Hüccetullahi’l-Baliğa

| Huccetullahi Baliga |
| Şah Veliyyullah Dihlevî |
| 1309 |
| Türkçe |
| 741 total views, 1 views today |
| İndirme için tıklayın |
| Kağıt Kapak için |
huccetullahi baliga – kitap örneği
İçindekler
Dihlevî Ve Hüccetullah El-Bâliğa
Tercümeye Esas Alınan En Son Baskının Mukaddimesi
ŞAH VELİYYULLAH DİHLEVÎ HAYATI VE ESERLERİ
I- Giriş (Hindistan’ın Genel Durumu)
II- İmam Şah Veliyyullah Dihlevî
Şah Veliyyullah Dihlevi’nin Doğumu, Adı, Lâkabı, Soyu:
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Evliliği:
Şah Veliyyullah Dihlevi’ın Haremeyn-i Şerîfeyn’deki Hocaları:
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Hadis-i Şerîf Okutmaya Başlaması:
Şah Abdulaziz’in Dilinden Babası İmam Dihlevî’nin Bazı Âdetleri Ve Genel Yaklaşımı:
Şah Veliyyullah Dihlevinin Ölümü:
III- Şah Veliyyullah’ in İlmî Hayatı, Islâh Ve Tecdîd Faaliyeti
Tevhid İnancının Yeniden Açıklanması Ve Vurgulanması:
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Hadis Hinine Hizmetleri:
Şah Veliyyullah Dihlevi’nin Mezhep Anlayışı Ve Fıkıh İle Hadisi Birleştirme Başarısı:
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Mezhep Görüşü:
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, İçtihad Ve Taklid Konusunda Mutedil Oluşu:
Taklidin Meşru Ve Tabiî Şekli:
Her Çağda İçtihada İhtiyaç Vardır:
- İSLÂM’IN İLMÎ VE NAZARÎ YORUMUNU, TEŞRÎ FELSEFESİNİ YAPMASI
- HİLÂFET SİSTEMİNE OLAN İHTİYACI ORTAYA KOYMASI
Râşid Halifelerin Hilafetlerinin İsbatı, Ümmetin Onlara Karşı Olan Minnet Borcunun Büyüklüğü:
- SİYASÎ DURUM VE ŞAH VELİYYULLAH’IN ETKİSİ
- ÜMMETİN HER KESİMİNE YÖNELİK İRŞAD VE NASİHATLARI
- İSLÂM’IN RUHUNU KAVRAMIŞ İNSANLAR YETİŞTİRMESİ
- EĞİTİM VE ÖĞRETİM PROGRAMINDA YENİLİK YAPMASI VE BUNUN ETKİSİ
Kur’ân Ve Tefsire Dair Eserleri:
Akaide Ve Ehl-i Sünneti Savunmaya Yönelik Eserleri;
Tarih Ve Hal Tercümelerine Dair Eserleri:
Çeşitli Konulara Yönelik Diğer Eserleri:
Hadis, Yakînî İlimlerin Esasıdır:
Hadis İlimleri Sahasında Ulemânın Telifi:
Hadis İlminin Bu Dalında Eser Veren Az Olmuştur:
Hadislerin Sırlarına Vâkıf Olabilmek İçin Şer’î İlimlerde Söz Sahibi Olmak Zarurîdir:
Kitabın Telif Sebebi Bir Rüyadır:
Telife Teşvik Eden İkinci Bir Rüya:
Yazmaya Başlamanın Önüne Çıkan Engeller:
Değerli Bir Dost Beni Yazmaya Teşvik Etti:
Şer’i Hükümler Kulların Genel Çıkarları İçindir:
Namaz, Allah’ı Anmak İçin Emredilmiştir;
Zekât, Belirli Bir Amacı Gerçekleştirmek İçin Meşru Kılınmıştır;
Oruç, Nefsi Hâkimiyet Altına Alabilmek İçin Farz Kılınmıştır;
Hac, Allah’ın Âyetlerini Yüceltmek İçindir;
Kısas, Caydırıcı Olmak İçin Konulmuştur;
Cihad, Allah’ın Dinini Yüceltmek İçin Meşru Kılınmıştır;
Muamelât İle İlgili Hükümler Adaletin İkamesi İçin Konulmuştur:
Rasûlullah (s.a.) Bazı İbadetlerin Sırlarından Bahsetmiştir:
Rasûlullah (s.a.) Terğîb Ve Terhîble İlgili Sırları da Açıklamıştır:
Bazı Sahâbîler, Bir Kısım Hükümlerin Hikmetlerine İşarette Bulunmuşlardır:
Selef Ulemâsı, Bazı Hükümlerin Sırlarını Açıklamışlardır:
Şeriatın Görevi, Sadece Fiillerin Özelliklerini Bildirmek midir?
İnsanlar, Yalnız Başlarına Şeriatın Hikmetine Vâkıf Olamayabilirler:
Bu İlim, Ehil Olmayanlara Nasip Olmaz:
Rasûlullah’a (s.a.) Muhalefet Edenin Benzeri:
Hükümler, Maslahatlarla Ta’lîl Edilmiştir:
Bazı Meselelerin Hikmetleri Gizlidir:
Selef Her Şeyi Tedvin Etmiş Değildir:
Din Âlimleri, Bu Konuda Kendilerine Zahir Olan Hususları Açıklayagelmişlerdir:
Bu Dalda İhatalı Bir Kitap Yazmak Yerinde Olacaktır:
İlk Nesiller Bu Dalda Kitap Tedvinine Muhtaç Değillerdi:
Onlar, Hadis İlimlerini Tedvine de İhtiyaç Duymamışlardı:
Fukahânın Hükümlerin İlletlerinde İhtilâfa Düşmüş Olmaları, Telîfe Teşvik Etmiştir:
Kelâmcılardan Bazılarına Muhalafet:
Ehl-i Kıble İki Kısma Ayrılmışlardır:
İhtilâf, Tafsilat Ve Tefsirdedir:
Sünnet, Bu Gibi Meselelere Dalınmamasını İster:
Birinci Kısma Uymak Daha Yerindedir:
Her Sahanın Kendine Has Bir Özelliği, Her Makamın Bir Gereği Vardır:
Hadis İlmi, Tedvin Sonrasında Ayıklanan Kısımdan Oluşur:
Kelâmcıların Her Dediklerine Katılmamız Gerekmez:
Şeriatların Göz Önünde Bulundurdukları Hikmetler İki Esasa Çıkar:
1- TEKLİF VE MÜCAZATIN SEBEPLERİ
Eşyanın Özellikleri Kendisinden Ayrılmaz:
Varlık (Elementler) Âleminin Tedbiri:
Varlık Âlemine Konulan Kuvvet:
Varlık Âleminde Maddî Olmayan Bir Alem Daha Vardır:
Rasûlullah (s.a.) Bu Âlemden Bir Nebze Bahsetmiştir:
Dünya Ak Saçlı Koca Karı Sûretindedir:
Bu Hadisler Karşısında Müfminin Tavrı:
Bu Tür Olayların Tasdikinde Çeşitli Makamlar Vardır:
Bu Hallerin Varlığı, Sadece Maruz Kalan Kişiye Nisbetledir:
Bu Olayların Sebepleri, Alışık Olmadığımız Şeylerdir, Sonuçları İse Sabittir:
Kur’ân-ı Kerîm, Meleklerin Hallerinden Söz Eder:
Rasûlullah (s.a.) da Meleklerin Hallerinden Bahseder:
Cebrail, Gök Ehline Allah’ın Emrini Duyurur:
Melekler, Namaz Kıldığı Yerde Durdukça Müm’ine İstiğfar Ederler:
Melekler, Kendisini Düzelten Ve İnsanların Islâhına Çalışan Kimseler İçin Dua Ederler:
Meleklerle Birlikte Cennette Uçan Bir Sahâbî;
Kararlar, Mele-i A’lâ’dan Çıkar:
Mele-i A’lâ’nın İleri Gelenlerinin Toplanması:
Mele-i A’lâ’nın Bir Aşağısında Bulunan Âlem:
Allah’ın Bazı Fiilleri, Doğaya Yerleştirilmiş Olan Kuvvetler Üzerine Kurulur:
Âleme Yerleştirilen Kuvvetler:
Tercih, Sebeplerin Kuvvetine Göre Olur:
Şeriatın Sükût Geçtiği Şeyleri Anlamak Mümkündür:
Ölüm, Gerçek Ruhun Değil, İnsanî Ruhun (Neşeme) Bedenden Ayrılmasıdır;
Kişi Öldüğü Zaman, İnsanî Ruh Başka Bir Hayata Başlar:
Sûra Üflendiği Zaman Ruhlar Cesedlere Bürünür:
Neseme (İnsanî Ruh), Ruhla Beden Arasında Ara (Berzah) Özellik Taşır:
Göklerin Ve Yerin Yüklenmediği Emanetten Maksat:
Melekler, Kendilerine Ait Bir Arzu Duymazlar, Üstün Arzusunda Yok Olurlar;
Hayvanlar, Behîmî Arzuların Güdümündedir:
Allah Teâlâ, İnsanı Birbirine Zıt İki Kuvvetle Donatmıştır:
Yükümlülük, İnsan Türünün Gereklerindendir:
7) Yükümlülük, Takdire Bağlıdır
Ağaçlardaki Allah’ın Âyetleri:
Allah Teâlâ Her Türü Ayrı Ayrı Düzenlemiştir:
Allah Teâlâ, İnsanı İlham Ve İlimlere Kabiliyetli Yaratmıştır:
İnsanın Diğer Canlılardan Farkı:
Her Bitkide, İşlerini Düzene Koyan Şuursu Bir Nefis Vardır:
İnsanın Diğer Canlılardan Farklı Özellikleri:
Sorumluluk İçin İhtiyar (Hür İrade) Şarttır:
İnsan, Mutedil Bir Mizaca Nasıl Sahip Olabilir Ve İşini Düzene Koyabilir?
Gaybî İlimlerin Ruhanî Bir Vücutları Olur:
İlâhî Hikmet Peygamberlerin Bulunmasını Gerektirmiştir:
İnsanoğlu, Bilgileri Kesb, Nazar Ya da Vahiy Yoluyla Elde Eder:
8) Yükümlülük, Karşılık Görmeyi Gerekli Kılar
İnsanlar, Amellerinin Karşılığını Görürler:
- Bu İnsan Olmanın Gereğidir.
- İnsanın, Mele-i A’lâ İle Olan İrtibatı, Onun Yaptıklarının Karşılığını Görmesini Gerektirir:
Melekler, İnsanların Amellerini Göğe Çıkarırlar:
- Şeriat, İnsanın Yaptıklarının Karşılığını Görmesini Gerektirir:
- İnsanlara Peygamber Gönderilmesi Allah’ın Bir Lütfunun Sonucudur:
Amellere Karşılık Vermek, Allah’ın Sünnetidir:
Amellere Karşılık Sorumluluk, Zamana Göre Değişir:
Sevap Ya da Azap, Tebliğden Ve Şüphelerin İzalesinden Sonradır:
İnsandaki Melekî Kuvvet İki Şekil Üzeredir:
İnsandaki Hayvani Kuvvet de İki Şekil Üzeredir:
Melekî Ve Hayvanı Güçlerin Bir Araya Gelmesi:
Melekî Kuvvetle Hayvânî Kuvvetin Birleşme Hallerinin Şekilleri:
İnsanların Mertebece En Üstünü:
10) Fiillere İten Düşüncelerin Doğuş Sebepleri
11) Amellerin Nefislere Yapışması Ve Onun, Kişinin Hesabına Yazılması
Fiiller, Nefsin Derinliklerinden Kaynaklanır:
İnsan, Belli Bir İşi Çokça Yaptığı Zaman, Artık Onu Zorlanmadan Yapar:
Nefis Önce Saf Ve Şekilsiz Yaratılır, Sonradan Şekillenir:
Her İnsanın Nefsinin, İşlediği Ameller Sebebiyle Alacağı Şekillerin Sayılması:
Her Suret, Amelin Sonucuna Göre Şekillendirilir:
Allah’ın Levh’i Bizimkilere Benzemez:
12) Amellerin, Davranış Motifleri (Hey’ât-ı Nefsâniyye) İle Olan İrtibatı
Ameller, Davranış Motiflerini Tezahür Şekilleridir:
Her Mahlûkun, Kendisini Onunla Tanımlayacağımız Bir Fiili Ve Hali Bulunur:
Kudret Ve İhtiyar Altına Giren Sadece Amellerdir:
Amellerin Mele-i A’lâ’da İstikrarı:
Amellerin İstikrarı Çeşitli Şekillerde Olur:
1- Nefsin, Melekî Güç Vasıtasıyla İşlediği Fiillere Yönelik Bir His Duyması:
2- Hazîre-i Kuds’ün İnsanoğluna Teveccühü:
Allah Teâlâ’nın İnsanoğluna Değer Vermesi:
İki Esas Birleşir Ve Birlikte Çok Çeşitli Acaip Suretler Meydana Getirirler:
2- AMELLERİN KARŞILIĞININ HAYATTA VE ÖLDÜKTEN SONRA NASIL VERİLECEĞİ
1) Amellerin Karşılığının Dünyada İken Verilmesi
Amel, Karşılığı Gerekli Kılar:
Melekî Güç Kâh Tebarüz Eder, Kâh Ayrılır:
Nizâmın Hükmü Daha Güçlü Olabilir:
Mücâzât, Kulun Nefsi, Bedeni Ya da Malı Üzerinde Gerçekleşir:
Madenî, Hayvani Ya da İnsanî Her Suretin Bir Bineği/Kalıbı Vardır:
Her Bir Surete Ait Mürekkep Özellikler Vardır:
İnsan Sureti, İnsanî Ruhu (Neşeme) Kendisine Binit Edinir:
Her Bir Suret İçin, Varlığını Sürdürebileceği Bir Madde Olması Gerekir:
İnsan Öldüğü Zaman Bedeni Çürür, Nefsi Baki Kalır:
3) Berzahta İnsanların Halleri Farklı Olacaktır
Berzah Âleminde İnsanlar Tabaka Tabakadır;
Yaratılıştan Şeytanlığa Yatkın Olanlar:
İstidatları Melekî Olan Nefisler Vardır:
4) Haşr Âleminin Sırlarına Dair Birkaç Söz
Ruhlar Hazîre-i Kuds’e Doğru Cezbedilir:
İnsan Fertlerine Ait Çeşitli Hükümler Vardır:
Bu Hükümlerden Bir Kısmı Açıktır;
Bireylerin Saadeti Ne Zaman Gerçekleşir:
Ruhlar, Hazret’e Doğru Cezbedilirler:
Hariçte Gerçekleşen Şeyler, Rüya Mesabesindedir:
Nefs-i Natıkanın, İnsanî Ruh (Neşeme) İle Olan İrtibatı:
Yeniden Diriltilme (Ba’s) Sonrasında Mücâzât:
Karıştırma (Tahlit) Karanlıklarından Nimete Çıkış:
3- İHTİYAÇLAR VE BUNLARIN KARŞILANMASI (İRTİFAKLAR)
1) İhtiyaçların Karşılanması Yollarının Öğrenilmesi
Allah Teâlâ, İnsana İhtiyaçlarını Nasıl Karşılayacağını İlham Etmiştir:
İnsana Yapılan İlham, Diğer Canlılara Yapılan İlhamdan Üstündür:
İrtifaklar İki Ayrı Düzeydedir:
Halifelik Kurumuna Duyulan İhtiyaç:
2) Birinci Derecede Karşılanması Gerekli Ortak İhtiyaçlar Ve İlgili Kurumlar
Dil, En Önemli İhtiyaçlardan Biridir:
Ziraat, Zenaat Ve İnşaat Gibi Faaliyetler İhtiyaçların Giderilmesi Yollarındandır:
Yararlı Davranışların Kurallaştırılması:
Yeme, İçme, Giyinme Vb. Âdabının Terakkisi:
Zararlı Olan Şeylerden Kaçınma:
İnsanî Görünümlerin Terakkisi:
Cinsî İlişkilerin Düzenlenmesi:
Baba-Çocuk İlişkilerinin Düzenlenmesi:
Evliliği Ve Terkini Gerekli Kılan Sebepler:
İhtiyaçların Karşılanması İçi Mübadelelerde Bulunmak İnsanî Bir Zarurettir:
Mübadelelerde Altın Ve Gümüşün Aracı (Para) Olarak Seçimi:
Şehir, Tek Bir (Hükmî) Şahıstır:
Şehir Yönetimi İçin Bir Başkanın Seçilmesi:
Şehir, Çeşitli Bozulmalara Maruz Kalabilir:
Zulmün Ve Taşkınlığın Önlenmesi Gerekir:
Zararlı Muamelelerin Engellenmesi:
Husûmetlerin Önlenmesi Ve Sebeplerinin Ortadan Kaldırılması:
İhtisaslaşma İşinin Dağıtılması:
Yırtıcı Hayvanlar Ve Zararlı Haşerâtla Mücadele:
Yerüstü Ve Yeraltı Su Kaynaklarından Yararlanma:
Zenaatkârların Kendilerini İşlerine Vermeleri:
Ülkelerin Harap Olmasının Sebepleri:
7) Hükümdarlar (Devlet Başkanları)
Halife Hükümdarda Bulunması Gereken Özellikler:
Hükümdar Samimi Olmalı Ve Halkına Karşı Sevgisini Belirtmelidir;
Hükümdar, Feraset Sahibi Olmalıdır:
Hükümdarın Yardımcıları Ve Aranılan Şartlar:
Hükümdarın Yardımcılarının Türleri:
Hükümdarın Yardımcıları Beştir:
Ülkeler Arasında Birliği Sağlayacak Bir Halifenin Bulunması Zorunludur:
Peygamberler, Hükümdarları Düzeltirler:
Halifenin, Adamları Ve Mal Varlığı Olmalıdır:
Halife Devamlı Teyakkuz Halinde Olmalıdır:
10) İhtiyaçların Giderilmesi Yolları Üzerinde Tüm İnsanlar İttifak Halindedirler
İhtiyaçlarını Karşılamayan Hiçbir Mamur Belde Yoktur:
11) İnsanlar Arasında Geçerli Olan Davranış Kalıpları (Rüsum)
Davranış Kalıpları, Şeriatlarda Bulunması Amaçlanan İhtiyaçlardandır:
Davranış Kalıpları (Merasim Ve Formaliteler), İhtiyaçların Giderilmesi Yollarını Korur:
Hakkın Yayılması Ve Üstün Kılınması İçin Çalışmak Gerekir:
İnsanın, Beşer Türünün Gerektirdiği Kemal Halleri Vardır:
Kemal Halleri, Esasta Hayvanlarda da Bulunmaktadır:
Sanatların Aslı da Hayvanlarda Mevcuttur:
Gerçek Mutlulukla İç İçe Bulunan Durumlar:
İnsan, Gerçek Mutluluğa Ulaşmak İster;
2) Mutluluk Konusunda İnsanların Farklı Farklı Oluşu
İnsanlar, Huylarda Farklı Farklıdırlar:
3) Mutluluğun Elde Edilmesi Konusunda Farklı Yaklaşımlar
- A) Mutluluğun, Hayvani Tabiattan Tamamen Sıyrılarak Elde Edilmeye Çalışılması
- B) Mutluluğun, Hayvanı Gücün Islâhı Yoluyla Elde Edilmeye Çalışılması:
Peygamberler Göndermek Suretiyle Alınan Tedbir-i İlâhî:
Mutluluğu Elde Etme Yollarının Açıklanması:
4) Mutluluğu Elde Etknek İçin Esasları
İkinci Yol Üzere Mutluluğu Elde Etmek, Dört Hasletin Varlığına Bağlıdır:
Temizlik (Taharet) Hali, İnsanî Ruhun (Neşeme) Mele-i A’lâ Sakinlerine En Çok Benzediği Yöndür:
Kişi, Dört Hasletin Kendisinde Bulunması Halinde “Fakîh” Olur:
5) Bu Hasletleri Elde Etmenin, Eksiklerini Tamamlamanın Ve Geçmişi Telafi Etmenin Yolları
Peygamberlerin Tebliğ Metotları:
Bizim Peygamberimizin (s.a.) Metodu:
Hasletlerden Her Birinin Elde Ediliş Sebepleri Vardır:
Hades (Pislik) Halinin Sebepleri:
6) “Fıtrat”ın Ortaya Çıkmasını Engelleyen Perdeler
Fıtrat Halinin Ortaya Çıkmasını Engelleyen Perdeler Üçtür:
Bazı İnsanlar, Hep Perdelerle Meşgul Olur:
Genelde Yapılan Hata İki Şekilde Olur: Benzetme (Teşbih) Ve Şirk Koşma:
Tabiî Yapı Ve Karakter Perdesinin Kaldırılması İçin Çare:
Merasim (Âdet, Gelenek) Perdesinin Kaldırılması:
Giriş: İyilik Ve Kötülüğün Hakikati
İyilik Yollarının Yayılma Sebepleri:
Tevhîd, Her Türlü İyiliğin Esasıdır:
İbadet Saygı Halinin En Son Şeklidir:
Secde Hali, Saygı Şekillerinin En Yücesidir:
İnsan, Kendi Haline Kaldığı Zaman, Takdire Hakkı Olanı Anlar:
Gaybî Şeylerin Bilinmesi, İnsanı İki Derece Üzere Kılar:
Gaybî Şeylerin Bilinmesi, Azamet, Şeref Ve Kuvveti İki Derece Üzere Kılar:
Şer’î Nassların, Olmayacak Şeylere Yorulması:
Her Peygamberin, Mutlaka Şirkin Hakikatini Açıklaması Gerekir:
Şirk Koşma Hastaları Sınıf Sınıftır:
Teşrîde Esas, Aslın Yerine Mahallin (Mazinne) İkâme Edilmesidir:
İslâm Şeriatında Şirke Mahal Sayılan Davranışlar:
“Helâl Kılma” Ya da “Haram Kılma” İfadesinin Rasûlullah’a (s.a.) Nisbeti;
4) Allah Teâlâ’nın Sıfatlarına İman
En Büyük İyiliklerden (Birr) Biri Allah Teâlâ’nın Sıfatlarına İnanmaktır:
Allah Teâlâ’yı Kullara Tanıtma Yolları:
Rasûlullah’tan (s.a.), Sıfatların Tevil Edilmesinin Gerekliliğine Dair Herhangi Bir Rivayet Yoktur:
Sıfatların, Cenâb-ı Allah’a Lâyık Biçimde Tefsiri:
Allah’ın Sıfatları Hakkında Söylenecek Hak Söz:
Sıfatlardan Kullanılmaları Caiz Olup Olmayanlar:
Sıfatlar Hakkında En Doğru Ve En Uygun Yorum:
En Büyük İyiliklerden Biri Kadere İmandır:
Allah Teâlâ’nın Ezelî İlmi, Olacak Her Şeyi Kuşatmıştır:
Kader, Sebeplerin Müsebbeblerini Doğurmasını Engellemez:
6) İbadetin, Allah’ın Kulları Üzerinde Hakkı Olduğuna İnanmak
İman, Allah Teâlâ’nın Kullar Üzerindeki Bir Hakkıdır:
Ceberut Âleminde Öyle Bir Makam Vardır ki, İrade Ve Kasıt Oradan Çıkar:
İhtiyar, İllete Bağlıdır; İlletin Bulunması Halinde O da Bulunur:
Şer’an Müsellem Bulunan Makamlar:
İnsan Ruhunda Nurânî Bir Letafet Vardır; Bu, Yapı İtibariyle Allah’a Meyleder:
İnsan, Süfli Bir Meşgale İçerisinde Olduğu Zaman Uyuşturucu Kullanmış Gibi Olur:
İnsan Öldüğünde, Eğer Allah’a Yönelmiş Halde Değilse, O Bahtsızın Biri (Şaki) dir:
7) Allah Teâlâ’ya Ait Nişanelere (Şeâir) Saygı Göstermek
İlâhî Şeriatlar, Allah’ın Nişanelerine Saygı Esasına Dayanır:
Tabiî Yapı Zulmetinden, Hazîre-i Kuds Aydınlığına:
Hades (Manevî Kirlilik Hali), Nefsi Daraltır; Temizlik İse Genişletir:
Temizlik (Taharet) İki Çeşittir:
Temizlik, İnsanın Kemal Haline Ulaşabilmesi İçin Geçmesi Gereken Bir Kapıdır:
Temizlik Sayesinde, Nefiste Melekî Bir Nur Yerleşir:
İnsan, Hazîre-i Kuds’a Çıkabilir:
Namazın Esasını Üç Şey Teşkil Eder:
Namaz, Allah Teâlâ’ya Yaklaştıran Amellerin Anasıdır:
Namaz, Allah Teâlâ’nın Azameti Hakkında Bir Tefekkürdür:
Yoksul İnsanların, Allah’a Niyazda Bulunmaları, İlâhî Cömertlik Kapısını Çalar:
Bazen, Gerekli Yere İnfakın Ulaştırılması Allah’ın Rahmeti Sebebiyle Olur:
Allah Yolunda İnfakta Bulunmak En Faydalı Şeydir;
Mü’min, Malını Harcamakla Kendisini Helakten Kurtarır:
Sadaka, Bereketi Artırır Ve Allah Teâlâ’nın Gazabını Söndürür:
Açlık Ve Susuzluk, Şehveti Kırar; Hayvanı Gücü Melekî Gücün Emrine Sokar:
Tabiî Yapının Akla Boyun Eğmesi, Bir Kemal Halidir:
Oruç, Hayvani Gücün Zayıflaması Oranında Hatalara Keffâret Olur:
İnsan, Nefsine Hakim Olduğunda, Tenzih Yoluyla Zât-ı Bârvye Ulaşır:
Haccedilmeye En Lâyık Olan Yer; Allah’ın Evi (Ka’be)dir:
Hac, İhlâslı Kulları Münafıklardan Ayıran Bir Göstergedir:
13) Diğer İyilik Türleri Ve Sırları
- Zikir:
- Dua İbadetin Özüdür;
- Kur’ân, Kalbin Cilasıdır:
- Sıla-ı Rahim Ve Komşu Haklarına Riayet, İlâhî Rahmetin İnmesi İçin Bir Kapıdır:
- Cihâd: Kişinin, Kendi Muradını Allah’ın Muradı İçerisinde Yok Etmesi:
- Emir Ve Yasakların Sirayeti:
- Mü’minin Dünya Hayatında Çektiği Zahmetler:
- Birinci Derece: Kemâl Yolunu Tıkayan Günahlar:
- İkinci Derece: Kemâl Haline Ulaştıracak Önlemlere Karşı Direnme:
- Kurtuluşa Ulaştırıcı Şeyleri Terketmek, Laneti Gerektirici Şeyleri İşlemek:
- Dördüncü Derece: Şeriatlara Başkaldırma:
- Beşinci Mertebe: Şâri’ Teâlâ’nın Hakkında Nass İndirmediği Şeyi İşlemek:
Büyük Günah (Kebire), Kabirde Ve Mahşerde Azabı Gerektiren Bir Suçtur:
Küçük Günah (Sağîre), Büyük Günaha (Kebire) Nisbetle Daha Aşağı Derecede Olan Suçlardır:
Bir Fiilin Büyük Günah (Kebire) Olduğu Nasıl Bilinir?:
Büyük Günah İşleyen Kimsenin Tevbe Etmeden Ölmesi:
16) Kişiyle Nefsi Arasında Olan Günahlar
Melekî Güç, Hayvanî Güç Tarafından Kuşatılır:
Dehrî Öldüğü Zaman Perde Şeffaflaşır Ve Melekî Yön Ortaya Çıkar:
Allah Teâlâ’nın Emrettiği Şeyleri Terketmenin Sonucu:
17) İnsanlar Arası İlişkilerde Ortaya Çıkan Günahlar
Canlılar Çeşitli Mertebelere Ayrılır:
Canlılar Arasında İnsanın Özel Yeri:
Bazı İnsanlar, Sapık Şehvetlerinin Esiri Olmuşlardır:
Bazı İnsanların Şehvetleri, Akıllarına Galebe Çalmıştır:
6- ŞER’Î SİYASET VE PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYAÇ
1) Yol Göstericilere Ve Milletlerin İşlerini Düzene Koyacak Önderlere İhtiyaç
İnsanlar, Hatadan Masum Önderlere Muhtaçtırlar:
Ümmetler, Her Yönden Diğer İnsanlardan, Üstün Bulunan Önderlere Muhtaçtırlar:
Ümmete Önderlik Edecek Kimsenin, Hatadan Korunmuşluğu, Herkesçe Belli Olmalıdır:
Hak Ve Hakikat Bilgisine Sahip Önder Zatın Cibillî Bir Melekeye Sahip Olması Gerekmektedir:
2) Peygamberliğin (Nübüvvet) Hakikati Ve Özellikleri
Hak Ve Hakikat Bilgisine Mazhar Olanlar Tabaka Tabakadır:
Hak Ve Hakikat Bilgisine Mazhar Olanlar:
Peygamberlerin Gönderilmesini Gerekli Kılan İlâhî Hikmetler:
Peygamberlere Tabi Olmak Bir Mecburiyettir:
Peygamberler Niçin Gönderilir?
Peygamberlerin Hatadan Korunmuşlukları (İsmet):
Peygamberlerin Bazı Özellikleri:
Peygamberler, İnsanlara Seviyelerine Göre Konuşurlar:
Peygamberler, Nefis Terbiyesiyle Uğraşmışıardır;
3) Dinin Esası Birdir, Şeriatlar Ve Yöntemler İse Farklıdır
İhtilâf, Şeriatlarda Ve Takip Edilen Yollardadır:
Peygamberler, Temel İyiliklerde De Görüş Birliği Etmişlerdir:
İhtilâf, Bu Esasların Suret Ve Şekillerindedir:
Şeriatlar, Genel Esasları Açıklarlar, Çerçeve Boşluğuna Yer Vermezler:
Bazen Günahlar, Gerçekten Günah Olmayan Şeylerle Karıştırılabilir
Teşrî Siyaseti: Teşri Esnasında İzlenen Tavır:
Şeriatlar, Bir Hikmete Dayanır:
4) Belli Bir Asra/Kavme Mahsus Olan Şeriatların İndirilmesinin Hikmeti
Bir Şeriatın Belli Bir Asra Ve Belli Bir Kavme Mahsus Olarak İnmesi:
İsrail Oğullarına Deve Etinin Haram Kılınmasının Sebebi:
Konuya Dayanak Olan Bazı Hadisler:
Peygamberlerin Şeriatları, Çeşitli Sebepler Ve Maslahatlardan Dolayı Farklı Farklı Olmuştur;
Şeriatların, Farklı Şekillerde Gelmesinin Sebepleri:
Allah’ın Kulları Üzerindeki Hakkı, O’na Saygı Duymalarıdır:
Adet Ve Telakkilerin Pek Çoğunda Arap-Acem Bütün İnsanlar Müttefiktirler:
Yeni Peygamber, Sadece Tahrife Uğramış Kısımları Değiştirir:
Şeriatların, Arızî Ve Geçici Sebepler Yüzünden Farklı Olması:
Peygamberin Duası, Hükmün İnmesine Sebeptir:
5) Şeriatlara (Menâhic) Uyma Sebebiyle Sorgulanmanın Sebepleri
Şeriatların Getirdiği Davranış Kalıplarına Uymakta Sevap Ya da Azap Var mıdır?
Sevap Ve Azabın Terettübü Konusunda Farklı Görüşler Vardır:
Allah Teâlâ, Mele-i A’lâ’ya Mazinnelerin, Esaslar Yerine Kaim Olduğunu İlham Eder:
Allah Teâlâ, Peygamber Gönderdiği Zaman, Onu Ruhu’l-Kuds İle Teyit Eder:
Mele-i A’lâ, Emrettiği Ve Yasakladığı Hususlarda Peygamberi Destekler:
Allah Teâlâ’nın Kulların Fiillerinden Razı Olması Ya Da Gazaplanması Hükümdür:
Hükmün Etrafında Dönüp Dolaştığı Cami Nokta:
Rıza Ve Gazap Halinin Fiillere Taalluk Etmesi Mutlaka Bir Sebebe Mebnîdir:
Hükmün İlletinin, Çoğunluk Tarafından Bilinebilen Bir Özellik Olması Gerekir:
Ancak Temayüz Eden Özellik İllet Olabilir:
7) Farzların, Rükünlerin Ve Âdabın Belirlenmesini Gerektiren Maslahatlar
Herkesi Yükümlü Tuttuğu Kısım Çeşitli Türlere Ayrılır:
Bir Şeyin Rükün Kılınması, Bir Sebebe Dayanır:
Belirli Bir Şekle Uyma Şartı, Pek Çok Yerde Faydalı Olmaktadır:
Bir Taatin Farz Kılınması Esnasında Dikkate Alınan Hususlar:
Farz Yükümlülüklerin En Üst Ve En Alt Sınırı:
İnsan Bir Huy Edinmek İstediğinde Şu Hususlara Dikkat Etmelidir:
Bazı Amellerin Şeytana Nisbet Edilmesinin Hikmeti:
Zevk-i Selîm Sahiplerinin Mizacı:
Allah Teâlâ, Peygamberine, Şeytanların Tıyneti Gereği Olan Fiilleri Göstermiştir:
Bir Şeyin Farz-ı Kifâye Kılınmasının Sebepleri:
Tâatlerin Kabulü İçin Çok Uygun Vakitler Vardır:
Bazı Vakitler Senede Ancak Bir Defa Gelir:
Bazı Vakitler Vardır ki, Haftada Bir Gelir:
Bazı Vakitler İse Her Gün Tekrarlanır:
Allah Teâlâ’ya, Zihnî Meşgalelerden Uzak Olunacak Bir Anda Yönelmek Gereği:
Belirli Bir Süre Sonra Nefsin Ahdini Yenilemesi:
İki Vakit Arasındaki Müddet, Gündüzün Dörtte Biri Kadardır:
Taatlerin Eda Vakitleri, Allah Teâlâ’nın Nimetlerini Hatırlatan Bir Vakit Olmalıdır:
9) Şer’ i Yükümlülüklerde Getirilen Sayılar, Miktarlar Ve Bunların Hikmetleri
Tek, Çeşitli Mertebeler Üzere Bulunur:
Sayılarla Terğîb Ve Terhîbde Bulunmanın Sırrı:
Cemaatle Namaz Kılmanın Faydaları, Üç Kısımda Toplanır:
Bazen Sayı Ya da Miktar, Bir Şeyin Büyüklüğünü Belirtmek İçin Verilir:
Ölçü Getirilmesi Durumunda, Bilinen Birimler Kullanılır:
Zekât Konusunda Esas Alınan Oranlar:
Hikmet Bilinmese Bile Hükümle Amel Etmek Gerekir:
Emredilen Şeyin Yapılmasına Bir Engelin Bulunması Halinde, Onun Yerini Başka Bir Şey Doldurur:
Amelin Vaktinin Geçmesi Halinde “Kaza”sı Gerekir:
- Birinci Esas: Rükün Ve Şart Dediğimiz Şeylerde İki Unsur Bulunur:
- Bedel Kılınan Şey, Aslı Hatırlatıcı Mahiyette Olmalıdır:
- Her Zorluk, Ruhsat Sebebi Değildir:
Kasıtsız İşlenilen Her Fiilin Sahibi Mazurdur:
11) İhtiyaçların Karşılanması, Mevcut Töre, Kurum Ve Kuruluşların Islahı
Peygamberlerin Gönderilişinde Esas Maksat, İbadet Yollarını Öğretmektir:
Peygamberler, Güzel Gördükleri Şeyleri Korumuşlardır:
Acem Ve Rum (Bizans) Hükümdarları Kendilerini Dünyaya Kaptırmışlar Ve Âhireti Unutmuşlardır:
Allah, Peygamber Olarak Hz. Muhammed’i Göndermiş Ve Onu Hak Ve Hakikatin Ölçütü Kılmıştır:
Cahiliye Döneminde Sosyal Yapı Ve Rasûlullah’ın (s.a.), Onların Kötü Hallerini Düzeltmesi:
12) Birbiriyle Bağlantılı Olan Hükümler
Allah Teâlâ, Peygamberini İnsanlara Hak Ve Hakikati Açıklaması İçin Göndermiştir:
Bütün Canlı Türlerinin Korunması Esastır:
Allah Teâlâ, İnsanların İşlerini Yoluna Koymak Üzere Onlara Takip Edecekleri Şeriatlar Koymuştur:
- Maslahatı Gerçekleştirici Kıyaslar Yapma:
- Ayetin Sevk Sebebini Anlama Ve Bu Doğrultuda Hükümde Bulunma:
- Sorumluluk Karşılığında Yetkinin De Bulunması:
- Emir Ve Yasakların Karşıtlarıyla Dengelenmesi:
- Emir Ve Yasakların Sirayeti:
- İtaatkârların Övülmesi, İsyankârların Yerilmesi:
- Bir Şeyin Emredilmesi Ya da Yasaklanması Halinde, O Şeye Yönelik Azmin Bulundurulması da İstenilir:
- Mefsedete Yol Açabilecek Şeylerin Mekruh Sayılması:
13) Müphemi Belirlemek, Müşkül Açıklamak, Külli Esaslardan Hüküm Çıkarmak
Bir Başkasının Malını Almanın Yolları:
Rasûlullahhn (s.a.) Hırsızlık Eylemini Belirlemesi:
Maddî Refahın (Sefahat) Mefsedetliği Ve Munzabıt Olmayışı:
Şeriat, Lüks Yaşantıya Karşı Uyarmıştır:
Bazı Alış Veriş Türlerinin Haram Kılınması:
Bazı Muamelelerin Birbirine Benzerliği:
Allah Teâlâ, Nikâhı Teşvik Etmiştir:
Bazen Fiil, Başka Bir Fiilin Mukaddimeleriyle Karışabilir:
Rasûlullah’ın (s.a.) Kendisine Has Olmak Üzere Bir Hüküm Belirlemesi:
15) Terğîb Ve Terhîb (Müjdeleme Ve Korkutma)
Terğîb Ve Terhîble İlgili Genel Kurallar Vardır:
En Üst Kemâl Halinden, En Aşağı Mertebeye, Kadar Olan İnsanların Mertebeleri;
17) Dinleri Nesheden Yeni Bir Dine İhtiyaç
Her Kavim, Bir Sünnet Ve Şeriata Sahiptir:
Zulüm Ve Bidatların Ortaya Çıkması:
İhtiyaç Duyulan Bu Önderin, Islahatçı Ve Mücahid Olması Gerekmekteydi:
Tâbilerin Çoğalması Zaman Alır:
Teşrvde, İlk Muhatap Olan Kavmin Dikkate Alındığı Gibi, Gelecek Milletlerin de Dikkate Alınması:
İslâm Şeriatının Yayılması İçin En Uygun Yerin Seçimi:
Rasûlullah (s.a.), Dini Araplara Öğretmiş Ve Hilafet Görevini Onlara Vermiştir:
İslâm Dininin, Diğer Dinlere Üstün Kılınması:
İslâm Dininin, Diğer Dinlere Üstünlüğünün Sebepleri:
Şer’î Hükümlerde Şekil Ve Ruh Bütünlüğünün Aranması:
18) Dinin Tahriften Korunmasının Sağlama Alınması
19) İslâm Dininin, Yahudi Ve Hıristiyanlıktan Farklı Oluşunun Sebepleri
İlâhî Dinler, Hak Ve Doğru Olarak Başlar, Sonradan Tadile Uğrar:
Allah Teâlâ, Düzeltici Peygamberler Gönderir:
Yahudi Şeriatını Hahamlar Tahrif Etmişlerdir:
Hz. Muhammed (s.a.), İlk Etapta İsmailoğullarına (Araplara) Gönderilmiştir:
Peygamberimizin Fetret Devrinde Gönderilmesi:
Nesh Öncelikle, İrtifaklarda Ve Faallerde Olur:
Ganimetlerin, Hz. Muhammed’e (s.a) Ve Ümmetine Helâl Kılınmasının Hikmeti:
Müslümanların Güçlenmesinden Sonra Kâfirlerle Savaşmalarına İzin Verilmesi:
21) Cahiliye Dönemi Ve Rasûlullah’in (s.a.) Islahatı
Hz. Muhammed (s.a.), Hanîf İsmailî Şeriatla Gönderilmiştir:
İsmailoğulları, Ataları Hz. İsmail’in Şeriatını Tevarüs Edegelmişlerdir:
Hz. Muhammed (s.a), Îsmailoğullarını Islâh İçin Gönderilmiştir:
Cahiliye Dönemi İnsanları, Peygamber Göndermenin Caizliğini Kabul Ediyorlardı:
Cahiliye Döneminde Fâsıklar Ve Zındıklar da Vardı:
Cahiliye Döneminde Mevcut Bulunan Esaslar:
Cahiliye Dönemi İnsanlarının, Melekler Hakkındaki Yanlış İnançları:
Cahiliye Şiirlerinde Melekût Âlemi:
Cahiliye Döneminde, Hamele-i Arş’ın Dört Olduğuna İnanılırdı:
Cahiliye Döneminde Hanif Dininin İzleri:
Hz, İsmail’in Şeriatını Bozan İlk Kişi, Amr b. Luhhayy’dır:
Hz. Muhammed (s.a.), Bozulmamış Hükümleri Olduğu Gibi Bıraktı:
Rasulullah’ın (s.a.) Devlet Başkanlığı Görevi:
7- ŞER’Î HÜKÜMLERİN HZ. PEYGAMBERİ’İN (S.A.) SÜNNETİNDEN ÇIKARILMASI
1) Rasûlullakın (s.a.) İlminin Kısımları
Rasûlullah’ın (s.a.) İçtihadı:
Miktar Belirleyen Hükümlerde Kıyas:
Sahabenin, Belirlemeye Gittikleri İntibaını Veren Durumlar:
Îcâb Ve Tahrîm (Vacip Ya da Haram Kılma), Bir Tür Belirlemedir:
3) Ümmetin, Rasûlullah’tan (s.a.) Şeriatı Alış Şekli
Mütevatir de İki Kısma Ayrılır:
İbn Mes’ûd Ve İbn Abbâs’ın Hükümleri:
İstidlal Yolunun Diğer Temsilcileri:
Delâletin Alınması (İstinbat) Yolunun Mahzurları:
Fakîhin Her İki Dalda da Mahir Olması Gerekir:
4) Hadis Kitapları Ve Dereceleri
Şer’î Hükümlerin Bilinmesi İçin Hadis Bilgisi Zorunludur:
Sahih Ve Meşhur Hadislerin Dereceleri:
Sıhhat Ve Şöhret Vasıflarını Bir Arada Bulunduran Hadis Kitapları Birinci Tabakayı Teşkil Eder:
Birinci Tabakadan Olan Hadis Kitapları:
5) Sözden Muradın Ne Olduğunu Anlama Şekli
- Sözün En Açık Olanı, Amacı Ortaya Koymak İçin Söylenmiş Olan Ve Başka Bir İhtimal İçermeyen Sözlerdir:
- En Açık Sözü, Bu Üç Şarttan Birisini Bulundurmayan Sözler Takip Eder.
- Bu İki Mertebeyi, Sözün, Lâfzı Olmayan Delâleti Takip Eder.
4, Geçen Üç Mertebeyi, Sözün Genel İçeriğinden Çıkarılan Manalar Takip Eder.
6) Kitap Ve Sünnetten Şer’i Manaları Anlama Şekli
Rıza Ve Gazap Haline Delâlet Eden İfade Ve Durumlar:
Rıza Ve Gazap Hallerinin Derecelendirilmesi:
İllet, Şart Ve Rüknün Anlaşılması:
Hükümlere Esas Teşkil Eden Şer’î Maksatların Anlaşılması:
7) Farklı Hadislerle Hükmetme Ve Tearuz
Çelişki Olmadıkça, Her Hadisle Amel Edilir;
Fetva Ve Kaza Tasarrufuna Yönelik Farklı Hadislerin Değerlendirilmesi:
Farklı Hadisler Arasında Telif İmkânının Bulunmaması (Tearuz):
Hadisler Arasında, Tarîkler Sebebiyle Meydana Gelen Farklılıklar:
Mürsel, Karîne İle Güç Kazanır:
Sikanın Rivayetinde Fazlalık Bulunması:
1) Sahabe Ve Tabiîn İhtilaflarının Sebepleri:
Rasûlullah (s.a.) Döneminde Fıkıh:
Ashâby Rasûlullah’ın (s.a.) Tasarruflarına Tanık Olmuşlardı:
Hz. Ebû Bekir Ve Hz. Ömer, Bilmedikleri Konu Hakkında Hadis Olup Olmadığını Sorarlardı:
Sahabe, Rasûlullah’tan Kendi Görüp İşittiklerini Nakletmişlerdir:
Sahabe İhtilâflarının Sebepleri:
Tabiîn Devri İhtilâflarının Sebepleri:
2) Fukahâ Mezhepleri Arasındaki İhtilâfların Sebepleri:
Ebû Hanîfe’nin Meşhur Öğrencileri:
Hanefi İmamları Arasındaki İhtilâfların Sebepleri:
3) Hadis Ve Re’y Ekolleri Arasındaki Fark:
Re’y Hakkında Selefin Sözleri:
Re’yle Fetva Vermenin Kötülüğü:
Hadis Ehlinin Takip Ettiği Metot:
Hz. Ebû Bekir’in Olayları Çözüme Bağlama Yöntemi:
Hz. Ömer’in Kadı Şurayh’a Mektubu;
Abdullah b. Mes’ûd’un Kadılara Öğüdü:
Hadislerle Kişisel Görüşleri Eş Tutmak:
Hadis Ehlinin Önemli Simaları:
Tetkik Ve Tasnif Döneminin Önemli Simaları:
- Ebû Abdillah El-Buhârî:
- Müslim En-Nîsâbûrî:
- Ebû Dâvûd Es-Sicistânî:
- Ebû İsâ Tirmizî:
- B) Re’y Ehli Ve Özellikleri:
Ehl-i Re’yin Hadise Az Yer Vermesinin Sebebi:
4) Hicrî Dördüncü Asır Öncesi Ve Sonrası İnsanların Durumu:
İnsanlar, Sırf Taklit Üzerinde İctnâ Etmiş Değillerdi:
Hicrî Dördüncü Asır Sonrası Durum:
Fasıl; Yanlış Anlaşılan Bazı Konular;
Ibn Hazm Ve Taklidin Haranı Olduğu Hakkındaki Görüşü:
İhtilâf Anında Cüzümü Kitap Ve Sünnetin Dışında Aramak Haramdır:
2) Tahrîc İle Hadisin Araştırılması İşleminin Bir Arada Yürütülmesi:
Hadisçi, En Ufak Şüpheden Dolayı Hadisi Reddetmemelidir:
Ehl-i Tahrîcden Olanlar, İmamlarının Sözünden Anlaşılmayacak Sonuçlar Çıkarmamalıdır:
3) İctihâd: Şer’î Hükümlerin Elde Edilmesi İçin Kitap Ve Sünnetin Araştırılması:
Bu İkincisi, Ashâb-ı Tahrîcin Takip Ettiği Yoldur. Bu İki Yolun Ortası Şöyle Olur:
Ulemânın Görüşleri Bilinmeden Fetva Vermek Doğru Olmaz:
Sahabe, Hepsi de Hidayet Üzere Olmakla Birlikte, Farklı Görüşlere Sahipti:
Hilaf Konuları Müctehid İmamlardan Sonra Kuvvet Kazanmıştır:
Sahabenin, Şer’î Hükümler Hakkındaki İhtilâfı Çoktur:
İmamların İhtilâfı Kör Taassup Değildi:
İmamların Müsamahasına Örnekler:
Fakihin, Kendi Görüşünden Farklı Kadı Hükmüne Uyması:
5) İmamlara Nisbet Edilen Görüşlerin Çoğu, Tahrîc Yoluyla Onlara Nisbet Edilmiştir:
6) Mezhepler Arasındaki Hilafın Çoğu Tahrîc Yoluyla Ortaya Konulmuştur;
Tahrîc Yoluyla Ortaya Konulmuş Esaslara Dair Örnekler:
7) Fıkhı Yaklaşımları Sadece Ehl-i Re’y Ve Ehl-i Zahire İndirgemek Hatalıdır:
2- HADİSLERDE GÖZETİLEN ÖZEL MAKSATLAR
İ. Dünyevî Hükümlere Esas Teşkil Eden İman:
İİ. Ahiret Hükümlerine Esas Teşkil Eden İman:
İ. Temel Mahiyetinde Olanlar (Erkân):
İman Kalp İle Tasdik, Dil İle İkrardır;
İbadet Olarak Namaz, Oruç, Zekât Ve Haccın Seçilişi:
Kelime-i Şehâdet, İmanın Belirtisidir:
Vesvesenin Etkisi, Kişiden Kişiye Göre Değişir:
Meleklerin Ve Şeytanların Telkinde Bulunması:
Adem (s.a.) Ve Mûsâ (s.a.) Peygamberlerin Tartışması:
Mahlukâtın Fıtrî Özellikleri Ve Kader:
Allah, Maslahata En Uygun Olanı Yaratır:
Kulların Fiilleri İhtiyarîdir:
Allah Teâlâ, Mahlukâtı Yaratmadan Önce Takdir Etmişti:
Allah, Mahlukâtın Ölçüsünü, Gökleri Ve Yeri Yaratmadan Önce Takdir Buyurmuştur:
Allah Teâlâ, Takdire “Yazma” Demiştir:
İnsanoğlu, Aslî İstidadı Üzere Sorgulanır:
Allah, Bazı Melekleri Çocuğun Haline Muttali Kılar:
Her Sınıf Nefsin Bir Kemâl, Bir de Noksan Hali Vardır:
2) Kitap Ve Sünnete Tabi Olma: Dini Önemsememenin En Büyük Sebebi, Sünnetin Terkedilmesidir:
Dine, Başka Şeylerin Sokulması:
Rasûlullah’a (s.a.) Uymamak Helaki Gerektirir:
Ümmet İçerisinde İlmi İle Âmil Âlimlerin Bulunması Gereği:
Rasûlullah’a (s.a.) Yalan İsnadı:
Ehl-i Kitaptan Rivayette Bulunmak:
Dinî İlimlerin, Dünyalık İçin Öğrenilmesi Haramdır.
İlimde Taşkınlık (Mugalata, Elğâz) Yasaklanmıştır:
Keyfi Kur’ân Yorumunun Haramlığı:
Her Âyetin Bir Zahiri, Birde Bâtını Vardır:
Şüpheli Şeylerin Hükmü Ve İhtiyat Prensibi:
Kur’ân, Beş Vecih Üzere İnmiştir:
3 ) Temizlik (Taharet) Konuları:
Abdesti Ve Guslü Gerektiren Şeyler:
İ. İttifakla Tahareti Gerekli Kılan Haller;
İİ. Tahareti Gerektirdiği Konusunda Selefin İhtilâfı Bulunan Haller:
İİİ. Uygulamada Yer Almayan, Fakat Hadislerde Abdest Bozucu Olarak Geçen Haller:
Gusül İle Birlikte Abdestin Sebebi:
Hayızlının Yapması Gereken Şeyler:
Taharette Kullanılacak Su Miktarı:
Cünüplük Vücudun Her Yerine Sirayet Eder:
İhtilam Sonucunda Yaşlık Görülmesi Guslü Gerektirir:
İstihâze (Özür) Kanının Hükmü:
Cünüp Ve Abdestsiz İçin Mubah Olan Ve Olmayan Şeyler:
Teyemmümün Sebebi, Güçlüğün GideriImesidir:
Cünüplükten Dolayı Teyemmüm Almak:
Fıtrat Özellikleri Ve İlgili Konular: On Özellik Fıtrattandır:
Mazmaza, İstinşak Ve Misvak Kullanma:
Rasûlullah (s.a.) Dört Şeyden Dolayı Yıkanırdı:
İki Külle, Az İle Çok Arasını Ayıran Sınırdır:
Topraktaki Sidiğin Temizlenmesi:
Namaz İbadetler İçerisinde En Büyüğüdür:
Çocuklara Namaz Kılmalarının Emredilmesi:
Namaz, İslâm’ın En Büyük Şiarıdır:
Namazlar İçin Belirli Vakitler Olmasının Gerekliliği:
Ruhâniyetin Yayıldığı Saatler:
İki Namaz Arasının Fazlaca Açılması Caiz Değildir:
Namaz Kılmaya En Uygun Vakit, Nefsin Meşgalelerden Uzak Olduğu Anlardır:
Mescidler Allah’ın Nişanelerindendir:
Mescide Gitme Niyeti İnsanın Derecesini Yükseltir:
Mescid-i Haram Ve Medine Mescidinin Üstünlüğü:
Ziyaret İçin Yola Çıkılacak Mescitler:
Mescide Hayızlı Kadın Ve Cünüp Giremez;
Soğan Ve Sarımsak Yiyenlerin Mescide Yaklaşmaması:
Mescide Girip Çıkarken Dua Etmek:
Namaz Kılınması Yasaklanan Yerler:
Şâri’ Teâlâ, Örtünmeye İki Sınır Getirmiştir:
Bazı Elbise Türlerini Giyinmenin Mekruh Olma Sebebi:
Rasûlullah (s.a.) İlk Başta Beyt-i Makdis’i Kıble Edinmişti:
HUCCETULLAHİ’L- BALİĞA
İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN İLKELERİ
Şah Veliyyullah Dihlevî, 1704 yılında Hindistan’ın Muzafferneger şehrinde doğdu. Soyu baba tarafından Hz. Ömer’e, anne tarafından İmam Musa Kâzım’a dayanmaktadır. Hindistan’ın ilim ve tasavvuf çevrelerinde etkin bir konuma sahip bir ailenin mensubu olan Dihlevî, babası gözetiminde aldığı eğitimden sonra, daha 17 yaşında, babasının vefatı üzerine er-Rahîmiyye medresesinde müderris olmuş; otuz yaşlarında gerçekleşen uzun hac ziyareti hariç, Delhi’deki bu tedris ve irşad faaliyetini yürütmüştür. Hindistan’da İmam-ı Rabbânî ile başlayan “tecdid” hareketinin en önemli ikinci halkası olan müellif, 1762’de vefat etmiştir. Arapça ve Farsça olarak yüze yakın eseri bulunan müellifin en önemli eseri olarak zikredilen elinizdeki eserinden başka, Fethu’r-Rahmân, el-Fevzu’l-kebir ve et-tefhîmâtu’1-ilâhiyye adlı eserleri özellikle zikredilebilir.
Dihlevî Ve Hüccetullah El-Bâliğa
Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz’in yaşayan mucizelerinden biri de onun ümmeti içinde yetişen, bilgi, fazilet ve insanlara müsbet tesirleri ile elde ettikleri yüce seviyeler sayesinde yıldızlaşan âlimler ve mürşitlerdir. Bunlar içinden belli vasıflar taşıyan bir kısmına “müceddid” denilmiştir. Sevgili Peygamberimiz “Her yüz yılda bir, ümmetin dinini yenilemek (tecdîd) üzere birinin geleceğini” müjdelemiş, gerçekleşen de buyurdukları gibi olmuştur. Müceddid kelimesinin lügat mânâsı yenileyendir. Bu âlim ve mürşid kişilerin yaptığı yenileme iki yönde olmaktadır:
- Dinde olmadığı, ona sonradan yamandığı halde ümmetin benimsediği, uygulayageldiği, böylece dinin hedeflerinden uzaklaşmaya sebep olan ekleri (hurafeleri, bid’atleri, uydurma haberleri…) teşhis ederek ayıklamak ve İslâm’ı aslî saflık ve sadeliğinde ortaya koymak.
- Dinin örfe, âdete, zarurete, sosyal şartlara ve faydaya dayalı olup ictihadla ortaya konmuş bulunan hükümlerini, dayanakları değiştiği için değiştirmek, dinin çağa ve sosyo-kültürel gelişmeye ayak uydurarak vazifesini yerine getirebilmesini sağlamak. Bu tecdid yapılmadığı takdirde din, sosyal hayattan çıkacak, insanların bütün davranışlarında Allah’a nasıl kulluk edeceklerini öğreten bir kaynak olmaktan uzaklaşacak, etki alanı “ferdî, vicdanî, sembolik” olarak değişecek ve insanlar beşerî sistem ve çözümlere yöneleceklerdir. Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî işte bu müceddidlerden biridir; onun bu özelliğinde kültür ve medeniyet tarihçileri ittifak etmişlerdir.
Dihlevî’nin her biri kendi alanında özgün birçok eseri vardır; bunlar içinde üçü, şaheserler listesine girmeye layıktır:
- Siyaset ve esas teşkilât bilimi ile ilgili olan “İzâletu’1-hafâ an hilâfeti’l-hulefâ,”
- Tasavvuf ve irşad alanında “et-Tefhîmâtu’1-ilâhiyye,”
- İslâm’ın felsefesini yapan “Hüccetullâhi’l-bâliğa”. Bu sonuncu eser, ilimler tasnifinde “İslâm Felsefesi” dalına ait değildir; çünkü bu dala ait kitaplar, İslâm öncesine ait felsefeler ile İslâm’ı uzlaştırmaya, daha doğrusu bu felsefelerin ortaya koyduğu düşünceleri ve (bilgileri gerçeğin bilgisi olarak kabul edip bunlara uymaz gözüken vahiy mahsûlünü (âyetleri ve hadîsleri) tevil ederek onlara uygun hale getirmeye, İslâm’ı kadîm felsefe diliyle açıklamaya yöneliktir. Dihlevî’nin Hüccetullâh’ı ise, İslâm’a has zahir ve bâtın bilgi kaynaklarından yola çıkarak bu dinin aklını, temel düşüncesini, kâinata külli bakışını yakalamaya ve parça bilgi ve hükümleri bu bakış açısından açıklamaya yöneliktir. İşte örneği oldukça az olan bu dala biz “İslâm’ın Felsefesi” demeyi tercih ediyoruz. Dihlevî bu eserinde önce sistemi ve ilkeleri ortaya koymuş, sonra da hemen her konuya ait seçilmiş hadîsler üzerinden yürüyerek bütüne bağlı, tutarlı, doyurucu, tatmin ve huzur verici açıklamalar yapmıştır. Hüccetullâhi’l-bâliğa daha önce de tercüme edilmek istenmiştir; ancak büyük âlim ve müfessir Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın ve merhum Hasan Basri Çantay’ın teşebbüsleri yarım kalmıştır. Daha sonraki tarihlerde yapılan tercüme denemelerinin eksik ve yetersiz olduğunu gördüğümüz, böyle bir şaheserden Türkçe okuyanların mahrum kalmalarına da gönlümüz razı olmadığı için biz de bu kitabı tercümeye niyet etmiş, bu niyetimizi, müellifin bir risalesini tercüme ve neşrederken açıklamıştık. Öncelikli çalışmalarımız ve meşguliyetimiz bu niyetimizi gerçekleştirmeye engel oldu. Doktora derslerinde İbn Âşûr’un “Mekasıdu’ş-şerî’a” isimli kitabı ile Hüccetullâh’tan da bölümler okutmuştuk. Bu derslere katılan değerli ilim yolcularından Vecdi Akyüz ile Mehmet Erdoğan birinci kitabı başarılı bir şekilde tercüme ettiler. Arkasından M. Erdoğan Şâtıbî’nin el-Muuafakat’ını Türkçe’ye çevirdi. Bu çalışmalar onu, Huccetullâh çevirisine hazırlamıştı, tavsiye ve ısrarımız üzerine bu büyük işi de başardı. Hem beni bir yükten kurtardığı, hem de Türkçe okuyanlara böyle bir hazine kazandırdığı için genç ilim adamı M. Erdoğan’a karşı minnet ve şükran borçluyum. Allah Teâlâ ruh ve beden sağlığı içinde kendisini daha nice faydalı eserler vermeye muvaffak kılsın. Külfeti nimetine denk ve bazen de galip olan bu gibi neşriyatı programına aldığı ve sürdürdüğü için İz Yayıncılık’ı da tebrik ediyor, sa’yinin meşkûr olmasını diliyorum.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman
Çevirenin Önsözü
Bismillâhirrahmânirrahîm!
Her şeyi yerli yerince yaratan, her şeyi lâyık olduğu yere koyan yüce hikmet sahibi Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd ve senalar olsun! O, ezelî ilmiyle yaratmış olduğu insanın kendi kendine yeterli olmadığını bildiği için, insanlık tarihine ışık tutucu, hedef belirleyici, yol gösterici ilâhî mesajlar indirmiştir. Eğer bu mesajlar olmasaydı, düze çıkamaz, sapıklık içinde kalırdık. Akıllarımız, eşyanın güzel/iyi ya da çirkin/kötü olduğunu kavrayabilirdi; ama bunun için elinde vuracağı kıstasların olması gerekirdi. Kıstasları, değer ölçülerini koyabilecek kemalden yoksun olan akıl, illâ ki vahyin irşadına muhtaçtır. Aksi takdirde bütün akılların ortak bir noktada birleşmesine imkân bulunmaz.
Peygamberler, insanlarla Müteâl Varlık arasında irtibatı sağlayan ve ilâhî mesajın zaman ve mekana göre yorumunu yapan ve onu tatbike koyarak insanlığın düze çıkmasına çalışan görevlilerdir. Peygamberler, insanlığı düze çıkarmak için, bir öncekinin getirdiklerini bir sonraki tamamlayacak şekilde bir süreç yaşamışlardır. Bu sürecin din olarak adı İslâm’dır. İslâm, ta ilk insan ve peygamber olan Hz. Âdem’den (s.a.) başlayarak, en son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.) kadar devam eden tevhid sürecidir. İnsanlık tarihi doğrultusunda ibtidâî kemâlden nihâî kemâle doğru bir seyir izlemiştir. Bu süreç içerisinde özde hiçbir değişiklik yoktur; değişiklikler sadece zaman ve mekan farkından kaynaklanan, ulusal ihtiyaçlara cevap vermeyi amaçlayan ayrıntılardadır.
Biz insanlar için, böylesine önemli tebliğ ve irşad görevini büyük fedakârlıklarla ifa eden ve bizlerin ilâhî vahiyle tanışmasında aracı olan tüm peygamberlere ve hususiyle bu altın zincirin zaman itibariyle sonuncusu durumunda olan, fakat getirdiği mesajla süreci kemale erdirmiş olması hasebiyle de “imame” mesabesinde olan Hz. Muhammed’e (s.a.) salât ve selâm ederiz.
Eskiden -İsrailoğulları örneğinde olduğu gibi- peygamberler gelir ve duyulan ihtiyaçları karşılarlarmış. Peki bizim ihtiyaçlarımız yok mu? Onları kim karşılayacak? Hazır vahiy dönemi sona erdiğine göre bizler ne yapacağız?
Cevap hiç de zor değildir. Elbette ki ihtiyaçları, “İsrailoğulları nebileri mesabesinde olan ulema” karşılayacaktır. Bu faaliyet, kemâle erdirilen islâm’ın ictihâd kurumu çalıştırılarak sürdürülecektir.
İslâm’ın hayatiyet şartı, olmazsa olmaz kabilinden olan rüknü ictihâd için iki temel şart vardır:
- Nassların lâfzından hüküm çıkarabilmek için gerekli olan her türlü ilme sahip olmak.
- Makâsıd-ı şerîa’yı, başka bir ifade ile hikmet-i teşri’ ilmini bilmek.
Ashap ve bu arada çok dirayetli olan Râşid Halifeler (r. anhum), birinci şarta selika olarak, ikincisine de bizzat olayların içinde olmaları, teşrî siyasetini yakından izlemeleri, şeriatın sahibi, yorumcusu ve tatbikçisi olan Hz. Peygamberle (s.a.) uzun birliktelikleri sonucu kazanılmış bir meleke olarak sahiptiler. Bunun sonucunda onlar, çok kısa bir zaman içerisinde, Rasûlullah (s.a.) döneminde henüz Arabistan dışına çıkmamış ve böylece başka kültür ve medeniyetlerle ciddî anlamda yüzyüze gelmemiş İslâm’ı, çok köklü kültür ve medeniyetlerle karşılaştırmışlar ve bu mücadelede İslâm’ı egemen kılmışlar, çok kısa zamanda onu bir “Arap Şeriatı” görünümünden çıkarıp “bütün insanlığın şeriatı” olabilecek evrenselliğe ulaştırmışlardır.
Daha uygun bir ifade ile İslâm’ın bilkuvve mevcut olan özelliklerini, tevsî’ kabiliyetini, özü muhafaza ederek fiiliyata dökebilmişler, bunda büyük bir başarı göstermişlerdir. Bu başarının sonucu olarak, farklı coğrafyada varlıklarını sürdürmekte olan farklı uluslar İslâmiyeti seçmişlerdir. Bu uluslar İslâm’ın potasında şekillendirilebilmiş ve zamanla bir İslâm coğrafyası meydana gelmiştir.
Bu ve takip eden dönemlerde İslâm’ın hayatiyet şartı olan ictihâd, bir kurum olarak her iki ayağı üzere oturtularak en geniş biçimde işletilmiş, bu sayede çok hızlı bir değişim yaşayan milletlerin tüm ihtiyaçları karşılanmış, İslâmî çözümler getirilmiştir. Bunun sonucu olarak da bütün zenginliği ile İslâm fıkhı oluşmuştur.
Zamanla, yeni yeni ortaya çıkan olaylara çözümün daha önceki ictihâdlardan aranması hem devlet düzeni ve istikrar için, hem de ulemanın kendilerini siyasîlerin nüfuzundan koruması için yeğlenir hale gelmiş ve ictihâd dönemi, artık yerini “tahrîc dönemi”ne devretmiştir. Bundan böyle insanlar, ictihâd için gerekli olan ikinci şartı pek dikkate almaz olmuşlar yahut başka bir ifade ile gerekli ilgiyi göstermemişlerdir. Uzunca olmasına rağmen durağan bir hayat tarzı hâkim olduğu için, karşılaşılan olaylara daha önceki ictihâdlardan hazır çözümler hep bulunabilmiş, zaman zaman da zorlamalarla durum idare edilmiştir.
İlk döneme benzer çok hızlı bir değişim sürecinin yeniden başlamış olmasıyla, ciddî anlamda ictihâd kurumuna tekrar ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyaca rağmen insanlar, aldıkları eğitimin dar kalıpları arasında kalmışlar ve görülen ihtiyacın nasıl karşılanacağı konusunda çaresizlik göstermişlerdir. Çoğu kez savunma duygusu ile kabuğuna çekilen ulema, zaman zaman ya da yer yer dünyada olup bitenlerden habersiz kalmış ve bir zamanlar dünyaya yön veren İslâm, artık giderek hayattan çekilmeye başlamış, birbiri ardı sıra çok önemli kurumlarını kaybetmiştir.
Ulema, İslâm’ı korumak kaygısıyla onu maalesef yeni bir şahlanışa kaldıramamıştır. Çünkü kendisi süvarilik yapmamış, hep terkide olmuş ya da arkadan yaya gelmiştir.
Geç de olsa durumun ciddiyetini kavrayan değerli âlimler, İslâm’ın hayatiyet şartı olan içtihada yeniden işlerlik kazandırmak gereğini duymuşlardır. İşte bu aşamada, ictihâd İçin gerekli olan şartlardan makâsıd-ı şerîa ilmi de giderek önem kazanmıştır. 790/1388 tarihinde vefat eden Şâtibî tarafından kaleme alman, buna rağmen İslâm dünyasında hemen hemen hiç tanınmayan el-Muvâfakât adlı şaheser, İslâm âleminde keşfedilmiş ve çok yaygın bir hal almıştır. Zira dört ciltten oluşan bu usûl eserinin ikinci cildi tamamen makâsıd-ı şerîa’ya ayrılmış bulunmaktadır. Çok değerli âlimler tarafından bu konuda çalışmalar yapılmıştır.
Bunlar içerisinde Muhammed et-Tâhir b. Âşûr’un, Makâsıdu’ş-şerîati’l’îslâmiyye’si, (Tunus 1978) en değerli olanıdır.
Elinizdeki Hüccetullâhi’l-balığa da, bu konuda yazılmış en önemli eserlerden biridir. Kanaatimizce müellifimiz, eserini yazarken el-Muvâfakât’ı görmemiştir. Biri İslâm âleminin en batısında, biri de en doğusunda olan bu iki insan, birbirlerinden habersiz olarak bu ihtiyacı derinden hissetmişler ve çok değerli iki eser vermişlerdir. İbn Âşûr’un, her iki eseri de görmüş olması bir şanstır ve o, bu şansını çok iyi kullanmıştır.
Allah’ın bu âciz kuluna lütfuna bakınız ki, bendeniz bu eserlerin üçünü de, kısmen değerli hocam Hayreddin Karaman’ın doktora derslerinde okuma, arkasından Ahkâmın Değişmesi adlı tezimde temel kaynak olarak kullanma ve en sonunda da yine hocamın arzusu doğrultusunda her üçünü de (İbn Asûr’unkini arkadaşım Vecdi Akyüz’le birlikte) dilimize çevirme mazhariyetine erdim.
Bir talebe için, hocasının bir arzusunu yerine getirebilmiş olmak ne büyük mutluluktur! Bu vesileyle bu imkânı bana bahşeden Rabbime ne kadar hamd etsem azdır! Muvaffakiyet ancak O’nun irade ve yardımıyladır.
Hüccetullahi’l-bâliğa, iki kısımdan oluşmaktadır; birinci kısımda genel nazariyeler, külli kaideler konulmuş, İslâm’ın genel bir felsefesi yapılmış, ikinci kısımda ise tatbikata yer verilmiş ve her konu ile ilgili belli başlı hadisler hikmet-i teşri açısından izah edilmiştir. Kitap, hukuk felsefesi, hukuk sosyolojisi, sosyoloji, tasavvuf…, ile ilgilenenler için ufuk açıcı yaklaşımlar içerir.
Eserin tercümesi sırasında genelde fazla zorlanmadık. Bununla birlikte bazı zorluklarla karşılaştık. Eserde, çok az da olsa siyak ve sibakı ile ilgisi görülemeyen bazı ifadeler bulunmaktadır. Bunların, muhtemelen müellifin eserini temize çekemeden vefat etmiş olmasından kaynaklandığını düşünüyoruz. Arkadaşlarımızla birlikte müzakere etmemize rağmen kesin bir neticeye varamadığım birkaç yerde (?) işaretini koydum ve okuyucuyu uyarmak istedim.
Eser, hadislerin hikmetlerine hasredilmiş olması hasebiyle pek çok hadis içermektedir. Mevcut fihristler ve etraf kitaplarından yararlanarak kaynaklarını göstermeye çalıştım. Az da olsa kaynağını bulamadığım hadisler de olmuştur. Onlara da işaret ettim.
Bunların dışında gerekli gördüğümüz yerlere notlar düşerek, eserin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaya çalıştım. Hadislerin tahrici dışında kalan notlarımı (Ç) rumuzu ile ayırdım.
Pürüzlü metinleri birlikte müzakere ettiğimiz değerli arkadaşlarım Nedim Yılmaz ile Rahmi Yaran’a teşekkürlerimi bir borç bilirim. Ayrıca tercümenin müsveddesini kısmen okuyan S. Özcan’a, İlhan Kutluer’e teşekkür ederim. Bu değerli eserin tercüme edilip, basım ve yayımını üstlenen İz Yayıncılık’a başarılar diler, hizmetlerinin devamını niyaz ederim. Siz değerli okuyucularımıza saygılarımı sunar, dualarınızı beklerim.
- 02. 1994 Ferah/İstanbul Mehmet Erdoğan
Takdim
İmam ve şeyhülislâm Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî’nin Hüccetullâhi’l-bâliğa adlı elinizdeki bu eseri, şerî hükümlerin hikmetlerine ve İslâm şeriatının felsefesine dairdir. Kitap sahasında tektir, konusunde yepyenidir, üslubu mükemmeldir; Arap diline vukufiyet ve üstün bir ifade gücü, sağlam bir mantık, delillerin ikamesindeki açıklık ile temayüz eder. Eser, müellifinin İslâm düşünce tarihinde ve aklî ilimlerde bir dev olduğuna tanıklık eder.
Eser Mısır’da üç defa basılmış ve hepsi de tükenmiştir. Onu İslâmî Kitâbevi’ne takdim ettik ve böylece, Hindistan’da sahip olduğu yüksek mevki ve değere diğer İslâm âleminde de ulaşmasını arzuladık. Bu değerli eser, yazıldığından günümüze kadar orada üniversite fakültelerinde ve yüksek enstitülerde tahsil edilmek üzere kararlaştırılmış bulunmaktadır.
Bu baskı, Emîriye matbaasında tab’edilen nüsha esas alınarak gerçekleştirilmiş, ilave olarak güzel bir düzenleme yapılmış, notlar düşülmüş, âyetler harekelenmiş, sûreleri belirtilmiş ve numaralandırılmıştır.
Kitap üzerine ihtiyaç duyulan bazı ek çalışmalar yapılmış bu cümleden olmak üzere bazı kelimeleri harekelenmiş, bazı fikirleri tartışılmış, hadis ilminin ışığı altında bazı eleştiriler yöneltilmiştir. Ancak kitabın hacmi büyük olduğu için uzatmamak düşüncesiyle bu tür eleştirilere fazla yer verilmemiş ve Emîriye baskısında bulunan ve bazı Hindli âlimler tarafından yazılan notlarla yetinilmiştir.
Doğrusu eserde geçen şahısların hayatlarını ve hadis-i şerifleri de tahkik ederek ortaya çıkarmak istedik. Fakat bunun -çok olması hasebiyle- ancak ayrı bir kitaba ihtiyaç göstereceğini anladık. [1]
Seyyid Sabık
Tercümeye Esas Alınan En Son Baskının Mukaddimesi
Varlığına apaçık âyetleri tanıklık eden, açık ve gizli sonsuz nitelikteki nimetleri lütuf ve keremine delâlet eden Yüce Allah’a hamd olsun! Varlık âleminde bulunan her şey O’nun sayısız nimetlerine, kahir kudretine “apaçık bir hüccet”tir.
Salât ve selâm, en hayırlı atalardan süzülmüş, insanlara haram ve helâli belirtmek için Allah Teâlâ tarafından seçilmiş bulunan Rasûlullah Muhammed’e (s.a.) olsun!
Elinizdeki İmam ed-Dihlevî’ye ait olan Hüccetullahi’l-bâliğa adlı bu eser, gerek ulemânın ve gerekse ilim taliplerinin aynı derecede kabulünü kazanmış bir kitaptır. Çünkü o, şer’î hükümlerin hikmetlerinden bahseden diğer eserlerde bulunmayan özellik vs meziyetlere sahiptir. Konuları çok yenidir, üslûbu güzeldir, ibaresi sağlam ve açık bir Arapça’dır. Oysaki müellif Hind asıllıdır ve kısa devreler halindeki ziyaretleri hariç, Arap ülkelerinde bulunmamıştır. Buna rağmen dili fevkalâde güzeldir.
Kitap İslâm ülkelerinin çeşitli yerlerinde birçok defa basılmıştır. Baskılarının hepsi de revaç görmüştür. Hindistan’da bulunan fakülteler, fetva, vaaz ve öğretimle meşgul olacak âlimler için vazgeçilemez özelliğinden dolayı onu ders kitabı kabul etmiştir.
Sonraki baskılar, önceki baskılara nisbetle daha itinalı çıkmıştır; çünkü tabii olarak bir sonraki baskının tahkikini yapıp neşre hazırlayan kimse, kitabı bir öncekinin ulaştığı son nokta üzerine bina etmekte ve öncekilerin yaptıklarına ilâve çalışmada bulunmaktadır. En son baskının sorumluluğunu üstlenen ve tahkikini yapan üstad es-Seyyid Sabık idi ve övgüye değer çaba göstermişti. Ancak kitabın mukaddimesinde de dediği gibi, kitap zaten hacimli olduğu için iyice kabarmasın diye çoğu kez mevcut eski notlarla yetinmişti.
Ancak “Dâru ihyâi’1-ulûm” adlı yayınevi, değerli üstadın düşündüğü gibi düşünmemiş ve kitabın hacmi ikiye katlansa da üzerinde bazı çalışmaların yapılmasını gerekli görmüştür. Zira kitabın hacimli olması bir ayıp değildir; tahkik sırasında yapılmayan eksiklikler ise bir kusurdur.
Yayınevi bu önemli ve zor işi benim üstlenmemi istedi. Ayrıca benden kitabın okuyuculara şekil ve konu itibarıyla yepyeni bir görünüm içerisinde çıkması için gerekli çalışmaları yapmamı da rica etti. Bunu yaparken elbette ki İmam ed-Dihlevî’nin yazdıklarına en ufak dokunma olmayacaktı. Zira ilim sorumluluğu bunu gerektirir. Bu istek üzerine ben de Allah’tan yardım isteyerek işe koyuldum; önceden hazırladığım plâna göre kitap üzerinde şu çalışmaları yaptım:
1- Her bölüme ait konulara dair ayrıntılı başlıklar koydum.
2- Âyet ve hadisleri tahkik edip, tahric ettim. [2]
3- Garîb kelimeleri açıkladım.
4- Kitapta adı geçen şahısları kısaca tanıttım.
5- Ancak âlimlerce bilinebilecek olan ıstılahları açıkladım.
6- Fikir bütünlüğüne göre, kitabı paragraflara ayırdım. Mananın anlaşılması açısından bu çok önemli bir şeydir.
7- Virgül, nokta vb. gibi işaretleri çoğalttım.
(…)
İslâmî ilimler sahasında eser veren ulemâ, dinî hakikatlerin, hükümlerin ve manaların beyanına dair kitaplar yazmışlardır. Ancak şerî hükümlerden gözetilen amaçlar ve bunların sırları, manaların ve dinî hakikatlerin özü hakkında yazmak durumunda kalınca, konu}’u çok muhtasar bir şekilde ele almakta ve genelde bunları diğer yazdıklarına bir ek mahiyetinde takdim etmekte idiler. Bu itibarla şeriatın ruhu ve felsefesine dair müstakil kitaplar yazmak ve onlarda sırf hikmet-i teşrîye yer vermek gibi bir gayreti çok az kişi göstermiştir.
İşte Şâh Veliyyullah, elinizdeki bu hacimli kitabı sırf bu konuya yani hikmet-i teşrîye ayırmış, İslâm şeriatının gerçek anlamda felsefesini yapmış, konunun hakkını vermiş ve bu sahada üstün bir başarı göstermiştir. Alimler onun bu başarısını büyük bir beğeni ile karşılamışlar ve bu sahada onun yazdıklarını esas almışlardır. Kitap büyük bir kabul görmüş ve bunun bir sonucu birçok naşir tarafından neşre hazırlanmış ve defalarca basılmıştır.
Müellif, İslâm şeriatını inançlar, ibadetler ve muameleler olmak üzere üç açıdan ele almış ve bütün bunların hikmetlerinden gayet güzel bir biçimde bahsetmiştir. Öyleki okuyucu, kitabı eline aldığı zaman bitirmeden bırakamayacaktır. Gerçi konuları ağır ve üzerinde durup düşünmeye ihtiyaç göstermektedir; ancak müellifin konuları ele alış ve işleyiş şekli, konusuna hâkim olan yazarın maharetiyle, anlaşılması zor olan şeyi kolay hale getirmiş ve okuyucuya sevdirmiştir. Bu, ancak çok az yazara nasip olan bir özelliktir. Sonra ağır kitaplar ancak bir ya da iki kez, o da uzun aralıklar sonucu basılabilir. Bu onların kaderidir. Fakat elinizdeki bu kitap, sahasında tek oluşu, konuların işleniş şeklinin güzelliği, kaçınılmaz olan bu kaderi değiştirmiş, bu ağır ve ciddî kitabı sanki dinlendirici bir kitapmış gibi okuyucularına sevdirmiştir.
Ben, kitabın konularına değinecek ve onlardan bahsedecek değilim. Zira kitabın hacimli ve muhtevalı olması, onu az bir sözle ifadeyi imkânsız kılar. Uzun uzadıya anlatmak ise bu Mukaddi-me’nin sınırlarını aşar. Bu itibarla okuyucuyu bizzat kitapla baş-başa bırakarak onun güzelliklerini bir rehber olmaksızın keşfetmesini ve ondan bizzat istifade etmesini arzuluyorum.
Bu vesileyle, Allah Teâlâ’dan müellife rahmet etmesini ve onu islâmî ilimler alanında vermiş olduğu eserlere karşılık en güzel şekilde mükafatlandırmasını niyaz ediyorum. Keza bu kitabın baskısını yeni bir görünüm altında gerçekleştiren Dâru İhyâi’l-ulûm’a başarılar diliyor, sahiplerine, kitabın tahkik ve tashihi sırasında emeği geçen herkese teşekkür ediyor, bu hizmete mukabil onları sevaplandırmasını Yüce Allah’tan diliyorum. Ve’1-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
Muhammed Şerif Sükker
ŞAH VELİYYULLAH DİHLEVÎ HAYATI VE ESERLERİ
Dr. Mehmet Erdoğan
I- Giriş (Hindistan’ın Genel Durumu)
Hindistan, ilk kez Emevî halifeleri döneminde, Muhammed b, el-Kâsım es-Sekafî komutasında sınırlarını İslâm’a açmış idi. İlk müslümanlar, Hind kıtasının kuzeyinde bulunan ve o zamanki adı Sind olan -bugünkü Pakistan- büyükçe bir bölgeyi egemenlikleri altına almışlar ve durum bu şekilde hem Emevî hem de Abbasî hilafetleri boyunca devam etmişti.
Abbasî devletinin etraf ülkeler üzerindeki nüfuzu zayıflayınca tabiîdir ki, Sind üzerindeki nüfuzu da zayıflamış ve bölgede bulunan emirler bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Durum bu şekilde Gazneli Mahmud’un kuzey batı sınırlarından Hindistan’a girmesine kadar sürmüştür. Bu hükümdar, Gazne’den çıkmış ve Hindistan’ın büyük bir kısmını fethetmiştir. Bu olay, hicrî beşinci asırda olmuştur. Gaznelilerden sonra da Gûrîler Hindistan’da devlet kurmuşlardır.
Sonunda hicrî onuncu asırda Babürlüler devleti gelmiş (H. 932-1274 / M. 1526-1858) ve kıtanın tamamı Moğol-İslâm idaresi altına girmiş, büyük bir istikrar dönemi başlamış, medeniyet ilerlemiştir.
Ancak Moğol Hind hükümdarlarının bu şaşaalı saltanatları çok sürmemiş ve hükümdar Evrengzîb Alemgîr’den sonra (ö. 1118/1706) yavaş yavaş sönmeye başlamıştır. Bir taraftan taht kavgaları, bir taraftan Maratalar ve Sihler’in sürekli başkaldırışları, diğer taraftan İran’dan gelen istilâlar ve nihayet günbegün etkisini gittikçe artıran dış güçlerin müdahalesi sonunda devlet zayıflamaya ve arkasından da yıkılmaya yüz tutmuştu. Emirler yönettikleri vilayetlerde bağımsızlıklarını ilan etmeye koyulmuşlar ve böylece ülke, yabancı istilâcılar için devşirilmesi kolay, yutulmaya hazır olgunlaşmış bir meyve halini almıştı. Bu fiilen de gerçekleşti; İngiliz nüfuzu giderek ülkede hâkİnvolmaya başladı ve çok sürmeden, ülkeye doğrudan müdahalenin zamanının geldiğini gördüler ve ülkeyi işgale başladılar. Son hükümdar Siraceddin II. Bahadır Han’ın sembolik varlığına da 1274/1858 yılında son verdiler.
Merkezî hükümetin düşüşünü, siyasî çöküş hakkında genel bir fikrin uyanması takip etmiştir. İlk tepki, dine dönüş şeklinde bir hareket olmuştur. Fakat bu, Vehhabî reformunun kendine has özelliği olan dogmatik anlamda bir hareket değildi. Bu hareketin kaynağını, Şah Veliyyullah Dihlevî’nin düşünce, fikirleri ve öğretileri oluşturmuştu. Oğulları ve onların yetiştirdiği dava adamlarının başlattıkları hareket büyük ölçüde başarılı oldu ve çağdaşlarının şuurlarında derin tesirler bıraktı. Bunun sonucu İngiliz egemenliğinin yerleşmesi ve sürdürülmesi kolay olmadı; güçlü mukavemetlere, şiddetli isyanlara maruz kaldı ve ancak bir asır kadar devam edebildi. Sonunda Gandi ile Kâid-i A’zam Muhammed Ali Cinnah’ın önderlik ettiği kurtuluş hareketleri sonucu çıkmak zorunda kaldıklarında, ülkeyi Hindistan ve Pakistan olarak bölerek çıkmışlardır (1947).
Dinî Durum:
Kıta, askerler ve ulemâdan çok sûfilerin etkisiyle İslâmlaşma sürecine girmiştir. İslâm, Hind kıtasının tamamı üzerinde yaklaşık yedi asır kadar hâkim oldu ve bu esnada Hind medeniyetinin yapısı üzerinde köklü etkiler meydana getirdi. Öbür taraftan İslâm, kendisini sürekli Hindu Panteizmi’nin etkisi altında hissetti. Bunun sonucunda Hindu din ve geleneğine ait birçok şey yaşanılan İslâm’a girdi. Hem İslâm hem de Hinduizmin etkisinde kalan pek çok tarikat doğdu. İslâm’la Hinduizm’in karışımından meydana gelen ve Sihlik denilen yeni bir din kuruldu ve bu dinin müntesipleri, İslâm devletinin yıkılması sürecinde büyük rol oynadı.
Babürlüler döneminde İslâm dini ile ilgili en önemli kriz 1556-1605 yılları arasında hüküm süren Ekber zamanında yaşandı. O, Din-i İlâhî adını verdiği, Hindistan’daki mevcut dinlerin bir sentezinden ibaret olan yeni bir din kurdu ve insanları bu devlet dinine girmeye zorladı. Arkasından gelen güçlü hükümdar Cihangir ise, onun yolundan gitmedi ve sünnî İslâm’a büyük destek verdi. Bu arada Şeyh Ahmed Sirhindî’nin başlattığı tecdîd hareketi büyük başarı elde etti ve aşırılıklardan arındırılmış sûfîlik, onun öğretisinde zirve noktasına ulaştı. O, tasavvufî izafetçiliğin nazarî temelini atan Îbnu’l-Arabî’nin felsefesini geniş ölçüde tenkit etmekle kalmadı, ıslâh edilmiş sûfî doktrin ve uygulamaların öğretilmesi ve yayılması için çok sayıda mürid de yetiştirdi. Vahdet-i Vücut’culukla şeriatın ahlâkî hükümlerini uzlaştırmayı amaçladı. Böylelikle Hind kıtasında sûfîlik, reddedilmesi şöyle dursun, yeni bir hayat ve yeni bir istikamet kazandı. Onun bu düşüncesinin en önemli temsilcisi Şah Veliyyullah Dihlevî olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, Sirhindî, Şah Veliyyullah Dihlevî ve onların takipçilerinin Hindistan’da gerçekleştirdikleri ıslâhat hareketi, daha sonra Arabistan’da ortaya çıkan Vehhâbîlik hareketinden esasta farklılık arzetmektedir.
İlmî Durum:
Moğol-Hind hükümdarlarının İslâm’ı yaymak, müntesiplerini eğitmek, inançlarını beslemek gibi bir kaygıları yoktu. İlim ve irşad erbabında da, o eski ruh kalmamıştı; himmetler zayıflamış, yorulma bilmez davetçiler azalmış, ulemâ artık İslâm’ı gayrimüslimler arasında yayma işine önem vermez olmuştu. Artık onlar, kendilerini furu ve mezhepler arası hilafa dair olan fıkıh kitaplarına vermişlerdi. Dahası Hindli müslümanlar artık âlimlerinden yeterli ilgiyi görmüyordu. Bunun sonucunda da halk arasında öyle âdet ve gelenekler vücuda geldi ki, bunlar İslâm’dan çok Putperest-Hind geleneğine daha yakındı.
İşte böyle bir ortamda Allah Teâlâ, Hindistan’a Şah Veliyyullah Dihlevî’yi gönderdi. O ve onun yolundan gidenler bir ekol halinde dinî ilimlerin ihyasına çalıştılar, insanları dinle hiçbir ilgisi olmayan, tevarüs edilen ananelerden tamamen uzak gerçek İslâm’a davete başladılar. Bunun üzerine, dini hurafelerden arındırma ve yenileme çalışmaları başarıya ulaştı, ya da en azından öyle bir mecraya girdi.
II- İmam Şah Veliyyullah Dihlevî
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, soy ağacı baba tarafından Hz. Ömer’e, anne tarafından da Ehl-i beyt’ten İmam Mûsâ Kâzım’a ulaşır. On üçüncü dedesi olan Şeyh Şemseddin Müftî, H. VII. asrın sonlarına doğru Hindistan’a gelmiş ve yerleşmiştir. Dedesi şehit Şeyh Vecihüddin’dir. Onun üç oğlundan birisi olan Abdurrahim de babası olmaktadır. Anne tarafından dedesi ise, Şeyh Muhammed Pühletî idi.
Babası Şeyh Abdurrahim:
Babası Abdurrahim hakkındaki bilgileri, bizzat Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, “Bevâriku’l-velâye” veya “Enfâsu’l-ârifîn” adındaki müstakil eserinden öğrenmekteyiz. Buna göre o, ilim, din ve manevî açıdan üstün bir yere sahipti. Delhi’de Rahîmiyye Medresesi diye bir medrese açmıştı. Şah Veliyyullah Dihlevî’nin hayat tarzının, eğilimlerinin, duygularının ve ruh yapısının oluşmasında, onun eğitim ve öğretiminde, ilmî ve manevî yüceliklere ermesinde, ilim ve tarikatta içtihad derecesine ulaşmasında onun büyük yeri vardır. İlimde ve tasavvufta büyük bir yere sahipti. Kendisi, el-Fetâvâ’l-Hindiyye’yi telif eden 21 kişilik heyetin arasında bulunuyordu. O, ilk kez doğrudan Kur’ân dersi koymuş, yani tefsir metni olmaksızın sırf Kur’ân âyetlerini ders olarak okutmaya başlamıştı. Onun bu usulü, kabul görerek kendisinden sonra gelenler tarafından da sürdürülmüştür.
Şeyh Abdurrahim, bazı manevî işaretler üzerine yaşı ilerlediği bir sırada 1114 yılı başlarında Şeyh Muhammed Pühletî’nin kızıyla ikinci evliliğini yapmış ve Şah Veliyullah işte bu evlilikten doğmuştur. Şeyh Abdurrahim, yetmiş yedi yaşında 1131 yılında vefat etmiştir.
Annesi:
Annesi Fahru’n-nisâ, dinî ilimlerde her kadının kolay kolay ulaşamayacağı üstün bir yetenek ve bilgiye sahip, ismiyle müsemmâ biriydi.
Şah Veliyyullah Dihlevi’nin Doğumu, Adı, Lâkabı, Soyu:
Doğumu, büyük hükümdar Evrengzîb’in ölümünden dört sene önce 14 Şevval 1114 hicrî yılında (M. 1704) çarşamba günü güneş doğarken, Muzafferneger kasabasına bağlı Pühlet köyünde dayılarının yanında olmuştur. Doğumu esnasında babası Abdurrahim, altmış yaşında bulunuyordu.
Adı, Ahmed Kutbuddin b. Abdurrahim b. Vecîhuddîn el-Umerî ed-Dihlevî’dir.
Ahmed, “Şâh Veliyyullah” diye meşhur olmuştur. “Şâh” kelimesi “melik” anlamına gelen Farsça bir sözcüktür; sûfîler ve meşâyih hakkında kullanılır. Şâh Veliyyullah, ilim ve tasavvufla meşhur olan bir ailedendir. Bu lakapla kendisinden başka babası ve çocukları da anılmıştır.
Şah Veliyyullah, yedi yaşında sünnet olmuş ve bu yaştan itibaren namaza alıştırılmıştır.
Öğrenim Durumu:
Şah Veliyyullah Dihlevî, ilim tahsiline çok küçük yaşta başlamıştır. Beş yaşında ilk mektebe kaydettirildi. Yaşı henüz yedi yaşını geçmemişken Kur’ân’ı ezberlemiş bulunuyordu. Tahsilini normal medreselerde yapmayıp, babasından almıştır. Önce bir sene kadar Farsça, sonra da Arapça tahsil etti. Ön yaşında iken el-Kâfiye’yi bitirmiş ve onun şerhi olan el-Câmi’yi okumaya başlamıştı. Babasından zamanında okunması mutat olan ilimleri okumuştu: Lügat (Arapça), hadis, tefsir, fıkıh, usûl, tasavvuf ve felsefe bunlardandır. On beş yaşına ulaştığında yüksek seviyede bir ilim tahsil etmiş; el- Beydâvi’nin bir kısmını okumuş ve o zaman okutulmakta olan ilimleri tamamlamış bulunuyordu. Bu münasebetle babası büyük bir ziyafet vermiş ve herkesi davet etmişti.
Kendisi için özel program uygulayan ve üzerinde özel olarak duran babası ile olan sürekli beraberliği sayesinde kendisinde yüksek melekeler oluştu.
Şah Veliyyullah, el-Cüz’ü’l-lâtîf adlı kendi hayatını ele aldığı kitabında, takip ettiği ders programını bütün detaylarıyla anlatır.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, okuduğu bu müfredatın belirlenmesinde, dersler arasında seçimin yapılmasında, ayıklamalara gidilmesinde babası ve ilk gerçek hocası Şeyh Abdurrahim’in rolü büyüktü. Çünkü Hindistan’da yedinci hicrî asırdan bu yana uygulanagelmekte olan ders programı çok şişkin tutulmaktaydı. Baba Abdurrahim, oğlunun zekasına güvenerek, okutulmakta olan kitapların sayısını azaltma yanında, tekrarlanarak işlenen konuları da ayıklamaya gitmiş ve oğluna dolambaçlı bir müfredat uygula-mamıştı.
Meselâ, edebiyat alanında Makâmâtu’l-Harîrî çok revaçta idi. Hatta anlatıldığına göre bazı üstadlar onu ezbere bilirlerdi. Buna rağmen biz onu, Şah Veliyyullah’ın okuduğu dersler arasında görmemekteyiz. el-Menâr ve şerhleri, el-Keşşâf, Meşâriku’l-envâr gibi eserler de böyledir.
Aynı dönemde kendisinden yaşça büyük olan ve üstâzu’l-ulemâ bulunan Molla Nizâmuddin es-Sehâlevî (ö. 1161), o sırada okutulmakta (mukarrar) bulunan ders kitapları sanki azmış gibi, özellikle sarf, nahiv, mantık, felsefe, riyaziyat, belagat, kelâm ilimlerine dair pek çok kitabı daha ilave etmiş; bunlar, talebeleri, talebelerinin talebeleri zamanında giderek plânsız ve programsız bir biçimde medreselerde okutulan müfredat haline gelmiştir ve bazı yerlerde hâlâ da okutulmaktadır.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin okuduğu dersler arasında Arap edebiyatına dair herhangi bir kitap olmamakla birlikte o gerek mütalaa yoluyla ve gerekse Hicaz’da kalması sayesinde dilini geliştirmiştir. Hüccetullâhi’l-bâliğa adlı şaheseri onun sadece Arap diline, Arapça ile eser yazmaya kadir olmadığını, bunun ötesinde İbn Haldûn-vari yeni bir üslup tarzının da ortaya koyucusu olduğunu göstermektedir. Makâmâtu’l-Harîri’yi ders kitabı olarak okumaması onun için bir noksanlık olmaktan çok meziyet olmuştur. Çünkü bu eseri okuyan herkes, yazdıkları eserlerinde onun seçili üslubunun etkisinden kurtulamamış, fikirlerini açık, net ve tekel lüfsüz bir şekilde ifade etmekte güçlük çekmişlerdir.
Şah Veliyyullah Dihlevî, üstün kabiliyeti yanında talebeliğinin akabinde hemen ders okutmaya başlaması sayesinde hemen her ilimde derinleşmişti. Babası 1131 yılında vefat edince, onun er-Rahîmiyye adlı medresesinde bizzat kendisi öğretime başlamıştı. Hemen yüksek mevkii ile tanınıverdi ve her yönden kendisine öğrenciler akın etmeye başladı. Bu faaliyeti on iki yıl devam etti.
Şah Veliyyullah Dihlevî, ilim tahsili yanında tasavvuf alanında da boş durmadı. On dört yaşındayken babasına intisab etti. Böylece seyr-i sülük, özellikle de Nakşibendî tarikatı için gerekli olan riyazetlere kendi kendini verdi. Bu konuda hayli ilerledi ve tarikat âdabını öğrenmede epey mesafe aldı. Hil’at giydirildi. On yedi yaşına girdiğinde babası hastalandı ve Allah’ın rahmetine kavuştu. Ölüm hastalığında elini tutarak, irşadda bulunmak konusunda kendisine icazet verdi ve “Eli, elim gibidir.” sözünü tekrarladı.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin babasından sonra memleketinde en çok istifade ettiği hocası ise Şeyh Muhammed Efdal es-Seyalkûtî idi.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Evliliği:
On dört yaşında iken dayısı Pühletli Şeyh Abdullah Sıddîkî’nin kızıyla evlendi. Babası, bir an önce evlendirmek için acele etmişti. Hatta hısımları kendisinden, bu iş için gerekli hazırlıkları yapmak üzere mühlet istediklerinde onlara yazdığı mektupta, bu işte acele etmede bir hikmet olduğunu belirtmişti. Sonra olaylar ve peşipeşine gelen beklenmedik musibetler ortaya koymuştu ki, evlilik eğer o anda yapılmamış olsaydı, seneler sonra ancak olabilecekti.
Bu eşinden ilk oğlu Şeyh Muhammed dünyaya gelmiştir. Bu oğlu kendisinden ilim tahsil etmiştir. Şâh Veliyyullah, onun için bir başlangıç risalesi bile telif etmiştir. Şâh Veliyyullah bu oğlunun adıyla anılır ve kendisine künye olarak “Ebû Muhammed” denilirdi. Bu oğlunun, çocukları olmadığı belirtilmektedir.
İkinci Evliliği;
İlk hanımının ölmesi üzerine Sonipetli Seyyid Senâullah’ın kızı İrâdet hanımla evlenmiştir. Seyyid Senâullah, Sonipet sâkinlerindendi ve Sonipetli şehit Seyyid Nâsıruddin’in sülalesindendi. Bu değerli eşinden dört tane erkek çocuğu olmuştu ki hepsi de ilim ve irfanda tanınmış kişilerdir: Şeyh Abdulaziz, Şeyh Rafiuddin, Şeyh Abdulkâdir, Şeyh Abdulganiy. Bunlar, babaları tarafından başlatılan ve Hind kıtasında gerçekleşen büyük dinî hamlenin dört rüknünü oluşturmaktadırlar. Allah, hepsine rahmet eylesin! Ayrıca Emetülaziz adında bir de kızı olmuştur. Bu, Pühletli Şeyh Muhammed Âşık oğlu Şeyh Muhammed Faik ile evlenmiş ve çocukları olmuş, böylece sülalesi devam etmiştir.
Hac Yolculuğu:
Şâh Veliyyullah, on iki yıllık bir tedris hayatından sonra otuz yaşında, siyasî kargaşalara ve yol güvenliğinin bulunmamasına rağmen deniz yoluyla 1143 senesinde Hicaz’a gitti. Bu yolculuğu ile o, manevi iştiyakını gidermenin yanında ilmini artırmak, İslâm âlemini tanımak ve ufkunu genişletmek istiyordu. Bu vesileyle İslâm âleminin kalbini ve merkezini tanıyacak, dünyanın dört bir yanından oraya gelen seçkin insanların, değerli âlimlerin ilim ve irfanlarından yararlanacak, tecrübe ve fikirlerinden istifade edecekti. Onun bu yolculuğunun ve orada ikametinin, ilim, fikir, irşad ve tecdit hayatında çok Önemli tarihî bir yeri vardır. Bu, onun hayatı için yeni bir kapı, iki dönem arasını kesin ayıran bir çizgi kabul edilir. On dört ay kadar süren bu ikameti esnasında ilmî ve aklî melekeleri -şayet Hindistan’da kalacak olsaydı hiçbir zaman ulaşamayacak olduğu- en yüksek mertebesine çıkmıştır. Elbette ki böyle bir gelişme için Haremeyn-i Şerîfeyn gibi evrensel bir mekana ihtiyaç vardı. Bu esnada hadis ilmini geniş ve derinlemesine etüd etti. Çeşitli ülke ve şehirlerden buraya toplanmış olan büyük hadis üstadlarından bu ilmi ikmal etti. Onun ıslâh ve büyük tecdîd faaliyetinin köşe taşım buradaki hadis tahsili teşkil eder. Son asırlarda çok az insanın ulaşabildiği içtihad mertebesine ulaşması yine bu sayede olmuştur. Şeriatın sırlarına vakıf olması, onun maksat ve gayelerine ulaşması, hadis ile fıkhı birleştirme konusundaki başarısı ise, asırlardır hiçbir kimsenin ulaşamadığı bir nokta olmuştur.
15 Zilkade günü Mekke’ye giren Şah Veliyyullah Dihlevî, ulema ve öğrencilerin isteği üzerine Mescid-i Haram’da, Hanefî mihrabının yanında ders vermeye başladı. Pek çok insan bu derse katıldı.
Şah Veliyyullah Dihlevi’ın Haremeyn-i Şerîfeyn’deki Hocaları:
Şâh Veliyyullah, Mekke ve Medine’deki hocalarını, mürşidlerini tanıtmak, onların hayat hikayelerinden söz etmek için “İnsânu’l-ayn fi meşâyihi’l-Haremeyn” adında bir risale yazmıştır. Bu risalede özel mürşidi olan ve kendisine büyük iyiliği dokunan sevgili hocası Şeyh Ebû Tâhir Muhammed b. İbrahim el-Kürdî el-Medenî’ye geniş yer ayırmıştır. Özel değer taşıyan hocaların, mürşidlerin, üstün yetenekli öğrenciler üzerinde derin tesiri olur, onların duygu, düşünce ve görüşlerinde derin izler bırakır. Şeyh Ebû Tâhir de öyle olmuş ve Şah Veliyyullah Dihlevî üzerinde önemli etkide bulunmuştur.
Bu zat, büyük bir muhaddis olmasına rağmen sufiyyeye karşı hüsnüzannı vardı, onları eleştirmekten, ayıplamaktan geri dururdu.
Burada bir noktaya temas etmekte yarar vardır. Şeyh Ebu Tâhir’in babası Şeyh İbrahim el-Kûrânî, Şeyhülislâm İbn Teymiyye’yi müdafaa eden bir âlimdi. Aynı zamanda o, mutasavvıflardan sâdır olan ve ilk bakışta hulul, ittihad (birleşme) ve ayniyet ifade eden sözlerini de teville savunurdu.
İmam Şâh Veliyyullah’ın kitaplarında Şeyhülislâm îbn Teymiyye’yi övmesi ve onu savunmasında, Ebû Tâhir’den hadis almış olmasının elbette bir payı ve etkisi olacaktır. Tabiîdir ki Ebû Tâhir de bu tavrı babası Şeyh İbrahim el-Kûrânî’den tevarüs etmiş olacaktır.
Şah Veîiyyullah Dihlevî, Şeyh Ebû Tâhir el-Medenî’den muhtemelen bütün sûfi hırkalarını havi bulunan hırka (hil’at) da giyindi.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Hicaz’daki ikinci üstadı, kendisinden icazet aldığı Mekke müftüsü Şeyh Taceddin el-Kal’î’dir. Hadis konusunda ilminin çoğunu Şeyh Abdullah b. Salim el-Mısrî’den öğrendi. Sahîhayn’ı, Şeyh el-Uceymî’ye okudu ve ondan genel mutlak icazet aldı. Şeyh Ahmed en-Nahlî, Şeyh Muhammed Vefdullah el-Mâlikî ve daha başkalarından da icazet aldı.
Hicaz’dan Dönüşü:
Şâh Veliyyullah, Haremeyn-i Şerîfeyn’de çok müsait bir ortam bulmuştu. Hadis ilminde derinleşme, orada İslâmî ilimleri okutma, onları yayma, bu uğurda hizmet etme fırsatı doğmuştu. Dünyanın her bir yanından gelen ilim adamları ve talebelerle buluşmak imkânı vardı. Sonra Allah’ın kutsal evine mücavir, Rasûlullah’ın (s.a.) yanıbaşında bir hayat sürecekti. Öbür taraftan Hindistan’da tam bir kararsızlık vardı, İslâm devleti sallanıyordu, yabancı güçler her gün artan bir hızla ülkeyi istilaya başlamışlardı. Bütün bunlar, Hindistan’ı terketmek ve Hicaz’da ikamet etmek için güçlü sebeplerdi. Buna rağmen o, Hindistan’a dönmeye karar verdi. Bu dönüşte, Allah’ın takdir buyurduğu büyük hayırlar saklıydı. Zira bu, tecdid ve büyük içtihad başarısı şeklinde kendisini göstermişti.
Şâh Veliyyullah, Hindistan’da hizmeti, sadece kendisi için öngörmüyor, bütün ileri gelen dostları için de aynı şeyi düşünüyor, onlardan, Hindistan’ı her türlü faaliyetlerinin, ilmî ve dinî hizmetlerinin merkezi yapmalarını istiyordu.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Hadis-i Şerîf Okutmaya Başlaması:
Şâh Veliyyullah, Hindistan’a döndükten sonra babasının medresesi Rahîmiyye’de hadis okutmaya başladı. Eski hocalık işine daha büyük bir şevk, daha derin bir ilim, daha fazla bir tecrübe ile yeniden koyuldu. Kısa zamanda talebeleri çoğalıp, babasının evi (medresesi) onları almaz olunca, daha geniş bir yer arzuladı. Onun bu arzusu sultan Muhammed Şah’a ulaştı ve o kendisine, medrese yapması için büyük bir bina verdi. Durum bununla da kalmadı, sultan üstada olan saygısını göstermek, gayretlerini takdir ve tebcil etmek amacıyla medresenin açılışına bizzat katıldı. Bu medrese “Dâru’1-ulûm” adıyla tanındı. Bu ilim yuvasının, Hind ilmî hayatında çok büyük bir yeri olmuştur. Zira buradan çok seçkin âlimler yetişmiş ve onların ilimlerinin aydınlığı bütün Hind kıtasının her köşesini aydınlatmıştır. Medresenin bir de mescidi vardı. Şâh Veliyyullah’ın hayatında pek çok veli zat, orada itikâfa girerlerdi. Bu medrese ilk hali üzere, 1857 ihtilaline kadar kaldı. İhtilal günlerinde yağmalandı ve yıkıldı, insanlar, kerestelerine varıncaya kadar alıp götürdüler. Bir zamanlar Arap-Acem pek çok talebenin kaldığı, ilim ve feyz aldığı bu medrese artık harabe haline gelmişti.
Şah Abdulaziz’in Dilinden Babası İmam Dihlevî’nin Bazı Âdetleri Ve Genel Yaklaşımı:
Oğlu Şah Abdulaziz’in anlattığına göre Şah Veliyyullah Dihlevî, hafızası güçlüydü, sahip olduğu ilimler ve üstün faziletler yanında zamanını tanzim etmede, vakitlere riayet etmede emsalsizdi. Güneş doğduktan sonra yerine oturur, öğleye kadar hiç hareket etmeden otururdu. Az hastalanırdı. Kendisi çocukluğundan beri, nezih tabiatlıydı ve temizliğe düşkündü. Sûfî şiirlerini pek az okur, ara sıra bir iki beyt okuduğu olurdu.
Her ilim dalıyla ilgili olmak üzere kabiliyetli birini yetiştirir ve o ilim dalıyla ilgili öğrencileri ona havale ederdi. Kendisi ise daha çok irşad, hakikat ve marifetlerin (hikmet-i teşrî’) beyanı ve kaleme alınması, tedvin edilmesiyle meşgul olurdu. Sürekli hadis okur ve okuturdu. Mükaşefe yoluyla elde ettiği hakikatleri hemen yazdırırdı. [3]
Şah Veliyyullah Dihlevî, hayatı boyunca ortayolcu, uzlaştırıcı, birleştirici ve mutedil bir yaklaşımın temsilcisi olmuştur. Sahih olarak nakledilegelen naklî ilimler ile aklî ilimler arasını; fıkıh ile hadis arasını telif etmeye çalışmış; içtihad ve taklid konusunda, mezheplere karşı yaklaşımında mutedil bir tavır göstermiştir. Bütün bunların yanında ilimle tasavvufu mezcetmeye, vahdet-i vücut ve vahdet-i şühûd gibi antitezleri bile uzlaştırmaya gayret etmiş, böylece hep dengeyi aramaya çalışmıştır. Bu haliyle onu, İslâmî modernizmin kurucusu saymak mümkündür. O zamanına göre çok ileri düşünen, ıslahatçı bir mütefekkir idi. İslâm’ın sosyo-ekonomik ve dinî-ahlâkî yapısını yeniden bir bütün olarak ele alma çabasını göstermiş, hilafete ve nazarî içtihadlarm uygulamasına büyük değer vermiştir.
Şah Veliyyullah Dihlevinin Ölümü:
Her bir anı kıymetli, Allah’ın yüce dinine hizmet uğruna harcanmış, İslâm ve müslümanların yararına adanmış, sünnetin ihyası, Kitap ve sünnetin neşri için çalışılmış, eğitim ve öğretimle doldurulmuş değerli bir hayat, nihayet 1176 yılının başlarında Muharrem ayının yirmi dokuzunda cumartesi günü öğle vakti (21 Ağustos 1762) altmış iki yıllık bir ömürden sonra noktalanmıştı.
“O, bûd İmâm-ı A’zam-ı dîn = O, dinin İmam-ı A’zamıydı.” ve “Hay veliyy-i rüzgâr reft = Ah! Zamanın velisi gitti.” sözleriyle vefatına tarih düşülmüştür.
Defni Ve Mezarı:
Şâh Veliyyullah Dihlevî, Menhedîler denen mahallede Dehli kapısının sol tarafında bulunan kabristana defnedildi. Şâh Veliyyullah’ın dört oğlu ile babası Şah Abdurrahim’in mezarları da bu kabristanda bulunmaktadır.
III- Şah Veliyyullah’ in İlmî Hayatı, Islâh Ve Tecdîd Faaliyeti
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hindistan’ın yetiştirmiş olduğu İslâm âlimleri arasında en büyük simalardan biridir. O, din ilimlerini ihya etmiş olması sebebiyle “Hindistan’ın Gazzâli’si” diye anılır, bid’at ve sapıklıklara karşı savaş açmış açması sebebiyle de İbn Teymiyye mevkiinde birisi görülür. O, ilimlerde bir deniz gibiydi, bunun yanında çok açık ve net bir bakış açısı ve değerlendirmeye sahipti; din namına ileri sürülen şeyler arasından aslı esası olanları alır, sonradan sokulmuş olanları ayıklar ve atardı. Arapça ve Farsça’yı çok iyi kullanırdı. Her iki dille de pek çok eser vermiştir. Telifte bulunduğu her konunun hakkını vermiş, üstün bir başarı göstermiştir.
Şâh Veliyyullah, büyük bir ıslah ve tecdid faaliyeti göstermeye muvaffak olmuştur. O, dinin gerçek bir şekilde anlaşılması, peygamberi ilimlerin yayılması, İslâmî düşüncede yeniden canlanma, zindeleşme, İslâm ümmetini derleyip toparlama uğrunda çok geniş çerçeveli bir faaliyet göstermiştir. Onun faaliyet alanını şu başlıklar altında ele almak mümkündür:
1. İtikat Konusundaki Faaliyetleri
Tevhid İnancının Yeniden Açıklanması Ve Vurgulanması:
Zamanla İslâm âleminin birçok yerinde pek çok hurafeler kendisini göstermişti. İslâm ülkelerinde açıkça kabirlere tapınmayı gösteren hareketler, Allah’tan korkmayıp kabirde yatanlardan korkma, onlardan medet umma, Allah ve Allah’ın buyruklarını hafife alma, şirretlik, büyüklere saygıyı Allah’a tazîm noktasına kadar götürme, türbeleri ve mezarları hac edercesine ziyarette bulunma, yer yer mescidlerin harap ve bakımsız bırakılmasına karşılık, türbelerin şatafatlı ve tertemiz tutulması hemen her yerde kendisini gösteren tezahürlerdi.
İslâm’ın merkezinden çok uzakta kalan, vahyin tazeliğinden ve gücünden çok şey kaybederek ulaşabildiği, binlerce seneden beri damarlarında putperestlik ve şirk inancı dolaşan bir din, felsefe ve kültürün hüküm sürdüğü bir bölgede, bu tür hurafelerin bulunması tabii idi. Burada yaşayan müslümanların Kur’ân ve hadisle doğrudan doğruya bağlantıları yoktu. Hinduca inançlar, düşünceler, anlayışlar müslümanların evlerine kadar girmişti. Daha önce İmam-i Rabbânî bu tür itikatlarla mücadele etmiş ve büyük bir başarı kazanmıştı. Onun dönemi üzerinden yüz sene geçmesine rağmen Kur’ân-ı Kerîm ve hadisle doğrudan doğruya kuvvetli ve genel bir bağ kurulanmamasından dolayı inanç alanında İslâm dışı, hatta İslâm’a taban tabana zıt sapmalar olmuş, en sağlam ailelerde bile inanç ve amel bozuklukları görülür olmuştu.
Tasavvuf ve tarikat ehli ağzında, Kitap ve sünnete uymayan, özellikle tevhid inancını zedeleyecek nice sözler dolaşmaktaydı.
O dönemde, Arapça bilmeyen İslâm ülkelerinin hemen hemen tümünde şöyle bir yaygın kanaat vardı: Kur’ân, ancak belli bir tabaka tarafından anlaşılabilir. Onu anlayabilmek için şu kadar ilmi bilmek gereklidir. Onu halka indirmek, halkın doğrudan doğruya Kur’ân’ın ne demek istediğini anlamasını, onunla doğru yolu bulmasını, ondan feyiz almasını istemek çok tehlikelidir. Bu, büyük bir fitne ve sapıklığın kapısını aralamak demektir. Halk arasında düşünce anarşisine sebebiyet verir, kişisel görüşlerle hareket edilmeye başlanılır, dahası ulemâya ihtiyaç duyulmaması, hatta onlara karşı baş kaldırılması sonucunu doğurur.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Allah’ın elçisi Hz. Peygamber’in (s.a.) ve onun seçkin sahâbîlerinin de belli bir tahsilleri olmadığını, bununla birlikte bizzat Kur’ân’ı okuyarak doğruyu öğrenip, arındıklarını ve yüceldiklerini ifade ederek bu düşüncenin sakatlığını belirtmiş ve
“Hikmete dair Sadra’nın eserlerini anladıklarını, el-Kâmûs’a ezbere bildiklerini iddia edip de, sonra kalkıp kendilerinin asla Kur’ân’ı ve hadisleri anlamayacaklarını söyleyenlere yazıklar olsun!” demiştir. O, ister tahsilli olsunlar, ister tahsilsiz olsunlar, müslüman olmaları ve yüce sahabînin tutmuş olduğu yolu takip etme azim ve gayreti göstermeleri, kulaklarını Kur’ân ve sünnete vermeleri halinde herkesin onlardan istifade edebileceklerini ısrarla belirtmiştir.
Şah Veliyyullah, bir tür “Allah’ın yolundan alıkoyma” şeklinde gördüğü bu kötü anlayışa son vermek için Kur’ân’ı, resmî ve ilmî dil olan Farsça’ya tercüme etme gereğini duydu. Çünkü halkın irşadı, inançların ıslâhı, Allah ile kul arasındaki ilişkinin güçlendirilmesi için, Kur’ân-ı Kerîm’in kendi öğretilerini, onun irşad-larını, davet ve tebliğini insanlara doğrudan ulaştırmaktan daha güçlü ve kestirme yol olamazdı. Birazcık kültürü olan her müslüman, Farsça konuşamasa bile bu dili anlayabiliyordu. Aslında yedi asır kadar süren Farsça’nın hakimiyeti döneminde onlarca Kur’ân tercümesi olmalıydı. Fakat durum öyle değildi.
Şah Veliyyullah Dihlevî, böylece Kur’ân’ın tercümesine başladı ve tercüme, üç aşamadan sonra H. 1151 yılında bitti ve temize çekildi. H. 1156 yılında değerli âlim, Hâce Muhammed Emin’in özen ve ilgi göstermesiyle kitap yaygınlaştı, bundan ders verilmeye başlandı ve böylece yayıldı. [4]
Şah Veliyyullah Dihlevî, Fethu’r-Rahmân tefsir ve tercümesine ek olarak, tercüme metoduna dair kısa bir mukaddime de yazmıştır.
Tabiî bu teşebbüs öyle kolay olmamış, bu yüzden ulemanın hışmına uğramış, hatta Fethpûrî camisinde öldürülmek için bir suikast girişiminde bile bulunulmuştur. [5] Ancak zamanla bu tepki sönmüştür.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin bu teşebbüsü, bu konuyla ilgili yaygın yanlış kanaatin değişmesinde etkili olmuştur. Nitekim benzeri durumlar daha önce, Eş’arî tarafından akıl ve mantığın, Gazzâlî tarafından da felsefenin dinî esasların isbatında kullanılması yoluyla olmuş ve böylesi büyük âlimlerin teşebbüsü ile insanların mevcut telakkileri değişmiştir.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin bu tercümesinden hemen elli sene sonra başta oğlu Şah Abdulkâdir olmak üzere, konuşulan Urdu diline Kur’ân’ın çeşitli tercümeleri yapılmıştır. Bu tercümelerin, gerçek İslâm inancının yerleşmesi ve yayılmasında önemli katkıları olmuştur.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, ümmetin ıslâhı yolunda yaptığı en büyük tecdîd faaliyeti el-Fevzu’l-kebir’i yazmasıdır. Bu eseriyle, Kur’ân’ın anlaşılması, onun üzerinde düşünülmesi melekesinin geliştirilmesini amaçlamış, ümmetin ıslâh duygularının uyandırılmasını gaye edinmiştir. Sahasında tek eser olduğu söylenir.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, Kur’ân’ın maksatları, konulan hakkında yazdıkları, üslup ve metodunun özellikleri, diğer eserlerden, özellikle de son devirlerdeki ders kitaplarından farklı oluşu, esbâb-ı nüzule nadir olarak yer verişi, belki bugün ciddiye alınacak bir yenilik sayılmayabilir. Ancak bunlar, hicri on ikinci asır ortamına göre son derece önemli ve yeni şeylerdi. Bu düşüncelerden bir kısmı hâlâ bilinmez ve meçhul bir hal arzeder. Nüzul sebeplerine yönelik rivayetlerin çokluğu, onların ehemmiyetlerine sürekli dikkat çekilmesi, hep onların üzerinde yoğunlaşılması şeklindeki son devirlerin ilmî anlayışının bir tür sembolü haline gelen yaklaşım yüzünden, tarihin hemen her döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasından, kıssalarından yeterince istifade edilememiş, öğüt ve ibretlerinden yeterince yararlamlamamış, çağın ortamı dikkate alınarak zamana tatbik edilme başarısı gösterilememiştir. Şah Veliyyullah Dihlevî, yaptığı bu çalışma ile Kur’ân-ı Kerîm’i bürüyen bu yoğun perdeyi kaldırmakta ve onun eşsiz güzelliğini, revnaklığını, üstün değerini ortaya çıkarmaktadır.
Şirk Ve Tevhidi
Şah Veliyyullah Dihlevî, inançların ıslahı ve gerçek tevhid inancına davette bulunma konusunda, sadece Kur’ân-ı Kerim tercümesi ve verdiği Kur’ân dersleriyle yetinmedi. Konu üzerinde gerçek bir bilgin ve araştırmacı olarak inceleme ve tahlillerde bulundu. Tevhid inancı, Hz. İbrahim milletinin en büyük alâmeti idi ve hanîf İslâm dininde onu bozacak herhangi bir şeye en küçük bir yer yoktu.
Kur’ân ve Rasûlullah (s.a.), tevhid ve şirk arasını kesin ayırmış, tevhidin gerçek yüzünü insanlara göstermiş, şirke en basit şekillerine kadar cihad açmış, şirke götürebilecek her türlü kapıları kapatmıştı. Buna rağmen, haklarında hüsnü şehadette bulunulan nesillerin geçmesinden, yeni ülkelerin fethedilmesinden sonra, bura ahalilerinin müslüman olması, İslâm toplumlarının müslüman olmayan başka toplumlarla ihtilat halinde olması, vahiy döneminden giderek uzaklaşılması ve aradan asırlar geçmesi gibi sebeplerle, İslâm toplumuna bazı müşrikçe inanç ve davranışlar girmiştir. İşin garibi, pek çok ilim sahibi olduğunu iddia edenler, bunları tevil ederek, değişik yorumlar getirerek caiz olduğuna hükmetmeye nasıl cüret edebildiler?! Pek çok kültürlü müslüman, bu tür mugalatalara, tevillere nasıl tutsak edildi?!
Şah Veliyyullah Dihlevî’ye göre bunun gerçek sebebi, tevhidin gereği şekilde anlaşılamaması, şirkin özüne ve müşriklerin, özellikle de cahiliye dönemi müşrik Araplarmm inançlarının hakikatine vakıf olunamamasıdır. İşte bu yüzden Şah Veliyyullah Dihlevî, tevhid, şirk gibi kavramların açıklanması üzerinde önemle durdu ve yanlışlığın kaynağını göstermeye çalıştı. Büyük çoğunluk şirki, canlı ya da cansız herhangi bir varlığı, Allah’ın zatı ile aynı tutmak, O’nun dengi ve misli kabul etmek, ona, Allah’a ait bütün sıfat ve fiilleri izafe etmek, onun yaratıcı, rızık verici, öldürücü, hayat verici…, olduğuna inanmak şeklinde anlamışlardır. Allah’a ait bazı sıfatların, kendi katında mukarrab bulunan bazı sevgili kullarına nisbet edilmesinde ise bir sakınca görmemişler ve bunu şirk telakki etmemişlerdir. Keza, Allah’a gösterilebilecek bir saygının bazı insanlara gösterilmesini de tevhide aykırı bulmamışlardır.
İşte düğümün asıl bu anlayışta yattığını gören Şah Veliyyullah Dihlevî, şirkin mahiyetinin iyi anlaşılması ve gerçek tevhidden maksadın ne olduğu üzerinde ısrarla durmuş ve şirk’i “Allah Teâlâ’ya has olan sıfatları, ondan başkasına nisbet etmektir,” şeklinde tanımlamıştır.
Şah Veliyyullah, bu konuda şöyle demektedir:
Şirkin Hakikati:
“Esasen şirk; kişinin, insanlar arasında yüceltilmiş bulunan bazı insanlardan sâdır olan fevkalâde hallerin, behemehal onlarda insan türüne mahsus olmayan bir sıfata sahip olması yüzünden kaynaklandığına inanmasıdır. Onda varlığına inandığı bu sıfat, Vâcibu’l-Vücûd’a has bulunan, ulûhiyet vasfı bulunmayan yaratıklarda olmayan bir sıfattır. Şirke inanan kişiye göre bu şöyle olur: Tanrı, kendi ulûhiyet libasından bir başkasına giydirir veya başkası O’nun zâtı içerisinde kendi varlığını yok eder ve O’nun zâtı ile kâim olur, ya da daha başka yollarla ilâhlık vasfını kazanır. Bu tür hurafelerle, şirk koştuğu şeye kudsiyet atfeder. Hadiste şöyle gelmiştir:
“Müşrikler şöyle telbiyede bulunurlardı: Lebbeyk, lebbeyk, la şerike lek illâ şerîken hüve lek, temlikuhû ve mâ melek.” [6]
Böylece o kişi, ilahlık vasfına sahip olduğuna inandığı insanın huzurunda aşın bir saygı gösterir ve ona karşı, Allah Teâlâ’ya gösterilen kulluğa benzer bir davranış içerisine girer.” [7]
Tevhid:
Tevhid bahsinde ise şöyle demektedir:
“Müşrikler; önemli olayların idaresi konusunda, yine olması kesin olarak programlanıp kararlaştırılan şeyler hakkında müslümanlarla aynı şekilde düşünmektedirler. Bunun dışında diğer konularda ise farklı bir inanca sahiptirler.
Bunlar, daha önceki nesillerden sâlih insanların Allah’a ibadet ettiklerini, O’na yaklaştıklarını, bunun sonucunda da Allah Teâlâ’nın onlara uluhiyyet (tanrılık vasfı) verdiğini, böylece onların da, diğer insanların kendilerine ibadette bulunmasına hak kazandıklarını kabul ederler ve inançlarını şöyle bir örnekle açıklarlar: Hükümdarlar hükümdarına kölesi hizmet eder, hizmetinde kusur göstermez ve onun teveccühünü kazanır. Bunun sonucunda da hükümdar ona, saltanat hilati verir ve ülkesinin bir bölümünün idaresini ona havale eder. Bu makama ulaşmasıyla artık ona, (aslında köle olmasına rağmen) o ülke halkının itaati vacip olur.
Bunlar şöyle derler: Allah’a yapılan ibadetin kabul edilmesi için, mutlaka bunlara da ibadette bulunulması gerekir. Dahası, Allah Teâlâ, son derece yücedir, erişilmez bir yerdedir; bunun için de, O’na doğrudan ibadette bulunmak bizatihi insanı O’na yaklaştıramaz. Bu itibarla, Allah ile kullar arasında aracı olmaları ve O’na yaklaştırmaları için, mutlaka sözü edilen sâlih insanlara ibadet etmek gerekir.
Bunlara göre, onlar işitirler, görürler, kullan için şefaat ederler, onların işlerini düzenlerler ve onlara yardım ederler.
Bu inançlara sahip olan müşrikler, zamanla onların adına taşları yontmuşlar ve bu heykelleri ibadetleri esnasında kendilerine kıble edinmişlerdir. Arkalarından gelen nesiller, bu kıble edinilen putlarla, o putların temsil ettiği kimseler arasındaki bağlantıyı kavrayamaz olmuşlar ve önlerindeki putların, bizatihi mabûd olduğunu düşünmeye başlamışlardır.” [8]
Cahiliye dönemi insanlarının inançları, ibadetleri vb. gibi konulardan bahsederken de şöyle der:
“Cahiliye döneminde Allah Teâlâ’nın, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi yaratmada, büyük işleri idare etmede herhangi bir ortağının olmadığına inanılır, hiçbir kimsenin onun hükmünü geri çeviremeyeceğine, takdir buyurması ve kesin hükmetmesi halinde O’nun kazasını önleyecek bir manianın olmadığına itikat edilirdi. Şu âyet-i kerîmeler bu temayı işlemektedir:
“Andolsun ki, onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah…’ derler.” [9]
“Bilakis yalnız Allah’a yalvarırsınız.” [10]
“Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider.” [11]
Ancak onların zındıklıklarından sayılacak şu sözleri bulunuyordu:
“Meleklerden ve ruhlardan öyle şahsiyetler vardır ki, bunlar büyük işlerin dışında kalan konularda yeryüzü işlerini idare ederler; kişinin kendisini, ailesini ve mallarını ilgilendiren konularda ıslaha yönelik tasarruflarda bulunurlar. Bunların hali, sultanlar sultanına nisbetle etrafında bulunan küçük krallara, hışmından yanına yaklaşılamayan hükümdara nisbetle şefaatçi ve nedimlere benzer. Bu inancın çıkış noktası, şeriatların, işlerin meleklere havale edilmiş olduğunu, mukarrabûn mertebesine ulaşmış insanların dualarının kabul olunduğunu ifade etmiş olmasıdır. İnsanlar bu tür ifadelerden hareketle, görünmeyeni görünene benzeterek hükümdarlar gibi melekleri iktidar sahibi, tasarrufta bulunabilen varlıklar zannnetmişlerdir…” [12]
Şah Veliyyullah Dihlevî, açıklamalarıyla şirk manası taşıyan amellerin ve inançların temeline inmişti. Halkın ve onlara çok benzeyen aydınların içine düşmüş oldukları şirk manası içeren davranışlara karşı savaş açmıştı. Alllah’tan başkası adına adakta bulunmak, kurban kesmek, veli ve salihler adına oruç tutmak, onlara dua etmek, onlardan dilek tutmak, onlara sığınmak, onlardan korku ve ümit arasında olmak, istimdad ve istiânede, kabirlerine tazimde bulunmak, onlarla ilgili olan her şeye Allah’ın evine, hareme, şer’an kutsal sayılan yerlere hürmet eder gibi saygı göstermek, insanın mutlu ve mutsuz oluşunda, sıhhatli ve hasta oluşunda, fakirlik ve zenginliğinde etkin olduklarına inanmak…, gibi inanç ve davranışları tevhid inancını zedeleyen, şirk manası taşıyan inanç ve davranışlar olarak mahkum etmiştir.
Şah Veliyyullah Dihlevî, inançların açıklanmasında selefin yolunu tutmuş, Kur’ân ve sünnetin açıklamasını esas almıştır. Bu konuda İbn Teymiye (ö. 728), onun talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 791) gibi isimler kendisi için örnek olmuştur. Akaide dair yazdığı, el-Akîdetu’l’hasene adlı kitabında tevil ile lâfızcılık arasında orta bir yol tutmuştur. Kitap, akıcılığı, ibaresinin kolaylığı yanında, Ehl-i sünnet inancını özet olarak içinde toplayan muhtevalı bir eserdir.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Farsça olarak yazdığı Vesâyâ risalesinde konu hakkındaki tutumunu şöyle ifade etmiştir:
“Bu fakirin ilk tavsiyesi, itikat ve amelde Kitap ve sünnete dört elle yapışılması ve daima onlara göre amel edilmesidir. Akaid konusunda ilk dönem Ehl-i sünnet (mütekaddimîn) metodu tercih edilmelidir. Selef-i sâlihin uzun boylu üzerinde durmadığı sıfatlar ve müteşabihler konusuna fazlaca girilmemeli, akılcıların, zeki geçinenlerin kuşkuya düşüren görüş ve düşüncelerine değer verilmemelidir.”
İsimler ve sıfatlar hakkındaki yaklaşımını da şöyle takdim etmektedir:
“Bil ki: Hak Teâlâ, akıl ya da duyularla kavranılan herhangi bir şeye mukayese edilmekten veyahut arazların mahallerinde gözükmesi gibi O’na sıfatların hulul etmesinden, sıradan insanların akıllarıyla kavranmaktan, halk arasında kullanılan lâfızların O’nu ifade etmesinden münezzeh ve yücedir. Öbür taraftan O’nun mutlaka insanlara tanıtılması da gerekmektedir. Çünkü kendileri için mümkün olan kemâl mertebesine ulaşabilmeleri için, bu zorunludur. Bu durumda aşağıdaki yollara başvurmak gerekecektir:
- O’nun hakkında zahir manaları değil de sonuçlan itibarıyla bazı sıfatların kullanılması vacip olacaktır. Meselâ O’na, “rahmet” sıfatının, kalbin şefkat duyması ve hislenmesi manasında değil de, nimetlerin inmesi anlamında nisbet edilmesi gibi.
- İstiare yoluyla, hükümdarın, ülkesini yönetmesini ifade etmek için kullanılan lâfızların, Allah Teâlâ’nın kâinatı idare etmesi için kullanılması. Çünkü bu manayı ifade etmek için bundan daha açık başka bir yol bulunmamaktadır.
- Teşbihler kullanılması. Bunlarla, kullanılan kelimelerin ifade ettikleri mananın kendisi değil de, örfte o benzetmeye uygun bulunan manaların kastedilmesi şarttır. Meselâ, “eli açıklık” tan, cömertliğin kastedilmesi gibi. Yine bu teşbihlerin, muhataplara O’nun hayvanı duygulara sahip olduğunu açık bir şekilde hatırlatmaması da şarttır. Bu, tabiî muhataplara göre farklılık arzedecek bir durumdur. Buna göre meselâ Allah Teâlâ hakkında “görür”, “işitir” denir; fakat “tadar”, “dokunur” denemez.
- Allah Teâlâ’nın her ayrı konuyla ilgili fiillerini dikkate alarak O’nu “Rezzâk”, “Musavvir”…, gibi adlarla isimlendirmek.
- Allah Teâlâ’ya lâyık olmayan her türlü yakıştırmalardan, özellikle de O’nun hakkında yanılgıya düşen kavimlerin itikatlarını hatırlatıcı tavsiflerden kaçınmak; “Lem yelid ve lem yûled” gibi.[13]
İstisnasız bütün semavî din müntesipleri, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının bu şekil üzere beyan edilmesi, O’nu niteleme babında gelen kelimelerin olduğu gibi kullanılması, kullanımı ötesinde üzerinde durularak kurcalanmaması hakkında icmâ (görüşbirliği) etmişlerdir. Haklarında hüsnü şehadette bulunulan ilk nesiller, hep bu tavır üzere olagelmişlerdir. Sonra bir grup müslümanlar, bu konuya dalmaya başlamışlar ve herhangi bir nass ya da kesin bir aklî delil olmaksızın, onların ne manalara geldiğini kurcalamaya başlamışlardır.” [14]
Allah’ın isimleri ve sıfatları konusunda selefin görüşünü tutması, yersiz yorumlara giden ve sıfatlar konusundaki sözleri, bazen sıfatları ortadan kaldırma noktasına kadar giden felsefeci kelâmcılarla uyum içinde olmaması, hadise ve sünnete karşı olan tutkusu ve aşırı saygısı, Şah Veliyyullah Dihlevî’yi, Şeyhülislâm İbn Teymiye’yi savunmaya, onun değerinin büyüklüğünü itiraf etmeye sevketmiştir. Bilindiği gibi İbn Teymiye, son asırlarda hakkında çok tartışma yapılan, hakaretlere, suizanlara hedef olmuş bir şahsiyettir. İşte böyle bir ortamda Şah Veliyyullah Dihlevî, onu son derece güzel ifadelerle övmüş, onu müdafaa etmiştir, et-Tefhîmâtu’l-ilâhiyye’de şöyle demiştir:
“Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin görüşleri arasında, Kitap, sünnet, selefin söz ve uygulamalarından mesned ve delili olmayan hiçbir şey yoktur. Dünyada böyle bir âlimin bulunması çok ender çıkar. Yazılı ya da sözlü beyanda onun seviyesine kim ulaşabilir?! Ona karşı çıkanlar, onun sahip olduğu meziyetlerin onda birine bile sahip değillerdir.” [15]
2. HADİSİN NEŞRİ VE HADİS İLE FIKHI BİRLEŞTİRME FAALİYETİ
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Hind yarımadasında gerçekleştirdiği en önemli faaliyetlerinden bir diğeri, hadisin bu bölgede yer etmesini, yayılmasını sağlamak, hadis derslerini ihya etmek, bu büyük ilme özel bir önem vermek olmuştur. Bu konuda vermiş olduğu eserler, son derece ciddî ve büyük araştırmalar sonucu yapılmış çalışmalardır. Bu eserler, onun tecdid hayatında çok önemli bir yere sahiptir. Zaten onun hadise dair olan ilmi, ilim alemindeki üstünlüğünü belirleyen kıstaslardan biri sayılmış ve o, “muhaddis” olarak nitelenir olmuştur.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin hadise ayrı bir önem vermesinin iki temel sâiki vardır. Birincisi hadisin onun nazarmdaki yeridir. Ona göre hadis, bütünyakînî ilimlerin esası ve başıdır, dinî ilimlerin temeli olması bakımından en az Kur’ân kadar önemlidir. [16] İkinci olarak o, mevcut fiilî durumun tasfiyesi için sünnete başvurmayı zorunlu görmektedir. Her asırda ıslahatçıların, ümmetin gidişatını değerlendirmek, sapmaları tesbit etmek için kıstas olarak başvuracakları vazgeçilmez asıl hadistir. O, inançta, amelde ve ahlâkta Kitap ve sünneti kıstas olarak almadıkça gerçek bir kemâl halinin gerçekleşemeyeceğine inanır. İtidal hali, ancak sünnet vasıtasıyla korunabilir. Eğer sünnet yolu terkedilir, peygamberi yönlendirmelere sırt çevrilirse, ümmet ifrat ya da tefrite düşer, denge bozulur. “Andolsun ki, Rasûlullah’ta, sizin için en mükemmel bir örnek vardır.” [17] âyetinde de ifade edildiği gibi, insanlar için sunulan fiilî örneğin ihmal edilmesi, dinî hükümlerin hayata tatbikini imkânsız kılar. İşte sünnetin bu özelliğinden dolayı Şah Veliyyullah Dihlevî, ona ayrı bir önem vermiş ve hadisin neşrine, ders olarak okutulmasına özel bir ilgi göstermiştir.
Tecdîd ve ıslâh hareketine girişen herkes için durum aynı olmuş, onlar da faaliyetlerini sürdürürken hadis kitaplarına büyük önem vermişlerdir. Çünkü bidat ve hurafelere, cahiliye dönemi âdetlerine karşı savaş açmak, gerçek dine, saf İslâm’a davette bulunmak durumunda olan herkes için, hadis en temel esastır ve bu işi onsuz yapmak mümkün değildir.
Hicrî onikinci asır ve daha öncelerine baktığımız zaman Hind kıtasının hadisle fazla ilgisi olmadığım görmekteyiz. Arap hakimiyetinin sona ermesi ve kıtanın Gazneli, Gurlu hükümdarların egemenliğine girmesi sonucu, hadis ilmi unutulmaya yüz tutmuş ve insanlar şiir, ilm-i nücûm, riyazi ilimlere yönelmişler, dinî ilimler’den de fıkıh ve fıkıh usûlü rağbet görmüştür. Fıkhın hadise arzedilmesi, ona vurulması gibi bir endişe duyulmamıştır. Hadis ilmine olan ilgisizlik asırlar boyu devam etmiştir. Hatta altı sahih hadis kitabını ve onların müelliflerim, bu ilim dalının meşhur simalarını dahi bilmemektedirler. Bütün bildikleri es-Sağânî’nin Meşâriku’l-envâr’ıdır. Eğer bir kimse, el-Bağâvî’nin Mesâbîhu’s-sünne’sine, ya da Mişkâtu’l-mesâbîk’e ulaşmışsa, kendisini “muhaddis” derecesine ulaşmış görürdü. Buralarda genelde felsefe ve tasavvuf revaçtadır. Mutasavvıfların sözlerini içeren kitaplar yayılmıştır ve bunların muhtevalarının sahih hadislerle tevsiki gibi bir ihtiyaç da bulunmamaktadır. Sûfiyye arasında selam secdesi, kabirlerin mescid edinilmesi, orada mumlar yakılması, etrafının kutsal sayılması ve adeta Kabe gibi tavaf edilmesi, çeşitli merasimlerin yapılması, Allah’tan başkası adına adakta bulunma, evliya adına kurban kesme, oruç tutma.., gibi bir ucu şirke varan pek çok bidat yaygın halde bulunuyordu.
İşte böyle bir ortamda Şah Veliyyullah Dihlevî’nin ortaya çıkması, bidat ve sünneti birbirinden ayırmak için mücadele etmesi ve bunun için de hadis ilmine önem vermesi makul ve yerinde bir hareket olmuştur. Daha onuncu hicrî asırdan başlayarak hadis ilmine önem verilmeye başlaması, ancak bu ferdî çabaların gereken ilgiyi toplayamaması, bu konuda müceddid birine ihtiyacı ortaya çıkarmıştı. Şah Veliyyullah Dihlevî, yaptığı çalışmalar ve oluşturduğu ilgi ile beklenilen sima olmuştu. Bundan böyle hadis ilmi, öğrenim yılları sırasında okutulmakta olan mukarrar dersler arasına girmiş, fazilet ve kemalin göstergesi haline gelmişti. Hadis-i şerif okutmak üzere müstakil ilim halkaları oluşmaya başlamış, altı hadis kitabının, özellikle de Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî’nin okutulması yaygın bir hal almıştır. Halkın istifadesini sağlamak için hadis kitapları tercüme edilmiştir. Bütün bu faaliyetler sonucunda Hindistan, hadis ilminin merkezi haline gelmiştir. Reşid Rıza’nın şu sözleri bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Eğer zamanımızda Hint uleması kardeşlerimizin hadis ilmine gösterdikleri ilgi olmasaydı, bu ilmin şark illerinde sonu kesilmişti. Mısır, Şam, Irak, Hicaz’da hicrî onuncu asırdan beri zayıflamıştır. Hatta on dördüncü asrın ilk başlarında bu zayıflık son noktasına ulaşmıştır.”[18]
Hindistan’da ihyasına çalışılan dinî hayatı, kesif bir bidat sisi bürümüş, cahiliye ananeleri, gayrimüslimlere ait dinî hava egemen hal almışken, gayrı İslâmî nişaneler (şeâir) revaçta iken ilim mahfillerinde Yunan felsefesi, âlet ilimleri, belagat, kelâmın, şer’î ilimler adına da sadece fıkıh ve fıkıh usulü okutulması ve bunlarda kılı kırk yararcasma durulması, fıkhın hadisle desteklenmesi gibi bir kaygı duyulmaması doğrusu kabul edilebilir değildi. Şah Veliyyullah Dihlevî, böyle bir tavrı hazmedemiyordu. Ona göre herşeyin başı Kitap ve sünnetti. Dolayısıyla eğer maksat ilimse, işe bunlardan başlamak gerekirdi. Maksat da bunlarla amel etmekti. Eğer kendi anlayışımızla amel etme imkânımız varsa bu ikisiyle yetinebilirdik. Yok, anlayışımız yeterli değilse, o zaman bizden önceki ulemanın anlayışından yararlanma yolunu tutabiliriz. Onlardan sünnete daha uygun, daha açık, daha münasip gördüğümüz görüşleri alabiliriz. Âlet ilimleriyle uğraşırken, onların nihayet bir araç olduklarını, hiçbir zaman amaç haline gelmemesi gerektiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. [19]
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Hadis Hinine Hizmetleri:
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hicaz’dan döndükten sonra hadis ilmine özel bir itina göstermeye başladı ve Rahîmiyye medresesesi, çok sürmeden hadis ilmi taliplerinin toplandığı bir merkez haline geldi ve asırlar sonra ilk kez Hindistan hadis sahasında önemli bir yer kazandı, Yemen’le boy ölçüşür hale geldi, hatta şöhreti Hicaz’ı bile tutmaya başladı. Hadis alanında değerli eserler yazdı. Bunlara eserleri bahsinde yer verilecektir.
Şah Veliyyullah Dihlevi’nin Mezhep Anlayışı Ve Fıkıh İle Hadisi Birleştirme Başarısı:
Şah Veliyyullah Dihlevî zamanında, fıkıh ve hadis ilimleri, dünyanın hemen her yerinde birbirinden ayrılmış durumdaydı. Mezhepler iyice yerleşmiş ve esnekliğini tamamen yitirmişti. Mezheplerin, kırılabilen, fakat asla esnemeyen, uzamayan sert kalıpları vardı. Herkes kendi mezhebinin yüzde yüz doğruluğuna inanırdı. Bir fakihin hadise tabi olması, ulemanın gazabını çekmek için yeterli idi. İşte böyle bir ortamda Şah Veliyyullah Dihlevî, hadise özel bir önem vermekle, son derece önemli bir tecdid başarısında bulunmuştur. O, önce hadisle fıkhı birleştirme, sonra da dört mezhebin arasını bulma ve bunları birbirlerine yaklaştırma gayreti göstermiştir. Hint kıtasında Şah Veliyyullah Dihlevî’den önce fıkıh ile hadis arasını bulma, mezhepleri hadis temeli üzerinde birleştirme gibi bir gayreti daha görmemekteyiz.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hanefî olarak yetişmişti. Sonra Hicaz’a gidişinde orada genelde Şafiî olan âlimlerden okumuş ve böylece Şafiî mezhebinin usul ve kaidelerini de öğrenmişti. Hicazda bulunması sebebiyle Maliki ve Hanbelî mezheplerini de tanıma fırsatı buldu. Uzun süre tarihî, coğrafi, siyasî, içtimaî sebeplerden dolayı Hindistan âlimleri arasında böyle bir fırsatı ele geçiren olmamıştı. Bu özelliğiyle o, dört mezhebi rahatça karşılaştırma imkânını elde etti.
Öbür taraftan o, yaratılıştan sahip olduğu uzlaştırıcılık, birleştiricilik, dengecilik, ufku genişlik gibi m eziyeti eriyle ayrılığa ve dağınıklığa değil, birleştirmeye ve telife taraftardı. Bunun için de, daha Hicaz’a gitmeden önce fıkıh ile hadisi birleştirmeye meyletmiş, muhaddis fakihlerin yolundan gitmeye, onların yaklaşımlarını izlemeye azmetmişti.
Bu konuda şöyle demektedir:
“Dört mezhebi ve onların usûllerini inceledikten, dayandıkları hadisleri gördükten sonra, gaipten gelen bir işaret ve nurla aynı zamanda hadis âlimi olan fakihlerin yolundan gitmeyi uygun gördüm ve buna azmettim.” [20]
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Mezhep Görüşü:
Şah Veliyyullah Dihlevî, zahirî yaklaşımı ve katı mezhepçiliği şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. Her iki kesime de aşırılıkları, katılıkları dolayısıyla tenkit yöneltmiş ve hakkın orta yolda, itidalde olduğunu açıklamıştır. Bu konuda o şöyle demektedir:
“Hem fukahanın görüşleri üzerinden yürümek, hem de hadislerin lâfızlarını araştırmak gerekir ve bu ikisinin dinde önemli bir yeri vardır. Muhakkik âlimler, öteden beri bu iki esas üzerinden yürüyegelmişlerdir. Kimi bunlardan şuna az itibar etmiş, öbürüne çok; kimi de bunun tersini yapmıştır. Ama bunlardan birinin tamamen ihmal edilmesi -Zahirîler ve katı mezhep müntesiplerinin büyük çoğunluğunun yaptığı gibi- asla doğru olmaz. Yapılması gereken, bunlardan birinin diğerine uygunluğunun ortaya konulması, bunun araştırılması ve böylece birinin eksik kısmının diğeri ile telafi edilmesidir. Bu, aynı zamanda Hasenu’l-Basrî’nin görüşü olmaktadır. [21]
Vasiyetmame’sinde şöyle demektedir:
“Fer’î meselelerde, fıkıh ile hadisi birleştiren muhaddis âlimlere uyulmalıdır. Fıkhı mesâilin, mutlaka Allah’ın kelâmına ve Rasûlullah’ın (s.a.) hadisine arzedilmesi, onlara vurulması gerekir.”
“Hangi asırda olursa olsun müslümanlar, içtihadı mesaili, Kitap ve sünnete arzetmekten müstağni olamazlar.” [22]
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hanefî fıkıh ve usûlünün hâkim olduğu bir muhitte yaşamış, bu mezhebin özelliklerine bihakkın vakıf biridir ve herhangi bir büyük Hanefî âlimi gibi onu kabul etmektedir. Bununla birlikte Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanîfe’yi takdir ettiği gibi, diğer mezhep imamlarım da takdir etmekte ve onlar hakkında saygı duyduğunu belirten sözler söylemektedir.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, dört mezhebi de yakından tanıması, onların yüksek mevkilerini, ilimlerinin genişliğini, bakışlarının inceliğini bilmesi, ümmet üzerindeki saygınlıklarını görmesi sebebiyle, tek bir mezhebi bilen, onun imanıma büyük bir taassupla bağlı kalan müelliflere nisbetle mezhepler konusunda daha bir esnek olmasını sağlamış ve itidal noktasını yakalamasına yardımcı olmuştur.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, İçtihad Ve Taklid Konusunda Mutedil Oluşu:
İçtihad ve taklit konusunda iki uç nokta vardır:
- a)Âlim olsun cahil olsun, herkes için taklidin mutlak haram olduğuna, her konuda doğrudan Kitap ve sünnetle amel etmenin gereğine, hükümlerin bu iki kaynaktan alınması lüzumuna inanan kesim. Gerçi onlar, bunu sözleriyle açıkça söylemiyorlarsa da, amel konusundaki metotları ve yazdıkları bizi bu sonuca götürmektedir. Bunların sözcülüğünü İbn Hazm (ö. 456/1064) yapmıştır. Bu yaklaşım, son derece nazarî olup, uygulanabilirlik şansı hiç yoktur. Zira her müslümanın böyle bir şeyle yükümlü tutulması, takat üstü yükümlülük olur.
- b)Bütün müslümanlara taklidi vacip kılan kesim. Bunlar, bu katı hükmü dinlemeyip, bu daireden çıkan kimselere hemen “fâsık”, “sapık”, “mezhepsiz” gibi damgaları basmaktadırlar. Bunlar taklidin, halkin heva ve heveslere tabi olmalarını, kendi görüşlerine uymalarını önlemek, müslüman toplumunu kargaşadan, anarşiden korumak, dinî amelî alanda birlik ve beraberliği sağlamak, şer’î hükümlerle amel etmeyi kolaylaştırmak.., gibi sebeplerle bir tür düzenleme yolu olduğunu unutmuşlar ve bunu dinin bir parçası şekline sokmuşlar, bu görüşleri üzerinde son derece ısrar etmişler, katı bir tavır göstermişlerdir. Böylece bunun fıkhî bir görüş olduğu, içtihadî bir mesele bulunduğu unutulmuş, dinî bir nass halini almış, kat’î bir amel, başlı başına dinî bir iş niteliğine bürünmüştür
Bu konuda Şah Veliyyullah Dihlevî’nin tercih etmiş olduğu yol, şeriatın ruhuna daha yakın olmaktadır ve ilk asırda takip edilen metoda daha çok uymakta, insan fıtratına daha muvafık düşmektedir ve pratik hayatın icaplarını karşılamaya daha elverişlidir. O, bu konu ile ilgili olarak hicrî dördüncü asırdan önceki durumu tasvir ederek görüşünü belirtmekte, insanların gerek dinî yaşantılarında ve gerekse dünyevî işlerinde karşılaştıkları problemlerini nasıl çözdüklerini, onların tercih ettikleri ve tuttukları yolun ne olduğunu açıklamaktadır. Hüccetullâhi’l-bâliğa’’da, “Dördüncü yüzyıl öncesi ve sonrasında insanların tutumu” diye açtığı bir babda şöyle demektedir:
“Bil ki, hicrî birinci ve ikinci yüzyıllarda insanlar, belli bir mezhebi taklit etme üzerinde hemfikir değillerdi. Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996} Kûtu’l-kulûb adlı eserinde şöyle demektedir:
“Kitaplar, mecmualar sonradan ortaya çıkmıştır. Birinci, ikinci asırlarda âlimlerin içtihadlarıyla hüküm vermek; âlimlerden birinin mezhebine göre fetva vermek, onun görüşlerini kabul edip bir meselede onları nakletmek ve onun mezhebine dayanmak diye bir şey halk arasında mevcut değildi.”
Aksine insanlar iki derecede idiler:
- a)Âlimler,
- b)
- a)Halk:Bunlar, müslümanlar arasında veya müctehidlerin ekserisi arasında ihtilafsız olan, üzerinde icma edilmiş olan meselelerde sadece şeriat sahibini taklit ediyorlardı. Abdestin alınış şeklini, guslün nasıl yapılacağını, namaz ve zekâtın hükümlerini…, vb. atalarından veya memleketlerindeki âlimlerden öğrenmekte idiler. Onlar, bu minval üzere yürüyorlardı. Nadir olan bir olay ortaya çıktığı zaman mezhep tayin etmeksizin hangisi olursa olsun, buldukları müftiye, o olay hakkında fetva sorarlardı. İbn Hümam (ö. 861/1457), Tahrîr adlı eserinin sonunda şöyle demektedir:
“Halk, herhangi bir müftîye her meselede sıkı sıkıya bağlı olmaksızın (iltizam etmeksizin) bir kere birine, diğer bir kere daha başka bir müftiye fetva sorardı.”
- b)Âlimler:Bunlar da iki kısımdır:
- Ehl-i hadis:Bunlar sürekli hadisle meşgul olmaları sonucunda, konuyla ilgili bir başka şeye ihtiyaç duymayacak biçimde, bazı fukahaca da amel edilmiş, terki mazur görülmeyecek olan müstefîz ya da sahih hadise sahip olurlar veya sahabenin ve tabiînin çoğunluğuna ait, muhalefeti hoş karşılanmayacak güçlü görüşlere ulaşırlar. Eğer mesele hakkında, naklin tearuzu, tercih imkanının bulunmaması vb. gibi sebeplerle kalbi mutmain kılacak bir şey bulamazlarsa, o zaman daha önce geçmiş olan fukahadan bazılarının görüşlerine başvururlar. Eğer iki görüş bulursa, bunlardan daha güçlü olanını tercih eder; görüş sahibinin Medine ya da Küfe ekolünden olması farketmez.
2.Ehl-i tahrîc: Bunlar, sarih olarak bulamadıkları şeyleri çıkaran ve mezhep içerisinde içtihadda bulunan kimselerdir. Bunlar, imamlarının mezhebine nisbet edilerek anılırlar. Meselâ, “Falan, Şâfiîdir, filan Hanefîdir…” denilir. Görüşlerinin çokça muvafık düşmesi halinde, hadis âlimleri de bu şekilde belli bir mezhep imamına nisbet edilebilir. Nesâî ve Beyhakî’nin İmam Şafiî’ye nisbet edilmeleri gibi. Kaza ve iftâ görevini ancak müctehid olanlar üstlenirdi. Ancak müctehid olan kimseye fakîh denirdi. Bu asırlar geçtikten sonra işler değişti ve başka başka insanlar geldi; bunlar sağa sola saptılar. Birçok yeni durumlar ortaya çıktı.” [23]
Taklidin Meşru Ve Tabiî Şekli:
Şah Veliyyullah Dihlevî, insafı ve gerçekçiliği sonucu olarak taklit konusunda şöyle düşünür: Eğer bir kimse, sadece şeriatın sahibine yani Rasûlullah’a (s.a.) uymak niyetinde; fakat, nasslardan doğrudan hüküm çıkarmaya ve onları uygulamaya kendisinin gücü yetmiyorsa, bu durumda onun, belli bir mezhebi ya da muayyen bir imamı taklit etmesinde bir sakınca yoktur. Şah Veliyyullah Dihlevî, İbn Hazm’ın,
“Taklit haramdır ve kim olursa olsun hiçbir müslümanın Rasûlullah’ın (s.a.) dışında delilsiz, burhansız herhangi bir kimseye tabi olması caiz değildir.” sözünü naklettikten sonra şöyle der:
“İbn Hazm’ın bu sözünün uygun düştüğü kimse Hz Peygamber’in (s.a.) buyruğundan başka herhangi bir kimseyi, itaat edilmesi şart olan kimse kabul etmeyen, ancak Allah ve Rasûlünün helal bildiklerini helal sayıp, haram kıldıklarını haram kabul eden, fakat doğrudan doğruya Hz. Peygamber efendimizin sözlerini, davranışlarını bilmediğinden ve değişik sözleri biribiriyle karıştırarak doğru yolu bulma yeteneği ve o sözlerden meselelere çözüm bulma gücü taşımadığından dolayı Allah’tan korkan bir âlimin eteğine yapışan, bu âlimin de doğru söylediğine ve meseleyi açıklarken o noktada sadece peygamberin sünnetine bağlı ve onu dile getiren biri olduğuna inanan, onun görüş ve düşüncesinin doğru olmadığını anladığı an hiçbir tartışma ve inada sapmadan derhal onun eteğini bırakacak olan kimse değildir. Böyle bir insanı kim ve nasıl kötüleyecek; onu, sünnete aykırı kabul edecektir!
“Kaldı ki fetva isteme ve fetva verme yetkisinin Hz. Peygamber (s.a.) döneminden başlayarak kesintisiz devam ettiğini herkes bilir. Daima bir tek kimseden fetva alan kimse ile bazen bir âlimden, bazen de başka bir âlimden fetva alan, düşüncesi duru, niyeti sağlam olan ve sadece şeriata bağlanmayı isteyen iki kişi arasında hiçbir fark olmadığı herkesin malumudur. Bu nasıl caiz olmaz ve neden caiz olmasın? Bizim, hiçbir müctehid hakkında, Allah’ın ona gökten fıkıh indirdiğine, bizim ona itaatimizin vacip, onun da masum olduğuna inanmamızı gerektiren bir durum yoktur. Eğer biz ona uyuyorsak bu, sadece onun Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamber’in (s.a.) sünnetini iyi bilen bir âlim olduğuna inandığımız içindir. Dolayısıyla böyle bir müctehidin görüşü (fetvası) mutlaka şu iki durumdan biri olacaktır: Ya, kitapla sünnetin açık hükmüne dayanmaktadır, ya da bir tür içtihad ile Kitap ve sünnetten çıkarılmıştır. Veya karinelere dayanarak hükmün falanca illete bağlı olduğunu anlamış ve kalbi buna iyice yatmıştır. Aralarındaki illet birliğinden hareketle hakkında nass bulunmayanı, hakkında nass bulunana kıyas etmiştir. Bu durumda o sanki hal diliyle,
“Ben bundan, Hz. Peygamber’in (s.a.), “Bu illetin bulunduğu her yerde hüküm şöyle olacak,” buyurduğunu anlıyorum” demektedir. Böylece kıyaslanacak mesele de, bu genel ve küllî mesele içine girmektedir. Dolayısıyla bu da, sonuçta Hz. Peygamber’e (s.a.) dayandırılmaktadır. Ancak bu nisbette zan vardır. Eğer böyle olmasaydı, hiçbir mü’min hiçbir müctehidi taklit etmez, ona bağlanmazdı. Bu durumda, bizim elimize Allah Teâla’nın, kendisine itaat edilmesini bize farz kıldığı günahsız, hatasız Hz. Peygamber’in (s.a.) güvenilir bir yolla sağlam bir hadisi geçerse, o hadis de bu müctehidin veya imamın fetvasına, görüşüne aykırı ise, bu durumda biz, bu hadise aldırmayarak hâlâ o tahmin ve zanna dayalı mezhebe bağlı kalmakta ısrar edersek, bizden daha hatalı yol seçen kim olabilir ve yarın kıyamet gününde Allah’ın huzurunda ne mazeret ileri sürebiliriz?!” [24]
Şah Veliyyullah Dihlevî, bu insaflı tahlilinden sonra İslâm âleminde amel olunagelmekte olan dört fıkıh mezhebi hakkında, “Ikdu’l-cîd fî ahkâmi’l-içtihad ve’t-taklîd” adlı risalesinde şöyle demektedir:
“Biline ki: Meşhur dört mezhebi tutmanın büyük faydası, hepsini birden terketmenin (mezhebsizliğin) de, madde madde açıklayacağımız üzere pek çok zararı vardır:
- İlk müslüraan alimler (selef), dini öğrenme konusunda, kendilerinden öncekilere dayanmış, onlardan faydalanmıştır. Bu cümleden olarak tabiûn ashaba, tebau’t-tabîîn, tâbîûna.., böylece her devrin alimleri daha öncekilere başvurup onlardan istifade etmişlerdir.
Akıl da bu davranışın iyi olduğuna hükmeder. Çünkü şeriat ancak nakil ve istinbat (delillerden hüküm çıkarmak) yoluyla öğrenilebilir. Nakil ise, ancak sonra gelenlerin daha öncekilerden, irtibat kurup ilim almalarıyla mümkün olur. İstinbat, daha öncekilerin mezheb ve görüşlerini bilmeye muhtaçtır. Ancak bu sayede müctehid, ilmini daha öncekilerin attığı temeller üzerine kurar, icmâa aykırı hükümden sakınma imkanı bulur.
Zâten bütün ilim ve zanaatlar, sarf-nahiv (gramer), tıp, şiir, demircilik, marangozluk, kuyumculuk.., bunları öğrenmek isteyen herkesin, ehil ve üstadlarına müracaatları, önlerinde dirsek çürütmeleriyle elde edilmiştir. Bunun istisnası mantıken mümkün ise de çok nadir olarak vukubulmuştur.
Selefin görüş ve emek mahsûlüne itimat ve ihtiyacın zarureti böylece sabit olmuştur. Yalnız bunlara dayanabilmek için bazı şartlar vardır:
- a)Sözleri sahih bir senedle rivayet edilmiş olmalı,
- b)Veya meşhur kitaplarda yazılı bulunmalı,
- c)Sözlerin çeşitli ihtimallerinden biri tercih edilmek, bazımevzulardaki umumi hükümlerin tahsisleri yapılmış olmak, mutlak olanlara kayıt ve şartlarına bağlanmak gibi hizmet görmüş olmalı.
- d)Hükümlerin illet (esbâb-ı mucibe)leri açıklanmalı,
- e)İhtilaflı olanlar bir araya getirilmelidir.
Şu son zamanlarda işte bu şartları kendisinde toplayan dört mezhepden başka mezhep yoktur.”
Şah Veliyyullah Dihlevî, bundan sonra diğer zararları sıralar. [25]
Böylece o, içtihad ve taklid arasında mutedil bir tavır sergilemiş, şeriatın maksatlarına, insan fıtratına ve vakıaya uygun düşecek bir yaklaşımda bulunmuştur. O, taklidin caiz olabilmesi için gerçek maksadın şeriatın sahibine yani Rasûlullah’a (s.a.) uymak, kitap ve sünnete bağlanmak olması gerektiğini belirtmiştir. Zarurete binaen uyduğumuz kimseye de, Allah’ın kitabını ve Rasûlullah’ın (s.a.) sünnetini iyi bildikleri için uyacağız. Bu itibarla, şayet Kitap ve sünnet ile sabit hükmün, uyduğumuz imamın görüşünden farklı olduğuna güman getirirsek, derhal onun görüşünü terkederek kitap ve sünnet ile sabit olan hükme dönmede tereddüt etmememiz gerekecektir. İşte taklit ancak bu şekilde caiz olacaktır.
“Rabbin hakkı için, onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonradan verdiğin hükümden hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe asla iman etmiş olmazlar.” [26]
Her Çağda İçtihada İhtiyaç Vardır:
Şah Veliyyullah Dihlevî, dört mezhebin özelliklerini, onların üstünlüklerini, özellikle büyük muhaddis fakihlerin yaptıkları hizmetleri, onların sahip oldukları üstün mevkii itiraf eder. Yine mevcut fıkıh ve hadis külliyatının büyük bir servet olduğunu, onlardan istifade edileceğini, onlardan müstağni olunamayacağını ve bu zengin mirasa sırt çevirmenin ancak hüsran ve mahrumiyet sebebi olacağını kabul eder. Bütün bunlara karşılık içtihadın -tabii ki şartlarına riayet kaydıyla- her çağda ihtiyaç duyulan bir müessese olduğuna inanır ve bunun, devamlı gelişmekte ve değişmekte olan insan hayatının bir gereği olduğunu düşünür, onu sürekli meydana gelen yeni yeni olayların çözümü, beşerî ihtiyaçların karşılanması için zarurî görür. el-Musaffa’nın mukaddimesinde şöyle der:
“İçtihad, her devirde farz-ı kifâyedir. Burada içtihaddan maksat, meselâ İmam Şafiî’nin içtihadı gibi, ne cerh ve ta’dîlde, ne dil ve benzeri araç olan ilimlerde, ne de içtihadı dirayette bir başkasına ihtiyaç duyacak olan imamlar hakkında söz konusu olan mutlak içtihad değildir. Bizim maksadımız müntesip müctehidliktir. Bu, şer’î hükümleri tafsili delillerinden bilme, müctehidlerin yolu üzere ayrıntılara çözüm bulabilme ve onları düzene koyma faaliyetidir. Bunun, imamlardan birinin irşadı (metodu) doğrultusunda yapılmış olmasının bir mahzuru yoktur.
Biz, asrımızda içtihadın vacip olduğunu söylerken şuna dayanmaktayız: Meseleler, olaylar pek çoktur. Bunların belli bir sayı altına sokulması, hepsinin ihata edilmesi imkânı yoktur. Buna rağmen, her biri hakkında Allah’ın hükmünü bilmek gerekmektedir. Şimdiye kadar yazılmış, tedvin edilmiş hükümler yeterli değildir. Kaldı ki onlar hakkında da pek çok ihtilâf bulunmaktadır. Bu durumda çözüm için mutlaka delillere müracaat etmek gerekmektedir. Meseleler hakkında imamlardan yapılagelen rivayetler, kalbe tam güven verecek kadar her zaman için sağlam da değildir; çoğunda kesinti vardır. Bu yüzden, mutlaka içtihad usûl ve kaidelerine başvurmak gerekecek, onların araştırılması zorunluluk arzedecektir.”[27]
İçtihad, taklid, mezhebe bağlılık, intikâl, telfik gibi konularda görüşlerim genişçe Ikdu’l-cîd risalesinde açıklayan Şah Veliyyullah Dihlevî, bazılarının yaptığı gibi içtihadı adeta imkânsız kılacak şartlar ileri sürmez.[28]
Onun bu konulardaki görüşlerini şöyle özetlemek mümkündür:
İnsanlar kulluk görevini ifa edebilmek için iki yoldan birini tutmak zorundadırlar:
- a)Eğer müctehidlerse içtihad ederler,
- b)Değillerse, “Bilmiyorsanız, erbabına sorun” prensibi gereğince, müctehidlere sorarak kulluk görevini icra ederler.
Sorarak kulluk görevini ifa edecek kişiler, illâ falanca müctehide sormak zorunda olmadıkları gibi, bir müctehide sorduktan sonra ondan aldığı fetva ile amel etmek, ya da artık bütün meselelerini hep ona sormak gibi bir mecburiyeti de yoktur.
3. İSLÂM’IN İLMÎ VE NAZARÎ YORUMUNU, TEŞRÎ FELSEFESİNİ YAPMASI
Şah Veliyyullah Dihlevî, İslâm’ı ilmî ve nazarî bir biçimde yoruma tabi tutmuş, bir tür İslâm’ın felsefesini yapmak diyebileceğimiz işi ilk defa deneme şerefine sahip olmuştur. Bu meyanda dinin getirdiği hükümlerde gözettiği maksatları, hikmet-i teşrî’i ortaya koymuştur. O, İslâmi sistemi fikrî, ahlâkî, hukukî ve medenî.., bütün yönleriyle bir tertip, düzen ve bütünlük içinde arzetmeyi denemiştir. Din ve şeriat yani değişmeyen hakikat ile onun lüzumlu olan, her zaman değişen ifadesi arasındaki fark üzerinde ısrar etti. Bu çok önemli işi, Hüccetullâhi’l-bâliğa adlı en önemli eseriyle, el-Büdûru’l-bâziğa isimli eserinde yapmıştır. Şah Veliyyullah Dihlevî, bu eserlerinde metafizik konuları ele almış, bir kâinat tasavvuru ortaya koyarak burada İslâm’ın ahlâk ve medeniyet sistemine uygun olarak insanın yerini tesbite çalışmış, kabul melekesinin muhtelif derece ve çeşitleri bulunduğu anlamındaki psikolojik hakikat üzerinde durmuştur.
Daha sonra bu temel üzerine dayandırdığı bir ahlâk nizamı ile “irtifaklar” adım verdiği bir içtimaî felsefe ortaya koymuş, sosyal ihtiyaçlar ve bunların karşılanması için gerekli olan kurum, kuruluş ve faaliyetlerden söz etmiştir. Bu son sistem içerisinde aile cemiyet, siyaset, hukuk, adalet, vergi, idare, askerlik… konularını ele almıştır.
Bundan sonra da ibadetler ve hükümlerin hikmetlerini incelemiş ve yine ilk olarak İslâm ile materyalizm arasındaki tarihî diyalektiğe işaret etmiştir.[29]
Hüccetullâhi’l-bâliğa’nın son baskını yapan naşir Muhammed Şerif Sükker eserin takdiminde şöyle demektedir:
“İslâmî ilimler sahasında eser veren ulemâ, dinî hakikatlerin, hükümlerin ve manaların beyanına dair kitaplar yazmışlardır. Ancak şerî hükümlerden gözetilen amaçlar ve bunların sırları, manaların ve dinî hakikatlerin özü hakkında yazmak durumunda kalınca, konuyu çok muhtasar bir şekilde ele almakta ve genelde bunları diğer yazdıklarına bir ek mahiyetinde takdim etmekte idiler. Bu itibarla şeriatın ruhu ve felsefesine dair müstakil kitaplar yazmak ve onlarda sırf hikmet-i teşrîye yer vermek gibi bir gayreti çok az kişi göstermiştir.
İşte Şâh Veliyyullah, Hüccetullâhi’l-bâliğa adındaki hacimli kitabını sırf bu konuya, yani hikmet-i teşrîye ayırmış, İslâm şeriatının gerçek anlamda felsefesini yapmış, konunun hakkını vermiş ve bu sahada üstün bir başarı göstermiştir. Âlimler onun bu başarısını büyük bir beğeni ile karşılamışlar ve bu sahada onun yazdıklarını esas almışlardır. Kitap büyük bir kabul görmüş ve bunun bir sonucu birçok naşir tarafından neşre hazırlanmış ve defalarca basılmıştır…”
4. HİLÂFET SİSTEMİNE OLAN İHTİYACI ORTAYA KOYMASI
Râşid Halifelerin Hilafetlerinin İsbatı, Ümmetin Onlara Karşı Olan Minnet Borcunun Büyüklüğü:
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin üzerinde durduğu önemli konulardan biri de hilafetin lüzumu ve râşid halifelerin hilafetlerinin isbatı ve onların yaptıkları büyük hizmetlerin ortaya konulması doğrultusunda olmuştur. Bu konuda “İzâletu’l-hafâ an hilâfeti’l-hulefâ” adlı sahasında çok değerli olan eserini yazmıştır.
Şah Veliyyullah Dihlevî, hilâfetin ve râşid halifelerin hilafetinin isbatını, dinin en önemli esaslarından biri görür ve bu esasa dört elle tutunmayan kimselerin, İslâm’ın hemen her konudaki meseleleri karşısında kuşku duyacaklarını ifade eder. Zira bu esas, dinin korunmasını ve daha sonraki nesillere ulaştırılmasını garanti eden bir kurum özelliği arzetmektedir.
İslâm’ın ilmî ve nazarî bir yorumu mahiyetindeki Hüccetullâhi’l-bâliğa adlı eserinden sonra bu kitabını yazmasının güçlü bir sebebi vardır. O, bu eseriyle, Hüccetullâhi’l-bâliğa’da nazarî ve ilmî olarak ele aldığı İslâm’ın esaslarının, ilkelerinin Rasulullah’tan (s.a.) sonra gerçek hayatta nasıl emsalsiz bir başarı ile uygulandığını, İslâm öğretilerinin amelî bir biçimde nasıl ortaya çıktığını ve hayata görkemli bir şekilde tatbik edildiğini, İslâm toplumunda bunun sonuçlarının neler olduğunu, bu uygulamanın o devrin iki süper gücü olan köklü medeniyetleri nasıl ortadan kaldırdığını.., ortaya koymak istemiştir.
Bu konuda İmam Ebû Yusufun (ö. 182/798) el-Harâc’ından başlayarak, Mâverdî’nin (ö. 450/1058), el-Ahkâmu’s-sultâniyye’si, İmam Gazzâlî’nin hocası Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî’nin (ö. 478/1085) Gıyâsu’l-ümem ve’ltiyâsi’z-zulem’i, İbn Teymiyye’nin (ö. 728/1327) es-Siyâsetu’ş-şer’iyye’si gibi kaynak eserler varsa da, bunlar râşid halifelerin hilâfetinin sübutu ve sıhhati, onların dindeki yerleri konularını ele almamışlardır. Özellikle Şiilerin bu konuda kuşku uyandırmaya çalışmaları ve halkın da onların bu ortaya attıkları şüphelerden etkilenmeleri bu kitabın yazılmasının en büyük sebebi olmuştur. Bu konu Şah Veliyyullah Dihlevî’ye göre çok önemlidir. Zira İslâm’ın varlık ve bekası bunların elinde gerçekleşmiş, dünyanın dört bir tarafına bunlar sayesinde yayılmıştır. Dolayısıyla onlar hakkında kuşku uyandırmak, Kur’ân’ın korunması, hadislerin nakledilmesi gibi konular da dahil olmak üzere, dinin özüne yönelik şüphe tohumlan atmakla aynı manaya gelmektedir.
O, bu önemli eserinde ilk defa, İslâm’ın tarihi ile müslümanların tarihini, dinin kendisi ile onu temsil eden insanların davranış ve yaşayışlarım birbirinden ayrı olarak değerlendirmiş, müslümanların tarihini, İslâm tarihi noktayı nazarından incelemiş ve tenkit etmiştir. [30]
5. SİYASÎ DURUM VE ŞAH VELİYYULLAH’IN ETKİSİ
Bu durumu es-Seyyid Süleyman en-Nedvî şöyle anlatır: “Şah Veliyyullah Dihlevî zamanında güvenlik ve huzur, Hind ülkesinden silinip yok olmuştu. Bütün ülke derebeyliklere bölünüp iç savaşa, siyasi kargaşaya ve her çeşit belalara, başkaldıranlara duçar kalmıştı. Delhi’nin devlet merkezi olma hüviyeti tükenmiş, her silahşor kendi padişahlığının rüyasını görür olmuştu. Sihler bir taraftan, Merhethler öbür taraftan, Catlar üçüncü taraftan ve Rühîleler dördüncü taraftan ülkenin her tarafında kargaşa çıkarıyorlardı. Nadir Şah’la, Ahmed Şah gibi hırslı ve atılgan komutanlar Hayber geçidine dikilerek istedikleri zaman kasırga gibi esip, her tarafı sel gibi silip süpürüyorlardı. Bu hengamede Allah bilir Delhi kaç kere yağmalandı, mahvedildi ve kaç kere yeniden kuruldu?!
“Bütün bu olaylar olurken Allah’a bel bağlamış Delhi’nin ilim tacını taşıyan sultan Şah Veliyyullah’ın huzur, sükûn ve güveni o ölçüdeydi ki, herşey gözleri önünde olup bitmesine rağmen ne gönlünde huzursuzluk, ne düşüncesinde dağınıklık vardı; ne de kaleminde tutukluk, dilinde dönemin şikayeti ve yazısında güvensizliğin bir belirtisi görülüyordu. Sanki o; yeryüzünün kasırgalarının ulaşamadığı yukarıdaki bir semâda veya Allah’tan gelene razı olma ve sabretme makamında bulunuyordu da zaman ve mekanın olayları onda etkisini göstermiyordu. İşte bundan; gerçek ilim sahiplerinin şanının ne kadar yüce olduğu ve Allah’tan gelene razı olup O’na bağlanan kişinin derecesinin ne kadar yüksek olduğu anlaşılabilir.
“Dikkat et, kalbler ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla) huzur bulur.” [31]
“Gerçek ilme yapılan hizmet; Allah’ı zikretmenin başka bir biçimidir. Bu bakımdan, eğer gerçek ilme hizmet etmek kalpte huzur, ruhta sükûn meydana getiriyorsa şaşmamak gerekir. Şah Veliyyullah’ın eserlerinden binlerce sayfa okuyunuz. Hiçbir zaman bunların hicrî 12. asrın binbir çeşit kargaşalarla dolu döneminde yazıldığını, o devrin eserleri olduğunu anlamayacaksınız. Her türlü çalkantı ve gürültüden uzak, huzur ve sükûn içinde akıp giden, zaman ve mekân çöplerinin, süprüntülerinen kirletmediği, tertemiz bir ilim ve fazilet ırmağı olduğunu göreceksiniz.” [32]
Şah Veliyyullah Dihlevî, kendisini ilim ve irşad hizmetine vermekle, silahlı mücadeleye girmemekle birlikte güvenliğin sağlanmasını temin için ülkenin ileri gelen emirleriyle, özellikle General Necîbu’d-devle ile irtibat halinde olmuş, önceleri bu zat aracılığıyla, sonra da doğrudan Maratha’ları yenen Kandahar valisi Ahmed Şah el-Abdâlî ile irtibat kurarak bunları ülkenin durumuna el koymaları, siyasî birliği sağlamaları, kargaşayı sona erdirmeleri doğrultusunda teşvik etmiş, devamlı onlara sorumluluklarını hatırlatmıştır.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin ölümünden bir sene sonra, müslüman idareciler 1764 yılında Baksar’da İngilizler’e karşı yenilmişler, Delhi Şahı artık İngiliz memuru gibi bir hal almış, hiçbir nüfuzu kalmamıştı. “Halk Allah’ın, mülk sultanın, yönetim ise şirketin (İngilizlerin)” diyerek, ülkenin meşru yöneticilerinden tenfiz yetkisinin alındığını ifade etmişlerdi. Bu, ülkenin işgalinde ikinci adım oluyordu. Hükümdarı sembolik de olsa şimdilik koruyorlardı.
Halk, başlarında ulema olduğu halde bu emrivaki karşısında boş durmadı. icra yetkisi bulunmayan bir hükümdarın varlığının ne manası olurdu. Şah Veliyyullah Dihlevî, daha önceden, nasıl ki ziyasız güneş olamazsa, nufûzsuz da hükümdarın olamayacağı benzetmesiyle böylesi düşünceleri reddetmişti. Bu düşünceden hareketle oğlu Şah Abdulaziz, hükümdarın korunması ve İslâmî idarenin meşru sahiplerinin elinde bırakılması için halka cihad çağrısında bulunmaya, onları harekete geçirmeye başladı. Bundan böyle Hindistan’ın dâru’l-İslâm olmaktan çıkıp dâru’1-harp haline dönüştüğüne, dolayısıyla bütün müslümanların cihad için seferber olmaları gerektiğine dair olan meşhur fetvasını çıkardı. Başta Şah Veliyyullah Dihlevî’nin büyük âlim olan oğulları olmak üzere, ulema halkı istilâcı İngilizlere ve Sihler gibi saldırgan Hindlilere karşı koymaya, bilinçlileştirme ve onları harekete geçirme faaliyetine giriştiler. Sadece daîlikle kalmadılar, ordular oluşturdular ve fiilî mücadelelerde önderlik ettiler.
Şah Veliyyullah ekolünün öğrencilerinden ve onun tarikati-nin müntesiplerinden biri olan Rae Bareli’li Seyyid Ahmed’in başlattığı -Şah Veliyyullah Dihlevî’nin torunu olan Şah İsmail ile birlikte 1247/1831’de Sihlere karşı yapılan bir savaşta şehidliği ile sonuçlanan- meşhur kıyam hareketi ile Şah Veliyyullah Dihlevî’nin sûfî dünya görüşü ile taçlanmış tasfiyecilik öğretisi bir cihad hareketi şekline” dönüştü. Bu hareketlerin, İslâmî şuurun uyanmasında önemli etkisi oldu.
Müslümanların genel hoşnutsuzuluğu 1857’deki genel ayaklanmada tekrar kendisini gösterdi. Ulema, bu ayaklanmayı sadece manen desteklemekle kalmadı, orada fiilen de savaştı ve hatta müslümanların etkili oldukları, din ve kültürlerinin kuvvetlice kök saldığı bölgelerde kesin bir cihad niteliğine büründü. Hareket başarısızlıkla sona erince bu ulemâ, -ki bunlar, esas itibarıyla Şah Veliyyullah Dihlevî ve onun oğullarıyla öğrencilerinin ekolünden gelmekteydiler- 1293/1876’da şimdiki meşhur Deoband ilahiyat Okulu’nu kurdular. Okulun daha başlangıçta iki gayesi vardı: İslâmî ilimleri ve değerleri koruyacak din adamları yetiştirmek; Hindistan’ı İngilizlerden kurtarmak. Bu okul, yine Şah Veliyyullah Dihlevî okuluna mensup olan, fakat kendilerim “taklit aleyhdarları” ya da “Ehlu’l-hadîs” olarak tanımlayan ve daha radikal bir tavırla Ortaçağ’la olan bağı hemen hemen kökten kopararak, ilk asırların İslâmiyetini yeniden canlandırmaya çalışan Seyyid Ahmed ekolüne nisbetle daha mutedil bir sünnî ıslâhat görüşünü temsil etmiştir.
6. ÜMMETİN HER KESİMİNE YÖNELİK İRŞAD VE NASİHATLARI
Şah Veliyyullah Dihlevî, toplumda genel bir bozulma olduğunu görmüş ve insanlara içlerinde bulundukları halleri hatırlatarak, ne yapmaları gerektiğini nasihat yoluyla belirtmiştir. Bu meyanda çeşitli kesimlere şöyle seslenmiştir:
Lâyık olmadıkları halde baba veya mürşidlerinin postlarına oturanlara:
“Ey -bu gibi- insanlar! Niçin böyle her biriniz kendi reyini beğenerek bölük bölük ayrıldınız da Allah Teâlâ’nın insanlara rahmet, lütuf ve hidayet olarak gönderdiği Tarîkat-ı Muhammediyye’yi terkettiniz… Kendi kendiniz eğri yolda olduğunuz halde hep birer imam kesiliyor ve doğru yolun yalnız kendinizinki olduğunu iddia ile buna davette bulunuyorsunuz… Biz dinini menfaati karşılığında satan bu gibi yolkesicilere razı değiliz…”
İlim taliplerine:
“Ey kendilerine âlim diyen akılsız kişiler! Yunanların köhnemiş ilimleriyle ve sarf, nahiv, maanî.., ile meşgul oldunuz, bunlara da ilim dediniz. Asıl ilim Allah’ın kitabı ile Rasûlullah’ın (s.a.) sünnetidir… Fukahanın hükümlerine uydunuz, onların reylerine takılıp kaldınız da, zaman bunlara uymuyor diye nassları terkettiniz, din bu mudur?!… İnanıyorsanız, peygamberinize uyunuz; onun hadisleri bir mezhebe uysun uymasın, ona tabi olunuz!…”
Vaizlere, tekke âbid ve zahidlerine:
“Ey sofular! İniş, yokuş yürüdünüz, kuru yaş topladmız; insanları uydurulmuş, dinde aslı olmayan birçok şeye davet ettiniz. Kolaylaştırmak için gönderildiğiniz halde güçlük çıkardınız, kendilerine hakim olamayan (ne dediklerini bilmeyen) âşıkların sözlerine sanidiniz; halbuki onlar susatırlar, fakat susuzluğu gideremezler…”
İdarecilere:
“Ey idare edenler! Allah’tan korkmaz mısınız?! Geçici lezzetlere dalıp idare ettiklerinizi kendi hallerine terkettiniz. Birbirini yiyorlar, ne günah biliyorsunuz, ne de ceza… Zayıfı eziyor ve yiyor, kuvvetliyi bırakıyorsunuz…”
Askerlere:
“Allah Teâlâ sizleri cihad için, Allah’ın dinini yüceltmek, İslâm’a hizmet etmek için istemiştir. Halbuki siz silahınızı menfaatiniz için saklıyor, bunun için kullanıyor, her türlü günahı işliyorsunuz… Halka zulmediyor, yediğîiıizin neden ibaret olduğuna aldırmıyorsunuz…”
İş sahiplerine:
“Ey iş ve zanaat sahipleri! Emanetleri zayi ettiniz ve ibadetleri terkettiniz. Servet yapıp bunu içki, kumar ve fuhuşta yiyip bitiriyorsunuz.”
Bütün müslümanlara:
“Güzel ahlâkı terkettiniz, ruhunuza egoizm ve şeytan hâkim oldu, kadınlar erkeklere kafa tutuyor, erkekler kadınların hukukuna riayet etmiyor, size helâl acı, haram tatlı geliyor… İbadetleri terkettiniz, çeşitli hurafe ve bidatlara uydunuz.
Bu tenkit ve tesbitler Şah Veliyyullah Dihlevî’nin -dinî gayreti yanında-, görüş açısının ne kadar geniş ve ihatalı olduğunu göstermektedir.
Şah Veliyyullah Dihlevî, toplumun her kesimine yönelik bu türden nasihatlarla yetinmemiş, aynı zamanda ülkede yaygın halde bulunan pek çok bid’ata, Hindu geleneklerine uymaya karşı da sert bir şekilde mücadele etmiş, insanları uyarmıştı. Bu cümleden olmak üzere kocası ölen kadının bir daha evlenmemesi, mehirlerde aşırılığa kaçılması, mutlu günlerde, düğün ve bayramlarda, yas günlerinde israfa kaçılması.., konularına dikkat çekmiştir.[33]
Böylece o, müslümanların geçmişlerini olduğu kadar halihazır hallerini de ele almış ve son derece şümullü bir biçimde tahlile tabi tutmuş ve ümmetin ıslâhı için gerekli her türlü çabayı göstermiştir.
7. İSLÂM’IN RUHUNU KAVRAMIŞ İNSANLAR YETİŞTİRMESİ
Şah Veliyyullah Dihlevî, giriştiği faaliyetlerin sonuç vermesi ve devamlılık arzedebilmesi için, İslâm’ın ruhunu kavramış insanların yetiştirilmesine ayrı bir önem vermiş ve başta oğulları olmak üzere pek çok kıymetli insan yetiştirmiştir. Onun başlattığı ıslâh ve tecdîd faaliyetlerini, başta Şah Abdulaziz olmak üzere oğulları ve diğer yetiştirdiği insanlar sürdürmüştür. Böylece onun başlattığı birçok şey zamanla güzel sonuçlar vermiş ve Hint kıtasında İslâmî şuurun uyanmasında büyük katkıda bulunmuştur.
8. EĞİTİM VE ÖĞRETİM PROGRAMINDA YENİLİK YAPMASI VE BUNUN ETKİSİ
Hindistan’da eğitim ve öğretim düzeyi genelde pek yüksek olmamıştır. En başta okutulan ilimler fıkıh ve kelâm idi. Onbeşinci asırda mantık yanında hitabet ve belagat ilimleri ağırlık kazandı. Moğollar döneminde özellikle de Ekber Şah zamanında felsefe önem kazandı. Onyedinci yüzyıl başlarında muhaddis lâkaplı Delhili Abdulhak’ın neşrettiği eserlerle hadis ilminin gelişmeye başladığını da görmekteyiz. Onsekizinci yüzyılda Lucknow’daki Farangi Mahal medresesi müderrislerinden Molla Nizamuddin (ö. 1747) “ders-i Nizamî” olarak bilinen meşhur ders programını yayınladı. Bu program, on altı ayrı dersi ve bu derslerde okutulan tam seksenüç kitabı içeren, dokuz ya da on yıllık orta ve yüksek öğrenim projesinden ibaretti.
Aynı çağda yaşayan ve babası tarafından özel bir programla yetiştirilen Şah Veliyyullah Dihlevî ise, daha basit bir program hazırlamıştı. Onun listesinde tabiat bilimleri program dışı bırakılmamış, ancak Önemleri azaltılmıştı. Onun en önemli teklifi, babasının başlatmış olduğu Kur’ân’ın mümkün olduğu kadar hiç tefsire başvurmadan, sadece metninin öğretimde esas alınması olmuştur. Nizamuddin’in ders programı “aklî ilimlere” ağırlık verirken, Şah Veliyyullah Dihlevfın programı hadis, fıkıh, kelâm gibi temel naklî ilimlere ağırlık verip, bir yenilik getirerek ayrıca Sûfîlerin eserlerini de listesinin sonuna eklemiştir. Bu iki program, şimdiye kadar medreselerde bazı küçük değişikliklerle okutulagelmekte olan programların esasını oluşturmuştur.
Veliyyullah ekolü, sadece bir eğitim ve öğretim kurumu olmayıp, aynı zamanda İslâm’ın özüne dönmeyi amaçlayan çabayı da temelde içermektedir. Bu ikinci özelliğiyle iki aşırı uç arasında denge görevi yapmıştır. Bir taraftan bu ekolün temel akımını, Deoband medresesi gibi eğitim kurumları temsil etmeye başlarken, diğer taraftan sadece felsefe gibi aklî ilimleri değil, aynı zamanda geçerliliğinden şüphe ettikleri kelam ilmini bile -Hanbelîler gibi- dışlayacak kadar hadise önem veren, aşırı sağ eğilimli Ehl-i Hadis ekolünü doğurmuştur. [34] Hadise ağırlık verilmesi, Hinduizmin islâm’a tecavüzü olarak kabul edilen bâtıl dinî inançlarınt kaldırılıp atılmaya çalışılması gibi tasfîyeciliği ön plâna çıkarmaları bariz bir nitelik olarak beliren Ehl-i Hadis ekolü, ateşli bir mücadeleci olan Seyyid Ahmed’in faaliyetçi elinde, Arap Vehhâbîliğinin mükemmel bir benzeri olmuştur. Ancak sûfî öğretilerin hareketin bir parçası olması, zaten tarih itibarıyla da daha önce olan bu hareketi, Arap Vehhâbiliğinden ayıran en önemli unsur olmaktadır. Kaldı ki bunlar, kendilerinin Hanbelî olduklarını iddia eden Vehhâbîlerin aksine gayr-ı mukallit olduklarını iddia etmektedirler. Şah Veliyyullah Dihlevî’ye dayanan bu her iki ekol de, siyasî olarak İngilizlere karşı açıkça mücadele yürütmüşlerdir.
IV- Eserleri
Arapça ve Farsça’yı çok iyi kullanan Şah Veliyyullah, her iki dille de pek çok değerli eserler vermiştir. Kesin sayısı bilinmeyen eserlerinin önemlileri şunlardır:
Kur’ân Ve Tefsire Dair Eserleri:
Fethu’l-habir bimâ lâ büdde min hıfzıhî fi’t-tefsîr (Luknov 1314): Kur’ân’ın, meşhur hadis kitaplarında açıklaması yapılan garîb kelimelerine hasredilmiştir. Arapça’dır.
Fethu’r-Rahmân fi tercümeti’l-Kur’ân (Delhi 1294, Luknov 1902): Farsça Kur’ân tercümesidir. Arapça nazmı, ölçü olarak dikkate alınmış olan bu tercümenin pek çok baskısı yapılmıştır. Tercüme ile birlikte haşiyesinde çok faydalı notlar da eklenmiştir.
el-Fevzu’l-kebir fi usûli’t-tefsîr (Lahor 1951): Tefsir usûlüne ait Farsça muhtasar bir eserdir. Bu eserde beş Kur’ân ilminden, harflerin ve sûrelerin başındaki hurûf-ı mukatta’amn tevillerinden ve diğer hakikatlerden bahsedilmiştir. Urduca [35], Arapça (Beyrut 1987) ve Türkçe [36] tercümeleri yapılmış, birçok defa basılmıştır.
Mukaddime fi Kavânîni’t-terceme: Farsça, Kur’ân’ın tercümesi ve karşılaşılacak güçlüklerin giderilmesine dair nefis bir risaledir. Urduca’ya çevrilmiştir.
Te’vîlu’l-ehâdîs [37]: Peygamberler kıssasına dair irşad edici değerli bir risaledir. Arapça’dır. İngilizce’ye de çevrilmiştir (Leiden 1973).
ez-Zehrâvân: Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinin tefsiridir.
Hadis İlmine Dair Eserleri:
el-Erbeîn (Luknov 1319): Arapça olan bu eserde az sözlü çok manalı kırk hadis toplamıştır. Kırk hadis seçimi konusunda İmam Nevevî ve diğerlerinin yaptığına benzer bir metot izlemiştir. Seçmiş olduğu bütün hadisleri, üstadı Ebû Tâhir’den Hz. Ali’ye uzanan muttasıl senedlerle rivayet etmiş olması yönüyle emsallerinden ayrılır. Ezberlenmesi kolay, okullarda okutulabilecek özelliktedir. Urduca’ya da çevrilmiş ve Cihl Hadîs adıyla basılmıştır (Daryâbâdî 1967).
el-Fadlu’l-mübîn fi’l-müselsel min hadîsi’n-Nebiyyi’l-Emîn (s.a.). Arapça’dır.
el-İrşâd ilâ mühimmatı ilmi’l-isnâd: Arapça küçük bir risaledir. İsnadla uğraşanlar için çok değerlidir. Birçok defa basılmıştır.
el-Musaffâ şerhu’l-Muvatta: Yahya b. Yahya el-Leysî’nin rivayetini esas alan Muvatta’ın Farsça şerhidir. Dihlevî, İmam Mâlik’in Muvatta’ını en sahih ve en faydalı fıkıh ve hadis kitabı kabul eder. İçtihad melekesinin oluşabilmesi için bu kitabı zorunlu görür. [38] Bu düşünceden hareketle o, Muvatta’daki hadisleri fıkıh kitaplarındaki tertibe göre sıraladıktan sonra ilgili âyetleri de eklemiş, bunları Farsça’ya tercüme etmiş, sonra garip kelimeleri açıklamış ve fukahamn ihtilaflarına yer vermiştir. “Belağanî” ifadesi ile yer alan bazı rivayetleri, ihtisar etme amacıyla kitaba almamıştır. [39]
el-Müsevvâ şerhu’l-Muvatta (Beyrut 1983): Bu Arapça şerhte de, el-Musaffâ’da olduğu gibi istifadeyi kolaylaştıracak güzel bir tertibi esas almış, ilgili âyetleri koymuş, gerekli izahatı vermiş, her konuda sadece Hanefî ve Şafiî mezhebinin görüşlerine yer vermiş, diğer mezheplere temas etmemiştir. İki cilt halinde matbudur.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, hadis fıkhı ve derslerinde takip ettiği, terviç etmek istediği yaklaşımı bu iki kitap gayet güzel bir şekilde temsil eder. İmamın, içtihad gücü, hadis fıkhı ve ilimlerin-deki derinliği açıkça gözükür. Altı sahih hadis kitabından ileride tuttuğu Muvatta’ı çok beğenir, ona gerekli ilginin gösterilmesi ve hadis okutulması sırasında onun başa alınması çağrısında buludur.
en-Nevâdir min ehâdîsi Seyyid’l-evâil ve’l-evâhir. Arapça’dır.
Risale basîta fî’l-esânîd: Farsça’dır, hadislerin senetleri konusunda ince tetkikleri havi bir risaledir.
Şerha terâcimi’l-ebvâb li’l-Buhârî: Buhârî’nin kitabını tahkik etmiş ve onun bab başlıklarıyla ilgili gerçekten faydalı bir şerh yapmıştır. Arapça’dır. İlk kez, 1323 yılında Haydarabad’da Dâiratu’l-Meârif el-Osmâniyye tarafından basılmış, sonra Buhârî nüshasına mukaddime olmak üzere eklenerek Delhi’de yayınlanmıştır.
Akaide Ve Ehl-i Sünneti Savunmaya Yönelik Eserleri;
Husnu’l-akîde veya el-Akîdetu’l-kasene (Luknov 1962): Akaide dair muhtasar Arapça bir risaledir. Urduca’ya da çevrilmiştir. [40]
İzâletu’l-hafâ an hilâfeti’l-hulefâ (y.y. 1286): Farsça, konusunda emsalsiz bir kitaptır. Urduca’ya iki çevirisi yapılmıştır. [41]
Kurretu’l-ayneyn fi tafdîli Şeyhayn (Delhi 1320): Râfızîlere reddiye olmak üzere yazılmış Farsça ve Arapça bir eserdir. Urduca’ya da çevrilmiştir (Luknov 1296).
el-Mektûbu’l-medenî fî hakâiki’t-tevhid. Tevhidin hakikatine dair, İsmail b. Abdullah er-Rûmî’ye gönderdiği mektuptur.
el-Mukaddimetu’s-seniyye fî’ntiŞâri’l-fırkati’s-sünniyye. Arapça’dır.
Tuhfetu’l-muvahhidîn. Farsça’dır.
İslâm Hukuk Felsefesi
Hüccetullâhi’l-bâliğa: İslâm hukuk felsefesini yapan, hikmet-i teşrî’i konu edinen, şeriatın getirdiği hükümlerde gözettiği sırlardan ve maksatlardan söz eden, bu arada pek çok sahih hadisi şerheden, sahasında tek eserdir. Arapça olan bu eser Urduca’ya [42] çevrilmiştir. Birçok farklı baskısı yapılmıştır. [43]
Fıkha Dair Eserleri:
Ikdu’l-cîd fî ahkâmi’l-içtihad ve’t-taklid (Delhi 1344): İçtihad ve taklid konusunda mutedil bir görüş sergilemiş, değerli bir çalışmadır. Urduca (Karaçi 1379) ve Türkçe’ye [44] içerisinde çevrilmiştir.
el-İnsâf fi esbâbi’l-ihtilâf beyne’l-fukahâi ve’l-müctehidîn (Beyrut 1977): Fukaha, müctehidler, hadisçilerle re’y taraftarları arasındaki ihtilaflardan söz eder. Bu kitabın muhtevası, Hüccetullâhi’l-bâliğa’nın 140-166 sayfaları arasında “İkinci Ek” başlığı altında yer almıştır. Arapça’dır. Urduca’ya [45], Türkçe’ye çevrilmiştir. [46]
Tasavvufa Dair Eserleri:
Altâfu’l-kuds fi letâifi’n-nefs. [47] Farsça’dır. Urduca (Lahor 1975) ve İngilizce’ye de (Londra 1982) çevrilmiştir.
Atyebu’n-nağam fî medhi seyyidi’l-arab ve’l-acem: Rasûlullah’a (s.a.) olan övgülerini içerir. Arapça’dır.
El-Büdûru’l-bâziğa (Surat 1935). Tasavvuf, hikmet ve kelâma dair çeşitli risalelerinde açıkladığı konuları özetle ele almıştır. Arapça’dır.
ed-Dürru’s-semîn fî mübeşşirâti’n-Nebiyyi’l-emîn. Arapça’dır.
Fethu’l-vedûd li ma’rifeti’l-cünûd: Arapça’dır.
Fuyûdu’l-harameyn: Haremeyn-i şerifeyn’de kaldığı sürede yaşadığı hallere dairdir. Arapça’dır. Urduca tercümesiyle birlikte basılmıştır. [48]
el-Hayru’l-kesîr: Birçok yüksek hakikatten bahsettiği bu Arapça eseri Urduca [49] ve İngilizce’ye de (Lahor 1974) çevrilmiştir.
el-Heme’ât [50]: Farsça, Allah’a vâsıl olmanın yolunu anlatan çok değerli bir risaledir. Urduca’ya çevrilmiştir (Lahor 1946, Deoband 1969).
el-Hevâmi’ fî şerhi Hizbi’l-bahr ala lisâni’l-hakâik ve’l-meârif. Farsça’dır.
el-Intibâh fi selâsili evliyâillâh: Birinci kısım mutasavvıflar-ca meşhur silsilelere dair olan bu Farsça eseri de [51] basılmıştır.
el-Kavlu’l-cemîl fi beyânı sevâi’s-sebîl (Mısır 1290). Hindistan’da bulunan üç önemli sûfî tarikatı yani Kadiriyye, Çeştiyye ve Nakşibendiyye hakkındadır. Arapça’dır. Urduca’ya da çevrilmiştir (Lahor 1946).
Keşfu’l-ğayn an şerhi’r-rubâiyyeteyn (Delhi 1310). Farsça’dır.
el-Leme’ât. Farsça’dır.
Risâletu’l-hikme. Farsça’dır
er-Risâle fi şerhi rubâiyyetihi. Farsçadır.
es-Sata’ât fî’l-feyzı’r-Rabbânî. (Karaçi (mahalli takvimle) 939): Özel halleri ve görüşlerini içerir. İngilizce’ye [52] de tercüme edilmiştir.
Şerhu Hizbi’l-bahr (Delhi 1302). Farsça’dır. Urduca’ya da çevrilmiştir (Delhi 1350).
Şifâu’l-kulûb: Seyru sülük hakkındadır. Farsça’dır.
et-Tefhimâtu’l-ilâhiyye: Arapça ve Farsça karışık çeşitli konulara dair düşüncelerini ve kalbine doğan ilhamları ortaya koyan risalelerden meydana gelmiştir. Sadece bir parçası basılmıştır (Surat 1355).
Tarih Ve Hal Tercümelerine Dair Eserleri:
Enfâsu’l-ârifîn (Delhi 1897). Atalarının, üstadlarının ve aile büyüklerinin hal tercümelerine dair Farsça bir eserdir; aşağıdaki yedi bölümü içine alır Bunlardan, müstakil eserler olarak da bahsedilir:
- Bevâriku’l-velâyât.
- Şevâriku’l-ma’rifât
iii. el-İmdâd fi ma’âsiri’l-ecdâd.
- en-Nebzetu’l-İbrîziyye fi’l-letâifi’il-Azîziyye.
- el-Atiyyetu’s-Samediyye fi enfâsi’l-Muhammediyye..
- İnsânu’l-ayn fî meşâyihı’l-Haratneyn.
vii. el-Cûz’u’l-latîf fî tercemeti’l-abdi’d-daîf Bu bölümde kendi hayatını ele almıştır.
Mecmûatu’r-resâü fî menâkıbi’l-İmâm el-Buhârî ve fadlı Ibn Teymiyye. Farsça ve Arapça’dır.
Surûru’l-mahzûn (Delhi 1308). Farsça’dır.
Mektupları:
Şah Veliyyullah ki siyâsî mektubât (Aligarh 1950). Siyasî mahiyet arzeden 358 mektubunu toplayan bir koleksiyondur.
Ayrıca Hayât-ı Velî ve Kelimât-ı Tayyibât adlı kitaplarından derlenmiş çok sayıda Arapça ve Farsça mektupları bulunmaktadır. [53]
Şiirleri:
Dîuânu’ş-şi’ri’l-Arabî: Oğlu Şeyh Abdulaziz toplamış, Şeyh Rafıuddin de düzenlemiştir.
Ayrıca Hayât-ı Velî ve Kelimât-ı Tayyibât adlı kitaplarda çok sayıda Farsça şiirleri bulunmaktadır.
Çeşitli Konulara Yönelik Diğer Eserleri:
Risâletu dânişmendî (Delhi 1321): Öğretmenlerin takip etmesi gereken metottan bahsetmiştir. Son derece faydalıdır. Urduca’ya (el-Rahîm, 1964) ve Arapça’ya da (Luknov 1403) çevrilmiş ve birçok kez basılmıştır.
Kitâbu’l-vasiyye: Farsça olan bu eserde, istenilen sonucun alınabilmesi için takip edilmesi gereken eğitim ve öğretim yolu, okutulacak kitaplar, irşad metodu gibi noktalar üzerinde durmuştur. Hindistan’da basılmıştır.
es-Sirru’l-mektûm fi esbâbi tedvini’l-ulûm (Delhi 1321). Arapçadır.
el-Makâletu’l-vadî’e fi’l-vasiyyeti ve’n-nasîha. Farsça’dır.
Sarf Mir. Farsça’dır.
er-Risâle fi’r-reddi alâ eş-Şeyh Hoca Horud Abdullah b. Abdulbâkî.
Bibliyografya
- en-Nedvî, Ebû’l-Hasan Ali el-Huseynî,Ricâlu’l-fikr ve’d-da’veti fî’l-İslâm, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Dâru’l-kalem, Kuveyt 1985.
- en-Nedvî, Ebu’l-Hasan,İslâm Önderleri Tarihi, Şah Veliyyullah Dihlevî, Çeviren, Yusuf Karaca, Kayıhan Yayınları, İst. 1992.
- The Encylopaedia of islam,New Edition, Leiden 1965,II, 254-255
- Brockelmann,Geschichte der Arabischen Literatür, ZweiterSupplementband, Leiden 1938.
- en-Nedvî, Abdulhay,Nüzhetu’l-havâtır, Dâiretu’l-meârin’l-Osmâniyye, Haydarabad 1957, VI, 398-415.
- Şah Veliyyullah Dihlevî,el-Feuzu’l-kebir fî usûli’t-tefsîr, Arapça’ya çeviren: Selman el-Huseynî en-Nedvî, Beyrut 1987, s. 7-14.
- Şah Veliyyullah Dihlevî,el-Müsevvâ şerhu’l-Muvatta, Beyrut 1983, s. 5-15.
- Şah Veliyyullah Dihlevî,Hüccetullahi’l-bâliğa, Neşreden: Muhammed Şerif Sükker, Beyrut 1990, s. 5-18.
- Şah Veliyyullah Dihlevî,Hüccetullâhi’l-bâliğa, Urduca’dan Çeviren, Ali Genceli, Hilal Yayınları, İstanbul 1971, s. 5-84
- Karaman, Hayreddin,İçtihad, Taklid ve Telfik Üzerine Dört Risale, Dergah Yayınları, İstanbul 1971, s. 139-149.
- Özen, Şükrü,Mezheplerin Doğuşu ve İçtihad Tartışması, Pınar Yayınlan, İstanbul 1987, s. 11-42.
- el-Kettânî, Abdulhay b. Abdulkebir,Fihrisul-fehâris ve’l-esbât, Beyrut 1982, II, 1119-1121.
- Abdulmüteâl es-Saîdî,el-Müceddidûn fi’l-İslâm, s. 442-444.
- Ma’sûmî, Muhammed Sağîr Hasan,“eş-Şah Veliyyullah el-Muhaddis ed-Dihlevi ve kitâbuhu el-Büdûru’l-bâziğa”, ed-Dirâsâtu’l-İslâmiyye, Sept. 1967, c. II, sayı, 3, s. 14-32.
- Abdulmun’im en-Nemir,Târîhu’l-İslâm fi’l-Hind, s. 524-529.
- Ziriklî, Hayreddin,el-A’lâm, Beyrut 1984,1, 149.
- Heyet,el-İslâm es-Sırâtu’l-müstakîm, Bağdad-New York 1963,II, 124-130.
- el-Elvâ’î, Muhyiddîn,“el-Müellefâtu’l-arabiyye li ulemâi’l-Hindi’l-müslimîn”, Mecelletu’l-Ezher, Kahire 1967, c. 38, sayı, 7, s. 721-726.
- el-Huseynî, es-Seyyid Kudretullah,el-Allâme es-Seyyid Abdulhay el-Huseynî, Müerrihi’l-Hind el-ekber…, Dâru’ş-şurûk, Cidde, s. 63 vd.
- Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,Babürlüler maddesi, İstanbul 1991, I, 400-404.
- Fazlur Rahman,İslâm, İstanbul 1981, 187, 253 vd.
- Fazlur Rahman,İslâm ve Çağdaşlık (İslâm Eğitim Tarihinde Fikrî Bir Geleneğin Değişimi), Türkçesi: Alpaslan Açıkgenç ve M. Hayri Kirbaşoğlu, Fecr Y., Ankara 1990. s., 121, 125.
- Heyet,Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1993, IX, 462-535.
- Heyet,İslâm Ansiklopedisi, Hindistan maddesi, İstanbul, 1988, V/I, 517-535.
- Kabir Ahmad Khan,“A Select Bibliography of Writings by and about Shâh Walî-Allâh Dihlavî in English and Urdu”, Müslim World Bk. Rev., 7, no, 1, 1986, s. 56-65.
- Keskioğlu, Osman,“Ahmed Şah Veliyyullah Dihlevî, Hayatı-Hizmetleri-Eserleri”, Diyanet Dergisi, c. V (Aralık 1966), sayı 12, s.359-362.
- Yurdaydın, Hüseyin G.,İslâm Tarihi Dersleri, A.Ü. İlânîyat Fak. Yayınları No: 154, 318-325.
- Muztar, A. D.,Shah Wali Allah a Saint-Scholar of Müslim İndia, İslamabad 1979.
- Çantay, Hasan Basri,“Müceddid Büyük Âlimlerden Şah Veliyyullah Dihlevî”, Hilâl, Ankara 1959/1, sayı 8, s. 11-13.
- Zübeyr Ahmed,el-Adabu’l-Arabiyye, I,II.
- el-Faruque, Muhammed,“Some Aspects of Müslim Revivalist Movements in India during the 18th Century: The Activities of Shah Wali Allah of Delhi”, Islamic Culture, Haydarabad 1989, c. 63/3, s. 19-41.
- Aziz, M.A.,A History of Pakistan, Lahora 1979, 70-73.
- Hermanses, M.K.,“The Current State of Shah Wali Allah Studies”, Hamdard İslamicus, Karachi 1988, Vol,XI No. 3, s. 17-30.
- Islahi, Abdul Azim,“Shah Wali Allah’s Concept of Al-Irtifaqat (Stages of Socio-Economic Development)”, Journal of Objective Studies, Aligarh 1990, c.II, sayı, 1, s. 46-63.
- Aziz Ahmad,“Political and Religious Ideas of Shah Wali-Ullah of Delhi”, The Müslim World, U.S.A. 1962, c. 52, s. 22-30.
- Ömer Rıza,Kur’ân Nedir, İstanbul 1927, s. 88-90.
HÜCCETULLÂHİ’L-BÂLİĞA
Şah Veliyyullah Ed-Dihlevî
Bismillâhirrahmûnirrahîm!
Hamd olsun Allah’a ki, insanlığı İslâm fıtratı ve hidayet üzere yaratmış, onları pâk, hoşgörülü, kolay ve tertemiz olan bir din üzere kılmıştır. Ancak zamanla insanlar cehalete sapmışlar ve aşağıların aşağısı bir duruma düşmüşler, bahtları kararmış ve cehennemlik hale gelmişlerdi. Allah, onlara acıdı, lütfü ile ihsanda bulundu ve peygamberler gönderdi. Böylece onların karanlıklardan aydınlığa, sıkıntıdan ferahlığa çıkmalarını diledi; onlara itaati kendisine taatin şartı kıldı. Allah’ım! Bu ne büyük şeref, bu ne büyük yücelik!
Allah Teâlâ, sonra peygamberlerin tabileri arasından onların ilimlerine varis olacak, getirdikleri şeriatların sırlarını kavrayacak kimseler seçti ve bunlar Allah’ın lütfü ile onların sırlarına sahip oldular, nurlarını aldılar, böylece yüceldiler. Bu âlimlerden birini bin âbide üstün kıldı ve onlar melekût âleminin yüceliklerine erdiler; öyle oldular ki yerde gökte her şey hatta denizlerde balıklar bile onlar için hayır dua eder oldu.
Allah’ım! Sen yüce peygamberlerine ve onların varisleri bulunan âlimlere yer gök durdukça salât ve selâm eyle! Onlar arasından apaçık âyetlerle desteklenmiş olan peygamber efendimiz Hz. Muhammed’e hususiyle muamele et ve en üstün dualarımızı, en temiz selâmlarımızı, en samimi duygularımızı ona ulaştır. Onun ailesi ve ashabı üzere rahmet ve hoşnutluk sağ-naklarını yağdır ve onları en güzel mükafatla ödüllendir.
Hadis, Yakînî İlimlerin Esasıdır:
İmdi: Kerem sahibi Yüce Allah’ın rahmetine muhtaç olan bu kul yani Veliyyullah diye bilinen Ahmed b. Abdurrahim -Allah her ikisine de sonsuz lütuf ve ihsanı ile muamele etsin ve sonlarını ebedî nimet cennetleri eylesin!- der ki:
Bütün yakînî ilimlerin esası ve başı, dînî bilgilerin dayanağı ve temeli hadis ilmidir. Hadis, peygamberlerin en üstünü olan efendimizden -ona ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm olsun!- sâdır olan söz, fiil ve takrirlerdir. [54] Bunlar karanlıkları aydınlatan ışıklar, hidayete götüren yolun işaretleridir; her tarafı aydınlatan dolunay mesabesindedir. Kim onlara boyun eğer ve itaat şuuruna varırsa, doğruyu bulur, hidayete kavuşur ve muradına erer. Kim de yüz çevirir ve sırt dönerse, azar ve aşağılaşır; eline zarar ve ziyandan başka bir şey geçmez. O yüce peygamber (s.a.) yerine göre yasaklamış, emretmiş; korkutmuş, müjdelemiş, temsiller getirmiş, öğüt vermiş, hatırlatmıştır. Bu haliyle sünnet, en az Kur’ân kadar önemlidir. Bu ilmin tabakaları vardır. Bu ilimle uğraşanların da kendi aralarında dereceleri bulunmaktadır. Keza bu ilmin bir kabuğu, içinde ise özü; bir sedefi, ortasında ise incisi vardır.
Hadis İlimleri Sahasında Ulemânın Telifi:
Ulemâ -Allah onlara rahmet etsin!-, pek çok alanda manası bilinmeyen konulan aydınlatıcı, zor yerleri kolaylaştırıcı kitaplar yazmışlardır. Hadis ilimleri içerisinde kabuk durumunda olana en yakını, onların şahinlik, zayıflık, garîblik ve müstefizlik gibi yönlerinin bilinmesidir. Hadis sarraf ve hafızlarından birçoğu bu işi üstlenmiş ve bu konuda eserler vermişlerdir.
Bu kabuk ilminden sonra, hadislerde geçen garîb kelimelerin manalarının bilinmesi, müşkül yönlerinin ortaya konulmasına dair ilim gelir ve bununla da Arap dili ve edebiyatında mütehassıs olan âlimler uğraşmışlardır. Bu ilimlerden sonra hadislerin içermiş olduğu şer’î manaları bilmek, onlardan fer’î hükümler çıkarmak, nassla beyan edilmiş hükümler üzerine kıyas yapmak, îmâ ve işaret yollarıyla istidlallerde bulunmak, mensûh [55], muhkem [56], mecrûh [57] ve mübrem [58] olanı bilmeye dair ilim gelir. Bu da, bütün ulemâya göre öz ve sedef içerisindeki inci mesabesinde olmaktadır ve bununla da ehl-i tahkik olan fakîhler uğraşmışlardır.
Hadis İlimlerinin En Üstünü:
Bence bütün hadis ilimleri içerisinde en zoru, kök itibarıyla en derinde olanı, şerefçe en yükseği, gördüğüm kadarıyla şer’î ilimlerin en başta geleni, mertebece en üstte olanı, miktarca en büyüğü “Hikmet-i teşri” ilmidir. Bu ilim, şer’î hükümlerin hikmetlerinden, onların gerekçelerinden, amellere has özelliklerden ve içerdikleri sırlardan bahseder. Bu, -Allah’a yemin ederek söylüyorum- ilimler içerisinde, kabiliyetli kimselerin en kıymetli vakitlerini harcamasına ziyadesiyle layık olanıdır. Onlar, Allah’ın kendilerine farz kıldığı yükümlülükleri yerine getirdikten sonra kalan bütün vakitlerini buna ayırsalar, bu onlara âhiret için bir azık olur. Zira bu ilim sayesinde insan, şeriatın ruhunu kavrar ve onun ne getirmiş olduğunun şuuruna varır. Bunun sonucunda o kimsenin şeriat ile olan ilişkisi, aruz söyleyenin şiir divanlarıyla veya mantıkçının feylosofların burhanlarıyla, nahivcinin dil safiyetini yitirmemiş halis Arabların kelamıyla yahut da usûl-ı fıkıhçımn fukahânın ortaya koyduğu fer’î meselelerle olan ilişkisi gibi olur. Böylece onun sayesinde gecenin köründe odun toplayan [59], yahut sel suyuna dalan [60], yahut kör deve gibi yalpalayan yahut gözleri görmeyen bir hayvana binen biri gibi olmaz. Keza böyle biri özü kavrayacağından, kendisine doktorun elma yemesini tavsiye etmesi üzerine, aralarındaki sırf şekil benzerliğinden dolayı elma yerine ebûcehilkarpuzu (acı hıyar) yiyen kimsenin haline düşmez. Rabbinden gelen bir burhan üzere bulunur, işin bilincinde olur. Şu adamın haline benzer: Doğru sözlü biri kendisine zehirin öldürücü olduğunu söylemiş, o da onu haber verip, açıkladığı şey hakkında tasdik etmiş, sonra karineler aracılığıyla onun yani zehirin hararet ve kuruluğunun ifrat derecede olduğunu ve bu özelliklerin ise insan mizacına zıt düştüğünü öğrenmiştir. Bunun sonucunda önceden tasdik etmiş olduğu şeye olan inancı daha da artmıştır. [61]
Hadis İlminin Bu Dalında Eser Veren Az Olmuştur:
Gerçi hadis ilmi, Rasûluîlah’ın (s.a.) hadislerini tespit etmiş; onun getirdiği usûlleri, ayrıntıları ortaya koymuş, sahabe ve tabiînin söz ve uygulamalarını mücmel ve mufassal olarak açıklamıştır. Müctehidlerin gayretleri, fıkhın her bir konusunda göz önünde bulundurulan maslahatların açıklanması noktasına ulaşmış, ehl-i tahkik âlimler çok değerli nükteler ortaya koymuş, tetkik sahipleri değerli tahliller yapmışlardır. Bunun sonucunda bu alanda söz etmek -Allah’a hamd olsun- ümmetin icmâsım bozan yeni bir bid’at, yahut kör kuyuya dalmak olmaktan çıkmıştır. Ancak bu alanda yazan veya bu ilmin temellerini atmaya çalışan, esaslarını ve ayrıntılarını düzenleyen, dile dişe dokunacak bir şey ortaya koyan pek olmamıştır. Bir özdeyişde şöyle derler:
“Ben aslana bindim; terkime kim gelir?”
Hadislerin Sırlarına Vâkıf Olabilmek İçin Şer’î İlimlerde Söz Sahibi Olmak Zarurîdir:
Bu kolay bir iş de değildir; çünkü hadislerin esrarına vakıf olmak ancak şer’î ilimlerin tamamında söz sahibi olan, ilâhî marifet dallarının tamamında eşsiz bulunan kimseler için mümkün olabilir. Onun kaynağından içmek ancak Allah Teâlâ’nın göğsünü “le-dün ilmi”ne [62] açtığı, kalbini vehbî sırlarla doldurduğu kimselere nasip olur. Bütün bunlar yanında o kişi yanıp tutuşan bir tabiata, cevval bir zekaya sahip olmalı, izah, tasvir ve ifadede mahir olmalı, değerlendirmede üstün bir yeteneğe sahip bulunmalıdır. Esasların (prensip) nasıl çıkarılacağım, onların üzerine fer’î meselelerin nasıl bina edileceğini, kaidelerin nasıl konulacağını ve onların doğruluğunu tespit için gerek aklî ve gerekse naklî delillerin nasıl getirileceğini çok iyi bilmelidir.
İşte Allah Teâlâ’nın bana olan en büyük nimetlerinden biri, beni bu ilimden nasiplendirmesi ve ondan bana bir pay ayırmasıdır. Bununla birlikte ben eksikliğimi hep itiraf eder ve O’na iltica ederim:
“Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü nefis hep kötülüğü emredicidir.” [63]
Kitabın Telif Sebebi Bir Rüyadır:
Bir gün ikindi namazından sonra Allah’a teveccüh etmiş halde oturmakta idim. O anda Rasûlullah’ın (s.a.) ruhaniyeti zahir oldu ve üzerime attığı elbise sandığım bir şey ile beni bürüdü ve o halet içerisinde kalbime üfledi. Bu, dinin bir tür beyanına işaretti. O anda kalbimde bir nurun doğduğunu gördüm. Bu nur durmadan artıyordu. Bir zaman sonra Rabbim, bu önemli işin altına bir gün girmemin bir kaderim olduğunu, yeryüzünün, Rabbinin nuru ile parlayacağım, ışıkların batacağı yerde tekrar yansıyacağını, Şerîat-ı Muhammediyye’nin, sağlam delillere dayanmak üzere yepyeni elbiseleri içerisinde bu zamanda tekrar parlayacağını kalbime ilham etti.
Telife Teşvik Eden İkinci Bir Rüya:
Sonra rüyamda İmam Hasan (r.a.) ile İmam Hüseyin’i (r.a.) gördüm. O günde ben Mekke’de bulunuyordum. Sanki onlar bana bir kalem verdiler ve:
“Bu dedemiz Rasûlullah’ın (s.a.) kalemidir.” dediler.
Bütün bunların da etkisiyle kendi kendime, “Bir risale yazayım ki, ilme henüz yeni başlayanlar için yol gösterici olsun, tahsili tamamlamış kimseler için de hatırlatıcı ve düşündürücü olsun, uzak yakın herkes istifade etsin, ilim meclislerinde ve toplantılarda elden ele dolaşsın…” diye uzun uzun düşündüm.
Yazmaya Başlamanın Önüne Çıkan Engeller:
Bir türlü işe başlayamıyordum. Çünkü yanımda, yakınımda, arkamda, önümde aklıma takılan konularda kendisine başvuracağım hakkaniyet sahibi güvenilir bir âlim göremiyordum. Övgüye mazhar nesillerdeki haliyle naklî ilimlerde kendimi yeterli görmemem beni frenliyor, cehalet ve taassubun hakim olduğu, heva ve heveslerin peşinden koşulduğu, herkesin kendi seviyesiz görüşünü beğendiği bir zamanda olmam beni ürkütüyordu. Ve biliyordum ki çağdaş olma, nefretleri çekmek; telife kalkışmak hedef olmak için yeterli bir sebepti.
Değerli Bir Dost Beni Yazmaya Teşvik Etti:
Ben bir ileri bir geri böyle mütereddit bir halde iken Âşık diye bilinen en aziz kardeş, en değerli dost Muhammed (Sâhib) karşıma çıktı. O, bu ilmin yüceliğini ve faziletlerini kavramış, saadetin bu ilmin esas ve ayrıntılarını elde etmedikçe tamam olmayacağını görmüş, kendisinin bu sonuca ulaşabilmesi için mutlaka şek ve şüpheleri aşması, ihtilâf ve karşı koymaları göğüslemesi, kendisinin bu alana dalabilmesi için illâ da kendisinden önce kapıyı aralayacak bir yiğidin olması gerektiğini anlamıştı. Her yola çıkışında karşısına aşılmaz zorluklar çıkmıştı. Bunun üzerine dolaşabildiği kadar ülke dolaşmış ve kendisinde böyle bir yetenek olan birini aramış, iyisini kötüsünü yoklamış, zayıfını güçlüsünü denemiş, fakat bir türlü faydalı bir söz eden yahut elinde parlayan bir meşale tutan kimse bulamamıştı. Benim niyetimi öğrenince bana ısrarda bulundu, aşırı baskı yaptı, beni bırakmadı ve yanımdan ayrılmadı. Ben işi sürüncemede bırakıp bir bahane ileri sürdükçe bana “ateşten gem” hadisini [64] hatırlattı ve tutunabileceğim bir mazeret bırakmadı. Kaçacağım yol kalmadığını, bahanelerimin yersiz olduğunu anladım ve bunun mutlaka yapılması gereken ve bana ilham edilen önemli bir iş olduğuna kesin kanaat getirdim.
Bu İş İçin İstihare:
Sonunda bu görevin benim kaderim olduğunu, her taraftan bana yönelmiş bir iş olduğunu ve üzerime taayyün ettiğini anladım. Bunun üzerine Allah’a yöneldim ve istiharede bulundum, O’na sığındım, O’ndan yardım istedim. Kendi benliğimden tamamen geçtim ve cenaze yıkayıcımın elindeki ölü gibi ilâhî irâdeye kendimi teslim ettim, beni çağırdığı şeye böyle başladım. Allah’a halimi arzettim ve gönlümü boş şeylerden çevirmesini, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi gösterrnesini, kalbimi doğrultmasını, dilimi açmasını, edeceğim sözlerde beni korumasını ve her halükârda beni doğru ifadeye muvaffak kılmasını, içimden geçirdiğim düşüncelerimi dışarıya vurmamda bana yardımcı olmasını, düşüncemi olgunlaştırmasını O’ndan niyaz ettim. Şüphesiz O, yakındır, icabet edendir.
O dostuma şunları arzettim: Ben beyan meclisinin suskunuyum, (fesahat) meydanında da topal bir atım var, (sermayem yok) kuru kemik kemiren biriyim, benim gibi kalbi lüzumsuz şeylerle meşgul birinin kağıtların arasına gömülüp araştırma yapması olacak bir şey değildir. Naklî ilimlerin ezberlenmesinde son noktaya ulaşabilecek ve böylece gelene gidene caka satacak imkânım mı var? Ben yalnız kendi başının derdinde, bir ayağının ucu kabirde bir adamım; gününü gün eden, bahtının çömezi olan, kalbine doğanların esiri, zahmetsiz kâr fırsatçısı biriyim. Kim buna kanaat etmekten hoşlanırsa, kanaat etsin. Kim de başkasını isterse iradesi kendi elindedir; ne dilerse onu yapsın.
Teklifin sırrına, her şeyin bir karşılığı olduğuna ve indirilmiş olan şeriatların hikmet ve sırlarına “Fe lillâh’i-huccetu’l-bâliğa” âyetiyle [65] işaret olunmaktadır. Bu naçiz eser de o sırlardan belirgin bir parça, onların ufkunda parıldayan dolunaylar mesabesinde olduğundan ona “Hüccetullâhi’l-bâliğa” ismini vermem yerinde ve güzel olmuştur. Allah bize yeter ve O ne güzel vekildir. O’ndan başka sığınılacak güç, yardım istenilecek kudret yoktur.
Giriş
Şer’i Hükümler Kulların Genel Çıkarları İçindir:
Bazıları, şer’i hükümlerin herhangi bir maslahat içermediğini, amellerle bunlara karşılık olarak düzenlenen mükafaat ya da ceza arasında herhangi bir ilişki bulunmadığını düşünebilirler. Bunlar şer’î hükümlerle yükümlü kılmayı efendinin uşağını sınaması gibi görürler. Meselâ adam uşağının kendisine bağlılığını denemek için hiçbir anlam ifade etmeyen emirler verir; şu taşı kaldır, şu ağaca dokun… vb., der ve bununla onu sınamaktan başka bir şey amaçlamaz. Eğer verdiği emirlere itaat ederse ödüllendirir, isyan ederse cezalandırır. Teklif de işte böyle bir şeydir.
Bu düşünce yanlıştır; sünnet ve haklarında hayırla şehadette bulunulan ilk nesillerin icmâsı, bunun sakatlığını ortaya koymaktadır.
Kim aşağıda sayacağımız Örneklerin hikmetlerini kavramaktan aciz ise, onun ilim ve irfandan zerre kadar nasibi yoktur:
Ameller Niyete Göredir:
Ameller niyete, insanın içinde meydana gelen psikolojik hallere göre değer görür. Nitekim Rasûlullah (s.a.):
“Ameller niyetlere göredir.” [66] Buyurmuştur. Allah Teâlâ da:
“Onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır.” [67] Buyurmaktadır.
Namaz, Allah’ı Anmak İçin Emredilmiştir;
Namaz Allah’ı zikretmek, O’na niyazda bulunmak için meşru kılınmıştır: Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Beni anmak için namaz kıl!” [68]
Keza namazın, âhiret gününde Allah Teâlâ’nın görülmesine hazırlık olması amaçlanmıştır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Görmek için birbirinizle itişip kakışmadan şu dolunayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz. Bu itibarla eğer güneşin doğmasından önce bir namazdan ve batmasından önce bir namazdan geri kalmamaya gücünüz yetiyorsa, bunu yapın.” [69]
Zekât, Belirli Bir Amacı Gerçekleştirmek İçin Meşru Kılınmıştır;
Zekât, cimrilik duygusunun uzaklaştırılması ve fakirlerin ihtiyaçlarının karşılanmasına yardımcı olunması için farz kılınmıştır. Yüce Allah, zekâtı vermeyenler hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın kereminden kendilerine verdiklerini infakta cimrilik edenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek kötüdür. Cimrilik ettikleri şey de kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.” [70]
Rasûlullah (s.a.) da, (Yemen’e vali olarak gönderdiği Muâz’a):
“Onlara, Allah Teâlâ’nın zenginlerinden alınıp, fakirlerine verilecek bir sadaka farzetmiş olduğunu da bildir.” [71] talimatını vermiştir.
Oruç, Nefsi Hâkimiyet Altına Alabilmek İçin Farz Kılınmıştır;
Oruç, nefsi kontrol altına almak ve ona egemen olabilmek için meşru kılınmıştır. Orucun farziyetini belirten âyetin sonunda gelen “Umulur ki korunursunuz,” [72] ifadesi ve Rasûlullah’ın (s.a.) (evliliğe gücü yetmeyenin oruç tutması tavsiyesi arkasından): “Çünkü oruç, onun için bir kalkandır.” [73] Buyurması bunu açıkça ortaya koyar.
Hac, Allah’ın Âyetlerini Yüceltmek İçindir;
Hac, Allah Teâlâ’nın yeryüzüne koyduğu alâmetlerini (şeâir) tazim için konulmuştur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Yeryüzünde insanlık için konulmuş ilk ev, hiç şüphesiz ki Mekke’deki (Ka’be)dir. [74]
“Safa ve Merve şüphesiz Allah’ın nişanelerindendir.” [75]
Kısas, Caydırıcı Olmak İçin Konulmuştur;
Kısas, şüphesiz öldürme olaylarının önünün alınması için bir müeyyide olarak meşru kılınmıştır. Yüce Allah: “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır.” [76] Buyurur.
Hadler ve keffâretler de günahların önünün alınması için caydırıcı olmak üzere konulmuştur. Nitekim Yüce Allah bu meyanda olmak üzere:
“Ta ki (yasak av yapan) işinin cezasını tatmış olsun.” [77] buyurmaktadır.
Cihad, Allah’ın Dinini Yüceltmek İçin Meşru Kılınmıştır;
Cihâd ise, Allah’ın dininin yüceltilmesi, ona yönelik fitnelerin ortadan kaldırılması amacıyla meşru kılınmıştır.
“Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” [78] âyeti bu amacı açıkça ortaya koymaktadır.
Muamelât İle İlgili Hükümler Adaletin İkamesi İçin Konulmuştur:
Günlük muameleler ve evlilikle ilgili hükümler ise, insanlar arasında adaletin gerçekleştirilmesi için konulmuştur.
Bu saydığımız örnekler yanında, konulan hükümlerde gözetilen şer’î bir amacın bulunduğunu ortaya koyan daha pek çok âyet ve hadis bulunmaktadır, bunun böyle olduğunu her asırda sayısız âlim ifade edegelmiştir. Bütün bunlara rağmen hükümlerde gözetilen şer’î maksatları kavrayamayan ve onların herhangi bir maslahat içermediğini zanneden kimsenin ilim ve irfandan nasibi, bir iğnenin denize batırılıp çıkarıhşındaki sudan nasibi kadardır. O kişi -sözüne itibar edilmesi bir yana- oturup kendi haline ağlamalıdır.
Rasûlullah (s.a.) Bazı İbadetlerin Sırlarından Bahsetmiştir:
Sonra Rasûlullah (s.a.) bazı konularda vakitlerin belirlenmesinin hikmetinden bahsetmiş ve öğleden önce kılınan dört rekat namaz hakkında:
“O vakit, gök kapılarının açıldığı bir saattir; o saatte bana ait salih bir amelin oraya yükselmiş olması hoşuma gider.” [79] Buyurmuştur.
Aşure günü orucu hakkında ise ondan gelen rivayetler, bu orucun meşruluğunun sebebinin, Mûsâ (s.a.) ve kavminin Firavun’dan bugünde kurtulmuş olmaları olduğunu, bizim hakkımızda meşru kılmışının sebebinin de, Musa’nın (s.a.) sünnetine uymak olduğunu belirtmektedir.
Rasûlullah (s.a.) bazı hükümlerin gerekçelerim (sebeb/illet) açıklamış ve uykudan kalkan birinin elini yıkamadan suya daldırmasını yasakladığı hadisinde gerekçe olarak:
“Çünkü eli nerede gecelemiştir, bilemez.” [80] Buyurmuştur. Abdestte buruna su alıp sümkürmek hakkında da:
“Çünkü şeytan, geceyi kişinin burun deliklerinde geçirir.” [81] Buyurmuştur.
Uyku(nun abdesti bozması) hakkında ise şöyle buyurur:
“Çünkü kişi yatıp (uyuduğu) zaman, mafsalları gevşer.” [82]
Şeytan taşlamanın “Allah’ın zikrini yerine getirmek için” olduğunu söylemiştir.
İzin isteme hakkında da şöyle buyurmuştur:
“İzin isteme, sadece göz ilişmesin diye gerekli görülmüştür.” [83]
Kedi hakkında ise:
“O pis değildir; etrafınızda sürekli dönüp dolaşan yaratıklardandır.” [84] Buyurmuştur. [85]
Çeşitli yerlerde ise hükmün hikmetinin mefsedetin yani kullara dokunacak zararların uzaklaştırılması olduğunu açıklamıştır: Emzikli halde iken cinsî ilişkide bulunmayı yasaklaması ve bunu çocuğa zarar verir endişesiyle yaptığını ifade etmesi gibi.[86]
Bazı yasakları, kâfir milletlere muhalefet olsun diye koymuştur. Meselâ:
“Namaz kılmak için güneşin doğmasını veya batmasını araştırmayın! Çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasından doğar.” [87] Hadisi böyledir. Kâfirlerin güneşe secde ettikleri zaman bu anlardır.
Bazı yasaklar da dinde tahrife götürecek kapıların kapatılması için alınmıştır. Hz. Ömer, nafileyi farz ile bitiştirmek isteyen birine:
“Sizden öncekiler bu yüzden helak oldu.” demiş, bunu duyan Rasûlullah (s.a.):
“Allah, seni görüşünde isabetli kıldı, ey Hattâb oğlu!” buyurmuştur.[88]
Bazen de yasağın gerekçesi, güçlük ve sıkıntıya sebep olma endişesi olmuştur:
“Sizden her birinizin iki parça elbisesi var mı ki?” hadisi [89] ile:
“Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı.” [90] Ayeti bu kabildendir.
Rasûlullah (s.a.) Terğîb Ve Terhîble [91] İlgili Sırları da Açıklamıştır:
Rasûlullah (s.a.) bazı yerlerde terğîb ve terhîbin esrarından da bahsetmiş, sahabe kendilerine karışık gelen, müşkül gözüken yerlerde kendisine müracaat etmiş, o da onların şüphelerini gidermiş ve duruma açıklık getirmiştir. Birinde şöyle buyurmuştur:
“Kişinin cemaatle kıldığı namaz, evinde ve işyerinde kılacağı namazından yirmi beş derece daha üstündür. Şöyle ki: [92] Biriniz abdest aldığı zaman, onu hakkını vererek alır, sonra sadece namaz kılmak amacıyla camiye gelirse attığı her adım bir hayırdır ve suçlarının bağışlanmasına vesiledir.” [93]
Bir başka zaman şöyle buyurmuştur:
“Sizden birinizin cinsî ihitiyacını tatmin etmesinde de bir sadaka vardır.” Dediler ki:
“Yâ Rasûlallah! Birimiz cinsî ihitiyacını gideriyor ve bu ona bir sevap oluyor öyle mi?!” Rasûlullah (s.a.):
“Ne dersiniz? Şayet o kimse şehvetini haram yolla giderecek olsaydı, bu ona bir günah olur muydu? İşte böyle, helâl yoldan gidermesinde de onun için bir sevap vardır.” buyurdu. [94]
Yine şöyle buyurmuştur:
“İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldikleri zaman, öldüren de öldürülen de ateştedir.”
“Bu öldürenin durumu açık, öldürülenin durumu niye öyle?” diye sordular:
“O da adamını öldürmeye karşı son derece hırslıydı.” [95] Buyurdu.
Bunlar gibi. (hükmün hikmetini açıklayan) daha sayılamayacak kadar pek çok örnek vardır.
Bazı Sahâbîler, Bir Kısım Hükümlerin Hikmetlerine İşarette Bulunmuşlardır:
Bu meyanda olmak üzere İbn Abbâs (r.a.), cuma için gusletme hükmünün hikmetini açıklamıştır. Zeyd b. Sabit, meyvenin henüz kendisini kurtarmadan satılması yasağının sebebini belirtmiştir. İbn Ömer, Kabe’nin rükünlerinden sadece ikisini selâmlamakla yetinmenin sırrını ortaya koymuştur. Sonra tabiîn nesli ve onları takip eden diğer nesiller ve müctehid imamlar hep aynı minval üzere devam etmişler, hükümleri maslahatlarla ta’lîl edegelmişler; onların manalarını (illet) kavramışlar, nasslarla belirlenmiş hükümler için, zararın defi ya da menfaatin celbi amacını gerçekleştirici uygun bir illet (hükme mesned) çıkarmışlardır. Nitekim bunları onların kitaplarında genişçe görmek mümkündür ve bu, mezheplerinde apaçık kendisini göstermektedir.
Selef Ulemâsı, Bazı Hükümlerin Sırlarını Açıklamışlardır:
Sonra el-Gazzâlî, el-Hattâbî [96], İzzeddin İbn Abdisselâm ve emsalleri gelmiş -Allah, katkılarından dolayı onları mükafatlandırsın- ve bunlar ince nükteler ortaya koymuşlar ve değerli tahkik ve tahliller yapmışlardır.
Evet! Sünnet, hükümlerin maslahata bağlı olduğu sonucunu ortaya koymakta ve bunun üzerinde icmâ bulunmaktadır. Ancak sünnet aynı zamanda, bir şeyin vacipliği ya da haramlığı hükmünün inmiş olmasının da -o şeyin içerdiği maslahattan sarfı nazarla-, itaat edenin sevaplandırılması, isyan edenin de cezalandırılması konusunda bizzat etkisi bulunduğunu ve işleyenin sevap ya da cezayı hakedeceği anlamında fiillerin güzellik ve çirkinliklerinin (hüsün ve kubuh) tamamen aklî olduğu düşüncesinin doğru olmadığı sonucunu da ortaya koymaktadır.
Şeriatın Görevi, Sadece Fiillerin Özelliklerini Bildirmek midir? [97]
Keza sünnet, “Şeriatın görevi, bir şey hakkında vaciplik ya da haramlık hükmü inşâ [98] etmek değildir; aksine onun görevi fiillerin özelliklerini olduğu gibi bildirmekten ibarettir; [99] aynen ilaçların özelliklerini ve hastalıkların türlerini açıklayan bir doktor durumundadır.” [100] Düşüncesinin yanlış olduğunu da ortaya koyar.
Bunlar, sünnetin daha ilk bakışta reddedeceği sakat düşüncelerdir. Meselâ Rasûlullah (s.a.) Ramazan gecelerinin ihyası (teravih namazı) hakkında:
“Size farz kılınmasından korktuğum için bir daha çıkmadım.” [101] Buyurmuştur. Bir başka hadiste de:
“En büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir.” [102] Buyurmaktadır. Buna benzer başka hadisler de vardır.
İnsanlar, Yalnız Başlarına Şeriatın Hikmetine Vâkıf Olamayabilirler:
Eğer fiillerin güzellik ve çirkinlikleri (hüsün ve kubhu), onların iddia ettikleri gibi olsaydı, bu takdirde yolcu gibi meşakkat çeken mukîm birinin, ruhsata esas olan meşakkatin bulunması sebebiyle oruç tutmaması caiz olur, konfor içerisinde yolculuk yapan yolcunun da orucunu tutması gerekirdi. Şâri’ Teâlâ’nın koymuş olduğu diğer hadlerde de durum aynıdır.
Sünnet, aynı zamanda, rivayetin sahih olması halinde sabit bulunan şer’î bir hükmün ifasının, o hükmün içermiş olduğu maslahatı bilmeye bağlanmasının helâl olmayacağını da ortaya koymuştur. Çünkü insanlardan pek çoğunun aklı, hükümlerin içermiş olduğu maslahatların pek çoğunu yalnız başına kavrayabilecek düzeyde değildir. Hem Peygamberimiz (s.a.) bizce aklımızdan daha güvenilirdir.
Bu İlim, Ehil Olmayanlara Nasip Olmaz:
Bu yüzdendir ki, bu ilim öteden beri ehil bulunmayanlardan hep esirgenmiş, onun hakkında, Allah’ın kitabını tefsir için gerekli şartlar aranmıştır. Sünnet ve diğer naklî delillere dayanmayan mücerred şahsî/indî görüşlerle bu alana dalmak haramdır.
Rasûlullah’a (s.a.) Muhalefet Edenin Benzeri:
Bu anlattıklarımızdan şer’î hükümlerle yükümlülük konusunda çıkacak sonucu şu benzetme iyice ortaya koyar: Efendinin uşakları hastalanır. Bunun üzerine efendi, adamlarından birini onlara ilaç içirmek üzere görevlendirir. Eğer uşaklar, ona itaat ederler ve ilacı içerlerse efendilerine itaat etmiş olurlar, efendileri kendilerinden hoşnut olur ve onları ödüllendirir, kendileri de hastalıktan kurtulmuş olurlar. Eğer uşaklar görevlinin sözünü tutmazlarsa, efendiye isyan etmiş olurlar; efendi onlara kızar ve kötü bir şekilde cezalandırır; tabii ilacı içmedikleri için hastalıktan kurtulamayacaklarından da helak olurlar.
Meleklerden rivayetle kendisini niteleyen bir hadisinde Rasûlullah (s.a.) işte bu manaya işaret etmiş olmaktadır. Hadis şöyledir:
“Onun (Rasûlullah’ın (s.a.) ) durumu temsili bir konak inşa eden adamın durumuna benzer. Adam orada bir ziyafet sofrası kurar ve bir davetçi çıkarır. Kim, davetçiye icabet ederse konağa girer ve ziyafet sofrasından yer. Kim de davetçiye icabet etmezse, konağa giremez ve ziyafet sofrasından yiyemez.” [103]
Yine şöyle buyurur:
“Şüphesiz benim ve Allah’ın benimle gönderdiği şeyin misali, bir kavme gelen bir adamın haline benzer, O adam şöyle der:
‘Ey kavmim! Ben orduyu iki gözümle gördüm. Ben gerçekten çıplak [104] bir uyarıcıyım. Kurtulmaya bakın! Kurtulmaya bakın!’ Kavminden bir grup onun uyarısına kulak verir ve geceden yola çıkarak yavaş yavaş giderler ve kurtulurlar. Onlardan bir grup da onu yalanlarlar ve oldukları yerde sabahlarlar. Sonunda ordu onlar üzerine bir baskın yapar ve onları helak eder, köklerini kurutur.” [105]
Bir kudsî hadiste de şöyle buyurur:
“Bunlar, sadece size iade edilen amellerinizdir.” [106]
Bu anlattıklarımıza nazaran, iki durum (görüş) arasında orta bir nokta bulunmaktadır ve buna göre hem fiillerde bulunan özelliklerin, hem de vaciplik ve haramlık hükmünün inmesinin, sevap ve cezaya müstahak olmada bir etkisi bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu orta nokta, “Cahiliye döneminde yaşayan insanlar, işlediklerine karşılık ceza görürler mi? Yoksa görmezler mi?” konusu ile ilgili olarak gelen birbiriyle çelişir vaziyetteki deliller arasını da bulacaktır.
Hükümler, Maslahatlarla Ta’lîl Edilmiştir:
İnsanlardan öyleleri vardır ki, bunlar hükümlerin kısmen maslahatlarla muallel olduğunu, amellere karşılık olarak verilen sevap ya da cezanın, onların nefsi olgunlaştıracak ya da ifsad edecek halet-i rûhiyeden çıkmış olmasına bağlı olduğunu bilirler. Nitekim Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Dikkat!… Bedende bir et parçası vardır ki, bu düzelirse bütün beden düzelir; bozulursa, bütün beden bozulur. Dikkat!… O kalptir.” [107] Ancak bunlar, bu ilim dalının tedvin edilip, esas ve ayrıntılarının düzene sokulmasını aklen ve şer’an imkânsız görürler ve buna gerekçe olarak da şu itiraz noktalarını sıralarlar:
- a)Bu ilmin meseleleri çok kapalı ve ağdalıdır (aklî gerekçe).
- b)Selef, Rasûlullah’a (s.a.) olan yakınlıklarına ve ilimlerinin çokluğuna rağmen böyle bir yola başvurmamışlardır. Madem ki onlar bunu yapmamışlardır; öyle ise bu ilimle uğraşmanın terki konusunda sanki ittifakları vardır (şer’î gerekçe).
- c)Bu ilmin tedvininde elde edilecek bir fayda yoktur; zira şeriatla amel etmek, onun içerdiği maslahatları bilmeye bağlı değildir.
Bütün bunlar da yukarıdakiler gibi yanlış düşüncelerdir. Şöyle ki:
Bazı Meselelerin Hikmetleri Gizlidir:
İtirazcı “Bu ilmin meseleleri çok kapalı ve ağdalıdır.” sözüyle eğer bu dalda asla tedvin yapılamaz demeyi kastediyorsa, meselelerin kapalı ve zor olması bu sonucu gerektirmez. Nasıl olabilir ki, meselâ Tevhid ve Allah’ın sıfatları ilmine dair meseleler, anlaşılması ve kavranması daha zor ve çetrefilli bahislerdir. Buna rağmen Allah Teâlâ, kullarından dilediği kimselere onu kolaylaştırmıştır. Hemen her ilim, ilk bakışta onda araştırma yapmak imkânsız, sınırlarına vâkıf olmak muhal gibi görünür. Ancak gerekli araçlarıyla birlikte temrin yapılmaya başlanır, esaslarının kavranması için adım adım ilerlenirse, çok sürmez o ilim genel hatlarıyla kavranılır, ilkelerinin ortaya konması ve bunlar üzerine ayrıntıların ve ilgili bahislerin düzenlenmesi kolaylaşır.
Eğer itirazcı sözüyle mücerred işin zorluğunu kastediyorsa, bu doğrudur. Ancak bazı âlimlerin diğer bazılarına üstünlüğü işte bu zoru başarabilmeleri sonucu ortaya çıkmaktadır. Yüce amaçlara ulaşmak, korkulu ve sıkıntılı yolculuklarla mümkündür. İlimlere hâkim olmak, akılların zora koşulması ve derin tefekkürlerin yapılması ile mümkün olur.
Selef Her Şeyi Tedvin Etmiş Değildir:
İkinci itiraz noktasına gelince, selefin bu ilmi tedvin etmemiş olmasının bir zararı yoktur. Zira Rasûlullah (s.a.) bu ilmin esaslarım ortaya koymuş, onlar üzerine ayrıntılar getirmiş, mü’minlerin emiri Hz. Ömer ve Hz. Ali, Zeyd, İbn Abbâs, Hz. Âişe… -Allah hepsinden razı olsun!- gibi sahabe fakihleri, bu yolda onun izini takip etmiş, hükümlerin hikmetlerini araştırmışlar ve konuyla ilgili birçok yönü ortaya koymuşlardır.
Din Âlimleri, Bu Konuda Kendilerine Zahir Olan Hususları Açıklayagelmişlerdir:
Sonra din âlimleri ve yakın yolunun sâlikleri, Allah Teâlâ’nın kalplerine açtığı bu ilme ait esasları açıklayagelmişlerdir. Onlardan biri, ortalığa şüphe tohumlan saçan biriyle münazara etmek durumunda kaldığı zaman, derhal şüphenin izalesine dair araştırma ve inceleme kılıcını çeker, kıyam eder, azmini biler, ihlasla hareket eder, bu iş için kollarını sıvar ve gerekli her türlü çabayı gösterir, bıd’atçilerin ordusunu darma dağınık eder ve onların güçlerini kırardı.
Bu Dalda İhatalı Bir Kitap Yazmak Yerinde Olacaktır:
Bütün bunlardan sonra gördük ki, bu ilim dalının esaslarını bünyesinde toplayacak derli toplu bir kitap yazmak, konuyu dağınık yerlerde ele almaktan elbette iyi olacaktı. Arapların “Küllü’s-sayd fi cevfı’l-ferâ” [108] dedikleri gibi, böylece başka bir şeye ihtiyaç kalmayacaktı.
İlk Nesiller Bu Dalda Kitap Tedvinine Muhtaç Değillerdi:
İlk nesiller, Rasûlullah’ın (s.a.) sohbetinden feyiz almaları, zaman itibarıyla ona yakın olmaları, aralarında ihtilâfın az olması, Rasûlullah’tan (s.a.) sabit olan bir şeyi araştırmaya ihtiyaç duymayacak kalbi bir huzura sahip olmaları, naklî delilleri aklî esaslara vurma gibi bir endişelerinin bulunmayışı, ağır ve çetrefilli her konuda başvurabilecekleri güçlü ve güvenilir âlimlerin bulunması.., gibi sebepler yüzünden, bu ilmin esaslarını tedvin etme ihtiyacını duymamışlardı.
Onlar, Hadis İlimlerini Tedvine de İhtiyaç Duymamışlardı:
Nitekim onlar, ilk nesle olan yakınlıkları ve zamanlarının hadis ricaliyle bitişik halde olması, her şeyin gözlerinin önünde cereyan etmiş olması, güvenilir âlimlere her zaman için başvurma imkânının bulunması, ihtilâfın ve hadis uydurma faaliyetlerinin az olması.., gibi sebepler yüzünden, diğer hadis ilimlerinin tedvinine de ihtiyaç göstermemişlerdi. Bunlar, Garîbu’l-hadîs, Rical yani hadis ravilerinin isimleri, onların güvenilirlik dereceleri ilmi, Müşkilu’l-hadîs, Usûlu’l-hadîs, Muhtelefu’l-hadîs, Fıkhu’l-hadîs, zayıfı, sahihten, mevzûyu sabitten ayırma ilmi gibi.., ilimlerdi. Bütün bunlar, ilk devirlerde müstakil olarak tedvin edilmemiş, esas ve ayrıntıları düzene konulmamıştı. Bunlar ancak nesiller ve uzun bir zaman sonra, duyulan ihtiyacın artması, müslümanların genel çıkarlarının bunu gerektirmesi sonucunda gerçekleştirilmişti.
Fukahânın Hükümlerin İlletlerinde İhtilâfa Düşmüş Olmaları, Telîfe Teşvik Etmiştir:
Sonra, hükümlerin illetleri hakkındaki ihtilâfları sebebiyle fukahâ arasında ihtilâf büyüdü ve bu onları illetler üzerinde, onların şer’an muteber bulunan bir maslahata müncer olup olmadıkları noktasında durmaları sonucunu doğurdu. Neticede pek çok dinî konuda aklî esaslara yapışma ortaya çıktı, itikadı ve amelî esaslarla ilgili şüpheler belirdi ve iş döndü dolaştı, dinî nasslara uygun aklî deliller ikamesi, naklî delillerin aklî esaslara, işitilerek öğrenilenin (sem’î) akılla anlaşılana vurulması noktasına geldi. Üstelik bu, dine yardım ve onu destekleme, müslümanların dağınıklığını gidermek için gösterilen hayırlı bir çalışma olarak yapılıyor, en büyük ibadetlerden telakki ediliyor, tâatlerin başı sayılıyordu.
Telifin Faydaları:
- Rasûlullah’ın (s.a.) mucizelerini izah eder:
İtirazcının “Bu ilmin tedvininde elde edilecek bir fayda yoktur…” sözü bizce doğru değildir. Aksine telifin çok büyük faydaları vardır. Bunlardan biri de Rasülullah’ın (s.a.) mucizelerinden birinin izahıdır. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a.) yüce Kur’ân’ı getirmiş ve onunla zamanının fesahat ve belagat sahiplerini âciz bırakmıştır, onlardan hiçbiri en ufak bir süresiyle dahi ona karşı koyamamıştır. Sonra birinci neslin zamanı son bulup da, Kur’ân’ın mucizelik yönleri insanlara kapalı kalınca, ümmetin âlimleri kalkmış ve (yaptıkları teliflerle) kendileri gibi olamayanların anlayabilmesi için onun i’câz yönlerini açıklamışlardır.
- İslâm şeriatının kemâlini ortaya koyar:
Keza Rasûlullah (s.a.), Allah Teâlâ katından olmak üzere, beşerin dikkate almaktan âciz kalacağı maslahatları içeren ve şeriatların en kâmili bulunan bir nizamı getirmiş, zamanının insanları (sahabe), onun getirdiği bu muazzam şeriatın değerini en üst düzeyde idrak etmişti. Bu idrakleri sonucunda da onun özelliklerinden bahsetmişler, hutbelerinde, yaptıkları konuşmalarda onun yüceliklerinden söz etmişlerdi. Onların devri son bulunca, yerlerini dolduracak ve Rasûlullah’ın (s.a.) getirdiği şeriatın, en üstün nizam olduğunu ortaya koyacak mucizevî yönlerinden, üstün meziyetlerinden bahsedecek, onun gibi birinin böyle bir şeriatı getirmesinin yalnız başına büyük bir mucize olduğunu belirtecek bir zümrenin ümmet içerisinden çıkması ve bu işi üstlenmesi vacip olmuştur.
- Kalbi huzura kavuşturur:
Telifin faydalarından biri de, imanın ötesinde kalbî huzura eriştirmesidir. (Ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini isteyen) Hz. İbrahim’e Allah Teâlâ’nın:
“İnanmıyor musun?” sorusuna:
“Hayır, inandım! Lâkin kalbimin mutmain olması için görmek istedim.” [109] Demesi, sözünü ettiğimiz kalbî huzura işaret etmektedir.
Bu şöyle olur: Delillerin ortaya çıkması ve bilginin yollarının çok olması, insana kesin bir kanaat verir, göğsünü ferahlatır ve kalpte bulunabilecek şüpheleri giderir. Böylece insan inanç bakımından kalbî bir huzura erer.
- Mü’min yaptığı şeyin meşruiyetini bilir ve işin şuuruna erer:
İyilik yapmak isteyen bir kimse, yaptığı tâatin meşruiyet yönünü bilir, o şeyin ruhunu ve özünü koruyarak kendisini ona verirse, o şeyin azı dahi kendisine fayda verir ve kulluk görevini şuurlu bir şekilde icra eder, körü körüne yolculuk etmez.
İmam el-Gazzâlî, seyrü sülük ile ilgili kitaplarında ibadetlerin ne manaya geldiklerine işte bu yüzden büyük önem vermiştir.
- Fukahâ arasındaki ihtilâfların değerlendirilmesine yardımcı olur:
Fukahâ fıkhî meselelerin pek çoğunda, ulaşmış oldukları münasip illetler hakkındaki farklı sonuçlara dayalı olarak ihtilâf halindedirler. Bunlar arasından hangisinin hak ve doğru olduğunun araştırılması, ancak maslahatlar konusunu başlı başına ele almakla mümkün olur.
- Şüphecilere fırsat vermez:
Bid’atçiler, pek çok İslâmî konuda, akla uymuyor gerekçesiyle şüphe uyandırmaya çalışmaktadırlar. Bunlara göre akla uymayan şeylerin reddedilmesi ya da tevîl edilmesi gerekir. Meselâ, kabir azabı hakkında:
“Duyular ve akıl böyle bir şeyi yalanlar.” demeleri böyledir. Nitekim hesap, sırat, mîzân vb. için de benzeri şeyleri söylerler. Sonra da uzak teviller yapmaya koyulurlar. Başka bir grup [110] ortalığı fitneye verir ve şöyle derler: “Niçin Ramazan ayının son günü oruç tutmak vacip oluyor da, Şevval ayının ilk günü oruç tutmak yasak oluyor?” Benzeri ileri geri sözler ederler.
Bir diğer grup terğîb ve terhîb yani sevaplardan, azaplardan bahseden nasslarla alay etmekte ve onların mücerred teşvik (ve caydırma) için söylendiğini, herhangi bir asla esasa dayanmadığını ileri sürmektedir. Öyle olmuştur en bedbaht biri [111] kalkmış ve “Patlıcan, ne niyetle yenilirse öyle olur.” sözünü hadis diye uydurabilmiştir. Bu haliyle o, müslumanların en zararlı şeyi bile faydalıdan ayırt edemeyeceklerine tarizde bulunuyordu.
Bu tür zararlı faaliyetleri ortadan kaldırmanın tek yolu, maslahat ve mefsedetlerin açıklanması, onlarla ilgili ilke ve kuralların tesis edilmesidir. Nitekim yahudî, hristiyan, dehrî (zındıklar) ve benzerleriyle olan tartışma alanlarında buna benzer bir yol izlenmektedir.
- Sahih hadislerin şer’î maslahatlara uygun düştüğünü ortaya koyar:
Fakihlerden bir grup, bir hadisin her yönden kıyasa muhalif olması halinde reddedilebileceğini sanmışlardır. Eğer böyle olursa, o takdirde sahih hadislerden pek çoğu bundan nasibini alacak ve atılacaktır; musarrât hadisi [112], kulleteyn hadisi [113] gibi. Bu durumda hadisçilerin yapacağı iş, o hadislerin şeriatta muteber bulunan maslahatlara uygun olduğunu açıklayarak onları ilzam etmek olacaktır.
Telifin daha pek çok faydaları vardır ki, onların hepsim burada saymaya imkân yoktur.
Kelâmcılardan Bazılarına Muhalafet:
Ey okuyucu! Beyanda kendimden geçtiğim, kaidelerin irdelenmesi ve tesisine kendimi kaptırdığım ve makamın gerektirdiği zaman beni yer yer, çoğunluk Kelâm ulemâsının kail olmadığı sözler ettiğimi göreceksin. Meselâ: Allah Teâlâ’nın kıyamet gününde suret ve şekillerle tecellisi, maddî olmayan bir âlemin varlığı ve orada manaların ve amellerin kendilerine münasip olan şekillerle tecessümü, yine o âlemde hadiselerin yeryüzünde yaratılmadan yaratılmış olması, amellerin (şevk, korku, umut gibi) psikolojik hallerle olan ilgisi ve hakikatte hem dünya hayatında hem de âhirette fiillere verilen karşılığın (mücâzat) gerçek sebebinin bizzat bu haller olması, kaçılmaz kader görüşü.., gibi konular bunlardandır.
Ancak bil ki ey okuyucu, ben bu farklı sonuca durup dururken varmadım; aksine bunlar hakkında âyetlerin, hadislerin, sahabe ve tabiîn sözlerinin birbirini teyid ettiğini gördüm ve bu sonuçlara böyle ulaştım. Sonra Ehl-i sünnet içerisinden ilm-i ledünnî [114] ile temayüz etmiş seçkin bazı kimselerin bu görüşte olduklarını ve kaidelerini bu esas üzerine bina ettiklerini görmem bu neticeye ulaşmamın diğer bir sebebi olmuştur.
Ehl-i Kıble İki Kısma Ayrılmışlardır:
“Sünnet” kelimesi, aslında Kelâm ilminde belli bir mezhebe has bir isim değildir. Ehl-i kıblenin, dinin zarurî esasları üzerinde ittifak ettikten sonra üzerinde ihtilâf ettiği ve bu yüzden çeşitli fırkalara ve ayrı ayrı hiziplere bölündüğü meseleler iki kısımdır:
- Âyet ve sünnetin temas ettiği konular:
Bunlar hakkında Kur’ân âyetleri bulunmakta ve sahih hadisler onlardan söz etmektedir. Sahabe ve tabiînden oluşan selef-i sâlih onlar üzerinde yürümüşlerdir. Sonra herkesin kendi görüşünü beğendiği devirler gelip de yollar ayrılmaya başlayınca, ümmetten bir bölümü Kitap ve Sünnet’in zahirini tercih etmiş ve selef inancına dört elle sarılmış, onların aklî esaslara uyup uymadığına aldırmamışlardır. Şayet bu meyanda aklî esaslara değinmişlerse, bu inançların onlardan çıkarılması amacıyla değil, aksine karşı tarafı ilzam etmek, onların görüşlerini reddetmek için ya da kalbî huzura ulaşmak amacıyla olmuştur. Bunlar “Ehl-i sünnet” dediğimiz gruptur.
Bir grup tevile sapmış ve nassların zahirini terketmiştir:
Ümmetten bir grup ise, kendi kuruntularınca nassların aklî esaslara uymaması halinde tevîli yoluna gitmişler ve onların zahirini terk etmişler; durumu ortaya koymak ve olduğu hal üzere açıklık getirmek için aklî esaslara başvurmuşlardır.
Meselâ kabir suali, amellerin tartılması, sırattan geçilmesi, Allah’ı görme, velilerin kerametleri.., bu kabilden konulardır. Bunların tamamı hem Kitap’ta hem de Sünnet’te yer almış, selef bunları aynen kabul etmiştir. Ancak aklı ön plâna çıkaranlara göre bunlar, aklî esaslara uymayan şeylerdir; dolayısıyla ya inkârı ya da tevîli gerekecektir. Nitekim öyle de yapmışlardır.
Onlardan bir grup:
“Onların hakikatini kavrayamasak, aklî esaslar onları desteklemese bile biz öylece iman ettik.” demişlerdir. Biz ise şöyle diyoruz:
“Biz bunların hepsine Rabbimizden gelen bir burhan üzere iman ettik ve bize göre aklî esaslar da bunları desteklemektedir.”
- Kitap ve Sünnet’te yer almayan konular:
Bir kısım daha vardır ki, onların Kitap’ta ya da Sünnet’te sözü geçmemektedir ve onlar hakkında sahabe de bir söz etmemiştir. Bunlar el dokunulmadık konulardır. Sonra ilim adamlarından bazıları çıkmış ve bunları gündeme getirmiş, hakkında söz etmişler ve tabii ihtilâfa düşmüşlerdir.
Bu gibi daldıkları konular:
- a)Ya naklî dilillerden istinbat edilen meseleler olmaktadır: Peygamberlerin meleklere üstünlüğü, Hz. Âişe’nin Hz. Fâtıma’ya üstünlüğü meseleleri böyledir.
- b)Ya sünnete uygun olan esasların kendi kanaatlerince o şeye bağlı olması sebebiyle ele alınmıştır: Bunlara örnek çoktur: Çeşitli genel prensipler, bazı cevher ve araz bahisleri, “âlemin hâdisliğine hükmetmek, heyulanın[115] iptali ve cüz’ü lâ yetecezzânın (parçalanamayan zerre) ispatı esasına bağlıdır”; “Allah Teâlâ’nın âlemi vasıtasız yaratmış olduğuna hükmetmek, ‘Birden ancak bir çıkar’ önermesinin iptaline bağlıdır”; “mucizelerin varlığını kabul etmek, sebeplerle müsebbebler arasındaki aklî gerekliliğin (lüzum) inkârına bağlıdır”; “haşr-ı cismânî ma’dûmun iadesinin mümkün olmasına bağlıdır”…, gibi daha pek çok kitaplarını doldurmuş oldukları şeyler bunlardandır.
- c)Ya da Kitap ve Sünnet’ten aldıkları şeyleri açıklamak ve yorumlamak için ortaya atmışlardır.
İhtilâf, Tafsilat Ve Tefsirdedir:
Ulemâ, esasta ittifak ettikten sonra tafsilatta ve tefsirde ihtilâf etmişlerdir. Meselâ Allah Teâlâ hakkında işitme ve görme sıfatlarının varlığını kabul etmişler, sonra aralarında ihtilâf etmişlerdir: Bir grup, bunların işitilenleri ve görülenleri bilmeye (ilme) râci iki sıfat olduklarını kabul ederken, bir başka grup, bunların başlı başına iki ayrı sıfat olduklarını ileri sürmüşlerdir.
Yine Allah Teâlâ’nın hayy (diri), alîm, mürîd, kadîr ve mütekellim olduğu hakkında ittifak etmişler, sonra aralarında ihtilâf etmişlerdir. Bir grup şu görüşü ileri sürmüştür: Bu nitelemelerden maksat, bu manaların sonuçları olan eserler ve fiillerin Allah Teâlâ hakkında ispatıdır ve bu yedi sıfat ile rahmet, gazap, cömertlik arasında bu anlamda bir fark yoktur. Sünnet böyle bir ayırım getirmemiştir.
Bir başka grup ise:
“Hayır, bu sıfatlar mevcut ve Allah Teâlâ’nın zatı ile kâim bulunan durumlardır (umur).” demişlerdir.
Ulemâ, arş üzerinde istiva (kurulma), vech (yüz) ve gülmenin Allah Teâlâ hakkında ispatı hakkında ittifak etmiş sonra ihtilâf etmişlerdir:
Bir grup tevîle giderek bunlardan maksadın, uygun manalar olduğunu söylemişlerdir. Meselâ “istivâ”dan maksat, kuşatmak, hâkim olmaktır; “vech”ten maksat Allah’ın zâtıdır…
Bir başka grup ise, bunlara hiç dokunmamış, onları olduğu gibi almış ve
“Bu kelimelerle ne murad edildiğini bilmiyoruz.” demişlerdir.
Sünnet, Bu Gibi Meselelere Dalınmamasını İster:
Ben bu iki gruptan birinin, kendilerinin sünnet üzere olduklarını ifade ederek karşı tarafa üstünlük satmalarını doğru bulacak değilim. Buna imkân da yoktur. Çünkü eğer biz mahza sünnet diyecek olsak, sünnet bu gibi meselelere temelden girilmesinin terkini istemektedir. Nitekim selef bu gibi meselelere hiç girmemiştir.
Daha fazla açıklama yapmam gerekirse derim ki: Kitap ve Sünnet’ten istinbat ettikleri her şey sahih ya da kabule şayan (râcih) değildir. Bu grupların, (nassların) anlaşılması kendisine bağlı dedikleri her şey gerçekten öyle değildir. Reddini vacip gördükleri her şey de, hakikaten reddi gerekli olmamaktadır. Yine zor bulduklarından ele almaya yanaşmadıkları her mesele de haddizatında öyle ele alınmaz türden değildir. Tafsilat ve tefsir sadedinde ileri sürdükleri her şey, bir başkalarının ileri sürdüğü yorumlardan daha makbul değildir.
Birinci Kısma Uymak Daha Yerindedir:
Daha önce de zikrettiğimiz gibi, insanın sünnî olması, ikinci kısımdan olan meselelerin değil de birinci kısımdan olanların dikkate alınması ile olmaktadır. Bu itibarla Ehl-i sünnet ulemâsının kendi aralarında bu ikinci kısımdan olan meseleler hakkında çoğu kez ihtilâf ettiklerini görmekteyiz. Meselâ Eşarîler [116] ile Matürîdîler [117] arasında bulunan ihtilâflar gibi. Keza her asırda, mütahassıs âlimlerin sünnete muhalif olmayan her meseleye -mütekaddimînin [118] onlar hakkında söz etmemesine rağmen- dalmaktan geri durmadıklarını görmekteyiz.
Ey okuyucu! Fer’î meseleler ve mezhepler konusunda âlimlerin ihtilâf ettiği, menba ve oraya götürecek yolların birbirine karışıp ayrıldığı anda ben apaçık olan geniş caddeye girdim, hep güçlü ve orta olanı araştırdım, uç noktalara kaymadım, yan çizmedim, ayrıntı ve tahriçlere karşı kulaklarımı tıkadım.
Her Sahanın Kendine Has Bir Özelliği, Her Makamın Bir Gereği Vardır:
Bil ki: Her sahanın kendine has bir özelliği, her makamın bir gereği vardır. Garîbu’l-hadîs ilminde mahir olan bir kimsenin, hadişlerin sıhhat ya da zayıflığından bahsetmesi doğru olmaz. Hadis hafızının da fıkıh alanında söz etmesi ve fer’î meseleler arasında ayırıma gitmesi uygun olmaz. Aynı şekilde hadislerin sırları (hikmet-i teşrî) üzerinde araştırma yapan birinin de bu gibi şeyler üzerinde durması doğru olmaz. Çünkü onun bütün gayesi, Rasûlullah’ın (s.a.) söylemiş olduğu sözdeki kasdı tespit etmek, sırrı yakalamaktır. Hadisin getirdiği hükmün muhkem olarak devam etmekte olması ile neshedilmiş bulunması veya ona başka bir delilin muarız bulunması ve bu yüzden fakihe göre mercûh (zayıf) sayılması arasında fark yoktur.
Hadis İlmi, Tedvin Sonrasında Ayıklanan Kısımdan Oluşur:
Evet, her ilimle uğraşan kişinin, mutlaka o ilimde en sağlam olan şeylere sarılması ve en önemli olan konuları ele alması gerekir. Hadis ilminde hakka en yakın olanı da, ülkelerde bulunan hadislerin ve oralardaki fakihlerin ulaştığı sonuçların, hadislerin destekli olanlarını garip (ferd) olanlarından ayırma, ravice çok olanı, rivayetçe güçlü bulunanı böyle olmayanlardan ayırt etme bilgisinin derlenmesi ve bütün bunların ayıklamaya tabi tutulması sonrasında geride kalan kısım olmaktadır. Kaldı ki hadisçi bu kabilden olmayan bir şeye temas ediyorsa, bunlar istitrat [119] kabilinden olmaktadır. Buna göre ictihâdî meselelerden bahsetmek ve onlardan hangisinin hakka daha yakın olduğunu araştırmak, ilim adamlarınca ortaya konulmuş bir bid’at, ya da onlar hakkında eleştiriyi gerektirecek bir durum değildir.
“Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” [120]
Hata Etmek Mümkündür:
Bu eseri yazarken ben, Allah’ın kitabından herhangi bir âyete, Rasûlullah’tan (s.a.) sabit olan herhangi bir sünnete veya haklarında hüsnü şehâdette bulunulan ilk nesillerin icmâsma ya da müctehid imamların büyük çoğunluğunun ve müslümanların kahir ekseriyetinin tercih etmiş oldukları şeylere ters düşecek bir söz etmekten uzak kalmaya çalıştım. Buna rağmen eğer bu kabilden bir şey olmuşsa, bu bir hatadır; bizi bu dalgınlığımızdan uyandıran, gafletimiz hakkında bizi uyaran kişiye Allah rahmetiyle muamele etsin!
Kelâmcıların Her Dediklerine Katılmamız Gerekmez:
Ancak, ilk nesillerin sözlerinden sonuçlar çıkarmaya, onlar bu sözlerinden şunu demek istemişlerdir gibi neticelere varmaya çalışan (istinbat ve istihraç) ve münazara ve mücadele yolunu kendilerine prensip edinen araştırmacılara (Kelâmâlara) gelince, her dediklerinde onlara katılmamız gerekmez. Onlar ilim adamıysa biz de ilim adamıyız ve bu konuda aramızda bir fark yoktur.
Bu kitap iki kısımdan oluşmaktadır:
I- Külli Kaideler
Sonra ben kitabı iki kısımda ele aldım: Birinci kısmı küllî kaidelere ayırdım. Bunlar şeriatlarda dikkate alman maslahatları gerçekleştirecek esaslardır ve bunların çoğu Rasûlullah (s.a.) zamanında mevcut bulunan bütün milletlerce benimsenen, aralarında haklarında ihtilâf bulunmayan şeylerdir. O zamanda yaşayanlar, bunları sormaya ihtiyaç duymamışlardı. Bununla birlikte Rasûlullah (s.a.) fer’î meseleleri açıklarken, onların temelini teşkil eden esaslara dikkat çektiği gibi bunlara da işarette bulunmuştur. Böylece dinleyiciler, fer’î meseleleri onlara irca etme imkânı bulmuşlardır; çünkü İsmâîlî şeriata müntesip bulunan Araplarda, keza Yahudi, Hıristiyan ve Mecusîlerde onların önceden aşina oldukları benzeri esaslar mevcut bulunuyordu.
Şeriatların Göz Önünde Bulundurdukları Hikmetler İki Esasa Çıkar:
Gördüm ki, şeriatların amaçları ve gözettikleri hikmetler, detaylarıyla ele alındığında iki temel konuya çıkmaktadır:
- a)İyilik ve kötülük anlayışı (el-Birr ve’l-ism).
- b)Millî/Şer’î siyâset (es-Siyâsâtu’l-milliyye).
Sonra birinci bahsin yani iyilik ve kötülük anlayışının künhü-ne vakıf olunabilmesi için daha önceden mutlaka mücâzât, sosyal ihtiyaçlar ve giderilmesi (irtifaklar), beşerî saadet ve bedbahtlık konularının anlaşılmasının gerekli olduğunu gördüm.
Daha sonra baktım ki, bu bahisler bu ilimde kesin kabul gören (müsellem), neden ve niçini sorulmayan bazı meseleler üzerine kurulmaktadır. Bunların müsellem oluşu:
- Ya bütün dinlerin üzerinde söz birliği etmesi ve bunun sonucunda herkesçe bilinir olmasından,
- Ya öğreticiye olan hüsnüzandan
iii. Ya da bu ilimden daha yüksek bir başka ilimde zikredilen deliller sebebiyle olmaktadır.
Kitabımda, nefsin/ruhun cesetten ayrıldıktan sonra bekası, übaz ya da elem duyması konusunda sözü uzatmaktan kaçındım. Çünkü bu konular âlimlerin kitaplarında işlenmiştir. Bunlarla ilgili bahislerden eğer söz ettiysem, bu, gördüğüm kitapların benim bahsettiğim şeye hiç temas etmemeleri ya da benim çıkarmaya muvaffak olduğum sonuç ve tertipten uzak bulunmaları sebebiyle olmuştur. Keza herkesçe müsellem bulunan konulara temas ettiysem, bu, âlimlerin onlara temas etmediğini, onlar hakkında deliller getirme kaygısı taşımadıklarını görmem yüzünden olmuştur.
Kitabımın bu kısmında sırayla şu konulara yer vermiş bulunuyorum:
- Bu dalda tasdiki gerekli olan çeşitli meseleler. Bunları, neden ve niçinine temas etmeksizin zikretmiş bulunuyorum.
- Gerek hayatta ve gerekse öldükten sonra fiillere verilen karşılığın (mücâzât) keyfiyeti.
- Bütün insanlığın yaratılış icabı duyduğu sosyal ihtiyaçlar ve bunların giderilme yolları (irtifaklar[121]). Arap olsun olmasın hiçbir ulusun, bu konuda akıllarının gerektirdiği şeylerden sapmamış olmaları.
- İnsanın dünya ve âhirete nisbetle saadeti ve bedbahtlığı.
- İyilik ve kötülük anlayışı ve bu bahiste bütün din mensuplarının üzerinde anlaştıkları esaslar.
- Ümmetin yönetimi için gerekli olan hadlerin ve diğer şer’i hükümlerin konulması.
- Rasûluılah’ın (s.a.) sözünden şer’î hükümlerin çıkarılması keyfiyeti.
II- Hadislerin Hikmetleri
İkinci kısmı ise hadislerin sırlarını açıklamaya ayırdım ve burada şu bahislere yer verdim:
- İman bahisleri.
- İlim bahisleri.
- Taharet bahisleri.
- Namaz bahisleri.
- Zekât bahisleri.
- Oruç bahisleri.
- Hacc bahisleri.
- İyilik etme (ihsan) bahisleri.
- Muamelât bahisleri.
- Ev idaresi bahisleri.
- Şehir idaresi bahisleri.
- Geçim kuralları ve ilgili bahisler.
- Çeşitli konular.
Artık asıl konuya geçmenin zamanı gelmiştir. Bu vesileyle işin başında da sonunda da Allah’a hamd ederiz.
1- KÜLLİ KAİDELER
Şer’î hükümlerde göz önünde bulundurulan maslahatlara esas olan küllî kaide ve prensipler
Bu kısım yedi bölümden ve yetmiş konudan (bâb) meydana gelmiştir.
1- TEKLİF VE MÜCAZATIN SEBEPLERİ
1) Îbdâ’, Halk Ve Tedbir
Bil ki: Âlemin meydana getirilmesine nisbetle Allah Teâlâ’ya ait birbiri üzerine bağlı üç sıfat vardır.
Bunlardan biri ibdâ’dır. İbda’: Bir şeyin yoktan var edilmesidir. Bu durumda o şey, herhangi bir madde olmaksızın yokluktan varlık âlemine çıkmış olur. Rasûlullah’a (s.a.) işin başlangıcı hakkında sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“Allah vardı ve O’ndan önce başka hiçbir şey yoktu.” [122]
İkincisi halktır. Halk: Bir şeyi, başka bir şeyden var etmektir. Hz. Âdem’in topraktan, cinin de dumansız bir ateşten [123] yaratılması gibi.
Hem akıl hem de nakil gösterir ki, Allah Teâlâ âlemi türler ve cinsler olarak yaratmış; her tür ve cins için de özellikler kılmıştır. Meselâ insan türünün özelliği konuşma kabiliyetine sahip olması, derisinin tüysüz, boyunun düz olması, sözden anlar olmasıdır. At türünün özelliği, kişnemesi, derisinin tüylü olması, dört ayağı üzere durur olması, sözden anlamamasıdır. Zehirin özelliği ise, onu alan insanı öldürücü olmasıdır. Zencefilin özelliği, hararet ve kuruluk; kâfurunki ise soğukluktur. Bütün madenler, bitkiler ve canlılar hep bu şekildedir; kendilerine has özelliklere sahiptir.
Eşyanın Özellikleri Kendisinden Ayrılmaz:
Sünnetullah, eşya için kılınan özelliklerin ondan ayrılmaması şeklinde cereyan etmektedir ve o şeyin ferdlerini diğerlerinden ayırıcı ve ihtimalleri giderici hususlar, o özelliklerle mahsus olmaktadır. Aynı şekilde türlerin ayırıcı özellikleri, cinslerinin özelliklerine mahsus olmak zorundadır. Umûm ve husûslukta birbiri üzerine tertip edilmiş bulunan bu isimlerin manaları, cisim, büyüme gösteren bitki, hayvan ve insan gibi bir tertip ifade etmektedir. Ferd, dış görünüşte (başka cins ve türler içerisinde) birbirine girmiş ve içice gibi bir görünüm arzetmektedir. Ancak sonra akıl, aralarındaki farkı kavramakta ve her özelliği, o özelliğin kendisine ait olduğu şeye nisbet etmektedir.
Rasûlullah (s.a.) eşyadan birçoğunun özelliğini açıklamış ve onların verecekleri sonuçları belirtmiştir. Meselâ şunları örnek olarak hatırlayabiliriz:
“Paluza, hastanın kalbini rahatlatır.” [124]
“Çörek otu, ölüm hariç her derde devadır.” [125]
Deve sidiği ve sütü hakkında:
“İshal olanlar için şifâdır.”[126]
Boğumluca (şübrüm) hakkında:
“(İshal için iyi gelen) sıcak (mizaçlı bir ilaç)tır.” [127]
Varlık (Elementler) Âleminin Tedbiri:
Üçüncüsü, varlık âleminin (âlem-i mevâlîd) tedbiridir. Bu esasen, âlemde meydana gelen hadiselerin, Yüce Allah’ın hikmetinin gerektirdiği nizama uygun, cömertliğinin gereği olan maslahata ulaştırıcı tarzda yürütülmesi demektir. Meselâ buluttan yağmur indirir, onunla yeryüzünün bitkilerini bitirir. Ondan insanlar ve hayvanlar yer. Böylece yağmur belli bir zamana kadar onların hayatları için bir sebep olur. Hz. İbrahim ateşe atıldığı zaman, Allah Teâlâ onun diri kalması için ateşi güllük gülistanlığa çevirmiştir. Hz. Eyyûb hastalanmış ve bedenini dert kaplamıştı. Allah Teâlâ, şifasını içeren bir pınar çıkarmıştı. Keza Allah Teâlâ yeryüzü sakinlerine bakmış ve orada yaşayan Arap olan olmayan herkese gazap etmişti. Bunun üzerine Peygamberine (s.a.), onları uyarması ve onlarla mücadele etmesi için vahiyde bulunmuş, böylece dilediği kimselerin karanlıklardan aydınlığa çıkmasını amaçlamıştı.
Varlık Âlemine Konulan Kuvvet:
Bunu şöyle izah edebiliriz: Varlık âlemine konulan ve ayrılmaz özellik arzeden kuvvetler birbiri ile karşı karşıya gelip, çatışır hale gelince, Allah Teâlâ’nın yüce hikmeti çeşitli aşamaların meydana gelmesini gerektirdi; bunlardan bir kısmı cevher bir kısmı ise arazdır. Arazlar, canlılar tarafından ortaya konulan fiiller, iradeler ya da daha başka şeylerdir. Bu aşamalar, sebebinin gerektirdiği şeyin sudur etmemesi veya sebebinin gerektirdiği şeyin zıddı-nın sudur etmesi manasında bir şer içermezler. Bir şey, o şeyin varlığını gerektiren sebebi itibarıyla ele alındığı zaman kesinlikle güzel olur. Meselâ kesmek, demir cevherinin gerektirdiği bir şey olması hasebiyle -bir insanın bünyesini ortadan kaldırmış olması açısından ele alındığında her ne kadar kötü ise de- güzeldir. Ancak, ondan başka bir şeyin meydana gelmesi, sonuçları itibarıyla maslahata daha uygun olacağı ya da sonuçları güzel olan başka bir şeyin meydana gelmemesi noktasından bakıldığı zaman da o şeyde kötülük vardır.
Allah Teâlâ’nın hikmeti, varlık alemindeki kuvvetlerde kabz, bast ve ilham yollu tasarrufları gerekli kılmıştır:
Meselâ bir kötülüğün sebepleri tam olarak bulunduğu zaman, Allah Teâlâ’nın kullarına olan rahmeti, onları kuşatan lütuf ve keremi, her şeyi saran güç ve kudreti, her şeyi ihata eden ilmi, o kuvvetlerde ve onları taşıyan durumlarda kabz, bast, ihale ve ilham yoluyla tasarrufta bulunmasını ve o şeyin böylece istenilen bir sonucu doğurmasını gerektirir.
Kabz (tutma): Kabz haline örnek hadiste gelen şu durumdur: Deccâl, mü’min kulu ikinci defasında öldürmek ister; fakat Allah Teâlâ ona bu imkânı -öldürmeye iten sebebin bulunmasına, gerekli araçların mevcudiyetine rağmen- vermez.
Bast (açma): Bast haline misal, Allah Teâlâ’nın Hz. Eyyûb’a ayağını yere vurması sonucunda -normalde ayağı yere vurma, pınar çıkarıcı bir hareket olmamakla birlikte- bir pınar fişkırtmasıdır. Kullarından bazı ihlâs sahibi kimseleri cihad esnasında aklın o beden için hatta onun birçok katı için asla tasavvur edemeyeceği şeylere kadir kılması da bu hale örnektir.[128]
İhale (çevirme): Buna Örnek de, Hz. İbrahim için ateşin latif bir havaya çevrilmesidir.
İlhanı: Bunun da Örneği, Mûsâ-Hızır kıssasında anlatıldığı üzere, Hızır’ın gemiyi yaralaması, duvarı doğrultması ve çocuğu öldürmesidir. Peygamberlere kitapların ve şeriatların indirilmesi de böyledir. İlham, bazen sıkıntı içinde olan (denenen) kimseye gelir, bazen de onun için bir başkasına gelir.
Yüce Kur’ân, tedbirin türlerini ziyadesiyle anlatmıştır.
2) Alem-i Misâl
Varlık Âleminde Maddî Olmayan Bir Alem Daha Vardır:
Bil ki: Pek çok hadîs, varlık âleminde maddî olmayan bir başka âlemin daha var olduğunu göstermektedir. Bu âlemde, manalar, kendilerine uygun bir suretle tecessüm etmekte ve eşya henüz yeryüzünde tahakkuk etmeden önce burada bir tür gerçekleşmektedir. Meydana geldiği zaman o mana orada nasıl idiyse, maddî varlık âleminde de aynen öyle olmaktadır. Halka göre bir cismi bulunmayan şeylerden birçoğu (buradan) intikal eder ve iner; insanların hepsi onları göremez.
Rasûlullah (s.a.) Bu Âlemden Bir Nebze Bahsetmiştir:
Bu meyanda Hz. Peygamber’in (s.a.) şu hadislerini hatırlayabiliriz:
“Şüphesiz Allah mahlukâtı yarattıktan sonra rahim ayağa kalkmış ve: ‘Bu, ihmal edilmekten sana sığınanın makamıdır.’ demiştir…” [129]
“Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri, kıyamet gününde sanki iki bulut ya da iki gölge veya saf tutmuş iki bölük kuş gibi gelecek, okuyucularını savunacaklardır.” [130]
“Kıyamet gününde ameller gelecektir; namaz gelir, sadaka gelir, sonra oruç gelir…” [131]
“Şüphesiz iyilik ve kötülük iki yaratıktır ve yarın kıyamet gününde insanlar için dikilirler. İyilik, sahiplerini müjdeler. Kötülük ise ‘Benden geri durun! Benden geri durun!’ der fakat ondan bir türlü uzak duramazlar.” [132]
“Allah Teâlâ, kıyamet gününde günleri kendi şekli üzere diriltir, cumayı da çiçek gibi ve parlak olarak diriltir.” [133]
Dünya Ak Saçlı Koca Karı Sûretindedir:
“Kıyamet gününde dünya, ak saçlı, gök dişli, çirkin suratlı bir kocakarı şeklinde getirilir.” [134]
“Siz benim gördüklerimi görüyor musunuz? Şüphesiz ben, evleriniz arasında fitnelerin düştüğü yerleri yağmur yerleri gibi görüyorum.” [135]
İsrâ hadisi hakkında da şöyle buyurmuştur:
“Bir de baktım ki dört nehir var; iki zahir nehir, iki de bâtın nehir. Cibril’e:
‘Ya Cibril! Bu nehirler nedir?’ dedim. Cibril:
‘Bu bâtınî nehirler cennette bulunan iki nehirdir. Zahir nehirler ise, Nü ve Fırat’tır.’ dedi.” [136]
Güneş tutulması namazı ile ilgili hadiste:
“Cennet ve cehennem bana -bir rivayette- benimle kıble duvarı arasında tasvir edildi.” [137] Buyurduğu belirtilmiş ve bu olayda Rasûlullah (s.a.) cennetten bir salkım üzüm almak için elini uzatmış, cehennemden ürpererek geri geri çekilmiş ve hararetinden dolayı üflemiş, orada hacıları soyan yankesiciyi, kediyi hapsedip açlıktan öldüren kadını görmüş, köpeği sulayan fahişe bir kadını cennette görmüştür. [138] Malumdur ki o mesafe, insanlarca bilinen normal boyutlarıyla ne cenneti ne de cehennemi alabilecek büyüklükte idi.
“Cennet hoşlanılmadık şeylerle kuşatılmıştır; cehennem de şehvetlerle sarılmıştır.” [139]
Sonra Cibril, cennet ve cehenneme bakmasını emretmiştir.
“Belâ iner ve ona dua karşı koyar.” [140]
“Allah Teâlâ, aklı yarattı ve ona: ‘Yönel!’ dedi. O da yöneldi. ‘Dön!’ dedi. O da döndü.” [141]
“Bunlar, âlemlerin Rabbinden gelen iki kitaptır.”[142]
“Ölüm sanki bir koçmuş gibi getirilir ve cennet ile cehennem arasında boğazlanır.” [143]
Allah Teâlâ da şöyle buyurur:
“Derken biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.” [144]
Rasûlullah (s.a.) kabirden bahseder:
Hadislerde pek çok yerde Cibril’in (s.a.) Rasûlullah’a (s.a.) zahir olduğu, ona gözüktüğü, onunla konuştuğu; fakat diğer insanların onu göremedikleri; kabrin yetmişe yetmiş zira [145] genişletildiği ya da ölünün kaburgalarını birbirine geçirecek şekilde daraltıldığı, kabre konulan kişiye sorgu meleklerinin geldiği ve ona sual sordukları, kişinin amelinin şekle girdiği; meleklerin can çekişen insana geldiği ve ellerinde ipek ya da paçavra olduğu; meleklerin kabirde bulunan ölüye demirden tokmaklarla vurdukları ve bunun sonucunda onun doğu ile batı arasında bulunan her şeyin işiteceği bir çığlık attığı.., sabittir. Bu kabilden olmak üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Kafire kabrinde doksan dokuz ejderha musallat edilir; onlar kıyamete kadar onu emerler, sokarlar.” [146]
“Ölü kabre konulduğu zaman, ona güneş batıyor halde gösterilir. Bunun üzerine o, gözlerini silerek oturur ve: ‘Bırakın beni namaz kılayım.’ der.” [147]
Allah Teâlâ’nın, mahşerde insanlar için çeşitli suretlerde tecellî edeceği, Rasûlullah’ın (s.a.), kürsüsü üzerine kurulmuş bulunan Rab Teâlâ’nın huzuruna girdiği, Allah Teâlâ’nın insanoğlu ile aracısız doğrudan konuşacağı ve daha başka bunlar gibi sayılamayacak kadar çok âlem-i misâlin varlığına delâlet edecek hadis bulunmaktadır.
Bu Hadisler Karşısında Müfminin Tavrı:
Bu hadisleri değerlendiren kişi şu üç tavırdan birisini gösterecektir:
- Ya onların zahirine inanacak ve bahsettiğimiz şekilde bir âlemin mevcudiyetini kabul etmek zorunda kalacaktır. Hadisçilerin koymuş olduğu kaidenin gereği de bu olmaktadır. Nitekim es-Süyûtî, bu noktaya işarette bulunmuştur. Ben de aynı şeyi söylüyor ve aynı görüşü paylaşıyorum.
- Yahut da şöyle diyecektir: Bu anlatılanlar, bakan kişinin gözünde gözükür gibi olmakta ve duyu organlannda temessül etmektedir. Haddizatında ise öyle bir şey yoktur. Abdullah b. Mesûd:
“Şimdi sen, göğün, insanları bürüyecek açık bir duman çıkaracağı günü gözetle.” [148] Ayetini izah ederken benzeri bir görüş ileri sürmüş ve şöyle demiştir:
“İnsanlara kuraklık isabet eder; onlardan biri göğe bakar ve açlıktan onu duman şeklinde görür.”
İbnu’l-Mâcişûn’dan şöyle dediği nakledilir:
“Hadislerde geçen mahşerde (Allah’ın inmek gibi) intikalinden ya da O’nun görülmesinden maksat, Allah Teâlâ’nın, mahlukâtın gözlerim değiştirmesi ve bunun sonucunda onların zamandan ve mekandan münnezzeh olan Zât’ını iner, tecellî eder ve kullarıyla konuşur halde görmeleridir. Haddizatında ise azametinden bir şey değişmiş değildir, intikal de yoktur. Bunu, Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmeleri için yapar.”
- Yahut da bu anlatılanların hepsini, başka manaların anlatılması için temsil sayar. Ben, hadislerde sözü edilen halleri buüçüncü manaya yoranların ehl-i haktan oldukları kaaatinde değilim.
İmam el-Gazzâlî, kabir azabı bahsinde, sözünü ettiğimiz üç yaklaşımdan bahsetmiş ve şöyle demiştir:
“Bu ve benzeri haberlerin, sahih zahirleri ve gizli sırları vardır. Bu sırlar, ancak basiret sahiplerince açıktır. Bunların hakikatlerine vâkıf olamayan kimseler, hemen onların zahirlerini inkâra kalkışmamalıdırlar. Aksine imanın en alt derecesi, bu gibi haberler karşısında teslim ve tasdikte bulunmak olmalıdır.
Şöyle denilebilir: Biz kâfiri kabrinde bir müddet seyrediyoruz ve onu kontrol ediyoruz, fakat hadislerde sayılan şeylerden hiçbirini göremiyoruz. Bu durumda, müşahedelerimizin aksine bir tasdike nasıl gidebiliriz?
Bu Tür Olayların Tasdikinde Çeşitli Makamlar Vardır:
Cevap: Bil ki: Bu gibi şeyleri tasdik konusunda üç makam söz konusudur:
Birinci makam: Bu en açık, en doğru ve en emin yoldur. Bu makamda yapacağın iş, onların mevcut olduğunu tasdik etmektir. Yılanlar ölüyü sokar fakat sen onu göremezsin. Çünkü bu göz, melekût âlemine ait olan şeyleri görmeye elverişli olarak yaratılmış değildir. Âhiretle ilgili olan her şey melekût âlemine aittir. Peki sahabe, görmedikleri halde Rasûlullah’a (s.a.) Cibril’in indiğine, Rasülullah’ın (s.a.) onu gördüğüne nasıl inanıyorlardı? Eğer sen bunlara inanmayacak olursan, o takdirde imanın esaslarından olan ve daha önemli bulunan meleklere ve vahye imam nasıl sağlayacaksın? Eğer bunlara inanıyor ve Rasûlullah’ın (s.a.), ümmetin görmediği şeyleri gördüğünü kabul ve tasdik ediyorsan, benzer bir durumu ölü hakkında nasıl mümkün görmezsin? Nasıl ki melek, insana ve hayvanlara benzemiyorsa, kabirde ölüyü sokan akrepler, yılanlar da bizim kendi âlemimizin yılan ve akrepleri türünden değildir; aksine onlar başka bir cins varlıklardır ve ancak (beş duyunun dışında) başka bir yolla idrak edilebilirler.
Bu Hallerin Varlığı, Sadece Maruz Kalan Kişiye Nisbetledir:
İkinci makam: Uyuyan kişinin durumunu hatırla. O, uykusunda kendisini sokan bir yılan görür ve bundan elem duyar; öyle ki duyduğu izdırabın şiddetinden bazen çığlık atar, alnı terler, bazen korkudan yerinden fırlar. Bütün bunları hisseder ve aynen uyanık olup da onu gören kişinin rahatsızlığı gibi rahatsızlık duyar. Halbuki sen onu dış görünüşü itibarıyla sakin görürsün, etrafinda ne bir yılan ne de bir akrep bulursun. Oysaki yılan ve ondan doğan azap onun hakkında mevcuttur. Senin hakkında ise bunlar mevcut değildir. Sokmadan mütevellit duyulan azap mevcut olduktan sonra ha bu gerçek bir yılandan olmuş, ha tahayyül edilen bir yılandan olmuş, aralarında fark yoktur.
Bu Olayların Sebepleri, Alışık Olmadığımız Şeylerdir, Sonuçları İse Sabittir:
Üçüncü makam: Bilindiği üzere bizzat yılanın kendisi elem vermemekte, yılandan sana dokunan şey zehirin elemi olmaktadır. Sonra zehir de bizzat elemin kendisi değildir. Senin ızdırabın, zehirden sende hâsıl olan sonuçtan kaynaklanmaktadır. Eğer bu sonuç, zehirsiz dahi meydana gelecek olsaydı, aynı ızdırap yine hasıl olacaktı ve o tür azabın tarifi de, ancak âdeten o sonuca müncer olan sebebe isnad etmekle yapılabilecekti. Meselâ, cima lezzeti insanda sûretâ cinsî ilişki bulunmaksızın yaratılmış olsaydı, bu lezzetin tarifi ancak cinsî ilişkiye isnadla mümkün olabilirdi ve bu isnad da sebep yoluyla tarif kabilinden olurdu. Bu durumda sebebin sonucu, -her ne kadar sebep sureta yok ise de- hâsıl olurdu. Sebep, bizatihi maksûd olmayıp sonucu için istenir. Helak edici sıfatlar, ölüm anında nefis hakkında helak edici, eziyet edici ve elem verici şeylere dönüşür ve onların verdiği elemler, aynen yılan sokmasının elemleri gibi -her ne kadar ortada yılan yoksa da- olur.” (el-Gazzâlî’nin sözü) bitti.
3) Mele-i A’lâ
Kur’ân-ı Kerîm, Meleklerin Hallerinden Söz Eder:
“Arş’ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunan (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler. Mü’minlerin de bağışlanmasını (şöyle) isterler: ‘Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yolunda gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! Rabbimiz! Onları da, onların atalarından, eşlerinden, nesillerinden iyi olanları da kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz aziz ve hakim olan sensin. Bir de onları, her türlü kötülüklerden koru. Sen kimi kötülüklerden korursan o gün muhakkak ki onu rahmetine mazhar etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur.” [149]
Rasûlullah (s.a.) da Meleklerin Hallerinden Bahseder:
Konu ile ilgili olarak Rasûlullah’ın (s.a.) bazı hadisleri şöyledır:
“Allah Teâlâ, bir şeyi takdir buyurduğu zaman, melekler O’nun buyruğuna boyun eğerek kanatlarını çırparlar da sanki sert kaya üzerinde zincir sesi gibi bir ses çıkar. Kalplerini bürüyen ürperti kalktığı zaman:
‘Rabbiniz ne buyurdu?’ derler. (Diğer bazıları):
‘Hak olanı buyurdu; O yüce ve büyüktür.’ cevabını verirler.” [150]
“…Lâkin Rabbimiz Teâlâ bir şey takdir buyurduğu zaman Arş’ı taşıyan melekler tesbih ederler. Arkasından onlardan sonra gelen gök ehli tesbih eder. Böyle böyle tesbih şu alt semanın sakinlerine ulaşır. Sonra Arş’ı taşıyanların arkasından gelenler Arş’ı taşıyanlara:
‘Rabbiniz ne buyurdu?’ diye sorarlar. Onlar de ne buyurduğunu kendilerine haber verirler. Böylece semâvât sakinleri birbirleriyle haberleşir. Nihayet haber şu alt semaya ulaşır.” [151]
“Ben geceleyin kalkmış, abdest almış ve bir miktar namaz kılmıştım. Namazımda uyku bastırdı ve uykuya daldım. Bir de ne göreyim, ben, en güzel bir suret içerisinde Rabbim Tebâreke ve Teâlâ ile beraberim. Bana:
Yâ Muhammed!’ dedi. Ben:
‘Buyur yâ Rabbi!’ dedim.
‘Mele-i a’lâ ne hakkında çekişirler?’ buyurdu. Ben:
‘Bilmiyorum.’ dedim. Bunu üç defa söyledi. Sonunda elini iki omuzumun arasına koyduğunu gördüm ve o kadar ki parmaklarının serinliğini göğsümde hissettim. O anda her şeyin sırrı bana açıklandı.
‘Yâ Muhammed!’ buyurdu. Ben:
‘Buyur, Rabbim!’ dedim.
‘Mele-i a’lâ ne hakkında çekişirler?’ buyurdu. Ben:
‘Keffâretler hakkında.’ dedim.
‘Nedir onlar?’ buyurdu. Ben:
‘Cemaate yaya yürümek, namazlardan sonra mescidlerde oturmak, zor anlarda abdesti hakkını vererek almak.’ dedim.
‘Sonra ne hakkında çekişirler?’ dedi. Ben:
‘Dereceler hakkında.’ dedim.
‘Onlar nedir?’ buyurdu. Ben:
‘Yemek yedirmek, yumuşak sözlü olmak, geceleyin herkes uyurken namaz kılmak.’ dedim.” [152]
Cebrail, Gök Ehline Allah’ın Emrini Duyurur:
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki Allah, bir kulu sevdiği vakit Cebrail’i çağırır da:
‘Ben falanı seviyorum; onu sen de sev!’ der ve onu Cebrail de sever. Sonra semada seslenerek:
‘Gerçekten Allah, falanı seviyor; onu siz de sevin!’ der. Artık onu sema ehli de severler. Sonra onun için yeryüzüne kabul konur (da makbul kişilerden olur). Bir kula da buğz etti mi, Cebrail’i çağırarak:
‘Ben falana buğzediyorum; ona sen de buğzet!’ der ve Cebrail ona buğzeder. Sonra sema ehli arasında:
‘Allah, falana buğzediyor; ona siz de buğzedin!’ diye seslenir. Onlar da kendisine buğzederler. Sonra o kul için yeryüzüne buğz (kin duygusu) konur.” [153]
Melekler, Namaz Kıldığı Yerde Durdukça Müm’ine İstiğfar Ederler:
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur:
“Kişi namaz kıldığı zaman, namaz kıldığı yerde kalmaya devam ettiği ve abdesti bozmadığı müddetçe melekler o kimse için istiğfar ve dua ederler. (Melekler) onun için şöyle derler:
‘İlâhî, buna mağfiret et! İlâhî buna merhamet et!” [154]
“Kulların sabahladığı hiç bir gün yoktur ki iki melek inip de biri:
‘Allah’ım! İnfak edene hale [155] ver!’ Diğeri de:
“Allah’ım! Har-camayıp tutana telef ver!’ demesin.” [156]
Melekler, Kendisini Düzelten Ve İnsanların Islâhına Çalışan Kimseler İçin Dua Ederler:
Bil ki: Pek çok şer’î nasstan şu sonuç çıkmaktadır: Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, bunlar meleklerin üstünleri ve yüce huzura yakın olanlardır (mukarrabîn). Bunlar kendisini düzelten, nefsini olgunlaştıran ve bütün insanların hayrına çalışan kimseler için hep dua ederler. Onların bu duaları, üzerlerine bereketlerin inmesine sebep olur. Bunlar diğer taraftan Allah’a isyan edenlere, fitne ve fesat çıkaranlara lanet ederler ve bu lanetleri, o kişilerin içinde hasret ve nedametin doğmasına sebep olur. Yine onların lanetleri yüzünden yeryüzü sâkinlerinin [157] kalplerine o kötü insanlara buğzetmeleri, onlara gerek dünyada yaşarken ve gerekse ölürken kötü davranmaları ilham olunur. Mukarrabînden olan bu varlıklar, Allah Teâlâ ile kulları arasında aracılık yaparlar, insanların kalbine hayırlı olan şeyleri ilham ederler; yani onların iç dünyalarında hayırlı şeylere dair düşüncelerin doğmasına, bir çeşit yolla sebep olurlar. Bunların Allah’ın dilediği keyfiyette ve dilediği yerde toplantıları olur. Bu toplantılarına itibarla onlara “Refık-i a’lâ”, “Nediyy-i a’lâ [158]“ ve “Mele-i a’lâ” isimleri verilir, seçkin insanların ruhları, bunların arasına girer ve onlara katılır. Nitekim Allah Teâlâ buna işaret olmak üzere şöyle buyurmuştur:
“Ey huzur ve sükûna kavuşmuş olan ruh! Hoşnut etmiş ve hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” [159]
Meleklerle Birlikte Cennette Uçan Bir Sahâbî;
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Cafer b. Ebî Tâlib’i, cennette meleklerle birlikte iki kanatla uçan bir melek (gibi)gördüm.” [160]
Kararlar, Mele-i A’lâ’dan Çıkar:
Kararlar burada sonuca bağlanır (kazâ) ve “Her hikmetli buyruk o gecede ayrılır.” [161] Ayetinde sözü edilen şeyler belirlenir ve kesinlik kazanır. Şer’î hükümler bir tür burada kararlaştırılır.
Mele-i A’lâ Üç Kısımdır:
- Hak Teâlâ ezelî ilmiyle, hayır düzeninin bazı varlıklarabağlı olduğunu biliyordu. Bu yüzden Hz. Musa’nın ateşi gibi nurdan cisimler yarattı ve onlara temiz ruhlar (nefisler) üfledi. (İşte birinci kısım bunlardır.)
- Unsurlardan (elementler) oluşan latif buharlardan bir mizaç (karışım) oluş(tur)muştur. Bunlar hayvânî eğilimleri şiddetle reddeden ve üstün ruhların feyzini gerekli kılan bir mahiyet arzetmiştir. (İkinci kısmı da bunlar oluşturur.)
- Üçüncü kısım insan ruhlarıdır. Bunlar Mele-i a’lâ’ya yakın evsaftadırlar. (Bunların sahipleri) ölünceye kadar sürekli kendilerinin Mele-i a’lâ’ya katılmasını gerektirecek sâlih ameller işlerler ve (ölümle) onların arasına katılırlar ve onlardan sayılırlar.
Mele-i a’lâ’nın özelliği, sadece Rab Teâlâ’ya teveccühte bulunmaları ve bir başka şeye asla iltifat etmemeleridir. “Arş’ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunan (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler.” [162] Ayetinin manası işte budur.
Onlar Rablerinden, ilâhî nizamın nasıl güzel olacağını, aksinin ise ne kadar kötü olacağını öğrenirler ve bu Allah Teâlâ’nın cömertlik hazinelerinden bir kapıyı çalar:
“…Mü’minlerin de bağışlanmasını (şöyle) isterler: ‘Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edin ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru!.” [163] Buyruğunun manası da işte budur.
Mele-i A’lâ’nın İleri Gelenlerinin Toplanması:
Mele-i a’lâ’nın ileri gelenlerinin nurları toplanır ve Rasûlullah (s.a.) tarafından “çok yüzlü ve çok dilli” diye nitelenen Rûh’un yanında birbirleriyle iç içe girer ve orada sanki tek bir şeymiş gibi bir bütünlük kazanırlar. Buna “Hazîretu’l-Kuds” denilir. Burada insanlığın dünya ve âhirete ait sıkıntılardan kurtarılması için tedbirler üzerinde anlaşırlar. Bunun için meselâ o günde mevcut bulunan Allah’ın en temiz ve seçkin kulunu yetiştirip, işini İnsanlar arasında yürütmeyi kararlaştırırlar. Bu anlaşma, insanlardan kabiliyetli olanların kalplerine ona tabi olmaları için ilhamların doğmasını gerektirir. Sonunda o ve ona tabi olanlar insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet halini alırlar. Yine onların anlaşmaları, insanların hayrına ve hidayetlerine sebep olacak ilimlerin o kişinin vahiy, rüya ya da gaybî ses halinde kalbine doğmasını, Hazîre-i Kuds’ten birinin ona gözükmesini ve şifahî olarak onunla konuşmasını gerekli kılar, onun dostlarına yardım edilmesini ve her türlü iyiliğe kavuşturulmalarını; Allah’ın yolundan sapmış kimselerin ise lanetlenmesini ve her türlü ızdıraba yaklaştırılmalarını gerektirir. Bu, peygamberlik esaslarından biri olmaktadır. Onların sürekli icmâ hallerine “Rûhu’l-Kuds desteği” adı verilmektedir. Bu teyid sırasında normal hallerde görülmeyen öyle harikuladelikler ortaya çıkar ki, biz onlara “mucizeler” adını vermekteyiz.
Mele-i A’lâ’nın Bir Aşağısında Bulunan Âlem:
Bunların bir aşağısında öyle ruhlar vardır ki, bunların coşması latîf buharlardan mutedil bir mizacın meydana gelmesini gerekli kılmıştır. Ancak bunlar, ebedî saadetten birincileri kadar na-sıplenememişler, onların mevkilerine yükselememişlerdir. Onların kemal dereceleri, bir üst tabakadan kendilerine sızacak olan şeyleri beklemek üzere hazır vaziyette beklemektir. Eğer bir şey sızacak olursa, alanın kabiliyetine verenin de etki gücüne göre, o şeylere -aynen kuşların ve hayvanların doğal içgüdüleri sonucu harekete geçişleri gibi- yönelirler. Onlar bu yönelişlerinde kendi nefislerine yönelik şeyler hakkında fâni, üstlerinden ilham olunan şeylerle bakidirler. Bunlar insanların ve hayvanların kalplerine etki ederler ve onların iradelerini, içlerinden geçen düşünceleri, murad olunan şeye uygun bir hale çevirirler. Bazı tabiî olaylara etki ederler ve onların hareketlerini, değişimlerini hızlandırırlar. Meselâ bir taş yuvarlanır; bir melek ona etki eder ve bunun sonucunda o taş normalde tasavvur olunamayacak uzaklıkta bir mesafeye kadar gider. Avcı nehire ağını atar; meleklerden bir grup gelerek balıklardan bir kısmının kalbine oraya girmesini, diğerlerinin kalbine oradan kaçmasını ilham eder; ipin birini tutar, diğerini açar… Ancak bütün bunları niçin yaptığım bilmez; o sadece kendisine ilham olunan şeye tabi olur.
İki ordu karşılaşır; melekler gelir, ordulardan birinin kalbinde cesaretli olmayı, direnmeyi makamın gereğine uygun olan sözlerle, hayallerle süsler, güzel gösterir, onlara galip gelmenin yollarım ilham eder, attıkları silahları hedefe ulaştırmak vb. gibi yollarla onlara destek verir. Karşı tarafın kalplerine ise bu özelliklerin zıtlarını yerleştirir; sonunda iş Allah’ın dediği yere varır.
Bunlara sızan şey, bazen de bir insana sıkıntı vermek ya da onu rahatlatmak doğrusunda olabilir. Bu durumda melekler kendilerine verilen bu ilham doğrultusunda koştururlar, mümkün olan her yola başvururlar.
Bunlara karşıt durumda olan başka varlıklar da vardır. Bunlar, hafifmeşrep, taşkın, hayra karşı fikirler taşıyan varlıklardır; meydana gelmeleri karanlık buharların kokuşmasını gerektirmiştir. Bunlar “şeytanlar” dır. Bunlar sürekli meleklerin yapmış olduğu şeylerin aksini yapmaya çalışırlar. Allah’u a’lem!
4) Sünnetullah
“Allah’ın sünnetini asla değişir bulamayacaksın.” [164]
Allah’ın Bazı Fiilleri, Doğaya Yerleştirilmiş Olan Kuvvetler Üzerine Kurulur:
Bil ki: Allah Teâlâ’nın bazı fiilleri, tabiat içerisine yerleştirilmiş olan kuvvetler üzerine bir tür bina edilir. Buna hem nakil hem de akıl tanıktır. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün tamamından aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır. Bunun içindir ki Âdem oğulları yeryüzüne benzer gelmişlerdir; onlardan kimi kızıldır, kimi beyaz, kimi siyah, kimi bunların arasındadır, kimi engin ve yumuşaktır kimi sert, kimi iyidir kimi kötü.” [165]
Abdullah b. Selâm, Rasûlullah’a (s.a.) çocuğun niye babasına ya da annesine benzediğini sormuştu. Rasûlullah (s.a.) ona şöyle cevap verdi:
“Erkeğin suyu kadının suyundan önce gelirse, çocuk erkeğe benzer. Kadının suyu, erkeğin suyundan önce gelirse çocuk kadına benzer.” [166]
Teklifin Sebebi:
Öldürme, kılıçla vurma veya zehir içmenin sonucudur; rahimde Çocuğun yaratılması meninin dökülmesinden sonra olur; tohumun çimlenmesi, ağacın bitmesi ekme, dikme ve sulama sonrasında olur. Bunlarda şüphesi olan hiçbir kişinin olacağını sanmıyorum. Bu istitâat (kabiliyet) sebebiyledir ki yükümlülük gelmiş ve insanlar bazı şeylerle emrolunmuşlar, bazı şeyleri yapmaktan da yasaklanmışlar; yaptıklarının iyi ya da kötü karşılığını görmüşlerdir.
Âleme Yerleştirilen Kuvvetler:
Bu kuvvetler şunlardır:
- Cisimlerin karakter ve özellikleri.
- Allah Teâlâ’nın türlere ait özellik olarak koymuş olduğu hükümler.
- Alem-i misal’e ait haller ve eşyanın orada henüz yeryüzünde meydana gelmeden önceki mevcudiyeti.
- Mele-i a’lâ sâkinlerinin, yeryüzünde kendisini düzelten veya insanların ıslahı için çalışan kimseler için hayır duaları; aksine hareket edenlere lanet etmeleri.
- İnsanların yaşantılarını düzenlemek için yazılmış bulunan şeriatlar; bazı şeylerin haram, bazı şeylerin helâl ya da vacip kılınması. Bunlara uymak suretiyle bir insan Allah’ın nizamına uymuş olur ve bunun sonucunda itaatkâr sevaba, isyankâr da azaba müstahak olur.
- Allah Teâlâ bir şeyi yaratır; o şey bir başka şeyi beraberinde getirir. Çünkü o şey sünnetullahta onun lâzımıdır. Lüzum (ayrılmazlık) ilişkisini bir nizama bağlayan Allah, bu nizamın bozulmasını istemez. Dolayısıyla bir şey meydana geldiğinde onun lâzımı olan şey de meydana gelir. Bu konuda delil Rasûlullah’ın (s.a.) şu hadisidir:
“Allah Teâlâ, bir kulun bir yerde ölmesine hükmettiği zaman, ona orada bir ihtiyaç yaratır (ve adam oraya gider ve orada ölür).” [167]
Bütün bu saydıklarımız hakında naklî deliller mevcuttur ve akıl da bunun böyle olmasını gerektirmektedir.
Sebeplerin Çatışması:
Bil ki: Sünnetullaha göre sonuçlarının doğması gereken seheplerin birbiriyle karşı karşıya gelmesi halinde, eğer o sebeplerin sonuçlarının hepsinin meydana gelmesi imkânsız ise, ilâhî hikmet bu takdirde mutlak hayra en yakın olan şeyi dikkate almayı gerekli kılmıştır. Bu, “Terazi (mîzân) elindedir; indirir, kaldırır.” [168] Hadisinde “terazi = mîzân” sözcüğü ile; “Her an başka bir şe’ndedir.” [169] âyetinde de “şen” kelimesiyle ifade edilen bir durum olmaktadır.
Tercih, Sebeplerin Kuvvetine Göre Olur:
Sonra tercih, bazen sebeplerin dikkate alınması yoluyla olur ve hangisi güçlü ise o tercih edilir, bazen onlar üzerine doğacak sonuçlar itibarıyla olur ve hangisi daha faydalı ise o tercih edilir, bazen “halk” [170] türünden olanların “tedbir” türünden olanlar üzerine takdimi ile olur ya da daha başka yollarla yapılır.
Biz -her ne kadar sebeplerin ihatasına ve çatışmaları halinde onlardan hangisinin daha güçlü olduğuna ilmimiz yetmese de-, şunu kesin olarak bilmekteyiz: Olan bir şey varsa, o mutlaka olmaya en layık olduğu için olmuştur. Kim bizim bu anlattıklarımızı kavrarsa, pek çok müşkilatı halletmiş ve rahatlamış olur.
Yıldızların Etkisi:
Yıldızların (gezegenlerin) durumlarına gelince, onların bazı etkileri zorunlu bulunmaktadır. Güneşin hareketine bağlı olarak yazın ve kışın yer değiştirmesi, gündüzlerin uzayıp kısalması; ayın durumunun değişmesine bağlı olarak gel-git (med-cezir) olaylarının meydana gelmesi bu kabildendir. Hadiste şöyle buyurulmuştur:
“Yıldız [171] (sabah vakti) doğduğu zaman, âfet ortadan kalkar.” [172] Yani sünnetullah böyle cereyan etmektedir.
Ancak fakirlik ve zenginlik, kuraklık ve bolluk ve insanların başına gelen diğer olayların yıldızların hareketlerine bağlı olması, şeriatta sabit bulunmayan şeylerdendir. Rasûlullah (s.a.), bu gibi şeylere dalınmasını yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
“Kim ilm-i nücûmdan (astrolojiden) bir pay edinirse, o kişi büyücülükten (sihir) bir pay edinmiş olur.” [173] O, “Falanca yıldızın doğması/batması sebebiyle bize yağmur yağdırıldı.” gibi sözlere karşı şiddetli tepki gösterirdi. [174]
Ben, Allah Teâlâ, yıldızlara, insanları kuşatan havanın (atmosferin) değişmesi vasıtasıyla kendilerinden bazı olayların kaynaklandığı bir takım özellikler vermemiştir demiyorum. Zira şeriat bunu gerektiren bir şey söylememiştir.
Kehânetin Yasaklanması:
Bilindiği üzere Rasûlullah (s.a.) kehânette bulunmayı yasaklamıştır. Kehânet, cinlerden haber vermektir. O (s.a.), aynı zamanda kâhine gelip onu tasdik edenlerden uzak olduğunu ilân etmiştir. Sonra kâhinlerin durumlarından kendisine sorulduğu zaman onlar hakkında şu bilgiyi vermiştir:
“Melekler bulutlara inerler ve semâda kararlaştırılan emirleri söyleşirler. Şeytanlar kulak hırsızlığı yapar ve duydukları yarım yamalak bilgilerin yanına yüz yalan katarak kâhinlerin kalplerine atarlar.” [175]
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Sizler inkâr edenler gibi, yeryüzünde sefere çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında, ‘Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi.’ diyenler gibi olmayın.” [176]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur:
“Sizden birinizi ameli cennete sokmaz.” [177]
“Sen sadece hastayla ilgilenen birisin; tabîb Allah’tır.” [178]
Kısaca yasak, kulların maslahatına tabi olmakta, yasaklanmasında yarar görülen şeyler yasaklanmaktadır.
Allah’u alem!
5) Ruhun Hakikati
Şeriatın Sükût Geçtiği Şeyleri Anlamak Mümkündür:
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sana ruh hakkında sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size, ancak az bir bilgi verilmiştir.” [179]
el-A’meş, İbn Mesûd’dan bir rivayet olmak üzere bu âyette geçen “vemâ ûtlytum” ifadesini “vemâ âtû” şeklinde okumuştur. Buna göre mana “Onlara, ancak az bir bilgi verilmiştir.” olur. Buradan da anlaşılır ki, âyetteki hitap, ruh hakkında soru soran yahudileredir. Dolayısıyla âyet, sanıldığının aksine, bu ümmet-i merhumeden [180] hiçbir kimsenin ruhun hakikatini bilemeyeceğine dair bir nass olmaz. Şâri’ Teâlâ’nın sükût geçtiği her şey, asla bilinmez şeyler değildir. Hakkında sükût geçilen şeylerden birçoğu, bazıları kavrayabilse bile ümmetin çoğunluğunun anlama imkânı olmayacak ince meselelerdir. Onlara sırf bu yüzden girilmemiştir.
Ruh Hakkında Bilgimiz:
Bil ki: Ruhun hakikati hakkında elde edebileceğimiz ilk bilgi, onun canlılar için hayat iksiri olduğu, onlara ruh üflenmekle diri oldukları, ruhun ayrılmasıyla da öldükleridir. Sonra daha dikkatli düşünüldüğünde şu husus ortaya çıkar: Bedende, kalpte halitaların [181] hülâsasından meydana gelen latîf bir buhar vardır ve bu hissedici, hareket ettirici ve besin için tedbir alıcı kuvvetleri taşır ki bu konu tamamen tıbbın alanına girer.
Tecrübeyle sabittir ki, bu buharın incelik, kalınlık, saflık ve bulanıklık gibi her bir halin, kuvvetlerde ve bu kuvvetlerden kaynaklanan işlevlerde özel bir etkisi bulunmaktadır. Keza bilinmektedir ki, herhangi bir organa ve ona uygun buhar üretimine bir âfet arız olduğunda, bu, buharı bozmakta ve o organı çalışamaz hale getirmektedir. Bu buharın oluşması hayatı gerektirir; ölüm ise onu çözümlemektedir. İlk bakışta ruh bu sanılmaktadır. Ama iyice düşünüldüğünde bu, ruhun alt tabakası olmaktadır.
Bedendeki Ruh:
Bunun bedendeki durumu, güldeki gülsuyuna, kömürdeki ateşe benzemektedir. Biraz daha derinlemesine düşünüldüğünde şu ortaya çıkar: Bu ruh, gerçek ruhun bineğidir, onun bağlandığı bir maddedir. Şöyle ki: Biz çocuğun zamanla delikanlı olduğunu ve sonunda yaşlandığını görmekteyiz. Bu süreç içerisinde bedeninin unsurları (halitaları) ve ondan doğan ruh beîki binden fazla değişmiş olmaktadır; bazen küçük olmakta, bazen büyük; bazen siyahlaşmakta bazen beyaz olmakta; bazen cahil olmakta bazen âlim.., daha bunun gibi pek çok değişken sıfatlara sahip olmaktadır; fakat şahıs aynı şahıstır. Eğer bunlardan bir kısmı hakkında itiraz ileri sürülürse, şöyle deriz: Biz sözü edilen değişiklikleri var sayabiliriz; halbuki çocuk aynı çocuktur veya o vasıfların aynı hal üzere devam ettiklerine kesin hükmetmeyiz, onun (çocuğun) bekasına hükmederiz; halbuki o sözü edilen vasıflardan ayrı bir hakikattir.
Gerçek Ruh:
İnsanı insan yapan şey ne bu (hayvânî/hevâî) ruhtur, ne bedendir, ne de bildiğimiz ve ilk bakışta gördüğümüz ayırıcı özelliklerdir. Bilakis gerçek ruh mürekkep olmayan bir hakikat, nuranî bir noktadır. O, değişken ve etkileşimle değişen ve bazıları cevher, bazıları da araz olan hallerden (tavır) uzaktır. O küçükte nasılsa, büyükte de aynıdır; keza beyazda nasılsa siyahta da öyledir. Karşıt vasıflara sahip olan her canlıda durumu aynıdır. Onun ilk olarak (yukarıda sözü edilen halitalardan doğan) hevâî ruhla, ikinci olarak da hevâî ruha binek olması hasebiyle bedenle özel bir ilgisi vardır. O (ruh), kudsiyet âlemine açılan bir penceredir ve can neye kabiliyetli ise bütün yetenekleri ona oradan iner.
Ölüm, Gerçek Ruhun Değil, İnsanî Ruhun (Neşeme) Bedenden Ayrılmasıdır;
Değişken olan şeylerin değişmeleri, arzî [182] kabiliyetlerinden doğmaktadır. Güneşin sıcaklığı gibi. Güneş, çamaşırı ağartırken çamaşırcıyı karartır. Biz, kalbimize doğan sağlıklı bir bilgi sonucunda ölümün mahiyetini kavradık: Buna göre ölüm, bedenin sözü edilen buharı üretme kabiliyetini yitirmesi sonucunda hayvanı ruhun kendisinden çekilmesidir; yoksa kudsî ruhun nesemeden (insanî ruh) ayrılması değildir.
Ağır hastalıklar sebebiyle neşeme (insanî ruh) çözülünce, Yüce Allah’ın hikmeti, ondan ilâhî ruh ile irtibatı sağlayabilecek kadar bir şeyin geride kalmasını gerekli kıldı. Meselâ sen bir şişedeki havayı emecek olsan, bir noktaya kadar emebilirsin, ondan sonra ememezsin, zorlarsan şişeyi kırarsın. Bu havanın tabiatından kaynaklanan bir sırdan dolayı böyledir. Aynı şekilde nesemede (insanî ruh) de böyle bir sır ve çözülme işinin varıp dayanacağı bir sınır bulunmaktadır.
Kişi Öldüğü Zaman, İnsanî Ruh Başka Bir Hayata Başlar:
Kişi öldüğü zaman insanî ruh için başka bir doğuş söz konusu olur. İlâhî ruhun feyzi onda kalan şeyden hiss-i müşterek (çok işlevli bir duyu gücü) vücuda getirir ve bu güç misâl âleminden bir yardımla işitme, görme ve konuşma yeteneğim birden sağlar. Bundan maksadım, feleklerde yayılmış mücerred ile müşahhas arasında yani ne tamamen soyut ne de duyularla algılanabilecek kadar somut olmayan bunların arasında tek bir şey gibi bir özellik arzeden bir güç olmaktadır. Bu kuvvetle artık neşeme (insanî ruh) misal âleminden bir yardımla nurdan ya da zulmetten bir giysiye bürünme kabiliyetini kazanabilir ve işte o anda “Berzah” [183] âlemi dediğimiz acaiplikler ortaya çıkar.
Sûra Üflendiği Zaman Ruhlar Cesedlere Bürünür:
Sonra sûra üflendiği zaman yani sûrun yaratıcısından, aynen âlemin ilk yaratılışı sırasında ruhların cesedlere üflenmesi anında olduğu gibi genel bir feyiz geldiğinde ve mevâlîd âlemi [184] tesis edildiğinde ilâhî ruhun feyzi, cismânî bir giysiye ya da misal ile cisim arasında bir giysiye bürünmeyi gerektirir. Böylece her verdiği haberde doğru olan ve doğrulanan Hz. Peygamber’in -salât ve selâmların en güzeli ona olsun!- bildirdiklerinin tamamı gerçekleşmiş olur.
Neseme (İnsanî Ruh), Ruhla Beden Arasında Ara (Berzah) Özellik Taşır:
Neşeme (insanî ruh), ilâhî ruh ile topraktan olan (arzî) beden arasında bir ara varlık (berzah) olduğuna göre, onun hem bedene hem de ruha benzer taraflarının olması gerekir. Kudsî ruha benzerliği, onun meleklik vasfına; yeryüzüne (süflî âleme) meyleden tarafı da onun hayvanlık vasfına sahip olmasını gerekli kılar.
Ruhun hakikati ile ilgili olarak bu anlattıklarımızla yetinelim. Amacımız, bu konuda hataya düşmemen, bu ilimden daha yüce bir ilimle perdeler açılmadan önce bazı detayları bu bilgi üzerine kurman ve ona göre değerlendirme yapmandır.
Allah’u a’lem!
6) Yükümlülüğün Sırrı
İnsan Yükümlüdür:
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi). Çünkü o, çok zâlim, çok cahildir.
(Allah bu emaneti insana vermek suretiyle) münafık erkeklere ve münafık kadınlara, puta tapan erkeklere ve puta tapan kadınlara azap edecek, inanan erkeklerin ve inanan kadınların da tevbesini kabul buyuracaktır. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [185]
Göklerin Ve Yerin Yüklenmediği Emanetten Maksat:
el-Gazzâlî, el-Beydâvî ve diğerleri emanet hakkında şu açıklamayı yapmışlardır: Emanet, tâat ve isyan karşılığında sevap ve azabı göze alarak yükümlülük sorumluluğunu üstlenmektir. Emanetin göklere ve yere ardından maksat, onların istidatlarına nis-betle değerlendirilmesidir. Kaçınmalarından maksat ise, liyakatsiz olma ve kabiliyeti bulunmama anlamında tabiî kaçınmadır. İnsanın yüklenmesinden kasıt da, ona liyakat ve kabiliyetinin bulunmasıdır.
İnsan Yükümlülüğe Ehildir:
Derim ki: Buna göre âyette geçen “İnnehû kâne zalûmen cehûlâ” yani “Çünkü o, çok zâlim, çok cahildir.”ifadesi, ta’lîl yani yükümlülüğe gerekçe olarak gelmiştir. Çünkü zâlim, âdil olmayan kimsedir, fakat âdil olma imkânı vardır. Câhil, bilgi sahibi olmayan kimsedir; fakat buna imkânı vardır. İnsanoğlu dışında kalan diğer yaratıklar ise öyle değildir. Onlar ya bilgi sahibi ve âdildirler ve asla kendileri için cehalet ve zulüm söz konusu olamaz. Melekler işte böyledir. Ya da âdil değillerdir, ayrıca âdil olabilecek özelliğe de sahip değillerdir. Hayvanlar da böyledir. Yükümlülüğe liyakati olan ve onun için gerekli kabileyete sahip olan, (melekler gibi) bilfiil değil bilkuvve (potansiyel) kemâle sahip bulunandır. Ayetteki “Liyuazzibe…” kelimesinde bulunan “lâm” harfi sonuç bildiren lâm (lâmu’l-âkıbet [186]) dır. Buna göre âyetin manası “Azab etmek için insanı yükümlü kıldı…” şeklinde değil de: “Yükümlülüğün sonunda azap ya da sevap vaki oldu…” biçimindedir.
Melekler, Kendilerine Ait Bir Arzu Duymazlar, Üstün Arzusunda Yok Olurlar;
Durumun aydınlanmasını istersen, o zaman meleklerin hallerine bakmalısın! Onlar isteklerden soyutlanmışlardır; bu itibarla ne açlık, susuzluk, korku, üzüntü gibi hayvanı kuvvetin tefrit hali, ne de şehvet, öfke, kendini beğenme gibi ifrat hali onları etkilemez, beslenmek, büyümek gibi şeyler onları ilgilendirmez. Onlar hep üzerlerinden kendilerine inecek olan şeyleri bekleme halinde bulunurlar. Yukarıdan (Mele-i a’lâ’dan) belli bir düzenin gerçekleştirilmesi veya bir şeyden razı olunması ya da bir şeye buğzedilmesi gibi kararlaştırılmış bir emir indiği zaman, hemen onunla dolar, ona boyun eğer ve onun gereği ne ise onu gerçekleştirmek üzere harekete geçerler. Bu durumda onlar, kendilerine ait hiçbir arzu ve istek taşımazlar, yukarıdan gelen arzu içerisinde kendi benliklerini yok ederler.
Hayvanlar, Behîmî Arzuların Güdümündedir:
Sonra hayvanların hallerine bak! Onlar aşağılık duygularla donanmışlar ve devamlı olarak alçak tabiatlarının gereği doğrultusunda hareket ederler ve onlar içerisinde kendilerini kaybederler. Onlar bir şeye yönelmişlerse, bu mutlaka bedenî bir faydalanma sağlayacak hayvani bir güdünün sonucunda olur ya da kendi tabiatlarının verdiği şeye atılma sebebiyle meydana gelir.
Allah Teâlâ, İnsanı Birbirine Zıt İki Kuvvetle Donatmıştır:
Sonra bil ki! Allah Teâlâ, yüce hikmetinin gereği olmak üzere insana iki kuvvet yerleştirmiştir:
- a)Melekî kuvvet:Bu, insana mahsus olan ruhun, bedende hareket halinde olan tabiî ruh üzerine feyzinden doğması, insanî ruhun da onu kabul etmesi ve ona boyun eğmesi ile meydana gelir.
- b)Hayvanı kuvvet:Bunun kaynağı, bütün canlıların müşterek bulunduğu tabiî ruh ile kâim bulunan kuvvetlerle kendini gösteren hayvanı nefistir. Bunun müstakilliği, kendi başına buyruk olması ve insanî ruhun ona boyun eğmesi ve hükmü ondan kabul etmesiyle olur.
Sonra bil ki: Bu iki kuvvet arasında sürekli itişme-kakışma vardır. Melekî kuvvet yücelere doğru çekerken, öteki süflî âleme doğru çeker. Hayvani güç belirgin hal alır ve etkisi galebe çalarsa, melekî olan kuvvet gizlenir. Aksi de variddir. Yüce yaratıcı her bir nizama aynı derecede önem vermiş; aslî ve kesbî kabiliyetler neyi gerektirmişse Allah Teâlâ onu hazırlamıştır. Buna göre, eğer hayvanı güç galebe çalmışsa, Allah Teâlâ onu desteklemiş ve ona münasip olan şeyi kendisine kolaylaştırmıştır. Eğer melekî kuvvet üstün gelmişse bu kez de onu desteklemiş ve kendisine uygun olan şeyi onun için kolaylaştırmıştır. Nitekim bu meyanda şöyle buyurmaktadır:
“Kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, biz de ona en zoru kolaylaştırırız.” [187]
“Hepsine; dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de, Rabbinin ihsanından, ayırt etmeksizin veririz Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.” [188]
Her Kuvvet Haz Ve Elem Duyar:
Her kuvvet için hem haz hem de elem söz konusudur. Haz duyması, kendisine uygun olanı idrak etmesi; elem ise, ters düşen şeyi tatmasıdır. Bedeninde uyuşturucu kullanan kimsenin hali, insanın haline ne kadar da çok benzer! Böyle biri bedeninde ateşin yakıcılığını hissetmez, etkisi azalıp da eski tabiî haline döndüğü zaman, acıyı son derece şiddetli bir şekilde hisseder. Yahut da doktorların dediklerine göre gülün haline benzer. Onda üç kuvvet bulunur:
- a)Arzî (toprak özelliği gösteren) kuvvet. Bu ezmek ve sürtmek halinde çıkar.
- b)Mâî (su özelliği gösteren) kuvvet: Sıkılması ve içilmesi halinde ortaya çıkar.
- c)Hevâî (hava özelliği gösteren) kuvvet: Koklama anında ortaya çıkar.
Yükümlülük, İnsan Türünün Gereklerindendir:
Böylece yükümlülüğün, insan türünün özellik ve gereklerinden olduğu ortaya çıkmış oldu. İnsan, sahip olduğu yetenek lisanı ile melekî kuvvete uygun düşecek şeyleri kendisine vacip kılmasını, sonra bundan dolayı kendisini ödüllendirmesini; hayvanlık derekesine düşürecek şeyleri kendisine yasaklamasını ve şayet işlerse onlar sebebiyle kendisini cezalandırmasını istemektedir.
Allah’u alem!
7) Yükümlülük, Takdire Bağlıdır
Ağaçlardaki Allah’ın Âyetleri:
Bil ki: Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeyde sayısız âyetler vardır. Bunlar üzerinde düşünen kimse, Allah Teâlâ’nın kullarını şeriatlarla yükümlü tutmasında apaçık hüccetin bulunduğu sonucuna ulaşır. Bakınız! Ağaçlar, onların yaprakları, çiçekleri, meyveleri ve onlarda bulunan her türlü görülen, tadılan vb. haller üzerinde düşününüz. Yüce Allah, onlardan her tür için özel bir şekilde olmak üzere yapraklar, özel bir renkte çiçekler, tadı ayrı meyveler var etmiştir. Bu özellikler sebebiyledir ki, falanca ağacın falanca türden olduğu bilinir. Bütün bunlar, türe ait belirlenmiş şekle tabi olur. Türe ait şekil nasıl ise, bunlar da öyle olur. Meselâ Allah Teâlâ’nın “şu madde hurma olsun” şeklindeki kazası, onun meyveleri şöyle şöyle, özellikleri böyle böyle olsun” şeklindeki tafsîlî kazasıyla birlikte iç içe çıkmış olmaktadır.
Türün bazı özellikleri vardır ki, aklı olan herkes anlar. Bazı özellikleri de vardır ki, onları ancak derin vukufıyet sahibi zeki kimseler kavrayabilir. Yakutun, beraberinde taşıyan kimseyi ferahlatıcı ve ona cesaret verici özelliği gibi. Türün bazı özellikleri, o türün bütün fertlerinde bulunur. Bazı özellikleri de vardır ki, sadece ona ehil bulunan bazı fertlerinde bulunur. “Kabuli helîle” (İhlîlec) gibi. Bu bitki onu eliyle tutan kimseyi ishal eder. Şimdi siz kalkıp da:
“Hurmanın meyvesi niçin bu özelliktedir?” diyemezsiniz. Çünkü böyle bir soru sakattır. Zira, eşyanın kendisinden ayrılmaz özelliklerinin, kendisiyle birlikte bulunması “Niçin?” sorusuna mahal olmaz.
Hayvanlar Alemindeki Âyetler:
Sonra hayvan çeşitlerine bakınız. Onlardan her bir türün -aynen ağaçlarda olduğu gibi- ayrı şekil ve yaratılışı olduğunu görürsünüz. Bunların yanında onların ihtiyarî hareketleri ve tabiî güdüleri (ilham), cibillî bir tedbir ve düzenleri olduğunu görürsünüz. Hayvan cinsinin türleri işte bu özelliklerle birbirlerinden ayrılır. Meselâ davar ve sığır gibi mallar ot yer ve geviş alır; at, eşek, katır ot yer geviş almaz; yırtıcı hayvanlar et yer, kuşlar havada uçar; balıklar denizde yüzer. Hayvanlardan her bir türün çıkardığı ses, bir diğerininkine benzemez; cinsî ilişki şekilleri farklıdır, bir türün yavrulama ve yavrusunu besleme şekli diğerininkine benzemez… Bütün bunların açıklanması uzun sürer. Türlerden herhangi birine yapılan ilham, mutlaka o türün mizacına uygun ve bekasım temin edici olan bilgilerdir
Bütün bu ilhamlar, o türe, Yaratıcı tarafından türe ait özellikler penceresinden sızdırılmaktadır. Çiçeklerin damarları (yaprak çizgileri), meyvelerin tatları hep türe ait şekil ve özellik ile beraberlik arzeder.
Türe ait özelliklerden bazısı bütün fertlerde bulunurken, diğer bazıları sadece o özelliğe kabiliyeti bulunan ve sebeplerle uyum içinde olan bazı bireylerde mevcut olur. Her ne kadar bu kabiliyet (bilkuvve/potansiyel olarak) türün bütün fertlerinde olsa bile bu tür özellikler fiilen sadece bazı fertlerde bulunur. Arılar arasında arı beyi ile belli bir süre eğitimden sonra insan seslerini taklit edebilen papağan böyledir.
İnsan Türü Ve Özellikleri:
Şimdi de insan türüne bakınız. Onlarda, ağaçlarda bulunan özelliklerin, öksürme, gerinme, geğirme, dışkı atma, ilk doğum sırasında meme emme gibi hayvan türlerinde bulunan özellikleri mevcut göreceksiniz. Bunların yanında onların, diğer hayvanlardan farklı kılan özelliklere sahip olduklarını göreceksiniz. Bunlar konuşma, sözü anlama, açık önermeler düzenlemek suretiyle yahut deney, istikra (tüme varım) ya da kestirme (tahmin) yoluyla sonradan kazanılmış bilgiler elde edebilme kabiliyeti, hissiyle ya da vehim yoluyla bulamayacağı, aklı ile güzel bulduğu şeylere özen gösterme; nefis terbiyesi, hava şartları üzerine hâkimiyet kurma.., gibi özelliklerdir.
İnsan türü bu müşterek özellikleri taşıdığı içindir ki, bu sayılan şeyler esas itibarıyla bütün milletlerde hatta mağaralarda yaşayan ilkel insanlarda bile hep aynı olagelmiştir. Bu beraberlik, insan türüne ait kökten kaynaklanan bir sırrın neticesinden başka bir şey değildir. Bu sır da, insan mizacının, aklın kalbe, kalbin de nefse egemen olmasını gerektiriyor olmasıdır.
Allah Teâlâ Her Türü Ayrı Ayrı Düzenlemiştir:
Sonra bakınız! Allah Teâlâ, her türü kendine uygun şekilde nasıl donatmış, düzene koymuş, onlara lütufta bulunmuştur. Bitkiler hissetmez ve hareket etmezler. Bu özellikleri sebebiyle Allah Teâlâ, onlara su, hava ve minerallerden oluşan besleyici maddeyi emecek kökler vermiş; sonra o besinleri türünün taşıdığı özelliklere uygun olarak dallara ve yapraklara dağıtmıştır.
Hayvanlar, duyulara ve irade ile hareket kabiliyetine sahip olduklarından Allah Teâlâ onlara, besin maddelerini topraktan emecek kökler vermemiş, bilakis onlara yem, ot ve su arama duygusunu vermiş ve ihtiyaç duydukları her şeyin giderilmesi yolunu onlara ilham etmiştir.
Solucan gibi topraktan oluşan kurtçukların türeyişi gibi türemeyen canlı türlerine gelince, Allah Teâlâ, onlara üreme kuvveti vermiş, dişide bir rutubet yaratmış, onu cenînin büyütülmesine çevirmiş sonra da hâlis bir süte. Doğan yavruya da memeyi emme ve sütü yutma güdüsünü ilham etmiştir.
Tavuğun içerisine bir rutubet koymuş ve onunla yumurtanın oluşmasını sağlamıştır. Tavuk yumurtlayınca ona kuruluk isabet etmiş ve bir karın boşluğu hissetmiştir. Bu ikisi onu, hemcinsleriyle beraber olmaktan uzaklaştıran bir tür uyumsuzluk haline itmiş, karın boşluğunu kapatmaya yarayacak bir şeylerin üzerine kapanmayı yani kuluçkaya yatmayı sever hale getirmiştir.
Güvercinler arasına ünsiyet koymuş ve erkekleriyle dişilerini beraber yaşar kılmıştır. Dişi kuşun yumurtladıktan sonra meydana gelen karın boşluğunu, onun yumurtalar üzerine kuluçkaya yatmasına âmil kılmış, (yavrular çıktıktan sonra) o eski rutubeti kusma haline dönüştürmüştür. Bunu civcivlere olan sonsuz merhametinin sonucu yapmıştır. Onun bu esirgeyiciliği sebebiyledir ki kuş yediklerini geri çıkarma yoluyla yem ve suyu civcivin ağzına koyar olmuştur. Erkek güvercin ise, beraber yaşama sonucunda dişisini taklit etmeye başlamış ve o da yavrulara bakar olmuştur. Civcivler için rutubetli bir mizaç yaratmış, sonra onların bu rutubetini uçabileceği tüylere dönüştürmüştür.
Allah Teâlâ, İnsanı İlham Ve İlimlere Kabiliyetli Yaratmıştır:
İnsan duyu sahibi, fıtrî ilhamlara ve tabiî ilimlere kabiliyetli olması yanında, akıl sahibi olması ve kesbî ilimleri ortaya koyabilmeleri sebebiyledir ki, Allah Teâlâ ona ekin ekme, ağaç dikme, ticaret yapma ve çeşitli muamelelerde bulunma faaliyetlerini de ilham etmiş; onlardan bir kısmını tabiatı ve sosyal ittifak itibarıyla efendi, bir kısmını ise uşak; bir kısmını yönetici bir kısmını ise tebaa; bir kısmını ilâhî, tabiî, riyâzî ve ilmî hikmetlerle konuşan bilge, diğer bir kısmını ise hikmeti bir tür taklit olmaksızın elde edemeyecek şekilde kalın kafalı kılmıştır. Bunun içindir ki ister medenî olsun, ister bedevî bütün milletler hep bu anlattığımız durum üzeredirler.
Buraya kadar anlattıklarımızın hepsi, insan türünde bulunan hayvanı kuvvete yönelik olan özelliklerdir, dünyevî geçimiyle ilgili bulunan ihtiyaçlar ve bunların giderilmesi için başvurduğu yollar ve düzenlemelerle ilgili bulunmaktadır.
Şimdi bir de insanın melekî yönüne bakalım:
İnsanın Diğer Canlılardan Farkı:
Bil ki: İnsan, diğer canlı türleri gibi değildir; aksine o diğerlerinde olmayan yüksek bir idrak kabiliyetine sahiptir. Türünün özelliklerini taşımayan bir grup hariç insanların büyük çoğunluğunun sahip olduğu bilgilerden biri de, varlığının sebebim araştırması, âlemde bir yaratıcı ve düzeni sağlayıcının bulunduğunu ve kendisini yaratan ve rızıklandıranın da o olduğunu isbata çalışması, yaratıcısının ve himmeti ve ilmiyle işlerini yoluna koyanın huzurunda tazarru ve niyazda bulunması ve bunu müntesip olduğu cinsin [189] tüm türlerinin daima ve hiç kesintisiz olarak lisan-ı hal ile yaptıkları üzere kulluk icrasında bulunmasıdır ki Allah Teâlâ’nın şu kavli bu manaya işaret olmaktadır:
“Görmedin mi ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor; birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur.” [190]
Her Bitkide, İşlerini Düzene Koyan Şuursu Bir Nefis Vardır:
Ağaçta bulunan her parça; dallar, yapraklar, çiçekler hepsi de, onda bulunan ve durumunu düzene koyan bitkisel nefse devamlı ve kesintisiz bir şekilde el açmakta değil midir? Eğer onun her bir parçasının aklı olsaydı, elbette biri diğerinden farklı olarak bitkisel nefse övgü ve senada bulunurdu. Eğer onların anlayışları olsaydı, o takdirde hali hazırda mevcut bulunan ve bilinçsizce yapılan ihtiyaç arzı, bilgisinde yer eder ve o, bilinçlice yapılan el açma halini alırdı.
İnsanda Akıl Melekesi Vardır:
Bu noktadan da bilmelisin ki: İnsan, akıl ve zeka sahibi olduğundan, onda, bitkilerde ve diğer varlıklarda bulunan bilinçsiz ihtiyaç arzı, bilinçli olarak yapılan ihtiyaç arzı şekline dönmektedir.
İnsan türünün özelliklerinden biri de, içlerinden akılla kavranabilen ilimlerin kaynağına ulaşma imkânını elde eden kimselerin bulunmasıdır. Bunlar, ilimleri vahiy, kalbe doğma (hads) ya da rüya yoluyla elde eder. Diğerleri ise ferasetle bu kâmil olanlardan doğru yolun ve bereketin izlerini keşfederler ve bunun sonucunda emrettiği ve yasakladığı şeylerde onlara uyarlar.
İnsan türüne ait fertlerden hiçbir fert yoktur ki, göreceği rüya, basiret, işiteceği hatiften bir ses ya da içine doğma gibi yollarla gaybî bilgiye karşı açık ve buna yetenekli olmasın. Ancak onlardan bir kısmı kâmil, bir kısmı ise eksiktir. Eksik olanlar, kâmil olanlara muhtaçtır.
İnsan hayvanlarda bulunmayan sıfatlara sahiptir: Huşu (ihbât), temizlik, adalet, semahat gibi. Keza ceberut ve melekût âlemine ait bazı alâmet ve işaretler göstermesi de bu kabildendir: Duasının kabul edilmesi, kerametler göstermesi, hal ve makamlara sahip olması gibi.
İnsanın Diğer Canlılardan Farklı Özellikleri:
İnsanın, diğer canlı türlerinden temayüz ettiği noktalar gerçekten çoktur. Ancak bunlar içerisinde en önemlisi ve hepsinin aslı iki özelliktir:
- Üstün akıl gücü:İnsanın aklî gücü iki koldan faaliyet gösterir:
- a)İnsanlık dünyasının ihtiyaçlarının karşılanması için çalışması.
- b)Bağış yoluyla verilen gaybî ilimlere kendisini hazırlaması.
- Üstün amel gücü:Bunun da iki yönü vardır:
- a)İnsan, fiillerini, ihtiyar ve irâde yoluyla işler. Hayvanlar da, ihtiyar ile fiiller yaparlar, fakat onlar, işledikleri fiileri kendi nefislerinin derinliklerine indirmezler, o fiillerden etkilenip onların rengini almazlar. Onların fiilleri, sadece hevâî (hayvânî) ruh ile kâim bulunan kuvvetlerle ilişkilidir, bu itibarla benzeri fiillerin sâdır olması onlara kolay gelir.
İnsan ise fiiller işler; bu fiiller (şekil itibarıyla) yok olur, fakat onların ruhları (özü) onlardan çekip alınır ve nefis onu özümser. Bunun sonucunda onlar, yani amellerin özü ya nur ya da zulmet olarak nefiste kendisini gösterir.
Sorumluluk İçin İhtiyar (Hür İrade) Şarttır:
Şeriatın “Fiiller sebebiyle sorgulanabilmek için, onların ihtiyar ile işlenmiş olması gerekir.” sözü, doktorun “Zehirden zarar, ilaçtan fayda görmenin şartı, onların boğazdan girmesi ve karın boşluğuna inmiş olmasıdır.” sözü mesabesindedir.
Anlattıklarımızın belirtisi şudur: İnsan nefsi, bütün insanlığın üzerinde hemfikir olduğu riyâzât, ibadetler gibi amellerin ruhunu özümseye özümseye sonunda bütün bu amellerin nurları onda hissedilir. Terki hakkında hemfikir olunan günahlar ve yasaklardan işlenilen amellerin ruhunu yuta yuta da onda bütün bu fiillerin kasveti görülür.
- b)Yüce hal ve makamlar:Muhabbetullah, Allah’a tevekkül
Bunlar hayvanlarda olmayan özelliklerdir.
İnsan, Mutedil Bir Mizaca Nasıl Sahip Olabilir Ve İşini Düzene Koyabilir?
Bil ki: İnsan mizacının bu türe ait özelliklerin gerektirdiği şekilde kıvamı ancak şu yollarla mümkün olur:
- Örnek insan:Onların içinden en temizleri çıkmalı ve kendilerini ilme vermeli ve diğerleri onları taklit etmelidirler.
- Şeriat:İlâhî bilgileri ve her türlü ihtiyaçların giderilmesi için gerekli olan kurum ve kuruluşları, ihtiyarî fiillerden ve onun vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram şeklindeki beşli taksiminden bahseden kaideleri, genel ahlâk ve âdâb kurallarını içeren bir ilâhî nizam bulunmalıdır.
Kâmil bir insanın yetişmesi bu şartlara bağlı olduğu içindir ki, Allah Teâlâ’nın yüce hikmeti ve sonsuz rahmeti kudsiyet âleminde onların tedarikini gerekli kılmıştır. Bunun sonucunda üstün aklî kuvvete sahip en temiz ve yetenekli insanı bu iş için hazırlar ve o, ilahî mesajı oradan alır. Diğer insanlar ise ona boyun eğerler. Bu, aynen arı kovanının içerisindeki düzene benzer. Arılar içerisinde bir anbeyi bulunur. Bu, diğer bütün arıların işlerini düzene koyacak özelliklerle donatılmıştır. Eğer bu üstün vasıflarla donatılmış kâmil insan ile kudsiyet âlemi arasında vasıtalı ya da vasıtasız bir bağlantı kurulmamış olsaydı, insan kendisi hakkında mukadder olan kemâl mertebesine asla ulaşamazdı.
Basiret sahibi bir kimse, otlamak suretiyle yaşayan bir hayvan gördüğü zaman, Allah Teâlâ’nın mutlaka onun için otlaklar hazırlamış olduğunda şüphe etmez. Aynı şekilde Allah’ın sanatı üzerinde basiretle düşünen kimse de şu sonuca varır: Mutlaka öyle ilimler olmalıdır ki, akıl, eksikliğini onlarla gidersin ve hakkında mukadder olan kemâl mertebesine ancak bunlar sayesinde ulaşabilsin. Bu ilimlerden bazıları şunlardır:
- Tevhid yani Allah’ın (c.c.) varlığı, birliği ve sıfatlarından bahseden ilim: Bu ilmin, normal insan aklının kavrayabileceği şekilde açıklanmış olması gerekir. Nâdir şahsiyetlerin anlayabileceği şekilde kapalı olmamalıdır. Allah Teâlâ, bu ilmi “Sübhânallahi ve bihamdihî” yani “her türlü noksanlıklardan uzak, her türlü övgüye lâyık” sözüyle açıklamış ve kendisinin, onların bildikleri ve kendi aralarında kullanageldikleri diri olmak, işitmek, görmek, kudret ve irade sahibi olmak, konuşmak, öfkelenmek, acımak, mülk ve saltanat sahibi olmak, zengin olmak.., gibi sıfatları olduğunu belirtmiştir.
Bütün bunların yanında, bu sıfatlarda kendisinin hiçbir şekilde eşi ve benzeri olmadığını da ortaya koymuştur: O (c.c.) diridir, fakat bizim diriliğimiz gibi değildir; O görendir, fakat görmesi bizim görmemiz gibi değildir; O kudret sahibidir, fakat kudreti bizim kudretimiz gibi değildir; O irade sahibidir, fakat iradesi bizim irademiz gibi değildir; O konuşandır, fakat konuşması bizim konuşmama gibi değildir…
Sonra biz insanların hafsalası dahi alamayacağı şeyleri zikretmek suretiyle yaratıklarla kendisi arasında bir benzerliğin olmayısını açıklamıştır. Meselâ O (c.c), kendisinin yağmur tanelerinin sayısını, çollerdeki kumların sayısını, ağaçların yapraklarının sayısını, canlıların nefeslerinin sayısını bildiğini; kapkaranlık gecede (kara) karıncanın ayak izini gördüğünü; kapalı kapılar ardında odalarda çarşaf altında konuşulan fısıltıları duyduğunu… vb., beyan buyurmuştur.
- İbadetler ilmi.
- Her türlü ihtiyaçlar ve bunların giderilmesi için gerekli yollara dair olan ilim.
- Cedel ilmi: Yani aşağılık nefisler, dinî hakikatler konusunda şüpheye düştükleri zaman, hakkın savunulmasına yarayacak ve problemin çözümünü sağlayacak ilim.
- Hatırlatma ilmi: Bununla Allah’ın nimetleri, günleri[191], berzah ve mahşerde olacaklar hatırlatılır.
Allah Teâlâ, ezelde insan türüne, insanoğlunun tevarüs edeceği istidada, onun melekî kuvvetine, hal ve kabiliyetine uygun düşecek şekilde açıklanmış olan ilimlere bakmıştır. Bütün bu ilimler, gaybın gaybmda (âlem-i gaybı’1-gayb) belirlenmiş ve sayılmış olarak temessül etmiştir. Bu temessül, Eş’arîlerin “Kelâm-ı nefsi” dedikleri şeydir ve ilim, irâde ve kudretten ayrıdır.
Sonra meleklerin yaratılması zamanı geldiğinde, Hak Teâlâ, insan ferdlerinin maslahatının, ancak pâk nefislerle kemâle ulaşabileceğini, bunlar olmadıkça eksik kalacağını bilmiştir. Bunların insan türüne olan nisbeti, insanın aklî kuvvetlerinin bedenine olan nisbeti gibidir. Yüce Allah “Ol!” hitabıyla sadece insan fertlerine gösterdiği inayetin bir sonucu olarak onları yaratmış ve onların içlerine gaybın gaybmda belirlenmiş ve sayılmış bulunan ilimlerden bir gölge koymuştur. Melekler ruhanî varlıklar olarak şekillenmişlerdir.
“Arş’ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunan (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler. Mü’minlerin de bağışlanmasını isterler.” [192] Ayetinde işte bu varlıklara işaret edilmektedir.
Gaybî İlimlerin Ruhanî Bir Vücutları Olur:
Sonra ilâhî hikmet, devletlerin ve milletlerin değiştirilmesi için birbirini takip eden asırlar geçince, sözü edilen ilimler için bir başka ruhanî vücudun bulunmasına hükmetti. Ve o ilimler böylece o zamanın durumuna uygun düşecek şekilde şerhedilip açıklanmış oldu.
“Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz sakındı-ranlardanız. Her hikmetli buyruk o gecede ayrılır.” [193] Ayetinde işaret edilen husus işte bu olmaktadır.
İlâhî Hikmet Peygamberlerin Bulunmasını Gerektirmiştir:
Sonra ilâhî hikmet, Yüce Zât’ımn ulviyeti ve mekanının yüksekliği hasebiyle pâk ve vahye kabiliyetli elçilerin olmasını gerekli kıldı. Bu evsafta olanları kendisi için seçti ve onları ilâhî muradın tamamlanması için görevli bir organ kıldı. Onlara kitaplarını indirdi, insanlara onlara itaat etmelerini vacip kıldı. Hz. Mûsâ hakkındaki “Seni kendim için seçtim.” [194] Ayetinin manası budur.
Gayb âleminin derinliklerinde sözü edilen ilimlerin belirlenmesini gerektiren şey, sadece insan türüne gösterilen itinadır. Hak Teâlâ, eğer Mele-i a’lâ’da yüce ruhların feyizde bulunmasını istemişse, bu sadece türün buna olan istidadı sebebiyle olmuştur. Çeşitli devirlerde, o devre has şeriatların gelmesinde ısrar etmişse, bu insan türünün o andaki halinin onu gerektirmiş olması sebebiyledir.
Sonuçta diyoruz ki, apaçık hüccetler Allah’ındır (ve eksik hiçbir şey bırakmamak suretiyle kullara bahane kapısı bırakmamıştır).
İnsanoğlu, Bilgileri Kesb, Nazar Ya da Vahiy Yoluyla Elde Eder:
Soru: İnsana namaz kılması nereden gerekli olmaktadır? Rasûllere itaat etmesi niye vaciptir? Kendisine zina ve hırsızlığın haram olması nereden çıkmıştır?
Cevap: Emredilen şeylerin vacip, yasaklanılan şeylerin de haram olması onun yaratılış özelliğinden çıkmıştır. Hayvanların ot yemesi nereden vacip, et yemesi nereden haram; yırtıcı hayvanların et yemesi nereden vacip, ot yemesi nereden haram, arıların arıbeyine tabi olmaları nereden gerekli ise, insanın sözü edilen yükümlülüğü de işte oradan gereklidir. Şu kadar var ki hayvan, sahip olduğu bilgileri cibillî ilham (içgüdü) yoluyla elde ederken, insan onları kesb (kazanma, tahsil) ve nazar yahut vahiy yahut da taklit yoluyla elde etmektedir.
8) Yükümlülük, Karşılık Görmeyi Gerekli Kılar
İnsanlar, Amellerinin Karşılığını Görürler:
Bil ki, insanlar ne işlerlerse onun karşılığını görürler; iyi ise iyi, kötü ise kötü. Bunun dört gerekçesi vardır:
1. Bu İnsan Olmanın Gereğidir.
Nasıl ki otobur hayvan ot yediği, etobur hayvan et yediği zaman bedenleri kıvamında oluyor; otobur et yediğinde, etobur da ot yediğinde mizaçları bozuluyorsa insan da aynı şekilde özü Hakk’ın huzurunda huşu, temizlik, semahat, adalet olan fiiller işlediği zaman, melekî yönü kıvamında oluyor; özü bu saydıklarımızın zıddı olan fiilleri işlediğinde ise melekî yönü fesada gidiyor. Beden kafesinden kurtulduğu zaman ise, kendi yapısına mülayim olanla olmayanı, birimizin yanıktan elem duyması gibi hissediyor.
2. İnsanın, Mele-i A’lâ İle Olan İrtibatı, Onun Yaptıklarının Karşılığını Görmesini Gerektirir:
Nasıl ki insanın, dimağa (beyin) yerleştirilmiş bulunan idrak kuvvetleri vardır ve onlar sayesinde ayağı üzerine düşen bir şeyin kor ya da buz olduğunu hissederse, aynı şekilde melekût âleminde insanın temessül eden suretinde meleklerden oluşan hizmetçileri vardır. Bunları, Hak Teâlâ’nın insan türüne olan inayeti var eylemiştir. Çünkü insan türü, bunlar olmaksızın edemez.
Nasıl ki bizden biri, ancak idrak kuvvetleriyle varlığını sürdürebiliyorsa, aynı şekilde bir insan, iyi bir amel işlediği zaman o meleklerden neşe ve sevinç parıltıları çıkmakta; kötü bir fiil işlemesi halinde de kin ve nefret dalgaları yayılmaktadır. Bu parıltı ve dalgalar o kişinin içine girmekte, neşe ve iç huzuru ya da hasret ve nedamet halini almaktadır. Yahut da bazı meleklerin ya da insanların nefislerine girmekte ve bunlar onu sevmeleri ve iyi karşılamaları ya da nefret etmeleri ve kendisine kötülük yapmaları şeklinde ilhamlara dönüşmektedir. Nasıl ki birimizin ayağına kor düştüğü zaman idrak kuvvetleri yanma ızdirabını duyar, sonra bundan kalbe etki eden sinyaller çıkar ve bunun sonucunda kişi üzülürse, bedene etki eden dalgalar yayar ve bunun sonucunda beden erirse, burada da aynen öyle olur.
Meleklerin İnsana Etkisi:
Sözü edilen meleklerin bizim üzerimizdeki etkisi, idraklerimizin bedenimiz üzerindeki etkisine benzer. Nitekim insan bir elem ya da zillet beklentisi halinde iken adaleleri titrer, benzi sararır, gücünü yitirir, belki şehveti kaybolur, idrarının rengi kırmızılaşır, bazen altına işer veya korkunun şiddetinden kendisini kaybeder. Bütün bunlar idrak kuvvetlerinin bünye üzerindeki etkileri, onunla gizli iletişimi (vahyi) ve onun üzerinde tahakkümü sonucu olmaktadır, insanoğlu için yaratılmış bulunan melekler de böyledir ve onlardan hem müvekkel oldukları insanlara hem de yeryüzünde işleri tedvirle görevli olan meleklere cibillî ilhamlar ve tabiî haller iner.
İnsan fertleri ile bu müvekkel melekler arasındaki ilişki, insanın idrak kuvvetleriyle bedeni arasındaki ilişki gibidir; insanlar meleklerin tabiî güçleri, melekler de onların idrak kuvvetleri mesabesindedir. Melekler tarafından aşağıya doğru dalgalar gönderildiği gibi yukarıya yani Hazîre-i kuds’e doğru da bir renk ağar ve orada adına rahmet, rıza ya da gazap, lanet demlen bir manevî halin doğmasını hazırlar. Bu, suyun ısınması için ateşe konması [195] veya neticenin elde edilebilmesi için mukaddimelerin hazırlanması yahut kabul edilmesi için duanın yapılması gibi bir şeydir. Bu yönden ceberut âleminde yenilenme gerçekleşir; gazap olur arkasından tevbe ve rahmet olur, sonra ceza olur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” [196]
Melekler, İnsanların Amellerini Göğe Çıkarırlar:
Rasûlullah (s.a.), pek çok hadislerinde, meleklerin insanların amellerini göğe yükselttiklerini, Allah Teâlâ’nın onlara kullarını nasıl bıraktıklarını sorduğunu, gündüz işlenen amellerin, gece amelinden önce ulaştırıldığını.., bildirmiş, kullarla Hazîre-i kuds ortasında kâim bulunan Allah’ın nuru arasında meleklerin bir tür aracılık yaptıklarına işarette bulunmuştur.
3. Şeriat, İnsanın Yaptıklarının Karşılığını Görmesini Gerektirir:
Üçüncüsü, kullar üzerine yazılmış bulunan şeriatların gereğidir. Astroloji âlimi (müneccim), yıldızlar belli bir görünümde oldukları zaman onların kuvvelerinden oluşan ve Felek’in bir yerinde temessül eden bir ruhaniyetin meydana geleceğini bilir. Bu ruhaniyeti, felekiyyât hükümlerini nakleden -ayı kastediyorum- yeryüzüne naklettiği zaman, (insanların) düşünceleri o ruhaniyet doğrultusunda değişir. Aynı şekilde ârif-i billâh da bilir ki, şeriat dilinde “leyle-i mübâreke” diye isimlendirilen ve içerisinde her hikmetli işin ayrılıp karara bağlandığı özel bir vakit geldiğinde, melekût âleminde insan türünün özelliklerinden oluşan bir ruhaniyet oluşur. O özel vaktin gereği olarak oradan, o anda yeryüzünün en zeki insanına ilhamlar (vahiy) inmeye başlar, sonra zekaca onu takip eden diğer insanlara onun vasıtasıyla bu ilhamlar ulaştırılır, daha sonra da bütün insanlar o ilhamların kabulü ve güzel bulunması doğrultusunda yönlendirilir. O ilhamları destekleyenler teyide mazhar olurlar, karşı tavır alanlar rezil ve rüsvay edilirler. Yeryüzü meleklerine, onlara itaat edenlere iyi davranmaları, karşı çıkanlara kötü davranmaları ilham edilir. Sonra onlardan Mele-i a’lâ ve Hazîre-i kuds’e bir renk ağar da bunun sonucunda orada rıza ya da gazap meydana gelir.
4. İnsanlara Peygamber Gönderilmesi Allah’ın Bir Lütfunun Sonucudur:
Dördüncüsü, insanlara peygamber gönderildiği ve Allah Teâlâ onu göndermekle insanlara lütufta bulunmak ve onları hayı-ra yaklaştırmak istediği, ona itaati vacip kıldığı zaman, ona vah-yedilmiş olan ilim soyutluktan çıkıp müşahhas bir hale gelmiş olur. O ilim peygamberin himmet ve duasıyla, Allah’ın onu muzaffer kılan ilâhî teyidiyle bütünleşir ve böylece iyice güç ve kuvvet kazanır; maksat en üst düzeyde gerçekleşir.
Amellere Karşılık Vermek, Allah’ın Sünnetidir:
İlk iki sebepten dolayı amellere karşılık vermek, Allah’ın insanlarla ilgili bir yaratılış (fıtrat) kanunudur. Allah’ın yaratılış kanunlarında (fıtrat) asla bir değişiklik bulamazsınız. Bu sadece iyilik ve kötülük anlayışının (usûlu’l-birr ve’l-ism) esaslarında ve küllî prensiplerinde böyledir; ayrıntılarında ve onların belirlenmesinde değildir. Bu fıtrat, zamanın değişmesiyle değişiklik arzetmeyen din olmaktadır. Bütün peygamberler onun üzerinde birlik halindedirler. Nitekim bu meyanda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Hakikaten bu, bir tek ümmet (elin) olarak sizin ümmetinizdir.” [197]
Sorumluluk Muhakkaktır:
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Peygamberler üvey kardeştirler; babaları bir, anaları ayrı ayrıdır.” [198]
Sorumluluk, bu kadarlıkta peygamberlerin gönderilmesinden önce de sonra da muhakkaktır.
Amellere Karşılık Sorumluluk, Zamana Göre Değişir:
Üçüncü sebep dolayısıyla yapılan fiillerden karşılık görülmesine gelince, zamanın değişmesiyle bu da değişir. Nebi ve rasûllerin gönderilmesini gerekli kılan şey de bu tür sorumluluktur. Şu hadiste de buna işaret edilmektedir:
“Şüphesiz benim ve Allah’ın benimle gönderdiği şeyin misali, bir kavme gelen bir adamın haline benzer. O adam şöyle der: ‘Ey kavmim! Ben orduyu iki gözümle gördüm. Ben gerçekten çıplak [199] bir uyarıcıyım. Kurtulmaya bakın! Kurtulmaya bakın!’ Kavminden bir grup onun uyarısına kulak verir ve geceden yola çıkarak yavaş yavaş giderler ve kurtulurlar. Onlardan bir grup da onuyalanlarlar ve oldukları yerde sabahlarlar. Sonunda ordu onlar üzerine bir baskın yapar ve onları helak eder, köklerini kurutur. İşte bana itaat eden, getirdiğime tabi olan kimse ile bana isyan eden ve Hakk’tan getirdiklerimi yalanlayan kimsenin durumu da aynı bu misaldeki gibidir.” [200]
Sevap Ya da Azap, Tebliğden Ve Şüphelerin İzalesinden Sonradır:
Dördüncü sebep dolayısıyla olan karşılık görme ise, ancak peygamberlerin gönderilmesinden, şüphelerin izalesinden ve gerçek manada tebliğin yapılmasından sonra olur. Nitekim bu manada Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Helak olanın açık bir delille helak olması; yaşayanın da açık bir delille yaşaması için böyle yaptı.” [201]
9) İnsanların Yaratılış Özellikleri Farklıdır Ve Bu Farklılık Onların Ahlâklarına, Fiillerine Ve Kemâl Mertebelerine Etki Eder
Karakter Değişmez:
Bu konuda delil, Rasûlullah’tan (s.a.) rivayet edilen şu hadislerdir:
“Eğer bir dağın yer değiştirdiğini duyarsanız inanınız; fakat bir insanın huyunu değiştirdiğini duyarsanız inanmayınız. Çünkü o, yaratıldığı hal üzere olur.” [202]
“Dikkat edin! Âdem oğulları farklı derecelerde yaratılmışlardır; onlardan bazısı vardır ki mü’min olarak doğar…” [203]
Başka bir hadislerinde insanların öfke ve borç tahsili konusunda derece derece olduklarını beyanla şöyle demiştir:
“İnsanlar; altın ve gümüş madenleri gibi madenlere benzerler…” [204]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“De ki: Herkes kendi karakteri üzere hareket eder.” [205]
İnsandaki Melekî Kuvvet İki Şekil Üzeredir:
Eğer bu konuyla ve zikrettiğimiz hadislerin manalarıyla ilgili olarak Allah Teâlâ’nın kalbime açtığı hakikatleri öğrenmek istersen bil ki:
İnsanda mevcut bulunan melekî kuvvet iki şekil üzere yaratılır:
- Mele-i a’lâ’ya uygun düşen şekil:[206] Mele-i a’lâ sâkinlerinin özelliği, esma ve sıfat ilimleri ile şekillenmek, ceberut âleminin inceliklerini bilmek, ihatalı bir şekilde ilâhî nizama vakıf olmak ve onun uygulanması için himmet etmek.
- Mele-i sâfil’e uygun düşen şekil[207] Bunlar yeryüzündeki işleri tedvirle görevli melekler olup, üst makamdan kendilerine inen sâikler sebebiyle şuursuzca harekete geçerler. Himmet ve marifet sahibi değillerdir. Bununla birlikte nurânî varlıklar olup, her türlü hayvanı kir ve özelliklerden uzaktırlar.
İnsandaki Hayvani Kuvvet de İki Şekil Üzeredir:
Aynı şekilde insandaki hayvani kuvvet de iki şekil üzere yaratılır:
- İfrat hali:Bol besin içerisinde yetişen, itina ile bakıma alınan, güçlü iri vücutlu, dehşetli, yüksek sesli, kavraması kuvvetli, üstün gayretli, azametli, ifrat derecede öfke ve hased duygularına sahip, aşırı şehvet sahibi, üstünlük ve kendisini göstermek için yarış halinde, korku bilmez, gözünü daldan budaktan esirgemez bir boğa gibi özellik arzeden hayvani güç.
- Zaaf hali:Hayvanı kuvvetin ikinci şekli, burulmuş, sakat doğmuş, kuraklık içerisinde yetişmiş, itinasız ve uygunsuz yerde bakılmış, bedeni zayıf, hor ve hakir, sesi düşük, kavraması çelimsiz, ürkek, gayretsiz, üstünlük ve kendisini gösterme gibi bir yarışı aklından bile geçirmeyen bir hayvan gibidir.
Bu iki kuvvetin her ikisine de ait, iki yönünden birini belirleyen bir karakter, onu teyit eden, güçlendiren ve destek veren- bir kesb hali (yani kazanılarak elde edilen özellik) bulunur.
Melekî Ve Hayvanı Güçlerin Bir Araya Gelmesi:
Melekî ve hayvânî güçlerin bir araya gelmesi de iki şekil üzere olur:
- Bazen zıtlaşarak bir araya gelirler. Bu durumda her biri kendi gereklerini talep uğrunda yeterli gücü gösterir, amaçlarını ve fıtrî özelliklerini gerçekleştirmek için son derece hırslı bulunur. Kuşkusuz bu durumda aralannda çatışma doğacak ve bunun tabiî sonucu olarak da hangisi üstün gelirse kendisini gösterecek, diğerinin etkileri ortadan kalkacaktır.
- Bazen de uzlaşarak birleşeceklerdir. Melekî kuvvet gerçek taleplerinden biraz fedakarlık yapacak ve biraz aşağıya inecektir. Akıllı olma, cömertlik, iffet, genel çıkarları şahsî çıkarlara tercih, peşin nazlarla yetinmeksizin geleceğin de düşünülmesi, her alanda temizliğin sevilmesi.., gibi asıl amaçlarına yakın bulunan şeyleri istemekle yetinecektir.
Hayvânî kuvvet de biraz yükselecek ve re’y-i küllîye fazla uzak olmayan, ona zıd da düşmeyen şeyleri isteyecek ve böylece aralannda anlaşma gerçekleşecek, çatışma içermeyen bir uyum sağlanacaktır.
Melekî kuvvetle hayvânî kuvvetten her birinin ve bunların birleşme hallerinin iki uç noktası bir de orta hali vardır, ayrıca uç taraflara ya da orta noktaya yakın olan haller bulunur.
Melekî Kuvvetle Hayvânî Kuvvetin Birleşme Hallerinin Şekilleri:
Böylece sonsuz nitelikte haller bulunur. Ancak kendi hükümleriyle müstakil bulunan ve başkalarının da bilinmesinde esas alınan haller sekiz tanedir. Bunlar, çatışma halindeki birleşme haliyle, uzlaşmalı birleşme halinin dörde ayrılması sonucunda ortaya çıkar. Bunlar şunlardır:
Kuvvetlerin çatışma halindeki birleşmeleri şöyle olur:
- Üst melekî güç, ifrat haldeki hayvânî güçle birleşebilir.
- Üst melekî güç, zayıf haldeki hayvânî güçle birleşebilir.
- Alt melekî güç ifrat haldeki hayvânî güçle birleşebilir.
- Alt melekî güç zayıf haldeki hayvânî güçle birleşebilir.
Uzlaşmalı birleşme hali de, bu saydığımız dört şekil üzere olabilir ve böylece hepsi sekiz kısım eder.
Bunlardan her birisinin kendisine ait bir hükmü vardır ki, bunlar farklılık arzetmez. Kim onların hükümlerini öğrenmeye muvaffak olursa, pek çok şüphe ve tereddütten kendisini kurtarmış ve rahatlamış olur.
Biz burada bunlardan sadece bu kitapta ihtiyaç duyacağımız bazı şeyleri zikredeceğiz.
Ağır riyazet altına girmeye en çok ihtiyacı bulunan kimseler, hayvanı gücü güçlü olan, özellikle de bu gücü, melekî gücüyle çatışma halinde bulunanlardır.
Kemâl mertebesine ulaşmada en şanslı olanlar, üst melekî güce sahip olanlardır. Ancak bunlardan hayvani gücüyle uzlaşmalı olanlar amel ve âdâb bakımından daha güzeldirler. Çatışmalı olanlar ise, eğer hayvani gücün tesirinden kendilerini kurtarırlarsa ilim bakımından daha üstün olurlar, fakat amel ve âdaba fazla ilgi göstermezler.
(Cihad ve benzeri kahramanlık isteyen) büyük işlere en az önem verenler, hayvani gücü zayıf olanlardır. Ancak bunlar üst melekî güce sahipse, her şeyi sırf Allah’a teveccüh için terkederler. Alt melekî güce sahip biriyse, eğer hayvani gücün tasallutundan kurtulursa herşeyi âhiret için bırakır, aksi takdirde tembellikten ve rahatına düşkünlüğünden bırakır.
(Kahramanlık isteyen) büyük işlere en atılgan olanlar, hayvânî gücü aşırı olanlardır. Ancak bunlar üst melekî güce sahipse, re’y-i külliye uygun düşen başkanlık, yöneticilik gibi işlere çok yatkın olurlar.
Bunlardan alt meîekî güce sahip bulunanlar savaş, ağır yük taşıma gibi şeylerin altına gözlerini kırpmadan girerler. Bunlardan kuvvetleri çatışmak olanlar, eğer hayvânî gücün tesirine girerlerse sadece dünya işleriyle uğraşırlar. Melekî güç üstün gelirse dinî işlerle, nefsi olgunlaştırmakla ve onu her türlü meşgalelerden tecrid etmekle uğraşırlar.
Uzlaşmalı olanlar, bunların her ikisiyle de uğraşırlar ve her ikisini de birden ele alırlar.
İnsanların Mertebece En Üstünü:
Üst melekî gücü zirvede olan kimseler, din ve dünya işlerinin ideresine talip olurlar. Onlar yeryüzünde Hakk’ın muradı ile baki, hilâfet ve önderlik gibi küllî bir nizamın tamamlanması için onun (icra) organı mesabesinde olurlar. Bunlar, peygamberler ve onların varisleri, liderler, sultanlar ve ulu’1-emr (ulemâ ve ümerâ)dir.
Allah’ın dini konusunda kendilerine uyulması gereken kimseler güçleri uyuşmak ve üst melekî güce sahip olanlardır. Bunlara en itaatkâr olanlar ise, güçleri uyuşmak olup alt melekî güce sahip kimselerdir. Çünkü bunlar ilâhî sırları/yasaları (neuâmîs) şekil ve hey’etleriyle kabul ederler.
En uç tarafta olanlar, güçleri çatışmak olanlardır. Çünkü bunlar ya tabiatın karanlıkları içerisinde gömülü kalırlar ve doğru yolu bulamazlar ya da onlara egemen durumda olurlar. Eğer üst güce sahiplerse, ilâhî sırların özüne sıkı sıkıya yapışırlar. Şekillere takılıp kalmazlar bunların bütün gayretleri ceberut âleminin sırlarını öğrenmek ve onların kalıbına girmeye çalışmak olur. Biraz aşağı mertebede iseler, riyazet ve evrada [208] çok önem verirler; keşif, müşahede, duanın kabulü… vb., gibi melekût âlemine ait fevkalâdeliklerden hoşlanırlar, ilâhî sırlara/yasalara kalplerinin derinliklerinden sarılmazlar, sadece çare olarak tabiata hâkim olma ve nurları celbetme yoluyla maksatlarına ulaşmaya çakşırlar.
Bunlar, bu özel mesele ile ilgili olarak Rabbimin bana lütfettiği esaslardır. Kim bunları iyi kavrarsa, Allah’ın sevgili kullarının (ehlullah) hallerini, onların kemâl mertebelerini, işarette bulunmak istedikleri ince noktaları anlayabilir ve onların seyr-i sülük mertebelerine çıkabilir.
“Bu, bize ve insanlara Allah’ın lutfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” [209]
10) Fiillere İten Düşüncelerin Doğuş Sebepleri
Bil ki: İnsanın içerisinde hissettiği ve kendisini o doğrultuda harekete sevkeden düşünceler, kalbine gelen ilhamlar şüphesiz sebepsiz değildir. Diğer hadiselerde olduğu gibi Allah’ın sünneti (yaratılış kanunu) bunların da sebepleri olmasını gerektirir. Bu sebepler şunlardır:
- Düşünce ve tecrübe ortaya koymaktadır ki bu sebeplerden biri hatta en büyüğü insanın yaratılış karakteridir. Nitekim Rasûlullah (s.a.) daha önce nakletmiş olduğumuz hadisinde buna işaretbuyurmuştur. [210]
- Yeme, içme gibi insanı kuşatan maddî çevrenin etkisi ile değişebilen tabiî yapı: Meselâ aç olan yiyecek arar, susuz su ister, aşırı şehveti olanın gözü kadında olur. Nice insan vardır ki, fazla besin alır ve şehvetini artırır. Bunun sonucunda da kadınlara meyleder, aklı fikri onlarda olur ve içinden kadınlarla ilgili düşünceler geçer. Bu onu, birçok fiile sürükler. Kimi insan da vardır ki çok yer ve bunun sonucunda kalbi katılaşır, insanları öldürmeye kalkar, başkalarının kızmayacağı şeylere kızar. Bu iki tip insan, oruç ve kendisini ibadete vermek suretiyle nefsini terbiye ettiği zaman, veya yaşlanıp ihtiyarladıkları zaman veyahut da ağır bir hastalığa yakalandıkları zaman, kendilerinde bulunan hal büyük ölçüde değişir, kalpleri yumuşar, nefisleri iffetli hal alır. Bu yüzdendir ki yaşlılar ile gençler arasında bu gibi konularda farklılıklar bulunmaktadır. Rasûlullah (s.a.) yaşlıya oruçlu iken öpme ruhsatı verirken, aynı şeyi genç olana tanımamıştır.
- Âdetler, alışkanlıklar: Bir şeyi fazlaca yapan ve kendi kaderinde bulunup nefsine uygun düşen hal ve şekilleri defalarca işleyen kimse, çoğu kez içinden onlara yönelik düşünceler geçirir.
- Nefs-i natıka (ruh), bazı vakitler hayvanı arzuların esaretinden kendisini kurtarır ve yükselerek Mele-i a’lâ’dan bazı nûrânî hallere vâkıf olabilir. Bunlar bazen ünsiyet ve kalp huzuru şeklinde tecelli eder, bazen de bir fiile yönelik azim kabilinden olur.
- Bazı aşağılık nefisler şeytanlardan etkilenir ve kendilerini onların telkinlerine kaptırır. Bazen bu telkinler, içte çeşitli (kötü) düşüncelerin oluşmasını ve sonunda da onların eyleme dönüşmesini gerektirir.
Rüyaların Durumu:
Rüyalar, aynen içe doğan düşünceler gibidir. Şu kadar var ki, nefis onlar için soyutlanır ve rüya suret halinde kendisine temes-sül eder. Muhammed b. Şîrîn [211] şöyle demiştir:
“Rüya üç kısımdır:
- İçten geçen düşünceler.
- Şeytan korkutmaları.
- Allah’tan gelen müjdeler.”
11) Amellerin Nefislere Yapışması Ve Onun, Kişinin Hesabına Yazılması
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Her insanın amel defterini boynuna astık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Oku kitabını! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” [212]
Rasûlullah (s.a.), bir kudsî hadiste Allah Teâlâ’dan rivayetle şöyle buyurur:
“Bunlar, sadece sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılığını size tastamam veriyorum. Dolayısıyla kim hayır bulursa Allah’a hamdetsin! Hayırdan başka bulan ancak kendisini suçlasın!” [213]
Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur:
“Nefis temenni eder ve arzular; cinsel organ onu doğrular ve(ya) yalanlar.” [214]
Fiiller, Nefsin Derinliklerinden Kaynaklanır:
Bil ki: insanın kasıtlıca yapmış olduğu fiiller ve kendisinde yerleşmiş bulunan huylar, nefs-i natıkanın (ruh) derinliklerinden doğar, sonra kendisine döner, eteğine yapışır ve hesabına yazılır.
Amellerin nefisten doğması: Daha önce de açıkladığımız üzere melekî ve hayvanı güçlerin ve bunların bir arada bulunma hallerinin kendilerine has hüküm ve özellikleri bulunan çeşitli halleri vardı. Tabiî mizacın galebe çalması, meleklerin ya da şeytanların telkinlerine kapılma… vb., sebepler, hep insan karakterinin tezahürleri sonucunda ve ona göre oluyordu. Bunun içindir ki merci hep vasıtalı ya da vasıtasız olarak nefsin derinlikleri oluyordu.
Dikkat edilecek olursa görülür ki, kadın tabiatlı kişi (muhannes), ilk baştan zayıf bir karakter üzere yaratılır. Arif olan kişi, onun o yapı üzere büyüdüğü zaman, kadınlar gibi davranmayı, onlar gibi giyinip süslenmeyi, onlara özenmeyi alışkanlık edineceğini bilir.
Aynı şekilde doktor da, bir çocuğun, sahip olduğu bünye üzere büyüdüğü ve başına beklenmedik bir hal gelmediği zaman güçlü ve kuvvetli, ya da zayıf ve çelimsiz olacağını bilir.
İnsan, Belli Bir İşi Çokça Yaptığı Zaman, Artık Onu Zorlanmadan Yapar:
İnsan nefsinin derinliklerinden doğan fiillerin tekrar kendisine dönmesi şöyle olur: İnsan bir işi işlediği ve onu çokça yaptığı zaman, onu itiyat haline getirir ve o işin yapılması nefse kolay gelmeye başlar, artık onu işlemek için düşünmeye, bir sâikin bulunmasına ihtiyaç duymaz. Şüphesiz nefis ondan etkilenir, onun rengini alır ve yine hiç kuşkusuz birbirinin benzeri olan bu fiillerden her birinin bu etkilenmede -az ve yeri belirsiz de olsa- bir payı vardır. Şu hadis işte bu manaya işaret olmaktadır:
“Fitneler kalplere tıpkı hasır çubukları gibi arzolunur. Artık onlar hangi kalbe işlerse o kalpte siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp onları kabul etmezse o kalpte beyaz bir nokta meydana gelir. Böylece iki kalbe yerleşirler. Bu kalplerden biri cilalı taş gibi bembeyazdır ve göklerle yer durdukça ona hiçbir fitne zarar vermez. Ötekine gelince, o alaca siyahtır; tepesi aşağı duran testi gibidir. Ne bir iyilik tanır; ne de bir kötülüğe karşı durur. Yalnız içine işleyen heva ve hevesini bilir.” [215]
Nefis Önce Saf Ve Şekilsiz Yaratılır, Sonradan Şekillenir:
Fiillerin nefsin eteğine yapışmasına gelince bu şöyle olur: Nefis işin başında sonradan alacağı şekillerden tamamen uzak, heyulanı [216] ve boş/saf olarak yaratılır. Sonra gün be gün kuvveden fiile çıkmaya devam eder. Onun sonradan ortaya çıkan her hali, onun için öncesinden hazırlanmış olmaktadır. Bu hazırlanmış olan haller, birbiri üzerine kurulu basamakları andırır; bir sonraki basamak bir önceki basamağın önüne geçmez, bugünkü mevcut nefsi bırakmaz, her ne kadar nefis, başka şeyle olan meşguliyetinden dolayı ondan habersiz gibi olsa da ona eşlik eder. Bu hep böyle devam eder. Ancak nefsi o fiile iten sâikin ortadan kalkması durumu bundan müstesnadır. Daha önce bahsettiğimiz yaşlı ve hastanın durumunda olduğu gibi, ya da yukarıdan gelen bir baskı ile nefsin kendi düzeninin değişmesi gibi. Nitekim âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir.” [217]
“Andolsun ki, (bilfarz) Allah’a ortak koşarsan, işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!” [218]
Her İnsanın Nefsinin, İşlediği Ameller Sebebiyle Alacağı Şekillerin Sayılması:
Amellerin, nefis aleyhine sayılmasına gelince, kanaatimce bunun sırrı şudur: Âlem-i misâl’de Üst Nizam’ın (Nizâm-ı fevkani) gereği olarak her insan için bir suret (sembol) vardır. “Elest bezmende [219] verilen yeminde zahir olan, bu suretin bir görünümüdür. Kişi varlık âlemine çıktığı zaman, o suret onunla çakışır ve ikisi bütünleşir. Bir fiil işlediği zaman, o suret bu fiille -kişinin bir ihtiyarı olmaksızın- tabiî olarak sevinir. Belki mahşerde, amelleri yukarıdan sayılmış olarak ortaya çıkar; amel defterlerinin okunması budur. Belki amelleri, organlarına sıvanmış olarak gözükür; ellerin ve ayakların yaptıklarına tanıklık etmesi de bu kabildendir.
Her Suret, Amelin Sonucuna Göre Şekillendirilir:
Sonra her amel, dünya ve âhiretteki semeresine göre şekillendirilir. Bazen melekler ona ne şekil vereceklerinde tereddüt ederler. Bu durumda Allah Teâlâ onlara: “Ameli, olduğu gibi yazın!” diye emir buyurur. Gazzâlî şöyle der:
“Allah Teâlâ’nın âlemin başlangıcından sonuna kadar olmasını takdir buyurduğu her şey, Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu bir şey üzerinde yazılıdır ve korunma altına alınmıştır. Bu şeye Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle bazen “Levh”, bazen “Kitâb-ı mübîn”, bazen de İmâm-ı mübîn” adı verilir. Alemde cereyan eden ve edecek olan her şey burada yazılıdır ve nakşedilmiştir. Ancak o, bu gözle görülmez.
Allah’ın Levh’i Bizimkilere Benzemez:
Sakın aklınıza Levh denilince, tahtadan veya demirden ya da kemikten bir levha gelmesin. Kitap deyince de kağıttan ya da yapraktan bir şey düşünmeyesiniz. Kesinlikle şunu anlamalısınız ki, Allah’ın Levh’i biz insanların kullandıkları malzemelere benzemez. O’nun kitabı, bizim kitaplarımız gibi değildir. Nasıl ki zâtı ve sıfatları yaratılmışların zât ve sıfatlarına benzemiyorsa işte bu da öyledir. Eğer meselenin anlaşılmasını kolaylaştıracak bir benzetme istiyorsan bil ki: Kaza ve kader yoluyla belirlenmiş olan her şeyin Levh-i Mahfûz’da sübutu, Kur’ân’ın, hafızın zihin ve kalbindeki kelime ve harflerinin bulunuşuna benzer. Bunlar hep satır satır dizilidir; hatta okurken sanki onlara bakıyor ve oradan okuyormuş gibi yapar. Halbuki sen onun zihnine baksan, beynini parça parça araşan bu yazıdan tek bir harf dahi bulamazsın. İşte Levh-i Mahfûz’da Allah Teâlâ’nın takdir buyurmuş olduğu ve olmasına hükmettiği her şeyin (kaza ve kaderin) nakşedilmiş ve yazılmış olduğunu bu şekilde anlamalısın.” Bitti.
Sonra çoğu defa nefis, hayır ya da serden yaptığı şeyleri hatırlar ve onun karşılığını bekler durur. Kişinin amelinin istikrar bulmasının bir başka izahı da bu olur.
Allah’u a’lem!
12) Amellerin, Davranış Motifleri (Hey’ât-ı Nefsâniyye) İle Olan İrtibatı
Ameller, Davranış Motiflerini Tezahür Şekilleridir:
Bil ki: Ameller, nefsin hallerinin dış görünüş şekilleridir ve onun açığa vurmasıdır, onun elde ettiklerinin ağıdır, örf-i tabiîde onunla aynıdır. Yani insanların büyük çoğunluğu onları, insan türünün gerektirdiği tabiî bir sebeple ifade etmek üzerinde hemfikirdirler. Şöyle ki: Dış saik, bir amele sevketse, nefsi bu isteğe olumlu karşılık verse ferahlar ve açılır. Eğer kaçınacak olursa daralır ve sıkılır. Amele başladığı zaman, onun kaynağı olan melekî ya da hayvani güç tek başına ona hâkim olur; karşı taraf yan çizer ve zayıflar. Aşağıdaki hadiste bu manaya işaret edilmektedir:
“Nefis temenni eder ve arzular; cinsel organ onu doğrular ve(ya) yalanlar.” [220]
Her Mahlûkun, Kendisini Onunla Tanımlayacağımız Bir Fiili Ve Hali Bulunur:
Hiçbir yaratık göremezsin ki, onun mutlaka kendisini onunla tanımlayıp isimlendirdiğimiz hal ve hareketleri bulunmasın. Bu hal ve hareketler, o şeyin açıklayıcısı olarak kendisini gösterir. Meselâ bir insan, bir başkasını şecaatle nitelese ve bunu açıklamak istese, mutlaka onun güçlü mücadelesinden söz edecek ve bu yolla onu tanıtmaya çalışacaktır. Onun cömert olduğunu açıklamak istediği zaman da, mutlaka harcadığı dinar ve dirhemlerden (paralardan) söz edecektir. Şayet insan, şecaat ve cömertliğin suretini gözünün önüne getirmek istese, sözünü ettiğimiz fiillerin şekillerine sığınmak zorunda kalacaktır. Allah Teâlâ, insanların fıtratını değiştirmedikçe bu böyle olacaktır. Bir insan kendisinde bulunmayan bir huyu elde etmek istediği zaman, onu muhtemelen elde edebileceği yollara başvurması, o huyu kendisine kazandıracak ilgili fiillere yönelmesi, o huya sahip büyüklerin menkıbelerini hatırlaması ve onları bu şekilde örnek alması gerekecektir.
Kudret Ve İhtiyar Altına Giren Sadece Amellerdir:
Sonra ameller, sınırlı davranış kalıpları getirmede kendisine yönelinebilen munzabıt durumlardır; görülür, hissedilir, nakledilir, etki eder, kudret ve ihtiyar altına girer, onunla sorgulama ve karşılığında sevap ya da azap verme mümkündür. Öbür taraftan nefisler, amellerin ve melekelerin hesabına yazılması konusunda müsavi de değillerdir.
Bazı Nefisler Güçlüdür:
Bazı nefisler vardır ki, güçlüdür; onlarda melekeler amellerden daha çok temessül eder. Asaleten sadece ahlâk (huylar) onun kemâlinden sayılır. Ancak ameller onun için temessül eder. Çünkü huylar, amellerin kalıpları ve suretleridir. Nefisler aleyhine ameller, huyların hesaba yazılmasından daha zayıf bir şekilde yazılırlar. (Amellerin huylar için temessülü,) aynen rüyada -ağızlara ve cinsel organlara mühür vurmak [221] örneğinde olduğu gibi- murad olan mananın surete bürünmesi mesabesindedir.
Bazı Nefisler Zayıftır:
Bazı nefisler ise zayıftır ve bunların amelleri bizzat kemâlleri sayılır. Çünkü bunlarda davranış motifleri müstakilleri bulunamaz. Bunlar, sadece ameller içerisinde o da izmihlale uğramış olarak temessül ederler. Dolayısıyla en nefis ameller aleyhlerine hesaplarına yazılır. Bunlar insanların çoğunluğunu teşkil eder. Bunların gereğinden fazla kendilerine sınırlı davranış kalıpları konulmasına ihtiyaçları vardır (ki bunlara uyarak amelleri işleye işleye kendilerinde istenilen huylar oluşsun). Bu sebepten dolayıdır ki, ilâhî şeriatlarda amellere büyük önem verilmiştir.
Amellerin Mele-i A’lâ’da İstikrarı:
Sonra amellerden birçoğu, Mele-i a’lâ’da istikrar kazanır ve o amele ora sâkinlerinin, sudur ettiği hâlet-i rûhiyeden sarfınazarla asaleten güzel ya da çirkin bulduklarına dair teveccühleri yönelir. Dolayısıyla kişinin amellerden uygun olanı işlemesi, kendilerine yaklaşması, benzemesi ve nurlarım elde etmesi için Mele-i a’lâ’dan gelen ilhamları kabul mesabesinde olur. Kötü amellerin işlenmesi halinde ise, bunun aksi olur.
Amellerin İstikrarı Çeşitli Şekillerde Olur:
- Mele-i a’lâ sakinleri, Rablerinden, beşer nizamının ancak ve ancak falan amelin işlenmesi, falanca işin de terki ile gerçekleşebileceğini öğrenirler. Bu ameller onların katında temessül eder ve oradan da şeriatın hükümleri olarak iner.
- Amellere yapışan ve onlarda müdavim olan insan nefisleri Mele-i a’lâ’ya intikal ettikleri zaman ve o amellere yönelik ora sâkinlerinin hüsnü kabulleri ya da kötü bulmaları yöneldiği zaman ve bunun üzerinden bu şekilde asırlar ve nesiller geçtiği zaman, o amellerin suretleri onların yanında istikrar kazanır ve o zaman ameller hal ve sıfatlarıyla, selef-i sâlihten bize ulaşan me’sûr afsun ve rukyelerin etkisi gibi etki eder.
Allah’u a’lem!
13) Mücâzâtın [222] Sebepleri
1- Nefsin, Melekî Güç Vasıtasıyla İşlediği Fiillere Yönelik Bir His Duyması:
Bil ki: Mücâzât sebepleri -her ne kadar çok ise de- sonuç itibarıyla iki esasa çıkar:
- a)Nefsin, melekî güç vasıtasıyla işlediği fiil ya da edindiği bir huyun, kendisine uygun olmadığını hissetmesi. Bu his sonucunda nefiste bir nedamet, hasret ve elem doğar ve bu haleti ruhiye belki de uyku ya da uyanıklık halinde elem verici, horlayıcı ve tehdit edici olayların temessül etmesini gerekli kılar. Nice nefisler vardır ki, muhalefet ilhamı için istidatlı bulunmaktadır ve meleklerin dili üzere kendisine zahir olması için ona hitap olunmaktadır; aynen istidatlı bulunduğu diğer ilimlerde olduğu gibi. Aşağıdaki âyet-i kerîmede işte bu esasa işaret olunmaktadır:
“Hayır! Her kim bir kötülük eder de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalacaklar.” [223]
2- Hazîre-i Kuds’ün İnsanoğluna Teveccühü:
İkincisi, Hazîre-i kuds’ün insanoğluna teveccühüdür. Mele-i a’lâ’da, hem hoşnut olunan hem de öfke ile karşılanan haller, ameller ve huylar vardır. Mele-i a’lâ sakinleri Rablerinden, hoşnut olunan hal, amel ve huy sahiplerinin her türlü nimetlerle ödüllendirilmesini, aksi durumda olanların da azapla cezalandırılmasını güçlü bir şekilde talep ederler. Onların bu duaları kabul edilir ve onların himmetleri Adem oğullarını kuşatır; üzerlerine -diğer ilimlerin indiği gibi- rıza ve lanet yağar ve yağan rıza ve lanetler, elem verici ya da nimet getirici olaylar şeklinde surete bürünürler, Mele-i a’lâ’nın tehditkâr ya da destek verir halini görürler. Bunun sonucunda muhtemelen nefis, onun gazabından etkilenir ve bu etkilenme olayı kendisine bayılma ya da hastalık şeklinde arız olur. Bazen de Mele-i a’lâ sakinlerinden içe doğan düşünce (havâtır) ve benzeri zayıf hâdiselere destek verici mahiyette himmetler iner. Bunun sonucunda da (yeryüzünü tedvirle görevli) meleklere ya da insanlara falancaya iyilik yapmaları ya da kötülük etmeleri ilhamında bulunulur. Belki kişinin karışık halde bulunan bir işi salâh ya da fesada havale edilir ve böylece onun nimetiendirilmesini ya da azaplandırılmasmı temin edecek şeyler ortaya çıkar.
Allah Teâlâ’nın İnsanoğluna Değer Vermesi:
Dahası, apaçık hakikattir ki, Allah Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığı günden beri insanoğluna özel bir değer vermiş ve bu durum, onun başıboş bırakılmaması, işlediği şeylerden dolayı sorgulanması sonucunu doğurmuştur. Fakat, idrak etme zorluğu sebebiyle biz meleklerin duasını, Allah Teâlâ’nın bu inayetine bir delil kılmış bulunuyoruz. Allah’u a’lem!
Şu âyet-i kerimede bu esasa işaret bulunmaktadır:
“Fakat âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince işte Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onların üzerinedir. Onlar ebediyen lanet içerisinde kalırlar. Artık kendilerinden ne azap hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır.” [224]
İki Esas Birleşir Ve Birlikte Çok Çeşitli Acaip Suretler Meydana Getirirler:
İki esas birleşir ve bu birleşmelerinden nefsin kabiliyeti ve amele göre çok sayıda acaip suretler meydana gelir. Ancak birincisi, nefsi ıslâh ya da ifsâd eden amel ve huylar konusunda daha güçlüdür. Bunu en çok kabul eden nefisler ise, en temiz ve en güçlü olanlarıdır. İkincisi ise, külli maslahatlara ters düşen, insanoğlunun nizamının yararına olan şeylere karşı bulunan amel ve huylar hakkında daha güçlüdür. Bunu kabule en yatkın olan nefisler ise, en zayıf ve en kötü olanlarıdır.
Her iki sebebin de, hükmünü belli bir süreye kadar engelleyen manileri vardır. Birinci sebebin manisi, melekî gücün zayıf, hayvani gücün de kuvvetli oluşudur. Bu durumda melekî güç tamamen örtülür ve sırf hayvanı güçten oluşmuş bir nefis söz konusu olur ve melekî gücün elemlerinden müteessir olmaz bir hal alır. Nefis, hayvani gücün tasallutundan yavaş yavaş kurtulur, baskısı azalır, melekî güç yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başlarsa tedricî olarak azap görmeye ya da haz duymaya başlar.
İkinci sebebin engeli ise, sebeplerin hükmü muhalif olan şey üzerinde mutabakat arzetmesidir. Bu, Allah Teâlâ’nın takdir ettiği vade (ecel) gelinceye kadar sürer. Vade gelince de karşılık, kararlaştırıldığı şekil üzere iner. Bu meyanda Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler.” [225]
2- AMELLERİN KARŞILIĞININ HAYATTA VE ÖLDÜKTEN SONRA NASIL VERİLECEĞİ
1) Amellerin Karşılığının Dünyada İken Verilmesi
Amel, Karşılığı Gerekli Kılar:
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” [226]
“Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur’ân’ı) hakkıyla uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü nimetlerinden istifade ederek refah içerisinde yaşarlardı).” [227]
Allah Teâlâ’nın (Nûn sûresinde [228]) anlattığı bahçe sahiplerinin, sadakadan kaçmaları sebebiyle başlarına gelenler erbabının malumudur.
Rasûlullah (s.a.):
“Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de farketmez; Allah onunla sizi sorguya çeker…” [229]
“Kim bir kötülük işlerse, karşılığını görür.” [230] Ayetleri hakkında şöyle buyurmuştur:
“Bu, Allah Teâlâ’nın, kulu, kendisine isabet eden humma (hastalık), musibet ve(ya) dikenle hatta gömleğinin yenine (cebine) koyduğu eşyasını kaybedip üzülmesi ve sonra astarının içinde bulması yoluyla cezalandırmasıdır. Bütün bunların sonucunda kul, külçe altının kıpkırmızı (yabancı maddelerden arınmış) bir halde körükten çıkması gibi günahlarından çıkar.” [231]
Melekî Güç Kâh Tebarüz Eder, Kâh Ayrılır:
Bil ki: Melekî güç, hayvanı güç içerisinde gizli kaldıktan sonra tekrar tebarüz edebilir ve onunla beraber olduktan sonra ondan ayrılabilir. Bu ayrılma işi de:
- a)Tabiî ölüm yoluyla olur. Bu durumda tabiî ki (hayvanı güç) gıdadan aldığı desteğini yitirir ve varlığı, yerini dolduran başka bir şey olmaksızın çözülür. Artık nefsi, açlık, tokluk, öfke gibi arızî haller etkileyemez. Bunun sonucunda nefis üzerine Kuds âleminin boyası iner.
- b)Bazen de ihtiyarî ölüm yoluyla olur. Kişi, riyazet ve sürekli Kuds âlemine teveccühte bulunarak hayvanı gücünü kırmaya devam eder ve sonuçta üzerine melekî gücün bazı parıltıları doğmaya başlar.
Her şey, kendi tabiatına uygun düşen amel ve haller karşısında açılır ve ferahlık duyar; tabiatına ters düşen şeyler sebebiyle de daralır ve sıkıntı duyar. Her elem ve lezzetin de, şeklini alacağı bir suret bulunur. Yakıcı hılt [232] mahmuzlama suretine bürünür; safranın hararetinden kaynaklanan eza, sıkıntı ve huzursuzluk şeklinde kendisini gösterir ve kişi rüyasında ateş ve alev görür; balgam sebebiyle maruz kalınan eza, soğuğu göğüsleme şeklinde belirir ve rüyada su ve kar görülür.
Melekî Gücün Tebarüz Etmesi:
Melekî güç tebarüz ettiği zaman, uyanık iken ya da uyku halinde rüyada -eğer temizlik ve huşu haline ulaşmışsa- ünsiyet, sevinç ve melekî güce uygun düşecek şâir suretler ortaya çıkar. İtidal haline zıt düşen hallerde ise, bu saydıklarımızın zıtları kendisini gösterir, horlayıcı ve tehdit içeren olaylar oluşur; öfke, avını parçalayan yırtıcı bir hayvan; cimrilik, sokan bir yılan suretinde ortaya çıkar.
Haricî [233] Mücâzâtta Kural:
Haricî mücâzâtta kural, bunun esbâb (sebepler) çerçevesi dahilin ie meydana gelmesidir. Kim bu sebepleri ihata eder ve onlarla ilgili ilahî nizâm kendisince açıklık kazanırsa, kesinlikle bilir ki Hak Teâlâ, dünyada, sözü edilen nizam gereği hiçbir âsiyi cezalandırmadan bırakmayacaktır. Bu durumda nimetlenmesini ya da azaplandırılmasını gerektirici sebepler mevcut olduğu zaman, kişi sâlih ameller sebebiyle nimetlenir veya kötü ameller sebebiyle azap görür.
(Prensipte böyle olmakla birlikte) sebepler hep kişiye elem vermek doğrultusunda oluşsa, fakat o kişi sâlih biri olsa, bu takdirde amelleri (istisnaî bir durum olarak) belanın kaldırılması veya hafifletilmesi ya da nimetlendirilmesi yönüne çevrilir. O kişi eğer fâsık ise, fişlediği salîh ameller) nimetinin izalesine vesile kılınır ve sebeplerine muarız gibi olur. Ya da sebepler hep amellerine uygun düşecek şekilde oluşur ve bu durumda açık bir yardıma mazhar olur.
Nizâmın Hükmü Daha Güçlü Olabilir:
Bazen beşer üstü nizamın hükmü, amellerin hükmünden daha güçlü olabilir. Dolayısıyla fâcire istidrâc yoluyla mehil verilir, sâlih olan kişi ise zahirde sıkıntılara sokulur. Onun bu sıkıntılara sokulması, hayvânî gücünü kırmaya yöneltilir; o kişi bunu anlar ve aynen acı ilacı arzu ile içen kimsenin durumu gibi haline razı olur. Rasûlullah’ın (s.a.) şu hadisindeki mana işte budur:
“Mü’minin misali, taze ekin demeti gibidir; rüzgar onu eğittir, kimi kere yere yıkar, kimi kere de doğrultur. Eceli gelinceye kadar böyle devam eder. Münafığın misali ise kendisine hiçbir şey dokunmayan dimdik erze [234] ağacı gibidir. Sonunda bu ağacın sökülmesi bir defada olur.” [235]
“Kendisine hastalık veya başka bir şeyden ezâ isabet eden hiçbir müslüman yoktur ki, Allah onun sebebiyle günahlarını -ağacın yapraklarını döktüğü gibi- dökmesin.” [236]
Bazı memleketler vardır ki, orada şeytana itaat galip gelir ve ahalisi hayvanı nefislere benzer bir hal alır. Bu durumda mücâzât bir süre ertelenir ve onlara mehil verilir. Bu bağlamda olmak üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını, (peygambere baş kaldırmasınlar ve bize) yalvarıp yakarsmlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi)’ dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.
O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (Allah’ın azabından) korunsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (ve bolluk kapılarını) açardık. Fakat yalanladılar, biz de kazanmakta oldukları kötülükler yüzünden onları yakalayıverdik.” [237]
Kısaca, buradaki durum, karşılık vermek için zaman ayırmayan efendinin haline benzemektedir. Kıyamet, sanki bu iş için zaman ayrılması manasına gelmektedir. Nitekim şu âyette de buna işaret bulunmaktadır:
“Ey insan ve cin! Sizin de hesabınızı ele alacağız.” [238]
Mücâzât, Kulun Nefsi, Bedeni Ya da Malı Üzerinde Gerçekleşir:
Sonra amellere verilecek karşılık, bazen kulun nefsi üzerinde gerçekleşir; bu ona verilecek genişlik ve huzur, ya da sıkıntı ve korku yoluyla olur. Bazen bedeni üzerinde gerçekleşir; bu da gam ya da korkunun bastırması sonucunda ortaya çıkan hastalıklar yoluyla olur. Rasûlullah (s.a.) efendimizin, henüz peygamber olarak gönderilmeden önce avret mahallini açtığında bayılıp düşmesi bu tür bedenî cezalardan olmaktadır. Bazen de malı ve ailesi üzerinde gerçekleşir. Bazen insanlara, meleklere ve hayvanlara o kişiye iyi davranmaları, ya da kötülük etmeleri için içlerine ilham edilir. Bazen ilham ya da yönlendirmeler suretiyle kişi, hayır ya da şerre doğru yaklaştırılır.
Kim bizim bu arzettiklerimizi iyice kavrar ve her şeyi yerli yerince oturtabilirse, pek çok problemi çözmüş ve çıkmaza düşmekten kendisini kurtarmış olur. İyiliğin rızkın artmasına, kötülüğün rızkın azalmasına sebep olduğunu bildiren hadisler, kötü insanların yaptıkları iyiliklerin sevabının dünyada iken peşinen verileceğini, insanlar içerisinde en çok belaya müptelâ olanların en üstün insanlar olduğunu ve aşağıya doğru mertebeleri azaldıkça maruz kalacakları belanın da azalacağını ifade eden hadisler, getirdiğimiz bu izahlar sayesinde çözülebilecek problemler içermektedir.
Allah’u a’lem!
2) Ölümün Hakikati
Madenî, Hayvani Ya da İnsanî Her Suretin Bir Bineği/Kalıbı Vardır:
Bil ki: Madenî, nebatî, hayvani ve insanî her bir suretin, diğerininkinden farklı bir biniti/kalıbı vardır. Keza her birine ait, diğerlerini nkinden farklı bir birincil kemal mertebesi bulunmaktadır. Dış görünüş itibarıyla durum karışıklık arzetse de bu böyledir. Unsurlar [239] küçülüp azlık çokluk bakımından farklı konum, oran ve şekillerde birbiriyle kaynaştığı zaman buhar, toz, duman, ıslak yer, sürülmüş toprak, kor, alev, şule gibi iki unsurdan oluşan maddeler; kokuşmuş çamur, su mercimeği (tuhlub) gibi üç unsurdan oluşan maddeler ve zikrettiğimiz benzer şekillerde dört unsurdan oluşmuş maddeler ortaya çıkar.
Her Bir Surete Ait Mürekkep Özellikler Vardır:
Bu saydığımız şeylere ait, oluştukları unsurların hususiyetlerinden mürekkep bulunan özellikler vardır ve bu özellikler sadece o şeye ait olup bir başkasında bulunmaz. Bu özelliklere “yapı özellikleri (kâinâtu’l-cevv)” denilir. Madenîlik gelir ve mürekkep nesnenin sırtına oturur ve onu kendisine binit/kalıp edinir ve bu şekilde o şeyi madenî özellikler sahibi kılar ve mizacı korur. Sonra nebatîlik (nâmîlik) gelir ve mizacı koruma altına alınan bedeni kendisine binit edinir, unsurların cüzlerini ve onlara ait yapı özelliklerini o şeyin bizzat kendi mizacına dönüştürecek bir kuvvet kılar, böylece beklenti halinde olan kemâl halinin bilfiil ortaya çıkmasını temin eder. Sonra hayvânîlik gelir ve beslenme-büyüme kuvvetlerine sahip olan hevâî ruhu kendisine binit edinir ve arzulanana atılmak, kaçılandan da geri durmak suretiyle his ve irade ile organlarda tasarruf icrasında bulunur.
İnsan Sureti, İnsanî Ruhu (Neşeme) Kendisine Binit Edinir:
Sonra insanilik gelir ve beden üzerinde tasarrufta bulunan nesemeyi kendisine binit/kalıp edinir, insiyakların ve irkilmelerin esasları olan huylara yönelir; onları süsler ve güzel idare eder, onu üst makamdan aldığı şeyler için düzlem (kaide) kılar. Durum ilk bakışta her ne kadar karışık gibi gözükse de, dikkatli bir düşünce sonucunda her sonuç, kendi kaynağıyla irtibatlandırılır ve her suret kendi kalıbı ile diğerlerinden ayrılır.
Her Bir Suret İçin, Varlığını Sürdürebileceği Bir Madde Olması Gerekir:
Her bir suretin, kendisiyle varlığını sürdüreceği bir maddesi olması ve bu maddenin de o surete münasib bir şey olması zorunludur. Şu halde her suretin bir maddesi, bu maddenin de surete has bir özelliği olacaktır. Suret ve madde arasındaki bu ilişki, heykel halindeki mum ile onunla kâim bulunan insan suretine benzer. Mum olmadan insan şeklinin olması mümkün değildir. Bu durumda kim kalkar da, insana mahsus bulunan nefs-i natıka ölüm anında maddeyi mutlak surette terkeder derse saçmalamış olur.
Evet nefs-i natıkanın zâtı ve arazî olmak üzere iki maddesi vardır: Zâti olan neşeme yani hayvanı ruhtur. Arazî olan da dünyevî bedenidir. İnsan öldüğü zaman, dünyevî (arzî) maddenin yok olması nefse (nefs-i natıkaya/ruha) zarar vermez ve o hayvanı ruh (neşeme) maddesiyle var olmaya devam eder. Bu durumdaki nefs-i natıkanın (ruhun) hali, eli kesilmiş bulunan hat üstad ve âşığının durumuna benzer. Böyle biri, her ne kadar fiilen yazamasa bile onda yazı kabiliyeti aynı şekilde duruyordur. Yürüme yeteneğine sahip olan bir kimsenin ayaklarının kesilmesi, işitme ve görme kabiliyetine sahip bir kimsenin işitme ve görme organlarını yitirmesi halleri de böyledir. [240]
Amellere İten Sâikler:
Bazı amel ve davranışlar vardır ki, insan onlara kalbinden gelen bir saik sebebiyle yönelir; şayet kişi kendi nefsi ile başbaşa kalsa hemen ona meyleder, ona ters düşen şeyden de kaçınır. Bazılarını ise arkadaşlara muvafakat etmek ya da açlık, susuzluk ve benzeri haricî arızî bir saikle yapar. Eğer kişi bir itiyat haline getirmemişse, bunları terkedemez. Arızî hal ortadan kalktığında fiile iten saik de ortadan kalkar. Nice bir insana sevdaya tutulan ya da kendisini şiire ya da başka bir şeye kaptıran kimse vardır ki, giyim kuşam konusunda mensup olduğu kavme muvafakat eder. Şayet giyim kuşamını değiştirmek konusunda kendi başına bırakılacak olsa, kalbinde bunun için bir sakınca görmez. [241] Bazı insanlar ise belli bir giyim kuşam tarzını sever ve bu insanlar şayet kendi başlarına bırakılsalar bu tarzın değiştirilmesine asla razı olmazlar.
Bazı insanlar yaratılıştan uyanıktırlar; çok şey arasında ortak noktayı kavrayabilirler ve kalpleri teker teker meseleler yerine onları birleştiren illete, işlevler yerine melekeye önem verir. Bazı insanlar ise yaratılış itibarıyla uykuda gibidirler; çoklukla meşguliyetlerinden teki; işlevlere takılmaktan melekeyi, tezahürlerle ilgilenmekten ruhu göremezler.
İnsan Öldüğü Zaman Bedeni Çürür, Nefsi Baki Kalır:
Bil ki; İnsan öldüğü zaman dünyevî (arzî/topraktan) bedeni çürür, fakat nefs-i natıkası (ruhu) nesemeye taalluk ederek ve kendisini, yanında bulunanlara vererek varlığını sürdürür. Dünya hayatı için zarurî olan -kalbî saik sebebiyle olan hariç- bütün saikler ondan atılır ve kendisinde sadece cevherinin kökünde tutmakta olduğu şeyler kalır ve o anda melekî güç tebarüz eder, hayvanı güç zayıflar, üzerine yukarı makamdan Hazîre-i kuds’e ve orada hesabına yazılan şeylere dair yakînî bir bilgi iner. İşte o anda melekî güç (hesabının sonucuna göre) elem duyar ya da haz alır.
Bil ki: Melekî güç, hayvânî güç içerisine, dalması ve onunla kaynaşması halinde mutlaka bir tür ona boyun eğmek zorunda ka-hr ve ondan herhangi bir şekilde etkilenir. Ancak bu durumda en zararlı olan hal, kendisine son derecede zıt düşen hallerin şekillen-mesidir. En faydalı olan durum ise, kendisine son derece uygun düşen hallerin şekillenmesidir. Melekî güce zıt düşen hallerden bazıları şunlardır:
- Kişinin mal ve aileye aşırı düşkünlük göstermesi, bunların ötesinde başka bir şeye iltifat etmemesi, aşağılık hallere cevherinin kökünde sıkıca tutunması ve benzeri “müsamaha” makamına zıt tavırlar ortaya koyması.
- Pis işlere saplanması, Allah’a karşı büyüklük taslaması, O’nu hiçbir şekil ve zamanda tanımaması, boyun eğmemesi ve bunlara benzer “ihsan” mertebesine zıt düşecek davranışlar göstermesi.
- Hazîre-i kuds’ün hakkı destekleme, onu yüceltme, peygamberler gönderilmesi, hoşnut olunan nizamın yerleştirilmesi… hususundaki teveccühünü nakzedici davranışlarda bulunması ve bunun sonucunda onların kin ve lanetlerine maruz kalması.
Uygun düşen haller ise şunlardır:
- Temizlik ve Allah Teâlâ’ya boyun eğme sonucunu doğuracak amellere yönelme.
- Kendisini dünya hayatıyla yetinme ve onunla huzur bulma halinden çıkaracak meleklerin hallerini ve inanç sistemini hatırlama.
- Müsamahalı ve kolaylaştırıcı olma.
- Üzerine Mele-i a’lâ’nın hayır duaları ve razı olunan nizam için yönlendirmelerinin inmesi.
Allah’u a’lem!
3) Berzahta İnsanların Halleri Farklı Olacaktır
Berzah Âleminde İnsanlar Tabaka Tabakadır;
Bil ki: Bu âlemde insanlar sayılamayacak kadar çok çeşitli tabakalara ayrılırlar. Ancak bunlar içerisinde belirgin olanları dört sınıftır:
- Uyanıklar sınıfı:
Bunlardan bir sınıf uyanıklık halinde olacaktır. Bunlar sözü edilen melekî güce zıt ya da uygun düşen davranışlar sebebiyle azap görecekler ya da nimetleneceklerdir. Şu âyet-i kerîmede işte bu sınıfın haline işaret olunmaktadır:
“Nefsin ‘Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim.’ diyeceği günden sakının.” [242]
Allah ehlinden (Ehlullah) öyle bir grup gördüm ki bunların nefisleri durgun su ile dolu havuz gibi olmuştur; rüzgar dalgalandırmamaktadır, öğlenin sıcağında güneş vurmuş ve sanki bir nur yumağı olmuş gibidir. Bu nur, ya rızayı mucip olan amellerin nurlarıdır, ya hafızada mahfuz olan şeylerin nurudur, ya da rahmet nurudur.
- Tabiî nur ehli:
ikinci sınıf bunlara yakın olanlardır; ancak bunlar tabiî nur olmaktadır. Bunlar rüya içerisindedirler. Bizim için rüya, hiss-i müşterekte [243] (çok işlevli duyuda) gizli bulunan, fakat uyamklık halinin içine dalınmasını, onların hayaller olduğundan zühulünü engellediği bilgilerin ortaya çıkmasıdır. Uyuduğu zaman, tasvir ettiği şeylerin aynısı olduğunda şüphe etmez.
Safra mizaçlı kişi muhtemelen kendisini kavurucu rüzgarların estiği sıcak bir yaz gününde sık ağaçlı bir ormanda görür. Tam o sırada her bir yanından ateş sarar; kaçmaya çalışır fakat kaçacak bir yer bulamaz. Sonra ateş kendisini yakar ve bu şekilde büyük bir azap çeker.
Balgam mizaçlı kişi, kendisini soğuk bir kış gecesinde, dondurucu rüzgarların estiği buz gibi bir nehir içerisinde görür. Gemisini dalgalar savurur, kaçmaya çalışır fakat bir türlü kaçacak yer bulamaz ve sonunda boğulur. Böylece büyük bir azap çeker. Eğer sen insanlar üzerinde bir araştırma yapacak olsan, şunu görürsün: Hemen hemen herkes kendisi hakkında nimetlerle ya da ızdıraplarla dolu olan hadiselerin (rüyada) nasıl temessül ettiğini tecrübe etmiş olmaktadır. Bu ibtilâ hali rüyada olmaktadır; şu kadar var ki bu rüyadan kıyamet gününe kadar uyanma yoktur. Rüya gören kişi, rüya sırasında rüyasının haricî isimler olmadığını, gördüğü acı ve ızdırabm, duyduğu hazların haricî âlemde olmadığını bilmez. Eğer uyanma hali olmasaydı, bu sırra hiçbir zaman vakıf da olamazdı.
Bu (Berzah) âleminin “rüya” diye isimlendirilmesi yerine “haricî âlem” şeklinde isimlendirilmesi daha uygun ve yerinde olur.
Muhtemelen saldırgan kişi, kendisinin yırtıcı bir hayvan tarafından parçalandığını; cimri kişi, kendisinin yılan ve akrepler tarafından sokulup, sorulduğunu görür. Beşer üstü ilimlerin zevali (?) iki melek suretine bürünür ve sorarlar: Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamber (s.a.) hakkında ne dersin?
- Hayvani ve melekî güçleri zayıf olan sınıf:
Bir kısım da vardır ki, bunların hayvanı ve melekî güçleri zayıftır. Bunlar Mele-i sâfil meleklerine katılırlar. Bu katılma işi de:
- a)Ya cibillî sebeplerden ötürü olur. Şöyle ki: Bunların melekî güçleri, hayvani güçleri içerisine çok az dalmakta, ona boyun eğmemekte, ondan etkilenmemektedir.
- b)Ya da kesbî sebepler dolayısıyla olur. Kişi kalbî sâiklere uyarak teiniz olan amellere kendisini verir, nefsini ilhamları ve melekî parıltıları alabilecek bir seviyeye çıkarır.
Bu şuna benzer: Bazen insan erkek suretinde yaratılır, fakat tabiat itibarıyla muhannes olup, kadınlar gibi davranmaya, onların hal ve davranışlarını göstermeye meyleder. Şu kadar var ki, henüz çocukluk döneminde kadınlık şehveti, erkeklik şehvetinden ayrılıp kendisini göstermez. Çünkü çocuk için önemli olan yeme içme şehveti ve oyun tutkusudur. Dolayısıyla bu dönemde kendisinden istendiği gibi davranış gösterir; erkeklerin giyindiği gibi giyinir, kadınlar gibi giyinme şeklinde bir davranış göstermez. Ne zaman ki çocukluktan çıkar ve gençlik çağına ulaşır, o zaman içinde gizli bulunan tabiatı ortaya çıkar ve kadınlar gibi giyinmeye, onlar gibi davranmaya başlar, kendisini homoseksüelliğe kaptırır, kadınların yaptıklarını yapar, onlar gibi konuşur, kendisine kadın ismi verir… Bütün bunlardan sonra erkeklikten tamamen çıkmış olur.
Aynı şekilde insan da böyledir. Dünyada iken yeme içme, cima ve daha başka insan tabiatının ve içinde bulunduğu şartların gereği olan şeylerle meşgul olur. Ancak o, Mele-i sâfil ehline çok yakındır ve onlara doğru güçlü bir çekim altındadır. Öldüğü zaman, sözünü ettiğimiz meşguliyetler sona erer ve kişi hakiki mizacına döner ve böylece melekler arasına katılır ve onlardan olur; aynen onlar gibi ilhamlara açık hale gelir, o da diğer meleklerin yaptıklarını yapmaya başlar.
Hadiste şöyle gelmiştir:
“Cafer b. Ebî Tâlib’i, cennette meleklerle birlikte iki kanatla [244] uçan bir melek olarak gördüm.” [245]
Muhtemelen (Berzah âleminde melekleşen) bunlar, Allah’ın dininin yüceltilmesi, Allah fırkasının muzaffer olması için uğraşırlar. Belki bazıları insanların hayrına olmak üzere inerler. Bazen bir kısmı, cibillî özelliğinin bir gereği olarak bedenî surete bürünmeyi o kadar arzu eder ki, bu âlem-i misâlden bir kapıyı çalar ve oradan inen bir kuvvet, insanî ruh ile birleşir ve nurânî cesed halini alır. Muhtemelen bazıları yenilecek ve benzeri şeylere karşı özlem duyar ve bu arzusu yerine getirilmek üzere özlem duyduğu şey kendisine sunulur. Şu âyet işte buna işaret olmaktadır:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın! Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar.” [246]
Yaratılıştan Şeytanlığa Yatkın Olanlar:
Üçüncü sınıftan olan insanların tam tersine bir grup vardır ki, bunlar şeytanlara çok yakındırlar. Bu yatkınlık:
- a)Ya yaratılıştan olur. Zira bunların karakterleri bozuktur; hakka zıt görüşler, re’y-i külliye uygun düşmeyen ve güzel ahlâk ilkelerinden son derece uzak olan davranışlar gösterirler.
- b)Ya da kesbî olur; sürekli aşağılık hallerde bulunurlar, sapık fikirler edinirler ve şeytanların iğvalanna kendilerini kaptırırlar, bunun sonucunda her taraflarını lanet kuşatır. Bu hal üzere ölünce de, şeytanlara katılırlar, zulmetten bir elbise giydirilirler. Dünyada iken şehvetlerini giderdikleri hasis davranışları gözlerinin önünde surete büründürülür. Birinci sınıftan olanlar kendi nefislerinde meydana gelen bir sevinç ve huzur ile nimetlenirken, bu ikinci gruptan olanlar, sıkıntı ve keder ile azap görürler. Meselâ kadın tabiatlı (muhannes) kişi, kadın olmayan birinin kadın gibi davranmasının en kötü bir şey olduğunu bilir; ancak kendisini kadın gibi davranmaktan bir türlü alıkoyamaz.
- Sınıf: Hayvani gücü kuvvetli, melekî gücü zayıf olanlar:
Bunlar ehl-i ıstılah [247] olup, hayvanı güçleri kuvvetli, melekî güçleri zayıftır. İnsanların büyük çoğunluğunu bunlar oluşturur. Bunlar çoğu halde bedende tasarruf yetkisine sahip olarak yaratılan ve ona iyice girmiş bulunan hayvânî surete tabi olurlar. Ölüm, bunların nefisleri için bedenden tümüyle ayrılma olmaz. Aksine nefis, tedbir olarak ayrılır; vehim plânında ayrılmaz. Öyle ki ondan, kendisinin cesedin aynı olamayacağı düşüncesi asla geçmez. Hatta öyle ki şayet ceset tepelense, ya da kesilse, bunun kesin olarak kendisine yapıldığına inanır. Bunların alameti, kalplerinin derinliklerinden “ruhlarının bedenlerinin aynı olduğunu” ya da “ruhların, beden üzerinde ortaya çıkan bir araz olduğunu” söylemeleridir. Her ne kadar dilleri taklit ya da kural (resim) için başka şeyler söylese de bu böyledir. Bunlar öldükleri zaman, üzerlerine zayıf bir ışık çakar ve burada riyazete çekilenler için gözüktüğü gibi hafif bir hayal gözükür ve her şey bir defasında hayalî bir defasında da hariçte misalî olarak -aynen riyazete çekilenlere gözüktüğü gibi- suretlere bürünür. Eğer dünyada melekî ameller işlemiş ise, bu uygunluk ilmi güzel yüzlü melekler şekline sokulur; bunların ellerinde ipek olur, yumuşakça konuşurlar ve iyi davranırlar, cennete bir kapı açılır ve oradan cennetin kokusu gelir. Eğer melekîliğe aykırı düşen ya da laneti mucip olan ameller işlemişse, o zaman bunun ilmi, kara yüzlü melekler şekline sokulur; bunlar çok serttirler, korkunç bir hitap ve davranış şekline sahip olurlar. Bu, aynen öfkenin yırtıcı hayvan, korkaklığın da tavşan suretinde görünmesi gibidir.
İstidatları Melekî Olan Nefisler Vardır:
Öyle melekî nefisler de vardır ki, bunların sahip oldukları kabiliyetler, bu gibi yerlerde onların müvekkel kılınmasını gerektirir ve azap etmek ya da nimetlendirmekle emrolunur. Mübtelâ olan, onları -her ne kadar dünya ehli olanlar aşikâre görmeseler de- açıktan görür.
Kabir Âlemi:
Bil ki: Kabir âlemi, bu âlemin bir uzantısından başka bir şey değildir. Orada bilgiler, perde arkasından iner. Orada sadece herkes kendi nefsine ait hükümleri müşahade eder. Haşr âleminde ise böyle değildir. Orada bireysel hükümler ortadan kalkacak, bütün insanlar toplu olarak kül halinde hükümlerinin ne olduğunu göreceklerdir.
4) Haşr Âleminin Sırlarına Dair Birkaç Söz
Ruhlar Hazîre-i Kuds’e Doğru Cezbedilir:
Bil ki: Ruhlar için bir “Hazret” vardır ki, aynen mıknatısın demiri çekmesi gibi, onları kendisine cezbeder. Bu Hazret, beden kalıplarından soyutlanmış olan nefislerin, Rasûlullah (s.a.) tarafından çok yüzlü, çok dilli ve lisanlı diye nitelediği “Ulu Rûh” ile birlikte toplantı yerleri olan Hazîre-i kuds’tür. Bu, insan türüne ait suretin Alem-i misal’de veya “zikir”de -ya da ne dersen de- şekle bürünme, kişisel özelliklerden kaynaklanan hükümlerden fani olup, türe ait ya da türe ait tarafı galip bulunan hükümlerle baki olma mahalli olmaktadır.
İnsan Fertlerine Ait Çeşitli Hükümler Vardır:
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan fertlerinin, birbirinden temayüz etmesini sağlayan şahsa özel hükümleri bulunmaktadır. Keza bütün bireylerin müşterek olduğu, herkeste aynen bulunması gereken hükümler de vardır. Hiç şüphesiz ki bunlar, türün gereği olmaktadır. Şu hadiste buna işaret bulunmaktadır:
“Her doğan, fıtrat [248] üzere doğar.” [249]
Bu Hükümlerden Bir Kısmı Açıktır;
Türe ve bireye ait hükümler de iki kısım olur:
- a)Aşikâr olanlar:Yaratılış şekli -ki bunlar renk, şekil ve miktarlardır-, ses gibi şeylerdir. Yani herhangi bir fert, türe aitse ve yaratılışında da bir noksanlık yoksa o türe ait olan aşikâr hükümlerin mutlaka o fertte bulunması zorunludur. Meselâ insan ayakları üzerinde dik durur, muhakeme ve konuşma melekesine sahiptir, derisi tüysüzdür; at, dört ayağı üzerinde durur, kişner ve derisi kıllıdır… Mizacın kusurdan uzak olması halinde bu örneklerini verdiğimiz açık özellikler, türe ait her bireyde mutlak surette bulunur.
- b)Gizli olanlar:Bunlar, idrak, hayatı idame için gerekli davranışlara girme, üzerine gelen hadiselere karşı hazırlıklı olma gibi şeylerdir.
Her türe ait bir yasa (şeriat) vardır. Bal arısına baksanıza! Allah Teâlâ ona bitkileri dolaşıp, çiçek tozlarından yemesini, sonra bir kovan edinip aynı türün bireyleri olarak bir araya gelmelerini ve orada bal yapıp, depolamalarını nasıl vahyetmiştir?! Serçeye vahyetmiş ve erkeğinin kalbine dişisine karşı bir arzu koymuş, sonra bir yuva edinmelerini, kuluçkaya yatmalarını ve civciv çıkarmalarını vahyetmiştir. Bu vahiyledir ki kuşlar, civcivler ayakları üzerinde durur hale gelince onlara suyun ve yemin nerede olduğunu öğretmişler, düşmandan kendilerini nasıl kollayacaklarını göstermişler, kedi ve benzeri hayvanlardan, avcıdan nasıl kaçacaklarını, bir faydanın elde edilmesi ya da bir zararın uzaklaştırılması söz konusu olduğunda kendi hemcinsleriyle nasıl mücadele edeceklerini öğretmiştir. Şimdi sağduyu sahibi bir kimse, bütün bu hükümlerin (özelliklerin) türe ait suretin gereği olmadığını düşünebilir mi?
Bireylerin Saadeti Ne Zaman Gerçekleşir:
Bil ki: Bireylerin saadeti, türe ait özelliklerin o bireyde tam ve eksiksiz olarak bulunması ve yaratılışında bir eksikliğin bulunmaması halinde tam olarak ortaya çıkar. Bunun içindir ki türlerin bireyleri, kendilerinin mutluluğunu ya da mutsuzluğunu hazırlayan şeyler hakkında farklıdırlar. Bireyler, türün kendilerine bahşettiği özellikleri taşıdıkları sürece herhangi bir elem ve ızdırap duymazlar. Ne var ki -şişlik (verem) gibi- sonradan ortaya çıkan sebepler nedeniyle fıtratları yani yaratılış safiyetleri değişir (ve bunun sonucunda da bahtsızlık kendisini gösterir). Yaratılış safiyetinin bu değişmesine Rasûlullah (s.a.) (az önce geçen hadisin devamında) şöyle işaret etmektedir:
“Sonra anne babası onu [250] yahudileştirir veya hıristiyanlaştırır ya da mecusileştirir.” [251]
Ruhlar, Hazret’e Doğru Cezbedilirler:
Bil ki: İnsanî ruhların sözü edilen Hazret’e doğru cezbedilme-si iki yolla olur:
- a)Bazen “basiret ve himmet” yoluyla cezbedilirler.
- b)Bazen de kişinin işlediği fiillerin, elem vermek ve nimetlendirmek amacıyla orada surete bürünmesi yoluyla olur.
Basiret yoluyla cezbedilme hali şöyle olur: Kişi kendisini hayvanı kirlerden arındırır ve bunun sonucunda da o, Hazîre-i kuds’e katılmış ve ona, sözü edilen âlemden bazı şeyler açıklanmış olur. Rasûlullah’ın (s.a.):
“Âdem ve Mûsâ, Rableri yanında toplandılar.” [252] Buyruğunda işaret edilen işte budur.
Rasûlullah’tan (s.a.) gelen çeşitli rivayetlerden, salihlerin ruhlarının “Ulu Ruh” yanında toplantı yapmakta olduklarını öğrenmekteyiz.
Diğer cezbedilme şekli ise şöyledir: Cesetlerin haşri ve ruhların tekrar onlara döndürülmesi, yeniden başlamış bir hayat değildir; o sadece daha önceki oluşumun tamamlanması mahiyetindedir. Bu, çok yemekten kaynaklanan karın ağrısı mesabesindedir. Eğer öyle olmasaydı, onlar, birincilerden başkaları olurlardı ve yaptıklarından dolayı sorgulananı azlardı.
Hariçte Gerçekleşen Şeyler, Rüya Mesabesindedir:
Bil ki: Hariçte gerçekleşmiş bulunan şeylerin pek çoğu, manaların kendilerine münasip düşecek suretlere bürünmesi hususunda rüya mesabesinde olmaktadır. Meselâ Hz. Davud’a (s.a.) meleklerin iki davacı suretinde gözükmeleri ve kendisine davayı arzet-meleri böyledir. [253] Hz. Davud (s.a.), bunun, Evriyâ’nın hanımı hakkında gösterdiği hatalı tavrının sembolize edilmesi olduğunu anlamış ve hemen tevbe edip, yaptığından vazgeçmiştir. [254] Rasûlullah’a (s.a.) (İsrâ gecesinde) şarap ve süt bardaklarının arzedilmesi ve kendisinin sütü seçmesi de böyledir. Bu, ümmete şehvetlerin ve fıtratın arzedileceğinin ve belli bir olgunluğa ulaşmış kimselerin fıtratı tercih edeceklerinin sembolize edilerek anlatılması şeklidir. Keza Rasûlullah’ın (s.a.), Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ve Hz. Ömer’in (r.a.) beraberce kuyunun etrafında (ayaklarını salarak) oturmaları; Hz. Osman’ın (r.a.) ise onlardan ayrı tek başına oturması, -Saîd b. el-Müseyyeb’in [255] yorumuna göre- mezarlarına defnedilişinin sembolize edilmiş bir şekli oluyordu. [256] Bu kadar örnek yeterlidir. Haşır olaylarının büyük çoğunluğu işte bu kabildendir.
Nefs-i Natıkanın, İnsanî Ruh (Neşeme) İle Olan İrtibatı:
Bil ki: Nefs-i natıkanın, neşeme ile olan ilişkisi, pek çok insana nisbetle daha güçlü ve şiddetlidir. Aşina olunanlarından uzak bulunan ilimlere nisbetle onun hali, anadan doğma kör olup hiçbir şekilde renkleri ve ışığı düşünemeyen kimsenin haline benzer. Nefsin onların elde edilmesine yönelik bir arzusu da bulunmaz, bu ancak asırlar ve uzun zamanların geçmesi sonrasında, surete bü-rünmeler, temessül etmeler içerisinde oluşur.
Yeniden Diriltilme (Ba’s) Sonrasında Mücâzât:
Nefisler, yeniden diriltildikten sonra ceza ya da mükafaat görürler. Bu, kolay ya da zor bir hesaba çekilmek, selametle ve(ya) yaralı bereli olarak sırattan geçmek, tabi olduğu kimselerin peşine düşmek ve bunun sonucunda kurtulmak ya da helak olmak, ellerin ve ayakların tanıklık etmesi, amel defterlerinin okunması, esirgeyip cimrilik ettiği şeylerin ortaya çıkması ve sırtına yüklenmesi ya da onunla vücudunun dağlanması gibi yollarla olur.
Kısaca söylemek gerekirse, nefiste bulunan ve insan türünün özelliklerinin kazandırmış olduğu şeylere ait şeylerin büründüğü suretler, aldığı şekiller vardır. Kim, yakinî imanca daha derin, ruh-ı insanî bakımından daha geniş ise, haşr alemiyle ilgili sûrî tezahürler onun hakkında daha tamam ve daha çokça olacaktır. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), ümmetinin azabının çoğunun kabir âleminde olacağını beyan buyurmuştur.
Orada temessül eden bazı şeyler de vardır ki, nefisler onları müşahede etme konusunda birbirleriyle eşit bulunurlar. Hz. Pey-gamber’in (s.a.) bi’seti ile açıklanmış ve yayılmış bulunan hidayetin, havuz şeklinde; nefislerin hesap hanesine yazılan amellerin terazi şeklinde surete bürünmesi; nimetin, lezzetli yemek, afıyetli içecek, arzu duyulacak eş, beğenilecek elbise, değerli ev şeklinde kendisini göstermesi gibi.
Karıştırma (Tahlit) Karanlıklarından Nimete Çıkış:
Safiyeti yitirme sonucunda içerisine düşülen karanlıklarından nimete çıkma için hayreti mucip bir tedricîlik vardır. Nitekim Rasûlullah (s.a.) bunu, cehennemden en son çıkan kimse ile ilgili olan hadisinde açıklamıştır.
Keza nefislerin, mensup oldukları türün özelliklerinden kaynaklanan bazı arzuları vardır ki bunlar, nimet şeklinde temessül eder. Bunun altında da bazı arzular bulunur. (Bütün bu arzular ve onların nimetler şeklinde surete bürünmesiyle) insanlar orada (derece itibarıyla) birbirinden ayrılırlar. Rasûlullah’ın (s.a.) şu hadisi bu manayı ifade etmektedir:
“Cennete girdim, ne göreyim bir esmer güzeli.
“Ey Cibril! Bu nedir?” diye sordum. O şöyle cevap verdi:
Allah Teâlâ, Ca’fer b. Ebî Tâlib’in esmer güzeline olan arzusunu gördü de, bunu onun için yarattı.” [257]
“Allah Teâlâ seni cennete girdirdiğinde, eğer sen kırmızı yakuttan, seni istediğin yere uçarak götürecek bir at üzerine bindirilmeyi arzu etsen, bu arzuna mutlaka ulaşırsın.” [258]
“Cennet ehlinden biri, Rabbinden ekin ekmek üzere izin istedi. Allah Teâlâ ona:
“İstediğin her şey (nimet) içerisinde değil misin?” diye sordu. O:
“Evet, fakat ben ekin ekmeyi seviyorum.” diye cevap verdi. (Aldığı izin üzerine) tohum ekti. Göz açıp kapayıncaya kadar bitti, büyüdü ve hasad zamanı geldi. Dağlar gibi olmuştu. Allah Teâlâ:
“Ey Adem oğlu! Al! Çünkü seni hiçbir şey doyuramaz.” buyurdu. [259]
Sonra bir başka nimet daha vardır ki o da, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın görülmesi, tecellîler sultanının gözükmesidir. Bundan sonra ise, benim Şâri’ Teâlâ’ya uyarak sükût geçtiğim ve açıklamaya girişmediğim şeyin olması vardır.
3- İHTİYAÇLAR VE BUNLARIN KARŞILANMASI (İRTİFAKLAR)
1) İhtiyaçların Karşılanması Yollarının Öğrenilmesi
Allah Teâlâ, İnsana İhtiyaçlarını Nasıl Karşılayacağını İlham Etmiştir:
Bil ki: İnsan; yeme, içme, cinsî ilişki, güneş ve yağmurdan korunma, kışın soğuğa karşı ısınma ve benzeri konularda hemcinsleriyle hep aynı ihtiyacı duyar. İnsan türünün bütün bireyleri, bu konuda birbiriyle aynıdır. Allah Teâlâ, insan türüne olan özel inayetinin bir sonucu olarak, bu ihtiyaçlarını nasıl karşılayabileceğini, türe ait özelliklerin bir gereği olmak üzere fıtrî bir ilhamla onlara öğretmiştir. Hiç kuşkusuz bu konuda -yaratılıştan kusurlu olanlar hariç- türün bütün bireyleri eşit durumdadır. Bu aynen arıya yapılan ilhama benzemektedir. Allah Teâlâ, arıya çiçeklerden nasıl yiyeceğini, sonra aynı türe mensup bireylerle bir araya geleceği bir ev (kovan) edineceğini, sonra arıbeyine nasıl itaat edip onun koyduğu düzene boyun eğeceğini, sonra nasıl bal yapacağını ilham etmiştir. Yine serçeye de ilhamda bulunmuş ve bu yolla kendisini doyuracak taneleri nasıl toplayacağını, suya nasıl gideceğini, kedi ve benzeri hayvanlardan, avcıdan nasıl kaçacağını, ihtiyaç duyduğu şeyi kendisinden engelleyenlerle nasıl savaşacağını, şehvet anında erkeğinin dişisiyle nasıl çiftleşeceğini ve beraberce dağlarda bir yuva edineceklerini, sonra kuluçkaya yatmada nasıl yardımlaşacaklarını, sonra nasıl civciv çıkartıp onu besleyip büyüteceklerini öğretmiştir. Aynı şekilde her türe ait, bunun gibi bireylerinin kalplerine ilham edilmiş -o türe ait özelliklerin gereği olarak- bir yasa bulunmaktadır.
İnsana Yapılan İlham, Diğer Canlılara Yapılan İlhamdan Üstündür:
An ve serçe örneğinde olduğu gibi, aynı şekilde insanoğluna da zarurî olan ihtiyaçlarını nasıl karşılayabileceğine dair ilhamda bulunulmuştur. Şu kadar var ki, insan türünün diğer türlerden üstün olması sebebiyle sözü edilen ilhama üç şey daha eklenmiştir.
- İnsanın bir şeye yönelmesi re’y-i külliden kaynaklanır.
Hayvan, görünür ya da beklenir bir amacı gerçekleştirmek için, açlık, susuzluk, cinsî arzu gibi tabiatından kaynaklanan bir saik sebebiyle harekete geçerken, insan tabiî bir saik olmaksızın, faydalı olacağını düşündüğü bir davranışta bulunabilir. Bu özelliğinin bir sonucu olarak insan, şehirde olmasını istediği uygun bir düzenin bulunmasını, huylarının güzelleştirilmesini, nefsinin olgunlaştırılmasını temin edecek ya da kendisini âhiret azabından koruyacak veyahut da kendi mevkiini insanların kabulünü sağlayacak davranışlara girebilir.
- İnsan, ihtiyaçlarının tatmini yanında zerafet ve güzellik de arar.
İnsan, diğer türlerden farklı olarak, ihtiyaçlarının giderilmesi yanında güzellik ve zerafet (sanat, estetik zevki) de arar. Hayvan türleri sadece duyulan eksikliğin giderilmesini, ihtiyaçların karşılanmasını amaçlar. Oysaki insan, ihtiyaçlarının karşılanması yanında gözünün aydın olmasını, nefsinin bir haz almasını da ister. Bunun sonucu olarak da eşin güzelini, yemeğin lezzetlisini, elbisenin kalitelisini, evin lüksünü arzular.
- İnsan, ihtiyaçları giderme yollarını kendisi bulur, ya da taklit yoluyla öğrenir.
İnsanı diğer türlerden ayıran üçüncü özelliği ise keşfedici kabiliyetidir. İnsanlar arasında üstün akıl ve dirayet gücüne sahip kimseler olur. Bunlar ihtiyaçları karşılamak ve dünya nimetlerinden daha iyi yararlanmak için yeni yeni yollar bulurlar. Onlar arasında, bu üstün kabiliyetli insanların duyduğu ihtiyaçları duyan, fakat giderme yollarını bilmeyen kimseler de olur. Bu özellikte olan kimseler, üstün kabiliyetli kimselerin bulmuş olduğu yolları görünce, ya da işitince hemen benimser ve dört elle ona sarılırlar. Çünkü o şeyi icmalî bilgisine [260] uygun bulurlar.
İnsan vardır ki acıkır ve susar, fakat yiyecek ve içecek bir şey bulamaz. Bu yüzden onları buluncaya kadar büyük ızdıraplar çeker. Bu ihtiyacını giderebilecek yollar arar, fakat bir türlü bulamaz. Sonra hüner sahibi bir kimse ile karşılaşır. Aynı şeyler onun da başına gelmiştir, fakat o besleyici tahılları keşfetmiş, onun ekilmesini, sulanmasını, biçilmesini, dövülmesini, savurulmasmı ve ihtiyaç anına kadar saklanmasını öğrenmiştir; keza uzaktaki içme suyunu getirmek için kuyu ve kanal açmasını; testi, kırba, tabak ve benzeri eşyaların yapılmasını icad etmiştir. Bunlardan yararlanma yolunu bulmuştur. Yine insan, önceleri tahılları olduğu gibi öğütmeden; sebze ve meyveleri de çiğ olarak yemiş, fakat midesinde hazmı zor olmuştur. Bu mahzuru ortadan kaldırmanın yolunu aramış, fakat bir çözüm bulamamıştır. Sonra aynı şeylerle karşı karşıya gelen, fakat sahip olduğu üstün yetenek sayesinde pişirme, kızartma, öğütme ve ekmek yapma işlemlerini keşfetmiş ve böylece bunları ihtiyaçlarının giderilmesinde bir yol olarak kullanmaya başlayan biriyle karşılaşmış ve taklit yoluyla bunları ondan öğrenmiştir. Diğer duyulan bütün ihtiyaçları ve onların gideriliş yollarını bu iki örneğe kıyaslayabiliriz.
Düşünen kimse, insan türünün sözünü ettiğimiz bu özelliği sebebiyle, bir ülkede daha önce bulunmayan ihtiyaç giderme yol ve yöntemlerinin zamanla ortaya çıktığını görür. Bu hal üzere asırlar geçer ve insanlar bu özellikleri gereği yeni yeni buluşlar yaparlar ya da yapılan buluşları kendilerine malederler ve bunun sonucunda kesp ile teyid edilmiş bulunan ilhama dayalı bilgilerden bir birikim oluşur, insanlar onları benimser, hayatları ve ölümleri bu birikim doğrultusunda cereyan eder.
Kısaca söylemek gerekirse, sözünü ettiğimiz bu üç özellik ile insan türünün tabiatına konulmuş bulunan ilham, nefesin haline benzer; aslı nabzın atması mesabesinde olup zorunludur; fakat nefeslerin derinliği ya da hafifliği konusunda ona ihtiyar da eklenmiştir.
Bu üç özellik bütün insanlarda eşit olarak bulunmaz. Çünkü insanlar farklı tabiatlara sahiptirler ve sözü edilen, re’y-i külliye katılmayı, güzellik ve zerafet tutkusunu, ihtiyaçları karşılama yollarının bulunması ve bunların taklit yoluyla elde edilmesini gerektiren akıllarda farklı farklıdırlar. Ayrıca bu gibi konulara herkesin aynı oranda ayıracakları vakitleri yoktur. Bu ve benzeri sebepler dolayısıyla irtifakların iki düzeyi (had) bulunmaktadır:
İrtifaklar İki Ayrı Düzeydedir:
- Bedeviler, mağaralarda ve yaşamaya pek elverişli olmayan yerlerde yaşayan insanlar gibi en ilkel toplulukların dahi gidermek zorunda kaldıkları ihtiyaçlar. Bunlara, “birinci derecede karşılanması gerekli olan ihtiyaçlar” demekteyiz.
- Medenî insanlarla, üstün ahlâk sahibi kimselerin ve filozofların yetişmesine imkân veren mamur bölgelerde yaşayan insanların hissettikleri ihtiyaçlar. Bu gibi yerlerde büyük kalabalıklar yaşar ve ihtiyaçlar alabildiğine çoğalır. Tecrübe ve bilgi birikimi artar. Bunların sonucunda da ihtiyaçların giderilmesi için pek çok yollar bulunur ve insanlar gün be gün artarak çoğalan bu yollara dört elle sarılırlar.
Üst Tabaka İhtiyaçları:
Bu ikinci düzeyin üst tarafı ise, tam bir refah içerisinde yaşayan hükümdarların ihtiyaçlarıdır. Çeşitli ülkelerde bulunan filozof ve bilginler bu gibi hükümdarların etrafında toplanırlar, onlar da bu filozof ve bilginlerin buluşlarını, ihtiyaçların karşılanmasında getirdikleri yenilikleri benimserler. Böylece üst seviyede ihtiyaçlar karşılanmış, tabiattan yeni yeni istifade yollan ortaya çıkmış olur. Bunlara da “ikinci derecede olan ihtiyaçlar” demekteyiz.
İkinci derecede olan ihtiyaçlar tamama erdikçe, üçüncü bir ihtiyacı ortaya çıkarırlar. Şöyle ki: İnsanlar kendi aralarında çeşitli muameleler yaparlar, bu esnada kendilerine cimrilik, haset, yükümlülüklerden kaçma, hak ve hukukun inkârı.., gibi hoşa gitmeyen haller arız olur. Derken aralarında anlaşmazlıklar ve çekişmeler doğar, içlerinden kötü arzularının esiri olan bu yüzden başkalarına zarar veren ya da yaratılış itibarıyla öldürme, yağmalama gibi konularda cüretkâr olanlar bulunur. Tabiî ki bunların engellenmesi gerekir. Öbür taraftan kişilerin yalnız başlarına yapamayacakları veya zorlanacakları ya da istemeyecekleri faydası herkes için müşterek olan altyapı hizmetlerine ihtiyaç duyulur. Bütün bunlar sonucunda insanlar, aralarında adaletle hükmedecek, kötüleri kötülüklerinden engelleyecek, cüretkârların cüretini kıracak, vergi toplayacak ve gerekli yerlere harcayacak bir hükümdarlık kurumuna zorunlu olarak ihtiyaç duymuşlardır.
Halifelik Kurumuna Duyulan İhtiyaç:
İhtiyaç sonucu hükümdarlık kurumunun ortaya çıkışı, dördüncü bir ihtiyacı daha doğurmuştur. Şöyle ki: Her hükümdar kendi şehri üzerinde hâkimiyet kurup vergileri toplamaya başlayınca, kahramanlar etrafında yer almışlar ve her biri bir güç merkezi oluşturmuştur. Zamanla bunlar arasında birbirlerine karşı tahammülsüzlük, hırs ve kin doğmuştur. Derken aralarında anlaşmazlıklar çıkmış ve birbirleriyle savaş etmeye başlamışlardır. Bunun sonucunda halifelik kurumuna ya da kendileri üzerinde halife gibi egemenlik kuran birine itaate ihtiyaç duyulmuştur. Burada “halife” sözcüğünden kastım, kolay kolay elinden saltanatı alınamayacak kadar güçlü olduğu herkesçe kabullenilen, iktidarları ancak büyük güçlerin birleşmesi ve hesapsız malların harcanması ile -ki asırlar geçecek de böyle biri ancak çıkacaktır- ellerinden alınabilecek olan otorite sahibidir.
İhtiyaç duyulan halifenin özellikleri, (yöreye,) bireylere ve âdetlere göre farklı olur. Mizaç itibarıyla daha sert ve hiddetli olan bir ulus, cimrilik ve husumette kendilerinden daha aşağı bir mertebede olan diğer uluslara nisbetle, halife ve hükümdarlara daha çok muhtaçtırlar.
Biz bu bölümde, sözünü ettiğimiz türel ihtiyaçlar, bunların giderilmesi için gerekli olan kurum ve kuruluşlar hakkında okuyucuya genel bir bilgi vermek, onların -tabiri caizse- bir fihristini çıkarmak istiyoruz. Milletlerin sağduyu ve üstün ahlâk anlayışlarının gerektirdiği ve herkesçe kabullenilen yol olan, uzak-yakın hiçbirinin ihtilâfı bulunmayan bu konulara dikkat çekmek istiyoruz. Şimdi bunları kısaca arzetmeye çalışalım.
2) Birinci Derecede Karşılanması Gerekli Ortak İhtiyaçlar Ve İlgili Kurumlar
Dil, En Önemli İhtiyaçlardan Biridir:
Sözü edilen ihtiyaçlardan biri, insanın meramını ifade edebilmesidir. Dilin ilk çıkışı şöyledir: Fiiller, davranışlar ve cisimler, beraberlik, sebebiyet verme ya da daha başka bir yolla herhangi bir sesle birlikte çıkar. O ses, o şeyi ifade için kullanılmaya başlar. Sonra o ses üzerinde tasarrufta bulunulur ve murad olunan farklı manaları ifade etmek üzere çeşitli kalıplara sokulur. Kalbî olan manalar, gözle görülebilen olaylara benzetilir ve onun için de benzeri bir ses kullanılmaya başlar. Zamanla sözcükle, ifade edilmek istenilen mana arasındaki en ufak bir alâka dahi dikkate alınır, bir arada olmak, benzer bulunmak… vb., konularda müsamaha gösterilir, belli bir ses, şu ya da bu manayı ifade etmek için kullanılmaya başlar ve böylece dil giderek genişler.
Ziraat, Zenaat Ve İnşaat Gibi Faaliyetler İhtiyaçların Giderilmesi Yollarındandır:
Daha başka esaslar da vardır ki, onların bir kısmını şu şekilde sıralamak mümkündür:
- Ekin ekmek, ağaç dikmek, kuyu ve kanallar açmak, pişirmek, katık etmek.
- Kapların ve kırbaların yapılması.
- Hayvanların evcilleştirilmesi ve beslenmesi; böylece onların etlerinden, derilerinden, kıllarından, yünlerinden, tüylerinden, sütlerinden, yavrularından yararlanılması ve binek olarak kullanılması.
- Mağaralardan, koğuklardan (ve zamanla özel yapılardan) sıcak ve soğuktan korunmak için mesken edinilmesi.
- Kuşların tüyü yerine geçecek, hayvan derilerinden, ya da ağaç yapraklarından yapılmış, ya da elle dokunmuş giyeceklerin edinilmesi.
- Evlilik kurumunun ortaya çıkarılması. Sadece kişinin kendisine ait bir eşinin olması, onunla cinsî arzularını tatmin etmesi,kendisine neslini sürdürecek çocuklar vermesi, ev işlerinde, çocukların beslenmesi, büyütülmesi ve terbiye edilmesinde kendisine yardımcı olması, insanoğlunun onsuz edemeyeceği ihtiyaçlardandır.
İnsanoğlu dışındaki diğer yaratıklar, bu tür cinsî ihtiyaçlarını (kurumlaştırmadan), ancak tesadüfi olarak bir araya geldiklerinde ya da ikiz olarak doğup beraberce büyümeleri sonucunda giderirler.
- Zenaatların bulunması: Ekim, dikim ve her türlü hafriyat işlerinin yapılmasında, hayvanların kontrol altına alınmasında araç olarak kullanılan kazma, kürek, kova, saban, ip ve benzeri âletlerin yapımıyla ilgili zenaatların ortaya çıkması.
- Malî mübadelelerin yapılması ve bazı konularda yardımlaşmaya gidilmesi.
- Görüşçe ileri, kuvvetçe daha üstün olanların ortaya çıkıp diğerlerini kontrolleri altına almaları ve böylece onlara herhangi bir şekilde başkanlık etmeleri, onların işlerini düzene koymaları.
- Aralarında doğacak anlaşmazlıkları çözmek, zâlimleri zulmünden engellemek, tecavüzde bulunmak isteyenlere haddini bildirmek için herkesçe kabul görmüş bir adalet mekanizmasının bulunması.
Her ulus içerisinde, kendilerini yakından ilgilendiren konularda bir çözüm yolu bulacak, kendilerine özel ihtiyaçlarının giderilmesi için yollar keşfedecek kimselerin bulunması gerekir. Diğerleri de bunlara uyarlar.
Yine onlar içerisinden herhangi bir şekilde güzellik, refah ve rahat düşkünü insanlar; sahip olduğu cesaret, hoşgörü, fesahat, zekâ ve benzeri huy ve özellikleriyle öğünenler bulunur. Kimileri de şöhret düşkünüdür; şan ve namının her tarafa yayılmasjnı, mevkiinin yücelmesini ister.
Allah Teâlâ, yüce kitabında (birinci dereceden olan) ihtiyaçların esaslarını ve onların giderilme yollarını kullarına ilham ettiğini beyanla insanlığa büyük bir lütufta bulunduğunu ifade buyurmuştur. Çünkü Kur’ân ile getirilen teklif, tüm insan sınıflarını kapsamaktadır ve bütün insan sınıflarını kapsayacak olan ihtiyaçlar ve onların giderilmesi yolları da ancak bu türden olacaktır.
Allah’u a’lem!
3) Geçinme Âdabı
Yararlı Davranışların Kurallaştırılması:
Bu konu, ikinci düzeyde olan ve daha önce açıklanmış bulunan ihtiyaçlar ve onların giderilmesi yollarının keyfiyetini araştırma konusu yapar.
Bu konunun esası şudur:
- Tecrübe:Birinci derecede olan ihtiyaçlar ve bunların giderilme yolları, her konu ile ilgili olarak sağlıklı bir şekilde denenir ve bunlar içerisinde en az zararlı, en çok faydalı olanları seçilir ve diğerleri terkedilir.
- Güzel ahlâk telakkisi:Keza bunlar olgun mizaçlı kimselerin yaratılıştan sahip oldukları güzel huylara arzedilir; onların kabulle karşılayıp gerekli gördükleri benimsenir, diğerleri ise terkedilir.
- Re’y-i küllî:Bu kurallardan bir kısmı da insanlar arasında ünsiyet ve kaynaşma, güzel ilişki ve buna benzer daha başka re’y-i külliden kaynaklanan amaçlar için aranır.
Yeme, İçme, Giyinme Vb. Âdabının Terakkisi:
Konu ile ilgili kuralların çoğunu, yeme, içme, yürüme, oturma, uyuma, yolculuk, helaya gitme, cinsî ilişki, giyinme, barınma, temizlik, süslenme, konuşma, ilaç kullanma, musibetler karşısında rukyede [261] bulunma, insanları bir araya getirici olaylardan önce bilgi verme (ilân), doğum, evlenme, bayram, yolcunun dönmesi… vb., gibi bir sevinç anında ziyafet verme, musibetlere maruz kalındığında matem tutma, hasta ziyareti, ölülerin defni gibi konularla ilgili davranış biçimleri oluşturur.
Zararlı Olan Şeylerden Kaçınma:
Mamur beldelerde yaşayan ve bozulmamış bir fıtrata sahip olan ulusların hepsi, murdar olarak ölmüş hayvan, kokuşmuş madde, mutedil bir mizaçtan uzak canlılar gibi pis ve iğrenç olan şeyleri yememe konusunda ortak bir tavır sergilemişlerdir. Yine genelde insanlar, yemeklerinin kaplara konulmasını, kapların sofra ve benzeri şeyler üzerine dizilmesini, yemekten önce el ve yüzlerin yıkanarak temizlenmesini severler; ahmakça hareketlerden ve oburluktan, yemeğe katılanlar arasında kin ve nefret doğuracak şeylerden kaçınılmasını, pis su içilmemesini, içerken (hayvan gibi) suya kapanarak nezaketsizce içilmemesini isterler.
Yararlı Şeyler Arzulanır:
Yine bütün insanlar temizliğe önem verme konusunda görüş-birliği içerisinde olmuşlardır. Beden, elbise ve kullanılan mekanın her türlü necaset ve kokuşmuş şeylerden ve tabiî olarak biten ve büyüyen kirlerden arındırılmasını kural olarak benimsemişlerdir. Meselâ tabiî olarak oluşan ağız kokusunun diş fırçasıyla giderilmesi, koltuk altlarında ve edep yerlerinde biten kılların tıraş edilmesi, elbisenin kirlenmesi halinde yıkanması, evde ot.., ve benzeri şeylerin bitmesi halinde onların temizlenmesi gibi. Yine insanlar, kişinin, insanlar arasında üstü başı düzgün, saçı sakalı taranmış pırıl pırıl bir halde olmasını severler.
İnsanî Görünümlerin Terakkisi:
Kadın, bir erkeğin nikâhı altında olduğu zaman kına ve benzeri boyalarla boyanır, ziynet eşyalarıyla süslenir. Keza insanlar, çıplaklığın bir ayıp, elbisenin de bir süs olduğunda, edep mahallerini açmanın bir ar olduğunda, en iyi elbisenin bedenin tümünü örten elbise olduğunda ve sadece avret yerlerini örten bir elbisenin, tüm bedeni örten elbise gibi olamayacağında, herhangi bir eşya hakkında bilgi edinmek için, görmek, ilm-i nücûma itibar etmek, uğur telakkisine katılmak, kuşların uçuşunu yorumlamak, kehanette bulunmak, remil atmak.., vb. gibi yollara başvurmada hemfikirdirler.
Güzel Söz Seçimi:
Sağlam tabiatlı ve zevki selim sahibi herkes, hiç şüphesiz meramım ifade ederken, lâfızlar içerisinden en yaygın olanlarını, dile ağır gelmeyenlerini; terkipler içerisinden sağlam ve güzel olanlarını seçer, üsluplar arasından da kulağa hoş gelen, muhatabı kendisine çeken, kalbin kendisine meylini sağlayan üslubu yeğler. İşte böyle bir insan, fesahat sahibi biri kabul edilir.
Kısaca arzedecek olursak, her konuda, aralarındaki mesafe uzak olsa bile tüm ülkelerde yaşayan insanların üzerinde görüş birliği ettiği meseleler bulunmaktadır. Ancak bu meselelerle ilgili olarak, riayet edilmesi istenilen kurallar hakkında ihtilâf ederler. Meselâ tabiat bilginleri, kuralları tıbbın güzel bulduğu veriler üzerine kurarlar; ilm-i nücûmla uğraşanlar, yıldızların özelliklerine dayandırırlar, ilâhiyatçılar da “ihsan (ihlâs, iyilik)” telakkisi üzerine bina ederler. Nitekim her dalla ilgili kitaplarda onların bu yaklaşımlarını genişçe bulmak mümkündür. Her milletin kendisine has bir giyim tarzı ve davranış kurallan vardır ve bunların bu şekilde farklı olmasını, yaratılış özelliklerinin, örf ve âdetlerin farklı olması gerekli kılmaktadır.
4) Ev İdaresi
İnsanî İlişkiler:
Bu konu, ev halkının arasında bulunan ilişkilerin korunması keyfiyetinin -daha önce sözü edilen ikinci derecede ihtiyaçlar ve giderilme yollan üzere- ele alınmasıdır. Bu başlık altında dört konu vardır:
- Evlilik,
- Doğum,
- Mülkiyet,
- Sohbet/Ünsiyet.
Aile Bağları:
Bu bağlar şöyle oluşur: Cinsî ilişki ihtiyacı erkek ile kadın arasında irtibatı ve anlaşmayı gerekli kılar. Sonra (ilişki sonucunda doğan) çocuğa karşı olan müşterek şefkat, aralarında çocuğun beslenip büyütülmesi ve terbiye edilmesi konusunda dayanışmalarını gerektirir. Eşler arasında kadın, çocuk bakımına daha yatkın, akılca daha hafif, güçlüklere göğüs germede daha zayıf, haya ve eve bağlılık konusunda erkekten daha üstün, alelade ev işlerinde daha becerikli, erkeğe nisbetle daha itaatkârdır. Öbür taraftan erkek de, akıl ve tecrübe bakımından daha isabetli, namus ve şerefini muhafaza etmek konusunda daha gayretli ve güçlü, zor ve tehlikeli işlere atılmada daha cesur, güçlülük, zorbalık, münakaşa ve gayret/kıskançlık gibi konularda kadından daha kamil bir yapıya sahiptir. Erkek ve kadının sahip oldukları bu özellikler sebebiyledir ki, her ikisi de birbirine muhtaçtır ve biri, diğeri olmadan hayatını tam anlamıyla sürdüremez.
Cinsî İlişkilerin Düzenlenmesi:
Erkeklerin, kadınlara olan ihtiyaçları ve onları kendilerine has kılma arzuları, bir düzene konulmadığı zaman kargaşa ve ni-zaya sebebiyet verecektir. Bu itibarla, kişinin herkesin gözü önünde bir kadını kendisine eş seçtiğini ilân etmesi, onun bu davranışının halk tarafından onaylanması, seçtiği eşe artık hiç kimsenin karışmaması ve bunun bir kurum olarak kabullenilmesi gerekiyordu. Erkeğin kadına olan arzusu, kadının velisi yanındaki değeri ve onu her türlü saldırıdan koruma gayreti içerisinde olması, evlilik için kadına verilecek bir mehir, nişan ve velinin izni gibi şartları da gerekli kılmıştır. Eğer böyle olmasaydı da, veliler kendi velayetleri altındaki kadınları alsalardı, bu durum kadınlar hakkında büyük zararlara sebebiyet verirdi. Çünkü kadın arzu ettiği erkekle evlenemeyecek, kendisini “eş” olarak isteyenle ve en çok ihtiyacı bulunan zevcelik hakkına sahip olarak yuva kurabilmek şansını yitirecek, aksine kendisini yenge kavgalarıyla akrabalık ilişkilerinin yaralanması ve benzeri birçok sakıncaların içerisinde bulacaktı. Kaldı ki sağlam bir karaktere sahip olan kimseler, varlığının uzantısı mahiyetinde olan anasına ya da kızına veya bir ağacın iki dalı mesabesindeki kardeşine karşı bir cinsî arzu duymaz. [262]
Haya sonucu cinsî ilişkiye olan ihtiyacın açıktan söyleneme-mesi, bunun kendisine ulviyet verilen ve sanki erkek ve kadının yaratılış gayeleriymiş gibi kabullenilen evlilik kurumu içerisinde kılıflanması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Evliliğin ilânı sırasında lütufta bulunulması ve kadının eve kapatılmasının büyük bir amaç olarak kabullenilmesi, İnsanların davet edileceği bir ziyafet verilmesini, tef çalınmasını ve eğlenilmesini gerekli kılmıştır.
Evlilik Akdinin Aleniliği:
Kısaca, bu arzettiklerimiz ve aklı başında herkesin kolayca kavrayabileceği ve bu yüzden bizim burada zikretmediğimiz daha başka pek çok gerekçeden dolayı, evlilik kurumunun, bilinen şekliyle olması vazgeçilmez bir yol kabul edilmiştir. Bilinen şekliyle olan evlilikten maksadım, şer’an kendileriyle evlenilmesi haram olmayan kadınlarla, insanların (şahitlerin) huzurunda, önceden mehir vererek, nişan yaparak, denkliği gözönünde bulundurarak, veliden izin alarak, ziyafet vererek yapılması; erkeğin aile reisi olması sıfatıyla evlilik ve nafaka yükümlülüğünü üstlenmesi, kadının ev hizmetlerini görmeyi, çocuk bakımım ve kocaya itaati kabullenmesi… esasları üzerine kurulu olan evliliktir. Böyle bir evlilik kurumu, herkesçe kabul görmüş ve tüm milletlerce uygulana-gelmiştir. Allah Teâlâ’nın yarattığı fıtrat bu kurumu bu şekilde benimsemektedir ve bu konuda Arap-Acem hiçbir ulusun farklı bir yol tuttuğu vaki değildir.
Ayrılığın Düzenlenmesi:
Eşlerden her biri, karşı tarafa dokunan fayda ya da zararı sanki kendisine dokunmuş gibi kabul etme düzeyinde karşılıklı bir anlayış ve fedakârlığın ortaya konması, ancak nikâhın sürdürülmesi konusundaki karşılıklı irade ve rızaya dayanacaktır. Bununla birlikte sözünü ettiğimiz bu anlayış ve dayanışmanın bulunmaması, beraberliğin sürdürülmesi konusunda irade ve rızanın bulunmaması halinde -her ne kadar mubahlar içerisinde en sevimsiz de olsa- bir çıkış yolunun ve beraberliğe son verme usulünün olması bir zaruret olmuş, bu usulün (talâk, boşanma) bazı kayıtlara bağlanması ve ayrılık sonrasında iddet beklenmesi gerekli olmuştur. Keza (erkeğin) ölümü halinde de iddet bekleme şartı aranmıştır. Bununla, evlilik kurumuna saygı duyulmasını temin etmek, kurumun bir süre daha sürdürülmesi hakkını eda etmek ve süren beraberliğe bir vefa nişanesi olmak, neseplerin karışmasını Önlemek gibi amaçların gerçekleşmesi gözönünde bulundurulmuştur.
Baba-Çocuk İlişkilerinin Düzenlenmesi:
Çocukların, babalarına muhtaç olmaları, babaların da çocuklarına karşı şefkat ve sevgi duymaları, çocuklann yetiştirilmesinin fıtrat itibariyle kendileri için yararlı olan şey üzere olmasını gerekli kılmış, babaların onlar üzerinde hak sahibi olmalarını gerektirmiştir. Çocuklar büyüdükleri zaman babalar, akıl ve tecrübe bakımından onlardan daha ileri bir mevkide bulunacaktır. Kaldı ki, iyiliğe, iyilikle mukabele edilmesi” güzel ahlâk ilkelerindendir. Babalar, çocukların büyütülüp terbiye edilmesi sırasında tasvirine gerek duyulmayan büyük sıkıntılara göğüs germişlerdir. Bütün bunlar, anne ve babaya iyilikte bulunmanın, terki asla hoşgörül-meyen bir yol (sünnet) olmasını gerektirmiştir.
İnsanların Farklı Yeteneklere Sahip Olmaları, Çeşitli Sosyal Tabakaların Ortaya Çıkmasını Gerektirmiştir:
İnsanoğlunun farklı yeteneklere sahip olması, içlerinden kimilerinin yaratılıştan efendi, kiminin de yaratılıştan köle/hizmetçi olmasını gerekli kılmıştır. Efendi tabiatlılar, zeki ve kendi geçimini yalnız başına karşılayabilecek yapıda, tıynet itibarıyla idareci ve refah düşkünü kimselerdir. Kul tabiatlılar ise, saf ve uysal yapıda olurlar; nereye çekilseler oraya giderler. Bunlar kendi geçimlerini yalnız başlarına karşılayamazlar, mutlaka bir başkasına kendilerini bağımlı hissederler. Tasada, kıvançta her hal üzere dayanışmanın olabilmesi, bu ilişkinin sürdürülmesi konusunda anlaşma içerisinde olmalarını gerektirmektedir. Sonra insanlar arasında meydana gelen bazı tesadüfler, birbirlerini esir etme sonucunu doğurmuş ve esir edilenler hakkında, esir edenlere nisbetle yeni bir statü belirlenmiş ve böylece esaret ya da kölelik nizamı doğmuştur.
Bu konuda herkesin uyacağı, terki halinde kınanacağı bir düzenin olması gerekmektedir. Fidye karşılığında, ya da fidyesiz olarak kurtuluş yolunun açık tutulması gerekmektedir.
İnsanın başına her zaman için hastalık, felç ve kötürümlük gibi çeşitli musibetler gelebilir, kendisini ihtiyaçlar içerisinde hissedebilir, aleyhine bazı haklar ve istekler doğabilir ve bütün bunlar karşısında yalnız başına kendi kendine yeterli olamaz ve mutlaka hemcinsinden yardım görmesi gerekir. İnsanlar, bu konularda eşittirler. Bu itibarla bir arada ülfet ve muhabbetle yaşamaya ve bunun sürdürülmesine muhtaçtırlar. Bireylerin bu zaafı, çaresizin imdadına koşmanın, şaşkın ve yardıma muhtaç kimselere yardımda bulunmanın mutlaka herkesten beklenilen ve terkedilmesi halinde de kınanılan bir davranış biçimi olmasını gerekli kılmıştır.
İhtiyaçlar İki Düzeydedir:
- a)Her ferdin, bir diğerinin zarar ya da yararını kendi zarar ve yararı imiş gibi görmedikçe karşılanamayan ihtiyaçlar. Bunlar ancak herkesin, diğerine arka çıkmada, ona mecburî olarak infakta bulunmada, karşılıklı mirasçı olmada bütün gücünü ortaya koyması yoluyla karşılanabilir. Kısaca bunlar, her iki taraf için de bağlayıcı olan yükümlülükler sebebiyle doğar. Böylece “nimet-külfet dengesi” kurulmuş olur. Bu kısma insanlar arasında en lâyık olanlar, aralarında akrabalık bağı bulunanlardır. Çünkü bunların birbirlerini sevmeleri, birbirleriyle anlaşmaları sanki fıtrî bir durummuş gibidir.
- b)Bundan daha az bir fedakârlıkla gerçekleşebilen kısım. Bunun sonucunda afetzedelerin yardımına koşulması bütün insanlar tarafından bir usul olarak kabul edilmiştir. Sıla-ı rahmin yani akrabalık haklarının gözetilmesinin ise bütün bunlardan daha güçlü ve sağlam olması kabullenilmiştir.
Evliliği Ve Terkini Gerekli Kılan Sebepler:
Bu konuya ait meselelerin büyük çoğunluğunu şunlar teşkil eder: Evliliği ve terkini gerektiren sebepler, evliliğin sünnetleri, karı ve kocada bulunması gereken özellikler, iyi geçinme, namusun her türlü kötülüklerden ve arlanmayı gerektiren davranışlardan korunması gibi kocanın görevleri; iffetin korunması, kocaya itaat etmek, ev işlerini görmek gibi karının görevleri, geçinemeyen eşlerin aralarının nasıl bulunacağı, talâkın sünneti, kocası ölen kadının yas tutması, çocukların büyütülmesi, anne ve babaya iyilikte bulunulması, kölelerin iyi idare edilmesi ve onlara güzel davranılması, onların da efendilerinin hizmetinde kusur göstermemesi, kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması sünneti, akrabalık ve komşuluk bağlarının gözetilmesi, ülkede bulunan fakirlere yardımcı olunması, beklenmedik musibetler karşısında yardımlaşma ve dayanışma içerisine girilmesi, kabile eşrafına saygılı olunması ve onların da kabile halkı ile ilgilenmesi, mirasçılar arasında mirasın taksim edilmesi, nesep ve sıhriyet bağlarının korunması… Bu saydığımız şeylerin esasları hakkında, -farklı dinlere mensup olmalarına ve birbirlerine uzak ülkelerde bulunmalarına rağmen- istisnasız bütün uluslar görüşbirliği içerisindedirler ve onların gereğini yerine getirmeye çalışmaktadırlar.
Allah’u a’lem!
5) Muameleler
Bu bahiste, insanlar arasındaki ikinci derecede olan ihtiyaçlar ve onların giderilme yollarından olan malî mübadeleler, yardımlaşmalar ve kazanç yolları üzerinde durulacaktır.
İhtiyaçların Karşılanması İçi Mübadelelerde Bulunmak İnsanî Bir Zarurettir:
Şöyle ki: İhtiyaçlar pek çok ve çeşitlidir, üstelik bunların en iyi şekilde karşılanması istenir. Sadece ihtiyaçların karşılanması ile yetinilmez, onlardan gözün aydın olması, nefsin bir haz alması yani güzellik ve zerafet (estetik) de aranır. Bütün bunlar, ihtiyaçların her bir fert tarafından ayrı ayrı karşılanmasını imkânsız kılar. Bir kısım insan, ihtiyacından fazla yiyecek bulur, su bulamaz; diğer bir kısmı ise fazla su bulur, yiyecek bir şey bulamaz ve her biri, diğerinin elinde bulunan fazla mala karşı bir arzu duyar. Bu durumda karşılıklı arzuların tatmini için mübadeleden başka bir yol yoktur. İşte bu zaruret, mübadelenin insanlar arasında bir usul edinilmesini gerekli kılmış ve insanlar bir kişinin pek çok şeyle uğraşması yerine, tek bir ihtiyaç maddesi üretmesi ve onun için gerekli olan araçların peşinde koşturması, dolayısıyla onu güzel ve sağlam yapması, mübadele yoluyla da ürettiği şeyi diğerlerine vererek ihtiyaç duyduğu malları onlardan alması yolu üzerinde görüşbirliği etmişlerdir. Böylece bu yol, herkes tarafından kabullenilmiş bir usul olmuştur.
Mübadelelerde Altın Ve Gümüşün Aracı (Para) Olarak Seçimi:
İnsanlar farklı farklı şeylere karşı arzu duyarlar. İhtiyaç duyduğu anda, kendi ürettiği mal ile doğrudan mübadele edecek kimseyi bulamayabilir. Bunun sonucunda insanlar, mübadelelerde aracı olmak üzere bir ön hazırlık yapılması zaruretini duymuşlar ve uzun zaman dayanabilecek olan belirli madenler üzerinde anlaşmaya gitmişlerdir. Böylece sözü edilen madenler karşılığında mübadele yapmak herkesçe kabul edilmiştir. Madenler arasında bu işlevi en iyi görebilecek olan altın ve gümüştür. Çünkü hacimleri küçük, maden olarak her yerde aynı, insan için de son derece faydalı madenlerdir, üstelik ziynet eşyası olarak kullanılabilmektedir. Hem bu iki maden, hilkaten para olmak üzere yaratılmışlardır. Altın ve gümüş dışındaki diğer şeyler ise, ancak içtimaî mukavele ile para olabilecek özelliktedir.
Belli Başlı Kazanç Yolları:
Belli başlı kazanç yolları şunlardır:
- Ziraatçılık,
- Çobanlık,
- Mubah halde bulunan mallara el koymak. Kara ve denizde bulunan maden, bitki ve hayvanların ele geçirilmesi gibi.
- Zenaatler: Marangozluk, demircilik, terzilik vb. gibi, doğal halde bulunan hammaddeleri işleyerek arzulanan ihtiyaçların giderilebileceği hazır mallar haline getirme faaliyetleri.
- Sonra (İnsanların piyasa için mal üretme aşamasına girmelerinin bir sonucu olarak) ticaret bir kazanç yolu olmuştur.
- Şehir hayatının gereksinimlerini karşılamak.[263]
- Daha sonra da, insanların ihtiyaç duyduğu şeylere yönelmek bir kazanç yolu olarak ortaya çıkmıştır.
Kazanç Yollarının Dallanması:
Nefislerde derinlik arttıkça, lezzet ve refaha düşkünlük çoğaldıkça, belli başlı kazanç yolları da dallara ayrılmış ve iki sebepten dolayı herkes tek bir kazanç yolunu tutar olmuştur: Bu iki sebep şunlardır:
- a)Sahip olunan güçlere/melekelere uygunluk:Meselâ cesur kişiler savaş için, akıllı ve zeki olanlar hesap için, bedenen güçlü olanlar ağır yüklerin taşınması ve zor işlerin altına girilmesi için uygundurlar.
- b)Sosyal çevre ve iklim özellikleri:Meselâ başka çocuklara nisbetle demircinin ya da komşusunun çocuğu, diğer zenaatlara nisbetle daha kolay bir şekilde demirci olabilir; deniz sahilinde oturan bir kimse, başkalarına nisbetle balıkçılık mesleğine diğer mesleklerden daha yatkın olur.
Bazı nefisler de vardır ki, hayırlı bir kazanç yolu tutmaktan gına getirir ve şehir hayatına zararlı olan kazanç yollarına başvururlar; hırsızlık, kumar, dilencilik.., gibi.
Mübadele Türleri:
Mübadele iki şekilde olur:
- a)Malın (aynin) mal ile mübadelesi. Bu alış veriştir.
- b)Malın menfaat ile mübadelesi. Bu da icâre olmaktadır.
Şehir hayatının intizamı, halk arasında kaynaşma ve sevginin bulunmasıyla ancak tamam olabilir. Bir arada yaşama ve kaynaşma zarureti, çoğu zaman ihtiyaç içerisinde bulunan kimselere karşılıksız vermeyi gerektirir, ya da ülfet, ancak böyle bir davranış ile mümkün olabilir. Böylece hibe ve ariyet [264] gibi tasarruflar doğar. Keza şehir düzeninin sağlanması ve devamı, fakirlere yardımcı olunması ile mümkündür. Bu, sadaka tasarrufunu gerekli kılar. Öbür taraftan toplum içerisinde beceriksiz, becerikli, züğürt, servet sahibi, bayağı işlerde çalışmayı kendilerine yediremeyenler, böyle olmayanlar, ihtiyaçların baskısı altında kalanlar, fazla bir ihtiyacı bulunmayanlar.., kısaca her türden insan bulunur. Bu durumda birinin geçimi, ancak diğerinin yardımı ile mümkün olur. Yardımlaşma ise, ancak bir sözleşme (akit), ileri sürülen şartlar ve belli bir yol üzere anlaşma ile mümkün olabilir. Böylece kazanç yolarından olmak üzere müzâraa [265], mudârabe [266], icâre, ortaklık, vekâlet verme.., gibi yeni tasarruflar vücuda gelir. Doğan ihtiyaçlar, insanları borçlanma ve emanet bırakma gibi tasarruflara iter. İnsanlar zamanla hıyanet ve inkâra maruz kaldıklarını, borçların ödenmeyip sürüncemede bırakıldığını tecrübe yoluyla öğrendiler ve bu durum onları, şahit tutma, yazılı belge ve rehin alma, kefalet isteme, havale gibi yeni tasarrufların ihdasına götürdü. Refah düzeyi arttıkça, yardımlaşma türleri de dallandı ve yeni yeni türler ortaya çıktı. [267]
Yeryüzünde yaşayan hiçbir milletin, sözünü ettiğimiz bu muameleleri bilip yapmadıklarını, aralarında neyin adalet neyin de zulüm olduğunu bilmediklerini söylemek mümkün değildir.
Allah’u a’lem!
6) Şehir Yönetimi
Bu konudan maksat, şehir halkı arasında mevcut bulunan ilişkilerin nasıl korunacağıdır. Şehirden kastım ise, birbirine yakın, aralarında muamelelerin sürdüğü ve çeşitli evlerde oturan insanlardan müteşekkil yerleşim birimidir.
Şehir, Tek Bir (Hükmî) Şahıstır:
Şöyle ki: Şehir, sözü edilen ilişki açısından tek bir şahıs (hükmünde) olup, birimlerden ve sosyal bir yapıdan meydana gelir. Çeşitli birimlerden meydana gelen herşeyin, madde ve suretinde çözülmelere, yapısında hastalığa maruz kalabilmesi kaderidir. Hastalıktan maksat, halihazırdaki haline nisbetle başka bir durumun o topluma daha uygun olmasıdır. Keza toplumlar, hasta olabilecekleri gibi sağlıklı da olabilirler.
Şehir Yönetimi İçin Bir Başkanın Seçilmesi:
Şehirde büyük kalabalıklar yaşar. Bu itibarla onların tümünün âdil bir düzenin sağlanması ve devam ettirilmesi üzerinde görüşbirliği etmeleri imkânsızdır. Keza, belli bir makamı ihraz etmeksizin içlerinden herhangi birinin, diğerlerine karşı emredici/yasaklayıcı bir tavıra girmesi de imkânsızdır. Çünkü bu tutum, büyük çaplı çarpışmalara sebebiyet verir ve şehir düzeni ancak seçmenlerin (ehlü’1-hall ve’l-akd) çoğunluğunun itaati üzerinde anlaşacağı; yardımcıları, güç ve kudreti bulunan bir başkanın mevcudiyeti ile sağlanabilir. Cimrilikte, hiddette, öldürme ve gasb gibi cürümlere karşı cüretkârlıkta en ileride olanlar, idare edilmeye en çok muhtaç kimselerdir.
Şehir, Çeşitli Bozulmalara Maruz Kalabilir:
Şehrin maruz kalabileceği bozulmalardan biri, kötü ruhlu kimselerin bir araya gelerek şehir düzenini bozmak ve kötü yollara sapmak için bir güç oluşturmalarıdır. Bu gibi oluşumlar:
- a)İnsanları haraca bağlamak ve böylece ellerinden mallarını almak amacıyla olabilir -ki bu amaçla toplananlar yolkesicilerdir.
- b)Ya şehir halkına öfke veya kinle zarar vermek maksadına dayanır.
- c)Ya da yönetime el koymayı amaçlar.
Bu gibi düzeni bozucu unsurlara karşı adam toplamak ve onlara savaş açmak gerekir.
Zulmün Ve Taşkınlığın Önlenmesi Gerekir:
Şehir düzeninin maruz kalabileceği bozulmalardan biri de, zâlim ve zorba insanların (bireysel olarak) ortaya çıkarak öldürme, yaralama ya da dövme gibi yollarla veya ailesine, kızlarına ya da kızkardeşlerine musallat olma yoluyla veya açıktan gasb ya da gizlice çalma gibi yollarla mala el koyma yoluyla veyahut da toplum içerisinde kınanmasını gerektirici işlere nisbet ederek hakaret etme suretiyle insanlara zarar vermesidir.
Fesadın Önlenmesi Gerekir:
Bir diğeri, şehir halkına gizliden gizliye zarar verecek muzır fiillerdir. Sihir, zehir katma, insanlara muzır şeyler öğretme, halkı yönetime, köleyi efendiye, karıyı kocaya karşı ayaklandırma.., bunlardandır.
Bir diğeri, meşru yollardan giderilmesi gereken ihtiyaçların gayr-ı meşru yollarla giderilmesi sonucunu doğuran kötü alışkanlıklardır. Livata (eşcinsellik), sevicilik, hayvanlarla cinsî ilişkiye girme.., bunlardandır. Bu gibi kötü alışkanlıklar, kişiyi meşru olan nikâhtan alıkoyar ve kadının erkekleşmesi, erkeğin de kadınlaşması gibi saf yaratılış özelliklerinden uzaklaştırır veya geniş çaplı anlaşmazlıkların, kavga ve gürültülerin çıkmasına neden olur; birden çok erkeğin aynı kadınla cinsî ilişkiye girmesi, içki içmeye devam edilmesi gibi.
Zararlı Muamelelerin Engellenmesi:
Bir diğeri, şehir düzenine zarar verecek muamelelerdir. Kumar, kat kat [268] alınan riba, rüşvet, ölçü ve tartı âletlerinde hile ticaret mallarında kusuru gizleme [269] (tedlîs), malın henüz pazara gelmeden alınıp kapatılması, karaborsacılık (ihtikâr), pazarlık kızıştırma.., gibi davranışlar bunlardandır.
Husûmetlerin Önlenmesi Ve Sebeplerinin Ortadan Kaldırılması:
Bir diğeri, tarafların kendi şüphelerine sarılıp anlaşmaya yanaşmadıkları ve durumun da açıklık kazanmadığı husumetlerdir. Bu durumda beyine [270], yemin, yazılı belge, hal karinesi.., vb. gibi (en azından zan [271] ölçüsünde) bir dayanağa, anlaşmazlıkların herkesçe kabul görür bir mekanizmaya havalesine, tercih yönlerinin ortaya çıkarılmasına, tarafların ileri sürebilecekleri yanıltıcı hileleri bilmeye vb. ihtiyaç duyulur.
İhtisaslaşma İşinin Dağıtılması:
Şehir düzenini bozacak şeylerden biri de, halkın giderek bedevîleşmesi ve birinci derecede olan ihtiyaçlarla yetinmeye başlamaları veya medenî faaliyetlerini bir başka şehir için sürdürmeleri veyahut da iktisadî etkinliklerin çeşitli kesimlere dağıtılmasında belli bir oran gözetilmeksizin şehire zarar verecek şekilde sürdürülmesidir. Meselâ hemen herkesin ticarete yönelmesi ve ziraatin terkedilmesi veya çoğunluğun askerlik ve benzeri bir mesleğe yönelmesi gibi. Oysaki, nisbet olarak ziraatçiler yemek gibi; zenaatkârlar, tüccarlar, muhafızlar da ona tat veren tuz mesabesinde olmalıdırlar.
Yırtıcı Hayvanlar Ve Zararlı Haşerâtla Mücadele:
Bir diğer bozucu unsur, şehrin yırtıcı hayvanların ve zararlı haşerâtın istilasına uğramasıdır. Bu itibarla, bunlara karşı mücadele edilmesi ve onların tüketilmesi gerekmektedir. Bunlardan tam anlamıyla korunabilmek için, herkesin müştereken yararlanacağı binalar yapmak gerekecektir; şehiri kuşatan surlar, ribatlar, kaleler, karakollar, çarşılar, köprüler.., gibi.
Yerüstü Ve Yeraltı Su Kaynaklarından Yararlanma:
Şehir düzenini tam anlamıyla koruyabilmek için gerekli olan unsurlardan biri de kuyuların açılması, su kaynaklarının çıkarılması, nehirlerin ulaşıma elverişli hale getirilerek seyir için gemilerin bulundurulmasıdır.
Zenaatkârların Kendilerini İşlerine Vermeleri:
Şehir düzeni için gerekli hususlardan biri de, tüccarlara iyilik ve kolaylık gösterilmek suretiyle şehir halkının ihtiyaç duyacağı gıda maddelerini hazır bulundurmalarını sağlamak, şehir halkına, yabancılara karşı iyi davranmalarım öğütlemektir. Çünkü yabancılara iyi davranılmasi, onların şehire çokça ve sıkça gelmelerini temin edecektir. Ziraatçilerden, tarlalarını boş bırakmamaları, zenaatkârlardan işlerini güzel ve sağlam yapmaları istenecek; güzel yazı, hesap, tarih, tıb ve benzeri elverişli sanat ve mesleklerin icrası için yeterince elemanın bulundurulması doğrultusunda plânlama ve yönlendirme yapılacaktır.
Şehirde olup bitenleri bilmek ve böylece şehir düzenini bozan kimseleri iyilerden ayırmak; ihtiyaç sahiplerini öğrenmek ve onlara yardımcı olmak; faaliyette bulunan sanat ve meslek sahiplerini bilmek ve böylece yeri ve zamanı gelince onlardan yararlanmak da şehir düzeninin tam olabilmesi için gerekli olan hususlardandır.
Ülkelerin Harap Olmasının Sebepleri:
Zamanımızda ülkelerin harap olmasının sebepleri başında iki şey gelmektedir:
- Devlet hazinesine üşüşmek:Hazinede hakları bulunan askerler ve ilim adamlarının, ya da yöneticilerin ihsanda bulunageldikleri zahid ve şairlerin veyahut da dilenciliği âdet haline getirenlerin geçimlerini devlet hazinesinden karşılamayı itiyat haline getirmiş olmaları. Bunların asıl amaçları, bir yarar sağlamaksızm geçimlerini çıkarmak, kadro işgal etmektir. Gün be gün sayıları kabaran bu sınıf, giderek şehir hayatını zehir etmeye ve halk üzerine bir yük olmaya başlarlar. [272]
- Ağır vergilerin konulması:Ziraatçiler, tüccarlar ve çeşitli meslek erbabı üzerine konulan ağır vergiler, gönüllü icra edilen bu faaliyetlerin zamanla altından kalkılmaz bir yük haline gelmesi ve onların kökünün kazınması sonucunu doğurur veya güçlü kuvvetli kimseler vergi kaçırmaya başlar ya da isyana kalkışır. Oysaki, şehri mamur edecek şey, mükelleflere fazla yük getirmeyen bir vergi sisteminin olması, asayişi sağlayacak kadar da güvenlik görevlisinin bulundurulmasıdır. Zamanımız insanları, bu ince nokta üzerinde düşünmelidirler.
Allah’u a’lem!
7) Hükümdarlar (Devlet Başkanları)
Halife Hükümdarda Bulunması Gereken Özellikler:
Hükümdarın, güzel ahlâka sahip olması gerekir; aksi takdirde şehir üzerine bir yük olur. Eğer cesaret sahibi olmazsa, düşmana mukavemet etmede zaaf gösterir ve bu durumda halk ona hor gözle bakar. Eğer yumuşak huylu (halîm) biri olmazsa, halkını zorba tavrıyla ezebilir. İleri görüşlü (hakîm) biri değilse, şehir için gerekli tedbirleri alamaz. Hükümdar aynı zamanda akıllı, ergen, hür, erkek, görüş sahibi, işitme, görme, konuşma kusuru bulunmayan, hem kendinde hem de kavminde bir şerefsizlik taşımayan, kendisinde ve atalarında güzel hasletler bulunan, halk tarafından iyi bilinen ve şehir halkının yararına çalışmaktan geri durmayacağı, bu konuda bir kusur göstermeyeceğine inanılan bir kimse olmalıdır. Bütün bunlar akıl yoluyla, bulunması gerekli görülen şartlardır. Farklı ülkelerde yaşamalarına, farklı dinlere sahip olmalarına rağmen bütün milletler bu şartlar üzerinde ittifak edegelmişlerdir. Çünkü yöneticinin bulunmasından amaçlanan maslahatın, ancak bu şartlarla gerçekleşebileceğini görmüşlerdir. Eğer bu şartlarda ihmal gösterilirse, o zaman beklenilenin aksine hoş olmayan sonuçlar doğacaktır. Bu halde iken, şehir halkı eğer susacaklarsa, içlerindeki kinle (fakat korkularından) susmuş olacaklardır.
Hükümdar Heybetli Olmalıdır:
Hükümdar, mutlaka halkının kalbinde saygın bir yer kurabilmeli, sonra da bu saygınlığını koruyabilmeli, kusurlarını alacağı uygun tedbirlerle telafi etmeye çalışmalıdır. Kim, bir makama gelmek istiyorsa, o makama münasip düşecek güzel bir ahlâka sahip olmalıdır; şecaat ve hikmet sahibi olmak, cömertlik, affedicilik, halkın yararını dileme gibi. Yönetici, avcının vahşi hayvanlara yaptığı gibi davranmalıdır. Avcı ormana gider ve orada ceylanlara bakar, onların tabiatlarına ve âdetlerine en uygun durumun ne olduğunu tespit eder ve kendisini o hale sokar. Sonra onlara uzaktan gözükür. Gözü onların gözlerinde ve kulaklarında olduğu halde yanlarına yaklaşmaya ballar. Dikkat çektiğini anladığı an, olduğu yerde sanki cansızmış gibi hareketsiz durur. Onların kendisine dikkat etmediklerini anladığı zaman yavaş yavaş ileri doğru hareket eder. Bazen onları coşturacak nağmeler söyler, bazen de sanki yaratılıştan cömert biri gibi, bununla onları avlamak istemiyormuş gibi onlara en çok hoşlarına gidecek yiyecekleri sunar. İyilikler, iyilik sahibi kimseye karşı sevgi ve bağlılık doğurur. Sevgi bağı ise, demir bukağıdan daha güçlüdür. İşte böyle insanlar için ortaya çıkacak kimsenin de, onlara kendisinde bulunmasını arzuladıkları bir kılık kıyafetle, mantık ve edeple yaklaşması gerekir.
Hükümdar Samimi Olmalı Ve Halkına Karşı Sevgisini Belirtmelidir;
Sonra onlara incitmeden yaklaşmalı, samimi davranmalı, halkına ölçüsüz olmamak kaydıyla sevgisini izhar etmelidir. Bütün bunları yaparken, halkı gafil avlamak ve onları sömürmek amacı taşımadığını açıkça gösterir. Sonra onlara, kendi gibi birinin bulunmasının adeta imkânsız olduğunu ihsas etmeli, böylece halk, psikolojik açıdan onun fazilet ve üstünlüğüne inanmalı, kalplerinde ona karşı bir saygı ve sevgi oluşmalı, organları ona karşı duyulan bu saygıdan dolayı titremeli ve teslimiyet göstermelidir. Sonra yönetici bu saygınlığını korumalı, halkın ihtilâfa düşmelerine sebep olacak bir şey yapmamalıdır. Eğer bu özellikler hakkında bir kusur gösterirse, onu lütuf ve iyilikle telafi etmeli, yaptığı şeyin bir maslahata mebnî olduğunu açıklamalı, kendisinin her an için halkın yanında olduğunu, hiçbir zaman onların kötülüklerini istemeyeceğini açıklamalıdır.
Hükümdara İtaat Vaciptir:
Buna karşılık hükümdar da, halkından şunları bekler:
- Kendisine itaat edilmesi. Bu halka vacip olmalıdır ve hükümdara, kendisine isyan edenlere karşı ceza verme yetkisi tanınmalıdır. Hükümdar, halkı içerisinden savaş, vergi toplama ve idare konularında yeterli gördüğü kimselere, fazlasıyla ihsanda bulunmalı, onların kadrini yüceltmeli, kendilerine güler yüz göstermelidir. Kamu hizmetlerinde hiyanet, ihmal ve kaçışını gördüğü kimselerin ihsanlarını kesmeli, onlara değer vermemeli, kendilerine güler yüz göstermemelidir.
- Hükümdar, sair insanlardan daha varlıklı olmalıdır. Bu da, insanları sıkıntıya sokacak yollarla olmamalı, ihya edilen ölü araziler ve koruma altına alacağı uzak yerler vb. yoluyla olmalıdır.
- Hiçbir kimseyi, şura üyelerinin (ehl-i hail ve’l-akd) hak ettiğine ve kamu yararının bunu gerektirdiğine dair onayını almadıkça cezalandırma yoluna gitmemelidir.
Hükümdar, Feraset Sahibi Olmalıdır:
Hükümdar, mutlaka feraset sahibi olmalı, halkın içinden geçen düşünceleri bu yeteneğiyle sezebilmeli, sanki görmüş veya işitmiş gibi kişiler hakkında bir kanaat sahibi olabilecek kadar zeki olmalıdır. Bugünün işini asla yarına bırakmamalı, kurduğu düzeni bozmak, gücünü zayıflatmak için kendisine düşmanlık besleyen hiçbir kimseye karşı zaaf göstermemelidir.
Allah’u a’lem!
8) Hükümdarın Yardımcıları
Hükümdarın Yardımcıları Ve Aranılan Şartlar:
Hükümdar, bütün bu sözü edilen işleri yalnız başına yapamaz. Dolayısıyla her ihtiyaca karşılık yardımcıları olması gerekir. Yardımcılarda şu şartlar aranır:
- Güvenilirlik (emanet),
- Kendisine tevdi edilen şeyi yapabilme gücü (ehliyet),
- Hükümdara itaat etmek, gizli aşikâr ona karşı samimi davranmak, nasihatta bulunmak.
Bu şartları taşımayan, ya da kaybeden yardımcılar, azle müstahak olurlar. Eğer buna rağmen hükümdar onları azletmezse, şehire (ülkeye) hiyanet etmiş ve kendi bindiği dalı kesmiş olur.
Gerektiği zaman azli zor olacak, ya da akrabalık gibi sebeplerle hükümdarlık üzerinde hak iddia edebilecek kimselerin yardımcı edinilmesi uygun değildir. Çünkü bunların azli çirkin olur.
Hükümdar, kendisine sevgi duyanları, öyle olmayanlardan ayırmalıdır. Bir kısmı onu korkudan ya da arzudan dolayı sever. Bir yolunu bularak onları kendisine çekmelidir. Kimileri kendisini zatı için sever; faydasını da kendi faydası, zararını da, kendi zararı kabul eder. Gerçekten seven ve sevgisinde samimi olan işte bunlardır. Sonra her insanın bir karakteri, edindiği itiyatları vardır. Hükümdar, hiçbir kimseden kendisinde olmayan şeyleri istememelidir.
Hükümdarın Yardımcılarının Türleri:
Hükümdarın adamları üç türlüdür:
- a)Muhaliflerin kötülüklerinden koruyucu olanlar. Bunlar insanın bedenine nisbetle silah tutan ellere benzerler.
- b)Şehir işlerini idareyle görevli olanlar: Bunlar da, insana nisbetle tabiî kuvvetler mesabesinde olurlar.
- c)Müsteşar durumunda olanlar: Bunlar da insana nisbetle akıl ve duyulara benzerler.
Hükümdarın her gün, ne olup bittiğini adamlarına sorması, iyi ya da kötü ne gibi gelişmeler varsa, onları yakından takip etmesi ve haklarında bilgi sahibi olması gerekir.
Vergi Toplama Siyaseti:
Hükümdar ve adamları, şehir adına çalışmaktalar ve yararlı hizmetlerde bulunmaktadırlar. Bu itibarla onların maişetlerinin şehir halkı üzerine olması gerekir. Bu da elbette ki, öşür ve haraçlarm (vergi) adilâne toplanması yoluyla olur. Vergi nizamı, halka zarar vermeyecek, ihtiyaçları da karşılayacak bir ölçüde olmalıdır. Herkesin ve her malın üzerine vergi konulması gerekmez. Doğudan batıya kadar yeryüzünde hükümranlık süren tüm iktidar sahiplerinin üzerinde görüşbirliği ettikleri husus, verginin varlıklı ve zengin kimselerden alınması; yavrulamak suretiyle üreyen mallar, ziraat ve ticaret mallan gibi çoğalıcı nitelikteki mallar üzerine konulması olmuştur. Eğer bu mallara tarhedilen vergi, ihtiyacı karşılamıyorsa o zaman kazanma gücüne sahip olan fertlerin başına da konulur.
Hükümdarın Ordu Siyaseti:
Hükümdarın, mutlaka bir ordu siyaseti olmalıdır. Bu siyaset, mahir at terbiyecisinin tavrına benzemelidir. At; rahvan, tırıs, dörtnala gibi çeşitli şekillerde koşmasını öğrenir, keza inatlaşıp serkeşlik etme gibi kötü huylar da edinebilir. Atı gayet açık bir şekilde uyaran hareketler, mahmuzlama, azarlama, kırbaçlama gibi şeylerdir. At terbiyecisi, atı dikkatlice gözetler, her istemediği şeyi yaptıkça, ya da istediği şeyi terkettikçe, onu tabiatı gereği ne ile yola geliyor ve serkeşliği kırılıyorsa o hareket ile uyarır. Bu konuda atın zihninin karışmaması ve niçin vurduğunu düşünmemesi; tepkisini bir meleke halinde göstermesi gerekir. Ata yapmasını telkin ettiği hareket tarzı, göğsünde şekillenmiş, kalbinde yeretmiş olmalı, tersine bir hareket gösterdiğinde ceza korkusu içine yerleşmiş bulunmalıdır. Sonra at istenileni yapmaya, terki istenileni de yapmamaya başladığı zaman terbiye işini hemen terketmemeli ve at kendisinden istenilen şeyi yapmayı iyice huy ve karakter edininceye kadar devam etmelidir. Öyle olmalı ki artık at, azarlama olmadan da istenilen şeyin aksi bir davranışta bulunmamalıdır.
Aynı şekilde orduyu eğiten kişinin de, askerler tarafından işlenmesi ya da terki istenilen şeyleri bilmesi, onları istenilen şeyi yapmaya iten motifleri keşfetmiş olması, bu gibi konularda hiçbir zaman onları başıboş bırakmaması gerekir.
Hükümdarın Yardımcıları Beştir:
Hükümdarın adamları illâ şu kadar sayıda olacak diye bir şey yoktur. Ancak bu sayıyı şehir hayatının ihtiyaçları belirler. Bazen olur ki, bir iş için iki yardımcı gerekebilir, bazen bir yardımcı iki ihtiyaca cevap verebilir. Şu kadar var ki, beş temel yardımcısı bulunur:
- Kadı:
Kadıda şu şartlar aranır:
- Hür olmak,
- Erkek olmak,
- Ergen olmak,
- Akıllı olmak,
- Yeterli olmak, insanlar arasında yapılagelen muameleleri, davalarda muhtemelen başvurulabilecek hile ve düzenbazlıkları bilmek.
- Kadı, bunların yamsıra hem katı hem de yumuşak davra-nabilmeli ve bu iki özelliğini yerine göre ayarlayabilmelidir.
Kadı iki şeye dikkat etmelidir:
- a)Vaziyetin iyice tespitini yapmalıdır. Dava konusu ya bir akittir, ya bir zulümdür, ya da aralarında daha önce geçen bir şey sebebiyledir. Bütün bunlan çok iyi değerlendirmesi gerekir.
- b)Her birinin karşı taraftan ne istediğine bakmalıdır.[273] Yani iki taraftan hangisinin istediği daha isabetli, daha doğrudur, bunu tespit etmelidir. Bunlar hakkında bilgi edinmenin yollarına bakmalıdır. Öyle hüccetler vardır ki, İnsanlar onlar hakkında en küçük şüphe duymazlar, bunlar kesin hükümde bulunmayı gerektirir. Öyle hüccetler de vardır ki, sözü edilen kesinlikte değildir; dolayısıyla da onlara dayanarak birinci türden hüccetlerin gerektirdiği hüküm gibi hüküm veremez. Bütün bunları değerlendirmesi gerekir.
- Ordu komutanı:
İkincisi askerlerin emiridir. Komutan, harp taktik ve hazırlıklarını bilen biri olmalı, askerlerine kahramanlık ve cesaret aşılayabilmeli, her neferin nasıl yararlı olabileceğini, askerlerin nasıl nizam ve intizama sokulacağını, casuslar görevlendirileceğini bilmeli, düşmanların hilelerine dair bilgi ve tecrübesi bulunmalıdır.
- Şehir yöneticisi:
Üçüncüsü, şehir yöneticisidir. Bunun tecrübe sahibi olması, şehir için nelerin yararlı, nelerin de zararlı olacağını bilmesi, metin ve yumuşak huylu olması gerekir, razı olmadıkları bir şeyi işler gördüklerinde susmayacak olan bir kavimden olmalıdır. Her millet için hallerine vâkıf kendilerinden bir nakîb (temsilci) seçmeli; onları ona havale etmeli ve yaptıklarından kendisini sorumlu tutmalıdır.
- Vergi tahsildarı:
Dördüncüsü, vergi tahsildarıdır. Bu, vergi toplama ve hak sahiplerine dağıtma usullerini bilen biri olmalıdır.
- Hükümdarın maişetini teminle görevli vekil:
Beşinci yardımcı ise, hükümdarın maişet ve özel işlerini üstlenen vekildir. Hükümdar, halkın işleriyle uğraşacağından kendi geçimi ile uğraşmaya vakit bulamayacaktır. Dolayısıyla bu işleri, onun adına bir vekil, üzerine alacaktır.
9) Dördüncü İhtiyaç (İrtifak)
Ülkeler Arasında Birliği Sağlayacak Bir Halifenin Bulunması Zorunludur:
Bu konuda, şehir yönetici ve hükümdarlarının idaresinden, ülkeler arasındaki mevcut bağın korunması keyfiyetinden bahsedilir.
Şöyle ki: Her hükümdar, kendi şehrinde bağımsızlığını ilan eder ve vergiler toplayarak güçlenir, etrafında kahramanlar toplanır. Tabiî her hükümdar aynı yapıda ve kabiliyette olmaz; kimi adaletten ve doğru yoldan ayrılarak zulme sapar, bir kısmı başka şehirler üzerinde egemenlik sevdasına kalkışır; böylece aralannda çekememezlik doğar, mal ve toprak arzusu ya da haset ve kin gibi basit sebepler yüzünden birbirleriyle savaşmaya başlarlar. Çoğu hükümdarların başına gelen bu durum, onları bir halife etrafında toplanmaya zorlar. Halife, etrafında yeterince asker toplayan, büyük mal varlığına sahip olan ve elindeki saltanatının bir başkası tarafından ele geçirilmesi imkânsız gibi görünen kimsedir. Halife öyle olmalıdır ki, onu devirmek için genel bir seferberlik, büyük bir gayret, hesapsız mal harcama sözkonusu olmalı ve insanlar âdeta bunun asla olamayacağını, ona boyun eğmekten başka yolun bulunmadığını içlerinde hissetmelidirler. Ne zaman ki halife bulunur, yeryüzünde güzel bir siyaset izler, bütün zorbalar kendisine baş eğer, hükümdarlar kendisine itaat eder, işte o zaman nimet tamamlanmış olur, ülkeler ve insanlar huzur bulur. Halife, zaman zaman insanlara saldırıda bulunan, mallarını yağmalayan, nesillerini esir eden, harîm-i ismetine giren saldırganlara karşı savaş açmak ve böylece halkına dokunacak zararları ortadan kaldırmak zorundadır. İşte bu ihtiyaç saikiyledir ki İsrailoğulları, peygamberlerine şöyle demişlerdir:
“Bize bir hükümdar gönder ki, başımıza geçsin de Allah yolunda savaşalım.” [274]
Peygamberler, Hükümdarları Düzeltirler:
İlk başta, şehvetlerinin peşinde koşan hasta ruhlu insanlar, saldırgan tabiatlı kimseler, etrafındakilere kötü davranıp, yeryüzünü fesada vermeye başladılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, diğer insanlara aracısız ya da peygamberler aracılığıyla, onların güç ve kudretlerinin kırılmasını, temelli ıslâhı mümkün olmayanlarının öldürülmesini ilham etmiştir. Bunlar, insan türüne nisbetle, kangren olmuş organ mesabesindedirler. Aşağıdaki âyet-i kerîmeler işte bu ihtiyaca işaret etmektedir:
“Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi.” [275]
“Hiçbir bozgunculuk (fitne) kalmayıncaya kadar onlarla savaşım.” [276]
Halifenin, Adamları Ve Mal Varlığı Olmalıdır:
Halifenin, zorba hükümdarlarla savaşabilmesi, onların kudret ve saltanatlarına son verebilmesi için mutlaka büyük miktarda bir mal varlığına ve etrafında toplanmış adamlara ihtiyacı vardır; başka türlü edemez. Keza halifenin; savaş, barış, haraca bağlamak, cizye koymak gibi durumları gerektiriri sebepleri bilmesi, savaşa başlamadan önce neyi kastettiği üzerinde iyice düşünmesi, savaşla; zulmü önlemeyi, yola gelme ihtimali kalmayan habis ruhlu muzır kimseleri ortadan kaldırmayı, burunlannı yere sürtmek suretiyle harekete geçmek isteyen kötülerin kötülüklerini kursağında bırakmayı, yeryüzünde fitne ve fesat çıkaran bir kavmin elebaşlarını öldürmek veya hapsetmek suretiyle ya da mal ve topraklarına el koymak, ya da teba ile olan ilişkilerini kesmek gibi yollarla onlan zararsız hale getirmeyi amaçlamalıdır.
Halifenin, büyük işlere öyle olur olmaz atılması uygun değildir. Kendi taraftarlarından iyi hal sahibi insanları ortadan kaldırarak, onların mallarına göz koymamalıdır. Mutlaka halkın kalbini kendisine çekebilmeli ve herkesin çıkarlarını düşünmelidir. Gerçekçi olmalı ve yanında bulunan imkânları aşacak tasarruflara girişmemelidir. Halkın ileri gelenlerini ve deha sahibi kimseleri taltif etmeli, onlara değer vermelidir. Kâh arzulara hitap ederek, kâh korkutarak savaşa teşvik etmelidir. Üzerinde ilk duracağı şey, düşmanın birliğini dağıtmak, onları köreltmek ve kalplerine korku salmak olmalıdır. Öyle ki, önünde saygıyla eğilmekten ve hiçbir şey yapamadan teslim olmaktan başka bir şey yapamasmlar. Eğer bunu başarabilirse, onlar hakkında savaş öncesinde hazırladığı düşüncesi gerçekleşmiş olacaktır. Eğer onların tekrar bozgunculuk yapacaklarından korkarsa, kendilerini asla ondurmayacak haraca, başını bile kaşımaya fırsat vermeyecek cizyeye bağlamak, kalelerini yıkmalı ve onları, bir daha asla bellerini doğrultup da tekrar bozgunculuk yapamayacak hale getirmelidir.
Halife Devamlı Teyakkuz Halinde Olmalıdır:
Halife, gerçekten birbiriyle çekişme halinde bulunan unsurlardan meydana gelen bir yapının sağlıklı bir şekilde işlemesinden sorumlu olduğu için, sürekli olarak teyakkuz halinde olması, ülkenin her yerine istihbaratçılar göndermesi, güçlü bir ferasete sahip olması ve bu yeteneğini kullanması gerekmektedir. Askerlerinden meydana gelen aleyhinde bir oluşumu gördüğü zaman, âdeten onlarla uzlaşma içerisine girmeyeceğini bildiği kimselerden oluşan ve onlardan daha güçlü başka bir oluşumu tekrar meydana getirmelidir. Bir kimsenin hilafette gözü olduğunu gördüğü zaman, bu cüretkârlığının önüne geçecek, burnunu yere sürtecek, güç ve kudretini kıracak girişimlerde bulunmalı ve bu konuda gevşek davranmamalıdır. Her halükârda verdiği emirlerin kabul edilmesini, iyiliği için çalışılmasını herkesçe kabullenilmiş bir davranış biçimi haline getirmelidir. Bu konuda mücerred kabul yeterli değildir; aksine kabullenildiğini gösteren açık bir emare bulunmalıdır ve halife tebaayı bu ikrarla onları sorumlu tutabilmelidir. Hayır dua etmeleri ve büyük toplantılarda onun adını yüceltmeleri [277], halifenin emretmiş olduğu kılık kıyafet ve davranış biçimlerini benimsemeleri gibi. Zamanımızda, halife adına para basma böyledir.
Allah’u a’lem!
10) İhtiyaçların Giderilmesi Yolları Üzerinde Tüm İnsanlar İttifak Halindedirler
İhtiyaçlarını Karşılamayan Hiçbir Mamur Belde Yoktur:
Bil ki: Mamur beldelerde bulunan hiçbir şehir, ihtiyaçlar ve bunların giderilmesi için gerekli olan kurum ve kuruluşlardan hah değildir. Mutedil bir tabiata sahip olan, üstün ahlâk anlayışı bulunan hiçbir ümmet, tâ Hz. Adem’den başlayarak kıyamet gününe kadar bu kurumların dışında olmamıştır ve olmayacaktır. Bunlar, esas itibarıyla, her ulus tarafından benimsenmiş ve asırdan aşıra, nesilden nesile uygulanagelmiş, karşı çıkanlara çok sert bir şekilde tepki gösterilmiş şeylerdir. Uluslar bunları, çok açık olmaları sebebiyle bedîhî şeylerden saymaktadırlar. Sözünü ettiğimiz bu ihtiyaçlar ve onların karşılanması için gerekli olan kurum ve kuruluşların şekillerinde ve ayrıntılarında ihtilâfın olması, sizi bu konuda yanıltmaman ve tezimizi tasdikten alıkoymamalıdır.
Meselâ, bütün insanlık, ölülerin cesedini ortadan kaldırmak ve kokuşmasını önlemek, edep yerlerini örtmek üzerinde görüşbirliği içerisindedirler; yani esasta birdirler. Fakat sonra tercih edilen surette farklı düşünebilirler ve bunun sonucunda da kimi cesedi gömmeyi tercih ederken, kimi yakmayı yeğler.
İnsanlar, nikâhın aleniliğini ve böylece herkesin gözü önünde yapılarak zinadan ayrılması esası üzerinde müttefiktirler. Sonra şekilde farklılıklar ortaya çıkmış ve bazıları şahit tutulmasını, icab ve kabulün olmasını, ziyafet verilmesini şart olarak aramış; diğer bir kısmı ise tef çalmayı, şarkı söylemeyi, sadece büyük ziyafetlerde giyilecek lüks elbiseler giymeyi gerekli görmüşlerdir.
Zinakârların ve hırsızların cezalandırılması hakkında görüşbirliği etmişler, sonra şekil üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Kimileri recim [278] ve elkesme cezasını tercih etmişler; bazıları da ağır şekilde dövmeyi, işkence verici hapsi, altından kalkılmaz maddî tazminatı ceza olarak benimsemişlerdir.
İhtiyaçlar Ve Onların Giderilmesi İçin Gerekli Olan Kurum Ve Kuruluşlara Ancak Aptallar Ve Fâsıklar Muhalefet Eder:
Bu konuda iki grup muhalefet edebilir:
- a)Hayvanlar sınıfına dahil olabilecek aptallar:Çoğunluk insanlar, bu tiplerin sağlıklı bir mizaca sahip olmadıkları, akıllarının noksan olduğu konusunda kuşku duymazlar ve onların kendilerini, sözü edilen kayıtlardan âzâde saymalarını aptallıklarının nişanesi görürler.
- b)Fâsıklar:Eğer bunların kalplerini açmak ve içindekilere bakmak mümkün olsa, onların da sözünü ettiğimiz kurum ve kuruluşlara inandıkları, fakat şehvetlerinin esiri oldukları görülür. Bunlar, bile bile onlara karşı çıkarlar ve onun bunun kızlarıyla, kızkardeşleriyle zina ederler. Oysaki, aynı şeyi bir başkası kendi kızları ya da kızkardeşleriyle yapacak olsa, öfkelerinden nerede ise çatlarlar. Aynı duyguyu başkalarının hissettiğini de kesin olarak bilirler. Keza bu yaptıkları ahlâksızlıkların toplum nizamım bozduğunu da çok iyi bilirler, fakat şehevî arzuları gözlerini bürümüş, kalpleri kör olmuştur; asla yola gelmezler. Aynı durum; hırsızlık, gasb ve diğer gayrimeşru tasarruflar için de geçerlidir.
Dolayısıyla bu iki tip insanların muhalefetleri, yukarıdaki tezimizin doğruluğunu ortadan kaldırmaz.
Bozulmamış Fıtrat, İhtiyaçların Giderilmesi İçin Gerekli Kurum Ve Kuruluşlar Üzerinde Görüşbirliği Etmeye Çağırır:
Bütün insanların, fıtrî bir saik olmaksızın durup dururken sözünü ettiğimiz yollar üzerinde görüşbirliği ettiklerini zannetmek yanlış olur. Bu, doğudan batıya bütün insanların tek bir çeşit yiyecekle gıdalanmak üzerinde ittifak etmeleri gibi bir şeydir. Bundan daha saçma bir şey olabilir mi? Aksine fıtrat-ı selime şunu ortaya koymaktadır:
Yeryüzünde yaşayan insanlar, birbirlerinden uzak ülkelerde yaşamalarına, ayrı ayrı gidişat ve dinlere sahip olmalarına rağmen eğer sözünü ettiğimiz bu kurum ve kuruluşlar üzerinde görüşbirliği etmişlerse, mutlaka bunun şu üç sebebi vardır:
- a)Kaynağını insan türünün özelliklerinden alan fıtrî bir münasebet.
- b)İnsanoğlunun devamlı yüzyüze kaldığı ihtiyaçlar.
- c)İnsan türünün, fertlerde mizaç olarak bulunmasını gerekli kıldığı ahlâk anlayışı.
Meselâ, yerleşim alanlarından uzakta, hiç kimsenin olmadığı bir yerde bir insan yetişse, hiçbir kimseden en ufak bir davranış biçimi öğrenmese, şüphesiz bu insanın, açlık, susuzluk ve şehvetten kaynaklanan ihtiyaçları olacak, hiç kuşkusuz kadına arzu duyacaktır. Bir kadının da bulunması halinde, eğer yapıları sağlıklı ise aralarında çocuklarının olması muhakkaktır. Bunlara giderek yeni evleri eklenecek ve aralarında muameleler başlayacaktır. Böylece birinci dereceden olan ihtiyaçlar ve giderilme yolları bir intizama girecektir. Sonra zamanla daha da çoğalınca, aralarında üstün ahlâk sahibi kimseler çıkacak, yeni yeni olaylar meydana gelecektir. Bütün bunlar diğer ihtiyaçları ve giderilme yollarını ortaya çıkaracaktır.
Allah’u a’lem!
11) İnsanlar Arasında Geçerli Olan Davranış Kalıpları (Rüsum)
Davranış Kalıpları, Şeriatlarda Bulunması Amaçlanan İhtiyaçlardandır:
Bil ki: İnsan türünün gerekli kıldığı ihtiyaçlar içerisinde davranış kalıpları, insanın bünyesine nisbetle kalp mesabesindedir. Tüm şeriatlar öncelikli olarak ve bizzat onlara yönelik amaçlar taşımışlar, ilahî hikmet ve yasalar onlar üzerinde durmuşlar, onlara işaretlerde bulunmuşlardır. Bunların çeşitli açılardan sebepleri vardır. Bunlar:
- a) Ortaya çıkış sebepleri:
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
- Hikmet sahiplerinin bulup ortaya çıkarmaları.
- Melekî nurla teyid edilmiş bulunan insanların kalplerine hakkın yani doğru olan davranış biçimlerinin ilhamı.
- b) İnsanlar arasında yayılmasını gerektiren sebepler:
Bunlar da:
- Herkesin sevip saydığı, itaat ettiği büyük bir hükümdarın tuttuğu bir yol olması,
- İnsanların içlerinde hissettikleri, fakat bir türlü ifade edemedikleri şeylerin açıklaması olması, dolayısıyla kalbin şehadetiy-le hemen kabulle karşılanması gibi şeylerdir.
- c) Onlara dört elle sarılmalarını gerektirensebepler:
Bunlar da:
- İhmali halinde gaybî bir cezanın olduğunu tecrübe etmiş olmaları,
- Gaflette bulunulması halinde fitne ve fesadın ortaya çıkması,
- Terkini kınayan görüş sahibi kimselerce yapılmış olması ve buna benzer daha başka sebeplerdir.
Basiret sahibi kişi, birçok davranış biçiminin çeşitli ülkelerde, zikrettiğimiz benzeri sebeplerle, kimi yerde ihya olurken, kimi yerde de unutulmaya yüz tutmasından hareketle bunu tasdike muvaffak olabilir.
Davranış Kalıpları (Merasim Ve Formaliteler), İhtiyaçların Giderilmesi Yollarını Korur:
İnsanlar arasında geçerli bulunan davranış kalıplan (rüsum), asıl itibarıyla Hakk’tan gelmekte ve bunlarla, elverişli ihtiyaç giderme yollarının muhafazası amaçlanmaktadır. Bunlar insanları, bu yolların nazarî ve amelî kemal mertebesine doğru götürür. Eğer bunlar olmasaydı, o zaman insanların çoğunun hayvanlardan farkı kalmazdı. Nice insan, istenilen şekle uygun olarak meselâ nikâh ya da bir başka muamelede bulunur. Kendisine bu kayıtlara niçin riayet ettiği sorulduğu zaman, “herkes öyle yapıyor, ben de öyle yapıyorum” demekten başka cevap veremez. Bu insanlar icmâlî bir bilgiye sahiptirler ve onun gereğini yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Ne var ki, ihtiyacı ve onu giderecek yolları belirlemek bir tarafa, onu dille ifade bile edememektedirler. Bu insanlar, eğer takip ettiği bir yolu tutacak olmasalar, hayvanlardan farkları kalmayacaktı.
Ancak, tutulan yollara bâtıl unsurlar da karışabilir ve dolayısıyla insanlar nasıl yol tutacaklarını bilemez hale gelebilirler. Bu şöyle olur:
Küllî maslahatların değil de cüz’î görüşlerin etkisi altında kalan bir kavim riyaset makamını ele geçirebilir ve bunlar vahşice davranışlarda bulunarak yol kesme, gasb gibi saldırgan fiillere; eşcinsellik (livata), erkeklerin kadınlaşması (muhanneslik) gibi şehevî itiyatlara; riba, ölçü ve tartıda hile gibi zararlı kazanç yollarına; giyim kuşam, ziyafetler gibi konularda israfa varan ve yerine getirilmesi için insanları büyük sıkıntılara sokan âdetlere kendilerini kaptırırlar veya eğlendirici şeylere gereğinden fazla zaman ayırırlar ve böylece, dünya ve âhiret işlerini ihmal ederler; bunlara çalgı aletleriyle uğraşmayı, satranç gibi oyunları, avcılığı, kuş besleme vb. davranışları örnek olarak verebiliriz. Keza yolcuları perişan eden (gümrük ve toprakbastı) vergileri, mükellefleri icrayı faaliyet edemeyecek hale getiren haraçlar toplarlar; insanlar arasında güvensizlik, cimrilik, kin ve nefret duyguları yerleşir; bütün bunların kendileri tarafından diğer insanlara yapılmasını hoşgörürler, fakat aynı şeylerin kendilerine yapılmasına tahammül edemezler. Sahip oldukları makam, mevki ve iktidar yüzünden hiç kimse karşılarına çıkıp da, bu yaptıklarının yanlış olduğunu söyleyemez. Kavmin fasık ve facirleri gelir, onlara uyar ve destek verirler; onların kötülüklerini her tarafa yaymak için çaba sarfederler. Arkalarından bir kavim gelir ki, bunların içlerinde, ne salih amellere, ne de kötü amellere karşı güçlü bir meyil bulunmaz, etkilenmeye son derecede açık olurlar. Dolayısıyla başkalarını taklide gitmeleri, kendilerini bu yanlış yola girmeye sevkeder. Belki çaresizliklerinden güzel yollara giremezler. İçlerinden bir zümre, fıtratları bozulmamış olarak bulunabilir; fakat bunlar onlara katılmasa da, yaptıkları kötülükler karşısında ses de çıkaramazlar; kinlerini içlerine gömerek susarlar. Böylece sözü edilen kötü yol, iyice yerleşir ve güçlenir.
Hakkın Yayılması Ve Üstün Kılınması İçin Çalışmak Gerekir:
Bu durumda, aklı başında herkesin hakkın yayılması, üstün kılınması ve ona yürürlük kazandırılması, bâtılın da söndürülmesi ve engellenmesi için çaba sarfetmesi bir görevdir. Bazı hallerde bu, çeşitli husumetleri ve hatta savaşları göze almakla ancak mümkün olabilir. Bâtıla karşı verilen bu mücadelelerin tamamı, en üstün iyiliklerden sayılmaktadır. Hak yol yerleşip, asırdan aşıra bütün millet onu kabullendiği, hayatları ve ölümleri hep o doğrultuda şekillenmeye başladığı, nefisleri onunla yoğrulup, onun ışığında bilgilendikleri, varlık ve yokluk bakımından kendilerinin bu esaslara bağlı olduklarım zannettikleri zaman, onların dışına çıkmak ve onlara karşı isyan etmek ancak tabiatı bozuk, aklı hafif, şehveti güçlü, heva ve heveslerinin esiri olan kimseler için sözkonusu olabilir. Böyle biri, herkesçe benimsenen hak yoldan çıkmak istediği zaman, kalbinde kendisinin fısk ve fücuruna delâlet eden bir duygu hisseder, kendisi ile küllî maslahat arasına bir perde çekilir. Eğer düşüncesi fiiliyata dökülür ve o şeyi yaparsa, bu, hasta nefsinin bir dışa vurması sayılır, dininde bir gedik açılmış olur. Edinilen yol iyice yerleşince, Mele-i a’lâ sâkinlerinin dua ve yakarışları onlara uygun hareket edenlerin lehinde, muhalefet edenlerin aleyhinde olmak üzere yükselir, Hazîre-i kuds’te onları işleyen ya da terkedenler lehine ya da aleyhine rıza ve gazap hali oluşur. Tutulan yollar bu hali alınca da, artık onlar Allah Teâlâ’nın insanları üzerinde yarattığı fıtrattan sayılır.
Allah’u a’lem!
4- MUTLULUK
1) Mutluluğun Hakikati
İnsanın, Beşer Türünün Gerektirdiği Kemal Halleri Vardır:
Bil ki: İnsanın çeşitli kemal halleri vardır. Bunlar:
- a)Beşer türüne ait özelliklerin gerektirdiği kemal hali.
- b)Türün yakın ve uzak cinsiyle olan müşterek yönlerinin gerektirdiği kemal hali.
Kişinin bir mutlu olma hali vardır ve onun kaybedilmesi kendisine zarar verir, sağduyu sahibi herkes, öncelikli olarak ve tekitli biçimde ona ulaşmayı arzu eder. İşte bu halin de gerektirdiği bir kemal hali vardır.
Şöyle ki: İnsan, âdeten madenî cisimlerle müşterek bulunduğu bazı özelliklerden dolayı övülebilir; boyunun uzunluğu ve büyüklüğü gibi. Eğer mutluluk bundan ibaret olsaydı, o zaman en mutlu varlık dağlar olacaktı. Keza bitkilerle müşterek olduğu özelliklerden dolayı da övülebilir; uyumlu büyüme, güzel desenlere, revnaklı bir görünüme sahip olma gibi. Eğer mutluluk buna bağlı ise, o zaman en mutlu varlıklar meselâ gelincikler, güller… olacaktı. Yine hayvanlarla müşterek bulunduğu özelliklerle de övülebilir; yakalama gücü, yüksek sese sahip olma, aşırı derecede şehvet gücüne sahip olma, oburca yeme ve içme, aşın derecede kızma ve çekememe.., gibi. Eğer mutluluk bunlarla olacak olsaydı, o zaman eşek insanlardan daha mutlu olacaktı. Bütün bunların yanında, insanın sadece kendisine mahsus bulunan başka özellikleri de vardır ki, bunlar güzel ahlâk, ihtiyaçların karşılanması için bulunup geliştirilen kurum ve kuruluşlar, yüksek sanatlar ve sahip olunan yüce makam olmaktadır.
Kemal Halleri, Esasta Hayvanlarda da Bulunmaktadır:
Daha ilk bakışta, insanı mutlu eden şeylerin işte bu insana mahsus olan özellikler olduğu görülmektedir. Bunun içindir ki, yeryüzünde mevcut bütün milletler içerisinde akılca tam, görüşçe isabetli olan herkes, bu özellikleri kazanmak istemekte, sadece insana has olan bu özelliklerin dışında kalan (uzunluk, büyüklük, güzellik, güçlülük.., gibi) kemal hallerinin, sanki insanı övmek için kullanılacak meziyetler olamayacağını kabullenmektedir. Ancak durum, şimdiye kadar tam olarak ayıklanmış da değildir. Çünkü bunların aslı da hayvanlarda bulunmaktadır. Meselâ, şecaati (cesaret ve kahramanlık) ele alalım: Bunun aslı gazap hali, intikam sevgisi, zor anlarda sebat gösterme, tehlikeler üzerine atılma.., gibi şeylerdir. Bütün bunlar, hayvanların erkeklerinde mevcut bulunmaktadır. Ancak hiçbir zaman onlarda bulunan bu özelliklere “şecaat” denmemektedir. Bu özelliklerin şecaat adını alabilmesi için, nefs-i natıkanın feyziyle olgunlaştırılması ve bunun sonucunda onlann makûl bir saikten kaynaklanan ve küllî maslahatın emrinde olan bir halete bürünmesi gerekir.
Sanatların Aslı da Hayvanlarda Mevcuttur:
Aynı şekilde sanatların aslı da hayvanlarda mevcut bulunmaktadır. Meselâ serçenin yuvasını örmesi böyledir. Hatta hayvanlar tarafından fıtrî olarak yapılan öyle sanatlar [279] vardır ki, insanların onları yapmasına asla imkân yoktur. Şu halde insanın sanat yeteneğine sahip olması ve bundan bir mutluluk duyması, arızî olmaktadır.
Gerçek Mutluluk:
Gerçek mutluluk, hayvanı gücün nefs-i natıkaya boyun eğmesi, onun emrine girmesi, arzuların akla tabi olması, nefs-i natıkanın hayvanı güce hâkim olması, onu kontrolü altında tutması, aklın heva ve heveslere galebe çalmasıdır. Bunun dışında kalan diğer hususiyetler, mutluluk ölçütü olamazlar; dolayısıyla insanın mutluluğunu belirlemede dikkata alınmazlar.
Gerçek Mutlulukla İç İçe Bulunan Durumlar:
Bil ki: Gerçek mutlulukla iç içe bulunan durumlar iki kısımdır:
- a)Nefs-i natıkanın feyzinin, fıtrat hükmünce geçim işleri hakkında zuhur etmesi kabilinden olan kısım. Bu kısım ile elde edilmesi islenen huyun gerçekleşmesi mümkün değildir. Bilakis, bu kısımdan olan fiillere dalmak, ziyneti sebebiyle özellikle de cüz’i bir fikirle olabilir. Nitekim, noksan birinin, arzulanan kemâl hali karşısındaki durumu böyledir. Onun durumu, şecaati; öfke duygusunun galeyana getirilmesi, boğuşma ve benzeri yollarla; fesahati, Arap şiir ve hitabelerini ezberlemekle öğrenmek isteyen gibidir. Huylar, ancak diğer insanlarla haşir neşir olma esnasında ortaya çıkar; ihtiyaçların giderilmesi için gerekli olan kurum ve kuruluşlar, doğan ihtiyaçlar saikiyle bulunur; sanatlar ancak âletler ve madde ile tamam olur. Bütün bunlar dünya hayatının son bulmasıyla bitip sona eren şeylerdir. Bu durumda kişi, eğer noksan olan o hal üzere ölecek olursa ve mayası da kötü ise, kemal mertebesinden yoksun kalmış olur. Eğer bu ilişkilerin suretlerine sarılacak olursa, o zaman faydasından çok zararını görür.
- b)İkinci kısım: Bunun esasını, hayvanı gücün melekî güce boyun eğmesi teşkil eder. Hayvanı güç, melekî gücün telkini doğrultusunda hareket eder ve zamanla onun rengini ve şeklini almaya başlar. Melekî güç ise, ondan etkilenmemeye, onun telkin edeceği aşağılık renkleri kabul etmemeye ve böylece hayvanı gücün bayağı nakışlarını -mumun mühürün şeklini aldığı gibi- kabullenmemeye ve ondan etkilenmemeye çalışır. Bunun baş arıl ab ilmesi için de mutlaka, bunlardan bir kısmını melekî gücün bizatihi gerektiriyor olması, hayvanı güce telkin ve öneride bulunması, onun da meîekî güce boyun eğmesi, ona karşı çıkmaması, isteklerinden geri durmaması gerekir. Bu işlemin zaman içerisinde sürekli tekrarlanması; her defasında melekî gücün gerektirdiğine hayvanı gücün boyun eğmesi, onun isteğini yerine getirmesi ve bunun sonunda itiyat halini alması gerekmektedir. Melekî gücün bizatihi gerektirdiği bu şeylerin olması, özünde istememesine rağmen hayvani gücün de onun isteklerine boyun eğmesi için, berikinin genişleyip açılacağı, öbürünün de büzülüp sıkılacağı durumları içeren şeyler cinsinden olması gerekir. Bu, melekût âlemine benzemeye çalışmak, ceberut âleminden beklenti halinde olmak gibi şeylerdir. Çünkü bunlar, melekî gücün özelliklerinden olup, hayvanı gücün son derecede uzak olduğu şeylerdir. Ya da hayvanî gücün gereklerini, haz aldığı, zinde ve azgın halinde arzu duyduğu şeyleri bırakmak yoluyla olur.
İbadetler Ve Riyazetler:
İşte bu ikinci kısma ibadetler ve riyazetler denmektedir. Bunlar, olgun insanda bulunması arzulanan huylardan mevcut bulunmayanların elde edilmesi için gerilmiş ağlar mesabesindedir. Böylece şu sonuca ulaşılmaktadır: Gerçek mutluluk, ancak ibadetler yoluyla elde edilebilir. Bunun içindir ki küllî maslahatlar, insanlara insanlık penceresinden nida etmekte ve güçlü bir şekilde, sahip oldukları meziyetlerin -ki bunlar ikinci derecede kemal halleri olmaktadır- mümkün mertebe ıslahına çalışmalarım, en yüksek amacın, göz dikilen en büyük hedefin nefsi olgunlaştırmak ve onu Mele-i a’lâ sakinlerine benzer kılacak, ceberut ve melekût âleminden üzerine inecek oluşları kabule yetenekli kılacak sıfatlarla süslemelerini, hayvanı güçlerini melekî güçlerin emrine vermelerini, ona itaatkâr kılmalarını, hükümlerinin ortaya çıkabilmesi için melekî güce bir düzlem yapmalarını istemiştir.
İnsan, Gerçek Mutluluğa Ulaşmak İster;
Birey olarak insanlar, normal hallerde, türe ait özelliklerin tam ve eksiksiz olarak kendisini gösterebilmesi için gerekli imkânların bulunması halinde, söz konusu olan gerçek mutluluğa karşı büyük bir arzu duyar ve demir tozlarının mıknatıs tarafından çekildiği gibi, ona doğru cezbedilirler. Bu, Allah Teâlâ’nın insanlarda yaratmış olduğu fıtrî bir özelliktir. Bu özellik, fıtrî olduğu içindir ki, istisnasız bozulmamış yapıya sahip her ümmet, içerisinden çıkardığı ululan aracılığıyla bu huyun tamamlanması için çalışırlar ve en büyük mutluluğun ahlâkî kemale ulaşmak olduğunu kabul ederler. Hükümdarlar, filozoflar ve aşağıya doğru diğer insanlar, bu mevkiye ulaşmış uluların, bütün dünya nimetlerinin vereceği mutluluktan daha büyük bir mutluluğa ulaştıklarına inanırlar, onların melekleştiklerini ve melekût âlemine girdiklerini kabul ederler. Bu telakkilerinin bir tezahürü olarak da, onlara büyük bir saygı duyarlar ve teberrüken ellerim ve ayaklarını öperler. Arap olsun Acem olsun bütün milletlerin -dinleri ve âdetleri farklı olmasına, uzak uzak ülkelerde yaşamalarına rağmen- tek bir şey üzerinde bütün insanlık olarak gorüşbirliği etmeleri, ancak ve ancak fıtrî bir münasebet sebebiyle olacaktır. Başka türlüsü nasıl olabilir ki?! Nitekim daha önce, meleklik özelliğinin insanın yaratılışında fıtrî olarak mevcut olduğunu ve insanların en üstünleriy-le kendisine dayanılacakların kim olduklarını görmüştük.
Allah’u a’lem!
2) Mutluluk Konusunda İnsanların Farklı Farklı Oluşu
İnsanlar, Huylarda Farklı Farklıdırlar:
Bil ki: Şecaat ve diğer huylarda insanlar birey olarak farklı farklıdırlar.
Onlardan bir kısmı, bu huylardan tamamen yoksundurlar ve hiçbir zaman da sahip olabilecekleri umudu yoktur. Çünkü yaratılıştan, o huyun zıddı bir özelliğe sahiptirler. Meselâ, kadın tabiatlı (muhannes) kimselerle, gerçekten yufka yürekli olanların şecaath olmalarının imkânsızlığı böyledir.
Kimileri de vardır ki, söz konusu huya sahip değildir, fakat o huyu elde edebilmesi umudu vardır. Bu kısımdan olan birinin o huya ulaşması; onu nefse yerleştirecek fiil, söz ve davranışları sürekli yapması (temrin), bunları ehlinden alması, o konunun önderlerinin sözlerini ve onların başından geçen menkıbeleri hatırlaması, sıkıntılı anlarda nasıl tahammül gösterdiklerini, kendilerini tehlikelerin içerisine nasıl attıklarını düşünmesi gibi yollarla olur.
Bir kısım daha vardır ki, huyun esası bunların yaratılışlarında mevcuttur; fakat henüz uyku halindedir. Zamanla uyanarak harekete geçer. Eğer bu karakterdeki insanlar, o huydan nefislerini uzak tutmakla emrolunsalar sıkılırlar, bu kendilerine zor gelir ve öfke hali üzere susarlar. Fıtratına uygun bir şeyle emrolunsalar, ateşe tutulmuş kibrit gibi olurlar; çok sürmez hemen alev alırlar.
Kimileri de vardır ki, huy onlarda tam olarak yaratılır. Bunlar, zorunlu olarak o huyun gerektirdiği şeylere atılırlar. Yaratılışında tam olarak şecaat vasfına sahip olan bir kimseden, meselâ ısrarla korkaklık göstermesi istense, asla kabul etmezler. Bu gibi insanlar için, o huyun gereği olan fiillere, tabiat itibarıyla münasip olan davranış biçimlerine yönelmek ve onları işlemek çok kolay gelir ve bunun için hiçbir formalite ya da davete ihtiyaç duymazlar. Bu özellikteki insanlar, o huy konusunda imam/önder kimseler olup, bir başkasının rehberliğine muhtaç olmazlar. O huy konusunda ondan aşağıda bulunan diğer insanların, onu örnek almaları, onun yoluna girmeleri ve davranış kalıplarına dört elle sarılmaları; davranışlarım aynen onunkine benzetmek için tekellüfe girmeleri, menkıbelerini hatırlamaları ve böylece o huydan kendileri için mukadder olan kemal mertebesine ulaşabilmek için zorluklara katlanmaları gerekir.
İşte böyle, insanlar, mutluluklarının mihverini teşkil eden huylarda farklı farklı olmaktadırlar. Kimi vardır ki, mutluluğa ehil değildir; asla ulaşabilme umudu yoktur. Kâfir olarak damgalanmış olduğu için Hızır tarafından öldürülen kimsenin durumu böyledir. Şu âyette de bu zümreye işaret olunmaktadır:
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; dolayısıyla onlar asla (hakka) dönmezler.” [280]
Kimileri ise halihazırda yoksundur; fakat elde edebilmeleri umudu vardır. Bunlar ağır riyazetler ve nefsini muahaze edeceği sürekli ameller sonucunda yoksun oldukları huya ve dolayısıyla mutluluğa ulaşabilirler. Bunlar peygamberlerin teşvikkâr davetlerine, onlardan ulaşagelmiş sünnetlere muhtaçtırlar. İnsanların büyük çoğunluğunu bu özellikteki insanlar oluşturur. Peygamber göndermeden gözetilen asıl ve öncelikli amaç işte budur.
Bazıları da vardır ki, onlarda huy icmali olarak terkip edilmiş ve zamanla da günyüzüne çıkmaktadır. Ancak bunlar, tafsilatta ve o huya uygun düşecek davranış biçimlerinin belirlenmesi gibi konularda bir öndere muhtaçtırlar.
“(Bu öyle bir ağaçtır ki) yağı, neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir…” [281] âyetinde bu zümreye işaret vardır.
Bir zümre daha vardır ki, bunlar peygamberlerdir. Onlar için, ahlâkın zirvesine ulaşma, onlara uygun davranış kalıpları seçme imkânı vardır; elden kaçırılanlara nasıl tekrar ulaşılacağını, hazırın nasıl korunacağını, noksanın nasıl tamamlanacağını belirlerler ve bu konuda bir önder ya da davete ihtiyaç duymazlar. Bunlar, fıtratlarındaki sözkonusu huyların gereği doğrultusunda hareket ederler ve bu hareketleri, insanlar tarafından benimsenir, sünnet ve yaşantılarına düstur edinilir. Demircilik, marangozluk ve benzeri zenaatler bile insanların büyük çoğunluğu için, kendilerinden önce gelenlerin bilgi ve becerileri olmaksızın mümkün olmaz. Hal böyle iken, ancak muvaffak kılınanların yol bulabileceği şer’î talepler hakkında ne demeli?!
İşte buradan hareketle, insanların peygamberlere olan ihtiyaçlarının şiddet ve önemi, onların sünnetlerine tabi olmanın ve hadisleriyle meşgul olmanın gereği ortaya çıkar.
Allah’u a’lem!
3) Mutluluğun Elde Edilmesi Konusunda Farklı Yaklaşımlar
Bil ki: Sözünü ettiğimiz mutluluk, iki şekilde elde edilebilir:
A) Mutluluğun, Hayvani Tabiattan Tamamen Sıyrılarak Elde Edilmeye Çalışılması
Bu, tabiî yapının gereklerini dondurma, onun gücünü köreltme, bilgi ve hallerinin alevini söndürme sonucunu doğuracak çarelere başvurmak ve cihet ötesi Ceberut âlemine tam bir teveccühle yönelmek yoluyla olur. Nefis kendisini, zaman ve mekandan büsbütün ayrılma ilimlerine ve bilinen zatlara her yönden zıt olan zatı kabule verir. Bütün bunların sonucunda insanlara karışmamaya, onlardan ayrı durmaya, onların arzu ettikleri şeylere istek duymamaya, korktukları şeylerden çekinmemeye başlar ve onlardan oldukça uzak bir yerde, kenarda bir köşede bulunur.
Feylesoflardan İşrâkîlerin (Müteellihûn), sûfilerden meczûbların [282] tuttukları yol bu olmaktadır. Onlardan bir kısmı, bu yolla amaçlarına ulaşmışlardır ki, bunların sayısı çok azdır. Diğerleri ise bu amaca ulaşmak için, gözlerim oraya dikmiş bir vaziyette ve kendilerini o makamın hallerine güya benzeterek beklemektedirler.
B) Mutluluğun, Hayvanı Gücün Islâhı Yoluyla Elde Edilmeye Çalışılması:
İkinci yol, hayvanı gücün tümden ortadan kaldırılmaksızm ıslâhı, eğri taraflarının düzeltilmesi gayretidir. Bu şöyle olur: Kişi, hayvanı yönünün, nefs-i natıkada bulunan şeylere; fiil, hal, zikir ve benzeri yollarla benzer hale gelmesi için gayret eder ve çalışır. Bu, dilsizin, meramlarını sözle ifade eden insanlara, işaretlerle ifade yoluyla benzemeye çalışması; ressamın, korku, utanma.., gibi psikolojik halleri, o hallerle birlikte bulunan ve gözle görülen şeylerle tasvir etmesi; yavrusunu kaybeden kadının, acısını, duyan kimsenin hüzünleneceği, gözünde acı ve ızdırabın şekilleneceği kelimelerle ve yaktığı ağıtlarla anlatması gibi bir şeydir.
Peygamberler Göndermek Suretiyle Alınan Tedbir-i İlâhî:
Kâinatta geçerli olan tedbir-i ilâhîde prensip, en yakın ve en kolaydan başlamak ve giderek uzağa ve zora geçmek, tüm insanlığın yararına olan şeylere bakmak, şâz ve ender olan şeylerle uğraşmamak, her iki cihan saadetini de gerçekleştirmeyi amaçlamak ve bunlardan birinin diğerinin ihlâline meydan vermemektir. İşte bu durum, Allah Teâlâ’nın lütuf ve keremi, kullarına olan sonsuz rahmeti, peygamberlerin gönderilmesini gerektirmiştir. Peygamberlerin gönderilmesinden öncelikli olarak ve bizzat ikinci yolun [283] ikamesi, ona çağrıda bulunulması ve teşvik edilmesi kastedilmiştir. Birinci yola ise sadece iltizâmı işaretler ve tazammum imalarla delâlette bulunulmuş ve bununla yetinilmiştir.
En açık hüccet, ancak Allah’a aittir.
Mutluluğu Elde Etme Yollarının Açıklanması:
- a)Birinci yol:Bu ancak kendilerinde cazibe kuvveti olanlar için elverişli olabilir. Bu özellikteki insanlar ise ne kadar azdır! Keza bu, ağır riyazetler ve kuvvetlerin devre dışı edilmesi yoluyla olabilir; bunları yapabilenler ise çok azdır. Bu yolun önderleri, geçimlerini ihmal etmiş kimselerdir; onların dünya ile hiçbir ilişkileri kalmamıştır. Buna rağmen bu yolun tamamlanabilmesi için, mutlaka ikinci yola ait uğraşılardan bazı şeyleri yapmak da gerekmektedir. İki mutluluktan yani dünya ve âhiret saadetinden birinin ihmalinden mutlaka şu sonuçlar da ortaya çıkacaktır:
- a)Ya dünyaya ait insanî ihtiyaçların giderilmesi için gerekli olan tedbirler alınmamış olur.
- b)Ya da nefsin âhiret için ıslâhı yapılmamış olur.
Eğer insanların çoğunluğu, bu birinci yolu tutacak olsalardı dünya harap olurdu. Eğer insanlar, bu yola girmekle yükümlü tutulsalardı, bu takat üstü bir yükümlülük olurdu. Çünkü ihtiyaçların giderilmesi, nefiste sabit bir karakter gibi bir haldir; onu nefisten soyutlamak imkânı yoktur.
- b) İkinci yol:Bu yolun rehberleri, anlayış sahibi ve ıslâhçı kimselerdir. Bunlar, hem din hem de dünya başkanlığım birlikte yürüten kimselerdir. Bunların çağrıları kabul görür; tuttukları yol, takip edilir. ‘Sâbikûn’[284] ve “ashâbu’l-yemîn” [285] diye anılan zevat-ı kiramın kemâl halleri hep bu yol üzere olmuştur. İnsanların çoğunluğunu da bu yolu tutanlar teşkil eder. Zekisi, aptalı; işi çok olanı, olmayanı.., herkes bu yola sülük edebilir ve bir zorluk duymaz. Bu yol, kulun kendi istikametini belirlemede, nefsini doğrultup, eğriliklerini uzaklaştırmada, âhirette kendisine dokunacağını beklediği sıkıntı ve ızdırapları uzaklaştırmada yeterlidir. Zira, her nefse ait melekî fiilleri vardır; onların varlığından ferahlar ve gözü aydın olur; yokluğundan ise elem duyar.
Soyutlanma haline gelince, bu nefsin başına, nereden geldiğini bilmediği -bir süre sonra dahi olsa- kabir ve haşır âleminin hallerini getirecektir.
Şiir:
“Günler sana, açıklayacak cahili olduğun şeyleri
Sana, görevlendirmediğin kimseler getirecek haberleri”
Kısaca: Hayır ve mutluluğun bütün yollarını kavramak ve onlara ulaşmak, çoğunluk için muhal gibidir. Basit bilgisizlik, zararlı değildir.
Allah’u a’lem!
4) Mutluluğu Elde Etknek İçin Esasları
İkinci Yol Üzere Mutluluğu Elde Etmek, Dört Hasletin Varlığına Bağlıdır:
Bil ki: ikinci yaklaşım üzere mutluluğa ulaşmanın yolları gerçekten pek çoktur. Şu kadar ki, Allah’ın lütfü ve keremiyle bana gösterdiği kadarıyla, bu yollar sonuç itibariyle dört haslete çıkar. Bu dört haslette hayvani yön de müşterektir. Ne var ki, nefs-i natıka hayvanı gücü etkisiz hale getirip, onu kendisine uygun olan şeyi kabule zorladığı zaman bu hasletler arınmış olarak kendisini gösterir ve bu hal, insanın Mele-i a’lâ sakinlerine en çok benzediği haldir. Bu, onlara katılma, onların âleminde yer alma için bir hazırlıktır. Yine Allah Teâlâ bana lütfettiği ilhamında, peygamberlerin asıl gönderiliş amacının bu yola davet ve teşvik olduğunu, şeriatların bu yolun tafsilatından ibaret olduğunu ve ona raci bulunduğunu bildirmiştir.
- Birinci Haslet: Temizlik (taharet[286]):
Sözünü ettiğimiz dört hasletten ilki, temizliktir. Bunun esası şudur: İnsan, fıtrat ve sıhhat itibarıyla sağlam ve sağlıklı olduğu, kalbi güzel tedbirden alıkoyan her türlü süflî hallerden uzak bulunduğu zaman, işte böyle bir anda pisliklere bulaşırsa, büyük ya da küçük abdesti gelir ve sıkışık bir vaziyette olursa veya cima ya da öncesinde yapılan fiilleri daha henüz işlemişse, içi daralır, üzerine bir sıkıntı ve kasvet çöker; kendisini büyük bir tasa ve keder içerisinde hisseder. Sonra eğer, küçük ve büyük abdestini yapar ve hafiflerse, bedenini oğar, yıkanır, en güzel elbiselerini giyer ve koku sürünürse, az önce kendisinde bulunan sıkıntı gider ve yerini ferahlık, sevinç ve iç açılması alır. Bütün bunlar, insanların böyle yapılmasını istediklerinden ve formaliteleri yerine getirmek gereğinden dolayı değildir; aksine sadece nefs-i natıkanın özellik ve isteği sonucu olmaktadır.
Birinci ruh haletine “hades” (manevi pislik), ikincisine de “taharet” (temizlik) denilmektedir. Zeki insanlar, kendisinde beşerî özellikleri eksiksiz bulunduranlar, her iki hali de iyi bilir ve birbirinden ayırabilirler. Tabiatları gereği birine yani hades haline nefret duyarken, öbürünü yani temizlik halini severler. Aptal ve gerizekalı sayılabilecek kimseler ise, hayvani güçlerini biraz zayıflatırlar, taharet ve dünyadan el etek çekme hallerine önem verirler, onları öğrenmek için zaman ayırırlarsa, onların dahi ikisi arasındaki farkı görmeleri ve her birini, diğerinden ayırabilmeleri mümkündür.
Temizlik (Taharet) Hali, İnsanî Ruhun (Neşeme) Mele-i A’lâ Sakinlerine En Çok Benzediği Yöndür:
İnsanî ruh (neşeme) için temizlik hali, hayvanî kir ve pisliklerden arınma, inen nurla sevinme ve açılma konusunda Mele-i a’lâ sakinlerinin hallerine en çok benzeyen bir nitelik olmaktadır. Bunun içindir ki temizlik, gösterilen amelî güç nisbetinde nefsin kemâl haline ulaşabilmesi için bir ön hazırlık (şart) olmaktadır.
Hades (manevî kirlilik) hali, insanda yer eder ve onu her tarafından kuşatırsa, onu şeytanın vesveselerini kabule, hiss-i müşterek [287] gücüyle onları görmeye müsait bir hale sokar; kötü rüyalar görme, üzerinde zulmet eserlerinin görünmesi, lânetli ve alçak varlıkların gözüne gözükmesi gibi hallere maruz kılar.
Temizlik hali, insanda yer edip her tarafım kuşatınca, insan ona dikkat etmeye başlayıp kalbî bir meyil gösterince, bu hal onda meleklerin ilhamım alma ve onları görme kabiliyeti doğurur; güzel rüyalar görmesini sağlar, nurlar kendisine açılır, gözüne mübarek ve saygıya lâyık temiz ve güzel şeyler gözükür.
- İkinci Haslet: Allah Teâlâ’ya Teslimiyet:İkincisi, kulun Allah Teâlâ karşısında acizliğini kabullenmesi, O’na huşu ile teslim olmasıdır. Bunun esası da şudur: İnsan sağlıklı bir ruh yapısına sahip olduğu ve meşguliyeti olmadığı zaman, Allah Teâlâ’nın âyet ve sıfatlarını düşündüğünde, onlar üzerinde ince bir tefekkürde bulunduğunda nefs-i natıkası hemen uy anır; duyular ve beden hemen ona boyun eğer, hayret ve dehşete düşmüş gibi bir hal alır ve kudsiyet tarafına doğru bir meyil hisseder. Nasıl ki, halk hükümdarın huzurunda titrer, kendi acziyet-lerini hissederlerse, alma ve vermenin yalnızca O’na mahsus olduğunu düşünürlerse, insan da aynı hali Allah Teâlâ huzurunda hisseder.
İnsanın bu hali, Yaratıcısına yönelmek, O’nun azamet ve celâli karşısında acziyet göstermek, kudsiyeti içerisinde kendisim kaybetmek gibi hususlarda Mele-i a’lâ sâkinlerinin hallerine en yakın ve en çok benzer bir özellik arzeder. Bunun içindir ki, teslimiyet hasleti, nefsin ilmî kemâl mertebesine ulaşabilmesi için bir ön hazırlık olmaktadır. İlmî kemâlden maksadım, nefsin zihin levhasında marifet-i ilâhiyyenin nakşedilmiş olması, herhangi bir şekilde kelimelerle ifade imkânı bulunmayan o huzura katılmasıdır.
- Üçüncü Haslet: Semâhat[288]:
Bunun esasını, nefsin, hayvanî gücün motiflerine boyun eğmez bir halde olması teşkil eder. Nefis, kendisini hayvanî güce teslim etmez, onun etkileri kendisinde belirmez, onun pisliklerinden mutazarrır olmaz. Şöyle ki: Nefis, geçimi ile ilgili konularda tasarruflarda bulunur, kadınlara karşı arzu duyar, lezzet verici şeylerle uğraşır veya bir yiyeceğe karşı iştiyak duyar; sonra bu isteklerinin gerçekleşmesi için çalışır ve amacına ulaşır. Keza bir şeye kızar veya cimrilik eder. Bu gibi hallerde nefis, bir süre bu haller içerisinde istiğrak halinde bulunur ve asla bir başka şeye karşı iltifatta bulunmaz.
Sonra bu hal kendisinden gider. Eğer cömert biri ise, bu sıkıntılardan, sanki hiçbir şey olmamış gibi çıkar. Eğer öyle değilse, o zaman bu keyfiyetler kendisini sarsar ve -aynen mühürün mum üzerinde iz bırakması gibi- nefis üzerinde etkisini gösterir; nefis de onların şeklini alır.
Cömert nefis, bedenden ayrıldığı, üst üste binmiş zulmanî alâkalardan sıyrıldığı ve eski haline döndüğü zaman, dünyada iken mevcut bulunan melekî güce muhalefet hallerinden hiçbir şekilde etkilenmediğinden saf eski halini bulur; kendisi için ünsiyet hasıl olur ve en mutlu bir yaşantı içerisine girer.
Cimri olan nefsin durumu ise farklıdır; onun üzerinde sözü edilen haller iz bırakır. Meselâ birinin değerli bir malı çalınacak olsa, eğer o adam cömert biriyse fazla aldırış etmez. Yok, cimri ve dünya malına fazla önem veren biriyse; âdeta deliye döner ve çalınan malı gözünün önünden hiç gitmez. Semahat ve zıddı olan vasfın, söz konusu olduğu mahalle nisbetle birçok adı vardır. Eğer mal ile ilgiliyse cömertlik ve cimrilikten; cinsî arzu ya da yemek arzusuyla ilgiliyse iffet ve şehvet düşkünlüğünden; rahat bir hayat yaşamak, sıkıntı ve meşakkatlerden uzak kalmakla ilgiliyse sabır ve tahammülsüzlükten; şeriatta yasak bulunan günahların saikieri karşısındaki tavırla ilgiliyse takva ve fâsıklıktan söz edilir.
İnsan eğer semahat hasletine sahip ise, nefsi dünya şehvetlerinden asude olur, soyut yüce lezzetlere ulaşmaya istidat kazanır. Semahat, öyle bir halettir ki, insanı hem ilmî hem de ameli yönden istenilen kemâl halinin zıddı bir haletin kendisinde yer tutmasını engeller.
- Dördüncü Haslet: Adalet:
Adalet, nefiste bulunan bir melekedir; şehir ve mahalle düzenini sağlayan iyi fiillerin kaynağını teşkil eder; nefis, sanki o davranış şekilleri üzere kalıba konulmuş gibi olur. Bunun sırrı şudur: Allah Teâlâ’nın âlemde yaratmayı irade ettiği düzenin ıslâhı vb. gibi şeyler melekler ve cismanî alâkalardan soyutlanmış nefisler üzerinde yer eder. Böylece onların hoşnut olduğu şeyler, söz konusu düzene uygun düşecek şeye dönüşür. Bu, soyut ruhun tabiatı olmaktadır. Ruh, bedeninden ayrıldığı zaman, eğer kendisinde bu sıfattan bir şeyler varsa tamamen açılır, ferahlık hisseder ve hasis (bayağı) lezzetlerden ayıran gerçek lezzete ulaşabilmenin yolunu bulur. Eğer, bedenden ayrıldığında, kendisinde bu hasletin zıddı özelliklerden bir şeyler varsa, o takdirde daralır, yalnızlık hisseder, acı ve ızdırap duyar.
Allah Teâlâ, dini yerleştirmek, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, insanlar arasında adaleti hâkim kılmak için bir peygamber gönderdiğinde, kim bu nurun yayılması için çalışır, insanlar içerisinde ona bir yer hazırlarsa, o rahmete ulaşır. Kim de onu reddetmek, sindirmek ve yok etmek için çalışırsa, o, melun ve rahmetten taşlanarak kovulmuş olur. Adalet vasfı, insanda yer ettiği zaman, o kişi ile Arşı taşıyan büyük melekler, ihsan ve bereketin inmesine aracı olan ve Huzur’a yaklaştırılmış bulunan (mukarrabîn) melekler arasında bir müştereklik peydan olur ve bu, onunla sözü edilen melekler arasında açılmış bir kapı halini alır; böylece bu kapıdan onun üzerine meleklerin boyası iner de, kişi meleklerin rengini alır; nefsi meleklerin ilhamına ve onların verdiği işaretlerle harekete geçmeye kabiliyet kazanır.
Kişi, Dört Hasletin Kendisinde Bulunması Halinde “Fakîh” Olur:
Bu dört hasleti, gerçek anlamda kendinde bulundurduğun, onların ilmî ve amelî kemâl için gereklerinin ne olduğunu, meleklerin dünyasına girebilmek için ne yapmak gerektiğini anladığın ve ilâhî şeriatların, -gönderildiği asrın şartlarına riayetle- bu hasletlerden dallandığını kavradığın an, bilmelisin ki sen, artık hayr-ı kesîre (çok hayır) ulaşmışsın ve Allah Teâlâ’nın haklarında hayır murad ettiği “fakîh” lerden olmuşsundur.
Bu dört hasletten oluşan halete, “fıtrat” adı verilir. Fıtratın oluşabilmesi için gerekli sebepler vardır. Bunlardan bir kısmı ilmî, diğer bir kısmı da amelîdir. Keza, insanı ona ulaşmaktan engelleyen perdeler ve bu perdeleri yırtıp ortadan kaldıran çareler de vardır. Biz, burada konuyla ilgili siz okuyucularımızın dikkatini çekmek istiyoruz; dolayısıyla Allah’ın tevfîki ile aşağıda sunacağımız şeylere kulak vermenizi istiyoruz.
Allah’u a’lem!
5) Bu Hasletleri Elde Etmenin, Eksiklerini Tamamlamanın Ve Geçmişi Telafi Etmenin Yolları
Bil ki: Bu hasletler iki türlü tedbirle elde edilebilir:
- a)İlmî tedbirler.
- b)Amelî tedbirler.
A) Sözü Edilen Dört Hasleti Elde Edebilmek İçin Gerekli Olan İlmî Tedbirler:
İlmî tedbire şunun için ihtiyaç duyulur: İnsanın tabiatı, ilmî kuvvetlere boyun eğer. Bunun içindir ki, nefiste haya ya da korku gibi halet-i rûhiyelerin doğmasına sebebiyet verecek olayların meydana gelmesi halinde şehvet ve cinsî arzu gibi duyguların ortadan kalktığını görürüz. Kişi, her ne zaman fıtrata uygun olan bir şeye dair ilim sahibi olsa, bu onun nefiste tahakkuku sonucuna götürmektedir. Bu da şöyle olmaktadır: Kişi, her türlü beşerî noksanlıklardan uzak olan bir Rabbi olduğuna inanır. O’nun vasıfları şöyledir: Gökte ve yerde en ufak bir şey O’ndan gizli kalmaz. Üç kişi gizli konuşuyorlarsa, mutlaka dördüncüleri; beş kişi iseler mutlaka altıncıları Allah’tır, O dilediğini yapar, dilediği hükümde bulunur, O’nun kaza ve kaderini geri çevirecek, hükmüne engel olacak hiçbir güç yoktur. O, önce varlık vermek, sonra verdiği varlığı sürdürmek için gerekli olan bedenî ve nefsanî şartlan hazırlamak suretiyle in’âm ve ihsan sahibidir. Kulları amelleriyle sorguya çeker ve iyi amellere mükafaat, kötülerine de ceza verir. O, şöyle buyurduğu gibidir:
“Kulum bir günah işler; bilir ki (isterse) işlediği günahı affeden, (isterse) o günah yüzünden cezalandıran bir Rabbi vardır. Bunun için ben de kulumu affederim.” [289]
Kısaca, o öyle bir inanca sahip olur ki, bu inanç kalbinde büyük bir heybet ve saygı doğurur, orada sivrisinek kanadı kadarcık da olsa O’ndan başkası için teslimiyet, korku ya da saygı gibi bir duyguya yer bırakmaz. Bunun sonucunda kişi, insanın kemâl halinin, sadece Rabbine yönelmesi, sırf O’na kulluk etmesi olduğunu bilir, insanî davranışlar içerisinde en güzelinin, meleklere benzemek ve onlara yaklaşmak olduğunu kabul eder, bu inanç ve gereği olan fiillerin, kendisini Rabbine yaklaştırıcağına, Allah Teâlâ’nın bu özellikleri sebebiyle kullarından razı olduğuna, kendisi bu hal üzere devam ederse Allah Teâlâ’nın kendisini elbette başarıya ulaştıracağına inanır.
Kesin olarak -aksine ihtimal vermeksizin- bilir ki, mutluluğu, bu özellikleri elde etmesine; bedbahtlığı da onları ihmal etmesine bağlıdır. Dolayısıyla, hayvani yönünü şiddetli bir şekilde uyaracak, onu güçlü bir şekilde kontrol altında tutacak ve kötü fiiller işlemekten alıkoyacak bir kamçıya sahip olması gerektiğine inanır.
Peygamberlerin Tebliğ Metotları:
Bu konuda peygamberlerin tuttukları yollar farklı farklı olmuştur. Allah Teâlâ’nın Hz. İbrahim’e indirdiği metodun esasını “Allah Teâlâ’nın üstün âyetleri ve yüce sıfatları, iç ve dış âlemle ilgili nimetleri üzerinde düşündürme ve onları hatırlatma” prensibi teşkil etmektedir. Böylece Allah Teâlâ, bu metotla kendisinin sığınılacak tek yer olduğu düşüncesini kullarının zihninde uyandırmayı murad etmiş; kendi adını başkalarının adını anmaya tercih etmelerini, büyük bir sevgi ile kendisine bağlanıp, üstün bir gayretle kullukta bulunmalarını ve ibadet etmelerini sağlamak istemiştir.
Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya bunların yanı sıra “Allah’ın günlerinin hatırlatılması” metodunu da vermiştir. Bu yol, Allah Teâlâ’nın, dünya hayatında itaatkârları nasıl ödüllendirip isyankârları cezalandırdığını, nimetleri nasıl azap haline dönüştürdüğünü hatırlatmaktır. Bununla, insanların kalplerinde günahlara karşı bir korku; emirleri yerine getirmeye karşı da güçlü bir arzu oluşması amaçlanmıştır.
Bizim Peygamberimizin (s.a.) Metodu:
Bizim peygamberimize ise, davet metodu olarak öncekilere ilâveten “kabir ve sonrası âhiret alemiyle ilgili haller ile uyarma ve müjdeleme, iyilik ve kötülüğün özelliklerini açıklama”dır. Sonra bunları sadece bilmiş olmak yeterli değildir; aksine onların mutlaka sürekli tekrarlanması ve her an göz önünde bulundurularak üzerinde düşünülmesi ve böylece ilmî melekelerin bunlarla dopdolu olması ve bunun sonucu olarak da organların onlara itaatinin sağlanması gereklidir.
Bu üç metot [290] yanında iki yöntem daha vardır: Bunlar:
- a)Vacip, haram.., gibi hükümlerin açıklanması,
- b)Kâfirlere düşmanlık beslenmesidir.
Böylece beş dal ortaya çıkar ki, bunlar, Kur’ân-ı Kerîm ilimlerinin esasını teşkil ederler.
B) Dört Hasleti Kazanabilmek İçin Gerekli Amelî Tedbirler:
Amelî tedbirlerin esasını; nefse, elde edilmesi arzulanan hasleti hatırlatacak, onu uyaracak, onu harekete geçirecek ve teşvik edecek her türlü hal, fiil ve eşyaya yapışmak teşkil eder. Sözünü ettiğimiz hal, fiil ve eşya ile elde edilmesi arzulanan haslet arasında ya âdeten mevcut bulunan bir ayrılmazlık olmalı, ya da sözü edilen hasletler, fıtrî münasebet hükmünce muhtemelen onlarda bulunmalıdır. Meselâ insan, nefsini öfke için harekete geçirmek ve kızmak istediği zaman, kızmayı düşündüğü kimsenin söylediği küfür ve hakaretamiz sözlerini, kendisinin duyduğu utancı.., vb. tahayyül eder. Ağıtçı, üzüntüsünü yenilemek istediği zaman, nefsine ölünün iyi yönlerini hatırlatır ve onları düşünmesini ister, hatırasında onu canlandırır, etrafı yaygaraya boğar; cinsî ilişkide bulunmak isteyen, vücudu uyandırıcı hareketlerde bulunur. Bu konunun örnekleri gerçekten pek çoktur ve anlamak isteyene bu kadarı yeterlidir.
Hasletlerden Her Birinin Elde Ediliş Sebepleri Vardır:
Aynı şekilde, söz konusu hasletlerden her birine ait elde ediliş sebepleri de vardır. Bu durumların bilinmesi konusunda itimat, zevk-i selîm sahibi kimselerin beyanları olacaktır.
Hades (Pislik) Halinin Sebepleri:
Bunları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz;
- Kalbin süflî haller ile dolması, yani hayvanı yönün gereklerinin ön plâna çıkması. Meselâ, cinsî ilişki ya da daha başka yollarla kadınlara karşı olan arzunun tatmin edilmesi böyledir.
- Hakka muhalefeti kalbinde gizlemesi ve Mele-i a’lâ sakinlerinin laneti ile kuşatılmış olması.
- Büyük ve küçük abdest bozma ihtiyacından dolayı sıkışık bir halde olması, keza henüz yeni işemiş, büyük abdest bozmuş ve yellenmiş olması. Bu üç şey, midenin artıkları olmaktadır.
- Bedeninin kirlenmesi, ağzının kokması, burnunda sümük toplanması.
- Etek ve koltuk altlarının kıllanması.
- Elbise ve bedene pislik bulaşması.
- Duyuların, süflî halleri hatırlatacak halleri algılaması, onlarla uğraşması; iğrençlikler, cinsî organa bakmak, hayvanların çiftleşmesini seyretmek, cinsî ilişki esnasında fazlaca bakmak, melekler ve salih insanlar hakkında ileri geri sözler söylemek, insanlara eziyet verici davranışlarda bulunmak gibi.
Temizlik Sebepleri:
Temizlik sebepleri ise, yukarıda sıraladığımız hades (pislik) hallerini ortadan kaldırmalı ve onların zıddı bulunan halleri edinmek, âdeten üstün temizlik anlayışını ifade eden davranışlarda bulunmak. Bunlar gusletmek, abdest almak, güzel elbiseler giymek, koku sürünmek gibi davranışlardır ve bunlar, nefsi devamlı temizlik üzere olması için sürekli uyarıda bulunurlar.
Huşu Ve Teslimiyet Sebepleri:
Bu haslete ulaşmanın yolu, kişinin nefsini, kendince en fazla saygı ifade eden hallere sokmasıdır; başını önüne eğerek ayakta durmak, secde etmek, dua ve niyaz ifade eden kelimeleri söylemek, O’nun huzurunda alçalmak, ihtiyaçlarını sadece O’na arzetmek.., gibi. Bu tür fiiller; nefsi, huşu ve teslimiyet halinde olması için güçlü bir şekilde uyarır.
Semahat Sebepleri:
Semahat hasletini elde etmenin yolu da, cömertlikte bulunmak, vermesini öğrenmek, zulmedenleri affetmek; zor ve hoşlanılmadık şeyler karşısında nefsi sabırlı olmaya zorlamak gibi fiilleri sürekli yapmak ve böylece bunun kendisinde bir meleke halini almasına çalışmaktır.
Adalet Sebepleri:
Adalet hasletini elde etmenin yolu ise, bütün ayrıntılarıyla hak yol üzere devam etmek; sünnetten ayrılmamaktır. Allah’u a’lem!
6) “Fıtrat”ın [291] Ortaya Çıkmasını Engelleyen Perdeler
Fıtrat Halinin Ortaya Çıkmasını Engelleyen Perdeler Üçtür:
Bil ki: Fıtrat halinin ortaya çıkmasını engelleyen perdelerin en önemlileri üç tanedir:
- Yapı (tabiat, karakter) perdesi,
- Merasim (âdet, gelenek) perdesi,
- Yanlış bilgi perdesi.
- Yapı (tabiat, karakter) perdesi:
Şöyle ki: İnsanın tabiî yapısına; yeme, içme ve cinsî ilişki motifleri konulmuştur. Kalp (gönül) de; üzüntü, sevinç, öfke, korku vb. gibi psikolojik hallerin biniti (yeri) kılınmıştır. Dolayısıyla insan, sürekli bu hallerle meşgul bulunmaktadır. Zira her hal öncesinde, nefsin onun sebeplerine yönelmiş olması ve ilmî melekelerin o hale uygun düşecek sebebe tabi olması, nefsin kendisini tamamen o hali doğuracak sebeplere vermesi ve onun dışındaki her şeyden gafil bir halde bulunması söz konusudur. Bu durumda, bu meşgalelerin geriye kalan izi nefsi etkiler ve bunun sonunda o kirlenir. Bu minval üzere günler ve geceler geçer, kişi ömrünü, hep kendi yapı ve tabiatının isteklerine cevap aramakla geçirir ve bunun sonucunda da kemâl haline ait diğer meziyetleri elde etmeye zaman ve imkân bulamaz.
Nefis Perdesi:
Öyle insanlar vardır ki, iki ayağı da bu bataklığa saplanmıştır ve ömürleri boyunca oradan çıkamazlar.
Öyle insanlar da vardır ki, yapı ve karakterinin boyunduruğu altına girmiş, âdet ve geleneklerin baskısını ve aklın ilmeğini boynundan sıyırıp atmış; artık kınamaya aldırış etmez olmuşlardır. (Bu durumda kişi, ne aklın gereklerine, ne de insanların beklentilerine kulak asmaz.) İşte bu perdeye, “nefis” adı verilir. Ancak kimin aklı tam olur ve hep teyakkuz halinde bulunursa, vakitlerini kollayarak fırsatlar bulur ve bunları değerlendirerek, yapı ve karakteriyle ilgili hallerini teskin etmeye, nefsini hem sözü edilen hallerle hem de diğerleriyle ilgilenir bir hale getirmeye, kendi tabiatının gereklerine koşmak yanında, başka ilimlerin de feyzini gerektirici bir hale girmeye çalışır, düşünme ve fiiliyata dökme kuvvetleri oranında insanî kemâle arzu duyar.
- Merasim (âdet, gelenek) perdesi:
Kişi daha gözünü açar açmaz, ilk kez, mensup olduğu kavmini, belirli bir giyim kuşam, çeşitli kurum ve kuruluşlar, iftihar vesilesi ve faziletler -fasâhat, zenaat gibi- içerisinde görür. Bütün bunlar, onun kalbinde derin bir etki yapar ve onları büyük bir azim, sarsılmaz bir gayretle karşılar. İşte bu, merasim perdesidir ve “dünya” diye isimlendirilir.
Bazı İnsanlar, Hep Perdelerle Meşgul Olur:
Öyle insanlar vardır ki, kendisine ölüm gelinceye kadar hep perdelerle meşgul olur ve bunun sonucunda hiçbir fazilete ulaşamaz. Çünkü faziletler, ancak beden ve âletlerle tamam olabilir; beden yok olunca artık onları kazanma imkânı kalmaz. Dolayısıyla nefis faziletlerden yoksun bir halde kalakalır. Böyle birinin durumu, (âyetlerde işaret olunduğu gibi) güzel bir bahçesi olup da, bahçesine kasırga isabet edenin haline [292], ya da şiddetli rüzgarlı bir günde yele savrulan küle [293] benzer; elde avuçta bir şey kalmaz.
Eğer kişi, çabucak ayılan biri ve güçlü bir kavrayışa sahipse, bir delil-i burhanı veya hatâbf [294] ile ya da şeriatı taklit yoluyla, bütün kullar üzerinde hükümran olan, işlerini düzene koyan, kendilerine her türlü nimetleri veren bir Rabb olduğunu anlar. Bunun sonrasında kalbinde O’na doğru bir meyil ve muhabbet meydana getirir ve O’na yakınlaşmak ister, ihtiyaçlarını O’na arzeder, kendisini O’nun huzuruna atar.
Bu yönelişte, kimisi isabet eder ve amacına ulaşır; kimisi ise hata eder.
Genelde Yapılan Hata İki Şekilde Olur: Benzetme (Teşbih) Ve Şirk Koşma:
Hataların büyük çoğunluğu iki şekildedir:
- Vâcib Teâlâ’da, yaratıklara ait sıfatların bulunduğuna inanmak.
- Yaratıklara, Vâcib Teâlâ’nın sıfatlarını isnad etmek.
Birincisi, teşbih yani benzetme olmaktadır. Bunun çıkış yeri, gaibi, hazır bulunana (görülene) kıyas etmektir. İkincisi ise, şirk koşmak (işrâk) olmaktadır. Bunun da kaynağı, yaratıklardan doğan olağanüstü haller görmek ve onları, bizzat onların yarattığını düşünmek; o olağanüstü hallerin onlara mahsus bir özellik olduğunu kabul etmek ve böyle inanmak.
Değerli okuyucu! Bütün insanları teker teker araştırmaya tabi tutacak olursan, onların bu size arzettiğim durumdan farklı olmadıklarını görürsün. Sanmam ki sen, onlarda bir farklılık bulasın. Aksine bütün insanlar, -herhangi bir şeriata bağlı olsalar bile- mutlaka az ya da çok, kendi yapı ve karakterlerinin perdele-riyle (istekleriyle) meşgul olurlar; her ne kadar merasime (gelenek, formalite) dayalı fiillere doğrudan girişmeseler bile yine âdet ve geleneklere takılmak suretiyle geçirecekleri belli bir vaktin olması kaçınılmazdır. Bu durumda o kişinin bütün ilgisi, mensup olduğu kavmin sözce, giyim kuşamca, huyca ve akılca en üstün gördüğü kimselere benzemeye çalışmak olacaktır. Yine onların öyle bir vakitleri olur ki, bu vakitte işittikleri şeye kulak verirler; fakat Ceberut ve âlemdeki gaybî tedbire dair sözlere kulak vermezler.
Allah’u a’lem!
7) Perdeleri Kaldırma Yolu
Tabiî Yapı Ve Karakter Perdesinin Kaldırılması İçin Çare:
Bil ki: Tabiî yapı perdesinin kaldırılması iki şeyle olur. Bunlardan birincisi, emredilen, terğîbe konu olan ve teşvik gören bir şeydir, ikincisi ise, üzerine yukarıdan konulan ve onunla sorumlu tutulan; kulun dileyip dilememesine bakılmayan şeydir.
Birincisi, hayvanı yönü zayıflatan riyazetlerdir; oruç tutmak, geceleyin uyumamak gibi. İnsanlardan bir kısmı, ifrata gitmekte ve Allah Teâlâ’nın yarattığı şeyleri değiştirme gibi bir aşırılığa düşmektedirler. Meselâ, üreme organının kesilmesi, el ve ayak gibi değerli bir organın devre dışı bırakılması gibi. Bunları yapanlar, zır cahillerdir. Oysaki işlerin en hayırlısı, orta yoldur. Oruç tutmak ve geceleyin uyumamak, ilaç mesabesindedir; ihtiyaç miktarı kadar ayarlanması gerekir. İlaç, gereğinden fazla alınması halinde zararlı olduğu gibi, bunlar da, ölçü kaçırıldığında zararlı olur.
İkincisi, tabiî yapının peşi sıra giden ve râşid sünnete muhalefet eden kimseleri uyarmak, tabiatın galebe çalacağı her bir şeyden kurtulmanın yollarını beyan etmek ve bunun için bir sünnet (yol) koymaktır. Bunu yaparken insanları büsbütün sıkıntıya sokmak gerekmez. Her hususta, sadece sözlü uyarı ile yetinmek de olmaz. Bilakis mutlaka işin ucunda, bazı konulara has olmak üzere şiddetli dövme ve ağır bir yük altına sokma da olmalıdır. Buna en lâyık olanlar da, sirayet edici zararlar içeren zina ve öldürmek gibi aşırı muzır fiilleri işleyenlerdir.
Merasim (Âdet, Gelenek) Perdesinin Kaldırılması:
Bu perdenin kaldırılması ise, iki şeyle olur:
- Her ihtiyaç esnasında Allah Teâlâ’nın adını anmak. Bu, bazen emrolunduğu bazı lâfızları tekrarlamak suretiyle olur. Bazen de sırf Allah’ın arzusunu dikkate alarak çizilmiş sınırlara ve getirilmiş kayıtlara uymak yoluyla olur.
- Tâatlerden bazı türlerin, yaygın bir merasim şekline sokulması ve onların korunması için tekit ve teyide gidilmesi, bu konuda kişinin dilemesine ya da yan çizmesine dikkat edilmemesi, terki halinde kınanması; o merasimleri kaçırmasına bir ceza olarak firenlenmesi, makam ve mevki gibi arzuladığı bazı şeylere getirilmemesi.
İşte bu iki tedbir ile merasim gaileleri bertaraf edilir ve o, artık Allah’a ibadeti tekit ve teyit eder, hakka davet eden yol (sünnet) olur.
5. Yanlış Bilgi Perdesi: Şirk Koşma Ve Teşbih:
Yanlış bilgi, her iki kısmıyla [295] birlikte iki sebepten kaynaklanır:
- Rabb’in yüce ve erişilemez oluşu:Kişi, Rabbini tam anlamıyla bilemez; çünkü O, gerçekten beşer sıfatlarından çok yücedir ve sonradan olan ve duyularla algılanabilen şeylerin özelliklerinden münezzehtir. Bu erişilemezliği ortadan kaldırabilmenin yolu, insanlara, ancak zihinlerinin alabileceği bir şekilde hitap etmektir.[296]
Bu konuda asıl şudur: Hiçbir mevcud veya mütehayyiz ya da mücerred ma’dûm (?) yoktur ki, insanın ilmi ona taalluk etmesin. Bu, ya onun suretini zihne getirmek, ya da bir tür benzetme ve mukayese yapmak yoluyla olur. Hatta bu durum, mutlak adem (yokluk) ve mutlak meçhul için dahi böyledir. Bunun sonucunda adem, var olmanın bilgisi ve onunla nitelenmemesi yönünden bilinir, gene bu kökten “mefûl” sığasında türetilmiş olan (ma’dûm) kelimenin ne msnaya geldiği, keza “mutlak” kelimesinin ne mana ifade ettiği bilinir. Bütün bu şeyler toplanarak birbirine eklenir ve bunun sonucunda terkibi bir suret meydana gelir. Bu terkip, tasavvuru maksud olan fakat ne hariçte ne de zihinlerde varlığı bulunmayan şeyin anlaşılmasını temin eder.
Nitekim insan, tamamen nazari olan bir kavrama yönelir ve onun için cins ve fasıllar olduğunu düşünür ve onlara yönelir, sonra bunları terkip eder ve bundan tasavvuru matlup olan şeyi açıklayan mürekkep bir suret meydana gelir. Meselâ insanlara şöyle hitap olunur: Allah vardır; fakat O’nun varlığı bizim varlığımız gibi değildir. O diridir, fakat bizim diriliğimiz gibi değildir. Kısaca bizim dünyamızda övgü konusu olan sıfatlar ele alınır ve Allah Teâlâ onunla nitelendirilir. Bu işlemde -gördüğümüz kadarıyla- üç kavram gözönüne alınır:
- Bu sıfatların kendisinde bulunduğu bir şey. O şeyden, bu sıfatların eserleri ortaya çıkmaktadır.
- Bu sıfatların kendisinde bulunmadığı, onlara ehil de olmayan bir şey.
- Sıfatların kendisinde olmadığı, fakat kendisinde olmaya ehil bulunan şey. Canlı, donuk (cemad) ve ölü gibi. Bunlar, eserlerinin sübutu ile sabit olurlar. (Bizim dünyamızda Övgü ifade eden sıfatlar O’na izafe edilir. Ancak bu bir teşbih doğurur.) Bu teşbihin doğuracağı sakıncalar da, O’nun bizim gibi olmadığını ifade ile telafi olunur.
- Duyuların dünya güzelliklerine dalması:Duyularla algılanan suretler, bütün ziynetleriyle, lezzetler güzellikleriyle idrak güçlerini büyüler ve ilmî melekeler kendilerini hissî suretlere kaptırır, dolayısıyla kalp onların isteklerine boyun eğer ve Hak Teâlâ’ya gerçek anlamda olması gereken şekilde teveccühte bulunamaz. Bu sakıncayı ortadan kaldırmanın yolları şunlardır:
- Riyazetler ve ameller: İnsan bunlar sayesinde -hatta âhirette bile olsa- yüce tecellîlere hazır hale gelir.
- İtikâfa çekilme ve mümkün mertebe kalbi meşgul edecek şeyleri ortadan kaldırma. Nitekim Rasûlullah (s.a.) resimli olan bir perdeyi duvardan indirmiş[297], üzerinde nakışlar (alem) bulunan bir (yün) elbiseyi de çıkarıp atmıştır. [298]
Allah’u a’lem!
5- İYİLİK VE KÖTÜLÜK
Giriş: İyilik Ve Kötülüğün Hakikati
Şimdiye kadar mücâzâtın niçin ve nedeninden, arkasından insanoğlunun fıtratında mevcut bulunan ihtiyaçlar ve giderilme yollarından bahsettik ve bunların insanlık hayatı sürdükçe bulunacağını ve aksini düşünmenin imkânsızlığını belirttik. Sonra mutluluktan ve onu elde etmenin yollarından söz ettik. Şimdi ise, artık iyilik ve kötülükten söz etmenin zamanı gelmiştir.
İyiliğin Tarifi:
İyiliği çeşitli şekillerde tarif etmek mümkündür:
İyilik (birr), insanın Mele-i a’lâya boyun eğerek, Allah’tan gelen ilhamı almada kendi benliğinden geçerek, Hak Teâlâ’nın muradı içerisinde yok olarak işlemiş olduğu her şeydir.
İyilik, insanın dünya ya da âhirette mükafaatlandırılmasma sebep olan her ameldir.
İyilik, insanlık nizamının kendisine bağlı olduğu sosyal ihtiyaçları karşılamaya yönelik olan her yararlı fiildir.
İyilik, ilâhî nizama boyun eğme manasına gelen, fıtratın ortaya çıkmasını engelleyen perdeleri ortadan kaldırmaya çalışan her türlü davranışlardır.
Kötülüğün Tarifi:
Kötülük (ism), insanın şeytana boyun eğerek, kendi benliğinden geçerek, şeytanın muradı içerisinde yok olarak yapmış olduğu her şeydir.
Kötülük, insanın dünya ya da âhirette cezalandırılmasına sebep olan her ameldir.
Kötülük, insanlık nizamının kendisine bağlı olduğu sosyal ihtiyaçların karşılanması düzenini bozmaya yönelik her türlü muzır fiillerdir.
Kötülük, ilâhî nizama isyan manasına gelen, fıtratın ortaya çıkmasını engelleyen perdeleri tekit ve teyit eden her türlü davranışlardır.
İyiliğe Ait, Allah Teâlâ’nın, Melekî Nurla Desteklenmiş Bulunan Kimselerin Kalplerine İlham Ettiği Yollar Vardır:
Daha önce beşerî ihtiyaçların karşılanması için gerekli yolların, üstün kabiliyetli insanlar tarafından, kendilerine yapılan ilham sonucu ortaya konulmuş olduğunu ve diğer insanların da, o yolların duydukları ihtiyaçları gidermeye elverişli olduklarını ve bu konudaki müsbet kaibî şehadetleri sebebiyle onlara uyduklarını ve bunlar üzerinde tüm insanların ya da en azından büyük bir çoğunluğunun ittifak halinde olduklarını görmüştük. Aynı şekilde, iyilik için de yollar vardır ve bu yollar, Allah Teâlâ tarafından, melekî nurla müeyyed bulunan ve kendilerinde fıtrat hali galip bulunan kimselerin kalplerine -aynen arılara ne yapmaları lâzım geldiğinin ilham edilişi gibi- ilham edilmiştir. Bunun sonucunda onlar, bu yollar (sünnetler) üzerinde yürümüşler, onları kabullenmişler, insanları onlara yönlendirmişler ve teşvik etmişlerdir. Diğer insanlar da, onlara uymuşlar ve bütün uluslar, birbirlerine uzak yerlerde yaşamalarına, ayrı ayrı dinlere sahip olmalarına rağmen, fıtrata uygunluk hükmünce ve beşer türünün gereği olmak hasebiyle bu yollar üzerinde görüşbirliği etmişlerdir. Bu yolların esasta bir olmasına rağmen, suret ve şekillerinde farklılıkların bulunması önemli değildir. Keza, insanlıktan nasibini almamış bazı kimselerin bunlara yanaşmamasmm da önemi yoktur. Eğer basiret sahibi kimseler, onlar hakkında birazcık düşünecek olsalar, onların mayalarının bozuk olduğunda ve insanlıktan nasipleri bulunmadığında en ufak kuşku duymazlar. Bu gibi problemli insanlar, bedendeki (ur gibi) fazla bir organa benzerler; kesilip atılması, orada kalmasından daha güzel olur.
İyilik Yollarının Yayılma Sebepleri:
Bu yolların yayılmasının, önemli sebepleri ve güçlü tedbirleri vardır. Bunlar, vahiy ile desteklenmiş bulunan peygamberlerin üstün gayretleri vasıtasıyla olmuştur. Onlar böylece, bütün insanlık üzerinde kendilerine karşı duyulması gereken bir minnet borcu oluşturmuşlardır.
Biz burada, dünyanın dört bir bucağında yaşayan büyük ümmetlerin -ki bu ümmetler; bünyelerinde, âbidlerden, hükümdarlardan, üstün görüş sahipleri filozoflardan pek çoğunu barındıran ve Arap, Acem, Yahudi, Mecusi, Hindli.., gibi pek çok değişik uluslardan meydana gelen ümmetlerdir- üzerinde görüşbirliği ettikleri bu yollardan en önemlileri üzerinde kısaca durmak, bunların, hayvanı gücün, melekî güce boyun eğmesi sonucunda nasıl ortaya çıkarıldıklarını ve -bizim kendi üzerimizde defalarca tecrübe ettiğimiz ve akl-ı selimin de gereği olmak üzere- bazı faydalarını açıklamak istiyoruz.
Allah’u a’lem!
1) Tevhîd
Tevhîd, Her Türlü İyiliğin Esasıdır:
Bütün iyiliklerin esasını, her türlü güzelliğin temelini tevhîd inancı teşkil eder. Çünkü âlemlerin Rabbi olan Allah’a huşu ile teslim olmak, tevhîd esasına dayanır. Huşu ve teslimiyet ise, mutluluğu kazandırıcı huyların en önemlisi, ilmî tedbirlerin -ki iki yoldan [299] en faydalısı olmaktadır- esası olmaktadır. İnsanın gayb âlemine tam anlamıyla teveccühü ancak bununla mümkün olur; nefis, o âleme katılabilmeye ancak bu sayede kabiliyet kazanır. Rasûlullah (s.a.), bunun ne derecede önemli olduğuna dikkatleri çekmiş ve tevhidin, iyilik türlerine olan nisbetinin, kalbin bedene olan nisbeti gibi olduğunu; dolayısıyla eğer o düzgün olursa hepsinin düzgün olacağını; onun bozulması halinde ise, diğerlerinin de bozulacağını beyan buyurmuştur. Bunu, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimse hakkında, mutlak bir ifade ile “onun cennete gireceğini” veya “Allah Teâlâ’nın ona cehennemi haram kılacağını” ya da “ona cenneti kapatmayacağını” beyan etmesiyle ifade etmiştir. Yüce Rabbi’nden naklettiği bir kudsî hadiste de şöyle buyurmuştur:
“Kim bana, yeryüzü dolusu kadar hata ile gelse, fakat Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmamış bulunsa, ben de onu işlediği hata kadar mağfiretle karşılarım.” [300]
Tevhidin Mertebeleri:
Bil ki: Tevhidin dört mertebesi vardır:
- “Vâcibu’l-vücûd’[301] vasfını, sadece Allah Teâlâ’ya hasretmek ve O’ndan başkasının varlığını vâcib görmemek.
- Arşın, göklerin, yeryüzünün ve orada bulunan diğer cevherlerin yaratılışını sadece Allah Teâlâ’ya hasretmek.
Bu iki derece, ilâhî kitapların (herkesçe müsellem olduğundan) üzerinde durmadığı tevhîd mertebeleri olmakta ve bu konuda ne Arap müşriklerinin, ne de Yahudi ve Hıristiyanların muhalefeti bulunmamaktadır. Dahası, Kur’ân-ı Kerîm, bu iki mertebenin herkesçe müsellem bulunan mukaddimelerden olduğunu ifade etmektedir. [302]
- Göklerin, yeryüzünün ve bunlar arasında bulunan her şeyin idaresini sadece O’na hasretmek.
- O’ndan başkasını ibadete lâyık görmemek.
Bu son iki mertebe de, aralarındaki tabiî bağ sebebiyle birbiriyle iç içe ve birbirinden ayrılmaz durumdadır.
Tevhîd ve şirk (iyilik ve kötülük) konusunda ihtilâflar:
İnsanlardan bazı gruplar, tevhîd ve şirk konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bunların çoğunluğunu şu üç fırka teşkil eder:
- Yıldızperestler:
Bazı insanlar, yıldızların ibadete lâyık olduğuna, onlara ibadet etmenin dünyada fayda vereceğine inanırlar, ihtiyaçları onlara arzetmenin hak olduğunu düşünürler. Bunlar şöyle derler: Biz yıldızların; günlük olaylar, kişinin mutluluk ya da bahtsızlığı, sıhhati ya da hastalığı üzerinde büyük bir etkisi olduğunu anladık. Keza onların soyut (mücerred) ve düşünen nefisleri olduğunu ve bu nefislerin onları hareket haline ittiğini, kendilerine tapanlardan gafil olmadıklarını gördük.
Bu inançta olan yıldızperestler, zamanla onların isimleriyle heykeller yaptılar ve onlara tapmaya başladılar.
- Müşrikler: Allah’a ortak koşanlar:
Müşrikler; önemli olayların idaresi konusunda, yine olması kesin olarak programlanıp kararlaştırılan şeyler hakkında müslü-manlarla aynı şekilde düşünmektedirler. Bunun dışında diğer konularda ise farklı bir inanca sahiptirler.
Bunlar, daha önceki nesillerden sâlih insanların Allah’a ibadet ettiklerini, O’na yaklaştıklarını, bunun sonucunda da Allah Teâlâ’nın onlara uluhiyyet (tanrılık vasfı) verdiğini, böylece onların da, diğer insanların kendilerine ibadette bulunmasına hak kazandıklarını kabul ederler ve inançlarını şöyle bir örnekle açıklarlar: Hükümdarlar hükümdarına kölesi hizmet eder, hizmetinde kusur göstermez ve onun teveccühünü kazanır. Bunun sonucunda da hükümdar ona, saltanat hilati verir ve ülkesinin bir bölümünün idaresini ona havale eder. Bu makama ulaşmasıyla artık ona, (aslında köle olmasına rağmen) o ülke halkının itaati vacip olur.
Bunlar şöyle derler: Allah’a yapılan ibadetin kabul edilmesi için, mutlaka bunlara ibadette bulunulması da gerekir. Dahası, Allah Teâlâ, son derece yücedir, erişilmez bir yerdedir; bunun için de, O’na doğrudan ibadette bulunmak bizatihi insanı O’na yaklaştıramaz. Bu itibarla, Allah ile kullar arasında aracı olmaları ve O’na yaklaştırmaları için, mutlaka sözü edilen sâlih insanlara ibadet etmek gerekir.
Bunlara göre, onlar işitirler, görürler, kulları için şefaat ederler, onların işlerini düzenlerler ve onlara yardım ederler.
Bu inançlara sahip olan müşrikler, zamanla onların adına taşları yontmuşlar ve bu heykelleri ibadetleri esnasında kendilerine kıble edinmişlerdir. Arkalarından gelen nesiller, bu kıble edinilen putlarla, o putların temsil ettiği kimseler arasındaki bağlantıyı kavrayamaz olmuşlar ve önlerindeki putların, bizatihi mabûd olduğunu düşünmeye başlamışlardır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ, onları reddederken, bazen hükümranlığın ve mülkün sadece kendisine ait olduğunu [303], bazen de onların cansız olduklarını [304] beyan yoluna gitmiştir. Nitekim bir âyette şöyle buyurmuştur:
“Onların yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var veya görecekleri gözleri mi var, yahut işitecekleri kulakları mı var?” [305]
- Hıristiyanlar:
Tevhîd konusunda farklı düşünen üçüncü fırka ise, Hiristiyanlardır. Bunlar, Mesih’in (s.a.) Allah Teâlâ’ya bir yakınlığı olduğuna, diğer insanlardan farklı bir yüceliğe sahip bulunduğuna inanırlar. Hal böyle iken, onlara göre Mesih’in “kul” olarak nitelenmesi uygun olmaz; bu diğerleriyle onu aynı seviyede tutmak olur ki, bu ona bir saygısızlıktır ve Allah’a olan yakınlığım görmemezliktir.
Sonra bazıları, onun bu özelliğini ifade için onu “Allah’ın oğlu” olarak isimlendirme yoluna gitmişlerdir. Çünkü bunlara göre, “Baba”, “oğul”a karşı müşfik olur ve onu bizzat kendi elleriyle terbiye eder, üstelik oğul, kişinin sahip olduğu uşakları/köleleri üzerinde bir mevkide bulunur; öyle ise Mesih’e, en uygun olanı “Allah’ın oğlu” ismidir.
Diğer bir kısmı ise, onu “Allah” diye isimlendirme yoluna gitmişlerdir. Çünkü “Vâcibu’l-vücûd” onun içine hulul etmiş ve onun içi olmuştur. Bunun içindir ki, ondan, hiçbir beşerden sudûru görülmedik fevkalâdelikler sâdır olmuştur; ölüleri diriltmesi, balçıktan kuş sureti yapıp ona ruh üfleyerek can vermesi.., gibi. Bu itibarla onun kelâmı, Allah’ın kelâmı; ona ibadet de Allah’a ibadettir.
Daha sonraki nesiller ise, zamanla Mesih’e bu isimlerin niçin verildiğini unutmuşlar ve neredeyse onun oğulluğunu gerçek bir oğulluk kabul eder, ya da onun her yönden vâcibu’l-vücûd olduğuna inanır bir hale gelmişlerdir. Bunun içindir ki Yüce Allah, onların bu inançlarını reddederken, bazen kendisinin asla eşi (zevcesi) olmadığını [306], bazen de göklerin ve yerin yaratıcısının sadece kendisi olduğunu, bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece “ol” demesinin yeterli olduğunu ve o şeyin de anında olacağını ifade etmıştır. [307]
Bu üç fırkaya ait, pek çok iddialar, sayısız hurafeler bulunmaktadır. Araştırıcı, bunları kolayca görebilir. Kur’ân-ı Kerim, işte tevhidin bu iki mertebesi üzerinde durmuş ve doyurucu bir şekilde kâfirlerin şüphelerini izale etmiş, onları reddetmiştir.
2) Şirkin Hakikati
İbadet Saygı Halinin En Son Şeklidir:
Bil ki: İbadet, insanın gösterebileceği saygı şeklinin en son haddidir. Onun, diğerlerinden daha fazla saygı ifade edişi:
- a)Ya suret itibariyledir; kıyam ve secde halleri gibi.
- b)Ya niyetle olur. Yani ibadet fiiliyle, kölelerin efendilerine (mevlâ), halkın hükümdarlara, ya da öğrencilerin hocaya gösterdikleri saygıyı ifade etmeye niyet eder. Bir üçüncü sebep yoktur.
Secde Hali, Saygı Şekillerinin En Yücesidir:
Meleklerin, Hz. Adem’i, Hz. Yûsufun kardeşlerinin kendisini selâmlamaları secde (selâm secdesi) ile olmuştu. Öbür taraftan secde hali, saygı ifadesinin en yüce tezahür şekli olmaktadır. Bu durumda, secdenin saygı için mi, yoksa selâm için mi olduğunun ayrılması için mutlaka niyete ihtiyaç bulunmaktadır. Ne var ki, durum şu ana kadar açıklık kazanmış değildir. Nitekim meselâ “Mevlâ” kelimesi de böyledir ve o, çeşitli manalar hakkında kullanılmaktadır. Burada ise kastedilen hiç şüphesiz Ma’bûd’dur. Dolayısıyla (yukarıdaki) ibadet tarifi içine alınmıştır.
Durumu şöylece açıklığa kavuşturabiliriz: Saygı göstermek, saygı gösteren kişinin zaafını, aşağılığını, teslimiyet ve boyun eğmesini; saygı gösterdiği kimsenin de gücünü, şerefini, hükmünün diğeri üzerinde geçerliliğini ve ona olan hâkimiyetini düşünmeyi gerekli kılar.
İnsan, Kendi Haline Kaldığı Zaman, Takdire Hakkı Olanı Anlar:
İnsan, kendi haliyle baş başa kaldığı zaman, hiç şüphesiz kuvvet, şeref, hakimiyet ve benzeri kemâl derecesini ifade eden şeyler hakkında iki mertebe takdir eder:
- a)Kendisi ve kendisine benzer durumda olanlar için belirlediği mertebe.
- b)“Hudûs” (yani sonradan olma) ve “imkân” (yani var olması da yok olması da aynı derecede mümkün olma) özelliklerinden tamamen yüce ve münezzeh bulunan Zât’a ve bu Yüce Zât’ın özelliklerinden kendisine bir şeyler intikâl etmiş olan kimselere nis-betle belirlediği mertebe.
Gaybî Şeylerin Bilinmesi, İnsanı İki Derece Üzere Kılar:
Gaybî hususların bilinmesi, iki derece üzere olur:
- a)Görmek, mukaddimelerini düzene koymak, hads (sezgi), rüya, nefsine tamamen zıt görmediği şeylerden ilham almak.., gibi yollarla elde edilen ilim.
- b)Zatî ilim: Alimin başka birinden almadığı, elde edilmesi için bir külfete girmediği, zatının gereği olan ilim. Aynı şekilde tesîr, tedbir ve teshiri (emre hazır kılma) de, -ya da her ne dersen de- iki derece üzere kılar:
- a)Ona başlamak, organları ve melekeleri kullanmak, hararet, bürûdet (soğukluk) gibi yapısal özelliklerden yararlanmak ve buna benzer daha başka nefsini, o şeye yakın ya da uzak kabiliyet içerisinde bulacağı şeylerle harekete geçmek,
- b)Cismânî bir keyfiyet olmaksızın ve herhangi bir şeye başvurmaksızın yaratma manası. Şu âyet de buna işaret etmektedir:
“O’nun işi, bir şey yaratmak istediği zaman sadece ‘Ol’’ demektir ve o şey, derhal var olur.” [308]
Gaybî Şeylerin Bilinmesi, Azamet, Şeref Ve Kuvveti İki Derece Üzere Kılar:
Aynı şekilde, azamet, şeref ve kuvveti de iki mertebe üzere kilar.
- a)Tebaaya nisbetle, hükümdarın azameti gibi ki bu adamlarının çokluğu, gücünün bolluğu manasına gelir. Yine kahramanın zayıf ve yufka yürekliye; hocanın öğrenciye nisbetle azametleri de böyledir. Bu durumda kişi, büyüklüğün aslında kendisinin de bir payı bulunduğunu görür.
- b)Ancak Yüce Zat’ta bulunan azamettir.
Bu sırrı arama konusunda sakın ola ki, zaaf ve gevşeklik gös-termeyesin. Eğer böyle yaparsan şu sonucu göreceksin: İmkân silsilesinin, sonunda “başkasına muhtaç olmayan bir Vâcibu’l-vücûd’un varlığı”na varıp dayanacağını kabul eden her kimse, övgü konusu edilen bu sıfatları iki derece üzere kılmak mecburiyetinde olacaklardır: Oradakine (yani Müteâl varlığa) nisbetle bir derece, kendisine benzer olanlara nisbetle bir derece.
Şer’î Nassların, Olmayacak Şeylere Yorulması:
Sözü edilen bu iki derece için kullanılan lâfızlar birbirine yakındır. Dolayısıyla bazen ilahî şer’î nasslar, yanlış bir şekilde anlaşılabilir. Çoğu kere insan, bazı insanlardan ya da meleklerden veyahut da daha başka şeylerden, insanoğlunun gösteremeyeceği bazı fiillerin sâdır olduğunu görür ve bu durumda ne yapacağını bilemez, dolayısıyla ona mukaddes bir şeref ve ilâhî bir hükümranlık (teshir) gücü atfeder. Kaldı ki insanlar, yüce Zât’a ait olan dereceyi bilme konusunda da eşit değillerdir. Kimileri, mevâlîd (madenler, bitkiler, hayvanlar) üzerine galip bulunan kuşatıcı nurların kuvvetlerini ihata eder ve onları onun cinsinden bilir. (?) Bir kısmı ise, buna muktedir olamaz. Her insan, kendi gücü dahilinde mükellef tutulur. Doğru sözlü olan ve doğru bulunan yüce Peygamber’in (s.a.) günahkârın kendisini kurtarmak için başvurduğu yol ile ilgili hadisinin tevili bu şekilde olmaktadır. Hadiste [309] anlatıldığına göre, dünyada nefsânî arzularının peşinde koşturarak hayatını yaşayan bir kimse, ailesine kendisini yakmalarını ve külünü fırtınalı bir günde yele savurmalarını emretmiş, bununla tekrar diriltilmekten ve hesaba çekilmekten kurtulacağını sanmıştı. Hadiste sözü edilen bu adam, Allah Teâlâ’nın tam kudrete sahip olduğuna inanmaktadır. Ancak kudret sıfatı, sadece mümkinâta taalluk eder; mümteni’ olan şeylere taalluk etmez. O, bir kısmı denize, bir kısmı da karaya savrulmuş bulunan küllerinin bir araya toplanmasının mümteni’ (imkânsız) olduğunu düşünmüştür. Dolayısıyla bunu (Allah için) bir noksanlık kılmamıştır. Dolayısıyla kendi ilmi oranında sorumlu tutulmuş ve kâfir sayılmamıştır.
İşte iki derece arasındaki yakınlık ve bu yüzden birbirine karıştırılabilmesi dolayısıyla, teşbih ile yıldızların ve kendilerinden keşif, dualarının kabulü.., gibi harikuladelikler sâdır olmuş olan sâlih kulların Allah’a ortak koşulması, insanlar içerisinde tevarüs edilegelen bir hastalık olmuştur.
Her Peygamberin, Mutlaka Şirkin Hakikatini Açıklaması Gerekir:
Kavmine gönderilen her peygamber, mutlaka onlara şirkin hakikatinin ne olduğunu anlatmak ve her iki dereceyi birbirinden ayırmak, mukaddes olan dereceyi -her ne kadar lâfızlar birbirine yakın da olsa- sadece Vâcibu’l-vücûd’a hasretmek zorundadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) bir tabibe şöyle demiştir:
“Sen sadece hastayla ilgilenen birisin; tabîb Allah’tır.” [310]
(Kendisine “Efendimiz!” diye hitap edenlere de şöyle buyurmuştur:)
“Efendi, ancak Allah’tır.” [311]
Böylece Rasûlullah (s.a.), tevhidin gerçek manalarından bir kısmına işaret etmiş oluyordu.
Sonra Mesîh’in (s.a.) havarileri ve dininin yayımları tükenince, arkalarından bir nesil geldi ki, bunlar namazı terkettiler, şehvetlerinin peşine düştüler, kullanılan ve iki manaya da çekilebilecek lâfızları olmayacak şekilde yormaya kalktılar. Nitekim, sevgililiği ve şefaati -ki Allah Teâlâ, bunları bütün şeriatlarda seçkin kullan için bir imtiyaz kıldığını belirtmiştir- yanlış manaya yermuşlardır. Yine harikuladeliklerin ve doğuşların sudûrunu da, Allah Teâlâ’nın ilim ve teshir gücünün onlara intikaline yormuşlardır.
Gerçek şudur-ki, bütün bunlar tedbir-i ilâhînin inmesi için hazırlanmış bulunan nâsûtî (insanî) ya da ruhanî güçlere racidir; yoksa ellerinde harikuladelikler görülen kimselerin, bir şeye kendiliklerinden vücûd verme gücüne, ya da Vâcibu’l-vücûd’a ait bulunan bir özelliğe sahip olmaları asla söz konusu değildir.
Şirk Koşma Hastaları Sınıf Sınıftır:
Şirk koşma hastalığına tutulanlar, kısım kısım olmaktadırlar: Bir kısmı Allah’ın celâl ve azametini tamamiyle unutmuşlar ve sadece koştukları ortaklara tapar, yalnızca onlara yalvarır, Allah’a asla iltifat etmez hale gelmişlerdir. Gerçi nazar-ı burhanı yoluyla bunlara göre vücûd silsilesi (Vâcibu’l-vücûd olarak) Allah’a çıkıyor olsa bile fiilî durumları böyledir; Allah’tan tamamen gaflet içerisindedirler.
Bir kısmı, kâinatın efendisinin ve onu idare edenin (müdebbir) Allah Teâlâ olduğunu kabul eder; ancak O, bazı kullarına şeref ve ulûhiyet (tanrılık) libası giydirmiş ve bazı özel hallerde onlara tasarruf yetkisi vermiş, onları kulları hakkındaki şefaatlerini kabul makamına getirmiştir. Bu aynen şuna benzer: Meselâ hükümdarlar hükümdarı, her bölgeye bir hükümdar gönderir ve -büyük çaplı işler hariç- o bölgenin işlerinin idaresini ona verir. Aynen Allah da böyle yapmıştır. Bu inançta olan kimselerin dilleri, onları “Allah’ın kulları”, diye nitelemeye varmaz, diğerleriyle onları eşit tutmuş olmaktan korkarlar. Bu düşünceyle onları, “Allah’ın oğulları” ve “Allah’ın sevgilileri” diye isimlendirir ve kendilerini de onların kulu olarak adlandırırlar; meselâ “Abdu’l-Mesîh”, “Abdu’l-Uzzâ” [312] gibi. Bu, Yahudi, Hıristiyan ve Müşriklerin çoğunluğuna ve zamammızdaki Hz. Muhammed’in dininden gözüken münafıklardan bazı aşırılara ait bir hastalık olmaktadır.
Teşrîde Esas, Aslın Yerine Mahallin (Mazinne) İkâme Edilmesidir:
Hüküm teşri kılınırken takip olunan usul, aslın yerine mazinnenin yani onun muhtemelen içinde bulunacağı mahallin ikame edilmesidir. Bu itibarla, şirk koşma manasına gelebilen bazı davranışlar, küfür (inkâr) sayılmıştır; putlara secde etmek, onlara kurban kesmek, onların ismiyle yemin etmek ve benzeri davranışlar gibi.
Bu ilmin kapısının bana ilk açılışı şöyle olmuştur: Kanatlarını ve organlarını hareket ettirmekte olan zehirli küçük bir sineğe secde eden bir kavmin durumu bana arzedildi. Kalbime:
“Bunlarda şirk zulmeti görüyor musun? Acaba, putperestlerde olduğu gibi, bunları da hataları çepe çevre kuşatmış mıdır? Ne dersin?” diye bir ilham geldi. Ben:
“Hayır, ben öyle düşünmüyorum, çünkü onlar sineği kıble edinmişlerdir ve saygı gösterme derecesini diğeriyle karıştirma-mışlardır.” dedim. [313] Bunun üzerine hatiften bir ses:
“Sırra erdin!” dedi. İşte o gün, kalbim bu ilimle doldu ve konuya tam bir vukufıyet kazandım; tevhîd ve şirk koşmanın hakikatini öğrendim, Şâri’ Teâlâ’nın bunlara mahal (mazinne) olarak belirlediği şeyleri kavradım, ibadetle tedbir arasındaki illişkiyi anladım.
3) Şirkin Kısımları
Şirkin Hakikati:
Esasen şirk; kişinin, insanlar arasında yüceltilmiş bulunan bazı insanlardan sâdır olan fevkalâde hallerin, behemehal onlarda insan türüne mahsus olmayan bir sıfata sahip olması yüzünden kaynaklandığına inanmasıdır. Onda varlığına inandığı bu sıfat, Vâcibu’l-vücûd’a has bulunan, ulûhiyet vasfı bulunmayan yaratıklarda olmayan bir sıfattır. Şirke inanan kişiye göre bu şöyle olur: Tanrı, kendi ulûhiyet libasından bir başkasına giydirir veya başkası O’nun zâtı içerisinde kendi varlığını yok eder ve O’nun zâtı ile kâim olur, ya da daha başka yollarla ilâhlık vasfını kazanır. Bu tür hurafelerle, şirk koştuğu şeye kudsiyet atfeder. Hadiste şöyle gelmiştir:
“Müşrikler şöyle telbiyede bulunurlardı: Lebbeyk, lebbeyk, lâ Şerike lek illâ sertken hüue lek, temlikuhû vemâ melek.” [314]
Böylece o kişi, ilahlık vasfına sahip olduğuna inandığı insanın huzurunda aşırı bir saygı gösterir ve ona karşı, Allah Teâlâ’ya gösterilen kulluğa benzer bir davranış içerisine girer.
Bu mananın suret ve kalıplan bulunmaktadır. Bu konuda şeriat, insanların şirk niyetiyle işledikleri ve âdeten şirke mahal bulunan ve ondan ayrılmayan davranış kalıpları üzerinde durur ve sadece onları esas alır. Aynen, maslahat ve mefsedetler yerine, hep onlarla birlikte bulunan illetlerin ikame edilmesi [315] yoluna gittiği gibi, bu konuda da aynı metodu takip eder.
İslâm Şeriatında Şirke Mahal Sayılan Davranışlar:
Biz burada, Allah Teâlâ’nın, Muhammedi şeriatta -sahibine sonsuz salât ve selâm olsun!- şirke mahal (mazinne) saydığı ve bu yüzden yasakladığı bazı davranışlar üzerine dikkat çekmek istiyoruz. Bunlar şunlardır:
- Allah’tan başkasına secde etmek:
Müşrikler, putlara ve yıldızlara secde etmekteydiler. Bunun üzerine Allah’tan başkasına secde edilmesi yasaklandı. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Güneşe de aya da secde etmeyin! Onları yaratan Allah’a secde edin.” [316]
Secdede ortak koşmak, -işaret ettiğimiz gibi- beraberinde tedbirde yani kainatın idaresinde de ortak kılmayı gerektirir. Durum, bazı Kelâm bilginlerinin (mütekellimîn), “ibâdette tevhîd, dinlerin değişmesiyle değişebilen ve delîl-i burhanı istenmeyen hükümlerdendir” şeklinde zannettikleri gibi değildir. Eğer öyle olsaydı, Allah Teâlâ, yaratma ve tedbir işinin yalnız kendisine ait olduğunu, (dolayısıyla bunun gereği olan ibadette tevhidin de hakkı olduğunu) beyanla onları ilzam (susturma) yoluna gitmezdi. O şöyle buyurur:
“De ki: Hamd olsun Allah’a, selâm olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı hayırlı, yoksa O’na koştukları ortaklar mı? (Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? (…) Allah ile birlikte başka bir tanrı var öyle mi? Allah, onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir. (…) Eğer doğru söylüyorsanız, siz kesin delilinizi getirin haydi!” [317]
Doğrusu şudur ki onlar, yaratma ve büyük şeylerin idaresi konusunda Allah’ı birlemenin gerekliliğini itiraf etmekte, ibadetin bu iki tevhid şekliyle ayrılmaz halde olacağını -Tevhidin manasını ortaya koyarken işaret ettiğimiz gibi- kabullenmektedirler. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ, onları (ulûhiyette tevhidi konusunda) ilzam ettiği şeyle, (ibadette tevhidi konusunda da) ilzam etmiştir. En üstün delil ancak Allah’a aittir.
- İhtiyaçları Allah’tan başkasından arzetmek:Şirke mahal sayılan davranışlardan biri de şudur: İnsanlar;
hastanın iyileşmesi, fakirin zenginleşmesi gibi ihtiyaçlarını Allah’tan başkasına arzediyorlar, onlardan yardım bekliyorlar, isteklerinin gerçekleşmesi beklentisiyle onlara adaklarda bulunuyorlar ve bereket umarak isimlerini anıyorlardı… Bunun üzerine Allah Teâlâ, namazda:
“Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım isteriz.” [318] Denilmesini emretti ve şöyle buyurdu:
“Allah ile birlikte kimseye dua etmeyin (yalvarmayın)!” [319]
Bu âyette sözü edilen “dua” dan maksat, -tefsir bilginlerinin dediği gibi- “ibâdet” değildir; aksine “istiâne” yani yardım istemektir. Çünkü şu âyet, onun bu şekilde anlaşılmasını gerektirmektedir:
“Bilâkis yalnız Allah’a yalvarır, O’ndan yardım istersiniz; O da kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır.” [320]
- Ortak koşulan bazı şeyleri “Allah’ın kızları” ve “Allah’ın oğulları” şeklinde isimlendirmek:
Şirk olarak görülen davranışlardan biri de, ortak koştukları bazı şeyleri (putları) “Allah’ın kızları” ve “Allah’ın oğulları” olarak isimlendirmeleridir. Allah Teâlâ, bunu şiddetle yasaklamıştır. [321] Daha önce bu yasağın sırrını açıklamıştık.
- Din adamlarını Rab edinmek:
Bir diğeri; din bilginlerini, ruhbanlarını Allah’tan ayrıca Rabbler edinmiş olmalarıdır. Bu şu manada idi: Onlar, din adamlarının kendileri için helâl kıldıkları şeyleri helâl; haram kıldıkları şeyleri de haram sayıyorlar ve haddizatında da durumun öyle olduğunu kabul ediyorlardı.
“Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini.., rabbler edindiler.” [322] Ayeti inince Adiyy b. Hatim, Rasûlullah’a (s.a.) gelerek, Ehl-i kitabın böyle bir inanca sahip olmadıklarını, dolayısıyla âyetten maksadın ne olduğunu sormuştu. Rasûlullah (s.a.) ona:
“Din adamları, onlara bazı şeyleri helâl kılıyorlar, onlar da o şeyi artık helâl görüyorlardı; bazı şeyleri de haram kılıyorlar, onlar da o şeyleri artık kendilerine haram sayıyorlardı.” [323] Buyurarak âyetten ne kastedildiğini açıklamıştı.
Bunun sırrı şudur: Helâl ve haram kılma yetkisi, melekût âleminde “falanca şey sebebiyle sorumluluk vardır veya yoktur” şeklinde yürürlüğe konulan bir emirden (tekvin) ibarettir ve bu emir, o şey sebebiyle sorgulanma ya da sorgulanmama sebebi olmaktadır. Böyle bir yetki ise ancak Allah’a aittir ve sadece O’nun özelliklerindendir.
“Helâl Kılma” Ya da “Haram Kılma” İfadesinin Rasûlullah’a (s.a.) Nisbeti;
“Helâl kılma” ya da “haram kılma” ifadesinin Rasûlullah’a (s.a.) nisbet edilmesi ise, onun bu meyandaki sözünün, Allah’ın helâl ya da haram kılmasına kesin bir emare olması manasına gelir. Ümmetinden müctehidlere olan nisbetine gelince, o hükmü Şâri’ Teâlâ’dan nass olarak, ya da nasslardan çıkarılmış bir mana olarak rivayet etme anlamındadır.
Bil ki: Allah Teâlâ, bir peygamber gönderip, mucize yoluyla onun peygamberliği sabit olup, onun vasıtasıyla daha önce kendilerince haram olan bazı şeyleri helâl kılınca, bazı insanlar, içlerinde o şeye karşı bir çekingenlik duyarlar ve gönüllerinde o şeyin haramlığına doğru bir meyil bulurlar. Zira millet olarak onu haram kılmaktaydılar.
Bu çekingenlik hali:
- a)Helâl kılınan o şeyin, bu şeriatta bulunduğuna dair tereddüt sebebiyle olabilir. Bu durumda o kimse, helâllik hükmünü getiren peygamberi inkâr etmiş (kâfir) bir konumda bulunur.
- b)İlk haramlık hükmünün, neshe ihtimali bulunmayacak rouhkeralikte olduğu inancı sebebiyle olabilir. Bu inançta olan kişiye göre Allah Teâlâ, bir kuluna ulûhiyet elbisesi giydirmiş veya o kişi Allah’ta fani olup O’nunla baki (fena fillâh ve beka billâh) olmuştur. Böyle birinin, bir şeyi yasaklaması ya da mekruh kılması, (muhalefet halinde) mala ve aileye bir belânın gelmesini gerektirir. Böyle bir kişi, Allah Teâlâ’ya şirk koşuyor; ilâhı gazap ve öfke hali ile mukaddes olan haram ve helâl kılma yetkilerini O’ndan başkasına tanıyor demektir.
- Putlara ve yıldızlara kurban kesmek:
Bir diğer şekli, adlarına kurban kesmek suretiyle putlara ve yıldızlara yaklaşmaya çalışmaktır. Bu, ya boğazlarken onların adlarını anmak şeklinde, ya da onlara has olan sunaklarda kesmek yoluyla oluyordu. Bu da yasaklandı. Bu meyanda, ortak koştukları tanrılara yaklaşmak amacıyla bazı özellikteki hayvanları salıveriyorlardı. Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah, bahîra, sâibe, vasile ve ham diye bir şey (meşru) kılmamıştır. Fakat kâfirler yalan yere Allah’a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz.” [324]
- Mübarek ve saygı duyulan adlarla yeminde bulunmak:
Bir diğeri de şudur: Bazı insanlar hakkında, isimlerinin mübarek ve saygıdeğer olduğuna inanılır, yalan yere onların isimleriyle yemin edilmesi halinde, mala ya da cana bir bela geleceğine inanılırdı. Bunun için de, öyle bir şeye yeltenilmezdi. Bu inanç sebebiyledir ki müşrikler, anlaşmazlıklarda karşı tarafa hep putlarının isimleriyle yemin verdirirlerdi. Allah Teâlâ, onlara bunu yasakladı. Rasûlullah (s.a.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Kim, Allah’tan başkasının adına yemin ederse, şüphesiz o şirk koşmuştur.” [325]
Bazı muhaddisler, “Rasûlullah (s.a.), bu sözünü tehdit ve mübalağalı bir üslup için söylemiştir” derlerse de, ben aynı kanaatte değilim. Bence, hadisten murad, Allah’tan başkası adına -açıkladığımız inanç üzere- yapılan yemîn-i mün’akide ve yemîn-i gamûstur. [326]
- Allah’tan başkası adına haccetmek:
Bir diğeri, Allah’tan başkası adına haccetmektir. Bu şöyle olur: Kişi, feyiz ve bereket aldığına inandığı koştuğu ortaklara has yerlere gider, ziyaret eder ve orada bulunmayı, putlara yaklaşma sayar. Şâri’ Teâlâ, bunu da yasaklamıştır. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Hususi ziyaret amacıyla yolculuğa çıkılmaz; bundan üç mescid müstesnadır: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim mescidim.” [327]
- Çocuklara “Abdu’l-Uzzâ”, “Abdu Şems”.., gibi isimler vermek:
Bir diğeri, çocuklara “Abdu’l-Uzzâ”, “Abdu Şems”.., gibi isimler verilmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
“Sizi bir tek nefisten (Adem’den) yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da eşini (Havva’yı) yaratan O’dur. Eşini sarıp örtünce (onunla birleşince) hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız.’ diye dua ettiler. Fakat (Allah) onlara kusursuz bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında Allah’a ortak koştular, Allah ise onların ortak koştuğu şeyden yücedir.” [328]
Hadiste bildirildiğine göre Havva, çocuğuna “Abdu’l-Hars” adını koymuştu. Bu, kendisine şeytanın ilkası sonucunda olmuştu. Sayılamayacak kadar çok hadiste sabit olmuştur ki, Rasûlullah (s.a.), ashabına ait “Abdu’l-Uzzâ”, “Abdu Şems”… (Uzzâ’nın Kulu, Güneşin Kulu) gibi şirk ifade eden isimleri “Abdullah”, “Abdurrahman”gibi isimlerle değiştirmiştir.
Bu saydığımız davranışlar, şirkin suret ve kalıpları olmaktadır. Şirke mahal bulundukları için, Allah Teâlâ onların hepsini yasaklamıştır.
Allah’u a’lem!
4) Allah Teâlâ’nın Sıfatlarına İman
En Büyük İyiliklerden (Birr) Biri Allah Teâlâ’nın Sıfatlarına İnanmaktır:
Bil ki: İyilik türleri arasında en büyüklerinden biri, Allah Teâlâ’nın sıfatlarına iman etmek, O’nun yüce sıfatlarla muttasıf bulunduğuna inanmaktır. Çünkü bu inanç, kul ile Allah Teâlâ arasında bir kapı aralar ve ona, ulûhiyetin azamet ve kibriyâsını kavramasını kolaylaştırır.
Allah Teâlâ’yı Kullara Tanıtma Yolları: [329]
Bil ki: Hak Teâlâ, akıl ya da duyularla kavranılan herhangi bir şeye mukayese edilmekten veyahut arazların mahallerinde gözükmesi gibi O’na sıfatların hulul etmesinden, sıradan insanların akıllarıyla kavranmaktan, halk arasında kullanılan lâfızların O’nu ifade etmesinden münezzeh ve yücedir. Öbür taraftan O’nun mutlaka insanlara tanıtılması da gerekmektedir. Çünkü kendileri için mümkün olan kemâl mertebesine ulaşabilmeleri için, bu zorunludur. Bu durumda aşağıdaki yollara başvurmak gerekecektir:
- O’nun hakkında zahir manaları değil de sonuçları itibarıyla bazı sıfatların kullanılması vacip olacaktır. Meselâ O’na, “rahmet” sıfatının, kalbin şefkat duyması ve hislenmesi manasında değil de, nimetlerin inmesi anlamında nisbet edilmesi gibi.
- İstiare yoluyla, hükümdarın, ülkesini yönetmesini ifade etmek için kullanılan lâfızların, Allah Teâlâ’nın kâinatı idare etmesi için kullanılması. Çünkü bu manayı ifade etmek için bundan daha açık başka bir yol bulunmamaktadır.
- Teşbihler kullanılması. Bunlarla, kullanılan kelimelerin ifade ettikleri mananın kendisi değil de, örfte o benzetmeye uygun bulunan manaların kastedilnıesi şarttır. Meselâ, “eli açıklık” tan, cömertliğin kastedilmesi gibi. Yine bu teşbihlerin, muhataplara O’nun hayvanı duygulara sahip olduğunu açık bir şekilde hatırlatmaması da şarttır. Bu, tabiî muhataplara göre farklılık arzedecek bir durumdur. Buna göre meselâ Allah Teâlâ hakkında “görür”, “işitir” denir; fakat “tadar”, “dokunur” denemez.
- Allah Teâlâ’nın her ayrı konuyla ilgili fiillerini dikkate alarak O’nu “Rezzâk”, “Musavvir”.., gibi adlarla isimlendirmek.
- Allah Teâlâ’ya lâyık olmayan her türlü yakıştırmalardan özellikle de O’nun hakkında yanılgıya düşen kavimlerin itikatlarını hatırlatıcı tavsiflerden kaçınmak; “Lem yelid velem yûled” gibi.[330]
İstisnasız bütün semavî din müntesipleri, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının bu şekil üzere beyan edilmesi, O’nu niteleme babında gelen kelimelerin olduğu gibi kullanılması, kullanımı ötesinde üzerinde durularak kurcalanmaması üzerinde icmâ (görüşbirliği) etmişlerdir. Haklarında hüsnü şehadette bulunulan ilk nesiller, hep bu tavır üzere olagelmişlerdir. Sonra bazı müslümanlar, bu konuya dalmaya başlamışlar ve herhangi bir nass ya da kesin bir aklî delil olmaksızın, onların ne manalara geldiğini kurcalamaya koyulmuşlardır. Oysaki Rasûlullah (s.a.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Yaratıklar hakkında tefekkür edin, Yaratıcı hakkında tefekkür etmeyin!” [331]
“Ve şüphesiz en son varış Rabbinedir.” [332] âyeti hakkında da:
“Rab hakkında düşünme yoktur!” buyurmuştur. [333]
Rasûlullah’tan (s.a.), Sıfatların Tevil Edilmesinin Gerekliliğine Dair Herhangi Bir Rivayet Yoktur:
Sıfatlar, yaratılmış ve sonradan olmuş değildir. Bunlar üzerinde tefekkür, Hak Teâlâ’nın onlarla nasıl muttasıf olduğunu düşünmek demektir. Bu ise, yasak olan Yaratıcı üzerinde düşünmektir. Tirmizî, “Allah’ın eli doludur.” manasına olan ‘Yedullahi mel’â.’ [334] hadisi hakkında şöyle demiştir:
“Bu hadis hakkında imamlar şöyle demişlerdir: ‘Bunlara, yoruma gitmeden, ya da ‘şöyleydi, böyleydi1 gibi bir vehme düşmeden geldiği gibi inanırız. İmamlardan pek çoğu hep bu şekilde söylemişlerdir; Süfyânu’s-Sevrî, Mâlik b. Enes, İbn Uyeyne, İbnu’l-Mübarek.., bunlardandır. Onlar şöyle demektedirler:
“Bunlar rivayet edilir, onlara iman edilir; fakat keyfiyeti sorulmaz.”
Bir başka yerde de şöyle demiştir: “Bu sıfatların olduğu gibi icrası, teşbih değildir. Teşbih, “(Falan’ın) işittiği gibi işitti”, “(Filan’ın) gördüğü gibi gördü.” demektir.
Hadis hafızı İbn Hacer şöyle demiştir:
“Ne Rasûlullah’tan (s.a.), ne de sahabenin herhangi birinden, sahih bir yol ile müteşabih nassların tevilinin gerekliliğine dair hiçbir şey gelmemiştir. Yine onların ağıza alınmasını yasaklayan bir haber de gelmemiştir. Allah Teâlâ’nın peygamberine, kendisine indirdiği şeyleri insanlara ulaştırmasını emredip, arkasından “Bugün size dininizi tamamladım…” [335] buyurup, sonra da bu konuyu muğlak bir şekilde bırakması, Allah Teâlâ’ya nisbeti caiz olup olmayan sıfatları belirtmemesi mümkün ve makûl değildir. Kendisinden bir şey duyanları, “Hazır bulunan, bulunmayana ulaştırsın.” [336] Şeklinde teşvik de etmesine, bu teşviğe de uyarak O’nun sözlerini, fiillerini, davranışlarını, huzurunda yapılan işleri nakletmiş olmalarına rağmen, sıfatların tevili konusunda herhangi bir haberin bulunmayışı onların şu mana üzere icmâ etmiş oldukları anlamına gelir: Müteşâbi-hâta, Allah Teâlâ’nın muradı üzere ve “Hiçbir şey onun benzeri olmadı.” [337] buyruğunu hep dikkate alarak iman etmek, O’nu yaratıklara benzer olmaktan tenzih etmek vaciptir.
Bütün bunlardan sonra, kim bunun aksini savunur ve onların tevilinin gerekli olduğunu iddia ederse, selefin yoluna muhalefet etmiş olur.
Sıfatların, Cenâb-ı Allah’a Lâyık Biçimde Tefsiri:
Ben derim ki: İşitme (sem’), görme (basar), kudret, gülme (dıhk), konuşma (kelâm), kurulma (istiva).., arasında bir fark yoktur. Çünkü dilcilere göre bunlardan anlaşılan manalar, Cenab-ı Allah’a lâyık olmayan; O’nun kudsiyetine uygun düşmeyen şeylerdir. Sözlük anlamlarından yola çıkıldığı zaman, gülme, ağızın bulunmasını gerektirir. Konuşma da aynı şekildedir. Kavramak (batş) ve inme (nüzul), mutlaka el ve ayakların bulunmasını gerekli kılar. Aynı şekilde görme ve işitme de mutlaka kulak ve gözün olmasını gerekli kılar. Dolayısıyla onları bu manada Allah’a nisbet etmek muhal olur. Allah’u a’lem!
Bu konuya dalanlar, ileri gitmişler ve Ehl-i hadîs’e yüklenerek onları “mücessime” ve “müşebbihe”cilikle itham etmişler, onların “belkefe” [338] perdesine sığındıklarını söylemişlerdir. Doğrusu, bu konunun perdesi bana tamamen aralanmıştır ve bunun sonucunda ben gördüm ki, onların Ehl-i hadîs’e yüklenmeleri, bu konuda ileri gitmeleri tamamen temelsizdir; onlar iddialarında hem rivayet hem de dirayet yönünden hatalıdırlar, din imamlarına yönelik saldırılarında isabetsizdirler.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Müteşabihât konusunda iki önemli nokta vardır:
- a)Allah Teâlâ, bu sıfatlarla nasıl muttasıf olmuştur? Acaba, bu sıfatlar zâtının aynı mıdır? Yoksa zâtı üzerine zait midir? İşitme, görme, konuşma ve diğer sıfatların esası nedir? Çünkü bu lâfızlardan ilk etapta anlaşılan mana, Cenâb-ı Allah’ın kudsiyetiyle bağdaşmamaktadır.
Allah’ın Sıfatları Hakkında Söylenecek Hak Söz:
Bu noktada söylenecek hak söz şudur: Rasûlullah (s.a.) bu konuda hiçbir söz etmemiş, dahası ümmetine bu gibi konulara dalmayı ve bunları kurcalamayı yasaklamıştır. Bu durumda, hiçbir kimsenin bu sahaya dalmaya kalkışma hak ve yetkisi yoktur.
- b)İkincisi, “Şeriatta hangi şeylerle Allah Teâlâ’yı vasıflandırmak caizdir, hangileriyle vasıflandırmak caiz değildir?” sorusunun cevabıdır.
Doğrusu şudur: Allah Teâlâ’nın sıfat ve isimleri tevkifidir. [339] Yani, her ne kadar biz, şeriatın Allah Teâlâ’nın sıfatlarını açıklamada esas kabul ettiği kaideleri bilsek de -ki konunun başında bunu ifade etmiştik-, onları kendi içtihadımızla belirleyemeyiz. Zira bu konuya insanların dalması serbest olursa, insanların çoğu sıfatlar konusunda hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar.
Sıfatlardan birçoğu, her ne kadar esas itibariyle Allah Teâlâ’yı sıfatlamaya uygun ise de, istenilmedik sonuçlara sebebiyet vermesi yüzünden kullanılmasına müsaade edilmemiştir. Meselâ, kâfirlerden bir grup bir lâfzı uygunsuz bir şekilde yoruyordur ve bu insanlar arasında yayılmıştır. Dolayısıyla şeriatın hükmü, sözü edilen mefsedete meydan vermemek için, o sıfatın Allah Teâlâ hakkında kullanılmasını yasaklaması şeklinde olmuştur.
Öyle sıfatlar da vardır ki, onların zahirleri üzere kullanılması murad olunan mananın aksini hatırlatmaktadır. Bu yüzden, bu gibi sıfatların kullanılmasından da kaçınılmıştır. İşte bu hikmetlerden dolayı isim ve sıfat bahsi, tevkifi kabul edilmiştir. Dolayısıyla re’y ile bu konuya dalmak mubah olmaz.
Sıfatlardan Kullanılmaları Caiz Olup Olmayanlar:
Kısaca söylemek gerekirse; Allah Teâlâ hakkında, gülmek, sevinmek, gazaplanmak, hoşnut olmak gibi sıfatlan kullanmamız caizdir; ağlamak, korkmak ve benzeri sıfatları kullanmamız ise caiz değildir. Gerçi her iki kısım sıfatların kaynakları aşağı yukarı aynı ise de, tevkîfiliğin sonucu olmak üzere böyle bir ayırım yapmamız gerekmektedir.
Mesele, izahımız üzere hem akıl hem de nakille teyid edilmiş vaziyettedir. Bu konuda söylenecek hak söz budur ve hiçbir yönden bâtıla ihtimali bulunmamaktadır. Bu konuda hadisçilere yüklenen grubun sözlerini ve yaklaşımlarım ele alıp, iptali için lâfı uzatmanın yeri burası değildir. O yüzden onları eleştirmeye girmiyoruz.
Sıfatlar Hakkında En Doğru Ve En Uygun Yorum:
Biz; sıfatları, onların dediklerinden daha yakın ve daha açık bulunan bazı manalarla tefsir edebiliriz. Çünkü onların ileri sürdükleri manalar, illâ da kabul edilmesi gerekli olan bir mana değildir, aklî delil üzerinde düşünen kişinin kabul etmek zorunda kaldığı bir sonuç da değildir. Yine o mananın, diğerlerinden bir üstünlüğü de bulunmamaktadır, diğerlerine nisbetle bir ayrıcalığa sahip de değildir. Allah’ın muradının denilen mana olduğuna ne bir hüküm, ne de inanılmasının ve kabul edilmesinin gereğine dair bir icma bulunmaktadır. Nerede böyle bir şey! Bu itibarla biz şöyle diyoruz:
Şimdi önünde üç tür varlık vardır: Diri, ölü ve cansız (cemâdât). Dirilik vasfı, âlim ve yaratıklar üzerinde etkin olması bakımından Cenâb-ı kudsiyet’e en yakın mana olmaktadır; dolayısıyla Allah Teâlâ’nın “Hayy = Diri” diye isimlendirilmesi vacip olacaktır.
Bize göre ilim, bir şeyin hakikatinin ortaya çıkmasıdır (inkişâf). Alemde olan her şey, zâtında evvelemirde mündemiç bir halde, sonra da zamanla varlık âlemine çıkış haliyle tafsilat üzere O’na açıktır. Bu itibarla O’nun “Alîm” diye de isimlendirilmesi gerekir.
Görmek ve işitmek, gözle görülen, kulakla işitilen şeyler hakkında tam bir inkişaf halidir. Bu ise, Cenâb-ı kudsiyet’te tam olarak mevcuttur; Öyleyse O’nun “Basîr = Gören” ve “Semi’ = İşiten” diye isimlendirilmesi de gerekir.
“Falanca murad etti.” dediğimizde, bir şeyi yapma, ya da terketme azmini kastederiz. Allah Teâlâ, fiillerinden bir çoğunu âlemde bir şartın oluşması ya da istidadın bulunması anında yapar ve o anda daha önce vacip olmayan şeyi vacip kılar, bazı yüce mekanlarda izni ve hükmüyle daha önce bulunmayan icmâlar oluşur. Bu itibarla O’nun “Mürîd = İrade Sahibi” diye isimlendirilmesi de gerekir.
Tek, ezelî, zatî ve Zât’ın gereği diye açıklanan irâde sıfatı, bütün âleme kül halinde bir defada taalluk eder; sonra olaylar zaman içerisinde peyder pey meydana gelir. Bu durumda, her olaya nisbetle “Allah Teâlâ, şunu, şunu irade buyurdu.” demek de sahih olur.
“Falanca kadirdir.” dediğimiz zaman, bununla o kimsenin, bir şeyi yapma imkânının bulunduğunu ve o şeyi yapmaktan kendisini alıkoyacak haricî bir engelin bulunmadığını kastederiz. Kudretin taalluk ettiği şeyler içerisinden birinin tercih edilerek işlenmesi ise, o kişiden, yapmadığı diğer şeylere nisbetle kudret vasfını izale etmez. Allah Teâlâ, her şeye kadir bulunmaktadır. O, bazı fiillerin vücuda gelmesini inayeti ya da zatî iktizâsı sonucu tercih eder; zıtlarım getirmez. Bu durumda O’na “Kadir = Kudret Sahibi” demek de gerekecektir.
“Falanca, filanca ile konuştu.” dediğimizde, bununla “muradı olan manayı, o manaya delâlet eden lâfızlarla ona ifade etti” demeyi kastederiz. Allah Teâlâ, zaman olur kuluna çeşitli bilgileri aktarır ve bunu yaparken de onun zihninde yer eden ve o bilgilere delâlet eden lâfızlar da ilkâ eder. Böylece öğretim işinin olabildiğince açık olmasını amaçlar. Bu durumda O’nun “Mütekellim = Konuşan” diye isimlendirilmesi de gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakimdir.” [340]
Ayetin Tefsiri:
Vahiy: Rüya, ya da gayba teveccüh sırasında yaratılan zorunlu bilgi yoluyla kalbe bir mananın ilkâ edilmesidir.
Perde arkası: Hariçten işitiyor gibi, fakat söyleyeni görmeksizin dizilmiş bir sözü işitmesidir.
Elçi göndermesi: Bu durumda melek, surete bürünerek o kişiye gözükür. Gayba teveccüh ve duyuların teslimiyeti esnasında çıngırak sesine benzer bir ses duyduğu da olur. Nitekim bu halde baygınlık geçirme ve bu esnada kırmızı ve siyah renkler görme de olabilir.
Daha önce de geçtiği üzere Hazîre-i kuds’te, insanlık âleminde yürürlüğe konulması istenen bir düzen bulunur. Eğer insanlar, bu düzene uygun hareket ederlerse, Mele-i a’lâ’ya katılırlar ve zulmetlerden Allah’ın nuruna ve bolluğuna çıkarlar, kendi içlerinde nazlara garkolunurlar, meleklere ve yeryüzündeki diğer insanlara, onlara iyi davranmaları ilham edilir. Muhalefet etmeleri halinde ise, Mele-i a’lâ’dan ayrı düşerler, onların buğzuna maruz kalırlar ve bunun sonucunda da daha önce belirtildiği üzere azap görürler. Bu durumlar itibariyle (Allah Teâlâ hakkında), “Razı oldu”, “İyi karşıladı” (şekere) veya “Gazap etti”, “Lanet etti” gibi nitelemeler vacip olacaktır. Bunların hepsi, âlemin maslahat üzere yürümesi esasına çıkmaktadır.
Bazen âlemin düzeni, dua edilen şeyin yaratılmasına tevakkuf eder. Bu durumda O, “Duaları kabul etti.” şeklinde nitelenir. Bir şeyi görmek, bizim ifade şeklimizde, görülen şey hakkında en güçlü bilgi sahibi olmayı ifade eder. İnsanlar, âhiret hayatı ile ilgili vaad olundukları bazı yerlere intikal ettiklerinde, âlem-i misal ortasında kâim olan tecellîye mazhar olurlar ve O’nu herkes baş-gözüyle görür. Bu durumda, “Elbette siz, Rabbinizi-aynen ayın ondördünde dolunayı gördüğünüz gibi- göreceksiniz.” [341] şeklinde bir tavsife gitmek gerekli olur.
Allah’u a’lem!
5) Kadere İman
En Büyük İyiliklerden Biri Kadere İmandır:
En büyük iyilik (birr) türlerinden biri, hiç şüphesiz kadere inanmaktır. Çünkü insan, âlemi kuşatan ve tek olan tedbir-i ilâhîyi bu inançla dikkate almış olur. Kim de, lâyıkı veçhile kadere inanırsa, gözünü Allah katında bulunan şeylere diker; dünyayı ve orada olan her şeyi O’nun katında olanların gölgesi gibi kabul eder, Allah’ın hükmü karşısında kulların ihtiyarlarını, aynaya düşen görüntü gibi telakki eder. Bu inanç kişiyi, kudsiyet âleminde bulunan tedbir-i ilâhînin -âhiret hakkında da olsa- inkişafı için son derece hazır bir hale getirir.
Rasûlullah (s.a.), kadere imanın, diğer iyilik türleri arasındaki büyüklüğüne dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Kim kadere; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmazsa, ben ondan uzağım.” [342]
“Hiçbir kul, kadere; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmedikçe, kendisine isabet edecek olan şeyin asla hata etmeyeceğine, kendisine dokunmayacak şeyin de asla isabet etmeyeceğine inanmadıkça iman etmiş olmaz.” [343]
Allah Teâlâ’nın Ezelî İlmi, Olacak Her Şeyi Kuşatmıştır:
Bil ki: Allah Teâlâ’nın ezelî zatî ilmi, olmuş ve olacak her hadiseyi kuşatmıştır. O’nun ilmi dışında bir şeyin kalması veya O’nun ilmî dahilinde olmayan bir şeyin gerçekleşmesi muhaldir; çünkü bu ilim değil, cehalet olur ki Allah Teâlâ bu durumdan münezzehtir. Bu konu, ilmin kapsamı meselesi olmaktadır; kader meselesi değildir. Bu konuda hiçbir İslâmî fırkanın muhalefeti bilinmemektedir. Meşhur (müstefîz) hadislerin delâlet etmiş olduğu, selef-i sâlihin itikat ettiği ve ancak tahkik erbabının sırrını çözebildiği, yükümlü kılmakla bağdaşmayacağı ve bu durumda niye amelin isteneceği şeklinde itiraz edilen kader; hadiseleri, henüz vukuundan önce varlık safhasına çıkma zorunluluğuna sokan kaderdir. Hadiseler işte bu zorunlulukla varlık âlemine çıkar. Ondan kaçmak, kurtulmak mümkün değildir. Bu manada kader, beş kere (ya da yerde) vukubulmuştur:
- Âlem, mümkün olan en güzel hal üzere yaratılmıştır:
Birincisi; ezelde, âlemin mümkün olan en güzel şekil üzere var edilmesinin kararlaştırılmasıdır. Bu yapılırken, maslahata riayet edilmiş ve varlık safhasına çıkma anındaki nisbî hayır tercih edilmiştir. Allah Teâîâ’nın ilmi (ezelde), suretler (yani var olabilecek ihtimaller) içerisinden tek bir suretin belirlenmesi noktasına ulaşmıştır; artık o surete başkaları katılmaz. Hadiseler, silsile halinde ve biribiri üzerine kurulu şekilde, varlık safhasına çıkışları belirlenmiş olarak tertip edilir. Bizzat âleme vücud verilmesinin, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan (Allah Teâlâ) tarafından irade edilmesi dahi, onun varlık safhasına çıkması suretinin, diğer muhtemel durumlara tercihi manasına gelmektedir.
- Tüm yaratıkların ölçüleri belirlenmiş veyazılmıştır:
ikincisi, ölçülerin belirlenmesidir. Rivayet olunduğuna göre, -ki rivayetlerin manası birdir- yaratılacak olan her şeyin tamamı, gökler ve yeryüzü henüz yaratılmadan elli bin sene önce yazılmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ, bütün mahlukâti, ezelî inayeti hasebiyle hayâlu’l-Arş’dâ yarattı ve orada her şeye bir suret verdi. Şeriatlarda “ez-Zikr” diye tabir edilen (âlem) işte burasıdır. Orada meselâ Muhammed’in (s.a.) sureti, onun insanlara falanca vakitte gönderilmesi, kavmini uyarması, Ebû Leheb’in onu inkâr etmesi ve dünyada kendisini hatalarının kuşatması, sonra âhirette ateşte yanması.., tahakkuk etmiştir. İşte bu suret, hadiselerin yeryüzünde, aynen orada belirlendiği şekil üzere meydana gelmesine bir sebep olmaktadır. Bu şuna benzemektedir: Meselâ, iki duvar arasına uzatılmış bir sırık üzerinde yürürken ayağımız kayar ve düşeriz. Fakat aynı sırık yerde olsaydı hiç yalpa yapmadan üzerinde yürüyebilirdik. Birinci durumda düşmemizin sebebi, düşme korkusunun (vehim) içimizde yer etmesidir. (Aynen bu örnekte olduğu gibi, âlem-i misalde önceden belirlenmiş suretler de, hadiselerin aynen oradaki mevcut halleriyle varlık safhasına çıkmaları sonucunu doğurmaktadır.)
- Allah Teâlâ, Hz. Adem’i insanlığın atası olmak üzere yaratmıştır:
Üçüncüsü şudur: Allah Teâlâ, Hz. Adem’i insanlığın atası olmak ve insan türünü kendisiyle başlatmak üzere yaratınca, âlem-i misalde zürriyetinin suretlerini de yarattı; onların mutluluk ve bedbahtlıklarını nûr ve zulmet ile temsil etti, onları, mükellef tutuldukları şekil üzere kıldı, onlarda kendi bilgisini ve kendisine teslimiyet duygusunu yarattı. Bu, insan fıtratı içerisine saklanmış bulunan misakın [344] esası olmaktadır; dolayısıyla -her ne kadar olayı unutsalar bile- verdikleri sözden sorumlu tutulmaktadırlar. Zira, yeryüzünde yaratılmış bulunan nefisler, o günde mevcut bulunan suretin bir gölgesidir. Bu itibarla o günde insan fıtratı içerisine gizlenmiş olan şey, yeryüzünde varlık safhasına çıkarken de gizli olarak mevcut bulunacak; dolayısıyla da sorumlu tutulacaktır.
- Cenine ruh üflenmesi:
Dördüncüsü, cenine ruh üflenmesi anındadır. Meselâ, çekirdek belirli bir vakitte toprağa atılsa ve bazı gerekli işlemler yapılsa, o çekirdeğin özelliği, ekildiği toprağın, su ve havanın çekirdek üzerindeki etkisi hakkında bilgi sahibi olan bir kimse, o çekirdeğin güzel bitip bitmeyeceğini bilir ve dedikleri çıkar. Ceninin durumunu tedvirle görevli melekler de, o günde aynı durumda olurlar ve onlar hakkında, çocuğun ömür ve rızkının nasıl olacağı; onun, melekî yönü hayvani yönüne galip gelen kimseler gibi mi amel edeceği, yoksa bunun tersi mi olacağı; mutluluk ve bahtsızlığının ne hal üzere olacağı.., gibi hususlar açıklık kazanır.
- Hadiselerin, henüz meydana gelmeden önce Hazîre-i kuds’ten indirilmesi:
Beşincisi, hadisenin vukuundan az önce olmaktadır. Hadise önce, Hazîre-i kuds’ten yeryüzüne misali bir şey olarak iner ve bunun hükümleri yeryüzünde kendisini gösterir.
Şahsen ben, bunu defalarca müşahede etmişimdir. Meselâ, birinde bir grup insan aralarında tartışmışlar ve bu yüzden birbirlerine kin duyar hale gelmişlerdi. Bunun üzerine ben, Allah Teâlâ’ya teveccüh ettim ve misal âleminde nuranî bir nokta gördüm; Hazîre-i kuds’ten yeryüzüne inmişti. Yavaş yavaş yayılmaya başladı. O yayıldıkça, aralarındaki kin azalmaya yüz tuttu. Öyle ki, biz henüz meclisten dağılmadan, barıştılar ve aralarında düşmanlık kalmadı, herkes eski samimi haline döndü. Bu benim müşahede ettiğim, Allah Teâlâ’nın şaşılacak âyetlerinden biriydi.
Bir defasında da şöyle olmuştu; Çocuklarımdan biri hastaydı ve kalbim onunla meşgul bulunuyordu. Ben bu halde öğle namazını kılıyorken, ölümünün indiğini gördüm. Çocuk, o günün gecesinde öldü.
Allah Teâlâ, (Misâl Âleminde) Olayları Yaratır; Sonra Onlardan Dilediğini Geri Siler, Dilediğini de Bırakır:
Sünnet, açık bir şekilde şunu beyan etmiştir: Allah Teâlâ, hadiseleri, henüz yeryüzünde vukubulmadan önce (misal âleminde) bir tür yaratır, sonra bu yarattığı şey, bu (süfli) âleme iner ve ilk defasında (orada) yaratıldığı şekil üzere ortaya çıkar. Bu, Allah Teâlâ’nın bir sünnetidir. Sonra Allah Teâlâ, bu âlemde vücud bulması açısından dilerse sabit olanı siler; dilerse yok olanı var eder. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur;
“Allah, dilediğini silip, iptal eder, dilediğini de sabit bırakır; ana kitap (Ümmü’l-kitâb) O’nun yanındadır.” [345]
Meselâ, Allah Teâlâ belayı bir tür yaratır ve o, mübtela kılmak istediği kimsenin başına iner. Tam bu esnada dua yükselir ve o belayı geri çevirir. Ölümü yaratır, bu esnada iyilik yükselir ve onu geri çevirir. Burada asıl kavranması gereken nokta şurasıdır: Yaratılan ve inen şey, aynen hayatın bekasına nisbetle yemek, içmek gibi; ölüme nisbetle zehir içme ve kılıç darbesi gibi âdî (tabiî) sebeplerden biri olmaktadır.
Arazların surete büründüğü bir âlemin olduğunu, manaların oradan intikal ettiğini, bir şeyin henüz yeryüzünde yaratılmadan önce orada yaratıldığım gösteren pek çok hadis bulunmaktadır.
Meselâ, rahmin arşa asılı olması, yağmurun düşüşü gibi fitnelerin inmesi [346], Nil ve Fırat’ın Sidre-i Müntehâ’nın dibinden çıkar halde yaratılması ve sonra onların yeryüzüne indirilmesi [347], dunirin, malların (en’âm) indirilmesi, Kur’ân’ın dünya semasına toplu bir halde indirilmesi, cennet ve cehennemin, Rasûlullah’ın (s.a.) önü ile mescidin duvarı arasında, elini üzüm salkımına uzatabilecek, ateşin sıcaklığını hissedecek şekilde temessül etmesi [348], belâ ve duanın birbiriyle mücadele etmesi, Hz. Âdem’in zürriyetinin yaratılması, aklın yaratılması; yönelmesi ve dönmesi [349], Zehrâveyn diye anılan Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinin sanki iki bölük kuş sürüsü gibi gelmesi, amellerin tartılması, cennetin hoşlanılmadık, cehennemin de hoşa giden şeylerle kuşatılması [350] ve buna benzer Sünnet hakkında azıcık bilgisi bulunan herkesin bilebileceği daha pek çok örnek gibi. [351]
Kader, Sebeplerin Müsebbeblerini Doğurmasını Engellemez:
Bil ki: Kader, sebeplerin müsebbeblerini doğurmasını engellemez. Çünkü kaderin taalluku, toptan ve bir defada müselsel (zincirleme) olarak olayların birbiri üzerine tertibi yoluyladır. Rasûlullah’ın (s.a.) şu sözü bu manayı ifade etmektedir. Ona rukye [352], ilaçla tedavi ve sığınağa girme hakkında sorduklarında:
“Bunlar da, Allah’ın kaderi cümlesindendir.” buyurmuş- 12001 tur. [353] Hz. Ömer, Tebûk vadisinde bulunan Serğ köyüne vardığında Şam’da veba salgını olduğunu öğrendi. Bunun üzerine oraya girmek istemedi ve ısrar edenlere karşı verdiği cevapta şöyle dedi:
“Sen develerinle bir vadiye insen ve vadinin bir yamacı bol otlaklı, diğeri de kurak olsa, şimdi sen, otlakı bol yamacında hayvanını otlattığın zaman Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?!” Hz. Ömer’in bu sözü [354] de bu manadadır.
Şimdi gelelim kulların ihtiyarı konusuna. Kullar, işleyecekleri fiilleri seçebilirler. Evet, ama kullar için gerçek bir seçim, hiçbir zaman için söz konusu değildir. Çünkü bu seçim, kişinin değil de Allah’ın istediği şeyin olması, fayda vermesi, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir şey hakkında bir saik ve azmin bulunması gibi sebeplerle malûldür. Bu durumda hangi ve nasıl ihtiyardan bahsedilebilir?! Rasûlullah (s.a.) aşağıdaki hadisinde işte bu manaya işaret etmiş olmaktadır:
“Şüphesiz kalpler, Allah’ın iki parmağı arasındadır; onları dilediği gibi evirip çevirir.” [355]
6) İbadetin, Allah’ın Kulları Üzerinde Hakkı Olduğuna İnanmak
İbâdet, Allah Teâlâ’nın kulları üzerinde hakkıdır; çünkü O, kullarına in’âmda bulunmuştur ve irade sebebiyle onları sorguya çekecektir:
İman, Allah Teâlâ’nın Kullar Üzerindeki Bir Hakkıdır:
Bil ki: İyilik (birr) türleri içerisinde en büyüklerinden biri de, insanın bütün kalbiyle en ufak bir kuşku duymaksızın şu inanca sahip olmasıdır: İbadet, Allah Teâlâ’ya ait kullar üzerinde sabit bir haktır. Kullar, Allah Teâlâ’ya ibadet etmekle yükümlüdürler. Nasıl ki, hak sahipleri, haklarını isterlerse, Allah Teâlâ da bu hakkı kullarından öyle istemektedir. Bu meyanda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Ya Muâz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların da Allah üzerindeki hakları nedir, bilir misin?” Muâz:
“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dedi. Rasûlullah (s.a.):
“Şüphesiz Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, O’na kulluk/ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakları ise, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayana azap etmemesidir.” [356]
Bir kimse kesin olarak buna inanmaz ve kendisinin başıboş bırakılabileceğini, irâde ve ihtiyar sahibi bir Rab tarafından ibadetle sorumlu tutulmayacağını düşünürse, o zaman dehrî (tabiat-perest, ateist) olur. Böyle biri ibadetleri yapsa bile bedeniyle yapmış olacağı ve kalbine sirayet etmeyeceği için, onların hiçbir değeri olmaz. Bu tür ibadetler, kul ile Rab arasında bir kapı aralamaz; diğer sıradan hareketler kabilinden yapılmış olur.
Ceberut Âleminde Öyle Bir Makam Vardır ki, İrade Ve Kasıt Oradan Çıkar:
Peygamberler ve onların varisleri olan âlimler -salât ve selâm üzerlerine olsun!- tarafından yapılan açıklamalara göre, Ceberut âleminde öyle bir makam vardır ki, irâde ve kasıt orada bulunmaktadır. Bu, bir şeyin işlenmesine, o şeyin işlenmesiyle birlikte terkinin de sahih olması şartıyla, o yere nazaran azmedilmesi manasındadır. Gerçi, beşer üstü (fevkani) maslahatın, var olmasını ya da yok kalmasını vacip kılmadığı hiçbir şey yoktur; ama burada irade ve kasda nazaran o şeyin hem işlenebilmesi, hem de terkediîebilmesi eşittir; şu kadar ki işlenmesine yönelik azim bulunmuştur. Ona göre, beklenen halin vücuda gelmesi söz konusu değildir. Filozofları işitip de, iradenin bu manada olduğunu söyleyen kimselere de itibar yoktur. Onlar, bir şeyi öğrenmişlerse, pek çok şeyi gözden kaçırmışlardır. Bu itibarla onlar, hem sözünü ettiğimiz makamı görmekten nasipsiz kalmışlardır, hem de afakî ve enfüsî delillerle karşı karşıyadırlar.
Sözünü Ettiğimiz Şeyi İnkâra Yeltenenler, Hakikati Görmekten Perdelenmişlerdir, Delillerle De Kuşatılmışlardır:
Nasipsizlikleri şöyle: Bunlar, Tecellî-yi a’zam ile Mele-i a’lâ arasındaki, cevherle kâim şuaya benzer bir makamı idrak edebilecek kabiliyetten yoksundurlar; gözleri perdelenmiştir.
Ve lillâhi’l-meseti’l-a’lâ! [357]
Bir şeyin işlenmesi ya da terki bu makamda müsavi iken, Mele-i alâ’nın bilgi ve himmetlerinin gerekli kıldığı şekil üzere icmâ, işte burada olur.
Onlara karşı getirilecek delile gelince şöyle deriz: Herhangi birimiz, çok açık olarak bilir ki, meselâ elini uzatır ve kalemi alabilir. Bu durumda iken o, hem irade hem de kasıt sahibidir; kendisine nisbetle bulundurduğu kasda ve nefsinde yer etmiş kuvvetlere nazaran fiili işlemek veya terketmek eşit durumdadır. Gerçi be-şerüstü maslahata (kader) göre her şey, ya zorunlu olarak yapılacak ya da yapılmayacak şeklinde belirlenmiş bulunuyorsa da, o kişiye nisbetle fiilin işlenmesi ya da terki eşit durumda bulunmaktadır. Özel bir kabiliyetin gerekli olduğu her şeyde de durum aynıdır. O, (kabihyet) suretlerin Rabbinden, -aynen suretlerin inişi gibi- kabiliyetli bulunan maddeler üzerine iner; duanın hemen akabinde kabul edilişi işte böyledir. Bunların, yeni meydana gelecek şeye herhangi bir şekilde etkisi olur. (?)
Belki şöyle diyebilirsiniz:
“Bu, beşerüstü (fevkânî) maslahat hasebiyle o şeyin vücûbiyetini bilmemektir. Dolayısıyla, bu Cenab-ı Hakk hakkında nasıl söz konusu olabilir?!” Buna şöyle cevap veririz:
Haşa! Aksine bu ilimdir ve o makamın hakkının verilmesidir. Cehalet, aslen vacip olmadığını söylemektir. İlahî şeriatlar, bu cehaleti, kadere iman hükmünü getirmek ve başa gelmesi mukadder olan şeyin, mutlaka geleceği; gelmesi mukadder olmayan şeylerin de asla olmayacağı inancını yerleştirmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.
İhtiyar, İllete Bağlıdır; İlletin Bulunması Halinde O da Bulunur:
Ama, bu makama itibarla işlenmesi ve terki sahihtir denilecek olursa, hiç şüphesiz bu bir ilm-i haktır. Meselâ sen, hayvanlardan boğanın, boğalığın gereklerini yaptığını, dişinin de dişiliğin gerektirdiği gibi bir davranış gösterdiğini görsen, eğer onlardan sadır olan bu fiillerin, -aynen taşın yuvarlanması esnasındaki hareketi gibi- zoraki hareketler olduğunu söylersen, yalan söylemiş olursun.
Onların, bir illete dayanmaksızın sadır olduğunu; ne boğalık mizacının bunu gerektirdiğini, ne de dişilik mizacının böyle bir hareketi doğurduğunu iddia edersen, yine yalan söylemiş olursun.
Eğer içlerinde yer etmiş olan irade, fevkânî vücuba tıpa tıp benzer ve ona dayanır, sanki ötesinde bir başka hedef yokmuş gibi bağımsız olarak feveran etmez dersen, yine yalan söylemiş olursun. Bu konuda söylenecek hak söz, iki durum arasında orta bir yoldur ve o da şudur:
İhtiyar, illete bağlıdır; dolayısıyla illetin bulunması anında bulunmamazlık etmez; irade olunan fiili, illetler gerekli kılar ve bu durumda olmaması mümkün değildir. Ancak bu ihtiyarın özelliği, kendisine nazarla açılması ve üzerindeki şeye (fevkânî vücûb) bak-mamasıdır.
Eğer bu makamın hakkını verir, “nefsimde fiilin işlenmesini ve terkini eşit görüyorum ve ben fiili ihtiyar ettim” dersen, ihtiyarın, o şeyin işlenmesinin illeti olduğunu kabul edersen, işte o zaman doğru ve hak söz söylemiş olursun. İlâhî şeriatlar, bu makamda yer etmiş bulunan iradeden haber vermişlerdir.
İrade Vardır, Mücâzât Vardır:
Kısaca, taalluku yenilenen bir irade, buna bağlı olarak da dünya ve âhirette bir mücazât vardır. Âlemi yöneten, bütün mahlukâtı uymak mecburiyetinde oldukları bir şeriatla idare etmekte ve böylece ondan yararlanmalarını amaçlamaktadır. Bu şu örneğe benzemektedir: Efendi, hizmet etmeleri için köleler edinmiş ve onlardan hizmet beklediğini kendilerine bildirmiştir. Bunun sonucunda efendi, hizmette kusur göstermeyenlerden hoşnut olmuş, hizmetten kaçanlara ise gazaplanmıştır. İlâhî şeriatlar, bu ifadelerle gelmiştir; çünkü şeriatlar sıfatlar ve diğer konularda en açık ifade tarzı ne ise onu kullanırlar; o lâfızların lüğavî hakikat veya örfî mecaz olmasına aldırmazlar. Çünkü önemli olan, kulların en iyi bir şekilde anlayabilecekleri bir ifade tarzının kullanılmasıdır.
Şer’an Müsellem Bulunan Makamlar:
Sonra şeriatlar, kapalı olan bu bilgileri insanların zihinlerine, onlarca müsellem ve herkesçe bilinen bedîhî şeyler mesabesinde olan üç makam ile yerleştirmeye çalışmıştır:
- Allah Teâlâ, kullarına sayısız nimetlerde bulunmuştur. Nimet sahibine karşı şükretmek ise vaciptir. İbadet; Allah Teâlâ’ya, nimetlerine karşılık olmak üzere bir şükür ifadesidir.
- Allah Teâlâ, kendisinden yüz çevirenleri ve ibadeti terkedenleri dünyada şiddetli bir şekilde cezalandırır.
- Allah Teâlâ, âhirette itaatkârların ve isyankârların yaptıklarının karşılığını mutlaka verir.
İşte bu üç makamdan üç tür ilim doğmaktadır. Bunlar:
- Allah’ın nimetlerinin hatırlatılması,
- Allah Teâlâ’nın günlerinin hatırlatılması,
- Ahiret hayatının hatırlatılması.
Kur’ân-ı Kerîm, işte bu üç ilmi açıklamak üzere inmiştir.
Bu ilimlerin açıklanmasına büyük önem verilmiştir; çünkü insan yaratıldığında içine, şanı yüce olan Yaratıcısına karşı bir meyil konulmuştur. Bu meyil, farkedilmesi çok zor bir duygudur; ancak ona uygun ve mahal (mazinne) bulunan şeyle idrak edilebilir. Sağlıklı vicdanların kabul edeceği üzere, ona lâyık ve mahal olan şey de, Allah Teâlâ’ya ibadetin O’nun kulları üzerinde bir hakkı olduğuna inanmaktır; çünkü O, insanlara nimetler vermiştir; amellerinden dolayı da sorumlu tutmuştur. Bu durumda kim iradeyi ve Allah Teâlâ’nın kulları üzerinde hakkının sabit olduğunu inkâr ederse yahut mücâzâtın bulunmadığını iddia ederse, o kimse fıtrî safiyetini kaybetmiş bir dehrî (tabiatperest, materyalist) demektir, Çünkü o, kendi yaratılışı sırasında özüne yerleştirilmiş bulunan fıtrî meylin mahallini kendi aleyhine olmak üzere bozmuş; onun naibini, halefini, yerini dolduracak şeyi ifsad etmiştir.
İnsan Ruhunda Nurânî Bir Letafet Vardır; Bu, Yapı İtibariyle Allah’a Meyleder:
Eğer bu meylin esasını öğrenmek istersen bil ki: İnsan ruhunda nurânî bir letafet vardır; bu, yapı itibariyle, -aynen demirin mıknatısa doğru meyli gibi- Allah’a meyleder. Bu, vicdan (sezi) yoluyla elde edilebilen bir sonuçtur. Kendi letafetleri üzerinde dikkatlice düşünen ve her letafeti kendi özelliği ile kavrayan herkes, bu nurânî letafeti ve yapı itibariyle onun Allah Teâlâ’ya doğru meyledişini mutlaka kavrar.
Bu meyle ehl-i vicdan, “zatî muhabbet” derler. Bu, -aynen diğer duygularda olduğu gibi- ancak yaşanarak öğrenilebilir; burhanlar yoluyla elde edilemez; açın açlığı, susuzun susuzluğu gibi bir duygudur.
İnsan, Süfli Bir Meşgale İçerisinde Olduğu Zaman Uyuşturucu Kullanmış Gibi Olur:
İnsan, süflî letafetler içerisinde kendisini kaybetmiş bir halde ise, o zaman bedeninde uyuşturucu kullanmış bir kimse gibi olur; ne soğuğu ne de sıcaklığı hisseder. Süflî letafetlerin etkinliklerini kaybetmesi halinde, nesemenin parçalarından pek çoğunun dağılması, özellik ve kuvvetlerinden birçoğunun noksanlaşması sonucu doğar. Etkinliğin kaybolması ya ıztırarî ölümle olur. Ya da nefsanî ve bedenî riyazetler gibi ihtiyarî ölümle ve acayip yollara tutunmak suretiyle olur. Bu durumda o, kendisinden uyuşturucunun etkisi kaybolan kimse gibi olur; uyuşturucuyu aldığı sırada hiç hissetmediği şeyleri duymaya başlar.
İnsan Öldüğünde, Eğer Allah’a Yönelmiş Halde Değilse, O Bahtsızın Biri (Şaki) dir:
İnsan öldüğü zaman, Allah’a yönelmiş bir halde değilse, yönelmeyişi basit bir cehalet ve halis bir yoksunluk sebebiyle ise o, insan türünün kemâl hali itibariyle bahtsızın biri (şakî) dir.
Kendisine orada bulunan bazı şeyler açılmış olabilir; fakat kabiliyetinin bulunmayışı sebebiyle inkişâf tam olarak gerçekleşmez, bunun sonucunda şaşkın ve çaresiz bir halde kalır. Allah’a yönelmeyiş hali, ilmî ve amelî melekelerinde ona ters düşen bir halin bulunması sebebiyle ise, bu halde çekişine olur; nefs-i natıka tarafı Ceberut âlemine doğru çeker, neşeme ise kazanmış olduğu ters düşen hal ile birlikte süflî âleme doğru çeker. Bu durumda nefsin cevherinden doğan ve üzerine yayılan bir ürperti (vahşet, yalnızlık) hali ortaya çıkar.
Muhtemelen bu durum, bazı olayların -ki bunlar ürperti (vahşet) suretleridir- surete bürünmesini gerektirir. Bu aynen, safra mizaçlı birinin uykusunda ateş ve alev görmesi gibidir. Bu, nefsin bilinmesi hikmetinin ortaya koyduğu bir esastır. Yine bu hal, Mele-i a’lâ sakinlerinin öfkeli bakışlarını doğurur ve bu, meleklerin ve ihtiyar sahibi diğer zevatın kalplerine o kişiye azap etmeleri ve elem vermeleri şeklinde ilhamlara dönüşür. İşte bu, insanların nefislerinde doğan düşünce ve insiyakların sebeplerini bilmenin gerektirdiği bir esas olmaktadır.
Kısaca; Ceberut tarafına doğru meylin bulunması; bağını süflî zulmetlerin istilasından çözmeyi temin edecek amellerin gerekliliği; bu amellerin terki sebebiyle sorgulanma; her kişide kendisini gösteren insan türüne ait hükümler, kuvvetler ve ondan kaynaklanan sonuçlar mesabesindedir. Bu durum, türlerin yaratıcısı olan ve âleme varlık veren Allah’tan küllî maslahata uygun düşecek şekilde böyle takdir edilmiştir; insanların üzerinde anlaşmaları ve kendiliklerinden üstlenmeleri, insanlar arasında geçerli bulunan merasimler böyle olduğu için öyle değildir. Bütün bu ameller, aslında Allah Teâlâ’ya doğru cezbedilen -sözünü ettiğimiz- nuranî letafetin hakkının verilmesi; onun gereklerinin tam olarak yerine getirilmesi, eğriliklerinin doğrultulmasıdır.
Ancak, bu mana çok incedir ve bu nükteyi çok az kimse kavrayabilir. Bu sebeple hakkın; bu mana neye meyletmiş, neye yönelmiş ve neye doğru yanaşmışsa, ona nisbet edilmesi gerekir. Sanki bu, bir başka cihete meyleden nefsin bazı kuvvelerini belirlemektir. Sanki bu yukarıda geçen “Allah’a meyleden nuranî letafetin hakkının verilmesi” sözümüzün bir özeti gibidir. (?)
İlâhî şeriatlar, işte bu sırrı, insanların fıtrî bilgileriyle kolayca anlayabilecekleri basit bir ifadeyle açıklayarak inmişlerdir. Bu konuda sünnetullah, anlaşılması zor manaları, o manalara uygun misalî kalıplara koyarak indirmektir. Meselâ, bizden birinin, rüyasında tamamen soyut olan bir manayı, âdeten o soyut şeyden ayrılmayan, ya da dengi ve benzeri bulunan bir şeyin suretinde görmesi ve böylece algılaması gibi.
Denildi ki: İbadet, Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki bir hakkıdır. Buna göre, Kur’ân’ın hakkı, Rasûlullah’ın (s.a.) hakkı, efendinin hakkı, anne babanın hakkı, akrabalık hakkı.., bunlar da ona kıyas edilmelidir. Aslında bütün bunlar, kişinin kemâle erebilmesi için uyması gereken nefsinin yine kendisi üzerindeki hakkıdır. Dolayısıyla nefsine zulmederek onları yerine getirmezlik edemez. Bu haklar, esasen kişinin kendi nefsine ait bir hak olmakla birlikte, muamelede bulunulan ve talep hakkı olan kimselere nisbet edilerek (meselâ ana baba hakkı gibi) isimlendirilmiştir. Bu itibarla, sakın ola ki, zahirleri üzere anlayanlardan olmayasm; aksine işin hakikatini gören ve ona göre hareket edenlerden olasın.
7) Allah Teâlâ’ya Ait Nişanelere (Şeâir) Saygı Göstermek
Allah Teâlâ, şöyle buyurur:
“Her kim, Allah’ın nişanelerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır.” [358]
İlâhî Şeriatlar, Allah’ın Nişanelerine Saygı Esasına Dayanır:
Bil ki: İlâhî şeriatlar, Allah’ın nişanelerine saygı, onlarla Allah Teâlâ’ya yaklaşma esası üzerine kurulur. Çünkü -daha önce de işaret ettiğimiz gibi- bu, Allah’ın sünneti olmak üzere insanlar için belirlediği yolun gereği olmaktadır. Yüce Allah, soyut kavramları, kolay kavranabilmesi için müşahhas şeylere benzetmek yoluyla insanların anlayışlarına indirgemektedir.
Nişanelerden (şeâir) maksadımız, Allah Teâlâ’ya ibadette kullanılan açık ve duyularla algılanabilen şeylerdir. Bunlar sadece Allah’a has kılınmış ve bunun sonucunda onlara gösterilen saygı, Allah Teâlâ’ya saygı; onlara karşı gösterilen saygısızlık da yine Allah Teâlâ’ya gösterilen saygısızlık kabul edilmiş ve bu insanların kalplerinde hiç çıkmayacak şekilde böylece yer etmiştir.
Bir şeyin nişane özelliği kazanabilmesi, tabiî bir yolla olur. Şöyle ki: İnsanlar, içlerinde bir âdet ve haslete karşı yatkınlık ve huzur hissederler. Zamanla o, yaygın ve meşhur bir hal alır ve bedihî şeylerden sayılır, hakkında asla kuşku duyulmaz bir duruma gelir. İşte o zaman, Allah’ın rahmeti, içlerindeki duyguların ve aralarında yaygın halde bulunan bilgilerinin (nişane olmasını) gerektirdiği şeylerin suretinde tecellî eder de, insanlar hemen onu kabul ederler; böylece o şeylerin hakikati üzerinden perdeler kaldırılmış olur, onlara yönelik çağrı uzak yakın herkese aynı düzeyde ulaşır. İşte o zaman, onlara saygı duyulması insanlar üzerine yazılır ve durum, Allah’ın adıyla yemin etme gibi bir hal alır. Nasıl ki Allah’ın adıyla yemin eden kimse, yalan söylemesi halinde içinde Allah’a karşı bir saygısızlık ettiğinin bilincinde olur ve bu yüzden sorgulanmayı hakederse, burada da durum aynı olur. İnsanlar arasında bazı şeyler yayılır ve onlar hakkında bilgi sahibi olurlar. Bu durum, haklarında Allah’ın rahmetinin, ancak bilgi sahibi oldukları şeyler doğrultusunda tecellî etmesini gerekli kılar. Zira, ilâhî tedbir, en kolaydan başlayan bir tedricîlik esasına dayanır. Ve yine bu durum, insanların onlara karşı son derece saygı göstermelerini ve bu yüzden de sorgulanmalarını gerekli kılar. Çünkü onların kemâl halleri, hiçbir kusur gösterilmeksizin ifade edilen saygı halidir. Zira Allah Teâlâ, kendisine yönelik bir fayda getirmesi için kullarına herhangi bir şey vacip kılmış değildir; O, böyle bir durumdan münezzehtir. Aksine O’nun vacip kıldığı bütün yükümlülükler, sonuç itibariyle kulların kendi menfaatlerine yöneliktir. Bu durumda insanların mükemmellikleri, ancak en üst düzeyde saygı göstermeleriyle mümkün olacaktır. Dolayısıyla insanlar, kendi telakkileri doğrultusunda mükellef tutulmuşlar ve üzerlerinde bulunan Allah Teâlâ’ya ait haklar konusunda ihmal göstermemekle emrolunmuşlardır. Bu gibi konuların teşri kılınmasında asıl amaç, ferdin hali olmayıp, sanki bütün insanlık gibi kabul edilen toplumun halidir.
Ve lillâhi’l-hucceti’l-bâliğa! [359]
Allah’ın En Büyük Nişaneleri:
Allah Teâlâ’nın en büyük nişaneleri dört tanedir:
- Kur’ân,
- Ka’be,
- Peygamber,
- Namaz.
- Kur’ân-ı Kerîm:
Öteden beri insanlar arasında teamül şudur: Hükümdarlar, tebaalarına fermanlar gönderirler; tebaanın bu fermanlara gösterdikleri saygı, onu gönderen hükümdara saygı ile aynı sayılır. Peygamberlere ait sahifeler, çeşitli müelliflere ait eserler yaygın olarak bulunur. İnsanların, peygamberlerin yollarından yürümeleri, onlara ait kitaplara gösterdikleri saygı ve onları okumalarına bağlı bulunur. Asırlar boyu okunan ve rivayet olunan bir kitap olmaksızın ilimlerin kabul ve nesilden nesile aktarılması ilk bakışta muhal gibi görülür. İşte insanların bu durumu, Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmetinin, âlemlerin Rabbinden inen bir kitap suretinde tecelli etmesini gerekli kıldı ve ona saygı duyulması vacip oldu. Kur’ân’a gösterilmesi gereken saygı şekillerini şu şekilde sıralayabiliriz:
- a)Onu dinlemek ve okunduğu sırada susmak.
- b)Emirlerine anında icabet etmek; emretmesi halinde hemen tilâvet secdesi yapmak, teşbih etmek gibi.
- c)Mushafa abdestsiz el sürmemek.
- Kabe:
Ka’be’nin Allah Teâlâ’nın nişanelerinden olması şöyle olmuştur: Hz. İbrahim zamanında insanlar, güneş ve diğer yıldızların ruhaniyetleri adına tapınaklar, kiliseler.., yapma konusunda bir aşırılığa gitmişlerdi. Onlar, duyularla algılanamayan mücerred bir varlığa doğrudan yönelmenin muhal olduğuna inanırlardı. Bunun için de, tapınılan tanrılar adına heykeller yaparlar ve tanrılarının bu heykellere hulul ettiğine, dolayısıyla bu heykellere tapmanın kendilerini tanrılarına yaklaştıracağına itikat ederlerdi. İşte o zamanki insanların bu durumu, Allah Teâlâ’nın rahmetinin tavaf edecekleri ve böylece Allah’a yaklaşmaya çalışacakları bir ev şeklinde tecellî etmesini gerektirdi. Bunun üzerine Kâ’be inşâ edildi ve insanlar bu kutlu eve davet edildiler ve ona saygı duymakla emrolundular. Sonra asırlar boyu nesiller, ona saygı göstermenin, Allah Teâlâ’ya saygı; ona saygısızlığın da Allah Teâlâ’ya saygısızlık demek olduğu inancı üzere yetiştiler. İşte böyle bir inancın nesiller boyu yer etmesi sonrasında orayı haccetmek vacip kılınmış ve bu kutlu eve saygı gösterilmesi emredilmiştir. Ka’be’ye gösterilmesi istenen saygı şekillerinden olmak üzere şunlar istenmiştir:
- a)Tavaf esnasında mutlaka temiz (abdestli) olmak,
- b)Namaz kılarken oraya doğru yönelmek (kıble edinmek),
- c)Abdest bozarken, ön ya da arkayı Kâ’be’ye doğru çevirmemek.[360]
- Peygamber:
Peygamberlere, “elçi” denmesi, hükümdarların tebaalarına emir ve yasaklarım bildirmek üzere gönderdikleri elçilere benzer olmalarındandır. Elçilere saygının vacipliği, onlara gösterilen saygının, onları gönderene saygı kabul edilmesinden doğmaktadır. Peygamberlere gösterilmesi istenen saygı şekillerinden bazıları şunlardır:
- a)İtaatlerinin vacip olması,
- b)Adları anıldığında salât ve selâm getirilmesi,
- c)Huzurlarında yüksek sesle konuşulmaması.
- Namaz:
Namaz; insanların, -hükümdarın huzurunda kullarının el-pençe divan durması gibi- Allah Teâlâ’nın huzurunda saygıyla durmaları, O’na münâcâtta bulunmaları, O’na boyun eğmeleri manasına gelmektedir. Bunun içindir ki, namaz esnasında, ihtiyaç arzından önce övgü ve saygı ifade eden cümlelerin tekrarlanması, kişinin davranışlarında -aynen hükümdar huzuruna çıkan insanların duruşu gibi- dikkatli olması, organlarını salmaması, sağa sola bakmaması.., gerekli olmuştur. Şu hadis işte bu manayı ifade etmektedir:
“Sizden biri namaza durduğu zaman, hiç şüphesiz Allah Teâlâ onun önünde olur.” [361]
Allah’u a’lem!
8) Abdest Ve Guslün Sırları
Tabiî Yapı Zulmetinden, Hazîre-i Kuds Aydınlığına:
Bil ki: Bazen insan tabiî yapısının karanlıklarından Hazîre-i kuds’ün aydınlığına sıçrayabilir, bu aydınlık (nurlar) kendisine galebe çalar ve bir süre tabiî yapısının egemenliğinden bir tür çıkar; onların içine katılır ve nefsi soyutlamaya yönelik konularda sanki onlardan biriymiş gibi bir hal alır. Sonra tekrar eski haline çevrilir ve artık ilk hale uygun düşen şeyleri arzular hale gelir; kendisini tekrar o hale ulaştıracak şeyleri bir ganimet bilir ve onları, kaçırdığı hallerin telafisi için bir ağ gibi kullanır. Bu haliyle içinde bir duygu hisseder; bu, murdarlıklardan kaçınma ve temizleyici maddeleri kullanma sonucu meydana gelen sevinç ve açılma (inşirah) hali olmaktadır. Kişi, ulaştığı bu hale dört elle sarılır.
Bu mertebedeki insanı şöyle biri takip eder: Muhbir-i sâdık’tan (yani peygamberden) temizlik halinin, insanın kemâl hali olduğunu, Bârî Teâlâ’nın o halin kulda olması sebebiyle hoşnut olacağını, o halde sayısız faydaların bulunduğunu duyar; daha önceden kendisinde mevcut bulunan kalbî şehadetle hemen onu tasdik eder ve emrolunan şeyleri yapar, onun haber verdiği şeylerin hep hak olduğunu görür; artık üzerine rahmet kapıları aralanır ve kendisi meleklerin boyasına girer.
Bu mertebedekileri takip eden bir zümre daha vardır ki, bunlar sözü edilen bu şeylerden hiçbir şey bilmez; ancak peygamberler onlara rehberlik etmişler ve onların âhiret hayatında meleklerin arasına katılmalarını temin edecek davranış biçimlerine kendilerini zorlamışlardır. Bunlar, zincirlerle cennete çekilen kimseler olmaktadırlar.
Hades (Manevî Kirlilik Hali), Nefsi Daraltır; Temizlik İse Genişletir:
“Hades” halinin, istikra sonucunda iki cinse münhasır olduğu görülür. Burada hadesten maksadımız, etkisi daha ilk bakışta nefis üzerinde hissedilen, mahalli munzabıt olduğu için çoğunluk insanların izalesiyle mükellef tutuldukları ve vukuu da çokça bulunan, öğretilmemesi halinde ise insanlar için büyük bir zararın söz konusu olduğu hades halidir. Bunlar:
- Mide şehvetinin doğurduğu hades hali:
Nefsin, mideden dışarı atılması gereken üç şey yani yel, sidik ve dışkı ile meşguliyeti. İstisnasız her insan, karnında yel olduğu zaman ya da büyük ya da küçük abdest bozma ihtiyacını hissettiği zaman nefsinin daraldığını bilir ve hemen uygun bir yer arar, şaşkın ve daralmış bir hal alır. Kendisi ile açılması arasında bir perde olur. Yellendiğinde ya da büyük ya da küçük abdestini bozup hafiflediğinde ve gusül ya da abdest gibi nefsini temizlik hali için uyaracak bir davranışta bulunduğu zaman, bir rahatlama ve sevinç duyar ve sanki kaybettiğini bulmuş gibi olur.
- Cinsî arzuların sebep olduğu hades hali:
Nefis, cinsî ilişki şehvetiyle meşgul olur ve tamamen kendisini ona kaptırır. Bu; nefsi, bütünüyle hayvanı tabiatına yöneltir ve başka bir şey görmez olur. Hayvanlar bile eğitilebilmekte ve istenilen şekilde davranışta bulunmaya alıştırılabilmektedirler; meselâ av için eğitilecek hayvanlar aç ya da uykusuz konulmak suretiyle itaate ahştırılabilmekte ve avı sahipleri adına tutmayı öğrenebilmektedirler; bazı kuşlar insanların konuşmalarını taklide zorlandığında bunu yapabilmektedirler. Kısaca her hayvan, kendi tabiatında bulunan bir özelliği izale etmesi ve yapısında bulunmayan bir özelliği elde etmesi için yoğun bir çaba ile karşı karşıya kaldığında bunu başarabilmektedir. Ancak daha sonra bu hayvanın salımvermesi halinde, eğitildiği doğrultuda değil de, şehvetinin doğrultusunda koşturması ve kendisini günlerce o lezzetlere kaptırması halinde, mutlaka binbir zorlukla kazanmış olduğu o melekeyi unutacak ve tekrar eski körlük, cehalet ve sapıklık haline dönecektir.
Cinsî İlişki, Nefsi Kirletir:
Kim bunu düşünecek olursa, hiç şüphesiz şehvetin, nefsin kirlenmesinde, çok yemek, macera ve nefsin meylettiği diğer şeylere nazaran daha fazla etkin olduğunu görür. Kişi, bunu bizzat kendi üzerinde tecrübe etmeli, dünyadan el etek çekmiş ruhbanların tedavisi konusunda -tekrar behimî güçlerinin hayata döndürülmeleri istendiğinde- tabiblerin zikrettikleri şeylere bakmalıdır.
Temizlik (Taharet) İki Çeşittir:
Eseri, ilk bakışta hemen hissedilen temizliğin, istikra sonucunda sadece iki çeşit olduğu görülür. Tabiî burada temizlikten, mamur beldelerde aracının -yani suyun- bol miktarda bulunması sebebiyle çoğunluk insanlardan yapmaları istenilen, durumu munzabıt olan, insan nefsi üzerinde en etkin bulunan ve aralarında öyle olduğuna dair yaygın bir kabul de olan, bunların yanında da tabiî bir yol özelliği arzeden temizliği kastediyoruz. Bunlar şunlardır:
- Büyük temizlik (boyabdesti),
- Küçük temizlik (abdest).
- Büyük temizlik nefsi güçlü bir şekilde uyaran bir araçtır.
Büyük temizlik, tüm bedenin su ile yıkanması ve oğulmasıdır. Zira su, temiz ve temizleyici özelliğiyle pislikleri giderir. Onun bu özelliği insan tabiatınca müsellem kabul edilmektedir. Bu temizlik şekli, nefsi, temizlik, hasletine doğru güçlü bir şekilde uyarmaya elverişli bir araçtır. Öyle insanlar vardır ki, içki içerler ve sarhoş olurlar; sarhoşluk hali yapılarına hakim olur ve sonra haksız yere cana kıyma ya da son derece değerli bir malı itlaf etme gibi davranışlarda bulunurlar da, bu onlara bir şok etkisi yapar ve birden kendilerine gelirler ve akılları çalışmaya başlar, sarhoşluk hali birden ortadan kalkar. Bazı insanlar da vardır ki, zayıftırlar; bir türlü doğrulamazlar ve hiçbir şey yapamazlar. İşte böylelerini güçlü bir şekilde uyarabilmek için bir olayın olması gerekir; bunun sonucunda kızma, gayrete gelme veya meydan okuma gibi haller doğar ve o tip insan şiddetli bir mücadeleye girer, aşırı bir şekilde kan döker.
Kısaca demek istiyoruz ki, nefsin tepkisel intikal ve bir hasletten hareketle diğerinin farkına varma özelliği bulunmaktadır. Bu özelliğin kullanılması, nefis terbiyesinin esasıdır. Bu uyarı, onun en üstün temizlik şekli olduğuna dair insanların tabiatlarımn ta derinliklerine nüfuz edecek, nefislerinde kök salacak bir şeyle olabilir ki, bu da ancak su ile yapılan temizlik şeklidir.
- Küçük Temizlik: Bazı organlara münhasırdır:
Küçük temizlik ise, sadece bazı organların yıkanmasıyla yetinmektir. Çünkü organlar, normal yaşamaya elverişli iklimlerde genelde açıkta bulunurlar; örtülmezler, bunların elbisenin dışına çıkmaları tabiî bir yol kabul edilir. Rasûlullah’ın (s.a.), kolsuz, yensiz, yakasız kumaş parçasına, kollar içeride kalacak şekilde dolanmayı yasaklaması [362], giyim kuşamda tabiî olan yolun, organların dışarıya çıkabilmesini sağlayacak şekilde olması gerektiğine işaret olmaktadır. Çünkü elbisenin böyle olmaması halinde, organların yıkanması esnasında sıkıntı ve zorluk olacaktır. Bu zorluk, diğer organlar için söz konusu değildir. Sonra medenî milletlerde âdet, her gün bu organların temizlenmesi şeklinde cereyan etmektedir. İnsanlar, hükümdarların ve benzeri büyüklerin huzuruna girecekleri, temizlik isteyen işler yapacakları zaman behemehal açıktaki organlarım yıkayagelmişler, onların temiz olmasına özen göstermişlerdir. Bunun sebebi şudur: Bu organlar açıkta oldukları için, çabuk kirlenirler. Sonra insanların bir araya gelmeleri halinde göze batan, dikkati çeken bu organlardır. Tecrübe ile de sabittir ki, organların yıkanması, yüze ve başa su serpilmesi, nefsi uyku, baygınlık gibi hallerde güçlü bir şekilde uyarmaktadır. Meseleyi daha iyi anlayabilmek için insan, bu konuda kendi tecrübe ve bilgisini dikkate almalı ve yine tabiblerin bayılan ya da ifrat halde bulunan ishal ve kan aldırma hallerinde yapılmasını tavsiye ettikleri şeylere bakmalıdır.
Temizlik, İnsanın Kemal Haline Ulaşabilmesi İçin Geçmesi Gereken Bir Kapıdır:
Temizlik, ikinci derecede bulunan ihtiyaç kapılarından biridir ve insanın kemal hali bu kapıdan geçmesine bağlıdır. Temizlikte, meleklere yakınlık, şeytanlara uzaklık vardır; kabir azabını uzaklaştırır. Nitekim bu manada Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Sidikten sakının; çünkü kabir azabının hemen hepsi ondandır.” [363]
Temizliğin, nefsin “ihsan” mertebesine ulaşabilmesinde büyük bir etkisi vardır. Bu manada olmak üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ve Allah, temizlenenleri sever.” [364]
Temizlik Sayesinde, Nefiste Melekî Bir Nur Yerleşir:
Temizlik anlayışı nefiste yer edip fiilî olarak karar kılınca, meleklerin nurlarından bir ışıltı onda yer eder; hayvanî zulmetten bir parça da söner ki bu, iyiliklerin yazılması, hataların da keffâret olunması demektir. Temizlik, bir vecibe edinilmesi halinde, pek çok fayda sağlar.
İnsan, temizliğe dikkat eder ve bu konuda insanların hükümdarın huzuruna giderken gösterdikleri titizliği gösterir, beraberinde niyet ve belli zikirler de bulundurursa, sû-i ma’rifetten kurtulur. (?) İnsan, kendi kemalinin ancak bu olduğunu anladığı zaman, organlan, herhangi bir hissî saik olmaksızın aklının gerekli bulduğu doğrultuda davranışa geçer. Bütün bunların ötesinde temizlik, tabiatın akla boyun eğmesini’sağlayacak bir temrindir (alıştırma).
Allah’u a’lem!
9) Namazın Sırları
İnsan, Hazîre-i Kuds’a Çıkabilir:
Bil ki: İnsan, Hazîre-i kuds’a yükselebilir ve Cenâb-ı Allah’a sımsıkı yapışabilir. İşte o anda kudsiyyet âleminden üzerine tecellîler iner, bunlar nefse galebe çalar ve bu sayede kişi, dil ile tavsifi mümkün olmayan şeyleri görür. Sonra tekrar eski haline döndürülür; ama artık kararı kalmaz, nefsi ile mücadeleye girer, süflî haller arasında, nefsin marifetullah içerisinde istiğrak haline en yakın bulunan bir vaziyetle ona karşı koyar, bu hali, elden kaçırmış olduğu şeylerin telafisi için ağ olarak kullanır. Bu hal, şüphesiz ki bu amaçla konulmuş bulunan fiiller ve sözler aracılığıyla yapılan tazim, huşu ve yakarıştır.
Bu mertebedeki insanı şöyle biri takip eder: Muhbir-i sâdık’ı (yani peygamberi) işitir, onu bu hale çağrır ve teşvik eder bulur. Kendisinde mevcut bulunan kalbî şehadetle hemen onu tasdik eder ve emrolunan şeyleri yapar, onun haber verdiği şeylerin hep hak olduğunu görür ve böylece umduğu makamlara yükselir.
Bu mertebedekileri takip eden bir zümre daha vardır ki, bunlar namaz niyaz nedir bilmezler; ancak peygamberler onları namaza zorlamışlardır. Bu aynen bir babanın çocuklarını bir sanat öğrenmeleri için, hoşlanmadıkları halde zorlamasına benzer. Bazen insan, Rabbinden bir belânın uzaklaştırılmasını veya bir nimetin verilmesini ister. Bu durumda en uygun olanı, kişinin tazim ifade eden fiil ve sözlere iyice kendini vererek benliğini unutmasıdır. İstemenin ruhu mesabesinde olan himmet ancak böyle etki edebilir, işte bu, istiskâ yani yağmur dua ve namazında sünnet kılınmıştır.
Namazın Esasını Üç Şey Teşkil Eder:
- Huşu:
Namazın aslı üç şeyden müteşekkildir:
- a)Bunlardan birincisi, Allah Teâlâ’nın celâl ve azametini düşünme sonucunda kalbin huşu ile dolmasıdır.
- b)Sonra dilin, bu azameti, bu huşûyu, en açık kelimelerle ifade etmesidir.
- c)Daha sonra da organların, kalpteki huşûya uygun düşecek hareketlerde bulunmasıdır. Şâir şöyle demiştir:
“Üç şey vardır ki, bana olan nimetlerinizi sayar döker
Elim, dilim ve gizli bulunan kalbim…”
- Niyaz (münâcât):
Kulun saygı göstermek amacıyla yapacağı fiillerden biri, Allah Teâlâ’nın huzuruna niyazla durması, yönünü ve gönlünü O’na çevirmesidir.
Bundan daha üstünü, kendi zelilliğini, Rabbinin de izzetini bütün benliğinde hissetmesi ve bunun bir göstergesi olarak başını öne eğmesidir. Zira bütün insanlarda ve hayvanlarda başın yukarı dikilmesi, fıtrî olarak azgınlık ve büyüklenme emaresi, boynun bükülmesi de huşu ve teslimiyet belirtisi olmaktadır. Bu manaya işaret olmak üzere Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Biz dilersek, onların üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar.” [365]
- Yüzü toprağa sürmek (secde etmek):
Bundan daha ilerisi, kişinin en şerefli ve duyularının hepsinin bir arada bulunduğu uzvu olan yüzünü Yüce Allah’ın huzurunda toprağa sürmesidir.
Sözünü ettiğimiz saygı gösterme amacıyla yapılan bu hareketler, insanlar arasında yaygın bulunmaktadır ve gerek namazlarında ve gerekse hükümdarlarının ve emirlerinin huzurunda bu tür davranışlarda bulunmaktadırlar.
En güzel namaz, en aşağı mertebeden başlayarak en üstün olanına doğru bu üç hali içinde toplayan namazdır. Böylece, huşu ve kulun kendi zaafım hissetmesinde de giderek bir artış olacaktır. Sonra bu aşağıdan yukarıya doğru yükselme halinde, ne sırf en yüce saygı şeklinde, ne de yukarıdan aşağıya doğru düşüş halinde bulunmayan sonsuz faydalar vardır.
Namaz, Allah Teâlâ’ya Yaklaştıran Amellerin Anasıdır:
İnsanı, Allah Teâlâ’ya yaklaştıran amellerin anası olarak, ne O’nun azameti hakkında tefekkürde bulunmak, ne de sürekli O’nu zikretmek değil de namaz kılınmıştır. Çünkü Allah Teâlâ hakkında sağlıklı tefekkürde bulunmak, ancak üstün şahsiyetler için uygun ve mümkün olabilir. Oysaki bu kabiliyette insanlar çok azdır. Çoğunluğu oluşturan sıradan insanlar, Allah Teâlâ hakkında tefekkürde bulunmaya dalarlarsa, aptallaşırlar ve bir kazanç elde etmek şöyle dursun ellerindeki sermayeden de olurlar. Zikir ise, çoğunluk hakkında, ona açıklık getirecek, bedeniyle işleyeceği, adabına riayet edeceği saygı ifade eden amellerle desteklenmediği sürece lâklakadan ibaret kalır, herhangi bir fayda sağlamaktan uzak olur.
Namaz, Allah Teâlâ’nın Azameti Hakkında Bir Tefekkürdür:
Namaz ise, her ikisinden [366] farklıdır; o, aşağıdaki unsurların bir araya gelmesinden oluşmuş bir hakikattir:
- Tefekkür:Namaz, ikinci kasıtla Allah Teâlâ’nın azameti hakkında bir tefekkür ile herkesin yapabileceği bu tefekküre tabi olarak doğan bir iltifat halidir. Kabiliyeti olan kimselerin, şühûd deryasına dalmasına mani olacak bir şey yoktur; aksine bu durum, kişiyi son derece uyarır.
- Dua ve niyaz:Namazın ikinci bir unsuru, amelini sırf Allah Teâlâ için işlemiş, yüzünü Allah’a doğru çevirmiş olduğunu belirten, yardımı sadece O’ndan istediğini ifade eden dua ve niyazlardır.
- Fiiller:Namazın üçüncü unsuru ise secde ve rükû gibi saygı ifade eden fiillerdir.
Bu üç unsurdan her biri, diğerinin destekleyicisi, tamamlayıcısı ve uyarıcısı mahiyetindedir. Böylece namaz, avam-havas bütün insanlar için faydalı olmakta, her insanın kabiliyetinin gerek duyduğu şeyin ortaya çıkması için güçlü bir ilaç etkisi yapmaktadır.
Namaz, Mü’minin Miracıdır:
Namaz, mü’minin miracı ve uhrevî tecellîler için hazırlık olmaktadır. Rasûlullah’ın (s.a.) şu hadisi bu manayı ifade etmektedir:
“Görmek için birbirinizle itişip kakışmadan şu dolunayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz. Bu itibarla eğer güneşin doğmasından önce bir namazdan ve batmasından önce bir namazdan geri kalmamaya gücünüz yetiyorsa, bunu yapın.” [367]
Namaz, muhabbetullah ve O’nun sonsuz rahmetini harekete geçirmek için bir sebeptir. Bu bağlamda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Çok secde etmek suretiyle nefsin için bana yardımcı ol!” [368]
Allah Teâlâ, cehennemliklerin halini anlatırken onların şöyle diyeceklerini bildirir:
“Biz, namaz kılanlardan değildik.” [369]
Namaz, kişinin nefsinde tam yer edince, Allah’ın nuru içerisinde benliğini kaybeder ve o anda hataları keffâret olunur. Ayette şöyle buyurulmuştur:
“Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir.” [370]
Vesveselerin giderilmesi konusunda, namazdan daha faydalı bir şey yoktur. Özellikle de namazın fiil ve sözlerini tam bir gönül huzuru ve ihlâs niyeti ile ifa etmesi halinde son derece yararlı olur. Uyulması zorunlu bir merasim kılındığı zaman, açık bir fayda sağlar ve bu durumda müslümanı kâfirden ayıran bir belirti (alâmet-i farika) halini alır. Bu manaya işaret eden Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Bizimle, onlar (kâfirler) arasını ayıran şey namazdır; kim onu terkederse, kâfir olur.” [371]
Nefsin, akla boyun eğmesini ve onun hükmü doğrultusunda hareket etmesini sağlamak amacıyla temrin yapılacaksa, bu iş için namaz kadar faydalı başka bir şey daha yoktur.
Allah’u a’lem!
10) Zekâtın Sırları
Yoksul İnsanların, Allah’a Niyazda Bulunmaları, İlâhî Cömertlik Kapısını Çalar:
Bil ki: Yoksul bir kimse, bir ihtiyaçtan dolayı Allah Teâlâ’ya söz ya da lisân-ı hal ile tazarru ve niyazda bulunduğu zaman, onun bu niyazı ilâhî inayet kapısını çalar. Bu durumda maslahat, bazen iyi bir insanın kalbine o yoksulun ihtiyacını gidermesi ilhamının konulmasını gerektirir. Gelen ilham, ilgili kişiyi bürüyünce hemen harekete geçer, durumu kavrar ve gereğini yaparsa, Allah Teâlâ ondan razı olur; üstünden, altından, sağından solundan üzerine bereketler yağdırır ve o kişi ilâhî rahmete mazhar olur.
Bir gün yoksulun biri, bana çaresizliğini belirterek ihtiyacım arzetti. O anda ben, kalbimde bir ilham hissettim; bana o kimseye istediği şeyi vermem emrediliyor, dünyada ve âhirette büyük bir mükafaatla ödüllendirileceğini müjdeleniyordu. Bunun üzerine ben de hemen adamın ihtiyacını gördüm ve Rabbimin bana vadetmiş olduğu şeyleri müşahede ettim. Onun ilâhî kerem kapışım çalması, ilhamın harekete geçmesi ve benim kalbimi seçmesi, vadedilen mükafaatın ortaya çıkması.., bütün bunlar hep gözümün önünde cereyan etmişti.
Bazen, Gerekli Yere İnfakın Ulaştırılması Allah’ın Rahmeti Sebebiyle Olur:
Bazen de olur ki, infakın ihtiyaç duyulan mahalle ulaştırılması, Allah’ın rahmeti sonucu olur. Meselâ, Mele-i a’lâ’da bir milletin işlerinin düzene sokulması için bir saik oluşur ve bu halde iken, o milletin işlerim yoluna koymak için çalışan herkes Allah’ın rahmetine mazhar olur. Böyle bir durumda infakta bulunarak o milletin darboğazdan çıkmalarını sağlamak, zorluk ve darhk anında yapılan savaş (gazvetu’l-usre) gibi sevaplı olur. Meselâ, bir yerde kuraklık olması ve orada yaşayan milletin, yeryüzünde yardıma en muhtaç bir halde olması ve onlara yardım edilmesi böyledir.
Kısaca, Muhbir-i sâdık (peygamber), bu gibi halleri gözönüne alarak küllî bir sonuç çıkarır ve:
“Kim, şöyle şöyle ya da şu şu halde bir yoksula tasaddukta bulunursa, onun ameli kabul olunur.” der. Onu biri işitir, hemen kalbî şehadetle sözüne boyun eğer, yardıma koşar, sonunda da kendisine vaad olunanı gerçek bulur.
Allah Yolunda İnfakta Bulunmak En Faydalı Şeydir;
Bazen nefis, mal tutkusu ve cimriliğin kendisine zararlı olduğunu, onu doğru yolundan alıkoyduğunu kavrar ve bundan büyük bir sıkıntı duyar. Bundan kurtulmanın, en çok sevdiği malları infak etmeye kendisini alıştırmada olduğunu görür. Bu durumda kişinin infakta bulunması, kendisi için en hayırlı bir davranış olur. Eğer infak yoluyla bu badireyi aşamazsa, o zaman mal tutkusu ve cimrilik giderek güçlenerek eski hali üzere kalmaya devam eder ve âhirette zehirinin çokluğundan ötürü başının tüyü dökülmüş bir yılan şeklinde surete bürünür, boynuna dolanır, kendisine işkence eder veya mallan kendisine zarar verici şekilde temessül eder. Nitekim hadiste (zekâtını vermeyen bir kimse hakkında) şöyle buyurulmuştur:
“Malları (develeri ve koyunları) tarafından düz bir yerde tepelenir.” [372]
Allah Teâlâ, da şöyle buyurmaktadır:
“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele. Onlar cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla, onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak…” [373]
Mü’min, Malını Harcamakla Kendisini Helakten Kurtarır:
Bazen, kul her taraftan kuşatılır ve âlem-i misalde helakine hükmedilir. Tam bu esnada, büyük miktarda mal infakında bulunur, kendisi ve Allah’ın rahmetine mazhar bazı insanlar Allah Teâlâ’ya onun hakkında tazarru ve niyazda bulunurlar. Bunun üzerine, malını infak etmesi sebebiyle, o kişinin helaki kararı silinir. Şu hadis buna işaret eder:
“Kazayı ancak dua çevirir; ömrü de ancak iyilik uzatır.” [374] Bazen insan, hayvanı gücünün egemenliğine girerek çok kötü ameller işler, sonra onların kötülüklerim anlar. Sonra hayvanı gücü kendisine tekrar galebe çalarak o kötü işlere yeniden döner. Bu durumda olan kimselerin, yaptıklarını bir tür telafi etmek üzere büyük miktarda mal sarfetmesi hikmet gereği olmaktadır. Böylece harcadığı mal gözünün önüne gelecek ve bu, kastettiği şeyi yapmasına engel olacaktır.
Sadaka, Bereketi Artırır Ve Allah Teâlâ’nın Gazabını Söndürür:
Güzel huyların kazanılması ve birlikte yaşama düzeninin korunması; muhtaçları doyurmak, selâmı yaymak ve her türlü yardımlaşmada bulunmak.., gibi hasletlerle mümkün olur. Bu yüzden, bunların yapılması emrolunur ve bunlar sadaka sayılır. Zekât, malın bereketini artırır ve ilâhî rahmeti harekete geçirmesi sebebiyle Allah Teâlâ’nın gazabını söndürür, cimrilik için takdir olunan âhiret azabını ortadan kaldırır, Mele-i a’lâ sakinlerinden yeryüzünü ıslâhla görevli olanların o kula hayır dua etmelerini sağlar.
Allah’u alem!
11) Orucun Sırları
Açlık Ve Susuzluk, Şehveti Kırar; Hayvanı Gücü Melekî Gücün Emrine Sokar:
Bil ki: Bazen insan, Hakk’tan gelen ilham vasıtasıyla, hayvanı yapısındaki hiddet ve şiddet halinin, ulaşabileceği kemâl hali için bir engel olduğunu görür ve bunun üzerine ona kızmaya başlar, onu azgınlık halinden uzaklaştırarak uysal bir hale getirmek ister. Bu konuda kendisine yardımcı olmak üzere açlık ve susuzluktan, cinsî ilişkiyi terketmekten, diline, kalbine ve diğer organlarına sahip olmaktan daha uygun bir yol göremez ve nefsânî hastalığını tedavi etmek amacıyla bu yollara sarılır.
Bu tür insanları şunlar takip eder: Bunlar, sözü edilen bilgileri, Muhbir-i sâdık’tan (peygamber) işitmiş ve kalpleriyle onu tasdik ederek dediklerini yapmaya koyulmuşlardır.
Bunları, peygamberlerin zoraki bu yola ittikleri kimseler izler. Onlar, neyin ne olduğunu bilmezler; fakat sonuçta şehvetin kırılması neticesinde doğan faydaları elde etmiş olurlar.
Tabiî Yapının Akla Boyun Eğmesi, Bir Kemal Halidir:
Bazen insan, tabiî yapısının aklın hükmü altına girmesini, kendisi için bir kemal hali görür. Ancak tabiatı her zaman uysal olmaz; bazen itaat, bazen de isyan eder. Bu durumda insan, temrine ihtiyaç duyar ve oruç gibi zor işlere girişir; tabiî yapısını orucun gereklerine uymaya zorlar ve ahde vefa göstermeyi üstlenir. Buna devam ede ede, sonunda amacına ulaşır.
Bazen insan büyük bir günah işler; keffâret olması için, kendişine ağır gelecek şekilde peşipeşine oruç tutmaya karar verir; böylece o tür günahlara bir daha dönmemesini temine çalışır.
Bazen nefsi, kadınlara karşı arzu duyar; fakat evlenecek maddî güce sahip olmaz. Öbür taraftan da zinaya düşmekten korkar. İşte bu gibi durumlarda oruç yoluyla nefsini kırar ve onu dizginlemiş olur. Rasûlullah’ın (s.a.):
“Kim evlenmeye güç yetiremezse, oruç tutsun; çünkü oruç, onun için şehveti kıran bir araçtır.” [375] Buyruğu bu manada söylenmiştir.
Oruç, Hayvani Gücün Zayıflaması Oranında Hatalara Keffâret Olur:
Oruç, büyük bir iyilik (hasene) olup, melekî yönü güçlendirir; hayvanı yönü de zayıflatır. Ruhu cilâlamakta, nefsi kontrol altına almakta oruç gibisi yoktur. Bu yüzdendir ki, kudsî hadiste Allah Teâlâ, oruç hakkında şöyle buyurmuştur:
“Ademoğlunun her ameli kendinindir. Yalnız oruç müstesnadır. Çünkü o benimdir, onun mükâfatını verecek olan benim.” [376]
Oruç, hayvanı gücün zayıflaması oranında hatalara keffâret olur. Oruç sayesinde insan büyük ölçüde meleklere benzer bir hal alır; artık melekler onu severler. Bu sevgi sonuçta, hayvanı yönü zayıflatır. Bu meyanda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.” [377]
Oruç, usulü dairesinde tutulması halinde, her bakımdan faydalı olur. Bir ümmetin tümden oruç tutması durumunda şeytanlar zincirlere vurulur; onlara cennet kapıları açılır, cehennem kapıları da kapatılır.
İnsan, Nefsine Hakim Olduğunda, Tenzih Yoluyla Zât-ı Bârvye Ulaşır:
İnsan, nefsini kontrol altına almak ve onun kötülüklerini gidermek için çalıştığında, bu yolda yaptıkları işlerin, âlem-i misalda takdisi bir sureti olur. Evliya ve arifinden bazı pâk kimseler,” o surete doğru teveccüh ederler ve ilmi hakkında gayptan destekledirler. Böylece o kimse, tenzih ve takdîs yoluyla Zât-i Bâri’ye ulaşır.
“Oruç benim içindir, onun mükâfatını verecek olan benim.”[378] Buyruğunun manası işte budur.
İtikâf:
Bazen insan, geçim telaşına düşmüş olmanın getirdiği gailelerin içerisinde Allah’tan uzaklaştığını hisseder. Bu durumda ibadet için inşa edilmiş bir mescide kapanıp dünya işlerinden bir süre el etek çekmesi faydalı olur. Bunu devamlı olarak yapmasına imkân yoktur. Ancak, bir şey tümden elde edilemiyor diye hepten de bırakılmaz. Dolayısıyla böyle bir insan, fırsatlar kollar ve haline uygun düşecek ölçüde itikâfa çekilir. Bu durumdaki insanları, Muh-bir-i sâdık’ın (peygamber) sözüne kulak veren ve kalbî şehadetiyle onu tasdik edip, dediklerine uyan kimseler takip eder. Daha sonra da -daha önce de geçtiği üzere- zoraki sevkedilen sıradan insanlar gelir.
İnsan oruç tutabilir ama dilini korumayı ancak itikâf yoluyla öğrenebilir.
İnsan, zaman olur Kadir gecesini idrak etmeyi ve meleklerle temas kurmayı arzular. Bu amacına ulaşabilmesi için ise mutlaka itikâfa girmesi gerekir. İleride Kadir gecesinin ne anlam ifade ettiği üzerinde durulacaktır.
Allah’u a’lem!
12) Haccın Sırları
Haccın Mahiyeti:
Bil ki: Aslında hac, sâlihlerden oluşan büyük bir kalabalığın belli bir yer ve zamanda toplanmasıdır. Hac, zaman itibariyle ilâhî nimetlere mazhar olmuş peygamberlerin, sıddîkların, şehitlerin ve sâlihlerin halini hatırlatır. Hac için belirlenen mekânda, apaçık âyetler olur ve oraya din imamlarından oluşan cemaatler, Allah’ın nişanelerine saygı göstererek, tazarru ve niyazda bulunarak, Allah Teâlâ’dan hayırlar bekleyerek, günahlarının keffâret olunmasını umarak ziyaret edegelmiş olurlar.
Himmetlerin, bu keyfiyette bir araya gelmesi sonucunda ilâhî rahmet ve mağfiretin inmemesi mümkün değildir. Nitekim şu hadis bu manayı ifade eder:
“Şeytan, hiçbir günde, arife gününde olduğu kadar zelil, hor, hakir ve öfkeli bir halde görülmemiştir.” [379]
Haccedilmeye En Lâyık Olan Yer; Allah’ın Evi (Ka’be)dir:
Hac ibadeti, esasen her ümmette mevcuttur. Her dinde mutlaka, Allah’ın âyetlerinin zuhur edişini görmeleri sebebiyle kutsal kabul edilen ve feyz alındığına inanılan bir hac yeri vardır. Yine her dinde, seleflerinden tevarüs edilegelen, kurban takdimi ve benzeri daha başka davranışlar bulunur. Çünkü bunlar, mukarrabîni (Allah’a yakın kulları) ve onların içinde bulundukları halleri hatırlatır.
Hacc için en lâyık yer Allah’ın evidir; çünkü orada apaçık âyetler bulunmaktadır, orasını Allah’ın emriyle, hemen her ümmette hayır ile yad edilen Hz. İbrahim peygamber, ıssız ve ulaşılması zor çöl bir yerde bina etmiştir. Hac için makam kabul edilen hiçbir yer, bu özelliği taşımaz; onlarda ya şirk kokusu vardır, ya da asılsız uydurmalar bulunur.
Hac, Nefsi Temizliktir:
Nefsi arındırmanın yollarından biri de, sâlih insanların saygı duymakta oldukları, içinde bulundukları, Allah’ı zikirle manen imar ettikleri yerleri zikretmek, oralarda bulunmaktır. Çünkü bu durum, yeryüzünü tedvirle görevli meleklerin himmetlerinin taallukunu celbeder, Mele-i a’lâ sâkinlerinin ehl-i hayır için yapmış oldukları külli duanın içerisine orayı ziyaret eden herkes girer. Ziyaretçi, böylesi kutsal mekanlarda bulunduğu sırada, onların boyası nefsine galebe çalar ve kendisi de onlar gibi olmaya başlar. Ben bunu, gözlerimle gördüm.
Allah Teâlâ’yı anmanın (zikir) bir yolu da, O’nun nişanelerini görmek ve onlara saygı göstermektir. Çünkü onlar görüldüğünde, -melzûmun lâzımı hatırlatması gibi- hemen Allah hatırlanır. Özellikle de nefsi güçlü bir şekilde uyaracak saygı ifade eden bazı davranış biçimlerine [380] riayetle birlikte, bir takım kayıt ve sınırların getirilmesi halinde bu son derecede etkin olur.
Bazen insan, Rabbine karşı aşırı bir şevk ve arzu duyar. Hacdan başka, kulun bu ihtiyacını giderecek ve kendisini tatmin edecek bir yol yoktur.
Hac, İhlâslı Kulları Münafıklardan Ayıran Bir Göstergedir:
Nasıl ki devlet, zaman zaman çeşitli bahaneler bulur ve tebaa arasında ileri gelenleri bir araya toplar, böylece devlete sâdık ve itaatkâr olanların öyle olmayanlardan ayırdedilmesini, şan ve şöhretinin yükselmesini, gücünün her tarafa yayılmasını, birbirleri arasında tanışmalarını arzu ederse, aynı şekilde din de, gerçek nıü’ıninlerini, münafık olanlardan ayırt etmek için bir hac ibadetine ihtiyaç duyar. Hac sayesinde insanların Allah’ın dinine bölük bölük girdikleri ortaya çıkar. İnsanlar bu sayede birbirlerini görürler ve herkes, diğerinden istifade eder. Zira insanda arzu ve rağbetler, ancak beraber olma ve birbirlerinden görme sonucunda oluşur.
Hac herkese teşmil edilen bir ibadet kılınması halinde son derece yararlı oliır. Din büyüklerini yadetme ve onların hallerini yaşama konusunda müşevvik unsur olarak hac gibi bir araç daha yoktur.
Hac, uzun bir yolculuk, zor bir iştir; dolayısıyla büyük bir fedakârlık ister. Bu yüzden sırf Allah rızasıyla yapılan bir hac ibadeti, -aynen imanın daha önceki küfür halini tamamen sildiği gibi- geçmişte işlenmiş olan bütün günahlara keffâret olur [381] ve kişi anasından doğduğu günkü gibi tertemiz bir halde evine döner.
13) Diğer İyilik Türleri Ve Sırları
1. Zikir:
Sözü edilen iyiliklerin dışında başka iyilikler de vardır. Bunlardan biri zikirdir. Zikir ile Allah Teâlâ arasında engel yoktur. Yanlış bilginin (bilgisizliğin) tedavisi konusunda zikir gibisi yoktur. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur:
“Size amellerinizin en üstününü bildireyim mi?…” [382]
Zikir, sürekli Allah’la beraber olmak ve kasveti dağıtmak konusunda çok önemlidir. Özellikle de hayvani yönü yaratılıştan, ya da mücadele sonucunda zayıf olan ve hayali, yaratılıştan, soyutları somutlara ait hükümlere karıştırmaya girmeyen kimseler için çok faydalıdır.
2. Dua İbadetin Özüdür;
Bir diğeri duadır. Dua, huzura açılan büyük bir kapıdır. Tam bağlanmayı ve ihtiyacın sadece âlemlerin Rabbine arzedilmesini sağlar, her halükârda O’nun huzurunda olma duygusunu verir. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur:
“Dua, ibadetin iliğidir.” [383]
Dua, nefsi talep sıfatıyla kaynağa yönelten bir davranıştır. Talep ise, elde edilmesi istenilen şeyin celbi konusunda yapılan duanın ruhu olmaktadır.
3. Kur’ân, Kalbin Cilasıdır:
Bir diğeri Kur’ân okumak, vaaz ve nasihat dinlemektir. Kim bunlara kulak verir ve onlar nefsinde yer ederse, Allah Teâlâ’nın azameti karşısında korku, recâ ve şaşkınlık duyar; Allah’ın lütuf ve ihsanı karşısında da kendinden geçer. Bu, silik tabiî yapısı üzerinde görülür bir fayda sağlar, nefsi üst makamlardan inecek feyizlere hazır hale getirir. Bu yüzden Kur’ân okuma, âhirette en faydalı bir amel olacaktır. Melek, kabre konulan kişiye şöyle der:
“Sen, ne hakkı anladın, ne de Kur’ân okudun1?!” [384]
Kur’ân’da, nefsi süflî hallerden kurtaracak özellikler [385] vardır. Nitekim Rasûlullah’ın (s.a.) şu sözü buna işaret etmektedir:
“Her şeyin bir cilası vardır; kalbin cilası da Kur’ân okumaktır.” [386]
4. Sıla-ı Rahim Ve Komşu Haklarına Riayet, İlâhî Rahmetin İnmesi İçin Bir Kapıdır:
Bir diğeri, akrabalara ve komşulara iyi davranmak, muhitteki ve ülkedeki tüm insanlarla iyi ilişkiler içerisinde olmak; köleleri âzâd etmektir. Bunlar; rahmet, huzur ve sükûnun inmesini sağlar; ikinci ve üçüncü derecede bulunan ihtiyaçların giderilmesi düzeni ancak bunlarla tamamlanmış olur. Meleklerin duasına bunlara riayetle ulaşılır.
5. Cihâd: Kişinin, Kendi Muradını Allah’ın Muradı İçerisinde Yok Etmesi:
Bir diğeri cihaddır. Bu şöyle olur: Hak Teâlâ, fâsık ve halka zararlı olan bir insana lanet eder. Bunun sonucunda onun ortadan kaldırılması, hayatta bırakılmasından genel maslahata daha uygun bir hal alır. İş bu durumda iken, anlayışlı birinin kalbine onu öldürmesi için ilham gelir ve o adam öldürülmesi gerekli bulunan kimseye karşı içinde sebebini bilmediği bir öfke hisseder. Kendi arzularını Hakkın arzusu içerisinde yok eder, Allah’ın rahmeti ve nuru içerisinde kendi benliğinden geçer. Böylece Allah’ın kulları ve memleket rahat eder.
Bunu şu mertebe takip eder: Allah Teâlâ; zâlim, Allah’ı inkâr eden ve kötü gidişat izleyen bir devletin ortadan kaldırılmasına hükmeder. Bunun üzerine bir peygambere onlarla mücadele etmesi emrolunur. O peygambere tabi insanların kalplerine cihad çağrısı üflenir, böylece bütün insanlık için ortaya çıkmaları ve zulmü önleyip düzeni sağlamaları amaçlanır.
Bunu şunlar takip eder: Bir kavim küllî re’yle azgın insanların zulümlerine son verilmesi, mazlumların korunması, isyankârlara ceza uygulanması, kötülüklerin yasaklanması.., gibi şeylerin güzelliğini kavrarlar ve gereğini yaparlar. Bu, kulların huzur ve güvenlik içerisinde yaşamaları için bir sebep olur. Allah da, bu güzel davranışlarına karşılık onları ödüllendirir.
6. Emir Ve Yasakların Sirayeti:
Bazen kulların başına, kendi istekleriyle olmaksızın çeşitli musibetler, hastalıklar.., gibi bazı haller gelir. Bunlar da aşağıdaki sebeplerden dolayı iyilik türlerinden sayılır:
- a)İlâhî rahmet, amelinin iyiliği sebebiyle kula yönelir; fakat sebepler, onun sıkıntıya sokulmasını gerektirmektedir, işte böyle bir anda ilâhî rahmet, o kulun nefsinin kemâl mertebesine ulaştırılmasını, günahlarının keffâret olunmasını ve onların onun adına hasenat olarak yazılmasını sağlar. Suyun ağzının tıkanması halinde üzerinden, altından kaynamaya başlaması gibi olur. Bu durumda icra, sözü edilen sıkıntıya nisbet edilir. Bunun amacı, nisbî hayrın muhafazası olmaktadır.
- b)Mü’minin başına musibet geldiği zaman, bütün genişliğine rağmen yeryüzü kendisine dar gelir ve işte o anda Allah’a yönelir ve tabiî yapı ve merasim perdesi yırtılır; kalbi Allah hariç her şeyden kopar. Kâfire gelince, elinden kaçan şeyin hasretiyle yanar ve onu hatırlamaya devam eder, kendisini tamamen dünya hayatına kaptırır. Bunun sonucunda da o, musibet gelmezden önceki halinden daha kötü bir duruma düşer.
- c)Kökleşmiş kötülüklere iten saik, insanın yapısında bulunan kaba ve yoğun olan hayvanî unsurlardır. İnsan hastalandığı, zayıf düştüğü ve onu etkisi altına alan şeylerden birçoğu ortadan kalktığı zaman, kendisini kötülüklere iten saik büyük ölçüde yok olur, etkiler de o derece azalır. Nitekim biz, hasta insanın şehvetinin kırıldığını, öfkesinin gittiğini, huyunun değiştiğini, daha önceden düşünmekte olduğu şeylerden pek çoğunu unuttuğunu ve sanki eskisi değilmiş gibi bir hal aldığım görmekteyiz.
7. Mü’minin Dünya Hayatında Çektiği Zahmetler:
Mü’min, nefis terbiyesine devam eder ve bunun sonucunda hayvanı yönü, melekî yönünden bir tür ayrılırsa, bu durumda genelde yaptığı kötülüklerden dolayı (âhirete bir şey kalmaması için) dünyada iken cezalandırılır. Şu hadis buna delâlet eder:
“Mü’minin azaptan payı, dünyadaki çektiği zahmetlerdir.” [387]
Allah’u a’lem!
14) Günahların Mertebeleri
Nasıl ki hayvanı gücün melekî güce boyun eğmesi haline ait ameller varsa -ki bunlar, o halin kalıpları, mahalleri ve ona ulaştırıcı yollar oluyordu- aynı şekilde melekî gücün, hayvani güce teslim olması haline ait fiiller, mahaller ve o hale ulaştırıcı davranış biçimleri de vardır. Bunlara “günahlar” denilir ve çeşitli mertebelerde olurlar:
1. Birinci Derece: Kemâl Yolunu Tıkayan Günahlar:
Birinci derecede bulunan günahlar, insan için ulaşması istenilen kemâl yolunu tamamen tıkayan günahlardır. Bunlar genel olarak iki türden oluşur:
- a) Mebde’e yönelik günahlar:Kişinin bir Rabbi olduğunu bilmemesi veya Rabbini yaratıklara ait özelliklerle muttasıf bilmesi veyahut da yaratıklarda Allah Teâlâ’ya ait özelliklerden bir şey bulunduğuna inanması; teşbihte bulunması, şirk koşması böyledir. Nefis, beşerüstü soyutlanma haline, bütün âlemi kuşatan tedbir-i ilâhîye gözünü dikmedikçe asla yükselip kudsiyet kazanamaz. Nefis, bu inançlardan yoksun kalınca, tamamen kendisiyle ya da kendisi gibi biriyle meşgul olmaya devam eder ve bunun sonucunda bilinmezlik (ilâhî esrar) perdesini iğne ucu kadar da olsa aralamaya çalışmaz. İnsan için, bunun kadar büyük bir musibet daha tasavvur olunamaz.
- b) Meâda yönelik günahlar:Kişinin, bu cismanî hayatın dışında nefse ait ikinci bir hayatın olmadığına, talep etmesi gereken bir kemâl halinin bulunmadığına inanmasıdır. Nefis, bu inanca sahip olunca, artık kemâl mertebesine ulaşmak için en ufak bir gayret göstermez.
Bedenî kemâl halinin dışında başka bir kemâl halinin olduğunu söylemek, çoğunluk insanlar için ancak, içinde bulunulan hale tamamen zıd bir halin tasavvuruyla mümkün olabilir. Eğer bu olmazsa, o zaman akıl yoluyla kavranılan kemâl haliyle duyularla kavranılan kemâl hali karşı karşıya gelir ve kişi, duyularla kavranılan kemâl haline meyleder; akılla kavranılabilen hali ise ihmal eder. İşte bundan dolayı onun için bir mahal (mazinne) tayin edilmiştir ki bu da, Allah Teâlâ’ya kavuşulacağına ve âhiret gününe iman etmektir. Bu manayı ifade etmek üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Fakat âhirete inanmayanlar var ya, onların kalpleri inkarcı, kendileri de böbürlenen kimselerdir.” [388]
Kısaca, insan bu tür günahlar içerisinde bulunur, o hal üzere de ölür ve hayvanı özelliği böylece yok olursa, üzerine her yönden nefret yağar ve hiçbir şekilde kurtuluş için çıkar bir yol bulamaz.
2. İkinci Derece: Kemâl Haline Ulaştıracak Önlemlere Karşı Direnme:
Bilindiği gibi Allah Teâlâ, insanların kemâl mertebesine ulaşabilmesi için peygamberler göndermiş, onlar aracılığıyla şeriatlar koymuştur. Mele-i a’lâ sakinleri de bütün himmetlerini bunlar üzerinde toplamışlardır. İşte insanın, hayvanı kibri ile böbürlenerek bunlara karşı tavır alması, onları inkâr etmesi ve düşmanlığa kalkışması bu tür günahları teşkil eder. Kişi bu hal üzere öldüğü zaman, Mele-i a’lâ sâkinlerinin himmetleri onu her tarafından nefretle kuşatır, ezâ ve işkence verir, işlemiş olduğu günahlar kendisini çepe çevre sarar ve asla o halden bir çıkış yolu bulamaz. İnsanın kendisinden beklenen kemâl haline ulaşamayışı veya bir anlam ifade etmeyen bir hale ulaşması yüzünden bu işkence hali hep devam eder. Günahların bu mertebesi, bütün şeriatlarda, kişiyi mensup olduğu peygamberin milleti olmaktan dışarı çıkarır.
3. Kurtuluşa Ulaştırıcı Şeyleri Terketmek, Laneti Gerektirici Şeyleri İşlemek:
Üçüncü mertebe, kişinin kendisini kurtarıcı şeyleri terketmesi ve Hazîre-i kuds’te (ez-Zikir) laneti gerektirici kabul edilen şeyleri işlemesidir. Bu fiiller, genelde yeryüzünü fesada verici özellik taşırlar ve nefsi terbiye edici ve olgunlaştıncı olmaktan uzak olurlar.
Bu mertebeden olan günahların bazısını şöyle sıralayabiliriz:
- a)Kişinin teslimiyet kazandırıcı veya Allah katında dikkate alınacak olan ve nefislere göre de değişiklik arzeden bir sonucu hazırlayıcı şer’î hükümleri işlememesi. Hayvanı güce esir bir halde bulunan zayıf nefisler, bu tür şer’î mükellefiyetleri işlemeye herkesten daha çok muhtaçtırlar. Hayvani yönü daha güçlü ve katı olan ümmetler, ağır hükümlere diğer ümmetlerden daha muhtaçtırlar.
- b)Haksız yere adam öldürmek gibi büyük lanet gerektirici saldırgan fiiller.
- c)(Zina gibi) şehevî fiiller.
- d)Kumar ve ribâ gibi zararlı kazanç yolları.
Sözü edilen bu fiillerden her birinin, -daha önce zikrettiğimiz üzere- takip edilmesi gerekli yolun hilafına bir davranış olması hasebiyle, nefis üzerinde açtığı derin bir yara vardır. Bunlar sebebiyle Mele-i a’lâ’dan bir lanet iner ve kişiyi dört bir yanından kuşatır. Bu iki şey bir araya geldiğinde de azap hasıl olur. Bu mertebeden olan günahlara, “kebâir” (büyük günahlar) denilmektedir ki, Hazîre-i kuds’te bunların haramliğı ve işleyenlerin lanete duçar olacakları kararlaştırılmış olmaktadır. Peygamberler öteden beri, orada kararlaştırılan hükümlere tercüman olagelmişlerdir. O hükümlerin büyük çoğunluğu, bütün şeriatlarda müşterek bulunmaktadır. [389]
4. Dördüncü Derece: Şeriatlara Başkaldırma:
Allah Teâlâ, ümmetlerin ihtiyaçlarım ve zaman değişikliğini dikkate alarak farklı şeriatlar ve yöntemler indirmiştir. Allah Teâlâ, bir kavme, onları karanlıklardan aydınlığa ve doğru yola çıkaracak, en güzel biçimde yönetecek bir peygamber göndermek istediği zaman, onu mutlaka bu amaçları en güzel biçimde gerçekleştirecek hüküm ve vasıtalarla göndermiştir. Her bir maksadı çoğunlukla ya da devamlı biçimde gerçekleştirici mahaller (mazinne) vardır ki, insanların onunla muahaze edilmeleri ve ondan sorumlu tutulmaları gerekli olur. Teşrîde riayet edilen kanunlar vardır. Öyle şeyler olur ki, bir mefsedet ya da maslahata götürür; bu yüzden de insanlar onu terketmek ya da işlemekle memur olurlar. Memur olunan bu şeyler arasında bir kısmı kesin tarzda istenilir ya da yasaklanır; bir kısmı ise bağlayıcı olmaksızın emredilir ya da yasaklanır. Bunların az bir kısmım hazır vahiy getirir; çoğunluğu ise peygamberin (s.a.) içtihadı sonucunda ortaya çıkar. İşte bu gibi konularda muhalefet, dördüncü mertebede olan günahları teşkil eder.
5. Beşinci Mertebe: Şâri’ Teâlâ’nın Hakkında Nass İndirmediği Şeyi İşlemek:
Beşinci mertebe, Şâri’ Teâlâ’nın hükmüne temas etmediği şeyler hakkındadır. Bunların hükmü Mele-i a’lâ’da belirlenmemiştir. Ancak kulun biri, bütün himmetini toplayarak Allah’a teveccüh etmiş ve bunun sonucunda da kendisine kıyas, tahrîc vb. bir yolla o şeyin yasaklığına, ya da emredilmişliğine dair bir sonuç belirmiştir. İşte bu sonuca uygun hareket etmemesi de beşinci mertebede olan günahlardan sayılır. Bu şuna benzer: Halk, eksik tecrübe sonucunda veya uzman hekimin hastalığa karşı koymuş olduğu tedavi şeklinin yaygın hal alması sonucunda bazı ilaçların etkisini görür; fakat nasıl etki ettiklerini bilmez; bunu kendilerine doktor da açıklamaz. İyileşmek isteyen kimse nasıl ki ihtiyatı elden bırakmayarak ilacı -etki şeklini tam anlamasa bile- kullanırsa burada da durum aynıdır. Dolayısıyla böyle bir halde olan insanın sorumluluktan kurtulabilmesi için, ihtiyata riayet etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde yasaklandığını ya da emrolunduğu-nu zannettiği şey hakkında kendisi ile Rabbi arasında bir perde olur.
Bu mertebede asıl istenilen tavır, bu gibi noktaların ihmal edilmesi ve kale ahnmamasıdır. Ancak öyle kimseler vardır ki, bunları dikkate alırlar ve inâyet-i ilâhîye mazhar olurlar.
Konuyla ilgili olarak Allah Teâlâ, kudsî bir hadiste şöyle buyurur:
“Ben, kulumun bana olan zannı üzereyim.” [390]
Yine Allah Teâlâ, bu kez Kur’ân’da şöyle buyurur:
“Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu, biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükafaatlarını verdik.” [391]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Zorlaştırmayın; sonra Allah da size zorlaştırır.” [392]
“Günah, içini tırmalayıp seni rahatsız eden şeydir.” [393]
Müctehidler arasında ihtilaflı olan bir konuda, bir müctehidin, cevaza kail olan başka bir müctehidi taklid etmesi halinde hâsıl olacak günah da bu kısma dahil edilir.
Allah’u a’lem!
15) Günahların Zararları
Bil ki: “Sağîre” ve “kebire” yani küçük ve büyük günah terimleri iki açıdan ele alınır:
- a)İyilik ve kötülük telakkisi açısından,
- b)Her döneme ait şeriatlar ve yöntemler açısından.
Büyük Günah (Kebire), Kabirde Ve Mahşerde Azabı Gerektiren Bir Suçtur:
- a)İyilik ve kötülük telakkisi (Hikmetu’l-birr ve’l-ism) açısından ele alındığında büyük günah (kebire), kabirde ve mahşer hayatında güçlü bir şekilde azabı gerekli kılan bir suçtur. Bunlar, yeryüzünü ifsad eden ve yaşamak için gerekli ihtiyaç giderme yollarını bozan ve insanın yaratılış özelliklerine de gerçekten ters düşen şeylerdir.
Küçük Günah (Sağîre), Büyük Günaha (Kebire) Nisbetle Daha Aşağı Derecede Olan Suçlardır:
Küçük günah, genelde büyük günahlara mahal veya onlara götüren yol olur veya bir yönden onları doğururken başka bir yönden doğurmayan şeyler olur. Meselâ, bir kimsenin aile efradı aç iken başkalarına tasaddukta bulunması böyledir; bir taraftan cimrilik hastalığından kurtulmayı sağlıyor, ama öbür taraftan da ailenin geçim düzenini bozuyor.
Bir Fiilin Büyük Günah (Kebire) Olduğu Nasıl Bilinir?:
- b)Şeriatlar açısından konuya yaklaştığımızda büyük günahı (kebire) şöyle belirleyebiliriz:
- Haram kılındığına dair kesin nass bulunması,
- Şâri’ Teâlâ’nın, işleyenleri cehenneme koyacağını belirtmesi,
iii. İşleyene had cezası koyması,
- İşleyen kimseyi “kâfir” ve “dinden çıkan” diye nitelemesi ve böylece o şeyin, aşın derecede çirkin bir şey olduğuna dikkat çekmesi ve işin önemini vurgulaması.
Bu özellikleri taşıyan şeyler, büyük günah olurlar. Bazen bir şey, iyilik ve kötülük telakkisi açısından küçük günah, şeriat açısından ise büyük günah sayılabilir. Bu şöyle olur. Cahiliye dönemlerinde milletler yanlış bir şeyi işlemeye başlarlar, bu aralarında iyice yayılır ve köklü bir gelenek halini alır; kalpleri sıkı sıkıya o şeye bağlanır, artık kolay kolay ondan kopamazlar. Sonra şeriat gelir ve o şeyi yasaklar. Bu yasak karşısında inatlaşırlar ve karşı bir tavır alırlar. Bu durumda şeriat o yasakla ilgili olarak ağır bir ifade kullanır ve yasağın dozunu artırır, o şeyin işlenmesine, sanki o şeriattan uzaklaşmak gibi bir anlam yükler. Bundan böyle o şeyi işlemeye ancak, ne Allah’tan ne de insanlardan utanmayan yüzsüz ve inatçı kimseler cüret edebilir. Artık o şey, büyük günah olarak yazılır.
Kısaca belirtelim ki, biz burada şeriatlar açısından büyük günah üzerinde söz etmeyeceğiz; bu bahsi ileride ikinci kısımda işleyeceğiz; çünkü yeri orasıdır. Biz burada sadece iyilik ve kötülük telakkisi açısından büyük günahların zararlarına -iyilik türleri bahsinde yaptığımız gibi- dikkat çekiyoruz.
Büyük Günah İşleyen Kimsenin Tevbe Etmeden Ölmesi:
İnsanlar (ulemâ), bir kimsenin büyük günah işlemesi ve tevbe etmeden önce ölmesi halinde, durumunun ne olacağı hakkında ihtilâf etmişlerdir: Acaba böyle birini Allah Teâlâ’nın affetmesi caiz midir, yoksa değil midir? Her fırka, kendi görüşünü desteklemek üzere Kitap ve Sünnet’ten deliller getirmiştir. Bence meselenin çözümü şöyle olmalıdır:
Allah Teâlâ’nın fiilleri iki şekil üzeredir:
- a)Bidüziye âdet üzere câri olanlar,
- b)Câri âdetin dışına çıkanlar.
Âlimlerin ele aldığı konular, işte bu iki cihet; yani, biri bidüziye câri âdet üzere olan fiiller, diğeri de câri olan âdetler dışına çıkan fiiller üzere değerlendirilir. İki şey arasında tenakuz olabilmesi için, -Mantıkçıların ortaya koyduğu gibi- çelişkinin aynı yönden olması şarttır. Bazen cihet atılır ve o zaman karinelere tabi olmak gerekir. Meselâ, “Zehir içen herkes ölür.” desek, bu sözümüz carî olan âdet üzere söylenmiş olur. “Zehir içen herkes ölmemiştir.” desek, bu sözümüz de bidüziye olan âdetin dışına çıkılması noktayı nazarından söylenmiş olur ve aralarında bir çelişki olmaz. Nasıl ki Allah Teâlâ’nın dünyada; bir kısmı, carî olan âdet üzere bidüziyelik arzeden, bir kısmı da âdet dışına çıkan fiilleri varsa, aynı şekilde âhirette de, âdet üzere cari olan ve öyle olmayan fiilleri vardır. Âhirette bidüziyelik arzeden âdet-i ilâhî, büyük günah işleyen kimsenin -tevbe etmeden ölmesi halinde- uzun süre cezalandırılması şeklindedir. İlke böyle olmakla birlikte, bazen bu âdetin dışına çıkılabilir. Kul haklarının durumu da aynıdır. Kulun, işlemiş olduğu büyük günah sebebiyle azap içerisinde ebedî olarak kalması doğru değildir. Allah Teâlâ’nın, kâfirlere yaptığı aynı muameleyi, büyük günah işleyen kimselere yapması O’nun yüce hikmetiyle bağdaşmaz.
Allah’u a’lem!
16) Kişiyle Nefsi Arasında Olan Günahlar
Melekî Güç, Hayvanî Güç Tarafından Kuşatılır:
Bil ki: insanda mevcut bulunan melekî güç, hayvanı güç tarafından çepe çevre kuşatılmış bir haldedir. Onun hali aynen kafesteki kuşa benzer. O kuşun mutluluğu, kafesten çıkmasına, o güzelim bahçelerden oluşan aslî vatanına kavuşmasına, orada her türlü tanelerden, lezzetli yemişlerden yemesine ve aynı türden olan diğer kuşların arasına katılmasına bağlıdır; işte ancak o zaman son derece mutlu olabilir.
İnsanın en bahtsız hali, “dehrl” (tabiatperest, materyalist) olmasıdır. Dehrîliğin gerçek anlamı, insanın kendi fıtratına konulmuş olan bilgiye ters düşmesidir. Daha önce de açıkladığımız üzere insanın içerisinde kendi Yaratıcısına doğru bir meyil vardır ve bu saikle içinde hep O’na karşı en üst düzeyde tazım duygusu taşır. Nitekim aşağıdaki âyet ile hadis bu manaya işaret etmektedir:
“Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ Onlar da, ‘Evet!’ dediler.” [394]
“Her doğan, fıtrat üzere doğar.” [395]
Kişinin içerisinde Rabbine karşı en üst düzeyde saygı duyabilmesi için, mutlaka O’nun kasıt ve ihtiyar ile tasarrufta bulunduğuna, kullan, yaptıkları herşeyden dolayı sorgulayacağına, onları başıboş bırakmadığına ve indirdiği şeriatlarla sorumlu tuttuğuna iyice inanması, bu inancın içerisinde yer etmesi gereklidir. Aşağıdaki inançları taşıyan her kimse, o dehrîdir:
- a)Varlık silsilesinin nihayet kendisine varıp dayandığı bir Rabbi olduğunu inkâr eden,
- b)Alemde herhangi bir tasarrufta bulunmayan, seyirci bir Rabbin olduğuna itikat eden,
- c)Yaptığı tasarruflarda ihtiyarı olmadığını ve yaptığı şeyleri zorunlu olarak yaptığını düşünen,
- d)Kullarını hayır ve şer her ne işlemişlerse, onların karşılığında mutlaka cezalandırmayacağına inanan,
- e)Rabbini diğer yaratıklar gibi tasavvur eden veya O’na ait özelliklerde kullarını da kendisine ortak koşan,
- f)İnsanları, peygamber aracılığıyla şeriatla yükümlü tutmayacağım düşünen…
Bu inançları taşıyan bir kimsenin, içinde Rabbine karşı bir saygı duyması imkânsızdır. Onun bilgi ve basireti kudsiyet âlemine asla ulaşabilecek güçte değildir. Böyle birinin hali, iğne ucu kadar bile bir deliği olmayan demir bir kafese hapsolunmuş bir kuşun durumundan farksızdır.
Dehrî Öldüğü Zaman Perde Şeffaflaşır Ve Melekî Yön Ortaya Çıkar:
Dehrî öldüğü zaman, kendisini bürüyen perde şeffaflaşır ve melekî yön bir tür ortaya çıkar, fıtratında gizli bulunan meyil harekete geçer; ancak Rabbi ve kudsiyet makamına ulaşma hakkındaki yanlış inancı onun önünü keser. Bunun üzerine, nefsinde son derece büyük bir vahşet ve ürperti hali belirir. Allah Teâlâ ve Mele-i a’lâ sakinleri onun o iğrenç haline bakar. Bu haliyle o, gazap ve hakaret nazarıyla çepeçevre kuşatılır ve bunun sonucunda meleklerin içlerine gazap ve azap ilhamları iner. Böylece o kişiye misal (âlemin)de ve hariçte azap edilmeye başlanır.
İnsanın en bahtsız diğer bir hali de, Allah Teâlâ’nın:
“O, her an başka bir şandadır.” [396] Ayetinde beyan buyurduğu her an bir “şân”da oluşuna karşı kibirlenmesi ve böylece kâfir olmasıdır.
“Şan”dan maksat şudur: Âlemin, ilahî hikmetin gereği olmak üzere çeşitli devirleri ve dönemleri vardır. Devri geldiğinde, Allah Teâlâ her semaya yapılması gerekeni vahyeder ve Mele-i a’lâ o emre uygun düşecek tedbirleri alır. O devirde yaşayanlar için bir şeriat ve bir maslahat belirlenir.
Sonra Mele-i a’lâ’ya ilham olunarak, bu devrin gereği olan ilâhî düzenin âlemde yürürlüğe konması hususunda icmâ etmeleri istenir ve onların bu icmâları, insanların kalplerine gelen ilhamların sebebi olur.
Bu şan, hiçbir hudûs şaibesi bulunmayan kadîm mertebeyle irtibatlıdır.
Bu da, Vâcib Teâlâ’nın bazı kemâl yönlerini -aynen ilk mertebe gibi- açıklayıcı olmaktadır.
Kim bu şana ters düşer, ona buğz eder ve ondan yüz çevirirse, Mele-i a’lâ’dan inen ve nefsini çepeçevre kuşatan şiddetli bir lanete çarptırılır. Bunun sonucunda amelleri heba olur, kalbi katılaşır ve işlediği hayır işlerden bir türlü fayda elde edemez. Şu âyet-i kerîmede işte bu manaya işaret olunmaktadır:
“Kitapta [397] açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler [398] var ya, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler [399] lanet eder.” [400]
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için büyük bir azap vardır.” [401]
Böyle biri, deliği olan, fakat üzerinde büyük bir örtü bulunan bir kafesteki kuşun haline benzer; kurtuluş imkânı yoktur.
(Dehrî ve kâfirin) berisinde olan kimse ise lâyıkı üzere tevhîde ve Allah’a saygı göstermenin gereğine inanır, ancak iyilik ve kötülük telakkisinin gereği olmak üzere yapmakla emrolunduğu şeyleri yerine getirmez. Böyle biri şuna benzer: Meselâ bir adam cesaretin ne demek olduğunu ve içerdiği faydaları bilir; ancak onunla bir türlü muttasıf olamaz. Çünkü cesaretin nefiste bizzat bulunması, onun suretinin bulunmasından ayn bir şeydir. Bunun hali de kafesteki şöyle bir kuşun haline benzer; parmaklıklar arasından yeşillikleri ve yemişleri görür; daha önceleri de oralarda özgürce dolaşmıştır, kafese kapanması sonradan başına gelmiştir. İşte böyle bir kuş, oralara karşı özlem duyar, kanatlarım çırpar, gagasını kafesin deliklerine sokar, fakat bir türlü çıkamaz. İşte iyilik ve kötülük telakkisi açısından büyük günahların anlamı budur.
Allah Teâlâ’nın Emrettiği Şeyleri Terketmenin Sonucu:
Bu mertebenin daha berisinde ise şu kimse gelir: Bu, Allah Teâlâ’nın emirlerini yapar; ancak gerekli olan şartlarına riayet etmez. Bu kimsenin hali de kafesteki şöyle bir kuşun haline benzer: Kafesi kırıktır; ancak çıkması zahmetlidir. Oradan çıkabilmesi için, mutlaka cildinin çizilmesini, tüylerinin yolunmasını göze almak zorundadır. Kafesten çıkabilir; ancak bu büyük bir gayret ve zahmet sonucunda mümkün olur. Çıktıktan sonra hemcinslerinin arasına katıldığı zaman da, kendisini o kadar mutlu hissedemeyecektir; çünkü yara bere içerisinde kalmış, tüyleri yolunmuş olacaktır.
Bu gruptakiler, iyi işler yanında kötü işler de yapan ve bunları birbirine karıştıran kimseler olmaktadır. Onları, arzuladıkları yere varmaktan engelleyen bu şeyler, iyilik ve kötülük felsefesine göre “sağîre” yani küçük günah sayılan şeylerdir. Rasûlullah (s.a.) sırat hadisinde bu üç grup insana işaretle şöyle buyurmuşlardır:
“Bazısı bakarsın cehennem ateşine yığılmış kalmış, kimi hardal gibi doğranmış kurtulmuş, diğeri tırmalanmış da salıverilmiş…” [402]
17) İnsanlar Arası İlişkilerde Ortaya Çıkan Günahlar
Canlılar Çeşitli Mertebelere Ayrılır:
Bil ki: Canlılar çeşitli mertebelere ayrılır:
- Solucanın topraktan oluşması gibi oluşanlar. Bunların hakkı, Yaratıcı tarafından kendilerine nasıl besleneceklerinin ilham edilmesidir. Bunların yuva edinme ilhamına mazhariyetleri yoktur.
- Üreyen, erkeği ile dişisi arasında yavrunun beslenmesi konusunda yardımlaşma bulunan canlılar. Allah Teâlâ’nın yüce hikmeti bunlara yuva/mesken edinme ilhamını da vermeyi gerekli kılmıştır. Kuşlara nasıl beslenecekleri, nasıl uçacakları ilham edildiği gibi, nasıl çiftleşeçekleri, yuva edinecekleri ve civcivlerini besleyecekleri de ilham edilmiştir.
Canlılar Arasında İnsanın Özel Yeri:
İnsan, diğer canlılar arasında tabiatı itibariyle medenî yaratılmış tek varlıktır; hemcinslerinin yardımı olmadan asla yaşayamaz. Çünkü insan, kendiliğinden biten otları yiyemez, çiy besinlerle beslenemez, derisi tüylerle kaplı olmadığından bir önlem almadan soğuktan korunamaz. Bu konuyu daha önce açıklamıştık. Dolayısıyla insana, mesken edinme ve düzeni, yaşama kuralları yanında şehircilik ve medenî hayatla ilgili bilgilerin de ilham edilmesi gerekiyordu. Ancak diğer canlılarda ilham, ihtiyaç anında cibillî olarak yapılmaktadır. Meselâ, emmek esnasında memeyi sormak, ses tıkanması esnasında öksürmek, görmek isteme esnasında göz kapaklarını açmak… vb., gibi. Bundan çok az şey istisnadır. İnsanın medenî hayatla ilgili ilhamlara da mazhariyeti, onun yapıcı ve himmet edici bir şahsiyete sahip olması yüzündendir. Ev idaresi ve şehircilik ile ilgili bilgiler, âdetlere, kendilerine vahyedilen konularda melekî nur ile müeyyed bulunan peygamberleri taklide, tecrübe birikimine, gaybî tedbirin beklenmesine, istikra, kıyas ve burhan gibi yollarla kafa yorulmasına havale edilmiştir.
Her şeyin yaratıcısı olan Allah’tan bu ilimler feyiz halinde iner ve insanlar, kendi kabiliyetleri nisbetinde farklı bir şekilde o ilimleri alırlar. Bu aynen insanların olayları rüya halinde iken algılamalarına benzer. Beşerüstü ilimler aslî mekanından insanlar üzerine feyiz halinde iner ve onlarca algılanabilecek uygun suretlere bürünür. Algılanan sûretlerdeki farklılık, bilginin kaynağına nisbetle olmayıp, onu algılayacak olanların kabiliyetlerine nisbetledir.
İnsan Fiilleri Üç Kısımdır:
Arap-Acem, medenî-bedevî bütün insanlar üzerine farklı şekillerde de olsa inen ilimlerden biri, medenî hayat düzenini bozacak fiillerin haram/yasak sayılmasıdır. Bu fiiller üç türlüdür:
- Şehvetten kaynaklanan fiiller,
- Saldırganlıktan kaynaklanan fiiller,
- Muamelât esnasında ortaya çıkan zararlı fiiller.
1. İnsanoğlu, Cinsî Arzuları Tatmine Yönelik Filleri Düzenlemiştir.
Bütün insanlar; şehvet, kıskançlık, hırs gibi duygularda müşterektirler. Erkekler, kadınlara karşı arzu duyma ve kendi ilişkide bulunduğu kadınla bir başkasının ilişkiye girmesine razı olmama konusunda aynen hayvanların erkeklerine benzerler. Şu kadar var ki erkek hayvanlar birbirleriyle vuruşurlar ve sonunda hangisi galip gelirse dişiye o sahip olur veya dişiyle münasebette bulunduğunu görmediği zaman bir sıkıntı duymaz; ancak gözü önünde dişisine bir başkasının yaklaşmasına imkân vermez.
İnsan ise böyle değildir; o zekidir ve görmediği şeyler hakkında da sanki görmüş ya da duymuş gibi kanaatler edinir. Üstelik insana, sırf bu yüzden birbiriyle boğuşmaya girmesi halinde medenî hayat düzeninin dumura uğrayacağı ilham edilmiş bulunmaktadır. Çünkü insanların medenî bir hayat sürmeleri, ancak erkekler arasında mevcut bir dayanışmaya bağlıdır. Zira erkeklerin bu konudaki katkısı kadınlarınkinden daha fazladır. İşte bu gerekçe her erkeğin eşinin sadece kendisine ait olması, diğerlerinin eş seçtiği kadınlara ise dokunmaması esası üzerinde anlaşmalarını zorunlu kılmış, böylece evlilik kurumu oluşmuştur. Zina yasağı işte bu esastan doğmaktadır. Sonra eşlerin erkeklere aidiyetlerinin nasıl olacağı, âdet ve şeriatların belirlemesine bırakılmıştır. [403]
Bazı İnsanlar, Sapık Şehvetlerinin Esiri Olmuşlardır:
İnsanlardan erkekler, şu açıdan da hayvanların erkeklerine benzerler. Bozulmamış bir fıtrata sahip oldukları sürece, sadece kadınlara karşı cinsî arzu duyarlar, kendileri gibi erkek olanlara karşı bir arzu duymazlar. Nitekim hayvanlar erkeklerine karşı bir eğilim göstermezler; sadece dişilerine yönelirler. [404] Ne var ki bazı insanlar (hayvanlardan da aşağı bir derekeye düşerek) cinsî sapıklıklara girebilmektedirler. Nasıl ki bazı insanlar, fıtrat-ı selîmenin gereğinden uzaklaşarak toprak ve kömür gibi şeyleri yemekten bir lezzet alırlarsa, bu tür insanlar da yaratılış safiyetinden çıkarlar ve şehvetlerini tabiî olmayan yollarla gidermeye başlarlar. Bazıları erkeklerle ilişki kurarak, bazıları da kendisini kullandırarak cinsî tatmin yoluna başvururlar ve sağduyu sahiplerinin nefretle karşılayacağı bu hallerden haz duyarlar. Bu, onların mizaçlarını değiştirir, nefislerini de hasta kılar. Öbür taraftan bu sapık fiillerde neslin bekasına yönelik bir ziyan da söz konusudur. Zira Allah Teâlâ, insan içerisine şehevî gücü koyarken şunu amaçlamıştır: İnsanlar, bu ihtiyacı karşılamak için ilişkiye girsinler ve hem ihtiyaçları giderilmiş olsun hem de neslin bekası temin edilmiş olsun. Oysaki bu tür sapık fiillerde, ilişki neslin bekasını sağlayacak yolla olmamakta, ilişki kendisinden beklenen amacı gerçekleştirmekten uzak kalmaktadır. Böylece bu fiil sahipleri, yaratılış düzenini değiştirme teşebbüsünde bulunmuş olmaktadırlar. Bu yüzden yaptıkları fiillerin çirkinliği, bizzat kendi içlerinde de saklı bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bu fiilleri fâsıklar yaparlar; fakat bir türlü itiraf etmezler, eğer kendilerine böyle bir nisbette bulunulsa utançlarından ölürler. Ancak insanlık dairesinden iyice çıkmışlarsa o zaman, bu rezaletleri açıktan işleyebilirler ve utanma da duymazlar. Artık bu raddeye gelmiş bir ulusun cezalandırılması her an beklenebilir. Nitekim Lût peygamber (s.a.) zamanında öyle olmuştur. [405]
Livatanın (homoseksüelliğin) haramlığı, işte bu noktadan çıkmaktadır.
Bazı İnsanların Şehvetleri, Akıllarına Galebe Çalmıştır:
İnsan hayatının sürdürülmesi, yuva kurulması ve idaresi, şehir hayatının idamesi ancak akıl ve temyiz gücüyle mümkün olabilir. İçkiye düşkünlük, sonuçta insanlık düzeninin yıkımına sebep olur, vuruşmalara, düşmanlıklara götürür. Böyle olmasına rağmen süflî arzular, insana galebe çalar ve onu içki rezaletine yönlendirir. Bunun sonucunda da insanlar, kendi düzenlerini kendi elleriyle bozarlar. Eğer insanlar arasında bu tür fiiller yasaklanmayacak olursa, o zaman insanlar helak olur. İşte içkiye düşkünlüğün haramlığı da buradan çıkmaktadır. Azı ya da çoğunun haram olması ise, şeriatta konulmuş hükümlerin hikmetleri bahsinde açıklanacaktır.
2. İnsan, Asabi Ve Savaşçı Gücünü Disiplin Altına Almıştır:
İnsanların erkekleri, istediğini elde etmesine mani olan kimseye kızma ve onun nefsine ya da bedenine eza verme konusunda da erkek hayvanlara benzemektedir. Ancak erkek hayvan, sadece duyulanyla algıladığı ya da vehmettiği şeye karşı bir arzu gösterirken insan, hem vehmettiği hem de aklettiği şeylere yönelik talepte bulunur. Öbür taraftan insanın hırsı, hayvanınkinden daha şiddetlidir.
Hayvanlar birbiriyle vuruşur, birinin yenilgiyi kabul etmesiyle dövüş biter, sonra aralarında kin biter; sadece deve, boğa, at gibi kindarhklarıyla bilinen bazı hayvanlar bundan istisna olabilir.
İnsan ise kin duyar ve asla unutmaz. Hal böyle iken, insanlar arasında vuruşmalara götürecek açık bir kapı bırakılırsa o zaman medeniyetleri harap olur, şehirleri yıkılır, geçimleri bozulur. İşte bunun için, kısas vb. gibi [406] büyük bir maslahat olmadıkça öldürmenin, döğmenin yasak kılınması insanlara ilham edilmiştir.
Bazılarının içinde evvelkilerde olduğu gibi kin duyguları kabarmış, kısastan da korkmuşlar ve bunlar, yemeğe zehir katmak ya da büyü ile öldürmek gibi sinsice bir yola başvurmuşlardır. Bu tür insanların durumu da, aynen öldürme cinayetini işleyen kimselerinki gibidir; hatta onların durumundan daha da şiddetlidir. Çünkü öldürme olayı açıktan yapılırsa, ondan korunmak mümkün olur; zehirleme, büyü gibi başvurulan yollar ise gizli yapılacağından onlardan korunması mümkün değildir.
Bazı insanlar da iftira ve hükümdara jurnal yoluna başvurmuşlar ve böylece ortadan kaldırılmasını istedikleri kimselerin onun tarafından öldürülmelerini sağlamaya çalışmışlardır. (Bütün bunların yasaklanması üzerinde insanlar görüş birliği içerisinde olmuşlardır.)
3. Muamelelerden Kaynaklanan Zararlı Fiiller:
Allah Teâlâ’nın insanlar için geçim vasıtası kıldığı şeyler şunlardır: Yeryüzünde mubah halde bulunan şeylerin [407] devşirilmesi, çobanlık, ziraat, zenaat, ticaret, belediye hizmetleri, ülke yönetimi. Bu saydığımız şeylerin dışında kalan her türlü kazancın, insanların medenî hayatlarına bir katkısı bulunmamaktadır.
Bazıları bu yolları terkederek hırsızlık ve gasb gibi zararlı yollara başvurmuşlardır: Bu tür zararlı faaliyetler, medenî hayatı dumura uğratır. Bu yüzden insanların kalplerine, bunların aralarında haram kılınması ilham edilmiş ve bu ilham sonucu bütün insanlar bunların yasak kılınması esasında birleşmişlerdir. Ancak bazı âsî ruhlular nefislerinin aşırılıklarına kapılarak bu türlü zararlı davranışlara girmişler, âdil yöneticiler de bu tür zararlı tasarrufları ortadan kaldırmaya ve onları yapanları takibe almaya başlamışlardır. Yöneticilerin bu takiplerini hisseden bazıları bu kez asılsız iddialara, yalan yemine, yalancı şahitliğe, ölçü ve tartıda hile yapmaya, kumar oynamaya, ribâ almaya.., başlamışlardır. Bunlar da, aynen sözünü ettiğimiz hırsızlık ve gasb gibi zararlı fiillerin hükmündedir. Haksız vergi almak, yol kesme gibidir, hatta ondan da kötüdür.
Küllî Maslahata İtibar:
Kısaca söylemek gerekirse, sözü edilen sebeplerden dolayı insanoğlunun kalbinde bu sayılan şeylerin kötü olduğu yer etmiş ve içlerinden en akıllı, en ileri görüşlü, küllî maslahatı en iyi bilenleri ortaya çıkmış ve nesiller boyunca onları yasaklamışlar, bunun sonucunda bunlar, herkesçe uyulması istenen bir davranış biçimi halini almış; artık herkesçe müsellem olan bedîhî şeylerden sayılır olmuştur. İş bu düzeye geldiğinde, onlardan Mele-i a’lâ’ya, kendilerine inen, onların haram ve son derece zararlı olduklarını belirten ilhama uygun bir renk ağmıştır. Bunun sonucunda Mele-i a’lâ sakinleri, insanlardan birinin, onlardan bir şeyi işlemesi halinde eza duyar olmuşlardır. Hani insan, ayağını ateş üzerine koyar da, o anda hemen idrak kuvvetleri bunu algılar ve acı duyar ya işte öyle. Sonra onlann eza hissetmelerinden ışın huzmeleri oluşur ve o asiyi her bir yanından kuşatır. Diğer taraftan bu huzmeler istidat sahibi meleklerin ve diğer insanların kalplerine girer, eğer mümkünse o kimseye eza vermelerini telkin eder. Şeriat ıstılahında meleklerin ilhamıyla, ilm-i nücûmda da Tâli’ hükümleriyle belirlenmiş olan rızkı, eceli, ömrü, mutlu mu ya da bahtsız mı olacağı şeklinde yazılmış olan maslahatı onların bu şekilde eza etmesine cevaz verir. Kişi ölüp de, bu maslahat sona erdiğinde Rab Teâlâ, “Ey insan ve cin! Sizin de hesabınızı ele alacağız.” [408] Ayetinde de ifade edildiği gibi onu hesaba çeker ve gerektiği şekilde cezalandırır.
Allah’u a’lem!
6- ŞER’Î SİYASET VE PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYAÇ
1) Yol Göstericilere Ve Milletlerin İşlerini Düzene Koyacak Önderlere İhtiyaç
İnsanlar, Hatadan Masum Önderlere Muhtaçtırlar:
Allah Teâlâ, şöyle buyurur:
“Sen ancak bir uyarıcısın. Her toplumun bir rehberi vardır.” [409]
Bil ki: Hayvanı gücün, inelekî güce boyun eğmesini ve günahlara düşmekten korunmasını sağlayacak yollar, her ne kadar akl-ı selimce anlaşılabiliyor, iyiliklerin faydaları, kötülüklerin de zararları idrak edilebiliyorsa da, çoğunluk insanlarca onlardan gaflette bulunulmaktadır. Çünkü o yollarla kendileri arasında perdeler bulunmakta ve bu perdeler -safra mizaçlı insanlar gibi- vicdanlarını bozmaktadır. Bunun sonucunda onlar, kendilerinden istenilen tavrı ve faydalarını, düşülmesinden korkulan hal ve zararlarını tasavvur edememektedirler. Dolayısıyla onlar, hak yolunu bilen, kendilerine o yola girmelerini emreden ve bu konuda teşvikte bulunan, muhalefet haline karşı koyan ve bu konuda kendilerini uyaran bir öndere muhtaçtırlar.
İnsanlardan bir kısmı ise, bizzat yönelinemeyecek kötü görüşlere sahiptirler, uyulması istenilen yola ters düşen şeylerin peşindedirler. Bunlar hem, sapar hem de saptırırlar. Toplum düzeni, ancak bunlara dur denilmesi ve onların hizaya getirilmesi yoluyla mümkün olabilir.
Bir kısmı ise kısmen isabetli görüşlere sahiptirler. Bunlar, doğru yola tam anlamıyla ulaşamazlar; bir şeyi elde ederlerse, pek çok şeyi kaçırırlar. Veya bunlar kendilerini kemâl mertebesine ulaşmış, mürşide ihtiyacı olmayan mükemmel insanlar şeklinde görürler. Dolayısıyla birilerinin çıkıp, onlara içerisinde bulundukları cehaleti hatırlatması ve onları uyarması gerekir.
Ümmetler, Her Yönden Diğer İnsanlardan, Üstün Bulunan Önderlere Muhtaçtırlar:
Kısaca demek gerekirse, insanlar hiç şüphesiz hataya düşmesinden emin olunan hak ve hakikat bilgisine sahip önderlere muhtaçtırlar.
Şehir idaresinde, hemen her insanda mevcut bulunan geçim ve şehir düzeni için gerekli olan nizamı kavrayabilecek akla rağmen, mutlaka şehrin çıkarlarını bilen ve onu en iyi biçimde idare edecek olan bir belediye başkanına ihtiyaç duyuluyorsa, elbette ki koskoca bir ümmetin idaresi için de bir yöneticiye ihtiyaç duyulacaktır. Ümmetler, çok farklı kabiliyetleri bir yolda toplarlar. Bu yolu, kalbi şehadetle ancak zeki ve fıtrat safiyetini bozmamış, ya da sonradan bulaşmış şeylerden nefsini arındırmış kimseler kabul ederler ve o düzene insanlar arasında en üst derecede bulunan kimseler ulaşabilirler. Bunların sayısı ise son derece azdır.
Aynı şekilde demircilik, marangozluk gibi zenaatlar da çoğunluk insanlarca, öncekilerden tevarüs edilerek ve usta elinden öğrenilmedikçe yapılamamaktadır. Böylesi basit zenaatlarin hali bu olunca, ya ümmet yönetimi gibi ancak muvaffak kılınmışların ulaşabileceği, ihlâs sahiplerinin arzu duyacağı yüce mertebelerin elde edilmesinde durum nasıl olacaktır?
Ümmete Önderlik Edecek Kimsenin, Hatadan Korunmuşluğu, Herkesçe Belli Olmalıdır:
Ümmete önderlik edecek hak ve hakikat bilgisine sahip zatın, masum olduğu herkesçe sabit olmalı ve insanlar onun hakkında, hak yolu bildiği ve söylediği şeylerde hataya düşmekten ya da saptırıcı olmaktan korunduğu, ıslâh için gerekli hususlardan bir kısmını bilip, bir kısmını bilmemekten uzak bulunduğu inancında olmalıdır. Bu ise ancak iki yolla sabit olabilir:
- O zat, ya kendisinden önce yaşayan birinden rivayette bulunur ve o kişinin kemali, masumiyeti üzerinde insanlar görüş birliği halinde olur ve ondan yapılan rivayetler kendilerince de sabit olur.[410] Böylece o zat, insanları, kendi inançları ile sorumlu tutar, o rivayetleri onlara karşı hüccet olarak kullanır ve onları ilzam eder.
- Ya da bizzat kendisi, masumiyeti üzerinde icma edilen zât olur.[411]
Kısaca, mutlaka insanlar için, ya kendi içlerinden çıkan, ya da (daha önceden geçmiş ama) rivayetleri kendilerinde mahfuz olan üzerinde masumiyetine dair icma bulunan bir zatın (önder, mürşid) varlığı zorunludur. Bu zatın, takip edilmesi istenilen ve hayvanı gücün melekî güce uymasını sağlayacak olan yol ve faydaları hakkındaki bilgisi, yine günahlara ve onların zararlarına yönelik bilgisi ne burhan, ne akıl, ne de duyular yoluyla elde edilmeyen, bilâkis hakikatine ancak vicdan (zevk) yoluyla ulaşılabilen bilgidir. Nasıl ki açlık, susuzluk, hararet ya da soğukluk veren ilacın etkisi gibi şeyler ancak yaşanarak algılanabüiyorsa, aynı şekilde bir şeyin ruha uygunluğu, ya da tersliği bilgisi de ancak zevk-i selîm yoluyla elde edilebilir, bu tür bilgilere ulaşmanın başka yolu yoktur.
Hak Ve Hakikat Bilgisine Sahip Önderin Hatadan Korunmuşluğu, Ancak Allah Teâlâ Tarafından Sağlanabilir:
Bu zatın, bizzat kendisinin hata etmiş olmaktan emin kılınması, ancak Allah Teâlâ’nın, içinde, idrak ettiği, bildiği her şeyin hak ve hakikat, gerçeğe tamamen uygun olduğuna dair zorunlu bir bilgi yaratması yoluyla olur. Bu zorunlu bilgi, gören birinin görmesi anında kendinde hasıl olan bilgi mesabesinde olur. Nasıl ki kişi, bir şeyi gördüğü zaman, o şeyin yokluğuna ya da görme olayının hilâf-ı hakikat üzere gerçekleştiğine dair bir ihtimale yer vermezse, burada da öyle olur. Yine, sözcüklerin nesnelere delâleti bilgisi gibidir. Meselâ, herhangi bir Arap, “mâ” sözcüğünün suyu, “arz” sözcüğünün de yeri ifade etmek üzere konulmuş olduğunda en ufak bir kuşku duymaz. Halbuki, bu konuda ne kendisine karşı getirilmiş bir burhan, ne de bu sözcüklerle, delâlet ettikleri şeyler arasında aklî ayrılmazlık ilişkisi (telâzum) bulunmaktadır. Buna rağmen içinde, bu sözcüklerin o şeylere delâlet ettiğine dair zorunlu bir bilgi yaratılmaktadır.
Hak Ve Hakikat Bilgisine Sahip Önder Zatın Cibillî Bir Melekeye Sahip Olması Gerekmektedir:
Bu zorunlu bilgi, çoğu kez, kendisinde bulunan cibillî bir meleke sayesinde olur. Kendisinde bulunan bu meleke sayesinde, zevk (vicdan) yoluyla aldığı bilgileri, devamlı olarak doğru bir tarzda alır. Bu yolla aldığı bilgilere tabi olması ve tecrübe ederek tekrarlaması halinde, vicdanının doğruluğunu görür.
Hatadan korunmuşluğunun insanlarca sabit olması ise şöyle olur:
- a)Burhanî ya da hatabî pek çok delille, davet ettiği şeyin hak olduğu ortaya konur,
- b)Yaşantı olarak dürüst ve yalandan uzak olduğu gözler önüne serilir,
- c)Mucize göstermesi, duasının kabul edilmesi gibi Allah katında üstün bir mevkiinin bulunduğunu belirten şeyler gösterilir.
Böylece insanlar, o zat hakkında müsbet bir inanca sahip olurlar ve onun Tedbir-i İlâhî’de önemli bir yeri bulunduğu, nefsinin melekleşmiş kudsî nefislerden olduğu, onun gibi birisinin Allah Teâlâ hakkında asla yalan söylemeyeceği, günah işlere yellenmeyeceği hakkında en ufak şüphe duymazlar. Sonra bazı olaylar meydana gelir ve o zata karşı büyük bir saygı ve muhabbet duyarlar. Bu gelişmeler; insanlara o zatı, mallarından, çocuklarından, susuzluktan içi yanmış birine nisbetle tatlı sudan daha sevimli bir hale getirir. Bütün bunlar, ümmetin istenilen kıvama gelebilmesi için olması zorunlu bulunan şeylerdir; başka türlü ümmetlerin istenilen şekle sokulması mümkün değildir. Bunun içindir ki, çeşitli şekillerde kendilerini ibadete vermiş kimseler, durumlarını, bu özellikleri taşıdığına inandıkları bir kimseye nisbet etmektedirler. İsabetli olmaları ya da hatalı olmaları ayrı bir şeydir; ama gösterdikleri yaklaşım budur.
Allah’u a’lem!
2) Peygamberliğin (Nübüvvet) Hakikati Ve Özellikleri
Hak Ve Hakikat Bilgisine Mazhar Olanlar Tabaka Tabakadır:
Bil ki: İnsanların en üst tabakasını, “müfehhemûn” diyeceğimiz üstün anlayış gücüne sahip kimseler teşkil ederler. Bunlar, melekî ve hayvanı güçleri barışık olan insanlardır, melekî güçleri son derece yüksektir. Bunlar, hakkanî bir saikle istenilen düzeni kurmak için harekete geçebilirler, üzerlerine Mele-i a’lâ’dan ilahî bilgi ve haller [412] iner.
Bu insanların özellikleri: Bunlar, mutedil bir mizaca sahip olurlar; hem yaratılış, hem de huy bakımından güzeldirler. Onlarda aşırı davranışlar ve istikrarsızlık olmaz. Onlar, kendilerini külliden cüzîye, ruhtan surete çekecek anormal zeka durumundan, keza cüzîden külliye, suretten ruha ulaşmalarını engelleyecek aptallıktan (geri zekalılık) uzaktırlar.
Bunlar, hak yola (sünnet-i râşide) sıkı sıkıya bağlı olurlar, ibadetlerinde örnek bir tavır sergilerler, insanlarla olan ilişkilerinde adalet ölçüsünün timsalidirler, küllî tedbiri severler, herkesin yararım arzularlar, hiçbir kimseye -toplum yararı söz konusu olmadıkça- eza vermezler, gayb âlemine meylederler, onların bu meylinin eseri, sözlerinde, yüzlerinde ve tüm davranışlarında kendisini gösterir. Onların gayb âleminden desteklendikleri görülür. Başkaları için kolay kolay açılmayan yakınlık ve huzur (sekînet) kapıları, en ufak bir riyazet sonucunda onlara açılır.
Hak Ve Hakikat Bilgisine Mazhar Olanlar:
Hak ve hakikat bilgisine mazhar olanlar, çeşitli sınıflara ayrılırlar ve farklı meziyetlere sahiptirler. Bunları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
- Kâmil (olgtın):İbadet yoluyla nefsi olgunlaştırma bilgisine ulaşan kimselerdir.
- Hakîm (hikmet sahibi, bilge):Üstün ahlâk ilkeleri, geçim ve ev idaresiyle ilgili bilgilere ulaşan kimselerdir.
- Halîfe:Küllî siyaset bilgi ve becerisine sahip olan, sonra da insanlar arasında adaleti yerleştirmeye, zulmü ortadan kaldırmaya muvaffak olan kimseler.
- Müeyyed bi Ruhu’1-kuds[413]:Mele-i a’lâ’nın üzerine titrediği, muhatap alarak öğrettiği ve gözüne gözüktüğü kimselerdir. Bunlara birçok keramet bahşedilir.
- Hâdî- Müzekkî:Dillerine ve kalplerine ilâhî nur konulan kimselerdir. Bunlar, sohbet ve vaazlarıyla insanlara fayda verirler. Kendilerinden, seçkin sahabîlerine (havari) bir içgüven ve nur intikal eder. Bunlar sayesinde insanlar, kemal mertebelerine ulaşırlar. Bunlar, insanların hidayete ulaşması için bütün gayretleriyle çalışırlar.
- İmam:Daha çok, ümmeti ayakta tutacak ilkeler ve onların çıkarlarına yönelik bilgilere sahip olanlara denir. İmamlar, kaybolmuş insanî değerlerin tekrar ikamesi için son derece hırslı olurlar ve bu yolda çalışırlar.
- Münzir (uyarıcı):Bunlar, kalplerine konulan ilhamlarla, insanların dünyada başına gelecek olan musibetleri bildirirler.
Hak Teâlâ’nın bir kavme lanet edeceğini görürler ve onları uyarırlar. Bazen nefislerinden soyutlanırlar; kabirde, haşır âleminde ne olup biteceğini öğrenirler ve onları insanlara bildirerek, gerekli tedarikte bulunmalarını isterler.
İlâhî Hikmet, Zaman Zaman İnsanlara Hak Ve Hakikat Bilgisine Sahip Kimselerden Birini Göndermeyi Gerekli Kılar. Gönderilen Kimseye Peygamber Denir:
- Peygamber:Allah Teâlâ’nın yüce hikmeti, zaman zaman hak ve hakikat bilgisine sahip bu üstün insanlardan birini göndermeyi gerekli kılar. Allah, onların gönderilmesini insanların karanlıklardan aydınlığa çıkmaları için bir sebep kılar ve kullarına, hem kalplerini hem de yüzlerini ona çevirmelerini farz kılar. Mele-i a’lâ’da ona itaat eden ve ona katılan kimseye karşı hoşnutluk; karşı çıkan ve düşmanlık edene karşı ise lanet tahakkuk eder. Allah, insanlara bu durumu haber verir ve gönderdiği kimselere uymalarını emreder. İşte bunlara peygamber denilir.
Peygamberler arasında en ulusu, bir tür gönderilişe daha sahip olanlardır. Bu şöyle olur:
- a)Allah Teâlâ, o peygamberin gönderilmesini insanların karanlıklardan aydınlığa çıkmasına bir sebep kılar.
- b)O peygamberin kavmini, insanlar için çıkarılmış örnek hayırlı bir ümmet kılar. Böylece o peygamberin risaleti, başka bir tür örneklik görevini de içermiş olur.
Birincisine aşağıdaki âyette işaret edilmiştir:
“Ümmiler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.” [414]
İkincisine ise aşağıdaki âyet ve hadis işaret etmektedir:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” [415]
“Siz, sadece kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz; zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz.” [416]
Bizim peygamberimiz, hak ve hakikat bilgisine sahip olanların tüm meziyetlerini kendinde toplamış, hem kendi risaleti, hem de ümmetinin örnekliği tam olarak gerçekleşmiştir. Daha önceki peygamberler ise, bu meziyetlerden ancak bir ikisine sahip bulunuyorlardı.
Peygamberlerin Gönderilmesini Gerekli Kılan İlâhî Hikmetler:
Bil ki: Peygamberlerin gönderilmesini gerekli kılan ilâhî hikmet, âlemin idaresinde dikkate alınan nisbî hayrın gerçekleştirilmesidir [417] ve bunun hakikatini de ancak “Allâmu’l-guyûb” olan Allah bilir. Şu kadar var ki biz kesin olarak şunu biliyoruz: Bazı sebepler vardır ki, bulunması halinde mutlaka peygamberler gönderilmiştir.
Peygamberlere itaatin farz kılınması da şundandır: Bir ümmetin doğru yolda olması, ancak Allah Teâlâ’ya itaat ve kulluk etmeleriyle mümkündür. Ancak onlar, hak ve hakikat bilgisini Allah’tan doğrudan alabilecek kabiliyette değillerdir. Bu durumda onların iyi hal sahibi olmaları, ancak bir peygambere tabi olma yoluyla gerçekleşebilecektir. İşte bunu ilm-i ezelîsiyle bilen Allah Teâlâ, Hazîre-i kuds’te peygambere itaatin vacipliğine hükmetmiş ve orada durum bu şekilde kararlaştırılmıştır.
Peygamber Gönderme Vakitleri:
- a)Vakit, bir devletin ortaya çıkması ve onun vasıtasıyla diğer devletlerin hizaya getirilmesi vaktidir. İşte böyle bir zamanda Allah Teâlâ, o devletin dinini ikame edecek birini gönderir; Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.) gönderilişi böyle olmuştur.
- b)Veya Allah Teâlâ bir kavmin bekasını ister ve onların diğer insanlara üstün kılınmasını diler; bunun için onları doğru yola iletecek, onlara Allah’ın kitabını öğretecek birini gönderir. Hz. Musa’nın (s.a.) gönderilişi de böyle olmuştur.
- c)Veya bir kavim için takdir buyurulan bir devletin, ya da dinin sürekliliğini temin için yenileyici (müceddid) peygamberler gönderilir. Hz. Davud, Hz. Süleyman ve İsrail oğullarına gönderilen pek çok peygamberin gönderilişi de böyle olmuştur. Allah Teâlâ, bu peygamberlerin yardıma mazhariyetlerine hükmetmiş ve bunu ifade ile şöyle buyurmuştur:
“Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Şüphesiz onlar, mutlaka mansûr ve muzafferdirler. Bizim ordumuz, şüphesiz üstün gelecektir.” [418]
- d)Bunların ötesinde bir grup peygamber daha vardır ki, onların gönderilişi insanlara karşı getirilen delillerin tamamlanması içindir.[419]
Allah’u alem!
Peygamberlere Tabi Olmak Bir Mecburiyettir:
Bir peygamber gönderildiği zaman, halkın -doğru yolda olsalar bile- ona tabi olmaları vaciptir. Çünkü şanı yüce bir peygambere karşı koymak, ona düşmanlık etmek, Mele-i a’lâ’dan lanet inmesine sebebiyet verir ve melekler onların rezil-rüsvay edilmesi konusunda görüş birliği ederler. Bunun sonucunda yollar tıkanır, onların Allah’a yaklaşmalarına imkân kalmaz, çabalan hiçbir fayda vermez. Bu hal üzere öldüklerinde, üzerlerine inen lanet, onları her bir taraftan kuşatır. Kaldı ki, böyle bir durum esasen düşünülemez. Bu konuda Yahudilerin durumu ibret vericidir. Bunlar, dindeki aşırılıkları ve kitaplarını sık sık tahrife kalkışmaları yüzünden insanlar arasında peygamberlere en fazla ihtiyaç duyan bir millet olmuştur.
Peygamberler Niçin Gönderilir?
Allah Teâlâ, insanlar için açık kapı (mazeret) kalmasın diye peygamberler göndermiş ve böylece onlara karşı hüccet ikamesinde bulunmuştur. Çünkü insanların büyük çoğunluğu, kendi leh ve aleyhlerinde olan şeylerin bilgisini ancak aracı yoluyla alabilecek kabiliyette yaratılmışlardır. İnsanların bu konuda kabiliyetleri ya zayıftır; peygamberlerin getirmiş olduğu haberlerle güç kazanır, ya da ortada bazı mefsedetler vardır ve onlar ancak zecrî tedbirlerle -insanlar istemeseler dahi- ortadan kaldırılır.
İnsanoğlu, dünya ve âhirette yaptıklarından sorumlu tutulmuştur. Bu durumda Allah Teâlâ’nın lütuf ve keremi, ulvî ve süfli [420] bazı sebeplerin bir araya gelmesi durumunda, o anda yeryüzünde olan en değerli insanın peygamber olarak görevlendirilmesini gerekli kılmıştır. Bu peygamber, kendisine indirilen vahiy yoluyla insanları hakka davet edecek, onları doğru yola iletecektir. Bunu bir örnekle açıklayalım: Meselâ bir efendinin köleleri vardır ve bunlar hastalanmışlardır. Yakın bir adamına emrederek, onları gönüllü gönülsüz ilaç içmeye zorlamasını ister. Bu durumda o, bunu kölelere zorla yaptırmak istese, efendi olması hasebiyle böyle bir hakkı vardır. Ancak tam iyilik yapacaksa, ne yapmalıdır? Tabii önce onlara hasta olduklarını bildirmeli, ilacın kendilerine faydalı olacağına onları inandırmalı, doğru sözlü olduğuna dair bazı olağanüstü işler yapmalı, ilaca tatlı bir şeyler katmalıdır. İşte o zaman, köleler kendilerine emredilen şeyi bilinçli olarak ve isteyerek yapacaklardır.
Mucize:
Aslında mucizeler ya da duaların kabulü gibi peygamberler tarafından gösterilen şeyler, peygamberliğin bir parçası değildir; ancak onun isbatı için çoğu kez gerekli bulunmaktadır.
Mucizelerin ortaya çıkması genelde şu üç sebepten dolayı olur:
- Peygamber, hak ve hakikat bilgisine sahip kimselerdendir (müfehhem). Onun sahip olduğu bu özellik, bazı hadiselerin içyüzünü bilmesini sağlar. Yine onun bu özelliği, duaların kabulü ve çoğalması istenen şeylerin bereketlenmesi gibi hallerin sebebi olur.
Bereket dediğimiz şeyin aslı şudur:
- a)Ya bir şeyin faydasının artmasıdır; meselâ düşman tarafta ordunun çok olduğu kanaati uyanır ve bu yüzden bozguna uğrarlar.
- b)Ya, gıda verici tabiî özelliği, vücut için yararlı bir unsura (hılt) çevirmek yoluyla olur, böylece insan o gıdanın kat kat fazlasını almış gibi olur.
- c)Ya da, bir şeyin bizzat kendisinin çoğalmasıyla olur. Bu da, hevâî maddenin, kendisine kuvve-i misâliyye hulul ettiği için o surete (yani bereketin ortaya çıktığı surete) dönüşmesi demektir.
Buna benzer daha başka sebepler de vardır ki, hepsini Burada saymamıza imkân yoktur.
- Mele-i a’lâ, o zatın işini yürütme kararı almıştır. Onların himmetlerinin bu yönde birleşmesi, daha önce örneği görülmemiş ilhamlar, dönüşümler (ihâlât) ve amaca yaklaştırıcı harikulâdeliklerin (takrîbât) meydana gelmesini gerekli kılar. Bunun sonucunda da dostlar yardım görür, düşmanlar rezil rüsvay edilir ve Allah’ın emri -düşmanlar hoşlanmasalar da- yerini bulur.
- Âsilerin cezalandırılması ve büyük işlerin olması gibi haricî sebeplere dayalı olarak meydana gelen bazı hadiseler olur ve bunlar önceden semada şekillenir. Allah Teâlâ, bir yolla bunları peygamberler elinde mucizeye dönüştürür. Bu, ya onları önceden haber vermek suretiyle olur, veya emrine muhalefet edenlere karşı ceza tertip etmek suretiyle olur, veya onların, mücâzât konusunda ilâhî sünnet olmak üzere daha önceden haber verildiği gibi çıkması şeklinde olur, ya da buna benzer başka bir yolla olur.
Peygamberlerin Hatadan Korunmuşlukları (İsmet):
Peygamberlerin hatadan korunmuş olmalarını şu üç sebep gerekli kılmaktadır:
- Peygamberler, şehevî süfli arzulardan arındırılmış, mutedil mizaçta yaratılmış nezih insanlardır. Özellikle de, dinî esasların korunmasına yönelik hususlarda bu özellikleri çok belirgindir.
- Peygamberlere, güzelin güzelliği, kötünün kötülüğü ve bunların özellikleri vahyedilmiştir.
- Allah Teâlâ, bunlar ile süflî arzuları arasına girmekte ve onların bu gibi arzularına meydan vermemektedir.
Peygamberlerin Bazı Özellikleri:
Bil ki: Peygamberlerin takip ettiği metotlardan olmak üzere bir özellikleri, Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatları üzerinde tefekkür etmeyi emretmemeleridir. Çünkü insanların büyük çoğunluğu bunun altından kalkamaz. Aşağıdaki âyet ve hadisler bu manayı ifade eder:
“Allah’ın mahlukâtı üzerinde düşünün; Allah(’ın zatı) üzerinde düşünmeyin.” [421]
“Ve şüphesiz sonunda her şey Rabbine varacaktır.’ [422]
“Rab hakkında düşünme yoktur.” [423]
Peygamberler, sadece Allah’ın nimetleri ve O’nun kudretinin büyüklüğü üzerinde düşünülmesini isterler.
Peygamberler, İnsanlara Seviyelerine Göre Konuşurlar:
Onların takip ettikleri metottan biri de, insanlara ancak kendi anlayabilecekleri bir dille konuşmaları, akıllarının yettiğince ve aslî hilkatte kendilerinde mevcut bulunan bilgi oranında hitap etmeleridir. Çünkü insan yaratılırken, diğer mahlukâttan ayrı olarak bir idrak gücüyle donatılmıştır; insanlığından çıkmadıkça bu bir meleke olarak kendisinde mevcuttur. İnsanın bir de bidüziyelik arzeden âdet-i ilâhî dışında elde ettiği bilgileri vardır. Bunlar ya nebiler ve veliler gibi kudsî nefse sahip olanların ancak fevkalâdelik arzeden bir yolla hak ve hakikat bilgisine sahip olması şeklinde olur. Ya da ağır riyazetler sonucu nefsi daha önceden yatkın olmadığı ilimlere yatkın hale getirme yoluyla olur. Uzun süre hesapla uğraşmak veya Hikmet (felsefe), Kelâm, Fıkıh Usûlü.., vb., gibi ilimleri tahsil etmek suretiyle elde edilen bilgiler de böyledir.
İşte peygamberler, insanlara hitap ederlerken, onların fıtrî yapılarını esas almışlar ve herhangi bir tahsile gerek duymaksızın kavrayabilecekleri sade bir dil ve mantıkla onlara hitap etmişlerdir. Varlığı çok nadir olarak bulunabilen şeylere iltifat etmemişlerdir. Bunun içindir ki onlar, insanlara Rablerini tanıtırken, O’nu illâ da tecellîlerle veya müşahede yoluyla, ya da burhan ve aklî istidlaller yoluyla tanımaları gerektiğini istememişler, O’nu bütün cihetlerden münezzeh olarak bilmek gereğini de ileri sürmemişlerdir. Çünkü bu gibi şeyler, riyazi ilimlerle (matematik vb. gibi) uğraşmayan, uzun süre felsefe, mantık gibi ilimlerle uğraşanlarla bir arada bulunmayan kimseler için hemen hemen imkânsızdır. Yine peygamberler, kavranması zor mukaddimeler üzerine kurulabilen ve re’y taraftarlarının muhaddislere karşı bir meziyet sandıkları istinbât ve istidlal yollarına, istihsân çeşitlerine, eşbâh ve nezâir arasındaki farklara işarette bulunarak şöyle şöyle yapacaksınız diye bir talepte de bulunmamışlardır.
Peygamberler, Nefis Terbiyesiyle Uğraşmışıardır;
Onların takip ettikleri metotların belirgin bir tarafı da, nefis terbiyesi ve ümmetin idaresiyle ilgisi bulunmayan konularla meşgul olmamalarıdır. Dolayısıyla onlar, yağmurun yağması, güneşin tutulması, ayın etrafındaki hale, bitki ve hayvanların esrarı, ay ve güneşin seyri, bunları ne kadar zamanda tamamladıkları, günlük olayların sebepleri, peygamberler, hükümdarlar ve ülkeler tarihi.., gibi konuların açıklanmasına girmemişlerdir. Bunlardan ancak sözün gelişi sırasında ve daha önceden duymuş ve kabullenmiş oldukları şeyler istisnaî olarak zikredilmiş, bunlarla da Allah’ın nimetlerinin yadedilmesi, Allah’ın günlerinin [424] hatırlatılması istenmiş, getirilen istiare ve mecazlarla yetinilerek hiçbir zaman da detaylara gidilmemiştir. İşte bu ilkeden hareketledir ki, Rasûlullah’a (s.a.) “ayın niçin dolunay şeklinde büyüyüp sonra küçüldüğü” sorulduğunda cevap mahiyetinde inen âyet-i kerîmede Allah Teâlâ, sorunun mecrasını değiştirerek ayların faydalarından bahisle şöyle buyurmuştur:
“Sana aylar hakkında soruyorlar. De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür.” [425]
İnsanlardan birçoğu, hayatları boyunca hep aynı fenle (bilim vb.) uğraşmaktan dolayı, ya da daha başka sebeplerle zevk-i selimlerini yitirmekte ve bunun sonucunda peygamberlerin sözlerini olmayacak manalara yormaktadırlar.
Allah’u a’lem!
3) Dinin Esası Birdir, Şeriatlar Ve Yöntemler İse Farklıdır
Din Birdir:
Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye, din olarak Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi sizin için hukuk düzeni yaptı.” [426]
Mücâhid âyeti şöyle izah etmiştir:
“Ya Muhammed! Sana ve onlara aynı dini vasiyet ettik.”
Başka bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir; ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının, denildi. Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi.” [427]
Yani, İslâm dini, bütün insanlığın dinidir. Ne var ki insanlar; yani müşrikler, yahudiler ve hıristiyanlar ayrıldılar ve birlikten koptular.
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Her birinize bir şeriat ve bir yol (minhâc) verdik.” [428]
İbn Abbâs, âyette geçen “şir’a” kelimesini, yol; “minhâc” kelimesini de sünnet diye tefsir etmiştir.
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Biz, her ümmete bir ibadet ediş tarzı (mensek) gösterdik ki, onlar bunun takipçileridirler.” [429]
Ayette geçen “mensek” kelimesi, amel edegeldikleri şeriat anlamındadır.
İhtilâf, Şeriatlarda Ve Takip Edilen Yollardadır:
Bil ki: Dinin esası birdir ve bu esas üzerinde bütün peygamberler ittifak halinde olmuşlardır. Aralarındaki ihtilaf, sadece şeriatlarda ve takip edilen yollarda olmuştur.
Şöyle ki: Bütün peygamberler (s.a.) dinin esasını teşkil eden esaslarda görüş birliği etmişlerdir: Bunlar; hem ibadette, hem de yardım istemede (istiâne) tevhid, Allah Teâlâ’yı, cenâb-ı kudsiyetine yakışmayacak her türlü noksanlıklardan tenzih etme, isimleri konusunda ilhâda düşmeme, Allah Teâlâ’yı saygıyla anma ve en ufak bir ihmal göstermeme, bunun kullar üzerinde Allah’ın bir hakkı olduğu, yüzleri ve kalpleri sadece O’na çevirme, Allah’a, koymuş olduğu nişanelere saygı göstermek suretiyle yaklaşma, kadere yani Allah Teâlâ’nın her şeyi önceden takdir ettiğine, Allah Teâlâ’nın, asla isyan nedir bilmeyen, emrolunan şeyleri harfıyyen yapan melek kulları olduğuna, dilediği kullarına semavî kitaplar indirdiğine, ona itaati kullara vacip kıldığına, kıyametin hak olduğuna, öldükten sonra tekrar dirilmenin hak olduğuna, cennetin hak olduğuna, cehennemin hak olduğuna inanma.., gibi esaslardır.
Peygamberler, Temel İyiliklerde De Görüş Birliği Etmişlerdir:
Aynı şekilde onlar, iyiliklerin esasını teşkil eden hususlarda da görüş birliği halinde olmuşlardır. Bunlar; temizlik, namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetlerle; dua, zikir, Allah’tan inen kutsal kitabı okuma gibi nafile ibadetlerdir. Yine peygamberler nikâh, zinanın haramlığı, insanlar arasında adaletin hakim kılınması, zulüm ve haksızlığın yasaklanması, suçlulara karşı ceza uygulanması, Allah düşmanlarına karşı cihâd yapılması, Allah’ın dinini yaymak ve anlaşılır kılmak için çalışılması.., gibi konular üzerinde de görüş birliği halinde olmuşlardır. Bunlar, dinin esasını teşkil eder.
Bunun içindir ki Kur’ân, bu gibi şeylerin niçini üzerinde durmamış, sadece yeri geldikçe bazı atıflar yapmakla yetinmiştir. Çünkü bunlar, Kur’ân’ın muhatabı bulunan insanlarca zaten kabul görmüş bir halde (müsellem) bulunuyordu.
İhtilâf, Bu Esasların Suret Ve Şekillerindedir:
Şeriatlar arasında ihtilâf, bu esasların suret ve kalıplarında olmaktadır. Meselâ, Hz. Musa’nın şeriatında namaz kılınırken Beyt-i Makdis’e doğru yönelinirken, bizim şeriatımızda Ka’be’ye karşı yönelirim ektedir. [430]
Hz. Mûsâ’nın şeriatında sadece recim varken, bizim şeriatımız evli (muhsan) için recim, bekar için de sopa cezasını getirmiştir.
Hz. Mûsâ’nın şeriatında sadece kısas varken, bizim şeriatımız hem kısas, hem de diyet hükmünü getirmiştir.
İbadetlerin vakitleri, âdâb ve erkânı hakkında söz konusu olan ihtilâflar da bu kabilden olmaktadır.
Kısaca, özel konumların dikkate alınması sonucu devrin ihtiyaçlarını karşılamak üzere getirilen hükümler, kurumlar vb. şeriat ve yöntem (minhâc) olmaktadır. Bunlar değişkendir; dinin esası ise bakidir.
Şeriatlar, Genel Esasları Açıklarlar, Çerçeve Boşluğuna Yer Vermezler:
Bil ki: Allah Teâlâ’nın bütün dinlerde emretmiş olduğu taatler, insanda sabit davranış motiflerinden (hey’ât-ı nefsâniyye) kaynaklanan amellerdir. Bu motifler, âhiret gününde nefislerin ya lehinde ya da aleyhinde olurlar. Bu motifler, amelleri destekler ve ortaya çıkarırlar. Ameller, bu motiflerin kalıpları ve suretleridir. Hiç şüphesiz amellerin değerlendirilmesinde kıstas, sözünü ettiğimiz bu motiflerdir. Onları iyice tanımayan kimse, yaptığı amelleri bilinçli olarak işleyemez; dolayısıyla bazen yaptığım eksik bırakır, namaz kılıyorsa kıraatsiz ve duasız kılar, tabii böyle olunca da ameli kendisine bir fayda vermez. Bu durumda, hak ve hakikat bilgisine sahip birinin yol göstericiliği gerekmektedir; bu zat açık emarelerle gizli ve karışık olanları munzabıt hale getirecek, onları her seviyeden insanın kolayca anlayıp ayırt edebileceği, duyularla algılanabilen şeyler haline getirecektir. Böylece halk için o şeyler açıklık kazanmış olacak, artık onlar kendilerinden istenilecek ve bu yüzden sorguya çekilebileceklerdir. Zira, sorguya çekilebilmeleri için, hem her şey açıklanmış ve insanlık üzerine Allah Teâlâ tarafından hüccet ikâme edilmiştir, hem de insanlar kolayca anlayabildiklerinden o şeyi yapabilecek güç ve kudrete sahip bir hale gelmişlerdir.
Bazen Günahlar, Gerçekten Günah Olmayan Şeylerle Karıştırılabilir
Zaman zaman, aslında günah olmayan bazı şeyler, insanlarca gerçek günahlarla karıştırılabilmektedir. Meselâ, müşriklerin aşağıdaki âyette ifade edilen sözleri buna bir örnektir;
“Şüphesiz alış veriş, ribâ gibidir.” [431]
Bu karıştırma, ya bilgi yetersizliğinden kaynaklanabilir, ya da basireti kör edecek dünyevî bir çıkar sebebiyle olabilir. İşte bu yüzden insanlar, günahların günah olmayan şeylerden ayırt edilmesine kolaylıkla imkân verecek emarelerin konulmasına ihtiyaç duymuşlardır.
Meselâ, ibadetler için vakitler belirlenmemiş olsaydı, o zaman bazıları azıcık namaz ve orucu çok bulabilir ve tabii bu da kendilerinden beklenilen faydayı sağlamazdı. Sıyrılma ve hileye başvurma hallerinde cezalandırılmaya gidilemezdi. Eğer rükünler, şartlar belirlenmemiş olsaydı, o takdirde insanlar körü körüne hareket ederler, ne yaptıklarım bilmezlerdi. Hadler (cezalar) konulmamış olsaydı asilerin, suçluların önü alınamazdı.
Kısaca söylemek gerekirse, çoğunluk itibarıyla insanların yükümlü tutulabilmeleri için, mutlaka vakitlerin, rükünlerin, şartların belirlenmesi, cezaların, küllî hükümlerin vb. konulması zorunludur; aksi takdirde onları yükümlü tutmaya imkân yoktur.
Teşrî Siyaseti: Teşri Esnasında İzlenen Tavır:
Teşrî esnasında nasıl bir tavır sergilendiğini öğrenmek işitiyorsan doktorun halini düşünmelisin. Bilindiği gibi uzman bir doktor, hastalarını tedavi esnasında, onlara hastalıkları hakkında bilgi verir ve onlardan inceliklerini asla kavrayamayacakları bir takım şeyleri yapmalarım ister. O, duyularla algılanabilen hastalık belirtilerini, gizli olan hastalığı teşhise yarayacak bir yol olarak kullanır. Meselâ cildin kırmızılığından ve diş etlerinin kanamasından kanın bünyeye galebe çaldığı sonucunu çıkarır. Yani zahir olan bu belirtileri, gizli bulunan hastalığın yerine ikame eder. Hastalığın şiddetine, hastanın yaşına, memleketine, mevsime, ilacın kuvvetine.., bakar, bütün bunların sonucunda hastaya uygun gelecek ilaç miktarını belirler ve hastaya o ilacı kullanmasını söyler. Muhtemelen gözlemlerinden genel bir kural da çıkarır. Bu yine mazinnenİn (belirtiler), hastalığın sebebi yerine ikame edilmesi, tedavi edici olarak belirlediği ilaç miktarını da, insanı hasta eden unsurun giderilmesi, ya da bedene zarar verici halden bir başka hale dönüşmesi makamına ikame yoluyla olur. Böyle bir genelleme sonucunda meselâ şöyle der:
“Kimin cildi kızarır ve diş etleri kanarsa, tıb kuralları gereği onun aç karnına iğde (unnâb) şurubu ya da bal şerbeti içmesi gerekir. Kim de bunu yapmazsa, çok sürmez ölür.” Veya:
“Kim şöyle şöyle hazırlanmış bir macundan bir miskal kadar alırsa, ondan şu şu hastalık gider”, ya da
“Filanca hastalıktan korunmuş olur” şeklinde bir genellemeye gider. Sonra, tecrübe ve bilgi sonucu ulaştığı bu genel kural, insanlar arasında yayılır ve gereği doğrultusunda amel edilir. Böylece Allah Teâlâ, onun sayesinde pek çok insanı yararlandırmış olur.
Bilge bir hükümdarı düşün. Ülkenin ıslâhından, ordunun yönetiminden sorumlu olan bilge hükümdar, arazilere ve çıkardıkları ürünlere bakar, ziraatçileri ve bekçileri gözetir, onların geçinmeleri için zaruri olan ihtiyaçları tespit eder… Bütün bunlardan sonra toprağın kaldırabileceği oranda öşür ve haraç (vergi) koyar. Öbür taraftan idari kademede hizmetine alacağı insanları seçerken, duyularla algılanabilen davranış şekillerini ve zahiri karineleri, yardımcılarda bulunması gereken ahlâk ve yeteneklerin yerine ikâme eder, yani gözüken emarelere bakarak onlar içerisinde ahlâklı ve yetenekli olanlarını istihdam eder. Emri altındaki insanların ihtiyaçlarına bakar, yardımcılarının azlık ya da çokluğunu dikkate alır ve toplanan gelirleri ona göre aralarında ihtiyaçlarını karşılayacak, onları sıkıntıya sokmayacak şekilde dağıtır.
Öğretmenin, çocukları eğitmek için nasıl davrandığını düşün. Efendinin, kölelerini idare etmesine bak. Bütün bunlar, karşılanması amaçlanan ihtiyacın onlar eliyle giderilmesi içindir. Çocuklar ya da köleler neyin maslahat olduğunu bilmemektedirler, dolayısıyla onu gerçekleştirmek de istememektedirler. Bu yüzden sıvışmak, mazeret ileri sürmek, aldatmaya gitmek gibi davranışlara girebilmektedirler. Bu tavırlar karşısında öğretmen ya da efendi, yanlışı, daha meydana gelmeden önce görmekte ve onu ortadan kaldırmak için girişimde bulunmaktadır. Onlar, eli altındakilerle gece gündüz demeden ilgilenmekte, böylece onlar için açık bir kapı bırakmamaktadırlar; dolayısıyla fırsat bulup da sıvışmak imkânları yoktur. Böyle bir eğitim altında bulunan çocuklar ya da köleler, sonunda isteseler de istemeseler de, beklenilen sonuca ulaşırlar.
Kısaca, çok farklı kabiliyetleri içerisinde bulunduran, kendilerinden ne istenildiğini bilmeyen, dolayısıyla ona karşı arzulu da bulunmayan büyük kalabalıkların eğitimini üstlenen herkes, bazı düzenlemelere, zaman ayarlamasına, bazı konum ve şekillerin belirlenmesine zorunlu olarak ihtiyaç duyar. Böylece insanlardan bunlara uymalarını ister ve onları sorumluluklarına mesnet kılar.
Şeriatlar, Bir Hikmete Dayanır:
Bil ki: Allah Teâlâ, peygamberler göndermek suretiyle insanların karanlıklardan aydınlığa çıkmasını murad eder de, bu amaçla gönderilen peygamberin durumunu onlara vahiy yoluyla bildirir. Üzerlerine peygamberlik nurunu indirir ve kalplerine, âlemin düzene sokulması için bir arzu ve istek koyar, peygamberin gönderildiği andaki insanların hidayete gelmesi behemehal bazı işlerin ve ön hazırlıkların (mukaddimelerin) bulunmasına bağlıdır. İşte bunun içindir ki hikmet-i ilâhî, bütün bu ön hazırlıkların yapılmasının peygamberlerin gönderilmesi amacında mündemiç bulunmasını gerektirir. Yine peygamberlere itaatin ve onlara boyun eğmenin farz kılınmasının, o kavmin ıslâhı için gerekli olan ön hazırlıkların (mukaddime), aklen ve âdeten mutlaka olması zorunlu bulunan şeylerin farziyetine bir basamak kılınmasını gerektirir. Çünkü şeriat bir bütündür ve birbirine bağlıdır. [432] Allah Teâlâ’ya hiçbir şey gizli değildir ve Allah’ın dininde rastgele konulmuş hiçbir hüküm yoktur. Benzerleri içerisinde belli bir şeyin belirlenmiş olması, mutlaka sebep ve hikmetlere bağlıdır ki bunları, ancak din ilimlerinde derinleşmiş olanlar (râsihun) bilebilir. Biz burada, bu hikmet ve sebeplerden bir kısmına dikkat çekmek istiyoruz.
Allah’u alem!
4) Belli Bir Asra/Kavme Mahsus Olan Şeriatların İndirilmesinin Hikmeti
Bir Şeriatın Belli Bir Asra Ve Belli Bir Kavme Mahsus Olarak İnmesi:
Bu konuda dayanak şu âyet-i kerîme olmaktadır:
“Tevrat’ın indirilmesinden önce -(bilâhare) israil’in (Yakub) kendisine haram kıldıkları dışında- yiyeceğin her türlüsü İsrail oğullarına helâl idi.” [433]
İsrail Oğullarına Deve Etinin Haram Kılınmasının Sebebi:
Ayetin tefsiri şöyle: Hz. Yakûb (s.a.), şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. İyileşirse, en çok sevdiği yiyecek ve içeceği kendisine haram kılacağına dair adakta bulunmuştu. İyileşince deve etini ve sütünü kendisine haram kılmıştı. Bu konuda oğulları da ona uydular. Böylece üzerinden asırlar geçti ve İsrail oğulları, şayet muhalefetle deve eti yiyecek olurlarsa peygamberlerin hakkına riayet etmemiş olacaklarına inanır oldular. Tevrat da, bu inancı pekiştirerek geldi. Rasûlullah (s.a.), kendisinin Hz. İbrahim dini üzere olduğunu açıkladığında Yahudiler: “Deve eti ve sütü yiyip içerken nasıl olur da Hz. İbrahim dini üzere olabilir?” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onların iddialarını reddetti. Çünkü her türlü yiyecek aslında helâldi, deve sırf yahudileri ilgilendiren arızî bir durumdan dolayı haram kılınmıştı. Peygamberliğin, İsmail (s.a.) oğullarından zuhur etmesi halinde, onlar, yahudiler hakkında söz konusu olan arızî durumla ilgileri olmadığından, göreli haramlık hükmüne riayete gerek kalmamıştı.
Konuya Dayanak Olan Bazı Hadisler:
Konuya mesned teşkil edecek bazı hadisler ise şunlardır: Rasûlullah (s.a.) teravih namazı hakkında şöyle buyurmuştur:
“Gösterdiğiniz rağbet hâlâ sürmekte olduğundan, onun sizin üzerinize farz kılınmasından korktum. Eğer size farz kılınacak olursa, siz onu yerine getiremezsiniz. Ey insanlar! Siz onu evinizde kılın!” [434]
Bu tavrıyla Rasûlullah (s.a.), teravih namazının insanlar arasında yaygın bir hal almasını ve sonunda dinin esaslarından biri sayılmasını önlemiştir. Eğer öyle yapmasaydı, zamanla insanlar onun terkini, Allah’a karşı bir saygısızlık olarak değerlendirecekler, kendilerinde bu doğrultuda bir inanç oluşacak, sonunda da Allah Teâlâ, bu namazı onlara farz kılacaktı.
Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Müslümanlar hakkında en büyük vebal altına giren, bir şey hakkında soru soran ve sorusuyla o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir.” [435]
Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“İbrahim, Mekke’yi haram bölge ilân etmiş ve insanları oraya davet etmiştir. Ben de, -İbrahim’in Mekke’yi haram bölge ilân ettiği gibi- Medine’yi haram bölge ilân ettim ve onun müddü ve sâ’ı [436] hakkında -İbrahim’in Mekke hakkında dua ettiği gibi- hayır dua ettim.” [437]
Yine Rasûlullah (s.a.), hac hakkında
“Her sene mi ya Rasûlallah!” diye soran kimseye şöyle buyurmuştur:
“Eğer evet deseydim, vacip olurdu. Vacip olsaydı, siz onu yerine getiremezdiniz. Yerine getiremediğiniz takdirde de azaba uğrardınız.” [438]
Peygamberlerin Şeriatları, Çeşitli Sebepler Ve Maslahatlardan Dolayı Farklı Farklı Olmuştur;
Peygamberlerin şeriatları, çeşitli sebep ve maslahatlara binaen farklı farklı olmuştur. Çünkü şerî hüküm olarak konulan şeyler, durup dururken belirlenmiş şeyler değildir. Gerek hükümler ve gerekse getirilen miktarlar belirlenirken, mükelleflerin hali ve âdetleri dikkate alınmıştır.
Meselâ Hz. Nuh’un (s.a.) kavmi, mizaç itibariyle -Allah Teâlâ’nın da işaret buyurduğu gibi- son derece güçlü ve katı idi. Dolayısıyla onların bu hali, kendilerine devamlı oruç tutma yükümlülüğünü gerekli kılmıştı. Böylece hayvanı yönlerinin aşırılığını kontrol altına alabileceklerdi. Bu ümmet ise, mizaç itibarıyla zayıftı; dolayısıyla bize devamlı oruç tutmak yasaklanmıştır. Allah Teâlâ, önceki kavimlere ganimeti helâl kılmamıştı; bizim zayıf halimizi dikkate alarak onu bize helâl kılmıştır.
Peygamberlikten amaç, insanlığın ihtiyaç duyduğu şeyleri karşılamak için gerekli olan kurum ve kuruluşların ıslâh edilmesidir. Bu durumda, getirilecek hükümlerde onların öteden beri alışageldikleri kalıplar dışına çıkılmaması ilâhî hikmetin bir gereği olacak; bunun dışına ancak Allah Teâlâ’nın irade buyurduğu istisnaî durumlarda çıkılacaktır. Kaldı ki maslahatları karşılayacak yollar, zaman, (mekan) ve âdetlere göre değişebilmektedir. Neshin vuku bulması da, işte bu gerekçeden dolayı sahih olmaktadır. Şâri’ Teâlâ’nın bu konudaki tavrı, uzman bir doktorun haline benzer. Doktorun amacı, her zaman ve mekanda sağlıklı yapıyı korumaktır. Bunun için de uygulamaları kişilere ve zamana göre değişiklik arzeder; gençten, yaşlıdan istemediği şeyi ister, yazın açık havada uyumayı emrederken, kışın ev içinde uyumasını söyler; çünkü yazın açık hava serin, kışın ise dışarısı soğuk olur. Dolayısıyla bütün bunları değerlendirir ve tavsiyeleri ona göre farklılık arzeder.
Dinin Esasını Ve İhtilâf Sebeplerini Kavrayan Kimse, Dinde Bir Değişiklik Ya da Tebdil Olmadığını Görür:
Dinin özünü bilen ve insanları amaçlanan noktaya ulaştırabilmek için takip edilen yolların farklı olmasının sebeplerini kavrayan bir kimse, dinin özünde bir değişiklik olmadığını görür. Bunun içindir ki, (din Allah’a nisbet edilirken) şeriatlar, kavimlere nısbet edilmiş, lisan-ı hal ile ısrarla istedikleri, içerisinde bulundukları şart ve durumların gereği olan hükümler ne ise, kendilerine onlar indirilmiştir. Şu âyet, bu manayı ifade etmektedir:
“Ne var ki insanlar, kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi.” [439]
Böylece cuma gününün, özel ibadet günü olarak tayinine hak kazanmasıyla peygamberimizin ümmetinin üstünlüğü ortaya çıkmıştır. Çünkü Muhammed ümmeti ümmî idi ve tahsil yoluyla elde edilen ilimlerden uzak bulunuyordu. Yahudiler için ise, cumartesi günü tayin edilmişti; çünkü onlar, o günde Allah Teâlâ’nın kainatı yaratma işini bitirdiğine ve istirahata çekildiğine, dolayısıyla o günde ibadet etmenin en güzel şey olacağına inanıyorlardı. Halbuki, hepsi de Allah’ın emri ve vahyi iledir. [440]
Bu konuda şeriatların durumu azimet hükümlere benzer. İnsanlar, bunlarla emrolunurlar, sonra ortaya bazı mazeretler ve zorluklar çıkar. Bunlara cevap vermek için, ruhsat hükümler konulur ve bunlarla kulların sıkıntıdan kurtarılması amaçlanır. [441]
Bazen de değişiklikler, insanların kendilerinde bulunan özelliklerin gereği sonucu olur. Allah Teâlâ, şöyle buyurur:
“Yüce Allah, bir millet, kendisinde olanı değiştirmedikçe, içinde bulunduğu durumu değiştirmez.” [442]
Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur:
“Ey kadınlar! Akıl ve din hususunda eksik olmanıza rağmen, erkeğin aklını başından alan sizden daha yaman bir kimse görmedim.” [443] Kendisine,
“Kadınların dininin nasıl eksik olduğu” sorulunca açıklayarak:
“Görmez misin kadın, hayız halinde namaz kılmaz, oruç tutmaz.” buyurmuştur. [444]
Şeriatların, Farklı Şekillerde Gelmesinin Sebepleri:
Bil ki: Şeriatların pek fazla hususî şekil üzere inmesinin sebepleri çoktur. Ancak bunlar sonuçta iki türe indirgenebilir:
- O hükümlerle yükümlü kılınmalarını gerektiren tabiî durum.
Meselâ, bütün insan fertlerinin, insan olmalarının tabiî sonucu olarak sahip oldukları bir yapı ve halleri vardır. Bunlar, onların bir takım hükümlerle yükümlü kılınmalarım gerektirir.
Anadan doğma kör olan bir insanın hayal âleminde renkler ve suretler bulunmaz; onun dünyasında sadece lâfızlar ve dokunma duyusuyla algılanabilen şeyler vb. vardır. Şimdi böyle birinin gayb âleminden rüya, ya da daha başka yolla bir bilgi edinmesi halinde, bu bilgi elbette ki, hayal âleminde mevcut bulunan bir kalıba girecek ve ona göre şekillenecektir.
Arap dilinden başka bir dil bilmeyen herhangi biri hakkında, eğer bir bilgi dil ile ifadesini bulacaksa, elbette ki bu sadece Arap diline has lâfız ve kalıplarla olacaktır.
Meselâ bir yerde fil ve benzeri korkunç görünümlü hayvanlar olsa, o memleket ahalisinde cin çarpması, şeytan korkutması gibi şeyler hep bu korkunç hayvanların suretine bürünen görüntüler ile gerçekleşecektir. Başka yerde öyle olmaz. Yine meselâ bazı yerlerde, bazı şeylere çok büyük değer verilir, yiyecek ve giyeceklerden güzel şeyler bulunur. O yöre halkı, nimet ve meleklerin inişini işte bu suretlerle algılar.
Keza bir Arap, bir şeyi yapmak, ya da bir yola çıkmak üzere iken, “râşid” veya “necîh” gibi bir kelime [445] duyarsa, bu onun için yapmak istediği şeyin güzel olduğuna bir delil olur. Tabii bu durum, Arap olmayan için söz konusu değildir. Sünnette buna dair bazı örnekler mevcuttur.
Şeriatlarda, aynı şekilde gönderilen kavimde yer etmiş bulunan telakkiler, onlarda gizli bulunan inançlar ve içlerine iyice işlemiş bulunan âdetler de dikkate alınır.
Bunun içindir ki deve eti ve sütü, İsrail oğullarına haram edilmiş iken İsmail oğullarına [446] helâl kılınmıştır. Yine bu esastan hareketle yenilecek şeyler konusunda temiz ve iğrenç/pis olan şeylerin belirlenmesi Arap örf ve âdetine havale edilmiştir. Yine bu esastan hareketle kız kardeş kızları, Yahudilere haram kılınmazken bize haram kılınmıştır. Çünkü onlar, bu kızları babalarının kavminden sayarlar, kendileri ile onlar arasında ne bir beraberlik, ne bir irtibat, ne de bir yakınlık var sayarlardı. Onlara göre kız kardeş kızları sanki yabancı biriydi. Bizde ise böyle değildir.
Bunun içindir ki, buzağının, annesinin sütü içerisinde pişirilmesi, bize değil, onlara haramdı. Çünkü bunun, Allah’ın yarattığını değiştirmek ve konulmuş bulunan tedbir-i ilâhîye karşı koymak olduğu, zira bunun Allah Teâlâ’nın buzağının yetişmesi için yalatmış olduğu sütün, onun bünyesinin çözümlenmesi ve yok olması doğrultusunda kullanılması demek olduğu inancı Yahudilerin içine iyice yerleşmişti ve onlar bu inanç doğrultusunda hareket ederlerdi.
Araplar ise, böyle bir telakki ve inançtan son derece uzaktılar. Hatta onlara böyle bir yasak getirilse, hükmün gerekçesini asla anlayamayacaklardı.
Şeriatların indirilmesinde dikkate alınan husus sadece, kavimlerde yer etmiş bulunan telakkiler, haller ve inançlar değildi. Bilakis, onlar içerisinde en fazla itibara alınanı ve öncelikli olanı, insanların üzerinde yaşayageldikleri, bilerek bilmeyerek akıllarının hüsnü kabulle karşıladığı şeylerdir. Nitekim bunu, bir şeyin, başka bir şeyin suretinde temessül etmesi ilişkilerinde görürsün. Meselâ, insanları sahur yemeğinden men etme manasının, ağızlara mühür vurma suretinde temessülü böyledir. Çünkü insanlara göre bir şeyi mühürlemek, onu yasaklamak manasına gelir.
Allah’ın Kulları Üzerindeki Hakkı, O’na Saygı Duymalarıdır:
Esasen Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkı, O’na karşı son derece saygılı olmaları ve emirlerine karşı en ufak bir muhalefete kalkışmamalarıdır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde vacip olan ise, aralarında ülfet, muhabbet ve dayanışma esaslarının gerçekleştirilmesi, hiçbir kimsenin bir başkasına -kamu yararının gerektirdiği durumlar hariç- eza etmemesidir.
Bunun içindir ki, bir kimse yabancı bildiği bir kadının yatağına girse, Allah Teâlâ ile arasındaki saygı perdesini kaldırmış olacağından, o kadın isterse kendi zevcesi bulunsun- bu onun aleyhine günah olarak yazılır. Çünkü Allah’ın emir ve hükmüne muhalefet etme cüretkârlığını göstermiştir.
Kendi karısı olduğu zannıyla, yabancı bir kadına yanaşan bir kimse ise -eğer bu konuda ihmal ve kusuru yoksa- Allah katında mazur görülür.
Bir oruç adayan kimse, adağını yerine getirmekle sorumlu olur; oysaki adakta bulunmayanlar için böyle bir sorumluluk yoktur.
Dinde ifrata düşen kimselerin işleri zorlaştırılır. Yetime, terbiye amacıyla vurulan bir tokat güzel iken, eza vermek amacıyla vurulan tokat kötü kabul edilir. Hata eden ve unutan kimse, pek çok hükümde mazur görülür; işlediği günahtan dolayı sorumlu tutulmaz.
Bu esas muvacehesinde insanların telakkileri, açık gizli âdetleri esas alınır ve onlar hakkında inecek şeriatlar sözü edilen telakkiler, beklentiler, örf ve âdetler doğrultusunda şekillenir.
Adet Ve Telakkilerin Pek Çoğunda Arap-Acem Bütün İnsanlar Müttefiktirler:
Âdetlerin ve yerleşmiş bulunan telakkilerin pek çoğunda Arap olsun olmasın, mutedil iklimlerde yaşayan ve güzel ahlâk telakkisine sahip olan bütün insanlar müttefiktirler. Meselâ, ölülerine üzülmeleri, ona karşı iyi davranmayı güzel görmeleri, soy-sopla (hasep ve nesep) övünmeleri, gecenin üçte biri ya da dörtte biri geçince uykuya yatıp, sabahın erken vaktinde kalkmaları.., gibi -daha önce insanoğlunun ihtiyaçları ve bunları gidermek için bulunan yollar (irtifaklar) bahsinde işarette bulunduğumuz diğer şeyler- bunlardan olmaktadır. Bu âdet ve telakkiler, şeriatların indirilişi sırasında en çok dikkate alınması gerekli şeylerdir. Bunlardan sonra ise, sadece şeriatın gönderilmiş olduğu kavme mahsus olan âdet ve inançların dikkatte alınması gelir. Allah Teâlâ, birinci türden olanları dikkate aldığı gibi, ikinci türden olanları da dikkate almış ve her biri için belli bir yer ayırmıştır.
Yeni Peygamber, Sadece Tahrife Uğramış Kısımları Değiştirir:
Bil ki: Peygamberlik, çoğu kez bir din (millet) süreci şeklinde olur. Nitekim Allah Teâlâ bu meyanda şöyle buyurmaktadır:
“Atanız İbrahim’in milleti (dini)…” [447]
“Şüphesiz İbrahim de onun (Nuh’un) milletindendi.” [448] Bunun sırrı şudur: Belli bir din üzere nesiller büyür, o dinin nişanelerine saygı gösterilerek asırlar geçer. Bunun sonucunda o dinin hükümleri, insanlar arasında iyice yayılır ve delil getirmeye ihtiyaç gösterilmeden kabullenilen aklî önermeler halini alır; artık hemen hemen inkârı kabil olmaz. İşte böyle bir dönemde yeni bir peygamber gelir. Bu peygamberi göndermenin amacı, yerleşmiş bulunan dinin eğrilerini doğrultmak, onu yenilemek, peygamberinden yapılan nakiller arasına karışmış bulunan ve dinden olmayan şeyleri ayıklamak, bozulanları düzeltmek, halihazırda mevcut bulunan hükümleri denetlemektir. Onlar içerisinde milletlerin idaresi için takip edilen yönteme uygun olanları değiştirmeyip, bilâkis onun gereklerine uymaya çağırmak ve buna teşvik etmektir. Bozulmuş ve tahrife uğramış bulunan şeyleri ise, ihtiyaç ölçüşünce değiştirmektir. Ziyade etme ihtiyacı bulunan şey varsa, mevcut bulunanlar üzerine onları eklemektir. Bu yeni peygamber, çoğu zaman kendi getirdiği hükümlere uymalannı isterken, daha önceki peygamberden kalan esasları delil olarak kullanır. Bu durumda da “Bu peygamber, falan peygamberin milletindendir, ya da onun izindedir” gibi nitelemelere gidilir. Çoğu kez de peygamberlikler, indirilen milletlerin farklılığı sebebiyle değişiklik arzeder.
Şeriatların, Arızî Ve Geçici Sebepler Yüzünden Farklı Olması:
- İkinci tür sebepler, geçici ve arızî olmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ, her ne kadar zamandan münezzeh ise de, zaman ve zamanlı olan şeylerle bir tür irtibatı bulunmaktadır. Rasûlullah’ın (s.a.) haber verdiğine göre Allah Teâlâ, her yüz seneden sonra büyük bir hadisenin olmasına hükmetmektedir. Gerek Hz. Adem’e ve gerekse ondan sonra gelen diğer peygamberlere bu kabilden olan bazı şeyleri bildirmiştir. Nitekim bu, şefaat hadisinde açıklanmıştır. Bu hadiste her peygamberin şöyle diyeceği ifade edilmiştir:
“Şüphesiz Rabbim bugün öyle bir gazaptandı ki, daha önce hiç böyle gazaplanmamıştı; bundan sonra da öyle bir gazapta bulunmayacaktır.” [449]
Ne zaman âlem, şeriatların indirilmesi, hükümlerin belirlenmesi, Hakk’ın, insanlığa dini indirerek tecellî etmesi için hazır hale gelir, Mele-i a’lâ, bu doğrultuda himmetlerini bir araya getirir, işte o zaman arızî basit bir sebep, ilâhî cömertlik kapısını çalmak için yeterli bir hal alır. Kim de kerem sahibi Yüce Allah’ın kapısını çalarsa, o kapı kendisine açılır.
Peygamberin Duası, Hükmün İnmesine Sebeptir:
Bahar mevsimine baksana! Bu mevsimde dikilen bir ağaç, ekilen bir tohum basit bir ameliye sonucunda tutar; oysaki, aynı şey başka mevsimlerde kat kat fazla çalışma ile dahi gerçekleşmez. Böylesi anlarda Rasûlullah’ın (s.a.) himmeti, bir şey hakkında beklenti halinde olması, bir şey hakkında dua etmesi, bir şeye arzu duyması, onu istemesi, o şeyin olması için güçlü bir sebeptir. Onun duası, kıtlık yılını bolluğa çevirebiliyor, büyük bir orduya galebe çalıyor, yiyecek ve içeceği gözle görülür şekilde çoğaltıyorsa, aynı dua, şer’î bir hükmün inmesine neden sebep olmasın?! Kaldı ki hüküm, bir ruh-ı latiftir; ancak misali vücud ile belirlenir.
Bu esasa göre, her bir peygamber zamanında sözü edilen büyük bir hadisenin meydana gelmesi ve bu yüzden o peygamberin Allah’a sığınması gerekir. İfk [450] hadisesi, birinin Rasûlullah’a (s.a.) gelip bir soru sorması, Rasûlullah’ın (s.a.) onun hakkında insanlarla konuşması -ki zıhâr [451] hükmü böyle inmiştir- gibi, bunlar hükümlerin indirilmesine ve meselenin açıklık kazanmasına sebep olmaktadır.
Öbür taraftan insanlann taate karşı duyarsız olmalan, boyun eğmeye yanaşmamalan, isyan üzere devamlılıklan; keza bir şeye karşı aşın arzulan, ona dört elle sanlmalan ve terki halinde Allah katında günahkâr olacaklarına dair itikatlan.., o şeyin tekitli bir şekilde vacip ya da haram kılınmasına sebep teşkil etmektedir.
İlâhî cömertlik hazinesinin yağmasını isteme konusunda bütün bunlar şuna benzer: Salih, âl-i himmet sahibi bir insan, ruha-nıyetin ve saadet kuvvetinin yayılacağı anı kollar ve o anda bütün kalbiyle Allah’a yönelerek O’ndan istekte bulunur. Böyle birinin isteği çok sürmez, hemen kabul edilir. Aşağıdaki âyet-i kerîmede bu mânâya işaret bulunmaktadır:
“Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur’ân indirilirken onları sorarsanız size açıklanır.” [452]
Şeriatlarda ilke olarak benimsenen şey, hükümlerin indirilişini gerektiren bu tür sebeplerin az olmasıdır. Çünkü bu tür sebepler, genelde o dönemin maslahatım gerçekleştirmeye yönelik olur ve bunların fazla olması, çoğu zaman daha sonra gelecek nesilleri sıkıntıya sokar. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.) soru sorulmasından çok hoşlanmazdı ve şöyle derdi:
“Sizi bıraktığım sürece, siz de beni rahat bırakın. Çünkü sizden öncekiler, çok soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri yüzünden helak olmuşlardır.” [453]
Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Müslümanlar hakkında en büyük vebal altına giren, bir şey hakkında soru soran ve sorusuyla o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir.” [454]
Haberde de şöyle gelmiştir:
“Eğer İsrail oğulları, herhangi bir sığır boğazlasalardı, [455] kifayet ederdi; ancak öyle yapmadılar, zorlaştırdılar; Allah da işlerini zorlaştırdı.”
Allah’u a’lem!
5) Şeriatlara (Menâhic) Uyma Sebebiyle Sorgulanmanın Sebepleri
Şeriatların Getirdiği Davranış Kalıplarına Uymakta Sevap Ya da Azap Var mıdır?
Şimdi Allah Teâlâ’nın insanlara göndermiş olduğu şeriatlar ve yollar üzerinde duralım. Acaba bunlar sebebiyle –aynen iyilikler ve kötülüklerin esasında olduğu gibi- sevap ve azap gerekir mi? Yoksa bunlar sadece mahal (mazinne), suret ve kalıplara esas olan mana üzerine mi terettüp eder?
Meselâ, bir vakit namazı terkeden kimse, eğer kalbi huşu ile dolu ise, o namazı terkettiği için azap görür mü?
Rükünlerine, şartlarına riayet ederek, zimmetinden düşecek şekilde namaz kılan bir kimse, eğer huşu namına bir şey duymamış ve kıldığı namaz kalbinin derinliklerine ulaşmamışsa, acaba bu kıldığı namazdan dolayı sevap kazanır mı?
Burada üzerinde durmak istediğimiz konu, şeriatların getirdiği masiyefclerin büyük bir mefsedet olduğu noktası değildir. Çünkü masiyetler haddizatında doğru yola uymaz, günah kapısını açar ve müslümanlar cemaatine nisbetle hiyanet olur, mahalleye, şehre ve bütün ülkeye zarar verir. Bu şuna benzer. Şehri su baskınlarından korumak için sed yapılmış ve böylece sular kontrol altına alınmıştır. Birisi gelip, şeddi yıkmış; kendisini kurtarmış ama şehir halkını helak etmiştir. Aksine burada üzerinde durmak istediğimiz konu, kişinin bizzat kendi nefsine yönelik olarak organının işlediği kötülük ve iyiliklerle kuşatılması noktasıdır.
Sevap Ve Azabın Terettübü Konusunda Farklı Görüşler Vardır:
Bütün İslâm âlimleri icmâ halinde şunu kabul etmişlerdir:
Bizzat şeriatların getirmiş olduğu davranış kurallarına uyup uymama yüzünden sevap ve azap gerekir. Muhakkikler, ilimde derinliğe ulaşmışlar (rüsûh erbabı) peygamberlerin havarileri ve bütün din bilginleri, bununla birlikte sözü edilen davranış kalıp ve suretlerinin esas ve ruh ile olan ilişki ve münasebetini de kavramakta, onlara da itibar etmektedirler.
Şeriat bilginleri, sadece birinci ile yetinirler.
İslâm filozofları ise, şu görüştedirler: Azap ve sevap, nefsânî sıfatlar ve ruha sinmiş huylar sebebiyle gerekir. Şeriatlarda, bunların suret ve kalıplarının zikredilmesinin sebebi, çok ince olan mananın insanların zihinlerine indirgenmesi, anlaşılır kılınması içindir. Bunların görüşüne göre konu, kısaca bu şekilde izah edilmektedir.
Ben derim ki: Bu konuda gerçek, ümmetin muhakkik âlimlerinin kabul ettiği görüştür. Bu görüşü şöyle açıklayabiliriz: Şüphesiz şeriatlar durup dururken konulmaz; onları hazırlayan, manaların kalıba konulmasını gerektiren, benzer şeyler içerisinden birini diğerlerine tercihi gerektiren sâikler ve sebepler vardır. Hak Teâlâ bilir ki, bir milletin, söz konusu edilen şeriatlar (belirli davranış kalıpları) ve takip edilen yollar olmaksızın din ile amel etmesi mümkün değildir. Keza, getirilen konumun da, onlar için en uygun konum olduğunu bilir. Böylece şeriatlar, Hak Teâlâ’nın kavimlere yönelik ezelî inayetinin bir sonucu olarak belirlenmiş bulunur. Sonra ne zaman âlem, şeriatların getirdiği suretlerin feyiz yoluyla taşması ve misali kalıplarının ortaya çıkarılması için hazır hale gelirse, onlar birer davranış kalıbı olarak dışa vurulur ve o anda artık bunlar, dinin esaslarından biri halini alır.
Allah Teâlâ, Mele-i A’lâ’ya Mazinnelerin, Esaslar Yerine Kaim Olduğunu İlham Eder:
Allah Teâlâ, Mele-i a’lâ’ya bu bilgiyi indirir ve onlara mahallerin (mazinne), esaslar yerine kaim olduğunu; davranış kalıplarının, manaların suret ve şekilleri bulunduğunu ve bir kavmin ancak bunlar aracılığıyla yükümlü tutulabileceklerini ilham eder. İşte o zaman Hazîre-i kuds’te bir tür icmâ oluşur: Şeriatlarca belirlenen davranış kalıpları, manaya nisbetle lâfız; varlığa nisbetle zihinde teşekkül eden ve kendisinden alınan suret, modele nisbetle resim, mefhuma nisbetle yazı mesabesindedir. Bütün bunlarda, delâlet eden ile medlulü (mefhumu, delâlet ettiği şey) arasındaki ilişki güçlendikçe, aralarında ayrılmazlık (telâzum) ve örtüşme tamamlandıkça, artık onun, o olduğuna dair icmâ oluşur [456], sonra bu bilginin sureti ya da hakikati Arap-Acem bütün insanların zihinlerinde yer eder ve o şeyin üzerinde görüş birliği ederler. İnsan olup da içinde böyle bir yaklaşım bulundurmayan hiçbir kimse göremezsin. Belki biz bu şeyi, “vücûd şebehî li’l-medlût” [457] diye isimlendirebiliriz. Bazen bu varlığın ilginç sonuçları olabilir ki, araştırıcılara bu gizli değildir. Şeriatlarda bunların bir kısmı dikkate alınmıştır. Bu yüzdendir ki sadaka, yardımda bulunanların kiri sayılmış, mübtezel işlerin yapılması karşılığında alman ücretler mekruh görülmüştür.
Allah Teâlâ, Peygamber Gönderdiği Zaman, Onu Ruhu’l-Kuds İle Teyit Eder:
Sonra Allah Teâlâ, peygamber gönderdiğinde, onu Ruhu’l-Kuds ile destekler, kalbine kavmini ıslah etmesi düşüncesini üfler, ruhunun cevherine, şerî hükümlerin inmesi ve misalî suretlerin ortaya çıkması için geniş bir kapı aralar. Peygamber de bütün gayretini ortaya koyar ve çalışır. Bütün himmetini toplayarak kendisini destekleyenler için hayır dua, muhalefet edenlere de lanet eder. Onların himmetleri yedi kat semayı yararak öteye geçer; onlar yağmur isterler, ortalıkta en ufak bir bulut parçası yoktur, derken aynı anda dağlar gibi bulutlar peydah olur ve yağmur yağar. Onlar dua ederler ve duaları bereketiyle ölüler dirilir. İşte bütün bunların sonucunda Hazîre-i kuds’te rıza ve gazap oluşur. Aşağıdaki hadiste bu manaya işaret vardır:
“İbrahim, Mekke’yi haram bölge ilân etmiş ve insanları oraya davet etmiştir. Ben de, -İbrahim’in Mekke’yi haram bölge ilân ettiği gibi- Medine’yi haram bölge ilân ettim ve onun müddü ve sâ’ı hakkında -İbrahim’in Mekke hakkında dua ettiği gibi- hayır dua ettim.” [458]
Mele-i A’lâ, Emrettiği Ve Yasakladığı Hususlarda Peygamberi Destekler:
Sonra bu kul, Allah Teâlâ’nın şunu şunu emrettiğini, Mele-i a’lâ’nın emrettiği ve yasakladığı hususlarda peygamberi desteklediğini bilirse, yine şunu şunu ihmal etmenin, şuna şuna da yeltenmenin Allah Teâlâ’ya karşı işlenmiş bir cüretkârlık, O’nun hakkına saygısızlık olduğunu bilirse, sonra göre göre ve bile bile o fiile yeltenirse, elbette ki bu, ancak basireti örten büyük bir perde ve melekî gücün kesin tarzda devre dışı bırakılması sonucunda olabilecektir. Bu ise, hatanın nefisle kâim olması sonucunu gerektirecektir. İnsan, içinden gelerek zor bir amele yönelir, bunu insanlara gösteriş için yapmaz, aksine sadece Allah Teâlâ’ya yaklaşmak ve Onun rızasını kazanmak amacında bulunursa, elbette ki bu durum da o insanın, bürünmüş olduğu büyük ihsan perdesinden ve hayvanı yönünün tam anlamda kırılmış olmasından kaynaklanacaktır. Bu da, iyiliğin nefisle kâim olabileceği sonucunu gerektirecektir.
Herhangi bir vakit namazı terkeden bir insanın durumuna gelince, bu konuda onun namazı niçin terkettiği, onu öyle davranmaya iten sebebin ne olduğu üzerinde durmak gerekecektir. Eğer unutmuş, uyumuş, vacipliğini bilmemiş, ya da ciddî bir meşgale yüzünden kılmaya imkân bulamamış ise, din bunun bir günah olmadiğim beyan etmiştir. Eğer mazeretsiz, kılma imkânı bulunduğu halde bile bile terketmişse, elbette ki onun bu tavrı, dinî duygularının zayıflığı, basiretini engelleyen şeytanî ya da nefsânî bir perde sonucu olacaktır. Bu ise, onun nefsine yönelik bir durumdur.
Namazı kılan ve üzerine vacip olan şeyi eda etmiş olan kimsenin durumuna gelince, onun durumunun da ele alınması gereklidir: Eğer bu kimse, riya, kendini kabul ettirme için, ya da âdet yerini bulsun veya lâf olsun diye kılmışsa, din, böyle bir insanın itaat içerisinde olmadığını ve yaptığı fiilin dikkate alınmayacağını açıklamış bulunmaktadır.
Eğer Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için işlemiş, inanarak ve sevabını bekleyerek, vaad olunan sonucu tasdik ederek yönelmişse, fiili işlerken niyet üzere bulunmuş ve sırf Allah için ihlâs ile işlemişse, hiç kuşkusuz o kişi ile Allah Teâlâ arasında -iğne ucu kadarcık da olsa- bir kapı aralanacıktır.
Şehri helak edip de kendisini kurtaran kimse örneğine gelince, bir kere bu kimsenin, kendisini kurtarmış olduğunu kabul etmiyoruz. Nasıl kurtarabilir ki?! Allah Teâlâ’nın öyle melekleri vardır ki, bunların bütün himmetleri, yeryüzünün ıslâhı için uğraşanlara rahmet, fitne fesat çıkarmak için uğraşanlara da lanet okumaktadırlar. Onların duaları ise Allah Teâlâ’nın kerem kapısını çalmakta ve bu, şöyle ya da böyle o kimseye ceza indirilmesi için bir sebep olmaktadır. Dahası Allah Teâlâ’nın insanlara yönelik özel bir ilgisi bulunmaktadır ve haddizatında bu ilgi, o kimselerin cezalandırılmasını gerekli kılmaktadır. Şu kadar ki kavranmasındaki incelik yüzünden, meleklerin dualarını biz Allah Teâlâ’nın bu ilgisine alâmet yapmaktayız. Allah’u alem!
6) Hüküm Ve İllet
Allah Teâlâ’nın Kulların Fiillerinden Razı Olması Ya Da Gazaplanması Hükümdür:
Bil ki: Kulların öyle fiilleri vardır ki, âlemlerin Rabbi, o fiiller yüzünden onları işleyenlerden razı olmakta; öyle fiiller de vardır ki, onlar yüzünden Allah Teâlâ gazap etmektedir. Bazı fiiller ise, ilâhî rıza ya da gazap gerektirmemektedir. Allah Teâlâ’nın yüce hikmeti ve sonsuz rahmeti, insanlara peygamberler göndererek, onlara kendi dilleriyle neyin rızaya, neyin de gazaba neden olduğunu bildirmesini gerektirmiştir. Böylece birinci türden olanların yapılması, ikinci türden olan fiillerin de terki istenecektir. Yine gönderilen peygamberler, bunların dışında kalan daha başka meseleleri de onlara bildirecek ve sonuçta şu âyette belirtilen husus gerçekleştirilmiş olacaktır:
“Helak olanın açık bir delille helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için böyle yaptı.” [459]
Rıza ve gazabın fiile taalluk etmesi, fiilin onlardan birine sebep olması ve bunun sonucunda bir şeyin işlenmesinin ya da terkinin istenmesi veyahut da kulun tercihine bırakılması hüküm adını almaktadır.
Allah Teâlâ’nın İnsanlardan Bir Şeyin İşlenmesini Ya da Terkini İstemesi, Sevap Ve Azabı Gerektirmektedir:
Talep bazen güçlü olmakta ve yapılması istenilen fiilin işlenmesi halinde rıza ve sevabı, terki istenilen fiilin yapılması halinde de gazap ve azabı gerektirmektedir. Bazen de talep güçlü olmamakta ve dolayısıyla, işlenilmesi istenilen fiilin yapılması halinde rıza ve sevabı gerekli kılarken, terki durumunda gazap ve azabı gerektirmemektedir.
Aynı şekilde yasak (nehiy) da bazen güçlü olmakta ve bu durumda yasağa riayet edilmesi halinde rıza ve sevap, yasak olan şeyin işlenmesi halinde de gazap ve azap gerekmektedir. Bazen ise yasak güçlü olmamakta, bu durumda terki istenilen şeye yanaşılmaması halinde sevap ve rıza gerekirken, işlenmesi halinde gazap ve azap gerekmemektedir. Bu konuda bildiğin ve insanların konuşmaları sırasında kullanmış oldukları talep ve men lâfızlarına dikkat ettiğinde, şunu göreceksin: Rıza ve gazaba müncer olması bakımından talep ve men lâfızları bağlayıcı olan ve olmayan şeklinde tabiî olarak ikiye ayrılmaktadır. Bunun sonucunda da hükümler aşağıdaki kısımlara ayrılacaktır:
Hükümler Beş Kısımdır:
(Teklifi) hükümler beş kısımdır:
- İcâb (vâcib).
- Nedb (mendûb),
- İbâha (mübâh)
- Kerâhiye (mekruh),
- Tahrîm (haram).
İlâhî hitabın, teker teker bütün fiillere yönelik olarak gelmiş olmasına imkân yoktur. Çünkü fiiller, sonsuz niteliktedir ve insanların onları ihata edebilme imkânları yoktur. Bu durumda, onlara yönelik hitapların küllî kaziyyeler (genel önermeler) şeklinde olması zorunlu olmuştur. Böylece çok olan, az ile düzene konulabilecek, sonsuz nitelikte olan fer’îler bunlar sayesinde ihata edilebilecek, böylece insanların fiillerinin hükmü öğrenilebilecektir. Sayısız cüz’î durumlara tatbik edilmek üzere küllî kaideler geliştiren ilim dallarına baktığımızda, orada da durumun aynı olduğunu görürüz. Meselâ Nahiv âlimi, “Fail, merfûdur.” şeklinde bir kural söyler. Dinleyici onun bu sözünü ezberler ve bu kural sayesinde, “Kâme Zeyd’un.” sözündeki Zeyd’in; “Ka’ade Amr’un.” cümlesindeki Amr’ın cümle içerisindeki durumunu öğrenmiş olur ve benzeri bütün cümleleri bu kurala uygulayabilir.
Hükmün Etrafında Dönüp Dolaştığı Cami Nokta:
Sonsuz nitelikte olan fer’îleri, belli bir yere oturtan toplayıcı (cami’) vasıf, hükmün mihverini oluşturan “illet” olmaktadır.
İllet İki Kısımdır:
- Mükelleflerin halinin dikkate alındığı kısım:Birinci kısım illette, mükelleflerin içinde bulunduğu hal dikkate alınır. Mükelleflerden hiç ayrılmayan daimî bir halin bulunması mümkün değildir. Dolayısıyla hitabın içeriğinin, bir emirle sürekli bir yükümlülük getirmesi söz konusu olmaz. Zira mükelleflerin böyle bir yükümlülüğe güç yetirmeleri imkânsızdır. Bundan sadece iman konusu müstesna olabilir. Hiç şüphesiz iman, mükelleften ayrılması düşünülemeyen ve ancak bu sayede muhatap olması sahih olan bir sıfat ile sürekli arka arkaya ortaya çıkan ve onun yerini tutan hey’etten mürekkep bir hal sayılır. Bu kısmın büyük çoğunluğunu ibadetlerle ilgili hükümler oluşturur.
“Hey’et’ten maksat; vaktin girmesi, imkân verici güce sahip olunması (istitaat), güçlüğün söz konusu olması, bir şeyin irade edilmesi.., vb., gibi şeylerdir. Meselâ şeriat şöyle der:
“Kim akıllı ve ergen olduğu halde namaz vakti girerse, namaz kılması vacip olur; kim akıllı, ergen ve takati yerinde olduğu halde Ramazan ayına yetişirse, oruç tutması vacip olur; kim nisap [460] miktarı mala sahip olur ve üzerinden de bir sene geçerse zekât vermesi gerekir; kim yolculuk halinde olursa namazlarını kısaltarak kılması ve isterse oruç tutmaması kendisi için caiz olur; kim namaz kılmak ister ve abdestsiz olursa, kendisine abdest alması vacip olur.” Bu gibi yerlerde, muhtemelen pek çok emirde dikkate alınan sıfatlar düşer ve diğerlerinden ayrıcalıklı bulunan sıfat temayüz eder. Bu durumda o temayüz eden sıfat, “illet” diye isimlendirilebilir. Buna göre meselâ, “Namazın illeti, vaktin girmesidir.”, “Orucun illeti, ayın girmesidir.” denilir. Bazen Şâri’ Teâlâ, bu sıfatlardan sadece bir kısmını etkin kılabilir. Meselâ, zekât konusunda nisaba malik olan kimsenin, bir ya da iki yıllık zekâtını önceden vermesinin caiz görülmesi gibi. Oysaki nisaba mâlik olmayan için böyle bir hüküm yoktur. Bu durumda fakîh, her hak sahibine hakkım verir ve bir kısmını sebeb ile diğer bir kısmını da şart ile tahsis eder.
- Fiilin üzerinde vuku bulduğu halin dikkate alındığı kısım:
İkincisi, fiilin üzerinde ya da beraberinde bulunduğu halin dikkate alındığı kısımdır. Bu:
- a)Ya ayrılmaz özellikte bir sıfattır. Meselâ, Şâri’ Teâlâ’nın“İçki içmek haramdır, domuz yemek haramdır, köpek dişli yırtıcı hayvanları ve pençeli kuşları yemek haramdır, annelerin nikâhlanması haramdır.” buyurması gibi.
- b)Ya da onun yerini tutan sonradan peyda olan sıfattır: Şu âyetlerde olduğu gibi:
“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin.” [461]
“Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun.” [462]
Bazen (hüküm), fiilin üzerinde vuku bulduğu hallerden iki ya da daha fazlasını bir arada toplayabilir. Şâri’ Teâlâ’nın, “Muhsan (evli) zinâkârın recmedilmesi, muhsan olmayanın ise sopa (celd) cezasına çarptırılması gerekir.” Şeklinde hükmetmesi böyledir.
Bazen de, mükellefin hali ile fiilin üzerinde vuku bulduğu hali birleştirebilir: “Altın ve ipek, ümmetin erkeklerine haramdır, kadınlarına ise helâldir.” hükmü gibi.
Rıza Ve Gazap Halinin Fiillere Taalluk Etmesi Mutlaka Bir Sebebe Mebnîdir:
Allah’ın dininde hikmetsiz, rastgele konulmuş hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla rıza ve gazap halinin fiillere taalluk etmesi, mutlaka bir sebebe mebnîdir. Şöyle ki: Rıza ve gazap halinin hakikatte taalluk ettiği suretler vardır. Bunlar iki türlüdür:
- a) İyilikler, kötülükler, ihtiyaçların giderilme yolları, bunların ziyanı ve buna benzer durumlar.
- b)Şeriatlar ve takip edilen yollarla ilgili olan şeyler. Bunlar, dinde tahrife gitme kapısının kapatılması, ondan sıyrılmadan kaçınılması vb. gibi şeylerdir. Bunların mahalleri ve kendilerindenayrılmaz sonuçları vardır ki, rıza ve gazap hali işte bunlara taalluk eder ve daha geniş bir açıdan onlara nisbet edilir.
Bunu bir örnekle açıklayalım: “Hastalığın iyileşmesinin illeti, ilacm kullanılmasıdır.” denir. Aslında illet, vücuda rahatsızlık veren unsurların (hılt ç. ahlat) olgunlaşması veya dışarı atılmasıdır. Bu ise, genelde ilacın alınmasından sonra meydana gelen bir şey olup, bizzat ilacın alınması değildir.
Yine şöyle denilir: “Hummanın illeti, bazen güneş altında oturmak, bazen ağır bir hareket, bazen de hararet özellikli bir besinin alınması olabilir.” Gerçekte ise illet, unsurların (ahlat) sıcaklığıdır. Aslında bu tektir; ancak kendisine götüren yollar ve suretler vardır. Bu durumda usûl ile yetinme, yolların ve mahallerin çokluğuna itibarı terketme, nazarî ilimlerde derinleşmiş kimselerin -çoğunluğun değil- dili (yaklaşımı) olur. Oysaki şeriat, çoğunluğun dili üzere gelmiştir.
Hükmün İlletinin, Çoğunluk Tarafından Bilinebilen Bir Özellik Olması Gerekir:
Bu durumda hükmün illetinin, çoğunluk tarafından bilinebilen bir özellik olması, onlara hakikatinin kapalı kalmaması, varlığının yokluğuyla karışmaması lâzımdır. Keza (hükmün), rıza ve gazap halinin taalluk ettiği bir esasa mahal olması gerekir. Bu da illetin, ya o esasa müncer bulunması, ya da onunla hep birlikte bulunması vb. gibi bir yolla olur. Meselâ, içki içme gibi. Çünkü içki içme, ilâhî gazabın taalluk edeceği iyilikten yüz çevirerek kötülüklere dalma, yeryüzünde fitne ve fesat çıkarma, şehir ve aile düzenini bozma gibi mefsedetlere mahal bulunmaktadır. İçki, genelde bu gibi sonuçları doğurur; dolayısıyla içki türüne yönelik olarak yasak hükmü gelmiştir.
Ancak Temayüz Eden Özellik İllet Olabilir:
Bir şeye ait ayrılmaz özellikler ve ona götüren yollar bulunduğu zaman, bunlar arasında illet olabilecek özellik, diğerlerinden herhangi bir şekilde temayüz eden özellik olacaktır. Bu da, açıklık ve munzabıtlık yönünden veya asıl ile aralarındaki ayrılmazlık cihetinden, ya da daha başka bir yoldan diğerlerine olan üstünlük yoluyla olur. Meselâ namazı kısaltma ve oruç tutmama ruhsatını ele alalım. Bu ruhsat hükmü, sair meşakkat verici durumlara değil de, sadece hastalık ve yolculuk hallerine münhasır kılınmıştır. Çünkü demircilik, ziraatçilik gibi zor kazanç yolları, her ne kadar zorluk ve sıkıntıya sebep oluyorsa da, taati ihlâl edici bir mahiyet arzetmektedir. Zira bu yolla hayatın kazanılması devamlılık arzetmekte, kişinin geçimi ona bağlı bulunmaktadır. (Dolayısıyla illetin meşakkat olması, maksadı ortadan kaldırıcı bir sonuca ulaştırabilmektedir. Öyleyse illet olabilecek özellikte değildir).
(İllet olarak) sıcaklık ve soğukluğun bulunması desek, bunlar munzabıt değildir. Çünkü bunların çeşitli mertebeleri vardır; sayılmaları, bazı alâmet ve belirtiler ikame ederek belirlenmeleri zordur.
İlletin belirlenmesi sırasında, mevcut özellikler ayıklanırken dikkate alınacak hususlar, sadece zevk-i tabiîleri bozulmamış olan ilk nesillerce bilinen ve yaygın kabul edilen özellikler (mazinne) dikkate alınır. Yolculuk ve hastalığın illetliği konusunda onlar arasında bir kapalılık durumu yoktu. Gerçi bugün, eski safiyetlerini koruyan Arap neslinin son bulmuş olması ve çeşitli ihtimallere dalınması yüzünden eski halis Arapların sahip oldukları zevk-i selimin bozulması sonucunda karışıklık bulunuyorsa da, esas alınacak olan, onlar olduğundan bir karışıklık söz konusu olmayacaktır.
Allah’u alem!
7) Farzların, Rükünlerin Ve Âdabın Belirlenmesini Gerektiren Maslahatlar
Bil ki: Ümmet siyaseti, her taat için en üst ve en alt olmak üzere iki sınır konulmasını gerektirir. En üst sınır, maksadı en iyi şekilde gerçekleştirecek olan düzeydir. En alt sınır ise, kısmen de olsa maksadı gerçekleştiren ve daha aşağıda olanın ise artık dikkate alınmadığı bir düzeydir.
Şöyle ki: Şâri’ Teâlâ’nın insanlardan bir şey istemesi ve sonra o şeyin parçalarını, suretini, istenilen miktarı belirlememesi, şeriatın ruhuna ters düşer.
Herkesin, âdâb ve tamamlayıcı unsurlarla bağlayıcı olarak yükümlü tutulmalarına da imkân yoktur. Çünkü bu, iş-güç sahipleri için muhal ya da çok zor bir yükümlülük olur. Ümmet siyaseti, aşırılıklar üzerine değil, orta yol (itidal) esası üzerine kurulur.
En alt düzeyle yetinerek en üst seviyenin ihmaline de imkân yoktur; çünkü en üst düzeyde kulluk icrasında bulunmak, dinde öncü olanların meşrebi, ihlâs sahiplerinin arzusudur. Böyle bir şeyi ihmal etmek, Allah Teâlâ’nın lütuf ve keremine uygun düşmez. Şu halde mutlaka en alt düzeyin beyan edilmesi ve herkese yönelik sorumluluğun bununla olduğunu belirlemesi, bunun ötesinde olan üst düzeyi de belirlemesi ve fakat bağlayıcı olmaksızın mendup kılması gerekecektir.
Herkesi Yükümlü Tuttuğu Kısım Çeşitli Türlere Ayrılır:
- a)Miktar olarak belirlenmiş taatler: Beş vakit namaz, Ramazan orucu gibi.
- b)Taatlerin cüz’leri olan ve onlarsız dikkate alınmayan şeyler: Namaza nisbetle iftitah (başlangıç) tekbirinin alınması, Fatiha sûresinin okunması gibi. Bunlara “rükün” adı verilir.
- c)İstenilen şeyin bir parçası olmayan, onun mahiyeti haricinde bulunan, fakat onsuz sahih kabul edilmeyen şeyler. Bunlara da, “şart” denilir, Namaza nisbetle abdestli olmak gibi.
Bir Şeyin Rükün Kılınması, Bir Sebebe Dayanır:
Bil ki: Bir şeyin rükün kılınması, bazen doğal olarak öyle olması gerektiği için olur, bazen de sonradan ortaya çıkan bir sebebe mebnî olur.
Birincisi: Söz konusu taat, ancak o şey sayesinde var olur ve bir fayda sağlar. Namaza nisbetle, rükû ve secde; oruca nisbetle, yeme, içme ve cinsî ilişkiden el çekme gibi. Yahut rükün mübhem ve gizli bulunan bir şeyi munzabıt hale getirmek için olur. Tekbir gibi. Zira bu, niyete açıklık kazandırmak ve bulundurulmasını sağlamak için gereklidir. Fatiha, okunacak duayı belirli kılar; se’âm, namazdan çıkmayı vakara ve tazime ters düşmeyen bir fiille sağlayarak munzabıt hale getirir.
İkincisi: Başka bir sebep dolayısıyla vacip olur. Bu özellikte olan şey de namaz için bir rükün kılınır. Çünkü onu tamamlamakta ve ondan beklenen amacın tam olarak gerçekleşmesini sağlamaktadır. Bu durumda onun, mutlaka uyulması gereken bir kural şekline sokulması son derece güzel olacaktır. Bazı mezheplere göre zamm-ı sûrenin [463] rükünlüğü böyledir. Çünkü Kur’ân, Allah’ın nişanelerindendir. Dolayısıyla ona saygı gösterilmesi ve hiçbir şekilde ihmal edilmemesi gerekir. Hal böyle olunca en güçlü olan, en sık işlenen ve teklifçe en kapsamlı olan bir ibadette onu okumayı emretmek kadar güzel bir şey olmayacaktır.
Bazen birbirine karışan iki şeyin arasını ayırmak, ya da bir şeyin mukaddimesi olanla, müstakil varlığı olan iki şey arasını tefrik etmek bir şeyin bulunmasına bağlı olur ve o şey rükün kılınır; yerine getirilmesi emrolunur. Rükû ile secde arasında doğrulmak gibi. Bu sayede, secdenin mukaddimesi olan eğilmek ile baş ile saygı demek olan rükû arası ayrılmış olur. Nikâh akdinde îcâb, kabul, şahitlerin ve velinin hazır bulunması, kadının rızasının olması gibi- Çünkü zina ile nikâhın arasını ancak bu sayede ayırabiliriz. Bazı rükünlerin, her iki gerekçeye de uymaları mümkündür.
Şart da, Rükün Gibidir:
Rükün hakkında arzettiğimiz hususlar, aynısıyla şart için de geçerlidir. O da, rükne kıyas edilmelidir. Bazen bir şey, bir sebep yüzünden vacip olur ve o şey, dinî şeâirden bazı şeylerin -şanını yüceltmek için- şartı kılınır. Artık o, şart kılınan şey bulunmadıkça tamam olmaz. Namaz kılarken kıbleye yönelmek gibi. Ka’be, Allah Teâlâ’nın nişanelerinden olduğu için, ona saygı göstermek gerekir. Ka’be’ye gösterilecek en büyük saygı da, en yüce bir halde iken ona karşı saygıyla yönelmektir. Allah Teâlâ’ya ait bazı nişanelerin bulunduğu belli bir yere yönelmek, namaz kılanı uyarır ve onun daha fazla huşu ve takva üzere olmasını sağlar, kölelerin efendinin huzurunda kıyam etmeleri halini hatırlatır. İşte bu özellik, kıbleye dönmenin, namazın bir şartı olmasını gerekli kılmıştır.
Belirli Bir Şekle Uyma Şartı, Pek Çok Yerde Faydalı Olmaktadır:
Bazen bir şey, belirli bir şekle uymadan yapılınca hiçbir mana ifade etmeyebilir. Dolayısıyle, sıhhat şartı olarak, o şeyin bulunması ileri sürülür. Meselâ niyet gibi. Çünkü ameller, iç âlemini dışa vuran suretler ve kalıplar olduğu için etkin olmaktadır. Namaz, huşu ve itaatin simgesidir; bunun niyetsiz varlığı düşünülemez. Başka bir yaklaşımla kıbleye yönelinmesi de böyledir. Çünkü kalbin yönelmesi gizli bir iş olduğundan, Allah’ın nişanelerinden olan Ka’be’ye yüzün döndürülmesi, onun yerine ikâme edilmiş olmaktadır. Abdest alma, avret yerini örtme, pisliklerden/günahlardan kaçınma da böyledir. Kalp ile gösterilen saygı işi açık olmadığından, insanın hükümdar ya da benzeri büyük bir zatın huzurunda yapmak gereğini duyduğu, insanların saygı şekli kabul ettiği ve kalplerinde yer ettiği, Arap-Acem bütün ulusların üzerinde görüş birliği ettiği zahirî davranış biçimleri, kalbî saygının yerine geçmek üzere ikâme edilmiştir.
Bir Taatin Farz Kılınması Esnasında Dikkate Alınan Hususlar:
Taatler içerisinden bir şeyin farz kılınması halinde mutlaka şu esaslar göz önünde bulundurulur:
- Zor yükümlülüklere yer yoktur:
Teşri sırasında dikkate alınan esaslardan biri, yükümlülüklerin kolay olmasına dikkat etmektir. Rasûlullah’ın (s.a.) şu hadisi bunu açıklamaktadır:
“Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, onlara, her namaz esnasında misvak kullanmalarını emrederdim.” [464]
Bu hadisin izahı bir başka hadiste şöyle gelmiştir:
“Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, her namaz esnasında, onlara abdest almalarını farz kıldığım gibi, misvak kullanmalarını da farz kılardım.” [465]
- Gerekli miktar yazılacaktır:
Bir ulus, bir şey hakkında, onu terketmenin ve hakkında ihmal göstermenin Allah Teâlâ’ya karşı bir saygısızlık olduğuna inanır ve bu inanç onların içinde iyice yer ederse -ki bu daha önceki bir peygamberden kendilerine nakledilmiş olmak ve üzerinde görüş birliği etmek vb. gibi yollarla olur- o zaman hikmet-i ilâhî, o şeyin onlar üzerine yazılmasını (farz kılınmasını) gerektirir. Deve eti ve sütünün İsrail oğulları üzerine haram kılınması böyle olmuştur. Rasûlullah’ın (s.a.) teravih namazı hakkında:
“Onun, sizin üzerinize yazılmasından korktum.” [466] Buyurması da bu manayı ifade etmektedir.
- Yükümlülük konusu açık ve munzabıt olacaktır:Teşrî sırasında dikkate alınan esaslardan biri de yükümlülükadına getirilecek her şeyin, açık ve munzabıt olması, gizli ve kapalı olmamasıdır. Bunun içindir ki, haya ve diğer ahlâkî faziletler İslâm’ın esaslarından -her ne kadar onun dallarından ise de- sayılmamıştır.
Farz Yükümlülüklerin En Üst Ve En Alt Sınırı:
Sonra en alt sınır, rahat ve sıkıntı anlarına göre değişiklik arzeder. Meselâ kıyam (namazda ayakta durmak) güçlü olan kimse için rükün sayılırken, zayıflar hakkında onun yerine, oturma ikâme edilmiştir.
En üst sınıra gelince, bu kemiyet ve keyfiyet bakımından artar. Kemiyet yönünden, farzlar cinsinden nafileler bulunmaktadır. Düzenli kılınan vakit sünnet namazları, gece namazı, her ayda tutulan üç gün oruç, mendup sadakalar… vb., gibi.
Keyfiyet bakımından ise bunlar; haller, zikirler, taate uygun düşmeyen durumlardan geri durmak gibi şeylerdir. Kişi, yaptığı taatin tam ve eksiksiz yerini bulması, beklenilen amacın, en üst düzeyde gerçekleşebilmesi için bunlarla da emrolunur. Abdest esnasında ciltte kir toplanan yerlerin oğularak yıkanması, yapılan taatin büyüklüğüne dikkat çekmiş olmak ve önemli işlere başlar gibi başlamak uyarısında bulunmak için sağdan başlanılması.., gibi.
İnsan Bir Huy Edinmek İstediğinde Şu Hususlara Dikkat Etmelidir:
Bil ki: İnsan herhangi bir huy edinmek ve nefsini o kalıba sokmak istediği zaman bunun çaresi, kendisini o huya uygun düşen fiil ve davranışlara -çoğunluğun dikkate almadığı basit şeyler dahi olsa- zorlamaktır.
Meselâ, şecaat sahibi olmak isteyen kimsenin, çamura dalmaktan, güneş altında yürümekten, gece karanlığında yola çıkmaktan çekinmemesi, bunların üstüne üstüne gitmeye çalışması gibi.
Huşu mertebesine ulaşmak isteyen kimsenin, her an âdaba riayet etmesi, helaya otururken utanarak başını önüne eğmesi, Allah anıldığı zaman kendisine çeki düzen vermesi vb. gibi.
Adalet mertebesine ulaşmak isteyen bir kimsenin, her şeye hakkını vermeye çalışması gibi. Meselâ sağ ele, yemek gibi temiz olan işleri yaptırmak, sol eli, necasetlerin giderilmesinde kullanmak gibi. Misvak hakkında Rasûlullah’a (s.a.)
“Büyükten! Büyükten!” [467] Denmesinin; Huvayyisa ve Muhayyisa olayında [468] Rasûlullah’ın:
“Büyükten başlayın!” buyurmasının sırrı işte budur.
Bu nokta, âdâb bahsinde önemli bir esastır.
Bazı Amellerin Şeytana Nisbet Edilmesinin Hikmeti:
Bil ki: Rasûlullah’ın (s.a.):
“Şeytan soluyla yer.”
Hadisindeki sol elle yeme ve benzeri bazı amellerin şeytana nisbet edilmesinin hikmeti -Yüce Rabbimin benim kalbime açtığına göre- şudur: Şeytanlar, Allah’ın kendilerine tanıdığı imkânla, insanlara gerek rüyalarında, gerekse uyanık halde bulundukları esnada, kendi yapısal özellikleri sonucu olarak çeşitli suretlere girebilmekte, o şekle girme anında bazı hallerle ortaya çıkabilmektedir.
Zevk-i Selîm Sahiplerinin Mizacı:
Zevk-i selîm (ehl-i vicdan) sahiplerinin de bildiği üzere, şeytanların mizaçları, kendilerini âdî ve mübtezel işlere bulaşmaya, taşkınlık, azgınlık, pis işlere yatkınlık, Allah’ı anmaktan kesilmek ve katılaşmak, güzel ve arzulanan her türlü düzeni bozmaya yeltenmek gibi davranışlara iterler.
“Adî ve mübtezel işler”den maksadım, işlenmesi halinde insanların kalplerinde tiksinme duyduğu, tüylerinin ürperdiği ve dillerinden hemen lanet ve ayıplamaların döküldüğü işlerdir. Bu, insan olmanın bir gereği olarak tabiî bir yol gibi olur ve bu konuda bütün ümmetler aynı davranışı gösterirler. Bu tür davranışlar, sadece belirli bir ulusun ya da belirli bir dinin (millet) benimsemiş olduğu kalıplara riayet anlamı içermez. Örnek olarak şunları zikredebiliriz: Kişinin cinsî organını tutarak sıçraması, dansetmesi, parmağını kıçına sokması, sümüğünü sakalına sıvazlaması, burnu ya da kulağı kesik, yüzüne kara çalınmış olması, elbisesini ters giymesi, gömleğinin alt tarafını üst tarafına getirmesi, bineğe tersyüz binmesi, tek ayağına papuç giyip öbür ayağı yalın yürümesi… gibi. Bu ve benzeri hareketler, herhangi biri tarafından görüldüğü zaman nefret, lanet ve küfürle karşılanan davranışlardır. Bazı olaylarda, bunları yapmakta olan şeytanların olduğunu müşahede ettim.
“Taşkınlık” ifadesinden maksadım ise, (namaz esnasında) elbise veya çakıl taşlarıyla oynamak, organlan yakışık almayacak biçimde hareket ettirmek gibi davranışlardır.
Allah Teâlâ, Peygamberine, Şeytanların Tıyneti Gereği Olan Fiilleri Göstermiştir:
Kısaca söylemek gerekirse, Allah Teâlâ, peygamberine sözü edilen fiilleri açıklamış ve onların şeytanların tıyneti gereği olan fiiller olduğunu beyan etmiştir. Şeytanın, bir kimseye rüyasında ya da uyanık halde iken temessül etmesi halinde mutlaka bu fiillerden bir kısmına bulaşmış olacaktır. Mü’minden yapması beklenen davranış biçimi, mümkün mertebe şeytanlardan ve onların hallerinden uzak durmaktır. Rasûlullah (s.a.), bu tür hal ve davraniş biçimlerini açıklamış, onlardan hoşlanmadığını belirtmiş ve onlardan uzak durulmasını emretmiştir.
Bu meyanda olmak üzere şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz bu helalar, şeytanların hazır bulunduğu yerlerdir.” [469]
“Şüphesiz şeytan Âdem oğullarının makatlarıyla [470] oynar ve insan (esneyip) ‘Haah, haaht’ dediği zaman ona güler.” [471]
Meleklerin hallerine benzemeye çalışmaya yönelik teşvik mahiyetinde gelen hadisleri, bu anlattıklarımıza kıyaslamalısın. Meselâ Rasûlullah (s.a.), bu meyanda şöyle buyurur:
“Meleklerin saf tuttuğu gibi saf olamaz mısınız?!” [472] Adâb bahsinde önemli esaslardan biri de bu olmaktadır.
Bir Şeyin Farz-ı Kifâye Kılınmasının Sebepleri:
Bir şeyin farz-ı kifâye kılınmasının sebeplerinden biri de, bütün insanların o şey üzerinde toplanmalarının, geçim düzenini alt üst etmesi ve ihtiyaçlarının giderilememesi sonucunu doğurmasıdır. Bu gibi yükümlülükler için belirli insanları tayin etme imkânı da bulunmamaktadır. Meselâ cihadı ele alalım. Eğer bütün insanlar cihad halinde olsalar ve bunun doğal sonucu olarak da ziraat, ticaret, zenaat gibi faaliyetleri terketseler, geçim imkânı kalmaz. İnsanlar arasından belirli kimseleri cihad için, belirli bir başka grubu ticaret, diğer belirli bir zümreyi ziraat için, başka bir grubu da kaza ve eğitim-öğretim için ayırmak mümkün değildir. Çünkü herkes, kendi kabiliyetine göre, diğerinin başarılı olamadığı bir işte başarılı olabilir. Kimin neye kabiliyetli olduğu da isim ve sınıf olarak bilinemez. Dolayısıyla da hüküm, ona göre belirlenemez.
İkinci bir sebep de şudur: Farz-ı kifâyeden maksat, insanların insanca yaşayabileceği bir düzene varlık ve süreklilik kazandırmaktır. Bu gibi yükümlülüklerde, kişinin terki halinde, nefsin fesadı ve hayvani yönün galebesi gibi bir durum ortaya çıkmaz. Meselâ kaza, din ilimlerinin öğretilmesi, hilâfet görevinin üstlenilmesi gibi. Bunlar genel düzenin sağlanması için meşru kılınmış yükümlülüklerdir. Tek bir adamın bu gibi görevleri üstlenmesiyle maksat hasıl olur. Yine hastaya bakılması, cenaze namazı kılınması da böyledir. Çünkü bunlardan gözetilen maksat, hastaların ve ölülerin ortada kalmamalarıdır. Bu maksat, bu görevleri bazı kimselerin üstlenmesiyle gerçekleşmiş olur. [473]
Allah’u a’lem!
8) Vakitlerin Sırları
Ümmet siyasetinin tamamlanabilmesi için, mutlaka taat vakitlerinin belirlenmesi gerekmektedir. Tayinde asıl olan, mükelleflerin halini bilme esasına dayalı zan ve tahmin, onlara zor gelmeyecek bir vaktin seçimidir. Bu kadarı, maksadı karşılamaya yeterlidir. Bununla beraber, bazı hikmet ve maslahatlar vardır ki, ilimde rüsûh erbabı olanlar, bunları bilirler. Bunlar üç esasa çıkar:
Tâatlerin Kabulü İçin Çok Uygun Vakitler Vardır:
- Allah Teâlâ, her ne kadar zaman ve mekandan münezzeh ise de, birbirini teyit eden âyet ve hadisler, bazı zamanlarda O’nun kullarına yaklaşmakta olduğunu, amellerin kendisine arzedildiğini, hadiselerin takdir olunduğunu…, bildirmektedir. Gerçi hakikatlerini ancak Allah Teâlâ bilir ama söz konusu nasslar sayesinde bu gibi keyfiyetlerin belirli zamanlarda olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Bu meyanda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
“Rabbimiz, her gece, gecenin son üçtebiri kaldığında en yakın semaya iner.” [474]
“Kulların amelleri, pazartesi ve perşembe günleri (Allah’a) arzolunur.” [475]
Şaban ayının onbeşinci gecesi hakkında da şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah Teâlâ, o gecede en yakın semaya iner.” [476]
Bu konuyla ilgili hadisler pek çoktur ve herkesin malumudur.
Kısaca söylemek gerekirse, dinde kesin olarak bildiğimiz esaslardan biri de şudur: Öyle vakitler vardır ki, o anda yeryüzüne ilahî feyz ve ruhaniyet yayılmakta ve misal âleminden inen ilâhî inayet ve kuvvet kendisini göstermektedir. Taatlerin ve yapılan duaların kabulü için, bu zamanlardan daha elverişli vakitler yoktur. Bu vakitlere rastlamak kaydıyla, hayvanı gücün melekî güce teslimiyeti doğrultusunda gösterilen en ufak çaba sonucunda büyük kapılar açılır.
Mele-i a’lâ sakinleri, sözü edilen feyiz ve ruhaniyetin yayılmasını, ilâhî inayet ve kuvvetin zahir olmasını astronomik hesaplarla bilmezler; aksine zevk ve vicdan yoluyla bilirler. İçlerine bir şey doğar ve böylece onlar inmekte olan bir hükmün, yayılmakta olan bir feyiz ve ruhaniyetin vb. olduğunu öğrenirler.
“Allah Teâlâ, semâda bir işe hükmettiği zaman, melekler boyun eğerek kanatlarını çırparlar da sanki yalçın bir kaya üzerinde sürünen zincir gibi ses çıkarırlar.” [477] Şeklindeki hadiste işaret edilen işte budur.
Peygamberlere ise bu bilgi, Mele-i a’lâ’dan iner ve kalplerine doğar. Onlar da bunu, astronomik hesaplarla değil vicdan yoluyla öğrenirler. Sonra o saatlere gösterge (mazinne) olabilecek şeyler belirlemeye çalışırlar ve kavimlerinden, o anlarda yapmalarını emrettikleri şeyleri ifada kusur göstermemelerini isterler.
Bazı Vakitler Senede Ancak Bir Defa Gelir:
Söz konusu vakitlerden bazıları, ancak sene-i devriyesinde gelir. Şu âyet buna işaret etmektedir:
“And olsun o Kitâb-ı mübîne ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz uyarıcıyızdır. O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır. Çünkü biz, Uabbin katından bir rahmet olarak peygamberler göndericiyizdir.” [478]
İşte bu sözü edilen gecede Kur’ân’ın ruhaniyeti, dünya semasında taayyün etmiştir ve bu gecenin Ramazan içerisinde olduğu üzerinde ittifak vardır.
Bazı Vakitler Vardır ki, Haftada Bir Gelir:
Bazı vakitler ise, haftada bir gelir. Bu vakitler, taatlerin ve yapılan duaların kabul edilmesi umulan ve çok az süren anlardır. İnsanlar âhirete intikal ettikleri zaman, bu zaman Allah Teâlâ’nın kullar üzerine tecellî edeceği ve onlara yaklaşacağı saat halini alır. Rasûlullah (s.a.), bu saatin cuma gününde olduğunu beyan buyurmuş ve Hz. Âdem’in yaratılması gibi büyük hadiselerin hep bu günde olmasını da buna delil olarak kullanmıştır. Yine bazı hayvanların Mele-i sâfıl’den [479] o saatin ululuğuna dair bir bilgi kapabileceklerini ve bunun sonucunda da, büyük bir sayhadan korkmuş gibi dehşet ve korkuya kapılabileceklerini ve bunu bizzat kendisinin müşahede buyurduğunu ifade ile bu kutlu vaktin cuma günü içerisinde olduğuna istidlalde bulunmuştur.
Bazı Vakitler İse Her Gün Tekrarlanır:
Bazı kutlu vakitler de vardır ki, her gün tekrarlanır. Bu ruhaniyet, diğer ruhaniyetlere nisbetle daha zayıftır. Mele-i a’lâ ile irtibat peyda edebilme özelliğine sahip kimselerin zevk-i selimleri, bu kutlu vakitlerin dört an olduğu üzerinde birleşmiştir. Bunlar; güneşin doğmasından az önce, zevalden azıcık sonra, güneşin batmasından sonra ve gece yarısından seher vaktine kadar olan vakitlerdir. Bu dört vakitte, bunların birazcık önce ve sonrasında feyiz ve ruhaniyet yayılır, ilahî bereket ortaya çıkar.
Yeryüzünde mevcut milletlerden, bu vakitlerin, taatlerin kabulü için en elverişli vakitler olduğunu bilmeyen yoktur. Ancak mecusîler (ateşperestler), dinlerini tahrif etmişler ve Allah’ı bırakarak güneşe tapmaya başlamışlardır. Rasûlullah (s.a.), tahrife götürecek yolu tıkamış [480] ve o vakitleri, onlardan uzak olmayan bir vakte, asıl garazı ortadan kaldırmayacak bir şekilde değiştirmiştir.
Ümmet üzerine gecenin tam ortasında namaz kılmaları emredilmemiştir. Çünkü bunda sıkıntı ve zahmet vardır. Rasûlullah’tan (s.a.) şöyle buyurduğu sahih bir yolla bilinmektedir:
“Gecede öyle bir an vardır ki, müslüman bir kul o ana denk getirir ve Allah’tan dünya ya da âhiretle ilgili bir dilekte bulunursa, Yüce Allah, onun dileğini mutlaka verir.” [481] Bu kutlu an, her gecede vardır. Yine o şöyle buyurmuştur:
“En üstün namaz, gecenin yarısında kılınandır. Bunu yapan da ne kadar azdır!” [482]
Rasûlullah’a (s.a.), hangi duanın daha makbul olduğu sorulmuş,
“Gecenin içinde yapılan,” buyurmuştur. [483]
Zeval vakti hakkında:
“O, gök kapılarının açıldığı bir saattir. Ben, o saatte salih bir amelimin (Allah’a) yükselmesini çok isterim.” [484]
“Gündüz melekleri, gece meleklerinden önce O’na çıkar; gece melekleri de gündüz meleklerinden önce O’na çıkar.” [485]
Allah Teâlâ, Yüce Kur’ân’ında bu vakitlere işaretle şöyle buyurmuştur:
“Haydi siz, akşama ulaştığınızda, sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah’ı -ki göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur- tesbih edin (namaz kılın)!” [486]
Bu konuyla ilgili nasslar pek çoktur ve herkesçe de bilinmektedir. Ben şahsen bu konuda çok şey müşahede etmişimdir.
Allah Teâlâ’ya, Zihnî Meşgalelerden Uzak Olunacak Bir Anda Yönelmek Gereği:
- İkinci esas şudur:Allah Teâlâ’ya yönelmenin vakti, insanın meşgalelerden uzak olacağı bir an olmalıdır. Bu meşgaleler:
- a)Tabiî olabilir: Aşıncı derecede aç ya da tok olmak, uyku bastırmak, yorgunluktan kendisinden geçmek, büyük ya da küçük abdest bozma ihtiyacı sebebiyle sıkışık halde olmak gibi.
- b)Zihnî olabilir: Kulakların, çeşitli saçma sapan sözlerle, mugalatalarla; gözün, çeşitli suretler ve zihni karıştıracak renklerle ve benzeri şeylerle doldurulması gibi. Bunlar aslında, edinilen itiyatlara göre farklılık arzeder. Ancak Arap-Acem, doğulu batılı bütün insanlarca adeta tabiî bir yolmuş gibi kabul edilip benimsenen ve küllî bir prensip edinmeye de elverişli, muhalefeti ise çok nadir olan şey, böylesi bir vakit için, sabah[487] ve akşamın seçilmesidir. İnsan, kendisinden pası giderecek bir cilalama zamanına ihtiyaç göstermektedir. Bunun için en uygun zaman, yatağına çekilip, uyumaya niyet ettiği andır. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), yatsı namazından sonra sohbet etmeyi, şiir inşadı (gibi şeyler) ile meşgul olmayı yasaklamıştır.
Belirli Bir Süre Sonra Nefsin Ahdini Yenilemesi:
Ümmet siyasetinin, tam anlamda gerçekleşebilmesi için, nefisten belirli bir zaman sonra ahdini yenilemesi istenmelidir. Böylece namaz için beklemesi ve henüz kılmadan önce onun için hazırlık yapmış olması, işledikten sonra ise onun etkisinin bir süre devam etmesi ve nurunun tezahür etmesi, namaz hükmünde olacaktır. Böylece vaktin tümü olmasa bile çoğunluğu ibadet bilinciyle geçirilmiş olacaktır. Biz tecrübe ile gördük ki, gece kalkmak azmiyle yatan kimse hayvanı bir uyku içerisine dalmamaktadır. Yine düşüncesi, dünyevî bir menfaatin elde edilmesi ve aynı zamanda da namazın ya da edindiği bir virdin kaçırılmaması üzerinde yoğunlaşan kimse, kendisini tamamen hayvanı gücün etkisine kaptırmamaktadır. Aşağıdaki hadis ve âyette saklı olan sır işte budur:
“Kim gece uyanır ve ‘Lâ ilahe illallah…’ der ve sonra dua ederse, duası kabul edilir. Eğer abdest alır ve namaz kılarsa, namazı kabul olunur.” [488]
Allah Teâlâ da şöyle buyurur:
“Öyle adamlar vardır ki, onları ne ticaret ve ne de alış veriş Allah’ı anmaktan alıkoyar.” [489]
İki Vakit Arasındaki Müddet, Gündüzün Dörtte Biri Kadardır:
Her iki vakit arasında kalan sürenin, gündüzün dörtte biri kadar bir süre kılınması uygundur. Çünkü bu süre, üç saatlik bir zamanı içerir. Bu süre ise, Arap-Acem bütün uluslarda günün dilimlere ayrılmasında kullanılan birimin, en az çoğul miktarı kadardır. Haberde şöyle gelmiştir:
“Gündüzü ve geceyi saatlere bölen ilk kimse, Nûh’dur (s.a.); oğulları bunu ondan tevarüs edegelmişlerdir.” [490]
Taatlerin Eda Vakitleri, Allah Teâlâ’nın Nimetlerini Hatırlatan Bir Vakit Olmalıdır:
- Üçüncü asıl, taat vakti olarak belirlenen zamanın, Allah Teâlâ’nın nimetlerinden birini hatırlatan bir vakit olmasıdır. Meselâ, Aşure günü böyledir. Bu günde Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya (s.a.) Firavun’a karşı yardım etmiş; o da şükür olarak o günde oruç tutmuş ve ümmetine de oruç tutmalarını emretmiştir. Yine Ramazan ayı da böyledir. Bu ayda Kur’ân inmiştir Kur’ân’ın inmesi, İslâm ümmetinin ortaya çıkışının başlangıcı olmaktadır. (Dolayısıyla bu nimeti hatırlatmak üzere oruç ibadeti, bu ayda farz kılınmıştır.)
Yahut taat vakti, peygamberlerin Rablerine olan taatlerini ve onların kendilerinden kabulünü hatırlatın bir vakit olmalıdır. Kurban günü böyledir. Bu gün, Hz. İbrahim’in, oğlu Hz. İsmail’i kurban etmesi kıssasını ve gösterdiği fedakârlık karşısında oğluna bedel büyük bir kurbanlık koçla taltif edildiğini hatırlatır.
Yahut belirlenen zaman içerisinde taatin ifası, dinin nişanelerinden olan bazı şeyleri yüceltmek manası taşır. Meselâ fıtır bayramı gününde bayram namazı kılınması ve sadaka-ı fıtır verilmesi, Ramazan’ın tebcil edilmesi ve Allah Teâlâ’nın böyle büyük bir ibadete muvaffak kılmasına karşı bir şükrün edası anlamı taşır. Kurban bayramı günü ise, hacılara benzemek ve onlar için hazırlanmış olan ilahî nefhalardan nasiplenmeyi sağlamak içindir.
Yahut da, öteden beri hep hayırla yadedilen salihlerin, o vakit içerisinde ibadet etmiş olmaları ve bu yolda bir sünnet oluşması içindir. Beş vakit namazın vakti böyledir. Zira Cibril (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Bu, senin ve senden önce geçen peygamberlerin vaktidir.” [491]
Bir tefsire göre Ramazan da böyledir. Çünkü Kur’ân’da şöyle buyurulmaktadır:
“Oruç, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı.” [492]
Biz, İslâm ümmetine nisbetle Aşure orucu da böyledir.
Üçüncü esasın, hemen her vakitte dikkate alınmış olduğu gözükmektedir. İlk iki esas ise, vakitlerin hikmetlerini anlamada temel esas özelliği arzetmektedir.
9) Şer’ i Yükümlülüklerde Getirilen Sayılar, Miktarlar Ve Bunların Hikmetleri
Şeriat, Hikmetsiz Ve Bir Maslahata Dayanmaksızın Hiçbir Sayı Ya da Miktar Belirleme Yoluna Gitmemiştir:
Bil ki: Şeriat, benzerleri içerisinden belli bir sayı, ya da miktar belirleme cihetine bir hikmet ya da maslahat söz konusu olmadan asla gitmemiştir. Her ne kadar bu konuda küllî mesned, mükelleflerin hallerini ve onlara uygun düşecek olan şeyleri bilme esası üzerine kurulu zan ve tahmin ise de, erbabının bilebileceği hikmet ve sırlar bulunmaktadır. Bu hikmet ve maslahatlar sonuç itibarıyla şu iki esasa çıkar:
Tek, Kutlu Bir Sayıdır:
- Birincisi:Tek, kutlu bir sayıdır; bununla yetinmek mümkün olduğu sürece çift sayıya gidilmez. Rasûlullah (s.a.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah tektir, teki sever. [493] Öyleyse ey ehl-i Kur’ân, tek kılın.” [494]
Bunun sırrı şudur: Nerede bir kesret (çokluk) varsa, başlangıcı vahdet (teklik)tir. Kesret halinde olanlar içerisinde vahdet haline en yakın olanı tek olandır. Zira sayılardan her bir mertebede, hakikî olmayan bir vahdet bulunmakta ve o sayı mertebesi de onunla var olmaktadır. Meselâ, on sayısını ele alalım. Bu, bir araya gelen birlerden oluşmakta ve bir sayılmakta; iki tane beş kabul edilmemektedir. Diğer sayılar da bu kıyas üzeredir. Sayıları meydana getiren bir’ler, sözü edilen sayı mertebelerinde gerçek vahdetin numunesi ve onun mirasıdır. Tek sayılarda bu ve bir de onun misli -ki bu vahdettir- bulunmaktadır. Şu manada ki, tek sayı birbirine eşit, kusursuz iki parçaya bölünemez. Şu halde tek sayı, vahdete, çift sayılardan daha yakındır. Her mevcudun, kendi mebde’ine yakınlığı, onun Hakk’a yakınlığı demektir. Çünkü Hak, bütün mebde’lerin mebde’idir. Vahdet konusunda daha kâmil durumda olan, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış demektir. [495]
Tek, Çeşitli Mertebeler Üzere Bulunur:
Sonra bilmelisin ki, tek sayılar da çeşitli mertebeler üzere bulunur: Tek vardır, çifte benzer ve ona yakın bir özelliğe sahip olur. Dokuz ve beş sayıları böyledir. Çünkü bu iki sayıdan bir çıkardığın zaman çift sayılara bölünür. Dokuz sayısı, her ne kadar iki eşit sayıya bölünemese de, birbirine eşit olarak üçe bölünebilir. Kaldı ki, çift de çeşitli mertebeler üzere bulunur. Öyle çift sayılar vardır ki teke benzer. Meselâ, oniki sayısı böyledir. Çünkü oniki sayısı içerisinde üç tane dört vardır. Altı sayısı da böyledir. Çünkü altı içerisinde üç tane iki vardır. Tek sayılar içerisinde imam olan ve çift sayılara asla benzemeyen sayı birdir. Bir’in vasisi, halifesi ve varisi üç ve yedidir. Diğer tek sayılar ise, bir’in kavminden ve ümmetindendir. Bunun içindir ki, Rasûlullah (s.a.) miktarlarla ilgili pek çok hususta genelde bir, üç ve yedi sayılarını seçmiştir. Daha fazla bir miktarda bir şey emretmesi gerektiğinde, bir sayısının katlarını almayı tercih etmiştir. Meselâ, bir sayısı bu yolla on, yüz, bin olur. Yine bir sayısı, yanyana gelerek onbir olur. Üç sayısı, otuz, otuz üç, üçyüz şeklinde katlanır. Yedi sayısının, yetmiş ve yediyüz şeklinde katlanması da böyledir. Katlanmak suretiyle çoğaltılan sayılar, sanki o sayının kendisi imiş gibi kabul edilir. Bu anlayıştan hareketledir ki Rasûlullah (s.a.), her namazın arkasında okunmak üzere yüz zikir kelimesi emretmiş, sonra bu sayıyı üç tane otuz üçe taksim etmiştir. Geri kalan biri ise (imame gibi) ayırmış ve diğerlerinden üstün tutmuş, böylece hepsinin imama [496] ya da onun vasisine [497] raci olan tek olmasını amaçlamıştır. [498] Cevher ve araz hakkında söz konusu olan herşeyin de aynı şekilde bir imam ve vasisi vardır. Meselâ, nokta imamdır; daire ve küre ise noktanın vasisidir ve bu ikisi, imama [499] en yakın şekillerdir.
Babam -Kuddise sirruh!- bana şöyle demişti:
“Büyük bir olay gördüm ve o olayda hayat, ilim, irade ve diğer ilâhî sıfatlar bana temessül etmişti. Veya Hayy, Alîm, Mürîd ve diğer isimler. (Nasıl dediğini tam olarak hatırlamıyorum.) Bunlar, ışık saçan daireler suretinde idi.” Sonra benim dikkatimi çekerek, basit/latîf şeyler eğer çeşitli şekillere girecekse, bunun noktaya en yakın şekiller ile olacağını ve noktaya en yakın şekillerin de düzeyde daire, kütlede ise küre olduğunu ifade etti.
Bil ki: Sünnetullah’ın cereyan tarzı, vahdetin kesrete inmesinin, ancak ve ancak misal âlemine ait irtibatlarla olabileceği şeklindedir. İşte bu irtibatlar üzerine vakıalar temessül eder. Ezel dilinin mütercimleri (terâcimetu lisâni’l-kidem), riayeti mümkün olduğu sürece işte bunlara riayet eder.
Sayılarla Terğîb Ve Terhîbde Bulunmanın Sırrı:
- İkinci esas, terğîb, terhîb[500] vb. konularda beyan edilen miktar ve sayıların sırrının ortaya konması hakkındadır.
Bil ki: Bazen Rasûlullah’a (s.a.) iyilik ve kötülüklerle ilgili hasletler arzolunur ve kendisine birincilerin faziletleri, ikincilerin de rezaletleri ayan kılınır. Bunun sonucunda da Rasûlullah (s.a.), Allah Teâlâ’nın kendisine öğretmiş olduğu şeyleri insanlara bildirir ve o anda durumunu bildiği şeylerin sayısını zikreder. Bu sayıyı vermekten amacı, sınırlayıcılık (hasr) değildir.
Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurur:
“Ümmetimin iyi kötü bütün amelleri bana arzolundu; iyi amelleri arasında yoldan uzaklaştırılan eza verici şeyleri de gördüm. Kötü amelleri içerisinde ise, mescide atılan ve toprağa gömülmeyen tükrük [501] de vardı.” [502]
“Ümmetimin sevapları bana arzolundu; içinde kişinin mescidden çıkardığı çer çöp de vardı. Bana ümmetimin günahları da arzolundu. Onlar arasında, bir adamın Kur’ân’dan ezberleyip de sonra unuttuğu sûreden daha büyüğünü görmedim.” [503]
Aşağıdaki hadisler, sözünü ettiğimiz esas doğrultusunda anlaşılmalıdır:
“Üç zümre vardır ki, onların sevapları iki kattır…” [504]
“Üç zümre vardır ki, Allah Teâlâ onlarla konuşmaz..,” [505]
“Kırk haslet vardır; bunların en üstünü sütünden istifade için, davarı (geçici olarak) bağışlamaktır. Kul bu hasletlerden birini, sevabını veya karşılığında vaadolunan şeyin tasdikini umarak amel ederse, mutlaka Allah Teâlâ onu, o haslet sebebiyle cennetine sokar.” [506]
Bazen kendisine bir amelin faziletleri ya da bir şeyin kısımları mücmel olarak ayan olur. Bu durumda Rasûlullah (s.a.), o şeyi belirleyebilmek ve vukuu çok olan ya da durumu önemli olan bir şeyi ihata edebilecek bir sayı koymak gibi bir yola başvurur. Dolayısıyla bu doğrultuda bir haberde bulunur.
“Cemaatle kılınan bir namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha üstündür.” [507] Hadisini işte bu şekilde anlamak gerekir. Bu sayının oluşumu 3x3x3 = 27 şeklindedir.
Cemaatle Namaz Kılmanın Faydaları, Üç Kısımda Toplanır:
Rasûlullah (s.a.), cemaatle namaz kılmanın faydalarının üç kısma yönelik olduğunu görmüştür:
- Kendi nefsine dönük olan faydalar. Kişinin nefsinin olgunlaşması, melekî yönün, hayvani yönüne egemen olması gibi.
- İnsanlara dönük faydalar: Aralarında örnek bir yol oluşması, hayırda yarışmaya girişmeleri, bu yolla kendilerini eğitmeleri ve onun üzerinde görüş birliği etmeleri gibi.
- İslâm ümmetine yönelik faydalar: Bu sayede taptaze kalmalarının temini; tahriflere meydan vermeme, vurdumduymazlığı ortadan kaldırma gibi.
Birinci kısımda üç fayda vardır:
- a)Allah Teâlâ’ya ve Mele-i a’lâ’ya yaklaşma,
- b)Kendilerine hasene olarak yazılması,
- c)Hatalarının keffâret olunması.
İkinci kısımda üç fayda vardır:
- a)Mahalle ve şehirlerin intizamı,
- b)Dünyada üzerlerine bereket inmesi,
- c)Âhirette birbirlerine şefaat edebilmeleri.
Üçüncüsünde üç fayda vardır:
- a)Mele-i a’lâ’nın icmâlarımn yürütülmesi,
- b)Allah Teâlâ’nın kopmaz ipine sarılmış olmaları,
- c)Birbirlerine nurlarının yansımış olması.
Bu dokuz faydadan her biri için üç fayda vardır:
- a)Allah’ın onlardan razı olması,
- b)Meleklerin onlara dua ve istiğfar etmeleri.
- c)Şeytanların onlardan uzak durmaları ve onlara zarar verememesi.
Başka bir rivayette ise, “yirmi beş derece” şeklindedir. Bunun izahı da şöyle olur: Cemaatin faydaları 5×5=25 şeklindedir. Bunlar:
- Nefislerinin istikâmet bulması,
- Cemaatin kaynaşması,
- Millet olarak ayakta durmaları,
- Meleklerin sevinmesi,
- Şeytanların sinmesi.
Her birinin de ayrıca beş faydası vardır:
- a)Allah Teâlâ’nın onlardan razı olmadı,
- b)Dünyada üzerlerine bereketlerin inmesi,
- c)Cemaate iştiraklerinin kendileri için bir hasene yazılması,
- d)Günahlarına keffâret olması,
- e)Peygamberin ve meleklerin şefaatine nail olmaları.
Rivayetlerin ihtilâf sebebi, izahın da farklı olmasını gerektirmiştir.
Allah’u a’lem!
Bazen Sayı Ya da Miktar, Bir Şeyin Büyüklüğünü Belirtmek İçin Verilir:
Bazen Rasûlullah (s.a.), sayıyı sözünü ettiği şeyin büyüklüğünü ve ululuğunu ortaya koymak için verir. Bu durumda sayı, bir tür benzetme yerinde söylenmiş gibi olur. Buna bir nazire olmak üzere meselâ şöyle denilir: “Falan, kalbimde dağ gibidir.”
“Falanın mertebesi, tâ göklerdedir.” Bu gibi sözlerden gerçek mesafe ve miktar kastedilmez. Rasûlullah’ın (s.a.) aşağıdaki hadislerini işte bu şekil üzere anlamak gerekir:
“Kabri, yetmiş zira” veya “göz ildiği yer kadar genişletilir.” [508]
“Havuzumun (uzunluğu), Ka’be ile Beyt-i Makdis arası kadardır.” [509]
“Havuzumun (uzunluğu), Eyle’den [510] Aden’e kadar olan mesafeden daha uzaktır.” [511]
Bu gibi durumlarda bazen bir miktar zikrederken, başka bir defasında daha farklı bir miktar zikredebilir. Maksadı ifaya her iki miktar da elverişli olacağından, böyle bir durumda hadisler arasında çelişkiden bahsedilmez.
Ölçü Getirilmesi Durumunda, Bilinen Birimler Kullanılır:
- Üçüncü esas şudur: Eğer bir şey hakkında miktar belirle-necekse, bunun mutlaka muhataplarca bilinen ve kullanılmaktaolan açık bir birimle yapılması ve o birimin hükmün medarı ile hikmeti arasında münasebeti bulunması gerekecektir. Buna göre, gümüş paralarda birim “ukiyye” [512] olacak, hurma miktarının belirlenmesinde “vesk” [513] denilen ölçek kullanılacaktır. Ancak hesap uzmanlarının içinden çıkabileceği onyedide bir, yirmidokuzda bir gibi kusurlu sayıların kullanılmaması gerekecektir. Bu noktadan hareketle Allah Teâlâ, feraiz konusunda payları belirlerken bölünmesi, katlanması ve ortak paydası bulunması kolay olan kusurlu sayılar getirmiştir. Bunlar iki kategoride toplanır:
- a)Altıda bir, üçte bir, üçte iki.
- b)Sekizde bir, dörtte bir ve ikide bir (yarım).
Bu rakamları kullanmasının sırrı, üstün olanın üstünlüğünün, noksan olanın da noksanlığının ilk etapta hemen ortaya çıkması, konuya uzak yakın herkes için, ortak paydanın kolayca bulunarak hesap işleminin çabucak yapılabilmesidir.
İlk etapta esas alınan bir oranın altında bir miktar belirlenmesine ihtiyaç duyulduğunda, ikisi arasındaki nisbetin katlanarak gitmesi uygun olmaz. Buna göre, birden üçte iki atlanarak hemen yarıma geçilmesi, yarımdan üçte bir atlanarak dörtte bire geçilmesi doğru olmaz. Aradaki küsurlar daha kapalı olduğundan, (bütün, onun yarısı yarım, onun yarısı dörtte bir yanında) üçte iki, üçte bir nisbetleri kullanılır.
Bir şeyin kısmen çokluğu belirtilecekse, onun için kullanılması en uygun sayı üçtür. Daha çok bir miktar belirlenecekse, bunun için en uygun sayı ondur. Bir şey, az da çok da olabilecekse, uygun olan en az ve en çok sınırların alınması ve ikiye bölünerek ortasının alınmasıdır.
Zekât Konusunda Esas Alınan Oranlar:
Zekât konusunda esas alınan oranlar; beşte bir, onda bir, yirmide bir, kırkta birdir. (Yüzde ifadesi: % 20, % 10, % 5, % 2.5). Verilecek zekât nisbetinin artması, ürünün fazlalığı ve külfetin azlığı ile doğru orantılıdır. Ürün arttıkça, külfet azaldıkça oran yükselir. Dünyanın dört bucağında yaşayan çoğunluk halkın kazançları dört kategori içine girer. Bu durumda uygun olan, her iki mertebe arasındaki farkın en açık biçimde ortaya konulmasıdır. Bu da, bir üst mertebe için belirlenen oranın, bir alt mertebe için belirlenen oranın iki katı olması şeklinde gerçekleşir. Görüldüğü gibi zekât oranları böyledir. Bu konu ileride daha geniş bir şekilde ele alınacaktır.
Zenginlik seviyesinin belirlenmesine gerek duyulduğu zaman, (zaman ve mekan unsurları dikkate alınarak) örfen zenginlik kabul edilen seviye esas alınmalı, zenginlikle ilgili hükümler ona göre değerlendirilmelidir.
Doğulu batılı, Arap olan olmayan bütün insanların büyük çoğunluğunun hayat tarzı bunun böyle olmasını gerektirir. Eğer bir mani olmasa, bu, bütün insanlarca tabiî bir yol olarak kabul edilir. Bu gibi konular, çoğunluk insanların örf ve âdetleri üzerine bina edilmezse, o zaman düzen sağlanamaz.
Şeriat nazarında çok önemi olan, Kur’ân’ın kendi dilleriyle inmiş olduğu ilk muhatap Araplar’ın halidir. Şeriat, onların hallerini dikkate almış ve çeşitli belirlemelere gitmiştir. Bunun sonucu olarak da şeriat, “kenz”i [514], beş ukiyye olarak takdir etmiştir. Çünkü beş ukiyye [515], en küçük bir ailenin bir yıl boyunca ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir meblağ demektir. Bu mamur bölgelerin çoğunluğu için geçerlidir. Ancak kuraklık yılları ya da gerçekten çok büyük ülke ya da bögelerde durum farklı olabilir [516] (ve belirlenen bu meblağ yeterli olmayabilir. Ancak bu durum azınlıktadır. Hükümlerde ise, çoğunluk dikkate alınır).
Küçük davar [517] sürüsü kırk, büyük sürü ise yüz yirmi sayısıyla belirlenmiştir.
Ziraî ürünlerde zenginlik sınırı, beş vesk olarak belirlenmiştir. Çünkü en küçük bir aile karı, koca ve bir de çocuk ya da hizmetçi olmak üzere en az üç kişiden meydana gelir. Bir insanın günde yiyebileceği en fazla miktar bir müd ya da bir rıtıl kadardır. Tabii bunun yanında katığa da ihtiyacı olacaktır. Beş vesklik bir miktar ise, böyle bir aileye tam bir sene yetecek kadardır.
(Pislik tutmayan) çok su, iki külle (kulleteyn [518]) miktarı olarak belirlenmiştir. Çünkü kuyu gibi kaynağında olan su, bu miktardan daha az olmaz; Arap âdetine göre kullanılmakta olan kaplar da bu miktara çıkmaz.
Miktar belirleme ile ilgili diğer konuları, bunlara kıyas ediniz.
Allah’u a’lem!
10) Kaza Ve Ruhsat
Hikmet Bilinmese Bile Hükümle Amel Etmek Gerekir:
Ümmet siyasetinin gereklerinden biri de şudur: Bir şey emredilir ya da yasaklanır ve muhataplar, getirilen bu emir ya da yasağın amacını gerçek anlamda bilemezlerse, o zaman o emir ya da yasağa mahiyet itibariyle etkinmiş imajı verilmesi gerekir. Kişi, etki sebebini bilemese bile etkin olduğunu tasdik edecek bir konuma getirilmelidir. Aynen rukye (afsun) örneğinde olduğu gibi. Nasıl etki ettiğini bilmez, ama etkisine inanır. İşte bu ilkeden hareketle Rasûlullah (s.a.), çoğu kez emir ya da yasakların sırlarını açık bir şekilde beyan yoluna gitmemiş; bunlardan bir kısmını ümmetinden ilimde derinleşmiş olanlara ancak telmihte bulunma gibi bir yol tutmayı yeğlemiştir.
Bu yüzden dinin koruyucuları olan râşid halifeler ve müctehid imamlar, dinin kalıp ve şekillerinin ikamesine, onların ruhuna olan itinadan daha çok özen göstermişler, ehemmiyet atfetmişlerdir. Hz. Ömer’den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Ben, namaz halinde iken Bahreyn cizyesini hesap ettiğim olur. Ben, namaz halinde iken orduyu donattığım olur.”
Yine bu esastan hareketle eski yeni bütün müftîler, fetva verirlerken, meselenin delilini açıklamama yolunu tutagelmişlerdir. Yine, emrolunan şeyi olduğu gibi almak ve yerine getirmek tescil edilmiş, terki cihetine gidenler ise şiddetli bir şekilde yerilmişlerdir. Öbür taraftan nefislerin, emir ve yasaklara rağbet duyması, gerçek iştiyak ve ülfetle, onları arzular hale gelmesi istenir. Böylece ilahî davetin, insanların hem zahir hem de batınlarım kuşatması amaçlanır.
Emredilen Şeyin Yapılmasına Bir Engelin Bulunması Halinde, Onun Yerini Başka Bir Şey Doldurur:
Emrolunan şeyi, hikmeti anlaşılsa da anlaşılmasa da yerine getirmek şer’î bir zorunluluktur. Ancak zarurî bir engel çıkar ve o şeyin yapılmasını engellerse, bu durumda onun yerini dolduracak başka bir şeyin meşru kılınması gerekir. Çünkü böyle bir durumda yükümlü şu iki tavırdan birini göstermek zorunda kalır:
- a)Ya içerdiği meşakkat ve sıkıntıya rağmen illâ o şeyi yapmakla yükümlü olur. Bu ise, şeriatın ruhuna ters düşer. Zira Allah Teâlâ:
“Allah, size kolaylık ister, zorluk istemez.” [519] Buyurmaktadır.
- b)Ya da o emri, tamamen terkeder, kısmî de olsa yerine getirme yoluna gitmez. Bu durumda insan, terke alışır ve emrin ihmali halinde, bir umursamazlık duygusu kendisini gösterir. Nefis, serkeş hayvan gibi eğitilmelidir. Eğer bu yapılırsa, sonuçta emrolunduğu şeye karşı bir arzu ve alışkanlık duymaya başlar. Nefsini terbiye ile çocukların ya da hayvanların eğitimiyle uğraşan kimseler, devamlılık sonucunda nasıl alışkanlıklar kazanıldığını ve eğitimin sonuç verdiğini, daha önceleri zor gelen şeylerin kolaylıkla yapılmaya başlandığım, terk ve ihmal halinde ise kazanılan bu alışkanlıkların zamanla kaybolduğunu ve kolaylıkla yapılabilen şeylerin artık nefse zor gelmeye başladığını, sıkıntı duyulduğunu, o şeye tekrar dönülmesinin arzu edilmesi halinde ikinci bir defa yeniden çalışmanın gerektiğini bilirler.
Amelin Vaktinin Geçmesi Halinde “Kaza”sı Gerekir:
Şu halde, emrolunan bir amelin vaktinin geçmesi halinde mutlaka onun kaza edilmesi emredilmiş olmalıdır. Zorluk hallerinde ise, ruhsatlar getirilmeli, kolaylık yolu açılmalıdır. Bu konuda belirleyici hususlar şunlardır:
- a)Mükelleflerin hallerini bilme,
- b)Amelin amacını ve o amacı gerçekleştirme konusunda bulunması zorunlu olan unsurlarını bilme. Bununla birlikte, ilimde derinleşmiş bulunan kimselerin bilebileceği başka esaslar da vardır. Bunlar:
1. Birinci Esas: Rükün Ve Şart Dediğimiz Şeylerde İki Unsur Bulunur:
- a)Aslî unsur:Bu, yükümlülük konusu olan şeyin hakikatine dahil bulunan, ya da ondan ayrı düşünülmesi mümkün olmayan şeydir. O şeyin, teşri amacı açısından bunsuz düşünülmesi ve dikkate alınması mümkün olmaz. Dua, saygıya delâlet eden eğilme, taharet ve huşu üzere olma gibi. Bu kısmın, zorlukta kolaylıkta hiçbir şekilde terkedilmesi caiz değildir. Çünkü aslî unsurun terkedilmesi halinde amel gerçekleşmez.
- b)Tamamlayıcı unsur:Bu kabilden olan yükümlülükler, bir başka mana sebebiyle vacip olur. Bunlar, bir davranış biçimi olarak belirlenmeye muhtaçtır ve bunun için de söz konusu taatten daha güzel fırsat bulunamaz. Ya da bunlar, asıl amacı tastamam bir şekilde gerçekleştirmeye elverişli bir araç olması sebebiyle meşru kılınmış olur. İşte bu kısımdan olan yükümlülüklerde esas, zorluk ve sıkıntı anlarında ruhsatlar getirmektir.
Bu ilkeden hareketle, gece karanlığında kıbleye dönme yükümlülüğü araştırma ruhsatına dönüşmüş, elbise bulamayan kimsenin avret yerini örtme yükümlülüğü düşmüş, su bulamayan kimsenin abdest yükümlülüğü teyemmüme dönüşmüş, Fatiha sûresini bilmeyen kimselerin namazda başka dualar okuyabilmesi kabul edilmiş, kudret bulunmaması halinde namazda ayakta durma yükümlülüğünün oturma ya da yan üstü uzanmaya, rükû ve secdenin başı eğme şekline dönüşmesi benimsenmiş, ruhsat hükümler getirilmiştir.
2. Bedel Kılınan Şey, Aslı Hatırlatıcı Mahiyette Olmalıdır:
İkinci esas: Bedel olarak ikame olunan şeyin, aslı hatırlatıcı, kendisinin, aslın naib ve bedeli olduğu düşüncesini uyandırıcı bir mahiyet arzetmesi gerekir. Bunun sırrı, ruhsatların meşru kılınmasında gözetilen şer’î amacın tahkiki olmaktadır. Bu amaç, aslî yükümlülüğün devamlı olarak zihinde tutulmasını ve nefsin ona hep dönme beklentisi halinde olmasını sağlamaktır. İşte bunun içindir ki, mest üzerine meshedebilmek için, mestin giyilişi sırasında abdestli olunması şartı aranmış, ruhsat için bir bitiş süresi getirilmiş, karanlık gibi sebeplerle kıbleye yönelme imkânının bulunmadığı durumlarda, en azından araştırma yapma yükümlülüğü getirilmiştir.
3. Her Zorluk, Ruhsat Sebebi Değildir:
Üçüncü esas: Her zorluk ve sıkıntı ruhsat sebebi değildir. Çünkü zorluk yönleri o kadar çoktur ki, her zorluğun bulunduğu yerde ruhsatlara gidilecek olsa, o zaman tüm taatlerin ihmali gerekir. Bu konuda aşırı davranmak, her türlü sıkıntıları ve yorgunlukların göğüslenmesini ortadan kaldırır. Oysaki bu, şeriata tabiliği, nefsin istikamet üzere olduğunu belirleyen şeydir. Bu itibarla ruhsatlara esas olacak zorlukların, çokça vukubulan ve özellikle de Kur’ân’ın kendi dilleri ile indiği, şeriatın, örf ve âdetlerini dikkate aldığı ilk muhatap Araplarca büyük sıkıntı olarak görülen nitelikte olması gerekmektedir.
Mümkün mertebe, taatlerin kendi hususiyetleriyle etkin oldukları noktası (taabbudîlik özelliği) hiçbir zaman gözardı edilmemelidir. Bu ilkeden hareketledir ki, namazın kısaltılması ruhsat hükmü, yolculuk haline münhasır kılınmış, zor işlerde çalışanlara, ziraatçı ve işçilere tanınmamıştır. Binbir zorluklar içerisinde yolculuk yapan kimseye tanınan ruhsat hükümler, aynısıyla konfor içerisinde yolculuk yapan kimseye de tanınmıştır.
Kaza içerisinde, misl-i makûl [520] ile olanı olduğu gibi, misl-i gayr-ı makûl [521] ile olanı da vardır.
Kasıtsız İşlenilen Her Fiilin Sahibi Mazurdur:
Taatin esası, kalbin Allah’ın hükmüne teslimiyetidir ve kişi, Allah’ı tazim etmekle yükümlüdür. Bu durumda, kasıtsız, azimsiz işlenen her fiil veya mümeyyiz olmayan küçük gibi henüz kasdı tekamül etmemiş bulunan, dolayısıyla nefsini gereği şekilde Allah’a saygı esasıyla sorgulayabüecek yeterlilikte bulunmayan kimselerden sadır olmuş fiiller, mazur görülür ve bu yüzden o fiili işleyen kimselere tazyikte bulunulmaz. Rasûlullah’ın (s.a.) şu hadisi işte bu bağlamda sadır olmalıdır:
“Kalem (sorumluluk), üç kişi üzerinden kaldırılmıştır…” [522]
Allah’ua’lem!
11) İhtiyaçların Karşılanması, Mevcut Töre, Kurum Ve Kuruluşların Islahı
İhtiyaçların Giderilmesi İçin Belirlenmiş Olan Davranış Kalıpları (Rüsum), Bedene Nisbetle Kalp Gibidir:
Daha önce gerek açıkça ve gerekse işaret yoluyla ikinci ve üçüncü türden olan ihtiyaçlar ve bunların giderilmesi için gerekli olan kurum ve kuruluşların, insanlığın yaratılış özelliklerinden olduğunu, bu özellikleri sebebiyle insanların diğer yaratıklardan üstün olduklarım belirtmiştik. [523] Dolayısıyla insanlığın, bunları terketmesi ya da ihmal etmesi imkansızdır. İnsanlar, bu gibi konuların pek çoğunda ihtiyacı ve onu giderme yolunu bilen, bilgisini küllî maslahat doğrultusunda kullanan hikmet sahibi kimselere muhtaçtır. Bu insanlar, insanlığın faydasına olan buluşlarını, ya düşünce ve fikir yoluyla ya da kendi yaratılışlarında mevcut bulunan melekî bir kuvvet yoluyla elde ederler. Bu haliyle onlar, Mele-i A’lâ’dan inecek olan bilgileri almaya hazır bir halde olurlar. Sonuncusu yani vahiy ve ilham yoluyla olanı daha mükemmel ve sağlam olanıdır. Toplumda egemen olan davranış kalıpları (rüsum) bedene nisbetle, kalp mesabesindedir. Bazen, toplumları küllî akıldan nasibi olmayan kimseler yönetir ve bu yüzden sözü edilen davranış kalıpları bozulabilir. Bu insanlar, saldırgan veya şehevî ya da şeytanî fiillere yönelirler, insanlar arasında bunları terviç edebilirler. Yönetici oldukları için de, insanların çoğunluğu onların peşine düşer.
Bir başka açıdan da aynı şekilde güçlü, gayb âleminden desteklenen, yeteneğini küllî maslahat doğrultusunda kullanan insanlara ihtiyaç duyulur. Bunlar, genelde ancak Rûhu’1-kuds tarafından desteklenmekte olan kimselerin başarabileceği ilâhî türden bir tedbirle, insanlar arasında hüküm sürmekte olan yanlış davranış kalıp ve kurallarını doğru olan ile değiştirebilirler.
Peygamberlerin Gönderilişinde Esas Maksat, İbadet Yollarını Öğretmektir:
Eğer burada kısaca özetlediğimiz ve daha önce genişçe ele aldığımız bu konuyu anladıysan bil ki: Peygamberlerin gönderilmelerinin asıl amacı, her ne kadar esas itibarıyla ibadet yollarının öğretilmesi ise de, bunlara bozulmuş olan törelerin ortadan kaldırılması, insanî ihtiyaçların giderilmesi için gerekli olan kurum ve kuruluşlara teşvik edilmesi amacı da eklenmektedir. Rasûlullah’ın (s.a.) şu hadisleri bu hususu ifade etmektedir:
“Ben, çalgı âletlerini ortadan kaldırmak için gönderildim:” [524]
“Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” [525]
Peygamberler, İhtiyaçların Giderilmesi İçin Gerekli Olan Kurum Ve Kuruluşları Düzene Sokmakla Emrolunmuşlardır:
Bil ki: İkinci ve üçüncü türden olan ihtiyaçların karşılanması konusunda ihmal göstermek, Allah’ın hoşnut olduğu bir şey değildir. Hiçbir peygambere bu doğrultuda bir emir vermiş değildir. Durum, hayır olsun şer olsun her konuda insanlardan kaçarak dağlara çekilen ve vahşi hayvanlar gibi yalnız bir hayat sürmeye çalışan bazılarının zannettiği gibi değildir. Bunun içindir ki, Rasûlullah (s.a.) dünyadan el etek çekerek kendisini ibadete vermek isteyen kimselere karşı çıkmış ve:
“Ben ruhbanlıkla gonderilmedim. Ben, sadece kolaylık ve hoşgörü esasına dayanan, bâtıldan hakka yüz tutan (İslâm) şeriatıyla gönderildim.” [526] Buyurmuştur.
Görüldüğü üzere peygamberler, insanoğlunun duyduğu ihtiyaçları karşılamak üzere gerekli olan kurum ve kuruluşların, faaliyetlerin ıslahı ve düzene konulmasıyla emrolunmuşlardır. Ancak bu konuda, ne Acem hükümdarlarının içerisinde yaşadıkları sefahate varan bir hayat tarzı sürülmesi, ne de mağaralarda yaşayan ve yaşantıları daha çok vahşi hayvan yaşantısına benzeyen kimselerin durumuna düşülmesi istenmiş, dengeli bir hayat tarzının esas alınması emredilmiştir.
Burada birbiriyle çelişen iki kıyas vardır:
Birincisi: Maddî refah, iyi bir şeydir. İnsan ancak maddî refah sayesinde sağlıklı bir yapıya sahip olabilir, ahlâkı güzel olur, , insanın sahip olduğu meziyetler, akranı arasında ancak bu sayede ortaya çıkar. Aptallık, acizlik… vb., kötü tedbirden ortaya çıkar.
İkincisi: Maddî refah, kötü bir şeydir. Çünkü tartışmalara, çekişmelere, ortaklıklara, yorulmaya, gayb alemiyle ilgilenmemeye, âhiret işleriyle yeterince meşgul olmamaya sebebiyet verir. Bunun içindir ki, en iyisi orta yoldur; yani ihtiyaçların giderilmesi için gerekli olan yolları itidal ölçüsünde korumak, ancak onların yanma zikirler ilave etmek, uyulması gereken kurallar (âdâb) koymak, Ceberut âlemine yönelmek için fırsatlar kollamak.
Peygamberler, Güzel Gördükleri Şeyleri Korumuşlardır:
Bütün peygamberlerin bu konuda Allah katından getirdikleri kesin şey şudur: Peygamberler, gönderildikleri kavmin riayet ettikleri yeme, içme, giyinme, mesken edinme, süslenme kurallarına, evlenme biçimlerine, eşlerin birbiriyle olan ilişkilerine, alış veriş şekillerine, yasak olan şeylerden alıkoyucu önlemlerine, yargı biçimlerine… vb., bakmak ve değerlendirmeye tabi tutmak durumundadır: Re’y-i küllî dikkate alınarak vacip kılınan şey, o şeye uygunsa, insanlar arasında cari bulunan o şeyi terkederek, bir başka şeye geçmek, onu değiştirmeye kalkışmak anlamsız olur. Aksine bu durumda insanları, yapılagelmekte olan şeylere riayet etmeleri için teşvik etmek, bakışlarını onlar üzerine çevirmek, içermiş olduğu faydalara dikkatlerini çekmek gerekir.
İnsanlar arasında uygulanagelmekte olan şeyler, peygamberlerin gönderiliş amacına uygun düşmeyebilir ve onlardan bir kısmını değiştirmek ya da ortadan kaldırmak gerekebilir. Bu şu durumlarda söz konusu olur:
- a)İnsanlar arasında uygulanagelmekte olan şey, birbirlerine zarar verme sonucunu doğurur,
- b)Dünya nimetlerinden yararlanmadan kaçınma, güzelliklerden yüz çevirme manası taşıyan aşırı davranışlar olur,
- c)Dünya ve âhiret işlerini ihmale götüren aşırı türden eğlenceler olabilir.
İşte bu gibi durumlarda dahi, onların alışageldikleri şeylerin dışına tamamen çıkılmam ası, aksine onlara yakın ve benzer durumlara, ya da onlarca salih olarak bilinen zevata aitliği bilinen davranış biçimlerine geçilmesi gerekir Kısaca, onlara öyle bir şey getirilmeli ki, bu onların akıllarına yatmalı ve onun hak olduğuna dair kalplerinde bir inanç oluşmalıdır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, peygamberlerin şeriatları birbirinden farklı olagelmiştir.
İlimde Derinleşmiş Olanlar, Şeriatın, Mevcut Yapıyı Düzeltmek Ve Islah Etmek Üzere Geldiğini Bilirler:
İlimde derinleşmiş olanlar; şeriatın, nikâh, talak, muameleler, süslenme, giyinme, yargı, cezalar, ganimet taksimi gibi konular hakkında, insanların bilgi sahibi olmadıkları, ya da yükümlü tutuldukları takdirde tereddütle karşılayıp kabulüne yanaşmayacakları türden bir hüküm getirmediğini bilirler.
Evet, şeriatların yaptığı şey, eğrileni doğrultmak, hastalıklı olanı iyileştirmektir. Buna dair bazı örnekler verelim:
Cahiliye döneminde riba, çoğalmıştı, yasaklandı.
Meyveleri, henüz âfetten kurtulacak bir hale gelmeden önce satarlardı. Arkasından da meyve âfete maruz kalır ve birbirleri arasında çekişmeler başlardı. Böyle bir satış muamelesi yasaklandı.
Diyet miktarı Abdulmuttalip [527] devrinde on deve idi. O, bu miktarın, insanları öldürme eylemine girmekten caydırıcı olmadığını görmüş ve yüz deveye çıkarmıştı. Rasûlullah (s.a.), diyeti yüz deve şekliyle olduğu gibi kabul etti.
Uygulanan ilk kasâme [528], Ebû Tâlib’in hükmüyle gerçekleşmişimtir. (İslâm’da da aynı hüküm korunmuştur.) Her baskında elde edilen ganimetlerin dörtte biri, kavmin reisine ait olurdu. Rasûlullah (s.a.) elde edilen ganimetin beşte birinin başkana ayrılması esasını getirdi.
Kabaz ve oğlu Enuşirevan, tebaası üzerine haraç ve öşür vergileri koymuştu. İslâm şeriatı da aynı hükmü kabul etti.
İsrail oğulları, zina edenleri recmederler, hırsızların (ellerini) keserler, kısas hükmünce öldüreni öldürürlerdi… (İslâm da aynısını kabul etti.)
Benzeri örnekler gerçekten çoktur ve bunlar araştırıcılara kapalı değildir. Hatta sen zeki ve şer’î hükümleri ihata etmiş bir durumda isen, ibadetler konusunda dahi, peygamberlerin gönderildikleri kavimlerce bilinmeyen bir şey getirmediklerini göreceksin. Getirilen ibadet türleri, ya zaten mevcut bulunan ya da onlara benzer olan şeyler kabilindendir. Onların bu alanda yaptıkları en büyük şey, cahiliyye dönemlerindeki tahrifleri (hurafe) ortadan kaldırmak, ibadetler içerisinde müphem olanları vakitlerle, rükünlerle belirlemek, unutulmuş bulunanları ise insanlar arasında yeniden yaymaya çalışmak olmuştur.
Acem Ve Rum (Bizans) Hükümdarları Kendilerini Dünyaya Kaptırmışlar Ve Âhireti Unutmuşlardır:
Bil ki: Acem ve Rum (Bizans) halkları, asırlar boyu dünya hakimiyetini birbirlerinden tevarüs edegelmişler, kendilerini dünya lezzetlerine kaptırmışlar, âhiret yurdunu unutmuşlar, şeytan onları kendi egemenliğine almış, bütün bunların sonucunda dünya nimetlerinden istifade konusunda aşırılığa düşmüşler, dünyalık yarışına girmişler, dünyanın dört bir yanından ilim ve hikmet sahibi kimseler bunların etrafında toplanmış, bunlar dünya menfaatlerinden yararlanabilmenin en ince yollarını keşfetmişler ve bunları kendi insanlarına sunmuşlardır. Onlar bu minval üzere yaşantılarını sürdürmeye devam etmişler, bunun sonucunda tam bir sefahat hayatı başgöstermiştir. Artık insanlar birbirlerine karşı sahip oldukları dünyalıklarla övünmektedirler. Öyle bir an gelmiştir ki, bu ülkelerin ileri gelenleri (kodamanları) değeri yüzbin dirheme ulaşmayan bir kemer kuşanmış ya da taç giymişse, ya da görkemli bir saraya, havuza, hamama, bahçelere sahip değilse, değerli binek hayvanları, güzel uşakları yoksa yiyecek ve giyecek konusunda hesapsızca harcamalar yapmıyorsa.., ayıplanır olmuşlardır.
Kendi ülkenin hükümdarlarına bakarsan, Acem ve Bizans hükümdarlarının durumlarını hikaye etmeye gerek kalmaz. Lüks ve sefahat hayatının gerekleri olan bu şeyler, geçim için zorunlu olan şeylerin arasına girmiş ve insanların kalbinden çıkmaz bir hal almıştır. Bunlardan meydana gelen onulmaz bir hastalık bütün bedeni istila etmiş, ülkeyi baştan sona sarmıştır. Sokaklarında, evlerinde zengin fakir hiçbir kimse kalmadan bu büyük hastalığa yakalanmışlardır. Bu düşünce, bu yaşam biçimi insanları yakalarından kavramış, onları kendi hallerine bırakmamış, onları uçsuz bucaksız gam ve keder içerisine sürüklemiştir.
Zira yaşamak istedikleri bu lüks ve sefahat hayatı, ancak büyük miktarlarda mal harcamakla gerçekleşebilmektedir. Bu malların elde edilmesi için de ziraat, ticaret vb. alanlarda çalışan insanlar üzerine konulan vergilerin kat kat artırılması gerekmektedir. Hele bir vermeye görsünler, kendileriyle savaşılacak ve binbir işkenceye maruz bırakılacaklardır. Gönüllü verecek olsalar, sırf kendilerine duyulan ihtiyaçtan dolayı beslenilen ve hep kullanılan dolap beygirinden, döven öküzünden bir farkları kalmayacaktır. Sonra bunlar, bir an bile olsa kendi hallerine bırakılmayacak ve düşünmelerine fırsat verilmeyecektir. Belki koca ülkede din ile ilgilenen hiçbir kimse bulunmayacaktır. Arzulanan sefahat hayatının gerçekleşebilmesi için, lüks yiyecekleri, giyecekleri, yapıları hazırlamak yoluyla geçimlerini temin eden bir başka gruba ihtiyaç olacaktır. Bunlar, dünya düzeninin temelini oluşturan esas geçim vasıtlarım terkedecekler ve kendilerini mutlu azınlığın beklentilerine cevap verebilmek için çalışmaya adayacaklardır.
İş, mutlu azınlığın lüks ve sefahat hayatıyla kalmayacak, bu kodamanların hayatına imrenen halk onlara özenmeye kalkışacak, onların yediği gibi yemeye, onların giyindiği gibi giyinmeye koyulacaktır. Aksi takdirde kendilerini mutlu saymayacaklar, onların yanında saygın da olmayacaklardır. Bu telakki sonucunda da insanların büyük çoğunluğu hükümdarın eline bakan bir konuma gelecektir; bazen gazi ve şehir idaresini üstlenmiş kimseler edasıyla ortaya çıkacaklar, güya iş görüyormuş havası vereceklerdir. Oysaki maksatları iş görmek, ihtiyaç savmak değildir. Bütün amaçları seleflerinin gidişatına uymak, onlar gibi yaşamaktır. Bunun için de hükümdara avuç açarlar. Bazen de şair görünümüyle ortaya çıkarlar; hükümdarların onları ihsanlara boğması gelenek halini almıştır. Bazen de halifenin, durumlarından habersiz olması hoş görülmeyen zahidler ve dervişler olarak karşısına çıkarlar. Bunlar birbiri üzerine üşüşürler. Bunların rızıkları, hükümdarlarla beraber olmaktan geçer, hükümdarın onlara olan merhametiyle geçinir giderler. Şu halde hükümdarla çok güzel konuşmak, ona yaltaklanmak gerekir. Onların düşüncelerinin geliştirdiği sanat işte budur, dalkavukluktur, yaltaklanmadır. Onlar bütün zamanlarını bu uğurda tüketirler. Zihinleri hep bu düşünce ile meşgul olunca ruhî safiyetleri bozulur ve alçaldıkça alçalırlar; güzel ahlâk ilkelerinden uzaklaşırlar.
Bu Sosyal Hastalığın Teşhisi:
Eğer bu hastalığın hakikatini öğrenmek istersen, saltanat geleneğine sahip olmayan, kendilerini lüks yiyecek ve giyecek sevdasına kaptırmayan, sade bir hayat yaşayan kavimlere bakmalısın. Göreceksin ki, böylesi toplumlarda bireyler, kendi başına buyruktur, üzerinde belini bükecek öyle ağır vergiler yoktur. Bunlar, din ve millet işlerine ayırabilecek zamana sahiptirler. Bir de bunların saltanata ve hanedanlara sahip olduklarını, halkı boyundurukları altına aldıklarını düşün ve alacakları durumu hali hazır durumlarıyla kıyas et. Ne zaman ki musibet iyice büyümüş ve bu hastalık iyice şiddetlenmiştir, Allah Teâlâ ve mukarrab melekler onlara gazap etmiştir. Artık Allah’ın rızası, bu hastalığın esas sebebini ortadan kaldırmakta yatar hale gelmiştir.
Allah, Peygamber Olarak Hz. Muhammed’i Göndermiş Ve Onu Hak Ve Hakikatin Ölçütü Kılmıştır:
İşte buna sebep Allah Teâlâ, Acem’e, Rum’a (Bizans) karışmamış, onların dünya görüşlerinden etkilenmemiş, geleneklerine bulaşmamış ümmî bir peygamber göndermiş ve onu kıstas (ölçüt) kılmıştır. Bundan böyle Allah katında hoşnut ve razı olunan şey, gerçek doğru onun sayesinde bilinebilecektir. Allah Teâlâ, peygamberinin dilinden Acem geleneklerinin kötülüklerini yermiş, dünya hayatına bel bağlamanın, dünya hayatını insanın gayesi haline getirmenin çirkinliğini belirtmiştir. Peygamberinin kalbine, Acemlerin itiyat edindikleri ve birbirlerine karşı övündükleri esaslı şeyleri haram kılmasını vahyetmiştir: İpek, atlas, (kırmızı) kadife kumaşların giyilmesinin, altın ve gümüş kapların, altın ziynet eşyalarının kullanılmasının, nakış ve suret bulunan görkemli elbiselerin giyilmesinin, evlerin yaldızlanmasının.., haram kılınması bu kabildendir. Yine Allah, bu peygamberini göndermekle, onundevletiyle onların devletinin, onun önderliğiyle onların hakimiyetlerinin son bulmasına da hükmetmiştir. Artık Kisrâ helak olacak, bir Kisrâ daha olmayacaktır; Kayser helak olacak, bir Kayser daha gelmeyecektir.
Cahiliye Döneminde Sosyal Yapı Ve Rasûlullah’ın (s.a.), Onların Kötü Hallerini Düzeltmesi:
Bil ki: Cahiliye döneminde insanlar arasında büyük belirsizlikler ve bunlara bağlı olarak da büyük münakaşalar vardı ve bunlar hayatı zorlaştırıyordu. Yapılacak en Önemli şey, bu münakaşaları doğuran temel problemleri ortadan kaldırmak, böylece meseleyi kökünden halletmekti. Meselâ kan davalarını örnek alalım. A, B’yi öldürüyordu. B’nin yakınları katil olan A’nın kardeşini ya da oğlunu öldürüyorlardı. Bu kez dönüyor bunlar, ötekilerden birini öldürüyorlar ve iş böyle uzayıp gidiyordu, birbirini öldürmenin önü almamıyordu. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyuruyordu:
“Bütün kan davaları kaldırılmıştır, hepsi şu ayağımın altındadır. Kaldırdığım ilk kan davası da Rabî’a’nın [529] kan davasıdır.” [530]
Miras konusu da belirsizdi. Kavmin ileri gelenleri, akıllarına geldiği şekilde farklı farklı taksimlerde bulunurlardı. İnsanlar gasb, riba gibi haksız kazançlardan geri durmazlar, bunların üzerine atılırlardı. Sonra bir nesil geçti ve bunlar eski davaları gündeme getirerek hak iddiasında bulunmaya başladılar. Rasûlullah (s.a.), onların arasındaki münakaşaları şöyle diyerek kesti attı:
“İslâm dönemine kalmış her şey, Kur’ân’ın hükmüne göre taksim olunur. Cahiliye döneminde taksim edilen şeyler veya cahiliye döneminde bir kimsenin şöyle ya da böyle elde etmiş olduğu şeyler ise, olduğu hal üzere bırakılır, bozulma cihetine gidilmez.” [531]
Riba da böyleydi. Biri diğerine borç verir ve belli bir süre sonra şu kadar ziyade etmesini şart koşardı. Zamanla katlana katlana büyür, servet birikimine dönüşürdü. İslâm, ribayı kaldırdı, anaparanın ise korunmasına hükmetti. “Ne zulmedersiniz, ne de zulme uğrarsınız.” [532] İlkesini getirdi.
Ve eğer Rasûlullah (s.a.) olmasaydı terkedilmeyecek olan daha başka örnekler…
Bil ki: Bazen de insanlar arasında kin duygularına dönüşebilecek durumlara fırsat vermemek için şer’î düzenlemelere gidilir. Su ikram etme… vb., konularda sağdan başlama örneği böyledir. Bazen bir mecliste birbiriyle anlaşamayan insanlar bulunabilir. Ev sahibi önce kimden başlayacağını bilemez ve bu aralarında buğza sebebiyet verebilir. Bu gibi durumlarda ilke olarak sağdan başlanması tartışmaları sona erdirir. Ev sahibinin, öncelikli olarak imamlık hakkına sahip olması, iki kişinin birlikte hayvana binmesi halinde, hayvan sahibinin önce binmesi hakkı da böyledir.
Allah’u a’lem!
12) Birbiriyle Bağlantılı Olan Hükümler
Allah Teâlâ, Peygamberini İnsanlara Hak Ve Hakikati Açıklaması İçin Göndermiştir:
Allah Teâlâ, şöyle buyurur:
“Senden önce de, kendilerine vafıyettiğimiz erkeklerden başkasını (peygamber olarak) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun. (Peygamberler) apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler), İnsanlara, kendilerine indirileni açıklamak için sana da bu Kur’ân’ı indirdik. Umulur ki düşünüp anlarlar.” [533]
Bil ki: Allah Teâlâ, peygamberim insanlara aşağıdaki esasları açıklamak üzere göndermiştir:
- a)İbadetler. Bunları işleyeceklerdir.
- b)Günahlar. Bunlardan kaçınacaklardır.
- c)İhtiyaçların karşılanması için başvurulabilecek meşru yollar. Bunlara da riayet edilecektir.
Vahyin gerektirmiş ya da işarette bulunmuş olduğu şeylerin insanlara öğretilmesi de, peygamberin açıklama (beyan) görevi arasında bulunmaktadır.
Bunlar öyle esaslardır ki, Rasûlullah’ın (s.a.) hadislerinin büyük çoğunluğuna mesnet teşkil eder. Biz burada bu esaslardan çoğunu maddeler halinde zikredeceğiz:
1. Hükümlerin Sünnetullah Doğrultusunda Oluşması:
Sünnetullah, müsebbeblerin sebepleri üzerine kurulması şeklinde cereyan etmektedir. Böylece Allah’ın üstün hikmet ve sonsuz keremi