Skip to content
Home » dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehid pdf ücretsiz

dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehid pdf ücretsiz

Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı ve Müctehidlerin Farklı Görüşleri

dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri
  • Kitap başlığı:
 Dort Mezhebe Gore Islam Fikhi Ve Muctehidlerin Farkli Gorusleri
  • Yazar:
Camisab Özbek
  • Kitap Sayısı
655
  • Dil:
Türkçe
  • Görünümleri:

Loading

  • PDF Doğrudan  
İndirme için tıklayın
  • Satın al  
Kağıt Kapak için

dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri – Kitap örneği

DÖRT MEZHEBE GÖRE

İSLAM FIKHIV VE MÜCTEHİÜLERİN FARKLI GÖRÜŞLERİ

Önsöz

BİRİNCİ BÖLÜM

AKAİD

Akaıd

Din:

1- Kuran:

2- Sünnet:

a- Kavli (Sözlü) Sünnet:

b- Fiili Sünnet:

c- Takriri Sünnet:

Sünnetin Dereceleri Üçe Ayrılır:

a- Mütevatir Haber:

b- Meşhur Haber:

c- Ahad Haber:

3- İcma:

İcmanın Mertebeleri:

4- Kıyas:

Kıyasın Rükünleri:

Kıyasın Misalleri:

Kur’an Ve Sünnetten Deliller:

1-Farz:

Farzlar İki Kısma Ayrılır:

a- Farzı Ayın:

b- Farz-ı Kifaye:

2- Vacip:

3- Farzı Ayn:

4- Rükün:

5- Şart:

6- Mendup:

7- Mubah:

8-Haram:

9- Mekruh:

a- Tahrimen Mekruh:

b- Tenzihen Mekruh:

10- Eda:

11- Kaza:

12- İade:

13- Müfsid:

14- Müstehab:

Müstehab İn Hükmü:

Fer’î Deliller:

1-Mesalih-i Mürsele (Kamu Yararı):

2- İstihsan:

a- İstihsanın Nassa Dayanması:

b- İcma’ya Dayanması:

c-Zarurete Dayanması:

d- Kıyasa Dayanması:

e- Örfe Dayanması:

f- Maslahata Dayanması:

3- Örf:

a- Sahih Örf:

b- Fasid Örf:

Alkolün Zararlarından Bazıları:

4- Şer’ü Men Kablena:

Sahabe Kavli:

Sünnetin Çeşitleri:

1- Müekked Sünnet:

2- Gayri Müeked Sünnet:

3- Zevaid Sünnetler:

Zevaid Sünnetin Hükmü:

Haramın Çeşitleri:

a- Haram li’aynihi (Bizzat Haram):

b- Haram li’ğayrihi (Dolaylı haram):

Azimet ve Ruhsat:

İman

İmanİslam Kavramlarının İlişkisi:

İman Amel İlişkisi:

İyi Ameller İki Kışıma Ayrılır:

Tafsili İman:

1-Mümin:

2- Münafık:

3- Kafir:

4- Mürted:

5- Fasık:

OTUZ İKİ FARZ

a- İmanın Şartları:

b- İslam’ın Şartları:

c- Abdestin Farzları:

d- Guslün Farzları:

e- Teyemmümün Farzları:

f- Namazın Şartları:

Elbiseni Temiz Tut.”

1- Allah’a İman

“En Güzel İsimler Allah’ındır. O Halde O’na Bu İsimlerle Dua Edin.

Allah’ın Sıfatları:

Zati Sıfatlar

1- Vücud:

2- Beka:

3- Kıdem:

4-Vahdaniyyet:

5- Muhalefettin lil Havadis:

6- Kıyam Binefsihi:

Subuti Sıfatlar

1- İlim:

2- İrade:

3- Kudret:

4- Semi:

5-Basar:

6- Hayat:

7- Kelam:

8- Tekvin:

c-Fiili Sıfatlar:

Meleklere İman:

Meleklerin Görevleri:

Cebrail:

Mikail:

Azrail:

İsrafil:

Cinler

Şeytan

Kitaplara İman

Tevrat:

Zebur:

İncil:

Kuran-I Kerim

Kur’an-ı Kerimin Belagat Ve Fesahati

PEYGAMBERLERE İMAN

Peygamberlerin Sıfatları

a- Sıdk:

b- Fetanet:

c-Emanet:

d- İsmet:

e- Tebliğ:

Mucize

Resulullah (Sav)’İn Diğer Mucizeleri

a-Miraç:

b-Şakkul Kamer (Ayın yarılması):

c-Sidretül Münteha:

a- İrhas:

b- Meunet:

c- İstidrac:

d- İhanet:

Ahiret Gününe İman

1-Ahirete İman:

Kasem Ederim Kıyamet Gününe 

Kıyamet:

2- Kabir Hayatı:

Kabir (Berzah) Hayatı:

Dünya Hayatı:

Ahire T Hayatı:

Haşr:

4- Şefaat:

Mizan:

Kader Değişir Mi?

Müslüman Müslümanın Kardeşidir.”


DÖRT MEZHEBE GÖRE

İSLAM FIKHIV VE MÜCTEHİÜLERİN FARKLI GÖRÜŞLERİ

Önsöz

Bismillahirrahmanirrahim.

(Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.)

Varetme icad nuruyla yokluk karanlığından varlık alemini yaratan Allah’a sonsuz hamd ederim. Ki tüm bu varlıkları uzağı gö­rebilenler için vahdaniyetinin/birliğinin yegane delili kılmıştır. Kendi zatı adına tercih ederek, bir şeriat/ilahî yasa koymuştur. Bu sebep­ten ötürü kitabını indirmiş /göndermiş, kulların efendisi ve lideri olan peygamberini de bu amaçla görevlendirip göndermiştir. Bize de onu sevmemizi açıklamış ve bunun gerekli olduğunu bildirmiştir. Ve işte bu, “Doğru yolda gidenlerin yoludur” buyurmuştur.

Salat ve selam O yüce zatın, alinin /ehlibeytinin, ona uyarak ardınca gidenlerin üzerine, hiç tükenmeksizin, bitmeksizin en temiz bir salat ile selam olsun.

Şimdi asıl meseleye gelince; bilindiği gibi yüce mertebelere is­tekli olan üstün zekalı ve iradeli kimseler, hiç durmaksızın ve ara vermeksizin hep şeriat ile ilgili ilimleri tahsil eder dururlar. İşte bu ilimleri cümlesinden biri olan furuata/ikinci derecedeki ilim bilgiler de o nisbette önemlidirler. Bu bakımdan bu ilim de öğrenilmelidir ki, insan böylece kendisini rahatsız edebilecek eytanî vesveselerden kendisini arındırabilsin ve yapacağı muamele-? de doğru ve sağlıklı olabilsin. Rabbimin razı olabileceği ibadetler isleyebilsin.

Özellikle de bir şeref ve saygınlık olarak, “Fıkıh alanında derin bilgi sahibi olmanın” hem geçmişlerin ve hem halihazırdakilerin ve ileride tüm geleceklerin de efendisi, ulusu olan salat ve selam üze­rine olsun- Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) efendimizin şu mü­barek sözleri gerçekten bir kimse için paye ve mevki olarak değer. Çünkü Buharı ve Müslim tarafından rivayet olunan, “Allah, kimin iyiliğini murad ederse, o kimseyi dinde fakih/üstün anlayış sahibi kı­lar.

Muaviye ile Ebu Hureyre tarafından rivayet olunan hadise ek olarak Rasulullah (sav) tarafından şöyle buyurdukları da rivayet olunmuştur:

Herşeyden yüce ve münezzeh olan Allah’a, dinde fıkıh/üstün anlayış sahibi olmaktan daha üstün bir şeyle ibadet olunamaz/kulluk yapılamaz.

Evet İmam Tirmizî’nin Camiinde yer alan bu hadisin yanında, yine Ata da Rasulullah (sav)’m şöyle buyurduğunu zikrediyor: “Cen­net bahçelerine uğradığınızda derhal orada yayılın/oradan yarar­lanın.” Bunun üzerine sahabe; “Ey Allah’ın Rasulü! Cennet bah­çeleri de nelerdir?” diye sorarlar. Rasulullah (sav) şöyle buyururlar: “Onlar zikir halkalarıdırlar.

Ata (ra), bu hadisin açıklamasıyla ilgili olarak şöyle diyor:

Hadiste geçen ‘Zikir’ ifadesinden asıl maksad, helal ve hara­mın anlatıldığı, öğretildiği meclislerdir, ilim halkalarıdır. Yani nasıl bir şeyi satın alacaksın ve nasıl satış yapacaksın, nasıl namaz kıl­man gerekiyor, orucu ne şekilde tutman icabediyor, nasıl hac ibadeti görevini yerine getireceksin, evlenme ve boşanma durumlarını hangi ölçüler çerçevesinde yapacaksın, işte bu ve benzeri tüm hükümlerin, bilgilerin öğretildiği ilim meclisleridir, zikir meclisinden amaç.”

Tabiîn’den Süfyan b. Uyeyne de şöyle söylüyor: “Peygamberlik­ten sonra kişiye veriln en önemli ve en değerli mevki ilim ve dinde iakıh/üstün bilgi sahibi olma mevkiidir.”

Hz. Ömer (ra) de diyor ki: “Gecelerini ibadetle, gündüzlerini o-ruç tutmakla geçiren bin abidin ölümü, yüce Allah’ın helal ve haram ilimlerini bilen ilmiyle amil bir alimin ölümü yanında çok daha basit kalır.” Çünkü abid ölürse, ibadeti yapmamış olur, bundan dolayı kim­se zarar görmez. Oysa alimin ölümü, alemin ölümü demektir ki, onun ölümüyle, gündüzler kararır, geceler ise zifiri karanlığa boğulur. Kaldı ki bu konuya ilişkin ayet, olsun, hadis olsun, büyüklere ait sözler olsun sayılamayacak derecede çoktur.

Camisab Özbek

Diyarbakır

BİRİNCİ BÖLÜM

AKAİD

Akaıd

Din:

İnsanların, saadete ve iyiliğe ulaşabilmesi için, yüce Allah’ın peygamberleri vasıtsıyla bildirdiği emirler ve sermedi kanunlardır. Tebdile, tahrife uğramış ilahi emirler, kanunlar hak din olmadığı için din olmaktan çıkar. Zira mutlak olarak “din” kelimesi söylendiği zaman ondan hak din kast olunur. Mukayyet olarak zikr edilen din­lere hurafat, batıl din denir. Din akla hitap ettiği için ancak ve an­cak, akıllı insan dinin emirleri, kanunları ile yükümlüdür. Akıl ni­metinden mahrum olan bir insan iyiyi kötüyü birbirinden ayırtdet-mekten aciz olduğu için dinin kanunları ve emirleri ile yükümlü de­ğildir.

Din doğuştan meydana gelir. İnsan meydana geldikten sonra onunla beraber dinde meydana gelmiştir. Tarihin hiç bir devrinde dinden dini emir ve kanunlardan yoksun bir cemiyete katiyyen rast­lanmamıştır. Nerde insan var olmuş ise işte orada dini davranışlar meydana gelmiştir. Allah tarafından gönderilmiş olan bütün dinlerin menşei birdir ve hepside insanları Allah’a iman etmeğe ve Allah’a kulluk yapmağa davet etmişlerdir.

Bu özelliğe göre zaman ve mekanın, örf ve geleneklerin dine et­kisi olmamıştır. Zira gelenek ve örflerin olmaması lazım ve elzemdir. Bu konuda bütün ilahi davetçiler ittifak ve ittihat halindedirler. La­kın mekan ve zamanın ve geleneklerin ibadet ve muamelata etkisi olduğundan her ümmetin ayrı ayrı ibadet muamelatı meydana gel­miştir.

Din iki kısma ayrılır; birinci kısım hak, doğru dindir ki vahye dayanır, ilahidir. İkincisi ise, insan aklının ürünüdür. Buna batıl din veyahut gayri ilahi din de denir. Hakiki doğru din ancak ve ancak Allah’ın gönderdiği dindir.

Hz Adem(as)’dan Hz Muhammed (as)’a kadar bütün peygam­berlerin açıkladıkları dinlerin aslı “Allah’ı tanıma ona ibadet etmek ve ona kulluk etmektir. Allah tarafından bu peygamberlerin getirdiği dinlerin bütünü hakdır. Bütün peygamberler hak dini tebliğ ve irşat etmişlerdir. Fakat insanlar onların yani peygamberlerin yolunu takip etmemişler ve sapmışlardır. Peygamberlerin, onlara getirdiği hak tev­hit dinini kabul etmemişler, yanlış fikirlere sapmışlar ve batıl dinler oluşmuştur.

İlâhi dinler üç kısma ayrılır; birincisi Yahudilik, ikincisi Hristi-yanlık üçüncüsü ise İslam’dır. Yahudilik, Hz Musa (as) aracılığı ile İsrail oğullarına gönderilmiş bulunan ilâhî dinin adıdır. Bu dinin kutsal kitabı Tevrat’tır. Tevrat’ın aslı hurafat ve tahrifatttan kurtarı­lamamıştır. Bunun içine kendi istek ve arzularına göre yalanlar ve hurafeler yazmışlar ve bu sebeble Tevrat’ın aslı yok olmuştur.

Zira din adamları tarafından Tevratta yapılan yanlışlıklar sa­yesinde Tevrat kitabı orjinalliğini yitirmiş olup, hak kitap olma özel­liğini kaybetmiştir. Tevratın her sahifesinde bu tahrifatlara rastla­mak mümkündür.

Hristiyanlık, Hz Musa’ya verilen ve zamanla bozulan Tevrat’ta­ki ve inanç sistemindeki tahrifatı düzeltmek için Hz isa’ya vahyedilen ilahi kitaptır. Ancak tıpkı Tevrat’ta olduğu gibi İncil’de zamanla değiştirilmiş hurafelerle doldurulmuştur.

Hz İsa, bir süre annesi ile beraber Ürdün’e bağlı “Nasare” kö­yünde oturdu. Bu sebeble kendisine bağlı olanlara Nasara “ve dinle­rine de “Nasraniyet” denilmiştir. Yahudiler, Hz İsa’yı öldürmeye ka­rar verdiler. Ona benzettikleri bir adamı tutup Kudüs ‘de siyaset meydanında darağcma astılar. İsa (as) Allah’ın emri ve kudreti ile göğe yükseltildi. Orada melek şekline büründü. Kendisine “Ruhullah”denir. Babasız olarak bir kudret ilhamı olarak meydana gelimiş olduğu için bu seçkin unvana sahip olmuştur.

Hristiyanların inaçlarına göre Hz İsa, İskenderin Babil’e üstün gelmesinden üç yüz altmış sene sonra doğmuştur. Hz îsa doğduğun­da annesi Meryem 13 -15, yada 20 yaşındaydı. Hz. İsa’yı öldürmek isteyen Yahudiler sonradan belalarını gördüler. Romalılar Kudüs’ü zaptettiler. Beyti Makdisi yıktılar. Kitapları yaktılar. Yahudilerin bir kısmını öldürdüler bir kısmını da esir ettiler. Bunun için ne Musevirk’t n nede İsevilik’ten bir eser kalmadı. Sonra Roma İmparatoru £ Jantin Hz İsa’nın doğuşundan üçyüz on sene sonra siyasi bir aksada dayanarak Hz İsa’ya nisbet edilmiş olan muharraf, Hristin dinini kabul etti. Bayraklarına da haç işareti koydu.

Ebu Hureyre (ra)’ın bildirdiğine göre Hz Peygamber (as) şöyle Meryem oğlu adil bir hakim olarak aranıza inmeden kıyamet kopmaz O haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak yani kabul etmeyecek sadece İslamı benimsemeyi isteyecektir. Ozaman mal öyle artacaktırki kimse önem vermez olacaktır. [1]

İncil kelimesinin aslı Yunancada”Euaggelion”olup halk Yunan-casında “getirdiği bir haberden ötürü bir şahısa verilen müjdelik, mükafat” manasına gelir. Daha sonraki zamanlarda haber müjde manasına kullanılmıştır. Septante denilen Eski Ahidin Yunanca ter­cümesinde bu kelimeyi “sevindiren haber” manasına kullanılmıştır. Daha sonra ise Hz İsa tebligatının özeti veya onun hayatı [2] derken Hz İsa’nın siret ve tebligatım yazı ile kaydeden kitaplar hakkında kulanıldı.

Yüzlerce İncil’in yazılmasının ardından bir kaos doğdu. Buna son vermek için 325 yılında İznik’te toplana Konsil’de şu dört İncil kabul edildi:

a- Matta

b– Markos

c- Luka

d-Yuhanna

İslam; Yüce Allah hem tahrif olmuş dinlerin doğrusunu mey­dana getirmek ve hem de kıyamete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçlarını karşılamak için Hz Muhammed (sav) aracılığı ile İslam dinini göndermiştir. Geldiği gibi muhafaza olacak hiç hurafata uğra­mayacaktır. Gerçek ve hak din İslam dinidir. îslam; Allah ‘m kanun­larına uymak, sükun ve sulh içinde bulunmak ve Allah’a teslim olmakdır. Bu manaya göre bütün ilahi kanunlar ve Allah tarafından gelen bütün emirlerin adı İslam’dır. Hz Adem’den Hz Muhammed (sav)’e kadar bütün peygamberlerin getirdiği dinler Allah ‘in emirleri­ne ve hükümlerine teslim olmayı emretmiştir.

Al-i imran suresinin 19. Ayetinde yüce Allah şöyle buyurmak­tadır;

Bu gün size dininizi olgunlaştırdım size olan ni’metimi ta­mamladım ve size din olarak İslam’ı beğendim” buyurmuştur.

Ve Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de Nuh (as)’ın dilinden şöyle buyuruyor:

Müslümanlardan olmakla emrolundum. [3] İbrahim ile İsmail (as)’a atfende şöyle buyuruyor:

Ey Rabbimiz bizi sana teslim olmakta sabit kıl” [4] yani İslam Allah’a teslim olmaktan ibarettir. İşini Allah’a teslim eden kişiye müsîüman denir. İslam daima doğru olmayı, eşit dav­ranmayı, haktan ayrılmamayı emretmiştir. İslamiyet sosyal dayanış­mayı, sosyal adaleti emretmiştir.Hz Peygamber ve Ashabının Mekke’­den Medine’ye hicretlerinde Medine’li müslûmanlarm Mekke’den ge­lenlere yaptıkları yardımlar bütün takdirlerin üstündedir ve bütün dünyaya büyük ders olmuştur.

İslam dininin kaynaklan dört kışıma ayrılır: Kur’an, sünnet, icma, kıyas.

1- Kuran:

Kur’an’ı Kerim Allah’ın kelamıdır Allah Teâla Hz Muhammed (sav)’in insanları küfürden ve zulmetten aydınlığa nura çıkarması i-çin Kur’an-ı indirmiştir. Kur’an mushafta yazılmıştır. Kur’an, İslamlarının birinci kaynağıdır. Bir fıkhi mesele çıktığında evvela kanun racaat edilir o meselenin hükmünü Kur’an’da bulursak Kur an hüküm ederiz. Kesinlikle başka kaynakla hüküm onun a Mesela bize şarap içmenin, kumar oynamanın, putlara tap çekmenin hükümleri sorulursa, Allah’ın kitabına manın, müracaat eder ve şu ayeti buluruz:

Ey insanlar! Şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları çek­mek şeytan işi birer pisliktir bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. [5]

Alışveriş ve ribanın (faizin) hükmü sorulursa Allah ‘m kitabına müracaat eder ve hükmünü şu ayetten alırız:

Allah alışverişi helal, ribayı (faizi) haram kılmıştır.” [6]

Fakat Kur’an bütün fıkıh meselelerini teker teker zikredip hü­kümlerini açıklamamıştır. Eğer tafsilatlı olsaydı elimizde olan mus-haf çok uzun olurdu. Yalnız ve yalnız Kur’an İslam inanç esaslarını üzerinde ayrıntılı tafsilatlı bir şekilde durmuştur. İbadet ve muame­lâtı ise icmalen açıklamıştır.

Müslümanlar için genel çizgiler çizmiş onun tafsilatlı detayla­rını Resulullah (sav)’in hadisine bırakmıştır. Mesela Kur’an namazı emretmiştir. Fakat hangi bir şekilde ve kaç rekat olarak kılınacağını açıklamamıştır. Zekatı emretmiş, fakat zekatın nisabını nekadar ve­rileceğini ve hangi maldan verileceğini açıklamamıştır. Bunlardan başka örnekler daha vardır. Öyle örneklerin açıklamasını Hz Mu-hammed’ın (sav) sünnetine bırakmıştır. Bu sebeble Kur’an sünnete Çok çok bağlıdır. Sünnet Kur’an’m mücmel kısımlarını tafsili olarak açıklar.

Kur’anı Kerim’in ihtiva ettiği hükümler üçe ayrılır

  1. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gü­nüne kaza ve kadere inanmak gibi itikada ilişkin hükümler. Bu hü­kümleri araştıran bilim dalma “tevhid ilmi” denir.
  2. Nefsi emmareye uymamak ve ahlakını İslam ahlakına göre olgunlaştırmaktır. Bunları yapmak ancak ve ancak tasavvuf ve ah­lak ilminin vazifesidir.
  3. Mükelleflerin iş ve sözlerine tealluk eden kanunlardır. Bun­lar da fıkıh ilminin vazifesidir. Ancak ve ancak fıkıh ilmi inceler. Kur’an Allah’ın kanunları ve hükümleri gayet anlamlı ve özlü bir bi­çimde açıklar. Bu özlü anlamlı kanunları çıkarmak için bir ihtisas i-şidir ve bunu ancak mütehassısları yapabilir.

2- Sünnet:

Hz Peygamberin yaptığı işler söylediği sözlere “sünnet” denir. Sünnet üçe ayrılır:

a- Kavli (Sözlü) Sünnet:

Hz Peygamber (sav)’in muhtelif vesilelerle söylediği sözlerdir. Bu sünnete ‘hadis’ denir. Hadis, sünnetin adı olmuştur. Hz Peygam­berin sözleri dini hükümleri açıklama mahiyetinde ise dinin kayna­ğıdır.

Dinle bir ilgisi olmayan, tamamen dünyevi ve özel işlere ilişkin sözleri şer-i delil ve kaynak değildir. Mesela Hz Peygamber (sav) Me­dine’ye geldiklerinde Medine’lilerin hurmalarını aşıladıklarını gör­müş bunun yapılmamasını daha uygun görmüş Medine’lilerde o se­ne hurmalarını aşılamamışlar fakat hurmaların kalitesi düşmüş, bu­nu kendisine söylediklerinde şöyle buyurmuş:

Dünyanıza ilişkin işleriniz size aittir(onu siz daha iyi bilirsiniz) Dininize ilişkin işleride ben bilirim.”

Bu hadisin başka bir rivayetinde de Hz Peygamber şöyle demiş:

Bu bir tahmindir. Eğer faydalı ise yapın. Ben de sizin gibi bir in­sanım tahminde hatada edebilir isabetde edebilirim. Ben size Allah böyle söylüyor demedim ki ben asla Allah’a karşı yalan söylemem”.

b- Fiili Sünnet:

Peygamberimizin yaptığı hareket ve işlerdir. Namazın rekatları­nı ve rükünlerini eda etmesi, bir şahit ve davacının yeminini kabul edip hüküm vermesi gibi işler onun fiili sünnetlerindendir. Peygam­berimizin yaptığı işlerin hepsi şer-i delil değildir. Ancak dine bağlı fi­illeri ve hareketleri şer-i kaynak olabilir. Yemek, içmek, yürümek, o-turmak gibi fiilleri şer-i delil değildir. Ancak peygamberin bu yaptığı hareketler o işlerin mubah olduğunu gösterir. Onun kendi tecrübe­lerine dayanarak yaptığı işlerde bu kısımdadır. Ordu işleri, savaşanı gibi- ESer Peyganber (sav)’in yaptığı bir iş Kur’an’daki bir hük­mün açıklaması ise kesinlikle o iş ümmet için şer-i bir belge ve delil olur.

c- Takriri Sünnet:

Hz Resulullah (sav)’m yapılan bir işe söylenen bir söze karşı sükut etmesi yani itiraz ve red kelimesini mübarek ağzıyla söylememesi yahut yapıldığını duyduğu bir hareket, iş hakkında sükut et­mesi yani ses çıkarmaması takriri sünneti meydana getirir. Takrir bir şeyi kabul etmek yani itirazada bulunmamak demektir. Peygam­berimizin bir iş veya bir söz karşısında sükut etmesi o işin mubah veya caiz olduğuna işaret eder. Zira peygamber kötü bir hareket gör­düğü zaman hemen red ve men eder yani kabul etmezdi. Derhal onu red ederdi. Takiri sünnete misal olarak bayram günü iki cariyenin kahramanlık şarkıları söylediklerini işittiğinde sükut etmesini misal verebiliriz.

Sünnetin Dereceleri Üçe Ayrılır:

a- Mütevatir Haber:

Hz Peygamber zamanından itibaren yalan üzerine ittifaklarını akim kabul edemiyeceği kadar büyük bir cemiyet tarafından rivayet edilen sünnet mütevatirdir.

Bunda kesinlikle şek ve şüphe kuşkusu yoktur. Mütevatir ha­bere günümüzden bir misal verelim. Mekke şehrinin var olduğunu öyle bir topluluk bize söylemektedirki bu topluluğun hepsinin yalan söylemesini akıl kabul etmez. Biz onların sözlerine dayanarak Mek­ke’nin varlığını kabul ederiz bunda kesinlikle şüphe ve şek etmeyiz. Zira büyük bir cemiyet yalan üzerinde toplanmaz.

b- Meşhur Haber:

Hz Peygamberin (sav) zamanında tevatür derecesine varmayan yanı 1,2, 3, 5 kişi tarfından nakledilen fakat bir nesil sonra rivayet edenlerin sayısı tevatüre varan sünnettir. Meşhur sünnetinin Hz eygamber tarafından söylenip yapıldığı çok kuvvetli olmakla bera­ber mütevatir kadar kesin değildir.

c- Ahad Haber:

Üç asırdan tevatür derecesine varmayan kişiler tarafından edilen sünnettir. Ahad sünnet mütevatir ve meşhur olmayan sünnettir. Bu meşhur ve nütevatirden zayıf haberlerdir. Rivayet zin­ciri sağlam olur, metnide Kur’an’a ve akla aykırı olmazsa kesinlikle şer-i delil olur.

3- İcma:

Sözlükte bir işe kast ve azm etme anlamına veyahut bir mese­lede görüş birliği etme manasına gelir. Bir fıkıh terimi olarak; Hz. Muhammed (sav)’in ümmetinden olan müctehidlerin Hz Peygambe­rin vefatından sonraki her hangi bir devirde şer’İ bir hüküm üzerin­de ittifak ve ittihat etmeleridir. Bu tarife göre icmada üç şartın bu­lunması gerekir:

a- Müctehid olmayanların görüşleri ve ittifakları dini bir delil ve belge sayılmaz. Zira müctehidler bir konuda ittifak ettikleri zaman onunla amel etmek vacipdir. Bunun delili Hz. Muhammed (sav)’in müslüman ümmetin dalalet üzerine ittifak etmeyeceklerini söyleme­sidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Allahtan ümmetimi dalalet üzerinde birleştirmemesini istedim onu bana verdi.”

b- Müctehidlerin birliği ve ittifakı dini bir meselenin hükmü üzerinde ilk görüş birliği meydana geldiği zaman aranır ve ondan sonra fikir tebdil etmekle icma kesinlikle bozulmaz.

c- Dini yönü olmayan konulardaki ittifaklar kesinlikle icma sa­yılmaz. Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurulur:

Kim kendisine hidayet belli olduktan sonra Allah’ın resu­lüne karşı gelir mü’minlerin yolunda başka bir yola uyarsa onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. [7]

İcmanın bir delili olduğunu bize haber veren hadis-i şerif ise şöyledir.

Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında (ve nezdinde) de güzeldir [8]

İcmanın Mertebeleri:

İcma müracaat bakımından Kur’an ve sünnetten sonra yani birinci ve ikinci kaynaktan sonra gelir. Kur’an ve sünnette bulama­dığımız bir şer-i mesele hakkında o zaman icmaya bakarız ve mücte-hitlerin ittifakları yani görüşleri o mesele üzerinde birleşmiş se o takdirde o meseleyi kesinlikle kabul etmek mecburiyetimiz vardır.

4- Kıyas:

Bîr şeyi başka bir şeyle ölçmek manasına gelir. Yani karşılaş­tırmak anlamındadır. Fıkhi kıyas ise hakkında nass olmayan bir şe­yi hakkında nass olan bir şeye kıyas etmektir. Zira ikisinin illetide aynıdır. Kur’an, sünnet ve icmada bulamadığımız bir mesele olursa kıyasa başvururuz. Yani dördüncü mertebededir.

Kıyasın Rükünleri:

Kıyasın rükünleri dörtdür.

1- Kökü yani aslı ile fer-i bir araya getiren ortak bir illet bulunması

2- Kendisine kıyas yapılan bir kök yani bir asıl olması

3- Kıyas yapılan şeyin fer-i bir mesele olması

4- Kıyas yapılan asim hükmünün olması.

Kıyasın Misalleri:

Allah Teâla Kur’an da ile şarabı haram kılmıştır. Şarabın ha-ramlığının illeti ise aklı gidermesi ve sarhoşluk vermesidir. Bu se­beple sarhoşluk veren madde ne olursa olsun hangi isim verilirse ve-nlsin (hamra) şaraba kıyas ederek önada haram hükmünü veririz. Zira burada haramın, yasaklığm sebebi kesinlikle sarhoşluktur. Bu sebeb ise bütün sarhoş eden içkilerde mevcuttur. Şarabı Kur’anı Kerım’de Allah’u Teala yasaklamıştır.

Daha sonra zamanımıza kadar rakı, votka, şampanya, viski gi­bi adlarda içkiler ortaya çıkmıştır. Bunlar Kur’anda isim olarak zik­redilmez. Yalnız bu yeni içki çeşitleri de içeni sarhoş ettiği için şara­bın hükmü ortak nitelik; olan sarhoş etme (iskar) özelliği yüzün-den kıyas yoluyla diğer alkollü içkilerede şamil gelir. Bu gibi şeyler islam fıkhının kanunlarıdır. Bunların açıklamaları usulü fıkıh kitap-larmdadır. İslam fıkhına ve kanunlarına bağlı kalmak herkese yani müslümanlara farzdır.

İslam fıkhının kanunlarının hepsi Kur’an ve Sünnete dayan­maktadır. İcma ve kıyasda gerçek olarak Kur’an ve sünnete tabidir yani bağlıdır. Bu sebeple müslümanlar islam fıkhını kanunlarını terk etmeyi bir şey olmaz deseler yani reva görseler aynı zamanda Kur’an ve sünneti terketmeyi mubah ve reva görmüş olurlar. İslamı hiçe sayarlar. Kelamın fehvası onların inandık demelerinin de hiç bir faydası yoktur. Zira hakiki islam ve iman ancak ve ancak Allah’ın ki­tabındaki emir ve kanunları, Hz Peygamberin sünnetini tasdik et­mek ve Allah’a karşı gönüllü olarak yani kerhen olamamak şartıyla itaat edip Hz Peygamberin Allah nezdinden getirdiklerini, kanunları vazife olarak yerine getirmektir. İslam kanunları yani fıkhının asli hükümleri zamanın değişmesiyle kesinlikle değişmez.

Kur’an Ve Sünnetten Deliller:

Kur’anı Kerim’den deliller;

Rabbinizden size indirilene uyun ve ondan başka velilere uymayın. [9]

Resul size ne verdiyse onu alın size neyi yasakladıysa on­dan da sakının. [10]

Allah ve Resulü bir işte bir hüküm verdiği zaman artık i-bir erkek ve kadına o işi kendi İsteklerine göre seçme hakkı yoktur. [11]

Sünnetten deliller; sünnettede Kur’an gibi bir çok deliller var­dır. Hz Peygamber (sav)şöyle buyurmaktadır:

Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur.[12]

Nefsimi kudreti elinde tutan Allah ‘a yemin ederim ki sizlerden birinin hevası benim getirdiğime tabi olmadıkça o kimse iman etmiş sayılmaz” [13] Nevevi, sahihdir demiştir.

Sünnetimi tutunuz ve sanlın.[14]

İçinizde öyle bir şey bıraktımki eğer ona yapışırsanız benden sonra dalalete dûşmezsiniz:Allah ‘in kitabı ve benin sünnetim.” [15]

Kur’an ve sünnette olan bu gibi deliller; Kur’amn içindeki ka­nunlar ve hükümlere ve Hz Peygamberin mübarek lisanıyla kullarına gönderdiklerine uymalarını tabi olmanın zorunlu ve farz olduğu­nu gösterir :

Peygamberin çağırmasını aranızda herhangi bîrinizin ça­ğırmasıyla bir tutmayın. Allah sizden birbirinizin arkasına gizle­nerek sıvışıp gidenleri bilir. Peygamberin emrine aykırı davra­nanlar kendilerine bir belanın çarpmasından yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar.” [16]

Fıkhın mevzularına, meşelerine girmeden önce fıkhi istilahların tarifi ve açıklanması lazım ve elzemdir. İstılahı Fıkhıye şunlardır:

1-Farz:

Sübutu ve ifade ettiği anlam (delaleti) kesin olan delillerle Allah veya Resulünün emrettiği fiillere “Farz” denir. Onu yapan sevap terk eden günah kazanır. Farzlar; nassın anlamının farzdan başka ihti­mali bulunmazsa yani âyet muvatir veya meşhur hadis yada icma gibi kesin delillerle meydana gelir.

Beş vakit namaz, hacc, zekat, ve namazda Kur’anı Kerim’den bir parça okumak gibi. Misal olarak orucu gösterebiliriz. Allah’ın ka­nunu kesin olarak bizden oruç tutmamızı istemektedir.

“Ey iman edenler sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi sizin üzerinizede oruç farz kılındı. [17] Hadis-i şerifde ise Resulullah şöyle buyuruyor:

Ey nasf Büyük ve berketli bir ay sizi gölgelendirdi. O öyle bir ki içinde bin aydan daha hayırlı bir gece vardır. Allah, onun oruarfarz, geceleri kalkmsıda sevap ve nafile kıldı,”

Farzlar İki Kısma Ayrılır:

a- Farzı Ayın:

Bütün akıllı müslümanlarm yani deli ve çocuk olmamak sartıy-la bizzat o farziyeti yerine getirmek mecburiyetindedir. Bir kı­sım müslümanlarm işlemesiyle diğerlerinin üzerinden farziyet yani vükümlülük kalkmaz. Beş vakit namaz, ramazan orucu, zekat ve hacc gibi.

b- Farz-ı Kifaye:

Akıllı baliğ olan müslümanlara ayrı ayrı değil bilakis hepsine emredilen farzlardır. Yalnız bir kısım müslümanlarm o farziyeti ye­rine getirmesiyle diğerlerinin üzerinden sakıt olur. Bu ikinci kısma “farzı kifaye” denir. Kur’anı Kerim’i ezberlemek, şahitlik yapmak, cihad etmek, iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak, insanların ihti­yacı olan sanatları öğrenmek ve cenaze namazı kılmak gibi. Farzı ki-faye’nin sevabı yalnız onu işleyenlere bağlıdır. Bir cemiyette hiç kim­se yerine getirmese hepsi günahkar ve suçlu olur. Bazı yerlerde farzı kifaye vacib veya farzı ayn yerine dönüşebilir. Mesela bir yerde yalnız ölüler için veyahut hastalar için bir gasil veya bir doktor varsa vefat edenler için yani ölülerin yıkanması için ve hastaların bakılması ya­ni müdehalesi için her ikisine de farzı ayn veyahut vacip olur.

2- Vacip:

Şafii mezhebinde farz anlamındadır. Hacc meselesi hariç diğer yerlerden farz olsun vacip olsun kesinlikle aralarında fark yoktur, ıer ikisinin anlamı birdir. Hacc meselesinde olan vacip ise haccın sıhhati için şart olmayan bir şeydir. Yani kişinin terk etmesiyle hac­cın sıhhatine zarar vermeyen bir şeydir. Bunlar mîkatta ihrama gir­mek, cemrelere taş atmaktır. Hacca giden bir kimse bu vacipleri yenne getirmediği takdirde haccı yinede sahihdir. Fakat kendisi suçlu günahkardir- Bu vacibi terk ettiği için yerine kurban kese­rek telafi etmesi gerekir. Haccın sıhhati haccın farzlarını yerine ge-meye bağlıdır. Eğer bir kimse haccın bir farzıyetini yerine getirme kabul olmaz- Bunun örneği Arafatda vakfeye durmak ve haccın diğer farzlarıdır.

3- Farzı Ayn:

Her mükelleften yani baliğ ve akıllı olan kimselerden kesin ola­rak yapılması istenen namaz, oruç, hacc gibi ibadetlere “farzı ayn” denir. Bu gibi ibadetler bütün baliğ ve akıllı olan müslümanlara ayrı ayrı farzdır. Bu farzı bazı mükelleflerin ve baliğ ve akıllı olan kimse­lerin yerine getirmesi diğerlerinin üstünden düşürmez.

4- Rükün:

Yapılması vacip olan namazın içindeki olan fiilin parçasına rü­kün denir. Bunun örneği rüku ve secde etmek ve fatiha suresini okumaktır. Bunların her biri namazın içinde bir rükündür.

5- Şart:

Yapılması vacip olan ve bir fiilin parçası olmayan şeylere şart denir. Bunun örneği taharetin, abdestin, namaz vaktinin namazın ve kıblenin bilinmesi gibi şeylerdir. Bunlar namazın mukaddimeleridir ve namazdan hariç olan şeylerdir. Namazın caiz olması için bunların bulunması şarttır. Bunun için bu gibi şeylere namazın şartı denilmiştir.

6- Mendup:

Şeriatın yapılmasını tavsiye ettiği, yapanın sevap kazandığı, eğer yapmazsa günahkar olmadığı şeylere “menbdup” denir. Bunun örneği; şevval ayında altı gün oruç tutmak, kuşluk namazı, gece i-badeti yapmak ve benzerleri gibi hususlardır. Menduba; sünnet, müstehab, tatavvu ve nafile de denir.

7- Mubah:

Yapılması ve terk edilmesi şeriat açısından eşit olan hususlara denir. Şeriat bu gibi hususların yapılmasını veya terkedilmesini em-retmemiştir. Bu gibi işler insanların insiyatifine bırakılmıştır. Bu sebeble yapılmasında sevabı terkedümesinde suç ve günahı yoktur. Bunun örneği şu âyeti kerimede bulunmaktadır:

Cuma namazını kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Al-fı’m lütfundan nasibinizi arayın. Muhakkak ki iflah olacaksı­nız [18]

Su ayet cuma namazı kılındıktan sonra çalışmanın mubah ol­duğunu gösteriyor. Bu sebeble namazdan çıkan kimse için çalışması çalışmaması eşittir. Yani her ikiside memnu (yasak) değildir, mu­bahtır.

8-Haram:

Allah’ın kanunu yani şeriatının men ettiği, yasak ettiği şeylere haram denir. Haramın terkedümesinde sevap, yapılmasında ise ceza vardır.Bunun örneği; sebebsiz yere adam öldürmek veya haksız ola­rak insanların mallarını yemektir.

Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin. Ve yine Allah (cc) Kur’anı Kerim’de şöyle buyuruyor.

Mallarınızı aranızda batıl (sebeblerle) yemeyiniz. [19]

Herhangi bir kimse bu haramlardan birini işlerse suçlu ve gü­nahkar olur. Bu haramları, yasakları Allah koyduğu için terk ederse kesinlikle sevab kazanır. Haram şeylere haram denildiği gibi; masi-yet, zenb ve mahzur da denir.

9- Mekruh:

Mekruh iki kısma ayrılır. Birinci tahrimen mekruh ikinci ten-zihen mekruhtur.

a- Tahrimen Mekruh:

Şeriatın yani; Allah’ın kanunun akıllı ve baliğ olan şahıstan yanı mükelleften kati olmayan zanni bir delille mutlaka ve zoraki olarak yapmamasını istediği şeye “tahrimen mekruh” denir. O mükel­lef eğer yaparsa günah kazanır eğer yapmazsa sevab kazanır. Yalnız mekruhun günahı, haramın günahından daha hafiftir. Bunun örne­ği; güneş doğarken veya batarken herhangi bir namaz kılmak gibi. Böyle namazın kılınması tahrimen mekruhtur. Tahrimen mekruhu inkar etmekle kişi kesinlikle dinden çıkmaz, yani kafir olmaz. Zira kesin delillerle sabit olmamıştır.

b- Tenzihen Mekruh:

Allah’ü Teâlanın ve Resulünün koyduğu sakıncanın ve yasağın kat’î ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde yapılan fiile “tenzihen mekruh” denir. Namaz için mescide gidecek kimsenin soğan veya sa­rımsak yemesi gibi. Hz Peygamber şöyle buyurmuştur.

Soğan ve sarmısak yiyen kimse bizim mescidimize gelmesin evinde otursun. [20] Aşırı ter ve çorap kokusu ile mescide gelmekte ay­nı illeti taşıdığı için Hadis-i şerifin kapsamına girer. Herhangi bir mükellef bu mekruhu yaparsa cezayı gerektirmez. Eğer yaparsa se­vap kazanır. Mesela hacda arefe günü oruç tutarsa cezaya müstehak olmaz. Eğer tutmazsa sevap kazanır.

10- Eda:

Bütün ibadetleri Allah’ın tayin ettiği veyahut Resulünün tayin ettiği vakitte yapmaya “eda” denir. Bunun örneği öğle namazını öğle vaktinde kılmak, orucu ramazan ayında tutmak gibi.

11- Kaza:

Şeriatın yani Allah’ın tayin ettiği vaktin dışında o ibadetin yeri­ne yapılan ibadete “kaza” denir. Bunun örneği akıllı va baliğ olan bir müslüman ramazan orucunu tutmazsa başka bir zaman tutarsa ö-zürlü olsun özürsüz olsun fark yoktur, yani terkedilen bir ibadeti kaza etmek mecburiyetindedir. Bir ibadeti özürsüz terketmekle özür­lü terk etmek arasında fark vardır. Özürsüz terk edilen bir ibadet ce­zayı gerektirir fakat özürlü olarak bir ibadeti terk etmek ise günaha müstehak olmaz.

Hastalık ve sefer mazeretinden ötürü oruç tutmayan kimsenin Ramazandan sonra orucunu kaza etmesi vaciptir. “

12- İade:

Bir vakitte bir ibadeti iki defa yapmaya “iade” denir. Bu iade sevab kazanmak için yapılır. Bir kimse cemaatsız olarak bir farz na­mazı kılsa daha sonra cemaatla namaz kılanları görse cemaat fazileti ve sevabı elde etmek için imama uyarak yeniden kılsa bu sünnettir.

13- Müfsid:

Bir muameleyi noksan eden veya bir ibadeti bozan fiil veya ek­sikliğe “müfsid” denir. Müfsid, babı ifaldır ve ismi faildir. Butlanı sıhhat ve fesat birbirleri ile taallukları yani ilgisi vardır.

14- Müstehab:

Tercih edilen, sevimli olan iyi ve güzel görülen amel demektir. Hz Peygamberin (sav) bazen terkettiği bazen yaptığı selefi salihinin sevip işlediği ve taleb ettiği işlere “müstehap” denir. Bazı oruçlar ve nafile namazlar bu sıfattadır. İbadetlerin yapılışında farz vacip ve sünnetlerin dışında kalan hepsine müstehab denir. Örneğin sabah namazını ortalık aydılanıncaya kadar, sıcak mevsimde öğle namazını serin vakte kadar geciktirerek kılmak, akşam namazında ise acele etmek yine namaz kılarken üst elbiseyi açık bulundurmayıp düğme­lemek gibi ameller mütehabtır.

Müstehab İn Hükmü:

Yapmasında sevab olup yapmamasında kınama yoktur. İbni Abidin müstehap mendub ve tetavvu terimlerinin müradif yani eşan­lamlı olduğunu belirtmiştir. Bazı hallerdede bunları terk etmenin mekruh olduğunu belirtir. (1/115)

Fer’î Deliller:

İslami hükmlerin dayandığı dört asıl delilden başka kökünde yine bu delililere dayalı bulunan ikinci derecede deliller daha vardır; maslahat, istihsan, örf, yani gelenek görenek bizden önceki şeriatlar ve sahabe kavli gibi. Bunları izah edecek olursak:

1-Mesalih-i Mürsele (Kamu Yararı):

İslam’da muteber olan maslahatlar şu beş şeyi muhafaza mak­sadına bağlıdır. Din, akıl, canmal ve nesil. Düşmana savaşsız teslim oluvermenin sağlayacağı bazı yararlar olsa bile islam kanunu bu gi­bi yararları caiz görmemiştir. Yani geçer saymamıştır. Zira İslam ka­nunu düşmanla cihadı savaşı emretmiştir. İşte ayet veya hadislerle muteber olduğu veya itibar edildiği belirlenmiş bulunan maslahatla­rın dışında kalan hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesine Mesalih-i Mürsele denir.

insanlara bir yarar sağlayan veya onlardan bir zararı gideren lakin sahih yada geçersiz olduğuna dair belirli delil bulunmayan maslahatlarada “mesalihi mürsele” (İctihata bırakılmış maslahatlar) denir. Bu delili en çok Maliki mezhebi kullanmıştır. Dört halife za­manında bu delile dayanarak bir çok içtihatlar yapılmıştır. Hz Ebu-bekir zamanında Kur’an-ı Kerim’in toplanması ve Hz Osman zama­nında çoğaltılması, Hz Osman zamanında nüfusun çoğalması üzeri­ne ezanın cuma günleri dışmdada okutulması, Hz Ebubekir’in vefat edecğini anlaması üzerine Hz Ömer’i halife adayı olarak göstermesi ve Hz. Ömer’in fethedilen Suriye, ve Irak topraklarını eski sahiplerine bırakarak bunlardan vergi, haraç alması gibi mevzular maslahata dahildir. [21]

2- İstihsan:

İstihsan sözlükte, “bir şeyi güzel sayma veya güzel bulma” de­mektir. Usulü fıkıh terimine göre ise “müctehidin bir meselede kendi kanaatince o meselenin benzerine verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass (ayet hadis) icma zaruret, gizli kıyas örf, veya mas­lahat gibi bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir.” Bu da altı kısma ayrılır.

a- İstihsanın Nassa Dayanması:

Hz Peygamber; Hakim bin Hızam’a hitaben: “Sahip olmadığın bir şeyi satma” buyurmuştur. [22]

Bu kural nassdır. Medine’ye hicretten sonra Allah elçisi Me-dine’lilerin meyveleri hakkında bir veya iki yıllığına selem (para pe­şin mal veresiye) akdi yaptıklarını görünce şöyle buyurdu:

Selem yoluyla satış yapan bunu belirli ölçüde veya belirli tar­tıda ve belirli süre tayin ederek yapsın.[23]

Selemde henüz mala sahip olmadan satış niteliği olmakla bir­likte bu özel niteliği hadise dayanılarak aykırı olarak caiz görülmüş­tür.

b- İcma’ya Dayanması:

Buna istisna akdi örnektir. Sanatkara belirli para karşılığında verilen sipariş akid sırasında mevcut olmayan bir maldır. Yalnız bu icma ile caiz görülmüşdür.

c-Zarurete Dayanması:

Necis olmuş kuyunun temizlenmesi için bütün suyun çıkarıl­ması gerekir. Ancak bunun dibinden sürekli su çıktığı için tümünü boşaltma imkânı yok ise bir kısım suyun çıkarılmasıyla kuyu temiz olur.

d- Kıyasa Dayanması:

Örneğin yırtıcı kuşların artığı, aslankaplan gibi yırtıcı hayvan­lara kıyas edilirse necis, pis sayılır. Fakat bunların gagaları kemik ve temiz olduğu için insana kıyas edilerek tahir ve temiz sayılır.

e- Örfe Dayanması:

Vakfın ebedi devam etmek için gayri menkul olması şartdır. Fakat İmamı Muhammed kitab ve kitaba benzeyen herhangi bir şe­yin vakfı caizdir demiştir.

f- Maslahata Dayanması:

Hz Peygamber; “Zekat Muhammede(sav) ve Muhammed’in aile­sine helal değildir.”buyurmuştur. [24]

Ebu Hanife ve imam Malik kendi zamanında Hz Muhammed’in ailesinden Haşimoğullarma zekat verilebileceğini caiz görmüştür. Zi­ra şartlar meydanda olmadığı için ve devlet hakları kendilerine ve­rilmez olmuştur.

3- Örf:

insanların ekserisinin kabul edip alışkanlık haline getirdiği iş­lere veya duyulduğunda hatıra başka bir anlam gelmiyecek derecede Özel bir anlamda kullanılmayı teamül haline getirdikleri lafızlara “Örf denir. Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katındada güzeldir [25] Bu hadis örfün şer’i bir delil olduğunu gösterir. Mecelle de ge­çen “örf den maruf olan şey şart kılınmış gibidir. [26] Örf ile tayin nass ile tayin gibidir. [27]maddeleri örfün beşeri muame-lelerdeki önemini belirtir. Örf kitap ve sünnete aykırı değilse onunla amel etmek caizdir. Örneğin faizcilik ve içki bazı insanlar için örf â-det haline getirilebilir. Bu örfle amel etmek kesinlikle caiz değilidir. Zira örfler iki kısma ayrılır;

a- Sahih Örf:

Sanatkâra mal siparişi demek olan “istisna’akdi” bazı insanlar arasında yaygın olduğu için fakihlerin ekserisi bunu caiz görmüştür.

b- Fasid Örf:

Kafi bir nassa aykırı düştüğü için onunla amel etmek kesinlik­le caiz değildir. Bazı insanlar arasındaki yaygınlaşmış olan faizcilik ve içki alışkanlığı gibi. [28] Allah’ü teala şöyle ferman etmiştir:

Allah (cc) ribayı haram, alışverişi helal kılmıştır. “

Şüphesiz şeytan içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak ister. Artık siz vazgeçtiniz değil mi?” [29]

Alkolün Zararlarından Bazıları:

1- Kalbin yorulmasına ve büyümesine yol açar.

2- Karaciğeri tahrib eder ve siroz hastalığına sebep olur.

3- Böbreklerin görev yapmasını engelliyerek üremi denilen kan zehirlenmesine sebep olur.

4- Mide hücrelerini tahrip eder gastrit ve ülsere yol açar.

5- Kanın hararetini yükseltir.

Örfün değimesiyle bazı hükümlerde değişebilir; örneğin Hanefi imamları “Kur’an dersi verilmesi karşılığında ücret almak kesinlikle caiz değildir” demişler ve bu meselede ittifak etmişlerdir. Zira Kur’an dersi vermek aynı zamanda ibadet ve taattır. İbadet ve taat karşılı­ğında da ücret almak kesinlikle caiz değildir. Bu kanunhüküm o zamana göredir. Zira Kur’an dersi için devlet bütçesinden maaş ayrı­lıyordu. Fakat o zamandan sonra şartlar değişti ve maaş kesildi. Sonraki fakihler kendi zamanı ile Önceki imamların devrindeki şart­lar arasındaki değişiklği dikkate alarak ister Kur’an-ı Kerim dersi ol­sun isterse imamlık ve müezzinlik olsun diğer taat karşılığında maaş almak caiz ve sahihtirdemişlerdir. [30]

4- Şer’ü Men Kablena:

Önceki şeriatlardan maksadımız şöyledir. Yani Hz. Muhammed (sav)’den.önceki cemaatlar için koyduğu ve Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz İsa gibi peygamberleri vasıtasıyla onlara bildirdiği kanun ve hü­kümlerdir. Bu kanun ve hükümler Hz. Muhammed(sav)’in ümmeti içinde bağlayıcı ve geçerlidir. Önceki şeriatlar müslümanlar için iki­ye ayrılır:

a- Kur’an-ı Kerim’de veya Hz Peygamberin sözlerinde yer al­mayan İncil, Tevrat ve Zebur hükümleri. Bu hükümler müslümanlar için bütün imamların ittifaklarıyla bağlayıcı değildir.

b- Kur’an-ı Kerim’de veya Hz. Peygamberin sünnetinde geçmiş olan hükmü üç kısma ayırmak mümkündür:

1-Ümmeti Muhammed bakımında neshedildiğine dair delil bu­lunan kanun ve hükümler. Bunların Ümmet-i Muham-med için ge­çerli ve bağlayıcı olmadığı konusunda tüm fıkıh ulemalarının ittifak ve ittihatları vardır.

Yahudiler aşırı gitmeleri ve zulme sapmaları yüzünden ce­za olarak bütün tırnaklı hayvanların ve sığır ile koyunun iç yağ­larını da kendilerine haram kıldık bunların sırtlarına veya ba­ğırsaklarına yapışan, yahut kemiklerine karışan yağlar müstes­nadır. [31]

Halbuki geçmiş ümmetlere haram olan bazı şeyler müslümanlar için haram olunan bazı şeyleri helaldir. Örneğin; ganimetler yal­nız müslümanlar için helal olmuştur.

2- Müslümanlar için bağlayıcı ve geçerli olduğuna dair delil bulunan kanun ve hükümler. Bunlar müslümanlar içinde bağlayıcı ve geçerli olur. Örneğin; oruç önceki dinlerde de farz olunduğu gibi İslam’da da farz kılınmıştır.

“Ey iman edenler önceki ümmetlere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı. [32]

Kurbanın Hz İbrahim hakkında bir hüküm, kanun iken müs-lümanlara meşru kılınması gibi. [33]

3- Kur’an veya hadislerde red veyahut kabul edildiğine dair bir işaret bulunmayan kanun ve hükümler. Bunun misalini şu âyet-i kerime ile verebiliriz:

Biz orada (Tevratta) onlara cana can, göze göz, buruna bu­run kulağa kulak, dişe diş ile kısas yazdık kim hakkından vaz­geçerse bu ona keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetme-yenler, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. [34]

Ekseri fakihlere göre bu gibi ayetler bizim içinde bağlayıcı ve geçerli olur ve bağımsız bir delil olarak kabul edilir. Ayet ve hadisler­de muayyen bir bir millet ve muaayen bir zamana ait olduğuna veya­hut neshedildiğine dair bir belge ve delil olmazsa nasslarda zikredi­len aslın kanunu ve hükmü devam etmektedir. Yani kendi hükmün­de kalır.

Kim bir namaz vaktinde uyur kalırsa veya unutur vaktini ge­çirirse hatırladığında onu kılsın. [35]

Resulullah (sav) bu hadis-i şerifi buyurduktan sonra şu ayeti okudu:

Beni anmak için namaz kıl. [36]

Bu ayetin aslı Hz Musa’ya yapılan bir hitabı ifade etmektedir. Hanefi mezhebine göre yukarıdaki kısas ayetine dayanarak bir gayri müslimi öldüren müslümanm kısas yoluyla öldürüleceğini fıkıh ule­masının yani Hanefi ulemasının tümü söylemiştir.[37]

Başka bir hadis-i şeriftede Resulullah (sav)şöyle buyuruyor:

Cana can, kısas vardır. [38]

Ey iman edenler! Size öldürülenler için kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas olu­nur. [39]

Kısas hükmünün bu ümmeti Muhammed’e de şamil gelmekte­dir.

Sahabe Kavli:

Hz Muhammed’e yetişmiş onu görmüş ve iman etmiş olan her­kese ‘sahabi’ denir. Cemi, yani çoğulu Ashab veya sahabe gelir. Usu­lü fıkıh ulemalarına göre peygamberlerle görüşmenin örfen arka­daşlıklarının uzunca bir süreyi teşkil etmesi lazımdır demişlerdir.

îslam hukukçularının ekserisine göre sahabe kavli rey ve iç­tihadı ile kavranmayacak bir meselede kesin bir delil lazımdır. Aynı zamanda o delil bağlayıcı olur. Zira böyle bir fikrin Hz Resulullah’-dan duyulan bir bilgiye dayanması kuvvetle muhtemeldir. Hanefılerin en uzun hamilelik süresinin iki yıl oluşunu Hz Âişe (ra) en kısa hayız süresini üç gün oluşunu İbni Mesut (ra)a ait sözlere dayandır­malarıdır.

Ebu Hanife içtihat yaparken takip ettiği metodu şöyle anlatı­yor: Allah’ın kitabında bir fıkhi mesele varsa onunla amel ederim, onda bulamazsam Resulullah’m sahih ve maruf hadisleriyle amel ederim ondada bulamazsam ashabından istediğim kimsenin reyini alırım. Ondan sonrada, Sabi, Hasan el Basri ve Ata gibi tabiilerin yaptığı gibi bende içtihad ederim. [40]

Sünnetin Çeşitleri:

Üç kısma ayrıldığını biliyoruz; Müekked, Gayri müekked, Zeva-id sünnetler.

1- Müekked Sünnet:

Hz Peygamber (sav)’in devamlı olarak teketmeyip ve farz vacip dışında yaptığı işleri, amelleridir. Böyle bir sünneti terketmek cezası olmamakla beraber azarlama ve kınamaya müstehak olur. Sabah, Öğle, akşam namazlarının sünnetleri, abdest alırken buruna, ağıza ,su vermek gibi. Bu sünnetlere “sünneti hüdada” da denir.

2- Gayri Müeked Sünnet:

Hz Peygamberin bazı vakitlerde bırakmış olduğu sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayri müekked sün­netlere mendub veya müstehab isimleride verilir. Bu sünnetleri kı­lan kimse için sevab vardır. Kılmayan için kesinlikle azarlama ve kı­nama yoktur.

3- Zevaid Sünnetler:

Hz Peygamberin (sav) bir beşer yani bir insan olarak yaptığı Al-lah’ü Tealadan bir tebliği veya Allah’ın dinini açıklama sıfatını taşı­mayan beşeri fillerdir. Allah’ın Resulünün yeme içme ve giyimde ta­kip ettiği yol gibi. Sakal ve saçlannı kına ile boyaması, rengi beyaz olan elbiseyi diğer renkli elbisenin üzerine tercih etmesi bu örnekler­dendir.

Zevaid Sünnetin Hükmü:

Mü’min kimse hürmet, saygı ve sevgisinden ona olan bağlılı­ğından dolayı Resulullah (sav) gibi yer, içer ve giyinirse kesinlikle se­vab kazanır. Eğer bunları terk ederse kötü bir davranış değildir. Ha­nefî mezhebi alimleri ve diğer bazı îslam hukukçuları yukarıda geçen üç çeşit sünneti ve Kur’an-ı Kerim’de farz ve vacib olmayan emirleri mendup”ismiyle isimlendirmişlerdir.

Vadeli borçlanmanın yazı ile cesbitini öngören ancak bunu ke­sin bir emir olarak söylemeyen Kur’an-ı Kerim’in hükmünü mendu-ba örnek verebiliriz.

Ey iman edenler muyyen bir vade ile birbirinize borçlandı­ğınız zaman onu yazın (senet yapın) aranızda bir yazıcıda doğru­lukla onu yazsın. Kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmak­tan kaçınmasın yazsın, üzerinde (başkasına ait) hak olan kimse borcunu ikrar ederek yazdırsın ve Rabbi olan Allah’tan korksun. O haktan (borcundan) hiç bir şeyi eksik etmesin. [41]

Emir siğası eğer vacibi emretmiyorsa o işin mübahlığmı bildiri. Örneği şu ayettir:

Ey iman edenler size verdiğim rızkların temiz ve helalin­den yeyin ve Allah’a şükredin. Eğer hakikaten ona tapıyorsanız.”

Haramın Çeşitleri:

Eğer Allah’ü Teala (cc) bir şeyi haram kılmışsa kesinlikle o şe­yin haramiyetinin bize faydası vardır. Bir haramdaki zarar bizatihi olabilir. Veya dolaylı yani liğayri zatihi olabilir. Yani haramlığı arizi olur. Bunun için haram iki çeşitdir:

a- Haram li’aynihi (Bizzat Haram):

Allah ve Resulünün şartsız olarak temelden haram kıldığı fiil ve hareketlerdir. Hırsızlık, zina, ölü hayvan eti satma, bunlardaki haramlık kendi dünyalarındaki yani bünyelerindeki kötülüğe men-sub olur.Genel olarak haramlar; malı, canı, dini, aklı, ve nesli mu­hafaza maksadıyla konan, yasaklanan fiiller ve hareketlerdir. Haram lizatihi kökünden gayri meşru olan fiillerdir. Akıllı baliğ olan her­hangi bir müslüman bunu işlerse herhangi bir hukuki hak doğmaz. Mesela zina fiili mirasçı nesebçiliğin sabit olması için sebeb ve illet teşkil etmez. Hırsızın çalmasmdada o malın mülkiyeti hırsıza geç­mez.

b- Haram li’ğayrihi (Dolaylı haram):

Temelde helal olduğu halde kendisine yapışan başka bir arız­dan dolayı yasaklanan fiillerdir. Mesela; cuma günü alışveriş helal olduğu halde cuma namazı saatinde bir erkek müslüman alışveriş yapsa bu haram olur. Zira buradaki haram onu namazdan alıkoy­duğu içindir ve sınırlıdır.

Ey iman edenler cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ın zikrine (hutbe dinlemeye ve namaz kılmaya) gidin alışverişi bırakın.Bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilir­seniz.” (Cuma, 9}

Dolaylı haramın hükmü: Bu haram ihtiyaç karşısında helal o-lur. Örneğin bir erkek kadının avret yerine baksa haramdır. Yalnız tedavi için ihtiyaç varsa kadın doktorda kesinlikle bulunmazsa o zaman erkek doktorun bakması caiz olur. Yasak olan şeylere haram denildiği gibi ma’siyet ve günahda denir. Haramı inkâr eden kimse kesinlikle din dairesinden çıkar.

Azimet ve Ruhsat:

Azimet lugatta yani sözlükte “bir şeye kast ve niyetlenmek” de­mektir. Veyahut azimet lugatta “kast ve teveccüh” demektir. Usul istilahınca yani terim olarak hükmü aslından yani bir özre mebni olamaksızm ibtidaen ve re’sen meşru olan şeyden ibarettir. Mesela oruç bütün mükellefler üzerine bir farizadır. İşte bu farziyyet bir hük­mü asliden azimetten ibarettir. Namazhacc ve benzeri dini vecibeleri bu niteliktedir. Domuz eti, ölü hayvan eti gibi haramlık hükümleri de birer azimettir.

Ruhsat; lugatta “kolaylık” demektir. Istılahi olarak ise ruhsat Allah’ın kulların özür ve ihtiyaçlarına binaen koyduğu muvakkat ve geçici kanunlar ve hükümlerdir. Şu halde azimet temel ve genel ka­nun ve hükmü, ruhsat ise istisnai hükmü ifade eder. Azimetin genel ve normal durumu vardır. Ruhsatta ise özür, ihtiyaç ve zaruret du­rumu vardır. Ruhsat dört kışıma ayrılır:

a- Zaruret veya zaruret derecesine varan ihtiyaç halinde haram bir fiil mubah hale gelebilir. Kalbi İmanla dolu olan kimsenin küfür kelimesini söylemesi caiz olur. Zira organını kaybetme veya öldü­rülme tehdidi altında olursa kesinlikle kendini tehlikeden kurtarmak için sözleri söylemek caizdir. Bu ruhsatı Allah’u Teala tehdit olunan kimse için tanımıştır.

Kalbi iman ile kararlaşmış olduğu halde (küfür) kelimesini söylemeye ceberedilenler (ve böylece yalnız dilleriyle söyleyenler) müstesna kim Allah’a küfrederse onlara şiddetli bir azab vardır. Fakat küfre bağrını açanlar üzerine Allah’tan bir gazab ve kendi­lerine çok büyük bir azab vardır. [42]

Müşrikler Ammar bin Yasir’in babası ve annesine işkence ya­parak öldürdüler. Ammar’a da işkence ettiler, Hz Peygamber’e (sav) hakaret edip kendi ilahlarını övmedikçe bırakmamışlardır. Ammar (ra) durumu Peygamber (sav)’e haber verince Resulullah (sav) Am-mar’a: Senin kalbin imanla doludur. Bir daha sana işkence ederlerse sen yine aynı şeyi yap” diye cevap verdi.

b-Vacibi terk etme ruhsatı: Farz ve vacibin yapmasında bir zor­luk olursa bazen akıllı ve baliğ olan kimse bunu yapmayabilir. Mese­la ramazan ayında hasta yolcu olan kimselerin oruç tutmaması mubahtır. Bunu daha sonra kaza edebilirler. Burada azimete göre amel etmek ruhsatı kullanmaktan daha üstündür. Zira ruhsatı bil­diren ayetin devamında :

O, size farz kılınan oruç sayılı günlerdir. O günlerde siz­den kim hasta yahut seferde olurda iftar ederse tutmadığı gün­ler sayısınca sıhhat bulduğu ve rahat ettiği başka günlerde oruç tutar.”

Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya güç yetire mey enler üzerine bir yoksul doyuracak kadar fidye vermek lazımdır. Bununla beraber kim fidyeyi çok verirse yahut hem oruç tutar hemde fidye verir ise o da kendine iyilik olur. (Ancak) eğer bilirseniz oruç sizin için daha hayırlıdır. [43]

c- Umumi kaidelere zıd aykırı bazı hukuki muamelelerin caiz olma ruhsatı: Akit sırasında meydanda olmayan bir şeyin satımı olan selem akdi (para peşin mal veresiye akdi) ile istisna (sanatkara üretim için sipariş verme) akdini buna örnek olarak verebiliriz. İn­sanlar bu tür muamelelere ihtiyaçları olduğu için her iki çeşit mua­meleye hadisle ve örf ile ruhsat verilmiştir. Bununla beraber ruhsa­tın terk edilmeside sahihdir.

d- Önceki semavi dinlerdeki ağır hükümleri kaldıran ruhsat: Semavi dinlerde bazı kanun ve hükümler ağır olduğu için Hz Muhammed (sav)’in ümmetinden kaldırılmış ve onlara kolaylık geti­rilmiştir. Günahtan tövbe etmek için kendini öldürmesi, ganimetle­rin haram olması, namazın ibadete ayrılmış yerin dışında geçerli ol­maması gibi kanun ve hükümler önceki dinlerde var iken İslam ka­nununda kaldırılmıştır.

O zaman Musa buzağıya tapan kavmine ey kavmim siz bu­zağıya tapmakla kendinize zulmettiniz hemen yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün (ıslah edin) işte bu yapacağı­nız yaradamhız katında sizin için hayırlıdır demişti de Allah tevbelerinizi kabul etmiştir. Zira O tevbeleri çok çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.[44]

Ey Rabbimiz bizden önceki ümmetlere yüklediğin gibi ü-zerimize ağır bir yük yükleme. [45]

Onlardan ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirlerini kaldırıp atar. [46]

Bu çeşit ruhsatlara mecaz olarak bu verilir. Zira kanun ve hü­kümler İslamdan önce meşru kılınıp daha sonra kaldırılmış değildir. Bunun için amel etmek caiz değildir. İslam ibadet ve muamele hak­kında genel ön bilgiler üzerinde bu kadar durduktan sonra ibadetin geçerli olması için özünü teşkil eden inanç ve akide mevzuuna geçebiliriz.

öncelikle imanın sahih olmasının şartlarını açıklamak gerekir. Bunuda üç kısma ayırarak açıklayacağız.

1- İman; ümitsizlik yani ye’s halinde olmamaktır. Eğer bir a-dam Allah’ın azabını göz bebeğiyle görse ondan sonra iman getirirse kesinlikle o kimsenin imanı muteber sahih değildir. Zira o kişi bu durumda serbest irade, isteği ve aklı ile karar vermiş sayılmaz. Bu­nun için son nefesde iman eden gayri müslimin imanı kabul olmaz.

“Onlar diyecekler ki Allah’ındır sen de ki : o halde düşünüp Al­lah’ın kudretini anlamaz mısınız?”

Başka bir âyet-i kerimede de Allah (cc) şöyle buyurur:

Azabımızı gördükleri zaman imanları onlara fayda verecek değildir. Allah’ın kulları hakkında cari ola gelen adeti budur. “

2- Mü’min dinden olduğu kesin olarak bilinen bir şeyi inkar etmemelidir. Buna göre, herhangi bir insan bütün peygamberleri tasdik etse yalnız Hz Muhammed’in peygamberliğini inkar etse ke­sinlikle müslüman sayılmaz. Bu kesin bir farzı inkar etmesi veya is­teğiyle puta tapması gibidir. İman bir bütün olduğu için bir cüz’ü inkar etmek sanki bir küllü inkar etmek gibidir. Dinin bir kısmını inkar edip bir kısmına iman edenler için Cenab-ı Hak şöyle buyuru­yor:

Allah’ı ve peygamberi inkar ederek kafir olan, birde Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen (Allah’a inanıp pey­gambere inanmayan) Bunlardan kimine inanırız, kimine inan­mayız diyen ve böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler. İşte onlar gerçek kafirlerin ta kendileridir. Biz o inkarcılara alçaltıcı rüsvay edici bir azabı hazırlamışızdır. [47]

Dinin bütün emirlerini beğenerek kabul ve kesinlikle bir hük­mü küçük görmeyerek yerine getirmek gerekir. Bazı dini emir ve ya­sakları hafif görmek, bazı hükümleri kabul etmemek bazısını kabul etmek insanı kesinlikle dinden çıkarır.

İman

İman, lugatta bir şeye inanmak bir şeyi tasdik etmektir. İtikat­ta iman teslim olmak ve boyun eğmek manasına gelir. Terim olarak iman Resulullah’m (sav) bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdik etmektir. Ve tasdik edilen şeyleri dil ile ikrar etmektir. İmanı­nı aşikar etmiyen kimse Allah katında mü’min sayılsada imanını söz davranış ve ameîleriyle açığa vurmaz yani aşikar etmezse durumu insanlarca bilinmez ve kendisine müslüman muamelesi yapılmaz .

Ehli sünnetin iki imamı İmam Maturidi (ö. 333-944) ve İmamı Eşâri (ö. 324-136) İmanda “kalbin tasdiki kafidir” diyorlar. Yalnız 1-mam Maturidi dil ile ikrarın dünya da müslümn olarak hükmedilmesi için şarttırdiyor. Onların dayandığı deliller şunlardır. Kur’an-ı Kerim’de diliyle iman ettiğini söyleyen fakat kalbi ile inanmamış münafıkların sözlerine itibar edilmemiştir. Bir ayet-i kerimede şöyle bu-yuruluyor:

Ey peygamber kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla inandık diyenlerle Yahudilerden küfür içinde olanlar seni üzme­sin. [48]

Diğer yanda bu meseleyi teyid eden bazı hadisler de vardır. Ör­neğin; Üsame Bin Zeyd’in (Ö. 54/674) başından geçen şu olay bu görüşü teyid eder. Üsame (ra) şöyle anlatıyor;

Allah’ın elçisi bizi askeri bir seriyye ile göndermişti. Sabahleyin Cüheyne kabilesinin Hurukat koluna bir baskın düzenledik. Ben ya­kaladığım bir adamı Allah’tan başka ilah yoktur dediği halde korku yüzünden yalan söylediğini düşünerek öldürdüm. Ancak bu durum beni çok düşündürdü. Dönüşte olayı Resulullah’a (sav) anlattım. Hz Peygamber bana şöyle dedi: “Öldürdüğün adam doğrumu söylüyor yalan mı söylüyor kalbini yanp baktın mı?” [49]

Başka hadis-i şerifte Allah’ın Resulü şöyle buyurmuştur:

“Hiç bir kalb yoktur ki Yüce Allah’ın iki parmağı arasında bulun­masın. Allah dilerse o kalbi doğruluk üzere bırakır dilerse haktan ayı­rır. Ey kalbleri halden hale çeviren Allah’ım kalblerimizi dininde sabit kıl” [50]

Ebu Hanife ve ona bağlı olan Pezdevi’ye (0.492/1089) göre; “İman kalbin tasdiki ve dilin ikrarıdır.” Zira dilsizlik veya küfre zorlan­ma gibi bir özür olmadığı halde imanın söz ve davranışla açığa vu­rulmaması kişi hakkında belirsizlik meydana getirir. Kur’an-ı Ke-rim’de şöyle Duyuruluyor:

“Kalbi iman ile kararlaşmiş olduğu halde (küfür kelimesi) zorla söyletilenler hariç iman ettikten sonra (hiçbir zorlama) yok­ken Allah’ı inkâr eden, bağrını küfre açanlara bir gazap vardır. Büyük bir azap da onlar içindir. [51]

Bu ayet-i kerimede dilin ikrarının kişiyi dinden çıkardığı be­lirtilmektedir. Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“İnsanlarla Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir deyinceye kadar kendileri ile savaşmakla emrolundum, bunu söyleyince kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, yalnız dini cezalar müstesnadır, iç yüzleri Allah’a aittir. [52]

Kalbinde hardal tanesi kadar iman olursa; Lâ ilahe Ulah Muhammedurresulullah (Allah’tan başka ilah yoktur ve Hz Muhammed Allah’ın Rasuludur) diyen kimse cehennemden çıkar.[53]

İmamı Şafii (ö.204/819), imam Malik (ö. 179/795), Ahmed bin Hanbel (ö.241/855), îbni Hazm (0.456/1.064) ve îbni Teymiye (5.728-/1328) imanı bu şekilde tarif etmişlerdir îman inanılması gereken şeyleri kalbin tasdiki dilin ikrarı ve İslam’ın ana rükunlarını işlemekdir. Burada amelin de tarife alınmasıyla kapsamın genişletildiği görülmektedir.[54] Ancak onlar bununla kamil imanı kasdetmişlerdir. Zira amel etmeyen kimsenin kafir olmayacağı görüşündedirler.

îmam Eşari’nin bir başka görüşüne görede iman, kalbin tasdiki yanında söz ve amelden ibarettir. Bu yüzden iman artar ve eksilir. [55] Allah’ü Teala imanın alametlerini ve şartlarını belirtmiştir. Bunlar İslam’ın şartlarıdır yani alametleridir.

Kelime-i Şehadet, beş vakit namaz, zekat, ramazan orucu, hac ve benzeri hususlardan ibarettir. Bu alametlerden herhangi birine rastlanırsa o kimsenin imanına yani mü’min olduğuna delalet eder bunlar müslüman bir hanımla evlenmek müslüman mezarlığına gömülmek ve cenaze namazı kılınması gibi dünyevi hükümlerden faydalanır. Öyle ameller imana kuvvet verir, kalpteki nurunu artırır. İnsanı kabir azabından kurtarır.

İmanİslam Kavramlarının İlişkisi:

İslam, sözlükte itaat etmek, teslim olmak, müslüman olmak İs­lam’a girmek demektir. Terim olarak Allah’ü Tealaya boyun eğmek, Hz Peygamber (sav)’e gelen kanun ve hükümleri kalb ile tasdik dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre lafızları ayrı anlamları aynı yani mura-diftir, eşanlamlıdır. İslam, din anlamına da gelir. Allah’ın dinine yal­nız “din”denildiği gibi millet, şeriat, İslam ve İslam dini de denir.

Bir görüşe göre de şeriat kelimesi dini hükümlerin ibadetlere ve muameletlere ait kısmını ifade etmek üzerede kullanılır. İslam ke­limesi kalbin tasdiki olmadığı halde bedenen boyun eğmek ve itaat etmek anlamında da kullanılmıştır. Ayet-i kerimede şöyle Duyurulur:

“Bedevi araplar iman ettik dediler deki: Siz iman etmediniz lakin biz boyun eğdik müslüman gözüktük deyin. Çünkü henüz iman kalblerinize girmemiştir. [56]

Bu ayette kalben inanmadıkları halde dil İle inandığını söyle­yen münafıklar kasdedilmiştir. İmam Maturidi bu meselede şöyle demiştir: “her ne kadar kitab ve sünnette îslam ile iman birbirinden ayrı olarak zikredilmişse de hakikaten İslam ile iman aynı manada kullanılır. Zira herhangi bir kişi imandan çıksa kesinlikle İslam’dan da çıkmış olur. Bu meselede ittifak vardır.”

İman Amel İlişkisi:

Amel lugatta, iş, davranış ibadet ve hayırlı iş demektir. Allah’ü Teala’nın ve Resulünün rızasına uygun olan bütün iş, davranış, ha­yır ve hasenat dini ferdi ve ahlaki görevler ve ibadetler salih amel a-dmı alır. Allah’ın rızasına uygun olmayan işlere de sahih olmayan a-mel denir. Nitekim Nuh (as)’m kafir olan oğlunun boğulmaktan kur­tarması için dua etmesi üzerine Cenab-ı Hak Hud suresi 46. Ayetin­de şöyle buyurdu:

“Ey Nuh o senin ailenden değildir. Zira o kötü bir iş yap­mıştır (kafirdir). O halde bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana cahillerden (taraf) olmamanı tavsiye ederim.”

Sünnet inancına göre ameller imanın bir cüzü değildir. Yani herhangi bir kimse ameli eksik olsa dinden çıkmaz yalnız dini veya dinin herhangi bir cüz’ünü inkar etse dinden çıkar. Belki amel ek­sikliğinden dolayı asi ve günahkar olur. Allah (cc) onu dilerse affe­der, dilerse azab eder. Kur’anı Kerim’in pek çok yerinde iman eden­ler ve salih amel işleyenlerden bahsedilir.

Fakat iman edip salih amellerde bulunanlar ve huşu ile Rablarına itaat edenler (varya) işte bunlar cennetliktirler orada onlar ebedi kalıcıdırlar.”

Burada imanla amel ayrı ayrı zikredilir. Diğer başka yerde bazı ayetlerde büyük günah işleyenlerin imanlarının var olmaya devam ettiği şöyle açıklanır:

Eğer müminlerden iki grup çarpışırlarsa hemen aralarını düzelterek barıştırın. Eğer onlardan biri Allah’ın hükmüne razı olmayarak tecavüz ediyorsa o vakit tecavüz edenle Allah’ın em­rine dününceye kadar savaşın. (Sonunda teslim olur Allah’ın em­rine) dönerse yine adaletle aralarını düzeltin ve hep adaletle iş görün. Zira Allah (cc) adalet yapanları sever. [57]

Bu ayette bir birine hücum ederek büyük bir günah işleyen her iki guruba da mü’minler denilmiştir. Yalnız ve yalnız amelsiz i-man, kurtuluş ve ahiret için kesinlikle yeterli değildir. Zira kalbe yerleşen iman nurunun korunması gerekir. Bunun korunması da ancak ve ancak iyi şeyler ve ameli salih ile mümkündür. İnsanlar dünyaya geliş gayeleri yalnız Allah’a iman değildir. Bilakis ameli sa­lih işlemek ve Allah’a kulluk etmek için gelmişlerdir.

Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarat­tım. [58]

Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan odur. O, azizdir çok bağışlayıcıdır.[59]

İslam’da salih amelin ve bir iyiliğin sahih olması için ve mükâ­fat yani sevap kazanmak için bu ameli işleyenin imanlı olması şart­tır. Yani ilk olarak imanın gerçekleşmesiyle ameller sahih olur. îma­nı sahih olmayan kimsenin iyiliği de sevabı da Allah nezdinde mak­bul olmaz. Zira şart olmadıktan sonra meşrutta meydana gelmez.

İman; Allah’a meleklerine, kitaplara, peygamberlere, ahiret gü­nüne, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı içerir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

Asra yemin olsun ki; insan şüphesiz maddi manevi büyük kayıp içindedir. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, biri-birine sabrı tavsiye edenler ve birbirine hakkı tavsiye edenler bunun dışındadır. [60]

Yine yüce Allah, kitabında şöyle buyuruyor:

“Küfre dalmış ve kafir oldukları halde ölüp gitmiş kimseler (varya) bunların her biri kendini kurtarmak için dünya dolusu al­tın verecek olsalar bile, asla hiç birinden kabul olunmaz bunla­rın hakkı acıklı bir azabdır ve kendilerine yardım edeceklerden de kimse yoktur. [61]

İyi Ameller İki Kışıma Ayrılır:

a- Bedeni ibadetler gibi bizzat kendine faydası dokunan menfa­at sağlayan İbadetle ve amellerdir. Namaz^oruç, hacc, cihat, küfürle mücadele gibi ameller bu kısımdandır.

b- Zekat ve sadaka gibi, başkalarına faydası, menfeatı dokunan amelledir.

Tafsili İman:

Hz Muhammed’in Allah tarafından getirip haber verdiği şey­lerin tümüne iman etmeye “icmali iman” denir. Burada imanın tefer­ruatı söz konusu değildir. Hz Muhammed tarafından tebliğ olunan şeylerin ayrı ayrı olunmasıdır. İcmali iman küfürden kurtulmak için yeterlidir ve kafidir. Müslüman olan kimse için oruç, namaz ve ben­zeri ibadetleri öğrenip tasdik etmek ve yerine getirmek en başta ge­len vazifedir.

Müslümanlar söz fiil ve tasarruflarından sorumludur. Az ol­sun, çok olsun kıyamet gününde yaptıklarının hesabını verecektir. Affetmek veya ceza vermek yetkisine sahip olan sadece Allah’tır. Her insan yaptığından sorumludur. Hiç bir kimse başkasının günahını yüklenmez. Bunun neticesi olarak müslüman günahtan uzak durur, Günah işledimi sadece Allah’a tevbe eder ve tevbesinin kabul edil­memesi korkusuyla yaşar bu durum kişiyi kötü fiiline karşılık iyi iş­ler yapmaya sevk eder.

Misal olarak günümüzde Hristiyanlar Hz İsa’nın günahlarını yüklendiğine inanır. Ayrıca günahlarını papa ve vekillerine itiraf e-derlerse onların kendisini affetme yetkisine sahip olduklarına ina­nırlar. Bunun neticesi olarak günümüzün Hristiyanları günah konu­sunda çok haristirler. Allah’ı unutmuş beşere bel bağlamışlardır. Bu basit misallerden düşüncenin insanı nasıl etkilediği ve bu inancında hareketlere nasıl yön verdiği ortaya çıkarmaktadır. Hangi hareket o-lursa olsun mutlaka bir inancın veya heva ve hevesin neticesi olarak yapılır.

Küfür çeşit çeşitir. Her çeşidin kendisine göre inancı vardır. Her inançtanda bir hareket tarzı ortaya çıkar. Kafirlerin inançları değişik olmalarına rağmen neticeleri olan hareket tarzları birbirine benzyebilir de benzemeyebilirde. Ama her zaman birbirine yakındır, imanda bir inançtır ve neticesinde bir hareket tarzı ortaya çıkar.

Müslüman, ismetin sadece peygamberlere has olduğuna ina­nır. Peygamberlerden başka hekes hata edebilir. Buna göre her in­san mertebesi ne olursa olsun hata edebilir. Bunun neticesi olarak da müslüman hatadan korunmuş olan peygambere sıkı sıkıya bağ­lanır. Başkasının sözü Allah’a yakınlığı nisbetince hakka yakındır.

Lakin diğer dinlerde onların bir kısmı ismetin peygamberlerden başkaları için de söz konusu olduğunu söylerler. Buna göre pey­gamber olmadığı halde hatadan korunmuş olan kimseler bir şey söy­lediklerinde sözlerine tam itibar edilir. Vahiymiş gibi gereği yerine getirilir. Ne emrederse ona itaat edilir, neyi yasaklarsa ondan sakını­lır. Helal kıldığı helal ve haram kıldığı haramdır. Aynı meseleyi biri helal kılmışken bir diğeri haram kılmış, başka biri gelmiş her ikisin­den de farklı şeyler söylemiştir.

Halbuki meselenin şartlarında bir şey değişmemiştir. Onu he­lal kılacak veya haram kılacak herhangi bir durum ortaya çıkmamış­tır. Mesele kilise adamları önceleri Lut kavminin fiilini yasakladıkları halde bakarsın birileri ve onu serbest bırakmıştır. Halbuki bu ha­reket şehveti tatmin için insan fıtratına uygun düşmediği için yasak­lanmıştır. İnsanlar tasdik, inkar ve amel tarafından altı kısma ayrı­lır.

1-Mümin:

İslam’ın itikad esaslarına ve hükümlerine tam olarak inanan ve inandıktan sonra onun üzerine söz, kalb ve bilfiil yapmaya çalışan kimseye tam “mü’min” ve “müslim” denir. Başka bir tabirle “Amen-tü”de toplanan altı imam esasına inanan kimseye “mü’min” denir.

2- Münafık:

İki yüzlü, içidışı bir olmayan kimseye “münafık” denir. Başka bir tabirle inanılması lazım olan İslami rükunla kalbi ile inanmayan ve tasdik etmeyen sırf mü’minleri aldatmak için sözle inandığını söy­leyenlere “münafık” denir. Münafık, ahirette kafirler gibi ceza azap görür.

Zira Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde münafıkların kafir ol­duğu belirtilmiştir. Hatta ve hattaki Kur’an-ı Kerim münafıkların ce­hennemin en alt tabakasında olacaklarını haber vermiştir. Münafık dünyevi kanunlar bakımından müslüman gibi muamele görür. Yani miras alır, kestiği yenir, cenaze namazı kılınır, kendisiyle evlenilir.

Bir kısım insanlar vardır ki biz Allah’a ve ahiret gününe i-man ettik derler. Halbuki onlar mü’min değildirler. [62]

Şüphesiz münafıklar cehennem ateşinin en aşağı tabaka-sındadırlar, onlara bir yardım edicide bulamazsın. [63]

3- Kafir:

Allah’a ve peygamberine inanmayan ve dinden olduğu halde yani kesin olan Allah’ın (cc) kanunu olan bir hükmü inkar eden kimseye denir. Aynı anlamda müradıf olarak “münkir” kelimeside kullanılır. Allah’ı inkar etmese de yalnız bir tabiat gücünü veya baş­ka birisini ona ortak (şirk) sayan kimseye “müşrik” denir. Öyle kim­seler aynı zamanda kafir sayılır.

Şüphesiz ki Allah Meryemin oğlu Mesihdir diyenler kafir olmuştur. Ey İsrailoğulları benim de Rabbim sizinde Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Kim Allah’a şirk koşarsa Allah ona cen­neti haram etmiştir ve barınacağı yer de cehennemdir. Zalimle­rin hiç bir yardımcısı yoktur. [64]

Allah, üç ilahdan üçüncüsüdür diyenler elbette kafir ol­muşlardır. Halbuki bir tek ilahtan başka bir ilah yoktur. Eğer bu söylediklerinden vazgeçmezlerse içlerinden küfürde kalanlara muhakkak çok acıklı bir azab değecektir. [65]

Yahudiler, Üzeyir (a.s.) Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyan­lar da Mesih (as) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir ki daha önce küfredenlerin (melekler Al­lah’ın kızlarıdır diyenlerin) sözlerine benziyor. Allah onları kahret­sin, haktan batıla nasıl çevriliyorlar.[66]

O ilahdır, ilahın oğludur ve ruhdur.”

Her üçüde bir olduğu halde birbirine bölünmez üçlü inancı ya­ni teslis) Hıristiyanlıkta olduğu gibi Brahma dininde de bulunur. Brahmalara göre bu evreni yani kainatı yaratan ilah önce brahman sonra vişne, sonrada şive ile birleşmiş ve her üçünün birleşmesiyle asıl ilah meydana gelmiştir. Budistlere göre vişnenin alemi suçlar­dan, ayıplardan halas etmek, düzeltmek için bazı şeylerle itisal etti­ğini ve dokuzuncu defada Budaya tecelli ettiğini iddia ederler.

Bunların sapmaları hem müşrik hem de inkarcı olarak sabit ol­muştur. Zira Hz. İsa’yı Allah, Allah’ın oğlu veya üç ilahtan birisi (tes­lis) kabul eden Hıristiyanlarla, Üzeyir Allah’ın oğlud,ur diyen Yahu­diler Kur’an-ı Kerim’de hem müşrik hemde inkarcı olarak belirtil­mişlerdir.

4- Mürted:

Önce müslüman olup sonra da dinden dönen kimseye denir. Mürtedlik kati İslam kanunlarını inkar etmekle olur.

İnkarcıların gücü yetse sizi dininizden döndürünceye ka­dar durmadan sizinle savaşırlar.Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse işte o cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. [67]

5- Fasık:

Allah’ın emirlerine aykırı giden kötü huylu, günahkar, edepsiz­lik yapmayı adet haline getirmiş olan kimseye fasık” denir. Bir fıkıh terimi olarak fasık; Allah’a itaat etmeyen ve ona isyan yapan kişiye denir. Başka anlama göre günah-ı kebair yani büyük günah yaparak veya küçük günah üzerine devam ederek doğru yoldan çıkan kimse­ye denir. Umumi olarak fısk üçe ayrılır:

1- Yapılan bir günahı devamlı olarak yapmak.

2- Günahı çirkin kabul etmekle beraber bazı zamanda gene iş­lemek.

3- Haram ve kötü olduğunu inkar ettikten sonra bir günah iş­lemek. Bu üçüncüsü ise küfrü gerektirir ve din ile irtibatı kesilir. [68] Örneğin; haram olan zinayı helal kabul eden kimse kesinlikle dinden çıkar ve kafir olur. Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetlerde fasık mutlak an­lamıyla kullanılmıştır. Hacda yapılan fısk gibi. Allah (cc) şöyle buyu­ruyor:

İşte kim o aylarda haccı (ihrama girerek kendine) farz ya­parsa artık hacda kadına yaklaşmak, günah yapmak ve kavga et­mek yoktur.”

Üzerine Allah’ın ismi anılmamış (Besmele çekilmemiş) olan hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek emre aykırı hareket­tir yani fısktır.”

Başka bir örnek ise şudur; müslümana iftira atanın içine düş­tüğü fısk hali;

Müslüman kadınlara iftira eden sonrada {bunu isbat için) dört şahit getiremeyenler (varya ) işte bunlara seksen değnek vu­run. (Hiç bir şey hakkında) bunların şahitliklerini kabul etmeyin. Bunlar asıl fasıklardır. [69]

Diğer bazı ayetlerde ise fısk ve küfür aynı anlamda kullanılmış­tır. Şu ayette olduğu gibi:

Biz sana ahkamı açıklayan âyetler indirdik, Onları fasıklardan (kafirlerden) başkası inkar etmez. [70]

Böylece Rabbiniz, yoldan çıkanlar için söylediği “Onlar inanmazlar” sözü, gerçekleşti. [71]

Asi; Allah’ın kanunlarını yerine getirmeyen, Allah’a isyan eden suçlu kimseye “asi” denir. Bu kelime Kur’anı Kerim’de Resulullah’m emirlerine ve hükümlerine karşı gelen suçlu ve günahkar, serseri, serkeş kimseler anlamında kullanılmıştır. Allah (cc) bir ayet-i keri­mede şöyle buyurmuştur.

Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse Allah in koyduğu sı­nırları aşarsa Allah onu ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar onun için alçaltıcı bir azab vardır. [72]

Kim Allah’a ve peygamberine isyan ederse muhakkak ona ce­hennem ateşi vardır orada devamlı kalıcılar olmak üzere. [73]

Ey babacığım şeytana tapma, çünkü şeytan Rahmana (Al­lah ‘a ) karşı asi oldu. [74]

Asinin işlediği günah büyük günah olabilir yada ve küçük gü­nah olabilir. Zira Allah’tan korkmayanlar her günahı yapabilirler. Bununla ilgili olarak hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:

Allah tan kurmayanlardan korkunuz. Zira onların kalblerinde insaf, vicdan, acımak duygusu kesinlikle yoktur.”[75]

Eğer onların kalblerinde bazı evkatta vaki olursada gösteriş içindir. Allah hepimize günahlardan acele olarak nasuh tevbesi nasip etsin. Zira ehli sünnet akidesine göre büyük günah işleyen herhangi bir kişi yalnız haramlığım inkar etmezse mü’min sayılır. Yani dinden çıkmaz. Tevbe ettikten sonra Cenab-ı Hak dilerse onu affeder.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor.

Eğer siz yasak edildiğiniz büyük günahlardan sakınırsanız sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata so­karız. [76]

Onlarki, küçük günahlar müstesna günahın büyüklerinden (şirk)ten ve çirkin işlerden kaçınırlar. Muhakkak ki Rabbin geniş mağfiretlidir. (onları bağışlar).[77]

Büyük günah şu hadisi şerifte yedi tane olarak zikrolunmuştur. Bunlar; şirk, sihir, haksız yere adam öldürme, yetim malı yeme, faiz yemek, harpten kaçmak, iffetli ve imanlı bir kadına zina iftira­sında bulunmak. Başka hadislerde bu yedi büyük günaha ilave ola­rak şunlar da eklenir; ana babaya itaatsizlik etmek, zina etmek, yalancı şahitlik yapmak, mescidi haramda günah işlemek ve yalan ye­re yemin etmek. [78]

OTUZ İKİ FARZ

Yalnız islam’ın bütün hükümleri bunlardan ibaret değildir. Zi­ra borçlar medeni hukuk, ceza hukuku gibi başka hükümler de vardır. Otuz iki farz iman, islam, güsül, abdest, teyemmüm ve namaza ait rükün, şart ve ana esasları kapsar.

a- İmanın Şartları:

Altı tanedir. Hz Ömer’in rivayet ettiği Cibril hadisinde şöyle bil­dirilmiştir:

“îman Allah’a onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmaktır.[79]

b- İslam’ın Şartları:

Beş tanedir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: “İslam, beş temel üzerine kurulmuştur. Allah’tan başka ilah ol­madığına, Hz Muhammed(sav)’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek Kabe’yi haccetmek ve ra­mazan orucunu tutmak. [80]

İmanın şartları akide esaslarıdır ve kalpte gizli olarak yerleşir, kök salar. îslamm şartlan ise dışa yönelik olarak; bedenle veya mal harcamak suretiyle yada cemaat halinde yaşanmak. Suretiyle dış görünüşü, yansıtır. Burada islamm ibadetlerle dışa yansıması ve müslümanlığm topluma ilanı sözkonusudur.

c- Abdestin Farzları:

Yüzü, kolları, dirseklerle beraber, ayakları topuklarla beraber yıkamak, başı meshetmek. Namaz kılmak, Kuranı Kerim’e el sürmek ve Kabe’yi tavaf etmek gibi ibadetlerde abdestli bulunmak şarttır. Al­lah (cc) şöyle buyuruyor:

Ey müminler! Namaza kalkacağınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın, başınızı mesh edin ve a-yaklarınızıda topuklarınızla (beraber) yıkayın. [81]

d- Guslün Farzları:

Guslün farzları üçtür: Ağza su vermek, burna su vermek, bü­tün bedeni kuru bir yer kalmamak şartıyla yıkamaktır. Allah (cc) Kur’anı Kerim’de şöyle buyuruyor.

Eğer siz cünüp iseniz tertemiz yıkanın.[82] Şafıilerde guslün farzı ikidir:Birincisi niyet. İkincisi ise bütün bedeni yıkamaktır.

e- Teyemmümün Farzları:

Su bulunmadığı yerde veya su bulunduğu halde kullanma im­kanı olmadığı zaman abdest niyetine her iki ellerin avuçları toprağa vurup silkeledikten sonra, yüzü ve dirseklere kadar elleri mes etme­ye teyemmüm abdesti denir. Aynı zamanda bu abdest, gusül yerine geçer. Kur’anı Kerim’de şöyle buyuruluyor.

Su bulamadığınız takdirde temiz toprağa teyemmüm edi­niz ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün. [83]

Teyemmümün farzları ikidir. Birincisi niyettir, ikincisi ise iki defa her iki ellerini toprağa vurduktan sonra yüzü ve kolları meshetmektir.

f- Namazın Şartları:

Namazın içinde olmayan olan fakat namazı kılabilmek için mutlak surette yapılması gereken şeye “namazın şartı” denir. Bunlar da altı tanedir.

1- Hadesten taharet: Cünüplük, aybaşı ve lohusalık hallerine hades yada abdestsizliğe “hades” denir. Abdest veye güsül abdesti a-lındığı zaman hadesten temizlenme meydana gelir.

2- Necasetten taharet: Herhangi bir müslüman namaz kıldığı zaman elbisede veya namaz kılacağı yerde bulunan necaseti temiz­lemesi gerekir. Bu temizlik namazın şartıdır. Zira şart olmazsa meş­rutta sahih olmaz. El-Müddesir suresi dördüncü ayette Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

Elbiseni Temiz Tut.”

3- İstikbali fcıbZe;Namazda doğrudan doğruya kıbleye dönmek­tir. Allah’ü Teala şöyle buyuruyor:

Yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevir. [84]

4- Setru avret: Bakılması haram olan yerleri kapatmak demek­tir. Kadınların avreti; el, yüz, ayaklar dışında bütün bedendir. Er­kekte ise göbekle diz kapağı arasıdır.

Ey Âdemoğlu her namazınızda süslü elbisenizi giyinin. Yeyîniz içiniz fakat israf etmeyiniz, çünkü Allah, israf edenleri sevmez. [85]

5- Vakit girmeden kesinlikle namaz farz olmaz. Farz olan namazın vakitleri bir hadis-i şerifte şöyle açıklanmıştır.

“Sabah namazının vakti; ufukta güneşin kenarının belirme­sinden hemen Öncesine kadardır. Öğlen namazının vakti; güneşin gök yüzünün ortasından sağa kaymasından itibaren başlar, ikindi oluncaya kadar sürer. İkindinin vakti; güneş sararıp çemberi tama­men ufukta görünmez oluncaya kadardır. Akşamın vakti;

Allah’ü Teala şöyle buyuruyor:

Ey iman edenler! Rukü edin, secde edin, Rabbinize kulluk-edin hayır işleyin ki umduğunuza eresiniz. [86] Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: “Daha sonra vücudun sükunet bulacak şekilde rukü yap. [87]

5- Sûcud: Secdeye gitmek demektir. Kur’anı Kerim’de:

“Ey iman edenler! Rüku edin, secde edin. [88] buyurulur.

6- Ka’de-i Âhire: Son oturuş demektir. Namazın sonunda ette-hiyat’ı okuyacak kadar oturmak farzdır. Şu ayet-i kerime buna işa­ret eder.

“Onlar ayakta iken, yanlan üzere otururkrn Allah-ı zikrederler” “Tehiyyatı okuduğun veya son oturuşu yaptığın zaman namazın tamam olmuştur.[89]

1- Allah’a İman

Dünyayı da ahireti de yaratan ve uçsuz bucaksız evren üze­rindeki görülen görünmeyen bütün varlıkları yaratıp idare eden yö­neten ve devam ettiren Allah’ü Tealadır. Allah’ü Teala sonu bulun­mayan, başlangıcı olmayan, gizli aşikar her şeyi gören her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, işiten, dileyen ve dilediğini yapandır.

Allah’ü Teala cisim olmadığı gibi cevher, araz, suret ve şekil de değildir. Keyfiyet ve cinsiyetle vasıflanmaz. Mekandan münezzehtir. Üzerinden zaman geçmez her şey onun gözü önündedir. O gözleri görür, lakin gözler onu idrak edemez. Bir şeyin parçası, cüz’ü ve bi­leşiği değildir. Dengi eşi ve muadili yoktur. Her iki cihanın gerçek sahibi O1 dur. Kanun ve emir koymada tek yetkili, övülmeye ibadet ve itaat edilmeye layık en yüce Allah’ü Tealadır. “Lafza-ı Celal” deni­len “Allah” kelimesi Cenab-ı Hak’kın zat, sıfat ve fîilerini hep birlikte ifade eder. Bütün kemal sıfatlar “Allah” lafzında toplanmıştır. Bu Lafza-i Celal Arapçadır, kesinlikle kökü yoktur. Yani başka bir keli­meden alınmamıştır. Yalnız Allah’ü Tealaya mahsustur yani Allah Tealaya has özel bir ismidir. îkil ve çoğulu kesinlikle yoktur.

Arapça “Allah” kelimesi’ni başka dillerde karşılyacak kelime yoktur. Ancak ilah/tanrı anlamında kullanılabilecek isimler vardır.

Türkçede “Tanrı”, Fasçada “Hûda”, Fransızcada “Dieu”, İngiliz-cede “God” gibi isimler “ALLAH” gibi özel isim değildir. Belki Rab, Mabud, İlah gibi cins isimlerdir. Farçada “Hûda “nın çoğuluna “Hü-dayan”, Arapçada ilahın çoğuluna “Âlihe”, Rabbın çoğuluna “Erbab”, denildiği gibi Türkçede de tanrının çoğuluna tanrılar şeklinde çoğul yapılır. Bunun için tanrı kelimesi kesinlikle Allah kelimesinin yerini tutmaz. Tevhid kelimesi terceme edildiği zaman (ilahtan başka ilah yoktur) bu terceme yanlıştır. Zira Allah özel isimdir, ilah ise cins i-simdir. Allah kelimesi, ilah kelimesi ile terceme edilmiş olur.”Tanrı­dan başka tanrı yoktur” tercemeside aynı yanlışlık meydan gelir.

Bu yanlışlıktan kurtarmak ancak ve ancak Allah’ü tealayı kas-dederek başka isimlerin kullanılmayacağı anlamına gelmez. Zira Allah’ü Teala’nın 99 isminin bulunması ve Kur’anı Kerim’de en güzel isimlerin O’na ait olduğunun bildirilmesi bu isimlerden herhangi bi­risine dua etmenin caiz olduğunu gösterir.Bu isimlerin başka lisan­lara tercemesi caizdir.Cenab-ı Hak’ka bu isimlerle hitab ederek dua etmek duanını kabulüne vesile olur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

“En Güzel İsimler Allah’ındır. O Halde O’na Bu İsimlerle Dua Edin. [90]

Ayet ve hadislerde tesbit edilen Cenab-ı Allah’ın doksan dokuz ismi şunlardır:

1- Allah

2- Rabb

3- Er- Rahman

4- Er- Rahim

5- El-Melik

6- El-Kuddüs

7- Es-Selam

8- El-Mü’min

9- El-Müheymin

10- El-Aziz

11- El-Cebbar

12- El-Mütekebbir

13- El-Halık

14- El-Bâri

15- El-Mu-savvir

16- El-Gaffar

17- El-Kahhar

18- El-Vehhab

19- Er-Rezzak

20– El-Fettah

21- El-Alîm

22- El-Kâbıd

23- El-Bâsıt

24- El-Hâfıd

25- Er-Rafı

26- El-Muizz

27- El-Müzill

28- Es-Semi

29- El-Basir

30- El-Hakem

31– El-Adl

32- El-Latif

33– El-Habir

34– El-Halim

35- El-Azim

36- El-Gafur

37- Eş-Şekur

38- El-Aliyy

39- El-Kebir

40- El-Hafız

41- El-Mukit

42- El-Hasib

43- El-Celil

44– El-Kerim

45- Er-Rakib

46- El-Mucib

47- El-Vâsi

48- El-Hakim

49- El-Vedüd

50- El-Mecid

51- El-Bâis

52- Eş-Şehid

53- El-Hak

54- El-Vekil

55- El-Kavi

56- El-Metin

57– El-Veli,

58- El-Hamid

59- El-Muhsi

60- El-Mübdi

61- El-Muid

62- El-Muhyi

63- El-Mümit

64- El-Hayy

65- El-Kayyum

66- El-Vâcib

67- El-Vâhid

68- Es-Samed

69- El-Kadir

70- El-Muktedir

71- El-Mukaddim

72– El-Muahhir

73- El-Evvel

74- El-Ahir

75- Ez-Zahir

76- El-Bâtm

77- El-Vali

78- El-Müteal

79- El-Birr

80- Et-Tevvab

81- El-Müntekim

82- El-Afüv

83- Er-Rauf

84- Malikü’1-Mülk

85- Zü’1-Celali Ve’1-İkram

86- El-Muksit

87- El-Cami

88- El-Gani

89- El-Macid

90- El-Mâni

91- En-Nur

92- El-Hâdi

93- El-Bedi

94- El-Bâki

95- El-Vâris

96- Er-Reşid

97- Es-Sabur

98- Ed-Dâr

99- En-Nâfı.

Bütün insanlarda kutsal bir varlığa bağlanma fikri doğuştan dır, fıtridir. Zira akıl, Allah’ın varlığını tarif temekte asla zahmet çekmez. Nitekim Âdem (as)’m tüm isim ve ilimlerle müzeyyen kılın­ması ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olması kesinlikle bunu gösterir.

Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti sonra eşyayı melek­lere gösterip; eğer her şeyin iç yüzünü bilen sadıklardan iseniz bunların isimlerini bana haber verin” dedi. [91]

Allah dedi ki ey “Adem, bunlara onların isimlerini haber ver. “(Adem) bunlara onların isimlerini habre verince (Allah); Ben size, ben göklerin ve yerin gayıplarim bilirim, sizin açıkladığını­zı ve içinizde gizlemekte olduğunuz şeyleri bilirim, dememişmiydim?” [92]

Allah’ın Sıfatları:

Bütün mevcudatın Rabbi ve yaratıcısı olan yüce Allah’ın güzel isimlerinin yanında benzersiz sıfatları vardır. Bu sıfatlara iman et­mek her müslümana farzdır. Zira Allah’ı bilmek ancak sıfatlarıyla olur. Bütün herşeye sıfat/nitelik veren Allah’tır. Ancak Allah’ın sıfat­ları ile bütün eşyanın sıfatları birbirinden farklıdır. Zira varlıklarda olan sıfatlar sınırlı, vasıtalı ve sonuç olarak Allah’ın yaratması ve di­lemesine muhtaçdır.

Allah’ın sıfatları üçe ayrılır:

Zati Sıfatlar

Yani eksikliği ilan eden hallerden Allah’ı tenzih eden sıfatlardır. Veyahut Allah’ın zatıyla beraber olan, kendisinden ayrı olmayan sı­fatlardır. Bunlara “Selbi sıfatlar”da denir. Zira bütün noksan sıfat­lardan tenzih ettiği için bu adı almıştır. Zâti sıfatlar altı tanedir.

1- Vücud:

Allah vardır ve varlığı kendindendir yokluğu düşünülemez. Bu­na “Sıfatı nefsiye”de denir. Allah (cc) olmasaydı kesinlikle hiç bir şey meydana gelmezdi. Zira kâinatın olması Allah’ın olmasına ve var­lığına en kuvvetli şahiddir. Çünkü hiç bir şey ne kendi kendine mey­dana gelebilir ne de kaybolabilir. Allah’u Teala’nm “daimül-evkat” yarlığının vacip olması yokluğununda caiz olmaması sebebiyle “vaci-bul vücud” denir. Varlığın zıddı olan yokluk Allah için tefekkür ol­maz. Zira Allah’ın vücudu başka bir varlık vasıtasıyla değildir. Belki Allah’ın vücudu zatının gereğidir.

2- Beka:

Varlığı için sonu olmamasıdır. Sonu olana “fani” sonu olma­yana da “baki” denir. Allah (cc) “Beka” sıfatıyla muttasıftır. Çünkü e-bedidir bakidir. Varlığının kesinlikle sonu yoktur. O’nun yok olacağı kesinlikle düşünülemez. Allah’u Tealanın varîılğmm başlangıcı ol­madığı gibi nihayeti de yoktur. Gördüğümüz veya görmediğimiz bü­tün varlıklar sonradan var olduğu gibi bir süre sonra da yok olmaya mahkumdurlar. Allah (cc) bakidir. Fenadan, değişmekten münezzeh­tir. Zira O başkasının eseri, kudreti değildirki onun kudretiyle fena­ya gidebilsin veya tebeddüle uğrasın. Bilakis bütün varlıklar O nun kudretinin birer eseridir. Şu halde Allah’u Tealada kesinlikle fena, yokluk, zeval, teğayyür tasavvur edilmez.

Kur’anı Kerim’de şöyle buyrulur:

Yeryüzünde olan her canlı fanidir. Fakat azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı bakidir. [93]

O (her şeyden önce mevcud olan) evveldir ve (herşey helak olduktan sonra geriye kalacak) âhirdir, (varlığı sayısız delillerle) za­hirdir ve (akılların idrak edemeyeceği zati ise) batındır. O her şeyi bilendir. “

3- Kıdem:

Kıdem, başlangıcı olmamak demektir. Yani Allahü Tealanın var­lığının evveli yoktur, ezelidir ebedidir. Bunun zıddı ki sonradan var olamak O’nun hakkında muhaldir. Evveli olmayana “kadim” denir. Sonrada olanlara da “hadis”denir. O’nun varlığı yanında milyonlar­ca, sene bir saniyelik bir müddet bile sayılmaz. Kezalik gördüğümüz alemler milyonlarca senelerden beri mevcut bulunsalar bile yine Hak Tealanın ezeliyeti yanında bir saniyelik bir hayata bile malik olmaz. Sonuç olarak kainat ve evrende ki bütün varlıkların öncesi bulun­madıkları bir zaman o zat vardı.

4-Vahdaniyyet:

Allah’ın bir tek olması demektir. Allah zatında sıfatlarında ve fiillerinde yalnız ve tekdir. Allah’ın zatı haşa ve kella cüz ve parçalar­dan meydana gelmemiştir. Bu sıfatlarla muttasıf olana “Vahid” deni­lir ki naziri olmayan tecezziden, tekessürden beri bulunan zat de­mektir. Yani hiç bir varlığın sıfatları O’nun sıfatlarına benzemez. Fi­illerinde yegane yaratıcı O’dur. O istediğini istediği gibi yapar ve ya­ratır. Allah’ü Teala (cc) zatında, sıfatında, uluhiyyetinde ve mabu-diyetinde bir olduğu gibi yaratıcı olmasında da birdir. Mümkinatı böyle bizzat yaratmaya, yaşatmaya ve yok etmeye, kadir olmayan bir zatın ilah olması tasavvur edilemez.

Bunun içindir ki ikinci bir ilahın bir mabudun varlığına asla imkan yoktur. Binaen aleyh Allah’ü Tealanın her veçhiyle varlığında ve birliğinde hiç bir aklı selim sahibi tereddüt etmez. Müteaddid i-lahların, mabudların varlığına inan milletler ise akla, hikmete aykırı bir inancın zebunu olmuş hakikat bakımnıdan büyük bir cehalet içinde kalmışlardır. Çünkü Cenabı Allah (cc) buyuruyorki :

“De ki O Allah tek ve birdir. Allah hiçbir şeye muhtaç değil ve her şey O na muhtaçdır. O doğurmamıştır ve doğurulmamış-tır. Hiç bir şey Ona denk değildir.” (İhlas suresi)

Kâninâtı yaratan ve idare eden birden fazla ilah olsaydı farklı yönde istek ve iradeleri olunca birisinin dediği gerçekleşir diğeri aciz kalırdı. Aciz kalan ilah ise kesinlikle ilah olmaz . İlahlar arasındaki bu zıtlıklar evrenin ahenk ve düzenini bozardı. Allah’ü Teala Kur’anı Kerim’de şöyle buyuruyor:

Yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı yer ve gök harab olurdu. [94]

Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın size yerden ve gökten rızık verecek Allahtan başka bir yaratcı var mı? Ondan başka hiç bir ilah yoktur o halde hangi yönden (imandan küfre) çevriliyorsunuz.”

Onunla birlikte hiç bir ilah yoktur. Eğer olsaydı seksiz her tanrı kendi yarattığnı kabullenir ve korur kimiside diğerine ga­lebe ederdi.”

Tarih boyunca zaman zaman insanlar yanlış yollara saparak Allah la beraber başka ilahlarda kabul etmişlerdir. Buna “şirk (ortak koşma)” denir. Öyle yapana’da “müşrik” ismi verilir. Herhangi bir kimse şirk koşsa kesinlikle Allah’u Teala onu af ve mağfiret etmez. Zira Allah’u Teala şöyle buyurur:

Muhakkak Allah Teala kendisine şirk koşulmasını affet­mez. Ancak bunun dışındaki (günahları) dilediklerine affeder.”

Şirk koşma iki türlüdür. Birincisi Allah’ın yanında başka bir ilah kabul etmek; put, ağaç, hayvan, insan v.b. şeyler. İkincisi ise;yaptığı amellerde ve ibadetlerde Allah’a ortak, eş koşma; amellere riya ve gösteriş karıştırmak gibi.

Şüphesiz ki Allah Meryem’in oğlu Mesih’dir diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki Mesih (Hz. İsa) şöyle demiştir: Ey İsrailoğul-ları! Kim, benimde Rabbim sizinde Rabbiniz olan Allah’a ortak koşarsa, ona Allah cennetini haram etmiştir ve barınacağı yer de cehennemdir. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. [95]

Allah, üç ilahdan üçüncüsüdür diyenler elbette kafir ol­muşlardır. Halbuki bir tek ilahdan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer bu söylediklerinden vazgeçmezlerse içlerinden küfürde olanlara muhakkak çok acıklı bir azap değecektir. [96]

Allah’u Teala müşriklerin vasıflandırmasından mubaad ve mü-nezzehdir. Hristiyanlık inancı her ne kadar aslında semavi isede hu-rafata ve tahrifata uğradığı için îslamm kabul ettiği vahdaniyyeti or­tadan kaldırmıştır. Onlarda teslis akidesi hakimdir. Yani onların a-kidesine göre Allah baba, oğul, ruhulkudüsten ibarettir. Her biri ayrı ayrı ve diğerinden müstakil olmakla beraber Allah her üçünden mü­rekkeptir (müteşekkildir). Hristiyanlardan birisi şöyle diyor: “O, ilahdır, ilahın oğludur ve ruhulkudüstür. Üçüde bir olup bölünmez. İşte buna üçlü akide yani “teslis ” denir.

Hristiyanlarda olduğu gibi Brahma dininde de teslis (üçlü aki­de) bulunur. Onlara göre kâinatı yaratan zat önce Brahman sonra Visno, sonrada Sivo ile birleşmiş ve üçünün birleşmesiyle asıl olan ilah meydana gelmiştir. Budistler ise Visnonun alemi günahlardan kurtarmak için bazı cisimlerle birleştiğini ve dokuzuncu defa da Buda’ya hulul ettiğini iddia ederler.

5- Muhalefettin lil Havadis:

Sonradan var edilmiş olan şeylere muhalif olmasıdır. Yani Al­lah (cc) zatında sıfatında ve fiillerinde hiç bir şeye benzemez. O, in­sanın hatırına gelen her şekilve suretin dışındadır. Şekil ve suretten münezzehtir. Kur’anı Kerim’de mealen şöyle buyurulur:

O nun misli (benzeri) gibi hiç bir şey yoktur”

Yani sıfatlanda yarattıklarına benzemez. Yarattıklarının sıfat­ları kendileri gibi geçicidir, sınırlıdır, kusurludur. Ama O’nun sıfat­ları daimi, sınırsız, mükemmel ve ekmeldir.

Alim, Kerim ve Rahim gibi Cenab-ı Allah’ın (cc) vasıfları insan­lar için kullanılıyorsa da kullanılışı suridir. Yani Cenab-ı Allah (cc} ile insanlar hakkında kullanıldığı zaman ayrı ayrıdır. Mesela Âlim, Allah’ın vasfı olarak kullanıldığı zaman manası her şeyi (cüz’i ve kül­li) ezelden ebede kadar bilen zat kasdedilir. Bir insan vasfı olarak kullanıldığı zaman bazı mahdud şeyleri bilen ve bilgisini sonradan elde eden kişi düşünülür.

İnsanların vesair mahlukların bir çok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekana, zamana, yeyipiçmeye, gelip gitmeye, doğup büyümeye, ev­lenip çoğalmaya ve sair şeylere muhtaçtırlar. Allah’u Teala (cc) bü­tün bu ihtiyaçlardan beri ve münezzehtir. O’nun arşı kürsisi yedi tabakaya ayrılmıştır. Fakat O bunlardan hiç birine muhtaç değildir. Bunlar yokken O yine vardı. Artık şüpheye vaki ve muhtaç olan ya­ratılmış şeylerin fani sıfatlarıyla muttasıf olan bir zat (haşa ve sümme haşa) Allah olamaz. Kur’anı Kerim’de şöyle buyurulur:

O göklerin ve yerin yaratıcısıdır; size kendi cinsinizden çiftler yapmıştır. Davarlardanda erkekli dişili çiftler var etmiş­tir. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiç bir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şura, 11)

Allah’u Teala cisimlik, arazlık, cevherlik, cüz ve parçalardan o-luşma, yemekiçmek, uyumak oturmak üzüntülü, kederli veya se­vinçli olmak gibi sıfatlardan kesinlikle mubaad ve münezzehdir. Bazı ayetlerde zikredilen Allah’ın eli, Allah’ın yüzü, Allah’ın arşı istila ve istivası gibi sıfatlar Allah’ın başka varlıklara benzediğine delalet et­mez. Zira bunlar mecaz manada kullanılmıştır. Allah’ın eli yani Al­lah’ın kudreti, Allah’ın yüzü yani Allah’ın zatı arşın üzerinde oturma ise arşa hakim, olma hükmünü geçirme anlamındadır.

O, Rahman (kudret ve hakimiyyeti ile) arşı istiva etti.” (Taha,5) Biz Allah’u Tealayı nasıl düşünürsek düşünelim O bizim dü­şündüğümüz gibi değildir. Teşekkül v€ ‘tasavur ettiğimiz gibi değil­dir.

6- Kıyam Binefsihi:

Cenab-ı Allah’ın kendi kendine kaim olmasıdır. Varlığı kendi­sinden olmak ve başkasından olmamaktır. Yani varlığı, durması kendi zatıyla olmak manasında bir sıfattır. Bu sıfatta da Allah (cc) mahsus manalar vardır ve bu sıfat Allah Tealaya mahsustur. Hak Tealanm ezeli ve ebedi varlığı kendi zatıyla kaimdir. Varlığı hüviyeti­nin kendi mukaddes zatının müktezasıdır. Asla başkasından değil­dir. Bunun içindirki Allah’ü Tealaya Vacibul Vucud denir.

Allah’u Teala (cc) bu kayıt ve ihtiyaçlardan pak, mubaad ve münezzehtir. İşte kıyam binefsihi ve kıyam bizatihi bu demektir. Al­lah’ı kim yarattı? diye böyle bir saçma sapan saullere asla mahal ve yer yoktur. Çünkü Allah Teala bizatahi kaimdir. Başkasının var ede­ceği bir hüviyet değildir. Böyle olmasaydı ne kâinat vücud bulurdu nede başka bir şey olurdu. Bu hakikat kabul edilmeyince içinde ya­şadığımız yaratılmış şeyler ise hem var hemde yok olmaya müstenid olduğu içindirki bir var ediciye yani bir halika muhtaç olunmuştur. Allah’u teala’yı (cc) var eden, yaratan bir varlık tasavvur olunamaz ve ondan başkada bir yaratıcı zatta mevcud bulunmaz.

Allah’ın dışında bütün görülen ve görülmeyen varlıkları müm­kün varlıklardır. Bunların varlıkları ile yoklukları eşittir. Allah dile­diği için var olmuşlardır. Bu kainatın yok olmasını dilerse derhal aynı anda fena olurlar. Kur’an-ı Kerimde bu kainatın özelliği şöyle açıklanmıştır.

“Gökleri ve yeri yaratan (Allah) onlar gibisini yaratmaya gü­cü yetmez mi? Elbette buna gücü yeter. O her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir. [97]

Allah’ın şanı bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece ol emri vermektir. O oluverir. [98]

“O halde her şeyin mülkiyet ve tasarufu kudret elinde olan Allah (cc) ne yücedir. Öldükten sonra hep ona döndürülüp gö­türüleceksiniz. [99]

Subuti Sıfatlar

Subuti sıfatlar Allah’ın zatında değildir, zatıyla beraber olan sılatlardır. Allah’u Teala bu sıfatların zıtları ilede vasıflanmaz. Bu sı­fatlar zat olmamakla beraber zatından ayrı düşünülemez. Şu halde subuti sıfatlar Allah’dan ayrı da değildir, gayrıda değildir. Zira zatın­dan ayrıda kabul edilse sıfatları inkara giden bir yol açılır. Şayet gayrı düşünülse Allah’ın zatından çokluk kesretlik meydana gelir. Bu nedenle Allah’ın subuti sıfatları Allah’ın zatının ne ayrıdır, ne de gayrıdır. Sıfatı Subutiye yedidir. (Maturidiyeye göre ise sekizdir).

Bunlara “sıfatı subutiye” denildiği gibi “sıfatı zatiye” “sıfat’ul-Meani”de denir. Çünkü bir takım mana ve hakikatleri ihtiva ve ifade eder. Bu kudsi sıfatların hepsine birden “Sıfatı Kemaliye”de denir.

1- İlim:

O’nun ezeli ve ebedi bir sıfatı olup aklen mümkün, muhal ve vacip olan her şeyi bilmesi demektir. Cenab-ı Allah geçmişte, gele­cekte ve içinde bulunduğumuz zaman içinde küçük, büyük, külli, cüzi her şeyi bilir ve onun ilmi mahlukatın ilmi gibi basit, mahdut, olmayıp, onun ilmi bütün kainatı ihata eder. Şüphe yok ki Allah (cc) her şeyi bilir. O’nun bilgisinden bir zerrecik bile kurtulamaz ve hiç bir fert kendi hareketini kendi düşüncesini Allah’tan gizleyemez.

Çünkü böyle bir basit bir şeyi bilmeyen büyük küçük her ha­reketten haberi olmayan bir zatın ilah olduğu düşünülemez, bu ka­dar acaibi vücuda getiremez. Ezelden ebede kadar ne olmuş ve nede olacaksa hepsini bütün teferruatıyla bilir çünkü O ilahtır. Onun için unutmak, yanılma, zan ve gaflet gibi şeyler kesinikle sözkonusu değildir. Zira bunlar Allah (cc) hakkında eksiklik ve kusurdur. Allah (cc) böyle nakıs ve kusurlu sıfatlardan mubaad, münezzeh ve beri­dir. Kur’anı Kerim’de şöyle buyurulur:

Ey mişrikler sözünüzü ister gizli ister tutun, ister açığa vurun; bu ikisi müsavidir. Çünkü Allah bütün kalplerin künhünü ve hakikatini bilir. [100]

Bümezmi? O (bütün varlıkları) yaratan (şüphesiz gizliyi de bilir, aşikarı da…) O latiftir, Habirdir. Her şeyden haberdardır. [101]

O gözlerin hain bakışlarını ve kalplerin gizlyeceği her şeyi bilir. [102]

Cenab-ı Allah’ın ilminin genişliğine şu ayet-i kerime delalet ediyor. (Ey Resulüm) deki: Eğer Rabbimin kelimelerini (yazmak i-çin) bütün denizler mürekkep olsa muhakkakki Rabbimin keli­meleri tükenmeden denizler tükenirdi, bir o kadar yardımcı getirsekbile. [103]

O yerdeki bütün ağaçlar hep kalem olsa, denizde arkasına yedi deniz daha katılarak mürekkep olsa, yine Allah’ın kelime­leri (ilim ve ezeli kelamı) tükenmez. Muhakkakki Allah, Azizdir, her şeye galibdir, hakimdir, hükmünde hikmet sahibidir. [104]

2- İrade:

O’nun ezeli ve ebedi sıfatı olup, dilemesidir. Allah’u Teala (cc) i-rade sıfatıyla alim veya cahil, kısa veya uzun, güzel veya çirkin, her-Şeyi yaratır. Allah (cc) her istediğini yaratır ve seçer Allah (cc) yüce­dir ve insanların ortak koştukları şeylerden uzak, münezzeh ve sek­siz olarak beridir. Yüce Allah bütün kainatı ezeli ve ebedi olan irade­si ile yaratmıştır. Yüce Allah hakkında zorluk veya mecburiyet yok­tur. Tasavvur bile edilemez.

Zira, hiç bir şeyi yoketmeye veya var etmeye mecbur değildir. Mecburiyet veya zorluk bir acizlik halidir. Oda Allah için kullanıl­maz, böyle acizlik yüce Allah’ın şanına ve azametine kesinlikle ya­kışmaz. Neyi irade ederse onu hemen yapar, yani neyi isterse onu derhal yapar yalnız O’nun kötü şeylere rızası yoktur. İyi ve faydalı şeylere nzası vardır. Allah (cc) şu nihayetsiz ve hesapsız kainatın ne tipte nasıl olacağı ne biçimde ne vasıfta nerede ve ne zaman sonra nasıl yok olacağını ezelde bildiği için bu bilgisine uygun iradesi taal­luk eder. Her iki dareynde olmuş veya olacak ne varsa tümü Allah’ın iradesi ve dilemesiyle olmuştur ve olacaktır. İstediği ile her şey mey­dana gelir. Kur’anı Kerim’de şöyle buyurulur:

Allah’ın şanı bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece ol demektir. O, oluverir. [105]

Dilediğini hemen yapandır. [106]

Hz Meryem, bir erkekle ilişkisi olmadığı halde nasıl çocuğu o-lacağmı sorunca, Cenab-ı Allah:

Bu böyledir Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasına hükmedince ona sadece ol der ve oda hemen oluverir” buyurur.

Bazı yerlerde irade yerine “meşiyyet” kullanılır. Zira meşiyyet, irade bir birine müradiftir. Yani birbirine eşanlamlıdırlar.

3- Kudret:

Kuvvetli olması demektir. Yani Allah’ın her şeye gücünün yet­mesi demektir. Yüce Allah’ın (cc) ezeli bir sıfatıdır ve mümkinata ta­alluk eder. Bu sıfatla mümkinatta tasarruf eder var olan bir şeyi yok edebildiği gibi yok olan herhangi bir şeyi de mümkinat dahilinde var eder yani yaratır. Bu muazzam varlıklar onun kudretine pek kudretli bir delil bir burhanı kafi ve büyük bir şahiddir.

Yüce Allah (cc) dilerse tarfetul ayn (gözü açma ve kapama) i-çinde sayısız alemi yoktan var eder ve dilersede sayısız âlemi bir an­da yok edebilir. Zira böyle tasarruflara kadir ve muktedir olmayan bir zat asla ve kat’a Allah olmaz. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

Göklerin ve yerin ğaybını sadece Allah (cc) bilir. Kıyame tin kopuşu ancak bir göz kırpması veya daha kısa bir zaman ka­dardır. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir. [107]

O yarttıklarını istediği kadar artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.”

4- Semi:

Yüce Allah (cc)’nun ezeli bir sıfatıdır. O, bu sıfatla bütün herşe-yi işitir. Biz bütün sesleri işitemiyoruz ama O bütün nefsimizde dahi fısıldadığımız şeyleri işitiyor. O’nun işitmesi bizim işitmemize benze­mez. Yani başkalarının işitip bilmeleri gibi sınırlı ve mahdut değildir. O niyetleri, sesleri, maddeleri, manalan ve hasılı gözle görülen veya görülmeyen elle tutulan veya tutulmayan duyu organları ile hissedi­len veya hissedilmeyen ne varsa hepsini işitir. O’nun işitmesi hâşâ kulak gibi bir organla değilidir. îşitmesi nasıldır? Onu biz bilemeyiz. Ancak iman ederiz. Allah bir aracıya ihtiyaç duymaksızın işitir. İşit­me sıfatı Kur’anı Kerim’de genellikle görme (basar) veya bilme sıfatıy­la beraber zikredilmektedir.

Ey Rabbimiz! Bizden bu hayırlı işi kabul et; hakikaten sen duamızı işitici, niyetimizi bilicisin. [108]

Allah hakkıyla işiten ve bilendir. [109]

5-Basar:

Göz ve görme kudreti demektir. Bu sıfatta işitme sıfatı gibi u-mumidir. Yalnız görmesi muayyen varlıklara has değildir. O nun için sağırlık veya körlük düşünülemez. Zira bunlar noksanlıkltır, O ise kusurlardan münezzehtir. Yüce Allah (cc) her şeyi görür bazı şeyleri görmesi diğer şeyleri görmesine asla mani olamaz. Mesela en karan­lık gecelerde en ufak karıncaların ve daha küçük mahlukların kımıl-damalırmı, yürümelerini, bütün vaziyetlerini görebilir. Şüphe yok ki görüp bilmeden mahrumiyet büyük bir noksanlıktır. Kalbi imanla dolu bir insan yüce Allah’ın (cc) daima kendisini görüp gözetmekte olduğunu bilir, böyle düşünür. Ona göre durumunu düzeltir. Edebe aykırı hiç bir harekette bulunmaz. Adeta melekleşir, temiz bir kalp ile hayatını idame ettirmeye çalışır durur .

6- Hayat:

Dirilik; yani Allah’ü Teala’nm dâimü’l-evkat sermedi olarak diri olması demektir. Zira kudret, irade gibi vacip sıfatları O’nun diri ol­duğuna delalet eder. Hayatı olmayan bir şey bilmekten, dilemekten, herhangi bir şeyi yapmaktan mahrum bulunur. Bu mahrumiyet ise büyük bir noksanlıktır. Allah’ü Teala ise bütün noksanlıklardan mubaad, münezzeh ve beridir. Yüce Allah’ın (cc) binefsihi ve bizatihi diridir.

Şu hayatta bir hareket, fiil ve eylemi ancak ve ancak diri olan bir varlık tarafından yapıldığını görürüz. Bu masnuatlara baktığımız zaman kesinlikle ölünün bir hareketi görülmez. Zira Allah’ın diriliği yaratıklarda görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan ge­çici ve maddi bir dirilik olmayıp başlangıcı ve ahiri bulunmayan bir dış etken ve desteğede muhtaç olmayan diriliktir. Ölüm ise, noksan­lık sıfatı olduğu için Cenab-ı Hak öyle noksan sıfatlarda mubaad, münezzeh ve beridir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın diri olduğuna şu ayet-i kerime işaret ediyor:

Allah o Allah dır ki kendinden başka hiç bir ilah yoktur! Ezeli ve ebedi hayat ile bakidir zat ve kemal sıfatları ile herşeye hakim olup bütün varlıklar onunla kaimdir. [110]

Bir de daima diri olup hiç bir zaman ölmeyen Allah’a te­vekkül et ve O’nu hamd ile yücelt kullarının günahlarından Onun haberdar olması yeter. [111]

7- Kelam:

Bir manayı ifade eden, bir maksadı anlatan söz demektir. Yüce Allah’ın (cc) kelam sıfatı kendisine mahsus olup yarattıklarının söz, ses, konuşmalarına asla benzemez. O kelam sıfatıyla emir ve yasak­larını kanun ve hükümlerini mücazat ve mükafatlarını melekler ve peygamberlerine bildirir. O’nun kelamı harften ve savttan mubaad, münezzeh ve kadimdir. Yüce Allah (cc) kelamını istediği zaman ken­di şanına layık bir veçhile meleklerine bildirir ve anlatır.

Yüce Allah’ın (cc) peygamberlerine dilediği zaman dilediği şeyle­ri vahyetmesi veya ilham etmeside bu kelam sıfatının bir tecellisi de­mektir. Bu kelam sıfatından semavi kitaplar zuhur etmiş ve hususen kelamı kadim denilen Kur’an-ı Mübin Peygamberimiz Hz Muhammed Mustafa (sav) efendimize nazil olmuş insanlar için asırlar­dan beri bir hidayet rehberi olmuştur. Allah’ü Tealanm ses, kelime, harf veya cümleye kesinlikle ihtiyacı yoktur. Yalnız konuşma söyle­me sıfatına sahiptir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ü Teala şöyle buyurur:

Gönderdiğimiz öyle peygamberler vardır ki, onları bundan (bu sureden) önce sana beyan ettik. Öyle peygamberlerde vardır kî sana onların kıssalarını bildirmedik ve Allah Musa’ya vasıta­sız hitap etti. [112]

Kur’anı Kerim Allah kelamıdır. Allah’ın kelam sıfatı kadimdir, ezelidir. Ancak ellerde dolaşan, yazılan, okunan Kur’an harf, lafız, nâzım ve yazı olarak kadim değildir. Cumhur ulemaya göre Kur’anı Kerim’in zatı ilahinin kelamı olduğu için mahluk olmadığım kabul etmişlerdir. Ezeli olarak kabul etmişlerdir.

8- Tekvin:

Allah’ın yaratma, yoktan var etme sıfatıdır.Tekvin demek, Cenab-ı Hak’ın bilfiil yaratması demekdir. Tekvin sıfatı iradenin muk-tezasma göre ve mümkünde te’sir ve icat eder. Bütün bu varlıkların hakiki yaratanı Allah’u Teala (cc) hazretleridir. Maturidilere göre sıfat-ı subutiyenin sekizincisi tekvin sıfatıdır. Yüce Allah (cc) bu sıfa­tıyla istediği herhangi bir şeyi yoktan var eder veya var iken yok eder.

Yüce Allah’ın zatı hiçbir şekil ile tasavvur edilemez. Tıpkı zatı gibi sıfatlarınmda hiçbir şekil ve keyfiyet ile tasavvur edilemediği gibi aklımız da bunu asla ve asla kavrayamaz (bilemez). Yüce Allah (cc )’-in bu kainatı yaratıp yok etmesi ve bu husus şu büyük ve acip mah-lukatı yaratması, yaşatması, besleyip idare etmesi, sonra da öldürüp başka bir âleme göçürmesi bütün bu tekvin sıfatının cilvesi bir tecel­lisi ve eseridir.

“Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz ona ol de-memizdir ve derhal hemen oluverir. [113]

Azap vermek, diriltmek, rızık vermek, öldürmek gibi bütün fi­illeri tekvin sıfatına bağlıdır.

c-Fiili Sıfatlar:

Buna “sıfatül esma”da denir. Cenab-ı Hak’km zat ve sıfatlarına delalet eden sıfatlardır. Bunlarda sıfat-ı subutiyeden ayrılmış (müş­tak) olan sıfatlardır ki şunlardır: Alim (her şeyi bilen), Hayy(daima diri olan), Mürid (dileyen), Kadir (her şeye gücü yeten) ve Mütekellimun (konuşan) bu sıfatlarda kadim ve ezelidir.

Meleklere İman:

Cenab-ı Hak insanları topraktan, cinleri ateşten, melekleri de nurdan yaratmıştır. Meleklerin ve cinlerin yaratılması insandan ön­cedir. Kur’an-ı Kerim’de buna işaret şöyledir:

Rabbin meleklere:Ben yeryüzünde bir halife (insan) yarata­cağım demişti. Melekler: Orada bozgunculuk yapacak, kan akıta­cak, birini mi var edeceksin? Oysa biz seni överek yüceltiyor ve seni takdisde bulunuyoruz, dediler. Allah: Ben şüphesiz sizin bil­mediklerinizi bilirim dedi. [114]

Allah’u Teala vahyini melek aracılığı ile peygamberlerine ve do­layısıyla insanlara gönderdiği için peygamberlere iman meleklerden sonra gelir. Zira Kur’an-ı Kerim’de aynı sıra üzerinedir:

Peygamber, Rabbi tarafından indirilene inandı.Mü’minler de inandılar. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve pey­gamberlerine inandılar. [115]

Esasen melekler semada görevlerini yaparlar ve Allah’ın bir ka­nunu ile yere inerler. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

Biz ancak Rabbinin buyuruğu ile ineriz. Geçmişimizi, gele­ceğimizi ve ikisinin arasındakileri bilmek O’na mahsusdur. Rab­bin, unutkan değildir. [116]

Meleklerin Görevleri:

Her an Allah’u Tealaya itaat ve ibadet ederler. Onlar için kesin­likle günah işlemek veya isyan etmek söz konusu değildir. Sürekli o-larak Âllah’dan korkarlar. Her zaman iyinin ve iyiliğin arkasında ve yanındadırlar. Bunlardan dört büyük meleğin görevleri ve isimleri şunlardır:

Cebrail:

Bu meleğe “seyyidül melaike” (meleklerin efendisi) de denir. Kur’an-ı Kerim’de “Ruhul Kudüs, Ruhul Emin ve Ruh” gibi adlarla da zikr olunur:

Cebrail Kur’an-ı iman edenlere sebat vermek müslüman-lara bir hidayet ve bir müjde olmak için rabbinin katından hak olarak indirdi. “

Hz İsa için de şöyle buyurulur:

Meryem oğlu İsaya ölüleri diriltmek gibi açık mucizeler verdik ve onu Ruhu*l-Kudüs (as) ile kuvvetlendirdik. [117]

Mikail:

Bu dünyada başta tabiat olayları yani fizik olaylarının rüzgar, yağmur ve ekinlerin bitmesi gibi oluşumların meydana gelmesinde vazifeli bir melekdir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cibril ve Mika-il’e düşman olursa bilsinki Allah kafirlerin düşmandır. [118]

Azrail:

Eceli gelenlerin ve levazımı kübradan erzakları kesilenlerin Al­lah’ın izniyle ruhlarını almakla vazifelidir.

Bu görevini Cenab-ı Allah şöyle açıklıyor:

Ey resulüm onlara deki: Sizin canınızı almaya vekil kılı­nan ölüm meleği (Azrail) canınızı alacak. Sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz. [119]

İsrafil:

Sur’un üfürülmesiyle görevlidir. Birinci üfürmesi kıyametin kopması içindir. İkincisi ise; bütün ruhların dirilişi içindir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

Birinci sura üfürülmüş, artık Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüştür. Sonra sur’a bir kere daha üfürülür onlar da hemen ayağa kalkarak bekleşir­ler. [120]

Başka bir taife meleklerde vardır ki görevleri, savaşlar da raü’ minlere yardım etmektir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

Bedir savaşında düşmana nisbetle daha az ve zayıf olduğu­nuz halde Allah size kesin zaferi verdi.”

Bu yardımı Allah size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer ancak aziz ve hakim olan Allah’dır. [121]

Bazılarıda insanların amellerini yazarlar. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: (İnsanların) biri sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki katip meleğin amellerini yazmakta olduklarını hatırla. O her söz atarsa muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır. [122] Kulların üstünde galip O’dur ve üzerinize amellerinizi ya­zan hafeze melekleri gönderir. Sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit gönderdiğimiz melekler o ruhu alırlar ve onlar (me­lekler), görevlerinde noksanlık etmezler. [123] Halbuki üzeriniz de gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) Kerim olan katip melekler var. [124]

Bunların dışında daha başka melekler de vardır ki görevleri şunlardır: Allah’ı zikir ve teşbih etmek, Allah’a itaat ve peygamber­lere salavat getirmek, insanları gözetip korumak, Mü’mİnler için dua etmek. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

Gerçekten Rabbinin katında olanlar (rahmetine yakın me­lekler) Allah’a kulluk etmekten asla kibirlenmezler. Onu tenzih eder yüceltirler ve yalnız O’na ibadet için secde ederler. [125]

Gerçekten biz (Allah’ın emri karşısında) saf bağlayanlarız. Ve muhakkak ki biz (Allah’ı şanına layık olmayan şeylerden) tenzih ederiz. [126]

Eğer Allah’a ibadet etmekten çekinir kibrederlerse, bilsin­ler ki Rabbinin katında bulunan melekler hiç usanmayarak gece ve gündüz Onu teşbih ederler. [127]

(Allah’ın azametinden) nerde ise gökler üstlerinden çatlaya­caklar, melekler hamd ile Rablerine teşbih ediyorlar ve yeryü­zünde bulunan kimse için mağfiret diliyorlar. Dikkat edin! Şüp­hesiz Allah, Çok Gafurdur; çokbağışlayandır. Çok Rahimdir; çok merhametlidir.[128]

Melekler Allah’ın önüne geçmezler, hep Onun emriyle ha raket ederler. Allah onların Önlerindekini de (yaptıklarını ve yapa­caklarını) bilir. Ve onlar, O’nun rıza verdiği kimselerden başka­sına şefaat edemezler. Hepsi onun korkusundan titrerler.[129]

Gerçekten Allah ve melekleri, Peygambere salavat ederler (Şeref ve şanını yüceltirler) Ey iman edenler! Sizde ona salat edin (Allahümme salli ala Muhammed deyin) ve gönülden teslim olun. [130]

İşte andolsunki, o semaya ve bu Tarika ki; hiç bir nefis yoktur ki üzerinde bir gözetleyici (melek) olmasın. [131]

Bu gibi meleklere görevlerinin vasıflarına göre onlara layık ol­dukları isimler verilmiştir. “Hafaza”, Münker-Nekir”, “Mukarrebun”, “Hazine-i cennet ve cehennem”, Kiramen Kâtibin de bunlardandır. Kiramen Kâtibinin vazifeleri ise insanın söz davranış ve fıilerini yazıp amel defterine kayıt ve tescil etmelridir.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Melekler latif, şeffaf ve nurani varlıklar kabilinden olduklar için kesinlikle görünmezler, vücûtları cevher ve cismani olmadıkları için idrak edilmezler. Allah’ın ceyş ve askerleri oldukları için bunlann künh ve hakikatini Allah’tan başka kimse bilmez. Nasslarda melek­lerin hususiyetleri ve vazifeleri ile ilgili sınırlı bilgiler verilmiştir. Bu­nun için nefsani, zevkani ve şehvani hareketlere sahip değillerdir. Hiç bir meleğin dişilikleri ve erkeklikleri yoktur. Onlar insanlar gibi değildirler, yemezler içmezler ve uyumazlar. însan suretine girebilir­ler.

Zira Hz Peygamber’e (sav) Cebrail (as)’in insan suretinde geldiği ve bir grup sahabinin Cebraili gördüğü sahih hadislerle sabittir. Me­lekleri asli karekterleri, biçimleri ve suretleri ile ancak ve ancak pey­gamberler görebilirler. Cenab-ı Hak melekleri görebilecek güç ve ye­teneği bize vermemiştir. Bazı şeyleri biz göremiyoruz;, örneğin nefis, akıl ve ruh gibi fiziki kesafeti olmayan manevi şeyleri göremeyiz. Bu­nunla beraber manevi varlıklarından kesinlikle şüphemiz yoktur.

Bir zamanlar mikropta görülmüyordu. Şimdi ise mikroskopla görebiliyoruz. Eskiden mikrobun varlığını inkar edenler vardı şimdi ise kesinlikle görülüyor ve inkar edilmiyor. Bu nedenle fiziki olarak gözü açık olduğu halde görmediği bazı varlıkları, basiret, manevi göz veya kalb gözü açık olan her hangi bir şahsın görmesi mümkündür.

Cinler

Tekili “cinnidir”. “Cann” kelimesi cin ile eş anlamlıdır. İnsan­lardan lâtif ve ruhani varalıklardır. Melaike veya şeytandan olup za­hir duygularla hissedilmeyen ve muhtelif şekillere girebilen latif ru­hani ve akıl sahibi bir mahluktur. Bir rivayete göre meleklerden ayrı olarak yine latif varlıklardır.Cinlerin varlıkları kitap ve sünnetle sa­bittir. İfrit ve gül cinlerin bir çeşididir, şair:

Mustafa isminde bir şahsa hitap ediyor ve şöyle diyor: Ey Mustafa! Vefalı kardeş, Anka kuşu ve Gül cinin bir çeşidi dir. Üçüde bulunmaz. Cinlerin mü’minleri ve kafirleri vardır. Bu cin­ler insanlar gibi Allah’ın yasakları ve emirleri ile mükelleftirler. Onlarada aynı insanlar gibi peygamber gönderilmiştir.

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetleri anlatan ve bu gününüzün gelip çatacağını size haber veren peygamberler gelmedi mi? Onlar dedilerki: Ey Rabbimiz, kendi aleyhimizde şa­hitleriz; dünya hayatı onları aldattı da kendi aleyhlerine olarak kafir bulunduklarına şahid oldular. [132]

Cinler, ateş veya havadan yaratılmışlar ve akıllıdırlar. Lakin akılları beşer aklı gibi güçlü ve mümeyyiz değildir. Onlarda insanlar gibi yeryüzünde bulunurlar. Çeşitli şekillere girmeye elverişlidirler. Resulullah (sav) Ukaz panayırına giderken mahlede sabah namazını kıldılar, bir taife cin geldi, Kur’an-ı Kerim’i dinledikten sonra müslüman oldular. Bu durum Cin suresinin ilk ayetlerinde haber verilmiş­tir.

Ey Resulüm! Deki bana şu gerçek vahyolundu: Bir takım cinler (sabah namazında Kur’an okuduğumu işittiler de kavimlerine döndüklerinde) dediler ki; biz çok hoş bir Kur’an dinledik. Hida­yete erdiriyor, bizde ona iman ettik bundan böyle Rabbimize as­la hiç kimseyi ortak koşmayacağız” [133]

Gerçekten bizim cahilimiz (İblis) Allah’a karşı saçma söz söylüyormuş [134]

Hakikaten biz, insan ile cin Allah’a karşı asla yalan söyle­mez sanmışız. [135]

Abdullah ibni Mes’ud (ra) rivayet ediyor:

Bir gece Resulullah (sav) aralarından kaybolmuş şehir dışında bütün vadilerde aramalara rağmen bulunamamıştı. Sabah olunca Mira yönünden geldiğini gördüler. Resulullah (sav) durumu şöyle izah etti “Bana bir grub davetçi cin geldi onlarla beraber gittim on­lara Kur’an okudum. [136]

Cinlerin erkek olanı dişi olanı vardır. Yerler ve içerler yaşlanır ve ölürler evlenirler çoğalırlar, onların ömrü 60-70 yıl arasındadır. Bazıları bin yıla kadar yaşayabilirler. Cinlerin yaratılma nedeni imti­han içindir.

Kur’anı Kerim’de şöyle buyurulur:

Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. [137]

Cinlerin yaratılışı düşünce seviyeleri, gelişmiş imkanlara kesin­likle sahip değilüerdir. Kötü ve zararlı şeylere taraftardırlar. Tipleri karakterleri insandan daha zayıftır.Fakat faziletlileri ve dindarları vardır gaybı yalnız ve yalnız Cenab-ı Hak bilir O’ndan başka kesin­likle hiç kimse gaybı bilemez. Zira Cenab-ı Hak Kur’anda şöyle buyuruyor:

O bütün ğaybı bilendir.Gayba ait olan ilmi ise hiç kimseye açmaz. [138]

Vaktaki Süleyman’a ölümü hükmettik (de bir yıl kadar ölü olarak değneğine dayalı kaldı) ölümüne işaret eden (bir alamet) ol­madı ancak bir güve böceği değneğini yiyordu. (Böceğin değneği yemesinin sebebiyle) Süleyman yere düşünce anlaşıldı. Şayet cin­ler gaybı bilmiş olsalardı {Süleyman’ın ölümünü bilirlerdi) ki o zil­leti azab içinde bekleyip durmazlardı [139]

Bu kesin bilgiye rağmen insanların bilmedikleri bazı şeyleri cinler biliyorlar deniyorsa da bu kesinlikle yanlıştır. Zira onların ulaştığı bilgiler gaybla alakadar değil belki mevcud olan şeylerle ala­kalıdır.O anda insan mevcud olanı bilemez ama belki cinler mevcud olanı görebilir ve haber verebilirler. Belkide cinlerin meleklere vazife dağıtımı sırasında kulak misafiri olarak çalmaya çalıştıklanda olur. O sözlerin bazıları yalan olabilir bazısıda doğru olabilir. Cinlerden herhangi bir kimse haber alsa ona cinci veya büyücü derler, islam inancına göre öyle şeylere inanmak ve uğraşmak kesinlikle haram­dır. Sülçyman Peygamber Belkıs’ın tahtını Yemen’den getirmek iste­yince İfrit adlı bir cin şöyle demiştir:

Cinlerden bir ifrit (kuvvetli) ve becerikli olan biri şöyle dedi Sen yerinden kalkmadan önce ben onu taşımağa gücü yetib (onu) zayi etmeyen güvenilir bir kimseyim. [140]

Kendinde ilahi kitaptan bir ilim bulunan bir kul (Asef b. Berhiya) ben onu göz açıp kapayıncaya kadar sana getiririm de­di” [141]

Süleyman (as) cinleri ağır işlerde çalıştırmıştır.

Şeytan

Şeytan cinlerdendir. Küfrün, koyuluğun ve şerrin temsilcisidir. Zira Cenab-ı Hak Kuran-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

Rabbin meleklere: Adem’e secde edin dediğinde bütün me­lekler secde etti ancak İblis secde etmekten yüz çevirip kibir­lendi de kafirlerden oldu.” [142]

Başka bir ayette Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor.

Allah’u Teala İblise secde etmesini emrettiği zaman şey­tanların babası olan İblis, kendisinin ateşten Hz Âdem’in ise top­raktan yartıldığını ileri sürerek Allah’a isyan etti. Kendisini Adem’den üstün görmesi sebebiyle gurura kapıldı ve kafirlerden oldu. ann kakası iblis ve onun neslinden gelen tüm şeytanlar lanın rahmetinden kovulmuş ve insanları doğru yoldan ayırmak için ve onları küfre, kötülüğe götürmek için kıyamete kadar mühlet verilmiştir. Bütün insanların birer şeytanı vardır. Hz Peygamberin isavj’de bir şeytanı vardı ve kendisine musallat olurdu onun şetanı Müslüman olmuştur. Bütün şeytanların vazifeleri altı tanedir:

1- Şirk, küfür, Allah ve Resulüne isyan ettirmek .

2- Büyük günah işletmek.

3- Bid’ate götürmek.

4- Sevabı az olan işlerle oyalamak.

5- Mubahlarla fazla uğraştırmak.

6- Küçük günahlarla uğraştırmak.

Cenab-ı Hak Şeytana karşı müslümanları uyarmış ve şeytana tabi olmamalarını istemiştir. Bu uyarma tüm müslümanlara şamil­dir. Kur’anda şöyle buyrulur:

Hakikaten Şeytan (öteden beri) size düşmandır. Sizde onu düşman edininiz. Çünkü o etrafına topalnan avanesini ancak cehennemlik olsunlar diye çağırır. [143]

Şeytan ilk olarak babamız Adem ve anamız Havva’yı kandır­mıştır ve cennetten çıkmalarına sebeb olmuştur. Bu örnek göz önü­ne alınmalı ve onun hilelerinden uzak durulmalıdır.

Yüce Allah kitabında şöyle buyuruyor:

Ey Âdem oğulları! Şeytan anababanızı, ayıp yerlerini ken­dilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizi görürler. Şüp­hesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık. [144]

Şeytanın halis olan bir mü’mün üzerinde kesinlikle hiç bir nü­fuzu ve etkisi yoktur. Zira mü’mindeki iman vesvesenin etkisini kök­ten götürür ve yok eder. Ancak ve ancak şeytanın nüfuzu ona göre hareket edenler ve Cenab-ı Hakka şirk koşanlar üzerinedir.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Doğrusu şu ki iman edipte Rablerine tevekkül edenler ü zerine şeytanın bir hakimiyeti yoktur. [145]

Onun hakimiyeti ancak kendisini veli edinenler ve Allah’a ortak koşanlaradır. [146]

Bu dünyada nur ile zulmet nasıl devam etmektedir. Aynı za­manda iman ile küfür, hayır ile şer, iyi ile kötü de kıyamete kadar devam edecektir. Daimel evkat iyi bir şeyi herhangi bir insan yapar­sa veya irade ederse onunla beraber Allah’ın tecellisi yani Allah’ın yardımı hemen gelir. Bu ameli yapmak için kesinlikle kendisinde kuvvet güç verir şayet kötülük yolunda bir şeye irade ederse şeyta­nın yardım ve desteğini arkasında bulur.

Kitaplara İman

Allah’u Teala insanların dünyevi ve uhrevi huzurlarını sağla­mak için peygamberleri aracılığı ile bir takım kitaplar göndermiştir. Bunlara semavi kitaplar veya ilahi kitaplar ismi verilir. Bütün Ce­nab-ı Hak’kın semavi kitapları yüce Allah’ın kelam sıfatından çıka­rak vahiy yoluyla tüm peygamberlere gelmiştir. Vahiy hali Cenab-ı Hak ile peygamberleri arasında Cebrail vasıtasıyla gelen bir konuş­madır. Dışardan bu vahye şahit olanlar olmuşlardır (ashabı kiram gibi). Vahiy geçtikten sonra ashabı kiram Resuli Ekrem (sav)’i dinle­yerek inzal olan ayetleri yazmışlardır. Bazılarıda ezberlemişler ve bu tarzda Kur’anı Kerim meydana gelmiştir. Cenab-ı Hak Hz Âdem’den son peygamberimize kadar tüm insanlara kitaplar göndermiştir.

Hz Âdem’e 10 sahife, Hz ibrahim’e 10 sahife, Hz Şife 50 sahife, Hz Idris’e 30 sahife indirilmiştir. Büyük kitaplar 4 tanedir ve şu peygamberlere indirilmiştir. Tevrat Musa (as)’a, Zebur Davut (as)’a, incil Isa (as)’a ve Kur’an da Hz Muhammed (sav)’e gönderilmiştir. Tüm kitapların kökü aslı “levhi mahfuz”dadır. Korunmuş levha anlamına gelen bu sıfat tamlaması Kur’an da şöyledir:

İnkarcıların yalanladıkları o kitap çok şerefli bir Kur’an olup koruma altında bulunan bir levhadır. [147]

îmam-ı Gazali [148] bu meseleyi şöyle açıklamıştır. Bu dünyanın evvelinden sonuna kadar ne olup bitecekse Cenab-ı Hak hepsini takdir ve kaza edip yazmıştır. Bu Kur’an-ı Kerim’de de geçtiği üzere bazen “Levhi Mahfuz” bazen Kitab-ı Mubin” bazen “î-mam Mubin” denilir. Ayrıca Levh-i Mahfuz anlamında “Kitab-ı Mu­accel”, “Kitab-ı Malum” “Kitab-ı Hafız”, “Kitab-ı Meknun, veya Ummül Kitap” deyimleride kullanılır.

Tevrat:

îslam inancına göre inanılması farz olan 4 kitaptan birincisi Tevrattır. Hz Musa’ya Yahudilere tebliğ edilmek üzere indirilmiş­tir.Tevrat’ın ikinci ismide “Ahdi Atik” dir Kur’an-ı Kerim’de hususi olarak Tevrat ve İncile tealluk eden bilgiler vardır.

Nasıl olupta yanlarında Tevrat, içinde de Allah’ın hükmü varken, senden hüküm talebinde bulunuyorlar. Bundan sonra da yüz çevirip gidiyorlar. (Hayır) Bunlar mü’min değildir. [149]

“O halde (Ey israiloğulları) siz insanlardan korkmayın ben­den korkun benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın kim Allah­’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileri­dir. [150]

Yahudiler Hz Musa’nın kadri ve şerefini bilmediler ve ona iftira olarak “Allah kesinlikle hiç bir kitap indirmedi”dediler.

Yahudilerde Allah’ın kadrini ona layık olacak bir şekilde anlayamadılar. Zira “Allah hiç bir insana hiç bir şey indirmedi” dediler. Onlara söyle ki: Musa’nın insanlara bir nur ve hidayet olmak üzere getirdiği ve sizide parça parça kağıtlar haline ko­yup açıkladığınız fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim İndirdi? Sizin de atalarımzmda bilmediğiniz şeyler (Kuranda) size öğre­tilmiştir. “Habibim sen Allah de geç ve sonra onları birik ki kal­dıkları batakta oynaya dursunlar. [151]

Ahd-i atik adıyla zikrolunarı Tevrat’ın üç nüshası o zamanda çok meşhur olmuştur.

1- Samirilerce kabul edilen Samirice nüsha.

2- Roma ve Doğu Hristiyan kiliselerince kabul edilen Yunanca nüsha.

3- Yahudilerce ve Protestanlarca kabul edilen İbranice nüsha dır. Bu nüshalar arasında önemli farklılıklar vardır. Zira Hz- Musa M. Ö. 13 yy da yaşamıştır. Halbuki elde bulunan en eski îbranice Tevrat nüshasının tarihi birbirini kesinlikle tutmamaktadır. Bu Tev­rat nüshası M. Ö yılda yazılmış bir kitaptır. Bu sebeble Hıristiyan­lar ve Yahudilerin kabul ettiği Tevrat’ı Hz Musa’ya Cenab-ı Hak nezdinden indirilen asıl Tevrat’la kesinlikle aynı değildir.

Zebur:

Hz Davud’a verilen mukaddes semavi bir kitaptır. Kur’an-ı Ke-rim’in üç yerinde Zebur’un ismi zikredilmektedir.

“Tevrat’dan sonra (Davud’a verilen) Zebur’da yazdıkki: Mu­hakkak yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır. [152]

Davud’a Zebur’u verdik. [153]

Zebur hakkında fazla geniş bilgi bulunmamakla beraber Hz Davud’a nazil olan Zebur bu zamanın Ahdi atik’in içinde “mez-murlar”adı ile yer almaktadır. Kavmi Davud’un yani Davud (as)’a bağlı olan kimselerin içinden kesinlikle sahih ve sağlam Zebur yok­tur. Zamanımızda kiliselerde veya sinegoglarda söylenen ilahiler ara­sında bazı mezmurlara tesadüf olunur. Bu mezmurlar Davud (as)’a kesinlikle ait değildirler ve netice itibari ile biz Zebur’un Hz Davud’a indiği surete inanmakla mükellefiz.

İncil:

Hz İsa’ya indirilen ilahi bir kitaptır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

(Ey Muhammedi) De ki Allah’a bize indirilen (Kur’an)a, İbra­him’e, İsmail, İshak’a, Ya’kup’a ve oğullarına indirilenlere, Mu­sa’ya, İsa’ya ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilen­lere iman ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız. Biz Allah’a teslim olanlardanız. [154]

Arkadan da o peygamberlerin izleri üzere Meryemin oğlu İ-sa’yı» kendinden önceki Tevrat’ı tasdik edici olarak gönderdik ve onu sakınanlara bir hidayet olmak üzere de içinde hidayet ve nur bulunan ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden İncil’i vermiştik. [155]

Ayette geçen olan İncil’in sıfatı nerededir? Yani İncil yol gösteri­ci, Tevrat’ı tasdik edici ve hıristiyanlara nasihat verici İncil nerede­dir? Hıristiyanlar Hz İsa’nın getirdiği İncil’i tebliğ etmemiştir. Mesih Allah’ın oğludur demişlerdir. Bu gibi hurafatları kendi sözleri ile uy­durmuşlardır.

Allah’u Teala onların dalaletine şöyle işaret buyuruyor:

Yahudiler; Üzeyr (as) Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyanlarda Mesih (as) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla uydurdukları sözleridir ki daha önce küfredenlerin “melekler Al­lah’ın kızlarıdır” diyenlerin sözlerine benziyor. Allah onları kah­retsin. Hak tan batıla nasıl çevriliyorlar.”

Şüphesiz ki “Meryem’in oğlu Mesih Allandır” diyenler küfretmiştir. Halbuki Mesih (İsa) şöyle demiştir: Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin.

Kim Allah’a ortak koşarsa ona Allah cennetini haram etmiştir ve barınacağı yer de cehennemdir. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. [156]

Allah, üç ilahdan üçüncüsüdür diyenler elbetteki kafir ol­muşlardır. Halbuki bir tek ilahdan başka hiç bir ilah yoktur. [157]

Bir başka tahrifleri de şöyledir: Hıristiyan rahiplerin ve Yahudi Nıhrilerin kendilerine dünyalık bir fayda sağlamak için Allah tara­fından onlara indirilmiş olan kitapları değiştirmişlerdir.

Ey iman edenler! Gerçekten Yahudi bilginlerden ve Hristiyan rahiplerden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler. Birde altını ve gümüşü biriktirerek saklayan onları Allah yolunda harcamayan kimseler! İşte bunları acıklı bir azap ile müjdele. [158]

Hz İsa’nın lisanı îbranice olduğu için İncil’de onun lisanı gibi ibranice nazil olmuştur. Bununla beraber şu anda Hz İsa’ya nazil olan İbranice İncil kesinlikle meydanda yoktur. Hali hazırda Hristi-yanların ellerinde Ahd-i Cedid ismiyle zikrolunan sekiz kişi tarafın­dan yazılmış değişik risaleler bulunmaktadır. Bunlar: Matta, Markos, Luka, Yuhanna’ya isnat edilir. Bu nüshaların içinde hurafe ve çelişkilerle, bunların nerede ve nasıl yazıldıklarıda hırisuyanları u-zun bir zaman hayretde bırakmıştır.

Hz İsa’dan 325 yıl sonra îznik’de bir Hristiyan konsili top­lanmış ve bu konsile binden fazla kişi iştirak etmiştir. Burada 104 nüsha toplanmış gelmiştir ve o nüshaların içinden yalnız ve yalnız yukarıda adları geçen dört tanesini resmi nüsha olarak kabul etmiş­lerdir. İştirakçilerin 318’i Hz İsa’nın tanrılığını benimsemiştir. Bugün Hristiyanların içinde kabul edilen Ahd-i cedid; İncil’le bir kısım mek­tupları kapsamaktadır. Bu suretle orjinal İncil ve Tevrat kesinlikle ortada yoktur. Hristiyan ve Yahudi din adamları toplumun ihtiyaç­larına cevap verme özelliklerini de kaybetmişlerdir.

Kuran-I Kerim

Yüce Allah’ın Resuli Ekrem (sav)’e Arapça olarak indirdiği mu­kaddes ve semavi büyük bir kitapdır. Bize kadar tevatür yolu ile gelmiştir. Bütün Kur’anlar da yazılı Fatiha suresi ve be harfi ile baş­layıp Nas suresi ve sin harfi ile sona ermiş olan Allah’ın kelamıdır.

Hz Muhammed (sav)’e peygamberlik döneminde 23 yılda parça halinde indirilmiştir. 13 yıl Mekke devri 10 yıl kadar Medine devri sürmüştür. Şirk ve mücadele, ahlak, inanç, ve hikmetli kıssalar he­men hemen üçde birini oluşturur.

Kur’an-ı Kerim’in ayetleri 6666 veyahut 6616’dır. Harfleri ise 323. 670′ dir. Kelimesi ise 193. 000’dir. Suresi ise 114’dür. 93 sure Mekke’de 21 sure Medine’de inmiştir. Surelerin başlarında olan besmeleler 113 tanedir. Mekke’de nazil olan ayetlere “Mekkî”, Medi­ne’de nazil olan ayetlere de “Medenî” denir. “Ya eyyuhennasu” hitabı olursa o ayet Mekki dir. “Ya eyyuhel mü’minune ” hitabı olursa o a-yet Medeni dir. Başka bir rivayete göre hicretten sonra nazil olan a-yetlere “Medeni” denir. Hicretten önce nazil olan ayetlere Mekki de­nir. İsterse Mekke sınırında veya Medine sınırında nazil olsun.

Kur’an-ı Kerim’in bir benzeri muadili ve sureti kesinlikle yok­tur. Zira büyük bir mucizedir. Hz Peygamber bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

“Hiç bir peygamber yokturki insanların kendisine inanmasına sebep olacak bir mucize verilmiş olmasın. Bana verilen en büyük ha­rika Allah’ın bana verdiği Kur’an dır. Bunun için kıyamet gününde ben, peygamberlerin en çok ümmeti olacağımı ümit etmekteyim. [159]

Allah’u teala (cc) şöyle buyurmuştur:

Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz Kurandan şüp­hede iseniz, haydi sizde onun benzerinden (fesahat ve belagatta ona eş) bir sure getirin ve Allah’dan başka şahitlerinizi (putları­nız, şair ve alimlerinizide} yardıma çağırın. Şayet (bu beşer kela­mıdır) sözünde sadık (doğru söyleyen kimseler) iseniz. [160]

Yoksa Kur’an-ı kendisi uydurdu mu diyor müşrikler? O hal­de şöyle de: Haydin ona denk uydurma on sure getirin ve bunun için Allah’dan başka gücünüzün yettiğini de çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız bunu yaparsınız. [161]

(birbirine) yardımcı olsalar da o (Kuranın) mislini getiremezler, yapamazlar. [162]

Kur’an-ı Kerimin Belagat Ve Fesahati

a- Kur’an-ın belagatı ve fesahati fevkalade üstündür. Her keli­mesi bediidir. Arap dilinde onun benzeri ve muadili yoktur ve olma­yacaktır. Bazı ayetleri öyle şiddetlidir ki; insanın tüyleri ürperir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

Ey insanlar! Rabbinizden korkun (azabından sakınınız da ona ibadet edin) şüphe yok ki o kıyamet sarsıntısı çok büyük bir şeydir, korkunçtur. [163]

Yoksa Kur’an-ı peygamber mi uydurdu diyorlar? Resulüm de ki: O halde iddianızda sadık kimselerseniz onun gibi bir sure yapın getirin ve Allah’dan başka gücünüzün yettiği (edib, beliğ) kim varsa onlarıda yardıma çağırın. [164]

Allah (cc) inkarcılara karşı Kur’an’in bnzeri , on sure hatta bir tek sure bile getirmelerini istemiştir. 15 asır geçtikten sonra kesin­likle bir cevap verilmemiş ve kıyamete kadar da buna cevap verecek kesinlikle çıkmayacaktır.

Habibim de ki: İnsanlar ve cinler, şu Kur’anın bir misli (benzeri)ni getirmek (yapmak) üzere toplansalar bazısı bazısına Onu göreceğiniz gün her emzikli kadın emzirdiğinden ge­çer ve her yüklü kadın çocuğunu doğurur. İnsanları da hep sar­hoş görürsün! Halbuki sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı çok çetindir. [165]

Bu mukaddes kitabımız bütün insanlara meydan okuyor ve bütün insanları mağlup ediyor. Onun karşısına dünyanın nıhrileri, ahbarları, pedegogları ve bilginleri hiç bir şekilde çıkamamışlar ve çıkmayacaklardır. Çünkü fesahat ve belagat ilminde onları fevkalade mağlup etmiştir.

b- Kur’an-da istikbale ait yani gelecekle alakalı net haberler vardır. Mesela Kur1 an Mekke’nin fethini, İslam’ın gelişip diğer dinlere galip olacağını ve dünya dini haline geleceğini haber vermiş aynı za­manda öylede çıkmıştır. Başka bir olayı daha açık olarak verebili­yoruz. Miladi 614 yılında Bizanslıların İranlılara karşı mağlup ol­maları üzerine müslümanlar ehli kitabın yani Bizanslıların mağ­lubiyetlerine üzülmüş Mekke kafirleri ise bu savaşa keyifleri gelerek İranlıların Hristiyan olan Bizanslıları yenmesi gibi bizde sizi mağlup edeceğiz demişlerdir. Bu savaş dan sonra ayet-i kerime nazil oldu.

Rumlar (Doğu romahlar İranlılara) mağlup oldu. Arap ülke­sine en yakın yerde… Halbuki onlar bu yenilgilerinden sonra muhakkak galip gelecekler. [166]

c- Kur’an geçmiş olan milletler hakkında sahih haberler verir. Mesela; Nuh, İbrahim, Lut, Ad, Semud kavimlerine ve İbrahim pey­gamberle kavimlerine ait haberler vermektedir. Yine Musa(as) ile Firavun’un kıssalarını, Hz Meryem’i, Hz İsa ve doğumunu, Yahya pey­gamber ve doğumunu sahih bir surette anlatmaktadır.

Kesin olarak hiç bir yerden ve kimseden okuma yazma ve ilim tahsili yapmamış bulunan ümmi bir resule indirilen bir kitapda böy­le tarihi bilgilerin olduğu gibi bildirmesi onun Allah nezdinden nazil olmasının delilidir.

d- Kur’anda tebeddül, tebdil ve reform kesinlikle olmayacaktır. Çünkü Kur’an yer ve zamanın değişmesiyle değişmez ve onda ilavede olmaz.

e- Kur’an da pozitif ilim konularınada işaret edilmektedir. Kur’an-ı Kerim pozitif bilimlerin keşfetmeye çalıştığı çeşitli konuları 15 asır önce insanlığın idrakine sunmuştur.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Biz her diri şeyi sudan yarattık. [167]

Kur’an 15 asır önce açıkladığı ilmi gerçek şudur:

1- Bütün canlı şey su ile meydana gelmiştir. Çünkü her canlı şeyin temeli, kökü sudur. Susuz kesinlikle bir hayat meydana gel­mez. Gezegende hayat vardır yoktur diye sorulurken bunun cevabı şöyle oluyor: gezegende suyun yokluğu varlığı mecbur olarak aklımı­za gelmektedir. Zira bugün her canlı hücrenin ilk temel taşını su.oluştur maktadır. Bu Allah’ın adeti ve kanunudur. Adetullahtan kesin olarak şekkimiz ve şüphemiz yoktur.

2- Cenab-ı Hak her şeyi çift yaratmıştır. Bu adetullah insan, hayvan ve bazı bitkiler için biliniyordu şimdiki fen bilimi ise bazı bitkilerden değil bütün bitkilerin erkekli dişili olduğunu yani erkek ve dişi hücrelerden meydana geldiğini ortaya çıkarmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle Duyuruluyor:

Arzı enine boyuna uzatıp döşeyen, onda yerli yerinde dağ­lar ve nehirler yaratıp meyvelerin hepsinden o arzda ikişer iki­şer (erkekli, dişili) yapan O’dur. Geceyi gündüze O buruyor. Mu­hakkak ki bunda düşünecek bir topluluk için (Allah’ın kudret ve vahdaniyetini ısbat eden) pek çok deliller vardır. [168]

Başka bir ayette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Her şeyden çift çift yarattık ki iyice düşünesiniz.

Arzın bitirdiklerinden ve daha bilmeyecekleri şeylerden, bütün (erkek ve dişi türlerden ibaret) çiftleri yaratan Allah çok yü­cedir. [169]

Bu ayet-i kerime umumidir. Yani her şeye şamildir. Yaratılma­nın cansız varlıklarada şamildir. Hatta ve hatta atomun yapısında birisi artı diğeri eksi iki gücün bulunması, mıknatısda artı ve eksi kutuplar olması bu çift anlamına dahildir. Yine yaratılmanın başka bir anlamıda şöyledir; Bazı rüzgarlarda aşılayıcı rüzgarlardır. Bunu Kur’an 15 asır önce haber vermiştir.

Biz (bitki ve bulutlar) için aşılayıcı rüzgarlar gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla sulardık. O suyu hazinelerde tutan da siz değilsiniz. [170]

3- Bütün Dünyanın ve gezegenlerin güneşten ayrılmasını Kur’-an-ı Kerim 15 asır önce insanlara ve bilim adamlarına şöyle haber veriyor.

Göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. [171]

Başka bir ayette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Güneşte (bir alamettir): Kendi mihveri etrafında muayyen bir vakit için hareket ediyor, bu aziz (her şeye galib olan) âlim (herşeyi bilen) Allah’ın takdiridir. [172]

f- Kur’an-da insanların ihtiyaçları yani; ibadetler, ameller, ha­yatın bütün yönleriyle ilgili hukuk, ahlak, fazilet, iktisat, kadın -aile, idare ile ilgili kanunlar kısaca fert ve toplumun muhtaç olduğu bü­tün prensipler mevcuttur. Resuli Ekrem’in hadisi bunları açık olarak belirtmektedir.

PEYGAMBERLERE İMAN

Peygamberliğin mahiyeti:

İnsan, akıl ve idraki ile sınırlı isteme kuvvetine sahip bir varlık­tır. Yalnız varlıkların içinde en şerefli bir makama sahiptir. Bütün insanlar Rablerine kulluk etmek ve imtihan devresi geçirmek üzere geldikleri için başı boş değildirler.Belki yüce Allah’a bağlıdırlar. Yüce Allah emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için bazı aracılar gö­revlendirmiştir. Zira her insana bunları vasıtasız olarak veya melek vasıtasıyla almak kabiliyetinde değildir. Şu halde insanlardan biri­nin Allah’u Teala ile insanlar arasında aracı olmasına ihtiyaç vardır. İşte bu elçi ve aracılara peygamber denir. Allah’u Teala (cc) bu dün­yaya pek çok peygamber göndermiştir.

Bu konuda Kur’an’da şöyle buyuruluyor:

(Celalim için) biz her ümmete Allah’a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının diye bir peygamber gönderdik. Sonra içlerin­den bir kısmına Allah hidayet etti, bir kısmına da üzerine sapık­lık vacip oldu.Şimdi yeryüzünde bir dolaşıp bakın ki peygamber­leri tekzip edenlerin sonu ne olmuştur. [173]

Gönderdiğimiz öyle peygamberler vardır ki onları bundan (bu sureden) önce sana beyan ettik. Öyle peygamberlerde vardır ki sana onların kıssalarını bildirmedik. Allah (cc) Musa’ya vasıta­sız olarak hitap etti. [174]

Herhangi bir peygambere Cenab-ı Hak tarafından yeni bir ki­tap ve şeriat gelmiş ise ona hem “resul” hem de “nebi” denir. Kendi­sine Allah tarafından yeni bir kitap verilmemiş ise daha önceki pey­gamberlerin Şeriatını devam ettiren ve bu şeriata görede amel eden peygamberlerede yalnız “nebi” denir. Şu halde resul ve nebi arasın­daki fark hususiyet ve umumiyettir. Yani resul özeldir nebi ise ge­neldir. Velhasıl her resul nebidir fakat her nebi resul değildir. Hz Muhammed (sav), Hz Musa, Hz Davud, Hz İsa hem resul hem de ne­bi dir. Resulün çoğulu “rusul”, nebinin çoğulu ise “enbiya” dır. Bu vazifenin ismi ise “nübüvvet” veya “peygamberlik” dir.

Peygamberlerin sayısı: Hz Adem’le başlayıp Hz Muhammed’e kadar devam etmiştir. Arada çok peygamberler gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim’ de şöyle buyuruluyor:

Her ümmet için bir peygamber vardır.[175]

Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor:

Bir de biz peygamber göndermedikçe azap etmeyiz. [176]

Şu ayetlere göre Cenab-ı Hak hiçbir topluma bir elçi gönderme­dikçe kesinlikle azap, ikap vermez. Zira insanların sorumlu olabil­mesi için ancak ve ancak peygamberden ve onun getirdiği hüküm ve yasaklardan haberleri olamsı gerekir. Peygamberlerin sayısını Al-lah’dan başka kimse bilemez. Kur’an-ı Kerim’de yalnız 25 peygambe­rin isimleri geçer. “Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, İsmail, Ishak, Yakup, Yusuf, Eyyüb, Şuayb, Musa, Harun, Da-vud, Süley­man, İlyas, Eîyes’a, Zülkifl, Yunus Zekeriyya, Yahya, İsa ve Muhammed (sav).

Birde Kur’anda Lokman, Üzeyr ve Zülkarneynln isimleri geçer ki bunlarda ihtilaf vardır. Bazıları bunlara velidir demişler bazılarıda peygamberdir demişlerdir. Bir hadislerinde Resulullah 124. 000 pey­gamber geldiğini haber vermiştir bunların 313’ünün resul olduğu belirtilmektedir. Ancak bu sayı net olarak bir rakam değildir. Belki Çokluk için söylenmiştir.

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

Allah’ın peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırt etme­yiz. [177]

Başka bir ayette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

O kimseler ki Allah’ı ve peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve Peygamberlerin bir kısmına inanırız bir kısmını inkar ederiz derler. Ve böylece iman ile küfür arasında orta bir yol tut­mak isterler. [178]

“İşte bunlar, gerçekten kafirlerdir. Bizde kafirler için rus-vay edici bir azap hazırlamışızdır. [179]

Peygamberlerin Sıfatları

Bütün peygamberler insandır. Bazı sıfatlarla insanlardan ay­rılmışlardır.Bu sıfatlar onlar rehber, elçi ve önder olarak bütün in­sanlardan üstün kılmıştır. Peygamberlerin sıfatlan Sıdk, fetanet, emanet, ismet ve tebliğ olmak üzere beşe ayrılır.

a- Sıdk:

Dürüst ve doğru demektir.Peygamberler kesinlikle doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmamışlardır. “Sıdk”ın zıddı “Kizb”dir. (yalan söylemek) Peygamberler hakkında tefekkür bile olmaz. Yani onların kalbine kesinlikle giremez. Zira peygamber Allah’ın elçisidir. Elbette elçiliğin hıyanet ve yalan ile sonuçsuz kalmasına Allah’u tela (cc) müsaade etmez.

b- Fetanet:

Akıllı hikmet ve zeki demektir. Zaten bütün peygamberler bu sıfatlara haizdir. Fetanetin zıddı akılsızlık, aptal, gaflet ve geri zekalı-lıkdır. Bu fetanetin zıddını kesinlikle peygamberler için düşünme­mek lazım ve elzemdir.Peygamberler bütün ayıplardan beridirler. Zi­ra onlar kör, topal, sağır ve kel değildiler.

c-Emanet:

Güvenmek demektir. Peygamber insanların en sadıkı, en dü­rüstü, en emini olanlarıdır. Peygamber kat’iyyen ve asla emanet edi­len şeylere hile, mekr ve hıyanet etmezler. Cenab-ı Hak’kın kanunla­rına uyar ve Allah’ın kanununa aykırı olan şeyleri kat’iyyen işlemez­ler. Peygamberlik Hz Muhammed’e gelmezden önce Mekke müşrikle­ri Muhammed’ül emin” lakabını vermeleri tarihen sabit bir olaydır.

d- İsmet:

Günahsız demektir. Cenab-ı Hak bütün peygamberleri küçük ve büyük günahlardan muhafaza etmiş, koruma altına almıştır. Kur’an-ı Kerim’de Hz Adem’in, Hz Musa’nın diğer bazı peygamberle­rin hata ve “zelle” işlediklerinden ve Allah’u Teala söz eder. Hatta İs­lam peygamberinin de bazı mebhaslarda vahiy yoluyla doğru yöne götürmesi belirtilir.

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

(Adem ve Havva) -Ey Rabbimiz kendimize zulm ettik eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkakki ziyan edenlerden oluruz. [180]

Musa yaptığına pişman olarak af diledi ve şöyle dedi; Ey Rabbim doğrusu ben nefsime (onu öldürmekle) yazık ettim. Bunun üzerine Allah da onu bağışladı. O gafurdur rahimdir. [181]

Şimdi (Ey Resulüm) şunu bilki Allah’dan başka hiçbir ilah yoktur. Bir de kendi günahına mü’min erkeklerle mü’min kadın-Utra mağfiret dile. Allah (dünyada) dolaştığınız yeri de bilir (ahi-rette) duracağınız yeri de. [182]

Ey yüce peygamber; Allah senden hüznü gidersin şu doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye ka­dar neden beklemeyip onlara izin verdin, (bekleyipte özründe sa­dık olanlarla yalancı bulunanları bileydin).[183]

Hz Muhammed (sav) Kureyş büyüklerine dinin vecibelerini ifa ederken bir kör olan Abdullah İbni Ümmi Mektum (ra) onun irşa­dından haberi olmadan içeri girmiş ve sesini yükselterek şöyle de­miş; Cenab-ı Hak’kın sana vermiş olduğu ilimden banada öğret diye seslenmiş ve bu cümleyi bir kaç defa tekrar etmiştir. Bu durum Hz Muhammed (sav) taciz etmiş ve Bu nedenle yüzünü ekşitip başka tarafa bakmıştır. Bu olayın üzerine Abese suresi inmiştir. Bu sure Hz Muhammed’in bu küçücük “zelle” denilen ayak sürçmeleri pey­gamberlik makamına layık ve uygun olmadığını bildirmiştir.

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: (Peygamber) hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi. Kendisine o amâ geldi diye. [184]

Peygamberlerin Cenab-ı Hak’kın koruması altında oldukları bil­dirilmiştir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

İşte onlar kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik ver­diğimiz kimselerdir. Şimdi şu (Kureyş kavmi) buna nankörlük ediyorsa (kafir oluyorsa) biz onların yerine peygamberleri ve kitap­ları inkâr etmeyecek bir kavmi hazırlarız. [185]

“Onlar (peygamberler) Allah’ın hidayetine eriştirdiği kimse­lerdir. Sende onların gitiği yoldan yürü (onların tevhid yolunda bulun) de ki; Sizi bu tevhide (Kurana) çağırmama sizden bir üc­ret istemiyorum. [186]

Birde Hz Yusuf un misalini örnek olarak gösterebiliyoruz. Zü-leyha kuvvetini ve kadınlık cilvesini kullanarak Hz Yusuf u etkilemek istemesi üzerine Cenab-ı Hak’kın muhafazası seksiz olarak görülür. Kur’an-ı Kerim’ de şöyle buyuruluyor:

“Andolsun ki (kadın)ona niyetini kurmuştu. Eğer o da Rab-binin delilini görmemiş olsaydı, ona niyetini kurmuş olursu. Böy­le (yaptık ki) kötülüğü ve fuhuşu ondan uzaklaştıralım çünkü o, bizim ihlash kullarımızdandır. [187]

Allah (cc) bir veli kulunu sevdiği zaman bütün kötülükleri onun kalbinden atar. Hatta ve hatta iki zulmet damarını söküp atar. Bu damarların bir kısmından kibir, bir kısmından yalan meydana geliyor. Bütün günahlar 72 zulmet damarlarından meydana geliyor. Bunlara kardeşim iyi dikkat et. Allah’ın veli kulları hakkında durum böyle iken peygamberilgili elbette daha büyük koruma vardır. Zira peygamber ismet sıfatıyla yaratılan ve muhafaza altında bulunan kimselerdir. Şu halde nasıl olması gerektiğini düşün. Bütün pey­gamberler küçük büyük bütün günahlardan uzak ve münezzehdir.

e- Tebliğ:

Allah’tan aldığı vahyi aynen bildirmesidir. Peygamber Allah’tan vahyi aldığı sekide ne bir eksiltme ve ne de bir fazlalık yapmadan in­sanlara ulaştırırlar. Peygamberler vahiyden kesin olarak hiçbir şey saklamamış 1 ardır.

Tebliğ sıfatının zıddı olan gizleme peygamberler için kesinlikle düşünülemez.

Mucize

Güçsüz, aciz ve hayret içinde bırakmak demektir. Yüce Allah peygamberlerini iddialarında yardım için ve sözlerini tasdik etmek i-çin onların ellerinde meydana getirdiği her vakit olandan daha baş­ka (yani olağanüstü hallere) mucize denir. Peygamber bu mucizeyi münkirlere karşı kullan an ırlar. Ancak bu mucizeyi yaratan Cenab-ı Hak dır.

Peygamberler en büyük mucizelerini yaşadıkları çağda insanla­rın en çok meyledip meşgul oldukları alanlarda göstermişlerdir. Hz Davud zamanında musiki çok ve bu musiki ile birbirine övünüyor­lardı. Hz Musa zamanında sihr ile birbiriyle yarış halinde Hatta bu­nunla övünüyorlardı. Hz Musa’nın en büyük mucizesi onun asa-sıdır. Yani bastonuydu. Aynı zamanda bastonu yılan şeklini alırdı. Sihibazların yılan şeklinde yaptıkları bütün direkleri, ipleri yutarak hiçbir şey bırakmazdı. Bundan sonra Musa’nın elinde âsâ suretine dönünce bütün sihirbazlar bu kesinlikle bir sihir değildir aynı za­manda mucizedir dediler. Hemen orada secdeye kapandılar ve müs-lüman oldular ve Firavun’un tehditlerinden korkmadılar.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Biz alemlerin Rabbine, Musa ve Harunun Rabbine iman et­tik dediler. [188]

Başka bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: (Firavun) Musa’ya şöyle dedi; Eğer sen bir mucize getirdiy-sen ve sadık kimselerden isen onu (getir) göster. [189]

Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar. [190] Hz İsa devrinde tıp ilmi meşhurdu veçok ileri gitmişti. Cenab-ı Hak Hz İsa’ya ölüleri diriltmek ve körleri iyi etmek için mucizeler vermişti. O zamandaki olan bütün doktorlar bunu mucize olarak kabul etmişlerdir. Allah’u Teala Hz İsa’ya verilen mucizeleri bir ayet­te şöyle bildiriyor:

Onu israiloğullarına peygamber olarak gönderecek ve on­lara şöyle diyecektir: Cidden ben Rabbinizden bir mucize ile gel­dim. Ben size çamurdan kuş biçiminde bir taslak yapar ona üfürürüm. Allah’ın

İzniyle hemen bir kuş oluverir. Yine Allah’ın izniyle anadan doğma körü ve ebraşıda iyi ederim. Ölüleri diriltirim, evleriniz­de ne yiyor ve ne biriktiriyorsanız size haber veririm. Elbette bu mucizelerde size (peygamberliğimi isbat eden) deliller ve alamet­ler vardır. Eğer doğrulardan iseniz.”

Hz Muhammed devrinde belagat ve fesahat hadsiz olarak ileri gitmişti. Hatta Araplar şiirleriyle övünür ve birbirlerine karşı şeref ve galibiyet taslarlardı. Dereceye girenlerin şiirleri Kabe duvarına asılır bu şairler ve kabileleri için şeref vesilesi olurdu.

Allah’u Teala Resulullaha Kur’an-ı Kerim’i öyle bir fesahat ve belagat üstünlüğü ile gonderdiki onun karşısında bütün Arap şair ve edipleri aciz kaldılar. Kabe’ye asılan kaside ve şiirleri Kabe duvarın­dan söküp indirdiler. Onların içindeki insaflı olanlar Kur’an-ı Allah kelamı kabul ederek kuşkusuz olarak müslümanlığı yani İslam di­nini kabul ettiler.

Allah (cc) şöyle buyurur:

(Ey resulüm) deki! yemin olsun eğer insanlar ve cinler bu Kuran’ın benzerini getirmek üzere toplansalar birbirlerine yar­dımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler. [191]

Resulullah (sav)’in Kur’an-ı Kerim’den başka pek çok mucize­leri de vardır.

Resulullah (Sav)’İn Diğer Mucizeleri

Mesela kaybolan devenin yerini bildirmesi, eline aldığı taş par­çalarının Allah’ı teşbih etmesi ve bunun duyulması, susuzluk za­manlarında parmaklarının arasından su fışkırması gibi ashabı kiram tarafından nakledilen pek çok sahih rivayet vardır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan bazı mucizeler şunlardır:

a-Miraç:

Yemin olsun ki o (Cebrail! hakiki suretinde) bir kez daha (miraçtan) inerken gördü. [192]

Sidretül münteha’nın (yedinci göğün) yanında. [193]

Her türlü noksanlıktan münezzeholan Allah’dır ki kulunu (Hz Muhammed sav) gece Mescidi Haram’dan (Mekke’den alıp) o et­rafını mübarek kıldığımız Mescidi Aksa1 ya kadar götürdü.

b-Şakkul Kamer (Ayın yarılması):

Kıyamet yaklaştı, kamer (ay ikiye) bölündü. [194]

Kafirlerin Hz Peygamber’den bir mucize istemeleri üzerine ayın ikiye bölünme hadisesi olmuştur.

c-Sidretül Münteha:

“Sonra yaklaştıda (böylece peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar yahut daha az oldu. Yemin olsun ki o (Cebrail) haki­ki suretinde bir daha da miraçtan inerken gördü. [195]

Sidretül münteha’nın (yedinci göğün) yanında velayet ve kera­met ne demektir? Allah’u teala şöyle buyuruyor:

Haberiniz olsun ki Allah’ın veli kulları için kesinlikle kor­ku yoktur. Onlar üzüntülü ve kederli olacak değillerdir. Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahirette de onlar için müjdeler ve hayırlı işler vardır. [196] Öyle güzel şeyler en büyük mutluluğun ta kendisidir. Veli söz­lükte; yakın yardımcı, sevgi, arkadaş, tabiî, muti yani itaat eden kimseye denir. Dördüncü babtadır. Mazisi mudasi j, şeklinde ge­lir, şöyle Yelinin aslı ‘dur. Vav, ye ve kesre arasına düştüğü için vavı hazfettik. Kaldı, illetli harf olduğu için kelimeinin sonunda ötreli olarak okumak zor oluyor. Bunun için ötrede atıldı ve Velinin cemi (evliya) gelir. Veli sigası feil veznindendir.

Eğer ismi fail vezninde kullanılırsa anlamı kula izafe olunduğu zaman Allah’a karşı suçu olmayan kişiye denir. Yani Allah’ın itaa-tında ölünceye kadar devam eden muhabbette çok ileri giden ve Hz Muhammed’in (sav)sünnetlerini özenle yerine getiren kimseye denir. Taftazani’ye göre veli: Allah’a karşı bir suç veya günah işlediği za­man bundan pişman olan ve hemen tevbe eden ve günaha düşmek­ten ateşe düşmek gibi korkan kimse demektir.

Eğer veli, ismi meful anlamı olarak kullanılırsa o zaman Al­lah’a izafe edilir. Kulun velisi yani sahibi, koruyucu, dostu, yardım-cısıdır. Şu ayette veli kelimesi Allah’a nisbet edilmektedir.

Allah iman edenlerin yardımcısıdır.Onları küfür karanlık larından kurtarıp hidayet nuruna çıkarır. [197]

Muhakkak benim yardımcım Kitabı indiren Allah’tır ve bü­tün salihlerin dostudur. [198]

Kur’an-ı Kerim’de velinin iki özelliğinden bahsedilir. İman ve takva sahibi olması. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Onlar ki ki Allah’a iman edip emirlerine aykırı hareket et­mekten sakınırlar. [199]

Takva sahiplerinin özellikleri şu ayet-i kerimede açıklanır:

(Namazda) Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr (taat) değildir. Fakat bir Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman eden; malını Allah sevgisi ile (veya mala olan sevgisine rağmen) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda ka­lanlara, dilenenlere, köle ve esiri kurtarmaya ve ren; namazını dosdoğru kılan, zekatını veren kimselerin; sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabır ve metanet gösterenlerin bir (taat) halidir. İşte onlar sadık olanların ve takvaya erenlerin ta kendileridir. [200]

Bir hadisi şerifte Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kullarından bir takım insanlar vardır ki, onlar ne şehit ne de peygamberdirler. Fakat kıyamet gününde Allah indindeki ma­kamlarına peygamberler ve şehitler gıpta edeceklerdir. Ashab-ı kiram; Ey Allah’ın Resulü bunlar kimlerdir ve amelleri nelerdir? Bize haber ver de onlan biz de sevelim ve sayalım dediklerinde Hz peygamber şöyle buyurdu; -Bunlar bir zümre-dir ki aralarında ne hısımlık ne de birbirlerine verecekleri mal ve dünyalık menfaatleri olmaksızın sırf Al­lah nzası için ve Allah yolunda birbirlerini severler. Allah’a yemin ede­rim ki onların yüzleri bir nur gibidir. Ve onlar nurdan bir minber üze-rindedirler. İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar. [201]

Herhangi bir kişi Allah’ın kanununa göre iyi ameller yapsa o kişinin elinde meydana gelen olağanüstü hale keramet dememiz çok doğrudur. Zira bu hali gösterenin akidesi islam akidesi gibidir. Bu harikulade, olağanüstü gösterenin akidesi îslam akidesi gibi değilse işleri Allah’ın kanunlarına göre uygun olmazsa haramdan kaçınmı­yorsa o harikulade, olağanüstü hali kesinlikle keramet değildir. Bel­ki istidractır. Öyle işler sahibinin küfrünü ziyade etmekten ve baş­kalarını yanıltmaktan başka bir fayda ssğlamaz.

Onun için bütün ehli sünnete göre şeriat üzere hareket etme­yen kimseyi denizin üzerinde yürürken görsen veya uçarken görsen kesinlikle onun arkasından gitmeyecek ve tâbi olmayacaksın. Velile­rin kerametleri kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Keramet lugatta: kadr, kıymet, şeref ve güzellik anlamına gelir. Hz Süleyman Ye-men’den Belkıs’ın tahtını getirmek İsteyince ismi ifrit olan cin -Ya Süleyman; sen yerinden kalkıncaya kadar ben getirebilirim demiş- . İnsanlardan biride tahtı göz açıp kapayıncaya kadar getirebileceğini söylemiş. Süleyman Belkıs’ın tahtını yanında hazır görmüştür. Bu zat Süleyman (as)’in kâtibi ve veziriydi, tsmide Asaftır. Asaf: Takva sahibi salih bir insandı. Onun için Belkıs’ın tahtını binlerce kilomet­re uzaktan bir lahzada getirmesi onun şerefi iyiliği ve kerametidir.

Hz Ömer’in hilafeti sırasın da bir cuma hutbesinde nihavent de savaş halindeki Hz Sariye’ye “Ya Sari’ye dağa çık dağa” diye bağırmış Medine’de cuma namazında olan müslümanlar ve yüzlerce kilometre uzaktaki komutanı Sariye işitmiş ve bu uyarı Hz Sariye’nin savaşı kazanmasına sebep olmuştur. Bu harikulade olay her ikisi içinde birer keramettir.

Peygamber mucizesi ve velinin kerameti dışında bazı olağanüs­tü haller de vardır. Bunlar dörde ayrılır:

a- İrhas:

Peygamberlik gelmeden önce peygamberlerde meydana gelen olağanüstü hallere “irhas” denir. Çoğulu ise “irhasaf’tır. “İrhas” sahi­bine bundan sonra peygamber olacağına delil sayılır. Hz Muhammed (sav)’in üzerinde daimel evkat (her zaman} bir bulut durması, bazı taşlar ve ağaçların kendisine selam vermesi, böyle harikulade şey-leride herkesin görmesi gibi. Hz İsa’nın beşikteyken konuşması da irhasat kabilindendir.

b- Meunet:

Sözlükte kolay, sehl, yardım manalarına gelir. Bazı mü’minle-rin büyük sıkıntı ve belalardan kısa bir zamanda kurtulmaları, ge­çimlerini kolay bir tarzda sağlamaları, Cenab-ı Allah-‘ın bu zevatlara verdiği bir yardımdır.

c- İstidrac:

Mühlet vermek ve süre tanımak demektir. Bu olağanüstü hal­ler kafirlerde, zalimlerde, fasıklarda meydana gelebilir. Cenab-ı Allah (cc) bu yeteneği onlara vermesinin hikmeti daha fazla küfür ve suç­lara batmaları içindir. Mesela; Allah (cc) şeytanın dusını kabul ede­rek, kıyamete kadar yeryüzünde kötülük yapmasına mühlet veril­mesi, Nemrut, Firavun ve bunlar gibi diğer hükümdarların bir za­man kendi istedikleri tarzda yürümesi istidrac kabilindendir. Allah’u Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

Ayetlerimizi yalan sayanları biz bilmeyecekleri noktalar­dan derece derece (istidracile) helak’e yaklaştırırız. [202]

Ben onlara mühlet veririm (onların iplerini uzatıveririm) Şüp­hesiz benim tuzağım sağlamdır. [203]

O halde (Ey Resulüm) bu Kur’an-ı yalan sayanları bana bı­rak biz onları bilemeyecekleri yönden derece derece azaba yak­laştırırız; (onlara sıhhat ve bol ninet veririz de onu haklarında iyi zannederler. Halbuki kafirlere verdiğimiz bu mühletin sonu fecidir.)”[204]

Bu ayetlerdeki olan istidrac kelimesi bir kul Allah’a karşı kendi suçuna, günahına ısrarlı olarak devam ederse Cenab-ı Allah’ın onun sağlığını, ikbalini, devlet ve servetini arttırması onun, istiğfarını, tevbesini, şükrünü unutturması, onu kendi azabına, gazabına dere­ce derece yaklaştırması ve sonunda onu ansızın yakalayıvermesi manasına gelir. Hz Ömer (ra) îran fethedildikten sonra İran’ın serve­tinin ganimet olarak Medine’ye getirilişini görünce şöyle dua etti: “Ya Rabbi bu hazinelerin istidrac olmasından sana sığınırım.”

d- İhanet:

Kimsenin arzusunun aksine meydana gelmesidir. Bu da küfrü ve şeriata muhalefeti açık olan kimselerin elinde meydana gelir. Me­sela; peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme, bir gözü kör olan çocuğun gözünün açılması için tükürüğünü sürmüş ancak bunun aksi meydana gelmiştir. Yani sağlam olan gözü de kör olmuştur. Ke­za bir kuyunun suyunu arttırmak için kuyuya tükürmüş anında o kuyunun suyu tamamen kurumuştur. İhanetin bir daha ismi hiz-landa denir.

Sihir ve büyü gibi şeyler olağanüstü olaylar değildir. Bunlar garip olaylar kısmındadır. Bunlar sebep, alet ve tertiplere bağlı ola­rak meydana gelir. Bunlara olağanüstü veya harikulade denilmez. Şart ve sebepleri bilen kim olursa olsun kesinlikle her zaman bu ga­rip hünerleri ve sanatları meydana getirebilir. Zira fizik ilmini bilen kimse daimel evkat bu işi yapabilir.

Ahiret Gününe İman

1-Ahirete İman:

Ahiret sözlükte son ve sonra olan anlamına gelen arapça bir kelimedir. Evvelin karşılığı yani zıddı olarak kullanılır. Öbür dünya, öbür alem manalarını ifade eder. Buna göre dünya, zîruhlarm yani canlıların yaşadığı, evvelki alem ahiret ise sonraki alemdir. Allah’u Teala bütün canlıları bu dünyada geçici ve muvakkat bir zaman için yaratmıştır. Bir gün dünya ve ondaki bütün varlıklar yok olacaktır.

Yani zîruhlar, ölecekler bir daha hayata gelecekler diğer varlık­larda parçalanacak ve yok olacaktır. Yalnız Allah (cc) kalacaktır. İşte bu olayların meydana geleceği güne Kur’an-ı Kerim’de “kıyamet gü­nü ve zelzele saati” denilmiştir.

Kasem Ederim Kıyamet Gününe [205]

Ey insanlar! Rabbinizden korkun gazabından sakınınız da ona ibadet edin. Şüphe yok ki o kıyamet sarsıntısı çok büyük bir şeydir, korkunçtur. [206]

Kıyametten sonra insanlar, bir daha yeniden hayat bularak ka­birlerinden kaldırılacak mahşer -yerine Allah’ın huzurunda bu dün­yada yaptıkları kötü ve iyi şeylerin karşılığını görecekler. [207] Hesapların görülmesinden sonra bir sınıf insanlar gü­zel amelleri ve Allah’ın şefkati ve merhameti ile cennete gidecekler diğer bir grup ise kötü amelleri ile cehenneme gideceklerdir. İşte bu hayat bitmez tükenmez ve ebedi olarak devam edecek sonu da gel­meyecektir. Bu aleme “ahiret alemi ” denir. Ahiret aleminin üç tane ismi vardır: Gayb alemi [208] din günü (fatiha ), ahiret günü.

Ahirete iman bütün İnsanlar için farzı ayndır. Bahusus amelle­rin kabul olması için farziyyeti lazım ve elzemdir. Zira Kur’an-ı Ke-rim’in bir çok ayetin de imandan sonra ahirete İman yer almıştır. Öyle üsluplar Yüce Allah (cc) ahireti tasdikin yani imanın önemini belirtir.

Kıyamet:

İsrafil(as)ın üflemesiyle kopacaktır. Surun ne şekil bir şey ol­duğunu ise Allah’tan başka kimseye bildirmemiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Sura üflenince Allah’ın diledikleri dışında göklerde olanlar ve yerde bulunanlar baygın düşer. Sonra sura bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar. [209]

Kur’an-ı Kerim’de İnsanların tekrar dirilmesine dair pek çok a-yet vardır.

Mahlukatı ilkin yaratıp sonra kıyamette onu diriltecek olan O’ dur ki (bu öldükten sonra dirilme ilk yaratılıştan} O’na daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfat O’nundur ve O azizdir, her şeye galiptir. Hakimdir, hükmünde hikmet sahibidir. [210]

Yüce Allah bir başka ayettede şöyle buyuruyor:

Ey Resulüm de ki: Onları, ilk defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı hakkıyla bilir. [211]

Gökleri ve yeri yaratan (Allah), onlar gibisini yaratmaya gücü yetmez mi? Elbette buna gücü yeter. O her şeyi yaratan­dır, her şeyi bilendir.” [212]

Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları (öldükten sonra) yaratmaktan daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler. [213]

Dünya hayatında insanlar farklıdır. Zira bazıları zalim, bazıları cahil, bazıları adil, bazıları zengin, bazıları fakir, bunlardan bazıları iyilik, bazıları kötülük yaparlar. Eğer öldükten sonra bir daha hayat olmasaydı ameli salih işleyenler bunun mükafatını, kötü ameller ya­panlar da bunun cezasını görmemiş olurlardı. Bu ise Yüce Allah’ın eşitliğine kesinlikle aykırı ve zıttır. Bunun için Yüce Allah yeniden dirilmeyi ve dünyada yapmış olan amellerin karşılığını vermeyi tak­dir etmiştir.

Yukarıdaki ayetlerde, inancı olan ve olmayan herkesin durumu kısa bir şekilde ortaya konulmaktadır. Mü’min için müjde, münkir için korku vardır. Ahiret hayatına inanmak yani kabir hayatı, sırat, haşr, neşr, kevser havzı, şefaat, mizan, cennetcehennem ve A’raf ve Allah (cc) ‘nu görmesye inanmak, insanın dünya hayatını sokan en büyük bir iz ve etkendir. Bu tasdik ve inanç onun kötülükleri işle­mesine mani ve engel olur. Şu halde bir insan kelimeyi tevhidden sonra iyi ve güzel şeyler yaparsa ondan sonra inancı bu şekilde olur­sa kesinlikle Allah’ın izniyle afv olur.

2- Kabir Hayatı:

Her insanın hayatı dört devreye ayrılır:

a- Cesedlerden önce olan ruhlar;

Ben sizin Rabbiniz değilmiyim? (Ruhlar) dedilerki evet. [214]

Buna ruh devresi veya dünya öncesi diyebiliriz. Anne karnın­daki cenine yaklaşık dört ay on gün sonra ruh üfleninceye kadar o-lan devre buna dünya öncesi ruh devresi diyebiliriz. Ruhlar alemini Allah’ın dışında hiçbir kimse bilemez. Kur’an ayetleri incelenecek olursa ruh kelimesinin Kur’an’da üç manada kullanıldığı görülür.

Cebrail (as)’m adı olarak geçmektedir. [215]

Vahiy manasında kullanılmıştır. [216]

Canlılarda hayat kaynağı olan kuvvet manasında kullanıl­mıştır, [217] Bizim mevzumuz olan yani manahnu fihimiz olan ruh bu ruhtur.

Kur’an ayetlerinin yanında ruhun varlığını gösteren diğer delil­ler.

1- însan yalnız maddi bedenden ve şu gördüğümüz organlar­dan ibaret değildir. Zira bunlar daima zayıftır. Kuvvetlenir, başkalaş­maya uğrar, değişir. Halbuki insan şahsiyeti bu tip arızalardan ko­runmuştur. Bugün gördüğümüz bir şahsın hakikati ne ise bundan otuz kırk sene sonrada odur. Hatta bedeninden bazı parçaları kaybetse bile durum değişmez. Bu durumda maddi bedenden başka bir şeyin varlığını ortaya çıkarıyor ki o da ruhtur.

2- Ruhun varlığına ahlaki sorumluluğumuzda delildir. Eğer ruh mevcut olmasaydı ahlaki sorumluluk düşünülemezdi.

3- İnsanda ki irade, seçim özgürlüğü ve şuur, kendisinin bir maddi bedenden ibaret olmadığına işarettir. Zira beden bizatihi ha­rekete müsaid değildir. Şuurdan ve bilmekten biçare ve mahrumdur. Halbuki insan bir hareket ve ihtiyara sahiptir. Kendi zatına ve diğer şeylere dair şuuru vardır. Şüphe yok ki bütün bu haller bedenden ayrı olan ruhun eserleridir.

4- Sıhhatli bir insan farz edelim, bir dakika önce hayatta iken bir dakika sonra ölüyor. Bir dakika sonra ölen insanla, bir dakika Önce hayatta olan insan arasında organlar ve beden yapısı bakımın­dan ne fark vardır. Halbuki insan az önce sağ iken bir dakika sonra ölmüştür. Demek ki insanda hayat kaynağı olan ruh denilen bir kuvvet bir cevher vardırki, onun bedenden ayrılmasıyla ölüm mey­dana gelmektedir. Ruhun mahiyeti ve bunun insan aklınca kavranıp kavranmasının mümkün olup olmaması ihtilaflıdır. Selef yani önceki alimler, ruhun ilahi bir sır olduğnu ve mahiyetinin insanlıkça kavranamayacağı kanaatindedir.

Zira Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor; (Ey Muhammedi) Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar deki: “Ruh Rabbinin emrindedir. Bu hususta size az bilgi verilmiştir. [218]

Son devir ulemasına göre, anılan ayet ruhun tamamen idrak o-kınamayacağına delalet etmez. Belki ruhun mahiyetinin bir dereceye kadar ve kısmen insanlar tarafından anlaşılabileceğini gösterir. “Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir. ” ifadesi de buna işaret eder di­yorlar. Bu konuda ne kadar anlayabiliyorsak, o kadar anlamışız demektir. Hakikati, gerçeği Allah’tan başka kimse bilemez.

Kabir (Berzah) Hayatı:

Şu halde iki türlü kıyamet vardır. Birincisi büyük kıyamettir ki Israfılin Sur’a üfürmesi ile kopacak olan kıyamettir. İkincisi de insa­nın kendi ölümüdür ki bunada kıyameti suğra (küçük kıyamet) de­nir. Ölümle başlayıp tekrar diriltilme anma kadar devam eden dev­reye kabir hayatı denir. İnsan nasıl ve nerede ölmüş olursa olsun; ister yanarak, ister boğularak, isterse yırtıcı bir hayvan parçalayarak ölsün mutlaka bu devreyi geçirecektir. Kabirde münker ve nekir i-simli iki melek gelerek ölüye “Rabbin kimdir?, peygamberin kim-dir?”diye sorular sorarlar. Kişi ölüm halindeki durumuna göre bu soruları cevaplar veya cevaplayamaz. Münker ve Nekir de senin böy­le diyeceğini biliyorduk diyerek cennetlikse cennetten bir bahçeye cehennernlikse cehennemden bir çukura koyarlar.

Kabirdeki nimete, rahata ve azaba delalet eden ayetler ve ha­disler çoktur,

“Firavun ve adamları sabahakşam ateşe atılırlar. Kıyametin kopacağı günde denir ki Firavun hanedanını ateşin en şiddetli­sine sokun. [219]

O halde kabirlerde nimet veya azap mevcuttur. Bunu inkar e-den kesinlikle kafirdir. Zira kabirdeki nimet ve azaba delalet eden ayet ve hadisler çok açıktır.

Dünya Hayatı:

Beden dünyanın fizik, şart ve özelliklerine sahip olan ve dün­yada imtahan süresince ruha bir kalıp, kılıf, ortam vazifesi gören bir araçtır.

Ahire T Hayatı:

Ölümden sonra yeniden dirilme ile başlayıp sonsuza kadar de­vam edecek olan ahiret hayatı. Şu halde kabir hayatı; dünya ve ahiret arasındaki olan hayata denir.

Haşr:

Büyük toplanmaya denir. Yani kıyamet ve dirilişten sonra top­lanma meydana gelecektir. Mahşer ise ismi zaman veya ismi me­kandır. İn sanlar, melekler, cinler dirildikten sonra insanların büyüğü küçüğü, akıllısı delisi hepsi bir yerde toplanacaktır.Hayvanlar aynı zamanda insanlar gibi toplanma meydana haşrolunacaktır.

O gün Cebrail ve melekler saf halinde duracaklar, Rah-man’ın kendisine izin veripte doğruyu söyleyenlerden başkaları konuşamazlar. [220]

Bütün hayvanlar (kısas için) toplandığı zaman. [221]

Yerde yürüyen hayvan ve iki kanadı ile uçan kuşlardan hepsi (yemek-içmek, zikretmek hususunda) ancak sizin gibi üm­metlerdir. Biz o kitapta (Kur’an veya levhi mahfuz da) hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra ancak Rablerine toplanıp getirilirler. [222]

İşte insanlar, cinler, melekler ve tüm zîruhlar toplanıp haşr ye­rine getirilirler. Ancak hayvanlar kendilerini ilgilendiren haklarını birbirinden aldıktan sonra toprak olurlar. Hayvanların bu durumu­nu gören kafirler şöyle derler:

Kafir; “keşke toprak olsaydım” der. [223]

Hasırda herkes dostu/arkadaşı ile beraber yani hayatında ki­me güvenmiş ve kimin izini seçmiş ve inanmış ise onunla birlikte ve onun arkasından yürür. Mü’min, münafık, fasık, deyyus ve kafir jnatbuiyle yani önderleri ile bir arada bulunur. Kur’an-ı Kerim’de on­lar hakkında şöyle buyurulur:

O gün bütün İnsanları önderleri ile beraber çağırırız.

Firavun kıyamet gününde kavminin önüne geçecek ve on­ları ateşe götürecektir. Gittikleri yer ne kötü bir yerdir. Mahşer günü çok kederli, korkulu ve sıkıntılı bir gündür. Herkes kendi derdine düşer. Kimsenin haberi kimseden olmaz. Kişi babasın­dan, annesinden, kardeşinden , karısından kaçar.[224]

O gün kişi annesinden, babasından, kardeşinden, zevce­sinden oğullarından ve arkadaşlarından kaçacak. [225]

O gün zalim (kimseler) ellerini ısırıp şöyle der; keşke pey­gamberle bir yol tutsaydım, eyvah başıma gelene!. Keşke pey­gamberle beraber bir yol tutsaydım, eyvah bana keşke filan ada­mı dost edinmeseydim. “

Andolsunki beni, bana gelen zikirden saptırdı. Şeytan ise insanı yalnız bırakıyor. [226]

4- Şefaat:

Başkasının kederini, sıkıntısını götürmek veya kaldığı makam­dan daha yükseğine çıkması için aracılık yapmak ve tavassutta bu­lunmak işine “şefaat “denir.

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

Allah onların geçmişlerini ve geleceklerini bilir. Onlar Al­lah’ın hoşnud olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler. O’-nun korkusundan titrerler. [227] O gün, Rahman’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoş-nud olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. [228]

Resulullah’m şefaati ümmetinden büyük günah işleyenler için olacaktır. Resuller, nebiler, alimler, veliler, şehitler büyük günah iş­leyenler için şefaat edebilirler. Resulullah (sav) ‘in şefaati umumidir. Yani herkes içindir. Zira zatına verilen hasletlerden biriside “şefaat makamı” dır. Şefaat haktır ve bunu inkar etmeyen kimse için kur­tuluşa vesile olur.

Mizan:

Allah’u Teala’nm bildiği ve takdir ettiği şekilde amellerin tartıl-masıdır. Cenab-ı Hak (cc) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

Kıyamet günü doğru teraziler kurarız. Hiçbir kimse bir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı or­taya koyarız. Hesap gören olarak biz yeteriz. [229]

Ama tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacak­tır. Hesap görenler olarakta (şanı yüce olan) biz kâfiyiz. Kimin de tartıları (iyilikleri) hafif gelmişse artık onun yeri haviyedir. Bildin mi haviye nedir? O kızgın bir ateştir.[230]

Bu ayete göre, insanın bütün amelleri iğneden ipliğe kadar Ce­nab-ı Hak tarafından tartılıp eşit bir şekilde değerlendirilecektir. İşte böylece kişinin ahiret hayatı ve yeri, makamı belli olacaktır.

Kader Değişir Mi?

Cenab-ı Hak buyuruyor:

Allah dilediğini siler, dilediğinide sabit bırakır. Ana kitap onun yanındadır. [231]

Şu halde Cenab-ı Allah (cc) kader programını ayrıntılarıyla be­lirlemiş ve levhi mahfuz’a yazmıştır. Bu levhi mahfuz da değişiklik olursa gene onun elinde ve kudretindedir. Yani onun rızası ile olur. İste Cenab-ı Hak neshetmek isterse yani neshetmek hükmü isterse kesinlikle nesheder. Eğer istemezse neshetmez. Yani o hükmü oldu­ğu yerde devam eder.

Şu halde okumak bir ihtiyaçtır. Zira insanlığa hidayeti ve ger­çek saadeti göstermek üzere indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim’in ilk in­dirilen ayeti Cenab-ı Hak’km sevgili Peygamberine ilk hitabı ‘oku’ emri olmuştur. Okumak insan için ekmek ve su gibi daimi bir ihti­yaçtır. Çünkü öğremenin en önemli yolu okumaktır. Kültürlü bir in­san olabilmenin ilk şartı budur. Dini ve dünyevi bilgi ve görgümüzü okumakla geliştiririz Toplum içinde seçkin bir yere sahip kişiler bu duruma disiplinli bir okuma ve öğrenme aşamalarından sonra gel­mişlerdir.

Gelecekte ilim ve fen alanlarında yeni merhaleler katedebilmek için daha önce yazılanlardan istifade etmek zorunluluğu vardır ki buda araştırmakla gerçekleşir. İnsan ancak mazisini iyi bildiği nisbette yaşadığı zamanı iyi idrak eder. Yaşadığı devri kavrayabildiği o-randada geleceği görüp tedbir alabilir. İnsanlık, ilim ve fende bugün­kü düzeye yükselmesini okuma ve yazmadaki ileriliğine borçludur. Özet olarak okumak ve yazmak kabiliyeti insanoğluna yüce yaratıcı tarafından bahş edilenin .büyük nimetlerden biridir. Şu halde oku­mak insan için bir ihtiyaçtır. Sesli ve görüntülü yayınların yaygınlaş­ması okuma zevkimizi koreltmemelidir.

Zamanımızda her eline kalem alan kendini İslam alimi sanıp din kitabı yazmaya kalkışıyor. İslam bilgilerinden haberi olmadığı i-çin aklına geleni yazıyor. Çenesi kuvvetli olanlar kürsülerde zan ve hayal ile konuşuyor. Bugün gençlik kahraman ecdadından kendisi­ne miras kalan mukaddes dinini öğrenmek isteyince uydurma tefsir­leri islam düşmanlarının kin ve garaz ile ingilizce veya diğer dillerde yazdıkları kitaplardan çevrilmiş, islam tarihlerini ve cahiller veya di­nini satarak para kazanmak isteyen münafıklar tarafından hazır­lanmış kitap ve mecmuaları okumak, yahut din ile alakası olmayan gazetelerden bilgi edinmek mecburiyetinde kalıyor. Halbuki dinimiz­de, İsrailoğullarınm peygamberleri gibi çok miktarda ve çok yüksek alimler yetişmiş ve bunların yazdıkları yüz binlerce kitap islamiyeti bütün dünyaya anlatmış ve tanıtmıştır. Doğru olan islam bilgilerine “ehli sünnet yolu” denir.

Cenab-ı Hak ilmi kulların göğüslerinden çekmek suretiyle al­maz. Ama alimlerin canlarını almak suretiyle ilmi çekip alır. O kadar ki gerçek ilim adamı kalmaz. İnsanlar cahil kimseleri başlarına getirir­ler ve onlarda bilgisizce fetva verirler. Böylece hem kendileri sapıtır hem de halkı saptırırlar. [232]

Şu halde çocuğu yedi yaşında iken eğitmek farzdır. Zira çocuk orta dereceli bir okulu bitirmeden gereken dini ve milli bilgileri alma­lı ve islam kültürü ile beslenmelidir. Aksi halde elden çıkmış olur. İyi bir çevre ve arkadaş bulursa dönüş yapabilir. Bulamadığı takdirde başka fikirlere ve ideolojilere yem olur. İslam şairi bu konuyu ne gü­zel dile getirmiştir:

Kimseden sorma bu adam nasıldır? Zira her adam arkadaşı ile beraberdir. Fayda verir çocuğa İslam dini edeplendirir. Fayda vermez şu edep yaşlanan kimselere.”

Ağaç yaşken eğilir, istenilen kıvama gelir. Kuru ağaçsa kırılır. “Kadere iman” bahsinde işlenen Allah’a imanla ve imanın derecesi ile yakından ilgili olan tevekkül konusu yalnış anlaşıldığı için İslam hakkında hatalı değerlendirmeler yapılmıştır. Gerileme ve cehaletin yaygınlaştığı dönemler de îslam toplumlarında görülen bütün yanlış anlayışlar, İslam karşıtı yazarların İslam dini hakkındaki yorumla­rında da görülür. Buna mukabil müslüman bilginler İslam inancının özünü ilgili ayetler ve hadislerin ışığında açıklamışlar, İslamın yük­seliş çağlarından örnekler vermişlerdir.

Islamda tevekkül, sebeplere baş vurduktan sonra sonucunu Cenab-ı Hak’tan beklemektir. Başkalarına havale etmek değildir.Ha-kiki tevekkül kuvvetlilik ve dinamizimdir. İstikbalden ümitli olmak­tır. Allah’a güvenmenin ürünüdür. Onun hakkında hüsnü zan bes­lemenin ve ona bağlılığın verdiği iç rahatlığıdır. Nitekim bununla ilgi­li bir ayette:

Eğer (gerçekten) iman ediyorsanız Allah’a tevekkül ediniz. [233] buyurulmaktadır.

Bizi Resulullah’m yolunda olmayan fikirlerden Cenab-ı Allah muhafaza etsin (Amin, Yarabbel alemin.) Ayrıca ehli sünnet velcema-atten olmayan ehli bidat mezheplerinin şerlerindende muhafaza bu­yursun Amin. Zira nefsin çeşitli arzulan vardır. Akide itibarıyla nefs, insanı daima hak yoldan alıkoymak ister. İşte bu kötü isteklerden dolayı bizi muhafaza etsin. Şu halde hangi mezhepler yani akideler dalalettedir ve hangisi hak yoldadır? Müşebbihe, mu’tezile, cehmiy-ye, cebriyye, kaderiyye v. b. mezheplerin görüşlei doğru yoldan sap­mış olan akidelerdir.

Müşebbihe fırkası; Allah(cc)’nu teşbih ederler. Kimisi insana benzetir kimisi de başka bir şeye benzetir. Bunlar taife taifedirler.

Mu’tezile fırkası; Allah (cc)’nun sıfatlarını inkar ederler her şeyi akıl yoluyla çözmek isterler. Akılla hüküm verirler.

Cemiyye fırkası; Bunlar da inanmış bir insana günahın zarar vermeyeceğine inanırlar. Bunlarda bir kaç guruptur.

Cebriyye fırkası; Her şeyi Allah (cc)’nun yaptırdığına ve zorladı­ğına inanırlar. Kul ne kadar kötülük yaparsa yapsın kul mesul de­ğilmiş (haşa). Kötülüklerin Allah’tan geldiğine inanıyorlar.

Kaderiyye fırkası; Kaderi inkar ediyorlar. Kesinlikle kader diye bir şey yoktur diyorlar. Bir insan bir şey yaparsa o zaman Allah (cc) halk eder. Yani ezelde yazılmış olduğuna inanmıyorlar ve inkar edi­yorlar. Kul bir şey yaptığı zaman da Allah (cc) halk ediyor diyorlar. Haşa ve kella milyarlarca haşa ve kella diyoruz. Zira Resulullah (sav) şöyle buyuruyor:

Kişi iman getirirse kadere, kalbinde kalmaz gammu kedere.”

İşte bunlar ehli sünnet velcemaatin dışmdadırlar. Allah {cc) bunlar ve bunların benzeri fırkalara girmekten bizi muhafaza etsin (Amin).

Ya inançlı kardeşim bu fırkalar ehli sünnet velcemaatta muha­lif oldular ve dalaletle arkadaş oldular. Kesinlikle biz onlardan baid ve uzağız. Allah Celle den isteğimiz bizi sapıtmış olan fırkalardan yapmasın ve bizi Ehli Sünnet velCemaattan ayırmasın (Amin). Kıs­met ve tevfık Allah(cc) Tealanm elindedir. Biz ondan isteyeceğiz o da verecek inşaallah.

Zira Allah (cc) buyruyor ki:

Siz isteyin ben cevap vereyim yani kabul edeyim.”

öyleyse Yarabbi! bizi ehli sünnet velcemaatten ayırma. Ayrıca Hz Peygamber {sav)’in yolundan, ashabı kiram’ın (ra) yoluna ram ey­le. Hz peygamberin şefaatine bizleri nail eyle (Amin). Ve ahlakıyla bi­zi ahlaklandır (Amin).

Hz Enes’in rivayet ettiğine göre güldüğü zaman tebessümle gü­ler, kahkaha ile gülmezdi. Ağır ağır konuşur konuşmasını her sevi­yedeki insan anlardı. Konuştuğu zaman meclisinde onlar onu ke-mal-i hürmetle dinlerdi. Herkesin hal ve hatırını sorar gönlünü alır­dı. Lüzumsuz yere konuşmaz cahilane konuşanlarla muhatab olmaz mukabelede bulunmazdı. Güler yüzlü, tatlı sözlü olup kimseye fena söz söylemezdi. Kimsenin sözünü kesmezdi. Onun sözünü bitirin­ceye kadar dinlerdi. Alçak gönüllü olup sertlik ve hırçınlıktan eser yoktu. Onunla sohbet eden derhal ona bağlanır onu candan severdi. Herkesin içtimai mevkiine göre muamele ederdi. Fazilet ehline dere­celerine münasip şekilde saygı gösterirdi. Hisleri çok kuvvetli olup pek uzaktan gelen sesi işitir ve kimsenin göremeyeceği mesafeden onu görürdü. Bütün hareketleri mutedildi. Bir yere giderken acele sağa sola meyletmeden kemal-i vakarla yürürdü. Yürür gibi görünür fakat yanında gidenler sür’atle yürüdükleri halde geride kalırlardı.

Resulullah efendimiz (sav) ‘in mübarek cismi pek latif, kokusu pek temizdi. Koku sürünsün sürünmesin teni ve teri en güzel koku­lardan daha güzel kokardı. HzEnes(ra) anlatıyor: “Ben Resuîullah’m bizatihi güzel kokusunu asla ne anberde ne de miskde koklamadım.” Bir kimse onunla musafaha etse bütün bir gün kokusunu duyardı. Mübarek eliyle bile çocuğun başını okşasa güzel kokuları diğer ço­cuklar arasında fark edilirdi. Güzel koku sever ve kullanırdı. İşte müslüman için bilinmesi gereken Bazı hususlar altta gelecek olan konulardır. Bizim dinimiz “İslam” dır. İslam dininin insanlara göster­diği ödevleri iki şıkta toplayabiliriz:

a- Kalb ve vicdan ile ilgili olanlar; îman ve itikad.

b- Bedenle ilgili olanlar(amel ve ibadet) .

Birincisini daha evvel toplu olarak gördük. îkinciside tekrar i-kiye ayrılır:

1- Allah’a karşı olan ödevlerimiz

2- Allah’ın kullarına karşı olan ödevlerimiz.

Allah’a kaşı ödevlerimiz, hayr ve faziletin kaynağı yalnız Allah olduğuna inandığımızı sözümüz ve işimizle göstermektir. Bunların başlıcası Allah’ın birliğini ikrar ettikten (söyledikten) sonra ibadettir. Allah sevgisinin kaynağı olan namaz bu ibadetlerin başında gelir. Şu halde Allah’a ibadet etmek ve O’nun emrine tabi olmak en önemli vazifemizdir. Zira O’nun kanununa emrine tabi olmak hem din ve hem de. Ahiretimiz için menfaatimizedir.

Allah’u Teala (cc) her türlü noksan sıfatlardan mubaad ve mü-nezzehdir. Yaptığı her şeyi mükemmel olarak yaratmıştır. Kainatın noksansız bir yörüngeye oturtulmuş olması azamet-i ilahi nin göste­rilmesi bakımından en büyük örnek ve misaldir. Kemal sıfatının bü­yüklüğünü her yerde görüyoruz. Mesela milimetrik bir sapma olsa dünya üzerinde hiç bir canlı kalmaz. İşte Allah (cc) kemal sıfatı gere­ği bu evreni mükemmel ve noksansız yaratmıştır. Kainatın yaratıl­mış olması Allah (cc)’nun kemal sıfatının gereğidir.

Allah (cc)kainatın içinde insanı niçin yarattı? Allah’ın (cc) ke­mal sıfatı gereği “kendisini bilen” bir varlığın yartılmasını gerekli kıl­dığı için insanı yaratmıştır. Bir kudsi hadiste :

Ben, gizli bir hazineyim bilineyim diye insanları yarattım” bu­yuruyor. Allah (cc) şurada bir hazine olsa ve kimse tarafından bilin­mezse onun değerli kıymetli olduğu da bilinmez. Hazinenin bilinmesi daha etemmli bir durumdur. Bir hazinenin değerli olduğunu anla­mak içinde onun bilinmesi lazım ve elzemdir. Bu kudsi hadisi şerifin anlamı şöyle olabilir: “Ben bir gizli hazine idim bilinmek istedim halkı da bilinmem için yarattım.”

Demekki insanın yaratılış gayesi Allah’ı (cc) bilmesidir. İnsan­lar neyi bilecekler? Yani sıfat-ı ilahiyye yi bilecekler. Kendisini bilen bir varlık yaratacağını haber veren Rabbimiz şayet insanı yaratma­mış olsaydı kainatta bir eksiklik olurdu. Halbuki Allah (cc) bütün noksan sıfatlarrdan muabbad ve münezzehtir. İnsanı saygı değer yani eşrefımahluk olarak en mükemmel şekilde yaratmış ve insana sen benim dünyada halifemsin demiştir. Halife ne demektir? Allah’ın (cc) yer yüzündeki temsilcisi savunucusu demektir. Allah (cc) insa­nın yaratılmasını istemeseydi yine Allah’ın (cc) sıfatlarında bir eksik­lik noksanlık olmazdı. İnsanların yaratılmış olması onun kemal sıfa­tına bir katkıda bulunmuşda değildir. Allah (cc) insanları niçin imti­han ediyor?

İnsana kıymetli meziyetler (özellikler) verdiği için ona tenbihat yapmak gerekir. Bu imtihan o kıymetli meziyetlerden dolayı terettüp ediyor. Bu meziyetler yani özelliler nelerdir? Kur’an-ı Kerim nimeti, peygamber gönderilmesi nimeti, akıl nimeti, fıtri olarak verilen ni­metler (his, irade, ünsyet ve düşünce).

Kur’an nimetinin yanında bir de Kur’anı açıklayan peygamber gönderilmiş, insanlar kendi fikirlerine heva ve heveslerine göre onu anlayıp yorumlamasınlar diye. Bununlada kalınmamış Allah (cc) rahmetinin genişliğini göstermek için akıl nimetini vermiş bu akıl sayesinde insan sadece doğruyu bulmakla kalmıyor. Doğrular içinde en doğrusunu bulma melekesini bu akıl nimetiyle elde etmiş oluyor. Ayrıca insanı öyle bir yapıda yaratmışki diğer hiç bir varlık bu şekil­de yartılmamıştır.

İşte insana bu fıtri yaradılış sırrı bir çok şey kazandırıyor. Al­lah (cc) aklı iyi ile kötüyü ayırdetme kabiliyeti olarak hissi faydalı ile zararlıyı ayırdetme kabiliyeti olarak doğu ile yanlışı ayırdetme kabili­yeti olarak düşünceyi vermiştir. Bu gibi özellikler hepsi yalnız ve yal­nız insanlara hasdır. Diğer valıklarda yoktur. İşte bu kadar nimet verilen insanın İmtihan edilmemesi düşünülemez. Her nimetin bir meşakkati bir külfeti vardır. Ve her nimetin bir hesabı ve bilgisayarı vardır. Bütün canlıların Mahkemei Kübra’da hesaba çekilmesi Al­lah’ın (cc) adaleti gereğidir.

Sonra o gün (kıyamet te) nimetin şükründen ebette sorula­caksınız. [234]

Kennin cem-i eknan gelir, sevbin cem-i esvab, kesretin cem-i ise keser gelir. Anlamı ise bir şeyi örtüp saklamak demektir yani bir kulübe gibi. Kesretin anlamı ise kırılmış parçalara ayrılmış demek­tir. Sevb çoğulu esvab gelir anlamı ise liba, elbise demektir. Netice i-tibariyle dünya hayatı imtihan yeridir. Bu imtihanda başarılı olmak için mücadele etmek ve çalışmak lazımdır. İnsan imtihanda kazan­mak ve sonunda huzura kavuşmak rahat olmak için birtakım işler yapar. Görev ve yükümlülüklerini belli kurallar çerçevesinde yerine getirmeye çalışır. Allah (cc) yanında üstün dereceler elde etmek ve onun sevdiklerinden olmak insanlar arasında itibarlı ve seçkin bir konuma sahip bulunmak için çeşitli işlerle uğraşır.

Fakat her işinin islamın iş ahlakı kurallarına uygun olması i-çin büyük özen gösterir. İş ahlakına sahip olan fertler ve toplumlar hızla kalkınıp yükselirler. Amaçlarına rahatlıkla ulaşırlar. İş ahla­kının temelinde yapılan bir işi tam olarak yapmak doğru ve dürüst olmak, aldatma, çalma, kandırma, hile ve mekr gibi insanın şeref ve haysiyetini rencide eden iş ahlakına uymayan hareketlerden kaçın­mak lazımdır.

Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

Ey iman edenler! Allah’tan ona yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. [235]

Müfessirlere göre Allah’tan ona yaraşır şekilde korkun ve an­cak müslümanlar olarak can verin mealindeki ayetin anlamı Müslü-manın bütün varlığı ile Allah’ın emirlerini yerine getirmeğe ve yasak­larından kaçınmaya çalışmasıdır. Nitekim sahabeden Abdullah îbni Mesud (ra) ayetin bu kısmını şöyle açıklamıştır:

O’na asi olmayıp itaat etmek nankör olmayıp şükretmek ve O’nu unutmaksızın hatırda tutmaktır.”

Allah’tan korkup hayatımızın her safhasında onun kontrolü al­tında olduğumuzu unutmamalıyız. Kulun dünyadaki huzur ve mut­luluğu islamın hayat verici prensiplerine gönülden bağlanması ile mümkündür. Bu prensiplerin özünde Allah (cc) korkusu vardır. Bir insanın gönlünde ve kalbinde Allah (cc) korkusu yer etmemişse han­gi makam ve mevkinin sahibi olursa olsun huzur bulması ve kalben mutmain olması kesinlikle beklenemez.

Ebu Necih el irbaz bin Sariye (ra) şöyle rivayet ediyor;

Resulullah (sav) bize çok güzel ve etkili bir vaazda bulundu. Bu vaazdan dolayı gözler yaşla, kalpler korku ile doldu. Bunun üzerine biz dedik ki: Ey Allah’ın Resulü! Bu sanki veda eden birinin vaazına benziyor. O halde bize tavsiyede bulun. Buyurdu ki; Allah’tan kork­mayı, başınıza bir köle geçse dahi onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. İçinizden benden sonra yaşayacak olanlar bir çok ihtilaflar görecektir. Bu durumda size sünnetimi ve doğru yolda olan raşid hali­felerin yolunu tavsiye ederim (Benim sünnetime ve onlannyoluna sım­sıkı yapışınız). Sonradan (din adına) ortaya çıkan hususlardan sakı­nınız. Çünkü her bid’at sapıklıktır”

Şu halde islamiyetin emir ve yasaklarından birini bile hafife al­mak; Kur’an-ı Kerim ile, meleklerle, peygamberlerle alay etmek kü­fürdür. Küfre sebep olan bir şeyi yapan dinden çıkmış olur. Küfre düşen hemen, derhal tevbe etmelidir. Zira o hal üzere ölse kesinlikle kafir olarak ölür. Tevbe etmek imanını tazelemektir. Küfre düşüren hallerden bazıları şunlardır:

Allah’u Tealaya mekan izafe etmek (Allah yukardadır, göktedir demek gibi). Bir kimse Allah falan kuluna şu kadar zenginlik veriyor bana ise az veriyor, böyle adalet olur mu? seni görmek bana can alıcıyı görmek gibidir şeklinde konuşmak gibi. Zenginin işinin yolunda gittiğini görünce Allah’ta zenginlerle beraberdir demek. İslami bilgi­lerle ve İslâm âlimleri ile alay etmek aşağılamak. Dini bilgiler için bu bilgiler neye yarar kime ne fayda vermiştir. Bize lazım olan şey para­dır gibi sözler söylemek, haşa Allah’ın buna gücü yetmez demek, bi­risi için “onun hakkından Allah bile gelemez ben nasıl geleyim” de­mek, Allah bizi unuttu demek, Cenab-ı Hak’ka Allah baba demek, herhangi bir şey için; Allah’ın işi kalmadı da bu gibi şeyleri mi yara­tıyor demek.

Harama helal, helala haram demek, büyük ve küçük günah iş­leyen birine tevbe et denildiğinde ne yaptım ki tevbe edeyim demek, kötü insanlar görünce bunlar zebani gibi insanlar demek, bir kimse­ye Allah bana cenneti verirse sensiz istemem demek, dinen mübarek olan bir şeye dine,imana, kitaplara, peygamberlere, mezhebe, Ka­be’ye sövmek. Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine bile olsa inanmamak ve­ya şüphe etmek. Kur’an-ı Kerim’i çalgı ile okumak. İslamiyet bu asra uygun değildir demek.

Dinimizce öğrenilmesi farz olan bilgileri öğrenmemek, öğren­meye lüzum görmemek. Sihrin, büyünün muhakkak tesir edeceğine inanmak.Tenasuha yani ölen insanın ruhunun başka birine geçtiği­ne inanmak. Zalim birine adil demek. Haram işleyen birine güzel yaptın demek. Mü’minin ağzının içine… diyerek sövmek. Yabancı ka­dına şehvetle bakıp güzele bakmak sevaptır demek. Şarabın azına az içersen günah olmaz demek. Güzel bir bebek görünce Allah bu ço­cuğu özenip bezenip yaratmış demek.

Kötülemek için falanca cennete girse ben girmem demek. Kafir olmak hırsızlıktan, yalancılıktan, hainlikten iyidir, demek. Allah gök­ten bize bakıyor demek veya Allah göktedir, demek. Kabirdeki ve kı­yametteki azaplara akla ve fenne uygun değildir demek. Namaz ku­sanda kılmasanda ne fark eder, demek. Helal bana iyilik getirmiyor, demek. Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek ve gazabından emin olmak. Müslümana kafir demek. Bu işte ilahi şuuru görüyoruz Allah ne kadar mükemmel düşünmüş, Allah çok akıllıdır demek. Allah’u Teala için düşünerek veya hesap ederek yahut planlayarak yarattı demek.

Müslüman bir kimse bunlar veya bunlara benzer küfre sebep olan bir şey yaparak kafir olursa yani dinden çıkarsa önceki ibadet­leri yok olur. İmanın gitmesine sebep olan şeyden tevbe etmedikçe, kelimeyi şahadet söylemekle müslüman olunmaz. Ya erhamerrahi-min, Ya erhamerrahimin, Ya erhamerrahimin öyle tehlikeli şeyler­den bizi muhafaza eyle! Ümmeti Muhammedin tümünü muhafaza eyele! Senin rahmetinden bir şey eksik olmaz.

Ümmet; kelimesi topluluk, gurup, birlik manasına geldiği gibi lider ve Önder anlamınada gelir. Zira Arapçadaki imam, ümem ve eimme gibi kelimelerin hepsi aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla ümmet kelimesi ile Cenab-ı Hak “bir ümmet meydana getiriniz, bir gurup teşkil ediniz. ” demekle “bu gurubunuzun başına imammızıda seçin ifadesini taşıyan ümmet kelimesini kullanmıştır. Ayet-i keri­mede “sizden bir kavim olsun” da diyebilirdi. Ama Cenab-ı Hak’kın özellikle ümmet kelimesini kullanmış olması “Bu cemaat imamıyla beraber olsun böyle teşkil edin ” manası çıkmaktadır. Evet bundan sonra gelen şu üç kelime “O ümmet hayra davet etsin”, hayra, doğ­ruluğa, güzelliğe insanları çağırsın. Arkasından ne geliyor? Ma’ru-fu da emretsin, Allah’ın emirlerini emreder halde olsun, kötülükleride nehy etsin, yasaklasın! Hayra davet etsinler cümlesini yüce Allah şöyle buyuruyor:

Siz den öyle bir ümmet olsun ki hayra davet etsin, iyiliği emredip kötülükten sakın dır sn. İşte kurtuluşa erenler onlardır. [236]

Bu görev ehli sulta olmayan yani güç sahibi olmayan sivil in­sanların yapacakları görevdir. İşte tebliğ budur. îcrai güç olmadan sadece insanları çağırmak davet etmektir, “emrederler” emir ise mut­lak icraat ve güç sahibi kişi tarafından verilendir. Bir emrin emir o-labilmesi için mutlaka bir üst makamdan bir yüksek makamdan alt makama doğru iletilmesi gerekir. Zira emir tabandan tavana değil tavandan tabana verilir. Dolayısıyla Allah (cc) “Bu kuracağınız üm­met ve cemaat, imamınızla birlikte öyle bir makam ve mevkide işi gö-türmeliki iyileri emredebilir güçte olsun demek istiyor. Aynı zaman­da kötü şeylerede mani olsunlar. Çünkü imam olmak için ancak ve ancak güç ve icraat sahibi olmaktır. Mesela bizler normal vatandaş olarak icraata yetkimiz olmadığı halde elinde içki şişesini kafasına diken bir insana ne yapabiliyoruz? Kesinlikle bir şey yapamıyoruz. Ancak ve ancak onu davet ederiz. “Yapma bu iş haramdır” deriz. Ama selahiyyet ve icra sahibi olan birisi ona gerekli cezayı verebilir. Artık İslam bu hususta ne emretmişse onu yerine getirir.

Kelamın fehvası şöyle oluyor: Ayet-i Kerime tebliği açıklarken üzerine vazife olmayan kişilerin görevini dile getirmektedir. Emir cümleleri de güç ve icraat sahibi olan kimselerin yapacakları işleri dile getirmektedir. Bu da ancak ve ancak göz haline gelmekle müm­kündür. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Demek ki kurtuluşa erebil-mek için halk olarak taban olarak insanları hayra davet etmek icap ettiği gibi tavan olarak da siyasi güç olarakda ma’rufu emretmek münkeride nehyetmek gerekir. Kurtuluşa erebilmek için bu şarttır. Bunlar biribirinden koparıldığı takdirde kurtuluşa ermek mümkün değildir.

Bu Ayet-i kerimeyi Hamdi Yazır “Hak Dini Kur’an Dili” isimli büyük tefsirinde şöyle açıklıyor: Hayra davet ve emri bil ma’ruf ve nehyi anil münkeri yapacak bir ümmet ve liderin seçilmesi müslü-manlara imandan sonra ilk dini farzdır. İmandan sonra müslüman-larm;insanları hayra davet edecek ma’rufu emredecek, münkeri neh­yedecek bir ümmeti ve bu ümmetin başına bir imamı bir lideri geçir­mesi imandan sonra ilk dini farizadır.” İmandan sonra ikinci dini va­zife kesinlikle budur.

Bunu yerine getirebilen müslümanlar ancak ve ancak kurtu­lanlardır. Bu Âyeti Kerime imandan sonra bu ilk farizayı diniyeyi ye­rine getirenler hakkındadır. Aksi halde bunu yapmamak veya aka­mete uğratmak “Ey mü’minler Allah’tan nasıl kormak gerkiyorsa öyle­ce korkunuz ve dünyadan mutklaka iman ile göçediniz; öldüğünüz zaman mü’min olarak ölünüz” manasına havi ayeti kerimenin ihtiva ettiği husus tehlikeye düşmüş olur. “Müslüman olarak dünya haya­tına veda ediniz “ayeti kerimesinin ihtiva ettiği mana: müslüman-larm imandan sonra ma’rufu emredecek münkeri nehyedecek, hayra davet edecek bir cemaatı ve imamı, lider kadroyu kurmamaları bu dünya haytından imansız olarak gitmerine sebeb olmaktadır.

Resul-ü Ekrem efendimiz bir hadisi şerifte şöyle buyuruyor: “Nefsim canım yedi kudretinde olan Allah a yemin ederim ki ya ma’ru­fu emredersiniz (ve bunu yapcaksınız veya aynı şekilde kötülüklere mani olabilecek ümmeti ve liderinizi kuracaksınız).yada bunu yap­madığınız müddetçe Allah (cc) kendi katından sizin üzerinize derhal bir azap gönderir. Ondan sonra Allah’a dua etseniz (ya Rabbi şu bela-dan bizi kurtar şu cezadan bizi kurtar diyeceksiniz). Allah sizin dua-lannızıda kabul etmiyecektir buyuruyor. Şu halde dualarımızın ka­bulü için ma’rufu emredecek münkeri nehyedecek ümmeti kurmak ve liderini seçmek o görevi mutlak ve kesinlikle yerine getirmek icab ediyor. Bu hadisi şerifi İmam Ahmed, Tirmizi, İbni Mace, rivayet et­miştir. M. vzusunu etmiş olduğumuz bu ayeti kerimeyi İbni Kasım şöyle tefsir etmiştir: “Siz öyle bir güç sahibi cemaat meydana getiriniz ki burada makam sahibi, mevki sahibi olan bir imamı ve kad­royu başa getirin ki onlar Allah’ın emirlerini yerine getirebilsinler ve böylelikle hayra davet edip marufu emredip münkeri de [237] nehyetsinler. [238]

İşte birlik ve beraberlik islamiyyette o kadar önemlidir ki onun için iyi şeyler meydana getirir. Ebu Hureyre’den rivayetle Resulullah şöyle buyurmuştur: “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, onu yalanlamaz, onu utandırmaz. Her müslümana diğer müs­lümanın ırzı, malı, kanı haramdır.” Takva işte bunlardır. Bir kimseye şer olarak din kardeşini hor görmesi kâfidir.

Aynı raviden rivayet edilen başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

Birbirinizi aldatmayınız. Alışverişte birbirinizi kandırmayınız. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbirinize dargın durmayınız. Birbiriniz­den yüz çevirmeyiniz. Birbirinizin bitmek üzere olan pazarlığını boz-mayınız. Allah’ın kulları kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kar­deşidir. Ona zulm etmez, onu yardımsız bırakmaz. Ona hor bakmaz. Resulullah üç defa göğsüne işaret ederek işte takva buradadır. Bir kimsenin şerir olması için müslüman kardeşini hor görmesi kâfidir. Müslümanın müslümana kanı, malı, ırzı haramdır.”

Allah’u Teala şöyle buyuruyor:

Müslüman Müslümanın Kardeşidir.”

Şu halde mü’min ehli kitabın yani Yahudilerin, Mezmurlarm, Hri s uyanların kardeşi olamaz. Bu konu kitap, sünnet ve icma ile sa­bittir. Bundan şüphe ve şek eden kimse neuzubillah dinden çıkar. Yalnız insaniyeti bütün insanlara yapmak veya yaptırmak lazım ve elzemdir. Zira Resulullah (sav ) şöyle buyuruyor:

“Zımmiye kötülük yapanların hasmıyım.”

Yani kıyamet gününde onlara karşıyım.İslam silmden geldiği i-çin anlamı sulh, barışmak, teslim olmak demektir. Mü’min saf iyi kimsedir. Münafık ise hilekâr kötü kimsedir. Gerçek mü’min dünya menfaatma önem vermediği ve hırs peşinde olmadığı için umumi o-larak herkesi kendi gibi zannederek hareket eder. Şu halde müslü­man saf, hilesiz ve hurdasızdır. Bunun neticesi olarak bazan aldatı-labilir. Daha ziyade ahirete taalluk eden işlerde ve Allah’ın rızası gö­zetilmesi icap eden yerlerde ihtiyatlı ve sağlam hareket eder. îşte bunlardan sadece bir tanesi Suheyb bin Sinan Mekke’nin yerlisi değildi. Dışardan gelmiş ama çok zengin olmuştu. Aynı za­manda büyük meblağda alacakları vardı. O da Mekke’yi terk etmeye karar vermişti. Tam ayrılacağı zaman ise gözü maddeden başka bir şey görmeyen Kureyşliler Suheybin önüne dikildiler. Gitmesine mani oldular. Suheyb onlara şu teklifi yaptı: “Alacaklarımdan feragat et­sem, mallarımı size bıraksam, bana mani olmaktan vazgeçip yol verirmisiniz? Onlar evet dediler. Dediklerini yaparsan sana mani ol­mayız. Bunun üzerine Suheyb sevinç içinde “öyleyse bütün mallarım sizin olsun” deyiverdi. “Çünkü Suheyb iki şeyden birini seçmek zo­rundaydı. Verdiği karar Allah Resulünü çok sevindirmişti ki Allah Resulü bu hadiseyi duyunca :

“Suheyb kârlı çıktı, Suheyb kârlı çıktı.” müjdesini verdi.[239] Bu­nun neticesi olarak mü’min bazan aldatılabilir. Daha ziyade ahirete taalluk eden işlerde ve Allah’ın rızası gözetilmesi icap eden yerlerde ihtiyatlı ve sağlam hareket eder.

Allah’tan kormayan samimiyetsiz ve kötü ruhlu insanlar dünya ve onun nimetlerine çok fazla önem verirler. Bunun için de karşısın­da ki insanları iki yüzlülükleriyle çeşitli yalan ve dolanlanyla aldat­maya çalışırlar. Müslümana düşen böyle kimselere aldanmamak, onların oyunlarına gelmemektir.Müslüman uyanık olmalıdır. Ve her­kese teslim olmamalı ve itbar etmemelidir. Kendi kalbinin mühür­lenmesinden kaçmalıdır. Kalp ilahi rahmetin yöneldiği iman cevhe­rinin korunduğu ilahi sevginin yerleşip kök saldığı kutsal bir mer­kezdir. Onu bu özelliğinden uzaklaştıran kimse kendine kötülük et­miş olur. Resulullah (sav) ‘in bu konuda şu hadisi vardır:

“Manevi mühür arşın ayağına asılı olarak durur. Allah’ın haram kıldığı şeyler işlenmeye başlanır ve günahlarla amel edilerek Allah’a karşı cüretkâr davranıhrsa Allah o mührü gönderirde o günahları işle­yen kimsenin kalbini mühürler ve artık ondan sonrada (gerçeği bul­mak, hakikati Öğrenmek hususunda) aklını kullanmaz olur. [240]

“Huzur istersen o zahmet ile birlikte gelir. Sevinç istersen o kay­gı ile birlikte bulunur. [241]

Eğer nefs ve şeytan bazı evkatta mü’minin kalbine kötü, fena şeyler getirir. Mü’minler bundan korku duyarlar. Hz peygamber şöy­le buyuruyor:

“Ümmetimin gönlüne gelen (nefsani) temayülleri (fiilen) işleme­dikçe yahut diliyle söylemedikçe Allah (cc) affedecektir.”

Peygamberimiz (sav) ümmetinin kalbine gelecek olan bu gibi vesvese ve nefsani duygular dolayısıyla ümmetini Cenab-ı Allah’ın mes’ul tutmayacağını bu hadisi şerifi ile haber vermektedir.

İnsanoğlunun bu ve benzeri duygulardan sıyrılması kendi e-linde değildir. Bu gibi fikirlerin teşekkülünde insanın bir etkisi yok­tur. Allah’ın adaleti insanı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yaptığı davranışlardan ötürü sorumlu tutar. Gücü dışında oluşan düşüncelerden sorumlu tumaz. Sunuda söyleyelim ki bunlardan korku duymak kuvvetli imana delalet eder. Şu kadar var ki Allah’ı çok zikretmek devamlı ve halisane ibadet etmekle mü’min böyle ves­vese ve hatalardan kurtulabilir.

İnanan insan daima Allah’la beraberdir. Allah’ı yanında bilen korkudan ve endişelerden kesinlikle uzak yaşar. Kur’an-ı kerim de “Allah tealayı çok çok anınız.” emri yanında “şüphesiz bilin ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erer.

Hakikati yer almıştır. İnsanoğlu Allah’ı unutup başka şeylerde mutluluk aradığı takdirde hiç şüphesiz aradığını bulamayacak so­nunda çıkmaz yollara saplandığını anlayacaktır.


[1] Buhari, mezalim 31; Müslim, iman 242, vd.

[2] Krş. Matta 26, 13; Efesoslulara 1, 12; Galatyalılara 2, 7

[3] Yunus, 72

[4] Bakara, 128

[5] Maide, 90

[6] Baka­ra, 275

[7] Nisa, 115

[8] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/379

[9] A’raf, 3

[10] Haşr, 7

[11] Ahzab, 36

[12] Buhari 2797, Müslim 1835

[13] Neveyi, Erbain, 41

[14] Ebu Davud 4607 Tirmizi, 2678

[15] Ebu Davud -1905, İmam Malik; Muvatta 11-899)

[16] Nur, 63

[17] Bakara, 183

[18] Cuma, 10

[19] Bakara,88

[20] Buharı Ezan, 160, Ebu Davud Et’ıme, 14

[21] El Ümm Kahirel321-1325

[22] Ebu Davud

[23] Ebu Davud, 57

[24] Müslim, Zekat 168 Zeylai, Nasbur -Rayel 1/404

[25] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/379

[26] Mad, 43

[27] Mad 45

[28] İbni Abidin Risaletül Örf, Mecmuatür- Resail, 1325; 11/126 Ebu Zehra

[29] Maide 91

[30] Zeylai, Şaban, s. 179

[31] Enam, 146

[32] Bakara, 2/189

[33] İbni Mace, Edahi, 3

[34] Maide, 45

[35] Nesai, 53, Darimi, 26

[36] Taha, 14

[37] Ebu Zehra 307, 308

[38] Buharı Diyet, 6

[39] Bakara 178

[40] Mekki Menakıb 1-74, 78, tbnül Kayyum, 137

[41] Bakara 2/282

[42] Nahl, 16/106

[43] Ba­kara, 2/184

[44] Bakara, 2-54

[45] Bakara, 2/286

[46] A’raf, 7/157

[47] Ni­sa, 150, 152

[48] Maide, 41

[49] İbni Mace fitne-1, Müslim İman 41

[50] îbni Mace Mukaddime 13, Ahmed Bin Hanbel 3-257

[51] Nahl, 106

[52] Buhari Cihad 102 -Ebu Davud Cihad -104, Nesai Zekat, 3

[53] Buhari, İman 33, Müslim İman 84, îbni Mace, 37

[54] El Eşari Makalat 1/293 Şerhul Mevakıf, 1311

[55] El-Cürcani

[56] Hucurat, 49/14

[57] Hucurat, 9

[58] Zariyat, 56

[59] Mülk, 2

[60] Asır, 1-3

[61] Ali İmran, 91

[62] Bakara 2/8

[63] Nisa 4/145

[64] Maide, 72

[65] Maide, 73

[66] Tevbe 30

[67] Bakara, 2/217

[68] El Isfehani el-Müfredat s. 572

[69] Nur, 4

[70] Bakara, 99

[71] Yunus, 33

[72] Nisa, 14

[73] Cin, 23

[74] Meryem, 44

[75] Buharı Vesaya, 23

[76] Nisa, 31

[77] Necm, 32

[78] Buhari Edeb 6 Eyman, 16

[79] Buhari, İman, 1

[80] Buhari İman 1-2, Nesai -İman 13, Müslim, İman 19, 22 -Tirmizi, 3

[81] Maide, 6

[82] Maide, 6

[83] Maide, 6

[84] Bakara, 144

[85] Araf, 31

[86] Hacc, 77

[87] Buhari Ezan -95-122, Tirmizi Salat, 110

[88] Hacc, 77

[89] Şevkâni, Neylul evtar, 11-298

[90] Araf, 180

[91] Bakara, 31

[92] Bakara, 33

[93] Rahman, 26-27

[94] Enbiya -22

[95] Maide, 72

[96] Maide, 73

[97] Yasin, 81

[98] Yasin, 82

[99] Yasin, 83

[100] Mülk, 13

[101] Mülk, 14

[102] Mü’min, 19

[103] Kehf, 109

[104] Lok­man, 27

[105] Yasin, 82

[106] Buruc, 16

[107] Nahl, 77

[108] Bakara, 127

[109] Bakara, 137

[110] Ali imran, 2

[111] Furkan, 58

[112] Nisa, 164

[113] Yasin, 82

[114] Bakara, 30

[115] Bakara, 286

[116] Meryem, 64

[117] Bakara,87

[118] Bakara, 98

[119] Secde, 11

[120] Zümer; 68

[121] AH imran, 123, 126

[122] Kaf, 17-18

[123] Enam, 61

[124] İnfıtar, 10-11

[125] Araf, 206

[126] Saffat, 165-166

[127] Fussilet 38

[128] Şura, 5

[129] Enbi ya, 27-28

[130] Ahzab, 56

[131] Tank 1-4

[132] Enam, 130

[133] Cin, 1-2

[134] Cin, 4

[135] Cin, 5

[136] Kurtubi, Cin suresi

[137] Zariyat, 56

[138] Cin, 26

[139] Sebe, 14

[140] Nemi, 39

[141] Nemi, 40

[142] Bakara, 34

[143] Fatır, 6

[144] Araf, 27

[145] Nahl, 99

[146] Nahl 100

[147] Buruc, 21-22

[148] H. 505, M 1111

[149] Maide 43

[150] Maide, 44

[151] Enam 91

[152] Enbiya, 105

[153] Nisa, 163

[154] Al-i îmran, 84

[155] Maide, 46

[156] Maide, 72

[157] Maide, 73

[158] Tevbe, 34

[159] Müslim

[160] Bakara, 23

[161] Hud, 13

[162] İsra, 88

[163] Hacc, 1

[164] Yunus, 38

[165] Hacc, 2

[166] Rum 2-3

[167] Enbiya, 30

[168] Ra’d, 3

[169] Yasin, 36

[170] Hicr, 22

[171] En­biya, 30

[172] Yasin, 38

[173] Nahl, 36

[174] Nisa, 164

[175] Yunus, 47

[176] Isra, 15

[177] Bakara, 285

[178] Nisa, 150

[179] Nisa, 151

[180] A’raf, 23

[181] Kasas, 16

[182] Muhammed, 19

[183] Tevbe, 43

[184] Abese, 1-2

[185] Enam, 89

[186] En’am, 90

[187] Yusuf, 24

[188] A’raf, 121-122

[189] Araf, 106

[190] Araf, 120

[191] îsra, 88

[192] Necm, 13

[193] Necm,14

[194] Kamer, 1

[195] Necm,9-13-14

[196] Yunus, 62-63-64

[197] Bakara, 257

[198] Araf, 196

[199] Yunus, 63

[200] Bakara, 177

[201] îbni Kesir c. 2/422, Yunus-63, 64. Tacu-1 Usul fi Ahadisi Resul, 83

[202] A’raf, 182

[203] Araf, 183

[204] Kalem, 44

[205] Kıyame, 1

[206] Hacc, 1

[207] Al-i imran, 19; Hicr, 25

[208] Bakara, 3

[209] Zümer, 69

[210] Rum, 27

[211] Yasin 79

[212] Yasin, 81

[213] Mü’min, 57

[214] A’raf, 172

[215] Bakara -87, Meryem -17, Şuara -193, Mearic -4, Kadir- 4, 11

[216] Nahî 16/2, Şura 52

[217] îsra -85, Enbiya -95, Tahrim -12

[218] îsra, 85

[219] Mü’min, 46

[220] Nebe, 38

[221] Tekvin, 5

[222] En’am 38

[223] Nebe, 40

[224] Hud, 98

[225] Abese, 34-35-36

[226] Furkan 27-29

[227] Enbiya, 28

[228] Taha, 109

[229] Enbiya, 47

[230] Ka-ria, 8-9-10-11

[231] Ra’d 39

[232] Buharı, Müslim

[233] Maide, 23

[234] Tekasür, 8

[235] Ali İmran, 102

[236] Ali îmran, 104

[237] Riyazüssalihin, c. 1, s. 276

[238] Kaynak İbni Kesir cilt 1, sayfa 306

[239] Siretün Nebeviyye, c. 1, s. 477, İbni Hişam

[240] Beyhaki

[241] Yusuf Hacibi

dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri, dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri, dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri, dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri, dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri, dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri, dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri, dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri, dort mezhebe gore islam fikhi ve muctehidlerin farkli gorusleri

Dort Mezhebe Gore Islam Fikhi Ve Muctehidlerin Farkli Gorusleri” kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek için Ücretsiz pdf olarak almak için aşağıdaki indirme düğmesini tıklayın

Bozuk bağlantıyı bildirin
Siteyi Yardim Et


for websites

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *