İslam’da Helaller ve Haramlar Büyük Günahlar ez-Zevâcir an İktirafi’l-Kebâir

| Ez Zevacir An Iktirafil Kebair |
| Ahmed Serdaroğlu, Ibn Hajar, Lütfi Şentürk |
| 1600 |
| Türkçe |
| 605 total views, 3 views today |
| İndirme için tıklayın |
| Kağıt Kapak için |
ez zevacir an iktirafil kebair – kitap örneği
ŞİRKİ EKBER (BÜYÜK ŞİRK)
Allahu Teâlâ fazl u keremiyle bizleri koruyup, sıhhat afiyet ve kâmil imanlar nasîb eylesin. En keremli ve en merhametli O’dur. Allahu Teâlâ hepimizi rızasına erişen kullarından eylesin.
Bilmiş ol ki; yukarda tariflerini yaptığımız Zahirî Kebire’lerin hepsi, mü’min olarak işlenen büyük günahlardır. Bunun için bütün âlimler Kebire’den söz ederken küfürden sonra gelen kebâir’i sıralamışlardır. Fakat biz burada bütün kebireleri, derecelerini ve derecelerine göre cezalarım sıralayacağımız için bu usûle riâyet etmedik. Ünce en büyük Kebire olan küfrü ele alarak işe başladık.
En büyük günah küfür olduğu için, küfür ve küfrün hükümleri üzerinde uzun uzadıya açıklamalarda bulunmak gerekir. Buna göre deriz ki:
Allahu Teâlâ:
“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar.” [1]
“Doğrusu Allah’a eş koşmak büyük zulümdür.”[2],
“Kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir.”[3] Buyurmuştur.
Sahih-i Buhâri’de Resûl-i Ekrem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Size en büyük günahları haber vereyim mi? Allah’a eş koşmak, anne ve babaya âsi olmak.” Resûl-i Ekrem bunları anlatırken yaslanmış vaziyette idi. Birdenbire doğruldu ve:
“Aman yalan konuşmak, aman yalan şahitliği.”[4] buyurdu. Hadisi rivayet eden zat diyor ki:
“Resûl-i Ekrem bu sözü durmadan öyle tekrar ediyordu ki, aceba susmayacak mı.” dedik.
Yine Sahih hadisde:
“Helak edici yedi günahtan sakınınız. (Bunlar) Allah’a şirk koşmak.” [5]buyurdu ve sirasıyle diğerlerini saydı.
Ahmed, Buharİ, Tirmizi ve Nesei de rivayet ettikleri bir hadisde:
“Kebâir, Allah’a şirk koşmak, adam öldürmek, anne ve babaya âsi olmaktır.”[6] Diye başlar.
Yine Ahmed, Buhârî, Tirmizi ve Nesai’nin rivayetlerinde:
“Kebâir, Allah’a şirk koşmak, anne babaya âsi olmak ve adam öldürmektir…”[7] Diye başlar.
Yine:
“En büyük günahlardan size haber vereyim mi? O, yalan konuşmaktır.”[8] buyurdu. Yalan konuşmak büyük günahlardan olmakla, küfür, katil ve zinadan daha büyük olduğunu ifade etmez. Ayrıca Ebû Davud ve Nesei de:
“Kebâir dokuzdur, en büyükleri Allah’a şirk koşmaktır.” [9] şeklinde vârid olmuştur.
Taberâni’de ise:
“Yedi Kebâir’den sakının. Bunlar Allah’a şirk koşmak…” [10]şeklinde başlamaktadır. Bezzâr’da da:
“Kebâir; Allah’a eş koşmak, asm ve babaya âsi olmak, suyun fazlasını muhtaçlara vermemek ve erkeği dişisinden men etmektir.” [11] şeklindedir.
Yine Ahmed, Buhâri, Müslim ve Tirmizi’nin diğer bir rivayetinde:
“Dikkat edin size en büyük günahları anlatayım: Allah’a şirk koşmak, anne ve babaya âsi olmak ve yalan konuşmaktır.”[12] şeklindedir.
Taberâni’de ise şu şekildedir:
“Kebireler yedidir.” [13] dedikten sonra hicretten sonra bedeviliğe dönmeği de bunlar meyanında saymıştır. Bunlar yakında ele alınacaktır.
Yine Buhârf nin rivayet ettiği bir hadisde:
“Kebâirlerin en büyüğü Allah’a eş koşmak, adam öldürmek, anne ve babaya asi olmak ve yalan yere şahitlik yapmaktır.” [14] buyurulmuştur.
Ahmed, Tirmizî İbn Hibbah ve Hâkim’in rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:
“En büyük günahlardan bazıları şunlardır: Allah’a şirk koşmak, anne ve babaya asi olmak, yalan yemin etmek. Bir kimse sabır yemini yani yalan şahitliği yapar ve burada sivrisineğin kanadı kadar yalan katarsa kıyamete kadar kalbinde bir leke olarak kalır.” [15]buyurmuştur.
Yine Taberani’nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem:
“En büyük günahlardan bazıları, Allah’a şirk koşmak, yalan yere yemin etmektir.” [16]buyurmuştur.
Ayrıca-Taberâni, Hakim ve Beyhakl’nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:
“Allah’ın dostları, Allahu Tealâ’nın farz kıldığı beş vakit namazı dosdoğru kılanlar, orucu borç bilip mükâfatını Allah’tan umarak tutanlar, zekâtm borç olduğunu kabul ederek ödeyenler ve Allah’ın yasakladığı büyük günahlardan sakınanlardır.”, buyurdu. Kendisine:
“Büyük günahlar hangilerdir?”, diye sordular. Resûl-i Ekrem:
“En büyük günahlar, Allah’a ortak koşmak, haksız yere adam öldürmek, savaş alanından kaçmak, sihir (yapmak ve yaptırmak), yetim malı yemek, riba yemek, Müslüman olan anne ve babaya âsi olmak, namuslu kadına iftira etmek, kıblegâh olan Haremi Şerife saygısızlık etmek, orada haram ve yasak olanları helâl tanımaktır. Kim ki bu büyük günahlardan kaçınır, namazını kılar, orucunu tutar ve zekâtını vererek ölürse, kapıları altın işlemeli olan cennet bahçelerinde Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)e arkadaş olur,” buyurdu.[17]
Yine Ahmed, Müslim ve Tirmizi’nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem Hz. Ömer (r.a.) e:
“Ey Hattab’ın oğlu veya ey Ömer, kalk, insanlara çağır ve de ki Cennete ancak müminler girebilir,”[18] buyurmuştur. Timizi, hadisin hasen ve Sahih olduğunu söylemiştir.
Yine Ebû Davud’un rivayetinde Avf’ın oğluna hitaben Resûl-i Ekrem:
“Ey Avf’ın oğlu, ata bin ve insanlara seslen: “Cennete ancak mü’min olan girebilir,” buyurmuştur.
Yine Buhâri’nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:
“Ey Bilâl, kalk ilân et; cennete ancak mü’minler girer ve gerçek şu ki Allahu Teâlâ bu dini fâcir kimse ile de takviye eder.” buyurmuştur.
Yine Ahmed, Müslim, Ebû Davud ve İbn Mâce’nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:
“Cennete ancak Müslüman olan kimse girer.” [19] buyurmuştur.
Ahmed, Buhar i ve Müslim’in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:
“Dinini değiştiren kimseyi öldürün.”[20] Buyurmuştur. Taberâni’nin rivayetinde ise, “Dininden irtidâd edeni öldürün.”, şeklindedir.
“Üç şey ile size emreder, üç şeyden de sizi nehyederim. Yalnız Allah’a ibadet ederek hiç bir şeyi O’na ortak koşmamanızı, Allah’ın ipi mesabesinde olan Kur’an’a sımsıkı sarılmanızı ve Allahu Teâlâ’nın başınıza getirdiği âmir ve hükümdarlara itaat etmenizi size emrederim. Dedikodudan, servetinizi gayr-ı meşru ve fuzûli yerlere sarfetmekten ve çok soru sormaktan da sizi nehyederim.” buyurmuştur.
Ebû Nuaym ve Taberânî’nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:
“İslâm dininden irtidad eden erkeği yeniden Islâmiyete davet edin; tevbe ederse kabul edin, etmezse boynunu vurun. İslâm dininden ayrılan kadını da yeniden İslâmiyete davet edin; kabul eder Müslüman olursa ne güzel, aksi halde onu da cariye olarak esir alın,” buyurmuştur. Bu hadisin zahirinden, irtidad eden kadının öldürülmeyip yalnız esir muamelesi göreceği anlaşılıyorsa da, diğer Sahih rivayette,
“Dininden irtidad edeni öldürün.” mealindeki mutlak olarak varid olan hadisler irtidad eden kadının da öldürüleceğini ifade etmektedir. Bize göre de en doğrusu budur. Yalnız hadisde “Allah’ın azâb ettiği ile Allah’ın kullarını azab etmeyin, yani kimseyi ateşle yakmayın.” rivayeti vardır.
Taberânî’nin bir rivayetinde: “Dinini değiştireni öldürün. Müslüman oldukdan sonra kâfir olanın (küfründe ısrar ettiği sürece) Allahu Teâlâ tevbesini kabul etmez.” şeklindedir.
İbn Hibban’dan gelen rivayette de, “Dininden döneni öldürün, fakat Allah’ın azabiyle (yani ateş ile) azâb etmeyin.” meâlindedir.
Beyhaki’nin rivayetinde, “Dinini değiştirenin boynunu vurun.” şeklindedir.
Taberâni’de de, “Dini, Müslümanlarm dinine uymayanın boynunu vurun; şehâdet kelimelerini getirirse artık onu öldürmeğe yol yoktur. Ancak haddi gerektirecek bir suç işlerse ona had icra edilir.”, şeklinde rivayet edilmiştir.
Tenbih
Burada çoğunluğun bilmeyerek düştüğü şirk ve şirkin bazı bölümlerini açıklayacağız. Gayemiz, din kardeşlerimizi uyarmaktır. Umulur ki, bu sayede böyle bilmeyerek düştükleri ve amellerinin mahvolması ile ebedi olarak şiddetli ikab ve en büyük azâb içinde kalmalarına sebep olan şirkten korunurlar. Bunları bilmek cidden önemlidir. Zira İmâm-ı A’zam ve diğer bazılarına göre, küfrü irtikâb eden kimsenin bütün amelleri mahvolur ve bütün geçmiş borçlarını yeniden kaza etmesi gerekir. Buna rağmen mezhep mensupları küfrü gerektiren söz ve halleri daha fazla çoğaltmışlardır.
O halde îslâmiyetten azıcık nasibi olan aklı başında her Müslüman, amelinin mahvolup kaza külfetine düşmemesi ve karısının boş olmaması için imamlarının haber verdikleri küfrü mucip olan bu halleri bilip bunlardan sakınmaları gerekir. İmâm Şafii de amelin sevabının mahvolduğu görüşündedir, ancak kaza gerekmediğini söylemektedir. Diğer çoğunluk, her ne kadar bunları taklid edip bunlara uymadılarsa da, kendini ve dinini korumak için ihtiyata riâyet ve özellikle bıı gibi önemli mes’elelerde ihtilaftan korunmak lâzımdır. Bunun içindir ki, mutemed ve gayri mutemed imamların ve diğerlerinin bu hususta bütün söylediklerini aşağıda adını vereceğim Kitabta açıkladığım gibi, burada da bunların bir kısmını açıklayacağım. Bu hususta daha geniş bilgi isteyen o Kitaba başvursun.
Küfrün nevilerinden biri ve en başta geleni şirk -Allah’a ortak koşmak- tır.
Küfür ve şirkin nevilerinden birisi de insanın şu anda veya gelecekte küfre niyet etmesidir. Yani, “Ben bir süre sonra kâfir olacağım” diye kalbinden geçirmesidir. Veyahut “Şu şöyle, bu, böyle olursa kâfir olurum” diye hatıradan geçirmek veya söylemekle -isterse o talik ettiği şey muhal da olsa- kâfir olur. Küfrü gerektiren bir şeye inanmak, küfrü gerektiren bir işi yapmak -ister inanarak, ister inaden ve isterse istihzâen olsun- veyahut dinde ittifakla sabit olan Allahu Teâlâ’nın ilim ve kudretini, cüz’iyyata olan ilmini veya Allah hakkında menfi olan bir sıfatı -meselâ renk ve şekil gibi- veya âleme muttasıldır veya âlemden hâriçtir gibi şeyleri Allah’a isnâd etmek gibi.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Allahu Teâlâ’ya açıkça ve dolayısiyle noksanlık getirecek şeyi izafe etmektir. Açıkça noksanlığı gerektiren şeyi Allah’a izafe etmenin küfür olduğunda ittifak vardır. İkincisinde (yani dolayısiyle noksanlık getirecek şeyi Allah’a izafe etmekte) ihtilaf olmakla beraber, bize göre en doğrusu küfür olmamasıdır. Yani ifadelerinden Allahu Teâlâ hakkında noksanlık lâzım gelen, “Allah cisimdir, cevherdir” gibi sözler anlaşılan kimselerin, bunlara kesin olarak inanmadıkça küfürlerine hükmedilmez. (Mücessimelerin, “Allah cisimdir fakat diğer cisimlere benzemez” sözlerri de böyle tevil edilir.) Yaratıklara ve meselâ güneşe secde etmek de bu hükümdedir. Kendisini mazur gösterecek bir karine bulunmazsa küfrüne hükmedilir. Bu mes’ele de ilerde açıklanacaktır. Bunu yalnız kâfir olanlar yapar diye Müslümanlarm ittifak ettikleri bir işi yapmakta da hüküm böyledir. Bu kimse Müslüman olduğunu söylese de mâni bir karine olmayınca küfrüne hükmedilir. Kiliseye gidenlerle beraber zunnar kuşanıp (tapınmak maksadıyle) kiliseye gitmek veya Kur’ah-ı Kerîm’den bir âyet, besmele veya bir melek ve hatta bir peygamber ismi bulunan yazıyı bilerek ve kasıtlı olarak necasete, tuvalete atmak gibi. Hatta bazıları bunların yazılı bulunduğu kâğıda sümkürüp tükürmeği ve az miktarda da olsa camii pislikle sıvamağı da bu hükümde saymışlardır. Nübüvveti kesinlikle bilinen bir peygamberin peygamberliğinde şüphe veya Allah tarafından indirilmiş olan yüzdört Kitabın asıllarında şüphe veya Kur’an-ı Kerim’de bulunan âyetlerden birinin Kur’an’dan olup olmamasında şüphe de aynı hükümdedir. Müslümanları sapıtmak için konuşan adamı tekfir etmekte, Sahâbe’yi tekfirde şüphe de, Kabe ve Mescîd-i Haram’da, haccın sıfat ve hey’etinde, namaz ve orucun şeklinde şüphe etmekte de hüküm böyledir. Dinde malum olup üzerinde ittifak edilmiş olan sünnetlerin meşrûiyyetini inkâr, haramı helâl saymak, abdest-siz namazın caiz olduğunu iddia etmek gibi. Yalnız kâfirdir diye küfründen sebep bir zimmiye eziyeti helâl tanımak, meşru şekilde alışveriş ve nikâh gibi helâl olan muameleleri haram tanımak, peygamberimiz hakkında, “O, kara derili idi” veya “Daha sakalı bitmeden öldü”, veya “O, kureşi, Arabî hatta insan değildi” demekte de hüküm aynıdır. Bunların hepsi küfürdür. Burada da peygamberimizde Almayan nitelikleri ona nisbet vardır ki, bu, onu yalanlamak demek olduğu için küfürdür. İttifaklı olarak peygamberimizde bulunan herhangi bir vasfı inkâr küfürdür. Peygamberimizden sonra bir peygamber geleceğini caiz görmek veya “Mekke’de doğup Medine’de ölenin o olup olmadığını bilemiyorum” demek, nübüvvetin Allah vergisi olmayıp ibadetle ve gönlü temizlemekle herkesin o dereceye ulaşabileceğine inanmak, bir veliyi bir peygamberden üstün tanımak, velilere peygamberler gibi vahyedildiğine inanmak, velinin ölmeden cennete girdiğine inanmak, herhangi bir peygamberde kusur arayıp onu ayıplamak, herhangi bir peygamber veya meleği tel’in edip sövmek, alay ve istihza etmek; meselâ Peygamber Efendimiz temiz olan mübarek elleri ile yemek yerken yediği yemeği parmakları ile sıyırıp parmaklarını yalamasına gülmek, işinde ve dininde yermek maksadıyle kendisine noksanlık nisbet etmek veyahut onu, küçültücü bir şeye benzetmek veya ondan yüz çevirip ona bir zarar gelmesini arzulamak, yine yermek maksadıyle şerefine yakışmayan şeyleri ona nisbet etmek, onu küçümsemek veya küçük düşürücü sözler söylemek ve ona uydurma birtakım kusurlar aramak gibi hususların hepsi ittifaklı olarak küfürdür. “Bu gibiler öldürülür, hatta tevbelerine bile bakılmaz” diyenler de vardır. Nitekim Resûl-i Ekrem, hakkında bu gibi sözleri söyleyen birisi öldürülmüştür. Zımnen de olsa küfre rıza küfürdür. Hatta Müslüman olmak isteyen bir kâfire, “Biraz bekle şu işimi bitireyim” veya “Şu hutbemi okuyayım da sana îslâmiyeti telkin ederim” diyerek onu sürüncemede bırakması da küfürdür. Bu durumda hemen şehâdeti telkin edecektir. Ancak Allahu Teâlâ’nın ona imanı nasîb etmemesi ve küfür üzre ölmesi için beddua etmek ayrı hükümdedir, bundan küfür lâzım gelmez. Tevil kabul etmeyecek şekilde bir Müslümana kâfir demek de böyledir, çünkü İslâm’a küfür adını vermiş oluyor. Allahu Teâlâ’nın ve bir peygamberin ismini, emir ve nehiy, va’d ve veid gibi herhangi bir hükmünü eğlenceye almak, “Şunu Allah bana emretse yapmazdım, kıble bu tarafta olsa kılmazdım, cenneti bana verse girmezdim, bütün bu hastalık ve sıkıntılar arasında bir de bana namazı borç etmesi zulümdür” demesi de küfürdür. Yine bunun gibi, zulme uğrayan bir kimse:
“Ne yapalım, Allah’ın takdiri böyle idi,” demesi üzerine, zulmeden kimse:
“Hayıf, ben, Allah’ın takdiri olmadan yaparım, dese veya “Melek ve hatta peygamber de şehâdet etse yine inanmam, falancı peygamber olsa ben onu tanımazdım, eğer peygamberin dediği doğru ise biz kurtulduk onu inkâr edenler kâfir oldu” demesi de küfürdür. Çünkü burada nübüvvetin doğruluğunda şüphe vardır.
“Tırnaklarını kes, zira tırnak kesmek sünnettir” dendiği vakit, sünnete hakaret maksadıyle,
“Sünnet olsun, kesmiyorum” demesi de küfürdür veyahut “La havle velâ kuvvete illâ billâh” ve benzeri sözler bizim karnımızı doyurmaz demesi, müezzini yalanlaması, sesini zil ve çan sesine benzetmesi, ezan ile alay etmesi de aynı hükümde küfürdür. İçki gibi haram liaynihi olan bir maddeye alay olsun diye besmele ile başlaması kıyamet günü ile alay edercesine, “Ben kıyametten korkmuyorum” demesi, Allah’a acziyet isnad etmek maksadıyle, “O, hırsızı yakalayamaz” demesi, kendisini âlim, vaiz ve muallimlşre benzeterek alay maksadıyle yüksekçe yerlere çıkıp va’z ediyor, ders veriyor gibi eğlence yapıp cemaati güldürmesi, ilimle alay ederek “Bir parça tirid ilimden hayırlıdır” demesi, ağır bir hastalığa yakalanan kimse, “Benim canımı al da ister mü’min ister kâfir al” demesi veya çocuğu ölen kimse, “Çocuğumu aldın, daha başka elinden ne gelirse yap” demesi veya,, birisi kendisine, “Ey kâfir” diye seslendiği vakit, buna nza gösterip kabul edercesine, “Evet, ne var?” deyip ona cevap vermesi veya önce küfrü temenni edip sonra Müslüman olmayı istemesi veya hiç bir zamanda ve hiç bir dinde helâl olmayan adam öldürmek, zina yapmak, zulüm ve haksızlıkta bulunmak gibi haram ve yasakların helâl olmalarını temenni etmek veya “Bunları haram etmekte Allahu Teâlâ zulmetti” demek, veya dinine meyletmek üzere kâfir kisvesine bürünmek veya “Yahudiler Müslümanlardan hayırlıdır” demek veya aksıran bir adama, “Allah sana rahmet etsin” deyene, “Onun rahmete ihtiyacı yok, böyle söyleme” demek de küfürdür. “İman nedir? İmanı anlat” diyene, alay olsun diye, “Bilmiyorum” demek, karısına şehvet sevgisi değil de saygı sevgisi olarak, “Sen bana Allah ve Resulünden daha sevimlisin” demek, Ebû Bekir (r.a.)in Ashâb’dan olduğunu inkâr, Hz. Aişe’ye iffetsizlik isnad etmek (bu da Kur’an’ı yalanlamak olduğu için) küfürdür. Çünkü Hz. Aişe’yi tezkiye eden âyet inmiştir. Her yönü ile kul işinin yaratıcısıdır, işini kendisi yaratır ve yapar demek de küfürdür. Şaka da olsa, “Ben Allah’ım” demek, farzları inkâr maksadıyle, “Ben Allah’ın hakkını bilmiyorum” demek, bir işi yaptığı veya yapmadığı halde, “Allah biliyor onu yaptım” veya “Allah biliyor onu yapmadım” demek, alay olsun diye, “Kur’an’dan, zikirden, namazdan ve benzeri ibadetlerden artık ben doydum” demek, “Mahşer, cennet ve cehennem de nedir?” demek, bir günah işlediği vakit, “Ne yaptım ki” deyip günahını hiçe saymak, ilim meclisine davet edildiği vakit, -Benim orada ne işim var?” demek, belirli kötü bir âlimi değil de bütün âlimleri lanetlemek de küfürdür. Çünkü peygamberler de bu ifadeye girer, alay olsun diye, “Şeriat de nedir?” demek, bir fakîhe ilmine hakaret maksadıyle, “Bu da nedir ki?” demek, ruhun kıdemine kail olmak, rubûbiyet zahir olunca ubudiyet kalkar deyerek bununla kendisinden ilâhi hükümlerin kaldırıldığını kasdederse veya insanlık vasıflarından kurtulup lâhûtiyyete intikal ettiğini veya kendi beşerî vasıflarının ilâhi vasıflara dönüştüğünü veya dünyada Allah’ı açıkça gördüğünü veya Allah ile konuştuğunu veya kendisinin başka ve güzel suretlere girebileceğini veya ilâhî teklifin kendisinden kaldırıldığını iddia etmek de küfürdür. Başkasına, “Artık sen şu zahirî ibadetleri bırak, gizli ve gönül amellerine bak” demek, ırlamağı, türkü ve şarkıları dinlemek dinin icablanndandır, bu gibi şiirler Kur’an’dan daha çok etkili olur, demek, “Kul ibadet etmeden de Allah’a ulaşabilir” demek. “Ruh, doğrudan Allah’ın nurundandır. Kur nura yaklaşınca birleşirler” demek de küfürdür.
Diğer teferruatı, zayıf ve kuvvetli olarak dört mezhep imamlarının görüşlerini bir araya getirmek suretiyle ve bütün genişliği ile yukarda sözünü ettiğim “El-1’lâm bima yaktu’u’l-İslâm” adlı eserde yazdım. Bu kadar yüklü bir Kitabdır ki, hiç bir okuyucu ondan Müstağni olamaz.
Taberâni’nin rivayetinde, “Bir kimse başkasına kâfir dediği vakit bunlardan biri küfre gider; muhatabı kâfir ise veya küfrü kabul ediyorsa kâfir olur. Aksi halde küfür, söyleyene döner.” şeklindedir.
Harâıti, Deylemî ve İbn Neccâr da rivayetlerinde, “Bir kimse bir başkasının küfrüne şehâdette bulunacak olursa, bunlardan biri sorumlu olur; şayet küfrüne şehâdet edilen kimse kâfir ise mes’ele yok, değilse -bir Müslümana kâfir demekle- kendisi küfre gitmiş olur.” buyurulmuştur.
Yine Taberâni ile Beyhaki’nin rivayetlerinde, “İki Müslüman arasında Allahu Teâlâ’nın koyduğu bir perde vardır. Bunlardan biri diğerine kötü söz söyleyecek olursa bu perdeyi yırtmış olur. Biri diğerine, “Ey kâfir” deyecek olursa ikisinden biri kâfir olur.” buyurulmuştur.
Yine Taberânî’niri rivayetinde şöyle buyurulmuştur:
“Bir adam kardeşine, “Ey kafir!” dese onu öldürmüş gibidir. Mü’mini lanetlemek de onu öldürmek gibidir.”
Ebû Davud’un rivayetinde:
“Müslüman olan herhangi bir kimse bir Müslümam tekfir ettiğinde: eğer o kâfir ise, mes’ele yok; aksi halde kendisi küfre girmiş olur.”[21], buyurulmuştur.
Nesei, İbn Mâce ve Hâkim’in rivayetleri ise şöyledir:
“Ben İslâmiyetten uzağım” deyen kimse, yalan söylüyorsa dediği gibi (İslâmiyetten uzaklaşmış) tır; doğru söylüyorsa selâmetle İslâmiyete dönemez.”[22].
Buhârî ve benzerlerinde ise, “Bir adam din kardeşine, “Ey kâfir!” dese ikisinden biri küfre girer.”[23], şeklindedir.
Taberâni’nin rivayetinde ise Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Lâilâhe illallah” deyenlerden dilinizi çekin, onları işledikleri herhangi bir günah ile tekfire kalkışmayın, zira Ehl-i Tevhîd-i tekfir edenin kendisi daha çok küfre yaklaşmış olur.”[24] Müslim ve Tirmizî’nin rivayetinde de:
“Herhangi bir kimse kardeşine, “Ey kâfir” derse, ikisinden biri bu tekfir sebebiyle muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne a’lâ, aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.”[25], buyurulmuştur.
İbn Hibbân’ın rivayeti ise, “Hiç bir kimse bir kimseyi tekfir etmez, şayet tekfir edecek olursa bunlardan biri küfre gitmiş olur.” şeklindedir.
Müslim’in rivayetinde ise Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Allah gökten hiç bir bereket (yağmur) indirmemiştir ki, insanlardan bazıları ona kûfranda bulunmamış olsunlar. Allah yağmuru indirir; onlar, “Yıldız şöyle yaptı, böyle yaptı.” derler.” [26]
Ahmed, Müslim ve Neseî’nin rivayetlerinde ise şöyle buyurulmuştur:
“Görmediniz mi Rabbiniz ne buyurdu? Ben kullanma hiç bir nimet (yağmur) ihsan etmemişimdir ki, onlardan bir grup o nimete küfran etmesin. “Onu yıldız verdi, yıldız sayesinde oldu” derler.” [27]
Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Davud ve Tirmizi’nin rivayetlerinde şöyle buyurulmuştur:
“Rabbiniz bu gece ne buyurdu bilir misiniz?” Onlar,
“Allah ve Resulü daha iyi bilirler” demeleri üzerine Resûl-i Ekrem:
“Allahu Teâlâ; Kullarımdan bazısı bana mü’min ve bazısı da bana kâfir olarak sabahladı. Kim, “filan ve filân yıldızın doğması veya batması ile yağmura kavuştu” dedi ise, bana küfür ve yıldızlara iman etmiştir.” [28]
Şirâzî de “Yıldızlar ümmetimi kaplayıp kendi irâdelerine almadıkları sürece ümmetim dinlerinde hayır üzeredirler.” diye bir hadis rivayet etmiştir.
Ahmed’in rivayeti de şöyledir: “İnsanlardan bazısı şükrederek, bazısı da küfrederek sabahlar. Bir kısmı, “Bu, Allah’ın rahmetidir” derler, bazıları da, “Şu ve şu yıldızın nev’i doğru çıktı.” derler”.
Bunlardan birisi de Allahu Teâlâ’nın umum ifade eden:
“Ey kendilerine karşı tutumsuz davranan kullarım, Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.”[29], âyet-i celîlesini tahsis eden:
“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar.” [30]âyetidir. Her iki âyetten de Ehl-i Sünnet ve’1-Cemaat mezhebinin görüşünün hak olduğu anlaşılır. Çünkü Ehl-i Sünnet’in görüşünde, fâsık ve günahkâr olarak ölen mü’min, Allahu Teâlâ’nın dilemesine kalmıştır; dilerse onu cehenneme atar, cezasını çektirir, orada yüzü kararır, sonra cehennemden çıkarıp hayat suyuna daldırır, yüzü parlak ve güzel olduğu halde buradan çıkar, sonra da imanı ve geçmiş ameli karşılığında onun için hazırladığı mükâfatları kendisine verir; dilerse de hiç azâb etmeden affeder ve cennete kor. Nitekim Buhârİ ve diğerlerinde bu hususta Sahih hadîsler vardır.
Havaric’in, “Mürtekib-i Kebire -büyük günah işleyen- kâfir ve ebedî olarak cehennemdedir.”, Mûtezile’nin, “Büyük günah sahibi ne mü’mindir ne de kâfirdir fakat kesin olarak cehennemdir. İtaat edene azâb etmek caiz olmadığı gibi isyan edeni de affetmek caiz değildir.” gibi sözleri kendi uydurmaları ile Allahu Teâlâ’ya iftiradan başka bir şey değildir. Allahu Teâlâ onların tavsiflerinden münezzehtir. Allahu Teâlâ’nın:
“Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir.” Allah ona gazabetmiş, lanetlemiş ve büyük azâb hazırlamıştır.” [31]buyurması tevillidir. Bu, ya, “Mü’mini öldürmek helâldir” diye öldürür (veya mü’min olduğu için öldürür) anlamındadır ki bu, gerçekte küfürdür. Bu takdirde “ulûd”demek, ebedî cehennemde kalır demektir. Yoksa bir mü’min, bir mü’mini öldürmenin yasak ve haram olduğunu bilerek onu öldürürse cehennemde ebedî kalmaz, çünkü, “Allah günahların hepsini bağışlar.”[32],
“(Allah) şirkten başkasını dilediğine bağışlar.”[33]Ayetleri bunu kesinlikle ifade etmektedirler. Aynı zamanda “Hu1ûd” kelimesi heryerde “Ebedî” anlamına gelmez, “Uzun süre” den kinaye olur. Buna göre âyetin mânası, uzun süre cehennemde yanmak demek olur. Bununla beraber Allahu Teâlâ dilediğini bağışlar.
“Kaatilin tevbesi kabul olmaz” sözüne gelince, bu da en büyük cinayet olan insan öldürmekten kaçındırmak içindir. Yoksa değil adam öldürmenin, en büyük günah olan küfrün bile tevbesi makbuldür.
Murcie’nin, “Küfür ile yapılan amelin faydası olamıyacağı gibi. İman ile isyanın da zararı olmaz” sözlerine gelince, bu da Allahu Teâlâ’ya iftiradan başka bir şey değildir. Bunların görüşlerini kuvvetlendirmek için öne sürmek istedikleri deliller, daha kuvvetli ve kesin deliller ile ortadan kaldırılırlar. Mü’minlere vacip olan, mü’minlerin günahkârlarından bir kısmının cehenneme gireceklerine inanmalarıdır. Bunu inkâr, kesin nassları inkâr olduğu için, küfürdür.
Bunlardan birisi de İmâmü’l-Haremeyn’in usûl âlimlerinden yaptığı şu naklidir: Abdüsseîâm ve diğerleri diyorlar ki; imanında veya yaratanında kuşkuya kapılıp tereddüde düşen veya kalbine kötü şeyler geçtiği ve bunlardan şiddetle nefret ettiği halde define muktedir olamayan kimse için sorumluluk yoktur. Çünkü bunlar kendi nefsinin arzusu değil, şeytanın vesvesesidir. Bunun için şeytanın şerrinden Allah’a sığınmalıdır.
Bunlardan birisi de, aslen kâfir olan veya irtidad eden kimsenin yalnız Allah’ı tanıması ile İslâmiyetine hükmedilemez, “Lâilâhe illallah Muhammedürresulullah” -Allah’tan başka mabûd yok, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve elçisidir-” demesi şarttır. Bu meali kaybetmeyecek şekilde bunu hangi edat ve hangi ifade ile söylerse iman etmiş olur. Meselâ: yerine dese, yerine, yerine kelimelerini kullansa caizdir. Lafzâ-ı Celâli yerine veya kelimelerini kullansa yine caizdir. “Müslümanların inandıklarına inandım. Göklerde olana, Melik’e, Rezzâk’a iman ettim” dese yine caizdir. Fakat “Göklerde oturana inandım” dese olmaz, çünkü bu ifadede Allah’a mekân isbatı vardır. Allahu Teâlâ göklerin de ilâhıdır, yerlerinde de ilâhıdır. Bunun için Allah’a cihet isbatı çoğunluğa göre küfürdür. Küfrü ifade eden bir kavram ise İman alâmeti olamaz. “Gökte olana” demek, saltanatı göklerde hüküm sürene demek olur ki, halef ve selef âlimleri tarafından tevil edilen Kur’an-ı Kerim’in lafzına uygun düşer. Ancak Hanâbile’den sapık bir fırka buna muhalefet etmiştir. Halef,
“Biz bu tevili tayin eder ve zahiri ona sarf etmeyiz”, derler. Selef ise,
“Biz icmâlen tevil eder fakat belirli bir şeyi tayin etmeyi içyüzünü Allah’a havale ederiz.” derler. Muteahhirînin bir kısmı da bu görüştedir. Diğer bir kısmı ise zahire ve Arap lügatinin kaidelerine uygun ve yakın olanı tayin ve tercih ederler. Böyle bir imkân bulunmadığı vakit tevil eder ve asıl muradı Allah’a havale ederler. Âyet ve hadîsler üzerinde araştırmalar yapan kimse bunların tevile şehâdet ettiklerini görür. Çünkü bunlan tevilsiz oldukları gibi kabul etmek tenakuza yol açar. Bu kuşkuyu kaldırmak için tevil kaidelerine uyarak tevil etmek vacip olur. Meselâ:
“(Allah) sonra Arş üzerine istiva etti.”[34]
Biz ona şah damarından daha yakınız.”[35]
“Nerede olursanız olun. O sizinle beraberdir.” [36]âyetleri ile Resûl-i Ekrem’in:
“Eğer konağın ipini sarkıtsanız Allah üzerine düşerdi.” Hadisinden birini tevil zorunluluğu vardır. Çünkü hiç kimse bunların zahir anlamlarında olduğunu iddia edemez. Bir yandan, “Allah Arş üzerindedir.”, “bir yandan, “O, size şah damarınızdan yakındır.”, öteyandan, “Nerde olursanız olun, O sizinle beraberdir.” âyetleri ile “îpi sarkıtsanız Allah’a değecek.” hadîsi tevilsiz kabul edilemezler. Bazı âyet ve hadîslerde tevil zorunluluğu olduğuna göre, bu gibi müte-şâbihâtm hepsinde tevil vacip olur. Mâlik, Cafer ve benzerleri gibi selefin hepsi bu tevili kabul etmişlerdir.
Hulâsa; bu meselede Ehl-i Hakkın görüşü, benim anlattığım gibi, Allahu Teâlâ’ya noksanlık getiren ve hatta ne noksanlık ve ne de kemal getirmeyen bütün sıfatlardan O’nu tenzih edip her yönden kemal sıfatları ile tavsiftir. O’nu, zâtında sıfatında, esma ve ef’âlinde mutlak ve en üstün kemal sıfatları ile tavsif etmek lâzımdır. İşte Allah hakkında ve birinci şehâdet, budur.
İkinci şehâdete yâni Resûl-i Ekrem’in Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna gelince; “Muhammed” yerine, “Ahmed” ve “Eba’l-Kasun” isimlerini, “Resul” yerine “Nebi” kelimesini kullanabilir. Yâni “Eşhedü Enne Ahmede Nebiyyullah” da deyebilir. Ancak “Eşhedü enne Muhamraederresûlullah”ı öne alırsa ayırmadan söylemesi lâzım, aksi halde olmaz. Aynı zamanda bunların ne demek olduklarını anlamadan yalnız Arapça olarak bu kelimeleri söylemekle mü’min olmaz. Bunların manalarını bilmesi ve ondan sonra söylemesi lâzımdır.[37] Resûl-i Ekrem’in risâletini inkâr edenin imanı için bu şehâdet kelimeleri yeterlidir. Ancak onun peygamberliğini kabul ettiği halde yalnız Araplara gönderilmiş olduğuna inanan kimsenin sadece bu şehâdeti yeterli değildir. Bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderildiğini kabul ve itiraf etmesi lâzımdır. Dilsizin kabul işareti, dili olanın konuşması gibidir. Demek oluyor ki iman, bu iki şehâdet kelimelerini bir arada getirmekle mümkündür. Yalnız, “iman ettim, inandım” yahut “Kendisinden başka ilâh olmayana inandım” veya “Ben Müslümanım” yahut “Ben Muhammed ümmetindenim, ben onu severim” veya da “Müslümanlardanım, Müslümanlar gibiyim, onların dinleri hakdır” gibi sözler, Müslüman olmak için yeterli değildir. Ama hiç bir şey bilmeyen kimsenin “Ben Allah’a inandım, Allah için Müslüman oldum, beni yaratan Allah’tır” dedikten sonra peygamberin de risâletini tasdik ederse mü’nündir. Müslüman olan herkese öldükten sonra dirilmeğe inanmak gerekir. Allah’a iman yanında O’nun birliğine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanması kendisine öğretilir. Zira yalnız bunlara inandığı halde gücü yeterken dili ile şehâdet kelimelerini telaffuz etmeyen kimse, Nevevi’nin nakline göre, küfür halindedir ve ebedi cehennemdedir, demişlerdir. Fakat buna dört imam itiraz etmiştir. Bunlara göre bu iman kendisine fayda verir, ancak kendisi âsi ve günahkâr olur.[38] Fakat kalbinden inanmadığı halde dili ile şehâdet kelimelerini getiren kimse münafıktır ve bu adamın Allah katında kâfir olduğu ittifakhdır. Ancak dünyada kendisine îslâm ahkâmı uygulanır ve Müslüman muamelesine tabi tutulur. Şayet bu halinde bir Müslüman kadınla evlendikten sonra iman etse nikâhına yemlemesi gerekir.
Bu tenbihlerden birisi de son nefeste iman meselesidir. Sonuna kadar küfür halinde yaşadıktan sonra can boğaza gelip gargaraya başladığı, hayattan tamamiyle ümidini kesip âhiret alâmetleri kendisine açılmaya başladığı vakit, artık iman etmesi kendisine bir fayda sağlamaz. Nitekim Allahu Teâlâ:
“Ama bizim baskınımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu, Allah’ın kulları hakkında, ötedenberi yürürlükte olan yasasıdır. İşte inkarcılar o zaman hüsranda kaldılar.”[39], buyurulmuş ve bundan yalnız Yunus aleyhisselâmın kavmi istisna edilmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ:
“İşte Yunus’un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik.” [40], buyurmuştur. Buradaki istisna muttasıldır. Onlar, peşin ve dünya azabı gördükten sonra iman etmiş ve imanları makbul olmuştur. Müfessirlerden bazılarının görüşü böyledir. Bu da özel olarak, peygamberlerinin hürmetine onlara yapılmış istisnaî bir muameledir. Nitekim Kurtubi’nin Sahihtir diye rivayet ettiği bir hadîsde anlattığı gibi, Resûl-i Ekrem Efendimize hürmeten Allahu Teâlâ onun anne ve babasını dirilterek, peygamberimiz onlara imanı telkin etmiş sonra da ölmüşlerdir. Bunu, Şam hafızı İbn Nâsırüddin ve başkaları da rivayet etmişlerdir. Bunlar, özel ve istisnai işlemlerdir. Bunlar üzerine kıyas yapılamaz. Gerçi Resûl-i Ekrem Efendimizin anne ve babası hakkındaki bu rivayete itirazlar yapılmış, fetvalarla reddedilmiştir. Fakat Kürtubî ve İbn Dıhye bu görüşü savunmuş ve Resûl-i Ekrem’in üstün fazileti karşısında Allahu Teâlâ’nın kendisine bu ikramda bulunduğunu söylemişlerdir. Aslında onların diriltilmesi ne aklen ve ne de naklen mumteni değildir. Nitekim İsrâiloğullarında öldürülen bir adamı Allahu Teâlâ diriltti ve o, kendisini Öldüreni haber verdi. Ayrıca İsa aleyhisselâm da Allahu Teâlâ’nın izniyle ölüleri diriltmiştir. Resûl-i Ekrem’de de bu hallerin görüldüğü rivayet edildiğine göre, bunda bir mani yoktur. Hz. Ali’nin namazı kılması için güneşin battıktan sonra geri döndüğü Sahih olarak rivayet edilmektedir. Güneş battığı halde geri dönmüş ve Hz. Ali de ikindi namazını kılmıştır. Battıktan sonra güneşi geri çeviren Allah, Resûl-i Ekrem’in anne ve babasını da diriltmeğe kaadirdir. Bazı müfessirlerin, “Sen, cehennemliklerden sorumlu tutulmayacaksın.”[41], ayet-i celilesinin Resûl-i Ekrem’in anne ve babası hakkında nazil olduğunu söylemeleri de önemli değildir, çünkü bu âyetin nüzul sebebine dâir kesin bir rivayet yoktur. Bu âyet-i kerîme’nin Resûl-i Ekrem’in anne ve babası hakkında nazil olduğunu bir an kabul etsek bile maksad, “Senin yardımın ve kerametin olmasa cehennemliklerden olurlardı” demek olur. Müslim’in (Enes radıyallahu anh’den) rivayetinde, Resûl-i Ekrem’in “babasının nerede olduğunu soran bir adama, “cehennemdedir” dedikten sonra dönüp giden adamı çağırtarak),
“Benim babam da senin baban da cehennemdedir.” [42]rivayetine gelince bu, ya bu durum meydana gelmeden önce vukûbulmuş veya soruyu soran bedevi için böyle konuşmuştur. Çünkü bedeviye,
“Baban cehennemdedir” dediği vakit bedevi üzülerek dönüp gitmiştir. Onu tatmin ve irşad için böyle buyurmuş olması muhtemeldir. Kendilerine güvenilen âlim ve müctehidler:
“Ama bizim baskınımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi.”[43]âyeti celîlesine dayanarak Fir’avun’un küfründe ittifak etmişlerdir. Tirmizi de Yunus sûresinin tefsirinde bu hadisi iki yoldan rivayet ettikten sonra, yollardan birisi için, “Hasen”, diğeri için, “Hasen, Sahih ve gariptir” demiştir.
İbn Adiy ve Taberânî’nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem, “Allahu Teâlâ Zekeriyya aleyhisselamın oğlu Yahya aleyhisselamı annesinin rahminde mü’min, Fir’avun’ı da annesinin karnında kâfir olarak yaratmıştır.” buyurmuştur. Allahu Teâlâ’nın Yunus sûresinde Fir’avun’dan hikâye yolu ile:
“Fir’avun boğulacağı anda “İsrâiloğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, artık ben ona teslim olanlardanım.” dedi.”[44], buyurduğuna gelince, bu imanın Fir’avun’a fayda vermediği bu âyetten sonra gelen:
“Ona: “Şimdi mi inandın? Daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” dendi.” [45]âyetiyle açıklanmıştır.
Âyetteki ol üstün okursak iki, esre okursak üç defa imanı tekrarlamış olduğu halde bu iman, kendisine fayda vermemiştir, çünkü onun imanı, kendisine ve kavmine peşin azabın geldiğini ve artık suda boğulmaktan kurtuluş çaresi kalmadığını anladığı anda olmuştur, tşte bu gibi anlarda yapılan imanın faydası olmaz. Aynı zamanda Fir’avun’un bu İmanı, taklidden başka bir şey değildir. Çünkü o, İsrâiloğullarını taklid ederek: “Onların iman ettiklerine ben de iman ettim” demişti. Fir’avun, bir ilâhın varlığını İsrailoğullarından duymuş ve onlara uyarak, “İnandım” demiş oluyor. Bu ise sırf taklittir. Halbuki kendisi âlemin yaratıcısını münkir bir dehri idi. Böyle pis bir dehrîlik küfrü bir taklid ile zail olmaz, kesin delile sahip olmaya muhtaçtır. Böyle bir taklidin yeterliğini kabul etsek bile, onun inandığı dayanakları inkâr edip atması şarttır. Fir’avun daha önceki inançlarının batıl olduğunu, hatta kendi ulûhiyet iddiasının sahteliğini ortaya koymamıştır. “îsrâiloğullannın iman ettiğine İman ettim” demekle kesin olarak nereye inandığını ifade etmemiştir. Bunun için, “Kendisinden başka ilâh olmayana iman ettim demenin yeterli olmadığında ulemâ ittifak halindedir. Çünkü belki o, kendini veya taptığı ilâhı kasdetmiştir. Bütün bunlara rağmen bu İmanın Sahih olduğunu kabul etsek bile, mü’min olmak için yalnız Allah’a imanın yeterli olmayıp, O’nun gönderdiği peygamberini de tasdik etmenin gerekli olduğu meydandadır. Fir’avun’un pürüzsüz olarak Allah’a inandığını kabul etsek bile, Hz. Musa’ya iman etmediği için mü’min olamıyacağı açıktır. Bir kâfir bin kere “Eşhedü en-lâilâhe illallah” dese, “Eşhedü enne muhammederresûlullah” demedikden sonra iman etmiş olmaz.
Şayet, Firavun’un sâhirleri de Mûsâ aleyhisselâma inandıklarından hiç bahsetmeyerek yalnız “Allah’a inandık” demekle mü’min sayıldılar, bu nasıl oldu? Dersen,
Deriz ki; bu iddia yanlıştır. Çünkü onlar:,
“Âlemlerin Rabbi ve Mûsâ ve Harun’un Rabbine inandık.”[46], dediler.
Fir’avun böyle değil, ne açıktan ve ne de işaret yolu ile Musa aleyhisselâma inandığına dair bir emare mevcut değildir. Halbuki sihirbazlar, “Musa ve Harun’un Rabbine” demekle onları tanımış oldular. Fir’avun ise yalnız “İsrailoğullarının inandığına inandım” dedi ve Musa aleyhisselâmı anmadı.
Şayet, Hanefi imamlarından Kaadı Abdussamed tefsirinde, “Sofiye’ye göre, âhiret alâmetleri açılıp azâb görüldüğü anda bile kâfirin tevbesi makbuldür” demiştir. Bu zat Hicri 5’inci asırda (Hicri 430) yaşadığına göre, bu görüşün çok eski olduğu anlaşılmaktadır. Zehebî, “Mutekaddimîn ile muteahhirini ayıran hudud, Hicri üçyüz tarihidir.” demiştir. Sofilerin görüşü bu olunca Fir’avun’un küfründe ittifak olduğu nasıl söylenebilir? Denirse:
Deriz ki; böyle güvenilir içtihad erbabı sofiyenin muhalefetiyle icma’ın mun’akid olamıyacağını kabul etsek bile, bu iddia bizim aleyhimizde delil olmaz ve “Fir’avun’un küfründe ittifak vardır” sözümüzü bozamaz. Çünkü biz Fir’avun’un küfrüne hükmederken, “yalnız yeis halinde iman etmiştir, bu iman makbul değildir ve bunun için kâfirdir” demedik. Onun küfrünü gerektiren daha başka sebepler vardır. Çünkü o, doğrudan, “Allah’a inandım” demedi, “İsrâiloğullarının inandıklarına inandım” dedi. Allah’a inandığını kabul etsek bile Hz. Musa’ya inanmamıştı, Kz. Musa’ya inandığına dair en küçük bir emare mevcut değildir. Sofilerden gelen bu rivayet doğru olsa bile, bizim iddiamızı bozacak mahiyette değildir.
Şayet, büyük imam Muhiddin-i Arabi “Fütühât-ı Mekkiyye” sinde, “Zaruret halinde iman Sahihtir ve Fir’avun da mü’mindir.” demiştir, buna ne dersin? Önce Muhiddin-i Arabi’nin sözünü olduğu gibi ele alalım. Koca imam diyor ki: “Fir’avun ile ümitleri arasına dalgalar girip boğulacağını anlayınca, zillet ve ihtiyaç karşısında iç duyusu ile Allah’a sığındı ve zahirlerin, şüphe ve kuşkuyu kaldırmak için, “Âlemlerin Rabbine ve Mûsâ ile Harun’un Rabbine iman ettik” dedikleri gibi, işkâli kaldırmak için de Firavun: “İsrâiloğullarının inandığından başka Tanrı olmadığına inandım ve ben Müslümanlardanım”. Allahu Teâlâ itab ve kınama yolu ile “Daha önce bildiğini şimdi mi açıkladın? Halbuki daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” buyurması da ona bir itabtır. Daha sonra Allahu Teâlâ Fir’avun’a: “Bugün sadece senin cesedini koruyacağız.” buyurmakla, ölümünden önce kendisini kurtaracağını ona müjdelemiş ve hikmetini de: “Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için…”[47] âyetiyle açıklamıştır. Yani bu, kurtuluş alâmeti olsun için. Zira azâb, zahir cesedine taalluk eden garktır. Bedenini çıkarmakla seni azaptan kurtardığını onlara göstermiş olurum. Ve böylece ilk olarak suya garkolma bir azâb ise de, orada boğulup ölmek, bir şehâdettir. Bütün bunları bildirmesi, ilâhi rahmetten kimsenin ümid kesmemesi içindir.
“Doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.”[48]İtibar sonucadır. Fakat Allahu Teâlâ’nın:
“Ama bizim baskımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi.” [49]âyeti celilesi ise, fayda sağlayanın bizzat Allahu Teâlâ olduğunda açık ve kesin bir delildir. Allah’tan başka hiç bir şey fayda vermez,
“Allah’ın gelip geçmişlere uyguladığı kanunu budur.”[50] Yani yeis halinde imanlarıdır. Fir’avun’un o anda öldürülmesi de bir daha küfür haline dönmemesi içindir.
Allahu Teâlâ’nın:
“(Fir’avun) onları (milletini) cehenneme götürür.”[51] buyurduğuna gelince; burada Fir’avun’un kavmi ile beraber cehenneme gireceğine dair bir sarahat yoktur. Belki Fir’avun’un adamları hakkında.
“Fir’avun’un adamlarını azabın en ağırına sokun.”[52] Buyurulmuş ve “Fir’avun’u cehenneme atın” denmemiştir.
Öyle zor halde iman edenin imanını kabul etmemekten, Allahu Teâlâ daha merhametlidir. Allahu Teâlâ, darda kalıp kapısını çalanı geri çevirmez. Fir’avun’un o andaki durumundan daha sıkıntılı ânı olamaz. Nitekim Allahu Teâlâ,
“Yoksa, darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren mi? Allah’ın yanında bir tanrı mı?”[53] buyurmuş, darda olanın çağrısına hemen karşılık vereceğini ve onu içine düştüğü sıkıntıdan kurtaracağını bildirmiştir. Fir’avun’a yapacağı en büyük azâb, onu suda boğmaktı, onu da yaptı. İşte Muhiddin-i Arabi’nin sözünün özü budur.
Şayet, Muhiddin-i Arabi’nin bu sözü makbul müdür, değil midir? Değilse delil nedir? Diye soracak olursan:
Cevabında deriz ki; bu sözü söyleyenin büyüklüğünü kabul etmekle, beraber görüşünü kabul etmemiz mümkün değildir. Nihayet o da hata yapabilen bir insandır. Günahlardan korunma ancak peygamberlere mahsustur. Nitekim İmâm Mâlik radıyllahu anh, Resûl-i Ekrem’in mezarını göstererek, “Bu mezarda yatandan başka herkes hata edebilir; sözlerinde makbul olanı olduğu gibi makbul olmayanı da olabilir.” demiştir. Bu görüş de koca imamın bir hatası olabilir. Bununla beraber yine onun başka eserlerinde, Fir’avun, Haman ve Kaarun’un cehennemde olduklarına dair açıklamaları vardır. Bu koca imamın eserlerinde birbirine uymayan görüşleri ile karşılaştığımız vakit, zahiri delillere uyanım alır, uymayanını atarız. Halbuki:
“Ama bizim baskımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi.” [54]âyetiyle Tirmizî’nin Sahih olarak rivayet ettiği yukarda geçen hadîs-i şerif, yeis halindeki imanın makbul olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadırlar. Artık âyette tevil yolunu tutup, “Onlara imanları fayda vermedi, fayda veren Allah’tır” demeğe bir sebeb yoktur. Bu açık nasslar karşısında böyle tevile iltifat edilmez. Aynı zamanda bu tevili iptal eden delillerden birisi de Kuran ve Sünnet ıstılahlarında eşyanın sebeplerine muzaf kılınmasıdır. Artık, “imanları onlara fayda vermez” dendiği vakit, “iman fayda vermez de Allah fayda verir” diye bir mâna anlaşılmaz. Bunun şer’i mânası, onların imanları makbul değildir, demektir. Eğer Allahu Teâlâ o anda onlara fayda verecek olsaydı, hemen suda boğulma azabından onları kurtarırdı. Halbuki kurtarmamıştır.
Allahu Teâlâ’nın, “İnkarcılar o zaman hüsranda kaldılar.” [55]Ayet-i celilesi,
“Ama bizim baskımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi.” âyetinden muradın, onların böyle bir anda iman etmiş olmaları ile küfür’halinde kalmış olduklarının bir delilidir. Aynı zamanda bütün Sahabe ve Tabiîn ve onlardan sonra gelen imamlar bu âyetleri hep bu şekilde, Sahih hadise uygun olarak tefsir etmiş ve hiç biri Muhiddin-i Arabi’nin fikrini öne sürmemiş ve bu konuda ittifak etmişlerdir. Yeis halinde yapılan iman Sahih olmayınca Fir’avun’un da imanının Sahih olmadığı anlaşılmış olur. Bütün bunlara rağmen yeis halindeki imanın Sahih olduğunu kabul etsek bile, yukarda anlattığımız gibi, Fir’avun’un, Musa aleyhisselâma inanmadığı için yine imanı Sahih değildir. Sâhirler ise Musa aleyhisselâma da inanmışlardı. Kur’an-ı Kerîm’de anlatıldığı şekli ile sâhirlerin imanı ile Fir’avun’un imanını ifade eden âyetler üzerinde düşünenler, bunları karşılaştırmakla aralarındaki farkı kolaylıkla bulurlar. İmamın, “Onun, içinden duyduğu zillet ve ihtiyaca yöneldi” demesi de şayanı hayrettir. Çünkü onu, içinden kuşkulandıran sıkıntı ne idi? O, Allah’ın rubûbiyyetini inkâr, kendisinin mutlak bir ilâh ve büyük bir Rab olduğuna inanıyor ve böylece Musa aleyhisselâmı yalanlayarak ona eziyet edip duruyordu. Bunun tutumu, Resûl-i Ekrem’in de, “Ümmetimin Fir’avun’udur” buyurduğu, Ebû Cehil’in tutumu gibidir. Kabul edelim ki içinde bu kuşku ve ızdırap vardı, inanmadıktan sonra bu kuşku neye yarar?
“Ona: “Şimdi mi inandın? Daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” Ayetini itaba hamletmek de cidden uzak bir ihtimaldir. Zira büyük imamın dediği gibi, Fir’avun’un yeis halindeki bu imanı Sahih ve makbul olaydı, bu âyet yerine fazıl makamına yaraşan, “işte şimdi seni kabul ediyoruz ve sana ikramda bulunuyoruz- buyurulacaktı ki, ancak imanının Sahih olduğunun. Hakkın rızasını Müstelzim bulunduğunun delili olabilirdi. Onun imanını kabul edip ondan razı oldukdan sonra artık, “Şimdi mi inandın? Daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin” diye kendisine hitab etmesi uygun düşmezdi. Birazcık muhakeme yeteneği olan kimse bu hitabın, razı olunan kimseye değil, gazablanılan kimseye olduğunda tereddüt etmez. Özel olarak “Sen bozgunculuk etmiştin.” ilâvesi de bu iddiayı çürütür. Çünkü imanı sayesinde bütün geçmiş günahları yok olur.
Fir’avun’un imanı kabul olaydı bu türlü kınamalara lüzum kalmazdı. Bütün bu hitabeler, Aİlahu Teâlâ’ınn ona gazablı olduğunu göstermekte ve onun o çirkin ve iğrenç davranışları sebebiyledir ki, son nefese kadar İmanına engel olmakta ve sonunda da Mûsâ aleyhisselâma iman etmemekte ve bu suretle faydasız da olsa tam manasıyle iman etmemekte ona engel olan bu halleri olduğunu bildirmektedir. Özellikle vücudunu kurtaracağım bildirmesi, müfessirlerin bu âyetten anladıkları mânayı murad ettiğinin en açık ve seçik bir delilidir. Müfessirler diyorlar ki: Fir’avun’a inananlar, onun boğulmayıp başka tarafa gittiğini sandılar. Onun gerçek bir ilâh olmadığını, boğulup öldüğünü onlara göstermek ve insanlardan ilâh ola-mıyacağma bir ibret ve alâmet olmak üzere Allahu Teâlâ onun vücudunu zırhı ile veya çıplak olarak sahile çıkartmış ve böylece herkes onun boğulup öldüğünü görmüş ve bildirmiştir.
Müfessirler diyorlar ki: Allahu Teâlâ onu bir öküz ölüsü gibi deniz kenarına atmasmdaki hikmet, Allah’a karşı gelenlerin eninde sonunda Allah bellerini kırıp onları böyle perişan edeceğini İsrâiloğullarına ve diğerlerine göstererek kendilerine çeki-düzen vermelerini istemiş olmasıdır. Boğulan bu kadar kıbtiler arasında, özellikle Fir’avun’un cesedinin kenara atılmasında Mûsâ aleyhisselâmın doğruluğuna ve Allahu Teâlâ’nın ululuğuna açık deliller vardır. Sonra Allahu Teâlâ’nın bu konuyu,
“Doğrusu insanların çoğu âyetlerimizden habersizdir.”[56], âyet-i celîlesiyle sona erdirmesindeki hikmeti, bizleri bu gibi deliller üzerinde düşünmeğe teşvik ve bunlardan ders almamız içindir. Nitekim diğer âyette.
“And olsun ki peygamberin kıssalarında, aklı olanlar için ibretler vardır.”[57], buyurulmuştur.
Bu uyarılardan birisi de, kâfirlerin ebedi olarak cehennemde azâb edileceklerini âyet ve hadîslerin haber vermesidir. Görünüşde bu esasa uymayan âyet ve hadislerin tevili vaciptir. Bunlardan biri,
“Rabbinin dilemesi bir yana, gökler ve yer durdukça orada temelli kalacaklardır. Rabbin şüphesiz her istediğini yapar.” [58]Ayet-i celilesidir. Âyetin zahiri, cehennemliler cehennemde yer ve gökler durduğu sürece azâb edileceklerdir. Bununla beraber bu müddetten istisna edilenler de vardır. Yani bazı kimseler ebedî olarak cehennemde kalmayacaklardır. Müfessirler bu âyeti yirmi şekilde tevil etmişlerdir. Çokları, bunların, yer ve göklerin devamı müddetince cehennemde kalacakları ile kayıtlanmasının hikmeti üzerinde durmuşlardır. Bir kısmı da âyetteki istisna üzerinde durarak, “Rabbinin dilemesi Müstesna” âyetini tevil etmişlerdir. “Gökler ve yer durdukça onlar cehennemde temelli kalacaklardır.” Ayetini tevil edenler, bu yer ve göklerden muradın, cennetin yer ve göğü olduğunu, dünyanın yer ve gökleri olmadığını söylemişlerdir. Zira üstünde olan her şey senin göğün, üzerinde durduğun her şey de senin yerindir. Bu bakımdan cennetin de cehennemin de yeri ve göğü vardır. Artık, “Muhatabların bilip tanımadıkları bir yer ve gökten nasıl söz edilir?” denemez. Çünkü elbette cennette ve cehennemde duranların da bir altları ve bir de üstleri vardır; altları yer, üstleri ise göktür, işte bu alt ve üstleri devam ettiği sürece -ki bunların sonu yoktur- onlarda cehennemde azâb edileceklerdir ki ebedidirler. Diğer bir tevcih de; âyetteki yer ve göklerden muradın, dünyadaki yer ve gökler olmasıdır. Kur’an-ı Kerîm Arapların muhaveresine uygun bir şekilde nazil olmuştur. Araplar bir şeyi yapmayacakları zaman, “Yer ve gökler durduğu sürece ben bunu yapmam, sana gelmem.” derler ki, maksadları bunu hiç yapmamaktır. Bunun gibi “Gece ve gündüz birbirini takip ettiği, şu dağ yerinde durduğu sürece ben sana gelmem.” demek de hiç gelmem demektir ki, örflerine göre bu sözler ebediyet ve devam ifade eder. Onlar da ebedi cehennemdedirler. Aynı zamanda İbn Abbas (r.a.)’dan gelen bir rivayette, “Bütün yaratıkların aslı, Arş’ın nurundandır. Binaenaleyh kıyamet günü yer ve gökler yine asılları olan bu nura döner ve ebedî olarak orada kalırlar. Bu bakımdan kâfirler de ebedi cehennemde kalırlar.” Eğer âyetten, yalnız yer ve göklerin devamı müddetince cehennemde kalıp sonra oradan çıkacaklar mânası anlaşılsa, böyle bir tevile ihtiyaç duyulurdu. Halbuki yer ve gökler kayboldukdan sonra cehennemden çıkacaklarına dair âyette bir delil yoktur. Burada şartın bulunmamasından meşrutun sona ermesi düşünülmez. Meselâ, bir mantık kazıyyesi kurarak, “Bu, insan ise hayvandır. Fakat bu bir insandır, öyle ise hayvandır” deriz. Fakat diğer şekli ile “Bu, insan ise hayvandır fakat insan değildir” dediğimiz vakit netice akim kalır, bundan, “Hayvan değildir” manası çıkmaz. Belki bir kedi veya bir attır. Ne olduğu bilinemediği için netice çıkarılmaz. Bu da böyledir, “Yer ve gökler durduğu sürece azâblan devam edecek. Yer ve gökler devam edecek, o halde azâbları da devam edecektir.” Fakat “Yer ve gökler devam etmeyecek, o halde azâblan da devam etmeyecek” deyemeyiz, çünkü netice akimdir.
Kâfirlerin azâbları sonsuz olarak devam edeceğine göre, yer ve gökler isterse yok olsun, isterse kalsın, onların azabını yer ve göklerin devamı ile kayıtlamakta daha ne fayda var? Denemez. Çünkü bunda fayda vardır. Bu kayıtta, onların azâblarmın, akü erdirilemeyecek şekilde devamına delâlet vardır. Bundan sonrası için de azâb var mı yok mu? Sorusuna gelince, bunu da diğer âyetler ifade etmektedir. Onların ebedî olarak cehennemde kalacaklarını açıkça bildiren âyetler vardır..
Âyetin ikinci bölümüne, yâni “Rabbînin dilemesi hâriç” istisnasına gelince; bu âyet, bunların ayrıca cehennemin kaynar suyundan içmek ve soğuğunda azâb edilmek üzere çıkarılacaklarını ve tekrar geri çevrileceklerini açıklamak içindir. Yani cehennemliklerin azabı iki çeşittir; biri sıcakta yakılmak, diğeri de soğukta dondurulmaktır. Ve yahut:
“Hoşunuza giden kadınlarla evlenin…”[59] Ayetindeki murad, akıl sahibleri olduğu gibi, daki dan murad da mü’minlerden âsi olup cehenneme girenlerdir. Şakavetin ve azgınlığın onlara da şümulüne binâen istisna muttasıl, ademi şümulüne binâen istisna munkatî olur ki, uygun olanı da budur, yi makamında almakla yine istisna munkati olur. Yani yer ve gökler durdukça -Rabbinin dilediklerinden başka- onlar orada kalacaklar demek olur. Burada daha birçok cevaplar varsa da maksadı ifadeden uzak oldukları için onlardan sarfı nazar ettim. Ahmed’in Abdullah İbn Ömer (r.a.) den rivayet ettiği, “Onlar, kapıları kapandığı gün mutlaka cehenneme uğrayacaklar ki, orada kimse yoktur. Bu da orada bir kaç hukub (bir kaç seksen yıl) kaldıkdan sonradır.” hadîsi buna münafi değildir. Zira bu hadîsin râvileri arasında büyük yalanlar söyleyen birisi vardır. Bu bakımdan hadîs mecruhdur. Gerçi bu hadîsi pek çokları İbn Mesûd ve Ebû Hureyre (Allah kendilerinden razı olsun) den rivayet etmişlerdir. İbn Teymiye, “Bu, Ömer İbn el-Hattab’ın İbn Abbas, İbn Mesûd, Ebû Hureyre (Allah hepsinden razı olsun) nin sözleridir. Hasan-ı Basri, Hammad b. Seleme, Ali b. Talha ve birçok müfessirler de buna zahibtirler.” demiştir.
Fakat Hasan-ı Basrî’den gelen başka bir rivayet bunu nakzetmektedir. Âlimlerin açıklamalarına göre. Sabit, bu durumu Hasan-ı Basri’den sormuş, o da bunu reddetmiştir. Gerçek şu ki İbn Teymiye’nin, isimlerini verdiği bu zatların hiç birinden böyle bir rivayet gelmemiştir. Faraza böyle bir rivayetin olduğunu kabul etsek, bu, mü’minlerin âsileri hakkındadır. Gerçekten mü’minlerin âsileri cezalarını çektikten sonra bulundukları bölümde, cehennemin üst tabakasında kimse kalmayacaktır. Fakat kâfirlerin bulundukları bölümler, Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği gibi, daima dolu olacak ve onlardan hiç kimse çıkarılmayacaktır. Fahruddin Râzi tefsirinde diyor ki; bir cemaat: “Kâfirlerin azabı da bir gün sona erecek.” demiş, bu âyet ve bir de:
“Orada (birkaç hukup)[60] sonsuz kalacaklardır.”[61], âyet-i celîlesi ile delil çekmişlerdir. Ayrıca onların yaptıkları kötülükler mütenahidir, mütenahiye namütenahi ile azâb ise zulümdür, Allah’a yaraşmaz, demişlerdir. Bunların delilleri ve dayanakları çürüktür. Çünkü bu âyet-i kerime azabın sona ereceğini ifade etmemektedir. Zira yukarda da anlattığımız gibi, Araplar bu gibi sözlerle sonsuza kadar devamı kasdederler. Mütenahiye mütenahi olmayanla azâb edildiği görüşü de doğru değildir, çünkü insanlar niyetlerine göre cezalandırılmaktadırlar. Kâfirler, hayatları sona ermese bile yaşadıkları sürece küfür halinde olma azmi içindedirler. Onların küfürlerindeki niyetleri devamlı olduğu için azâbları da devamlıdır. Ceza, harekete ve hareketi tahrik eden niyete göredir.
Şunu da bilmiş ol ki, cennetliler hakkındaki istisna ve kayıtlar da bütün ulemânın ittifakı ile zahiri üzerine değildir, çünkü Allahu Teâlâ,
“Sonsuz bir lütuf olarak…”[62] buyurmuştur. Bu gibi âyetler, yukarda örneğini verdiğimiz şekilde tevil edilir. Cennetliler hakkındaki istisna âyetinde bulunan vs dan mânasını alırsak, o vakit A’rafda bulunanları ve henüz cennete girmeyen mü’minlerin âsilerini kasdederiz. Cehennem hakkındaki istisnasından âsileri kasdettiğimiz gibi, cennetliler hakkındaki den yine âsileri kasdederiz. Cehennemde istisna, sonundan, cennette istisna başından olur. Yani mü’minlerin âsileri sonunda cehennemden çıkacak, yine mü’minlerin âsileri ilk hamlede cennete giremiyecek ve sonunda girecek demek olur.
İbn Zeyd diyor ki: Allahu Teâlâ, “Allah’tan sonsuz bir lütuf olarak.” buyurmakla cennetliler hakkında dilediği şeyi bize haber verdi; fakat cehennemliler hakkında dilediği şeyi bize haber vermedi.
Sonuç: İbn Mâce’nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem, Kâbe-i Muazzama’ya hitaben:
“Ne güzelsin ve ne güzel kokuyorsun, ne büyüksün ve ne büyük hürmetin saygınlığın vardır. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, Allah katında mü’minin şanı, senin şanından yücedir; malı da kanı da daha muhteremdir. Öyle ise mü’min Allah’a karşı hüsn ü zanda bulunsun”[63], buyurmuştur.
Ahmed, Nesei, İbn Hibban ve Hâkim’in rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem,
“Kim ki Allah’a ortak koşmadan ibadet eden namazını kılar, orucunu tutar, zekâtını verir ve büyük günahlardan sakınırsa, cennet onun içindir”, buyurdu.
“Büyük günahlar hangilerdir?” diye soranlara, Resûl-i Ekrem,
“Allah’a ortak koşmak ve Müslüman bir kimseyi öldürmek.”[64], buyurarak diğerlerini de saydı. Nesei, İbn Hibbân, Hâkim ve Beyhâkî’nin rivayetlerinde de Resûl-i Ekrem:
“Benim peygamberliğime inanıp Müslüman olup da hicret edenlerin (amellerine göre) cennetin alt, orta ve en üst katlarında birer eve sahip olacaklarına kefilim. Bunları yapanın artık arayacağı bir iyilik veya kaçınacağı bir kötülük kalmamıştır. Nerde isterse ölebilir (varacağı yer cennettedir)”. İbn Mâce ve Hâkim’in rivayetlerinde: “Kim ki şerik ve nazırı olmayan Allahu Teâlâ’ya ihlâs ile bağlanır, namazını kılar ve zekâtını verirse, Allahu Teâlâ kendisinden razı olarak ölmüş olur.” [65]buyurulmuştur.
Âhmed ve Müslim’in rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:
“Şüphesiz Allah mü’minin hiç bir iyiliğini karşılıksız bırakmaz. Mü’minin yaptığı iyiliğin mükâfatı dünyada verileceği gibi âhîrette de bol bol verlir. Kâfire gelince; onun iyiliklerinin karşılığını tamamen dünyada kendisine verecektir. Âhirete yolcu olduğu vakit mükâfatlandırılacağı bir iyiliği kalmayacaktır.” [66]buyurmuştur.
Taberânî’nin rivayetinde Resûl-i Ekrem, “Allahu Teâlâ amelsiz imanı ve imansız ameli kabul etmez.” [67]buyurmuştur.
Tirmizî’nin (Câbir b. Abdullah el-Ensârî -radıyallahu anh- den) rivayetinde, müşarünileyh şöyle demiştir:
“Bir gün Resûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi ve:
“Rüyamda sanki Cebrail baş ucumda Mikâil ise ayaklarımın ucunda duruyor ve biri diğerine şöyle diyordu:
“Buna bir darb-ı mesel yap.” Oda:
“Dikkat et kulakların dinlesin. Aklını basma al, kalbin anlasın. Sen ve ümmetin şuna benzer: Bir hükümdar saray edindi. Sonra bu sarayın içinde bir ev (salon) inşa etti. Sonra bir sofra hazırladı. Sonra da bir elçi ile insanları yemeğe davet etti. İnsanlardan bazıları elçinin davetine uyarak (yemeğe) geldi, bazıları da uymadı. İşte o hükümdar Allah, saray İslâm, ev cennet, ya Muhammed sen de elçisin. Senin davetine icabet eden İslâm’a girer, İslâm’a giren de cennete girer. Cennete giren ise onun nimetlerinden yer, dedi, buyurdu.”[68]
Ebû Nuaym’ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:
“Gerçek şu ki, Allahu Teâlâ, muvahhid kullarını amellerinin noksanı nisbetinde cehennemde azâb eder ve sonra imanları sayesinde onları ebedî olarak cennetine kor.” buyurmuştur.
Ahmed ve diğerlerinin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Beni görüp bana inananlara bir, görmeden inananlara yedi kere müjdeler ve mutluluklar olsun”. Tayâlisî’nin rivayetinde, “Üç kere müjdeler olsun.” şeklindedir.
Taberânî ile Hâkim’in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:
“İslâm hidâyetine ulaşıp elindeki varlığa razı olarak kanaat eden felah bulmuş, korktuğundan emin ve umduğuna ulaşmıştır.” buyurmuştur.
Müslim’in rivayetinde, Resûl-i Ekrem:
“Bilemedin mi İslâmiyet, kendisinden önce olan hataları yıkar yok eder. Hicret de aynı şekilde kendisinden öncekileri yok eder. Hac da bunun gibi önceki (kusurları) mahveder.”[69] buyurmuştur.
[1] En-Nisa: 4/48.
[2] Lokman: 31/13.
[3] El-Mâide: 5/72.
[4] Sahih-i Buhari muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi 8/68.
[5] Yukarda geçmiştir.
[6] Yukarda geçmiştir.
[7] Yukarda geçmiştir.
[8] Sahihu Müslim, 1/92.
[9] Sünenü Nesai, C. 7/88.
[10] Mecmau’z-Zevaid ve Menbau’l-Fevâid, 1/103.
[11] Mecmau’-z-Zevâd ve Menbau’l-Fevâid, 1/105.
[12] Sahihu Müslim, 1/91; Sünenü’tTirmizi, 4/548.
[13] Mecmau’z-Zevaid ve Menbau’l-Fevaid, 1/104.
[14] Yukarda geçmiştir.
[15] Yukarda geçmiştir.
[16] Mecmau’z-Zevald ve Menbaul-Fevâid 1/104.
[17] et-Tergib ve’t-Terhîb, 4/304 (Taberani’nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen.)
[18] Sahihu Müslim, 1/108
[19] Sünenü İbn Mace, 1/548.
[20] Sahihu’l-Buharl, Kitabu’l-Cihad.
[21] Sünen Ebû Dâvûd, 4/221 (Hadis No. 4687).
[22] Sünen-i İbn Mâce, 1/879; Sünenü’n-Nesâî 7/6.
[23] et-Tergib, ve’t-Terhib, 3/464 (Buhâri’nin rivayetinden naklen.)
[24] Mecraau’z-Zevâid ve Menbaul-Fevâid, 1/106.
[25] Sahihu Müslim, 1/79; Sünenü’t-Tirmizi, 5/22.
[26] Sahihu Müslim, 1/84.
[27] Sahihu Müslim, 1/84.
[28] Sahihu’l-Buhari, Sahihu Müslim 1/83.
[29] Zümer: 39/53.
[30] en-Nisa: 4/48.
[31] en-Nisa: 4/93.
[32] Zümer: 39/53.
[33] en-Nisa: 4/48.
[34] el-Hadîd: 57/4.
[35] Kaf: 18/16.
[36] el-Hadid: 57/4.
[37] Esasen kendi dili ile Allah’tan başka İlâh olmadığına ve Muhammed aleyhis-selâmın O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet eden kimse mü’mindir.
[38] Çünkü iman, kalb ile inanmaktır. Kalbinde imanı olup, zahir halinde küfrünü gerektiren hallerden biri bulunmazsa, bu kimse, her ne kadar insanlar arasında ve zahir halinde mü’min görünmez ve hakkında dünyada İslam ahkamı icra edilmezse de, Allah katında mü’mindir.
[39] el-Mü’min: 40/85.
[40] Yunus: 10/98
[41] el-Bakara: 2/119.
[42] Sahihu Müslim, 1/191.
[43] el-Mü’min: 40/85.
[44] Yunus: 10/89.
[45] Yunus: 10/90.
[46] el-A’raf: 7/121.
[47] Yunus: 10/92.
[48] Yusuf: 12/87.
[49] Mü’min: 40/85.
[50] Gafir: 40/85
[51] Hûd: 11/98.
[52] Mü’min: 40/46.
[53] en-Neml: 27/52.
[54] Yunus: 10/89.
[55] Gafir: 40/89.
[56] Yunus: 10/92.
[57] Yusuf: 12/111.
[58] Hud: 11/107.
[59] en-Nisa: 4/3.
[60] Bir hukup 80 yıldır. Birkaç tane seksen yıl kalacaklar.
[61] Nebe: 78/23.
[62] Hud: 11/108.
[63] Sûnenü İbn Mace, 2/1297.
[64] Sünenû’n-Nesai. 7/88.
[65] Sünenû İbn Mace, 1/27.
[66] Sahihu Müslim, 4/2163.
[67] Mecmau’z-Zevâid ve Menbaul-Fevâid, 1/35.
[68] Sünenü’t-Tirmizi, 5/145.
[69] Sahihu Müslim, 1/112. Resûl-i Ekrem bu sözleri Amr İbn As’a söylemezdi. Ashâb’dan İbn Şumâsetel-Mehrî diyor ki: Amr İbn As’ın yanına vardık. Kendisi ölüm döşeğinde idi. Uzun zaman ağladıktan sonra yüzünü duvara çevirdi. Oğlu:
“Babacığım, Resûl-i Ekrem seni falan şeyle müjdelemedi mi? Resûl-i Ekrem seni filân şeyle müjdelemedi mi?” demeye başladı. Bunun üzerine Amr yüzünü bize çevirdi ve:
“Şüphesiz ki hazırlamakta olduğumuz şeylerin en faziletlisi, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Resulü olduğuna şehadet etmektir. Doğrusu ben üç hal üzere bulundum. Düşünüyorum da (bir zamanlar) Resûl-i Ekrem’e benim kadar şiddetle buğzeden kızan yoktu. İmkânını bulup da onu öldürmüş olmak kadar da bence makbul bir iş yoktu. Bu hal üzre ölmüş olsaydım muhakkak cehennemlik olurdum. Allah İslâmı kalbime yerleştirdiği zaman Resûl-i Ekrem’e gelerek:
“Sağ elini uzat, sana biat edeyim,” dedim, Resûl-i Ekrem hemen sağ elini uzattı. Ben elimi çektim. Resûl-i Ekrem (elimi çektiğimi görünce):
“ Ey Amr, ne oldu sana?” diye sordu. Ben:
“Şart koşmak istedim,” dedim. Resûl-i Ekrem:
“Neyi şart koşuyorsun?” diye sordular. Ben:
“Affolunmamı,” dedim. Resûl-i Ekrem:
“Sen bilemedin mi ki İslâm, kendisinden önceki günahları yok eder. Hicret de ondan önceki günahları yok eder. Hac da ondan önceki günahları yok eder,” buyurdu. Artık benim nazarımda Resûl-i Ekrem’den daha sevgili ve ondan daha büyük bir kimse kalmadı. Ona karşı duyduğum saygıdan dolayı kendisine doya doya bakamıyordum. Onu tavsif etmemi benden isterler, buna takat getiremem, çünkü ona doya doya bakamazdım. Bu hal üzre ölmüş olsaydım, cennetlik olmamı kuvvetle ümid ederdim. Sonra üzerimize birtakım şeyler aldık ki, onlar hakkında halim nice olur bilmiyorum. Öldüğüm zaman beraberimde hiç bir yascı ve ateş bulunmasın. Beni defnettiğiniz zaman üzerime toprağı iyice döşeyiniz. Sonra kabrimin etrafında bir deve boğazlanıp da eti taksim edilinceye kadar durun ki, sizlerle ünsiyet edeyim ve Rabbimin elçilerini nasıl karşılayacağımı düşüneyim,” dedi.
for websites
4.5