Skip to content
Home » ictihad ve taklid cercevesinde nassin uygulanisi pdf

ictihad ve taklid cercevesinde nassin uygulanisi pdf

İctihad ve Taklid Çerçevesinde Nassın Uygulanışı

ICTIHAD VE TAKLID CERCEVESINDE NASSIN UYGULANISI PDF
  • Kitap başlığı:
 Ictihad Ve Taklid Cercevesinde Nassin Uygulanisi
  • Yazar:
Muhammed B. Ali Es-Senusî
  • Kitap Sayısı
169
  • Dil:
Türkçe
  • Görünümleri:

Loading

  • PDF Doğrudan  
İndirme için tıklayın
  • Satın al  
Kağıt Kapak için

ictihad ve taklid cercevesinde nassin uygulanisi- kitap örneği

İçindekler

NASSIN UYGULANIŞI

Mürtecimin Önsözü

Giriş

Görüşleri Sahıh Hadîs İle Çelişen Alimlerin Gerekçeleri

  1. Hadîsin Alîme Ulaşmaması

1) Ebubekir:

2) Ömer Bin Hattab:

3) Osman Bin Affan:

4) Ali b. Ebi Talıb:

Hadîsin Âlime Göre Sabit Olmaması

  1. Hadîsin Âlim Tarafından Zayıf Sayılması
  2. Hadîsin Sıhhati İçin Başkasının Şart Koşmadığını Şart Koşması
  3. Alimin Hadîsi Unutmuş Olması
  4. Alimin Hadîs Mânâsını Anlayamaması
  5. Hadîsin Muteber Bir Mânâyı Vermemesi
  6. Alimin, Hadîsin Delalet Ettiği Düşünülen Manasının, Bunu Kast Edilmediğini Gösteren Başka Bir Hadîsle Çeliştiği Kanısında Olması
  7. Ve 10. Hadîsin, Nesh Edildiğini Yahut Zayıf Ve Müevvel Olduğunu Gösteren Başka Bir Nass Île Çelişmesi

Hadisin Terki

A- Caiz Terk

B- Caiz Olmayan Terk

Delâleti Açısından Sünnetin Çeşitleri

2- KİTAB VE SÜNNETLE AMEL ETMENİN GEREKLİLİĞİ

1- Kitab Ve Sünnete Sarılmanın Gerekliliği

A- Kitab Ve Sünnetin Delaleti Birdir

B- Kitab Ve Sünnete Uymanın Gerekliliğine Dair Deliller

C- Günümüze Kadar Hadîsle Amel Etme Hususundaki Tartışmalar

  1. Usûlcülerin Tartışması:
  2. Hadîsçilerin Tartışması
  3. Fukahanın Tartışması

Sonuç

3- İCTİHAD

Tarifi Ve Çeşitleri

A- Müstakil Mutlak Müctehld

B- Münteslb Mutlak Müctehid

C- Mukayyed Müctehid

Müctehitte Bulunması Gereken Şartlar

  1. Müctehtdde Bulunması Gereken Vasıflar

İçtihadın Gerçekleşmesi İçin Gerekli Şartlar

Müçtehîd Bilinen Bazı Alimler

Hakkında Nassın Bulunduğu Meselede İctıhad Edilmez

İçtihad Kapısının Kapandığını Ve Bu Hususta İcma Bulunduğunu Söyleyenlere Bir Cevap

4- TAKLİD

Hoş Görülmeyen Taklid

Rey Din Değildir

Bir Kısım Alimlerin “Taklîd”İ Dört İmama İndirgemeleri

İttiba İle Taklit Arasındaki Fark

Ehl-i Taklid Île Olan Münazaralar

Allah Dostları Ve İzledikleri Yol

NASSIN UYGULANIŞI

Muhammed B. Ali Es-Senusî

Şeyh Senusî 1787 yılında Cezayir’in “Musteğanem” şehrinin yakınlarında bulunan “el-vasıta” köyünde dünya­ya geldi. Henüz iki yaşındayken babasını kaybedince akra­bası olan Allâme Seyyid M. Senusi’nin yanında büyüdü. Küçük yaşlarındayken Kur’an’ı ezberleyerek hadîs, tefsir, fıkıh, Arapça, tasavvuf ilimlerini yanında kaldığı Seyyid M. Senusî’den tedris etmiştir. Daha sonra “el-Musteğanem” şehrinin önde gelen alimlerinden ders almıştır.

Şeyh Senusî, ilimlerin merkezi olan Fas’a giderek ta­nınmış alimlerden tasavvuf dersleri almıştır. Mekke ve Medine alimlerinden istifade etmek üzere Hicaz bölgesine gitmiştir. Hicaz’da belli bir seviyeye gelen es-Senusî hocası tarafından Yemen’e tasavvuf halifesi olarak gönderilmiştir. Bir süre Yemen’de kaldıktan sonra Mağrib’e dönüp Trab­lus’un Cebelu’l-ahdar bölgesinde tekke ve zaviyelerini ku­rarak öğrenci yetiştirmeye başlamıştır. Buralarda insanları iyiliğe çağırıp kötülüklerden alıkoymuş, peygamberin sün­netine, seleflerin yolunu takip etmeye ve Allah yolunda cihad etmeye çağırmıştır.

Es-Senusî, Afrika’da sahih İslâm’ın yayılmasında bü­yük gayretler sarfetmiş ve yabancı güçler olan İtalya, İngi­liz ve Fransızların sömürüsüne karşı çıkarak onlara karşı mücadele etmiştir.

Yabancıların baskısı Senusî hareketinin üzerinde artın­ca Şeyh Senusî, hareketine merkez olarak çölden bir yer seçmiştir. Burada taraftarlarına geceleri manevî eğitim, gündüzleri ise silah eğitimi yaptırmıştır.

Hareketinin yanısıra ilmî boyutu da olan es-Senusî şu eserleri bırakarak 1859 yılında gözünü hayata kapamıştır.

Eserleri:

1- İkazu’l-vesenan fi’l-ameli bi’l-hadîsi ve’l-Kur’an

2- el-Buğye

3- Selsebilü’l Mu’in fi’t-Tarâiki’l-Erbain

4- ed-Dürerü’s-Seniyye fi Ahbari’s-Sülaleti’l-İdrisiyye

5- el-Muselselatü’l-Aşera fi’l-Ahadîs

6- el-Menhelu’r-Raviyyu’r-Râik

7- Mukaddimetü Muvatta İmam Malik

8- Şifau’s-sadr[1]

Mürteci’min Önsözü

İslam Ümmetinin İslamiyet’in temel kaynağı olan Kitap ve sünneti gerçek mânâda yaşadığı ve hayatın beraberinde getirdiği yeni problemleri sadece bunlara arz edip ikisinin ekseninde çözdüğü saadet asrı olduğundan kimsenin şüphesi yoktur.

Resulullah (s.a.v.)’în hayriyet ve faziletle vasıfladıgı saadet asrında yaşayan Müslümanlar, sonraki Müslümanlar’a her hususta özellikle de Kur’an ve sünnetle amel etmek bunları her şeyden üstün tutmak, her kim olursa olsun, hiç kimsenin sözlerini rey ve içtihadlarını bunlara tercih etmemek, bilakis muhalif olduğu takdirde reddetmek hususlarında örnek olmuşlardır. Adeta Kitap ve sünnet için bir kalkan mesabesinde olan dine sokulmak üzere olan Saadet asrı Müslümanları dine sokulmak üzere olan bid’atlara karşı koyup uzaklaştırdıkları gibi dinin gövdesi olan Kur’an ve sünneti teslim aldıkları şekilde korumuşlardır. Ve böylelikle dinin tecdidiyetini muhafaza etmişlerdir.

Doğrusu dinde tecdid kavramı bu olsa gerek. Yoksa bazı cahil insanların sandıkları gibi dine sokulmak üzere dinde yeni şeyleri üretmek, eklemek, yeni hükümler ilave etmek değildir. Hülasa dinde tecdit, yemlik ve tazeliğini mastarı olan Allah ve Resulünden tebliğ edildiği şekilde muhafaza etmek bİd’atlardan arındırmaktır.

İşte elimizde olan bu kitabın yazan Şeyh Muhammed b. Ali es-Senûsî (1787-1859) selefleri olan İbn Teymiye (1263-1328), İbn Kayyim el-Cevziyye (1292-1350) İzz bin Abdusselam ve İmam Şevkanî ekolünün bir devamı olarak yapmak istediği budur.

Geçmiş asırlardan günümüze kadar bazı tutucu mutaassıp in­sanların ya da cahil bazı otorite sahibi yöneticilerin İslâm toplu­munda yaydıkları, hatta bazen zorunlu kıldıkları belirli imam ve mezhepleri taklid olayı ve o imamları âdeta bir peygamber konu­munda göstermeleri, her sözlerini körü körüne din olarak kabul etmeleri, Kitab ve sünnetten yüz çevirip tutarsız reye yönelme ve bunun aksini yapanlara işkence, baskı, görevden alma, görev ver­memeye kadar giden baskı olaylarına bir sed koymak ve bu yapıla­nın dinle tamamen zıtlaştığını insanlara açıklamayı hedeflemekte­dir bu kitab.

İslâm ümmetine fikrî, itikadi, siyasî, içtimaî ve kültürel alan­larda birlik ve beraberliği sağlamada büyük katkıda bulunan, hatta en büyük rol oynayan mezhep imamların günümüzde bazı insan­lar tarafından ve tutarsız fikir ve düşünceden kaynaklanan İslâm ümmetinin arasında tefrika ve bölme unsuru haline dönüştürül­düklerini anlatan Şeyh Senûsî, bu yegane imamlardan naklettiği sözleriyle bu garazlı insanların ve tutarsız düşüncelerin yaygarala­rını çürüttüğü gibi, varsa bu imamların kasıtsız olarak yaptıkları hatalardan dolayı onları mazur göstermiştir. Ümmete ve dine sağ­ladıkları yararlardan dolayı da onlara olan takdir borcunu ifade et­miştir. Bazı meselelerde Kitab ve sünnete muhalefet ettikleri gözü­ken hatalarının muhtemel bütün mazeretilerini ilmî bir şekilde okuyucuya sergileyen yazar Şeyh Senûsî, onlara hakaret yapan in­sanları da gösterdiği delil ve sergilediği burhanlarla uyarmış ve sakıdırmıştır.

Şeyh Senûsî, bu kitabında dinî muhafaza ve tecdidiyetini ko­rumakta, en büyük etken olan içtihadın doğru mânâsını ve gerçe­ğini şer’î ölçülerle beyan etmiş, şartlarını sıralamıştır. İctihad kapı­sının kapandığını söyleyenlere karşı geçmişten, yakın tarihden gü­nümüze kadar örnekler sergileyerek bunun aksini ve kıyamete ka­dar içtihadın devam edeceğini savunmuştur. Ayrıca, alimler ara­sında ihtilafın sözkonusu olduğu içtihadın bölünüp bölünmeme olayına geniş yer vererek, bu meselenin mahiyetini açıkladıktan sonra içtihadın bölünmesini söyleyen görüşü kabul etmiştir.

İçtihadın ardından ümmetin Kitab ve Sünnetten uzaklaşma­sında, en büyük sebep görülen taklid olayının gerçeğini de açıkla­yarak körükörüne taklit etmenin dinle hiç bağdaşmadığını ve asla ilim sayılmayan taklidin dinde yeri olmadığını ileri sürmüştür. He­le hele dinî bilgisi olan ve doğrudan Kitab ve sünnete müracaat edebilen, ancak halen başkasını taklid etmekte ve delilleri terketmekte olan alimlere bir hayli yüklenmiştir.

Başından beri, tutarsız olan taklidi sadece dört mezhebe indir­geyenlerin görüşlerini çürüttükten sonra dinde asıl olan ittibayı sa­vunarak, ittibâ ile taklid arasındaki farkı şöyle özetlemiştir. Taklid, şer’î bir delile dayanmayan kimsenin sözlerine din diye uymaktır. İttibâ ise şer’î delil olan Kitab ve sünnete uymaktır. Netice olarak dinde ittibâ caiz taklid ise yasaktır görüşünü ileri sürmüştür.

Daha sonra Şeyh Senûsî, kitabının en ilginç ve günümüzde daha fazla tasavvuf çevrelerinde ve tasavvufi akımlar arasında bariz bir konu olarak gözüken Allah’a ulaşmanın yolları ve Allah dostla­rının mertebelerini konu eden kitabının son bölümünde yer ver­miştir. Bu meselenin gerçeğini ve şer’î ölçülerini okuyucuya aklî ve şer’î burhanlarla açıklayıvermiştir.

Bu konuda keşif ve fetih olayının mahiyetine de değinen Şeyh Senûsî, bunun takva mücahede ve şeriata bağlı kalmanın neticesin­de Allah (c.c.) tarafından bazı kullarına olan bir bağış olduğunu söylemiştir. Keşif ve fethin vahiy, peygamberlik ve yeni bir şeriat mânâsına gelmediğini de ileri süren yazar, keşif ve fetih sahibi olanların Hz. peygamberin şeriatıyla mükellef olduklarını ve on­dan asla kaymadıklarını bize delil ve örnekleriyle açıklamıştır. Ehl-i tarikatın ehl-i hadîs metodunu izlediklerini ileri süren Şeyh Senû­sî, sofinin taklid etmediğini ancak ehl-i hadis gibi sünnete uyduğu­nu açıklamıştır.

Başarı ancak Allah’tandır.

Bİsmillahirrahmanirrahîm

Ehl-i sülukun dayanağı, âlimlerden ehl-i tahkikin sonuncusu, ehl-i hakkın kutbu, arifi billah, önderimiz Seyyid Muhammed bin Ali es-Senûsî, el-Hattabî, el-İdrisî, el-Hasanî şöyle diyor:

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

Deliller güneşinin hakkın uruğunda yayıldığı, Allah’ın nuru­nu söndürmeye çalışanların başarısız kaldıkları, bid’atlarin alevli ateş gibi keskin delillere hedef olduğu, bâtılın ordusunun Hakk’ın ordusuna kitap ve sünnet kılıçları ile yenildiği sürece, insanlara en doğru yolu gösteren Allah’a hamd olsun.

Allah’ın selam ve rahmeti Kur’ân-ı Kerim’i açıklayan Hz. Muhammed’in temiz ailesinin ve hak-hidayet üzere olan, peygamberle mücadele veren, her çeşit problemlerini sadece Kitap-Sünnete arzeden ashab-ı kiramın üzerine olsun.

Rabbim! Bize Hz. Peygamber’in yolunu takib etmeyi nasib eyle ve hak yolunda yürüyebilmek için bize bir nur ve aydınlık bahşet.

Çok kıymetli bir inci ve parlak bir elmas değerinde olan bu kitaba “İkazu’l-Vesenân fi’l-ameli bi’l-hadîsi ve’l-Kur’an” adını verdik. Kitap, üç ana bölümden oluşmaktadır. Giriş, içerik, sonuç.

Giriş: Âlimlerin değerleri.

İçerik: Kitap ve Sünnetle Amel Etmenin Gerekliliği

a- Kitab ve sünnetin delaleti birdir.

b- Kitab ve sünnete uymanın gerekliliğine dair deliller

c- Günümüze kadar hadîsle amel etme hususundaki tartışma­lar

1 – Usûlcülerin tartışması,

2- Hadîsçilerin tartışması,

3- Fukahanın tartışması.

İçtihad:

a- İctihadın tarifi ve mahiyeti

b- Müctehidde bulunması gereken şartlar

c- Nassın bulunduğu bir meselede ictihad edilmez

d- İctihad kapısının kapandığını ve bu hususta icma bulun­duğunu söyleyenlere bir cevap.

Taklit:

a- Hoş görülmeyen taklit

b- Bir kısım âlimlerin taklidi dört imama indirgemeleri

c- İttiba ile taklid arasındaki fark

Sonuç: Allah erlerinin Allah’a kavuşmak için takıp ettiği yollar. [2]

Giriş

Biz Bu Girişte Âlimlerin değerlerini ve her konumda kitab ve sünnete sarıldıklarını açıklamakla birlikte, bazı meselelerde kitap ve sünnete muhalefet etmelerindeki gerekçelerini de beyan edece­ğiz; ve kitap ve sünnete aykırı düşen görüşleri karşısında taraftarla­rına verdikleri buyruklarına geniş yer vereceğiz.

“Rafu’l-melâm ani’l-eimmeti’l-alam” kitabı konuyu şöyle açıklıyor: “Bil ki: Her Müslüman Allah’ı, Resulü Hz. Muhammed’i ve mü’minleri dost edinmelidir. Özellikle de ümmetin itibar ettiği, ortalığı zulmet bürüdüğünde insanlar için birer hidayet meş’alesİ mesabesinde olan, peygamberlere varis olma şerefine ulaşan, kitab ve sünnetle amel eden âlimleri dost edinmelidir.

Çünkü Hz. Muhammed’in peygamber oluşundan bu yana, İs­lâm ümmeti hariç diğer ümmetlerin en şerlileri âlimleridir, İslâm ümmetinin ise âlimleri en seçkinleridir. Çünkü onlar Hz. Peygam­berin ümmetine bıraktıkları halifeleridir. Sünnet onlarla ihya edilir. Kitab onlarla muhafaza edilir ve hakim kılınır. Kur’an onlarla, onlar Kur’an’ın esrarıyla konuşur.

Bu yüzden hiç kimse ümmetçe kabul gören âlimler hakkında, Hz. Muhammed’in sünnetine isteyerek muhalefet ettikleri iddiasında bulunamaz. Çünkü sünnet bu âlimler tarafında muhafaza ve ihya edilmiştir. Sünnete uymanın gerekliliği hususunda ümmet bazında fikir birliğini onlar oluşturmuştur. Hz. Muhammed hariç herkesin sözü alınır ve gereğinde reddedillir. Öğüdünü ümmete onlar vermişken, isteyerek sünnete muhalefet edip kendi görüşleri­ne göre hareket etmeleri mümkün müdür? [3]

Görüşleri Sahih Hadîs İle Çelişen Alimlerin Gerekçeleri

Bu mesele anlaşıldıktan sonra, bu vasıfları taşıyan âlimlerden biri­sinin sahih bir hadîsle çelişen bir görüşü olduğu takdirde, mutlaka onun bir gerekçesi vardır.

Sözleri sahih hadîs ile çelişen âlimlerin gerekçeleri şu on se­bepte toplanmaktadır:

  1. Hadîsin âlime ulaşmaması,
  2. Hadîsin âlime göre sabit olmaması,
  3. Hadîsin âlime göre zayıf olması,
  4. Âlimin hadîsi unutması,
  5. Âlimin hadîsin mânâsını anlamaması,
  6. Âlimce hadîsin muteber bir mânâda olmaması,
  7. Hadîsin, delalet ettiği düşünülen mânâsının, bunun kast edilmediğini gösteren başka bir nassla çelişmesi,
  8. Hadîsin sıhhati için, başkasının şart koşmadığını şart koş­ması,
  9. Hadîsin zafiyetini veya nesh edildiğini gösteren başka bir hadîsle çelişmesi,
  10. Hadîsin müevvel olduğunu gösteren bir nassla çelişmesi.[4]

1. Hadîsin Alîme Ulaşmaması

Sahih hadîs ile çelişen âlimin görüşü genelde hadîsin kendisi­ne ulaşmayışmdan kaynaklanır. Şüphesiz âlim, bu durumda mazurdur; çünkü Allah (c.c.) hiç kimseyi kendisine kavuşmayan bir hadîsle amel etmediğinden dolayı sorgulamaz.

Bu durumda âlim konu hakkında bir âyetin zahir mânâsı, varsa başka bir hadîs ile görüşünü belirtir ve bu görüşünü belirttiği takdirde sözü kendisine ulaşmayan hadîse muvafık olabilmekle birlikte, muhalif de olabilir.

Bütün hadîslerden haberdar olmak hiç kimsenin haddi değil­dir. Çünkü Resulullah (s.a.v.) bir yerde birşeyler söylediğinde, bir hüküm veya fetva verdiğinde ancak yanında hazır bulunan sahabe­ler ona şahit olur ve güçleri oranında başkalarına iletmeye çalışır­lardı. Peygamber (s.a.v.) başka bir yerde başka şeyler söylediğinde, önceki yerden farklı dâvalar hakkında hüküm veya fetva verdiğin­de, bu sefer başka sahabeler orada bulunurdu ve güçleri nisbetinde şahit oldukları sünneti yaymaya çalışırlardı. Böylece bazılarında diğerlerde olmayan sünnet ve bilgi olurdu, ancak sahabenin birbirinden üstünlükleri daha fazla sünneti bilmekle idi.

Hadîsin âlime ulaşmadığı hususunda Resulullah’ın sünnetini ve her çeşit hareketini en iyi bilen dört halifeden örnekler verelim. [5]

1- Ebubekir:

İşte Peygamber (s.a.v.)’den hemen hemen hiç ayrılmayan ge­celeri onunla geçiren, seferlerde sohbetini hiç kaçırmayan ve Resulullah’ın hakkında “Allah’ın bana bildirdiği herşeyi Ebubekir’e bildirdim” dediği Hz. Ebubekir’e, bir nine gelip ölen torununun mi­rasından hakkını isteyince, Hz. Ebubekir kendisine: “Allah’ın kita­bında sana düşen bir pay görmüyorum ve Resulullah’ın sünnetin­de de bildiğim yoktur. Bekle Müslümanlara sorayım” demiştir. Hz. Ebubekir Müslümanlara meseleyi açtığında Muğire b. Şu’be ve Muhammed bin Mesleme, Resulullah’ın nineye “sudûs” (altıda bir) verdiğine şahit olduklarını söylediler, ki Umran b. Hüseyin’in de bu sünnetten haberdar olduğu bildirilmiştir. [6]

2- Ömer Bin Hattab:

Yine sürekli Resulullah (s.a.v.)’le beraber olan, hatta Resulullah’ın her “şuraya çıktım, şuraya gitim, şu yere geldim” dediğinde “Ben, Ebubekir ve Ömer” dîye ifade buyurduğu Ömer:

a- Şöhretine rağmen, istizan sünneti kendisine ulaşmamıştı. Ebu Musa el-Eş’arî ona bu sünneti ulaştırdığında, Ensarîler de bu sünnete şahit olduklarını belirttiler.

b- Hz. Ömer, kadın kocasının diyetine varis olur sünnetim bilmiyordu. Dahhâk b. Süfyan ona Peygamber (s.a.v)’in Eşyem ed-Dababî’nin karışma kocasının diyetinden miras verdiğini yazıyla bildirdiğinde Hz. Ömer, “Bunu öğrenmeseydik başka şekilde hü­küm verirdik” dediği belirlenmiştir.

c- Cizyenin Mecusîlerden de alınacağını belirten Resulullah (s.a.v.)’ın “Onlara ehl-i kitap gibi muamele edin” hadîsi kendisine ulaşmamıştı. Abdurrahman bin Avf ona ulaştırdı.

d- Tâûn vebası ile ilgili Resulullah’ın sünneti kendisine ulaş­mayan Hz. Ömer, Şam seferine çıkıp tâûn vebasının yaşandığı bir bölgeyle karşı karşıya kaldığında, Muhacirleri, Ensarı ve diğer Müslümanları yanma alıp ne yapacakları hakkında onlarla istişare etti. Fakat hiç kimseden cevap alamadı. Ancak hazır bulunmayan Abdurrahman b. Avf sonunda Hz. Ömer’e gelip Resulullah (s.a.v.)’ın “Bir yerde tâûn vebası yaşanıyorsa, oraya girmeyin ve oradakiler de çıkmasmlar” dediğini anlattı.

e- Bir gün İbn Abbas’la sohbet eden Hz. Ömer, Resulullah (s.a.v.)’ın “Namazda şüpheye düşen kişi şüpheyi bırakıp yakîne göre namazını tamamlasın” hadîsinin kendisine ulaşmadığını bil­dirmiştir.

f- Şiddetli bir rüzgar estiği bir zamanda sefere çıkan Hz. Ömer, sahabilere “Resulullah’ın şiddetli rüzgar hakkında sünnetini bilen var mı?” diye sorduğunda, arka saflardan Ebu Hureyre devesiyle koşarak Hz. Ömer’e gelip, Resulullah’ın şiddetli rüzgarın esti­ği zamanda nelerin okunmasını emrettiğini anlattı.

Hz. Ebubekir ve Ömer’in, sünneti kendilerinden daha az bi­len, adları geçen sahabilerden öğrendikleri daha nice hadîs vardır.

Hz. Ömer’in, sünnetin kendisine ulaşmadığı konularda fetva ve hüküm verdiği de olmuştur:

a- Parmakların diyeti hakkında her parmağın sağladığı fayda­ya göre hüküm vermiştir. Fakat yanında bulunan Ebu Musa el-Eş’arî ve İbn Abbas, kendisine Resulullah (s.a.v.)’in baş ve serçe parmaklarına işaret ederek buyurduğu: “Bu ikisinin diyeti aynıdır” hadîsini söylediklerinde verdiği hükümden vazgeçmiştir.

b- Hz. Âişe’nin “Ben ResuluIlah’a daha ihramını giymezden ve Kabe’yi tavaf etmezden önce koku sürdüm” sözleri kendilerine ulaşmayan Hz. Ömer, oğlu Abdullah ve başka ilim sahipleri ih­ramdan önce ve şeytan taşlama ile ifaza tavafı arasında koku sür­meyi menederlerdi.

c- Mest üzerine meshetmenin zamanını sınırlayan hadîslerin, çok ve sahih olmalarına rağmen, kendilerine ulaşmadığı Hz. Ömer ve ona uyan bazı selef âlimleri meshin süresiz olduğu görüşünde idiler. [7]

3- Osman Bin Affan:

a- Osman bin Affan; kocası ölen kadının iddetini kocasının evinde geçirmesini gerektiren sünneti, Furaya binti Malik’in Resu­lullah (s.a.v.)’in kendisine söylediği “İddetin tamamlanana kadar evinde dur” hadîsini bilmiyordu.

b- Hz. Osman ihramdayken kendisine bir hayvanın eti hediye edilince, eti yemeye azmettii. Bunu gören Hz. Ali ona, ihramday­ken Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendisine hediye edilen eti reddetti­ğini söyleyince, Hz. Osman eti yemekten vazgeçti. [8]

4- Ali b. Ebi Talib:

Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)’den bir söz işittiğimde Allah (c.c.)’ın dilediği şekilde ondan faydalanırım. Birileri bana Resulullah’ın bir sözünü naklettiğinde, ondan yemin etmesini isterim. Yemin ettiğinde ona inanırım.”

Hz. Ali’ye de çok hadîslerin ulaşmadığı tesbit edilmiştir.

a- Hamile iken kocası ölen Sabiate el-Eslemiyye hakkında Peygamber (s.a.v.)’in “İddeti doğum yapana kadardır” hadîsi ken­dilerine ulaşmayan Ali, İbn Abbas ve başkaları, kocası ölen hamile kadın hakkında eceleynin (kocası ölen kadının iddeti ve hamilelik iddeti) en uzunu beklemesine fetva vermişlerdir. Yalnız hadîs ken­dilerine ulaştığında artık ona göre fetva verdikleri nakledilmiştir.

b- Hz. Ali, Zeyd ve İbn Ömer, nikah akdinde mehir isteme­yen kadın, kocasının ölümünden sonra mirasından mehir hak et­mez demişlerdir. Fakat bu hususta Biru binti Vasık hakkında Re­sulullah’ın sünneti kendilerine ulaştığında bu görüşlerinden vaz­geçtiler.

Bu konu çok geniş bir konudur. Sahabilerden örnekler çok­tur. Diğer âlimlerden örnekler ise sayılmayacak kadar boldur. Üm­metin bilgini, muttaki, fakih ve hayırlısı olan sahabenin durumu böyledir. Resulullah’ın dört halifesi için durum bu iken, sahabeden asırlar sonra gelen âlimlere sünnetin ulaşmaması, pekâlâ müm­kündür; açıklamasına ve örnekler verilmesine hiç de ihtiyaç yok­tur.

Bütün sahih hadîslerin her âlîme veya belirli birisine ulaştığı kanısında olanlar yanıldıklarını bilmelidirler.

Burada konuyla ilgili dikkat edilmesi gereken iki önemli me­seleye yer vermekte yarar vardır:

a- Sünnet, cem ve tedvin edildikten sonra bazı hadîslerden habersiz olma ihtimali uzaktır denilmez. Çünkü sünnet ancak mezheb imamlarından sonra tedvin edildi. İkinci bir hususta hadisleri bazı belli kitaplara indirgemenin zaten doğru olmadığıdır. Bunu kabul ettiğimiz takdirde, âlimin kitaplardaki bütün bilgilere vakıf olmasının imkan dışı olduğunu anlarız. Hem, kişide çok ki­tapların bulunması, o kitaplardaki bütün bilgilere sahip olması da demek değildir.

Sünnet tedvin edilmezden önce yaşayan âlimler, tedvininden sonraki âlimlerden daha çok hadîs bilirlerdi. Çünkü onlara sahih olarak ulaşan çok hadîsler, sonrakilere ancak meçhullerden veya senedi kesik olarak ulaşmıştır veya hiç ulaşmamıştır. Sünnet yazıl­madan önceki âlimlerin kitapları, elimizdeki kitaplarda mevcut hadîslerin kat kat fazlasını içeren kalbleri idi.

b- Resulullah’ın bütün hadîslerini bilmeyen müctehid olamaz denilmemelidir. Çünkü ictihad için Resulullah’ın ahkâmla ilgili bütün fiilî ve kavli sünnetinde vukufiyeti şart koşarsak, müctehid derecesine ulaşacak kimseyi bulamayız. Ancak müctehîdin bu ha­dîslerin çoğunu bilmesi gereklidir.

Bu durumda müctehidin bilemeyeceği bazı hadîsler olacaktır ve kendisine ulaşmayan bazı hadîslere muhalif görüşü de olacaktır. Fakat dediğimiz gibi, o mazurdur. [9]

Hadîsin Âlime Göre Sabit Olmaması

Hadîsin âlime göre sabit olmaması hadîsin muzdarib ya da munkatı’, ya da senedinde bir illetin olmasından kaynaklanır. Aynı ha­dîs başka bir âlime tam tersine sahih bir senetle ulaşmış olabilir. Bu durumda hadîsin sıhhati mutabaat ve şevahitle bilinir. Bu yüz­den sadece bu konu hakkında nice eserler yazılmıştır.

Bu durum daha ziyade, sahabeden sonraki devirlerde görül­mektedir. Birinci asırda ise, böylesi durumlara çok nadir rastlanır.

Hadîsler bütün islâm bölgelerine yayılırken bazı âlimlere ço­ğu zaman zayıf senedlerle ulaşırken, başkalarına sahih senetle ula­şıyordu. Bundan dolayı hadîs, bu ikincisi açıdan hüccet sayılıyordu. Bu yüzden çok sayıda âlim hadîsle amel etmeyi sıhhatine bağ­lamışlardır. [10]

3. Hadîsin Âlim Tarafından Zayıf Sayılması

Alimin hadîsi zayıf sayması, sözkonusu hadîsin diğer senedlerine bakmamasından kaynaklanır. Bunun da hadîs usûlü ilminde çok sayıda nedenleri vardır. [11]

4. Hadîsin Sıhhati İçin Başkasının Şart Koşmadığını Şart Koşması

Bunun birkaç örneği vardır.

a- Bir grup âlim, sadece bir adilin rivayet ettiği hadîsin sıhhati için, hadîsin kitab ve sünnetle çelişmemesini şart koşmuştur.

b- Fıkıh usulü âlimleri, kıyas ile çelişen hadîsin sıhhati için, bir fakihin o hadîsi rivayet etmesini şart koşmuştur.

c- Umumun mübtela olduğu olay hakkında varid olan hadî­sin sıhhati için çok değişik bölgelere yayılmış olması şart koşul­muştur. [12]

5. Alimin Hadîsi Unutmuş Olması

Bu gerekçe, hadîs için geçerli olduğu gibi Kur’an için de ge­çerlidir. Bunun sahabeden nice örnekleri vardır.

a- Hz. Ömer: “Seferde cünüb olup yıkanmak için su bulama­yan kişi ne yapar?” sorusuna “Suyu buluncaya kadar namaz kılma­yacaktır” şeklinde cevap verdi. Bunu duyan Hz. Ammar; başların­dan geçen bir olayı hatırlatarak Hz. Ömer’e şöyle dedi: “Bir yolcu­lukta ikimiz cünüb olduk, ben hayvanın toz-toprakta debelendiği gibi toprakta debelendim ve namaz kıldım, sen ise namaz kılma­dın? Ben bu olayı Resulullah’a anlattığımda Resulullah her iki elini yere vurdu. Ellerini ve yüzünü meshetti. Sonra, ‘Sadece bunu yap­saydın yeterdi’ dedi.” Hz. Ömer: “Allah’tan kork ey Ammar!” diye cevap verince, Ammar: “Dilersen bunu bir kez daha anlatmam” şeklînde karşılık verdi.

Hz. Ömer: “Hayır, üstlendiğin bu sünneti sana bırakıyoruz. Bu Ömer’in şahit olduğu, sonra da unuttuğundan dolayı aksine fetva verdiği bir sünnettir, bu sünnet kendisine hatırlatıldığında hatırlayamadı ve yalanlamadı da” tarzında cevapta bulundu.

b- Hz. Ömer bir hutbesinde kadınların velilerini yüksek mik­tarda mehir istemeden men edince, arka saflardan bir kadın “Eşle­rinizden birisine bir yük altın vermiş olsanız bile ondan birşey al­mayın”[13] âyetini Ömer’e hatırlattı. Bu yüzden Ömer söy­lediği sözünden vazgeçti. Ömer bu âyeti ezberlemiş olmasına rağ­men hatırlayamamıştı.

c- Cemel vak’asında Hz. Ali, Hz. Zübeyr’e Resulullah (s.a.v.)’ın kendilerine söylediği birşeyi hatırlatınca Hz. Zübeyr ha­tırladı ve Hz. Ali ile savaşmaktan vazgeçti. [14]

6. Alimin Hadîs Mânâsını Anlayamaması

Bazen âlim, hadîsin neye delalet ettiğini fark edemeyebilir. Bunun da birkaç sebebi vardır:

a- Hadîsin, farklı mânâlarda kullanılan bazı kelimeleri içer­mesi, örneğin Arapların farklı mânâlarda kullandıkları “muhakala,” “muhabere” ve benzeri kelimeler.

b- Sözkonusu kelimenin, âlimin lehçesinde veya örfünde, Resulullah’ın lehçe ve örfündeki mânâda olmaması dolayısıyla âlim, kelimenin Resulullah (s.a.v.)’ın lehçe ve örfündeki mânâsını bil­mediği takdirde kelimeye kendi lehçe ve örfündeki mânâyı yükler. Meselâ bazı âlimler hurma veya üzüm şırası mânâsında olan “nebiz”in ruhsatı hakkında varid olan hadîsleri sarhoş edici diğer şa­rap çeşitlerine de indirerek helal kılmışlardır. Oysa Peygamber (s.a.v.)’ın örfünde bazı hadîslerde açıklandığı gibi “nebiz” daha ol­gunlaşmadan suyu güzelleşsin diye bekletilen hurma veya üzüm suyuna denilir. Yani daha sarhoş edici hale gelmezden evvel. Ve iç­ki mânâsında olan “hamr” kelimesini, özellikle olgunlaşmış üzüm suyu olarak tanımlamışlardır. Oysa çok sayıda sahih hadîslerde “hamr” her sarhoş edici şarap olarak tanımlanmıştır.

c- Hadîsin, “müşterek” veya “mücmel” veya “hakikî ile meca­zî” mânâsını taşıyan kelimeleri içermesi. Bu durumda âlim, keli­meyi en yakın mânâsına hamleder. Oysa maksat kelimenin diğer mânâsıdır. Örneğin bazı sahabiler Bakara sûresinde geçen “el-haytu’l-ebyedu mine’l-hayti’l-esvedi” kelimelerini, ilkin hakikî mânâsı olan beyaz ve siyah ip şeklinde anladılar. Oysa maksat mecazî mâ­nâsı olan gecenin karanlığı ve fecrin aydınlığıdır.

Bazı sahabiler de “Ellerinizi ve yüzünüzü mesnediniz” me­alindeki âyette geçen “el” mânâsmdaki “yed” kelimesini parmak­lardan omuzlara kadar anladılar. Oysa maksat, parmaklardan dir­seklere kadardır.

d- Hadîste kapalı mânâ veren sözlerin yeralması. Şüphesiz sözler ifade yönüyle çok farklı şekillere sahiptir. İnsanlar da Allah’ın kendilerine verdiği anlama kabiliyeti hasebiyle, sözlerin mâ­nâsını kavramakta birbirlerinden farklıdırlar. Bu yüzden bir ibare­deki maksat, ibarenin siyakından anlaşılıyorsa, bazı âlimler bunu fark edemeyebilir veya unutur. Bazen de âlim yanılarak ibareye Arap dilinin hiç kabullenemeyeceği bir anlamı yükler. [15]

7. Hadîsin Muteber Bir Mânâyı Vermemesi

Alimin, hadîsin mânâsını anlamaması burada sözkonusu de­ğildir. Ancak sözkonusu olan doğru veya yanlış görüşte olması bir yana âlime göre hadîsin muteber bir mânâyı taşımamasıdır. Mese­lâ “mefhum-u muhalife” ve “tahsis edilmiş âmm”ın hüccet olma­dığı kanısında olması, ya da âlimin “âmm” bir kelimeyi sebebine indirgemesi, ya da “mutlak emr”in fevriyeti (anında olması) veya vücubiyeti ifade etmediği ve “lam”la muarraf kelimenin veya “muktazi”nin umumiyeti ifade etmediği kanısında olması. [16]

8. Alimin, Hadîsin Delalet Ettiği Düşünülen Manasının, Bunu Kast Edilmediğini Gösteren Başka Bir Hadîsle Çeliştiği Kanısında Olması

Örneğin “âmm” bir hadîsin “hâs” bir hadîsle, “mutlak” bir hadîsin “mukayyed” bir hadîsle “emr”in vucubiyetini reddeden bir “nas” ile ve hakikî mânâyı ifade eden bir hadîsin mecazî mânâsını gösteren başka bir hadîsle çelişmesi, lafızların delaleti birbirleriyle çelişmesi ve bir delaleti diğerine tercih etme konusu çok geniş bir konudur. Burada tafsilatına giremiyoruz. [17]

9. Ve 10. Hadîsin, Nesh Edildiğini Yahut Zayıf Ve Müevvel Olduğunu Gösteren Başka Bir Nass İle Çelişmesi

Alim, nesh edilmeye, zayıf ve müevvel olmaya maruz olan ha­dîsleri araştırırken, yanlış neticelere varabilir. Örneğin nesh mese­lesinde birbirleriyle çelişen iki hadîsin hangisinin önce ve hangisi­nin sonra söylendiği hususunda önce söylenenin sonra söylendiği zannedildiği takdirde, nasih hadîsi mensuh olarak alması; müevvel bir lafza kabullenemeyeceği bir mânâyı yanılarak yükleyebilmesi; birbirleri ile çelişen, sened veya metin açısında aynı güçte olmayan nasslardan birisini diğerine tercih ederken, râcihi mercuh şeklinde alması…

Aynı yanılma bir meselede icmanın bulunduğu iddiası için de sözkonusudur. Çünkü icma iddiası genelde verilen hüküm hak­kında muhalif görüşün bilinmemesinden ibarettir. Bu yüzden be­lirgin bazı âlimler bir mesele hakkında muhalif görüşte olan kim­seyi bilmedikleri zaman o meselede icma vardır demeyi âdet edin­mişlerdir. Bilmedikleri bir konu hakkında icmanın varsayımı ne­deniyle görüş belirtmekten kaçınmışlardır. Görüş belirttikleri tak­dirde hep ihtiyatlı davranarak şöyle diyorlardı: “Şayet meselede ic­ma varsa, doğrusu ben ona uyarım, icma olmadığı takdirde benim görüşüm budur” Örneğin:

a- Bazı âlimler “Kölenin şehadetini kabul eden kimseyi bilmi­yoruz” demişlerdir. Oysa, Alî, Enes ve Şurayh’ten “Kölenin şehadeti kabul olunur” şeklinde ifade olunan rivayetler bizce sabittir.

b- Bir grup âlim, “Mubaad olan köle (bir kısmı hür, diğer kıs­mı köle) varis olmaz hükmü hakkında icma vardır” naklinde bu­lunmuşlardır. Oysa Alî ve İbn Mes’ud’dan “Mubaad köle varis olur” şeklinde rivayetler tesbit edilmiştir.

Bu durumun nedenini şöyle açıklayabiliriz: O devirlerde âlim ancak yaşadığı bölgede bulunan müctehidlerin görüşlerinden ha­berdar olabilirdi. Ayrıca son devir âlimlerin bir kısmı sadece Medi­ne veya Kûfe’de yaşayan âlimlerin ya da mezhep âlimlerinden iki veya üçünün görüşüyle yetinerek icmayı iddia ederlerdi. Bu yüz­den diğer görüşleri icma dışına bırakırlardı. Kulaklarına her ne ka­dar muhalif hadîsler geldiyse de delillerin en güçlüsü olan temaya muhalefet etme korkusuyla kabul etmekte güçlük çekerlerdi.

İşte bazı hadîsleri terk ederken çoğu insanların gerekçeleri bu­dur. Fakat bir kısım insanlar gerçekten mazurdurlar. Diğer bir kıs­mı ise bir açıdan mazur, başka açıdan mazur değiller. Çünkü ba­zen âlîmin sahih hadîse muhalefeti gerçek muhalefet sayılmaz. Ör­neğin bazı Küfe âlimleri zahiri umum olan âyetlerle amel edip ha­dîsi bırakmışlardır. Çünkü zahiri umum olan âyet hadîsten daha güçlüdür. Bu yüzden âyeti tercih etmişlerdir.

Ayrıca nasslar, delalet açısından çok yönlü olduğu için, âlim delaleti zahir olmayan bir nassı bazan zahir olarak algılar. Örneğin, davacının şahit getirmesi ile birlikte yemin de etmesi hususunda varid olan hadîsleri reddetmişler ve bu husustaki âyetleri zahir ola­rak kabul etmişler. Oysa başka âlimler, “Kur’an-ı Kerim’de davacı­nın şahit getirmesiyle birlikte yemin etmesini men eden birşey yoktur ve olduğu takdirde de sünnet onu açıklar” şeklinde görüşle­rini açıklamışlardır. “Sünnetin Kur’an’ı açıklaması” kaidesiyle ilgili İmam Şafiî’nin malum sözleri vardır, İmam Ahmed de sünnetin açıklamasına gerek duymadan, Kur’an-i Kerim’in zahiri ile yetinir diyenlere reddiye olarak meşhur risalesini yazmıştır. Âyetin umu­munu tahsis, mutlakını takyid eden ya da ziyade getiren hadîsleri reddetmek bunun birkaç örneğidir.

Ayrıca Medine âlimlerinden bîr grup, Medine halkının icmaı ile çelişen sahih hadîsi terk edip, kendilerince sahih hadîsten daha güçlü olan Medine halkının icmaı ile amel etmişlerdir ve “Hiyâru’I-meclis” ile ilgili hadîsleri hüccet olarak almamışlardır. Oysa Medine halkının da bu meselede ihtilaf ettikleri belirlenmiştir. Bu­na benzer durumlarda, Medine halkı bir mesele hakkında icma et­mişse ve başkaları onların icmaına muhalefet etmişlerse, bizim için hüccet olarak kabul olunacak tek delil sünnettir.

Bir grup Küfe âlimi “kıyas-ı celi” ile amel ederek “küllî kaide­leri” etkilemeyen hadîslere muhalefet etmişlerdir. Ve bazı âlimlerin hadîse muhalefet etmelerinin daha nice gerekçeleri vardır. Çünkü âlim bizim fark etmediğimiz başka bir delile dayanarak hadîse mu­halefet etmiş olabilir. Kaldı ki âlim bazen delilini göstermiyor; gös­terdiğinden, bize ulaşmıyor; ulaştığında doğruluk veya yanlışlığı bir yana, istidlal yerini idrak edemiyor olabiliriz. Ancak konu hak­kında sahih hadîs varken, yanında bu hadîsi reddedecek bir hücce­ti var ihtimaline dayanarak, bir âlimin sıradan bir sözüne yönel­mek asla doğru olmaz. Çünkü şer’î deliller, âlimlerin görüşleri ha­taya maruz olduğu şekilde bir hataya maruz değildir. Şer’î delil bü­tün insanlar için hüccettir; âlimin görüşü ise öyle değil… Şer’î de­liller birbiri ile çelişmediği sürece yanlış olması akıl dışıdır. Oysa âlimin görüşü hataya daima maruzdur. Hadîs var iken âlimin gö­rüşünü alacak isek, delillerin bir mânâsı olmaz. Neticeden maksa­dımız olan şu gerçeğe değinmemiz lazım: âlim, hadisin birine mu­halefet edildiği zaman şüphesiz onun geçerli bir mazereti vardır. Ancak o hadîsin sıhhati bize açıklandığında, âlimin görüşünü bıra­kıp hadîse yöneldiğimizde biz de mazeretliyiz ve gerekçemiz vardır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar geçmiş birer üm­mettir, kazandıkları kendilerine, kazandıklarınız da sîzedir. Onla­rın yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz.” [18] “Eğer birşeyde çekişirseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız, onun durumunu Allah’a ve Resulüne bırakın” [19]

Hiç kimsenin Resulullah’ın hadisine muhalefet edip herhangi bir âlime uyması asla doğru olmaz. İbn Abbas, kendisine soru so­ran birisine hadis ile cevap verdiğinde soru soran: “Ebubekir ve Ömer başka şekilde demişlerdir” deyince, İbn Abbas “Neredeyse gökten başınıza taşlar yağacaktır. Ben ‘Resulullah (s.a.v.) buyurdu’ diyorum, siz ‘Ebubekir ve Ömer şöyle dediler’ diyorsunuz” dîye cevap verdi.

Bu sıraladığımız gerekçelerden birisine dayanarak sahih hadî­se muhalefet eden âlimler için “Allah’ın helal kıldığını haram, ha­ram kıldığını helal kıldılar veya Allah’ın dini ile amel etmediler ve­ya falan iş imübah kılan âlîm ve ona uyanlar, şu veya bu âyetin tehdidi kapsamına girerler” diye söylemek ve bu inançta olmak apaçık bir yanlışlıktır ve neredeyse ümmet bu gerçek üzere icma etmiştir. Fakat Mûrisî ve benzeri bazı Bağdat Mu’tezilîleri, müctehidin hatası üzere cezalandırılacağı inancına sahip çıkmışlardır. Oysa bir kimsenin hatasından dolayı bir tehdidin kapsamma gir­mesi, onun o şeyin haram oluşuna cezayı engelleyen sebeplerin ol­mamasına ve öğrenme imkanına sahip olmasına bağlıdır. Bu yüz­den helallığına dair hiçbir serî delile dayanmadan haddi gerektiren birşeyi bilmeyerek işleyene had uygulanmaz ve mazur sayılır; hadîs kendisine ulaşmayan ve şer’î bir delile dayanmış olan kimsenin ha­tasından dolayı mazur olması daha evladır. Bu nedenle âlim içtiha­dı üzere mükafatlanır ve övülür. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Davud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken biz onların hükmüne şahittik. Da­vud’a bu meselenin hükmünü anlatmıştık. Her birine hüküm ve ilim verdik”[20] Cenab-ı Allah’ın bu âyetle ilk başta sadece Hz. Süleyman’ı “anlamak”la övdükten sonra, Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ı bilgi ve hikmetle övmesi bu gerçeğe bir işarettir.

Buhari ve Müslim, Amr bin el-Âs’tan Resulullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: “Alim ictihad eder de doğruyu bulursa, Allah katında onun için iki ecir vardır. Âlim ictihadında hata ederse onun için bir ecir vardır.” Şüphesiz bu, ictihaddaki ha­tanın affedildiği demektir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “O dinde sizin için zorluk kılmamiştir” [21] “Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.” [22] Resulullah (s.a.v.), Beni Kurayza savaşında sahabîlere: “Beni Kurayza’ya ulaşıncaya kadar ikindi namazı kılmayın” dediğinde, sahabilerden bir kısmı “hitabın umumuna” dayanarak vaktinden çıksa bile namazın kılınamayacağı ictihadına vardılar. Diğer kısmı ise “hitabı umumundan” çıkartarak, maksat acele edip bîr an evvel orada olmaktır, ictihadına vardılar ve namazlarını yolda kıldılar. Resulullah (s.a.v.)’e bu olay anlatıldığında, kimseyi, niye böyle yaptın, diyerek kınamadı. Bu olay meşhur “umumu kıyasa tahsis etme” kaidesinin kapsamına giriyor.

Hz. Bilal, iyi hurmadan bir sa’ı, düşük iki sa’a değiştirdiğinde, Peygamber (s.a.v.) ona hurmaları sahibine geri vermesini emretti ve Resululiah (s.a.v.) Bilal’e faiz yiyenlere yönelik tehdit ve lanetle­ri yüklemedi. Çünkü Bilal, bunun faiz olduğunu bilmiyordu.

Adiyy bin Hatem ve bazı sahabiler Bakara sûresinde “el-haytu’l-ebyadu mine’l-hayti’l-esvedi” âyetindeki “hayt” kelimesini normal siyah ve beyaz ip olarak anladıklarından, Peygamber (s.a.v.) Adiyy bin Hatem’e “O ancak gecenin karanlığı, fecrin ay­dınlığıdır” diye açıkladıktan sonra kafasının kalın olduğuna işaret ederek “Öyleyse yastığın çok geniştir” diye latifede bulundu ve ictihadlarından dolayı, Adiyy ve arkadaşlarına Ramazan’da orucunu bozanlara yapılan zemmi yüklemedi -ki Ramazan’da orucu boz­mak büyük günahlardan sayılır-.

Yalnız soğuk havada kafasından yaralı bir cünüb hakkında yı­kanması vaciptir diye fetva verenler ise, bu yükümlülüğün altına girdiler ve Resululah (s.a.v.) onlar için “Onu katlettiler. Allah onla­rı katletsin. Bilmediklerinde bilenlere neden sormadılar? Cehaletin şifası ancak sormak iledir” dedi. Çünkü onlar ilim ehli olmadıkları halde fetva vermişler, dolayısı ile hataları ictihaddan kaynaklanma­mıştır.

Katlı haram olduğu halde “La ilahe İllallah” diyen kişiyi öl­dürmesi ile Usame (r.a.) hiçbir şeyle yargılanmadı. Çünkü Usame, İslâm’ı kabul etmediği, ancak korkusundan kelime-i şehadet getir­diği içtihadına vararak öldürmenin helal olduğu inancında idi.

Selef ve fukahadan cumhur, öldürme ve savaşmaları haram olduğu halde, yalnız geçerli bir te’vile dayanarak bagilerin döktük­leri ehl-i hakkın kanlarına karşı kısas veya diyet veya kefaret ile muhatap olmadıkları hükmü üzere ittifak etmiştir. Biraz önce, ki­şinin bir tehdit kapsamına girmesi için onun o şeyin haram oldu­ğunu bilmesini şart koşmuştuk. Fakat bu şart herşey için geçerli değildir. Örneğin toplumda haramlığı yaygınlaşmış, yerleşmiş şey­ler bu şartın kapsamına girmez. Allah’ın vaad ettiği mükafat da ge­nel değildir. Ancak halis niyet ve amelleri bozan “riddet”in hasıl olmayışına bağlıdır. Tevbe, istiğfar, kötülükleri gideren iyilik, sada­ka, dünya belaları, musibetler, şefaat ve Allah’ın rahmeti bütün bunlar kişinin tehdit kapsamına girmesine birer engeldir. Bu en­geller ancak devenin sahibinden kaçtığı gibi Allah’tan kaçanlar için geçerli olmayabilir ve onlar tehdidin kapsamına girer. Tehditi şu iş bu cezaya sebep olur demektir. Birşey hakkındaki tehdit o şeyin ol­masını gerektiriyor, ama haram işleyen kişinin illâ ki belirlenen ce­zayla cezalandırılacağı ise şüphesiz bâtıldır. Çünkü, biraz önce belîrtiğimiz gibi, o ceza ile cezalandırılması bazı şartların bulunması­na ve engellerin olmamasına bağlıdır. [23]

Hadisin Terki

A- Caiz Terk

Alimin kendisine ulaşmayan bir hadîs ile amel etmemesinden sorumlu olmadığı hususu üzerinde bütün Müslümanlar ittifak et­mişlerdir. Çünkü kendisine hadîs ulaşmamıştır. Bilmediği birşeyle nasıl amel eder. Fetva veya hükmünü öğrenmeye son derece özen gösteren, hadîsi aramakta hiç ihmal etmeyen âlim kendisine ulaş­mayan hadîsle amel etmemenin akıbetinden sorumlu değildir. Hiçbir Müslümanın bu gerçekte kuşkusu yoktur. [24]

B- Caiz Olmayan Terk

Terki caiz olmayan hadîse muhalefet etmek, neredeyse mez­hep imamları için sözkonusu değildir. Fakat bazı müctehid âlimle­rin bir meselenin hükmünü idrak edip etmemesinden, her ne ka­dar bir mesele hakkında bir bakış sahibi olup ictihad etmiş olsa da, gereksiz yerde hükmünü anlatmasından, istidlal ederken yanılma­sından, bir delile dayandığı halde daha meseleyi sonuna kadar araştırmadan hükmünü açıklamasından, bir gelenek veya amaç et­kisinde kalmasından, ve konu hakkında araştırmasını tamamlama­masından korkulur. Ve âlim her ne kadar ictihad ederek bir mese­lenin hükmüne varmış olsa da, içtihadın net sonucu bazan kendi­sine açık gözükmez. Bu yüzden âlimler, muteber olmama korkusu nedeniyle böylesi ictihadlardan sakınmışlardır. İşte bu tür hatalar­dan kaynaklanan yanlış ictihadlar müctehîdi günaha sokar. Ancak, biraz önce belirttiğimiz gibi, günahın vebalini tevbe etmeyen çeker ve zikri geçen sebeplerle affedilir.

Fakat heva ve hevesine yenilip bâtılı savunanlar, hiçbir delile dayanmadan bir sözün doğruluk veya yanlışlığını kesin olarak id­dia edenler ise cehennem ateşinde yanacaklardır. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kadılar üçtür; ikisi cehennemlik, birisi cennetliktir; hakkı bilip, hak ile hüküm veren cennetliktir, bilme­diği halde hüküm veren ve hakkı bildiği halde bâtıl ile hüküm ve­ren cehennemliktir.” Fetva veren müftüler de bu hadîsin kapsamı­na dahildir. Ümmetçe kabul gören bazı temayüz etmiş âlimlerden böylesi hataların vukuu durumunda -ki bu çok uzak olmuş da değildir-, mutlaka bu günahı silecek, saydığımız sebeplerden biri­si vardır ve bu hatalar âlimin değerini asla zedelemez. Biz onların masum olduklarını savunmuyoruz bilakis günahlara maruz olduk­ları inancındayız. Fakat bununla birlikte Allah katında yüksek de­recelerde olmalarını umuyoruz. Çünkü Allah (c.c.) muvaffak kıldı­ğı salih ameller ve doğru ahvaller onlara bir miad tanımıştır ve on­ların sahabeden daha yüksek derecede olduklarını da söylemiyo­ruz.

Bu bakışımız, öncelikle sahabe arasında vuku bulan savaş, kan davaları, ictihad ve fetvalar için geçerlidir. Sahabe, tabiîn, tebe-i ta­biîn ve dört mezhep imamlarının insanları sahih hadîse muhalefet etmekten sakındırmaları, her kimin görüşü olursa olsun, onu bıra­kıp sahih hadîsle amel etmenin gerekliliğini savunmaları, bizim bu söylediklerimizi çok açık bir şekilde destekliyor, işte sözlerinden birkaç örnek:

a- Said b. Cübeyr’in şöyle dediği rivayet olunur: “İbn Abbas, Resulullah’ın (s.a.v.) haccı temettu’ şeklinde (yani önce umreye ni­yet edip, sonra hacca niyet ederek) eda ettiğini söyleyince Urve (r.a.) kendisine Ebubekir ve Ömer’in bunu menettiklerini hatırlat­tı. İbn Abbas, buna karşı Urve’ye şu cevabı verdi: ‘Neredeyse bun­lar helak olacaklardır. Ben Resulullah şöyle buyurdu diyorum, on­lar ise Ebubekir ve Ömer şöyle buyurdu diyorlar.'” Başka bir riva­yette İbni Abbas’ın “Neredeyse başlarına gökten taşlar yağacaktır” dediği belirlenmiştir.

b- Ebu Derda etrafındaki insanlara “Muaviye’nin hakkından kim gelir. Ben ona Resulullah’ın hadîsini anlatıyorum, o ise kendi görüşünü bana anlatmaya kalkışıyor” dedi. Sonra Muaviye’ye yö­nelerek “içinde bulunduğun bölgede duramayacağım” şeklinde ifadede bulundu. Mağrib (Fas) muhaddisî Hafız İbn Abdilber ki­taplarında bu rivayetleri sahih senetlerle nakletmiştir. Kısaltmak için burada o senetlere yer vermedik.

d- Hanefî kitaplarından “Ravdetu’l-ulûmu’z-zendüsiyyeti” şunu nakletmektedir: “Allah’ın kitabı ile çelişen bir sözüne rastla­dığımızda ne yapalım diye Ebu Hanife’ye soruldu, İmam Ebu Hanife ‘Sözümü bırakın, Allah’ın kitabına sarılın’ dedi. Ya Resulul­lah’ın sünneti ile çelişen bir sözüne rastladığımızda ne yapalım, so­rusuna cevaben İmam Ebu Hanife, ‘Resulullah’ın sünnetine sanrılın’ diye cevap verdi. Sahabenin sözleri ile çelişen bir sözünle rast­ladığımızda ne yapalım, sorusuna da şu cevabı verdi. ‘Sözümü bı­rakın sahabenin sözlerine sarılın.”

İbrahim bin Yusuf, Züfer bin Huzeyl, Ebu Yusuf, Afiye bin Yezid ve başkaları Ebu Hanife’nin şöyle dediğini rivayet etmişler­dir: “Neye dayanarak söylediğimizi bilmeden sözlerimiz ile fetva vermek, hiç kimse için caiz değildir.”

İmam Şafiî, Ebu Hanife Sammak bin el-Fazl’dan şu olayı bize nakletmiştir: “Sammak bin el-Fazl İbn Ebu Zi’b Makbarî’den, o da Ebu Şureyh el-Kabî’den fetih senesinde Resulullah’ın şöyle buyur­duğunu bana söyledi: ‘Bir kimsesi öldürülen kişi için iki seçenek vardır. Dilerse kan bedelini alır, dilerse kısası ister.’ Sammak bin Ebu’l-Fazl İbn Ebu’z-Zib’e ‘Bu hadîsi delil olarak alıyor musun, Ey Ebu’l-Haris?’ diye sorduğumda, İbn Ebu’z-Zi’b, her iki eliyle göğ­süme vurdu, son nefese kadar bağırıp biraz beni incitti ve şöyle de­di: ‘Ben sana Resulullah’ın hadîsini anlatıyorum. Sen ise bana bu hadîsi delil olarak alıyor musun’ diye soruyorsun. Evet ben bu ha­dîsi delil olarak alıyorum. Benim ve bunu işiten herkesin yapması gereken de budur. Allah (c.c.) Hz. Muhammed’i (s.a.v,) insanlardan seçti, onları onunla yola getirdi, insanlar için sözlerini daya­nak kıldı ve herkese ancak ona uymasını gerekli kıldı.’ Sammak bin el-Fazl İbn Ebu’z-Zi’b’ten susmasını temenni edinceye kadar sus­madı.”

İmam Malik’ten şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Ben ancak bir beşerim, doğruyu söyler, hata da ederim. Sözlerime bakınız. Kitab ve sünnete muvafık olanı alınız, muhalif olanı bırakınız.”

İsa bin Kasım, İmam Malik’in şöyle buyurduğunu söylüyor: “Her ne kadar fazilet sahibi olsa da, bir insanın söylediği her sözü­ne uyulmaz, Allah (c.c.) “Onlar ki işittikleri sözün en iyisine uyuyorlar’ buyuruyor.”

Sahnun İbn Vehb’in şöyle dediği naklolunmuştur: “Malik b. Enes, bana çok meselelere dalmaya karşı olduğunu anlatırken, ‘Ey Abdullah, bildiğin şeyleri anlat ve insanlara öğret. Bilmediğinde de sus sakın insanlara yanlış hükümleri yükleme” dedi.

Malik bin Enes’e bir adam gelip bir meselenin hükmünü öğ­renmek istedi, İmam Malik, ona Resulullah’ın mesele hakkındaki hadîsini anlattı. Adam İmam Malik’e “ya senin görüşün nedir?” diye sorunca Malik, şu âyeti okudu: “Onun emirlerine aykırı hare­ket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden ve can yakıcı bîr ” azaba uğramaktan sakınsınlar” [25] Önceden insanlara fetva veren selef, ben böyle diyorum görüşleri ile fetva vermezlerdi. An­cak rivayetle yetinir ve ona razı olurlardı, dedi.

İsa b. Dinar, İbn Kasım’ın şöyle dediğini söylüyor. İmam Malik’e “fetvayı kim verebilir?” diye soruldu. Malik, “insanların hak­kında ihtilaf ettikleri meseleleri bilen kişi ancak fetva verebilir” ya­nıtını verdi.

Abdullah bin Mesleme el-Kanebi şöyle diyor: “Bir gün İmam Malik’in ziyaretine gittim. Evina girerken, ağladığını hissettim, içeri girip selam verdim, İmam Malik selamımı aldı. Kısa bir suskun­luktan sonra tekrar ağlamaya başladı. Kendisine ‘Ey Ebu Abdullah, nedir seni ağlatan?’ diye sorduğumda bana şu yanıtı verdi. ‘Ey İbn Kaneb, Allah bana ne yapacaktır? Acaba din hususunda söylediğim her kelimeye karşı keşke sopalarla dövülseydim de bu meseleler ve görüşlerde şu gafları yapmasaydımki, o meseleleri söylemek zo­runda değildim’ buyurdu.” Başka bir rivayette Abdullah bin Mes­leme “Bu görüşlerden vazgeç” dediğinde Malik şöyle yanıt vermiş­tir: “Görüşlerim her yere yayılmış, nasıl vazgeçerim ve siz halimi görüyorsunuz.” Sonra biz onu vazgeçirene kadar yanından ayrıl­madık, der el-kanebî. İmam Malik elleri ile Resulullah’ın mezarına işaret ederek, “Bu mezarın sahibi hariç herkesin sözü alınır ve red­dedilir” dedi.

Heysem bin Cemil’den şöyle dediği rivayet olunur. Malik bin Enes’e “Ey Ebu Abdullah! Birtakım kitapları yazan insanlar vardır. Birileri, falan kişi, Ömer bin Hattab’dan bîrşeyler rivayet eder, baş­kası da İbrahim’den birşeyler rivayet eder. Sonra İbrahim’in görü­şünü alır, Ömer’inkini bırakır” diye anlattı. İmam Malik, “Ömer’in sözü kendilerine sahih bir senetle kavuştuğu halde nasıl bunu yapıyorlar?” diye sorunca, “Ömer’in görüşü ancak bir riva­yettir, İbrahim’in görüşü de onlarca sahihtir” dedi. Bazıları Malik’in Heysem’e şöyle dediğini eklemişlerdir: “Bu durumda Ömer’in sözünü terkedenin tevbe etmesi isteniliyorsa, Allah ve Re­sulünün sözlerini bırakıp İbrahim en-Nehâî’den daha az bilgili bi­risinin sözlerini kabul edene ne yapılmalı?” İkaz kitabının sahibi bunu naklederken, şu açıklamada bulunmuş. Yani Malik’e göre bunu yapan kişi, iki küfrün en büyüğüne girer. Ondan tevbe etme­si istenilmez, o zındıklardan sayılır.

Rebi bin Süleyman’ın şöyle dediği rivayet olunur. “Adam’ın biri İmam Şafiî’ye gelip bir meselenin hükmünü öğrenmek ister, İmam Şafiî, mesele hakkındaki Resulullah’ın hadîsini adama anlat­tı. Adam: ‘Ey Ebi Abdullah! Sen de bu görüşte misin?’ diye söyle­yince, İmam Şafiî’yi birden bir titreme aldı, rengi sarardı, sonra: “Yazıklar olsun sana! Resulullah’ın hadîsini anlatıp da evet başım ve gözüm üstüne evet baş ve gözüm üstüne demesem, hangi yer beni taşır ve hangi gök beni gölgelendirir’ diye söyledi.

Yine Rebi İmam Şafiî’nin şöyle dediğini rivayet eder. “Her âli­min göremediği, bilemediği bir hadîs-î Resulullah mutlaka vardır. Söylediğim her söz, koyduğum her kaide ne olursa olsun, Resulullah’ın bir hadîsi ile çelişiyorsa söz Resuluhah’ın sözüdür ve ben de onu diyorum. Söz Resulullah’ın sözüdür ve ben de onu diyo­rum.”

İmam Şafiî’nin talebelerine şöyle dediği de rivayet olunmuş­tur. “Kitabımda Resulullah’ın sünnetine aykırı birşey bulduğunuz­da Resulullah’ın sünnetini alınız, sözümü bırakınız.

İmam Şafiî’nin şöyle dediği de nakledilmiştir. “Resulullah’ın sünnetinde sözlerime muhalif birşey varsa ben sünneti söylüyo­rum ve ona dönüyorum. Söylediğim her mesele hakkında Resulullah’tan muhalif hadîs varsa hayatımda ve ölümümden sonra o sö­zümden geri dönüyorum. Sözlerimin Resulullah’ın sahih hadîsleriyle çeliştiği durumlarda daha evla olan hadîse uyunuz, sözüme uymayınız.”

İmam Şafiî kendisine aynı soruyu yönelten başka birisine şöy­le demiştir: “Kiliseden çıktığımı mı gördün, belimde Hıristiyanla­rın kuşağını mı gördün? Ben sana Resulullah’ın hadîsini anlatıyo­rum. Sen bana onu alıyor musun, şeklinde soru yöneltiyorsun. Ben Resulullah’tan hadîsi rivayet ederim de sözünü nasıl almayacağım, dedikten sonra, Resulullah’ın sünneti varken başkasının sözüne yer yoktur. Sünnet varken başkasının sözü delil olarak alınmaz, hükmü üzere ümmet icma etmiştir. Şüphesiz Allah herkese ancak Resulullah’a uymalarını emretmiştir. Allah’ın kitabı ve Resulul­lah’ın sünnetinden başka hiçbir sözün itibarı yoktur. Başkalarının sözü Kur’an ve sünnete tâbidir. Resulullah’ın sünnetini kabul et­mek Allah’ın bize, bizden öncekilere ve bizden sonrakilere kesin bir buyruğudur. Hadîs sahih ise sözlerimi duvarın yüzüne vurunuz ve gerçekten hadîs sahih ise mezhebim de odur.”

İmam Şafiî’nin bu son cümlesinin aynısı diğer üç imamdan da rivayet edilmiştir.

Kaleme aldığımız İmam Şafiî’nin bütün bu sözleri mezhebi­nin ancak kitap ve sünnet çerçevesinde olduğunu gösteriyor. Hadî­se aykırı bir sözü ona nisbet etmek ve onun mezhebi diye o sözle fetva vermek kesinlikle doğru değildir. Daha doğrusu bunu yap­mak İmam Şafiî’ye apaçık bir iftiradır. İmam Şafiî’nin talebelerin­den bazı âlimler de bu söylediklerimizi savunarak, İmam Şafiî’ye ait sahih hadîs ile çelişen bir meseleyi gördüklerinde okuttukları talebelerine “Bu meseleye çarpı işareti koyunuz, bu İmam Şafiî’nin mezhebi değildir” diye vurgulamayı adet edinmişlerdi ki, en doğ­rusu budur ve bütün imamlar taraftarlarına böyle yapmalarını em­retmişlerdir. Haklarında bunun aksini sananlar imamları değerle­rinden düşürmüş ve haklarında çok büyük kötülükte bulunmuş olurlar.

Nurettin es-Senhurî, konu ile ilgili İmam Malik’ten de buna benzer rivayetlerin kendilerine ulaştığını belirtmiştir. İbn Musdî ise bu gerçeği bize açıklayarak şöyle demiştir: “Şüphesiz İmam Malik’in kitap ve sünnete aykırı olan görüşleri onun mezhebi olarak sayılmaz. Ancak İmam Şafiî’nin görüşleri olduğu gibi İmam Malik’in de kitab ve sünnete muvafık olan görüşleri mezhebi olarak sayılır.” El-İkaz kitabının sahibi bu sözlerin aynısını naklettikten sonra şöyle demiştir:

“Müctehidlerin kitap, sünnet ve icmaya muhalif olan sözleri­nin mezheplerinden sayılmadığını kabul ettikten sonra mezheple­rine uyan tebaaların daha çok kitap, sünnet ve icmaya özen göster­meleri gerçeği tayyün eder. Ki imamlarının mezheplerini doğru bir şekilde öğrensinler. Dört mezhebin son devir fakihlerinin delillerden soyutlanmış kısa metinlerle yetinip hadîs usûlü, fıkıh usûlü ve hadîs kitaplarından tamaen yüz çevirdikleri gibi yapmasınlar, yok­sa bu durumda onlar imamlarının mezheplerini bilmeyen insanla­rın en cahil sınıfında yer alırlar. Çünkü imamların mezhebi diye bildikleri sünnet ve icmaya aykırı olan nice meseleler vardır. İmam el-Karafî “Kavaid” kitabında şöyle demiştir: “Taklit ettiği imamda, Kitab ve icmaya aykırı bir meseleye rastlanan kişinin o meseleyi in­sanlara nakletmesi veya onunla fetva vermesi asla caiz değildir. Al­lah’ın dinidir bu şeriata aykırı fetva vermek haramdır. Fetvanın asıl sahibi, her ne kadar günahkâr olmasa da, bilakis ictihadından do­layı ecir alıyorsa da o fetvanın şeriata aykırı olduğunu farkeden mukallidin kasıtlı olarak o fetvayı yaymakla günahkâr olur. Bu yüzden her asrın fakihleri, mezheplerini inceleyerek şeriata aykırı bir meseleyi gördüklerinde —ki hiçbir mezhep buna benzer mese­lelerden hâli değildir— onu mezhep dışına almaları gerekir. Şeri­ata aykırı olan o mesele ile fetva vermeleri kesinlikle haramdır. Bi­raz önce İmam Şafiî’nin “Her âlimin Resulullah’ın sünnetinden göremediği veya anlamadığı bir sünnet vardır” sözlerini zikretmiş­tik. İbn Dakiku’l-İd, dört mezhep imamlarının sahih hadîse muha­lif olan görüşlerini topladığı kitabının başında şunları demiştir: “Buna benzer meseleleri müctehid imamlara nisbet etmek haram­dır. Onları taklit eden fakihlerin bu meseleleri öğrenmeleri gerekli­dir. Ki, onlara nisbet ederek haklarında yalan etmiş olmasınlar.”

Cezayirli Şeyh İsa es-Salibî bu sözleri naklettikten sonra şun­ları eklemiştir: “İmamların sözlerinden şu gerçekleri anlıyoruz. Ki­tab, sünnet, icma veya kıyas-ı celi ile çelişen bir mesele hakkındaki bir müctehidin görüşünü alan kişi taklit davasında yalancıdır. O nevasına ve mezhebi taassubuna tutunmuştur. Şüphesiz o taklit ettiği müctehidden beridir. O tıpkı Ehl-i Kitap papazlarının peygam­berleri ile olan konumdadır. Peygamberleri onlara Hz. Muhammed’e iman etmeyi, ona destek vermelerini ancak ona uymalarım emrettikleri halde, Hz. Muhammed’e inanmayıp ona eziyet etmiş­lerdir. Bununla birlikte peygamberlerine tâbi olduklarını iddia et­meyi de hiç ihmal etmemişlerdir. Oysa Hz. Muhammed’e inanma­mak, bütün peygamberlere inanmamak demektir. Şüphesiz her peygamber ümmetinden Hz. Muhammed’e inanmaları ve ona destek olmaları üzere söz almıştır. Bu yüzden Yahudi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed’e inanmadıkları halde Hz. Musa ve İsa’ya ina­nıyoruz davalarında yalancıdırlar.

Ebu Davud, İmam Ahmed’e “Malik’e mi uyayım, yoksa Evzai’ye mi?” diyerek görüşünü almak istedi, İmam Ahmed, Ebu Da­vud’a “Dininde bunların hiçbirisine uyma. Resulullah ve sahabe­den gelen hadîsleri al, onlara uy. Tabiînin sözlerine uymakta ise in­san muhayyerdir” diyerek yol gösterdi, İmam Ahmed, taklit ile ittiba arasındaki farkı anlatırken, ittibaı şöyle tanımlamıştır: “İttiba, Resulullah ve sahabeden gelen hadîslere uymaktır.” Başka bir riva­yette İmam Ahmed’in Ebu Davud’a şöyle dediği nakledilmiştir: “Ne bana, ne Malik’e, ne Şafiî’ye ne Evzaî’ye, ne de Sevrî’ye uy. Onlar nereden aldıysalar sen de oradan al. Ancak din bilgisinden yoksul olan kişi din konusunda başka insanlara uyar.” Bazıları İmam Ahmed’in fıkıh ile ilgili eser yazmamasını bu gerekçeye bağ­lıyorlar. Ancak talebeleri fıkhı, görüşlerini sözlerinden, davranışla­rından, verdiği fetvalarından toplayarak fıkhı mezhebini oluştur­muşlardır.

İmam Ahmed’e göre zayıf ve mürsel hadîs ve İmam Malik’e göre de mürsel belağat hadîsleri ve sahabe sözünün kıyasa takdim edilme gerekliliği vardır. Hallal’in rivayetine göre İmam Şafiî, aynı görüşü İmam Malik ile paylaşıyor. Çünkü kıyas ancak zaruret du­rumunda itibar kazanıyor.

İmam Ebu Hanife’nin talebeleri zayıf hadîsin kıyasa takdim edilmesi üzere icma etmişlerdir. Şüphesiz İmam Ebu Hanife, bu esasa dayanarak mezhebini oluşturmuştur, İmam Nesaî terki üzere ittifak edilmeyen hadisleri istisnasız delil olarak alma görüşünü ta­şıyor. Ebu Davud, Müsned’inde bu metodu izleyerek bir konuda sahih hadîsi bulamadığı zaman zayıf hadîsleri kıyasa tercih ederek delil olarak almıştır. Böyle nice müctehidler istisnasız zayıf hadîsi kıyasa tercih ederek öncelik tanımışlardır.

İmam Ahmed, Müsned’inde “El inzal alel hükm” hadîsini zik­rederken Peygamber (s.a.v.) emir olarak tayin ettiği sahabeye ictihad ettiği meselenin hükmünü kendisine nisbet etmesini emret­miş, Allah’a nisbet etmesini menetmiştir, şeklinde buyurmuştur. Düşünün Peygamber (s.a.v.) Allah’ın hükmü ile müctehid emirin hükmünü birbirlerinden nasıl ayırmış, müctehidin hükmünün Al­lah’ın hükmü ile adlandırılmasını menetmiştir. Bu yüzden Hz. Ömer: “Allah ve emiru’l-mü’minîn Ömer’in emri budur” yazan katibine “Böyle yazma, ancak emiru’l-mü’minînin görüşü budur yaz” dedi.

İbn Ebu Davud, İbn Ömer’den şunu rivayet etmiştir: “Baba­mın şu sözleri söylediğini hatırlıyorum: Ancak kötü niyetli olanların kıyasla amel ettiklerini görüyoruz.'”

Konu ile ilgili daha nice rivayet vardır. Zikrettiğimiz bu riva­yetler kalbi duyarlı olanlar için yeterlidir. Sahih hadîsi terkeden âli­min mazur olduğunu bilmemizle birlikte mânâsını geçersiz kılacak bir muarızı olmayan sahih hadîsleri aramamızı araştırılıp kabul ve tebliğ edilmesinin ümmetin üzerine vacib olduğu inancında olma­mızı engelleyecek hiçbir şey yoktur. Bu hüküm, hakkında âlimlerin ihtilaf etmedikleri sahih hadîs için geçerlidir. Terki hakkında âlim­lerin ihtilaf ettikleri hadîs ise, mensuh olmadığı, icma veya daha güçlü bîr delil ile çelişmediği neticesine varana kadar bununla amel edilmez, bu vasfı taşıyan hadîs ile ancak mensuh olmadığını icma veya daha güçlü delil ile çelişmediğini bilince delil olarak alı­nır. Bazıları konu ile ilgili ihtilafı ve onunla amel etmenin vücubiyetini açıkladıktan sonra şu görüşü ileri sürmüşlerdir. Böylece, bilindi ki, hadîsin mensuh olmadığı icma ve daha güçlü bir delil ile çelişmediği neticesine varıldıktan sonra hadîs askıya alınmaz; bir mani görülmediği müddetçe onunla amel edilmelidir. Bu gereklili­ğe dayanak olarak aslı itibara alıp hiçbir engelin olmaması yeterlidir; ki âlimler eşyada aslına itibar etme kaidesi üzere şu ve benzeri gibi çok hükümler bina etmişlerdir. Bu meselenin açıklamasını da­ha geniş bir şekilde ictihad konusunda ele alacağız. [26]

Delâleti Açısından Sünnetin Çeşitleri

Aynca sünnet delaleti açısından ikiye ayrılır. Delaleti kat’î olan ve delaleti zannî olan. Kat’î delaletten maksat hadîsin rivayet ve dira­yet (sened ve metin) açıdan kat’î olmasıdır. Yani Resulullah’ın onu aynen bu şekilde dediğini ve bu mânâyı kasdettiğini yakinen bil­mektir. Zannî delaletten maksat, hadîsin ifade ettiği mânâ kesin ol­mamakla birlikte, delaleti zahir olanıdır. Delalet’i kati olan hadîsin, itikadî ve amelî gereğine inanmak vaciptir. Bu, âlimlerin hakkında ihtilaf etmedikleri bir hükümdür. Yalnız âlimler bazı hadîsleri se­net veya delaletleri açısından kat’î olup olmadığı hususunda ihtilaf edebilirler. Hadîs usûlü kitaplarında âlimlerin bu hususta geniş tartışmaları vardır.

Delaleti, kat’î olmayan hadîse gelince; amelî ahkâmda delil olarak alınmasının gerekliliği ve gereğince amel etmenin vacip ol­duğu üzere âlimler ittifak etmişlerdir. Yalnız tehdit, vaid” ve ben­zeri itikadî meseleleri içeren hadîsleri delil olarak almakta âlimler farklı iki görüş ileri sürmüşlerdir.

Tehdit içeren, adaletli birisinin rivayet ettiği, delaleti zannî olan hadîs ile, tehdit edilen şey haram kılınır, görüşünü bazı fakihler savunmuşlardır ve onlara göre vasfı geçen hadîsin itikadî yönüyle amel edilmez. Yani mükellef o inançta olmak zorunda de­ğildir. Çünkü itikadî meseleler ancak yakini ifade eden nasslarla sabit olur.

Selef fakihlerinin büyük kısmı buna benzer hadîslerin hem amelî, hem de itikadî bütün yönleriyle hüccet olduğunu savun­muşlardır. Amelî açıdan delil olarak aldıkları gibi, tehdit, “vaid” ve benzerî itikadi açılardan da hüccet olarak almışlardır. Bu yüzden, hadîsin içerdiği tehdidin hak edene ineceğini açıkça söylemişlerdir. Selef âlimlerinin fetvalarına ve konuşmalarına baktığımızda bu gerçeği görürüz. Çünkü tehdit ve vaid, bazen zannî, bazen kat’i de­lillerle sabit olan şer’î hükümlerden biridir.

İşte âlimlerin sünnetle çelişen sözlerinin mazeret ve gerekçe­leri bunlardır. Ve her durumda sımsıkı sünnete sarıldıklarını, ta­raftarlarına ve bütün insanlara aynı buyrukta bulunduklarını ifade eden sözleri size kendilerinden varit olduğu şekilde aktardığımız rivayetler de bunlardır. Neticede müctehid imamların sünnetle çelişen bazı sözlerinden dolayı Kitab ve sünnete sarılmadıkları iddi­alarının yaşantılarına tamamen ters ve doğruluktan son derece uzak iddialar olduğu bizce kesinleşmektedir. Kitap ve sünnete sarı­lanları sövenler, aslında onların sonsuz kemalini gösteriyorlar. Haklarında “Kusuru kemalidir” darb-ı meseli ne kadar uygundur! Şüphesiz Allah velilerinin en güzel medihlerini düşmanlarına söy­letiyor. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Bu inkarcıların mü’minlere kızmaları, onların sadece övülmeye lâyık ve güçlü olan Allah’a inanmış olmalarındandır.” [27]

Taassubun hakkı görmekte kör ettiği bazı insanlar “Kitab ve Sünnet yetmişiki fırka arasında müşterektir. Biri hariç, diğer bütün fırkalar ateştedirler. Hak fırka sadece dört mezhebten birine uyan fırkadır” diye saçmalamışlardır. Biz kendilerine soruyoruz: İstisna ettiğiniz fırkanın dışındaki insanlar cehennemde mi olacaklardır? Çünkü bu söz Peygamber (s.a.v.)’in meşhur hadîsinde üstünlükle­rini belirtmiş olduğu ilk üç asırda yaşayan Müslümanların ateşte olacaklarını ifade etmektedir. Çünkü onlar dört mezhepten birisi­ne de uymamışlardır. Dolayısıyla onlar da, istisna edilen fırkaya girmiyorlar. Neticede onlara göre sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn ateşte olacaklardır. Kitab ve sünnete sarılan bir tek grubun yetmiş ikiye değil, iki gruba ayrılabileceğini hangi akıl kabul eder? Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Allah’ın ipine top­tan sarılın, ayrılmayın.” [28] “Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın.” [29] “Allah inananları ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniy­le eriştirdi.”[30] Şüphesiz Allah’ın ipi Kitabıdır. Hirzu’lmaani kitabının sahibi şöyle buyurmuştur: “Bizce Allah’ın ipi Ki­tabıdır. Onunla cihad et, düşmanın ipine karşı.” Resulullah (s.a.v.) Kitab ve sünnet hakkında şöyle buyurmuştur: “Onlar varken hak­tan sapmazsınız. Sizi gecesi-gündüzü gibi parlak olan hak yol üzere bıraktım, benden sonra o yoldan ancak helak olanlar saparlar. Siz­den uzun ömür yaşayacak olanlar, çok ihtilafları görürler. Sünneti­me sarılın, ondan asla ayrılmayın.” Arapça’yı en güzel konuşan Resulullah’ın sözlerini tam zıddına nasıl hamlediyor bunlar? Resulul­lah (s.a.v.)’in apaçık sözlerinin tam aksini savunanlar imandan ne kadar uzaklar. Resulullah (s.a.v.) ümmetinin ayrılığa düşeceğini söylemiş, hak fırkayı ancak Kitab ve sünnete sarılanlar olarak tanımlamıştır. Oysa onlar Kitab ve sünnete sarılan hak fırkanın ayrı­lığa düşeceğini iddia edip hak fırkanın sadece dört mezhepten biri­sine uyanlar olduğunu söylüyorlar. “Lâ ilahe illallah” diyeni tekfir etmekten kaçınarak tevil etmek olmasa, bunları tekfir etmemek için başka bir yolu göremiyorum.

Bu iddianın doğrulukta hiçbir payı olmadığını açıklayan Resulullah’ın sahih hadîsi şöyledir: Darekutnî hadîsi sahih senetle şöyle rivayet etmiştir: “İsrailoğulları yetmişbir fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim ise yetmişiki fırkaya ayrılacaktır. Ümmetime en zararlı olanı Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığım helal eden ve dini kendi görüşlerine göre yorumlayandır.”

Başka bir rivayette Resulullah (s.a.v.) fırka-i nâciye yani “kur­tulmuş” fırkayı açıkça beyan etmiştir. Hadîsin metni şöyledir: “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Yetmişikîsi ateşte, birisi de cennette olacaktır. O da cemaat olanıdır.” İmam Ahmed’in ri­vayetine göre “Benim ve sahabemin şu an üzerinde bulunduğu­muz yolda olanlardır” buyurmuştur. Resulullah (s.a.v.) bu hadîsle sünnete sarılanları cemaatle tanımlarken, bu insanlar onları ayrı­lıkla nasıl tanımlıyorlar? Başka bir rivayette Resulullah (s.a.v.) sa­pık fırkayı şöyle tanımlamıştır. “Dînini bırakıp cemaatten ayrılan­lardır.” Şüphesiz bu hadîsler onların savunduklarının tam tersini ifade etmektedir. Hak fırkayı sadece meşhur dört mezhebin taraftarlarında indirgemek sahabe tabiîn ve diğer meşhur mezheplerin hatalı olduğu sadece dört mezhebin taraftarlarının hak üzere oldu­ğu demektir. Şüphesiz bu aklın kabul edemeyeceği, hiçbir delile dayanmayan bir iddiadır. Bir iddiadan öte, gülünç bir sapmadır.

Bu sapma bazı insanları ilim ve takvası ile bilinen salih insan­lar hakkında gıybet ve suizana kadar götürür. Cenab-ı Allah velile­rini insanlardan korumak için onları gizli kılar. Haklarında gıybet edip suizanda bulunanların hiç farkına varmadan akıbeti kötü olan durumlara düşecekleri kesindir. Kudsî hadîste Cenab-ı Allah, veli­lerine eziyet edenlere şu tehditte bulunmuştur: “Velilerimin birisi­ne eziyet edene beklemediği bir anda harp ilan ederim. Şüphesiz her mü’min Allah’ın velisidir.” Cenab-ı Allah “Allah iman edenle­rin velisidir” [31] buyurmuştur: Gıybet doğru olan ku­suru ifşa etmeye denilir. İftira ve yalanın akibeti daha vahimdir. Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur, “İman etmeyenler ancak yalanla if­tira ederler.” [32] Hiç mi şu âyetleri algılamıyorlar? “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden so­rumlu olur.” [33] “Onu işittiğinizde ‘Bu konuda konuşmanız yakışık almaz, hâşâ bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?” [34] “Ey inananlar, eğer yoldan çıkmışın biri size bir ha­ber getirirse onun içyüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz.” [35]

Düşman fasıkların uydurdukları sözlerden başka hiçbir daya­nağı olmayan akıllı bir insanın, ilim ve takva sahiplerini sövmeye nasıl cesaret ettiğini bir türlü inanamıyorum? Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Kimse kimsenin gıybetini etmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır?”[36]

Oruçlu iki kadının sabahtan akşama kadar beraber oturup gıybet ettikleri, bir haftadan beri et yemedikleri halde et kustukları rivayeti, bu gerçeğin doğruluğunu göstermektedir. Resulullah (s.a.v.) “İslâmda gıybet etmek otuz altı kez zina etmekten daha büyük bir günahtır” buyurmuştur.

Resulullah’ın zevcelerinden birisi başka birinin boyunun kısalğına işaret ederek: “Böyle olmasaydı ne güzel bir kadın olurdu?” deyince Resulullah (s.a.v.) ona şöyle dedi: “Sen öyle bir kelime söyledin ki, şayet denize atılsaydı denizin rengini değiştirecekti.”

Resulullah (s.a.v.) başka bir hadîste şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz adam hiç aldırmadığı bir kelimeyi söyler. Allah’ı kızdı­ran bu kelime onu doğu ve batı arasındaki mesafeden daha uzak bir şekilde cehennemin dibine atar.” Başka bir hadîste “Bir Müslümanın gıybetini yapan kişi kıyamet gününe dili ensesiyle bağlı ola­rak gelir, ancak Allah ve gıybetini yaptığı kişinin onu affetmesiyle dili çözülür” buyurmuştur. Efendimiz Hz. Muhammed şöyle bu­yurmuştur: “Kabe haram kılındı, Müslümanın kanı, malı namusu ve hakkında kötü zan edilmesi de haram kılınmıştır.”

Adamın biri Resulullah’ın yanında başka bir adam hakkında kötü şeyler söyleyince Peygamber (s.a.v.) ona kızarak şöyle dedi: “Kalk buradan, senin şehadetin kabul olunmaz” Adam “Bir kez daha bunu yapmam” deyince Resuîullah (s.a.v.) ona “Kur’an’la alay etmeye mi başladın? Kur’an’ın haram kıldığını helal eden ona inanmış olmaz” diyerek öfkesini bir kez daha belirtti.

Resulullah (s.a.v.)’den bir kudsî hadîs şöyle rivayet edlmiştir: “Ey peygamberlerin kardeşi! Ey uyarıcıların kardeşi! Uyar milleti­ni, birisinin hakkını zulmen almış olanlar evlerime girmesinler, namaz kılarken ayakta olduğu müddetçe zulmen kardeşinden aldı­ğı şeyi geri verene kadar ona lanet ederim; hakkını geri verdiğinde Ben onun işiten kulağı, gören gözü olurum ve cennette peygam­berlerim ve seçtiğim salih kullarımla beraber komşum olacaktır.”

Bazı insanlar âlimlere kötü zanda bulunmayı aşarak, hak na­zarında hiç olan bir şüpheye dayanarak ve Peygamber (s.a.v.)’in “Bir Müslümanı tekfir eden kendisi kafir olur” ve “Bir adam kar­deşine ‘ey kafir’ dediği zaman İkisinden birisi kafir olur” sözlerini hiç aldırmadan onları tekfir etmekten kaçınmamışlardır.

Rafi’i. El-Aziz kitabında et-Tetimme adlı kitaptan naklederek şöyle demiştir: “Şüphesiz hiçbir tevil yapmadan bîr müslümânâ ey kafir diyen kafir olur. Çünkü o İslâm’ı küfürle adlandırmış olu­yor.” Aynı sözü İmam Nevevî, Ravza kitabında mütevelliden nakletmiştir. Son devir âlimlerinden İbnu’r-Ruf a, el-Kamulî, en-Neşvaî, el-Esnevî, el-Evzaî, Ebu Zer’a, el-Envar kitabının sahibi ve baş­kaları hiçbir gerekçeyi araştırmaya gerek bulmadan aynı görüşü sa­vunmuşlardır.

Mütevelliden önce üstad Ebu İshak, el-İsfarayini, el-Halimî, Şeyh Nasr Makdisî, Gazali ve İbn Dakikulid gibi âlimler, bu sözü söylemişlerdir. Hatta bunlara göre ister tevil etsin, ister etmesin, bir müslümânâ ey kafir diyen doğrudan kafir olur.

Allame İbn Hacer, El-A’lam kitabında şöyle demiştir: “Zikret­memizde fayda olacağı kanısında olduğum bazı hadîsleri burada yazalım.

  1. a)İmam Müslim, Resulullah’ın şu hadîsini rivayet etmiştir:‘Her kim kardeşine ey kafir dediği zaman ikisinden birisi o vasfı hak eder. Şayet dediği gibi ise o öyledir, yoksa kendisi o vasfı hak eder.’
  2. b)Müslüman birisi, kardeşini tekfir ettiği zaman ikisinden birisi kafir olur.’
  3. c)Her kim bildiği halde kendini babasından başkasına nisbet ederse kafir olur. ‘Müslüman olan bir insanı küfür kelimesiyle ça­ğıran veya hakkında Allah’ın düşmanıdır diyen kendisi o vasıfları hakeder.’Ebu Umare’nin rivayetine göre ‘şayet dediği gibi ise, o öyledir, yoksa kendisi kafir olur.'”

Tekfir etmenin birkaç çeşidi var, tekfir etmek küfürle vasıflamak “bir kafir gördüm, ey kafir” gibi sözleri söylemek ve küfre nis­bet etmekle gerçekleşir. Bir de bir kimsenin kafir olduğunu san­makla olur. Örneğin Haricîler günah işlemekle Müslümanların ka­fir olduklarını sanmışlardır. Yalnız kesin delillere dayanarak neva­sına uyan belli bir grubu tekfir etmek bu hadîslerin kapsamına gir­mez.”

Allame İbn Hacer “A’lam” kitabında zikri geçen hadîslerin yorumu ile ilgili birkaç görüşü naklettikten sonra üçüncü görüşü şu şekilde anlatmıştır. “Bu hadîsler mü’minîeri tekfir eden Haricî­lere hamledilir. Kadı İyaz’ın naklettiği bu görüş zayıftır. Çünkü tercih edilen sahih görüşe ve çoğu âlimlere göre de Haricîler diğer ehl-i bid’at gibi tekfir edilmezler.”

Sonra Ibn Hacer “A’lam” kitabında imam Buhari, imam Müslim ve mütevelli gibi kardeşine “ey kafir” diyenin kafir olduğu görüşünü savunmuştur.

Ed-Dürretu’l-Behiyye kitabının sahibi bir Müslümanı tekfir etmenin hükmünü soran kişiye cevaben şöyle demiştir: “Bu insan söylediği sözün ne kadar tehlikeli ve ona yükleyeceği vebalin ne de­rece vahim olduğunu bümemiştir. Resulullah (s.a.v.)’den ‘Bir kişi başkasına ey kâfir dediği zaman o söz ikisinden birisine döner’ şek­linde hadîsler oldukça çoktur. Müslümanları tekfir etmeye nasıl cesaret etmiştir? O sanki İslâm’ın sadece kendisinde olduğu ve Hz. Muhammed’in ümmetinden kendisi ve kendisine uyanlardan baş­ka hiç kimsenin Müslüman olmadığı kanısındadır. Keşke o ve ben­zeri gibi insanlar Cenab-ı Allah’ın şu sözünden ibret alsalardı: “Si­ze Müslüman olduğunu söyleyene mü’min değilsin demeyin.” [37]

Eskiden beri ümmet, Müslümanları tekfir etmekten kaçın­mıştır ve mümkün olduğu kadar bu meselede acele etmekten de sakmmıştır. Hüccetü’l-İslâm İmam Gazalî, konuyla ilgili şöyle bu­yurmuştur: “Bir çıkış yolu var olduğu sürece âlim birisinin insan­ları tekfir etmekten kaçınması gereklidir. Lâ ilahe illallah diyen ve kıbleye yönelerek namaz kılanların mallarını ve kanlarını mübah saymak affedilmeyen bir hatadır. Bir kafiri hayatta bırakma hatası, bir Müslümanın bir damla kanını akıtmaktan daha ehvendir.” Hanefilerden el-Hulasa ve El-hazenetu’s-suğra kitaplarının sahipleri şöyle demişlerdir: “Bir meselede tekfiri gerektiren çok sayıda vecih, tekfiri men eden bir tek vecih varsa müftünün meseleyi tekfiri men eden veçhe hamletmesi gerekir.”

Et-Tahkikatu’l-Vehebiyyetu fi’r-reddi ale’î-vehhabiyye kitabı­nın sahibi şöyle demiştir: “Hanefîler bütün kitaplarında ‘Elfâz-ı küfür’ konusunun girişinde şu ibareyi kaydetmeyi âdet etmişlerdir: ‘Bir Müslümanın sözü bin açıdan tekfir edici, bir tek açıdan tekfir edici değilse, müftünün o sözü tekfir etmeyen veçhe hamletmesi gerekir.’ Tekfir etme hususunda gerekçelerin çok ve güçlü olması­na göre tekfir vechi tercih edilmez. Hanefi mezhebinde ittifak edil­miş bir meseledir bu.”

Malikî âlimlerimiz de bu meseleye değinerek şöyle demişler­dir: “İçki müstehabdır” diyenin küfrüne hüküm verilmez. Çünkü sözlük mânâsını kastederek “nefis onu sever” şeklinde kastetmiş olabilir. Ve abdesti bozan şeylerden birisinde tereddüt etmekle abdest bozulur dedikleri halde abdesti bozan “riddet”te tereddüt et­mek ise abdesti bozmaz demişlerdir. Ayrıca İmam Malik ehl-i ehva tekfir edilir mi sorusuna cevaben: “Onlar küfürden kaçmışlar” de­miştir.

Takiyuddin Subkî ise aşırı bid’at ehli tekfir edilir mî, sorusuna şu objektif yanıtta bulunmuştur: “Bil ki ey sail! Allah’tan korkan her kimse, lâ ilahe illallah Muhammedun Resulullah diyeni tekfir etmekten kaçınmalıdır. Çünkü tekfir etmek son derece tehlikeli ve korkunç bîr iştir. Bir şahsın kafir olduğunu söylemek, onun akıbeti âhirette ebedî olarak cehennemde kalmak olacaktır; dünyada ise malı, kanı mubahtır; Müslüman kadınla evlenemez; hem hayatta, hem ölümünden sonra Müslüman olarak muamele edilmez, de­mektir. Bin kafiri hayatta bırakma hatası Müslüman bir kimsenin bir damlacık kanını akıtmaktan şüphesiz daha ehvendir. Resulul­lah (s.a.v.) bir hadîs-i şerifinde şöyle demiştir: “Bir emirin suçluyu bağışlamadaki hatası ile ceza verme hatasından Allah’a en sevimlisi birincisidir.” Ancak küfrünü açıkça belirten ve küfrü dîn edinip İs­lâm şehadetini inkar ederek İslâm dininden çıkan kişi tekfir edilir.

İmam Şaranî, Tabakat kitabında konuyla ilgili olarak Mısır mahrusa de Elgümari camiinin imamı Şeyh Eminu’d-dîn’den şu olayı, bize şu şekilde anlatıyor: “Birisinin küfür şüphesini veren bir sözünden dolayı Mısır âlimleri onun kafir olduğuna fetva verdiler. Mahkemede idamı istenildiği zaman, günün sultanı mahkemeye katılan âlimlere yönelerek “Hazır bulunmayan âlim var mı?” diye sordu. Şeyh Celaluddin el-Mahallî’nin hazır olmadığını söylediler. Sultan el-Mahallî’ye haber göndererek gelmesini istedi. El-Mahalli mahkeme salonuna girer girmez zincirle bağlı olan adama gözü çarptı ve bunun suçu nedir diye sordu? Kafir olmuştur yanıtını alınca küfrüne fetva verenin dayanağı nedir diye öğrenmek istedi. Şeyh Salih el-Balkinî ilerleyerek ‘Babam şeyhülislâm Şeyh Siracuddin’in bu durumda olanın küfrüne fetva verdiğine şahit olmuşum­dur.’ dedi. El-Mahallî, Şeyh Salih’e yönelerek şöyle dedi: ‘Ey evla­dım! Babanın bir fetvası için Allah ve Resulünü seven muvahhid bir Müslümanı öldürmek mi istiyorsun?” Sökün o zincirleri; zin­cirler hemen söküldü. El-Mahallî adamın ellerinden tutup dışarı çıkarttı. Ne sultan, ne de başkası birşey söylemeye cesaret etti. Son­ra El-Mahallî adamı oradan uzaklaştırdı.” Hasiyetü’t-Tilimsani ale’ş-Şifa kitabının sahibi ümmeti tekfir eden sözleri söyleyen kişi­nin küfrüne böylece karar veririz dedikten sonra, şu sözlere yer vermiştir. “Resulullah’tan bir Müslümanı tekfir edenin kafir oldu­ğunu belirten kesin nasslar bize ulaşmıştır, islâm âlimleri bir Müs­lümanı tekfir etmekten bu kadar sakındıkları halde bunlara ne olu­yor? Allah’ın velilerini, büyük müctehid imamları, tekfir ediyor­lar.”

Cahilsin cahil olduğunu bilmiyorsun, Bilmediğini de bilmediğini kim bilir

Sözü sanki onlara denilmiştir. Aslında bunların Kur’an-ı Ke-rim’i okuyan, ama gırtlaklarından geçmeyenlerden olduklarından korkulur. Karilerin cehaletinden Allah’a sığınırız.

Bir Müslümanı tekfir eden kişinin çok iyi düşünmesi lazım. Bu sözü söylediğinde acaba hiç mi bir şüphesi yok ki kendinin küf­re gireceğinden korkmuyor. Kendisi ile uğraşması daha iyi değil midir? Gözündeki ağacı görmüyor da başkasının gözündeki çöple uğraşıyor. Nelerle emrolunmuş, o gidip neleri yapmaya kalkışıyor. Sahibini bu kadar aşırı sapıtmaya götüren ölü kalpten Allah’a sığı­nırız. İlim yolu olan istikamette olmayı ve bütün sapmalardan se­lamette kalmayı kendimize ve bütün Müslümanlara Allah’tan dile­riz. Ona sonsuz şükürler olsun. [38]

2- KİTAB VE SÜNNETLE AMEL ETMENİN GEREKLİLİĞİ

Bu böiüm üç ana konudan meydana geliyor: [39]

1- Kitab Ve Sünnete Sarılmanın Gerekliliği

Kitab ve ünnete uymak Allah ve Resulünün bir em­ridir. İslâm ümmeti Kitab ve sünnete uymanın gerekliliği üzere icma etmiştir. Onlarla amel etmek son derece Önemli bir vecibedir. Çünkü bütün dinî vecibeler onlardan türemiştir. Bu yüzden kitap ve sünnet her görüşe takdim edilmeli ve onlara önce­lik tanınmalıdır. Bu gerçekten, âyet, hadîs ve selefin sözlerini bil­mekte son derece cahil olanlar kuşku eder. Bu konu üç meseleden oluşuyor: [40]

A- Kitab Ve Sünnetin Delaleti Birdir

Şüphesiz sünnet Kur’an’ın açıklayıcısı dır. Hz. Muhammed de maksatlarını güzelce açıklamakla onun tercümanı olmuştur. Şüphesîz Hz. Muhammed’in sözleri, fiilleri ve onaylamaları Allah tara­fından kendisine bildirilen vahiydir.

Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçeği destekleyen birkaç âyeti Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

“O kötü arzularına göre konuşmaz; onun konuşması, kendisine vahyedilenden başkası değildir” [41]

“Ben bana vahyolunan Kur’an’dan başkasına uy­mam” [42]

“insanlara kendilerine indirileni açıklamak için sana da bu Kur’an’ı indirdik” [43]

“Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yoludur”[44]

“Hüküm Allah’tan başkası­nın değildir” [45]

O kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez” [46] “Sana düşen yalnızca duyurmaktır” [47]

Bu buyruklarla Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Kur’an’ın açıklamasını farz kılmıştır. Ona uymasını da şu âyetlerle gerektirmiştir. “Sen sana vahyedilene sımsıkı sarıl, zira sen dos­doğru yoldasın” [48]Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet” [49]Allah’ın sana gösterdii şekilde insanlar ara­sında hükmedesin dîye sana kitabı hak ile indirdik. Hainlerden ta­raf olma.” [50] “Bugün sîze dininizi ikmal ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım”.[51] “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi yap­tığından sorumludur.”[52] “Rabbinizden size indirilene uyun” [53] “O (şeytan) size ancak kötülüğü, çirkin işi ve Al­lah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder”[54] Hz. Cabir, Resulullah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ne­redeyse biriniz Allah’ın kitabının helal kıldığını helal, haram kıldı­ğını haram kılarız, der. Dikkat ediniz kendisine bir sözüm ulaşıp da onu yalanlayan kişi, Allah’ın resulünü ve kendisine hadîsi anla­tanı yalanlamış olur.” Ve Mikdam bin Ma’dikerîb, aynı anlamda başka bir hadîsi şöyle rivayet etmiştir. “Allah haram kıldığı gibi Resulullah da haram kılmıştır.” Başka bir rivayette “Allah’ın size em­rettiği herşeyi ben de size emrettim, sizi sakındırdığı herşeyden ben de sizi sakındırdım.

İmam Evzaî, Hasan bin Atiye’nin şöyle dediğini anlatmıştır. “Resulüllah’a Kur’an vahyolurken, Cebrail beraberinde onu açıkla­yan sünneti de Resulullah’a bildirdi.” Başka birisi “Sünnet okunan bir vahiydir” şeklinde, sünnetin ehemmiyetini belirtmiştir. [55]

B- Kitab Ve Sünnete Uymanın Gerekliliğine Dair Deliller

Resulullah (s.a.v.)’e Kur’an-ı Kerim’le beraber onu açıklayan sünnetin vahyedildigi zaman Resulullah’ın yanında Allah’ın kendi­sine seçtiği sahabîler bulunurdu. Her an vahiy inmesini bekler, he­men öğrenmeye koşarlardı. Bu yüzden Resulullah’tan sonra Kur’an’ı en iyi anlayan, maksatlarını doğrudan kaynağından öğre­nip idrak eden onlardır. Ve Resulullah’tan sonra Kur’an’ın gerçek tercümanları da onlar olmuştur. Bundan dolayıdır ki Resulullah (s.a.v.) “Sahabîlerim birer yıldız gibidir. Hangisine uyarsanız hak­ka erersiniz” diyerek sahabeyi övmüştür. Bu sözlerimizde şu ger­çek ortaya çıkmıştır: Sünnet Kitabdandır. Ona uymak Kur’an’a uy­maktır. Resulullah (s.a.v.)’a itaat Allah’a itaattir. Resulullah (s.a.v.)’a muhalefet Allah’a muhalefet etmek demektir, ikisinin ay­nı şey olduğunu ve uymanın gerekliliğini ispat etmek için delilleri ardarda zikretmeye gerek duyamıyorum. Çünkü bu, tıpkı gündüz gibi açık bir gerçektir. Şairin biri şöyle demiştir:

“Gündüze delil aranırsa aklın neyine güven kalır”

Fakat konumuz gereğince birkaç delili sizlere açıklıyorum. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur”. [56]

Ey Muhammed, de ki: Allah’ı sevi­yorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışla­sın” [57]

“Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden sakındırırsa ondan sakının”. [58]

Onun emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar”. [59]

“Ey inananlar, Allah ve peygamber sizi hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin”. [60]

“Allah ve peygamberine kim itaat ederse, onu içlerinde ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada temellidirler. Büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve peygamberlerine başkaldırır ve ya­salarını aşarsa, onu temelli kalacağı cehenneme sokar, alçaltıcı azab onadır”. [61]

“Bu dosdoğru olan yoluma uyun, sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın” [62]“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir” [63]

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerdir”. [64]

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasık olanlardır”.[65]

Cenab-ı Allah’ın aynı âyeti üç defa değişik vasıflarla tekrar etmesi, Allah’ın indirdiği ile hükmetmemenin ne kadar büyük tehli­ke teşkil edeceğini gösteriyor.

Cenab-ı Allah insanları “Bu helaldir ve bu haramdır” söyle­mekten sakındırarak onların bu yaptıklarında yalancı olacaklarını belirtmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Diliniz yalana alışmış olduğu için şu haram bu helaldir demeyin. Zira Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.” “Allah’a karşı yalan uyduranlar ise kurtuluşa şüphesiz erişemezler”. [66]

“Eğer birşeyde çekişirseniz Allah ve ahiret gününe inanmışsanız onu Allah’a ve Resulüne havale edin. Bu daha hayırlı ve netice itibariyle en güzelidir”. [67]“Ayrılığa düştüğünüz herhangi birşeyde hüküm vermek Allah’a aittir. İşte bu Allah, benim Rabbimdir. Ona güvenirim ve ona yönelirim”. [68] Resulullah (s,a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizler onlara sarıldığı­nızda sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Allah’ın Kitabı ve sünneti­mi.” “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı olan sözüdür. Yolun en hayırlısı, Muhammed’in yoludur.”

İbn Mes’ud, Resulullah (s.a.v.)’in Müslümanlara hitap eder­ken, hitabına şu şekilde başladığını anlatıyor: “Ancak kelam ve yol vardır. Kelamın en iyisi ve en doğrusu Allah’ın kelamıdır. Yolun en iyisi Muhammed’in yoludur, işlerin en kötüsü dine uydurula­nıdır. Dine uydurulan her şey bid’attir. Sakın arzular sizi alıp götürmesin, ameller sizi meşgul etmesin, gelecek olan herşey yakın­dır. Uyanınız. Uzak olan birşey henüz gelmiş değildir.”

Resulullah (s.a.v.)’ın kalplere korkunun girdiği, gözlerden yaşların aktığı bir va’zında şöyle dediği rivayet edilmiştir. “Sizleri gecesi gündüzü gibi bembeyaz bir yol üzere bıraktım. Benden son­ra o yoldan ancak helak olanlar saparlar. Sizden uzun ömür yaşa­yacak olanlar, çok ayrılığı, ihtilafı görecektir. Sakın sünnetimden ve raşit halifelerin yolundan ayrılmayın. Emiriniz Habeşistanlı bir köle bile olsa ona itaat edin. Şüphesiz mümin sahibinden kaçan deve gibidir. Bağlandığı sürece itaat eder.

Hilal bin Umeyye, karısının Şerik bin Samha ile zina ettiğin­den dolayı, karısının aleyhine Resulullah’a dava açtı. Neticede mülâene (liân) ile ayrılmalarından sonra Resulullah (s.a.v.) şöyle dedi: “Allah’ın kitabındaki hüküm olmasaydı, o kadına başka şekilde davranırdım.” Allahu a’lem Resulullah (s.a.v.)’ın Kur’an’daki hü­kümden kastı “mülâene” âyetidir. “Başka şekilde davranırdım” sözlerinden kasıt had uygulamaktır. Çünkü kadının doğurduğu çocuk Şerik bin Samha’ya oldukça benziyordu. Yalnız Allah (c.c.) bu dava ile ilgili hükmünü açıklayınca başka hiçbir söze yer ve iti­bar kalmadı. Bu durumda ictihad da artık geçersiz oldu. Çünkü Kur’an’da nass varken içtihada yer kalmaz.

İmam Şafiî “Risale” kitabında şu olaya yer vermiştir: “Hz. Ömer, Zahra kabilesinden bir adamı çağırıp kendisine cahiliyye döneminde doğan bir kız çocuğun nesebini sordu. Adam Hz. Ömer’e ‘Çocuk falanca adamın karısındandır. Babası ise falanca adamdır” dedi. Hz. Ömer ona: ‘Doğru söyledin ama, Resulullah (s.a.v.) çocuğun yatağında olana ait olduğunu söyleyerek hüküm vermiştir’ dedi.”

İmam Şafiî, Ömer b. Abdulaziz’in, verdiği bir hükme muhalif olarak, Hz. Aişe’nin Resulullah’tan bir rivayetini işitince, verdiği hükmü reddedip yeniden hadîse göre hüküm verdiğini rivayet et­tikten sonra, Ömer b. Abdulaziz’in şu sözlerini nakletmiştir.

“Bir mesele hakkında verdiğim bir hükmün Resulullah’ın sünneti ile çeliştiğini farkettigim zaman -ki Allah ancak hakkı is­tediğimi biliyor- verdiğim hükmü reddedip Resulullah’ın sünne­tini uygulamak bana gayet kolay geliyor.”

Tekrar imam Şafiî bize şu olayı nakl etmiştir: “Sa’d bin İbrahim, Rebia bin Abdurrahman’ın görüşüne dayanarak açılan bir dava hakkında hüküm verdi. Bunu, gören İbn Ebu Zi’b Sa’d’a yö­nelerek Resulullah’ın bu meselede tam aksine hüküm verdiğini an­lattı. Hazır bulunan Rebia Sa’d’a şöyle dedi: ‘Ben ictihad ettim ve sen hüküm verdin ve verdiğin hüküm de yürürlüğe girdi. Sa’d dehşete kapılarak şöyle dedi: ‘Nasıl olur, Sa’d bin Ümmü Sa’d’ın verdiği hükmü yürürlüğe geçirip Resulullah’ın verdiği hükmü red­dederim. Sonra dava vesikasını isteyip paramparça etti ve dava hakkında yeniden Resulullah’ın sünnetine muvafık bir şekilde hü­küm verdi.”

Ebu Davud ise bize şu olayı rivayet etmiştir: “Sakif kabilesin­den bir adam, Hz. Ömer’e gelip bir meselenin hükmünü sordu. Adam cevabını aldıktan sonra Hz. Ömer’e, ‘Resulullah bana başka şekilde fetva vermişti’, deyince Hz. Ömer adamın üzerine giderek, ‘Resulullah’ın hakkında sana fetva verdiği bir meseleyi tekrar gelip bana mı soruyorsun?’, diyerek sopayla onu dövmeye başladı.”

Ömer b. Abdulaziz “Resulullah’ın sünneti varken başka hiçbir görüşe yer yoktur” demiştir.

Ayrıca sahabilerin verdikleri fetva ve hükümlerden Resulul­lah’ın sünneti ile çelişmesi nedeniyle vazgeçtikleri daha nice olay vardır. Örneğin: İbn Mes’ud, bir kadın hakkında verdiği fetva ile ve sarraflara “ribe’I-fazl” hakkında verdiği fetvadan geri dönmüş­tür. Hz. Ömer, İbn Abbas ve başkalarının da sünnetle çelişen fetva­larından vazgeçmeleri sahabe, tabiîn ve diğer Müslüman âlimlerin bu görüşte olduklarını göstermektedir.

Müctehid hakimin verdiği hükmün Allah’ın kitabı ve Resululah’ın sünneti ile çeliştiğini farkettiği zaman verdiği hükümden vazgeçip Kitab ve sünnete dönmesi vaciptir.

Bazı tutucu fakihlerin ve cahil taklitçilerinin müctehid imam­ların sünnetle çelişen bazı sözlerini gördükleri zaman “Müctehid imamımız bu nassı görmüştür, ama kendisine görünen bir gerek­çeden dolayı veya bir başka delile dayanarak sünnete muhalefet et­miştir” diyerek mezhep imamlarını savunmuşlardır. Oysa Kitab ve sünnetin nassları olası aklî ihtimallerle, nefsanî hayallerle, şeytanî tutuculukla reddedilmez. [69]

C- Günümüze Kadar Hadîsle Amel Etme Hususundaki Tartışmalar

Bu konuda usûlcülerin, hadîsçilerin ve fıkıh âlimlerinin tartışmala­rını ele alacağız: [70]

1. Usûlcülerin Tartışması:

Tartışmada usûlcülerin izlediği metod diğer ekulların izlediği metodlara nisbeten esas sayılmaktadır. Usûlcülerce hadîs âlimi iki­ye ayrılır. Açıklaması gelecek olan mutlak müctehid ve içtihadın bölünmesine cevaz verildiği takdirde mukayyet müctehid.

Usûlcüler içtihadın bölünüp bölünmemesi hususunda iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir. En doğrusu içtihadın bölünmesine cevaz veren grubun görüşüdür. Cem’u’l-Cevâmi kitabında çoğu âlimlerin bu görüşte olduğu kaydedilmiştir. Hatta el-İmam, Mah­sûl kitabında ve İbnü’l-Hümam Tahrir kitabında hak görüşün bu olduğunu söylemişlerdir.

Siracu’l-Hindî Şerhu’l-Bedi kitabında şunu demiştir: “Alim bazı meselelerde ictihad edebilme yeteneğine sahip olup da diğer meselelerde ictihad etme kabiliyetinde değilse, kabiliyetli olduğu meselelerde ictihad eder. Çünkü içtihadın bölünememesi müctehidin bütün delilleri bilmesini gerektirir. Bu da onun bütün hüküm­leri bilmesini gerektiriyor. Bu ise, insan gücünü aşan birşeydir. Çünkü çok sayıda hükümleri bilmeyen nice âlimler olmuştur. Müctehid olduğundan şüphe edilmeyen İmam Malik’e sorulan kırk sorudan otuzsekizine bilmiyorum cevabı alınmıştır.

Allame Nizam en-Nisaburî Şerhu Muhtasar İbn el-Hacib kita­bında şöyle demiştir: “İctihadın cüzlere ayrılması hakkında âlimler arasında farklı görüşler vardır, ictihadın bölünmesinden âlimlerin maksadını şöyle özetleyebiliriz. Âlim miras gibi sadece belli konu­larda ictihad edebilme kabiliyetine sahip ise ve bazı konularda ka­biliyetli değilse, kabiliyetli olduğu meselelerde ictihad eder mi, et­mez mî sorusunun cevabını araştırdığımızda iki farklı görüşle kar­şılaşırız. Bazıları ictihadın bölünememesi, müctehidin, bütün ah­kâmı bilmesini gerektirir, bu da imkân dışıdır diyerek, ictihad eder görüşünü savunmuşlardır. Bu görüşü destekleyen canlı örnekler vardır. Örneğin: Müctehid olan İmam Malik’e sorulan kırk sorudan otuzsekizini bimiyorum cevabını vermiştir.’

Ebu Hanife’ye sorulan sekiz mesele hakkında bilmiyorum ce­vabı verdiği rivayet edilmiştir. Âlimin, bazı meselelerle ilgili gere­ken bilgileri elde etmesi neticesinde meydana gelen ictihadı ile bü­tün meselelerde ictihad edebilme kabiliyetine sahip olan âlimin İç­tihadı arasında hiçbir fark yoktur. Bazı meselelerde kabiliyetli ol­maması ictihad edebilme yeteneğine sahip olduğu meselelerde icti­had etmesine bir engel teşkil etmez. Şerhu’l-Kutb-u Şirazi kitabın­da şu metne yer verilmiştir: “Bil ki, miras konusunda karşılaşılan yeni hadisenin kökü ve dayanağı ibadet ve icarat konularında de­ğil, ancak genelde miras konusunda bulunur. Dolayısıyla bir konuyla ilgili âyet, hadîs ve icmayı bilen kişinin o konuda ictihad edebilme yeteneğine sahip olmuş olması gerek. Olsa olsa meseleyi ilgilendiren ancak şaz bir dayanağı konu dışında olabilir. O da na­dirdir, itibar edilmez. Tıpkı mutlak müctehid gibidir. Her ne kadar konu hakkındaki delilleri araştırırken kendini zorlatmış olsa da, kaçırdığı birşeyler mutlaka olur.

İmam Gazalî de aynı görüşü savunarak şöyle demiştir: “Her ne kadar bazıları farklı görüş ileri sürmüşlerse de, bence ictihad bölünmez paylaşılmaz bir koltuk değildir. Her âlim ictihad derece­sine ulaşamaz diye birşey yoktur. Bazı konularda âlim ictihad ede­bildiği gibi diğer bir kısmında ictihad edemeyebilir. Hata bazen belli bir konunun bir meselesinde ictihad etme yeteneğine sahip olurken, başka meselelerde sahip olmayabilir.”

Karâfî Tenkih kitabında şöyle demiştir. “İctihad edebilmek için her mesele hakkında tam bilgi sahibi olmak gerekmez. Âlim bir konuda ictihad edip başkasından edemeyebilir. Hatta bir mese­lede bile ictihad ederken başkasında edemeyebilir.”

Allame Zennâtî konuyla ilgili şu açıklamada bulunmuştur, “İçtihadın bölünüp bölünmemesinden kastımız âlimin bazı mese­lelerde ictihad edip başkasında edemiyor olması mânâsında ictihad etmenin caiz olup olmamasıdır. Doğrusu cumhurun da kabul etti­ği cevaz veren görüştür ve müctehidin örneğin miras konusunda İctihad edebilecek kadar bilgi sahibi olup, hadîs ilminde tam bilgi sahibi olmaması miras meselesinde ictihad etmesine mani değildir. Bunun açıklaması, El-Celaî kitapta olduğu gibi, şöyledir. Kişi bazı meselelerde ictihad etme yeteneğine sahip olup bazılarında olma­yabilir. İctihad edebilme kabiliyeti şu şekilde elde edilir. İctihad et­mek istediği konu ile ilgili ahkâm âyetleri ve ahkâm hadîslerini tef­sir ve hadîs kitaplarında çalışıp araştırarak delilleri elde etmeye ça­lışır ya da o delilleri mutlak veya mukayyet bir müctehidden öğre­nerek müctehidlerin metodlarına göre delilleri inceler. Ve hiç kimseye uymadan kendi ictihadının neticesini belirtir. Elbetteki bazı konularda ictihad edebilme kabiliyetinde olmaması kabiliyetli ol­duğu meseledeki ictihadını etkilemez.”

El-Bedi kitabının sahibi, mukayyet müctehidin sadece ictihad edilecek meseleyi ilgilendiren bilgilere sahip olmasının yeterli ol­duğunu ileri sürmüştür.

Siracu’l-Hindî Şerhu’l-Bedi kitabında mutlak müctehidin şartlarını sıraladıktan sonra şu metne yer vermiştir: “Bu meseleleri bilmek ancak fıkhın bütün meselelerine dair fetva ve hüküm ver­meye kalkışan mutlak müctehid için gereklidir. Ancak sadece bazı meselelerde hüküm vermeye kalkışan mukayyet müctehid için bunları bilmesi gerekli değildir. Sadece miras konusu gibi ictihad etmek istediği konu hakkındaki bilgilere sahip olması yeterlidir. Ve fıkhi diğer meseleleri ilgilendiren bilgilere sahip olmaması bildiği meselelerdeki ictihadını asla etkilemez.”

Neticede mukayyet müctehidin iki ayrı yönü vardır. Bunlar itibar edilecek şekilde hakkında bilgi sahibi olduğu meseledeki icti­had yönü ve hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı meseledeki taklit etme yönüdür. Âlimlerin “Müctehid olmayan kişinin belli bir müctehide uyması gereklidir” sözleri bu iki yönle anlaşılmakta­dır. Yani âlim mutlak müctehid derecesinde olmadığı zaman taklit etmeye ihtiyacı vardır. Her ne kadar mukayyet müctehid bazı ko­nu ve meselelerde bilgi ve ictihad etme yeteneğine sahip olsa da, bilmediği meselede uyma zorundadır. Dolayısıyla hakkında tam bilgi sahibi olmadığı noktada taküt etme gerekliliği mukayyet müctehid için de geçerlidir.

Celaluddin el-Mahallî Şerh-u Cemu’î-Cevami kitabında aynı görüşü destekleyerek şöyle demiştir: “Taklit etme gerekliliği fıkhın bazı meseleleri veya miras gibi bazı konularında ictihad eden kişiyi de kapsar. Racih olan görüşe göre ictihadın tecezzüünün caiz oldu­ğuna binaen, ictihad etme kabiliyetinde olmadığı meselelerde baş­kasını taklit eder.”

İbnu’l-Hümam Tahrir kitabında şöyle demiştir: “Mutlak müctehid derecesine ulaşmayanın, fıkhın bazı meseleleri veya miras gibi bazı konularında müctehid olduğu halde, ictihad etme ka­biliyetinde olmadığı meselelerde başkasına uyması gereklidir.”

Taklit etme gerekliliği ile ictihad edebilmek arasında tezatlık yoktur. Çünkü her birisinin özel yönü farklı açısı vardır. Ancak sa­kıncalı tarafı aynı açıda birleşmeleridir.

Bu meselenin geniş açıklaması mukayyet müctehid konusun­da gelecektir. [71]

2. Hadîsçilerin Tartışması

Muhaddislerce hadîsle amel etmenin gerekliliği ve sahih hadî­sin her yedi çeşidi ile istidlal edilmesi üzere ittifak sağlanmıştır. Muhaddislein çoğu hasen hadîsin delil olarak ahnmasmı ve fazi­letli işlerde zayıf hadîsle amel edilmesini kabul etmişlerdir.

Er-Ravzu’l-Hasim fı’z-Zabbi an sünneti Ebi’l-Kasım kitabı sa­hibi, hadîs kitaplarına işaret ederek şöyle demiştir: “Bu kitaplarda bulunan hadîsler üç çeşide ayrılır.

a- Sıhhati üzere ittifakın sağlandığı sahih hadîsler. Bu vasfı ta­şıyan hadîslerle amel etmek âlimlerin ittifakı ile vaciptir. Fakat âlimler bu vasıftaki hadîsin kat’î veya racih, zannî bilgiden hangisi­ni ifade ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Sıhhati üzere ittifakın sağlandığı hadîs, sahih hadîsin yedi kısmı içinde en üstün derecede olduğu da kesindir.

b- Sıhhatinde ihtilaf edilmiş olan hadîsler: Bu nitelikte olan hadîslerin delil olarak alınması için cerh ve tadil ilmine bakılır, sonra taaruz durumunda tercih kaideleriyle ölçülmelidir.

c- Hadîs âlîmlerince zafi kararlaştırılmış olan hadîs: Sözkonusu hadîsin sıhhatini belirten herhangi bir hadîsçi olmadığı takdirde ahkâm konularında delil olarak alınmaz. Ancak faziletli ameller hususunda delil olarak alınır. Seleften İbn Hanbel, en-Numan ve başkaları gibi ‘Zayıf hadîs, bizim için şahsî görüşlerden daha se­vimlidir’ diyen nice âlimler olmuştur.”

Hadîsin delil olarak alınması için âlimlerce iki şart koşulmuş­tur.

1- Şu iki nitelikde delil olarak almak isteyeni ilgilendirir,

a- Hadîsi anlama kabiliyetinde olması: Yani fıkıh usulünce belirlenen delalet mertebelerine göre hadîsin içerdiği hükümleri ve hadîsin muhtevasını ve tazammunlannı bilmesi gereklidir. Şüphe­siz bu ancak Arapça’yı güzelce bilmesi ile gerçekleşir.

b- Hadîsi yerinde kullanabilecek güçte olması: Yani nasih mensuh ilmini, mütevatir ve âhad hadîsleri geniş bir şekilde mak­satları ile birlikte kavramış olması gereklidir; ki önceliği mensuha değil; nasihe, âhada değil mütevatire versin. Ravilerin bibliyograf­yalarını, cerh ve tadil ilimlerini de bilmesi lazımdır; ki, hadîs âlim­lerinden muteber bir âlimin sahih veya hasen olduğunu belirtme­diği hadîslerin bu ilimlerin kaidelerine göre tashih ve tahsisini ya­pabilsin.

Asrımızda hadîslerin kritiğini yaparak herhangi bir hadîse sa­hih veya hasen lâkabını vermenin mümkün olduğunu İmam Nevevî, el-Kettanî, el-Münzirî ve başka âlimler de ileri sürmüşlerdir. Bunun mercii ancak hadîs imamlarıdır. Şüphesiz ictihad kapısı an­cak fıkıh usulü ve hadîs usulünü kullanabilmekle çalınır.

Şeyhu’l-İslâm bu şartla ilgili şunları demiştir: “Müsned kitap­larında gördüğü bir hadîsi delil olarak almak isteyen kişi delil alı­nan ve alınmayan hadîsleri birbirinden ayırt edecek konumda ise hadîsin kritiğini yapmadan evvel onu delil alamaz. Bu konumda olmayan kişi ise, hadîs imamlarından birisi o hadîsin sahih veya hasen olduğunu belirtmiş ise, ona uyarak hadîsi delil alır.

2- Bu şart delil olarak alınacak olan hadîsin kendisini ilgilen­dirir.

Hadisin metninin Resulullah’ın ağzından çıktığı şekilde düzgünce yazılmış olması, tahrif veya hataya uğrama olasılığın sözkonusu olmaması. Bu da ancak elindeki hadîs kitabını mutemed bir­kaç sahih nüshayla karşılaştırma neticesinde gerçekleşir. İmam Nevevî şöyle diyor: “Sünnet kitaplarındaki bir hadîsi delil almak iste­yen kişinin hadîsi güvenilir bir âlim tarafından sahih kaynaklarla karşılaştırılan birkaç nüshadan alması gereklidir. Karşılaştırmanın bir kişi tarafından yapılması yeterlidir. Karşılaştırılan aslın çok sa­yıda nüshaları olmasını İbnu’s-Salah da şart koşmayarak şöyle de­miştir: “Sahih-i Müslim ve benzeri sünnet kitaplarından bir hadîsi delil alırken hadîsin güvenilir sahih kaynaklarla adaletli iki kişi ta­rafından karşılaştırılması uygun görülür. Böylece kitabın şöhretli ve güvenilir olmasıyla birlikte, birkaç asıl nüshanın üzerinde ittifak ettiği hadîsin sıhhatine güven hasıl olur. Bu inceleme neticesinde karşılaştırılan asıl nüshalar, ravilerinin çoğalmasıyla tevatür ve istifâza lakabını hakeder.

İmam Nevevî, İbn Salah’ın bu sözlerini istihbaba hamletmiştir. Yoksa asıl nüshalar ve ravilerinin belli bir sayıda olması gerek­mez. Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim gibi bir hadîs kitabının mutemed sahih bir asıl nüshası ile ve bir kişi tarafından karşılaştı­rılması yeterli görülmüştür.

El-Karafî, İmam Nevevî’nin bu tesbitini destekleyerek şöyle demiştir: “İbn Salah’ın ‘Hadîsin güvenilir sahih kaynaklarla adalet­li iki kişi tarafından karşılaştırılması uygun görülür’ sözleri bunun şart olduğunu değil, ancak müstehab olduğunu gösteriyor ki doğrusu da budur.”

Karşılaştırmada en güzel yöntem, Nevevî, Karafî ve başkaları­nın da belirttikleri gibi, şöyledir: Kişi hocasıyla birlikte kitaplarını açarak her ders esnasında nüshalarını karşılaştırarak hiçbir hata kalmaymcaya kadar düzeltir. Ebu’l-Fazl el-Carudî ise şöyle demiş­tir: “Karşılaştırmayı sadece kendin yap’. Çünkü iki kitabın birbirle­rine uyup uymadığını ancak yakînî olarak sen farkedersin.” Kadı İyaz da bazı araştırmacıların “Karşılaştırmayı nüsha sahibinin tek başına yaptığı zaman ancak doğru olabilir. Ve bu hususta başkası­na uyulmaz” dediklerini nakletmiştir.

Neticede gaye hadîs metninde herhangi bir tahrifin olmadığı­na dair güvence hasıl olmasıdır. Hadîs ve kaynaklarını incelemiş kişilerin bu güvenceyi elde etmeleri gayet kolaydır. Şüphesiz riva­yetler çoğalmış ve çoğu İslâm bölgelerinde şöhret bulmuştur. Ha­dîslerin çoğu senet ve metin açısından en güzel ve en açık bir şekil­de toplatılmış ve düzeltilmiştir. Böylece hadîslerin cümle ve ibarelerindeki kelimelerin doğruluğuna son derece güvenmekle birlikte hadîsi alıp öğrenmek bir hayli kolaylaşmıştır.

El-Musaylî El’A’lamu’ş-Şamİh kitabında şöyle demiştir: “Şüp­hesiz sünnet, mütevatir bir şekilde bize ulaşan hadîs kitaplarında toplatılmıştır. Hadîsler ve konuları fevkalâde muntazam bir sanat­la düzeltilmiştir. Sahih ve hasen gibi çeşitlere harika bir şekilde ay­rılmıştır. Sonra bu kitaplara mustahrec hadîsler, kitaplar şeklinde eklenmiştir. Rivayet şartları harika bir yöntemle belirlenip meto­dolojisinin zirvesine yetişilmiştir. Hadîslerden sahih olanı, hadîs kitaplarında açıklandığı gibi bütün illetlerden salim, en üstün olandır. Ondan bir derece aşağı hasen hadîs gelir. Hasen hadîs şevâhit ve mutabaatlarla sahih hadîsin derecesine ulaşır. Ondan son­ra zayıf hadîs gelir, farklı çeşitlere ayrılan zayıf hadîs şevâİt ve mu­tabaatlarla hasen hadîsin derecesine ulaşır. Bazı âlimler çok zayıf olmadığı takdirde zayıf hadîs mutabaat ve şevahitlerle sahih hadî­sin derecesine de ulaşabilir demişlerdir. Hadîs üzere bu harika ça­lışmalarda bulunan âlimler mevzu olarak adlandırılan yalan, uy­durma hadîsleri de ezberleyip yazarak kitaplar karalamışlar dır. Ha­dîs İlmini çok sayıda dallara ayırıp her dalda eser yazmışlardır. Fı­kıh usulü ilmiyle eş dereceye getirilen hadîs ilmi öylesine sistemleştiritmiştir ki artık kişi ne konuda olursa olsun, aradığı hadîsi ravilerin hadîsteki konumlarıyla birlikte kolayca bulur. Makbul ve geçerli ve geçersiz hadîsleri birbirinden ayırt eder.”

Sonra el-Musaylî hadîs talebelerine hitap ederek şöyle demiş­tir: “Muhaddisler hadîsleri sizlere ulaştırmışlardır. Geçerli ve ge­çersiz olanı artık senin ayırdetmen lazım. Şüphesiz Allah bu kitap­ları sîzlere emanet bırakmıştır. Bu kitaplarda kaydedilmeyen bir hadîs varsa, yazarları hiç yılmadan arayıp hadîsleri topladıkları gi­bi sizler de hiç yılmadan onu arayın ve bulun.

Neticede şu şart iki meselenin gerçekleşmesiyle gerçekleşir:

1- Hadîs kaynaklarına müracaat ederek aranan hadîsin Resulullah (s.a.v.)’a dayanıp dayanmadığını tespit etmek,

2- Öğrenmek istenen hükme delalet eden hadîsin kelime ve ibarelerinin tahrife uğramadığı güvencesinin hasıl olması ve tahrif ve hatanın olamayacağı bir şekilde asıl ve sahih nüshalarla karşılaş­tırarak güvenilir bir kitaptan nakledilip sıhhatine yakının hasıl olması gereklidir. Kritiğin uzmanı ve hikmetin bilginleri olan hadîs­leri şerheden âlimlerin şerhlerine müracaat edilerek, bu neticeye daha kolay bir şekilde ulaşılır. Aslında konu ile ilgili olarak sadece hadîslerin şerhlerine müracaat etmek kâfidir. Çünkü bu şerhlerde hadîs senetlerinin kritiği yapılarak hadîsin tashihine büyük önem verilmiştir ve garib kelimeler açıklanmış, i’rablar yapılmış ve me­tinler düzeltilmiştir.

Mutemed hadîs kaynaklarının her birisi için nice şerhler ya­zılmıştır. Bu şerhlerden birine müracaat eden biri, hiç kimseye so­ru sormaya veya hadîsin senedini isbat etmek için çaba sarfetmeye ihtiyaç göremeyeceği bir şekilde, bu şerhlerde yeterli bir açıkla­mayla hadîsin maksadını en güzel şekilde açıklanmış ve senedinin kritiğinin harika bir yöntemle yapılmış olduğunu görür.

Yalnız Hafız Ebubekir Muhammed bin Hayr el-İşbilî konuyla ilgili ilginç bir görüşü iddia ederek şöyle demişlerdir: “Alimlerin it­tifakıyla hiçbir Müslümanın kendine kadar senedi uzamadığı halde bir söz için Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu demesi asla caiz ol­maz. Resulullah (s.a.v.), şöyle buyurmuştur: ‘Kasıtlı olarak yalan söyleyerek bana söz uyduran kişi yerinin ateş olduğunu bilsin.’ Ka­sıtlı, kaydın bulunmadığı bazı rivayetlerde sabittir.”

El-İşbili’nin bu iddiası iki açıdan eleştirilerek çürütülür:

a- Şeyhülislâm ve başkalarının da dedikleri gibi İşbilî’nin da­yandığı delil iddiasına mutabık değildir. Çünkü Sahih-i Buharı gibi bir hadîs kitabından bir hadîsi nakledene Resulullah’a hadîs uydurdu denilmez.

b- İşbilî’nin iddia ettiği ittifak ve icma doğru değildir. Ez-Zerkeşî bu iddiayı eleştirerek şöyle demiştir: “İşbilî’nin naklettiği itti­fak, hayli ilginçtir. Bu görüşün ancak birkaç muhaddisten hikaye edildiği söylenmektedir. Ayrıca iddia edilen bu ittifak İbn Burhan ve Ebu İshak el-İsferâyinî’nin “güvenilir hadîs kitaplarından hadîs­leri nakletmenin caiz oldulğuna dair açıkladıkları icma ile çelişiyor. Hiç kimse hadîsi nakledenin senedi naklettiği kitabın yazarına ka­dar uzatmasını şart koşmamıştır. Ayrıca el-İşbili’nin bunun caiz ol­madığına dair gösterdiği delil daha ilginçtir. Çünkü gösterdiği ha­dîs Resulullah’a bir sözü nisbet ederken senet silsilesinin rivayet edilmesini asla ifade etmiyor ve şart koşmuyor. Hadîs sadece Resulullah’ın bir sözü söylediğini gerçek olarak bilmediği zaman kişinin onu Resulullah’a nisbet etmesinin haram olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla hadîsin mutemed bir kitapta bulunması yeterlidir.

Ayrıca el-İşbilî’nin bu davası bir hadîsi yazılı olarak bulma anlamında olan “vicade”nin delil olarak alınmasının caiz olmadığı hususu üzere de ittifak sağlanmasını gerektiriyor. Oysa âlimler bu meselede farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. El-Lekkanî, vicade ha­dislerinin delil olarak alınmasıyla ilgili üç görüşü şu şekilde özetle­miştir.

a- Bazı Şâfiî âlimleri kesin olarak vicade delil olarak alınmalı­dır görüşünü kabul etmişlerdir.

b- Senedi muttasıl olmayan vicade mürsel hadîse kıyas edile­rek delil alınmaz.

c- Kadı İyaz ve Cüveynî’nin savunduğu ve başkalarının da tercih ettikleri, İmam Şafiî’ye nisbet edilen vicadenin delil olarak alınması caizdir, görüşü de ileri sürülmüştür.

El-Irakî ise vicadenin delil olarak alınmasının gerekliliği görü­şünün daha doğru olduğunu savunarak şöyle demiştir: “Son asır­larda insanlar, hadîsleri, senetleriyle rivayet etme azimlerini yitir­mişlerdir. Ancak vicadeye yönelmişlerdir. Ve asrımızda hadîslerin naklinin ancak vicade ile gerçekleştiğini görüyoruz.” İmam Nevevî de Takrib kitabında bu görüşü savunmuştur. Muhaddisler de hadî­sin nakledildiği kitaba güvenin hasıl olduğu durumda vicadenin delil olarak alınmasının vücubiyetini kaydetmişlerdir. Ve zamanı­mızda hiç kimsenin vicadenin dışında başka hiçbir şekille yönel­medikleri, görülüyor. Doğrusu, zamanımızda uyulması gereken görüşün de zaten bu olması gerekiyor. [72]

3. Fukahanın Tartışması

Fakihler, mukallidin doğrudan hadîsle amel etmesi hususun­da birbirinden farklı ve ilginç açıklamalarda bulunmuşlardır. Fakihlerin bu açıklamaları iki görüşe dayanmaktadır:

  1. Hükmü öğrenmek istenen hadîsin mukallidin uyduğu ima­mın mezhebine muvafık olduğu takdirde bile mukallidin doğrudan hadîs ile amel etmesini yasaklayanlar

el-Karâfî, ez-Zahire kitabında şöyle demiştir: Mukallit bir kimsenin doğrudan hadîslere uyması haramdır. Dayanağı kendisi­ne açık olmasa bile, müctehid bir âlime uyması vaciptir. Çünkü ictihad edebilme kabiliyetinden yoksundur.

Şeyh Salim es-Senhurî Şerhul-Muhtasar kitabında şu sözleri kaydetmiştir: “Cumhura göre ictihad etmeye ehil olmayan bir kimsenin âlim olsa bile, müctehid bir imama uyması gereklidir.” Fakat bazı âlimler, âlim vasfını taşıyanların hükümleri delillerinden alma yeteneğine sahip oldukları için taklitle başkasına uyması­nın caiz olmadığım söylemişlerdir.

Yalnız dediğimiz gibi, cumhura göre müctehid âlimler olan “ulu’l-emr”e itaat gereğince, az bilen, bildiğini bırakıp daha çok bilene uymakla mükelleftir.

Aşağıda zikredeceğimiz rivayetler bu görüşü destekliyor. Taberanî el-Evsat kitabında Ebi Melike’den, İmam Ahmed Müsned’inde değişik senedierle şu olayı nakletmişlerdİr: Urve bin Zübeyr Abdullah bin Abbas’a giderek “Ne oluyor sana, insanları saptırıyorsun ey İbn Abbas!” dediğinde İbn Abbas ona “Neymiş o ey Urve?” diyerek, açıklamasını istedi. Urve, “Adam hac veya um­reye ihram edip tavaf ettiği zaman ihramdan çıkmış olduğunu sanıyorsun. Oysa Ebubekir ve Ömer insanları bunu yapmaktan alıkoyuyorlardı” dedi. İbn Abbas, Urve’ye iyice yaklaşarak “Sana ya­zıklar olsun, sence onlar mı daha evla, yoksa Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın ümmetine bıraktığı sünnet mi daha evla?” diyerek şaşkınlığını belirtti. Urve “Onlar Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetini benden ve senden daha iyi biliyorlardı”, diyerek İbn Abbas’la mücadeleye girdi.

Urve’nin bu sözü ve İbn Abbas’la olan mücadelesi az bilenin bildiğini bırakıp daha çok bilene uyması gerektiğini gösteriyor. Bu­nun çok sayıda canlı örnekleri vardır.

Hz. Ömer çok meselelerde Hz. Ali’ye müracaat ederek: “Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.” “Ebu’l-Hasan’ın (Hz. Ali) arala­rında bulunmadığı bîr kavimle yaşamaktan Allah’a sığınırım” de­miştir. Abdurrahman b. Avf’ın, Hz. Osman’a bey’at ettiği zaman “Resulullah’ın sünneti, Ebubekir ve Ömer’in sireti üzere sana bey’at ediyorum” dediği belirlenmiştir. Ebu Musa’nın birisine işa­ret ederek “Bu bilge aranızdayken bana gelip soru sormayın” dediği nakledilmiştir. Sahabe ve tabiîn zamanında vuku bulan buna benzer daha nice söz ve olaylar vardır.

El-Hattab, Şerhu’l-Muhtasar kitabında şöyle demiştir: “Cum­hura göre ister âlim ister avam ictihad etmeye ehil olmayan herke­sin, müctehid imamlardan birisine uyması gereklidir. Çünkü icti­had derecesine ulaşamayan âlimin bilgisi müctehidlerin bilgisine nisbeten yok sayılır. Bu yüzden bildiğini bırakıp müctehid imamlardan birisine uymalıdır.

Şeyh Fazıl eş-Şâfıî şöyle demiştir: “Mükellef bir insan müctehidde bulunması gereken şartlardan birisine haiz değilse, ictihad etmeye ehil olmaz ve müctehid bir âlime uyması lazımdır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: ‘Bilmiyorsanız bilenlere sorun’ [73] Şüphesiz kişi güç yetiremediği şeyden sorumlu değildir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur. ‘Gücünüz yettiği kadar Allah’a isyan etmekten sakınınız’[74] İctihad derecesine ulaşmayan âlim normal bir insanla eşittir. Başkasına uyması gereklidir.”

Abdulhak ed-Dihlevî Şerhu’s-Sirâtu’l-Müstakim kitabında, şunun veya bunun ihtilafına bakmaksızın Resulullah’tan bize ula­şan sahih hadîslere dayanmanın gerekliliğini açıkladıktan sonra, şunları demiştir: “Doğrusu bunu yapmak lazımdır. Bize ulaşan sa­hih haberlerin başımız ve gözümüzün üzerinde yeri vardır. Onlara göre amel etmek dünya ve âhirette saadet ve mutluluğu gerektirir. Fakat asrımızda bu neredeyse tasavvur edilemeyecek bir hale gel­miştir. Çünkü müctehid imamlar hadîs ve sahabe sözlerini İncele­yerek sahih ile zayıfı ve nasih ile mensuhu birbirinden ayırmışlar­dır. Tevil etmeye kabil olan nassları tevil ederek uygulamışlardır ve mezheplerini tedvin ederek yaymışlardır. Zamanımızın hangi âlimi bu güce, bu kabiliyete sahiptir ki, bu işin altından çıkarak bu yükü kaldırabilsin.

Bu yüzden asrımızda adları geçen büyük müctehid imamlara uyup yollarından gitmekten başka hiçbir yol yoktur. Oysa ilk dev­rin muhaddisleri böyle değillerdi. Onlar açıkladığımız imkâna sa­hip ve ictihad etmeye kabiliyetli idiler. Gerçeğe baktığımızda da, ictihad ve kıyas olmadan yeni hadiselere dair hükümler verile­mez.”

El-Esnevî Mahsul kitabında ictihad derecesine ulaşmayan ki­şinin bir müctehide uymasının caiz olup olmadığı hususunda üç görüşe yer vermiştir. El-Esnevî ve el-Âmidîye göre en doğrusu caiz olması değil, vacip olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Bilmiyorsanız bilenlere sorun” [75] Kaldı ki insanlar ictihadla uğraşacaklarsa geçimlerini na­sıl sağlayacaklardır. Nevevî, er-Ravza kitabında şöyle demiştir: “Biz insanları fer’î meselelerde taklitten men edersek onları şaşkınlıkla başbaşa bırakmış oluruz. Fakihlere göre avam insan şer’î ahkâmı delillerinden alma kabiliyetine sahip olan ve ictihad etme yolunu bilmeyendir. Onun müctehid bir imamı taklit etmesi caizdir. Hat­ta vacip olduğunu söylüyorum. Çünkü Cenab-ı Allah şöyle buyur­muştur: ‘Bilmiyorsanız, bilenlere sorun.’ [76] İctihad de­recesine ulşmayan âlim de avam gibidir. Onun da müctehid bir imama uyması vaciptir.”

El-Esnevî Nihayetu’s-Sûl kitabında, alimlerin taklidin tarifi ve taklit etmenin gerekliliği hakkında farklı deyimler kullandıklarını şu şekilde açıklamıştır: “Bazı âlimler mukallit ictihad derecesine ulaşmayandır derken başka bîr grup ictihad etmeye ehil olmayan­dır, deyimini kullanmıştır. Ayrıca mukallit mutlak müctehid ol­mayandır şeklinde tarif edenler de olmuştur. Sonra hükmü ile ilgi­li, taklit etmesi lazımdır, vaciptir demiş veya aynı mânâda olan de­ğişik ifadeler kullanmışlardır.

Mukallid bir kimsenin taklit ettiği müctehidin verdiği bir hü­kümle çelişen sahih bir nassı bulduğu takdirde bile imamına uy­ması lazımdır. Nass’ın muktezasıyla amel etmesi yasaktır. İmamı­nın mezhebine uymalıdır.

Î’lâmu’l-Muvakkîn kitabı, “Adamın birinin Sahihayn veya gü­venilir herhangi bir hadîs kitabında bulduğu bîr hadîs ile fetva vermesi caiz mi?” sorusuna şu yanıtı vermiştir: “Son devrin âlimlerin­den bir grup veremez diyerek şöyle bağlamışlardır: Çünkü hadîs mensuh veya daha güçlü bîr hadîsle çelişiyor olabilir. Kişi hadîsin delaletini yanlış anlayarak mendubiyeti ifade eden bir emrin vucubiyeti ifade ettiğini düşünebilir, tahsis edilmiş bir âmm lafzını âmm olarak alabilir ve takyid edilmiş mutlak bir nassın mutlak ol­duğunu sanabilir. Bu yüzden ilim erbabına sormadan hadîsle amel edip fetva vermesi asla caiz değildir:

Neticede mukallidin doğrudan hadîsle amel edemeyeceği gö­rüşünü savunan âlimler görüşlerini şu üç esasa dayanmışlardır.

a- İctihad bölünmez.

b- Şer’î nasslar delalet ettiği hüküm itibariyle ictihad edilmiş kabildendir.

c- Şer’î bir nassla amel etmeden önce muarızı var mı, yok mu diye araştırmak lazımdır. İctihad konusunda bu üç esasın tam aksi tercih edilecektir.

B- Mukallidin doğrudan hadîsle amel etmenin caiz veya vacip ol­duğu görüşünü savunanlar.

El-Cami kitabının yazan şöyle demiştir: “Medine halkının ameli ile çelişmeyen hadîsleri reddetmek asla caiz değildir.”

El-Karâfî ise şöyle demiştir. “Bir meselede delili zayıf olan hiçbir imama uymak caiz değildir. Ancak diğer meselelerde ona uyar. Örneğin Malikî birisinin İmam Malik’e delili zayıf olan bir meselede uyması doğru değildir. Ancak şer’î nasslara muvafık olan veya delilinin daha güçlü olduğu meselelerde ona uyar. Böylece İmam Malik’in şu meşhur tavsiyesini de yerine getirmiş olur. ‘Ben ancak bir beşerim, doğruya ulaşıp hataya da düşerim, görüşlerimi inceleyiniz. Kitab ve sünnete muvafık olanı alınız, olmayanı bırakınız.

İzzeddin bin Abdusselam şöyle demiştir: “Zamanımızda mukallit uyduğu imama ait görüşün za’fiyetini farkettiği halde ona uymaktan vazgeçmiyor. Sanki imamı gönderilmiş bir peygamber­dir. Bu ne kadar garip birşeydir? Hak ve doğrudan nasıl bir sapma­dır?”

Mukallidin doğrudan hadîsle amel etmesine cevaz verenlerin taklidin doğru olabilmesi için koştukları yedi şarttan birincisi, uyulan görüşün Kitab ve sünnete aykırı olmamasıdır.

El-Karâfî de şöyle demiştir: “Kitab, sünnet, icma, kaide ve da­ha güçlü bir nassla çelişmeyen kiyas-ı celîye muhalif düşen bir müctehidin fetvasını topluma yaymak veya onunla fetva vermek asla caiz değildir. Bir hakimin böylesi bir fetvaya dayanarak verdiği hüküm iptal edilmelidir. Ve şeriata göre hakimin verdiği böylesi hükümleri reddetmeliyiz. Çünkü şeriata muvafık olmayan fetvayla fetva vermek haramdır. Dolayısıyla böylesi bir hükmün yürürlüğe geçirilmesi haramdır. Fakat içtihadı nedeniyle o müctehîd günah­kâr olmaz. Bilakis ecir alır, çünkü o emredildigi şekilde hakka ka­vuşmak için gücünü sarfetmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur: ‘Müctehid ictihad ettiği meselede hata ettiği zaman ona bir ecir vardır. İsabet ettiği zaman iki ecir vardır.’ Bu yüzden her asrın fakihlerinin mezheplerini inceleyip gözden geçirerek bu tür meseleleri mezheplerinden atmaları gereklidir. Az veya çok, hiçbir mezhep bu tür meselelerden temiz değildir.”

Şeyh Takiyuddin bin Salah şöyle demiştir: “Müctehid bir imamın görüşüne aykırı hadîs görüldüğü takdirde ehil birisi tara­fından o hadîs üzere yapılan inceleme neticesinde herhangi bir muarızına rastlanmadığı zaman müctehid imamın görüşü redde­dilir. Hadîsle amel edilmelidir. Şüphesiz bu, bizim için güçlü bir delildir.” Nevevî de Şerhu’l-Muhezzeb kitabında buna benzer söz­leri kaydetmiştir.

Nihayetü’n-Nihaye kitabında İbn eş-Şahne el-Hanefî şöyle de­miştir: “Mezhebimize muhalif bir sahih hadîs görüldüğü takdirde hadîse göre amel edilir ve mezhebimizin görüşü de o olur. Ve bu­nu yapmakla kişi mezhebimizden çıkmaz. Ebu Hanife’nin şöyle dediği sabit olmuştur. ‘Hadîs sahih ise mezhebim odur.'”

Şeyh Abdulhak ed-Dihlevî Şerhu’s-sirâtu’l-müstakim kitabın­da şöyle demiştir: Mukallidin uyduğu müctehidin hadîsle çelişen bir sözünü bulduğu zaman müctehidin sözünü bırakarak hadîsle amel etmesi caiz midir? Bu meselede farklı görüşler var. İlk devrin âlimlerine göre mezhebini bırakır, hadîsle amel eder. Çünkü uyu­lan asıl imam Resulullah’tır. Müctehid imamlar da ona tabidirler. Bir hadîsin gerçekten Resulullah’ın sözü olduğu bilindikten sonra başkasına uymak akıl kârı değildir.” El-Kamus kitabının yazarı Meciduddin eş-Şİrazî de bu görüşü seçmiştir.

İ’lamu’l-Muvakkıîn kitabında şu sözlere yer verilmiştir: “Ada­mın birinin Sahihayn veya güvenilir herhangi bir hadîs kitabında bulduğu bir hadîsle fetva vermesi caiz midir? Son devrin âlimlerin­den bir grup caiz değildir yanıtını vermişlerdir. Başka bir grup ise caizdir yanıtını vererek şöyle demişlerdir: ‘Ancak hadîsle amel et­mesi lazımdır.’ Nitekim sahabe de böyle yapardı, kendilerine Resu­lullah’ın bir hadîsi ulaştığı veya anlatıldığı zaman hiç ara vermeden ve muarızı var mı yok mu diye araştırmadan onunla amel etmeye koşuyorlardı ve falan şu veya bu hadîsle amel ediyor mu diye hiç sordukları da olmazdı. Olduğu takdirde de şiddetle azarlanırdı. Sa­habeden sonra gelen tabiînin de aynı şekilde davrandıkları herkes­çe malumdur. Hadîslerin son kullanma tarihi yoktur. Uzun zama­nın üzerinden geçmesi hadîslerin terkedilmesini asla caiz bırak­maz. Falanca müctehid şu veya bu hadîs ile amel etmediği müd­detçe o hadîs ile amel edilemiyor olsaydı o zaman falanca müctehi­din sözlerine hadîs ölçü değil, onun sözleri hadîse ölçü olurdu. Şüphesiz bu büyük bir yanılmadır. Allah insanlara ancak Resulünü hüccet göstermiştir, falan veya filanı değil…

“Resulullah (s.a.v.), ümmetine sünnetini tebliğ etmelerini emretmiştir ve bunu hakkı ile yerine getirene de dua etmiştir. Ha­dîsin kendisine ulaştığı kişi, falan müctehid veya filan âlim o hadîs­le amel etmedi diye kendisi amel etmeyecek olursa, o zaman Resulullah’ın hadîslerini tebliğ etmenin bir faydası olmaz ve şu veya bu müctehidin sözleri ile yetinilirdi.

“Ümmetin üzerinde ittifak ettiği mensuh hadîsler, beş on ha­dîsi geçmez. Neshedilmiş bîr hadîsle bilmeyerek amel etme hatası­na düşme ihtimali neredeyse sözkonusu değildir. Oysa bir mesele hakkında binbir görüşü nakledilen, söylediği bîr sözünden hemen vazgeçebilen, çelişkili sözler söyleyen ictihadında isabet ettiği gibi hata da eden müctehid bir imama uymaktaki hataya düşme oranı bir hayli yüksektir. Resulullah’ın sözlerine dayanarak yanlış anla­maktan kaynaklanan yanlış fetvaların meydana gelmesi neredeyse sözkonusu olmazken, neyi doğru neyi yanlış bilinmeyen bir kimse­ye uymaktan kaynaklanan nice hatalar meydana geliyor.”

İbn Abdilber şöyle demiştir: “Sahabe zamanında da ihtilafın olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Fakat sahabenin ihtilafı gelişi­güzel bir ihtilaf değildi. Onlar ancak işittikleri veya gördükleri ha­dîslerin birkaç mânâya gelen ibaresinde ya da meşhur olmayan, herkesçe bilinmeyen hadîslerde ihtilaf etmişlerdir. Sahabenin itti­fak ettiği bir meselede sonraki âlimlerin ihtilaf etmelerine itibar edilmez. Şüphesiz ihtilaf durumunda merci âlimlerin sözleri değil, ancak Resulullah’ın sözleridir. Nitekim İbn Ömer Resulullah’ın sünnetini bildiğinden dolayı bir meselede arkadaşlarına muhalefet etmekten hiç endîşe etmezdi. Kendisinden hadîsi işiten İbn Cüreyc de hadîse dönmüştür ki, herkesin de yapması gereken budur. Ve İbn Cüreyc zamanımızda bazı cahillerin yaptıkları gibi, İbn Ömer’e ‘Çoğunlukta olan arkadaşların bu meseleyi senden daha iyi biliyorlar, yanılmış olabilirsin’ demedi.”

Şeyh İzzedin bin Abdusselam Kavâidu’l-Ahkâm fi Mesaîihi’l-En’am kitabında şöyle demiştir: “Bazı tutucu mukallit fakihler uydukları müctehidin görüşünü zayıf bulduğu ve savunacağı hiçbir kanıtı olmadığı halde ona uymaktan asla vazgeçmiyor. Mezhebine kupkuru bağlılığından dolayı mezhebi ile çelişen Kitab sünnet ve sahih kıyasları reddeder. Kitab ve sünnetin zahir ibarelerini, uydu­ğu imamı savunmak için bâtıl ve uzak tevillerle tevil etmek ama­cıyla hile arar. Bu yaptıkları ne kadar ilginçtir. Onların bulunduğu meclîs toplantılarında tanıdıkları imamlarının görüşüne ters birşey söylenildiğinde delilini dinlemeye hiç sabretmeden son derece şa­şırdıklarını hemen belirtirler. Ve hakkın sadece imamının mezhe­binde oluğunu sanarak iddia ederler. Oysa biraz düşünseydi, baş­kasının mezhebine değil, uyduğu imamın mezhebine şaşması gere­ğinin daha evla olduğunu farkederdi. Fakat bu tür insanlarla ko­nuşmanın boş ve faydasız bir ayrılığa götüreceğini hiç de unutma­yalım. Bir meselede başka bir mezhebin görüşü daha doğru görül­düğü zaman uyduğu imamın görüşünden vazgeçenleri hiç görme­dim. Bilakis uyduğu imamın görüşünün hak dışı olduğunu gördü­ğü halde yine imamına uymakta ısrar ederler. Aciz kaldıklarında ‘Ola ki uyduğum imam görmediğim ve farketmedtğİm bir delile dayanmıştır’, derler. Ancak zavallı adam bu sözün kendisine yö­neldiğini ve hasmını belirttiği açık ve kat’î delillerle yücelttiğini fark etmemiştir. Sübhanallah, tutucu taklidin gözlerini kör ettiği insanlar ne kadar da çoktur. Nerede olursa olsun, kim tarafından tesbit edilmişse edilsin, Allah bizi o hakka tabiî olmaya muvaffak kılsın. Bu tutum selefin tartışma adabından ne kadar yoksun bir tutumdur.’ Sahabe meselelerin doğru hükümlerine ulaşabilmek için istişare eder, doğruyu hasımlarında buldukları takdirde bile ona sarılmaya koşarlardı.”

İmam Şafiî, şöyle demiştir: “Tartıştığım her kişiye ‘Yarabbi! Hakk’ı onun kalbine ve diline söylet ki, hak bende ise bana uyar, onda ise ben ona uyarım.” diye duada bulunmuşumdur. [77]

Sonuç

Bir grup âlim, fakihlerin taklit ile ilgili bu iki görüşünü birleştirme­ye çalışarak aralarındaki ihtilafın lafzı olduğunu söylemişlerdir. Ve her iki görüşün meseleyi farklı açıdan ele aldığını söylemişlerdir. Onlar görüşlerini ileri sürerken, birinci görüşün ictihad etme yete­neğine sahip olmayan avam ve delaleti “hafi” (gizli) olan nasslar için; ikinci görüşün ise ictihad etmeye ehil sayılan ve delaleti “za­hir” açık olan nasslar için geçerli olduğunu açıklamışlardır.

Nihayetu’s-Sûl kitabında İmam el-Esnevî şöyle demiştir: “Bu iki görüş birleştirilir derim. Yani Şeyh Abdulhak ve onun görüşün­de olan âlimlerin sözlerinin ictihad etme yeteneğine asla sahip ol­mayanlara mahsus ve delaleti açık olmayan, üzerinde çok düşün­meyi gerektiren delaleti “hafi” olan nasslara mahsus olduğunu düşünüyorum. Ki ‘son devir âlimleri’ tabiri ve Dihlevî’nin ‘Zamanı­mızın hangi âlimi bu güce, bu kabiliyete sahiptir?’ sözleri de bunu ifade ediyor. Ve Şirazî, İzzeddin bin Abdusselâm ve onların görü­şünde olanların sözlerinin ise herkesin idrak edebileceği, delaleti açık plan nasslara ve belirli konularda hükümleri nasslara dayandırılabilen meseleleri kavramaya bilenlere mahsus olduğunu söylü­yorum.”

El-Î’lam kitabının yazarı bu görüşü destekleyerek şöyle de­miştir: “Aslında bu meseleyi geniş olarak ele almak en doğrusudur. Hadîsin zahirinden anlaşılan mânâdan başka ihtimaller sözkonusu olmayıp işiten herkese delaleti açık olan hadîs ile doğrudan amel edilir ve hiçbir âlim fakihin onayına gerek duymadan onunla fetva verilir ve bu durumda merci ancak hadîstir, başka hiçbir kimsenin sözüne itibar edilmez. Yoksa delaleti gizli, maksadı kapalı olan ha­dîs ile doğrudan amel edilmez, ancak bir müctehide sorulur ve de­laleti öğrenildikten sonra gereğince amel edilir.” Yalnız nassta bu­lunan âmm bir lafzın âmm, emrinin vücub, nehyinin tahrim ifade ettiği şeklinde nassin muarızını aramadan zahiriyle amel edilir ve­ya edilmez hususunda farklı üç görüş yardır.

İmam Ahmed ve bir grup âlime göre incelenen nassta, âmmı ifade eden bir lafzın muhassisî aranmadan onunla amel edilmez. Emir ve nehiy olan nasslarda ise muarızını aramaya gerek olmadan onunla amel edilir. Tabiî ki bu durum mutlak müctehid derecesin­de olmayan ama meselenin farkında olup belirli derecede ictihad melekesini kazananlar için geçerlidir. Şüphesiz bu derecede olma­yan kişinin yapacağı, ancak bilen birisine sormasıdır. Cenab-ı Al­lah şöyle buyurmuştur: “Bilmiyorsanız bilenlere sorun” [78] Resulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: “Bilmediğinizde ni­çin sormadınız? Cehaletin ilacı sormaktır.”

Müftünün müctehid bir imamdan rivayet ettiğine mukallid güveniyorsa, güvenilir kişilerin yazdıkları Resululah (s.a.v.)’ın ha­dîslerine güvenmesinin daha evla olduğu açıktır. Kişinin hadîsleri anlamadığı farzedilirse, müftünün verdiği fetva anlaşılmadığı za­man anlayan birisine nasıl müracaat edliyorsa, hadîs hususunda da mânâsını bilen birisine müracaat edilir ve muvaffakiyet Allah’tan­dır.

İmam Esnevî, ikinci görüşün ictihad etme yeteneğine sahip olanlara mahsus olduğuna bîr kanıt daha göstererek şöyle demiş­tir: “Bu görüşü savunanların hemen hemen tümü ictihad yeteneği­ne sahip olan büyük imamlardır.”

Seyyid el-Alevî el-Yemenî bîr risalesinde şöyle demiştir: “Allame Meciduddin eş-Şirazî ictihad derecesine ulaştığını iddia etmiş ve bu konuda el-İsfad ilâ rütbeti’l-İctihad adındaki kitabını yazmış­tır. İbn Salah’ın da ‘Rağaib’ konusunda ictihad ettiğini iddia etmiş­tir. Zerkeşî ve İzzeddin bin Abdusselam’ın ictihad rütbesinde ol­duklarından hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Suyutî İmam Nevevî’nin ictihad derecesine ulaştığını açıklamıştır. İşte bütün bunlar bu görüşün sahipleri: dediğim gibi kendi seviyeleri açısından meseleye bakıp değerlendirmişlerdir. Şeyh Abdulhak Dihlevî ise son devrin insanları açısından meseleye bakıp değerlendirmede bulun­muştur.

İmam Esnevî Nihayetu’s-Sûl kitabında şöyle demiştir: “Bütün bu kanıtlardan ortaya şu çıkmaktadır. Her iki görüşün sahihleri muteber bir ilme sahip olan kişinin doğrudan hadîs ile amel etme­sinin caiz veya vacib olduğu ve muteber bir ilme sahip olmayan ki­şinin ise doğrudan hadîsle amel etmesinin caiz olmadığı hususun­da bir ve aynı görüşteler.”

Şüphesiz İmam Esnevî’nin bu görüşü her ne kadar ikinci gö­rüşü savunan âlimler için mümkün olsa da, “İctihad derecesine ulaşmayanın vücuben bir müctehidi taklit etmesi gereklidir” görü­şünü savunan birinci görüş sahipleri için mümkün değildir. Doğ­rusu iki görüşün arasındaki hilaf lafzî değil, hakikîdir. İctihadın bölünüp bölünmemesi meselesine dayalıdır. Ancak birleştirmeyi savunan görüş mesele ile ilgili üçüncü bir görüştür ve bu görüşün doğru olmasının daha evla ve de daha düzgün olduğu herkesçe malumdur.

İlerde ictihad konusunda bu görüşü destekleyen deliller ve her görüşün dayanakları geniş bir şekilde anlatılacaktır. Şüphesiz en iyisini bilen ancak Allah’tır. [79]

3- İCTİHAD

Tarifi Ve Çeşitleri

İctihad, Luagatta Çaba Göstermek, meşakkatli birşeyi ele geçirmek hususunda olanca gücü harcamak demektir.

Fıkıh usûlcülerinin ıstılahında ictihad, genel manâsıyla bir hükme varmak için olanca gücün harcanmasıdir. Bu tarif, fıkhî, lugavî ve aklî ilimleri içerir. İbn Hacib Esnevî, Nevevî, İbn Sübkî ve Beyzavî ictihadı özel mânâsiyle: “Resulullah’tan hakkında hükmü varid olmayan fer’î bir meselenin zannî şer’î hükmüne varmak için fakihin kendi metoduyla olanca gücünü harcamasıdır, şeklinde tanımlamışlardır. İctihadın çok çeşitleri var. Çünkü alim ya mutlak müctehiddir ya da mukayyet müctehiddir. Mutlak müctehid de ya müstakil veya müntesibdir. Mukayyed müctehidin ictihadı ya bazı ilim ve konularda mukayyeddir, ya da bazı mezheplerle aynı mukayyeddir. Bazı mezheplerle mukayyed olan müctehid ya delillerden ve imamının nasslarından hükümleri imamının usûl ve kaidelerine göre istinbat edebilecek güçte olur ya da olamaz. O güçte ol­mayan da, ya bütün konularda mezhebinin bazı görüşlerini bazısı­na tercih edebilme gücünde olur ya da olmaz. O güçte olmayan da ya bazı meselelerde tercih edebilecek güçte olur yahut olmaz. Bazı meselelerde tercih etme gücünde olamayan kişi, her ne kadar mu­teber bir ilme sahip olsa da, hükmen avam derecesinde olanlardan sayılır. [80]

A- Müstakil Mutlak Müctehid

Bu ictihadın en ekmeli ve en üstünüdür. Müstakil mutlak mücte­hid, usûl ve furu’da hiçbir müctehidi taklit etmeksizin kendisinin koyduğu prensip ve kaideler çerçevesinde ictihad eden fakihtir.

Başka bir tarifle; fıkıh usûlü, belağat, nahiv, sarf ve Arapça ilimlerinde orta dereceli olan, kitab ve sünnetteki ahkâmın delille­rini bilen fakihtir. Ayrıca ictihadın müctehidden hasıl olabilmesi için, hakkında icmanın hasıl olduğu konular, nâsih, mensuh, nü­zul sebepleri, mütevatir hadîslerin şartlan, sahih, hasen ve zayıf olan âhad hadîsler ile ravîlerin bibliyografyalarını ve genel durum­larını bilmesi itibara alınmalıdır. Fakat zamanımızda bu konulan bilmek için, konuyla ilgili uzman imamlara müracaat etmek yeter­lidir.

Alimler, müctehidin, kelam ilmi, fıkhın fer’î meseleleri, mate­matik ve benzeri ilimleri bilmesini şart koşmakta ihtilaf etmişler­dir. Fakat en doğrusu bunları bilmenin müctehid için şart olma­masıdır ve ileride müctehidde bulunması gereken şartlar babında bu konuyu geniş bir şekilde ele alırız. [81]

B- Müntesib Mutlak Müctehid

Müstakil müctehidin sıfatlarını haiz fakat kendine özgü prensip ve kaideler oluşturmayan, ancak başka bir müctehidin metodunu iz­leyen fakihtir.

Bu ne müstakil, ne de mukayyettir; buna müntesib mutlak müctehid denilir.

İmam Suyutî, bu dediklerimizi kaydettikten sonra şöyle de­miştir: “İşte ikisinin arasındaki fark budur. Müstakil ve mutlak müctehid arasında umum ve husus vardır; her müstakil mutlaktır ama her mutlak müstakil değildir. Bu dediklerimizi İbn Salah da açıklamıştır.”

Nevevî Şerhu’î-muhezzeb kitabında şöyle demiştir: “Müstakil olmayan müftü, müntesib müctehid olandır. Müntesib müctehi­din dört şekli vardır: Birinci şekli mezhep ve delilde imamına uy­mayan müstakil müctehiddir. Yalnız ictihad ederken imamının metodunu izlediği için ona nisbet ediliyor ve müntesib sayılıyor. Üstad Ebu İshak, Malik, Ahmed, Davud ve Hanefî fakihlerinin ço­ğunun, ictihad ederken imamlarının metodunu izlediklerini söyle­yerek, müntesib müctehid olduklarını savunmuştur. Sonra Ebu İs­hak şöyle demiştir: “En doğrusu arkadaşlarımızdan ehl-i tahkikin izlediği metoddur. Onlar taklit etmek için değil, ancak ictihaddaki metodunu daha kolay gördükleri için İmam Şafiî’nin mezhebine geçmişlerdir İctihad etmek istediklerinde onun usûlünü alarak, kendisine hiç taklit etmeden usûlüne göre hükümleri delillerden öğrenmeye çalışmışlardır.”

Ebu Ali es-Sincî buna benzer sözleri kaydederek şöyle demiş­tin “Şafiî’nin usûlünü daha düzgün daha racih gördüğümüz için ona uyduk; yoksa onu taklit etmek için değil.” Nevevî es-Sincî’nin bu görüşünün İmam Şafiî ve Müzenî’nin tavsiyesine muvafık ol­duğunu söylemiştir.

El-Envar ve Şerhu’r-Ravd kitaplarında şu sözlere yer verilmiş­tir: “Zikredilen müctehidlerin İmam Şafiî’ye nisbet edilmeleri, icti­had ederken, delilleri kullanıp sıralarken onun usûlünü aldıklarındandır. Onlar İmam Şafiî’ye muhalefet etmekten kaçınmazlardı.”

İmam Suyutî de müntesib müctehid derecesinde olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Asrımızda hata mutlak ve müstakil müctehidin eş-anlamlı kelimeler oldukları zannından kaynaklanıyor. Oysa böyle değildir. Bizim kendimize iddia ettiğimiz ictihad ise, müsta­kil mutlak ictihad değil, müntesib mutlak ictihaddır. Biz İmam Şa­fiî’ye uyuyoruz ve ictihadda onun usûlündeyiz, metodundan hiç ayrılmıyoruz.”

İmam Suyutî sözlerini şöyle sürdürüyor: “Günümüzde çoğu insanlar şu hataya düşmektedirler. Mutlak müctehidin çoktandır bulunmadığını ve çok zamandan beri ancak mukayyet ictihadın olduğunu sanmışlardır. Şüphesiz bu onların düştükleri bir hatadır. Alimlerin görüşlerine vâkıf olamadıkları gibi, mutlak müctehid ile müstakil müctehidin arasındaki farkı ve mukayyet müctehid ile müntesib müctehid arasındaki farkı bilememişlerdir. Oysa arala­rında anlattığımız fark vardır. Meseledeki gerçek şudur: Mutlak müctehid, mukayyed müctehidden farklı olduğu gibi, müstakil müctehidden daha kapsamlıdır ve onu içerir. Müstakil müctehid, mezheplerdeki kaidelerden farklı olan fıkhını dayandıracak kendi­ne özgü usûl ve prensiblere sahip olan fakihtir. İşte çoktan beri bu­lunmayan, bu vasfı haiz müctehiddir. Günümüzde bir insan bunu yapmak istese yapamayacaktır ve yapması da caiz değildir. Birden fazla alim bunu savunmuştur.”

El-Usûl kitabında İbn Burhan el-Malikî şöyle demiştir: “Mez­heplerin usûlü, delillerin kaideleri seleften nakledilmiştir. Son de­virlerde buna muhalif birşeyin olması doğru olmaz.” İbn el-Münîr şöyle diyor: “İctihad şartlarını haiz olan dört imamın taraftarları müctehiddirler; yalnız yeni bir mezhebi oluşturmamaları lazım. Çünkü ilk devrin kaide ve usûlüne muhalif kaide ve usûle sahip olacak yeni bir mezhebin oluşması mümkün olmayacak kadar zor­dur. Çünkü ilk devrin alimlerinin bırakmadıkları bir kaide ve usûl yoktur. Hepsini usûllerinde ele almışlardır.”

İbn el-Hac el-Medhal kitabında buna benzer sözler söylemiştir.

Birisi şöyle bir itirazda bulunabilir. İlk devirde belirlenen usûl ve konulan kaidelere muhalefet etmeyi neye dayanarak men edi­yorsunuz? Usûl ve kaideler ictihadı meselelerden ibaretse, başka bir müctehid farklı bir neticeye vardığında ya da o usûl sarih bir nassla çeliştiğinde ona muhalefet etmenin caiz olması açısından, ilk devirde belirtilen usûl ve kaidelerle sonradan belirlenen usûl ve konulan kaideler arasında ne fark vardır? Ve İmam Şafiî’nin geç­miş şu sözlerinden bu anlaşılmıyor mu: “Söylediğim her söz, koy­duğum her kaide ne olursa olsun, Resulullah’tan aksini ifade eden hadîs varsa, söz Resulullah’ın sözüdür. Ben de onu diyorum.” İmam Şafiî, bu sözleriyle kat’î bir nass olsa da usûllere muhalefet edilebilmesini açıklamıştır. Dolayısıyla usûl ve kaideler kimseye mahsus değildir.

Elcevap: İlk devirde belirtilen usûl ve konulan kaideler üzere bütün selefin görüşü bir olmuştur; sözleriyle destekleyerek veya susarak kabul etmişlerdir. Neredeyse icma oluşmuştur. Böylesi bir meselede selef gibi insanların râcih zanları, belirttikleri usûl ve koydukları kaidelerin dayanaksız olmadığını gösteriyor. Çünkü onlar dine sımsıkı sarılmışlardı. Vahiy ve Kur’an’ın zamanına çok yakınlardı. Bundan dolayı imamların öncüsü olan İmam Malik, Medine halkının amelini hadîse tercih ederdi ve Medine halkının üzerinde ittifak ettiği meselelere işaret ederek şöyle demiştir: “Biz­ce üzerinde icma edilen ve insanları üzerinde bulduğum şey…” Çünkü Medine halkının üzerinde icma ettikleri amel şüphesiz sa­hih bir aslı içermektedir. Çünkü onlar Resulullah’ın önceki ahvali­ni nesh ya da tahsis ya da takyid eden son durumunu daha iyi bi­lirlerdi. [82]

C- Mukayyed Müctehid

Bazı ilimler veya ibâdât, nikah ve ferâiz gibi fıkhı meselelerle mu­kayyed olan müctehid, ictihad etmek için bilinmesi gereken ilimlerden ihtiyaç miktarını haiz olan, şer’î deliller hariç, ictihadın di­ğer şartlarına sahip bulunan bazı ilim veya meselelerde amel etmek istediği meseleyi ilgilendiren her şeyi kavrayabilecek derecede me­leke sahibi olandır.

İmam Gazali şöyle diyor: “Bence ictihad bölünmez paylaşıl­maz bir mansıb değildir. Alim bazı meselelerde ictihad derecesine kavuşabilir.”

Muayyinu’l-müftî kitabında, ictihadın şartlan zikredildikten sonra, şu sözlere yer verilmiştir: “Bu sıraladığımız vasıflar, ancak mutlak müctehid için gereklidir: Bir konuda müctehid olup diğer konularda müctehid olmayanın ise, ictihad etmesi için sadece o konuyla bağlantısı olan meseleleri bilmesi yeterlidir.”

Karâfî şöyle demiştir: “Mirasta ictihad etmek isteyen, miras il­mini biliyorsa, hadîs gibi diğer ilimleri bilmemesi onu etkilemez. Çünkü müctehid için koşulan şartlar ancak mutlak müctehid için­dir; sadece belirli bazı ahkâmlar mukayyet olan müctehid için bu şartları haiz olması asla şart değildir.”

Kutbeddîn eş-Şirazi şöyle demiştir: “Sadece bazı meselelerde müctehid olanın ictihad etmek istediği meseleyi ve onu ilgilendi­ren bilgileri bilmesi yeterlidir. Diğer fıkhı meselelerle bağlantılı olup ictihad etmek istediği meseleyi ilgilendirmeyen şeyleri bilme­mesi ictihadını etkilemez. Kıyas ve istidlal ilmîni bilen, her ne ka­dar hadîs gibi diğer ilimlerde maharetli olmasa da, kıyası bir mese­lede fetva verme hakkına sahiptir. Mirasta ‘müştereke’ meselesinde ictihad etmek isteyen birinin fıkhın ‘velinin izin vermediği nikah’ veya ‘sarhoş edici maddelerin tahrimiyeti’ gibi meselelerini bilmesi şart değildir. Ancak fakih olup miras usûlünü bilmesi yeterlidir.”

Sonra eş-Şirazî sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bil ki! Miras ko­nusunda karşılaşılan yeni hadisenin aslı ve delili ibâdât veya icârât konularında değil, ancak genelde miras konusunda bulunur. Dola­yısıyla birisi belirli bir konuyla ilgili âyet, hadîs ve icmayı biliyorsa, onun sadece o konuda ictihad edebilme kabiliyetinde olması ge­reklidir. Olsa olsa ancak konuyu ilgilendiren şâz bir mesele konu­nun haricinde olur. O da rastlanmayacak derecede azdır, ona itibar edilmez. Aynı şekilde mutlak müctehid, her ne kadar konuyla ilgili delilleri araştırırken kendini zorlatsa, yine birtakım meseleleri ka­çırabilir.”

Bu sözlere binaen kişi Kitab ve sünneti bir mesele hakkında istidlal edebilecek kadar biliyorsa, istidlal gereğince vardığı netice­ye göre amel etmesi vaciptir.

Mevâkiu’n-Nücûm kitabında ise şöyle demiştir: “Ahkâmın kaynakları üçtür: Kitab, sünnet ve icma. Bunları elde etmek için insanîar ikiye ayrılıyorlar: alim ve alime uyanlar. Fakih bu kaynak­ları öğrenip istidlali sahih olduğu durumda, vardığı neticeyle mü­kellef olur.”

Bil ki mukayyed ictihad, üç esasa dayalıdır.

  1. a)Bölünmesine cevaz verme esası. Ki en doğrusu da İbn Sübkî ve benzeri ehl-i tahkikin de kabul ettikleri, ictihadın bölünmesi­ne cevaz vermektir.
  2. b)Nassla amel etmeden önce muarızını araştırma lüzumiyeti yoktur, ki cumhur da bunu savunmuştur.
  3. c)Şer’î nasslar delalet ettiği hüküm itibariyle ictihad edilmiş kabildendir. Çünkü muarızının olması ihtimali vardır. Fakat en doğrusu ictihad edilmiş kabilden olmamasıdır. Yoksa o nass için ictihad sözkonusu olamaz ve onu bulduğumuz anda ona dönme­miz vacib olur.

İctihadın diğer çeşitleri konumuzla doğrudan bağlantılı olma­dığı için ayrıca onlardan söz edemeyeceğiz. [83]

Müctehitte Bulunması Gereken Şartlar

Müctehitte bulunması gereken şartlar iki açıdan ele alınır:

A- Müctehitte bulunması gereken vasıflar

B- İctihadın gerçekleşmesi için gerekli şartlar. [84]

A. Müctehtdde Bulunması Gereken Vasıflar

Müctehidte bulunması gereken vasıflar altıdır. Üçü hilkattandır: baliğ olması, akil olması,ve tabiî olarak sözün maksadını anlaması. Diğer üç vasıf ise kesbîdir.

  1. Fıkıh usûlü alimlerince aklî delil ile bilinen “beraet-i asliye” ve hadîsçilere göre “Ma’fu anh” olarak bilinen hükmü belirlenme­miş meseleleri her iki tarafın farklı bakışlarıyla bilmesi.
  2. Ahkâmı ilgilendiren Kur’an âyetlerini ve sünnetteki hadîs­leri bilmesi.

İbn Mübarek’e göre Kur’an’dan en az yüz veya beşyüz ahkâm âyeti, sünnetten binyüz veya daha fazla hadîs bilmesi lazımdır.

Cem’u’l-cevâmî kitabının sahibi et-Takiyyu’s-Sübkî ve bir grup alime göre bu şarttan maksat, müctehid şari’in maksatlarını anlayacak kabiliyete sahip olması ve şer’î kaidelerin çoğunu kavra­yıp, uygulamasını rahatça yapabilmesidir.

Cumhura göre şer’î kaideleri maksadın yerine gelecek şekilde bilmesi yeterlidir. Çünkü maksat, ihtiyaç zamanında onlara müra­caat edebilmesi için yerlerini bilmesidir; metinleri ezberlemesi şart değildir. Yanında aradığı vakıayla ilgili nassları bulamayınca vakıa hakkında nassm bulunmadığı, kanısına varacak şekilde kaynakla­rın bulunması yeterlidir.

Gazalî şöyle diyor: “Sünnetle ilgili Sünen-i Ebu Davud, Sünen Beyhakî gibi sahih ahkâm hadîslerini içeren bir kitabın veya sadece ahkâm hadîslerİyle ilgili bir kitabın bulunması, ihtiyaç zamanında müracaat etmesi için yeterlidir.”

Râfiî el-Aziz kitabında aynı şeyleri söylemiştir. İbn Arafe ise, Abdulhakk’ın el-Ahkâmu’l-Kübra kitabını örnek olarak göstermiş­tir.

  1. Kitab ve sünneti anlayabilecek şekilde, fıkıh usûlü ilmini ve Arapça dili ilimlerini ihtiyaç nisbetinde bilmesi.

Şeyh et-Takiyyu’s-Subkî’ye göre müctehid olacakların bütün bu ilimlerde meleke sahibi olmaları ve bu ilimlerde derin bir vukufîyeti haiz bulunmaları şarttır.

et-Tâc es-Subki’ye göre bunları orta derecede bilmesi yeterli­dir. El-Müdevvene(nin sahibi İmam Sened, İmam İbn Arafe ve ho­cası İbn Abdusselam’a göre, meseleyi aramak istediği zaman yerine bakabilecek şekilde bu llimlerden haberdar olması yeterlidir.

el-Barazî şöyle demiştir: “İbn Rüşd’ün zikrettiği müftü sıfatla­rından ictihadın halen var olduğu anlaşılmaktadır.” Hocamız İmam İbn Arafe de aynı şeyi savunarak şöyle demiştir: “Talebe Malikî fıkhından Barazî’nin Tehzib kitabını, Arapça ilimierinden el-Cezûliyye kitabını ve Razi’nin fıkıh usûlü gibi bir kitabı ve hadîs ilminden Abdulhak’ın Ahkâmu’l-Kübra kitabını okuyup bilgilerini elde ettiği zaman ictihad malzemesine sahip olmuş olur.”

İbn Abdusselam şöyle demiştir: “Zamanımızda ictihad malze­melerini elde etmek, önceki zamana göre daha kolaydır. Allah bize hidayeti nasib eylesin; yalnız Resuîullah’ın haber verdiği gibi alim­lerin ölümüyle ilmin insanlardan alınacağı da kaçınılmazdır.”

Şeyh Halil de aynı sözleri söyleyerek şu açıklamada bulun­muştur: “Şüphesiz tefsirler tedvin edilmiş, hadîsler cem edilmiştir. Önceden tek bir hadîsi öğrenmek için bir ay mesafe kat ediliyor­du.”

İbn Arafe şöyle demiştir: “İbn Abdusselam ictihadın kolaylı­ğından bahsettiği zaman, bazı hocaların şu sözlerini anlatıyordu. İctihad malzemelerini elde etmek için el-Cezûliyye, el-Maallimu’l-Fıkhiyye, ahkâm hadîslerinden Abdulhakk’ın el-Ahkâmu’l-Kübra Arapça dili ve sözlüklerden Zübeydî’nin Muhtasar el-Ayn ve Cevherî’nin es-Sihah ve İbn el-Kattân’ın Nazar kitabını okumak yeter­lidir. Ahkâm hadîslerinin kritiğini yapabilmek için, zikredilen ilimlerde uzman olmanın şart olmadığı üzere icma hasıl olmuş­tur.”

Esnevî, temhîd kitabında el-İmam’ın Mahsul kitabındaki şu sözlerine yer veriyor: “Arap dilinden Kitab ve sünnette varid olan kelimeleri anlamak, gramer olarak cümledeki fail, mef’ûl, izafet ve bunların benzerlerini hiç detayına inmeden anlaması ictîhad için yeterlidir. Bu gerçekten çok az bir miktardır. Fakat bununla birlikte ihtiyaç zamanında ona müracaat edebilme yeteneğine sahip ol­ması lazımdır ve hadisenin vuku bulduğu durumda müracaat ede­ceği muteber bir kitabın yanında bulunması yeterlidir.”[85]

İçtihadın Gerçekleşmesi İçin Gerekli Şartlar

Zikrettiğimiz vasıflara sahip kişiden ictihadın gerçekleşmesi için al­tı şartın daha bulunması lâzımdır:

  1. İcmanın vuku bulduğu konulan bilmek: İcmaa muhalefet et­mek caiz değildir. Bu yüzden icmaın vuku bulduğu konulan bilmesi lâzım ki, farketmeden ona muhalefet etmesin. İcmam hasıl olduğu meseleleri ezberlemesi şart değildir. Ancak icma veya mez­heplerin ihtilafı ile ilgili yazılmış kitaplara müracaat etmesi yeterli­dir. Örneğin, İbn Hazm el-Endelüsî el-Malikî’nin el-ittifak ve’l-İh­tilaf ve İbn Kasım et-Taberî eş-Şarî’nin kitabı ve İmam et-Tahavî el-Hanefî’nin Îhtilafu’l-Fukaha kitabı. Müctehid, bir mesele hak­kında farklı iki görüş veya ihtilafla karşılaştığı zaman o meselede icmam hasıl olmadığı neticesine varır.
  2. Âyetlerin nüzul sebepleri ile hadîslerin varid olma sebeple­rini bilmek: Çünkü bunları bilmek, âyet ve hadîsin maksadını an­lamayı kolaylaştırır.
  3. Nâsih-mensûhu bilmek: Nâsih-mensuh çok az olmasına rağmen hakkında sayısız kitaplar yazılmıştır. Kur’an’dan üzerinde ittifakın sağlandığı nesh âyetleri yirmiyi, sünnette ise on hadîsi aşmıyor. Kur’an’daki mensuh âyetler ve sünnetteki mensuh hadîsler tesbit edilmiştir.
  4. Hadîs çeşitlerini bilmek: Müctehidin hadîs çeşitlerinden mütevatir hadîsleri ve sahih, hasen, zayıf ve diğer âhad hadîsleri bilmesi gerek.
  5. Cerh ve ta’dil ilmini bilmek: Cerh ve ta’dil ile ilgili yazılmış eserler sayılmayacak kadar çoktur. Hadîs usûlü ilminde açıklandığı gibi, bu kitaplara müracaat etmek yeterlidir. Bir hadîs ya sened açı­sından veya metin açısından araştırılır. Hadîsin senedini araştırır­ken ya râvinin meçhul olması açısından veya muteber olup olma­ması açısından araştırılır. Sahabe isimlerini ve tercüme-i hallerini içeren sahabe bibliyografyaları hakkında yazılmış Usdül-Ğabe, el-İstiab, el-İsabe ve benzeri kitaplara, müracaat ederek istenen ravinin isim, künye ve lâkabları bulunur.

Sahabeden sonraki ravileri inceleyen kitaplar da şunlardır: el-Lubab, Lubbu el-Lubab, Zehebî’nin et-Tehzib ve el-Mizam İbn Hacer’in Tehzibu’t-Tehzib ve Lisanu’l-Mizan kitapları ve daha nice ki­taplar vardır. Bu kitaplardan ismi veya hali meçhul olan raviler hakkında bilgi edinir.

Hadîsin metnini araştırırken ya mânâsının anlaşılması açısın­dan veya sıhhat ve za’fiyet açısından araştırılır. Hadîs metnini an­lamak için ortaya konmuş “garibu’l-hadîs” ile ilgili yazılmış olan en-Nihaye ve el-Mecma gibi kitaplara müracaat edilir.

Hadîs metninin sıhhat ve zafiyetini öğrenmek için İmam Ahmed el-Buharî, et-Tirmizî ve benzeri hadîs imamlarının kitapları­na müracaat edilir. Etraf kitaplarına müracaat etmek en faydalısı ve en kolayıdır.

  1. Nassın muarızlarını araştırmak: Bu şarttan maksadımız şu­dur: Amm bir nassla amel etmeden önce onu tahsis eden nassın olup olmadığını ya da mutlak bir nassla amel etmeden önce onu takyîd eden nassın olup olmadığını araştırmak. Bunun farklı iki şekli var:
  2. Hükme delalet eden lafızla, nassı umumiyetinden çıkaracak bîr karinenin olmadığı durumda alimler farklı beş görüş ileri sür­müşlerdir.
  3. Muarızını aramadan önce nassın muktezasryla amel etmek caizdir. Sahih görüş de budur. “Asıl muarızın olmamasıdır” kaide­sine binaen Sayrafi ve cumhur bu görüşü savunmuşlardır. Ayrıca el-İmam Cem’u’l el-Cevami ve el-Minhac’de bu görüşü kabul et­miştir.
  4. İmam Razi de onu umumu üzere alıp hemen muktezasıyla amel etmenin vacibiyetini ileri sürmüştür.

İmam eş-Şirazî Şerhu’l-Humam kitabında bu görüşü savuna­rak şöyle demiştir: “Umumu ifade eden lafızlardan birisi bir nassta bulunduğu zaman, nassı umumu üzere alıp muktezasıyla amel et­me inancında olmak vacib midir? Ashabımız arasında ihtilaf var­dır. Ebubekir es-Sayrafî şöyle demiştir: “Nassı işittiğinde nassı umumu üzere alıp muktezasryla amel etmek vacibtir.” Zerkeşî el-Burhan’da aynı görüşü savunmuştur.

iii. Muarızını aramak mendubdur. Celaluddin el-Mahallî bu görüşü savunarak hataya düşmekten emin olması için muarazı araştırmak mendubdur demiştir.

İv. Muarızını araştırmadan Önce umumuyla amel etmek caiz değildir. İbn Şureyh bu görüşü savunarak şöyle demiştir: “Muarızı araştırana kadar âmm nassla amel etmekten tevakkuf eder. Şayet onu tahsis eden bir nassı bulursa ona göre amel eder, yoksa nassı umumu üzere alır.”

Âmm nassını tahsis edecek bir muhassısın olma ihtimalini hüccet göstererek Ebu Hamid el-Gazalî, üstad Ebu İshak el-İsferâyinî ve el-Âmidî bu görüşü savunmuşlardır. Bu görüşten yola çıka­rak, râcih kavle göre, araştırmada sadece herhangi bir muhassısın olmadığı kanısına varmak yeterlidir.

Bakıllanî’ye göre muhassısın olmadığı neticesine kat’î bir şekilde varması lâzımdır. Bu da sürekli inceleyip araştırılmakla ve sözkonusu nassla ilgili hiçbir imamın herhangi bir muhassısnı ileri sermedikleri durumda gerçekleşir.

  1. Hükme delalet eden lafız âmm bir lafız ise muhassısnı araştırmadan onunla amel edilmez. Hükme delalet eden lafız emir veya nehiy ise muarızını araştırmak gereği yoktur, doğrudan onunla amel edilir.
  2. Hükme delalet eden lafızla beraber bir karinenin olduğu durumda ez-Zerkeşî ve Şeyh Veliyuddin el-Irakî şöyle demişlerdir: “Nassın muarızını araştırmak ictihad şartlarmdandır. Âmm bir nassın muhassısnı mutlak bir nassın mukayyedini araştırır; ayrıca nassın hükmünü nesneden nasları ve lafz-ı zahir mânâsından çı­kartacak karineyi araştırması lâzımdır, sonra karinenin bulunması halinde karine muktezasına göre, yoksa lafzın zahirî mânâsına göre amel eder. Bu, muhassısnı araştırmadan önce âmm nassla amel etmenin cevazıyla asla çelişmez. Çünkü bu, nassta herhangi bir ka­rinenin bulunmadığı durum içindir. Burada ise, biz muarızın tesbiti durumunda muarızı bilmenin şart olduğundan bahsediyoruz.” Neticede muarızı araştırmak şartı muarızın subutiyetine bağlıdır; mutlak olarak değil.

Bunun üzerine ittifakın sağlandığı oniki şartı kavrayıp özellik­le vasfî şartları incelediğinde, tümünün son iki şarta dayandığını görürsün: ahkâmla ilgili kitap ve sünnetteki nassları bilmek, fıkıh usûlü ve Arapça dilini ihtiyaç nisbetinde bilmek.

İbn Arafe ve hocası İbn Abdusselam ve başkalarının nakletti­ğimiz sözlerinden anlaşıldığı gibi fıkıh usûlü ve Arap dili ile ilgili ilimlerin tedvin edilmiş olması ve kolayca bu ilimlerin elde edilme­si muteber bir ilme sahip olanlar için ictihad etmeyi kolaylaştırı­yor.

İctihadın gerçekleşmesi için gereken şartlan incelediğimizde onları elde etmenin ne kadar kolay olduğunu anlarız. Çünkü o şartlar sadece kitaplarda tedvin edilmiş sıralanmış, güzelce kaide ve usûllendirilmiş ilimlere müracaat etmekle elde edilir ve bu şartları biraz incelediğimizde ictihadın sair zamanlarda da mümkün hatta çok insanlara daha kolay olduğunu görürüz. Bu mesele ile ilgili İbn Abdüsselam İbn Arafe, Berazlî, Esnevî ve başkalarının sözlerini size aktarmıştık. İctihad derecesine ulaşmak ancak orta giden yolu ta­kip etmeyi istemeyenlere zor gelir. Şeyh Takiyuddin’in babası Şeyh Muhammed bin Dakiku’l-Ali’d Tenkihu’l-Efkar ani’l-Muctehidi fi hazihi’l-asar kitabında şöyle demiştir: “Müctehidlerin bulunma­ması ictîhad şartlarının bulunmayışından değildir. Ancak insanla­rın ictihada giden yoldan yüz çevirmelerindendir.” Şeyh Ebu Zer’a Şerhu Cem’u’l-Cevami kitabında şöyle demiştir: “Bîr kere hocam el-Bulkinî’ye Şeyh Takiyuddin’in ictihad derecesinden neyi eksik; ictihad şartları kendisinde tamamlanmış olduğu halde nasıl halen taklit ediyor, diye sordum. Utandığım için kendisini söylemedim ve dolaylı biçimde kendisini de söylemiş oluyordum. Hocam el-Bulkinî bana cevap vermeyince kendisine şu sözleri söyledim: Olsa olsa onları ictihad etmekten alıkoyan ancak dört mezhepten birisi­ne mensub fukahalara görevler verildiği içindir. Bundan çıkıp icti­had edenler bu tür vazifelerden mahrum kalır ve kadılık görevi ona verilmez, insanlar onun fetvasını almaz. Hatta onu bid’at ehli­ne mensub eder. Hocam tebessüm edip sözlerime muvafakatim belirtti.’ Geçmiş ve yakın zamanlarda müctehidlerin çoğalmaları böyle bir engelin olmayışındandır. [86]

Müçtehîd Bilinen Bazı Alimler

Şeyh Ahmed Baba Kifayetu’l-muhtac li marifeti men leyse fi’ddibac kitabında bunlardan birkaç tanesini şöyle anlatmıştır: “Bunlardan bazıları şunlardır: eş-Şerifu’t-Tilimsanî olarak bilinen büyük İmam Muhammed b. Ahmed b. Yahya el-Ulunî et-Tilimsanî. Bazı mu­asırları onu mutlak müctehid olarak nitelemişlerdir.

Faziletli İmam Ebu Yezid Abdurrahman bin Muhammed ve kardeşi İmam Ebu Musa İsa bin Muhammed bin Abdullah, İmam Tilimsanî, bu iki zâtın mutlak müctehid olduklarını söylemiştir. El-Mukrî bu iki zâtın hiç kimseye taklit etmeyip müctehid olduk­larını ve h. yediyüzkırkdokuz civarında vefat ettiklerini söylemiştir.

İmam İbrahim bin Musa el-Lahami al-Gurnatî Ebu İshak eş-Şatıbî vefatı 790 hicrî. İmam Muhammed b. Harun el-Kenanî et-Tunusî, vefatı 750 hicri. İmam Muhammed b. Yahya b. Ömer b. el-Habbab et-Tunusî, vefatı hicrî 740. Bunların hepsi hicrî sekizin­ci yüzyılın alimleridir.

El-Hafid’le bilinen büyük İmam Muhammed b. Ahmed b. Merzük el-Uceymî et-Tilimsanî, vefatı hicrî 842.

Ebu Rebi’ Süleyman el-Yahyavî, İmam Kasım el-Ukbanî et-Tilimsanî. Dokuzuncu yüzyılın alimlerinden bu iki imam mutlak müctehid olduklarını açıklamışlardır.

İmam Muhammed b. Şuayb el-Haskurî Ebu Abdullah el-Kayravanî.

İki büyük İmam İbn Arafe ve hocası İbn Abduselam ve daha niceleri vardır. Malikî alimlerinden genellikle Mağriblilerden müc­tehid olanlar olmuştur.”

Allame Ebubekir el-Arabî el-Hadramî Nihayetu’s-Sul kitabın­da çok sayıda müctehid alimleri zikrederek şöyle diyor: Risaletu’l-Alevî’âe ictihadı iddia eden veya ictihadla nitelenen şu alimler sa­yılmaktadır:

İmamu’l-Harameyn: İbn es-Sübkî Tabakat’ında onun ne Eş’arî’yi, ne de Şafiî’yi taklit ettiğini; ancak ictihadı gereğince hare­ket ettiğini söylüyor.

El-Gazalî el-Münkiz mine’d-Dalal kitabında müctehid oldu­ğunu açıklamıştır.

İbn Dakiku’l-İd, İbn Abdüsselam, el-Fahr-u Razi, Ebu’ş-Şame İbn ez-Zemlekânî, Kadı Ebubekir b. el-Arabî el-Muafirî, et-Takiyyu’s-Subkî, İbn Teymiye, el-Esnevî, Siracuddîn el-Bulkinî, müctehid vasfı ile nitelenmişlerdir.

Mecdüddîn eş-Şirazî, Cemaluddin el-Muzaî, rağaib mesele­sinde İbn es-Salah, İbn es-Sübkî, İbn el-Münir, müctehid oldukla­rını açıklamışlardır.

Son olarak İmam Suyutî, müctehid olduğunu açıklamıştır. Ve er-Reddu ala men ahlede ile’I-ardi ve cehile enne’l-ictihade fî külli asrın farzun kitabında şöyle demiştir: “Nevevî el-Muhezzeb kita­bında şöyle demiştir: el-Müzenî, Ebu Sâvî ve Ebubekir b. el-Münzir birer müctehid imamdırlar. Tabakatu’s-Sübkî’de Muhammed b. Cerir şöyle zikrediliyor:

Büyük imam mutlak müctehid Ebu Cafer et-Taberî İbn Huzeyme hakkında ‘mutlak müctehid Muhammed b. Huzeyme de­nilmektedir. Ve Muhammed b. Nasr, Ebu Ali’yi de ‘mutlak müctehid’le nitelemiştir ve Ebubekir el-İsmailî’nin tercüme-i halinde şöyle demiştir: Hafız el-Hasan b. Ali hakkında şöyle diyor: İsmaili’nin kendine özgü bir ‘sünen’i tasnif edip ancak ictihadı hasebiy­le davranması gerekli idî. Çünkü o çok alim ve çok kariyerli idi. Onun Muhammed b. İsmail’in kitabına uyması gerekmezdi. Zira O, başkasını taklit edecek adam değildir.”

Her konuda mutlak müctehid olmakla başka bir imamın usûl ve kaidelerini alıp bu hususta o imama uyup bazı meselelerde ictihad ederken ortak görüşte olma arasında çelişki sözkonusu değil­dir.

İbn Dakiku’l-İd şöyle demiştir: “El-Kaffal kendisine soru yö­neltene: ‘Bana Şafiî mezhebinin görüşünü mü soruyorsun, yoksa benim görüşümü mü soruyorsun?’ derdi. El-Kaffal ve talebesi Kadı Hüseyin ve başkaları ‘Biz Şafiî’yi taklit etmiyoruz, yalnız ictihadı­mız onun ictihadına muvafıktır.’ demişlerdir.”

İbn Arafe şöyle diyor. İbn Abdusselam ve talebesi İbn Dakiku’l-İd’in müctehid olduklarından kimse kuşku duymaz.”

İbn es-Salah, İmamu’l-Harameyn, Gazali ve Şirazî’nin mutlak müctehid olduklarını açıklamıştır. İbn es-Sübkî Tabakat kitabında şöyle diyor: “Ashabımızdan dört Muhammed’le nitelenen Mu­hammed b. Nasr, Muhammed b. Cerir, İbn Huzeyme ve İbn el-Münzir, mutlak müctehid derecesine ulaşmışlardır. Fakat buna rağmen onlar Şafiî ashablarmdan sayılıyorlar. Çünkü ictihad ederlerken Şafiî’nin usûl ve kaidelerini alıyor, onun mezhebini kendile­rine mezhep olarak alıyorlardı ve çok meselelerde ictihadları ima­mın ictihadına muvafık gelirdi. Ashabımızdan Şeyh Ebu Alî ve başkaları müctehid olduklarını açıklayarak, görüşleri imamın gö­rüşüne muvafık olmuştur. Ona mensub olduklarını söylemişlerdir. Bu dört Muhammed’le nitelenen müctehidler her ne kadar çok meselede imama muhalefet etmişlerse de, çoğu meselelerde ona muvafakat etmişlerdir ve bil ki muhakkak onlar Şafiilerden sayılıp imamın usûl ve kaidelerini alarak ictihad edip, onun mezhebini kendilerine mezhep edinmişlerdir.”

Aynı şey, diğer mezheplerde mutlak müctehid derecesine ula­şanlar için de söylenir. Malikîlerden el-Kifâyede zikredilen oniki müctehid de bu kısımda yer alıyorlar. Mutlak müctehid derecesine ulaşmakla bir imamı taklid etmek arasında çelişki yoktur. Çünkü burada taklidden maksat imamın usûl ve kaidelerini alarak ahkâmı delillerden istinbat etmektir. Çünkü onlar müstakil mutlak mücte­hid değil, müntesib mutlak müctehiddirler. [87]

Hakkında Nassın Bulunduğu Meselede İctıhad Edilmez

Cenab-ı Allah, sadece Rabbimizden bize inen vahye uymamızı em­retmiş, başkasına uymaktan ve onun hakkında bilmediğimiz şeyle­ri söylemekten menetmiştir. Rabbimizden bize vahiy olarak inen sadece Kur’an ve onu açıklayan Resulullah’ın sünnetidir. “O, ken­diliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak bildirilen bir vahiyledir.”[88] “Ben ancak bana vahyolunana uymaktayım”[89] Bilmediğimiz şeyler Allah ve Resulünün hakkında bilgi vermediği şeylerdir. Çünkü bir hadîste “ilim üç şey­den ibarettir: muhkemâ âyet, kat’î sünnet ve lâedrî yani bilmiyo­rum” deniîmiştir.

Şüphesiz Kitab, sünnet veya mefhumlarına dayanmayan gö­rüşü savunmak ve hiçbir asla dayanmayan kıyas yapmak haramdır. Hatta “Muhakkak o (şeytan) size kötülüğü hayasızlığı, Allah’a kar­şı da bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder” [90] âyetin­den anlaşıldığı gibi büyük günahların en büyüğüdür.

Hadis “lâedrî” (bilmiyorum)’u bir ilim saymıştır. Çünkü o, sükutu gerektiren bilmemenin farkında olup bilmiştir. Bilmediği mesele hakkında kendi görüşü veya başkasının görüşü ile hüküm veren her kim olursa olsun Allah’tan başkasının hükmüyle hük­metmiş olur. Allah, indirdiği hükümle hükmetmeyenin hükmü “tağutun hükmü” ile adlandırmıştır. “Tağutun önünde mahkeme olunmalarını isterler. Oysa onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister” [91] âyet-i kerîmede açıklandığı gibi, şeytan da bir tağuttur.

Şeytanın bir alime hiç Kur’an ve sünnete dayanmadan kendi görüşünü söylemeyi vesvesesi verir ve alim onu güzel görüp görü­şüne göre hüküm verirse, şeytan olan tağut hükmüyle hüküm et­miş olur. Şeytanın hükmü şeytanın alime Allah’a karşı bilmediği şeyi söylemesi emretmesidir. Alîm ve cahil arasında tağutun hük­müyle hükmetmekte hiçbir fark yoktur. Çünkü alim masum delil­dir. Ne zaman kî Resulullah’ın sözünün dışına çıktı, hata ve sapık­lığa düşer. Hatta bu durumda cahil bile ondan daha iyi olur. Çün­kü cahil öyle doğmuştur. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali­min hatasından korunun. Şüphesiz onun hatası insanları ateşe sü­rükler.” Çünkü alime başkası uyar ve onlar da saparlar. Dolayısıyla alim sapıtma imamı olur ve “Onları ateşe çağıran önderler kıldık” âyet-i kerimesinin kapsamına girer. Cahil ise böyle değildir. Çünkü insanlar onun nereye gideceğini bilmeyen bir şaşkın olduğunu bili­yorlar. Ona uymazlar, fakat alime karşı böyle yapmazlar. Hatta sö­zünü tevil edip onun muhakkak Kitab ve sünnetten bir bildiği var­dır, derler.

Bu yüzden selef ve özellikle mezhep imamları taraftarlarını Kitab ve sünnete çağırıp onların çizgisinden çıkmaktan sakındırmışlardır. Dört mezhep imamlarının bu çağrılarını geçen konularda size aktarmıştık.

Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Şer’î bir delile dayan­madan fetva veren, fetvasının günahını kendisi taşır” ve Resulullah “Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Tanrıdan başkasına kulluk etmemek­le emrolunmuşlardı” [92] âyet-i kerimesini açıklarken, “Al­lah’ın indirmediği bir hükümle hükmeden rabliğini ilan etmiş, o hükmü kabul eden hüküm vereni kendine rab kabul etmiş olur” buyurmuştur.

Tabiî kî bu, içtihadın tarifi ve kıyasın sıhhati için nassın bu­lunmaması şartından anlaşıldığı gibi, bir nassla çelişmeyen görüş hakkındadır. Çünkü görüş nassın bulunduğu bir mesele hakkında ise nassı reddetmiş olur. Mesele hakkında nass bulunmuyorsa, ya­ni “meskut-u anh” durumundaysa Allah’ın bağışını ve Resulullah’ın “Allah onu affetmiş, bağışlamış, bağışını kabul edin” sözleri­ni reddetmiş olur. Bu böyleyse ya bir nassla çelişen görüşü savu­nup kabul etmek ne durumdadır?

Bu yüzden insanların kendilerini taklit ettiklerini sandıkları ilk devir alimleri görüşleriyle çelişen bir nassı bulduklarında he­men o görüşten vazgeçer ve taraftarlarını o görüşü terketmeye ça­ğırır.

İnsanlardan öylesi var ki hidayet üzeredir. Hüküm, ancak Allah ve Resulü’nündür. “Hüküm ancak Allah’ındır” [93]di­yerek hakk’ı ehline bırakır. Selefin tavsiyelerini yerine getirir, onla­rın yollarını izleyerek nassa muhalif düşen görüşlerinden vazgeçer.

Ve insanlardan kimi vardır ki kibirlenerek mezhep imamının sözlerini; tâbi olsunlar diye değil, ancak tevazu babından söylemiş­tir, diyerek yorumlar. Şüphesiz böylesi bir insanın aklından kuşku duyulur. Çünkü bu mezhep imamının, “Resulullah da bizim gibi bir insandır, sözleri alınır ve reddedilir. Bu yüzden onun sözüne ters düşen görüşlerimizden vazgeçemeyiz,” dedikleri ve bu inançta oldukları mânâsına gelir. Bu ise hiçbir Müslümanın söyleyemeye­ceği bir sözdür. Ve imamlara çok büyük bir hakarettir. Halbuki hiçbir Müslüman ilk devir alimlerinin “Biz değil sahabe alimleri ve sürekli Resulullah ile beraber olanları, bir kere bile Resulullah’ı gö­ren sahabenin derecesine ulaşamayız” dediklerinden kuşku duy­maz ve Sahabe görüşü varken bu alimlerin görüşüyle değil sahabe görüşüyle amel edilir”, inancının dışında olamaz.

Resulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Rabbime sahabemin benden sonra düşecekleri ihtilafı sordum. Bana ‘Ey Muhammed, sahabilerin yıldızlar gibidirler, her birisi diğerinden daha parlaktır. Onların söyledikleriyie amel eden hak üzere olur.” dedi.” Bu yüz­den Resulullah (s.a.v.): “Sahabilerim yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” demiştir.

Bu da, Kitab ve sünnetten nass bulunmayan meselede başka­larının değil, ancak sahabenin görüşünün hüccet olduğunu göster­mektedir. Şüphesiz bu, sahabenin Resulullah’ı görmüş olmasından kaynaklanıyor.

Sahibini saçma sapan sözler söylemeye götüren cehaletten Al­lah’a sığınırız.

Bu konunun geniş açıklaması taklit konusunda gelecektir. [94]

İçtihad Kapısının Kapandığını Ve Bu Hususta İcma Bulunduğunu Söyleyenlere Bir Cevap

Şüphesiz insan için ilim kadar faydalı ve üstün bir vasıf yoktur. Çünkü Allah (c.c.) Resulüne “De ki, ey Rabbim! ilmimi artır” [95] emretmiştir ve seleften birisinin şöyle dediği rivayet edilmektedir. “ilmimi arttırmadığım bir günün sabahında Allah be­nim için o günü bereketli kılmasın”. Ve insan için cehalet kadar zararlı ve alçaltıcı bir vasıf da yoktur. “Dirilerle ölüler bir olamaz” [96] Cahillerin cesetleri daha mezara girmeden mezardadır.

Bazı tutucu taklitçileri, dört mezhep imamlarından sonra içti­hadın olmadığı üzere icmaın hasıl olduğu ve bunun dinen zarurî olarak bilinmesi gerektiği tekellüfünde bulunarak hak üzere olan çoğu insanları tekfir etme saçmalığına götüren işte bu cehalettir.

Halbuki araştırmacı alimlerin kitaplarını biraz inceleyen ve din imamlarının konuyla ilgili birkaç sözünü bilen, ba iddianın gerçek dışı bir tekellüf olduğu ve aksini isbat etmeye gerek olmadı­ğı kanaatine kolayca varır. Çünkü meşhur dört imamın dışında ni­ce müctehid imamlar çıkmıştır ve taraftarları dört mezhep ima­mından sonra değişik İslâm bölgelerinde uzun zamanlara kadar kalmıştır.

İşte fazileti üzere ittifak edilen ve üstün bir konuma sahip olan İmam el-Cüneyd, dört mezhep imamlardan sonra olduğu halde Sevrî idi. Yani İmam Sevrî’nin mezhebini taklit ediyordu. Ondan başka Sevri’nin daha nice taraftarları vardır ve dört mez­hepten başka mezheplere uyan çok insanlar vardır. Örneğin Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Salim el-Basrî, hocası Sehl b. Abdullah et-Tusterî’nin usûlünü alarak ictihad ederdi ve Basra’da çok sayıda taraftan vardı.

Endülüs halkı hicrî dördüncü yüzyıllara veya Emevîlerin ora­daki yönetimlerinin sonlarına kadar Evzaî mezhebine uyardı. Hat­ta es-Selam şehri ve bağlı kasabalarda onaltı imamın taraftarları bir arada bulunuyorlardı. Mezheplerine ait eserler vardı ve onlarla amel edilirdi. Allah için hiçbir kınayıcının kınamasından korkma­yan ve hakkı söylemekten kaçınmayan nice dindar, faziletli ve ol­gun alimler bulunmaktaydı.

Lanetlik Tatarların Abbasî devletinin sonlarına doğru, hicrî 656 senesinde İslâm halkına saldırıp kitaplarını yaktıkları ve nehir­lere attıkları zamana kadar, durum böyleydi.

Bu faziletli asırlarda dört mezhep imamından sonra yaşayan nice imamlar ile onların etbaının, dört mezhep imamının taraftar­ları onlardan ilim aldıkları ve istifade ettikleri halde, şaşkınlıkta ol­duklarına ve hak üzere olmadıklarına nasıl hükmedilir? Bu, ne ka­dar hak ve insaftan uzak!

Allame el-Menavî, Zammu’d-Dirâye kitabında dört mezhep imamı, Süfyan, Evzaî, Hanzalî, Zeyd b. Ali, İbn Main, İbn Ali el-İsfahânî, İbn Cerir et-Taberî ve başkalarını zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Bütün bu imamlar, Rabbleri katında akaid ve diğer me­selelerde hak üzereler. Her kim bunlardan birisine özel bir mesele­de olsa bile uyarsa, dinini ve namusunu korumuş olur.”

Allame Şabramellisî Haşiyetu’l-Mevâhibu’l-Ledünniye kitabında şöyle demiştir. “İnsanların uydukları mezhepler çoktur.” Celaleddin es-Suyutî el-İ’lam bi İsa Aleyhisselam kitabında şöyle der: “Bu ümmetin müctehidleri sayılmayacak kadar çoktur. Sahabeden tut da günümüze kadar devam ediyorlar. Geçmiş senelerde kitap­ları yazılmış, taklit edilen on mezhebe kadar vardı. Bunlar meşhur dört mezhep, Süfyan-ı Sevrî, Leys b. Sa’d, İbn Uyeyne, İshak b. Raheveyhî, Muhammed b. Cerir ve Davud mezhepleridir. Her birinin mezhebiyle fetva ve hüküm veren tarafları vardı. Ancak hicrî beşyüzüncü yıldan sonra alimlerin ölümü ve talebelerin gevşekliğiyle mezhepleri yok oldu.” Cem’u’l-Cevami’de bu on mezhep arasında Leys ve İbn Cerir’in mezhepleri yerine Süfyan b. Uyeyne ve el-Evzâî’nin mezhebi zikredilmiştir. Böylece uzun süre taklit edilen, meşhur mezheplerin sayısı onbire yükseliyor.

İbn Ferhun Tabakâtu’l-Malikiyye kitabında şöyle demiştir: “Her mezhep belli bir bölgede yaygınlaştı. Medine’de Malik b. Enes, Kûfe’de Ebu Hanife ve Sevrî, Basra’da Hasan el-Basrî, , Şam’da, Evzâî, Mısır’da Şafiî, Bağdat’ta Ahmed b. Hanbel’in mez­hebi yaygın idiler. Ebu Sevr’in Bağdat’ta da taraftarları bulunuyor­du. Sonra Bağdat’ta Ebu Cafer et-Taberî ve Davud İsfehanî yetişti­ler. Eserler yazdırarak hadîs ekolünün metodunu savundular. Da­vud bu metodu aşarak kıyası reddetti ve bu her iki mezhebin nice taraftarı oldu. Bütün bu mezhepler İslâm âleminin değişik bölgele­rine yayıldı. Yalnız Taberî ve Ebu Sevr’in taraftarları fazla çoğalmadıkları gibi, mezhepleri de uzun süre devam etmedi. Ebu Sevr’in taraftarları hicrî dördüncü yüzyılda, Taberî’nin ise beşinci yüzyılda yok oldular.

Davud’un mezhebi ise Bağdat, Fars bölgesinde, Endülüs ve Afrika’da yayıldı ve taraftarları çoğaldı. Yalnız günümüzde dumu­ra uğradı.

İşte usûllerinden fer’î meseleler çıkartılmış, kaidelerine göre hükümler bina edilmiş, fıkıhları alınmış, kitapları okutulmuş, mezheplerine uyulmuş, alimlerce mezheplerini taklit etmenin ce­vazı üzere icma edilmiş müctehidler bunlardır. Yalnız günümüzde İslâm âleminde insanlar sadece şu beş mezhebe uymaktalar: Malikî, Hanefî, Şâfii, Hanbelî ve Zahirî diye bilinen Davudî mezhepler. Şaranî el-Mizan kitabında şöyle demiştir: “Şayet, zamanımızda müctehid imamlardan birisinin derecesine kavuşmak mümkün müdür diye sorarsan, evet mümkündür, derim. Çünkü Allah herşeye kadirdir ve bunu reddeden zayıf bir delil bile yoktur. Allah’ın dini budur ve biz bu inançtayız.”

Herhangi bir asrın müctehidlerden hali olup olmamasında alimler iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Nihayetti Resûli’l-îbad kitabının yazan “Tercih edilen görüşe göre, ‘alimlerin ölmesiyle ilmin alındığı’ hadîsine dayanarak, bir asrın mutlak müctehid ve müntesip mutlak müctehidden hali kalması mümkündür. Yalnız Hanbelîler “Ümmetimden bir grup kıyamete kadar hak üzere ola­caktır” hadîsine dayanarak hiçbir asrın mukayyed müctehidden bile hali kalması mümkün olamaz, demişler.

Şeyh Takiyuddin b. Dakiku’l-İd Şerhu’l-ünvan ve Şerhu’l-Îlmam kitaplarında, İmamu’l-Harameyn el-Burhan ve Evsat kita­bında Hanbelî mezhebinin görüşünü tercih etmişlerdir.

İmam Suyutî şöyle demiştir: Hanbelîler hiçbir asrın müctehidlerden hali kalması mümkün olamaz, demişlerdir.”

Zerkeşî el-Bahr kitabında şöyle diyor: “Hanbelîlerin dışında ashabımızdan üstad Ebu İshak ve Zübeyrî de bu görüşü savun­muşlardır.”

Üstad Ebu İshak şöyle demiştir: “Fukahanın ‘Allah hiçbir asrı müctehidlerden hali bırakmaz’ sözlerinin altında büyük bir sır var­dır. Sanki bu Allah’ın onlara ettiği bir ilhamdır. Yani şayet Allah bir asrı hüccet olan müctehidlerden hali kılarsa, insanlardan mü­kellefiyet kalkacaktır. Çünkü ‘teklif ancak açık hüccetle insanlara sabit olur. İnsanlardan ‘teklif kalkarsa ‘şeriat’ ibtal olur.” Zübeyrî ise şöyle demiştir: “Dünya hiçbir zaman ve asırda Allah’ın dinini açık hüccetlerle kaim ve hakim kılacak müctehidlerden hali kal­maz. Çünkü hasmın dediği gibi bir asır müctehidlerden hali kalır­sa, bütün dini farizeler ibtal olur. Dinî farizeler ibtal olursa Resulullah (s.a.v,)’in ‘Kıyamet ancak şerli insanların başına kopar’ dedi­ği gibi, insanlara azab iner. Biz şerlilerle beraber ölmekten Allah’a sığınırız.” Zerkeşî el-Bahr kitabında Zübeyrî’nin bu sözlerini nak­lettikten sonra şöyle demiştir: “Zamanımızda bazı insanlar çok es­kiden beri mutlak müctehidin olmadığını, çoktan beri ancak mu­kayyed müctehidîn olduğunu söylemekteler. Şüphesiz bu bir hata­dır. Onlar, alimlerin görüşlerinden habersiz oldukları gibi, mutlak müctehid ile müntesib müctehid arasındaki farkı ve de mukayyed müctehid ile müntesib müctehid arasındaki farkı bilmemişler. Halbuki aralarında zikrettiğimiz fark vardır. Bu nedenle onlar çok­tan müstakil müctehidin olmadığını söyledikleri halde, başka bir yerde mutlak müctehidin var olduğunu savunuyorlar. Bazı araştır­macı alimler, Nasiru’s-Sünne İmam Ahmed hakkında şöyle demiş­ler: “İmam Ahmed, sahih hadîse hiçbir görüşü, kıyası ve çok in­sanların sahih hadîse takdim ettikleri icmayı takdim etmezdi, imam Ahmed icmanın olduğunu söyleyenleri yalanlıyordu. Ve sa­hih hadîse takdim edilmesini doğru görmezdi, İmam Şafiî de “Hakkında hilaf olmayan meselede icma var denilmez” demiştir.

Abdullah bin Ahmed bin Hanbel şöyle demiştir: “Babamdan şöyle dediğini işittim ‘İcma diye iddia edilen, bir yalandan ibaret­tir. İcmayı iddia eden yalancıdır. Nereden biliyor, belki de insanlar ihtilaf etmişlerdir, kendisi bilmiyor veya kendisine ulaşmamış; ic­ma diyeceğine insanların ihtilaf ettiklerini bilmiyoruz desin. Bu, Bişr, el-Mürisî ve el-Asamm’ın iddiasıdır. Biz ise diyoruz ki, insan­ların bu meselede ihtilaf ettiklerini bilmiyoruz veya ihtilaf ettikleri­ne dair hiçbir haber bana ulaşmış değildir, desin.

İmam Ahmed’e göre: Muhalif kimseyi bilmemekten ibaret olan icma sabit olan hiçbir hadîse takdim edilmez. Çünkü takdim edildiği takdirde sahih nassların hükmü iptal olunur ve bir mesele hakkında görüşüne, muhalif kimseyi bilmeyenin bu cehaletini sa­hih hadîse takdim etmesi serbest olur.

Meselede muhalif kimseyi bilmediği takdirde durum böyle ise, meselede hilafın herkesçe açık olduğu ve araştırmacı alimlerce icma karşısındaki görüşün daha doğru olduğu takdirde durum ne olur?

Alimlerin icma hakkındaki görüşlerini dinledikten ve icma ile hilaf arasında sadece iki farkın olduğunu öğrendikten sonra, din­den bilinmesi gereken zarurî bir meseleden öte, icma dâvasını daha nasıl doğru bulursun? Hanbeliler hiçbir asrın müctehidlerden hali kalmasına cevaz vermedikleri halde, onlar ve nice araştırmacı alimlerin dinle hiçbir alâkaları yoktur iddiasına sahip kişi icmanın sıhhatine itibar eder mi?

Ölüyü taklit etme meselesindeki ihtilaf da icmanın sahih ol­madığını destekliyor. Şüphesiz dâvalarını kendileri reddediyorlar. Çünkü icmayı tarif ederken “her asrın müctehidlerinin ittifakı” dedikleri durumda -ki kendilerince herhangi bir asır müctehid­lerden hali olabilir- icmayı reddetmiş olurlar. Çünkü icma ede­cek müctehid yoktur. [97]

4- TAKLİD

Taklid kelimesinin sözlük anlamı, kolye takmak, vali ata­maktır. Sahabeyi taklid, sözlerini kabul ederek ona uymak demektir.

Fıkıh ıstılahına göre taklidin anlamı; dine göre sözleri delil sa­yılmayan görüşleri din olarak kabul edilmeyen kimsenin mezhebi­ni mezhep edinip ona uymaktır.

Taklid kelimesi sözlük mânâsı itibariyle müşterek bir lafızdır. Vermek mânâsına geldiği gibi almak mânâsına da gelir. Taklidin sözlük anlamı ile şer’î anlamı arasındaki münasebet gayet açıktır. Çünkü mukallid taklid ettiği meselenin hükmünü, uyduğu müctehidden alıyor ve ondan öğreniyor. [98]

Hoş Görülmeyen Taklid

İslâm ümmeti Kitab, sünnet ve icma ile çelişen görüşleri savunma­nın ve bilerek o görüşlere uymanın büyük günah olduğu üzere ic­ma etmiştir. Bu icmadan yola çıkarak kıyas yoluyla neticeye kavuşan görüşlerin hoşgörüleri görüş ve hoşgörülmeyen görüş diye iki­ye ayrıldığını hatırlatarak şöyle deriz:

Şer’î bir kaynağa dayanmayan görüş asla hoşgörülmez. Beyhakî’nin İmam Şafiî’den naklettiği şu sözleri bu gerçeği şöyle açık­lamıştır: “Şer’î ilimler ikidir. Eser (Peygamberin hadîsleri) ve istinbattır.” [99] Bir meselenin hükmünü öğrenmek isteyen varsa Kitaba, yoksa sünne­te, o da yoksa sahabe sözlerine bakar. Belirtilen şekilde tatbik eder. Ancak aradığı mesele ile ilgili eser yoksa o zaman kıyasa başvurur. Varsa Kitab ile, yoksa sünnet ile yoksa sahabe sözü ile hükmü be­lirlenmiş eşi olan bir meseleye kıyas eder. Kıyas ancak böyle oldu­ğu durumda geçerli sayılır. Şer’î bir delile dayanmadan ilim tahsil etmeye çalışanın misali, karanlık bir gecede içinde bir yılanın bu­lunduğu bir odun yükünü sırtında taşıyan oduncunun misalidir. Yılan ona sokuyor ama o hiç fark etmiyor.” Ebu’l-Atâhiye ne güzel söylemiştir: “Ne her zaman zan gerçektir, ne de her kıyas doğrudur.” Geçmiş konularda hoşgörülmeyen rey ile ilgili reddedici nice delilleri zikrederek meseleyi aydınlatmıştık. Ancak hatırlatılmasın­da fayda vardır.

Ebu Hureyre Resulullah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bu ümmet bir müddet Allah’ın kitabı ile ve bir müddet Resulünün sünneti ile amel edecektir. Sonra onları bırakıp, reye uyacaktır. Bu­nu yaptığında sapacaktır.”

Darekutnî Resulullah’ın su hadîsini rivayet etmiştir: “İsrailoğulları yetmişbir fırkaya ayrıldı. Ümmetim ise yetmişiki fırkaya ay­rılacaktır. Ümmetime en zararlı olanı, Allah’ın haram kıldığını he­lal, helal kıldığını haram kılan ve dini reye göre değerlendiren fır­kadır. Ümmetimden, köpeklerin sahiplerine bağlandıkları gibi, heva ve heveslerine bağlanacak insanlar olacaktır.”

İbn Şihab, Ömer b. Hattab’ın şöyle dediğini nakletmiştir: “Ey insanlar! Rey ancak Resulullah’tan kabul edilirdi. Çünkü ona Allah bildiriyordu. Bizim görüşlerimiz ise zan ve zorlamadır. Sakın sün­netin düşmanı olan rey ehline yaklaşmayın. Onlar hadîsleri ezber­lemeyi güç buldukları için reye sarıldılar. Bu yüzden saptılar ve sa­pıttılar… Sakın reye yaklaşmayın.”

İbn Mes’ud’un şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Her gelen sene öncekisinden şerlidir. Bir yıl diğerinden daha yağmurlu (be­reketli) veya daha verimlidir. Ya da bir yönetici başkalarından da­ha hayırlıdır, demek istemiyorum. Ancak alimleriniz ve seçkinleri­niz ölecektir. Sonra dini kendi akıllarına göre değerlendirip kıyas yapacak olanlar çıkacaktır, işte o zaman islâm kalesi sarsılıp ondan taşlar dökülecektir.

İbn Abbas şöyle demiştir: “Dinimiz Allah’ın kitabı ve Resulü­nün sünnetidir. Bundan başka rey ise kişinin hasenatından mı seyyiatından mı sayılır, bilemiyorum.”

Ömer b. Hattab şöyle demiştir: “Yol Allah ve Resulünün gös­terdikleri yoldur. Hatalı ve doğru olmayan reyi, insanlara din ola­rak göstermeyin.” Hz. Ömer’in bu sözünü işiten bazıları onu rah­metle anarak şöyle demişlerdir: “Allah Ömer’e rahmet etsin. Sanki bunun olacağını biliyormuş gibi insanları onu yapmaktan sakındırmıştır. İşte asrımızda Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine muhalif görüşler savunuluyor. Aykırı mezheplere uyulup onların din edinildiğine şahit oluyoruz. Kuşkusuz bu bir beladır.”

Abdurrahman b. Mehdi, Hamd b. Seleme’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Eyyüb’e görüşlerini neden anlatmıyorsun, diye sorulduğunda şu cevabı veriyordu: ‘Eşeğe neden geviş getirmiyorsun diye soruldu. Eşek, bâtılı çiğnemekten rahatsız oluyorum, ce­vabını verdi.'”

Şa’bî’nin şöyle dediği rivayet olunur: “Allah’a yemin ederim, bu insanlar beni camiden soğuttular. Hatta camiden evimin çö­pünden daha çok nefret ediyorum.” “Kimdir bunlar ey Ebu Ömer?” dîye sorulduğunda, Şa’bî şöyle cevap verdi: “Reycilerdir onlar. Resulullah’ın hadîslerini anlattıkları zaman onu onlardan kabul edin, kendi görüşlerini söylediklerinde onu çöpe atınız. Din konularında kişisel görüş tıpkı ölü eti gibidir. Zaruret durumunda başka birşey bulunmadığı zaman yenilir.”

İsa b. Ebi İsa Şa’bî’nin şöyle dediğini naklediyor: “Dininizde kıyas etmekten sakının. Allah’a yemin ederim, bunu yaptığınızda haramı helal, helâli haram kılarsınız. Bu yüzden ancak sahabeden size ulaşan rivayetleri alınız. Hadîsleri bırakıp kıyasa yöneldiğiniz­de helak olursunuz.”

Rebi b. Heysem’in şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Hakkın­da Allah’ın ‘Yalan söyledin; ben onu ne haram kıldım, ne de men ettim’ diyeceği birşey için ‘Allah bunu haram kılmış ve menetmiştir’ demeyiniz ve hakkında Allah’ın ‘Yalan söyledin; ben onu ne helal kıldım, ne de yapılmasını emrettim” diyeceği birşey için ‘Al­lah bunu helal kılmıştır ve yapılmasını emretmiştir’ demeyiniz.”

İmam Malik, ictihad ettiği meseleler hakkında “Biz kesin ola­rak böyledir demiyoruz, ancak böyle olduğunu zannediyoruz” der­di. Selef birşey hakkında bu helal veya haramdır, demeye cesaret etmezdi; ancak kötü buldukları şey hakkında bu kötüdür ve iyi buldukları şey hakkında bu güzeldir veya bundan sakınınız ve bu şekilde olduğunu göremiyoruz şeklinde ifadeler kullanırlardı. Asla bu helaldir veya haramdır, demezlerdi. Cenab-ı Allah şöyle buyur­muştur: “De ki: Allah’ın size verdiği rızık var ya, onun bir kısmını helal, bir kısmını haram kıldınız.” Oysa helal Allah ve Resulünün helal kıldığıdır. Haram da Allah ve Resulünün haram kıldığıdır. Selef de bu yolu takip etmiştir, işte imamların İmamı Malik (r.a.) dünyadan vedalaştığı ve ahirete ilk adımını attığı günde kıyasla verdiği bütün görüşlerinden vazgeçmiştir ve büyük bir günahtan tevbe edercesine tevbe edip o görüşlerden kendini temiz tutmuş­tur. Çünkü o Kitab ve sünnetten başka kaynakları olmayan diğer imamlar gibi, Kitab ve sünnetten başka hiçbir şeyin kendisine nisbet edilmesini istemiyordu. Çünkü o, Allah’tan korkar ve peygam­berden utanırdı. Bu yüzden İmam Malik talebelerine ve taraftarla­rına o görüşlerden uzak kalmayı tavsiye etmiş, onlara uymaktan herkesi sakındırmıştır.

Bu büyük imamlara uyduklarını sanan insanlar, “Vahiyle çeli­şen sözlerimden sakınınız” tavsiyelerini yerine getirerek aynı şeyi niçin yapmıyorlar? Şüphesiz zamanımızın en büyük alimlerinin imanı, selef döneminde yaşayan en vasat bir kadının imanı ile karşılaştırılırsa, Allah’ın diledikleri hariç, kadının imanı daha ağır ge­lir.

Ayrıca Kur’an ve sünnetin dışında olan “rey”in geçersiz oldu­ğu herkesçe eskiden beri bilinmektedir. Hatta Abbasî Devleti’nin dinî açıdan toplumun en duyarsızı ve laubalisi olan bazı şair ve şarkıcıları “İmam Malik şarkı söylemeyi haram kılmıştır” diyenlere şu yanıtı vermişlerdir: “Ne oluyor sizlere, haram ve helal kılmak Malik veya başkasının elinde midir? Allah’a yemin ederiz ki, Resulullah bile ancak vahiy ile ve vahye dayanarak helal veya haram kı­labilirdi.” Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Doğrusu insanlar ara­sında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik” [100] ‘Kendin gördüğün gibi hükmede­sin diye’ dememiştir. ‘Ancak Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye’ demiştir. Hatta kendisine helal olan bak Meryem vali­demizin kıssasında olduğu gibi haram kıldığında Cenab-ı Allah ona hitab ederek şöyle buyurdu: “Ey Peygamber! Eşlerinin hatırı için Allah’ın sana helal kıldığını niçin haram kılıyorsun” [101]

Zamanımızdaki insanlara ne oluyor da yaşantılarında bunu bir türlü uygulamıyorlar. Kur’an ve sünnete aykırı olsa bile ona tâbi olduklarını sandıkları imama ait görüşlerini kendilerine din edinip onun doğrultusunda Allah’a ibadet ettiklerini sanmaktalar. Bir mesele hakkında Kur’an-ı Kerim’den bir âyet veya Resulullah’tan sahih bir hadîs veya Kur’an ve sünnet doğrultusunda bazı müctehid imamların sözleri anlatıldığı zaman bazı insanlar buna haykı­rır, bid’at ve fışkı savunur ve ancak falan veya filanın görüşü ile tatmin olur. Yoksa hiç tatmin olmaz. Cenab-ı Allah böyleleri hak­kında şöyle buyurmuştur: “Allah tek olarak anıldığı zaman ahirete inanmayanların kalpleri nefretle çarpar. Ama Allah’tan başka put­lar anıldığı zaman hemen yüzleri güler”[102]

Rey Din Değildir

Cenab-ı Allah, ancak Kur’an’a uymamızı emretmiş ve başkasına uymayı sakındırarak şöyle buyurmuştur: “Rabbinizden size indiri­len kitaba uyun, ondan başka dostlar edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz.” [103] Şüphesiz sünnete uymak kitaba uymaktır. Çünkü o kitabın aynısıdır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “O, kendiliğinden ko­nuşmamaktadır. Onun konuşması ancak bildirilen bir vahiy iledir” [104]Ben ancak bana vahyolunana uyuyorum” [105] Şüphesiz Allah dinimizi Kur’anla tamamlamış ve içinde herşeyi açıklamıştır ve şöyle buyurmuştur: “Biz Kitapta hiçbir şeyi ek­sik bırakmadık” [106] İki kişinin tartışabileceği her mesele­nin hükmü Kur’an’da mutlaka açıklanmıştır. Bunu bilenler ancak bilirler. Çünkü Cenab-ı Allah insanlara her ihtilaf ve çekişmelerin­de Kur’an’a dönmelerini emretmiştir. Kur’an’da herşeyin hükmü açıklanmış olmasaydı, Allah insanlara her meselede ancak ona dönmelerini emretmezdi. Çünkü bu durumda emretmesi muhal­dir. Ama Kur’an’da açıklanması gereken nass, zahir ve mücmel gibi âyetler vardır. Bu yüzden peygamberi olan Muhamrned’e bu gö­revi de vermiştir ve şöyle buyurmuştur: “İnsanlara indirileni açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik” [107] Resulullah’tan sonra Kur’an’ı açıklama görevi sahabe ve tabiîn alimlerine yüklendi. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Halbu­ki o haberi peygambere veya kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi” [108] İlim ve takva derecesine göre bu görevin alanı değişi­yor. Cenab-ı Allah, şöyle buyurmuştur: “Allah’tan sakının, takva sahibi olun Allah bilginizi arttırır” [109] Bu yüzden sahabe arasında bir konu hakkında bazen birbirine zıt hükümler meydana gelmiştir. Örneğin Hz. Ömer altı aylık evli olup çocuk doğuran kadının taşlanmasına hüküm verdi. Yalnız bunu gören Hz. Ali, Ömer’in bu hükmünü reddederek doğum ve emzirme âyetlerini bir araya getirip kadının altı ayda doğurabilece­ğinin her iki âyetten anlaşıldığını açıkladı. Bu yüzden Hz. Ömer, “Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu” derdi. Kur’an’da hükmü be­lirlenmeyen dinî bir mesele olsaydı, Cenab-ı Allah “Bugün size di­ninizi ve üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslâmiyeti seçtim” [110] demezdi.

Bu gerçeği farkeder de usûlcülerce “kıyasın ancak hakkında hiçbir nassın bulunmadığı meselede caiz ve şer’î nassların bir kıs­mının açık bir kısmının da kapalı olduğunu bilirsen, kıyas yapan­ların Resulullah’ın bütün hadîslerine vakıf olmalarını ve kıyas yap­maya kalkışan kişinin ancak mesele hakkında hiçbir hadîsin bu­lunmadığı takdirde kıyas yapabileceklerini açık bir şekilde kavra­mış olursun. Hakkında hiçbir hadîsin bulunmadığı meselenin hükmüne gelince, Resulullah (s.a.v.) bize şu tavsiyede bulunarak şöyle demiştir: “Muhakkak Allah bazı şeyleri sizlere farz kılmıştır ve bazı şeyler hakkında unutarak değil, ancak size şefkat için hük­münü belirtmemiştir. Onların ardına düşüp araştırmayın.” işte hükmü açıklanmayan bir meseleyi araştırıp Resulullah’ın verdiği hükme aykırı bir hüküm veren kişi Resulullah’a isyan etmiş olur. Resululah’ın hükmü, belirlendiği gibi, aftır. Çünkü o şöyle buyur­muştur:

“Helal Allah’ın Kur’an’da helal kıldığıdır. Haram da Allah’ın Kur’an’da haram kıldığıdır, hükmünü belirtmediği şeyler ise affet­miştir. Allah’ın affını kabul ediniz.”

Hükmü belirlenmeyen şeyin hükmü aftır. Yani onu yapan günahkâr olmaz, yapmayandan yapması istenmez. Bunun için, meseleler ikidir: Ya hükmü Kur’an veya sünnette açıklanmıştır ya da hükmü hiç açıklanmamıştır. Hükmü açıklanan mesele, açıklan­dığı gibidir. Hükmü açıklanmayan ise affedilmiştir. Ne onu yap­masından, ne de terk etmesinden sorumlu olur insan. Bütün bun­lardan din hususunda reye hiçbir açıdan itibar edilemez olduğu anlaşılıyor. Çünkü şayet rey hükmü açıklanan bir mesele hakkında ise, bu Allah’ın hükmünü reddetmek olur; şayet hükmü belirlen­meyen bir mesele hakkında ise, bu Allah’ın affını reddetmek olur.

Bir mesele hakkında reye göre hüküm veren kişi ya mesele hakkındaki şer’î nassı gördüğü halde rey’e meyletmiştir -ki, şüp­hesiz bu, Allah’ın hükmüne muhalefettir; bu yüzden o rey kesin­likle reddedilmeli ve şer’î nass kabul edilmelidir- ya da hiçbir şer’î nassa dayanmadan mesele hakkında reye göre hüküm vermiş­tir -kî, şüphesiz bu Allah’ın yasaklarını çiğnemektir. Çünkü Allah reyi men ederek şöyle buyurmuştur: “Bilmediğin şeyin ardına düş­me. Doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur” [111] işte Allah reye tâbi olmayı yasakladığı halde bu ya­sağa uymayan, Kur’an’ı açıklamakla mükellef olan Resulullah’a uy­saydı, onun için daha hayırlı olmaz mıydı?

Doğrusu bu Resulullah’ı hükümleri açıklamamakla itham et­mektir. Çünkü Resulullah şöyle buyurmuştur: “Din hususunda re­yine yer veren beni itham etmiş olur.” Yani Kur’an’ı tebliğ etme­mek ve açıklamamakla Resulullah’ı itham etmiş olur. Oysa hiçbir Müslüman böylesi bir ithamda bulunmaz.

Ayrıca “rey” gelişigüzel doğruya tevafuk etse bile hoşgörülmez. Çünkü o helal olmayan bir girişimdir ve kendi eliyle nefsini helake atmaktır, intihar teşebbüsünde bulunarak zehir içen kişi kendinde var olan cüzzam gibi bir hastalığa tevafuk ederek iyileş­miş ise tekrar o zehiri içmesi doğru değildir. Çünkü bu tevafuk her zehir içmede rastgelmez. İlk baştaki bir tehlike girişimi idi. ilginç bir tevafukla kurtuldu.

Şüphesiz hiçbir müctehid imam, kendi için ismet iddia etmiş değildir ve hiçbir müctehidin taraftan da onun için masum olduğu iddiasında bulunmamıştır. Durum bu olduğu zaman herhangi bir imamın söylediği söz ve yaptığı hareketin doğruluğunu gösteren şer’î bir nass bulunmuyorsa, onun söz ve hareketleri doğru olabil­diği gibi, yanlış olma ihtimali de vardır. Cenab-ı Allah da onun doğru veya yanlış olduğunu bize göstermiş değildir. Bu yüzden biz meseleye şek ve şüphe gözüyle bakarız. Zira Resulullah şöyle bu­yurmuştur: “Dinde karışıklık yoktur ve her karışıklık da haram­dır.” Reyin şek ve şüpheden ibaret olduğunu gösteren şu gerçeğe iyi dikkat edelim: Reycilerin çok aşırı derecede ihtilaf ettikleri açık bîr vaziyettir. Tek bir kişinin aynı mesele hakkında nice görüş ve açıklamalara sahip olması ve çoğu görüşlerinden vazgeçmesi ayrı bir vaziyettir. Bu görüşlerinden vazgeçmeleri onların yanlış ve hata olduğu inancından kaynaklanmıştır. Ancak şüphesiz reycînin sa­vunduğu yeni görüş de. aynı hataya maruzdur. Çünkü o da yine zandan ibare olan bir “rey” görüştür. Bir mesele hakkında hata ala­nı geniş olduğu zaman tümden sakınmak gerekir ki, ona düşülme­sin. Kıyas gerçekten hak ve doğru olsaydı, bir mesele hakkında farklı görüşler ortaya çıkmazdı ve tek birşeyi bir alim helal, diğeri haram kılmazdı. Zira hak doğru birdir. Bir mesele hakkında iki ve­ya daha fazla görüş olduğu takdirde birisinin veya ikisinin doğru olmadığı bilinmelidir. Çünkü bazılarından “ilim üçtür; ya muh­kem bir âyet veya kesin bir sünnet veya “lâedrî” yani bilmemektir” şeklinde hadîs rivayet edilmiştir. Bu üç şey dışında ilim olmaz. Bunlardan sonra cehalet vardır. O ne Allah’ın, ne de Resulünün sözüdür. O Allah’ın indirdiğinden başkasıdır. Oysa Allah bize an­cak kendisinden inen Kur’an’a uymamızı emrederek şöyle buyur­muştur: “Rabbinizden size indirilen Kitaba uyun, ondan başkasını dostlar edinerek onlara uymayın” [112]

Ama ne yazık ki çoğu insan bunun farkında değil. Hz. Alî şöyle buyurmuştur: “Üç şeyle birlikte hiçbir amel kabul olunmaz.: şirk, kibir ve rey.” Hz. Alî’ye rey nedir diye sorulunca şu yanıtı ver­diği naklolunmuşum “Allah’ın kitabını bırakıp kendi görüşünü kabul etmektir.” Bütün bunlardan şu gerçek ortaya çıkmaktadır. Dinde reyin asla yeri yoktur ve şeriatı sınırlayacak bir kaide ve usûl olamaz. Bilakis her meselenin aslı, kuralı ve kaidesi Kur’an veya sünnetin nasslarıdır. Bunlar ise ancak Resulullah aracılığı ile bili­nir.

Şüphesiz reycilerin kendileri de bundan kuşku duyarlar. Zira onlar kendi görüşlerinin Allah ve Resulünün sözleri olmadığını bi­lirler. Bu yüzden onlar görüşleri için “Allah veya peygamber şöyle buyurmuştur” demeye güç yetiremezler ve “Bu mesele hakkında Allah’ın hükmünün bu olduğu üzere talakla yemin eder misiniz? denilse; hâşâ, asla, diye cevapta bulunurlar. İşte böylelerine, zânî olmaktan korkarsın da Allah’a yalan söylemekten korkmuyor mu­sun, denilir. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Diliniz yalana alış­mış olduğu için şu haram, bu helaldir demeyin. Zira Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise kur­tuluşa ermezler” [113] Allah (c.c.) haklarında “Allah’a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim var? Şüphesiz zalimler kurtuluşa ermezler” [114] buyurmuşken, nasıl kurtulurlar?.. Cenab-ı Allah çok yerde küfrü zulm ile ifade et­miştir. “Kâfirler ancak zalimlerdir” [115] Zulme, küfre ve şekavete götüren reyden daha büyük bir musibet ve felaket yoktur. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar Allah’ı bırakıp hahamla­rını ve papazlarını rRabbleri olarak kabul ettiler” [116] Müslüman olmadan önce Hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem bu âyeti duyunca Resulullah (s.a.v.)’e ‘Biz onlara ibadet edip onları rabb edinmemiştik, ey Allah’ın elçisi” dediğinde Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah’ın helal kıldığını haram kıldıklarında siz de haram kılmıyor muydunuz? Ve Allah’ın haram kıldığını helal kıldıklarını da siz de helal kılmıyor muydunuz?” Adiyy b. Hâtem evet dîye ce­vap verince, Resululah (s.a.v.) “İşte onlara ibadet etmek ve onları rabb edinmek budur” buyurdu.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Bilmediğin şeyin ardına düşme” [117] “Ey Muhammed! Senden önce herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya o kasabanın şımarık zenginleri sadece ‘Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onla­rın izlerini izlemekteyiz’ derlerdi. Gönderilen uyarıcı; ‘Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getir­miş isem de mi bana uymazsınız?’ derdi. Onlar: ‘Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz’ derlerdi.” [118]

Cenab-ı Allah böylesi insanlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah katında yeryüzündeki canlıların en kötüsü gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir” [119] “Nitekim kendilerine uyulanlar, azabı gö­rünce uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar ‘Keşke bizim için dünyaya bir dönüş olsa da bizden uzak­laştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak’ derler. Böylece Allah on­lara hasretini çekecekleri işlerini gösterir. Onlar cehennemden çık­mayacaklardır.” [120]

Ve Cenab-ı Allah küfür ehlini azarlayarak şöyle buyurmuştur: “Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir? “Babalarımızı onlara ta­par bulduk,’ dediler” [121] “Rabbimiz! Biz yöneticileri­mize ve büyüklerimize itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz onlara iki kat azab ver. Onları büyük bir lanete uğrat” [122]

Ata ve liderlere uymayı zemmeden, kötüleyen daha nice âyetler vardır. Alimler bu âyetlerin kâfirler hakkında indiğine hiç aldır­madan, taklidin yanlış ve bâtıl birşey olduğunu gösteren deliller olarak almışlardır. Çünkü benzerlik yönü küfür ile iman değil, körükörüne, dayanaksız biçimde uymaktır. Örneğin bir adam başka­sına uyarak kâfir olur veya başka birisi başkasına uyarak günahkâr olur veya başkası başkasına dünyevî bir işte uyarak hataya düşer. Bunların her birisi körükörüne, hiçbir şeye dayanmadan diğerlerine uyma girişiminde bulunmuştur. Sonuç itibariyle her ne kadar birbirinden farklı iseler de, dayanaksız taklit etme itibariyle sergile­dikleri tavırlar aynı şeylerdir. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Allah bir milleti doğru yola eriştirdikten sonra, sakınacakları şey­leri onlara açıklamadıkça, sapıklığa da sürmez. Allah şüphesiz her şeyi bilir” [123]

Bu mânâdaki taklidin caiz olmadığı neticesini kesin ve çok güçlü delillerle elde etmemizden sonra ancak ve ancak Kitab ve sünnete ve onların mânâlarını destekleyen sözlere teslimiyet göste­rerek onlara uymak gerekli olur. Nitekim Resulullah’ın şu hadîsleri de bu gerçeği desteklemektedir:

İmam Şafiî, İbn Abbas’tan Resuluilah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Kur’an-ı Kerim’de sizlere ne verilmişse ona göre amel et­melisiniz. Onu terkedenlerin hiçbir mazeretleri kabul olunmaz. Kur’an’da hükmü belirlenmeyen bir mesele var ise, o mesele hak­kındaki sünnetimi almalısınız. Sünnetimde de yoksa, sahabilerimin sözlerini alınız. Şüphesiz sahabilerim gökteki yıldızlar gibidir­ler, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz. Sahabilerimin ihtilafı sizin için rahmettir.”

Resulullah (s.a.v.) başka bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: “Alimlerin ölmesiyle ilim yok olacaktır. Sonra insanlar bazı cahil kişileri baş edineceklerdir. Onlar hiçbir bilgi ve mesnede dayanma­dan fetva verirler. Saptıkları gibi saptırırlar.” Ve Resulullah’ın şöyle dediği naklolunmuşutur: “Benden sonra ümmetim için korktuğum üç şey vardır. Bunlardan birisi alimin haktan kaymasıdir.”

İbn Abbas şöyle buyurmuştur: “Alimleri haktan kaydıkları za­man, vay taraftarlarının haline!” “Neden ey İbn Abbas” diye sorul­duğunda, İbn Abbas şu yanıtı vermiştir: “Alim, bir mesele hakkın­da görüşünü belirttikten sonra, Resulullah’ın mesele hakkındaki hadîsini görünce, görüşünü bırakır ve sünnete döner; ama taraf­tarları ise halen onun eski görüşünü almaya devam ederler.”

İbn Mes’ud şöyle buyurmuştur: “Hiç kimse din hususunda, iman ettiği zaman iman eder, inkâr ettiği zaman inkâr eder şeklin­de başkasına uymasın. Bu çok kötü bir alışkanlıktır.” Ve İbn Mes’ud “Başkası ile oturup sohbet etmeden hocanın hatasını farketmezsin” demiştir.

Abdullah b. Muğire şöyle buyurmuştur: “Sürülen bir koyunla başkasına uyan bir insan arasında hiçbir fark yoktur.”

Asrında en faziletli insan lakabını alan Hüseyin b. Ali b. Hü­seyin b. Ali b. Ömer b. Ali’nin şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Bu şüpheler içinde uyuyorsun,

Ulur yatar da kalkmaz olursun,

Çalış ve uy Rabbinin kitabına

Ölürsen onunla git huzuruna

Uymuş herkes papazlarına

Savunur herkes hahamını

Hak için vardır tek bir kaynak

Ne var ki herkes mezhebini hak görür ancak

Ne kadar şaşırtıcıdır bu gördüğüm

Ama tefrika bunun en şaşırtıcısı

Zikrettiğimiz bütün bu rivayetler taklidi red ve taklit etmeyi men etmektedir. Yalnız alimler bunun yeni hadiseler hususunda alimlere uyan avam tabakasını içermediğini söylemişlerdir. Çünkü avam insanlar serî nasslan anlamaktan ve delil göstermekten aciz­dirler. Bu yüzden bilenlere sormalıdırlar. Çünkü ilim basamak ba­samaktır. En yüksek basamağa ulaşmak için ilk basamaktan geç­mek lazımdır. Alimlerle avamın arasındaki mesafe budur.

Muhakkik alimler de şer’î nassların mânâlarını kavrayamayan avam insanların alimlere uymalarının gerekliliğine “Bilmiyorsanız bilenlere sorun” âyetini delil olarak göstermişlerdir ve avamdan sa­yılmayan orta derecede bilgili olanların doğrudan hadîslerle amel etmelerinin gerekliliğini söyleyerek, taklit etmelerini menetmişlerdir. Alimlerin ibarelerinden anlaşılan budur. Yalnız avamın alim­lere uymalarının gerekliliğinde ihtilaf edilmemiştir ve ‘Bilmiyorsa­nız bilenlere sorun” âyeti ile avamın muhatap oldukları üzere itti­fak sağlanmıştır” diyen Hafız b. Abdilber’in bu her iki meselede icmanın sağlandığı iddiasını bazı alimler eleştirerek şöyle demişler­dir: “Bu iki meselenin icma ile kabulü doğru değildir. Avamın alimleri taklit edebilmeleri hususundaki icma hasıl olmuş değildir. İsfehânî tefsirinde İmam b. Dakiku’l-İd’in şöyle dediğini anlatmış­tır: “Bazı alimler avam insanın ancak şu şekilde ictihad edebilece­ğini söylemişlerdir: Avam bir insan birbiriyle çelişen beşeri görüş­lerle fetva vermenin yaygın olduğu bu çağlarda bir müftüye “Allah ve Resulünün hükmü böyle midir?” diye sorduğunda şayet müftü ‘Evet böyledir’ yanıtını verirse sözünü doğrudan alır ve başka da özel bir araştırma yapması gerekmez ve müftünün avama ilgili me­selenin Kur’an ve sünnetten delilleri ve bu hükmü fıkıh usûlünün hangi kaidesine dayanarak tesbit ettiğini açıklamasına gerek yok­tur. Şayet müftü avama “Hayır bu benim görüşümdür” veya “falan fakihin görüşüdür” derse ya da onu susturursa veya ona hiç cevap vermezse, bu durumda avam insanın Allah ve Resulünün bu meseledeki hükmünü kendisine açıklayacak başka bir müftüye gidip ona sorması lazımdır. Selef alimlerin, özellikle dört mezhep imam­ların ancak Kitab ve sünneti bilen alimlerden fetvanın istenmesi hususundaki sözlerini takip edip araştıran kişi bu söylediğimizin doğruluğunu farkeder.”

İmam Ahmed’in oğlu Abdullah şöyle demiştir: “Babama ‘Adamın başına bir olay gelir. Fıkıh bilgisi olmayan hadîsçilerden veya hadîs bilgisi olmayan reycilerden başka, soracak kimseyi bula­mıyor; ne yapmalıdır?’ diye sordum. Babam bana şu yanıtı verdi: ‘Reycilere değil, hadîsçilere sorulmalıdır. Zayıf hadîs reyden daha hayırlıdır.'” Ancak Kur’an veya sünnette hükmü açıkça belirlendiği ve delaleti güçlü bir nasstan hükmün alındığı bir mesele hakkında Allah ve Resulünün hükmü budur denilebilir. Bir meselede istih­sali, maslahat, sahabe sözü, taklid veya kıyasla varılan hüküm için asla bu Allah ve Resulünün hükmüdür denilmez. Çünkü Resululah (s.a.v.) Müslümanlarla, Beni Kurayza’yı kalelerinde kuşattıktan birkaç gün sonra Beni Kurayza teslimiyet gösterdi ve Sa’d b. Muaz’ın haklarında vereceği hükümden razı olacaklarını belirtti ve Resulullah (s.a.v.) Sa’d b. Muaz’a şöyle dedi: “Sen kendin gördüğün şekilde haklarında hüküm ver. Sen haklarında Allah’ın hükmü nedir bilemezsin.”

Sa’d b. Muaz’ın verdiği hükmün aynısının Kur’an veya sün­nette mevcut olma ihtimaline rağmen Resulullah (s.a.v.) Sa’d’a: “Allah’ın hükmünü bilemezsin; kendin gördüğün şekilde hüküm ver” dedi. Kur’an ve sünnetle çelişme ihtimalinin daha güçlü oldu­ğuna göre kıyasa asla Allah ve Resulünün hükmüdür denmez.

Allame Kemaluddin Cafer b. Sa’leb Azfurî, Takiyuddin b. Dakiku’l-İd’in kendisinden onbeş sayfalık defter istediğini ve ölümün eşiğindeyken deftere birşeyler yazıp yastığının altına koyduğunu ve İbn Dakiku’l-İd’in ölümünden sonra defteri çıkartıp okuduğunda taklidin mutlak mânâda herkes için haram olduğu hakkında bir makaleden ibaret olduğunu anlatmıştır.

b- İbn Cerir, Bağavi ve çoğu müfessirler, “Bilmiyorsanız bi­lenlere sorun” âyetiyle ancak müşrik Arapların muhatap oldukları­nı söylemişlerdir. Çünkü müşrik Araplar Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini inkâr ettiler ve Allah’ın; Muhammed gibi bir beşeri elçi olarak insanlara göndermekten beri olduğunu söyle­diler. Bu anlayış içinde Araplar “Öyleyse Allah niçin bize bir melek göndermedi?” dediklerinde, Cenab-ı Allah onlara şu cevabı verdi: “Kendilerinden bir adama ‘insanları uyar ve inananlara, Rableri katında yüksek makamlar olduğunu müjdele’ dîye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti ki, kâfirler: ‘Bu apaçık bir büyüdür’ de­diler?” [124] “Ey Muhammed! Doğrusu senden önce de kendilerine kitaplar ve belgelerle vahyettiğimiz birtakım adamlar gön­derdik. Bilmiyorsanız kîtablılara (bilenlere) sorun” [125]

İkinci âyette geçen “kitablılar”dan maksat, Tevrat’ı kitap edi­nen Yahudiler ve İncil’i kitap edinen Hıristiyanlardır. Müşrikler ancak Hz. Muhammed (s.a.v.)’e inanmayan ehl-i kitaba inanacak­ları için Cenab-ı Allah onlara “Gidin, kendilerine Allah tarafından kitab inen Yahudi ve Hıristiyanlara kendilerine gelen elçiler beşer­den bir adam mı idiler, yoksa melek mi idiler’ diye sorun” dedi. Nitekim Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Ey Muhammed! Doğrusu senden önce de kendilerine kitaplar ve bel­gelerle vahyettiğimiz birtakım adamlar gönderdik” [126] Yani, beşerden birtakım adamlar gönderdik, sizin sandığınız gibi gökten melekler göndermedik.

Şüphesiz bu âyetin zahiri de bu görüşü desteklemektedir. Bu yüzden âyet kesinlikle avam insanların mutlaka alimlere uymaları­nı ve görüşlerini din ve mezhep edinmelerini gerektirmiyor. Ama ‘bu, avam insanlar bilmedikleri dinî meseleleri alimlere sormamalıdırlar, demek değildir. Avam taklid ederek değil, ancak başına ge­len yeni bir hadiseyle ilgili olarak Allah ve Resulünün hükmünün ne olduğu güvendiği alimlere sorup öğrenerek Allah’ın Kitabına ve Resulünün sünnetine uyar; her ne kadar delilini bilmiyorsa da, ali­min bildirdiği hükmün Allah ve Resulünün hükmü olduğu husu­sunda alime güvenmiştir. Şüphesiz avam bunu yaparken alime uy­muş olmaz. Çünkü Allah ve Resulünün hükmünün alimin dediği , gibi çıkmadığını farkeder etmez hemen onu reddeder ve alimi sa­vunmaz. Oysa mukallid böyle değildir. O ancak uyduğu müctehidin mesele ile ilgili görüşünü sorar. Kur’an ve sünnete aykırı oldu­ğunu farketse bile ona uymaktan vazgeçmez. Hatta onu savunur ve sözlerini tevil ederek hak göstermeye çalışır. Böylece “ittiba” ile “taklit” arasındaki fark açıklanmış ve İbn Dakiku’l-İd’in “Avam da ictihad eder” görüşü belirginleşmiş oldu.

Afrika’nın kuzeybatısının muhaddisi İbn Abdilber: “Taklidin doğru olmadığı hususunda alimler ittifak etmişlerdir” demiştir. Taklidin hoşgörülmediği hususunda Kitab ve sünnette sayısız delil vardır. Ancak en açığı Cenab-ı Allah’ın şu sözleridir: “Ey inanan­lar! Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer birşeyde çekişirseniz (ihtilafa düşerseniz) -Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız- onun halini Allah’a ve peygam­bere bırakın. Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle en güzeldir” [127] Allah (c.c.) bu âyette ihtilaf ettiğimiz meselelerin halini Allah’a ve Resulüne havale etmemizi emretmiştir. Şüphesiz müctehid imamlar bazı meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Bunun için bu meselelerin hükmünü Allah’a ve Resulüne havale etmeliyiz. Çünkü Allah bu âyette taklidi haram kılmıştır.

Yine Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “De ki:’Rabbim sade­ce, açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmanızı, Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır” [128] Ce­nab-ı Allah bu âyette haramları dört mertebeye ayırmış ve en hafifi olan kötülükleri birinci mertebede, daha şiddetli olan günah ve haksızlığı ikinci mertebede, bundan da daha şiddetli olan Allah’a ortak koşmayı üçüncü mertebede almıştır. Sonra bütün bunlardan daha şiddetli olan Allah’a karşı bilmediği şeyleri söylemeyi dör­düncü derecede almıştır. Şüphesiz “rey’in ne fıkıhta ne de ilimde yeri vardır. Dolayısıyla din hususunda “rey” Allah’a karşı bilinme­yen şeyleri söylemek olur.

Nitekim Allame Fûlanî “rey”in ilim ve fıkıh olmadığına dair sayısız delili sıraladıktan sonra şöyle demiştir: “Şayet birileri, ‘Hoşgörülmeyen taklid, Hak Teala’nın ‘Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yoldan saptırdılar, derler’ [129] buyurduğu gibi, ancak doğru yolda olmayıp sa­pık olan insanları taklittir. Doğru yolda olup hakkı gösteren alim­lere taklid ise, Cenab-ı Allah bunu hiçbir zaman menetmemişti’ derse biz ona şu cevabı veririz: ‘Kul Allah’ın Resulüne indirdiği Kur’an’a uymadıkça hidayet üzere olamaz. Şayet insan Allah’ın Re­sulüne indirdiği hükümleri biliyorsa, o hidayet üzeredir, taklitçi değildir; ama bilmiyorsa o kendi itibariyle şaşkın olan bir cahildir. Çünkü cahil, taklid ettiği kişinin hidayet üzere olduğunu ve hakkı söylediğini nereden bilsin?”

Şayet birileri dese ki: “Din hususunda zamanımızda uyulan müctehid imamların hak ve hidayet üzere olduklarını sizler kabul ediyorsunuz. Peki onların yolundan gidip onlara uyanların niçin hak ve hidayet üzere olduklarını kabul etmiyorsunuz?” Buna ceva­ben şöyle deriz: Şüphesiz avamın müctehid imamlara uymaları, onların o imamın yolunda olmadıklarını gösteriyor. Çünkü müctehid imamların dinî meselelerde metodları Kitab ve sünnete uy­mak ve başka hiçbir şahsın görüşüne uymamaktır. Hüccet ve daya­nak olan Kitab ve sünneti bırakıp Allah, Resulü ve müctehid imamların yasakladıkları bazı insanların görüşlerine uyan, şüphe­siz onların yolunda olmadığını, hatta onlara muhalif olduğu gösteriyor. Ancak Kitab ve sünnete uyan ve müctehidlerin “Nass varken sözlerimizi bırakın” tavsiyelerini yerine getiren kişinin, onların yo­lunda olduğu sayılır. Din hususunda taklit etmek bu derece yasak­landığı ve inkâr edildiği halde, taklidin vacib olduğu ve dört mez­hep imamına indirgendiği nasıl savunulabilir? [130]

Bir Kısım Alimlerin “Taklîd”i Dört İmama İndirgemeleri

İctihad konusunda, dört mezhep imamından sonra ictihad kapısı­nın kapandığı ve yeni müctehidlerin çıkmadığı iddiasının doğru olmadığını yeterince ispat etmiştik. Bu konuda ise meseleyi doğru­dan ilgilendiren bazı açıklamalara geniş bir şekilde yer vereceğiz.

Allame Muhyiddin Rumî Risale kitabında şöyle demiştir. “Hiç kimse için dört mezhepten birisine bağlı kalmak gerekli de­ğildir. Bilakis faziletli sahabe ve tabiîn asırlarında olduğu gibi, her­kes her konuda istediği, beğendiği her müftüye ‘Allah’ın hükmü nedir?’ diye sorabilir, İmam İbnü’l-Hümam ve cumhurun kabul ettiği bu görüşü İmam Nevevî de destekleyerek şöyle demiştir: “Kur’an ve sünnete baktığımızda hiç kimsenin dört mezhebten bi­risine bağlı kalmasının gerekmediğini görürüz. Bilakis kasıtlı ola­rak ruhsatları aramaksızın, kişi istediği müctehide veya tevafuk eden bir müftüye fetva sorup ona uyabilir. Sanırım buna cevaz vermeyenlerin tavrı, insanların kasıtlı bir şekilde ruhsatları arama­ları endişesinden kaynaklanıyor.”

Bazı alimler “Avam insan belli bir mezhebe bağlı kalmalı mı­dır? Yoksa istediği kişiden fetva alır ve ona uyar mı?” şeklinde so­rarak meseleyi ele almışlardır. Örneğin Allame İbn Hacer Tuhfe ki­tabında Herevî’nin şöyle dediğini nakletmiştir: “Bize göre avamın herhangi bir mezhebe bağlı kalması gerekmez. Kalaid bakşir kita­bında da şöyle denmiştir: “Belli bir mezhebe bağlı kalmak gerek­mez ve mezhebimize göre avam insanların mezhepleri yoktur.”

İkaz kitabında ise şöyle denmiştir: “Doğrusu herhangi bir mezhebe bağlı kalmak vacib değildir. Çünkü vacib ancak Allah ve Resulünün vacib kıldığıdır. Oysa Allah ve Resulü hiç kimseye her­hangi bir insanın mezhebini alıp ancak ona uymasını vacib kılmış değildir. Şüphesiz selefin yaşadığı faziletli asırlar gelip geçti. Böyle birşeye asla rastlanmadı. Doğrusu, her ne kadar bir mezhebi ken­dine mezhep edinse de avamın mezhebi olmaz. Çünkü ancak hü­kümleri delillerinden alabilen usûl sahibi olan veya belli bir mez­hebin fıkıh kitaplarını okuyup mezhep imamının fetvalarını bilen birinin mezhebi olur. Böyle olmayan, meselâ İmam Malik’e uydu­ğunu sanan kimse sadece sözle ben Malikiyim demesiyle Maliki ol­maz. Bu, nahiv ilminin ne olduğunu bilmediği halde, ben nahivçiyim diyen kimsenin söz ve iddiası gibi, faydasız bîr söz ve yalan bir iddiadır ancak. Avamın belli bir mezhebe nisbet edilmesinin doğruluğu asla düşünülmez; nisbet edilmesini kabul etsek bile, ne ona, ne de başka herhangi bir insana herhangi bir alimin görüşlerini alıp sadece ona uyması ve başka alimlerin sözlerini reddetmesi ge­rekli olur.

Şüphesiz bu, İslâm ümmetinde yeni oluşan çirkin bir bid’atır. İslâm ümmetinin alimlerinden asla bunu kabul eden olmamıştır. Zira onlar insanlara böyle birşeyi gerekli kılmaktan beridirler. Bu bid’atın daha çirkini alimlerden sadece birisine uymak gerektiği bid’atıdır. Bundan daha çirkini sadece dört mezhebten birisine uy­manın gerektiği bid’atıdır. Ne saçma birşeydir bu. Sahabe tabiîn ve tebe-i tabiîn ve İslâm ümmetinin diğer alimlerinin mezhepleri yok olup bitti; imamlar ve fakihler arasında sadece dört kişinin mez­hepleri mi kaldı? Hiçbir imam bunu söylememiştir ve kimse sa­vunmamıştır. Bunu ifade eden tek bir kelime bile dile getirilmiş değildir.

Allah sahabe ve tabiîne neyi vacib kılmışsa, onlardan sonraki­lere aynısını vacib kılmıştır ve kıyamet gününe kadar Allah’ın hü­kümleri keyfiyet açısından farklı olsa da mahiyet itibarıyla asla değişmeyecektir.

Ancak avam insanın herhangi bir mezhebe bağlı kalmasını doğrulayanlar şöyle diyorlar: “Avam insan mensub oldugu mezhe­bin ancak hak olduğu inancındadır. Bu yüzden inancı gereğince o mezhebe bağlanmalıdır.” Şüphesiz bu açık bir hatadır. Çünkü şa­yet böyle olması doğru ise, o zaman mensub olduğu mezhebe , mensub olmayan herhangi bir alimden fetva istemesi ve daha racih olsa bile başka bir mezhebe uyması haram olur ve hatta Resulullah’ın, imamının mezhebine muhalif olan bir hadîsini veya sahabe ve dört halifenin sözünü gördüğünde hadîs ve sahabe sözünü bıra­kıp mensub olduğu İmamın mezhebine uyması lazım gelir. Oysa bu asla kabul edilir birşey değildir. Bunun da doğru olmadığının ortaya çıkması ile “Avam istediği kişiden fetva alır. Dört mezhebin etbalarına ve başka diğer alimlere de uyabilir” görüşünün doğru olduğu belirlenmektedir ve ümmetin icmasıyla ne avama, ne de müftüye dört mezhepten birisine bağlanmaları vacib olur.

İmam Sened b. Anan şöyle demiştir: “Fıkhın kaynağı Kitab, sünnet, icma ve kıyastır. Fıkhın furu’ meselelerine ulaşmak için ge­rekli iki şart vardır:

  1. Çağındaki fakihlerin mezheplerini detaylı bir şekilde bil­mek, ki yeni bir hadiseye hüküm ararken varsa icmaya muhalefet etme vebaline girilmesin.
  2. Furu meseleleri şer’î delillerine dayandırabilmek, ki fakih ilmî bir neticeye varabilsin. Çünkü ilim ancak ilmî metodlarla elde edilir, ilim kendiliğinden elde edilmez. Yoksa herkes ilmî mesele­lerde eşit olurdu. O zaman, şüphesiz kendiliğinden elde edilmeyen ilim, ancak hüccet ve şer’î delillerle elde edilir. Şer’î deliller Resululah’a dayandığı için ondan bize ulaşan sözlere bakmak gerekli olur. Resulullah’tan bize Kur’an ve sünnet ulaşmıştır. Bu yüzden karşı­laştığımız yeni hadiselerin hükmünü Kur’an ve sünnet’i kaynak alarak öğrenebiliriz. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:‘Halbuki o haberi peygambere veya kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi.” [131]

Ayrıca fer’î bir meselenin hükmüne bazen asrın bütün müctehidlerinin ittifakıyla ulaşılır. Dolayısıyla müctehidlerin ittifakı da fer’î meselelerin hükmüne varmak için meşru bir yol olur. Çünkü anlama kabiliyetinde ve istinbat metodunda birbirinden farklı olan müctehidlerden bu büyük kitlenin tek bir mesele hakkında aynı neticeye varmaları var olan şer’î bir nassa dayandıklarını gösteri­yor. Şüphesiz bu da icmanın hüccet olduğunu göstermektedir. Do­layısıyla icma ile amel etmek haddizatında şer’î bir nassla amel et­mektir. Çünkü icma şer’î bir delili içermektedir. Ya da icma haddizâtıyla hüccettir. Çünkü Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: ‘Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yöne dön­dürür ve onu cehenneme sokarız” [132] Ve Sahih-i Buharî’nin rivayetiyle Resulullah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: ‘Bu üm­met kıyamet gününe kadar kendisine muhalefet edenlere hiç aldır­madan hakkı kaim edecektir…'”

Sonra İmam Sened b. Anan sözlerini şöyle sürdürüyor. “Şer’î bir delile dayanmadan dinî meselelerde sadece taklid ile yetinmek akıl kârı değildir. İstisnasız herkes için taklid etmek haramdır, de­miyoruz. Ancak biz hükümlerin delillerini ve fakihlerin sözlerini bilmeyi gerekli buluyoruz ve avamın da alim birisine uymasını vacib görüyoruz.

Ancak ölü bir müctehîde uyma hususunda ihtilaf vardır. Ter­cih edilen görüşe göre, yaşayan bir müctehid bulunmadığı zaman ihtiyaç esnasında o taklid edilir. Ölmüş olan müctehidin fetvaları bir kitapta güvenilir ravilerden nakledilerek muhafaza edilmişse ve avamın başına kırsal bir bölgede bir hadîse geldiği zaman ve fakihlere ulaşması zor olmakla birlikte başına gelen hadisenin zamanı­nın geçmesinden korkarsa, örneğin bîr hayvanı keserken besmele getirmeyi unutmuş veya yanında yabancı bir kadın ölmüş, acaba onu yıkar mı, yoksa teyemmüm mü alır diye ne yapacağını bilme­diği zaman, o kitapta bulunan fetvayı alır ve ona uyar. Şüphesiz öl­müş bir müctehidin fetvasını almak asılsız arzu ve hevaya uymak­tan daha evladır. Çünkü kitapta bulunan fetvanın aslı vardır. Bu , yüzden asılsız hevaya uymaktan daha evladır.

Alimlerin ittifakıyla taklid hiç kimse tarafından ilmî bir yol olarak kabul edilmiş değildir. Bu yüzden taklid eden kimse ilimle vasıflanamaz. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah şöyle buyurmuş­tur: “İnsanlar arasında hak ile hükmet.” “Ey Muhammed! Doğru­su insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf ol­ma” [133] “Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur” [134] “De ki: Rabbim sadece açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere teca­vüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşma­nızı, Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmış­tır.” [135] Şüphesiz ilim birşeyi hakikati üzere bilmektir. Bundan yola çıkarak, taklid eden kişiye soruyoruz: Bir meselenin hükmü ile ilgi­li farklı görüşler varsa, taklid ettiğin kişinin görüşünün doğru ve diğerlerinin yanlış veya bir görüşün diğer görüşten daha doğru ol­duğunu nasıl bilirsin? Kuşkusuz vereceği her yanıt karşı görüş için de geçerli olacağından, kendi aleyhine döner.

Şayet denilse ki, kıyasla varılan zannî hüküm için de aynı şey denilemez mi? Zann gerçek olmadığına göre, kıyasla vardığınız hükm nasıl gerçek ve hak olduğunu söylüyorsunuz?

Bu itiraza cevaben şöyle deriz: “Şeriata dayalı olarak varılan zannî bir hüküm ile amel etmenin gerekli olduğundan kuşku etmi­yoruz. Çünkü biz böylesi durumlarda sadece zan ile yetinmiyoruz. Ancak zannın dayandığı kat’î delile dayanarak onunla amel etme­nin vacib olduğunu söylüyoruz.”

Bunu bir örnek ile açıklayacak olursak deriz ki: “Hüküm ve­recek olan hakim bîr delile dayanarak kendisinde mesele hakkında bir zan hasıl olduğu zaman, hüküm vermenin gerekliliğinden kuş­ku etmez. Çünkü hüküm verme gerekliliği sabit olan kat’î delile dayanmıştır. Kat’î delile dayanmakla sabit olan zan sonucunda ka­rar verir. Fetva vermenin de bu hususta hüküm vermekten hiçbir farkı yoktur.”

Taklide gelince, o hiçbir delile dayanmadan başkasının sözü­nü kabul etmektir. Mukallid katî bir delile dayanmadan uyduğu kişinin sözlerinin doğruluğunu nereden bilsin.” Ayrıca avamın bağlı kalarak sadece bir mezhebe uyması zaten sonradan oluşan bir bid’attir. Çünkü örnek aldığımız sahabiler gelip geçtiler. Zamanla­rında uyulan ve okunan mezhep sahibi herhangi bir adamı göre­miyoruz. Karşılaştıkları yeni bir hadîse olduğu zamanlarda ancak ve ancak Kur’an ve sünnete ya da şer’î bir nassın bulunmadığı za­man kıyas yoluyla varılan görüşe müracaat ederlerdi. Tabiîn de ay­nı şekilde Kur’an ve sünnete müracaat ederdi. Kur’an ve sünnette cevap bulamadıkları zaman sahabe icmaına müracaat ederdi, tema da olamayınca ictihad ederlerdi ve bir kısmı sahabe sözünü ictihaddan daha güçlü bularak sahabe sözünü alırdı. Tabiînden sonra hicrî 179’da vefat eden imam Malik, hicri 150’de vefat eden İmam Ebu Hanîfe, hicrî 150’de dünyaya gelen İmam Şafiî ve hicri 164’de dünyaya gelen İmam Ahmed b. Hanbel’in bulundukları üçüncü asır geldi. Hakeza onlar da aynı seleflerinin çizgisinde yürüdüler. Zamanlarında uyulan ve okunan herhangi bir kişiye mensub bir mezhep yoktu. Bu imamların taraftarları ve talebeleri de bu çizgi­den kaymadılar. İmam Malik’in taraftarlarından kendisine çok meselede muhalefet eden nice talebelerinin olması bunu doğrula­yan bikanıttır. Çünkü onlar da ictihad etme gücüne sahip idiler ve ictihad malzemelerini toplamışlardı. İşte Resulullah (s.a.v.) bu ilk üç asırda yaşayanları överek şöyle buyurmuştur: “Nesillerin en hayırlısı benim çağdaşlarım, sonra onları takip edenler, daha sonra müteakiben gelenlerdir.” Ayrıca taklidçilerin şaşırtıcı yönleri, taklid etmeyi meşru göstermek için selefin de takîid ettiği ve mezhep edindiği iddiaları olmuştur.

Şayet taklidçilerden birisine “İmam Malik hangi mezhebe uyardı?” diye sorarsan sana yanıt veremez. İsa b. Dinar İmam Malik’in mezhebini Endülüs’te yaymadan evvel Endülüslüler İmam Evzaî ve Mekhul’ün mezhebine uyarlardı. Bu tarihî gerçek gözönünde olduğu halde dört mezhepten hariç başka mezhebin olma­dığı iddiasında nasıl bulunuyorlar? Ancak taklitçiler bu gerçeklere karşı yanıtsız kaldıklarında ve aklen kabul edip nefsen reddettikle­rinde şöyle derler: “Biz fetva ve hükümlerin kaynağının ancak Kur’an, sünnet, icma ve kıyas olduğunu inkâr etmiyoruz. Yalnız bu kaynaklara dayalı hüküm çıkartma ve ictihad etme yükünün al­tından kim çıkar?” Onlara cevaben deriz. “Biz bunun altından çı­karız ve bu kaynaklara dayanarak biz hüküm çıkartırız. Kuşkusuz İmam Malik’in zamanında var olan her ilmin günümüzde de kapı­sı açıktır. Öğrenip kullanmak isteyene hiçbir engel yoktur ve icti­had etmek isteyenin her ilimde uzman olması şartı da yoktur. Çünkü biz biliyoruz ki sahabeler ilimde farklı seviyelerde idiler. Halifenin sıradan herhangi bir Müslümana fetva sorduğu ve onun görüşü ile hüküm verdiği defalarca tekrarlanmıştır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur” [136] Hz. Ebubekir ve Ömer vefat ettiklerinde henüz Kur’an-ı Kerim’i tamamen ezberle­miş değillerdi. Hz. Ali’den ise farklı rivayetler vardır. Ayrıca Hz. Ömer Resulullah’ın çoğu hadiselerle ilgili hadîslerini yanında bu­lunan sahabilere sorardı. Aynı şekilde hareket eden Hz. Ebubekir’e torunu ölen bir kadın gelip mirastan hakkını isteyince, Hz. Ebubekir ona şöyle söyledi: “Kur’an’da sana düşen hiçbir payı göremiyo­rum ve sünnette de bildiğim yoktur.” Ancak bunu duyan Muhammed b. Mesleme, Hz. Ebubekir’e Resulullah’ın nineye altıda bir verdiğine şahit olduğunu söyleyince, Hz. Ebubekir’in mirasın altı­da birini ona verdiği naklolunmuştur. Ve İmam Malik, Ebu Hanife ve benzeri bazı rnüctehidler Arap dili ve gramerinde fazla bilgili değillerdi. Evet müctehidin her ilimden çoğunu bilmesi mutlaka gereklidir, ki bütün imamlar bundan paylarını yeterince almışlar­dır, imamlar, ilme ve dinde ictihad etmeye girişenin fer’î meselele­ri ve delillerini, fer’î meselelerin delilleriyle bağlantısını, bir mese­leyi benzer başka bîr meseleye bağlatmayı, veya benzer olmayan bir meseleden ayırd etmeyi, tearuz durumunda tercih etmeyi bilmesi­ni gerekli görerek kollarını sıvadılar. Ve, taharet, ibadat, alış-veriş, nikah, kaza, şahitlik gibi muamelat ile cinayet, miras ve fıkhın di­ğer furu meselelerini kapsayan teorik kaideleri öğretip birarada toplatılar. Her mesele ile birlikte Maliki, Hanefi ve Şafiî gibi meş­hur mezheplerin arasında ihtilafı da zikrettiler.

Ayrıca her mesele ile beraber hakkında Kur’an’dan varid olan nass, zahir, âmm, mefhum ve delilü’l-hitab gibi istidlal yönleri zik­retmekle birlikte; nâsih, mensuh, mücmel, mübeyyen, mutlak, mukayyed, zahir, muhtemel, sarih ve kinaye olan âyetleri de açık­ladılar. Ve gramer açısından harflerin mânâlarını da beyan ederek her harfin ifade ettiğ özel mânâyı tesbit etmişlerdir. Örneğin “vav” harfinin cem’i, “sümme”nin tertibi, “fe”nin aralıksız tertibi, “min”in ba’ziyeti ifade ettiğini söylemişlerdir ve kelimelerin haki­kat ve mecaz mânâlarına da değinerek kelimelerdeki gizlilikleri ay­dınlatmışlardır. “Lems” kelimesinin çımadan kinaye edilmesi bu­nun bir örneğidir.

Ve her mesele ile ilgili sünnetten sahih, meşhur, muzdarib ve illetli gibi hadîsleri de zikretmekle birlikte, hadîsleri sıhhat derece­sine göre ayırmışlardır. Hadîsi hadîs ile ve âyeti hadîs ile karşılaştırma şeklini, Kur’anı sünnetle tahsis veya takyid etme şeklini, hangi durumda sünnetin Kur’an’ın zahirine tercih edileceğini ve buna benzer kolayca varılamayacak, rahatça tesbit edilemeyecek kaidele­ri harika bir şekilde ve talebenin kısa sürede idrak edebileceği, an­layacağı bir tarzda öğrenmek isteyen herkesin önüne sermişlerdir.

Bununla birlikte, icmanın nasıl gerçekleşeceğini açıklayarak, gerçekleşmesi çağrısında bulunmuşlardır. Hakkında ittifakın sağ­landığı meseleleri belirtmişlerdir. Kıyası da ele alarak kıyas-ı celî ve kıyas-ı takribi gibi çeşitlere ayırıp derecesine göre kıyasın bütün çeşitlerini sıraladıktan sonra kıyasın gerçekleşmesi için bulunması gereken illeti de inceleyerek fasit, mütenakız ve etkili olmayan illetleri birbirinden ayırmış ve sonra geçerli illeti açıklayarak tercih et­mişlerdir. Delalet-i iktiza gibi, nassların delalet çeşitlerine de deği­nerek geçerli ile geçersizi ayırd etmiş ve daha nice usûl kaidelerini kolay bir şekilde açıklayarak hazır lokma gibi talebelerin önlerine sermişlerdir. Öyle ki artık bu tür meseleler talebeler için gaza hikâ­yelerinden daha kolay gelmektedir ve bu konuları tartışmak için açık oturumlar ve görüşmeler düzenlemeyi âdet edinmişlerdir. Ar­tık fıkıh usûlü ve kaideleri ile ilgili kocaman bir kitabın okunması ve ezberlenmesi talebelere kolay gelirken, delillerden soyutlanmış usûl kaidelerine dayanmaksızın sadece taklitten ibaret bir şekilde meseleleri ele alan, elkitabı kadar küçük bir kitaba bakmak bile zor gelmektedir. Müctehid alimler bunu yapmakla fıkhın furu ve usû­lünü, furuu usûle dayandırma keyfiyetini bir arada toplamayı becererek tam hakkıyla açıklamaya muvaffak olmuşlardır.

İşte bu, Allah’ın müctehid alimlere verdiği bir lütuftur. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Lütuf, Allah’ın elindedir. Onu di­lediğine verir; Allah büyük lütuf sahibidir” [137]Kuşkusuz alimler müctehidin kelam ilminde farklı bir seviyede olmasını şart koşmamışlardır. Ancak müctehidin kelam ilmi ile ilgili temel bilgi­lerden haberdar olup olmamasında ihtilaf sözkonusu olmuştur. Ebu Tayyib bunu şart kılarken, çoğu alimler bunun şart olmadığı­nı savunarak müctehidin ancak fetva vermek istediği hadîse ile il­gili nass ve kaideleri bilmesi yeterlidir, demişlerdir. Zira kelam il­minin sosyal hadiselerle herhangi bir bağlantısı yoktur. Kelam il­mi, doğrudan itikadın sıhhatini alâkadar eder. Açıkladığımız gibi, avam sahih, doğru bir itikada fazla düşünmeden sahip olabiliyor.

Şayet birileri derse kî: “Biraz Önce bahsettiğiniz meselelerin öğrenilmesi ve usûl kaidelerinin uygulanması herkese kolay gelmez ve herkesin o seviyeye ulaşması mümkün değildir denecek kadar zordur.” Biz dediğini tasdikleyerek ona şöyle deriz: Evet, doğru de­din, imamet derecesine ulaşmayı Allah herkese değil, ancak bazı insanlara nasip kılar. Herkese hakkını tanımalıyız, taklit ancak ca­hil avamlar için caiz olabilir. Çünkü Cenab-ı Allah şöyle buyur­muştur: “Bilmiyorsanız, kitablılara (bilenlere) sorun” [138] Cenab-ı Allah böylelikle bilmeyen herkese bilenlere sormayı emretmiştir. “Emr” sîgası vücubiyeti ifade ettiğine göre alimlere tâbi olmanın vacib olduğu ortaya çıkmaktadır. Yine Cenab-ı Allah, şöyle buyurmuştur: “İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri dön­düklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böy­lece belki yanlış hareketlerden çekinirler” [139] Ve bu âyet­te de uyarıcıların dinde fıkıh, ilim sahibi olmaları gerekli kılınmak­tadır. Taklidi savunanlara İmam Malik’in şu sözü hiç mi ulaşma­mıştır: “Alimler bir kişinin fetva vermeye ehil olduğunu söyleme­dikçe, velev ki alim olsa da, fetva vermesin.” İnsanların bid’atları savunduklarını ve taklidi bir sığmak olarak kabul ettiklerini, hatta onun hak başkasının bid’at olduğunu sandıklarını gördüğümüz için, bu konuyu epeyce uzattık. Ancak bu yaptıkları garipsenilmez. Çünkü Cenab-ı Allah öylesi insanlar için şöyle buyurmuştur: “Bu­nunla doğru yola girmedikleri için de bu eski bir uydurmadır der­ler” [140] Hz. Ali de şöyle buyurmuştur: “İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır.” İkaz kitabının sahibi, İmam Sened’in bu min­valdeki uzun sözlerini naklettikten sonra şöyle der: “Allah ondan razı olsun, Sened bunları söylerken ne doğru söylemiştir. Kuşku­suz belirli bir şahsa uyup Kur’an’a muhalif olsa bile onun görüşle­rini din ve mezhep edinircesine savunmak, kötü bir bid’attır ve la­netli İblis’in Müslümanların aralarında buğz ve düşmanlığı sergile­yip onların topluluklarını dağıtmak ve birliklerini bozmak için Müslümanlara kabul ettirdiği çirkin bir huydur. Herkesin uyduğu müctehid imamını, sahabeden de üstün gördüğünü görüyorsun. Uyduğu müctehidin mezhebine muvafık bir hadîse rastlanıldığı zaman son derece sevinir ve onu araştırmadan kabul eder. Fakat başkasının mezhebini teyid eden, nesih ve tearuz gibi illetlerden uzak sahih bir hadîse rastlandığı zaman ise, nice uzak ihtimallere göğsünü açarak hadîsten yüz çevirir. Sarih nasslara, sahabe ve tabi­în sözlerine muhalif olduğu halde uyduğu imamının mezhebini tercih etmek için taştan dere çıkartmaya çalışır. Hadîs kitapların­dan birisine şerh yazdığı zaman uyduğu imamın mezhebi ile çeli­şen bütün hadîsleri gerçek mânâsından saptırır. Bunu yapamayınca hiçbir delile dayanmadan hadîsin nesh veya tahsis edildiğini ve­ya onunla amel edilemeyeceğini iddia eder. Ancak bunu da yapamayınca tâbi olduğu imamın kuşkusuz Resulullah’ın bütün hadîs­lerinden haberdar olduğunu ve mutlaka bu hadîste gördüğü menfi bîr illetten dolayı hadîsi reddettiğini iddia eder.

Mukallidler bunu yapmakla mezhep alimlerini kendilerine rab edinirler. Menkıbe ve kerametlerine nice kapı açarlar. Onlara muhalefet edenlerin doğruyu isabet etmediklerini sanırlar. Kendi­lerine nasihat eden hadîsçi arkadaşlarını düşman sayarlar. Tâbi ol­duğu imama ait bir kitapta taklidi meneden, sahih hadîslere sarıl­mayı, onlara tâbi olmayı tavsiye eden bir ibareyle karşılaştıklarında o tavsiyelerden yüz çevirirler. Son devir fakihlerin delillerden so­yutlanmış metinlerini ise kendilerine kılavuz edinerler. Bunun en bariz, en çarpıcı kanıtı Maliki mezhebine mensup ilk devir fakihlerinin kitaplarıdır; örneğin Kadı İsmail’in el-Mebsut’u, İbn Abdûs’un el’Mecmua’sı, İbn Abdilberr’in Temhid’i, Sened b. Anan’ın Tıraz’ı. Bu kitapların sayfalan delillerle ve “taklid”in zemmi ile do­ludur. Ancak son devrin fakihleri bunlardan yüz çevirmiş ve delil­lerle uğraşmanın faydasız bir uğraşı olduğu inancına dayanarak delillerden soyutlanmış kısa metinlere yönelmişlerdir. Maalesef.”

Hafız İbn Abdilber Temhid kitabında Ebu Hureyre’nin “Kö­pek dişli yırtıcı her hayvanın eti haramdır” hadîsini zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Herkesin sözleri kabul edildiği gibi red de edilir. Ancak Resulullah hariç. Kendisinin nesh veya terk etmediği her sözü kabul edilmelidir, reddedilmez. Çünkü onun bütün söz­leri hüccet delildir; başkalarının sözü ise değil. Bu yüzden Hz. Âişe’nin buluğ çağına ermişlerin emzirilmesi ve erkek hayvanların sütü ile ilgili sözleri, İbn Abbas’ın mut’a nikahı ve başka bazı mese­lelerle ilgili sözleri, Hz. Ömer’in cünüb kişinin teyemmüm alma­sıyla ilgili sözleri, İbn Ömer’in deniz suyu ile abdest alınması ve de cünüb ile hayızde olan kadının artığının içilmesi mekruhtur sözleri ve Hz. Ali’nin namaz esnasında abdesti bozulan kişinin abdestini alıp kaldığı yerden namazına devam etmesi ve Benî Tağlib kabilesi­nin kestikleri hayvanın eti yenilmez şeklindeki sözleri kabul edil­meyerek reddedilmiştir.

Aslında birkaç sahabeye Resulullah’ın bir sünnetinin, bir ha­dîsinin ulaşmaması veya ulaşıp da unutulması olmayan birşey de­ğildir. Örneğin Resulullah (s.a.v.) ile o kadar beraberliğine rağmen Hz. Ömer, kadının öldürülmüş kocasının kan bedelinin miras pa­yına sahip olduğunu belirten hadîsi ve istizan (kapı çalma) âdabını anlatan hadîsi; Hz. Ebubekir mirasta ninelere neyin düştüğünü be­lirten hadîsi bilmiyordu. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer böyleyken, başkalarının bazı hadîseri hele hele özel ahkâmla ilgili hadîsleri bilmeme ihtimalinin daha güçlü olduğu gayet açıktır.

İslâm dininde bilge olan İbn Şihab’ın köpek dişli her yırtıcı hayvanın etinin yenmesini yasaklayan hadîsi ancak Şam’a gittiğin­de öğrendiği ve “Alimlerin bazı hadîslerden habersiz olabilmeleri vakıası asla inkâr edilmez” dediği belirlenmiştir.

Hafız İn Abdilber, başka bir kitabında şöyle der: “İbn Kasım, ( Malik’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: ‘Derilerinin kullanılması için kafasından kesilen yırtıcı hayvanların derilerinin satılması, gi­yilmesi ve üzerinde namaz kılınması helaldir, hiçbir sakıncası yok­tur.’ Eşheb ise Malik’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: ‘Eti yenme­yen hayvanın derisi tabaklama ile temiz olmaz.'”

Muhammed b. Abdulhakim ve Eşheb’in şöyle dedikleri naklolunmuştur. Yırtıcı hayvanların kesilmesi caiz değildir. Ancak derisi için kesildiği zaman derisinin tabaklanmadan kullanılması asla helal olmaz.”

Ebu Amr bu farklı rivayetleri karşılaştırarak şöyle demiştir: “En doğru görüş Muhammed b. Abdulhakim ve Eşheb’den naklo­lunan görüştür. Hicaz, Irak ve Şam’daki rey ve hadîs ekolünün de kabul ettikleri görüş budur ve İmam Malik’in de esas görüşü bu­dur. İmam Malik’e bundan başkası nisbet edilmez. Çünkü mesele hakkındaki delil gayet açıktır. Nitekim İslâm ümmeti ihtilafın hiç­bir zaman hüccet, delil olmadığı ve ihtilaf durumunda doğruya ulaşabilmek için delile müracaat edilmesi hususunda icma etmiş­tir. Kuşkusuz yırtıcı hayvanların yenmesini haram kılan sahih ha­dîsler netleşmiş bulunmaktadır. Bu yüzden yırtıcı hayvanlar kesil­mez ve kesilmediği takdirde ancak ölmüş olarak bulunur. Bu du­rumda derisi tabaklama ile temizlenir. İşte görüşlerin en doğrusu budur. Ayrıca Eşheb’in İmam Malik’ten ettiği rivayetin doğrulayıcı bir yönü vardır. İbn Kasım’ın rivayetini kanıtlayacak hiçbir yönü yoktur ve hadîsteki ‘nehy’in tahrimi değil tenzihidir şeklindeki te’vili de, doğrulayacak hiçbir kanıtı olmayan zayıf bir te’vildir. Ba­şarı ancak Allah’tandır.”

Allame Alanî Ebu Amr’ın yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra şöyle demiştir: “Ebu Amr’ın şu sözleri son devir Maliki mez­hebinin bazı tutucu fakihlerinİn koydukları şu üç esası çürütüyor:

  1. Mezhep düzeyi ihtilaf durumunda öncelik İmam Malik’in görüşüne verilir.
  2. Müdevvene kitabında farklı görüşlerin bulunduğu meselede öncelik İmam Kasım’ın görüşüne verilir.
  3. Müdevvene’deki diğer fakihlerin görüşleri İbn Kasım’ın başka kitaplardaki görüşlerinden daha evladır. Çünkü bir görüş ancak Kitab, sünnet, icma ve kıyas gibi güçlü delillerle tercih edilebilinir. Müdevvene gibi herhangi bir kitapta bulunmasıyla değil. Çünkü Ebu Amr’ın zayıf gördüğü İbn Kasım’ın rivayetinin Müdevvene’de ve doğrulayıp kabul ettiği Eşheb ve İbn Abdulhakin’in rivayetinin ise Müdevvene’de değil Uteybe kitabında olduğu sabit­tir.

Maliki mezhebinin son devir fakihleri, namazda elleri salma meselesinde olduğu gibi, Kitab ve sünnete muhalif olsa bile bir gö­rüş veya rivayetin sadece Müdevvene kitabında bulunmasını tercih sebebi olarak göstriyorlar ve hiçbir gerekçe olmaksızın sahih hadîs­leri sadece Müdevvene kitabında bulunan bir rivayet için reddet­mişlerdir. Örneğin namazda elleri aşağıya salmak meselesi gibi, -ki İmam Malik ve talebelerinden elleri bağlamayı ifade eden güve­nilir kişilerin rivayetleriyle sözleri naklolunmuştur.

Şerhu Aynul-İlm kitabında şöyle denmiştir: “Kişinin uyduğu müctehide muhalefet eden başka bir müctehidin görüşünü destek­leyen bir delili farkettiği zaman ihtiyatlı davranması daha uygun­dur. Çünkü Müslüman peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed’e uymakla emrolunmuştur.”

Allame Ahmed el-Mukri Kavâid kitabında şöyle demiştir: “Büyük alimlere göre müctehidin şeriata muhalif olan sözlerine as­la uyulmaz.”

El-Kadı şöyle demiştir: “Şer’î nasslara muhalefet eden mezhep ravilerine ve nakilcîlere uymayı meneden İmam Malik’e en fazla muhalefet eden, bunu kabul etmeyen Endülüs halkıdır. Kuşkusuz hadîsleri fıkhı bir mezhebe havale edip ona göre kritiğinin yapıl­ması caiz değildir. Çünkü bu hadîse olan güveni sarsar ve itibarını düşürür. Hadîsin itibarını düşüren mezhebe Allah başarıyı nasib kılmasın ve hadîsin güvenini sarsan mezhebi Allah yüceltmesin. Resulullah’ın sahih sözleri hariç her söz, kabul edildiği gibi red de edilir. Ancak Resulullah’ın sözü asla reddedilmez. İmam Şafiî’nin dediği gibi mezhepler hadîs için ölçü değil, ancak hadîs mezhepler için ölçüdür. Fakat bazı Hanefîler ve genelde insanlar, bu hususta yumuşak davranmışlardır. Çünkü müracaat edilmesi gereken ve hüccet olan şahısların görüşü değil, sünnettir. Ancak hadîsi redde­den daha güçlü bir delilin bulunmasıyla hadîs reddedilir. Çelişki durumunda bir hadîsi reddeden daha çüçlü bir delilin bulunmadı­ğı takdirde neshedilip edilmediğini öğrenmek için hadîsin tarihine bakılır. Tarihin bulunmadığı taktirde ise tercih etme yöntemine başvurulur. Bu da olamıyorsa tartışma meselelerden çıkartılır ve herkesin görüşüne saygı duyulur.

İkaz kitabının sahibi bu konunun önemli bir noktasına deği­nerek şöyle demiştir: “Ağızlarda dolaşan uygulamada hadîsle değil, fıkıhla amel edilir sözü bir saçmadır. Çünkü fıkhın dayanağı, bilin­diği gibi Kur’an ve sünnettir. İcma ve kıyasın dayanağı da Kur’an ve sünnettir. Fıkıhla amel etmek hadîsle amel etmenin aynısı oldu­ğuna göre uygulamada hadîsle değil fıkıhla amel edilmenin ne mâ­nâsı vardır? Ayrıca fıkıh rey değil, ilmin kendisidir. Ağızlarda dola­şan bu söz haşarat gibi olan avama mahsustur… Bu söz asla Müslümana yakışan bir söz değildir.

Bazıları bu sınırı da aşarak, hadîsle amel etmenin haram ol­duğunu iddia ederek şöyle saçmalamalardır: ‘Hadîsle amel etmek caiz değildir, hatta tahrimen mekruhtur ve onunla amel edenin akıbetinin kötü olmasından korkulur. Bir mesele hakkında yüz sahîh hadîs olsa bile mukallid uyduğu müctehid o hadîslerle amel et­mediği müddetçe amel etmez…’ Kuşkusuz bu dînden irtidad değil­se, ona yakın birşeydir…

Allame Molla Aliyyü’l-Kârî, namazda işaret parmağı ile işaret etmekle ilgili Risale kitabında şöyle demiştir: “Keydanî saçmalaya­rak şöyle demiştir: ‘Ehl-i hadîs gibi işaret parmağıyla işaret etmek haramdır.’ Kuşkusuz bu usûl kaidelerini ve furuun konumunu bil­memekten kaynaklanan büyük bir hata ve affedilemeyecek bir suç­tur. Hakkında hüsnüzanda bulunarak sözünü tevil etmeseydik, küfrünü açıkça ilan eder, dinden çıktığını açıklardık…”

Allame Alanı, yanında Buharı, Müslim ve Muvatta gibi güve­nilir bir hadîs kitabı bulunan kişinin kitapta bulduğu hadîsle amel etmesi gerektiğini açıkladıktan sonra şöyle demiştir; “Nitekim sahabîler de Resulullah’ın kendilerine bir hadîsi ulaştığında hiç ara vermeden ve falanca zât onu delil olarak almış mıdır diye sorma­dan hemen onunla amel etmeye koşarlardı ve bu şekilde davran­mayan azarlanırdı.”

İbn Şâs el-Cevahiru’s-Semine kitabında İmam Ebu Bekir Taruşî’nin şöyle dediğini nakletmiştir: “Maliki, Hanefi, Şafiî ve bun­lara benzer bir mezhebe uyan bîr vali kendisi gibi aynı mezhebe mensub olmayan bir zâtı bir beldede kadı olarak tayin edebilir. Çünkü kadı için gerekli olan hüküm vereceği mesele hakkında kendi ictihadı ile hüküm vermesidir. Örneğin; Maliki olan bir kadı’nın hüküm verirken Malikî mezhebine göre hüküm vermesi ge­rekli değildir. Ancak ictihadı gereğince hükmeder. Kadıya ancak şu mezhebe göre hüküm verirsen seni kadı olarak tayin ederiz diye koşulan şart geçersiz, akit ise geçerlidir. Ebu’l-Velid el-Baci’nin “Endülüs’ün Kurtuba şehrinde Vali bir zâtı kadılığa atadığı zaman varsa İbn Kasım’ın in görüşüyle hüküm vermeyi şart koşardı. Oysa bu sakıncalı bir cehalettir” şeklinde haber verdiği sabit olmuştur.

İmam Karâfî İkaz kitabında şöyle demiştir: “Şüphesiz herhan­gi müctehid bir imamın mezhebine Kur’an ve sünnetten deliline bakmaksızın uymak büyük bir cehalettir. Çünkü bu mezhebi tutu­culuk heva ve heveslerine kapılmaktır. Müctehid imamlar delilini bilmeden birisine uymayı menederek böylesi mezhebi tutuculuğu reddetmişlerdir.”

Müctehid imamlardan birisine uyan, gücü nisbetinde mesele­lerin delillerini araştırıp uyduğu imamın görüşüne muhalif bir de­lili gördüğü zaman imamının görüşünü bırakır ve delile göre amel eder. Böylece imamına, diğer müctehidlere, Allah’ın Kitabına ve Resulullah’ın sünnetine uymuş olur. Ancak Kitab, sünnet ve icmadan uyduğu imamın görüşüne muhalif delil kendisine göründüğü halde imamına uymakta ısrar eden kişi imamına uymamış ve onun mezhebinden çıkmış olur. Çünkü şayet imamına her tür illetten salim sahih hadîs ulaşmış olsaydı, görüşünü bırakır, sahih hadîse uyardı. Uyduğu müctehidin görüşüne muhalif delili bildiği halde ona uymakta ısrar eden Allah’a, Resulüne ve dört imama isyan et­miş ve şeytanın hizbine girmiş olur. Cenab-ı Allah şöyle buyur­muştur: “Ey Muhammedi Heva ve hevesini, tanrı edinen bilgisi ol­duğu halde Allah’ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gö­zünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir! Ey insanlar! Anlamaz mısınız?” [141] İşte Allah böylelerin kalbinden iman nurunu alır. “Allah’ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz” [142] Böylesi körlükten bizi hidayete erdiren Allah’a sığınırız.

İbn Arafe’nin hakkında onsuz icmanın geçerli olmadığını söylediği İmam İzz b. Abdusselam şöyle demiştir: “Sahabe döne­minden dört mezhebin ortaya çıktığı döneme kadar insanlar bağlı kalmaksızın tevafuk eden alimlere hiç üstünlüğü gözetmeksizin uyarlardı.”

Alimlerden hiç kimse sadece kendisine uyulmanın gerektiğini iddia etmediği gibi kendilerinden fetva isteyen Müslümanları da boş ve cevapsız yollamıyorlardı. Bunda kuşku yoktur. Ancak işin ilginç yönü bazı mukallid fakihler uydukları imamın bazı görüşle­rini zayıf gördükleri ve savunulacak hiçbir tarafı olmadığı halde, sünnet ve sahih kıyası reddederek koyu bîr bağlılıkla imamına uy­makta ısrar ederler. İmamının Kitap ve sünnete muhalif olan gö­rüşlerini savunmak için akıl ve mantıktan uzak, geçersiz tevillerle Kitab ve sünneti te’vil etmek için hüe ararlar. İlmî toplantılarda da onların bu tavırlarına şahit olduk. Ancak uydukları müctehidin mezhebinin hak ve doğru olduğu inancında oldukları için kendilerince alışılmışın dışında birşey söylendiğinde, delilini dinleyecek kadar olsun sabretmeden birdenbire son derece şaşırdıklarını be­lirtmekten kendilerini tutamıyorlar. Meseleyi biraz düşünseler baş­kasının mezhebine değil, uyduğu imamın mezhebine şaşmasının daha evla olduğunu anlarlardı. Şüphesiz bu tür insanlarla yapılan tartışma faydasız bir ayrılığa götürür. Kendisine başkasının görüşü daha doğru ve güçlü olduğu görünüp de imamının görüşünden vazgeçenlerin hiç görülmediğini söyleyebilirim. Çünkü onlar her ne pahasına olursa olsun imamlarına uymaktan vazgeçmemekte ısrarlı ve âdeta iddialıdırlar. Onlar uydukları imamın mezhebini savunmaktan aciz kaldıkları zaman şöyle demeyi de âdet edinmiş­lerdir. “O mutlaka bizim göremediğimiz, bilemediğimiz bir delile dayanmıştır.” Zavallılar bu sözün ellerinde sahih ve güçlü delil olan hasımlarını desteklediğini ve yücelttiğini farketmiyorlar. Tak­lidin gözlerini kör ettiği bu kadar insan mı olacaktı? Rabbim bizi her halükârda hakka tâbi olmaya muvaffak kılsın. Bu yaptıkları se­lef Müslümanların tartışma adabından çok uzak bir tartışma ve yersiz bir tavırdır. Selef ahkâm meseleleriyle ilgili birbirleriyle isti­şare eder ve hakkı her ağızdan kabul ederlerdi… Şeriat bir ölçüdür, insanlar, sözler, ameller ve bilgiler ancak şeriat ile ölçülür. Şeriat ölçüsünde ağır gelen tercih edilmelidir, yalnız ictihad eden hata etmesiyle günaha girmez. Çünkü o var gücüyle hakkı aramakta çaba sarfetmiştir. Bu yüzden ictihadında hakkı bulana iki ecir vardır; bir ecri sarfettği çabası karşılığında, bir ecri de hakkı bulduğu için alır. İctihadında hata edenin hatası affedilir ve harcadığı çaba kar­şılığında bir sevab alır. Ümmetin cevazı üzere ittifak ettiği şeylere caiz, kerahati üzere ittifak ettiğine mekruh diyen kurtulmuştur. İş­te böylece insanlar herhangi bir mezhebe bağlı kalmaksızın lâalettayin tevafuk eden müctehide hüküm sorar, fetva isterlerdi. Ancak fakihler furu meselelere daldıkları, bazı fakihler ve avamın koyu mezhepçilik yaptıkları zaman durum değişti. Müctehidlere, özellikle mezhep sahiplerini âdeta Allah tarafından gönderilmiş peygamberlermiş gibi, dayanaksız olsa bile mezheplerine milim milim uyuldu. Bu akıllı kimsenin kabullenemeyeceği, hak ve doğruluktan uzak bir zihniyettir. Rabbim bize hakkı göstersin ve doğruluktan bizi asla kaydırmasın, amin.

Fakat genel olarak İslâm alimleri hakkı savunmuş ve doğru­luktan sapmamışiardır. Ortalama seviyeleri aynıdır denecek kadar birbirlerine yakındır. En iyileri en az hatalı olanıdır, sonra normal miktarda hatalı olan, sonra da normaldan biraz fazla hatalı olanla­rıdır. Kuşkusuz Allah lutfunu dilediğine verir. Genelde hataları, bazı usûl kaidelerine sözkonusu bir meselenin şartlarına ve muarız delillerle dair kasıtsız dikkatsizlikten kaynaklanıyor kuşkusuz. Amaçları hakkı bulmakla Allah’a yaklaşmaktır.

“Ancak ulaşmaz kişi her dilediğine

Eser rüzgar geminin istemediği yöne”

Barazlî ve İbn Selmun İbn Rüşd’ün, “Maliki mezhebine göre fetva vermek için gerekli şartlar nelerdir?” sorusuna cevaben şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Malikî mezhebini benimseyerek deliller­den soyutlanmış biçimde, İmam Malik ile Malikî fakihlerin fıkhı görüşlerini ezberleyen, ancak doğru görüşleri yanlışından ayıran delilleri hiç bilmeyen birinin Maliki mezhebine göre fetva ve hü­küm verme yetkisi olmaz. Çünkü delili bilmediği bir mesele hak­kında fetva veya hüküm vermek doğru olarak kabul edilmez. Çün­kü Maliki mezhebe göre fetva ve hüküm vermek için mezhebe öz­gü fıkıh usûlünü ve fıkhi görüşlerine dayandırılan delilleri bilmek­le birlikte aynı mesele hakkında farklı görüşleri birbirine tercih edebilme yeteneğine, doğru ve güçlü olanı yanlış ve zayıfından ayı­rabilecek ilmî bîr seviyeye sahip olması gereklidir. Aksi durumda dediğimiz gibi hiç kimseden fetva ve hüküm kabul edilmez.”

Allame Muhammed Hayat Senedi şöyle demiştir: “Kitab ve sünnetin nasslarını incelediğimizde rey ile değil, nasslarla amel edilmesinin gerektiğini görürüz. Bu gereği teyid eden deliller sayıl­mayacak kadar çoktur. Yalnız şeytan, çoğu insanlara nasslarla de­ğil, reyle amel etmeyi güzel göstererek reyle amel etmenin nassla amel etmekten daha evla olduğu zannıyla onları kandırmıştır. Böylece onlara Resulullah’ın hadîsleriyle amel etmeyi yasaklamış­tır, işte İslâm ümmetinin başına gelen en büyük âfet budur.

“Bu belanın en şaşırtıcı yönü ise mel’un şeytanın bu oyuna gelenlere sahabeden sahih hadîse muhalif bir söz ulaştığı zaman doğrusunu söyleyerek ‘Olur ki ona Resululah’ın hadîsi ulaşmamış­tır’ dedirttiği halde; uydukları müctehidden sahih hadîse muhalif bir görüş sözkonusu olunca var güçleriyle imamlarının sözlerini geçersiz bir tevil ile bile onu teivil etmeye sevketmesidir. Onlara ‘Uyduğunuz müctehide hadîs ulaşmamış olabilir’ denildiği zaman adamın başına kıyameti kopartırlar. Ve tasavvur edilemeyecek bir şekilde ona yüklenirler. Hatta adamı sapık fırkalardan sayarlar, te­vil etmekten aciz kaldıklarında imamımız hadîsleri bizden daha iyi bilir derler.

“Aklınızla düşünün, aralarındaki farka rağmen Hz. Ebubekir gibi bir sahabeye hadîsin ulaşamadığını kabul ederler de, asırlar sonra dünyaya gelen müctehid imamlarına hadîsin ulaşmadığını kabul etmezler.”

İkaz kitabının sahibi Allame Senedî’nin bu sözlerini naklettik­ten sonra şöyle demiştir: “Kuşkusuz Şeyh Senedi doğruyu söyle­miş, nasihat etmiş ve hakkı göstermiştir.”

Dirilere çağırsaydın duyurmuştun,

Ama çağırdığın diriler ölüdür.

Her Müslümana farz olan, Kur’an’ı anlamaya çalışıp Resulul­lah’ın hadîslerini araştırarak, hükümleri onlardan öğrenmesidir. Ancak buna güç yetiremeyen, herhangi bir mezhebe bağlı kalmak­sızın alimlere uymalıdır. Çünkü bir müctehidin mezhebine bağlı kalmak, tıpkı onu peygamber edinmek gibidir. Mezheplerden azi­metleri araması daha evladır. Zaruret durumunda ruhsatlarla amel edilir denilmiştir. Ancak zaruret yoksa ruhsatları terketmek gerek­lidir. Zamanımızda yaygın bir fenomen haline gelen sadece bir mezhebe bağlı kalma ve başka bir mezhebe intikal etmenin yasak olması görüntüsü bir bid’at ve cehaletten kaynaklanan bir zorla­madır. Allame Muhammed Salih Fulanî İkaz’ın bu ibaresini nakle­derken, şöyie demiştir: “Belli bir müctehidin mezhebine bağlı kal­ma o müctehidi adeta peygamber edinmek değil, onu rab edin­mektir aslında. Nitekim Cenab-ı Allah’ın şu sözünü ‘Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler” [143] kelamını açıklayan hadîsin bu doğrultuda âyeti açıkladığım nakletmiştik.” İkaz kitabının sahibi, Kitab ve sünnetin nasslarıyla amel etmenin gerekliliğini anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Kuşkusuz bu herkesçe malumdur ve Resu­lullah’ın sözleri hiçbir zaman geçersiz olmaz. Her ne kadar söylen­diği üzere asırlar geçtiyse de sözleri halen tazeliğini korumuştur. Hiçbir müctehidin sözleri delil olmadığı gibi, hadîslerle amel et­mek için de ölçü olmaz. Çünkü Allah ancak Resulünü insanlara örnek ve hüccet kılmıştır. Başka kimseyi değil. Ayrıca Resulullah, ümmetine hadîslerini insanlara ulaştırmayı emretmiştir. Kendisine Resulullah’ın hadîsi ulaşan Müslümanın uyduğu müctehid imam o hadîsle amel etmeden kendisi amel etmeyecek olursa, o zaman peygamberin hadîslerini tebliğ etme emrinin faydası olmaz, herkes uyduğu müctehidin sözleri ile yetinirdi!.. Ümmetin üzerinde itti­fak ettiği mensuh hadîslerin sayısı beş-on hadîsi geçmez ve mensuh bir hadîsle amel etme ihtimali, tasavvur edilemeyecek kadar zayıftır. Oysa bir mesele hakkında binbir görüş belirten, söylediği bir sözünden hemen vazgeçen, sözleri birbirine uymayan müctehide uymadaki hataya düşme ihtimali oldukça güçlüdür. Hadîsleri yanlış anlama korkusu, neyi doğru neyi yanlış bilinmeyen müctehidlerin sözlerim anlamak için de geçerlidir.

Kişinin uyduğu müctehid imamın yazdığı fetvalara güvenip ona uyması caiz ise, Resulullah’ın güvenilir hadîs alimlerinin top­layıp yazdıkları hadîslerine güvenip onlara uymanın caiz olması daha evla değil midir? Nasıl ki uyduğu müctehid imamın bazı söz­lerini anlamaymca anlayana soruyorsa, Peygamberin hadîslerini de anlamayınca anlayana sormalıdır.

Bazı alimler mukallidlerin “Hadîse göre değil, fıkha göre amel edilmelidir” sözleri için bunun hadîse hakaret olduğunu ve haka­retinde küfür olduğunu ve reyin fıkıhla hiçbir alâkasının olmadığı­nı, fıkhın ancak hadîs olduğunu söylemişlerdir.

Allame Molla Aliyyü’l-Karî el-Bahru’r-Rasik kitabından nak­lederek şöyle demiştir: “Çağımızda olduğu gibi mezhepler yazılmış olsa bile kişi istediği müctehide uyabilir ve istediği zaman başka müctehidin mezhebine geçebilir.”

Allame Senedi, Molla Aliyyü’l-Karî’nin bu sözleri için şöyle demiştir: “Kitab, sünnet ve seçkin alimlere göre doğrusu olanı bu­dur. Bunun aksini söyleyenlerin sözlerine asla itibar edilmez. Ki­tab, sünnet ve selef alimlerin sözlerine muhalif her görüş reddedilmelidir. Bu vasıftaki görüşleri kabul eden ya cahil veya koyu bir taassub sahibidir. Allah bizi sevdiği ve razı olduğu yolu takip etmeye muvaffak kılsın.” [144]

İttiba İle Taklit Arasındaki Fark

İnsanlar ittiba ile taklid arasındaki farkı bilmedikleri için araların­da büyük tartışmalar meydana gelmiştir. Mukallidler bazı şüphele­ri ortaya atarak taklid etmenin vacib olduğunu savunmuşlardır. Ancak açıklayacağım ittiba ile taklid arasındaki farkla konu ile ilgili Kitab, sünnet ve müctehid alimlerin vacib olan ittiba’ını emredildiği ve haram olan taklidin yasaklandığı netleşecektir. Dolayısıyla mukallidlerin gösterdikleri nassların savundukları taklidin vacibliği ile hiçbir alâkası olmadığı ortaya çıkacaktır. Bu yüzden mukal­lidlerin konuyla ilgili geniş açıklamalarına hiç yer vermeden, yeter­li bulduğum taklid ile ittiba arasındaki farkı açıklamakla yetinece­ğim.

Bil ki, Allah, Resulü ve müctehid alimler, konu başında tarifi­ni öğrendiğin taklid ile uyulan kişinin yolunu takip edip yaptığının aynısını yapmak olan ittiba arasındaki farkı açıklamışlardır. Geç­miş konularda değindiğim bu farkı burada daha geniş açıklamak için bu bölümü tahsis ettim.

İbn Abdiiber şöyle demiştir: “Alimler ilmi (bilgi) açıklık ve birşeyi olduğu gibi idrak etmekle tanımlamışlardır. Kişiye birşey netleşirse o onu bilmiş olur; mukallidin ilmi, bilgisi olmaz. Nite­kim Bühturî şöyle demiştir.

Alimler senin üstünlüğünü bilgiyle bilmişlerdir

Cahiller ise başkasına uyarak üstünsün demişlerdir.”

İbn Hüveyl Mindad el-Melikî taklid ile ittibayı tanımlarken şöyle demiştir: “Taklid şer’î bir delile dayanmayan kimsenin sözü­ne uymaktır. İslâm’a göre bu yasaktır. İttiba ise şer’î delillere uy­maktır. Şer’î delillerin kabul edilmesini gerektirmediği kimsenin sözüne uyan onu taklid etmiş olur. Kuşkusuz dinde taklid kesinlik­le doğru değildir. Şer’î delillerin uymasını gerektirdiği kimsenin sözüne uyan ona tâbi olmuş olur. Dinde ittiba caiz, taklid ise ya­saktır. Böylece şu sonuca varıyoruz. İttiba sadece ve sadece Resulullah’ın bize ulaşan hadîslerine uymak başka hiç kimsenin sözüne uyarak Peygamberin hadîslerini terketmemektir. İlk başta hadîsin sıhhat derecesine bakılır. Sonra sahih ise mânâsına bakılır. Daha güçlü bir nassla çelişiyor değilse, bütün dünya muhalefet ediyorsa bile, o hadîse göre amel edilmelidir. Ümmetin Resulullah’ın bir hadîsini terketmek üzere ittifak etmesinden Allah’a sığınırız. Bu­nun olması olağan sayılacak birşey değildir. Mutlaka ve mutlaka ümmetten birisi o hadîsi delil olarak almış olmalıdır. Sen hadîsi delil olarak al ve asla çoğunluğun onu terketmesiyle onu zayıf ha­dîs sınıfından sayma. Biz bunu derken alimlerin üstünlüğünü, de­ğerlerini ve dini muhafaza etmek için sarfettikleri çabaları ve ictihadlarını asla inkar etmemeliyiz. Kuşkusuz her halükârda onlar Allah’ın mağfiretine ulaşmış; bir veya iki ecri kazanmayı haketmişlerdir. Ancak bu bizim, kat’î ve gayet açık nassları onlar daha iyi bilirler şüphesine kapılarak geçersiz sayıp askıya almamızı gerektir­mez. Şayet illâki bu şüpheye göre hareket etmekte ısrar ediyorsan, o zaman nasslara dayanan onlardan daha alimdir. Bu durumda ciddiysen, ona neden uymuyorsun? Alimlerin sözlerini ve görüşle­rini şer’î nasslarla karşılaştırıp ölçtükten sonra nasslara muhalif sözlerini farkeden onların görüşlerini heder etmiş ve onlara muha­lefet etmiş sayılmaz; bilakis onlara gerçek mânâda ancak bunu ya­parak uymuş olur. Çünkü onlar anlattığımız gibi taraftarlarına bile yapmalarını emretmişlerdir ve daima şer’î nassları kendi görüşle­rinden üstün tutmayı tavsiye etmişlerdir. Oysa zamanımızda çoğu mukallidler uydukları imamın görüşü ile çelişen hadîsler için şayet bu hadîs sahih olsaydı veya sahih ise başka daha güçlü bir hadîsle çelişmemiş olsaydı veya nesh edilmiş olmasaydı, -şayet mukallid Şâfiî ise- İmam Şafiî onu delil olarak kabul ederdi, -ya da Malikî ise- İmam Malik onu kabul ederdi, derler ve doğrusu hadîsler­le amel etmeyi dinden bir sapma olarak kabul edip, hadîslerle çeli­şiyor olsa da, alimlere uymanın vacîb olduğu inancını taşırlar.

Yukarıda zikrettiğimiz müctehid imamların tavsiyelerini bu koyu mukallidçilere anlatarak onları cevapsız bıraktığın zaman kaçmaya başlarlar. Her ne kadar sahih hadîsler günümüze kadar kitaplarda muhafaza edilmiş; cerh, tadil ve sened ilimleriyle tahrife uğramaktan korunmuş olsa da, ancak ne yazık ki günümüzde neshedilmiş olarak görünmektedir. Çünkü insanlar hadîslerle amel et­meyi terketmiş son devir fakihlerinin fetvalarına sarılarak sahih hadîslere muhalif olmasına rağmen reyle yetinmiş bulunmaktalar ve kendilerince hadîslerin hükmü geçersiz olmuştur. Neshin bun­dan da daha güçlüsü var mı? Kendilerini bu hususta uyardığın za­man “Mezhebimize göre durum budur” derler. Oysa onlar iftira ediyorlar. Her mezhep imamı bu hususta şöyle demiştir: “Sözlerim hadîsle çeliştiği zaman sözlerimi çöpe atın, hadîsle amel edin; mez­hebim hadîstir. Alimin her söylediğini kabul edip ona uymak ile il­minden yararlanmak usûlünden istifade etmek arasında fark var­dır. Birincisi alimin sözlerini hiç incelemeden kitab ve sünnetten delilini aramadan ona uyar, ikincisi İse Kitab ve sünnetin nasslarmı doğru bir şekilde anlamak İçin ilminden, usûlünden yararlanmaya çalışır. Delile ulaştığı zaman ne alimin ne de başkasının sözüne İh­tiyacı kalır. Çünkü alim onun için delilleri doğru anlamak veya de­lilleri bulmak noktasında bir araçtır. Yıldızla kıbleyi arayan, kıbleyi bizzat müşahede ettiği zaman yıldıza ihtiyacı kalmaz, imam Şafiî şöyle demiştir: “Bir mesele hakkında Resulullah’m hadîsim bilenin başkasının sözünü alıp hadîsi terketmesi icma-i ümmetle caiz de­ğildir.”

Uyması gerekli olan Allah ve Resulünün hükmü ile, olsa olsa uyulması caiz olabilen müvvel hüküm arasında da fark vardır. Birincisi Allah’ın Resulüne vahiy olarak indirdiği Kitab ve sünnetten ibarettir ki, Allah’ın kullarına uyulmasını gerekli kıldığı ancak bu­dur. İkincisi uyulması caiz, ona muhalefet etmekle ise insanın fıska veya küfre giremeyeceği müctehidlerin sözleridir. Çünkü müctehidlerin sözleri Allah’ın hükmü olarak kabul edilmez. Kendileri de hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunmamışlardır. Nitekim Resulullah, müctehidin hükmüne Allah’ın hükmüdür demeyi yasakla­yarak müctehid sahabiye şöyle demiştir: “Onları kendi hükmüne çağır. Allah’ın hükmüne isabet edip edemeyeceğini bilemiyorsun.” Bu yüzden müctehidler ictihad ederken şöyle demeyi âdet edin­mişlerdir: “Biz ictihad ettik, isteyen kabul eder, isteyen reddeder. Sözlerimizi ümmete vacib bir hüküm gibi gerekli kılmayız.”

İmam Ebu Hanife, ictihadı için şöyle demiştir: “Bu benim gö­rüşümdür; bana hadîs getireni kabul eder görüşümü bırakırım,” Çünkü Ebu Hanife’nin ictihadı Allah’ın hükmü olarak kabul edil­miş olsaydı, Ebu Yusuf ve Muhammed, ona muhalefet etmezdi ve İmam Şafiî de İmam Malik’in ictihadına muhalefet etmezdi.

Harun Reşid,İmam Malik’e “Muvatta kitabına uymayı herke­se gerekli kılalım” dediği zaman İmam Malik bunu reddetmiştir.

“Bu dosdoğru yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşüre­cek yollara uymayın.” [145] âyeti kerimesi indiği zaman Resulullah (s.a.v.) yerde düz bir çizgi çizdi ve sağından solundan başka çizgiler çizdi. Sonra mübarek parmağını düz çizginin üzeri­ne koyarak “Bu dosdoğru yoluma uyun” âyetini okudu ve diğer eğri çizgilere işaret ederek “Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yol­lara uymayın” diyerek âyeti tamamlayıp doğru çizgiye işaret etti.

Şeyh İbn Arabî, Fütuhat kitabında buna benzer bir olayı şöyle anlatmıştır. “Fas’ın deniz sahiline düşen Sela şehrinde büyük evli­yadan bir adam bana şu rüyasını anlattı: ‘Rüyamda aydınlık veren düz ve bembeyaz bir yol gördüm. Yolun sağında-solunda karanlık­lar içinde, dikenli ve dar yollar vardı. Gördüm ki insanlar aydın ve bembeyaz yolu bırakıp o daracık karanlık yollarda debeleniyorlar. Dosdoğru yolda çok az kimseyle Resulullah vardı. Arkasına bakı­yordu. Birden dosdoğru yolun ta ardında bir adamı gördüm. Son­ra onun Şeyh Ebu İshak İbrahim b. Karkur olduğunu farkettim. (Şeyh Ebu İshak büyük muhaddislerden sayılmaktadır) Resulullah İbn Karkur’a ‘İnsanları yola çağır’ diye sesleniyordu. İbn Karkur ‘ da var gücüyle insanlara gelin yola ‘Gelin, yola gelin,’ diye sesleni­yordu. Ancak ne kimse ona cevap verirdi’ ne de çağırdığı yola ge­lirdi.” [146]

Ehl-i Taklid İle Olan Münazaralar

Alimler ehl-i taklid’e karşı mücadele ve münazara kapısını açarak savundukları şüpheleri kat’î delillerle, net ve açık burhanlarla çü­rütmüşlerdir. Taklid ehlinin şüphelerine karşı savaş bayrağını kal­dıran İkaz kitabının sahibi, mezkûr kitabında örümcek evinden daha zayıf olan şüphelerini onların mantığıyla kaldırmış, hakkı be­yan etmiştir.

  1. Alimlerin ehl-i taküd ile olan tartışmalar arasında İmam Müzenî’nin kayda değer şu tartışmasına birinci sırada yer vermeyi daha uygun görüyoruz.

imam Müzenî şöyle demiştir: “Taklid ederek bir dâvada hü­küm veren mukallide ‘Delilin var mıdır?’ diye sorulur. Şayet evet delilim vardır derse, o zaman taklid etmiş sayılmaz. Çünkü doğru­dan delile dayanarak hüküm vermiştir. ‘Hayır hiçbir delile dayan­madan hüküm verdim’ derse, o zaman ona ‘Gerekçesiz ve hiçbir delile dayanmadan neden haksız yere insanların kanlarını dökü­yorsun, mallarını telef ediyorsun, namusları ile oynuyorsun?’ deni­lir. Şayet derse ki, ‘Her ne kadar dayandığım bir delil olmasa da, ben doğru hüküm verdiğimi biliyorum. Çünkü ben bilmediğim bir delile dayanan büyük bir alime uymuşumdur.’ O zaman ona deriz ki, ‘Hocan mutlaka senin bilmediğin bir delile dayandığı için ona uyman caiz ise, o zaman hocanın hocasına uyman daha evla olmaz mı? Çünkü o da hocanın bilmediği bir delile dayanmıştır. Şayet bunu kabul ederse hocasına uymayı bırakmalıdır ve böylece aynı mantıkla hocasının hocasına da uymayı bırakır ve sahabe ve Resulullah’a ulaşıp sözleri şer’î delil olarak kabul edilen Hz. Peygamber’e uyar. Şayet buna hayır derse o zaman kendisi ile çelişkiye girmiş olur ve ona şöyle denir: ‘Nasıl daha az bilgili ve yaş olarak daha küçük birisine uymak caiz olur da, daha bilgili, daha yaşlı bi­risine uymak caiz olmaz. Bu çelişki değil midir?’ Hayır bu çelişki değildir. Çünkü hocam her ne kadar yaş olarak daha küçük olsa da onun kendi ilmine hocasının ilmini de eklemiş, bu yüzden o daha bilgili ve daha basiretlidir’ derse ona şöyle deriz: ‘Aynı şey hocanın talebesi için de söylenemez mi? O da ilmine hocanın ilmini ekle­miştir. O zaman ona uyman gerekmez mi? Ve hakeza sen de ilmi­ne hocanın ilmini eklemişsin, kendine uyman daha evladır.’ Şayet bunu kabul ederse o zaman ona göre sahabinin tabiîne uyması ge­rekiyor ve sahabiye değil, daha az bilgili alimlere uymak gerekiyor. Kuşkusuz bu kimsenin kabul edemeyeceği yanlış bir neticeye varan bir mantıktır.”

  1. Hafız İbn Abdilber ise şöyle demiştir: “Taklidi savunana şöyle denilir: Selefe muhalefet ederek taklidi nasıl savunuyorsun? Onlar asla taklid etmiş değildir? Şayet derse ki, ‘Ben Kur’an’ı anla­maktan ve Resulullah’ın hadîslerini öğrenmekten acizim, uydu­ğum hoca ise bütün bunları biliyor. Bundan dolayı ben kendim­den daha bilgili hocama uyuyorum.’ Ona şöyle deriz: ‘Alimler bir meselenin hükmü üzere ittifak etseler, onda şüphe etmeyiz ve o doğrudur. Yalnız uyduğun bazı meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Ne­den özellikle hocana uyuyorsun? Başka alimin daha bilgili ve görü­şü daha güçlü olabilir.’ Şayet ‘Ben hocamın görüşünün doğru olup başkasının yanlış olduğunu bildiğim için ona uydum’ derse, ona ‘Hocanın doğruyu bulduğunu, Kitab ve sünnetten veya icmadan bir delil ile mi bildin?’ deriz. Evet derse o zaman o delile uymuştur, hocasına değil; ve delilini söylemesini isteriz. Şayet ‘Hayır ona uyu­yorum, çünkü o benden daha bilgilidir’ derse o zaman ona deriz ki: ‘Öyleyse hiç kimseyi tahsis etmeden herkese uysana. Senden da­ha bilgili nice insanlar vardır.’ ‘Hayır o bütün insanlardan daha bilgili olduğu için ben ona uyuyorum’ derse ona ‘öyleyse o sahabiden de daha mı bilgilidir?’ deriz. Kuşkusuz bu asla doğru olmaz.

Şayet ‘Ben sadece bazı sahabileri taklid ediyorum’ derse, biz ona ‘Neden sadece bazılarını taklid ediyorsun? Ya taklid etmediğin sahabiler daha bilgili ve onlardan daha üstün iseler?’ Ki söz delilin güçülülüğü ile tercih edilmelidir, söyleyenin üstünlüğü ile değil. İmam Malik şöyle demiştir: ‘Kişi her ne kadar faziletli olsa da söy­lediği her sözüne uyulmaz. Cenab-ı Allah mü’minleri överek şöyle demiştir: ‘Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar..’ [147] ‘Hayır bilgimin az olması ve gücümün delilleri öğ­renmeye yetmemesinden dolayı ben taklid ediyorum’ derse, biz ona şu cevabı veririz: ‘Başına bir olay gelip hükmünü bilmeyen ve gidip muteber ve güvendiği bir alimden olayın şer’î hükmünü öğ­renip, ona uyan kişi kuşkusuz mazurdur ve mutlaka bu durumda bilen bir alime uymalıdır. Çünkü İslâm ümmeti gücü yetmediği için kör birisinin kıble hususunda başkasına uymasına cevaz ver­miştir. Ancak bu nitelikte ve bu seviyede olan kimsenin Allah’ın dini olan şer’î meseleler hakkında fetva vermesi ve bu dayanıksız fetvasıyla haksız yere kan akıtması, namusla oynaması, insanları köleleştirmesi, insanların mal ve mülklerini ellerinden alıp hakkı olmayan birisine vermesi; dediğimiz gibi hiç dayanağını bilmediği, delilinin ne olduğunu araştırmadığı kimsenin sadece bir sözüyle bunları yapması caiz midir? Sadece alimîerin fer’î meselelerde ver­dikleri fetvaları ezberleyip ancak meselenin dayanağı olan şer’î de­lilleri bilmeden fetva vermesi caiz ise o zaman avam insanlarında fetva vermeleri caiz olur. Kuşkusuz bu cehalettir ve Kur’an’a muhalefettir. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: ‘Bilmediğin birşeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o (yaptı­ğından) sorumludur’[148] ‘Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?’ [149] Ve alimler kati ve yakîni olmayan şeyin ilimden olmadığını, ancak zan olduğunu görüşbirliği ile söy­lemişlerdir. Cenab-ı Allah zan için şöyle buyurmuştur: ‘Kuşkusuz zan gerçekten hiçbir şey kazandırmaz’ [150] Resulullah (s.a.v.) ise ‘Zandan sakının, kuşkusuz zan sözün yalanıdır’ şeklin­de, zanna tâbi olmaktan sakındırmıştır.”

Sonra İbn Abdilber taklidi savunanları şiddetli bir şekilde eleştirerek sözlerini şöyle sürdürüyor: “Taklid ehli kendini bilim­sellik ve bilgi ile nitelemesine rağmen, uydukları müctehidin sahih hadîse muhalif olan görüşlerini savunarak çelişkinin batağında ol­duklarını gösteriyorlar. Oysa selef ve ilim ehli böyle yapmamışlar­dır. Onlar kendilerine hadîs ulaştığı zaman hadîse muhalif sahabe görüşlerini terkedip hadîsi almışlardır. Bunun nice örneklerinden birkaç taneyi zikrediyoruz:

“Selef, Hz. Ömer’in ‘Cünüb olan kişi su bulamadığı zaman teyemmüm almaz’ sözünü Hz. Ammar’ın rivayet ettiği hadîs ken­dilerine ulaştığında terketmişlerdir. Hacda ihramı giyerken koku sürmekle ilgili sözünü Hz. Âişe’nin rivayet ettiği hadîs ile ve kıran ve ifrad şeklinde hac farizesini eda etmeye niyetlenen kimsenin te­mettü (umre ve hac farizesini beraber aynı ihramla eda etmek) şeklinde yapmasını meneden Hz. Ömer’in görüşünü kendilerine ulaşan sahih hadîslerle reddetmişlerdir. Ve cima ederken meninin akmadığı durumda yıkanmanın gerekmediğini söyleyen Hz. Ali, Osman, Talha, Ebu Eyyub ve Übeyy b. Ka’b’ın sözlerini; yıkanma­sının gerektiğini belirten, Hz. Âişe’nin rivayet ettiği hadîs kendile­rine ulaştığında reddettiler ve hadîse göre hüküm verdiler. Hamile olup kocası ölen kadının iddeti ile ilgili İbn Abbas’ın görüşünü kendilerine ulaşan Sabiata’nın rivayet ettiği hadîs ile reddettiler.

Müslüman kâfire varis olabilir’ diyen Muaviye ve İbn Abbas’ın sözlerini, bunu meneden hadîslerle reddettiler. İbn Abbas’ın riba ve eşek etiyle ilgili sözlerini de reddetmişlerdir. Ve bunlara benzer daha nice olaylar…”

Peki, taklid ehli, uydukları imamları birer meşale olan bu sahabilerden daha mı üstün tutuyorlar ki, sahih hadîslere muhalif sözlerini reddetmiyorlar; ve en azından hocalarını sahabe konu­muna sokup selefin sahih hadîse muhalif sahabe sözlerini reddetti­ği gibi, hocalarının da sahih hadîse muhalif sözlerini niye reddet­miyorlar?

Aslında taklid ehlinin bundan da daha şaşırtıcı tavırları var­dır. Örneğin; uydukları müctehidin görüşüne muvafık bir hadîsi delil olarak gösteriyorlar, ama aynı hadîste belirtilen başka bir hü­küm tâbi oldukları imamın görüşüne muhalif olduğu için hadîsin o bölümünü reddediyor veya kulakların da duymak istemediği bir şekilde, şaşırtıcı zayıf tevillerle gerçek mânâsından uzaklaştırıyor­lar.

İkaz kitabında bu hususta çok sayıda örnekler sergilenmiştir. Örneğin: Resulullah bir hadîsi şerifinde aşireti olan Muttaliboğul­larına hitab ederek şöyle buyurmuştur: “Ey Muttaliboğulları! Allah size insanların ellerinin kirli su artığını almayı yakıştırmaz.” Zekat almaktan kinaye olan Resulullah’ın bu sözünü kullanılmış suyla abdestin alınamayacağına delil göstermişlerdir ve onların zekat al­malarının caiz olduğunu söylemişlerdir. Oysa Resulullah Muttaliboğullarına yönelik bu sözleriyle zekat almamalarını kasdetmiştir.

Resulullah (s.a.v.) başka bir hadîsinde deniz suyu hakkında şöyle demiştir: “Onun suyu temizdir, içindeki hayvanlar ölü olsa da helaldir.” Taklid ehli bu hadîse dayanarak alimlerin dedikleri gibi ölüp su üstüne çıkan balıklar suyu necis kılmaz demiş; sonra delil olarak gösterdikleri bu hadîse muhalefet ederek ölüp su üstü­ne çıkan balıkların yenmesi helal değildir, demişlerdir. Oysa hadîs açık ve net ibaresiyle, “Deniz balıklarının ölüsü de helaldir.” şek­linde ifade etmektedir.

Resulullah’ın satmak istediği inek vb. bir hayvanı çok sütlü olduğunu göstermek için birkaç gün bekletip sütünü almamayı yasaklayan hadîsini, şartlı alışverişten vazgeçme şartının üç günü geçmemesine delil olarak göstermişlerdir. Oysa hadîs kesinlikle alışverişteki vazgeçme seçeneğine ve müddetinin ne kadar olması­na asla değinmemiştir. Ne şaşırtıcı birşeydir bu yaptıkları! Hadîsi delalet etmediği birşeye delil olarak gösteriyorlar, delalet ettiği şeyi ise reddediyorlar. Ve bunlara benzer daha nice örnekler vardır.”

  1. Başka alimler tarafından taklidi savunanlara karşı şöyle bir münazara sergilenmiştir. “Taklid edilmenin gerekliliğini savunan­lara soruyoruz. Bu uymayı gerekli kıldığınız, sözlerini şer’î nasslar yerine koyduğunuz, hatta sözlerini şer’î nasslardan da üstün tuttu­ğunuz insanlar daha dünyaya gelmeden önce, insanlar hidayet üze­re mi idiler, yoksa şaşırıp kalmış mı idiler? Kuşkusuz onlar hidayet ve doğru yol üzere idiler, yanıtı vermelidirler. Öyleyse, onların Kur’an ve sünnet ve sahabe sözlerinden başka, uydukları birşey var mıydı? Allah, Resulü ve sahabe sözünü herşeyden üstün tutup sa­dece onlara müracaat etmekten başka, falan müctehid veya başka diğer bir müctehidin sözünü ileri sürüp onlara müracaat ederler miydi? Doğru yol ve hidayet bu iken Cenab-ı Allah’ın dediği gibi:“Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (Haktan sapıklığa) yöneliyor sunuz?” [151] Şayet hasım ehl-i taklidden her fırkanın dediği gibi selefin misyonunu taşıyan ve metodlarıni izleyip yollarından giden uydu­ğumuz müctehiddir derse, ona şöyle deriz: Acaba bu hususta uy­duğunuz müctehidden başka kimse var mıdır? Yoksa selefin mis­yonunu taşıyan, onların yolundan giden sadece ve sadece uyduğu­nuz müctehid midir? “Kuşkusuz bu meziyete ve özelliğe sahip olan sadece ve sadece uyduğumuz müctehiddir” derlerse, onlar akıl etmeyen hayvanlardan da daha sapıklıktadırlar. Şayet “Hayır selefin yolunu takip eden uyduğumuz müctehidden başka müctehidler de vardır” derlerse, onlara şöyle deriz: Öyleyse nasıl uyduğunuz müc­tehidin bütün söylediklerine uyuyor ve sizin imamınızdan daha bilgili ve daha üstün olabilen diğer müctehidlerin bütün sözlerini reddediyorsunuz? Öyle ki imamınızın hiçbir sözünü red ve diğer müctehidlerin hiçbir sözünü kabul etmiyorsunuz. Sanki hak sade­ce imamınıza hasrolunmuş ve yanlışlık ondan başkalarına indir­genmiştir. Bu yüzden imamınızın söylediği herşeyi desteklemekle ve ona muhalefet edenlerin her sözlerini reddetmekle görevlenmişsiniz ki, sizden başka ehl-i taklidin diğer fırkaları da size ve imamı­nıza aynı şekilde bakmaktadır.
  2. Başka bir gurup alimler ehl-i taklide Allah katındaki so­rumluluğu hatırlatarak şöyle bir münazarayı sergilemişlerdir: Siz­ler gerçekten yarın kıyamet gününde Cenab-ı Allah’ın huzurunda durarak kullarının can, mal ve namusuyla ilgili verdiğiniz hüküm­lerden ve verdiğiniz fetvalarla helal, haram ve vacib kıldığınız şey­lerden sorulacağınıza inanıyor musunuz? İnanıyoruz, dediklerinde onlara şöyle deriz: Cenab-ı Allah “Size neye dayanarak böyle hü­küm verdiniz?” diye sorarsa, cevabınız ne olacaktır? Şayet siz ceva­ben deseniz ki, “Biz Muhammed b. Hasen’in Ebu Hanife’den riva­yet ettiği el-Asl kitabındaki görüşlere, Sahnun’un İbn Kasım’dan rivayet ettiği el-Müdevvene kitabındaki görüşlere ve Rebî’in rivayet ettiği el-Um kitabındaki görüşlere dayanarak bu helal ve haram kıldığımızı haram ve helal kıldık” derseniz ve Cenab-ı Hak ‘Keşke bununla yetinerek bana ulaşsaydınız veya bunu yapabilseydiniz; kuşkusuz siz bu kitapları da arkada bırakarak son devir fakihlerinin delillerden soyutlanmış kısa metinlerine yönelmişsiniz. Bunu, Benim veya Resulümün emriyle mi yaptınız?” diye sorarsa, cevabı­nız ne olacaktır? ‘Biz bunu Senin ve Resulünün emriyle yaptık” di­ye söyleyebilirseniz, kuşkusuz felaha erip kurtulursunuz. Hayır bu cevabı vermeye güç yetiremezseniz, “Hayır biz bunu ne Senin, ne Resulünün, ne de imamlarımızın emriyle yaptık” demekten başka cevabınız kalmaz.

Şayet deseniz ki, biz ile siz bu iki cevaptan birisini vermekte aynı değil miyiz? Evet aynıyız, deriz; fakat bizim verebileceğimiz cevap sizin cevabınızdan farklıdır. Biz Rabbimize şu cevabı veririz: “Ey Rabbimiz! Kuşkusuz biliyorsun ki biz hiç kimsenin sözlerini Senin ve Resulünün sözüne ölçü tutmadık. Bir meselede çekiştiği­miz zaman Sana ve Resulünden başka bir kimseye müracaat edip onların sözlerini Senin ve Resulünün sözlerine tercih etmedik ve bunu yapacak kadar Senden başka kimseden korkumuz da yoktur. Biz hayatımızın her koşullarında kitabını ve bize ulaşan Resulünün hadîslerini ve Resulün olan Hz. Muhammed’in ashabından bize ulaşan sözlerini takip ettik. Senin yolunu tutmaya gayret ettik. Şa­yet bundan kaymışsak, o bizim bir hatamızdır, kasıtlı olarak kay­mış değiliz. Allah, Resulü ve mü’minlerden başka hiç kimseyi dost edinmedik. Dinimizden ayrılmadık. Mü’minleri fırkalara bölüp birliklerini bozmadık. Resulünün sünnetine ulaşmak için imamla­rımızı vasıta ve araç kıldık. Resulünden rivayet ettikleri hadîsleri onlardan Senin ve Resulünün emriyle kabul ettik. Sana ve Resulü­ne karşı boynumuz büküktür, emirlerinizi yerine getirmeye daima hazırız. Biz imamlarımızı sadece onların sözlerine müracaat ede­rek, sözlerini savunup onlara göre dostluk kurup düşmanlık besle­mek suretiyle ilah ve rab edinmedik. Her ne kadar onlar Seni ve Resulünü bizden daha iyi biliyorlarsa da, onların sözlerini Kitabına arzettik, karşılaştırdık, Kitabına ve Resulünün sünnetine uyari söz­lerini kabul ettik, uymayanı reddettik.”

İşte kıyamet gününde Rabbimize olan cevabımız bu olacaktır. Allah’ın hatırı için söyleyin ey taklidi savunanlar! Siz böyle misiniz ki, herşeyi bilen, bâtıla, yalana -hâşâ ve asla- kanmayan Allah’a bu cevabı vermeye güç yetiresiniz?

  1. Konumuzu bu sert münazaraya yer vererek bitirmeye çalı­şacağız. Bazı alimler taklidi savunanlara hitaben şöyle demişlerdir: Ey taklid etmenin gerekliliğini savunan fırkalar! Siz baştan sona kadar bütün sahabileri, tabiîni ve uyduğunuz alim hariç İslâm üm­metinin bütün alimlerini; sözlerine asla itibar edilmez, görüşleri ele alınmaz, fetvalarından hiç istifade edilmez konuma getirmişsi­niz. Ele aldığınız takdirde de uyduğunuz imama muhalif sözlerini var olan düşünce ve fikrinizi sarfederek reddetmek için alıyorsu­nuz. Ancak, uyduğunuz imamın bir görüşü Allah ve Resulünün bir nassına muhalif olduğu zaman ise imamınızı haklı çıkartmak için nassı gerçek mânâsından zorlatma ve hilelerle çıkartmaya çalışı­yorsunuz. Nedir bu hal? Ey Allahım! Bu ümmetten, dînini Kitabını ve Resulünün sünnetini muhafaza etmen için sana yalvarıyoruz ve dinini üstün kılacak, düşmanlara karşı savunacak ve nerdeyse iman tohumunu kalblerden çıkartacak, dininin esaslarını yok ede­cek bu bid’atları kaldıracak, bu ümmetten insanlar gruplar eyle. Ey Rabbim, onları muvaffak kıl.

Sahabe, tabiîn ve İslâm ümmetinin alimlerini hiç kale alma­yıp fetvalarına asla iltifat etmemekten daha büyük hakaret, saygı­sızlık ve edepsizlik var mıdır? İşte onlar o uyduklarını sandıkları müctehidi Allah, Resulü ve mü’minlerden başka dost edinmiştir. Allame Fulanî bu tartışmalarda naklettiğimiz ehl-i taklide yönelik sorular ve cevaplan, altmışa kadar saymıştır. Ancak biz bu zikret­tiklerimizle yetiniyoruz. Çünkü şairin dediği gibi:

Yeter akledene tek bir işaret

Akletmeyen ise yüksek sesle çağırılır. [152]

Allah Dostları Ve İzledikleri Yol

Bilindiği gibi, Allah dostları yakîn mertebelerine göre üç kısımdır­lar:

  1. İlâhî keşfe ulaşmayan, ancak çok ibadet eden ilmel’l-yakîn mertebesinde olanlar. Bunların şeyhin emirlerine ve yoİuna bağlı kalmaları yeterlidir. Ume’l-yakîn mertebesinde olan, mürşid şeyhi­ne daima bağlı kalır. Her husustaki adablarma riayet eder, şeyhini yüceltir, şeyhin ondan istediği herşeyi, her ne pahasına olursa ol­sun, yapar. Şeriata muhalif birşeyi şeyhinde bulsa bile Hz. Musa ile Hızır aleyhisselamm hikayesini hatırlayarak asla itirazda bulun­maz. Çünkü şeyhe itiraz sarılmaz bir yaradır, yüksek mertebelere ulaşmamanın ve ulu hallere girememenin ana sebebi şeyhe itiraz etmektir. Vaktini kalp ve dil ile zikretmekle imar ederek; zakır mezkurda fani, nazar menzurda gaib olacak bir şekilde doldurur. İşte o zaman zakir Allah’ın efal ve evsafını ali bir ruh haliyle müşahade eder; evham ve her şüpheden münezzeh olan Allah’ın zâtı kendisine tecelli eder, evsafında fani olur.

Ancak bu mertebeye ulaşamıyorsa, ulaşması için mücahede sırasında Allah’a yalvarır, usûl ilmine dayalı ahkâmla ilgili yazılmış kitapları okur. Şer’î ahkâmı öğrenir ve amel eder. Fakat reyle amel etmekten sakınmalıdır. Çünkü ehl-i sülük ehl-i hadîsin yolunda olmalıdır. Akaid ve furu meselelerinde selefin akidesi olan hadîse tâbi olurlar. Kitab ve sünnete dayanan vusul (Allah’a ulaşmak) ku­rallarını muhafaza eder, yapmak istediği fiili doğru yol olan şeriata arzeder, iyi ise yapar, değilse yapmaktan kaçınır. Gösteriş ve kibir­den uzaklaşarak, za’fıyetini bilerek bütün insanlara rahmet, sevgi, güzel ahlâkla yanaşır. Ancak ve ancak Allah’ın rızasını arar. İşte kul bu kuralları riayet etmekle ehl-i sülûkun ulaştığı yüksek mertebe­lerin zirvesine ulaşır.

  1. Ayne’l-yakîn mertebesinde olanlar: Seyr-i sulukta mürşidi­nin mertebesine ulaşamayan, bağlı kalma şartıyla mürşidine tâbi olma zorundadır. Mürşidi onun yetiştiğini ve ulvî mertebeyi hakettiğini kendisine bildirdiği zaman ancak mürşidler mertebesine ulaşır. Fakat herhangi bir sebepten dolayı buna ehil görülmediğinde mücahede ederek şeyhine adım adım tâbi olmalıdır ve bütün buyruklarım yerine getirmelidir. Ancak bu da olmayınca selef me­toduna bağlı kalarak Kitab ve sünnet nasslarına müracaat eder, on­ların doğrultusunda hareket eder.
  2. Derin ilme sahip, hakkaniyetin zirvesine ulaşan, hakka’l-yakîn mertebesinde olanlar:

Hakka’l-yakîn merebesine ulaşanlar, dinî ahkâmı Allah’ın Re­sulüne indirdiği şeriata tamamen muvafık, Rabbleri tarafından kendilerine ilham edilen ilimlerle öğreniyorlar. Ancak bu ilham onlara inen yeni bir şeriat olmasını veya onların peygaber olmala­rını gerektirmez. Bu yüzden bu mertebeye ulaşanlardan bir kısmı “Kalbim bana Rabbimden sözediyor,” başka bir kısmı kendisine soru soranlara “Bekleyin, Cebrail’e sorayım” derdi.

Dediğimiz gibi; bu, ilhamın onlara inen yeni bir şeriat olması­nı ve onların peygamber olmalarını gerektirmez. Sözümüzle Zahi­rîlerin bu husustaki eleştirilerinin geçersiz bir eleştiri olduğu orta­ya çıkmaktadır. Ayrıca Cebrail’den maksat vahiy getiren melek de­ğil, kendisinden sorumlu melektir.

Hakka’l-yakîn mertebesinde olanlar, keşifle hükmederler. Onlar mevhibe deryasından ilim içmişlerdir ve bilgi kaynakları o deryadır. İnançları net ve gayet açıktır. Ancak ve ancak korunmak için gizlenirler veya dolaylı bir şekilde açıklarlar. Onlar asla taklid etmezler, gerçeklerden uzak zanları aşıp yakînin zirvesine ulaşan nasıl taklid eder? Kuşkusuz taklid, bilgisi olmayan avama mahsus­tur. Şu şiir bu anlamı ne güzel ifade etmiştir:

Haberi kaynağından öğrenebilene

Vasıtadan öğrenmesi haramdır

Abdulhak Dehlevî Şerh Sıratu’l-Müstakîm kitabında şöyle de­miştir: “Sofinin mezhebi olmaz, demişlerdir. Ancak doğrusu sofi bağlı olduğu mezhebin meşhur rivayeti olmasa da sahih hadîse muvafık veya ihtiyatı seçerek şer’î meselelerin azimet olanını seç­meli ve onlara göre amel etmelidir.”

Ancak sofinin taklid etmesiyle ilgili olarak Allame Sabban’ın dediği en doğrusudur. Allame Sabban şöyle demiştir: “Hakka’l-yakîn mertebesinde olan sofinin ahkâm meselelerinde başkasına uy­ması haramdır. Çünkü onlar, dinî vecibelerle ilgili ve başka diğer meselelerle ilgili bilgiyi doğrudan Allah ve Resulünden öğreniyor­lar. Geçen şiirde denildiği gibi, bu vasıfta olan başkasına uymaz. Kuşkusuz bu vasıfta olmayan ne mürşid olabilir, ne de varsa mürîdleri felaha ererler. Nitekim mürşidlerin birtakım geleneksel söz ve tabirlerini ezberleyen ancak meşreplerini hiç tatmayan ve büyük bilgelerce muteber olan usûllerine hiç müracaat etmeyen, mürşid kılıfına giren insanlar vardır.

Hakka’l-yakın mertebesine ulaşanların kitapları Rabblerinin ilham ettiği kalbleridir. Mirac hadîsinde Resulullah Cenab-ı Al­lah’ın kendisine şöyle dediğini söylemiştir: “Ümmetinden indileri (kitapları) kalbleri olan insanlar kıldım, ancak hükümleri telakki ederken onların farklı halleri vardır. Bir kısmının kalbine ilham edilmektedir.” Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Her ümmet içinde muhaddesler vardır. Ömer b. Hattab, onlardan biridir.” Ay­rıca bir kısmı kalbinden öğrenir. Ebu Yezid ve Seyyid Muhammed b. Musa gibi bir kısmı Allah’ın kâinattaki muazzam esrarına ulaşır. Başka bir kısmı Allah’ın Resulünü bizzat müşahade eder her istek­lerini ve sorularının cevabını ondan alırlar. Şazelî, Zavlî, Ebu Suûd, Metbulî, Mürsî, Suyutî, Konevî, Ebu Medin, Şa’ranî ve Şeyh Muhyiddin bu kısımdandır. Bunu kanıtlayan nice hal ve sözleri bize ulaşmıştır. Hatta Şeyh Muhyiddin gibi bazı tasavvuf alimleri bu halde olanları sahabiden saymışlardır.

Tarikat şeyhi Cüneyd Bağdadî şöyle diyor: “Allah’ın Resulüne tâbi olmayan herkese bütün yollar kapalıdır. Bilgimiz Kitab ve sünnete dayalıdır ve onlarla sınırlıdır. Hadîsleri arayıp öğrenmeyen, fakih alimlerle sohbet edip onların edebiyle edeplenmeyen etbaını yanlış yönlendirir ve onları helaka sürükler.”

Sehl b. Abdullah Tusterî’nin şöyle dediği naklolunmuştur. “Yolumuz altı esasa dayalıdır. Allah’ın Kitabı, Resulünün sünneti, helali yemek, zarar ve eziyet vermekten kaçınmak, günahlardan uzak kalmak ve haklan yerine getirip ifa etmek.”

Ebu Osman el-Hayrî şöyle demiştir: “Sünneti kavlen ve ame­len kendine emir kılanın ağzından hikmet fışkırır. Revasını kendi­ne emir kılanların ağzından ise bid’at fışkırır.” Heva için şeriatın hiçbir deliline dayanmadan bir işin yapılmasıdır, denilmiştir. Ce­nab-ı Allah şöyle diyor: “Allah’ın Resulüne itaat eden hidayet bu­lur.”

Ebu Abbas b. Ataullah ise şöyle diyor: “Allah, sünnet adabına bağlı kalanın kalbini marifet nuru ile aydınlatır. Kuşkusuz Resulullah’ın ahlakıyla ahlâklanmak, söz fiil ve buyruklarına uymaktan daha şerefli bir makam yoktur.” Ebu Hamza el-Bağdadî aynı ger­çeği vurgulayarak şöyie diyor: “Allah yolunun göstergesi söz, fiil ve her çeşit davranışında Resulullah’a uymaktır.”

Ebu Süleyman ed-Daranî’nin şöyle dediği naklolunmuştur: “İnsanlardan bir sözcük bile olsa işittiğimde diyorum ki, seni an­cak adil iki şahidle kabul ederim: Kitab ve sünnet.”

Şiblî, “Tasavvuf nedir?” sorusuna cevaben şöyle demiştir: “Tasavvuf Resulullah’a uymaktır.” Cenab-ı Allah şöyle buyurmuş­tur: “De k işte benim yolum budur: Allah’a basiretle davet ederim. Ben ve bana uyanlar…” [153] Bu âyetten basiretli davran­manın dinin esaslarından olduğu ve hiçbir esasa dayanmadan rastgele işler yapanın şeriata uymadığı anlaşılmaktadır.

Kuşkusuz insanlar üçe ayrılırlar:

  1. a)Müctehid olmasa da dinî meseleleri çok iyi bilen alim,
  2. b)Orta seviyede olan alim: Bu seviyede olan alime uymak doğru değildir. Ancak onun durumunu ve şeriata muhalefet etmedigini iyi bilip şeriatın kabul edemeyeceği şeyleri ondan almayacak olan ona uyabilir ve hiç kimsenin bilgisini aşması caiz değildir. Cenab-ı Allah şöyle demiştir:“Bilmediğin şeyin ardına düşme.” [154]
  3. c)Avamlar: Avam şüphe etmeyeceği bir şekilde hak olan İs­lâm dinini öğrenmelidir. Allah’tan korkup zikretmelidir. Hiç şüp­he etmediği bu din yolunda çalışmalıdır. Aksi takrirde o din ile alay etmiş ve Allah’ın şeriatına uymamış olur. Allah bizi doğru yol­dan saptırmasın, amin.

Ahmed bin Hazreveyhî şöyle diyor: “Deliller gayet açıktır. Yol son derece parlaktır. Bu yola çağıran peygamber doyurmuştur. Alimlerden başka dindeki bu şaşkınlığı kim husule getirmiş olabi­lir?” İbn Ataullah şöyle diyor: “Doğru ve yanlış yolları birbirinden ayırt etmeyeceğinden korkma, nefis ve hevanın seni yenmesinden kork. Hevanın kalpte yerleşmesi tedavisi mümkün olmayan aman­sız bir hastalıktır.” Salih zâtlardan bir kısmı şöyle diyor: “Dağları tırnakla kazmak, kalpte yerleşen hevayı gidermekten daha kolay­dır.’ Cenab-ı Allah şöyle diyor: ‘Keyfini (nevasını) tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi ona Allah’tan başka kim doğru yolu gösterecek, düşünmüyor musu­nuz?’ [155] ‘Allah bir kimseye nur vermemişse, artık onun nuru olmaz.’ [156]

Arif-i Billah Şa’ranî şöyle diyor: “Bir yerden bana şöyle diyen bir ses işittim: “Cenab-ı Allah’ın ‘Uyulanlar (kendilerine) uyanlar­dan uzak durdular’ [157] sözünün anlamını biliyor mu­sun? Ben ona Allah daha iyi bilir, dedim. O şöyle dedi: ‘Her pey­gamber, kıyamet gününde şeriatında olmayan birşeyi ümmetine şeriat olarak gösterenlerden uzak durur ve her müctehid kendisi­nin söylemediği bir şeyi sadece aklı ile onun mezhebi olarak göste­renlerden uzak durur.” Sonra Şa’ranî bu sözlere binaen şöyle diyor: “Aklı ile hüküm üreten herkes kıyamet gününde Resulullah’a olan utancından keşke bu hükmü üretmeseydim, der. Sonra kıya­met gününde insanlara zorluk getiren, şeriatın belirttiği ahkâma ilaveten aklı ile yeni hükümler üreten, insana ‘Bunu yapmaktan kasdın neydi?’ diye sorulur. Kuşkusuz sadece Allah’ın rızasına nail olmak için yaptım, der. Ancak ona şöyle denilir: Allah’ın rızasına, şeriatına tâbi olmakla ulaşılır; bid’atlar üretmekle değil. Ayrıca Ce­nab-ı Allah Resulünün sünnetine yeni şeyleri ekleyenleri destekle­mez, sadece Resulünün anlattığı şeriatı öğrenip ona uyanı destek­ler; ki, kuşkusuz insan şeriatın açıklamadığı bir hükümle amel et­mekten sorumlu olmaz. Ne dünyada, ne de âhirette onu yapmadı­ğı için kınanır. Ancak ümmetin üzerinde ittifak ettiği bir hükme muhalefet etmek haramdır. Çünkü şeriat, insanların ona uymaları­nı farz kılmıştır.”

Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra peygambere karşı gelir ve mü’minlerin yolun­dan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehen­neme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası” [158] Resulullah’ın yolundan başka her yol karanlıktır. Karanlık yolda yürüyen çukurlara düşer ve kötülüklerden emin olmaz. Çünkü uyulması gereken imam, Resulullah’tır, kuşkusuz o nurdur, yolu aydınlıktır. İmam olan Resulullah’ın yolundan çıkan ve koyduğu sınırları aşan kuşkusuz karanlıklarda yürür ve uzaklaştığı nisbette imamının nu­rundan yararlanamaz, nasibinden mahrum kalır. Bu yüzden bü­yük imamların sözleri çok net ve gayet aydınlatıcıdır. Çünkü onlar Resulullah’a son derece yakındırlar, ama ondan uzak olanların sözleri böyle değildir. İşte Resulullah bu gerçeğe işaret ederek şöyle diyor: “Allah’ın rahmeti sözümü duyan, anlayıp da duyduğu gibi başkasına iletenin üzerine olsun.” Yani Resulullah’ın sözünü işitti­ği gibi, harf harf, hiçbir şeyini eksik bırakmadan ve hiçbir şeyi ekle­meden başkalarına ulaştırmak lâzımdır. Resululah bu hadîsi ile bid’atın şeriata kendisinden sonra eklenen hükümler olduğunu ifade etmektedir.

Resulullah’ın ilmine gerçekten varis olmaya ve bu duasına an­cak senetle hadîslerini rivayet eden ağzından çıkan her söze ve yap­tığı her hareketine özen gösteren hadîsçiler nail olmuştur. Başkala­rı ise kıyas ve reye göre değil, ancak bildiği sünnet nisbetinde Resulullah’a varis ve bu duasına nail olabilir.

Ebu Davud şöyle diyor: “İmam Ahmed, ömür boyu karpuz yemedi. Ona ‘Neden karpuz yemiyorsun? diye sorulunca şu cevabı verdi: Resulullah’ın karpuzu nasıl yediğini belirten hiçbir haber bana ulaşmadığı için.'”

Şeyh Muhyiddin İbn Arabî Fütuhat kitabında şöyle demiştir: Resulullah’a varis olan alimler peygamberlik paylarını da alıyorlar. Bu yüzden Hz. Muaz gibi bazı alimlere Resululah’ın elçisi denilmiştir. Bu mertebeye ancak senetlerle hadîsleri sonraki kuşaklara ileten hadîs alimleri ulaşır ve kıyamet gününde peygamberlerle yi­ne ancak onlar haşrolunurlar. Peygamberlikten payları vardır; vahyin taşıyıcısı ve peygamberlerin varisleri onlardır.”

Fakihlere gelince, hadîs taşımacılığını yapmamışlarsa, bu de­receyi hak etmiş olmazlar ve peygamberlerle değil, avam insanlarla haşrolunurlar. Gerçeğe baktığımızda ancak hadîs ehline alim denilir ve gerçek imamlar ancak onlardır. Ehl-i hadîsten sayılmayan zâhid ve âbidlerin de fakihlerden bir farkları yoktur. Peygamberlerin varislerinden sayılmadıkları gibi, peygamberlerle değil, avam insanlarla haşrolunacaklardır; ancak fakihlerin avamdan farkları sa­dece ilimle olduğu gibi, âbid ve zâhidlerin de farkları sadece salih amelleri iledir. Keşf âleminde peygamberle beraberliği olan ve ondan hadîs alan salih insanlar, kuşkusuz peygamberlerle haşroluna­caklardır ve en mübarek yerlerde peygamberle olan sahabiler züm­resinden sayılırlar. Ancak bu keşfe sahip olmayıp rüya âleminde peygamberle beraberliği olan, bu dereceden sayılmadığı gibi, her uyuyuşunda rüyasında peygamberi görse bile sahabe zümresinden sayılmaz. Çünkü sahabe zümresinden sayılması için Resulullah’ı uyanık iken bizzat görüp onunla konuşması, ondan hadîs alması ve Resulullah’ın sened itibariyle illetli olan hadîsleri ona düzeltiyor olması lazımdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Allah’tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah herşeyi bilir.” [159] İşte Allah’ın kendi­sinden korkan muttaki kullarına ilim ve bilgiyi vermeyi bizzat üst­lenmesi onların da peygamberlikte pay sahibi olduklarını kanıtla­maktadır. Böylece Allah onları kendisine yaklaştırıyor. Bu yüzden kendileri Rabbin peygamberini mükellef kıldığı şeriatını peygam­berler gibi doğrudan Allah’tan almaktalar ve ondan öğrenmekteler. Onlar ilimde peygamberler gibi üstün derecedeler. Ancak şer’î hükümlerde peygambere tabidirler. Bu yüzden onlar peygamber olmayıp peygamberlerin onlardan gıpta ettikleri kimselerdir. Çün­kü onlar ilim ve şeriatı doğrudan Allah’tan alma hususunda peygamberlerle eşittir.

Kuşkusuz ehl-i keşf olan bu zümre ancak peygamberin getir­diği şeriatla amel ederek ve o şeriat doğrultusunda takvada bulu­narak bu üstün dereceye ulaşmışlardır. Onlar da ilmi doğrudan Al­lah’tan alıyorlar, ama peygamberlerin ölçüsüyle ve peygamberlik çerçevesinde olan takvalarıyla. İşte peygamberlerin onlardan gıpta etmeleri bu noktadan kaynaklanıyor. Asla rabblik şaibesinin olma­dığı, bir tavırla, Allah’a gerçek kulluk esasına bağlı kalarak hak olan Allah ile beraber olmuşlar. Yalnız bununla birlikte yine pey­gamberler onlardan daha yüksek makamlardalar. Kıyamet günün­de onlar asla endişe etmez ve büyük korkuya kapılmazken; pey­gamberler kendileri değil, ümmetleri için son derece korkmaktalar. Ve her ümmet akıbeti ne olur acaba diye gayet korkarken, ehl-i keşf olan muttakiler, korku nedir bilmezler. Onlar Cenab-ı Allah’ın “muttakileri hey’et halinde mahşerde çok merhametli olan Allah’ın huzurunda topladığımız gün” [160] buyur­duğu üzere çok merhametli olan Allah’ın yanında korunmaktalar.

Bundan sonra İbn Arabî sözlerini şöyle sürdürüyor. Keşif de­recesine ulaşan ve nur sahibi olan veliler de peygamberler gibi ba­siret üzere insanları Allah’a ve Resulünün şeriatına çağırsınlar; peygambere değil, Allah’a mensub olarak “abdullahız” Allah’ın ku­luyuz desinler. Çünkü “abdullah (Allah’ın kulu) Allah’ın emriyle peygamberin vasıtasıyla Allah’a çağırandır. Allah’ın kendisine ver­diği fetih ve kalbine bildirdiği ilâhî ilimlerle değil, asıl itibariyle Resulullah’ın getirdiği şeriatla çağırmalıdır insanları. Çünkü veliye verilen nur vahiy nuru değil, meded nurudur. Bu yüzden veli yeni bir şeriatı getirmiyor; ancak Allah’ın Kitabına ve Resulünün sün­netine başkalarının bilmedikleri yeni bir anlamı getiriyor. İlim peygamberden gelmiştir. Nassların yeni anlamını ise veli vermiştir. Kuşkusuz bu da bir ilimdir.

Ey kardeşim, şimdiye kadar anlattığımızı anlamış isen, esrar-ı ilahiyyeye vakıf ve bu konumda olan Allah’ın kullarının hangi de­receye ulaştıklarını; kimlerdir, kimden ilimlerini almaktalar, kimle konuşmaktalar ve kime dayanmaktalar, bunların hepsini farketmiş olmalısın. Ayrıca âhirette hangi derecede olacaklardır ve dünyada nur ve ilahî meded hususunda peygamberlerle ortak oldukları gibi, âhirette de yine ortaklıkları olacak mıdır? Bütün bu soruların ceva­bına vakıf olmuş olmalısın. Fakat kesinlikle bilmelisin ki, dünyada onlar peygamber sayılmazlar, çünkü onlar tarikatlarını peygamberlerden almışlardır.

“Kuşkusuz Allah’tan başka kanun koyucu yoktur. Cenab-ı Al­lah, Resulüne hitaben şöyle buyuruyor: ‘Biz sana Kitabı gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hü­küm veresin. Hainlerin savunucusu olma”[161]. Cenab-ı Al­lah senin gördüğün biçimde hüküm ver dememiştir ki, zevceleri Âişe ve Hafsa olayında peygamber yemin ederek bal yemeyi kendine yasakladığında Cenab-ı Allah ona itab etti ve şöyle buyurdu: ‘Ey Peygamber! Niçin Allah’ın sana helal kıldığı şeyi eşlerinin hatırı için haram kılıyorsun? Allah bağışlayandır, esirgeyendir’ [162]

“Bu demektir ki, ‘Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin’ sözünden maksat, ancak vahiyle hüküm vermektir; kendi re­yi ile değil. Dinde reyle hüküm vermek caiz olsaydı, Peygamberin reyle hüküm vermesi caiz olurdu. Çünkü onun reyi herkesin re­yinden daha doğru ve daha gerçektir. Peki peygamberin dışında masum olmayan, reyi haktan daha fazla hataya yakın olanın reyi hiç kabul edilir mi?

Resulullah’ın (s.a.v.) bahsettiği ictihaddan da maksat vâki olan yeni meselenin hükmünü belirtmek için delilleri araştırarak ictihad etmektir; yoksa yeni yasa koymak değildir. Çünkü Allah hiç kimseye yasa koyma izni vermemiştir. Reyle hüküm vermek yasa koymak demektir. Mekke’de Kadı Abdulvehhab el-Ezdî hicrî 599 senesinde bana gördüğü şu rüyasını anlattı. Ezdi şöyle dedi: “Rü­yamda ölümünden sonra salih bir adam gördüm. Ona ne gördün diye sordum. Bana birşeyler anlattı. Sonra şöyle dedi: ‘Bir kısmı ki­tapların yüksekte tutulduğunu, bir kısmının da yerlerde kaldığını gördüm.’ ‘Bu yüksekte tutulan kitaplar nelerdir?’ diye sordum. Ba­na ‘hadîs kitaplarıdır,’ dediler. ‘Ya bu yerlerde görünen kitaplar ne kitaplarıdır?’ diye sordum. Bana, rey kitaplarıdır. Yazarlarının on­lar hakkında sorgulanılması için yerlere serilmiştir, dediler.”

İbriz kitabında şöyle denmiştir. Bil ki fetih sahibi olan veli, hakkı ve doğruyu biliyor. Bu yüzden hiçbir mezhebe bağlı kalıp ona uymaz.” Sonra Ezdî İbriz kitabında, sözlerini başına gelen şu olayı anlatarak sürdürüyor: “Bu konuyla ilgili bazı büyük fakih ho­calarımızla şöyle bir münazara yaptık. Birgün şeyh, bana yönelerek şöyle dedi: ‘Seni sevdiğim için sana bir nasihatta bulunacağım.’ Ben de başım ve gözümün üstüne, buyrun, dedim. Bana dedi ki, ‘İnsanlar senin ehl-i velayet ve keşiften saydığın kişiye farklı bakar­ken, sen tek başına ona tâbi olmaktasın. İnsanlar onu eleştirirken sen onun veli ve ehi-i keşiften olduğu inanandasın. Kuşkusuz bu durumda senin tek basma haklı olman muhaldir. Ben de ‘Ey ho­cam! Şimdi sana soracağım sorulara yanıt vermenizle nasihatim ta­mamlar mısınız?’ dedim. Şeyh efendi istediğini sor, dedi. Ben de­dim ki, Ey hocam! Benim ondan uzaklaşmamı istediğiniz adamla hiç karşılaşıp sözlerini bizzat dinleyip herhangi bir konuda onunla tartıştınız mı? Ki çoğu insanların onun hakkında düşündüklerini kabul ediyorsunuz.’ Şeyh hazretleri Hayır onu görmedim ve hiç karşılaşmadım,’ dedi. Ben de aramızdaki sevgi ve samimiyetten dolayı utanmadan ve hiç çekinmeden ona şöyle dedim: ‘Ey hocam! Bana görünüyor ki, siz doğrudan yüz çevirip gerçeği şüphelerle aradınız. Şüphe, iftira ve gerçek dışı yollarla yetinip yakîni ve ger­çekleri terkettiniz.’ Şeyh efendi “Bu sözlerden maksadın nedir açık­lar mısın?’ dedi. Ben ona iyice yaklaşarak şöyle dedim: ‘Siz son devir fakihlerinin yazdıkları bir fıkıh kitabım okuturken, Müdevvene, Lahamî’nin Tabsire’si İbn Rüşd’ün Beyanı veya İbn Şâs’ın Cevahir’i gibi fıkıh kaynaklarından nakledilen bir ibareyi gördüğünüzde ve sözkonusu kaynaklara müracaat etme imkânınız varsa, nakil (aracı) İbn Merzuk, Hattab ve Tevdih kitabının sahibi gibi güveni­lir birisi olsa bile kendiniz bizzat gidip sözkonusu kaynağa bakma­dan nakile (aracıya) güvenip mutmain olamıyorsunuz. İşte kendi­niz bizzat gidip görmeden güvenilir, adaletli kimsenin rivayeti ile yetinmeyip, yakîni ve gerçeği bulmak için çaldığınız kapı, zan ve şüphe kapısıdır. Ne hayret! Zan ve şüpheyle gerçeklere ulaşılır mı? Siz bu şekilde hiçbir zaman gerçeğe ulaşamazsınız. Çünk siz zayıf bir zanla neredeyse yakın sayılacak güçlü bir zanna karşı çıktınız. Çünkü adları geçen fıkıh kaynaklarına, zaman açısından zikrettiği­miz ravi ve nakillerin naklettikleri doğru ve gerçeğe daha yakın sa­yılır. Kuşkusuz onlar adları geçen fıkıh kaynaklarına bizden daha yakındırlar. Başka bir açıdan adları geçen ravilere bu kaynaklar ri­vayet yoluyla ulaşmıştır. Bizde ise, bu kaynakların ne rivayetleri var, ne de doğru sayacağımız nüshaları vardır. Hattab’ın elindeki nüshanın doğru bir nüsha olmasına ve rivayet yoluyla ona ulaşma­sına rağmen ve senin de bunların hiçbirisini almayışına rağmen, hangi gerçeğe dayanarak Hattab’ın bu kaynaklardan naklettiğini reddediyorsun. Zan ve şüpheyle yetinip yakın ve gerçeği reddetti­ğinize gelince: Size diyorum ki, hakkında sana kötü haber ulaşan adam sana çok yakındır. Beraber Medine’de yaşıyorsunuz. Kuşku­suz onunla tanışırsanız son derece memnun ve mutlu olacağınıza inanıyorum ki, ona ulaşmak da gayet kolaydır. Gidip onu görürse­niz, ya benim gibi ona güvenip mutluluğa ulaşırsınız, ya da onu diğer insanlar gibi eleştirirsiniz ve böylece şüphe karanlığım kalbin­den silmiş olursun. İşte bütün bu gerçeklere rağmen âdetine aykırı bir şekilde gidip fâsık ve yalancılara inanmışsın. Ancak bildiğim kadar, kendin bizzat gidip müşahede etmeden şüpheli meseleleri bile güvenilir, adaletli kimselerden de kabul etmiyordun. Bu âdeti­nizi burada yakîni ve gerçeği ilgilendiren bir meselede neden kul­lanmıyorsunuz. Bu gerçeklerden yüz çevirme değil midir ey ho­cam!’ Hocaefendi hatasını itiraf ederek şöyle buyurdu: ‘Allah’a yemin ederim ki, sana cevap veremeyecek şekilde sana mağlub ol­dum ve şahit ol ki ben bu hatamdan vazgeçiyorum ve Allah’tan af diliyorum.’ Sonra şeyh efendiye şöyle dedim: ‘Şayet bu hususta il­lâki başkasına uyacaksan, iki nedenden dolayı bana uy. Birincisi sen benim meselelere basiretli baktığımı iyi biliyorsun, ikincisi, bi­liyorsun ki, ben bu anlattıkları adamla senelerce haşir-neşir oldum. Onun hakkında başkasının bilmediğini ben bildim. Bu yalancı fâsıklar ise çokları sizin gibi onunla karşılaşmış bile değildir. Onlar da asılsız yaygaraların kurbanı olmuşlardır. Başarı ancak Allah’tan­dır…’ Sonra bu fakihin büyük hocalarından birisiyle karşılaştım. Bana talebesi olan fakihin sizden herkesi cevapsız bırakan delillerinizden bahsettiğini söyledi. Sonra o fakihe yönelerek ‘Bana aynen böyle anlatmadın mı?’ diye sordu. Evet yanıtını verdikten sonra ikisi birlikte ‘İşte bu sözlerinle belimizi kırdın’ dediler. Çağlarının önde geleni olan bu iki fakih böyleyken, orta dereceli başkalarına ne dersiniz? Onların çoğu dediğimiz gibi asılsız yaygaraların kur­banı olmuşlar. Bakıyorsunuz, en akıllıları birşeyi reddederken en güçlü delili ‘Hoca veya şeyh efendimiz böyle yapmazdı veya böyle değildi’. Cenab-ı Allah’ın şu sözlerini anlamıyor mu? ‘Arzda birbi­rine komşu kıt’alar, üzüm bağlan, ekinler, çatallı ve çatalsız hur­malıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır, ama ürünlerini birbirinden üstün yaparız. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir top­lum için âyetler vardır’[163] İşte zühd de aynen arz ürünleri gibi çeşit çeşittir. İlkbaharda birşeyh efendiyle bahçeye girdik. Şeyh tam bir saat birbirinden farklı, çeşit çeşit olan çiçeklere baktıktan sonra bana yönelerek şöyle dedi: Velilerin hidayet ve doğru yolda olup sevgileri insanların kalplerinde yerleşmiş olmasıyla birlikte birbirlerinden farklı ve değişik makam ve hallerde olmalarını öğ­renmek isteyen bu çiçeklerin çeşit çeşit olmalarına ve nasıl herkes­çe sevildiğine baksın.”

Şayet “Şeyh efendimiz böyle değildi veya böyle yapmazdı” sözleriyle Allah’ın rahmetinden velayeti sadece bildiği veliye has kılarsa Allah’ın çok geniş olan rahmetini kendince daraltmış olur. Nitekim camide bevleden arabî “Ey Rabbim, bana ve Muhammed’e rahmet et. Ancak bizimle birlikte başka hiç kimseye rahmet etme” dediğinde Peygamber (s.a.v.) ona ‘Çok geniş olan şeyi daral­tın’ dedi. Yalnız şayet bu sözünle rahmete nail olacak herkes sadece onun bildiği veli gibi olmalıdır kanısındaysa, bu kanısının yanlış olduğunu bilsin. Çünkü, dediğimiz gibi, velilerin çeşit çeşit olduk­ları bir gerçektir. Şayet biz bu mantıkla meseleye bakarsak aynı iti­raz kendisinin bildiği veli için de geçerli olur. Çünkü o da kendin­den önceki veli gibi değildir. Yani üçüncü neden ikinci gibi değildir. Sorulursa mutlaka ikinci neden üçüncüye benzemiyor, sorula­caktır.

Bu konuyu haddinden fazla uzattım ve bazı fakihlerle yaptı­ğım tartışmalara yer verdim ki, fakihler ilim talebeleri ve müctehidler faydalansınlar. Şüphesiz onlar temiz, pak, seçilmiş büyük zatları eleştirmek ve onları reddetmekle mübtela olmuşlar. Bu on­lara bir nasihatımızdır. Nasihatımız iyi düşünüp insaflı olanlara hak gözükür ve sözümüzün doğruluk tarafı kendilerine netleşecek­tir. Doğru ve güçlü delillere dayandıklarını sandığım için bu konu­da fakihlerle tartışmalara girdim, ancak bunu denediğimde ne yazık ki sizlere anlattığım gibi çıktı. Allah her şeyi daha iyi bilendir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd, Resulüne, âline ve ashabına salât ve selam olsun Rabbim bizi salih kulları olan peygamberlerle, sahabi ve velilerle hasretsin amin. [164]


[1] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 4.

[2] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 7-12.

[3] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 13-14.

[4] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 14.

[5] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 14-15.

[6] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 15.

[7] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 16-17.

[8] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 17.

[9] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 18-19.

[10] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 19-20.

[11] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 20.

[12] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 20.

[13] Nisa: 4/20

[14] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 20-21.

[15] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 21-22.

[16] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 22.

[17] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 23.

[18] Bakara: 2/134.

[19] Nisa: 4/59.

[20] Enbiya: 21/78-79.

[21] Hac: 22/78.

[22] Bakara: 2/185.

[23] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 23-28.

[24] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 29.

[25] Nur: 24/63.

[26] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 29-39.

[27] Buruc: 85/8.

[28] Âl-i İmran: 3/103.

[29] Âl-i İmran: 3/105.

[30] Bakara: 2/203.

[31] Bakara: 2/.

[32] Nahl: 16/105.

[33] İsra: 17/36.

[34] Nur: 24/16.

[35] Hucurat: 49/6.

[36] Hucurat: 49/12.

[37] Nisa: 4/94.

[38] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 39-48

[39] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 49.

[40] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 49.

[41] Necm: 53/3-4.

[42] En’am: 24/50.

[43] Nahl: 16/144.

[44] Şûra: 42/42-43.

[45] Yusuf: 12/40.

[46] Kehf: 18/26.

[47] Şûra: 42/48.

[48] Zuhruf: 43/43.

[49] Maide: 5/49.

[50] Nisa: 4/105.

[51] Maide:5 /3.

[52] İsra: 17/36.

[53] A’raf: 7/3.

[54] Bakara: 2/169.

[55] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 49-51.

[56] Nisa: 4/80.

[57] Âl-i İmran: 3/31.

[58] Haşir: 59/7.

[59] Nur: 24/63.

[60] Enfal: 8/24.

[61] Nisa: 4/13-14.

[62] En’am: 6/153.

[63] Maide: 5/44.

[64] Maide: 5/45.

[65] Maide: 5/47

[66] Nahl: 16/196.

[67] Nisa: 4/59.

[68] Şûra: 42/10.

[69] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 51-55.

[70] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 55.

[71] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 55-59.

[72] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 59-65.

[73] Teğabün: 64/16.

[74] Enbiya: 21/7.

[75] Teğabün: 64/16.

[76] Teğabün: 64/16

[77] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 65-73.

[78] Tegabun: 64/16.

[79] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 74-76.

[80] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 77-78.

[81] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 78.

[82] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 78-81.

[83] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 81-83.

[84] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 83-84.

[85] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 84-86.

[86] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 86-90.

[87] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 90-93.

[88] Necm: 53/3-4.

[89] Ahkâf: 46/9.

[90] Bakara: 2/169.

[91] Nisa: 4/60.

[92] Tevbe: 9/31.

[93] En’am: 6/57.

[94] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 93-96.

[95] Tâhâ: 20/114.

[96] Fatır: 35/22.

[97] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 97-102.

[98] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 103.

[99] İstinbat: Hükümleri delillerinden çıkartabilme ilmi.

[100] Nisa: 4/105.

[101] Tahrim: 66/.

[102] Zümer: 39/45.

[103] A’raf: 7/3.

[104] Necm: 53/3-4.

[105] En’am: 6/50.

[106] En’am: 6/38.

[107] Nahl: 16/44.

[108] Nisa: 4/83.

[109] Bakara: 2/82.

[110] Maide: 5/3.

[111] İsra: 17/36.

[112] A’raf: 7/3.

[113] Nahl: 16/116.

[114] En’am: 6/21.

[115] Bakara: 2/254.

[116] Tevbe: 9/31.

[117] İsra:17/.

[118] Zuhruf: 43/23-24.

[119] Enfal: 8/22.

[120] Bakara: 2/166-167.

[121] Enbiya: 21/52-53.

[122] Ahzab: 33/67-68.

[123] Tevbe: 9/115.

[124] Yunus: 12/2.

[125] Nahl: 16/43-44.

[126] Nahl: 16/43-44.

[127] Nisa: 4/59.

[128] A’raf: 7/33.

[129] Ahzab: 33/67.

[130] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 108-121.

[131] Nisa: 4/83.

[132] Nisa: 4/115.

[133] Nisa 4/105.

[134] İsra: 17/36.

[135] A’raf: 7/33.

[136] Yusuf: 12/76.

[137] Hadid: 57/29.

[138] Teğabün: 64/16.

[139] Tevbe: 9/122.

[140] Ahkaf: 46/11.

[141] Câsiye: 45/23.

[142] Nur: 24/40.

[143] Tevbe: 9/31.

[144] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 121-143.

[145] En’am: 6/153.

[146] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 143-147.

[147] Zümer: 39/18.

[148] İsra: 17/36.

[149] A’raf: 7/28.

[150] Yunus: 10/36.

[151] Yunus: 10/32.

[152] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 147-155.

[153] Yunus: 10/108.

[154] İsra:17.

[155] Casiye: 45/23.

[156] Nur: 24/40.

[157] Bakara: 2/166.

[158] Nisa: 4/115.

[159] Bakara: 2/281.

[160] Meryem: 19/85.

[161] Nisa: 4/105

[162] Tahrim: 66/1.

[163] Ra’d: 13/4.

[164] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 155-169.

Ictihad Ve Taklid Cercevesinde Nassin Uygulanisi” kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek için Ücretsiz pdf olarak almak için aşağıdaki indirme düğmesini tıklayın

Bozuk bağlantıyı bildirin
Siteyi Yardim Et


for websites

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *