinde hemen ona küfür hükmünü veremeyiz. Şayet aleyhine bir hüküm varsa kafir hükmünü verebiliriz.

İlahi tehtidlerle alakalı naslarda da durum yukarıdaki gibidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınla­rına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın ale­ve atılacaklardır.” [149]

İbn Teymiyye devamla şöyle demektedir Bu ve buna benzer tehtid ayetleri haktır. Ancak belli kişilere karşı bu tehdit ayetleri delil olarak getirilemez. Ehl-i Kıbleden olan bir kişinin cehennem­lik olduğuna hüküm edemeyiz. Olabilir ki şartlardan birini yitir­miş ya da tehdide maruz olabilicek bir engelden dolayı tehditin kapsamına girmeyebilir. Belki yetim malım yemenin haram olduğu kendisine bildirilmemiştir. Belki de yedikten sonra tevbe etmiş olabilir. Belki de yaptığı bazı iyilikler onun günahlarını örtebilir. Geçirdiği musibetler kendisine keffaret olabilir.

Olabilir ki yetim malım yemenin yanlış olduğu kendisine bildi­rilmiş fakat hükmü söylenmemiştir veyahutta yetim malım yeme­nin haram olduğunu anlayamamış da olabilir. Allah Teala’nın mazur gördüğü bir takım sebeplere maruz kalması da mümkün­dür. Ehl-i sünnet imamlarının mezhepleri; belli bir şahısla bir zümre arasındaki farkları anlatan detaylı bilgiler vermiştir. [150]

Bu ihtiyat küfür davranışı sergileyenler hakkında gerekli olduğuna göre nasıl olur da bir müslüman ‘Lailahe illallah Muhammed’in Resulullah’ diyen insanları iyiliklerinin yanısıra kötülük te yapsalar küfürle damgalamaya cür’et edebilir ?

Kelime-i şahadeti getirmek, kişilerin canlarını mallarını ve kanlarını masum kılar. Onların hesapları Allah’a kalmıştır. Biz zahire göre hüküm veririz. Batını ise Allah bilir.

Sahih ve mütevatir olan bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. Ben insanlar ‘Lailahe illallah’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. ‘lailahe illallah’ dediklerinde haklı sebepler hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olur­lar. Hesapları da Allah’a kalmıştır.

 

Tekfirin Tehlikesi

 

Burada şunu kural olarak belirtmek gerekir; Herhangi bir kişiye küfür damgasını vurmak son derece tehlikeli sonuçlar doğuracağından ötürü ciddi bir sorumluluk oluşturur. Bu tehlike­nin bazıları şunlardır.

1) Kafir olduğuna hüküm verilen bir insanın müslüman hanımının kendisiyle beraber kalması helal olmaz. Ayrılmaları gerekir. Çünkü müslüman bir kadın kesin icmaya göre kafir bir kimseyle evli kalamaz.

2) Kafirliğine hüküm verilen bir kişinin çocuklarının, kendi ter­biyesi ve bakımı altında kalması caiz değildir. Çünkü kafir bir in­sana güvenilmez. Küfrüyle çocukları da etkilemesi söz konusu­dur. Özellikle de çocuklar henüz büyüme ve olgunlaşma devresindelerken. Bu durumdaki çocukların bakımı, tümüyle İslam top­lumunun boynuna emanettir.

3) Kafirliğine hüküm verilen bir kimse İslam toplumundan yardım ve destek görme hakkını kaybeder. Çünkü o, küfrünü açıkça ilan ederek islam dışına çıkmış, kanı helal olacak bir şekilde mürted olmuştur. Bu tür kimselerle ilişkilerin kesilmesi, aklını başına toplayacak ve rüşdünü tekrar kazanacağı ana kadar kendisine sosyal bir ambargonun uygulamansı gerekir.

4) İslam mahkemesi önünde mürtedlere uygulanan hükümler uygulanır. İnfaz uygulanmadan önce tevbe etmesi ve zihnindeki şüphelerin giderilmesi istenir.

5) Öldüğünde müslümanlara ugulanan (cenaze) hükmü ona uygulanmaz. Ne yıkanır ne de namazı kılınır. Müslümanların ka­birlerine de defnedilemez. Malına mirasçı olunamaz. Aynı za­manda mirasçısı öldüğünde mirastan hak da alamaz.

6) Kafir hali üzerine öldüğünde Allah’ın rahmetinden kovul­maya ve O’nun la’netine maruz kalır.

Yukarda saydığımız tehlikeli sonuçlar, bîr insanı küfürle dam­galamaya yeltenenlerin bu adımı atmadan önce, defalarca düşün­mesini ve meselenin üzerinde durmasını gerekli kılar.

 

Kur’an Ve Sünnete Dönmenin Gerekliliği

 

Tüm bunlardan sonra Kur’an ve sünnete müracaat etmek ge­rektiğini de anlamış oluyoruz. Böylece Kur’an ve sünnet ışığı altında yukarda açıkladığımız tehlikeli konularda müracaat etme­miz gerekli olan şer’i kaide ve kuralları da öğrenmiş olacağız.

Bizim, Allah’ın kitabının ve Peygamberinin sünnetinin korun­muş ve sabit olduğuna itikadımız tamdır. Bu iki kaynakta geçen naslar, hüccet ve tartışılmaz dayanaktır.

Alimlerin görüşlerini delil olarak getirecek olursak, bu görüşler tek başlarına hüccet olabilir diye telakki edilmemelidir. Yalnız, onların nasları bizden daha iyi anladıklarından ve bu hu­susta onlara güvenimizden ötürü sözlerini dayanak olarak getirinekleyiz. Bu arada şu esasın üzerinde de durarak belirtelim ki; sahabiler ve iyilik üzere olanların izinden gidenler bu ümmet içinde en doğru yolu, en şaşmaz rotayı bulmuş, en sağlam an­layışa sahip, islam espirisini enginliğiyle birlikte kavramış ve ti­tizlikle bu espiriye uymuş olanlardır. Onların doğru yolu gösteren tavsiylerine rastlayınca mümkünü yok artık o tavsiyelerin dışına çıkamayız. Onlardan sonra artık bidatlerin peşi sıra mı gi­deceğiz? Hayır.., Resulullah (s.a.v)’ın tanıklığıyla onlar, nesiller içinde en hayırlı olan bir nesildir.

 

İnsan Ne İle İslama Girer?

 

Birinci Kaide; insan şahadet getirmek suretiyle İslam’a girer.

‘Lailahe illallah Muhammedun Resulullah’ Kim diliyle şahadeti getirirse, İslama girmiş olur ve kalbiyle inanmamış olsa da ona islamın hükümleri uygulanır. Çünkü biz zahire göre hüküm veririz. Gizli olanları ise Allah’a tevdi ediyor ve buna delil olarak şunları .

gösteriyoruz.

1) Peygamber (s.a.v) şahadet getiren kişinin müslümanlığını kabul ederdi. Namaz kılıncaya veya bir yıl geçtikten sonra ze­katını verip vermeyeceğine veyahutta Ramazan geldiğinde oru­cunu tutacak mı tutmayacak mı diye beklemezdi…Yok müslüman olacak kişi islamın farz olarak belirlediği hükümleri yerine getir­sin de sonra onun müslüman olduğuna hüküm vereyim, diye bir düşünceye kapılmamıştı. İslama inanması ve açıktan inkar etmemesi müslümanlığı için yeterliydi.

2)  Buhari ve diğer hadis kitaplarında Usame b. Zeyd (r.a)’dan rivayet edilen bir hadis vardır;   Usame b. Zeyd ‘Lailahe illallah’ dediği halde bir adama kılıç çekerek öldürmüş de Peygamberimiz kendisini kınamıştı. Peygamber (s.a.v) sordu; ‘Lailahe illallah’ dedikten sonra mı öldürdün? Usame de; kılıçtan çekindiği için böyle söyledi, diye cevap verince Peygamber; sen onun kalbini yarıp baktın mı? Bazı rivayetlerde; kıyamet gününde ‘lailahe illal­lah’ ile birlikte halin nice olur? demiştir.

3) Ebu Hureyre’den rivayet edilen hadis şöyledir İnsanlar ‘Lailahe illallah’ deyinceye kadar onlarla savaşmam emredildi. ‘Lailahe illallah’ dediklerinde haklı sebepler hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Onların hesabı da Allah’a kalmıştır.[151]

Müslim’in rivayetinde şöyle geçmektedir …taki ‘Lailahe illal­lah’ deyip de bana ve benim getirdiklerime inanıncaya kadar.

Buhari’nin Enes’ten merfu olarak rivayetinde de ‘Lailehe illal­lah Muhammedun Resulullah’ deyinceye kadar ifadesi vardır.

Hadiste geçen İnsanlar’ dan kasıt, alimlerin dediği ve Enes’in bu hadisin izahında vurguladığı gibi, müşrik araplardır. Çünkü ehl-i kitaptan canları ve mallarına karşılık cizye alınıyordu ki bu da Kur’an’la sabit bir nasdır.

Delilimiz: Müşrik Araplar ‘Lailahe illallah2 dediklerinde kan­larının ve mallarının korunmasıyla birlikte İslama giriyorlardı. Çünkü kanın ve malın korunması, ya müslüman olmakla ya ant­laşmayla ya da ehl-i zimmet hükmüne girmekle olurdu. Ama burda müşrik araplar için ne antlaşma ne de ehl-i zimmet hükmü vardır. Sadece müslüman olmaları söz konusudur aksi halde kan­larını ve mallarını korumanın başka yolu yoktu.

Bu hadis, bir çok sahabenin benzer ifadelerle rivayet ettikleri sahih bir hadistir. Bundan dolayı Hafız Suyuti ‘Camius-Sağir’ adlı kitabında bu hadisin mütevatir olduğunu söylemiştir. ‘Camius-Sağir’in sarihi Munavi de; “Bu hadis mütevatirdir, çünkü onbeş sahabi tarafından rivayet edilmiştir”, der.

Kendi zamanının büyük hadis imamlarından biri olan Süfyan b. Uyeyne’nin şöyle dediği rivayet edilir. Bu namaz, oruç ve zekatın farz kılınmasından önce hicretten evvel İslamm ilk devirlerinde böyleydi.

Allame ibn Recep Hanbeli (Hanbeli imamlarından) ‘Camiu’l Ulum ve’l Hikem adlı kitabında Sufyan b. Uyeyne’nin sözü üze­rine şöyle demiştir. Bu, zayıf bir görüştür. Süfyan’nın böyle bir

söz söyleyip söylemediği ise tartışılabilir. Bu hadisin ravileri Medine’de Resullullah (s.a.v)’ın sohbetinde bulunmuşlar ve bir kısmı da daha sonradan müslüman olmuşlardır. Sonra ‘Kanlarını ve mallarını benden korurlar’ sözü, Peygamber (s.a.v)’in kıtal (savaş)le emrolunduğuna delalet etmektedir. Oysa bunların tümü Peygamberin Medine’ye hicretinden sonra meydana gel­miştir.

Açık bir şekilde bilinmektedir ki; Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de İslama girmek isteyen kişilerden sadece şahadet getir­melerini isterdi. Bununla onlar kanlarını ve mallarım korurlar ve müslüman olurlardı. Usame b. Zeyd kılıcım çekerken ‘Lailehe il­lallah ‘ diyen bir kişiyi öldürdüğünde Peygamber (s.a.v) onu; şiddetle azarlamıştı. Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de müslüman olmak isteyen bir kişiye, namaz kılmasını, zekat ver­mesini şart olarak koşmazdı. Aksine bir kavim, zekat vermemek şartıyla müslümanlığı kabul edilmişti.

İmam Ahmet b. Hanbel’in müsnedinde Cabir (r.a)’in şöyle dediği rivayet edilir. Sakife kabilesi Peygamber (s.a.v)’den ken­dilerine (müslüman olmalarına karşılık) zekat ve cihat sorumlu­luğunun yüklenmemesini şart koştular. Peygamber (s.a.v) de şöyle dedi; onlar (ilerde) zekat da verecekler cihad da edecekler.

Müsnette, Nasr b. Asım El-leysi’.den rivayet edildiğine göre; Sakife kabilesinden biri Peygamber (s.a.v)’e geldi ve şöyle dedi; iki rek’at namazın dışında namaz kılmamak suretiyle müslüman oluyorum. Kendisinden müslümanlığı kabul edilmişti.

İbn Recep şöyle der; Ahmet b. Hanbel bu hadisten hareketle fasit bir şarta bağlı olsa da kişinin müslümanlığı kabul edilir. Sonra bu şartla müslüman olan kişi, mükellefiyetlerin tümüyle yükümlü olur. Bu görüşte olanlar Hakim b. Huzzam’ın şu sözünü ileri sürerler. Eğilmeksizin ayakta durarak secde etmek şartını koşarak Resulullah’a biat ettim.

Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki şey var.

Birincisi

İslam’a girmek için şehadet kelimesi yeterlidir. Bazı hadis­lerde görülen ve yalnızca “Lailahe illallah” şeklinde geçen şehadet ise rivayetlerde rastladığımız normal bir kısaltmadır. Bununla kastedilen kendilerine islam daveti yapılan müşrik araplarında çok iyi bildiği gibi şehadet kelimesinin tamamıdır. Za­ten bu davet, onu getiren Muhammedun Resulullah (sav)’e iman etmeden gerçekleşmez.

Bu nedenle bazı selef alimleri; İslam bir kelimedir. Yani; kelime-i şahadettir, demişlerdir.

Namaz, oruç ve islamın farz kıldığı diğer ibadet ve şer’i hü­kümler, müslüman olunduktan sonra yapılması istenen şeylerdir. Çünkü onlar sadece, müslüman olan bir kimsenin yapmasıyla sa­hih olurlar. Kafirin ne namazı ne orucu ve ne de haccı olur. Kafir, kendisinden bu ibadetlerin kabul şartım (ki o da; müslüman ol­maktır )kaybetmiştir.

İkincisi

İbni Receb’in zikrettiği ve Ahmet b. Hanbel’in ‘Müsned’inde yer alan geniş manalı hadislere gelince, Peygamber (s.a.v) bu hadislerle birtakım konuları, özellikle İslam’a yeni girenleri ilgi­lendiren bazı konuları çözüme bağlıyordu. Bazılarından kabul et­mediği şartları bazılarından kabul ediyordu. Beşir b. Husasiye’den şöyle rivayet edilmiştir Beşir zekat vermeden ve cihat etmeden Peygamber (s.a.v)’e biat etmek istedi ama Peygamber elini çekti ve şöyle dedi; Ya Beşir! Ne cihat var ne de zekat öyleyse cennete ne ile gireceksin?

Fakat Peygamber (s.a.v) aynı şartları Sakife kabilesinden ka­bul etmişti. Belki de onlar ileri sürdükleri şartlar üzerinde de­vamlı kalmayacaklardı, müslüman olduklarında ve daha iyi yaşamaya azmettiklerinde diğer müslümanlar gibi oruçlarını tuta­caklardı. Bundan dolayı olsa gerek ki Peygamber (s.a.v) onlar hakkında şöyle söylemişti. “Onlar oruç da tutacaklar cihad da edecekler.”

 

Kim Tevhit Üzere Ölürse Cennet’i Hakeder.

 

İkinci kaide; Kim ‘lailahe illallah’ diyerek ölürse Allah katında iki şeyi hakeder.

Birincisi; Cehennemde ebediyen kalmaktan kurtuluş; kalbinde hardal tanesi kadar iman oldukça, günahları sebebi ile cehen­neme girse de -ki bu günahlar zina gibi Allah hakkına veya hırsızlık gibi kul hakkına taalluk eden bir mesele de olabilir- günahları miktarınca cehennemde kaldıktan sonra tekrar çıkacaktır.

İkincisi; Geç olsa da cennete girecektir; Tevbe etmediği ve hiç bir şeyin günahlarına keffaret olmadığı için cehenneme girme­si sebebiyle cennete ilk girenlerle beraber giremese de sonuçta cennete girmeyi hak edecektir.

Buna delil olarak Buhari Müslim ve diğer hadis kitaplarında geçen sahih hadisleri gösterebiliriz. Ubade b. Sâmit Peygamber (s.a.v)’in şöye dediğini rivayet etmiştir. Kim, Allah’dan başka ilah olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına, Muhammedin onun kulu ve Rasulü olduğuna, İsanm da Allah’ın kulu ve Rasulü olduğuna ve Meryem’e ilka eylediği kelimesi olduğuna ve kendi­sinden bir ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin gerçek olduğuna şehadet ederse, Allah da onu -amellerine bakmak sure­tiyle- cennetine kor.

Ebuzer’in şöyle dediği rivayet edilmiştir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu; hiç bir kul yok ki, lailahe illallah deyip bu hal üzere öldükten sonra cennete girmesin.

“Allah teala, kendi rızasını gözeterek ‘Lailahe illallah’ diyen bir kimseye cehennem ateşini haram kılmıştır.” Yani; asr-ı saa­det döneminde bu kelimeyi sırf canlarının ve mallarının korun­ması için söyleyen münafıklar gibi değil tabii.

Enes (r.a) Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir. ‘Lailahe illallah’ diyen cehennemden çıkar. Kalbinde bir hardal tanesi kadar iman bulunsa da.

Tüm bu hadisler Buhari ve Müslim’de geçmektedir.

Buhari ve Müslim’de geçen bir de şu hadis vardır. Ebuzer (r.a) Peygamber (s.a)’in şöyle değini rivayet etmiştir.” Cibril Peygamber (s.a.v)’e geldi ve şöyle dedi; ümmetini müjdele; ümmetinden kim Allah’a şirk koşmadan ölürse cennete girecek­tir. Ben de şöyle dedim; peki ya zina ya da hırsızlık etsede mi? o da; (evet) zina ve hırsızlık etse de, buyurdu.

Sahih-i Müslim’de geçen ve Ubade’den rivayet edilmiş bir ha­diste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktalar. “Allah’tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed’in de gerçekten Allah elçisi olduğuna şehadet eden kimse üzerine Allah, cehennemi haram kılar.”

Bunlara benzer daha bir çok hadis mevcuttur. Hepside kelime-i şahadet söylendiğinde cennete girilip cehennemden çıkılacağma delil olan hadislerdir.

Cennete girilmesinden kasıt; hak edilen azabın cehennemde çekilmesinden sonra neticede cennete dönülmesidir.

Ateşten kurtulmaktan kasıt ise; ebedi cehennemde kalmaktan kurtulmaktır. Bunu söylemekteki amacımız, bahsettiğimiz hadis­lerle, bazı günahları işleyen kimselere cenneti haram kılan ve ce­hennemi de zorunlu durak kılan hadisler arasında ortak olabile­cek bir noktayı yakalamaktır. Nasları da bir birleriyle çeliştirmek uygun olmaz.

 

Müslümanlığı  Bozan  Şeyler

 

Üçüncü kaide; İnsan, şehadet kelimesini getirerek İslama gir­dikten sonra, müslümanhğının gereği olarak islamm hükümlerine boyun eğmek mecburiyetindedir. Bu boyun eğiş, islamın adil ve kutsal bir din olduğuna, ona karşı boyun büküp teslim olmanın gerektiğine, şartlarına göre amel etmenin zorunlu oluşuna iman etmeyi icab ettirir. Yani bir insan müslüman olduktan sonra, ki­tap ve sünnetin sarih naslarına göre hareket etmekle yükümlü olur.

Bu hükümleri kabul edip etmeme, benimseyip benimsememe hürriyetine sahip değildir. O rıza gösteren her müslümanın yaptığı gibi islamın hükümlerine boyun eğer, helali helal bilir ha­ramı haram, kendisine gerekli olan hükümlerin vacip, bazı hü­kümlerin de müstehap kılındığına inanarak dinini yaşar.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz.”[152]

“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve pey­gambere çağrıldıkları vakit; “İşittik, itaat ettik” de­mek, ancak mü’minlerin sözüdür.” [153]

“Hayır; Rabb’ine and olsun ki, aralarında çekiştikle­ri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin ver­diğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar. ” [154]

Mühim olan şunu bilmektir; İslam’ın; farzlar, haramlar ve ce­zalarla ilgili hükümleriyle bunların dışında kalan şeriat hükümleri, kati ve kesin şekliyle belirlenmiş hükümlerdir. Bu hükümlerde herhangi bir şüphe duyulması söz konusu değildir. Hepsi Allah’ın dininden ve koyduğu şeriatinin çerçev es indendirler. İslam alimle­ri bu hükümleri fıkıh diliyle şu şekilde izah etmişlerdir; “İslam- da bilinmesi zaruri olan şeyIer.”

İslamın hükümlerini, avamda, havas da böyle biliyor. Varlıkla­rını isbatlamak için deliller getirmeye veya tartışmalar düzenle­meye gerek yok. Bu konuda; namaz ve zekat gibi İslam’ın şartlarından olan farz ibadetleri, adam öldürmek, zina etmek, faiz yemek ve şarap içmek gibi büyük günahları, son olarak ta evlilik, boşanma, miras, hadler ve kısas vb. kati hükümleri misal olarak verebiliriz.

Zaruret-i diniyyeden olan hükümleri inkar edenler ya da onları hafife alıp alay edenler kesinlikle kafir olurlar. Onlara mürtet damgası vurulur. Bu hükümler açık ayetlerle ve sarih hadislerle tesbit edilmiş ve bildirilmiş hükümlerdir. Çeşitli asırlarda yaşa­yan islam uleması bu hükümler üzerinde icma etmişlerdir. Kim bunlardan birini yalanlarsa Kur’an ve Sünnet’i yalanlamış demek­tir. Bu da küfürdür.

Bunlardan ancak islamla yeni tanışıp da islamın hükümlerinin neler olduğunu bilmeyen, islamın kaynaklarından uzakta bir yerde yaşamış olanlar, istisna tutulabilirler. Onlar zarureti di­niyyeden birini inkar ettiklerinde durumları kendileri için bir ma­zeret teşkil edebilir. Ama bu Allah’ın dinini öğreninceye kadar geçerlidir. Öğrendikten sonra da diğer müslümanlar için geçerli olan hükümler bu tür kimseler için de geçerli olur.

 

Büyük Günahlar İmanı Zedeler Ama  Kökünden Kazımaz.

 

Dördüncü Kaide; Büyük günah işleyen kişi, onlardan tevbe et­mezse ve yapmakta da ısrar etse bu, onun imanım zedeler ve var olan imanının da yavaş yavaş eksilmesine yol açar. Ancak imanı kökünden kazımaz. Tamamıyla dinden çıkmasına yol açmaz. Buna delil olarak şunları gösterebiliriz.

1) Büyük günahlar, imanı kökünden kazımış olsaydı, günahı işleyenler mutlak kafir olurlardı. Ma’siyet ve dinden dönme tek bir şey olurdu. Asi olanda mürted olur ve ona, mürtede uygula­nan cezalar uygulanırdı. O zaman da zina, hırsızlık, yol kesicilik, içki içmek ve haksız yere adam öldürmek gibi cezaların islami hükümlerde ayrı ayrı belirtilmesine gerek kalmazdı. Oysa bun­ların hepsi de naslarla ve icma ile farz olan hükümlerdir.

2)  Kur’an-ı Kerim, Kasas suresinde katil aleyhine ve öldürü­lenin lehine olacak hükümler koymuştur.

“Ey İman edenler! (kasten) öldürülmüşler için kısas size farz kılındı. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısas olunur. Öldürülmüş olanın kardeşlerin­den katilin lehine olarak bir şey bağışlanırsa da kısas düşürülse, Ölünün velisi, hakkından ziyade olmayarak diyet almalıdır.” [155]

3) Kur’an-ı Kerim, birbiriyle savaşan iki gruptan her ikisinin de mü’min olmakta devam edeceklerini bildiriyor.

“Eğer  mü’minlerden  iki  topluluk  birbirleriyle  sava­şırlarsa   aralarını   düzeltiniz;   eğer   biri   diğeri   üzerine

saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönmeleri­ne kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davra­nanları sever. Şüphesiz mü’minler birbiri ile kardeştir­ler; öyleyse dargın olan kardeşlerinizin arasını düzel­tin; Allah’tan sakının ki size acısın.” [156]

Ayet aralarında sav aşmal arıyla birlikte dini kardeşliklerin ve imanın onlar için geçerliliğini korumuş olduğunu vurgulamaktadır. Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) de şöyle buyuruyor. “Ben­den sonra birbirlerinizi vuran kafirler olmayın.”

“İki müslüman birbirlerine kılıç çekerek karşı karşıya geldikle­rinde ölen de öldürülen de cehennemdedir.”

Buhari, günah işleyen kimsenin kafir olmayacağını bu hadis­lerden hareketle savunmuştur. Çünkü Peygamber (s.a.v) onları herne kadar cehennem ateşiyle korkutmuşsa da aynı zamanda müslüman olduklarım da söylemiştir.

Tabi ki hadiste geçen savaşmadan maksat, caiz görülebilecek şer’i bir gerekçenin olmaması dahilinde yapılan savaşmadır.

4) Hatip b. Ebu Belta, bugünkü deyimiyle vatan hainliği dene­bilecek büyük bir günah işlemişti. Peygamber (s.a.v)’in haberleri­ni ve askerlerinin harekatını, Peygamberimizce gizli tutulması için son derece titiz davranılmasma rağmen Mekke’nin fethinden az bir zaman önce Kureyş’ e ulaştırmak, bildirmek istemişti. Hz. Ömer (r.a) “Ey Allah’ın Resulü! bu adam münafıklık etmiştir. Bırakın da boynunu vurayım.” demişti. Peygamber (s.a.v), Bedir savaşına katılmış olması nedeniyle öldürülmesine razı olmamış ve yaptığı bu işi, kendisini dinden çıkarıcı bir iş olarak değerlen­dirmemişti. Peygamber (s.a.v)’in bu yargısını teyit mahiyetinde şu ayetler nazil olmuştu.

“Ey İnananlar! Benim de düşmanım, sizin de düş­manınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyor. Eğer sizler Benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız onlara nasıl sevgi görterirsiniz? Ben, si­zin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan  sapmıştır.” [157]

Allah Teala bu ayette, konuştuğu kimselere mü’min unvanım kullanarak hitap ediyor. Ve kendi düşmanlarıyla onların düşman­larını bir görüyor. Buna rağmen siz onlara sevgi besliyorsunuz.

5) Mü’minlerin annesi Hz. Aişe (r.a)’ye atılan iftira konusun­da indirilen ayetler de bu kabildendir. İftira atanlardan biri de, Bedir savaşına katılmış Musattah b. Usase’dir. Hz. Ebubekir ona bir daha mali destekte bulunmamaya yemin etmişti. Allah Teala konuyla alakalı olarak şu ayetleri indirdi.

“İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere, verme­mek için yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Al­lah’ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah bağışlayandır,  merhametli  olandır.” [158]

Şöyle denilebilir; Musattah ve diğer iftira edenler tevbe etmiştir. Ancak Allah Teala İbn Teymiyye’nin de dediği gibi, ken­dilerine iyilik edilip affedilmeleri için tevbe edilmesini şart koşmamış tır.

6) Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen ve Buhari’de geçen bir rivayete göre sahabilerden biri devamlı içki içerdi. Peygamber (s.a.v) de içki uygulamasını emretmişti. Bazıları ağızlarında şöyle birşeyler gevelemeye başlamışlar; Allah seni rezil rusvay etsin. Peygamber (s.a.v) de; böyle söylemeyin. Ona karşı şeytana yardım etmeyin. Buhari’de geçen bir başka rivayet şöyledir. “Kardeşinize karşı şeytana yardım etmeyin.” Ebu Davut’un süneninde bu konuyla alakalı olarak bir fazlalık vardır.” Peygamber (s.a.v) orada bulunanlara şöyle demiştir; Bilakis deyin ki; Allah’ım onu bağışla ona merhamet et.”

İşte bu, kötülüklerin başı olan içkiyi içen bir kimseye karşı gösterilen Muhammed’i bir tavır ve müsamaha ölçüsüdür. Pey­gamber (s.a.v) içkiyi içene cezasının uygulanmasına razı ama ona la’net edilmesine ve Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmasına asla razı değil. Aksine Müslümanlar arasında onu da kardeş ola­rak görüyor. Böylece açıkça horlayıp sövmelerini şeytanın içeri girmesi için kalbinde gedik açmalarını yasaklamıştı. Dolayısıyla bu haldeki bir kimseye mağfiret ve rahmet duası yapılmasını, onun kardeş ve dost olarak görülmesini, hidayetine çalışmasını emrediyor. Böylece belki kendini düzeltir de aşırılıklarından vaz geçer.

7) Yine Buhari’de Ömer b. Hattab’tan rivayet edilen bir hadis şu şekildedir. “Peygamber (s.a.v) devrinde adı Abdullah olduğu halde ‘Eşek’ diye çağrılan bir adam vardı. İçki içtiğinden Peygam­ber (s.a.v) ona had cezası tatbik edilmesini emretmişti. Onun kavminden bazıları; Allah’ım ona la’net et! Ne kadar da çok içiyor, demişlerdi. Bunlara cevaben Peygamber (s.a.v) de şöyle karşılık verdi: Lanet etmeyin. Allah’a yemin olsun onun Allah ve Resulünü sevmediğini bilmiyorum. Bazı rivayetlerde de şöyle geçmektedir.” Onun Allah ve Resulünü sevdiğini biliyorum.” Bazılarında ise” Bildiğim tek şey var ki; o, Allah ve Resulünü se­viyor.”

İbn Hacer ‘Fethu’l Bari’ adlı eserinde, İbn Abdilberra’dan naklen, o sahabinin sırf içki içmekten ötürü elli kez had cezasına çarptırıldığını söylemekledir. Peygamber (sav) de la’netlenmesini yasaklamış ve onun Allah ve Resulünü sevdiğini söylemiştir.

Hafız b. Hacer ‘Fethu’l Bari1 adlı eserinde hadisden çıkarılacak faydalı sonuçları şu şekilde sıralıyor.

  1. a)Bu hadiste, büyük günah işleyen bir kimsenin kafir olduğu­nu iddia edenlere reddiye vardır. Çünkü hadis günah işleyenlerin lanetlenmesini nehyedip böylelerine dua edilmesini emrediyor.
  2. b)Hadisten anlaşıldığına göre bir kişi, Allah Teala’nın kendi­sine nehyettiklerini işlediği halde Allah ve Resulü’nün sevgisini, işlediği çirkin ameliyle yanyana bulundurmasında herhangi bir çelişki olmayacağını. Çünkü Peygamber (s.a.v) bahsedilen ha­diste kişinin, bu günahkarlığıyla birlikte Allah ve Resulullah’ı sevdiğini haber vermiştir.
  3. c) Her defasında günah işlense de Allah’ı ve Peygamber sev­gisi silinmez.
  4. d) Bir hadiste “Kişi içki içerken mü’min olarak içmez” diye buyurmakta ise de burada naklettiğimiz hadisten anlaşıldığına göre, imanın içki içenden uzaklaşması, tamamen uzaklaşması manasına değildir. Aksine bu, imanın kemal derecesini kaybet­mesi demektir.

8)  Herne kadar zina ve hırsızlık etse de ‘lailahe illallah’ diyen bir kimseye cenneti layık gören hadisleri bildirmiştik.

9)  Peygamber (s.a.v)’den gelen sahih rivayetlere göre, ümme­tinden büyük günahları işleyenlere şefaat edecektir. Bu da iki hükme delalet ediyor.

Birincisi; Büyük günah işlemek, Peygamberin ümmetinin dairesinden çıkmaya sebeb teşkil etmez.

İkincisi; Allah Teala büyük günah işleyenlere ya cehennem­den affetmek suretiyle ya da cehennem de belli bir süre bıraktık­tan sonra oradan kurtarmak suretiyle merhamet edecektir.

 

Şirkin Dışında  Kalan  Günahlar Affedilebilir.

 

Beşinci Kaide; Bu kaide de bir önceki kaideyi teyid nite­liğindedir. Affedilmeyecek tek günah, Allah Teala’ya şirk koşulmasıdır. Bunun dışında kalan günahlar affedilebilir. İster büyük günah olsun ister küçük hepsi de Allah Teala’nın iradesi altındadır. Dilerse affeder dilerse cezalandırır.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır;

“Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğini bağışlar. Allah’a şirk koşan kişi, derin bir sapıklığa sapmış olur.”[159]

Ayette geçen şirkten kasıt, büyük şirktir. Büyük şirk de; Allah Teala ile beraber başka ilahlar edinmektir. Şirk kelimesi mutlak olarak kullanıldığında bu mana anlaşılır. Büyük küfür de böyledir. Yani Allah’ı reddetmek ve inkar anlamındaki küfrü kas­tediyorum.

Hafız ibn Hacer şöyle der; Mesela, Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğini inkar eden kişi, Allah Teala ile beraber başka ilahlar edinmese bile yine de kafir olur. Onun için mağfiret olun­maz. Küfrün ve şirkin dışında kalan diğer günahlara gelince, onlar ilahi iradeye bağlıdır. Dilediğini bağışlar dilediğini de ceza­landırır.

İmam İbn Teymiyye şöyle demektedir. Tevr^e etmiş olana, ceza verilmesi caiz olmaz. Tevbe ettikten sonra kişinin daha önceden şirk koşmuş olmasıyla diğer günahları işlemiş olması fark etmez. Allah Teala bir ayette şöyle buyurmaktadır. “Ey Mu­hammed! de ki; Ey kendilerine karşı aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O bağışlayandır, merhametlidir.” Ayette geçen anlam umumi ve mutlaklık taşımaktadır. Çünkü ayette, tevbe eden kastedilmiştir. Diğer tarafda ise özelleştirme ve bir şarta bağlama vardır.[160]

Bir çok sahih hadis, şirkin dışında kalan günahların bağışlan­masının ilahi iradeye bağlı olduğunu göstermektedir.

Buhari’de geçen ve Ubade b. Samid tarafından rivayet edilen hadiste Peygamber (s.a.v) çevresinde halka oluşturmuş olan sa­habelere şöyle buyurmuştur. Bana, Allah’a hiç bir şeyi şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, evlatlarınızı diri diri gömmemek, kendi yanınızda uydurduğunuz şeylerle başkalarına iftira etmemek ve maruf (iyi işler) de İsyan etmemek üzere biat ediniz. Kim bunlara riayet ederse onun mükafatı Allah’a aittir. Bu günahlardan birini işleyen olur da dünyadayken cezalandırılırsa, o ceza kendisi için keffaret olur. Kim de bu günahlardan birini yapar ve Allah onu Örterse onun durumu Allah’a kalır. Dilerse affeder, dilerse cezalandırır.

Bu hadis, biat edilmek için sayılan günahlardan birinin işlenmesi durumunda işleyen kişinin islamdan çıkmayacağını açıkça göstermektedir. Aksine bildirilen günahlardan birini işleyip de Allah Teala tarafından dünyada cezalandırıldığı tak­tirde bu onun için keffaret olacaktır. Dünya da cezası verilmediği taktirde o kişinin durumu ilahi iradeye bırakılır. Dilerse affeder dilerse cezalandırır.

Aileme Mazeri şöyle demektedir Usame’nin rivayet ettiği ha­diste, büyük günahları işleyenleri tekfir eden haricilere ve fasık bir kimse öldüğünde azap çekmesinin vacip olduğunu iddia eden mutezilelere reddiye vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v) bu günahların ilahi irade altında olduğunu haber vermiş; ‘Öldüklerin­de kesinlikle azap göreceklerdir’ diye herhangi bir şey söyleme­mişlerdir.

Tayyibi de şöyle demiştir:

“Bu hadiste, hakkında çok açık bir delil olmadıkça bir insanın cehennemlik olduğunu söylemenin mahsurlu olduğuna işaret var.” [161]

 

Naslarda  Ortaya  Çıkan  Küfrün; Büyük Ve Küçük Küfür Diye Ayrılması

 

Altıncı Kaide; Kur’an ve Sünnet’te geçen küfürden kasıt; bü­yük küfürdür. Büyük küfür, dünya hükümlerine göre dinden çıkarırken ahiret hükümlerine göre ise ebedi cehennemlik kılar.

Kur’an ve sünnet’te geçen küçük küfür İse, onu işleyen kişiyi cehennemde ebedi bırakmaz, sadece cehennem ateşiyle azaplandırmaya müstehak kılar ve kişiyi dinden çıkarmaz ama yapanı fasıklık ve günahkarlıkla damgalar.

Birinci anlamda kullanılan küfür, Hz. Muhammed (s.a.v)’in ge­tirdiği hükümlerin veya dinde inanılması zaruri olan hükümlerin bazılarını inkar etmektir.

İkinci anlamda kullanılan küfür ise, Allah Teala’nın emrine aykırı davranan veya nehyettiklerini yapan kişileri kapsar. Bu konuyla alakalı olarak bir çok hadis rivayet edilmiştir. Mesela, “Kim Allah’ın dışındaki şeyler adına yemin ederse (Allah’ı) inkar etmiş olur. “Bir rivayette ‘şirk koşmuş olur” diye geçiyor.” Müslümana sövmek fasıklık onanla savaşmak ise küfürdür.”

“Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın.”

“Sakın babalarınızdan yüz çevirmeyin kim babasından yüz çevirirse (nimete) küfretmiş olur.”

“Kim (müslüman) kardeşine ‘Ey Kafir!’ derse, onu tekfir edişi kendisine döner.”

O zaman biz de şöyle diyebiliriz; yukarıdaki naslarda ve ben­zeri diğer naslarda bahsedilen küfür, insanı dinden çıkaran küfürler değillerdir. Bunu isbatlayacak başka deliller de vardır.

Bazan sahabenin birbiriyle savaştıkları da olurdu ama onlar hiç bir zaman birbirlerini kafirlikle itham etmediler.

Nakledilen kesin rivayetlere bakılırsa Hz. Ali bin Ebu Talip, Cemel ve Sıffin savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etme­miş, sadece onları asilikle nitelemiştir. Bir sahih hadiste an­latıldığına göre Peygamber (s.a.v) Ammar’a şöyle demiştir Seni asi bir topluluk öldürecek. Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) Hariciler hakkında şöyle buyurmuşlardır. “İki gruptan hakka en yakın olan, onları öldürecektir.” Hz. Ali (r.a) ve beraberindekiler onlarla savaşmışlardı.

Aynı şekilde Kur’an da savaşan iki topluluğun mü’min olabileceğini vurgulamıştır.“Mü’minlerden iki grup savaşırlarsa aralarını düzeltin.”

“Mü’minler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzel­tin.”

Bunlara misal olacak hadisler de verebiliriz. Kim Allah’ın dı­şındaki şeylere yemin ederse (Allah’ı) inkar etmiştir veya (O’na) şirk koşmuştur.

Bir müneccime veya kahine gelip de onun söylediklerini doğrulayan ve ona inanan kimse Allah’ın Muhammed’e indirdikle­rini inkar etmiş olur.

Bu gibi hadisleri islam alimleri esas olarak alıp bu davranışta bulunan kimseleri kafir diye ve islam dininden çıkar diye nitelememişlerdir.

Bazan insanlar Allah’ın dışındaki şeyleri kullanarak yemin ederler. Müneccim ve kahinlerin söylediklerini doğrularlar. İlim ve din adamlarının söylediklerini inkar edip sapkınlığa düşerler. Ama hiç kimse onların dinden dönmüş olduklarına bundan dolayı kendileriyle müslüman hanımlarının ayrılması gerektiğine hüküm vermedikleri gibi onların ölümü halinde de namazlarının kılınma­yacak ma ya da müslümanların kabirlerine defnedilemeyeceklerine ilişkin herhangi bir emir de vermemişlerdir. Merfu bir hadisteşöyle geçmektedir. “Bu ümmet hiç bir zaman delalet üzerine icma etmez. “

Bundan dolayı İbn Kayyım, işlenen bazı günahları küfür olarak nitelendiren hadisleri sıraladıktan sonra şöyle söylemiştir.

Bu hadislerdeki kasıt şudur; bütün günahlar küçük küfür , türündendir. Bu da ibadetleri yapmak anlamına gelen şükrün zıddıdır. Yapılan iş ya şükürdür ya küfürdür ya da bunların dışında üçüncü bir şeydir.[162]

Birinci anlamdaki küfrün (yani büyük küfrün) karşıtı imandır. Buna göre kişiye ‘Mü’mindir ‘veya’ Kafirdir’ denilebilir. Allah Teala da şöyle buyuruyor. “Onlardan kimi iman etti kimi inkar etti.” [163]

“Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklar­dan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlerin dostları ise tağutlardır. Onları, aydınlıklardan karanlıklara çıkarır.”[164]

“İman ettikten sonra inkar eden bir kavme Allah nasıl hidayet etsin.”[165]

İkinci manadaki küfre yani küçük küfür gelince, onun karşılığı da şükürdür. İnsan ya nimete şükreder, ya da nankörlük eder. Allah Teala insanı nitelerken şunları söylemektedir. “Şüphesiz ona  yol  gösterdik.  Buna,  kimi  şükreder  kimi  de  nan­körlük.” [166]

“Şükreden ancak kendisi için şükreder. Nankörlük eden de bilsin ki, rabbi müstağnidir. Kerem sahibidir.”

Bu vesileyle Hafız İbn Hacer, Kurtubi’nin “Şeriat koyucunun diline göre küfür, zaruret-i diniyyeden bilinen şeyleri inkar et­mektir” sözlerini nakleder ve sonra da şöyle der; şeriatta küfür,nimeti inkar etmek, şükür etmemek ve verilen nimetin hakkını yerine getirmemek demektir. Bu hususta Sahih-i Buhari’nin ‘İman Kitabı’mn ‘Kocaya nankörlük ve ‘Küfür fiilini işlediği halde kafir olmama’ bölümlerinde, büyük günah işleyenleri kafir sayan Hari­cilerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur.

“Küfür işlediği halde kafir olmama” ibaresi İbn Abbas ve ta­biinden bazıları şu ayetin tefsiri mahiyetinde rivayet edilmiştir. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir.”

Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef alimleri tarafından yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir.

Aynı taksimat şirk, fısk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fısk, zulüm ve nifak da aralarında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennem de ebedi kalmayı gerekti­rirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez.

Buhari Sahihinde ‘Zulm işlediği halde zalim olmama’ başlığı altında bu konuya değinmiş ve delil olarak da İbn Mesut’un şu ri­vayetini nakletmiştir.

“İşte güven onlaradır. İnanıp imanlarına zulüm ka­rıştırmayanlarındır. Onlar doğru yoldadırlar.” [167]

Sahabe şöyle sormuş; Ey Allah’ın Resulü! Hangimiz nefsine zulmetmez ki? Peygamber (s.a.v) de; sizin dediğiniz gibi değil.’İmanlarına zulüm karıştırmayanlar’ demek ‘şirk karıştırmayanlar’ demektir. Sizler Allah’ın “Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür” ayetini duymadınız mı? diye buyurmuştur.

Hadis, Buhari’nin kasteddiği şekilde delildir. Sahabe ‘Zulüm’ kelimesinden hertürlü isyan manasını anlamıştı. Peygamber (s.a.v) bunu reddetmemiş ve yalnız, en büyük zulüm türünün ‘Şirk’ olduğunu sahabeye izah etmişti. Bu da zulmün çeşitlere ayrıldığını göstermektedir.

 

İmanın Küfür, Nifak Veya Cahiliyetle Birlikte Bulunabilmesi.

 

Yedinci Kaide; İmanla beraber, küfrün veya cahiliyetin veya hutta nifakın bir ya da bir kaç şubesi bulunabilir.

Bu hakikat önceki ve şimdiki bir çok alim tarafından anlaşıl­mamıştır. Onlar bir kimsenin ya mü’min ya da kafir olabileceğini, ikisi arasında olamayacağını tasuvvur ederlerdi. Şöyle söyleyen kişi de bu görüşe oldukça yakındır. Ya tam bir müslüman ya da tam bir cahil, bu ikisinden sonra üçüncüsü asla olamaz.

İnsanlardan birçoğunun yöntemi budur. Vasat noktalara bak­madan gözlerini hep uç noktalara çevirirler. Onlara göre bir şey ya beyazdır ya da siyah. Beyazla siyahın karışımıyla bir üçüncü rengin olabileceğini hiç düşünmezler.

o Ne gariptir, bazan öyle insanlara veya topluluklara rastlarız ki bunlar, imanın kamil manada bulunmadığı, imanlarıyla beraber ni­fak ve küfür alametleri taşıyan bir toplumla ve ferdle karşılaştık­larında onlar hakkında hemen ‘Küfür’ ya da ‘En büyük münafık’ hükmünü vermeye yeltenirler. Bu gibi kimseler imanın, küfür ve nifakla bir arada bulunamayacağına inanırlar. İslamın ve cahiliye­nin bir arada bulunamaz iki zıt etkenler olduğunu düşünürler.

Aslında bu mutlak iman ve mutlak küfür için düşünülecek olur­sa doğrudur. Aynı şey islamla, cahiliye ve nifak arasında da ge­çerlidir.

Ama hiçbir kasıt olmaksızın; yalm imana, küfrün veya yalın imana, nifakın ya da yalın bir İslama cahiliyyenin karışmasını incelediğimizde bunların bazen bir arada olabileceğini görürüz. Nitekim hadisler ve selef alimlerinin görüşleri buna delildir.

Sahih-i Buhari’de geçen bir hadiste Peygamber (s.a.v) Ebuzer’e (r.a) şöyle buyurmuştur. Sen, içinde cahiliye (kırıntıları) olan birisisin. Ebuzer (r.a); “Mücahit, doğru sözlü, güvenilir ve İslama ilk girenlerden olmasına rağmen yine de onun hakkında Peygamber (s.a.v) böyle söyleyebiliyor.

Yine Buhari’de geçen bir hadisde: “Kim cihat etmeden veya cihat etmeyi içinden geçirmeden ölürse o cahiliyenin bir çeşidi üzerine ölmüş olur” buyruluyor.

Ebu Davut Huzeyfe b.Yemani’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Kalpler dört çeşittir; perdeli olan kalp, bu tür kalp kafir­lerin kalbidir. Üzeri yosunlaşmış kalp. Bu da münafığın kalbidir. Bir de herşeyden mücerret bir kalp vardır ki o da, mü’minin kalbi­dir. Bir kalp de var ki onun için de hem iman hem de nifak var. Bu kalpteki iman bir ağaç gibidir. O ağacı temiz ve berrak sular bes­ler. Bu kalpteki nifak ise, bir yaraya benzer ki bu yarayı da kan ve irin besler. İşte iman ve nifaktan hangisi bu kalpte fazla bulu­nursa o galip gelir.

İbn Teymiyye şöyle buyurmaktadır. Huzeyfe’nin bu sözleri Allah Teala’nın şu ayetine delalet etmektedir. “O gün onlar, imandan çok küfre yakındılar.” Zaten o günden önce onlar­da mağlup durumda olan bir münafıklık vardı ama Uhud Günü gel­diğinde nifakları galip geldi ve onları küfre daha da yaklaştırdı.

Abdullah İbn el-Mübarek’in Hz. Ali’den rivayet ettiği bir ha­diste şöyle buyurulmaktadır. İman, kalpte bir beyaz nokta olarak belirir. Kul imanını artırdıkça o beyazlık da artar. Sonunda iman kemale erince beyazlık da tüm kalbi kaplar.

Nifak ise kalpte siyah bir nokta olarak belirir. Kul nifak (işlediği) sürece kalpteki siyahlığı da artar. Sonunda kulun nifakı kemale erince kalbide bir siyahlık bürür. Allah’a yemin olsun ki, şayet mü’minin kalbini yarabilsenbeyazlığı görebilirsiniz.

Şayet kafirin kalbini yarmanız mümkün olsa onun da kalbinde siyahlığı görmeniz mümkündür.

İbn Mes’ut şöyle der. Suyun baklayı yeşerttiği gibi zenginlik de nifakı yeşertir.

İmam İbn Teymiyye de şöyle buyurmaktadır. Bu tür sözler (İbn Me’ud’un dediği) selef alimlerinin sözlerinde çokça geçer. Onlar kalbin içinde hem imanın hem de nifakın bulunabileceğini açıklıyorlar.

Kitap ve Sünnet de aynı şeyleri söylüyor. Peygamber (s.a.v) İman ve nifakın şubelerinden bahsetmiş ardından da şöyle buyur­muştur. Münafıklık şubelerinden birisi kendisinde bulunan kişi, onu terkedinceye kadar bu münafıklık kendisiyle birlikte olur. Münafıklık şubesi çoğu defa iman şubesiyle birlikte bulunur.

Bu nedenle Peygamber (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyur­muşlardır. Kalbin de zerre miktarı iman bulunan kişi (sonunda) cehennem ateşinden çıkar. Kalbinde bir parça da olsa iman bulu­nan kişinin ebedi cehennem ateşinde kalmayacağı bilinmektedir. Kalbinde çokça nifak bulunan kişi de belli bîr miktar azap çektikten sonra, o da cehennem azabından kurtulur.

Buna göre Allah Teala, bedevi araplar hakkında şöyle buyur­maktadır. “Bedeviler dediler ki, biz iman ettik. De ki, siz iman et­mediniz. Ancak ‘biz müslüman olduk’ deyin. Kalbinize iman henüz yerleşmemiştir.” Allah Teala imanın, onların kalbine gir­mediğini belirtiyor. Böyle olmasına rağmen bu hal, iman şubelerinden birinin onların kalbine girmesine engel teşkil et­meyecektir. Nitekim zinakar ve hırsızın, kendi nefsi için isteğini din kardeşi için istemeyen, komşuları tarafından kötülük yap­masından korkulan kişiler mü’min olamazlar ama onların kalple­rine iman giremez diye de bir kaide kesinlikle yoktur. Bazı vecib­eleri terkettikleri için Kur’an ve hadisler bir çok insanların imandan yoksun olduğunu haber vermektedir.[168]

Başka bir yerde konuyla alakalı olarak İbn Teymiyye şunları söylemiştir. Maksat şudur; mü’minlerin en hayırlısı, cennetin en yüksek derecesinde bulunandır. Münafıklar ise cehennemin en alt tabakasında bulunurlar. Heme kadar dünyada zahiren müslü­man olarak görünmüş ve müslümanlara uygulanan hükümler uy­gulanmış olsa da. İman ve nifak bulunan bir kimseye ‘Müslümandır’ denebilir. Çünkü böyle bir kimse salt münafık değildir. Nifak kişide daha galebe çalarsa mü’min ismini almaya layık ol­maz. Aksine böyle birine münafık demek daha uygun olur. Beyaz ve siyah bulunup da siyahlık daha baskın çıkmışsa o kimse için siyah olduğunu söylemek beyaz olduğunu söylemekten daha doğrudur. Çünkü Allah Teala da öyle buyurmaktadır. Şayet imanı daha baskın çıkmış olsa da nifak alameti taşıdığından dolayı, onu cehennem azabıyla ikaz etmek gerekir yoksa cennet va’dedilen mü’minlerin sınıfına sokmak değil. Herne kadar belli bir azap çekip de imanı nedeniyle cennete girecek olsa da.

Ehli heva olan, Hariceler, Mu’tezileler, Cehmiyye ve Mürcie ekolüne bağlı olanlar şöyle diyorlardı. Kulda hem iman hem de nifak bir arada bulunamaz. Hatta onlardan bir kısmı bulunama­yacağına dair icma etmişler. Tabi ki, bu konuda hataya düşmüş ve Kitap, Sünnet ve sahabenin yapıp da onlardan gelen nakillere ve tabiinin sözlerine aykırı hareket etmişlerdir. Bu görüşler akla ve mantığa da aykırıdır.

Hatta Harici ve Mutezileler bu fasit görüş üzerinde durarak şöyle demişler. Bir kimsede, sevabı hak edecek taat ile azabı hak edecek ma’siyet bir arada bulunamaz. Bir kişi hem övülüp hem yerilemez. Hem sevilip hem nefret edilemez. Hem cenneti hak etmesi hem de cehennemi hak etmesi düşünülemez. Bundan dolayı günahkar birinin cehennemden kurtulabileceğini kabul et­memişler. Ve de cehennem ateşinden kurtarmak için kesinlikle herhangi bir kimseye şefaat edilemeyeceğini savunmuşlardır.

Aşırı Mürcieler hakkında şöyle bir şey anlatılır.  Mürcieler,Haricilerin ve Mutezilelerin ileri sürdükleri yaklaşıma mu­vafıktırlar. Ayrıca onlar; “Büyük günah işleyenler bile cennete girer cehenneme değil” görüşündedirler.

Ehl-i sünnet ve’l cemaat, sahabe, tabiin, diğer hadis ve fıkıh alimlerinin görüşlerine gelince, onlar şunu savunuyorlar. Azabını çekeceği günahları bulunan bir kişinin kendisini cennete götüre­cek iyilikleri de bulunabilir. Ma’siyet içinde bulunanlar itaatkar da olabilirler. Bu ittifakla böyledir. Yukarıdaki sapık gruplar, böyle bir kişinin statüsü hakkında değil de, mü’min veya münafık olarak adlandırılmasında anlaşmazlığa düşmüşlerdir.

Mür’cie, hem iyilikleri hem de günahları olan kimseler için “Onlar iman-ı kamil insanlardır” der.

Ehl-i Sünnet ve’l cemaat imamları ise ‘Hayır onlar eksik imanlı kimselerdir’ der. Şayet eksik imanlı olmasalardı cezaya müstehak olmazlardı. İcmaya göre onlar eksik itaat ve takva sahibi kimseler gibidirler. Böylelerine ‘Mü’min’ denebilir mi?

Bu konuda iki görüş vardır. Tabiki tafsilata inmek gerekir.

Böyle birisi köle ise, keffaret amacıyla azad edilecek olsa mü’min muamelesi görür. Çeşitli ayetlerin başında bulunan ‘Ey iman edenler’ hitabının kapsamına da girer.

Ama uhrevi meselelere gelince, aynı kişi, cennetle va’dedilen mü’minlerden değildir. Gerçi cehennemde ebedi kalmasına mani bir imanı vardır. Bu imanı sebebiyle belli bir miktar cehennemde azabını çeker, sonra tekrar cennete girer. Bundan dolayı şöyle söylenmiştir îmanıyla mü’min, günahı ile fasıktır, ya da eksik imanlıdır.

Ehl-i sünnet imamlarından bazılarıyla Mu’tezileden olanlar, imanıyla birlikte nifak taşıyan birine mü’min dememişlerdir. Onla­ra göre; fasık ismi, Allah Teala’nın şu ayeti nedeniyle mü’min is­miyle taban tabana zıttır.” Hiç inanan (mü’min) bir kimse fasık gibi olur mu?”

Öyleyse diyebiliriz ki, bir insanın kalbinde imanla birlikte küfür de bulunabilir.

Peygamber (s.a.v), günah işleyeni günahıyla birlikte kalbinde zerre kadar imanla ebedi cehennemlik olmayacağını vurguladığı halde yapılan bir çok günahı da küfür diye nitelediği rivayet edil­miştir. Bunlara örnek olarak: “Müslümana sövmek fısk, onu öldürmek ise küfürdür.” Ayrıca: “Benden sonra birbirinizin boy­nunu vuran kafirler gibi olmayan” hadislerini verebiliriz.

Bu Resulullah (sav)’den gelmiş sahih bir rivayettir. O veda haccında, münadilerin bunu bütün insanlara duyurmalarını iste­mişti. Hadiste haksız yere birbirinin boynunu vuranlar “kafirler” olarak isimlendirilmiştir. Dolayısıyla bu fiilin kendisi “küfür” olmuş oluyor.

Bu noktada, şu ayetlere dikkat edelim; “Mü’minlerden iki taife  birbiri ile savaşıyorsa, aralarını bulun.” (Hucurat suresi, ayetin tamamı daha önce geçmişti.) Ayette zikri geçen insanlar, tama­men imandan çıkmamışlardır, bununla beraber içlerinde küfürden bir parça vardır. Bu durum bazı sahabelerin sözlerinde de yerini bulmuştur. “Küfrün biri bu vasfı kazanmış olur.” gibi.

Dikkat edilirse yukarıdaki rivayette “kardeşine” şeklinde ifade edilmiştir. Aynı zamanda “ikisinden biri bu vasfı kazanır” demiştir. Eğer yapılan bu iş kişiyi islamdan tamamen çıkarıyor olsaydı “kardeşinize” denmezdi, çünkü küfürden bahsedilmekte­dir.

 

İtaat Hususunda Müslümanların Değişik Mertebelerde Bulunmaları

 

Sekizinci Kaide:

Bu kaide de bundan önceki yedinci kaideyi doğruluyor. İnsan­ların mertebeleri, Allah’ın emirlerini yerine getirme ve O’nun ya­saklarından kaçınma konusunda farklılıklar gösterir.

Bu itibarla Allah’a olan iman ve yakınlık dereceleri de farklılık arzeder. Kitap ve sünnet de bunu belirtiyor. Buradan hareketle, Selef alimleri, imanın artıp eksilebileceğini tesbip etmişlerdir.

Tüm insanları melekler mertebesinde görmek büyük bir hatadır. Onların yaratıldığı ve onları toprağa bağımlı kılan yaradılış un­surlarını unutmak da büyük bir hatadır.

Bu gerçeği yani, Allah Teala’ya iman ve itaat konusunda in­sanların farklı mertebelerde bulunmaları gerçeğini Resulullah (s.a.v.)’ın belirttiği gibi Kur’an tesbit etmiş ve belirlemiştir.

Allah Teala Fatır suresinde şöyle buyurmuştur.

“Sonra bu kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras bırakmışızdır. Onlardan kimi kendilerine yazık eder, kimi orta davramr, kimi de, Allah’ın izniyle, iyi­liklere koşar. İşte büyük lütuf budur.”  [169]

Allah Teala’nın kendilerine kitabı miras bıraktığı ve kullarının arasından seçtiği toplum üç sınıfa ayrılır.

1) Kendilerine zulüm edenler; İbn-i Kesir’in dediği gibi, ya kendilerine yüklenen ibadetlerde aşırı giderler ya da haram işlerler.

2) Mutedil olanlar; iktisatlı davranıp buna göre hareket eden­lerdir. Bu gibi kimseler de ibadetlerini yerine getirirler, haramları yapmaktan sakınırlar. Zaman zaman bazı müstehapları terkettikleri gibi mekruhları da yaparlar.

3) Hayırda yarışanlar. Bunlar ibadetleri yerine getirdikleri gibi müstehapları da yapmakta titiz davranırlar ve mekruhlardan uzak bir hayat yaşarlar. Bazı mubahları da terkettikleri olur.[170]

İşte kiminde yalpalar bulunan, kiminde eksiklikler olan, ve kiminde de kendine zulüm yapma karakteri bulunan tüm insanlar, Allah’ın seçtiği kulların içerisinde yer alırlar.

Bu üç tabaka, bir takım mertebelere ayrılırlar ya da daha önce bahsi geçen üç sımfa ayrılır. Meşhur cibril hadisi bu üç sınıf in­sanın bulundukları mertebeleri bildirmiştir; “İslam”, “İman”, “İhsan”.

Allah Teala içlerinde kendi nefislerine zulüm edenler olduğu halde, onların cennet erilinden olduğunu haber vermiştir.

İbni Abbas yukardaki kendilerine miras bırakılan insanlardan bahseden ayeti tefsirinde şunları söylüyor; “Kendilerine zulm edenler bağışlanır, orta yolu takip edenlerin hesabı kolay olur, bu ikisinde önde, hayırda başta bulunanlar ise bir hesap vermeden cennete girer.[171]

Kendilerine zulm eden kimselerin yaptıkları haramlardan mak­sat, büyük günahların dışında kalan küçük günahlar değildir. Tevbe edenlerden kasıt tüm günahlarından tevbe edenler de değildir. Gerek haramları işleyenler ve gerekse günahlarından tevbe edenler İbn-i Teymiyye’nin dediği gibi, orta yolu takip edenlerle hayırda yarışanların sınıfına girerler. “Adem oğlundan günahsız tek kimse yoktur. Ama günahından tövbe eden herkes orta yolu takip edenlerin ve hayırda yarışanların yanında yer alırlar.”

Her kim de büyük günahlardan kaçınırsa, bu onun kötülükle­rine keffaret olur. Allah Teala da bunu şöyle ifade etmiş;

“Size yasak edilen günahlardan kaçınırsanız, kusur­larınızı örteriz. [172]

Kendilerine zulüm eden insanların bulunması muhakkaktır. Bu gibi kimseler, hatalarını temizleyecek bir azaptan sonra da olsa cennete gireceklerdir. [173]

Öyleyse, her ne kadar bir müslüman orta yolu da takip etse,kendine zulüm de etse, küfürden nefret edip fısk ve isyandan uzak durması gerekir. Çevresindeki insanların üzerine akın akın gittiği ahlaksızlıklara rıza göstermesi mümkün değildir. İmanın en alt derecesi, müslümanın kalbiyle yapılan ahlaksızlıklara karşı buğz duymasıdır. Yani, ondan nefret eder, yapıldığı için kendisini üzer ve onlara kin duyar. Buna karşılık imanın en üst mertebesi ise, gücü yettiği kadarıyla yapılan kötülüklere ve ahlaksızlıklara diliyle müdahale etmesidir.

Bu konuda dillerde dolaşan şu sahih hadisi nakledebiliriz “Sizden kim kötülük gördüğünde, onu eliyle düzeltsin buna gücü yetmiyorsa diliyle, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin. Bu da imanın en zayıf olanıdır.” Açıkladığımız mefhuma göre, kalp ile yapılan buğz, imanın en zayıf olanıdır. Bunun manası şudur. Bir kimse, bu zayıf iman derecesini koruyamadığı takdirde kendisinde iman yok demektir. Bu konu, Ibn-i Mes’ud’un Peygamber (s.a.v)’den rivayet ettiği ve Müslim’in sahihinde geçen bir hadiste de aynen şöyle geçiyor. “Allah’ın benden önce gönderdiği bütün peygamberlerin, çevrelerinde ümmetleri içinden seçtikleri sahabileri ve havarileri vardı. Bunlar peygamberlerinin sünnetine sarılırlar ve emirlerini yerine getirirlerdi. Bu kişilerden sonra durum değişir. İnsanlar, onların yapamadıkları şeyleri onla­ra isnad ederler ve onların istemedikleri şeyleri yapmaya başlarlar. Kim, bunlarla eliyle cihat ederse o mü’mindir. Kim, di­liyle cihad ederse o, mü’mindir. Kim de, kalbiyle cihat edese o da mü’mindir. Bunun dışında kalanların hiç birinde hardal tanesi ka­dar iman yoktur.”

İşte ayet-i kerime bu tür zalim ve fasıklarla kalbiyle mücadele etmeyenlerin yani onların yaptıkları işleri, zulümleri ve fıskları kınamayanların kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunamaya­cağını haykırıyor. Bir başka ibareyle söylemek gerekirse, böyle kimselerde imanın zerresi dahi yok demektir.

Diğer taraftan, hadiste bu anlatılan vasıftaki mücadele şekil­leri, müslümanın kalbine ve duygularına yöneliktir. Nefsine hük­meden bir kimse yapılan kötülüklere razı mı olur yoksa açıkçakızgınlığını mı gösterir? Eğer bu çirkinlikleri işleyenlere karşı kal­binde bir rızalık gösteriyorsa, bunu, onun fıs kından, zulmünden veya Allah’ın şeriatının dışına çıktığı için mi gösteriyor yoksa rızalık göstermesinin altmda yatan başka sebepler mi var? Me­sela, maslahat gereği ya da aralarında her hangi bir yakınlaşmayı sağlamak ve buna benzer şeyler için. Şayet müslüman bir insana yaklaşacak veya uzaklaşacaksa bunun sınırını islami ölçülere göre belirlemelidir. Ayrılığı da İslama göre olmalı yakınlığı da.

 

Son Söz

 

Bahsettiğimiz kaidelerin ve kesin delillerin ışığı altında yaptığımız açıklamalardan sonra, her akıl sahibi kimse tekfirde aşırı giden kardeşlerimizin içine düştükleri bu büyük hatanın ve tehlikenin sınırlarını anlamış olsa gerek. Bu kardeşlerimiz, kendi görüş açılarına aykırı düşen şer’i nas ve delillerden yüz çevirerek te’vil yaparken keyfi uygulamalara yönelerek, delil olmayacak hükümlerden kendilerine delil çıkararak, önceki ve şimdiki alimle­rin ve imamların görüşlerine uymayarak ve kendilerinin imamlık ve mutlak içtihat derecesine geldiklerini iddia ederek toplumu ya da fertleri bir çırpıda küfürle itham edebiliyorlar. Halbuki kendileri tüm ümmete, selefe ve halefe muhaliftirler. Allah korusun, bu gerçekten çok tehlikeli bir durumdur. Bu meselenin tek sebebi vardır o da; Allah’ı tanımamak, insanları tanımamak ve nefsi tanımamaktır. Nefsini tanıyan insana Allah rahmet etsin. Bir sa­hih hadis ise şöyledir: “Aşırılıktan kendinizi koruyun! Sizden önceki aşırılığa kaçanlar da helak edildiler.”

“Aşırı olanlar helak oldular” Peygamber (s.a.v) bunu üç kez tekrarlayarak söylemiştir. Tüm bunlarla birlikte ben, bu kardeş­lerimizin içine düşmüş oldukları duruma düşmek istemem. Müslümanı tekfir edeni kafir sayan hadisler olsa da ben bu aşırı giden kardeşlerimizin insanları tekfir ettikleri gibi onları tekfir etme cür’etini gösteremem. Çünkü bu hadisler, müslümanı tevilsiz bir şekilde tekfir eden kimseler hakkındadır. Reddedildiği halde onlar müslümanları kafir sayabilmek için bir takım tevillereyöneliyorlar. Bundan dolayı, her ne kadar haklarında zemm edici sahih hadisler varsa da, islam alimleri haricilerin tekfir edilmesi hususunda görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Mü’minlerin emiri Ali bin Ebu Talib’in haricileri tekfir etmediği ve onmlarla yapılan savaşta kılıcı ilk çekenin de Hz. Ali olmadığı kesindir. Kendisine “Hariciler kafir midir?” diye sorulduğunda, o da “onlar küfürden kaçmışlardır.” diye cevap vermiştir.

Bu nedenle, aşırı gitmelerine ve düşüncelerinde doğru bir is­tikametten ayrılmalarına rağmen, yine de onlara kardeşlerim de­mekte ısrar ediyorum. Şayet onlar, tarafsız bir gözle ve insafla, hakkı istemekte ihlaslı davranarak, tutuculuktan uzak, arka­daşlarının ayıplamalarından korkmadan ya da bağlı oldukları yer­lerin tehditlerine kulak asmadan yazdıklarımı okurlarsa tekfir konusundaki fikirlerinden vaz geçeceklerine yakinen inanıyodum.

Ben şuna inanıyorum; bu aşırı cemaatler içerisinde ihlaslı, Allah rızasından başka bir şey istemeyen, ahirete talip olan, islamin nusreti için çalışan gençler var. Ne var ki bu gençler, asıl islam kültürünü ve geniş islam fıkhını kendilerine siper edinmedikleriden, bu tür aşın uç fikirler, her şeyden uzak boş kalplere yerleşip kendilerine bir yer yapmışlardır.

Şunu da belirteyim ki, bu gençlerden birçoğu, tehditlere aldır­madan, hakka boyun eğmişler. Eziyetlere uğradıklarında da sab­retmişler ve birbirlerine sabrı tavsiye etmişlerdir.

Biliyorum ki, bu mesele islami hareket meydanının boş kal­masından kaynaklanıyor. Bu fikre sahip aşırı uçlar, karanlık mah­zenlerde hareketlerini yürütüp bu mahzenlere sığınmak zorunda kalıyorlar. Ne zaman ki; İslam davetinin güneşi doğar, aydınlığı ufku kaplar ve hiçbir korku duymaksızın sesini yükseltirse, o za­man bu mahzenlerde gizlenen aşırı uçlar da kendiliğinden nor­male dönerler.

Allah izin verirse bu konuya ilerde tekrar değineceğiz.

 

Sahibinin İzni Olmadan Mülk Arazilerde Camii Ve Mezar Yapmak

 

Soru

 

7 Mart 1974 miladi, 13 safer 1394 tarihli, Mısır’ın “El-Ahbar” gazetesinin beşinci saifesi, birinci sütununda şu haber yayınlan­mıştır.

Dimyat’a bağlı köylerin birinde, bir şeyhin cenazesinde mey­dana gelen garip bir olay.

Dün, Dimyat’ın Nasiriyye köyünde garip bir olay meydana geldi. Ebu’l Firağ adıyla bilinen Şeyh Muhammet Cemel’in va­siyetini köylüler kabul etmediler. Şeyh öldükten sonra, köyün mezarlığından yaklaşık üç kilometre uzaklıkta ki bir yere gömülmesini vasiyet etmişti. Fakat köy halkı cenazeyi gömmeye götürdüklerinde birden na’şla birlikte cenazeyi taşıyanların bir buğday tarlasına doğru döndürüldüğünü görürler.

Köy halkı bu durumu jandarmaya haber vermiş. Fareskur mer­kez komutam ile beraber bir asker birliği cenazenin bulunduğu yere gelip kaldırmaya çahşmışlarsa da nafile başaramamışlar.

Neticede köy halkı, şeyhi bulunduğu yere defnetmek zorunda kalmışlar.

Anlatılanlara göre bu şeyh, 90 yaşına ulaşmış. Asıl köyü olan Sohaca’ya bağlı Tahta köyünden buraya yerleşmiş ve yaklaşık otuz seneden bu yana da Nasari köyünde ikamet etmekteymiş.

Bu haber burada sona eriyor.

Sizden, islami hükümlere göre açıklayıcı ve yazılı bir fetva vermenizi rica ediyorum. Cenazeyi gömen kişilerin telef ettikleri arazinin durumu ne olacaktır? Na’şı taşıyanların, yaptıkları bu davranış sebebiyle durumları ve haklarındaki hüküm nedir? Ölen kişinin veya onu defnedenlerin malı olmadığı bir arazide inşa edi­len mezarın durumu ne olacaktır? Arazi sahibinden izin almadan yapılan camilerin islamdaki hükmü nedir? Arazi sahibi isterse yapılan bu mezarı kaldırma hakkına sahip midir?

Allah’a inanan kalplerin tatmin olması ve hiç kimsenin hak­kının kaybolmaması için fetvanızı yazılı olarak vermenizi rica ediyorum.

Allah sizi muvaffak kılsın ve adımlarınızı doğru atmayı nasip eylesin.

 

Cevap

 

Köylüler, şeyh’in yaşadığı yerden üç kilometre uzakta bir yere gömülmesi vasiyyetini kabul etmemekle isabetli bir davranışta bulunmuşlardır. Çünkü bu vasiyet geçersizdir ve uygulanması da caiz değildir. Aynı zamanda içeriği, Kitap ve sünnetin içeriğine aykırıdır.

Birincisi; Şeyh, kendi mülkiyetinde olmayan, ölülerin bulun­madığı ve cenaze defnedilmesi ne vakfedilmeyen bir araziye gömülmesini istemiştir. Aksine bu arazi başkalarının mülkiyetin­de bulunup ziraat için kullanıma ayrılmıştır. Şayet bu şeyhin bi­razcık ilmi olsaydı başkasının mülküne haksızca tecavüzü içeren bu vasiyeti vermeyecekti.

İkincisi; Bu vasiyet, diğer müslümanların mezarlarından ayrılıp tek başına müstakil bir alana gömülmesini içeriyor. Şeyh, insanlardan uzak bir alana gömülmesini özellikle istemiş. Oysa ölüm diğer insanlarla ölen kişiyi aynı statüye getirir. O halde buölünün, diğer ölülerden ayrılması niye? Bu tür ayrıcalıkların, ne sahabe tarafından ne de tabiin tarafından yapıldığı bilinmiyor. Onlar da diğer müslümanlarla birlikte defnedilmişlerdi. Kabirlerin ayrılması fikri, daha sonra gelenlerden bidat ehli tarafından bilin­meye ve uygulanmaya başlamıştır.

Üçüncüsü; Şeyh, insanlardan uzak bir alana taşıma sorumlu­luğunu köy halkına yüklemiştir. Oysa gereksiz yere böyle bir meşakkati insanlara yükleme hakkına sahip değildir.

Naş hakkında anlatılan ve onu taşıyanların istemedikleri bir yöne sürüklenmesi konusundaki hikayeye gelince, bu tür hikaye­ler halk dilinde adettir ve dilden dile dolaşır durur. Bir şeyh öldüğünde, şayet bir de onun salihliğine ve velayetine inandıkları bir şeyhse artık bu anlatılan hikayeyi onun, salih evliyaullahtan birisi olduğuna dair bir delil olarak kabul ederler.

Ölüler hakkında bu tür hükümleri nereden çıkarıyorlar an­lamıyorum. Kitap ve sünnette bu tür bir hüküm de varit ol­mamıştır. Ne sahabeden ne de tabiinden hiç birinin na’şının uçtuğuna veya taşıyıcılarının istemedikleri bir yere doğru onları sürüklediğine dair her hangi bir olay tesbit edilememiştir. Her halde hiç kimse kalkıpta zamanımızın şeyhlerinin sahabe ve ta­biinden daha faziletli olduğunu savunacak değildir.

Bu olayın gerisinde şu etmenlerin yattığını düşünüyorum.

1)  Bu olay, naşı taşıyanların tümü ve ekseriyetinin ölüye olan bağlılık ve güvenlerinden dolayı ona bir üstünlük ve insanlar arasında onu revaçta tutmak amacıyla kasten uydurulmuş olabi­lir. Kendileri de onun müritleri oldukları için, çeşitli çıkarlar ve menfaatler sağlama düşüncesini taşıyabilirler.

2) Bu olay, şeyhin müritleri tarafından kasten de yapılmamış olabilir. İlhami bir olaydan kaynaklanan bir etkiden dolayı yapmış da olabilirler. Araştırmacılar, ilhamın insan üzerindeki te’sirlerini kabul ederler. Bazen bu tesir organik bir takım değişiklikler mey­dana getirir ki, bu değişikliklerin sebebi, sadece inançtan ve olayı öyle imiş gibi algılamalarından kaynaklanır. Jandarmaların gelipaynı davranışı sergilemelerinde de şaşılacak bir şey yoktur. Olayın etkisinde kalmış olabilirler. Ne de olsa onlarda toplumun bir parçası.

3) İnsanları boş işlerle meşgul edip saptırmak isteyen azgın şeytanlar ve cinlerin de yapmış olması uzak bir ihtimal değildir. Şeyh-u’l İslam İbn-i Teymiyye bu gibi olaylar hakkında bir çok misaller vermiştir.

Garip olan şu ki, bu tür hikayeleri ve masalları; daima belli or­tamlarda özellikle köylerde ve kasabalarda duyuyoruz. Şayet bu doğru değilse, bir Suudi Arabistanda veya Katar gibi bir ülkede niçin bu tür hikayelere rastlanamıyor. Halbuki ben Katar’da yak­laşık on sene kadar kaldım.

Arazisinin, mezarlık haline getirilmesi sebebiyle belli bir za­rara uğrayan toprak sahibi, buna sebep olanlardan ve ayrıca bu harekete izin veren jandarmalardan sebebiyle de yönetimden, telef edilen buğday miktarının iade edilmesini talep etme hakkına sahiptir. Bununla beraber, şer’i olarak sahip olduğu bir araziye yapılan gasp ve tecavüzün tesirinin giderilmesini de isteme hakkına sahiptir. Kur’an’dan bir çok ayetle, sahih hadislerle, şer’i hükümlerle ve mezhep imamlarının ittifakıyla tesbit edilen islamın kesin kaidesi şudur; “başkasına zarar verilemeyeceği gibi zarara katlanmak da caiz değildir.”

İster müslüman olsun ister zimmi, islam topraklarında yaşa­yan vatandaşlara hak etmedikleri halde zarar vermek caiz değildir. Şayet böyle bir şey meydana gelmişse, “Verilen zarar giderilmelidir” kuralı gereğince imkan dahilinde bu zararın gideril­mesi ve telafi edilmesi gerekir.

Arazi sahibinin zararını gidermek, bir başka zararı ortaya çıkartacaktır. Bu da; kabrin kaldırılması ve ölüye eziyet verilmes­idir, denemez. Fıkıh alimleri, “zarar başka bir zararla giderile­mez” hükmünü tesbip etmişlerdir. Biz de şunu deriz; Fakihler, aynı zamanda “büyük bir zararı gidermek için küçük zarara kat­lanılır, aynı şekilde, umumi bir zararı gidermek için hususi zarara katlanılır.” hükmünü de belirlemişlerdir. Burada, canlıya verilen zarar ölüye verilen zarardan daha az önemli bir zarardır. Fıkıh alimleri bundan daha basit şeyler için dahi ölünün kabrinin açılmasını caiz görmüşlerdir. Özellikle de, kendi hakkı olmadığı halde haksız yere mülk edindiği bir arazide gömülmeyi vasiyet ettiği için bu zarara sebebiyet veren ölü olduğundan onun kabri­nin açılmasında ise her hangi bir sakınca olmasa gerek. Şu da bir gerçek ki; bu tür mezarlar bu haliyle kaldıkları müddetçe muhte­mel umumi bir zarara yol açarlar. İnsanlar onun kutsallığına inanırlar. Kerametleri olduğu, toplumun avam kesimine yayılır. Dolayısıyla, kültürsüz ve aldanmış insanların onu ziyaretine kab­rine ellerini yüzlerini sürüp mum dikmelerine, onun adına kurban kesmelerine sebebiyet verecek etkenleri ortaya çıkarır. Oysa Peygamber (s.a.v) bu tür davranışları yapanları lanetlemiş ve yapılan hareketi de şirkin bir çeşidi olarak ifade etmiştir.

Allah’ın rızası dışında yapılan bu mezarın daha yapıldığı ilk günden itibaren kaldırılması meşru bir iş olurdu. Çünkü bu mezarı bulunduğu yerden başka bir yere kaldırmak Allah ve Resulünün yolunu anlayanlar üzerine vaciptir.

Kur’an’ı Kerim’in de belirttiği “Mescit-i Dırar” kıssası hakkın­da anlatılanlar bizlere yeter de artar bile.

Soruda belirtildiğine göre, köyden yaklaşık üç kilometre uzak bir mesafede ihtiyaç olmadan ve sahibinin rızası dışında haksız olarak kabir üzerinde yapılan bir mescitte namaz kılmaya ge­lince. Burada namaz kılmak iki yönden haramdır.

Birincisi; Fıkıh alimleri, gasıbın gasp alışkanlığını engelle­mek için gasp edilen bir arazide namaz kılmayı ya mekruh ya da haram saymışlar. Hatta bazı fıkıhçılar Hanbeli ve zahirilere göre bu tür arazilerde namaz kılmanın namazı bozacağını söylemişlerdir. Onlar, yapılması yasaklanmış bir hareketin na­mazı geçersiz ve batıl kılacağını söylemişlerdir. Çünkü hadis-i şerif bu konu hakkında şunu söylemektedir; “Bizim emrimiz ol­mayan bir işi yapan kişiden yaptığı bu iş reddedilir.” Yani, kendi­sinden kabul edilmez.

İkincisi; Sahih nebevi hadisler, kabirler üzerine mescitlerin yapılmasını yasaklamıştır. Bu hadisler; Peygamberlerinin kabir­lerini mescitler edinen Yahudiler ve Hıristiyanlara lanet etmiştir. Yaptıkları bu fiillerinden onları sakındırmıştır.

Muhakkak alimler şunu tesbit etmişlerdir; Cami veya mezar­dan hangisi diğerinden sonra yapılmışsa sonra yapılanın ortadan kaldırılması gerekir. Mesela, önce cami yapılıp ardından kabir yapılmışsa kabir yıkılır. Şayet bunun tersi olmuşsa Allah’ın rızası üzerine kurulmamış olan camii yıkılır. Bu ikinci durumda bulunan bir mescidin her hangi bir saygınlığı yoktur. Çünkü bu konumdaki bir mescidin durumu, Allah Teala’nın Kur’an’ında anlattığı mescidi dırann konumudur.

“Zarar vermek, inkar etmek, mü’minlerin arasını ayırmak, Allaha ve Peygamberlerine karşı savaşanla­ra daha önceden gözcülük yapmak üzere bir mescit kurup; Biz sadece iyilik yapmak istedik, diye yemin edenlerin yalancı olduklarına şüphesiz ki Allah şahit­lik eder. Ey Muhammedi O mescide hiç girme! İlk gün­den beri Allah’a karşı gelmekten sakınmak için yapı­lan mescitte bulunman daha uygundur. Orada arınmak isteyen insanlar vardır. Allah arınmak isteyenleri se­ver. Binasını   Allah   korkusu   ve   rızası   üzerine   kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir uçurumun kenarına kurup onunla beraber kendisi de cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler to­pluluğunu doğru yola iletmez.” [174]

Münafıklardan dırar mescidini inşa edenler, Tebük gazvesine hazırlıklarda bulunan Allah Resulüne geldiler ve şöyle dediler; Ey Allah’ın Resulü! hastalar, ihtiyaç sahipleri ve soğuk kış günlerinde camiye gidemeyenler için bir mescit bina ettik. Oraya gelip bize namaz kıldırmanı arzuluyoruz. Buna karşılık Allah Re­sulü şu cevabı verdi; Şu anda savaş hazırlıkları içerisindeyim. Allah izin verirse savaştan dönebilirsem mescidinize gelip size namaz kıldıracağım. Allah Resulü Tebük ile Medine arasında bir yerde konakladığında vahiy münafıkların yaptığı mescit hakkında haber verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) ashabdan iki kişi çağırdı ve onlara şöyle dedi; “Gidin zalimlerin yaptığı bu mescidi yıkın ve ateşe verin.” Onlar da Allah Resulünün buyruğu gereğince, mescidi ateşe verdiler. Çıktıktan sonra işi sağlama bağlamak için bir daha girip kalan yerleri de ateşe verdiler. Münafıklar ise, çil yavrusu gibi kaçışmaya başlamışlardı. Ardından, ilgili ayetler indirildi. Muhakkik İbn-i Kayyım anlatılan bu kıssadan iki önemli dersin göz Önünde bulundurulması gerek­tiğini söylemiştir.

Birincsi: Allah ve Resulüne isyan olan bir yerin yakılması veya yıkılmasının meşru bir davranış olması. Aynı şekilde Allah Resulü de, içinde namaz kılındığı ve Allah’ın ismi zikredildiği halde mescid-i dırar’ın yakılıp yıkılmasını emretmişti. Bu mesci­din yapılış gayesi, zarar vermek, müslümanların arasını açmak, onların yaptıkları hareket ve davranışlarını gözetlemekti. Allah ve Resulüne savaş açan münafıkların sığınak yeri haline gel­mişti. Bu konumdaki her mescidin, yıkmak ve yakmakla veya şeklini değiştirmekle de olsa, yapılış amacının dışına çıkarılması islam önderleri veya devlet başkanı tarafından görevine son ve­rilmesi gerekir.

Mescid-i dırar’ın durumu bundan ibaret olunca, taraftarlarınca Allah’tan başka ilahlar edinmeye çağıran mekanları, günah yuva­larını, dağıtmak, yerle bir etmek ve yakmak mescidi dırardan daha önemli ve daha gereklidir. Ömer bin Hattap içerisinde içki satılan bir köyü tamamen yakıp yıkmış, Ruveyşed-i sakafi adı verilen bir dükkanı yakmış ve ona ‘ruveyşed-i fuveysık’ adını ver­miştir.

İkincisi: İyilik ve ibadet amacının dışında vakıflar kurmak doğru olmaz.

İbn-i Kayyım bu konuda da şunları söylemiştir; “Buna göre kabir üzerine yapılmış olan bir mescit yıkılmalıdır. Aynı zamanda camiye defnedilen bir ölü de derhal ordan çıkarılıp ve başka bir yere kaldırılmalıdır. İmam Ahmet ve diğer fıkıhçılardan gelen de­lillere göre islam dininde, cami ile kabrin bir arada bulunmasına yönelik icma yapılamaz. Bunlardan hangisi önce yapılmış ise diğeri önce yapılanın yanma inşa edilemez. Önce yapılan yerinde bırakılır. İkisinin bir arada bulunması caiz değildir.

Bu tür vakıflar ne caizdir ne de islamı fıkıh ölçülerine göre geçerlidir. Yanında kabir bulunan bir camide namaz kılmak caiz değildir. Çünkü Allah Resulü bunu yasaklamıştır. Aynı zamanda kabirleri mescitler edinenleri veya orada mumlar yakanları lanet-lemistir. Allah Teala’nın kulu Muhammed’e gönderdiği asıl islam, çizgilerini belirttiğimiz islamdır. Ama şimdi o islam insanlar arasında garip bir duruma düşmüştür.[175]

Sırf sevap kazanacaklarını umarak cahilce, her hangi bir kabir yanma yaptırdıkları mescitler hakkında hüküm bu iken, sahibinin hiç bir rızası ve onayı olmadan, mülkiyeti dışındaki bir araziye defnedilen bir ölünün durumu ne olabilir?

Hak, kendisine uyulmaya daha layıktır. Hakka dönmek ise, batılda sallanıp durmaktan daha iyidir. Başarı sadece Allah’tan­dır.

 

İfrat Ve Tefritçiler Arasında Konuşulan Peygamberi Mucizeler

 

Soru

 

Bir mecliste, peygammer (s.a.v)’in doğum günü münasebe­tiyle O’nun doğumundan önce meydana gelen harikulade olaylar­dan bahsediyorduk. Zaten bu tür hikayeler, her Rebiü’l-evvel ayı geldiğinde okunan tüm “mevlit” kitaplarında mevcuttur.

Ancak orada hazır bulunanlardan biri bu harikulade olayları in­kar etti. Hatta bununla da yetinmeyip, dillerde dolaşan, bir takım kitaplarda yer alan Peygamber (s.a.v)’e ait hissi görülen mucizelerin tümünü de inkar etti. Mesela, Hicret sırasında giz­lendikleri mağaranın önüne güvercinin gelip yumurtlamasını, ardından Örümceğin ağ kurmasını, örümceğin Peygamber (sav)’le konuşmasını ve hutbe okurken dayandığı ağacın inlemesini ayrıca bunlara benzer diğer bilinen tüm harikulade olayları inkar etti.

Bu kardeşin delili de; Peygamber (s.a.v)’e tek bir mucize gel­miştir ve O bununla tüm dünyaya meydan okumuştur. Bu mucize de Kur’an’ın kendisidir. Kur’an, daha önceki Peygamberlerin muci­zelerinden ayrı, akli bir mucizedir.

Sizden kesin delillerle bu konudaki görüşlerinizi açıklamanızı istirham ediyorum. Bu açık delillerle, helak olacaklar gerçeği gördükten sonra helak olsunlar, yaşayanlar da gerçekle tanışa­rak yaşasınlar. Allah Teala sizi islam ve müslümanlar için yaşatsın.

 

Cevap

 

Bu soruyu yönelten kardeşimizin, toplantıda hazır bulunanlar­dan birinin söyledikleri hakkındaki iddiaların bir kısmı doğru bir kısmı ise yanlıştır, daha doğrusu batıldır. İnsanların dillerinde dolaşan ve Peygamber (s.a.v)’e isnat edilen mucizelerden tümü doğru ve sahih değildir. Aynı zamanda bu, hepsi yanlış ve batıl demek de değildir. Bu konuda doğruluk ve batıllık, salt görüşe, hevaya ve duygulara değil, ancak senetlere dayanır.

İnsanlar, “Muhammedi maddi mucizeler” konusunda üç sınıfa ayrılır.

Birinci Sınıf: Bu tür insanlar, delillerde mübalağa ederler. Kitaplarda yazanlar onlar için yeterli kaynakdır. Bu kitaplar, ilk devir alimlerine mi, yoksa son devir alimlerine mi aittir? Rivayet­leri doğru olarak veriyorlar mı vermiyorlar mı? Usule uygun mu­dur değil midir? Muhakkik alimler nazarında kabul görmüş müdür, görmemiş midir? Bu sınıftaki insanlar için bu gibi konular pek o kadar önem arzetmez.

Onlar için Önemli olan; yazarı bilinmese de, anlatılanların bir kitapta geçmesi ya da peygamberi medh edici kasidelerde bulun­masıdır. Her yıl rebiü’l-evvel ayında okudukları kıssaların bu kit­aplarda yer alması yeterlidir. Bu bir avam akılcılığıdır, tartışma­nın gereği bile yok. Kitaplarında yalan yanlış, makbul görülebile­cek reddedİlebilecek mevzular bulunabilir.

Din kültürümüz, gerçek nakillere ve açık akli delillere aykırı, garip meseleleri araştırarak kitaplarına toplayan müellifler saye­sinde büyük bir felekate maruz kalmıştır. Bazı yazarlar, şer’i hükümlerin helal ve haram yönünden düzenlemediği esaslar üzerinden hareket ederek, bu tür konularla ilgili rivayetlerin doğruluğunu araştırmadan kitaplarına yerleştiriverirler. Aksine helal ve haram konusunda bir şey rivayet edecekleri zaman ri­vayetlerin sahihliğine, ravilerin durumlarına ve senetlerin güveni­lirliğine sıkıca bağlı kalırlar, diğer taraftan faziletlere, tergip, terhip ve bu kabilden mucizevi meselelerin anlatımına gelince bu konuları oldukça gevşek tutarlar.

Bazı müellifler de; rivayetleri falan falandan ve filan filandan rivayet etmiştir diyerek, senetleri belirtmeye büyük özen gösterirler. Ne var ki; bunlar da, senetlerin öneminden bahset­mezler; Doğru mu, yanlış mı? Ravilerin değeri nedir? güvenilir mi, zayıf yönleri var mı veya cerh edilmişler mi? yalancılar mı, redde­dilmişler mi? gibisinden şeylere önem vermezler. Onlar için se­netleri belirtmek, kendilerini sorumluluktan ve yükten kurtarmış olmak için yeterlidir.

Bunun yanında, ilk asırlarda yaşayan alimlere göre senetler­den bahsetmek yeterli ve uygun görülüyordu, ancak son asırlarda özellikle de bizim asrımızda, senetleri belirtmek pek birşey ifade etmiyor artık, insanlar senetlere bakmaksızın, kitaplardan nakle­dilmesini yeterli görüyorlar.

İşte asrımızdaki müelliflerin ve kitapların çoğunun durumu bu­dur. Onlar Taberi tarihinden, İbn-i Sa’d’ın tabakatından veya diğerlerinden nakiller yaptıklarmda hep aynı tavrı gösterirler.

İkinci Sınıf: Bu sınıfda bulunan insanlar da, mucizeleri ve evrende meydana gelen harkulade olayları reddetme konusunda oldukça aşındırlar. Dayandıkları delilleri ise; Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi Kur’an’ı Kerimdir. Kur’an’la şu tehtitleri yapmıştır; onun bir mislini getirsinler, Kur’an’a benzer bir sure getirsinler veya ona benzer bir kitap getirsinler. İşte bu sebeple Kur’an bir mucizedir.

Müşrikler Peygamber’den, kendisini doğrulamak için bir takım mucizeler istediklerinde onların bu isteklerini kesin bir dille red­deden şu ayetler indi.

“Şöyle söylediler; Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız. Veya hurmalıkların, bağla­rın olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahud da id­dia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Ya hutta altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (gö­ğe) çıktığında asla inanmayız.” De ki: Rabbimi tenzih ederim ben sadece beşer bir elçiyim.” [176]

Müşriklerin hemen oracıkta yalanlayacakları birtakım hariku­lade olayların gösterilmesini yasaklayan ayet ise şöyledir.

“Bizi mucize göndermekten alıkoyan, ancak, önceki­lerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semut milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa Biz mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz.” [177]

Bir başka surede, Kur’an Hz. Muhammed için yeterli bir mu­cize olduğu gerekçesiyle müşriklerin başka mucize istekleri red­dedilmiştir.

“Kendilerine okunan bir Kitab’ı sana indirmiş  olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır.” [178]

İlahi hikmet, Hz. Muhammed’in mucizesini akli ve edebi bir mucize olarak kabul etmeyi gerekli görüyor. Yoksa maddi ve his­si mucizeler olarak değerlendirilmesini istemiyor. Bu, çocukluk devresini aşan beşeriyete daha layıktır. Son ve ebedi risaletin ruhuna daha uygundur. Hissi mucizeler gelip geçicidir ama akli mucizeler devamlı varlığını korur.

Buhari’nin sahihinde bulunan bir hadis bu görüşümüzü doğruluyor.

“Bütün peygamberlere, insanların iman edebileceği türden mucizeler verilmiştir. Bana verilen ise Allah’ın, bana gönderdiği vahiydir. Umuyorum ki kıyamet gününde, ümmeti ençok olan pey­gamber ben olurum.”

Bana öyle geliyor ki; bu sınıftaki insanları bu konuma getiren iki temel sebep vardır.

Birinci Sebep; Günümüzdeki insanların, her olayın ar­kasında sebeplerin varlığı ile ilgilenen bilimlerle uğraşıyor olma­larıdır. Bu ilim dalları sebeplerin müsebbipler üzerinde te’sir bırakmasına dayanır. Sebeplerin hiç bir zaman değişiklik göster­meyen akli bir gereklilik olarak algılarlar. Mesela, ateşin daima yakıcı olması. Bıçağın, daima kesiciiik özelliğinde olması. Cansız varlıkların, hiç bir zaman hareket etmelerinin mümkün olmaması, Ölünün kesinlikle bir daha dirilemez ve hayat bulamaz olması vb.

İkinci Sebep; Birinci sınıfta bulunan insanlar, harikulade olayları hak ve batıl ile isbata kalktıklarında Allah’ın bu alem için koyduğu kanunları hiçe sayacak derecede, ifrata kaçarlar. Böyle olunca da çoğu kez, bir aşırılık kendi benzeri bir aşırılıkla müca­deleye girişir.

Burada, harikulade olayları isbatta mübalağa edenlerle, onları inkarda aşın gidenler arasında orta bir yol gözüküyor. O da; be­nim tercih eltiğim ve ılımlı baktığım görüştür.

 

Bu Görüşün Özeti

 

1)  Kur’an’ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v)’e gönderilmiş olan en büyük mucizedir. Peygamber  (s.a.v)  bu kitapla özelde Araplara genelde de tüm insanlara meydan okumuştur. Kur’an’ı Kerim sayesinde, O’nun peygamberliği ayrıcalık kazanmıştır. Onun peygamberliğinin doğruluğuna delil, rivayetindeki mevzu­nun bizzatihi içeriğinde yatıyor. Getirdiği mucizevi kitap, doğru yola erdirmesiyle, içerdiği ilimleriyle, lafzı ve manevi icazıyla ve gaybi bilgileri kapsamasıyla O’nun risaletini doğrulamaktadır.

2)  Doğrusu Allah Teala, kevni ve hissi mucizelerle, peygam­berlerin sonuncusu olan Hz. Peygamber (s.a.v)’e ikramda bulun­muştur. Fakat bunların maksadı meydan okumaktan ziyade; pey­gamberliğinin ve getirdiklerinin doğruluğuna delil olmasıydı.

Zaten Kur’an, Allah Teala’dan peygambere bir ikram ve rah­metti. O’nun risaletini doğrulamak, onunla birlikte inanlara da yardımcı olmak içindi. Bu mucizeler, kafirlerin isteklerine cevap­lar olsun diye meydana gelmemişti. Tersine Allah Teala’dan Pey­gamberine ve onunla birlikte inananlara bir rahmet ve bir ikram olsun diye indirilmişti. Buna misal olarak Kur’an’da açıkça bildiri­len (İsra) süresindeki miraç hadisesini verebiliriz. Ayrıca, Bedir Gazvesinde meleklerin, mü’minlere yardım ve destek için yeryüzüne inmeleri, Bedir’de mü’minlerin susuzluğunu gidermek ve ayaklarım sabit kılmak amacıyla, yağmur yağması birbirlerine yakın oldukları halde müşriklere bir damla yağmur düşmemesi, Hicret zamanında, Hz. Peygamberi ve arkadaşını mağarada kor­uması, hatta müşrikler mağaranın önüne geldiklerinde şayet on­lardan biri eğilip de kapının eşiğinde bakmış olsaydı onları farkedebilecekti. Daha buna benzer nice hadisler Kur’an’ı Kerim tarafından onaylanmış ve isbatlanmıştır.

Yine benzer bir vaka da, Hendek gazvesinde, çok az bir yiye­cekle bütün sahabelerin doyması gösterilebilir. Aynı şey Tebük’-te de yaşanmıştır.

3) Biz bu tür harikulade olayları, Kur’an ve sünnet ışığı altında onaylıyoruz. Bunların dışında kalan ve çoğu uydurma kitapların şişirdikleri nakillere pek iltifat etmiyor ve güvenmiyoruz.

 

Sahih Olan Mucizeler;

 

a ) Sahabelerden bir grup, Peygamber (s.a.v)’in hutbe verdiği ilk devirlerde, minberde hutbesini tamamlayıp ayrıldıktan sonra, üzerine çıktığı hurma kütüğünün, dişi devenin yavrusuna inlediği gibi inlediğini duyardı da gidip eliyle onu sıvazlayarak iniltisini keserdi, diye rivayette bulunmuşlardır.

Allame Taceddin Sıbki şunları söylemiştir; “Hurma kütüğünün inlemesi hadisesi mütevatir derecesindedir. Sayıları ona kadar varan bir sahabe topluluğu tarafından rivayet edilmiştir. Kesin­likle sahih yollardan rivayet edilmiştir.”

Kadı İyaz da ‘Şifa’ adlı kitabında bu hadisin mütevatir dere­cede olduğunu söylemiştir.

b ) Buhari, Müslim ve diğer hadis alimlerinin bir çok sahabe­den rivayet ettiklerine göre; Hudeybiye, Tebük ve diğer bazı gaz­velerde Peygamber (s.a.v) alışılmışın dışında parmaklarından sular fışkırtmıştır.

Buhari ve Müslim, Hz. Enes’den rivayet etmişlerdir. “Pey­gamber (s.a.v) Zerva’da bulunurken içinde su bulunan bir bardak getirilmesini istemiş. Su bardağını avcuna koyduğunda parmak­larından sular fışkırmaya başlamış ve tüm sahabeler de bu sudan abdest almışlar.”

Buhari, Bera bin Azip’ten naklettiğine göre; Hudeybiye gaz­vesinde peygamberimizin çevresinde yaklaşık 1400 sahabe vardı. Bunlar, Hudeybiye’de bulunan su kuyusunu tamamen çekip bitirmişlerdi. İçinde bir damla bile su kalmamıştı. Durum Hz. Peygamber (s.a.v)’e ulaşınca, kuyunun yanına gelmiş ve onun yanı başına oturmuştu. Ardından, içinde su bulunan bir kap iste­di. Ve o kabın içindeki su ile abdest alıp mazmaza yaptıktan sonra dua edip elindeki suyu da kuyuya boşalttı. Daha sonra Bera şöyle devam ediyor “Birazcık bekledik fazla bir zaman geçmeden istediğimiz kadar su alıp hem kendi susuzluğumuzu hem de de­velerimizin susuzluğunu giderdik.”

Peygamber (s.a.v)’in parmaklarının arasından su çıkardığına dair bir çok hadis bulunmaktadır. Gelen bu hadislerin tümü de sa­hih senetlerle rivayet edilmiştir.

  1. c)Hadis kitaplarının içerdiklerine göre, Allah Teala Peygam­ber (s.a.v)’in dualarına daima icabet etmiştir. Mesela; Yağmurun yağdırılması için yaptığı dua, Bedir savaşmda yardım için yaptığı dua, İbni Abbas’ın dinde fakih kılınması için yaptığı dua, Hz. Enes’in çocuklarının çok olması ve ömrünün uzun olması için yaptığı dua ve kendisine eziyet verenler için yaptığı duaları örnek olarak gösterebiliriz.

4) Ama insanlar arasında her ne kadar dilden dile dolaşsa da, sahih olmayan harikulade olaylara ve mucizelere gelince onları ne onaylıyoruz ne de belli bir kıymette tutuyoruz.

Halkın arasında dolaşan bir rivayete göre, Medine’den hicret sırasında Peygamber (s.a.v) arkadaşıyla mağarada gizlenirken iki kuş gelip hemen oracıkta yumurtlamışlar ardından bir ağaç bi­tivermiş dallanıp budaklanmış mağaranın ağzını kapatmış gibi ri­vayetlere kesinlikle inanmıyoruz. Çünkü bu konuda ne bir sahih hadis ne de bir hasen hadis ve ne de bir zayıf hadis rivayet edil­miş değildir.

Örümceğin mağara girişinde ağ yapmasına gelince, bu konuda hasen hadisler bulunduğu gibi zayıf hadisler de bulunmaktadır.Kuran’ın zahirine bakılırsa, hicret zamanında Allah Teala görün­meyen askerleriyle Peygamberi’ni desteklemiştir.

“Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz askerler­le onu desteklemiş.” [179]

Örümcek ve güvercinin görünen askerler olduğu aşikardır. Görünmeyen ve hissedilmeyen askerlere yardım etmesi, ilahi gücün büyüklüğü karşısında beşerin acizliğini gösteren en büyük bir delildir. Bu tür harikulade olayların insanlar arasında meşhur olmasının sebebleri, son devir alimlerinin yaptıkları methiyeler­den kaynaklanmıştır. Özellikle “Kaside-i Bürde” sahibi Busu-ri’nin yaptığı gibi.

Busuri şöyle diyor.

Sanıyorlardı ki onlar, ne örümcek ne de güvercin,

Alemlerin en hayırlısının önüne ne ağ germiş ne yumurta bırakmış,

Allah korumuşsa O’nu,

Ne gerek kalmış zırhlı duvarlara ne de yüksek burçlara.

İşte, bizim Peygamber (s.a.v)’e nisbet edilen harikulade olay­lar karşısındaki tavrımız ve konumumuz burada özetlediğimiz gibidir.

Başarı ancak Allah’tandır.

 

KAZA Ve KADER HAKKINDA

 

Soru

 

Dünyada insanın başına gelecek tüm olaylar daha önceden yazılmışmıdır; Ölümü, rızkı, başarısı, başarısızlığı, mutlu veya mutsuz, olması, itaatkar olması ya da isyankar olması gibi. Şayet kişinin cennetlik ve cehennemlik olmasına daha önceden karar verilmişse çalışmanın ne anlamı var? Çalışmak ve gayret göstermek veya ticaretle uğraşmak veyahutta rızk peşinde koşmak, rızkın bollaşmasını sağlar mı? Yoksa insanın rızkı ezel­den mi tayin edilip miktarı belirlenmiştir? Çalışmak ve gayret göstermek veya ticaretle uğraşmak yahutta rızk peşinde koşmak, rızkın bollaşmasını sağlar mı? Yoksa insanın rızkı ezel­den mi tayin edilip miktarı belirlenmiştir? Çalışalım mı, yoksa tembel tembel oturalım mı?

 

Cevap

 

Bu soru bilinen modası geçmiş klasik sorulardandır. Demek ki zaman geçtikçe insanın bir daha hatırına gelecek ve dillerde dolaşacakmış.

Aslında bu konu karşısında şaşkınlığa ve hayretlere düşmeye hiç de gerek yoktur. Çünkü İslam dini bunun cevabını yeterli bir şekilde vermiştir.

  1. a)Evrende bulunan her şey daha önceden kaydedilmiştir. Bu, dinde bilinen ve şüphe götürmeyen bir gerçektir. Her ne kadar biz nasıl kaydedildiğini bilmiyorsak da. Bildiğimiz tek şey şudur; Allah Teala dünyayı yeriyle, göğüyle, canlısıyla cansızıyla, kendi katında bir taktir üzere yarattı. Her şeyi ilmiyle kuşattı. Her şeye bir sayı verdi. Bu uçsuz bucaksız kainatta olacak her şeyi, kendi ilmine ve iradesine uygun olarak meydana getirdi.

“…yerde ve gökte hiç bir zerre Rabbinden gizli de­ğildir. Bundan daha küçüğü veya daha büyüğü şüphe­siz, apaçık bir kitap’tadır.” [180]

“…karada ve denizde olanı O bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apa­çık Kitap’tadır- ancak O bilir.” [181]

“Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce O, Kitap’da bulunmasın.” [182]

  1. b)Meydana gelmeden önce olayları ve tüm varlıkların hareket mekanizmasını kapsayıcı ince hesaplamalar kısacası kader, gay­ret göstermeye ve sebeplere tutunmaya engel değildir.

Allah Teala sebepleri yazdığı gibi müsebbipleri de yazmıştır, neticeleri taktir ettiği gibi mukaddimeleri de taktir etmiştir. Öğrencinin elde edebileceği başarıyı, vesileler sayesinde neti­ceye ulaşabileceği şekliyle yazmıştır. Yani başarıya vesileleriyle birlikte; ciddiyetle, hırsla, intibahla, uyanık ve meseleleri dikkatle izlemesiyle ve sebeplere tutunması ile birlikte ulaşabileceğini onun kader tahtasına ezelde taktir etmiştir.

Sebeplere tutunmak kadere aykırı değildir aksine kaderin kendisindendir.

Bundan dolayı Peygamberimize (sav); hastalıkların tedavi­sinde sebeplere ve ilaçlara tutunmanın Allah’ın taktirini geri çevirip çevirmeyeceği sorulduğunda O buna çok nefis ve açıklayı­cı bir cevap vermiştir. “Sepeplere tutunmak Allah’ın kaderindendir.[183] Şam’da veba hastalığı yayılınca Hz. Ömer sahabeyle görüş­tükten sonra, Şam’a girmemeye ve beraberindekilerle geri dön­meye karar verdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer’e soruldu; Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun Ey Mü’minlerin Emiri! O da; “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum. İki vadi düşün, bunlardan biri verimli, diğeri kurak. Verimli arazide davar­larını otlatsan bu Allah’ın kaderiyle değil midir? Ya da kurak bir vadide otlatsan bu da Allah’ın kaderinden değil midir? “

  1. c)Kader, gaybi ve görünmeyen örtülü bir meseledir. Biz bir şey olup bitmeden onun taktir edilip edilmediğini bilemeyiz. Ancak olay meydana gelmeden önce, gerek dini gerek dünyevi mashalatımızı korumak amacıyla meşru olan her yolu araştırma­mız gerekir.

Gayp bir kitaptır,onu gözden saklayansa Allah.

İnsana ise gayptan bilgi yok.

Başına gelenden başka birbiri peşi sıra.

Allah Teala gerek şeriatında gerekse kainat düzeninde bize sebeplere tutunmayı vacib kılmıştır.

Aynı şekilde Allah Resulü’de -ki insanlar içinde Allah’a, O’nun kaza ve kaderine en fazla inanan O’dur- koruyucu bir takım önlemler almıştır, ordular hazırlamış, keşif ve gözlemciler göndermiş, zırh giymiş, başına miğfer geçirmiş, geçit yollarına okçular yerleştirmiş, Medine çevresine hendekler kazdırmış, Habeşistana hicret edilmesine izin verdiği gibi kendisi de bizzat Medine’ye hicret etmiş, hicreti sırasında önlemler almış, aynı zamanda bineceği hayvanları ve kendisine yolda arkadaşlık ya­pacak kılavuzunu önceden hazırlamış, Medine’ye giderken yolu­nu değiştirmiş, bir mağarada saklanmış, yeme ve içme için kendi­sine gerekli şeylerin çarelerini aramış, kendi ailesinin bir yıllık ihtiyaçlarını depolamiş, kendisine gökten rızık yağmasını bekle­memiştir. Kendisine “Devemi bağlayayım mı yoksa öylece bırakıp tevekkül mü edeyim?” diye soran bir kişiye şu cevabı ver­miştir; “Önce bağla sonra tevekkül et” İbn-i Habban, Amr bin Damari’den sahih bir senetle rivayet etmiştir. İbn-i Hazime ve Taberani başka bir lafızla rivayet etmişlerdir. Bir başka hadiste de şöyle buyurmuştur. “Aslandan kaçar gibi cüzzamlıdan kaç”.

Sahabi “Hastalıklı olan develeri sağlıklı develerin arasına karıştırmasın ki, hastalıktan korunulabilsin.”

  1. d)Kadere iman etmek, sevdiklerimizi elde etmek ve sevme­diklerimizden kaçınmak için yaptığımız çalışmalara, gayretlere ve uğraşlara aykırı değildir. Tembel ve miskin insanlar bütün hata­larını, aldıkları sorumlulukların başarısızlığını kaderin üstüne yükleyemezler. Bu, kendini kurtarmaya çalışmak ve sorumluluk­tan kaçmak demektir. Allah Muhammed İKBAL’a rahmet etsin. O ne güzel söylemiş; “Zayıf bir müslüman, Allah’ın kaza ve ka­derini kendi sorumlulukları için bir vesile edinir. Güçlü bir müslü­man ise, Allah’ın reddedilemez, kazası ve başa çıkılamaz, kaderi olduğuna inarur.”

Aynı şekilde ilk müslümanlar da buna inanırlardı.

İslamın fetih savaşlarının birinde Muğire bin Şube bir Rum komutanının karargahına geldi. Komutan ona; Siz kimsiniz? deyince, Muğire şu cevabı verdi. “Biz Allah’ın kaderiyiz. Bizi size imtihan (bela) kıldı. Bulutlarda dahi olsanız oralara da geli­riz ya da Allah sizi oradan bize indirir.”

İnsanın takati ve gücü tükenmediği müddetçe Allah’ın kaderini özür olarak gösterip de onun arkasına sığmamaz. Gerçekten ta­kati kesilince ancak; ‘bu kaderdir’ diyebilir.

Adamın biri Peygamber (s.a.v)’in önünde bir başkasını mağlup etmiş de mağlup olan şöyle demiş; Hasbiyallah (yani, işimiz Allah’a kaldı demek istiyor) Bunun üzerine Allah Resulü kızmıştı. Bu cümlenin zahirinde iman belirtisi olsa da içeriğinde bir acizliğin olduğunu Allah Resulü sezmiş ve o şahsa şunları söylemişti; “Muhakkak Allah acze düşmeyi hoş karşılamaz. Hal­buki sen aklını ve kabiliyetlerini kullanarak galip gelmeye çalışmalısın. Eğer elinden geleni yaptığın halde hala başaramazsan o zaman “Hasbiyallah” (Allah bana yeter) dersin.

  1. e)İnsan elindeki tüm imkanları kullandıktan ve Allah’ın hükmünün gelmesini gözetmeye başladıktan sonra, kaza ve ka­dere imanın semeresi; ümitsizlik anında dayanıklılık, savaş mey­danında azimet, tehlike anında cesaret, beklenmedik olaylar karşısında sabır, dünyevi nimetlerin başkalarının eline geçtiğini gördüğü anda helal kazançla yetinme şuurunu bağış lamasıdır.

Böyle bir kimse savaş anında şunları söyleyecektir; Allah’ın taktirinin dışmda hiç bir şey bize ilişemez.

“De ki; evleriniz de de olsaydınız haklarında ölüm yazılı olan kimseler yine devrilecekleri yere gelirler­di.”[184]

Bir musibetle karşılaştığında; “Allah taktir eder ve Allah dile­diğini yapar” diyecektir.

Zalim sultan karşısına geldiğinde ise: Sen ne ecelimi takdir edebilir, ne de rızkımı engelleyebilirsin” diyecektir.

Eğer, kader meselesi bütün yönleriyle ve gerçek boyutlarıyla anlaşılırsa, bu tembel ümmetten çalışkan, gayretli ve tarihi seyri­ni kendi eline alabilecek bir toplumun çıkmaması mümkün değildir.

 

Ruh Çağrılması Hakkında

 

Bizim şehrimizde bu günlerde bir takım insanlar gayptan ha­ber almak, doktorların tedavisini yapamadıkları hastalıkların te­davisini yapmak ve insanların karşılaşıp da bir türlü çözemedikleri problemlerin çözmek amacıyla ruh çağırma işleriyle meşgul olmaktalar. Zamanlarını bu tür uğraşlarla geçirmekteler. Hatta bir çok öğrenciler ve aynı zamanda öğretmenler dahi ruh çağırma seanslarına katılmaktalar.

Bu tür bidatleri halkımızın arasında revaçta tutan, çağdaş ve maharetli basımmızdır. Bu basın, bir yardımcı ve bir sihirbaz, sayesinde çekirdekten kubbe, pireden deve yapabilme gücüne sahiptir. Halkın kafasını kalbini ve zihnini meşgul eden boş saçma şeylerle uğraşırlarken halkı da saçma sapan şeylere sürüklüyorlar. Gerçek su ki; insanlar dine yöneliyorlar ve duy­dukları, gördükleri, okudukları bu meseleler hakkında alimlerden açıklayıcı bilgiler istiyorlar.

Bazan sepetleri bazan kalemleri oynatan, kağıtlar üzerinde bozan isabetli ve bazan da yalan yanlış bir şeyler çizen bu gizli güç nedir? Bunlar, ölülerin ruhları mı yoksa herhangi bir ifritin ruhu mu ya da bir sihirbaz işi mi? Ölmüş olan insanların ruhlarını tekrardan berzah aleminden çağırmak mümkün olabilir mi?

Onlara gayptan haber sormak doğru mudur? Ya da onların gayptan verdiği haberleri bizlerin doğrulaması caiz midir? Gaybı bilmesi mümkün müdür?

Bizlerin, hastalıklar hakkında ruhlara baş vurmamız veya te­davisini bilmediğimiz, hastalıkları onlardan öğrenmemizin her­hangi bir sakıncası var mıdır? Şer’i delillerin ışığı altında kesin ve aydınlatıcı bilgiler vermenizi temenni ediyorum.

 

Cevap

 

Hiç şüphesiz insanlar bu mesele karşısında hayretler içerisindeler. Ruh çağrılması ve meydana gelen bir takım insan üstü olaylarla alakalı olarak farklı haberler ve yorumlar duymaktalar. Onlar şaşkınlık verici bu meseleden dini, sahih, açık ve aynı zamanda hakkı yerli yerinde anlatabilen gerçek görüşler ışığında çıkmak istiyorlar.

Gerçekten şunu söylemek zorundayız; ruh çağırma seans­larında bir çoklarının da, kağıt üzerindeki kalemleri harekete geçerek bazen doğru bazen yanlış şeyler yazdıklarını gözleriyle gördüklerini söylemeleri doğrudur. Bu meseleyi inkar edip kabul etmemek, onu gözleriyle gören insanların nazarında problemler­den kaçmak demektir.

Biz, müslüman olarak evrende gözle görünmeyen ve duygu­larımızla hissedilemeyen bir takım gizli güçlerin varlığına inanı­yoruz. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:

 

1) Ölülerin Ruhları

 

Bizim inancımıza göre, insanların ruhları onların ölümlerinden sonra da canlı kalırlar. Cesedin bozulmasıyla bozulmazlar. Amellerine göre ya nimet içindedirler ya da azap çekiyorlardır. Kur’an’ın şehitler hakkındaki ifadeleri aynen şöyledir.

“Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis Rabbleri katında diridirler. Allah’ın bol nimetinden on­lara verdiği şeylere sevinç içinde rızıklanırlar.”  [185]

Bu anlatılanlar onların ruhlarına nisbetle doğrudur. Ama ce­setlerine gelince, cesetler çürüyüp gider.

Müslim’in Enes’ten rivayet ettiğine göre; Peygamber (s.a.v) ölünün, gömüldükten sonra dönüp gidenlerin ayak seslerini duy­duklarını haber vermiştir.

Peygamber (s.a.v) ümmetine, kabirlerden geçerken kabir eh­line şöyle selam vermelerini söylemiştir:

“Ey mü’min kavimlerin yurdu Allah’ın selamı üzerinize olsun. Siz, gelip geçtiniz. Biz de sizin peşinizden geleceğiz.” [186]

Bu şekilde bir hitap ancak, işiten ve anlayabilenlere yapılır. Böyle olmasaydı Hz. Peygamberin seslenmesinin bir anlamı da olmazdı. İbn-i Kayyım ‘Ruh’ adlı kitabında, selefin bu konuda itti­fak ettiklerini ve onlardan gelen tevatür derecesindeki bir çok ri­vayete göre; “ölüler, kendilerini ziyarete gelenleri bilirler, onları tanırlar ve hatta buna sevinirler” dediklerini, belirtmiştir.

Bu, ruhun başlı başına bir varlık olduğu görüşüne göre böyledir. Ehl-i sünnet usulünün gereği de budur. Kur’an, sünnet, sahabe sözleri, akıl ve fıtrata uyumlu deliller de bunun böyle olduğunu ortaya koymuştur. İbn-i Kayyım Allah ona rahmet et­sin- bu konuda yüzden fazla delil getirmiş. Allah Teala ruha; Rabbine dönmesini, cennete girmesini ve insanlar arasına karışmasını söylemişti. Ruhun göğe doğru çıktığına, gökten yere indiğine, gök kapılarının kendisine açıldığına, secdede bulunup konuştuğuna dair bir çok sarih naslar vardır.

 

2) Melekler

 

Onlar duygularla hissedilemeyen nurdan yaratılmış varlık­lardır. Değişik vazifeleri vardır. Mesela, insanları korumak, on­ların yaptıkları amelleri yazmak ve canlarını almak gibi.

“Üzerinde gözetici olmayan kimse yoktur.” [187] 

“Ardında ve önünde insan oğlunu takip edenler var­dır. Allah’ın emriyle onu gözetirler.”[188]

“Oysa  yaptıklarınızı  bilen  değerli  yazıcılar  sizi  gözetmektedirler.” [189]

“Ey Muhammedi De ki; Size vekil kılınan ölüm me­leği canınızı alacak. Sonra Rabbinize döndürüleceksi­niz.” [190]

“Melekler onların canını  temizlenmiş  olarak alır­ken…” [191]

“…onlara melekler ölümleri anında; Korkmayıniz, üzülmeyiniz,   size  söz  verilen  cennete  sevinin.  “[192]

Melekler, Allah’a itaat için yaratılmışlardır ve fıtratlarında Allah’a itaat etmek vardır. Onları, Allah’ı zikirden alıkoyup şehvete düşürecek fıtri bir özellikleri yoktur.

“Gece gündüz, bıkmadan teşbih ederler.” [193]

“Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırma­yan, kendilerine buyrulanlan yerine getiren pek haşin meleklerdir.” [194]

 

3) Cinler

 

Onlar da başka bir ruhani varlıklardır. Aynı zamanda insanlar gibi Allah’ın emrine muhatap kılınmışlardır. Cinlerin varlığı nede­niyle Allah Teala Kur’an’da iki fırkaya hitap eder.

“Ey İnsanlar ve Cinler! Üzerinize dumansız alev ve ateşsiz bir duman gönderilir de kurtulamazsınız.” [195]

Kur’an’da bir sure tamamen cinlerden bahseder. Bu surede cinlerin kendilerinden, insanlarla olan ilişkilerinden ve müslüman olanlarıyla fasık olanlarından bahsedilir.

“İçimizde kendini Allah’a vermiş olanlar da, yazık edenler de vardır. Kendini Allah\a veren kimseler, işte onlar doğru yolu arayanlar, ona layık olanlardır.” [196]

Cinlerden kafir olanlar, bizzatihi şeytanlardır. Onlar, İblis’in zürriyetinden ve ordusuna mensupturlar. Allah Teala onlar hak­kında şunları söylemektedir;

“O  ve  yandaşları  sizin  onları  göremeyeceğiniz  yer­den sizi görürler.” [197]

Tüm bu açıklamalardan sonra, kağıt üzerinde kalem oynatıp yerli yersiz bir şeyler karalayan ruhlar, yukarıda açıkladığımız üç grubun hangisine girer acaba?

‘Onlar daha dün beraber birlikte bulunduğumuz ölülerin ruh­larıdır.’ diyemeyiz. Çünkü bu tür davetlere gelen ruhlar, kendileri­ni ilgilendirmeyen konulara karışmakta, bilmedikleri konularda görüşler belirtmekte, bazan yalan söylerken Allah’ın bilgisi dahi­linde bulunan gayba dair bilgiler vermekteler. Oysa biz, ölü ruh­larının boş işlerle uğraşabileceklerini pek sanmıyoruz. Çünkü on­lar, ya kabirlerinde azap çekiyorlar ya da cennet bahçelerinin birinde rızıklanıyorlar. Ne gariptir ki, bir kafir veya facirin ruhun­dan azap çektiğine dair herhangi birşey duymamı sızdır. Oysa Allah Teala onların ölümden hemen sonra azaba duçar kalacak­larını bildiriyor.

“…bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış; Canlarınızı verin, bugün Allah’a karşı haksız söylediklerinizden, O’nun ayetlerine büyüklük tasla­manızdan ötürü alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksı­nız, derken bir görsen.”[198]

“Melekler inkar edenlerin, yüzlerine ve sırtlarına vurarak; “yakıcı azabı tadın, bu, kendi ellerinizle yaptı ğınızın karşılığıdır.”[199]

“onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çat­tığı gün; Firavun’nun adamlarını azabın en ağırına so­kun, denir.” [200]

“Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman, bakıp kalırken, biz o kişiye sizden daha yakınızdır. Ama görmezsiniz. Siz dirilip yaptıklarınıza karşılık görmeyecekseniz ve eğer bu sözünüzde samimi ise­niz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize! Eğer ölen o kişi, gözdelerden ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur. Eğer defteri sağdan verilenlerden ise, ey sağcılardan olan kişi, sana selam olsun! Eğer, sapık yalancılardan ise, ona kaynar sudan konukluk sunulur. Cehenneme sokulur. Doğrusu kesin gerçek budur.” [201]

İşte ölümün ardından ruhların konumu. Kur’an’ın açıklaması­na göre; sapık ve yalancı ruhlar, cehennemin kaynar sularından içecekler ve onun azabına duçar kalacaklardır.

Şimdi kafir ve mülhit olan bir ruh, kabirde kendisine hazırla­nan şartlardan kurtularak kendisinden cevaplar isteyen kişilerin sorularına cevap vermek için herhangi bir yere gidebilir mi?

Buhari ve Müslim’de geçen bir hadise göre Allah Resulü (s.a.v) Bedir’de öldürülen müşriklerin bir kuyuya atılmalarını em­reder. Sonra kuyunun başına gelip adlarıyla onlara şöyle sesle­nir; “Ey Falan oğlu falanca! Ey filan oğlu filanca! Rabbinizin vadettiğini hak olarak buldunuz mu? Ben Rabbimin bana vadettiklerini hak olarak buldum. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle der; Ey Allah’ın Resulü! leş haline gelmiş bu topluma mı hitap ediyor­sun? Allah Resulü (s.a.v) de şöyle cevap verir; Beni hak ile gönderene yemin olsun ki, siz benim onlara söylediklerimi daha iyi duyacak değilsiniz. Onlar sadece cevap veremiyorlar.”

Kuyuya atılan cesetlerin ruhları, insanoğlu içerisinde en ileri duyarlılığa sahip oldukları halde bir peygambere cevap veremi­yorlar da nasıl olur diğer sıradan insanlara cevap verirler? Bir kısım kimseler, ruh çağırmanın caiz olduğuna dair şu ayetleri ge­tirirler.

“Eğer   Kur’an   ile   dağlar   yürütülmüş   veya   yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı…” [202]

Doğrusu yukardaki ayette, ölülerin Kur’anla konuş malarının mümkün olmayacağına dair açık bir delil vardır. Bu ayetin nüzul sebebi; Mekke müşrikleri, Kur’an ile dağların Mekke’den uzak­laştırılmasını ve etraflarının genişletilmesini istemişlerdi. Bu sayede genişleyen yerlerde bahçeler kurabileceklerdi. Genişleti­lecek alanlarda da Kur’an’ın yardımı sayesinde, yerden pınarlar, nehirler çıkartılmasını istiyorlardı. Kur’an’ı ölülerine okuyarak on­larla konuşmak ve ölülerden Peygamber (s.a.v)’in doğruluğu hakkında bilgi almak istiyorlardı. Allah Teala şu ayetleri indirdi.“Eğer Kur’an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış ya­hut ölüler konuşturulmuş olsaydı.”

Bilindiği gibi, ayetin başında gelen ‘Lev’ takısı kendisinden sonra gelen cevabıyla birlikte imkansızlık belirtir.

Çağrılan ve geldikleri söylenen gizli güçler ölüler olmadığına göre melekler olmadığına da inancımız vardır. Daha önce de be­lirttiğimiz bu gizli güçler yalan söyleyebiliyorlar, birbirinden çelişik haberler verebildikleri gibi gayba dair nakillerde de bulu­nuyorlar. Onların aynı zamanda insan isimlerine benzer isimler kullandıkları iddia ediliyor. Melekler ise böyle şeyler yapmazlar. Onlar Allaha devamlı ibadette bulunan değerli varlıklardır.

“Allahtan önce söz söylemezler; ancak O’nun emri üzerine  iş  işlerler.” [203]

Artık geriye cinlerle şeytanlar kaldı. İslam inancı böyle bir yapıya münasiptir. Cinler ve şeytanlar gerçekten vardırlar. Var­lıkları da sabittir. Her insanın beraberinde bir meleği bulunduğu gibi bir de şeytanı vardır. Bir hadiste şöyle geçmektedir. “Şeytanı olmayan hiç kimse yoktur.”[204]

Kur’an’ı Kerim ise şöyle buyurur..

“Yanındaki şeytan; Rabbimiz! Ben onu azdırmadım, fakat kendisi derin bir sapıklıktaydı, der.” [205]

Bu konuyla alakalı, bizim düşüncelerimizi doğrular mahiyette, güzel bir gelişmede “ruh pramitleri cemiyeti” sekreteri Prof. Ha­san Abdulvahhab beyin istifası ile ortaya çıkmıştır. Kendisi ruh­larla yaptığı çalışmalarını bırakıp tövbe ettiğini belirtiyor. 23 Ramzan 1379 senesinde ‘”El-Cumhuriyye” gazetesinde yayınla­dığı sütunlarda şunları söylüyordu. “Ramazan ayında Allah Teala üzerime çekilmiş olan sapıklık perdesini kaldırdı. Sonunda kesin olarak şunu anladım; Gerçekte insanlar, ruh çağırma seanslarında çağırdıkları ruhların kendi akraba ve yakın dostları olduk­larını iddia ediyorlarsa da aslında onlar cinlerden ve şeytan­lardan başka varlıklar değildirler. İnsanların kafalarını karıştırı­yorlar. Şu anda ben hayatımın bu iğrenç dönemine veda ediyor­um. Müslümanlığımı tekrardan tazeleyip imana yeniden dönüş yapıyorum. Gazetede beraber çalıştığımız arkadaşlara da ‘Allaha ısmarladık’ diyorum. Bu arkadaşlara karşı gönlümde daima mer­hamet, dostluk ve acemi hislerimi taşıyacağım. Onların basiretle­rini nurlandırması, bozuk inançların sürüklediği bataklıklardan kurtarması için Allah Teala’ya bütün gücümle yalvarmaktayım.”

Sonra ruh niçin çağrılır? Çağırmaktaki amaç nedir? Onlardan gaybi bir takım şeyler sorarak gayptan bilgiler almak mı amaçla­nıyor?

Cinlerin, meleklerin ve diğer varlıkların mutlak gayptan haber verebileceklerini iddia edenlere aşağıdaki ayetlere bakıvermelerini tavsiye ederiz.

“Sonunda yere yıkılınca anlaşıldı ki, cinler gaybi bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”[206]

“Yeryüzünde olanlara kötülük mü murat edildi ya­hut Rabbleri bir iyilik mi dilemiştir, doğrusu biz bile­meyiz.[207]

“De ki:  Göklerde  ve  yerde,  Allah’tan  başka  kimse gaybi bilmez.” [208]

“Gaybın anahtarı O’nun katındadir, onları ancak O bilir. [209]

Allah Teala Peygamberinin dilinden ise şunları söylüyor.

“Eğer ben gaybı bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi…” [210]

Ruh çağırma islamın  kendisine karşı harp ilan ettiği kehanet kabilinden bir şey midir? Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyuruyor. “Bir müneccime veya kahine gelip de ona soru soran ve sonra da onun söylediklerini tastik eden kişi Muhammed (s.a.v)’e inen şeyi inkar etmiştir.”[211]

“Kahinlik yapan ya da kahine gidip ona baş vuran kişi bizden değildir.”[212]

Günümüzde yaşayan bu tür safsatalar, eski kahinliklerin biçim değiştirmiş yeni görüntüsünden başka bir şey değildir.

Şeytan ve cinlerin vermiş oldukları haberler de gayp haberleri değildir. Sadece, bazıların bilip de bazıların bilmedikleri nisbi ve­rilerden ibarettir. Bu tür haberleri insanlarla beraber bulunan cin­ler ve insler de bilir. Onların verdikleri haberlerin, büyük bir kısmı yalan olup çok azı doğrudur. Alışkanlığın getirmiş olduğu bir gerçek olsa gerek, insan oğlu söylenen doksan dokuz yalanı unu­tur, bir doğruyu hep hatırda tutar. Belki de bu doğru tesadüfi.

Ruhun çağrılmasından kasıt denildiği gibi psikolojik bir tedavi midir acaba?

Bu soruyu Ruh cemiyetinin eski sekreteri olan Abdulvehhab’a soruyoruz.

Profesör bize şu cevapları veriyor.

Ruh pramitleri cemiyetinin zaman zaman yayınladıkları psi­kolojik tedavi saçmalığına gelecek olursak, onlar kuru bir vehim­den öteye gitmez. Ben yaklaşık ömrümün yarısını bunlarla geçirdim. Bu güne kadar benimle birlikte gelen ve hiç bir zaman­da ayrılmayan hastalığa o günlerde daha fazla mübtelaydım. Ruh Cemiyeti’nin kurucusu ve Psikoloji Bürosu’nun sahibi olarak, ilk önce kendimi tedavi etmem gerekirdi. Üzülerek belirteyim ki; kendim için hiç bir şey yapamadım.” İslam Peygamberi tıbbi ko­runma ve tedavi için sebeplere bel bağlamıştır. Buhari’de geçen bir hadiste Allah Resulü şöyle buyuruyor. “Şifa ancak üç şeyde vardır; bal içmekte, hacamatçının bıçak vurmasında ve ateşle dağlamakta.” Allah Resulü hastalığın şifasını o devrin insan­larının bildikleri alışılmış bir takım kalıplar içerisine hasretmiştir. O da hacamat yaptırırdı. Hacamat yapmaları için başkalarına da emrederdi. Hatta bazı sahabeler hastalandıklarında onlara dok­tor göndermişdir. İnsanların içinde herhangi bir gizli sır var olduğu zannıyla boyunlarına astıkları muska ve boncuklara savaş açmıştı.

Allah Resulü bu konuda şunları söylüyor.“Muska asan kişinin muradmı Allah tamamlamasın. Kim, nazar boncuğu takar­sa, Allah onu sağlam bırakmasın.” [213]

“Kim ki boynuna muska asarsa Allah’a şirk koşmuş demek­tir.” [214]

Peki bu ruh çağırma olgusunun arkasında yatan sır nedir? Bu zamanda insanların bu tür şeylerle vakitlerini geçirmeleri, kafa­larını meşgul etmeleri, inançlarını sarsmaları, kendilerini ciddi işlerden engellemelerinden başka birşey değil. Oysa çevremiz­deki hayat, boş ve basit değil. Bir takım araştırmacılar, ruh çağırma olgusunun arkasında Siyonizm parmağının olduğunu ve onların bu sayede, dünyada planladıkları amaçlara ve hedeflere ulaşma isteklerinin yattığım söylemişlerdir.

Belki Batı, aşın maddeciliği hafifletmek aynı zamanda kendilerini eğlendirmek amacıyla bu tür şeylerle uğraşabilir. Çünkü on­lar boğazlarına kadar maddenin pis bataklığına saplanmışlar. Atomu parçaladıktan ve uzaya kadar çıktıktan sonra boş oyun­larla kendisini avunduran batıyı kınayanlayız.

Yalnız kaçırdığımız imkanları yakalamak kervana ulaşmak hatta geçmek için tırnaklarımızla kayaları kazmaya çalışan biz­lere gelince, nasıl olurda bu tür safsata ve boş uğraşlarla kendi­mizi meşgul edebiliriz? Oysa bizim dinimizin kendine özgü bir ruhaniyeti, inancımızın bir felsefesi ve bir imanı verimliliğimiz var ki, bu da zevklerimizi gidermeye, vicdanı ve fıtri duygularımızı tatmin etmeye, basiretimizi nurlandırmaya, yaratılışın, hayatın ve insanın hakikatini açıklamaya yeterlidir.

Bu şer olgunun yararlı bir tek yönü olabilir o da; hislerin algı­layamadıklarını inkar eden, maddenin gerisinde yatan gerçekleri kabul etmeyen, mikroskobun görüş sahası ve labaratuarın bilgi sahasında bulunmayanları reddeden, ruha, cine ve meleklere hiç bir itikatları olmayan dinsiz maddeperestlerin çenelerini kapamasıdır. Acaba onlar maddi ölçülerle bahsedilen gizli güçleri biz­lere açıklayabilirler mi? Hayır. Onlar bu durumla karşı karşıya kaldıklarında ya susarak ya büyüklenerek ya da inkar ederek kaçamak yollar aramaya başlarlar. Mü’minlere gelince onlar, alemde görünen, görünmeyen, gizli açık ne varsa Kur’an’m ken­dilerine haber verdiği hiç bir şeye kalp gözlerini kapamazlar.

“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine ye­min ederim ki, Kur’an şerefli bir elçinin getirdiği söz­dür.” [215]

 

Allah Teala’nın Yarattığı İlk Kişi Hz. Muhammed (S.A.V) Mi?

 

Soru

 

Peygamber (s.a.v)’in yaratılan ilk kişi olduğu doğru mudur? O, nurdan mı yaratılmıştır? Kitap ve sünnetten delillerle bu konuyu açıklamanızı rica ediyorum.

 

Cevap

 

Yaratılan ilk kişi hakkında gelen hadislerin, alimlerin tesbit ettiklerine göre sahih olmadıkları bilinen bir gerçektir. Bu hadis­leri incelediğimizde birbirleriyle çeliştiklerini görebiliriz. Bir ha­diste şöyle geçiyor “Allah’ın yarattığı ilk şey kalemdir.” Bir başka hadis “Allah’ın yarattığı ilk şey; akıldır.” Toplum arasında yaygın olan ve bilinen mevlit kıssalarında da şöyle geçmektedir; Allah Teala kendi nurundan bir parça aldı ve ona şöyle dedi; Ey Nurum! Muhammed ol. Böylece Allah’ın ilk yarattığı kişi Muham­met (s.a.v) oldu. Daha sonra aynı şekilde gökler ve yerler de ya­ratılmıştır. Yine bu kıssalarda geçen yaygın bir söyleniş de şudur; “Salat ve selam senin üzerine olsun Ey Allah’ın yarattığı ilk kişi.” Hatta halkın bunu sanki ezandan bir parçaymış gibi ezanın sonuna ekleyerek söyledikleri duyulmuştur.

Gerçekte Allah Teala’nın yarattığı ilk kişinin Peygamber (s.a.v) olduğu kesinlik kazanmamıştır. Şayet kesinlik kazanmış olsa bile bu, onun üstünlük ve Allah katındaki şerefini daha da artıracak değildir. Allah Teala onu Kur’an’mda överken gerçek fa­zilet temellerine dayanarak övmüştür. Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Muhakkak sen büyük bir ahlak sahibisin.” [216]

Bizim Peygamberimiz (s.a.v) Hz. Muhammed’tir, Kureyşlidir, Haşimilerdendir, dedesi Abdulmuttalip, babası Abdullah’dır. Annesi Amine’dir. O da diğer insanların doğduğu gibi doğmuş diğer insanların yetiştirildiği gibi yetiştirilmiştir. Kendisinden önceki nebiler ve resuller nasıl gönderilmişse o da aynı seçil­miştir.

Ey  Muhammei  Şüphesiz, sen de öleceksin onlar da ölecekler.” [217]

Diğer peygamberler kıyamet gününde nasıl sorumlu tutulacaklarsa O da diğerleri gibi sorumlu tutulacaklardır.

“Allah Peygamberleri topladığı gün; Size ne cevap verildi? der. Onlar; Bizim bir bildiğimiz yoktur, doğru­su görülmeyenleri bilen ancak sensin, derler.”  [218]

Kur’anı Kerim’in bir çok yerinde Hz. Muhammed (s.a.v)’in in­san olduğunu te’yit eden ayetler vardır. Birçok surelerde Allah Teala bu gerçeği insanlara bildirmesi için Peygamber (s.a.v)’ine emretmiştir.

“De ki; Ben de sizin gibi bir insanım; ancak bana vahyolunuyor. ” [219]

De ki; Fesuphanallah! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?” [220]

O (s.a.v) da diğer insanlar gibidir. Tek özelliği risalet ve vahiy almış olmasıdır.

Peygamber (s.a.v) kendisinin de kul ve beşer olduğunu vurgu­lamıştır. Diğer dinlere mensup daha önceki insanların peygam­berlerini taktis ve övgüde izledikleri aşırı tutumlarından ümmetini uyararak aynı şeylerden sakındırmıştır. “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı övdükleri gibi siz de beni aşırı övmeyin. Çünkü ben, Allah’ın kulu ve elçisiyim.”[221]

Peygamber (s.a.v) de diğer insanlar gibi bir beşer olduğuna göre onun, ne nurdan ve ne de değerli bir madenden yaratılması söz konusu değildir. O da insandan çıkan ince bir sıvıdan ya­ratılmıştır.

İşte Peygamber (s.a.v)’in yaratılış yönü bu şekildedir.

Risalet yönünü ele alacak olursak; kendisine verilen risalet Allah Teala’dan bir nurdur. Kur’an-ı Kerim bunu şu şekilde açıklıyor.

“Ey Peygamber! biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah’ın izniyle O’na çağıran nurlandıran bir ışık ola­rak göndermişizdir.” [222]

Allah Teala ehli kitaba ise şöyle sesleniyor.

“Size Allah’dan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiş­tir.”[223]

Ayette geçen nur, Allah Resulü’dür. Aynı zamanda Peygamber’e indirilen bu Kur’an da bir nurdur.

“Öyleyse  Allah’a Peygamberine  ve  indirdiğimiz nur’a, Kur’an’a inanın…” [224]

“Ey İnsanlar! Rabbinizden size açık bir delil geldi, size apaçık bir nur, Kur’an indirdik.’ [225]

Allah Teala Peygamberinin görevlerini şöyle belirlemiştir.

“Bu, Allah’ın izniyle, insanları karanlıklardan ay­dınlığa çıkarman için, sana indirdiğimiz kitaptır.”[226] 

Allah Resulünün duası şu şekildedir; “Ey Allah’ım! Kalbime nur, kulağıma nur, gözlenme nur, saçıma nur, kemiklerime nur, sağıma ve soluma nur ver. Önümde nur ve arkamda nur kıl.” [227]

O; nur peygamberidir, hidayet elçisidir. Allah Teala bize Pey­gamberinin sünnetine uymak suretiyle ümmetinden olmayı nasip etsin. (Amin)

 

Hz. Muhammed (Sav)’e Peygamberlik Verilmeden Önce İslamiyet Var Mıydı?

 

Soru

 

Peygamberimi! e (s.a.v) peygamberlik verilmeden önce isla­miyet var mıydı? Şu ayet-i kerimenin manası nedir?

“İbrahim yahudi de Hıristiyan da değildi, ama doğruya yönelen bir müslimdi;puta tapanlardan değildi.” [228]

Ayette bahsedilen islam, bizim bildiğimiz islamiyet midir yok­sa ondan farklı bir şey mi?

 

Cevap

 

İslamiyet, niyet ve kalbim Allah Teala’ya teslim etmektir. Yani, dini sadece Allah’a has kılarak O’na ibadet etmektir.

Yukarda geçen ayetin manası şudur; Allah Teala tüm pey­gamberlerini islamla gönderdi. Onlara kitaplar indirdi. İslam, Allah’ı birlemek, ibadeti sadece O’na has kılmaktır. İşte bu, bütün peygamberlerin dinidir. Bir başkasınm dini değil. Dünyada yaşayan diğer dinler ise islam ölçülerinin dışındadır. Onlar sema­vi değildirler. O dinler için Allah ne bir peygamber ne de her han­gi bir kitap göndermemiştir.

Tüm Peygamberlere gönderilen din, Islamdır. Bu nedenle Allah Teala Peygamberine hitapla şöyle buyuruyor.

“Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin, diye vahyetmişizdir.”[229]

Demek ki her peygamber şu davetin aslına uygun olarak gel­miş; Allah’a ibadet, tağutlardan sakınmak,

Doğrusu Allah katında din; İslam’dır.” [230]

Allah katında İslam’dan başka din yoktur.

“Kim islamiyetten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, ahirette de kaybedenlerden­dir. ”  [231]

Nuh (a.s)’un da kavmine şöyle dediğini görüyoruz.

“Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah’a aittir. Müslüman­lardan olmakla emrolundum.” [232] 

Hz. İbrahim;

“Rabbi Ona; teslim ol, buyurduğunda; Alemlerin Rabbine teslim oldum, demişti. İbrahim bunu oğul­larına vasiyet etti. Yakup da; Oğullarım! Allah dini size, seçti, siz de ancak O’na teslim olmuş olarak can verin, dedi.” [233]

Hz. Musa kavmine şöyle sesleniyor

“Musa; Ey Milletim! Allah’a  inanıyorsanız  ve  tes­lim olmuşsanız O’na güvenin, dedi.”[234]

 Hz. İsa’ya inanan Havariler de şöyle söylemişlerdi.

“…Biz Allah’ın yardımcılarıyız;  Allah’a inandık, O’­na teslim olduğumuza şahit ol.” [235]

Fravun’un sihirbazları iman ettikten sonra.

“Rabbimiz! Bize sabır ver  ve canımızı müslim ola­rak al.[236]  demişlerdi.

Hz. Süleyman Sebe Melikesi Belkıs’a bir mektup gönderdiğin­de besmeleden sonra şöyle diyordu.

“Sakın bana karşı başkaldırmayın ve teslim olarak gelin.” [237]

İslam tüm peygamberlerin dinidir. Aynı zamanda tüm pey­gamberler, içinde yaşadıkları toplumu İslama davet etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v), bu dini tamamlamak ve kamil bir şekle ulaştırmak için gönderildi. Allah Resulü bu gerçeği şu şekilde izah ediyor. “Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”[238] Hz. Muhammed (s.a.v), daha önce gönderilen dinleri tamamlamak ve onları ekmel bir şekle sokmak, önceki peygamberlere verilen kitapları doğrulamak amacıyla gönderilmiştir.

İslam, tüm peygamberlerin dinidir, ibrahim (a. s) hakkında onun yahudi veya hiristiyan olduğunu söylemek ne kadar garip bir şey değil mi?

“İbrahim, yahudi de, hıristiyan da değildi. Ama doğ­ruya yönelen bir müslimdi;  Puta tapanlardan değildi.”[239]

O, hanif dinine mensuptu. Dolayısıyla İbrahim (a.s) bizim müslüman olarak isimlendirebileceğimiz bir peygamberdir. O, her hangi bir dine mensup olamaz. Bu nedenle Allah Teala dinimize İslamdan başka bir ad verilmesini istememiştir. Bu din semavi­dir. Allah Teala onu kullarına hidayet olsun diye indirmiş, pey­gamberlerini de bu dinle göndermiştir. Hıristiyanların kendi dinle­rini ‘Mesihlik’ diye isimlendirdikleri gibi müslümanlar da kendi dinleri olan islamı ‘Muhammedilik Dini’ diye isimlendiremezler.

İslam, bütün peygamberlerin ortak olduğu genel bir din statü­sündedir.

“Allah, Nuh’a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Ey Muhammed! Sana vahyettik; İbra­him’e, Musa’ya ve İsa’ya da buyurdu ki; Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin.” [240]

Demek ki İslam, tüm peygamberlerin kendisiyle gönderildiği faziletlerin, ahlak prensiplerinin ve inançların toplandığı bir mer­kez konumundadır. Aynı zamanda da bütün peygamberlerin nehyedildiği yasakların daha doğrusu haramların ortak bir merkezi­dir.

Ayrıca peygamberlere gönderilen dinlerin şer’i hükümlerinde bir öncekinin bir sonrakine göre farklılık arzeden yönleri vardır. Bu şer’i hükümler asırların, zamanların, ortamların ve toplum­ların değişmesiyle değişiklik göstermişler.

“Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık.”[241]

Bu sebeple bir peygamberin şeriatında haram olan bir şey diğer bir peygamberin şeriatında helal olabiliyordu. Örnek olarak Hz. İsa’yı verebiliriz. Kur’an Hz. İsa hakkında şöyle diyor.

“Benden önce gelen Tevrat’ı tastik etmekle beraber size yasak edilenlerin bir kısmını helal kılmak üzere, Rabbmizden size bir ayet getirdim. ” [242]

İslam şeriatı Önceki dinlerin şeriatlarını neshetmiştir. Onlar­dan geriye yararlı yönleri kalmış, eksik ve hurafe yönlerini de yine Peygamber (s.a.v)’le son şeklini alan dinimiz düzeltmiştir. Sonuç olarak, İslam dini tüm zaman ve mekanlarda geçerliliğini koruyabilecek genel ve ebedi bir şeriat getirmiştir.

 

Ölümün Sırrı

 

Soru

 

Ölümdeki hikmeti ve insanın niçin Öldüğünü açıklamanızı rica ediyorum. Bir arap gazetesinde ninesini ve yakın arkadaşını kay­betmiş bir yazarın makalesini okudum. Bu yazar, hayatta belli bir devre kalındıktan ve onun tüm imkanlarından yararlanıldıktan sonra insanın Ölmesini kabullenemiyor. Ölümün gerisinde her hangi bir hikmetin olduğunu da düşünmüyor. Ecelleri geldiğinde ölüme razı olup, onun Allah Teala’nın bir sünneti olduğunu kabul eden avam tabakasından insanlara karşı bütün gücüyle saldırı­yor. Bu tür inançların saçmalıktan ibaret felsefeler olduğunu ileri sürüyor.

 

Cevap

 

Bu konuda saçmalıyan biri varsa o da; ahmak ve mağrur olan bu yazarın ta kendisidir. Sözünü ettiğiniz yazarın bu şekilde düşünmesi, küçük olaylar karşısında dayanıksızlığını ve karak­terinin zayıflığım gösterir. Daha büyük olaylar karşısında nasıl dirençli olabilir? Sathi düşünceli bir insan. Olayların yüzeyine bakıp karar veren bir tip. İçeriğe önem vermiyor, meselelerin künhüne inemiyor. Ne hayat ne felsefe ne de din.hakkında her hangi bir bilgisi yok.

Şayet hayatın mantığını kavramış olsaydı avam tabakasındaki insanların inandıklarına o da inanacak, hayatın kazandırdığı tecrübeyle ölümün, hayatın kaçınılmaz bir gereği olduğunu o da anlamış olacaktı. Nasıl ki bahçivan ağacın diğer kısımlarının yaşaması için bazı dalları budayıp kesiyorsa ölüm de buna benz­er şekilde toplumun diğer fertlerinin yaşabilmesi için bir kısım in­sanları alıp götürüyor. Bu, hayatın bir kanunudur. Şayet bu kanun olmasaydı analar en değerli evlatlarını ve ciğerparelerini toplu­mun yaşaması ve ayakta kalması için savaş meydanlarına sürüp ölmelerine, şehit düşmelerine razı olmazlardı. Onların ölümleri sayesinde toplumun geri kalan fertleri yaşama imkanı kazanır, aynı zamanda toplumun değer ölçüleri canlarını feda eden civan­mertlerin sayesinde yaşayabilir.

Şayet yazar, dinin mantığını anlamış olsaydı, ölüm gerisinde mükellefiik sırrının yattığını anlardı. İnsanın ölüm nedeniyle geçici dünyadan, ebedi olan dünyaya hazırlık yapması gerektiğini kavrayabilirdi.

“Amel bakımından hanginiz daha üstünsünüz, diye, sizi denemek için hayatı ve ölümü yaratan odur. ” [243]

Şayet dinin mantığını kavramış olsaydı ölümün bir takım cahil ve sapık insanların anladığı gibi, yok olmaktan ibaret olmadığını bilebilirdi. Ölüm, bir halden diğer bir hale, bir tavırdan başka bir tavra, bir alemden başka bir aleme geçmek demektir. Bu konuda Ömer bin Abdulaziz şöyle buyurur.

“Siz ebed için yaratıldınız. Bir alemden diğer bir aleme geçi­yorsunuz, o kadar.”

Şair de şöyle demiştir;

Ölüm fani bir menzilden, ebedi bir menzile, yapılan bir göçtür.

Eğer yazar birazcık olsun felsefe mantığını bir kenara bıraksaydı, önemli statüye sahip ölümün hikmetini kendine defalarca sorardı, ölümde yatan sırrı, gün ışığından daha açık bir şekilde önünde bulurdu, insanların üzerine ölüm yazılmasaydı dünyanın durumu ne olurdu? Neslin devam ettiğini varsayalım aradan bir müddet geçince kabarık bir nüfus patlaması meydana gelecektir. Ölüm olmadan binlerce hatta milyonlarca senenin geçtiğini bir düşünün o zaman durum ne olacak?

Ben şöyle düşünüyorum; durum yukarıda anlattığımız gibi olsa her halde ülkenin ileri gelenleri bir araya gelip diğer insan­ların yaşaması ve hayatlarını devam ettirebilmeleri için içlerinden bazılarım öldürmeleri gerektiğini söyleyeceklerdi. Peki öldürül­mesi gereken insanların seçimi ve belirlenmesi nasıl yapılacak? Her aile kendi içlerinden bir kaç kişi vermek zorunda mı kalacak? Yoksa seçim yapılacak aileye mensup almayan biri mi istenen sayıdaki kişileri seçip ayıracak? Eğer böyle değilse bu seçim kur’a ile mi yapılacak? Yaratılış gereği olarak insan, ölümü kabul­lenmediğine göre bu seçim işi nasıl gerçekleştirilebilecek?

Dolayısıyla ecel insanı bu tür zorluklardan kurtarır ve rahat­latır. Bu da insanlar için en hayırlı olanıdır. Çünkü ölüm, hayatm devamı için zorunludur.

Ahlak ve felsefe uzmanı Ahmet bin Muhammed Miskeveyh ‘Tehzib-i Ahlak’ adlı kitabında ölümün hikmetlerine binaen şunla­rı söylemiş.

“Bizden önce yaşamış atalarımız ölmeseydi biz var olmaya­caktık. İnsanlar Ölmeseydi bizden önceki nesiller baki kalırdı. İnsanda fıtri olarak bulunan üreme olmasaydı her doğan baki ka­lacaktı. Dolayısıyla yeryüzü kendilerini taşımaya muktedir ol­mayacaktı. Bu konuyu söyleyeceğim şu sözlerden anlamayabilir­sin; Dörtyüz sene önce dünyaya gelmiş ve hala günümüze kadar yaşamakta olan bir insan düşün, kendisi tanınan kimselerden, Ali bin Eb-i Talip gibi tanınan evlatları olsun, peşi sıra hiç bir ev­ladı ölmeden üreye üreye günümüze kadar varlıklarını devam et­tirsinler. Bu ailenin o günden bu güne kadar nüfusu ne kadar ola­cak? Şayet sayacak olsan on milyondan fazla olduğunu göreceksin. Ama kendilerine ölüm taktir edildiğine göre kimi ölecek kimi öldürülecek geri kalanları bir hesaplamaya tabi tutacak olsan ka­lanların ikiyüz binin biraz üstünde olduğunu görebilirsin. Şayet dünyanın doğusuna ve batısına insanlar hiç ölmeden dağılmış ol­salardı onları hesaplamak ve sayılarını taktir etmek kesinlikle mümkün olamayacaktı. Yeryüzünün kapladığı alanı hesaplamaya kalksan ne kadar mahdut sınırlara sahip olduğunu görebilirsin. İnsanlar hiç ölmeden dünyada ebedi kalsalar yan yana gelerek dizilmiş olmaları halinde bile yeryüzüne sığmalarım sağlayama­yacaktır. Ne hareket alanı ne çalışma alanı ve ne de gezme alanı kalır. Bütün bu söylediklerimiz dünyanın kısacık bir zamanı için geçerli olan bir durumdur. Peki zaman uzasa da insanlar hiç ölmeden diri kalsalar ne olur? Hayatta ebedi kalmayı isteyen, ölümü hoş karşılamayan, ölümsüzlüğün de mümkün olabileceğini düşünüp buna bel bağlayan insanın bu düşüncesi onun cahil­liğinden ve ahmaklığından kaynaklanmaktadır. Halbuki ilahi ada­let ile meydana gelen sonsuz hikmet işlerin en doğrusudur. Ölümden kaçmanın hiç bir çaresi yoktur. Ölüm ardında hiç bir başka gayenin amaçlanmadığı var oluşun bir neticesidir. Ölüm­den korkan; yaratıcı ve hikmet sahibi olan yüce varlığın adaletin­den korkuyor demektir. Hatta, O’nun cömertlik ve kereminden korkuyor demektir.

Tüm yönleriyle gün ışığı gibi açığa çıkmıştır ki, insanların çoğu tarafından zannedildiği gibi ölüm, çirkin bir şey değildir. Ölümden korkan kişi ya ölümün ne olduğundan habersiz ya da kendinden habersizdir. Daha önceki söylediklerimize bakılırsa, şunu açıkça görebiliriz; ölümün aslı ruhla bedenin birbirinden ayrılmalarıdır. Bu ayrılış gerçekleşirken ruhun yapısı bozulmaz. Sadece bedenle ruhun terkibi bozulur o kadar, insanm aslı olan ruh, varlığını in­sanın bedeni hayatta iken koruduğu gibi, bedenin yok olup gitme­sinden sonra da aynı şekilde varlığını korur.”[244]

Bu soruda bahsi geçen yazarın ölüm hakkındaki bazı düşünce­lerini, Miskeveyh ölümün sırları hakkındaki bahsinde dile getirmistir. Konuyla alakalı olarak Miskeveyh kitabında daha tafsi­latlı bilgiler anlatmıştır dileyen bu konuyu oradan araştırıp öğrenebilir.

Gazetelerde yazarlık yapıp ta kendi görüşlerini belirten ya­zarların çoğunun ne yazdıkları konuda okumuşlukları vardır ne de o konuda her hangi bir bilgi sahibidirler. Kör kimselerin çizdiği yollara sapanlar muhakkak yollarını kaybeder.

Nineleri öldü diye yaka paçasını yırtıp da ortalığı velveleye veren insanların kendilerini veya evlatlarını Allah yolunda ya da şerefleri uğruna savaş alanlarına göndermeleri beklenebilir mi? Onlar Allah yolunda kurban vermenin sadece aptalların bir felse­fesi olduğuna inandıkları müddetçe hiç bir zaman ne Allah adına ne de şerefleri uğruna canlarını veremezler.

 

Yeni Bir Eve Taşınırken Kurban Kesmek

 

Soru

 

Bazı insanlar yeni bir eve taşındıklarında kurban kesmeleri gerektiğine inanırlar. Şayet böyle yapmazlarsa bunun yerine o eve cinlerin musallat olacağına ve eve taşınan kişiye de eziyet edeceğine inanırlar. Bu doğru mudur?

 

Cevap

 

Gerçekte, bir çok insanın bu alemdeki gözle görülmeyen varlıklar hakkındaki düşünceleri çok çeşitlilik arzeder. Bazıları cinlerin varlığı hakkında aşın giderken bazıları da yokluğu hakkında aşırı giderler.

Cinlerin varlıklarına inanmayan ve kabul etmeyenlerin bu tavırları, sadece ve sadece hissedilebilir, gözle görünür şeylere inanmalarından kaynaklanmaktadır. İşte bu, aşırılıktır.

Yukarıdakilerin tersine bir de cinlerin varlığında aşırı gidenler var ki bunlar da büyük ve küçük her şeyde cinlerin varlığına inanırlar. Onların kafalarındaki cin anlayışına göre her yerde hat­ta kapı eşiklerinde, gece karanlığında, gündüz akla gelebilecek her köşe başında cin var. Hatta onlara göre cinler sanki bu aleme hükmeden varlıklardır.

İşte bu da, bir aşırılıktır. Hem de islamla çelişmektedir.

İslam, vasat bir dindir ve cin konusunu kendine has bir şekilde açıklamıştır. Onların yaşadıkları alemlerden bilgiler vermiştir.

Cinlerin mescitlere geldiği ve çağrıldığı konusunda tevatür derecesinde haberler vardır. Bu haberler günümüze kadar halk arasında yayılmış, kuşaklar boyunca da intikal etmiştir. Ruh çağırdığını söyleyenlerin hepsinin, artık ruh değil de cinleri çağırdıkları ortaya çıkmıştır. Cin vardır. Varlığında şüphe yoktur.

Cinlerin bu dünyaya hükmedip, her şeyi kendi etkileri altında bulundurmaları hatta, yeni bir eve göçerken kurban kesilmediği taktirde cinlerin oraya musallat olup ev sahibinin hayatını kendi­sine zehir edeceği inancına gelecek olursak, bu konuda ne bir va­hiy gelmiştir ne de dini bir doğruluk yanı vardır. Bu tür konular gaybla alakalıdır. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermek ve bilgi ileri sürmek doğru olmaz. Bu konularda Peygamber (s.a.v)’den gelen haberlere dayanarak konuşmak gerekir. Ondan varit olmayan haberlerin aslı astarı kesinlikle olmaz.

Buradan hareketle, yeni taşınan bir kişinin kurban kesmesi hakkındaki sözüne gelince, bunun hiç bir dayanağı yoktur. İslamda kurbanın kesileceği yerler bellidir. Mesela, kurban bay­ramlarında, haç menasıkı sırasında yapılan cezaların karşılığı, akika gibi belli münasebetler için kesilir.

 

Nazar Boncuğu, Muska, Sihir Ve Okuma İle Tedavi

 

Soru

 

Ben şu anda yirmi yedi yaşında bir gencim. Bir genç kızla ev­lendim. Evliliğimizin üzerinden yaklaşık bir sene kadar geçti. Çok mutluyduk. Birden bire hanımımda garip birtakım haller görünmeye başladı. Bu olaydan sonra, evimizin sakin ve durgun genel havası, kasırgalara ve fırtınalara dönüştü. Evimizin havası gereksiz tartışmalar ve konuşmalarla dolmaya başlamıştı. Ben de düşündükçe düşünüyordum. Fakat düşünmek pek fayda sağlamıyordu. Belli bir sıkıntı devresinden sonra, akrabalarım ve yakınlarım bana bazı tavsiyelerde bulundular. Arız olan bu has­talığı bir şeyhe göstermem hususunda bana çevremden baskılar yapıldı. Şeyhe gittiğimiz de benim hanıma şunları söyledi; “Senin başına bir cin musallat olmuş. On gün boyunca üzerine bu ver­diğim şeyler okunacaktır. Bu zaman tamamlandıktan sonra, boy­nuna asmak için bir muska hazırlayacağım.” Bundan sonra şeyh hemen işe koyuldu. Kararlaştırdığı zaman geçti ama benim hanımda iyileşme belirtileri görülmedi. Aksine daha önce nasıl idiyse öyle kalmıştı. Bu konudaki görüşlerinizi öğrenmek isterim. Bu yapılanların dinde aslı astarı var mı? Yoksa bunlar hile, dü­zenbazlık ve sahtekarlık işleri mi?

 

Cevap

 

Bir çok hadis, müslümanlara bu tür işlerle uğraşmayı yasak­lamıştır. Bu gibi işlere, tedavi amacıyla güvenilmesini şiddetle nehyetmiştir. İslam onları ‘muska’ diye isimlendirir. İnsanlar hazırladıkları muskaları hastalıkları gidermek, göz değmesinden korumak ve buna benzer şeyler için çocuklarının boyunlarına asarlar. Peygamber (s.a.v) bunu, şu şekilde belirtmiştir. “Üfle­me, muska ve Üvle şirktir. ” [245]

Hadiste geçen rukye (üfleme); anlaşılmaz şeyleri kişinin üzerine okumaktır. Bu şekilde yapılan rukye, yasaklanmıştır. Yapılması caiz olan rukye ise; Hz. Peygamber (sav)’den rivayet edilen dualarla yapılandır. Mesela; “Ey insanların Rabbi olan Allah’ım zorlukları gider. Sen şifa verensin şifa ver. Senden başka şifa veren yoktur. Hiç bir hastalık bırakmayacak gibi şifa ver.” [246]

Alimler rukye (üfleme)’nin üç şart dahilinde caiz olabileceğini söylemişlerdir.

1) Allah Teala’nın isimlerinin söylenmesi.

2) Manasının anlaşılır olması ve okunan şeylerin arapça ol­ması.

3) Şifanın, bu okunan şeyden değilde Allah’dan geleceği inancıyla okunması.

İnsanın şifa amacıyla astığı veya taktığı herşey islam ta­rafından yasaklanmıştır.

On kişiden oluşan bir heyet biat etmek üzere Allah Re­sulünün yanına gelmişti. Allah Resulü dokuzuyla biatlaşmış onuncu kişiye gelince elini çekmişti. Sebebi sorulunca da onun elinde nazarlık olduğunu söylemişti. Bunun üzerine o kişi, na­zarlığı alarak parçalamış ve sonra da Allah Resulü ile biatlaşmıştır. Bunun üzerine Allah Resulü “kim muska (nazarlık) ta­karsa şirk koşmuştur” diye buyurmuştur. Hadis muskayı asıp da kalbini ona bağlayanları kastetmektedir. İmam Ahmet bin Hanbel Imran bin Husayn’den şu şekilde rivayette bulunmuştur; “Peygamber (s.a.v) bir adamın kolunda altından bir bilezik görünce onun ne olduğunu sordu. Adam da; omuzundaki bir has­talıktan dolayı taktığını söyleyince Allah Resulü şu cevabı verdi; ama bu, senin hastalığını daha fazlalaştırır. Çıkar onu, şayet bu senin üzerinde iken ölecek olursan ebediyyen felah bulamazsın.”

Tüm bunlardan dolayı gerek sahabe gerekse tabiin muskayı şiddetle yasaklamış ve protesto etmiştir. Hatta Huzeyfe, bir adamın üzerinde bu muskadan görünce ona Allah Teala’nın şu ayetini okumuştu.

“Onlar müşrik olmadan Allah’a iman etmezler.” [247]

Said bin Cabir şöyle demiştir “Kim bir kimsenin boynundan muskayı çıkarıp da atarsa köle azat etmiş gibidir” Tabiinin ileri gelenlerinden İbrahim Nehai’de “Sahabeler ister Kur’an ayetle­rinden olsun ister başka şeylerden olsun muska takmayı hoş karşılamazlardı.” demiştir. Yani, Kur’an ayetlerini muska olarak takanları sahabeler hoş karşılamazdı. Bazı alimler bu tür muska­lara ruhsat verirken bazıları da yasaklamıştır. Tercih edilen ise; Muskanın bütün türlerinin yasak sayılmasıdır. Çünkü itibar edi­len deliller bunu gösteriyor.

1)  Yasaklayıcı olarak gelen hadislerin tümü, genel bir yasaklayıcılık özelliğine sahiptir. Muskaların bir türünü yasaklayıp da diğer bir türünü caiz görmemiştir. Mesela, Allah Resulü (s.a.v) muska takan adama kızdığında onda Kur’an ayetlerinin yazılı olup olmadığını sormamıştır. Muskayı muska oluşundan dolayı yasaklamıştır.

2)  Günahlara sebep olacak yolları engellemek: Bugün Kur’an ayetleri yazılı muska takan bir kimse yarın başka şey yazılı mus­kalar takmaya başlar. Bunu gören bir kimse onun, Kur’an mus­kası mı yoksa başka bir muska mı olduğunu nereden bilecek.

3) Zira Kur’an ayetli muskaları taşımak Kur’an’ın değerini düşürür. Çünkü kişi ister istemez necis yerlere girecek, cünüp olacağı günler olacaktır. Kadınlar ise ay başı geçirecekleri için onların da üzerlerinde taşımaları pek uygun olmayacaktır.

Gerçek şu ki, muska takmak kesinlikle yasaklanmıştır. Allah Resulü, muska taşıyanlara bedduada bulunarak şöyle demiştir “Muska taşıyanın Allah muradını tamam etmesin. Kim de nazar boncuğu takarsa Allah huzurlu bir şekilde yaşatmasın”

İslamın prensibi budur. Bu soruyu yönelten kardeşimizin, he­men hanımını alıp bir doktora götürmesi gerekir. Hanımını götüreceği doktor ya kardeşimizin hamını tedavi edecek ya da onu, bu alanda kendisinden daha uzman birine gönderecektir. Göründüğüne göre hanımı psikolojik bir hastalığa yakalanmış. Belki de sara hastalığına. Bu hastalığı onu tedavi edebilecek bir doktora göstermek gerekir. Alah Resulü (s.a.v) buyuruyor ki, “Ey Allah’ın kulları! tedavi olunuz. Allah tedavisi olmayan hiçbir hastalık koymamıştır.” [248]

Sahihi Buhari’de Peygamber (s.a.v)’den şöyle bir hadis riva­yet edilmiştir.“Şifa üç şeydedir; bal içmekte, hacamat yaptırmak­ta ve ateşle (yarayı) dağlattırmaktadır.” Yoksa şifa ne muskada ne okuyup üflemekte ve ne de bunlara benzer diğer şeylerdedir. Peygamber (s.a.v) hastalıkların tedavisini tabii tedavi şekille­riyle birlikte söylemiştir. Bunların hepsi de tıbbın genel tedavi yöntemlerini içerir. Tıpta tedavi, tıp ilaçlarını enjektörle ve ağız yoluyla alarak, cerrahi tedavilerde ameliyata başvurarak ve günümüzdeki gibi fizik tedaviye başvurularak şifa elde edilinebiliyor. Tüm bu tedavi metodları, islamın kabul ettiği ve Peygamber (s.a.v)’in meşru olarak benimsediği gerçeklerdir. Allah Resulü kendisi de tedavi olmuş, hacamat yaptırmış, sahabelere doktor göndermiştir. Aynı zamanda sahabelerine ve ümmetine de tedavi olmalarını emretmiştir. Bizim için en faydalı olanı da; Allah Re­sulünün sünnetine uymak ve bu tür meselelerde sebeplere tutunmaktır. Yukarıdaki soruyu yönelten kardeşimizin de dediği gibi bunlar sahtekarlık işlerinden başka birşey değildir.

Allah’tan tek dileğimiz, bizi kendi rızasına ulaşmakta muvaf­fak kılmasıdır. İşlerimizde bizleri başarılı kılmasıdır. Dinde bizi fakih kılsın ki, bu sayede dosdoğru olan yolu ve sırat-ı müstakimi bulabilelim. Doğrusu Allah herşeyi işitendir, bize yakındır.

 

İnsanların Hızır (A.S) Hakkındaki Şüpheleri

 

Soru

 

Hızır kimdir? Nebi mi yoksa veli mi? İçinde salih insanların da bulunduğu bir çok kimse Hızır’ın günümüze kadar yaşadığını söylemekteler. Bazı salih insanlar onunla görüşmüş ve hatta onunla sohbet dahi etmişler. Şayet yaşıyorsa nerede yaşıyor? Niçin ortaya çıkıp da özellikle bu zamandaki insanlara ilmiyle yardımlarda bulunmuyor? Sizden tatminkar açıklamalar verme­nizi rica ediyorum.

 

Cevap

 

Hızır, Allah Teala’nın Kehf suresinde anlattığı gibi salih bir in­sandır. Hz. Musa, onunla dostluk kurmuş ve ondan ilim öğren­miştir.

Hızır, Hz. Musa ile dostluk kurarken, O’na bir takım zorlukla­ra karşı sabretmesi gerektiğini şart koşunca Hz. Musa bunu ka­bul etmişti. Bunun üzerine Hızır

“…bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabi­lirsin? dedi.” [249]

Yine de bir süre beraber arkadaşlık etmişlerdir.

Hızır, Allah’ın kendisine katından rahmet ve İlm-i ledün ver­diği bir kimsedir. Hz. Musa ile birlikte yola çıktılar. Bir gemiye bindiklerinde Hz. Musa, Hızır’ın gemiyi deldiğini görmüş ve şöyle demişti.

“Sen gemide bulunanları batırmak için mi deldin?”

Musa (a.s) Hızır’ın davranışlarını gayet tuhaf karşılayınca o da yaptığı işlerin sebeplerini açıklamıştı.

“Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüzleri budur. ” [250] Yani bunları, Allah’ın emirleri doğrultusunda yaptım.

Bazı insanların Hızır hakkındaki sözlerine gelince onlar; Hızırın, Hz. Musa ve Hz. İsa döneminden Hz. Muhammed (s.a.v) kadar yaşamış olduğunu, günümüzde de hala yaşadığını ve kıyamete kadar da yaşayacağını söyler dururlar. Onun falan kim­seyle karşılaştığım, falancaya hırka giydirdiğini ve falancalara da söz verdiğine dair çeşitli hikayeler, masallar ve rivayetler an­latırlar. Hatta Allah Teala’nm Hızır’ı yeryüzüne yetkili bir kişi o-larak indirdiğine dair uydurma efsaneler dahi anlatırlar.

Onların iddia ettikleri gibi Hızır’ın yaşayıp yaşamadığına dair kesin deliller mevcut değildir. Hatta yaşamadığına dair rivayetler vardır. Hızır (a.s)’ın yaşamadığına dair Kur’an’dan, sünnet’ten, mantıki delillerden, ve muhakkik alimlerin icmalarından deliller vardır.

İbn-i Kayyım’ın “Menar munif fi hadis-i sahih ve zaif’ adlı ki­tabında bu konuyla ilgili paragrafları nakletmekle yetineceğim.

İbn-i Kayyım kitabında dinde asla kabul görmeyen mevzu ha­dislerin tesbit edilmesine dair kuralları sıralamıştır. Bu kurallar ve kaidelerden bir tanesi şöyledir. “Hızır (a.s) hakkında ve onun yaşadığına dair rivayet edilen bütün hadisler yalandır. Hayatta olduğuna dair tek bir hadis bile mevcut değil. Bu uydurma riva­yetlerden bazıları şunlardır: Allah Resulü mescitte iken bir takım sesler duyuldu. Bunun üzerine sahabeler sesin geldiği tarafa kalkıp baktıklarında Hızır’la karşılaştılar.”

Başka bir hadis “Hızır ve İlyas her sene bir araya gelip buluşurlar.” Ve yine bir hadis daha “Cibril, Mikail ve Hızır Arafat’ta buluşurlar.”

İbrahim Harbi’ye, Hızır’ın hayatta olup olmadığım sorduk­larında, O şöyle cevap vermişti. “Bu tür şeyleri insanlar arasına şeytandan başka kimse atmaz.” İmam Buhari’ye de Hızır ve İlyas’ın yaşayıp yaşamadıkları sorulunca O da şu cevabı ver­mişti. “Bu nasıl olur? Allah Resulü şöyle demektedir: “Yüzsene içinde bugün yer yüzünde bulunan hiçbir kimse kalmayacak.”[251] ve İbrahim Harbi dışında daha bir çok alim bu mesele hakkında yöneltilen sorulara Kur’an’ı Kerim’den şu ay­etlerle cevap vermişlerdir.

“Ey Muhammed! Senden önce hiç kimseyi Ölümsüz kılmadık. Sen öleceksin de onlar baki mi kalacaklar?”[252]

Şey hu’1 islam İbn-i Teymiyye’ye bu konu sorulduğunda şu cevabı vermiştir. “Şayet Hızır yaşamış olsaydı Peygamber (s.a.v)’in yanına gelir onunla birlikte cihat eder ve ondan ilim öğrenirdi. Bedir gününde Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardı. “Yarabbi eğer Sen bu (Mücahitler) grubunu helak edersen artık yeryüzünde sana ibadet eden kalmaz.” Bu kimseler yaklaşık üç yüz on üç kişiydi. İsimleriyle ve babalarıyla ve hatta kabileleriyle tanınmaktaydılar. Peki Hızır nerede?

Kuran, Sünnet ve muhakkik alimlerin görüşleri; Hızır (a.s.)’ın hayatta olmadığını gösteriyor.

Kur’an şöyle diyor: “Ey Muhammed! Senden önce hiç kimseyi ölümsüz kılmadık. Sen öleceksin de onlar baki mi kalacaklar.”

Eğer Hızır (a.s) bir beşerse, ebedi olması imkansızdır. Çünkü Kur’an ve Sünnet beşerin ebedi kalmasını kabul etmiyor. Şayet Hızır yaşıyor olsaydı Peygamber (s.a.v)’in yanına gelmesi ve O’nunla birlikte olması beklenirdi. Peygamber (s.a.v) şöyle bu­yurmuştur.“Şayet Musa yaşamış olsaydı bana tabi olmaktan başka bir şey yapamazdı.” [253] Şayet Hızır (a.s) bir peygamberse Hz. Musa’dan daha faziletli olamaz, yok eğer veli ise o zaman da Hz. Ebu Be­kir’den daha faziletli olması beklenemez.

Peki iddiada bulunanların söyledikleri gibi, Hızır (a.s)’ın uzun asırlar boyunca dağlarda, çöllerde ve kurak arazilerde yaşama­sının sırrı ne olabilir? Bunun gerisinde ne akli ne de dini hiç bir fayda yoktur. İnsanlar daima garip, tuhaf, hikayelere ve masalla­ra meyilli varlıklardır. Kendi zihni tasavvurlarından çıkardıklarına dini içerik kazandırırlar. Tabi bu tür hikaye ve masallar basit in­sanlar nazarında oldukça ilgi ve alaka görür. Sonra da bunların dinden olduğunu savunmaya başlarlar. Oysa bu tür uyduruk ri­vayetlerin ve hikayelerin dinde hiç bir yeri yoktur. Hz. Hızır hakkında anlatılan hikayeler mesnetsiz ve asılsız, uydurma hi­kayelerden ibarettir.

Hızır nebi midir, veli midir? Sorusuna yanıt verecek olursak, Alimler bu meselede ihtilaf etmişlerdir. Ama en belirgin görüş onun nebi olması tarafmdadır. Kehf süresindeki ayet de onun nebi olduğuna delildir.

“Ben bunları kendiliğimden yapmadım”            

Bu ayetler onun peygamber olduğuna delildir. Çünkü O bunları kendiliğinden değil de Allah’ın emri doğrultusunda yapmış. Yani Allah kendisine vahyetmiştir. En tercihe şayan görüş, O’nun nebi olması yönündedir.

 

İlahi Adalet Ve Rızıklardaki Farklılık

 

Soru

 

Birkaç gündür beni rahatsız eden bir problemi size arzetmek istiyorum. Şeytan içime bir vesvese soktu. Düşüncelerimde ilahi adelet hakkında bir takım şüphelerin oluştuğu değişik şekiller meydana gelmeye başladı. Kendi kendime soruyorum; neden Allah Teala bazı insanları zengin bazılarını fakir yaratmış? Beni ilahi adalet hakkında şaşırtan bu sorular şaşkınlığa ve dalalete sürükledi. Namazı bıraktım. Sonunda kendime geldim fakat, bu sefer de içimde bir sıkıntı var. Daha önceden düşüncemin ve ves­veselerin bıraktığı şüphe ve üzüntüleri hala hissetmekteyim.

Tekrardan Önceki kuvvetli inancıma kavuşmak ve lanet şeytanın sarsıntılarından kendimi kurtarmak için ne yapabilirim?

 

Cevap

 

Mü’min bir insan zaman zaman vesveselere maruz kalabilir. İçinde bir takım anlaşılmaz sesler duyabilir. Ancak gerçek iman ve yakin sahibi bir kimseyse ve aynı zamanda Allah Teala’ya sa­mimi bir bağlılığı varsa bu vesveselerden kendini kurtaracak, anlaşılmaz sesleri bir kenara atacaktır. Bu onu, iman ve gerçek akide nurunu görmeye iletecektir.

Soruyu yönelten gence vesveseler musallat olunca o bunları iki büyük hataya bina etmiş.

 

Birincisi;

 

Maddi zenginliğin herşey olduğuna inanması veya onu, hayat­ta ulaşılması gereken en büyük şey olarak algılaması. Ona göre ilahi adalet insanlar arasında eşit dağıtımla meydana gelir. Yani hem zenginlikte eşitliğin sağlanması hem de fakirlikte. Hem mal­da hem de servette. İşte bu birinci hatadır.

Önce kardeşimizin şunu bilmesi gerekir; mal, hayatta her şey demek değildir. Hayır. Nice zenginler var zekadan yoksun, nice­leri hikmetten, niceleri sıhhatten ve niceleri de ailevi huzurdan yoksun. Bazıları çocuklarından çekiyor. Çocukları var fakat hayırlı evlat değil. Bazıları da var hanımlarından çeker. Varlık sahibiler ama nice şeylerden yoksun halde.

Milyarlık zengin de fakir bir insanın yediği gibi yemeğini iştahla yer, Ayrıcalığı, parasının çok olmasıdır. Bazan doktorlar onlara da yağlı, şekerli veya bunlara benzer vücuda aşırı alındı­ğında zarar verebilecek şeyleri yasaklarlar. O zaman sahip olduğu hazine dolusu paralarla ne yapabilirler? Tabiki tümünü sıhhatleri için harcarlar.

Varsın sıhhatli olsunlar karınlarını doyurduklarından fazlasına sahip olabilirler mi? Karın ve mide bir karışa bir karış veya daha küçük birşeydir. Düşün insan som altından hazinelere sahip olsa onları yiyebilir mi? Ya da onlardan bir parçasını bile yanında kab­re götürebilir mi? Hayır. Mal, insan için bir vasıtadır.

Başkasına göre daha fazla mala sahip olan kişi aynı zamanda fazla sorumluluk altma girmiş demektir. Dolayısıyla onun kıya­metteki hesabı daha çetin olur.

“Allah’a temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün…” [254]

“O gün insan, dört şeyin hesabını vermeden bir adım dahi ile­riye gidemez. Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede çürüttüğünden, malını nedereden kazandığından ve nereye sarfettiğinden, ilmi ile ne gibi ameller işlediğinden sorulur.”[255]

Mala sahip olmak herşey demek değildir.

İnsan malın dışında daha başka şeylere de sahip olabilir. Bun­lar maldan daha değerli ve daha önemlidir. Aceleci ve unutkan in­san, Allah Teala’nın kendisine ikramda bulunduğu nimetleri düşünmez. İnsan bunları saymaya kalksa beceremez. Bir gözün nimeti saymakla bitmez. Şayet sana şöyle dense; şu milyarları al ama gözünü ver, razı olur musun?                                       

Duyma, koklama, tat alma ve insanın vücudunda bulunan diğer organlar, üstüne üstlük zeka mantık, hayat olaylarını yorumlayabilme onları ölçüp değerlendirebilme kabiliyeti. Hepsi ayrı bir nimet.

İnsan sadece bedeninde bulunan nimetleri ve kabiliyetleri saymaya çalışsa binlerce, milyonlarca olduğunu görecektir.

Gerçek, bu nimetlerin saymakla bitmeyeceğidir. İbrahim sure­sinde şöyle buyruluyor: “Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkişsanız, siz onları sayamazsınız.”[256]

İnsan her şeye maddi cihetten yanaştığı taktirde, çok büyük yanılgılara, hatalara düşmesi kaçınılmaz olur. Vesveselerle ve içine düşen kuruntu cinsinden sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalır.

Sonra bu kardeşimiz hikmetin, insanlar arasında eşitliği sağlamak manasına geldiğine mi inanıyor? Yani hikmet, insan­ların eşit olmaları mıdır?

Allah’a yemin olsun ki hikmet bu değildir.

Her şeyde bir zıtlığın bulunmasında hikmet, imtihanın gerçekleşmesi içindir. Şükredenle nankörlük edeni birbirinden ayır­mak, sabredenle etmeyeni ayırmak ve ameli salih işleyenlerle işlemeyenleri birbirlerinden ayırmak içindir.

İnsanın nefsini eritip kül eden pota işte budur. İşte hayat; ci­hat ve mücadele meydanı.

Allah dileseydi insanları yemeye, içmeye ihtiyaç duymayan bir şekilden yaratabilirdi. Ama Allah Teala öyle yapmadı, insan­lara bir takım duygular ve güdüler verdi. Dolayısıyla bu güdüler, insanların yemeye, içmeye, çoğalmaya ve bir araya gelip kay­naşmaya şevketti. İnsanı bir şekil üzere yaratan Allah’ı eksik sıfatlardan tenzih ederim. Şayet insanlar, tek düze yaratılmış ol­salardı, hayatın hiç bir tadı kalmazdı. Hiç bir hikmet aranmazdı.

Sabrı tanımak için sabredilecek şeyleri bilmek gerekir. İhsanı bilmek için ise ihsanda bulunulacak yerleri bilmekle olur.

İşte, insani faziletlerin tadına varmak, hayatta farklılıkların ve çelişkilerin olmasıyla mümkündür.

Şayet her gün gündüzü yaşasak, insanın dinlendiği gece hiçbir kıymete haiz olmazdı. Oysa Allah Teala geceyi bir örtü kılmıştır. Aydınlığa da ihtiyaç var karanlığa da, geceye de gündüze de.

 

İkincisi

 

Soruyu soran bu kardeş, ilahi hikmetin ve adaletin hatalı olduğunu tasavvur ediyor. O ilahi adalet ve hikmeti, kıt aklına göre düşünüyor.

Peki bizler insan olarak Allah Teala’nm hikmetinin mefhumu­nu bir takım kalıplar içerine alabilir miyiz ya da O’nun hikmeti bi­zim arzularımıza göre yönlenebilir mi?

“Şayet hak onların arzularına uymuş olsaydı, gök ve yer bir de onların içindekiler fesada uğrar bozulur­lardı.” [257]

Herkes, Allah’ın hikmetinin kendi arzularına uygun olmasını düşünür. Şayet böyle olmuş olsaydı o zaman da hayatın seyri tersine dönerdi.

Mesela, yeni evlenen bir genç gerdeğe girdiği ilk gece şöyle yalvaracaktı; Ya Rabbi! Ne olur bu gece uzun sürsün!

Buna karşılık çığlıkları basan bir hasta da; Ya Rabbi! Ne olur bir an önce gündüz gelsin! Peki Allah Teala hangisinin duasını kabul etsin? Allah ne gece gerdeğe giren gencin arzusuna göre ne de hastalıktan feryatları basan kişinin arzusuna göre hareket eder. Onun kendine göre prensipleri vardır. Bazen bu prensiple­rinde yatan hikmetleri anlayabiliriz bazen da anlamayabiliriz.

Şiir:

Allah’ın nice gizli sırları vardır ki,

Nice zeka sahibi kimseler dahi,

O’nun bu gizli sırrına akıl erdiremez.

Bu gence bir misal vermek isterim;

Anlatıldığına göre adamın biri oğluyla birlikte bir hurma bahçesinin altında oturuyorlardı. Çocuk babasıyla tartışmak iste­miş ve bunun üzerine babasına şöyle demişti; Babacığım! Şu karşımızdaki uyumsuzluklara bir bakıver! Senin bana bahsettiğin hikmetler nerede göremiyorum? Oysa Allah’ın Hikmet ve bilgi sahibi olduğundan bahsediyorsun. Şu küçücük bitkiye bak kendi­si ufacık olduğu halde kocaman bir karpuz çıkarabiliyor. Bir de şu hurma kütüğüne bak! Onun meyvası ise küçük mü küçük. İkisi arasında hiç mi hiç uygunluk göremiyorum. Oysa buradaki hurma ağacının meyvası karpuz kadar, karpuz bitkisinin meyvası ise hurma ağacının bitkisi kadar olmalıydı aslında Akla en uygun olan da budur, deyince babası da şu karşılığı vermişti; Bak oğlum! Belki bunda Allah’ın bir hikmeti var da biz bilemiyoruz.

Sonra çocuk biraz dinlenmek için sırtı üzerine uzandı, babası da aynı şekilde onun yanına uzanınca o sırada ağaçtan bir hurma, çocuğun yüzüne düşer. Çocuk acısından kıvranırken babası sorar; Ne oldu oğlum? Çocuk; Ağaçtan bir hurma yüzüme düştü. Ba­bası: “Allah’a hamdet. Ağaçtan düşen hurma değil de karpuz ol­saydı ne yapardın?”

İşte bu hikaye Allah Teala’nın hikmetlerini açıklayan çok güzel bir misaldir. însan gerçekten Allah Teala’nın hikmetini an­lamak için çok zayıf ve çok aciz bir varlıktır. O’nun hikmetini kav­ramaya gücü ve takati yetmez. İnsana düşen sadece meleklerin dediği gibi şöyle demesidir.

“Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem de Hakimsin.”[258]

Ya da gece gündüz, her anıyla oturmasıyla kalkmasıyla, yatmasıyla Allah’ın adını ananların dediklerini demekten başka bir seçeneği olmamalıdır.

“Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni Her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Bizi ce­hennem azabından koru.” [259]

Kendisinde şüphelerin oluştuğu bu genç kardeşimizin yap­ması gereken de; Allah’a istiğfarda bulunması, günahlarından tevbe etmesi, imanını tazeleyip namazına geri dönmesidir. İlim ve din ehliyle birlikte olup onların emirlerine uysun ki Allah da onun dualarını kabul etsin ve salın gençlerden kılsın. Gerçek başarıya erdiren Allah’dır.

 

Yalan Vasiyet

 

Soru

 

Bir yerde şöyle bir şeye rastladım. Bunu görünce çok şa­şırdım. Bu kağıtta yazan şeyleri açıklamanızı sizden rica ediyo­rum. Doğru olup olmadığını da bilmiyorum. Kağıt bir hayır sabi tarafından imzalanmış bir vasiyetten ibaret. Vasiyet sahibi Va­siyetine “Peygamberin hareminin anahtarını taşıyan Şeyh Ahmet’ten, yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm müslümanlara bir vasiyelimdir.” diye başlamış. Şeyh, bu vasiyet­namede müslümanlara bir çok vasiyetlerde bulunmuş vasiyetinin sonunda da şunları söylemiştir.” Bombaydaki bir şahıs, bu va­siyetten otuz adet dağıtmış da Allah ona misli misli paralar ih­san etmiştir. Bir şahıs da bu vasiyeti yalanlamış da Allah onun elinden evladını almış. Kim bu vasiyetimi dağıtıp elden ele ver­mezse kendisine Allah çeşitli musibetler verecektir.” Sizin bu konu hakkındaki görüşlerinizi almak istiyorum. Gerçekten böyle bir şey olabilir mi?

 

Cevap

 

Bir çok kimse bu vasiyet hakkında sorular yöneltiyor. Bu va­siyet bugünlerde, yeni ortaya çıkmış bir vasiyet değildir. Bu va­siyeti yaklaşık on beş sene öncesinde görmüştüm. Medine ve Hicaz’da bir çok insana bu şahsın kendisi ve vazifesi hakkında sorular sormuştuk. Ama hakkında ne bir ize ne de bir habere rastladık. Kimse bu şeyhi tanımıyor. Kimse de ne Medine’de ne de Hicaz da görmüş. Ama islam ülkelerinin bir çoğunda bu tür haberler oldukça yaygın. Vasiyetin içeriği o kadar da itibara alınacak ve Öneme haiz bir şey değil. Bu vasiyetin bir kısmında geçen ve şeyhin rüyasında gördüğünü iddia ettiği şeylerin doğruluğuna -Onun rüyasına gerek olmadan- bizde inanıyoruz. Mesela, şeyh rüyada Peygamber (s.a.v) görmüş ve kendisine kıyametin kaşla göz arasında kopacağına dair bilgiler vermiş. Kur’an zaten bu gerçeği haber veriyor.

“… belki de (kıyametin) zamanı yakındır.” [260]

Peygamber (s.a.v) de işaret parmağıyla orta parmağını göste­rerek şöyle buyurmaktadır. “Ben, Kıyamete şu iki parmağın bir birine yakın olduğu kadar yakın bir devrede gönderildim.”[261]

Vasiyetin bir kısmı da kadınların açık-saçık sokaklara çıkma­sından, insanların dinden çıkacaklarından bahsediyor. Bu tür ha­berleri bir başkasının yeni bir şeyden haber veriyormuş gibi an­latmasına ihtiyacımız yoktur. Allah’ın kitabı ve Resulü (s.a.v)’nün sünneti bizim için yeter de artar bile. Allah Teala şöyle buyur­maktadır.

“Bugün size dininizi bütünledim, üzerinize olan ni­metimi tamamladım. Din olarak sizin için islamiyeti beğendim.” [262]

Allah Teala dini tamamlayıp da bizim için nimetini tam an­lamıyla yerine getirdikten sonra bir müslümanm kalkıp da bilin­meyen tanınmayan bir insanın vasiyetlerine ihtiyaç duyması de­mek, dinin bütünlüğünde, tamamlanıp tamamlanmadığında şüp­heye düşmesi demektir. Dinimiz bütünlenmiş ve ekmel bir hale getirilmiştir. Daha hiç bir vasiyete ve tavsiyeye ihtiyacı yoktur. Oysa bu, vasiyetname gerçekliğinin yalan ve uydurma olduğu aşikardır. Vasiyetnamenin sahibi insanlara tehditler savuruyor. Kim onu çevresindekilere dağıtmazsa musibetlere uğrayacağı, zulümler görüp başlarına felaketlerin geleceğini ve çocuklarının öleceğini savunuyor. Bırakın vasiyeti, ne Allah’ın kitabı ne de Resulullah (s.a.v)’in sünneti hakkında dahi, hiç kimse böyle bir şey söyleyemez. Allah’ın kitabını okuyan onu yazsın ve dağıtsın veya Resulullah’ın hadislerini okuyan onu sazsın ve dağıtsın, diye herhangi bir emir vaki olmadığı halde bu tür bir vasiyet hakkında nasıl olurda böyle şeyler söylenebilir? Bu vasiyet sa­hibinin kalkıp da, işte falanca vasiyetimi dağıttı da şu kadar karşılığını gördü, falanca da dağıtmadı diye şöyle şöyle musibet­lere maruz kaldı demesi akla mantığa aykırı, sapıkça ve adice birşeydir. Bu, müslümanları dinden uzaklaştırmak, Allah’ın kai­nat için koyduğu nizama aykırı davranmak demektir. Rızkın ken­dine has bir takım yöntemleri kural ve kaideleri vardır ve bu yöntemlere göre elde edilir, kazanılır. Bir müslümanın bu tür hu­rafelere inanması ve güvenmesi onun aklını ve fikrini saptırır. Biz müslümanları, uyduruklarla yalan ve dolan vasiyetlerle oyalan­maktan, bu vasiyetleri yayanların Peygamber (s.a.v)’in şefaatine uğrayacağını iddia etmekten tenzih ederiz. Kesin hadislerde be­lirtildiğine göre, Peygamber (s.a.v)’in şefaatine büyük günah işlemeyenler nail olacaklardır. Allah Resulü şöyle buyurmuştur.” Kıyamet gününde benim şefatime nail olacakların en mutlusu, kalbinden gelerek, LAİLAHE İLLALLAH diyenleridr.”[263]

Allah, müslümanları dini konularda anlayış sahibi kılsın. On­ları bu tür yanlış, şüpheli ve batıl şeyleri tasdik etmekten koru­sun.


[1] Taha: 20/25-28

[2] Bakara: 2/32

[3] Al-i Imran: 3/8

[4] Hac: 22/78

[5] Maide: 5/6

[6] Bakara: 2/185

[7] Nisa: 4/28

[8] Hacc: 22/78

[9] İbrahim: 14/4

[10] Bakara: 2/222

[11] Haşr: 59/7

[12] Ankebut: 29/45

[13] Tevbe: 9/103

[14] Hacc: 22/28

[15] Buhari ve Müslim

[16] İnsan: 76/2

[17] (Şatibi, Muvafakat, cilt. 4, saife. 320)

[18] Yusuf: 12/44

[19] Hahip Burgiva. Bu konuşmasını 18 Mart 1974 yaptı.

[20] Yunus: 10/59

[21] Nahl: 16/62

[22] Yunus: 10/69

[23] Yusuf: 12/44

[24] Al-i İmran: 3/37

[25] İlâmü’l-muvakkiin C.4-S.159

[26] Maide: 5/39

[27] Kaf: 50/37

[28] Maide: 5/50

[29] Taha: 20/5

[30] İsra: 17/ 36-37

[31] Nahl: 16/78

[32] Araf: 7/179

[33] İsra: 17/36

[34] İsra: 17/37

[35] Furkan: 25/63

[36] Ahmet b. Hanbel, Buhari, Heysemi, Münziri.

[37] Lokman: 31/18

[38] Lokman: 31/29

[39] Yasin: 36/38

[40] Enbiya: 21/33

[41] Ğaşiye: 88/17-18

[42] Furkan: 25/48

[43] Ra’d: 13/17

[44] Hacc: 22/15

[45] Naziat: 79/30-31

[46] Zümer: 39/6

[47] Hadid: 57/25

[48] Al-i İmran: 3/133

[49] Enbiya: 21/95

[50] Talak: 65/8-9-10

[51] Enbiya: 21/95

[52] Meryem: 19/28

[53] Ahmet b. Hanbel, Müslim, Tirmizi, Nesai ve diğer hadis alim­leri Muğire b. Şu’be’nin şöyle söylediğini rivayet ederler.

[54] Neml: 27/34

[55] Neml: 27/23

[56] Neml: 27/30-31

[57] Neml: 27/32

[58] Neml: 27/33-34

[59] Bakara: 2/247

[60] Bakara: 2/251

[61] Yusuf: 12/101

[62] Kehf: 18/84-85

[63] Kehf: 18/95

[64] Kehf: 18/98

[65] Taberani sahih senetle İbni Abbas’ tan ri­vayet etmiştir.

[66] Bakara: 2/258

[67] Naziat.24

[68] Kasas: 28/38

[69] Zuhruf 51

[70] Kehf: 18/79

[71] Ahmet b. Hanbel.

[72] Kehf: 18/86

[73] Yusuf: 12/111

[74] Kehf: 18/87-88

[75] Kehf: 18/86

[76] Kehf: 18/98

[77] Tevbe: 9/9-1

[78] Tevbe: 9/1-5

[79] Tevbe: 9/1-36

[80] Cin: 72/15-16

[81] Cin: 72/1-2

[82] Cin: 72/14-15

[83] Cin: 72/16

[84] A’raf: 7/96

[85] Talak: 65/2-3

[86] Hicr: 15/9

[87] Rum: 30/54

[88] Ahmet b. Hanbel’in Müsned’ine bak. Hadis no; 5227 c. 7 s. W

[89] Hicr: 15/9

[90] A’raf: 7/54

[91] Fussilet: 41/9

[92] Hacc: 22/47

[93] Meariç: 70/4

[94] Nahl: 16/40

[95] Kasas: 28/50

[96] En’am: 6/64

[97] Buhari ve Müslim, ibn Ömer’den rivayet etmişlerdir.

[98] Fethu’lBari c. 3 s. 393-397 baskı Mustafa Balebi

[99] Feyzu’l Kadir c. 2 s. 397

[100] Buhari.

[101] Buhari.

[102] Feyzu’l Kadir c. 2 saife. 397.

[103] Bu hadisi Tirmizi Sehl b. Sadi Saidi’den merfu olarak rivayet etmiştir.

[104] Ebu Hureyre’den Buharı ve Müslim rivayet etmişlerdir.

[105] Mü’minun: 23/61

[106] Al-i İmran: 3/114

[107] Al-i İmran: 3/133

[108] Diraye c, 2 s. 63 Feyzul Kadir c. 3 s.31

[109] Feyzu’l Kadir

[110] Al-ilmran: 3/159

[111] Bakara: 2/268

[112] Sebe: 34/39

[113] Secde: 32/17

[114] A’la: 87/l7

[115] Yunus: 10/58

[116] Taha: 20/131

[117] Kehf: 18/46

[118] Şura: 42/ 20

[119] Ra’d: 13/34

[120] Leyl: 92/5-10

[121] Buharı ve Müslim Ebu Hureyre ve Ebu Şerih’den rivayet etmişlerdir.

[122] İbn Mübarek ‘Züht’ adlı kitabında rivayet etmiş ve daha bir kaç yoldan rivayet edilmiştir.

[123] Kaf: 50/16-18

[124] Şura: 42/13

[125] Al-i İmran: 3/103

[126] Bakara: 2/176

[127] Kasas: 28/77

[128] A’raf: 7/32

[129] Bakara: 2/222

[130] Maide: 5/6

[131] 11 Şevval 1385 hicri

[132] Hicr: 15/9

[133] Nahl: 16/44

[134] Bakara: 2/222

[135] Bakara: 2/187

[136] Tirmizi, Nesai ve Ebu Davut

[137] Bakara: 2/222

[138] İbn Arabi ‘Akam-ı Kur’ari c 1 s. 163

[139] Kurtubi tefsiri c. 3 s. 8

[140] Buharı ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.

[141] Keşful Hafa ve el-Bas s. 364-365

[142] Nisa: 4/19

[143] Nisa: 4/34

[144] Bakara: 2/102

[145] Mecmua Feteva, Şeyh İbn Teymiyye c. 33 s. 81

[146] Reddü’ Muhtar, c. 2 s. 572

[147] Nisa: 4/34

[148] Reddu’l Muhtar

[149] Nisa: 4/10

[150] Risalelerden.

[151] Buhari ve Müslim

[152] Ahzab: 33/36

[153] Nur: 24/51

[154] Nisa: 4/65

[155] Bakara: 2/178

[156] Hucurat: 49/9-10

[157] Mümtehine: 60/1

[158] Nur: 24/22

[159] Nisa: 4/116

[160] Mecmu Feteva Şeyh el-İslam İbn Teymiyye c. 7 s. 484-485

[161] Fethul Bari

[162] Medaricü’s-Salikin c. I s. 355

[163] Bakara: 2/253

[164] Bakara: 2/257

[165] Ali İmran: 3/86

[166] İnsan: 76/3

[167] En’am: 6/82

[168] Kitab-ı İman el-Kebir Mecmuu Feteva’dan, İbn Teymiyye. c. 7 s. 303-305

[169] Fatır: 35/32-33

[170] İbni Kesir

[171] El-Masdaru’s-sabık

[172] Nisa: 4/31

[173] İbn Teymiye, Fetevâ

[174] Tevbe: 9/107-109

[175] Zadü’l Mead cilt; 3 Saife 35, 36 Baskı; Sünnet-i Mahmudiye

[176] İsra: 17/90-93

[177] İsra: 17/59

[178] Ankebut: 29/51

[179] Tevbe: 9/40

[180] Yunus: 10/61

[181] En’am: 6/59

[182] Hadid: 57/22

[183] Ahmet, İbn-i Mace ve Tirmizi rivayet etmişlerdir.

 

[184] Al-i İmran: 3/154

[185] Al-i İmran: 3/169

[186] Müslim, Hz. Aişe’den rivayet etmiştir.

[187] Tarık: 86/4

[188] Rad: 13/ll

[189] İnfitar: 82/10-ll

[190] Secde: 32/11

[191] Nahl: 16/32

[192] Fussilet: 41/30-31

[193] Enbiya: 21/20

[194] Tahrim: 66/6

[195] Rahman: 55/35

[196] Cin: 72/14

[197] A’raf: 7/27

[198] En’am: 6/93

[199] Enfal: 8/50

[200] Mü’min: 40/46

[201] Vakıa: 56/83-95

[202] Rad: 13/31

[203] Enbiya: 21/27

[204] Müslim

[205] Kaf: 50/27

[206] Sebe: 34/14

[207] Cin. 72/10

[208] Neml: 27/65

[209] Enam: 6/59

[210] Araf: 7/188

[211] Ahmet ve Hakim.

[212] Teberani, Bezzar.

[213] Ahmet, Hakim, Taberani, Ukbe bin Amur’dan.

[214] Ahmet, Hakim.

[215] Hakka: 69/38-39-40

[216] Kalem: 68/4

[217] Zümer: 39/30

[218] Maide: 5/109

[219] Kehf: 18/110

[220] İsra: 17/93

[221] Buhari

[222] Ahzap: 33/45-46

[223] Maide: 5/15

[224] Tegabun: 64/8

[225] Nisa: 4/174

[226] İbrahim: 14/1

[227] Buharı ve Müslim

[228] Al-i İmran: 3/67

[229] Enbiya: 21//25

[230] Al-i İmran: 3/19

[231] Al-i İmran: 3/85

[232] Yunus: 10/72

[233] Bakara: 2/131-132

[234] Yunus: 10/84

[235] Al-i İmran: 3/52

[236] Araf: 7/126

[237] Neml: 27/31

[238] Ahmet, Buharı ve Hakim

[239] Al-i İmran: 3/67

[240] Şura: 42/13

[241] Maide: 5/48

[242] Al-i İmran: 3/50

[243] Mülk: 67/2

[244] Tehzib-i Ahlak Ahmet bin Muhammed Miskeveyh 215, 216

[245] Ahmet, Ebu Davut, Beyhaki, Hakim

[246] Ahmet, Buhari

[247] Yusuf: 12/106

[248] Ahmet, Sünen sahibi, İbni Mace ve Tirmi, Tirmizi bu hadisin sahih ve hasen olduğunu söylemiştir.

[249] Kehf: 18/68

[250] Kehf: 18/82

[251] Buharı ve Müslim Buhari

[252] Enbiya: 21/34

[253] Ahmet bin Hanbel, Cabir b. Abdullah’dan ri­vayet etmiştir.

[254] Şuara: 26/88-89

[255] Muaz b. Cebelden sahih bir senetle rivayet etmiştir

[256] İbrahim: 14/34

[257] Mü’minun: 23/71

[258] Bakara: 2/32

[259] Al-i İmran: 3/19l

[260] Ahzap: 33/63

[261] Buhari ve Müslim, Enes ve Sehl b. Sa’d’dan rivayet edilmiştir.

[262] Maide: 5/3

[263] Buhari

Cagdas Meselelere Fetvalar Pdf Indirin Hepsi Cilter” kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek için Ücretsiz pdf olarak almak için aşağıdaki indirme düğmesini tıklayın

Bozuk bağlantıyı bildirin
Siteyi Yardim Et


for websites

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *