Skip to content
Home » el ahkamus sultaniye pdf indirin

el ahkamus sultaniye pdf indirin

El-Ahkamüs Sultaniye Ebul Hasan Habib

EL AHKAMUS SULTANIYE
  • Kitap başlığı:
 El Ahkamus Sultaniye
  • Yazar:
Al-Mawardi
  • Kitap Sayısı
504
  • Dil:
Türkçe
  • Görünümleri:

Loading

  • PDF Doğrudan  
İndirme için tıklayın
  • Satın al  
Kağıt Kapak için

EL AHKAMUS SULTANIYE – Kitap örneği

SUNUŞ

İKİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ

İMAM MAVERDI ve ESERLERİ

ESERLERİ:

ESERLERİ:

EL-AHKÂMÜ’S-SULTANİYYE

TERCÜMESİ

GİRİŞ

BİRİNCİ BÖLÜM

Halîfe Tâyini ve Hukûkî Durum

A-HALÎFENİN TÂYİNİ

B- HALÎFEYİ SEÇECEK OLANLAR VE ŞARTLARI

C- HALÎFEDE ARANILAN ŞARTLAR

D- HALÎFENİN TENSİBİ

E- HALÎFEYİ SEÇME USÛLLERİ

F- IKI HALİFENİN HİLAFETİ

G- HİLÂFET İHTİLÂFINDA KUR’AYA MÜRACAAT

  1. VELIAHD USULÜ İLE HALİFE TAYINI

I- VELİAHD TÂYİNİ ŞARTLARI, BAZI ÖZEL DURUMLAR

J- BİRDEN FAZLA VELİAHD TÂYİNİ

K- HALÎFEYE İTAAT VE HALİFENİN VAZİFELERİ

L- HALİFE OLMAYA MANI HALLER

M- HALİFENİN SAKATLANMASI

N- HALÎFENİN HUKUKÎ TASARRUFLARINDA

(ŞUURUNDA) Kİ NOKSANLIKLAR

O- HALÎFENİN MÜHİM İDARECİLERİ

İKİNCİ BÖLÜM

Vezirlik Ve Vezirler Tâyini

A- VEZİRLİĞİN ÇEŞİTLERİ

B- TAM YETKİLİ (TEFVİZİ) VEZİRİN YETKİLERİ

C- İŞLERİ YÜRÜTME (TENFÎZ) VEZİRLİĞİ VE GÖREVLERİ

D- TOPLU VEYA TEK OLARAK

YÜRÜTME VEZİRİ TÂYİN ETMEK

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Eyâlet Valileri Tâyini

A- EYALETLERE (ŞEHİRLERE) VALİLER (EMİRLER) TAYİNİ

B- İSTİLA (ZOR) İLE VALİ OLMA

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ordu Kumandanları Tâyini

A – KUMANDANIN VAZİFELERİ

B – KUMANDANIN HARBİ İDARESİ VE DÜŞMANLA SAVAŞMASI

C- KOMUTANIN ORDUYU İDARESİ

D- SAVAŞÇILARIN KUMANDANLARINA KARŞI GÖREVLERİ

E- KUMANDANIN HARP SONU GÖREVLERİ

F – KUMANDANIN DÜŞMANI KUŞATMASI

BEŞİNCİ BÖLÜM

Dâhili Huzura Temin, İç İsyanlara Kumandanlar Tâyini

A- İÇ İSYANLARIN ÇEŞİTLERİ, DİNDEN ÇIKANLARLA SAVAŞ

B- ÂSÎLERLE MUHAREBE

C- YOL KESEN ŞAKİLERLE SAVAŞ

ALTINCI BÖLÜM

Yargı (Adliye) İşleri

ADALET (KAZA: YARGILAMA) İŞLERİ VE TEŞKİLÂTI

A- HÂKİMLİĞİN ŞARTLARI

B- HÂKİMİN YETKİLERİ (SALÂHİYETLERİ)

D- GENEL (TAM YETKİLİ) HÂKİM VE ÖZEL HAKİM

E- HAKİMLERİN YER BAKIMINDAN YETKİLERİ

F- BİR YERE BİRDEN FAZLA HÂKİM TÂYİNİ

G- HAKEMLİK, DURUŞMA İÇİN ZAMAN TÂYİNİ

H- HÂKİMLİĞE TÂYİN OLUNMA İSTEĞİ

İ- HÂKİMLERİN TARAFLARDAN VEYA BAŞKALARINDAN HEDİYE ALMALARI

YEDİNCİ BÖLÜM

Fevkalâde Mahkemeler

A- (MEZÂLİM MAHKEMELERİ) FEVKALÂDE MUHAKEME USÛLÜNÜN TARİHÇESİ

B- BU MAHKEMELERİN GÖREVLERİ, FEVKALÂDE YETKİLİ HÂKİMLE GENEL HÂKİM ARASINDAKİ FARK

C- FEVKALÂDE YETKİLİ MAHKEMEDE YARGILAMA (MUHAKEME) USÛLÜ

D- DELİLLERİN İBRAZI,

İADE-İ MUHAKEME USÛLÜ

E- DELİLLERİN MÜSÂVÎ OLMASI HÂLİNDE HÜKÜM VERME

F- FEVKALÂDE YETKİLİ MAHKEMELERİN KARARLARININ TEKEMMÜLÜ

SEKİZİNCİ BOLUM

Nüfûs İşleri

A- NÜFÛS İDARECİLİĞİ (NAKÎBLİK) VE

ÖZEL NÜFÛS İDARECİSİNİN GÖREVLERİ

B- GENEL NÜFÛS İDARECİLİĞİ, GÖREVLERİ VE NÜFÛS İŞLERİNDE MUAMELÂT USULÜ

DOKUZUNCU BÖLÜM

Namazlara imam Tâyini

NAMAZLARA İMAM TÂYİNİ ÎŞLERİ VE KISIMLARI

A- İMAMLIĞIN ÇEŞİTLERİ, TÂYİNİNDEKİ USÛL, İMAMLIKTA DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR

B- İMAMLIK ŞARTLARI VE TERCİH SEBEPLERİ

C- CUMA İMAMLIĞI, KILDIRMA USÛLÜ

D- SÜNNET NAMAZLARINA İMAMLIK

ONUNCU BÖLÜM

Hacc Emirleri Ve Haccı İdare

HAC İŞLERİNİ YÜRÜTME

ON BİRİNCİ BOLUM

Zekât Ve Zekât İdaresi

1- HAYVANLARIN ZEKÂTI

2- MEYVELERİN ZEKÂTI

3- HUBUBATIN ZEKÂTI

4- ALTIN VE GÜMÜŞÜN ZEKÂTI

5- MADEN VE DEFİNELERİN ZEKÂTI

B- ZEKATIN ÖDENMESİNDE USÛL

G- ZEKÂTIN DAĞITIM USÛLÜ

ON İKİNCİ BÖLÜM

Feyy Ve Ganimetlerin Taksimi

A- FEYY – GANİMET – ZEKÂT ARASINDAKİ

MÜNÂSEBET, FEYYİN TOPLANMASINDA USÛL

B- GANİMETLER VE HARB ESİRLERİ

C-ESİR ALINAN YAŞLILAR VE DİN ADAMLARI

D- HARB ESİRİ KADIN VE ÇOCUKLAR

E- DÜŞMAN ARAZÎSİNİN HUKUKÎ DURUMU

F- DÜŞMANDAN ELDE EDİLEN MENKUL MALLAR VE TAKSİM USÛLÜ

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Cizye Ve Haraç

A- CİZYENİN HUKUKİ MAHİYETİ, TOPLAMA USÛLÜ

B- HARAÇ VERGİSİ VE TOPLAMA USULÜ

C- MUHTELİF ÖLÇÜ BİRİMLERİ

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Şartları Değişik Bölgeler

A- BÖLGELERİN TASNİFİ VE BİRİNCİ DERECEDE ÖNEMLİ OLAN YASAK BÖLGE (HİCAZ ÜLKESİ)

B- HARAM ÜLKE (MUKADDES BÖLGE) STATÜSÜ

C- HİCAZ BÖLGESİ, PEYGAMBERİN (S JLV) ÖZEL GELİRLERİ

D- SERBEST BÖLGELER VE IRAK TOPRAĞI

ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Arazîyi İhya Ve Sular Çıkarma

A- ÖLÜ (İŞLENMEMİŞ) TOPRAĞI İŞLEME ŞARTLARI, IRAK TOPRAKLARININ DURUMU

B- SULARIN KISIMLARI VE AKARSULARIN HUKUKÎ DURUMU

ON ALTINCI BÖLÜM

Otlak Yerler Ve İrtifak Hakları

MER’ALAR (OTLAKLAR) VE İRTİFAKLAR

(KAMUNUN ORTAK MALLARI) HUKUKÎ DURUMLARI

A- MER’ALAR (OTLAKLAR, KORULUKLAR)

B- İRTİFAK (KAMUNUN ORTAK MALLARI) VE HUKUKÎ DURUMU

C- CAMİLERDEN FAYDALANMA

ON YEDİNCİ BÖLÜM

Arazîyi Bir Şahsa Verme

A- DEVLET ARAZİSİNDEN FERDE MÜLKİYET HAKKI TANIMA

B- İŞLENMİŞ ARAZİNİN ŞAHSÎ MÜLKİYETE ÇEVRİLMESİ

C- ÖŞÜR VE HARACIN ŞAHSA HAVALE EDİLMESİ (MÜLTEZİM İŞLERİ)

D- MÂDENLER VE İŞLETİLMESİ

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

Dîvanlar Tesisi Ve Hükümleri

A- DÎVANIN TARİHÇESİ VE İSLÂMIYETTE İDARE SİSTEMİ İÇİNDE KURULUŞU

B- HARB DÎVANI VE İŞLERİ

C- ASKERE ALINACAKLARIN KAYIT İŞLEMLERİ

Ç- ASKERLERİN İHSAN VE ÜCRETLERİ

D- DEVLET GELİRLERİNE BAKAN DÎVAN

E- PERSONEL İŞLERİ,

MEMURLARI TÂYİN VE AZİL DÎVANI

F- DEVLET HİZMETLERİNİ -YATIRIMLARINI-YÜRÜTME DÎVANI

G- DÎVAN KÂTİPLERİNİN (SEKRETERLERİNİN) GÖREVLERİ

ON DOKUZUNCU BÖLÜM

Suçlar Ve Hükümleri

A- SUÇLA İTHAM VE GENEL MUKÂKEME USÛLÜ

SUÇLAR:

B- CEZALAR VE İNFAZ ŞEKİLLERİ

ZİNA CEZASI

HIRSIZLIK VE CEZASI (MAL ALEYHİNE CÜRÜM)

İÇKİ İÇME VE CEZASI

ZİNA İFTİRASI (KAZF) VE LA’NETLEŞME (LİAN) CEZALARI

Lİ’AN (LA’NETLEŞME)

CÜRÜMLERDE (ŞAHIS ALEYHİNE İŞLENEN SUÇLARDA) KISAS VE DİYET

(BEDEL) CEZALARI

ŞAHISLARA KARŞI İŞLENEN MÜESSİR FİİLLER VE CEZALARI

C- DİĞER SUÇLAR – KABAHATLER VE TA’ZİR CEZALARI

YİRMİNCİ BÖLÜM

Belediye İşleri – İyilikleri Emir Ve Kötülüklerden Nehiy

A- MUHTESİB (BELEDİYE GÖREVLİSİ)

VE FAHRÎ MEMUR (MÜTETAVVİ) NEDİR?

B- HİSBE İŞLERİ (BELEDİYE İŞLERİ) NDE MUHAKEME

C- HİSBE TEŞKİLÂTININ VAZİFELERİ: ALLAH’IN HAKKI OLAN EMİRLERE TEŞVİK

D- İNSANLARIN HAKLARINA ÂİT İYİLİKLER

E- ALLAH HAKKIYLA KUL HAKKI ARASINDA MÜŞTEREK İYİLİKLER (EMİRLER)

F- KÖTÜLÜKLERDEN UZAKLAŞTIRMAK

G- HARAM VE ŞÜPHELİ İŞLERDEN MEN ETME

H- HARAMA GÖTÜRÜCÜ HİLELİ İŞLERİ KONTROL VE YASAKLAMA

İ-YALNIZ İNSANLARIN HAKLARINDAN DOĞAN YASAKLAR

J- ALLAH HAKLARI (KAMU HAKLARI) İLE KUL HAKLARI ARASINDA MÜŞTEREK OLAN KÖTÜ HAREKETLER


SUNUŞ

 

Elinizdeki bu eser, İslâm âmme hukukunun en ünlü ve kla­sik kitabıdır. Bilindiği gibi âmme hukuku, devleti inceler. Ye­terli hukuk ve siyasî ilimler kültürüne sahip olmayan kimseler, devlet denilince, zihinlerinde bu kavramı pek basit ve yüzeysel bir şekilde canlandırırlar. Halbuki devletin sayısız tarifi vardır. Bu çeşitlilik, her filozofun, her ideolog ve mütefekkirin bu kav­ram ve kurumu kendi açısından izaha çalışmasından kaynak­lanmaktadır. Meselâ coğrafyacı, devleti bir ülke ile özdeşleşti-rir; sosyolog idare edenlerle edilenler açısından târiflendirir; ta­rihçi onu bir milleti ayakta tutan kurum olarak görür; hukukçu ise bir normlar sistemi şeklinde mütalaa eder (H. Kelsen); filo­zof “kendi bilincinde olan etik substance” olarak görür (Hegel); iktisatçı, onu en yüksek planlayıcı otorite olarak görür; F. Bas-tiat “Devlet, Öyle bir fîksiyondur ki, herkes onu âlet ede­rek başkalarının sırtından geçinmeye çabalar” şeklinde tanımlar. Şâirler de kendi ilhamlarına ve inançlarına göre bin türlü tarif yaparlar. Kimisi “Soğuk canavarların en soğuğu” sıfatını yakıştırırken, bir başkası “İçinde insanlık çiçek ve meyvelerinin yetiştiği bahçeyi çeviren duvardır” tarifini yapar (Hölderlin).

Bu dar açılı ve fantezist tarifler, insanı bir hazım sistemin­den veya iskeletten ibaret görmek gibidir. Bereket versin ki, da­ha te’lifçi ve toparlayıcı tarifler de yapılmıştır.

Devleti tarif etmede karşılaşılan güçlüklerin temel sebebi, onun somut fenomenler âlemine ait bir terim olmamasıdır. Şim­diye kadar baş gözüyle bir devleti gören olmamıştır. Ama kimse de onun varlığından şüphe etmemektedir. O bir “idee”dir, telak­kiler dünyasına âit ve mensuptur. Devleti insan düşünmüştür. Sebebi de insan insana kul olmak istememektedir.

Batı medeniyetinin çocukları, medeniyet denilince sadece kendi medeniyetlerini düşünürler. Devlet ile ilgili teori ve doktrinleri sıralarken batıdakileri kale alırlar, başka kültür ve me­deniye tlerinkiler i görmezlikten ve bilmezlikten gelirler. Halbu­ki, İslâm medeniyetinin de kendi devlet anlayışı veya anlayışla­rı vardır. Bunların da incelenmesi gerekir. İslâm medeniyetinin en temel vasfı, onda cismânî ile ruhanî, din ile dünya, kilise ile devlet ayırımı olmamasıdır. Massignon ve Louis Gardet İslâm’ın çok ilginç bir tarifinde birleşmişlerdir: “İslâm, laik ve eşitçi bir teokrasidir” demişlerdir.

İslâm’ın devlete getirdiği boyutlar, insanın yaratılışına, fıt­rata en uygun bir sistemi sergilemektedir. Arnold Toynbee’ye, Osmanlı imparatorluğu için “Osmanlı devleti, Eflâtun’un ideal cumhuriyetine realitede en fazla yaklaşabilmiş sis­temdir” dedirten işte bu özelliktir.

Bir tarihin sonuna yaklaştığımız, hattâ, insanların beyinsiz­likleri dolayısıyle belki de tarihin sonuna geldiğimiz şu buhran­lı devirde, İslâm’ın devlet anlayışını incelemekte her aydın için yarar vardır. Hızla seyr eden gelişmeler İslâm’ın güçlü bir alter­natif olduğunu gösteriyor. İnsana, çevresine, beşerî boyutlara uygun bir alternatif. İslâm, yaratıkların Yaratanla barışmaları­nı temin edecek bir orta yoldur. İslâm, ezelde verilmiş ahd ü mis âkın hatırl atılmasıdır. İslâm bir barıştır ve şemsiyesi altın­da sedece Müslümanlara değil, bütün insanlara emniyet ve hür­riyet vaad etmektedir. Bunu da, istikbâle yönelik hayallerle de­ğil, tarihteki somut hâdiselerle isbat etmektedir. Nitekim 1492’de, Haçlı Batı dünyasının kovduğu İsrail çocukları, Darü’l-İslâm olan Osmanlı mülküne sığınmışlar ve beş asır hürriyet, güven ve huzur içinde yaşamışlar, millî kimliklerini muhafaza etmişlerdir.

Ahkâm-ı Sultaniyye gibi klâsik bir eseri Türk okuyucusu­na sunmaktan bahtiyarlık duymaktayız. Onda, tıkanan yolları açmak için yeni çâreler ve çözümler bulunacaktır.[1]

 

Sultanakmed, 25 Nisan 1994 I 14 ZUka’de 1414

Mehmed Şevket Eygi

(Bedir Yayınevi Sahibi)

[Encyciopaedia Uniuersalis’in (Paris) “Etat” maddesinden yararlanılmıştır.]

 

İKİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ

 

Bedir Yayınevinin maddi ve manevi destekleriyle yaptığı­mız tercümenin ilk yayımı 1976 yılındaydı. Kısa bir sürede mevcudu tükenen tercümemizin yeniden neşri ancak aradan bunca yıl geçtikten sonra gerçekleşebilmiştir. Bunun da temel nedenleri arasında; ülkemizin geçirdiği siyasî-idarî çalkantılar, yayın hayatının maruz kaldığı ekonomik sıkıntılar vb.leri sıra­lanabilir.

Tercümemizi, bu kez bir daha şekil ve muhteva bakımından baştan sona kontrol süzgecinden geçirerek gerekli düzeltmeleri yaparak kitapta geçen tüm hadislerin kaynaklarını bulabildiği­miz kadarıyla tahriç ederek ikinci baskıya hazır hale getirdik. “Yörüğün kervanı gide gide düzelir” sözümüzde olduğu gibi bu işimizde de rastlanılan kusurlar gide gide düzeltilecektir. Şüp­hesiz hiç bir şey baştan itibaren tam olarak ortaya konulamı­yor.

Türkiye’mizde, 19501i yıllardan itibaren fikir hayatında da önemli gelişmeler ve yayım faaliyetleri olmuştur. Özellikle son 20 yılda bu, çok belirgin bir hal almıştır. Dînî yayınların da bu pastada önemli bir payı vardır. Islâmî telif veya tercüme pek çok eser piyasaya okuyucu istifâdesine sunulmuştur. Bunların muhtevası ne ölçüde yerinde ve isabetlidir, işte bunu zaman ve şartlar ortaya koyacak ve gösterecektir. Elinizdeki bu eser İslâm hukukunun devlet yönetimi, kurumları, kurumlarının hukukî statüleri ve işlevleri, kısacası genel kamu hukuku ku­rallarını pratik ve teorisiyle ortaya koymaktadır. Eser, yazılışı zamanında olduğu gibi günümüzde de önemli bir boşluğu dol­durmakta soru veya sorunlara cevaplar vermektedir.

ikinci baskının hazırlanışında teşviklerini gördüğüm Mehdi Ali Seçkin Bey’e, neşri gerçekleştiren Bedir Yayınevi mensupla­rına, baskıda emeği geçen Söğüt Matbaası çalışanlarına teşek­kürlerimi ifade ederim.

Çalışmak ve gayret bizden, tevfık Allah’tandır.[2]

Prof, Dr. Ali ŞAFAK

Yeşilhisar, Ağustos 1993

 

BİRİNCİ BASKININ ÖNSOZU

Hicrî 5’inci asırda yaşamış olan Ali b. Muhammed b. Hase-ni’1-Mâverdî, çeşitli dînî ilimlerde ve özellikle İslâm Amme Hu­kuku sahasında, Şafiî mezhebinin hukuk usûllerini esas almak­la beraber diğer İslâm Hukuku mezheblerine mensup hukukçu­ların da görüşlerine yer vermek suretiyle, kıymetli eserler yaz­mıştır. Onun hayatı hakkında ileride verilecek malûmatta bu husus rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kıymetli eserlerinden biri de tercemesini yapmak suretiyle milletimizin ve hukuk alimlerimi­zin istifadesine arz etmeye çalıştığımız, müellifin kendi verdiği isimle, ı’EL-AHKÂMÜ’S-SULTANİYYEt1sidir.

Mâverdî’nin İslâm Âmme Hukuku alanında son derecede önemi hâiz bu eseriyle ilk olarak Hukuk Fakültesi son sınıf öğ­rencisi iken 1965 yılında meşgul olduk. O zaman yapmış oldu­ğum seminer çalışmaları sebebiyle eserin yalnız bir bölümü ile yakından ilgilendik. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra be­ni tekrar bu eserle ilgilenmeye ve terceme etmeye sevk eden âmil, İslâm Hukuku sahasında kıymetli çalışmalarda, araştır­malarda bulunan değerli meslekdaşım Dr. Y. Ziya Kavakçı’nın tavsiyeleri, teşvikleri, Bedir Yayınevi ilgililerinin eseri teminle terceme etmeme teşvikleridir.

“El-Ahkâmu’s-Sultaniyye”, müellifin vefatından sonra muh­telif zamanlarda istinsah edilmiştir. Kütüphanelerimizde yaz­ma ve matbu nüshalarına rastlanılabilir. Tercemeye esas olan nüsha, Mısır’da 1386 hicrî – 1966 milâdî yılında ikinci baskısı yapılan nüshadır. Bu eser 1915 yılında E. Fagnan tarafından Fransızca’ya terceme edilmiş ve basılmıştır.[3]

Mâverdî’nin eserde takib etmiş olduğu metod: Hukukçula­rın ayrılık göstermediği konularda kendi mezhebi esaslarına gö­re fikirleri aynen almış, fikir ayrılıkları olan noktalarda farklı görüş sahiplerinin isimlerim ve fikirlerini aynen belirtip, men­subu olduğu Şafiî mezhebinin o noktadaki esaslarını kabullen­miş, tercih etmiş, diğer hukukçulara karşı savunmuştur. Çok az yerde de başka mezheblere mensub olan hukukçuların görüşle­rini de “Tercihe değer görüş budur”, “İsabetli olan budur” diye­rek kendi mezhebinin görüşüne tercih etmiştir. Amme ve İdare Hukuku alanında ortaya çıkmış ve çıkması umulur mes’eleleri tarihî seyir içerisinde nakillere, tatbikata dayanarak cevaplan­dırmış, halletmiştir. Asıl kaynaklarda bir esas bulunmayan ko­nularda Hulefâ-ı Raşidîn’in ve sonraki İslâm Devletleri halifele­rinin, hukukçuların tatbikatı ve fikirleri, halli gerekli o konu için esas olmuştur. Aklî çözüm yoluna pek rağbet etmemiştir. Bu bakımdan, ilk zamanlarda Mu’tezile fikirlerini savunduğu­nu belirtenlere karşı Mâverdî’nin, hukukta takip ettiği bu usûl tekzîb edici sebep sayılır.

Eserde geçen yer isimleri, coğrafî tanıtmalar, zaman ve mekâna izafe edilen hususlar, örf ve âdete dayanan ölçü, tartı, alan birimleri, Devlet Teşkilâtına verilen isimler ve benzerleri­nin tamamı Mâverdî’nin bizzat kendi zamanında kullanılan ve kullanılagelen mefhumlardır. Eseri okurken daima bundan 941 sene önceki bir İslâm Hukukçusunun anlayışlariyle karşı karşı­ya olduğumuzu unutmamalıyız. Kitap 941 sene önceki müslü-manların ulaştıkları Amme ve İdare Hukuku alanındaki seviye­yi göstermektedir. Böyle düşünüldüğünde eser oldukça entere­sandır. Verilen hukukî bilgiler için müşahhas örnekler vermiş, şiirler kaydetmiştir. Eserde anlatılan konular hakkında bizzat kendisi eserinin sonunda şöyle demektedir:

“Bizim bu kitapta temas ettiğimiz konular, diğer hukukçu­ların hiç temas etmediği veya çok kısa temas ettikleri konular­dır. Onların hiç temas etmediklerini anlattık, kısa olarak geç­tiklerini açıkladık. Allah Teâladân başarılar, yardımlar niyaz ederim.”

Bugünkü laik hukuklarda da benzeri hukuk müesseseleri bulunan işbu eserin, tercemesi ile yeni nesle eski hukukumu­zun kaidelerinin neler olduğunu okuyup öğrenme fırsatını sağ­lama gayesi göz önünde tutulmuştur. Eser ilmî ve teknik konu­ları ihtiva ettiğinden tercemenin yanlışsız olduğunu iddia ede­meyiz. Metne sadakat yanında bazı hukuk müesseselerinin bu­günkü hukuktaki karşılıklarını birlikte kullandık. Bu itibarla muhterem

okuyuculardan bilhassa Amme ve İdare Hukuku âlimlerinden yapıcı tenkidlerini bekler, eserin milletimize faydalı olmasını Allah Teâla dan duâ ve niyaz ederim.[4]

Dr. Ali ŞAFAK

 

 

 

 

İMAM MAVERDI ve ESERLERİ

 

Ali b. Muhammed b. Habîb Ebi’l-Haseni’l-Mâverdî (D. 974 m. 364 h. V. 1058 m. 450 h.) Basra’da 364 hicrî yılında doğmuş­tur. Büveyh oğullarının iktidarı zamanında yetişmiş, Basra ve Bağdat’da Hasan b. Ali el-Huzelî, Muhammed b. Adiyyi’l-Minkarî, Muhammed b. Mualla el-Ezdî, Ca’fer b. Fazlı’l-Bağdadî’den ders okumuştur. Fıkıh, Üsûl-i Fıkıh, Tefsir, Hadîs ilimlerini tahsil etmiştir. Hukukçu, Üsûlcü, Tefsirci, Edebiyat­çı, Siyasetçi bir âlimdir. Hukuk sahasında İmam Şafiî’nin mez­hebini takip etmiştir. Kendisinden de pek çok kimse ders oku­muş, rivayette bulunmuştur.

Muhtelif şehirlerde hâkimlik yapmış, Nişabur yakınında Ustuvâ şehrinde Baş Kadılık (Kadu’l-Kuzât) görevinde bulun­muştur. Büveyh oğullarından Halîfe el-Kâdir’in sarayında müs­teşar olarak çalışmıştır. “Şehinşah”, “Melikü’l-Mülûk” gibi bü­yüklük belirten sıfatların halifelerin ismi önünde kullanılması ve hutbelerde okunması mes’elesi yüzünden Halîfe El-Muktazî ile araları açılmıştır. El-Muktazî, bu isimlerin hutbede okuna­bilip okunamıyacağım Mâverdî’den sormuş, o da: Okunamıya-cağını, sıfat olarak kullanılamıyacağını belirtmiş, delil olarak da:

“Kıyamet gününde, Allah Teâlâ nezdinde isimlerin en bayağısı, bir kimsenin -Melikü’l-Mülûk’ ismiyle isimlenmesi, anılraasıdır”, hadîs-i şerifi ve bu anlama yakın hadîsleri göstermiştir.

Büveyh oğullarından Halîfe Celâlu d-Devle, Mâverdî’nin bu fetvasına dayanarak, Halifeliği zamanında isimlerin başındaki büyüklük bildiren sıfatları, isimleri kaldırmıştır.

“Mâverdî” lakabı: Gül suyu ticaretiyle de meşgul olduğun­dan “Mâü’1-Verd” (Gül suyu) terkibinden gelmektedir. San’atına işaret eden bir lakabtır. 450 hicrî, 1058 milâdî yılında Bağ-dad’da vefat etmiştir.[5]

 

ESERLERİ:

 

Mâverdî, tefsîr ve bilhassa fıkıh ve usûl-i fıkıh konusunda, Şafiî mezhebine göre, pek çok eserler yazmıştır. Sağlığında hiç­bir eserini açığa çıkarmamış, kimseye göstermemiştir. Bu hu­susta şöyle bir rivayet kaydedilir:

Vefatı yaklaştığı zaman güvendiği birisine:

– Falan yerde bulunan kitapların hepsi benim eserlerimdir. Onları şimdiye kadar açığa çıkarmadım. Çıkarmayı da pek iste­miyorum. Gördüm ki ölüm bana yaklaşıyor. Elini elime ver. Şa­yet ölürken elini tutar ve sıkarsam, bilesin ki, o eserlerimin hiç­birisi Allah tarafından kabul olunmamıştır. Kitapların hepsini alır, Dicle’ye atarsın. Elimi açar, elini kavramazsam, bilesin ki, eserlerim Allah tarafından kabul olmuştur. Kitapları oradan alırsın, umduğum sevaplar için etrafa yayarsın, der.

Olayın muhatabı olan şahsın anlattığına göre:

–  Ölüm Mâverdî’ye yaklaşınca elimi, elinin içine koydum. Elini açtı, elimi kavramadı. Kabul anlamına bir işaret saydım ve ölümünden sonra, kitaplarını çıkardım, yaydım, der.[6]

 

ESERLERİ:

 

1- TEFSÎRÜ’L-KUR’AN (KİTÂBU’L-FIKH VE’L-UYÛN)

Tefsîr ilmine âit bir eser olup yazma nüshaları mevcuttur. Bazılarına göre: Mâverdî, Tefsirinde Mu’tezile görüşlerine yer vermiştir. Onun için halka tavsiye edilemez. Ancak ilim erbabı için faydalanılacak bir tefsirdir.

Bu iddiaya rağmen, Mâverdî, Mu’tezile mezhebine girme­miş, onların pek çok fikirlerini reddetmiştir. Tefsirinde ise ilk bakışta Mu’tezile görüşleri anlaşılmaktadır.

2- KİTÂBUL-HÂVİYİL-KEBÎRFİL-FÜRU’

Şafiî mezhebi fıkhına dair büyük bir eserdir. Yazma nüsha­ları vardır.

3- EL-ÂHKÂMU’S-SULTANİYYE

Devlet Başkanlığı ve Dînî idarelere ait mevzuları ihtiva eden, elinizde tercümesi bulunan bu eseri basılmış, muhtelif dillere tercümeleri yapılmıştır.

4- KİTÂBU NASÎHATİ’L-MÜLÛK

Devlet adamlarına öğütleri, tavsiyeleri ihtiva eden bir siya­set kitabıdır. Yazma nüshaları vardır.

5- KİTÂBU TESHÎLİ’N-NAZAR VE TA’CÎLİZ-ZAFER

Bu da yine siyâsî konuları ihtiva eden bir eserdir. Yazma nüshaları mevcuttur.

6- KİTÂBU KAVÂNİYNİ’L-VÜZERÂ

Vezirler ve görevlerine ait konuları içine alır, yazma nüsha­ları vardır.

7- KİTÂBU ALÂMİ’N-NÜBÜVVE

Baskısı yapılmış olup bir bakıma kelâma ait konuları içine alan bir eserdir.

 

8- KİTÂBUÂDÂBİL-KÂDİ

Hâkimlerin muhakeme usûllerinden bahseder. Yazma nüs­haları vardır.

9- KİTÂBUL-EMSÂL VEX-HİKEM

300 hadis, 300 darb-ı mesel, 300 beyti ihtiva eden, her biri 30 darb-ı mesellik on fasıldan ibaret bir eserdir. Baskıları yapıl­mıştır.

10- KİTÂBÜL-BUGYElf L-ULYÂ FÎ EDEBİ’D-DÜNYÂ VED-DİN

Pek çok konularda hâlâ istifâde edilen, şerhleri ve baskıları yapılan bir eserdir.

11- SÎYÂSETÜ’L-MÜLÛK

Devlet idaresi, siyâsetle ilgili bir eserdir. Yazma nüshaları mevcuttur.

12- EL-İĞNÂ

Fıkıh konularını içine alır, yazma nüshaları vardır.

13- MA’RİFETÜ’L-FEZÂİL

İdarecilerin üstünlüklerinden, vasıflarından bahseder, yaz­ma nüshaları vardır.[7] [8]

 

EL-AHKÂMÜ’S-SULTANİYYE

TERCÜMESİ

 

GİRİŞ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adı ile…

“İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi, Allah emreder…” (4:58)

Allah’ın rahmet ve selâmeti Efendimiz Muhammed’e, (s.a.v) aile efradına, âline, ashabına olsun.

Din ulusu, müslümanların önderi Ebü’l-Hasani’l-Mâverdî derki:

Dînî bilgileri bize açıklayan, Kitab-ı Mübîni bize gönderen, işlerin yürütülmesinde bizlere hükümler koyan, helâl ve haramı açıklayan Allah’a sonsuz hamd ve senalar olsun. Onun dünyâda hüküm olarak koyduğu şeylerle yaratılmışların hakkı kesin olarak tesbit edilmiş, hakkın kaideleri bunlarla sabit ol­muş, insanlık için takdir ettiği şeylerin en güzelleri ile hükmet­miş, hükümleri kuvvetlendirmiştir. O’na, takdir ettiği ve bizle­re bıraktığı şeyler için hamd olsun. Allah’ın emirlerini açıkla­yan, bunlarla hakkı öğreten, ayakta tutan Resulü Muham-med’e, âline, aile fertlerine, dostlarına salât ve selâm olsun.

Devlet işlerini yürütenler için bu “El-Ahkâmü’s-Sulta­niyye” en uygun olan bir eserdir. Yönetimle ilgili hükümlerin tümünü içine almıştır. İnsanların siyâsetle, idarî işlerle meşgul olmasına rağmen bu hükümlerden uzaklaşmalarını ve yüz çe­virmelerini önler. Hukukçularca, ilâhî hükümlerdeki hukukî yolların bilinmesi, onlardan istifâde edilmesi ve yerine getiril­mesi gerekli olanların yerine getirilmesi için, yargı işlerinin çö­zümünde, adaletin tevziinde hakkaniyet ve nısfet (adalet) esas­larının araştırılması ve bu esaslara uyulması için gerekli olan işlere giriştim ve bu konuda bir kitap yazdım. Allah’dan bana yardımcı olmasını, başarıya ve doğruluğa ulaştırmasını dilerim. O, bana kâfidir.

Bundan sonra, şüphesiz ki Allah gönderdiği dinden idarî hükümlerin, kaidelerin çıkması uygun olan görüşte fikirlerin birliği için Peygamberin (s.a.v) şerefli bir ümmeti olan müslü-manlara kudretini açıkladı, güzellikleri saydı, kendi hoşnudlu-ğunun nerede olduğunu gösterdi. Onun kuralları siyasî, idarî işlerin yürütülmesi, İslâm toplumunun her türlü ihtiyaçları için yeterlidir. Hilâfet bu hükümlerin ve milletin işlerinin yürütül­mesi için Devletin temel müessesesidir. Milletin işlerinin yürü­tülmesi ancak onun başta bulunması ile mümkündür. Devlet Başkanı, âmmenin işlerini tesbitte, yürütmede, topluluğun ya­rarına olan işleri yapmada bu kurallara başvurur ve bu kural­lar ancak onun başta bulunmasıyla uygulanır. İşlerin yürütül­mesi, yerine getirilmesi ânında Sultanî yönetimden Özel bir takim idare şekilleri ortaya çıkar. Bu bakımdan bölümlerin biribi-riyle olan ilişkisine dikkatle, göndermeler yaparak yönetim hü­kümlerinin sıraya konulması gerekmiş, devlet başkanı İmâm’ın hukukî durumu, hükümleri ilk olarak ele alınmıştır. Devlet başkanlığının hukukî durum ve hükümlerini, âmme ve idare hukuku kaidelerini içine alan bu kitap yirmi bölümden ibaret­tir.

  1. Bölüm: Halîfe Tâyini ve Hukukî Durumu
  2. Bölüm: Vezirler Tâyini

III. Bölüm: Eyâlet Valileri Tâyini (Yörelere yöneticiler tayini)

  1. Bölüm: Ordu Kumandanları Tâyini
  2. Bölüm: Dahilî Huzuru Temîn, İç İsyanlara Kumandanlar Tâyini
  3. Bölüm: Yargı (Adliye) İşleri

VII. Bölüm: Fevkalâde Mahkemeler (Mezâlim işleri)

VIII. Bölüm: Nüfus İşleri

  1. Bölüm: Namazlara İmam Tâyini
  2. Bölüm: Hacc Emirleri ve Haccı İdare
  3. Bölüm: Zekât ve Zekât İdaresi

XII. Bölüm: Feyy ve Ganimetlerin Taksimi

XIII. Bölüm: Cizye ve Haraç Koyma İşleri

XIV. Bölüm: Değişik Statülere Tâbi Ülkeler

  1. Bölüm: Arazîyi İhya ve Sular Çıkarma

XVI. Bölüm: Ormanlıklar, Otlak Yerleri ve Kamunun Ortak Malları

XVII. Bölüm: Arazînin Mülkiyetini Bir Şahsa Verme (İkta)

XVIII. Bölüm: Dîvan Tesisi ve Hükümleri

XIX. Bölüm: Suçlar ve Hükümleri

  1. Bölüm: Hisbe Teşkilâtı İşleri, İyilikleri Emir ve Kötülüklerden Uzaklaştırma.[9]

 

BİRİNCİ BÖLÜM

Halîfe Tâyini ve Hukûkî Durum

 

A-HALÎFENİN TÂYİNİ

 

İmâmet ismi verilen Hilâfet, din ve dünyaya ait işlerin yürütülmesi için Nübüvvete halef olarak konulmuş, kabul edilmiş bir müessesedir. Devlet Başkanlığı vazifesini yürütene, bütün Müslüman topluluğunun uyması gerektiği hususunda icmâ vâki olmuştur. Alim el-Esam bu İcma’a katılmamaktadır. Devlet Başkanına uymanın bir akıl işi mi yoksa dinin emri mi olduğu konusunda görüş ayrılığı vardır.

  1. a)Halifeye uymanın aklen vâcib olduğunu söyleyenlerin görüşü: Devlet Başkanına uymak, halkı kötülükten, zulümden uzaklaştırır. Halife, taraflar arası düşmanlıkları giderir. Bütün bunlar akılla düşünülebilen hususlardır. İdareciler olmasa halk son derece karışık, bayağı, zulümler içinde yüzen bir hayat içinde yaşar. Câhiliyet devri Arap şâirlerinden EL-Afvehü’l Evdî şiirinde,

“İnsanların cahilleri idareci olduğunda, insanlar kötülüklerden, anarşiden kurtulamayacağı gibi sürûr ve rahatlığı da bulamayacaklardır” der.

  1. b)Dinen Halifeye uymanın gerektiğini belirtenlere gö­re: (Dinen Devlet Başkanına bağlanmanın vâcib olduğu, fikrine göre), Dinî işler bir yana bırakılırsa akıl yolu ile Halîfenin dünya­ya ait hukukî işleri yürütebileceği kabul edilebilir. Fakat akıl, fertlerin dîne ve kanuna bağlılığını emredemez. Yalnızca akıl sa­hibi her şahsın kötülük yapmasını önler. Merhamette, yakınlaş­mada adaletin icapları ne ise onu kabullenir. İşe aklî bir adalet mefhumu ile başlar. İnsan yalnız kendi akıl ve düşünceleri ile işle­ri yürütür. Başkalarının düşüncelerinden pek faydalanmaz. Hal­buki din, dinî sahalarda işleri yürütenlere dünyâya ait işlerin de verilmesini emreder. Allah Teâlâ da: trEy imân edenler, Allah’a itaat edin, Peygambere  (s.a.v) ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.” (K. K. 4: 59) âyetini göndermiştir. Bize, bizden olan ve emretme yetkisini hâiz halîfelere ve di­ğerlerine itaat etmek farz olmuştur. Hişam b. Urve, Ebu Sâlih’den, O da Ebû Hüreyre’nin Peygamber’den (s.a.v) şöyle nak­lettiğini rivayet eder:

Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: “Benden sonra bir kı­sım idareciler sizi idare edecektir. İyiler iyilikleriyle, kötü­ler de kötülükleriyle sizi idare edecektir. Hakka uygun olan her hususta onlara itaat edin, dinleyin. İyilik ederler­se bu, hem sizin için hem de onlar için iyidir. Kötülüklerde bulunurlarsa sizin lehinize, onlarmsa aleyhinedir.”[10] [11]

 

B- HALÎFEYİ SEÇECEK OLANLAR VE ŞARTLARI

 

Devlet Başkanlığının lüzumu, onun hakkında bilgi, harp ve ilim öğrenmek gibi bir farz-ı kifâyedir. İslâm topluluğunun bir kıs­mı bu görevi yerine getirince diğerleri de borçtan kurtulur. İnsan­lar arasından biri çıkıp Devlet Başkanlığı görevini yerine getirmeyince, topluluktan iki grup çıkar. Birincisi seçmenler topluluğu: Bunlar topluluk için bir halîfe seçerler. İkincisi Halîfe adaylarıdır. Aralarında biri Halifeliğe seçilir.

Müslüman halkın meydana getirdiği toplumda, bu iki grubun dışında kalanlar için Halîfenin seçiminin gecikmesinde zorluk ve günah yoktur. Halîfenin mecburi olarak varlığını kabulde, sözü geçen iki grubun hukukî varlığı anlaşılınca her grup için bir takım şartlar aranır:

  1. a)Seçmenler Grubu için aranılan şartlar:

 

1- Her yönü ile doğru bilinen, âdil bir şahıs olmak.

2- Halifeliğe aday olan kimsedeki aranılan şartları bilmeye yeterli ilim sahibi olmak.

3- Birden fazla Halîfe adaylarından hangisinin âmme işlerini idareye en muktedir, bu nevi işleri en iyi bileni seçmeye götürücü bilgi ve görüş sahibi olmak.

Halîfe adaylarının memleketinden olan seçmenlerin, başka yerlerden olan seçmenlere bir üstünlükleri yoktur. Ancak dînî mahiyette olmayıp örfen, halîfenin seçimi işleminde, işlerin yürü­tülmesi için, halîfe adaylarının ülkesinin hazır olan seçmenlerin­den biri, seçim işleri için idareci olabilir. Çünkü halîfenin yaptığı işlere, onun ülkesinde, kimlerin halifeliğe ehil olduğuna dair ye­terli bilgi mevcuttur.[12]

 

C- HALÎFEDE ARANILAN ŞARTLAR

 

  1. b)Halifeliğe ehil olanlarda aranılan şartlar:
  2. aa)Her yönü ile âdil bir kimse olmak,
  3. bb)Hilâfetin görevleri içine giren bütün işlerde, ictihadda bu­lunabilecek derecede ilim sahibi olmak,
  4. cc)Kulak, göz, dil gibi hassalarının, (bu organlarla yapıp anla­yabileceği işlerde kolaylığı, yakınlığı temin için,) sağlam olması,
  5. dd)Hareket etmeye, süratle kalkıp oturmaya engel olan organ sakatlıklarından uzak ve sapasağlam olmak,
  6. ee)Âmme işlerini idareye, halkın sevk ve idaresini anlamaya yarıyan fikir ve bilgiye sahip olmak,
  7. ff)Düşmanla harbe, topluluğu korumaya imkân veren güç ve kuvvete, cesarete sahip olmak.
  8. gg)Soy bakımından Kureyş soyundan olmak. Zîra bu hususta hadîs-i şerif mevcuttur. Geçmişteki müslümanlar bu konuda fikir birliğine varmışlardır. Her ne kadar bâzı hukukçularca bu şart tenkid edilmişse de insanların hepsi sonunda kabul etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir, Ensâr’ın, Devlet Başkam -Halîfe- olarak Sa’d b. Ubâde’ye bîat etmesi üzerine Sakîfe günü Ensâr’a, Peygamberin (s.a.v) “Devlet Başkam (İmâm) Kureyş’tendir.”[13]hadisi şerifini delil getirdi. Ensâr da ihtilâfı bırakarak “Ebû Bekir’in rivayetini tasdik ve teslim için bizden bir emir, sizden de bir emir” fikrinden vaz geçtiler. Hz. Ebû Bekir’in,

“Bizler âmirleriz, sizlerse vezirlersiniz.”[14] sözünden memnun kaldılar. Peygamber de fs.a.v): “Kureyş’i öne alınız, ona başkalarını tercih edip, öne geçirmeyiniz” buyurmuş­tur.

Bütün Müslümanlarca kabûî edilen bu delîle karşı duranın bir şüphesi ve muhaliflerin de bir sözü ve beyanı mevcut değildir.[15]

 

D- HALÎFENİN TENSİBİ

 

Hilâfet ve İmamet görevi: Ya seçmenlerin seçmesi suretiyle veya önceki halîfenin tayiniyle olmak üzere iki şekilden biriyle olur.

  1. a)Seçmenlerin seçmesi suretiyle teşekkül eden halifeliğin tam teşekkülü sırasında gerekli geçmen sayısında bazı görüşler mevcuttur. Şöyle ki:
  2. aa)Bütün bir devlet sınırlan içinde bulunan seçmenler heye­tinin (ashab-ı akd ve hallin) çoğunluğunun bağlılığı olmadıkça hilâfet teşekkül etmiş olmaz. Çünkü ancak bu yolla genel kabul ve icma sağlanmış olur. Hz. Ebû Bekir’in halîfe seçiminde tatbik edi­len muamele ve bîat bu şekilde olmamıştır. Zîra hazır olanlar bîat etmiş, gaip olanların bîat etmesi beklenememiştir.
  3. bb)Hilâfetin teessüsü için arınalan en az seçmen miktarı 5 ki­şidir. Bunların bir araya gelmesi ve içlerinden birini rızaları ile halîfe seçmeleri ile seçim tamam olur.

Bu görüşün delilleri ikidir. Birincisi, Ebû Bekir’in bîat işlemi 5 kişi ile olmuştur. Sonradan halk, yapılan bu işleme uymuşlardır. Bu 5 kişi de: Ömer b. el- Hattâb, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Useyd b. Hudeyr, Beşir b. Sa’d, Ebû Huzeyfe’nin âzadlı kölesi Salim’dir. İkinci delîî ise; Hz. Ömer 6 kişiden meydana gelen bir danışma meclisi kurdu. İçlerinden 5 kişinin diğer birini halîfe seçmelerini, ona rızaları ile bîat etmelerini istedi. İşbu ikinci görüş İslâm Hu­kukçularının çoğunun ve Basra’lı Kelâmcılarmdır.

  1. cc)Kûfe’li âlimlerden diğer bazıları da 3 şahısla hilâfet işlemi tamamlanır derler. Nikâh akdinde bir velî ve iki şahitle akdin ta­mam olduğu gibi. Hilâfette de 3 kişiden ikisinin rızası ve birinin halîfe olması, 2 kişinin ona bîat etmesi ile akit tamam olur fikrini savunurlar.
  2. dd)Bir fikre göre de 1 şahısla hilâfet teessüs edebilir. Zira Hz. Abbas, Hz. Ali’ye “Elini uzat, sana bîat edeyim” demiştir. Bu vazi­yette insanlar “Hz. Peygamberin (s.a.v) amcası, Peygamberin (s.a.v) amcası oğluna bîat etti. Onların iki oluşunda bir şüphen olmasın. Ve Abbâs hakemdi, bir tek hakemin verdiği hüküm geçerli­dir” demişlerdir.[16]

 

E- HALÎFEYİ SEÇME USÛLLERİ

 

Seçmenler Heyeti, halîfenin seçimi için toplandıklarında hilâfete aday olanlarda bulunan şartlan karşılaştırırlar. Üstün ve faziletli olana, insanların hepsinin derhal itaat edebileceği ada­ya bîat ederler, bu durumda olan adayı diğerlerine tercih ederler. Seçmenler Heyeti üyelerinden birinin halîfe olacağı söz konusu ise. bu görev kendisine teklif edilir. Şayet olumlu cevap verirse gö­rev ona tevdî edilir, Kurul bağlılığını bildirir, sonuç olarak da halifeliği kesinlesin İslâm topluluğunun tamâmının ona bağlı ol­maları, emirlerine uymaları gerekir.

Eğer yapılan teklife olumsuz cevap verirse, kabulü için zorla­namaz. Zira, hilâfet akdi tamamen serbest bir rızâ ile olmalıdır. Cebir ve baskı sonucu teşekkül etmemelidir. Rızâsı olmayan adaydan vaz geçilerek, hilâfete lâyık bir başkasına teklifte bulu­nulur.

Halîfe adaylarının ikisinde bulunan şart ve vasıflar eşitse, yaşça büyük olan tercih edilir. Yaşça da eşitseler daha olgun vakar sahibi olan tercih edilir. Durum bu olmakla beraber, yaşça küçük olana da bîat edilir, seçilebilir. Halîfe adaylarından biri daha çok bilgili, diğeri daha çok cesaretli ise zaman hangisini gerektiriyor­sa o sıfat ve şartlan taşıyan tercih edilir. Meselâr zaman ve ihti­yaçlar isyanların önlenmesini gerektiriyor, huzur ve sükûna ihti­yaç duyuluyorsa cesaretçe, güç ve kuvvetçe üstün olan tercih edi­lir. Şayet ihtiyaçlar ilimce üstün olmayı gerektiriyorsa, sapık fi­kirlerin, yanlış düşüncelerin önlenmesi için ilimce üstün olan hilâfete tercih edilir.

İki halîfe adayından birini seçmede, güç bir durum ortaya çıkmışsa böyle hallerde:

  1. a)Bir kısım İslâm Hukukçularına göre: Her iki adaydan da vaz geçilir, ikisinin dışında birine müracaat edilir. Böylece biri­nin diğerini tenkid etmesi de önlenmiş olur.
  2. b) Âlimlerin ve hukukçuların çoğunluğuna göre de:

Halîfe adaylarının biribiriyle ihtilâfı, içlerinden birinin halîfe ol­masına engel teşkil etmez. Halîfe olmayı arzu etmek mekruh de­ğildir. Seçmenler heyeti ihtilâf etmişse, halifelik teklif olunmuş birinden bu teklifin geri alınması uygun düşmez. Durumları eşit olan iki halîfe adayı arasındaki ihtilâfın çözümlenmesinde bu gruptaki hukukçular ihtilâf etmişlerdir.

  1. aa)Bir kısmına göre: İkisi arasında kur’a çekilir. Hangisi çıkmışsa o halîfe adayı olur, hemen bîat edilir.
  2. bb)Diğer bir kısmına göre de: Böyle bir kuraya gidilmek­sizin seçmenler heyeti hangisine bîat etmeyi dilerse onu seçmekte

serbesttir.

Seçilmek üzere ortada yalnız bir halîfe adayı varsa, o da toplu­luğun üstün şahıslarmdansa heyet hilâfete getirir. Sonradan da­ha üstün biri halîfe adayı olarak ortaya çıkarsa, bu durum ilk seçi­len halîfenin hilâfetine tesir etmez. Daha üstün olan bir şahıs du­rurken, ondan aşağı bir adayın hilâfetine bîat edilmeye başlaml-mışsa duruma bakılır; böyle bir bîat, daha üstün olan şahıstaki hastalık, gâiblik gibi bir sebepten veya seçilen şalısın insanlar arasında daha çok sevilir oluşundan ileri geliyorsa, bu şahsı seçme işi tamamdır ve halifeliği hukuken muteberdir.

Daha üstün olanın halîfe seçilme işi gündeme getirilmez. Yu­karıda sayılan sebeplerin dışında, özürsüz üstün olana bîat edil­miş, daha üstün olan ihmâl edilmişse, üstün olanın halifeliğinin hukuken geçerliliğinde ihtilâf gösterilmiştir.

aaa) Aralarında Câhız’m de bulunduğu bazı âlimlere göre: Halîfeye bîat, hilâfet akdinin teşekkülünü sağlıyamaz. Zira hukukî konularda içtihadda bulunulurken en uygun ve münasibi tercih edildiği gibi, seçmenler heyetinin de iki adaydan daha üs­tün olanını seçip, bîat etmeleri vazifeleridir. Bu şekilde hareket etmekten kaçınılamaz.

bbb) Hukukçular ve kelâmcıların çoğunluğuna göre:

Daha üstün varken üstün olana bîat, hukuken muteberdir. Daha üstün olan biri varken, üstün olanı adliye işlerini yürütmeye tâyin nasıl mümkün ve muteberse, imâm olabilme şartlarını üzerinde taşıyan üstün bir şahsı da, kendisinden daha üstün biri varken imâm tayin edip bağlılık bildirmek hukuken doğru ve muteberdir. Çünkü daha üstün bir durum seçimde sadece tercih sebebidir. Yoksa halife olmaya mutlak hak kazandırıcı mutlak ve muteber bir sebep değildir.

Halîfe olabilme şartlarını şahsında bulunduran bir tek şahıs var da aynı şartlara hâiz başka kimse bulunmuyorsa, o, halîfe tâyin edilir; başkasına bîat etmek doğru değildir.

Seçimsiz ve anlaşmasız bir şahsın imamlığının teşekkül edip edemiyeceği konusunda İslâm bilginleri ihtilâf göstermişlerdir.

  1. a)Bir kısım Irak hukukçularına göre: Seçmenler heyeti tarafından bîat edilmeden de bir şahsın imamlığı teessüs edebilir ve halkın ona itaati gereklidir. Zira seçimden maksad imâmı seç­mektir. Binâenaleyh bu makama gelen bir şahısta artık halifelik sıfatı teşekkül etmiştir.
  2. b) Hukukçuların ve kelâmcıların çoğunluğuna göre:

Kendiliğinden hilâfet makamına gelen bir şahsın halifeliği tees­süs etmiş olmaz. Çünkü hilâfet nzâ ve seçimle teşekkül eder. Seç­menler heyetinin ona halifeliği vermesi suretiyle teşekkülü teinin edilmelidir. Şayet hepsi birleşir, onu seçerlerse imamlık akdi ta­mamlanmıştır. Zira böyle bir akid ancak tâyin ile tamam olur. Tıp­kı ihtilaflı bir mevzuda hakem seçiminde taraflardan birinin razı olup da, diğerinin razı olmadığı bir şahsın hakem olamıyacağı gi­bi. Her iki taraf anlaşır ve seçerse o zaman hakem olabilir. Bu hususta yine bu görüşe mensub olanların bir kısmı şöyle diyorlar: Hakemlik konusunda ehil tek bir şahıs varsa, o, hakem olarak kabul edilir. Tıpkı halîfe adayı olacak şartlan taşıyan tek bir şah­sın bulunmasında, onun halîfe seçilmesi gibi.

Hakemlik ile imamlık arasındaki fark ise, hakemlik Özel bir niyabet, başkası adına harekettir. Hakemlik, sıfatının bulunma­sına rağmen tâyininden vazgeçilebilir. Nâib olarak tâyin edilme­dikçe hakemlik hukuken teşekkül etmez. İmamlık ise âmme hak­larından, Allah’ın hakkı ile insanların hakları arasında ortak bir hakdır. Sıfat ve şartların hepsini şahsında toplayan ve imamlığı kesinleşmiş birinden vazgeçerek, daha layık olanının tâyini doğru değildir.[17]

 

F- IKI HALİFENİN HİLAFETİ

 

Bir devlette iki ayrı yerde iki ayrı imâma imamlık vazifesi ve­rilirse, bu durumda her ikisinin de imamlığı teessüs etmiş olmaz. Bazı hukukçular böyle bir durumun olabileceğini kabul etse de İslâm Hukukunda genel olarak müslüman topluluk için bir anda iki halîfenin olabileceği kabul edilmemektedir. İki halîfenin han­gisinin hilâfetinin hukuken muteber olduğu konusunda hukukçu­lar farklı görüştedirler.

  1. a)Bir topluluğa göre: Önceki halîfenin vefat ettiği yerde se-Çİlen şahsın, halifeliği muteberdir. Zira o ülkenin böyle bir halîfe seçmesi, seçmeye teşebbüsleri haklarıdır. Diğer bütün bölgelerin müslümanları, halîfenin vefat ettiği ülke halkına bu görevi ver­meleri, fikir ayrılıklarının çıkmaması için, onların, halîfe olarak seçtikleri şahsa teslim olmaları zarurîdir.
  2. b)Diğer bir görüşe göre de: Karışıklıkların çıkmaması, seçmenler heyetinin tarafsız bir şekilde ikiden birini veya bir baş­kasını halîfe seçebilmesi için her ikisinin de hilâfeti tanınmaz.
  3. c)Üçüncü bir fikre göre de: İhtilâfın, çatışmanın önlenme­si için ikisi arasında kur’aya başvurulur. Hangisi kurada çıkmış­sa o hilâfete hak kazanmıştır.
  4. d)Bu konuda doğru olan ve İslâm araştırıcılarının, hu­kukçularının fikirlerine göre: İki halîfeden hangisi önce halîfe olmuşsa hak onundur. İki velinin ayrı ayrı nikâhla bir kadını ev­lendirmeleri gibi. Burada ilk yapılan nikâh muteberdir. İki halîfeden hangisinin Önce seçildiği biliniyorsa, halîfe odur. Diğeri­nin ona itaati gerekir. Şayet hangisinin önce seçildiği bilinmiyor­sa, her ikisinin halifeliği de fasiddir.

Hilâfet, ikiden birine veya bir başkasına seçmenler heyeti ta­rafından verilir. İkiden birine uyma olur da, hangisinin önce oldu­ğunu tesbit güçlük arzederse, durumu araştırmak gerekir. Her iki imâm ihtilâf gösterirler, her biri kendisinin önce seçildiğini söy­lerse iddialarına bakılmaz, yemîn teklif edilmez. Çünkü imâmı tesbit Müslüman topluluğunun tamâmının hakkıdır. Yaptıkları yeminin, hattâ halifelik hakkından vazgeçmesinin bir Önemi yok­tur. Aynı şekilde hilâfetteki anlaşmazlık, birinin diğerine teslim olmasıyla, sona erse bile diğerinin halifeliği kesinleşmiş olmaz. Ancak onun önce seçildiğine dair bir deMin bulunması ile muteber olur.

Diğerinden Önce birinin halîfe olduğunu üçüncü bir şahıs ikrar eder, öbürü hakkında da üçüncü şahıslar tarafından böyle bir ikrar bulunmazsa, ikrar sahibi şahsın sözlerine itibar edilir. Çünkü bildiği hususta ikrarda bulunmak her müslümanm vazife­sidir. İkrarda bulunan kimse şahit gösterse, o şahidin şahitliği dinlenir. Şahit şüpheli ifâde verirse, ifâdesine önem verilmez. Şüpheli ifâde vermezse, ikrar sahibi ile şahidin ifâdelerine itibar edilir.[18]

 

G- HİLÂFET İHTİLÂFINDA KUR’AYA MÜRACAAT

 

Her türlü araştırmalara rağmen iki imâm arasında şüphe de­vam ediyor, ikiden hangisinin önce seçildiğine dair bir delil yoksa iki sebepten ötürü aralarında kur’aya müracaat edilmez.

1- İmamlık bir akiddir. Kur’a ise akde tesir etmeyen, sözleş­meye tesiri bulunmayan bir şeydir.

2-  İmamlık makamı hiç şüphesiz ortak kabul etmiyen bir makam ve görev yeridir. Ortaklık kabul edilmeyen bir yerde kur’aya müracaat doğru değildir. Aynen bir kadını iki defa ayrı ay­rı nikâhlanıada olduğu gibi. Kur’a ancak mal ve benzeri ortaklık kabil olan şeyler hakkında uygulanabilir. İki şahıs hakkında ta­hakkuk eden imamlıkta kur’aya müracaat, işi kesin sonuca ulaş­tırmaz, aksine devamlı bir şüphe taşır. Böyle bir şüphenin olma-smdansa her ikisinin imamlığı bâtıl kabul edilir; seçmenler hey’eti ikiden birini veya bir başkasını serbestçe seçerler. Bu hu­susta,

  1. a)Bir görüşe göre: Halife adaylarının ikisinin dışında başka birisini seçmenin doğru olacağı kabul edilir.
  2. b)Bir diğer görüşe göre de: Şüphe ve tereddütlere rağmen ikiden birine bîat etmek isabetli olur. Tereddütler, her ikisinden birinin halîfe oluşuna engel değildir.[19]

 

H. VELIAHD USULÜ İLE HALİFE TAYINI

 

Halîfenin, kendisinden önceki halîfe tarafından tâyin oluna­bileceği, hilâfet akdinin tamam olabileceği mes’elesine temas et­mek gerekirse; bu yolla da halîfenin tâyin olunabileceği hususun­da icmâ vâki olmuş, ittifakla kabul edilmiştir. İki sebepten müslü-manlar bu şekilde hareket etmiş, her iki sebebi de kötü görmemişlerdir. Bunlar da: 1- Hz. Ebû Bekr, vefatından önce Ömer’i halîfe olarak göstermiş, onun tâyinini ve Ömer’in halifeliğini bütün müslümanlar kabul etmişlerdir.

2- Hz. Ömer kendisinden sonraki halîfenin seçimi hususunu şûraya havale etmiştir. Bütün müslümanlar da kurulan bu mecli­si kabul etmişlerdir. Çünkü heyet üyelerinin hepsi de inanç ve ahlâk yönünden zamanın tanınmış kimseleriydiler. Diğer müslü­manlar heyetten hariç bırakılmışlardır. Hz. Abbas’m, Hz. Ali’nin bu heyete alınmayışım ayıp görmesi, durumu Hz. Ali’ye söylemesi üzerine Hz. Ali, Abbas’a:

– “Halifelik İslâmın işlerinin en mühimlerindendir. Şahsımın heyetten uzak tutulması benim için önemli değildir” demiştir.

Böylece imâmın seçiminde, bir heyetin önceden tâyininin hukuken mahzurlu olmadığına dair icnıâ vâki olmuştur. Şayet imâm veliahd usulü ile bir aday tâyin edecekse, en lâyık, imamlık şartlan en kuvvetli olanını arayıp bulması şahsı için vâcib, çok Önemli bir vazifedir. Araştırma sonucu bir aday, tesbit etmişse du­ruma bakılır. Tesbit ettiği şahıs oğlu veya babası değilse, seçmen­ler heyetinden birine de danışmamışsa veliahd kabul edip etme­mek caizdir. Ancak veliahd tâyin edilen kimseye bîat edip etme­mek hususunda, seçmenler heyetinin rızâsının açıklanmasının gerekip gerekmediğinde görüş ayrılığı vardır.

  1. a)Basra’lı bazı hukukçulara göre: Müslüman topluluğu için önemli olan bu konuda, veliahd tâyin edilene seçmenler heye­tinin muvafakat göstermesi şarttır. Çünkü toplumun hakkı olan imâm seçme meselesinde, kendi aralarından seçtikleri seçmenler heyetinin rızâsı ve muvafakati olmadan bir veliahd tâyini toplu­mu bağlayıcı değildir.
  2. b)Doğru olan ve yaygın fikir ise: Veîiahd tâyin edilene, tâyin edenin biati, imâm olması için yeterlidir. Burada seçmenler heyetinin rızâsını aramak uygun düşmez. Çünkü Hz. Ömer’e ya­pılan bîatta ashabın rıza ve muvafakatına dayanılmamıştır.

Hâlen imâm olanın veliahde bîati daha tesirli, veliahdi seçmesi, tesbiti daha çok geçerlidir. Bu konuda imâmın sözleri hepsinden tesirlidir.

Veliahd oğlu veya babası olursa, bîat edip etmemenin hukuken doğruluğu konusunda üç ayrı çözüm yolu vardır.

Birinci yol: Seçmenler heyetine danışıp, onlar hilâfet için ve­liahdi ehil görmedikçe, oğlu veya babasına halîfenin bîat etmesi doğru değildir. Seçmenler heyeti lâyık görürse onların bu görüşü, veliahdi tezkiye kabul edilir, halîfenin bîatı da uygundur. Halîfenin müslüman toplumuna veliahd tâyini tasarrufu hakem makamına oturuşun dan dır. Veliahd tâyin edilene karşı meyli de artık bir tenkid ve kötülemeye hak vermez.

ikinci yol: Halîfenin oğlunu veya babasını veliahd tâyin et­mesi halinde ona bîat etmemek doğru olur. Çünkü halîfenin emri, topluluğun iyiliğine ve kötülüğüne olan hususlarda geçerlidir. Makam nesebten daha üstündür. Yüklenmiş olduğu hilâfet göre­vini istismara hakkı yoktur. Bu görüşte hilâfeti kötülemeye fırsat vermemek isteniyor. Topluluk içinde çatışmanın çıkması arzulan­mıyorsa oğlunun veya babasının dışında birini veliahd gösterme­lidir. Babasını veya oğlunu veliahd tâyin etmesi halinden sonra seçmenler heyetinin rızâsının İslâm topluluğunu bağlayıcı olup olmadığı caiz midir, değil midir? meselesi daha önce incelenmiştir.

Üçüncü yol: Babasına yapılan bîat akdinden ayrılmak caizdir, oğluna yapılan bîattan ayrılmak caiz değildir. Çünkü oğu-la olan temayülün babaya olan temayülden fazla oluşu kişinin ya­ratılışı icâbıdır. Bu sebepledir ki kazandığı şeylerin çokçasım ba­badan ziyâde oğula bırakmak ister.

Halîfenin, asabesinden veya soyundan olan yakınlarından bi­rine veya kardeşine bîatı, veliahd tâyin edişi, yabancı bir şahsı ve­liahd tâyin edişi gibidir. Oradaki sözler burada da geçerlidir.[20]

 

I- VELİAHD TÂYİNİ ŞARTLARI, BAZI ÖZEL DURUMLAR

 

Halife, kendisinde halîfe olabilme şartlan bulunan bir kimse­yi, veliahd tâyin ettiğinde, bu ahdi veliahd olanın kabulü gerekir. Yâni veliahd tâyininin kesinleşmesi, veliahd olacak şahsın kabulüne bağlıdır. Veliahdın hilâfet görevini kabul etme zamanı hakkında ihtilâf mevcuttur.

  1. a)Bir fikre göre: Veliahd tâyin edenin, ölümünden sonra münâsib olan en kısa zamanda veliahdin, hilâfet görevini kabul ettiğini açıklaması gerekir.
  2. b)Doğru olan bir diğer görüşe göre de: Veliahd tâyin edi­lenin, halîfenin ölümünden Önce bu görevi kabul ettiğini bildirme­si gerekir. Önceden kabul beyânında bulunmalıdır ki, halîfenin ölümü ile hilâfet görevi hemen kendisine geçsin. Ölüm vak’ası yal­nız vazifenin birinden diğerine geçişi içindir.

Veliahd tâyin eden Sultan, tâyin ettiği veliahdın durumu de­ğişmedikçe onu azledemez. Tâyin ettiği şahısları azletmek her ne kadar mümkünse de veliahdlik bunlara benzemez. Zira işlerinin yürütülmesinde tâyin ettiği memurları kendi şahsı için tâyin et­miştir. İstediği an azleder. Fakat veliahdi müslümanların hakkı olarak tâyin etmiştir. Azletmesi mümkün değildir. Bu durum, tıp­kı durumu değişmedikçe, seçmenler heyetinin bîat ettikleri halîfeyi azledemeyişlerine benzemektedir.

Halîfe, veliahd tâyin ettiği bir kimseyi veliahdlikten azl eder ve onun yerine bir başkasını tâyin ederse, ikincinin veliahdliği bâtıl ve hükümsüzdür; birincisininki muteber olarak kalır. Birin­ci veliahd, veliahdlikten feragat etse de, ikincinin önceden veliahd tayin edilmiş olması yine de muteber olmaz. Birincinin feragatin­den sonra, ikincinin yeniden tâyini lâzımdır.

Veliahd tâyin edilen istifa ederse, istifası ile veliahdlik sona ermez. Veliahd tâyin eden imâmın da bu istifayı kabulü gerekir. Ondan başka veliahd olabilecek birisi varsa istifası kabul edilir. Veliahd tâyin edenle veliahdın istifa hususunda anlaşmaları ile veliahd veliahdlıktan çıkmış olur. Şayet veliahd olabilecek bir başkası yoksa istifa etmesi ve istifasının tâyin eden tarafından kabulü doğru olmaz. Toplum menfaatine binâen veliahd tâyin eden ve edileni böyle bir muamele bağlayıcıdır.

Veliahd tâyin edilende, veliahd tâyin edildiği zamanda imâm olabilme şartlarının bulunması gerekir. Veliahd, tâyini zamanın­da küçük veya fasıksa ve veliahd tâyin edenin ölümü zamanında baliğ veya âdilse veliahdin hilâfeti ancak seçmenler heyetinin ta­rafsız bir şekilde bîatı ile tamâm olur. Halîfe, sağ olduğu bilinme­yen birini veliahd tâyin ederse onun bu tâyini doğru değildir. Sağ olduğu biliniyorsa, tâyin işlemi onun gelmesine bırakılır. Veliahd gâibken başkan vefat ederse, seçmenler heyeti onun gelişini bek­ler. Veliahd uzaklarda ise, müslümanlar onun gelmesini bekle­mek suretiyle işlerinde sıkıntı çekiyorlarsa, seçmenler heyeti ona nâib olarak birini tâyin eder, halifeliğine değil, nâibliğine bîat ederler. Uzakdaki veliahd gelince nâib olan halîfe azlolunur. Halîfenin gelmesinden önce yaptığı bütün işler hukuken geçerli, onun gelişinden sonra yaptığı işler ise geçersizdir.

Veliahd, halîfenin ölümünden Önce bir başkasını veliahd tâyin etse, bu işlem muteber olmaz. Çünkü hilâfet vazifesi ve sta­tüsü onun hakkında henüz kesinleşmemiştir. Kendini, veliahd tâyin eden öldükten sonra böyle bir tasarrufta bulunabilir. Aynı şekilde, bir şahıs için “Ben halifeliğe başladığımda sen benim veli-ahdımsm” dese yine hüküm ifâde etmez. Çünkü halîfe olmamıştır ki veliahd tâyin edebilsin. Halîfenin bizzat kendisi, kendisini bu görevden azlederse, imamlık görevi veliahde geçer. Kendi kendini azletmesi ölümü gibidir.

İmâm iki şahsı veliahd tâyin etmiş de, birini diğerine tercihte bulunmamışsa, böyle bir işlem doğru olabilir. Onun vefatından sonra seçmenler heyeti ikiden birini başkan seçer. Hz. Ömer’in şahıs hakkında tereddüt göstermesi, onlara veliahd olarak işaret­te bulunması üzerine şûra nın imâm seçişi gibi. İbn İshak’in Zührî’den, Onun da îbn Abbas’dan şu vak’ayı naklettiği anlatılır:

İbn Abbas bir gün Hz. Ömer’i üzgün görür, Hz. Ömer, ona:

– Hilafet işinde ne yapacağımı, yerine kimi tayin edip de geriye çekilip istirahat edeceğimi bilmiyorum, der. Bunun üzerine İbn Abbas:

– Senin için Ali (r.a) münâsiptir.

– Şüphesiz imamlık için Ali (r.a.) ehildir. Fakat O henüz bu hu­susta acemidir. Şayet idare işleriniz ona bırakılırsa tahmin edebi­leceğiniz bir hak yolda size bir takım yükler yükler. Ben böyle gö­rüyorum.

– Hz. Osman’ı (r.a) bu iş için nasıl bulursunuz?

– Ben onu halîfe adayı göstersem, İbn Ebî Muayt insanlar ara­sında, onun arkasından hücuma geçer, Osman’ı (r.a) tenkid eder. Sonra da Osman’ın boynunu vuruncaya kadar müslümanlar bu İşe razı olmazlar. Allah’a and içerim ki ben onu halîfe olarak seçer­sem, İbn Ebî Muayt da dediğimi yapacak, müslümanlar da bir cinayete kadar sürüklenmiş olacak.

– Talha (r.a.) nasıl?

– Talha (r.a.) biraz büyüklenir birisidir. Halbuki Allah Teâlâ Muhammed (s.a.v.) ümmetini idare, işlerini yürütme için kendisi­ni büyük görenlere müsâade etmemiştir.

– Zübeyr (r.a.) bu iş için nasıldır?

– O, cesur, bahâdır birisidir. Fazlaca vergiler alır, çarşı ve pa­zarlarda bolluk ve darlığı icâb ettiren işler yapar. Böyle birisi mi müslümanların işini yürütsün?

– Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a.) nasıl?

– O, burada yoktur. Hiç şüphesiz ki O kuşatılmış, teçhiz edilmiş bir deve sahibidir. Devamlı olarak onun üstünde savaşır. Hal­buki devlet işlerini yürütecek olan böyle olmamalıdır.

– Öyleyse Abdurrahman b. Avf (r.a.)?

– O, güzel bir şahıstır. Hatırımda yok değil. Fakat zayıfcadır. Allah’a and içerim ki bir Halîfe böyle olmamalıdır. Ey İbn Abbas! Halîfe acizlik, zayıflık göstermiyen bir yumuşaklıkta olmalı, şid­deti bırakmalı, cimri olmayan fakat hesabını sağlam yapan israf-sız bir cömert olmalıdır.

Râvi İbn Abbas der ki: Hz. Ömer’i Ebu Lü’lü’ yaraladığında tedavi eden doktor durumdan ümidsiz olunca Sahabeler ona.

– Veliahd tâyin et, dediler. Hz. Ömer de 6 kişilik bir Şûra mecli­si kurdu ve,

– Eğer imamlık Ali (r.a.) ye verilecek olursa mukabilinde, den-ginde Zübeyr, Osman’a verilecek olursa, karşısında Abdurrah­man b. Avf, Talha’ya verilecek olursa, denginde Sa’d b. Ebi Vakkas (Radıyallahü anhüm) vardır, dedi.

Hz. Ömer’in vefatından sonra Danışma Meclisi (Şûra) toplan­dı. Abdurrahman b. Avf (r.a.),

– Başkanlık işinizi içinizden 3 kişiye verin, dedi Zübeyr,

– Ben hakkımı Ali’ye (r.a.) veriyorum. Talha (r.a.),

– Ben Osman (r.a) lehine feragat ediyorum. Sa’d da (r.a),

– Ben de Abdurrahman’a (r.a.) bırakıyorum, dedi.

Böylece 6 kişilik şûra adı geçen 3 kişiye indi. Diğer 3’ü aradan çıkmış oldu. Bunun üzerine Abdurrahman (r.a.),

– Hanginiz imâm işine en münâsibse onu imâm yapalım? Top­luluğun işlerinin doğruluğuna, iyiliğine hizmette Allah şâhiddir, kefildir.

Abdurrahman’m sorusuna kimse cevap vermedi. Abdurrahman (r.a.) tekrar,

– Şayet beni imâm yapacaksanız ben bu işten geri çekiliyorum. Allah şâhiddir ki nasihat etmek suretiyle sizi küçük düşürmek is­temem, dedi.

Böylece 6’dan üçe inen şûra, Abdurrahman’ın çekilmesiyle de 2 kişiye, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye indi. Abdurrahman müslüman-lar arasındaki durumu öğrenmek üzere gitti. Gecenin karanlığı çökünce Misver b. Mahreme’yi çağırdı, beraberine aldı. Hangisine biat edileceği konusunda müzâkereye başladılar. Allah’ın kitabı ve Peygamberin (s.a.v.) sünneti ile amel ve hareket eden ikiden bi­rine bîat edilmesini, biri diğerine bîat edince halkın da dinleyip itaat etmesi hususlarını görüştüler. Sonra Hz. Osman’a bîat olun­du. Böylece seçim heyeti tarafından seçilen birinin imamlığına bîat, imâmın veliahd suretiyle de olabileceğine icmâ vâki olmuş­tur.

Adedleri belli olduktan sonra, seçim heyetinin 2 veya daha çok kimseden kurulmasında bir fark ve mahzur yoktur. Bu takdirde kurulan seçim heyetinden birinin halifeliğe seçilmesi söz konusu olur ve seçilirse, diğer bütün müslümanlarm ona bîatı gerekir. Bu yolla halîfe olan biri, başkasını veliahd tâyin edebilir. Halîfe, se­çim için bir seçmenler heyeti mahiyetinde danışma kurulu kur-muşsa, henüz halife sağ iken bu kurul, içlerinden birini halîfe ola­rak seçemez. Eğer halîfe henüz kendisi sağ iken, kurulun ileride halîfe olacak şahsı seçmesine müsâade etmişse, Önceden seçim ya­pılabilir. Yoksa hayatta iken bir ortağı seçilemez. Halîfenin ölü­münden sonra işlerin aksamasından korkuluyorsa, kurul, halîfeden izin ister, müteakip halîfeyi önceden seçerler.

Halîfe tedavisi güç bir hastalığa yakalanmışsa durumuna ba­kılır. Şayet emretme kudreti, düşünme kabiliyeti kalmamışsa, öl­müş kâbûl edilir ve bir halîfe seçilir. Böyle hareket etmede her­hangi bir mahzur yoktur. Düşünebilme, iyi ve kötüyü ayırt etme kudreti mevcutsa, seçmenler heyeti ancak halîfenin müsâadesiyle bir halîfe seçerler. İbn İshak’dan nakledildiğine göre, Hz. Ömer, yaralı olarak evine getirildiğinde dışarıdan yüksek bir ses işitti ve,

– Halka ne oluyor? dedi. Etrafındakiler,

– Sizi ziyaret etmek istiyorlar. Onlara müsâde edin, dediler. Müsâade edilip halk içeri girince hep bir ağızdan,

– Ya Emire’l-Mü’minin, Veliahd tâyin et, Hz. Osman’ı imâm yapınız, dediler.

–  Mal ve Cennet birlikte nasıl sevilebilir? dedi. Halkı Hz. Ömer’in yanından çıkardılar. Hasta halîfe dışarıdan yüksek bir ses daha işitti ve,

– Halka ne oluyor? dedi. Etrafındakiler,

– Sizi ziyaret etmek istiyorlar, izin verirseniz içeri girsinler, dediler. Halk,

– Hz. Ali’yi imâm yapınız, dediler. Hz. Ömer,

– Hak yolda size’ yükler yüklemiş olur, dedi. Bu konuşma üzeri­ne Abdullah b. Ömer (r.a.),

– Halkı susturdum. Ya Emire’l-Mü’minin sizi böyle bir tâyin işi yapmaktan men eden nedir? diye sordum. Babam da,

– Hilâfeti bana hem diri ve hem de ölü iken mi yüklemek isti­yorsunuz, dedi.

Bu olaylardan sonra varılan sonuç şudur ki, Halîfenin geçerli veliahd tâyin etmesi, bunun için bir heyet tesbiti hukuken geçerli olduğu gibi, yalnızca seçmenler heyetim tesbiti de geçerlidir. Bu durumlarda halîfenin gösterdiği kimselerden birini seçmek gere­kir. Aynen veliahd tâyin edilenin seçmenler heyetince kabul edili­şi gibi. Çünkü veliahd tâyinini veya seçmenler heyetinden birinin tâyinini istemek, halîfenin hilâfet haklarındandır.[21]

 

J- BİRDEN FAZLA VELİAHD TÂYİNİ

 

Bu başlık altında halîfenin birden fazla veliahd tâyin etmesi ve halifeliğin aralarında sıraya konulması meseleleri incelene­cektir.

Halîfe iki veya daha çok şahsı veliahd tâyin ederse, hilâfet hu­susunu aralarında bir sıraya korsa, meselâ, “Benden sonra halîfe falandır eğer o Ölürse, onun ölümünden sonra falandır, onun ölü­münden sonra da falandır” derse böyle bir tâyin işlemi caizdir. Hilâfet her üçüne de sırasıyla intikal eder. Resûlullah (s.a.v.) Mu’te ordusuna Zeyd b. Hârise’yi kumandan tâyin ettiğinde, “Şayet o şehîd olursa kumandan Cafer b. Ebî Tâlib’dir. O da şehîd olursa kumandan Abdullah b. Revâha’dır. O da şehîd olursa müs-lümanlar aralarında birini kumandan seçsin ve ona rızâ göster-sinler.”[22] buyurmuştur. Zeyd başa geçmiş, şehîd olunca, sancağı, Cafer devr almış, o da şehîd olunca, Abdullah b. Revâha komutan olmuştur. O da şehîd olunca müslümanlar Halid b. Velid’i kuman­dan seçmişlerdir. Resûlullah (s.a.v.) her ne kadar harp komutanlı­ğında böyle bir tasarrufda bulunmuşsa da, aynı durum hilâfet için de söz konusu olabilir Ama bir itiraz olarak “Hilâfet sıfat ve şarta göredir. Komutanlıklar ise şartlar ve sıfatlara bağlı değildir” fikri ileri sürülürse cevaben denilir ki, bütün bunların hepsinin hü­kümleri hususî, tatbikatı geneldir. Zira hilâfet işi toplumun tümü­nü ilgilendiren bir işdir. Emevîler ve Abbasîlerde bu şekilde hare­kette bulunulmuş, zamanın âlimleri delîl kabul edilen hadîs-i şe­rifi inkârla, bu harekete karşı çıkmamışlardır. Tarihte ilk tatbi­kat Emevîler de olmuştur.

Emevî halîfesi Süleyman b. Abdi’l-Melik, Ömer b. Abdi’l-Aziz’i veliahd tâyin etmiş, ondan sonra da Yezid b. Abdi’l-Melik’i veliahd göstermiştir. Süleyman için bir hukukî delil olmasaydı muasırı Tabiûn âlimlerinin, tenkidleri olurdu. Halbuki böyle bir tenkid ol­mamış, onun bu tatbikatı da delîl olarak alınmıştır. İkinci uygula­ma ise Abbasî Halîfelerinden Harun Reşid zamanındadır. O da oğullarından önce Emîn, sonra Me’mûn, sonra da Mu’temen’i, za­manın büyük âlimlerine danışarak veliahd tâyin etmiştir. Bu du­rumdan da anlaşıldığı üzere, halîfe üç şahsı, veliahd tayin eder, halifeliği aralarında bir sıraya kor. Her üçü de sağ iken Ölürse, hali felik ilk veliahdındır. Birinci veliahd halîfenin hayatında ölürse, halîfenin ölümü üzerine hilâfet makamına ikinci veliahd gelir. Bi­rinci ve ikinci veliahdin her ikisi de halifenin sağlığında ölürlerse, halîfenin vefatından sonra üçüncü veliahd halîfe olur. Çünkü her birerleri için halifelik veliahd tâyini suretiyle olmuştur.

Halîfe ölür ve her üç veliahd da sağ olursa hilâfet görevi ilk ve-liahde geçer. Şayet ilk veliahd bu görevi kendisinden sonraki iki veliahdin dışında birini veliahd tâyin etmek suretiyle devretmek isterse, bu işlemin hukukîliği nedir? sorusuna hukukçular farklı cevap vermişlerdir.

  1. a)Hukukçulardan bazıları: Sıraya uymanın bir gereği ola­rak böyle bir tâyin işlemini doğru bulmamışlardır. Şayet gönül hoşnudluğu ile kendisinden sonraki veliahdleri vaz geçirilebilirse yaptığı iş geçerli olur. Seffalı, Mansur’u veliahd tâyin etti, ondan sonra da İsa b. Musa’yı tâyin etti. Mansur sultan olunca Mehdî’yi İsa’ya tercih etmek istedi. İsa’yı veliahdlık hakkından vaz geçire­rek sıradan çıkardı. Zamanın hukukçuları da gönül rızası ile veli-ahdlıktan vaz geçilip sıradan çıkıncaya kadar yapılan yeni veli­ahd tayini hukuken muteber değildir, vaz geçildikten sonra hukuken bir mahzur yoktur demişlerdir.
  2. b)Şafiî mezhebine ve hukukçuların ekseriyetine göre:

Bilinen husus, veliahd suretiyle hilâfet görevine başlıyan şahsın kendisinden sonraki veliahdlerin sırasına uymaksızın veliahd tâyin edebilir. Bu durum karşısında yeni tertibe göre, halîfenin vefatından sonra veliahdler hilâfet görevini yürütürler. Hilâfet görevi duruma göre konulan sıradaki veliahdlere verilir. Binaenaleyh önceden yapılan sıra, sonraki halîfeler tarafından yeni­den değiştirilebilmektedir. Çünkü halifelik görevi âmme işlerin­dendir. Emirleri kesin hüküm ifade eder. Baştaki halîfenin hakkı kuvvetli, veliahd tâyini de geçerlidir. Fakat bu hareket tarzı Pey­gamberin (s.a.v.) Mu’te muharebesindeki kumandan tâyinindeki Hadis-i şerifin tatbikatına zıd düşmektedir. Çünkü gördüğümüz gibi Peygamber (s.a.v.) hayatta iken böyle bir vak’a olmuş, vazife ancak birinin vefatından sonra diğerine geçmiştir. Bu bakımdan kumandanlıktaki tatbikatla halifelikteki veliahd tâyini birbirin­den ayrılmıştır. Halîfe Mansur’un İsa b. Musa’yı veliahdlik sıra­sından çıkarışından maksad, henüz devlet yeni kurulmuş, kabile-sindeki fertler arasında ehliyet yönünden bir eşitlik mevcuttu. Fertler arası kaynaşmayı sağlamak için böyle yapmıştır. İsa b. Musa’nın yaşı genç, siyâsete karşı intikâl kaabiliyeti azdı. Bu du­rum karşısında hilâfet başkasına geçebilmektedir.

Üç veliahdın l’incisi hilâfet görevini yerine getirdikten sonra Ölmüş ve kendisinden sonra da bir veliahd tâyin etmemişse, 2’nci veliahd halîfe olur. İkincisi de veliahd tâyin etmeden ölürse 3’ün-cüsü halîfe olur. Birinci hakkındaki veliahdlik kesin bir hüküm ifâde eder. Fakat 2 ve 3’üncünün halîfe olmaları kendilerinden ön­cekilerin tasarruflarına bağlıdır. Zira bir önceki, kendisinden son­ra bir başkasını veliahd tâyin ederse sırada bekleyen 2 ve 3 uncu veliahdlerin halîfe olmaları imkânsız veya güç bir hâle girer. İşte bu görüşe göre ilk tertibden ayrılmak caiz ve mümkündür. Sonuç olarak 2 ve 3 üncü veliahdlerin imânı olabilmeleri veliahd tayini­nin yapılmamasiyle mümkündür.

Eğer 3 veliahdden birincisi imamlık görevini yapıp veliahd tâyin etmeden vefat ederse, seçmenler heyeti 2’inci veliahdin dı­şında bir başkasını seçmeleri doğru değildir. Aynı şekilde 2’inci de bir veliahd tâyin etmeden ölürse, seçmenler heyeti 3’üncü veliah­din dışında bir başkasını imâm seçemezler. Her ne kadar 2’nci ve­liahd imâm olunca 3’üncünün dışında birini imamlığa veliahd ola­rak gösterebiliyorsa da, seçmenler heyetinin böyle bir hakkı yoktur. Çünkü veliahd tâyini kesindir. Hakkında hukukî delîl vardır. Seçmenler heyeti böyle bir hakkı kullanamaz.

Fakat veliahd tâyin eden halîfe, “Falanı veliahd tâyin ettim” dese, “o da halifelik görevini yerine getirdikten sonra hilâfet falan şahsındır” dese ikincinin halifeliği muteber değildir. Sebebi ise ikincinin veliahdlığım ve halifeliğini, birincinin hilâfet görevini yerine getirişine bağlamıştır. Eğer birincisi halîfe olmadan ölür­se, şart gerçekleşmediğinden ikinci veliahd halîfe olamaz, olursa hilâfeti bâtıldır. Birinci, halîfe olunca o da daha Önce görüldüğü gi­bi, kendisinden sonra bir başkasını veliahd tâyin edebilmektedir. Şayet birincisi halifeliği yüklenmeden ölürse onun vefatını müte­akip seçmenler heyeti başkasını halîfe olarak seçebilir.[23]

 

 

 

K- HALÎFEYE İTAAT VE HALİFENİN VAZİFELERİ

 

Seçimle veya veliahdlik suretiyle şahsında halifelik kesinleş­miş olan birinin bulunduğunu bilmek bütün İslâm toplumunun vazifesidir. Şahsını, ismini, özel durumlarım bilmek yalnız seç­menler heyeti için şarttır. Zira onlar o şahsı halîfe seçecekler, bîat edecekler. Süleyman b. Cerîr ise:

– İnsanların hepsine Allah ve Resulünü (s.a.v) bilmek gibi, halîfenin zâtını ve ismini bilmek vaciptir, der.

Alimlerin çoğuna göre de, halîfe hakkında özlü bilgiye sâhib olmak herkes için gereklidir, geniş bilgiye lüzum yoktur. Ancak halîfeye husûsî işi düşenin, halîfenin ismini ve şahsını bilmesi icâb eder. Nasıl ki, hakimleri, müftîleri işi düşmeyen genel olarak bilir. İşi, dâvası, soracağı mes’elesi olanlar özel olarak bilir. Du­rum halîfe için de böyledir. Topluluğun her ferdinin devlet başka­nının şahsım, ismini, cismini, Özel durumlarını bilmesi şartı kabul edilecek olursa, o takdirde hükümet merkezine yakında ve uzakta olan herkesin gitmesi, görmesi, konuşması gerekir. Bu durum ihtilâflara, güçlüklere sebep olur. Âdete muhalif bir hal arz eder. Fakat genel bilgi yeterlidir, şartı kabul edilirse bazılarının verdiği bilgi, bilvekâîe gönderilenlerin dönüşte söyleyecekleri hususlar kâiîdir.

İslâmda devlet başkanına Halîfe denilmiştir. Çünkü toplulu­ğu sevk ve idarede Peygamber’e (s.a.v.) halef olmuştur. Binâenaleyh “Ey Peygamber’in (s.a.v.) halîfesi” demekte sa­kınca yoktur. Genel olarak “Halîfe” terimi kullanılır. “Ey Al­lah’ın (c.c.) Halîfesi” demenin uygun olup olmayacağı hususun­da iki fikir vardır.

  1. a)Böyle bir sözün kullanılmasında sakınca görmiyen-ler: “İnsanlar arasında Allah’ın hak ve kanunlarını ayakta tuttu­ğundan Allah’ın halîfesi terimi kullanılabilir”, derler. Kur’ân-ı Kerîmden delilleri: “O, Sizi yerin halîfeleri yapan, (size ver­diği şeylerde sîzi imtihana çekmek için) kiminizi derece­lerle kiminizin üstüne çıkarandır.” (K. K. 6:165) âyetidir.
  2. b)Alimlerin ekseriyeti: “Böyle bir sözün söylenemiyeceği, söyleyenin fısk ve fücur, kötülük sahibi olduğu, ancak ölen veya kaybolanın halef bırakabileceği, Allah’ın ise hâşâ ölen veya kaybo­lan birisi olmadığından bu sözün söylenemiyeceği” fikrindedirler. Hz. Ebû Bekir’e “Ey Allah’ın Halîfesi” diye söylenince hemen cevaben “Ben Allah’ın (c.c.) halîfesi değilim, fakat Resûlullah’ın (s.a.v.) halîfesiyim” demiştir.

Halîfenin göreceği önemli olan âmme işleri 10 tanedir:

1- Vaz’ olunan kaidelere, selefin icmâ ettiği hususlara uygun olarak dini korumak muhafaza etmektir. Din hakkında bir şüphe­si olan olur, bir bid’at ehli çıkarsa ona herşeyi delilleri ile açıklar ve doğru yolu gösterir. Gerekli cezalan tatbik eder. Çünkü onun görevi fesaddan, bozulmaktan korunmak, halkı kötülüklerden, bayağılıklardan uzaklaştırmaktır.

2- İhtilaflıların ihtilâflarını çözmede, çekişmelerin, nizâlı kimselerin nizâlarma son vermede, merhametin temininde dînî hükümleri tatbik eder. Böylece zâlim taşkınlık edemez, mazlum da zayıf düşürülemez.

3- Topluluğu himaye, koruma, mal, can, her türlü yol emniye­tini sağlamak suretiyle insanların yeryüzünde geçimlerini, ka­zançlar sağlamalarını temin eder. Yasak olan sahalardan ve baş­kasına ait haklara zarar vermekten uzaklaştırır.

4- Allah’ın koyduğu emir ve yasaklan aynen uygulamak, de­ğiştirilmelerinin önüne geçmek, insanların haklannın ortadan kalkmasını önlemek, hakları korumak uğruna cezalar tatbik et­mek.

5- Müslümanların, zımmîlerin ve müslümanlarla anlaşmalı olanların kanlarına, hayatlarına, mallarına kasdetmek isteyen, dini ortadan kaldırmaya teşebbüs eden düşmana karşı harp ha­zırlığı yapmak, toplumun savunması için kaleler, engeller inşâ et­tirmek.

6- İslâmiyetin bütün dinlere üstün olduğu konusunda gerekli isbatı yapmak, Allah’ın ve toplumun hakkının ayakta tutulması için  davete  rağmen müslüman  olmayan  kimselere karşı İslâmiyete girinceye veya zımmîliği kabul edinceye kadar harbet-mek.

7- Korku duyurmadan, zulüm ve baskı meydana getirmeden dince ve ictihadca üzerlerine farz olan kimselerden zekât ve diğer vergileri, ganimetleri toplamak.

8- İsraf ve cimrilik yapmaksızın, hazîneden lâyık olanlara tam vaktinde yardımlarda, ihsanda bulunmak.

9- Vergilerin toplanması, halka nasihatin sağlanması için em­niyet memurları, nasihatçılar tâyin etmek, görevlendirmektir. Bundan maksat herkes için işler eşit ve sağlam bir şekilde yürü­tülsün, mallar emniyet içinde korunsun.

10- Topluluğun işleri ve durumlan ile bizzat meşgul olmak, yakînen tâkib etmek. Böylece halkın idaresi, milletin himâyesi daha iyi sağlanır, hilâfet görevini yalnız eğlencelerle veya yalnız ibâdetlerle ihmâl etmemiş olur. Tâyin ettiği memurlar hainlik edebilir, görevini aksatır. Allah Teâlâ da:

“Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde bir halîfe yaptık. O hal­de insanlar arasında hak ve adaletle hükmet. Hevâ ve heve­sine tâbi olma ki bu, seni Allah yolundan saptırır” (K. K. 38:

26) buyurmuştur. Allah yalnız nefse uymayı, dalâletle vasıflan-dırmıştır. Hilâfet görevi bu şekilde sarsılmış olur. Lâyık olan bu makama geçince, dinin hükümlerini, hilâfet makamım koruması gerekir. Peygamber de (s.a.v.J:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusu-

nuz”[24] buyurmuştur.

Şâir de şerefli, çalışkan bir halîfeyi şöyle vasfeder; “İşlerinizi yapacak olanlara verin, tâyin edin, ne iyiliğiniz varsa Allah’adır. Refah ve saadetin bolluğu her yere yetişen ellerin, emirlerin

sayesindedir.

Hayat her türlü refahını müsâade etse de dünyâda bol bir ni­met yoktur. Emir sahipleri zorlayacak olsa da onlara asla hüşû ya­pılamaz.

Zamanın hayır yönünden her şeyini sağdılar, bir takım şeyler sayıp döktüler. O insanlar bir gün birine tâbi oldular, bir gün de bi­rine tâbi olundular.

Gidişatı öfkeli bir şekilde devam etse de, görüşü kuvvetli, fi­kirleri gayet isabetli olan kimse için büyüklenmede bir zelillik de yoktur.”

Muhammed b. Yezdad da veziri bulunduğu Halîfe Me’mûna şöyle yazmıştır:

“Kim dünyayı arzu ederse, insanların tamâmı uykuda iken uyumamak şartiyle arzusuna ulaşır. İşlerini halletmeyi, bir an ev­vel sonuca ulaştırmayı çok arzu eden nasıl olur da zayıf düşüp uzun bir uykuya varır, gözlerini kapar.”[25]

 

L- HALİFE OLMAYA MANI HALLER

 

Topluluğun haklarını, kendi vazifelerini halîfe nasıl yerine getirir? Halîfe yukarıda sayılan kamu görevlerini yerine getirir­ken Allah’ın haklarını herşeyden önce edâ eder. Halîfe durumunu bozmadığı müddetçe topluluğun ona itaat etmesi, yardımda bu­lunması mecburidir. Bunlar da topluluk üzerinde halîfenin hakkı, toplumun da görevidir. Durumunu değiştiren halîfeyi hilâfet makamından düşüren iki şart vardır, a) Adaletten ayrılması, b) Bedenine noksanlıkların gelmesidir.

  1. a)Adaletten ayrılması, bu yönden tenkîd edilmesi yara al­ması onun bozukluğu, fışkı sebebiyledir. Bu da ikiye ayrılır, aa) Şehvete düşkünlüğü, nefsinin arzularına uyması, bb) Şüphe çeki­ci işler yapması.
  2. aa)Şehvetini kuvvetlendirmek, arzularına boyun eğ­mek suretiyle kötü işler işlemeye, yasak edilen şeyleri yap­maya başlamasıdır. Bunlar bedenine ait fiillerdir. Böyle bir du­rum hilâfet akdinin meydana gelişine engeldir. Halîfe olduktan sonra bu tür işler yaparsa o makamdan çıkmış, hilâfet görevini ihlâl etmiş olur. Eski iyi hâline, doğruluğuna dönse de artık geçerli sayılmaz. Yeniden tekrar halîfe seçilirse ne âlâ. Kelâmcıların ba­zıları da, adalet ve doğruluğa dönerse, hilâfetten ayrılmamış, olur. Bunun temel nedeni ise tekrar bîatın güç olması, âmme işle­rinin aksamamasıdır. Önceki bîatın devam edişi sonucu halîfe ola­rak kalır, derler.
  3. bb)Şüpheyi çeken işler ise: İnançla ilgili şüpheli hareketleri olup bunlar hak olana zıd düşüyorsa böyle durumlarda, aaa) Âlimlerin bir kısmı diyorlar ki: Yaptığı şüpheli işler te’villi veya te’vilsiz fışkını, bozuk inançlılığını gerektiriyorsa bu durumda ha­life kâfir olmuş sayılır, küfrüne eş bir durumdur. Böyle inançla­rında devam ederse hilâfet makamında duramaz. Görevi sona er­miştir, bbb) Basra âlimlerinin pek çoklarına göre ise, yargı işlerini yürütmede, şahidlikte bulunabilmede bu türlü hareketler bir en­gel olmadığı gibi, halifeliğine de mâni olmaz, görevden de çıkar­maz.
  4. b)Halîfenin bedeninde meydana gelen sakatlıklar da 3 kısma ayrılır,
  5. aa)Beş duyusunda ve aklındaki noksanlık­lar,
  6. bb)Âzâlarmdaki noksanlıklar,
  7. cc)Hukukî tasarrufla-rındaki, şuûrundaki noksanlıklar.
  8. aa)Beş duyusundaki noksanlıklar 3 kısımdır.

aaa) Bir kısmı hilâfete engeldir,

bbb) Bir kısmı hilâfete engel olmaz,

ccc) Bir kısmı hakkında da ihtilâf mevcuttur.

aaa) Halifeliğine engel olan noksanlık; görmesini ve aklı­nı kaybetmesidir.

Aklı kaybetme de kendi içinde ikiye ayrılır. 1- Arızî (gelip geçi­ci) akıl hastalığı ki ileride tedavisi, geçmesi mümkündür. Bayılma gibi. Böyle bir akıl hastalığı halîfe olmaya engel oluşturmadığı gi­bi, halifelikten çıkmaya sebep teşkil edici değildir. Çünkü tedavisi, geçmesi mümkündür. Hz. Peygamber de ölüm hastalık­ları sırasında baygınlığa maruz kalmıştır. 2- Bu gruptaki akıl has­talığı deliliktir. Tedavisi ve geçmesi ümîd edilmeyen bir hastalık­tır. Bu da ikiye ayrılır. Birincisi, tam bir akıl hastalığıdır ki kurtul­ması imkânsızdır. Böyle bir hastalık hem halîfe olmaya, hem de halifeliğin devamına manîdir. Hilâfet bâtıl olmuştur. İkincisi, hastalığın tedavi sonucu ileride geçmesi mümkün, hastalığın şifa­sı umuluyorsa, o zaman duruma bakılır, şayet delilik zamanları akıllılık zamanlarından çoksa hastalık devam ediyor sayılır. Hilâfete ve hilâfetin devamına engeldir. Akıllılık hâli delilik halinden fazla ise, bu durum halîfe olmaya mâni, halifeliğin devamı­na mâni değildir. Hukukçuların bir kısmı halifeliğin devamına da mânidir, derler. Şayet mâni değildir denilirse, bu işe lâyık olanın hakkı ihlâl edilmiş sayılır. Bir kısım hukukçular da böyle bir akıl hastalığı her ne kadar başlangıçta halîfe olmaya engelse de halife­liği ânında ortaya çıkan bu türlü hastalık halifeliğin devamına en­gel değildir. Halifelik akdinin başlangıcında, ilk meydana gelişin­de tam bir aklî olgunluk istenir. Halifelikten çıkmak da tam bir akıl hastalığı ile olur.

Gözdeki noksanlığa, görme hassasının kaybolmasına temas etmek gerekirse; görmeyenlerin, hâkimliği, şâhidliği nasıl makbul ve muteber değilse, böyle bir şahsın halîfe olması veya bu vazifeye devam etmesi de geçerli değildir. Gözün gece görmemesi halîfe ol­maya ve hilâfetin devamına engel değildir. Çünkü bu nevi hasta­lık belirli bir zamana mahsus, tedavisi mümkün bir hastalıktır. Görme zayıflığına gelince: Şahısları gördüğünde tanıyabiliyorsa halifeliğe engel değil, şahısları anlıyor, fakat kim olduğunu bile­miyorsa, halîfe olmaya ve halifeliğin devamına engel teşkil eder.

bbb) Hassaların noksanlığından ikinci nevi; halifeliğe engel değildir. Bunlar da; burunda koku almaya, kokuları ayırt etmeye mâni bir hastalıkla, tad alma duygusu bulunmamasıdır. Her ikisi de insanın zevkine, lezzetine tesir eder. Görüş, fikir ve hareketlerine tesir etmez. Bu bakımdan halîfe olmaya engel değil­dir.

ccc) Hassaların noksanlıklarında ihtilâf konusu olan şey ikidir: Onlar da sağırlık ve dilsizliktir. Bu iki noksanlık halîfe olmaya kesinlikle engeldir. Çünkü halîfe olacak şahsın bütün sı­fatlarında mükemmel olması gerekir. Fakat bu iki noksanlığın hilâfet görevinden çıkarma konusundaki tesirinde ihtilâf mevcut­tur. 1- Bir gruba göre, işlerin tam olarak yürümesine, sevk ve idareye tesir ettiğinden sağırlık ve dilsizlik hilâfetten çıkarır. 2-Diğer bir gruba göre de, bir takını işaretler dil ve kulak yerine geçeceğinden dilsizlik ve sağırlık halîfeyi halifelikten çıkarmaz.

Ancak tam bir noksanlık hilâfetin devamına mânidir. Bunlarsa tanı bir noksanlık sayılmaz. 3- Bu görüşe göre, halîfe yazı yaz­mayı biliyorsa, dilsizlik ve sağırlık halifelik görevinin devamına mâni değildir; yazı yazmayı bilmiyorsa mânidir. Çünkü yazı ile maksadın ne olduğu açıkça ifade edilebilir. İşaretler de ise şüphe vardır.

Sağırlık ve dilsizlik konusunda birinci görüş en isabetli olanı­dır. Kekemelik, pepelik, ağır işitme, sesleri işitebiliyor, haber ve­rebiliyorsa halifelik görevinden çıkarıcı noksanlıklar sayılmaz. Halîfe olmadan önce var olan pepelik ve ağır duymanın halîfe ol­maya mâni olduğunu söyleyenler olduğu gibi, mâni olmadığını söyleyenler de mevcuttur. İkincilerin delili: Musa Peygamberin li­sanının pepe oluşudur. Peygamberliğe engel olmayan bu hâl halîfe olmaya haydi haydiye engel değildir.[26]

 

M- HALİFENİN SAKATLANMASI

 

Halîfenin azalarını kaybetmesi durumu 4 kısma ayrılır.

  1. a)Halîfe olmaya ve devamına mani olmayan noksanlık­lar. Bunlar düşünmeye, hareket etmeye, ayakta durmaya, görü­nüşe tesir etmiyen arızalardır. Erkeklik uzvu ve husyelerinin ke­silmesi gibi. Böyle bir noksanlık halîfe olmaya ve halifeliğin devamına engel değildir. Bunlar çocuk yapmaya tesir edicidir. Dü­şünmeye, tecrübeye tesir etmez. Bu tür bir eksiklik kısırlık gibi muamele görür. Allah Teâlâ, Yahya b. Zekeriyyâ’yı bu şekilde ni­teledi ve şu âyet-i kerime ile öğdü:

“Allah, İsa (a.s.)’ı tasdik edici, bir efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir Peygamber olmak üzere sana Yahya’yı müjdeler.” (K.K. 3:39) buyurmuştur.

Kısırlık hususunda iki fikir mevcuttur: İbn Mes’ûd ve İbn Ab-bas’a göre: Kadınla cinsî münâsebete imkân vermeyen kısırlık; Saîd b. Müseyyeb’e göre de erkeklik ve dişilik uzvu birbirine karış­mış, veya ufak nokta, çekirdek şeklinde cinsî uzvu olan şahıs. Her iki durum da Peygamberliğe engel olmadığı gibi halîfe olmaya da evleviyetle engel değildir. Kulakların kesilmesi de böyle olup dü­şünme ve harekete mâni değildir. Gizlenmesi, telâfisi mümkün bir noksanlıktır.

  1. b)Bu gruptaki noksanlıklar halîfe olmaya ve devamına engeldir. Çünkü hareket etmeye, iş yapmaya imkân vermemek­tedir. İki elin veya iki ayağın kesilmesi gibi. Böyle olan bir şahıs topluluğa hizmetten âciz kalır.
  2. c)Halîfe olmaya kesin olarak engeldir, fakat halifeliğin madiği ihtilaflı olan noksanlıklar. Bu şekildeki bir noksanlık­la bâzı işler, hareketler yapılabiliyor, bâzıları ise yapılamıyor. İki elden veya iki ayaktan birinin olmaması gibi. Böyle olan bir şahıs, organ bakımından tam olmadığından halîfe olamaz. Halîfe iken böyle bir noksanlık meydana gelmişse bu konuda hukukçular iki­ye ayrılır, aa) Bir görüşe göre halîfe olmaya engel olan bir noksan­lık onun devamına da engeldir. Dolayısiyle hilâfet sona erer. bb) Bir görüşe göre de halîfe olmaya engel, fakat devamına engel de­ğildir. Hilâfetin devamına mani olmak için tam bir noksanlık ge­rekir. Halbuki bu durum tam bir noksanlık sayılmaz.
  3. d) Halifeliğin devamına engel olmayan noksanlıklar. Halîfe olmaya engel olduğu hususunda ihtilâf vardır. Göz­lerden birinin çıkması, burunun kesilmesi gibi noksanlıklardır. Bunların iş görmeye, yürümeye bir etkisi yoktur. Fakat kötü ve çirkin göstericidir. Bu türlü noksanlıklar halifeliğin kesinleşme­sinden sonra olursa bir maniliği yoktur. Çünkü arızaların hilâfet görevlerinden herhangi birine tesiri gözükmemektedir. Halîfe ol­madan böyle bir noksanlık mevcutsa iki görüş vardır. Bir görüşe göre Halîfe olmaya engel hâli yoktur. Esaslı şartlardan sayılmaz. Diğer görüşe göre: Halîfe olmaya engeldir. Halîfenin her bakım­dan mükemmel olması gerekir. Milletin işlerini yürütmede bu türlü noksanlık, tenkidi, kötülemeyi gerektirir, halîfenin heybetli şahsiyetine gölge düşürür, emirlerine itaati zayıflatır. Toplulu­ğun haklarına noksanlıklar, zararlar getirir.[27]

 

N- HALÎFENİN HUKUKÎ TASARRUFLARINDA

(ŞUURUNDA) Kİ NOKSANLIKLAR

 

Halîfenin tasarruflanndaki noksanlıklar a) Hacir, b) Kuhre halleridir.

  1. a)Hacir hâli: Halîfenin idarecilerinden, en yüksek memurla­rından birinin devlet işlerini bir kötülük, sû-i istimal yapmaksızın aksatmadan yürütmesidir. Böyle bir hâl halîfenin halifeliğine en­gel olmaz. Halîfenin hukukî tasarruflarının sıhhati tenkîd edil­mez. Yalnız işlerine idareci tâyin ettiği şahsın durumuna bakılır. Eğer dînî hükümleri aksatmaksızın yürütüyor, adaletin gerektir­diği şekilde hareket ediyorsa, topluluk içinde bir fesadın, bozuk nizamın yayılmaması, dînî işlerin, muamelelerin durmaması için halîfenin bu işleri kabulü, tasdiki gerekir, esasen tasdik edeceği de düşünülür. İşleri yürütmek üzere tâyin edilen şahsın dînî hü­kümlere, adaletin îcablarına uymadığı görülürse Halîfenin diğer ileri gelen memurları bunu önlerler. Böylece o şahsın baskısı, yan­lış hareketi Önlenir, giderilir.
  2. b) Kuhre ise: Savaşta galip gelen düşman eline Halîfenin esir düşmesi, kurtulmaya da imkân bulunmamasıdır. Esîr düşen, halîfe adayı ise bu durum halîfe olmasına engel teşkil eder. Esir alan topluluk ister müşrik, ehl-i harp olsun, isterse taşkınlık, dahilî isyan çıkaran müslümanlar olsun fark etmez. Müslüman­lar onun dışında birini halîfe seçerler. Şayet halîfe olduktan sonra esir düşmüşse, o takdirde harple veya fidye vermek suretiyle onu kurtarmak müslümanların görevidir. Kişinin devlet başkanı ol­ması bu yardımı gerektirir. Esir halîfenin hayatından ümid kesi­lirse, esir alanlarla (Müşrikler veya müslümanların isyan çıka­ranları olsun) müslümanların aleyhine bir anlaşma yapılamaz.

Halîfe ehl-i harbin (müşriklerin) eline esir düşer, her türlü ça­lışmalara rağmen esaretten kurtulması da ümitsiz olursa, seç­menler heyeti bir başkasını halîfe olarak seçer ve ona bîat ederler. Esarette iken hilâfet makamına bir veliahd tâyin etmişse, veliah-di tâyin durumuna bakılır, şayet kurtulması ümidsiz bir durumda iken veliahd tâyin etmişse bu tâyin işlemi bâtıldır. Çünkü halifelikten çıktıktan sonra veîiahd tâyin etmiş demektir. Kurtul­ması ümid edilebilir bir durumda veliahd tâyin etmişse, henüz hilâfet vazifesinin devam ettiği kabul edildiğinden bu tasarrufu muteberdir. Halîfenin kurtulması sonradan ünıidsizliğe düşerse, veliahd halîfe olur. Zira ümidsizlikle halifeliği sona ermiştir.

Halîfe esarette iken veliahd tâyin ettikten sonra esaretten kurtulursa, kurtuluşuna bakılır; eğer kurtulması ümid edilmedi­ği andan itibaren geçen bir zaman içerisinde kurtulmuşsa halife­liği kabul edilmez. Çünkü ümitsizlikle bu görevden çıkmıştır. Ve­liahd, halîfe olur. Kurtulması ümidsizliğe düşmeden önce kurtul­muşsa halifeliği devam eder. Veliahd her ne kadar halîfe olamaz­sa da veliahdlığı hakkındaki tâyin işlemi geçerliliğini korur.

Halîfe, müslümanların isyankârlarına esir düşmüş ve esirlik­ten kurtulması da ümîd ediliyorsa halifeliği devam eder. Kurtul­ması umulmuyorsa isyankârlar iki durumdan biri ile başbaşadır-lar. Ya kendilerine bir halîfe tâyin ederler veya etmezler. Her ne kadar isyan çıkarmışlar, halîfeyi tanımamışlarsa da esasen halîfe kendi ellerinde esirdir. Daha önce onun hilâfetini tanımış, kabul etmişlerdir. Bu bakımdan esir halîfeye itaat etmek şahıslarını bağlayıcıdır. Aynen hacir altında bulunan halîfenin âdil kimsele­rin kontrolü altında bulunuşu gibidir. Böyle bir esaret sonucu, seçmenler heyeti işlerin yürütülmesi için bir nâib seçer. Şayet esir halîfe, naibini tâyin edebiliyorsa onun tâyini daha muteberdir. Esir halîfe esirlikten kurtulur, yahut ölürse nâib halîfe hilâfette İsrar edemez. Çünkü mevcut olan bir halîfeye nâibdi. O ortaya çık­tığında veya öldüğünde nâibliği son bulur.

Asîler kendilerine bir halîfe seçmişler, ona uymuşlarsa esir olan halîfenin esaretten kurtulması ünıidsizse halifeliği sona erer. Zira isyankârlar grubu, hükümleri ve yönetimleri ayrılan bir topluluk kurmuşlar, kendilerine tamamen ayrı bir halîfe tâyin et­mekle baştaki halifeye itaat etmediklerini göstermişlerdir. Âdil­ler, itaatkâr müslümanlar topluluğunun onlara yardımı olamaz. Onlar içerisinde esîr olanın da artık bir idarecilik kudreti yoktur. Dâr-ı adl’deki seçmenler topluluğu münâsib gördükleri bir şahsı halîfe seçerler. Bu muamelelerden sonra esir halîfe esaretten kur­tulsa da halifeliği kabul edilemez. Çünkü kurtulması ümidsizliğe düştüğü andan itibaren halifelikten çıkmış sayılır.[28]

 

O- HALÎFENİN MÜHİM İDARECİLERİ

 

Müslüman topluluğun idaresi ve işlerinin yürütülmesinde, halîfenin halifelik hükümleri genel olarak anlatılıp görüşler açık­landıktan sonra onun idare yönünden işlerini yürütecek olan me­murlara gelince bunlar dört kısımdır: 1- Herhangi bir yetki sınır­laması olmaksızın bütün işlerde halîfeye nâib olan vezirlerdir. Bunlar genel bir idare yetkisine (Velâyet-i âmme) sahiptirler. 2-Özel işlerde genel, mutlak bir idare yetkisine sahip olanlardır. Eyâletlerin bölge ve beldelerin valileri (emirleri) gibi. Görecekleri işler ve yerler belirli fakat o sahada genel bir yetki ve hareket serbestileri mevcuttur. 3- Genel işlerde özel bir idare yetkisi olan­lardır. Başkadı (Kadı’l-kuzat), başkomutan, hudud muhafızları, haraç ve zekât toplayanlar gibi. Bunlar Özel bir idare yetkisini ha­iz olup o sahada her türlü işi yapabilirler. 4- Özel işlerde Özel idare yetkileri olan idareciler topluluğudur. Bir ülkenin, bölgenin hâkimi, haraç ve zekât toplayıcısı, sınır koruyucusu, ordunun ko­mutam gibi. Bunlar o muhitte, ülkede kendilerine ait sahada ida­re yetkisini haizdirler.

İşbu dört grup idarecilerin her birinin bazı şartları mevcuttur. Şartlar bulununca idareci olabilirler ki, önümüzdeki bölümlerde kısmet olursa bunlar açıklanacaktır.

Ahkâm-ı Sultaniyye sa bunlar açıklanacaktır.[29]

 

İKİNCİ BÖLÜM

Vezirlik Ve Vezirler Tâyini

 

A- VEZİRLİĞİN ÇEŞİTLERİ

 

Vezirlik iki kısımdır, a) VEZÂRET-İ TEFVİZ: Tam Yetkili Vezirlik, b) VEZÂRET-İ TENFÎZ: Yürütme, (Görevleri Yerine Getirme) Vezirliği.

  1. a)TEFVÎZÎ VEZİRLİK (Tam yetki ile donatılmış vezirlik): Halîfenin, işlerin yürütülmesinde kendi görüş, fikir ve içtihadı­na göre serbestçe hareket edebilen bir şahsı tâyin etmesidir. Bu türlü vezirliğin doğru olabileceği hususunda Cenâb-ı Hakk’m Hz. Musa’dan haber verdiği:

ırBana kendi ailemden bir de biraderim Harun’u vezir ver. Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak yap.”

(K.K. 20:29-30) âyetleri mevcuttur.

Böyle bir vezirlik Peygamberlik görevini ifada caiz olunca halifelik için evleviyetle caizdir. Halîfenin, âmmenin işlerini görmede vermiş olduğu vekâlet, vekilin bütün işlerde aynı kud­rete sahip olduğunu göstermez. Ancak halîfeye nâib olarak ha­reket eder. Halîfenin işlerine ortak olan vezirin, nâibliği daha çok devlet işlerinin yerine getirilmesinde ve halifeliğe zarar ve­recek işlerin dışında, kendi kendine hareket etmesi gerekir.

Tam yetkili vezir tâyininde aranılan şartlar: Neseb şartının dışında, bir halîfede aranılan şartların aynısıdır. Tam yetkili vezirin görüşlerinin keskin, muteber ve makul olması için bir müctehid hukukçuda bulunması gerekli sıfatlar kendinde bu­lunmalıdır. Hilâfetteki şartlara ek olarak harp ve haraç vergisi gibi işlere görevlendirildiğinde, bu işlere yeterli bilgi sahibi biri olmalıdır. Harp ve vergiler konusunda bilgisi bulunmalıdır. Bunları bazan bizzat yerine getirecek, bazan kendine nâib de tâyin edebilecektir. İşe lâyık olan, ancak kendi gibi birini nâib tâyin eder. Bilgisiz bir kimsenin böyle bir işe girişmesi ne kadar uygun düşmezse, bilgisiz bir vezirin durumu da aynıdır. Vezire nâib olacaktaki şartlar vezirlik için aranılan şartların aynısıdır. Devlet işleri ancak böyle ağır ve önemli şartları taşıyan insan­larla yürütülebilir.

Anlatıldığına göre: Me’mun, vezir tâyininde aradığı vasıfları şöyle yazar: “Ben işlerimin idaresi, yürütülmesi için her türlü üstün sıfatları, şartları şahsında toplamış bir adam seçtim. O yaratılışında, huylarında iffetli, tuttuğu yolda doğruluk sahibi­dir. Edeplerini güzel, tecrübelerini kuvvetli buldum. Sırlarıma emin, güvenilir bir şahıstır. En mühim işleri yerine getiricidir. Yumuşaklılıkla susar, ilimle konuşur, anlamlı bir bakış ona maksadı anlatmaya yeter. Onda komutanların kuvveti, hikmet sahibi filozofların isabeti, âlimlerin alçak gönüllülüğü, hukuk­çuların anlayışı mevcuttur, İyilik edildiğinde teşekkür eder. Kö­tülüklere mâruz kaldığında sabreder. Yarınından mahrum kal­ma uğruna bu günün nasibini satmaz. Güzel açıklaması, tatlı lisanı ile insanların kalbini çalar.”

Bazı Arap şâirleri bu vasıfları şiirlerinde Özlü bir şekilde be­lirtmişlerdir. Abbasî Devleti vezirlerinden bazılarına bu konuda şiirler yazmışlardır. Bunlardan biri şöyledir:

“İnsanlar için bazı işler şüpheli, kapalı göründüğünde o ve­zirin açıklaması, düşünmesi, anlayışı bir anda olur.

Bir gün müşavirler ve müşirler yorulup âciz kalsalar da o vezir bütün işlerini ömrü boyunca hâl ve zabteder.

Her kalb sıkıntılardan daralsa, üzülse de onda sıkıntılara karşı koyucu, geniş kâlb vardır.”

Bu vasıflar iyi bir idarecide bulunursa görüşlerine irâde ve idaresine ait bütün işler tam olur. Eğer noksan vasıflı olursa vezirin iyiliği de bozulur, noksan olan sıfat nisbetinde aksar, iş­lerde, idarelerde o nisbette gecikme, bozukluk, atâlet meydana gelir. Bu şartlar her ne kadar dînî şartlar değilse de milletin doğruluğa şevki, iyiliğe taalluk eden dînî şartlarla kaynaşması siyâsî şartlardır. Vezirliğe lâyık bir şahısta bütün bu vasıflar tam olunca, vezir tâyin edecek olan halîfenin muteber, açık söz­leri ile tâyini gerekir. Çünkü vezirlik bir akid, anlaşmadır. Akidler ise ancak açık, anlamlı sözlerle olur. Halîfenin bir şah­sa vezir gözü ile bakması, ona izin vermesi, onun hükmen vezir tâyinini gerektirmez. Örfen, vezir idarecilik makamına gelse, vezirliği iki şartı taşıyacak bir sözle sabit ve kesin olur. 1- Ge­nel bir fikir, 2- Nâiblik.

1-  Yalnız genel bir fikirle görevlendirilmişse idareciliğe tâyini hususî olmuştur, hususi idarecidir. Böyle genel bir fikir ve düşünce ile vezir tâyini olamaz.

2- Yalnız Nâiblikte tâyin: Belli olmayan bir işe nâib tâyin edilir. Özel olarak veya bir işin yapılması, görevin devri şeklin­de olursa yine vezirlik akdi teşekkül etmez. Bu iki ayrı şartın ikisini bir arada taşıyan söz, vezirliğin tâyinini tamamlar; vezâret anlaşması meydana gelir. İki şartı birden bulundurma da iki suretledir.

1- Akitlerde tâkib edilen yolla olur. “Seni kendime vezir tâyin ettim”, “Seni kendime nâib tâyin ettim.” derse vezirlik meydana gelir. Çünkü böyle bir söz genel bir fikri ve bu fikirde nâibliği, vezirliği toplamıştır. “Bana ait olan şeylerde bana nâib ol” derse bir ihtimâle göre vezirlik teessüs etmiştir. Çünkü bu sözde de genel bir fikir ve özel bir nâiblik tâyini mevcuttur. Bir diğer ihtimâlde de vezirlik teessüs etmemiştir. Çünkü akdin te­şekkülü ve müteakiben de izin verilmesi gerekir. Yani akid mâhiyetinde olan işlerde akid hükümleri o husustaki akdin ya­pılmasından sonra yürür. Fakat “Bana ait hususlarda seni nâib tâyin ettim” denilirse vezirlik tamam olmuş olur. Çünkü yalnız izinden akid sözlerine geçebilme imkânı mevcuttur. Şayet “Ba­na ait şeylere bak” derse vezirlik akdi teşekkül etmez. Böyle bir sözde yüz çevirerek bakma, o işi yerine getirme veya o işin ba­şında durma mânâları mevcuttur. Halbuki akidler ihtimalli sözlerden uzak ve net olmalıdır.

Sultanlar ve milletlerin hükümdarları genel olan akidler-den, tekidli şartlardan meydana gelen özel akitlerden, fayda­landıkları kadar faydalanmamışlar, genel akidlerle vezir tâyinine iki sebepten pek müracaat etmemişlerdir. Birincisi, halîfe ve hükümdarlar sözün kısa olanını, uzununa tercih et­mişler, az sözle konuşmayı âdet edinmişlerdir. Bu durum onla­ra mahsus bir örf olmuştur. Sözün ağır geldiği her yerde açık bir dînî hüküm bulunmadığında kısaltmışlar, işaretle yetinmiş­lerdir. Böylece onların bu türlü Örflerinden hukukî hükümler çı­karılmıştır.

Genel akidlere müracaat etmeyişlerinin ikinci sebebi, sul­tan ve hükümdarların bir şahsı vezirliğe davetlerinde durumun şahitleri, belirtileri bir ihtimâle fırsat vermeden kasdolunan fikri kısa sözlerden anlamak için açık ve keskin sözlerle hare­ket etmişlerdir. Bir diğer görüşe göre: tâyin hususunda özel akidlere müracaat bir örfdür. Meselâ, “Nâibliğe yükselmek üze­re seni vezir tâyin ettim” demesi gibi. Burada “Seni vezir yap­tım” genel bir fikri ile “Nâibliğe yükselmek üzere” sözündeki “Nâiblik” özel durumu bir arada bulunmuştur. Vezirlik kesinleşmiştir. Niyabet söz konusu olduğundan Tenfîzî Vezirlik: İşle­ri yürütme vezirliği, Tefvizi Vezirlik: “Tam yetkili vezirliğe yük­selmiştir. Sultan şayet “Seni vezirliğime tam yetkili olarak gö­revlendirdim” derse bir ihtimâle göre vezirlik “Tefviz: Tam yet­kili” kelimesinin kullanılın as iyi e meydana gelmiştir. Yürütme vezirliği değil tam yetkili, Tefvîzî vezirliktir. İkinci ihtimâle gö­re: “Tam yetki” kelimesinin hüküm taşıyabilmesi de kendinden önce bir akdin yapılmasına lüzum gösterir. Bu bakımdan böyle bir söz hükiim ifade etmez. Birinci ihtimâl daha doğrudur. Bu duruma göre “Seni vezirliğe tam yetkili olarak görevlendirdik” sözü de hüküm ifade eder. Çünkü işleri idare eden çoğul sîgası ile başka bir şahsı sözüne ortak yapmamak suretiyle kendini büyütüyor. Bu bakımdan “Seni vezirliğe tam yetkili olarak gö­revlendirdik” sözü “Seni vezirliğe tam yetkili görevlendirdim” sözünün aynısıdır. “Vezâret” ve “Vezâretî”: Vezirliğim” sözleri makamı ifade eder. İkinci söz daha kuvvetlidir. Buna göre “Onu tam yetkili vezirliğe tâyin ettim” sözünden “Onu vezirliğime tam yetkili olarak görevlendirdim” sözü daha kesin ve kuvvetli­dir. Hükümdarlardan başkaları izafeti, tamlamayı terk ederek çoğul sîgasmı nefislerinden kinaye olarak kullanırlarsa kinaye söz alışılan lisan örfünün dışında olduğundan bir tek şahsa delâlet etmez.

Halîfenin “Seni vezirliğime tâyin ettim” veya “Seni vezirliğe tâyin ettik” sözleri tefvîzî vezirliğe delâlet etmez, o anlama gel­mez. Ancak “Tefviz: Tam yetkili” kelimesini veya ona işaret edi­ci sözleri kullanmakla “tam yetkili vezirlik” olur. Çünkü daha önce geçen “Bana kendi ailemden bir de kardeşim Harun’u ve­zir ver, onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl.” (K.K. 20: 29-32) âyet-i kerîmelerinde Allah Teâlâ, Musa Pey­gamberden haber verirken Hz. Musa yalnız vezir istemiyor, ve­zirle sırtını kuvvetlenmesini, işlerine vezirin de ortak olmasını istiyor. Zira “Vezâret isminin türemesinde üç ayrı fikir vardır. a) “Vizr: ağırlık” kelimesinden alınmıştır. Çünkü vezir de halîfenin yüklerinin bir kısmını yüklenmektedir, b) “Ezr: Sığınak” kelimesinden alınmıştır. Âyet-i kerimede de: “Hayır hiç bir sığınak yok” (KK 75:ll)tur buyurulmuştur. Halîfe de vezi­rinin görüşlerine, yardımlarına sığınmaktadır. Bu bakımdan “Vezîr” denmiştir, c) “Ezr: arka, sırt” kelimesinden alınmıştır. Çünkü halife veziri ile kuvvet bulmaktadır. Aynen vücudun kuvvetinin de sırtla oluşu gibi. Her üç kökün hangisinden tü-rerse türesin hiçbirinde de işlerde istibdadı uzak durmayı ge-rektirici, hak verici bir mânâ yoktur.[30]

 

B- TAM YETKİLİ (TEFVİZİ) VEZİRİN YETKİLERİ

 

Tam yetki ile donatılmış olan vezirlik, tâyin işlemi ile kesin­leştikten sonra duruma bakılır; eğer genel bir vezirlik ise halifelikle vezirlik arasında bir farkın olması için iki şarta uyu­lur: 1- Halîfe gibi mutlak yetkili olmaması için, vezir işlerin idaresinde, yerine getirilmesinde, bazı tâyin ve görevlendirme işlemlerinin geçerliliği konusunda halîfenin önceden görüşlerini almalıdır. 2- Devlet işlerini asıl idare edecek, yürütecek, asıl fi­kir ve görüş sahibi olduğundan, vezirinin idaresini, doğru olup olmadığını, görüşlerine aykırı düşenin var olup olmadığını halîfe araştırır, kontrol eder.

Tam yetkili vezirin bizzat kendisinin hüküm vermesi, yargı işleri için hâkimler tâyin etmesi mümkündür. Halîfenin görevi gibi görevleri yapabilir. Fevkalâde yetkili mahkemelere (Mezâlim Mahkemelerine) bakar, yargılamalarda bulunur, hal­kın şikâyetlerini dinler, bu gibi işlere nâib tâyin eder. Tam yet­kili vezir bu mahkemede hâkimlik makamında yargı işi için aranılan geçerli şartları taşımaktadır. Bizzat harp işlerini yü­rütür, harbin durumu müsâid oldukça komutanlar tâyin eder. Görevi sınırı içine giren işleri ya bizzat yürütür, yahut da nâib tâyin eder. Özlü olarak belirtmek gerekirse şu 3 husus hariç, halîfenin yapabildiği her işi tam yetkili vezir de yapar.

 

1- Veliahd tâyin etmek. Tam yetkili vezirin böyle bir yetkisi yoktur.

2-  Halîfe, kendisinin hilâfetten azledilmesini halkın­dan isteyebilir. Tam yetkili vezirin halktan böyle bir azil, af isteme yetkisi yoktur.

3- Halîfe vezirin tâyin ettiğini azledebilir, fakat vezir halîfenin tâyin ettiği memuru azledemez.

Sözü geçen 3 işin dışında tam yetkili vezirin yaptığı bütün işler ile, yapması için kendisine bırakılan tüm işler hukuken muteberdir. İsterse yapılan bu işler halîfenin onaylamadığı, ya­hut karşı çıktığı işler olsun. Vezirin yaptığı iş, bir eşya hakkın­da ve mâlî bir konuda giriştiği tasarruf, halîfenin görüşlerine uygun da olmasa, artık o iş ve tasarruftan dönüş yapılamaz. Vezirin o konudaki rey ve içtihadı geçerlidir. Şayet vezir, vali tâyin etmiş, ordu donatmış, bir harp plânı hazırlamışsa, halîfenin bu türlü tasarruflara karşı çıkması, valiyi azletmesi, donatılan orduyu bir başka maksadla kullanması, harp plân ve idaresini daha iyi olan bir yöne değiştirmesi mümkündür. Halîfe bu işleri kendi şahsına âit hareket ve düşüncelerden istifâde ederek yapar, şüphesiz ki halîfenin düşünce ve hareket­leri normal olarak vezirinin düşüncelerinden, görüşlerinden üs­tündür.

Halife bir konudaki görüşünden dönebildiği gibi, vezirinin görüşünden de dönebilir.

Bir işe halîfe bir idareci, vezir de bir idareci tâyin etse, tâyin edilen idarecilerden ilk tâyin olunana bakılır, halîfenin tâyin ettiği daha önce ise muteberdir, vezirin tâyin ettiği idareci ola­maz. Vezirin tâyin ettiği önce ise, halîfe de işe vezir tarafından bir idareci tâyin olunduğunu biliyorsa, böyle olmasına rağmen aynı işe bir başka idareci tâyin ederse bu durumda vezirin tâyin ettiği idareci azledilmiş, halîfenin yaptığı tâyin muteber olmuş olur. Eğer vezirin idareci tâyin ettiğinden halîfenin haberi yoksa, vezirin tâyini geçerli, halîfenin tâyin ettiği idarecinin tâyini muteber değildir. Çünkü ikinci idarecinin tâyini birinci­nin tâyin işlemi bilinmediğinden yapılmıştır. Dolayısiyle ikinci tâyin birincinin azli anlamına gelmez. Meğer ki önceden tâyini bilinsin.

Bazı Şafiî âlimleri de, halîfenin vezirin tâyin ettiğini bilme­sine rağmen kendisinin de aynı işe ikinci bir idareci tâyin etme­si birincinin azli anlamına gelmez, derler. Şayet halîfe ‘Vezirin tâyin ettiği Önceki idareciyi azlettim” derse vezirin tâyin ettiği birinci idareci azlolunmuştur. Ama mücerred ikinci bir tâyin bi­rincinin azlini gerektirmez. Bu durumda bakılır, tâyin olunduk­ları işte iki idarecinin beraberce işi yürütmeleri mümkünse her ikisinin tâyini de muteberdir. İşi beraberce yürütürler. İştirak­leri mümkün değilse her ikisinin tâyini de, ikiden birini azle, diğerinin tâyinine bağlıdır. Halîfe, idareci tâyin edecekse ikiden istediğini azleder, istediğini idareci olarak bırakır. Vezir idareci tâyin edecekse kendi tâyin ettiğini azleder. Halîfenin tâyin etti­ği idareciyi azletmesi uygun düşmez.[31]

 

C- İŞLERİ YÜRÜTME (TENFÎZ) VEZİRLİĞİ VE GÖREVLERİ

 

İşleri yürütmekle görevli tenfiz vezirlerinin hükmü daha za­yıf, şartları daha azdır. Çünkü bunların idareciliği, fikirleri imâmın görüş, fikir ve idaresi ile sınırlıdır. Yürütme vezirliği imamla halk arasında, imamla idareciler arasında bir vasıtadır. İmâmın emrettiğini yerine getirir, söylediklerini yapar, hük­mettiği hususları icra ve infaz eder. İdareciler tâyinini, ordu­nun donatımını, teçhizini, mühim ve yeni hâdiseleri imâma ha­ber verir, infaz, yürütme vezirliği işlerin yerine getirilmesiyle görevlidir. Müstakil bir idareci veya kendi kendine bir kısım iş­leri yerine getirici değildir. Kendisinden istişarede bulunuluyorsa o takdirde ismi Özel Vezirlik’tir. Fikirleri istenmiyorsa Vezâret-i Vâsıta veya Sefaret gibi isimler alır.

Yürütme vezirliği bir tâyin tasarrufuna bağlı olmayabilir. İmâmın yalnız izni de vezirlik için yeterlidir. Vezirliğe ehil olanda hürriyet ve bilgi şartı da aranmaz. Çünkü onun tek ba­şına idare ve memur tâyininde bulunma yetkisi yoktur ki hürri­yet istensin, yine tek başına hüküm verme yetkisi yoktur ki ilim aransın. Yürütme veziri iki işle sınırlıdır, a) İmâma karşı görevini yerine getirici olmak, b) İmâmın emirlerini uygula­mak, yerine getirmek.

Yürütme veziri bu sınırlı işleri yaparken kendisinde yedi sıfat aranır. Veya bu yedi sıfatı şahsında bulundur­ması gerekir.

1- EMÂNET: Kendisine yapmak üzere tevdi edilen işlere ve diğer hususlara kötülük yapmamak, doğru olarak bilinen şeyle­re başka bir şey karıştırmamak.

2- DOĞRU SÖZLÜLÜK: Böylece yaptığı ve yerine getirdi­ği devlet işlerinde vermiş olduğu haberlere güvenilir. Söylemiş olduğu şeylerde şüphe edilmez, yasak ettiği hususlarda da yine sözlerine îtimad edilir.

3- TAMAHKÂR OLMAMAK: Böyle olmalı ki idare ettiği işlerde rüşvet almamalı, aldanmamak, kendisini küçük düşür­memelidir.

4- KENDİSİ İLE İNSANLAR ARASINDA KİN OLMA­MALI. Çünkü düşmanlık insanı merhametten uzaklaştırır, kin, intikam sahibi yapar insafı elden bıraktırır.

5-  ERKEK OLMALIDIR. Öyle ki, halîfeye karşı görevini yerine getirirken ondan aldığı emirleri ifa ederken isabet etsin, yanılmasın. Vazifesi, halîfenin lehinde veya aleyhinde dürüst bir şâhid ve müşâhid olmasını gerektirmektedir.

6- ZEKÂ VE ANLAYIŞ SAHİBİ OLMAK: Emirleri değiş­tirip saklamamak, şüpheye, tereddüde düşmemeli, işleri birbi­rine karıştırmamak. İşlerde şüpheye düşmek, birbirine karış­tırmak, benzetmek devlet işlerini çıkmaza sokar, güçlükler or­taya çıkarır. Bu hususu Me’mun’un veziri Muhammed b. Yez-dad şiirinde şöyle belirtmiştir:

“İnsanın maksadının isabetliliği, sözünün ruhudur. Şayet maksadında hatâ ederse bu ne kötü bir ölümdür. İnsan kalbi, sözü saklamakdan ne kadar uzak olursa, uyanıklılığı âlemlere derin bir uykudur, zarardır.”

7- HEVÂ EHLİ OLMAMALI: Çünkü nefse uyma, arzula­rın esiri olma insanı doğrudan eğriye götürür, hak olanla bâtılı karıştırır, akıllara bir hîle, doğruyu düşünmekten vaz geçirici­dir. Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) de hadîs-i şerifte:

“Senin bir şeyi sevmen, seni kör ve sağır yapar.”[32] bu­yurmuşlardır.

Şair de: “Nefsin şikâyetleri az olduğunda, konuşana karşı dinleyici, sustuğunda rahat buluruz.

Biz âdil hâkimin hükmü ile hükmedersek, topluluk da akıl­ları sayesinde kuvvetli, cesur olur.

Bâtılı halkın yerine geçirmeyiz, haksız bâtılı da dile alma­yız.

Yalancı rüyalarımızın bizleri sarhoş etmesinden korkarız. Fakat zamanı bütün yükleri ile yükleniriz.”

Yürütme, işleri yerine getirme ile görevli vezir, halîfenin fi­kirlerine iştirak ediyor, müşavir olarak bulunuyorsa bir 8’inci şart daha aranır, o da: TECRÜBE VE İHTİSAS’dır. Bu va­sıf, görüşün sağlamlığına, tedbirde doğruluğa ulaştırır. Tecrübelerde işlerin sonu hakkında haberler mevcuttur. Görüşlere iş­tirak etmiyor, müsteşar olarak bulunmuyorsa bu sıfata lüzum yoktur. Şayet çok iş görme ve alıştırmalar ile vezir tecrübe sahi­bi olmuşsa onun bu hâli de müşavir vezir olmak için yeterlidir.

Bu Tenfiz Vezirliğinin kadına verilmesi caiz değildir.

Hz. Peygamber’den (s.a.v.) naklolunan “İşlerini kadına bı­rakan topluluklar kurtuluş bulamaz’[33] hadîsi şerifine göre kadının vezir olması doğru değildir. Çünkü vezirlikte devamlı azim, sabır, görüş istenir ki kadınlar bu konuda zayıftırlar. İdari işlerle bizzat meşgul olmak onlar için pek çok sakıncalar meydana getireceği gayet açıktır.

Ehl-i zimmetten yürütme vezirinin olması mümkündür. Her ne kadar zimmîlerden tam yetkili vezir olmasa da icra vezi­ri olabilir. İki vezirlik arasındaki mevcut yetki farkından bu so­nuca varıl ab ilmektedir.

Tam yetkili vezirlik ile işleri yürütme vezirliği arasındaki yetki farkı dört bakımdandır.                                  

1- Tam yetkili vezir bizzat hüküm verebilir, Fevkalâde yet­kili (Mezâlim) mahkemelerine yargı işlerine bizzat bakar. Yü­rütme veririnin, böyle bir yetkisi yoktur.

2- Tam yetkili vezir devlet işlerine idareciler tâyin eder, yü­rütme vezirinin bu yetkisi yoktur.

3- Tam yetkili vezir yalnız başına orduyu sevk ve idare eder, harbe hazırlanır, yürütme (tenfîz) vezirinin böyle işleri yapmaya yetkisi yoktur.

4- Tam yetkili vezir hazîne mallarından harcamalarda bulu­nur. Hazîne namına mallar, gelirler toplar, alır. Yürütme vezi­rinin bu nevi yetkisi de yoktur.

Şu sayılan esaslar dışında bir yetki ile zimmîlerin vezir tâyininde bir engel yoktur. Ancak uzun müddet yine de yürüt­me, İcrâi vezirlikte bulunmamalıdırlar.

Yetkiler bakımından bu dört farklılık karşısında iki nevi ve­zirlik için aranılan şartlarda da 4 yerde ayrılık göze çarpar. Şöyle ki:

1- Tam yetkili vezirlikte Hürriyet şartı aranır. Tenfîz, yü­rütme, vezirliğinde böyle bir şart yoktur. Köle de olabilir.

2- Tam yetkili vezirlikte Müslüman olmak şarttır. Yürütme vezirliğinde müslünıan olmayan da yürütme veziri olabilir.

3- Şer’î, kanunî hükümler bilme, tam yetkili vezirlikte şart­tır. Yürütme vezirliğinde böyle bir şart aranmaz.

4- Tam yetkili vezirin harp, vergi ve benzeri âmme hukuku sahasına ait müesseseleri bilmesi şarttır. Yürütme, vezirinin bunları bilen biri olması şart değildir.

Şu sayılanlar da göz önünde tutulunca her iki vezir tâyin şartları bakımından da birbirinden ayrılmaktadır. Yetki saha­larına ait sözü geçen ayrılıklarla, şahıslarına ait şartlarındaki bu ayrılıkların dışında haklar ve şartlar bakımından denktirler.[34]

 

D- TOPLU VEYA TEK OLARAK

YÜRÜTME VEZİRİ TÂYİN ETMEK

 

Halîfenin, toplum işleri için bir veya birden fazla olarak yü­rütme vezirleri tâyin etmesi caizdir. Fakat toplum işlerini sevk ve idare için birden fazla Tam Yetkili Vezir tâyin edemez. Ay­nen Müslüman bir Devlet içinde bir anda iki halîfenin olamıya-cağı gibi. Böyle bir tâyin olursa devamlı çatışmalar, siyasî ve idarî uyuşmazlıklar çıkar. Allah Teâlâ da:

“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka tanrılar ol­saydı yer ve gök muhakkak ki harap olup gitmişti.” (K.K. 21:22) buyurmuştur.

Şayet halîfe, iki tam yetkili vezir tâyin etmişse, her ikisinin tâyin durumu 3 husustan birine girer.

  1. a)Her birini bütün işlere bakmaya tam yetkili olarak görev­lendirmesi. Böyle bir tâyin yukarıdaki açıklama ve deliller kar­şısında uygun düşmez. Her ikisi de aynı anda beraberce tâyin edilmişse ikisinin tâyin işlemi de bâtıldır. Birini önce, diğerini sonra tâyin etmişse ilk tâyin olunanın tâyini muteber, ikincinin ki bâtıldır. Bu noktada tâyinin fesadı ile azl arasındaki farka temas gerekirse: Tâyinin fesadı, böyle bir tâyinle iş başına gele­nin yaptığı işler daha işin başından itibaren hüküm ifade et­mez, geçersizdir. Azilde ise; Azilden önce vezirin yaptığı işler muteberdir, hukuken hüküm ifâde eder.
  2. b)İşleri sevk ve idarede ikisi müşterek hareket ederler. Ve­zirlik yalnız birinin değil, her ikisinindir. Müşterek yaptıkları, hareket ettikleri işler ikisi için de geçerlidir. İhtilâf etmişlerse ikisi için de hüküm taşımaz. Böyle hâllerde sonuç halîfenin fik­rine göredir. Halîfe, ihtilâf ettikleri işlerde ikisinin de fikrini al­madan yalnızca kendisi karar verir. Bu türlü ihtilâf yalnızca tam yetkili vezirliğe aittir.

İşleri yaparlarken iki durumları karşımıza çıkar, aa) İttifak ettikleri yerlerde işi beraberce yaparlar, bb) İhtilâfa düştükleri yerlerde birliğin sağlanamamasmda, ihtilâftan sonra birleşmiş-lerse duruma bakılır. İhtilâftan sonra doğru olanda birleşmiş-lerse halîfe de onların görüşüne katılır, o işi iki vezir beraberce yaparlar. Çünkü ihtilâfın ittifaktan önce olması birleşmeye mâni olmaz. Şayet ikisi de aralarında ihtilâf eder de ihtilâfları devam etmesine rağmen biri diğerine tâbi olursa, tâbi olan vezi­rin kendi görüşünden ayrılması demek olup doğru görmediği şeyi yerine getirmesi iyi olmaz.

  1. c)İşlerin görülmesinde müşterek hareket etmezler, birinin yapacağı işler diğerininkinden ayrılır. Bu görev taksimi de iki şekilden birisi ile olur. aa) Ya her birerlerine bakmaları genel, yapmaları özel bir iş tahsil edilir. Meselâ, birinin doğu ülkeleri­ne, diğerinin batı ülkelerinin vezirliğine tâyininin yapılması gi­bi, bb) Yahut her birerlerine yapması genel, bakması özel işler verilir. Meselâ, ikiden birini harp işlerine, diğerini vergi işleri­ne vezir tayın etmesi gibi. İşte bu şekilde vezirler tâyini müm­kün ve muteberdir. Şu kadar var ki her ikisi de muhtelif işlere tam yetkili vezir olarak tâyin olamazlar, ama bu muhtelif işlere idareci olabilirler. Çünkü tefvizi, tam yetkili vezirlikte, her iş ve idarede ikisinin de emirleri geçerlidir. Ancak her ikisinin tâyin ve tesbit edilen özel işlere atanmaları doğru olur. Çünkü birinin diğerine fikir ve iş bakımından karşı çıkması söz konusu değil­dir.

Sultan bir anda tam yetkili vezirle yürütme vezirini tâyin edebilir. Tam yetkili vezir, mutlak tasarruf sahibidir. Yürütme vezirinin görevleri ise sultanın emir verdiği yerler ve işlerdir. Yürütme veziri görevden alınmış bir idareciyi tâyin edemez. Tâyin edileni azledemez. Fakat tam yetkili vezir önceden azle­dileni tekrar göreve getirebilir ve önceden tayin ettiğini de azle­debilir. Fakat Sultan in tâyin ettiği idareciyi normal olarak az­ledemez. Yürütme veziri sultanın izni olmadan kendi başına bir iş yapamaz. Tam yetkili vezir ise kendiliğinden, re’sen kendi ça­lıştırdığı kimselere ve başkalarının görevlendirdikleri şahıslara emirler verir, onlarla hukuken bağlayıcı işler yapar, işlerini ka­bul eder. Ancak sultanın genel ve özel emri devlet işlerine etkili olur.

Sultan, yürütme vezirini azledince onun idarecileri de ken­diliğinden azlolmuş sayılmaz. Tam yetkili veziri azlederse bu azil işlemi ile tabiatiyle o vezirin yürütme işiyle görevli memur­ları da azlolmuş sayılır. Fakat tam yetkili vezirin işçileri, idare­cileri azlolmaz. Çünkü yürütme vezirinin işçileri, memurları tam yetkili vezirin naibidirler, tam yetkili memurlar ise müsta­kil birer idarecidirler. Tam yetkili vezir kendisine bir nâib tâyin edebilir. Yürütme veziri kendisine nâbi tâyin edemez. Çünkü nâib ve halef bırakma bir tâyin işidir.

Eğer sultan tam yetkili vezirini halef tâyin etmekten men etmişse o zaman halef tâyin edemez. Sultan, yürütme vezirine halef tâyin etme yetkisi vermişse o da halef tâyin edebilir. Çün­kü her bir vezir sultanın emir ve yasaklarına göre hukukî ta­sarruflarda bulunmaktadır. Her ne kadar iki vezirin tâyin şe­killeri ayrı olsa da.

Zamanımızın idarecilerinde olduğu gibi yeni feth olunan ül­kelere işlerin görülmesine vekil tâyin edilen, o ülkelerin işleri­ne, idaresine başkanca bir kimse görevlendirilirse, her bir ülke­nin bu şekilde görevlendirilen hükümdarı, idarecisi de vezir tâyin edebilir. O zaman eyâlet valisi, hükümdarının, vezirinin hükmü, sultanın vezirlerinin hükmü gibidir. Tam yetkili vezir­likle, yürütme vezirliği hakkındaki hükümler aynen burada da geçerlidir.[35]

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Eyâlet Valileri Tâyini

 

A- EYALETLERE (ŞEHİRLERE) VALİLER (EMİRLER) TAYİNİ

 

Halîfe bir eyâlete, bir şehre vali tâyin ederse, tâyin olunan vali veya emir, tâyin cihetine göre a) Genel Vali, b) Özel Vali ol­mak üzere ikiye ayrılır.

  1. a)GENEL VALİLİK:

Bu da ikiye ayrılır, aa) Serbest bir tâyin ile meydana gelen valilik, bb) İstilâ suretiyle, mecburi bir tâyin ve ta­nıma işlemi ile meydana gelen valilik.

Halîfenin valiyi serbestçe seçmesi ve ataması suretiy­le meydana gelen valilik belirli işleri, görevleri ihtiva eder. Serbestçe tâyin olunan valilikte halîfe bir eyâletin, ülke­nin halkının hepsini idare etmek, her türlü âmme işlerine bak­mak için bir şahsı görevlendirir, tam bir yetki (Tefvizi yetki) ve­rir. Bu bakımdan tâyin olunan valinin sınırlı olan bütün işlerde genel olarak tam bir nezâret yetkisi vardır. Genel valinin göre­ceği işler 7 grupta toplanabilir.

1- Vali bulunduğu muhitin ordularını sevk ve idare eder, halîfenin belirttiği miktar dahilinde onların maaşlarını, yiyecek ve içeceklerini sağlar.

2-  Muhakeme işlerine bakar, mahkemelere hâkimler veya hakemler tâyin eder.

3- Haraç, Zekât ve benzeri âmme vergilerini toplar, bu mak­satla memurlar tâyin eder. Toplanılan zekâtı dinin belirttiği yerlere, zekâta muhtaç olan kimselere dağıtır.

4-  Dînî emirlerin tam bir uygulamasını sağlar, halkın na­musunu korur, dinî hükümlerin değiştirilmesine, yanlış uygu­lanmasına engel olur.

5- Allah ve kul haklarının ihlâl edilmesi hâlinde suçlulara cezalar tatbik eder. Hakların kötüye kullanılmasının önüne ge­çer.

6-  Cuma günleri ve diğer zamanlarda cemâate imâm olur veya bu iş için bir halef bırakır.

7- Hacca gidenleri yolcu eder, geride? bıraktıkları kimseleri dönüşlerine kadar korur.

8- Genel valinin bulunmuş olduğu ülke düşmanla hemhu-dud ve düşman tehlikesi mevcutsa bir sekizinci şart daha ekle­nir ki bu da,  düşmanla savaş,  savaş  sonucu elde edilen ganimetleri taksim ve bu ganimetlerin beşte birini hazîne na­mına almadır.

Böyle bir valiliğe tâyin edilen şahıslarda tam yetkili vezirde aranılan şartlar aranır. Çünkü aralarındaki fark yalnızca valinin idaresi özel, tam yetkili vezirin idaresi ise geneldir. Böy­le durumlarda idareciliğin genel ve özel oluşu şartlarda değişik­liği gerektirmez.

Eyâlet valisinin tâyin işlemine bakılır, halîfe tâyin etmişse tam yetkili vezir halîfenin bu tâyin işlemine uyar, bir başka eyâlete, ülkeye nakledemez, azledemez. Şayet valiyi tam yetkili vezir tâyin etmişse iki durum mevcuttur. 1- Halîfenin izni ile tâyin etmişse o takdirde onun izni olmadan bu valiyi azlede-mez, bir başka yere nakledemez. Tam yetkili vezir tek başına azletse de böyle bir tâyinle gelen vali azledilmiş olmaz. 2- Tam yetkili vezir kendi kendine böyle bir vali tâyin etmişse kendisi­nin o yerde naibi sayılır. Tek başına, nâib durumunda olan bu valiyi, azletmesi değiştirmesi mümkündür. Her ne kadar vezir tâyin ettiği valiye, böyle bir tâyinde halîfenin emri ile veya ken­diliğinden tâyin ettiğini söylemese de tâyin işlemi vezir tarafın­dan yapılmış sayılır. Bu bakımdan tek başına tâyin ettiği valiyi azledebilir, vali herhangi bir itirazda bulunamaz. Tam yetkili vezir azlolunca, kendisinin tâyin ettiği valiler de azlolunur. An­cak halîfe o valiyi idarecilikte tekrar bırakırsa bu tasarruf valinin idareciliğinin yenilenmesi sayılır. Ayrıca, akid yeni te­şekkül etmediğinden, yeni şartlara, açık sözlere lüzum yoktur. Bu bakımdan halîfenin, “Seni valiliğinde bıraktım” demesi ye­terlidir. Halbuki ilk tâyin tasarrufunda “Seni şu ülkeye, eyâlete idareci, halkına emir olarak, orada bütün işlere bakmak sure­tiyle vali tâyin ettim” gibi geniş sözler kullanmak îcâb eder. Kı­sa söz kullanıp ihtimâle, şüpheye yer vermemelidir.

Halîfe bir valiyi (emiri) böylece yerinde bırakırsa artık vezir onu azledemez, kendi de tâyin etmiş olsa tâyininden vaz geçe­mez. Halîfenin tâyin ettiği valiyi tam yetkili vezir, yürütme ve­zirliğine tâyin ederse, bu işlem o valinin valilikten azli sayıl­maz. Çünkü halîfenin bir şahsı özel bir vazifeye tâyini ile vezi­rinin aynı şahsı genel bir vazifeye tâyini devlet idaresinde, işle­rinde birleşirse, bu durumda genel tâyinin Özel tâyine uyması, onun şartlarına riâyet etmesi, gözetmesi gerekir. Vali özel tâyinin gereği olan işlere yine devam eder.

Halîfenin tâyin etmiş olduğu vali, halîfenin emri olsun veya olmasın ülkesi işlerinin yürütülmesi için kendisi bizzat yürüt­me vezirleri tâyin edebilir. Eyâletine tam yetkili bir vezir tâyin edecekse bu hususta halîfenin izin ve emrini alması gerekir. Çünkü yürütme vezirinin işleri, yetkileri belirlidir. Tam yetkili vezirin yetkileri daha geniş, vazifeleri ise uzun sürelidir. Eyâlet valisi, ordusunun erzakını maaşını sebepsiz artırmak isterse, haksız yere malın boş yere tüketilmesi olacağından doğru ol­maz. Şayet bir sebebe dayanarak erzakı artırmak isterse sebebe bakılır, telâfisi mümkün bir sebebse erzakı fazladan harcamak maksadıyla böyle bir karar alamaz, kararlaştıranı az. Bir sıkın­tıyı gidermek, kötü bir olayı önlemek, veya bir harpte yeme ve içme işlerini karşılamak için yaptığı ziyâdeler gibi. Bu durum­larda ihtiyaç duyulan miktarı hazîneden karşılaması, artırması mümkündür. Halka müracâat edemez, devlet merkezinden ta­lepte bulunamaz. Çünkü kendi hazinesinden bu gibi ihtiyaçlar karşısında harcamalarda bulunma yetkisi kendisine verilmiş­tir. Ama artırma sebebi, büyük bir harp tehlikesini gidermek, zafere ulaşmak ise, halîfeden müsâade ister. Onun müsâadesi olmadan tek başına bir işlem yapamaz. Elinde mevcut ordu ve erzak ile yetinir. Onları istediği gibi yedirir, içirir, onlara ihsan­da bulunur. Yeni bir ordu ve kuvvet teşkilini ancak halîfenin emri ile yapar.

Haraç vergileri ve diğer gelirleri ordusunun ihtiyacından fazla ise, âmme işlerine harcanılmak üzere Beytü’l-Mâlde sak­lanılması için halîfeye gönderir. Zekât ve sadaka mallarını ya­pacağı işlere, ihtiyaç sahiplerine harcamakla beraber fazla ge­lirse merkezî hükümete, halîfeye göndermesi gerekmez. Yine zekât almaya muhtaç olan kendi eyâletine yakın eyâlet ve şe­hirlere dağıtılmak üzere gönderir. Haraç yolu ile topladığı mal­ları ordusunun yeme ve içmesine yetmezse devlet hazînesinden noksan kısmın tamamlanması için halîfeden yardım talebinde bulunur. Fakat zekât ve sadaka malları kendi ülkesinin fakirle­rine, muhtaçlarına yetmezse noksan kısmın tamamlanmasını halîfeden isteyemez. Sebebi ise ordunun ihtiyacı, yeteri kadar tahmin edilen miktar önceden tesbit, takdir edilmiştir. Takdir ve tesbitteki hatâ merkezden giderilir. Ama zekâta muhtaç olanların hakları, ihtiyaçları ancak o anda mevcut olan zekâta göredir. Muhtaçların toplanılan zekâttan, sadakadan daha fazla bir miktar isteme hakları olamaz.

Eyâlet valisinin tâyini halîfe tarafındansa, halîfenin ölümü ile vali azlolunamaz. Ama vezir tâyin etmişse, vezirin ölümü ile emir (vali) de azlolunmuştur. Çünkü halîfenin tâyini, bu konu­daki tasarrufu müslümanlar (kamu) adınadır. Vezirin vali tâyini ise kendi şahsı içindir. Her ne kadar vali azlolunmasa da, tâyin olunan vezir, halîfenin Ölümü ile azlolunmuştur. Sebe­bi ise Vezir tâyini, halîfenin halifelik makamı adına onun şahsı için yaptığı bir tasarrufdur. Emirlik ise tüm müslümanlar adı­na yürütülen bir tâyindir.

İşte buraya kadar anlatılan iki genel valilikten birincisi olan serbest bir tâyin tasarrufu ile gerçekleşen tam bir valiliktir. Zorla valiliğe geçmeden, serbest bir tâyin tasarrufu ile işbaşına getirilen Özel Valiliğe temas etmek, anlatmak, farkların tesbiti bakımından uygun düşecektir.

  1. b)ÖZEL VALİLİK (EMİRLİK):

Orduyu, bir toplumu sevk ve idareye, topluluğun haklarının korunmasına, yasaklara halkın riâyet etmesini temine ve ben­zeri işlere tâyin edilen valilerdir. Adliye, muhakeme, vergi ve zekât toplama işlerine karışması mümkün değildir.

Verilen cezaları yerine getirip getirememe, infaz işlerinin özel valinin yetkisi sınırı içine girip girmediği, işlerini yaparken lüzum duyduğu cezayı tatbik edebilip edemiyeceği konusunda hukukçular ihtilâf etmişlerdir. Davalılar arasında ihtilâfın gi­derilmesi yönünden delillere muhtaçsa bunu taraflar ikame eder. Şayet deliller arası tercih yapma durumu söz konusu ise veya re’sen deliller toplaması söz konusu ise, valiliğinin özel oluşu sebebiyle bunları yapması doğru değildir. Seçme ve delile muhtaç değilse veya her ikisine muhtaçsa hâkimin kararını ye­rine getirir veya kendi önünde deliller serdedilmeşine müsâade eder. İhtilâf konusu ya Allah veya kul hakkı olur. Davanın konusu insanların hiç şüphesiz hakkının ihlâlinin sonucu ise, iftira cezası (Hadd-i Kazif) ve kısas gibi, bu durumda cezanın tatbikini isteyenin durumuna göre hareket edilir. Şayet vali ye­rine hâkime müracaat ederse cezanın yerine getirilmesi infazında hâkim validen daha üstündür. Çünkü esas haklan koruyan, gözeten, yargı işini yapan, cezaları infaz eden hâkimdir. Hakkı ihlâl olunan cezanın veyakısasın tatbikini validen isterse vali cezayı infaza daha lâyıktır, üstündür. Çün­kü cezaların yerine getirilmesi hüküm sayılmaz. Hakkın temi­ni, çiğnenen hakkın belli olan cezasının yerine getirilmesi bir nevi yardıma muhtaç olana yardım etme sayılır. Bu konularda dâvâlı hâkimden daha üstündür.

Davanın konusu ve tatbik edilecek ceza yalnız Allah’a ait bir hakkın çiğnenme sin den doğuyorsa, zina cürmü sonucu döv­me veya taşlama gibi; böyle bir cezanın uygulanmasında vali hâkimden daha üstündür. Çünkü toplumun korunmasında, sevk ve idaresinde, kamu haklarının himayesinde, halkın kötü­lüklerden uzaklaştırılmasında asıl görev valinindir. Cemiyetin iyiliğine olan hususlarda halkın valiye yardımcı olması da bir vazifedir. Hâkimler ise husûmet sahipleri (davanın tasarrufla­rı) arasındaki ihtilâfı çözen kimseler olup idare işlerine karış­mazlar. Bu sebeple Allah’ın hakkını ihlâl cezalarını infaz daha çok valiliğin haklarındandır. Ancak açık bir hükümle bu görev hâkime verilebilir.

Özel Vali, fevkalâde mahkemelere bakan hâkimlerin bir hükmü uygulayacaksa, haksıza karşı hak sahibine yardım, geç ikrar ve itirafta bulunana karşı haklıyı koruma yönünden bu kararları, hükümleri yerine getirir. Çünkü özel vali zulmü, haksızlığı önlemekle, mütegallibe geçinenlerin önüne geçmekle, halk arasında atıfet ve merhameti sağlamakla görevlidir. Hak­kın ortaya çıkmasında yapılan duruşma genel yargılama hü­kümleri ile ilgili olup yalnızca hâkimlere âit bir görevse vali bu­na bakamaz, bu tür bir ihtilâf valilik görevi ile ilgili olmadığın­dan ülkesinin veya şehrinin hâkimine gönderir. Hâkim hüküm verir, fakat hükmü yerine getirmekten âciz kalırsa, hükmün in­fazını vali yapar. Valinin ülkesinde, bulunmuş olduğu şehirde âdil hâkim yoksa veya hiç bulunmuyorsa ülkesinin, eyâletinin en yakını diğer bir eyâlet hâkimine gönderir. Şayet iki hâkimin arası bozulacaksa ikisine de göndermeyip halîfeden izin ister, ihtilaflı mes’eleyi kendi çözer, karar verir, verilen kararı da biz­zat kendisi uygular.

Hac işlerini organize etme de valiliğine dahil işlerdendir. Çünkü bu görev de topluluğa yardım sayılır, yapması kendisi için uygundur. Cuma ve bayramlarda imamlık yapmasına ge­lince, bir görüşe göre, bu işlerde hâkimler özel valilerden daha çok tercih edilir. Şafiî mezhebinin görüşü budur. Bir başka gö­rüşe göre de, bütün valiler cuma ve bayram namazları imamlı­ğına daha çok layıktırlar. Hanefî mezhebinin görüşü de budur.

Özel valinin bulunmuş olduğu eyâlet, düşmanla komşu bir yer ise ancak halîfenin emri ve müsaadesiyle oranın halkına karşı savaşır. Şayet düşman ansızın vali üzerine hücuma geçer­se halîfenin iznini beklemeden derhal karşı kor, harbe girişir. Çünkü görevlerinden biri de, toplumun haklarını korumak, top­luma gelecek iç ve dış tehlikeleri önlemektir.

Özel valide aranılacak şartlar, yürütme vezirliğindeki şart­ların ve vasıfların aynı olup onlara iki şart daha eklenir. 1-Müslüman olmak, 2- Hürriyet. Bu iki şartın aranmasının sebe­bi, dînî işleri de idare etmesidir. Zimmîlik veya kölelik bu gö­revleri yerine getirmeye engeldir. İlim ve hukuk bilgileri aran­maz. Ama âlim veya hukukçu olan kimseler diğerlerine tercih edilir. Genel valiliğin şartları tam yetkili vezirliğin şartlarının aynıdır. Sebebi de önce de belirtildiği gibi, her ne kadar görevle­ri bakımından farklı durumları varsa da genel olarak işleri ya­parken, yürütürken ikisi de aynı şekilde hareket ederler. Özel valilik şartları Genel Valilik şartlarından bir şartla biraz daha sınırlıdır. Bu da âlim olması. Valiliği, genel olan olaylar karşı­sında hüküm vermekle de görevlidir. Özel valilikte bu durum yoktur. Her iki valinin valilikleri icâbı belirli olan işleri yapma­larına halîfenin görüşünü, almalarına lüzum yoktur. Halîfenin iznini almışlarsa bu hâl ona itaati gösterir. Valilik görevlerinin hâricinde bir iş çıkmışsa halîfenin fikrini ve emrini beklerler, onun emri ile hareket ederler. Halîfenin emrini beklemekle va­kit kaybı ve tehlikenin yayılması söz konusu ise, tehlikenin gi­derilmesine hemen başlarlar, halîfenin onayı yaptıkları iş ve so­nucu hakkında beklenir.[36]

 

B- İSTİLA (ZOR) İLE VALİ OLMA

 

İstilâ valiliği, bir mecburiyet bir emr-i vâki sonucu meydana gelen valiliktir. Bir şehri, ülkeyi asker zoru ile ele geçirdikten sonra o şehrin sevk ve idaresine imâm tarafından, asker zoru ile ele geçiren şahsın görevlendirilme sidir. Ülkeyi kuvvetle ele geçirmesi sebebiyle siyâset ve idaresinde müstebid olur. İmâmın böyle bir şahsın valiliğine izin vermesi de, bozukluktan dürüstlüğe, zararlı durumdan iyi duruma dönmesi, dînî işlerin geçerli olması sebebiyledir. Bu şekilde bir valilik, şartları bakı­mından örfe aykırı ise de dînî hükümlerin yerine getirilmesi, hükümlerin askıda kalmaması, sakat ve yanlış işlerin yapılma­ması sebebiyle normal karşılanır.

Serbestçe tâyin tasarrufunun yapılmasına aykırı düşmesi­ne, kudret ve acizlik şartları arasında ayrılığın vukuuna rağ­men o kişinin zorla vali olmasına cevaz verilmiştir. Müstevlinin vali olarak tâyini, onu meşru tanımayı gerektirici 7 dînî sebeb vardır. Bu sebeplere göre imâmın onun işlerine iştiraki gerekir.

1- Peygambere (s.a.v.J halef olması sebebiyle hilâfet maka­mını korumak, topluluğun işlerini yürütmek, bu hususta makamı için yapılması gereken şeyleri yapmak, toplumun hak­larını gözetmektir.

2- Hilâfete beslenen dînî itaat, müstevliyi Vali tâyin etmekle kalkar. Halifeliğe aykırı düşen bir vebal altına girilir. Ama bu vebal zorla Vali olan müstevlide kalır. Çünkü âmme menfa­ati müstevliyi tanımayı gerektirmiştir.

3- Yardımlaşmaya, dostluğa dâir hususlarda birleşmek icâb eder. Bu şekilde müslümanlar düşmana karşı bir birlik göste­rirler.

4- Dînî ve dünyevî idarelerin sıhhatli, dînî alandaki hüküm­lerin ve kararların tesirli olması lâzımdır. Fâsid bir anlaşma ile bâtıl hâle konulmamalıdır. Yapılacak olan bu tayinlerin sözleş­melerin geçerliliği de müstevliyi, halîfenin tanımasiyle müm­kündür.

5- Dînin koymuş olduğu vergileri toplama, onlardan istifade etmek, dînî vergilerini verenlerin bu tasarruflarının hukuken geçerli olması için müstevlinin valiliğini halîfe tanır. Böylece iş­ler aksatılmadan yürütülmüş olur.

6- Cezalar, cezaları vermeye ehil olan kimseler tarafından verilmeli, ceza hak edene uygulanmalıdır. Mümin tarafını, ko­ruma ancak Allah’ın koyduğu haklarla ve takdir ettiği cezalar­ladır. Bu cezaların tatbiki ise imâm veya görevli memurları va-sıtasıyladır. Bu bakımdan müstevlinin valiliğinin meşruluğu kabul edilir.

7- Vali dînî hükümleri, koruma ve hükümlerini yerine getir­meden Allah’ın haramlarından sakınmalı, itaat olunduğunda da halkının hakkını vermelidir. Halkın dînî emirlere karşı gel­mesinde de onları doğruya çağırmalıdır.

Sözü geçen ve dînî esaslardan çıkarılan bu 7 sebeple hilâ­fetin haklarını korumak, müstevlinin bulunduğu ülke halkının yararını gözetmek için zoraki valiliğin meşruiyetini, hukuken tanıması gerekmiştir. Şayet, zorla vali olanda vali olma şartları varsa onu valiliğinin tanınması zaruret ifade eder, halkın itaat etmesi şarttır. Valilik konusunda ona izin vermek milletin hak ve hukuk alanındaki işlemlerini geçerli yapmak içindir, imâm gibi bu vali de tam yetkili veya yürütme vezirleri tâyin edebilir. Şayet emirlik veya Valilik şartlarını taşımıyorsa ona karşı gelme­yi Önlemek, itaati sağlamak için vali tâyin ettiğini imâmın açıkla­ması gerekir. Veya hak ve görevlerde zoraki valinin tasarruflarını hukuken muteber kılmak için Halife, valilik şartlarını taşıyan bi­rini onun yanına nâib tâyin eder, zoraki valinin noksanlarını gide­rir. Bu durumda müstevlî vali olarak, naibi de işlerin muteber bir şekilde yürütülmesi için tâyin olunmuştur. Her ne kadar alışılmış olan usule uygun değilse de, iki sebeb bu türlü bir tâyin tasarrufu­nu gerektirmiştir.

1- Kuvvetli olandaki noksan şartları gidermek mecburiyeti,

2- Âmme menfaatindeki şartlarla, hususî menfaatler deki şartların karışmaması, âmme menfaatinin korunması için böyle bir nâib tâyini zarureti.

Zoraki valilik hukuken muteber kabul edilince bununla, ser­best bir tâyin sonucu kesinleşen valilik arasında 4 yönden fark vardır. 1- Zoraki valilik, bir yeri asker zoru ile ele geçirmekledir. Tâyinle kesinleşen valilik imâmın serbest bir tâyin tasarrufu so­nucudur. 2- Zoraki valilik, müstevlinin ele geçirdiği topraklarda geçerlidir. Tâyin sonucu işbaşına gelen valinin valiliği tâyin ede­nin göstereceği topraklarda geçerlidir. 3- Zoraki valilik belirli, az bir kısım işlere bakmayı gerektirir, tâyin valiliği görülmesi gerek­li bütün işlere bakmayı îcâb ettirir. 4- Zoraki valilikte imâm o ül­keye tam yetkili vezir tâyin edebilir. Tâyinle gelen valiliklerde böyle bir vezir tâyini doğru olmaz. Çünkü zoraki vali belirli az işe bakar, geri kalan işleri tam yetkili vezir yerine getirir. Tâyin valisi ise bütün işleri görebilir. Zoraki vali olanın yanında vezir tayin edilen kişi tam yetkili vezir gibidir. Ama tayinle gelen vali yanına eşdeğer bir ikinci kişi atanmaz. O zaman kuşkulu bir durum orta­ya çıkar.[37]

 

 

 

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ordu Kumandanları Tâyini

 

 

A – KUMANDANIN VAZİFELERİ

 

Harplerde kumandan tâyin etme müşriklerle savaşmaya mahsustur ki bu da iki kısımdır, a) Ordu politikasına, harbi sevk ve idareye tâyin edilen komutan, diğer adı ile Özel komutanlık. Bu komutanlıkta aranılan şartlar özel valilikte aranılan şartlardır. b) Ganimetleri taksim, sulh anlaşması yapma dahil, harp işlerine dâir bütün yetki ve görevler verilen komutanlıktır. Genel komu­tanlık da denir. Burada da genel valilikte aranılan şartlar aynen istenir. Harp komutanlığı, taşıdığı hükümler bakımından özel idarelerin en genişi, kısımları en çok olanıdır. Fakat özlü olarak ana konulara temas edilecek, bu arada genel komutanlık içinde özel komutanlığa da yer verilecek, ayrıca bir başlık açılmıyacak-tır:

Harp Komutanlığı genel bir komutanhksa 6 görevi var­dır. Birinci görevi içinde 7 hakkı vardır.

Birinci görevi orduyu sevk etme. Orduyu sevk husu­sunda 7 hakkı;

1- Yürüyüşte mülayim hareket etmek. Zira ordunun en zayıf askeri de savaş mahalline gitmeye muktedir olmalı, kuvvetlilerin

kuvveti korunmalı. Bu şekilde hareket etmezse intikâl çekilmez olur, zayıflar ölür, kuvvetlilerin sıhhati bozulur. Peygamber

(s.a.v.) de:

“Şu din (yol) metin ve çetindir. Onda siz yumuşaklıkla yürüyün, yürütün. Zira yumuşak, kesik kesik yürüyüşte-geçilmedik toprak, aşılmadık dağ kalmaz. Yürüyüşün en

kötüsü gecenin ilkinde süratle yapılan yürüyüştür”[38] bu­yurmuşlardır. Ve Hz. Peygamberden (s.a.v.J rivayet edilmiştir ki:

“Zayıf düşmüş olan, yumuşak olanın, gücü bulunanın emîridir.”[39] buyurmuşlardır. Bu hadislerden maksad hayvanı zayıf olanın yürüyüşüne göre yürümenin icâb ettiğidir.

2- Üzerinde harp edebilmeleri, binek hayvanı olarak kullan­maları için atlar ve benzeri hayvanlar teminini askerden istemek. Harp atları ve diğer hayvanlar arasına çok yaşlılar, alçak boylu­lar, çok yem yiyenler, yağlı, yaramaz, itaatsiz, terbiye edilmemiş olanlar alınmaz. Binek hayvanlarına yükler yüklenir, süvariler biner, böylece çok yüke ve yürümeye dayanamıyanlar harp hay­vanları arasından çıkarılır. Allah Teâlâ da:

“Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın” (KK 8:60) bu­yurmuştur. Resulullah (s.a.v.) de;

“Atlar besleyin, zira onun sırtında sizler için şeref, yü­celik, karınlarında ise hazineler vardır.”[40] buyurmuştur.

3 – Savaşta iki sınıf kimselerden faydalanmak. Birincisi: Müsterzika (Maaşlılar) denilen, Harp Divanınca askere yazıl­mış, silâh altında hazır kuvvet olarak devamlı beslenen, elde tutu­lan profesyonel askerlerdir. Bunlar harpten anîıyan, duruma göre kendilerine hazîneden maaş verilen veya eyâletlerde bu maksatla beslenen askerlerdir. İkincisi, Mütetavvi denilen ve harp zamanı gönüllü olarak savaşa katılan, emir ve komuta altına girenlerdir. Allah Teâlâ bunları Kur’ân-ı Kerîm’de Övmüştür. Nitekim bir âyet-i celilede:

“Ey mü’minler sizler gerek hafif gerek ağırlıklı olarak el birlik savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınız­la cihad edin…” (K.K. 9:41) buyurmuştur. Bu âyet-i kerimedeki “Gerek hafif, gerek ağırlıklı…” emrine uyanlardır ki bunun 4 türlü mânâlandırılışı vardır. Hasan ve îkrime’nin görüşüne göre: Genç ve ihtiyar olarak, Ebû Salih’in görüşüne göre: Zengin ve fakir olarak, Ebû Amr’in deyişine göre: Binitli veya yaya olarak, Fer-ra’nin fikrine göre: Çoluk ve çocuğunuzla veya yalnız olarak. İşte bu gönüllü askerlere zekâttan verilir harp ganimetlerinden veril­mez. Peygamber (s.a.v.) zekatın sarfedileceği yerleri gösteren âyet-i kerimeyi böyle uygulamıştır. Harp ganimetlerinden veril­mesi uygun düşmez, onların hakkı zekâttır. Hazîneden maaş veri­len askerlere, ganimet ehline de zekât verilmez. Onların hakkı da ganimetlerdir. Her iki gruptan biri diğerinin mal ve hakkına ortak olamaz. Ebû Hanife’ye göre iki sınıf mal, iki grup askere ihtiyaç nisbetinde harcanabilir. Halbuki Allah iki grubun arasını ayırt et­miştir. İkisini bir hüküm altında toplamak doğru olmaz.

4- Muvazzaf (Profesyonel) ve Gönüllü askerlerin âdet­lerinden, huylarından anlayan bir komutan olmalı. Örflerinden, huylarından anlayan gözcüler tâyin etmeli, hallerini kontrol et­tirmeli, onları savaşa çağırdığında hemen yanlarına yaklaşmalı, yakînen birbirlerini tanımalıdır. Hz. Peygamber de bu hususa harplerinde çok riâyet etmiştir. Yüce Allah da âyet-i kerîmesinde:

“Sizi birbirinizle tanışmanız için cemiyetlere ve ka­bilelere ayırdık.” (K.K. 49:13) buyurmuştur. Bu âyet üç türlü mânâlandırılmıştır. Mücâhid’in fikrine göre: Cemiyetler; yakın akrabalar, soylar, kabileler uzak soylar anlammadır. Bir diğer gö­rüşte: Cemiyetler; Kahtan Arapları, kabileler de Adnan Arapları anlammadır. Üçüncü görüşte ise: cemiyetler; Arap olmayan milletler, kabileler ise, Arap soyundan olanlar anlammadır.

5- Her bir grup asker için birer kapalı isim (kod, rumuz) ver­mek: Verilen bu gizli, kapalı isimle seslenilmeli, gruplar birbirin­den bu isimle ayırt edilmeli, çabucak toplanmaları sağlanmalıdır. Urve b. Zübeyr babasından şu hadîs-i şerifi nakletmiştir:

“Şüphesiz Allah’ın Resulü Muhacirlere kapalı isim ola­rak Abdurrahmân Oğulları, Hazrec kabilesine Abdullah Oğulları, Evs Kabilesine Ubeydullah Oğulları, kendi atına da Allahın Atı ismini verdi.”[41]

6- Askerleri, aralarında bulunan ve düşman lehine casusluk eden, askeri isyana teşvikte bulunan, alay eden kimselerden yüz çevirttirmek. Beşinci kol kuvvetlerine ve istihbarata karşı koy­mak. Müslümanlarla alay etmesi yüzünden, Resülullah (s.a.v.) de bazı harplerinde Abdullah b. Ubey B. Selûlü harbe katılmadan men etmiş, askerlerden uz akl aştırmış tır. Allah Teâlâ da,

‘”Fitneden eser kalmaymcaya, din de Allah’ın dîni olun­caya kadar onlarla savaşın…” (K.K, 2:193) buyurmuştur. Bu âyet-i kerimeden maksad, bazınız bazınıza fitne olmasın, ayrılık göstermesindir.

7- Soy ve fikir bakımından kendi soy ve fikrinde olanlara, ken­di mezhebinde bulunanlara meyletmemek, soy, fikir ve mezhepte ayrı olanlara sırt çevirmemek. Ufak çapta nahoş düşen hususlara büyük önem vermek, işi büyütmek suretiyle ihtilâfa, ayrılıklara yol açar. Bu bakımdan önemsiz olan hususların üzerini hemen ka­patmak, işi büyütmemek, gerekir. Peygamber (s.a.v.) de dinde zıd olmalarına rağmen münafıklara harpler esnasında göz yummuş­tur. Zahire göre haklarında hüküm vermiştir. Maksadı ordunun her türlü üstünlüğünün sağlanması, sayılarının artması içindir. Kâlblerinde nifaktan gizlemiş oldukları düşünceleri Allah’a havale etti. Hesabını ona bıraktı. Allah Teâlâ da âyet-i kerîmede:

“Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile za’fa düşerse­niz, rüzgârınız kesilip gider.” (K.K. 8:46) buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmeye iki türlü mâna veriş vardır. Bir fikre göre: Rüzgârdan maksad, devlettir. Bu görüş Ebû Ubeyd’indir. İkinci fikre göre de: Rüzgârdan maksat kuvvettir. Rüzgâr ismi de kuv­vetli esmesi sebebiyle buradan alınmıştır.[42]

 

B – KUMANDANIN HARBİ İDARESİ VE DÜŞMANLA SAVAŞMASI

 

Ordu komutanlığının ikinci görevi ve hakkı harbi sevk ve ida­residir. Harp ülkesinde bulunan müşrikler iki sınıftır. Birinci sı­nıf: Kendilerine İslâm dinine girmeleri hususunda davet yapıldığı halde, yapılan davete sırt çevirenlerdir. Ordu komutanı iki husus­tan birini haklarında tatbikte serbesttir. Ya gece-gündüz sıkıntı vermek, ölümle ve yakmakla tehdîd etmek, veya harple, ölümle korkutmak. Müslümanlar için bu tedbirlerden hangisi uygun dü­şüyorsa onu müşrikler hakkında uygular. İkinci sınıf müşrikler; kendilerine, müslümanhğa davet hususu ulaşmayanlardır. Bu sı­nıf müşrikler bugün az sayıda kalmıştır. Çünkü Allah, Peygam­berinin (s.a.v.) davetinin her tarafa yayılmasını sağlamıştır. An­cak Türklerden, Rumlardan karşılaştığımız yerlerin ötesinde olanlarla, uzak doğu ve batıda bulunanlar vardır. Onlara dine davetin ulaştığı bilinmediğinden birdenbire öldürülmelerine, ya­kılmalarına girişmek yasaktır. Onlara önce dîne davet işlemi ya­pılır. Peygamberin (s.a.v.) peygamberlik mucizeleri anlatılır, dîni kabul etmeleri hususunda deliller getirilir. Bütün bunlara rağ­men küfürde devam ederlerse, o zaman harp edilir, öldürülür. Al­lah Teâlâ da âyet-i kerîmesinde:

“İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et; onlarla mücâdeleni, en güzel yol hangisi ise onun­la yap.”(K.K 16:125) buyurmuştur ki, maksad, Allah’ın yoluna, dînine hikmetle davette bulun demektir. Hikmete iki türlü mânâ verilmiştir. 1- Hikmetten maksat Peygamberlik, 2 – Kurandır. Bu Kelbîye göredir. Güzel Öğütte de (meviza) iki türlü anlam var­dır. 1- Yine Kelbî’ye göre: Kuranın güzel sözleri, 2 – Başkalarına göre, Kur’ândaki emir ve yasak mâhiyetinde olan şeyler, hüküm­lerdir. “Onlarla mücâdelem en güzel yol hangisi ise onunla yap” lâfzında da, düşmanlara hakikatler açıklanır, deliller izah edilir, demektir.

Şayet bu ikinci sınıf müşrikler, dîne davet işi yapılmadan, de­liller getirilmeden, gerekli korkutma yapılmadan, birdenbire Öl-dürülürlerse, Şâfıî mezhebine göre: Bir müslümanın diyeti gibi di­yet verilir. Bir başka görüşe göre de, dinleri ayrı olması sebebiyle kâfirin diyeti gibi diyet verilir. Ebû Hanîfe’ye göre ise, öldürülme­lerinden ötürü diyet vermek gerekmez.

Ordu safları, hatlar savaşa girdiğinde, emir ve komutasında bulunan askerlerin kendisini tanımaları için, diğer atlardan ayı­rıcı renkleri taşıyan, özellikle alacalı bir ata binmesi gerekir. Şayet ordudaki atların hepsi yalnız siyah veya yalnız doru ise Ebû Hanîfe’ye göre, komutanın onlardan tamamen ayrı bir renkte olan ata binmesi doğru olmaz. Çünkü düşman tarafından komutan ko­layca tanınır, bilinir. Ama nihayet bu bir fikirdir. Abd b. Avnillah, Umeyr’den, O da Ebû İshak’tan Peygamberin (s.a.v) Bedir sava­şında şöyle buyurduğunu rivayet etti:

“Kırlarda otlayan atlar besleyin. Şüphesiz melekler de böyle atlar beslediler.”[43]

Komutan karşılıklı mübârezeye, düelloya çağırıldığında ce­vap vermelidir. Ubey b. Halef, Uhud muharebesinde Peygamberi (s.a.v) mübârezeye çağırdı. Peygamber (s.a.v) de onu öldürdü. Pey-gamber’in (s.a.v) ilk yaptığı Bedir Muharebesinde Kureyş’in ulu­ları Utbe b. Rebia, Oğlu Velid, kardeşi Şeybe ortaya çıkarak karşılıklı doğuş, düello istediler. Peygamber (s.a.v) de Ensar’dan Af-ra’mn oğulları Avf ve Mes’udu ve Abdullah b. Revaha’yı karşıları­na çıkardı. Kureyşliler bu üç bahadıra, “Biz sizleri tanımıyoruz. Biz bize denk kişiler isteriz.” dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), Haşim oğullarından üç kahramanı gönderdi. Ali b. EbiTa-lib (r.a) Velîd’le döğüştü ve onu öldürdü. Hamza b. Abdil-Muttalib (r.a.) Utbe ile çarpıştı ve onu öldürdü. Ubeyde b. el-Haris (r.a), Şey-be ile döğüştü ve iki vuruşta ayrıldılar. Şeybe de bu harpte öldü. Ubeyde sağ olarak, ayağının biri yaralı vaziyette ata bindirildi. Safra denilen yerde öldü. Ka’b b. Malik bu hususta şu mersiyeyi söylemiştir:

“Ey gözlerim, cömert olun, göz yaşlarınızı esirgemeyin, az az

değil, devamlı akıtın.

Şehidlerin ilki, en güzeli ve ölümü bizi mahveden o efendi üze­rine ağlayın.

Yarının sabahında, pek fena olmayan bir vakitte, beklenme­dik bir anda Ubeyde ölmüştü.

Şüphesiz harbin keskin kılıcı ile yaralanması ona çok ızdırap

veriyordu.”

Bu olaydan sonra Utbe’nin kızı Hind, şayet Hamzayı öldürür­se kendisine büyük mükâfatlar vereceğini Vahşî’ye vaad etti, Uhud’da Vahşî Hamza’yı şehîd edince, Hind, şehidin karnını yar­dı, ciğerini çıkarıp çiğnedi. (Allah Yüce şehidden razı olsun…). Hind bu vak’a hakkında şu şiiri yazdı:

“Utbe’den, kardeşimden, amcasından ve Bekr’den bana bir sa­bır da yoktur.

Nefsime şifâ verdin, nezrimi ödedin, ey Vahşî, göğsümün ate­şine şifâ verdin.

ömrüme hayatım bahasına yemin ederim ki kemiklerim kab­rimde çürüyünceye kadar şükürler eder.”

İşte şu olaylar gösteriyor ki Peygamber (s.a.v) Hâşim ve Ab-dul-Muttalib oğullarından en yakın aile fertlerini, onların en par­lağı, onlara en çok şefkatli olmasına rağmen karşılıklı mübârezelere, düellolara çıkarmıştır. Ubey’le karşı karşıya Uhud’da mübâreze etmiştir. Hendek’te Amr b. Abdi Vüdd’ün ağır konuşması karşısında çok sevdiği amcası oğlu Ali’yi karşısına çı­karmıştır. Şöyle ki: Kureyşliler Medine’yi kuşattıklarının ilk gü­nü Amr b. Abdi Vüdd, müslümanlardan er istedi, cevap veren ol­madı. İkinci günü yine er istedi, yine cevap veren olmadı. Üçüncü günü yine er istedi, kendisinden kaçınıldığını görünce:

“Ey Muhammed (s.a.v), ölülerinizin, şehidlerinizin Cennette diri olduğunu, Rablarının onları rızıklandırdığı, bizim Ölülerimi­zin Cehennemde cezalandırıldığını boş yere iddia eden siz değil miydiniz? Sizin hiçbirinize kıymet vermem.” dedi. Bunun üzerine Allah’dan bir iyilik olarak veya düşmanın ateşe biraz daha yaklaş­ması için Hz. Ali ileri atılarak şu şiirleri okudu:

“Küçücük topluluklarından er var mı diyen sese döndüm. Dur­dum, baktım ki şecaatli korkak, korktuğu yerde hazır dona kal­mış.

Şüphesiz ben, onun azgın develer bağırışı gibi bağırmakta ace­le etmedim. Onun gibi olmadım.

Şüphesiz ki şecaat, hayırların en asîli olan cömertlik, genç de­likanlılarındır.”

Bu şiirlerden sonra Hz. Ali, Peygamberden (s.a.v) izin istedi, o da müsâade ederek,

“Çık Ya Ali, Allah seni korusun, her türlü kötülüklerden esir­gesin.” Bu duadan sonra Hz. Ali de hemen şu şiiri söyleyerek ileri doğru çıktı.

“Müjde sana, deve bağırışı gibi olan sesine, âciz olmayan biri (sana) cevap vermeye geldi.

Gelen gelişinde samîmidir. Bilerek geliyor. Umarım ki bu iş sabah vaktinde bitsin de kurtulsun.

Hakikaten ben, başıyın üzerinde, cenazelerde çığırtkanlıklar yapan bir kadın dikmek ve görmek istiyorum.

Deve haykırışı anında, birden bire parlayan, nefesleri kesen, geniş kılıcı vurmak suretiyle.”

Her ikisi harp meydanında dolaştılar, ortalığı toz duman bü­rüdü. İkisi de toz içerisinde gözden kayboldular. Sonra ikisi de gö­züktü. Ali (r.a.) kılıcını Amr’in elbisesine siliyordu, Amr o anda öl­dürülmüştü. Bu olayı etraflı bir şekilde Muhammed b. İshak, Me-ğazi Kitabında anlatır. Bu iki olay gösteriyor ki nefse güç de gelse komutan düelloya çağırıldığında ortaya çıkmalıdır. Savaşçının ilk düelloya dâvetine cevap vermeyi Ebû Hanîfe men etmiştir. Çünkü düelloya çağırmak, ilk olarak bu işle başlamak taşkınlıktır. Şafiî ise, karşılıklı döğüşmeyi, Allah’ın yolunda, dininde kuvvet göste­rilmesi, Peygamberine {s.a.v) yardımda bulunulması sebebiyle caiz görür. Peygamber (s.a.v) mübâreze yapılmasını uygun buldu, teşvik etti. Bazan kendisinin de çıkmasına rastlandı. Muhammed b. İshak’m anlattığına göre: Bir gün Uhud muharebesinde Resû-lullah (s.a.v.), zırhları arasından bir kılıç aldı. Sonra onu elinde sallayarak:

– “Bu kılıcın hakkını kim verecek?” dedi. Hz. Ömer kalktı,

– “Ben onun hakkını veririm” dedi. Peygamber (s.a.v.), Ömer’­den vazgeçti, tekrar,

– “Bu kılıcın hakkını kim alacak?” diye sordu. Zübeyr b. Avvam kalktı ve,

– “Kılıcın hakkını ben alırım!” dedi. Peygamber (s.a.v.) üçüncü defa,

– “Bu kılıcın hakkını kim alacak?” diye sordu. Ebû Dücâne Simak b. Huraşe ayağa kalktı,

Ahkâm-ı Sultaniyye

97

– “Onun hakkı nedir Ya Resûlallah?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.) de,

– “Kılıç eğilinceye kırılıncaya kadar düşmana vurmandır.” de­di. Kılıcı Peygamberden (s.a.v.) aldı, sapı kırmızı idi. İnsanlar kı­lıcı gördüklerinde hemen öldürecek ve yaralıyacak zannederlerdi. Ebû Dücâne şu şiiri okuyarak yürüyordu:

“Resûlullah (s.a.v.) kılıcın hakkını kim alacak dediğinde, onun yumuşaklığından faydalandım, ben aldım.

Kadir ve Rahman olan Allah’ın yarattıkları arasında âdil ve doğru olduğu bilinenden aldım, kabul ettim.

O Peygamber (s.a.v.) bol bol ganimetlere kavuşan, doğu ve ba­tıda malları olandır.”

Sonra Ebû Dücâne saflar arasında gururlu gururlu dolaşıyor­du. Peygamber (s.a.v.) bunun üzerine, “O öyle bir yürüyüştür ki Allah bu yürüyüşü sevmez. Ama harpte caizdir” buyurdu. Savaşa ilk başlıyan olarak, belâlar, ölümler yağdırarak girdi ve şu şiiri okuyordu:

“Sevgilim (Kılıcım), benimle anlaşma yapan birisin. Bizler kanlar döken bahadırlarız.

Allah’ın ve Resulünün kılıcını aldım. Acaba zaman döneme­cinde durmaz, beklemez mi?”

Yukarıdan beri açıklanan delillerden anlaşıldığı üzere, düel­loda bulunmak iki şartla caizdir: 1- Düelloya çıkacak müslüman, genç ve cesur olmalı ve bilmeli ki düşmanm karşı koymasında âciz kalmıyacaktır. Şayet böyle cesur, genç biri değilse düelloya çıkma­sı önlenir. 2- Ordunun komutanı, askerin pek ileri gelen erkânından biri de olmamalı. Çünkü ilk hamlede böyle Önemli bir şahsın kaybolması orduyu üzüntüye, moral bakımından bozulma­ya götürür. Peygamber’in (s.a.v) düellolarda ilk defa kendini Öne sürmeleri Allah’ın yardımına bağlanışları, Allah’ın zaferinin yalnız kendi hakkında tecelli edeceğini bilmesi nedeniyledir.

Ordu komutanının harp esnasında en ön safla çarpışması, as­keri şehitliğe teşvik etmesi iki maksaddandır. Ya müslümanları harbe teşvik, veya Allah’ın yardımından cesaret alarak ümid ede­rek düşmanı yenilgiye uğratmak içindir. Muhammed b. İshak’ın anlattığına göre Bedir harbinde Resûlullah (s.a.v) yüksek bir ke­revet üzerine çıktı, müslümanları harbe teşvik etti ve: “Her insa­na acaba ne isabet etti diye sordular? Ve nefsim kudreti tahtında olan Allah’a yemin ederim ki bir adam bugün düş­manla çarpışır, sabırla ve ecrini Allah’tan isteyerek göğüs göğüse çarpışma esnasında er meydanından geri kaçmak-sızm Öldürülürse Allah onu cennetine koyar”. Mesleme oğlu Umeyr b. Hümam, elindeki hurmaları yerken, “Ne güzel, ne güzel buyurdunuz. Benimle Cennet arasında şu topluluğun beni öldüre­bileceği kadar bir mesafe kaldı.” dedi. Ellerindeki hurmaları he­men attı, kılıcını aldı, şehîd oluncaya kadar düşmanla çarpıştı. Al­lah rahmet etsin. Savaşma ânında şu şiiri okuyordu:

“Takva, âhirete âit ameller ve Allah’a karşı sabırdan başka azık olmaksızın harbde Allah için koşmak gerekir.

Takva, iyilik, doğruluk azıklarından başka her türlü azık

fânidir.”

Bir müslümana, harpte olsun, harbin dışında olsun eline ge­çen müşrikleri Öldürmesinde sakınca yoktur. Onların yaşlılarını, din adamlarını, ruhbanlarını öldürmek hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir görüşe göre, savaşmaya teşebbüs etmezlerse öldürül­mezler. Çünkü onlar, mâbedleri gibi emânet bırakılmışlardır, ikinci görüşe göre, harbe teşebbüs etmeseler, silâha sarılmasalar da öldürülürler. Çünkü onların bir fikir açıklamaları, etrafında bulunanlara teşvik edici işaretler yapmaları müslümanlarla gö­ğüs göğtise savaşmalarından daha tehlikelidir. Hevâzin harbin­de, Huneyn harbi günü Dureyd b. Sununa 100 yaşını geçtiği halde öldürülmüştür. Resûlullah (s.a.v) bu olayı gördüğü halde, böyle yapılmasını kötülemedi. Dureyd, öldürülürken şu şiiri terennüm ediyordu:

“Ben onlara yüksek bir tepelikten hücum emri verdim. Onlar henüz Ömürlerinin sabahında delikanlılardı.

Fakat onlar, kendilerinden olmama rağmen beni bu âkibetten korumadılar, gördüm ki onlar sapmışlar, dîn değiştirmişler. Hal­buki ben din değiştirmemiş, hidâyete ermemiştim.”

Peygamberin (s.a.v) yasak etmesi sebebiyle kadınların, çocuk­ların harb ânında veya harbin dışında öldürülmeleri doğru değil­dir. Bu hüküm onların harb etmemeleri şartına bağlıdır. Hizmet­çilerin, idarecilerin, hükümdarların öldürülmesini de Peygamber (s.a.v) yasaklamıştır. Kadınları ve çocukları öldürenler alınların­dan vurulmak üzere ölüm cezasına çarptırılırlar. Düşman tarafı, kadın ve çocuklarım kendilerine siper ediniyorlarsa yine de kadın ve çocukların öldürülmemesine çalışılır. Şayet düşmanı öldürebil-mek, Önlerinde bulunan kadın ve çocukları öldürmekle mümkün­se o zaman Öldürülmelerinde bir mahzur yoktur. Düşmanlar, müslüman esirleri kendilerine siper ediniyorlarsa, müslüman esirler öldürülmeden düşman öldürülemiyorsa müslüman esirler öldürülmezler. Kuşatma suretiyle müslümanlara ulaşmak, esaretten kurtulmak veya kurtarmak nasıl mümkünse o çareye baş vurulur. Azamî derecede düşmanın, ellerindeki müslüman esirleri öldürmelerinden, kaçınılır. Bir müslüman esir bir müslü-manı bilerek öldürürse katiline diyet ve keffâret gerekir. Müslü­man olduğunu bilmiyorsa yalnız keffâret gerekir.

Bâzı hukukçular uygun görmese de genel olarak düşmanın sa­vaş atları, binek hayvanları öldürülür. Hanzala b. Râhib, Uhud harbinde Ebû Süfyân’m atını öldürdü. Ebû Süfyân’ı da öldürmek üzere koştu, Ibn Şuub bu olayı görünce Hanzala’yı şu şiiri ile düel­loya davet etti:

“Efendimi, dostumu, göz bebeğim ve canımı elbette ki güneşin ışığından koruduğum gibi kılıç darbesinden de korurum.”

Sonra Hanzala’ya kılıcını vurdu ve öldürdü. Bu esnada du­rumdan istifade eden Ebû Süfyan kaçıp kurtuldu. Ve o anda şu şii­ri söylüyordu:

“Atım sabahtan akşama kadar onlarla köpekler gibi, kişneye-rek harbe diyordu.

Onları yaralamak suretiyle öldürüyor, üstün olana teslim ol­malarını söylüyor, onların kılıç darbelerini kendimden uzaklaştı-rıyordum.

Atım öldürülünce beni kurtarmak için toy bir at aradım, İbnu Şuuba ne kadar minnet duysam azdır.”

Ebû Süfyan’ın bu şiiri İbnu Şuub’a ulaşınca cevabî mahiyette, teşekkür etmeksizin şu şiiri söyledi:

“Ey Harbin oğlu, benim düşmanı uzaklaştırmam olmasaydı, cevap vermeye fırsat kalmaksızın seni o şahıs bu tepede telef eder­di.

Yüce yerde atın hilesi olmasaydı, köpekler ve sırtlanlar onun üzerine büyük bir uluma ile varırlardı.”

Bir müslüman kendi atım öldürmek isterse: Anlatıldığına gö­re, Ca’fer b. Ebi Tâlib Mute Muharebesinde, harbin kızıştığı bir anda kırmızı atından inmiş ve öldürmüş, şehîd edilinceye kadar yaya harbetmiştir. Böylece müslümanlıkta atını ilk öldüren şahıs olmuştur. Fakat genel olarak hiçbir şahsın atını öldürmesi doğru karşılanmamıştır. Çünkü at düşmanla harbe hazırlanması emre­dilen bir harp vasıtasıdır. Âyet-i Kerîme’de de:

“Siz de onlara, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği ka­dar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı… kor-

kutasmız.” (KK. 8:60) buyurulmustur. Ca’fer etrafı düşmanla çevrildikten sonra atını düşmanın eline geçip onların kuvvet bul­maması için öldürmüştü. Sanki düşmanın atını öldürme gibi kendi atını öldürme mubah hâle gelmiştir. Yoksa din yönünden Ca’fer, dinin emrine bağlılıkta herkesten kuvvetli, hürmetlidir.

Harpte ordu düşmanla savaşırken, bir ara geri dönüp tekrar düşmanla karşılaşınca Peygamber (s.a.v) müslümanları harbe teşvik ediyor, orduyu geri, uygun bir yere çekiyordu. Müslüman­lar, “Aman fırâr başladı, fırâr, niçin kaçıyorsunuz?” diyorlardı. Peygamber (s.a.v) de, “Bu firar değil, fakat inşaallah bir harp oyu­nudur.” diye cevap verdi. Bu bakımdan harp taktiği olarak geri çe­kilme doğru karşılanmıştır.[44]

 

C- KOMUTANIN ORDUYU İDARESİ

 

Harp komutanlarına ait görevlerden üçüncüsü, komutanın orduyu sevk ve idaresidir. Bu konuda bilinmesi ve yapılması gere­ken 10 çeşit vazife vardır. Şöyle ki:

1- Orduyu daima uyanık, hazır bir halde tutmak, gafilliğe, tembelliğe düşürmemek. Bu şekilde hareketle düşmana üstün ge­linir. Orduyu kamufle imkânlarını aramakla, ordunun her türlü harekâtını gizli tutmak, şahıs mallarını emniyet altında tutacak bekçiler bulundurmakla mümkündür. Böylece sulh zamanı istira­hat ederler, harp vaktinde bu siperler altında emin olurlar.

2- Düşmanla savaşabilecek kritik bir arazî kesimi aramak. Ot­lağı, suyu, siperleri, mevzileri, çevresi münâsib bir yer seçmek. Böyle bir yer; birliği, irtibatı, ikmâl işlerini sağlamada yardımcı olur.

3- İhtiyaç zamanında askerin lüzum hissedeceği yiyecek, içe­cek, teçhizat ve diğer ihtiyaç maddelerini, harp vasıtalarını önce­den yeterli derecede hazırlamak. Ordunun her türlü ihtiyacı vak­tinde hazırlanır, savaş zamanı tam bir ikmâl sağlanırsa zafere ulaşılır, düşman mevzileri kolayca ele geçer.

4-Düşmanın durumunu öğrenmek, istihbaratı hiçbir zaman bırakmamak, düşmandan gelen haberleri değerlendirmek, düş­manın hilesinden emin olarak gafleti ânında hücuma geçmek.

5- Orduyu savaş ânında bir tertip ve düzene koymak, saflar arasının kopmasını, çözülmesini önlemek için, tedbirler almak. Cephede daima orduyu denetlemek. Düşmanın ikmâl yollarını ele geçirmek, kendi ikmâl yollarını daima açık bulundurmak, muha­faza etmek.

6- Moral bakımından askeri en yüksek seviyede tutmak, zafe­re ulaşma yönünden askeri üstün bir potansiyel sahibi yapmak. Zafere ulaşmanın yollarını zihinlerine yerleştirmek. Düşmanı gözlerinde küçük düşürmek. Bu şekilde hareketle zafere ulaşmak kolay olur. Allah Teâlâ da,

“Hani Allah onları uykuda sana az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi elbette başarısızlığa uğrardı­nız. (Çekinecektiniz) ve iş hakkında elbette çekişirdîniz.”

(K.K 8:43) buyurmuştur.

7- Askerlere sabır telkin etmek, belâlara göğüs germeyi tavsi­ye de bulunmak. Âhirete düşkünlerse Allah’ın sevâb vereceğini, dünyaya düşkünlerse, dünyâ malına meyilleri fazla ise harb sonu ganimetlere ulaşacaklarını telkinde bulunmak, Allah Teâlâ da,

“Kim dünya menfaatini dilerse kendisine ondan veri­riz. Kim de âhiret sevabını dilerse ona da bundan veririz,”

(K.K. 3: 145) buyurmuştur. Âyet-i Kerîmede geçen ‘Dünya men­faati, sevabı” harp ganimetleri, “âhiret sevabı” ise Cennettir. Allah Teâlâ askerlerin iki grubunu da teşvik için iki mükâfaatı bir âyette zikretmiş, yan yana getirmiştir.

8- Karışık hususlarda malûmat sahibi uzmanlar ve karargâhı ile istişarede bulunmak, durum muhakemesi yapmak. Bu şekilde zilletten, yenilgiden, hatâdan kurtulur. Sonuç olarak da zafere ulaşması çok yakın olur. Allah Teâlâ da, “İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kerre de azmet­tin mi artık Allah’a güvenip dayan…” (K. K. 3:159) buyurmuş­tur. Bu âyet-i kerîmeye mânâ vermeye çalışanlar, Allah’ın, Pey­gamberine (s.a.v) müşavere ile ilgili bu emrini, te’yid ve yardım anlamında dört şekilde mânâlandırmışlardır. Birincisi Hasanü’l-Basrî’nin görüşü ki; Allah harp hususunda tam bir fikrin ortaya çıkması, kesinleşmesi ve onunla amel etmesi için, Peygamberine (s.a.v) müşavereyi emretmiştir. Nitekim, “Ancak müşaverede bulunan bir kavim işlerinde doğruya ulaşmiştır’[45] demiş­tir. İkincisi, Katâde’nin görüşüdür ki: Allah, müslümanlarla müşavereyi emretmekle Resulünün (s.a.v) onlarla dostluğunun kuvvetlenmesini ve müslümanların nefislerini takdir içindir. Üçüncüsü Dahhâk’ın görüşüdür ki: Allah’ın müşavereyi emret­mesi, müşaverede fazilet ve fayda olduğundan dolayıdır. Dördün­cü fikir olan Süfyân’ın görüşüne göre de: Allah meşvereti, danış­mayı emretmiş ki, Peygamberin (s.a.v) ümmeti için sünnet olsun. Meşveretten kendilerini uzak tutmamaları içindir.

9- Orduda disiplini sağlamak, haklardan, emirlerden, cezalardan Allah ne emretmişse onunla hareket etmek. Haktan dönmemektir. Dîn için cihad eden bir kimsenin dînin hükümlerini bilmesi ve tatbik etmesi vâcibdir. Haris b. Nebhan, Eban b. Os­man’dan, O da Resûlullah’tan (s.a.v) şöyle dediğini rivayet etti:

“Askerlerinizi fesattan uzaklaştırın. Şüphesiz ki bir or­du asla fitne çıkarmamalı. Çıkarırsa Allah kalblerine fitne tohumları atar. Askerlerinizi yağmadan uzaklaştırın. Or­du asla yağma yapmamalı, yaparsa Allah onlara insanlar­dan bir sel felâketi gönderir. Orduyu zinadan sakındırın, ordu mensubları asla zina etmemeli, ederse Allah da onla­ra köklerini kurutan acı bir ölüm verir.[46] buyurmuştur.

Ebû Derdâ da “Ey insanlar, harpten önce dâima iyi iş yapın; siz ancak amellerinizle savaşırsınız.” demiştir.

10- Düşmana karşı sabırsızlığa, askerliğe ve savaşmaya karşı samimiyetsizliğe yönlendirici, gerekli önemi vermeye mâni ticâret, ziraat ve benzeri şeylerle askeri uğraşmadan menetmeli. Peygamberden (s.a.v) şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir.

“Ben düşmana üstün, merhamet sahibi olarak gönderil­dim. Tacir ve ziraatçi gönderilmedim. Dinine karşı hassas olanlar hariç, ümmetin en şerlisi tacir ve ziraatçilerdir.”

buyurmuştur. O, Allah’ın Peygamberlerinden savaş yapan bir peygamberdir (s.a.v). Ve bir harbinde şöyle buyurmuştur:

“Benimle birlikte harb etmeyen bir kimse, inşaat yapıp da tamamlamayan, evlenip de henüz zifafa girmeyen, mah­sul ekip de neticesini alamayan bir adama benzer.”[47]

 

D- SAVAŞÇILARIN KUMANDANLARINA KARŞI GÖREVLERİ

 

Ordu komutanının dördüncü görevi, bir nevi asker üzerindeki hakları sayılır. Komutanla bulunan savaşçıların iki görevi şun­lardır: a) Allah’a karşı vazifeleri, b) Baştaki komutanlarına karşı vazifeleri.

  1. a)Allah’ın askerler üzerinde olan ve askerlerin yapması gere­ken hakları 4’dür.
  2. aa)Ordular karşılaştığında düşmanla sabırla çarpışmak, ye­nilgiye uğramamak için düşman tarafın miktarı ne olursa olsun savaşmak. İslâm’ın ilk zamanında her müslümanm 10 müşrikle savaşmasını Allah emretmişti.

‘Ey Peygamber, mü’minleri harbe teşvik et. Eğer içiniz­den sabr ü sebata mâlik 20 kişi bulunursa 200’e galebe ederler. Eğer sizden 100 kişi olursa kâfirlerden 1000 kişiyi yener. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur.” (K.K. 8: 65) bu-yurulmuştur. Bilâhare İslâmiyet kuvvet bulunca bu hükmü Allah Teâlâ hafifletti, her müslümanm iki düşmanla savaşmalarını emr etti, ve,

“Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Bildi ki sizde mu­hakkak bir zaaf vardır. O halde içinizden sabırlı 100 kişi olursa 200’ü yenerler, eğer sizden 1000 kişi varsa 2000’e ga­lebe çalarlar, Allah’ın izniyle. Allah sabr ü sebat edenlerle beraberdir.” (K.K. 8: 66) buyurdu.

Şu iki durum dışında, bir müslümanm iki misline yenilmesi haram olmuştur. Ya bir harp oyunu veya istirahat edip tekrar sa­vaşa devam etmek için, yahut da arkadan gelen birliklerle birleşip tekrar hücum etmek için geri dönmek. Ayet-i kerîmede de,

‘Tekrar muharebe için bir tarafa çekilenin, yahut diğer bir fırkaya ulaşıp mevkî tutanın hâli müstesna olmak üze­re, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse o, muhakkak ki Allah’ın gazabına uğramıştır…” (K. K. 8: 16) buyurulmuştur. Katılacak birlik yakın olsun, uzak olsun durum farksızdır. Hz. Ömer, Kadisiye muharebesinde, geri dönen, yenilen orduya “Ben her müslümanm destekçisiyim” demiştir. İki mislinden fazla düş­man olursa, sabretmeye, karşılarında durmaya da bir imkân ol­mazsa, bir harp oyunu olmadan, bir destekçi birliğe katılmadan da savaştan geri dönmek caizdir. İmam Şafiî’nin görüşü budur. Şafiî mezhebi âlimleri İki misli düşmana karşı çıkılamadığında geri dönüp kaçmalı mı, yoksa savaşıp ölmeli mi?” konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bir gruba göre geri dönüp kaçmak, âyet-i kerîmenin hükmü icâbı doğru olmaz. Bir diğer gruba göre de harp oyunu ümidi, niyyeti veya bir topluluğun kendilerine katılma ümit ve arzusu ile geri dönmekte beis yoktur. Öldürülmektense böyle hareket edilir. Zira sabretmekten âciz olsalar da, bu niyyet ve arzudan âciz değillerdir. Ebû Hanîfe’ye göre de, böyle bir açıkla­maya lüzum yoktur. Sabredemez, âciz kalır, öldürülmekten kor­kutursa geri dönülüp çekilinebilir, der.

  1. bb)Askerler, komutanın girişmiş olduğu savaşın Allah’ın dînine yardım, ona zıd olan dinlerin iptali için yapıldığını bilmeli­dir.

“O, Resulünü hidâyetle, hak dîn ile (sırf) o dîni her dine üstün kılmak için gönderendir. İsterse müşrikler hoş gör­mesin.” (K. K. 9: 33) buyurulmuştur. İşte bu inanç Allah’ın emirle­rine uymayı, dînine yardımı, düşmana karşı zafere ulaşmayı, kar­şılaşılan güçlüklerin kolayca aşılmasını emreder. Böylece çok se­batlı, son derece kuvvetli olunur. Harb de ganimetlerden yarar­lanma harbi olmaz. Eğer bu niyyet varsa savaşanlar mücâhitler değil, müktesiler olurlar (maddî menfaat için savaşmış olurlar). Resulullah (s.a.v) Bedir esirlerini topladı. Bunlar 44 kişi kadar er­kektiler. Kureyş’in ileri gelenlerindendi. Haklarında ashab ile istişarede bulundu. Hz. Ömer dedi ki:

“Ya Resûlallah, Allah’ın düşmanlarını, küfrün önderlerini, sa­pıkların reislerini öldür. Şüphesiz ki onlar seni yalanladılar, ülke­lerinden çıkardılar.” Ebû Bekir (r.a.) de:

“Onlar senin kabilenden, aile soyundandır. Onlardan vaz geç. Allah senin yüzünden onları Cehenneminden korusun.” dedi.

ResûluUah (s.a.v) bir gece ortalık kararmadan Medine’ye yü­rüyerek geldiğinde, müslümanların bazıları Hz. Ömer’in bazıları da Hz. Ebû Bekir’in dediğini diyorlardı. Sonra Resûlullah (s.a.v) ashabının yanma gitti. Ve dediler ki;

“Bu iki şahıs hakkında sizlerin görüşü nedir? Onların durumu daha önce sanki iki öz kardeş durumu gibiydi. Nuh Peygamber dedi ki: “Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma.” (K. K. 71: 26). Ve Hz. Musa da: “Ey Rabbimiz, Sen onların mallarını yok et, kalblerini şiddetle sık ki…”(K. K. 10: 88), Hz. İsa da “Eğer kendilerine azab edersen, şüphe yok ki onlar senin kulla­rındır. Eğer onları yarhğarsan mutlak gâalib ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikat sensin sen.” (K. K.5:118), Hz. İbrahim de: “Bundan sonra kim bana uyarsa işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse hakikat sen çok af­fedici ve çok rahimsin” (K. K. 14: 36) diye duada bulunmuş­lardır. Şüphesiz Allah, insanların bazılarının kalblerini taştan katı yaratmıştır. Bazılarının kalbini de sütten daha mülayim, yumuşak yaratmıştır. Sizlerden her kim fakirse ve kurtulmak istiyorsa ancak fidye ile kurtulur. Yoksa boy­nu uçurulur.[48] buyurdular. Resûlullah (s.a.v) her bir esirle 4000 dirheme fidyeleştiler. Esirler arasında Ebül-Yüsr’ün esir al­dığı Abbas b. Abdi’l-Muttalib de vardı. Abbas iri yarı, Ebu’l-Yüsr de ufacık, derli toplu bir zât idi. Resûlullah Ebu’l-Yüsr’e dedi ki:

– “Ey Ebu’l-Yüsr, Abbas’ı nasıl esir aldın?” Cevaben:

– “Ey Allah’ın Resulü, hiç görmediğim bir adam, onu esir alır­ken bana öyle yardım etti ki, şekli de şöyle idi” dedi. Peygamber (s.a.v) de,

– “Şüphesiz ki sana çok güzel bir melek yardım etmiş”, Abbas’a da dediler ki,

“Şahsına, kardeşinin oğlu Akîyl b. Ebi Talib’e, Nevfel b. el-Ha-ris’e, arkadaşın Utbe b. Anır’e fidye ver.” Abbas da cevaben,

– “Ya Resûlallah, ben müslüman olduydum. Fakat kabilen be­ni zorluyordu.” Peygamber (s.a.v) de:

– “Müslüman olduğunu öğrendim. Bu gerçekse Allah da seni mükâfatlandırır. (Ama fidye vermekten kurtulamazsın).”[49]

Abbas şahsı için 100 Ukiye (12,8 kg) gümüş ve diğer akrabala­rının her biri için 40 Ukiye (5, 120 kg.) gümüş fidye vermiştir. Ab­bas hakkında şu âyet nazil oldu:

“Ey Peygamber, ellerindeki esirlere de ki: Eğer Allah’ın ezelî ilmine göre yüreklerinizde bir hayır varsa o, size siz-den alınandan daha hayırlısını verir ve sizi affeder. Allah çok affedici ve rahimdir.” (K. K 8: 70)

Resûlullah (s.a.v) Bedir esirlerinden aldıklarını Medine’nin fakir muhacirlerinin ihtiyaçlarına tahsis etmişti. Allah Teâlâ, Peygamberinin (s.a.v) bu hareket tarzı hakkında şöyle buyurmuş­tur:

“Hiçbir Peygamberin yeryüzünde ağır basıp (katledip) zaferler kazanmcaya kadar esirler alması olmamıştır. Siz geçici dünyâ malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah Teâla âhireti, âhîret sevabını kazanmanızı ister. Allah azizdir. Dostlarını düşmanları üzerine gâalib kılandır. Hakimdir, sizler hakkında istediği şeyi hikmetiyle bilendir.” (K K. 8: 67) ve “Eğer Allah’ın geçmiş bir yazısı olmasaydı aldığınız fidye de size herhalde büyük bir azâb dokun dururdu.” (K. K 8: 68) âyetleri nazil olmuştur.

Bu âyet-i kerîme üç türlü mânâlandırılmıştır. Birincisi: Mü-câhid’in görüşüne göre: Bedir ehli hakkında onlara azâb olunma­ması hususunda Allah’ın geçmiş bir hükmü olmasaydı, Bedir esir­lerinden aldığınız fidyeden ötürü size büyük bir azâb vardı, de­mektir. İkinci görüş İbn Abbas’mdır: Ganimetler konusunda onla­rın helalliği hakkında âyetler gelmemiş olsaydı, Bedir esirlerin­den ganimetleri acele almanız sonucu size büyük bir azâb doku­nurdu. Üçüncüsü İbn İshak’ın görüşüdür ki: Kişiyi cehaleti sonu­cu işlediği ameliyle muaheze etmiyeceği hususunda Allah’ın âyeti inmeseydi, almış olduğunuz fidyelerle büyük bir azâb size gelirdi, demektir. Resûlullah (s.a.v), bu âyetin inmesinden sonra:

– “Ey Ömer, bu âyetin gereğiyle Allah bize azâb etseydi senden başka kurtulanımız olmazdı.” buyurdular.

  1. cc) Emânetlere riâyet edip elde ettikleri ganimetleri getirip teslim etmek. Mücâhitlerin hiçbiri, ganimetler harbe iştirak edenler arasında taksim edilmeden hainliğe teşebbüs etmezler. Düşmandan temin edilen her ganimet malında bütün savaşçıla­rın hakkı vardır. Allah Teâlâ da:

“Bir Peygamber için emânete, ganimet malına hainlik etmek olur şey değildir. Kim böyle eder ganimetten bir şey gizlerse, kıyamet günü hainlik ettiği o şeyin günahını yük­lenerek gelir.” (K. K. 3: 161) buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmeye üç türlü mânâ verilir. İbn Abbas’a göre: Bir harp ganimetini Peygam-ber’in gizleyerek, ashabına hainlikte bulunması gibi bir iş olamaz. Hasan ve Katâde’ye göre: Harp ganimetlerinden bir kısmını hainlikle peygamberin, ashabından gizlemesi, ashabının da böyle hıyanette bulunmaları olur şey değildir. İbn İshak’a göre: Pey­gamberin (s.a.v), Allah’ın kendisine verdiği, gönderdiği ve ümme­tini korkutucu veya teşvik edici emirleri ümmetinden gizlemesi olmaz.

  1. dd) Allah’ın haklarından olan dördüncüsü de askerlerin müş­riklerden yakın akrabalarına karşı meyletmemeleri, sevgi besle-memeleridir. Çünkü Allah’ın hakkı en lüzumlu Allah’ın dinine yardım da en önemli bir iştir. Allah Teâlâ da:

“Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşma­nınız olanları dostlar edinmeyin, sevgi göstermeyin. Çün­kü onlar size gelen hakka (Kur’ân’a) küfretmişlerdir,” (K.

  1. 60; 1) âyet-i kerîmesini göndermiştir. Bu âyet Hatib b. Ebi Bel-tia hakkında inmiştir. Şöyle ki: Peygamber (s.a.v), Mekkeliler üzerine harbe hazırlanırlarken Hatîb durumu bir mektup yaza­rak Mekkelilere bildirmek teşebbüsünde bulundu. Mekkelilere

yazdığı mektubu Abdu’I-Muttalib oğullarının kölesi Sara ile yol­ladı. Allah, durumu Resulüne (s.a.v) bildirdi. Derhal Ali ve Zü-beyr’i Sara’nm peşine gönderdi. Mektubu başında, saçlarının ara­sından çıkardılar. Hatîb’i çağırdılar. ‘Yaptığın işin sorumluluğu­nu biliyor musun?”

Hatîb: – Ey Allah’ın Resulü, ben Allah’a, âhiret gününe, Resu­lüne inanırım. Küfür de etmedim, din de değiştirmedim. Fakat burada benim kimsem yok, aile fertlerimin hepsi Mekke’de. Duru­mu, kurtulmaları için onlara bildirdim.

 Ahkâm-ı Sultaniyye

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) onu affetti.

Komutanın askerler üzerindeki haklarına, uyma husu­sunda savaşçıların yapması gerekli şeyler ise dörttür.

  1. a)Komutana, uyma, itaat, idaresi altına girme. Çünkü komu­tanın onlar üzerinde idareciliği tâyinle olmuştur. İtaat de idareci­liğinin bir sonucudur. Âyet-i kerimede,

‘Ey îman edenler, Allah’a itaat edin, Peygambere ve siz­den olan emir sahiplerine de itaat edin.” (K. K 4: 59) Duyurul­muştur. Âyet-i kerîmedeki emir sahipleri teriminde iki mânâ var­dır. İbn Abbas’a göre: Bunlar komutanlar, ümerâdır. Câbir b. Ab-dillah, Hasan ve Atâ’ya göre: Alimlerdir.

Ebû Salih, Ebû Hureyre’den, O da Resûlullah (s.a.v.)’dan şu

hususu rivayet etmiştir:

“Kim bana itaat ederse, hakikat Allah’a itaat etmiştir. Kim komutanlarıma itaat etmişse bana itaat etmiştir. Kim bana karşı gelmişse hakikat Allah’a karşı gelmiştir, kim (tayin ettiğim) komutanıma karşı gelmişse bana karşı gel­miştir.”[50]

  1. bb)Askerler işlerinin, hâlini komutanlarına havale etmelidir­ler. İdarelerinde onu vekil bırakmalılar. Böylece görüş ve fikir ay­rılıkları olmaz, araları açılmaz, dirlikleri bozulmaz. Allah Teâlâ da bu hususta,

“Onlar emînlik ve korku haberi geldiği zaman onu yayı-vezirler. Halbuki bunu Peygamber’e ve onlardan emir sa­hiplerine döndürmüş olsalardı o haberi arayıp yayanlar bunu elbet onlardan öğrenirlerdi.” (K. K. 4: 183) buyurmuş­tur.

İşlerin emir sahiplerine havalesi, ihtilâfın önlenmesi için ol­muştur. Doğru bir fikir, komutanın dikkat nazarından kaçmışsa

açıklanır ve müşavere edilir. Bu sebeple doğruya ulaşmak için müşaverede bulunma tavsiye edilmiştir.

  1. cc)Komutanın emirlerini derhal yerine getirmek, yasakladığı, sakındırdığı şeylere de teşebbüs etmemek. Çünkü uyma ve sakın­ma itâatm bir gereğidir. Şayet komutanın emrettiğini yapmazlar, yasaklarından sakınmazlarsa, komutan muhalefet etmeleri sebe­biyle durumlarına göre aşırı gitmemek üzere onları cezalandırır. Âyet-i Kerîme’de de:

“Sen Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak dav-randm. Eğer katı yürekli olsaydın, onlar etrafından her­halde dağılıp gitmişlerdi bile.”(K K. 3: 159).

Said b. el-Müseyyeb şöyle rivayet etmiştir. “Resûlullah (s.a.v) buyurmuştur ki: “Yolunuzun hayırlısı kolay olanıdır.”[51]

  1. dd)Komutanla askerleri, komutanın ganimetler taksim etme­si işinde ihtilâfa düşmemeli, komutanlarının ganimetleri arala­rında adaletle taksimine memnun olmalıdırlar. Ganimetlerin taksiminde şerefli ile daha az şerefliyi kuvvetli ile zayıfı Allah (cc) bir tutmuştur. Amr b. Şuayb babasından, o da ceddinden şunu nakletmiştir:

“İnsanlar Huneyn muharebesinde Peygamber’e (s.a.v) uydu­lar. Resûlullah’ı (s.a.v) bir ağacın yanma getirdiler ve bize harp ganimetlerimizi taksim et dediler. Resûlullah (s.a.v), elbiselerini üzerlerinden çıkararak yere serdiler. Ve “Ey insanlar, bilesiniz ki şu elbisem ganimettir, hemen size vermek isterim. Ve yine bilesi­niz ki Tihame mevkii ağaçları kadar harp ganimeti olsa hemen si­ze taksim ederim. Siz de beni cimri, korkak ve yalancı bulamazsı­nız.” dedi. Sonra devesinin sırtındaki yükü indirdi. “Ey insanlar, Allah’a yemin ederim ki benim şahsıma ait bir mal yok. Ancak şu deve yükünün beşte biri vardır. Esasen beşte bir ganimetin dışın­dakiler size verilir. Harp ganimetinden yanınızda iğneden ipliğe ne varsa getiriniz. Zira ganimet malını ehlinden gizlemek, gizle­yene kıyamette meşakkat verir, ayıp ve fenadır.” buyurdu.

Ensardan birisi bir yığın koyun yünü ile Peygamber e (s.a.v) geldi ve “Ey Allah’ın Resulü, soğuk havalarda kendimi ve devemi korumak için keçe yapmak üzere bu yün tomarlarını aldım.”

Resûlullah buyurdular ki: “Şayet bana düşecek hisse o yünde ise sana bağışlanm. Ancak hissen kadarsa o zaman bana hiç lâzım olmaz.”[52] O kişi eliyle çıkarıp Peygambere (s.a.v) yünleri verdi.[53]

 

 

E- KUMANDANIN HARP SONU GÖREVLERİ

 

Komutanın beşinci görevi, harp ne kadar uzarsa uzasın, düş­manla harbe sabretmesidir. Harpten kaçmak yasaktır. Allah da âyet-i kerîmesinde:

“Ey îman edenler, sabredin, sabır yarışı edin, onlara ga­lebe çalın. Sınırlarda nöbet bekleyin, yurdunuzu çiğnet­meyin, umulur ki bu sayede felah bulursunuz”. (K. K. 3:200) buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmede üç türlü mânâ vardır. Hasan’ın dediğine göre: Allah’a itaate sabredin, Allah’ın düşmanlanyla sa­bır yarışı yapın, Allah yolunda nöbetlesin, kenetlenin. Muham-med b. Ka’b’a göre: Dininizde sabırlı olun, size va’d olunan şeye ulaşmada sabır yarışı yapın. Benim ve sizin düşmanlarınıza karşı nöbetlesin, birleşin. Zeyd b. Esleme göre: Harbe sabredin, düş­manla sabır 3rarışı yapın, nöbet mahallerinde, sınırlarda nöbetle­sin. Savaşta sabırlı olma, harp hukukundan olunca komutanın dört güzel sıfattan biriyle zafere ulaşması için sabır lüzumludur.

  1. a)Düşmanın müslüman olması, böylece bizim iyiliğimize olan onların da iyiliğine, bizim aleyhimize olan onların da aleyhinedir. Düşman müslüman olursa mal ve mülkleriyle beraber bırakılırlar. Eesûlullah (s.a.v) da:

“İnsanlarla, lâ ilahe illallah deyinceye kadar harbet-mem emredildi. Eğer bu sözleri söylerlerse bizim tarafı­mızdan canları, malları emniyettedir. Demezlerse savaşı hak etmişlerdir.”[54] buyurmuşlardır.

Müslüman olunca, ülkeleri Dâr-ı İslâm olur. Ve İslâmî hü­kümler tatbik edilir. Savaş anında az veya çok karşı tarafta bir grup müslüman olur da İslâm orduları da galebe çalarlarsa, onla­rın Dâr-ı Harpteki mal ve mülklerini müslüman olmaları sebebiy­le alırlar. Müslüman olanın malı ganimet olarak alınmaz. Ebû Hanîfe’ye göre: Gayr-ı menkul arazî ve evleri ganimet olarak alı­nır, menkulleri alınmaz.

Beni Kureyza kuşatmasında Yahudi Şu’be’nin oğulları Sale­be ve Esid müslüman oldular. Müslüman olmalarıyla mallan ken­dilerinde kaldı. Müslüman olanların küçük çocukları ve ana rah­minde olanlar da müslüman olmuş kabul edilir. Ebû Hanîfe’ye gö­re: Kâfir, İslâm ülkesinde müslüman olursa küçük çocukları müs­lüman olmuş olmaz. Düşman ülkesinde müslüman olmuşsa, kü­çük çocuklan da müslüman olmuş sayılır. Fakat karısı ve ana rah­mindeki çocuk müslüman sayılmaz, ganimet sayılır. Bir müslü-manm düşman ülkesinde (Dâr-ı Harpte) bazı menkul ve gayrı menkulü olsa müslümanlar orayı fethetmeye geldiklerinde satın aldığı mallara tam mâlik de olmamış olsa, fetholunup alındığında o mallan satın alan satın aldığı mallan almaya daha üstün bir hak sahibidir. Ebû Hanîfe’ye göre: Araziden satın aldığı ganimet sayı­lır, menkuller kendine verilir.

  1. b)Allah, komutanı ve ordusunu zafere ulaştırınca, müşrik olanları, çocuklarını esir alırlar, mallarını ganimet olarak elde ederler. Esir olmayanları da öldürülür. Esirleri de dört durumdan hangisi uygunsa haklarında o şekilde muamele yapılır:

1- Şirklerine devam ederlerse boyunları vurulur.

2- Köle kabul edilir. Köle hükümlerine tâbi olur, satılır veya âzâd edilir.

3- Ya fidye alınır, yahut başka esirlerle mübadele edilir.

4- Can güvenliği içinde, emin olarak bırakılır, afvedilirler. Allah Teâlâ âyet-i kerimesinde:

“Onun için o küfredenlerle karşılaştığınız zaman bo­yunlarını vurun” (K. K. 47:4) buyurmuştur. Bu âyette iki ihti­mal vardır. Birincisi kâfirlere üstün gelindiğinde, esir ettikten sonra boyunlarını uçurmak, ikincisi savaşta hemen boyunlarını uçurmak. Sonra yine âyet-i kerîmede:

“Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman ar­tık bağı sıkı tutun.” (K K. 47: 4) buyurulmuştur. Yani boyun eğ­direrek, vurarak, esir alarak sıkı tutun demektir.

“Bundan sonra ise ya iyilik yapın, yahut fidye alın.”(K K. 47: 4) âyetteki “iyilik edin” emrinde iki söz mevcuttur. Birincisi, afvetmek, bırakmak, salıvermek manasınadır. Peygamberin (s.a.vj Sümâme b. Üsâl’i esir aldıktan sonra affetmesi gibi. İkinci­si, kölelikten sonra âzâd etmektir. Mukâtil’in görüşü budur. “Fid­ye alın” âyeti hükmünde de iki söz vardır. 1- Ya alınabilen bir mal­la fıdyeleşmek veya esir mübadelesi yapmak. Peygamber (s.a.v), Bedir esirlerinden bazılarını mal karşılığı bırakmış, bazılarını da bir esire karşı iki müslüman esirle mübadele yapmıştır. 2- Yahut Mukâtil’e göre: Esiri satmak demektir. ‘Yeter ki harp erbabı ağırlıklarını bıraksın” (K.K. 47:4) âyet hükmünde de iki mânâ vardır. 1- Küfrünü, günâhını müslüman olmak suretiyle bırak­mak. 2- Harp ağırlıklarını, silâhlarını bırakmak. Bu bırakılan silâhtan kasıd da. ya müslümanların zaferle silâhı bırakması, ya­hut yenilmek suretiyle müşriklerin silâhını bırakması. Zikredilen bu dört hükmün geniş açıklaması Ganimet bahsinde yapılacaktır.

  1. c)Sulh, anlaşma, emniyet sağlamadır. Komutanın askerlerle sulh anlaşması yapması iki şekilde caizdir,aa) Vakitlerini komu­tanın emrine harcamak, bir güçlük çıkarmamak, atları ve binek hayvanlarını ganimet alanlara taksim etmektir. Bu tür hareket askerin komutana karşı güvenini sağlar, ayrıca müteakip harple­re teşvik edici olur. bb) Günlerini devamlı komutanın emrine ayır­mak güçlük çıkarır. Ama ganimeti taksimle güçlük kaldırılmış olur. Gelecek yılların harp ganimeti de askerlere dağıtılır. Yalnız bir harpte elde edilen malı harcamak, müteakip harplerden vaz­geçmek uygun değildir.

Düşmanlar İslâm ülkesine girince, yapılan sulh anlaşması can ve mal için bir emniyettir. Düşmanlar anlaşmada belirtilen malı vermezlerse sulh anlaşması bozulmuştur, yeniden savaşmak gerekir. Ebû Hanîfe’ye göre: Cizye ve sulh anlaşmasındaki malları vermemek anlaşmaya bir noksanlık vermez, bozulmuş olduğu ne­ticesine varılamaz. Çünkü cizye ve anlaşmada belirtilen malların verilmesi müslümanlar için bir haktır. Bunları talep etmek akde muhalif olmaz. Tıpkı borç gibi. Düşmanın hediye vermesi muahede sayılmaz, gerekirse harp yapılır. Çünkü muahede akid ile olur.

  1. d)Dördüncü ve son meziyyet, sabrın ve iyi muamelenin kazan­dırdığı husus: Düşman emân ve sulh ister zafer ihtimâli yok ve mal alma imkânı da bulunmuj’orsa, belirli bir süre için komutan onlarla bu İstek üzerine anlaşma yapabilir. Peygamber (s.a.v) de Hudeybiye’de Kureyşlilerle 10 yıllığına sulh anlaşması[55]imza et­miştir. Bu tatbikata göre sulh anlaşmasında ancak 10 jallığına bir anlaşma yapılır. 10 yıldan fazla bir süre ile sulh anlaşması yapıl­mışsa 10 yıldan sonraki müddet bâtıldır. Anlaşmanın 10 yıla ka­dar olan kısmı muteberdir. Anlaşma süresi içinde düşmanla, her türlü güven kurallarına riâyet edilir, haklan gözetilir. Askerler de onlarla savaşmaz. Düşman, yapılan sulh anlaşmasını süresinden önce bozarsa onlarla harbedilir. Kureyşîiler de Hudeybiye anlaş-

Bu fasılda geçen suliı anlaşması tâbirleri mütâreke manasınadır. masını bozdular. Peygamber (s.a.v) de Mekke’njn fethi günü onla­rın üzerine yürüdü. İmam Şafiî’ye göre, Resûlullah (s.a.v) anlaş­ma ile, Ebû Hanîfe’ye göre, kuvvet zoru ile Mekke’ye girmiştir.

Düşman sulh anlaşmasını bozarsa elde bulunan rehineleri öl­dürmek doğru olmaz. Rumlar Hz. Muâviye zamanında anlaşmayı bozdular, fakat müslümanlar Rumlara ait eldeki rehineleri öldür­mediler. “Onların sulhu bozmasına rağmen bizler sulha uyuyo­ruz” dediler. Peygamber (s.a.v) de:

“Sana bir şey emanet edene, bıraktığı emaneti geri ver. Kötülük edene kötülük etme.[56] buyurmuştur. Her ne kadar rehineleri öldürmek doğru değilse de savaşa girilmedikçe serbest bırakılmazlar. Savaşa başlanmışsa rehineler serbest bırakılır. Erkeklere emniyette oldukkları bildirilir. Kadın ve çocuklar ise kendi kabilelerine iletilir. Çünkü onlardan ayrılmaz birer parça­dırlar. Sulh anlaşması yapılırken rehine olarak bırakılanlardan müslüman olan erkeklerin geri verilmesi şart olarak ileri sürüle­bilir. Sulh anlaşması yapılanlardan geri verilen müslümanlara emniyet sağlanması şart koşulur. Ondan sonra iade edilirler. Ka­dın rehinelerden müslüman olanların geri verilmesi şart koşula-maz. Çünkü onların müşriklerle olan nikâhı veya müşriklerle nikâhlanması haram duruma girmiştir. İade edilmeleri şart ko-şulsa da kocalarına verilemez. Kocaları mehirlerini vermek zo­rundadırlar. Zarurî durumlar sulh anlaşmasına imkân vermezse anlaşma teklifi kabul edilmez. 4 aylık bir mehil verilir. Bu süre­den daha aşağı veya daha yukarı bir süre mehil olarak verilemez. Âyet-i kerîmede de:

“Ey müşrikler, haydi yer yüzünde dört ay daha güven­likle dolaşın…” (K. K. 9: 2) buyurulmuştur.

Özel anlaşmalara hür ve köle, kadın ve erkek herkesin uyması mecburidir. Hadîs-i şerifte de:

“Müslümanların kanları diğer müslümanlarca korun­muştur. Onların kan ve canları da en azından bir köle gibi korunmak, bu hususa riâyet etmek gerekir.’[57] buyurulmuştur. Ebû Hanîfe’ye göre: Köleye savaş yapmaya izin verilirse Özel anlaşmalarda bu konuya da riâyet edilir, hak tanınır. Yoksa onlar hakkında husûsi bir anlaşma yapılmaz.[58] [59]

 

F – KUMANDANIN DÜŞMANI KUŞATMASI

 

Komutan düşmana yaklaştığında kalelerine mancınıklarla taarruzda bulunabilir. Peygamber (s.a.v) de Tâiflilere mancınık­larla taşlar atan savaşçılar göndermiştir. Evlerini üzerlerine yık­mak, geceleyin taarruzda bulunmak, evlerim yakmak caizdir. Şayet hurmalık ve ağaçlıkları varsa ve savaş için bunlardan her türlü fâideyi sağlıyorlarsa imha edilir. Böyle bir fâideyi sağlamı­yorlarsa yakılmaz, imha edilmez.

Peygamber (s.a.v), Tâiflilerin üzüm bağlarını kestirmiş, onlar bunun sonucu müslüman olmuştur. Beni Nadîr harbinde de ağaç­ların arasında bulunan ve meyve veren ağaçları san ve verimli hurma ağaçlarının kesilmesini Resûlullah emr etmiştir. Hurma­ların kesilmesine o yerde oturanlar üzülmüştür. Bu olay karşısın­da Yahudi Semmak şu şiiri söylemiş:

“Bizler Hz. Musa’nın getirdiği ilâhî kitaba varis değil miyiz? Hem de ondan ayrılmadık,

Sizlerse Tihame ve Ahnef taraflarındaki koyunların otlağı­nın, koruluğunun koruyuculansınız.

Size yardım için zaman da bütün gücü ile çalışmakta, ağaçlık­larımızı yok etmede size yardımcı olmaktadır.

Ey karşımda dinleyen sizler, zulümden, koruluklarımızı elle­rimizde tutmaktan ve onları kesmekten vaz geçin.

Geceler ve zamanın geçişi sizin âdil ve insaflı olmanızdan da­ha iyidir.

O zaman mefhumu, sizin Nadîr hurmalarını kesmenizi, te­mizlemenizi hiç de iyi karşılamaz.”

Bu şiire karşı müslüman şâir Hassan b. Sabit de şöyle cevap vermiştir:

“Evet sizler kitap gönderilenlersiniz. Fakat sizler o kitabı tah­rif ettiniz, kaybettiniz, helak ettiniz.

Resul gelip tasdikini istediği halde sizler Kur’âm inkâr ettiniz.

Benî Lüey koruluğunu yaygın bir ateşle helak eden sizler değil misiniz?”

Nadîr oğullarına Resûlullah (s.a.v.) böyle bir muamele yapın­ca müslümanlar, Peygambere (s.a.v.) “Ağaçları kesmemizden bir mükâfaat, kesmememizden de bir günâh var mıdır?” diye sormuş­lardır. Allah Teâlâ da:

“Herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üzerinde dikili biraktımzsa hep Allah’ın izniyledir. Bu izin de fâsıkları rüsvay edeceği için verilmiştir.” (K. K. 59: 5) bu­yurmuştur. Âyet-i kerîmede geçen “Liyne: Hurma ağacı” kelime­sinde dört mânâ verilmiştir. Mukâtil’e göre: Hangi cinsten olursa olsun hurma ağacı demektir. Süfyân’a göre: En iyi cins hurma de­mektir. Üçüncü mânâya göre: Küçük boylu hurmalar.[60] Çünkü eıi yumuşak olan hurmalar bunlardır. Dördüncü anlama göre: Hayat ve geçim için lüzumlu bütün ağaçlar, demektir..

Düşmana sular göndermemek akar sularını kesmek caizdir. İçlerinde her ne kadar kadın ve çocuk da olsa böyle yapılır. Bu şekil bir hareket düşmanın zayıflamasına, sulh yapmaya veya kuv­vetle zafere ulaşmaya bir vesiledir. Böyle bir durumda susuz biri su isteğinde bulunursa komutan muhayyerdir. İsterse verir ister­se vermez. Tıpkı düşman esirlerini Öldürüp öldürmemekte ser­best olduğu gibi. Gözden uzak bir yerde bir düşman öldürülürse kefenîenmesi gerekmez, gömülüverir. Peygamber (s.av) de Bedir harbinde öldürülenlerin kuyuya atılmasını emretmiştir. Ölü veya diri yakılması doğru değildir. Peygamber (s.a.v) de bu hususta,

“Allah’ın kullarına, Allah’ın azabı ile azâb etmeyiniz'”-1′ buyurmuştur. Fakat Hz. Ebû Bekir, Hilâfeti zamanında dinden çı­kan bir toplumu yakmıştır. Belki o zaman bu hadîs-i şerif ona ulaşmamıştır.

Şayet müslümanlar şehîd olursa, üzerlerindeki elbiselerle, yı­kanmadan, cenaze namazları kılınmadan bir mezara defnedilir. Resûluîlah (s.a.v) Uhud şehidleri hakkında:

“Onları kanları, yaraları ile gömün. Şüphesiz onlar kıyamet gününde damarlarından kanlar akarak dirilecek­ler ki rengi kan rengi, kokusu misk kokusu gibidir.’[61] bu­yurmuştur. Sahabe de şehitlere hürmeten böyle yapmışlardır. Al­lah (c.c) da âyet-i kerimesinde:                  

“Allah yolunda Öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler. Lütfü inayetinden kendilerine verdiği ile hepsi de şâd olarak rızıklanırlar.”

  1. K. 3: 169) buyurmuştur. Bu âyete iki türlü mânâ verilir. Bir mânâya göre: Onlar ba’sten sonra Cennette dindirler. Yoksa dünyâ ha3’atmda değil.

İkinci mânâya göre: Çoğunluk tefsircilerin belirttiği mânâdır ki. şehîdler öldükten sonra da diridirler. Ayetin zahiri böyledir. Fakat hakîkaten yaşıyanlardan farklı bir yaşayışla diridirler.

Ordular harp ülkelerinde yemek yemelerinden, hayvanları­nın karınlarım doyurmalarından alıkonulamaz. Hesap da sorul­maz. Elbise hususunda ve binilecek hayvanların otlatılmasında hesapsız hareket edemez. Ancak ihtiyaçlarını giderecek kadar gi­yerler, binerler. Geri kalanı harp ganimeti olarak iade ederler. Tü­kettiği şeyler hariç üzerine giydiği elbiseler, üzerine bindiği hay­van, hissesinden mahsub edilir. Ancak harp esirleri dağılıp kendi­sine de bir câriye düşmüşse onunla cinsî münasebette bulunabilir. Taksimden önce cinsî münâsebette bulunmuşsa ta’zir cezası veri­lir. Had tatbik edilemez. Zîra ganimette onun da sehmi vardır. Mihri mislini verir. Ganimetlere o câriye de katılır. Câriye hâmile kalmışsa çocuk babaya aittir. Anne de çocuğun annesidir. Câriye o şahsa verilir. Esir olmayanla cinsî münasebette bulunmuşsa hadd-i zina uygulanır. Çünkü zina sayılır, çocuk da erkeğe ait ol­maz.

Ordu komutanlığı bir harp için ise bir başka harbe o komuta­nın komuta etmesi gerekmez. Şayet komutanlık genelse engeller kalkıp askerin her türlü ikmâli sağlanınca bir diğer harbe gider. Bu arada emrine yeni askerler de verilmişse onların da emir ve ko­mutasını eline alır. Ama başka birliklere komuta edemez. Sadece emrine giren birlikleri sevk ve idare eder. Özel bir komutansa, o husustaki özel hükümlere tâbidir.[62]

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

Dâhili Huzura Temin, İç İsyanlara Kumandanlar Tâyini

 

A- İÇ İSYANLARIN ÇEŞİTLERİ, DİNDEN ÇIKANLARLA SAVAŞ

 

Müşriklerle yapılan savaşların haricindeki savaşlar 3 gruba ayrılır.

  1. a)Dinden çıkanlarla savaş,
  2. b) Kanuna karşı gelen, taşkınlık çıkaranlarla (bâğî-lerle) savaş,
  3. c)İç isyanda bulunan, savaşa teşebbüs edenlerle savaş.
  4. a)DİNDEN ÇIKANLARLA SAVAŞ: İster müslüman doğup büyüsün, ister kâfir iken müslüman olsun, İslâm dîninde olup da sonradan bu dinden çıkanlarla savaştır. Yeni seçilen din semavî olsun, gayr-ı semavî olsun hiçbir farkı yoktur. Hakikat olan, dini kabul, bütün hükümlerine uymayı gerektirir. Ondan çıkan için de o dinin bu konudaki hükümleri aynen uygulanır. Peygamber (s.a.v) de: “Kim dînini değiştirirse onu öldürünüz.”[63]buyur­muştur. Hak dîn olan İslâmiyetten çıkıp da başka dinlere girenle­rin, öldürülmesi gerekenin hâli iki durumdan birine girer.
  5. aa)Müslümanlardan ayrı bir ülkeye gidemeden tek veya toplu dinden çıkanlar. Müslüman devletin idaresi altında böyle bir du­rumda öldürülmezler. Önce dinden çıkış sebepleri aranır. Şüphe ettikleri hususlar varsa açıklanır, deliller getirilir, hakikat olan ne ise anlatılır. Bâtıl yoldan hak yola girmeleri teklif edilir. Bu hu­susta İmam Mâlik der ki: Kitabî dinlerin haricinde bir dine giren­lerin tevbe etmesi istenmez. Ancak kendi kendine hemen dönüve-rirse kabul edilir. Kitabî dinlere girenlerin tevbe etmesi istenir, tevbeleri kabul edilir.

Dinden çıkanlar, çıkmadan önce namazın, orucun, farz olduk­larını bildiklerinden, dinden çıktıkları süre içinde geçirdikleri na­mazı, orucu kaza ederler. Ebû Hanîfe’ye göre kaza etmeleri gerek­mez. Tıpkı kâfirken müslüman olma gibidir. Müslüman iken hac­cetmiş, sonra dinden çıkmış, sonra yine tevbe edip müslünanlığa dönmüşse haccı bâtıl olmaz, kazası gerekmez. Ebû Hanîfe’ye göre yeniden haccetmesi gerekir. Her türlü telkine rağmen dinden çık­mada ısrar eden, kadın olsun erkek olsun öldürülür. Ebû Ha­nîfe’ye göre dinden çıkan kadın öldürülmez.

Dinden çıkanın cizye vermesi, anlaşma teklifi kabul edilmez, kestiği hayvan yenilmez müslüman bir kadın onunla evlenemez. Hukukçular dinden çıkanın derhal öldürülüp öldürülmeyeceği hususunda ikiye ayrılmışlardır. Bir gruba göre: Allah’ın, hakkının yerine getirilmesi için derhal öldürülür. Gecikmeye mahal yok­tur. İkinci görüşe göre: Belki tevbe etmeyi düşünür diye üç gün bekletilir. Hz. Ali de Müstevridu’l^İclî’yi tevbe eder diye üç gün Öl­dürmedi. Üç günden sonra öldürdü. Öldürülecek olan şahıs güç­lük çekmesin diye kılıçla Öldürülür. Şafiî hukukçusu İbn Süreyc’e göre, mürted ölünceye kadar odunla dövülür. Çünkü kılıçla Öİdürmeden daha ağır bir Ölümdür. Belki bu arada tevbe de edebilir. Ölünce yıkanmaz, namazı kılınmaz, bir çukura atılır. Dinden çık­tığından müslüman mezarlığına da gömülmez. Müşrik mezarlığı­na da gömülmez. Malları hazîneye kalır, ganimet alacak olanlara harcanır, Müslüman veya kâfir mirasçısı olamaz. Ebû Hanîfe’ye göre dinden çıkmadan önce kazandığı mallara mirasçı olunur. Dinden çıktıktan sonra kazandığı mallar ganimettir. Ebû Yusuf a göre de her iki hâlde kazandığı mallara mirasçı olunur. Dinden çı­kan, harp ülkesine gitmişse, malları bekletilir, İslâm ülkesine dö­nerse malları geri verilir. Dönmez de orada Ölürse ganimet olarak kalır. Ebû Hanîfe’ye göre düşman ülkesine gidene ölmüş nazarı ile bakılır, malları mirasçılarına taksim edilir. İslâm ülkesine döner­se, mirasçılarının elinde kalan mallan geriye alır, harcadıkları miktar için ona borçlu olmazlar. Buraya kadar anlatılanlar müs-lümanlar arasında bulunan, ayrı bir yeri ve ülkesi olmayan din­den çıkan şahıslar içindir.

  1. bb)İkinci durum; dinden çıkanlar müslümanlardan ayrı bir yerde toplanır, tutulurlar. Verilen müddete, her türlü delillere rağmen dinden çıkma işinde İsrar ederlerse öldürülürler. Bunları korkutma, cezalandırıldıktan sonra öldürülmeleri, geceleyin, gündüzün, ansızın öldürülmeleri müşriklerle yapılan harplerdeki gibidir. Takdir bu işle görevlendirilene aittir. Tevbe etmezlerse hemen kılıçla öldürülür. Şafiî’ye göre bir yerde yalnızca bekletme münâsib olmaz. Dinden çıkanlar esir de olmazlar. Çocukları da velilerinin dinden çıkışından sonra esir olmaz, kendileriyle ayırt edilemezler. Bir görüşe göre: Dinden çıktıktan sonra çocuk doğar­sa köle olur. Ebû Hanife’ye göre: Düşman ülkesine giden dinden çıkmış kadınlar esir olurlar. Dinden çıkanların malı ganimet ola­rak paylaşılmaz. Hazînenin geliri olur, ganimet ehlinin ihracına harcanır. Sağ olanların malı bekletilir. Müslüman olurlarsa geri­ye verilir. Dinden çıkmış olarak Ölürlerse hazineye kalır.

Güç olan husus: Askerlerin durumu bilme ihtimali varsa gani­met malları Feyy olur. Müslümanların harb esnasında tükettikle-

*NOT:124-125. Sayfalasr eksik.*

3- Bütün müslümanlar için, savaşa katılsın katılmasın malla­rı ganimettir, hazîneye kalır.

4- Dinden çıktıktan ve bekleme müddeti geçtikten sonra, din­den çıkanların nikâhı bâtıl olur. Ebû Hanîfe’ye göre de: Karı-Ko-cadan birinin dinden çıkması ile nikâh bâtıl olur. îkisi birden çı­karsa nikâhları bakîdir.

Bir şahsa dinden çıkmıştır denilse, fakat kendisi de bunu inkâr etse yeminsiz bu inkârı kabul edilir. Ama dinden çıktığına delil getirilir, isbât edilirse, mücerred dinden çıkma iddiasını inkâr, müslüman olduğunu kabul ettirmeye yeterli değildir. İki defa kelime-i şehâdet getirmesi gereklidir. Devlete, zekatı inkâr suretiyle zekât vermekten kaçınanlar, zekâtın asıl hükmünü inkâr etmiş sayılırlar. Haklarında dinden çıkanlar hakkındaki hüküm uygulanır. Zekâtı ödemeden kaçınırlarsa, farz olduğunu kabul etmelerine rağmen, taşkınlık çıkarmış sayılacaklarından, zekât vermeleri uğruna kendileriyle savaşılır. Ebû Hanîfe’ye göre savaşılmaz. Hz. Ebû Bekir, müslümanlıklarını muhafaza ve zekâtı inkâr etmelerine rağmen, zekât vermeyenlere savaş açmış­tır.[64] Bunun üzerine Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e:

– Ne sebeple onlara savaş açıyorsun? Zira Resûlullah fs.a.v): “insanlar Allah’dan başka ilâh yoktur deyinceye kadar sa­vaşmakla emrolundum. Eğer onlar bu sözleri söylerse, be­nim yönümden kanları, canları, çocukları masun ve emindirler. Çünkü o sözlerin hakkı bunu gerektirir.”[65] bu­yurmuştur. Bu söz üzerine Hz. Ebû Bekir de:

–  Zekât vermek de Kelime-i Tevhidin bir hakkı bir icâbıdır.

Şayet senin dediğin gibi olsa namazı terketmeyi, orucu bırakmayı, haccı yerine getirmemeyi isterlerse ne yapabilirsin? Bu takdirde yapayalnız, sözden ibaret bir müslümanlık kalır. Yemîn ederim ki Peygambere (s.a.v) verdikleri şeyi benden esirgerler, güçlükler çı­karırlarsa onlarla sonuna kadar zekât için savaşırım. Bu sözler üzerine Hz. Ömer:

– Allah, Ebû Bekrin kalbim açık ettiği hususta benim de kalbi­mi aydınlatmıştır.

Onların bu hareketleri, zekâttan kaçınmaları İslâmiyetten kaçınma kabul edilmiştir. Zekâttan kaçınan Harise b. Sürâkâ da şiirinde şöyle demiştir:

“Ortalık ağarmadan dikkat buyurun ey dostlarım, iyilikler çok yakındır, fakat bilmeyiz.

Aramızda cereyan eden hususlarda Allah’ın Resulüne itaat etmiştik. Hz. Ebû Bekrin bu tarz bir idaresi acaba nereden geli­yor?

Şüphesiz sizlerden istediler, sizler men ettiniz. Oysa onların hurmaları, ziynet eşyaları sizler içindir.

Bizde kalan az bir şeyi, sizden esirgedik. Zira sene kıtlıklar, güçlükler getirmiştir.”[66]

 

B- ÂSÎLERLE MUHAREBE

 

Bir gurp müslümanlar azar, topluluğun görüşlerine muhale­fet eder, yeni uydurulan bir mezhebe girerlerse duruma bakılır, bu inançla başkana yardım etmekten, itaatte bulunmaktan vaz geçmez, başlı başına bir ülke seçmezler, ayrı ayrı harekette bulun­mazlarsa, aralarında devletin kanunları yürürlükte olursa kendi hallerine terk edilir, savaşılmaz, hukukî ve cezaî yönden leh ve aleyhlerine âdil hükümler tatbik edilir. Haricîlerden bir grup Hz. Ali’nin görüşüne karşı çıkmışlar, onunla mücâdele etmişlerdir.

Şayet âsîler inançlarım doğru yolda olanlarla mücâdele uğru­na açıklarlarsa, halîfe inançlarının kötülüğünü, uydurdukları mezhebin bâtıllığını açıklayıp topluluğun inandığı hak yola, doğ­ru inanca girmelerini ister. Cezaî bir hüküm ve öldürmeye götürü­cü olmaksızın fesad çıkarmaya sebeb olmaları neticesi ta’zir cezası verilir. Resûlullah (s.a.v)’den şu hadîs-i şerif rivayet edil­miştir:

“Bir nıüslümanm kanı şu üç sebepten birisiyle akıtılır. İmandan sonra küfre dönme, evlendikten sonra zina yap­ma, haksız yere adam öldürme.[67]

Bir grup, adalet ehlinden ayrılır, müstakil bir ülke edinir, top­luluğun fikirlerine muhalefet ettikleri ortaya çıkar, fakat kendile­ri de hak olandan kaçınmazlar ve itaatten aynlmazlarsa böyle bir grupla harp edilmez. Çünkü itaat ediyor ve haktan ayrılmıyorlar­dır. Nahrevan’da bir grup haricîler Hz. Ali’den ayrıldılar. Bunlara bir idareci tâyin etti. Haricîler bir süre, anlaşma gereği, Vâli’ye itaat ettiler. Sonra valiyi öldürdüler. Hz. Ali onlardan katili teslim etmelerini istedi. Onlar da:

– “Hepimiz ölürüz yine teslim etmeyiz” dediler. Bu söz üzerine Hz. Ali onlara harp açtı, çoklarını öldürdü. İslâm topluluğundan fikir yönünden ayrılan böyle bir grup, halîfeye itaatten kaçınır, devlete olan görevlerini yerine getirmez, vergi toplamada, hü­kümleri tatbikte, tamamen ayrılık gösterirlerse, kendi başlarına bir reis getirmezler, getirdikleri halde uymazlarsa, bir önder seç­tikleri halde vergilerini ve diğer görevlerini yapmazlarsa, kendi­leriyle savaşılır. Hakkı yerine getirmeyen bir kısım hükümler uy­gularlarsa itaat etmeleri istenir. Yoksa harbedilir. Âyet-i Kerîme’de de:

“Eğer mü’minlerden iki zümre birbiri ile döğüşürlerse, aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri hâlâ diğerine karşı tecâvüz ediyorsa siz o tecâvüz edenle Allah’ın em­rine dönünceye kadar savaşın. Binnetice eğer Allah’ın em­rine dönerlerse artık adaletle aralarını bulup barıştırın. Her işinizde adaletle hareket edin. Allah şüphesiz ki âdil olanları sever.” (K. K. 49: 9) buyurulmuştur. Âyet-i kerîmedeki “Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüz ediyorsa” şartında iki vecih vardır. Birincisi savaşa teşebbüs etmekle tecâvüzde bulunmak. İkincisi, sulhdan ayrılmak ile tecâvüzde bu­lunmak. Yine âyet-i kerîmedeki “Siz o tecâvüz edenle sava­şın…” hükmünden maksat: taşkınlığı bırakıncaya, muhalefetten vaz geçinceye kadar kılıçla, silahla savaşın demektir. “Allah’ın emrine dönünceye kadar” hükmünde de iki yön. vardır. Said b. Cübeyr’e göre: Allah’ın emrine, sulha, sükûna dönünceye kadar. Katâde’ye göre leh ve aleyhlerine olan her hususta hüküm ihtiva eden Allah’ın kitabına ve Resulünün (s.a.v) sünnetine dönünceye kadar, “aralarında adaletle hareket e din…’hükmünde de iki türlü mânâ vardır. Birincisi, hakla hükmedin. İkincisi, Allah’ın kitabıyla hükmedin.

Halîfe, âsîler üzerine savaşmak için komutan tâyin ederse, Komutan önce onları korkutur, sapık yoldan vaz geçirmeye çalı­şır. Eğer taşkınlıkta ısrar ederlerse savaşır. Fakat yine de ansızın, geceleyin, bir hücumda bulunmaz. Asîlerle, sapıklarla savaşma, müşriklerle ve mürtedlerle savaşmadan 8 yönden ayrılır:

1- Bunlarla savaşma öldürmek için değil, sapıklıktan uzaklaş­tırmak, terk ettirmek içindir. Mürted ve müşriklerle savaş onları öldürmek içindir.

2- Göğüs göğüse savaşılır, kaçarlarken peşleri takip edilmez. Halbuki kâfirler ve mürtedlerle her iki durumda da savaşılır.

3- Yaralıları bırakılıp, t^rk edilmez. Müşrikler ve mürtedlerin yaralıları harp meydanında terk edilir. Hz. Ali, Cemel vak’asında: Kaçanları takîp etmeyin, yaralıları öldürmeyin, demiştir.

4- Esirleri öldürülmez. Müşrik ve mürtedlerin esirleri öldürülür. Bir görüşe göre: Müşriklerle savaşıp şehîd olanlar gibi ikram ve şeref için yıkanmazlar, namazları kılınmaz. İkinci görüşe göre: Her ne kadar âsîler öldürmüşse de yıkanırlar ve namazları kılınır. Müslümanlar Hz. Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin cenazelerini yıka­mış ve cenaze namazlarını kılmışlardır. Birbirine mirasçı olan âsî, âdili (başkanın emrinde olanı) veya âdil, isyankârı (âsîyi) öldür­müşse mirasçı olamazlar. Hadîs-i şerifte de “Kaatil mirasçı ola­maz”[68] buyurulmuştur. Ebû Hanîfe’ye göre: Âsîyi öldüren itaatkâr akrabası ona mirasçı olur. Âsî itaatkâra mirasçı olamaz. Ebû Yusuf a göre her biri diğerine mirasçı olur. Ölümleri te’vil edi­lebilir, başka sebeplere bağlanabilir. Zimmet ehlinin tüccarları, âsîlerin vergi, öşür toplayıcısına rastlarsa ve mallarından öşür alırlarsa bu uygun bir hareket değildir. Onu ancak devlet alır. Ama zekât almışlarsa, ona bir diyecek yoktur. Zayıf bir zamanda âsîlere ceza uygulamak gerekiyorsa, bu ceza devletin uygulamak için kudret bulmasına bırakılması, tehir edilmesi daha uygundur.[69]

 

C- YOL KESEN ŞAKİLERLE SAVAŞ

 

Fesadçılardan bir grup toplanır, silâh zoruyla bir şehri alır, yol keserse, yol emniyetini bozar, ihlâl eder, malları yağmalar, insan­ları öldürürse bunlara muharib denilir. Âyet-i celîlede durumları

şu şekilde açıklanmıştır:

“Allah’a ve Resulüne harp açanların, yeryüzünde yol kesmek suretiyle fesatçılığa koşanların cezası, ancak öl­dürülmeleri ya asılmaları, yahud sağ elleriyle sol ayakları­nın çaprazvâri[70] kesilmeleri yahud da bulundukları yer­den sürülmeleridir.” (K. K. 5: 33) buyurulmuştur. Âlimler bu âyetin hükmünde üçe ayrılmışlardır. Şöyle ki:

  1. a)Saîd b. el-Müseyyeb, Atâ, Mücâhid ve İbrahimu’n-Nahaî’ye göre: İmâm veya komutan şu hususlardan birini yapmada ser­besttir.1- Ya asmadan öldürür, 2- Ya öldürür ve asar, 3- Ya sağ eli ile sol ayaklarını çaprazvârî keser, 4- Veyahut bulundukları yer­den sürer.
  2. b)Mâlik b. Enes ve Medineli hukukçulardan bir gruba göre: Yol kesen ve fesat çıkaranların fikir adamları Öldürülürler, af olunmazlar. Bu fikirleri icra edenlerin ise el ve ayakları kesilir. Böyle bir durumları yoksa sürgün ve hapsedilirler.
  3. c)İbn Abbas, Hasan, Süddî, Katâde ve Şafiî mezhebine göre: Yol kesen ve fesat çıkaranların işlemiş oldukları fiile bakılır, du­rumlarına bakılmaz. İşledikleri suç adam öldürme ve mal alma ise, öldürülürler ve asılırlar. Adam öldürür de mal almazlarsa öl­dürülürler, asılmazlar. Mal alır, adam öldürmezlerse sağ el ve sol ayakları çaprazvârî kesilir, öldürülmezler. Adam öldürmez, mal almaz, fakat yol emniyetini ihlâl ederlerse sürgün edilirler.

Ebû Hanîfe’ye göre: Adam öldürür, mal alırlarsa halîfe Önce öl­dürüp sonra asmada, önce el ve ayağını kesip sonra öldürmede ser­besttir. Yol emniyetini bozan, ihlâl eden, seyahat hürriyetini teh­dit edenlerin hükmü de önceki fiilleri yapanların hükmü gibidir. Ayetteki “Yahut da bulundukları yerden sürülmelidirler.” hük­münde âlimler 4 mânâ vermişlerdir. 1-Mâlik b. Enes, Katâde, Zührî’ye göre: Yol kesen ve fesat çıkaranlar, İslâm ülkesinden düşman ülkesine sürülürler. 2- Ömer b. Abdi’1-Aziz, Said b. Cü-beyr’e göre: Bir İslâm şehrinden diğerine sürülürler. 3- Ebû Hanîfe ve Mâlik’e göre: Hapsedilir. 4- İbn Abbas ve Şafiî’ye göre: Cezaların tatbikinden sonra sürgün edilirler.

Fakat “Şu kadar var ki, siz kendileri üzerine kaadir ol­mazdan Önce tevbe eden muhariblerle yol kesenler müstesnadırlar.” (K K_ 5: 34) âyet-i kerîmesi hususunda 6 görüş açıklanmıştır. 1- İbn Abbas, Hasan, Katâde ve Mücâhid’e göre: Küfür ehlinden fesat çıkarıp da sonradan şirkten vaz geçip müslüparsa uslanması, huyundan vazgeçmesi için ceza olarak sürgüne hapsedilir. Hapis de bir nevi sürgündür. Böyle bir iş yapan öldü­rülmez, el ve ayağını kesme cihetine gidilmez. Ebû Hanîfe’ye göre adam öldürmeye, mal çalmaya, yaralamaya tam teşebbüs oldu­ğundan öldürmek ve kesmek uygundur. Üzerlerine hareket etme­ye teşebbüsten sonra eylemlerinden vazgeçerlerse, savaşa sebeb olan günahları düşer, yaptıkları kötülükler düşmez. Üzerlerinde­ki haklar ve cezalar nelerse onlar aynen uygulanır. Üzerlerine ha­rekete hazırlanılmadan önce vazgeçerlerse günahları ile birlikte Allah’ın hakkına ait cezalar düşer, insanların haklan düşmez. Yol kesip taşkınlık çıkaran bir şahıs, adam öldürdüyse öldürülenin mirasçıları isterlerse kısas yapılır, isterlerse affederler. Tevbeleri ile kesin ölüm cezası düşer. Mal almışsa malı alınanın affetmesi üzerine el ve ayağı kesilmez, ama aldığı malı Ödemek zorundadır.

Şehirlerde yol kesen muharibler hakkında, sahralarda ve de­nizlerde yol kesenler (korsanlar) için uygulanan hükümler aynen uygulanır. Her ne kadar bu suçu şehirlerde işlemişlerse de yaptık­ları iş mâhiyet itibariyle aynıdır. Ebû Hanîfe’ye göre: Bu hüküm­ler yardım istemek imkânı olmayan sahralarda, ıssız yerlerde iş­lenen suçlarda uygulanır. Yardım isteme imkânı olan şehir içi ve­ya kenarında işlenen suçlara uygulanmaz.

Üzerlerine hareketten Önce tevbe ettiklerini iddia ederler ve iddia delille isbât edilmezse dinlenilmez. Cezaları ne ise uygula­nır. Ama iddiaları bir takım emarelere, belirtilere dayanıyorsa başka bir şey aramadan iki ihtimâlden biri ile hareket edilir. 1- İd­dia kabul edilir. İşe şüphe karıştığından ceza uygulanmaz. 2-İnandırıcı deliller istenir. Çünkü hükümler kesindir. Şüphe, işle­nilen fiile yakın olmalıdır. Fiilden sonra olan şüphe cezayı düşürmez.[71]

ALTINCI BÖLÜM

Yargı (Adliye) İşleri

 

ADALET (KAZA: YARGILAMA) İŞLERİ VE TEŞKİLÂTI

 

A- HÂKİMLİĞİN ŞARTLARI

 

Yargı, (kaza) işlerine kendilerinde bir takım şartlar bulunan kimseler tâyin edilebilir. Tâyin olunan (atanan) şahsın bu işlemi­nin hüküm ifade etmesi, geçerli olabilmesi için 7 şart aranır.

  1. a) ERKEK OLMAK: Baliğ, olgun bir erkeklik aranır. Olgun olmayanların kendileri hakkında yaptıkları işler hukuken mute­ber olmadığından, başkaları hakkında yapacakları işler hiç mute­ber olmaz. Kadınlar ise, her ne kadar sözleri hukuken hüküm ifâde etse de idâri işlerde erkeklerden derece bakımından aşağı durumdadırlar. Ebû Hanîfe’ye göre: Yalnız kadınların şahitlik­lerinin muteber olduğu hususlarda kadın, hâkim olabilir. İbn Ce-riri’t-Taberî her hususta kadının hâkim olacağını belirtir, doğru bulur. İcmâ vâki olan ve hakkında şu hüküm bulunan bir hususta Cerir’in sözüne pek itibar edilmez.yanlış olsun kabul olunmaz. Hâkimlik mevkiine tâyinde her ne kadar güçlükler çıksa da bu şart böyledir. Ebû Hanîfe, ictihad eh­linin olmadığı zamanlarda başkaları da tâyin edilir, fetva ve kara­rı alınır, der. Hukukçuların çoğunluğu ise ehil olmayanın hâkimliğine muhalif, hükmü kabul olunmaz derler. Çünkü tâyin işi şer’î hükümlerin furûâtında hüküm aramayı da ihtiva eder. Hakka bağlanmak gerekir. Resûlullah (s.a.v) da Muâz’ı Yemene vâîi gönderdiğinde şunu sordu:

– Ne ile hükmedeceksin?

– Allah’ın Kitabiyle.

– Onda bir şey bulamazsan?

– Resûlullah’m (s.a.v) sünnetiyle.

– Onda da bir şey bulamazsan?

– Kendi reyimle ictihadda bulunurum.

– Allah’a şükürler olsun ki Allah, Resulünü (s.a.v), gönderece­ği valisi ile Resulünün (s.a.v) hoşlanacağı bir hususta birleştirdi.[72]

Haber-i vahide önem vermeyen kimsenin idareciliği uygun ol­maz. Çünkü o bu hali ile sahabe ve tabiîlerin pek çoğunun icmâ et­tiklerini terk etmiş oluyor. Haber-i vâhid pek çok konuda nassdır. Kıyası kabul etrniyenler iki gruba ayrılır.

Bir grup kıyası redle nasların, açık hükmüne bağlanırlar. Hü­küm bulamazlarsa geçmiş ümmetlerin sözlerinden yararlanırlar. İctihadda, hüküm çıkarmada bulunmayı reddederler. Böyleleri-nin de hâkimliğe tâyini olmaz. Çünkü hükümlerinde hatâ ederler.

Bir diğer grup da kıyâsı terk eder, ama sözün mânâsından, hi­taptan anlaşılanda ictihadda bulunanlar ki Zahir ehli böyledir.

Şâfnler bu gruba dâhil olanların hâkimliğe tâyininde ihtilâf etmişler. Bir kısım: Bir önceki gruptaki gibi, tâyinleri doğru ol­maz demişlerdir. Bir kısım da: Tâyinleri doğru olur, çünkü her ne kadar kıyastan vaz geçiyorlarsa da nasslann zahirinden hüküm çıkarmayı benimsiyorlar, derler.

Yukarıdaki 7 şartın mevcut olduğu anlaşılırsa, bu şahsın hâkimliğe tâyini doğrudur. Şartlar da ya bizzat, ya imtihanla, ya da araştırma ile öğrenilebilir. Resûlullah (s.a.v), Hz. Ali’yi Ye-men’e hâkim tâyin ederken imtihan etmemiştir. Zira Ali’nin du­rumunu biliyordu. Fakat hükmederken nasıl harekette buluna­cağını tenbih etmiştir. Şöyle ki:

“İki hasım huzuruna geldiğinde ikisini de dinlemedik­çe hükmetme.” Hz. Ali dedi ki:

“Bu tavsiyeden sonra hüküm vermede güçlük çekme-dim.”[73] Peygamber (s.a.v), Muâz’ı, Yemen tarafına Vali tâyin ederken imtihan etmiştir.[74]

 

B- HÂKİMİN YETKİLERİ (SALÂHİYETLERİ)

 

Şafiî mezhebinde olan bir şahıs, Hanefî mezhebindeki bir şah­sı hâkim tâyin edebilir. Çünkü hâkim kendi görüşü ile hükmeder. Olaylarda ve hükümlerde mezhebinin icâbını yapmak mecburiye­ti yoktur. Şayet içtihadı Ebû Hanîfe’nin görüşünü almayı gerek-tirmişse alır, hükmeder, Şafiî’nin görüşünü tutuyorsa alır, onun­la da karar verir. Bazı hukukçular bir mezhepte olanın diğer mez­hepten bu türlü istifâdesini uygun bulmaz. Bu sebeple, Şafiî olan Hanefî görüşü ile, Hanefî olan Şafiî görüşüyle hükmedemez. Her ne kadar içtihadı böyle yapmayı gerektirirse de. Çünkü hüküm ve kararlarda tenkidi îcâb ettirir durumlar ortaya çıkar, derler.

yaç yoktur. Tekidli de söylese, söylemese de oralardaki tâyin sa­hihtir.

  1. b)Kapalı sözler ise; bazı Şafiî hukukçuları 7’dir derler.

1- Muhakkak sana güvendim, 2- Muhakkak sana meylettim, 3- Muhakkak sana işleri gönderdim, 4- Muhakkak işleri sana bı­raktım, 5- Muhakkak seni yetkili kıldım, 6- Muhakkak sem vekil tâyin ettim, 7- Muhakkak sana itimad ettim. Bu türlü kapalı söz­lerin önünde veya sonunda hâkimlikle, hüküm vermeyle ilgili söz­ler mevcutsa hâkimliğe tâyin anlammadır. Böyle bir belirti yoksa hâkimliğe tâyin anlamına gelmez. Meselâ: Sana güvendiğim hu­suslarda hüküm ver” cümlesi hâkimliğe tâyin sayılır. Ama “Bâzı hususlarda sana güvendim” hâkimliğe tâyin anlamına gelmez.

Gerek açıkça, gerek kapalı yol ile, gerekse yazışmayla yapılan tâyinlerde tâyin işlemi kabul ile tamâm olur. Sözlü tâyinde kabul hemen bildirilmelidir. Mektupla, yazışmah tâyinlerde gecikme normaldir. Sözle veya yazıyla kabulünü normal bir süre içinde bil­dirir.

Bâzı hukukçular yazışmayı da sözlü gibi kabul ederler. Diğer­leri de böyle bir şey olmaz demişlerdir. Kabul beyânına rağmen tâyinin tamam olması için 4 şart vardır:

1- Tâyin eden tâyin edeceği şahsı tanımalıdır. Bilme­den yapılan tâyin muteber değildir. Tâyin edilenin duru­munu sonradan öğrenirse, bu tâyine itibar edilmez. Yeni-den tâyin gerekir.

2-  Tâyin edenin tâyin edeceği şahsın hâkimliğe ehil olup olmadığını bilmesi. Bu vasıfları bâzan umumî haber­lere dayanarak da öğrenir.

3- Tâyin eden şahsın tâyine âit söz ve yazılarından neye tâyin ettiği anlaşılmalıdır. Meselâ: Hâkim olarak mı, idare­ci mi yoksa vergi toplamak için mi? Eğer tekliften (mucib emrinden) bu anlaşılmıyorsa tâyin fâsiddir.

4- Tâyin olunanın tâyin olduğu yeri bilmesi, tâyin işle­minde, yerin de belirtilmesi gerekir. Bilinmiyorsa tâyin yi­ne muteber değildir.

Bu sayılan şartlar varsa tâyin işi tamamdır. Başka şartlara lüzum yoktur. Bunun yanında tâyin edene itaatli olması, hürmet­te bulunması ve vazifeli olduğunu halka ilân etmesi gibi şartlar tâyin işleminin icâbıdır. Tâyin işlemi bu şekilde tamamlanınca vekâlet akdi gibi bir akit yapılmış sayılır. Tayin eden ve tayin olu­nan yönünden birbirini ilgilendiren bir husus yoktur. Tâyin eden, istediği zaman azledebileceği gibi, tâyin olunan da kendini istedi­ğinde azlettirir. Şu kadar var ki tâyin eden makam, hâkimi rast-gele azledemez.

Müslümanların haklarını ihlâl edici bir durum varsa, o tak­dirde azleder. Azletme yahut azlolunmada azil işlemi açıklanmalı ki bundan sonra azioîunan hâkime dâvalar gelmesin. Azledilen hâkim bunu bildiği halde hükmederse, hükmü geçerli değildir. Azledildiğini bilmeden hükmetmişse vekâlet akdindeki ihtilâf­larda olduğu gibi, verdiği hüküm geçerlidir.[75]

 

D- GENEL (TAM YETKİLİ) HÂKİM VE ÖZEL HAKİM

 

Hâkimin hâkimliği ya genel olur ya özel. Genel bir hâkimse 10 grup işlere bakar.

1- Anlaşmazlıkları, ihtilâfları, düşmanlıkları halletmek, çöz­mek. Ya sulh yolu ile yahut verdiği kararı zorla tatbik (icra) sure­tiyle.

2- İhlâl edilen hakları haksızdan alıp hak sahibine vermek. Bu da delillerle veya ikrarla olur. Burada hâkimin, bilgisiyle hü­küm verip vermeyeceği hususunda ihtilâf vardır: Şafiî ve Mâlike göre: Hükmedebilir. Diğer bir görüşe göre hüküm veremez. Ebû Hanîfe’ye göre hâkim olduktan sonra hâdise hakkında bilgisi ol­ması gerekir. Hâdise hakkındaki bilgisi hâkim olmadan önceye dayanıyorsa hükmedemez.

3- Delilik ve küçüklük gibi, hukukî işleri yapmaya engel du­rumları olanlara velî tayin etme, sefih ve iflâs etmiş olanların mal­larını, haklarım korumak, yaptıkları anlaşmaları düzeltmek için Hacr altına almak.

4- Nafakalara bakmak, usûlün hakkını korumak, füruun ge­çimini sağlamak, nafakayı verecek yerden alıp alacak yere ver­mek. Husûsî hâkimler de bu konuda hüküm verebilir.

5- Vasiyyetleri yerine getirmek, vasiyyet yapanın şartlarına (Şayet dînî şartlara uygunsa) uymak. Muayyen şahıslara verile­cekse onlara vasiyyet konusu şeyi vermek. Şahıs belirtilmişse, şartları da yoksa hâkim durumu re’sen takdirle vasiyyeti yerine

getirir.

6- Yetim ve kimsesiz olanları denkleri ile evlendirmek. Ebû Hanîfe bu yetkiyi hâkime tanımaz. “Nikâh akdinde özel velayet aranır” der.

7-  Suçlulara cezalar vermek, Allah’ın hakkını (veya kanun haklarını) ihlâl sonucu verilen bir ceza ise hâkim tek taraflı (Dâvâcısız, nizâsız) işi ele alır. Suçlunun ikrarıyla veya delillerle cezayı verir. İnsanların haklarını ihlâl durumunda ise, davacının dâvası (şikâyeti) üzerine işi ele alır, ceza verir. Ebû Hanîfe, her iki tür hakların ihlâlinde cezaları hâkim, davacının dâvası üzerine verir, der.

8- Hasımsız, nizâsız da olsa: İyi olan işleri kontrol, kamu yara­rını muhafaza, yollara tecâvüzleri, yollardaki fenalıkları men et­mek, inzibatî cezalan, cünhaları, haksız inşaat ve taşkınlıkları or­taya çıkarmak, tesbit etmek. Ebû Hanîfe, hâkim, hasımsız olarak bu işlere bakamaz, der.

9- Mezalim işlerine bakan hâkim hak ve doğrunun ortaya çıkmasında işin safahatına göre şahitleri dinler, kendisine naib ve halef tayin eder. Tarafların ikrarı halinde ise o kişiler uyuşmazlı­ğa da bakar. Zira onların ikrarı en güvenilir bir delildir. Bunun ya­nında haksızlık ve hiyanet ortaya çıktığında da o görevlilerinden vaz geçer ve onları değiştirir.

Şayet kamu görevlilerinden biri mezalim konularında zaaf gösterirse, o zaman onu tayin eden makam iki uygun işten birisim yapmakta serbesttir: Ya o memuru daha güçlü ve daha yetenekli biri ile değiştirir, ya da mezalim konularında daha keskin görüşlü ve daha yetenekli birini yardımcı olarak tayin eder.

10- Kuvvetli ile zayıf, üstün olanla aşağı olanlar arasında eşit ve adaletli hareketle hükmetmek. Bir takım hislerle taraf tutma­mak, arzusuna uymamak. Ayet-i kerîmede:

“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde bir halîfe yaptık. O hâlde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet. Hükmün­de hevâ ve hevesine uyma ki bu seni Allah yolundan saptı­rır. Çünkü Allah yolundan sapanlar yok mu, hesap gününü unuttukları için onlara pek çetin bir azâb vardır.” (K K 38: 26) Duyurulmuştur. Hz. Ömer, Ebû Musa’yı kadı tâyin ettiğinde hükmütmenin şartlarını, yargılama usullerini anlatmış ve şöyle demiştir:

“Bundan sonra yargılama işi bir farz ve uyulması gerekli bir sünnettir. Sana bir iş geldiğinde iyi anla, dinle. Zîra infazı müm­kün olmayan bir şeyle konuşmada fayda yoktur, insanlar arasın­da durumunla, adaletinle, mahkemedeki celselerinle ümidsizlik ver ki üstün olan senden bir şey beklemesin, zayıf olan da adaletinden ümidsizliğe düşmesin. Davacıya delil, inkâr edene de yemîn teklif etmek gerekir.

Helâli haram, haramı helâl yapmayan sulh, müslümanlar arasında muteberdir. Önce verdiğin karardan bilâhare dönmeni gerektiren bir şey olursa eski kararından dönmekten çekinme. Çünkü hak kadîmdir, hiçbir zaman çiğnenmez. Hakkı aramak, hakka mürâcât etmek, bâtıl ve yanlışta ısrardan daha hayırlıdır.

Allah’ın kitabı ve Resulünün (s.a.v) sünnetinde bulunmayan ve içinde bir vesveseye yol açan hususları iyi araştır, anla. Sonra misâller ve benzerler bul. Benzeyenleri biribirine kıyas et.

Davacıya ve deliller getirene ve bu suretle hakkını isbât edene hakkını ver. Hak isbât edenindir. İsbât edemezlerse iş senin hük­müne bağlıdır. Bu durum tereddüt etmekten, hiç büküm verme-mekden daha iyidir. Müslümanlar biribirine karşı çok âdildirler. Şâhidlikleri muteberdir. Şu kadar var ki, bir zina iftirası cezasına çarptırılan, yalancı şahitliği denenmiş olan, yakın akraba olması sebebiyle yalan söyleyeceği zannedilenler hâriçtir. Böylelerine yemin vermekten, delillerini kabul etmekten, Allah hâkimleri uzakl aştır iniştir.

Kalbine vesvese veren şeylerden, dar kalblilikten, taraflara kızmaktan kaçın. Adalet makamında hak ile hareket edeni Allah mükâfatlandırır, iyilerden yapar. Selâmlar sana olsun…” Bu tâyin işleminde iki tenkide değer nokta vardır denilebilir:

1- Tâyin kelimelerini ihtiva etmemesi, 2- Zahiri adalette şâhidlere itibar olabilirse de gizli kapalı adalette ancak araştırıp sorduktan sonra şahide itibar olur denilirse: Birinci itiraza mek­tupta iki cevap mevcuttur. 1- Tâyin daha önce yapılmıştır. Sonra­dan yargılama ile ilgili mektup gönderilmiştir. 2- Tâyini ifade eden cümleler de vardır. Şöyle ki: “Sana bir iş getirildiğinde iyi an­la” ve “Kim delilini getirirse bununla hakkını ver” cümleleri böyle­dir. Eğer bu şekilde sözler ve vak’a olmasa bu emirlerin mânâsı tâyin anlamına gelmeden bir durumu anlatmak olurdu.

İkinci tenkide (Şahide itibar zahirî adalettir) iki cevap var. 1-Doğru olan, inanan, olayı gören bir kimsenin şahitliği söz konusu­dur. 2- Araştırıp sorduktan sonra, şahitliklerinden şüphe edilme­yenlerin şahitlikleri esastır.

Tam yetkili hâkimin haraç toplamaya yetkisi yoktur. Çünkü

haracın harcanacağı yeri, miktarı tesbit, haraç memuruna ait bir görevdir. O bölgeye zekât memuru da tâyin edilmişse zekât da top­layamaz. Yoksa zekâtı toplar, lâyık olanlara harcar. Çünkü zekât Allah’ın haklarındandır. Bâzı hukukçular aksi fikirde olup, zekât toplayamaz, çünkü insanların malını ilgilendiren bir iştir. Halîfelerin, idarecilerin görüşü ile toplanılır. Tam yetkili, genel hâkim Cuma ve Bayram günleri imamlık da yapamaz, derler.

Özel hâkim ise: Tâyininde belirtilen işleri yapar, nezâret eder. Sözü geçen işlerden bir kısmına bakacağı sayılmışsa, ikrar edildi­ğinde hükmedeceği, delîl araştırmayacağı, yalnız borç işlerine ba­kıp evlenme işlerine bakamayacağı, zekât nisabını tesbit edebüe-ceği gibi hususlar sayılmışsa bu tâyin uygundur. Tâyin olunan özel hâkim belirtilen yetkilerin dışına çıkamaz. Aynen vekâ­letteki gibi, çıktığında işlem fesholunur.[76]

 

E- HAKİMLERİN YER BAKIMINDAN YETKİLERİ

 

Hâkimin göreceği işler genel, yapacağı iş yeri ise Özel, sınırlı olabilir. Bir ülkenin herhangi bir yerinde veya bir mahallede bü­tün işlere bakmak üzere tâyin olunabilir. Orada bulunan veya oraya gelen her şahsın işine bakar. Eğer oraya geçici olarak gelen­lerin işlerine bakmayacağı belirtilmişse o zaman bakamaz. Bir ül­keye, herhangi bir yerinde veya mahallesinde kararlar vermek üzere tâyin edilirse, o ülkenin her yerinde hüküm verebilir. Çün­kü hâkimin belli genel hâkimliği ile beraber bir yerde oturması kı­sıtlanamaz, kararlaştınlamaz. Söz gelişi, bir yerden kalkıp bir başka yere giderse, bu sınırlama ile hükmünün reddedilmesi ge­rekir ki bu da olacak şey değildir. Ama yalnız evinde veya mescid-de muhakeme yapacağı şartı konulmuşsa bu şartlar muteberdir. Başka yerde duruşma yapamaz. Davacılar ancak bu iki yerden bi­rinde hâkime müracaat ederler. Hükümde bu şarta da dikkat edi­lir.

Ebû Abdi’î-lahi’z-Zübeyrî der ki: Zamanımızda uzun müddet Cuma mescidlerinde hükümler veren hâkimler vardı. Kendileri­ne “Kadıyu’l-Mescid” denirdi. 200 dirhem yahut 20 dinar ve daha ağır davalara bakarlar, nafakaları,.zekâtı dağıtırlardı. Yerlerini değiştirmezler, belirtilen miktardan fazla ihtilâflara bakmazlar­dı.[77]

 

F- BİR YERE BİRDEN FAZLA HÂKİM TÂYİNİ

 

Bir ülkeye iki hâkim tâyini yapılırsa her iki hâkimin tâyini de üç sebeple muteber olur.

1- Her ikisine ayrı ayrı yerler göstermek suretiyle görevleri belirtilir. O yerlerde hâkimliklerini yaparlar.

2- Aralarında görev taksimi yapmak suretiyle tâyinleri yapı­lır. Birine borçlar hukuku ihtilâflarını, diğerine aile hukuku ihtilâflarını verir. Her ikisi de aynı ülkede kendilerine âit özel gö­revlere bakarlar.

3- Aynı ülkede her ikisine de bütün ihtilâflara bakma yetkisi verilir. Şafiîler bu türlü tâyinde farklı görüştedirler. Bir gruba gö­re: Böyle bir tâyin^ işlerde karışıklıklara, ihtilâflara, yetki müda­halesine yol açacağından, bir ihtilâf her ikisine de gidebileceğin­den karışıklık sürer gider. Bu bakımdan böyle bir tâyin hukuken doğru değildir. Birincinin tâyini muteber olur. Eğer bir İhtilâf çık-mıyorsa her ikisinin hâkimliği de muteber olarak kain-. Ekseriye­ti teşkil eden Şafiî hukukçularına göre de: Vekâlet gibi bir niyabet olduğundan böyle tâyinler caizdir. Dâvâcı tarafından, dâva her ikisine de götürülebilir. İhtilâfın çözümü şöyledir: Eğer yer bakı­mından her ikisi de dâva mahalli hâkimine aynı uzaklıkta iseler, yakın olan hâkim tercih edilir. Taraflar yerce aynı uzalıkta değil­lerse, aralarında kura çekilir. Bir görüşe göre de, taraflar anlaş­madıkça hâkimliğe müracaat uygun olmaz.

Ahkâm-ı Sultaniyye                 [78]           

 

G- HAKEMLİK, DURUŞMA İÇİN ZAMAN TÂYİNİ

 

Hâkimin, hâkimliği iki şahıs arasında belirli bir iş ve tazmi­nata mahsus olmak Üzere, tâyini caizdir. Her iki tarafın başka ye­re müracaatları caiz olmaz. İki şahıs arasında ihtilâf devam ettiği müddetçe hâkimin hâkimlik görevi devam eder ki bu türlü hâkimliğe hakemlik denir. Hakem, taraflar arasındaki ihtilâfı çözrnüşse, görevi sona ermiştir. Sonradan taraflar arasında bir başka uyuşmazlık çıkarsa, ancak yeni bir izinle bakar.

Duruşma günleri tesbit edilmenıişse haftanın her günü veya istediği bir günde duruşma yapar. Tâyin yapan “Seni yalnız Cu­martesi günleri dâvalara bakmak üzere tâyin ettim” derse o gün bütün dâvalara bakar. Güneşin batması ile hâkimin bakma yetki­si sona ermiş olur. Veya “Her Cumartesi, dâvalara bakmak üzere seni tâyin ettim” derse yalnız o günler dâvalara bakar. Diğer gün­ler hâkimliği ortadan kalkmaz. Çünkü haftanın Cumartesi gün­leri tekerrür eder, gider. Her ne kadar diğer günler bakamasa da.

Herhangi bir şahıs ismi verilmeden “Cumartesi günleri dâvalara bakan benim hâkimimdir” denilirse bu tarz bir tâyin muteber değildir. Çünkü muhtemelen ehil olmayan da o gün dâvalara bakabilir. Bilinmeyen birini tâyin etmek önce de belirtil­diği gibi hukuken geçerli değildir. Aynı şekilde “İctihad erbabı kim Cumartesi günleri dâvaya bakarsa benim hâkimimdir” denil­se yine muteber olmaz. Zira kişi bilinmemektedir. Hâkim olan müctehidin isim olarak belirtilmesi gerekir. Tâyin edecek olan “Şafiî hocalarından kim veya Hanefî müftilerinden kim dâvaya bakarsa o benim hâkimimdir” dese yine muteber olmaz. “Şu, şu, şu şahıslardan kim ihtilâfları çözerse benim hâkimimdir” dese, adedleri az veya çok da olsa tâyin eşlemi yine muteber değildir. Çünkü tâyin olunan yine kesin olarak bilinmemektedir. Ama te­ker teker belirtilerek “Şu, şu, şu şahısları dâvalara bakmak üzere tâyin ettim” derse, adedleri az veya çok da olsa tâyin işlemi mute­berdir. Onlardan biri dâvalara bakınca hâkimliği kesinleşir. Diğerlerinden dâvalara bakmak yetkisi kalkar. Fakat toplu halde tayin edilirler de biri davaya bakarsa hepsinin görüşünü almak mümkün olmadığından işlemleri muteber olmaz. Adedleri az olursa, aralarında ihtilâf da bulunmazsa, hepsi de hâkim olur iş­lemleri de geçerlidir.[79]

 

H- HÂKİMLİĞE TÂYİN OLUNMA İSTEĞİ

 

Bir kimse içtihat ehli değilse belli bir olay için veya daimî ola­rak hâkimlik yapma görevi için istekte bulunması doğru değildir. Onun hâkimlik istemesinde üç durum vardır:

  1. a)Hakimliğe talip olanın bu talebi ya yargılama konusunu bil­mediği halde ya da bu görev verilmediğinde zulmü ortaya çıkacak­sa bu durumlarda o kişilere bu görev verilir. Daha uygun biri var­ken öyle kişilere mezalim görevinin verilmesi, kötülükleri engel­lemek içindir. Sonra o kişinin verdiği karara bakılır; şayet kişinin kastı haksızlıkları engellemek içinse mükâfatlandırılır. Mezâlim işlerinin çoğu kendi uzmanlığında ise o zaman onun tayini mu­bahtır.
  2. b)Yargı işi müstehak ve ehil olana verilmelidir, ilkesinden ha­reketle o kişi ya ihtilafın tarafları hakkında düşmanlığı ya da da­vadan çıkar sağlaması nedeniyle mezalim mahkemesi hakimi ol­mak ister. İşte bu tür bir tayin sakıncalı ve böylelerinin atanması

geçersizdir.

  1. c)Hâkimlik isteğinde bulunan şahsın diğer devlet memuri-yetleriyle alâkası olmamalıdır. Esasen yargılamada nazır ve ben­zeri memurlar bulunmamalıdır. Ancak gerektiğinde istek üzerine bulunabilirler. Hazîneden yardım alacakların durumları ile ilgili bir duruşma ise hazîne yetkilisinin duruşmada hazır bulunma is­teği kabul edilir. Hakkın ortaya çıkması isteniyor, haksızın hu­zursuzluk çıkarması muhtemelse hâkimin kuvvet talebi normaldir. Hâkimin niyyeti öğünmek ve mevki’ sahibi olduğunu göster-mekse,, bir görüşe göre zabıta çağırması doğru ise de hareketi mekruhtur. Aynı şekilde mücerred öğünmek için hâkimlik görevi talebi de mekruhtur. Bir görüşe göre de yalnızca Öğünme niyyeti-ni taşımak ve bu maksatla hâkim olmak mekruhtur.

Allah Teâlâ da âyet-i kerîmesinde:

“İşte âhiret yurdu. Biz onu yeryüzünde ne tegallüb ne fesad arzusuna düşmeyeceklere veririz. İyi sonuç Allah’ın ikâabmdan sakınanlarındır.” (K. K. 28: 83) buyurmuştur.

Diğer bir kısım hukukçular bu işin mekruh olmadığına kânidirler.

Çünkü mevki isteği mubahtır, mekruh sayılmaz. Yusuf Pey­gamber, Firavn’dan idarecilik ve halifelik istemiştir. Âyet-i Kerîmede:

‘Yusuf: Beni memleketin hazineleri üzerine memur et, çünkü ben onları korumaya muktedirim. Bütün tasarruf şekillerini de bilenim dedi.” (K. K. 12: 55) buyurmuştur. Yusuf Peygamber nefsini anlattıktan sonra: “Çünkü ben onları koru­maya muktedirim.” demiştir.

İdarecilik isteğinde iki te’vil vardır. 1- Bana bırakılanı koru­rum. İdareci tâyin edildiğim işleri bilirim. Abdurrahman b. Zeyd’in görüşü budur. 2- İshak b. Süfyân’a göre: Hisaplarım ya­par, lisanlarını anlarım. Hükmü zarurî bir sebepten Ötürü ortaya çıkmış nefsi öğmek, maksadıyla çıkmamıştır. Bu sebepledir ki zâlim bir hükümdar yönünden böyle bir istek uygundur.

Bir gruba göre: Hâkim tâyin edildiği hususta doğru ile amel ederse, durumu ile öğünmede bir mahzur yoktur. Çünkü Yusuf (as.) Firavn’ın zulmünü adaletiyle gidermek, ortadan kaldırmak için böyle bir vazife isteğinde bulunmuştur. Bir grubun fikri de: Zâlime yardım, işine ortak olunacağından tâyinleri için nefisleri­ni öğmeye lüzum olmadığım belirtmişlerdir. Bu fikir taraftarları,

Yusuf Peygamber’in Firavn’den idarecilik isteğine de iki şekilde cevap vermişlerdir:

1- Yusuf devrinin Firavn’ı iyi insandı. Ama Mûsâ devrinin Fi-ravn’ı sapık ve âsî idi.

2- Yusuf, Firavn’m hazînesine bakmış, adalet ve şâir işlerine bakmamıştır.

Hâkimlik isteği uğruna mal harcama büyük bir hatâ ve sakın­calı bir iştir; rüşvet sayılır. Alan ve veren büyük tenkidlere maruz kalmıştır. Sabit, Enes (r.a)’den şunu rivayet etmiştir:

“Hakikat Resûlullah (s.a.v) rüşvet alanı, vereni, aracı olanı la’netlemiştir.”[80] Bu metin de geçen, Raşî: Rüşvet veren, Mürteşî: Rüşvet alan, Rayiş: İkisi arasında aracı olandır.[81]

 

İ- HÂKİMLERİN TARAFLARDAN VEYA BAŞKALARINDAN HEDİYE ALMALARI

 

Hâkim tâyin edilen kimse, hasımdan veya herhangi bir işi olandan hediye alamaz. Dâvalar hasımsız, nizâsız da olsa hediye alamazlar. Peygamberden, (s.a.v):

“Amirlere hediye vermek onlara ihanettir, onları doğ­ruluktan sapıtmakdır.[82] hadîs-i şerifi rivayet edilmiştir.

Hâkim hediyeyi kabul etmişse ve mallarıyla karışmışsa ken­disine terk edilir. Şahsına âit mallarla karışmamışsa hazîne alır. Hediye edene verme imkânı yoksa hazînenin alması tercih edilir.

Hâkim, özürsüz dâvayı geciktiremez. İstirahat saatleri hariç ara veremez. Ana-babası evlâdı hakkında hüküm veremez. Onla­rın taraf olduğu dâvaya bakamaz. Çünkü tenkidi gerektirir. Aynı şekilde onların leh ve aleyhlerine şahit de dinleyemez, şahit ola-i rak dinlenemez. Düşmanının lehine şahitliği dinlenir. Hâkim, düşmanı lehine karar verebilir, aleyhine karar veremez. Çünkü hüküm sebebleri açıktır. Şahitlik sebebleri kapalıdır. Verdiği hü­kümde tenkid edilmez, şahitliğinde tenkid edilir.

Hâkim ölürse vekil tâyin ettikleri de azlolunmuş sayılır. Halîfe Ölürse hâkimleri azlolunmaz. Bir ülkenin hâkimi yoksa, o yöre halkı kendi aralarında bir hâkim tâyinini yapabilirler. Halîfe varsa halkın hâkim tâyini bâtıldır. Halîfe kaybolimışsa halkın hâkim tâyini meşrudur. Halîfenin tâyin ettiği hâkim geldikten sonra, halkın tâyin ettiği hâkimin işi sona erer. önceden verdiği kararlar geçerlidir. Halîfe’nin hâkim tâyini onun önceki kararla­rına, hukuken mevcut olan sıhhatına zarar vermez.[83]

 

 

 

 

 

 

YEDİNCİ BÖLÜM

Fevkalâde Mahkemeler[84]

 

A- (MEZÂLİM MAHKEMELERİ) FEVKALÂDE MUHAKEME USÛLÜNÜN TARİHÇESİ

 

Fevkalâde yetkili hâkim, ihtilâf çıkaranları anlaşmaya, hak­ları inkâr edeni azametle inkârından vazgeçirmeye, geçimsizleri korku ile yola getirmeye çalışan, kötülükleri önleyen bir şahıstır. Fevkalâde yetkili hâkimde aranan şartlar: Kudretli, emirlerinde tesirli, nüfuz sahibi, azametli, namusu bakımından dürüst, tamahkâr olmayan, takva sahibi bir kimse olmaktır. O dâima zabıtanın üstün kuvvetine, hâkimlerdeki ilmî üstünlüğe muhtaç­tır. Onların bu alandaki sıfatlarım da şahsında bulundurmalıdır.

Ancak bu şartlarladır ki emir ve kararları geçerli olur.Vezirler ve Eyâlet valileri gibi işleri genel, yetkileri şümullü olanlar, fevkalâde yetkili mahkeme işlerine bakmaları için ayrıca halifeden bir emir almalarına ihtiyaçları yoktur. Çünkü genel gö­revi içine bu da girer. Özel işler için görevlendirilmiş bir şahıs ise yukarıda sayılan şartlan da taşıyorsa, fevkalâde yargılama işleri­ne bakması için ayrı bir yetki tanınır. Veliahdlerin, tam yetkili ve­zirlerin, eyâlet valilerinin Özel bir izne ihtiyaçları yoktur. Belirtil­diği gibi genel yetkileri kapsamı içine muhakeme yetkisi de girer.

Hâkim, verdiği hükmü yerine getirmekte, kararları tasdik ve tatbikte âciz kaldığı da rüşvete, tenkide mahal vermeksizin yük­sek rütbedeki fevkalâde muhakeme işlerine bakan hâkime havale eder, onlar, bu işleri emirlerindeki zabıta kuvvetlerine yaptırırlar. Mahkeme kararlarının karşısına dikilenlerin bu hal­lerini önlerler. Peygamber (s.a.v) sulama işlerinde halk arasında­ki ihtilâflara bakmış, Zübeyr b. Avvam ile Ensardan biri arasında geçen ihtilâfı şöyle çözmüştür: Resûlullah (s.a.v) Zübeyr’e,

– Ey Zübeyr, önce sen sula sonra da ensar. Bu söz üzeri­ne Ensar’dan olan şahıs,

– Şüphesiz o, amcanın oğludur Ya Resûlallah (s.a.v) de­di. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) sinirlendiler ve Zü­beyr’e,

–  Ey Zübeyr, suyu iki topuklarına ulaşıncaya kadar akıt, buyurdu[85]

Resûlullah (s.a.v)’in suyu iki topuklarına kadar akıtmasını emretmesi, acaba bir hak olduğundan mı, yoksa mubah olduğun­dan mıdır? Bu şekilde emredişi her ikisinin itirazını red içindir. Böylece her ikisine de cevap vermiş olmaktadır.

Dört halîfeden hiçbiri fevkalâde yargı işleri için hiç kimseyi tâyin etmemişlerdir. Zira İslâmın ilk devirlerinde müslümanlar arasında niza ve gürültü çıkmamış, kötülükler yayılmamış, hakkaniyet ve nisfet kurallarından ayrılmamışlardır. Daha çok adliye makamı, genel muhakeme usulüne tabî, o hususla ilgili ihtilâflar cereyan etmiştir. İhtilâf çıkaranlar, kötülüğe sapanlar olursa va’z ve irşadla işi büyütmeden, ihtilâfı çözüyorlardı. Genel muhakeme işlerinde de nizamlara itaat yönü tercih ve tavsiye edi­liyordu.

Devlet başkanlığı seçimi gecikince, insanlar arasında da kötü­leri çoğalınca, hükümlerin tatbikinde ihmalkâr davramlınca Hz. Ali fevkalâde mahkeme işlerine bakmaya, bu işleri yürütmeye memur tâyin etmiştir. Bir gün minberde: İncitici söz söylemeye, dövmeye teşebbüse, elbise yırtmaya 9 dirhem para cezası ile karar vermiştir. Bu arada iki kadının bir çocuğa sahib çıkmaları sonucu ortaya çıkan ihtilâfı halletmiştir. Sonraki zamanlarda Hz. Ali’nin bu tatbikatı insanlar arasında yayılmış, mütegallibe ve mazlum­lar arasındaki ihtilâfları çözme, yolunu tutmuşlardır. Bu konuda genel yargı işlerinin yarısı fevkalâde yetkili mahkemelere devre­dilmiştir. Bunlar için hâkimlik yetkisini taşıyan şahıslar tâyin edilmiştir.

İlk defa fevkalâde yargı işleri için bir gününü ayıran kendisi­ne getirilen ihtilâfları çözen, Abdu’l-Melik b. Mervan’dır. Bu işi yaparken güçlükle karşılaşır, geçerli bir karara lüzum duyarsa, onu da hâkimi Ebû İdrisi’ 1 -Evdî’ye havale ederdi. O, halîfeden da­ha çok tecrübeli, sesepleri, durumları daha iyi bilen biri olduğun­dan isabetli hükümler verirdi. Bu durumda Ebû İdris doğrudan işi yürüten, Abdu’l-Melik ise Âmir makamındadır. Sonraları hal­kın baskı ve tazyikleri arttı. Onları bu durumlardan ancak kuv­vetli hâkimler uzaklaştırdı, kötülüklerini önlediler.

Ömer b. Abdi’1-Aziz halîfe olunca bizzat kendisi sünnete uy­gun, âdil bir şekilde fevkalâde yetkili mahkeme mezâlim işlerine bakmaya, ihtilâfları çözmeye başladı. Emevîlerin zorluk ve sıkın­tılarını, halkın kalblerindeki korkuları sindirdi. Çevresindekiler kendisine, hayatından korkuyoruz dedikleri vakit, o cevaben: Şimdi onlardan kendimi korusam, âhirette beni kim koruyacak? dedi. Bilâhare Abbasilerden bir grup da bu işlerle meşgul oldular. İlk uğraşan halîfeler Mehdî, Hâdî, Reşîd, Me’mun olmuştur. En son meşgul olan halîfe Muhtedî olmuştur. Bundan sonra lâyık olan memurlara, idarecilere bu işler havale edilmiştir.

Fars idarecileri, fevkalâde muhakeme işlerini, zamanlarında­ki hak ve nisfet esaslarına göre çözmüşlerdir. Câhiliyyet devrinde Kureyşliler de aralarında ihtilâflar çoğalıp, kabile reisleri artıp, zâlim ve mazlum sınıflar meydana gelipte kötülükler yaygmla-şınca, bu tür hareketleri önlemek için hakem kabilinden insanlar tâyin etmişlerdir. Bunun ilk sebebi, Zübeyr b. Bekkâr’m anlattığı­na göre şu hadisedir:

Yemenli Zebid oğullarından bir şahıs, bir kısım mallarla Mek­ke’ye Umre için gelmiş. Sehm oğullarından birisi onun bu malla­rından satın almış (muhtemelen As b. Vâil), adamın malının bede­lini vermemiş, Yemenli malını geriye istemiş, Mekkeli aldığı o malları gizlemiş. Bunun üzerine Yemenli, bir taşın üzerine çıkıp yüksek sesle şu şiiri okumuştur:

“Ey Kusay oğulları, Mekke’nin ortasında garib, kimsesiz bir mazlumun malları elinden alınmıştır.

Haceru’l-Esved ı ziyarete gelenin himaye edileceğim sizler be­lirtir, ilân ederken, ben ihramlı bir şahsın mallarına hürmet gös­terilmemiştir.

Sehm oğullarından bu şahsın borçlarını ödeyecek biri var mı? Yoksa hacc için gelenin malım bu şekilde gasbedip üzerine yata­caklar mı?”

Bir başka zaman da Kays b. Şeybeti’s-Sülemî, Cumah oğulla­rından Ubey b. Haleften mal satın aldı. Fakat Ubey sattığı malın bir kısmını gizledi, vermedi. Cumah oğullarından Ubey’in yaptığı bu iş için Kays ücret istedi. Fakat vermediler. Bu durum üzerine Kays b. Şeybeti’s-Süîemî şu şiiri okudu:

“Ey Kusay oğulları, iyilik yapmak üzere söz verdiğiniz halde, muhterem olan Kabe’de bu türlü işler nasıl oluyor?

Bana zulme dilmekte, zulmedenler ise Önlenmemekte, hak­kım verilmemektedir.”

Onun bu şiirine Abbas b. Mirdâs es-Sülemî şöyle cevap ver­miştir:

“Şayet komşun sana borcunu ödememişse bil ki sen zillet bar­dağından birkaç yudum içmişsindir.

Sen evlere gel ve bu işleri önleyicilerden ol. Kötülük ve üzün­tülü işlerle artık o zaman karşılaşmazsın.

Kim Kabe’nin etrafında yer tutursa Harb oğullarından, Abbas oğullarından şahıslarla karşılaşır.

Kavmin olan Kureyş’in ahlâkı cömertlikle günlük işlerde, sevk ve idarede mükemmeldir.

Onlar seller gibi akıp gelen hacı kafilelerini idare ederler. İyi­likleri, cömertlikleri çoktur. Hacılar onların mallarına beşte birli, altıda birli ortakdırîar (çünkü hepsini yedirirler, içirirler.)”

Ebû Süfyan ve Abbas b. Abdi’l-Muttalib teker teker harekete geçip Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde Kureyşlileri topladılar. Kötü­lük görenlerin, haklan ihlâl edilenlerin, elinden zorla malları alı­nanların haklarının verilmesi, kötülüklerin önlenmesi hususla­rında sözleştiler. Resûlullah (s.a.v) da Peygamber olmadan önce 25 yaşlarmda iken Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde Kureyşlilerin ile­ri gelenlerinin sözleşmesinde (Hılfu’l-Füdûl) hazır bulundu.

Peygamber (s.a.v) bu durumu şöyle anlatır:

‘Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde Kureyş’in ileri gelenlerinin ye­minini gördüm, onlara yetiştim. Ben öyle bir toplantıya davet edilseydim yine giderdim. Hayatımda benim için ondan daha iyi bir şey yoktur.” Zübeyr b. Bekkâr, vak’anın sonunda İslâmm bu işe çok Önem verdiğini belirtir. Kureyşliler’in bazıları da Hılfu’l-Füdûl hakkında şu şiiri söyler:

“İbn Cüd’ân’ın evinde, Teym, Mürre oğulları, Haşimîler, Züh-re oğullan toplandılar.

Bir güvercinin hurma dalında yavaşça, ustalıkla ötüşüne ka­dar her hususta âdil davranacaklarına söz verdiler, and içtiler.”

Bu vak’a her ne kadar Câhiliyyet devrinde olmuşsa da, olay Resûlullah’ın (s.a.v) huzurunda geçmiş ve Peygamberlik geldik­ten sonra da olayı takdir etmiştir. Böyle bir uygulama şer’î bir hü­küm, Peygamberin (s.a.v) fiilî sünneti olmuştur.[86]

 

B- BU MAHKEMELERİN GÖREVLERİ, FEVKALÂDE YETKİLİ HÂKİMLE GENEL HÂKİM ARASINDAKİ FARK

 

Topluluğu sevk ve idare ile görevli olan şahıs fevkalâde muha­keme işlerine bakmak için bir gün tâyin eder, O gün şikâyeti olan­lar, hak arayanlar işlerinin çözümünü isterler. Bu idareciler diğer günlerde devlet işlerini yürütürler.

Bir şahıs, yalnızca fevkalâde mahkeme işlerine bakmak Üzere tâyin edilmişse, haftanın her günü görevini yerine getirir. Böylece halkın şikâyetten, kötülükleri aksettirmekten çekinmeleri, yük­sek memurları fazla meşgul etmeleri önlenmiş olur.

Fevkalâde yetkili mahkemelerde işlere bakan hâkim bu göre­vi yerine getirirken 5 grup insana da ihtiyacı vardır. Onlarsız bu işlerini yapamaz.

1- Yardımcı polisler, bekçiler: Kuvvetli ve cüretlileri önlemek, onları duruşmaya, dîvana getirmek için.

2- Hâkimlerin, hakemlerin bulunması: İhtilaflı hususta hak­kın tam olarak belirmesi, mes’elenin çözülmesi için.

3- Hukukçular, bilirkişiler: Karışık işlerin, olayların sorulup danışılması için.

4- Kâtipler: Taraflar arasında cereyan eden, leh ve aleyhlerine olan husuları, mahkeme zabıtlarını yazmak için.

5- Şahitler: İhtilaflı mes’ele hakkında bildiklerini, gördükleri­ni söylemek, mahkemenin cereyan tarzını takibetmek, verilen kararı geçerli kılmak için bulunurlar. Bu beş sınıf kimseler ta­mam ve hazır olduktan sonra dâvaya bakılır.

Mezâlim Mahkemeleri (Fevkalâde Yetkili Mahkeme­lerinin görevleri 10 kısımdır:

  1. a)idarecilerin, teb’aya (idare edilenlere) zulmetmesi, cebir ve şiddet hareketlerinde bulunması, hallerinde bunlara bakar. İda­recilerin bu hareketleri önlenir. İnsaf ve merhameti bırakmıyan memurlarla değiştirilir. Bu açıdan memurların durumunu araş­tırır. Anlatıldığına göre:

Ömer b. Abdi’1-Aziz ilk halîfe olduğunda topluluğa şöyle ko­nuşmuştur: “Allah’dan korkmanızı tavsiye ederim. Çünkü o, ken­dinden korkmayana yüz vermez, müsâade etmez, Öylelerinin işle­rini kabullenemez. Şüphesiz idarecilerin bir kısmı insanları doğ­ruluktan uzaklaştırdılar. Kötülükleri yaydılar, kötülerle işbirliği ettiler. Allah’a şu hususta and içerim ki: İyi bir âdet terk edilmişse onu diriltmeye, kötü bir âdet de yaygmlaşmışsa onu da önlemeye çalışırım. İsterse bu işler için bir saniyelik ömrüm olsun. Âhi­re tinizi düzeltin, imar edin ki dünyânız da düzelsin. Hükümdar­larla insanlar arasında ölümden başka bir şey yoktur. Hepsi de fanidirler.” Ölüme o da dalıp gidecektir.

  1. b)Vergi memurlarının vergi toplarken gösterdiği zorlukları önlemek, onların dînî esaslara, halîfelerin emirlerine göre Ölçülü hareket etmelerini sağlamak. Alınması gereken vergi miktarı ne ise onu almak. Fazla vergi alınmışsa hazîneden tekrar mükellefe iade ettirmek, noksan vergi alınmışsa mükelleften noksan kısmı tahsil etmek. Anlatıldığına göre: Abbasî halîfelerinden Mehdî, bir gün malî hususta duruşma yaparken para konusunda kendisine bir olay anlatıldı, durumu soruldu. Süleyman b. Vehb dedi ki:

– Ömer b. el-Hattab (r.a.) Irak halkına haraç vergisini koy­muştur. O zaman henüz Doğu ve Batı’da madenî her çeşit paralar, İran ve Bizans hükümdarı adına ve oranın Ölçülerine göre darbe-diîiyor, piyasaya sürülüyordu. Halk ellerindeki malı bu paralarla alıp satıyorlardı. Sonra insanlar paralarda hile yaptılar. Taberiye denilen dinarla vergiyi öderlerdi. Bunun 4 danikini (40 arpa tane­sini) 1 miskaî (6.8 gr.) e eşit saydılar. Ona göre de vergilerini ödü­yorlardı. Ziyad, Irak’a vali olunca vergileri para olarak almaya başladı. Emevîlerin diğer vergi memurları da aynı usulü, Abdu’l-Melik b. Mervân zamanına kadar takip ettiler. Abdu’l-Melik, pa­raların durumu ile Taberiye ölçüsünü karşılaştırmış, parayı ve miskâli kendi ellerinde Ölçü olabileceğini, kullanıl m al arının bir mahzuru olmadığım belirtmiştir. Sonraları Haccâc yine vergileri para olarak toplamaya başlamıştır. Ömer b. Abdi’1-Aziz Halîfe olunca, para ve miskâli ölçü olarak kabul etmiş, bu durum Mansur zamanına kadar gelmiştir. Mansur devrinde Irak ve İran halkının direnmesi üzerine buraların en çok yetişen hububatı arpa ve çav­dar üzerinden para olarak alınan haraç vergisini kaldırdı, tekrar arpa ve çavdar olarak aynî haraç vergisi almaya başladı. Az yeti­şen hububat ve meyvelerden para ölçülerine göre vergi aldı.

Bu olaylar üzerine Halîfe Mühtedî: “Geçmişte ve hal-i hazır­daki işlerden ötürü insanlara zulmetmekten Allah’a sığınırım, in­sanlardan bu türlü ağır vergiyi kaldırınız”, demiştir. Hasan b.

Mahled, halîfe Mühtedî’ye:

– Geçip giden halîfeler bu türlü vergileri kaldırsaydılar her yıl hazînelerinden 12 milyon dirhem kıymetinde mallar çıkmış olur­du. Bu söz üzerine Halîfe Mühtedî,

–  Hazînenin malının tamamının gideceğini de bilsem hakkı korumak, zulmü yıkmak için bu ağır haraç vergisini kaldırıyo­rum, demiştir.

  1. c)Devlet mallarının ve mülklerinin kayıtlarını lüzumu ânında kontrol etmek. Bu işle görevli memurlar halkın devlet ma­lından yararlanacağı miktarı, kimlere ait olduğunu, ne kadarını tekrar devlete iade etmesi gerektiğini esaslı bir şekilde yazarlar. Bu memurlar doğruluktan ayrılır, malların kayıtlarım noksan tutarlarsa gerekli hükümlere göre bu yanlış hareketlerin, önüne geçilir. Anlatıldığına göre:

Mansur, Dîvan kâtiplerinin yolsuzluklarını, işitince onları toplamış, hepsini birden cezalandırmıştır. Bu olay üzerine kâtipler tarafından şu şiir söylenmiştir:

“Ey Halîfemiz, doğruluk ve şeref içinde Allah Ömrünü uzun et­sin.

Bize kötülük de etseler senin afvınla kurtulmaktayız. Sen hal­kın canı ve malı için bir koruyucusun.

Biz kâtipler kötülük ettik, aramızda iyi kâtipler kalmamıştı. Artık biz de ıslah-ı nefs ettik.”

Bunun üzerine Mansur onların tahliyelerini emretti. Şiir söy­leyen kâtibini de mükâfatlandırdı. Çünkü o, kabahatlerini mertçe

açıklamıştır.

Buraya kadar sayılan üç görevde şikâyetçiye lüzum olmadan da doğrudan doğruya bakılmaktadır.

  1. d)Hazîneden kendilerine yiyecek ve içecek yardımı yapılan­lar erzakın geç ve noksan verilmesi hâlinde şikâyet üzerine duru­ma el koymak. Bu konuda hâkim kayıtları kontrol eder, eski veri­lenlerden daha noksan bir miktarda erzak ve maaş verilmişse ve bu noksanlık memurun şahsından ileri geliyorsa ona aradaki nok­sanlık ödettirilir. Kayıtlardan ve hazînenin almış olduğu tedbir­den ileri geliyorsa hazîne aleyhine hâkim karar verir. Bazı ordu komutanları Halîfe Me’mun’a:

“Ordunun aç oluşundan, bu sebeple yağmaya teşebbüs ede­ceklerinden” haberler yazmışlar, Me’mun da: “Şayet erzak âdil dağılırsa aç kalmazlar, karınları doyurulur, takdir edilen hakları (maaşları) verilirse yağmaya teşebbüs etmezler.” diye cevap ver­miştir. Erzakı tam göndermiş, görevlerinde sû-i istimal edenleri görevlerinden almıştır.

  1. e)Gasbolunan mal ve hakları geri vermek. İki gruptur.
  2. aa)İdareci şahısların, bazı şahıslara âit mal ve mülkü ya rağ­betten (onu ele geçirmeyi çok arzulamaktan) veya zorla almaları­dır. Fevkalâde yetkili hâkim durumu açıkça bilirse iadesini emre­der. Durum açık olarak anlaşılmıyorsa duruşma yapar. Mal sahi­bi malı nereden elde ettiğini, isbat ederse mal gâsıbtan alınır, sahibine verilir. Mal, Divân-ı Sultanî’de (Devletin mal deposun­da) ise ayrıca bir delil ve şahide gerek olmadan malı kendisine ve­rilir. Yoksa o zaman tazminata hükmedilmesini emretmiştir.

Halîfe Ömer b. Abdi’1-Aziz, bir gün namaza giderken Ye-men’den gelen ve kötülüğe mâruz kalmış olan bir kişi şu şiiri oku­yordu.

“Sarayınızın kapısında gadre uğrayan, kötülüğe mâruz kal­mış, sizlere çok uzaklardan gelmiş birisi dâva açmakta, hakkının verilmesini istiyor.” Bunun üzerine, Halîfe:

– Sana kötülük eden kim? Kötülük edilen husus nedir?

– Velid b. Abdi’l-Melik arazimi aldı, gasbetti.

– Kuyudâtçı, ganimet mallarına ait defteri getir, dedi.

Halîfe deftere baktığında, Abdullahu’l-Velid b. Abdi’1-Me-lik’in, başkasına ait arazîyi gasbettiğini, temellük ettiğini görür. Bu kaydın düşürülerek dâvâcı Yemenli adına kaydedilmesini, bir miktar da lehine tazminata hükmedilmesini emretmiştir.

  1. bb)Bir kısım menkul malların ve hukukî tasarrufların gasbı. Bu iş de ya idareciler yahut kuvvetli (mütegallibe) şahıslar tarafından yapılır. Mal sahibinin şikâyet ve talebi ile 4 yoldan biriyle mal gâsıbın elinden alınır. Ya gâsıbın ikrar ve itirafîyle, ya fevkalâde işlere bakan hâkimin malın kime ait olduğunu bilme-siyle, ya gâsıbın gasbettiğine dair bâzı delillerin bulunmasiyle, yahut da şahsın malı gasbettiğine dair bazı şahitlerin şehâdeti ve haberlerin ulaşmasıyladır.
  2. f)Vakıf mallarını himaye, koruma: Vakıf mallar iki kısımdır.
  3. aa)Genel vakıflar,
  4. bb)Özel vakıflar.
  5. aa)Genel vakıflardan yararlanmada şahıs, vâkıfın şartına uyuyorsa istifadesine mâni olunmaz. Önlenirse şikâyette buluna­bilir. Vakfın genel bir vakıf oluşu da ya bu işle meşgul olan me­murların kayıtlarından öğrenilir, ya, devletin bu konudaki iznin­den tasarruflarından öğrenilir. Yahut da çok önceden bu hususta geçmiş olan kayıtlardan, vakıfnamelerden Öğrenilir.

Bu üç yoldan biriyle genel vakıf olduğu öğrenilmezse, o vakfın özel vakıf olduğuna hükmedilir.

  1. bb)Özel vakıflardaki ihtilâflarda ise: Vakıf ehli şahıslar hak­kın isbâtı için hâkime müracaat ederlerse ihtilaf çözülür. İhtilaf hâkim önünde görülür. İdare makamlarına gitmeye lüzum yok­tur. Âdil şahitler yoksa eski kayıt ve defterlere de bakılmaz. Mütevelli heyetinin özel vakıf olduğunu belirtmesi, kaydettirme­si yeterlidir.
  2. g) Hâkimler vermiş oldukları kararlardan bir kısmını infaz edemeyince bunların hükmünü yerine getirmek. Çünkü fev­kalâde yetkili mahkemelere bakan hâkimler kuvvetçe daha üs­tün, emirleri daha geçerlidir. Hükmün gereği ne ise onu tamı ta­mına infaz eder.
  3. h)Devlet memurlarının, özellikle maliyecilerin vazifelerini yerine getirirlerken karşılaştıkları güçlükleri yenmek. Memurun aczinden yararlanan, vergisini inkâr eden kimselerin bu hallerine mânı olur. Allah’ın hakkına, kamu hakkına ait konularda yeri­ne getirilmeyen hakları, yapılmayan işleri yerine getirttirir.

ı) İbâdetlerin yerine getirilmesini kontrol eder. Cumaların, bayramların, haccın, harblerin kontrolünü yapar, şartlarını arar, ihlâllerini önler. Çünkü Allah’ın hakkı yerine getirilip yapılma da en üstün bir haktır.

  1. j)İhtilâfa dürmüş olan şahıslar arasında ihtilâf konusu şeye bakar. Hâkimler giDİ gerekli duruşmayı yaptıktan sonra adaletin îcâb ettirdiği ne ise ona göre hükmeder. Hükümde şüpheye düşü-lürse bakılır: İsabet edilen kısımlar alınır, diğerleri bırakılır.

Fevkalâde mahkemeler hâkimi (Mezâlim işleri hâkimi) ile genel mahkeme hâkimi arasındaki farklar 10 kadardır.

1- Fevkalâde mahkemelerin hâkimi heybetli kuvvetli olmalı ki, bu suretle mütegallibeden hakkı alabilsin, onun yaptığı kötü­lükleri Önlesin, husûmetlerin önüne geçsin. Bu şart genel hâkim­de aranmaz.

2- Fevkalâde yetkili mahkemeler hâkimi, dar olan hususları imkân nisbetindt, genişletir, sözleri açık seçik olur, kısa konuşma, özlü karar verme yerine, geniş anlaşılabilir şekilde konuşur, ka­rar verir.

3- Anlaşılması güç gelen hususlarda, yanlış ve doğruyu bil­mek ve bulmak için hakikatin ortaya çıkmasında durumları, şâhidleri, delilleri, sebepleri araştırmak için, tarafları korkut­mak, tazyik altında tutmak için bazı tedbirler kullanabilir. Bu su­retle hak ve hakikate ulaşır.

4- Hükümlerden kaçman, dinlemiyenlere karşılıkta bulunur. Kötülüğün önüne geçmek için gerekli tedbiri alır.

5- Şüpheli işlerde yavaş hareket etmek, şüphenin giderilme­sinde işi geciktirebilir. Bölgenin en büyük idare makamına, valiye gönderebilir. Halbuki genel mahkeme hâkimi böyle bir şey yapa­maz, dâvaları yersiz geciktiremez.

6- Taraflar ihtilâfı karşılık bir hâle soktuklarında fevkalâde yetkili hâkim nzâ ve sulha lüzum olmadan, hal için ihtilâfı ha­kemlere gönderir. Hâkim ise ancak taraflar anlaşınca hakeme ha­vale eder.

7- inkâr alâmetleri gözükürse taraflar ile hiç konuşmaz, arka­daşlık etmez. Kefalet verilmesi mümkün olan yerlerde kefil ister. Yalan ve inkârdan tarafları uzaklaştırır, kendi de uzak durur.

8- Yanlış ve karışık şahitlikte bulunanların yanında diğer şahitleri de bulundurur, bunları yüzleştirir, bilirkişilerin fikirle­rini dinler.

9- Şahitler kasden yeminlerini değiştirirlerse yeniden yemin verir. Şüpheyi gidermek için yemin ve şâhid adetlerini artırır. Hâkim ise böyle bir şey yapamaz.

10- İhtilâf konusunda, işe önce şahitleri celbedip, ifâdelerini aldıktan sonra tarafları dinler. Hâkimlerin âdeti ise, dâvâcı ve dâvâlılar delillerini getirip serdettikten sonra şahide müracaat etmektir.

Dâvalara bakma ve muhakeme usulünde bu 10 farkın dışında fevkalâde yetkili mahkeme hâkimleriyle genel mahkeme hakim­lerinin bir farkı yoktur. Diğer hususlar aralarında müşterektir.[87]

 

C- FEVKALÂDE YETKİLİ MAHKEMEDE YARGILAMA (MUHAKEME) USÛLÜ

 

Fevkalâde mahkeme hâkimine getirilen dâva üç durumdan birine girer, a) Ya bir hakkı kuvvetlendirmek, isbât etmek için. b) Ya bir hakkı zayıflatmak, düşürmek, ıskat ve iptal için, c) Ya bu iki maksadın dışında dâva açılır, duruşma ya­pılır.

  1. a)Dâva bir hakkı kuvvetlendirmek, isbât için açılıyor ve hak­kı kuvvetlendirici 6 durum mevcutsa dâva konusu hak, kuvvet kazanır, isbât edilmiş olur.
  2. aa)Hâkim yazılı olan hususta ve âdil şahitler huzurunda du­ruşma yapar. Burada hâkim iki şeye bakar.1- Şahitlerin ifâdesini alır. 2- İnkâr edenin durumunu tesbit. Bu iki işi dâvâcı, hâkimden ister ve hâkim de istenilen bu hususları bir vazife olarak yerine getirir.

Fevkalâde mahkeme işlerine bakan hâkim, vezir veya eyâlet valisi ise dâvanın taraflarına, şahitlerin ifâdesine bakar, duruma göre bir karar verir. İsterse o bölgenin genel hâkimine gönderir, şahitlerin ve tarafların ifâdesi orada alınır, inkâr edenin inkârı orada tesbit edilir. Anlatıldığına göre:

Halîfe Me’mun’Pazar günleri mahkeme işlerine bakarmış. Bir gün mahkemesinde yırtık bir elbise içinde bir kadınla karşılaşır. Kadın Me’mun’a şu şiiri okur:

“Ey kendisini adaletten ayırmayan, âdil ve insaflıların en ha­yırlısı, ülkeleri aydınlığa kavuşturan halîfe,

Bir dul kadın sana vergi memurundan şikâyet ediyor. O, za­vallı kadının haklarına tecâvüz etti, halbuki kadının koruyucusu nâmına kimsesi yoktu.

Korunmuş arazîsine tecâvüz etti. Halbuki benim ne ehlim ne yavrularım vardır.”

Me’mûn ellerini yavaşça oğuşturdu ve şu şiiri okudu:

“Anlattığın doğru ise bende sabır kalmamıştır, failine ceza ve­rilir. Bu olay kalbimi hasta ve üzüntülü yaptı.

Şimdi öğle namazı vaktidir. Git, hasmınla beraber duruşma günü gel.

Duruşma günü Cumartesi günüdür. O gün hüküm verir, neti­ceye ulaşırsam ne âlâ. Yoksa senin hakkın için Pazar günü de duruşma yaparım.”

Kadın, gitti ve Pazar günü mahkemede hazır bulundu. Me’mun kadına,

– Hasmın kimdir? dedi. Kadın:

– Önünde ayakta duran, Emiru’l-Mürmininin oğlu Abbas, de­di.

Me’mun, hâkimi Yahya b, Eksem’e, bir rivayete göre de veziri Ahmed b. Ebî Halide dedi ki:

– Kürsüye otur, aralarındaki ihtilâfa bak. Me’mun kadısıyla kürsüye oturdu. Halîfenin huzurunda hâkim duruşmayı yaptı. Kadının sesi yüksek çıkınca, Me’mun’un adamları mâni olmak is­tediler. Me’mun:

–  Bırakın konuşsun. Hak konuşturur, bâtıl susturur, dedi. Hâkim, dâvâcı kadının sözlerini değerlendirdi. Şikâyetçi kadının bazı mallarını geri vermedi. Bu durum üzerine Me’mun, hâkime:

– Onun malının tamamını ver. Hak en doğru olandır. Kötü dü­şünceler insanı ihtirasa sürükler.

Me’mun olayı dinlediği şekilde hareket etti. İki sebepten ötürü de asıî dâvaya girmemiştir. Birincisi, dâvâlının oğlu oluşu ve bu durumda onun lehine hükmetme ihtimali. Çünkü yakın akraba dâvalarına girilip lehine hüküm verilmez. Ama aleyhlerine hü-küm verilebilir. İkincisi, taraflardan biri kadındır ve aralarında eşitlik yoktur. Hakkının alınmasında yardıma muhtaçtır. Oğlu­nun esasen mevkii yüksektir. Bu sebeplerledir ki verilen kararı bizzat infaz etmiştir.

  1. bb)Yazılı delil ile birlikte şahidin de bulunması. Bu tür dâvalarda 4 şeye bakılır.1- Dâvâlı sıkıştırılır, sıkıştırmanın sonu­cu yasılı şeyi ikrar ederse, o belge dâvanın esası için delil teşkil eder. 2- Şâhidlerin yeri biliniyor, mahkemeye davetleri de güçlük arzetmiyorsa, mahkemede hazır bulunmaları istenir ve onlar dinlenir, 3- Dâvâlıya duruma göre üç misli veya daha fazla bir şart-ı cezaî ile dâva konusu şeyi ödemesi istenir. 4- Dâvaya bakılır. Eğer zimmette olan menkûl mal ise, dâvâlıya bir kefil bulması, teminat vermesi emredilir. Böylece mal Ödenir hale konulur. Gayr-ı menkûl, gelir getiren bir mal ise, mal hacredilir, geliri yed-i emîne bırakılır. Yed-i emine, hak sahibi tesbit edilince vermesi emredi­lir. El koyma süresi uzar, şahitlerin hazır bulunma ümidi de ol­mazsa, fevkalâde muhakeme işlerini yürüten hâkim dâvâlıyı taz­yik eder, malı hangi yolla kazandığını sorar, ona göre hüküm ve­rir.

Mâlik b. Enes, bu türlü dâvalarda dâvâlıya malı hangi yolla el­de ettiğim her durumda sorar, der. Şafiî ve Ebû Hanîfe buna lü­zum duymaz. Fevkalâde muhakeme işlerine bakan hâkim, dâva için münâsib ne ise onunla hareket eder. Yalnız bir şeye bağlanıp kalmaz. İhtilâfı halleden kararı imzalar ve o şekilde taraflara ve­rir. Eğer yalnız bir mes’elede durumu aydınlığa kavuşturmaksa, dînin gerektirdiği ne ise dâvâlılar arasında ona göre hüküm verir.

  1. cc)İhtilâf konusu, yazılı belgeye dayanıyor ve o konuda şahitler de varsa, hâkim şahitlerin mahkemede hazır bulunması­nı ister. Şahitlerin durumlarını görür, onları üç halden birine göre değerlendirir. O şahitler masum ya kimselerdir, şahitlikleri din­lenir, bayağı kimselerdir. Durumlarını kuvvetlendirici bir şey de yoktur. Dâvâcı, hasmını korkutmak için onları şahitliğe zorlar. Hâkim bu durumda onlardan doğru söylemelerini temine çalışır. Yüzde yüz bir itibar yoktur. Yahut da orta durumlu şahıslardır. Hâkim durumlarını araştırdıktan sonra, şahitlikten önce veya sonra yemin verilmek suretiyle şahitlikleri muteber sayılır. Son iki grup şahidin şâhidîiğinde üç işlem vardır:

– Şahit ya bizzat olayı görmüş, duymuştur. Bu durumda hâkim bu şahitlikle hükmeder. 2- Ya o şahsın işittiği, hâkime söy­lenmiştir. O takdirde hâkim şahsı mahkemeye çağırır, ifâdesini alır. Kendince âdil bir şahit olduğu sabitse, şahitliği ile karar ve­rir. Yoksa ifâdesini nazara almaz. Son iki grup şahidin işittiği, âdil şahitlere ulaşmışsa bu takdirde hâkim âdil şahitlerin işittiği şeyleri araştırır. Hükmün geçerli olması için, âdil şahitlerle diğer­lerinin ifâdelerinin sıhhatini inceler, karşılaştırır, araştırmalar yapar.

  1. dd)Dördüncü durumda; dâva konusu şey, hem yazılı belgeye ve hem de ölü şahitlerin şahitliğine bağlı ise, pek tabiî hâkim şahitlerin ifâdesine müracaattan mahrumdur. Yazı güvenilirse hâkim üç şeyi ele alır.1- Davalıyı sıkıştırır, hakkı itirafa zorlar, adaletin gerektirdiği ne ise onu temine çalışır. 2- Hakikatin araş­tırılması, açıklanması babında malı hangi yollarla iktisab ettiğini araştırır. 3- Mülkün komşularından ve dâvanın taraflarından du­rumu sorar, hakkın aydınlanmasına, haklının tesbitine çalışır. Bu üç yoldan biri veya hepsi ile neticeye ulaşamazsa: Tarafların kabul ve hürmet edeceği birinin hakemliğine müracaat eder. Ve­ya dâva konusunda bilirkişi tâyin eder. Onların vereceği karara uymalarını, sulhl aşmalarını sağlar. Bilirkişi ve hakem ikiden biri lehine işi çözer ve hâkimin hükmü gibi ihtilâfı sona erdirir.
  2. ee)Davacının elinde; dâvâlıya âit bir yazı, sened bulunur, dâvâcı buna istinaden dâva açarsa: Hâkim dâvâlıdan, yazının kendisine âit olup olmadığını sorar. Dâvâlı kendine ait olduğunu itiraf ederse, yazı muhtevasının doğru olup olmadığını sorar; dâvâlı onu da kabul ederse borcu ikrar etmiş olur. İkrarı ile ilzam edilir. Yazıyı kabulle beraber, yazı muhtevasını kabul etmezse, hâkim örfe itibar ederek yazı muhtevasının da doğruluğuna hük­meder. Fakat hukukçuların tamâmı, yazıyı kabulün, borcu kabul anlamına gelmediğini savunurlar. Hâkime düşen görev, yazının muhtevasına bakması, ne şekilde ve sebeple yazıldığını araştır­masıdır. Dâvâlı, “Ben yazıyı bana ödünç para vermesi için yazdım. Halbuki Ödünç para vermedi.” veya “Sattığım malın bedelini ver­mesi için yazdım ama bedeli vermedi…” diyebilir. Duruma göre hâkim dâvâlıyı sıkıştırmak suretiyle ve deliller aramakla netice­ye ulaşmaya çalışır. Tarafları sulha davet eder, sulhl aşmazlarsa yemin vermek suretiyle ihtilâfı çözer, kararını verir. Dâvâlı yazıyı inkâr ederse, bilirkişi huzurunda dâvâlıya yazı yazdırmak sure­tiyle yazıları karşılaştırır. Benziyorsa ona ait olduğuna hükme­der. Bazı hukukçular önce yazı yazdırmanın aleyhindedirler. Dâvâlı itirafa zorlanır. Sonra yazı yazdırılır. Yazı, benzemiyorsa bu defa dâvâcı sıkıştırılır. Her ikisi bir hakeme havale edilir, sulu­laşmaları istenir. Sulhl aşmazlarsa yemin teklif etmek suretiyle aralarında kesin hüküm verilir.
  3. ff)Dâvanın esası hesâb-ı carîlerin tetkiki, hesapların kontro­lü ise: Bu nevi dâvalar, ticarî alandadır. Hesabın durumu iki şekil­de olur. Ya dâvâlı veya davacının hesabıdır.

1- Davacının hesabı söz konusu ise: Şüphe taşıması zayıftır. Hâkim, davacının hesabının intizamına, doğruluğuna bakar. He­sapta hîle ve fesat ihtimâli varsa, hesâb-ı câri nazara alınmaz, dâvanın zayıf oluşunu gösterir. Hesaplar muntazam, doğru ve kuvvetli ise, şahitlerle birlikte, dâvâlı da tazyik edilerek ifadesi alınır, durumun tetkiki için hesaplar bilirkişiye1 havale edilir. Ve­receği rapora göre hüküm verilir.

2- Dâva konusuna esas olan hesaplar dâvâlıya aitse, bu du­rumda dâva daha kuvvetlidir. Hesapları yazan ya dâvâlıdır, ya­hut kâtibidir: Yazı dâvâlıya aitse fevkalâde mahkeme hâkimi, yazının kendine âit olup olmadığını dâvâlıdan sorar, itiraf ederse, muhtevasının ne olduğunu bilip bilmediği de sorulur. Ne olduğunu ikrar ederse, doğruluğunu bilip bilmediği sorulur. Bunu da ikrar ederse hesabın doğruluğunu kabul etmiş sayılır. Dâva konusu şeye, hükmedilir. Yazının kendisine ait olduğunu kabullenir, fakat muhtevasını bilmediğini söylerse, hâkim örfe dayanarak dâvâlı aleyhine hükmeder. Çünkü hesâb-ı carîler rastgele yazılan hesaplardan daha sıhhatli sayılır. Fakat hukuk­çulardan bir grup bu tatbikatın aleyhindedirler. Daha önce de istiktâba karşı oldukları belirtilmişti. Dâvâlı, yazının doğruluğu­nu itiraf etmedikçe hakkında kesin hüküm verilmez. Bilirkişiye havale edilir. Bilirkişi raporuna dayanan mahkeme kararı ile dâva sona erer.

Yazı, dâvâlının kâtibine aitse, sual ona yöneltilir. Fakat kâtibe sual sormaya geçmezden önce, dâvâlıya dâva hakkında sorular sorulur. Dâvâlı yazı muhtevasını itiraf ederse, dâva karara bağlanır. Dâvâlı hesap muhtevasını itiraf etmezse, kâti­bine hesaplar hakkında sorular sorulur. Kâtip de inkâr ederse şüphe zayıflar. Kâtip hakikaten töhmet altında ise sıkıştırılır. Güvenilir birisi ise tazyik edilmez. Bunun üzerine kâtip, yazının doğruluğunu itiraf ederse, dâvâlı aleyhine şahit olmuş olur. Adil bir katipse, şahitliğiyle dâvâlı aleyhine hükmedilir. Duruma göre şahitle birlikte davacıya da bir tamamlayıcı yemin teklif edilir. Çünkü muhakeme anındaki durum fevkalâde yetkili mahkeme­lerde hükümlerin değişik oluşuna tesir eder. Her bir duruma göre de sıkıştırmada, tazyikte bir sınır vardır ve hâkim bunu aşamaz. Şahitlerin, tarafların derecesine göre durumları ayırt edilir, taz­yik altında bulundurmada bu, esas olur.[88]

 

D- DELİLLERİN İBRAZI,

İADE-İ MUHAKEME USÛLÜ         

                    

Şayet dâvayı zayıflatıcı bir hâl olur, yeni deliller ortaya çıkar­sa, yukarıda sözü edilen 6 duruma zıt olarak 6 zayıflatıcı durumla karşılaşılır. Bu durumlarda da bâzan dâvâlı bâzan da dâvâcı tara­fı tazyik etmek gerekir. Şöyle ki:

  1. a)Dâva yazılı belge ve âdil şahitlere dayanıyor fakat şahitler dâvanın bâtıllığı konusunda şahitlikte bulunmuşlarsa o zaman 4 durum söz konusudur.1- Davacının iddia etmiş olduğu şeyi, esa­sında dâvâlıya sattığına dair şahitlikte bulunurlar. 2- Davacının iddia etmiş olduğu şeyde hakkı olmadığına şahitlik ederler. 3-Kendisine mal intikal etmiş olanın, malın mülkiyetinin dâvâlıya intikâl ettiği konusundaki ikrarına şahitlik ederek, davacının malda hakkı olmadığını belirtiler. 4- Dâvâlının lehine olarak dâva konusu malın mâlikinin dâvâlı olduğuna şahitlik ederler.

Bu durumlarda davacının dâvası bâtıl olur. Fevkalâde yetkili mahkeme hâkimi, davacıyı durumuna göre cezalandırır. Beyânında, bir korku ve sıkıntı sonucu malı satmış olduğunu ha­tırlatırsa, satış mukavelesine bakılır. Korku ve zaruret sonucu satmadığı anlaşılırsa, dâvâcı tarafın iddiası kuvvetini kaybeder. Dâvâlı taraf böyle bir ikrahı hatırlamıyor ve ikrah durumu da se-zilivorsa şüphe kuvvet kazanır. Korku iki yönde olur. Dâva konu­su muamelenin yapıldığı andaki deliller, belgeler korkunun olup olmadığını gösterir. Gerekli araştırma yapılır. Komşu ve arka­daşlarından tarafların durumu hakkında bilgi istenir. Yazının görülen durumunun aksine bir beyânda bulunulursa o beyanla hüküm verilir. Böyle bir açıklamada bulunulmazsa, yazının altın­daki imza ile şahitlerin şahitliği önem taşır. Ve dâvâcı korku ve sı­kıntı içerisinde satılmadığı konusunda dâvâlıya yemin teklif eder.

İslâm Hukukçuları bu nevi dâvalarda yemin teklifi konusun­da ayrılık göstermişlerdir. Ebû Hanîfe ve bir kısım Şâfıîlere göre: İhtimâlleri gidermek için davacının böyle bir yemîn teklifine hak­kı vardır. Diğer bir kısım Şafiî hukukçuları aksi görüştedirler. Çünkü önceden ikrarı geçen bir şahsın, sonradan yemin teklifinde bulunması ikrarını, yalanlar. Dâvayı yürüten hâkim tarafların durumuna bakarak karar verir. Dâva konusu zimmette olan bir borç için de olsa ve dâvâlı zimmetten kurtarıcı bir yazıyı ibraz et­se, “Bu yazı, alacağım alınmadan yazılmıştır. Ben alacağımı al­madım,” dese, dâvâlıya yemin teklif edilir. Daha önce buna benzer bir hususun açıklaması geçmiştir.

  1. b)Yazılı belgelere dayanan dâvanın âdil şahitleri gâib olursa, bu durumda iki hareket tarzı vardır, aa) Dâvâlının inkârını ihtiva eden “Onun bu malda hakkı yoktur. Çünkü ben onu davacıdan sa­tın aldım ve bedelini de ödedim. Bu vesika benim taahhüdüme şahittir. Yalnızca taahhüdümü göstericidir” şeklinde beyânda bu­lunursa, dâvâlı, dâvâcı duruma geçer. Vesika mevcut, fakat şahitleri ortada yoktur. Mal kendi tasarrufundadır. Vaziyet dâvalı lehinedir. Genel durum da bunu göstermektedir. Mülkiyeti sabit olmazsa her iki taraf durumlarına göre baskı altında tutu­lur. Mümkünse şahitlerini mahkemede hazır bulundurmaları is­tenir. Mümkün değilse hakeme havale edilirler. Hâkim huzurun­da rızâ ile sulhlaşırlarsa esas hakkında hüküm verilir. Şahit din­lemekten vazgeçilir. Sulhlaşmazlarsa tarafların komşularından, mülkün komşularından şahitler aranır. Fevkalâde mahkeme hâkimi araştırma ânında üç durumdan birine göre görüşünü açık­lar. Ya durumun takdiri ile ictihadda bulunur, ya satışa dâir bir delil mevcutsa malı dâvâlıdan alır, davacıya teslim eder. Yahut da malı yed-i emîne teslim eder. Malın muhafazasını ve semeresini, ileride tesbit edilecek hak sahibine verilmesini emreder. Dördün­cü bir durum da, malı dâvâlıda bırakır, fakat mal üzerinde dâvâlının tasarruf yetkisini kısıtlar, semerelerin korunmasını emreder, ileride tesbit edilecek hak sahibine teslim ettirir. Bu şe­kilde harekette bulunması da: Araştırma sonucu hakkın ortaya Çıkması, şahitlerin şahitlikte bulunmaları için beklenilmesi sebe­biyledir. Şahitleri dinlemek mümkün olursa dinlenir, ondan son­ra kesin hükmünü verir. Dâvâlı davacının yemin etmesini isterse dâvâcı yemin eder. Bu da aralarındaki ihtilâfı kesin olarak sona erdirir.
  2. bb)Dâvâlının inkârı, itiraf sebeplerini ihtiva etmezse, yâni mücerred inkârda bulunursa, “Bu mal benimdir, davacının bir hakkı yoktur” derse, c takdirde eldeki vesikanın dâvâcı hakkında şahitliği, iki yönden biriyledir. Bu vesika; ya malda davacının bir hakkı olmadığına dairdir, yahut da dâvâlının malı olduğuna dair­dir. Mal dâvâlının elinde ise artık ondan, geri alınmaz. Fakat yet­kili hâkim hakikatin tesbitine kadar mal üzerinde dâvâlının ta­sarruf hakkını kısıtlar, semerelerin korunmasını, saklanmasını emreder. Araştırma sonucu kesin hükmünü verir.
  3. c)Yazılı belgenin karşısında olan, belgenin aksine şahitlikte bulunanlar, âdil, dürüst kimseler değillerse, fevkalâde mahkeme hâkimi dâvâcı yönünden şahitlerin yukarıda sözü geçen üç duru-

munu araştırır. Dâvâlının inkârı mücerred mi, değil mi, bunun üzerinde durur. Daha Önce hâkimin bu gibi durumlardaki hareket tarzında belirtildiği gibi, hâkim kendi rey ve ictihâdiyle hükme­der.

  1. d)Yazılı belgenin şahitleri âdil, fakat vefat etmişlerse, bu hal­de yazılı belgeye dayanarak incelemeler için gerekli baskı yapılır, bilirkişiye gönderilir. Dâvâlının inkârının mücerred veya mevsuf bir inkâr olup olmadığı, sebebi ihtiva edip etmediği üzerinde du­rulur, neticede kesin hüküm verilir.
  2. e)Dâvâlı, davacının yazısıyla yazılmış bir vesika ibraz etmesi ve davacının dâvasında yalancı olduğunu savunması. Hâkim bu belgeyi inceler, durumun gerektirdiği şekilde karar verir.
  3. f)Dâvanın bâtıl oluşunu ortaya koyan bir hesap listesinin ser-dedilmesi. İbraz edilen bu hesap listeleri üzerinde önce de belirti­len usulde bir inceleme yapılır. Taraflara baskılarda bulunulur, araştırmalar yapılır. Neticede duruma göre kesin hüküm verilir.[89]

 

E- DELİLLERİN MÜSÂVÎ OLMASI HÂLİNDE HÜKÜM VERME

 

Dâva, kuvvetlilik ve zayıflık sebeplerinde isbât edici veya çü-rütücü delillerden uzak olur, kuvvetlendiren veya zayıflatan hiç­bir sebep bulunmazsa, bu takdirde dâvaya bakan fevkalâde yetki­li hâkini, tarafların gâlib zannına dikkat eder. Böyle dâvalarda dâvâlı ve davacının durumu 3 halden birini taşır. Ya dâvâcı taraf­ta şüphe üstündür. Ya dâvâlı tarafta zan üstündür. Ya her iki ta­raf zan ve şüphede müsavidir. Hüküm vermeye medar olacak üs­tün bir zan taraflarda yoktur.

Büyük bir ihtimalle dâvâcı taraf lehine bir durum varsa şüphe dâvâlı tarafta üstündür. Ya her iki taraf zan ve şüphede müsavidir. Davacının herhangi bir delili olmamasına rağmen, dâvâlının kuvvetli, dâvâcımnsa zayıf birisi olmamasıdır. Dâvâcı bu durumu serdeder.

Meselâ: Evinin veya malının gasbedildiğini iddia edenin ken­di vücud ve ahlâkî durumuna, gasbedeninse vücud yapısına, ahlâkî durumuna hâkimin dikkatini çeker. Hâkim bu hallere ba­kar. Veya davacının emin, güvenilir olduğu herkesçe bilinir, dâvâlının da yalancı, emânete hıyanette bulunan, biri olduğu yine herkesçe bilinirse o takdirde, büyük bir ihtimâlle davacının dâvasında doğru olduğu düşünülür.

Yahut da dâvâcı ve dâvâlı bedenî ve ahlâkî bakımdan eşit olur­lar, malın ilk mâlikinin dâvâcı olduğu bilinir, dâvâlının eline ma­lın sonradan hangi yolla geçtiği bilinmezse bu üç durumda Mezâlim Hâkimi (Fevkalâde yetkili mahkeme hâkimi) iki şey ya­par. 1- Şüphe taşıdığından dâvayı sıkıştırır, 2- Dâvâlının mülki­yetine malın giriş sebebini sorar. Çünkü Mâlik b. Enes, bu durum­da dâvâlı şüphe taşıyınca aleyhine hüküm vermeyi belirtmiştir.

Dâvâlı lehine şüphe üstün olur ve buna rağmen mevkiinin ululuğundan söz ederek duruşmaya gelmezse, elindeki mal davacıya verilir. Bu konuda Musa’l-Hâdî’den şu olay nakledilir:

Musa’1-Hadî, fevkalâde mahkemede duruşma yapmak için kürsüye oturur. Huzurunda şöhret sahibi Ammâre b. Haraza ve halktan dâvâcı olarak da bir adam ayakta durmaktadır. Adam, Ammâre’nin, malını gasbettiğini iddia etmektedir. Halîfe Hadî, her ikisinin de oturmalarını emreder. Ammâre şöyle der:

– Ey Halîfe, şayet mal onunsa mal hakkında bir şey iddia etmi­yorum. Mal benimse ona bağışladım. Yine bir şey iddia etmiyo­rum. Büyük Halîfe’nin huzurunda içtimâi mevkiimi bir mala sat­mam.

Fevkalâde mahkeme işlerini yürüten hâkim, davacıya hakkı­nın verilmesi hususunda yumuşaklık gösterir, fakat mal pek büyük ve kıymetli ise, yahut da bir tehlikenin ortaya çıkmasından korkuluyorsa, Avn b. Muhammed’in şu olayda anlattığı gibi hare­ket eder.

Basra’da bir nehrin etrafındaki arazîlerin kendilerine âit ol­duğu hususunda iddiada bulunan ora halkı, Halîfe Mehdî’yi Hâkim Ubeydullah b. Hasanu’l-Anberî’ye dâva ederler. Ubeydul-lah arazîyi ne Mehdiye ve ne de ora halkına verir. Halîfe Harun Reşid zamanında tekrar dâva açarlar, Ca’fer b. Yahya dâvaya hâkimlik eder. Arazîyi yine halka vermez, fakat Harun Reşid’den 20000 dirheme bu arazîyi satın alır ve bölge halkma bağışlar. Hal­ka şöyle der:

– Halîfenin hakkı sizin hakkınızdan üstündü, memuru onu sa­tın aldı ve size bağışladı.

Bu olay karşısında Şâir Selma da şu şiiri okumuştur:

“Güneşin yanında ay gibi birisi, elindeki bol parasını emri al­tındakilere ve o yer halkına harcadı, bağışladı.

Halk zannetti ki: Bu ârâzi elden gidip kendileri helak olacaktı. Halbuki zaman daha enteresan bir olay gösterdi.

İhtilaflı arazîyi onların lehine çözdü. Halbuki onlar zamanla­rında boyunla göğüs arası daracık bir yerdeydiler.

Başka birisinin ihtilâfı bu tarzda çözeceği umulmazdı. Şüphe­siz iyi insanlar her zor işte hazır bulunurlar, imdada yetişirler.”

Muhtemelen Cafer b. Yahya bu işi şu sebeple yapmıştır: Ha­run Reşid’in şahsını mahkemeden uzak tutmak için. Harun Reşîd’in de bu şekilde yapışı, muhtemelen kendisinin, kardeşinin ve babasının halka kötülük düşünen birer insan olmadıklarını göstermek içindir. Ne türlü bir ihtimal olursa olsun hak, ehline ve­rilmiştir, ihtimâller davalı lehine de olsa.

Bu türlü hareket üç sebepten ileri gelir. 1- Davacının zâlim ve hâin oluşu, dâvâlınınsa nısfet sahibi ve güvenilir bir şahıs olduğu herkesçe bilinirse, 2- Davacının alçak, bayağı bir insan olması, dâvâlının ise temiz, makam sahibi biri olması. Bu durumda davacıya bir yemin teklif edilir. 3- Dâvâlının mülkiyetine malın giriş sebebi bilinir, davacının mülküne giriş sebebi bilinmezse. Sayılan bu durumlarda büyük bir ihtimâlle hak, dâvâlı tarafta, şüphe ise dâvâcı taraftadır.

Mâliki mezhebine göre, dâva bu şekilde ise hâkim mucib se­bepleri dinledikten sonra esasa girişir. Mal zimmet altında ise davacının, delîl ikâmesinden, zimmetin kendisiyle dâvâlı arasın­daki bir muameleden çıktığına taraflar deliller getirdikten sonra dâvaya girişir.

İmam Şafiî ve Ebû Hanîfe, bu nevi dâvalarda verilen kararlan kazâî bir hüküm olarak görmezler. Fevkalâde mahkeme işlerine bakmanın asıl hükmü vâcib değil, caizdir. Şüpheler belirdiğinde, kötülükler, inadlar zuhur edip yayıldığında bu ihtilâflara bakılır.

Hakikatin ortaya çıkmasında hâkim sebepleri genişçe araştı­rır. Dâvâlıyı hükmün vüs’atına göre korur. İş kesin sonuca bağ­lanmak için yemin ettirmeyi gerektiriyorsa yemin yaptırılır. Taz­yik ve nasihat yeterli değilse bu şekilde hareket edilir. Her duruş­mada kesin sonuca ulaşmak isteniyorsa taraflara yemin verilir. Davacının isteğine göre de bir yemin yeterli sayılır.

  1. c)Tarafların herhangi birinin delilleri diğerinin delillerine tercih edilemiyorsa bu takdirde her ikisine de gerekli nasihat ya­pılır, hâkimler ve fevkalâde mahkeme işlerini yürütenler aynı işi yaparlar.

Fevkalâde yetkili hâkim nasihattan sonra her ikisini, eşit ol­maları sebebiyle baskı altında tutar. Sonra dâvanın aslını, mülki­yetin geçiş sebebini araştırır. Araştırma sonucu haklı olan bilinir­se onunla amel eder. Araştırma ile ihtilâf yine çözümlenmiyorsa, o zaman iş, muhitin tanınmış kimselerinin hakemliğine havale edilir. Hakem, ihtilâfı çözmeye çalışır. O da çözemezse, işi geriye hâkime havale eder; normal muhakeme usulüne göre istinabe suretiyîe o yerin genel hâkimi kesin olarak dâvayı sonuca ulaştırır

Her ne zaman Mezâlim idarecilerine (Fevkalâde yetkili mah­keme hâkimlerine) müşkil husûmetler arzedilirse işin uzamama-sı için tecrübeli ve âlim kimselerin bu zor işleri açıklamaları iste­nir. Zübeyr b. Bekkâr’m Îbrahimu’l-Hızamî b. Muhanımed b Manii -Gaffarı’ den rivayet ettiğine göre:

Bir kadın, Hz. Ömer’e gelir ve şöyle der:

– Ey Halîfe, şüphesiz kocam gündüzleri oruç tutuyor geceleri namaz kılıyor, onu şikâyet etmeyi uygun bulmadım. Çünkü o Al­lah’a ibadet yapıyor. Hz. Ömer,

– Kocan ne güzel bir kocadır, der.

Kadın olayı tekrar anlatır, Hz. Ömer yine aynı cevabı verir Hz. Ömer’e Ka’b b. Sevrul-Esedî şöyle der:

– Ey Halîfe, bu kadın kocasından, kocalık vazifelerini yapma­dığı için şikâyette bulunmaktadır.

Bunun üzerine Hz. Ömer:

–  Kadının sözlerini anladığın şekilde aralarında karar ver der. Ka’b, kadına; bana kocanla birlikte gel, der. Kadın kocasını getirir.

– Karın senden şikâyet ediyor, dert yanıyor, ne dersin? Koca,

– Yeme ve içme hususunda mı benden şikâyetçi? der Ka’b

– Hayır, ikisinden başka bir şeyden. Bunun üzerine kadın su şiiri okur:

“Ey her şeyi bilen, olgun hâkim. Kocam yatağından ayrılıp namazgahına gitmekte.

Yatağından ayrılıp, ibâdetine gitmede, gündüz ve gece uyu-mamaktadır.

Kadınlara mahsus işlerden herhangi birini ondan görmedim ki, ona teşekkür edeyim. Ey Ka’b, tereddüt göstermeden kesin hükmünü ver.”

Kadının kocası da buna karşılık olarak şu şiiri okur:

“Beni, onun yatağından ve gelinlik odasından, gönderilen ilâhî emirler soğuttu, uzaklaştırdı.

Nahl sûresinde ve yedi uzun sûrede ve Allah’ın kitabındaki di­ğer korkutucu hükümler beni ondan uzaklaştırdı.”

Ka’b da şu şiiri okudu:

“Ey adam, kadının sende hakkı vardır. Düşünen bir insan için dörtte bir hakkı vardır.

Onun hakkını ver, hastalıklarından vaz geç.” Sonra adama dedi ki:

Allah erkeklere ikili, üçlü, dörtlü olarak kadınları helâl etti. Sen üç gün ve gece Rabbma ibâdet edebilirsin, bir gece de kadını­na hizmet edeceksin.

Bu açıklama üzerine Hz. Ömer, Ka’b’a dedi ki:

– Allah’a and içerim ki; onların işini anladığından mı, daha ön­ce bildiğinden mi, yoksa aralarında yargılama yapıp hüküm ver­diğinden mi, böyle bir sonuca ulaştın, bilmiyorum? Git, seni Bas­ra’ya hâkim tâyin ettim.

İşte bu hükümde karar Ka’b’dan, tasdik ve imza, yerine getir­me de Hz. Ömer’dendir. Bu türlü hüküm verme caizdir. Çünkü bir koca. karısına günleri taksim edip belirli günlerde bir defa yatağı­na girmek olmaz. İstediği an girebilir. Olay gösteriyor ki fevkalâde yetkili hâkim caiz olan şeyle hüküm verir. Kesin, bağla­yıcı olanla hüküm vermez.[90]

 

F- FEVKALÂDE YETKİLİ MAHKEMELERİN KARARLARININ TEKEMMÜLÜ

 

Fevkalâde yargı işlerine bakacak hâkimin bu işe tayini ve an­lattıklarına hüküm verişi, araştırmada bulunuşu iki şekildedir. Ya bizzat bu işle görevlendirilmiş biridir, yahut değildir.

  1. a)Görevlendirilmiş bir kimse ise aynen hâkimin taraflar ara­sında ihtilâfa bakıp hüküm verip imza ve infaz edişi gibidir. Ama fevkalâde yargı işlerine bakanın asıl memurun imza edişi ya hü­küm vermeye izin verilişinden veya araştırma ve hakemliğe izin verilişindendir. Şayet hükme izin verilmişse kararı hukuken mu­teberdir, ayrıca izin veren şahıs da imza ederse bu, o karart te’kid anlammadır. Herhangi bir kusur karara tesir etmez. Dâvayı araş­tırma ve hasımlar arasında vasıta olmaya izin verilmişse hüküm vermesi ve icra etmesi yasaktır. Hüküm vermiş ve imza etmişse kıymeti yoktur. Özel bir azil durumu mâhiyetini taşır. Yetkisi sı­nırlı olup yalnız ihtilâf konusu şey hakkında delil toplamaktır.

Bununla beraber araştırmaya izin verilmiş, fakat hükmü ye­rine getirmesi yasaklanın amışsa: Bir görüşe göre o hususta bütün yetkileri haizdir. Bu sahada yetki verme diğer hususlarda yasak­lama anlamını taşımaz. Bir diğer görüşe göre de: Bir husus için yetki verme onun hâricindekilerden yasaklama anlamını taşır. Bir başka görüşe göre de: Araştırma ve hakemlik sonucu bir karar vermekten hakem men edilir. Çünkü imzanın hükmü infazın an­lamı kesin delil ifâde eder. Hakemlik ve aracılıkta irnzâ atma, ta­rafları bağlayıcı değildir.

Tetkik ve araştırmada, araştırma sonucunu yerine getirme bağlayıcıdır. Bunu fevkalâde mahkeme işlerini idareye yetkili olan imza infaz edince hüküm verilmiş ve yerine getirilmiş sayılır.

  1. b)Fevkalâde mahkeme işlerine yetkisi olmayan biri atanırsa meselâ bir hukukçunun veya şahidin. Bu takdirde atama üç durum arzeder.aa) Dâvanın araştırıldığını, bb) Taraflar arasında vâsıta oluşu, cc) Hüküm anlamını taşır.
  2. aa)Ferman, ihtilâfın araştırılmasına dâir ise ve bu konuda yetki verilmişse araştırıcı hüküm veremez. Araştırmaya istinaden asıl yetkili hüküm verir, icra eder, tarafları baskı altın­da tutar.
  3. bb)Tayin yalnız aracı olmak için verilmişse taraflar arasında aracı olur. Hakemlik hususunda her türlü yetkiyi hâizdir. Çünkü aracılık özel bir tâyine, idareciliğe muhtaç değildir. Hasımları dinler, aralarını sulhla neticelendirirse bu hâl fevkalâde yargı iş­lerine bakan asıl yetkiliyi bağlayıcı değildir. Şahit varsa şahitlik için dinler. Sulhla bitiremezse, her ikisi aleyhine şahit de varsa ta­raflar fevkalâde mahkeme hâkimine müracaat edince, o şahit de dinlenir. Kararı hâkim verir ve infaz eder. Taraflar için kesin hü­küm arzeder.

Bu durumda imza için iki yol vardır. Birincisi: Hasmın isteği üzerine talep muhtevasına bakılır. Aracılık ve araştırma istek ko­nusuyla sınırlıdır. İnfaz yetkisi emir anlamını taşır. “Talebine ce­vap ver” demek olur. Veya isteği hususunda görüş istenir. Bu tak­dirde tayin işlemi emir anlamını taşımaz. Yalnız görüşün açıklan­ması belirtilir. Hasım söylenmez, dâvada zikredilmez, belirtil-mezse idarecilik sahih sayılmaz. Genel veya özel bir idarecilik söz konusu değildir. Çünkü hasım yok, ihtilâf belli değil. Eğer imza yetkisi emir şeklinde ise icra ve infaz eder, istenilen hususta cevap verir, taraflar arasında hüküm verme konusundaki yetkisi hukuken muteberdir.

Bu türlü tayin ve infaz yetkisi örf ve âdetten çıkan bir durum­dur. Devlet başkanlığının hukukî durumlarından çıkmış sayıl­maz. Dînî hükümlerde ise, örf-ve âdetten çıkan icra ve infazla ilgili âdetler bir kısım hukukçularca muteberdir. İdarecilik de sahih­tir. Bir kısım hukukçular da idare makamından bu konuda bir yetki tanınmasını isterler.

  1. cc)Tayin fermanı taraflar arasında hüküm vermeyi içeriyor­sa, bu durumda duruşmayı isteyenler aralarında cereyan eden hususta, taraflar talebe cevap verilmesini istediklerinde infazı da isterlerse dâvayı yönetmeye, idareciliğe tâyin edilen, şahıs bu ko­nuda İcra ve infazda bulunur ve bu işlem hukuken muteberdir. Hâkim olarak tâyin edilen şahsın vereceği kararda infazının ol­masını arzu eden tarafların bu isteğine rağmen tâyin eden ma­kam imza yetkisi verememezlik edemez. Çünkü tarafların talebi imzayı da yani kararın yerine getirilmesini de içermektedir. İkin­ci bir durum da, dâvâcı infazı ister, dâvâlı taraf hakemin infazını istemezse veya davacının isteğine ımıhâlif bir hususta karar veri­lirse, hakem taraûndan verilip yerine getirilen bu cevap muteber­dir. Çünkü dâvâcı, hakemin kararının infazlı olmasını istemiştir.

İmza ve infaz konusunda üç durum mevcuttur. 1- Hâl-i Kemâl, 2- Hâl-i Cevaz, 3- İki hâlin dışındaki durumlar.

Hâl-i kemal; imzanın kesin ve tam bir mânâ ifade edişi sıhhat yönünden iki şeyi tazammun eder. Bakmaya tam yetki ve hüküm vermeye tam yetki. Burada yetki veren fevkalâde yetkili hâkim tâyin ettiği hakeme: “İki taraf arasındaki ihtilâfa bak ve hüküm ver.” demiştir. Hakem kanunî hükümlere göre karar verir. İmza . ve infazı verdiği karar için bir vasıf olur, şart sayılmaz. Verilen bu imza yetkisi sözü geçen iki şartı ihtiva edince yetki de tam bir yet­kidir. Hakem bir başkasını da hakemlik için tâyine yetkili sayılır. Hal-i Kemâl bundan ibarettir.

Hâl-i Cevaz, imzanın caiz olduğu yer ise; tam infazda aranan iki şarttan yalnız hüküm verme yetkisini tanıyan emirlerdir. “Ta­raflar arasındaki ihtilâfa bir hüküm ver” demektir. Bu takdirde duruşmayı yönetmeye tâyin edilen hâkim hem hüküm verir, hem de infaz edebilir. Ama hüküm verirken ihtilâfa bakması gereki­yorsa ona da bakabilir.

Kâmil veya caiz olmayan imzaya gelince: “Aralarındaki ihtilâfa bak” şeklinde bir emirle tâyin edilmişse bu türlü tâyin idareci anlamına gelmez. Çünkü taraflar arasında hakemliğe de, aracı olmaya da ihtimal mevcuttur. Halbuki ihtimâl taşıyan bir tâyin düşünülemez. Bu sebeple de ne tam ve ne de caiz bir imza yetkisi ve infaz yetkisi, tâyin emrinde belirtilmiştir. Ama “Arala­rındaki ihtilâfa dosdoğru bak” denilmişse bu takdirde tâyin mute­berdir, çünkü hak ile hüküm bunun gereğidir. Bir görüşe göre de böyle bir tâyin de olamaz. Çünkü sulh etme ve aracılıkta bulunma da birer haktır. Emir her ikisine de ihtimâllidir. İhtimâl sebebi ile de muteber sayılmaz. Ama her durumda doğruyu ancak Allah bi­lir.[91]

 

SEKİZİNCİ BOLUM

Nüfûs İşleri

 

A- NÜFÛS İDARECİLİĞİ (NAKÎBLİK) VE

ÖZEL NÜFÛS İDARECİSİNİN GÖREVLERİ

 

Nüfûs idaresi, şerefli olanlar ile onlara denk olmayanların soylarını tesbit ve koruma, soylu olanların idare işlerine getiril­mesine, bunlar arasında emirlerin geçerli olması maksatları ile ihdas edilmiştir.

Bu konuda Peygamber’den (s.a.v) şu hadîs-i şerîf rivayet edil­miştir:

“Soylarınızı biliniz ki, ülkelerinizi ziyaret edesiniz. Çünkü insanın doğduğu yerden daha yakın bir yer olamaz. Ülke ne kadar yakın olsa da ziyareti bırakmayınız. Ülke uzak da olsa ziyaret edilince uzaklık kalkar. Ziyaret edil­mezse ondan da uzak bir toprak, ülke ohnaz.[92]

Nüfûs işlerini koruma ve gözetme 3 şeyden biri iledir. Ya biz­zat devlet işlerini yürüten halîfe tarafından, ya tam yetkili vezir veya bir ülkenin Genel Valisi tarafından, yahut da tam yetkili ve­zir veya Genel Vali (Eyâlet valisi) tarafından görevlendirilen şahıslarca yürütülür. Bu iş için idareci tâyin edecek şahıs, tâyin ede­ceği memurlardan birini Ebû Tâlib soyunun, bir diğerini de Abbasî soyunun sayılması için tâyin eder. Bu şahıslar adı geçen soylardan olur. Bu soylar içerisinde faziletli, dirayetli, keskin gö­rüşlü olanlarını tesbit ederler. Bu sebepledir ki bu teşkilâta “Nakîbu’ş-Şürefâ: Soyluları koruma, gözetme teşkilâtı” de­nilmiştir.

Nüfûs idareciliği iki kısımdır: a) Özel, b) Genel.

  1. a)özel nüfûs idareciliği: Belirtilen hususları, ölçüyü aş-maksızın yürütür. Böyle bir memur olmak için bazı şartlar aranır. Aranan şartları şahsında bulunduran ve özel nüfûs memuru ola­rak tâyin edilen şahsın yapacağı işler ve hakları 12’dir.

1- Kabilenin nesebini, soyunu muhafaza etmek, onların soyla­rına başka soydan karışanları kendi soylarından dışarıya, başka soylara gidenleri tesbit etmek. Bu şekilde soy içine giren ve çıkan­ları tesbit o soyun bozulup bozulmadığını göstermeye yarar.

2- Gelmiş oldukları kolları ayırt etmek, her kolun soylarını bil­mek. Bu şekilde ne kadar zamandır soyların ve kollarının yaşadığı belli olur. Bir defter içerisinde soyları ayırt edici Özelliklerle, baş­ka soyların kendi soylarına karışıp karışmadıkları tesbit edilir.

3- Tâyin edildiği soy veya kabilede doğan ve ölen kız ve erkek­leri, cinsleri kaydeder, kayıttan düşürür. Bunun sonucu olarak doğanın soyu kaybolmayacağı gibi, ölenin soyundan olduğu iddia­ları da önlenmiş olur.

4- Tâyin edilen memur, şerefli insanlara edebli davranmalıdır ki, diğer insanlar da onlara öyle davransın ve böylece Peygamberi-miz’in onlara hürmeti korunmuş olsun.

5-  Bayağı işlerden arıtmak, kötü şeyleri yapmadan alıkoy­mak. Bu şekilde asil soy içerisinden fena şahısların yetişmesine, halka zulmetmeye heveslenen kimselerin çıkmamasına gayret gösterir.

6- Günâha sebep olan işleri yapmadan alıkoymak, harama yö­nelenlerin hareketini Önlemek. Böylece dinlerine daha fazla yar­dımda, kötülükleri gidermede en büyük gayrette bulunmuş olur. Aralarında herhangi bir insan kötü söz söyleyemez, ileri-geri söz sarfedemez.

7- Şan ve şerefleri düşünülerek başkalarına yapacakları veya yapmaları muhtemel kötülükleri önlemek ve başkalarının bunla­ra yapacağı kötülüğü de asaletleri yüzünden önlemek, muhtemel şahsiyet kırıcı taarruzların önüne geçmek. Onları bu nevi kötü ha­reketlere karşı cephe almaya, aleyhinde bulunmaya, kin besleme­ye çağırmak. Kardeşliğe, kaynaşmaya, insanlığa teşvik etmek. Çünkü her zaman için onların kalbi temiz, onlara başkalarınca duyulan hürmet fazlacadır.

8- Maddeten ve manen zayıflamamaları için haklarının alın­masında yardımda bulunmak. İnsaf sahibi olmalarının temini için, başkalarının onlardan alınacak olan haklarının alınmasında aleyhlerinde karşı tarafa yardımda bulunmak. Çünkü onların asaletini korumak ancak onlara insaf etme ve onların da başkala­rına insaf etme siyledir.

9-  Allah’ın emrettiği şekilde taksim edilen harp ganimet­lerinde onlara niyâbeten herhangi bir tercih hakkı gözetmeksizin hisselerini almak.

10- Kız çocuklarının diğer kadınlara nisbeten şerefli olmaları sebebiyle kendilerine denk olan erkeklerle evlenmelerine dikkat etmek. Sayılarının korunması, üstünlüklerine hürmeten böyle yapılır. Velîsiz, denk olmayanla evlenmelerine mani olunur.

11- Onlardan kötülük yapanlara, had cezasının dışında kanla­rını akıtmayın cezalar uygulamaya, iyi olanların da hatâlarına dikkat edilir. Nasihattan sonra hatâları affedilir.

12- Büyük ve küçüklere hürmet ve itaatleri, sevgileri sağla­mak. Vergi memurları gelmezse taksim ve takdir olunan vergiler mükelleflerden alınır. Müstahak olanlarına verilir. Mükelleflerin durumları, şartları araştırılır. Böylece mükellef olanla olmayan, yardım alacak ve almayacaklar ayırt edilir.[93]

 

B- GENEL NÜFÛS İDARECİLİĞİ, GÖREVLERİ VE NÜFÛS İŞLERİNDE MUAMELÂT USULÜ

 

Genel nüfûs idareciliğinin ise, yukarıdaki vazifeleri görme ya­nında beş vazifesi daha vardır.

1- Aralarında çıkan kabile ihtilâflarını çözmek.

2- Yetimlerin mallarını korumak.

3- İşlemiş oldukları kötü işlere cezalar tatbik etmek.

4- Velîsi belli olmayan kızları veya veliliği ihtilaflı kızları ev­lendirmek.

5- Ateh ve sefeh (Bunaklık ve yaşlılık hâllerinde) olanların eh­liyetini sınırlamak, hacr altına almak. Aklı başına gelince hacr, (kısıtlık) hâline son vermek.

Bu 5 yetki ve görevi de hâiz olan genel nüfûs idarecisidir. Nüfûs idarecisi olacak şahsın, hükmünün tesirli olması yönünden ictihad sahibi bir âlim olması gerekir; idareciliği kesinleşince du­rumu iki yön arzeder. Ya verdiği kararlarda, o yerin hâkiminden müstakil hareket eder. Veya hâkimin hükmüyle hareket eder, ba­ğımsız değildir. Genel bir nüfûs idarecisi ise mutlak yetkiyi hâizdir. Bununla beraber hâkim ve nüfûs idarecileri o yerin halkı­nın ihtilâflarına bakar.

Bir yerde özel nüfûs idarecisi var ve hüküm verme yetkisi mev­cutsa, hâkimin yetkisi de genel ise, özel nüfûs idarecisinin görece­ği işlerde onun işleri arasına giriyorsa, hangisi ilk defa ihtilâfa el koymuşsa, onun yaptığı iş muteberdir. Bozma söz konusu olamaz.

Taraflar anlaşamazlar da birisi nüfûs idarecisine, diğeri hakime gitmek isterse, bir görüşe göre, nüfûs idarecisine gitmek tercih edilir. Çünkü özel bir yetkiyi hâizdir. Bir görüşe göre de, nüfûs ida­recisi ve hâkim hüküm vermede eşit hakka sahihtirler. Bu, bir ül­kedeki iki hâkime gitmek gibidir. Dâvanın istediğine gidilir. Ta­rafların her ikisi de müsâvî iseler iki hâl yolu vardır. 1- Aralarında kur’a çekilir, kime çıkmışsa onun istediğine gidilir. 2- Aralarında anlaşıncaya kadar ihtilâfa bakılmaz.

Nüfûs idarecisi neseb dâvalarına bakacaksa ve hâkimin bu hususta yetkisi yoksa, hâkime taraflar müracaat etsin veya etme­sin ihtilâfa bakamaz. Yalnız iki ülke halkı arasında bir ihtilâfsa bu durumda karşı taraftan olan hâkime gitmek istemişse, nüfûs işle­rine bakamıyacak olan hâkim böyle bir ihtilâfta dâvaya bakar. Çünkü her hâkimin yetki sınırlaması, bulunduğu ülkenin halkı arasında çıkan ihtilâflarda geçerlidir; başka ülke halkının davası konusunda yetki sınırlaması bir hüküm ifâde etmez, onların baş­vurusu halinde konu ne olursa olsun bakabilir.

Nüfûs memurunun yetkisi ise kendi bulunduğu ülke insanları arasında geçerlidir, icrââtı başka ülke insanları arasında hüküm ifâde etmez. Bir ülke halkından iki şahıs, aralarındaki nesep ihtilâfında hâkime gitmekte anlaşsalar hâkim ihtilâfa bakamaz. Çünkü yetkili nüfûs memurudur. Sözgelimi Ebû Tâlib soyuna mensup olanla Abbasî soyuna mensup olan arasında ihtilâf mev­cut da her biri kendi nüfûs idarecisine müracaat etmek isterse, iki­sinin nüfûs idarecisi de dâvaya bakamaz. Çünkü taraflardan biri, idaresi altında olmayan soya mensuptur. Burada ihtilâfın çözü­münde iki yol vardır.

1- Her ikisi de ülkenin genel valisine giderler. Eyâlet valisi ve­ya sultanın ya bizzat kendisi uyuşmazlığı çözer veya görevlendire­ceği birine, ülkesinin bu ayrı soylara mensup insanlarının ihtilâfını çözmesini emreder.

2- Her iki tarafın nüfûs idarecileri bir araya gelir, tarafları dinler, sonra dâvâlının nüfûs idarecisi tek başına karar verir. Kendi kabilesinin hakkını gözetir oluşu sebebiyle davacının nüfûs idare­cisi karara iştirak etmez. Şâhid dinlenilecekle, aleyhine şâhid-likte bulunulacak olanın nüfûs idarecisi şahidin ifâdesini alır. Ye­min edenin idarecisi yemin verir, yemin teklifi ona aittir. Yemin etmesini isteyenin idarecisi yemin yaptıramaz. İhtilâfı çözen hâkimin, dâvâlının hâkimi olması için bu yol tercih edilir. İki tara­fın nüfûs idarecisi bir araya gelmekten kaçınırlarsa, bir görüşe gö­re her ikisine de sorumluluk terettüp eder. Ama en çok sorumlu olan dâvâlı tarafın idarecisidir. Çünkü ihtilâfta onun hükmü ge­çerlidir.

Talibi ve Abbasî olan iki şahıs, iki nüfûs idarecisinden birinin hakemliğine razı olmuşlarsa, razı olunan nüfûs idarecisi dâvaya bakar. Razı olunan dâvâlının idarecisinin ise vermiş olduğu karar hukuken muteberdir, hasmı da bağlayıcıdır. Davacının nüfûs ida­recisi hakem seçilmişse hükmünün geçerliliği konusunda iki ihtimâl vardır. Birincisine göre, davacıya geçerli, dâvâlı için ge­çersizdir. Bir diğer ihtimâle göre de her ikisi için de geçerlidir. Çünkü anlaşma sonucu davacının nüfûs İdarecisinin hakemliğine gitmek konusunda aralarında anlaşma yapmışlardır.

ikiden biri hâkime delillerini getirir, hâkim bunları nüfûs ida­recisine de yazarsa, ihtilâfa bakmaktan çekinmiş olur. Nüfûs ida­recisinin haberi olmadan, gıyabında her ne kadar ihtilâfa bak­makta ise de, nüfûs idarecisi yazışma sonucu ihtilâfı işitince, ken­di yetkisi sınırları içine giren^bu dâvaya artık hâkim bakamaz olur; görevsizlik kararı vermesi gerekir. Çünkü hâkimin hükmü, (nüfus idarecisi de hazırsa) aleyhine delil ikâme olunana geçerli olmaz. Nüfus idarecisi hazırken yapmış olduğu bu işlem geçerli ol­mayınca, nüfûs idarecisi hazır bulunmayan için hiç geçerli sayıl­maz.

Hâkim gâibte olan bir şahıs aleyhine dâvaya bakmak isterse ve işittiği delilleri gaibin asıl hâkimine yazar, istinabe suretiyle bu delillerin toplanmasını isterse, bu muamele hukuken muteberdir. İdarî işlerle adlî işler arasında bu fark vardır. Nüfûs idarecisi­nin baktığı dâvada gâibte olan hakkında vereceği hüküm geçersiz­dir. Gaibin aleyhine delîl de dinleyemez.

Taraflardan biri hâkim önünde hakkı ikrar ederse, hâkim yet­kisini hâiz nüfûs memuru huzurunda şahit olarak dinlenir. Bu­nunla beraber gâibte olana hükmünü zorla kabul ettiremez. Aynı şekilde iki tarafın idarecisinin dışında biri önünde hakkı ikrar et­se, o şahıs ikrar edenin idarecisi tarafından, şahit olarak dinlenir. Kendi idarecisi Önünde ikrar etse caizdir, bununla aleyhine hü­küm verebilir.

Hasmının nüfûs idarecisi önünde ikrar etmişse, iki hâl tarzı vardır. Bir ihtimâle göre nüfûs idarecisi şahit olarak dinlenir. Bir ihtimâle göre de hâkim olarak bu ikrarla” hasmın nüfûs idarecisi karar verir. Çünkü dâvâlının nüfûs idarecisi hâkim durumunda­dır.

Aşiretlerin, kabilelerin idarecilerinin aşiret ve kabileleri üze­rindeki durumu da buna benzer.[94]

 

DOKUZUNCU BÖLÜM

Namazlara imam Tâyini

 

NAMAZLARA İMAM TÂYİNİ ÎŞLERİ VE KISIMLARI

 

A- İMAMLIĞIN ÇEŞİTLERİ, TÂYİNİNDEKİ USÛL, İMAMLIKTA DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR

 

Namazlara imamlık üç kısma ayrılır:

  1. a)Beş vakit namaza imamlık,
  2. b)Cuma namazına imamlık,
  3. c)Mendup namazlara imamlık.
  4. a)Beş vakit namazlara imamlığa, namaz kılman mesci­din durumuna göre tâyin caizdir.

Mescidler ikiye ayrılır, aa) Selâtin camileri, bb) Halk camileri.

  1. aa)Selâtin camileri: Mescidler, camiler ve bayram yerleri ve daha büyük yerlerdir. Cemaatı çokça olup halîfenin de namaz kıldığı camilerdir. Halîfeden başkasının bu yerlere imam tâyini caiz değildir. Sebebiyse, halkın alâkasını celb etmektir. Sultanın vazife mesuliyetini idrak etmiş olduğunu ifade etmesidir. Sultanın tayin ettiğinden daha faziletli birisi olmasa da hak halîfenin tâyin ettiğinindir. Bu hak, farziyet ifâde etmez, evleviyyet (önce­lik) ifâde eder. Hâkimliğin ve nüfûs memurluğunun aksine ola­rak. Bu hâl iki sebepten doğmaktadır.

1- İnsanlar bir başkasının imamlığında anlaşsa ve onun arka­sında ayrı olarak namaz kıîsalar, kıldıkları namaz sahihtir.

2- Cemaatle beş vakit namaz kılmak, bütün İslâm hukukçula­rınca sünnet-i müekkededir. Dâvûd-ı Zahirî vâcibtir der, özür hâli hariç.

Halîfenin imam tâyini de sünnet sayılır. Halîfe mescidde ha­zırken tâyin ettiği imamdan başkasının imamlık yapması uygun olmaz. İmam bulunmaz da, başkasını nâib tâyin ederse münâsib olanı, nâib tâyin ettiği şahsın imam olmasıdır. Halîfe imam tâyin etmemişse, bir başkası imamlığa izin ister. İzin de istenmemişse cemaatle namazın aksamaması için o yer halkı kendilerine bir imam seçerler. Diğer vaktin namazı girer ve başkanın tâyin ettiği imam da görevde bulunmazsa bir görüşe göre önceki namaz için halkça imam seçilen, namazı kıldırır. Bu durum, tâyin olunan imam gelinceye kadar devam eder. Bir başka görüşe göre de birin­cinin dışında bir imam seçilir. Sebebiyse halk arasından seçilen imamların imamlığının sürekli olmadığını göstermek, halîfenin tâyin ettiğine benzememek için. Şayet ikinci vakitteki cemaat arasında ilk vakitte hazır olan cemaatten başkası yoksa ilk vakit için seçtikleri imanı göreve devam eder. Ama ikinci vakitte başka­ları da mevcutsa o takdirde yeniden imam seçmek gerekir.

Bir mescidde cemaatla namaz kılınırken yetişemiyenler artık cemaatle namaz kılamazlar.[95] Teker teker kılarlar. Sebebiyse namaz kıldıran imama ve cemaatına muhalefet olmaması için. Halîfe bir mescide iki imam tâyin eder ve her birine beş vakit na­mazdan hangilerini kıldıracağını belirtirse bu uygundur. Her imam kendi vakitlerini kıldırır. Meselâ biri gündüz namazlarına, diğeri gece namazlarına görevlendirilmişse, her biri görevli oldu­ğu vakti kıldırır, diğerinin vaktine tecâvüz edemez. Bir tahsis ol­maksızın iki imam tâyin eder ve günlerini belirtirse her imam kendi günlerinde imam olmaya hak sahibidir. Genel olarak iki imam tâyin etmiş vakit ve günleri belirtmemişse ilk geçen, namazı kıldırır. Diğeri o vakitte başkalarına imam olamaz. Çünkü Selâtin camilerinde bir vakitte cemaatle namaz birden fazla kılı­namaz. İlk geçen imamın namaz kıldırması hakkıdır, mes’elesi ihtilaflıdır. Burada Öne geçmek, imam olmak iki suretle olur. Ya mescidde ilk hazır olanın bulunması sebebiyle, yahut imamlığa ehliyette üstün oluşu sebebiyledir.

Aynı şartları taşıyan iki imam, bir vakitte hazır olsa, halîfe de hangisinin, diğerine üstün olduğunu belirtmese o zaman araların­da anlaşırlar ve hangisinin kıldıracağım kendileri kararlaştırır-larsa o tercih edilir. İhtilâf gösterirlerse bu durumda iki hâl yolu vardır. Ya aralarında kur’a çekilir, yahut o cami halkının, ikiden birini seçmelerine müracaat edilir.

Aksi belirtilmemişse tâyin olunan imam, müezzinlerini kendi tâyin eder. Çünkü ezan namazın sünnetîerindendir. Namazı kıl­dırmaya kim tâyin edilmişse, namaza âit hususları onun yerine getirmesi, yetkisi içine girer. İmam, vakit ve ezan için lüzum gör­düğü kadar müezzin seçer. Başka mezhepte olanlar bu görüşte de-ğilseler de imam, Şafiî mezhebinden ise namazları vakitlerin ilk kısmında kıldırmada acele eder, ezanı ağır ağır, ikâmeti de teker teker okutturur. Başka mezheplerin görüşü aksine ise de.

Namazda imam kendi rey ve içtihadına göre hareket eder. Şafiî mezhebinde ise besmeleyi, sabah namazlarında kunut dua­sını açıktan okur. İmam tâyin eden şahıs, halîfe ve cemaat onu bu hareketinden men edemez. İmam, Hanefî mezhebinden ise, bes­meleyi açıktan okumaz, sabah namazlarında kunut duasını terk eder. Kendi mezhebince amel eder, kimse onun bu hareketine kar­şı çıkamaz.

Namazla ezan arasındaki fark: İmam namazı mezhebine göre kıldırır. Müezzin ise başkalarını düşünerek ezan okur. Bu bakımdan cemaat, müezzinin görüşüne karışabilir. Müezzin, kendi mezhep ve görüşüne göre ezan okumak isterse, genel izin­den sonra kendi şahsı için gizliden kendi mezhebine göre husûsî ezan okuyabilir.[96]

 

B- İMAMLIK ŞARTLARI VE TERCİH SEBEPLERİ

 

Tâyin edilecek imamda aranılacak vasıflar beştir. 1- Erkek­lik, 2- Dürüstlük, âdil olmak, 3- İyi okuyuculuk (kârîlik), 4-Fakihlik, 5- Dilinin kekeme olmaması, sözlerinin anlaşıla­bilir olmasıdır.

Çocuk, fâsık ve köle birisi imam olmuşsa, imamlığı muteber, fakat imam tâyini muteber değildir. Çünkü küçüklük, kölelik, fâşıklık imamlığa engel değil, bir makama tâyine engeldir. Resûlullah (s.a.v), çocuk olmasına rağmen Amr b. Mesleme’ye, kabilesine namaz kıldırmasını emretmiştir. Çünkü onların en iyi okuyanı Amr idi. Yine Peygamber (s.a.v), kendi kölesinin ardında namaz kılmış ve şöyle buyurmuştur:

“Her iyi ve kötünün ardında namaz kılınız.[97]

Kadının, erkeklik ve dişiliği belli olmayan birisi (hünsâ)nm, ahrazın ve pepenin imam olması uygun değildir. Eğer kadın veya hünsâ imam olmuşsa, ona uyan erkek ve kadınların namazı bozu­lur. Ahraz veya pepe imam olmuş ve harfleri başka harflerle de­ğiştiriyorsa ona uyan cemaatten ahraz ve pepe olanların namazı muteber, diğerlerininki bâtıldır.

İmam olacak şahsın kıraat yönünden bilgisinin en az derecesi Fatiha sûresini, fıkıh yönünden ise en az namaza ait hükümleri bilmesidir. Ancak böyle bir şahıs imamlığa hak kazanır. Kuranın tamâmını ezbere bilir, bütün fıkıh hükümlerine vâkıf olursa ter­cih sebebidir. Fakih olan fakat kıraati çokça bulunmayan biri ile kıraati olup, fıkhı bilgisi olmayan iki şahsın imamlığı söz konusu olursa fıkhî bilgisi olan, diğerine tercih edilir. Fatihayı biliyorsa bu yeterlidir. Çünkü kıraat nihayet mahdud miktarda âyet-i kerîmeyi bilmeyi gerektirir. Halbuki namazda karşılaşılacak hâdiseler pek çoktur. Bunları bilmek de fıkhî bilgiye bağlıdır. Tâyin olunan imam ve müezzinin gördükleri göreve karşılık hazîneden geçimleri miktarınca ücret almaları münâsiptir. Ebû Hanîfe aksi görüştedir.

Umûmî mescidler: Cadde kenarlarında, umûma mahsus bölgelerde ve kabîle içinde yapılan mescidlerdir. Halîfenin bu tür­lü mescid inşa edenlere ve oraya imam tâyinine itirazı olamaz. Mescidi inşâ edenlerin ittifak ettikleri bir şahıs imam tâyin edilir. Tâyin edilen imamdan artık vaz geçemezler. Şayet imam hâlini değiştirirse, o zaman değiştirirler.

Genel mescide imam tâyin edilen bir şahsa, halef olacak birini de nâib olarak tâyin edemezler. Mescidin cemaatı, imam bulun­mayınca o an için nâib seçerler. Mescidin cemaati imam seçimin­de ihtilâf ederlerse ekseriyetin görüşü üzere imam seçilir. İhtilâf gösterenler aded bakımından müsavî iseler, halîfe dince en din­dar, en yaşlı, en iyi okuyan, en fakih birini imam seçer. Halîfenin imam seçişi, ihtilâf gösterenler için mi? Yoksa o mescide gelen bü­tün cemaat için mi geçerlidir? Bu hususta iki fikir vardır. 1- Tâyin işlemi yalnız ihtilâf gösteren cemaat için geçerlidir. İhtilâf göste­renlerin dışındaki cemaat zaten bir hususta anlaşmış, ayrılık güt-memişlerdir. 2- Halîfe, cami cemaatinden imamlığa lâyık olanı se­çer.

Bir şahıs mescid yaptırır kendisi de imamlığa ehil olmazsa mescidin komşularından biri imamlık ve müezzinlik yapar. Ebû Hanîfe’ye göre, mescidi yaptıran imamlığa ve müezzinliğe en lâyık olanıdır. Bir grup, bir evde namaz için hazır bulunsa ev sahibi fazilette, hazır cemaat fertlerinden biraz aşağı da olsa, yine imamlığa o müstehaktır. Halîfe de orada olsa, bir görüşe göre, ida­reciliği genel olduğundan imamlığa da müstehaktır. İkinci görüşe göre de, mülkünde tasarrufta özel bir yetkiyi hâiz olduğundan ev sahibi imamlığa lâyıktır.[98]

 

C- CUMA İMAMLIĞI, KILDIRMA USÛLÜ

 

Cuma namazına imam tâyini hususunda hukukçular ihtilâf göstermişlerdir.

  1. a)Ebû Hanîfe ve Iraklı diğer hukukçulara göre: Cuma imam­lığı devlet reisinin yapması gereken işlerdendir. Cuma namazı ancak Devlet Reisinin veya naîb tâyin edeceği birinin hazır bulun­ması ile sahih olur.
  2. b)Şafiî ve Hicazlı diğer hukukçulara göre de: Cuma namazına imam tâyini sünnettir. Devlet Başkanının hazır bulunması cu­manın şartından değildir. Namaz kılanlar Cumanın şartlarına göre namazı edâ ederlerse, namazları muteberdir.

Her ne kadar imam tâyini uygun olmazsa da kölenin Cuma imamı olması caizdir. Çocuğun Cuma imamlığı hakkında iki gö­rüş vardır. Bir fikre göre: Köy olsun, şehir olsun, ancak zaruri se­beplerle etrafa gidilebilen bir yer ise ve kış-yaz gidilip gelinmiyor­sa o yer sakinlerine çocuğun imamlığı muteberdir. Ebû Hanîfe’ye göre Cuma yalnız şehirlerde kılınır. Bu bakımdan çocuğun köyler­de imamlığı caiz değildir. Burada sözü geçen şehir teriminin hukukî tarifi ise: İdâri ve cezai kaideleri yürüten bir idarecinin, kazaî hükümleri yerine getiren bir hâkimin bulunduğu yerlerdir. Ebû Hanîfe şehir dışında oturanlara cuma farz değildir, Şafiî ise şehir dışındakilere şehirde okunan ezan sesi duyuluyorsa onlara da cuma farzdır, der.

Cuma namazı kılınacak yerdeki cemaat adedinde de ihtilâf vardır. Şafiî’ye göre: Cuma namazı farz olan topluluktan kadın­lar, köleler, misafirler çıktıktan sonra 40 kişinin bulunması gere­kir. Şafiî mezhebi hukukçuları imamın bu miktara dâhil olup ol­madığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı imamdan başka 40 kişinin bulunması gerekir, bir kısmı da imamla birlikte 40 kişi­nin bulunması gerekir, derler. Zührî ve Muhammed b. Hasan’a göre, imamdan başka 12 kişinin bulunması gerekir. Ebû Hanîfe ve Müzenî’ye göre, imamla birlikte 4 kişinin bulunması gerekir. Leys b. Sa’d ve Ebû Yusuf a göre, biri imam olmak üzere 3 kişi ile cuma namazı kılınır. Ebû Sevr’e göre de, diğer namazlar gibi Cu­ma namazı da bir imam ve bir kişi de cemaat olmak üzere 2 kişi ile kılmabilir. İmam Mâlik’e göre, Cuma’nm kılınabilmesi için adet mühim değildir. Mühim ve muteber olan, çoğu seferi olmayan kimselerden olmasıdır. Cemâat olacak şahısların orada uzun sü­re oturması gerekir. Yolculukta ve şehir dışında cuma farz değil­dir. Ancak bir beldenin, evlerine ulaşınca cuma farz olur.

Şehir geniş ve köylere evleri bitişik, halk da kalabalıksa şeh­rin diğer namaz kılınan yerlerinde Cuma namazı kılınır. Binaların bitişik oluşu bu şekil harekete engel teşkil etmez; Bağ­dat gibi. Bir şehrin camisi genişse, halkın tamâmım da alabiliyor­sa, (Mekke gibi) o zaman yalnız bir yerde namaz kılınır. Şehrin ev­leri bitişik, camisi de kalabalık yüzünden cemâatin tamâmım ala­mıyorsa, (Basra gibi), Şafiî’ler halkın kalabalık oluşu zaruretine binâen birden fazla bir yerde cemâatle namaz kılınıp kılınamıya-cağı hususunda fikir ayrılığı göstermişlerdir. Bazıları cuma na­mazı başka yerde kılmak da caizdir der, bir kısmı da, yer darsa ge­nişletilsin, dışarılarda, caddelerde cuma kılsınlar, başka bir yer­de cuma namazı kılmak olmaz, topluluğu bölmeye, muhtelif yer­lerde cuma namazı kılmaya bir mecburiyet yoktur, derler.

Bir şehirde, iki yerde cuma namazı kılınırsa ora halkı namazı vakit yönünden ayırt etmemelidirler. Bir ayrılık olursa bu mes’elede iki görüş vardır. Bir görüşe göre, namazı ilk kılanlannki yerine gelmiştir. Greç kılaniannki yerine gelmemiştir. Yeniden öğle namazını iade etmeleri gerekir. İkinci görüşe göre, camilerden büyük olanın ve Sultanın hazır bulunmuş olduğu yer­de kılman cuma namazı muteberdir. İsterse burada kılman na­maz Önce kılınsın, isterse sonra kılınsın. Küçük namazgahta, camide kılman namaz, yerine gelmemiştir. Ora cemâati öğle na­mazını iade ederler.

Cuma namazına imam tâyin edilen, beş vakit namazı kıldıra-maz. Beş vakit namaza imam tâyin edilenin Cuma namazım kıl-dırabilip kıldıramıyacağı hakkında görüş ayrılığı’vardır. Yalnız Cuma namazım başlı başına bir ibâdet kabul edenlere göre, beş vakit namaza imam tâyin edilen, cuma namazına imam olamaz. Cuma namazını o günün öğle namazına sayanlar, beş vakit na­maz için tâyin edilen imamın cuma namazına imamlığı caizdir, derler. İmam olan şahıs, Cuma namazının 40 kişiden aşağı cema­at olunca namazın kıhnamıyacağı görüşünde ise, gerçekten cemâat de 40 kişiden aşağı ise, cemaatın görüşü de 40 kişiden aşa­ğı da olsa cuma namazının kılınacağı noktasında ise, Cuma ima­mı, onlara imam olamaz. İşte o zaman cemaat arasından, cemâatin görüşünde olan birini kendine halef tâyin eder. O, cu­mayı kıldırır. İmam, 40 kişiden az olunca da cuma namazı kılına­bileceği görüşünde, cemâat de aksi görüşte ise ve cemâat de 40’dan azsa imam ve cemâate cuma namazı kılmak gerekmez. Çünkü cemâat, 40’dan fazla olunca cuma namazının sahih olacağı görü­şünde, imanı ise cemâat 40’dan az olduğu için cuma namazı kıla­cak cemâat bulamamaktadır. Cuma imamı tâyin eden halîfe ima­ma, “40’dan az cemâate namaz kıldırma” demişse, imamın mezhe­bine göre 40’dan az cemâatle cuma namazı kılınacak da olsa na­mazı kıldıramaz. Çünkü cuma imamlığı 40 kişi için muteber, 40’dan aşağı da ise muteber değildir. Yalnız 40’dan az olunca ken­disi imamlıktan men edilmesine rağmen cemâatten birini kendi­sine halef tâyin eder, o, cumayı kıldırır. Tâyin eden başkan “40’dan az cemaate Cuma namazı kıldırmasını” emretmişse, ima­mın mezhebi de aksi görüşte ise iki durum vardır. İmamın yönünden cuma namazı kılınamıyacağından, cumayı kıldırması bâtıl­dır. İkinci görüşe göre, cemaattan “cemâat 40 kişiden de az olsa cuma namazı kılınır” görüşünde olan birini imamlığa halef tâyin eder, o cuma namazını kıldırır. Böylece Cuma namazı da muteber olmuş olur.[99]

 

D- SÜNNET NAMAZLARINA İMAMLIK

 

Cemaatle kılınan sünnet namazlarına imamlık 5 yerdedir, a) İki bayram namazları, b) Ay ve Güneş tutulması namazları (Salât-ı Husufeyn), c) Yağmur Duası namazı (Salât-ı İstiska).

Bu namazlar cemâatle kılınabileceğinden imam tâyini men-duptur. Tek başına da kılınabilir. Sünnet namazlara imamlık hükmünde ihtilâf olmuştur. Bazı Şâfîîlere göre, bu namazlara imamlık sünnet-i müekkededir. Bir kısım Şâfîîlere göre de, İmamlık, farz-ı kifâyedir. Yalnız 5 vakit namaza, yalnız Cuma na­mazına imam tayin edilen şahıs, sözü geçen sünnet namazlara imam olamaz. Ancak bütün namazları kıldırmaya imam tâyin edilmişse sünnet namazlarına da imam olur.

  1. a)Bayram namazı vakti, güneşin doğuşundan zeval vakti­ne (öğle namazı vakti yakınma) kadardır. Kurban bayramı nama­zını acele, Ramazan bayramı namazım geç kılmak tercih edilir. İki bayramın arefesinde güneşin batışı ânından itibaren tekbîr getirilir, bu tekbirler bayram namazına kadar olan namazlardan sonra okunur. Kurban bayramında getirilecek tekbirler birinci bayram günü öğle namazından itibaren dördüncü bayramın ikin­di vaktine kadar farzlardan sonra okunur. Bayram namazları hutbeden Önce, cuma namazı da hutbeden sonra kılınır. Peygam­berin sünneti de böyledir.

Özellikle iki bayram namazında fazla tekbirler alınır. Bunlann miktarında hukukçular farklı görüştedirler. İmam Şafiî’ye gö­re, birinci rekatta iftitah tekbirinden başka 7 tekbir, ikinci rekat­ta da ayağa kalkış tekbirinden başka 5 tekbir alınır. Tekbirler her iki rek’atta da kıraattan öncedir. İmâm Mâlik’e göre, birinci rek’atta iftitah tekbirinden başka 6, ikinci rek’atta ayağa kalkış tekbirinden başka 5 tekbir alınır. Her iki rek’atta da kıraattan Ön­cedir. Ebû Hanîfe’ye göre, birinci rek’atta iftitah tekbirinden baş­ka ve kıraattan önce 3, ikinci rek’atta kıraattan sonra 4 tekbir alı­nır.

İmam olacak şahıs kendi mezhep ve içtihadına göre, amel eder. Bayram namazına imam tâyin eden şahıs, tâyin ettiği şahsa tekbirler hususunda bir sınırlama koyamaz. Cuma namazında cemaat adedini belirtmesi ve bu adedle sınırlaması idareciliğin­den doğan bir özelliktir. Tekbirleri sınırlama idareciliğine âit bir şey değildir. Bu bakımdan cuma ile bayram namazlarında bu farklılık vardır.

  1. a)Husuf ve Küsûf (Ay ve Güneş tutulması) namazlarına gelince, Sultanın tâyin ettiği veya imamlığa âit yetkisi genel olan ve bu namazlar da yetkisi içerisine giren şahıslar Ay ve Güneş tu­tulması namazlarını kıldırır.

Bu namazlar iki rek’attır. Her iki rek’atta da kıraat uzatılır. Birinci rek’atta kıyamda (ayakta durmada) Fatihadan sonra giz­liden Bakara sûresini veya o miktar tutacak âyetleri okur. Rükûa varır, 100 âyet okuyacak miktarca rükûda teşbihte bulunur. Son­ra rükûdan kalkar, gizlice Fatihadan sonra Al-i İmrân sûresini veya o miktar tutacak kadar başka sûreler okur, rükûa varır, 80 âyet okuyacak kadar teşbihte bulunur. Sonra diğer namazlardaki gibi iki secde yapar. İkinci rek’ata kalkar. Birinci rekatın her bir kıyamında (ayakta duruşunda) okuduğu âyetlerin, rükûlarda yapmış olduğu teşbihlerin üçte ikisi kadar okur, kıyam ve rükûları tamamlar, sonra secdeye gider, oturur, namazı bitirir. Namazdan sonra hutH okur, Ebû Hanîfe’ye göre, diğer namazlar gibi iki rek’at kıraıır. I./ tutulmasında, güneş tutulmasında olduğu gibi kıraat açıktan yapılır. Çünkü gece namazına benzer. İmam Mâlike göre, ay tutulmasında, güneş tutulmasında kılman namaz kılınmaz. Güneş tutulmasında kılman namazda kıraat açıktan yapılmaz.

  1. c)Yağmur duası namazı (İstiska namazı): Yağmur yağ­madığında ve kıtlık tehlikesi belirdiğinde kılınır. Namaz kılma­dan önce 3 gün oruç tutulur. Kötülüklerden, düşmanlıklardan ka-çmıhr. Aralarında ayrılık, husûmet, dargınlık olanlar anlaştırı­lır, barıştırılır. Bayram namazı vaktinde kılınır.

Bir sene bayram namazına imam tâyin edilen kimse her yıl bayram namazına imam olur. Aksine bir emir verilmez, imamlı­ğından vaz geçümezse. Ay ve güneş tutulması namazları ile yağ­mur duası namazına bir sene imam tâyin edilen şahıs, her yıl bu namazları kıldırmaya yetkili sayılamaz. Tekraren tâyin edilirse bunda bir mahzur yoktur, muteber sayılır. Çünkü bayram namaz­ları periyodik olarak her yıl gelir. Ay ve güneş tutulmaları namaz­ları ile yağmur duası namazları geçicidir, periyodik bir durum yoktur.

Yağmur duası namazında iken yağmur yağarsa namazı ta­mamlarlar. Şükre vesile için namazdan sonra hutbe okunur. Na­maza durmadan yağmur yağarsa namazı kılmazlar, hutbe de okunmaz. Allah’a bol bol şükredilir. Ay tutulmasında da ay aydın­lanınca durum yine böyledir. Namaz kılınmaksızın yağmur dua­sında bulunulması, duanın namazdan ayrı müstakil oluşundan-dır,

Ebû Müslim’in Enes b. Mâlik’ten rivayetine göre, bir Arâbî Peygambere (s.a.v) gelir ve:

– Ey Allah’ın Resulü, biz sana şunun, için geldik: Develerimiz süt vermiyor, çocuklarımız olmuyor. Sonra bu şahıs şu şiiri oku­du:

“Ya Resûlallah, sana derdimizi anlatıyoruz. Develerimiz kısır, sütlerine kan karışıyor. Çocuklarımızın anneleri çocuksuz kaldı.

Açlıktan korunmak için çocuklarımız ellerini açıyor. Açlıktan gezip bir şeyler de araştıramıyorlar, takatsiz kaldılar.

İnsanın yiyebileceği hiçbir şeyimiz yok. Yalnız yabanî karga kozalağı ve yıkanmış deve tüyleri, kan pıhtıları var.

Derdimizi anlatacağımız, sığınabileceğimiz ancak senin makamındır. Esasen insanların baş vuracağı yer ancak Peygam­berlerdir.”

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) Örtülerinin eteklerini topla­yarak ayağa kalktı, minbere çıktı. Allah’a hamd ve senadan sonra şöyle buyurdu:

“Ey Allah’ım, bize münbit, zarar getirmeyen, nebatatı bitiren, kıtlığı gideren, ölü toprağı canlandıran ve buna benzer herşeyi bitiren bol bol, kat kat yağmurlar ver.[100] Peygamber (s.a.v) duasını daha bitirir bitirmez semânın yüzünde bulutlar belirdi, yağmurlar yağmaya başladı. Bıtâne halkı bağırarak,

– Ey Resûlullah (s.a.v), boğulacağız. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v),

– Bizim bölgemize, iyiliğimiz için yağıyor. Zararımıza bir şey yok, buyurdular. Bulutlar şehirden dışarıya bol bol yağdı. Resûlullah (s.a.v), otlar yeşerince ferahladı. Bunun üzerine bu­yurmuştur ki:

“Ebû Talib’in hazîneleri Allah için olsun, Ebû Tâlib sağ olsaydı yukarıdaki şiiri okuyan Arabînin bu hâline ağlar­dı.” Hz. Ali ayağa kalktı ve şu şiiri okudu:

“Yetimlerin yakarışı, dul kadınların iffetlilîği ve Resûluilah (s.a.v)ın safiyeti yüzünden bulutlar yer yüzünü suladı.

Her türlü nimetler, bolluklar, faziletler bulunan o Resule (s.a.v), Hâşimî sülâlesi bu kuraklıkta sığındı, müracaatta bulun­du.

Halbuki onu yalanlamıştınız, Beytullah’ın sahibini. Yemin ederim ki o Resulü (s.a.v) biz yalnız bıraktık, döneklik ettik. Ne za­man düşmanla savaşırsak bu “hatâmız afvolur.

Oğullarımızı, dostlarımızı unutarak onun etrafında bütün gün savaşıncaya ve ona tam teslim oluncaya kadar günahımız af-volmaz.”

Bu şiirden sonra Kinâne Kabilesinden bir adam kalktı, Pey-gamber’e (s.a.v) şu şiiri okudu:

“Sana teşekkürler olsun, Resulün (s:a.v) şükrettiğine, Resu­lün (s.a.v) duası sayesinde bizlere yağmurlar yağdırana şükürler olsun.

O Nebî, yaratanına yağmur için duâ etti, gözleri de onunla bir­likte bu duaya iştirak etti.

Henüz örtüsünü tutmuş, toparlamış ve hemen duaya başla­mıştı. Ta ki yağmur yağana kadar duasının devam ettiğini gör­dük.

Su kaplarımızın ağzı açıldı, bol yağmuclu bulutlar yağdı da yağdı. Allah (c.c) bu yağmurla Mudar oğullarının tepelerine kadar olan yerleri suladı.

Resûlullah’ın (s.a.v) amcası Ebû Tâlib’in dediği gibi, o bir atm alnındaki beyazdan daha beyazdır.

Allah, onun safiyeti hürmetine güvercin sürülerinin yere inişi gibi, yağmurlar indirdi, durum açıktır, işareti de şu olaydır.”

Bu şiir üzerine Resûluilah (s.a.v), Kinaneli o şahsa:

“Şâir olsaydın güzel şiir söylerdin. Ama şimdi daha gü­zel söyledin.”[101] buyurmuştur.

5 vakit namazda sultanın arzusuna uyularak siyah giyilir. Muhalefet etmek mekruhtur. Her ne kadar şerîatte böyle bir şey vârid değilse de, halîfeye zıtlaşmamak için böyle hareket edilir.

Namaz kılman, devlet emirleri yerine getirilen köylerde na­mazlarda muhakkak bir imamın bulunması, şart değildir. Köylü­lerin işi ve sâiresi düşünülerek, dinî hükümler uygulanmıyan yer­lerde bir muhalefetin çıkmaması için cemâatle namaz terk edilir. Cemâatle namaz kılmaya engel olmak da mekruhtur. Cemâatle namaz kılmaya engel olanlar çoksa bu bir özür sayılır ve açıktan okunması gereken namazlarda gizliden okunulur.

Kötü inancına rağmen, zorba biri namaz kıldırırsa ona uyula­rak namaz kılınır. Namaza bir değişiklik, bid’at, uydurma şey ge­tirmişse ona uyulmaz.[102]

 

ONUNCU BÖLÜM

Hacc Emirleri Ve Haccı İdare

 

HAC İŞLERİNİ YÜRÜTME

 

Hacc işlerini idare iki kısımdır, a) Hacı kafilesinin yolculu­ğunu idare, b) Hacc farizasının yerine getirilmesini idare.

  1. a)Hacc yolculuğunu idare: Bir tedbir, siyâset ve liderlik işidir. Yolculuğu idare edecekte aranılan şartlar: Kendisine uyu­lur, keskin görüş, şecaat, heybet ve doğruluk sahibi olmalıdır. Bu şart ve vasıfları taşıyan idarecinin işleri yürütmede pek çok hak ve görevleri vardır. Şöyle ki:

1- Hareket edilecek yere, yolculukta konma mahallerine hacı adaylarını toplamak, ayrılmalarını önlemek. Mallarının ve kendi­lerinin helak ve kaybolmam al arı için bu tedbiri almak.

2- Yürüyüş esnasında ve konma yerlerinde hacıları bir düzene koymak. Bunun için hacıları gruplara ayırarak her bir grup için bir kılavuz tâyin etmek. Böylece her grup, yürüyüşte ve konma ânında kendi kılavuzunu bilir, kargaşalığa, yanlışlığa maruz kal­mazlar, kılavuzlarını kaybetmezler.

3- Yürüyüş ânında yolculara arkadaşlık eder, yumuşak davranır. Böylece zayıflar yürüyüşten âciz kalmaz, yolda kesilenler, ânı bir hâli zuhur edenler yolculuğu bırakmaz. Peygamber (s.a.v) de hadîs-i şeriflerinde,

“Zayıf olan yolcular, yolcu kafilesinin reisidir.”[103] buyur­muşlardır. Bu hadîs-i şeriften maksat binek hayvanı zayıf olan kimsenin yürüyüşü ile yürümek, bütün yolcu kafilesi için gerekli bir iştir.

4- Geniş, ot ve suyu bol yollardan gitmek. Etrafı sarp, otsuz ve kurak yollardan gitmekten kaçınmak.

5- insanların ve hayvanların yiyecek ve içecekleri azalmca yi­yecek ve içecek aramak.

6- Konak yerlerinde ve yürüyüş ânında kafileyi tehlikelere karşı korumak, onları tam mânâsiyle emir ve komutası altına al­mak. Bu suretle de fasık, bozuk yapılı insanların adam kaçırmala­rına, hırsızların mal çalmalarına engel olunur.

7-  Hacc kafilesini yürüyüşten alıkoyan şeyleri önlemek, kafiledeki hacı adayları razı oluyorlar ve kafile başkanı muktedir olduğunu kestiriyorsa, hacca mani olanlarla savaşmak veya mal harcamakla tehlikeyi gidermek. Fakat hiç kimseyi bu işlere zorla­yamaz. Herkes isteyerek, gönül hoşnudluğuyla bu işlere katılır. Hac yolculuğu ânında kuvvet bulmak uğruna mal sarfetme zorun­lu değildir.

8- Anlaşmazlığa, ihtilâfa düşmüş olan hacı adaylarının arası­nı bulmak. Kafile başkanı bu kimselerin arasında zorla hüküm vermeye kalkışmaz. Eğer kendisine hüküm vermesi için bir yetki verilmişse, yetki veren kimsenin ülkesi halkı arasındaki ihti­lâflarda hüküm verir, bu hükümleri hukuken geçerlidir. Hac kafilesi, hâkimi bulunan bir ülkeye girerse o zaman, o yer hâkiminin de kafile idarecisinin de ihtilâf hakkında hüküm vermesi caizdir, hukuken ikisi de yetkilidir. Hangisi hüküm vermişse onun hükmü geçerlidir. İhtilâf, hac kafilesinde bulunan biriyle o ülke halkından biri arasında cereyan etmişse, ihtilâfa ülke hâkimi el kor.

9- Kafileden geri dönmek isteyene destek olmak, hıyanette bu­lunanları cezalandırmak. Fakat verilecek cezalarda aşırıya gide­mez. Ceza verme hususunda, kendisine, tâyin eden makamca yet­ki verilmiş olması gerekir. Kafile reisi ictihad sahibi bir hukukçu ise, kendisinden fetva da istenir.

Kafile bir ülkeye girer ve orada cezalan infaz edecek bir görevli bulunursa, duruma bakılır. Kafile başkanı cezayı o ülkeye girme­den vermişse verilen cezayı infaza hac kafilesi başkanı daha yetki­lidir. Cezayı o ülkeye girdikten sonra vermişse, o ülkenin ceza infaz memuru verilen cezayı tatbike kafile başkanından daha yet­kilidir.

10- Vaktin geniş ve müsâid olmasına dikkat etmeli, geride ka­lanlar yetişmeli, dar bir zamanda onları sıkı bir yürüyüşe tâbi tut­mamalı. Mîkâfa ulaşıldığında, hacı adaylarının ihrama girebil­meleri, sünnetleri yerine getirmeleri için bir süre müsâade etmeli. Vakit geniş ve müsâid ise Mekke’ye girerler ve Mekke halkı ile bir­likte Arafat’a vakfeye çıkarlar. Vakit dar ise Mekke’ye girmekten vaz geçip doğruca vakfe için Arafat’a kafileyi sevk eder. Arafat’ta vakfeye yetişmezse kafileye hac farzını yaptıramamış olur.

Vakfe vakti Arefe günü Öğleden, birinci kurban bayramı günü ikinci fecrine (şafak vaktine) kadardır. Kim bu vakit arasında vakfeye ulaşırsa hac farzına ulaşmış olur. Bayramın birinci günü ikinci fecre kadar vakfeye yetişememisse hacc ibâdetine yetişe-memiş sayılır. Haccın diğer menâsikini yerine getirir, cezası olan kurbanı keser, imkân bulursa müteakip sene, özürle gidememişse daha ileriki seneler hacca gider. Vakfeye yetişememiş olduğun­dan “Yaptığı menâsikin hepsi birden umre sayılır” denemez. Yeti­şememekle haccı ihlâl etmiştir. Bu, meşru hale getirilemez, dolayısiyle umre sayılamaz. Ebû Hanîfe’ye göre, umre sayılır. Ebû Yu­suf a göre de vakfeye yetişememekle beraber, kişinin ihrama gir­mesi umre sayılır.

Hacc kafilesi Mekke’ye ulaşmış, kafileye katılacak kimse de kalmamışsa, hacc yolculuğunu idare eden kafile başkanının göre­vi bitmiştir. Kafileye dönmemiş, henüz katılacak kimseler varsa, onlar hakkında idareciliği devam eder. Onların itaatleri konusun­da vereceği hükümlerden, gelmemiş olanlar sorumludur. Hacı adayları hacc farzının bütün icaplarını yerine getirince, alâ­kalarını kesmeleri için birkaç gün müddet verir. Şehirden çabuk­ça çıkmalarını isteyemez, bu hususta kötülük edemez. Aksi halde kafileye zarar vermiş olur.

Hacılar kafile idarecisiyle Mekke’den ayrılınca, doğruca Medi­ne’ye Resûlüllah’ın (s.a.v) kabrini ziyaret için yola çıkarlar. Bu su­retle hacıların Beytullahla, Resûlullahm (s.a.v) kabrini ziyaretle­rini sağlamış, Resûlullah’a (s.a.v) hürmet edildiğini, ona itaat hakkının yerine getirildiğini ispatlamış olur. Peygamberin (s.a.v) kabrini ziyaret müstehabdır. Hacıların güzel âdetlerindendir. Ziyaret edilmezse de hacc farzına bir zarar gelmez. Çünkü haccın farzı değildir.

Nafi’, İbni Ömer’den, O da Resulullah2 tan (s.a.v) şu hadîs-i şerifi rivayet etmiştir:

“Kim benim kabrimi ziyaret ederse kıyamette ona şefa­atim vâcibtir.”[104] buyurmuşlardır. Utebî’nin anlattığına göre:

“Resûlüllah’ın (s.a.v) kabri yanındaydım. O esnada bir Arabî geldi, kabri karşısına aldı, selâm verdi, güzel harekette bulundu ve sonra şöyle dedi:

– Ey Allah’ın Resulü, Allah’ın şöyle buyurduğunu kitabında buldum. “Eğer onlar nefislerine kötülük ederlerse sana gelirler. Allah’dan afv dilerler. Resulü de onlar için afv diler. Onlar Allah’ı çok tevbe kabul edici ve bağışlayıcı bulurlar.”

(K K. 4: 64). Şüphesiz ben de günahlarımdan tevbe ederek Rab-bım nezdinde bana şefaatçi olmanı istemek için sana geldim.” Son­ra Arabî ağladı ve şu şiiri okudu:

“Ey şu düz yere kemikleri defnolunan ve o kemiklerin koku­suyla yüce yerlerin en güzel kokulusu hâline gelen yerde yatan in­sanların en hayırlısı,

İçinde yatan sen olan şu kabre canım feda olsun. O kabirde bü­tün cömertlikler, iyilikler, temizlikler mevcuttur.”

Sonra binek hayvanına bindi ve geçti gitti. Bir an uyuklayıver-dim. O anda gördüm ki Resûlullah (s.a.v) bana şöyle buyuruyor:

‘Ey Utebî! Git ona. Allah’ın onu afvettiğini haber ver.”

Sonra, hacc kafilesi reisi, dönüşte başlangıçtaki gibi bütün yetki ve haklarını kullanır. Yola ilk çıktıkları yere kadar yetkisi devam eder. Oraya gelince Hacc kafilesi başkanlık görevi sona er­miştir.

  1. b)Hacc emirliği, idareciliği; Hacc ibâdetini ibâdet olarak yerine getirmek içinse, namaz için tâyin olunan imamın durumu gibidir. Namaz için imam olacak kimsede aranılan gerekli şartlar Hacc ibâdetini yaptıracak için de aranır. Fazla olarak Hacc hak­kında tam mânâsiyle bilgi sahibi olacak. Bu idarecinin idarecilik süresi 7 gündür. Başlangıç zamanı Zilhicce ayının 7. günü öğle na­mazı vakti, sonu traş gününe kadar ki, bu da Zilhicce ayının 13’ün-cü günü ikinci yarısına kadardır. Bu günlerden Önce ve sonra em­rindeki şahıslar üzerine bir yetkisi yoktur.

Hacc idareciliği mutlak ise, her yıl hacc mevsiminde hacc far­zını yerine getirmeye yetkilidir. Bu yetki geri alınmadıkça devanı eder. Yalnız bîr yıl için özel olarak tâyin edilmişse başka seneler, hacc farzı idareciliği yapamaz.

Özel hacc idarecisi tâyin edilen kimsenin üzerinde birleşilen 5 hüküm vardır. Altıncısı hakkında ihtilâf mevcuttur.

1- Hacıların ihrama girecekleri vakti belirtmek, toplu yapıla­cak işlerde idareciye uymayı emretmek.

2- Dince tesbit edilen hacc menasikîerini belirlenen şekilde ye­rine getirmek. Sonra yapılacak olan önce, önce yapılacak olan son­ra yapılamaz. Yapılacak ibâdetlerde tertip, sıraya uymanın hük­mü müstehab da olsa durum böyledir.

3- Cemâatle namaz kılanların namazını imamın takdir etmesi gibi, Hacc idarecisi de durulacak yerleri, süreyi oradan hareketi takdir ve tesbit eder.

4- Dince yapılması belirtilen hacc rükünlerinde idareciye uy­mak, yapacağı dualara “Amin” demek. Söz ve harekette ona uy­mak. Duaların toplu yapılması, duanın kabul edilmesi için daha iyi bîr hareket tarzıdır.

5- Hacc hutbeleri okunan günlerde topluluğa namazda imam olmak. Hacıları hutbe ve namaz için toplamak. Hutbe okunan va­kitler de 4’tür.

Birincisi, ihrama girmeden önce okunan hutbedir. Haccın baş­langıcından, sünnet ve menduplanndan bahsedilir, sonra öğle na­mazı kılınır. Eğer ihramdan sonra bırakıhyorsa 7’nci Zilhicce gü­nü Mekke’de cemâatle öğle namazı kılınır. Sonra hutbe okunur. İşte bu hutbenin her ikisi de okunacak olan 4 hutbeden ilki sayılır. İhramlı iseler telbiye ile, ihramsız iseler tekbirle hutbeye başla­nır. Böylece hacı adayları ertesi günü Mina’da olacaklarını bilir­ler.

8’inci Zilhicce günü Mina’da Kinâne kabilesi tarafına konak­lanır. Peygamber (s.a.v) de burada konaklamıştı. Gece orada geçi­rilir. 9’tıncu Zilhicce günü güneşin doğmasiyle birlikte Zabb kabilesi yolundan Arafat’a gidilir. Peygamberin (s.a.v) hareketi­ne uyularak Me’zemîn kabilesi yoluyla geri dönülür. Peygamber (s.a.v) başka yollarla da Arafat’a gitmiştir. Arafat’ın orta yerinde konaklanır. Güneş öğle vaktine gelinceye kadar orada kalınır. Sonra Hz. İbrahim’in mescidine gidilir.

Arafat vadisinde ikinci hacc hutbesi okunur. Tıpkı Cuma hut­besi gibi namazdan önce îrâd edilir. Bütün diğer hutbeler namaz­dan sonra okunur, yalnız Arafat’ta okunan bu hutbe ile Cuma hut­besi namazdan önce okunur. Bu hutbede de haccın rükünlerinden, menâsikinden, zararlı ve haram olan işlerden bahsedilir. Hutbe­den sonra Öğle vaktinde hep beraber öğle namazı kılınır. Yolcu olanlar seferi (kısa) yolcu olmayanlar da tam olarak namazlarını kılarlar. Sonra tekrar farz olan vakfe için Arafat’a gidilir. Peygam­ber (s.a.v) şöyle buyurmuştur.

“Hacc demek Arafat demektir. Kim Arafat’a vaktinde yetişirse hacca da yetişmiştir. Kim vaktinde Arafat’a yeti-şememişse hacca da yetişememiş demektir.[105]

Arafat’ın sınırları: Arna vadisini geçince Mescid bulunan yer­den başlar. Mescid ve Arna vadisi Arafat’tan sayılmaz. Diğer hu­dutlar ise, her biri Arafat’a karşı Nut’a, Netia ve Taib dağlan dahil bu yerlerde vakfede durulur. Peygamber (s.a.v) de Taib dağında sert ve yüksek bir tepe üzerinde vakfe yaptı, binek hayvanının bi­neğini de mihrab tarafına koydu. Burası Hacc Emîri için en güzel, sevimli bir vakfe yeridir. Hacc başkanı nerede vakfe ederse etsin, vakfesi kafilesi tarafında olunca bu iyi bir harekettir. Çünkü etra­fa dağılan insanların ona uyması kolay olur. Güneşin batışıyla be­raber Müzdelife’ye yürünür. Akşam namazı te’hir edilir ve Müzde-life’de yatsı namazıyla beraber cemaatle kılınır. Gece Müzdeli-fe’de geçirilir.

Müzdelife’nin hududu: Arafat’a giden yollarda başlar, (iki yol hariç) Muhassır mevkii ortasına kadar gelir. Hacılar Müzdelife’de cemreler için küçük çakıl taşları toplar. Sabah namazından sonra yürüyüşe geçilir. Gece yarısından sonra da yürüyüşe geçilebilir. Çünkü Müzdelife’de gecelemek haccın bir rüknü değildir. Müzde­life’de hiç kalınmazsa ceza olarak bir kurban kesmek gerekir. Ebû Hanîfe’ye göre haccın vâciblerindendir. Sonra Mescid-i Haram’a doğru yürüyüşe geçilir. Kuzah denilen yerde durulur, duâ edilir. Burada duruş haccın farzlarından değildir. Sonra Mina’ya gelinir, öğle namazından önce Cemre-i Akabe’ye dokuz taş atılır, kurban kesilir.

Hacılardan kurban kesenler müteakiben traş olur veya saçını kısaltır. İsterse ikisini birden yapar. Traş olmak diğerine tercih edilir. Sonra Mekke’ye gidilir. Farz olan tavaf yapılır. Arafattan Önce sa’y (Koşu) yapılmamışsa tavaftan sonra sa’y (koşu) yapılır. Hacc idarecisi sayı Arafat’tan Önce yaptırabilir. Fakat tavafı vak­feden önce yaptıramaz. Topluca Mina’ya gidilir. Cemâatle öğle na­mazı kılınır.

Üçüncü hacc hutbesi burada okunur. Hutbede hacı topluluğu­na, haccın geri kalan merasimleri anlatılır. Birinci ve ikinci hut­belerde söylenilenlerden ihlâl edilmişler varsa bunların cezaları anlatılır. Ihramlı iken yapılması yasak ve mubah olanlar teker *e-ker söylenir. Hacc idarecisi gerçek bir fakihse soru soracak var mı der? Fakih değilse böyle bir şey sormaz. Gece Mina’da kalınır. Er­tesi günü Zilhicce’nin ll’inci günüdür. Üç cemreye de 7’şerden 21 taş atılır. O gece yine Mina’da kalınır, ertesi günü üç cemreye tek­rar taşlar atılır. Öğle namazından sonra hutbe okunur ki bu 4 un-cü ve son hutbedir.

Hacılar hacc merasiminde ikinci dönüş yolculuğunun başladı­ğını anlarlar. Allah onları şu âyet-i kerîmesinde hayırla yâd et­miştir:

“Muayyen günlerde Allah’ı anın, kim ki iki günde acele ederse günah yoktur. Teehhür edene Allah’dan korkana da vebal, günâh yoktur.” (K K. 2: 203)

Hacc emiri hacılara: O gün güneş batmadan Mina’dan ineceklerin Mina’da gecelemek mecburiyetinin olmadığını, ertesi günü cemreleri taşlamanın gerekmediğini söyler. Güneş batıncaya ka­dar Mina’da kalanlara da orada gecelemenin ve ertesi günü de cemreleri taşlamanın lüzumu anlatılır. Hacc idarecisinin görevi Mina’dan ayrılanlar için artık sona ermiştir. Mina’da kalanlarla beraber kalır. Ertesi günü cemreleri taşlama vazifesi yaptırılır. Hacıları tıraş ettirir. O gün Zilhicce’nin 13’üncü günüdür. Bu hacc vazifesini de yaptırdıktan sonra Hacc idareciliği (Emirliği) görevi sona ermiştir. Hacc idareciliği görevinin sona ermesinin gereği ne ise onu yapar. İşte sayılan bu 5 esas hacc idarecisinin idarî görevi­dir.

6- Bu görev ihtilaflı olup üç konudur. Birincisi: Hacılardan bi­rinin işlediği iş ta’zir veya had cezasını gerektiriyor ve cezayı ge­rektiren iş hacla ilgili ise gereken cezayı verir. Haccla ilgili değilse hiç bir ceza vermez. İşlediği fiil had cezasını gerektiriyorsa iki gö­rüş vardır. Ya hadd cezasını uygular, çünkü iş hacc hükümlerin-dendir. Yahut hacc ibâdetinden çıkmış olduğundan hadd cezasını uygulamaz. İkinci husus: Hacc hükümlerinin dışında hacılar ara­sındaki anlaşmazlıklara hüküm veremez. Hacc hükümlerinde an­laşmazlığa düşmüşlerse, meselâ: karı-koca münâsebette bulun­manın keffâret gerektirip gerektirmeyeceğinde veya haccın kaza­sını gerektirip gerektirmeyeceğinde ihtilâfa düşebilirler. Böyle iş­lerde iki fikir vardır. Ya, ihtilâf edenler arasında hüküm verir, ya­hut vermez. Üçüncü husus: Hacılardan birinin fidye vermesi gere­kiyorsa Hacc idarecisi fidyenin verilmesinin lüzumluluğunda ha­cıyı zorlar. Fidyeyi alacak bir de hasım mevcutsa, hac idarecisi fid­ye verecek şahsı Ödemeye zorlamaya yetkisi mevcutmu, değil mi? Sorusu ihtilaflı olup aynen had cezasını uygulamadaki görüş bu­rada da geçerlidir.

Hacc idarecisi hukukçu (fakih) ise fetva istendiğinde fetva da verir. Hacc emîrinin hüküm veremiyeceği bir iş yapılmışsa bu iş yüzünden işleyenleri kötüleyemez. Ancak câhil olanların da fiili yapanlara uymasından, o fiilleri işlemelerinden korkulursa ikazda bulunulur. Hacc esnasında, Talha b. Ubeydullah eski bir kaftanı giyince Hz. Ömer tenkid etti ve “Câhillerin senin bu hare­ketine uymalarından korkarım.” dedi.

Hacc ibâdetinde hacılara kendi mezhebinin icaplarından baş­ka bir şey yüklenemez. Hacc emiri ihrama girmeden insanlara haccı yaptırırsa kendisinin bu hareketi mekruhtur. Fakat hacıla­rın ibâdeti muteberdir. Buradaki durum, namazın aksinedir. Çünkü bir kimse imam olmadan cemaate namaz kıldıramaz. Ha­cılar kendi rehberlerine uymak, hacc enıirinden ayrılmak isterler­se bu istek caizdir. Her ne kadar emîre muhalif hareket mekruhsa da böyle bir hareket olabilir. Ama namazda imama muhalefet na­mazı bozar. Çünkü namaz, imamla sıkı-sıkıya irtibatlıdır. Hacc ise hacc idarecisinden ayrılabilen, irtibatlı olmayan bir ibadettir.[106]

 

ON BİRİNCİ BOLUM

Zekât Ve Zekât İdaresi

 

ZEKÂT VE SADAKA İŞLERİNİ İDARE

A- ZEKÂTA TABİ AÇIK MALLAR, ZEKÂT MEMURLUĞU

Zekât da sadaka anlamınadır. Zekât ve sadaka isim olarak ay­rı ayrı kelimelerse de her ikisi aynı şeye isim olarak verilmiştir. Bir müslümamn malından zekâttan başka bir dînî vergi alınmaz. Hadîs-i şerifte de:

“Malda, zekâttan başka bir hak yoktur.’[107] buyurulmuş-tur.

Zekât, hakikaten veya hükmen çoğalma kaabiliyeti olan, sa­hibi tarafından meşru yollardan kazanılan mallardan alınan, lâyık olanlara bir yardım anlamını taşıyan farz ibâdettir. Zekâta tâbi mallar iki kısımdır.

  1. a)Açık mallar (Emvâl-i Zahire),b) Gizli mallar (Emvâl-i Bâtına) Açık mallar: Gizlenmesi imkânsız olan mahsuller, mey­veler, hayvanlar gibi mallardır. Gizli mallar, ise: Gizlenmesi mümkün olan altın, gümüş ve ticâret mallandır. Zekâtla görevli memurun gizli mallara bakma imkânı yoktur. Mal sahibi bu mal­ların zekâtını hesaplar ve isteyerek zekât memurlarına verir. Me­mur hesapta onlara yardım eder, yol gösterir. Zekât memurunun açık mallara bakma yetkisi vardır. Mal sahibine, zekâtı kendisine vermesini emreder.

Zekât isteyen şahıs gerçekten zekât memuru ise zekâtın ken­dine verilmesini emretmesinde iki görüş vardır. 1- Emir anlamı­nadır, bağlayıcı ve yerine getirilmesi gerekir. Mükellefler zekâtın verilmesini geciktiremezler, zekât hazırlanmış s a vermemezlik edemezler. 2- İtaati gösterme yönünden müstehap bir emirdir. Mükellefler zekâtı vermekten kaçınırlarsa cezalandırılırlar. Bu görüş içinde de iki ayrı görüş vardır. Bir görüşe göre, zekât ver­mekten kaçınanlarla Hz. Ebû Bekr’in savaştığı gibi savaşılır. Çünkü zekât vermemekle âmirlere, idarecilere itaat etmemiş olurlar. Diğer görüşe göre, (ki, Ebû Hanîfe’nin görüşüdür) kendi kendilerine zekât vereceklerine söz vermişlerse, savaşılmaz.

Zekât memurluğu için aranılan şartlar: Memur olacak şahıs hür, âdil, müslüman, (tam yetkili zekât memuru ise) zekât hü­kümlerini bilen biri olmalıdır.

Muayyen miktarları toplamak üzere işleri takip ve yürütme (Tenfîz) yetkisi verilmişse zekât hükümlerini bilmesi aranmaz. Zekât memuru olacak şahıs, zekât verilmesi gereken fakir kimse­lerden olmamalıdır. Şu kadar var ki, memurun geçimine yetecek kadar bir miktar mal almasında mahzur yoktur.

Bir kimse zekât memurluğuna tâyin edilince üç görevi söz ko­nusudur.

  1. a)Zekâtı hem toplamak, hem de dağıtmak için tâyin edilir. İki işde de yürütme yetkisi mevcuttur.
  2. b)Zekâtı toplamaya tâyin edilir. Taksim ve dağıtma yetkisi verilmez. Her iki yetkiyi taşıyan memurun taksimi geciktirmesi günâhtır. Taksim yetkisi başkasına aitse toplamayla görevli me­murun topladığını o şahsa vermesi gerekir.
  3. c)Zekât işleri için genel bir tâyin yapılır, taksim işi ile ne em­redilir ne de yasak edilir, men edilirse böyle bir tâyin hem toplama ve hem de taksim yetkisini içine alır. Topladığı zekâtları dağıtabi­lir. Yukarıda, a ve b sıkkındaki usûlle tâyin edilenler ileride açık­lanacaktır.

Zekât toplama işinde zekâta tâbi mallar şunlardır:[108]

 

1- HAYVANLARIN ZEKÂTI

 

Bu sınıf içine deve, sığır-manda, koyun-keçi gibi hayvanlar gi­rer. Bunların hepsine birden “Mâşiye” denilmiştir. Çünkü yürü­yerek otlarlar.

  1. aa)Develerin zekâtı: Devenin zekâta tâbi en az miktarı 5’dir.

5’den- 9’a kadar 1 yaşında bir koyun veya keçi, zekât verilir. 10’dan – 14’e kadar 2 koyun veya keçi zekât verilir. 15’den – 19’a kadar 3 koyun, veya keçi zekât verilir. 20’den – 24’e kadar 4 koyun veya keçi zekât verilir.

25’den – 35’e kadar 1 yaşını bitirmiş 1 dişi deve yavrusu zekât verilir. (Yoksa erkeği).

36’dan – 45ıe kadar 2 yaşını bitirmiş 1 dişi deva zekât verilir.

46’dan – 60’a kadar 3 yaşını bitirmiş, üzerine binilebilen, yük taşıyan 1 deve verilir.

61’den 75’e kadar 4 yaşını tamamlamış 1 dişi deve verilir.

76’dan – 90’a kadar 1 yaşını doldurmuş 2 dişi deve, dişi yoksa erkeği zekât verilir.

91’den – 120’ye kadar 2 yaşım doldurmuş 2 dişi deve verilir.

Nisbetler hususunda hüküm burada bitmektedir. Bu konuda icmâ vâki olmuştur. Deve miktarı 120’yi geçerse zekât miktarında hukukçular ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe’ye göre, tekrar baştan hesap edilir. İmam Mâlik’e göre, 130’a ulaşınca 2 yaşında 1 dişi de­ve 1 yaşında 2 dişi deve zekât verilir.

Şafiî’ye göre: 121’den itibaren her 40 devede 1 yaşında 1 dişi deve ve her 50 devede 2 yaşım bitirmiş 1 dişi deve zekât verilir. Bu duruma göre, 121 devede 1 yaşını bitirmiş 1 dişi deve, 130 devede

2 yaşını bitirmiş 1 dişi deve ve 1 yaşını bitirmiş 2 dişi deve 150 de­vede 2 yaşını bitirmiş 3 dişi deve, 160 devede 1 yaşını bitirmiş 4 di­şi deve, 170 devede 2 yaşını bitirmiş 1 dişi deve ve 1 yaşını bitirmiş

3 dişi deve, 180 devede 2 yaşım bitirmiş 2 dişi deve ve 1 yaşını bi­tirmiş 2 dişi deve, 190 devede 2 yaşını bitirmiş 3 dişi deve ve 1 yaşı­nı bitirmiş 1 dişi deve, 200 devede muhayyer olarak ya 2 yaşını bi­tirmiş 4 dişi deve veya 1 yaşını bitirmiş 5 dişi deve zekât verilir. Şayet bu şartlardan birini taşıyan bulunmazsa iki şıktan diğerini muhakkak verir. İki şıktan da verebiliyorsa zekât memuru üstün olan şıkkı tercih eder. Bir görüşe göre 2 yaşını bitirmiş olanları alır. Çünkü faydası çok, sıkıntısı azdır. Bundan sonra aynı kıyas tarzı devam eder. Her 40 devede 1 yaşını bitirmiş 1 dişi deve, her 50 devede 2 yaşını bitirmiş 1 dişi deve zekât verilir.

  1. bb)Sığır ve mandaların zekâtı: Bunlarda ilk nisab (ölçü) miktarı 30’dur. 30 sığır veya mandada 6 ayım doldurmuş 1 erkek veya dişi buzağı zekât verilir. 40 sığır veya mandada 1 yaşını dol­durmuş 1 dişi buzağı, yoksa erkek buzağı verilir. Bir görüşe göre dişi buzağı olmayınca da erkek buzağı zekât olarak verilmez, ka­bul olmaz. Sığır ve mandalar 4O’ı geçince zekâtları hususunda ihtilâf vardır. Ebû Hanîfe’den bir rivayete göre, 50 sığırda 1 yaşını doldurmuş 1 dişi buzağı ve bedelinin 1:4 u, Şafiî’ye göre, 40’dan -60’a kadar zekât gerekmez. 60 sığırda ve mandada 6 aylarım doldurmuş 2 buzağı zekât verilir. 60’dan sonra her 30 sığır için 6 ayını bitirmiş l’er buzağı, her 40 sığırda ise, 1 yaşını bitirmiş 1 buzağı zekât verilir. Bu durumda, 70 sığırda 1 yaşını bitirmiş 1 dana ve 6 ayını bitirmiş 1 buzağı, 80 sığırda 1 yaşım bitirmiş 2 buzağı, 90 sı­ğırda 6 ayını bitirmiş 3 buzağı, 100 sığırda 6 ayını bitirmiş 2 buza­ğı ve 1 yaşını bitirmiş 1 buzağı, 110 sığırda 1 yaşım bitirmiş 2 bu­zağı ve 6 ayını bitirmiş bir buzağı 120 sığırda tercih hakkı olup is­terse 1 yaşını bitirmiş 3 buzağı, isterse 6 ayım bitirmiş 4 buzağı zekât verir, aynen 200 devenin zekâtı gibi. Bir görüşe göre, zekât memuru şartları taşıyanlardan bulduğunu alır. İki gruptan da varsa yarayışlı olanı alır. Bir görüşe göre de, 1 yaşını bitirmiş bu­zağılardan zekât alır. Bundan sonra kıyas üzere her 30 sığırda 6 ayını doldurmuş 1 buzağı zekât alır, her 40 sığırda da 1 yaşım bi­tirmiş 1 buzağı zekât alınır.
  2. cc)Koyun ve keçilerin zekâtı: İlk zekât miktarı ölçüsü 4O’dır, 40dan – 120’ye kadar 2 yaşında 1 koyun veya keçi zekât ve­rilir. Yalnız hepsi de 2 yaşından küçükse, Şafiî’ye göre, 1 yaşından aşağı olmamak üzere 1 koyun veya keçi zekât alınır. Mâlik’e göre, ancak 2 yaşında 1 koyun veya keçi zekât alınır. 121’den – 200’e ka­dar 2 yaşında 2 koyun veya keçi, 201’den – 399’a kadar 2 yaşında 3 koyun veya keçi, 400’de 2 yaşında 4 koyun veya keçi zekât verilir. Bundan sonra her 100 koyun veya keçi için 2 yaşında 1 koyun veya keçi zekât verilir.

Koyun keçi ile, Manda (Camız) sığırla, Acem devesi Arab de-vesiyle aynı işleme tabidir. Çünkü bunlar aynı cinsten sayılırlar. Fakat deve sığırla, sığır koyunla toplanamaz. Cins ayrılığı bu işle­me mânidir. İnsanların, zekâta tabi mallan ayrı ayrı da olsa kıy­metleri toplanıp zekâtları hesap edilir. Karışma kabiliyetleri olan mallar gerekli ölçüye ulaşınca hepsine birden verilen zekât mute­berdir. Mâlik’e göre, karıştırmanın tesiri olmaz, her bir mal kendi başına gerekli ölçüyü doldurmahdır. Doldurmadığında karışık mal zekâta tâbi olma şartları taşıyorsa o zaman onun zekâtı veri­lir. Ebû Hanîfe’ye göre her bir malın zekâtı ayrı ayrı verilir. Ancak o zaman borçtan kurtulur.

Sözü geçen hayvanların zekâtı için iki müşterek şart vardır.

1- Hayvanların Sâime olması: Senenin 6 ayından fazlasını otlaklarda geçiren, yavrulayan, sahihlerine beslenme bakımın­dan sıkıntı vermiyen hayvan olmalıdır. Koşum hayvanı veya ahır­larda beslenen hayvanlarsa Ebû Hanîfe ve Şafiî’ye göre zekâtları verilmez. İmam Mâlik ise bunları da Sâime hayvanlar gibi düşü­nür ve zekâta tâbidir der.

2- Üzerlerinden 1 senenin geçmesi: Hadîs-i şerîfde: “Sene­sini doldurmayan maldan zekât verilmez.’[109] buyurulmuş-tur. Koyun ve keçi, kuzu ve oğlak da senesi dolmasa da anaları ile birlikte hesaba katılırlar. Anaları gerekli ölçüden noksansa Ebû Hanîfe’ye göre, nisabı tamamlamış olurlar. Şafiî’ye göre yavrular nisabı tamamladıktan sonra 1 yılın geçmesi beklenir.

Atlar, katırlar, merkepler zekâta tâbi değildir. Ebû Hanîfe, di­şi atlar (Kısraklar) sâime ise her ata 1 dinar zekât verilir, der. Pey­gamber (s.a.v) de, ‘Köleler ve atların zekâtından sizleri muaf tuttum.”[110] buyurmuştur.

Zekât memuru mutlak bir yetki ile tâyin edilmişse, o takdirde ihtilaflı malların zekâtını alıp almamakta kendi reyine ve içtiha­dına göre hareket eder. Her hangi bir hukukçunun veya mal sahi­binin görüşü ile bağlı değildir. Mükelleflerin verdikleri zekât, me­murun belirttiği miktar kadar değilse geçerli olmaz, mükellefle­rin böyle mallar için kendiliklerinden verdikleri miktar tam yet­kili memur için bir Ölçü olamaz.

Yalnız zekâtları toplamak üzere bu işleri yürütmek için tâyin edilen memur, zekâtı, ihtilaflı mallarda tâj’in eden âmirin, içtihadına göre hareket eder. Mal sahiplerinin görüşünü nazara almaz. Kendisinin ictihadda bulunma yetkisi yoktur. Belirtilen miktarca zekât alır. Tâyin eden, bu miktarı belirtmelidir. Bu nevi zekât memuru zekât toplamada bir elçi gibidir. Sultanın görüşle­rini yerine getirir. Duruma göre, sınırlı yetkisi olan zekât memu­ru, köle veya zimmî de olabilir. Genel olarak zekât toplamak için tâyin edilmişse, o zaman zimmî ve kölenin idareci tâyini uygun de­ğildir. Özel zekâta memur edilecekse duruma bakılır.

Zekâtlık malların ve bunlardan alınacak zekâtın miktarı bili­niyorsa, o takdirde böyle bir zekâtı toplamaya köle veya zimmî de görevlendirilebilir. Çünkü burada zekât memuru olmaktan ziya­de bir elçi gibidir. Zekâtlık malların asıl ve miktarı ve alınacak zekâtın miktarı belli değilse zekâtı toplamaya zimmî tâyin edile­mez. Kendisine güvenilemiyen biri, bir mala emîn olarak tâyin edilemez. Kölenin tâyini yapılabilir Çünkü yaptığı rivayet doğru olarak kabul edilir.

Mallara zekât farz olduktan sonra, zekât memuru, toplamada geç kalmış ve bu geç kalışı başka yerlerde zekât toplamadan ileri geliyorsa, mükellefler onun gelmesini bekler. Çünkü zekât me­muru ancak yetiştirebilmektedir. Şayet hiçbir mükellefe uğrama­mış, henüz toplamaya başlamamışsa, Örfen zekâtların ödenmesi vakti de geçmişse mükellefler kendileri zekâtlarını hesaplar ve verilecek yerlere verirler. Çünkü zekât memuruna zekâtın veril­mesi, memurun imkânına bağlıdır. İmkân olmayınca ona verme şartı da düşmüştür. Mal sahibi mükellefler içtihatta bulunma ye­teneğinde iseler mallarının zekâtlarını kendi ictihâdları ile hesap eder, verirler. Böyle durumda değilseler hukukçulara sorar, ona göre verirler. Başkasına sormaya lüzum yoktur.

İki ayrı hukukçuya danışmış birisi zekât vermesi gerektiğini, diğeri ise zekât vermesi gerekmediğini; veya birisi muayyen bir miktar, diğeri ondan fazla bir miktar zekât vermesi gerektiğini belirtmişse, Şafiî mezhebi mensupları bu görüşlerden hangisi ile amel edileceğinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazılarına göre, hükmü ağır olanla hareket edilir. Bazılarına göre de, iki görüşten istedi­ğini alır, onunla amel eder.

Zekât memuru, zekât verildikten sonra gelirse, mal sahibinin verdiği miktar, zekât memurunun hesabı ile aynı veya daha fazla ise ve zekât toplama hususunda memurun gelmesi yönünden da­ha vakit varsa, memurun görüşüyle hareket edilir. Vakit tama­men geçtikten sonra mükellef zekâtını vermişse, mükellefin görü­şü geçerlidir. Zekât memuru zekâtı kendi görüşüne göre zekâtı tesbit ederse, mükellefler de ona göre zekâtlarını verirler. Buna rağmen ödediği miktar âyet ve hadislerde, belirtilen miktardan az ise aradaki farkı ödemeleri gerekir.[111]

 

2- MEYVELERİN ZEKÂTI

 

Zekâta tâbi ikinci gurup açık mallar hurma ve diğer ağaçların meyveleridir. Ebû Hanîfe’ye göre, bütün ağaçların meyveleri zekâta tabidir. Şafiî’ye göre, yalnız hurma ve üzüm zekâta tabidir. Diğer meyveler zekâta tabi değildir.

Meyvelerin zekâtı için iki şart mevcuttur. 1- Meyvelerin ol-gunlaşmasıdır. Olgunlaşmadan koparılanlar zekâta tabi değildir. Bu türlü hareketle zekât vermekten kaçınmak mekruhtur. Zaruret sebebiyle yapılmışsa bir sorumluluk yoktur. 2- Beş vesk’a ulaşmasıdır. (Bugünkü ölçülerle 1000 kg. eder.) Şafiî’ye göre 5 vesktan az miktara zekât verilmez. 1 vesk 60 Sa’dır. 1 Sa’da 5 bat­man ve 1 batman üçte iki (2: 3) kg.dır. Ebû Hanîfe’ye göre, meyve­lerin miktarı az olsun çok olsun zekâtlarını vermek gerekir. Ebû Hanîfe’ye göre, meyveler birbirine eklenmez. Şafiî’ye göre muh­taçlar düşünülerek meyveler biribirine tahvil edilir. Peygamber (s.a.v) meyvelerin zekâtını toplamak için memur gönderdiklerin­de şöyle buyurmuştur:

“Mallardan zekâtı hafif alınız. Çünkü inalda vasiyet et­me, hayatta iken duâ celbi için bahşiş verme, yoldan geçenlerin yemeleri için bırakılma ve meyvelere âfetin gelme durumu söz konusudur.[112]

Basra’nın meyveleri: Üzümcülükte diğer ülkeler gibidir, zekâtları alınır. Zor olması sebebiyle hurmayı az ekerler. Ektikle­ri şeyden de oradan geçenlerin yemelerini mubah sayarlar, zekât alınmazdı, l’inci hicrî asırda Cuma günleri toplanılan hurmala­rın 1: 2 veya 2: 3 gibi bir miktarı fakirlere dağıtılırdı. Meyvelerin iyisinden 1: 2 seçilirdi. Ve Basra’nın görevli memuruna gönderilir, verecekleri öşürlerden sayılması istenirdi. Basra’lıların bu hâli başka yerlere uymaz ve bağlayıcı da değildir.

Hurma ve üzümün zekâtı olgunlaşmaya başladığında alınır. Zekât memuru mal sahiplerinin malı saklamadan zekâtlarını ve­receklerinden eminse hurma ve üzümün kurusundan zekât alır, değilse yaşından alır.

Hurma ve üzümün zekâtı: Arazî kendiliğinden yağmur ve sel sularıyla sulanıyorsa, çıkan mahsulün onda biri verilir. Kuyu­larla, dolaplarla sulanıyorsa yirmide birdir. Bu miktarlar zekât olarak alınır. Toprak her iki su ile de sulanıyorsa bir görüşe göre, zekâtta yüksek olan miktar üzerinden hesap yapılır. Diğer görüşe göre de her iki miktarın ortalaması üzerinden zekât alınır. Arazînin sulanması konusunda mal sahibi ile zekât memuru ihti­laf ederlerse, mal sahibinin sözü ile hareket edilir. Amil (zekât toplama memuru) isterse yemin ettirme hakkına sahiptir. Yemin etmezse de beyan ettiğinden fazlası alınamaz. Çünkü zekât me­muru, sadece bulunduğu zaman ve duruma göre konuşmuştur. Meyveler az ve zayıf olursa mükellefin ifâdesine göre zekât alınır. Hurmalardan bir nevi diğer nevi hurmaya ilâve edilir, üzüm için de durum aynıdır. Çünkü hepsi de bir cins teşkil ederler. Cins ay­rılığı sebebiyle hurma üzüme eklenemez. Hurma ve üzümün ku­rusundan zekât alınacaksa, kurumaları tam sona erince zekât alı­nır. Yan yaş bir durumda zekâtları alınmaz. Hurma ve üzümden yaş iken zekât alınacaksa, daldan indirilip satılacak duruma ge­lince zekâtı alınır. Zekât alacaklar hurma ve üzümün yaşına muhtaçsa bu şekilde yapılır. Muhtaç durumları yoksa, tercihe de­ğer olam, kurularından zekât almaktır.

Zekâta tâbi meyvelere, daldan indirilmek üzere iken yahut henüz indirilmişken bir âfet gelmiş, zekâtını ödemek imkânı kal­madan elden çıkmışsa zekât borcu düşer. Zekâtını verme imkânı varken, ödemeden felâket gelmişse zekâtı, mükelleften alınır.[113]

 

3- HUBUBATIN ZEKÂTI

 

Zekâta tâbi açık malların üçüncüsü hububattır. Ebû Hanife “Hububatın her cinsi zekâta tâbidir.” der. Şafiî’ye göre insanların yemeleri için ekilip toplanan hububat zekâta tâbidir. Yine Şafiî’ye göre yeşillikler, sebzeler zekâta tâbi olmadığı gibi, insanların ye­mediği pamuk, keten, vâdî ve dağlarda yetiştirilen diğer bitkiler­den zekât alınmaz. Şafiî’ye göre zekâtı alınacak mallar: Buğday, arpa, pirinç, darı, bakla, börülce, nohut, mercimek, çavdar, bur­çaktır. Buğdayın bir nevi olan kabuklu buğday (Ales)ın dış kabu­ğu çıktıktan sonrası zekâta tâbidir. Bu tür buğdayın kabuklu ola­rak zekâtı verilirse 2000 kg. dan itibaren zekât verilir, daha az ise zekâta tâbi değildir. Pirincin zekâtı da kabuklu hesap edilir. Ar­paya benzeyen Selt de arpa gibidir, onunla birlikte zekâtı verilir. Darıya benzeyen Cavers de darı gibi işlem görür, onunla birlikte zekâtı verilir. Bunların haricindeki hububat birbirlerine ilâve edilemez. İmam Mâlik arpayı çavdara, pamuklardan bazılarını bir başkasına ilâve eder.

Hububatın zekâtının alınmasına gelince: Sertleşip dolgunla-şınca zekât vâcib olur. Harmanlanıp sapından temizlenince hasa­dın yarısı 5 veski yani 1000 kg.’ı geçince zekât alınır. Hububat sa­hibi, ekinler taze iken kesip biçerse zekât vermek gerekmez. Fa­kat bu hareketi zekâttan kaçınmak anlamını taşıdığından mek­ruhtur. İhtiyaç sebebiyle biçmişse bir mahzuru yoktur.

Zimmî bir kimse öşre tâbi araziye sahipse, mahsullerinin tâbi olacağı hükümde hukukçular ihtilâf göstermişlerdir. Şafiî’ye göre öşür ve haraç vergileri yoktur. Ebû. Hanîfe’ye göre, arazînin müs-lüman elinden çıkması, yeni mâliki vergiden kurtarmaz. Haraç vergisi verir. Müslüman olsa da haracı yine öder. Ebû Yusuf a gö­re, müslümandan alınan zekâtın iki katı vergi alınır. Müslüman olursa vereceği zekât normale döner. İmam Muhammed ve Süfya-nı Sevrî’ye göre, müslümandan ne alınıyorsa zimmîden de aynısı alınır, katlanmaz, tamamen vergisiz de bırakılmaz.

Müslüman haraç arazîde ziraatcilik yaparsa, Şafiî’ye göre, arazînin haraç olması önemli değildir. Öşür (Zekât) de alınır, ha­raç da. Ebû Hanîfe’ye göre, yalnız haraç alınır, öşür alınmaz. Bir müslüman haraç arazîyi kiralarsa, haracı arazî sahibi, öşrü de ki-ralıyan müslüman verir. Ebû Hanîfe’ye göre, hububatın Öşrü de arazî sahibine aittir. Hukukçu Ma’mer de aynı görüştedir.

Buraya kadar sayılan üç grup malların hepsi de emvâl-i zahire (Açık mallar)dır.[114]

 

4- ALTIN VE GÜMÜŞÜN ZEKÂTI

 

Altın ve gümüş zekâta tâbi dördüncü grup malları teşkil eder. Her ikisi de gizli mal (Emvâl-i Bâtmajdır. Zekâtları da 1:40 (kırk­ta bir) üzerinden hesap edilir. Hadis-i şerifte:

“Altın ve gümüşte zekât 1:40 (kırkta bir) dir.” buyurulmuştur.[115]

Gümüşün zekâta tâbi en az miktarı, İslâmî dirhemle 200 dir­hem (641,5 gr.)dir. Gümüş 200 dirhem olunca 5 dirhem (16 gr.) gü­müş zekât verilir. 200 dirhemden aşağı olursa zekât verilmez.

Fazla olursa, fazlalık 4O’ı bulsun veya bulmasın 1: 40 üzerinden hesaplanır. Ebû Hanîfe’ye göre, 200 dirhemden sonra 200 dirhe­min 40’da biri dahil olmak üzere, her fazla 40 dirhem gümüş zekâta tâbidir. İşlenmiş veya işlenmemiş gümüş hepsi aynı dere­cede olup zekâta tâbidir.

Altının zekât ölçüsü ise: 20 mıskal (96,2 gr.)dir. Bu miktarın zekâtı ise, 1: 40 (kırkta bir) hesâbıyladır. Buna göre 20 miskâl altı­nın zekâtı yarım miskal (1: 2 miskâl veya yeni ölçü ile 2,4 gr.) altın­dır. İşlenmiş veya külçe altınlar hepsi aynı işleme tâbidir.

Gümüş, altınla toplanamaz. Her birinin ölçüsü ayrı ayrıdır. Ebû Hanîfe ve Mâlik az olanı çoğa ilâve etmişler, takvimde (yeni­den değerlendirmede) bulunmuşlardır. Altın ve gümüş ticareti yapılıyorsa, bunların kendileri ve kârları senesini doldurunca zekâta tâbidir. Dâvûd-u Zahirî, ticâret malı zekâta tâbi değildir, der. Hukukçuların pek çoğu bu görüşü kabul etmez.

Altın ve gümüş, mubah zinet eşyası olarak kullanılırsa Şafiî’nin kuvvetli görüşü ve Mâliki mezhebince zekâtları gerek­mez. Ebû Hanîfe’ye göre, zinet eşyası da olsa zekât vâcibtir. Altın ve gümüş, mubah olmayan zinet eşyası olarak kullanılırsa, kab kaçak, yemek takımları gibi, bütün hukukçularca zekât gerekir.[116]

 

5- MADEN VE DEFİNELERİN ZEKÂTI

 

Madenler açık mallardandır. Hukukçular, hangi maden­ler zekâta tâbidir konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Ebû Hanîfe’ye göre, altın, gümüş, bakır, demir gibi madenler zekâta ti-bidir. Eritilemiyen sıvı ve taş madenler zekâta tabi değildir.

Ebû Yusuf a göre, süs eşyası olarak kullanılan mâdenler, cev­herler zekâta tâbidir. Şafiî’ye göre, yalnız altın ve gümüş maden­leri zekâta tâbidir. Çıkarılan bu madenler eritilince, zekât ölçüsü­nü dolduruyorlarsa zekâta tâbidir. Böyle çıkarılan alün ve gümüşün zekât miktarında ise üç görüş var:

1- Tıpkı saf gümüş ve altında olduğu gibi kırkta bir zekât alı-

nır.

2- Defineler gibi 1: 5 (beşte bir) zekât alınır.

3- Madenin durumuna bakılır. Zorla, büyük masraflarla çıka-rılıyorsa kırkta bir, az masrafla, kolaylıkla çıkarılıyorsa beşte bir nisbetinde zekât alınır.

Zekâta tâbi mâdenlerin üzerinden senenin geçmesi istenmez. Bunların zekâtı çıkarıldığında alınır.

Defineler: Câhiliyyet zamanından, eski devirlerden, sakla­nılıp kalmış olan ve sonraları başkaları tarafından çıkarılan mal­lardır. Bulan şahıs beşte birini zekât olarak sarf eder. Çünkü ha-dis-i şerifde:

“Definelerde zekât beşte birdir”[117] buyurulmuştur. Ebû Hanîfe’ye göre, defineyi bulan onu saklamada ve açığa çıkarmada serbesttir. Açığa çıkarıldığında da halîfenin beşte birini alıp al­mamada serbestisi vardır. Define başkasına âit bir arazîde bulun­muşsa, arazî sahibinindir. Çıkaranın hakkı yoktur. Arazî mâliki çıkarılan malın zekâtını vermişse başka bir şey yapmasına lüzum yoktur. Bulunan definelerin üzerinde müslümanlara âit bir işaret varsa o define Lükata (Kaybedilmiş mal) hükmündedir. Bu­lunduğu andan itibaren 1 yıl beklenir. Bu süre içinde malın sahibi çıkagelmişse ne âlâ, yoksa bulanın olur.[118]

 

B- ZEKATIN ÖDENMESİNDE USÛL

 

Zekât memuru, mükellefleri zekât vermeye çağırır, ödemele­rini sağlamak müslümanla zimmî olanı ayırt etmek için böyle davranır. Bu hareket aynı zamanda:

“Habibim servet sahiplerinin mallarından zekât al, zekât onların mallarını temizler ve vicdanlarını arıtır. On­lara duâ et, Hakikat senin duan onlar için bir huzur, emni­yet bahşeder.” (K. K. 9: 103) emrine uyma olur.

Bu âyette geçen “Onların mallarım temizler ve vicdanlarını arıtır” hükmünü.! bir diğer anlamı, günahlarını temizler, amelle­rini arıtır, demeistir. “Onlara duâ et” emrinin bir başka anlamı, İbn Abbas’a göre. “onların afvını iste” Veya ekseriyete göre, “Onla­ra duâ et” demektir. “Hakikat senin duan onlar için huzur bahşe­der” hükmünün İbn Abbas’a göre mânâsı, “Onlara yakınlıktır.” Talha’ya göre, “Onlara rahmettir.”, İbn Kuteybe’ye göre, “Onlara bir karardır”, dördüncü bir görüşe göre de, “Onlara emniyyettir” ki bu istenmese de müstehab bir emirdir. Zekâtın istenmesinde de hak olan bir iştir. Buna göre, onlara emniyet telkini hem müste­hab ve hem de müstehak (lâyık oldukları) bir iştir.

Bir şahıs dürüst olmasına rağmen malının zekâtını saklarsa sonradan sakladığı şey ortaya çıkınca zekât memuru zekâtını alır, saklama sebeplerini de araştırır. Zekâtı bizzat kendisi vermek için saklamışsa ceza verilmez, Hakkullah’a mani olmak, zekâtı maldan yararlanmak için vermemişse cezalandırılır. Bununla be­raber zekât miktarı ne ise o alınır, fazla mal alınmaz. İmam Mâlike göre şu hadis-i şerife istinaden malının yarısı alınır.

“Kim zekâtta hıyanet ederse ben onun malının yarısını zekât olarak alırım. Bu Allah’a olan yeminlerden bir ye­mindir. Alman bu nevi malda Hz. Muhammed’in aileleri için bir hisse de yoktur”[119] buyurmuştur.

Resûlullah’ın (s.a.v), “Mal üzerinde zekâttan başka bir hak yoktur” hadis-i şerifine yukarıda hadis-i şerif zıd gibidir. Fa­kat ilk hadis-i şerif zekâttan kaçman, hıyanette bulunanlar için

(1) İbn Mâce, zekât 14. Müsned-i Ahmed, 3/498. vs.

232

Ahkâm-ı Sultaniyye

tatbik edilir. İkinci hadis-i şerif genel hükümlü bir hadis-i şerif-dir.

“Kim kölesini öldürürse biz de o köleyi öldüreni öldürü-

rüz’*-1-1 hadis-i şerifi gibidir. Köleyi öldürmemek için sıkı bir emir­dir.

Zekât memuru, zekât alırken halka sıkıntı ediyor ama taksi­minde doğruluktan ayrılmıyorsa bile, mükellefler dilerse bu me­mura zekâtını verir, dilerse kendi zekâtını gizler ve fakire dağıtır. Ama zekât memuru toplarken doğru hareket eder, dağıtırken zu­lümde, kötülükte bulunursa mükellefler zekâtlarını memurdan muhakkak saklarlar. Vermek doğru olmaz. Mükellefler isteyerek veya mecburen zekâtlarını bu memura vermişlerse, Allah’a olan zekât borçlarını tekrar hesaplar zekât alacaklara dağıtırlar. İmam Mâlik’e göre, zekât memuru ister tam yetkili ister sınırlı yetkili (tenfizî) olsun, zekât almaya görevlendirildiğini belirtince mükellefler, zekâtlarını verirler, bir daha vermeleri gerekmez. Gizlerlerse cezalandırılırlar.

Zekât memurunun azlolunmasından sonra, zekâtı kabul et­mesi halinde iki durum vardır. Birincisi, zahirî malların zekâtı verilmişse yeniden zekâtları verilir. Bu durumun müstehap veya müstehak (Muhakkak ödeme) oluşu şöyledir. Memur, azlolun-duktan sonra memurum demişse muhâtab da hüsnü niyyetle bu söze itimad etmiş, zekâtını vermişse, muhatabın yeniden zekâtını vermesi müstehabtır. Bir başka fikre göre de, azlolunan memu­run sözü delille kabul edilir, delil sorulmamış s a, ona verilen zekâtın tekraren mükellef tarafından verilmesi gerekir.

Zekât memuru, âdil kimse de olsa verilen zekâtın alındığı hu­susunda şahit olarak dinlenemez. Mal sahibi zekâtım verdiğini iddia ederse, zekâtı vermek imkânından sonra, memurun geç kal­ması sebebiyle, sözü kabul edilir. Memur, bir töhmet altında kalıyorsa mal sahibine yemin ettirilir. Memurun yemin teklifinde bu­lunması iki sebeptendir.

1- Mükellef yeminden kaçıyorsa yemin teklif edilir, zekât alı-

nır.

2- Zekâttan kaçınıyorsa, yemin teklif edilir, kaçındığı açığa çı­karılır. Yemin ederse zekât da alınmaz. Zekât verdiğini memurun önünde söylerse, sözü kabul edilmez. Bir görüşe göre, memura zekât vermesi bir vecibedir. Bir görüşe göre de, zekât verdiğine ait sözü kabul edilirse verdiği zekât müstahabtır.[120]

 

G- ZEKÂTIN DAĞITIM USÛLÜ

 

Zekât verilecek kimseler âyet-i kerimede şu şekilde tesbit edilmiştir.

“Zekât ancak fakirler, miskinler, zekâtı toplamaya me­mur olanlar, kalbleri İslama ısınmış olanlar, köleler, borç­lular, yolda iken muhtaç hâle düşenler içindir. Allah’dan, bu bir farizadır. Allah her şeyi hakkıyla bilici, her şeyde hikmetle hükmedicidir.” (K. K. 9: 60) buyurulmuştur. Ayetin nüzulünden önce Peygamber (s.a.v) kendi rey ve ictihâdiyle zekâtı taksime başlamıştır. Bazı münafıklar da Peygamberi (s.a.v) ilzam (Tenkid) için,

– Ölçülü âdil hareket et Ya Resûlallah, dediler. Peygam­ber (s.a.v) de,

– Annen seni kaybetsin, ben ölçülü hareket etmezsem kim bana adaletle hareket ve muamelede bulunacak, kim âdil hareket edecek”[121] buyurdu.

Bu hâdise üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme gönderildi ve Pey­gamber (s.a.v) buyurdu ki,

“Hakikat, Allah zekât malının en yakın melekleri ve Resulü (s.a.v) tarafından taksim edilmesine razı olmadı, zekât taksim işini bizzat kendisi yaptı.”

Bu duruma göre, hayvanların, mahsullerin, meyvelerin, ticâret mallarının, madenlerin, definelerin zekâtını ayet-i kerîmede geçen sekiz sınıfın sekizi de varsa ona göre sekize tak­sim etmek gerekir. Her hangi bir sınıf ihmal edilemez. Ebu Hani-fe’ye göre, sekiz sınıf da bulunsa hepsine birden taksim etme ve dağıtma vâcib değildir. Âyet-i kerîmede hepsinin müsavi zikredi-lişi, bazılarına özel olarak zekât vermeye engel olmaz.

Zekât memuru zekâtı toplama işini bitirince, zekâtı, mevcut olan sekiz sınıfa eşit şekilde taksim eder.

  1. a)Sekizde bir sehmini fakirlere verir. Fakir: Hiçbir şeyi olmayandır.
  2. b)Sekizde bir sehmini miskinlere verir.Miskin: Bir mik­tar malı olan kimsedir. Fakirin hâli miskinden de aşağıdır. Ebû Hanîfe’ye göre de, miskin, fakirden aşağıdır. Çünkü yokluğun ha­reketsiz bıraktığı kimseye miskin denir.

Bu iki sınıftan her birine, mevcut zekâttan mümkün olduğu kadar verilir ve fakirlikle miskinlik durumundan kurtarılırlar. En aşağı zenginlik seviyesine ulaştırılırlar. En aşağı zenginliğin ölçüsü de, şahsın durumuna göre değişir. Çarşılarda dolaşan biri­si ise, bir dînar (Yaklaşık olarak 160 gr. gümüş) kıymetinde elinde parası olan biri ticâret yapabilir)[122]‘ Fakir veya miskine ilk hamle­de bu kadar zekât verilir. Bir şahıs ki ancak daha fazla malla di­lenmekten kurtulabiliyorsa, daha fazla zekât verilir. Şahıs, deri­cilik yapıyor, fakat elinde, parası yoksa icra-ı sanat edecek kadar kendine zekât verilir. Ebû Hanîfe, fakir ve miskine verilecek zekâtın en fazla miktarını, zekât kendilerine vâcib (Farz) olma­ması için 200 dirhem gümüş veya bedeli, altın olarak 20 miskâl al­tın veya tutarı zekât verilir, der.

  1. c)Bir sehim de zekât memurlar (Amilleri) ma verilir. Bunlar iki sınıftır. Birincisi, zekâtı toplamaya görevlendirilenler. İkincisi, zekâtı taksim etmeye görevlendirilenler. Bunlara, hazîne emini (Mutemedi), memurları, orada çalışan müstahdem­ler vesaire de dâhildir. Allah, bu memurların mal sahihlerinden başka mal almamaları için zekâttan bir miktar hak tanımıştır. Kendilerine diğer sınıflardaki kadar zekât verilir. Hisseleri diğer sımflarınkinden fazla olursa fazlası alınır, diğer hisselere verilir. Sehimleri az olursa zekât malından az olan miktar iki şekilde ta­mamlanır. Ya zekât malından, yahut hazînenin diğer malların­dan.
  2. d) Dördüncü sekizde bir sehim, kalbi henüz İslâm’a ısınmış olanlara verilir. Bunlar dört sınıf kimselerdir.

1- Müslümanlara yardımının sağlanması durumunda olan-, lar.

2- Müslümanlardan zararını bertaraf etmek ve müslümaıalı-ğa ısındırılma durumunda olanlar.

3- İslâmiyete rağbetinin temini umulan kimseler.

4- Son olarak kendinin, kabilesinin ve kavminin Islama teş­vikleri düşünülenler, işte bu 4 sınıftan birine mensup kimseler müslüman olunca, bir miktar zekât vermek caizdir. Bu kimseler müşrik olursa zekâttan mal verilmez. Bunun yerine ganimetten, harp arazîlerinden bir miktar verilebilir.

  1. e)Sekizde bir sehim âzâd olacak kölelere verilir. Şafiî ve Ebû Hanîfe’ye göre, yazılı anlaşma yapan kölelere anlaşma mik-tarınca, azadını sağhyacak kadar zekât verilir. İmam Malike gö­re, köle satın almak ve bunları âzâd etmede sarf olunur.
  2. f)Sekizde biri de borçlulara verilir. Bunlar iki sınıf kim­selerdir. 1- Fakir olanların kendi aile ihtiyaçlarını karşılamak üzere meşru şekilde borçlanması ve fakirliği sebebiyle de bu borç­larını Ödeyememesidir. 2- Fakir veya zengin olan birisinin müslü-manlara hizmet için borçlanması. Sonra da bu borçlarını Ödeye­memesidir. İşte bu kimselere borçları miktarınca zekât verilir, borçtan kurtarılır.
  3. g) Sekizde bir de Allah yolunda harbedenler içindir. Bunlar gazilerdir. Böylelerine harbte ihtiyaçları miktarı kadar zekât hisselerinden mal verilir. Eğer sımr bekçiliği yapıyorlarsa gidiş ve orada kalış ihtiyaçlarına yetecek kadar zekât verilir. Harbe gidenlere ise gidiş ve dönüş ihtiyaçlarını karşılayacak kadar verilir.
  4. h)Sekizde bir de yolda iken muhtaç hâle düşenler ki yolculuk esnasında yiyecek ve yol masrafları bulunma­yanlardır. Yolculuktan kötü bir maksadla olmayan bu kimselere yolculuklarına yetecek kadar zekât malı verilir. Bu şahıs ister se­fere yeni çıksın, isterse yolculuk ortasında olsun. Ebû Hanîfe’ye göre, yolculuğa yeni çıkacak veya henüz çıkmış olanlara verilmez. Yalnız yolculuk esnasında muhtaç olana verilir.

İşte toplanılan zekât yukarıdaki şekilde sınıflara taksim edil­dikten sonra, bütün sınıflara âit müşterek şartlar 5’dir.

1- Fazla veya noksan olmaksızın ihtiyaçlarına uygun olarak verilir. Zekât alacak kimseler daha Önce bir miktar almışlarsa, bu mahsub edilir. Fazla alması haramdır.

2- Ancak zarurî ihtiyaçları kadar verilir. Aile fertleri dâhil edi­lir, başka ihtiyaçları varsa onlar da zekâtın dışındaki yollarla kar­şılanır.

3- Bazılarının ihtiyaçları tam karşılanmışsa, onlar zekât ala­caklardan ayrı tutulur. Geri kalan zekât, ihtiyacı karşılanmamış olanlara verilir. Zekât, alacaklara hâlleri nisbetinde taksim edi­lir.

4- Bir ülkenin bütün muhtaç olanlarına zekât verilir, ihtiyaç­ları karşılanır. Artan zekât en yakın ülkenin fakirlerine verilmek üzere oraya gönderilir.

5- İhtiyaç sahiplerinden bir kısmına bütün ihtiyaçlarına yete­cek kadar zekât verilir. Artan zekât hiç verilmemişler varsa onla­ra verilir. İleriki yıllarda bunların durumu da yükseltilmeye çalı­şılır.

Sekiz sınıf zekât alacaklardan, bazısı yoksa, eldeki zekât, olan sınıflara taksim edilir. Olmayan sınıfın zekâtı başka ülkelere nakledilmez. Allah yolunda savaşanlarınla hariç. Çünkü bu sını­fa mensub olanlar genellikle sınırlarda bulunurlar. Her mıntıka­nın zekâtı müstakildir. Zekât alacak hiçbir şahıs ve sınıf bulun­mazsa, başka mıntıkalara, ülkelere zekât nakledilir. İhtiyaç sa­hipleri, bulunmasına rağmen zekât başka yere nakledilirse, bir görüşe göre bu hareket uygun olmaz. Ebû Hanîfe mezhebine göre zekâtı nakletmek caizdir. Zekâtı kâfire vermek caiz değildir. Ebû Hanîfe, yalnız sadaka-ı fıtrin zımmîîere verilebileceğini belirtir. Anlaşmalı düşmanlara bu da verilmez.

Zekât, Hâşim oğulları ile Abdu’l-Muttalib oğullarına veril­mez. Efendisinin ölümünden sonra âzâd olacak kölelere, hür ko­casından çocuğu olan cariyelere, köle sahibleri zekât veremez. Ko­ca karısına zekât veremez ama kadın kocasına zekât verebilir. Ebû Hanîfe burada da karşı görüştedir. Bir kimse bakmakla mü­kellef olduğu çocuklarına, babalarına zekât veremez. Çünkü bu gibi kimseler bakmakla mükellef olan şahsın malı ile zengin sayı­lırlar, şayet bakacağı kimseler borçlu iseler, borçlu kimselere ay­rılan zekât sehminden onlara zekât verilebilir. Bir kimse yukarı­da sayılan akrabaları dışındakilere zekât verebilir.

Yakın akrabalara zekât vermek uzaktakilere zekât vermekten üstündür. Aynı şekilde yakın komşuya zekât vermek uzaktaki kimselere zekât vermekden üstündür.

Zekât verecek kimse, zekâtını vereceği yakın akrabasını zekât memurunun yanında hazır bulundurur, malının zekâtının ona verilmesini isterse, zekâtı başka mallara karışmamışsa, zekât memuru zekâtı o şahsa verir. Başka zekât mallarına karışmışsa veremez. Ama ileride zekat dağıtılırken bu şahsa öncelik tanır.

Mal sahibi, zekâtının dağıtılması hususunda istekte bulunur­sa memur bu istekle bağlı değildir, istediği an dağıtır. Zekât me­muru da mal sahibinden zekâtın taksimi ânında hazır olmasını is­terse, mal sahibinin de taksim anında hazır bulunma mecburiyeti yoktur. Çünkü mükellefin, zekâtın dağıtılmasında etkisi yoktur. Verilen zekât, memurun elinde zayi olmuşsa mal sahibi zekât bor­cundan kurtulmuştur. Memurun yaptığı taksim işi muteberdir. Memurun, kendi yanında yok olan zekât mallarını ödemek mec­buriyeti yoktur. Ancak kötü niyyetle mallan yok etmişse, ödettiri­lir. Zekât mal sahibinin elinde yok olmuşsa, bu zekât memurun eline ulaştığı kabul edilemez. Yeniden zekât vermesi îcâb eder. Mal sahibinin zekâta tabi malları, zekât verme imkânından önce yok olmuşsa zekât vermekten kurtulur. Ödeme imkânı varken te­lef olmuşsa, zekât borcundan kurtulamaz. Mal sahibi, zekâtla mükellef olmadan önce malının telef olduğunu iddia ederse sözle­ri muteberdir. Zekat memuru o kişinin durumundan şüphelenir­se yemin teklif eder.

Zekât memuru mal sahiplerinden rüşvet ve hediyeler alamaz. Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

“Memurların hediye almaları zulüm ve hıyanettir.[123]

Hediye ile rüşvet arasındaki fark: Rüşvet istenir ve alınır. He­diye ise, malın fazlasından mal sahibinin isteği ile harcanılandır. Memurun hiyâneti ortaya çıkarsa, onu tâyin eden halîfe veya yet­kili şahıs, hıyaneti gerektirici hususa bakar. Mal sahiplerini sor­guya çekmez.

Zekâta hak kazanan ihtiyaç sahipleri dâvaya taraf olamaz. Ancak fevkalâde yetkili mahkemelerde şikâyetçi olabilir. Bu se­beple zekât alacaklar şahit olarak dinlenemez. Mal sahibi mükel­leflerin zekât memuru aleyhindeki şahitlikleri (zekât kendilerin­den alınırken şikâyeti gerektirici bir iş olmuşsa) dinlenmez. Mal sahibinin rızası yokken zekât memuru zekâta el kor ve bu esnada hıyanette bulunursa mal sahiplerinin şahitliği dinlenir.

Mal sahipleri, zekâtlarını memura verdiklerini iddia ederler de memur da almadım derse, mal sahipleri iddialarını isbât için yemin ederler, bunun üzerine iddiaları kabul olur. Mükellefler­den bir kısmı, diğerleri için zekât verdikleri hususunda şahitlikte bulunurlarsa, o zaman zekât memuru zekâtı almadığı hususunda yemin eder, bunun üzerine beraat etmiş olur. Dâvanın dinlenme­sinden sonra şahit ortaya çıkarsa artık dinlenmez. Dâva henüz bitmeden ortaya çıkmışsa, şahitliği dinlenir. Ve duruma göre me­murun borçluluğuna hükmedilir. Şahitleri dinleyip hüküm ver­dikten sonra, zekâta hak kazanmış olan ihtiyaç sahipleri, zekât memurunun zekâtı dağıttığına dair şahitlikte bulunurlarsa, on­ların bu şahitliği artık dinlenemez. Çünkü muhtaçlar zekât alma­dıkları halde, belki zekât memuru onlara yalan söyletmiş olabilir.

Zekât memuru, zekâtı aldığını ve sehim sahiplerine dağıttığı­nı iddia ederse, sehip sahipleri inkâr da etseler, memurun dağıttı­ğına dair sözleri muteberdir. Çünkü bizzat zekât memurunun kendisi sözüne güvenilir birisidir. Sehim sahiplerinin fakirlikleri aynen devam ediyorsa zekâtı almadıklarına dair söz ve iddiaları kabul edilir.

Sehim sahiplerinden biri “Fakirim” derse bu sözü kabul edilir, “Borçluyum” derse kabul edilmez. Mal sahibi, zekât memurunun yanında zekâtının miktarını ikrar eder, fakat malının esas mikta­rını bildirmezse; memur, mükellefin ikrar ettiği kadar zekât alır. Zorla mükelleften malını ortaya getirmesini isteyemez.

Memur zekât taksiminde hata eder, zekât almaya hakkı olma­yan birisi de durumunu gizler ve zekât malına el korsa, aldığı zekâtı ödemez. Kölelerden, akrabalardan, kafirlerden durumunu saklamayan birisi zekâtı almışsa, aldıkları şeyi geriye Ödeme hu­susunda iki görüş vardır. Bu gibi yerlerde hata yapan mükellefse, köle, akraba, kâfir olanların almış olduğu zekâtı mal sahibi taz­min eder. Hata yapan, bu şahısların bizzat kendileri ise aldıkları zekâtı geri verme mecburiyeti yoktur.

Zekâtı alamıyacak zengin kimse, hâlini gizlemişse ödemesi hususunda iki görüş vardır. Zekât memurunun borcun sükûtuna dair hükmü daha uygundur. Çünkü onun meşguliyeti çoktur, ha­ta etmek de özürlüdür. Bu bakımdan hata memurdansa, haksız yere zekât alan, aldığı şeyi geri ödemek zorundadır. Yoksa borçlu sayılır. Hata şahıstansa zekât aldığı şeyi geri ödemez. Çünkü bir şahıs kendi durumunu tesbitte ve bilmede hata edemez.[124]

ON İKİNCİ BÖLÜM

Feyy Ve Ganimetlerin Taksimi

 

A- FEYY – GANİMET – ZEKÂT ARASINDAKİ

MÜNÂSEBET, FEYYİN TOPLANMASINDA USÛL

 

Feyy ve Ganimet malları: Müşriklerden sağlanan veya müşriklerden alman mallardır. Feyy ve Ganimet malları hüküm bakımından birbirinden ayrı oldukları gibi, dört yönden de zekât malından ayrılırlar. Şöyle ki:

1- Zekât, müslümanları arıtmak için alınır. Feyy ve ganimet­ler ise, kâfirlerden intikam için alınır.

2- Zekât harcanacağı yerler âyetle gösterilmiştir. İctihâd ya­pılmaz, bu yerlerin dışında bir yere harcanamaz. Feyy ve ganimetler ise, Devlet başkanının, hukukçuların içtihadına göre harcanır.

3- Zekât mallarını, mal sahibi, zekât almaya hakkı olanlara dağıtabilir. Feyy ve ganimet mallarını elinde bulunduranlar bun­ların dağıtımını yapamaz. Halifenin veya yetkili bir şahsın görev­lendireceği kimse dağıtım yapabilir.

4- Zekâtla feyy ve ganimetin sarf olunacağı yerler ayrı ayrıdır.

Feyy ve ganimet ise bâzı yönlerden birbirine benzerlik arze-der, bazı yönlerden de aralarında ayrılıklar vardır. Şöyle ki:

  1. a)Feyy ve ganimetin birbirine benzeyen tarafları ikidir.

1- Her ikisi de kâfirden alınır.

2- Beşte birinin (Humusunun) harcanacağı yerler her ikisinde de aynıdır.

  1. b)Birbirinden ayrıldıkları hususlar ise, yine ikidir.

1- Feyy malları kâfirlerden savaş yapmaksızın alınan mallar­dır. Ganimet malı ise, zorla alman mallardır.

2-  Feyy malının beşte dördünün harcanacağı yerler ile ganimet malının 4: 5’ünün harcanacağı yerler ayrı ayrıdır.

FEYY MALLARI: Harp, hîle, baskın, öldürme suretiyle ol­maksızın sulh anlaşmasıyla, müşrik tacirlerinden gümrük vergisi (onda bir) olarak veya cizye suretiyle alınan mallardır. Yahut biz­zat müşriklerce verilen haraç mallardır. Bu malların beşte biri hak sahiblerine verilir. Ebû Hanîfe’ye göre feyy malının beşte biri söz konusu olamaz. Kur’an’da Feyy’in beşte birinin dağıtılacağına dâir şu âyet-i kerîme vardır.

“Allah’ın fethedilen diğer küffâr memleketleri ahâli­sinden Peygamberine verdiği Feyy; Allah’a, Peygamberi­ne, Peygamberinin hısımlarına, yetimlere, yoksullara, yol­da kalanlara aittir.” (K. K. 59: 7)

Bu hükme göre feyy malının beşte biri 5 eşit selime bölünür. Bu sehimlerden her biri âyette belirtilen şu yerlere dağıtılır.

1- Bir sehim RESÛLÜLLAH (s.a.v)’e hayâtında verilir.

Kendisinin, ailesinin ve müslümanlarm iş ve ihtiyaçları için har­car. Peygamberin (s.a.v) vefatından sonra bu 1 serimin verilebilip verilemiyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Enbiyânın mîras bırakacağını kabul eden görüşe göre, bu 1 sehim Resûlullah (s.a.v)’in mirasçılarına verilir. Ebû Sevr’e göre, halifenin mülküne geçer. O, bu 1 sehmi halkın işlerine harcar. Ebû Hanîfe’ye göre, Resûlullah’ın vefatıyla bu 1 sehim düşmüştür. Şafiî’ye göre, Resûlüllah’ın vefatıyla bu 1 sehim ordunun yiyeceği, binek hay­vanları, silâh yapımı ve hazırlanması, köprü, kale inşaası için, hâkimlerin, imamların maaşı için müslümanlarm genel menfaa-tına ait yerlere harcanır.

2- Bir sehim de Peygamberin (s.a.v) AKRABASINA veri­lir. Ebû Hanîfe’ye göre: Bunların hakkı da düşmüştür. Şafiî’ye gö­re: Onların hakkı hâlen mevcuttur. Bunlar Abd-i Menaf soyundan olan Hâşim ve Abdu’l-Muttalib oğullarıdır. Bunların dışında ka­lan Kureyş’lilerin hakkı yoktur. İki kola mensub olan büyük kü­çük, zengin, fakir hepsi eşit şekilde bu 1 sehmi aralarında payla­şırlar. Erkekler iki, kadınlar bir sehim alırlar. Akrabalık sebebiy­le böyle hareket edilir. Bu iki kolun kölelerine ve kızlarının çocuk­larına feyy malından verilmez. İki koldan birine mensub bir şahıs mal elde edildikten sonra, henüz taksim edilmeden vefat ederse hissesi mirasçılarına kalır.

3- Bir sehim de ihtiyaç sahibi YETİMLERE verilir. Ye­tim: Küçük yaşta birinin babasız kalmasıdır. Kız ve erkek müsavidir. Baliğ olup olgunluk çağına gelince yetimlik sıfatı da kalkar. Peygamber (s.a.v)de hadîs-i şeriflerinde: “Reşîd olduk­tan sonra yetim olunmaz.” buyurmuştur.

4- Bir sehim de MİSKİNLERE verilir: Buradaki miskin­den maksad, feyy’e hak kazananlardan, yeteri kadar malı bulun­mayan kimselerdir. Masraf yönü ayrı olması sebebiyle feyy mis­kinleri zekât miskinlerinden ayrıdır.[125]

5- Bir sehim de, YOLDA KALMIŞLAR’a verilir: Buradaki yolda kalmış olanlar, feyy’e hak kazanan kimselerden olan ve yiyeceği bulunmayan yolculardır. Yolculuklarının başında da olsa ortasında da olsa bu sehim onlara verilir.

Buraya kadar sözü edilen beşte bir (1: 5)in 5’e taksimi ve veri­lecek sınıflarla ilgilidir, Feyy’in geri kalan beşte dördü (4: 5) ne ge­lince bu konuda iki görüş mevcuttur.

1- Yalnız ordu içindir. Başka bir şahıs İştirak ettirilemez. Or­dunun yiyeceklerine ayrılır.

2- Ordu ile beraber müminlerin diğer ihtiyaçlarına da harcanır.

Feyy malı zekât ehline dağıtılamaz. Zekât da feyy ehline dağı­tılamaz. Her biri kendi yerlerine harcanır. Zekât alacak olanlar göçüp giden kimselerden olmamalıdır. Müslümanlardan savaş­tan beri kalmış olanlara, ordu merkezinde bulunanlara zekât ve­rilmez. Feyy ve ganimet ehli göçüp gidenler, sınırları koruyanlar, savaşanlar, savaş için silâh altında bulunanlardır. Burada söz ko­nusu edilen göçüp gitmeden maksad: Kendi ülkesinden, İslâm di­ninin esaslarını öğrenmek için kalkıp İslâm ülkelerine gidenler­dir. Her kabile İslâm dînini öğrenmek için kalkıp İslâm ülkeleri­ne, şehirlerine göçmüşlerdir. Hicret edenler hayırlı ve iyi insan ol­muşlardır. Mekke fethinden sonra göç kelimesi içine girenler hak­kındaki hüküm kalkmıştır. Müslümanların hepsi Muhacirler ve Arab olmuşlardır. Zekât alacaklara Peygamber (s.a.v) zamanında Arab, feyy alacaklara da Muhacir deniyordu. Bu taksim şekline arap şiirlerinde de rastlanır. Nitekim bir şiirde:

“Gece, rüzgârdan çıkan çok korkulu uğultudan daha şiddetli karanlığını üzerimden kaldırdı, ben Muhacirim, Arabî değilim” bu konu ve fark belirtilmiştir.

Mâlî konularda iki gurup arasında fark yoktur. Ebû Hanîfe’ye göre: Mâlî konularda zekât veya feyy kendi müstahak kimselere taksim edilir. Bir şahıs topluluğa namaz kıldırmak ve dînî işlerini Öğretmek için görevlendirilirse Feyy malından bu görevlilere de verilir. Resulüllah (s.a.v) Huneyn savaşında Müellefetu’l-Kulûb olanlara Feyy hissesi ayırmıştır. Uyeyne b, Hısm’l-Fezârî’ye 100 deve, Akra’ b. Harisi’t-Temîmî’ye 100 deve, Abbas b. Mirdası’s-Sülemî’ye 50 deve vermiş. Abbas b. Mirdas, Peygamber (s.a.v)e öf­kelenmiş ve şöyle demiştir.

“Kumluk arazîde, ailemin mihri ile toplayıp kazandığım pek çok malımı, korkutarak yağmalayıp aldı.

Halbuki ben, uyuyan gâfıl kavmimi harekete geçirip uyandır­mıştım. Gafil kavmi ancak gâfıl olmayan uyandırır.

Benim ve emrimdeki kölelerin kazançları Uyeyne ve Akra’ın-kine karıştı, bana, onların yarısı kadar mal verildi.

Halbuki ben harpte kuvveti çok olandım. Bana pek o kadar Dü­şey de verilmedi.

Ben, bana mal verilsin diye savaştım. Bana verilen mal onlara verilenin dörtte biri kadardır.

Onların karaları, hapishaneleri, ordulara taş fırlatacak, man­cınıklar kurulacak yüksek yerleri de yoktu.

Onların ikisinden de aşağı değilim. Kim beni, bugün bir daha yükselinmez şekilde aşağı indirdi?”

Bu şiir üzerine Resulüllah, (s.a.v) Hz. Ali’ye şöyle buyurdu:

“Git, benim adıma, hakkımda ileri geri konuşan şu ada­mın dilini kes.”

Bu emir üzerine Hz. Ali, Abbas b. Mirdas’a gitti. Abbas,

– Dilimi mi kesmek istiyorsun? dedi Hz. Ali,

– Hayır. Sana razı oluncaya kadar mal vereceğim, dedi. Ona bir kısım mallar verdi. Abbas da bunun üzerine Resulüllah (s.a.v) hakkında ileri geri konuşmaktan vazgeçti.

Bir topluma gönderilen imam müslümanlann tahsil ve terbiyesi, ibâdetlerin icrası için orada kalırsa, feyy mallarından yarar­lanmasına daha çok dikkat edilir. Anlatıldığına göre: Arabî Hz. Ömer’e gelir ve şu şiiri okur:

“Ey hayırları çok seven Ömer! Sen Cennetle mükâfatlandın. Çocuklarımı ve analarım giydirdin.

Zaman boyunca bizlere kalkan, sığınak ol. Allah’a and içerim ki sen bunu yaparsın.” Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki,

– Şayet ben bunu yapmazsam ne olur? A’rabî cevap olarak,

– O takdirde Hafs’a giderim.

– Ona da gittiğinde ne olacak?

– Ona gittiğimde elbet hâlimden soracaktır. Onlara bir gün el­bet elbise verecektir. Onlar için istediğim bu şeyler yüzünden kıyamette yerim ya Cehennem, ya da Cennet olacaktır.

Bu sözler üzerine Hz. Ömer sakalları ıslanıncaya kadar ağladı ve oğluna,

– Ey oğlum, şu adama bu gömleğimi şiiri için değil şu günü için ver. Allah’a and ederim ki bundan başka gömleğim yoktur.

Böylece Hz. Ömer kendi malından A’rabîye verdi. Müslüman­ların malına el sürmedi. O fakir şahsın gelişiyle diğerlerinin hak­kını ihlâl etmedi. Ammenin menfaatini gözetti. Çünkü bu A’rabî zekâta ehil olanlardandı, feyy malından hisse almaya hakkı yok­tu. Şu kadar var ki Hz. Ömer, Arabi’ye şiirinden ötürü mal versey­di zekât malından verebilirdi. Ama Arabi savaş sonu gani­metinden istemiştir. Ona da hakkı yoktur. Zekât yakında olanlara verilir, Arabi ise uzaklardan gelmiştir.

Hz. Osman zamanında, feyde böyle bir ayrılık gütmenin doğru olmayacağı belirtilmiş, iki zümre arasında böyle bir farklılık göze-tilmemiştir. Bâzı kimselerin Hz. Osman’a kızma sebeplerinden birisi de budur.

Halîfe, fey malından erkek evlâdına verebilir. Çünkü gani­mete ehildir. Erkek evlâdı küçükse, halifenin zürriyetinden oldu­ğu için öncelik hakkı vardı. Büyükseler, savaşanlara ne veriliyor­sa onlara da o miktar mal verilir. İbn İshak’m anlattığına göre:

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah büyüyünce, babasına geldi ve fey-den hisse ayırmasını istedi. Hz. Ömer de fey malından 2000 dir­hem ayırdı. Sonra ensarın çocuklarından baliğ olan bir erkek ço­cuğu geldi. O da, Hz. Ömer’den hisse istedi. Ona da 3000 dirhem mal verdi. Abdullah,

– Bana 2000, ona 3000 dirhem verdin. Halbuki bunun babası harbe girmedi, dedi. Hz. Ömer de,

– Evet, senin annenin babasını Resûlüllah’a (s.a.v) karşı sava­şırken ve şunun babasını ise Resûluliah’la (s.a.v) beraber düşma­na karşı savaşırken gördüm. Annesi sebebiyle 1000 dirhem fazla mal verdim.

Halîfe, kız evlâdına fey malından veremez. Çünkü onlar bizzat kendisinin bakmakla mükellef olduğu kimseler arasındadır. Ken­disinin ve başkasının erkek kölelerine gelince: Savaşmamışlarsa nafakaları efendilerinin ve kendilerinin mallarından temîn edilir. Köleler savaşa katılmışlarsa, Hz. Ebû Bekir bunlara da feyden ve ganimetten hisse vermiştir. Hz. Ömer savaşa katılan kölelere his­se ayırmamış tır. Şafiî bu konuda Hz. Ömer’in görüşüyle hareket eder, kölelere hisse ayırmaz. Şu kadar var ki efendilere, köleleri­nin savaşa katılması sebebiyle fazla mal verilir. Köle harp anında âzâd olmuşsa ganimetten ve feyden kendi hissesi ayrı olarak veri­lir. Bir yere toplanılan feyyi ve ganimeti bekleyenlere de hisseleri verilir. Feyy’e memur olanlara, dağıtımı için görevlendirilenlere feyden hisse verilmez. Esasen dağıtım için görevlendirilen me­murlar hizmetlerinin karşılığını maaş olarak almaktadırlar. Fey memurunun Hâşim oğullarından veya Abdu’l Muttalib oğulların­dan olması caizdir. Halbuki bunlar zekât memuru olamazlar. Yal­nız sünnet olarak, zekât istemeksizin memur olabilirler. Çünkü zekât onlara haram, fey ise helâldir. Fey memuru topladığı ganimetleri, komutanın, devlet başkanının izni ile dağıtır. Zekât memuru ise dağıtmaktan men edilmemişse, tâyin eden makamın izni olmadan da topladığı zekâtları dağıtır. Önce de belirtildiği gi­bi, fey halîfenin içtihadına göre dağıtılır. Zekât ise, Kur’an-ı Ke-rim’de belirtilen esaslar dâhilinde dağıtılır.

Fey memurunda bulunması gerekli sıfatlar: Güvenilir, şecaat ve cesaretli kimse olmasıdır. Ayrıca idarî yetkisine göre, başka sıfatlar da aranır. Üç türlü fey memuru vardır.

1- Fey mallarının miktarını, dağıtıhş şeklini gösterip belirt­mek üzere görevlendirilen memurlar. Haraç ve cizye vergileri koy­maları gibi. Bu grup feyy memurunun memur olabilmesi için, hür, müslüman, müçtehid, dinî hükümleri bilen, hesap ve hendeseye vâkıf biri olmalıdır.

2-  Kararlaştırılan feyy mallarını toplamaya yetkili olarak tâyin edilen memurlar: Bu grup memurların da hür, müslüman, hesap ve hendeseye vakıf olması gerekir. Fakih, müçtehid olması aranmaz. Çünkü görevi yalnızca başkalarının kararlaştırdığı şey­leri toplamaktır. Genel bir idarecidir.

3- İdareciliği özel olur. Bir husustaki feyy mallarına Özel ola­rak memur tâyin edilir. Yetki verilir. Bu grup memurun hukukî durumu nâiblik gibidir. Hür, müslüman, hesap ve hendeseye vâkıf olması aranır. Zımmî ve köle olması caiz değildir. Çünkü bu nevi özel fey memurunun da idareciliği söz konusudur. Eğer nâib olarak düşünülmezse köle olabilir. Aynen bir işle görevlendirilmiş elçi gibidir. Zımmî olması hâlinde ise, kendine verilen fey malına bakılır, görevi zimmet ehlinden cizye, mallarından haraç almaksa memur zımmî olabilir. Topladığı vergiler zımmîlerle beraber müs-lümanlarla da ilgiliyse, arazî sahiplerine konulan öşür vergisi gi­bi, bu durumda zimmîden fey memuru olamaz. Çünkü Öşür bir ibadettir. Zımmî böyle bir ibâdetin yerine getirilmesine karışa­maz. Haraç arazî müslümanın elinde ise, o takdirde memurun zımmî olup olmaması konusunda iki durum vardır. Fey memuru­nun idareciliği bâtıl olursa, idareciliğinin fesadı ile beraber feyyi toplar. Veren de borçtan kurtulur. Toplayıp almadan men edilmiş­se idareciliği fâsid olmakla beraber malı alana bunu almaya müsâade edilmiştir. Elçinin hareketi gibi hareket eder. İdarecili­ğinin sıhhati ve fesadı arasındaki fark da, idareciliği muteberse, toplayacağı şeyin tahsilinde mükellefleri zorlar. İdareciliği fâsidse mükellefleri tazyik hakkı yoktur. Çünkü esasında fey ma­lını kabulden men edilmiştir. Mükellefler de onu kabule zorlaya­mazlar. Kabulden men edildiğini bildiği hâlde fey malını veren kimse de borçtan kurtulamaz. Nehyedildiğini bilmeden vermişse, vekilin durumu gibidir.[126]

 

B- GANİMETLER VE HARB ESİRLERİ

 

Ganîmet: Kısımları, çokça olan bir mal nevidir. Bu bölümün ağırlık merkezini teşkil eden asıl mallar Ganîmet mallarıdır. Fey malları da aslında ganîmet mallarının bir kısmını teşkil eder. Ganîmet terimi, harp esirleri, kadınları, çocukları, toprakları ve mallan içine alır; genel hükümleri vardır.

Müslümanlarla savaşıp, esir düşen düşman erkekleri­ne esir denir. Hukukî bakımdan hükmü hakkında ihtilâf mev­cuttur. Şafiî’ye göre: Halife veya harbe görevlendirdiği komutan onlar hakkında serbesttir. Esirler küfürlerinde devam ederlerse, komutanlar, onlar hakkında 4 şeyden birini yaparlar.

Ya öldürürler.

Ya köle edinirler,

Ya mal veya esir mübâdelesiyle (fidye) serbest bırakırlar veya,

Fidyesiz salıverirler. Müslüman olurlarsa öldürülmezler, di­ğer üç muameleden biri yapılır.

Mâlike göre: Komutan 3 şeyden birini yapmakta serbesttir. Öldürme, köle edinme, esirlerle mübadele suretiyle fîdyeleşme. Karşılıksız salınmaları diye bir şey olamaz.

Ebû Hanîfe’ye göre, 2 şeyden biri yapılır. Öldürme veya köle edinme. Mal ile veya esirle mübadele (Fidyeleşme) diye bir şey ola­maz.

Resûlüllah (s.a.v), Bedir harbinde Ebû Azzeti’l-Cumahî’yi, bir daha müslümanlarla savaşmaması şartıyla serbest bıraktı. Uhud harbinde tekrar müslümanlara karşı savaştı, esir alındı. Resûlüllah (s.a.v) öldürülmesini emretti. Ebû Azze,

– Beni salıverme yok mu? dedi. Resûlüllah (s.a.v) da,

– “Bir mü’mîn bir yılan deliğinden iki defa sokulmaz.’[127]

buyurdu.

Nadr b. El-Haris, Bedir savaşında esir düştü, tepesi aşağı geti­rilip sararmış bir vaziyette öldürülünce Katile ismindeki kızı da Mekke fethi günü şu şiiri okudu:

“Ey süvari, şerefli babam beşinci günü sabahı töhmet altında bırakılmış, sen ise niyyetinde muvaffak olmuşsun.

O ölüye selâmlarımı ilet. Onun ölümü ile süvariler kederinden yerinde duramaz oldu.

Benden ona akıtılmış kan iletin. Onun hayâli gözümün önüne geldi, diğerleri onu tepesi aşağı boğuvermişti.

Hz. Muhammed, Nadr b. Haris’in kavmi arasında iyi bir has­letle mi olacak? Halbuki onların reisinin kanı onlar tarafından akıtılmış, öldürülmüştür.

Nadr, Peygambere (s.a.v) öldürülenlerden daha yakındı ve âzâd edilseydi yakınlıkta ziyâde hak sahibi idi.

Şiddetli, öfkeli, insan boğan gençler önlenseydi, sana onun za­rarı dokunmazdı.” Bu şiir üzerinde Resûlüllah (s.a.v),

“Onun şiirini Önceden işitseydim babasını öldürtmez-dim.” buyurdular. Resûlüllah (s.a.v) karşılıksız veya karşılıklı sa­lıverilmeyi doğru görmeseydi bu sözlerini söylemezdiler.

Fidyeleşmeye gelince. Resûlüllah (s.a.v) Bedir ve ondan son­raki savaşlarda aldıkları harp esirlerini, bir müşrik esirini iki müslüman esirle mübadele etmişti. Bu duruma göre 4 husustan birini yapmakta serbest olan komutan istediği görüşle hareket eder. Esirlerine ne müslüman olmaları ümîdi ve ne de müslüman esirlerle misilleme yapılma ihtimâli yoksa salıveril diklerinde ka­vimleri de kuvvet bulacaksa öldürülürler. Kötülük ve hainlik yap­maları ihtimâli yoksa, güç ve kuvvetlerinden fayda sağlanıyorsa, müslümanlara yardımları olması için köle yapılır. Müslüman ol­maları umuluyor veya kavimlerinin İslâm’a girmeleri bekleniyor­sa, milletlerini İslâmiyete çekmeleri ve hiç olmazsa müslümanla­ra düşmanlıktan vaz geçirmeleri şartıyla serbest bırakılırlar. Esi­rin pek çok mal ve mülkü var ve müslümanların da bunlara ihti­yaçları çoksa mal veya para karşılığı serbest bırakılırlar.

Esir alınanlar müslümanların bir kısmının akrabası ise 4 ser­best işlemden birini uygulamakta komutan dikkatli hareket eder. Genellikle fidye alır. Alman fidye malları ve paraları ganimet olup diğer ganimetlere karıştırılır. Ganimetler esir düşmüş olan müs-lümanları kurtarmak için ayrılmaz. Ganimetlerin savaşçılara taksimi hususunda âyet hükmü gelmezden önce, Peygamber (s.a.v) fidye ve ganimetleri müslümanların esir düşmüş olanlarını esaretten kurtarmak için tahsis etmiştir. Halîfe veya komutan müşrik esirlerinin eziyet edicilerden olmaları sebebiyle önceden öldürülmesine karar verir sonra da bu kararından vaz geçerek af-vedip salıvermek isterse bu hareket tarzı caizdir.

Peygamber (s.a.v), Mekke fethinde 6 kişinin öldürülmesini ve Kâ’be’nin duvarına asılmasını emretti. Bu 6 kişi, 1- Abdullah b. Sa’d b. Ebî Surh: Resûlüllah’ın vahiy kâtibi idi. Resulüllah (s.a.v) ona, “Allah afvedici, rahmet sahihidir.” diye yaz dedi. O da: “Allah her şeyi bilici, her şeyinde hikmet sahibidir.” yazdı. Sonra da dinden çıkıp Kureyşlilere katıldı. Onlara, “Hz. Muham-med’e karşı istediğimi yaptım, emrini değiştirdim.” dedi. Onun bu sözleri üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:

“Allah’ın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim, diye söyleyenden daha zâlim kimdir?” (K. K. 6: 93)

2- Abdullah b. Hatal’m da şarkı söyleyen iki cariyesi vardı. O, bunlara, Peygamber’e (s.a.v) karşı hakaretler yağdıran şarkılar okutuyordu. 3- Huveyris b. Nufeyl: Peygambere (s.a.v) durmadan eziyet ediyordu. 4- Makîs b. Sübabe: Ensar’dan birisi kardeşini hatâen öldürdü, o da diyetini aldı. Sonra kardeşinin katilini alda­tıp ıssız bir yere götürüp öldürmüş ve dinden çıkmış olarak mek-ke’ye gitmiştir. Şu şiirleri de o söylemiştir:

“Düz bir yere götürüp geceleme ve hîle ile kanını dökme, elbi­selerini yırtma nefsime şifa verdi.”

Onu öldürmeden önce, nefsimin ateşi beni hasta ediyor, yatak­larda rahat edemiyordum.

Herkesten üstün olan ben, Neccar oğlunun köpeğinin aklını çaldım, zorla kardeşimin intikamım aldım.

İntikam alışımı gördüm ve rahat yatağıma yattım. Hem de İslâmdan ilk dönen kişi olarak.”

5- Abdu’l Muttalib oğullarından bir kısmının cariyeliğini yap­mış olan Sâre: Peygamber’e (s.a.v) söğer, fena sözler sarfeder, ezi-. yetlerde bulunurdu.

6-  İkrinıe b. Ebî Cehil: Babasının intikamını almak için de­vamlı Peygamber’e (s.a.v) kin beslerdi. Hz. Osman, bu 6 kişiden Abdullah b. Sa’d b. Ebî Surh’a Resulüllah’dan (s.a.v) emân istedi. Resûlullah (s.a.v) da öldürmekten vazgeçip İkinci defa emân ver­di, şöyle buyurdu:

–  “Öldürülmesinden vazgeçtiğim kimseleri Öldürme­yin.” Muharibler de:

–  Şunları mı? Asla. Gözünüzün önünde bize kötülük ettiler. Onları muhakkak öldürmek isteriz.

– “Bir Peygamber’in (s.a.v) göz göre göre kötülükte bu­lunması caiz değildir, hiçbir zaman uygun düşmez” buyur­dular.

Fakat Abdullah b. Hatal’ı, Sa’d b. El-Harisi’1-Mahzûmî ve Ber-zetu’l-Eslem’i beraberce öldürmüşlerdir. Makîs b. Sübâbe’yi, ken­di kabilesinden Numeylâ b. Abdullah öldürdü. Huveyris b. Nu-feyl’i de Hz. Ali Öldürdü. Sonra Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Kısas maksadıyla olmaksızınbundan sonra Kureyşli-ler öldürülmesin,”[128]

Abdullah b. Hatal’m şarkıcı 2 cariyesinden biri öldürüldü, di­ğeri kaçtı. Peygamber’den (s.a.v) can güvenliği istedi. Peygamber (s.a.v) de emân verdi. Abdu’l-Muttalib oğullarının cariyesi Sâre ise gözden kayboldu. Resûlullah (s.a.v) den emân istedi, O da müsâade etti, canını bağışladı. Yine gözden kayboldu. Müslüman­lardan biri tarafından Hz. Ömer zamanında atla tepelendi.

İkrime b. Ebî Cehil deniz sahibine doğru geçip gitti, kendi ken­dine,

– Babamı öldürenle beraber yaşayamam demiştir. Gemiye bi­nip Kızıl Denizi geçerken gemi sahibi İkrime’ye,

– Kurtuldun mu? dedi.

– Hayır.

– Kurtulan, îmâna gelen ve sözlerinde samimî olan denizde de kurtulur. Allah’a and ederim ki karada kurtulamıyan, denizde hiç kurtulamaz.

Bu söz üzerine İkrime oradan geri döndü. Müslüman olan ka­rısı Haris kızı Ümmü Halîm’e vardı. Ve ona,

– Müslüman oldum, dedi.

Bunun üzerine karısı, Resûlullah (s.a.v) dan ona emân istedi. O da İkrime’nin canını kendine bağışladı. Bir rivayete göre de İkri­me, Kızıl Deniz sahiline doğru giderken kendisi hakkında emân çıkmıştır. Resûlullah (s.a.v), İkrime’yi görünce,

– Hoş geldiniz, göçüp giden, bizlerden uzaklaşan muhacir, de­diler.

İkrime, Resûlullah’a (s.a.v) selâm vermiş, Resûlullah (s.a.v) da:

– “Benden bugün ne istersen onu sana vereyim.” buyur­muş, İkrime de,

– Allah’ın beni afvetmesi için, hakkımda duâ etmeni isterim. Zira Allah yolundan insanları çevirmek için her yerde hazır bur lundum, engel oldum.

Peygamber (s.a.v) de,

– Ey Allah’ım, onu istediği hususta afvet, duasında bulun­muştur.[129]    Bunun üzerine İkrime,

– Ey Allah’ın Resulü, Allah’a and ederim ki, elimde 1 dirhem olunca bunu şirk uğruna sarf ediyordum. Bir toprağım olursa sir­ke vakfediyordum. Şimdi ise elime geçecek iki dirhemin ikisini de, iki yerin ikisini de İslâm’a harcayacağım, onun uğruna vakfedece­ğim, demiştir.

İkrime b. Ebî Cehil, daha sonra Yermuk muharebesinde şehit düşmüştür. Buraya kadar olan vak’alar Resulullah’ın (s.a.v) sîretinde anlatılmış, oradan da buraya nakledilmiştir.[130]

 

C-ESİR ALINAN YAŞLILAR VE DİN ADAMLARI

 

Zayıfların, ihtiyarların, âciz erkek ve kadınların, din adamla­rının öldürülmesi meselesine gelince: Şayet bunlar fikirleri ile ve diğer imkânlarıyla kavimlerini harbe teşvikte bulunuyorlarsa ya­kalandıkları zaman bunların öldürülmeleri caizdir. Müslüman­larla fiilen savaşmış gibi işlem görürler. Görüşleri, fikirleri ile harbe halkını, teşvik etmişlerse, bir fikre göre Öldürülürler, bir fikre göre de Öldürülmezler.[131]

 

D- HARB ESİRİ KADIN VE ÇOCUKLAR

 

Düşman kadın ve çocukları hakkındaki işlemlere gelince: Ehl-i Kitaptan iseler öldürülmezler. Resûlullah (s.a.v) öldürülmeleri­ni yasak etmiştir. Köle muamelesi görürler. Ganimetlerle birlikte savaşçılara dağıtılırlar. Ehl-i Kitaptan olmayıp, putperest, ateş­perest ve saire iseler ve İslâmiyeti kabulden kaçınıyorlarsa, Şafiî’ye göre: Öldürülürler. Ebû Hanîfe’ye göre: Köle sayılırlar. Köle olan çocuklar annelerinden ayrılmazlar. Hadîs-i şerifte de,

“Çocuğa, annesinden ayrı olarak sâhib olunmaz.”[132] bu­yur ul muştur.

Mal karşılığı, kadın ve çocukları fldyeleşmek hukuken caizdir. Bu fîdyeleşme bir nevi satıştır. Fidye malları ganimet sayılır, muhâriblere uygun hisseleri verilir. Düşman elindeki müslüman-larla fîdyel eşil e çekse, esir kadın ve çocuklara mukabil bir miktar mal, ganimet özel olarak savaşçılara dağıtılır. Esir kadın ve ço­cukların salıverilmeleri isteniyorsa, savaşçılara ya onlann bedeli mal olarak verilir, yahut da savaşçılar mal haklarından vazgeçerler. İşte o zaman esir kadın ve çocuklar salıverilirler.

Kadın ve çocukları bırakmak genel bir menfaat îcâbı ise, muhâriblere toplum için ayrılan maldan bunların mukabili hisse­leri verilir. Yahut da muhâribîerin hisseleri ganimetten ayrılır­ken bir hisse de serbest bırakılan kadın ve çocuklara karşılık ayrı­lır. Muhâriblerden hakkından vaz geçmiyenler, zorlanamazlar, mal verilerek razı edilmeleri gerekir. Halbuki esir düşmüş olan er­kek savaşçıların salıverilmelerinde muhariplerin rızâ ve muvâfakatları istenmez. Onlar hakkında yapılacak işlemler âyet-i kerîmede tesbit edilmiştir. Salıverilmeleri de bu hükümlerden biridir. Buna mukabil düşmanın kadın ve çocuklarını öldürmek mahzurludur. Bunlar ganimet malı gibidirler. Binâenaleyh sa­vaşçıların rızâsını temin şarttır.

Resulullah (s.a.v), Huneyn savaşında Hevâzin kabilesinin ka-dın ve çocuklarını esir alınca, onların elçileri Resûlullah’a (s.a.v), geldiler, afvedilmelerini istediler. Resulullah (s.a.v) esir kadın ve çocukları taksim etti. Elçiler, Resûlullah’a (s.a.v) sütkardeşinin de esirler arasında olduğunu anlattılar. Çünkü Resûlullah’ın (s.a.v) süt annesi Halime, Hevâzin kabilesindendi. İbn İshak’ın anlattığına göre: Huneyn savaşında Hevâzinliler mallarını, ço­cuklarını, kadınlarını müslümanlara ganimet bırakınca, Hevâzinlilerin müslüman olan elçileri Peygambere geldiler. Ve dediler ki:

– Ey Allah’ın Resulü (s.a.v), kabilemiz ve sülâlemiz vardır. Bi­ze bir felaket geldi. Bu sizce de malûmdur. Bizlere emân ver, sizde­ki esirlerimizi salıveriniz. Seni de Allah enıîn eylesin. Sonra elçile­rin arasından Ebû Sard Züheyr b. Sard ayağa kalktı ve dedi ki:

– Ey Ali alı’in Resulü (s-.a.v), esirler arasında teyzelerin, halala­rın, ninelerin mevcuttur. Bunlar senden meded isterler. Her ne kadar biz Haris b. Ebî Şimr veya Numan b. Münzir’e sahipsek de akrabalarını unutma. Biz Öyle bir duruma düştük ki yardım ve afv istiyoruz. Esirlerimizin bedellerini vermek istiyoruz. Halbuki sen yardıma yetişenlerin en hayırlısısın. Sonra şu şiiri okudu:

“Allah’ın Resulünden (s.a.v) bize bir iyilik ve emândır. Çünkü sen yardım istenecek, yakarılacak birisin.

Sen, kaderin esir ettiği kimselere bir emân vericisin. Onların kaderlerini zamanlarının kiri, tozu, talihin cilvesi değiştirdi.

Seni emziren kadının kızına senden bir emân isteriz. Çünkü senin ağzın, tertemiz olan onun annesinin sütü ile dolmuştur.

Sen o zaman çocuktun ve onu emerdin. Seni, sana gelen, seni korkutan her şeyden esirgerdi.

Sen, bize nimetleri verecek şeyleri tükenmiş biri de olmadın. Mallarımız çoğaldı, senden nurlanmış, feyizler almış insanlar ol­duk.

Biz bulamadığımız nimetleri, o nurlarını saçışınla buluyor­duk. Elde ediyorduk. Ey insanların en üstünü olarak haber veri­len Allah’ın Resulü (s.a.v).

Şüphesiz bizler nimetlerimiz çoğaldıkça sana şükrederiz. Bundan sonra bizler için artık üzüntüler ve aşağılık durumlar, ha-kirlikler vardır.”

Elçinin bu şiirleri üzerine Resulullah (s.a.v) buyurdu ki,

– “Çocuklarınız ve kadınlarınız mı sîze daha çok sevimli yoksa mallarınız mı?1 Onlar da,

– Sen bizi mallarımızla soylarımız arasında serbest bıraktın. Şüphesiz sen çocuklarımız ve karılarımızı bize bırakırsın. Çünkü onlar bize daha çok sevimlidirler.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki:

– Benîm ve Abdu’l-Muttalib oğulları için olan hisselere giren kadın ve çocuklarınız sizin olsun. Kureyşlîler de,

– Bizim mallarımız Allah’ın Resûlünündür, dediler. Ensar,

– Bizim mallarımız da Allah’ın Resûlünündür, dediler. Akra’ b. Habis ise,

– Benim ve Temim oğullarının mallan bizimdir, dedi. Uyeyne b. Hısn da;

– Benim ve Fezâre oğullarının malları da kendilerimizindir, dedi. Abbas b. Mırdası’s-Sülemî de,

– Benim ve Süleym kabilesinin malı da bizimdir, dedi. Süleym oğulları hep birlikte,

– Bize âit mallar Allah’ın Resulü içindir, dediler. Bunun üzeri­ne Abbas b. Mırdas da, Süleym oğullarına hitaben,

–  Hakikat bana hîle yaptınız, aldattınız, dedi. Resûluîlah

(s.a.vj da,

– Kim bu esir kadın ve çocuklardan hakkını verirse ona yüksek boylu 6 deve, bedel olarak verilecektir. Bu vaad üze­rine haklarından vazgeçmeyenler de haklarına düşen kadın ve ço­cukları Hevâzinlilere geri verdiler.[133]

Uyeyne ise Hevâzinlilerin yaşlı bir kadınını almış ve şöyle de­miştir:

– Ben bu kadının nesebinden sağ kalmış birinin olacağını zan­netmem.

Bu sözü ile fidyesinin artırılmasını istemiştir. Ebu Sard da ona,

– Bu kadını serbest bırak. Yemîn ederim ki bu kadının ağzı so­ğuk, göğüsleri büyük değildir. Karnı çocuk yapmaz. Sütü yoktur. Kocası da bir değildir.

Bu sözler üzerine Uyeyne, ihtiyar kadını, 6 deve karşılığı geri verdi. Bilâhare Akra ile karşılaştı ve şu şikâyette bulundu,

– Ben onu beyaz bir câriye olarak zannetmiş ve almıştım. Ama insafı ve dişiliği yoktu.

Esir kadınlar arasında bir de Şeymâ bintil-Haris b. Abdi’l-Us-za vardı. Bu peygamberin (s.a.v) süt kız kardeşiydi. Resûluîlah (s.a.v) getirilmesini istedi.

– Ben senin kız kardeşinim. Peygamber (s.a.v) de,

, – Bu iddianın alâmeti, belgesi nedir? diye sordu. Şeymâ da,

– Alâmet olarak, küçükken yanma oturduğum zaman ısırdığın yer vardır. Resûlüllah alâmeti tanıyınca örtüsünü yere serdi, o da oturdu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) onu, yanında kalması ve kavmine gitmesi konusunda serbest bıraktı. O da kavmine gitmek isteyince, Peygamber (s.a.v), fidye verilmeden onu serbest bıraktı. Makhul isimli bir erkek köle ile bir câriye verdi. Şeymâ da bunları birbiri ile evlendirdi ki hâlen nesilleri mevcuttur.

Bu olay bir çok hükümler taşıması sebebiyle idarecilere, ko mutanlara yararlı olması düşünülerek buraya kaydedilmiştir.

Esir kadınlardan evliler varsa, kocaları yanlarında esir bu­lunsun veya bulunmasın nikâhları bâtıl olur. Ebû Hanîfe’ye göre: Esir kadınların kocaları, yanlarında iseler nikâhları devam eder Esir evli kadınlar müslüman olur, sonra da esir düşerse bunlar hür kadınlar sayılırlar. Bekleme zamanının (iddetin) sona erme­siyle kocalariyle olan nikâhları da bâtıl olur. Esir kadınlar savaş­çılara dağıtılınca, hayız âdetlerinden kesilinceye, hâmile iseler doğum yapıncaya kadar onlarla cinsî münâsebette bulunmak ha­ramdır. Resûluîlah (s.a.v) Hevâzin kabilesi esirlerine uğrayınca buyurdular ki:

“Dikkat ediniz, hâmile kadınlara doğumlarını yapınca ya kadar, hâmile olmayanlara da hayız adetlerini görüp bi­tirinceye kadar cinsî münasebet için varılmaz.”[134]

Müşrikler, müslümanların mallarını elde ederlerse mülkiyet yine müslüman sahiplerine aittir. Tekrar bu inallar müslümanların eline geçince, müslüman sahipleri bu mallarım geri alırlar. Herhangi bir karşılık da vermezler. Ebû Hanîfe’ye göre: Müşrikler galip gelmişlerse menkul ve gayrı menkullere ve hattâ cariyelere de sahip olurlar. Cariyenin müslüman efendisi, düşman tarafına varıp eski cariyesi ile cinsî münâsebette bulunması haramdır. Sonradan müslümanlar tekrar bu menkul ve gayrı menkulleri ge­ri alırlarsa asıl mâliklerinden daha üstün bir hakka sahiptirler. İmam Mâlike göre: Arazînin sahibi, ganimet malları taksim ol­madan yetişirse önceki malını tekrar o alır, hak onundur. Taksim­den sonra yetişirse hissesine düşen muharip hak sahibi olmada eski mâlikten daha üstün bir hakka sahiptir. Eski mâlik arazîsini almak isterse bedelini verir, arazîsini muharipten geri alır.

Düşman tarafının kadın ve çocuklarım satın almak caizdir. Anlaşmalı düşmanların çocukları da satın alınabilir. Kadınları satın alınamaz. Zımmîlerin kadın ve çocuklarını satın almak caiz değildir.

Ganimet malını elde edenler 1 veya 2 kişi de olsa beşte birini (1: 5) almalarına hükmedilir. Ebü Hanîfe, Ebû Yusuf, İmam Mu-hammede göre: Ganîmet malının 1: 5’ini seriyye olmadıkça ala­mazlar. Seriyyenin miktarı ise: Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre: Yardımlaşmayı sağlıyacak kadar insan topluluğudur. Ebû Yu­suf a göre: Bir seriyye 9 veya daha fazla kimselerden teşekkül eder. Çünkü Abdullah b. Cahş’ın seriyyesi 9 kişilikti. Hukukçular-ca bu görüş muteber değildir. Çünkü Resulullah (s.a.v), Abdullah b. Enis’i yalnız başına, seriyye hükmünde Haris b. Süfyân el-Huzelî’nin öldürülmesine gönderdi ve onu Öldürdü. Amr b. Umey-ye ed-Damrî’yi de aynı şekilde tek başına Abdullah’ın peşinden bir bir seriyye olarak gönderdi.

Anne ve baba müslüman olarak teslim olurlarsa küçük kız ve erkek çocukları da müslüman sayılır. Deli olmayan yetişkin ço­cuklar müslüman sayılmazlar. İmam Mâlik’e göre: Müslüman olan babanın yetişkin olan çocukları da müslüman sayılırlar. An­nenin müslüman oluşuyla yetişkin çocukları, müslüman sayılmazlar. Çocukların kendi kendilerine müslüman oluşları ve din­den çıkışları muteber değildir. Ebû Hanîfe’ye göre: Mümeyyiz ço­cukların müslüman oluşu da dinden çıkışları da muteberdir. Yal­nız dinden çıkarlarsa, baliğ, yetişkin oluncaya kadar öldürülmez­ler. Ebû Yusuf a göre: Mümeyyiz çocuğun müslüman oluşu, mute­ber ama dinden çıkışı muteber değildir. İmam Mâlik’e göre ise: İslâmiyetin ne olduğunu biliyor, faydasına olacağını düşünüyorsa müslümanhğı muteberdir, düşünemiyorsa muteber değildir.[135]

 

E- DÜŞMAN ARAZÎSİNİN HUKUKÎ DURUMU

 

Müslümanların bir toprağı elde edişleri 3 yoldan biriyledir.

Şöyle ki:

  1. a)Arazî, düşmanı esir almak, zorla çıkarmak, öldür­mek, savaş yolu île güç ve kuvvet kullanmakla elde edilir.

Bu şekilde elde edilen arazînin hukukî hükümleri hakkında ihtilâf vardır. Şafiî, buraları ganîmet kabul etmekte ve savaşçıla­ra dağıtılır demektedir. Savaşçılardan hissesini almayanlar var­sa veya hepsi birden hisselerinden vaz geçerlerse müslümanların ihtiyaçlarına vakfedilir. İmam Mâlik’e göre: Bu yolla elde edilen arazî müslümanların vakıf arazîsi olur, bu bakımdan taksimi doğ­ru değildir. Ebû Hanîfe’ye göre: Halîfe serbesttir. Dilerse savaşçı­lara arazîyi taksim eder, arazî öşür Arazî olur. Dilerse arazîyi es­ki sahiplerine geri verir, fakat arazîden haraç vergisi alır. Bu du­rumda arazî Haraç Arazî hükmünü alır. Müşrikler de zımmî olur­lar. Dilerse müslüman topluluğu için vakfeder. Bu takdirde arazi üzerinde yaşıyan müslüman olsun, müşrik olsun arazî İslâm ülke­sine dahildir. Vakıf haline konulan arazînin işlenmesi müşriklere verilmez. Bu, orasının dâr-ı harb sayılmaması içindir.

  1. b) Düşmanın müslümanlar dan korkmaları sebebiyle bırakıp, gittikleri ve müslümanların kolayca savaşmaksı-

zın elde ettikleri arazi: Böyle bir istilâ sonucu elde edilen arazî vakıf arazî olur. Bir görüşe göre de: Halîfe açıkça vakıf yapmadık­ça vakıf arazî olamaz. Haraç vergisi kor. Bu vergiyi arazîyi işleyen müsîüman veya gayr-i müslimden alır. Müslüman arazîyi işliyor­sa ayrıca mahsulü için öşür de verir. İstilâ zamanı ağaçlarda mey­ve ve hububat varsa bunlar arazîye bağlı olarak vakıf olur. Öşür alınmaz. Ammenin işine harcanır. Halîfe arazîyi vergilendirme­de, ağaçlı arazîyi şahsa vermede serbesttir. Dilerse, haraç vergisi kor, dilerse meyvelere ve hububata belirli nisbetlerle hazînenin ortaklığını şart koşar, dilerse, meyve ve hububattan öşür vergileri alır, dilerse arazî için haraç vergisi, mahsul için ise öşür vergisi kor. Ebû Hanîfe’ye göre: Öşür ve haraç ikisi bir arazîde birleşmez. Haraç vergisi konunca Öşür vergisi ortadan kalkar. İstilâ suretiyle elde edilen arazi İslâm ülkesinin olmuştur. Dolayısla bu toprakla­rı satmak, doğru değildir. Fakat arazide yetişen meyve ve hububat, ağaçlar satılabilir.

  1. c)Anlaşma yoluyla müslümanların bir arazîyi elde et­meleri: Burada müslümanlar arazîyi düşman elinde bırakır, ha­raç vergisini ödemelerini şart koşarlar. Bu gruba giren arazî 2 kı­sımdır.
  2. aa)Düşman tarafı ile, arazînin mülkiyetinin müslümanlara kalması şartıyla yapılan anlaşma sonucu, arazîyi düşmana bırak­madır. Anlaşma ile düşmanın müslümanlara mülkiyetini bırak­tıkları bu topraklar vakıf arazî statüsüne girer, İslâm ülkelerin­den sayılır. Arazînin rehnedilmesi, satılması doğru değildir, hu­kuken hükümsüzdür. Haraç, ücret sayılır. Müslüman olmalarıyla haraç vergisi düşmez. Arazînin haracı alınır. Arazî nıüslümana da intikâl etse haraç yine alınır. Sulh anlaşması sonucu bu yerlerin sahipleri, anlaşmalı kimselerden olurlar. Her ne kadar şahısları için cizye verseler de, anlaşmalı kimselerden sayılmaları en uy­gun olandır. Cizyeyi vermezlerse vermeleri için zorlanamazlar. Muayyen bir süre için cizyeyi vermeyi kabul ederlerse, o süre için­de onlardan cizye alınır. Süre hiç zikredilmemişse en az 4 aydır, 1 seneyi de geçemezler. 4 ay ile 1 sene arasındaki cizye miktarların­da iki durum vardır. Ya 4 aya ya da 1 seneye karar verilir. Bu süre­lerin sonunda cizyeleri ödemeleri gerekir.
  3. bb)Arazî sahipleriyle anlaşılır, haraç vergisi konur, bu vergileri öderler. Verilen bu haraç vergisi cizye hükmün­dedir. Arazî sahibi, gayr-i müslim, müsîüman olunca haraç da kalkar, fakat toprakları İslâm ülkesi olmaz. Anlaşmalı ülke (Dâr-ı Ahd) olur. Arazîyi satar veya rehnedebilirler. Arazî bir müslümana geçerse haraç vergisi alınmaz. Anlaşma ile bu toprak­larda kalmayı kabul etmiş olurlar. Cizye (baş vergisi) de alınmaz. Çünkü İslâm ülkesinde değildir. Ebû Hanîfe’ye göre: Anlaşma ile ülkeler İslâm ülkesi olur. Kendileri de zınımî sayılırlar, cizye alı­nır. Haracın alınması hususu iki tarafça kararlaştırıldıktan son­ra karşı taraf anlaşmayı bozarsa, haklarında uygulanacak hü­küm hakkında ihtilâf mevcuttur. Şafiî’ye göre: Toprakları müslü­manların elinde ise anlaşma hükümleri bakîdir. Topraklarına müslümanlar sahip değilseler ülkeleri düşman ülkesi sayılır ve anlaşmayı bozmuş kabul edilirler. Ebû Hanîfe’ye göre: Ülkelerin­de müsîüman varsa, veya anlaşmalı arazî ile düşman ülkesi ara­sında bir İslâm ülkesi toprağı bulunuyorsa, anlaşmalıların topra­ğı da İslâm ülkesi hükmündedir. Haklarında, taşkınlık çıkaran­lar hakkındaki hükümler uygulanır. Aralarında müsîüman bir gurup yoksa veya Ülkeleriyle düşman ülkesi arasında bir İslâm ül­kesi toprağı mevcut değilse o zaman ülkeleri harp ülkesi sayılır. Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre: Her iki durumda da ülkeleri düş­man ülkesidir.[136]

 

F- DÜŞMANDAN ELDE EDİLEN MENKUL MALLAR VE TAKSİM USÛLÜ

 

Menkul mallara gelince: Bunlar toplanılmış ganimetlerdir. Menkul malları Peygamber (s.a.v) kendi görüşüne göre taksim ederdi. Bedir savaşında Muhacirlerle Ensâr arasında bu yüzden ihtilâf çıktı. Bu olay üzerine Allah Teâiâ, Resulü (s.a.v) içinbu malları mülk mal yaptı. O istediği şekilde tasarrufta bulundu.

Ebû Umametil-Bahilî’nin naklettiğine göre: Ebû Umame şöy­le der. “Ubâde b. Sâmit’den Enfâl (Harp ganimetleri) hakkındaki ayet-i kerimeyi sordum. Sorduğum âyet-i kerîme de:

“Habibim sana harp ganimetlerinin hükmünü sorarlar. De ki: Bu ganimetler Allah’ın ve Resûlünündür. O halde tam mü’minlerdenseniz Allah’dan korkun, ihtilâfa düşme­yi p aranızı düzeltin.” (K. K. 8: 1) dir. Ubade b. Sâmit dedi ki:

– Bedir harbinde idik. Ganimetler hakkında ihtilâf gösterdik. Ne kötü bir hareket idi. Allah Teâlâ ganimetleri elimizden aldı, Resulüne (s.a.v)’e verdi. Onu müslümanlar arasında eşit bir şekil­de paylaştırdı. Kendi de Bedir savaşı ganimetlerinden Münebbih b. Haccac’m kılıcı “Zülfikâr’ı aldı. Ganimetleri, Bedir savaşından sonra nazil olan şu âyet-i kerîmenin hükmüne kadar beşe taksim etmediler.

“Bilin ki, ganîmet olarak aldığınız herhangi bîr şeyin mutlaka beşte biri (1: 5) Allah’ın, Resulünün, Resulünün hısımlarının, yetimlerin, yolcuların, yoksullarındır.” (K. K 8: 41) Allah Teâlâ bu hükümleriyle zekât gibi ganimetlerin de tak­sim şeklini göstermiştir. Bedir savaşından sonra Benî Kaynuka kabilesi ganimetini Resûîüllah (s.a.vj ilk defa bu hükümle taksim etti.

Harp esnasında elde edilen mallar, harp sona erinceye kadar taksim edilmez. Çünkü harbin sona erişi ile zaferin kazanıldığı, mülkiyetin kesinlik kazandığı bilinir. Böylece savaşçıların mal taksimi ile meşgul olmaları önlenir. Aksi hâlde yağmalama sonu­cu büyük bir düşman baskısına maruz kalınır, yenilgiye sebeb olu­nur. Harp sona erince komutan nasıl münâsib görürse o şekilde ganimetleri taksime başlar. Ya hemen harbin bitiminden sonra taksim eder. Ya da İslâm ülkesine gelinceye kadar bekler. Ebû Hanîfe’ye göre: Düşman ülkesinde, savaş meydanında taksim ya­pılmaz. İslâm ülkesine dönünce taksim edilir.

Dağıtımda usûl: Önce düşman ölülerinin elbise ve teçhizatı­nı dağıtmakla işe başlar. Her savaşçıya öldürdüğü düşmanın her şeyini verir. Halîfe bu hususta önceden şart koşsun koşmasın du­rum bu şekildedir, değişiklik yapılmaz. Ebû Hanîfe ve Mâlik’e gö­re: Savaşa giderken şart koşulmuşsa, herkese Öldürdüğünün teçhizatı verilir. Şart koşulmamışsa teçhizat ganîmet sayılır. Sa­vaşçıların hepsi ortaklaşa iştirak ederler. Peygamberin (s.a.v) ilâncılarından biri, ganimetlerin toplanışından sonra şu şekilde seslenmiştir:

“Kim bir şahsı öldürürse teçhizatı onundur”[137] Tabii ki bu ilânı yaptıran Resûlullah’dır. (s.a.v).

Ganimette dikkat edilecek husus, taksim işinin geciktirilme­mesi, elde edilen teçhizatın başkalarına veril meme si dir. Ebû Katâde’ye öldürmüş olduğu 20 kişinin teçhizatı verilmiştir. Me­tinlerde geçen teçhizat terimi içine, düşmanın üzerine korunmak için giydiği elbiseler, savaşta kullandığı silâhı, bindiği atı girer. Mallarından harp için hazırlayıp, ayırdığı şeyler teçhizat terimi içine girmez.

Harp meydanında yanında bulunan su kapları, hayvan teçhizatı bu terimin içine girer mi, girmez mi hususu ihtilaflıdır. Bir görüşe göre: Girer. Diğer görüşe göre: Girmez. Teçhizatın beş­te biri (1:5) söz konusu değildir. Mâlik’e göre: Techizâtm beşte biri (1: 5) söz konusudur. Bu miktar beşte bire hak sahibi olanlara veri­lir. Teçhizat verildikten, gerekli dağıtımı yapıldıktan sonra ne ya­pılacaktır?

Muteber olan bir görüşe göre: Ganimetlerin beşte biri (1: 5) hak sahiplerine ayrıldıktan sonra geri kalanı savaşanlara dağıtı­lır. Ayet-i kerime de:

“Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri (1: 5) Allah’ın, Resulünün, hısımlarının, yetimlerin yoksulların, yolcularındır.” buyurulmuştur. (K.K. 8: 41).

Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf, Muhammed ve İmam Mâlik’e göre: Beşte biri yetimlere, miskinlere, fakirlere, yolda kalmışlara veril­mek üzere 3 eşit selime ayrılır. İbn Abbas’a göre: Beşte bir 6 sehme ayrılır. Allah’ın selimi Ka’be işlerine, harcanır. Burada sözü edi­len beşte birin sahipleri Fey’de sözü edilen beşte birin (1: 5) sahiplerinin aynıdır. 1: 5’in 1 sehmi Resulullah’a (s.a.v) aittir. 1: 5’in 1 sehmi Hâşim ve Abdu’l-Muttalib oğullarından Resûlullah’ın (s.a.v) yakın akrabalarına aittir. 1: 5’in 1 sehmi yetimlere, 1: 5’in dördüncü 1 sehmi miskinlere, 1: 5’in 1 sehmi de yolda kalmışlara verilir. Bunlardan sonra harpte hazır bulunan çocuklara, zimmîlere, kölelere ve kadınlara bahşişlerde, atıyyelerde bulunu­lur.

İkinci bir görüşe göre: Bunlar, bahşiş verilme bakımından beş­te bir hak sahiplerinin haklarını almalarından Öncedir. Fakat zımmîlere ihtiyaçları miktarı kadar mal verilir. Bunların hissesi bir piyade veya süvarinin hissesini geçemez. Harp esnasında: Kâfirin müslüman, çocuğun yetişkin, kölenin hür olrnasiyle atıy-yede, bahşişte bulunulacak kimseler azalırsa da onlara harp bit­meden bu statülere girdiklerinden, hîbe, bahşiş yerine savaşçıla­rın seliminden verilir. Harp bittikten sonra durumlarında, sayıl­dığı gibi değişiklikler olursa ihsan ve bahşişte bulunulur, gani­metten savaşçılara verilen sehimler gibi sehim verilmez. İşte ganimetlerden beşte bir (1: 5) ve sayılan kimselere verilmek üzere bahşiş ayrıldıktan sonra geri kalan ganimet, harbe katılan savaş­çılara dağıtılır. Savaşçılar da hür, müslüman, sıhhatli erkekler­den ibarettir. Bunların hepsinin bizzat savaşa girmeleri gerek­mez. Harp seferine katılıp, savaş meydanına girmeyenler, geri hizmetlerde bulunmuş olanlar da bu hareketleriyle savaşçılara çeşitli şekillerde destekçi olmuşlardır.

Bu konuda şu âyet-i kerîmenin hükmünde ihtilâf edilmiştir.

“Berikilere; gelin Allah yolunda muharebe edin yahud hiç olmazsa düşmanın kendinize ve ailelerinize saldırma­larını önleyin, denildi de…” (K. K. 3: 167).

Bu âyet-i kerimeye iki türlü mânâ verilir. Süddî ve İbn Cü-reyc’e göre: Desteği çoğaltmaktır. İbn Avn’a göre: At besleyip onunla savaşmak.

Ganimetler, muhâriblere istihkaklarına uygun olarak taksim edilir. Paylaştırma işini bizzat yapanın veya komutanın seçim ve tercihine bırakılamaz. İmam Mâlik’e göre: Ganimetlerin taksimi halîfenin görüşüne göre yapılır. İsterse savaşçılara eşit şekilde taksim eder, isterse savaşa katılmıyanları da katar, onlara da ganimetten pay ayırır. Hadis-i şerifte de:

“Ganimet, savaşa katılıp ona bizzat şahit olanların­dır’[138] buyurulmuştur. Böylece Mâlikin sözü geçen görüşü red­detmektedir.

Savaşa katılanlardan süvarileri, gördüğü hizmetlere karşılık piyhadelere üstün tutarsa bu isabetli bir hareket olur. Üstün tut­ma ve tercihte miktar nedir?

Bu konu hukukçular arasında ihtilaflı olup Ebû Hanîfe’ye gö­re: Süvariye iki sehim, piyadeye bir sehim verilir. Şafiî’ye göre: Süvariye üç sehim, piyadeye bir sehim verilir. Süvarilerden mak-sad da, at üzerinde savaşanlardır. Katır, deve, fil, merkep üzerin­de savaşanlar piyade sayılır. Atın koşu atı olup olmaması Önemli değildir. Süleyman b. Rebiâ’ya göre: Ancak koşu atlarıyla sava­şanlar süvari sayılır.

Süvari savaşa atlı olarak katılıyorsa ona pay verilir, katılma-mışsa verilmez. Bir kimse harbe birden fazla atla katılırsa, kendi­sine yalnız bir süvari hissesi verilir. Ebû Hanîfe ve Muhammed’in görüşü de böyledir. Ebû Yusuf a göre: İki süvari payı verilir. Evzaî de aynı fikirdedir. İba Uyeyne’ye göre: Kendisine muhtaç olunan nisbet ve miktara göre pay verilir.

Süvariye ve ata hiç ihtiyaç yoksa atla savaşa katılanlara süvari payı verilmez. Savaşa katıldıktan sonra süvarinin atı ölür­se, süvari payı alır. Savaşa katılmadan atı ölmüşse piyade payı alır, süvari payı hakkı alamaz. Süvarinin kendisinin Ölüm duru­mu da böyledir. Ebû Hanîfe’ye göre: Düşman toprağına girdikten sonra süvari veya atı ölürse ona süvari payı verilir.

Harp sona ermeden bir topluluk müslümanlara yardıma gelir­se, elde edilen ganimetlere iştirak ederler. Savaş bittikten sonra gelirlerse, ganimetlere iştirak edemezler.

Ebû Hanîfe’ye göre: Savaş bitmeden, yardıma gelenler, düş­man topraklarına girmişlerse ganimete iştirak ederler. Harbe ka­tılan levazım, sıhhiye gibi geri hizmet işi görenler de ganimetlerin paylaşılmasında bizzat savaşanlarla eşit paya sahiptirler.

Bir topluluk Sultanın müsâadesi olmadan savaşırsa, ganimet olarak aldıkları şeyler gerçek harp ganimeti gibidir… Beşte biri belirtilen yerlere verilir. Geri kalan aralarında paylaştırılır. Ebû Hanîfe’ye göre: Beşte bir de alınmaz. Tamâmı kendilerine aittir. Hasanu’l-Basrî’ye göre: İzinsin savaşanlar ganimet olarak aldık­ları şeylere sahip olamazlar.

Müslümanlar anlaşma veya esaretle düşman ülkesinde bulu­nur, arkasından müslüman savaşçılar da geliverirse, müslüman savaşçılar bu şekilde düşman ülkesinde bulunan o müslümanları âzad ederler. Mal ve şahıslarından yararlanamazlar.

Ebû Davud’a göre: Düşman ülkesinde bulunan müslümanm mal ve şahsından yararlanılır. Ancak emân verilirse yararlanıla­maz. Her iki grup müslümanlar birbirlerinden emin olur, birbirle­rine güvenirlerse afvedilirler, rnal ve şahıslarından faydalanmak haramdır. Savaşlarda sabit kararlılığı, cesareti, büyük yardımları görü­lenler olursa bunlar da diğerleri gibi eşit hakka sahiptirler. Âmmeye ayrılan maldan da gördüğü hizmet, gösterdiği kahra­manlıklara karşılık fazladan mal verilir. Başarı gösterenin hakkı hiçbir zaman kaybolmaz. Resulüllah (s.a.v), amcası Hamza b. Ab-di’1-Muttalibden sonra ikinci hicret yılında Rebiu’l-Evvel ayında, îslâm sancağının taşınması hususunda Ubeyde b. el-Haris’le an­laştı. Onunla beraber Sa’d b. Ebî Vakkas’ı da Hicazın güney taraf­larına görevlendirdi. Müşriklerin komutanı Ebû Cehl’i gördüler. Sa’d b. Ebi Vakkas, ok attı ve onu yaraladı. Islâmiyette ilk ok atan Sa’d olmuş oldu. Sa’d şu şiiri okudu:

“Dinleyin bakalım, oklarımı atış sayesinde dostlarımı korudu­ğuma dair Resûlüllah’a (s.a.v) bir haber acaba geldi mi?

Oklarımla onların komutanını Öyle bir uzaklaştirdim ki, kor­kularımızı giderdim, bize kolaylıklar göründü.

Ey Allah’ın Resulü, düşmana karşı okuyla atış yapan benden önce bir okçu çıktı mı? Kim var?

Bu gösteriyor ki, senin dinin hak ve doğru dindir. Sen dîn sayesinde adalet ve insanlığı getirdin.”

Bu şiir Peygambere (s.a.v) ulaşınca, Sa’d’i komutan tâyin et­mediğine, sancağı ona vermediğine üzüldü. Sa’d’ı taltif etti, teb­rikte bulundu.[139]

 

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Cizye Ve Haraç

 

A- CİZYENİN HUKUKİ MAHİYETİ, TOPLAMA USÛLÜ

 

Allah’ın, müşriklerden alıp müslümanların genel nıenfaatına harcanmak üzere kabul ettiği iki hak vardır: Cizye ve Haraç. Cizye ve haraç üç hususta birlik, üç hususta da ayrılık gösterir. Bunların her biri sırasıyla etraflı bir şekilde anlatılacaktır.

  1. a)Cizye ve haracın birleştiği üç husus şunlardır.

1- Cizye ve haraç müşriklerden, küçüklüklerini, seviyece müslümanlardan aşağı durumda oluşlarını, alçaklıklarını göster­mek için alınır.

2- Her ikisi de feyy sahiplerine harcanan, âmme işlerinde kul­lanılan mallardır.

3- Her iki vergi de her yıl gerekli süreyi doldurunca alınır. b) Ayrıldığı noktalar:

1- Cizye vergisi İslâm hukukunun kaynaklarında tesbit edil­miştir; hakkında dinî hüküm vardır. Haraç ictihadla sabittir.

2- Cizyenin en az miktarı dînî hükümle, en fazla miktarı icti­hadla sabittir. Haracın en az ve an çok miktarı ictihadla sabittir.

3- Cizye vergisi, kâfir kalındığı sürece alınır, müslümanlıkla cizye vergisi düşer. Haraç vergisi kâfir ve müslüman iken alınır. Müslümanlıkla düşmez. Cizye adam başına alınır. Ceza kelime­sinden türemiştir. Ya kâfir oluşlarına, bu işin kötülüğüne binâen bir cezadır, ya da müslümanlarm himayesinde oluşlarından, on­lara iyi muamele edişe karşılıktır. Cizye hakkında asıl hüküm:

“Kendilerine kitap verilenlerden ne Allah’a ne âhiret gününe inanmıyan, Allah’ın ve Peygamberinin haram etti­ği şeyleri haram tanımayan, hak dînini dîn olarak kabul et­meyen kimselerle, hakîr ve zelîl kendi elleriyle cizye vere­cekleri zamana kadar muharebe edin.” (K. K. 9: 29) buyurul-muştur. Bu âyet-i kerîmedeki, “Allah’a îman etmiyenler…” hük­mü karşısında her ne kadar Ehî-i Kitap Allah’ın birliğini kabul ederse de, şu hüküm onların îmanlarını reddetme anlamınadır. Ayet iki türlü açıklanır.

1- Allah’ın kitabına Kur’ânı’na îman etmemeleri,

2- Resulü Hz. Muhammed’e îman etmemeleri. Çünkü Pey­gamberi (s.a.v) kabul, ona gönderilen kitabı da kabul sayılır.

“Âhiret gününe îman etmiyenler..” Hükmü de iki türlü açıkla-

nır.

1-  Sevap ve günâhı kabul etseler de âhiret gününün cezasından korkmazlar.

2- Allah’ın vasfettiği azabları kabul etmezler.

“Allah’ın ve Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanı­mayan..” hükmü de yine iki şekilde açıklanır. 1- Onların dininden birçok hükümlerin Allah tarafından kaldırılmasını, kabûl etmez­ler. 2- Allah’ın kendilerine helâl ettiğini helâl, haram ettiğini de haram saymazlar.

“Hak dînini dîn olarak kabûl etmeyen kimselerle..” hükmün­de de: 1- Kelbî’ye göre: Tevrat ve İncil’de Resûîullah (s.a.v)e uyma­yı emreden hükümleri kabûl etmezler. 2- Ekseri hukukçulara gö­re de: İslama girmeyi kabûl etmezler, şeklinde mânâlar verilir.

“Kendilerine kitap verilenlerden…” Hükmünde de iki açıkla­ma vardır. 1- Kendilerine kitap verilenlerin çocukları, 2- Araların­da ilâhî kitap olan kimselerdir, ki: O kitaba uymada, kitabın çocu­ğu sayılırlar, demektir.

“Cizye verecekleri zamana kadar…” hükmünde de, 1- Cizyeyi bizzat verinceye kadar, 2- Cizyeyi ödemeyi yükleninceye kadar. Cizyeyi taahhüt etmeleri ile savaşı bırakmak gerekir. Şeklinde iki türlü açıklama yapılır.

“CİZYE” kelimesine gelince: İki türlü açıklaması yapılır. 1-Tam karşılığı bulunmayan, ancak açıklamasıyla mânâsı anlaşı­lan, doğrudan doğruya bilinemeyen mânâsı mücmel, kısa ve kapa­lı bir isimdir. 2- Kitap ve sünnet delillerinin özel bir mânâya sevk etmediğinde âmm bir isimdir.

Âyet-i kerîmede geçen “Elleriyle…” den maksat iki türlüdür. 1- Kudret ve zenginlik, 2- Müslümanların kendilerinden her yıl cizyeyi almaya kuvvet ve kudret sahibi olduklarına, onları inan­dırmak için, demektir.

“Onlar, hakîr ve zelîl insanlardır.” hükmünde de: 1- Alçak, ba­yağı insanlardır. 2- Onlara İslâmın hükmünü uygulamak gerekir. Bu bakımdan, devlet idarecisi ehl-i kitaptan, müslüman ülkesin­de olduklarını göstermek için zimmet ehli olarak adam başına ciz­yeyi uygulaması vâcibdir, şeklinde iki açıklama vardır.

Ehli kitabın cizye vermesiyle iki hakları ortaya çıkar. 1- On­larla savaşılmaz. 2- Onları ve haklarını haksız saldırılara karşı korumak. Kendileriyle savaşılmamakla güven duyarlar. Himaye ile de korunduklarını anlarlar. Nâfi’in İbn Ömer’den rivayetine göre: İbn Ömer, Resûlüllah (s.a.v) in buyurdukları şeyin sonunda şöyle hükmediyordu:

“Benim zîmmetimdekiyle beni koruyunuz.” Arab olan gayr-ı müslimler de diğerleri gibidir. Ebû Hanîfe’ye göre: Araplar zelîl olmadıklarından (kendilerinden) cizye alınmaz, der. Mürted-lerden (Dinden çıkanlardan), dehrîlerden, putperestlerden de ciz­ye alınmaz. Ebû Hanîfe, Arapların dışındaki milletlerin puta ta­panlarından cizye alınır. Putperest Araplardan alınmaz, der.

Ehl-i Kitapdan maksat da: Yahudi ve Hıristiyanlardır. Ki­tapları Tevrat ve İncildir. Her ne kadar kestikleri yenmez, ka­dınları İle nikâhlanılmazsa da Mecûsiler Ehl-i Kitap muamelesi görürler ve cizye alınır. Yıldıza tapanlar, Sâmirîler dinlerinin asıl­larında, inançlarında Hıristiyanlık ve Yahûdîliğe uyarlarsa, te­ferruatta ayrılık da olsa yine cizye alınır. Dinlerin asıllarında ben­zerlik yoksa cizye alınmaz. Bir şahıs, İslâmîyetin gelişi ile Yahûdîlik ve Hıristiyanlık değişmeden önce, Yahûdîliğe veya Hı­ristiyanlığa girerse, ikrar ettiği dîne göre işlem görür. Yahûdîlik ve Hıristiyanlığa İslâmiyet geldikten sonra girerse, bu girişi kabul olmaz.

Dînî durumu şüpheli olandan cizye alınır. Çestiği yenmez. Yahudilikten Hıristiyanlığa geçtiğini ikrar edenin sözü, dîn değiş­tirmesi, muteber olmaz. Müslüman olması gerekir. Bir kimse Ön­ceki bıraktığı dîne dönerse ikrarı hakkında iki görüş vardır. Ya kabûl edilir veya edilmez. Müslüman olması istenir.

Hayber ve diğer yerlerdeki Yahudiler, hukukçuların icmâma göre: Cizye hususunda bir sayılırlar, diğer yerlerdeki gibi cizye alınır. Cizye, müşriklerin hür olan erkeklerinden alınır. Kadın­lardan, çocuklardan, delilerden, kölelerden alınmaz. Çünkü anılan kişiler, erkeklere bağlı, onların zürriyetidirler. Bir kadın tek başına yaşarsa, esasta cizye alınmaz. Her ne kadar tek başına ve yalnızsa da kavminin erkeklerine tâbidir. Düşman ülkesinden ay­rılıp, ikâmet etmek için İslâm ülkesine gelip cizye veren kadın, verdiği cizye ile sorumlu tutulamaz, verdiği hibe sayılır. Kadın cizye vermekten kaçınırsa vermesi için zorlanmaz. Gelmiş olduğu müşrik milletine tâbi değilse zımmî olması gerekir.

Erkek ve dişiliği belli olmayan şahıstan cizye alınmaz. Cinsiy-yet müşkilliği kalkar, erkek olduğu ortaya çıkarsa, geçmiş zaman­ları için ve müteakip yıllarında cizye alınır.

Cizye’nin miktarı hususunda hukukçular farklı görüş açıkla­mışlardır. Şöyle ki:

  1. a)Ebû Hanîfe cizye verecekleri üç guruba ayırmıştır.

1- Müşriklerin zenginleri: Bunlardan 840 dirhem gümüş cizye alınır. 2- Orta hâili müşrikler: Bunlardan 420 dirhem gümüş cizye alınır. 3- Fakir müşrikler: Bunlardan da 12 dirhem gümüş alınır. Ebû Hanîfe bu miktarların en az ve en çoğunu göstermiştir. Yânı en çok 840 dirhem gümüş ve en az da 12 dirhem gümüş cizye alınır.

Bunun dışında içtihatta bulunmayı idareciler yasaklamıştır.[140]

  1. b) İmâm Mâlik’e göre: Cizyenin en az veya en çok miktarı takdir ve tesbit edilemez. Her iki tarafın idarecilerinin anlaşma­sıyla tesbit edilebilir.
  2. c) Şafiî’ye İJöre: En az miktarı 1 Dinar (altın)dır. Bundan aşağı olamaz. En fazla miktarı idarecilerin içtihadına bağlıdır. Müşriklerin mâlî durumlarına göre hepsine eşit miktarda veya farklı olarak cizye takdir ederler. Müşriklerin idarecilerinin rızâsı alınmak suretiyle müslüman idareciler cizyeyi karar! aştırırlarsa bu hüküm bütün cizye mükelleflerini ve sonraki asırlarda gele­cekleri de bağlar. Bundan sonra idareciler kararlaştırılan cizye­den az veya fazla bir şeyle müşrik mükellefleri sorumlu tutamaz­lar. Cizyelerin artırılmasında anlaşılırsa, anlaşmaya göre artır­ma yapılır. Hz. Ömer; Tennuh, Behra ve Tağlib kabilelerinden alı­nan cizyeleri artırmıştır. Kadınlardan, çocuklardan cizye alın­maz. Çünkü cizye Feyy ehline harcanır. Kadınlar ve çocuklardan alman zekât bunun aksinedir. Cizye ile zekât arası birleştirilirse ikisi beraber alınır. Zekât olduğu belirtilmemişse ve 1 dinardan da aşağı değilse cizye sayılır.

Müslümanlardan, cizye veren müşriklere uğrayanların misafir edilmesi hususunda anlaşma yapılırsa 3 gün takdir edilir, bundan fazla olamaz. Hz. Ömer de Şamlı Hıristiyanlarla, oraya gelen müslümanları 3 gün misafir etmeleri, yiyeceklerini sağla­maları hususunda anlaşma yapmıştır. Koyun, tavuk kesmelerine zorlanamazlar. Arpa vermeksizin hayvanlarını da barındırırlar. Bu nevi misafir ağırlama köy ve kasabalar içindir. Şehir için böyle bir şart yoktur. Ziyafet, sadaka ikramı şart koşulmamışsa, meyve ve hububattan sadaka verilmez. Yalnız yemek verilir. Yolcuları, gelip gidenleri ve dilencileri misafir etmeleri gerekmez.

Müşriklerden cizye alınmasının kararlaştırılması 2 şarta bağlıdır.

  1. a)Müstahak olmaları. Bu 6 şart ihtiva eder. 1- Kur’ân hak­kında kötü söz söylememeleri, tahrif edilmiştir iddiasında bulun­mamaları. 2- Resûlüllah (s.a.v)’ı yalancılıkla itham etmemeleri, hakarette bulunmamaları. 3- İslâm Dînini yalan din olarak gös­termemeleri, tenkid etmemeleri. 4- Müslüman kadınlarla zina yapma, evlenme hususuna yönelmemeleri, onları bu işler için zor-lamamaları. 5- Müslüman görünüp dinde fitne çıkarmamaları, müslümanları dinden caydırmamaları, onların mal ve dinlerine, hücumda ve tecâvüzde bulunmamaları. 6- Düşman tarafına yar­dımda bulunmamaları, zenginlerinin destek olmaması. îşte bunlar zımmîler için riâyeti gerekli, bağlayıcı şartlardır. Bunlar önce­den şart koşulmasa da uymaları gerekir. Şart koşulursa anlaşma­nın ağırlığım kuvvetlendirmek içindir. Anlaşmadaki bu şartlara uymazlarsa, anlaşmayı bozmuş sayılırlar.
  2. b)Müstehab: Bunun şartı da 6’dır.1- Beyaz elbiseler giymek ve bellere bağlanan (kırmızı) Zünnâr’ı bağlamak suretiyle durum­larım belli etmek. 2- Müslümanlardan daha büyük binalar yap­mamak. Bir sınırlama yoksa, ancak müslümanlarm evlerine eşit yükseklikte ev yapabilirler. 3- Çanlarının sesini, kendi din kitap­larını okuyuşlarını, Uzeyr ve Mesih’in Allah’ın oğlu olduğuna âit sözlerim müslümanlarm işitmemeleri gerekir. 4- Haç ve putları­nı, domuzlarını, içki içişlerini göstermemelidirler. 5- Ölülerini gizli defnetmeli, ağıtlarını gizli yapmalı, feryâd etmemelidirler. 6-Koşu ve binek atlarına binmemek. Katır ve merkebe binebilirler. İşte bu 6 müstehab durum anlaşma maddelerinde varsa şart hük­münde olup uymaları gerekir. Yoksa o zaman zımmîleri bağlayıcı sayılmaz. Şart olarak ileri sürülmüş, fakat uymanıışlarsa anlaş­ma bozulmuş olmaz. Uymaları için zorlanılırlar. Zorla yerine ge­tirtilir, hadleri bildirilir. Şart koşulmamışsa uymayınca cezalan­dırıl am azlar.

Halîfe, müşriklerle yapılan anlaşmayı kâtiplere yazdırır, hü­kümleri tesbit ettirir. Şehirlere dağıtır, hükümlere uyulmadığın­da hemen müracaatı sağlar. Her kavmin anlaşma hükümleri ayrı­dır. Başkaları muhalefet de etse, her anlaşma taraf olan milleti bağlayıcıdır.

Cizye: Anlaşmanın yapıldığı Kamerî aydan itibaren 1 kamerî senenin geçmesiyle alınması gerekir. O sene içinde ölenlerin tere­kesinden cizye alınır. Müslüman olanların ise zımmî olarak geçen senelerinin cizyesi alınır. Ebû Hanîfe’ye göre: Şahsın müslüman oluşu ve ölümü ile cizye borçları düşer. Yetişkin olanlar, deli iken aklı başına gelenler, o andan itibaren 1 senenin geçişiyle cizye ile mükellef tutulurlar. Fakir zenginleşirse, zengin güç duruma dü­şerse cizye de ona göre alınır. Yaşlılardan cizye düşmez. Bir görüşe göre: Fakirlerden, yaşlılardan cizye düşer.

Zımmîler dinlerinde, îtikadlannda ihtilâfa düşerlerse, onlara karışılmaz. Günlük işlerde, bir hak konusunda ihtilâf ederlerse, kendi hâkimlerine duruşma için gidebilirler. Buna engel olun­maz. Müslüman hâkimlere baş vurulursa, hâkim Islâmî hüküm­lere göre karar verir. Cezayı gerektirici bir fiil işlerlerse bunlara da gerekli cezayı tatbik eder.

Anlaşmasını bozanlar güvendikleri yere giderler. Harbî duru­muna düşerler. Anlaşmalı kimseler, İslâm ülkesine girince malla­rı ve canları için güven vardır. Cizyesiz 4 ay, cizye vermek şartıyla 1 sene kalabilirler. Bu iki süre arasında ihtilâf” vardır. Zımmîler gi­bi sene dolmadan cizye verirse alınır. Zımmîlerde ise sene doima-yınca cizye vermeleri istenmez.

Müslümanlardan âkil, baliğ bir yetkili harbî birine emân ve­rir, güven garantisinde bulunursa bütün müslümanlar bu emâna uymak zorundadırlar. Emân konusunda, kadın, erkek gibi, köle, hür şahıs gibi, olup fark yoktur. Ebû Hanîfe’ye göre: Köleye savaş­mak için izin verilmedikçe emân tanınmaz, tanınırsa hukuken muteber olmaz. Çocuklara ve delilere emân vermek doğru değil­dir. Kendine güven garantisi verildiği halde bu hükmü unutur, harp ülkesinden emîn yere ulaşırsa o zaman harbî hükmüne girer.

Anlaşmalı ve zımmî olanlar müslümanlara karşı savaş açar­larsa o anda harbî duruma düşerler, öldürülürler. Savaşa katıl­mayanlara anlaşma hükümleri geçerlidir. Zımmîler cizyeyi öde­mekten kaçınırlarsa ahidlerini bozmuş olurlar. Ebû Hanîfe’ye gö­re: Harp ülkesine gidinceye kadar bozmuş sayılmazlar. Harp ül­kesine girmeden önce ahid hükümlerine uymaları için zorlanır­lar. Tıpkı borcun edası gibi.

İslâm ülkesinde kilise, manastır ve havra yaptıramazlar. Ya­pacak olurlarsa yıktırılır. Fakat eski, yıkık kilise ve manastırları­nı yaptırabilirler. Zımmîler anlaşmalarını bozarlarsa hemence öl­dürülmelerini, mallarını ganimet olarak almayı, çocuklarını esir edinmeyi gerektirmez. Savaşa teşebbüs ederlerse, o zaman sözü geçen şeyleri yapmak caizdir. Anlaşmayı bozanlar en yakın, bir düşman ülkesine ulaşıncaya kadar, îslâm ülkesinden sürülürler. Kendi isteğiyle çıkmayanlar zorla çıkartılırlar.[141]

 

B- HARAÇ VERGİSİ VE TOPLAMA USULÜ

 

Haraç: Arazînin mülkiyeti üzerine konulan bir vergidir. Ciz­ye hükmünün aksine olarak haraç hakkında açıklayıcı bir âyet-i kerîme vardır. Bu sebeple işin tatbiki imamların içtihadına bıra­kılmıştır. Allah Teâlâ âyet-i kerîmesinde,

‘Yoksa sen onlardan bir hare (ücret) mi istiyorsun. İşte Rabbinin haracı. O daha hayırlıdır.” (K K. 23: 72) buyurmuş­tur. Bu âyetteki “Yoksa sen onlardan bir hare mı İstersin” hük­münde iki türlü mânâ vardır. 1- Ücret, 2- Menfaat. “İşte Rabbinin harcı. O daha hayırlıdır.” hükmünde de iki mânâ vardır. 1- Rabbi­nin rızkı dünyâda ondan daha hayırlıdır. Kelbî’nin görüşü budur. 2- Hasan’a göre: Allah’ın âhiretteki mükâfatı ondan daha hayırlı­dır. Ebû Amr b. Alâ’ya göre: “Harçla “Haraç” arasındaki fark: Hare, kuru mülkiyetten vergi olarak alınır. Haraç ise, lügatte, ki­ra ve faydalanma anlamına gelir. Hadîs-i şerifte de: “Haraç, öden­mesi gerekendir.” buyurulmuştur. Haraç arazîler, mülkiyet ve hüküm bakımından öşür arazîlerden farklıdır. Genel olarak top­raklar 4 kısma ayrılır:

  1. a)Müslümanların bizzat kendilerinin gayretleriyle işe yarar hâle getirdikleri topraklara Öşrî arazî denilir. Haraç vergisi ko­nulamaz. Arazîyi işe yarar hâle getirme: İhya bölümünde açıkla­nacaktır.
  2. b)Arazînin sahiplerinin müslüman olması hâlinde, arazî ön­celikle müslüman olan sahiplerinindir. Bu nevi arazî Şafiî’ye göre: Öşrî Arazî sayılır. Haraç vergisi konamaz. Ebû Hanîfe’ye göre:

Sultan, Öşrî veya Haracı arazî yapmakta serbesttir. Haraç arazî statüsüne korsa bir daha Öşrî arazî statüsüne çevirmek doğ­ru değildir. Önce Öşrî arazî yaparsa sonra haraç arazîye çevirir.

  1. c)Müşriklerden kılıç kuvvetiyle alınan topraklar. Şafiî’ye gö­re: Bu tür arazî ganîmet sayılır. Savaşçılara dağıtılır, öşür arazî olur. Haraç vergisi konulamaz. Mâlik’e göre: Arazî vakıf arazî sa­yılır. Müslümanlara tahsis edilir. Haraç vergisi konur. Ebû Hanîfe’ye göre: Sultan öşür veya haraç arazî yapmakta, vergi koymada serbesttir.
  2. d)Sulh yoluyla müşriklerin kendi topraklarında bırakılması. İşte özellikle böyle arazîye haraç vergisi konur. Bu da iki kısımdır.
  3. aa)Arazînin sahipleri tarafından boşaltılıp, savaşa mahal kalmadan müslümanların eline geçmesi. Bu arazî müslümanla-rın işleri uğruna vakfedilir. Haraç vergisi konulur. Ücret zamanla sınırlı değilse, devamlı olarak kararlaştırılmış sayılır. Zımmî ve­ya müslümanın kullanması önemli değildir. Vakıf arazî hükmüne benzetildiğinden mülkiyetim satış caiz değildir.
  4. bb)Arazî sahipleri arazî üzerinde kalır, anlaşmayla haraç ödemeyi kabul ederlerse, haraç vergisi kararlaştırılır. Bu nevi arazî de yine 2 kısma ayrılır. Birincisi: Anlaşmayla arazînin mül­künü müslümanlara devretmiş olurlarsa, sanki sahibi ayrılmış bir vakıf gibi, müslümanlara vakıf olmuş olur. Konulan haraç ver­gisi de ücret sayılır ve müslüman olmalarıyla haraç düşmez, devam eder. Arazînin mülkiyetini de satamazlar. Anlaşma gereği arazîde kalmalarında öncelik hakkı vardır. Müşrik de olsalar, müslüman da. Arazî ellerinden çekilip alınmaz. Kiralanmış arazînin kiracıdan alınamaması gibi. Vatan edinmiş zımmî de ol­salar bu haraç, baş vergisi olan cizyeye dönüşemez. Haraç düşürü­lüp cizye alınması yoluna gidilemez. Zimmet ehli olmaz, anlaşma­lı olarak kalırlarsa, haraç vergisi senesini kararlaştırmaya lüzum yoktur.Sene kaydına bağlı olmayan ikrar muteberdir, ikincisi: Arazîyi mülk olarak ellerinde bulundurmaları. Konulan haraç vergisi hususunda anlaşmaları. Bu nevi haraç cizye sayılır. Müş­rik oldukça devamlı öderler. Müslüman olurlarsa düşer. Dolayı­sıyla mülkiyetlerine âit olan cizyenin alınmaması uygundur. Top­raklarını istedikleri kimselere (kendilerinden, müslümanî ardan veya zımmî başka insanlara) satabilirler. Şayet kendilerinden bi­rine satarlarsa hükmü haraçtaki hükme benzer, değişiklik olmaz, haracı ödemeye devam eder. Müslümana satarlarsa haraç vergisi düşer. Kendilerinden olmayan bir zımmîye satarlarsa, kâfir kal­dıkça haraç da devam eder. Arazî hakkındaki anlaşmadan vazge­çip zımmîiikten çıkarlarsa haraç da büyük bir ihtimâlle düşer.

Haraç, Ceribli arazîye vaz olunmuşsa her cerib (2025 metre kare)deki meyve ve hububatın miktarına göre alınır. Bâzı toprak­ların sahipleri müslüman olmuşsa onların üzerinden haraç düşer. Diğerlerinin haraç ödemesi devam eder. Müslüman olanların öde­mediği haraç miktarı, müslüman olmayanlara yüklenemez. Sulh­la alman haraç arazîdeki mal miktarına göre konulmuş olması hâlinde ceribli arazînin kendisinden haraç düşmüş olmaz. Şafiî mezhebine göre: Anlaşma ile arazîsinde haraç verecek olanlar müslüman olunca anlaşma ile verecekleri vergileri düşmez. Ebû Hanîfe’ye göre: Müslüman olmakla beraber Ödeyecekleri belirti­len malları öderler. Böyle bir belirtme yoksa müslüman oldukla­rında vergileri düşer.

Haracın miktarına gelince: Arazînin tahammülü nisbetin-de tâyin edilir. Hz. Ömer Irak taraflarında bazı toprakları alınca bazı yerlerin her bir (2025 metre karesine) Ceribine 2 ölçek (Kafiz) ve 1 dirhem haraç koşmuştur. Bu görüş Kisra b. Kubad zamanın­dan beri uygulanıp gelmekteydi. Hz. Ömer de bundan faydalan­mıştır. Arazîyi ilk defa ölçtüren, haraç koyan da Kisra b. Ku-bad’dır. Arazî kâtiplerine, her arazînin hududunu ve haracını ayrı ayrı kaydettirmiştir. Arazî sahibine sıkıntı, zirâatçilere zorluk vermemek için arazînin verimli olup olmayışına dikkat edilmiş, buna göre de her bir ceribden 1 ölçek, 1 dirhem takdir edilen haraç da olmuştur. 1 ölçek: 8 batman ve 1 batman: 480 dirhemdir. Ve 1 dirhem de 4,8 gr. olması hesabiyle 1 ölçek: 18,432 kg.a tekabül et­mektedir, ölçek hesabiyle o zamanlar ya bu miktar alınır, ya da bedeli olan 3 dirhem gümüş para alınırdı.

Bu miktarların Araplar arasında yayılması sebebiyle de câhiliyet devri şairlerinden Züheyr b. Ebî Sülmâ şöyle demiştir:

“Kendi ülkesi olan Irak halkını ölçek ve dirhemle kandırama-yınca bu vergiye sizleri kandırdı.”

Başka topraklara da Hz. Ömer değişik miktarda haraç vergisi koymuştur. Osman b. Ebî Huneyf e toprakları ölçmesini, duruma göre de haracını belirtmesini emretmiştir. O da ölçümleri yapmış. Üzümlüklerden her bir ceribe 48 gr. gümüş para tutarı (10 dir­hem), hurmalıklara 8 dirhem gümüş tutarı, şeker kamışlıklarının her bir ceribine 6 dirhem tutarı, hurmalıklardan her bir ceribe 5 dirhem tutan, buğday tarlalarının her bir ceribine 4 dirhem gü­müş para tutarı, arpalıklara 2 dirhem tutarı mahsulü haraç vergi­si yazmıştır. Neticeyi Hz. Ömer’e bildirmiş, o da bunu tasdik et­miş, Irak topraklarında bununla amel edilmiştir. Şam tarafların­da da başka bir ölçüyle hareket edilmiştir. Bilinen husus: Her top­rağın durumuna dikkat edilmesidir. Haraç vergisi koyan her yet­kili, arazînin durumuna dikkat etmek zorundadır.

Arazînin durumuna tesir eden âmiller de üçtür. Bunlar haracı artırır veya azaltır.

1- Bir kısım topraklar münbit olur, bir kısmı da çorak. Haraç buna göre takdir edilir.

2- Arazîye ekilip dikilen şeylerin cinsi de değişik olur. Meyve­likler, hububat yerleri ve bir de bunların semerelerinin, az veya çok oluşuna göre haraç alınır.

3- Arazînin sulanış tarzı: Bâzı arazî yağmur ve sel sularıyla kolayca sulanır. Bazıları da zorla, masrafla, kuyulardan su çıkar­mak, uzaklardan su getirmek suretiyle sulanır. Haraç takdîr edi­lirken bu da nazara alınır.

Ağaçların ve mahsullerin sulanışları da 4’e ayrılır.

1- insanlar, vasıtasız, sel, pınar, nehir sularından arazîlerini istedikleri zaman sularlar. İstediklerinde suyu kesebilirler. En uygun yararlı sulama tarzı budur.

2- Kuyulardan, kovalar ve dolaplar ve diğer âletler yardımıyla su çıkarıp bununla arazî sulamak. En zor sulama şekli budur.

3- Yağmur, kar, çiğ gibi gökten yağan sularla sulanan, başka türlü sulama imkânı olmayan arazî. Bu nevi arazîye “Izî” denir.

4- Rutubetle, nemle, ortasına biriken sularla ekinleri ve ağaç­ları sulanabilen, kanallar açmak suretiyle biriken su götürülüp sulanabilen arazîdir ki bunlara da “Bil” denir. Şayet kanallar aç­mak suretiyle, sel, nehir suyundan sulanıyorsa linçi grup arazîye girer. Sulanamıyorsa, su kanallarla akıtılamıyorsa 2’nci grup arazîye girer. “Kezaim” denilen arazî kuyu suyu ile sulanan top­raklardır. Kuyulardan kova ile su çıkartılıp sulanıyorsa 2’nci sınıf arazîye girer. Kuyuların önüne kanal açmak suretiyle su akıtıla-biliyor ve arazî sulanabiliyorsa o zaman l’inci sınıf arazîye girer.

İlk 3 şart yanında, sulama yönünden de bu şekilde tesbit edil­dikten sonra haraç takdir edecek şahıs bunları göz önünde tutar, haracı tâyin ve tesbit eder. Bu işinde adaletten ayrılmaz. Fazla ha­raç tesbit etmekle mükelleflere ezâ ve cefâ veremez. Az haraç ver­gisi kararlaştırmak suretiyle de hazîne ve fey ehlini zarara soka­maz, haklarının azalmasına yol açamaz. İki grubun hak ve vazifelerine îtina eder.

Yukarıdaki üç şartın yanında bir dördüncü (d) şart ileri süren­ler vardır ki o da, arazînin şehir ve yollara, caddelere yakın veya uzak olması, arazînin kıymetinin düşük veya yüksek oluşudur. Bu durumda arazînin kıymeti fazla ise haraç vergisi gümüş dir­hem olarak alınır. Hububat veya meyve olarak alınması cihetine gidilmez. Önce kaydedilen ilk 3 şarta göre haraç vergisi para ola­rak da alınsa, mahsul olarak da alınsa bir sakınca yoktur. Mükelleflerin durumuna göre tesbit edilir. Buraya kadar sayılan asıl ve tâli şartlar her yerde farklı farklı karşıya çıkacağından haraç ver­gisi de ona göre her yerde farklılık gösterecektir. Bunun sonucu olarak da haracı her yerde ayrı ayrı tanzîm maksadı daha iyi anla­şılmış olacaktır. Arazî sahipleri de ellerinde kalan muhsûl, meyve ve paralarla kendi ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayacak, ödemek­le mükellef oldukları haraç vergilerini de kolaylıkla ödeyecekler­dir.

Anlatıldığına göre, Haccâc, Abdu’l-Melik b. Mervân’a bir mek­tup yazarak, şehir ve köylülerin fazla mallarını almak için izin is­ter. Abdu’l-Melik onu bu hususta men eder, cevap olarak da şunu yazar: “Topladığın maldan çok, toplamadığın mallara harîs olma. Onları etli bırak ki yağ tutsunlar, semin, semiz olsunlar.” Haraç, sözü geçen şart ve durumlara göre kesinleşince 3 noktada en iyi harekette bulunmaya dikkat edilir.

1- Arazînin mesahasına göre haraç koymak.

2- Ekili yerlerin alanına göre haraç koymak.

3- Arazî ve ekin durumunu nazara alarak, çıkacak mahsûle belirli bir nisbette mukâseme haracı kararlaştırmak.

Arazînin alanına göre haraç konulursa kamerî seneye göre haraç alınır. Hububata haraç konulursa güneş senesine göre ha­raç alınır. Bu zaman ölçülerine dikkat edilir. Mukâseme haracı konmuşsa ekinlerin olgunlaşıp hasad zamanı beklenir. Uygun şartlara göre haraç vergisi takdir ve tesbit edilmiş, toplanmaya başlanmışsa devamlı olarak bu ölçüler içerisinde vergi alınır. Azaltmak ve artırmak olamaz. Arazî sulama ve işçiliğinde aynı durumu muhafaza ediyorsa o şekilde devam eder.

Ziyâde ve noksanlık yönünde, arazînin sulanması ve işçiliğin­de değişiklik olursa iki ayrı durum ortaya çıkar.

1- Arazînin noksanlık ve fazlalığı arazî sahibi tarafından ise, meselâ, nehir yatağının arazîye karışması, ilâvesi veya arazîden su çıkarılması gibi. Yahut arazîyi îmâr ederken bir kusur sonucu noksanlıklar meydana gelmesi, arazînin durumunun ve verimi­nin azalması veya artması gibi. Bu türlü arazîde haraç önceden nasıl tespit edilmişse Öylece devam eder. Fazlalık veya noksanlık haraç miktarı üzerine tesir etmez. Yalnız, arazîde bir imâr işine girişilmişse, arazînin harap hâlinin devamını önlemek ve ıslahını sağlamak için teşebbüste bulunulmuşsa, arazî sahibinin haraç vergisini ödemesinde kolaylıklar gösterilir. Bu şekilde şahıs mâlî yönden biraz daha imkâna kavuşmuş olur.

2- Arazî üzerinde bir takım artma ve azalmalara arazî sahip­leri sebep olmamışlarsa, meselâ, bir nehrin, arazîsini basması, ya­rıp geçmesi arazîyi işe yarar halden çıkarmasında nehrin meyda­na getirdiği bu zararı önlemek, arazîyi eski duruma getirmek mümkünse, Sultan hazînenin âmme işleri faslından yapacağı masrafla, meydana gelen zararı önlemek, arazîyi ıslah etmek, es­ki hâle getirmek vazifesidir.

Islah işi yapılamıyor, arazî işe yaramıyorsa sahibinden haraç alınmaz. Aradan bir süre geçtikten sonra yeniden arazîden yarar­lanmak imkânı ortaya çıkmışsa, haraç vergisi de yeniden alınma­ya başlar. Arazîde ziraatçilik yapılamıyor, fakat avcılık yapılıyor, otlak olarak istifâde ediliyorsa, bu durumlarına göre, yeniden bir haraç vergisi takdir edilir. Avına ve otlağına haraç konulamıyan elden çıkmış olan bu arazî ölü arazî (Arâzî-i Mevat) sayılmaz. Çünkü haraç vergisinde sözü edilen arazî, mâliki bulunan toprak­lardır. Avcılık yapılan, otlak olan bu arazînin, her ne kadar haracı almamıyorsa da, mâliki vardır. Ölü arazî ise, maliki bulunmayan, herkesin müşterek malı olan arazîdir.

Arazîdeki ziyâde Allah tarafından gelirse, meselâ, arazîyi ka­zarken nehir çıkmışsa ve bundan sonra hiç bir masrafa lüzum kal­maksızın bu su ile arazi sulanıyorsa arazînin kıymet ve veriminde bir değer artışı olmuştur. Şayet bu durum geçici ise devamına dâir pek bir garanti yoksa arazînin haracı artınlmaz. Devamına dâir garanti varsa sultan veya haraç takdir memuru arazî sahibinin ve fey ehlinin menfaatlerini nazara alarak, haracı artırıp artırma­mada âdil bir karar verir. Yeniden haraç takdir eder.

Haraç arazînin haraç vergisi toprak ekilirse alınır. Ekilmezse durum değişiktir. Mâlike göre: Arazî sahibi isteyerek veya istenıi-yerek ekmezse, haraç vergisi alınmaz. Ebû Hanîfe’ye göre: İsteye­rek ekmemişse, haraç vergisi yine alınır. Bir özür sebebiyle ekme-mişse, haraç vergisi alınmaz. Bir mahsûlün ekimi ile haraç azala-caksa yine ekilen mahsûle göre haraç alınır. Yânî bir bakıma eki­len mahsûle göre haraç da değişir. Eken şahıstan, ektiği mahsûle göre haraç alınır. Tek bir mahsûle göre haraç tesbit edilir, ekilen mahsûlün değişmesine göre haracın değişeceği kabul edilmezse, bu durumda tek bir mahsûl ekmek zarureti ortaya çıkar ki bu da uygun bir hareket tarzı değildir.

Haraç arazî 1 yıl dinlendirilip, 1 yıl ekiliyorsa, haraç ilk defa konulurken bu duruma dikkat edilir. Arazî sahipleri ile haraçtan yararlanacakların menfaatları şu noktalarda göz önünde tutulur. Ya ektiği şeyin yarısının her yıl haracı alınır, böylece ekilen ve ekilmeyen yılların haracı alınmış olur, iki taraf da korunur. Ya da 2 ceribin 1 ceribi 1 sene, diğer ceribi öbür sene ekilir, ekilen yerle­rin mahsûlüne göre de haracı alınır. Hububatın ve meyvelerin ha­racı ayrı ayrı olunca ekilen ve dikilen hububat ve meyveler hak­kında önceden geçmiş bir hüküm ve tatbikat yoksa, menfaat ve benzeyiş bakımından haracı belli olanın ki kadar haraç alınır.

Haraç arazîye öşrü gerektirici bir durum olur, bir müslüman ekerse, arazînin haracı sebebiyle öşrünün düştüğü sonucuna va­rılmaz. Şafiî mezhebine göre: İki hak bir arada olabilir. Ebû Hanîfe’ye göre: İki hak bir arada bulunmaz, haraç alınır, Öşür terk edilir. Haraç arazî öşür arazîye, öşür arazî de haraç arazîye dönü­şürse, statüleri değişemez. Ebû Hanîfe, toprakların statülerinin değişebileceği fikrinde olup, haraç arazî öşür arazî, öşür arazî de haraç arazi olabilir fikrindedir. Haraç arazî öşür suyu ile sulanır­sa yine arazîden haraç alınır. Öşür arazî de haraç suyu ile sulanır­sa, arazîden yine Öşür alınır   Çünkü itibar edilen arazînin kendi statüsüdür. Suyunun durumu arazîden alınacak öşür veya hara­cın cinsini tesbite etkili değildir. Ebû Hanîfe’ye göre: Suyun cinsi­ne dikkat edilir. Şayet öşür arazî haraç suyu ile sulanırsa haraç, haraç arazî öşür suyu ile sulanırsa öşür alınır ki arazînin statüsü­ne dikkat ve itibâr etmek, suyun durumuna, statüsüne dikkat ve îtibâr etmeden daha yerinde bir iştir. Çünkü haraç, arazînin biz­zat kendisinden, öşür ise, arazîye ekilip dikilen şeylerden alınır, arazînin aynı ile alâkası yoktur. Suya bakarak öşür veya haraç alınması cihetine gidilemez. Bu ihtilâfa binâen Ebû Hanîfe, haraç arazî sahibini öşür suyu ile arazî sulamaktan, öşür arazî sahibini de haraç suyu ile sulamaktan men etmiştir. Şafiî ise men etmemiş onları tamamen serbest bırakmıştır. Çünkü görüldüğü gibi, o arazînin bizzat kendine îtibâr eder. Su, arazînin statüsüne etkili olamaz.

Haraç arazîye evler ve dükkânlar inşa edilirse haraç yine alı­nır. Çünkü arazî sahibi arazîsinden istediği gibi yararlanır. Ebû Hanîfe ye göre: Ziraatcilik ve meyvecilik yapılırsa haraç alınır, yoksa alınmaz. Müellife göre: Bir kimse kendi ikâmeti için değil de ziraatçiliğinin îcâbı bir takım binalar yaptırmak zorunda ise o takdirde bu binalardan ve yerinden haraç alınmaz. Çünkü binalardan yararlanmak suretiyle ziraatcilik yapabilmektedir. İnşaat ve binalar ihtiyaç miktarını aşarsa, fazla miktarın haracı alınır. Haraç arazî birisine kira veya ariyet olarak verilirse hara­cını vermek yine mâlikine aittir, kiracı ve ariyet alanlar haraç ver­mezler. Ebû Hanîfe’ye göre: Haraç vergisi, kiralamada arazî sahibine, ariyette ise ariyet alana aittir.

Arazî sahibi ile haraç memuru, arazînin haraç veya öşür arazî olduğu hususunda ihtilâf ederlerse, her iki söze de ihtimâl ver­mek, mümkünse, arazî sahibinin iddiası kabul edilir. Arazî sahibi itham ve zan altında ise, zanm, şüpheyi gidermek için kendisine bir de yemin teklif edilir. Bu ihtilâflar kolayca çözümlenemiyorsa, devletin arşivindeki arazî kayıtlarından yararlanılır. Kayıtlar doğru ise onlara îtibâr edilir. Kayıtlar yoksa veya şüphe taşıyorsa, arazînin komşularına göre durumu tâyin ve tesbit edilir, ona göre işlem yapılır. Arazî sahibi haracı verdiğini iddia ederse sözü kabul edilmez. Öşrü verdiğini iddia ederse bu iddiası kabul edilir. Haraç verme işinde ve miktarında devlet kayıtlarına istinâd edilir, onla­ra göre işlem yapılır.

Bir kimse takdir edilen haracın ağır olduğunu iddia ederse, duruma bakılır. Ödenmesi kolay bir haraç miktarına imkânı var­sa o haracı öder. Ebû Hanîfe’ye göre: Ödemesi kolay olan haracı mükellefin ödemesi vaciptir. Zor olanı düşer. Kolaylık gösterilme­sine rağmen haracı ödemede yine ağır hareket ederse hapisle tazyîk olunur. Satılması mümkün olan malı varsa, ödemediği ha­racı tahsil etmek için o malı satılır. Aynen borçlu kimsenin malım satmak gibi. Ama şahsın haraç arazîden başka satılacak bir şeyi bulunmazsa, sultan müsâade ederse, haraç borcunu Ödeyecek ka­dar bir miktar arazîsi satılır. Müsâade etmezse, o zaman haraç arazîyi kİrâlıyandan haraç vergisi alınır. Kira ücreti fazla ise, faz­lasıyla birlikte, kira ücreti haraçtan az ise noksanını da kiracı ta­mamlamak üzere kiracıdan alınır. Arazî sahibi arazîyi işlemek­ten âciz kalırsa, kendisine arazîyi kiraya vermesi, yoksa arazîyi işlemekten âciz kalırsa, kendisine arazîyi kiraya vermesi, yoksa arazîden elini çekmesi söylenir. Bunun sonucu da arazî işleyecek birine verilir. Harab olmasına göz yumulmaz. Vergi, kaybına se-beb olması önlenir. İsterse arazînin haracını arazînin harap ve Ölü olmamasını temin için versin, bu veriş kabul edilmez. Çünkü vergi vermekle arazî ölü arazî olmaktan kurtulmamaktadır, birinci plânda arazîyi işlemek esastır.

Haraç memurunun memuriyeti için gerekli sıhhat şartları: Hür, emin, güvenilir kimse olmak, yeterli bilgiye, vücud sıhhatine sahip bulunmak. Bu asıl şartlardan sonra haraç koyma işlerine bakacaksa içtihat sahibi bir hukukçu olması gerekir. Ha­raç toplama işine bakacaksa memuriyeti için başka şarta, mücte-hid hukukçu olmasına lüzum yoktur. Haraç memurunun maaşı haraç mallardan verilir. Arazîyi ölçenler de maaşını haraç mallardan alır. Aynen zekât memurlarının zekâttan maaş alışı gibi. Ha­racı paylaştıranların ücreti hakkında hukukçular farklı fikirde­dirler. Şafiî’ye göre: Haraç ve öşür paylaştıranların ücretini Sul­tan ikisinden verebilir. Ebû Hanîfe’ye göre: Öşür ve haraç malları toplayacakların ücretini orta durumdaki ölçekle ihtiyâcına göre, taksim ettiği mallardan alırlar. Sufyânu’s-Sevrî’ye göre: Haraç taksim edenin ücreti Sultana, öşrü taksim edenin ücreti arazî sa­hiplerine aittir. İmam Mâlik’e göre: Öşrü taksim edenin ücreti toprak sahiplerine âit, haracı taksim edenin ki de ortadan verilir.[142]

 

C- MUHTELİF ÖLÇÜ BİRİMLERİ

 

Haraç; ölçüsü bilinen belli arazîlerden alman bir devlet hakkı­dır. Haraç hususunda; a) Zira’ (Kol) ile ölçülen ceribin, b) Dir­hemin, c) Ölçeğin miktarını bilmek şarttır.

  1. a)CERİB: 10X10 kasbe karedir. 1 Kafiz: 10X1 kasbe karedir. 1 Aşir 1X1 kasbe karedir. 1 kasbe ise: 6 zira’ (Kol) dır. 1 zira’: 1 mîmâr arşınma tekabül eder ki bu da bugünkü, ölçü ile 75 cm ka­dardır. Buna göre, 1 Cerib: 60X60…. 3600 mîmâr arşın karesidir. (Şimdiki ölçü ile 1 Cerib 45X45 m= 2025 metre karedir.) 1 Kafiz: 60×6 arşm= 360 mîmâr arşm kare, (o da 45X4,5 m… 202,5 metre kare eder.) 1 Ceribin onda birine tekabül eder. Aşir ise, 6X6 arşın 36 mîmâr arşm kare (4,5X4,5 m= 20, 25 metre kare) dir ki 1 Kafizin l:10’udur. Zirain esas tâyini, her bölge ve kabile için ayrı ayrı ya­pılmıştır. (Burada son ölçülerle de karşılaştırılarak tek bir rakam verilmiştir.) Yusufiyye, Sevdaî, Küçük Hâşimî (Bilâîî), Büyük Hâşimî (Ziyâdiyye), Ömerî, Mizânî zira’ları gibidir. En küçük zira’ da Zira-ı Kadıyye’dir.

1- Zira-ı Kadıyye’yi ilk koyan Kadı İbn Ebî Leylâ’dır. Halk arasında çokça kullanılmıştır. Sevdaî Zira’mdan 1 tam 1:3 par­mak daha noksandır. Zira-ı Devr de denir.

Ahkâm-ı Sultaniyye

289

2- Zira-ı Yusufî: Ebû Yusuf tarafından kabul edilmiştir. Me­dine hâkimleri kullanmıştır. Zira-ı Sevdâî’den 1: 3 parmak küçük­tür.

3- Zira-ı Sevdaî: Zira-ı Devr (Zira-ı Kadıyye) den 1 tam 1: 3 parmak daha uzundur. İlk kabul eden Harun Reşîd’dir. Hizmetçi­si Esved’in kol uzunluğuna göre takdir etmiştir. Ölçüyü baş ucuna asmış, insanlar da bu ölçü ile işlerini görmüşler, kumaşçılar, inşa­atçılar, hep bunu kullanmışlar, Nil nehrinin ölçümünde yine bu Ölçü kullanılmıştır.

4- Küçük Hâşimî Zira’i: Buna Zira-ı Bilâlî de denir. Zira-ı Sevdâî’den 2 tam 2: 3 parmak daha uzun. Bunu ilk koyan, kulla­nan Bilâl b. Ebî Bürde’dir. Dedesi Ebû Musa’l-Eşarî’nin zirai oldu­ğunu söyler. Ziyâdiyye Ziramdan 2: 15 parmak daha küçüktür. Basra ve Kûfe’liler bu ölçüyü kullanmıştır.

5- Büyük Hâşimî Zira’ı: Arazî ziraidir. İlk defa Hâşimi Zirai diye söyleyen Halîfe Mansur’dur. Zira-ı Sevdâîden 5 tam 2: 3 par­mak daha uzundur. Sevdaî Zirai ile 1 tam 8: 10 zira’ eder. Küçük Hâşimî Zirai büyüğünden 3 tam 4: 10 parmak küçüktür. Bu zira’a Zira-ı Ziyâdiyye de denir. Çünkü Ziyâd, Ehvaz kabilesinin köy ve şehir arazîsini bununla ölçmüştür.

6- Zira’ı Ömeriyye: Hz. Ömer’in kullandığı Zira’dır. Bununla köy ve şehir topraklarını ölçmüştür. Mûsâ b. Talha’nm dediğine göre:

“Hz. Ömer’in Ziraim gördüm. Onunla köy-şehir arazîsini ölç­tü. Uzunluğu: 1 zira, 1 tutam (avuç) ve 1 dik parmaktır.” Hakem b. Uyeyne’nin dediğine göre de: “Hz. Ömer en uzun, orta ve en kasa zi­ra’ (kol) ölçülerini topladı 3’e taksim etti. Sonuca 1 tutam, 1 dik parmak uzunluğu ilâve etti. İki ucunu iyice tesbit etti. Bunu Hu-zeyfe’ye, Osman b. Huneyf e gönderdi. Bununla köy ve şehir arazîsini ölçtüler. Hz. Ömer’den sonra bu zira’ ile ilk Ölçü yapan Ömer b. Hubeyre’dir.

7- Zira-ı Mizâniyye: Zira-ı Sevdâî’ye nisbet edilince 2 tam 2: 3 zira ve 2: 3 parmak eden bir zira’dır. Bunu ilk kullanan Halîfe Me’mun’dur. İnsanlar bu Zira ile yol uzunluklarım, meskenleri, sokak ve caddeleri, nehir yataklarını, kuyuları ve derinlikleri ölç­müşlerdir.

  1. b)DİRHEME gelince: Ağırlığını bilmek gerekir. Ağırlığı İslâmiyette kararlaştırıldığına göre: 1 dirhem 6 dânik, 1 dânik: 0,801 gr.dır. (1 dirhem 4,801 gr.dır) Her 100 dirhemin ağırlığa da 7 miskâl (48,06 gr)dır.

Dirhemin bu şekilde kararlaştırılış sebebinde ihtilâf vardır. Bir anlatışa göre: Dirhemler İranlılar zamanında mevcuttu. Ve üç ağırlığa göre, darb olunmuş, ortalıkta dolaşmıştır, l’ncisi, 1 miskâl ağırlığında olan dirhemler ki 20 kırat eder (4,008 gr.), 2’ncisi de: 12 kırat (12X0,2004 yani 2, 4048 gr.) ağırlığındaki dir­hemler. 3’ncüsü de: 10 kırat (2.004 gr.) ağırlığındaki dirhemler. İş­te zekâtta dirhem lâzım olunca Müslümanlar bu 3 türlü dirhem ağırlıklarını toplamış, Üçe taksimle orta bir dirhemi bulmuşlar ki bu da 14 kırat (2,805 gr.) eder. Böylece müslümanlıkta 1 dirhem sağlanmıştır. 10 dirhem de 7 miskâl (28,05 gr.) eder. Bunun, sonu­cu miskâlde de bir birlik sağlanmıştır.

Diğer bir anlatışa göre de sebeb şudur: Hz. Ömer dirhemler arasında ihtilâfları görünce Buğlâ dirhemi (8 dânik.. 6,408 gr.), Taberî Dirhemi: 4 dânik (3, 204 gr.), Mağribî dirhemi: 3 dânik (2,403), Yemem Dirhemi: 1 dânik (0,801 gr.) Bu şekilde çok farklı­lığı önlemek için:

“- En çok kullanılanlardan en fazla ağırlığı olan dir­hemle en az ağırlığı olan dirhemi alıp ortasını bulunuz” de­miştir. Bu emre uyarak Taberî dirhemi: 4 dânik ile Buğlâ Dirhemi: 8 dânik alınıp toplanmış, 12 dânikin ortası olan 6 dânik (4,806 gr.) bulunmuştur. Ve 1 dirhem kabul edilmiştir. 1 tam 3: 7 dirhem de 1 miskâl (6,8658 gr.) kabul edilmiştir. 1 miskâlden 3:10 mıskal çı­karsa tam bir dirhem olur. Buna göre: 1 dirhem: 7:10 miskaldir.

Her 10 dirhem (48,06 gr.) 7 miskâl olmuş olur. Her 10 mıskal 14 tam 2: 7 dirhem eder.

  1. c)Madenî Paralar: Karışık olan gümüş, hâlis gümüş gibi ola­maz, aynı hükme tâbi değildir. İranlılar işlerinin düzenini kaçı­rınca paralarını ,da bozmuşlar, müslümanlara da bu dînar ve dir­hemden ibaret olan paraları bozuk şekliyle aynen gelmiştir. Muamelelerde hâlis para yerini tutmuş, müslümanlar kalitesini biraz yükseltip İslâmî şekilde, dirhemler çıkarmışlar, karışık (Mağşuş) ile Hâlis parayı ayırt etme imkânı bulmuşlardır.

Müslümanlıkta ilk İslâmî paranın kimin tarafından çıkartıl­dığında ihtilâf vardır. Said b. El-Müseyyeb’e göre: İlk İslâmî dir­hemi çıkartan, Abdu’l-Melik b. Mervân’dır. O zamana kadar dinarlar Rumların, dirhemler İranlıların ve bir miktar da Himyerî’lerindi. Ebû Zenâd’ın dediğine göre de: Abdu’l-Melik b. Mervan, Haccâc’a Irak’ta dirhem bastırmasını emretmiştir. Haccâc da 74 hicrî yılında dirhem bastırmış, piyasaya çıkartmış­tır. Medâinî’nin dediğine göre de: Haccâc 75 hicrî yılı sonlarına doğru dirhemi bastırmış, sonra Abdu’î-Melik 76 hicrî yılında bü­tün vilâyetlerde basılmasını emretmiştir. Söylenildiğine göre: Haccâc saf gümüş mâdeninden dirhem bastırmış ve üzerine de “Allahü Ehad, Allâhü’s-Samed: Allah birdir, benzeri yok­tur.” (K K 112: 1-2) âyet-i kerîmelerini yazdırmıştır, bir mahzur da görmemiştir.

Bu şekil Kur’an’dan bir âyet-i kerîmenin yazılması mekruh­tur denilmiş. Yine de paraya böyle bir âyet-i kerîmenin yazılışında ihtilâf mevcuttur. Bir guruba göre İslâm Hukukçuları para üze­rinde Kur’an’dan bir âyet-i kerîmenin bulunmasını mekruh say­mışlardır. Çünkü parayı cünüb ve pis olanlar da taşıyacaktır. Bir diğer gurup İranlılar, dirhemin noksan oluşunu, kime âit olduğu­nun bilinmeyişini iyi karşılamadılar, bu sebeple Haccâc da müslü-man olanlara âit oluşunu göstermek için yukarıdaki âyetleri yaz­dırdı. İranlıların iyi karşılamayışı sanki üzerindeki âyettenmiş gibi, âyete mekruh denilmiştir.

Haccâc’tan sonra: Yezîd b. Abdi’l-Melik zamanında, Ömer b. Hubeyre para işlerini yürüttü. Haccâc’ın dirhemlerinden daha büyük dirhemler bastırdı. Ömer b. Hubeyre’den sonra Halid b. Ab-dillahi’l-Kusrâ, Irak’a vali oldu, para bastırma işlerine baktı. Ön­ceki dirhemlerden daha ağır dirhem bastırdı. Hâîid’den sonra Yu­suf b. Ömer para bastırma işine baktı. Öncekilerden çok daha ağır paralar çıkardı. Bütün bu işlemlerin sonucu piyasadaki dirhemle­re çıkaranların isimlerine bağlı olarak Hubeyriyye, Hâlidiyye, Yusufiyye denilmiştir. Emevîlerin en çok paraları da bunlardı. Abbasî Halîfesi Mansur, haraç vergisi olarak, Emevîlerin çıkardı­ğı paralardan başka paraları kabul etmezdi.

Yahya b. Nu’mani’l-Gaffarî’nin babasından anlattığına göre: İlk dirhemi bastıran 70 hicret yılında Abdullah b. Zübeyr’in em­riyle kardeşi Mus’ab b. Zübeyr’dir. İranlıların parası gibi bastır­mış bir tarafına “Bereket” bir tarafına da “Allah” lafzını yazdır­mıştır. Haccâc bu parayı birkaç sene sonra değiştirmiş, bir tarafı­na “Bismillah” bir tarafına da “Haccâc” yazdırmıştır.

Karışık olmayan hâlis dirhem ve dînar, Me’mun tarafından bastırılan Sikke-i Sultanî ile değiştirilebilir. Piyasada onun gibi geçerlidir. Gümüş parçaları ve kalıplara dökülmüş altınlar, sik­ke-i Sultanî ile değiştirilemez. Çünkü bunların sıhhati ancak izabe ve tasfiye ile teşvik edilebilir. Bu sebeple ancak alışverişte semen olarak kullanılır. Yeter ki câri olan paraların, saflığı isbat-lansm. Ağırlık ve büyüklüğün aynı, kıymetinin farktı oluşu para olarak kullanılışına mâni değildir. Haraç memuru kıymeti en yüksek olan paradan haraç vergisi alır. Zamanın idarecisi para basımında tamamen ayrı bir yol takib eder, halîfeden izin almazsa bu ona itaatsizliği ifâde eder. İdarecilerin dışında birisi para ba­sarsa duruma bakılır. Önceden haraç vergisi olarak bu para alın­mışsa, geçmiş muamele sayesinde müstehab olarak kabul edilir. Önceden hiçbir muamelede kullanılmamışsa bu para ile bir şey is­teme, gabni gerektirir, para değersiz sayılır.

Dirhem ve dinarın küçültülmüşlerini kullanmak uygun değildir. Çünkü karışıklığa, sağlam olan ve piyasada dolaşan dirhem ve dinardan şüphe etmeye, kıymet noksanlaşmasına yol açar. Hu­kukçular da bu para birimlerinin küsürlerinin kullanılmasını doğru saymazlar. Mâlik ve Medineli pek çok hukukçular, bu para birimlerinin kesilmiş parçalarının, küsürlerinin, değişik tipte ol­malarını ve bunların kullanılmalarının mekruh oluşunu, yer yü­zünde bozukluğa, karışıklığa sebeb oluşuna bağlarlar. Bunlar, Resûlüllah (s.a.v) in, insanlar arasında carî olan sikkenin kesirle­rinin kullanılmasını yasakladığını delil gösterirler.

Sikke: Demir madeninden yapılan, üzerine dirhem değeri ya­zılan madenî paradır. Bu sebeble de basılmış dirheme de sikke de­nir. Bu para nevini Emevî idarecileri iyi karşılamamışlar, ortadan tamamıyla kaldırmışlardır. Anlatıldığına göre:

Mervân b. Hakem, İran dirhemleri bulunan birini yakalamış ve hemen elini kesmiştir. Mervân’ın o şahsa karşı bu hareketi sırf düşmanlığından ileri gelmektedir. Olayın başka türlü açıklaması yapılamaz.

Vâkıdî’nin anlattığına göre: Eban b. Osman, Medine’de ida­reci iken, dirhem basan, piyasaya para süren birine 30 değnek so­pa atmış, şehir dışına sürgün etmiştir. Bu davranış bize göre sahte para basan, zayıf akça çıkaran, yanlış iş yapan şahıslar içindir. Olay ve durum Vâkıdî’nin dediği gibi kabul edilirse, Eban b. Os­man bu hareketi düşmanlıkla yapmamış, zayıf, hîleli para çıkara­na hak ettiği cezayı vermiştir. Had cezasından aşağı olan bir ceza uygulamış, hîlesi sebebiyle de sürgün etmiştir. Mervân b. Ha-kem’in yaptığı ise zulümdür, yabancı paraya duyduğu düşmanlık sebebiyledir.

Ebû Hanîfe ve Iraklı hukukçular, dirhem ve dinarın kesirleri­nin de kullanılabileceğini belirtmişlerdir. Salih b. Hafs’m Ubey b. Ka’b’dan şu âyet-i kerîme hakkında:

“Yahut mallarınızdan ne dilersek cmu yapmanızdan vaz geçmenizi..” (K. K. 11: 87) yaptığı rivayette Ubey b. Ka’b, dirhemlerin kesirleri demiştir. Şafiî mezhebine göre de: Dirhemin kesirlerini kullanmak ihtiyaçtan mütevellid ise mekruh sayıl­maz. İhtiyaç olmadan tesbit edilen para biriminin kesirleri kulla­nılırsa mekruhtur. Çünkü mala ihtiyaç duyulmaksızın, parçala­mak, kesirler hâline getirmek insanları aldatmadır. Ahmed b. Hanbel’e göre de: Üzerinde Allah’ın ismi varsa, dirhem ve dinarın kesirlerim, parçalarını, kullanmak mekruhtur. Allah’ın ismi yok­sa kesirleri, parçaları kullanmak mekruh değildir.

Sikkenin kesrinin kullanılmasının yasak olduğunu gösteren haber ise:

Basra kadısı Muhammed b. Abdullahı’l-Ensârî, sikkenin par­çalanmış olarak kesirlerinin kullanılmasını yasaklamıştır. Sebe­bi ise bütünden ayrılan parçaların resmî bir mâhiyet taşımayışı, sikkesiz oluşu, piyasada halkın zorluklarla karşılaşmasına yol aç­mış, zararlara sebeb olmuştur. Diğer bir kısım insanlar da sikkeyi parçalamak suretiyle süs ve ziynet eşyası ile kab yapımında kul­lanmışlardır.

Bir başka görüşte de sikkenin kesirlerinin kullanılmasının yasaklanmasının sebebi:

Dört halîfe zamanında ödünç para alma işinde, ödünç miktarı­na göre paradan bir miktar kesiliyordu. Kesik şekilde borç para is­teyene istediği miktar para veriliyordu. Bu kesilen parçalar ile ödünç para isteyen şahsa ne tür bir sikke verdiğini ileride isbatla-ma imkânına sahip oluyordu. Bu şekilde para olarak kullanılan sikkenin, ödünç alıp vermede tam sikke ödünç verilmiş gibi göste­rilip aslında noksan sikke verilmesine, borç ödenirken de tam sik­ke ödenmesine yol açıyordu. Bu aksaklığı gidermek için sikkenin kesrini kullanmak yasaklanmıştır.

  1. d)Keyl’e gelince: Haraç arazîden 1: 10’dan 1: 2’ye kadar ha­raç alınıyorsa, bir diğer ifâde ile alınan haraç Harac-ı Mukâseme (Arazî’den çıkan mahsûle bilirli bir nisbette vergi koyma) ise kaç kaiîz, ne kadar ölçek eder?

Kâsım’m anlattığına göre: Şehir ve köy topraklarına, Osman b. Huneyf in vergi olarak vazedip de Hz. Ömer’in tasdik ettiği Ka-fîz, 1 Keyl’e dâniktir. Yahya b. Âdem’in anlattığına göre de: Mü­hürlenip kesinleşen Haccâc’m Kilesi (Key’i) dir ki ağırlığı 30 Rıtl (1 Rıtl 12 ukiye, 1 ukiye 40 dirhem, 1 dirhem 4,806 gr. hesabıyla): 69,2064 kg. olduğu söylenir. Haraç vergisi koymada memur, takdîr serbestisine sahipse o zaman, vazife mahallinde kullanılan kileyi (Keyl’i), o bölgenin haraç vergisine esas alır, onunla amel ve hareket eder.[143]

 

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Şartları Değişik Bölgeler

 

A- BÖLGELERİN TASNİFİ VE BİRİNCİ DERECEDE ÖNEMLİ OLAN YASAK BÖLGE (HİCAZ ÜLKESİ)

 

İslâm ülkesi toprakları statü bakımından 3 kısma ayrılır.

  1. a)Haram: Mescid-i Haram ve çevresi. (Tam yasak bölge),
  2. b)Hicaz bölgesi,
  3. c)Diğer İslâm ülkesi bölgeleri.
  4. a)HARAM (MUHTEREM) BÖLGE: Mekke ve etrafını çevre­leyen yerlerdir. Allah Teâlâ da bu yeri Kur’an-ı Kerim’de iki isimle

anmış tır.

1- MEKKE ve 2- BEKKE.

1- MEKKE ismi ile andığı âyet-ikerîmede:

“O sizi Mekke’nin karnında onlara karşı sizi muzaffer kıldıktan sonra onların ellerini sizden, sizin ellerinizi on­lardan çekendi…” (K K. 48: 24) buyurmuştur. Mekke kelimesi, Arapların (Kemik iliğinin kemikten sorulup massedilmesi) sözün­deki Temekkede (Massetmek, noksanlaştırıp yok etme) kelime­sinden alınmıştır. Çünkü günahkâr olan oradan çıkarılır, uzak­laştırılır. Usmuî de şiirinde:

“Ey Mekke, günâhları öyle helak et ki, onun günâhı artık kal­masın. Fakat helak ederken de şiddetli ve üzücü olma.” demiştir.

2- BEKKE: Âyet-i kerîmelerde Bekke ismi de geçmiştir. Bu husustaki âyet-i kerîme şöyledir;

“Şüphesiz âlemler için, çok feyizli ve hayırlı ve ayn-ı hidâyet olmak üzere konulan ilk ev (mabet) elbette Bek-ke’de olandır.” (K. K. 3:96) buyurulmuştur. Usnıuî’ye göre Bek­ke demlisinin sebebi de: Orada insanların bâzısının, diğer bâzılarını kovmaları, def etmeleri, bunun sonucu olarak da izdihamın meydana gelişidir. Bu hususta da:

“Başkasıyla içki içen kimseyi, bir anda şiddet tuttu. Bu sebeb-le arkadaşımı uzaklaştırıverdim.” şiirini okumuştur.

İnsanlar bu iki isimde ihtilâf etmişlerdir. Mücâhid’e göre: Her ikisi de aynı yere verilmiş birer isimdir. Çünkü Araplar telâffuz yakınlığı sebebiyle “Mim” harfini “Be” harfine değiştirerek konu­şurlar. “Dövmek gerektir” sözünün Arapçasmı söylerlerken “Lâzım” kelimesini “Lâzib” şeklinde telâffuz ederler. Bir diğer gu­ruba göre de: Her iki isim de iki ayrı şeye birer ad olarak verilmiş­tir, isimlerin değişikliği, isim verilen şeylerin de değişik oluşunu gerektirir. İsim verilen şeylerin ayrı olduğunu savunan bu görüş sahipleri de ikiye ayrılır. Birincilere göre: Mekke ismi, bir mıntı­kanın tamâmına verilen bir isimdir. Bekke ismi ise, Beytuîlah’m (Kabe’nin) ismidir. Bu görüşü savunanlar, İbrahim Nehâî, Yahya b. Ebî Eyyûb’dur. Zührî ve Zeyd b. Eslem’in savundukları ikinci görüşe göre: Mekke, muhterem olan (Yasak bölgenin) yerin tamâmının ismi; Bekke ise, Mescid-i İbrahim’dir.

Mus’ab b. Abdullahı z-Zübeyrî’nin anlattığına göre: Câhiliyet devrinde emniyetli olduğundan, halk için tehlikelerden kurtuluş yeri Mekke idi. Ebû Süfyân b. Harb b. Umeyye’nin İbn Hadrâmîye olan sözünü de şu şekilde şiir hâline getirmiştir.

“Ey Eba Matar, Kurtuluşa gel, Kureyş’ten özür dilemen sana yeterlidir.

Dâima azîz olan ülkeye inersen, ordu komutanının seni ara­masından, yakalamasından emîn olur, kurtulursun.”

Mücâhid’in anlattığına göre: Mekke’nin isimleri arasında “Zahmet Annesi: Ümmü Zahm”, “Sürgün Annesi: Ümmül-Ba-se” vardır. Zahmetler annesi denilmesinin sebebi, insanlar Beyti ziyarete geldiklerinde, izdihamlı kalabalık bir şekilde bir arada bulunmaları ve ziyarette güçlük çekmeleridir. Sürgün Annesi de­nilmesinin sebebi de, Mekke’de kötülük, sapıklık çıkaran şehir­den dışarı çıkarılır* bir neyi sürgün edilir. Hatta cezası ölüm de olabilir. Âyet-i kerîmede de:

“Dağlar didik didik parçalanmıştır.” (K K 56: 5) buyurul-muştur ki, söküp atmak demektir.

Bâzan da “Sürgün annesi: Ümmü Nase” derken “Nun” harfi ile de söylendiği olur. Mânâsı yine aynı olup insanları sapıtanların tard edildiği yer demektir.

Mekke’nin aslı ve muhterem oluşu; Allah’ın Beytini muhte­rem yapışmdandır. Ayet-i kerîmede de işaret buyurduğu üzere evin temellerini atmayı, o yeri bütün köşe, bucaklardaki kulları için kıble yapışı sebebiyle ülkelerin annesi olmuştur.

“Bir de şehirlerin anası olan Mekke ile bütün çevresin­deki insanları azâb ile korkutmak için…”(K. K. 6: 92J âyet-i kerîmesinde de bu husus belirtilmiştir.

Cafer b. Muhammed’in babası Muhammed b. Ali’den anlattı­ğına göre: Beyt’i inşâ etmenin ve tavafta bulunmanın sebebi, Al­lah’ın, meleklerine şu şekilde hitap buyurmasıdır:

“Şüphesiz ben yer yüzünde bir halîfe yaratacağım de­mişti de, Melekler de, biz seni hamd ile tesbîh ve seni takdis edip dururken orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? demişlerdil Allah (c.c) da, “Sizin bi-lemiyeceğinizi her halde ben bilirim.” demişti.” (K. K. 2: 30) Onlar da arşa sığınarak 7 defa tavaf ettiler. Rablerinin rızâsını is­tediler. Allah da onlardan razı oldu. Bunun üzerin Allah Teâlâ da onlara,

– Benim için yer yüzünde bir ev inşâ edin ve insan oğullarından günâh işleyenler, ona sığınsın, onun etrafında, sizin arş etrafında tavaf ettiğiniz gibi, tavaf etsinler, buyurdu.

Melekler de Allah rızâsı için Beyti: Kabe’yi yer yüzünde kur­dular. Böylece insanlık için yer yüzünde Kabe ilk yapılan ev oldu. Allah Teâlâ bu hususu âyette de açıklamıştır:

“Şüphesiz âlemler için, çok feyizli, ve ayn-ı hidâyet ol­mak üzere konulan ilk ev (ma’bed) elbette Mekke’de olan­dır.” (K. K 3: 96) buyurmuştur.

Alimler, ibâdet için ilk yapılan binanın Kabe olduğunda aynı fikirdedirler. Ancak başka maksadlarla Kabe’den önce yapılan bina var mıdır? Sorusunda aralarında fikir ayrılıkları vardır. Ha­san b. Salih ve bir gurup kimselere göre: Kabe’den önce yer yüzün­de pek çok bina vardı. Mücâhid ve Katâde’ye göre: Kabe’den önce yeryüzünde bir bina yoktu. Ayet-i kerîmede geçen “Mübarek” te­riminde iki mânâ vardır. 1- Sevâb kasdı ile hareket edip, bol sevâb kazandırmasıdır. 2- Kabe’ye giren emîn olur, kötülük görmez, vahşî, kurt, ceylân da olsa hayâtı emniyyettedir. “Alemler için ayn-ı hidâyet olması…” hükmünde de, 1- İnsanları tevhide, birliğe götürür. 2- Hacc ve namazda doğruya ulaştırır, şeklinde iki türlü açıklama vardır.

“Orada apaçık âyetler, alâmetler, İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse emîn olur.” (K. K 3: 97) buyurulan bu âyet-i kerîmede, İbrahim makamındaki alâmet, sert taş üzerindeki Hz. İbrahim’in ayak izlerinin belirtisidir. Hz. İbrahim’in makamı dışındaki alâmetler ise, korkanlar, korkudan kurtulur. Bakar bakmaz insanın büyük bir heybet içinde binayı görmesi, kuşların, bina üzerinden uçmayışı, orada suç işleyenin, haddi aşa­nın derhal cezalandırılması, Câhiliyyet devrinde Ashab-ı Fiyi (Ebrehe orduları) e olduğu gibi. Beytin azametinden ötürü câhiliyyet devri Araplarının kalbi derhal yumuşardı. Ehl-i Kitap veya her hangi bir dinle bağlı olmayan biri bir suç işler, adam öldü­rür, Kabe’ye sığınırsa, öldürdüğü şahsın kardeşi, katili Kabe’de yakalıyamaz. Orada katilden intikam alamaz. İşte bütün bunlar Allah’ın birer alâmetidir. Kullarının kalbine bunları iyice yerleş­tirmiştir.

İslâm’dan sonra emîn bir yer oluşuna dâir.

“Kim oraya girerse taarruzdan emîn olur.”(K. K. 3: 97)

buyurulmuştur. Bu âyet-i kerîme hükmüne iki türlü mânâ verilir.

1- Yahya b. Ca’de’ye göre: Ateşten emîn olur.

2- Öldürülmekten emîn olur. Çünkü Allah Teâlâ, oraya gire­cek olanın ihramlı olmasını emretmiş, ihramlı durumu ihlâl etme­yi, bozmayı da yasaklamıştır. Resûlüllah (s.a.v) da, Fetih günü Mekke’ye girdiğinde şöyle buyurmuştur:

“Bana bîr ân helâl edildi ki: Benden öncekilere hiç helâl edilmediği gibi, benden sonrakilerine de helâl olmaz.’[144]

Burada Mekke’ye ihramlı girmenin şart olduğunu belirtmişler, ancak fetih günü böyle bir istisna olarak ihramsız girmeye izin ve­rildiğine işaret buyurmuşlardır.

“Ona bir yol bulabilenlerin, Beyti hacc ve ziyaret etme­si, Allah’ın insanlar üzerine bir hakkıdır.” (K. K. 3: 97) âyet-i kerîmesi ile, namaz için Beytin kıble oluşundan sonra orayı ziyaretin farz olduğuna hükmedilmiştir. Çünkü kıble olan Kabe’ye dönüş 2’inci hicret yılında, Hacc farzı ise 6’ncı hicret yılın­da kesinleşmiştir. Kabe sayesinde Mekke üe alâkalı iki esaslı, bü­yük ibâdet emredilmiştir. Bunlar da namazda Kıbleye yönelmek, Hacc için Kabe’yi ziyaret. Mekke, muhteremliği ile diğer bölgeler­den ayrılmıştır.

Kabe’nin inşâsına gelince: Tufandan sonra Kabe’nin idarecile­ri, İbrahim ve İsmail (a.s) dir. Âyet-i kerimede de:

“Hani İbrahim o beytin temellerini İsmail Üe yükselti­yordu da ikisi de şöyle duâ etmişlerdi: Ey Rabbimiz, bizden şu hizmeti kabul buyur.” Şüphesiz hakkıyla işiten, kemâliyle bilen sensin sen.” (K. K. 2: 127) buyurulmuştur. Âyet-i kerimede her ikisinin binanın kabul olunmasını isteyişleri, inşaatıyla görevlendirilmiş olmalarıdır. Ululuğu sebebiyle de “Kabe” denmiştir. Ve Arapların “Kadın büyüdü” sözünde, göğüs­lerinin büyüdüğünü belirtmek için “Kabe” fiilini kullanırlar. Kabe kelimesi de büyümek, yücelmek mânâsına olan sözü geçen fiilden alınmıştır.

Hz. İbrahim’den sonra, Kabe Cürhüm ve Amalika kabileleri elinde yıkıhncaya kadar kalmıştır. Âmir b. Haris, bu durum için şu şiiri okumuştur.

“Safa ile Hacûn dağları arasından bir dost çıkmadı ve bir hikayeci Mekke’nin hâlini anlatıp dile getirmedi.

Evet, bizler, o şehrin yerlileriyiz. Fakat gecelerin durmadan geçişi, Yemenlilerin baskısı bizleri usandırdı.”

Cürhüm ve Amalika’hlardan sonra, Kureyşliler çoğalınca, zil­letten sonra yükselince idareyi ele geçirdiler, peygamberliğin ara­larından fışkınp çıkması uğruna evi yeniden inşâ ettiler. İbrahim Peygamberden sonra, Kabe binasını ilk yenileyen Kureyş’li Ku-say b. Kilâb’dır. Çatısını da hurma lifleri ve başka şeylerle Örtmüş­tür. Bu konuda A’şa da şu şiiri okumuştur:

“Şam Rahibinin elbiseleri içinde ceddi Cürhüm oğullarından olan Kusay’m inşâ ettiği binâyayemin ettim.

Aramızda düşmanlık ateşleri büyüseydi, doğrudan doğruya bizlerden bir kısmı oklu kirpi sırtına düşüverirdi.”

Kusay’dan sonra Kureyş’liler, Kabe’yi yeniden bina etmişler­dir. Peygamberimiz (s.a.v) o zaman 25 yaşlarındaydı. Binanın inşâ edilişini gördü. Kabe’nin kapıları küçüktü. Ebû Huzeyfe b. Muğiyre,

– Ey kabilem, Kabe’nin kapılarını yükseltin, girecekler rahat girsin. Bu durumda ancak istedikleriniz girebilecektir. Şayet iste­mediğiniz biri gelirse ona atışa başlarsınız, o da düşüverir, yara­larsınız, dedi.

Kureyşliler de onun dediği gibi kapıyı yükselttiler. Kureyşlile-rin, Kabe’yi yeniden bina etmelerinin sebebi: Kabe yıkılmış, te­mellerinden biraz yükseklikte duvar kalmıştı. Duvarları yükselt­mek istediler. Cidde taraflarında Rum tüccarlarına âit bir gemiyi deniz kayalara bindirmiş, kenara atmış. Bunun tahtalarını aldı­lar. Kabe’de bir yılan mevcuttu, insanlar korktuklarından yana­şamadılar. Yılan duvarın üstüne çıkü. O sırada bir kuş gelip yılanı kapıp kaçtı. Bu durum üzerine Kureyşliler,

– Allah’ın düşüncemizden memnun kaldığını ümîd ederiz, de­diler, Kabe’yi yıktılar. Geminin tahtalarını iskele yapıp duvarları ördüler. Bu bina Abdullah b. Zübeyr’in, Husayn b. Numeyr ve Şam askeriyle 64 hicrî yılında Yezîd b. Muâviye zamanında yapılan harbe kadar devam etti. Harp esnasında Şam ordusundan bir as­ker, ok ucunda Kabe’ye ateş attı. Esen şiddetli rüzgâr yüzünden alev her tarafı sardı, çatının ve duvarların örtülüre yandı duvarla­rı karardı, taşları da yanma sonucu çürüdü. Yezîd b. Muaviye öl­dükten sonra, Husayn b. Numeyr, Abdullah b. Zübeyr ve adamla­rıyla harp etmekten vazgeçti. Abdullah b. Zübeyr, Kabe’nin yıkılıp yeniden yapılması için teşebbüse geçti. Arkadaşlarıyla istişarede bulundu. Onlar da binanın yıkılıp yeniden yapılması fîkrindeydi-ler. O esnada Abdullah b. Abbas gelerek,

– Allah’ın evini yıkma, dedi. Abdullah b. Zübeyr de,

– Görmüyor musun? Güvercinler duvarları üzerine konmakta, taşları da çürümüş. Herhalde biriniz Beytullah’ı yapmadan, ken­dine bir ev yapmaya kalkışamaz. Dikkat edin, yarından tezi yok evin yıkıcısı ben olacağım. Resûlullah’tan (s.a.v) bana geldiğine göre:

“Şayet imkânım olsaydı, Kabe’yi Hz. İbrahim’in esası üzerine yeniden bina ederdim. Doğu ve Batısından birer kapı yapardım.”[145] buyurmuştur. Hadîs-i şerif üzerine Esved, İbn Zübeyr’e,

– Sen Kabe hususunda Hz. Âişe’den bir şey işittin mi? diye sor­muş. O da,

– Evet. O, bana Resûlullah’m kendisine şu hadîs-i şerifi söyle­diğini, haber verdi. “İmkân darlığı kavmimin Kabe’yi yeni­den inşâ etmesine engel oldu. Onlar küfürden yeni uzak­laşmış olmasalardı Kabe’yi yıkar, onu eski, Hz. İbrahim te­melleri üzerine inşâ ederdim.” buyurmuştur.

Abdullah b. Zübeyr’in Kabe’nin yıkılması hususundaki fikri kesinleşti. Sabahleyin Ubeyd b. Amir’e gitti. Rivayete göre Ubeyd uykudaymış. Zübeyr ona,

– Resûlullah’ın (s.a.v) bu husustaki şu hadîs-İ şerifini işitme­din mi? “Yeryüzü kuşluk vaktinde uyuyan âlimlerin uyku­sundan dolayı Allah’a karşı feryâd eder, şikâyette bulu­nur.” Abdullah b. Zübeyr Kabe’yi yıktı. İbn Abbas gelerek,

– Mademki Kabe’yi yıktın, insanları Kıbleye dönmeleri için ça­ğıramazsın. Kabe yıkılınca insanlar da,

– Kıblesiz nasıl namaz kılacağız? diye müracaatta bulunmuş­lardır. Câbir ve Zeyd,

–  Kabe’nin inşâat yerine, arsasına dönün, namaz kılın. İşte kıble orasıdır, dediler. İbn Zübeyr, Haceru’l-Esved’in örtülmesini emretti. İpekli bir hırka içine sarılıp olduğu yere kondu. İkrime,

– Haceru’l-Esved 1 zira veya daha fazla büyüklükte, ortasında gümüş gibi beyazlık bulunan bir taştı, der.

Kabe’nin süslerini, kıymetli mallarını, yıkma ânında Kabe’nin hazîneleri arasına koydular. İnşâata başlandığında Hatîm yönü, Hz. İbrahim’in temelleri çıkıncaya kadar kazıldı. İn­sanlar toplandı. İbn Zübeyr,

– Buranın İbrahim’in temeli olduğunu biliyor musunuz? diye sordu. Onlar da,

– Evet, dediler.

Bu cevap üzerine, binayı Hz. İbrahim’in temeli üzerine kurdu. Temelleri 6’şar zira’ daha ilâveler yapılmış oldu. Bir diğer rivayete göre de 7 zira’ genişlemiş oldu. Yer hizasında olmak üzere Doğu ve Batısında birer kapı yapmıştır. Birinden girilir, diğerinden çıkı­lır. Her kapının üstünü altın levhalarla yapmıştır. Anahtarları da altındandı.

Kabe’nin inşaatında Kureyşlilerden Ebü’1-Cehm b. Huzeyfe-ti’1-Adevî de hazır bulunmuştur. O şöyle demiştir:

–  Kabe inşaatında iki defa çalıştım. Birincisinde câhiliyyet devrinde çocukken, az bir güçle, diğerinde müslümanlıkta ihtiyar, fani bir şahsın gücü ve kuvvetiyle.

Zübeyr b. Bekkâr’ın anlattığına göre: Abdullah b. Zübeyr taş­lar arasında yeşil renkli bir taş buldu. Bir mezarın kapak taşı idi. O sırada Abdullah b. Safvan,

– Bu Allah’ın Resulü İsmail (a.s)m kabridir, dedi. Abdullah b. Zübeyr de taşın oynatılmasını yasakladı.

Abdullah b. Zübeyr’den Haccac’a kadar Kabe böyle kaldı. Haccâc, Abdullah b. Zübeyr’le savaştı. İbn Zübeyr’i sıkıştırdı.

Haccâc mancınıklarla Kabe tarafına taşlar yağdırdı. Harbi kaza­nana kadar bu işe devam ettirdi. Kabe de mancınıklarla atılan taş­larla yıkıldı. Abdul-Melik b. Mervan’ın emriyle Haccâc Kâbeyi ye­niden yaptı. Temellerinden taşları çıkartarak, Kureyşlilerin te­melleri üzerine kurdu. Bu güne kadar da bu temel üzerine kurul­muş şekliyle geldi. Abdu’l-Melik b. Mervân şöyle der:

– “Abdullah b. Zübeyr ile Kabe’nin inşâatı için savaş ettim. Maksadım, binayı Kureyşinki gibi yaptırmaktı.”

Kabe’nin örtüsüne gelince: Ebû Hureye’nin Resûlüllah (s.a.v) den yapfağı rivayete göre:

“Beytuilahı ilk giydiren şahıs, Sa’du’1-Yemânî’dir.” Bun­dan sonra Resûlüllah (s.a.vj Yemenden getirtilen örtü ile Kabe’yi örtmüştür. Sonra da sırasıyla Hz. Ömer ve Osman kendi zamanla­rında Kıbâtî (Mısır kumaşından yapılmış) örtü ile örtmüşlerdir. Daha sonra Yezîd b. Muâviye İran ipeklisiyle örtmüştür.

Muhârib b. .Oisar’m anlattığına göre: Kabe’yi ilk defa ipek örtü ile örten, Hâlid b. Ca’fer b. Kilab’dır. Eline Câhiliyyet devrinde Nemt kabilesi ipeklilerinden renkli bir ipekli geçmiş ve bunu Kabe üzerine asmıştır. Ondan sonra İbn Zübeyr ve Haccâc, ipekli­lerle Kabe’yi örtmüşlerdir.

Daha sonra Emevîler, bâzı yıllar Necranlılaria harplerinde el­de ettikleri ipeklerle Kabe örtüsünü yenilediler. Abbasîler zama­nında Halife Mütevekkil, Kabe örtüsünü gümüş ve diğer kıymetli ipliklerle işleterek süsledi, tazeledi. Duvarları üstüne altın koy­du. Böylece ipekli Örtü Abbasîler devrinde devam etti.

MESCİD-İ HARAM: Tavaf edecekler için ayrılan Kabe etra­fındaki boşluktur. Resûlülîah (s.a.v) ve Hz. Ebû Bekir zamanında bir duvarla Mescid-i Haram’m etrafı çevrilmemişti. Hz. Ömer, ziyaretçilerin çoğalması sebebiyle, Kabe etrafındaki evleri satın aldı, yıktı ve Mescid-i Haram’ı genişletti. Satmaktan kaçınanla­rın evlerinin bedelini ödedi, bağışlayanlarınkini karşılıksız istimlâk etti. Etrafını 1 adam boyundan biraz engin olmak üzere bir duvarla çevirdi. Duvarlar üzerine lâmbalar koydurdu. Böylece Hz. Ömer, Kabe’nin etrafını duvarla çeviren, Mescidi duvar içine alan ilk Halîfe oldu. Hz. Osman Halîfe olunca, yeniden istimlâke girişti. Civardaki evleri satın aldı, yıktırdı, mescidi genişletti. Ev sahiplerinden feryâd edenler, itirazda bulunanlar oldu. Bunun üzerine Hz. Osman,

– Herhalde Hz. Ömer’in yaptığı işi ben yaparken yumuşaklılı-ğrnı size biraz cüret ve cesaret verdi. Bu hepinizin kararlaştırdığı, razı olduğu bir iştir dedi. Evlerini vermekten kaçınanları hapset­tirdi. Bunlardan Abdullah b. Hâlid b. Esed satmaya razı olanları hapisten çıkardı. Hz. Osman, Mescidi genişletince, gölgelikler (Revaklar) yaptırdı. Mescidin etrafına ilk revak yaptıran Hz. Os­man’dır. Daha sonra Velîd b. Abdi’l-Melik, Mescidi genişletti. Taş ve mermerden sütunlar, direkler yaptırdı. Ondan sonra Halîfe Mansur ve Mehdî kendi zamanlarında mescidi daha da genişletti­ler, yeniden yaptırdılar. Bu şekliyle de zamanımıza kadar gelmiş­tir.

MEKKE’ye gelince: Burası bir konak yeri değildi. Cürhüm ve Amal ikalılardan sonra Kureyşliler, yüklerini ve eşyalarını Mekke’ye getirmişler, göçebelikten ayrılıp bu yere yerleşmişler, bir daha da çıkmamışlardır. Kabe’ye iyice yaklaşmışlar, istilâlara uğramaktan Kabe’ye sığınmışlardır. Bu şekilde hareket etmekle tehlikelerden korunacaklarını ummuşlar. Zamanla adedleri çoğa­lınca aralarından bir kabîle reisi çıkmış, işlerini yürütmüştür. Di­ğer Araplardan üstün, tecrübeli, görgülü kimseler olduklarını iddia etmişlerdir. Kabe’nin reisi kendileri olunca, gelmesi bekle­nen Peygamberin (s.a.v) ve onun dininin de kendi aralarından çı­kacağım savunmuşlardır. Bunun için de Kabe’ye hizmette büyük îtinâ göstermişlerdir.

Bu düşünceleri ilk savunan Kâ’b b. Lüeyy b. Gâlib’dir. Kureyş­liler her Cuma onun etrafında toplanırlardı. Araplar, Cum’aya daha önce “arûbe” derlerdi. Kâ’b bu güne “Cuma” demiştir. Kâ’b bu gün Araplara hutbeler okur, hitabede bulunurdu. Zübeyr b. Bekkâr’ın anlattığına göre: Kâ’b şöyle bir konuşmada bulunmuş­tur.

– Bundan sonra… Dinleyin belleyin, anlayın. Biliniz ki, geceler geçip gidici, gündüzler azâb vericidir. Toprak bir beşiktir, dağlar kazıklarıdır. Gökyüzü bir binadır, yıldızlar da çıraları. Önde gi­denlerimiz, arkadan gidenler gibidir. Kadın ve erkekler çifttirler, birbiriyle hoşlananlar evlenirler. Ailelerinize, annelerinize acıyı­nız. Babalarınızı koruyunuz. Mallarınızı çoğaltınız. Helak olan­lardan, ölüp gidenlerden dönüp gelenler gördünüz mü? Gerçek ev işte şu önünüzdeki evdir. Şübhe ve tereddüdünüz olmasın. Sözle­rinizde şüpheler olmasın. Bu ev size muhterem yapıldı. Onu süsle-yiniz, büyültünüz, sımsıkı sarılınız. Yakında bu eve büyük haber gelecek, ondan bir büyük Kerîm Peygamber (s.a.v) çıkacak. Sonra şu şiiri okudu:

“Gündüzler ve geceler her gün bir yeni haber getirmekte. Ha­berin gündüz veya gece gelmesi bizim için aynı kıymettedir.

Bir kısım haberler, olaylar tekrar dönüp gelmekte. Misa­firlerin yatması da yeme ve içme de gizlenmesi de bizlere aittir.

Rüzgârlar ve verilen haberler ehlini aramakta, ona dönmekte, o rüzgâr ve haberlerde çözülmesi güç, uğrayacağı yer düşünülemi-yen, kestirilemiyen düğümler vardır.

Gaflet üzereyken Resul Muhammed (s.a.v) gelir. Bir takım ha­berler verir ki bu haberlerin habercisi en çok dürüst olan insan­dır.” Bu şiirden sonra,

“Allah’a and ederim ki, eğer o gün bulunur da kulağım, gözüm, elim, ayağım olursa develer üstünde dolaşır her tarafa öğünürüm, iftihar ederim.” dedi. Müteakiben şu şiiri de okudu:

“Kabilem hakka, doğruluğa girmeyi zül telâkki ederken, O Peygamberin (s.a.v) yüce dâvetine no’la şâhid olsam, yetişsem.”

Bu hitap, Kâ’b b. Lüeyy’in zekâsından, ilhamlarından, aklî hayâllerinden, nefsî düşüncelerinden çıkmıştır.

Ondan sonra kabile reisliği Kusay b. Kilâb’e geçti. Mekke’de Dâru’n-Nedve (Danışma Meclisi, Ulular Meclisi) diye bir bina yaptırdı. Kureyşliler arasındaki ihtilâfları burada çözdü. Sonrala­rı bu bina Kureyşlilerin Danışma Meclisi oldu. Harp işleri, kabi­lenin önemli mes’eleleri burada görüşülür, konuşulur, karara bağlanırdı.

Kelbî’nin dediğine göre: Daru’n-Nedve, Mekke’de kurulan ilk binadır. Sonra insanlar evler yapmaya, yerleşmeye başladılar. İslâmın ortaya çıkmasının yaklaştığı her an, kuvvetleri, adetleri artıyordu. Araplar onlara itaat ettiler. Araplara reisliklerini kabul ettirdiler. Daha sonra Allah Teâlâ Resulünü (s.a.v) gönder­di. İkinci defa olarak da onun Peygamberliğini (s.a.v) Araplar kabû! ettiler, îmanda bulunanlar, doğru yola ulaştı, inâd eden de küfrü içinde kaldı.

Resûlüllah (s.a.v)’a eziyet edişleri fazlalaşınca, Resûîullah (s.a.v) hicret etti. Hicretten 8 yıl sonra da zaferle tekrar Mekkeliler üzerine döndü. İnsanlar Fetih senesi, Resûlüllah’m Mekke’ye gi­riş tarzı hakkında ihtilâf etmişlerdir. Acaba Mekke’ye zorla mı, yoksa sulh yolu ile mi girdi? Bu sorunun cevâbını iki şekilde veren­ler vardır.

Hukukçuların üzerinde birleştikleri husus, Resûîüîiah (s.a.v) Mekke’ye girdiğinde ganimet almamış, çocuk v 3 kadınları esir ola­rak toplamamıştır. Ebû Hanîfe ve Mâiik’e gört:: Resulüllah (s.a.v) Mekke’ye zorla, kuvvet kullanarak girmiş, savaşçılara gani­metleri almayı, kadın ve çocukları esir etmeyi yasaklamıştır. Harp komutanının, Halîfenin, bir ülkeye silâh zoruyla girerken ganimetlerin, esirlerin alınması hususunda yasak koyma, yasak­lama yetkisi vardır. Şafiî’ye göre: Resûlüllah (s.a.v) Mekke’ye sulh yoluyla girmiştir. Ebû Süfyân ile sulh anlaşması yapmıştır. Sulh anlaşması şartı olarak da:

1- Kim kapısını kapatır, dışarı çıkmazsa emindir, ve canı kurtulmuştur.

2- Kim Kabe’nin örtüsüne sarılır, Kabe’ye sığınırsa yine kurtulmuştur.

3- Kim Ebû Süfyan’m evine girmişse yine kurtulmuş­tur[146]

Yalnız 6 kişi bu şartların dışında tutulmuştur. Onlar nerede olsalar öldürülecekti ki adları daha önce geçmiştir. Sulh anlaşma­sı sebebiyle de ganimet ve esir alınmamıştır. Halîfe veya komutan için, bir ülkeye silâh zoruyla girerken ganimetleri ve esirleri alma­ma hususunu yasaklama yetkisi yoktur. Çünkü bu, Allah’ın ve sa­vaşanların hakkıdır.

Mekke ve civarı ganimet olarak alınmayınca, öşür arazîsi ol­muştur. Şayet zirâatciUk yapılırsa, statüsü budur. Haraç vergisi koymak caiz değildir. Hukukçular Mekke evlerinin satılması ve kiralanması konusunda ihtilâf göstermişlerdir,,Ebû Hanîfe, Hacc mevsiminin dışında satışı yasaklar, kiraya müsâade eder. Hacc mevsiminde ise: Hem satışı hem de kirayı yasaklar. Delili ise, A’meş’in Mücâhid’den, Onun da Resûlüllah (s.a.v) den rivayet et­tiği:

‘Mekke, haram (muhterem) yerdir. Evlerini satmak, ev­leri ücretle kiraya vermek helâl değildir’[147] buyurrnuşlardır.

Şafiî ise: Satışa da kiralamaya da müsâade etmiştir. Çünkü Resûlüllah, (s.a.v) İslâm’dan sonra, İslâm’dan önceki muameleler hususunda onlarla karara vardı, ganimet almadı. Bu hususta ara­larında ihtilâf da çıkmadı. Araplar, İslâm’dan önce evlerini, mülk­lerini satardılar. İslâm’dan sonra da aynı hâl devam etti.

Numunesi Daru’n-Nedve’dir. Mekke’de ilk yapılan bu bina Ku-say’dan sonra Abdu’d-Dâr b. Kusay’ın oldu. İslâmiyet zamanında Ikrime b. Amr b. Haşim b. Abdi’d-Dar b. Kusay’dan Muâviye satın aldı. Bu evi hükümet konağı yaptı. İşte satışı yapılan, herkesçe ta­nınıp bilinen bu evin satışını, sahabeden hiç kimse kötü karşıla­madı. Hz, Ömer ve Osman, Mescidi genişletirlerken civardaki ev­leri satın aldılar. İstimlâk ettiler, bedellerini ev sahiplerine verdi­ler. Şayet haram olsaydı, satın alınıp bedelini hazmeden ödemez­diler. Zamanımıza kadar da bu şekilde muameleler sürüp gelmiş­tir. İcmâ vâki olmuştur. Mücâhid’in rivayet ettiği hâdis-i şerif, mürseldir. Mânâsı da şu şekilde yorumlanır: Evler ganimet malı olmadığından satılmamasmı, kiraya verilmemesini ihtar içindir. Ganimet malı düşünülecek olursa, hemen satabilirler, düşüncele­rini gidermek içindir.[148]

 

B- HARAM ÜLKE (MUKADDES BÖLGE) STATÜSÜ

 

Haram (Muhterem) olan yerlere gelince, muhtelif yönleriyle Mekke’yi kuşatan bölgedir.

Sınırları:

  1. a)Medine tarafına doğru, Ten’im denilen aşağıda Nifar oğul­ları evlerinin yanından itibaren 3 mil (5556 m.)dir.
  2. b)Irak yolundan: Seniyye Tepesinden itibaren 7 mil (12964 m.)dir.
  3. c) Ca’ran yolundan: Abdullah b. Hâlid Aile Mahallesi, bölü­münden itibaren 9 mil (16668 m.)dir.
  4. d)Tâif yolundan: Arafat’dan itibaren Nemire vadisinden doğ­ru 7 mil (12964 m.)dir.
  5. e)Cidde yolundan: Aşiretlerin bulunduğu yerden itibaren 10 mil (18520 m.)dir. İşte bu sınırlarla çevrili yerleri Allah muhterem topraklar saymış, hüküm ve statü bakımından da diğer bölgeler­den ayırmıştır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Hani İbrahim “Ya Rabb, burasını emniyetli bir şehir yap.” demişti.” (K, K 2: 126) buyurmuştur. Mekke’yi ve etrafını (Haremini) kasdetmiştir.

“Ve ahâlisinden, Allah’a ve âhiret gününe inananları

(yemiş, hububat gibi) mahsullerle rızıklandır.” (K. K. 2:126) di­ye duâ etmiştir. Hz. İbrahim Allah Teâla dan emniyyet ve yeteri kadar rızık istemiştir. Ancak bu ikisiyle müsâid bir yaşama müm­kündür. Allah da isteğine cevab vermiş, muhterem bir belde, emin bir ülke yapmıştır. Etrafından halk koşar gelir, Mekke için meyve­ler ve diğer yiyecekler getirirler.

İnsanlar Mekke ve civarının Hz. İbrahim’in duasından önce mi, yoksa duadan sonra mı muhterem oldu? konusunda ayrı fikir­dedirler. İki görüş mevcuttur:

1- Mekke, Hz. İbrahim’in duâsıyla, ceberut, musallat olan düş­mandan, zelzeleler ve ay güneş tutulmalarından kurtuldu. Hz. İbrahim Allah’dan kuraklık ve kıtlıktan kurtarmasını, meyveler­le sahiplerinin, rızıklanmasını istedi. Allah da isteğine olumlu ce­vap verdi. Onun duasından önce de haram bir ülke idi. Bu görüşün delili, Saîd b. Ebî Saîd’in rivayetine göre: Ebû Şurayhı’l-Huzâî’nin Resûlüllah (s.a.v)in, Mekke fetholunduktan sonra şöyle hitâb etti­ğini, naklettiğini işittim:

ırEy insanlar! Allah Teâlâ, Mekke’yi yer ve gökler yara­tıldığında muhterem bir yer olarak yarattı. Bu ülke haram bir yerdir. Allah’a ve âhirete inanan kimseye bir başkası­nın kanını dökmesi, öldürmesi, ağaç kesmesi, kıyamete ka­dar haramdır. Benden sonra da herhangi bir kimseye, adam öldürme helâl olmaz, bana da helâl değildir. Ancak bugün hariçtir. Çünkü bugün onlar üzerine öfkeli ve sinir­liyiz. Dikkat edin, Mekke’nin muhteremliği dünkü gibi ay­nen mevcuttur. Yine dikkat edin, burada olan olmayanınıza bu hükümleri ulaştırsın. Bir kimse, Allah’ın Resulü (s.a.v) bu yerde birini öldürdü derse, deyiniz ki:

– Allah Teâlâ, Resulüne (s.a.v) burada adam öldürmeyi helâl etti, fakat sana helâl etmedi.’[149]

2- Bu görüşe göre, Hz. İbrahim’in duasından Önce Mekke de di­ğer ülkeler, beldeler gibi, helâl bir bölge idi. Hz. İbrahim’in duâsıyla emîn ve haram bir ülke oldu. Medine’nin Resûlülîah (s.a.v)’ın haram etmesiyle haram bir şehir oluşu gibi. Daha önce­den herkes için serbest, helâl bir yerdi. Bu görüşün delili: Eş’as’m Nâfı’den, onun da Ebû Hureyre’den rivayet ettiği hadis-i şeriftir:

Ebû Hüreyre Resûlülîah (s.a.v)’in şöyle dediğini nakîetmiştir:

“Hakikat Hz. İbrahim, Allah’ın kulu ve dostu idi. Ben ise Allah’ın kulu ve Resulüyüm. Hz, İbrahim Mekke’yi haram etti, ben ise Medine’yi haram ettim. Dikenli ağaçları kesile­mez, avları avlanamaz, adam öldürme için silâh taşınamaz, bir ağaç dalı koparılamaz, hayvana yem yapmak için olur­sa, bu hüküm dışındadır.”[150]

Diğer ülkelerden haram yer 5 bakımdan ayrılır.

  1. a)Uzaktan gelenler. Hacc ve umre maksadıyla gelenlerin ihrama girmesiyle, haram yere girmeleri helâl olur. Ebû Hanîfe’ye göre: Dışarıdan gelen, Hacc ve umre için olmazsa ihramsız girebi­lir. Fetih günü Mekke’ye girildiğinde helâl olduğu hususundaki hadîs-i şerifleri “Gündüzün bir an bana helâl oldu. Fakat benden başka kimseye helâl olmadı.”[151]hükmünü taşır. Buna göre, Mekke’ye girenin, ihram giymesi vâcibtir. Ancak Mekkeîi halkın yararı için girip çıkması çok olanlar, oduncular, sucular, sabah gidip akşam dönenler bu hükümlerden hâriçtir. İhramsız girebilirler. Meşakkati gidermek için bu şekilde hareket edilir. Mekke alimleri böyle kararlaştırmışlardır. Sayılan özellikleri ta-şımıyanlar, Mekke’ye muhakkak ihramlı girerler. Dışardan gelen ihramsız girerse günahkâr olur, kazası ve kurban kesmesi gerek­mez. Kaza yapmak imkânı kalmamış, özürlenmiştir. Çünkü kaza için dışarı çıksa ihramı yalnız şehre girmek için giymek gerekmiş olur, hükmü çıkar. Halbuki ihram o bölgenin muhteremliğine binâen kabul edilmiş, girmek maksadı için değil. Onun için kaza yapılmaz, kurban kesmek de gerekmez. Çünkü kurban ibâdetin eksiğini tamamlamak anlamını ifâde eder. Aslını tamamlayıcı de­ğildir.
  2. b) Haram mıntıkası halkıyla o yerde savaşılmaz.

Kesûlüllah (s.a.v) onlarla savaşı haram etmiştir. Doğruluktan ay­rılır, isyan çıkarırlarsa bâzı hukukçular bu durumda da öldürül­melerinin haram olduğunu belirtmişlerdir. Yalnız isyandan vaz­geçip doğru kimseler oluncaya kadar baskı altında tutulurlar. Hu­kukçuların ekserisi ise: İsyandan döndürülmeleri imkânı yoksa savaşılıp öldürül e bilir. Çünkü âsî ve azgınlarla savaş Allah hü­kümlerinden, haklarındandır. Vazgeçmek uygun olmaz. Onların öldürülmesinin haram oluşu hükmüne sarılmadan, isyankârlarla savaş hükmünü uygulamak daha çok tercih edilir.

Cezaların haram olan ülkede infaz edilişi ise, Şafiî’ye gö­re: Haram dâhilinde veya hâricinde suç işleyip haram bölgeye ge­len suçluya cezası verilir ve infaz edilir. Bölgenin haram bölge olu­şu, cezanın tatbik edilmesine engel olmaz. Ebû Hanîfe’ye göre: Haram bölge içinde suç işlemişse cezası infaz edilir. Ama kişi ha­ram bölge dışında suç işlemiş de haram ülkeye sığınmışsa ceza tat­bik edilmez. Çıkışı beklenir. Haram ülkeden çıkınca, ceza da uy­gulanır.

  1. c)Dışarıdan gelen veya haram ülkenin halkından olan­lar ihramlı veya ihramsız avlanamazlar. Avı yakalamışsa bı­rakması vâcibtir. Şayet öldürmüşse cezasını vermek gerekir. Aynı şekilde bir kimse haram mıntıkadan bir ava ateş açsa, av hayvanı haram bölge toprağı dışında da olsa avcının, cezasını ödemesi ge­rekir. Çünkü, kendisi haram bölgededir. Bir şahıs haram ülke dı­şından, haram bölgedeki av hayvanına ateş açsa ve öldürse, yine cezasını ödemesi gerekir. Zira Öldürülen hayvan, haram bölge top­rağında vurulmuş ve ölmüştür. Bir şahıs haram bölge dışında, serbest topraklarda avlanırken yaralı hayvan haram bölge topra­ğına girse, Şafiî’ye göre: Av hayvanı avcıya helâldir. Ebû Hanîfe’ye göre: Haramdır. Bununla beraber haram bölgedeki mala, cana, sıhhate zarar veren yırtıcı hayvanları, haşerâtı ve sâireyi öldür­mek yasak değildir.
  2. d)Kendiliğinden büyüyüp, yetişen (Hüdâi nâbit) ağaç­ları kesmek yasaktır. İnsanların ekip yetiştirdikleri ağaçları kesmek yasak değildir. Ehlî hayvanları, otlaklarda otlayan hay­vanları kesmek yasak değildir. Kesilmesi yasak olan ağaçları ke­serse cezası gerekir. Büyük ağaç kesmişse bir sığır, küçük ağaç kesmişse bir koyun ceza öder. Dallar kesilmişse ceza asıllarına ba­kılarak tâyin edilir. Büyük ağaç dalı ise 1 sığır, küçük ağaç dalıysa 1 koyun vermek gerekir. Aslın cezası verilince ayrıca dalların ce­zasını vermek gerekmez.
  3. e)Şafiî ve ekseri hukukçulara göre: İslama muhalif dinle­re mensub olanlar zımmi de olsa ikamet için veya seyahat sebebiy­le de olsa muhterem ülkeye giremezler. Bu hususta âyette:

“Müşrikler ancak bir necîstir. Onun için bu yıllarından sonra onlar Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.” (K. K. 9: 28)

Duyurulmuştur. Bu âyet-i kerîmenin hükmü, müslümanların dx-şındakileri önlemektedir. Şayet müşrik izinsiz girerse ta’zir cezası verilir, öldürülemez. İzinle girerse ta’zir cezası da verile­mez. Ona izin veren iyi harekette bulunmamış olur. Giren müşri­kin durumu ta’zir cezasını gerektiriyorsa, ta’zir cezası verilir. He­men yasak bölgeden çıkarılır. Bir müşrik müslüman olmak için muhterem bölgeye girmek isterse izin verilmez. Ancak müslüman olduktan sonra girebilir. İzinle giren müşrik yasak bölgede Ölürse, yasak bölgenin dışına çıkarılır, serbest topraklara defnedilir.

Şayet defnolunmuşsa serbest bölgeye çıkarılır oraya taşınır. Ama kokmuş, çürümüşse yerinde bırakılır. Girişleri alış-veriş veya ya­tıp kalkmak içinse izin verilmez, uzaklaştırılırlar. Mâlik’e göre: Mescidleri gezmek maksadıyla da olsa izin verilmez.[152]

 

C- HİCAZ BÖLGESİ, PEYGAMBERİN (S JLV) ÖZEL GELİRLERİ

 

Hicaz bölgesine gelince: Usmuî’ye göre: Hicaz denilmesi­nin sebebi, Necd ile Tihame arasında kalışındandır. İbn Kelbî ye göre de: Hicaz denilmesinin sebebi, etrafının dağlarla çevrili olu-şundandır. Bu bölge içinde bulunan Muhterem (Yasak) Bölge hariç geri kalan Hicaz toprakları, Serbest Bölge topraklarından 4 bakımdan ayrılır.

  1. a)Müşrikler veya anlaşmalı olan gayr-ı müslimler yer-leşemezler. Ebû Hanîfe yerleşebilecekleri fikrindedir. Usey b. Abdillah b. Utbe b. Mes’ud’un Hz. Âişe’den rivayetine göre: Hz. Âişe şöyle demiştir: Resulüllah (s.a.v) yaptığı anlaşmanın sonun­da şöyle buyurmuştur.

“Arap Yarımadasında iki din bir arada bulunmaz.   

Hz, Ömer, zımmîleri Hicaz toprağından çıkarmıştır. Tacir ve san’atkâr olarak gelenlere 3 gün kalabilecekleri hükmünü koy­muştur. 3 günün sonunda çıkarılmışlardır.

Hz. Ömer’in bu tatbikatı sonraları da aynen kabul edilmiştir. Zımmîlerin Hicaz bölgesinde yerleşmelerine, ev bark sahibi olma­larına izin verilmemiştir. 3 gününü dolduran, bulunduğu yeri terk eder. Bir başka yerde 3 gün daha kalabilir. Mazereti olmaksızın Hicaz bölgesinin bir yerinde 3 günden fazla kalırsa ta’zir cezası ve­rilir.

(1) Muvatta, Medine, 18, 19.

316

Ahkâm-ı Sultaniyye

  1. b)Müşrik, zrnımî ve anlaşmalıların ölüleri Hicaz bölge­sine defne dilemez. Defnedilmişse Hicaz bölgesi dışına çıkarılır. Ölülerin bölgeye defnedilmesine göz yummak orada devamlılığı ve sanki orada yerleşmeyi ifâde eder. Taşınacak mesafe uzak, ce-sed bozulacak; mezardan çıktığında zarar da meydana gelecekse Hicaz toprağına defnedilirler.
  2. c) Hicaz toprağı içinde bulunan Resûlüllah (s.a.v)’m şehri Medine muhterem bir şehirdir. Bitkilerini koparmak, avlarını avlamak, ağaçlarını kesmek aynen Mekke’deki gibi, ha­ramdır. Ebû Hanîfe bu nevi hareketleri Medine’de mubah sayar, ceza vermez, Medine’yi diğer serbest şehirler hükmünde tutar. Bir kimse Medine’nin ağaçlarını keser avını öldürürse bir görüşe göre, elbiseleri çıkartılır, alınır. Bir görüşe göre de; ta’zir cezası uy­gulanır.
  3. d)Hicaz toprakları, Itesûlüllah (s.a.V)in bu yerleri fet-hedişine göre 2’ye ayrılır.
  4. aa) Resûlüllah (s.a.v)ın iki hakkından biri olan, kendisine hi­be edilenleri alışı.
  5. bb)Feyy ve ganimetlerden yirmi beşte birini (1:25) aldı­ğa yerler. Feyyin beşte dördünü (4: 5) savaşçılara dağıtırdı. İşte sayılan bu iki hak Resûlüllah (s.a.v) için bir mal iktisabı yolu ol­muştur. Bâzan ashabına elde edilen malların beşte dördünü ver­miş, bazan bu miktardan az, bâzan da çok vermiştir. Arta kalanı da müslümanlarm ihtiyaçları için ihtiyaten elde tutmuşlardır.

Resûlüllah (s.a.v), vefat ettiklerinde, müslümanlar feyy ve ganimet malından bıraktığı bu malların hükmünde ihtilâf göster­mişlerdir. Bir kısmı mîras malı sayarak mirasçılarına taksimini istemişlerdir. Bir kısmı ise, onun halifesi olacak kimseye bırakıl­ması ve onun bu malları âmme işlerine ve cihad için harcamasını istemişler, İslâm Devletinin Hazîne malı olduğunu belirtmişler­dir. Hukukçuların ekseriyeti ise: Zekât ve diğer gelirler genel menfaatlere harcanır. Nitekim Resûlüllah (s.a.v)’in hazînesinde bulunan gelirler öşür gelirleriyle zekâtlardır. Haraç arazî olmadı­ğından haraç malı da malları arasında yoktur. Çünkü bir kısım Hicaz arazîsi alındığında geri verildi. Bir kısmı da üzerinde müs­lüman olanlara bırakıldı. Her iki durumda da öşür arazî işlemi ya­pıldı. Bu bakımdan geride kalan bu malları dağıtmak gerekir, de­mişlerdir.

Resûlüllah (s.a.v)’in Özel gelirleri mâhiyetinde olan,

kendisine bağışlanan mallar sınırlıdır. Çünkü Özel mâhiyette bi­rer gelir olan bu malları almış ve belli yerlere dağıtmışlardır. Bu yerler de 8 kısımdır.

1- Resûlüllah (s.a.v)m ilk mâliki bulunduğu arazî: Benî Nadîr mallarından, Yahûdî Muhayrık’m vasiyyet ettiği arazîdir. Vâkıdî’nin anlattığına göre:

Yahudi Muhayrik, Uhud muharebesinde iman eden, Nadîr oğullarının bilgin adamlarındandır. Uhud harbinde müslüman olmuş, Peygamber (s.a.v) le birlikte savaşmıştır. Savaş esnasında şehîd düşmüştür. Bu esnada 7 ev dolusu malını Resûlüllah (s.a.v)’a vasiyyet etmiştir. Bunlar: Her cins yiyecek maddelerinin bulunduğu 1 anbar, 1 anbar un, 1 ev. kadın hizmetçi, 1 sarnıç su, 1 ev dolusu kuzu, 1 sürü at, 1 sürü koyun, sığır ve deve.

2- Allah’ın Feyy malı olarak Resûiüllah (s.a.v)’e nasîb ettiği Nadîr oğullarının Medine’deki arazîsi. Onları bu topraklardan çı­kardı,   mallarını,   canlarını  kendilerine   bağışladı.   Yalnız silâhlarına müsâade etmediler. Develerinin götürebileceği kadar mallarını alıp Hayber ve Şam taraflarına gittiler. Toprakları tamamen Resûlüllah (s.a.v)’e kaldı. Yalnız onlardan Yamin b. Umeyr, Ebû Sa’d b. Veheb zaferden Önce müslüman oldular. İslâmlıkları kabul edildi. Mallarının hepsi kendilerine bırakıldı. Sonra Resûiüllah, (s.a.v) diğer mal ve arazî ile Nadir oğullan arazisini ilk muhacirlere dağıttı. Ensâr’a vermedi. Ensârdan Sehl b. Huneyf ve Ebû Dücâne Simak b. Harşe fakir olduklarını söyledi­ler. Resûlüllah (s.a.v) da arazînin mülkü kendine âit olmak üzere

onlara da toprak verdi. İşte kendi nasibine düşen, hibe edilen mal­ları, O istediği şekilde tasarruf ederdi. Ailelerine infakta bulunur­du. Sonra Hz. Ömer bu arazîyi Abbas ve Hz. Ali’ye teslim etti. Maksadı, Resûlüllah (s.a.v)’ın ailelerinin masraflarım görmeleri­ni sağlamaktı.

3, 4, 5 ‘nci gurup özel malları, (Sadaka malları): Hayber’deki üç kaledir. Hayber’de 8 kale vardı. Naim, Kamus, Şıkk, Natat, Ketiy-be, Vetiyh, Selâlüm ve Sa’d b. Muaz kaleleridir.

Bu kalelerden ilk fetholunanı Naim kalesidir. Burada Mu-hammed b. Mesleme’nin kardeşi Mahmud b. Mesleme öldürül­müştür. İkinci fetholunan İbn Ebi’l-Hukeyk’in kalesidir. Onun kalesi Kamus ismini taşıyan kaledir. Bu kaleyi aldığında, Huyey b. Rebi’ b. Ebi’l-Hukeyk’in yanında büyüyen Safiyye binti Huyey b. Ahtab’i câriye olarak alması sonra da âzâd edip onunla evlenme­sidir. Azâd etmeyi de Safiyye’nin mihri saymıştır. Sonra Sa’b b. Muâz’ın kalesini aldılar. En büyüğü, içinde yiyecek mal ve hay­vanları en çok olanıydı. Bu kaleyi tâkîben de Şıkk, Natat ve Ketîybe kalelerini aldılar. İşte sayılan şu 6 kale silah zoruyla alın­mıştır. Bunlardan sonra Vetiyh ve Selâlüm kaleleri alındı. Her iki kale 10 gün kadar kuşatıldı. Sonunda canlarının bağışlanıp, ser­best bırakılıp gitmeleri için sulh teklifinde bulundular. Teklifleri kabul edildi. Anlaşma yoluyla kaleler alındı.

Resûlüllah (s.a.v), 8 kaleden 3’üne, Ketiybe, Selâlüm ve Vetiyh kalelerine mâlik oldu. Bu kalelerden Ketiybe’yi ganimet malının beşte biri (1: 5) olarak aldılar. Vetiyh ve Selâlüm kalelerim ise Al­lah ona Feyy olarak nasîb etmiştir. Çünkü bu 2 kaleyi de sulh yo­luyla almışlardır. Her 3 kale de feyy ve beşte bir mal olarak Resûlüllah (s.a.v)’ın öz malı olmuştur. Sonra yine bu malları müs-lümanlara dağıtmıştır. Hayber’de elde edilen ve geriye kalan beş­te dört (4: 5) malı da müslümanlar arasında paylaştırmıştır.

Bu cümleden olarak Hayber vadisi, Şerir vadileri ve Hadır vadisi de ganimetler arasındaydı. Peygamber (s.a.v) vadileri 13 sehme ayırdı. Hudeybiye anlaşmasına katılıp da bu harpte bulun­mayan, bu harpte bulunup da Hudeybiye anlaşmasında bulunma­yan 1400 kişiye (Cabir b. Abdillah her ikisinde de olmadığı halde, hazır kabul edilmiş, hisse verilmiştir) şu şekilde taksim etti. 1400 kişinin 200’ü süvari idi. Bunlara 600 sehim ayrıldı. Geri kalan 1200 kişi piyade idi. Bunlara da 1200 sehim verdiler. Her 100 kişi­ye 1 sehim, her 100 süvariye 3 sehim vermek suretiyle vadileri 18 ana sehme paylaştırmışdı.

6- Fedek arazîsinin yarısı. Hayber fetholununca Fedek halkı elçi Muhayyisa b. Mes’ud ile Resûlüllah (s.a.v)e gelerek anlaşma teklif ettiler. Resûlüllah (s.a.v) da kabul buyurdular. Anlaşmaya göre:   Fedek  arazîsinin yarısı  hurma  ağaçlarıyla birlikte Resûlüllah (s.a.v)’e verildi. Diğer yarısı da Fedek halkına kaldı. Böylece Fedek arazîsinin yarısı Resûlüllah (s.a.v)’ın şahsına âit oldu.

Hz. Ömer, Fedeklileri Hicaz bölgesinden çıkarıncaya kadar arazînin diğer yarısı onlarda kaldı. Resûlüllah (s.a.v) hissesine düşen Fedek arazîsini kıymetlendirdi. Kıymetlen direnler Mâlik b. et-Teyyihan, Sehl b. Ebî Hayşeme, Zeyd b. Sâbiftir. Yekûn kıy­metin yarısı olan 60 bin dirheme Fedeklilere bırakmıştır. Bu ka­dar dirhemin” yarısını Resûlüllah Cs.a.v) kendi ev ihtiyaçları için bırakmış, diğer yarısını da bütün müslümanlarm işlerine harca­mıştır. Her iki yarı da bugün bütün müslümanlarm elindedir. On­ların menfaatına işletilmektedir.

7- Özel gelirlerinden yedincisi de Vâdi’l-Kura’nın üçte biri (1: 3)dir. Çünkü bu arazînin üçte biri Uzre oğullarının, üçte ikisi (2:3) de Yahûdile rindi. Yahudiler ellerindeki arazînin yarısını Resûlul-lah’a (s.a.v) vermek suretiyle anlaşma yaptılar. Dolayısıyla Vâdi’l-Kura’nın üçte biri (1: 3) Resûlullah’ın (s.a.v) olmuş oldu. Di­ğer üçte biri Yahudilerin, üçte bir de Uzre oğullarının olmuştur. Hz. Ömer, müslüman olmayan Uzre oğullarını ve Yahudileri Hi­caz’dan sürünceye kadar toprakları ellerinde kalmıştır. Resûlül­lah (s.a.v), hisselerine düşen arazîyi kıymetlendirdi. O zamanın para birimi ile 90 bin dînar tutmuştur. Resûlullah (s.a.v), Uzre oğullarına,

– “İsterseniz bu paraya arazînizi bize satın, isterseniz yarı fiyatı olan 45 bin dînar paraya geriye size verelim”, tek­lifinde bulundular. Onlar da 45 bin dinara geriye bu arazîyi satın almışlardır. Bunun sonucu olarak Vâdi’l-Kura’nm üçte ikisi (2: 3) Uzre oğullarının eline geçmiştir. Resûlullah da (s.a.v) paranın ya­rısını kendi masraflarına, diğer yarısını da âmme işlerine sarf et­mişlerdir. Arazînin tamâmı Hz. Ömer zamanından itibaren bü­tün müslümanlara tahsis edilmiştir.

8- Resûlüllah’ın {s.a.v) şahsına âit sekizinci malı, “Mehruz” di­ye isimlendirilen pazar yeridir. Bu yeri Mervân, Hz. Osman’dan mukâtaa suretiyle satın almış, bunun üzerine halk Mervan’a kız­mıştır. Muhtemel olan husus, mülkiyeti hazîneye âit olmak üzere Mervân’ın kira ödeyerek intifa hakk sahibi olmasıdır ki bu da caizdir. İşte buraya kadar sayılan şahsî malları Siyer ve Megazî kitaplarından nakledilmiştir.

Resûlüllah’ın (s.a.v) mallarından şu sekiz grubun dışın­daki mallarına gelince: Vâkıdî’nin anlattığına göre:

Resûlullah’a (s.a.v) babasından Habeşli, Bereke nâmiyle anı­lan Ümnıü Eymen isimli câriye, 5 deve, bir miktar koyun, bir rivayete göre, kölesi Şükran ve Bedir’de Şükrân’m şehîd oğlu olan oğlu Salih mîras olarak kalmıştır. Annesinden de: Benî Ali Mahal­lesinde, dünyaya geldikleri 1 ev mîras kalmıştır. Karısı Hz. Hatice’den: Mekke’de Safa ile Merve arasında Attarlar (Koku sa­tanlar) çarşısı ardında 1 ev ve bir miktar menkûl mal kalmıştır. Hakîm b. Hizam, Hz. Hatîce için Ukaz panayırında Zeyd b. Harîse’yi 400 dirheme köle satın aldı, sonra Resûlullah (s.a.v), Hz. Hatice’den bu köleyi hîbe olarak aldı, âzâd etti. Ve Ümnıü Eymen ile de evlendirdi.

Resûîullah’m Peygamberlik vazifesini yüklendiği yıllardan sonraki senelerde Ümmü Eymen, Üsâme’yi dünyaya getirdi.

Resûlüllah’ın (s.a.v) hicretinden sonra, her iki evini de Akıyl b. Ebî Tâlib satmıştır. Resûlullah (s.a.v) veda haccında Mekke’ye gelin­ce, kendilerine:

– Hangi evinize ineceksiniz? diye sorulmuştur. O da,

– Akıyl, bana bir ev veya oda bıraktı mı ki? buyurmuşlar, Akıyl’in satışını iptal etmemişler, satıştan rücu’ etmemişlerdir.

Çünkü Mekkeliler ilk zamanda Resûlullah’a (s.a.v) kuvvetçe üstündü ve Mekke, harp ülkesiydi. Oradaki mallarına, bu meyan-da iki eve de helak olmuş, elden çıkmış mal olarak bakılmıştır. Do-layısiyle iki ev şahsî mallarından hâriç tutulmuştur.

ResûluUah’m (s.a.v) ailelerinin evlerine gelince: Her

ailesine oturabilecekleri birer ev vermiş ve onlara evleri vasiyyet etmiştir. Bu evler, Resûlullah’tan (s.a.v) ailelerine bağışlama-dır[153]. Şahsî gelirlerinden hâriçtir. Evlerinin bağışlanması da ailelerinin oturmaları içindir. Oturma işlemi sona erince, oturan­lar kalmayınca Resûlüllah’ın (s.a.v) sadakaları arasında düşünül­müştür. Ve şimdi bu evler Mescid-i Nebî’ye dâhil edilmiştir.

Resûlüllah’ın (s.a.v) binek hayvanları ile âletlerinin durumu ise: Hışâmu’l-Kelbî’nin Avâne b. el-Hakem’den rivayet ettiğine göre, Hz. Ebû Bekir, Resûlüllah’ın (s.a.v) âletlerini, deve­lerini ve diğer hayvanlarını ve ayakkabılarını Hz. Ali’ye verdi ve,

– Bunlardan başka malları sadakadır, dediler.

Esvedî’nin de Hz. Âişe’den rivayetine göre, Hz. Âişe demiştir ki:

– “Resûlullah (s.a.v), vefat ettiğinde zırhı bir yahûdîye 30 sa’ arpaya karşılık rehin bırakılmış tır.[154]

Peygamberin fs.a.v) zırhı ise, “el-Betra” diye bilinen zırhıdır. Anlatıldığına göre, Hüseyn b. Ali (Resûlullah’ın torunu) şehîd edildiğinde üzerindeydi. Ondan da Ubeydullah b. Ziyâd çıkarıp al­dı. Muhtaru’s-Sakafî de Ubeydullah b. Ziyâd’ı öldürünce zırhı Ubad b. el-Hanzalî aldı. Bilâhare Basra emîri, Halîd b. Abdillah b. Hâlid b. Esid, zırhı Ubad’dan istedi. O da zırhı inkâr etti. Hâlid ona 100 deynek sopa attı. Abdul-Melik b. Mervân, Hâlid’e şu mek­tubu yazdı:

“Ubad gibiler döğülmez. Münâsib olanı ya öldürmek, yahut af-vedip vaz geçmektir.” İşte bundan sonra zırh hakkında bir bilgi yoktur.

Rasûlullah’ın (s.a.v) hırkasına gelince: Bu konuda çeşitli fikirler vardır. Eban b. Sa’leb’in anlattığına göre: Resûlullah (s.a.v) hırkasını Ka’b b. Züheyr’e bağışlamıştır. Ondan da Muâviye satın almış, Halîfeler bu hırka-i şerifi giymişlerdir.

Zanıra b. Rebîa’nm anlattığına göre de: Resûlullah’ın (s.a.v) söz konusu hırkasını Eyle halkı kendilerine emân verilmesi için Resûlullah’a (s.a.v) vermişlerdir. Sonra Eyle halkına Mervân b. Muhanımed tarafından mâliye memuru gönderilen Said b. Hâlid b. Ebi Evfâ hırkayı almış, Mervân’a göndermiştir. Mervân b. Mu-hammed’in öldürülmesinden sonra hazinesinden hırka alınmış­tır. Bir fikre göre de: Mervân’dan Ebu’l-Abbas Seffah 360 dînara satın almıştır.

Kılıçları da terekesinden olup sadakadır. Hırka ile kılıç bera­berce Hilâfetin alâmetidir.

Yüzüğünü vefatından sonra Hz. Ebû Bekir, ondan sonra Hz. Ömer. sonra da da Hz. Osman sırasıyla takınmışlardır. Hz. Os­man kuyuya düşürmüş, bir daha bulunamamıştır. Bu duruma gö­re yülüğü, terekesinden olan bir sadakadır.[155]

 

D- SERBEST BÖLGELER VE IRAK TOPRAĞI

 

Yasak bölge (Haram arazîler) ile Hicaz mıntıkasının dışındaki ülkelere gelince: Daha Önce 4 kısma ayrıldığından söz edilmiştir.

  1. a)Bir kısım üzerindeki halkı müslüman olan ülkeler ki öşür topraklarıdır.
  2. b)Bir kısmı müslümanlarca işe yarar duruma getirilen topraklardır ki yine öşür arazîdir.
  3. c)Bir kısmı da savaşçılarca zorla alman topraklar ki, bu da öşür topraklardan olur.
  4. d)Son bir kısım da, toprak üzerindekilerle anlaşma ya­pılır, arazî fey arazî olur, haraç vergisi konulur. Bu haraç arazî de iki kısma ayrılır.
  5. aa)Toprakların mülkiyetinin kendilerinden çıkması suretiyle anlaşma yaparlar. Böyle bir haraç arazîyi satamazlar, haraç da ücret (kira ücreti) sayılır. Müslüman olsalar da haracı öderler. Üc­ret zımmî ve müslünıandan alınır.
  6. bb)Arazî mülkiyetinin kendilerinde kalması suretiyle anlaş­ma yapılması. Bu durumda arazîyi satabilirler. Haraç da cizye du­rumundadır. Müslüman olurlarsa, haraç da düşer. Bu tür haraç zımmîden alınır, müslümandan alınmaz.

Ülke toprakları şu kısımlara ayrıldıktan sonra Irak toprakla­rının hükümlerini açıklamak îcâb edecektir. Çünkü arazî hakkın­da hukukçular için burada yapılan tatbikat bir asıl, bir Örnek ol­muştur. Hz. Ömer zamanında alınan İran İmparatorluğuna âit Irak topraklarıdır. Sevad denilmesinin sebebi, ziraatçiliğe elve­rişli ve ağaçlarla kapalı arazî oluşundandır. Bitki ve ağacm olma­dığı Arap yarımadasından çıkıp, orasını çeşitli bitki ve ağaçlarla kaplı olarak buldukları için Sevad dediler. Çünkü Araplar yeşil ile sevadı (siyahı) bâzan aynı mânâda, koyu yeşil için kullanırlar.

Fazl b. el-Abbas b. Utbe b. Ebî Leheb, “siyah yüzlü idi” şiirinde şöy­le demiştir:

“Beni anlayanlar bilirler ki ben siyahım, siyah tenlilik Arap nesline mensub olmaktandır.”

Bu sebeple yeşil Irak’a Siyah Irak denilmiştir. Arazîye Irak de­nilmesinin sebebi: Dağı ve vadileri olmaksızın, düpe düz oluşu­dur. Arap sözünde Irak müsâvîlik, düzlük anlamına gelir. Şâir de,

“Siz dosdoğru suladınız. Onlar ise düz bir arazîsi olmayan gibi suîadılar.” Yani onların arazîsi düz değildi, demek istemektedir.

Sevad denilen arazînin sınırı: Uzunlamasına, yânî Mu­sul’dan Abadan’a kadar, genişliğine ise, Kadisiye suyundan Hıl-van’a kadardır. Buna göre uzunluğu 160 fersahtır. Genişliği de 80 fersahtır. Irak toprakları ise, örfen Sevad topraklarının içine gi­ren hudutları örfen tâyin edilen yerlerdir. Doğusu Dicle nehrinin kollarının birleştiği yerdir. Batısı ise, Harbî denilen yerdir. Bu hattan itibaren güneye, Abadan şehirlerinden Basra’ya kadar uzanır. Bu duruma göre, uzunluğu 125 fersah olup Sevad arazîsinden 35 fersah kısadır. Genişliği 80 fersah olup Sevad arazisiyle aynı genişliktedir. Kudame b. Ca’fer’in dediğine göre: 100 fersaha kadar uzatılabilir. Bugünkü hesaba göre, Sevad top­rakları, tepeler, dağlar, çorak yerler, sazlıklar, harman yerleri, ge­niş caddeler, nehir yatakları, şehir ve köylerin iskân yerleri, nahiyelerin iskân yerleri, sayfiye yerleri, alanları hariç tutulduk­tan sonra tahminen 225.000.000 cerib (455,625 kilometre ka-re)dir. Bu arazînin de 75.000.000 ceribi çıkarsa 150.000.000 cerib de Irak toprağını teşkil eder. Bu arazînin yarısında hububat eki­lir, yarısı da hurmalık, üzümlük ve ağaçlıktır. Kudame b. Ca’fer’in söyleyişine göre, zirâate elverişli topraklar daha geniştir. Fakat bir takım engeller sebebiyle hepsi ekilememiş, değerlendirileme­miştir. İranlılar zamanında en az ekildiğinde 150.000.000 cerib, en fazla ekildiğinde de 277.000.000 ceribdir. Her bir cerib için de ortalama 3 dirhem vergi alınırdı. Hz. Ömer zamanında Sevad arazîsinin ekilen kısmı 230.000.000 cerib ile 236.000.000 cerib arasında değişirdi.

Buraya kadar Sevad arazîsinin hududu, alanı, ekilen miktarı tesbit edildi. Bu toprakların alınışı ve hükmü hakkında âlimler, hukukçular fikir ayrılığına düşmüşlerdir,

Iraklı hukukçulara göre, Irak zorla fethedilmiştir. Fakat Hz. Ömer arazîyi savaşçılara dağıtmamış, yine ora halkına bırakmış, buna karşılık arazîye haraç vergisi koymuştur.

Şafiî mezhebinde açık olan görüşe göre: Sevad arazîsi zorla alınmıştır. Savaşçılara mülk olarak taksim edilmiştir. Sonra Hz. Ömer, onları geriye aldı, askerler de Sevad arazîsinden ayrıldılar. Ancak bîr grup ellerindeki arazîyi para karşılığı sattılar ve geri döndüler. Müslümanları arazîden geri çektikten sonra Hz. Ömer arazîye haraç vergisi koydu.

Şafiî mezhebine mensup bir kısım hukukçular da Sevad arazîsinde farklı görüştedirler. Ebû Saîdi’l-İstahrî’ye ve bir kısmı­na göre, Hz. Ömer bu arazîyi bütün müslümanlara vakfetmiştir. Her yıl ücret olarak Ödenmek üzere de arazî sahiplerine, işletenle­re, haraç vergisini kararlaştırmış, tarlalarını ellerinde bırakmış­tır. Vakfın müddetini de kararlaştırmayışımn sebebi, Âmme ya­rarını düşündüğün dendir. Hz. Ömer’in bu şekil vakıf bırakması, arazîyi fey olarak kabulü, Resûlullah’m (s.a.v) Hayber, Avâlî ve Nadr oğullan mallarını Allah’ın birer feyy’i olarak kabul edişin-dendir. Haraç olarak alman paralar da âmme işlerine harcanır. 1: 5’ini Özel zümrelere dağıtmak da söz konusu değildir. Sırf orduya da harcanamaz. Çünkü âmme menfaatma vakfedilmiş tir. Genel menfaat ve işlere sarfedilir. Bu cümleden olarak ordunun yiyece­ği, içeceği, kale ve hisarlar yaptırma, cami, köprü ve su yolları yap­tırma âmme işleri gören hâkimlerin, şahitlerin, hukukçuların, kurramn, imamların, müezzinlerin ihtiyaçlarına harcanır. Bu se­bepledir ki arazînin mülkiyetinin satışı yasaktır. Yararlanma hakkı, zilyedlik, birinden diğerine geçebilir. Ayrıca üzerinde yapılan şeyler, ağaçlar, evler satılabilir. Bu muameleler mülkiyete te­sir edemez.

Bir fikre göre de: Hz. Ömer, Sevad arazîsini, Hz. Ali ve Muaz’ın görüşlerine de dayanarak vakfetmiştir. Şâfıî mezhebinden Ebu’l-Abbas b. Süreyc’e göre, Hz. Ömer orduyu Sevad arazîsinden geri çekince, elde ettiği arazîyi, sahiplerine, köylülere haraç olarak koyduğu mal karşılığında sattı. Onlar da her yıl bu bedeli Ödediler. Böylece haraç bir bedel, semen olmuş oldu. Bu şekilde hareket et­me, âmme yararına uygundur. Kiraya vermede de durum buna benzer. Binâenaleyh Sevad arazîsinin mülkiyetini satın alanlar, başkalarına bunu satabilirler.

Sevad arazîsine konulan haracın miktarına gelince:

Amr b. Meymun’un-anlattığına göre: Hz. Ömer, Sevad arazîsini düşmandan alınca Huzeyfe’yi Dicle ötelerine, Osman b. Huneyf i de Dicle’nin batı tarafına aşağı Irak’a gönderdi. Şa’bî’nin dediğine göre, Osman b. Huneyf kendi mıntıkasını ölçmüş, 36.000.000 ce-rib bulmuş ve her ceribe 1 dirhem, 1 kafız vergi koymuştur. Kâsım’a göre de, Kafız bir ölçü vasıtası olup hububat ölçmede kul­lanılır. Şaburkan da denir. Yahya b. Âdem’e göre de, Haccâc tara­fından kararlaştırılan bir hububat ölçeğidir. Katâde’nin İbn Mah-led’den rivayetine göre, Osman b. Huneyf, üzüm bağlarının her 1 ceribine 10 dirhem, hurmalıkların her 1 ceribine 8 dirhem, şeker kamışlıklarının her 1 ceribine 6 dirhem, yaş hurmalıkların, çayır­lıkların, sebzeliklerin her 1 ceribine 5 dirhem, buğdayın her 1 ceri­bine 4 dirhem, arpalıkların her 1 ceribine 2 dirhem vergi koymuş­tu. Bu rivayete göre arpa ve buğdayın haraç vergileri, başka rivâyetlerdekine muhalif düşecek miktardadır. Bu fark da muhte­lif yerlerde arazînin veriminin farklı oluşundandı. Huzeyfe’nin ve Osman b. Huneyf in arazî ölçümünde kullandıkları zira’ normal zira’dan 1 tutam, 1 parmak daha uzundur.

Sevad arazîsi İranlıların ilk zamanlarında Harac-ı Mukâ-seme (Mahsûlün durumuna göre onda birden (1: 10), yarıya (1: 2) kadar) vergisi alınırdı. Bunu ilk koyan İran Hükümdarı Kubaz b.

Firuz’dur. Alanlardan alınan haraçlardan daha çok haraç almış­tır. Harac-ı Mukâseme ile topladığı vergi miktarı 150.000.000 dir­hemi bulmuştur. Haraç miktarları arasındaki bu farklılıklar, arazînin alanlarının ölçümlerinin şahıstan şahsa farklı oluşu, vergi takdîr edenlerin takdîr yetkilerini kullanarak haracı az veya çok koyuşlarındandır. Şöyle ki, anlatıldığına göre, İran hükümda­rı bir gün avlanırken sık ağaçlı bir yere geldi. Av ağaçlığa daldı. Kendi de avı görmek için yüksek bir yerdeki ağaca çıktı. O anda bir bahçe içinde çukur kazan bir kadın gördü. Bahçe içinde hurma, nar gibi meyveli ağaçlar vardı. Kadının çocuğu nardan koparmak istiyor, kadın ise önlüyordu. Hükümdar duruma hayret etti. Kadı­na bir haberci göndererek, çocuğu nar meyvesi almaktan niçin ön­lediğini sordurdu. Kadın da,

– Mülkümda devletin hakkı vardır. Mahsûl ve meyveleri vergi­lendirecek memur (kâsim) gelmedi ve devlet hakkım almadı. Dev­let hakkını almadan, meyvelerden birisinin koparılmasından kor­karım. Devlet hakkını alsın, ondan sonra.

Hükümdar kadının bu sözü üzerine oradan ayrıldı. Tebâsma şefkatle muamele yapılması hususunda, arazînin Ölçülmesini ve­zirlerine emretti. Âdil, doğru bir şekilde Ölçülüp vergilerin de âdil bir şekilde konulmasını, halkın ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için kendilerine imkân tanınmasını tenbihledi. İranlılar bundan son­ra bu şekilde arazı üzerinden vergi aldılar

İslâm geldikten sonra Hz. Ömer halîfe olunca toprakların Öl­çüsünü aynen kabul etti. Zamanında arazînin haracı en yüksek seviyeye ulaşmış, 120.000.000 dirhem haraç toplanmıştır. Aynı yerden Ubeydullah b. Ziyâd biraz baskı ve zorlukla 135.000.000 dirhem haraç toplamıştır. Haccâc ise aynı arazîden, 118 milyon dirhem toplayabilmiştir. Ömer b. Abdilaziz, güzel muamele ve adaletle bu vergiyi 120.000.000 dirheme çıkarmıştır. İbn Hubey-re, askerin yiyeceği ve harp ihtiyatı hariç 100.000.000 dirhem ola­rak haraç almıştır. Yusuf b. Ömer ise, Sevad arazîsinden her yıl 60.000.000 dirhemle 70 milyon dirhem arasında vergi almıştır.

Buna ek olarak Şam tarafı halkından 16.000.000 dirhem, toprak sulama işlerinden 4 milyon dirhem, yol vergilerinden 1.000.000 dirhem, yeni inşâatlardan ve eski evlerden ruhsat vergisi ve iskân vergisi olarak 10.000.000 dirhem ki toplam olarak 101 milyon dir­hem vergi toplamıştır.

Buraya kadar sözü edilen vergiler her yıl toplanan haraç ver­gisi mahiyetindeki ve genellikle yalnız Sevad arazîsine âit vergi­lerdir.

Abdurrahman b. Cafer b. Süleyman’a göre, Sevad arazîsinin en çok vergi götürebilme kabiliyeti 1 milyar dirhemdir. Hükümda­rın malı artınca halkın malı azalmakta, hükümdarın malı azalın-ca halkın malı artmaktadır. Abbasîler zamanında, Halîfe Man-sur, Sevad arazîsini haraç arâzîlikten çıkarıp şahsî mülkiyete ko­nu olan arazî hâline getirinceye kadar, Sevad arazîsinin alan mik­tarı ve haracı aynen devam etmiştir. Halîfe Mansur’un arazîyi şahsî arazî hâline getirişinin sebebi: Halkın sıkıntı ve meşakkati, ihtiyaçları artmış, devletin vergisini ödeyememişler, arazîyi ba­kımsız hâle getirmişlerdir. Bunun üzerine Mansur, arazîyi şahsî mülk hâline getirmiş, çıkan mahsûlün onda bir (1:10) ile yarı (1:2) sine kadar vergi alınabilmesini sağlamıştır.

Ebû Ubeydullah, Halîfe Mehdî’ye, haraç toprakları şahıslara dağıtılmış topraklar hâline getirmesini teklif etmiş, şayet kolay sulanıyorsa mahsûlün yarısını, kovayla sulanıyorsa mahsulün üçte birini (1: 3) dolaplarla sulanıyorsa mahsulün dörtte birini (1: 4) vergi alması teklifinde bulunmuştur. Başka türlü vergi almaya teşebbüs edilmemesini telkin etmiştir. Bu şekilde gerek Mehdî’ye telkin edilen ve gerekse Mansur’un yaptığı vergilendirme bir ha-rac-ı mukâseme olmaktadır. Ayrıca hurmalıklar ve üzüm bağla­rından, meyvahklardan haraç vergisi için esas olan alana göre, çarşı ve pazar yerlerine uzaklık ve yakınlıklarını nazara alarak vergilendirme yapılmasını teklif etmiştir. Şayet çıkan mahsûl an­cak iki haraç miktarı kadarsa, tam olarak haracı ne ise o alınır. İki haraç miktarından az ise hiç haraç alınmaz. Çıkan mahsûlü taksimde de buna yakın işlem tâkib edilir. Vergi mükellefinin bizzat kendi eliyle kendi hissesini alması veya vergi olarak vereceği malı kendi eliyle seçmesi istenir.

Bütün buraya kadar anlatılanlar Sevad toprakları için geçerli olan hükümlerdir. Haracı konulmuş veya konulmamış arazînin hükmü ile haraç arazînin yeni bir statüye konulması gerektiğinde Hukukçu halîfenin içtihadı gerekir. Sebep bulunduğu sürece icti-hadla alınan arazî vergisi bu nevi haracın alınmasını gerektirici sebepler bulunduğu müddetçe harac-ı Mukâseme alınır. Harac-ı Mukâsemeyi gerektirici sebepler ortadan kalkınca eski statüsü ne ise ona çevrilir. Söz gelimi arazîden alan hesabiyle haraç almı­yor idiyse yine o vergi alınmaya başlanır. Çünkü halîfe, kendinden önce o arazîde belirli sebeplere göre içtihatta bulunmuş, bir hü­küm vermiş olan halîfenin içtihadını bozamaz. İçtihad içtihadla nakze dilemez.

Öşür ve haraç memurlarının, kaybettikleri malları Ödemeleri gerekmez. Çünkü bu memurlar kendilerine güvenilen kimseler­dir. Toplanması gerekli olanı toplar ve teslim edilecek yere götü­rür teslim eder. Aynen vekil gibi. Noksanı ödemezler, fazlaya da sahip çıkamazlar. Muayyen bir miktar malı toplamakla görevlen­dirilmişi erse o miktar kadar almaları gerekir. Fazlalık varsa ken­dinin olur, noksanlık varsa Ödemesi gerekir.

Fakat böyle bir çözüm tarzı, güven esasına zıd düşmektedir. Bu hâl tarzının hukuken bâtıl olması icabeder.

Anlatıldığına göre: Bir şahıs İbn Abbas’a gelir, 100.000 dirhem vergiye karşılık, İbn Abbas’dan 1 deve ister. Bunun üzerine o me­mura 100 sopa atılır. Edeblenmesi için diri olarak askıda tutulur.

Hz. Ömer halîfe olunca, insanları topladı ve halkın vazifesi, kendinin onlara karşı vazifeleri, idareciliği, doğru olan yolda mal­ların idare ve harcama usûlü konularında bir konuşmada bulun­du ve dedi ki,

– Ey insanlar, Kur’ân’ı okuyunuz ve ondakileri iyi öğre­niniz, içindekilerle de amel ediniz. Ancak bu şekilde Kur’ân ehli olabilirsiniz. Allah’a isyan ettiği sürece hak sa­hibine hakkı verilmez. Dikkat edin, kişi doğruyu söyleyin­ce rızkına mâni olunmaz ve bir ceza ile cezalandırılmaz.

Yine dikkat ediniz. Allah’ın beni idareci tâyin eylediği şeylerde doğruyu, kurtuluşu 3 yolda buluyorum. Emâneti yerine getirmek, kuvvetliden hakkı almak, Allah’ın indir-diğiyle de hükmetmek. Bir malın helâlliğini, temizliğini de 3 şeyde bulurum. Haklı yoldan kazanmak, haklıya veril­mek, kötülüklerini önlemek. Dikkat buyurun, sizlerin mal­larını harcamada tıpkı yetimin malını idare eden gibiyim. Zengin olursam elimi sürmem, fakir olursam, haklı olarak bir ölçü dâhilinde, bedevinin çölde hayvanını yemlediği gi­bi, yerim. Vergiler alırım.[156]

 

 

 

 

ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Arazîyi İhya Ve Sular Çıkarma

 

A- ÖLÜ (İŞLENMEMİŞ) TOPRAĞI İŞLEME ŞARTLARI, IRAK TOPRAKLARININ DURUMU

 

Bir kimse kullanılmayan, sahipsiz arazîyi işler, işe yarar hâle getirirse, halîfenin izni olsun veya olmasın o toprağın mülkiyetine sahip olur. Ebû Hanîfe’ye göre: Ancak sultanın izniyle arazîye mâlik olunur. Delîli de Resûlullah’m (s.a.v),

“Sultanın, olumlu karşıladığı, temiz ve meşru gördüğü şey ancak bir kimsenin olabilir.” hadîs-i şerifidir. Resûlullah (s.a.v) bir başka hadîs-i şeriflerinde,

“Kim ölü toprağı işe yarar hâle getirir, ihya ederse, o arazî, onundur.’[157] buyurmuşlardır. Buna göre, Sultanın izni ol­madan arazîyi işe yarar hâle getirmek ve o toprağa mâlik olmak mümkündür. Ölü arazîden maksad, Şafiî’ye göre: İmâr edilme­miş, etrafı çevrilmemiş, sınırlanmamış topraklardır. İsterse bu arazî işlenmiş arazîye bitişik olsun, farketmez. Ebû Hanîfe’ye gö­re: imâr edilmiş arazîden sonra, suyun gitmediği arazî ölü arâzîdir. Ebû Yusuf a göre: Ölü arazî, işlenmiş, toprakların en son ucuna durup yüksek sesle seslenen bir şahsın sesinin işitilmediği yerden itibaren başlayan topraklardır. Bu son iki tarife göre: İş­lenmiş arazîye bitişik işlenmemiş arazî ölü arazî sayılmamakta­dır. Amme malı olarak kabul edilmekte, herkesin eşit şekilde isti­fade edebileceği ileri sürülmektedir. Mâlik’e göre: İşlenmiş arazinin sahipleri komşu ölü arazîyi işe yarar hâle getirmeye uzaktakilere nisbetle rüçhan hakkına sahiptirler.

İhya ve işe yarar hâle getirme işlemi de: O bölgedeki Örf ve âdete göre tâyin edilir. İhya için gerekli işlemler ne ise onları ya­pınca ihya maksadı anlaşılır. Çünkü Resûlullah da (s.a.v) hükmü genel buyurmuşlar, diğer hususların tâyinim örfe havale etmiş­lerdir. Meselâ arazîyi işe yarar hâle getirme, o yere oturmak için bir ev yapmakla oluyorsa, evi yapmakla İhya işi için niyyet edildiği anlaşılır. Sebebi de, o bölgede örfün ev yapmanın ihya maksadını ihtiva edişidir. Şayet ekin ekmek, ağaç dikmekle işe yarar arazî hâline getirmek isteniyorsa 3 şarta uyulur:

1- Arazînin etrafını çevreleyen toprak yığmak, taş veya ağaç­lar dikmek suretiyle diğer topraklardan ayırmak.

2- Arazî sulanacaksa suyunu vermiş olmak, bataklıksa kurut­mak, suların o yere gelişini Önlemek. Çünkü ancak bu işleri yapın­ca ziraat yapmak mümkündür.

3- Arazîyi sürmek; sürmekten maksad da orta şekilde toprağı kabartmak, yüksek yerleri tesviye, çukur yerleri doldurma işlem­leridir.

İşte sayılan bu 3 şart bulununca işe yarar hâle getirmek mak­sadı hasıl olmuş, yapan şahıs da o toprağın sahibi olmuş olur. Şafiî mezhebi hukukçularının bir kısmı arazîyi ekip düşmedikçe sahip olamaz demekle yanılmışlardır. Çünkü 3 şartı yerine getirmek ev yapmak gibidir. Nasıl eve ayrıca mülkiyet hususunda bir işlem yapmazsa burada da 3 şarttan başka bir şey yapmaz.

Arazî bu şekilde işe yarar hâle getirilince, birisi ekip dikerse, ekip diken arazîye sahip olmuş olur. Arazî sahibi arazîyi satabilir. Fakat ekip diken satmak isterse durum ihtilaflıdır. Ebû Hanife’ye göre: Arazîyi sürmüşse satabilir, sürmemişse satamaz. Mâlik’e göre: Ekip diken her durumda arazîyi satabilir. Çünkü ziraatçi ekip dikmek suretiyle arazîyi işe yarar hâle getirmede ortak ol­muş oluyor. Şafiî’ye göre: Ekip diken, bir durum hariç genel olarak arazîyi satamaz. O istisnaî hâl de şayet arazî üzerinde gözle görü­lür, belirli şeyler yapmış, dikmiş, ekin ekmiş ise bu türlü şeyleri satar, sürme işlemini, işçiliğini satamaz.

Bir kimse Ölü arazînin etrafım çevrelerse o arazîyi işlemede başkalarına nisbetle rüçhan hakkına sahiptir. Bir başkası etrafı çevrili fakat işlenmemiş olan bu arazîyi işe yarar hâle getirmişse, bu durumda arazîye sahip olmada üstün hakka işleyen sahiptir. Arazînin sahibi o olur, çevreleyenin bir hakkı yoktur. Arazîyi işle­meden, çevreleyen kimse satmak isterse, Şafiî mezhebinin zahirine göre: Uygun bir iş sayılmaz. Ama bir çok şafıî hukukçula­rı arazinin bu şekilde işlenmeden satılabileceğini doğru karşıla­mışlardır. Çünkü o araziyi çevirmekle arazi üzerinde Üstün duru­mu vardır, buna göre de satabilir. Böylece araziyi satsa, müşteri­nin elinde iken bir başkası, işlerse durum ne olacaktır? Şafiî’nin görüşünü benimseyenlerden Ebû Hüreyre’nin oğluna (İbn Ebî Hüreyre)’ye göre, müşteri arazinin bedelini, araziyi çevreleyen ve satan şahsa ödemek zorundadır. Çünkü araziyi teslim aldıktan sonra telef etmiştir. Diğerlerine göre, etrafı çevrili ölü araziyi sat­mak caizdir. Fakat satıştan sonra telef olursa, müşteri de ücreti ödemez. Çünkü araziyi müşterinin teslim aldığı kesin olarak belli değildir.

Bir arazinin etrafı çevrilir, sulanır, fakat sürütmezse suyun aktığı o çevrili yere mâlik olunur. Suyun gitmediği yerlere mâlik olunmaz. İsterse ihya etme bakımından rüçhan hakkı olsun. Su­yun akmış olduğu yeri satmak caizdir. Çevrili yer içinde bulunan, fakat su gitmemiş yeri satmak hususundaki görüşler, yukarıda etrafı çevrili ve başka işlem yapılmamış araziyi satmak gibidir.

İşe yarar hâle getirilen arazîler öşür arazi sayılır. Haraç vergi­si konulamaz. Velev ki arazi öşür veya haraç suyu ile sulansın. Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf a göre: İşe yarar, hâle getirilen arazi, öşür suyu ile sulanıyorsa öşür arazi, haraç suyu ile sulanıyorsa ha­raç arazidir. Muhammed b. Hasana göre: İhya edilen arazî müslü-man olmayan kimselerin açtığı, akıttığı bir ırmak kenarında ve onunla sulanıyorsa haraç arazi sayılır. İnsanlarca herhangi bir müdâhale olmamış, bir ırmak kenarında ve onunla sulanıyorsa (Dicle ve Fırat nehirleri gibi) öşür arazi sayılır. Iraklılar ve başka­ları, Basra’nın Ölü topraklanyla çorak yerlerde işe yarar hale geti­rilen arazinin öşür olduğuna icmâ etmişlerdir. Fakat Muhammed b. Hasan’m görüşüne göre: Acaba Basra taraflarında, müslüman-ların Dicle üzerinden kanal açıp sular akıtıp suladığı arazinin hükmü nasıldır?

Ebû Hanîfe’nin görüşüne göre; acaba bu icmâ nasıl çözümlene­bilir? Hanefi hukuçuları bu görüşler için illet aramakta iki guruba ayrılmışlardır. Bâzılarına göre: Basra Diclesini taşıran deniz su­yunun kabarmasıdır. Deniz, med zamanı Basra toprağını sula­makta, cezr zamanı (çekilme hâlinde) araziyi terk etmektedir. Su­ların kabarmasına, taşmasına sebeb olan denizdir. Dicle ve Fırat değildir. Bu tür bir sebeb ve îzah tarzı fâsiddir. Çünkü med halin­de denizden tatlı suyun gelmesi gerekir. Deniz suyu ile de tatlı su bağdaşmaz. Deniz suyu ile arazî sulanmaz. Basra arazisini sula­yan Dicle ve Fırat sularıdır. Ebû Hanîfe’nin görüşünde olanlardan Talha b. Adem’e göre: Dicle ve Fırat suları Sevad arazisinin bir ke­siminde bataklıklara girer, bu esnada kendilerinden yararlanıla­maz. Sonra Basra Diclesi olan Şattularab’a geçer. Şattularab ise haraç suyu değildir. Bataklık suları haraç suları sayılmaz. Talha b. Adem’in bu açıklaması da ikna edici değil, fâsiddir. Zira Irak’ta­ki bataklıklar İslâmiyetten önce meydana gelmiştir. Arazinin hükmü değişmiş, ölü arazi olmuştur. Suyun hükmüne îtibar edil­memiştir.

Siyer sahibinin (İmam Muhammed’in) anlattığına göre: Bu­nun sebebi, Basra Diclesinİn suyu, yukarı Dicle ve Fırat sularının şehirlerdeki etrafı muhkem kanallardan, geçerek gelen sulardır. Bugünkü bataklıklar, o zaman ekilebilen yerlerdi. Bir takım köy­ler, meskenler mevcuttu. Kubaz b. Firuz, İran hükümdarı olunca, nehrin kanalları önüne bir sed çekti. Bu işini mümkün olduğu ka­dar düşmanlarından gizledi. Şeddin Önünde biriken sular, nehrin yukarı tarafındaki toprakları bastı, evler ve tarlalar sular altında kaldı. Zamanla oğlu Nûşirevan İran hükümdan olunca, bir emirle yeni su yolları açtırarak birikmiş olan sulan tahliye ettirdi. Su al­tında kalan toprakların bir kısmı eski elverişli hâline döndü.

Anlatılan bu olay hicrî 6. senede olmuştur. Bu senede Resulul-lah (s.a.v) Abdullah b. Huzâfeti’s-Sehmî’yi İran’a elçi olarak gön­dermişti. O sırada İran hükümdarı Ebrûz idi. Dicle ve Fırat görül­memiş derecede artmıştı. Ebrûz büyük kanallar yapdırmış, nehir yatağı kenarına sedler çektirmeye çalışmıştı. Her gün 70 kadar sed çektirmiştir. Tonozlar yaptırmış, üzerine kapaklar kapatmış, yine de suyun kuvvetli akışına, zararlarına engel olamamıştır. Sonraları müslümanlar Irak taraflarına geldiğinde İranlılar iç sa­vaşla meşgul oluyorlardı. Yapılan kanallar yanlıyor, yıkılıyordu. Yapımına ve tamirine çalışılmıyordu. Köylüler de nehrin suları­nın taşmasını önleyemiyorlardı. Böylece bataklıklar büyümüş, genişlemiştir.

Muâviye idareyi ele alınca kölesi Abdullah b. Derrâci Irak’a haraç işlerini idare için tâyin etti. Bataklık topraklar işe yarar ha­le gelince 5.000.000 dirhem haraç almıştır. Velîd b. Abdil-Melik halife olunca Abdullah b. Derrâc’tan sonra Hasanu’n-Nebtî’yi ha­raç işleri için idareci tâyin etti. Hişam’m halifeliği zamanında ba­tak arazinin çoğu ekilir hale getirilmiştir. O zamandan beri insan­lar bataklıkları kurutmaya çalışmışsa da çöl ve batak olan yerleri ekilen yerlerden daha çoktur.

İşte buraya kadar anlatılanlar, Ebû Hanîfe aslıâbmın açıkla-marıdır. Onların gösterdikleri sebebler özürlüdür. Sahabenin İcmâda bulunduğu husus, Basra arazisinin Ölü topraklarının işe yarar hale getirilenleri öşür arazidir. Bu yerleri ihyadan başka Öşrî hale getiren bir sebep yoktur.

Ekmek suretiyle ve mesken için işe yarar hale getirilen arazi­nin sınırı, Şafiî’ye göre: Arazi için lâzım olan yo!, sınırları (hudut çizgileri) sulamak veya biriken suyunu akıtmak için gerekli su yollarıdır. Bunlar arazinin kapsamı içine girer. Ebû Hanîfe’ye gö­re: İşe yarar hale getirilen arazinin sınırı, kendisine su ulaşamı-yan yere kadar olan yerleri içine alır. Ebû Yusuf a göre: Yüksek sesle seslenildiğinde sesin işitildiği yere kadar olan arazî işlenilen arazînin şumûlü içine girer.

Şayet bu iki görüş doğru olsaydı, îmâr edilmiş arazînin ve evle­rin birbirine bitişmemesi gerekirdi. Halbuki Hz. Ömer zamanın­da sahabe Basra şehrini kurdular. Her sahabe kendi kabilesi için sınırlar, mahalleler yaptı. Şehrin ana caddelerini 60 zira’ genişli­ğinde tuttular. Ara caddeleri 20 zira’, sokakları da 7 zira’ genişlik­te tuttular. Ayrıca kabileleri ayıran sınırların ortasında, ölülerine mezar yapmak, hayvanlarını bağlamak için geniş alanlar bırak­mışlardır. Evlerini biribirlerine bitiştirmemişlerdir. Bütün bun­ları yaparken hep birlikte aldıkları kararla ve nasla hareket et­mişlerdir. Bu konudaki nas (dînî hüküm), Resulüllah (s.a.v)ın,

“Bir yol boyunca insanlar ev yaparsa, yolu 7 zira’ geniş tutsunlar”[158] hadîs-i şerifidir.[159]

 

B- SULARIN KISIMLARI VE AKARSULARIN HUKUKÎ DURUMU

 

Yeryüzünde mevcut olan sular 3 kısma ayrılır:

  1. a)Nehir suları,
  2. b)Kuyu suları,
  3. c)Pınar suları.
  4. a)Nehir suları kendi içinde üç kısma ayrılır:
  5. aa)Allah tarafından akar bir şekilde yaratılmış olan büyük nehir sularıdır. Dicle ve Fırat nehirleri gibi. İnsanlar bu sular için her hangi bir kazı işlemi yapmamışlardır. Dicle ve Fırat’a “Rafideyn” de denir. Suları arazi sulamaya ve içmeye müsaittir. Halkın, sularından istifâdede niza ve ihtilâf çıkarmala­rı düşünülemez. Herkes ihtiyâcına yetecek kadar faydalanabilir mallarını sulamak için su alabilir. Sulama işlemine ve nehirden su almaya kimse engel olamaz. Sarnıçlarını doldurabilirler, top­raklarına su biriktirebilirler.
  6. bb)Allah tarafından akar şekilde yaratılmış küçük su­lar, ırmaklardır ki kendi içinde iki kısma ayrılır:

Birincisi: Suyundan tam olarak istifâde edilemiyorsa da, önü­ne setler yapıp suyunu yükseltmek suretiyle, o nehir suyundan bölgede bulunan halkın noksansız yararlanabilmesidir. Bu du­rumda her toprak sahibi ihtiyacı zamanında toprağım sulaması hakkıdır. Biribiriyle ihtilâfa düşemezler. Başka bölgenin arazi sa-^ hipleri, bir kanal açmak suretiyle bu nehir suyundan su götürmek isterlerse veya başka yerde akan, suyu çok bir nehrin suyunun faz­lasını bir kanalla bu akar suya akıtmak isterlerse duruma bakılır. Bu küçük nehirden faydalananlara zarar veriyorsa yapılan işle­me izin verilmez. Zarar vermiyorsa su götürmelerine veya su kat­malarına müsaade edilir.

İkincisi: Nehrin suyunun az olması, taşırılamaması ve ancak bir yerde biriktirilmek suretiyle istifâde edilebilme sidir. Bu du­rumda nehirden ilk faydalananlar topraklarını sulamak için suyu tarlalarına tutarlar, işlerini bitirip, yetindikten sonra onlardan aşağıdaki arazi halkı arta kalan sudan yararlanır. Daha sonra da daha aşağıda olanlar… yararlanabilir. Ubâde b. Sâmit de bu konuda şu hadîs-i şerifi rivayet etmiştir.

“Resûlüllah (s.a.v) hurmalıkların sel suyundan sulan­masında önce yukarıdakilerin, sonra aşağıdakilerin sula-yabileceği, yukarıdakilerin işi bitince aşağıdakilere suyu bırakmaları îcâb ettiğini belirtmiş, bu suretle bütün top­rak sahiplerinin topraklarını sulamalarına hükmetmiş­tir.[160]

Yukarıda bulunan toprak sahiplerinin tutabilecekleri su mik­tarı: Muhammed b. İshak’ın Ebû Mâlik b. Salebe’den, Onun da ba­basından rivayet ettiği hadîs-i şerifte:

“Resûlüllah, Mehruz vadisinin sulama işinde suyun toprakta iki topuğa kadar akmasına, birikmesine, iki topu­ğa kadar çıkınca diğer sulanacak araziye suyun bırakılma­sına hükmetmiştir.[161]

Mâlik’e göre: Bathan selinden de arazinin sulanma işinde Resûlüllah (s.a.v) aynı esâsı uygulamış, iki topuğa kadar suyun akmasına müsâade etmiştir. Resûlüllah (s.a.v)ın bu hükmü ve tatbikatı her zaman ve her yerde tatbik edilen genel bir kaide de­ğildir. Akacak suyun miktarı ihtiyâca göre kararlaştırılır.

İkinci gurup sulardan sulama işinde 5 bakımdan ihtilâf göste­rilmiştir. 1- Toprakların değişik yapıda oluşu. Bâzı toprakların az su ile bazısının da çok su ile suya kanması. 2- Arazide olan ekin ve ağaçların değişik oluşu. Ekinler ve hububat için lüzumlu su mik­tarı ayrı, hurma ve ağaçlar için yine ayrıdır. 3- Mevsimin kış ve yaz oluşu. Mevsime göre suya duyulan ihtiyaç az veya çoktur. 4-Ekin ekilme vaktinde ve ekilmeden önce ihtiyaç duyulan su mik­tarı ayrıdır. Ekinler ekilip yeşermiye başlayınca yine ihtiyaç du­yulan su miktarı ayrıdır. 5- Suyun devamlı akması veya kesilme­sine göre de, ihtiyaç ayrı ayrıdır. Kesilecek sudan biriktirebildiği kadar biriktirir. Devamlı akar sudan kullanılacak kadar bir mik­tar kullanılır, biriktirmeye lüzum duyulmaz. Şüphesiz ki bu 5 du­ruma göre Resûlüllah (s.a.v)’ın genel hükmü bir tahdîd sayılmaz. Örf ve âdete göre ihtiyaç miktarı su, takdir ve tesbit edilecektir.

Bir kimse toprağını sulasa, sulama esnasında aşağıdaki ara­ziye de normal olarak sular aksa bu durumda aşağıdaki arazi sahi­bi yukandakine bir tazminat ödemez. Çünkü herkes mülkünde ve mubah olan şeyi kullanmakta serbesttir. Aşağıdaki araziye akan suya balıklar toplanmışsa, aşağıdaki arazi sahibinin balıkları av­lamada, suyun gelmiş olduğu yukarıdaki arazi sahibinden daha Üstün bir avlanma hakkı vardır.

  1. cc)İnsanların, bir araziyi işe yarar hâle getirmek için kazı yapmak suretiyle ortaya çıkardıkları akarsular: Böyle sular aynen evler arasındaki sokaklar gibi insanlar arasında müş­terek maldır. Herhangi birinin toprağından çıkması ona bu suyun mülkiyetini bahşetmez. Böyle bir su Basra taraflarında bulun­muş ve denizin med hâlinde nehirden su akıyorsa o civardaki bü­tün arazi sahiplerinin müşterek suyudur. İhtilâf çıkaramazlar, suyu bir yerde tutup önleyemezler. Önüne sed çekip, baraj yapıp, suyu taşınp bütün arazinin sulanması işine engel olunmaz. Arazi sulandıktan sonra cezr (deniz suyunun çekilmesi) hâlinde su ara­zide tutulup alıkonur. Med ve cezir olmayan ülkelerde ise, suyu kazıp çıkaran arazi sahiplerinin müşterek mahdır. Başkalarının buradan arazi sulamalarında, suyu biriktirip arazisine götürme­sinde bir hakkı yoktur. Suya ortak olanlardan birisi tek başına ne­hir üzerine dolap kuramaz, suyun önüne set çekip yükseltemez, değirmen kuramaz. Müşterek mülk olan sokaklarda, caddelerde nasıl herkes istediğim yapamazsa, müşterek sularda da diğer or­takların rızası olmadan tek başına bir tasarrufta bulunamaz. Ay­nı şekilde suya yeni kollar katamaz ve suyu kollara ayıramaz. Or­takların hepsinin rızasıyla böyle işler yapılabilir.

Sonra bu sudan faydalanma 3 özellik arzeder:

1- Ortaklar az ise günlere göre münavebeli faydalanırlar. Çok-sa saat hesabına göre tarlalarını sularlar. İhtilâf çıkar, anlaşa­mazlarsa aralarında kur’a çekerler. Buna göre bir sıra tesbit edilir devamlı ona uyulur. Herkes nöbetine dikkat eder, başkasının sı­rasında arazisini sulayamaz.

2- Taksim yerinde geniş tahtalarla suyu taksim etmek, küçük ağızlıklar açarak suyu parçalamak, her ağızlıktan o nehirden fay­dalanacakların hakları nisbetinde beşte bir (1: 5) veya onda bir (1: 10) gibi suyu taksim etmek ve belirli devirlere göre araziyi sula­mak.

3- Arazisinin alanına göre veya ortakların ittifakıyla tesbit edecekleri kadar bir deliği arazisinin başına açıp o kadar su ile de­vamlı olarak araziyi sulamak. Bu durumda da her ortağın hakkı­na eşit şekilde uyulur. Kimse kararlaştırılan bu suyu azaltıp artı­ramaz. Ancak müşterek bir kararla hareket edilir. Sokaklardan istifâde gibi.

Sulama hakkı sonra olan bu hakkını öne alamaz, sonradan bir sulama hakkı daha isteyemez. Evden sokağa sonradan kapı açma bazı sınırlamalarla mümkündür. Halbuki sulama hakkını öne al­ma, istifâde hakkına diğer ortaklara nisbetle bir ziyadelik katar, hakkın artırılışı sayılır.

Bu nevi akar suların etrafındaki topraklar ölü toprak ise, Şafiî’ye göre: Benzer topraklardaki örf ve âdete göre işlem yapılır. Birinci nevi nehirlerden kanallar açıp su akıtmada ve bu sudan yararlanmada hüküm 3’ncü nevi nehirlerdeki gibidir. Çünkü akı­tılan sular da gizli nehir sayılır. İnsanlar tarafından ortaya çıkarı­lan üçüncü nevi nehirlerin işlemi carî olur. Ebû Hanîfe’ye göre: Nehrin kenarları, akar suyun sızıp çamurlarının meydana geldiği yere kadar olan kısımdır. Daha geniş bir kenar düşünülemez. Ebû Yusuf a göre: Kanalın çevresi, toprak üzerinde suyun akamadığı yerlere kadar olan kısımdır. Ancak bu çevre suyu toplar, akmasını sağlar. Ebû Yusuf un bu görüşü tercihe değer.

  1. b)Kuyular ve hukukî durum:

Kuyuları kazma suretiyle ortaya çıkaranın hukuk açısından 3 durumu söz konusudur.

  1. a)Birinci durum: Yolcuların içmesi maksadıyla açılan kuyular. Bu nevi kuyuların suyundan istifâdede kuyuyu kazan ve diğer şahıslar eşit ve müşterek hakka sahiptir. Hz. Osman Rûme  kuyusunu,  kovasını  da  koymak üzere  insanların istifâdesine vakfetmiştir. Suyun az veya çok oluşuna göre insanın içmesinde, hayvanın sulanmasında, arazinin sulanmasında her­kes müşterek hakka sahiptir. Kuyu suyu az ise, hayvan sulama, tarla sulamadan Öncedir. Hayvan terimi içine insanlar da girmek­tedir. İnsan ve hayvana birden yetmiyorsa, insanların içmesi hay­vanlardan öncedir.
  2. b) İkinci durum: Çöllerde su bulup ihtiyaç gidermek için açılan kuyular. Susuz yerlerde bu şekilde kuyu açan ve bu­lan kimseler, kendileri ve hayvanları içerler. Suyu bulmaları ve orada oturmaları sebebiyle istifâdede başkalarından önce gelir­ler. Kuyunun suyu fazla ise, başka yerlerden gelenlere de sudan istifâde ettirirler. O yerden göçüp giderlerse kuyu gelip geçenler için sebil olur. Önce bir kabileye aitken, sonra umuma ait kuyu du­rumunu kazanır. Göç ettikten sonra tekrar o yere dönerlerse, on­larla diğerleri eşit hakka sahiptir. Daha önce gelip yerleşen* ol­muşsa, istifâde hakları daha kuvvetlidir.
  3. c)Üçüncü durum: Bir şahsın kendisi için olmak üzere kazdığı kuyuîar. Suyu çıkarmadıkça kuyunun mülkiyeti kesin-leşmez. Kuyudan su çıkarmışsa mülkiyeti kesinleşir. Şayet suyu­nu dışarı çıkarmıya muhtaçsa suyun alınması, çıkarılmasıyla tam bir ihya olur. Mülkiyet kesinlik kazanır. Bilâhare de şahıs, kuyu ve çevresinin mâliki olur.

Kuyunun çevresinin miktarı hususunda hukukçular farklı gö­rüştedirler. Şafiî’ye göre: Bu konudaki örfe göre tâyin edilir. Ebû Hanîfe’ye göre: Kazılan ve su çıkarılan kuyunun çevresi her taraftan 50 zira’ (37,5 m.) olan bir alandır. Ebû Yusuf a göre ise: Her ta­raftan çevresi 60 zira (45 m.) olan bir alandır. Ancak kuyunun do­labı bu ölçüden daha büyükse dolabın sonuna kadar olan yer ku­yunun çevresi sayılır. Yine Ebû Yusuf a göre: Hayvan sulamak ve dinlendirmek için açılan kuyuların çevresi her taraftan 40 zira’ (30 m.lik) olan bir yerdir. Ebû Hanîfe’nin ve Ebû Yusuf un verdik^ leri bu rakamlar hakkında nas varsa, bağlayıcıdır. Yoksa kesin değildir, uyulması gerekmez. Onun için görüşleri tenkidden vareste değildir. Su dolabına göre tâyin etmesi uygundur. Buna göre, Örf ve âdetle hareket daha muteberdir.

Kuyunun ve etrafının mülkiyeti kesinleşince suyundan fayda­lanmada da hak sahibidir. Şafiî mezhebi hukukçuları araziyi su­lamadan, etrafını çevirmeden malik olup olamıyacağı hususunda ihtilaflıdırlar. Bâzılarına göre, mülkiyet edinme kararıyla araziye de mâlik olur. İsterse etrafını çevirmesin ve işlemesin. Mâden bu­lunan araziye mâlik olunca madeni çıkarmasa da mâdenin mül­küne de sahip oluşu gibi. Binâenaleyh, kuyu etrafını sulamadan önce de satabilir. Bir şahıs gelip kuyu etrafını sulasa kuyu sahibi ondan bu yeri (kuyu etrafım) geri alır. Diğer bir guruba göre de: Kuyu etrafını sulamak, çevirmek suretiyle mâlik olur. Böyle bir iş yapmamışsa asıl olan o kuyu etrafının mubah oluşudur. Herkes eşit hakka sahiptir. Bir başkası gelip sular ve sürerse, kuyu sahibi geriye alamaz.

Kuyunun husûsî mülkiyeti: Suyundan istifâde hakkı kesinle­şince kuyu sahibi hayvanlarını, ekinlerini, ağaçlarını sular. Ken­di ihtiyacından fazla değilse, başkalarına su vermek mecburiyeti yoktur. Ancak, suya çok daralmış hayvan ve insanlara kuyusun­dan su vermek zorundadır. Hasanın rivayetine göre: Bir şahıs su­yu bulunan bir kabileye gelir. Su ister, vermezler, adam da Ölür. Hz. Ömer, o kabilenin hepsini ölenin diyetine mahkûm eder. Şah­sa âit kuyunun suyu, şahsın ihtiyacından fazla ise, Şafiî mezhebi­ne göre: Ekin ve ağaç sulama hâriç hayvan ve sürü sahiplerinin ih­tiyaçlarını karşılamak için fazîa suyu vermesi gerekir. Şafiî’nin görüşünü paylaşanlardan Ebû Ubeyde b. Cersûme’ye &°’re: Fazla olan suyunu hayvanlar ve bitkiler için vermek mecburiyeti yoktur. Şafiîlerden diğer hukukçulara göre: Ekinler hâriç, hay­vanlara vermek mecburiyetindedir. Bu mecburiyeti hukukîdir.

Ebû Zenâd’m A’rec’den, onun Ebû Hüreyre’den rivayetine gö­re, Resûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kim suyun fazlasını başkalarının ihtiyaçlarını gider­mek için vermezse, Allah da kıyamet gününde rahmetinin fazlasını esirger.[162]

Kuyu suyunun fazlasını harcamada 4 muteber şart ara­nır.

1- Kuyunun bulunmuş olduğu yerde, su isteyen şahıs olacak ve kuyu suyundan başka bir su ile sulanamayacak.

2- Kuyunun civarında ona bitişik arazî olması. Şayet sulana­cak arazî yakında değilse, su vermek gerekmez.

3- Hayvanlar içecek başka su bulamıyacak. Mubah, herkesin istifâde ettiği su mevcutsa, hayvanlar o sudan sulanır. Bir bölge­de, birden fazla kuyu varsa her kuyu sahibi suyunun fazlasını ku­yusuna gelene vermesi gerekir. Hayvanlar için bir kuyunun fazla suyu yeterli ise, diğer kuyu sahiplerinden, hayvanlara su verme mecburiyeti düşer.

4- Hayvanların su için kuyu başına gelmesi, kuyu sahibinin ekinlerine ve hayvanlarına zarar vermemelidir. Zarar veriyorsa hayvanlar önlenir, çobanlar fazla olan suyu alır, hayvanlarına gö­türebilirler.

İşte bu 4 şart tam anlamıyla mevcutsa, fazla suyu olan kuyu sahibi bedelsiz olarak bu suyu harcar; ücret alması haramdır. Şartlardan biri veya birkaçı yoksa, bir ölçüye göre ücret alması caizdir. Ölçüsüz, tartısız, takdirî olarak satamaz. Ayrıca hayvan doyasıya, ekin kanasıya kadar su verip, para almak caiz değildir.

Bir şahıs kuyu kazar veya satın alır, etrafına da sahip olursa sonra o kuyudan biraz uzak, çevresi dışında bir kuyu kazar, birinci kuyunun suyunu ikinci kuyuya akıtır, doldurursa ikinci kuyuya da mâlik olur. Yaptığı işe kimse engel olamaz. Aynı şekilde bir kimse kuyusunu temizlemek için ikinci kuyuyu kazarsa ve birinci kuyunun suyu da değişirse ikisine de sahip olur. Mâlik’e göre: Bi­rinci kuyunun suyu çekilirse onun mülkiyetini kaybeder, kuyuyu da kapatır.

  1. c)Pınarlar ve hukukî dramları:

Pınarlar da 3’e ayrılır.

  1. a)Allah’ın çıkardığı, insan oğlunun müdâhalesinin olmadığı pınarlar. Bu nevi pınarların hükmü, kendi kendine akan nehirle­rin hükmü gibidir. Pınar suyu ile bir toprağı işe yarar hâle getiren, pınar suyundan ihtiyâcı kadar alabilir. Suyun azlığı sebebiyle arazî sahipleri ihtilâf ederlerse pınar suyundan toprağı işe yarar hâle getirenlerin durumuna bakılır. Bir kısmı diğerinden önce toprağı işe yarar hâle getirmişse, pınar suyundan istifâde hakkı araziyi ilk işe yarar hâle getirene âit, sonra ondan sonrakine ve böylece bir sıra takip edilir. İlk gelenin, hakkı vardır. Bâzılarının hakkı çok az ise, diğerlerinin sulama hakkından tamamlanır. Hepsi aynı zamanda arazisini işe yarar hâle getirmiş öncelik ve sonralık yoksa suyu ya taksim suretiyle veya bir sıralaşma sure­tiyle kullanırlar.
  2. b) İnsanlar kendi gayretleriyle pınarları akıtmışlarsa Çıkaranların mülkü olur. Pınarın etrafındaki toprağa da sahip olurlar. Şafiî mezhebinin görüşü budur. Pınarın etrafındaki ara­zinin miktarı da örfle, ihtiyaçlarla, zaruretlerle tâyin ve tesbit edi­lir. Ebû Hanîfe’ye göre: Pınarın çevresi, suyun aktığı yöne doğru olmak üzere 500 zira1 (375 m.) lik bir arazîdir. Suyu sevk edebilece­ği her yönde bu kadar uzaklıktaki bir mesafe, pınarın çervesi sayı-

lır. Ve pınarlar sahiplerinin mülküdür.

  1. c)Bir şahsın kendi toprağından pınar çıkarması: Pınar­lar arazi sahibi, arazisini sulamakta herkesten önce gelir. Su an­cak kendi toprağına yeterli ise başkasına vermez. Başkasının da isteme hakkı yoktur. Su sıkıntısı içinde olan hâriç. Şayet ihtiya­cından fazlaysa ve bununla Ölü toprağı işe yarar hâle getirecekse bu hakkıdır. Arazîsini de sular. Böyle bir toprak işiemiyecekse, fazla olan pınar suyunu insan ve hayvanların ihtiyâcı için harca­ması zorunludur. Ekinlere vermeyebilir. Aynen kuyu suyu gibi. Ekin sahipleri, para ile su isterlerse, ücret karşılığı su vermesi caizdir. Hayvan sahipleri ücretle su isterse, ücret alması uygun değildir. Çöllerde kuyu kazan veya pınar çıkaran kimse bunun mâlikidir. Suyunu parayla satabilir. Aldığı para haram olmaz. Saîd b. el-Müseyyeb ve İbn Ebî Ziyb’e göre: Satamaz. Satmışsa al­dığı para haramdır. Ömer b. Abdilaziz ve Ebû Zenad’a göre: Şayet müşteri çekmek, celbetmek için satmışsa caizdir. Issızlıktan istifâdeyle satmışsa caiz değildir. Kuyu veya pınar sahibinin ya­kınlarının sudan ücretsiz istifâdeye hakları vardır. Çöllerde açı­lan pınar ve kuyunun sahibi, civarına da sahip olur.[163]

 

ON ALTINCI BÖLÜM

Otlak Yerler Ve İrtifak Hakları

 

MER’ALAR (OTLAKLAR) VE İRTİFAKLAR

(KAMUNUN ORTAK MALLARI) HUKUKÎ DURUMLARI

 

A- MER’ALAR (OTLAKLAR, KORULUKLAR)

 

Çayırlık ölü arazi: Hayvanların otlaması için çayır ve benze­ri otların bitmesi maksadıyla, herkese âit olmak üzere ayrılan, mülk edinilmesi, işe yarar hâle getirilmesi, yasaklanan topraklar­dır. Bir hadîs-i şerifte:

“Resûlüllah (s.a.v)’m, el-Bakı’ denilen bir arazîyi, Medine’de otlak edinmiş olduğu’[164]rivayet edilir. Ebû Ubeyde rivayetinde de: “Nakı” diye geçmektedir. Resûlüllah (s.a.v) bu yer için şöyle buyurmuştur:

“Elleriyle Ka’ tarafına işaretle; işte şurası benim mer’amdır.”[165] Bu yerin alam 6 mil kare kadardır. Eni 1 mil, uzunluğu da 6 mildir. Ensâr ve Muhâcirûnun atları ve hayvanla­rının otlaması için ayırmışlardır. Ondan sonra her halîfe, halkı için otlaklar tahsîs etmişdir. Arazînin tamâmını veya büyük bir kısmını otlak için ayarmak doğru olmaz. Az bir araziyi de halkın belirli bir zümresinin hayvanları için otlak olarak tahsis etmek de uygun değildir. Merayı bütün müslümanlara veya yalnız fakir ve miskinlere ayırmanın doğru olabilmesinde iki görüş vardır.

Birinci görüşe göre: Böyle bir tahsîs işlemi caiz değildir. Mer’alar yalnızca Allah Resulü (s.a.v) için tahsîs edilir. Bu konuda Sa’b b. Cessâme de Resûlüllah (s.a.v)m, Bakı’ otlağını, mer’a ya­parken şöyle buyurduğunu rivayet eder;

“Mer’alar ancak Allah ve Resulü içindir.”[166]

İkinci görüşe göre: Halîfelerin şahısları adına mer’a yapmala­rı hukuken doğru kabul edilmiştir. Çünkü onlar mer’a seçerlerken kendi şahısları için değil, bütün müslümanlarm faydalanması için bu otlakları tahsîs etmişlerdir. Ammenin yararlanması için kim bu şekilde namlarına mer’a yaparsa yapsın hukuken mute­berdir. Hz. Ebû Bekir, Rebeze mevkiinde sadaka ehline mer’a ayırmıştır. Kölesi Ebû Selâme’yi de başına vazifeli tâyin etmiştir. Hz. Ömer de Şerif mevkiinde Hz. Ebû Bekir gibi mer’a ayırmış. Huneyy isimli kölesini de bu yere idareci tâyin etmiştir. Huneyy’e şöyle demiştir:

–  Ey Huneyy, kanatlarını insanlardan çek. Mazlumun duasından kork. Çünkü onun duası kabul olunur. Otlağa ekin ve tarla sahiplerini de girdir. İbn Affan’m, Ibn Avfm sürülerini de gö­zet. Çünkü onların sürüleri aç kalırsa, ekinlere ve hurmalıklara sokarlar. Halbuki ekin tarlaları sahipleri çoluk çocuklarıyla gele­rek,

–  Ey Hâlife, onları bizlerle mi imtihan ediyorsunuz? diye şikâyet ederler. Hakka uymazsan sana önem vermem. Çünkü ekin tarlaları benim için para ve puldan daha kıymetlidir. Allah’a yemîn ederim ki, Allah yolunda mal bırakma diye bir şey olmasay­dı ben de ülkelerde mer’a ve bir şey bırakmazdım. Halbuki Resûlullah (s.a.v),

“Mer’alar, koruluklar Allah ve Resulü içindir.’* buyur­muştur.

Bu hadîs-i şerifin mânâsı: Mer’alar, Allah’ın ve Resulünün (s.a.v) fakirler, miskinler ve bütün müslümanların işleri içindir. Yoksa câhiliyyet devrinde olduğu gibi, şahıslar, mütegallibe in­sanlar, özel zümreler için otlak yapılamaz.

Câhiliyyet devrinde Kuleyb b. Vâil, her yönden gözün erişebi­leceği yerlere kadar uzanan bir arazîyi şahsı için mer’a olarak ayırmış köpeklerle de korunmasını sağlamıştır. Bu mer’anm haricindeki arazî de diğer insanlara kalmış, onun bu hareketi öl­dürülmesine sebep olmuştur. Bu konuda Abbas b. Mirdas şu şiiri okumuştur:

“Onun büyüklenmeden ileri gelen kötülüğü sebebiyle köpek­leri dahi ölümünü istiyordu.

Çünkü Vâİl mer’asma azıcık giren birine azgın, havlayan kö­pekler salıyor, girişlerini engelliyordu.”

Topraklar ölü durumunu muhafaza İçin mer’a hükmüne so­kulursa o zaman şahıslar tarafından ihya ve işletme cihetine giri-şilemez. Müsâade de edilmez. Zengin, fakir, müslüman, zımmî herkes hayvanlarını otlatmada eşit hakka sahiptirler. Yalnız müslümanlara tahsis edilirse zımmîler istifâde edemezler, Müs­lümanların zengin ve fakir hepsi de faydalanırlar. Miskinlere, fa­kirlere mera tahsis edilmişse zengin müslümanlarla zımmîler istifâde edemezler. Otlakları yalnız zengin müslümanlara veya yalnız zımmîlere ayırmak hukuken caiz değildir.

Mer’alar, zekât olarak toplanan malların ve savaşçıların atla­rı için ayrılmışsa bu otlaklardan başkaları yararlanamaz. Buraya kadar belirtilen şekilde ayrılan otlaklar şartlarına uygun olarak kullanılır. Özel olarak ayrılan otlaklar yetecek durumda ise bütün insanların yararlanabilmesi için, özel mer’a statüsü genelleştiri-lir. Ancak o zaman herkes ortaklaşa, eşit bir şekilde yararlanabi­lir. Çünkü özel maksatlarla tahsis edilen otlaklardan herkes eşit bir şekilde yararlanamaz.

Genel rner’anm özel mer’a statüsüne sokulmasındaki durum şudur: Fakirler ve miskinlerle savaşçılar için olursa değiştirilebi­lir. Başka bir şekilde Özel durumlara sokulamaz. Yalnız zenginler için, yalnız zımmîler için genel mer’a özel mer’a hâline getirile­mez. Genel mer’a küçültülüp fakirlere tahsis edilecekse yukarıda zikredilen iki durum geçerlidir. Mer’alığı kesinleşmişse, küçültü­lüp bir kısmını ölü arâzîlikten kurtarmak, mer’alıktan çıkarmak doğru değildir. Çünkü mer’a hükmünü arazîyi ihya ve işleme muamelesi bozamaz.

Resûlullah’m (s.a.v) mer’a bıraktığı arazî ise, mer’a hükmü sabit, ihya etme bâtıldır. İhya etmek, işe yarar hâle getirmek iste­yenin isteği reddedilir. Mer’a oluş sebebi hiçbir zaman değiştirile­mez. Zira Allah Resulünün hükmünü kimse değiştiremez. Eğer Resûlullah’tan (s.a.v) sonra gelen halîfelerin mer’aîarı ise, ihya kararları hakkında iki fikir vardır.

Bir fikre göre: Halîfelerin mer’a olarak belirttikleri yerleri sonradan kimse mer’alıktan çıkaramaz. Aynen Resûlullah’ın (s.a.v) meraları gibi. Geçerli olan ilk karardır, ki o da mer’a oluşu­na dâir olanıdır.

İkinci fikre göre: İhya etmek, işlemek mümkündür. Mer’a oluş hükmü kaldırılır veya mer’a miktarı azaltılır. Resûlullah’m (s.a.v) hadîs-i şeriflerinden olan,

“Kim ölü toprağı işler, işe yarar hâle sokarsa, o taprak, o şahsa aittir.”[167] hükmü bunu açıklamaktadır.

Herhangi bir idareci meralardan, koruluklardan yararlanan hayvan sahiplerinden para alamaz. Çünkü Resûlüllah (s.a.v), hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Müslümanlar üç  şeyde ortaktırlar:  Su, ateş ve mer’alar.tt[168] [169]

 

B- İRTİFAK (KAMUNUN ORTAK MALLARI) VE HUKUKÎ DURUMU

 

İnsanların, oturdukları evlerin yollarından, caddelerinden şehirlerin çevresinden, mesîre yerlerinden, sayfiyeliklerinden, konak yerlerinden faydalanmasına irtifak denir.

İrtifaklar 3 kısma ayrılır:

  1. a)Ova ve sahralardaki irtifaklar.
  2. b)Mülklerin çevresindeki irtifaklar.
  3. c)Cadde ve yollara mahsus irtifaklar.
  4. a)Ova ve sahralara âit irtifak haklan: Ovalarda, sahra­larda yolculuk esnasında konaklanılacak yerlerde, akan sularda ve su yollarındaki irtifak haklarıdır.

Bu da kendi içinde iki kısma ayrılır:

1- Yolcuların ve misafirlerin konaklaması için ayırt edilen yerler. Hükümdar veya idarecileri bu yerleri ayırırken yalnızca mesafelerin uzak oluşu ve yolcuların ihtiyâcı için değil, kötülükle­ri önlemek, suları korumak saklamak, oraya gelenlerle oradakiler arasını kaynaştırmak için tahsis eder. Bu yere ilk gelenin oturma ve konaklama hakkı sonradan gelenlerden Öncedir. İlk gelen git­medikçe ayrılmadıkça sonraki gelen kişi, yer yoksa giremez. Hadîs-i şerifte de, “Bir yere ilk gelenin niyyeti geçerli, hak onundur.”[170] buyurulmuştur.

İki şahıs aynı zamanda bir yere gelirlerse ve istifâdede ihtilâf gösterirlerse, ihtilâfı gidermek için en âdil çözüm yolu ne ise o araştırılır. Mesele âdil bir şekilde çözümlenir. Arazide de durum aynıdır. Bir yerden diğer yere geçmek, âmme malına, mer’aya ula­şabilmek için yol gerekiyorsa bu durumda geçip gitmek için. herke­se âit olmak üzere tarlasından bir yol verir, kaçınamaz.

2- Bir kısım insanlar oturmak ve yurt tutmak için bir yere inerlerse, halife bunların o yere iniş sebebine bakar. Bunlar o yere, yolculara, ora sakinlerine zarar vermek için inmişlerse o yere yer­leşmelerine mâni olunur. Yolculara ve o civardaki oturanlara za­rar vermiyorlarsa genel menfaat neyi gerektiriyorsa onu yapar, yerleşmelerini yasaklar veya müsâade eder. Hz. Ömer de, Basra ve Küfe şehirlerini kurdurunca her iki şehre de bir takım insanlar yerleştirdi. Fitne ve fesadın çıkmaması, kan akıtılmaması için âmme menfaatim göz önünde tuttu. Misafir gelenleri kabul ettir­medi. Aynen ölü arazinin münâsib görülen kısmını ayırıp işe ya­rar hâle getirmedeki gibi hareket etti. Başkalarına hak tanımadı. Bir kafile Halife’den izin almadan yerleşmişse mâni olunmaz. Ölü araziyi izinsiz ihya edenler, işleyenler gibi. Çocukların da o yere onlarla yerleşmeleri uygunsa yerleştirilir. Kendilerinden sonra gelenler yerleşmek isterlerse ancak izinle yerleşebilirler.

Kesir b. Abdillah’m babasından, onun da dedesinden anlattı­ğına göre: Hz. Ömer’le 17. hicret yılında beraberce Umrede idik. Yol boyunca suyu bulunan kimselere (Ehlü’î-Miyaha) Mekke ile Medine arasındaki bu yerlerine evler yapmalarını söylediler. Da­ha önce böyle evler yoktu. Onlara yol boyunca evler yapmalarına müsaade etti. Şu şartı da ileri sürdü. Gelip geçen yolcular su içme ve gölgelenme, istirahat hakkına sahiptirler.

  1. b)Evlerin, mülklerin etrafındaki irtifak hakları: Ev ve mülke zarar veriliyorsa irtifak hakkı tanınmaz. Ancak verilen za­rara iştirak edilirse irtifak hakkı tanınır. Zarar verilmiyorsa irti­fak hakkının mübahlığı hususunda ev ve arazî sahiplerinin izni de olmasa irtifak hakkı doğar mı, doğmaz mı? hususunda iki görüş vardır. 1- Mülk sahipleri izin de vermese irtifak hakkı doğar, ferde bu hak tanınır. Çünkü mülklerin çevresi, irtifak sayılır. Oradan geçmek zorunda kalanlarla mülk sahibi çevreden istifâdede eşit hakka sahiptirler. 2- Mülklerin sımn o mülke dâhildir. Çevresin­de irtifak hakkı tesîs edilemez. Ama mülk sahibi izin verirse mül­künün çevresinde irtifak hakkı tanınır. Çünkü mülk sahibi mül­künün sınırlarında özel tasarrufa sahiptir.

Cami ve mescidlerin çevresine gelince: İrtifak hakkı tesis etmek isteyen, cemâatin geliş gidişine engel oluyorsa bu hak ken­dine tanınmaz. Halîfe dahi irtifak hakkı tesis etmek isteyen bu şahsa böyle bir hakkı tanıyamaz. Çünkü o caminin cemâati, cami çevresinde daha üstün bir hakka sahiptir.

İrtifak hakkı tesisi cemâatin gelişi-gidişine zarar vermiyorsa cami ve mescid çevresinden irtifak hakkı tanınır. Acaba halîfenin bu hususta ayrıca iznine lüzum var mıdır? Hususî mülklerden ir­tifak hakları nasıl tesis ediliyorsa onun gibi cami ve mescidlerin kenarından da irtifak hakları tesîs edilir. İzne lüzum hissediîirse halîfeden veya görevli şahıstan izin istenir.

  1. c)Cadde ve yol kenarlarına mahsus irtifaklara gelince:

Halîfenin iznine bağlı bir şeydir. Halîfenin izninin hükmünde de iki anlam vardır.

1-  Halîfe’rtin görüşü: Tecâvüzü önlemek, zararları engelle­mek, çıkan ihtilaflarda halkı sulh etmek gâyeleriyle sınırlıdır. De­vamlı durmak veya sonradan gelene hak tanımak maks adi arıyla irtifak hakkı tanıyamaz. O yerlere önce gelen sonra gelenden daha kuvvetli hak sahibidir.

2- Halîfenin irtifaklar hakkındaki görüşü ve izni bir nevi icti-had gibidir. Oturup işgal etmesinde mahzur görmediği kimseye izin verir, zarar gördüğünü de men eder. Zarar görülen kimseye karşılık sonra gelene hak tanınır. Öncekine tanımayabilir. Hazîneden para vermede, ölü arazîyi işe yarar hâle getirmede şa­hıslar arasında seçme hakkı olduğu gibi, Önceden o yere gelmek, irtifak hakka tanımaya Öncelikle hak bahşetmez. Bu ikinci görüşe göre, halîfe seçim ve tercih hakkına sahiptir.

Her iki fikre göre irtifak hakkı tanınan kimselerden ücret alınmaz. Müracaatçıları halîfe kendi aralarında anlaşmaya bı-rakmışsa, o zaman önce gelen bu yere oturma hakkına sahiptir. O yer işgal edene terk edilmişse ertesi günü, bir gün önce işgal eden­le diğer şahıslar istifade ve irtifak bakımından eşit hakka sahip­tir. O gün Önce gelene irtifak hakVı tanınır. İmam Mâlik’e göre: Şahıslardan birinin o yerde oturduğu meşhur hâle gelmişse, ihtilâfları gidermek için oturduğu herkesçe bilinene hak tanınır. Bununla beraber, genel menfaat mubah bir irtifaktan tam bir mülkiyete çevirmeyi gerektiriyorsa, yani âmme menfaati irtifak hakkının mülkiyet hakkına çevrilmesini îcâb ettiriyorsa irtifak hakkı kaldırılır, bu hak şahsî mülkiyete çevrilir.[171]

 

C- CAMİLERDEN FAYDALANMA

 

Âlimlerin, hukukçuların camilerde, mescidlerde oturmaları, ders okutmaları, fetva verme işlerine gelince: Rekabet için böyle bir işe girişmişlerse, her bir âlim ehil olmadığı konulardan uzak kalır, birbirleriyle münakaşalardan kaçınırlar. Bunları yapmaz­lar, talebeleri, doğru yolu bulmak ve bilmek isteyenleri sapıtırlar­sa sonunda kendileri aşağı duruma düşerler, zelîl olurlar. Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Fetvalarda en cüretli hareket edeniniz, sîzi Cehenne­min tuzaklarına cür’etle hazırlayanlardır.”[172]

Halîfe, kabul veya reddetme” bakımından âmme menfaatleri­nin gerektirdikleri ne ise ona göre durumlara bakar, kontroller yapar, kararını verir. Ders okutmaya ehil olan biri bir mescidde ders okutmak ve fetva vermek isterse, mescidin durumuna bakı­lır. Mahalle mescidiyse, imamı halîfe tarafından tâyin edilmemiş-se, ders okutmak ve fetva vermek için, Devletin ve halifenin iznine lüzum yoktur. Mescidin imamı olmak için izne ihtiyaç olmadığı gi­bi, ders ve fetvalar vermede de izne ihtiyaç yoktur. Camiler veya büyük mescidlerse ve imamının tâyini halîfe tarafından yapılmış­sa o zaman ülkenin örf ve âdetine, emsallerinin ne tarz hareket et­tiğine uyulur. İmamı halîfe tâyin etmişse, ders verme ve fetvalarda bulunma hususunda da halîfeden izin almak gerekir. Tâyinle imamlık yapan şahıs bu noktaya dikkat eder.

Kendini tâyin eden makamdan ders ve fetva için izin ister. An­cak o zaman bu işleri yürütebilir. Halîfe aleyhinde dedikodu olma­ması için izin alınması, yetkili makamlara haber verilmesi gere­kir. Ders okutma ye fetvalar verme konularında Halîfenin görü­şü, aydınlığa kavuşmamış sa, diğer küçük mescidlerdeki gibi, izin istenmeden de ders okutulur.

Cami ve mescidlerde ders ve fetva vermek için bir yer tâyin edilmişse, Mâlik’e göre: Bu yer de başkanca biliniyorsa, orada izinsiz dersler okutulur, fetvalar verilir. Hukukçuların pek çoğu bu fikrin aleyhindedirler. Devletten izin almaksızın bu tür bir ha­reket istihsana dayanan bir örftür, yoksa tam bir meşru hak sayıl­maz, îzin almayı gerektirir. Ders okutulan yerden kalkıp ayrılı-nırsa, bir başka zaman önce gelen kimse hak sahibidir. Âyet-i kerîmede:

“Yerli ve misafirler mescidde müsavidir.” (K K. 22: 25) buyurul muştur.

Halkın, cami ve mescidlerde hukukçuların ve kurranın halka­larına oturmalarına müsâade edilmez. Bu konuda Resûlüllah (s.a.v) in şöyle buyurduğu rivayet edilir:

“Ancak 3 şeyde sınırlama vardır. Kuyunun etrafındaki arazinin hududu. At bağlanıldığında kullanılan ip, bir olay hakkında yapılan istişâri toplantı.”[173]

İctihad caiz olan konuda muhtelif mezheb mensuplarının ihtilâflarına bir şey denilmez. Ancak aralarında bir nefretleşme, kötü söz ve hareketler çıkarsa men edilirler. Içtihad yapılması caiz olmayan konularda münazara yapmak yasaktır, yasak edil-memişse bile yasaklanır. Buna rağmen bir kimse kendi tarafına adam çekmek için kandırıcı işler yaparsa, halîfe men etme yetkisi­ni kullanarak işe son verir. Devlet içinde, tebası arasında kötü iş­lerin çıkmasını önler. Şer’î delillerle o şahsın söz ve fikirlerinin bâtıl oluşunu isbatlar, halka ilmî bir şekilde açıklama yapar. Çün­kü her uydurma şeyi dinleyen, her bâtıl şeye kapılan insanlar bu­lunur. Kapalı konularda münazara çıkarmak isteyen tamamen bu işten men edilir, halkın onu terketmesi söylenir. İlmî yönden yanlış yolu tutmuş olup da doğru yola çekilmesi gerekenleri ilmî yoldan ikna etmek îcâb eder. Çünkü ilmî yoldan iknânm sapbncı bir tarafı olamaz. Her yönü ile karşı tarafı dinleyen ve okuyan, halkı doyurucu olur.[174]

 

 

 

 

ON YEDİNCİ BÖLÜM

Arazîyi Bir Şahsa Verme

 

A- DEVLET ARAZİSİNDEN FERDE MÜLKİYET HAKKI TANIMA

 

Devlet Arazîsi (diğer isimleriyle Hazîne veya Mîrî arazi): Halîfenin her türlü tasarrufta bulunabildiği, emirlerinin geçerli olduğu topraklardır. Bu arazinin mâlikini ve hak sahibini önce­den tâyin ve tesbit doğru değildir. Sultanî araziyi ikta iki kısımdır.

  1. a)Temliki ikta,
  2. b)İstiğlâlen ikta.

1) Temlikî iktaya Arz-ı Mukâtaa (mülkiyeti devlet tarafından şahsa verilen arazi) da denir. Kendi içinde 3 kısma ayrılır:

  1. aa)Ölü Hazîne arazîsi,
  2. bb)Mamur arazi,
  3. cc)Mâdenler.            ‘
  4. aa)Hazîneye âit ölü arazi de kendi içinde iki kısma ay­rılır.

aaa) Yıllar boyu ölü olan, daha önceleri üzerinde îmâr işlemle­ri yapılmamış olan topraklardır. İşte bu tip araziyi, işleyene halife verebilir. Hanefi mezhebine göre: Böyle toprakları işleyebilmek için halîfenin izninin olması şarttır. Çünkü ölü toprağı işe yarar hâle getirmek halîfenin izniyle mümkündür. Şafii mezhebine gö­re: Halîfenin iznine lüzum yoktur. Her iki görüşe göre de, Mirî ara­zinin bir parçasını işe yarar hâle getiren, başkalarından daha üs­tün bir hakka sahiptir.

“Resûlüllah (s.a.v), Zübeyr b. el-Avvam’a, Nakı’ mıntıkasında ölü arazide at tâlimi yapmak için bir parça arazi verdi. Zübeyr, ar­tırmak için de okunu alabildiğince çekerek attı. Bunun üzerine Resûlüllah, (s.a.v),

– Sana okunun son vardığı yere kadar olan araziyi verdim[175] buyurmuştur.

bbb) önce imar olunmuş arazi iken sonradan harab olan, âtıl hâle gelen topraklardır. Bu da 1- Ya Câhiliyyet devirlerinden ka­lan arazidir. Ad ve Semûd kavmi topraklan gibi. Esasen Önce iş­lenmiş iken sonradan harap olan, mâliki bilinemiyen böyle arazi­ye Ad isminden “Adî arazî’ denir. Böyle arazinin îmâr edenleri belli olmadığından ölü arazi hükmündedir. İşe yarar hâle getirene vermek caizdir. Resûlüllah (s.a.v) da:

“Adlıların arazisi Allah ve Resulü içindir. Sonra da o topraklar benden size kalmıştır.” buyurmuşlardır.

2- Veyahut müslümanların arazisiyken harap olup ölü hale gelen topraklardır. Hukukçular böyle arazinin işe yarar hâle geti­rilmesinde 3 görüşde bulunmuşlardır. Şafiî’ye göre: Sahipleri bi­linsin, bilinmesin işe yarar hâle getirmekle mâlik olunamaz. İmam Mâlik’e göre: Sahipleri bilinsin, bilinmesin işe yarar hâle getirmekle araziye mâlik olunur. Ebû Hanîfe’ye göre: Sahipleri biliniyorsa ihya etmekle mâlik olunmaz. Sahipleri bilinmiyorsa ihya ile mâlik olunur. Hanefî mezhebine göre: Arazî tahsis edil­meksizin işe yarar hâle getirmek caiz değilse de, ölü hâle gelmiş toprakların sahipleri biliniyorsa, bu toprakları satmak, işe yarar hâle getirmek onların hakkıdır. Bilinmiyorsa ferdî mülkiyete tahsis etmek caizdir. Şartı da, işe yarar hâle getirmek için halîfeden izin almakdır.

Yukarıda açıklanan şekilde ölü arazi işe yarar hâle getirilmiş, mülkiyete konu olmuşsa, halîfenin tahsis ettiği kimsenin mülkü olur. Ama ihya etmedikçe mülkiyet hakkı kesinleşmez. İşe yarar hâle getirilmesine izin verilmişse, tam anlamıyla ihya edince o arazîye mâlik olunur. İşe yarar hâle getirilmesini Devlet yasakla-mışsa fakat şahıs da bu esnada ihya etmiş işlemişse zilyed olarak araziden yararlanır. Mâliki olamaz. Sonradan işlemesine engel olan duruma bakılır. Açık bir özür sebebiyle işe yarar hâle getire-memişse mâni kalkınca mâlik olur. Mâni devam ettiği sürece zil-yedliğine riâyet edilir. Özürsüz olarak ihya etmiyorsa, Ebû Hanîfe’ye göre: 3 sene geçinceye kadar zilyedliğine bir şey den­mez. 3 sene içinde işlerse mâliki olur. 3 sene geçtiği hâlde işlemez­se zilyed de olamaz, işlemek için üstün olan hakkını kaybeder. De­lili de, Hz. Ömer’in, araziyi ihya için verdiği şahsa 3 yıllık bir işle­me zamanı tanıyışıdır.

Şafiî mezhebine göre: Böyle bir süreye bağlamak gerekmez. Muteber olanı, işe yarar hâle getirme, ihya edebilme imkânını bu-labilmesidir. İmkân olduğu hâlde ihya etmiyorsa, kendisine,

– İşe yarar hale getir, ihya et, arazinin mülkiyeti senin için ke­sinleşsin, yoksa elini çek, zilyedliği bırak, önceki gibi mîrî arazî durumunu kazansın, denilir. Hz. Ömer’in bir vâdeye bağlayışı, özel sebeblerin gerektirdiği bir durumdur. Bu özel sebebi genel­leştirmek olmaz. Bu bakımdan Ebû Hanîfe’ye delili, göstermiş ol­duğu sebep özel olup her arazîye uygulanamaz.

Bir kimseye işe yarar hâle getirmesi için verilen araziyi, daha kuvvetli bir şahıs işe yarar hâle getirirse, durum ne olacaktır? Âlimler bunun hükmünde 3’e ayrılmışlardır. Şâfıî mezhebine gö­re bu meselenin çözüm tarzı: İşe yarar hâle getiren, o arazi parça­sı kendisine ölü olarak verilenden, malik olma bakımından üstün hakka sahiptir. Ebû Hanîfe’nin çözümü: 3 sene geçmeden bir baş­kası araziyi ihya etmişse arazi ihya etmek üzere mülkiyeti kendi­sine verilenindir. 3 sene geçtikten sonra bir başkası işlemişse, arazî muhyîin arazîyi işe yarar hâle getiren, işleyenindir. İmam Mâlik’e göre mes’elenin çözümü: İhya eden, o arazinin birisine ihya edilmek üzere verildiğini bilerek ihya işlemi yapmışsa ola­maz; mülkiyet, arazinin ihya edilmek üzere mülkiyeti verildiği kimsenindir. İşleyenin olamaz. Bilmeden işlemiş, işe yarar hâle getirmişse, mülk hakkı sahibi serbesttir. İsterse ihya edene bu işi için yaptığı masrafı verir, mülkiyeti kendinde kalır. İsterse arazinin ihya edilmeden önceki durumuna göre kıymetini alır, mülkiyet de işleyenin olur.[176]

 

B- İŞLENMİŞ ARAZİNİN ŞAHSÎ MÜLKİYETE ÇEVRİLMESİ

 

İmâr görmüş arazi 2 kısımdır:

  1. a)Mâliki belli olan, fakat halifenin hazîne malı olarak kabul ettiği topraklar.

Bu nevi arazi kendi içinde de şu kısımlara ayrılır.

  1. aa)İslâm ülkesinde ise sahibi ister müslüman olsun, ister zımmî olsun durum değişmez.
  2. bb)Harp ülkesinde ise, müslümanların da o yer üzerinde mâlik olduğu bilinmiyorsa, halîfe zaferden sonra, mülkiyeti, işle­mesi mümkün olsun diye parçalamak istiyorsa bu caizdir.

“Temîmu’d-Darî, fetholunmadan önce Şam tarafında bulunan bir bölgenin arazisinin kendisine verilmesini Resûlüllah (s.a.v)’ den istemiş, o da o yeri Temîm’e vermiş­tir.”

“Ebu Sa’lebet’il-Huşenî de Resûlüllah (s.a.v)’ den Rum­ların elinde bulunan bir arazinin kendisine tahsis edilme­sini istemiş, Resûlüllah (s.a.v) de ona hayret etmiş ve:

– Dikkat et ne söylediğini işitmiyor musun? buyurmuş. Oda,

– Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, Rum ülkesini fethedeceksin, demiştir. Bunun üzerine Re­sûlüllah (s.a.v) de o yerin Ebu Sa’lebe’ye verilmesini bir ya­zıyla tesbit etmiştir.[177]

Bu vak’alarda olduğu gibi, bir kimse halîfeden harp ülkesin­deki bir araziyi, esirleri, zürriyetlerinin (çocuklarının) kendisine verilmesini isterse o ülke fetholunduğunda bağışlanan için o yer ve esirler üzerinde tercih ve takdim hakkı vardır. Her ne kadar burada bağışlama işi meçhul, henüz elde bulunmayan bir şey üze­rinde yapılıyorsa da âmme işlerine taalluk etmesi sebebiyle bu caizdir. Şa’bî’den rivayet edildiğine göre:

Hureyme b. Evs. b. Hâriseti’t-Tâî, Resûlüllah (s.a.v)’e, “Şayet Hire’nin fethini Allah sana kısmet ederse Nufeyle kızım bana ver.” demiştir. Zamanla Hirelilerle, Hâlid sulh anlaşması yap­mak isteyince, Hureyme, Hâlid’e:

– Resûlüllah (s.a.v), Nufeyle kızım bana verecekti. Onun için anlaşma yapma veya Nufeyîe kızını anlaşma hükmüne dâhil et­me, dedi.

Ayrıca bu mesele için de Beşir b. Sa’d ve Muhammed b. Mesle-me’yi şahit gösterdi.

Bunun üzerine anlaşmadan Nufeyle kızı çıkartıldı, Hurey-me’ye verildi. Tekrar 1000 dirheme Hureyme’den satın alındı. Nu­feyle kızı yaşlı, çocuk yapmadan kesilmiş bir kadındı. Bir rivayete göre de, Hureyme’ye denilmiştir ki:

– Yazıklar olsun sana. Sen, onu kabilesine hemen bırakmasay-dın onlar aldığın şeyin iki mislini vereceklerdi. Hureyme de,

– Zannetmiyordum ki verecekleri şey 1000 dirhemden fazla ol­sun, demiştir.

Harbten önce, Mukâtaa suretiyle bir arazinin mülkiyet hak­kını ferde vermek böylece hukuken muteber olduktan sonra, fet­hin mâhiyetine bakılır, arazi sulh yoluyla alınmışsa o zaman şah­sa ait olur. Sulh anlaşmasından hariç tutmak gerekir. Fetih, silâh zoruyla olmuşsa, arazi verilen kimse verilen araziye, bağışlanan mala hak sahibi olurlar. Diğer savaşçılardan üstün hakları var­dır.

Savaşçıların durumuna gelince: Fetihten önce, arazinin bir parçasının bir şahsa verileceğini biliyorlarsa, verilen arazi için bedel isteyemezler. Biliniyorlarsa, halîfe veya komutan diğer sa­vaşçıların memnun kalıp kabul edecekleri bir kısım ganimetleri de onlara verir. Ebû Hanîfe’ye göre: Halîfe hibede ve arazi verilme­sinde genel bir menfaat görüyorsa diğer savaşçılara bu durumda hoşlanacakları ganimetleri vermesi gerekmez.

  1. b)Mâmur yerlerden ikinci kısım: Mâliki ve hak sahipleri bilinmeyen yerlerdir ki 3 kısma ayrılır.
  2. aa)Fetholunan ülkelerde halîfenin hazîne için ayırdığı mülkler: Bunlar, ya 1:5 hak olarak alır. Yahut savaşçıların şahıs­larını temiz tutmak için o malları tamamen hazîneye alır. Hz. Ömer Irak arazîsini alınca, İran hükümdarının, saray adamları­nın mallarını, kaçan mal sahiplerinin mülklerini veya harap ol­muş mülkleri hazîneye mal etmiştir ki, para olarak değeri 9.000.000 dirhemdir. Bütün bu kıymetleri müslümanlarm işine harcamış, her hangi bir şahsa bir arazî parçası vermemiştir. Son­ra Hz. Osman bu mülkleri şahıslara dağıtmıştır. Zira malların ge­lirinden parçalara ayırıp, şahıslara vermenin ve buna karşılık fey hakkı olarak; ücret almanın faydalı olacağını görmüştür. Bu şekil­de mülk vermek Iktâı Icâre: Kira ile verilen arazi olup ıktâı tem­lik Mülkiyeti devredilen bir arazi değildir. Böylece îcâr bedeli söy­lenilene göre: 50.000.000 dirheme ulaşmıştır. Bu paradan yar­dımlarda, bağışlarda bulunmuştur.

Hz. Osman’ın tatbikatı 82 hicrî yılında Eş’as oğlunun fitnesi zamanına, Cemâcim senesine kadar devam etmiştir. İsyanda ara­zi kayıtlarını ihtiva eden defterler yanmış, her kavim kendine ait araziyi almıştır.

Mâmur toprakların bu gurubunda, mülkiyet hazîneye bırakı­lıyor. Bütün müslümanlarm mülkü oluyor. Arazînin mülkiyeti daimî bir vakıf hükmünde olarak sürüp gidiyor. Faydalanmak ise, haklarına riâyet edilerek kullanılan bir mal oluyor. Halîfe bu tür arazî de muhayyerdir. Dilerse arazinin gelirini hazîneye aktarır. Hz. Ömer’in yaptığı gibi. Dilerse araziyi işleyip îmar edeceklere, gelire göre, haraç karşılığı kiraya verir. Hz. Osman’ın yaptığı gibi. Böyle durumlarda haraç ücreti topluma harcanır. 1: 5 (beşte bir) olarak ganîmet maksadıyla almıyorsa ganimete hak kazananlara harcanır.

Şahsî mülkiyet haklanın haracı, meyveler ve ekinler üzerine konulursa, Resûlüllah (s.a.v)’in Hayberlilerden hurmaların yarı­sını aldığı gibi haraç alınır. Ekinlerden alınması ise, yetkililerin mütâlâasına göre olur. Yetkili, ekinlerden alınacağını belirtirse haraç ahmr. Şahsî mülkiyet hakkı (Mukâtaa) vergisi alınmaz der­se, haraç da alınmaz. Bir görüşe göre de: Şahsî mülk (Mukâtaa) vergisi alınmazsa da haraç alınır. Bilirkişiler genel menfaate da­yanarak haracı reddederse o zaman ekinlerden Öşür alınır. Mey­velerden alınmaz. Çünkü ekin yalnız ekenin mülküdür. Meyveler ise, daha önce arazi üzerinde bulunması sebebiyle bütün müslü­manlarm müşterek malıdır. Onların menfaatına harcanır.

  1. bb)Haraç arazi: Bu arazinin mülkiyeti de temlik edilemez.. Kendi içinde 2’ye ayrılır, aaa) Bir kısmının mülkiyeti vakıftır, ha­racı da ücrettir.’Vakıfların temliki, mülkiyetinin aktarılması doğ­ru değildir. Satılıp bağışlanamaz da,bbb) Bir kısmının da mülki­yeti, şahsa aittir. Haracı da cizyedir. Mâliki belli olan bir malın iktâı: Mülkiyetinin bir başkasına verilmesi sahih olmaz. Haracı­nın devri, verilmesi ise mahsûlünün verilmesi bahsinde anlatıla­caktır.
  2. cc)Sahipleri ölüp de, mirasçıları, hak sahipleri bulun­mayan mâmur yerler: Bütün müslümanlar için mîras olarak hazîneye kalır, müslümanlarm işlerine harcanır. Ebû Hanîfe’ye

göre: Mirasçısı olmayan kimsenin malları, ölenden bir sadaka ola­rak yalnızca fakirlere harcanır. Şafiî’ye göre: Bu malların toplum işlerine harcanması daha geneldir. Her ne kadar, husûsî bir mal ise de hazîneye geçtikten sonra genel mallardan, âmme emlâ­kinden olur. Şafiî’nin taraftarları, Hazîneye geçen malın rakabe-si: Kuru mülkiyetinin hazîneye intikâl ile vakıf olup olamıyaca-ğmda ihtilâf göstermişlerdir. İki görüş vardır. Bir görüşe göre: Masrafı umuma (genel) olduğundan malların kendisi de vakıf olur. Herhangi bir özel duruma, statüye konulamaz. Bir görüşe göre: O malların birisine devri muteber olmaz. Diğer görüşe göre: Halîfe vakfetmedikçe arazî vakıf olamaz. Buna göre, malın hazîneye geçmesindense, satılmasını uygun görürse, satar. Bede­lini kamu işlerine fey ve zekât ehline mensub ihtiyaç sahiplerine harcar. Yine bu görüşe göre, malı birine vermek caizdir. Madem ki bedeli ihtiyaç sahiplerine münasip görülen işlere harcanmakta­dır, birine malın aynının verilmesi, mülkiyetini devretmesi de caizdir. Bedelini temlik mümkün olunca, mülkiyetinin temliki de mümkündür. Bir fikre göre de, malın mülkiyetinin birine verilme­si caiz değildir. Her ne kadar ücret karşılığı satmak caizse de be­delsiz tahsis, caiz değildir.

Her iki görüş arasında fark oldukça zayıftır. Arazînin ve mal­ların, şahsî mülkiyete çevrilmesi hakkındaki söz bu kadardır.[178]

 

C- ÖŞÜR VE HARACIN ŞAHSA HAVALE EDİLMESİ (MÜLTEZİM İŞLERİ)

 

Gelirlerin toplanılmasının şahıslara devrine gelince, bu 2 kı­sımdır: a) Öşür, b) Haraç.

  1. a)Öşür: Mülkiyetinin devri caiz değildir. Çünkü belirli şart­lar taşıyan, insanlara verilmesi gereken bir zekâttır. Hak kazan­ma zamanında zekat ehlinden olmayan kimseye de öşür verilebi­lir. Çünkü şart bulunmasa da verilmesi caizdir. Şart bulunursa vâcibtir. Kendisine Öşür verme vâcib ise, Öşür mevsiminde Öşrü toplamak kendisine havale edilir. Öşür verecek olanın o şahsa öş­rünü vermesi sahihtir. Mal sahibinin, öşrünü almaya müsâade edilene vermesi gerekir. Bu, borç anlamını taşımaz. Öşrü alınca, almaya yetkili olanın mülkü olur. Çünkü zekâtta da mülkiyet kabz iledir. Öşür toplamıya müsâade edilen şahsa, öşür verilmez­se vermeyen kimse o alacak şahsın hasmı olamaz. Çünkü esas Öşür isteme hakkı öşür memuruna aittir. O dâva edebilir. Öşür alacak fakir, dâva açamaz.
  2. b)Haracın intikâline gelince: Bu, şahsın durumuna göre

değişir.

  1. aa)Zekât ehlinden biri olmamalıdır. Haraç malın mülkiyetini devretmek caiz değildir. Çünkü haraç bir ganimettir (Feydir). Zekât alacaklar, ganimete hak kazanamazlar. Ganimet alacakla­rın zekât alamadığı gibi. Ebû Hanîfe, zekât alabilecek durumda olanların haraç da alabileceğini belirtmiştir. Zira feyy’in zekât alacak kimselere harcandığı caizdir, demektedir.
  2. bb)Muayyen bir miktar maaşı olmayan, âmme işleri gören bi­ri olmalıdır. Genel olarak âmme işlerini görenlere haraç verilmez. Ganimet ehlinin farz hakkı gibi bir hakkı yoktur. Haraç verilen kimseler, âmme işleri gören ve benzeri işleri yapanlardır. Bunlara haraç malından bir şey alma yetkisi verilmişse bu havale sayılır.

Tam bir mülkiyetin devri (Mukâtaa hükmü) söz konusu değildir. Havalenin olabilmesi için de iki şart aranır. 1- Muayyen bir mik­tar toplanılması gerekli bir mal olmalı. 2- Bu mal haraç malından olmalı ve toplanılması da şahsa havale edilmelidir. İşte bu iki şart­la mukâtaa, mülkiyetin devri hükmünden çıkmaktadır.

  1. cc)Ganimet alacak kimselerden biri olması. Bunun tesbiti de ordu kayıt defterlerinden anlaşılır. Bu gurup kimseler haracın kendilerine devri gerekli olan, Özel kimselerdir. Çünkü onların muayyen miktar asker beslemeleri, maaşları, masrafları mevcut­tur. Bunlara karşılık da kendilerine bir miktar haraç vergisi top­lama yetkisi, mülkiyetinin havalesi (iltizâmı) yapılır. Ancak bu şe­kilde, düşman tehlikesi önlenir. Medeniyetler korunur. Bunları yapanlar da haraçla görevlendirilen, belirli bir miktar haracı top­lama yetkisi verilen askerlerdir.

Böylece haracın mülkiyetinin kendilerine havale edileceği kimseler belli olduktan sonra haraç malın durumuna bakılır. Ha­racın iki durumu vardır. Birinci durumu, haracın cizye mâhiyetinde oluşu, ikincisi de ücret mahiyetinde oluşu. Cizye mâhiyetinde bir haracsa devamlılığı şüphelidir. Çünkü bu nevi haraç* arazî sahibi kâfir durdukça verilen, müslüman olunca ve­rilmeyen bir vergidir. Bu haracın mülkiyetinin havalesi bir yıl için yapılır. Müteakip yıllar için hak sahibi olup olmayacağı şüpheli­dir. Senesi dolmuş olan cizye mahiyetindeki haracın mülkiyetinin havalesini yapmak da sahihtir. Çünkü senesi dolduğundan, iste­me hakkı doğmuştur. Senesi dolmamış böyle bir haracın mülkiye­tini havalenin caiz olup olmayacağı konusu ihtilaflıdır. Caiz olur diyenlere göre: Cizyenin senesi Ödeme zamanına göre hesap edilir, denilirse bu tür haracın da havalesi caiz olur. Caiz değildir diyen­lere göre ise: Cizyenin ödenmesi senesi dolduktan sonra söz konu­sudur. Bu bakımdan cizye mahiyetindeki haracın da, senesi dol­madan istenmesi veya mülkiyetinin havalesi caiz değildir. Zira asıl hesabı senenin dolmasından sonra yapılır. Ücret olan bir ha­raç ise o takdirde bir devamlılık söz konusudur. Bu nevi haraç şahışla ilgili olmayıp arazî ile ilgilidir. Arazî elde bulunduğu sürece haracı verilir, sahibinin müslüman olması haracı düşürmez. Bu sebeple de devamlılık ifâde eder. Mülkiyetinin, isteme hakkının 1 veya bir kaç seneliğine havalesi caizdir. Yalnız 1 yıllığına sınırla­ma gerekmez. Bu tür haraç cizye mahiyetindeki haracın aksine­dir.

Haraç, ücret mâhiyetinde bir haraç olunca mülkiyeti­nin havalesi 3 kısma ayrılır.

aaa) Senesi belirtilerek haracın mülkiyetinin hava­lesi: Bu durumda açıkça senenin belirtilmesi gerekir. Meselâ, 10 yıllığına devrediyorum, havale ediyorum, gibi. Zaman bu şekilde belirtilince iki şarta dikkat edilir.

1- Mülkiyet havale ve devredilince, devredilen, toplanılacak olan haracın miktarı belli olmalıdır. Bu belli olma daha çok devre­den şahıs tarafından bilinmelidir.

2- haraç olarak alınacak malın miktarı devralan tarafından da bilinmelidir. Her ikisi veya birisi bilmiyorsa devir işlemi mute­ber değildir. Bu iki şartın yanında ayrıca haraç da ya mahsul üze­rinden ya da alan üzerinden alman bir haraç olmalıdır. Mahsul üzerinden alınan bir haraç ise, bir kısım hukukçular, belli bir mik­tar mahsul üzerinden hesabın yapılarak devri mümkün olur der­ler. Aksi fikirde olanlar ise: Bilinmeyen bir şey üzerinden haraç kararlaştırılıp mülkiyeti devir ve havale edilemez, derler. Alan üzerinden toplanılacak haraç da ikiye ayrılır.

1- Ekilen yerlerin miktarının değişik olmaması. Belli yerlerin belirli miktar haracı olunca mülkiyetini devir caizdir.

2- Ekilen yerlerin miktarı değişikse, haracın havalesi yapılan mal miktarına bakılır. Eğer devir işleminde belirtilen haraç mik­tarı, en yüksek olması gereken haraç miktarı ise haracın mülkiye­tinin, istenmesinin havalesi caizdir. Çünkü haracın mülkiyeti kendisine ihsan edilecek şahıs noksana razı sayılır. En az haraç miktarına göre havâîe yapılmışsa böyle bir havale ve ihsan işlemi muteber sayılmaz. Çünkü şahsın toplamaya hakkı olmadığı bir fazlalık bulunabilir.

İhsan ve havale işleminin sağlam bir şekilde kararlaşmasın­dan sonra, ihsanda bulunulan zaman içerisinde şahsın durumuna bakılır.. Şahsın hâl ve vaziyeti 3 durumdan birini muhafaza eder;

1- Müddetin sonuna kadar doğruluğunu korursa, bu takdirde süre sonuna kadar ihsan edilen haracı toplamaya hakkı vardır.

2- Müddet dolmadan ihsanda bulunulan şahıs vefat ederse, geri kalan müddet hükümsüz sayılır. Malı toplama hakkı Beytü’l-Mâle döner. Şayet çocukları varsa ve şahsî gelirlerinden ev ihti­yaçları karşılanıyorsa, besledikleri askerlerin ihtiyaçlarını, yiye­ceklerini temîn edemiyorlarsa, âmme menfaati îcâbı geri kalan müddet içinde haracı toplama işi onlara verilir. Bu bir ihsan değil, bir sebeptir. Ölenin çocuğu olması sebebiyledir.

3- ihsanda bulunulan şahsın vücûduna bir hastalık mütebaki hayatı sıhhatini kaybetmiş sayılır. Hastalandıktan sonraki za­man içinde ihsanda bulunulan haracın toplanabilmesi hususun­da ihtilâf mevcuttur. Bir fikre göre: Müddet dolana kadar ihsan ve toplama işlemi uhdesinde kalır. Diğer bir fikre göre de: O şahsın asker beslemesi mükellefiyeti kötürüm olunca kalkar. Şayet as­keri besliyebiliyorsa müddetin sonuna kadar yapılan muameleye riayet edilir.

bbb) Şahsın hayatı süresince, haraç toplama işi ona ih­san edilir. Ölümünden sonra bu işi mirasçıları devam ettireceği kaydı konursa böyle bir ihsan işlemi bâtıl olur. Çünkü mirasçıya intikâl etmekle, haraç toplama işi Hazînenin hakkı olmaktan çıkı­yor, mirasçıların malı gibi bir duruma giriyor. Bu şekilde ihsan bâtıl olunca, fasit bir akde dayanarak, ihsanda bulunulan şahıs izinli sayılır, topladıkları miktarca haraç veren şahıslar haraçtan kurtulur. Beslediği askere göre gerekli hesaplama yapılır. Fazla toplamışsa fazla haracı iade eder. İhtiyâcı miktarından az toplamışsa, geri kalan miktarı devletten ister. Halîfe ihsan işinin fâsid olduğunu, ihsanda bulunulan şahsa bildirir. İhsan edilen haraç­ları almaktan men eder, haraç verecek olan mükellefleri de o şah­sa haraç vermekten men eder. Durum açıklandıktan sonra mükel­lefler haracı o şahsa verseler de, haraç borçlarından kurtulamaz­lar.

ccc) Bir şahsa hayatı boyunca mülkiyetin ihsan edilme­si, haraç isteme hakkının tanınması: (Bu kısımda mirasçıla­rın devam edeceği şartı söz konusu edilmektedir.) Bu işlemin hukukîliği hakkında iki görüş vardır. Bir görüşe göre: Kaydı hayat şartıyla bir şahsa ihsanda bulunma muteberdir. Kendisine ihsan­da bulunulurken; “Vücuduna felç gelse de askeri besliyeceksin” denmişse ölümüne kadar haraç toplama ve asker besleme işine devam eder. İkinci görüşe göre: Böyle bir işlem bâtıldır. Ama an­laşma yapılırken, “Vücûduna gelç geldiğinde asker beslemiyecek-sin, yaptığımız işlem sona ermiş olacaktır.” denilmişse yapılan iş­lem hukuken muteberdir.

Bu şekilde haracın toplanması, mülkiyetinin havalesi sahîh olunca, halîfenin emirname siyi e, müteakip seneden itibaren o şa­hıstan asker ister, ihsan Defterine de besliyeceği asker miktarı ve bunların ihtiyaçları yazılır. İçinde bulunduğu seneye gelince: Haraç senesi geçmeden önce asker alma ve besleme senesi geçmiş­se, o sene için asker istenmez. Askerin rızkı ve ihtiyâcı olan haraca hak kazandı diye asker temini istenemez. Asker besleme, toplama süresinden önce haraç senesi geçmişse asker vermesi için kendisi­ne müracâat edilir. Çünkü toplanılacak haracın karşılığında yap­ması gerekli işin vâdesi önce gelmiştir. Ama yine de asker vermesi için zorlanamaz. Caiz olarak istenir.

Devlet için beslenecek askerlerin dışındaki şahısların duru­mu 3’e ayrılır.

  1. a)Devamlı olmayan devlet işlerinde çalıştırılan şahıs­lar ve bunların beslenmesi: Bunlar âmme işlerinde çalışan işçiler, haraç toplama memurları gibi kimselerdir. Bunlar için ayrı­ca önceden bir ihsanda bulunulmaz. İşleri gördükten sonra, hara­cın senesi dolunca, gördüğü işlere karşılık kendilerine toplanılan haraç malından hakları verilir. Daha önceden bunlar için belli bir hisse ayırt edilemez.
  2. b)Devamlı olarak bir devlet işi yapmaya görevli olan kimseler: Bunların maaşı, gördüğü hizmete karşılık ola­rak verilir. Böyleleri sünnet cinsinden olan iyi işleri yapan, yap­tıran kimselerdir. îmamlar, müezzinler gibi. Onlara vazifeleri karşılığı kadar haraç almaları havale edilir. Görevleri sebebile de olsa temliki mâhiyette haraç verilmez.
  3. c)Devamlı olarak bir işte çalıştırılan kimselerdir: Böy-lelerinin geçimi için verilen maaş ücret mahiyetindedir. O işleri görebilmeleri yetkili makamca yapılacak tâyin işlemiyle müm­kündür. Kadılar, hâkimler, Dîvan kâtipleri gibi. Bunların maaşları karşılığı, 1 yıl için bir miktar haracı almaları temlik edi­lir. Bir yıldan fazla olarak verilmesi hakkında iki görüş vardır.

1) Askermiş gibi, 1 yıldan fazla vermek caizdir.

2- Azletmek, yer değiştirmek söz konusu olduğundan 1 yıldan fazla ihsanda bulunmak caiz değildir.[179]

 

D- MÂDENLER VE İŞLETİLMESİ

 

Madenler: Maden bölgeleri, Allah’ın toprak cevherlerini ya­rattığı yerlerdir. Bu toprak cevherine mâden denir. Mâdenler de 2’ye ayrılır.

  1. a)Açıkta olanlar,
  2. b)Kapalı olanlar.
  3. a)Açıkta olan mâdenler: Allah’ın yarattığı toprak cevherlerinin satıhta, toprağın yüzünde olmasıdır. Kömür, tuz, zift, pet­rol… gibi mâdenlerdir. Bu nevi mâdenler, bir şahsa mülkiyeti veri­lemeyen, ihsan edilemeyen sular gibi olup o hükme tâbidir. Oraya gelen herkes eşit hakka sahip olup, mâdenden alabilir. Sabit b. Sa’d’ın babasından, onun da dedesinden anlattığına göre:

“Ebyaz b. Hammal, Resûlüllah’dan (s.a.v) Ma’reb tuzluğunun mülkiyetinin kendisine verilmesini istemiş, Resûlullah da (s.a.v) ihsanda bulunmuş, mülkiyeti ona vermiştir. Bunun.üzerine Akra’ b. Hâbisi’t-Temîmî,

– Ey Allah’ın Resulü (s.a.v), ben câhiliyyet devrinde o tuzluğa uğradım. Oranın hiç sahibi yoktu, kim uğrarsa tuz alırdı. Aynen kendiliğinden akıp duran bir pınar gibiydi. Şimdi ise tuzluğun

‘mülkiyeti Ebyâz’a verildi, dedi. Ebyâz da:

– Ya Resul allah, ben hakkımdan vazgeçtim, onu benim için sa­daka kıl, dedi.

– O tuzluk senden bir sadakadır. Orası bir pınar gibidir. Kim uğrarsa alabilir, buyur dul ar. “^

Ebû Ubeyd’e göre, bu hadîs-i şerîfde geçen “El-I’dd” kelimesi kuyu ve pınarlar gibi devamlı akan suyu olan yerdir. Başkalarına göre, “bir yere biriken su” demektir.

Açık mâdenler şahıslara ihsan edilirse bu işlem hüküm taşı­maz. İhsan edilen şahısla başkaları istifâde etmede eşit hakka sa­hiptir. Her uğrayan bu mâdenlerden alabilir.

Mülkiyeti kendisine ihsan edilen şahıs, diğer şahısları bu mâdenlerden istifâde etmekten önîerse, bu hareketiyle mâlik ola­rak hareket ettiğini gösterdiğinden gerekli olan hükümleri çiğne­miştir. Böyle hareketlerden vazgeçmesi emredilir. Yoksa tanınan işletme hakkının geri alınacağı ihtarında bulunulur. Onun bu ha-

  1. fi) Muvatta, zekât 8. Ebû Davud, imâre 36. Müsned-i Ahmed, 1/206.

reketine engel olunmazsa, mâdenin mülkiyetinin onun hakkında kesinleşmiş olduğu hükmüne varılır.

  1. b)Gizli mâdenlere gelince: Bir takım ameliyeler, işlemler­le kendilerine ulaşılabilen, bir kısım masrafların yapılmasını ge­rektiren mâdenlerdir. Altın, gümüş, demir, bakır gibi mâdenlerdir. İşte sayılan bu mâdenler ve benzerleri, çıkarıldıkla­rında izabe ve tasfiyeye lüzum göstersin veya göstermesin hepsi gizli madenlerdir. Gizli madenlerin mülkiyetinin şahıslara veril-, meşinin doğruluğu konusunda iki fikir vardır.

Bir fikre göre: Açıkta bulunan mâdenler gibi, bunların da mül­kiyeti şahıslara verilemez. Herkes, kadın – erkek eşit hakka sahip­tir. İkinci fikre göre: Mülkiyeti şahıslara verilebilir. Bu hususta delil ise: Kesir b. Ab dili alı b. Amr b. Avfi’l-Müzenî’nin babasından, onun da dedesinden, dedesinin de Resûlullah’dan (s.a.v) rivayet ettiği şu hadîs-i şeriftir:

“Resûlullah (s.a.v), Bilâl b. el-Harîs’e mâden bulunan bir yerin en üstünden en aşağısına kadar (Necid tarafında­ki Celsî toprağından, Tihame tarafından Gavrî toprağına kadar) olan yerin mülkiyetini verdi. Halbuki buralarda iş­lenince zıraatçilik yapılabilirdi. Herhangi bir müslümana o yerden bir hak vermedi.”[180]

Abdullah b. Vehb’e göre: Hadîs-i şerifteki “Celsî” kelimesi en üst, “Gavrî” kelimesi de en aşağı anlammadır. Ebû Ubeyde’ye gö­re: Celsî, Necid taraflarında bir köy adı, Gavrî ise Tihame tarafın­da bir köy adıdır. Ebû Ubeyde fikrine delîl olarak, Semah isimli şâirin şu şiirini ileri sürer:

“Celsî taşlarının Gavrî mıntıkasına kaydığı gibi, Benî Temim Kabilesinin Ozeyb suyuna,’pınarına gözleri kaydı.”

Buna göre, gizli mâdenleri işlemek; bu hak kendisine verilene aittir. Diğer kimseleri mâdenden uzaklaştırabilir. Gizli mâden­lerin mülkiyetinin mâhiyeti hakkında iki görüş vardır. Bir fikre göre: Temliki bir hak tanıma, ihsan sayılır. Bu durumda mâdenin kendisine ve arazîsine mâlik olur. Ocakları işletsin, işletmesin mülkü sayılır, satabilir. Ölümünden sonra mirasçılarına geçer. Diğer bir fikre göre de, irtifak hakkı tanıyan bir ihsandır. Mâdenin bulunduğu arazînin mülkiyetine mâlik olamaz. Mâden ocağında işine devam ettiği sürece irtifak hakkı devam eder. Herhangi bir şahıs gelip mâden ocağında hak iddiasında bulunamaz. Şayet ocakta iş yapmayı, işletmeyi bırakmışsa, irtifak hakkı veren ihsan işlemi geri alınır. Ocak eski mubah hâline döner. Amme malı olur. Mülkiyeti devlete geçer.

Bir kimse ölü toprağı işe yarar hâle getirirken arazîde açık ve­ya gizli mâden ortaya çıkarsa, arazîyi ihya eden, ihsan ve işletme müsâadesi verilsin veya verilmesin o mâdenin ebedî mâliki olur. Çıkardığı pınarlara ve kazdığı kuyulara sahip olduğu gibi.[181]

 

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

Dîvanlar Tesisi Ve Hükümleri

 

A- DÎVANIN TARİHÇESİ VE İSLÂMIYETTE İDARE SİSTEMİ İÇİNDE KURULUŞU

 

DÎVAN: Devlet idaresine âit mallara,, yapılan işlere, bu işler­de çalıştırılan asker ve diğer memurlara âit kayıtları tutmak, sak­lamak için kurulan yerdir. Dîvan denilmesinin sebepleri hakkın­da iki rivayet vardır:

1-  İran hükümdarı bir gün delilerin kayıtlarını tutan kâtiplerine uğrar. Oradaki kâtiplerin, kendilerini deli olarak dü­şündüklerini görür ve onlara “DİVÂNE” (Deliler) der. Bundan sonra da onların bulunduğu yere DÎVÂNE ismi verilir. Verilen bu ismin çok kullanılması sebebiyle kelime sonundaki “e” harfini bı­rakırlar. Böylece “DÎVAN” olarak kalır.

2- Dîvan kelimesi Farsça’da şeytanlara verilen isimdir. Devlet katipleri de devlet işlerini iyi anlayıp mütehassıs olduklarından gizli açık her türlü devlet işlerine vâkıf bulunduklarından onlara da “DİVAN” ismi verilmiştir. Sonra bu ismi çalıştıkları yer için de kullanmışlardır.

Müslümanlıkta Dîvanı ilk tesîs eden, Halîfe Hz. Ömer olmuş­tur. İnsanlar onun dîvan tesisi sebebinde ihtilâf etmişlerdir. Bir kısım râvüere göre: Ebû Hureyre, Bahreyn taraflarından pek çok mallarla birlikte, Medine’ye Hz. Ömer’e gelir. Hz. Ömer, Ebû Hu­reyre’ye,

– Ne kadar mal getirdin?

– 500.000 dirhem.

Hz. Ömer bu malları çok bulur ve Ebû Hureyre ye,

– Ne söylediğini biliyor musun? diye tekrar sorar. O da,

– Evet, 500.000 dirhem, der. Hz. Ömer,

– O mallar helâl kaynaklardan mıdır? der. O da,

– Bilmiyorum, ancak şu gördüklerini biliyorum, der. Bu ko­nuşma üzerine Hz. Ömer minbere çıkar, Allah’a hamd ü senadan sonra^ topluluğa,

– Ey insanlar, biliniz ki bana pek çok mal geldi. İsterseniz bu malları sizlere ölçerek, isterseniz sayarak dağıtayım. Bu konuş­ma üzerine cemaatten biri ayağa kalkar ve şöyle der:

–  Ey mü’minlerin Emirİ, ben İranlıları gördüm. Onlar bir divân kurarlar. Dağıtım işlerini o dîvan görür, malları bir deftere kaydeder. Sen de bir dîvan kur, mal dağıtım işini onlar görsün, herkes deftere göre alsın, kimin ne aldığı oraya yazılsın.

Bu söz üzerine Hz. Ömer, teklifi uygun bulur. Defter ihdas eder, malları ona göre taksim ettirir. Bir başka görüşe göre: Hz. Ömer’in dîvan kuruşunun sebebi: O, bir gün haberci gönderirken yanında Hürmüzân vardı. Hz. Ömer’e dedi ki:

– Sen bu habercinin eline mallar ve hediyeler verdin, içlerin­den biri çıkar da muhalefet ederse, elçinin yerine bir başkası geçer haberci olduğunu iddia ederse nereden bilecekler? Sen ona kayıt­ları da içine alan bir defter ve eline bir dîvan ver. Dîvanında verdi­ğin malların kayıtları bulunsun. Habercinden, vardığı zaman dîvan isterler ki, bununla kendilerine gelen habercinin, senin ha­bercin olduğunu anlarlar.

Âbid b. Yahya’nın Haris b. Nufeyl’den anlattığına göre: Hz. Ömer, dîvan kurulması, kayıtların tutulması konusunda müslü-manlarla istişarede bulunur. Hz. Ali, Hz. Ömer’e der ki:

– Her yıl toplanılan malları taksim eder, dağıtırsın. Yanında dağıttığına dair hiçbir kayıt bırakmazsın. Hz. Osman da:

–  Birçok malların insanlara dağıtıldığını görüyor ve biliyo­rum. Fakat kayıtları tutulmazsa senden mal alanlar ve almayan­lar belli olmaz. Bunun sonucu olarak da yanlış bir işin çıkmasına, dedikodunun yayılmasına sebep olursun. Bu kötü işin yayılma­sından çok korkarım. Hâlid b. Velid de,

– Ben bir ara Şam’da bulundum. Oranın idarecilerinin, devlet işlerine dâir bir takım defterler tuttuğunu, askerler ve ihtiyaçları­nı yazdıklarını gördüm. Sen de dîvanlar tut, kayıtlar yazdır. As­kerler edin ve onları bu defterlere yaz dedi.

Bu sözlerden sonra, Hz . Ömer, Kureyş’in delikanlılarından

Akîl b. Ebî Tâlib’i, Mahreme b. Nevfel’i, Cubeyr b. Mut’ım’ı çağırdı. Ve onlara,

– İnsanları evlerine göre yazınız, dedi.

Onlar da önce Haşini oğullarından başladılar. Sonra Ebû Be­kir kavmini, Hz. Ömer ve kavmini ve diğer kabileleri sırasıyla ya-dılar. Sonra da bazı ihtilâfları halledip neticeyi Hz. Ömer’e arzet-tiler. Hz. Ömer kayıtlara baktı ve,

– Bu kayıt işlemi olmamış. Ben böyle istememiştim. İnsanları Resûlullah’a (s.a.v) en yakın olanlarından başlayıp sonra biraz uzak olanları ve daha sonra da daha uzak olanları yazmak üzere bir yol tâkib edersiniz. Böylece Hz. Ömer (r.a.), Allah’ın yolundan gitmiş olsun. Kâtipler de böyle yaptı ve neticeyi tekrar halifeye sundu. Hz. Abbas, Ömer’in bu işine teşekkür etti.

Zeyd b. Eslem’in babasından rivayetine göre: Adiy oğulları Hz. Ömer’e gelerek,

– Sen, Hz. Ebû Bekr’in ve Resûlullah’ın (s.a.v) haîîfesisin. Ebû Bekir ise yalnız Resûlullah’ın (s.a.v) halîfesidir. Sen şahsını, Al­lah’ın seni ulaştırdığı makamda iyi koru. Halbuki şu kâtipler seni başka şekilde yazıyor, başka türlü gösteriyor, dediler. Hz. Ömer,

– Yazık yazık, ey Adiyy oğulları, günâhımı almak istiyorsunuz. Halbuki ben bütün iyiliklerimi size vermek isterim. Benim hak­kımda dediğiniz doğru değil, fakat siz defterdeki kendi kayıtları­nıza itiraz ediyorsunuz, son taraflarda yazılmış olduğunuzu söy­lemek istiyorsunuz. Doğru yolda yürüyen, âdil hareket eden iki dostum vardır. Onlara karşı çıkarsam bana da karşı çıkılır, muhalif hareket edilir. Fakat, Allah’a yemin ederim ki, Dünyada faziletleri, üstünlükleri bilemeyiz. Yaptığımız işler için Allah’dan sevap da ummayız. Ancak bildiğimiz Üstün ve hayırlı kimse varsa o da Resûlüllah’dır (s.a.v). O, bizim şerefimizdir. Kabilesi ve kav­mi de bizlerin en şereflileridirler. Sonra onlara yakın olanlar, son­ra daha az yakın olanlardır ve iş Öyle gider. Allah’a yemin ederim ki, Acemler bir iş, bizler de onların ayrı bir iş yapsak, kıyamet gü­nünde yaptıkları işleri sebebiyle onlar bizlerden daha çok Resûlullah’a (s.a.v) sevimli olurlar. Resulullah’a (s.a.v) yakınlık sebebiyle “İşlerini azaltanlara, meskenete düşenlere nesebleri bir şey yapamaz, demiştir.”

Amirin anlattığına göre: Hz. Ömer Dîvana nüfûs işlerini yaz­dırmaya başlamış. Bu işe başlayınca etrafındakilere,

da

– Kiminle başlayayım? diye sormuştur. Abdurrahman b. Avf

– Önce kendi ailenle başla, demiştir. Hz. Ömer de,

– Resûlullah (s.a.v) ile hazır bulunduğumu biliyorum, ondan nasıl Öne geçerim, demiştir. Önce Hâşİm oğullarım, Abdul-Mutta-lib oğullarını, sonra kendi ailesini, daha sonra da kuşak kuşak Ku-reyşlileri bitinceye kadar yazdırmıştır. Ensâr’m yazılmasına ge­lince, kâtiplere,

– Önce Evs kabilesinden Sa’d b. Muaz oymağını yazmakla işe başlayın, sonra sırasıyla Sa’d’a yakınlık derecesine göre, diğer oy­makları yazın, demiştir.

Zührî’nin Saîd b. el-Müseyyeb’den anlattığına göre Hz. Ömer’in Dîvan tesisi ve nüfus kayıtlarını yaptırması hicrî 20’nci senenin Muharrem ayıdır. Bu şekilde insanların Resûlullah’a (s.a.v) ulaşan neseblerinin derecesi kâtiplerce tesbit edilmiş, sıra­ya konulmuştur. Bundan sonra da insanlara mal vermede, Pey­gambere (s.a.v) yakınlık derecelerine ve gördükleri hizmetlere gö­re farklı mal verilmeye başlanmıştır.

Hz. Ebû Bekir, Peygamberin (s.a.v) yakınlarına eşit muamele eder, aralarında farklılık gözetmezdi. Hz. Ali de eşit muamele ederdi. Şafiî ve Mâlik, Ebû Bekir ve Ali’nin tatbikatını esas almış­lardır. Hz. Ömer ise, Islâmiyetteki hizmetlerini, üstünlüklerini nazara almış, farklı muamelede bulunmuştur. Hz. Osman da Hz. Ömer gibi hareket etmiştir. Irak hukukçuları ve Ebû Hanîfe de bu tatbikatı esas almışlardır. Ömer, Hz. Ebû Bekr’in insanlar arasın­da eşit muamele yaptığını görünce, Ebû Bekr’e,

– Sen iki defa hicrette bulunanlar, iki kıblej’e karşı namaz kı­lanlarla, Mekke fethi günü kılıç korkusuyla müslüman olanlar arasında nasıl eşit muamele }’aparsm? demiş, O da:

– Onlar Allah için bu işleri yaptılar, mükâfatları da Allah ya­nında, âhirettedir. O, bu kimselerin mükâfatını verecektir. Dünyâ ise bir tebligat yeridir, dedi. Hz. Ömer:

– Ben, Allah’ın Resulüne (s.a.v) karşı savaşanlarla, onunla bir­likte düşmana karşı savaşanları bir ve eşit sayamam, demiştir.

Ömer halîfe olunca Dîvan kurmuş, İslama hizmeti çokça geçen ilk müslüman olanları farklı muameleye tâbi tutmuştur. Bedir sava­şında bulunan muhacirlerin her birine her yıl 500 dirhem vermiş­tir. Hz. Ali, Hz. Osman, Talha, Zübeyr, Abdurrahmân b. Avf… bunlardandı. Kendisine de 5000 dirhem yıllık bağlamıştır. Abbas b. Abd’l-Muttalib’i, Hz. Hasan’ı ve Hüseyin’i de Resûlullah’a (s.a.v) yakın olmaları sebebiyle bu gruba dâhil etmiştir. Bir görüşe göre de Abbas’ı herkesten üstün tutmuş, ona senede 7000 dirhem maaş vermiştir. Hz. Ömer Bedir savaşına katılanlara başkalarını tercih ve takdim edip, öne geçirmemiştir. Yalnız Resûlullah’m (s.a.v) ailelerinin her birine senede 10.000 dirhem maaş vermiştir. Hz. Âişe validemize 12.000 dirhem vermiştir. Cüveyriye binti’l-Haris ve Safıyye binti Huyeyy’i de Resûlullah’m (s.a.v) aileleri arasına dâhil etmiş, onlara da yılda 10.000 dirhem vermiştir. Bir rivayete göre de: Ailelerinin her birine yılda 6000 dirhem tahsîs et­miştir. Mekke’nin fethinden önce hicret eden her şahsa senede 3000 dirhem, Mekke’nin fethinden sonra müslüman olan her er­keğe 2000 dirhem, Muhacir ve Ensânn genç erkek çocuklarına 2000 dirhem, Ömer b. Ebî Selemeti’l-Mahzumıye 4000 dirhem hisse vermiştir. Bunun sebebi, annesi Ümmü Seleme’nin Resûlullah’m (s.a.v) ailesi oluşudur. Muhammed b. Abdillah b. Cahş, Hz. Ömer’e,                                           

– Niçin Ömer’i bizden üstün tuttun? Halbuki babaları­mız hicret etmiş, Bedir’de şehîd olmuştur, dedi. Hz. Ömer de,

– Onun mevkii Resûlullah (s.a.v) yanında yücedir. Sen de Ümmü Seleme gibi bir anne getir de sana da fazla mal ve­reyim, demiştir.

Üsâme b. Zeyd’e de 4000 dirhem hisse vermiş, bunun üzerine Abdullah b. Ömer, babasına,

– Sen bana 3000 dirhem, Üsâme’ye ise 4000 dirhem hisse ver­din. Halbuki ben Üsame’nin bulunmadığı savaşlarda bulundum.

Benim de onun kadar üstünlüğüm yok mudur? Bunun üzerine Hz. Ömer,

– Üsâme’nin babası senin babandan, Üsâme de senden daha çok Resûlullah’a (s.a.v) sevgiliydi, demiştir.

Bu Özel durumlardan sonra, diğer insanların Kur’ân okuyuşu­na, savaşmalarına mevkilerine göre hisseler vermiştir. Yemenli, Şamlı, Iraklı her bir erkeğe 2000 – 1000 – 500 – 300 dirhem hisseler vermiş, hiçbir kimseyi mahrum ve mağdur etmemiştir. Ve sonun­da şöyle demiştir:

– Eğer fazla mal olsa, her erkek için 4000 dirhem hisse veririm, bunun 1000 dirhemi atı, 1000 dirhemi savaşlara gelmesi, bin dir­hemi geride bıraktığı çocukları, ailesi, 1000 dirhemi de silâhı için­dir.

Ayrıca küçük çocuğa 100 dirhem, oynamıya başlayan çocuğa 200 dirhem, bulûğa erince daha fazla hisse ayırmıştır. Yeni doğan sütten kesilmemiş çocuğa da hisse ayırmıştır. Şöyle ki: Hz. Ömer bir gece, çocuğunu sütten kesmek istemiyen bir kadının ağıdım

işitir.

– Niçin ağlıyorsun? diye sorar. Kadın da,

– Ömer, çocuklar sütten kesilene kadar onlara bir hisse vermi­yor. Halbuki ben çocuğumu sütten kesmek istemiyorum. Ne za­man süt emen çocuğa hisse tanırsa, o zamana kadar emzireceğim, der. Bunun üzerine Hz. Ömer:

– Bu kusurdan dolayı yazık olmuş Ömer’e. Bilmeden ne çok günâh işlemiş, der. Sonra Ömer, ilâncısını (münâdî) çağırır, şu sözleri halka duyurmasını emreder.

–  Kadınlar çocuklarını sütten çabukça kesmesinler. Müslü­manların süt emen çocuklarına da hisseler verdik.

Sonra bu durumu, yiyecek dağıtan hazîne memurlarına yaz­mıştır. Emirden sonra yiyecekler verilmeye başlanmış, yapılan tecrübelerle, önce un, sonra ekmek, sonra da ıslanmış, yemek hâline getirilmiş aşlar vermiştir. Banların 30 günlük bir deneme­sinden sonra bir erkeğin her ay 2 cerib ekmek (1 cerib, 8 batman, 1 batman: 480 dirhem, 1 dirhem: 4,8 gr. hesabiyle 36.864 kg.) yediği­ni tesbit etmiş, 1 erkeğe, 1 kadına, 1 köleye aynı miktar ekmek ve­rilmiştir. Nitekim bir köle efendisine beddua etmek isterse, ona “Allah ceribini kessin: Ekmeğini elinden alsın.” sözünü söy­lerdi. Bu söz araplar arasında darb-ı mesel hâline gelmiştir.

İnsanların bir tertib ve sıraya konmasında, neseblerinin tes-bitinde, İslâmiyete ilk girenler arasında muteber bir sıraya göre, dindeki hizmetleri nazara alınarak, ücretlerinin farklılığını anla­mak için divân kurulmuş, kayıtlar yapılmıştır. Daha sonra üstün­lüğün tesbitinde ilk müslümanların bulunması zor olduğundan şecaate, harplerdeki sebat ve sabra göre hareket edilmiştir. Bun­ları tesbitde pek tabiîdir ki ordu dîvanlarının işi olmuştur. Dînî esaslar nazara alınarak hareket edilmiştir.

Vergilerin Ödenmesi, malların toplanması için kurulan dîvan, İslâmiyetten önce Şâm, Irak taraflarında bulunan idareler tara­fından kurulmuştu. Şam Dîvanı Roma İmparatorluğuna bağlı, Roma kanunlarını tatbik ediyordu. Çünkü bu topraklar Roma İm-paratorluğunundu. Fars krallığının bir eyâleti olan Irak ülkesi dîvanı da Fars İmparatorluğunun kanunlarını uyguluyordu. Her iki Dîvan da Abdu’l-Melik b. Mervân zamanına kadar devam etti. 81 hicrî yılında Şam Dîvanı Arap kâtiplerinin eline geçti. Arapça kayıtlar tutulmaya başlandı. Arapların eline geçişini el-Medâinî şöyle anlatır: “Şanı Dîvanında Rum kâtipler vardı. Bazı Rum kâtipler kalemleri için mürekkep isterler. Bir kâtip, mürekkep şi­şesi içine işer, bevleder. Bu hareketi üzerine cezalandırılır ve Süleyman b. Sa’d, kâtiplerin Araplardan olmasını, emreder. Ayrı­ca Ürdün topraklarına haraç konmasını halîfeden ister. Kendisi de o sene Ürdün topraklarının haraç memurluğuna tâyin edilir. Buralardan alman haraç miktarı 180.000 dinardır. Süleyman b. Sa’d hemen dîvandan ayrılır, haraç toplama görevine başlar. Bu arada Abdu’l-Melik b. Mervan’a gelir, Rum kâtip Sercûn’u çağırt­tırmasını ister. Yaptığı bevl işini halîfenin huzurunda yüzüne an­latır. Halîfe bu işe kızar, kötü hareketinden Ötürü Sercûn’u dîvandan çıkartır. Diğer Rum kâtiplerini de çağırtır ve onlara,

–  Kâtiplikten başka bir geçim yolu arayınız. Şüphesiz Allah sizden katiplik sanatını kesti, der.

Irak’taki Fars Dîvanının Araplara geçirilmesi sebeplerine ge­lince: Haccâc’m katipleri Zâdân Ferruh ve Salih b. Abdirrahmân idi. Her ikisi de Haccâc’m emirlerini Arapça ve Farsça yazarlardı. Zâdân Ferruh bir gün Haccâc’m huzurunda yazı yazarken, kalbine korku girer, Salih, Zâdân Ferruh’a der ki:

– Haccâc bana yaklaştı ve dediğine göre, beni sana tercih ve takdim etmek istedi. Zâdân da,

– Böyle düşünme, Haccâc benden başka hesabı iyi bilir birini bulamıyacağmdan, bu hususta bana muhtaçtır, o bakımdan size böyle söylemiştir, der. Salih de,

– İstersen hesaplarını Arapça’ya çevireyim. Zâdân,

– Hesaplardan ve yazılardan birkaç varak çevir de göreyim, der. Salih de Arapça’ya çevirir.

Abdurrahman b. Esas isyanında Zâdân Ferruh öldürülmüş­tür. Ondan sonra Haccâc, Salih’i, Zâdân’ın görevine getirmiştir. Haccâc, Zâdân Ferruh ile aralarında geçen vak’aları Salih’e anla­tır. Salih’e kayıtların Arapça’ya geçirilmesini emreder. Salih de bu emri olumlu karşılar. Haccâc kayıtların Arapça’ya geçirilmesi için Salih’e bir mühlet verir. Bir ara Merdân Şalı b. Zâdân Fer­ruh’u işitir. Merdân Şah, Salih’e, sana 100.000 dirhem vereyim, Haccâc’a bu işi yapamıyacağım söyle, dedi. Salih bunu kabul et­medi. Bunun üzerine Merdân Şah:

– Allah Fars saltanatının kökünü kazıttığı gibi, senin de kökü­nü, soyunu, kolunu, kanadını bu dünyada kessin diye beddua eder. Abdu’l-Hamid b. Yahya, Mervân’m kâtibi olunca,

– Salih’in iyilikleri Allah içindir. Dîvan kâtiplerine karşı ne büyük yardımları, dîvanda ne çok işleri olmuştur, demiştir.[182]

 

B- HARB DÎVANI VE İŞLERİ

 

Devlet teşkilâtında bulunan dîvanlar 4 tanedir:

  1. a)Orduya âit işleri, askerleri ve malları tesbit ile ihsanlarda bulunma işlerini yürüten dîvan ki Harb dîvanı denir.
  2. b)Bir takım gümrük işleri ve ticarî haklan yürüten Dîvan. Bu dîvan öşür ve haraç gibi malî işlere de bakar.
  3. c)Devlet memurlarının tâyin ve azli ile meşgul olan Dîvan.
  4. d)Hazîneye giren ve çıkan mallara âit işleri yürüten Dîvan.

Bu 4 ana dîvanların dînî hükümleri açıklanınca bunlardan aşağı seviyede olan devlet kâtiplikleri de dolayısıyla anlatılmış

olacaktır:

  1. a)ORDU DİVANI; Asker tesbiti .ve askerlere ücret verilmesi işlerini yürüten dîvandır. Dîvanın asker tesbiti işinde şahısların buraya yazılabilmesi için 3 şart aranır.
  2. aa)Asker olabileceklerde bulunması, gerekli vasıflar.
  3. bb)Askerliğe alınabilmesi için sebeb.
  4. cc)Asker olmaları sebebiyle kendilerine verilecek parayı, tak­dir için gerekli şart.
  5. aa) Ordu dîvanına asker tesbiti için dikkat edilecek şartla 5’dir:

1) Baliğ olmak: Çocuklar soy bakımından babalarına,

velîlerine bağlı kimseler sayılırlar.

Bir askerin zürriyetleri için ihsanda bulunabilir. Ama ihsan­da bulunulan bu çocuklar askere yazılamaz.

2) Hür olmak: Köleler efendilerine tâbidir. Efendilerine ih­sanda bulunulurken köleleri de dâhil edilir. Ebû Hanîfe hürriyeti esas aldığından köle için efendiye ihsanda bulunulamıyacağını belirtir. Savaş Dîvanında köleye şahıs olarak ihsanda bulunulabi-leceğini kabul eder. Bu görüş Ebû Bekrin görüşüdür.

Hz. Ömer aksi görüştedir. İhsan için hürriyeti şart koşar. Şafiî de Hz. Ömer’in bu görüşünü benimser.

3)  Müslüman olmak: Düşmanlarla inancıyla savaşacağın­dan ‘ilâyı kelimetullah için asker dîvanına yazılacak ve ihsanda bulunul ab ilecek şahısların müslüman olması istenir. Zımmîler askere yazılsa da fiilen askere alınmaz. Müslüman biri dinden çı­karsa askerlikten de düşer.

4) Savaşa mani sakatlıklardan, hastalıklardan kurtul­muş olmak. Kötürüm, âmâ, sakat olan kimseler asker olamaz. Sağırlar asker olabilir. Topal kimse süvârî ise asker olur, piyade ise olamaz.

5) Savaşmayı bilmeli, harbedilecek güç ve kuvvette ol­malıdır. Savaş meydanına gidecek kadar kudreti yoksa, savaşma tekniğini çok az biliyorsa asker olamaz. Çünkü harb etmekten âciz olan, savaş meydanında kaçmayı, kurtulmayı düşünür. İşte bu 5 şartın biri veya birkaçı bulunmazsa ö şahıs asker olamaz, ih­sandan istifâde edemez.

Ama zamanla bu noksan şartlar tamamlanırsa, ordu dîvanına asker yazılmaları, kendi isteğine ve devletin de kabulü­ne bağlıdır. Bütün şartları taşıyorsa şahıs istekte bulunur. İdare makamında bulunan da askere ihtiyâcı varsa isteğini kabul eder. Meşhur, kıymetli birisi ise, askere de kaydolmuşsa dîvandan çıka­rılması iyi olmaz.

Bir şahıs cemiyet için hayırlı işler görüyor, çeşitli iyi teşebbüslerde bulunuyorsa o kimse ordu dîvanı kayıtlarından silinir. Ka­yıttan silinme sebebi de dîvan defterine işlenir. Askere yazılanın yaşı, boyu, rengi, yüz durumu, cephe vaziyeti, diğer şahıslara ben-ziyorsa ayrıca vasıfları yazılır. Bu şekilde hareketle isimlerin aynı olması, ana vasıfların tutması sebebiyle ihsan vaktinde karşılaşı­lacak olan güçlüklerin, bir şahsa mükerrer ihsanda bulunmaların önüne geçilir. Bir şahıs böyle bir hâlden, yararlanarak mükerrer ihsan alırsa kendisinden alınır, tazmin ettirilir. Kendisine ihsan­da bulunmak icâb ettiğinde onu tanıyan bir şahıs da çağırılır. Bu da işi sağlama almak içindir.[183]

 

C- ASKERE ALINACAKLARIN KAYIT İŞLEMLERİ

 

Askerlerin isimlerinin ordu defterlerine yazılma sırasına ge­lince: Burada iki sıralama usûlü vardır.

  1. a)Genel sıralama,
  2. b)Özel sıralama.
  3. a)Genel sıralamada kabilelere, ırklara göre tertiple­nir. Her kabîle diğer kabileden, her ırk diğer ırklardan ayrılır. Ay­rı kabile ve ırktan olanlar birleştirilemez. Aynı kabîle ve ırktan olanlar da ayrılamaz. Dîvanın bu şekilde bir tertip ve düzende ol­ması, nesebleri bildirmesi, ihtilâfları, münakaşaları önler. Asker­lerin arap olanlarıyla, arap olmayanları belli olur.
  4. aa)Askerler arap iseler, neseblere göre toplanır. Neseb-ler de Resulüllah (s.a.v)e yakınlık derecesine göre, kabilelere ayrı­lır. Hz. Ömer’in nüfus sayım ve tesbîtinde takip ettiği usul burada da uygulanır. Sıralamaya nesebin aslı ile başlanır. Sonra o asıl­dan gelen şahıslar sıralanır. Araplar, Adnan ve Kahtân soyundan-dırlar. Adhân soyu Kahtân soyuna tercih edilir. Çünkü Nübüvvet bu soydan gelmiştir. Adnan soyu Rebia ve Mudar kollarını içine alır. Mudar koîu Rebia koluna tercih edilir. Çünkü Nübüvvet bu koldan gelmiştir. Mudar kolu da Kureyş ve Kureyş’in dışındakile-ri içine alır. Kureyş de, Nebî (s.a.v) aralarından geldiği için diğer­lerine tercih edilir. Kureyş de Hâşim oğullarını ve başkalarını içi­ne alır. Nebî (s.a.v) aralarından geldiğinden Hâşim oğulları diğer­lerine tercih edilir. Böylece Hâşim oğulları sıralamanın başı olur. Sonra bunlara nesebce yakın olanlar derecelerine göre sıralanır. Neticede Kureyş kabilesinin tamâmını içine almış olur. Sonra soy­ca Kureyş’den gelenler sıralanır ve neticede bütün Mudar oğulla­rını içine alan bir kayıt elde edilir. Mudar oğullarına nesebce men-sub olanların hepsi kaydedilir ki bunun sonunda Adnan oğulları­nın tamâmını içine alan bir kayıt ortaya çıkar.

Arap soyu 6 derecede sıralanmıştın Nesebleri ve tabaka­ları bu dereceler içine konulmuştur. Bunlar da: Sırasıyla Şu’be– Kabile – Kol (Reislik): İmara veya Ammâre – Batın – Fahz (En ya­kın akraba) – Fasile (Aşiret) sırasına uyularak yazılır.

ŞÛT3E: En uzak nesebtir. Adnan ve Kahtân gibi. Şû’be denil­mesi “Kabilelerin soylardan, nesebten, çıkması” anlamına geldi-ğindendir.

KABİLE: Şû’belerin soylara ayrılmasından meydana gelir. Rebia ve Mudar gibi. Kabîle denilmesinin sebebi, soyların bu dere­cede biribiriyle karşılaşmaları, tekabülüdür.

AMMÂRE (Kol): Kabîle soylarının kısımlara ayrılmasıdır. Kureyş ve Kinâne gibi.

BATIN: Ammâre’nin soylarının kısımlara ayrıldığı derecedir. ‘Abdu Menaf ve Mahzûm oğullan gibi.

FAHZ (En yakın akraba): Batın soylarının kısımlara ayrıldığı derecedir. Hâşim ve Ümeyye oğulları gibi.

FASİLE (Aşiret): Fahzm soylarının kısımlara ayrıldığı dere­cedir. Ebû Tâlib ve Abbas oğulları gibi. Bu sıralamaya göre, Fahz (En yakın akraba) Fasileleri, Batın Fahzları, Ammâre (Kol başı)

386

Ahkâm-ı Sultaniyye

batınları, Kabile Ammâreleri, Şube bütün kabileleri içine alır. Soylar uzaklaştıkça, aşağıdan yukarı çıktıkça kabileler Şu beler, Ammâreler de kabileler olmaktadır.

  1. bb)Arabm dışındakiler soylara göre yazılmazlar. Nese­be göre de yazılmayınca bunlar için iki şey uygulanır. Ya ırklara (cinslere) ya da memleketlere göre yazım işi yapılır. Irklardan bili­nenler, tanınanlar: Türkler, Hindliler gibi. Sonra Türkler çeşitli cinslere, Hindliler de yine çeşitli cinslere ayrılırlar. Memleketlere göre ayırmak da ovalılar, dağlılar şeklindedir. Ovalılar bölgelere, dağlılar da yine bölgelere ayrılırlar. Irklara veya memleketlere göre ayırım yapılınca bunlardan İslâmiyete önce veya sonra giren­lere göre bir sıralama yapılır. Defterlere bu sıralamaya göre kayıt­lar yapılır. İslâmiyete giriş zamanı bilinmiyorsa, Devlet merkezi­ne yakınlık derecelerine göre sıralamaları yapılır. Bu noktada daı bir eşitlik söz konusu ise o zaman halîfeye önce veya sonra itaat ediş sırasına göre yazılırlar.
  2. b)Özel sıralamaya gelince: İslâmiyete girişteki öncelik ve sonralığa göre teker teker şahısların sıraya konmasıdır. Dîne aynı anda girmişlerse dindeki durumlarına göre, aynı durumda iseler cesaret ve şecaatlerine göre, aynı cesaret ve şecaatte iseler, o za­man bu işleri yürüten kâtip onları sıralamakta muhayyerdir. İs­terse kur’a ile sıraya kor. İsterse kendi rey ve içtihadına göre bir sı­ralama yapar.[184]

 

Ç- ASKERLERİN İHSAN VE ÜCRETLERİ

 

Askerlere ihsan ve ücret verilmesine gelince: İhtiyaç miktarı göz Önünde tutulur. Huzuru temin, ihtilâfı önlemek için il­timastan uzak kalarak tesbit işlemi yapılır. İhtiyaç miktarı: Ye­terlilik üç şarta göre tesbit edilir.

  1. a)Zürriyetleri, köleleri nazara alınır.
  2. b)Beslediği at ve harp hazırlığı için lüzumlu şeyler göz Önünde tutulur.
  3. c)Bulunduğu yerin pahalılığı ve ucuzluğu nazara alı­nır. Bunlara göre yiyeceği, elbisesi, aile fertleri düşünülür. Yete­cek miktar tesbit edilir. Bu miktar iaşe için esas olur. Sonra her yıl durum yeniden tetkik edilir. İhtiyâçları fazlayı gerektiriyorsa iaşesi artar. İhtiyâcını gerektirici şeyler azalmışsa azaltılır.

Hukukçular, bir defa yeterlilik tesbit edildikten sonra bunun artırılabilip artırılamıyacağımn caiz olup olmayacağında fikir ay­rılığına düşmüşlerdir. Şafii’ye göre: Hazîne malı çok da olsa ihti­yaç miktarı artırılamaz. Çünkü hazînenin malı diğer lüzumlu âmme işleri için saklanır. Ebû Hanîfe’ye göre: Hazînenin malı müsâidse ihtiyaç miktarı artırılabilir.

Askere maaş verme zamanı belli olur. Ordu da maaş vaktini bekler. Maaş için tesbit edilecek bu ödeme zamanı, hazînenin ver­gilerinin ödendiği zamandan sonra olmalıdır. Her yıl bir defa öde­me yapılıyorsa, o yılın vergilerinin toplandığı zamanın sonunda ö-denmeli, söz gelimi, mâlî yıl başında ödeme gibi. Senede iki defa vergi veriliyorsa, sene iki eşit parçaya bölünür (Zaman bakımın­dan), ödeme ona göre yapılır. Ay ay ödeniyorsa her ayın başında maaş verilir. Sebebi de o ay içinde ortaya çıkacak masraf ve ihti­yaçlarını karşılasınlar için.

Hazîne gelirleri toplandığında ödemeler geciktirilmez. Hazîne malları henüz toplanmadığı zaman da asker ödenmesini isteyemez. Hak kazandıklarında hazmede mal varsa, sanki gecik­miş borcu ödeme ve isteme gibi, geciken atıyye ve maaşı askerler .ister, devlet de böyle bir atıyyeyi mal bulunca hemen Öder. Hazîneye mâlî bakımdan bir sakatlık gelir, Ödeme imkânını kay­bederse askerlerin isteme hakkı geri bırakılır, iptal bile edilir. Zarurî ihtiyaçları karşılığı verilen para, hazîneden alacak hâline gelir. Halîfeden isteme haklan yoktur. Aynen borçlunun güç du­rumunda alacaklının isteme hakkının olmaması gibi.

Ordu komutanı veya halîfe bir özür veya haklı bir sebeble or­dunun miktarını azaltmak isterse, caizdir. Sebebsiz yere azaltma olamaz. Çünkü onlar müslümanların ordusudur ve onları düş­man tehlikelerinden korumaktadırlar. Askerlerin bir kısmı ordu­dan ayrılmak, kayıttan silinmek isterse, devletin ihtiyacı yoksa si­linebilirler. İhtiyaç varsa silinemez. Bir Özre mebni çıkmak isti­yorsa, ihtiyaç zamanı da olsa silinebilir. Ordu, düşmanla denk ol­duğunda savaşmaktan kaçınıyorlarsa, devletten aldıkları maaş­ları kesilir. Düşmandan zayıf iseler ve savaşmaktan da kaçınırlar­sa, maaşları kesilmez.

Harp esnasında askerin hayvanının yiyecek bedeli verilir. Harp dışında bir bedel verilmez. Silâhı, harpte elden çıkmışsa, iaşe takdirinde, ihtiyaç tesbitinde silâh kaydı yoksa bedeli verilir. Verilen iaşenin içinde silâhının bedeli dâhilse, kaybolan silâhın bedeli verilmez. Harp yolculuğu için seferinin, ücreti verildiği hâlde sefere gitmezse maaşı kesilir. İaşesi içinde sefer ücreti dâhil değilse, sefer ücreti verilir, ondan sonra maaşının kesilmesi cihe­tine gidilir. Sefer ücreti maaşının içinde ise ayrıca bir yolculuk üc­reti isteyemez.

Askerlerden biri ölür veya Öldürülürse verilecek mal miras­çılarına geçer. Beytu’l-Mâlden alacakları olarak mirasçıları maa­şa hak kazanırlar. Hukukçular, ölenin çocuklarının nafakaları­nın ordunun iaşe defterinde devam edip edemiyeceği hususunda ihtilâfa düşmüşler. Bir görüşe göre, Ordu defterinden çocukları­nın nafakaları silinir. Çünkü asıl hak sahibi mevcut değildir. Bu­nunla beraber zürriyeti öşür ve zekât mallarından istifâde için ora defterine kaydedilir. Diğer görüşe göre, ölen askerin mirasçıları için ordu defterinde maaş kaydı, onlara bir nafaka olarak aynen devam eder. Bu şekilde davranmakla çocuklarını askerliğe teşvik ve onların bu işe hazırlanmasına sebeb olunur.

Askere bir sakatlık geldiğinde iaşenin düşüp düşmeyeceği ko­nusunda hukukçular farklı görüştedirler. Bir fikre göre iaşe hakkı düşer. Çünkü maaş bir iş karşılığıdır. İş olmayınca iaşe de olmaz.

Diğer görüşe göre: Askerliğe teşvik, asker yetiştirmeye rağbet maksadıyla hastalanan veya sakatlanan kimsenin iaşesi Ordu Defterinde devam eder.[185]

 

D- DEVLET GELİRLERİNE BAKAN DÎVAN

 

Bir kısım Devlet haklarını, vergi işlerini yürüten ikinci Dîvan, Vergiler Dîvanıdır. Vergi işlerine bakan bu dîvamn görevleri ve hakları 6 kısımdır.

1) Yapılacak devlet işlerini sınırlamak, hükümleri ayrı olan bölgeleri açıklamaktır. Her bölge için bir sınır koymak sure­tiyle diğerlerine karışmasını önler. Bölgeler içindeki nahiyelerin hükümleri değişikse bunları açıklar. Ayrıca nahiyeler içinde hü­kümleri ayrı köyler, yoksa açıklama en son nahiyelerde kalır. Ayrı köyler varsa bunları da açıklar.

2) Bölgenin harple mi, sulh yoluyla mı alındığını ve top­rağının haraç  mı,  öşür mü olduğunu tesbit etmek.

Nahiyelerin hükmü değişir mi, yoksa içinde bulunduğu bölge ile aynı hükme mi tâbidir? Bu sorunun cevâbı 3 ihtimâllidir: Ya böl­genin bütün arazisi öşür arazi; ya bütün toprak haraç arazi; yahut bir kısmı haraç bir kısmı öşür arazî olur.

  1. a)Bütün bölge arazisi öşür arazi ise, arazinin alanını ölç­mek gerekmez. Çünkü öşür, mahsulden alınır. Araziyi ekmekten vazgeçenler öşür defterine durumu yazdırır, onun haraç dîvanı, defteriyle işi yoktur. Haraç vermesi de gerekmez. Dîvan memurla­rı toprağı ekmeyenin ismini deftere yazar ki kendisinden öşür is­tenmesin. Arazi sahibi mahsûlü kaldırmışsa kendi ismini, mah­sulün cinsini, miktarını, araziyi ne ile nasıl suladığını Öşür dîvanına yazdırır, ona göre de kendisinden öşür alınır.
  2. b)Bölgenin arazisinin tamamı haraç arazî ise: Arazinin tamâmının ölçülmesi gerekir. Çünkü haraç, alan üzerinden alı­nır. Alınacak haraç ücret hükmündeyse arazi sahiplerini kaydet­meye lüzum yoktur. Çünkü müslünıan ve kâfir bu haracı vermek­te aynı hükme tâbidir. Alman haraç cizye hükmünde ise, arazi sa­hibinin, mâlikinin vasfını (müslüman veya kâfir oluşunu) kaydet­mek gerekir. Çünkü arazi mâlikinin bu durumuna göre haraç alı­nacak veya alınmayacaktır. Müslüman olmuşsa cizye mahiye­tindeki bu haracı vermez.
  3. c) Arazinin bir kısmı haraç, bir kısmı öşür ise: Haraç dîvanı haraç araziyi, öşür dîvanı da öşür araziyi belirtip tesbit et­tikten sonra haraç arazide haraç hükümleri, öşür arazide öşür hü­kümleri uygulanır.

3) Haraç hükümlerine tâbi araziler: Bu araziden alınacak haracın alan üzerinden mi, yoksa çıkacak mahsul üzerinden mi alınacağı hususları belirtilir.

  1. aa)Mahsuller üzerinden haraç alınacağı kararlaştırılmışsa, arazi sahipleri, haraç dîvanından, alınacak haraç nisbetlerinin belirtilmesini isterler. Dörtte bir (1: 4) mi, üçte bir (1: 3) mi, yarı (1: 2) mı haraç verecek, bu belirtilir. Çıkan mahsulden, ölçek hesabıyla belirtilen miktar haraç alınır.
  2. bb)Haraç para olarak alan üzerinden almacaksa, mahsulün cinsinin, miktarının değişik oluşu eşit miktarda haraç almaya te­sir etmez. Mahsul değişik olmakla beraber eşit şekilde haraç alı­nırken haraç arazi ölçüleri çıkarılır, ona göre tahakkuk edecek ha­raç öğrenilir, hesapları yapılır. Mahsulün toplanması, kaldırılma­sı gerekmez. Ücret mahiyetindeki haraç hem alan hem içindeki mahsule göre hesaplanıyorsa, bu durumda arazinin hem alanını hem de içindeki mahsulün cinsini, miktarını belirtmek gerekir. Bunlara göre de haracı hesaplanır ve alınır.

4) Her bölgedeki zımmîlerin sayısı ve bunların verecek­leri cizye miktarları kaydedilir. Zengin veya fakir oldukları dîvan defterlerinde isim ve sayılarıyla beraber belirtilir. Bu şekil­de aralarındaki zengin ve fakir miktarı bilinir. Fakir ve zengin ayırımı yok, herkes eşit miktarlarda cizye verebilme şartını taşı­yorsa o zaman dîvanda yalnız adetleri belirtilir. Her yıl cizye veren zımmîlerin durumları gözden geçirilir. Bulûğa erenlerine cizye vergisi konur, ölenlerinden düşürülür. Müslüman olanları varsa cizye ödemekten kurtulur. Böylece kayıtlar yalnız cizye ödeyecek kimselere âit olmuş olur.

5) Bölgelerdeki mâdenler varsa, bunların cinsleri, mik­tarı kaydedilir. Buna göre de devlet mâden hakkını alır. Mâden hakkının hesabında çıkarılan mâden miktarı mühimdir. Arazinin miktarı, öşür veya haraç arazi oluşu Önemli değildir. Mâdenin çı­karılışına, çalışanların, işletenlerin hak ve masraflarına göre mâden hakkı tesbit edilir.

Mâdenlerin cinsi ve alınacak vergi miktarları konusunda hu­kukçuların görüşleri daha önce geçmiştir. Eğer çıkarılan mâden hakkında daha önce bir hüküm uygulanmamı şs a halîfe, mâdenin cinsine, çıkarılışına, miktarına göre ictihâd eder. İki şekilde hare­ket edebilir. İctihâd ehli ise, ictihadda bulunur. Yahut da daha ön­ce bu cinse benzeyen bir mâden hakkında bir tatbikat geçmişse, vergi alınacak yeni mâden hakkında da, aynı şartlar varsa, önceki ictihâd ve tatbikatı uygular. Tatbikatta mâdenin cinsi esas alınır, mâden hakla ona göre kesinleşir. Yoksa ocaktan çıkarılan miktar, mâden hakkında esas olamaz. Cinsle hükmetme mevcut mâden­lerde muteberdir. Miktar olursa yalnızca mâdenin ağırlığına îti-bar edilmiş olur. Halbuki cinsle hükümde hem ağırlık, hem de kıy­met göz önünde tutulmuş olur. Bu nevi hareket daha çok tercih edilir. Miktarla hüküm verme, ortada olmayan mâdenler için mu­teber, tatbik edilen bir vergileme metodudur.

6) Bölgeler düşmanla sınır ise, mallar düşman tehlike­sinden uzak, emniyetli bir yere getirilir. Sulh yapılıncaya ka­dar getirilen bu mallar dîvanda tesbit edilir, korunur. Buna karşı­lık onda bir (1: 10) veya beşte bir (1: 5) gibi vergi alınır. Malların değişmesi ile ilgili ihtilâflar çıkarsa dîvan kayıt ve tariflerine göre ihtilâf çözülür. Dîvân malların özelliklerini, miktarlarını tesbit eder ki geriye iadesi kolay olsun, karışıklık çıkmasın. İslâm ülke­sinde hiçbir sebeb yokken öşür arazîden alınan vergilerin zorla bir yerden bir başka yere taşınması haramdır. Din buna müsâade et­mez, aksine ictihad da yapılamaz. Devlet idaresi, âdil kararlarla da taşınmasını meşru hâle getiremez. Böyle bir duruma müslü-man olmayan ülkelerde büe az rastlanır. Resûlüllah (s.a.v)den de bu konuda şu hâdis-i şerîf rivayet edilmiştir.

“İnsanların en şerlisi, haksız vergi alanlar ve mal toplayanlardır.”[186]

Bölge, eyâlet valileri, bölgenin tesbit edilmiş olan vergi mik­tarlarını değiştiriri erse yaptıkları bu işlemlere bakılır. Zaruret îcâbı ve ictihad yapmanın caiz olduğu bir al.ansa din buna engel ol­maz. Çünkü ortaya çıkan zarurî bir sebeble Devletin haklarını dînin müsâade ettiği bir alanda artırıyor veya azaltıyor. Bu du^> ‘( rumlarda son değişikliğe göre vergiler toplanır. Vergi Dîvânının^ işlerini, değiştirmişse, Dîvan da bu değişikliğe göre hareket eder, geçmişteki usulleri nazara almaz. Bu nevi değişiklikleri yapan makam sahibinin ihtiyatlı hareket etmesi gerekirse ve kendisi de ihtiyatı elden bırakmak istemezse, değişiklik yapmayı gerektirici sebebîerin ortadan kalkmasıyla tekrar eski duruma döner.

İdareciler dînî hükümlerin içtihada müsâade etmediği yerde, ictihadda bulunurlarsa haklar ilk şekli ile kalır. Yapılan değişik­likler reddedilir. Yapılan değişiklikler haklan azaltsın veya artır­sın farketmez. Çünkü vergilerini artırmak halka zulümdür, ver­gileri azaltma da Hazîneye, âmme işlerine bir zulümdür. İdareci­lerin bu tarz hareketleri vergi Defterlerindeki kayıtlardan ileri geliyorsa, Kâtiplerinden değişiklikleri yapmayı gerektiren sebeb­îerin çıkarılıp tesbit edilmesini ister. Daha önce konu hakkında yeteri kadar bilgisi yoksa bu şekilde hareket eder. Durumu yakînen biliyorsa, devletin toplanılan vergilerinde, değişikliği ge­rektirici sebebler varsa ikinci hâlde, değişik şekline göre vergi alı­mına devam eder. Sebebler kalkmışsa ilk hâle döner. Hakların ödevlerin tatbikini ancak bu şekilde sağlar.[187]

 

E- PERSONEL İŞLERİ,

MEMURLARI TÂYİN VE AZİL DÎVANI

 

Bu dîvan incelenirken, görevleri ve yetkileri 6 kısım içinde ele alınacaktır:

  1. a)Memur (Ummâl) tâyin edilecek şahısların tâyin işle­mini hukukî olabilmesi için memur tâyin edilecek işi bil­mesi, gerekir. Ancak böylelerinin tâyin işlemi muteberdir.

Memur (Ummâl) tâyini de üç yetkili makamca yapılır.

1- Ya her şeye yetkili olan halîfe tarafından yapılır.

2- Ya tam yetkili vezir tarafından yapılır.

3- Ya da eyâlet valisi veya bir büyük şehir valisi tarafın­dan yapılır.

Bunlar husûsî işlere memur tâyin ederler. İcra vezirinin me­murları tâyini, ancak kendini tâyin eden makamın bilgisiyle veya ondan emir aldıktan sonra sahihdir.

  1. b)Memur tâyin edilecek kimsenin şahsında aranılacak vasıflar:

1- Müstakil hareket edebilecek kadar işlerinde bilgili ve şah-siyyet sahib olmak.

2- Devlet işlerinde güvenilir birisi olduğu tevsik ve tesbit edil-, melidir.

3- Mutlak ve genel yetkiyi (Tefvîzî yetkiyi) hâiz memursa icti-hadda bulunma kudretini hâiz, hür ve müslüman biri olmalıdır.

4- Özel yetkiyi hâiz, Önceden belirlenen işleri yapan (Tenfîzî) memur ise ictihadda bulunabilme kudreti, hür ve müslüman ol­ması aranmaz.

  1. c)Tâyin olunacak memurun görev yeri hakkında da 3 şart aranır:

1- İş yapacağı bölge tesbit edilmeli. Başka bölgelerden ayırt edilmelidir.

2-Yapacağı işler sınırlandırılmalıdır. Görevinin, haraç öşür veya diğer vergilerden hangileri olduğunun belirtilmesi gerekir.

3- Cahilliğini bertaraf edecek, göstermeyecek derecede işlerin esasım, şeklini, devletin ve teb’anm birbirlerine karşı olan hak ve vazifelerinin neler olduğunu etraflıca bilmelidir. İşte bu üç şart ta­mam olunca tâyini muteber sayılır. O andan îtâberen tâyin işlemi hüküm ifâde eder.

  1. d)Tâyini yapılan memurun (Amilin) görev süresi de 3 durumdan birini ihtiva eder:
  2. aa)Sene veya ay gibi bir zamanla sınırlanır. Bu süre için­de görev yapar, sürenin dolmasından itibaren görevi sona erer. Yalnız tâyin eden cihetinden bu sınırlı süre bağlajacı değildir. Me­murun göreve devamını uygun görürse, görev süresini uzatır. Gö­revin zamanla sınırlanması, göreve âit durumların devamı müd-detince memuru bağlar. Gördüğü işe karşılık ücret veriliyorsa be­lirtilen müddet boyunca işi görmesi gerekir. Süreye uyması şart­tır. Çünkü bu nevi memurluk sırf icar (ücretle adam çalıştırmaya, hizmet akdine) benzer. Mecburen süre sonuna kadar görevine devam edecektir.

Tâyin edenin serbest, tâyin olunanın ise süre boyunca akidle bağlı durumda olmasının farkı şuradan ileri gelmektedir. eden makam âmmenin hepsine vekil olarak genel bir akid yap­maktadır. Amme menfaati söz konusu olduğundan onun anlaş­mada serbest olması gerekir. Tâyin olunan yönünden akid husûsî, özel bir akiddir. Kendi şahsı için böyle bir görevi kabul etmiştir. Onun yönünden akdin lüzum (bağlayıcılık) ifâde ettiği kabul edi­lir. Şayet bir ücret takdir edilmemişse, belirtilen süre ile bağlı sa­yılmaz. İşi bırakacağım tâyin eden makama bildirdikten sonra is­terse işten ayrılabilir. Bu şekilde hareketle gördüğü işte meydana gelecek olan aksamayı önlemiş olur. Görevinde suistimal etmedi­ğini gösterir.

  1. bb)Görevle birlikte zamanın belirtilmiş olması: Meselâ, “Seni bu sene şu bölgenin haraç memurluğuna tâyin ettim” veya ‘!şu sene için seni bu yerin zekât memurluğuna tâyin ettim.” gibi. Bu durumda görevi için tanınan süre görevle uygun olmalıdır. İşi

bitirdikten sonra görevden azledilir. İşi bitirmeden de tâyin eden makam. Önceki durumda belirtildiği gibi o esaslara göre azledebi­lir. Memur kendisinin azl edilmesini istediğinde, bu isteğin yerin­de olup olmadığı araştırılır.

  1. cc)Tâyin işlemi genel olur, zamanla sınırlama söz ko­nusu edilmez. Meselâ, “Seni Kûfe’nin Haraç memurluğuna tâyin ettim.” veya “Seni Basra’nın Öşür işleri memurluğuna tâyin et­tim.” yahut “Seni, Bağdadi koruma görevine tâyin ettim.” gibi. Her ne kadar görev süresi belli değilse de tâyin işlemi muteberdir. Esas olan işi yapabilmesi için. yetkili makamca izin verilmiş olma­sıdır. İcar akidlerindeki kadar hizmet akdinde zaman mefhumu pek o kadar mühim değildir. Akdin esaslı şartı olmadığından mut­laka belirtilmesi gerekmez.

Memurun tâyini muteber, görevi yapacağına dâir izin tam ol­duktan sonra, memurun iki şartı dâima gözönünde tutması gere­kir.

aaa) Ya devamlı olarak görevi başında bulunur,

bbb) Yahut geçici, kesik kesik vazife başında bulunur.

aaa) Devamlı olarak görevi başında bulunma: Vergileri toplama, hâkimlik yapma, mâden haklarını yürütme memurluğu gibi. Bu durumda memur azlolunmadıkça görevi seneden seneye­dir. Yani her sene başında görevi yenilenir. Veya yenilenmiş sayı­lır. Bu yenileme veya yenilenmiş sayılma ile ertesi sene başına ka­dar işine devam eder.

bbb) Geçici, muvakkat memurlukta ise, iki kısım göze çarpar.

1- Bir daha görevin ne zaman yapılacağı bellî olmayan memurluklar: Ganimetlerin taksim edilmesi için tâyin olunma gibi. Ganimetler taksim olup dağıtılınca görevi bitir, memur da azlolunur. Sonradan elde edilen ganimetlerin taksimi işine baka-maz.

2- Her yıl periyodik olarak yapılan görevler: Haraç me­murluğu gibi. Bir yılın haraç toplama işi bitince memurun, görevi de biter. Ertesi yıl tekrar haraç toplama işi çıkar. Hukukçular, se­nenin muayyen zamanında yapılan görev olmasına rağmen tâyin genel midir? Yoksa azlolunmadığı sürece her yıl yeniden görev kendisine verilir mi, sorularına cevapta fikir ayrılığına düşmüş­lerdir. Bir fikre göre tâyini özeldir, yalnızca tâyin olunduğu sene­nin görevini yapar, haracı, öşrü toplayınca işi biter, azlolunmuş olur. Müteakip senenin öşür veya haracını toplayamaz, aynı işe devam edemez. Ancak kesinlik ifâde eden yeni bir tâyinle ikinci se­ne de aynı işi görür. Diğer bir görüşe göre de: Azlolunmadığı süre­ce, örf ve âdete itibar edilerek her yıl aynı göreve devam edebilece­ği, yapabileceği kabul edilir.

  1. e)Memurun görevine âit yapacağı işler, hareketler ve takip edeceği usûl başlıca 3 durum arzeder:
  2. aa)Ya yapacağı işler belirlidir.
  3. bb)Ya belirsizdir.
  4. cc)Ne belirli ne de belirsizdir.
  5. aa)Yapacağı işler belirli ise; o işleri yapmak hakkıdır. Bu iş­lerde bir kusur yapmışsa, kusuruna bakılır: Belirli olan işlerden bazılarını yapmamışsa, yetkisi içine giriyorsa yapması emredilir. Belirli olan işlerden bir kısmının yapılması yasak edilmişse, onla­rı yapmaya hakkı yoktur. Memur işi yaparken bir sû-i istimali, vazifede hıyaneti varsa böyle yaptığı işler tamamlanır. Sû-i is­timalinden ötürü meydana gelen zarar kendisine ödettirilir.. Çün­kü idarî kusurdan değil şahsî kusurundan ileri gelen bir zarardır. İşlerde fazla işlemlerde bulunmuşsa bu fazlalıklara bakılır: Yap­tığı bu fazla işler görevi ile açıkça ilgili değilse kabul edilmez, hü­küm de ifâde etmez. Görevine giren işlerle aynı hükümde ise o za­man bu fazla iş hakkında iki durum vardır. Ya o işi haklı olarak yapmıştır, yahut kötü düşünce ile yapmıştır. Haklı olarak hüsni-niyetin ifâdesi olarak yapmış, bir kısım mallar almışsa yaptığı iş, aldığı mal için kendinin bir hakkı yoktur. Suiniyetle mal almışsa mağdur olanların hakkı geri verilir, verdiği zarar tazmin edilir. Memur bir düşmanlığın ifâdesi olarak şahsa böyle bir iş yapmış haksız malım almışsa cürmünün cezasını da görür.
  6. bb)Memurun yapacağı işler belirtilmemişse; aym görev­de istihdam edilen memurların yaptığı işleri yapmaya hakkı var­dır. Devletin dîvanında yapıîacak-işler tesbit edilmiş, memurlar­dan bir kısmı da bu işleri yapıyorlarsa, o zaman bu görevler onun için de bir emsal teşkil eder. Dîvânca tesbit edilen görevler yalnız bir memur içinse, o zaman bu durum bir emsal teşkil edemez. Gö­revinin belirtilmesini ister.
  7. cc)Yapacağı işler ne belirli ne de tam belirsiz ise; me­mur görevini yaparken ne gibi yetkiye sahiptir? Neye istinaden iş­lerini yürütebilecektir? Bu soruların cevabında 4 ayrı görüş var­dır. Şafiî ve talebelerine göre: Memurun yapacağı işler ne belirli ne de belirsiz ise’hiçbir iş yapmaz. Tâyin emrine itaat etmiş olur, o ka­dar. Görevi bir takım işleri yapmayı gerektirdiğinde kendisine ne­ler yapacağı belirtilmelidir. Müzenî’ye göre: Emsali gibi işler ya­par, kendisine iş yapmak için izin verilmesi bu şekilde hareket etmeyi gerektirir. Belirtilmese de emsali devlet memurları ne gibi işler yapıyorsa o da aynı işleri yapar. Ebu’l-Abbas b. Süreyc’e göre: İşlerinde tâkib edeceği usûl meşhur işlerden ise, emsali gibi hare­ket eder, meşhur iş değilse emsal alınamaz, görevini yürütmez. Şafiî’nin talebelerinden Ebû İshak Mervezî’ye göre: Başlangıçta işi yapmak için göreve çağrılmışsa veya işi yapması emredilmişse emsali ne gibi iş görüyorsa ona göre iş görür. Kendisi memuriyet için istekte bulunmuş, iş için izin verilmiş fakat ne yapacağı belir­tilmemişse iş yapmaz. Yapacağı görev mal toplamak ise, bunları yapabilir. Mal toplamak değilse âmmeye âit işleri yapmakta hazîne ve üst makamlar hak sahibidir. Kendisinin iş yapmaya yetkisi yoktur.
  8. f)Sözle veya yazıyla memur tayini: Sözlü olarak memur tâyin eden yetkili makam, bir şahsı memur tâyin ettiğim söyle-mişse, diğer akitleri gibi bu tâyini de muteber olur. Sözle değil de yazıyla memur tâyin ederse, duruma bakılır. Yazının altı tâyin eden yetkili makamca imzalı ve memur tâyinini gerektirici bir hâl varsa, tâyin işlemi sahih olur; tâyin edilen şahsa göreviyle ilgili yetkiler de verilmiş sayılır. Her ne kadar hususî akitler câri örf ve âdetle sahih olursa da memur tâyininde, o andaki durumun ifâde ettiği anlam yazılı tâyini muteber hâle getirir, örf ve âdete bakıl­maz. Böyle yazılı bir tâyin, bir işe yalnız bir adamın tâyini söz ko­nusu ise muteberdir. Tâyin genel olur ve birden fazla kimsenin ay­nı işe tâyini yapılırsa, yalnızca imzalı yazılı tâyin muteber değil­dir. İsim isim, görev yeri de belirtilerek tâyin yapılması gerekir.

Aranılan şartlara uygun olarak yapılan tâyin sahih olunca, tâyin işleminden önce bu işlere bakan bir memur yoksa, yeni tâyin olunan memur, görevi sahasına giren geçmiş işlere bakamaz. Geç­miş işlere bakmak tâyin eden makama aittir. Memur tâyininden önce o işlere bir memur” bakıyor idiyse geçmişteki işlere yine o me­mur bakar. Yeni tâyin olunan kişi, göreve başladığı andan itiba­ren işleri yürütür. Aynı işi birden fazla kimsenin yapması müm­kün değilse, Önceki memur azledilmiş olur. Aynı işte iştirak mümkünse carî olan örf ve âdete uyulur. Örf ve âdet ortaklaşa aynı işi yapmaya müsâidse ikinci memurun tâyini birincinin azlini gerek­tirmez. Her ikisi de aynı işte memurdurlar. Aynı işe bir de yardım­cı gönderilmişse asıl memur işe henüz yeni başlamış, yardımcı memur da aynı işi yerine getirmek istemişse, yardımcı memurun o işi yerine getirmesine asıl memur müsâade eder. Yalnız yapılacak olan işlerde yardımcı memurun, işlerde fazlalık veya noksanlık yapmasına, ayrı yol tâkîb etmesine engel olur. Yardımcı memu­run hükmü, fermanla atanan memura göre 3 bakımdan ay­rılık gösterir.

  1. aa)Asıl memur (âmil) işlerim yaparken yardımcı ile istişarede bulunur, birlikte işleri yürütürler. Fakat fermanlı memur kâtiplerden ayrı olarak, onlara danışmadan işler yapabilir.
  2. bb)Yardımcı memur kötü gördüğü işte asıl memuru (âmili) engeller. Fermanlı memur için böyle bir imkân yoktur.
  3. cc)Yardımcı memur doğru veya yanlış, işi bitirene kadar mü­düre durumu bildirmesi gerekmez. Fermanlı görevliler ise, yap­tıkları işi her zaman her durumda doğru veya yanlış müdüre ha­ber vermek zorundadırlar. Yardımcı memurun haber vermesi, yapmış olduğu işte müdürden bir isti’da mâhiyetinde, kâtibin ha­ber vermesi ise bir inha mahiyetindedir. İkisi arasındaki hukukî fark da iki noktada belirir.

1- İnhayı haber vermek (teklifte bulunma) doğru veya yanlış bütün işleri içine alır. îsti’da (yardım isteği) ise yanlış olan işlerde söz konusudur. Doğru, yapılabilen işler için isti’da, yardım isteği olmaz.

2- İnhâ’yı haber verme, müdürün (âmilin) dönebileceği veya dönemiyeceği hususlarda olur. İsti’da ise, yardımcı memur dön­medikçe müdürün vazgeçemeyeceği işlerdedir. Müdür, yardımcı­sının yardım isteğini veya kâtibinin inhasını, beğenmezse her iki­sinin isteğine olumlu cevap vermez. Ancak kuvvetli delillerle mü­dürü ikna ederlerse isteklerine uyulur. Müdürle kâtibi inha işinde, müdürle yardımcısı isti’da, yardım isteğinde, aynı fikirde bir-leşirlerse her ikisi de o işe şâhid olmuş olurlar, beraberce sorumlu­luğu paylaşırlar. O konuda güvenilir kimseler sayılırlar, sözleri de kabul edilir.

Vergi memurundan, görevlendirildiği işlere âit hesaplar iste­nirse ve görevi de haraç işleri ise, istenilen hesapları ibraz etmesi gerekir. Öşür memuru ise ibraz etme mecburiyeti yoktur. Çünkü haracın harcanacağı yerler âmme işleridir. Öşürün harcama yeri ise, şahıslardır. Ebû Hanîfe’ye göre: Her iki mal da aynı gayeye harcandığından, her ikisine âit hesapları vergi memurlarının (ummâlin) ibraz etmeleri gerekir. Öşür memuru topladığı öşürleri hak sahiplerine dağıttığını iddia ederse iddiası kabul edilir. Haraç memuru, haracı hak eden yere verdiğini iddia ederse, iddiası an­cak üst makamca tasdikle veya delillerle kabul edilir.

Memur kendi görevine birini halef tâyin etmek isterse iki ayrılık ortaya çıkar:

  1. aa)İşe tam yetkili birini tâyin etme. Bu nevi tâyin bir çeşit görevlinin değişmesi olup caiz değildir. Tâyin olunmuş memur böyle bir tâyinle birini kendisine halef bırakmak isterse görevin­den azledilir.
  2. bb)Yardımcı olarak birini halef bırakırsa, tâyin sebebi­ne bakılır. Sebeb de 3’e ayrılır.

Birinci duruma göre: Memur tâyin edilirken kendisine yar­dımcı ve halef tâyin edebileceğine dâir bir izin verilmişse o takdir­de halef tâyin edebilir. Halef tâyin edilen onun naibi sayılır. Veri­len izinde belirtilmese de asıl memurun azli ile nâib de azlolunur. Nâib tâyin edeceği kimse, halef bırakabileceği şahıs kendisine ön­ceden belirtilmişse memurun azli ile nâib de azlolunmuş olur mu, sorusuna cevap vermede hukukçular iki ayrı görüş belirtmişler­dir. Bir gruba göre azlolunur, diğer fikre göre azlolunmaz.

İkinci durum: Tâyin işlemi yapılırken kendisine nâib tâyin etmesi yasaklanırsa, bu durumda nâib bırakamaz. Eğer muktedirse tâyin edildiği işi yapar, değilse tâyin işlemi, fâsid olur. Tâyin işle­minin fâsid olmasına rağmen görev yapmış ise, verilen izne daya­narak yaptığı işler muteberdir. Tâyin ve azil gibi idarecilik tasar­rufuna âit işleri, muteber olmaz.

Üçüncü durum: Memur tâyini muteber olup kendisi için halef ve nâib tâyin etme veya etmeme konusunda izin veya yasak edici bir şart belirtilmemişse, işin durumuna göre hareket edilir. Tek başına işi yapabiliyorsa nâib veya yardımcı tâyini muteber değil­dir. Tek başına görevini yapamıyorsa yardımcı ve halef tâyini caizdir. İşi tek başına yapmaya imkân bulunca halef ve yardımcı tâyin edemez. Etmişse memurun görevini sona erdirir.[188]

 

F- DEVLET HİZMETLERİNİ -YATIRIMLARINI-YÜRÜTME DÎVANI

 

Müslümanların hak sahibi olduğu, fakat mâliki bilinmeyen her mal, hazînenin hakkıdır. Alındığı anda Beytu’l-Mâîin hakları­na girer, malın hazîne depolarına, kasalarına girip girmemesi önemli değildir. Çünkü Beytu’1-Mâl, bir bakıma makamdan ibarettir. Fakat yalnızca bir makamdan ibaret değildir, bütün müslümanlarm işleri için gereken harcamalar hazînenin vazifeleri arasındadır. Masraf gerektiği yere harcanır. Hazîne bu masraflarını haraç vergilerinden karşılar. Yapılan masrafın hazîne depolarından, kasalardan çıkması veya çıkmaması önemli değildir. Vergi âmillerinin ellerindeki mallardan da müslümanla­rm ellerindeki hazîneye verecekleri vergilerden de karşılanabilir. Hepsi de hazîneden çıkmış sayılır.

Durum böyle olunca müslümanlara dağıtılması gerekli mal­lar, devletçe yapılacak yardımlar 3 kısma ayrılır: Fey, ganimet, zekât.

  1. a)FEY: Hazînenin bir bakıma hakkı bir bakıma da görevleri arasındadır. Bu malların sarfı halîfenin rey ve içtihadına göredir.
  2. b)GANİMET: Bunlar hazînenin hakkı sayılmaz. O, savaşta hazır bulunan savaşçıların hakkıdır. Dağıtımında da komutanın içtihadı geçerli değildir. Hazînenin hakları yok sayılır. Bununla beraber fey ve ganimetin 1: 5’i (beşte biri) 3’e taksim edilir:
  3. aa)Bir kısmı, Resûlullah’ın (s.a.v) hakkı olarak hazîneye ge­çen ve müslümanlarm işine harcanan mallardır. Bu kısım halîfenin görüşüne göre harcanır.
  4. bb)Bir kısmı, Beytu’l-Mâlin (Hazînenin) haklarına girmez. Resûlullah’ın (s.a.v) yakınlarının selimidir. Alacak kimseler, bel­lidir. Halîfenin görüşüne göre taksim edilmez.
  5. cc)Bir kısmı de yetimlerin, fakirlerin, yolda kalmışların seh-mi olarak hazînede korunur. Bu sınıftan kimseler varsa onlara harcanır. Yoksa o sınıflar adına hazînede tutulur.
  6. c)ZEKÂT: İki kısımdır.
  7. aa)Gizli malların zekâtıdır ki mal sahibi kendisi, bu malların zekâtını ehil olanlara tek başına verir. Hazînenin hakkı yoktur.
  8. bb)Açık malların zekâtı: Mahsul ve meyvelerin öşrü, hayvan­ların zekâtı gibi. Ebû Hanife’ye göre: Açık malların zekâtı hazînenin hakkıdır. Halîfenin rey ve içtihadına göre harcanır. Se-him sahipleri belirli değildir. Şafiî mezhebine göre: Açık malların zekâtı da hazînenin hakkı değildir. Çünkü sarf olunacak yerler be­lirlidir. Başka yerlere sarfedilemez. Fakat sarf yerleri şüphe taşı­dığında, bu zekâtların toplanma yeri, hazîne midir, değil midir, sorusuna Şafiî farklı cevaplar vermiştir. Eski görüşüne göre (Mez-heb-i kadîm) zekâtın sarf yerleri bulunmazsa bulununcaya kadar hazînede toplanır. Sarf yerleri bulununca halîfenin lüzum gördü­ğü şekilde harcanır. Sonraki görüşünde (Mezheb-i Cedîd) bu gö­rüşten vazgeçmiş, hak sahibi olarak hazîne zekâtın toplanacağı yer olamaz. Zekâtın harcanmasında halifenin bir müdâhalesi yoktur. Hazîneye bırakmak gerektiğinde de zekât malın hazînede tutulmasına, halîfenin bir yetkisi varsa da kendi re’yine göre sarf etme yetkisi yoktur, demiştir.

Hazînenin yerine getirmesi gerekli hususların, doğması iki suretledir:

  1. a)Hazînenin depo veya kasalarında malın olmasıyla vecîbesi de doğar. Bu durumda malı sarfedilecek yere sarfetmesi de vazifesidir. Bulunması gerekli mal, bulunmazsa vazîfesi de doğ­maz.
  2. b)Hazînenin muhakkak yapması gerektiği hususlar: Bunlar da iki kısımdır.
  3. aa)Bir bedel karşılığı yapması gerekli işler. Askerin yiyeceği­ni sağlama, at ve silâh ücretlerini ödeme gibi. Elinde parası olsun veya olmasın bu gibi işleri yapması gereklidir. Parası mevcutsa hemen öder. İmkân olunca borcu Ödeme gibi. Ödeme imkânı yoksa borçlanır, darlık zamanındaki borçlanma gibi.
  4. bb)Bir karşılık olmaksızın genel menfaat uğruna yapacağı iş­ler, masraflardır. Bu nevi vazifeleri imkân olunca yapar. Hazînede para varsa yapması gerekir, işin yapılmasıyla müslü-manlar da borçtan kurtulur. Devletin elinde imkân yoksa o işi yap­maz. İşin yapılmamasmdan doğan zarar genel ise bütün müslü-manlar için farz-ı kifâyedir. İçlerinden yapma imkânı olanlar yapıncaya kadar bütün müslümanlar sorumluluk altındadırlar. Düşmanla savaşmak gibi. Yapılmayınca zararı genel değilse, ya­kın yolun bozulması, suyun kesilmesi gibi, bunların yerine gidile­cek uzak bir yol, içilecek bir başka su bulunabilir. Hazîne yaptır­ırca imkân bulamayınca yapma borcu sakıt olur. İnsanlar bu şeylerin yerini tutacak bir başka imkan bulmaları ile hepsi de borçtan kurtulur.

Hazînenin yapması gerekli iki iş olur da her ikisini birden yap­maya imkânı yoksa ikiden birini yapar. Birisinin yapılması kolay iş olursa onu da geri bırakır. Yapması gerekli iki işin ikisini de yapmaya imkânı yoksa, yapamadığından bir tehlike zuhur ede­cekse, hazîne nâmına ödünç para alması caizdir. Ödünç topladığı şeyler irtifak hakkı şeklinde olmayıp borçlandırıcı şekilde olmalı­dır. Sonra halîfe valilerden bir kararla aldığı mallar ile hazînenin imkânını genişletir, borçlarını öder.

Hazînenin hakları, vecîbelerinden üstün olduğunda hukuk­çular üstünlük hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Ebû Hanîfe’ye göre: Müslümanların beklenmedik bir anda ortaya çıkacak önem­li işlerini karşılayacak kadar elinde mal tutar. Şafiî’ye göre: Müs­lümanların menfaati arının hepsine yetecek kadar hazînede mal tutar. Mal saklaması uygun olmaz. Çünkü olay çıktığında ona ye­tecek kadar para, elde tutulan miktardan ayrılır. Önceden böyle bir ihtiyat tedbiri yapılamaz.

İşte bu 4 kısımda anlatılanların hepsi kurulan 4 büyük dîvanın kaidelerini teşkil eder.[189]

 

G- DÎVAN KÂTİPLERİNİN (SEKRETERLERİNİN) GÖREVLERİ

 

Dîvan kâtipleri zimmet sahibi (akid ve emân sahibedirler. İdareciliğinin hukuken muteber olması için iki şart aranır:

1- Adalet.

2-Yeterlilik (kifayet.)

1- Adalet: Hazînenin haklan konusunda kendine güvenilen biri olmalıdır. Doğru ve güvenilir kimse olma, kendisine güveni­len insanlarda bulunması gerekli sıfatlardır.

2- Yeterlilik: Tek başına işi yapmaya teşebbüs ettiğinde o işi başarabilenlerin yeterliliği kadar bir imkâna sahip bulunmalıdır. İşinin icaplarını tek başına halledebilmelidir. Bu şartlarla tâyini muteber olduktan sonra 6 şeyi yapması kendisi için bir vazifedir.

  1. a)Kanunları koruma,
  2. b)Yapılması gereken işleri yapma,
  3. c)Bazı ihtilâfları ispat ve halletme,
  4. d)Memurların hesaplarını yapma, toplama ve ibra,
  5. e)Yapılacak iş ve durumları tesbit,
  6. f)Kötülükleri, düşmanlıkları gidermedir.
  7. a)Kanunları koruma: Âdil bir şekilde vergiler sahasında çı­karılan kanunları, vatandaşların devlete olan vecîbeleri belirten esasları vatandaşı korkutacak derecede sert, hazînenin hakkını zedeleyecek derecede yumuşak bir şekilde tatbik etmemektir.

Vazifesi:

  1. aa)Zamanında fetholunmuş, ölü bir arazînin işe yarar hâle getirilmeye başlandığını, o bölge defterine ve her husustaki karar­ları taşıyan Hazîne defterine yazar.
  2. bb)Bu hususlarda bir kanun çıkınca kâtiplerin güvenilir adamları bu kanunu da âit olduğu yere işlerler. Kayıtları kanun­larla da kuvvetlenince altlarında imzalariyle emîn adamlarına bunu teslim edince o muamele tamamlanmıştır. Kayıtlar bu ikna edici şartları taşıyorsa onunla amel ve hükmedilir. Vergiler topla­nır, devletin haklarının neler olduğu bilinir. Kayıtlar şartlarına uygun değilse mahkeme kararından, şahitlerin ifâdesinden, bu konudaki Örf ve âdetten istifâde edilir. Meselâ: Bir kimse işittiği şeyi yazıyla da tesbit edilmiş bulursa şahsın sözü kabul edilir. Ebû Hanîfe’ye göre de: Dîvan kâtiplerinin yalnız kayıtla yetinmesi doğru olmaz. Kendi dilinden de yazılan hususları işitmesi gerekir. Hadîs rivayetlerinde olduğu gibi, karar ve şahitlerin ifâdesine de itibar etmelidir, der. Onun bu görüşü tatbikten uzak ve zordur. İki görüş arasındaki fark, mahkeme kararları, şahitler, husûsî hukuka âit şeyler olup kendilerine o sahada çokça müracaat edilir. Kalbde muhafaza etmek mümkündür. Bu sebeple de yalnız ya­zıyla yetinilmez, sözlü deliller, belgeler de aranır. Halbuki dîvan kanunları âmme hukukuna âit kaidelerdir. Kendilerine az müracaat edilir. Fakat miktarı çok, tatbikatı da dağınıktır. Bu se­beple kalben ezbere bilinmesi, hıfzı güçtür. Yalnız yazıyla yetinil-mesi caizdir. Hadîs-i şerif rivayetinde de benzer durum vardır.
  3. b)Bir takım vazifeleri yapma: Hakların ifâsını sağlama. İki kısma ayrılır.
  4. aa) Vergi memurlarının ve diğer görevlilerin kendine karşı yapacakları işleri kabul etme.
  5. bb)Vergi memurlarının verdikleri şeyleri kabzetme görevi.
  6. aa)Vergi memurlarından kabul edeceği işlerde memurun, malları aldığına dâir ikrarıyla amel eder. Dîvan kâtipleri ile diğer memurlar arasındaki işlerde memurların yazısı söz konusu olur­sa ve bunları dîvan kâtipleri alırsa o işe âit işlemleri kâtipler devr almıştır.

Sonradan memurlar yazının kendisine âit olmadığını söylerse yazı karşılaştırması yapılır. îtiraf ederse zâten bir şey yoktur. Ya­zı, muhtevası için kabza bir delildir. Hukukçulara göre, memur yazının kendisine âit olmadığını söylerse yazıyla ilzam edilmez, sorumlu tutulamaz. Kâtibin kabzedişine dâir bir delil sayılmaz. Memuru sorumlu tutmak için zorla karşılaştırma yapılmaz. Sırf korkutmak ve kendiliğinden İtirafta bulunması için karşılaştırma yapılır.

Memur yazıyı kabul eder, muhtevasının alınmadığını söyler­se, Şafiî mezhebine göre: Devlet işlerine âit hususlarda bu hareket memurlar lehine yazılı bir delildir. Örfe itibarla da almadıkları kabul edilir. Hanefî mezhebine göre: Dîvan kâtipleri ve memurlar için kâtipler aleyhine ve memurlar lehine bir delil sayılamaz. Ne zaman husûsî borçlardaki gibi, sözle isbât edilirse o takdirde iki taraftan biri lehine diğeri aleyhine karar verilir.

Bu konu Önce de geçmişti. Bilinen husus şu ki, iki görüşten ikincisinde ikna edici söz aranmaktadır.

  1. bb)Vergi memurlarından aldıkları bâzı görevlere geli­necek olursa: Hazîneye gelen mal haraç ise yetkili makamın im­zasına lüzum olmadan teslim alır. Hazîne memurunun haraç aldı­ğına dâir itirafı memurun berâeti için yeterlidir. Ama yazı ile söz arasında çelişki varsa, yânı vergi memurunun yazısıyla hazîne memurunun ikrarı arasında zıdlık varsa Şâfîî mezhebine göre: Zahirî duruma göre hükmedilir. Hanefi mezhebine göre zahirî durum delil olarak yetmez. Araştırmak, yazıyı sözle de isbât gere­kir.

Haraç mal, hazîneden çıkıyorsa o takdirde hazîne memuru­nun, halîfenin veya î’tâ âmirinin imzasını alması gerekir. Tasdikin sağlam olduğu anlaşılır, hîle sezilmezse, belirtilen mik­tar haracın verilmesi için tam bir delildir.

Hesaplama işi ise iki şekilde olabilir:

1- Kendisine mal verilmesi gereken şahsın ne kadar aldığına dâir itirafıyla hesaplanır. Çünkü tasdîk, malın o şahsa verilmesi içindir. Şahsın alması için bir delil olamaz.

2- Hazînenin hakları düşünülerek, hazîne memuru hesap ya­par, ona göre mal verir. Müsâade eden îtâ âmiri verilmesini iyi görmezse, hazîne memuru da parayı vermez. Kabza müsâade et­mediğine dâir yazı da hazîne memuru için i’tâ makamı aleyhine bir delil olur. Böyle bir delil olmadan hazîneden mal verilmişse, müsâade etmediğine dâir i’tâ âmirine yemîn teklif edilir. Yemîn edince hazîne memuru, veznedar hazîneden verdiği şeyi öder, borçlanır. İkinci durum dîvanın usûlüne, örfüne göredir. Birinci durum ise hukukî yönden araştırmaya daha kolaydır.

Dîvan kâtibi (i’tâ âmiri) malın verilmesine dâir emirden şüphe ederse hazîne memuru: Veznedara da hesap yaptırmaz. İmzayı gerektirici sebep kendisine bil diril inceye kadar i’tâ emrini bekletir. İ’tâ âmirine durumu arzeder. İ’tâ âmiri de verilmesini, kendi­sinin imza ettiğini söylerse önceki iki şekilden biriyle hesap yapar ve malı verir. İ’tâ âmiri, emrin kendisince tasdik edilmediğini söy­lerse hazîne (veznedar) da vermez. Yalnız emrin çıkış yönüne ba­kar, eğer özel i’tâ âmirlerinden biri imza etmişse o zaman vezne­dar o emirle hareket eder. Bu da mümkün değilse asıl i’tâ âmirine gidip durumu sorar, emrin çıkış sebebini bilmiyor kendisi de imza etmediğini söylüyorsa idarî yönden olsun, adlî yönden olsun i’tâ âmiri, veznedarı sorguya çekip yemin verdiremez. Özel i’tâ emri­nin sağlamlığı biliniyorsa devlet idâresinin âdetlerindense i1 tâ âmirinin muhalefetine rağmen Ödenir. Adlî bir soruşturma söz ko­nusu olursa özel i’tâ âmiri aleyhine hükmedilir.

  1. c)İhtilâfları (mürâfaalı işleri) çözme işine gelince: Bu

nevi ihtilâflar belli başlı 3 kısımdır:

  1. aa)Alanlara ve bir takım devlet işlerine âit ihtilâflar,
  2. bb)Malın ödendiğine dair ihtilâflar,
  3. cc)Haraç ve nafaka işlerine dâir ihtilâflar.
  4. aa)Arazî alanlarına ve bu konudaki işlemlere âit ihti­lâflar. Aslı dîvanda tesbit edilmişse, asılla karşılaştırılarak ihtilaflı konunun sıhhatine itibar edilir. Ve tarafların ihtilâfı dîvandaki kayıtlara uyunca karar verilir, ihtilâf da bu şekilde so­na erer. Dîvan defterlerinde bir kayıt yoksa o takdirde ihtilâfın çö­züm ve isbâtı mes’eleyi dîvana getirenin sözüne göredir.
  5. bb)Malın alınıp, ödendiğine âit ihtilâflar ise, yalnızca bu ihtilâfı dîvana getirenin sözlerine göre çözmek mümkündür. İhtilâfı dîvana getiren, esasen mes’ele aleyhine olduğu için dîvana getirmiş ve rnürâfaa istemiştir. Sözleri de daha çok aleyhinedir.
  6. cc)Haraç ve nafaka murafaaları ise; Bu ihtilâfları dîvana getiren dâvâcı ise, dâvası ancak kesin delillerle kabul olunur, i’tâ âmirlerinin i’tâ emirlerini delil olarak ileri sürüyorsa i’tâ emirleri i’tâ âmirlerine arzedilir. Onun beyânına göre karar verilir.
  7. d)Vergi memurlarının (âmillerin) hesabına bakma:

Vergi memurlarının tâyin durumlarına göre hüküm değişiktir. Bunların tâyin işlemleri daha önce geçmişti.

  1. aa)Vergi memurları haraç işlerine bakanlardan iseler, hesap­larını dîvana verirler. Dîvan kâtiplerinin de bu hesapları kontrol etmeleri gerekir.
  2. bb)Öşür memuru iseler: Şafiî mezhebine göre: Hesaplarını dîvana vermeleri gerekmez. Dîvanın da hesapları kontrol mecbu­riyeti yoktur. Çünkü Öşür zekâttandır. Sarfedileceği yerler konu­sunda da idarecilerin görüşü geçersizdir. Hanefî mezhebine göre: Öşür memuru tek ise öşrün sarfı konusunda da yine tek olarak da­ğıtma yetkisi varsa, hesaplarını dîvana vermesi, dîvanın da bu he­sapları kontrol etmesi gerekir.

Hanefî mezhebine göre: Haraç ve öşrün sarfı müşterek hü­kümlere tâbidir. Hesapların kontrolü yapılır, memurun aleyhine olan bir hesap sonucuna ulaşılırsa duruma bakılır.

Vergi memuru ile Dîvan kâtipleri arasında bir muhalefet yok­sa hesapların sonucu hakkında dîvan kâtibinin hesabı kabul edi­lir. Halîfe veya yetkili âmir, durumdan şüphelenirse, vergi memu­runa şahitlerini hazır bulundurmasını emreder. Duydukları şüp­heler, şahitleri dinlemekle giderse memura, yemin teklifinde bu­lunmaz. ŞâhiÜeri dinlemesine rağmen vergi memurundan şüphe­si varsa, hesaplar konusunda yemin teklif etmek isterse, yalnız vergi memuruna yemin teklif eder, dîvan kâtibine yemin teklif et­mez. Çünkü hesap farkı vergi memurundan istenir, kâtipten is­tenmez. Dîvan kâtibiyle vergi memuru hesaplamada ihtilâfa dü­şerlerse, duruma bakılır, ihtilâf bir ilâveden ileri geliyorsa vergi memurunun sözüne i’tibâr edilir. Çünkü inkâr eden odur. İhtilâf, hesap çıkarmasından doğuyorsa dîvan kâtibinin sözüne bakılır, çünkü, inkar eden odur. Hesap ihtilâfı arazî alanlarından ileri geli­yorsa, alanların aslım bulmak mümkünse doğrusu bulunur, ona göre hesap yapılır ve itibar yeni hesabadır.

  1. e)Devlet memurunun yapacağı işleri, kanunen yapma­sı gerekli görevleri tesbit: Dîvan kâtipleri kanun ve hukuktan istifâdeyle onlarla tesbit edilenleri şahit göstererek işleri düzen­lerler. Kânun ve hukuk onlar için devlet işlerinde bir mesned ve bir delildir. Burada iki şart aranır:

Birincisi: Kanunen, işin sıhhatini bilmedikçe mal vermemesi. Araştırıp tahkik ettikten sonra bilir ki, kanuna uygun o zaman mal ve para verir.

İkincisi: Kendisinden istenmedikçe boş yere bir iş yapmama­sı. Şahitliği istenmedikçe şahitlikte bulunmaması gibi. Yapılacak işlerin esasının tesbiti, tasdikleri geçerli olan makamdan istenir. Tıpkı önünde şahitlikte bulunulan şahsın, vereceği hükümler ge­çerli olan birisi olması gibi. Durumlar tesbit edilir, doğru olanlar gösterilince tasdîk eden makam, bunların hazîneden çıkması, iş­lerin yapılması konularında vazifesi ne ise onu yapar. Hâkim­lerin, şahitlerin şahitlikte bulundukları konularda hüküm ver­meleri gibi. Yetkili makam, tesbit edilen konulardan şüphelenir­se, bunların ne suretle, nereden geldiği, yapılmasının neden îcâb ettiği hususlarında bu görevleri veren makama sorular sorması, dîvanda bu hususa âit kayıtlar, örnekler, belgeler varsa araştır­ması, hazırlanıp istenmesi caizdir. Hâkim ise, şahitten şahitlik sebebini soramaz.

Belgeler getirilir, sebepler açıklanır, şüphesi giderse işlerin yapılmasına muvafakat gösterir. Şüphesi gitmezse, geçmiş muameleler hakkında bilgisi mevcutsa, sözleri tasdîk anlamına kabul edilemez. Yetkili âmir de bu işi kabul veya reddetmede ser­besttir. O işin dışında da bir iş yapma yetkisi aksi bir iş buyurma hakkı yoktur. Çünkü işin planlandığı makam ayrı yerdir.

  1. f)Halk ile dîvan memurları arasındaki ihtilâflarla halk ile diğer devlet memurları arasındaki ihtilâfları çözmek:

İhtilâf sebeplerine göre hakların çiğnenmesini önler. Hakkı çiğne­nen ya vatandaş, ya da memurdur. Vatandaş ise: Devlet memurunun kötü muamele edeceğinden korkuyorsa, dîvan âmiri o mes’e-lede vatandaşla memur arasında hâkimlik görevi görür. Haksız­lık vaki olsun olmasın, haksızlığın giderilmesine, karar verir. Çünkü dîvan âmirinin ve kâtiplerinin görevi; kânunların tatbiki­ni sağlamak, haklara riâyet etmek, devletin ve vatandaşın işlerini yerine getirmede adalete riâyet etmektir.

Dîvan Amirliğine tâyin işlemi de esasen devlet dairelerinde vatandaşla memur arasında meydana gelecek kötülükleri önleme görevini de ihtiva eder. Memur karara uymazsa görevinden azle­dilir, yetkileri sınırlanır. Hakları çiğnenen, hesaplarında, vazi­felerinde yanlışlığı, hatâsı bulunmuş bir devlet memuru ise, bu durumda dîvan âmiri (başkam) dâvâlı tarafı teşkil eder. O zaman haksızlığı çözecek makam en üst makam olan halîfedir. Veya onun bu işlere bakmaya yetki verdiği, bir üst makamdır.[190]

 

ON DOKUZUNCU BÖLÜM

Suçlar Ve Hükümleri

 

A- SUÇLA İTHAM VE GENEL MUKÂKEME USÛLÜ

SUÇLAR:

 

Allah’ın işlenmesini yasakladığı fiillerdir. Suçsuz­luk asıldır. Suçun işlendiği ispat edilince dînî hükümlerin hangisi­nin tatbiki gerekiyorsa onun tatbiki suçluluk hâlini ifâde eder. Suç isbat edilmiş, maznun mücrim olmuştur.

Suçla itham edilme hâlinde, o andaki duruma göre, hâkim var­sa, suçla itham edilen iş hâkime çıkarılır. Maznunun hırsızlıkla veya zina ile ithamının hakim üzerinde bir tesiri olamaz. İşi araş­tırmak için maznunu hapsedemez, hemence berâet de ettiremez. Zorla suçu ikrar ettirme sebeplerine de girişemez.

Hırsızlıkla itham edilme hâllerinde böyle bir dâvaya hâkim, ancak davacının ithamıyla başlar. Hasımsız dâvayı dinlemez. Hâkim, itham edilen maznunun ikrar veya inkârından bir şeyler arar, deliller çıkarır. Maznun zina suçuyla itham edilirse, zina et­tiği kadının, adım, kim olduğunu söyledikten sonra maznun aleyhine dâvayı dinler. Sonra da cezayı gerektirici bir zina suçu olup olmadığına bakar. Maznun, suçunu ikrar ederse, hâkim cezasını verir. Zina suçunu inkâr eder de dinlenilen deliller aleyhine ise, hakim her ne kadar insan haklarıyla ilgili suçlarda yemin teklif edemezse de Allah’a âit haklarda (kanun haklarında) yemin teklif edebileceğinden, hasım taraf, yemin etmesini isterse, hâkim bir de yemin teklif eder. Kararını verir.

Suçla itham edilen şahıs, komutan, vali veya bunların yardım­cılarına teslim edilirse, bunların da hâdiseyi araştırmak kişinin suçlu olup olmadığını tesbit etmek yetkileri vardır. Araştırmaları da memuriyet yetkilerine göre 9 yöndedir.

1- Vali veya emir (komutan) maznun hakkında yardımcıları­nın, ithamlarım dâvayı araştırmadan dinlemez. Sanığın durumu­nu anladıktan sonra kendi yardımcılarının sözünü dinler. Sanık hakikaten şüpheli şahıslardan mıdır? İtham edilen suçu yapıp, yapmıyan bir şahıs olarak biliniyor mu? Bunlara benzer soruların cevâbını araştırır. Neticede suç sabit olmazsa berâet eder, itham zayıflar, sanığa fena muamele yapılmadan hemen salıverilir. Yu­karıdaki sorular aleyhine sonuçlanır, benzeri suçlan işlediği bili­nirse itham kesinlik kazanır. Suç isbat yoluna, esasa geçilir. İşte bu tarz bir yetki genel yetkili hâkimler için yoktur.

2- İtham ve isnadın kuvvet veya zayıflığında sanığın o andaki durumuna da riâyet edilir. Sanığın o andaki durumu (psikolojik hâli), isnâd edilen suçla tezad teşkil ediyorsa, yapılan itham zayıf­tır. Meselâ, isnâd edilen suç hırsızlık da sanık hırsızlık yapan, bu işlerle tanınmış birisiyse veya vücudunda Önceden bir başka suç­tan verilmiş ve tatbik edilmiş dövme cezasının izleri henüz gitme-mişse, veya malı çalarken kendisiyle beraber bir de gözcü bulun­muşsa, hakkında yapılan isnat kuvvet kazanır. Söylenilenlerin tam aksi mevcutsa suç isnadı zayıflar. Bu nevi geniş bir araştırma­yı da yine hâkimler yapamaz.

3- Vali veya komutan işin araştırılması için sanığı hapsedebi­lir. Hapsetme si. -esi hakkında ihtilâf vardır. Şafiî’nin talebelerinden Adullahu’z-Zübeyrî’ye göre: İsnâd edilen suçun araştırılması için tutuklama süresi 1 aydır, daha fazla olamaz. Diğer Şâfıî hu­kukçularına göre: Hapis için belirli bir süre yoktur. Halîfenin rey ve içtihadına bağlıdır. Bu görüş akla daha yatkındır. Hâkimler, ancak zarurî bir sebeple bir kimseyi tutuklayabilirler, yoksa hiç­bir kimseyi hemen hapsetme yetkisi yoktur.

4- Suç isnadının kuvvetine göre Vali, sanığı ta’zir cezasıyla dö­ver (had cezası kadar dövemez). Dövme sebebiyse, isnâd edilen suç hakkında doğruyu bulabilmek içindir. Dayaktan sonra ikrarda bulunmuşsa dövme sebebine bakılır. Sırf ikrar etmek için dövmüş-se ve dayak esnasında ikrar etmişse, bu ikrarının hukuken hükmü yoktur. Durumunu düzeltmesi için dövülür ve dövme ânında suçu ikrar ederse, dövmeden vazgeçilir. İkrarını yeniden baskısız söy­lemesi istenir. Tekrar ikrar ederse bu ikrarı muteber sayılır. Onunla sorumla tutulur. İlk ikrarı hüküm ifâde etmez. İlk ikrâriyle yetinilir, ikinci bir defa daha ikrarı istenmezse sanığın aleyhine ilk ikrarı ile amel için baskıda bulunulamaz. Buna rağ­men bizce bu iyi sayılmaz.

5- Bütün cezalara rağmen suç işlemekten vazgeçmiyeni vali hapseder. İnsanlar suçlunun cürmünden zarar görüyorlarsa, ölünceye kadar hapiste tutulur. İnsanlara vereceği zararı önle­mek için yiyeceği, giyeceği hazîneden verilir. Ve devamlı hapis tu­tulur. Hâkimlerin böyle bir yetkisi de yoktur.

6- Sanığın durumunu berâete götürmek veya ithamı, kuvvet­lendirmek için Allah (c.c) kamu ve kul hakkına giren her suçta sa­nığa vali veya komutan yemin teklif eder. Sanığa karı boşamak, köle âzâd etmek, sadaka vermek, halîfeye biatta Allah’a yemin et­tiremez. Hâkimler ise herhangi bir şahsa haksız yere yemin vere­mez, talak, köle azadı gibi konularda yemin ettiremez.

7- Vali zorlamak suretiyle suçlunun tevbe etmesini ister, işle­dikleri suçların cezalarım açıklar, öldürülmesi gerekmeyen bir suçta, ölüm cezası verilecek diye baskıda bulunamaz. Korkutucu olan sözler yalan, asılsız olmamalı. Te’dib cinsinden bir ceza ile korkutmak gerekir. Öldürülmesi vâcib olmayan bir suçta ölüm cezasını araştırmak ve öldürmek asla doğru olmaz.

8- Vali veya komutan, halkın hepsinin şahitliklerini dinleye­mez. Şahitliği dinlenmiyecek kimsenin ifâdesini almaz. Hâkimler ise, şahit miktarı çok da olsa hepsini dinler.

9- Vali ve komutan, aralarında bir münâsebet olsun, olmasın kul veya Allah hakkı kamu hakkı olan suçlan cem edebilir. İki suç­tan biri hakkında dâvâcı taraftan bir şikayet bulunsa da bir belirti olmasa, fakat diğeri hakkında bir şikâyet bulunsa, belirti de olsa. Bâzı hukukçulara göre: hakkında eser bulunana bakar, diğerine bakmaz. İsterse ilk suç ikinciden önce işlensin. Pek çok hukukçu­lar, karşı fikirde olup ilk davacının dâvasına önce bakar. Suçları beraberce inceler, dâvaları tevhîd ederken iki suçtan cezası ağır olanı önce ele alır. Her iki suçun cezası iki yönden ayrı olabilir. Bi­rincisi, isnadda ve işleyişte ayrı oluşları, ikincisi korkutuculukta ve korunmada farklı olmalarıdır. Yânî suçlar ağır veya hafif oluş­larına göre tavsif bakımından birbiri içine girememesidir. Vali, mücrim insanın suç işlemekten men edilmesi konusunda aleyhine olan bütün suçları toplamayı, cezalarını vermeyi ve cemiyet içinde teşhir edilmesini uygun bulursa bunları yapma yetkisi vardır.

İşte suçlara bakmada komutanlar (emirler) veya valilerle hâkimler arasında sanığın suçsuz olduğu veya had cezasını isbat öncesi durumlar da bu dokuz yönden farklılık mevcuttur. Sebebi de: Komutan veya vali siyasî veya idarî işlerde mütehassıs, hâkim ise hukuk alanında mütehassıs olduğundandır.[191]

 

B- CEZALAR VE İNFAZ ŞEKİLLERİ

 

Suçların isbâtmdan sonra cezasını infazda valilerin ve hâkimlerin durumu eşittir. Sanığın suçluluğunun isbâtı da iki şe­kildedir: İkrar ve deliller. İkisinden her biri kendi konularında etraflıca açıklanır.

Allah’ın emrettiğini yapmamak ve yasak ettiğini yapmak hu­suslarından uzaklaştırıcı cezalar, bir anlık bir lezzet uğruna azdı-ncı nefsî arzular sebebiyle âhiret hayatının azabına maruz kalma­mak için Allah tarafından vaz’ edilmiştir. Allah Teâlâ önleyici, korkutucu cezalar koymuştur ki fert bunları görünce cezanın acı­sından kaçınır. Allah, bu cezaları insanların haramları yapmama­sı için koymuştur. Şahıs menfaatleri daha çok, teklifler ise tam ve mükemmeldir. Allah Teâlâ âyet-i kerîmesinde,

“Biz, seni (Habîbim) âlemlere (başka bir şey için değil) ancak rahmet olarak gönderdik.” (K K 21:107) buyurmuştur.

Âyet-i kerîmede belirtilen husus, insanları cehaletten kurtar­mak, sapıklıklardan doğru yola getirmek, Allah’a karşı gelme gibi işlerden önlemek, Allah’a itaate, ibâdete sevk etmek için seni gön­derdik, demektir. Önleyici cezalar ikidir:

  1. a)Asıl cezalar,
  2. b)Ta’zir cezaları.
  3. a)CÜRÜMLER VE ASIL CEZALAR:

Asıl cezalar (Hudûd) da iki kısımdır:

  1. aa)Allah’ın haklarından (kamu haklarından) mütevel­lit cezalar.
  2. bb)İnsanların haklarından mütevellit cezalar.
  3. aa)Allah’ın haklarını (karnu haklarını) ihlâlden doğan cezalar da kendi içinde iki kısımdır:

aaa) Farzları terk etmenin sonucu tatbiki gereken cezalar,

bbb) Haram olan şeyleri işlemekle tatbiki gereken cezalar,

aaa) Farzları terk sonucu tatbiki gerekli cezalar:

1- Vakti çıkana kadar farz namazı kılmayanın cezası gibi. Bu durumda olandan niçin terk ettiği sorulur? Unuttuğundan terk etmisse kazası kendisine emredilir. Hemen hatırladığında kılar. Aynı namazın müteakip vaktini beklemez. Hadîs-i şerifte de,

“Kim namaz vaktinde uyur veya namazını unutursa o geçirdiği namazı hatırladığında hemen kılsın, hatırladığı an kılması, kaza etmesi gerekli namazın vaktidir. Bundan

başka namaz için hal yolu, keffâreti yoktur.”[192] buyurulmuş-tur. Bir hastalık sebebiyle terk etmişse o namazı gücü nasıl yeti­yorsa oturarak veya yaslanarak kılar. Çünkü Allah (c.c) herkese,

“Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını

yüklemez.” (K. K. 2: 286) buyurmuştur. Farz olduğunu inkâr et­mişse kâfir olur. Hükmü, dinden çıkanın (mürtedin) hükmü gibi­dir. Tevbe etmezse öldürülür. Farz olduğunu kabul etmekle bera­ber, yapılışım ağır, hakîr görürse ve terk ederse hükmü hakkında hukukçular farklı görüştedirler.

Ebû Hanîfe’ye göre: Her namaz vaktinde dövülür, Öldürülmez. Ahmed b. Hanbel ve bir grup hadîs taraftarı hukukçulara göre de namazı terkle kâfir olur, bu sebeple de öldürülür. Şafiî’ye göre: Terk ile kâfir olmaz, öldürülmez, dayak da atılmaz, mürted de ol­maz. Tevbe etmesi istenir. Tevbe eder yapacağına söz verirse ceza terk edilir ve kılması emredilir. “Evimde kılacağım” derse kendisi­ne havale edilir. İnsanların huzurunda kılmaya zorlanamaz. Tev­be etmez, kılacağını da soylemezse o zaman Şafiî’nin bir görüşüne göre: Terk sebebiyle öldürülür. Bir görüşüne göre de 3 gün sonra öldürülür. Kılıçla öldürülmesi belirtilir. Ebu’l-Abbas b. Süreyc’e göre ölünceye kadar odunla dövülür. Kılıçla öldürülmez. Sebebiy­se, sopa esnasında belki tevbe eder de namazı kılacağını söyler.

Şafiî mezhebi fakihleri farz namazları kaçıranların kazasın­dan kaçındıktan sonra Öldürülmesi gerekip gerekmiyeceği konu­sunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmına göre: Farz olan namazı terk edenler öldürülür. Bir kısmına göre de kaçırdığı namazlar artık borç hanesine yazılır, öldürülmez, derler. Namazı terk sebebiyle öldürülenlerin cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına gö­mülür. Çünkü müslümandır. Malları da mirasçılarına kalır.

2- Orucu terk edenler  ise: Hukukçuların ittifakına (icmâına) göre öldürülmezler. Ramazan boyunca yeme ve içmeden alıkonulur, hapsedilir. Ta’zir cezası uygulanır. Oruç tutacağını söylerse hapisten çıkarılır, kendi vicdanına havale edilir. Yediği­ne rastlanırsa ta’zir cezası verilir.

3- Zekât vermez, terk ederse malından zorla zekât alı­nır. Vermeyen Öldürülmez. Şüphesiz gizlediği anlaşılırsa ta’zir cezası verilir. Zekâttan kaçınmaları sebebiyle almamıyorsa savaş açılır. Zekât alıncaya kadar savaşılır. Hz. Ebû Bekrin, zekâttan kaçınanlara savaş açtığı gibi.

4- Hacca gelince: Şafiî’ye göre farziyyeti gecikme kabul eder, farz oluşu ânından itibaren ölüme kadar geçen bir zaman içinde yapılır. Diğer Şafiî hukukçularına göre ise, farz olan haccı geriye bırakmak olmaz. Hanefî mezhebine göre ise: Tehir edilebilir. Binâenaleyh vaktinden sonraya bırakmakla öldürülmez ve ta’zir cezası verilmez. Çünkü vaktinden sonra da edâ edebilmektedir. Kaza sayılmaz. Yerine getirmeden ölürse terekesinden hacca gidi­lir.

5- İnsanlara âit hakları yerine getirmekten kaçınanlar

ise, borcunu ödememe ve benzeri gibi. İmkânı varsa zorla alınır, Özrü varsa hapsedilir. Şayet güç durumda ise imkân bulma zama­nına kadar beklenir. İşte farzları terk etmenin cezası bunlardır.

Haranı olan şeyleri yapmaya gelince: Bu 2 kısımdır:

Birincisi: Allah Teâlânın haklarından olan yasaklar ki, dörttür.

1- Zina cezası,

2- Hırsızlık cezası,

3- İçki içme cezası,

4- Yol kesme cezasıdır. İkinci kısım insanların hakla­rından olan yasaklar ki iki tanedir:

1- Zina iftirası cezası,

2- Şahıs aleyhine işlenen cürümler, cinayetlerden do­ğan cezalardır.

Bütün hu sayılan cürüm ve cezalar sırasıyla anlatılacaktır.[193]

 

ZİNA CEZASI

 

Zina: Aralarında aynı cinslik ve helâliyet bulunmayan, bir kadının ön veya ardından, âkil, baliğ erkeğin erkeklik uzvunu içeri sokmasıdır. Ebû Hanîfe’ye göre: Yalnız önden ya­pılan fiil zinadır. Arkadan yapılan fiil zina sayılmaz. Zina suçun­dan kadın, erkek cezaî yönden aynı hükme tâbidir. Her ikisi için de iki durum vardır:

  1. a)Bekârlık,
  2. b)
  3. a)BEKARLIK: Nikâh akdi ile münâsebette bulunmama hali­dir. Zina yapan hür, bekâr erkek ise, yüzü ve vücûdunun hayatî noktaları hariç her tarafına 100 değnek vurulur. Bütün organları hakkını alması için her âzâya vurulur. Sopa, öldürücü demir cin­sinden veya acıtmayıcı olmayan yumuşak şeyden olmamalıdır.

Dövmekle beraber sürgün edilmesi konusunda hukukçular arasında fikir ayrılığı vardır. Ebû Hanîfe’ye göre: Yalnız dövme vardır, sürgün edilmez. İmâm Malik: Erkek sürgün edilir, kadın sürgün edilmez, der. Şafiî ise: Zina suçu işleyen, memleketinden en az 24 saat uzakta (1 gece, 1 gündüz) bir yere 1 seneliğine sürgün edilmesi vaciptir. Delîh de şu hadîs-i şeriftir:

“Şu hususu benden alın: Hakikat Allah, o kadınlar için hükmünü koymuştur. Bekâr erkekle bekâr kadın zina ederse 100 sopa vurulur ve I yıl sürgün edilir. Evli erkekle evli kadın zina ederse taşlamr.[194]buyurulmuştur. Şafiî’ye gö­re: Dövme ve sürgünde kâfirle müslümanın cezası aynıdır. Kölele­rin zinadaki cezaları 50 değnektir. Kölelik sebebiyle hür kimselere uygulanan cezânm yarısı uygulanır, çünkü noksan sayılırlar. Bunların sürgün edilmesi konusunda farklı görüş vardır. İmam Mâlik’e göre: Kölenin sürgün edilmesi efendisine zarar vereceğin­den sürgün edilmez. Şafiî mezhebinin genel hükmüne göre, hürler gibi 1 yıl sürgün edilirler. Hürlerin sürgün cezâsımn yarısının ve­rilmesi düşünülemez. Eğer bir ihtimâl düşünülürse o takdirde 6 ay sürgün edilir.

  1. b)EVLİLİK: Meşru, sahih nikâh akdiyle bir erkeğin karısıyla karı-koca münâsebetinde bulunmasıdır. Zina yapan evli ise, cezası taşla veya benzeri şeylerle öldürülmektir. Ölümünden vaz­geçilemez. Çünkü âyet-i kerîmede geçen recmden maksad, taşla öldürmektir. Recmetmekle beraber suçlu dövülmez. Dâvûd-ı Zahirîye göre: 100 değnek vurulur, sonra öldürülür. Halbuki evli­leri dövme hükmü âyet-i kerîme ile kaldırılmıştır. Hadîs-i şerifte “Resûlullah (s.a.v) Maiz’i taşlatmış, dövdürmemiştir.[195]hük­mü nakledilir. Evliîikde müslüman olmak şart değildir. Kâfir de müslüman gibi taşlanır. Ebû Hanîfe’ye göre: Evlilikte müslüman olma şarttır. Kâfir evliler zina ederlerse dövülürler, taşlanmazlar.

Evli köle zina ederse taşlanmaz. 50 sopa vurulur. Dâvûd-ı Zahirî, kölenin de hür gibi taşlanacağını söyler.

Livâta yapanlar, hayvanlarla temasta bulunanlar da zina yapmış sayılır. Bekârsa dövülür, evli ise taşlanır. Bir fikre göre de evli de olsa, bekâr da olsa Öldürülmesi gerekir. Resûlullah (s.a.v) den şu hadîs-i şerif rivayet olunmuştur:

“Hayvanı ve hayvanla temasta bulunanı öldürünüz.[196]

Bekâr erkek evli kadınla, evli erkek bekâr kadınla zina ederse evliler taşlanır, bekârları dövülür. Dövüldükten sonra tekrar zina yaparsa yine dövme cezası verilir. Zina cezası verilmeden müker-reren zina suçu işlemişse hepsi için yalnız bir tek zina cezası veri­lir.

Zina suçu iki şeyden biriyle sabit olur:

  1. a)İkrarla,
  2. b)
  3. a)ikrarla: Akil, baliğ bir kimse isteyerek zina yaptığını 1 defa ikrar ederse kendisine ceza tatbik edilir. Ebû Hanîfe’ye göre: Dört defa ikrar etmedikçe kişinin yalnızca bir ikrarıyla amel edilmez. İkrarıyla hakkında hüküm verilecekler sonradan, ceza henüz uy­gulanmadan ikrarından dönerse had cezası da düşer. Ebû Hanîfe’ye göre: İkrarından dönmekle ceza düşmez.
  4. b)Delillerle; Bir şalısın zina fiilini işlediğine dâir, doğru bili­nen erkeklerden 4 kişinin şahitlik etmesidir. Kadınlar zina suçun­da şahit olamaz. Erkek şahitler de, çöpün göze girdiğini görme gi­bi, erkeğin uzvunun kadmmkine girdiğini görmüş olduklarını söy­lemelidirler. Bö3’3e bir durumda görmemişlerse şahitlikleri de mu­teber değildir. Zira maznun hakkında toplu olarak veya ayrı ayrı tam olarak fiili gördüklerine dair şahitlikleri gerekir. Ebû Hanîfe ve Mâlik’e göre: Hepsinin birden şahitlikte bulunmaları gerekir. Ayrı ayrı şahitlikleri kabul olunmaz, iftira etmiş sayılırlar. 1 sene veya daha fazla bir zaman geçtikten sonra şahitlikte bulunurlar­sa, bu şahitlikleri kabul olunur. Ebû Hanîfe’ye göre: 1 seneden son­raki şahitlikleri kabul olmaz. İftira etmiş duruma düşerler. Zina suçu şahitlerinin adedi kesinlikle 4 olmalıdır. Daha az olurlarsa iftira etmiş sayılırlar, bir fikre göre dövülmezler, bir fikre göre de dövülürler. Zina işlendiğine dâir deliller kuvvetli ve sanığın kendi de zinayı ikrar ediyorsa, bir fikre göre 2 şahit de yeterlidir, diğer fikre göre 4’ten az olamaz.

Zina yapan taşlanacaksa, bir yere çukur kazılır, vücûdunun yarısına kadar indirilir, bu şekilde kaçmasına engel olunur. Ka­çarsa peşi takip edilir, ölünceye kadar taşlanır. Kendi ikrarı üzeri­ne taşlanırsa, çukura gömülmez, taşlanırken kaçarsa peşi takip edilmez. Taşlama cezasına karar veren makam, cezanın infazı sı­rasında hazır bulunur, isterse hazır da bulunmaz, muhayyerdir, Ebû Hanîfe’ye göre: Taşlama cezası ancak buna karar veren hâkimin huzurunda infaz edilir, önce o taşlamaya başlar. Resûlüllah (s.a.v) de,

“Ey Uneys, şu kadının durumunu araştır, muhake­mesini yap, suçunu îtiraf ederse taşla.”[197] buyurmuşlardır. Şahitlerin, taşlama cezasının infazı ânında bulunmaları gerek­mez. Ebû Hanîfe’ye göre: Şahitlerin cezanın infazı anında hazır bulunması ve ilk taşhyanların onlar olması gerekir. Hâmile kadın, doğum yapıp çocuğuna süt annesi bulana kadar taşlanmaz.

Zinada, fâsid bir nikâh, kocası veya karısı olması şüphesi gibi muhtemel bir şüphe mevcutsa veya kendisi yeni müslüman olmuş da zinanın haram olduğunu bilmiyorsa, zina cezası tatbik edilmez. Resûlüllah (s.a.v) de,

“Şüpheli durumlarda cezaları kaldırınız.”[198] buyurmuş­tur. Ebû Hanîfe’ye göre: Yabancı kadını kendi hanımı sanıp zina etmesinde bu şüphe muteber değildir. Zinayı yapan cezalandırılır. Nikâhı haram olanlar biribirleriyle evlenirlerse yine zina cezası uygulanır. Çünkü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifle evlenmenin ha­ram olduğu belirtilmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre: Böyle bir nikâhta şüphe, zina cezasını düşürür. Zina yapan kimse, zina yapmaya ye­niden muktedir olduğunda vazgeçip tevbe etse birinci zinanın cezasmı düşürmez. Ayet-i kerimede de:

“Bundan sonra şunu bil ki; Senin Rabbm bir cehalet yü­zünden kötülük yapıp da sonra bunun ardından tevbe ve ıslah-ı nefs edenlerin hiç şüphesiz lehinedir. Hakikat senin Rabbin bu hâllerin arkasından elbette çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.” (K K. 16: 119) buyurulmuştur. Âyet-i kerîmede geçen “cehalet yüzünden” ifâdesinde iki türlü anlam vardır: 1- Kö­tü bir cahillik, 2- Kötü olduğunu bilmesine rağmen şehvetinin üs­tün gelmesi demektir. İkinci mânâ veriş daha çok tercih edilir. Bir kimse işlediği şeyin kötü olduğunu bilmezse günâh sayılmaz. Suç işleyenden cezanın düşürülmesi hususunda hiç kimse şefaatçi olamaz. Kendisinden şefaat etmesi istenilen şahsın da suçlu hak­kında şefaati helal değildir. Âyet-i kerîmede:

“Kim güzel bir şefaatle şefaatte bulunursa ondan kendi­sine bir sevab vardır. Kim de kötü bir şefaatle şefaatte bu­lunursa ondan kendisine bir günâh payı vardır.” (R, K.: 85)

buyurulmuştur: Âyet-i kerîmede geçen “Güzel bir şefaat” ve “Kötü bir şefaat” mânalarına gelen kelimelerde üç türlü mânâ vardır: 1-İyi şefaat, şefaat edilen kimseye hayrın gelmesini istemektir. Kötü şefaat ise, kötülüğün kendisine gelmesini istemektir. Hasan ve Mücâhid’in görüşü budur. 2- İyilik, mümin kadın ve erkekler için duadır, kötülükler ise, onların zararına olan bir duadır. 3- İyilik, şahsın kötülükten kurtulmasına, kötülük ise haktan uzaklaşma­sına bir sebebtir. Ayet-i kerîmede geçen “Pay: Kifl” kelimesinde de iki türlü mânâ vardır: 1- Hasan’a göre: Günâh demektir. 2-Süddî’ye göre: Nasib demektir.[199]

 

HIRSIZLIK VE CEZASI (MAL ALEYHİNE CÜRÜM)

 

Hırsızlık: “Etrafı çevrili olan bir yerden, belirli bir kıy­meti bulan, başkasına âit bir malı, âkil, baliğ bir şalısın alıp götürmesidir. Alan kimsenin; malı başkasına âit olduğu, bulunduğu yerin malın korunması için yapıldığı hususunda şüphesi de yoksa işlediği fiil hırsızlıktır.” Alan kimsenin sağ eli bileğin­den kesilir. Eli kesildikten sonra yine aynı veya bir başka malı çalarsa sol ayağı ayak bileğinden kesilir. Üçüncü defa yine hırsız­lık ederse Ebû Hanîfe’ye göre, artık herhangi bir uzvu kesilmez. Şafiî’ye göre: 3’üncü defa sol eli bileğinden kesilir, 4’üncü defada sağ ayağı bileğinden kesilir. Beşinci defa hırsızlık ederse ta’zir cezası verilir, öldürülmez. Hırsızlık cezası uygulanmadan müker-reren hırsızlık etmiş, aynı suçu işlemişse hepsi için bir tek ceza ve­rilir, tek bir defa eli veya ayağı kesilir.

El kesmeyi gerektiren çalınan malın miktarı konusunda hu­kukçular ayrı ayrı görüştedirler. Şafiî’ye göre: Piyasada geçerli olan dinarlardan 4 dinar veya daha çok kıymette bir mal ise eli ke­silir. Ebû Hanîfe’ye göre 10 dirhem veya 10 dinar kıymetinde olan malı çalmak el kesmeyi gerektirir. Bu kıymetten az olursa el kesil­mez. İbrahim Nehaî’ye göre 40 dirhem veya 4 dinar kıymetinde olan bir malı çalmak el kesmeyi gerektirir. İbn Ebî Leylâ’ya göre, 5 dirhem miktarı, Mâlike göre, 3 dirhem miktarı (kıymeti) olan malı çalmak el kesmeyi gerektirir. Dâvûd-ı Zahirîye göre, çalman ma­lın kıymeti ne olursa olsun, az çok önemli değildir, çalan kimsenin eli kesilir.

Hukukçular el kesmeyi gerektirici malların vasfı konusun­da da ihtilâf etmişlerdir. Şafiî’ye göre: Hırsıza haram olan her malı çalmak, el kesmeyi gerektirir. Ebû Hanîfe’ye göre: Aslı mubah olan av, odun, ot gibi mallan çalmak el kesmeyi gerektirmez. Şafiî’ye göre: Bu gibi mubah mallar temellük edildikten sonra ça­lındığında el kesilir. Ebû Hanîfe’ye göre: Yaş yiyeceklerde el kesil­mez, Şafiî kesilir der. Ebû Hanîfe’ye göre, kitap çalanın eli kesil­mez. Şafiî’ye göre kesilir. Yine Ebû Hanife’ye göre mescidin kan­dillerini, Kâ’benin örtüsünü çalanın eli kesilmez. Âkil olmayan küçük bir köleyi veya konuşmasını bilmeyen bir yabancıyı çalarsa Şafiî’ye göre, çalanın eli kesilir. Ebû Hanîfe’ye göre, kesilmez. Kü­çük hür çocuğu çalarsa el kesilmez. Mâlik’e göre, kesilir.

Hukukçular “etrafı çevrili yer” anlamında ihtilâf etmişler­dir. Dâvûd-ı Zahirîye göre: Mal nerede olursa olsun alanın eli kesi­lir.

Büyük bir hukukçu gurubu da: Elin kesüebilmesi için malın, koruma altına alınmış olmasını aramışlardır. Etrafı çevrili olma­yan bir yerden mal almak el kesmeyi gerektirmez. Resûlüllah

(s.a.v) den rivayet olunduğuna göre:

“At çobanının eli, at ahırına (Tavlasına) girinceye kadar kesilmez. Atı tavladan çalmışsa eli kesilir.”[200] buyurmuşlar­dır. Bunun gibi, ariyet mal alan inkâr etse el kesme cezası tatbik edilmez. Ahined b. Hanbel’e göre, uygulanır.

Hırsızlığın tam meydana gelişinde etrafı çevrili olmanın dere­ce ve miktarının ne olduğu konusunda hukukçular farklı görüşte­dirler. Ebû Hanîfe’ye göre: Etrafı çevrili olan malın kıymetinin az veya çok oluşu sınıra tesir etmez. Bütün malların sınırı aynıdır. Şafiî’ye göre: Malın kıymetine göre malın etrafının çevrili olma şekli değişiktir, örfle çevre tesbit edilir. Odun talıta gibi kıymeti az olan şeylerde etrafı çevrili olma gayet hafiftir. Pek muhkem olma­sı istenmez. Altın, gümüş gibi kıymetli olan şeyler ise çok muh­kem, çivili şeyler içinde saklanır. Odunun saklandığı yer ile altın ve gümüşün saklanıldığı yer bir olamaz. Tahtanın bulunduğu yer­den alınması el kesmeyi gerektirir ama aynı yerden altın veya gü­müşü alma el kesmeyi gerektirmez.

Kefen soyucuların eli de kesilir. Çünkü ölüler için muhafaza yeri örfe gör, mezarlardır. Her ne kadar mezar ölülerden başka şeylerin korunacağı bir yer değilse de. Ebû Hanîfe’ye göre: Mezar, kefenden başka şeyler için koruma yeri olmadığından kefen soyu-cunun eli kesilmez.

Bir kimse âdet üzere malını yürüyen bir hayvan üzerine bağ-lasa, hırsız da kıymeti 4 dinar veya daha fazla olan bu malı hayvan üzerinden alsa eli kesilir. Sebebiyse: Âdet üzere bir yere konulan eşyayı çalmıştır. Hayvan sırtı, o mal için koruma yeridir. Hayvanı eşya ile beraber çalarsa, eli kesilmez; zira eşyayı ve konduğu yeri-beraberce çalmıştır.

Altın ve gümüşten olan kapları kullanmak her ne kadar ya-saksa da mülkiyete konu olduklarından çalınmaları hâlinde hırsı­zın eli kesilir. İçinde yemek yenilsin, yenilmesin, yemek olsun, ol-masm önemli değildir. Ebû Hanîfe’ye göre: Bu tip kaplar içinde ye­mek veya içilecek su var iken çahnmışsa hırsızın eli kesilmez. Eğer içinde yemek ve su yok iken çahnmışsa eli kesilir.

İki şahıs hırsızlık işinde ortaklık etse de biri gözcülük yapıp di­ğeri de malı çalsa, malı alanın eli kesilir, gözcününki kesilmez. Yi­ne iki şahıs hırsızlık yapmak için anlaşsalar da biri gözcü olsa mal almasa, diğeri de kollanıp gözetilmediği hâlde malı almasa o iki­den herhangi birinin eli kesilmez.

Şahıs, malın bulunduğu yere girse, orada malı harap etse, za­rar ziyan verse malın bedelini öder, eli kesilmez. Hırsız cezalandırılınca elde bulunan mal ne kadar ise o mal sahibine veri­lir. Hırsız cezalandırıldıktan sonra, gider aynı malı konduğu yer­den İkinci defa yine alırsa yine cezalandırılır. Ebû Hanîfe’ye göre: Aynı malı ikinci defa çalmada hırsız cezalandırılmaz. Hırsız çaldı­ğı malı yok etse cezalandırılır ve çaldığı mal kadar borçlandırılır. Ebû Hanîfe’ye göre: Cezalandırıl irs a malı ödemez, mal ödetilirse cezalandırılmaz. Malı çalman kimse, çalman malını hırsıza bağış­larsa hırsız yine cezalandırılır. Hîbe cezayı düşürmez. Ebû Hanîfe’ye göre: Mal sahibi malı bağışlayınca hırsızdan ceza düşer, eli kesilmez.

Mal sahibi elinin kesilmesinden afvederse afiv ile ceza düş­mez. Safvan b. Umeyye ridâ (palto) sini çalan birini afvetti.

Bunun üzerine Resûîullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Allah benden afVetmedi ben de afvedemem, dedi ve elinin kesilmesini emretti.[201]

Anlatıldığına göre, Hz. Muâviye’ye bir gurup hırsızlar getiril­miş, hepsim cezalandırmış, son biri kalmış, o da cezalandırılmak üzere huzura getirilince şu şiiri okumuştur.

“Ey Emire’l-Mü’minin! Göz Önünde tatbik edilen cezadan sağ elimin kurtulması için afvına sığınıyorum.

Elim kesilip örtüldüğünde evet güzel olacak ama sen böyle ke­silip güzel olan eli kötülükler yapan bu ele tercih etme.

Sağı ayrılan sol el ile dünyânın hayrı yoktur. Ve artık kötü ge­lir.”

Bunun üzerine Muâviye,

– Arkadaşlarının elini kesmişken seni nasıl afvedebilirim, der. Hırsızın annesi:

– Onun bu günâhını da Allah’a tevbe edeceği günahları arasına bırak, der. Muâviye, de onu cezalandırmaz. İşte Islâmiyette ilk terk edilen ceza bu hadisedeki cezadır.

El kesme cezası tatbikinde erkek, kadın, hür, köle, müslüman, kâfir hepsi müsavidir. Çocuğun, delinin hırsızlık yapmalarında elleri kesilmez. Efendisinin malını çalan kölenin ve babasının ma­lını çalan oğulun elleri kesilmez. Dâvûd-ı Zâhirî’ye göre: Bunların da eli kesilir.[202]

 

İÇKİ İÇME VE CEZASI

 

Her sarhoşluk veren şarap, ekşitilmiş hurma suyu gibi şeyle­rin azı da çoğu da haramdır. İçen sarhoş olsun olmasın cezalandırılır. Ebû Hanîfe’ye göre: Şarap içen sarhoş olmasa da cezalandırılır. Ama sarhoş etmeyen, hurma suyunu içen, sarhoş olmadıkça cezalandırılmaz.

İçki içmenin cezası: Suçlunun elbisesi üzerinden vücuduna el ile vurulur. Bu konuda Resûlüllah (s.a.v) den gelen hadîs-i şerif­ler gereği kendisini bu işten vazgeçirici sözler söylenir, nasihat edilir. Bir görüşe göre de, diğer cezalar gibi sopa ile dövülür. Bu ce­za ve nasîhata rağmen vazgeçmiyorsa 40’tan 80 sopaya kadar dö­vülür.

Halk, içki içenin cezası hakkında ihtilâf edince Hz. Ömer en az 40 sopa vurmuş ve bu konuda sahabe ile müşaverede (danışmada) bulunmuş ve şöyle demiştir:

– Görüyorum ki, insanlar, içki içenin cezası hakkında farklı fi­kirdedirler. Bu hususta sizlerin fikirleri nedir?

Bu soru üzerine Hz. Ali,

– İçki içene 80 sopa vurulması fikrindeyim. Çünkü içki içen sarhoş olur, sarhoş olunca da ne söylediğini bilmez. Ne söylediğini bilmeyen iftirada bulunur. Binâenaleyh içki içenin cezası iftira edenin cezası gibi, 80 değnektir.

Bu fikirden sonra Hz. Ömer içki. içene 80 değnek vurmuştur. Bundan sonra da halîfeler 80 değnek cezasını tatbik etmişlerdir. Hz. Ali de şöyle demiştir.

– 80 değnek ceza tatbik edilen insanların öldüğünü gördüm. Kendimde bu kadar ağır cezayı uygun bulamıyorum. Zâten Resûlüllah (s.a.v) den sonra böyle ceza uygulanmaya başlanmış­tır. O zaman 40 değnek ceza veriliyordu. Ve esasen içki içen insan nefsini yok etmiş demektir. Eğer ona 80-değnek vurulur, bunun so­nucu ölürse diyeti gerekir. Diyet miktarında ise iki görüş var: 1-Bütün diyeti verilir. Çünkü cezalandırılmakta ileri gidilmiş. 2-Yarı diyeti verilir. Yarı cezası yani 40 değnek kat’îdir, diğer yan cezası ise (40 değneği) fazladır. Onun diyeti de tam diyetinin yarı­sıdır.

Bir şahıs şarap (içki) içmeye zorlansa veya haram olduğunu bilmiyerek içse cezalandırılmaz. Susuzluğu gidermek için içki içerse cezalan dinin*. Çünkü içki susuzluğu gidermez. İlaç maksa­dıyla içerse cezalandırılmaz. Belki onu içmekle hastalığından kur­tulabilir. Sarhoş etmiyen hurma suyunu mubah diye inanır ve içerse cezalandırılır.

Yargılama usûlü: Sarhoş kimse sarhoşluk veren şeyi içtiğini ikrar veya irâdesi ile içki içtiğine dâir iki kişi şahitlikte bulunursa, sarhoş olduğu bilinmese de cezalandırılır. Ebû Abdillah’ız-Zübeyrî’ye göre içki içen, sarhoş olduğu zaman dövülür. Sarhoş ol­mazsa dövülmez. Bu görüş yanlıştır. Çünkü esas olan sarhoşluk veren şeyin içilmeme sidir, içilince ceza gerekir. Hükümlerin uy­gulanmasında sarhoşun hükmü: Sarhoşluğu ile taşkınlık ediyor­sa aklı başında sayılır. Zorla içki içirilen veya sarhoşluk vereceğini bilmediği bir içkiyi içen kimse hakkında, aklı başından giden dü­şünme kaabiliyeti kalmıyan kimse hakkındaki muamele yapılır.

Sarhoşluğun tarifi konusunda ihtilaf mevcuttur. Ebû Hanî-fe’nin fikrine göre: Aklî kaabiliyeti gideren, kişiyi gök ile yeri anne­siyle karısını ayırt edemiyecek bir hâle getiren miktarca içme, sar­hoşluktur.

Şâfiîlerin tarifine göre: Sarhoşluk: Kişiyi intizamsızca konuş­turan, kötü hareketler yaptıran, sallana sallana yürüten durum olur. Yaptığı kötü hareketler toplanırsa bu durumlar sarhoşun tarifini verir. Bundan daha ileri giderse o da artık sarhoşluğun ile­ri derecesidir.[203]

 

ZİNA İFTİRASI (KAZF) VE LA’NETLEŞME (LİAN) CEZALARI 

             

Zina iftirasının cezası 80 değnektir. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifte bu konuda hüküm vardır, icma’da da bulunulmuştur. 80 değnekten az veya çok olamaz. İnsanların hakkını ihlâlin sonucu uygulanır. İftiraya uğrayan isterse zina iftirası edene bu ceza tat­bik edilir, afvederse ceza düşer. İftira edilen şahısta 5 şart, iftira edende 3 şart bulunursa cezanın tatbiki zarurî olur.

Zina iftirası edilendeki 5 şart: Akil, baliğ, müslüman, hür, namuslu bir kimse olmasıdır. Zina iftirası yapılan çocuk, deli, kö­le, zina cezasına çarptırılmış namusu iyi olmayan biri ise, böylele-rine iftira eden, cezalandırılmaz. Fakat insanlara sıkıntı verdiğin­den ve dilini iftiralara alıştırdığından ta’zir edilir.

Zina iftirasında bulunan kimsedeki 3 şart: Âkil, baliğ, hür olmasıdır. Küçük veya deli ise cezalandırılmaz. İftira eden kö­le ise hür kimsenin cezasının yansı olan 40 sopa atılır. Kâfir iftiracı, müslüman gibi ceza görür. Kadın ve erkek iftiracı da aynı cezaya (80 değneye) çarptırılır.

Zina iftirası eden şahıs fâsık sayılır, şahitliği kabul edilmez. Tevbe ederse şahitliği kabul edilir. Ebû Hanîfe’ye göre: Cezalan­dırılmadan önce tevbe ederse şahitliği kabul edilir. Cezalandırıl­dıktan sonra tevbe ederse şahitliği kabul edilmez.

Livâta ve hayvanla temasta bulunma iftiraları yapanlar da zi­na iftirası yapanlar gibidirler. Onlar gibi cezalandırılmaları şart­tır. Küfür, hırsızlık gibi iftiraları yapanlar cezalandırılmazlar, ama insanlara sözle sıkıntı verdiklerinden ta’zir cezası verilir.

Zina iftirası açık ifâdelerle olur: “Ey zinakâr”, “Sen zina yap­tın”, “Seni zina yaparken gördüm.” gibi sözlerle olur. Eğer “Ey fâcir”, “Ey fâsık”, “Ey Lûtİ” sözlerini söylemişse bu sözlerde birden fazla mânâya ihtimâl olduğundan kinayeli sözlerden sayılır. Zina iftirasını kasdetmişse de cezalandırılması gerekmez. Bir şahıs “Ey Âhır (Zina ve fisk u fucûr edici)” demişse, bâzı Şâfiîlere göre kinayeli söz sayılır. Çünkü görüldüğü gibi birkaç mânâya ihtimâli vardır. Bâzı Şâfiîlere göre de açık ifâde olup söyleyenin cezalandırılması gerekir. Hadîs-i şerifte de,

“Çocuk, yatakta bulunana aittir. Zina yapan da (Âhır) taşlanır, cezalandırılır.”‘1’ Duyurulmuştur.

İmam Mâlik, zina iftirası konusundaki kinayeli sözleri de açık sözler gibi kabul eder, cezanın tatbiki gerekeceğini belirtmiştir. Öfke veya sükûnet hâlinde bir kimsenin,

– Sen zina yaptın, sözü tarizdir.

– Ben zina yapmadım, şeklinde verilen cevâb, tarize cevaptır. Şafiî ve Ebû Hanîfe’ye göre: Tarizde bulunan, zina iftirasında bu­lunmak istememişse cezalandırılmaz.

– Ey zinâkar çocuğu, demişse o şahsın kendisine değil de baba ve annesine zina iftirasında bulunmuştur. Baba ve annesinin her ikisi veya biri cezalandırılmasını isterse, iftira eden cezalandırılır. Her ikisi de ölü iseler, onlardan mirasçılarına dâva hakkı mîraş olarak geçer. Cezalandırılmasını mirasçılar ister. Ebû Hanîfe’ye göre: İftira cezasını isteme hakkı mîras olarak geçmez.

Zina iftirasına uğrayan, mal karşılığında sulh olmak isterse bu caiz değildir.

Bir kimse babasına iftira ederse cezalandırılır. Oğluna iftira ederse cezalandırılmaz. Zina iftirası yapan cezalandırılmadan, zi­na iftirası yapılan zina etse de iftiranın cezası düşmez. Ebû Hanîfe’ye göre: Düşer. Bir erkek karısına zina isnâd ederse, La’netleştikten sonra erkek cezalandırılır.[204]

 

 

 

Lİ’AN (LA’NETLEŞME)

 

Cuma mescidinde, minber üstünde veya yanında hazır bulu­nan Hâkim ve en az 4 şahit Önünde bir erkeğin:

  1. fi) Neseî, talâk 48, 49, 84. Buharî, hudûd 23, ahkâm 29. vs.

– Allah’ı şahit tutarım ki “Karım falan kimse ile zina etmiştir. Dediğim sözde muhakkak ben doğru söyleyenlerdenim.”

Çocuğunun babası olmadığım da belirtmek istiyorsa,

– ‘Ye şüphesiz şu çocuk da benden değil, zina mahsûlüdür,” de­se ve bu sözleri dört defa tekrar etse, beşinci de,

–  “Şayet karıma yaptığım bu isnatta yalancı isem Allah’ın lâ’neti üzerime olsun” der, la’netleşme işi tamamlanır. Kocadan iftira cezası düşer. Ve karısına bu sözler sonucu zina cezası tatbik edilir. Ancak kadın da kocasına karşı la’netleşirse ve;

–  “Allah şâhidimdir ki kocam olan şu şahıs benim falanla zina yaptığım hususundaki isnadında yalancıdır. Ve şu çocuk zina mahsulü değil, kendi çocuğudur”, der aynı sözü dört defa tekrar eder, beşincide,

–  “Şayet kocam bana isnâd ettiği hususta doğru ise Allah’ın gazabı üzerime olsun” derse, zina cezası artık kadından da düşer. Çocuk babasından alınır. Karı ile koca arası da ebedî olarak ayrıl­mış olur.

Hukukçular, ayrılık hususunda ihtilaflıdırlar. Şafiî’ye göre: Yalnız kocanın la’netleşmesiyle ayrılık meydana gelir. Mâîik’e gö­re: Karı ve kocanın her ikisinin birden la’netleşmesiyle ayrılık meydana gelir. Ebû Hanîfe’ye göre: Hâkim ayrılık kararı verene kadar, karı ve kocanın la’netleşmeleri ayrılıklarını meydana ge­tirmez.

Kadın, kocasına zina iftirasında bulunursa iftira cezası tatbik edilir. La’netleşmez. Koca la’netleşmeden sonra yalan söylediğini belirtirse çocuk kendinin olur ve iftira cezasına çarptırılır. Şafiî’ye göre: Karısı helâl olmaz. Ebû Hanîfe’ye göre: Helâl olur.

Ahkâm-ı Sultaniye[205]

 

CÜRÜMLERDE (ŞAHIS ALEYHİNE İŞLENEN SUÇLARDA) KISAS VE DİYET

(BEDEL) CEZALARI

 

Şahıslara karşı işlenen cürümler üçtür:

  1. a)Kasden adam öldürme,
  2. b)Hatâen adam öldürme,
  3. c)Hataya benzer kasıtla adam öldürme.
  4. a)KASDEN ADAM ÖLDÜRME: Bir inşam boğazlıyarak, demirle bir uzvunu keserek, vücûduna bir cisim sokarak, ağır bir cisimle vurarak öldürmeye kasten adam öldürme denir. Failinin cezalandırılmasını gerektirir. Ebû Hanîfe’ye göre: Kısası gerekti­ren adam öldürme, yaralayıcı âletler ile boyun kesmek veya uzvu­nun herhangi bir yerine sokarak kasten adam öldürmedir. Taş ve odun gibi bir cisimle adam öldürme kasten adam öldürme sayıl­maz. Kısası gerektirmez.

Şafiî’ye göre: Kasten adam öldürmenin hükmü: Ölenin sahibi kısas ve diyetten birini seçmeye ehil, hür bir kimse olmalıdır. Ebû Hanîfe’ye göre: Ölünün sahibinin tek başına katilin kısasını iste­me, katil ile anlaştıktan sonra bedel isteme hakkı vardır, ölü sahipleri ise, mala mirasçı olma hakkına sahip erkek ve kadınlar­dır. Mâlike göre: Ölünün sahipleri, mirasçılarından yalnız erkek olanlardır.

ölünün sahiplerinin hepsi katilin kısas edilmesi hususunda birleşirlerse o zaman katil kısas edilir, içlerinden biri kısasını iste­mezse kısas cezası düşer, bedel verilmesi gerekir. İmam Mâlik’e göre: Düşmez. Ölünün mirasçıları arasında küçük veya akıl hasta­sı varsa âkil, baliğ olanların tek başlarına kısas istemeleri müm­kün olamaz.

Şafiî’ye göre: Ölen ve öldürenin müsavi olmaları, öldürülenin ölenden hürriyet ve müslümanlık yönünden üstün olmaması gere­kir. Katil hürriyet ve müslüman olma yönlerinden biri ile öldürdü­ğünden, üstün ise, meselâ hür kimse müslüman veya kâfir bir köle­yi kasden öldürmüşse, bu durumlarda katil kısas edilmez.

Ebû Hanîfe’ye göre: Öldürülen ve öldüren arasında böyle bir eşitlik aranmaz. Köleyi kasden öldüren hür, kâfiri kasden öldüren müslüman, öldürülür. Hür kimseyi öldüren kölenin, müslümanı öldüren kâfirin Öldürülüşü gibi. Böylece Hanefî hukukçuları nefis­leri birbirine tercih ve himaye etmemişlerdir. Kadı Ebû Yusuf a kâfir Öldüren bir müslümanın dâvası iletilir. Müslüman aleyhine kısasla hükmeder. Elinde kâğıt olan bir adam gelir, Ebû Yusuf a uzatır, Kâğıtta şu şiir yazılıdır:

“Ey kâfire karşı müslümana ölüm kararı veren, bu hareketin­le sen kötülükte bulundun. Halbuki âdil olan hâkim bu kötülüğü yapmazdı. Ey Bağdat ve etrafında bulunan âlimler, şâirler! Dönü­nüz, dininiz ne hâle geldi görünüz, ağlayınız. Kötülüklere sabre­din. Mükâfaat sabredenlerindir.

Kâfire karşı mu mini öldürme kararı veren Ebû Yusuf, dinine karşı kötülükte bulundu.”

Ebû Yusuf, Harun Reşîd’e bu şiiri okur. Harun Reşîd, fitnenin çıkmaması için bu işi iyice araştırmasını emreder. Ebû Yusuf da öldürülen kâfirin mirasçılarından, zımmîliklerinin sıhhatli olup olmadıklarının isbâtını ister. Onlar da zımmî olduklarını isbât edemezler. Böylece kâfiri Öldüren müslümana kısas cezası tatbik etmez. Buna benzer olaylarda âmme menfaati için bir suçlu hak­kında mevcut iki cezadan hafifini vermeye cevaz tanınmıştır.

Bir köle diğer bir köleyi öldürürse, Öldürülenin kıymeti öldü­renden veya öldürenin kıymeti öldürülenden fazla da olsa öldüren de Öldürülür. Ebû Hanîfe’ye göre: Katil kölenin kıymeti öldürülen kölenin kıymetinden fazla ise öldürülmez. Kâfirlerin dinleri ayrı ayrı da olsa biri diğerini öldürünce kısas edilirler. Kadım öldüren erkek, erkeği öldüren kadın, küçüğü öldüren büyük, deliyi öldüren akıllı, kısasla öldürülür. Katil, çocuk veya deli ise kısas yapılmaz. Çocuğunu öldüren baba da kısas edilmez. Ama babasını veya kar­deşini öldüren kimse (baba veya kardeş katili) kısas edilir.

  1. b)HATÂEN ADAM ÖLDÜRME: Bir kasıtla olmaksızın bir şahsın ölümüne sebeb olmadır. Hatâen adam öldürene kısas cezası verilmez. Meselâ: Bir hedefe atış yapan insanın, bir şahsı öl-dürüvermesi, kazılan kuyuya bir şahıs düşerek ölüvermesi. Bir evin dışarı sarkıtılmış saçağının düşerek bir şahsı Öldürmesi, bin­diği hayvana bıçak saplarken yandaki adama saplanıverip öldür­mesi, yokuş bir yere konulan taşın yuvarlanarak şahıs üzerine va­rıp onu Öldürmesi… durumlarında insan Ölürse hatâen adanı öl­dürme söz konusudur. Sebeb olanlara Diyet bedel gerekir, kısas yapılmaz.

Hatâen adam öldürenin mirasçılarından (Öldürenin malından olmaksızın) ölümün vukuundan itibaren üç yıl içinde üç eşit tak-sidle ölenin diyeti (bedeli) alınır. Ebû Hanîfe’ye göre: Hâkim diyete karar verdikten sonra üç yıl içinde diyet alınır.

İslâm Ceza Hukukunda bu bahiste geçen “Akile: Hatâ ile öl­dürenin diyetini çeken, ödeyen akraba clij’etl” terimi içine babalar ve oğullar girmez. Hatâen katil olan, diyeti ödeyecek akrabanın bu külfetine dâhil olmaz. Ebû Hanîfe ve Mâlik’e göre; katil de diyeti ödeyecek fertlerden biri gibi olup, ödemeye iştirak eder. Duruma iyi olanlar her yıl hissesine düşen paranın yarısını verir. Orta du­rumda olanlar her yıl hissesinin dörtte birini (1: 4) verir. Fakir du-rumlulara bir ceza yüklenemez. Durumu fena iken sonradan öde­me kabiliyeti kazanandan, hissesine düşen diyet alınır. Durumu iyi iken fena duruma düşenlerden diyet alınmaz.

Hür olan müslüman bir erkeğin, carî olan altın dinar üzerin­den 1000 dinar diyeti vardır. Gümüşten ise, 12000 dirhemdir. Ebû Hanîfe’ye göre, gümüşten 10000 dirhemdir. Diyet deveden verile­cekse 100 devedir. Bunun 20’si 1 yaşını tamamlamış, 20’si iki yaşı­nı tamamlamış olan, 20’si dört yaşını tamamlamış bulunan, 20’si beş yaşında olan develerden olacaktır. Bedelin (diyetin) aslı deve­dir. Diğer şeylerin ve bu arada paranın verilmesi ise, deveden be­del sayılır.

Kadının diyeti erkeğin diyetinin yansıdır. Yahûdî ve Hıristi­yan olanların diyet miktarında ihtilâf vardır. Ebû Hanîfe’ye göre: Müslümanların diyeti gibidir. Mâlik’e göre: Müslümamn diyeti­nin yarısı kadardır. Şafiî’ye göre müslümanlarm diyetinin üçte bi­ri kadardır. Mecûsînin diyeti müslümamn diyetinin on ikide biri (1: 12) olan 800 dirhemdir. Kölenin diyeti, kölenin bedelidir.

Kölenin bedeli hür kimsenin diyetini geçerse, Şafiî’ye göre: Yi­ne kölenin kıymeti kadar diyet verilir. Ebû Hanîfe’ye göre: Hür müslüman erkeğin 10000 dirhemlik bedelini geçerse 10000 dir­hem bedel verilir. Fazlası verilmez.

  1. c)HATÂYA BENZER KASITLA ADAM ÖLDÜRME: Bir

şahsın öldürmeyi kasdetmeksizin, fiili kasden yapması fakat fiili sonucu şahsın öhnesidir. Meselâ, bir şahsın odunla, öldürme kasdı olmaksızın, adama vurması, taş atması ve bunların sonucu ada­mın ölüvermesi. Yahut bir öğretmenin normal ölçüde talebesine vurması, işlediği kötü fiile karşılık sultanın bir şahsa ta’zir cezası vermesi sonuçları öğrenci veya o şahıs Ölse böyle ölümlerde de kı­sas yoktur. Ancak bedel ödeyecek yakınların bu diyetleri ağırlaştı­rılmış diyettir. Ağırlaştırmada altın ve gümüşte belirtilen miktar­lara üçte bir mislisi (1: 3) ilâve edilerek diyet artırılır. Deveden di­yetin artırılması ise, 100 devenin 30’u dört yaşını doldurmuş, 30’u beş yaşını doldurmuş, 4O’ı da karnında yavrusu olan deve olmalı­dır. Resûlüllah (s.a.v)den rivayet edildiğine göre,

“Akile olanlara, kölenin azadı, kasden adam öldürme­nin diyeti, sulh olma, itirafta bulunma işleri yüklene­mez.”[206] buyurmuştur.

Hatâen adam öldürme haram ülkede, haram aylar içinde olursa veya yakın akrabadan biri hatâen öîdürülürse diyet cezası artı­rılır. Kasden adam öldürmede kısastan afvedilirse, ödenecek be­del artırılmış bedel olup katilin malından bir defada alınır.

Birden fazla şahıslar müştereken öldürmüşlerse hepsinin de kısas edilmeleri gerekir. Kısastan afvedilirlerse hepsi birlikte bir diyet cezası verirler. Öldürülenin mirasçıları birden fazla katilden istediklerini kısastan afvederler. Afvedilmeyenler öldürülür. Hepsini afvederlerse hepsi bir tek diyet bedeli öderler. Aralarında ölünün diyeti taksim edilir. Ona göre cezalarını öderler. Katil­lerden bâzısı öldürülenin boğazını keser, bâzısı yaralar veya ezâ cefâ verirse, kısas cezası boğazlıyan kimseye verilir. Yaralıyan ve ezâ cefâ verene bedel cezası verilmez. Yaralamada müessir fiil hükmü uygulanır. (Yani yaralamanın diyeti ne ise o ceza verilir.)

Bir şahıs, bir topluluğu veya birden fazla şahsı Öldürürse; ilk öldürdüğü şahsa karşılık kısas cezasına, diğerlerinin de bedelleri­ni ödemeye mahkûm edilir. Ebû Hanîfe’ye göre; hepsi için kısas edilir. Diyet cezası verilmez. Birden fazla şahsı bir anda öldürmüş-se, ölülerin sahipleri aralarında kur’a çekerler, kurayı çeken kim­selerin ölüsüne karşılık kısas cezası verilir. Ölülerin sahipleri, aralarında birine kısas hakkını teslime razı olursa, o şahsın ölüsü­ne karşılık kısas cezasına, diğerleri için de malından diyet, bedel, cezası alınmasına hükmedilir.

Bir şahıs, emri altındakine adam öldürmeyi emretse, kısas cezası emir veren ve emir alanın her ikisine de uygulanır. Emir ve­ren kendisine itaat edilmesi gereken şahıs değilse, kısas cezası yalnız emir alana verilir. Emir veren, kısas cezasına çarptırılmaz.

Bir kimse adam öldürmeye zorlansa kısas cezası zorlayana ve­rilir. Zorlanana kısas cezasının gerekip gerekmediğinde iki görüş vardır. Bir görüşe göre: Ona da kısas cezası verilir. Diğer görüşe göre; verilmez.[207]

 

ŞAHISLARA KARŞI İŞLENEN MÜESSİR FİİLLER VE CEZALARI

 

  1. a)Organların kısasına gelince: Her âzâ eklem yerinden ke­silir. Ele karşı, el, ayağa karşı ayak, parmağa karşı parmak, par­mak uçlarına karşı parmak uçları, dişe karşı diş ve benzeri şekilde organ kısası yapılır. Sağa karşılık sol organ, yüksek olan düşük olanla, azı diş ön dişe karşılık, Ön ikinci diş ön dördüncü dişe karşı­lık, dişi olan dişi olmayana karşılık, sağlam el sakat ele karşılık konuşan dil konuşmayan dile karşılık kısas edilemez.

San’atkâr ve kâtibin eli san’atkâr ve kâtip olmayanmkine kar­şılık kısas edilir. Göze karşı gözde, sağlam göz şaşı göze ve gece görmeyen göze karşılık kısas edilir. Gören göz veya sakat el ancak benzeri göz ve elle kısas edilir. Kökü alan burun koku almayan bu­runa, duyan kulak duymayan kulağa karşı kısas edilir. İmam Mâlik aksi fikirdedir. Arap olan Arap olmayana, şerefli asil kimse bayağı kimseye karşı kısas edilir.

Bu sayılan cezaların kısası afvedilirse ceza bedele (diyete) dö­nüşür. İki elin bedeli tam diyettir (100 deve). Bir elin bedeli yarı di­yet, her bir parmağa 10 deve bedeli verilir. Bir parmak ucuna kar­şılık üç deve ve bir devenin üçte biri, yalnız baş parmağın ucuna karşılık beş deve, iki elin bedeli iki ayağın bedeli gibidir. Yalnız ayak parmak uçlarının diyeti elinkinden ayrı olup her parmak ucu için beş deve diyet gerekir. İki göze birden tam diyet (100 deve) bir göze ise yarı diyet cezası vardır. Şaşı olanla olmayanın üstünlüğü, farkı yoktur. Mâlik’e göre; bir şaşı göze tam diyet vermek gerekir. Dört göz kapağına tam diyet, her birine ise dörtte bir diyet cezası vardır. Buruna karşı tam diyet, iki kulağa karşı tam, bir kulağa karşı yarını diyet, dile karşı tam, iki dudağa karşı dörtte bir, her bir dişe karşı beş deve diyet cezaları vardır. Ağızdaki dişlerden hiç­biri diyetçe diğerinden farklı değildir, işitme kabiliyetini giderme tam diyeti, iki kulağı kesmek ve işitme kabiliyetini gidermek ikitam diyeti, burnu kesmek ve koku alma kabiliyetini gidermek iki tam diyeti, konuşma kabiliyetini gidermek bir tam diyet, dili kesip konuşma kabiliyetini giderme bir tam diyet, aklı kaybettirmek bir tam diyet, erkeklik uzvunu koparma bir tam diyet cezalarını ge­rektirir. Husyeler, zeker hepsi birdir. Ebû Hanîfe’ye göre: Erkeğin organlarının diyeti hâkimin vereceği karara bağlıdır. Kadının, ka­dınlık uzvunu tam kesme bir tam diyet, bir tarafını kesme yarı di­yet, kadının göğüslerinin ikisini kesme tam, birini kesme yarı di­yet cezalarını gerektirir. Erkeğin göğüslerini kesme karara bağlı, bir fikre göre de bir tam diyet cezasını gerektirir. (Buralardaki söz konusu bir tam diyet: 100 deveden ibarettir.)

  1. b)YARALAMA:

1- Yaralamanın ilki basit yaralama ki deri çizilip de kan çık­mamasıdır. Kısas ve diyeti yoktur. Karara bağlıdır. Bu nevi yara­lamaya Harîsa denir.

2- Dâmiye denilen yaralamadır. Derinin çizilip, kan çıkıp ak­ması hâli. Bu nevi yaralama da kısası gerektirmez, ceza karara bağlıdır.

3- Dâmiğa denilen yaralama: Derinin çizilip, kan çıkıp akma-masıdır. Cezası karara bağlıdır, kısas ve diyet gerekmez.

4- Mütelâhime denilen yaralama: Deri ile birlikte biraz da et­ten kesmedir. Cezası karara bağlıdır.

5- Bâziğa: Derinin ete kadar soyulması. Cezası karara bağlı­dır.

6- Sumhâk denilen yaralama: Etin kemiğe kadar kesilip ke­mik yüzünde yalnız bir ince zarın kalmasıdır. Cezası karara bağlı­dır. Karar veren hâkim yaranın ağırlık derecesine göre kıymet takdir eder.

7- Mûzıha veya Mudıha: Derinin, etin ve kemik üzerindeki zann tamamen kesilmesi ve kemiğin de varılmasıdır. Bu nevi yaraiamanın cezası kısastır. Aivederse beş deve diyet cezası vermek gerekir.

8- Hâşime: Kemik dahil, üzerindekilerin hep kesilmesidir. 10 deve diyet cezası vardır. Bu derecede yara alan, yaralıyanın kısa­sını isteyemez. Eğer yaranın mûzıha yarası olarak kabulünü, do-layısiyle suçlunun kısas ile cezalandırılmasını isterse, bu isteği kabul edilmez. Kendisine beş deve fazla verildiği belirtilir. Mâlik’e göre; Hâşime yarasının cezası da karara bağlıdır.

9- Münakkile: Kemiğin tamamen kesilip yerinden ayrılması, yaranın tedavisi, kemiğin yerine getirilmesine bağlıdır. Bu tip ya­ralamanın diyeti 15 devedir. Yaralı, yarayı Mûzıha yarası kabul edilip kısas isterse, kendisine 10 deve fazla diyet verildiğinden is­teği kabul edilmez.

10- Me’mume:Damiğada denilir. Kafanın derisini, kemiğini ve beyin zarını yarıp dimağa, beyne kadar ulaşan yaradır. Diyeti üçte bir diyettir.

Vücutta îka edilen yaralar ise; bunlarda bir ceza verilmez. Ancak karın boşluğuna ulaşan bir yaralama ise üçte bir tam diyet cezası vardır. Vücutta yapılan yaralamalardan yalnız yedinci de­receden yaralama olan Mûzıhaya kısas uygulanır. Burada da yine kısası tatbik hâkime aittir.

Bir kimse bir şahsın âzalarının birçoğunu keser, yaralar mey­dana getirirse her organın (iyi olursa) ayrı ayrı diyeti gerekir. Vücûdunun yarısını kesmişse tam diyet cezası verilir. Organların kesilmesi sonucu iyi olmadan ölürse tam diyet gerekir. Organların cezası düşer. Yaralardan bir kısmı iyi olduktan sonra kişi ölürse, iyi olmayan yaralar yüzünden öldüğü için yine tam diyet cezası ge­rekir. Ayrıca her organın da diyeti alınır. Ahrasm dili, sakat olanın eli, fazla parmağın, görmeyen gözün yaralanmasında ceza, hâkimin kararına bağlıdır. Yaralanan köle ise, yaralanmadan ön­ceki kıymeti ile yaralandıktan sonraki kıymeti arasındaki fark onun diyetidir. Yaralandıktan sonra köle olmuşsa yaralanmadan ne kadar eder? Yaralandıktan sonra ne kadar ederse? Bu iki fiyat farkı diyetini teşkil eder.

Bir şahıs, kadının karnına vurmak suretiyle cenini düşürür-se, düşüren kadın hür kadın ise çocuk düşürtenin âkileleri (akra­baları) gurre cezası yani bir erkek veya kadın köle bedeli vermek zorundadır. Çocuk düşüren köle ise, annesinin kıymetinin onda biri (1: 10) diyet bedeli olarak verilir. Çocuğun dişi veya erkek ol­ması farketmez. Düşen cenin ise ses çıkarıyor, ağlıyorsa sonra da ölmüşse tam diyet cezası gerekir. Dişi ve erkek oluşuna göre de di­yet değişmez.

  1. c)Buraya kadar sözü edilen kasden veya hatâen adam öldü­ren her şahsın, diyet cezasından başka bir de keffâreti katil cezaları vardır. Ebû Hanîfe’ye göre, yalnız hatâen adam öldüren için keffâreti katil gerekir, kasden adam öldüren için keffâret ge­rekmez.

Keffâret: İş görmeye engel ayıplardan uzak olan, müslüman bir kadın veya erkek köle âzâd etmektir. Buna imkânı olmazsa peş peşe 60 gün oruç tutmak, buna da imkânı yoksa Şafiî’nin bir görü­şüne göre 60 fakirin iki vakit karnını doyurur, diğer görüşüne gö­re: Bir şey gerekmez.

Bir topluluk diğer topluluk hakkında adam Öldürme dâvasında Kasâme de bulunurlarsa ve dâvalarına yarayıcı delil­ler de varsa davacıların dâvası kabul edilir. Davacıların sözleri esas alınır. Dâvâcı topluluğuna 50 yemin ettirilir. Kısas cezası ol­maksızın ölenin diyet cezasının davacılara verilmesine hükmedi­lir. Dâvâcı topluluğunun tamâmı veya bir kısmı yeminden kaçar­larsa, karşı dâvâlı tarafa 50 yemin yaptırılır ve berâeÜerihe karar verilir.

Bir şahsın veya organın kısası gerekince, bu cezanın yerine getirilmesinde yalnız ölünün veya yaralının velileri ve kendileri istekte bulunmazlar. Halîfe de cezanın yerine getirilmesine izin verecektir. Organların kısasında halîfenin izni mutlaka istenmez. Başkasını da görevlendirebilir. Kısas masrafları, kime kısas cezası tatbik ediliyorsa onun malından alınır. Kim için kısas yapı­lıyorsa ondan alınmaz. Ebû Hanîfe’ye göre; kim için kısas yapılı­yorsa onun malından alınır. Kısas yapılanın malından alınmaz. Bir insan kısas ediliyorsa bizzat halîfenin kendisi kısası tatbik eder. Öldürülecek şahıs o anda hazır değilse halîfe, imzalı bir emri kendine âit bir kılıçla yollar, Öldürülmesini ister.

Kısas hakkı sahibi can veya organ kısas veya diyetinde tek ba­şına kalır ve mazereti sebebiyle halîfeye durumu arzedemezse, tek başına kısas işlerini yürütür ve diyetini alırsa herhangi bir so­rumluluğu yoktur.[208]

 

C- DİĞER SUÇLAR – KABAHATLER VE TA’ZİR CEZALARI

 

Hakkında ceza konulmamış işlerin yapılması hâlinde yapanı edeblendirmek için. konulan cezalardır. Ta’zir fiilin ve failin du­rumlarına göre değişir. Ta’zir cezaları bir bakıma faili doğru yola getirmeye, kötü işlerden uzaklaştırmaya yarıyan, kabahate göre takdir edilen bir cezadır. Ta’zir cezaları nç yönden asıl cezalardan ayrılır.

  1. a)Heybetli olan temiz ruhlu insanları yola getirme, kötü ruh­la, hezeyanda bulunan sefih insanlan yola getirmekten daha ko­laydır. Hadîs-i şerifte de,

“Azametlilik yapan kimselere hatâlarını, düşüklükleri­ni söyleyiniz.”[209] buyurulmuştur. İnsanların içtimaî, insanî du­rumları farklıdır. Takdir edilen asıl cezalar için aynı derecede uy­gulanırsa da ta’zir cezalarıyla cezalandırmada eşitlik yoktur. İçtimaî durumu yüksek olanın cezalandırılması, yaptığı işten kaçınması içindir. Ondan aşağı seviyede olanın ta’zir cezasına çarp­tırılması hâlini düzeltmesi için biraz daha ağırdır. Ondan da aşa­ğıda olanın ta’zir cezasına çarptırılması; kazif ve sövme mâhiyetinde olmayan, alay maksadıyla sarfettiği sözlerin önüne geçmek için daha ağırdır. Bundan da aşağı seviyede olan kimse, ta’zir cezası yerine yapmış olduğu kötü işe göre; bir süre hapse atı­lır. Bir kısmı 1 gün bir kısmı daha çok hapsedilir.

Şafiî’nin talebelerinden Ebû Abdülah Zübeyrî’ye göre: Duru­munu tedkik, suçunu araştırmak için 1 ay hapsedilir. Kötülükten vaz geçirilmesi için 6 ay hapsedilir, der. Bundan da uslanmıyor, insanları bu kötülüklere çekiyorsa veya kötü işlerle insanlara za­rar veriyorsa sürgün edilir. Sürgün etmenin müddeti konusunda ihtilâf vardır. Şafiî mezhebinin esaslarından anlaşılana göre, zinadaki sürgün cezasına eşit olmaması için 1 yıldan az sürgün edilir. 1 günlük sürgün de olabilir. Mâliki mezhebine göre; kötü­lüklerden önleme sebeblerine göre 1 yıldan fazla da sürgün edilir.

Sürgünle de yola gelmemişse, daha aşağı seviyede birisi ise kötü işlerine göre dövülür. Halkı korumak, kendine sıkıntı ver­mek ve yola getirmek bakımından ne kadar dövmek gerekiyorsa o kadar dövülür. En fazla miktarının ne olduğu konusunda hukuk­çular farklı görüştedir.

Şafiî mezhebine göre ta’zir cezası ile dövmenin en fazla sınırı, hür kimseler için 39 sopadır. İçki cezasının en azından daha az ol­ması için. Hür kimseye 40, köle olana 20 sopa vurulmaz. Ebû Hanîfe’ye göre, hür ve köle için ta’zir cezasının son haddi 39 sopa­dır. Ebû Yusuf a göre, en son miktar 75 sopadır, Mâlik’e göre âzamisi için bir sınırlama olmaz, en çok had cezasını dahi geçebi­lir. Ebû Abdullah ez-Zübeyri’ye göre, bu mevzuda her günah, o cinsten cezası belli olan suçlara göre ayarlanır ve cezası ona göre verilir. Ama en son haddi 75 sopadır. Zina iftirası cezasından 5 so­pa daha azdır. Ta’zire esas olan günâh, zinaya götürücü bir fiil de kadın-erkek münâsebeti henüz tesis etmemişse, ta’zir cezasının en fazlası olan 75 sopa vurulur. Kadınla erkek arasında bir örtü var, kalın bir engel yoksa, henüz teşebbüs hâlinde olup zina için bir işlem yapmamışlarsa 60 değnek vurulur. Kadın – erkek zinaya teşebbüs etmemişlerse 40 değnek, kadın – erkek bir evde üzerle­rinde elbiseleri olduğu halde bulunurlarsa 30 değnek, kadın – er­kek bir yolda birbiri ile konuşur bulunurlarsa 20 değnek vurulur. Erkeğin kadını takip ettiğini bulurlarsa bir ceza verilmez. Kadın erkeğe, erkek kadına konuşmadan bir takım işaretler yaparlarsa 10 değnek vurulur.

Ebû Abdillah, zinaya götürücü fiillerde böyle düşündüğü gibi, el kesmeyi gerektirmeyen hırsızlık ve hırsızlığa teşebbüslerde de şöyle der:

Etrafı çevrili olmayan bir yerden hırsızlığa esas olan miktar­dan başka bir mal alırsa, en yüksek ta’zir cezası olan 75 değnek vurulur. Etrafı çevrili yerden muayyen miktardan az mal alırsa 60 değnek, etrafı çevrili olmayan yerden muayyen miktardan az mal çalmışsa 50 değnek vurulur. Mali etrafı çevrili yerde toplamış da götüremeden orada geri alınmışsa 40 değnek vurulur. Etrafı çevrili yeri gözetler, içeri girer hiçbir mal almazsa 30 değnek; evi, etrafı, çevrili yeri gözetler, içeri girmezse 20 değnek vurulur. Gö­zetlerken, kapıyı açarken yakalanırsa 10 değnek vurulur.

Hırsızla beraber bir de gözcü veya malı bekleyen biri bulunur­sa durumu araştırılır ve fiili bu sıra içerisindeki fiillerden birine uyan hâli varsa ona göre, yoksa başka şekilde cezalandırılır. Ta’zîr cezasına çarptırılması uygun görülüyorsa, delil de olmasa gerekli ceza düşünülür ve tatbik edilir.

İşte buraya kadar olan ve asıl cezalardan ta’zir cezasını ayıran birinci fark budur.

  1. b)Asıl cezaları (Nasslarla sabit olan cezalan) afvetmek, şefaatçi olmak caiz değilse de ta’zir cezalarında af ve şefaatçi olma caizdir.

1- Ta’zir cezası devletin hakkı, idarenin varlığını kuvvetlendirmenin bir hükmüdür. İnsanların hakkına âit ceza değildir. İdare makamını işgal eden şahıslar, afvetme ve ta’zir cezası ver­meden hangisini uygun görürse onu uygular. Allah’tan günahla­rın afvını isteyen kimse bu hususta şefaatçi de olabilir. Resûîüllah (s.a.v) den şu hadîs-i şerif rivayet edilmiştir:

“Benden şefaatçi olmamı isteyin. Allah Teâlâ kulu ve Resulünün dilinden çıkanı afvedeceğîne dâir hüküm verdi.”[210]

2- Ta’zîr cezası, insanın hakkı ile ilgili ise, (sövme, kötü söz söyleme suçlarının cezasında olduğu gibi) Hakkı ihlâl edilen, sö­vülen veya dövülenin, suçlunun cezalandırılmasını istemek hak­kıdır. Devletin hakkı İse, hatalı şahsı düzeltmek, güzel ahlâklı yapmaktır. Bu durumda ta’zir cezasını vermeye yetkili makam, dövülen veya sövülenin hakkını, suçluyu afvederek düşüremez. O takdirde dövenden ve şovenden hakkını almak, suçluyu cezalan­dırmak bu işlere bakan yetkilinin mecburî görevidir. Dövülen ve­ya sövülen afvederse, yetkili makam mağdurun suçluyu afVetme-sinden sonra, suçluyu cezalandırmayı uygun görüyorsa cezalan­dırır, afvetmeyi uygun görüyorsa afveder.

Dövülen döveni, sövülen söveni yetkili makam önüne gitme­den afvederse, insan haklarını ihlâle âit konulan ta’zir cezası düş­müş olur. Devletin hakkının düşüp düşmediğinde ihtilâf mevcut olup bu konuda iki görüş vardır. Ebû Abdillahı’z-Zübeyrî’ye göre: Devletin hakkı düşer, yetkili makam ve suçluyu cezalandıramaz. Çünkü daha ağır olan zina iftirası cezası afvile düşünce, halîfenin koyduğu ta’zir cezası haliyle af ile düşer. Meşhur olan görüşe göre: Duruşmadan önce hakarete maruz kalanın afvetmesi Devlet hak­kını düşürmez. Duruşmadan sonraki afvını düşürmediği gibi.

Kazif cezasını afta da iki noktada ayrılık vardır. Birincisi: Çünkü kötü yolda olan şahsı düzeltme âmmenin yararı içindir.

Söz gelişi, baba ile oğul birbirini dövse ve birbirine sövse oğlu ol­ması sebebiyle baba ta’zir cezasına mâruz kalmaz. Ana-Babasını döven ve onlara söven oğul ta’zir cezasına mâruz kalır. Aynen oğ­lunu öldüren babanın öldürülmemesi gibi. Halbuki babasını öldü­ren evlad Öldürülür. Babanın ta’zîr cezasıyla cezalandırılması Devletin siyâsetine aittir. Oğlu hakkında kötü muamele yapan babayı da doğru yola getirmek için ta’zir cezası verilir. Bu arızî bir cezâlandırrna olup, asıl evlâdını haklı yere dövmenin veya sövme­nin sonucu değildir. İkincisi, yetkili olan idare âmiri suçluyu af-vetme ile mağdur kalandan ayırabilir. Çocuğun ta’zir cezasına çarptırıhşı baba hakkıyla Devlet hakkı arasında müşterektir. Müştereklik arzeden ta’zir cezalarında Devlet tek basma suçluyu afvedemez. Hakkı olanın da afV hususunda muvafakat gösterme­si gerekir. Babanın muvafakatini almadan babayı döven veya ona söven oğlun ta’zir cezasını Devlet afvedemez. Asıl cezalarla ta’zir cezaları arasındaki ikinci fark budur.

  1. c)Cezaları infaz ederken ceza gören ölür veya vücudunda bâzı arızalar meydana gelirse bunların diyet ve kısası olamaz. Ta’zir cezaları infaz edilirken suçluda bir takım arazlar, Ölüm ve şâire zuhur ederse onun tazmini gerekir. Hz. Ömer bir kadım ta’zir cezasıyla korkuttu, karnı yaralandı ve çocuğunu ölü olarak düşür­dü. Hz. Ali’ye durumu danıştı, Hz. Ali de Ölü çocuğun diyetini gur-resini Ödemesini belirtti.

Ta’zir cezasından doğacak diyet cezalarının kimin tarafından ödeneceğinde ihtilâf vardır. Bir fikre göre, cezayı tatbik eden vazi­feli memurun yakınları tazmin eder. Bir fikre göre de hazîne Öder. Keffâret gerekiyorsa birinci fikir kabul edilirse akrabası verir, ikinci görüş kabul edilirse iki fikir ortaya çıkar. Keffâret, görevli­nin malından verilir. İkinci görüşe göre: Keffâret de hazîneden ve­rilir. Söz gelimi, bir öğretmen, terbiyelensin için normal ölçülerle talebesini döver, bu dövme de ölüme sebeb olursa, diyeti, öğretme­nin yakmlarınca, kefTareti ise kendi malından ödenir. Kocasın­dan kaçman kadım dövmek kocanın hakkıdır. Kocanın dövmesiyle kadın ölürse diyetini kocanın akrabası verir. Şayet kadının ölü­münü kasdetmişse o zaman koca kısas cezası görür.

Ta’zir cezasında dövmenin şekli ve ne ile dövüleceği hususu ise: Değnekle, düğümsüz kamçıyla, köşesiz değneğe benzer şey­lerle dövülür. Düğümlü kamçıyla dövülmesi konusunda fikir ay­rılığı vardır. Zübeyrî dövülebilir, der. Vurulacak miktar cezalar­daki miktardan fazla ise kan akıncaya kadar vurulur. Şafiî’nin ta­lebelerinin pek çoğu düğümlü kamçıyla dövmeyi mahzurlu görür­ler. Çünkü ta’zir cezalarından daha ağır olan asıl cezalarda dü­ğümlü kamçı ile dövme sakıncalı olunca, ta’zir cezasının infazında daha fazla sakıncalıdır. Kan akıtmcaya kadar dövmek doğru de­ğildir.

Her organın cezadan payını alması bakımından, ölüme götü­rücü hassas bölgeler hariç, vücûdun her tarafına dövme cezası tatbik edilir. Vücûdun yalnız bir yerine bütün ceza tatbik edilmez. Şafiî mezhebi hukukçularının çoğu vurma cezasının vücûda tak­simi fikrindedirler. Hepsi bir yere vurulmaz derler. Zübeyrî, aksi görüştedir. Bir bölgeye de bütün ceza uygulanabilir. Çünkü vücûdun bütün yerlerinden ta’zir cezası düşürülürse bâzı organ­larından da ceza düşürülebilir der.

Asıl cezalar bunun aksinedir. Ta’zir cezası olarak bir kimse di­ri olarak ölmeyecek şekilde asılabilir. Resûlüllah (s.a.v) da Ebû Nâb isimli birini diri olarak ceza için asmıştır. Asılma cezasında yemesine, içmesine, ibâdetine devam eder, engel olunmaz. Böyle bir cezanın süresi 3 günü geçemez. Ta’zir cezasının infazında av­ret mahallini örten elbise hariç soyulabilir, mükerrer suç işlemiş tevbe etmemişse suçu halka ilân edilir, kendisi de halk içinde do­laştırılır. Saçı kesilebilir, sakalı kesilemez. Yüzüne kara çalınma­sına bir çok hukukçu taraftardır. Bâzıları ise kara çalma doğru de­ğildir, derler.[211]

 

YİRMİNCİ BÖLÜM

Belediye İşleri – İyilikleri Emir Ve Kötülüklerden Nehiy

 

A- MUHTESİB (BELEDİYE GÖREVLİSİ)

VE FAHRÎ MEMUR (MÜTETAVVİ) NEDİR?

 

Hisbe: İyilikler yapılmaz olduğunda, iyiliklerin yapılmasını emretmek, kötülükler yapılır olduğunda yapılmasını önlemek, nehyetmektir. Âyet-i kerîmede de,

“Sizden öyle bir cemâat bulunmalıdır ki onlar herkesi hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vaz ge­çirmeye çalışsınlar.” (K. K. 3: 104) buyurulmuştur. Bu işi yaptı­rana Muhtesib denir. Nafile işleri yaptırana Mütetavvi (Fahrî memur) denir. İkisi arasında 9 fark vardır:

1- İdareci, resmî memur olması sebebiyle farz işleri yaptırma Muhtesibin (Belediye görevlisinin) görevidir. Farz-ı kifâyeler dâhil nafile işleri yaptırma da Fahrî memurun görevidir.

2- Muhtesibin (Belediye işleri görevlisinin) farz olan işleri yaptırması resmî görevidir. Bu işlerde tasarruf hakkı vardır. Görevini bırakmaz, başka şeylerle uğraşamaz. Fahrî memur ise işle­ri nafilelerden olduğundan onun yerine başka işlerle de uğraşabi­lir.

3- Muhtesib, duyulan zaruret üzerine tâyin olunmuştur. Mü­tetavvi (Fahrî memur) ise böyle bir istek ve zaruret üzerine tâyin olunmamıştır.

4- Muhtesib kendisini tâyin edene cevab vermek, emirlerini yerine getirmek zorundadır. Fahrî memur ise cevab vermek, emirlere uymak zorunda değildir.

5- Muhtesib, açık kötülüklerden, terk edilen iyiliklerden bah­seder ki kötülüklerin kalkmasını, iyiliklerin yapılmasını ve yayıl­masını sağlıyabilsin. Fahrî memur ise bu türlü kötülükler ve iyi­liklerden bahisle yapılmamasını veya yapılmasını başkasına em­re demez.

6- Muhtesib, kötülüklerin Önlenilmesi ve iyiliklerin yapılma­sının temini hâlinde yardımcılar kullanabilir. Kötülükleri yen­mede, iyilikleri yapmada resmî görev yaptığından yardımcılar al­ma yetkisi vardır. Fahrî memurun görevine giren işleri yaptırma­sı için yardımcı alması doğru değildir.

7- Muhtesib, açık görünen kötülükleri yapanı, suçlar için be­lirtilen cezaları geçmemek üzere ta’zîr cezâsiyle cezalandırır. Se-vab, nafile işler yaptıran Fahrî memur ise kötülüğe benzer işleri yapana ta’zîr cezası veremez.

8- Muhtesib, gördüğü iş karşılığı hazîneden maaş alır. Fahrî memurlar kötülükleri önlese, iyi işler yaptırsa da maaş alamaz, çünkü yaptığı işleri karşılıksız, fahrî olarak yapar.

9- Muhtesib, dînî hükümler dışında örfe âit hususlarda içtihadıyla hareket edebilir. İnisiyatifini kullanır. Sokaklarda oturma, işgal etme, sokaklara saçaklar, balkonlar çıkartmak gibi hususlarda görüşü ne ise onu uygular. Bu yetki nafile işleri yaptı­ran Fahrî memurda yoktur.

Muhtesible Fahrî arasındaki fark belli başlı olarak bu 9 tane­sidir.

Muhtesibin şartları: Hür, âdil, dînî konularda görgü, cesaret ve sertlik sahibi, açık kötülükleri bilen biri olmalıdır. Şafiî’nin hukukçu talebeleri, muhtesibin, hukukçuların hakkın­da ihtilâf ettiği kötülüğü insanlara yaptırıp yaptırmamada kendi re’y ve içtihadıyla hareket edebilir mi, edemez mi, konusunda ihtilâf göstermişlerdir. Bu konuda iki fikir vardır. Ebû Saîd’il-İstahrî’ye göre: Muhtesib bu gibi işlerde kendi görüşüyle hareket eder. Bu sebebledir ki muhtesib, din işlerinden ihtilaflı olanlarda ictihad yapabilecek derecede dinî bilgisi olan biri olmalıdır. Diğer bir fikre göre de: Hakkında ihtilâf edilen işleri kendi re’y ve içtihadına veya mezhebinin görüşüne göre emir veya yasak ede­mez. Böyle olursa ihtilaflı olan bir husustaki ictihad herkese şü­mulle ndirilmiş olur. Halbuki bu doğru değildir. Bu sebepledir ki Muhtesib olacak şahsın, hakkında ittifak edilen kötülükleri bil­mesi yeterlidir. İçtihad ehli olması aranmaz.[212]

 

B- HİSBE İŞLERİ (BELEDİYE İŞLERİ) NDE MUHAKEME

 

Hisbe işlerindeki yargılama ile ilgili hükümler, genel yargıla­ma ile fevkalâde yargılama hükümleri arasında orta bir yer işgal eder. a) Hisbe ile genel yargılama işleri arasındaki müşterek hu­sus 2 yöndedir. 2 yönden de genel yargılama işlerinden ayrılır.

Hisbe teşkilâtıyla genel yargılama işleri arasındaki müşterek hükümler şunlardır:

  1. aa)Dâva için Muhtesibe müracaat etme, davacının insan hak­larını ihlâle âit olan dâvasını dinlemek hakkı vardır. Bu yetki bü­tün dâvaları içine almaz. Muhtesib üç gurup dâvaya bakar.

1- Ölçü ve tartı konusundaki eksik tartma, yanlış ölçme, fazla alıp az verme konularındaki şikâyetler.

2- Mal ve ücretteki hîleli, karışık durumlara âit dâvalar.

3- İmkân olmasına rağmen hak edilmiş bir borcu geciktirmek, hususundaki dâvalar.

Muhtesib yalnız bu üç gurup dâvaya bakabilir. Çünkü bunlar kötü hareketlerdir. Kendisi de iyilikler sahasında bilgi, ihtisas sa­hibi olup görevi de budur. Hisbenin konusu da vazifelerin yapıl­ması, hakların yerine getirilmesi, yerine getirtmede gerekli yar­dımı sağlamadır. Muhtesib, hâzırla gâib arasında olan veya yuka-ndakilerin dışında bir dâvaya bakamaz. Birinci benzerlik budur.

  1. bb)Dâvâlıyı, yerine getirmediği görevi yerine getirmesi için zorlar. Bu durum her dâvada söz konusu olmaz. Ancak muhtesi­bin dinleyebileceği dâvalarda, şikâyetlerde olur. Borçlunun duru­mu müsâid, imkânları olduğu zaman borcu da itiraf etmesi üzeri­ne borcunu vermesi için zorlanır. Çünkü imkân varken geciktir­me kötü iştir. Muhtesib de işte bunu gidermek için tâyin olmuştur.

Umumî muhakeme usullerinden daha özel, ayrı 2 du­rum ise:

  1. aa)Alacaklar, borçlar, birtakım haklar akidler ve muameleler konusundaki açıkça kötülüğü anlaşılamıyan bütün dâvaları din-leyememesidir. Sözü geçen dâvalara bakması doğru olmadığı gi­bi, haklar konusundaki (kıymeti 1 dirhemden az veya çok olan) dâvalara bakamaz. Şayet açıkça bu konularda bâzı dâvalara bak­ma yetkisi verilmişse bu ek göreve hâkim sıfatıyla bakar. İşin mâhiyeti genel yargı ve hisbe konularını ihtiva etmelidir. Bu du­rumda muhtesibin içtihad yapacak biri olması gerekir. Mutlak hisbe işlerine bakabilecekse hâkimler daha geniş yetkili olmakta­dır.
  2. bb)Muhtesib, itiraf edilen haklara âit dâvalara bakar, inkâr ve kaçınmayı ihtiva eden dâvalara bakamaz. Hâkim, inkâr edilen yerlerde deliller dinler, yemin verir. Muhtesib ise delil dinleye­mez, yemin de veremez. Hâkimler, deliller dinleme ve yemîn ettir­mede tam yetkilidirler.

Yargı hükümlerinden farklı ve fazla olan 2 husus ise:

  1. aa)Muhtesib: Baktığı dâvalarda dâvâlı hazırda olmasa, gıyabında iyiliği yapmasını, kötü işlerden kaçınmasını emredebi­lir. Emretmesi için kendisine, dâvâlı hazır da olmasa, dâva arze-dilir. Hâkim böyle yapamaz, hasmın hazır bulunmasından sonra dâvaya bakar. Hasmı hazır olmayan bir dâvaya bakmak, yetkisi dışıdır. Görevine ait kuralları çiğnemiş olur.
  2. bb)Hisbe işlerine bakan memur, Devletin kötülükler konu­sundaki hususlarda himaye ve üstünlüğünü bahşettiği yetkiyi hâizdir. Hâkimlerde bu yetki yoktur. Hisbe teşkilâtı halkı korku içinde murakabe için kurulmuştur. Muhtesib, Devletin kendisine vermiş olduğu yetkiyi daha ileri götürüp zulüm ve kahretmeye yeltenemez. Hâkimlik ise insaf ve mülâyemet, vakar için kurul­muş bir kuruldur. Hisbe işleri sebebiyle Muhtesib yumuşak dav­ranamaz ama haklara da tecâvüz edemez. Hâkimlik ile muhtesib-lik ayrı ayrı şeylerdir. Her biri kendi yetkisini kötüye kullanırsa haddi tecâvüz etmiş olurlar.
  3. b)Hisbe ile Fevkalâde Muhakeme (mezalim) işleri ara­sında bir kısım benzerlik ve ayrılıklar vardır. Hisbe ile fevkalâde yargılama arasındaki benzer hususlar 2’dir:

1- Her iki teşkilât da mevzuu kesin şecaate, iktidarın üstünlü­ğüne dayanan konuları âmme işlerini yürütür.

2- Amme menfaati sahasındaki ihtilâfları, münâkaşaları, işit­tikleri açık düşmanlıkları, kötülükleri önlerler.

Hisbe ile fevkalâde yargılama arasındaki farklar da 2 yöndedir:

1- Fevkalâde yargı memurluğu hâkimlerin âciz kaldığı yerlerde o işleri görmek için kurulmuştur. Hisbe görevi ise, hâkimlerin işlerini hafifletmek için kurulmuştur. Bu sebeble fevkalâde yargı (mezâlim) hâkiminin rütbesi en üst, hisbeninki (Muhtesibinki) ise en aşağıdır.

2- Fevkalâde yargılama görevlisi, hâkimlerin ve muhtesible-rin görevini yapabilir, hâkimler, fevkalâde yargılama görevlisi­nin işine bakamaz. Kendi işine ve muhtesibin işine bakar. Muhte­sib ise yalnız kendi işine bakar, fevkalâde yetkili hâkimin baktığı işe ayrıca muhtesib el koyamaz.[213]

 

C- HİSBE TEŞKİLÂTININ VAZİFELERİ: ALLAH’IN HAKKI OLAN EMİRLERE TEŞVİK

 

Hisbe teşkilâtının görevi, genel ve fevkalâde yargılama teşkilâtlan ile olan farkları bu şekilde tesbit edildikten sonra his­be teşkilâtının kendi görevlerini etraflıca anlatmak gerekirse:

  1. a)İyiliği emretme: Emri bi’1-Ma’ruf,
  2. b)Kötülükten men etme: Nehyi ani’l-Münkerdir. a) Emri bi’1-Ma’ruf (iyiliği emretme) üçe ayrılır, aa) Allah’ın haklarına (kamu haklarına) âit olanlar, bb) İnsanların haklarına âit olanlar,
  3. cc)Allah ve kul hakları arasında müşterek durum arze-denler.
  4. aa)Allah’ın haklarına, (kamu haklarına) âit olan emir­ler ikidir:

aaa) Topluca yapılması gerekli olan emirlerdir.

Cuma namazının kılınabileceği yerlerde, Cuma namazını topluluğun terk etmesi gibi. Cumanın kılınması için belirtilen aded söz gelimi 40 kişi veya daha fazla olursa o topluluğun Cuma kıl­ması farzdır. Muhtesib, namazı kılmaları için topluluğa emreder, kaçınırlarsa cezalandırır. Eğer cuma için cumanın şartından, adedde ihtilaf olur, istenilen miktardan az kimse bulunur­sa, muhtesib ve cemâat için dört durum vardır:

Birinci durum: Muhtesible oradaki topluluğun görüşü bu adedle Cuma namazının kılınabileceğinde birleşmesidir. Bu du­rumda namazı kılmaları hususunu emreder. Terk edenleri de cezalandırır. Çünkü ittifakla kararlaştırılan durumu terk etmek­tedirler.

İkinci durum: Toplulukla Muhtesib mevcut adedle cuma na­mazının kıhnamıyacağında aynı fikirde olmaları. O zaman kılma­larını emretme caiz olmaz. Ama kılarlarsa bundan da nehyedile-mezler.

Üçüncü durum: Topluluğun fikri; mevcut adedle cumanın kılınabileceği; muhtesibin fikri, kılınamayacağı ise, muhtesib on­lara karşı çıkamaz. Kılmamalarını emredemez.

Dördüncü durum: Muhtesib, cuma namazının kılınabilece­ği, topluluk da kılınamıyacağı fikrinde iseler, topluluğun fikri bu şekilde devam ettikçe, aded artmadıkça cuma namazı ta’til edilir. Muhtesib, acaba topluluğa namazın kılınmasını emredebilir mi, emredemez mi? Şafiî’lere göre iki fikir vardır. Ebû Saîdi’l-Istahrî’ye göre: Ammenin iyiliğini düşünerek o topluluğa cuma­nın kılınmasını emreder. Çocukların, Cuma namazı kılınmıyaca-ğı fikriyle yetişmemeleri, insan adedi artsa da cumanın farz olma­dığı fikrine sahip olmamaları için cuma kılınır. Ziyad, Küfe ve Basra camilerinde bu görüşle hareket etmiştir. Ziyad ve bulundu­ğu topluluk mescidin ortasında namaz kılarlarken, secdeden kal­kınca, cemâat alınlarmdaki toprak tanelerini elleriyle silerlerdi. Sonra Ziyâd, cemâate mescidin içindeki çakılları toplamalarını emretti ve şöyle dedi:

– Uzun zamandan beri edindiğim tecrübe; küçükler büyüdü­ğünde secdeden kalkınca alnın elle silineceğini, secdenin eseri, namazın sünneti zannetmektedirler. Binâenaleyh çakılları topla­yıp atın. Bir daha da secdeden kalkınca alınlarınızı silmeyin.

Diğer görüşe göre de: Muhtesib cemâatin görüşüne karşı çıka­maz. İnsanlara inançlarına zıd düşen şeyi yükleyemez. Içtihad da bulunmanın caiz olduğu bir hususta kendi reyini kabule zorlaya­maz. Onların düşüncesi, adedin azlığı cumanın kılınmasına mâni olmaktadır. Ama bayram namazında, muhtesib topluluğa namaz kılmayı emredebilir. Bu emretmesi halk için vâcib midir caiz mi­dir? Şâfîîler iki görüştedir. Emredilen ibâdet sünnet mi, yoksa farz-ı kifâye mi? Sünnet ise muhtesibin emri de sünnettir. Farz-ı kifâye ise, muhtesibin emri kesinlik ifâde eder, yapılması gerekir.

Cemâatle camilerde namaz kılma, ezan okuma İslâmın şiarı, İslâm ülkesiyle harp ülkesini ayırt eden, Resûlüllah (s.a.v) tara­fından tatbik edilen bir alâmettir. Bir bölgenin, halkı camilerde . cemâatle namaz kılmayı, namaz vakitlerinde ezan okumayı top­tan terk ederlerse muhtesib o topluluğun ezan okumasını, cemâatle namaz kılmalarını, sünnet mâhiyetinde olan emriyle emreder. Muhtesibin bu emretme görevi kendisi yönünden vâcib bir görev midir, terk edince günahkâr mı olur. Yoksa müstehab bir görev midir ki yapınca sevab kazanır terk edince bir şey gerekmez. Bu durumlarda Şafiî hukukçuları iki görüş belirtirler: Bir kısmı vâcib, bir kısmı ise sünnettir der. Halîfenin bu şekilde hareket edenlere karşı savaşa çıkması gerekir mi, gerekmez mi?

.İnsanlardan bir kısmı cemâatle namazı terk ederse muhtesib bunlara bir itirazda bulunamaz. Şayet o şahıslar bu nevi hareketi âdet hâline getirmemişlerse. Çünkü bu ibâdetler sünnettir, özür­le düşer. Terk edenlerin terkinde bir şüphe varsa, âdet ve alışkan­lık hâline getirmişlerse bu âdetin başkalarına geçmesinden kor-kuluyorsa, o takdirde muhtesib, âmmenin yararı bu hareketlerde bulunanları men etmekte ise onları men ve ikaz eder. Cemâati terk edenleri tehdîd ve cezalandırması onların zahirî durumlarına göredir. Resûlüllah (s.a.v) den da şu hadîs-i şerif rivayet edil­miştir.

“Ashabımın toplu halde odun toplamalarını, toplu hal­de namaz kılmalarını emretmeyi arzu ettim. Namaz için ezan okunur, kaamet getirilir. Namaz kılınır, sonra bir kı­sım insanların namaz vakti evlerinde kalmalarına da karşı çıkmayı isterim. Onlar namazda hazır bulunmazlar. Hep beraber topladığımız odunları da böylelerinin üzerlerin­de yakmak isterim.”[214] buyurmuşlardır.

Muhtesibin, namazı terkedenlere karşı tutumu, vakti çıkın­caya kadar namazı kılmayanlar hakkındaki durum gibidir ki, da­ha önce sözü geçmiştir. Terk edene kılmasını emreder. Niçin kıl­madığını sorar; cevâbını ister.

– “Unuttuğumdan terk ettim,” derse, muhtesib hatırlar hatır­lamaz kılmasını teşvik eder, cezalandırmaz.

– “Zor geldiğinden, muktedir olamadığımdan kılamıyorum” derse, cezalandırılır, zorla kıldırılır. Henüz vakit varken gecikti­rene bir şey denmez. Çünkü namazın te’hirinin fazileti hususun­da hukukçular farklı görüştedirler.

Bir ülkedeki topluluk, namazı son vaktinde kılacaklarında anlaşırlarsa, muhtesib de ilk vaktinde kılınmasının sevab olduğu fikrinde ise, muhtesib ilk vaktinde namazın kılınmasını emrede­bilir mi? İki ihtimâl vardır. Cemâatin görüşü, tehir edileceğinde olduğundan bu fikre karşı çıkılmaz. Ama yeni yetişen çocuklar, vaktin son kısmını namaz vakti sanmaları, ondan Önceki vakti, namazın vakti saymamaları gibi, yanlış bir fikirde yetişecekler­dir. Bu bakımdan önce kılınması için emredebilir. Topluluğun bir kısmı namazı ilk vaktinde, bir kısmı da son vaktinde kılarsa muh­tesib bir müdahalede bulunamaz. Kendi görüşü, namazın son vaktinde kılınması ise, cemâat de ilk vaktinde kılıyorsa yine bir müdâhalesi olmaz.

Ezan ve kunut okumaya gelince: Muhtesibin görüşü toplulu-ğunkine zıd ise, topluluğa emir veya yasak şeklinde bir itirazda bulunamaz. İçtihadın caiz gördüğü bir yerde görüşünü kabule zorlaması, vazifesiyle bağdaşmaz.

Temizlikler, abdest almalar konusunda da farklı görüşlerin bulunduğu yerlerde kendi görüşünü kabul ettiremez. Hurmanın henüz sarhoş etmiyen suyu ile abdest almada iki şekilde itiraz hakkı vardır. Zarurî durumlarda kullanmak mubah olduğundan abdest için su bulunmayınca kullanılır. Her ne kadar içilince insa­na sarhoşluk verirse de. Diğer bir durumda Allah’ın haklarım (ka­mu haklarını) yerine getirmede emir verirken, ölçülü olmalı. Münâsib buluyorsa hurma suyu ile abdest almaya müsâade eder, aksi takdirde karşı çıkar.[215]

 

D- İNSANLARIN HAKLARINA ÂİT İYİLİKLER

 

İnsanların haklarıyla ilgili iyilikler, umûmî ve husûsî olmak üzere ikidir.

  1. a)Umûmî İyilikler: Bir bölgenin içecek suyunun bulunma­ması, surlarının yıkılması, ihtiyaç sahibi yolcuların o bölge halkı­nın yardımını sağlayamaması, yolculara yardım edememeleri gi­bi. Şayet hazînede mal varsa ve ora halkına bir zarar da gelmiye-cekse su yolları ıslah edilir, surları yeniden inşa edilir, oraya gelen yolculara da münâsib bir şekilde yardım edilir. Hazîneden yapı­lan yardımla birlikte ora halkına bu işlerin yapılmasını muhtesib emreder. Esasında bu görevler hazînenin işidir. Ama halktan da bu işlere yardım etmeleri istenebilir. Aynı şekilde mescid ve camileri yıkılsa, hazîne de yardım edemese, sularını ıslah, surla­rım inşa, mescid ve camileri tamir, gelen yolculara yardım etme o topluluğun hepsinin vazifesidir. İmkân sahibi, herkes bu işlere katılır. Yapılması işi bir veya birkaç kişiye yüklenemez. Ama imkân sahipleri bu işlere girişmiş, yaptırmaya başlamışlarsa muhtesib artık herkese bu işlerin yapılması için emir veremez. İş­lerin yapımında, yolculara yardımda bu işleri yapanlar izin de is­temezler.

Fakat çürük veya yıkılmaya meyyal yerlerin yıkılıp yeniden inşâsında imkân sahipleri tek başlarına hareket edemezler. Çün­kü sur, cami, mescid gibi olan bu yerler o bölge halkının malıdır. Bölgenin idare âmirinden izin aldıktan (muhtesibin iznine lüzum yoktur) ve îmâr için ne kadar para gerekiyorsa bunu da bir yere depo ettikten sonra binayı yıkar ve tamir edebilirler. Aşiret ve kabîîe mescidleri gibi özel mescidlerin tamirinde o kabile veya aşiret halkı yetkili en büyük idare âmirinden izin istemeyebilir­ler.

Muhtesibe düşen görev, yıkmış oldukları binaların inşaatına başlatmaktır. Tamamlanması konusunda icbar yetkisi yoktur. İmkân sahipleri çürük ve yıkık yerleri yapmaktan kaçınırlarsa, bölgede de sığınacak başka yer, içilecek başka su mevcutsa muh­tesib, imkân sahiplerini ve halkı kendi hâlleri üzerine terk eder.

” Bir bölgenin suyu bozulmuş ve surları yıkılmış imkânlar yok da tamir edemiyorlar ve orası sınır bölgesiyse; yapılmayınca İslâm ülkesine zarar gelecekse o yerin yetkili âmiri yıkılan yerleri tamir edememezlik yapamaz. Ortaya çıkan bu işler fevkalâde olaylardan olduğundan, o yerin imkân sahibi bütün halkım bu ge­nel hayır işlerinin yapılmasına seferber eder. Muhtesibin görevi ise, durumu halîfeye bildirmek, imkân sahibi halkı da bu işleri yapmaya teşvik etmektir.

Bölge, bir sınırda değil ve yapılmayınca İslâm ülkesinin tama­mına bir zarar vermiyorsa, o yerin idarecisi biraz daha yumuşak hareket eder. İşlerin yapabilmesinin kolay tarafını seçer. Muhte­sib de zorla halktan tamirini isteyemez. Çünkü bu işleri yaptır­mak Devletin görevidir. Devlet yardım edecek durumda değilse imkân bulmasını muhtesibe bildirir. Bu durumda muhtesib Dev­letin aczi devam ettiği sürece halka şöyle der:

– Buradan ayrılıp gitmede veya kalmada serbestsiniz. Ama burayı yurt tutacaksanız âmmenin yararına olan işleri yapacak­sınız.

Halk muhtesibin bu sözüne karşı yaptıracakları hususunda olumlu cevap verirlerse, topluluğun fertlerinin durumlarına göre yükümlülükler kor. Zorla, şahısların durumunu gözetmekizin ay­nı şeyleri almaya kalkışamaz. Halka,

– Herkes kendi imkânınca yapacağı yardımları söylesin, getir­sin, mal bul amıy ani arınız da bedenen yardım edecektir, der.

Böylece kimin ne verdiği ve vereceği, kimlerin bedenen çalışa­cağı bir yere yazılır. Sonra bu âmme işine başlanır. Herkes de ön­ceden yaptığı taahhüdü yerine getirir.

Bu nevi taahhütler özel işlerde yapıldığında, taahhütte bulu­nan şahıs taahhüdünü ödemeye zorlanamaz. Âmme menfaati ise herşeyin üstündedir. Onun için taahhüdde bulunanın menfaati düşünülemez. Taahhüdünü ödemeye zorlanır. Âmme menfaati çok genel olursa halîfeden izin almadıkça bu işleri yaptırmaya gi-rişemez. Çünkü tek başına hareket ettiğinde güçlüklerin meyda­na gelmemesi, güçlük çekmemesi içindir. Bu nevi genel menfaat-lar normal bilinen hisbe görevinin çok daha üstündedir. Yapıla­cak iş az, o hususta halîfe iznini temin zorsa veya iznin gelmesi ge­ciktiğinde zarar artacaksa o takdirde muhtesib izin almaksızın iş­lere başlar ve yaptırır.

  1. b)Husûsî iyilikler ise: İhmâl edilen hizmetlerde muhtesib vazifeyi yapacak şahsın imkân ve kabiliyetini düşünerek yapma­larını emreder. Ama bu vazifeleri yapmıyanları hapsedemez. Çünkü hapis bir hükümdür. Muhtesib, insanların birbiri üzerin­deki haklarının yerine getirilmesine çalışması görevidir. Akraba­dan muhtaç olanına, diğerlerinden nafaka alıp veremez. Ancak hâkim, fakir düşene akrabalarının Ödemeleri gerekli olan nafaka­ya karar vermişse bu miktarın Ödenmesini emreder. Küçüklerin kefillerinde de durum budur. Hâkim, küçüğün kefilinin ne miktar Ödeyeceğine karar vermişse, muhtesib o karardaki miktar ve şart­lara göre, tesbit edilen hakkı alıp hak sahibine verir.

Vasiyetleri, vedîalan yapmaya, kabule gelince: Muhtesib, in­sanların tanınmışlarına veya herhangi birine bu hususta açık-se-çik emir veremez. Ama iyilik ve takvada yardımlaşmaya teşvik için genel olarak bu işlerin yapılmasını emir ve tavsiye edebilir. İş­te bu genel ve özel görevler insanların biribirine olan haklarıyla il­gilidir.[216]

 

E- ALLAH HAKKIYLA KUL HAKKI ARASINDA MÜŞTEREK İYİLİKLER (EMİRLER)

 

Kadınların, bir erkekle nikâhlanmalarını istediklerinde, veli­lerin müsâade etmelerini temin, kocasından ayrılan kadına idde-te riâyette Muhtesib, süreye uymayan kadını cezalandırır. Fakat velilerden nikâha izin vermiyenleri cezalandıramaz. Nesebi sa­hih çocuğunu kovan babadan, zorla babalığını yapmasını sağlar, çocuğunu kovması sebebiyle gerekli cezayı verir. Efendilerden kö­lelerine iyi muamele etmelerini, güçlerinin yetmiyeceği işleri yap­tırmamalarım emreder. Hayvan sahiplerinin, hayvanlarının ye­mine, tımarına dikkat etmelerini, güçlerinin yetmiyeceği işlere koşmamalarını emreder. Yemi kısılan hayvanın yemini zorla ver­dirir.

Bir kimse sahipsiz mal bulsa ve kendi nezdinde noksanlık yapsa, kefâletindeki kusurdan doğan noksanı ödemesini emre­der. Veya yetkili makama teslim etmesini bildirir. Yitik malı bu­lan da, bulduğunda noksanlık yaparsa, muhtesib o şahsa noksanı tamamlattırır. Fakat bu masrafı yitik malın sahibine Ödettirir.

Sahipsiz mal (Lukâta)daki masraf ödettirilmez. Kayıp mal, sahi­binden başkasına teslim edilirse, bulan o malı öder. Lukâtayı bu­lan, başkasına teslim ederse bedelini ödemez. İşte bütün bu gibi durumlarda ilâhî ve insanî haklar söz konusudur.

 

F- KÖTÜLÜKLERDEN UZAKLAŞTIRMAK

 

Üç kısma ayrılır:

  1. a)Allah’ın haklarından (kamu haklarından) olanlar.
  2. b)İnsanların haklarından olanlar.
  3. c)İki hak arasında müşterek olanlar.
  4. a)Allah’ın haklarından olan yasaklar da üç kısımdır:
  5. aa)İba­detlere âit olan yasaklar,
  6. bb)Haramlara, mahzurlara âit olan ya­saklar,
  7. cc)Muâmemelere âit olan yasaklar,
  8. aa)İbâdetlere âit yasaklar: İbâdetin belirtilen şeklini de­ğiştirmeyi, gizli okunan namazlarda açık, açık okunan namazlar­da gizli okumayı istemek, namaz ve ezanda sünnet dışı bazı şeyler yapmak…

Muhtesib bu gizli işleri yapmak isteyenleri önler. Yeter ki, bunları tâyin olunan imam yapmasın. Şayet imam bu gibi işleri yaparsa o zaman imamı bu işlerden men eder, durumunu üst mer­cilere bildirir. Temizlikte, namaz yerinde kötü davrananların da bu durumu anlaşılınca onların hareketlerini yasaklar. Muhtesib zanla, ithamla hareket edemez. Bazı ihtisap memurlarından bu hususlarda hikâyeler anlatılır.

Bir muhtesib, nalınlarıyla mescide giren şahsa,

– Temizlik hanene (abdesthâne) bunlarla girer misin, der. Adam da inkâr edince, muhtesib bu hususta yemin ettirmek ister. Böyle hareket muhtesibin görevini bilmediğini gösterir. Hakkında kötü düşünceye yol açar. Bunun gibi, bir şahsı cünüb iken gus-letmiyen, namazı terk eden, oruç tutmayan biri zannederse onu töhmet altında tutamaz, inkâr ettiğinde fena muamele edemez. Ama zan taşıyan bu tip kimselere nasihat edebilir. Allah’ın azabından kaçınmasını telkinde bulunur. Allah’ın haklarını yeri­ne getirmesini tavsiye eder.

Meselâ Ramazanda bir şahsı yemek yerken görürse, yemek yemesinin sebeblerini araştırır, yolcu, hasta vesaire olup olmadı­ğını sorar, şüphesini giderir. Ondan sonra cezalandırılması gere­kiyorsa cezalandırır. Özür sahibi ise gizli yemesini emreder. Şah­sın cevâbından şüpheleniyorsa yemin veremez. Çünkü herkes kendi şahsının bir eminidir. Belirttiği sebepler doğru değilse, cezalandırılır, oruç yemeden men edilir. Nefsini ithamdan kur­tarması, câhil insanların rastgele sebepleri oruç yeme sebebi say­maması için oruç yiyenlerin gizli yemesi genel menfaat icâbıdır.

Zekâtı vermekten kaçınanlar ise: Açık, bilinen maldan zekât vermiyorsa, zekât memuru zorla zekâtı alma konusunda özel yet­kiyi hâizdir. Haklı bir sebeb yoksa zekâtından kaçınanı ta’zir cezasına çarptırır. Gizli mallarının zekâtını vermiyorsa, muhte-sib bu hususta zekât memurundan daha yetkilidir. Çünkü zekât memurunun gizli malların zekâtı konusunda bir itiraz hakkı yok­tur. Gizli malların zekâtını inkâr edeni, durumundan vermediği anlaşılanı cezalandırma yetkisi yine zekât memurunundur. Ama zekâtını vermişse zekât memurunun yapacağı bir şey yoktur. Giz­li olarak zekâtı verdiğini söylerse kendi vicdanına havale edilir.

Bir şahıs insanlardan zekât, sadaka istiyor; fakat durumu­nun iyi olduğu biliniyorsa, bu hareketi kötü kabul edilir ve cezalandırılır. Muhtesib, bu tip şahısları men etmede zekât me­murundan daha Özel bir yetkisi vardır. Hz. Ömer buna benzer zekât alacak bir topluluğu insanlardan zekât istemekten men et­miştir. Muhtesib, dilenen şahsın dış görünüşünde zenginlik belir­tileri görürse, müsait iken dilenmenin haram olduğunu bildirir, fakat men edemez. Çünkü bilinmiyen yönüyle belki fakirdir. Güç, kuvvet sahibi biri dilenirse, dilenmeden men edilir. Bir sanatla, bir işle meşgul olması emredilir. Hâlâ dilenmeye devam ederse, huyunu terk edene kadar cezalandırılır. Dilenmesi yasak edilen birine mal ve iş bakımından yardım etmek gerektiğinde, mal sa­hiplerinin dilenir durumda olanlara zorla infak etmeleri, çalıştı­rıldığında ücretim vermeleri emredilir. Bu işi, muhtesibin bizzat kendisi yapamaz. Çünkü böyle bir yardım mecburiyeti karara bağlıdır. Hâkimler ise karara yetkili makamdır. Durumu hâkimlere anlatır, işi halletmesini veya bu hususta kendisine izin verilmesini ister.

Dînî ilimlerde fakih olmayan biri haddini bilmezlik eder, yan­lış fikirler söyler ve insanların da bu şahısların yanlış fikirlerine kapılmaları, aldanmaları sözkonusu ise onların din ilimleri ala­nındaki bu hareketleri önlenir. Halkın aldanmaması için sapık­lıkları açıklanır. Durumu şüpheli olanlar varsa hemen önlenmez­ler, araştırılır. Hz. Ali, Hasan-ı Basrî’ye halk ile konuşurken va­rır. Konuştuğu hususta Hz. Ali, Hasan’a:

– Dinin esası nedir, der. Buna cevaben Hasan.

– Allah’tan korkmadır. Hz. Ali,

– Dinin âfeti nedir?

– Tamahkârlık, hırstır.

– Şimdi artık insanlarla istediğin hususu konuş, der.

Bazı ilim adamları; icmâı zedeleyici, naslara muhalif düşen bir bid’at ortaya atar, bu da zamanın âlimlerine ulaşırsa o şahsı bu işten men ederler. Âlim tevbe ederse ne âlâ, yoksa durum halîfeye bildirilir. Çünkü dîni, bid’atlardan korumaya en büyük yetkili odur.

Bazı müfessirler, Allah’ın kitabını tefsirde zahirini bırakır, bâtına saparsa bu bid’attır. Mânâların zor olamna kendini zorlar, kendisince bir takım anlamlar verir, bâzı râvilerin münker hadîslerini alır, tefsirde kullanır ve bu hareketleriyle insanları tefsirlerden soğutur, Kuranın tevillerini bozarsa, muhtesib böy-lelerini tefsirden men eder. Bu men işlemine karar verilirken muhtesib açıkça sahîh olanı bozuk olandan doğruyu yanlıştan ayırt edebiliyorsa ve neticede tefsirin hatalı oluşuna ulaşmışsa o şahsı kötü hareketten men eder. Muhtesib hatalı olan bu neticeye; ya bizzat kendi ilmiyle varır, ona göre men eder, ya da; zamanın âlimleri o nevi hareketin kötülüğünde birleşirler, bid’at olduğunu söylerler, faaliyetin yasaklanmasını isterler. Muhtesib de âlimlerin ittifak hâlindeki bu fikirlerine karşılık o bid’atçı tefsirci-yı tefsirden men eder.[217]

 

G- HARAM VE ŞÜPHELİ İŞLERDEN MEN ETME

 

İnsanları, şüpheli işlerden sakındırmaktır. Hadîs-i şerifte de,

“Sana şüpheli gelen şeyi bırak, şüpheli olmayana müracaat et”[218] buyurulmuştur.

Bu nevi işlerin de önce kötülüğü belirtilir, sakınılması emredi­lir. Bundan sonra yapan cezalandırılır. İbrahim Nehâî’nin anlat­tığına göre: Hz. Ömer, erkeklerin kadınlarla birlikte tavafını ya­saklamıştır. Kadınlarla birlikte namaz kılan birini görür, değ­nekle adamı döver. Bunun üzerine adam,

– Allah’a and ederim ki, eğer hareketim güzelse, sen bana zul­mettin. Eğer hareketim kötü ise niçin bana Öğretmedin? Buna cevaben Hz. Ömer,

– Bu husustaki kararımı duymadın mı?

– Hayır. Senin kararını işitmedim, der.

Bu sözler üzerine Hz. Ömer, elindeki sopayı adama verir ve:

– Kısas et, hakkım al, der.

– Bugün kısas etmem, hakkımı almam.

– Öyleyse beni afvet.

– Afvetmem.

O gün birbirinden ayrılırlar, ertesi gün tekrar karşılaşırlar. Hz. Ömer’in rengi değişir ve adam Hz. Ömer’e:

– Ey müminlerin Emîrî! Benden olacak bir hususta senden da­ha gayretliyim, der.

– Evet.

– Allah şahidim olsun ki ben sende olan hakkımı afVettim, der.

Herkesin geçip gittiği bir yolda bir erkekle bir kadının bera­berce bulunduğunu muhtesip görürse, bunlar hakkında şüphe çe­kici bir belge olamaz, cezalandırılmalarına gidilmez. İnsanlar böyle harekette mahzur görmemişlerdir. Issız, tenha bir yolda ka­dın erkek beraberce bulunurlarsa hareketleri iyi karşılanmaz. Yanındaki kadın nikâhı haram olan bir kadın olabileceğinden her ikisi de hemen cezalandırılmazlar. Yanındaki haram olan bir ka­dın ise, şüphe çekici yerlerde yalnızca bulunmaları yasaklanır. Nikâhı düşen yabancı bir kadınsa Allah’tan korkması, kötülüğe sevk edici işten kaçınması emredilir. Duruma göre de men ve zec-redilir, cezalandırılır.

Ebu’l-Ezherî’nin anlattığına göre: İbn A’şa, bir yolda kadınla konuşan erkek görür. İbn A’şa, adama:

– Kadın haramın ise insanlar arasında bu şekilde onunla ko­nuşman kötüdür. Kadın haramın değilse o daha kötüdür. Sonra adamın yanından ayrılır. İnsanlara bir toplulukta bu olayı haber verir. O esnada evinin penceresinden bir kâğıt atılır. İçinden şu şi­ir çıkar:

“Şüphesiz beni meczub bir şekilde gördüğün o kadınla bir ta­kım haberler konuşuyordum. Bana bir söz söyledi ki, nefsim sanki ona doğru akıveriyordu. Zamanların geçip gitmesiyle ağır bir nıeyalân kalbimi çekiyordu. Kirpiklerinin uçlarıyla oklar atıyor­du. Halbuki karşısındakinin cevab verecek, atacak oklara tâkâtı yoktu.

Keski kulağın aramızda olsaydı da ne konuştuklarımızı bir duysaydın. Benim yaptığım işten, kötü gördükleriniz var ya. İşte o, güzel cidden güzel hem de çok güzeldi.”

İbnu A’şa bu şiiri okuyunca mektubun başına Ebû Nuvas ya­zılmış olduğunu görür ve bunun üzerine:

– No’laydı Ebû Nuvas’m bu hareketine dokunmasaydım, önce­den bir araştırma yapsaydım.

İşte bu ve benzeri hareketlerde araştırmadan sonra İbn A’şa’mn yasakladığım belirtir. Muhtesiblerin kötü kabul ettiği şeyi meşru saymak, doğru değildir. Yukarıda Ebû Nuvas’m belirt­tiği husus bir günâh, kötü bir harekettir. Ama Ebû Nuvas, uyanık, dikkatli birisidir. Esasında konuştuğu kadının haram bir kadın olduğunu belirtmek ister ve mes’eleyi ters yönden, biraz da alay olarak, ele alır.

Muhtesib, kötü bir iş görürse önce duruma göre o ânı değerlen­dirir. Hemen kötülemeye, yasaklamaya geçmez. Fiilin sebebim İyice öğrenir. Bu hususta îbn Ebî Zenâd’ın Hişam b. Urve’den nak­lettiği şu hikâye anlatılır:

Hz. Ömer’le Kâ’beyi tavaf ediyorduk. O esnada ensesinde (boynunda) ay kadar güzel bir kadın bulunan bir adam gördü. Adam şöyle diyordu:

“Şu kadın için sahil boyunca bir deve üzerinde inişli, çıkışlı yollardan kalkıp geldim. Onun bu şekilde taşınması yasaklanır­sa, kaybolmasından, düşüp ezilmesinden korkarım. Onu böyle ta­şımakla da bol sevaba ulaşmak isterim.”

Hz. Ömer bu adama:

– Ey Allah’ın kulu, Haccını bağışladığın bu kadın kimdir?

– Ey Halîfe, hanımımdır. O aklı kıt, düşük huylu, obur, boyu uzun, takatsiz birisidir.

Bu sözler üzerine Hz. Ömer o adama:

– Pekiyi, niçin onu boşamıyorsun?

– O, güzel bir kadındır, düşmanlık edemem, çocukları vardır, terk de edemem, der. Hz. Ömer de:

– Hayatın dâima onunla beraber olsun, bir yastıkta kocayın, Allah sizleri mes’ud etsin, der.

Ebû Zeyd der ki: Muhtelif bayağı işler araştırıldıktan sonra şüphe gidiyorsa yasaklanmaz. Ama şüphe taşıyor, kötülükler mevcutsa yasaklanır. Bir kimse yanında veya dükkanında alenen içki bulundurursa, kendisi de müslümansa, içkileri dökülür, ken­disi de cezalandırılır. Zımmî ise, içkiyi açıkta bulundurduğundan ötürü cezalandırılır. Hukukçular içkilerin dökülmesi konusunda farklı görüştedirler. Ebû Hanîfe’ye göre içkiler dökülmez, içkiden olan bu mallarda kâfirlerin hakları vardır. Dökülürse tazmini ge­rekir. Şafiî’ye göre: Açıkta bulunan içkiler dökülür, onlarda müs-lüman, kâfir hiç kimsenin hakkı yoktur. Tazmin edilmesi de ge­rekmez. Hurmanın sarhoşluk vermiyen suyunun açıkta bulundu­rulması, Ebû Hanîfe’ye göre: Müslümanların o suyun içilebilece-ğini kararlaştırmaları sebebiyle dökülmesi ve açıkta bulundurul­ması cezayı gerektirmez. Şafiî’ye göre: Hurmanın sarhoş etmiyen suyu şarap gibi değildir, dökülmesi gerekmez. Hisbe işleri görevli­si duruma göre açıkta bulundurulmasını yasaklar, açıkta satıldı­ğında cezalandıracağını bildirir. Fakat dökemez. Ancak hâkim dökülmesine karar verirse o zaman döker. Karara dayanarak dökme sonunda, tazminat da gerekmez.

Bâzı aklı giderici, sarhoşluk verici maddelerin bu durumları anlaşılırsa açıkta bulundurulması yasak edilir. Aklı giderici, he­zeyanda buîundurucu maddelerin içilmesi hâlinde bu maddeleri kullanan kimseler ta’zir cezasıyla cezalandırılır. İçki içme cezası verilmez. Çünkü bu nevi ilaç ve maddelerin günlük hayatta kont­rolü zor veya çok az, kullanan şahsın da aklının nisbeten bulunu­şu, akıllı görünüşü söz konusudur. Şüpheli ilâçlar hakkında kat’î hüküm de bulunamamaktadır.

Haram olan oyun aletleriyle alenen oyun oynama işini Muhte-sib araştırır. Bir yaramazlık mevcutsa o oyunu yasaklar, oyna­yanları cezalandırır. Oyun âletleri yasak oyundan başka işler için kullanılabilirse ıslah edilir. Yoksa imha edilir.

Eğlencelere gelince, bir kötülük yoksa, çocukların terbiyesi için yapılıyorsa tedbirli hareket edilir. Bâzı ihtimâller düşünülür. Eğer çocuklar, erkeklerle kadınların putlarını heykellerini yapar­larsa böyle hareketleri kötülüğe yol açıcıdır. Tedbirler bunun ya­saklanması yönünde ise yasaklanır. Duruma göre, oyunlar ve san’atlar yasaklanır. Eğer bir sakınca görülmezse müsâade edilir. Resûlüllah (s.a.v), Hz. Aişe’nin yanına girdi. Önu bir takım kızlar­la oynaşır görünce, kendi hallerine bıraktı. Bu hareketi kötü gö­rüp tenkid etmediler.[219]

Şafiî’nin dostlarından Ebû Saîdi’l-Istahrî’nin anlattığına gö­re: Ebû Saîd, Halîfe Muktedir zamanında Bağdat Hisbe memurlu­ğuna tâyin edilir. Sûk-ı Dadî (İçki ve zararlı şeyler bulunan çar-şı)yı tamamen kaldırır, hurma suyunun satışını yasaklar. Oyun­lar yapılan pazar yerini kaldırmaz. Ve şöyle der:

– Şüphesiz Resûlüllah (s.a.v)ın gördüğü bir zamanda Hz. Aişe, kızlarla oynamış, Resûlüllah (s.a.v) de bu hareketi kötü karşıla-mamıştır.

Buradaki oyundan maksad tasvible karşılanan, meşru, içti­hada uygun bir oyundur.

Dadî çarşısını kapatmasının sebebi, burada çoğunlukla hur­ma suyunun satılışıdır. Ebû Saîd bunu satmayı ve içmeyi kötü görmüş ve satışını yapan çarşıları kapatmıştır. Bâzan ilaç olarak kullanılacağına cevaz vermişse de bu çok uzak bir ihtimâl ve is-naddır. Mahzur görmeyen muhtesiblerce de sarhoş etmiyen hur­ma suyunu satmak serbesttir. Ebû Saîd’in yasak edişi, bu suyun haram oluşundan değil, âmme için faydasının olmayışı, zararlı oluşunun ihtimâl dahilinde bulunuşudur. Bu nevi hurma suyunu haram kabul eden, muhtesib de olsa satışı caizdir. Çünkü kullanı­labileceği hususunda görüşler vardır. Genel duruma göre de satışı mekruhtur. Bâzı mubah işlerin açıkça yapılması kötü karşılana­bilir. Meselâ kocaların câriyeleriyle alenen şakalaşması yasakla­nabilir.

Mahzurlu şeylerin açıklanmıyanları konusunda muhtesib araştırma yapamaz. Kapalı şeyin kapalılığını açmakla belki bir daha bu kötü olan şeyin önüne geçemez. Resûlüllah (s.a.v) da şöyle buyurmuştur.

“Şu pislikleri kim görür, karşılaşırsa Allah’ın örtüsün­den münâsib bir örtü örtsün. Kim o pis işlerin yüzünü (üs­tünü) açarsa Allah’ın cezasını onun hakkında tatbik ederiz.”[220]

Bir topluluk yaptığı işlerde emare ve belirtileri gizlemek ister­se, yapılan bu gizleme gayreti iki ihtimâl taşır:

1- Bu gizleme haram olan bir şeyin yayılmaması, öğrenilme-mesi içinse, söz gelimi, kendisine güvenilir birisi “Bir adam zina yapmak için birisiyle baş başa kaldı”, “Bir adam birisini Öldürmek için tenha bir yere gitti” sözlerini söylemesi için o hususları araş­tırması, aslını öğrenmesi gerekir. Çünkü sözüne güvenilir birisi olması sebebiyle, araştırmadan söylerse bir takım yanlış işlerin yapılmasına, dedi-kodulara yol açar.

Bunun gibi, bir topluluk dinî bir mes’elede haber işitirse bu haberin iyilik veya kötülüğüne karar vermesi gerekir. Hemen ka­bullenmek veya reddetmek olmaz. Muğire b. Şu’be’nin yaptığı iş gibi:

Anlatıldığına göre, Ümmü Cemil binti’l-Mihcem b. il-Efkâm isimli Hilâl oğullarından bir kadın, Basra’da Muğire b. Şu’be’ye kaçar. Kadının, Sakîf kabilesinden Haccac b. Ubeyd isimli kocası vardır. Bu durum Ebû Bekir b. Mesruh’a, Sehl b. Ma’bed’e, Nâfı b. Harise, Ziyâd b. Ubeyd’e ulaşır. Kadını gözetirler. Muğire’nin evi­ne girince baskın yaparlar. Esas maksatları, bu iş için Hz. Ömer’e şahitlik etmektir. Fakat Hz. Ömer, onların şahitlikte kusurlu çık­maları sebebiyle, zina iftirası-cezasına çarptırdıysa da hareketle­rini kötülemedi.

2- İşin görünen durumu ne ise ona göre ceza vermek, daha faz­la derinleştirip kapalı hususları araştırmamaktır. Anlatıldığına göre: Hz. Ömer sokaklarda gezerken sazlıktan yapılmış bir evin içinde ateş yakıp içki içen topluluğa rastlar ve onlara:

– İçki içmek yasak olduğu halde sizler içki içiyorsunuz. Sazlık evlerde ateş yakmayı yasakladım, sizler ateş yakıyorsunuz der. Adamlar da:

– Ey Halîfe, Allah sana araştırmayı, tecessüsü yasakladığı ve sen de evlere izinsiz girmeyi yasak ettiğin hâlde niçin tecessüste bulundun? İzinsiz olarak eve girdin? derler.

– İşte bu iki şey cidden birer bühtandır. Kötü huydur, diyen Hz. Ömer oradan ayrılır. Daha fazla üzerlerine varmaz ve şöyle der:

– Bir evde kötü sesler işitilir, evdekiler yüksek sesle evin dışın-dakileri rahatsız ederlerse, onların evlerine baskın yapılmaz. Kö­tülük olanı ile ortadadır, ne ise ona göre cezaları verilir. Ayrıca se-beblerini araştırmaya mahal yoktur.[221]

 

H- HARAMA GÖTÜRÜCÜ HİLELİ İŞLERİ KONTROL VE YASAKLAMA

 

Zina ve haram satışlar, tarafların rızasıyla da olsa dînî hü­kümlerin yasakladığı bir kısım işlerdir. Bu kötü muamelelerin ya-saklığı kesinse muhtesib, yasak hükümleri aynen uygular, yapıl­masını önler. Duruma göre faillerini cezalandırmayı emreder,

Yasak olup olmadığı ihtilaflı işlerse, muhtesib hemence şüp­heli olan bu işlerin yasaklığına hükmedemez. İhtilaflı işlerin ya­pılması kötülüklere yol açacaksa, hakkında kesin yasaklık bulu­nan bir sonuca, götürüyorsa o zaman şüpheli ve ihtilaflı işlerin ya­pılmasını yasaklar. Az para verip çok para almak gibi. Bu hareket kesin haram olan va’deli borçlardaki faize varır. Dolayısıyla ya­saklanır. Muhtesibin bu nevi işleri yasaklaması idareciliğinden mi ileri geliyor, yoksa başka sebepten mi? Bu hususun cevabı daha Önce geçmiştir.

Hukukî muamelelerden nikâhla ilgili olarak kesin yasak edil­meyen işler varsa, âlimler de kötülüğü konusunda birleşmişlerse muhtesib bu hareketleri yasaklar. Âlimlerin bâzı konularda az da olsa ihtilâfa düşmeleri hâlinde, o mes’ele kesin yasak olan bir şeye yol açıyorsa muhtesip yasaklar. Mut’a nikâhı gibi. Meşruluğu kabul edilir ve yasaklanmazsa zinanın mübahlığına yol açar. Ya­sak edilince meşru olan nikâha teşvik artar, zinayı da önler.

Hukukî mâmelelerden karışık mal satma, mal bedellerinde hîle yapma kötü hareketlerdir. Muhtesib bu işleri yasaklar, ya­panları o andaki duruma göre cezalandırır. Resûlüllah (s.a.v) de:

“Sattığı malı karıştıranlar, bizden değildir.”[222] buyur­muştur. Malın sağlamına çürüğünü karıştırıp müşteriye karşı bu ayıbı gizlemek, karışık mal satmanın en çirkinidir, haramdır. Günâhı oldukça büyüktür, bu durumu inkâr büyük suç, cezası da o nisbette ağırdır.

Sağlama çürüğü karıştırma ameliyesi müşteriye söylenirse, günâhı az, kötülüğü hafiftir. Müşterinin durumuna bakılır. Müş­teri bu malı başkasına satmak için almışsa kabahate iştirak, satı­cı ve alıcıya teşmil edilir.

Satıcı, malı karıştırdığından., müşteri de bu karışık malı, karı­şık ve ayıplı olduğunu bilmeyen bir başkasına satacağından so­rumludurlar. Karıştırandan bu ayıplı mal yalnız kullanmak için alınmışsa, hareketin kötülüğü satıcıya aittir. Müşteriye bir kusur yüklenemez. Malların bedellerinde (semenlerinde) de hîle bu şe­kilde olup yapılması yasaktır.

Hayvanların satılacağı zaman sütünü sağmamak suretiyle memesini dolgun göstermek yasaktır.

Muhtesibin yasakhyacağı ana konulardan biri de ölçülerde, tartılarda mevcut hileleri, kontroldür. Allah Teâlâ bu konuda ke­sin hükümler koymuştur. Bu bakımdan ölçü ve tartıda hîle yapan, eksik ölçüp, yanlış tartanları muhtesib cezalandırılır. Çarşıların ölçü ve tartı âletlerinden şüphelenirse, araştırma ve kontroller yapar. Ölçü ve tartı âletlerini ayarlar, herkesçe bilinen bir işaretle de mühürler. Mühürsüz olarak kullanılan Ölçü ve tartı sahipleri ağır cezalarla cezalandırılırlar.

Mühürsüz kullanılan âletler noksansa yasaklama ve kullana­nı cezalandırma iki sebepten ortaya çıkar:

1- Devletin idaresine, karşı çıkmak, mühürlü âletleri kullan­mamak, Devletin otoritesini, kontrol hakkını tanımamak demek­tir.

2- Şer’î hakları inkâr, hak ve hukuku dinlememek suretiyle noksanlıklar, fazla alıp az vermelerde bulunmak kötü harekettir.

Ölçü ve tartı âletinde bir eksiklik yoksa yalnızca mühürsüzse, mühürsüz kullanma suretiyle Devlet emrini dinlemeden ötürü ceza görür. Bir topluluk sahte mühür kullanır, onunla ölçü ve tartı aletlerini mühürlerse, sahte mühür yapan bu kimseler piyasaya sahte para süren kalpazanlar gibidirler. Sahte olarak yapılan iş, halk arasında karışıklığa sebeb olmuyorsa, yalnız devletin yetki­sini dinlememekten ceza görür. Çünkü âletlerini kontrol ettirme­mek Devletin otoritesini dinlememek sayılır ve cezalandırılır.

Memleket geniş olur, halkı birden fazla para, ölçü ve tartı âletleri kullanmak zorunda kalırlarsa, muhtesib o kimseleri ya tamamen serbest bırakır. Yahut da topluluğun ileri gelen kimse-leriyle anlaşarak bir para, ölçü ve tartı biriminde anlaşır, karar verirler. Bundan sonra muhtesib kararlaştırılan ölçü birimleri­nin dışındaki birimlerin kullanılmasını yasaklar.

Ülkenin büyük olması, halkın ileri gelen güvenilir kimselerin bu işlerde bilirkişi olarak kullanılmaları hâlinde ücretleri hazîneden verilir. Memleket dar ise, muhtesib Devletçe kararlaş­tırılan paranın, ölçü ve tartı âletlerinin aynen kullanılmasını be­lirtir. Bunlardan eksik veya fazla olan paraların, ölçü ve tartı âletlerinin kullanılmasını, karışıklık çıkmaması için, yasaklar.

Halîfeler, eyâlet valileri kendi adlarına ölçü tartı âletleri tes-bit etmişler, paralar çıkarmışlar, bunları başkalarıyla karıştır-mamışlaf, devletin bu işle meşgul olan dîvânına kayıtlarım yap­tırmışlardır. Seçilip kararlaştırılan ölçü birimlerinin dışındaki para birimlerini, ölçü ve tartı âletlerinin kullanılmasını yasakla­mışlardır. Şayet idareciler böyle bir iş yapmamışlarsa, muhtesib o muhitin bilirkişileriyle beraber kullanılan Ölçülerin ortalamasını alıp kullanır.

Mal ve mîras taksimi işleriyle ve alan ölçüleri ile meşgxd olan bilirkişileri seçmek muhtesibin görevi içine girmez. Bunlarla meşgul olacak bilirkişileri seçmek oranın hâkimine aittir. Çünkü bu işleri yapacak olanlar, yetimlerin, gâiblerin mallarında nâib olarak vazife görmekte, onların haklarını gözetmede hâkime nâib olarak işleri yürütmektedirler. Mahallelerin, çarşı ve pazarların, koruluk ve mer’aların bekçilerini seçmek o yerin baş âmirine veya yardımcılarına aittir.

Yalan ve inkâra dayanmıyan çok alıp az verme gibi ihtilâflarda tarafların işlerine muhtesib bakar. Ama inkâr ve ya­lan mevcutsa, hâkimler böyle ihtilâflarda karar verme işinde muhtesibten daha yetkilidirler. Muhtesib de bu karara göre onla­rı cezalandırır. Muhtesibi bölgenin hâkimi tâyin etmişse, hâkimlerin vermiş olduğu hükümleri uygulamak muhtesibin gö­revidir.

Muhtesib, halkın hepsi için yasak ettiği bazı hususları özel şa­hıslar için yasak etmiyebilir. Söz gelimi, bulunduğu yer halkının alışmadığı para, ölçü ve tartı aletleriyle alış verişte bulunmada iki taraf rıza ile anlaşırsa, onların bu işlemine muhtesib engel ola­maz. Özel şahıslar yaptıkları bu işleri genelleştirmezler. Çünkü halkın alışmadığı, bilmediği para ve ölçü vâsıtaları olduğundan halk aldanabilir.[223]

 

İ-YALNIZ İNSANLARIN HAKLARINDAN DOĞAN YASAKLAR

 

Bir kimsenin, komşusunun evine tecâvüz etmesi, komşu du­varına ağaçlar koyması, sınırı geçmesi gibi. Komşu bu hususlarda muhtesibe şikâyette bulunmazsa, muhtesibin re’sen olaya el koy­ma yetkisi yoktur. Çünkü komşu olan bu hakkı tanıyabilir veya karşılığında para alabilir. Komşu, muhtesibe şikâyet ederse, ara­larında ihtilâf olmasa bile tecâvüz edenin tecâvüzünü Önler, ceza verir. Aralarında anlaşmazlık varsa durumu mahkemeye bildi­rirler, muhtesib olaya el koyamaz. Hâkim ihtilâfı çözmeye yetkili­dir. Komşu, ücret istemeden sınıra tecâvüz hakkı, duyara ağaç koyma hakkı tanımış, yapılan şeyleri yıktırmıyacağını bildirmiş sonradan da ücret isterim demişse, bunu istemeye hakkı vardır. Kendisine sayılan haklar tanınan kimse de, istenilen ücreti verir, isterse yaptığı şeyleri yıkar, bedel vermez.

Bir kimsenin ağaçlarının dalları, komşusunun evine sarkarsa muhtesibe gidip bunların kesilmesini isteyebilir. Muhtesib de ağaçların sahibine, dalların kesilmesini emreder. Ayrıca ceza ve­remez. Çünkü ağaçların büyüyüp komşunun evine sarkması ken­di kusurundan doğmamaktadır. Ağaçların kökleri, komşusunun toprağına geçmişse, komşu, ağacın köklerinin sökülmesini iste­yemez. Şayet kesmişse duruma göre kendisine ceza verilir.

Bir kimse evinde ocak yakıp bunun dumanından komşusu ra­hatsız olsa, rahatsız olan komşu ocağın yakılmasını önleyemez. Bunun gibi, evine su dolabı kurar, demir parmaklıklı kapılar, pencereler yaparsa komşu bunlara da engel olamaz. Çünkü her­kes mülkünde istediği tasarrufu yapmakta serbesttir. Bu tip yapı­lar, işler herkes tarafından normal karşılanmıştır.

Ücretle adam çalıştıran bir şahıs, çalıştırdığı adamları karar­laştırılan ücrete karşılık daha fazla çaliştırırsa bu nevi hakka tecâvüzlerine mani olunur. Duruma göre yasaklar konulur, işi tenkid edilir. Çalışan kimse de gerekli şekilde iş yapmaz, haksız olarak ücretinin artırılmasının isterse onun bu hareketlerine en­gel olunur. İyi bir hareket tarzı olmadığı bildirilir. Muhtesibe bu durumlar bildirilince, gerekli tedbiri alır, olay hakkında hükmü­nü verir.

İşçi ile işveren, iş ve ücret konusunda anlaşamazlarsa bu du­rumda ihtilâfa hâkim bakar.

Muhtesiblerin çarşı ve pazarlarda kontrol edebileceği sanatkârların işleri üç gurupdur:

  1. a)Çalışmaların tam ve noksan olduğunu kontrol ve tesbit.
  2. b)San’atkârlarm güvenilir kimseler olup olmadığını tesbit.
  3. c)Bir kısım’san’atkârların işlerinin iyi olup olmadığını kont­rol.
  4. a)Çalışmaların tam veya noksan olduğunu tesbit: Dok­torlar ve Öğretmenler gibi. Çünkü doktorlar hatâları sonucu in­sanların ölümüne veya sakat kalmasına yol açabilir. Öğretmenler de büyüyen yavruları terbiye ederler, onlara bilgiler öğretirler, yavruların olgun insan olmasını sağlarlar. İnsan şahsiyetinin bo­zulmaması, cemiyet âdabının kirlenmemesi, unutulmaması için kusurlu olan öğretmenlere mâni olur.
  5. b) San’atkârlarm güvenilir kimseler olup olmadığını tesbit: Kuyumcular, kumaş dokuyucular, demirciler, boyacılık yapanlar gibi. Çünkü bunlar her an insanların mallarını çalabilir­ler.

İşte muhtesib; bu türlü san’at sahiplerinin güvenilir kimseler olup olmadığını tesbit eder, gerekli kontrolleri yapar. İyi kimseler işine devam eder, hilekâr, işten men edilir. Yaptığı hainlikler muhtesib tarafından herkese duyurulur. Onu tanımayan kimse­lerin zarar görmesinin önüne geçer ki, bu da yapılacak olan ilânla mümkündür. Bir görüşe göre de o yerin bekçileri, polisleri ve ida­recilerin yardımcıları bu işleri yapmaya, kontrollerde bulunmaya muhtesibten daha çok yetkilidirler. Kuvvetli olan da bu görüştür. Çünkü hainlik, hırsızlığın bir nev’i sayılır. Onun hükmüne tâbi­dir.

  1. c)Bir kısım san’atkârların işlerinin iyi olup olmadığını kontrol: Hisbe idarecileri bu kontrolleri bizzat yapar. Her hangi bir şikâyet olmasa da âmmeyi İlgilendirdiğinden bozuk, çürük iş­leri tesbit eder, bunları yapanları yasaklar. Özel işlerde de, san’atkâr bu işlerde hileyi ve fesadı âdet hâline getirmişse, hasım da muhtesibe şikâyet etmişse, muhtesib sanatkârın hareketinin kötülüğüne ve meslekten men edilmesine karar verir.

Eğer yapılan hainlik, fesâd ve zarara yol açıyorsa duruma ba­kılır, zararın tesbiti gerekiyorsa o zaman bu işe muhtesib bakamaz. Hâkimin kararına muhtaçtır. İşe hâkim el kor. Böyle bir tes­bit ve hâkimin kararına ihtiyaç yoksa, muhtesib işe el kor, san’at-kâra, sebeb olduğu zararı Ödettirir. Yapmış olduğu haksızlıktan ötürü meslek cezası verir, sırasına göre icraı san’attan men eder.

İnsanların yiyecekleri ve diğer ihtiyaç maddeleri için ucuzlat­ma ve pahalılaştırma yönlerinde narh koyamaz, fîat tesbiti yapa­maz. İmam Mâlike göre: Yiyeceklerin pahalı olması hâlinde muh­tesib narh koyabilir.[224]

 

J- ALLAH HAKLARI (KAMU HAKLARI) İLE KUL HAKLARI ARASINDA MÜŞTEREK OLAN KÖTÜ HAREKETLER

 

Topluluğun ileri gelenlerini, insanların evlerinden farklı, yüksek ev yapmakdan, men eder. Tıpkı zımmîlerin müslümanla-rın evlerinden yüksek ev yapmalarını men etmesi gibi. Şayet yük­sek binalar yapmışlar ve içinde oturmakta iseler, o binalardan da­ha yüksek binalar yapmalarım müslümanlara yasaklar.

Zımmî-lerin, zımmîliklerinin alâmeti olan şeyleri giymeleri, belirtilen, tesbit edilen şekilden başka bir şekilde gezmemelerini emreder. Aksine hareket edenleri cezalandırır. Hz. Uzeyr ve Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu iddialarını alenen söylememelerini, sözle ve hareketle müslümanlara hakarette bulunmamalarını emreder. Bunlara uymayanları cezalandırır.

Yolcuların uğrayıp namaz kaldığı, iş muhitlerinin bulunduğu yerlerdeki camilerin imamları namazları uzatıyorlarsa, halkın âcizleri, zayıfları âcizleniyor, yolcular, iş sahipleri fazla tutulu­yorsa muhtesib böyle hareket eden imamları men eder. Resûlül-lah (s.a.v) de Muaz b. Cebel’in bir topluluğa namazı uzatarak kıl­dırması sonucu, onu bu hareketten men etti, şöyle buyurdu:

“Halkı dinden soğutan, uzaklaştıran sen misin Ya Muâz?”[225]

İmam namazı uzun kıldırmaya devam ediyor, huyundan vaz geçirilemiyorsa muhtesib, imamı cezalandıramaz. Ancak kısa na­maz kıldıran birisiyle değiştirilir.

Hakime müracaat edildiğinde taraflardan biri zarar görecek-se o ihtilafa muhtesib bakar. İsterse taraflardan biri veya her ikisi hâkim olsun. İhtilaflı olan şahısların rütbesi, muhtesibin ihtilâfa bakmasına engel teşkil etmez.

Bağdat taraflarının hisbe memuru İbrahim b. Batha, zama­nın baş kadısı Ebû Amr b. Hammâd’m evine uğrar. Davacıların, kapısı Önünde bekleştiklerini, aralarındaki ihtilâfa bakmasını gö­zettiklerini görür. Gün hayli ilerlemiş, güneş de Öğle vaktine yak­laşmış. Hemen orada durur ve Ebû Amr’in kapıcısını ister. Ona der ki:

– Başkadıya söyle, dâvâcı ve dâvâlılar kapıda bekleşmekte, gü­neş hayli İlerlemiş, beklemekten sıkıntıya düşmüşlerdir. Ya makamına oturur, ya da özrünü bildirir, bekleşen halk da döner gider.

Hizmetçi bulunduranlar, onlara güçlerinin yetmiyeceği işleri emre demezler. Muhtesib bunları hizmetçinin bildirmesi üzerine yasaklar, nasihatlar eder. Tekrar aynı işlere mâruz kalırlarsa o zaman efendileri men eder.

Hayvan sahipleri de iş yapamıyacak hayvanları işlerinde kul­lanırlarsa bu hareketleri yasaklanır. Muhtesib, hayvan sahibini bu davranıştan men eder. Hayvan sahibi, hayvanın daha çalışabi­leceğini iddia ederse, duruma bakılır. Örfen bu iddia uygun bulu­nursa müsâade edilir, Örfen münâsib bir hüküm bulunmazsa hay­vanı işte çalıştırması yasaklanır. Dinî bir hüküm aranmaz.

Köle, efendisinin elbise ve yiyecek vermediğini iddia ederse, muhtesib elbise ve yiyecek vermesini emreder, vermezse zorla alır. Efendisinin, yiyecek ve giyeceği noksan verdiğini iddia ve şikâyet ederse muhtesib o zaman bu işe bakamaz. Efendiyi köleye karşı borçlu duruma düşüremez. Çünkü bunların takdiri hukukî bir esâsa ve bir karâra ihtiyaç gösterir. Ona da muhtesib salahiyetli değildir. Ama asılda bunlar hiç verilmezse, verilmesi­ni temin içtihada lüzum göstermez. Bir ictihâd ve hüküm olmasa da aklen kölenin yiyecek ve giyeceğini vermek efendinin borcu­dur. Ne kadar verileceğinin tesbiti ise içtihada bağlıdır.

Muhtesibler, gemi sahiplerinin, gemilerini belirli miktar yük­ten, tonajdan fazla yüklemelerine engel olur. Batmamaları için gerekli tedbirler almalarını emreder. Rüzgârlı ve fırtınalı hava­larda seferden alıkor. Kadın ve erkek yolcular bindiriliyorsa ka­dın ve erkekleri ayrı yerlere oturtturmayı, aralarını kapatmayı emreder. Geminin müsâid oluşuna göre kadın ve erkekler için ay­rı ayrı abdesthaneler yapılmasını, kadınlar için yapılan abdest-hâneye mümkünse bir vazifeli bırakılmasını emreder.

Kadınların günlük alış-verişleri için en münâsib pazarlardan, çarşılardan biri tahsis edildiğinde muhtesip buranın gidişatını, emniyetini kontrol eder. Bir huzursuzluk çıkmadığı sürece kadın­lar o yerden günlük aîış-verişlerini yaparlar. Şayet bir şüphe hasıl olur, bir kötülük ortaya çıkarsa kadınların alış-verişlerini yasak­lar. Kadınlara bu yerlerde kötü muamele yapanları cezalandırır.

Bir görüşe göre: Bekçiler, bölge idarecisinin yardımcıları, ka­dınlara mahsus çarşı ve pazarlarda bu işleri önlemede özel yetkiyi hâizdirler. Çünkü bu nevi hareketler zinanın başlangıcı sayılır. Bu bakımdan muhtesibin görevi içine girmez.

Muhtesib, sokak ve caddelerde oturma işlerine nezâret eder. Gelip geçene zarar verilmiyorsa oturmaya müsâade eder, zarar veriliyorsa yasaklar. Bunun için herhangi bir müracaat ve şikâ­yete lüzum yoktur. İstediği an yetkisini kullanır. Ebû Hanîfe’ye göre: Bir müracaat olmadıkça yas aklayamaz.

Bir topluluk, gelip geçilea âmmenin yararlandığı yere inşâat yaparsa muhtesip bunları yasaklar. Yol genişçe de olsa yapılan binayı yıkar. İsterse bina mescid olsun. Çünkü yollardan yarar­lanma, gelip-geçenler içindir. Yoksa bina yapmak için değildir. İn­sanlar caddelerin kenarına, gelip geçilen yerlere, çarşılara, irti­fak ve istifade hakkından mütevellid, bir yerden bir yere taşımak maksadıyla mallar, inşaat malzemeleri korlarsa ve gelip geçene zarar vermiyorsa müsaade edilir, zarar veriyorsa kaldırtıhr. Yol­lara evlerin saçaklarını çıkarma, çöplük yapma, su yolları, kanal­lar açma (septik çukurlar yapma) da muhtesib durumları inceler, halka zarar vermiyorsa müsâade eder, zarar veriyorsa önler. Bu işlerin zararlı olup olmadığını, örften faydalanarak vardığı sonuç­la fikir ve içtihadiyle anlar. Bunların dînî esaslarla bir ilgisi yok­tur. Dinden faydalanılması gerekli bir içtihad da bulunamaz. Araştırma yetkisi de yoktur.

Muhtesib, sahipsiz arazîye defnolunmuş cenazenin naklini yasaklar. Ancak gasbolunmuş bir arazîye cenaze gömülmüşse arazînin sahibi cenazeyi çıkarıp nakledebilir. Sel yataklarından, bataklık hâle gelen yerlerden kabirlerin taşınması konusunda ihtilâf vardır. Zübeyrî, babası ve başkaları, bu durumlarda, nakle-dilebilir derler.

İnsanların ve hayvanların kısırl aştırıl masını yasaklar. Şayet kısas veya diyet olarak hak sahibi tarafından husyelerinin kısası istenirse bu takdirde muhtesib yasakhyamaz.

Allah yolunda savaşma arzusu hâriç, ihtiyarlığın beyazlığını ak saçların siyaha boyanmasını erkeklere ve kadınlara yasak eder. Yapanı cezalandırır. Kına ve Ketm otlarından elde edilen boyalarla boyanmayı, kına yakmayı yasaklayamaz.

Kâhinlikle, eğlencelerle, fala bakmalarla para kazanma yolla-yasaklar, yapan ve yaptıranı cezalandırır.

İşte buraya kadar sayılan bütün kötü hareketler birer örnek­tir, emsali saymakla bitirilemez. Sayılan kötü fiiller, daha temas edilmeyen nice kötü fiil ve hareketlerin bulunduğunun bir şahidi­dir.

Hisbe: Dînî işlerin esaslarındandır. Halkın hepsinin iyi olma­sı, bu nevi işlerle meşgul olmanın sevabının bol oluşu sebebiyle ilk asır halîfeleri ve imamlar şehirlerde bu işi bizzat deruhte etmiş­lerdir. Zamanla halîfe bu işlerle meşgul olmadı, basit meşguliyet telâkki edip hafife aldı, işi terk etti. Devlet başındakiler rüşvetler aldı. Neticede insanlar pek çok zararlarını gördü. Hisbe görevi ihlâl edildiğinde bu görevi sona erdirici, düşürücü bir kaide yok­tur. İslâm hukukçuları, belirtilen işlerin ihlâl edileceğini düşün­mediklerinden, hisbe teşkilâtının teknik yönünün açıklamasını yapmamışlardır.

Bizim, bu kitapta temas ettiğimiz konular, diğer hukukçula­rın hiç temas etmediği veya çok kısa temas ettikleri konulardır. Onların hiç temas etmediklerini veya çok kısa temas ettiklerini ele aldık, anlatmaya çalıştık, kısa olarak geçiştirdiklerini açıkla­dık.

Allah’tan dileğimiz, işlerimizde başarılı kılmasıdır… Niyetle­rimizde yardımını, minnet ve iradesiyle nasib eylesin. O, bana ye­ter. O, ne güzel bir vekildir.[226]

 


[1] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 13-14.

[2] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 15-16.

[3] Kont Leon Ostrorog’un fransızca tercümesi tamamlanmamıştır. (El-Ahkânı Es Soulthâniya, Traite de Droit Public Musulman. Paris, 1901)

[4] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 17-19.

[5] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 21-22.

[6] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 22.

[7] Kaynaklar:

1- Brockelmann: İslâm Ansiklopedisi “Mâverdi” maddesi.

2- Hayruddîn ez-Zerkli: “El-A’lâm, üçüncü baskı, Beyrut 1389. 1969, c.V, s. 146-147.

3- Tâcüddin Ebû Nasr Abdi’l-Vehhab b. Ali Abdi’l-Kafîi’s-Subkî: Tabakâtu’s-Şafiiyyeti’l-Kübrâ, birinci baskı, Mısır. 1386: 1967, c.V, s. 267-285.

4- Ömer Rıza Kehhale Mu’cemü’l-Müellifm, Şam 1378: 1959, c. VI-II, s. 189.

[8] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 23-24.

[9] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 25-27.

[10] îbn Mâce, ikâme 47. Müsned-i Ahmed 4/156.

[11] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 29-30.

[12] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 30-31.

[13] Müsned-i Ahmed 3/129,183, 4/421

[14] Buharı, fezâil-i ashab 5, Müsned-i Ahmed 1/5.

[15] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 31-32.

[16] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 32-34.

[17] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 34-37.

[18] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 37-38.

[19] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 39.

[20] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 39-41.

[21] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 42-47.

[22] Buharı, cihad 7. fezaü-i ashâb 25. cenâiz 4. vs.

[23] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 48-51.

[24] Buharı, cuma 11, ahkâm 1 vs., Müslim, imâre 20. Ebû Davud, ima-re 1. vs. yerler.

[25] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 51-55.

[26] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 55-58.

[27] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 58-60.

[28] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 60-62.

[29] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 62-63.

[30] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 63-68.

[31] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 68-70.

[32] Ebu Davud, edeb 116. Müsned-i Ahmed 5/194, 6/450.

[33] Müsned-i Ahmed 5/50

[34] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 70-74.

[35] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 74-77.

[36] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 78-85.

[37] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 85-87.

[38] Müsned-i Ahmed 3/199

[39] Tirmizî, kıyâme 48.

[40] Buhari, cihad 43. Neseî, hayl 6. İbn Mâce, ticârât 69. vs.

[41] Ebû Davud, cihad, 71.

[42] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 88-92.

[43] Neseî,büyû, 81.

[44] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 92-101.

[45] HIüsned-i Ahmed, 1/49

[46] Muvatta. cihad 26. Müsned-i Ahmed, 4/205.

[47] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 101-104.

[48] Müsned-i Ahmed. 1/ 383

[49] Müsned-i Ahmed, 1/353, 385

[50] Buharı, ahkâm 1, cihad 109, Müslim, İmare32, 33. Nescî, bİat27.

[51] Müsned-i Ahmed 4/338, 5/32.

[52] Neseî, hibe 1. Müsııed-i Ahmed 2/184.

[53] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 104-112.

[54] Müslim, iman 32, 36. Buharı, İman 17, 28 ve İbn-i Mâce, filen 1-3 vs.

[55] Bu fasılda geçen sulh anlaşması tâbirleri mütâreke mânâsınadır.

[56] Ebû Dâvud, büyü: 79. Tirmizî, büyü: 38. Dârimî, büyü: 57 vs.

[57] Ebû Davud, diyât 11, 31, cihad 147. Neseî, kasâme 10, 14. îbn-i

[58] Özel anlaşma: Bir veya birkaç kişiye verilen Husûsi Emân

[59] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 112-117.

[60] Buharı, istilâbe 2. Ebû Davud, hudud 1, Tirmizi, hudud 25 vs.

[61] Neseî, cenâiz 82, cihad 27. Müsned-î Ahmed 5/421.

[62] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 117-120.

[63] Buhari, cihad 149, i’tisam 28, istitâbe 2. Ebû Davud, hudud 1 vs.

[64] Farz olduğunu kabul edip de zekât vermekten kaçınanlar Hz. Ebû Bekir’e şöyle demişlerdir: “Allah’a yemin olsun ki biz imân ettikten sonra küfr etmedik. Sadece cimrilik yaptık.”

[65] Buharı, iman 17, 28. Müslim, iman 32, 36. îbn Mace, fıten 1-3 vs.

[66] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 121-127.

[67] Dârimî, hudud 2.

[68] Ebu Davud, diyât 18, Dârimî, fersiz 41. Müsned-i Ahmed, 1/49.

[69] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 127-132.

[70] Sağ el ile sol ayağın veya sol el ile sağ ayağın kesilmesi şeklidir.

[71] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 132-136.

[72] Ebû Davud, akdiye 11. Tirmizî, ahkâm 2. Neseî, kuzât 11 vs.

[73] Müsned-i Ahmed, 4/4. Ebû Davud, akdiye 6, 8.

[74] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 137-141.

[75] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 141-145.

[76] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 145-149.

[77] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 149-150.

[78] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 150.

[79] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 151-152.

[80] Tirmizî, ahkâm 9. Ebû Davud, akdiye 4. İbn Mâce, ahkâm 2. Müsned-i Ahmed, 2/64 vs.

[81] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 152-154.

[82] Müsned-i Ahmed, 5/424

[83] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 154-155.

[84] Konusu, hadd, kısas ve diyet cezalarını gerektirmeyen haksız fiil­ler ile özel borç ilişkilerinin dışında kalan ve haksızlığa yol açan davranışları önlemek için yürütülen, temelde kamu düzenini ayakta tutmayı amaçîıyan mahkemelerdir. Düzene karşı gelen­lere anında haddini bildirmektir.

Normal ve genel yargının dışında faaliyet gösteren bu mahkeme­lere, olağan dışı mahkeme yerine fevkalâde mahkeme terimini tercih ettik.

[85] Buharı, şirb 6-8. Müslim, fezâii 129. Ebû Dâvud, akdiye 31. vs.

[86] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 156-161.

[87] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 161-168.

[88] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 168-174.

[89] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 174-177.

[90] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 177-182.

[91] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 183-186.

[92] Tirmizî, birr 49.

[93] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 187-190.

[94] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 190-193.

[95] Bu görüş Şafiî mezhebine aittir.

[96] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 194-197.

[97] Müsned-i Ahmed, 5/455.

[98] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 197-199.

[99] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 199-202.

[100] İbn Mâce, ikâme 154. Müsned-i Ahmed, 4/235, 236.

[101] İbn Mace, ikâme 154. Müsned-i Ahmed, 4/235, 236.

[102] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 202-207.

[103] Müsned-i Ahmed, 2/421. Neseî, menâsifc 4.

[104] Müsned-i Ahmed, 4/108.

[105] Ebu Davud, menâsik 68. İbn Mâce, menâsik 57. Dârimî, menâsik

[106] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 208-217.

[107] İbnMâce, zekât 3.

[108] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 218-220.

[109] Ebu Davud, zekât 5. Tirmizî, zekât 8,10. İbn Mâce, zekât 5. vs.

[110] İbn Mâce, zekât 4,15. Ebû Davud, zekât 5,11. Muratta, zekât 39, 40, cihad21. vs.

[111] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 220-225.

[112] Buharı, müsâkât 64, 66. Ebu Davud, büyü 38. v.

[113] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 225-227.

[114]El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 227-228.

[115] Buharı, zekât 32. Tirmizî, zekât 3. İbn Mâce, zekât 4. vs.

[116] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 228-229.

[117] Buharı, zekat 66, Ebû Dâvud, imare 40, Müslim, hudud 45, 46 v.s.

[118] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 229-230.

[119] Ebû Davud, diyât 7. Tirmizî, diyât 17. Neseî, kasâme 11 vs.

[120] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 230-233.

[121] Buharı, fıten 6. Ebû Davud, taharet 123. İbn Mâce, fıten 12, 26.

[122] Gümüşün bugün artık kıymeti çok düştüğünden nisap olarak alın­ması uygun olmaz.

[123] Müsned-i Ahmed, 5/424.

[124] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 233-240.

[125] Ebu Davud, vesâyâ 9.

[126] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 241-249.

[127] Buharı, edeb 83. Müslim, zühd 63. Ebu Davud, edeb 28. vs.

[128] Dârimî, diyât 24.

[129] Buharı, cihad 27. Tirmizî, cenâiz 38. Muvatta, sefer 51, 54.

[130] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 249-254.

[131] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 255.

[132] Tirmizi, büyü 52. İbn Mâce, ticârât 46. Dârimî, siyer 39. vs.

[133] Ebu Davud, cihad 121. Neseî, hibe 1. Müsned-i Ahmed, 2/184, 218.

[134] Ebû Davud, nikâh 44. Tirmizî, siyer 15. Dârimî, talâk 18. Müs­ned-i Ahmed, 3/62, 87, 321.

[135] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 255-261.

[136] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 261-263.

[137] Buhari, humus 18, megâzi 54. Müslim, cihad 42. Ebû Davud, cihad 136. vs.

[138] Buharî, hursaıs 9.

[139] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 263-269.

[140] O zamanlar dirhem denilince piyasada geçerli ve etkin olan gü­müş para söz konusu idi. Pek tabii gümüşün günümüzdeki rayici ile bu vergi hiç de önemli bir yekûn oluşturmaz. Bugün İngiltere gibi bazı ülkeler, kendi vatandaşlarından bile başvergisi almak­tadır.

[141] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 270-278.

[142] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 278-288.

[143] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 288-295.

[144] Buhari, ilim 37, 39. Ebu Davud, menâsık 89. Müsned-i Ahmed, 2/238.

[145] Müsned-i Ahmed, 6/136.

[146] Müslim, cihad 86. Ebu Davud, imâre 25. Müsned-i Ahmed, 2/292,

  1. (

[147] Buharî, hacc 43, büyü 28. Tirmizî, hacc 1. vs.

[148] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 296-310.

[149] îbn Mâce, menâsik 104. İbn Mâce, menâsik 103. vs.

[150] İbn Mâce, menâsik 104. Müsned-i Ahmed, 1/253, 2593 315,316. vs.

[151] Buharı, ilim 37, 39. Ebu Davud, menâsik 89. Tirmizî, hacc 1. Neseî, menâsik 111.120 v.s.

[152] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 310-315.

[153] Ailelerine verdiği evler temliki tasarrufsa sadakanın dışındadır. Sadece oturmak için verilmişse sadakadır.

[154] Buharı, meğâzî 86. Tirmizî, büyü 7. Neseî, büyü 58. vs.

[155] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 315-322.

[156] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 323-330.

[157] Buharî, hars 15. Ebu Davud, İmâre 37. Tirmizî, ahkâm 38. vs.

[158] Buharî, mezâlim 29. Ebu Davnd, akdiye 31. îbn Mace, ahkâm

[159] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 331-336.

[160] îbn Mâce, rühûn 20. Müsned-i Ahmed, 5/327. Buharî, şirb 7.

[161] Buharî, şirb 8.

[162] Buharı, müsâkât 5. Müsned-i Ahmed, 2/183

[163] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 336-345.

[164] Ebû Davud, menâsik 95.

[165] Müsned-i Ahmed, 2/55,157.

[166] Buharı, cihad 146, müsâkât 11. Müsned-i Ahmed, 4/28, 71, 72.

[167] Buharı, hars 15. Ebu Davud, imare 37. Tirmizî, ahkâm 38. vs.

[168] Ebu Davud, büyü 60. İbn Mâce, rühûn 16. Müsned-i Ahmed, 5/364.

[169] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 346-350.

[170] Buharı, hars 10. Müslim, buyu 120-123. vs.

[171] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 350-353.

[172] Dârimî, mukaddime 20.

[173] İbn Mâce, rühün 22. Dârimî, büyü 82. Müsned-i Ahmed, 2/494.

[174] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 353-355.

[175] Buharî, humus 19. Müsned-i Ahmed, 6/347

[176] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 356-359.

[177] Müsned-i Ahmed, 1/192. Ebu Davud, imâre 36. Tirmizî, ahkâm, 39. vs.

[178] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 359-363.

[179] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 363-369.

[180] Önceki kaynakların, aynısı.

[181] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 369-372.

[182] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 373-382.

[183] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 382-384.

[184] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 384-386.

[185] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 386-389.

[186] Dârimî, zekât 28. Müsned-i Âhmed, 4/142,150.

[187] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 389-393.

[188] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 393-401.

[189] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 401-404.

[190] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 404-411.

[191] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 412-415.

[192] Euharî, mevâkît 37. Müslim, mesâcid 309, 314, 315. vs.

[193] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 415-419.

[194] Müslim, hudûd 12,13. Ebû Davud, hudûd 23. Tirmizî, hudûd 8. vs.

[195] Müsned-i Ahmed, 5/442. Ebû Davud, hudud 23. vs.

[196] Ebû Davud, hudûd 23. Tirmizî, hudûd 23

[197] Buharı, hudûd 30, 38, 46. Tirmizî, hudûd 5, 8.

[198] Ebu Davud, salât 114. Tirmizî, hudûd 2.

[199] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 419-423.

[200] Neseî, sarık 11,12. Muvatta, hudûd 22.

[201] Neseî, sân1-. 4, 5. Kbû Davud, hudûd 4,16. v.s.

[202] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 423-427.

[203] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 427-429.

[204] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 429-431.

[205] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 431-432.

[206] Ebû Davud, diyât 5. îbn Mâce, diyât 4.

[207] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 433-437.

[208] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 438-442.

[209] Ebu Davud, hudûd 5. Müsned-i Ahmed, 6/181.

[210] Müsned-i Ahmed, 2/218. 4/32. İbn Mâce, talak 29.

[211] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 442-447.

[212] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 448-450.

[213] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 450-453.

[214] Müsned-i Ahmed, 3/79. Dârimî, salât 19. îbn Mâce, ezan 1.

[215] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 453-457.

[216] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 457-461.

[217] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 461-464.

[218] Buharî, büyü 3. Tirmizî, kıyâme 60. Neseî, kuzât 11 vs.

[219] Müslim, fezâilû’s-sahâbe 81. Müsned-i Ahmed, 6/333. Buharî, edeb 81. vs.

[220] Muvatta, hudûd 12.

[221] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 464-470.

[222] Müslim, imaû 164. Ebû Davud, büyü 50. Tirmizî, büyü 72. vs.

[223] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 471-474.

[224] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 474-477.

[225] Müslim, salât 179. Neseî, iftıtah 71. vs.

[226] El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Ebu’l-Hasan Habib, Bedir Yayınevi, 1/ 477-481.

El Ahkamus Sultaniye” kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek için Ücretsiz pdf olarak almak için aşağıdaki indirme düğmesini tıklayın

Bozuk bağlantıyı bildirin
Siteyi Yardim Et


for websites

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *