Skip to content
Home » ictihat ve muctehitler -Beyanuni pdf indirin

ictihat ve muctehitler -Beyanuni pdf indirin

İctihat ve Müctehitler-Beyanuni

ICTIHAT VE MUCTEHITLER -BEYANUNI PDF INDIRIN
  • Kitap başlığı:
 Ictihat Ve Muctehitler Beyanuni
  • Yazar:
Ahmed İzzüddin el-Beyanûni, ALİ NAR
  • Kitap Sayısı
195
  • Dil:
Türkçe
  • Görünümleri:

Loading

  • PDF Doğrudan  
İndirme için tıklayın
  • Satın al  
Kağıt Kapak için

ICTIHAT VE MUCTEHITLER – kitap örneği

Takdim

Mukaddime

Kahire’de, Evkaf Bakanlığı, Mescitler Kısmı Müdürü:

Şeyh Abdurrahman Hasan’ın ((El-Fıkhü Alâ El-Mezahibil-Erbea» Adlı Kitabının Mukaddimesinden Bîr Özet.

Bismillahirrahmanirrahim

Sahabe Ve Onlardan Sonraki Devirlerde İçtihat

İçtihat Halkasının Genişlemesi

İlmin Doğup, Yayıldığı En Önemli Merkezler:

Basra :

Şam:

Mısır:

Dört Mezhep

Dört İmam

I.

Ebu Hanife (R.A.) (80-150 H.)

II.

İmam Malik (R.A.) (93-179 H.)

Doğumu Ve Yetişmesi:

Niteliği:

Hadis Naklinde Ve İçtihattaki Metodu :

Hikmetlerinden:

Çilesi:

Ölümü

Iıı.

İmam Şafiî (R.A.) (150-204 H.)

Soyu:

Doğumu, Göçü, Öğrenimi:

Bazı Hususiyetleri:

Hikmetli Sözlerinden Birkaçı:

Şiirlerinden Bir-İki Parça:

İçtihattaki Metodu:

Ölümü:

Iv.

İmam Ahmed Bin Hanbel (R.A.) (164-241 H.)

Doğumu:

Hususiyetleri:

Hikmetlerinden:

Çileleri:

Seçkin Ulemâdan Muhterem Üstad «Şeyh Yusufüd-Decvi» Merhumun Açıklaması

Bismillahirrahmanirrahim

Hülâsa

Son Söz:

Asrımızın Seçj&N Alimlerinin; Müçtehıd İmamların Mezhepleriyle Amel Etmenin Cevazı Ve Mezhepsizliğin Yanlışlığı Ve Tehlikesi Üzerine Görüslerî ;

Tanınmış Muhterem Ulemaya Aşağıdaki Mektubu Yazmıştım

Bismillahirrahmanirrahîm

Sorular Ve Kaynakları

Şeyh Abdullah Hayhullah’ın

İli Cebele-Sem’ân Bölgesi

Bismillahibrahmanirrahim

Muhammed El-Hâmid’in (Hama Sultan Camii Müderris Ve Hatibi) Cevabı

Bismillahirrahmanirrahîm

Fasıl   (I)

Birinci Mesele:

İkinci Söz:

Birinci Tabaka:

İkinci Tabaka:

Üçüncü Söz:

Fasıl   (III)

Fasıl   (Iv)

Nihayet:

Halep Seriye Lisesi Fıkıh Ve Usul Öğretmeni Faziletli «Üstad Şeyh :Muhammed İbrahim Es-Selkini’nin Cevabı

Bismillahirrahmanirrahlm

Muhterem Üstad Şeyh Abdulaziz Uyunussüd {Humus İli Fetva Emini)’Un Açıklaması

Bismillahirrahmanirrahîm

Muhterem Üstad Şeyh Abdülvehhab El-Hafız (Şam’da «Yağ – Pekmez» Diye Bilinir) İn Cevabı

Bismillahirrahmanirrahim

Üstad Şeyh «Muhammed El-A’rabi Et-Tebânf Nin» Açıklaması: (Harem-İ Mekke’de Müderris)

Bismillahirrahmanirrahîm

Takdim

Bu kitap, günümüzde yaştyan ve yakın zamanda yaşamtş din bilginlerinin en muteber kitaplara baş vurarak yaptıktan araştırmaların derlenmesinden oluşmuştur.

Müellif, Halepli Şeyh Ahmed İzzüddin el-Beyanûni mer­humu 1975 yazında, ziyaret edip tanımıştık. Ve o zaman, bu kitapta işlenen: «îçtilmd, Telfik, Mezhepsizlik ve Tehlikesi…» çevresinde sorulanmtz olmuş ve mukni cevaplar almıştık. Mer-hum’u tâ Bağdattan tavsiye etmişlerdi. Takva’ile ilim onda birleşmişti. İki yıl Önce rahmete kavuşmuş. Allah sa’yini kûr, makamım cennet etsin.

El-Beyanûni’nin yazdığı mektuba verilen cevaplar biçimin^ de, dokuz bölümden oluşan bu kitapta;

Büyük müçtehitler, içtihadın şartlan, müçtehidin özellik ve sorumlulukları, içtihad kapısının nastl açılabileceği…

Buna karşdık; Teljik’İn caiz olmadığı, mezheplerden bi­rine uymanın zaruri olduğu hah ve isbat edilmektedir.

Bu çalışmanın ciddiyet ve yeterliliğini anlamak için; göft rüşlerl nakledilen zevat ve baş vurulan eserlerin bir ktsmıt burada saymayı lüzumlu gördük. Şöyle ki:

Ebu Hureyre, îbni Abbas, Muaz ibni Cebel, Ebu Musât el-Eş’ari, Abdıdlah ibni Amr, Buhari, Müslim, (öbür sünem kitapları) îbni Hacer, Zehebi… gibi sahabi ve muhaddislerm den; Â’meş, Kadı es-Saymeri, Ebu îshak el-Esferâni, Allame Kasım, Fudayl bin lyâd, îbni Hazm, Mekki İbrahim, Yahya  bin Said el-Kattan, Nadr bin Şümeyl, Ömer ibni Abdülaziz, İbni Şibrime, İzzüddin bin Abdisselam, Ebu Cafer Şizamarİ… gibi zevattan;

Nasbürrâye, İ’lâüs-Sünen, İhtilaf M-fukaha, MüskiVül-Âsâr, Meani’l-Âsâr Ahkâm* ül-Kur’an, Ma’rifet’üs-Sünen, Et-Temhid, El-İstizkâr, NihayetM-Matlub, El-Muğnİ, Velvalciyye, Eşbah şerhi, El-Bahri-Raik, Tahrir şerhi, El-Hâvi… gibi kitap­lar yanında, eserleriyle birlik şu ulemanın görüşlerine en çok müracaat edilmektedir.

İbni Abidİn Mukaddime Şeyh Salih el-Gilani Merginâni İbni Şihnat’el-Kebir İbnü’l-Eümam İbni Abdil-Berr İbni Kayyım Şârâni El-IIindi İbni Muin İbni Kemal Paşa Hacer el-Heytemi

Resmül  Müfti,  Dürr’ül-Muh-tar,   Haşiye   ala   Bahrirraik,

İykazülhimen. Hidâye Şerhi

Tahrir. Feth’ül-Kadir

El-İntika, Kitab’ül-Künâ

Â’lâm’ül-Muvakkiîn

El-Mizan

Şerh’ül’Bedi’

Ei-Tarih

Risaleler

Ahmed bin (Hafız) HayrâtîU Hisân fi Menakibi Ebu Hanifetin-Nu’man (Şafiidir.)

El-Özcendî (Kadîhan)           t Fetevâ

Hassâf                                  :   EdebB-Kada

Zahidi Kevser’i                    :   Makalât,    Tenbih’ül-Hatib’ül-

B ağ d âdi M. Ebu Zehre     :   Ebu Hanife

Bu eser ve bu Zevattan alarak bize aktaran, kendi izah­larımla da bizi aydınlatan muhterem bilginlere gelince; Suriye, Mısır, Mekke ve öbür İslâm beldelerinin ilim ve fazilet örneği zevatıdır:

Şeyh Âbdurrahman Hasan

Şeyh Yusuf ed-Decvi

Şeyh Abdullah Hayrullah Muhammed el-Hâmid Abdülhamid Takmaz M. Ali El-Murad Mustafa İbrahim Es-Selkîni A bdülaziz Uyunüssûd Abdülvehhab El-Hâftz Şeyh Muhammed el-Ardbi et-Tebâni

Biz, konuya bir ilâveyi yersiz ve açıklamaları yeter gör­mekteyiz. Allah’tan hayra hizmete vesile kumasını niyaz edi­yoruz.

Mütercimler

Kahire-Evkaf Bakanlığı, M çitler kısmı Md. Surİyenin seçkin ülemasmda Sem’ân Bölge Müftüsü Hama Sultan Camii Hatibi Fıkıh Müderrisi

Humus Fetva Emini Şamlı alim Mekke’de-Harem’de Mütecimler[1]

 

Mukaddime

ALLAH’a sayısız ve en güzel ve kendinden bereket doğ) şükürler senalar olsun. Kendisi nasıl ister ve hoşlanırsa öyle Ve peygamberlerin sonuncusu, Hak ehlinin önderi, nurlu tap ve aydınlık getiren sünnetiyle gönderilmiş efendimiz I hammed (S.A.V.)’e salât ve selâm…

Ve Allah onun bütün yalanları, arkadaştan ve onları izleyı lerden, müçtehit imamlardan, bilgisine göre yaşayan âlimlerdi ve onlarla birlikte bizlerden de razı olsun. Amin… Ya Rabbelâlı inin…

İmdi: Allah, hüuneti gereği varlıkları yarattı.   Ama onla] hayvanlar gibi içgüdüsüyle haşhaşa salıvermedi.   Üstelik onları hayatlarında yol gösteren peygamberler gönderdi. Ve (peygamfj herler eliyle) insanlar için kanun ve nizamlar kurdu. O nizamlı hayat boyu ibadetlerini yapar, geçim problemlerini halleder, gaj yelerine giden yolu aydınlatır, dünya ve âhirette böylece mutlu olurlar…                                                                                       

Peygamberlerin sonuncusu Efendimiz Muhammed (S.A.V.] dir. Şam yüce, nimeti bol olan Allah, onu bütün insanlık için1 uyarıcı ve yol gösterici olarak gönderdi. On» kitap indirdi. Ve1 ona ayıncı sözü öğretti. Onu aydınlık bir hür düşünce, her za­man ve her mekânda uygulanmaya elverişli, bütün dünya ve âhi-ret ihtiyaçlarını kuşatıcı Şeriatla gönderdi.

Onun arkadaşları, o şeriata inandı, ondan itirazsız ve gönü rızasıyle öğrenip, hayatlarında uyguladılar. Böylece de sere] doruğuna, kuvvet ve ikbalin zirvesine ulaştılar. Ülkeler fethedip, insanlık haysiyetini kurtardılar. Yeryüzüne ilim, adalet doğrulı ve aydınlık getirdiler.

Sonra onlardan tâbiun vazife devraldı.

Onlardan sonra da müçtehit imamlar devri geldi. Bilgi, an­layış, samimiyet ve hassasiyet ehli oldukları görülüp teslim edi­len imamlar…

Sonra, Dört Mezhebin Fıkhı, din prensipleri yazıldı. (R.A.). Onlardan da bu prensipler seçkin âlimler eliyle nesilden nesile aktarıldı. Allah bu mezhepler kanaliyle Şeriatı korumuş, hin se­neden fazla bir süredir de tslâm ümmeti bu mezheplere göre amel edegelmiştir.

Daha sonraki bir dönemde bazı kimseler türedi kî, imamla­rın mezhepleri onları enterese etmiyordu. Ve onlara baş kaldırdı­lar. FaMhlerin bütün emeklerini kulak ardına atıp, dini yeniden yorumlamaya kalktılar… Ve bu gözbebeği imamlara aykırı gö­rüşlerle halk Önüne çıktılar. Bunlar eski ulemanın bulamadığı doğruyu keşfettiklerini sanıyorlardı.

Halka, dinini karma karışık gösterip, bağlandığı hak çizgiden saptırarak fitneye düşürmüş ve böylece ümmetin saflarım böl­müş ittifakını bozmuşlar. Artık, ümmetin basma daha beteri bu­lunmaz bir belâ olmuşlardır.

Evet, onlar dinde müçtehit olmak, dini yeniden tefsir ve yo­rum yapmak iddiasındalar : Bunlar cehlin koyulaştığı; gizli açık, evde caddede, kadında, erkekte, okul ve dairelerde kötülüklerin baş kaldırdığı bir dönemde bunu yapıyorlar… Ve artık gözün gö­rebileceği, kulağın alabileceği dereceyi aşmıştır günah.

Halbuki, günümüz insanında nerde o müçtehit imamların tak­vası, onlardaki din ürpertisi, fıkıhtaki mevkileri… Kimde var Ehu Hanife’nin anlayışı, Şafii derecesinde keskin yargı, Malik kadar görüş… Ahmet gibi doğru nakil?..

Bunun için karar verdim (Allah’ın izni keremiyle), hiçbir devrin boş kalmadığı ilim ve fazilet sahibi kimselerin açıklama­larım derlemeğe, inşallah, bu kesin söz olacak bu konuda. Ve Al­lah’ın hidayet dilediği kimseler böylece doğruyu görmüş olacak.

Ve Allah’tan lütuf ve keremini ve çahşmamm rızasına uygun obuasını ve kullarının ondan yararlanmasını diliyorum. O işitir ve karşılık verir. [2]

Kahire’de, Evkaf Bakanlığı, Mescitler Kısmı Müdürü:

Şeyh Abdurrahman Hasan’ın ((El-Fıkhü Alâ El-Mezahibil-Erbea» Adlı Kitabının Mukaddimesinden Bîr Özet.

Bismillahirrahmanirrahim

Doğru yolu göstermek için Resulünü gönderen V’ bütün dinlerin en üstünü olsun diye Hak dini va^’ede: Allah’a mahsustur hamd.

Sağlam din ve halledici şeriatıyla insanlığı, karan hktan nura çıkarıp, en hayırlı yola şevketti; Dünya ve âhiret selâmetlerinin kendisinde olduğu yol…

Selât ü selâm, Rabbine çağırmak için ortaya çıkan, kendisine indirileni tanı tebliğ eden, kurtuluş yolunu aydınlatan, sapık ilkeleri silip doğru yolun işaretlerini yeryüzünde parlatan, insanların, dinine kitleler halin­de girerek onun irşadıyla olgunlaştığı ve yol gösterme­siyle doğruyu bulduğu Efendimiz Muhammed (S.A. V.) e, O’nun yakınları arkadaşları ve onlara yetişen­lerden Allah razı olsun. Onlar İslâm sancağını taşıdı, islâm şeriatım korudu, tam anlamıyla Allah yolunda savaştılar… Bu ana çizgiye uyan, kıyamete kadar bu harika kaynaktan ışıkîananlardan da Allah razı olsun.

İmdi: Peygamberimiz (S.A.V.) in rehberliği 23 yı­la yakın bir süredir. Bu zaman içinde Allah ona her şeyin ana ölçüsünü veren kitabı indirdi: Ahlâk, iba­det, hüküm ve müeyyide olarak… Ama bu hükümler tafsilatıyle anlatılmak yerine, çoğu özet ve ölçü ola­rak bildirildi. Kalanını Resulullah (S.A.V.) kendisine başvuruldukça açıkladı. «Biz sana Kur’an’ı indirdik ki.

halkın muhtaç olduğu şeyleri açıklayasın.» [3] Ve Pey­gamberimiz (S.A.V.) kitab’m ayetlerini açıkladığı gi­bi, kendisine sorulan bazı olayların fetvasını da verir­di. Bazan öyle olurdu ki, bildirdiği fetva, sorulanla bir­likte başka bir durumun hükmünü de açıklayıcı olur­du. «Ebu Hüreyre’den (R.A.) nakledilmiştir: Bir adam, Resulullah’a sordu: «Biz deniz yolculuğundayız, yanı­mızda da az bir su var, onunla abdest alsak susuz ka­lacağız. Deniz suyu ile abdest alabilir miyiz?..» Resu-lullah CS.A.V.) cevap verdi: «Denizin suyu temiz, ölü­sü (Balık) helaldir…» [4]

Sahabelerin ezberlemedeki farklı durumları: Sahabeler çoğu zaman Peygamber (S.A.V.) le top­lanırlardı. Ona gelen vahyi dinler ve onun ne dediği­ni, ne yaptığım kavramağa çalışırlardı. Ama tabii her zaman hepsi böyle yapamazdı. Bu yüzden de arala­rında, bir veya iki hadis gibi çok az şey duymuş olan­lar da vardı. Bunun yanında çok sayıda hadis ezberle­yip kavrayanlar, ya da orta derece olanlar da vardı. Sebep; bazılarının malı mülkü ile uğraşması, pazar­larda ticaretle meşguliyeti veya rızkını temin için koş­turmakta oluşları… Bu yüzden de Resulullah (S.A.V.) m her oturumunda hepsi bulunamıyordu. Ama bunun yanında hemen her zaman onunla birlikte olanlar var­dı. «Ebu Hüreyre» gibi. Bu yüzden de sahabenin en çok hadis nakledenlerindendi. Hatta, fazla hadis riva­yet ediyor diye, ayıplayanlar bile olmuş ve kendisi bu konuda şöyle açıklama yapmıştı: «Bazı kimseler, Ebu Hüreyre aşın gidiyor derler. Eğer Allah’ın kitabında şu iki âyet bulunmasa bir hadis bile nakletmezdim : Ve o âyetleri okumuştur» : Yol gösterici ve hidâyet verici olarak indirip bir de açıkladığımız halde, halka o ki taptakini açıklamayıp ketmedenler, onlar Allah’ın d lanetine uğrar, lanet edebilecek herkesin de…    Am bundan tevbe edip yola gelen ve  (gerekeni gerektiği gibi)  açıklayanlar başka.   Onlara gelince, tevbelerinij kabul ederim. Çünkü ben tevbeleri kabulde merhamet-! liyim.»  [5]

Durum şudur: Muhacir kardeşlerimiz mal ve iş>, leriyle uğraşırken, Ebu Hüreyre   (yani kendisi)   kar-j nmı doyurmakla yetiniyor, Peygamberi izliyor, onla-f rın bulunmadığı toplantılarda bulunuyor, böylece on­ların ezberleyemediğini ezberliyordu.»  [6]

Yine sahabeler (R.A.) bu konuda yarıştıkları gibi, anlayışta da derece derece idiler. Duyduklarını ezber­lemede de… Ve bazısı dinliyor ama sözleri ezberleye- | mediği için,    duyduklarını anladığı   kadarıyla mâna olarak naklediyordu…

İbni Abbas (R.A.) gibi bazısının hem hafızası, hem anlayışı kuvvetli olmasına karşı, bazısı da orta dereceydi. Kur’an konusunda da durumları böyleydi. Onu anlamada da değişik seviye gösteriyorlardı. Ba­zısı onu sadece ezberliyordu, onun için de bunlardan i fetva zuhur etmiyordu. Ancak âlimler, yani Allah’ın f kitabı ve Resulullah’ın sünnetinde anlayış ve kavra-yışta seçkin kimseler fetva verebilmişlerdir.

İşte Ebubekr, Ömer, Osman, Ali ve Abdullah İbni Mes’ûd, Abdurrahman İbn Avf, Ubeyy İbni Kâab, Mu-az İbni Cebel, Ammar İbni Yasir, Hüzeyfet’ül-Yemân, Zeyd İbni Sabit, Ebu’d-Derda, Ebu Musa el-Eş’ari ve Salmanı Farisi (R.A.) bunlardandı. Ve Peygamberin j zamanında fetva vermekteydiler.

Nitekim,   Resulullah (S.A.V.)   Muaz  (R.A.) ı men’e gönderirken ona demişti ki;

—  Neye göre hüküm vereceksin?

—  Allah’ın Kitabına göre.

—  Onda bulamazsan?

—  Allah Resul’ünün sünnetiyle.

—  Onda da bulamazsan?

—  O zaman re’yim (görüşüm) le… [7] Buradaki «Re’y». tabii «İçtihat» tan başka bir şey

değil… Ya da, meseleleri benzerlerine göre kıyasla­maktır. Veya diyelim; genel şer’i kanunları uygula­mak…

Eh, artık bunu, Kitabullah (R.A.) ve Resulünün sünneti (S.A.V.) nin taşıdığı şeyi sezme gücü olanlar,, âlimler başarabilir… [8]

Sahabe Ve Onlardan Sonraki Devirlerde İçtihat

Resulullah vefat etti. Sahabesi, bahsi geçtiği gibi, Allah’ın kitabı ve Resulün sünnetinin bilgisiyle baş-başa kaldılar. Kitabullah yazılmış ve ezberlenmişti. Ama sünnet, Resulullah’ın söylediği ve yaptığı şeyler olarak sadece sahabenin hatırında kalmıştı… Ya da onlardan bazılarının derlediği kitabcıklarda…

Tabii yazanlar unutmamak için kendilerine göre yazmışlardı bunları. Bu meyanda, Abdullah îbni Arar Bin’il-As’ın (duyduğu) hadisleri derlediği gerçektir. En sahih hadisleri içine alan bu kitaba «es-Sâdık» adı verilir. Ve dört büyük imam (R.A.) bunu kaynak edin­mişlerdir. Haniya sünnet sahabeden naklen alınırken -henüz tam kitaplaşmamıştı. îster Peygamber (S.A.V.) den duyulan lafız, ister ravinin duyduğu hadisten an­ladığı mefhum şeklinde olsun…

Fetvanın sahası Kur’an’da geçen ve yüce sünnet­te nakledilen şeyden ibarettir. Ne var ki; müftünün ki­tapta (nass) bulamadığı ve olaylara hüküm vermek için bir hadis bulamadığı durumlar da oluyordu. îşte o zaman re’yi ile içtihatta bulunurdu. Meseleleri ben­zeriyle karşılaştırıp hükme bağlıyordu.

Bazısı da başkasından hadis alır, hatta ilimde bir üstün yeri olsa dahi artık bir başkasından; Kitap ve Sünnette, kendisine sorulan mesele hakkında başka nass var mı diye sormayı hiç birisi anlamsız bul­mazdı…

İbni Cerir der ki: «İbni Ömer ve ondan sonra da Medine’de yaşamış olan, Allah Resulünün (S.A.V.) sahabelerinden bir grup, Zeyd İbni Sabit’in mezhebi­ne göre fetva verirlerdi. Resulullah’tan (S.A.V.) bir söz duyup ezberlemedikleri hususlarda idi tabii, on­dan aldıkları şeyler…»

Mesruk ta diyor ki; «Resulullah’m sahabelerinin büyüklerinden, Hz. Aişe (R.A.) ye Ferâiz konusunda soranlar olduğunu görmüşümdür. Ve davalar Ebu Bekr Sıddık (R.A.) a götürülür, o da o konuda Kitap ve Sünnetle karar verirdi. Onlarda bulamayınca da, yanında bulunan sahabelere sorar, onlarda bir malû­mat varsa ona başvurur, yoksa artık re’yi il© içtihatta bulunurdu…

Râşid Halifeler (R.A.) birçok konularda kendile­rince çözülemeyen şeyleri, sahabeleri toplayıp onlara arzederlerdi. Olurya, herhangi birisi bir hadis biliyor, ya da kitaptan bir şey anlamaktadır… Meseleyi tartı­şırlar, bu müzakerenin ışığında meseleler de çözülmüş olurdu. Nitekim Ömer, Abdullah İbni Mes’ud ve Zeyid bin Sabit de birbirlerine fetva sorarlardı.

Ve aralarında kadınların da bulunduğu 130’dan fazla sahabenin fetva verdiği tesbit edilmiştir.

Bunların da en çok fetva vereni 7 zattır: Ömer İb-nil Hattab, Ali bin Ebu Talip, Abdullah İbni Mes’ûd, Aişe Ümmü’1-Mü’minin, Zeyid bin Sabit, Abdullah İb­ni Abbas, Abdullah İbni Ömer (R.A.) Orta derecede fetva rivayet olunanlar ise: Ebubekr, Ümmü Seleme,

Enes bin Malik, Ebu Hüreyre, Osman ve jftekiler (R. A.)…

Kalanı çok az fetva vermiştir. Hatta bazılarından bir veya iki mesele, yahut birkaç tane nakledilmiştir. Ama aralarında, başka ilim dallarında mütehassıs olanlar da vardı… İbni Vehb der ki:

— Ömer İbn’il-Hattab (R.A.) Cabiye günü halka şöyle hitabetti: «Ferâiz konusunda mesele sormak is­teyen, Zeyd bin Sabit’e baş vursun. Fıkıh konusunda sorusu olan Muaz bin Cebel’e başvursun. Malî konu­larda da bana gelsinler…

Öte yandan «Ferâiz» ve helâl haram ahkâmından Aişe (R.A.) çok daha ileriydi. Zaten daha önce «Resu­lullah’m bazı büyük sahabeleri ondan ferâiz konula­rını sorarlardı.» diye kaydetmiştik… [9]

İçtihat Halkasının Genişlemesi

Fetihler sürdü gitti. İslâm ülkesinin toprakları ge­nişledi. Doğuda batıda fetihler birbirini izledi. Öyle ki: Dünyanın büyük merkezleri bile ele geçti. Bilhas­sa fetihler vesilesiyle sahabeler (R.A.) bu merkezlere dağıldı. Aralarında hadis hafızı veya fukahadan bil­ginler de vardı. Arap yarımadasında bilinmeyen bir­takım adet ve yaşayış tarzlarıyla karşılaştılar, oralar­da… Fetih olayının sonucu olarak birtakım olaylar ve müslümanların o fethedilen yer halkıyla karışmasın­dan doğan yeni durumlarla karşılaştılar. Zira her ül­kenin kendine göre adet, ahlâk ve düzenleri vardır. Tş-te alim ve sahabeler, bunlarla yüzyüze gelince, hak­kında kitap ve sünnetten bir dayanak bulamadıkları meselelerde re’y ile içtihad etmekten başka yol yok­tu. Ama bu «Re’y», öyle keyfi davranış değil; özellikle kitap ve sünnetin genel prensiplerine uygun düşen bi­çimde görüş bildirmekti. İşte bu yüzden de o asırdan itibaren içtihat halkası genişledi… [10]

İlmin Doğup, Yayıldığı En Önemli Merkezler:

Resulullah’m (S.A.V.) sahabelerinden olan bilgin­lerin bulunduğu ve ilmin, fıkhın doğduğu merkezlerin

en önemlileri; Medine-i Münevvere, Mekke-i Mükerre me, Küfe, Basra, Şam ve Mısır’dır.

Medine’ye gelince : Burada sahabenin seçkin alim leri bulunuyordu: Ömer, Ali, Abdullah İbn Mes’ûd Zeyid bin Sabit, Abdullah îbni Abbas, Abdullah İbn Ömer ve benzeri daha birçok zevat (R.A.). Bunlar ara smda kendisini tamamen ilme veren ve kendisinder çeşitli konularda en çok bilgi alınan, dinleyici ve tale besi en bol olan, Abdullah İbni Ömer ile Zeyid bin Sa bitti. Abdullah takva ve hassasiyet sahibi, nakillerin de titiz. Peygamber (S.A.V.} in hadislerinden öğrendik lerini lafızlarının aslını araştırmada dikkatli, Ondan duyduğu şeyleri hafızasında tutmada çok sağlamdı.

Ne var ki; Hassasiyeti ve Allah korkusu, onu çoli sayıda hadis toplamasına rağmen fazla fetva vermek^ ten, re’yi ile hüküm çıkarmaktan alıkoymuştur.

Zeyid bin Sabit ise, geniş kültüre ve kitaptan sün­netten hüküm çıkarmada büyük güce sahipti. Ömer ve Osman (R.A.) dahi mahkeme kararları, fetva, fe-râiz ve kıraatte ona kimseyi tercih etmezlerdi. İbni Abbas da (R.A.) üzengisini yakalar ve derdi ki; «Alim lere ve büyüklere işte böyle yapılır.»

Sonra, fıkıh ve fetva, tabiin’e geçti. Onların da en meşhurları: Said bin Müseyyeb, Urve’t-ibni’z-Zübeyr, Kasım bin Muhammed, Harıcet ibni-Zeyid, Ebubekr bin Abdurrahman bin Haris, Süleyman bin Yesar, Ubeydullah İbni Abdullah bin Utbe bin Mes’ud (R.A.) idi…

Bu fakihlerin de en derini ve Resulullah (S.A.V.) m verdiği hükümleri; Ebubekr, Ömer, Osman ve Ze­yid bin Sabitin yargılarını ve fetvalarını en iyi bilen de Said bin Müseyyeb’di. O, Zeyd’in talebesiydi ve onun görüşünü hep başkalarının kavline tercih eder­di. Bu tabakadan da Medine’nin çok sayıda fakihi devraldı ilmi. Bunları izleyen tabaka içinde, hicret bölge­sinin imamı olan Malik bin Enes zuhur etmiştir.

Mekke-i Mükerreme : Fetihten sonra Allah Resulü (S.A.V.) oraya Muaz (R.A.) ı vekil bıraktı. Halka dini anlatsın, helâl ve haramı öğretip onlara Kur’an okut­sun diye. Aslında o fıkıh ve fetvada orta. dereceydi. Ama sahabenin; helali haramı en iyi bilen ve Allah’ın kitabını en güzel okuyanlarmdandı. Nitekim Ömer, Abdullah bin Abbas ve Abdullah bin Ömer (R.A.) de ondan hadis nakletmişlerdir. Ama Muaz’m eğiticiliği Mekke’ye has da kalmadı. Hani Resulullah CS.A.V.) onu Yemenlilere mürşid ve kadı olarak göndermişti. Ebubekr (S.A.V.) in hilafeti sırasında da Medine’de fetva verir, halka dini anlatırdı. Şam’a doğru savaşa gittiğinde Ömer (R.A.) demişti ki; «Onun Medine’den ayrıksıyla Medine halkı fıkıh konusunda sahipsiz kal­dı, onlara fetva verecek kalmadı. Ömer de hilâfeti sı­rasında onu Şam’a gönderdi.

Abdullah İbni Abbas da ömrünün sonlarında Mek­ke’de bulundu. Mescid-i Haram’da halka; tefsir, hadis ve fıkıh öğretirdi. O da, sünneti kavrayış, hadisin yo­rumu ve fıkıhta geniş bilgi sahibiydi. Nitekim, Ebu Muhammed bin Musa, onun fetvalarını yirmi risale halinde toplamıştır. Mücâhid onun bilgisinin çokluğu yönünden «Derya» diye anıldığını söyledi. Ubeydul-lah bin Abdullah bin Utbe de : «Ben İbni Abbas’tan sünneti daha geniş bilen, re’yi daha güzel, daha uzalc görüşlü bir kimse görmedim» demiştir,

Ömer îbni Hattab (R.A.) da ona: «Bize birtakım meseleler çıkıyor ki; onların ve benzerlerinin hakkın­dan ancak sen gelirsin.» derdi.

İbni Abbas ve arkadaşlarından başhyarak ilim ve fıkıh Mekke’de yayıldı. Ve onlar sebebiyle Mekke meş­hur oldu. İbni Abbas’dan ilmi alan Tabiun âlim ve faküllerinin en meşhurları, Mekke halkının fakihi Ata bin Ebi Rebbah ve Tavus bin Keysan’dı.

Bundan sonra da üçüncü tabaka geldi. Bunların da meşhurlarından biri Ebu’z-Zübeyr el-Mekki’dir.

Ve sonra dördüncü tabaka. Onların da, İbni Cü-reyc ve Süfyan bin Üyeyne meşhurları arasındaydı.

Beşinci tabaka içinde belli balı; Müslim bin Halid’  ez-Zenci vardı.

İbni Üyeyne ve ez-Zenci’den, Muhammed bin İdris es-Şafii, gençliğinde faydalandı.

Kûfe’de ise: Müslümanlar «Kûfe»yi Hz. Ömer (R. A) in hilafeti sırasında kurmuş ve sahabelerden bazı­ları orayı mesken tutmuştu. Bunlar arasında fıkıh ve ilmin ehli bir grup vardı. Allah’ın kitabını ve Peygam-ber’inin sünnetini anlayan insanlar…

Bunların en şöhretlileri; Ali bin Ebi Talip ve Ab­dullah İbni Mes’ud (R.A.) idi.

İbni Mes’ud: Hz. Ömer onu göndermiş ve kûfeli-lere de; «Abdullah İbni Mes’ud’u size öğretmen ve ida­reci olarak gönderiyorum. Ve onu sizin için nefsime tercih ediyorum. Ondan faydalanın» diye yazmıştı. :;        Kûfe’ye vardı ve orada mescidin yanında bir ev \.: yaptı. Zaten sahabenin kitap ve sünnet bilgisinde en I’ seçkinlerindendi. Peygamber (S.A.V.) in yanından ay­rılmamış, kendini Kur’an’ı ezberleme ve mânasını an­lamaya vermişti.

Ukbe bin Amr der ki; «Ben, Muhammed (S.A.V.) e indirileni, Abdullah’tan daha iyi bilene rastlamadım. Ve zaten onun âlim ve öğretici kişiliğini Resulullah (S.A.V.) de belirtmiştir. Onun görüşleri hüküm çıkar­mada da ölçüydü. Bunun için de, Ömer (R.A.) onun görüşlerini son derece takdir eder ve kendisi için müş­kül meselelerde ondan fetva alırdı. Ama aynı şekilde o da Ömer’den fetva sorar ve kendine müşkül görü­nen olaylar hakkında ona akıl danışırdı. İşte böylece, Kûfe’de Kur’an öğretmek, onun tefsirini yapmak ve Peygamber’den duyduğu gördüğü şeyleri halka aktar­makla uğraşıp durdu. Kendisine sorulan konularda da fetva verirdi.

Ama ne var ki, îbni Mes’ud, Kitabullah ve Sünne­ti seniyedeki bu geniş bilgisine rağmen birçok olaylar­da reyiyle içtihat ederdi. Çünkü onlar için «Nass» bu­lamıyordu. Haniya Küfe, Iraklı, İranlı birtakım insan­larla doluydu. Ve bunların kendilerine göre uygula­maları vardı; Irak bölgesinde var olan nizam ve me­deniyetlere dayalı hayat tarzı… Bir de fetihten sonra yeni olaylar doğdu ki; bunlar daha önce Hicaz’da yok­tu. Elbette bu olaylarda çelişik durumlar olacak, Kü­fe bilginini re’yiyle hüküm vermeye zorlayacaktı.

İbni Mes’ud’dan sonra da olayların yenilenmesi sürdü. Şakirtleri de bu yüzden re’y ile hüküm veri­yordu. Daha sonrakiler de böyle davrandı. Ve Irak uleması arasında «Re’y»in çok kullanılması şüyu’ bul­du.

Anlaşılıyor ki; Irak’ta hadisin azlığı, fakihlerin «re’y»le hüküm vermesine yol açıyordu, İbni Haldun’­un dediği gibi: «Hadis nakücileri Hicaz’da çoktu. Irak’a gelince orada hadis azdı…»

Ali bin Ebi Talip (R.A.) e gelince o sahabenin en seçkin ve en bilginlerindendi. Ama o, harp ve idare ile meşgalesi yüzünden fırsat bulup Küfe’de ilim ve fıkıh yaymaya yönelemezdi. Bununla beraber bazı sahabe ve tabiim yine de ondan fıkıh öğrenmiş ve fetva al­mışlardır… Kûfe’de İbni Mes’ud’dan, Hz. Ali ve öbür sahabelerden CR.A.) ders almış bilginlerin en seçkin­leri de; «Alkame bin Kays’en-Nah’iy», «Şürayh bin’il-Haris’ul-Kâdi», «Abdullah bin Utbe bin Mes’ud’ul-Kâ-

di-, «Esved bin Yezid’un-Nah’iy», «Ömer bin Şürahbil’ el-Hebedâni», «Mesruk bin’il-Ecda», *Abdurrahnıari bin Ebi Leyla»… Böylece 120 kadar sahabeden faydaj lanmiştır.

Üçüncü tabakanın da en meşhuru: «İbrahim’üı Nahiy, Amir’üş-Şa’bi» ve «Said bin Cübeyr» idi.

Bundan sonra «Hammad bin Ebi Süleyman» vt «Süleyman el-A’meş»in bulunduğu tabaka gelir. hayet Ebu Hanife’nüı seçilip çıktığı tabaka geliyor ki| aralarında «Abdulah İbni Şibrim’e» ve «Süfyan’es-Sev-j ri» de vardır… [11]

Basra :

Orada da sahabeden Ebu Musa el-Eş’ari şöhre bulmuştu. Bir de Enes îbni Malik… Bu ikisini ise âlim ler, Peygamber (S.A.V.) den sonra fetva veren saha benin ikinci sınıf bilginlerinden sayar… Ama Enes fa-kihliğinden çok muhaddistir. Ebu Musa ise, ilim ve fi kıhta belirgindir. Aynı zamanda, idarede, anlaşmaz lıklaıı halletmede mahirdi. Nitekim Ömer (R.A.) d onu idareci «Vali» olarak tayin etmiş, ona bir de âlim­lere «şehadet ve mahkeme» usulünde esas olan meş­hur mektubunu göndermişti.

Eh, tabiun ve ondan sonrakiler arasında Basra’d£ bir hayli meşliur müftüler ortaya çıkmıştır. İlk taba kada; «Hasan’ül-Basri» var. Beşyüz kadar sahabeyi ta nımıştır. Ve bazı âlimler, onun fetvalarını yedi kalın ciltte toplamışlardır.

Bunlar arasında Muhammed İbni Şirin var ki; bu zat, «Zeyd bin Sabit», «Enes İbni Malik» ve «Şüreyh»in talebesi. Aynı zamanda sağlam muhaddis, kendine so rulan hususlarda fetva veren fakihtir.

«Müslim bin Yesar» da bunlardandır. Bunları iz­leyen tabakadaysa; «Eyyub’üs-Sehteyâni», «Kıtâde» ve «Hafs bin Süleyman» vardır.

Sonra «Osman bin Süleyman’ül Betiy» tabakası, sonra da; «Hammad bin Seleme» tabakası gelir. [12]

Şam:

Oraya, Ömer (R.A.) Muaz’ı göndermişti. Ayrıca; «Ubade bin Samit», «Ebu’d-Derda» da halkı eğitmek ve dinini öğretmek için gönderilmişlerdi.

Muaz’ın kimliği yukarıda açıklandı. O Filistin’e de gitti. Orada da öğretime devam etmişti. *Ubade» ise Kur’an cem’edenlerdendi. «Hak» konusunda titizdi. Al­lah’ın dininde en fakihlerdendi. Filistin’in yönetimiyle de uğraşmış ve Şam’da vefat etmiştir. Ebu’d-Derda ise; ilim ve fıkıhta sahabenin seçkinlerindendi. Şam’­da yönetici olarak bulundu ve orada öldü.

Hz. Ömer bunlardan sonra da; «Abdurrahnıan bin Ganem»i gönderdi. Bu zatların gayretiyle Şam’ın dört-bir yanma fıkıh ve ilim yayıldı. Ve Tabiûn’un çoğu bunlardan fıkıh öğrendi. Bunların elinde yetişmiş olanların en bellileri de; «îdris el Havlâni, Şûrahbil bin’is-Semt, Kubeyset’übnü-Züeyb’ül-Huzâ’î».

Bunları takip eden tabakanın meşhurlarından: «Abdurrahman bin Cübeyr, Mekhül ve Ömer İbni Abd’ül Aziz» vardı.

Bunları da inıam-ı Evzai’nin aralarından çıktığı tabaka takip ediyor. Şamlıların imamı olan Evzai’nin mezhebi daha sonra Mağrip ve Endülüst’e yayılmıştı; Malik ve Şafii’nin mezhepleri karşısında hayatiyetini sürdüremese de… [13]

Mısır:

Oraya da çok sayıda sahabe göç etmişti. Ama aralarında fetvalariyle ün kazanan «Abdullah İbni Âm İbni As» olmuştu.

Bu zat ikinci tabaka müftülerden sayılırdı. Ama o hadiste üstündü. Resulullah’tan (S.A.V.) ne duyar sa yazardı.

Mücahit der ki «Abdullah İbni Amr’m elinde bi kitapçık gördüm». O ne, diye sorunca: «Bu Sadıkadır Onda, aramıza başka biri girmeden,    Peygamberde (S.A.V.) ne duydumsa hepsi var.»

İşte bu risale en sahih hadis kitaplarmdandır Dört imam ve ötekiler bu kitabı senet saymışlardır.

Abdullah Mısır’a babasının devrinde gitti. Orada öğretime devam etti ve Mısırlılardan çoğu ondan fıkıh] öğrendi. Sahabe asrından sonra, müftülerden Yezid bin Hübeyb şöhret yapmış ve o da Mısır’da oturan ba-i zı sahabeden feyz almıştı. Bu zat, Ömer bin Abdüla-j ziz’in müftü olarak vazifelendirdiği Cmevâli) üç zat­tan biridir. Bunlar; Yezid, Abdullah bin Ebi Cafer ve, Araptan bir kişi… Nitekim bazı Araplar, Ömer’i bui yüzden tenkit etmişler o da:

«Benim günahım nedir, mevâliler çalışıp yükselir­ken, sizin kendinizi ihmal edişinizde?..»

Yezid bin Hubeyb’in en meşhur talebelerinden; «Leys bin Saad» ilim ve fıkıhta derya idi. İlmi ehlin­den almak için birçok şehirleri gezmişti. Bu meyanda Mekke, Şam ve Bağdat’a sefer yaptı. Tabiun’dan 59’uy-la görüşüp konuşmuştur. Medine’de İmam Malik ile dostluk kurdu. Bazı konularda yazışma yaptılar. İlim­de senetti. Büyük meselelerde idareciler ona danışır­lardı. Kendine has mezhebi vardı.. Ve Mısırlılar bir müddet onu taklit etti.. Bundan sonra da îmam-ı Ma­lik ve Şafii’nin arkadaşları tanınmaya başladı. Daha sonra da fıkıh taklitten ibaret kaldı. [14]

Dört Mezhep

Müctehitlerden mezhepleri bilinenler: Süfyan’üs-Sevri, Hasan’ül Basri, İbni Ebi Leyla, Evzai, Leys, Ebu Hanife, Malik, Şafii ve îbni Hanbel’dir. Bu son dördü büyük müslüman kitlelerin her. bölgede kendilerine uyduğu ve kendilerine bu güne kadar gelmek nasip olan mezheplerdir.

Öbür mezhepler ise dört imamın gücü karşısında dayanamayıp, zamanla kayboldu. [15]

Dört İmam

I.

Ebu Hanife (R.A.) (80-150 H.)    

Hayatı: İmam Ebu Hanife Numan bin Sabit, Mer-van oğlu Abdulmelik’in hilâfeti zamanında, CH. 80) tarihinde Kûfe’de doğdu. Babası, tam gelişinceye ka­dar onu himaye etti.

Mesleği ve öğrenimi: Ebu Hanife ticaretle uğra­şırdı. Başlangıçta ilme intisap etmemişti. Ve kimse onu, bu meşgalesi yüzünden, ilim adamı olarak tanı­mazdı. Sadece ticaret hayatını bilirlerdi. Üstün aklı ve keskin zekâsı onu yöneltti. Şa’bi diye bilinen din li­derlerinden bir zatın dikkatini çekti. Ve ona, ilme ça­lışmayı ve kendisinin toplantılarında bulunup, bilgin­lerin görüşlerinden yararlanmayı tavsiye etti.

Ebu Hanife’nin hoşuna gitti bu öğüt. Ve kısa bir an çarşıyı pazarı terketti. Kûfe’de kendini ilme verdi. Gün geldi büyük mesafe kat’etti ve ilerledi. Bir ara Basra’da c’aha büyük âlimlerin olduğunu duyunca ora­ya gitti. Orada ilim halkasına devam etti. Ve kısa za­manda oı anın ileri gelenleri onun zekâsı, sür’at-i inti­kali, zor problemleri çözüvermesini ve hocalarının bi­le yanlışlarını düzelttiğini görüp, hayran kaldılar…

Üstün Kabiliyeti ve Ulemanın   Onu   Takdirleri:

Onun yetkisi, sırf İslâm fıkhında, ya da tefsirden ha­disten birinde değildi. Edebiyat vs. konularda bile şöh­ret kazanmıştı…    Nitekim ulemanın   çoğunluğu onu övmekte :

îmanvı Malik’ten soruldu da şöyle dedi: «Sübha-nallah; onun dengine rastlamadım. Vallahi dese ki, şu direk altundur, sözünü kıyas yoluyla delillendirip is­pat eder.»

İmam Şafii de buyurdu: «Fıkıhta derinleşmek is­teyen herkes Ebu Hanife’ye dayanırlar. Ondan daha derin fıkıhçı tanımıyorum.»

İmam Ahmed de onu anınca ağlar ve rahmet okur­du. Nadr bin Sehl de :

«Halk fıkıh konusunda uykudaydı. Ebu Hanife (R.A.) onları uyardı. Yaptığı çalışmalarla…» diyor.

Hafız İbni Meymun da dedi ki: «Ebu Hanife dev­rinde, ondan daha âlim, daha muttaki daha zahit, da­ha anlayışlı kimse yoktu.»

Bir gün halife Mansur’un yanma girdiğinde, Man-sur şöyle seslendi: «İşte günümüz dünyasının tek bil­gini…»

Daha buna benzer çok şey var. Bununla yetiniyo­ruz.

İbadeti ve (Dini) Ürpertisi: Ebu Hanife (R.A), Aziz ve Celil olan Rabbine itaati, gecelerim namazla geçirmesi, Kur’an okumasıyla meşhurdur. Ve denir ki; kırk yıl yatsı abdestiyle sabah namazı kılmıştır. Kom­şuları da onun, geceleri namaz kılıp, Kur’an okuyarak ve Allah korkusundan ağlıyarak geçirdiğini duyduk­larını anlatmışlardır. Bir ara Küfe koyunlarıyla, göçe­belerin koyunları karışmıştı. Sordu: «Koyun kaç yıl yaşar?» «Yedi yıl» dendi. Bunun üzerine yedi yıl ko­yun eti yemekten; sakındı [16]

O ipek kumaşçısıydı. Sözü geçtiği şekilde, ham ipek aîır temizler ve satardı. Tezgahtarı ipek paketini açtı ve bir de baktı; kırmızısı kırmızı, sarısı sarı kal­mış. Dedi ki: «Allah’dan, cennet dileriz.» Bunun üze­rine Ebu Hanife ağladı. Öyle ki şakakları çatlayacaktı ve: «Bizim gibiler cennet bekliyor. Halbuki af isteme­liyiz Allah’tan… buyurdu.

Ve bu zat kendine borçlu bir kimseye ait ağacın gölgesinde oturmazdı. Ve derdi ki: «Borçludan gelecek her menfaat faizdir.»

Sordular: «Hangisi daha üstündür? Esved mi, Al-karne mi? [17] Şöyle karşıladı: «Vallahi biz onları tar­tışmaya bile ehil değilken, birini öbürüne nasıl tercih ederiz…»

Bir zaman «Halife» Mansur onu, fetva vermekten men’etmişti. Kızı Leyla ona diş kanaması ile abdestin bozulup bozulamayacağmı sorunca: «Amcam Ham-mad’a sor. Halife beni fetva vermekten men’etmiş bu­lunuyor. Gizli de olsa reisinin emrine karşı gelen Kim­se durumuna düşmiyeyim…» diye cevap verdi.

Ve İmam Kur’an’ı vefat ettiği yerde 7000 kere hat­metti.

Ahlâkı: İmam merhum; zühtü, kanaati ve az ko­nuşmasıyla tanınmıştı. Aynı zamanda kendine kötü­lük yapanı affetmesi de meşhurdur. Ve bir kimsenin gıybetini ettiği tesbit edilmemiştir. Malı ile iyiliği bol, ihtiyaçlılarm yafdımma koşan, hatta komşularını bu konuda aile halkı gibi tutan bir şahsiyetti.

Anlatıldığına göre : Sarhoş bir komşusu vardı. Ge­celeri nara atar, gürültü yapardı. Böylece Ebu Hanife bu naralardan ve dik sık şu beyti terennüm edişinden çok huzursuz oluyordu:

«Beni harcadılar, bakın nasıl bir yiğidi.

Kötü bir günde bir gediği tutacak genci…» Bir gece bu sarhoşu hapsederler. Ebu Hanife alı­şıldığı gibi geceleyin, naralarını duymayınca sorar ve durumu öğrenince ona tevbe ettirmek ister. Hakime giderek bağışlanmasını ister. İsteği kabul edilip, kom­şusu Ebu Hanife ile çıkar. Ona minnettardır. Ebu Ha­nife ise ona latife edip: «Seni harcadılar mı?., diye so­rar. Bu iyilik adam için yola getirici olur ve o günden sonra günahlarına tevbe eder ve doğru yolu seçer…

Ebu Hanife yumuşak huyluydu. Kendisine kötü­lük edenleri hoşgörü ile karşılar, affederdi. Adamın biri ona; «Ey zındık» diye hakaret etti. O, şöyle cevap verdi:    «Allah seni bağışlasın, o senin dediğinin aksi olduğunu bilir…»

Emanete son derece dikkatli idi. Allah rızasını her şeyin üstünde tutardı. Allah rızası için boynunu kılıca bile uzatmağa razı olurdu.

Harun’ür-Reşit, Ebu Yusuf’a dedi ki: «Bana Ebu Hanife’nin ahlâkını tanıt.» O da; «Yasaklardan şiddet­le sakmırdı. Allah’ın dininde tanı bilmediği bir konu­da konuşmaktan ürperirdi. İtaati sever, asi olmazdı. Az konuşur alel acele cevap vermezdi. İlim ve mal için dosdoğru çalışır, nefsiyle uğraşmaktan, halktan uzak kalırdı. Hiç bir kimseyi kötülükle anmazdı.» Bunun üzerine H. Reşit yazıcısına; «Bu portreyi kaydet» dedi.

Hikmetli sözlerinden : «Dünyanın, Hakka isyan et-tiriciliğinden başka hiçbir aksi özelliği olmasa sadece bu bile, ona yüz çevirmeye yeter sebepti…»

«İnsanın  bildiğini söylemesinde bir sakınca yok­tur. Günah sadece kesin- bilinmiyeni söylemektedir.» «Dünyada takva sahibi fakihten daha az bir şey yoktur.»

«Vaktinden önce (tam olmadan) ilimde baş olmak isteyen, ömrünün kalan kısmım sürekli hata ile geçi­rir.»

«İnsanların hoşlanmadığı şeyleri anlatmaktan sa­kının; hakkımızda kötü söyleyenleri Allah affetsin, iyi söyleyenleri de rahmetine kavuştursun.»               

«Gönlünü yüksek tutan insan için, dünya ve dün­yadaki her şey değersiz olur.»                    

«Sonu nedametle biten safalı bir hayattansa, az bir dünyalık daha hayırlıdır…»

İçtihattaki Metodu: Kendinden şöyle sözeder:.; «Bulabilirsem Allah’ın kitabını alırım. Onu bulama­dım mı, Resulullah’m Sünnetini ve ondan gelip güve-” nilir kimseler arasında yayılmış eseri alırım.

Allah kitabında, Peygamberinin Sünnetinde bula­mayınca da, sahabeden dilediğimin görüşünü alırım. İstediğimi de almam. Ancak onların sözünü bırakıp başkasınınkine bakmam. Mesele gelip, İbrahim [18], Şa’bi ve İbni Şirin (burada daha bazı müçtehitleri say­dı) e dayanınca artık bana, onların içtihat ettiği gibi içtihat etmek düşer.»

Ve yine diyor ki; «Allah’ın kitabında delil varken; yahut sünnette delil varken, veya bir meselede saha­be icma’ etmişken, bir kimsenin re’yiyle hüküm ver­mesine izin yoktur. Ama sahabe o meselede ihtilaf et­mişse; o zaman onların kitap veya sünnette en uygun görüşlerini seçer ve tercih ederiz. Bunu aşınca (ihti­lafları bilene) Re’yi ile içtihat gerekir. Ve kıyas eder.

Gördünüz ya; O, önce kitaba dayanıyor. Sonra sünnete, ama sikalar arasında şüyu’ bulmuş olmak şartıyla… Bu sikadan maksat da; ikinci cümlesinde be­lirttiği gibi, sahabelerdir…

Sonra da, ittifak etmedikleri meselelerde sahabe­den dilediğinin görüşüne başvurmak geliyor. En son, ihtilaf yönlerini ve «Makıs ile Makıs aleyh» arasındaki benzerlik yönünü bilenin yapacağı içtihat demek olan; «Kıyas» gelir.

Çektiği Çileler: Emevilerin son halifesi Mervan bin Muhammed zamanında Irak’ta fitne çıktı. Ora va­lisi de Yezid bin Hübeyre idi. Vali fıkıh bilginlerini topladı. Herbirini halkı itaate razı etmek üzere vazi­felendirdi. Ebu Hanife’ye de kendisine yardımcı ol­ması için haber gönderince, o kesin olarak kaçındı. Çünkü ona (Valiye) yardım etmeyi, doğrudan halka zulmedenlere yardım diye kabul ediyordu. İki Cuma onu hapsetti. Ve günlerce dayak attırdı. Tekrar vazife teklif edince, Ebu Hanife : «Bırakın beni başkalarıyie müşavere edeyim» dedi. İbni Hübeyre sevindi. Onu akıl danışsın diye salıverdi. Ama o Mekke’ye göçtü ve ta Emevi devleti yıkılıncaya kadar orada kaldı. Abba­si devleti kurulunca, Mansur zamanında Kûfe’ye dön­dü. O da ona ikramda bulundu. On bin dirhem ve bir cariye ikram etti. Ama onu da reddedip, hiçbir şey ka­bul etmedi. Mansur zamanında da Basra’da ayaklan­ma oldu. Başta da Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin’in oğlu Ha-san’ın oğlu Abdulah’m oğlu İbrahim vardı. Mansur, bu işte Ebu Hanife’nin yardımını umuyordu. Haber gönderdi, ondan kadı olmasını istedi. İmam (R.A.) on­dan da kaçındı. Halife onu zindana attı. Ona dayak at­ma ve çarşı pazar onu teşhir etme küçüklüğüne düş­tü. Bununla da onun idarecilere itaatsizliğini ve halkın yargı işlerini üslenmediğini delillendirmek istiyordu. Çünkü Mansur, sebepsiz onu öldürmeğe cesaret ede­miyordu. Onun kabul etmiyeceğini bile bile bu işi tek­lif ediyor, böylece onu öldürmek istiyordu. On gün bo­yunca onu dövdürdü. Sokaklarda teşhir ettirdi. Çeşitli eziyetlerden ve renga renk belâlardan İmam bunaldı, ama sabırlıydı. Artık ağlamak ve inlemekten edemi­yordu… Bir beş gün daha dayanabildi ve hayatı bd tarzda sona erdi, yüce İmamın… Allah ondan razı ol­sun ve gönlünce muamele etsin… Amin…                 

Bir de Kerametinden Örnek: Kadı Şüreyh vefat edince (Allah rahmet etsin), Ona, Sevri’ye, Sıla ve Şü-reyh’e… kadılık teklif edildi. O zaman (kimse bunu gönül rızası ile almamakta olduğundan, vebalini yük­lenmek istemediğinden) İmam-ı Â’zam dedi ki, «Süf-yan kaçacak, ben hapsedileceğim, Sıla hile ile yakayı kurtaracak ama Şüreyh tuzağa düşecek!..»

Ve iş aynen tecelli etti.

Vefatı: Hicretin 150. yılında ve 70 yaşındadır. (R.A.) [19]

II.

İmam Malik (R.A.) (93-179 H.)

Doğumu Ve Yetişmesi:

Lakabı Ebu Abdullah olan Malik, Sahabeden Enes bin Malik (R.A.) in oğludur, Hicri 93’de Medine-i Mü~ nevvere’de doğdu. Fakir büyüdü. Zeki, akıllı ve hafı­zası kuvvetliydi. Halk onu, Medineli ulemadan okuma­ya teşvik etti. Ve onlarla alâka kuran imam, bütün ilimleri öğrendi. Söyledikleri her şeyi ezberledi. Ve çok sayıda hadis derledi. Böylece de şöhret bulup, ünü ya­yıldı… Ve halk onun ilminden yararlanmak ve şüp­helerini gidermek için ona başvurunca da, başladı fet­va vermeye ve talebelere ders okutmağa. Bu sırada o 17 yaşında çocuktu. Ve işte bu şaşırtıcı bir durumdu. [20]

 

Niteliği:

Allah ondan razı olsun. Heybetli, vakur ve halim bir zat idi? Meclisinde gürültü ve dedikodu olmazdı. Bilgisinden o derece emin olmasına rağmen, defalarca sorulan meselelerde yine «Müsade edin araştırayım» derdi.

Peygamber CS.A.V.) e karşı saygısına gelince : Ha­dis nakletmek istediği zaman abdest alır, güzel koku­lar sürünür vekar ve heybetle yerine oturur ve sonra hadis naklederdi. Bu husus kendine sorulunca, dedi ki; «Resulullah’m hadisine saygılı davranmayı severim.»

«Muvatta» adlı kitabını yazdığında, Harun Reşit ona: «Ben halkı bu kitapla sorumlu tutmak istiyorum,» derdi. Malik’in cevabi: «Ey mü’minlerin emiri, sakın I yapma. Çünkü Peygamber  (S.A.V.) in sahabeleri on-i dan sonra çeşitli bölgelere dağıldı ve hadis nakletti­ler. Bundan dolayı her bölgede azçok farklı ilim var­dır.    Ve hadiste de  «Ümmetimin ihtilafı rahmettir.» İkazı vardır!..  [21]

Harun Reşid yine bir gün dedi ki: »Ey Ebu Abdul­lah, zaman zaman bize gelmen uygun olur. Böylece çocuklarımız senden «Muvatta»yı dinlesinler.»

Malik te : «Allah seni azız etsin ey emir. Bu bilgi sizin teşvikinizle ortaya çıktı. Siz ona hürmet ederse­niz yücelir, aşağılarsanız alçalır. Çünkü ilim ayağa gitmez, ilmin ayağına gelinir,» diye cevap verdi.

Harun ise «Doğrusun,» dedi ve Emin ile Me’mun’a mescide çıkıp halkla beraber «İmam Malik» i dinleme­lerini emretti.

Ve bu zat-ı muhterem sözünü esirgemediği halde halifeler nezdinde saygı görürdü. Bir gün Ebu Cafer el Mansur, Mescid-i Nebi’de bir münazara meclisi kur­du. Ebu Cafer konuşma anında sesini yükseltmişti. Hemen İmam Malik müdahale etti: «Ey mü’minlerin emiri, sesini yükseltme bu mescitte! Çünkü Allah bir topluluğu edebe davet ediyor. «Sesinizi Peygamberin sesinden daha fazla çıkarmayın,» diyor.  [22]  Yine bir .grup inşam da överek : «Allah Resulünün yanında se­sini kısanlara gelince; onların gönüllerini Allah sami­miyetlerini ortaya koymak için denemektedir,» [23] u­yurur. Öte yandan bir grubu da kötülüyor: «Seni evi­nin dışından gelişi-güzel çağıranlar, aklı zayıflardır çoğu kez.» [24]. Hani ya, Resulullah’a saygı, diriliğinde neyse ölü olsa da aynen gerekir…»

Ebu Cafer bunun üzerine pustu, yani susup itaat etti.

Zehebi onun hal tercümesine özel bir kitap te’lif etti. [25]

Hadis Naklinde Ve İçtihattaki Metodu :

Hadis rivayetini çok ve ezberliyerek yaptığından öbür imamların hiç birinin bulamadığı imkânlar eline geçti.

İçtihatta da şöylece bir yol tutmuştur:

1- Bir hüküm çıkarırken önce Allah’ın kitabına başvurur.

2- Sonra, Medine halkının amel etmekte olduğu sünnete yönelir. Ona göre böylece amel edilen sünnet, amel edilmesi adet olmayan sünnetten daha önce ge­lirdi.

Bu konudaki delili şöyle : «Medinelilerin âmeli ke­sin olarak Resulullah amelinden alınmıştır. Ve ona kadar uzanır. Çünkü, yakınlıkları ve bağlantıları var­dır.»

3- Daha sonra da îcma’yı esas alırdı. İcma’dan da; Sahabe ve Tabiun’un bir meselede ittifakını kas-dederdi…

4 –Bütün bunlardan sonra ancak, kıyasa başvu­rurdu. Kıyasa yönelişi de, haliyle nadiren olurdu.

«el-Muvatta» kitabını kırk senede tamamlamıştı. Muvatta ile âmel edenler çoğalınca ona, «Sen kendini onunla oyaladın. Halk da sana eşlik etmeğe başladı.» diyenler olmuştu. O da şöyle cevap vermişti:

«Benim, bunları (muvattaları) Allah rızası için derlediğimi kesin bilirsiniz. Bu Muvattaları sanki ku­yuya attım sayın…» [26]

Hikmetlerinden:

«Çok konuşanın (bir de halka) çok ihtiyaç belir­tenin değeri düşer.»

«Sonunda utanacağın bir şeyi söylemen yahut utanç duyacağın bir iş için hareket etmen akıllıca bir şey olmaz.»

«Bu dünyadan göçen ve dönmiyeceğini bilen kişi edasıyla namaz kıl. Ve insanların elindeki (dünyalık­tan)- yüz çevir, gerçek zenginlik budur. İhtiyaç bildir­mekten de sakın, ayrılmaz fakirlik de budur… Yine omııyacak şeyi talepten de sakm…»

«Bir insan için Allah’ın verdiği bir nimetin, ken­di üzerinde bir izi eseri görülmesi kadar hoş bir şey yoktur…»

«Katı kalplilik, çirkin şeydir. Baksanıza Allahü Teâlâ Peygamberine ne buyuruyor: «Eğer sen katı yü­rekli ve kaba olsan herkes etrafından dağılır giderdi. [27] Yine, Musa (A.SJ ve Harun (A.S.) u Fira,vun’a gön­derirken de; «Ona yumuşak sözlerle anlatın. Böylece anlayış göstermesi veya uyanması mümkündür.» [28]

«Batıla yakınlık felâkettir, bâtıl sözleri tekrar da gerçeğe engel olur. Kişinin dinini ve şahsiyetini zede­leyen dünyalıkta da hayır yok demektir.»

«Kıyamet gününde bilginler kadar durumu kritik başka bir sınıf bulunamaz. Çünkü onlar, peygamber­lerin sorumlu olduğu şeylerden sorumlu tutulacaklar­dır.» [29]

 

Çilesi:

İmam Malik, zorla (baskıyla) yapılan yemini yok sayar. Ve yemin sonunda doğan — hukuki — durum da bunda meydana gelmez der. Sahibine de hiçbir so­rumluluk yoktur, ona göre. Medine valisi, İmam’dan, bu fetvadan dönmesini istemiş. Malik de diretince, emir vermiş, onu kırbaçlatmıştır… [30]

 

Ölümü

179 H. yılında vefat etti ve Baki mezarlığına defnedildi. [31]

Iıı.

İmam Şafiî (R.A.) (150-204 H.)

Soyu:

Ebu Abdullah Muhammed bin îdris bin Osman bin Şafiî. Dedesi Abduîmuttalib’te Resulullah ile nesepde birleşir. Keza ana tarafından da Hz. Hüseyin bin Ebi Talip’te biter nesebi. Bu haliyle peygamberin temiz so­yundan oluyor. [32]

Doğumu, Göçü, Öğrenimi:

Hicretin 150. yılında Gazze’de doğmuştu Şafiî. Ora­da iki yü kaldı, Sonra Mekke’ye götürüldü. Yedi ya­şındayken, orada Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Arkasın­dan on yaşındayken de; Muvatta’ı ezberledi. (İmam Malik’in hadis mecmuası).

Medine âlimleri onu böylece tanımış ve zekâsına hayran olmuşlardı. Aklının oturaklılığı, görüşünün keskinliği onları şaşırtmıştı. Hemen ders okutmasına izin verdiler. Ona daha onbeş yaşındayken fetva ve iç­tihat yolu açıldı… [33]

Bazı Hususiyetleri:

Allah ondan razı olsun. İlme aşırı düşkün, âlim­leri sever, onları tanımak için dolaşırdı. Nitekim, bilgi artırma gayesiyle Medine, Bağdat, Yemen ve benzeri yerlere seyahat etmişti. Merhum o kadar cömert ve eli açıktı ki, Mekke’yi ziyaret edişinde, onbin dirhemi vardı, ayrılırken bir kuruşu bile yoktu.

Allah CC.C.) tan son derece korkar ve gece yarı­sından sonra uyumazdı.

Şu âyet-i kerime’yi okudukça, kendisine baygınlık geldiği söylenir: «O günde kimse konuşamaz. Yalvar­malarına bile izin verilmez.»

Vefakâr, sâdık, dinde hüccet, güvenilir, dilde ede­be düşkün, sünnete saygılı ve onu geliştiren kimseydi. Şiir de söylemiş hikmetler de bildirmiştir. [34]

Hikmetli Sözlerinden Birkaçı:

«Ancak sana gerekli olanı konuş. Çünkü, bir sözü söyledin mi, o ağızdan çıktı mı, artık söz sana hakim olur, sen hakimiyeti kaybedersin…»

«Müsamahasına güvendiğin kardeşinin hakkını asla ketmetme.»

«Seni kolayca reddedebilecek kimselere yüzsuyu dökme.»

«Bir din kardeşine gizli (özel olarak) nasihatta bulunan onu öğüdü ile donatmış olur. Aleni (herkesin içinde) vaaz edense, onu rezil edip isyan ettirmiş olur.»

«Cömertlerle dostluk kuran cömert olur, kötülerle düşüp kalkanın da huyu bozulur.»

«Zaaflarını istismar ettiğin kimse senin kardeşin değildir.» [35]

Şiirlerinden Bir-İki Parça:

«Bir adam sırrını dostuna açmakla, Başkalarının onu öğrenmesine yol açtığından ahmaklık eder.» «Kendi sırrına göğsü dar gelen kimse bilmeli ki_ Sırrını emanet ettiği öbür gönül çok daha dardır…»

«Kanaati zenginliğin başı olarak gördüm Ve onun eteğinden tutunarak yürüdüm hep». Bundandır, kimse beni kapısında görmemiş, Ve kimse görmemiştir ihtiyaç belirttiğimi. Böylece, parasız zengin olup gittim, Halk üstünde hükümdar gibi sözü geçer oldum.»-

«Varlıkta yüzen kişi fakirliğin tadım anlamaz. Kırıkları tamir eden, kırık sahibi gibi midir? Ne ihtiyaçlar var ki saklıdır onurluiukla, : Ne sıkıntılar utanma ve haya ile örtülmüştür. Her insanın dengi vardır. Hepsi birbirinin kopyası.

Ama, istek ve arzular ayırır fert fert. Öyle ki, herkesin kederi dışına vursa, simsiyah!

Elbise beyazlığından iz kalmaz, hiçbir kişide,, hiçbir toplulukta…» [36]

İçtihattaki Metodu:

Merhumun, içtihattaki yolu aşağıdaki sıraya göre idi:

1- Kur’an’a müracaat. Zahirin kasdedilmediği-ne dair delil olmadıkça hep zahiri esas alırdı.

2 – Sonra Sünnet. Tek kimseden de nakil alsa, şahıs sika (güvenilir) ve zabit (kavrayışlı) ise o vakit haberi de alırdı.

3- Ve üçüncü   olarak icma’:   Ona göre   icma’ imamların hepsinin uyduğu şeydi ki; aralarından biri­sinin muhalefet etmesine   dair bir bilginin kendisine ulaşmamış olması yeterdi.

4- Ve en son Kıyas: Ne var ki, müracaat edile­cek bir asıl, yani üzerine kıyas yapılacak şeyin bulun­ması şarttır.

Başından Geçenler:

İmam Şafiî (R.A.) de öbürleri gibi yakasını çile ve belâdan kurtaramamıştır. Nitekim birisi onu Ha­run Reşid’e jurnal etmişti: Onu Hz. Ali’ye aşırı sevgi ve arkada kalan dostlarına «bağlılıkla itham etmişti. Yine Abbasiler âleyhindekileri kışkırttığı söylenmiş, ama yargılanma sonunda suçsuzluğu anlaşılmıştı. [37]

Ölümü:

Hicretin 204. yılında Mısır’da öldü. Birçok kitabı arasında en meşhuru Fıkıh konusundaki «Kitab’ül-Ümm»dür. Arkadaşlarına dikte ettirmiştir. Bu kitapta mezhebi ve içtihat metodu yeter derecede açıklan­mıştır. [38]

Iv.

İmam Ahmed Bin Hanbel (R.A.) (164-241 H.)

Doğumu:

Ebu Abdullah Ahmed bin Hanbel Bağdat’ta, 1( lmda doğdu. [39]

Hususiyetleri:

Bir kere İmam, hadis ravisi ve fakihti.. İçtihattaki şöhreti hadis naklindeki şöhretine uygundu.

Meclisi hadis meclisi oluvermişti. Bir de âhiret me­seleleri konuşulur, zaruret olmadıkça dünya işlerinden söz açılmazdı. Zahid bir insandı. Sulu yemeği sirke idi. Acıkırsa yemek olarak ona iç yağıyla mercimek pişi­rirlerdi…

Bütün geceyi ihya edecek şekilde ibadetle geçirir­di. Yalnızlığı çok sever, onu tercih ederdi. Öyleki o, mescidin dışında cenaze veya hasta ziyareti haricinde ortalarda görülmezdi. Son derece sakmırdı günahtan. Mekke’de bir bakkala bir kova rehin bırakmıştı. Rehi­ni almağa gelince, bakkal ona iki kova çıkardı. Bun­lardan biri senin dedi. İmanı: «Ben de tanıyamadım benimkini…»

Bakkal: Bu senin kovan. «O da senin, paralar da> dedi. Seni denemek için öyle demiştim deyince; İmanı: «Onu almıyorum,» dedi ve bırakıp gitti.

Alimlerden Beyhaki ve îbn

birçoğu onun   menkıbelerini derledi. ül-Cevzi bunlar arasındadır.

İçtihattaki Tutumu :

İçtihattaki tavrı aşağıdaki gibidir:

1 – Kitabı başa almak.

2 – Sonra Sünneti tercih. Hatta senedi sağlamsa, başka şart aramadan «Haber-i Vahid»i.bile..

3 – Sonra ihtilafsız olan sahabe kavillerini alır.

4 – Son olarak da Kıyasa başvururdu. «Müsnet» kitabını yazmıştır. Ümmetin başvurdu­ğu kaynaklardandır. [40]

 

Hikmetlerinden:

«Avamın zühdü haramdan sakınması, havassın zühdü faydasız helâlden de sakmmasıdır. Ariflerinki ise, Allah’ı zikirden alıkoyan herşeyden kaçınmasıdır.»

«Dininden fedakârlık ederek dünyanı kazanmak­tansa, def ve saz çalıp kazanman daha ehven bir suç­tur.»

«Esas yiğitlik; «Allah» korkusundan, zevk ve he­veslerini terketmektir.»

Ona soruldu: «Kalbi yumuşatacak şey nedir?» O da: «Helâl yemektir», diye cevap verdi.

Evinde yahut mescitte oturup çalışmayacağım, yiyeceğimi ayağıma getirin diyen kimse hakkında ne buyurursunuz? sorusuna şöyle cevap verdi: «Bu ada­mın bilgiden nasibi yokmuş : Peki duymamış mı? Mus­tafa CS.A.V.) nın, «Allah benim rızkımı emeğimin göl­gesine koymuştur.» buyurduğunu?.. [41]

 

Çileleri:

O, 241 H. yılında vefat etmişti. Halk onu derin din hassasiyeti, Hadis’e olan hizmeti, sahih ve mevzu ha­dis konusundaki ve bu konuya taalluk eden kuvvet ve zaaf bakımından her konudaki yetkisi ile anmak­taydı. Cenaze namazını binlerce insan kılmıştı. Ve o, bid’atçılara «Sizinle aramızda müşterek olduğumuz cenaze günü vardır.» derdi.

Onun ölüm günü, çok sayıda yahudi ve hiristiyan müslüman olmuştu.

Şafiî Bağdat’tan ayrılırken şöyle demişti: «Bağ­dat’ta Ahmed bin Hanbel’den daha fakih, daha mut­taki, daha zahid, daha bilgili bir kimseyi bıraktığım kanaatında değilim.»

Yine İmam Şafii Peygamber (S.A.V.) i rüyasında görmüş, ona buyurmuş ki, «Ebu Abdullah’a (yani Ah­med bin Hanbel’e) yaz, ona selâm söyle ve ona de ki; yakında imtihan olunacaksın, sana Kur’an’m mahlûk olup olmadığı sorulacak. Sakın istedikleri gibi cevap verme onlara ki; Allah kıyamet günü senin için bir sancak açacaktır.»

İmam Şafiî tıpkı böylece mektup yazdı, ona Rebi’ ile gönderdi. Mektup ona ulaşınca, Rebi ona; «Müjde» dedi. Ahmed bin Hanbel hemen gömleğini çıkarıp ona verdi.

Adam Şafiî’ye dönünce; «O, sana ne verdi?» diye sordu. Rebi’ de: «Gömleğini» dedi. Bunun üzerine Şa­fiî ; «Onu senin elinden almak fecaat olur. O halde yı­ka da suyunu bana ver bereketinden yararlanayım!» dedi.

İmamların Birbirlerine Övgüleri: (Allah hepsin­den razı olsun).

îmam Şafiî şöyle derdi: Fıkıh konusunda herkes

Ebu Hanife’nin yolunda (Ekolünde) dır. Onun çoluk çocuğudur…»

Ahmed İbni Hanbel de, ne zaman Ebu Hanife ismi geçse ağlar ve ona rahmet okurdu.

Nadr bin Sehl de derdi ki: «Fıkıh konusunda in­sanlar uykudaydı. Ebu Hanife (R.A.) açıklama ve özet-lemeleriyle onları uyardı.»

Yine Ebu Hanife’ye, Esved ve Alkame’den hangisi daha üstün diye sorulunca : «Vallahi biz onları anma­ya bile ehil değilken; onlar arasında tercihi nasıl ya­parız?» demiştir.

Yine Şafiî der ki, «Âlimler söz konusu olursa, Ma­lik parlak bir yıldızdır. Bana göre Malik’ten daha gü­venilir birisi yoktur.»

Eşheb bin Abdülaziz de dedi ki; «Ben Ebu Hanife’-yi, Malik (R.A.) m önünde anasının önünde çocuk gibi gördüm.»

Zehebi de (Allah rahmet etsin) dedi ki: «Bu, Ebu Hanife’nin güzel terbiyesini ve yaşça 13 yıl büyük ol­ması nedeniyle de tevazuunu gösterir.»

İmam Ahmed (R.A.) de Malik hakkında der ki:

«Onu kötüleyen birini görürsen, bid’atçı olduğuna hükm edebilirsin.»

İbni İshak da: «Bana ağır gelen hangi meseleyi ona aktardımsa, mutlaka açıklık kazanmıştır,» dedi.

Allah rahmet etsin Ebu Sevr de şöyle diyor: «Ben görmedim, göz sahibi hiç kimse de Şafiî (R.A.) nin benzerini görmemiştir.»

Ahmed bin Hanbel (R.A.) der ki; «Kırk seneden beridir ki; Şafiî’ye (Allah rahmet etsin) duâ etmeden hiçbir vakit namaz kılmam.»

Fazla duâ etmesi üzerine oğlu da ona: «Kimdir bu Şafiî ki, bu kadar duâ ediyorsun?..» Bunun üzerine Ahmed: «Oğlum, rahmetli Şafiî, dünya için Güneş gibiydi. İnsan için sağlık gibiydi. Dikkat et bu iki şeyin î yerini tutacak başka bir şey var mı?»

 Ve yine der ki: «Eli kalem tutan bir fert yoktur ki; Şafiî  (R.A.)nin ekmeği kursağında   bulunmasın!

 (Onun ilim ve fikrinden yararlanmamış olsun    Şafiî ve Ahmed birbirlerini çok ziyaret etmişlerdi.

Şafıı’ye bu konu sorulunca şu mısraları söylemiştir:

 «Derler ki, Ahmed seni ziyaret eder, sen Dedim ki, faziletler yer yurt ayırmaz

| O beni ziyaret mi etti; fazileti içindir. Ya da ben ;pnu, ziyaret etsem yine faziletinden. Her iki durumda i da, üstünlük ona aittir.» [42]

Seçkin Ulemâdan Muhterem Üstad «Şeyh Yusufüd-Decvi» Merhumun Açıklaması

Bismillahirrahmanirrahim

Taklid (bir müçtehidin mezhebine uyma) in Caizr Onu Haram Sayanların Merdud Olduğu :

Muhterem allame Şeyh Yusuf üd-Decvî merhuma Mağripli bir zat mektup yazarak; âlimlik taslayıp din­de ulu-orta içtihada girişenlerden dert yanmış : Bütün hünerleri, müçtehid imamları CR.A.) küçümsemek ve onlara uyanlarla alay etmektir. Taklidi haram ve en büyük günahlardan biri olarak ilân ederler. Hatta ba­zıları «Allah’ı bırakıp, haham ve papazlarını hami ola­rak gören» tyahudi ve hıristiyanlarm) yaptığına ben­zer bir küfür sayarlar. Ve derler ki; «Halka (içtihad yapamıyacak kimseler) düşen, fetva istediği âlimden aynı zamanda Kitap ve Sünnetten — meselenin — de­lilini de istemesidir. Âlimin de başlıca ödevidir, bu de­lilleri zikretmek… Aynı zamanda, soran kimseye, ken­disini veya başkasını taklid etmemesini de tenbihle-mek.» [43] Çünkü hiçbir konuda şahısların görüşüne uymak caiz olmaz. Gerekli olan, her konuda, Kitap ve Sünnet1 e başvurmaktır…»

Ve mektup sahibi, Allah (C.C.) için Hakk’m açık­lanmasında onun kendisine    yardım etmesini istiyor.

Üstad da (Allah rahmet eylesin ve müslümanlar adına onu hayırla karşılasın) aşağıdaki makaleyi yazıyor. Bu makale «Nur’ül-İslâm» dergisinin Şevval 1353 H. sayısın (c. 5, sayı 10) da neşredilmiştir. Biz de, mes’ud bir münasebetle onu tekrarlamış, Hakk’ı açıklamak öğüt verme vazifemizi yerine getirmek imkânı bul­muş oluyoruz.

Merhum, cevabında şöyle diyor:

Allah’a hamd ve O’nun seçip beğendiği kullarına selâm olsun.

Bu tartışma, müslümanlarm duçar olduğu en uğursuz tartışmadır. Herkesi içtihad yapmaya çağıran ve yeryüzüne fesadı ekenlerden kaynaklanıyor bu çe­kişme. Bu girişimleriyle ayrılık ve bozgunculuğun çe­kirdeğini çatlatıp yeşertiyorlar. Ve selef-i salih efen­dilerimizi, halk nazarında emekleriyle birlik, sıfıra indiriyorlar. —Tıpkı belâlı hizip, Haricilerin tutumu­dur bu —. Ve hoşlarına gitmedi mi de, onları bilgisiz (isabetsiz) likle itham ediyorlar. Bu davranışlarıyla her tehlike ve fitne için yol açmış oluyorlar…

Bu akım aslında, bildiğimiz şu bizim Mısır’daki bi­raderlerinin tasarısıdır ki; hayallerindeki yaptıkların­dan da beterdir. [44]

Bize gelince, sadece onların «Rabbimiz, bizi ba­ğışla. İmanda bizi geride bırakan kardeşlerimizi de… Ve bizim gönlümüzde inananlara karşı kin barındır­ma.» [45] diye dua edenlere katılmalarını arzu ediyo­ruz.

Ne var ki, Resulullah (S.A.V.) bize, bu ümmetin sonradan gelenlerinin geçmişlerini lânetliyeceğini, bu­nun da kıyamet alâmetlerinden olduğunu; ayrıca âhir zamanda halkın birtakım cahilleri lider edinecekle: ni, onlara mesele sorup,   onların da bilir-bilmez fetvl vereceğini, böylece de, hem kendileri sapıtıp hem d onları saptıracağını haber veriyor.  [46]  Bunlar işte yalancı dâvanın liderleridirler.

Yine bir Hadis-i Şerifte: «Ümmetim hakkındı endişelerimin en korkuncu lafazan münafıklardır. Duyurulurken Hz. Ali (K.V.) de, «Allah kulundan yü: çevirdi mi, onu din uluları hakkında mubâlatsız ki lar.» diyor.

Geçmiş İslâm uleması (imamlar) na ise bunlar bil zarar veremez. Çünkü bütün ümmet onlara karşı saj| gılı ve bağlıdır, onların üstünlüklerini tanımaktadıl Bu hizip hariç tabii… Bunlardan bir kişi Uhud dag* kadar altın infak etse, yine onlardan birinin hizmei çisinin bile ulaştığı (cömertlik) derecesine veya yarıs| na bile ulaşamazlar.                                                  

«Kadınların bir kısmı koşup bana geldi: Azze’yj kusur bulmakta. Allah onların yüzünü Azze’ye ay kabı yapsın.»

«Ümmetin İhtilafı» meselesi ve onun çevresini bunların kopardığı gürültüye gelince, evet bu ümme için görüş farklılıkları bir rahmettir. [47]

Nitekim Ömer bin Abdülaziz: «Muhammed (S.~4 V.) in ashabının ihtilaf etmemiş olması hoşuma gitmı yor. Çünkü, görüş ayrılıkları olmazsa, ruhsat olmaz di…» demiştir. Tâbiun’dan ve büyük muhaddislerdei Yahya bin Said de:

«İlim ehli, genişlik ehlidir. İhtilaf eden müftül herhangi bir kayba uğramaz. Ve biri de ötekini k surlu görmez.» diyortel

Şimdi halkın, ihtilaf anında, onların dilediği üze­re kitap ve sünnete başvurduğunu kabul edelim. İhti­lafın sınırı nereye varacak? Herhalde, dört mezhebe karşı dört bin mezhep doğması kaçınılmazdır. Eh o gün çok yazık olur müslümanlara. Allah bize o günü göstermesin…

Bu kimselerin, «taklidin haram olduğu» iddiaları ise, akla ve nakle aykırıdır. Acaibin acaibi şu ki; bu adamlar, hem taklidi haram sayıyor, hem de halkın kendi görüşlerine uymasını istiyorlar!..

Eğer bu çirkin sesleri kulağımızla duymamış ol­sak; bir kimsenin çıkıp ta taklidi haram sayarak; hal­kın kabiliyet ve seviye farklılıklarına rağmen, Kitap ve Sünnetten hüküm çıkarmasının şart olduğunu söy­leyebileceğini tasavvur bile edemezdik… İşte bu hal, aklî ve nakli ölçülere göre, fesadın kendisidir. Çünkü avam kesin olarak belli hükümlerle sorumludur. Onun, aşağıda açıklanacağı üzere, kalkıp ta Kitap ve Sünnete dalıp kesin hüküm çıkarması düşünülemez.

Nakil şu: Sahabe ve Tâbiun, hüküm soranlara fet­va verirlerdi. Ama gerekirse delilini de söylerler, lü­zum görmezse delil zikretmezler, sadece hükmü söyler geçerlerdi. Bu onların hal ve hayatlarında açıktır, bili­nen durumdur. Eğer iş onların sandığı gibi olsa, elbet­te onlar da delili zikri esas alırdı.

Halbuki Muaz İbni Cebel (R.A.) i, Nebi (S.A. V.) e: «Kitap ve Sünnette hüküm bulamadığı takdir­de kendi re’yi ile içtihad edeceğini söylüyor. Nebi (S. A.V.) ise onu tasdik ediyordu. Öte yandan, Ömer (R. A.) de, Şüreyh’e kendisi için şüpheli hususlarda re’yi ile içtihad etmekte, isterse de kendisine müracaat et­mekte serbesti tanımıştı. Demek Ömer de bu işe ta­raftardı. Zaten Cenab-ı Hak:  «Meselenizi bilenıiyorsanız  üstün  anlayışlılara   sorun.» [48] buyuruyor y Tabii, delilini sorun demiyor, çözemediğiniz meseleniıj hükmünü diyor. Ve sorulan kimsede de Kur’an, üstü: anlayış ve bilgiden başka şart aramıyor…

Şüphesiz (bizim saygı duyduğumuz) imamlar dâ zikir ehli (bilgi ve kavrayış sahibi) zatlardır. Emaneti leri mevsuk ve doğrulukları belli. Dinleri ve ameller de şüphe götürmez. Ve zaten, zaruret anında onlar dan fetva isteyenler, onların şahsî kanaatini sormu yor, bilâkis, Allah’ın kitabından ve Resulünün sünne tinden alınmış olan hükmün bildirilmesini istiyorlar di. Çünkü o hükmü (kaynağından alarak) o imamla sorandan daha iyi bilirdi de ondan. Hahamlar ve ruh banlara benzer mi bu. Onlar, kendi zevkine göre ha ram helâl diye karar bildirirler…

Esas ölçü de; fetva soranda, bildirilen hükmün Al­lah’ın hükmü olduğuna galib zan hasıl olmasıdır. Bu kanaat meydana geldi mi, İmamın güvenli oluşu sebe­biyle, artık o kişinin bildirilen hükümle amel etmesi vacib olur. Artık ne suretle olursa olsun muhalif dav-[ ranması caiz olmaz.

Hani ya anlamıyorum, nasıl edip de, herkese me-j selenin delilini Kitap ve Sünnetten almasını normal görüyorlar?..

Meselâ, hadisten nasıl hüküm çıkaracak, hadis derecelerini bilmiyen, birbirine taarruz eden durum­ları hiç sezemiyen, ânınım tahsisinden, mutlakm tak­yidinden anlamıyan, nâsih ve mensûhu duymamış in­san, o hadisle bir başkası arasında bir tercih buluna­bileceğini akıl edemiyecek vs. vs… nasıl hüküm elde eder ki?

Şayet, bütün bunları, âlim kişiden soracaktır, der­lerse; tüm kurgularını yıkmış olurlar. Ve şiddetle kaç­tıkları taklide dönmüş olurlar… Çünkü bilgin, nasıl olsa bütün bunları kendi görüşü olarak belirtecek, on­lar da bilgin dedikleri o şahısların görüşlerini taklit­ten hariçte kalamıyacaklar.

Zaten şeriat bu tür zorluklar getirmiş olsa, halka işkence etmiş olurdu. Ve şeriat acımasız, bütün üm­metleri kuşatamaz, bütün zamana uygulanmaz… olur çıkardı. Artık Allah da kendi için; «Allah hiç kimseyi gücünü aşan şeyle sorumlu tutmaz.» buyurmamalıydı. Hayret doğrusu bu kişilere, îslâm şeriatının en esaslı özelliklerini ele alıp, yine şeriatın aleyhine yürüyor­lar. [49]

Bu konuda Allah’ın nuru ile tefekkür edersen, o şeriatın genişliği rahmet ve hikmeti apaçık gözükür.

Gerçekten Resulullah CS.A.V.) ümmetine kolaylık sağlamada son derece hırslı idi. Çünkü mü’minlere şefkat ve merhamet beslerdi. Hatta Kur’an tek harf (şive) üzerine nazil olurken, o yedi şive üzre inmesini şiddetle arzulardı. O hep, zorlaştırıcı ve ürkütücü tu­tumları kötülemiş, onlara ağır ifadeler kullanmıştır. Gizli yönleri araştıranları ayıplamış, Allah’ın kulları­nı zora çeken onları şaşırtanları şeriatı anlamaz tip­leri men’etmiştir. Bunun içindir, Usâme (R.A.) yi azar­laması, «La İlahe İllallah» diyen kimseyi öldürdüğü zaman. Üstelik de Üsâme mazur olduğu (adamın al­datmak için öyle davrandığını söylediği) halde. Çün­kü Resulullah (S.A.V.) m hedefi ve güttüğü hikmet çok daha yüksek ve mühimdi. O halkın görünüşüyle yetinilmesini istiyordu, onları alıştırması ve onlara acıması yönünden…

Biliyordu çünkü, bu tutumun, onların zaaf ve tec­rübesizliğine uygun düşeceğini. İslah olmalarına da elvereceğim… Bunun için de, üstün hikmetiyle, tedrici olarak onları — anlasın veya anlamasınlar •— erişebi­lecekleri tekâmülün son çizgisine kadar ulaştırmaya çalışıyordu. Eh biz burada onun, şeriatın sürekli ya­şaması hususundaki görüşünün derinliği ve merhame­tinin belirtilerini açıklamıya kalkacak olsak, yahut ümmetinin uğruna katlandığı meşakkatleri saymaya girişecek olsak, söz uzar, güç de yetmez…

Ben esasen şu adamlara şaşıyorum : Nasıl edip de avamın siyasî meselelerde bile müdahalelerini, inceli­ğine dalmalarını uygun görmezken. Yine herhangi bir san’atta bile o konuda eğitim görmeden ve yeter alış­kanlık kazanmadan, o san’ata el atmalarını yasaklar­ken, (dini konularda) Kur’an’a ve sünnete gelişi gü­zel dalmalarını ve çocuk hayaline benzer anlayış ve tahminleriyle hüküm aramalarını vacip görürler. Evet hayalden başka dayanağı yoktur bunun.

«Şurası var ki, zaman öyle acaipleşti ki, Acaiplik aramıya bile yer yok.»

Keşke şu, İslâm ulemasına rağmen ve Sahabe, Tâbiuh, nıüctehid imamlar döneminde kıyas yoluyla kesinleşmiş hükümleri de kulak ardına atarak; Kitap ve Sünnetten doğrudan hüküm çıkarmasını mubah saydıkları cahil adamın, kendi tahminine göre Kitap ve Sünnetten nasıl delil bulacağım anlıyabilsem!.. Ya­ni ben bir türlü böyle bir söz sarfedecek din ve ilim bağlısı bir fert tasavvur edemiyorum. Ancak, öyle bir akım ve azgın hizipçilik yönünü tayin eder ve haddini yetkisini unutturursa, ona sözüm yok… Ve zaten; içtiJıada ve illeti, şartı, metod ve sakatlıkları belirleyici kıyas metoduna vs. lüzum ve ihtiyaç bırakmıyacak şe­kilde; Kitapta, Sünnette her olaya ve hükmüne açık delil var mı ki?..

Yoksa; «Cahilin, ilim ve tefekküre ihtiyaç kalma­dan ve yanılmadan bunları anlaması tanıması müm­kündür» mü diyorlar?..

Allah’a yemin olsun ki, ben bu kanaati keyfi ha­reketin kapısını açmak diye görüyorum. Yani, Kitap ve Sünneti şu cehl-i mürekkeb içinde ve fasit tasarı­lar peşindeki heveskârlarm oyuncağı yapacağı görü­şündeyim. Haniya, zevkler son derece değişik ve zıttır.: Cehaletse, duygu ve vehimler ortamında boy verebilir. Akıl ve idrak içinde barınamaz.

Ne olur durum, cahilleri şeriat üstüne sürersek; şahsî anlayışına göre yorum yapar zevkine göre cirit atarlar, değil mi?

Esasen, fetva soranın, âlimden şahsî görüşünü sor­madığı bilinen birşey. Hele onun sırf zevkine göre fet­va vermesini ise hiç beklemez. Aksine, meseledeki İlâ­hî hükmü talebeden Sorusu ise, «zikir ehline» (ihlas ve anlayış sahibi…) ve belli hüküm için. Elbette soru­lan da Kitap ve Sünnetten anladığına göre cevap ve­recektir. Demek soru Allah’ın hükmüne dairdir. Ve onların sandığı gibi, Kitap ve Sünnete dayanmıyan ki­şisel görüşe değil…

Peki nerden geliyor bu yersiz tasarılar. Veya na­sıl revaç buluyor bu boş laflar: «Kişi ancak Peygam­ber (S.A.V.) in sözüne bağlamalıydı.» Yok «Allah ve Resulünün helâl bildirdiğini helâl görmeliymiş.» Yine «ancak Allah ve Resulünün haram kıldığını haram bilmekten başka yol yokmuş…»

Hadi o kimsenin, Resulullah CS.A.V.) dan gelen herhangi bir nakilden haberi yok, yahut onun değişik beyanları arasını uzlaştırmaya gücü yetmiyor, delaleti ve işaretlerden de hükmü sezip çıkaramıyorsa.. Elbe| yol gösterici bir bilene sorar. Ama tabii, bu kimsenirl sözünde isabet ettiğine inanması şartıyla. Ve o zateö verdiği fetva, kendi zannına ters ise hemen kendi ka-j naatini de terketmeli. Eh, Resul (S.A.V.) devrinden! beri süregelen fetva sorma ve fetva verme işlemini ini kâr edecek var mıdır?                                                 ‘

Yoksa, fakihe Allah’ın vahyettiğine inanan mı var?

Biz bir âlime uyuyorsak, onun Allah’ın kitabını] ve Resulünün sünnetini iyi bildiğine inandığımız için­dir. Böyle olmasa, hiçbir mü’min, bir müçtehide uy­mazdı.

Bütün bunlara dayanarak deriz ki; artık kim bu ahmakça çekişmeye katılırsa, belli bir seviyede, müç-tehit imamlara uyan bütün müslümanlan yalanlamış olur. Yine füru’ mes’eleleri onlardan alıp yazanları da {hafife almış olur). Çünkü füru’at, ancak Kitap ve Sünnetin yorum ve şerhinden çıkar. Peki sebep nedir, yasaklayıp men’etmeye, Kitap ve Sünnete götüren usul ve metodları? Hem avamın Kitap ve Sünneti doğru­dan anlaması mümkün mü, yol gösteren imamlar (R. A.) olmadan?..  (Ve birtakım ilk merciler olmadan.)

Nasıl anlasın ki, onda, mücmel (lafızlar) ve mü-beyyen var, âmm ye hâss var, mutlak ve mukayyet, nâsih ve mensûh var. Mantık ve mefhum var vs.

Nitekim, îbni Abbas (R.A.) buyuruyor: «Kur’an’-da san’at ve lügat vardır. Zahir batın vardır ki, akıl­lara durgunluk veren yönünü bitiremez, mâna derin­liklerine eremezsin…»

Ve yine biliyoruz ki, Resulullah (S.A.V.) dan Kur’-an’m zahiri batını, doğrudan veya vasıtalı anlaşıla­cak yönleri olduğuna dair nakiller var. Ama bu adam­lar vasıta ve giriş bilgisini almadan en zoruna tepesine tırmanmak istiyorlar. îlimsiz içtihad edip, akılsız konuşuyorlar. Halbuki nice sır ve hikmetler vardır ki, onları ibareden anlamak imkânsız, ancak işaretlerle sezilebilir…

Allah canımı alsın ki, günümüzde ilimden dem vu­ranların çoğu «delâlet yollarını» da bilmez, imamların seviyesini bile tanımazlar: Özellikle de bir delilin bir­takım mukaddimesi varsa, araştırma ve düşünmeyi gerektiriyorsa; o bilgi bulaşıklarıyla ne hallederler? Ve görünüz bunların meseleden uzaklığını ve düştükleri acaib hallerini!..

Demek ki; lügat, sarf, nahiv, meani, beyan ve usul’e ilaveten Kitap ve Sünnetten hüküm çıkarmak için geniş bilgi ve aydınlık.bir zihin gerek. O kimse böylece hakla batılı ayırabilsin…

Halbuki biz, Mu’tezile’nin «Kur’an’m kendi mez­heplerini desteklediği şeklindeki iddialarını biliyoruz. Hariciler de Kur’an’m kendi yollarını bildirdiğini id­dia ederken, Batınî’ler de Kur’an’da batın mânasının esas olduğunu savunur.. (Yani o kimselerin tezi tutul­sa iş ona varır ki; bilir bilmez, herkes kitabı kendi an­layışına yorar).

İhlas sahibi büyük muhaddisler de müçtehid imamları taklid etmişlerdir. Çünkü hadis rivayetinin tek başına içtihada yetmiyeceğini bilirdi onlar. Ve de­mişlerdir ki; «Muhaddisler eczacı gibidir. Müçtehid ise doktor mevkiindedir…»

Ve Kur’an ve Hadislerin zahirine tutunan halkın çoğunun sapıttığını da görüp biliyoruz… [50]

Hülâsa

Müçtehitlerin sözleri (görüş ve içtihatları) Kitap ve Sünnetten, tefsir ve açıklama biçiminde alınmış gö­rüşlerdir. Ve çok açık söylemişlerdir ki; içtihad, şeriatın kaynağına bütün (ilmi fikri) gücünü sarfederek bakmaktır. Bu da, kesin veya zannî ve şer’î bir hüküm elde etmek içindir.

Her şahıs için Kitap ve Sünnetten hüküm çıkar­ması yetkisine dair iddia ise, sahabenin icmâı ile ba­tıldır : Çünkü sahabe, avama fetva verir. (Sanıldığı gi­bi) onlara müçtehidlik ve re’y derecesine ulaşmayı enı-retmezlerdi. Bu durum, onların âlimlerinin de avam­dan olanlarının da müşterek tavrıydı.. Bu da bilinen bir husus.

Aynı şekilde icma: da, avamın sadece hükümden sorumlu olduğu üzere tekerrür etmiştir. Zaten (her­kese) içtihad derecesini teklif etmek (sorumlu tut­mak) muhaldir. Ona düşen sadece Allah’ın hüküm ve fermanını bilmektir, hangi yolla olursa olsun galip zan hasıl oldu mu kâfi. Ve bu kanaat doğunca da, onunla, amel etmesinin vacip olduğu bilinen şey, tar­tışmaya yer yok…

Yine çok iyi bilinen birşey; İmamları taklid etme­nin, âyet ve hadisi terk demefc olmadığıdır. Aksine her ikisine de uymak demektir. Çünkü, âyet ve hadisten bize ulaşan (mâna ve hüküm de) yine onlar vasıtasıy-ladır.   Çünkü onlar, kendilerinden sonra gelenlerden daha iyi biliyordu; (o iki kaynağın) sahih’ini, hasen’i-ni, zayıfını, merfu’ ve mürsel’ini, mütevatir ve meş-hur’unu, âhad’im. ve garib’ini, te’vil’ini, önce ve sonra olanını, nasih ve mensuh’unu,   vasıtalarını,   lügat ve öbür ilimlerini… Çünkü onları tam kavramış ve her konusunu yazmışlardı. Tam anlamıyla hazmetmişler­di. Dindeki kudret (ve bağlılıkları), dikkat ve hassasi­yetleri, ileri ve aydınlık görüşleri ile, Kur’an ve Ha-dis’te üstün sezgiye ulaşmış, bu da tamamen ilmî ge­reklerine göre olmuştu. Sonra da dönüp, Kur’an’m ve hadisin   sırlarını çözmüşler.   Onlardaki fayda ve hükümleri çıkarmış, akıl ve nakil ölçüşünce halka kapalı olanlarını açıklamış, böylece halka dinî meselelerini açıklayıp, müşkillerini çözmüşler; asıllardan füru’ları elde ederek ve o füru’atı asıllarına bağlıyarak…

İşte onların büyük gayretiyledir ki, — İmam’ül-Ha-remeyn’in dediği gibi— Muhammed (S.A.V.) ümme­tinin dini yerli yerine oturmuştur. [51]

 

Son Söz:

Burada bir gerçek ortaya çıkıyor ki; şu tehevvüre kapılan (kapkaççı bilgiçler) in doğruyu gösterici ön­der olmaları düşünülemez. Hatta din âlimi bile dene­mez bunlara. Çünkü imamların ve ulemanın en belli özelliği; vekar ve temkin, öbür ilim ve fazilet ehline saygı, ümmete şefkatti. Ve Resulullah (S.A.V.) m va­risleri (âlimler) geniş görüşlü, derin düşünceli, son derece müsamahalıydılar.

Şunu da bilmeliler ki, içtihada mevzu ve görüş bildirmeğe mahal teşkil eden her meselenin, avamla tartışılmaması vaciptir. Bu iş alabildiğine geniş. Üste­lik sahabeler, tabiun ve etbautabiin de görüş ayrılığı­na düşmüş, ama hep birbirlerini sevmekte devam et­mişler. İmam Malik ve Şafii gün olmuş mallarını bile bölüşüp yardımlaşmışken ve aynı zamanda Şafii onun talebesi olduğu halde, birçok hususta ona muhalefet

etmiştir.

Ve nitekim şöyle denir: «Bir şeyin inkârı, ancak onu inkâr hususunda icmâ’ varsa inkâr ediİebilir.»

Ve ben bu kimselere hayretimi tekrar ediyorum: Nasıl oluyor da başkalarını kendilerine uymaya zor­luyorlar. Halbuki o hep kendilerinin yanıldıklarını ilân ediyor. Bunun üzerine, kitaptan sünnetten, aklî ve nakli deliller getiriyor. Hadi biraz daha hafiften alıp soralım: Siz bizim kendinize uymamızı vacip mi sayı-i yorsunuz? Peki siz taklidi haram sayıyorsunuz ya! Ne perhiz ve ne turşu?..

Vallahi bu düpedüz, ümmetin, ulema ve imamla­rın şerefiyle oynamaktır. Tarihin hayran kaldığı bu ümmetin, düşmanın bile, faziletlerini dile getirdiği bu tslâm milletinin!..

Sayın fıkıhçılar, siz yoksa her deh diyenin peşine gidecek sürü mü zannettiniz bu ümmeti? Halbuki bu ümmet, hikmet ve felsefede bile, İslâm âlemi bir ya-, i na, insaf sahibi Avrupalının bile inkâr edemediği bir seviye tutturmuştur… Ama galiba siz bu ümmeti imamlarını tasvip edip, onlarla tartışmadan uyduk­ları için tahkir ediyorsunuz. Görüş belirtmiyor, in­celemiyorlar. Bu doğrudur. Çünkü onlar, meseleleri­ni sezecek kadar intikal sahibi anlayış ve akıl sahibi ve ihlaslı kişilerdir. Herbiri kendi yetki sınırını bilir, onu aşmaz. Ve ona gerçek açıklandımı, çekinmeden uyar. Çünkü her müslüman, Resulullah’a uymayı ister sadece. Ve imama uyarken de, o zatın söylediği şeyin, sünnet-i Resulün ve onun şeriatının ta kendisi oldu­ğuna kanidir de ondan uyar. Bunun dışında bir şey düşünmez.

Ama, hakikatte hata etmiş veya isabet olması hu­susunda ise Allah onları bununla sorumlu tutmamış­tır. Zaten (yanılmaktan) ne müçtehit ne mukallit âzâ-de değildir. Üstelik müçtehid olmadığı halde içtihada kalkanın yanılma ihtimali muhakkak ki; İmameti bel­li, müçtehitliği kesin olan birini taklid edenden daha büyüktür. Hatta daha hafif ifade kullandık: Aslında ehil olmıyanm içtihada yeltenmesi, en büyük günah­lardandır ve dine dindara karşı müthiş bir cinayettir. Çünkü onların zannettiği gibi imamların bağlısı bulunanlar toptan ve iradesiz şuursuz mukallit! de değildir. Meselâ, görüyoruz ki, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed (talebesi ve bağlısı oldukları halde) Ebu Hanife’ye birçok hususta muhalefet etmişler. Ama bununla beraber, hemen hiçbir muhalif görüşlerinde de; onların İmamlarından ayrılıp istiklâl ilân ettikle­rine dair bir işaret gösterilemez. Sadece hakka bağ­lanma iştiyaklarından ötürü delili görünce gerçeğe bağlanırlar…

Yine İmam Şafii’de de aynı şeyi görürüz. Onun mezhebinde, akşam (namaz vakti) m şafak batma­sına kadar sürmediği (Çabucak bittiği) takarrür et­miş olduğu halde, delile uymak bakımından onun bağ­lıları burada ona muhalefet etmiştir. Aynı şekilde, ölü namına birinin oruç tutamıyacağı görüşüne de, delili gören arkadaşları muhalif görüş bildirmişlerdir.

Ve hele, îbni Add’il-Berr ve Ebubekr bin el-Ârabi gibi iki Maliki imamı bu mezhepte bir çok hususta muhalif re’y belirtmişlerdir. Bu makaleyi taşar, yok­sa böyle birçok örnek sıralayabiliriz.

Ama bunlar (muhalefet ederken de) derecelerinin şuurundadırlar. Ne zaman kendilerine bir delil zuhur ederse hemen ona uyarlar, isterse imamlarının görü­şüne uymasın. Ama o meselede (aksi delil) göreme-idilerse, imamlarına uyarlar. Çünkü imamın, sünneti ve şeriatın ruhunu kendilerinden daha iyi bilip kavra­dığının şuurundadırlar.

îşte böylece her insana haddini bilmesi ve sınırı aşmaması yakışır.

Demek olur ki; büyük imamlar tam istiklâle sa­hiptirler. Tabilerinin ileri gelenleri ise kısmen istiklâl sahibidir. Hükümleri red veya tercih şeklinde yetkile­ri vardır.

Avama gelince, sadece tabi olmak durumundadır. Çünkü onlara bundan ötesi elvermez.    Bu,   hikmete mebnidir: Aksi durum olsa, din cahillerin elinde oyun­cak olup çıkardı. îşte bizim de endişe ettiğimiz ve ön­lemeğe çalıştığımız budur…

Bütün bunlarla birlikte, sözümüz asla, içtihad ya­pılamaz anlamına gelmez. Ya da onların söyleyip durrj duğu gibi içtihad kapısı kapalı demek istemeyiz. A lah’ın rahmet kapısı asla kapanmaz. Bu Allah’a engej koymak mıdır?

Ne var ki, burada, birşeyin imkânı ile vukuu ar, sında büyük bir fark vardır. Ve hele bir işi ehil olrmf yana tevdi etmek (çok daha başka)!.. Ve biz, ölçüM rin kaybolduğu bir dönemde yaşıyoruz. Artık herke! seviyesine bakmadan ölçü tanımadan işe girişiyor. İ te en büyük felaketimiz ve bizi yakındıran çıkmazı! mız. Daha nereye varacağını da Allah bilir.

«Ne var, her işin sonunun ne olacağım. Ve başımıza döne döne ne geleceğini

bilseydim.)

Artık biz, okuyucuyu onlarla aramızda hakem e nelim. Kendi görüşlerimizi de onlarmkini de ortaya serelim. Bizim ve onların yakınını kısaca çizelim, id şaallah bu tatsızlık ve çekişme ortadan kalkar:

Biz diyoruz ki; insanlar, Allah’ın verdiği fıtrî k«. biliyetlerle çok farklı derecelerdedir. Değişik eğitiri çevreleri de onları alabildiğine farklılaştırmada. Öbüj çevreler de aynı etkide. Ayrıca herkesin değişik san’j atlarda uğraşması ve Allah’ın kendilerine tayin ettiğ| mevki ve imkânlar da etkilidir tabii. Öyleyse her ta| bakadaki insan için özel hüküm (ve yetki) vardır. Ba^ zısı içtihad derecesine varır, içtihad etmesi vacib oluij Yapmazsa da suçlu olur. Bir başkası da «tercih» dej recesine ulaşmıştır bununla sorumludur. Ama biris| vardır ki; kabiliyeti, eğitimi, çevre şartları ve düny maişet uğraşmaları veya bazı özel vazife (ve mesleği) onu tutmaktadır. (îlimde derinleşmesine engeldir.). Ona da güvenilir kimseleri taklid etmek yaraşır. Ve tabii (uyduğu kimsenin) dinde cahil ve yalancı olma­dığını biliyordur. Ve bildirilen bir hükmün İlâhi hü­küm olduğuna kanaati uyanınca da, ona uyması va-cib olur. Aykırı tutum caiz değildir. Zaten bu akla da uymaz. Çünkü, bunun ilâhî hüküm olduğuna inan­masa, niçin uysun ki?.. Nitekim ulemada böyle diyor: Bu yakin bilgi halidir. Ama yolunda bazı zanni du­rumlar varsa, o insanın takatinin dışında bir şeydir. Allah da zaten kimseyi gücünü aşanla sorumlu tutmaz. Akıl kârı değildir ki, bir kimse şeriatın hükmünün,, şöyle olduğunu sezsin de, kalkıp başka yöne gitsin…

Ama bizim — çağdaş hamle içinde ve — akıl dı­şına taşan biraderlerimize bakarsak onların esas gö­rüşü, şart şurt gözetmeden, kabiliyetlerin ayrılığına önem vermeksizin içtihad etme anlamına, hükmü doğrudan kitap ve sünnetten almaktır.

İşte ciddi tehlikenin başlangıcı budur. O çığırda yürürsek, felaket yaygınlaşacak din ve âhiret mes’e-leleri altüst olacaktır.

Demek ki, cemiyetin İslahı ve nizamın bütünlüğü­nün garantisi, herkesin haddini bilip davranışını ona göre ayarlaması ve iş bölümü yapmasıdır: Felan tica­retle uğraşır, filan ziraatle, öteki de ilimle… Böylece de o içtihada hak kazanırken, öbürleri taklide bağlı kalır… Varlığın yapısı da bunu icabettirir «alemin sa­lahı da bununladır.» Din ve dünya işlerinin prensibi de budur, «Zaten insan zayıf yaratılmıştır.» -Her yo­lun bir yolcusu vardır.» «Allah bir vücutta iki gönül de yaratmamıştır…»

Hayret, şu adamlar nasıl oluyor da din meselele­rini, şu beşerî mesleklerden de aşağı görebiliyorlar.

Haniya o mesleklerde bile söz sahibi olmak için, bilgi ve tecrübeye, hatta inceliklerine vakıf olmaya lüzum gösteriyorlar. Öyle ki, o işte ehil olmak ve rol almak için ciddî bir meleke kesbetmesi aranır. Eh, demek ki din meseleleri (mesleği) mesleklerin en kolayı ve en aşağısı oluyor!,.

Zaten bazısının reddederken bile kendilerini inkâr edişlerini görüyorum, ama tekrar oraya dönmiyece-ğim. Ve esasen, bu zümrenin kıyameti şu sorumuz kar­şısında kopar: Her mertebeye hakkını vermek gerek­mez mi? Ve bir de bunu tam açıklarsak; siyaset yap­madan, söz oyunu yapmadan ve dersek ki:

Siz içtihada ehil değilsiniz, o dereceye yaklaşa-, znamışsımz bile. Ve sizin içtihadınız da ancak büyük şer ve yenilmez felaket getirir. O halde kendi derece-inizi. tanıyın ve Allah’tan korkun, bu hususta!..

Bütün bunlardan sonra şunu da ekliyoruz: İc-ma’ın bozulamıyacağı (ona aykırı içtihad yapılamı-yacağı) kesinlik kazanmıştır. Zaten kimin gücü yeter ki buna? Belki, ulemanın bütün görüşlerini, ihtilaf ve ittifak noktalarını tam bileceksin. Ayrıca da, bütün başlan inkıyat ettirici sözü kesici, hatta delili bile ip­tal edici zaruret zuhur edecek. Öte yandan, elliden fazla olan şekliyle, hadislerin tearuzu halinde birinin öbürüne taktimini gerektirici bir durum olacak,., vs…

Hadi bakalım, bütün bunlardan sonra, avamı na­sıl zorlayalım içtihada veya ne diye taklidi yasaklıya-lım onlara?,.

Allah’tan insaf vermesini ve bizi sapkınlıktan ko­rumasını ve ihsan ve keremiyîe bizi rahmet ve hikmet ehli kılmasını diliyoruz. [52]

Asrımızın Seçj&N Alimlerinin; Müçtehıd İmamların Mezhepleriyle Amel Etmenin Cevazı Ve Mezhepsizliğin Yanlışlığı Ve Tehlikesi Üzerine Görüslerî ;

Tanınmış Muhterem Ulemaya Aşağıdaki Mektubu Yazmıştım

Bismillahirrahmanirrahîm

Saygıdeğer faziletli Üstad Şeyh……………………a,

Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize…

İmdi: Bana bir genç, mezhepsizlerin ileri sürdü­ğü bazı nassları getirip benden bunlara tatmin edici cevap vererek, müslümanları bu bozucu ve şaşırtıcı görüş ve heveslerden sakındırmamı istedi. Tabii ule­ma ve fukahanm görüşlerini aldıktan sonra.

Allah sizleri Hakka hizmet etmekte ve müslüman-lara dayanak olmakta daim kılsın. Âmin…

Vesselâmü Âleyküm ve rahnıetullah…

A.İ. el-Beyanuni.

Suriye – Halep : eî-Cebile 21 Safer. 1378. [53]

Sorular Ve Kaynakları

1 – «Hadis sahihse, mezhebim odur.»

  1. a)İbni Âbidin – Haşiye; 1/63 ve Risalesi, Resm’ül-Müfti; 1/4 Cİbni Abidin Risaleleri külliyatı).
  2. b) Şeyh Salih el-Gılâni – İykaz’ül-Himem; s. 62.
  3. c)Ve yine İbni Abidi’nin, îbni Şihnat’iİ-Kebir (İbn’ül-Hümâmm hocası) «Hidâye şerh»inden nakli. İbare şudur:

«Mezhebe aykırı da olsa, hadis sahihse, onunla amel edilir. Böylece de onun mezhebi o olur. Ve mu­kallidini de hanefi olmaktan çıkarmaz, o hadisle amel etmiş olması. Ebu Hanife’nin, «hadis sahihse mezhe­bim odur» demesi de yerinde olur. Öbür imamlar gi­bi, imam İbni Abd’il-Berr de bunu Ebu Hanife’den ve öbür imamlardan böylece hikâye etmiştir.»

2 – «Bir kimse için, bizim nereden aldığımızı bil­meden görüşümüzü taklid etmesi doğru olmaz.» Baş­ka bir rivayette de: «Benim dayandığım delili bilme­yene, benim kavlimle fetva vermesi haramdır.» yine bir başkasında şu fazlalık var:    «Çünkü biz insanız. Bugün söyler yarın döneriz.»

Daha bir ötekinde: «Sakın ha Yakub, — Ebu Yu­suf’a — benden her duyduğunu yazma. Çünkü bugün-bir karar veririm, yarm terkederim. Yarınki görü­şümden de öbür gün vazgeçebilirim.»

İbni Âbd’il-Berr: «el-Intika’ fi Fezaü’is-Selâset’il-Eimmet’il-Fükaha; s. 145.»

İbn’il-Kayyim: «A’lem’ül-Muvakki’in; 2/309.»

İbni Abidin: Haşiye âlâ-el-Bahrirraik; 1/293» ve «Resm’ül-Müfti; s. 29-32.»

Şa’râni: «el-Mîzân; 1/55.» İkinci ve üçüncü riva­yetlerdir. Abbas’üs-Dûri İbni Muin’in «et-Tarih»inde; 1/77 de nakletmiştir.

3 – Şa’rânî, Mîzân’mda der ki; 1/62 den özetle: «Bizim kanaatimiz ise, her insaf ehlinin Ebu Ha-

ııife hakkındaki kanaati gibi şudur: Eğer şeriatın ted­vinine kadar yaşamış olsaydı. Hem de hafızların bir-bir dolaşarak ve her beldede her kasabadakini topla­masından sonra onları elde etse. Onu kabullenip, bü­tün yaptığı kıyas (yoluyla içtihad) larını terkederdi. Ve o zaman başka mezheplerde olduğu gibi onun mez­hebinde de kıyas çok az olurdu.»

4 – Ulema Hadis-i Şeriflere emek verip, sahihini sakiminden ayırmış, nasih ve mensuhunu göstermiş ol­duklarına göre, niçin bu ilmi elde eden kimselerin de, ilk müçtehid imamlar gibi, dinde içtihat yapmaları uy­gun görülmez?..»

Ve bana aşağıdaki cevaplar geldi. Bana geliş ter­tibine göre taktim ediyor ve fazilet sahibi muhterem âlimlere, bu konudaki güzel yardımları için şükran­larımı bildiriyor ve Cenabı Barî Teâlâ’dan, müslüman-lara dayanak olarak kalmalarını niyaz ediyorum. [54]

Şeyh Abdullah Hayhullah’ın

İli Cebele-Sem’ân Bölgesi

Bismillahibrahmanirrahim

1- Evet, İmam Ebu Hanife’den gelen «Hadis sa-hihse, mezhebim odur.» şeklindeki nakil doğrudur. Öbür üç imamdan da böyle nakledilmiştir.

İbni Abidin, Mukaddimesinde demiştir ki .-

«Apaçıktır ki; böyle sahih hadisi almak, nassJara nüfuz edebilen ve muhkemi mensuhtan ayıracak şe­kilde ehliyetli kimse içindir.

Öyle olunca, mezheb ehli biri delile müracaat eder (kavrar) ve onunla amel ederse, onun yine kendi mez­hebine uymuş olması tabiidir. Çünkü bu izin o mezhep sahibinden gelmiş (emir) dir. Öyleya, o bilse kendi de­lilinin zayıflığını, zaten vazgeçer, daha kuvvetli delile bağlanırdı. Bunun içindir ki, muhakkik İbni Hûmam, İmameynin kavline göre fetva veren bazı meşayihi red­deder. Haniya İmamın kavlinden ancak (imamın al­dığı) delili zayıf olduğu anlaşılınca vazgeçilir.»

İbni Abidin, «Fakihîerin tabakalarını ayırırken de şöyle diyor:   «Fukaha yedi dereceye ayrılır.  Nitekim muhakkik İbni Kemal Paşa [55] da risalelerinde böyle açıklıyor:

«Müftünün görüşüne müracaat ederek fetva ver­diği zatın sadece adını ve nesebini bilmesi yetmez. Du­rumunu tam bilmeli. Rivayetteki anlayışı, re’ydeki de­recesi ve fukaha arasında hangi tabakada olduğunu… Ancak böylece muhalif görüşleri ayırma imkânı do­ğar. Ve iki çelişik görüşten birini tercihe yol bulabilir.

Yine «Tenkih’ül-Hâmidiye»nin ikinci cildinin 368. sayfasında: «Keşf ül-Kebir’de açıklandığına göre bi­zim dostlarımızın görüşlerine muhalif her âyet ve ha­ber ııesh’e veya te’vile yahut tercih’e hamledilir, diyor ve oradan naklediyor:

«Allah rahmet etsin Ebu Hanife’nin vardığı kanaa­te muhalif olursa Hadis, «Eh dernek ki bunu (o imam) görmemiş», denebilir mi?

Dediler ki; hayır. Çünkü belki o, onu ya sahih, ola­rak, görmemiş, ya da müevvel (teVil edilmiş), olarak telakki etmiştir.»              

Ben de, elbette geçenlerden artık anlaşılmıştır ki, sahih hadisi meselâ Ebu Ham’fe’nin .mezhebine aykırı olarak (bir meseledeki görüşüne) .bulan bir kimse is­ter onunla amel etmek istesin ister fetva vermek du­rumunda olsun, mutlaka zıt görüşler .belirtenlerin far­kım ayırıcı bir görüş ve bilgiye,,.buna göre bir güce sahib olmalıdır, diyorum.

Şimdi, bu basiret, temyiz ve kudret dediğimiz özel-liklerse; sahih hadisi alabilecek-kimsenin, hadis çe­şitleri ve bölümlerinin hepsini kuşatıcı, üstelik de ha­disi (tanıyıp çözme için), sağlam nazar sahibi olması ve derecelerini bilmesine ilâveten de, nasihi mensuh-tan ayırabilme, aynı zamanda. Kur’an nasslarmın; muhkem,   müfesser,   zahir vs. gibi yönleriyle   birlik, bunlardan-da;kat’â,ve zamıi olarak çıkacak,hükümle­ri kapsayan geniş bir bilgi yükünü anlatır Yine, de ^yetmez;, sahabenin icmanve ihtilaf ettiği hükümleri denilmesi gerekir. Aksi halde de. o-kimse yoldan çıkar, bir meçhule, doğru ki,” bu cehaleti’devam ettiği müddetçe de işin farkına varamaz.»       Dürr’ül-Muhtarda,- fukahanm, tabakatı hatırlatıl­dıktan sonra şöyle denir.: «Bize gelince, yani (fıkıhçı-lann tabakalarının son yedincisi bizim gibilere, :fehli tercihin), seçtiği ve> sahih dediğine uymak yakışır. Tıp­kı kendi hayatımızda fetva  veriyorlar gibi i.. ;/Çünkü mukallitler tabakası bu söylenenleri ete kıramıyacağı-na, kuvvetliyi zayıftan ayıramıyacağma göre, sırf tak­litle yetinmek durumundadır.»    

Yine sahih hadis, İmamm vardığı hükme muhalif olunca, bu hadis de ona ulaşmamışsa; ondan sonra ge­len âlimler, onun; görüş ve delillerine bakınca; imam­larının delilinin zayıflığı sebebiyle o hadisin d& süt-hatı karşısında imamlarına muhalefet edecekler: İma­mın.başka görüşünü tekrar inceliyecekler -r-ki.bun^-lar gerçekten görebilir kişilerdir—. Ve onlara göre, delili daha kuvvetli olan görüşü tercih edeceklerdir. Bunlar olmuş, geçmiştir. Peki ne fayda var bizim sa­hih hadise tekrar bakışımızda; şayet o mensuh, yahut müevvel ya da, kendinden daha kuvvetli ;bir nass’a ay­ları ise?..   

Bu (fazladan) hükümlerdeki yeni .baştan tetkik daha sonra gelen imamları, tenkis: ve onların-hükmü­nü red’ve; onlara rıza göstermeme olmaz mı?

Bu arayış, şeriatın belini kırmak ve âlimlerine saygısızlık olmaz im?

Bu araştırma, şeriatı garrânın hükümlerinde ka­rarsızlığa ve müçtehidlerin ucuzlaması yüzünden halk arasında teşvişe sebeb olmaz mı?             

Ve şeriatın hükümlerinde kargaşa başlayınca, herkes kendi kafasına göre gidince, ahkâm bilmediği­ni de bilmiyenlerin elinde oyuncak olmaz mı?

İşte ikinci kez sahih hadise müracaatın sonucu.

2- Aslında ise Ebu Hanife bu sözü tevazu ve di­ni hassasiyeti icabı söylemiştir. Ve işte size Allame Ah-med bin Hacer’ül-Heytemi’nin risalesindeki naklini ak­tarıyorum. El-Hayrât’ül-Hasan fî menakib’il-İmam’il-A’zâm Ebu Hanifet’in-Nümân. Allah rahmet etsin, 26. sayfada der ki: «Ebu Hanife ve arkadaşları hakkında ulemanın onların re’y ehli olduğunu söylemeleri, on­lara bir nakısa izafe etmek, yahut kendi görüşlerini, Resulullah’m sünnetine veya sahabesinin beyanlarına taktim ettiklerini iddia etmek şeklinde anlaşılmaya­cağını açıkça gördüm. Çünkü onlar böyle bir tutum­dan uzaktırlar…

Nitekim bu iddiamızı destekliyen birçok nakil var­dır, Ebu Hanife hakkında. Buraya özetle alalım:

O önce Kur’an’a başvururdu. Onda bulamazsa ara­dığı konuda bir delil) sünnete yönelir. Onda da bula­mazsa sahabesinin sözlerine başvururdu. Sahabelerin de o (meselede) değişik görüşlerine rastlarsa, Kur’an’a en yakın olan sözlerini tercih eder. Ya da sünnete en yakın olanını alır, bunlardan dışarı çıkmazdı. Eh, on­ların bir açıklamasına da rastlamadı mı (bu konuda) artık tabiunun görüşünü almak yerine kendisi —de onlar gibi— içtihat ederdi.

Fudayl bin İyad da der ki; «Bir konuda sahih ha­dis varsa ona uyardı. Sahabe veya tabiundan bir (sağ­lam haber varsa) yine uyardı. Hiçbiri yoksa en usta­ca kıyasta bulunurdu.»

İbni Hazm da şunu söyler: «Ebu Hanife’nin arka­daşlarının toptan kanaati şudur; Onun mezhebinde ölçü şu, zayıf da olsa hadis kıyastan evlâdır.»

Mekki bin İbrahim de şöyle der: «Ebu Hanife ça­ğının en iyi bileni idi.»

Yahya bin Said’ül-Kattân’m sözleri de şöyle : «Ebu Hanife’nin re’yinden daha güzelini işitmedik.»

Nadr bin Şümeyl de : «İnsanlar fıkıhtan bihaber­di. Ebu Hanife araştırma, açıklama ve özlü (tasnifi) ile onları uyarmış oldu.»

Burada İbni Hacer’in sözü bitti.

Bunlar, onun asırdaşı ya da kendinden sonra gel­miş büyük ulemadan bir kısmına ait şehadetleridir. Ebu Hanife’yi geniş ilmi, anlayışı ve din hassasiyetiyle iyi tanıyanların beyanları!

Yine İbni Hacer, aynı eserinin otuzuncu bölümü­nün «Ebu Hanife’nin Hadiste Dayanağı» bahsinde şun­ları yazıyor: «… Yukarda geçtiği gibi o, tâbiun ve baş­ka imamlar arasından dört bin üstaddan (hadis) al­mıştır. Zehebi ve ötekiler de, O’nu, hadis hafızları ta-bakatı arasında zikreder. Onun hadislere önem ver­mediği kanaatine varanlar ise, ya bilgiden yaya, ya da çekemezlerdir. Haniya, sayılamıyacak kadar (dini mes’elenm hükmünü kaynağından) istimbat etmiş böyle bir kimseye nasıl yakıştınlabilir bu davranış. Üstelik de, kendi arkadaşlarının (Allah rahmet etsin) kitaplarından anlaşıldığı üzere, ilk defa (fıkha) mah­sus bir metodla yapmıştır bu istimbatını… Ve bu çok önemli uğraşması sebebiyle de onun hadis bilgisi veya uğraşması açıkça görülemezdi.

Nitekim Hz. Ebubekir ve Ömer de müslümanlarm hayati meselelerini halli için uğraşmaktan, hadis nak­linde pek ortada görünmezler. Hatta en küçük sahabe muhaddisîeri kadar olsun hadis rivayet etmemiş ol­dukları görülür.

Malik ve Şafii de böyledir. Onların da mesela ken­dilerinin talebesi sayılacak, Ebu Zur’a ve İbni Maiyn kadar olsun rivayetleri .yoktur, bu önemli meşgaleleri (istimbat) yüzünden. Derinlemesine anlama^ sırf ri­vayetten önce gelirdi. Bunun için de-anlamadan, sade­ce hadis nakli övülmez; Üstelik İbni Abd’il-Berr şöyle der:. «Hiç düşünüp araştırmadan, anlamadan habire hadis nakleden (müksirûn) ulema ve fukahanm bü­yük çoğunluğu tarafından ayıplanmaktadır!»

İbni Şibrime’nin görüşüne bakalım: «Az rivayet edersen anlaman mümkün olur.»

Hatip de, İsrail bin Yunus’tan şunu nakleder; «Nu’mân ne müthiş adamdır; ne kadar hadis ezberle-mişse hepsini irdeleyip anlamış ve kavramıştır. Ve on-lardraki fıkhı hükümleri en doğru şekilde bilmektedir.»

Ebu Yusuf da: «Ben, hadisin yorumunu yapıp, on­daki fıkhî nükte (ve işaretleri) çıkarmakta Ebu Hani-fe’den daha ustasını tanımadım.» diyor.

Yine: «Ne zaman bir konuda ona muhalefet et­sem, iyi araştırınca bakardım ki; onun kanaati, âhiret yönünden daha faydalı ve sağlıklı.

Ve ne zaman bir hadise yönelsem bir de bakarım ki, o benden daha iyi anlamış o sahih hadisi…

İşte böylece İbni Hacer Crahmetullah) büyük âlim­lerin dilinden Ebu Hanife’nin menkıbelerini de sıralı­yor. Mü’minlerin gönlünü ferahlatıyor…

İşte sana bu üç cevap. Bunlardan İmam A’zam’m, zayıf bile olsa hadisi kıyasa tercih etmekteki hassasi­yetini anlamış oluyorsun. Ve onun hadisten aldığı fık­hı ve seçkin muhaddislerden biri olarak da ezberlediği hadislerin durumu hakkında fikrin oldu. Ehliyetten mahrum olduğu halde kendine içtihadda ehliyet tas-lıyanların da derecesini tanıdın.

Çünkü içtihad ehli şekilde rical, manen dağlar gi­bidir. Günümüzde bir kişinin ulaşması adeten muhal olan sıfatlara ulaşmışlardır.

Zaten kendilerinden sonra gelen ulema da onların fazilet ve yetkilerini böylece itiraf etmiştir.

Ve hem de bu ulemâ, içtihadın esaslarını kavra­mış, dini meselelerin teferruatını da öğrenmiş olduk­ları halde, onların mesleğine intisabetmiş, imamlara tabi olmaktan çekinmemiş, onların bayrağı altında yürümüşlerdir. Çünkü fazilet ehli fazilet sahibini iyi tanır.

Allah, dilediğini doğru yola sevkeder.

Velhamdülillahî Rabbilâlemin. [56]

Muhammed El-Hâmid’in (Hama Sultan Camii Müderris Ve Hatibi) Cevabı

Bismillahirrahmanirrahîm

Dinî kargaşalığın’ önünü almak için imamlârîh mezhebine uymanın lüzumu:               

Allah’a hamd, Efendimiz Muhammed’e “selât ü se­lâm. Âline ve ^ashabına ve ona uyup doğruyu bulana rahmet.     

İmdi: Galiba bazı kimselere, şu uyulmakta olan mezhepler üzerine gürültü çıkarmak tatlı geliyor.^-Şû bağlıların bütün gücünü sarfederek, Şeriatın genel prensiplerinin yerleşip merkezileşmesi için, aslî kay­naklardan hükümlerini- çıkardığı ve o hükümler üze­rine de cüziyatı ve fer’İ sorumlulukların kurulduğu… Böylece teessüs eden mezhepler… Ve böylece-de; ilmin gelişmesi sebebiyle ilâhî’ nimetler bize ulaşmiş,” dini tam kavrama imkânımız doğmuştur. Buna bağlı ola­rak da, İslâm Hukuku teşekkül edip, rsağlam bîîia te­meller üstünde yükseldi. Sonucun soiiücu olarak-dâ; geçmiş ümmetlerde görüldüğü gibi, bu: dinin- hüküm­lerinde kargaşa doğmadı. (Şu, dinlerini böllak bölük ayırıp, hizipleri bölen ve her hizbin kenai diniyle övün­düğü ümmetler).                

Ama şimdi zuhur eden bu hizip kendi tahminini gerçek gibi savunup; herkesi eskiler gibi iotihadda bu­lunmaya çağırıyor. Şu an^ genel şartlar buna elvermi-yormuş, onların aldırdığı yok. Hep kendi akü ve bilgilerini bu işe yeter saymakta, bu sancağı taşıyabile­ceklerini zannetmekteler.

Tabii kendilerinin de ilk gelenler derecesinde iç-tihad yapacaklarını sanmaktalar. Aynı zamanda, bu suretle evvelkilerin noksanlarını tamamlıyacaklan gö­rüşündedir. Bunu örtmek için de, merhum imamların zimmetlerinde vebal kalmasın diye samimiyetle söyle­dikleri bazı şeyleri (kendi çıkarlarına uygun) sürekli yaymadalar… Halbuki imamlar dinî sorumluluklarım hafifletmek, kendi yüzlerinden     kendilerinden sonra herhangi bir yanlışın sürüp  gitmesini önlemek iste­mişlerdir. Hatta bu sözleri, aklı ve bilgisi yerinde kim­selere, onu güzel kullanacak kimseleredir. Yani onlar çok uzak ihtimal de olsa, yanıldıkları veya unuttuk­ları hususlar bulunursa,   kendilerinden   sonrakilerin düzeltmesine fırsat vermiş olmak için böyle davran­mışlardır. Merhum İmamın sözü de (Hadis sahih olun­ca, işte odur benim mezhebim)   bu türdendir. Allah fırsat verirse iyi ve temiz niyetle söylenmiş bu kabil­den şeyleri daha zikredeceğiz..

Ancak, bazı ahmaklar habire davullarını düdük­lerini öttürüyor ve bu karışık ortamda, hiç değilse imamların takarrür etmiş görüşlerine tekrar bir bak­mak, diye bir gürültüdür koparıyorlar. Bunu tabii, sû-ret-i haktan ve masum bir edada görünerek söyleseler de, aslında o görüşlerin (modası geçmiş) batıl olduğu­nu söylemek istiyorlar.

Bizim inanıp bağlanacağımız esas ise, fukahanm kesin karara bağladığı üzere; (Şeriatte) mutlak içti­hadın, Resulün (S.A.V.) hicretinden 400 sene.geçtik­ten sonra, memnu1 olduğudur.

Bu ise Allah’a karşı bir kısıtlama anlamına gel­mez. Onun geçmiş ulema arasından böyle müçtehid-ler çıkardığı gibi sonradan gelenlerden de çıkarması

Katibimizin bol ihsanı için basittir. Asla ona zor mez Ama ehliyeti olmayanların içtihad iddiasına kalk­masını önlemektir maksat. Ve müthiş bir din buhra­nına düşmemek ve bizden önceki milletlerin uğradığı­na uğramamak için…

İşte bu sebepledir, muttaki seçkin ulemanın, bu kapının kapandığına dair görüşü.. Bu ümmete acıma­larından, onların ilimsiz, takvasız, ilâhî nurdan nasip­siz, Rabbani yardım ve başarıdan mahrum, içtihad id­diasına tutulan müçtehid kopyalarına uymaktan ko­runmaları isteklerindendir bu karar.

Halbuki o ilk ulema, Nübüvvet nuruna yakın ol­duklarına ilâveten islâm dupduru ve taptaze, bulandı-rılmamış, rivayetleri tağyir edilmemiş olduğu dönem­de bunu başarabilmiştir.

Dikkat! Genel olarak halk ve özel olarak da, şu gürültücüler bilmeli ki; müçtehid olmanın ilk şartı, Kur’an-ı Kerim’i tam anlamıyla bilmek. Çünkü o ka­nun koymada ilk kaynak ve ilmin ana hazinesi.

Yine bir şartı da, Sünnet ile de dopdolu olmalı. O da Peygamberin (S.A.V.) sözleri, fiilleri ve huzurunda yapılıp da ses çıkarmadığı şeyler olarak, takrirleridir. Eğer o şey haram olsa onu yasaklaması gerekirdi. Çünkü o, isyandan ve gerçeği saklamaktan beridir.

Bu sünnetle meşbu’ olmak, kanun koymaya taal­luk eden ahkâmı bildiren, yanlıştan koruyan sünneti kavramaktır. Hem de, sahihini, zayıfını ayıracak şekil­de herkesin becereceğinin üstünde…

Müçtehidin şartlarından biri de, tam anlamıyla arif olmasıdır: Hükümlerin nasih ve mensuhunu tanı­malı ki, üzerine amel tekarrür. etmiş nâsihi bırakıp da onun neshettiği (hükmünü ortadan kaldırdığı) şeye dayanmış olmasın. Çünkü mensuhtan daha sonra mey­dana gelmiştir. Bu sünnet için de, kitap için de mevzu bahistir…

Yine bir şart: İcmâ vuku’bulrauş meseleleri bil­mek lâzım ki; onun dışına taşmasın ve mü’minlerin gittiği yoldan sapmasın.

Cenab-ı Hak: «Kim, kendisine gerçek yol açıklan­dığı halde, Resule ters gider ve mü’minlerin tuttuğu yoldan saparsa, onu istediği yönde yürütür ve cehen­neme salarız. Ne kötü gidiştir…» buyuruyor. [57]

Bir şartı da, Kitabı Kerim’in ve Sünnet-i Şerifin an­laşılmasında, ulema ve fukahanm anlaşıp kurduğu usulleri kavramaktır.

Onu tam bümiyen kavramıyan ise eksiklidir, onun mutlak içtihad postuna oturması ve zirvesine tırman­ması düşünülemez.

Başka bir şart: Bizzat Arap kadar lüğatma ya­bancı söz girmeden, Arap dilini kavramış olmalı ki; Kitap ve Sünnet’ten dini nasslan karışıldık bulanıklık olmaksızın dosdoğru anlıyabüsin… Buna göre, Arap dilinin anlatım üslublarmda öyle bir seviyeye ulaş­malı ki, sarihle-zahir ve mücmelle-Hakikat ve mecaz, Amcı ile Hass, Mutlak, Mukayyet ve Nass arasmdaki-ni fark edebilsin. Bununla beraber de (en önemlisi), bütün bunları ehlinden öğrenip ince araştırmasiyie de tahkik etmesi gerek. Ayrıca da, bilgisi, görgüsü, amel ve itikadında tenkid edilecek bir açığı bulunmamalı. Adil, fazıl, olgun ve hele bilhassa ilim denizinin derin­liklerine dalmaya ve delillerin hikmetlerine inmeye gücü olmalı. Hükümlerini illetlerini anlama ve oradan çıkarma gücü de gerek…

İlâhî bir vergi, bol nasibli bir zekâ da lâzım ki, delili olana, delili bulunmıyan meseleyi kryashyabilsin. Atmasyon değil, gerçek kıyas olsun.

İslâm ümmeti çoktur. Onun çok azma nasibolur bu yetki. Çünkü içtihad merdivenini tırmanmak çok zor, tepeye ulaşmak çetin ki çetin. Halbuki biz nefsi­mizin aczini biliriz. Onun için de imamların arkasını bırakmayız. İşte budur en selim, en belli ve en sağlam, şaşmaz tutum.

Devrimizde mutlak mânada içtihad iddiasında an­cak aklı noksan, ameli bozuk, dini zayıf kişiler bulu­nabilir. Gerçekten de içtihad davasında bulunan bazı ahmakların, çıkara çıkara bize hiçbir aklı oturmuş mü’minin kabul edemiyeceği acaib fetvalarla geliyor­lar karşımıza. Merhum ve ilmiyle âmil imamların had­dini bilerek durduğu noktalarda, onları aşarak hem de!..                                                                            

Evet günümüzde bazı birtakım meseleler meyda-,; na çıkıyor ki, onları bizden öncekiler görüp, hükmü-^ nü düşünmemiş olabilirler.

Şaşkınlıktan kurtulmanın biricik yolu ise, fürû-u fıkha ve külli kaidelerine bakmaktır. Çünkü yeni olay­lar için gerekli hükümde garantimiz odur. Zira bizden önce fukaha o kadar geniş tutmuş ki işi, bugün bile olabilecek olayları taktir edip bir sürü ihtimale hü­kümler çıkarıp yazmıştır. Nihayet derya gibi ilim ha­zinesi olmuş kitapları, yüreği olan dalar onun dibine hazır ve harika incileri çekip ortaya çıkarır, o kadar…

Şunu demek isteriz; yeni ve ferdi birtakım mese­lelerin hükmünü bulmak için içtihada engel yoktur. Ama ne var ki İslâm âlemini çalkalasan ancak bir iki ferd bulur abiîir belki bunu becerecek. Yoksa bu öyle her âlim sanılan ya da kendisinde ilim zanneden basit kişilerin işi değil…

Cüzileştirdik. Çünkü İslâm zatında kâmildir (nok­san ve fazla kabul etmez.) Ve gök kubbenin altında hiçbir olay cereyan etmez ki, onda cevabı ve hükmü bulunmasın. Nitekim Allahü Teâlâ: «Bugün dininizi olgunlaştınp bütünleştirdim ve size tamamladım. Size din olarak İslâmı tahsis ettim.» buyuruyor.

Elbette Allah’ın kâmil şeriatı sürekli gelişen olay­lar önünde sönük kalamaz. Buna göre biz, müçtehid olmadığımıza göre, münferit olaylarda bile mezhebi­mize bağlı kalırız; hadislerden hemen hüküm çıkara-mıyacağımıza göre…

Çünkü imamlarımızın görüşü bizden daha geniş ve daha derinlemesinedir. Ve zaten onlar, âdeta atı eğerlemiş, gemini vurmuş, gibi fıkhı bize hazırlamış­lardır. Bize ona uyup bildirdiğini anlamak düşüyor. Sanki sağdır o âlimler, onlardan fetva   sormuşuz da

cevap veriyorlar gibi (kitaplarından okumak düşer). Hadis-i şerifler mi; orada sahih ve sabiti var, ha-seni var,   zayıfı var,   hükmü neshedilmişi var, hatta mevzu yani tamamen asılsız uydurma olanı var. Yani içtihad denizine dalmak, zayıflar için öldürücüdür.

«Ey Ümmü Amr bırak bu evhamları, Atta kurtul şu müzmin yanılgıdan. Allah yazdı ki: Her iyilik ve üstünlük Herkesin kendi sınırında durmasına bağlıdır.»

Hadi farzedelim ki, bugün içtihad kapısı açıldı. İç­tihad çığırtkanlarının çoğalma yolu açıldı. Sayılmıya-cak kadar çoğaldı mı bu iddiadakiler. Çünkü — kendi tahminine göre— kendinde içtihad kudreti hisseden herkes halkı kendine uymaya çağırdı mı? İşte başladı büyük yıkılış. Büyük bela, üstü baş.ı yırttıran, toplu­lukları dağıtan, birliği parçalıyan belâ… Ve her aklı başında kişinin, elinden geliyorsa, tedbirini alıp, şid­detle sakınacağı ve sakındıracağı felâket budur…

Allah’ım, bizi olgunluğa erdir. Nefsimizin şerrin­den koru, edep sınırında tut. Gururdan kurtar bizi. Senden başkasının uzakiaştıramıyacağı belâları biz­den uzak kıl, Ey Kerim! Amin… [58]

Fasıl   (I)

Bu açıklamadan sonra esasa bakalım. Bu sözlere şu nefislerini tatmin edecek ve olması da imkânsız ba­zı heveslere saplanmış karıştırıcı taşkınlar sebeb ol­du. Zaten o tür şeylere, İslâmı açıklama sadedinde ona, yakıp yıkmayı din kurtarma sayanlar gönül bağlar. Çünkü, o din öyle metindir ki kim onun aleyhine ge­çerse, mağlub olur. Ve ateşini fırtınada gibi söndürür küllendirir.

Eh bu tiplerin bütün çırpınmalarına rağmen, ule­ma, imamlarının görüşlerini getiren kavilleri iyi tanır. Ama onların bu bilgileri aynı zamanda, imamın han­gi şeyi hedef aldığını da anlama manasınadır. Çünkü akıllı bilginler, akıllı bilginlerin, neden ne kasdettiğini sezer… [59]

Birinci Mesele:

İmam Ebu Hanife (R.Â.), «Hadis sahih ise benim mezhebim ona göredir.» demiş. Allâme İbni Abidin de «Dür’ül-Muhtar» adlı büyük «Haşiye» sinde ve «Resm’~ ül-Müfti» adlı risalesinde bunu zikretmiştir.

«Şerh-i Hidâye»de de böyle nakledildi. îbni Şalı-na’nm bu kitabındaki görüşü şöyle : «Hadis sahih olur­sa mezhebe ters de düşse hadisle amel edilir. Bu da yine onun mezhebi olmuş olur. Ve mukallid bu işiyle Hanefi olmaktan çıkmaz. O zaman da Ebu Hanife’nin «Hadis sahihse mezhebim odur» sözü gerçekleşmiş olur.»

İmam îbni Âbd’il-Berr de, îmam Azam ve başka­larından bu tür görüşler hikâye eder…

Bize gelince, deriz ki: Biz bu sözün imamdan nak­ledilip edilmediğini tartışmayız. Ama genel bir şey de­ğildir. Çünkü her fertte içtihad ve istinbat’a takat yok­tur. İmamın işareti ise, bu dereceye ulaşabilenleredir. (Yani özeldir, müçtehit talebeleri için), bu dereceyi kavrayanlar içindir. Ama seçme gücü zayıf olanlar, so­nucu daha iyi, tehlikeden daha emin yolu, imamları­na uymayı tercih ederler. Yok inadına, gururları yü­zünden nefislerine uyarlarsa, helak olur, helak eder­ler. Bunun ilmi nakildeki güvenilirliği, naşirine bağlı­dır ki o da îbni Abidin’in «Resm’ül-Müfti» ve «Dürr’ül-Muhtar»ma havale edilmiştir. Ona düşen bu görüşü ilmî ölçüsüyle zikretmektir, şaşırtıcı beyanlara yol açılmaması ve dinin kıvamını koruması için… Çünkü bunları açık açık belirtmese, imamının mezhebine gü1 ven kalmazdı.

Şimdi, îbni Abidin’in «Resm’ül-Müfti» sinden bu­nu birlikte görelim kısaca:

Derim ki: Nasları anlama ve muhkemini mensu-hundan ayırma da ehliyetli kimselerin bildiği birşey-dir. Bir mezheb ehlinin delile bakıp onunla amel et­mesi halinde, mezhebinin de tahakkuk etmiş olacağı. Çünkü (bu izin) mezheb kurucusundan çıkmıştır. Za­ten kendi delilinin zayıf olduğunu bilse, ondan vazge­çer, daha kuvvetli bir delile uyardı.

Bunun içindir, muhakkik imam İbni Hümam’m büyüklere rağmen imameynin (Ebu Yusuf ve Muham-med) kavline göre fetva vermeyi reddetmesi. Çünkü o imamın kavlinden ancak delilinin zayıf olması halin­de ayrılır…

Yine diyorum ki; bu sınırlama, durumun mezhep­teki görüşe uygun olması halinde de lüzumludur. Çün­kü imamlarımızın ittifak ettiği şeyden tamamen sıyrı­lıp ayrılma anlamında içtihada izni yoktur. Çünkü on­ların içtihadı, o ferdinkinden muhakkak daha sağlam­dır. Ve yine açıktır ki, onların naklettiği delil onun-kinden daha tercihe lâyıktır. Yoksa amel etmezler­di… Onun için de, şeyhi Allame son muhakkik Kemal îbni Hümam için şöyle diyor: Şeyhimiz, mezhebimize ters düşen hususlarda amel etmez.

Ve yine «Kuduri» üzerine «Tashih»inde diyor ki: «Kadıhan» diye meşhur, Âllâme Hasan bin Mansur bin Muhammed el-Evzicendi’nin zamanımızda «Resm’ül-müfti» tabir edilen, «Kitab’ül-Fetevâ»smda şunlar var­dır :

Dostlarımıza bir hususta fetva soruldu mu, eğer o hususta kardeşlerimizden — Hanefilerden — ihtilaf­sız bir nakil varsa, o zat onların görüşüne göre fetva verir, onlara ters düşemez. Hatta müçtehid bile olsa böyle yapar. Çünkü hakikatin bir (geçmiş) mezhep ehlinin ittifakında olacağı açıktır. O kişi de onları aşa­maz. İçtihadda onlara ulaşamaz, onlara muhalif gö­rüşe bakmaz ve delillerini bile itibara almaz. Çünkü onlar delilleri daha iyi tanır. Sahih ve sabit olanıyla aksi durumları daha bir ayırdedebilir…»

Daha sonra da Hassaf m «Edeb’ül-Kada» eseri üzerine, «Şerh’ül-Bürhan’ül-Eimme»den benzer nakil­ler yapılıyor:

Ben de derim ki, bütün bunlara rağmen zaruret ve benzeri sebeplerle imamlarımızın ittifak ettikleri konularda bazan aykırı davranıldığı olmuştur. İsticar konusunda, Kur’an talimi ve benzeri ibadetler için söz geçmişti. Hani ya geçen bahislerde açıkladığımız gibi eğer (Kur’an talimi için) ücret verilmemesi üzerinde ısrar edilse, dinin kaybı büyük olurdu.

İşte bu babda, imamlara muhalif de olsa, «el-Ha-viy’ül-Kudsi»den naklen aşağıda açıklıyacağımız üze­re, fetva caiz olur. Örf üzerine açıklamalarımızda da bunu daha geniş anlatacağız…

Hasılı, en büyük imamlarına muhalif (fetva ve­ren) bağlıları bile onun mezhebinden çıkmış olmaz, hatta muteber şeyhlerden biri bu tercihte bulunsa bi­le.. Meşâyihin, zamanın değişmesiyle ortaya çıkan bir olay üzerine, zaruret vesaireden ötürü, bu tercihi bi­na etse bile, mezhepten ayrılmış olmaz. Çünkü bu ter­cih esasen orada delil-i tercihtir ki, buna da bizzat imamdan izinlidirler.

Eh, zamanın değişmesi ve zaruret gibi şeylere da­yandırılan da böyle olur. Hani ya, o (imam) diri olsa, o da öbürlerinin görüşünü bildirecekti. Zaten onların (hüküm vermesi de) yine onun (kurduğu ve hüküm elde ettiği) kurallara göredir. Bu da o mezhebin gere­ği olmuş olur. (Burada Âllâme îbni Abidin (R.A.) in anlatmak istediği bitti.)

Ve onun «Resm’ül-Müfti» adlı eserinden bu konu­da burada aktardığımdan daha tafsilatlısı yine onun «Redd’ül-Muhtar» nidadır. Bunu ve onu okuyunca imam merhumun ne demek istediği anlaşılmış olur. [60]

İkinci Söz:

îmam Ebu Hanife merhum der ki:

«Bizim nereden aldığımızı bilmeden bizim görüşü­müzü esas almak bir kimse için helâl olmaz.»

Yine: «Delilini bilmeyen kimseye, benim sözümle fetva vermek haramdır.»

Bir başkasında da şu fazlalık nakledilir:

«Biz de nihayet insanız, bugün bir şey söyler, yarın vazgeçeriz.»

Yine: «Dikkat et Yakub (Ebu Yusuf’tur) benden her işittiğini yazma. Çünkü ben bugün bir görüş be­lirtir, yarın terkedebilirim. Yarınki görüşümden de öbür gün vazgeçebilirim.»

Naşir bu şekilde rivayetleri, ilim ve rivayet kay­nakları olan kitaplara atfediyor. Nitekim, Ebu Yusuf’a ait buna benzer bir ifadeyi «İbn Kayyum’ül-Cevziye’-nin «A’lam’ül-Mavakkin» kitabının ikinci cüzünde ri­vayet ettiğini ben de tesbit ettim :

«Bir kimsenin bizim sözümüzü aynen aktarma­sı helâl olmaz, neye dayanarak söylediğimizi bilme­den…»

Ne var ki; üçüncü ve dördüncü rivayetleri, İmam Şa’rânî’nin «el~Mizan» adlı eserinde buldum. Bu ikisi­nin benzerlerini de selef imamlarından Mücâhid, ar­kadaşlarına; «Benim verdiğim fetvalardan hiçbirisini yazmayın. Sadece hadisler yazılmalı. Çünkü belli ol­maz, size bugün verdiğim fetvalardan yarın vazgeçe­bilirim.» diyor.

Bu sözü de, naşir imam Şarani’nin «Mizan» ına- at­federek, onun imam Ebu Hanife’ye ait olduğunu söy­lese de; ben ciddi araştırma sonunda Mücahide ait bir söz olduğunu tesbit ettim. Hadi bu da hangi tarzı olsa zararı yok. Çünkü vera\ selef salihimiz hepsi için zırh gibidir. Bu da, olsa olsa, bu insanların nefis tahakkü­münden kurtulduğunu belirtir. Ve hüküm çıkarmada Allah’a teslim olmuşlardır. Ve hep dînî delile yönelir, ona boyun eğerler. Hakkı görünce ona dönmekte te­reddüt etmezler. Baş kaldırırc asına o delilleri bir ya­na atmazlar.

Nitekim, Allah rahmet etsin, Şeyh îmam İzzüddin bin Abdüsselâm, bir insana fetva verdi. Sonra anladı ki yanılmış. Fetva soran da çekip gitmiş. Onu tanımı yordu da… Üç gün bu adamı arattı ve hep, fetvasının? yanlış olduğunu, gerçeğin tam tersine olduğunu ilân etmişti.

Yine Hz. Ömer (R.A.) Ebu Musa el-Eş’ari’yi hakim olarak tayin ettiğinde ona yazdığı mektupta bunu be­lirtir: «…Bugün verdiğin bir hükümde yanıldığını sonradan idrak edersen, gerçeği anlayınca onu dön­mekten seni ilk kararın engellemesin. Çünkü hak ön­celiğe sahiptir, onu hiç bir şey bozamaz. Hakka yönel­mek ise, batılda direnmekten her zaman hayırlıdır…»

Bu ihlaslı âlim ve fakihlerin yoludur. Allah onlara bununla ikram etmiştir. Ve zaten değişik tutum gös­teren müçtehidleri de incelediğimiz zaman, dün far­kına varmadıkları bir delilin bugün kendisine ulaştı­ğını, bu yüzden karar değiştirdiğini görürüz. Bu yüz­den de daha bir kuvvetle inanırız ki, bu son tarz en doğrudur ve ona uymakta zaruridir. Ama zaten, imam­ların daha önce dayandığı hüküm ve delillerden vaz­geçtiği hususlar onlardan nakillerde bulunan arka­daşları ve bağlılarının bütünüyle malumudur. Ve hep­si de fıkıh kitaplarında en ince teferruatına kadar (se­bepleriyle) açıklanmıştır. Ve artık onların mezheple­rine şüphe yöneltmeğe, basit halk arasında tereddüt­leri yaymaya açık kapı kalmamıştır. Şunu demek is­terim; bazı kimseler son derece fikri bunalım içinde, kör deve gibi dirilerini çiğneyip, bir daha bulamama-casma yoldaki tutamaklarını karıştırıyorlar…

Artık burada cennet mekân üstadımız Kevserî’nin sözünü anmamız yerinde olacak. Basılmış olan mek­tuplarında (Makalat’ül-Kevseri) şöyle diyor: «Mez-hepsizlik dinsizliğin köprüsüdür.» Yani itip oraya var­dırır. Mezhepsizliğin ötesinde dini de hafife almıya başlar bu tutum. Ve insan felâkete gömülüp gider. Ve kendi oyununa kurban gitmiş (kaş yaparken göz çı­karmış) olur.

Böyle kaypak (ve tehlikeli) mevkilerden şiddetle kaçınılmalı ki; sonu korkunç ve meyvesi acıdır.

Bütün bu yanılmaların sebebi ise, fikir karışıklığı, akü noksanlığı ve ilim kıtlığı… «Mekkelinin semtleri daha iyi tanıdığı gibi.» Fıkıhçılar da, imamlarının yol­larını tanırlar. Ve onlardan gelip yerleşmiş olanlarıy­la, onların zamanla terkettikleri görüş ve fetvaları da tanı olarak bilirler…

O halde şu kör döğüşü sürdüren karıştırıcılar, Al­lah’ın gazabından sakınmalı. Nefislerini kontrol etme­liler ki; araştırıp gerçekleri tanıyanlar önünde ayıp­lan ortaya dökülmesin…

İmamın, «Bizim nereden aldığımızı bilmeden, kav­limize göre fetva vermesi kimseye helâl olmaz.» Sözü, yahut başka bir rivayete göre: «Delilimi bilmeyen kimseye sözümle fetva vermesi yakışmaz.» buyurma­sına gelince; layık olan bunu şu ilmî usulle bakıp an­lamaktır :

İmamın sözlerini olduğu gibi nakletmek yerine, ulemanın, o düsturu açıklayıp maksadını belirten ifa­deleriyle birlikte müteala etmek zarureti var. Çünkü her insan her şeyi aynı derecede kavrzyamaz, maksadı herkes tıpkısıyla sezemiyebüir. Zaten müftüler de de­rece derecedir. Bazısı sırf nakil yetkismdeyken, bir kıs­mı tercih (bir fikri öbürüne) yapabilir… İlerde görü­leceği gibi bunların herbirinin de şartları var. Meselâ ehl-i tercih olan, delillerini de serdederek fetvada bu­lunmak burcundadır.

Bunu da (delillere) bakmaya olan ehliyeti ve de­lil ve hükümler arasındaki (müşterek noktaları, ayrı­lan yönleriyle) ölçüp tartabilme, meselelerin derinli­ğine inip tarayabilme gücü ile yapacaktır.

işte o zaman bir hüküm ortaya çıkarsa bilinerek (ve gerçeğe uygun) çıkmış olur. Fetva delile ve daya­nağa sahip olmuş olur. Meseleye bu itina gösterilmez­se, imkân ve gücü olduğu halde; elbette Allah’ın ken­disine bahşettiği nimeti zayi etmek ve imamın da açıl­masına izin verdiği araştırma kapısını kendi yüzüne kapamak suçundan ötürü günahkâr olur.

Hani ya, ona dini bir borçtu; gerçekleri tam bir cid­diyet ve itina ile araştırması. Ve bu da delil tanıma­dan sırf taklitten ibaret olan bilgiyle yetinmenin üs­tünde onurlu bir durumdu… Çünkü bu son tavır, an­cak bu konuda yetkisi olmıyan, kabiliyeti kısa olan, bu yüzden de sadece imamların açıklamalarına göre dav­ranmalarına izin verilen, ispatsız taklitle mükellef kimselerin işidir. Meselâ her bölge ve her devirde ge­nel mânada ilim ve fıkıhla uğraşanların çoğunluğu­nun durumu böyledir…

İşte imam merhumun söylediği gibi ve esasen di­nin de ilim konusundaki tanıdığı meşru’ serbesti ve ge­nişliğe dayanarak, güçlü ulema daha o günden kolları­nı sıvayıp; hükümlerin kaynak ve düsturlarına ciddi­yetle eğildiler. Karşılaştırınca da, kâh imam (Azam) in kâh da iki talebesinin görüşlerim tercih ettikleri oldu. Ama bunlar asla, mutlak mânada içtihad. iddiasına kalkmadılar. Çünkü onların araştırmaları hep mez­heplerinin yörüngesindeydi. O mezhebin prensip ve plânına göre yürüyorlardı. Yani sadece tercih (bir kaç görüşten en uygununu ve kuvvetlisini seçme) yapıyor­lardı. İçtihadları tercih sınırını aşmıyordu.

Şimdi bu hususta, ulemanın açıklamalarım ver­meden önce, «Tabakat’ül-Fukahâ»  (fakihlerin derece-1 leri) ya dair kısa ve özet bir malumat aktarmak isti­yorum. Bunu da, Allâme Şeyh İbni Abidin’in «Resm’ül-Müfti» sinde, hicretin onuncu asrında yalamış büyük Şems’ûd-Din Muhammed bin Süleyman — meşhur Kemal Paşa Zade — nin risalesinden naklet­tiğine göre alıyorum. Ve tabii yerin darlığı sebebiyle lafı uzatmaktan kaçınarak sadece sayıp bir nebze örnek vermekle ye­tineceğiz : [61]

Birinci Tabaka:

Şeriatta müçtehidler. Dört büyük imamla, başka­sını taklid etmeden kendine göre bir yol tutturmuş olan öbür imamlar böyledir. [62]

İkinci Tabaka:

Mezhepte müçtehidler: Ebu Yusuf, Muhammed gibi, üstadlarımn görüşüne teferruatta muhalif de ol­sa, onun koyduğu ölçülerle yürüyerek delillerden hü­küm çıkarmaya gücü yeten Ebu Hanife’nin talebeleri buna örnektir.

Üçüncüsü : Meselelerde müçtehid tabakası; (tabii mezhep liderinin görüşü belirmemiş konularda…) Hassaf, Tahavi, Kerhî, Halvâni, Serahsi, Pezdevi ve Ka-dihân gibi… Çünkü bunlar da imamlarına muhalefet yetkisine sahip değil, sadece onun koyduğu metodlar-la hüküm çıkarma durumundadır.

Dördüncüsü : Tahric ehli. Bunlar artık mukallid zümresinden sayılır. Razi (Meşhur Fahr’ür-Razi de­ğil) Cassâs ve emsali bu sınıftandır. Hani ya bunlar iç­tihada güç yetiremezler. Sadece usulü tam kavramış olmaları sebebiyle, mezhep sahibinin iki ihtimal belir­ten görüşünü çözebilme yetkisindedirler.

Beşincisi: Tercih Ehlidir. Yine mukallid sınıfın­dan; Kuduri, Hidâye sahibi vb. Bunların yetki ve özelligi de; rivayetlerden bazısını ötekine tercihte bulum bilmektir.

Altıncısı: Temyiz Ehli. Yani mukallid tabakasın­dan olmasına rağmen, kuvvetli görüşle zayıfı ve orta olanı, Zahir’ür-Rivayetle Zahir’ül-Mezheb olanı, mute­ber kitap sahiplerinin nadir rivayetleri gibi hususları ayırabilir.

«Kenz» sahibi ve «el-Muhtar» yazarı böyledir: Ödevleri de, yazdıkları kitaplarda, zayıf rivayetlere ve reddedilmiş görüşlere yer vermemekten ibaret.

Yedincisi: Bunlardan hiçbirine gücü olmıyan sırf mukallitler tabakası. Hatta zayıfla şişmanı, güneyle kuzeyi ayıramaz, gece odun toplıyan kimse gibi, eline geçeni toplar. Bu seviyede olanları taklid edenlere ya­zıklar olsun.[63]  (özet burada bitti.)

Şimdi «Resm’ül-Müfti»de, îmam Merhumun şu nakledilen sözü üzerine verilen açıklamayı dinle. Di­yor ki; «Sonra iyi anlamalısın ki imamın, «bizim sözü­müzle herhangi bir kimsenin fetva vermesi caiz de­ğildir…» diye başlıyan sözü iki mânaya gelebilir:

Bunlardan ilk akla gelen kasıt; imamın bir hüküm­deki tutumu belli olunca, (vitrin vacip oluşu gibi) ima­mın delilini bilmeden fetva vermeğe yetkisinin bulu-namamasıdır. Bu ise, şüphesiz, müçtehid müftüye has bir yetkidir. Sırf mukallide değil. Çünkü taklid delili tanımaksızın başkasının sözünü esas almaktır. Delili­ni bilerek, imamın görüşünü al m aks a bundan ayrıdır, denildi. Bu taklid değildir. Çünkü, bu müçtehidden de­ğil delilden hükmü almak olur. Veya diyelim ki; âlimin delili bilmekle birlikte imamın görüşünü alması içti­hadın sonucudur. Çünkü delilin bilinmesi müçtehid içindir. Bu da delilin muarızdan salim, olduğunu bil­meye bağlıdır. Bu da bütün delillerin araştırılmasına bağlıdır. Buna da müçtehidden başkası güç yetiremez. !Anıa sadece, falan müçtehidin, filan meselede filan de­lile dayandığını bilmenin bir faydası yoktur. Müftü­nün delili tanımasından maksat, onun durumunu bil-mesidir ki, böylece ona tam kanaat getireceğinden ar­tık kendisinin taklid etmesi ve başkasına da o görüşle fetva vermesi caiz olur.

Eh bu da ancak mezhepte müçtehid bir müfti için mümkündür. Hani o hakiki müftüdür. Onun dışında­kiler sadece nâkildir.

Bu söylenenlerin kasdedildiği ise uzak ihtimal. Çünkü müftü mutlak içtihad derecesine eremediğine göre, o dereceye ereni taklitle sorumlu olur. Onun ar­tık imanım delilini tanıması yerine sadece belli olan görüşüne bağlanması zaruri olur.

Bir uzun açıklamadan sonra da der ki; «İkinci ih­timal, «İmamın kavliyle fetva vermek» ten, onun usu­lünden tahric ve istinbat etmek kasdedilmiş olmasıdır. «Tahrir» ve şerhinde dendi ki;

(Mesele:) Müçtehid olmıyan kimsenin bir müçte­hidin mezhebine göre, onun usulüne uygun tahric et­mesidir, aynen almak değil. Dayandığı şeylere muttali ise — yani müçtehidin kaynak aldığı şeylere —, o hu­susta görüş sahibi ise, esastan teferruata intikale gü­cü varsa. Ve bu konuda tahlil terkip ve eleştirmeye gücü yeterse… Bundan maksat da —sonuç olarak — yeni zuhur eden fer’i meselelerin ve mezhep sahibin­den hakkında nakil bulunmıyan hususların, yine kaynağı mezhep sahibi olan metodlarla, hükümlerini çı­karmaktır.   Bu kimseye de mezhepte müçtehid dense caizdir.

Bu şartlar bulunmazsa ona müçtehid demek caiz olmaz. «el-Hindi»nin «Şerh’ül-Bedi’inde de böyledir. Bizim muhakkik ulemadan dostlarımız ve başkaları­nın da esas aldığı görüş budur.»

Yine bazı açıklamalardan sonra CÜstad) der ki:

«Denildi ki; genel mânada caizdir, imamın daya­naklarını bilsin bilmesin, müçtehid olsun olmasın. «Be-di» sahibinin ve başka bir çok alimin tercihi de böyle­dir. Çünkü bu sadece nakil olur. Alimle kendi arasın­da da fark yoktur.

Bense derim ki; ihtilaf nakilde değil, tahriçtedir. Çünkü, müçtehidin mezhebinden aynen nakiî, ravinin de adi ve öbür şartlarının tam olması kaydıyie mak­buldür. (Burada tahrir şerhinden özetleme bitti.).»

Şeyh İbni Abidin bazı açıklamalardan sonra da şöyle devam etti:

îmam ve talebelerinden aktarılan yukarda zikret­tiğimiz «Nereden aldığımızı bilmeden bizim sözümüz­le fetva vermek bir kimseye helâl olmaz.» sözü, istin­bat ve tahric yolu ile, mezhepte müçtehid olanın fetva vermesi görüşüne hamlolunur. «Tahririn» ve «Şerh’ül-Bedi»nin ifadesinden bu anlaşılabilir. Ve öyle gözükü­yor ki, üçüncü, dört ve beşinci tabakalar da bunda or­taktır. Onun dışındakiler ise nakille yetineceklerdir. Bize de onların öncekilerden naklettiklerine uymak düşer. Yani öncekilerin yap*:lmıyan istimbatlarmdan ve tercihlerinden naklettikleri şeylere…

Hatta, bahsin başında kaydettiğimiz gibi, ima­mın görüşü dışında bile olsa böyledir. Çünkü, tercih­lerini, bu zevat öyle boşu boşuna yapmamışlardır. Ter­cihleri ancak kaynağı    tanıdıktan sonradır.    Onların. eserleri de bunun şahididir nitekim…»    (Ş. ibni Abi din’in sözü bitti.).

Ben de derim ki; akla uyan ve işe yarıyan budur Aksi halde    islâm âleminde ifta müessesesi   muattal kalırdı. Ve hiç bir meselemize de, nadirattan olan seç­kin bilginlerin dışında, kimseden bir cevap alamaz dik.

Ve anlayış sahipleri için, fukahanm dayandığı şey­ler de artık yeterlidir vesselam. [64]

 

Üçüncü Söz:

Şârâni, «Mizan» ında şöyle der : «Ta başta karine­lere dayanarak, hep nassı, re’ye tercih ettiğini belirt­tiğimiz Ebu Hanife hakkında bizim ve her insaf sahi­binin kanaati şudur ki; eğer o hafızların ülke ülke, yer yer gezip kaynakları tesbit etmesine ve şeriatın tedvi­nine kadar yaşasaydı, bunlar da kendisine ulaşsa idi onları alır, kıyasla verdiği bütün hükümleri bırakırdı’ Gerçi, öbürlerinde ondan daha az olması yanında, za­ten kendi mezhebinde de kıyas pek azdı. Ne yazık ki onun devrinde şeriatın delilleri (hadisler) ülkenin her yanma, köy şehir mezra… dağılmıştı. Tabiun ve tebeut Tabiin eliyle… Bu yüzden de zaruri olarak, kıyas et­tiği meselelerde, nass bulunmadığı için kıyas çoğal­mış oldu. Öbür imamların aksine böyledir. Çünkü on­lar hafızlar köy ve şehirleri dolaşıp hadisleri topladık­tan sonra, tedvin edip hadisle şeriatı karşılıklı takviye etmiş oldular.

İşte öbür mezheplere nisbetle onun mezhebinde kıyasın fazla oluşunun sebebi…

Muhtemeldir ki, İmam Ebu Hanife’ye, kıyası nas-sa takdim etmeyi izafe edenler bu kanaate onu taklid edenlerin   sözleriyle   varmıştır.   Çünkü   mukallidler imamlardan duydukları her kıyasa uyar, imamın ve­fatından sonra ortaya çıkan sahih hadisi bile terkeder-ler… Bu durumda imam mazur, tabileri ise elbette ma­zur değildir. Ve onların, «bizim imamımız bu hadisi kabul etmemiştir.» demeleri de bir mesned teşkil et­mez. Çünkü imamın o hadisi hiç görmemiş olması da muhtemeldir. Yahut eline geçmiş olur da «sahih» ola­rak görmemiş olabilir. Çünkü imamların hepsi, «hadis sahih olursa odur bizim mezhebimiz»    demişlerdir… Öyleyse sahih hadis varken, kimsenin kıyas ve başka hücceti olamaz.   Allah ve Resulüne teslimiyette itaat yaraşır…  (Şarani’nin sözü bitti.)

Bu bölümü de hiç kesinti yapmadan olduğu gibi takdim ediyorum ki, Şarani’nin görüşü okuyucu tara­fından tam anlaşılabilsin. Umarım ki, son olarak ser-dettiği ihtimal de, İmama iltifat ve onu mazur göster­mek, kusuru mukallid tabiîerine yüklemekte olduğu anlaşılmıştır. Zaten sarfettiği söz, ne yandan bakılsa tamamen müsbet olduğu anlaşılır. Çünkü «Mizan»da daha önceleri onu, nass bulunduğu halde kıyas kul­lanma ithamından imamın mesleğini tezkiye sadedin­de bir hayli açıklaması vardır..

Nitekim İmam Ebu Hanife’den muttasıl senetle ri­vayet eden, İmam Ebu Cafer Şizamari (Belh’in bir kö­yüne nisbetledir.î İmamın şunları söylediğini nakledi­yor :

—  «Vallahi yalan söylüyor, iftira ediyorlar, bizim kıyası nass üzerine takdim ettiğimizi nakledenler. Nass olduktan sonra kıyasa ihtiyaç kalır mı?..»

—  Yine merhum diyor ki: «Biz ancak şiddetli za­ruret hallerinde kıyas yaparız. Çünkü biz, önce kitap, sünnete,   yahut sahabenin uygulamasında meselenin delilini ararız. Bulamazsak, o zaman hakkında, hüküm bulunanı, hakkında bir şey bulunmıyam, aralarındaki müşterek illete göre kıyas yaparız.» diyor.

Daha başka bir rivayette de «Biz önce Kitaptan alırız, sonra sünnetten, sonra da sahabenin tatbikatın­dan. Ve onların da üzerinde ittifak ettikleriyle amel ederiz.»

Yine : «Biz her şeyden önce Allah’ın Kitabıyla amel ederiz. Daha sonra Sünnet-i Resul CS.A.V.) ile. Sonra daEbubekr, Ömer, Osman ve Âli (R.AJ nin sözleriyle.» diyor.

Bir başka rivayette de şöyle diyor : «Resulullah (S. A.V.) dan gelen başla göz üstüne. Anam babam feda olsun, ona muhalefet mümkün değil. Sahabesinden gelenlerden de ihtilaflı olanlar da muhayyeriz. Onla­rın dışmdakilerden nakledilenlere gelince, onlar adamsa, biz de adamız.» (Şârani’niıı Ebu Cafer’den nakli de bitti.)

Mîzân’m başka bir bahsinde de diyor ki: «Edülef- -üî-Mezahib» kitabımı telif ederken, Ebu Hanife ve dostlarının sözlerini takibettim. Onlardan gelen görüş­lerin mutlaka ya âyet, ya hadis ya da eserden vb. bir-şeye dayandığını gördüm. Aksini görmedim. Hiç değil­se zayıf olmasına rağmen, muhtelif rivayetlerle Hasen derecesine ermiş bir Hadis, yahut da bir sağlam asi üzerine yapılmış doğru kıyasa dayalıdır… Bunu tah­kik istiyen adı geçen kitabına baksın. Ve genellikle de müçtehid imamların ona (Ebu Hanife) saygıları bel­lidir. Nitekim İmam Malik ve îmanı Şafii’den gelen beyanlar da yukarda geçmişti. Artık onun ve etbamın hakkında başkalarının kanaatine başvurmamıza da gerek kalmıyor…

Ezher Ünüversitesi Şeriat Fakültesinde öteden be­ri okutulmakta olan «Tarih’üt-Teşri’ül-îslâmi» adlı kitapta da îmam (Azam) dan şöyle naklediliyor: «BeA Allah’ın Kitabında (Delil) bulursam alırım. Onda bul-lamazsam Resulullah (S.A.V.) m sünnetinden ve sika raviler eliyle yayılmış sahih eserlerinden alırım. Ehj, Kitap ve Sünnette bulamazsam, sahabelerinin sözle! rinden dilediğimi alır, dilediğimi terkederim. Ama son^ ra dönüp onlardan başkasının sözüne de uyamam.

Ama söz İbrahim, Şa’bi, Hasen, İbnü Şirin, Sak bin Müseyyeb’e (ve daha birçok müçtehidi sayar) ka lırsa, onlar nasıl içtihad ediyorsa ben de içtihad ede rim.

Kıyas    cinsinden içtihada gelince    şunları ihtiva eder:

1- Nasslardan hüküm almak.

2 – Kitap ve Sünnete dayanan genel kaidelerden, hadisler için hüküm aramak.

3 – Kıyas. O da, hakkında nass bulunan mesele­yi, hakkında nass bulunmıyanla karşılaştırmak. Tabii aralarında tam bir benzerlik ve müşterek illet bulun­mak kaydiyle… Böylece meseleler birbiriyle karşılaş­tırılarak onun hükmü ötekinde de var sayılır.

Zaten Nebi (S.A.V.) sahabesine (R.A.) içtihad ko­nusunda genel anlamıyla izin vermişti. Bu da Şeriatın, her yeni doğan olay ve duruma göre işlerliğini temin için. Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken, ona şu söyledikleri de bu cümledendir:

—  «Sana bir mesele getirilince ne yaparsın?»

—  «Allah’ın Kitabına göre hükmederim.»

—  «Kitabullahta bulunmazsa?..»

—  «O zaman da Resulullah’ın sünnetiyîe…»

—  «Resulünün sünnetinde de bulunmazsa?»

—  «Cevapsız  bırakmam,  kendi  re’ymıle   içtil ederim.»

Muaz) Der ki: «Bunun üzerine Resulullah göğ­süme eliyle vurarak, «Allah’ın elçisinin elçisini Al­lah’ın elçisinin rızasına muvaffak kılan Allah’a ham-dolsun.» buyurdu.»

Yine Hz. Ömer’in, Vali olarak tayin ettiğinde, Ebu Musa (el-Eş’ari) ya yazdığı mektupta «… Sonra da sa­na getirilen hakkında da kitapta ve sünnette bir şey bulunmıyan meseleleri düşün ve anlayışına göre… Bu ölçüyle kıyaslama yap. Benzerlik yönlerini de iyi tanı ve onlara dayanarak Allah’ın rızasına en yakın fetva­yı ara» der. Demek, kıyasa izin vardır. Ebu Hanife bu­rada tek başına değil!.. Aksine bu hususta bütün müç-tehid imamlarla müşterektir.

Bu rivayetleri, aşağıda ulemadan nakledecekleri­me yol açıp, İmam Şa’rani’nin (maazallah Şarani’nin İmamımıza hased etmesi düşünülemez.) «O yaşasay­dı, hadislerin zuhuruyla bütün kıyasları terkederdi.» sözüyle de kıyaslanabilsin diye sıraladım. Artık bütün bunlardan sonra insaf sahibi okuyucu seçebilecektir: Bizim de meseleye, ilmi ölçüler içinde verdiğimiz önem ve dikkat ortaya çıkacak, görüşlere de kimden gelirse gelsin ve hangi kaynaktan olursa olsun ne kadar say­gılı olduğumuz anlaşılacaktır…

Mısır’da neşredilen «Muhamat’üş-Şer’iyye» dergi­sinin yazarı Mısırlı muhterem allâme Üstad Afifi’nin «îmam Ebu Hanife’nin Hayatı» adlı kitabında şu ifa­deler vardır:

«En meşhur — Hadis — Hafızlarından Ebu Hanife» Ebu Hanife’yi çekemiyen bazı kimseler, onun ha­dise gereken önemi vermediğini sanırlar. Bu batıl bir iddiadır. Çünkü İmam, hem çok hadis bilir hem de iti­na gösterirdi. Ve kendi döneminde, Hadis hafızların­dan sayılırdı. Nitekim îmam Şa’rani’nin bu konudaki yazısında da onun dayanakları böylece açıklık kazanmıştır. Zaten Tabiun imamlarından vs. dört bin zattan hadis derlediğini de önceden zikretmiştik. Yine, hadis tenkidçisi hafız Zehebi de onu muhaddis hafızlar ta-bakatında zikreder. Zehebi haklı söyler. Çünkü, Ebu Hanife hadise itina göstermese fıkhı meseleleri elde etme imkânı bulamazdı. Hani ya, delillerden hüküm çıkaran ilk zattır o. Ve hadis bilgisinin ortaya çıkma­ması da, onun hadise değer vermediğini göstermez, bazı hasetçi ve hasımların zannettiği gibi… Ne var ki, ondan çok az hadis rivayet edilmiştir. Bu da açıktır. Çünkü onun hafızasında çok hadis olmasına rağmen, sürekli olarak, delillerden meselelerin hükümlerini çı­karmaya uğraşmakta oluşu onu hadis rivayetinden engellemiştir. Tıpkı Hz. Ebubekr, Ömer, Osman, Alı ve öteki büyük sahabeler (R.A.) de (devlet ve mille­tin işleriyle) uğraşmaları onları hadis naklinden alı­koymuş, sonuç olarak ta, çok bilip kavramalarına rağ­men az hadis nakletmişlerdir. Onlardan daha küçük sahabeler bile kendilerinden fazla rivayette bulun­muşlardır, îmam Malik ve Şafii de yine delillerden hüküm çıkarmakla uğraşmaları yüzünden, işittiğimiz hadislere nazaran çok azını zikr ve rivayet etmişler­dir.

Nitekim, Hafız Abd’ül-Berr «Kitab’ül-îlm»de, dü­şünmeden anlamadan rivayetten sakındırmak için bü­yük bir bölüm ayırmış ve orada «Müslüman fakihle-rin büyük bir kısmı, düşünüp kavramadan (ne ifade ettiğini anlamadan) çok hadis nakletmeyi marifet zan­netmişlerdir.» demiştir.

İbni Şibrime de, «İyi anla, az rivayet et» diye bir formül söylemiştir.

Tahavi de Ebu Yusuf’tan şöyle nakleder; «Ebu Hanife buyurdu ki; bir kimseye bir hadisi işittiği günden itibaren nakledeceği güne kadar ne kadarını hıf-zedebildiyse ancak onu nakletmesi yakışır…»

İsrail bin Yusuf da: Numan (Ebu Hanife) ne müt­hiş adamdır: Ne kadar fıkıhla ilgili hadis ezberlemişti. Ne müthiş tahlil ederdi onları. Ve ne kadar da hadisin derinliğine anlamını bilirdi!.»

Ebu Yusuf buyurdu : «Ebu Hanife’den daha iyi ha­dis tefsiri bilen ve ondaki fıkhı nükteleri sezen, kimse görmedim.»

Yine Ebu Yusuf: «Ben Ebu Hanife’ye hangi mese­lede muhalefet etsem, sonradan inceleyince görmü-şümdür ki, onun görüşü ahiret yönünden daha fayda­lıdır. Bazan hadise meyletsem, bu sefer de görürdüm ki, sahih hadise de benden daha iyi vakıftır.» demiştir. Yine Ebu Yufu dedi ki:

«Biz Ebu Hanife ile, bir ilmî bahiste konuşurken, bir görüş bildirir de onda arkadaşlarımız ittifak eder­di tveya «ederiz» dedi) Küfe üstadlarmı gezip dolaşır ve hadis veya eser arardım. Bazan iki üç hadis bulur onu götürürdüm. Bazısını kabul bazısını reddeder ve derdi ki, bu sahih değil. Yahut maruf değil… —o ha­dis kendi görüşüne uygun da olduğu halde— ben de ne bildin bunu deyince: «Ben Kûfe’nin en bilginiyim» derdi.

Kadı es-Saymeri, Abdullah bin Ömer’den rivayet etti. (bu sahabi değil, sadece bir isim benzerliği var.J Demiş ki; «A’meş’in yanında otururken bazı mesele­ler soruldu. O da Ebu Hanife’ye; «Senin görüşün ne­dir» diye sordu. Ebu Hanife «şöyle şöyle» diye cevap verdi. O da, «nereden biliyorsun bunları» deyince, Ebu Hanife şu karşılığı verdi: «Bu konuda sen, Ebu Salih kanaliyle Ebu Hüreyre’den o da Resulullah (S.A.V.) dan şöyle rivayet etti» demiştir. Ve aynı konuda bir kaç tane de hadis saydı. A’meş ona: «Yeter» dedi. Sana yüz günde naklettiğim hadisleri bana bir günde mi anlatıyorsun. Senin bu hadislerle amel ettiğini hiç bil­mezdim. Ey FakihlerL. Siz doktorsunuz biz eczacı. Sa­na gelince ey Ebu Hanife iki tarafı da tutmuşsun.»

Bütün bunlardan, İmam Ebu Hanife’nin, hadis ha­fızlarının seçkinlerinden olduğu açıkça anlaşılır. Pe­şinen belirttiğimiz gibi, delillerden hüküm çıkarmakla meşgul olduğundan rivayeti az olmuş olabilir…»

Ben de derim ki; Onun Ebu Yusuf’a «Ben Küfe eh­linin en alimiyim» demesi övünmek için değil, talebe­sinin mutmain olup ondan faydalanabilmesi Efeyz ala­bilmesi) için gerçeğin onun kalbinde yer etmesi için­dir. Denilmiştir ya :

«Kişi kanaati ölçüsünde feyz alır. Kanaati olma­yan kimse asla yararlanamaz.»

Şunun için ki; icabettiği anda gerçeği olduğu gibi söylemekte zarar düşünülemez.

Nitekim Cenabı Hak, Kitabı mecidinde; Yusuf (A. S.) efendimiz hakkında, onun Mısır melikinden hazi­ne amirliğine tayinini istediğinde, bu işe ehliyetini ifa­de için, onun dilinden «Dedi ki; beni hazinelerin üze­rine amir kıl. Çünkü ben yetkili ve emin kimseyim.» buyurur. Ve melik de onun dediğini yerine getirir…

Küfe ise hakikaten Kûfe’dir. O devirde ilim mer­kezlerinin en büyüklerindendi. İslâm’ın yüz akıydı. Hadisçilerin fakih ve şairlerin toplu bulunduğu yer­di. Ebu Hanife bu şehrin âlimi olursa, onun için ne düşünülür.

Bundan sonraki sözüm şudur: Fıkıh okuyan kim­se anlar ki, müçtehid imamların ihtilafları (farklı gö­rüşlere sonuçlara, varmış olmaları! tıpkı sahabi ve ta-biunun ihtilafları cümlesinden ve onların devamı ma­hiyetindedir. Ve sırf, hükümleri takrirde, delillerden mahrum   birkaç kitabla   yetinmeyen,   bu tür şeyleri araştıran ilmî ölçüler içinde eğitim görmüş günümüz fakihleri de bu hususu böylece bilmektedirler. Yani her imamın bir geçmişi dayanağı vardır. Onların izi­ni takibederler. Ebu Hanife de onlardan biridir. Aşırı gidenler artık bitirsin, çünkü anlamıyorlar.

Ve Hanefi fıkhına dair kitaplar ise hadis ve eserle dopdoludur. Artık onların hadis sermayesinin azlığı gibi bir itham o mükemmel mezhebin açık ve berrak durumuna ters düşer…

İmam Ebu Hanife hadis hafızlarının seçkinlerin^ den olduğu gibi (yukarda görüldü) aynı zamanda mez­hebinin kaidelerini ve fer’i meselelerini de, arkadaşla­rıyla müzakere ve müşavere ederek kurmuştu.

Sohbetinde bulunanların sayısı oldukça fazlaydı. Aralarında hafızlar ve yetkili imamlar da vardı. On­larla karşılıklı tartışır, müşavere eder; mesele olgun­luk kazanınca da, o ilgili bölümlere yazılıp tesbit edi­lirdi.

İmam Şa’râni «Mizan»mda der ki; İmam Ebu Ca­fer Şizamâri, Şakik’ül-Belhi’den şöyle dediğini nakle­der : «Ebu Hanife, insanların en müttakisi, en bilgilisi, en çok ibadet edeni, dinde en ihtiyatlı davrananı, Al­lah (C.C.) m dininde, re’yi il© hüküm vermekten en çok sakınanı idi…..

Ve arkadaşlarını toplayıp, meclis akdetmeden hiç­bir ilmi mesele ortaya atmazdı. Meclis o meselenin şe­riata muvafık olduğunda ittifak edince de Ebu Yusuf veya bir başkasına emrederdi, «falan bahse yaz» diye.

Yine, yukarda zikri geçtiği gibi, muhterem Afifi’-nin «İmam Ebu Hanife’nin Hayatı» kitabında şöyle ge­çer mesele:                                                                 

«Havarizmi’nin müsnedinde, İmam Ebu Hanife’nin.; çevresinde bin arkadaşıyla toplandığı, onların ondan bilgi alırken, bir yönden de onun mezhebinin prensip­lerini kurmada ve birçok meselenin cevabını bulmada ona yardımcı oldukları anlatılır.

Bu cemaatın en seçkin ve yetişkinleri de kırk ta­ne idi. Bunlar içtihad derecesine ulaşmış olduğundan imam, yakın ve mahrem dostları olarak onlara «Bu fıkhı size gemleyip eğerleyerek hazırladım. Siz de ba­na bu hususta yardımcı olunuz» demiştir.

Ve bir olay zuhur edince de onlarla onu müşavere eder tartışıp konuşur, onlardan o konuda bir delil ve­ya haber var mı yok mu diye sorar, kendi bildiğini de ortaya koyardı. Bunun bir ay veya daha fazla sürdüğü olurdu. Sonra da kararın son şeklini Ebu Yusuf’a kay­dettirirdi.

Ebu Yusuf sa malum en seçkin talebesi. Ve hadis konusunda ilerlemişti. Bir duymada, elli altmış hadisi ezberler ve sonra da halka öğretmeğe başlardı. Bu yüzden hadisçiler onu Muhacîdis olarak tanımış ve öy­lece övmüşlerdir.

İbni Muin de onun için, «O, hadise ve sünnete ha­kimdi.» demiştir. Onun sika’lığı üzerinde de îbni Mu­inle beraber, İbni Hanbel ve Ali bin el-Medinî de söz birliği halindedirler. Bu durumda şayet imamının tak­rirleri hadise muhalif olsa, ona o konuda evet demez­di. Yazdığı eserlere de o tip hükümleri dercetmezdi. Üstelik ondan başka da, imamın talebesi arasında, da­ha birçok muhaddisler vardı…»

İmam Malik’in, «Eğer Ebu Hanife benimle müna­zarada, bu direğin yarısı altun veya gümüştür, diye iddia etse, isbat etmeye delil yetiştirebilirdi.» dediği kişi sana kâfidir,

Ve İmam Şafii de: «Bütün insanlar fıkıh konu­sunda Ebu Hanife’nin çoluk çocuğudur» demiştir.

İmam Âhmed bin Hanbel ise; onu anar ve hep rah­met okurdu. Daha öbürlerinin de çoğu onu övmekte hatta onun için onun menkıbeleri ve savunması konu­larında özel ve çok önemli kitap yazmaktadır.

İbni Hacer el-Mekki, Şa’râni (Mizanında) ve üs­tadımız Kevseri, (bu zat «Te’nib’ül-Hatib’ül-Bağdadî»-de İmama yöneltilen iftiraları reddetmek için özel ba­his telif etmiştir.) Muhterem Afifi gibi. Ayrıca asrımız­da yaşamış Mısırlı Üstad Muhammed Ebu Zehra ise, İmam için kalınca bir kitap telif etmiştir.

Elbette faziletli kişileri fazilet ehli tanır. [65]

Fasıl   (III)

Bazı kimseler tek tük bazı hadisler görüyorlar, Ebu Hanife’nin tutturduğu yola kısmen muhalif dü­şüyor ve başlıyor onu tenkide ve görüşlerini, mezhe­bini terk ve tâdil etmeye çağırmaya.. Halbuki edeble-ri olsa onun «Hadis sahihse, benim mezhebim odur» sözünü dikkate alırlar hiç değilse…

Eh, yukardan beri bu husustaki görüşleri sırala­mış bulunuyoruz, tekrarlamıyalım. Sadece te’kid ve bir tavzih olarak şunu ekliyelim ki; mesele esasında imam (merhum) m görüşüne dayanmaktadır. Şöyle ki; Allah’ın Resulü Kerimi (S.A.V.) ne inzal ettiği vah­yinde tenakuz olamaz. Üzerine icma vaki olmuş kafi asılların da sübûtunda şüphe yoktur. Çünkü ondan (S.A.V.) o asılları nakzeden bir şey varid olmamıştır. Varsa bir rivayet, o da ancak ravinin güzel tesbit ede­mediği ve hata ettiğine hamlolunabilir.

Maazallah, imamın Resulullah (S.A.V.) m bir ha­disini, inad ve haksız yere ayıp araması yüzünden red­detmesi düşünülemez. İmamı bırak da, bunu rastgele bir nıüslünıan bile yapmaz…

Muhterem Afifi yine «Ebu Hanife’nin Hayatı»nda, İbni Abd’il-Berr’in «Kitab el-Küna»smdan şunu nakle­diyor : «Ebu Hanife’nin mezhebinde, icma vaki olmuş esaslara aykırı,    haber-i vahidler kabul edilmez.    Bu  yüzden hadisçiler onu tenkid eder ve aşırı derecede kötülediler…»

Yine şayet, İmamın bazı hadislerle amel etmemiş olduğu vaki ise, demek ki o hadisleri görmemişti. Bu­nun içindir ki, «Hadis sahih olursa, benim mezhebim; odur.» diyor. Bu da tabii, kişinin değerini düşürmez, faziletini de yok etmez. Hem görmez misin : Hz. Ömer, zekât vermiyenlere karşı savaş açması üzerine, Hz. Ebubekr (R.A.) e ne diyor: «Onlara nasıl harb açar­sın,» onlar kelimeyi tevhidi ilan ettikleri halde. Zaten Resulullah CS.A.V.) da: «Ben insanlarla «La İlahe il­lallah» deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onu söylediler mi, artık kanları ve malları benden kur­tulur, sadece hakettikleri hariç. Artık hesapları Alla-hü Teâlâ’ya kalır…» buyurdu ya.  [66]

Ama Ebubekr ise şöyle karşılık veriyor:

«Hakettikleri müstesna demiyor mu? İşte zekât onun hakkıdır. Vallahi Resulullah (S.A.V.) a vermek­te oldukları şeyden bir deve yularını bile benden esir-geseler, o yüzden onlara harb açarım…»

Aralarında bu tartışma olurken, ikisinin de İbni Ömer’in rivayet ettiği başka bir hadisten haberleri yoktu. O hadiste ise namazı terkeden ve zekâtı vermi­yenlere karşı savaş açılacağına dair açıklama vardı: Bu hadisi Buharı ve Müslim ondan tahriç etmiştir. Ve Resulullah (S.A.V.) şöyle buyurmuş : «Ben, insanlarla, La ilahe illallah Muhammedün Resulullah diye şeha-det getirinciye ve namazı kılıp zekâtı verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu yaparlarsa, kanlarını ve mallarını benden kurtarırlar. Ama İslâm’ın hakkı müstesna, hesapları ise Allah’a aittir…»

Bazı kere Ebu Hanife,   Kitabın umumî ifadesine kesinlikle ters olursa, haberi vahidle ameli terketmiş-tir. Hatta kitabın zahirine muhalif olunca da… Kita­bın ifadesi yakın ifade eder. Haber-i vahid ise, sübutu zanni olduğu için, öbürünü yakin oluşu sebebiyle, tahsis veya neshe gücü yetmez. (Zaten tahsis de bir ba­kıma nesihtir.)

Aynı zamanda kitaba mülhak olan meşhur hadise muhalif düşeni de almazdı. Hatta meşhur sünnetle ki­taba ziyade etmek de caizdir. Öyleyse haberi vahitten daha kuvvetlidir. Elbette, o sünneti kendinden zayıf olan için terkedemezdi…

Ravisinin, tersine amel ettiği haberi de almazdı. Çünkü, neshini veya tearuz, tahsis vb. bir durumunu tesbit etmese, ameli terketmezdi. O, belva-i ânım hali­ni alan husustaki (yani herkesin çok iyi bilmek zo­runda olduğu hususta ise) ile de amel etmezdi. Tabii haber tek başına kalıyorsa… Şu yüzden ki; normal olarak birşey ne derece belva-ı ânım olursa, Resulul-lah (S.A.V.) dan o kadar yaygın ve çeşitli bir nakille gelmesi âdettir. Çünkü O (S.A.V.) böyle bir şeyi tek kişiye değil, aksine çok kimseye bildirirdi.

Haber-i vahid böyle «belva-i ânım» [67] ile ilgili olunca, çok kimse de tekrarlamayınca İmam onu al­madı. Namazda besmelenin açıktan okunması konu­sundaki hadis böyledir. Meselenin şöhreti karşısında haber şaz durumunda kalıyor… Hani hadis sahih ol­sa, onu çok kimsenin nakletmesi gerekirdi…

Bazan da, haber-i vahitle, hudud ve kefaret hak­kında olduğu için amel etmez. Bunlar hakkındaki şüp­he cezaya manidir. Ravinin münferit kalması ise şüp­he mahallidir…

Bazan kendince sabit olan ve kıyasın da takviye ettiği bir hadise muhalif olması sebebiyle! haber-i va­hidi terkettiği. olmuştur,                           

Bazan da, seleften bazılarının o  (haberi vahidi) işta’n etmiş olması yüzünden terkeder.       

Yine, sahabenin delil olmak hususunda ihtilaf et-ftiği haberleri de terketmiştir. Bu da,  ravinin yanlış | yaptığı yahut neshedilmiş olduğuna delildir. {       Ben bunlara örnekler sıralamadım. Çünkü nıak-\şadımız sadece fikri aktarmaktır. Yoksa,, usul kitap-Şlarmda yapılması gereken birtakım tafsilata dalmak! |değil…  Ve umarız ki, merhumun bir kısım Haber-s 1 Vahidi sadece de bu sayılan ilmî ölçülere bağlı olarak,[ |delil saymayı uygun   görmemiş olduğu anlaşılmıştır. I Ve onun görüşünde, kendisine bu hadislerle ameli ter-i jfketmeyi meşru’ kılacağı hüccetlerdir. Bu tür şeyler bu­lunmayınca ise, onun anlayışında, kıyas haber-i va-hidden sonradır ve haberin bir önceliği vardır. Bak­sanıza o, rüku’ ve secdeli namazda kahkaha ile gül­menin abdesti bozması konusunda kıyası bırakıp ha­disi almıştır (tilavet   secdesi ve cenaze   namazmdaki gibi değil.) Nitekim :

Meniyi oğmakla temiz olacağına, yerin kuruyun-ca, silmekle temizleneceğine. Her cilâlı şeyin silmekle^ temizleneceğine. Pislik düşen kuyunun boşaltılınca te­miz olacağı; hatta elli kova kuyudan çıkınca; çeken el, ip, kova ve makaranın bile temizlenmiş olacağına. Fercin yaşlığının temiz, yumurtanın üzerinde pislik yoksa temiz olduğuna da……Ayni şekilde kıyasa mu­halif olarak da satışta, «hiyar-ı şart» m cevazına da kail oldu. Hadiste geçtiği üzere de müddetin üç günü aş-mıyacağı için de, öylece sınırlamıştır.

Artık burada onun kıyası bırakıp hadise uyduğu yerleri tafsilatıyla versek söz uzayacak. Anlattıkları­mız akıl ve insaf sahiplerine yeter… [68]

Fasıl   (Iv)

Şurada hemencecik; allâme, güvenli, fakih, usul-cü, münazaracı, meşhur muhterem Şeyh Muhammed İbni Abidin’in «Haşiye» sinde (Neşemat’üI-Eshar. Ala Şerhi Îfazat’ii-Envâr, Ala Metni Usul’ül-Menar) ilmi usul konusunda ki; çok önemli açıklamasıyla bitire­lim :

«Şafii mezhebinden Hafız İbni Hacer (el-Fevaid’-ül-Hisan fi Tercemet’i Ebi Hanifet’in-Nu’man) kitabın­da İbni Hazm’m şöyle dediğini nakleder : «Hanefilerin, Ebu Hanife’nin mezhebi için toplu kanaati şudur: Za­yıf hadis bile onun nazarında, re’yden önce gelir. İşte, düşün hadise verilen bu itinayı ve onun nazarında ha­dise verilen dereceyi… Bu yüzdendir ki, hadis-i mür-sel ile ameli, re’ye tercih etmiştir. Onun için de sesle gülünce (namazda) abdestin gerekeceğine hükmetti. Çünkü hadisi mürselin olduğu yerde söz hakkı tanı­mazdı…

Halbuki cenaze namazı ve tilavet secdesinde böy­le demedi; sadece nassla yetindi. Hani rüku’ ve secdeli namaz geçiyordu hadiste… Öte yandan muhakkikler, hadis üzerinde re’y belirtmeden onunla ameli doğru saymazlar. Çünkü hadisten anlaşılan hükmün daya­nağı olacaktır.

Bu yüzden de muhaddislerden basıları hadisin an­lamında, bir koyunu emen iki çocuğun süt kardeşi olacağına hükmetmişlerdir. Yine sırf re’yle de amel ol­maz. Meselâ, unutarak yemek halinde iftar edilme­mesi, ama kusma (ağız dolusu) anında orucun bozul­ması mevzu bahistir. Halbuki, kıyasa başvurulsa (ya­ni re’yle hükmedilse) birincisinde, oruç durumuna tam ters olduğu için iftar sayılması, ikinci durumda ise o halin bulunmayışı sebebiyle orucun bozulmama­sı gerekecekti. Çünkü ağızdan giren şeyin orucu boz­ması gerekirdi, çıkanın değil…» (Merhumun sözü bitti.)

Bu büyük ve saygı değer imam ve müçtehidlerin öncüsünün, yüksek mevkiini anlamıyanlar ve ona ge­rekli ihtiramda kusur edenlerin isnad ettikleri hata­lardan beri olduğu da böylece ortaya çıkmış oldu.

Ebu Atahiye ne güzel söyler :

«Halkın zan ile dedikodusu varken,» «Onların dilinden kim yakasını kurtarabilir.»

(Allame İbni Abidin’in sözü burada bitti.) [69]

Nihayet:

Müslümanlardan Hakkı iltizam edip, Allah’ın de­vamını dilemiş olduğu fıkıh mezheplerine uymalarını tavsiye ediyorum.

Çünkü bu, aklı ve bilgisi tekemmül etmemiş bir­takım içtihad iddiasına kalkanlara uymaktan daha hayırlıdır, onlar hakkında!..

Ve bize de,onlara da anlayış ve kurtuluş temenni ediyorum. Çünkü onlar bizim kardeşlerimizdir. Ve esasta da arkadaşlarımızdır. Yârâb, bizi ve onları top­tan Hakk’a yönelt. Amin…

Ve şu da kafalara yazılmalı ki; «Mutlak içtihad» derecesinden mahrum olanlara, müçtehid imamı fer­di amellerde taklid etmesi vacibdir. Bu ise, usulcülerin cumhur ve fukanm ve muhaddislerin (müşterek) mez­hebi (görüşü) dir. Bacuri’nin «Cevheret’üt-Tevhid» şerhinde de bu görüş vardır. Delilleri ise; Cenab-ı Hakk’m «Anlamıyorsanız, zikir ehline (düşünen anlı-yan kimselere) sorun» kavlidir.

Bu durumda, içtihad derecesine ulaşamıyana, sor­mak vacib olur. Sorulan bilgin’in sözünü aynen alması da gerekir. Onun sözünü almasının vacib olması ba­kımından bu da o kimseyi taklid demektir. Velham-dülillahi Rabbil-Âlemin…

Tarih: 3 Rebiülevvel 1388

Muhammed el-Hamid Hama Sultan Camimin Müderris ve Hatibi. Ve ora­daki İbni Rüşt lisesinin Din Dersi öğ­retmeni.

Uygundur.

Abdül-Hamid Takmaz.

Hama’da Din Dersi

öğretmeni.

Uygundur.

Hama Ahdab Camii

Hatibi ve Lisesi

öğretmeni. [70]

Halep Seriye Lisesi Fıkıh Ve Usul Öğretmeni Faziletli «Üstad Şeyh :Muhammed İbrahim Es-Selkini’nin Cevabı

Bismillahirrahmanirrahlm

Faziletli saygı değer Üstad Şeyh Âhmed İzzüddin el-Beyânûnî’ye. Allah onu korusun. Amin.. Amin…

Allah’ın selâm rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

21/2/1388 tarihli mektubunuza cevabımdır:

Evet, bu nasslar imam Ebu Hanife tR.A.) elen nak­ledilmiştir. Öbür müçtehid imamlardan da buna ben­zer nakiller vardır. İbni Kesir de, Cenab-ı Hakk’ın «Na­mazlara dikkat edin ve hele orta namaza.» mealindeki kelâmı üzerine şunları tesbit etmiştir.

Harmele bin Yahya, îmam Şafii’nin şöyle dediği­ni nakleder: «Benim bütün görüşlerim karşısında Re-sulullah (S.A.V.) den muhalif bir sahih nakil gelirse; Nebi (S.A.V.) in sözünü tercih edin. Ve beni taklid et­meyin.»

er-Rebi’, ez-Zaferâni ve Âhmed bin Hanbel de, Şa­fii’den buna benzer nakiller yaptılar.

Musa bin Efeu’I-Carud da, Şafii’den şunu aktarır: *Hadis sahihse, benim de bir sözüm varsa, ben sözüm­den dönmüşüm ve ona göre fetva vermişim demektir.»

Bu onun dikkat ve güvenilirliğindendir. İmamlar­dan bağlılarına tavsiyesi de, koyduğu metod da budur (R.A.) C. 1, S. 294.

Bu onların ne derece güvene layık ve temiz ni­yetle, hatadan sakındıklarına, yine nefislerine haki-

miyetle ne derece tevazu gösterdiklerine ve başkala­rının da ilimde derinleşmesi ve o kaynaklardan nasip­lenmesini teşvik ettiklerinin delilidir. Fakat o kimse­lerde ilme kabiliyet ve delile nüfuz yetkisi varsa ta­bii…

Bunlar da ikinci sorunuza cevap teşkil eder. Yani burada, «Bir kimseye helâl olmaz» derken, ilme ehli­yeti ve delili anlamaya gücü olan kimsenin araştırma­dan, sözümüzü alması caiz olmaz» demek istenmiştir.

Bir rivayette ise: «Delilimi tammıyana haram» derken, görüş sahibi ve delili tanıyabilecek kimsenin, «sözümüzle fetva vermesi doğru olmaz» demek ister.

Nitekim, «Biz nihayet insanız. Bugün söyler yarın dönebiliriz» ilâvesi de vardır. Yani, aksine bir delil zu-huretti mi vazgeçeriz fetvamızdan.

Talebesi Ebu Yusuf’a da şu sözü der: Benden ne duyarsan yazmaya kalkma… Çünkü bugün bir görüş belirtir, yarın vazgeçebilirim. Yani, ona muhalif bir delil ele geçerse yarın vazgeçebilirim…

Hz. Ömer’in sözü de buna benzer:

«O, o zamanki hükmümüzdü. Şimdiki hükmümüz de budur.» diyerek Hakk’a dönmek, batılda devamdan daha hayırlıdır.»

Dördüncü sorunuza cevap olarak da:

Evet, içtihad mümkün ve kapısı da açıktır. Fakat içtihada teşebbüs edenlerde içtihad ehliyeti ve şartları bulunduktan sonra… derim. Ayrıca da, Arap diline hakimiyet onun inceliklerini bilip sezmek, Kur’an’ı tam ezberlemiş ve anlamış olmak. Onun nasih ve men-suhunu kavramış olup, esbab-ı nüzulünü de bilmek gerek. Yine sünneti şerifi, dirayet ve rivayetiyle ezber­leyip kavramış olmak, geliş sebepleri, nasihi-mensuhu, ricali (onların da nesebleri sıfat ve halleriyle) bilme­si. Ayrıca da zeki, selim, temiz yaratılış ve tercihin sebebini de mutlak ve mukayyediyle, aram ve hassıylai, müşterek ve müevveliyle, mücmel ve müfesseri ile ve benzeri hususları bilmesi…

Bunun içindir ki, geçmiş ulema ve selef-i salihi-miz, meşhur müçtehidlerin vefatiyle birlikte, içtihad kapısı kapandı, demişlerdir. Zaten ondan sonra buna ehil kimse de kalmamıştır.

Ulema şöyle demiştir: Bu türlü içtihada ehil kim­se bulunamaz. Ancak, Şafiilerden, Gazali, Remli ve İbni Hacer,. Hanefilerden de Kemal İbni Hümam gibi­leri ve sadece mezhep içinde tercihe yetkili kimseler bulunabilir.

Biz, üstadlarımızm hocalarına ve önceki üstadlara çok saygılı davrandıklarına şahid olduk. Aynı zaman­da, onlara kıyasla, kendilerini avamdan sayarlardı. Eh, biz de bizden öncekilere göre avamın durumunda ka­lırız. Aramızdaki fark ise, yerle gök arası kadar!.. Ba­şımızdaki sarıklarımız ve kılıklarımız onlara benzese de…

Ne var ki; nefsimize düşkünlüğümüz çok fazladıt Allah şunu söyliyene rahmet etsin :

«Çadırlar aynı çadır, konak yeri o yer» «Ama başka kadınlar görüyorum yerlerinde,

Cenab-ı Hakk buyurur ki: «Bir şeyde anlaşmaz­lığa düşerseniz, Allah ve Resulüne başvurun…» ve yi­ne «Resule veya aralarındaki yetkililere götürürlerse istinbat edecekler onu bilirler elbet..»                        

Acaba kimdir, onlardan, istinbat edebilecekler? Bir iki hadis ezberliyenler mi, birkaç ayet bilenler mi, yoksa ticaretle uğraşanlar mı? İki cümleyi yanyana getiremiyecek durumda, henüz öğrenimini ikmal et­memişler midir?.. Yoksa şu, Allah’ın ilmikle sapıttığı; basireti bağlılar mı?

Her lafazana, zevkine ve keyfine göre tefsir etme­si için, günümüz toplumlarındaki bozuk zihniyetlile-rin dediği gibi, sınırsız hürriyet tanımak ise, doğru yol­dan ayrılmalarına, dinde de bozgunculuk karıştırıcılık ve sapıklık çıkarmalarına yol vermek olur.

«Sen hilâli görmedin mi?

O halde gözüyle görenlere teslim ol!..»

Hakk Teâlâ’dan, bize haddimizi tanıyıp orada dur­mayı, bize ilim, rüşd ve hidayet vermesini, nefsimizin derecesini tanımamızı, yetkili kimselerin de derecesini tanımayı nasibetmesini dileriz.

Vesselamü âleyküm.. [71]

Muhterem Üstad Şeyh Abdulaziz Uyunussüd {Humus İli Fetva Emini)’Un Açıklaması

Bismillahirrahmanirrahîm

Sbdülaziz Uyunü’s-Sûd’den, muhterem din kar­deşim Ahmed îzzüddin el-Beyanüni hazretlerine. Al­lah onu İslama hizmette daim kılsın…

Allah’ın selâm ve rahmeti üzerinize olsun.

Şimdi: Allah’a hamdolsun ki, sizin benden dört bölüm halinde cevap isteyen mektubunuz elime geçmiş bulunuyor. Söze şöyle başlıyalım:

«Al sana bir apaçık güzel incilerle dolu cevap:»

«Bunlara göre davranırsan doğruyu bulursun. Yüz çevirirsen benden sorulmaz artık.»

«İnha’üs-Seken, Makalat’ül-Kevseri ve Nasb’ür-Râye» önsözünden derlenmiş (bir cevap sunuyorum.)

Ve cevaba başlamadan önce Allah’tan bize ittiba nasibedip, bid’attan uzak kılmasını diler, doğruyu il­ham eden Cenab-ı Hakk’a hamdederim…

1- «Hadis sahih oldu mu, işte odur mezhebim.» Günümüzün başlıca fitnesi; en meşhur ve doğru yolda tanınmış imamlara bazı cahillerin dil uzatma-sidir. Onlara göre, mezhepleri bize yanlışsız gelmiş o zevatın mezheplerinin, Kitap ve Sünnetten dayanak ve delili yoktur.

Bu, tartışmasız ve apaçık bir iftiradır. Ve temeli ve belgesi bulunmayan iddiadır. Buna da yetersizlik ve anlayışsızlık sebep olmaktadır. Halbuki: «Nasb’ürRâye, î’Ia’üs-Sünen, İhtilaf’ül-Fukaha, Müşkil’ül-Asar, Mean’il-Âsâr, AJıikâm’ül-Kur’an, Ma’rifet’üs-Sünen, et-Temhid,  el-îstizkâr, el-Hâvi, Nihayet’ül-Matlup fi Di-rayet’iI-Mezhep, El-Muğni» ve daha başka birçok ki­tapta; imamların    mezheplerinde vardıkları sonuçlar ve onların bütün delil ve dayanakları açıklanmakta, böylece de asiler zümresinin delilleri yıkılırken ve gö­ğüsleri daralıp, bu iftiracıların nefesi tıkanırken; Ehl-i Sünnet’in gönülleri parlak ışıklarla aydınlanmaktadır. Bunlar da, güneş gibi doğan kuvvetli delillerin en üs­tün senetler içinde ve sayısız metinlerde ortaya çıkı­şıyla gerçekleşir. Ve bu metin ve delillerinde boş laf görülemez. Aksine kolayca elde edilecek olgun meyve­ler gibi, onlara ulaştın mı ve kavradın mı, iftiracıla­rın hamlıkları ortaya vurur. Çünkü bu saldırganlar, onların metodlarını anlamaz, prensiplerini araştırmaz­lar da bu yüzden yanılgıya düşerler. Halbuki mesela, muhaddislerce zayıf görülen bir hadis bile başkaların­ca sahih olabilir. Ve aksi de variddir. (Bu kadarını bi­le bilmemek yanılmaya yeter.)

Şu da bir gerçek ki; sahih ve zayıf diye ayırma usulü de zannidir. Çoğu zaman bu ayırım, müçtehid ve muhaddisin arzusuna kalmıştır. Eh, bir müçtehid veya muhaddisin, başka türlü tasnif etmesi yüzünden bir başkasını kınaması gerekmez. Görmez misin, Müs­lim bazı hususlarda Buhari’ye muhalif tutumdadır r Birisi, ravilerin zincirinde, bir kere buluşup görüşme­yi şart koşarken, öbürü bunu şart koşmuyor, sadece asırdaş olmalarını ve görüşme imkânlarının var oldu­ğunu tesbitle yetiniyor. Cumhur da bu son şekli itti­fakla kabul etmiştir.

Ayni şekilde, kendinden önceki şeyhi ve kendin­den nakleden ravisi sika olunca ve hadis de münker ol­madığı takdirde, meçhulün rivayetini kabul ve onunla ihticac hususunda İbni Hibban, Cumhur-u muhad dişine muhalefet etmiştir. Peki, Hanefiler bazı usulj lerde aynı davranırsa niçin hoş görülmez? Nitekim İbi ni Teymiye de «Refül-Melâm An Eimmet’il-A’lâm» adli risalesinde şunları söyler:                                          

«Bilinmeli ki, ümmetin güvendiği kabul ettiği imamlardan hiçbiri, Resulullah (S.A.V.) m sünnetine büyük küçük hiç bir hususta kasten muhalefet etmez­ler. Şayet, onlardan bir görüş nakledilir de, sahih ha­dise ters düştüğü görülürse, onun muhakkak bir se­bep ve mazereti olmalıdır…»

Bu özürleri açıklamada bir hayli şey söyler ve şu­na varır:

«Üçüncü sebep: O bir hadisin kendi içtihadıyla zayıf olduğuna inanır, başkası da ona muhalif görüş bildirirse, bunun da sebepleri var:

Meselâ, birisi hadisin ravisini zayıf görürken, öbü­rü sika olduğuna inanır. «Rical ilmi» ise çok geniştir. Ulemanın da, Rical ve ahvali hakkında ihtilafları ve icmaı vardır. Başka ilmin dallarındaki mütehassısla­rın da olduğu gibi.»

«Dördüncü sebep: Âdil ve hafiz’ın ahad haberini almada bazı şartları vardır ki; başkaları o hususta ay­rı şart arar. Meselâ; bazısı hadis usûl ölçülerine aykırı olunca Kitap ve Sünnete (genel haline) uygunluğunu ararken, bazısı da muhaddisin fakih olmasını şart ko­şar. Bazısı da (Hanefiler) hadisin yaygınlaşmış olup tanınmış olmasını şart görür, — eğer belva-I âmm hu­susun da vb. ise— ki, bunlar bahislerinde bilinir…

(Özetle)                                                                

Şu da açıktır ki; bir müçtehidin zanm öbür müç-tehidi bağlamaz. Çünkü imamların hadisler karşısın­daki kanaatleri zanni galibe dayanır.

Şimdi birisi; falan şu hususta hata etti dedi mi onun o konudaki hatası kesinleşmez, sadece bir ihti­mali ortaya koyar. Bu ihtimal belirtisi ise, bir başka­sının da ayni ihtimali tercih edip (Öbürünü hatalı gös­termesi) ni gerektirmez…-

(Bunun devamı üçüncü cevapta gelecek) 2 — «Nereden aldığımızı bilmeden bizim kavlimi­zi almak bir kişi için caiz olmaz…»

«Sakın Yakub -Ebu Yusuf- benden her duydu­ğunu yazma, çünkü ben bugün bir görüş bildirir yarın terkederim… Yarm da bir görüşüm olur ondan da öbür gün dönebilirim…»

Ebu Hanife’nin en belli özelliği, şûra’ya dayanma-sıydı. Ve ta sahabeye kadar cemaatlerin birbirinden telakki etmesi ile ola gelmiştir.

Tahavi’nin senediyle Muğire bin Hamza’dan nak­lettiği üzere; Ibni Ebi Avvam der ki:

«Ebu Hanife’nin kendisiyle biriikte kitapları ted­vin eden talebeleri kırk kişi idi. Büyükler büyüklerden ala geldiler…»

Yine, Esed bin el-Furat’a isnadla şöyle der • «Ebu   Hanife’nin,   kitap   tedvin   eden   talebeleri kırk kişidir. Bunların en önde gelen on tanesi şunlar­dı : Ebu Yusuf, Züfer bin el-Hüzeyl, Davud et-Taî Esed bin Amr, Yusuf bin Halid es-Semti (Şafii büyüklerin­den biri), Yahya bin Zekeriyya bin Ebi Zaide  Yahya bin Main’de, «Tarih ve fiel» kitabında şunu nakleder -«Ebu Nuiym (el-Fazl bin Dükeyn) der ki; Züfer’in şunu söylediğini duydum :

«Biz Ebu Hanife’ye, Ebu Yusuf ve Muhammed bin’-il-Hasan’la sık sık giderdik. Ve ondan duyduklarımızı yazardık.» Züfer şöyle ekliyor: «Birgün Ebu Hanife Ebu Yusuf’a «Sakın Yakup, benden duyduğun herşeyi yazma. Çünkü bugün bir görüş bildirir, yarın vazgeçerim. Yarm da bir başkası için onu bırakabilirim.»-dedi. Bakınız o .meselelerin yazılışında talebeleri na­sıl kontrol ediyor; herhangi biri bir şeyi layıkıyla tah­kik etmeden yazmaya kalkınca…

Artık bu türlü bir haberi saydıktan sonra muvaf­fak el-Mekki’nin (c. 2, s. 232) doğru söylediğini de ka­bul etmek durumunda kalırsın. O, Ebu Hanife’nin bü­yük talebelerini saydıktan sonra şunu söylüyor: «Onun mezhebi, aralarındaki müşavereye dayalı ola­rak kuruldu. Tek başına onlara danışmadan bir iş. yapmadı. Bunu da din namına çalışmak ve Allah’a,. Resulüne (ve mü’minlere) aşırı bağlılığından yaptı.. Meseleleri tek tek taktim eder, onları dinler, kendi görüşünü ortaya koyar, bir ay veya daha fazla onlar­la bunu tartışır. Nihayet mesele bir kesinliğe varınca,; onu Ebu Yusuf, usul (kitabında) e kaydeder.

İşte böyle böyle bütün usuller kurulmuştu. Bu ise, tek başına ve kendi kendine mezhebini te’sis edenlere karşı, daha uygun, daha doğru, gerçeğe daha yakın ve gönlü tatmin bakımından daha müessir yoldur.

Bundan da anlaşılır ki; Ebu Hanife, onlara açtığı, meseleleri zorla kabul ettirmez; üstelik onların da rey­lerini belirtmelerini sağlardı. Mesele onlarca tam açık­lık kazanınca, delili sağlam olanı alır, delili çürütüle-ni ise terkederlerdi.

Peki, «Kaynağını bilmeden bizim sözümüzle görüş, belirtmek kimseye helâl   olmaz» şeklindeki sözde ne: ı anlatılır?

‘ İşte ufukları tutan ve benzersiz bir doğuşa sahih i mezhebin çıkış sırrı budur. Yine budur, onun görüş-■ lerine göre fetva verenlerin haklılığının ve çok oluşu­nun sırrı. Çünkü bu yol en mükemmel yoldur; fıkıh­taki tatbikat ve halkı eğitip yetiştirmede…

Bunun için de İbni Hacer (R.A.) «Hayrat’ül-Hi-san»da (S. 26) diyor ki: «Bazı imamlar; ünlü İslâm ‘ müçtehıdlerinden hiç birisinin Ebu Hanife kadar dost ve talebesi olamamıştır. Ve yine Ebu Hanife’den ve talebelerinden yararlandığı kadar, müştebeh hadisle­rin tefsiri, istimbat edilen meseleler ve olaylar, yargı­lama ve hükümler konusunda ulema ve halk başka hiçbir imamdan onun kadar faydalanamamıştır» der­ler.»

Mecd bin el-Esir de, «Cami’ül-Usûl’de şu tarzda bir ifade kullanır:

«Gizli bir ilâhi sır ve hikmet buiunmasaydi, bu ümmetin büyük bir kesimi ta o günden bugüne, Al­lah’a ibâdetini bu şanlı imamın mezhebine göre ya-pagelemezdi…»

İbni Hacer ve İbni Esir ise Hanefi mezhebinde de­ğiller, kendi mezheplerinin imamını övüyorlar diyelim (R.A.)…

Hasılı, bu mezhebin hususiyetlerinden birisidir; «Şûraya dayanarak kurulmuş ve uzun tartışmalar­dan sonra yazılmış ve ta birinci ve esaslı kaynağı olan sahabe fakihleri topluluğuna varıncaya kadar cerna-atlerce birbirinden ala ala nakledilmiş olması… Son­ra da cemaatler, ta Allah’ın murad ettiği güne kadar, olayların hükümlerini göstermeye uğraşacaklardır…

îşte böylece, mezhep, çağın ihtiyaçlarına ve beşe­riyetin gelişip yükselmesine cevap verecek şekilde yü­rüyüp gidecektir.

İbni Kayyım «A’lam’ül’Muvakkiîn»de, taklid taraf­lılarının delillerinin reddi için şunları söyler:

«Yetmiş ikinci yön: Sizin «Resulullah’m sahabe­leri memleketleri fethederken, halk İslama yeni gir­diğinden, sahabeler onlara fetva verirler onlardan hiç birine, bu fetvanın delilini tanımak ve gerçeği aramak hususunda vazife yüklenıezlerdi.»  [72] sözünüzün   ce­vabı şudur:

Onlar o devirde fetva verirken, Resulullah’m ne söyleyip ve ne yapıp neyi emrettiğini tebliğ ediyorlar­dı. Bu yüzden fetvaları da hem hükmü hem de delilini vermiş oluyordu. Ve onlar; bu Nebimizin kendi döne­minde bize bildirdiği, bizim de kendi dönemimizde si­ze aktardığımız şeydir diyorlardı. Sonuç olarak, onla­rın haber verdikleri şey delilin kendisi oluyordu, ayni zamanda hüküm. Çünkü Resulullah CS.A.V.) Efendi­mizin sözü hem hüküm hem de hükmün delili idi. Kur’an da aynı… Lisanlar ise, o gün için Allah Resu­lünün söylediğini emredip, yaptığı şeyleri elde etme­ğe çalışırdı. Sahabe ise onu tebliğ ediyordu…»

Ben de derim ki: Bu genellemedeki rastgele biçip dökme sırıtıyor. Hani bu tarzı kabul edecek olsak si­zin «…Onların verdiği fetvalar hem hüküm, hem de delildir» sözünüze göre; o zaman sahabenin fetva ve görüşleri hep birden «Hadis-i Merfu’» olmuş olur. Ve o zaman sahabelerin fetvalarının aynı ile hüküm ve hüccet olduğunu itiraf ettiğinize göre de; îbni Mes’ud (R.A.) un görüş ve fetvasını alır ve hadis-i merfu’u terkederse, Hanefilerin de ayıplanmaması gerekir!..

Yine iki hadis tearuz edince de tercih yolu ile iş­lem yapılır. Eğer kıyası veya başka bir şeyi tercih ederse; (mesela sahabe kavlini merfu’ hadis üzerine) o zaman da size göre sahabe kavlini almak caiz olması uygun görülürken, bunu yapanları zemmetmemiz de caiz olmaz. Anlayın ey taklid aleyhtarı kimseler! Yine sahabe (R.A.) kendi re’yleriyle fetva vermemiş olun­ca;   imamların   fetvası   için  ileri   sürdüğümüz  iddia niçin caiz olmasın: Demek sahabeden alanlar da sa­dece, sahabenin söylediği, yaptığı ve emrettiğini teb­liğ etmiş oluyorlar. Etba’ut-Tabiin de, ayni şekilde Ta-biun’un söz, iş ve emirlerini tebliğ etmiş oluyorlar. Bu böyle sürer gider… Ve hep peygamberden nakil olmuş ve hüccetle hüküm birlikte tebliğ edilmiş olur…

Şayet, «Muhaddislerin naklettiği hadislere muhalif düşen sahabe fetvalarının durumu ne olur?» diyecek olursanız. Biz de deriz ki: Sahabenin fetvalarının ay­nı kişilerin naklettiği merfu’ hadisler karşısındaki du­rumu ne olur? Bunu ise batılla uğraşan ve hak karşı­sında da iki gözü kör olandan başkası görmemezlik-ten gelmez. Sizin cevabınız ne ise, bizimki de o olacak bu konuda…

Bana göre İbni Kayyum’un bu sözü, genel çizgile­riyle çürüktür. Çünkü aleyhinde deliller var. Meselâ, sahabe birçok meselede fetva vermiş içtihad etmiş, halk onlardan delil istememiştir. Bu ise taklidin ken­disidir. Ve fakat bir yönüyle de, sahabenin fetvaları­nın çoğu kere, Nebi (S.A.V.) den nakil ve onun emir, fiil ve sözlerini tebliğ etmek biçiminde oluşu doğru­dur ki; o zaman bazı hallerde re’ysiz tebliğ tarzına gö­re sahabe fetvası tercihe şayan olur ve müçtehidin onu sarahaten merfu’ hadise tercihi caiz olur.

Bundan ve sözlerimizin iyi düşünülmesinden an­laşılacak (inşaallah) ki, biz İbni Kayyım’m zannettiği mukallitlerden değiliz. Ama biz onların Kur’an ve Sun-net’e en güzel uyan insanlar olduğunu ve muhaddis­lerin olduğu gibi, onların da hadisler hususunda özei metodları bulunduğunu bilerek taklid ediyoruz. Eh onlar, bazı hadislerin beyanı ve onlarla amel ve bazı­sını terk hususunda muhalefet etmekle bizim ayıplan­mamız gerekmez. Çünkü bu iki grubun metodları da içtihada dayanır. îçtihadlarda ise fazla söze gerek yok.

Ve zaten alimlerimiz, nasslara aykırı olunca imamlarının görüşünü sahabe kavli adına terkederdi. Bunun da her aklı başında kişinin bildiği gibi mezhep içinde çok örnekleri vardır.

Ve niceleri de imamımızın benzeri veya taJebîeri-ne denk imamların görüşüyle fetva vermişler; onlar; a delilini vb. kuvvetli görünce, Elhamdülillah biz sırf ta­rafgirlik yüzünden mezhep sahibinin görüşüne sapla­nıp kalmak yerine onu biz de, bize uyanlar da basiret­le taklid ederiz. «Allah’ı tenzih ederim ki, müşrik de­ğiliz.» Bu türlü taklidden ise, sade îbni Kayyım değil, hiçbir fert uzak kalamaz, herkesin ihtiyacı vardır. Hatta onsuz dinin selâmeti mümkün değil. îbni Kay­yım’m, uyduluk ve emre boyun eğme» diye adlandır­dığı şey ise, aynı şeyin değişik ifadesi oluyor: «Bizim anlatımımız türîü türlü, senin güzelîiğinse tek. Bütün ifadeler ise sadece bu güzelliğe işaret eder.»

Kim bu tür taklidi terkeder, selefe uymayı hor gö­rür, kendini müçtehid ve muhaddis sayarsa ve ken­disini hüküm istimbatma ehil hissederse; böylece de şu dönemde, Kitap ve Sünnetten meselelere cevap verme­ğe yeltenirse, İslâm bağını boynundan attığı muhak­kaktır veya o kapıdan tard edilmek üzeredir!..

Vallahi şu selefi taklid etmeyi, her görüş ehlini zemmeden tayfa dışında; okun yaydan fırlayıp çıkışı gibi dinden çıkan, bir zümreye rastlamadım. Nitekim büyüklerden birisinin de iyi araştırdıktan sonra itiraf ettiği gibi: «Taklidi bırakmak, âmme hakkında ilhad ve zındıklığın temelidir.»

Ve yine diyorum ki (ulema hakkında daha önce de söylediğim gibi); takva ve vera’ sahibi, Allah’tan hakkiyîe korkan, ÂÎİah ve Resulüne muhabbetinden dolayı gerçeği bulmak için her şeyini harcayan kim­seler kırmızı kibrit gibi, günümüzde çok nadir bulunur. Ve çoğu kimse de, taklidi terkedince ruhsata uy­maya ve nefsine mağlup olmaya ve sonunda zevkini putlaştırmaya başlar. Ve birçoğu da taklidi, sırf mu-kallidlerle uğraşıp müslümanları ifsat etmek ve bir bakıma kitleleri zındık ve mülhid yapmak için terke-der. Tekrar edelim; halkı taklitten vazgeçirmenin zın­dıklık ve ilhada esas olduğu bilinen şey. Nitekim bazı büyüklerimiz, «Hadisle amel ettiğini iddia edenler as­lında nefislerinin hadisiyle amel ederler. Yoksa Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.) in hadisiyle değil» diye bu gerçeği ifade etmişlerdir.

3- «Bizim ve her insaf sahibinin Ebu Hanife (R. A.) hakkında kanaati şudur: Eğer o, şeriatın tedvini­ne kadar yaşasa, hafızların köy kent, gezip (din kay­naklarını) toparlamasını müteakip, onları elde eder ve yaptığı bütün kıyasları terkederdi. Zaten öbür mez­heplerde onunkine göre daha az olması yanında, onun mezhebinde de kıyas (la varılan hükümler) çok azdır.»

«Delilimi bilmiyenin, benim sözümle fetva verme­si yasaktır.»

Aynı şekilde Hafız da «Feth»inde, «Kimse öğle na­mazını kılmasın, Beni Kurayza’ya varıncaya kadar.» Hadis-i şerifi hakkında, şöyle diyor: Buhari bunu ez­berine göre yazmış, lafzına dikkat etmemiştir. Zaten bu tarzın ona göre caiz olduğu bilinir…

Müslim ise bunun tersine, çok kere lafzını tesbit eder. Artık ben de, Müslim’inkine uygun düşen lafız­da (Buhari’ye muhalif olsa da) aksini caiz görmem…»

Ben de derim ki; işte bu Müslim’in en belirgin ve üstün özelliğidir. Nitekim hadiste güzel tasnif ve bü­tün nakil tariklerini bir noktada toplama ustalığı ba­kımından da seçkindir. Bu sebeplerden ötürü de bir­çokları Müslim’in kitabını, Buhari’ye tercih ettiği görülür. Burada, Buhari’nin hadis naklinde lafzına ria­yet etmeden mânasının naklini caiz gördüğünün isbatı da vardır… Belki de bu, Malik’in, Medinelilerin ame­line aykırı olunca haber-i vahidi terketmeye dair gö­rüşünün esasıdır.. Çünkü Medinelilerin ameli, en ha­yırlı dönemlerde olduğundan, Peygambere isnadı ba­kımından haber-i vahidden daha sağlamdır. Bu tür haberin iyi zaptedilip edilmediğini, lafız ile mi, mâna olarak mı nakledildiği, anhyarak mı, anlamaksızm mı aktarıldığını bilmiyoruz… Hanefilerin şu görüşünün esası da budur: Âhâd haber, meşhur sünnete tearuz etmiyorsa kabul edilir. Ona aykırı ise o şazdır. Yine ahad haber, «belva-i âmme» konusunda geldiyse, şaz­dır. Çünkü, böyle hadisler için ahad haber bulunması insanlar arasında mümkün görülmez. [73]

Bu husus böylece anlaşıldı ise; şimdi dört halife zamanında bilinmiyen hatta şeyheyn (İmam Buhari ve Müslim) devrinde bile tanmmıyan nihayet daha son­rakilerin uzak ve ücra ülke ve diyarlara sefer edip arayıp taramasıyla da tanınmamış olan, ne Hicazhlar, ne Medineliler ve ne de Iraklılar da izi bulunmamış hiçbir hadis delil diye alınamaz.

Bu çeşit hadisler ise, «zaruriyat-ı diniye» [74] den olamaz. Hem zaten İslâmm yerleşip yayılması Hz. Ömer (R.A.) döneminde tamamlanmıştı. Ondan da öbür Raşid halifeler devrinde uzayıp gitti. Böylesi za-rurat-ı diniye’den her şeyin onların döneminde ve o günkü sınırlar içinde tamamen ortaya çıkmış olması tabii ve zaruridir. Çünkü onlardan ve ülkelerinin insanlarından saklı kalması daha sonra uzak ülkelerde ortaya çıkması, hele ücra yerde görülmesi şaz olduğu­nu gösterir. Sahih olduğunu kabul etsek bile o da ar­tık zarurat-ı diniye değil de zevaidden bir şey olur…

Onun içindir ki, Hz. Muaviye: «Size gerekli olan hadisler Hz. Ömer devrinde ortaya çıkanlardır. Çünkü o, Resulullah (S.A.V.) dan hadis nakletmede insanla­rın en dikkatli davrananı idi.» Bunu Zehebi, «Tezkiref-ül-Hüffâz»da, îbni Aliyye’den, o da Reca’ bin Ebi Se-leme’den şöyle nakletti: Muaviye’den bana şöyle gel­miş…» halk onun (Ömer) zamanında ancak doğru ez­berleyip koruyabildiklerini nakledebilirdi. Ve onu öy­lece açıklamaları zaruri idi. Aksi halde zaid sözleri ve tam kavramadıkları şeyleri anlatamazlardı.

Yine Hz. Ömer’in bilinen bir usulüdür: Bir kimse kendisine iyi bilmediği birşeyi ResuluUah’tan nakletti mi, ona derdi ki; «sana şahitlik edecek biri var mı? Yoksa seni cezalandıracağım!..»

Zehebi: «İşte bu sika iki ravimn haberi, tek ravi-nin nakli olarak kalandan daha kuvvetli ve tercihe şayan olduğunun da delilidir» diyor.

«Ve burada, hadislerin nakil tariklerinin çoğal­masıyla, zan derecesinden ilim derecesine doğru te­rakki edebilmesi için bir teşvik var.

Çünkü vahid haberin unutulması veya vehme ka­rışması mümkün iken, iki sikanın karşısında bir kim­se muhalefet etmedikçe, vehm ve nisyan ihtimali ak­la gelmez…

Bana göre ise burada, Peygamber (S.A.V.) den geldiği sadece tek yolla bilinen hadislerin hiç birinin «Zaruriyat-ı diniye»den olmadığına da işaret vardır. Çünkü böyle şeyler (e dair haber) in tek ve özel değil, umumi bir tarzda gelmesi gerekirdi. Hz. Ömer’in, «Se­ni cezalandırırım» şeklindeki sözü de buna karinedir.

Yine diyorum ki; artık Ebu Hanife (R.A.) nin, ha­dislerin tedvininden önce oluşu sebebiyle, mezhebin­de kıyasın fazla bulunmuş olması gibi bir tez üzerine, onu savunma sadedinde;    «Eğer şer’î   hadislerin ted­vinine ve onları hafızların köy kent gezip toplamasına kadar yaşasa ve elde etseydi, yaptığı tüm kıyasları ter-kederdi…» gibi sözlere hiç yer yoktur. Çünkü diyo­rum; şayet imam  (R.A.)   o devre yetişse, dört halife döneminde zuhur eden hadislerden başkasını almazdı. Zaten onların döneminde derlenmiş ve ortaya çıkmış olan hadislerin hiç birini kaçırmış da değildi. Çünkü Hicaz, Medine ve Irak’ın bildiğini tamamen almıştı, biliyordu. Bunu da — yukarda geçtiği gibi — hadis al­dığı şeyhlerin çokluğu ve kendisinin imamların şahit­liği ile, döneminin en alimi olması isbat eder… Kalanı ise ya şazdır yahut amel etmeyi gerektirmez şeyler… Hatta, imamın şer’an amel egereken hadislerden bir kısmını fevt ettiğini farzetsek bile; Ebu Yusuf, Mu-hammed, Züfer, İbn’il-Hüzeyl, Îbn’ül-Mübarek, Hasan îbni Ziyad vb. talebeleri hadislerin tedvin edildiği dö­neme kadar yaşamışlardı. Yine, Tahavi, Kerhi, Hakim (Kâ’fi   Müellifi),   Abülbaki bin Kani’,   el-Müstağferi, İbn’iş-Şarki, Zeykî vb. hafız ve tenkidci hanefi muhad-disler vardı. Bunlardan birçoğu, Hadis-i Nebi’nin top­lanıp tertip ve ayıklanması dönemini gördüler, sahihi ile sakatını tanıdılar, meşhur ve ahad olanını gördü­ler.

Bu durumda, eğer Ebu Hanife’nin yaptığı kıyas­larda hadislere aykırı durumlar bulsalar; Ebu Yusuf, Muhammed, Züfer ve el-Hasen gibi seçkin talebeleri onları terkeder, mezhebinin bu kısmında üstadlarma muhalefet ederlerdi. Ve zaten Hanefi mezhebi, İma­mın ve seçkin talebelerinin görüşlerinin toplamıdır.

Onlardan sonra gelen Hanefi muhaddisleri, bazı meselelerde Şafii’nin sözlerini tercih ettiler. Hatta ba­zen. Malik bazen de Ahmed’in sözünü… Böylece de delille tercih ettikleri şeylere fetva verdiler.

Bütün bunlar, onun mezhebini kurduğu esas ve ölçüler içinde cereyan etmesi sebebiyle, hepsi Ebu Ha-nife’nin mezhebindedir.

Meselâ; Nass zaif bile olsa Kıyasdan önce gelişi bunlardan birisidir. Böylece de — elhamdülillah — onun mezhebinde hadise karşı bir söz bulunamaz. An­cak, bizce de bir başka hadis bulunup bizi te’yid eder­se, o başka!. Bir de, biz bir hadise zahiren muhalif gö-rünürsek bizce o hadisin bir te’vili vardır, muhalefet etmiş değilizdir.

Bütün imamlar ve bağlıları da böyîe yaparlardı. Demek ki, herhangi bir kimse bütün hadislerle toptan amel ettiğini iddia edemez. Aksine bütün insanlar; ya o hadisi zayıf saydığı, ya nassa muhalif gördüğü, ya-hutta meşhur veya mütevatir habere ters gördüğü, belki de şaz veya muallel veya mensuh, hatta herke­sin anlayamıyacağı cinsten müevvel bir haber saydığı için bir kısmıyla amel ederken bir kısmını terketmiş olur…

İşte böylece taklidi inkâr eden adamın, hadisin aslıyla doğrudan doğruya amel etmesi mümkün değil. Çünkü o da bazı alimleri taklid etmeyi gerektirir. Şöy­le ki; âlimler, şu hadis sahihtir, şu zayıftır, bununla amel vacip, sununla gereksiz, hatta bu caiz, şu müs-tehab yahut amel haramdır… gibi beyanda bulunur. Bu beyanlara uymaksa, hükümlerde görüldüğü gibi tam anlamıyla taklittir. Çünkü, hadisin alınmasının vacip veya aksi olması, ya da onu almanın haram ve­ya aksi olması kesinlikle birer hükümdür…

Bunun için merhum fakihler sünnet araştırmasın­da kabulünü reddini, amelde alınması veya reddedil­mesini, yine alıkâmda malzeme olması yüzünden, fıkıh ve usulünde ravilerin hükümlerini vs. açıklamış ol­duğu halde, bu adamlar hâlâ kıyası ve (ahkâm husu­sunda re’sen) içtihadı inkâr ediyorlar. Peki hadisçileri nasıl taklid ederler bu konuda? Ve onların hadisi doğ­rulamak veya zayıf diye ayıklamaktaki zan ve içti-hadlarım nasıl kabul ederler?..

Birkaç kere söyledik ki; hadisin sahih veya zayıf olması, ravmin sika ve zayıf olması, bütün bunlar, muhaddisin zevkine, zan ve içtihadına bağlı şeylerdir. Bu yüzden de hadis konusunda aralarında bir sürü çe­kişmeler vardır. Birisi hadisi zayıf sayarken öbürü sa­hihe çıkarır. Biri raviyi zayıf gösterirken öbürü sika bilir. Bunların hepsi kanaatlarm ihtilafından ibaret değil mi?.. O halde, anla ve herkesin büyüklüğünü tes­lim ettiği, bütün imamların da büyüklüğünü ve hiz­metini itiraf ettiği, emin bir imamı inkârda acele et­me!

4- Madem ki, alimler hadis-i şeriflere emek ver­diler, sağlamını sakatından, nasihini mensuhımdan ayırd ettiler… Peki bunları gören ilim ehline neden bir gayret gelmiyor ki böylece çalışıp, dinde içtihad yapsınlar tıpkı önceki imamlar gibi?..

Allah rahmet etsin, Üstadımız Kevserinin dediği gibi: «Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür.» Eğer in­saf sahibi kimse bu sözü düşünürse yeterli mânayı kavrar. Demek, mezhepsizlik birtakım hayal ve tah­minlerle süslense de, yalancı ve sahte pırıltılar verse de; önce insanı ilgisizliğe, sonra hafife almaya, en son da dinde inkarcılığa götürür. İşte onun sözlerinden bir kaç tanesi:

— «Her müslüman, alim kisvesine bürünmüş bir­takım kimselerin  bulunmasına son derece esef eder.»

Şöhret aşkı bunları, ilk devirler fukahasının, kusurla­rını bulma mevkiinde görünmeğe ve öyle garip üslup­lar uydurmak için teşebbüste bulunmaya sevkediyor ki; bu üsluplarla, söz cambazlığı yapıyor ve mezhep­çiliği ortadan kaldırmaya (ki, dört mezhepten başkası bize tevatüren gelmemiştir. Onların dışma çıkanlar ise sapık, saptırıcı ve bid’atçıdır) çağırıyorlar. Ve öyle yeni içtihatlarla ortaya çıkıyorlar ki; yapacakları (sö­züm ona) içtihadlannı mezheplerin yerine koyarak mezhepsizliğe dair olan, kendi müçtehitliklerini sağ­lamlaştırmağa çalışıyorlar. Bu hususta, şöhret aşkın­dan başka dayandıkları hiçbir temel de yok.

Bunların, bu muazzam dinin düşmanlarının şa­kirtleri olduğu şüphesizdir. Yine, müslümanları din ve dünya işlerinde aralarına fitne sokup parçalıyarak, hedefinden saptırmak istiyen kimselerdendir bunlar! Böylece onları kavgaya, danlıp yüz çevirmeye itecek, günbe gün o İslâm güneşinin doğuşundan günümüze1 kadar uzanan bir kardeşliği arkada bıraktırıp, parça-! lamak istiyenlerdendirler.

Islâmm doğuşundan ta günümüze kadar hiçbir donemde, ulema fıkıh ilmine verdiği önemi hiçbir il­me vermemiştir.

Bunun için, Resulullah (S.A.V.) sahabesini dinde fakih yapmaya uğraşmıştır. Onları istinbat tarzlarına da ahştırmıştir. Öyle ki; sahabelerinden altı tanesi, da­ha onun sağlığında fetva verirlerdi. Resulullah (S.A. V.) Refik-i alaya intikal ettikten sonra da, başka sa­habeler onlar gibi fıkıhta derinleşmeye çalıştılar. Bun­ların da sahabe ve tabiun arasında fetva veren tanın­mış şakirtleri vardır.

imdi; Medine vahyin indiği yerdi. Ve ilk üç büyük halife öneminin sonuna kadar sahabeler topluluğunun -karargâhı idi. Medinelilerin büyük kısmı da, sahabeden naklen, yayılmış birçok hadisi ve fıkhı meseleyi toplamada gayret gösterdiler. Öyle ki; Medinelüerden «yedi fakih» in fıkıhta büyük bir derece ve mevkii var­dı. Nitekim, İbni Ömer bile — Sahabe-i kirama saygı­sından ötürü— Said bin Müseyyeb’den, kendi baba­sının verdiği hüküm ve tatbikatlarını sorardı. Çünkü tabiundan olan bu zat, sahabelerin tatbikatında geniş bilgiye sahipti.

Daha sonra onların bilgisi, Medine ehlinden Ma-lik’iıı üstadlarma geçti. Ve Malik onları toparlayıp et­rafına yaymaya başladı. Böylece de mezhebi, hem usul hem fürûu bakımından kendisine nisbet edildi.

Devirlerin geçişiyle, onun delillerinin kuvveti ve usulünün elverişliliğini beğenerek büyük âlimler de onun yoluna girdi.

Eğer bu bilginlerden Malik’e bağlı birisi kalkıp, yeni icadettiği bir mezhebe çağırsa, ilminin genişliği ve görüşünün gücü ile ilim ehlinden kendisine tabi olanları bulabilirdi. Fakat bu âlimlerin hepsi, Medine âliminin (İmam Malik’in) mezhebine uymakta devam etmeyi tercih ettiler. Çünkü söz birliğine olan düşkün­lükleri vardı. Ve mezhep sahibinden nakledilen bazı zayıf meselelerin, kuvvetli delil ve mezhep ehlinden yetkililerin isabetli re’yteri ile ortaya çıkan sağlam gö­rüş karşısında mezhebin görüşünün terkedileceğini bilirlerdi…

Ve gün geldi, mezhebin zayıf noktalarını tamam­layanların emek ve katkısıyla mezhepler bütünüyle kuvvetlendi.

Bu durumda, daha sonra gelenlerden bir kimse kalkıpta karşı çıkar veya mezhebi toslarsa kendi ba­şını kaybeder.

Ve yolunda yürünen öbür imamların mezhepleri de böylece tekemmül etti. İşte, Küfe. Faruk  (R.A.) murup, Arap kabilelerinin fasihlerinin iskân etmesini müteakip, İbni Mes’ud’u da oraya halkı fıkıhta aydın­latması için göndermiş ve şöyle vasiyet etmişti: «Ben size Abdullah’ı nefsime tercih ederek gönderiyorum.» Abdullah da cidden ilimde, sahabe arasında büyük bir mevki sahibiydi. Hani onun hakkında Ömer «İlimle dopdolu bir hazine» diyordu. Yine hakkında şu hadis­ler varid olmuştu: «Ben, ümmetim için İbni Ümmü Abd’in razı olup, uygun gördüğünü uygun görürüm.» Ve «Kur’an-ı Kerim’i tam nazil olduğu biçimde oku­mak isteyen, onu İbni Ümmü Abd gibi okusun!..»

İbni Mes’ud’un kıraati, Asım’ın Zerr bin Hubeyş kanalıyla ondan naklettiği tarzdır. Tıpkı Hz. Ali (K.V.) kıraatini, Asım’m Ebu Abdurrahman Abdullah bin Hebeyb es-Selemi kanaliyle naklettiği gibi… Ve böy­lece îbni Mes’ud, Ömer (R.Â.) devrinden başlıyarak, ta Osman (R.A.) dönemi sonuna kadar tarife sığmaz bir gayretle Küfe halkına fıkıh öğretti. Öyle ki, gün ol­du Küfe fakihlerle doldu.

Ali bin Ebi Talib (K.V.) Kûfe’ye taşınınca da, fa-kihlerin çokluğundan son derece memnun olmuştu. Ve buyurdu ki: «Allah İbni Ümmü Abd’e rahmet et­sin, bu kasabayı ilimle doldurmuş.» Ve onu takiben de ilim beldesinin kapısı Ali (R.A.) devam etti onlara fı­kıh öğretmeye. Ve nihayet Küfe, fakihlerin hadisçiler ve Kur’an ilimleriyle ,Arap edebiyatı ustalarının çok­luğuyla müslüman beldeler arasında misilsiz olmuş­tu… Özellikle de, Ali bin Ebi Talib (K.V.) in hilafet makamını oraya taşıması ve sahabenin en kudretlile­rinin ve fakihlerinin oraya göçmesiyle…

Nitekim, İclî de; gelip Küfe çevresinde ilim neşre­den sonra da birçoğu Irak’ın öbür şehirlerine intikal edenler dışında, orasını yurt edinip yerleşen (1500) sa­habenin  bulunduğunu kaydeder.   Böylece Ali ve îbni

Mes’ud’un ashabı olanlar o kadar çoğaldı ki, hal ter­cümeleri yazılsa, kocaman bir kitab olurdu. Ama tabii burası onların isimlerini saymanın da yeri değil. Maa-mafih, İbrahim bin Yezid’ün-Neh’î bunların çeşitli ko­nulardaki ilim de fikirlerini toplamış, onun görüşleri de; Ebu Yusuf ve Muhamnıed bin Hasen İbni Ebi Şey-be’nin «Musannef»i ve ötekilerinin eserlerinde yer al­mıştır. ..

Bu öyle bir zattır ki; Hadis kritikçileri onun mür-sellerini sahih addederler ve onu bütün seçkin âlim­lere tercih ederler. Nitekim ibni Ömer onun megazi rivayet ettiğini görünce : «Gerçi ben gördüm Resulul-lah’m bu savaşını ama, o gazayı benden daha iyi ez­berlemiştir» der.

Enes bin Şirin ise; «Kûfe’ye gidince dört bin hadis okuyan, dört yüz kadar da fıkıh okuyan insan gör­düm» diyor.. Rami Hürmüzi’nin «Fasıl»mda da bu ka­yıt vardır.

Ebu Hanife, işte bunların bütün bilgilerini dercet-mişti. Bunları talebeleriyle tartışıp inceledikten ve bil­hassa en seçkin ve fıkıhta, hadiste, Kur’an ilimlerinde ve lisanda derinleşmiş kırk talebesiyle görüştükten sonra meseleleri tesbit etmişlerdi. Bu durumlar, «Ta-havi» ve ötekilerinde kayıtlıdır.

Bu büyük imam için, onun mezhebinde olmadığı halde, Muhammed bin îshak en-Nedim diyor ki; «Ka­rada denizde, doğuda batıda, uzakta yakında ne ilim varsa Ebu Hanife (R.A.) nin tedvinidir..»

Nitekim Şafii de «Halk fıkıh konusunda hep Ebu Hanife’nin şakirtleridir.» diyor.

Çünkü onun taebeleri ve talebesinin talebeleri fık­hı olgunlaştırdılar, artık tamamlayıcı bir söze yer bı­rakmadılar.

Sonra da Şafii (R.A.) geldi ve kaynakların bir kıs­mını derledi. Ve Mekkeli üstadlarindan aldıklarını da ekledi. (Mekkelilerden) meselâ Müslim bin Halid îbni Cüreyc’den, o da Ata’dan, o da îbni Abbas’tan almıştır ilmi. Böylece Şafii’yi izleyenlerle doldu ufuklar ve dün­ya ilimle doldu…

Ömrünün sonunda Mısır’a yerleşip yeni mezhebi­ni orada yayınca da, ora halkı onun ve talebelerinin ilmini telakki etti. Ve merhum orada gömüldü.

Bu makalede öbür fıkıh imamlarının fıkha yaptı­ğı hizmeti saymaya yer kâfi değil. Ve bütün fakihler, fıkıh meselelerinin üçte ikisinde ittifak halindedirler. Üçte birisinde ise, çeşitli görüşleri var. Herbinin de de­lilleri var. Dayanakları ise fıkıhçıların tedvin ettiği ki­taplarda kayıtlıdır. îmdi; mezhepler böyle kurulup, böylece takviye görüp tamamlanmış olunca; son za­manlarda şeriatta yetkisi olduğunu vehmeden ve mez-hepliliği bırakıp, yeni içtihadlarla onun yerini doldu­racağını iddia eden ve kendi liderliğini mezhepsizli-ğe dayıyan, kendini gösterme psikozundan ötede da­yanağı bulunmıyan biri çıkarsa; o kurulu mezheple­rin bağlıları, bu tür vesveseyle hasta kimselere lâyık olan lâkabı vermekte şaşıracaklardır.

Bir zamandan beri, bazı kimselerden bu tür bir na’ra işitmeye başladık. Gördüğüm kadarıyla, bunla­rın nefis ve gönüllerine gelenleri ortaya çıkarmaya büyük lüzum vardır. Gönüllerinde açığa vurdurman ki; şer’i kaza’da ve içtihadda değişiklik yaparak yeri­ne kuracaklarına sonra yönelebilelim. Vakar sahibi müslüman bu tür iddialara aîdanmaz. İslâm’ın usul ve fürûunu Peygamber ve ashabından aldığı gibi tabiun döneminden bugüne kadar koruyan, bekçiliğini yapan imamların çevresinden halkı dağıtmaya çağıran bu’ çığlığı duyunca da; bu na’ranm kaynağını aramak zorundadir. Ve bu fitnenin yuvasını ortaya çıkarmalı­dır. ..

Hani bu fitne nâ’rası, samimi bir müslümandan gelemez. Hem de akıllı uslu bir îslamı eğitim görmüş birinden… Aksine sadece bazı ilimlerin başlıklarını, yine kendi gayesine hizmete yeter zannettiği kadarıy­la alan kimselerden gelir bu çığlık.

Vekar sahibi o müslüman, bu yaygaraların kay­nağını inceleyince, mü’mine has ferasetiyle o tiplerin sadece zahirde müslümanm emel ve elemleriyle ilgisi olduğunu, aslında ise müslümanm sırrını açmıyacağı kimselerle hemhal olduklarını ve geçmiş, eski olan her şeye düşman olduklarım görür. Tabii fazilet gü­neşinin battığı yerden [75] gelenler hariç…

Yine aklı başında olan müslüman, meselenin iç yüzünü kavrayınca islâm topluluklarını mezhepsizli-ge davet eden bu çirkin ağzın şerlerinden islâm ce­maatını nasıl kurtaracağını öğrenecektir.

Hak hep üstün gelir, altta kalmaz, O halde kitle­leri yukarıda kuruluşuna kısmen işaret ettiğimiz, bü­yük imamların mezhebinden biriyle mezheplenmek-ten ayırmaya çağıran kişi, müçtehidlerin istinbat etti­ği şeyleri toptan kabul etmek durumundadır. Çünkü, bu durumda müctehid olmıyan her şahsa müçtehidler-den herhangi birinin herhangi görüşünü alması mu­bah olacaktır. Hem de bir tek müçtehidi seçip onun görüşleriyle sınırlanıp bağlanmaya gerek kalmadan… Bu ise Mutezile’nin tutumudur. Sofiler ise lısp, müçte­hidlerin azimet bildiren görüşlerini alırlar. Hem de bir müçtehide inhisar ettirmeksizin, sözlerinden seçerek…

Nitekim, Eb’ul-Alâ Sâid bin Ahrned bin Ebi Bekr er-Razî (Nureddin Şehid’in adamlarından) «el-Cem’u Beynettekva vel-Fetva, min Mühimmat’id-Din ved-Dünya» adlı kitabında fıkıh bahislerinden «Fetvanın gerekleri» bölümünde ve takvanın şartlarını özellikle dört imamın kavillerinde ararken buna işaret eder. Ama burada keyfilik mânası asla düşünülemez, ancak gerçeğiyle takva ve vera’ vardır.

Mutezile’ye nisbet edilen görüşe gelince; müçte-hid olmıyan kimseye mtiçtehidlerin istediği ve işine gelen görüşlerini almasını mubah saymaktan ibaret­tir. Halbuki, müçtehid olmıyana en azından gerekli olan bir müçtehid seçmesi ve bu en âlim, en mütteki olarak tanıdığı kimsenin fetvalarının küçüğüne büyü­ğüne ruhsat aramaksızın uymasidır (gerçekte böyle). Ama, her imamın ruhsat veren sözüne uyacak, canı istediği imamın cam istediği görüşünü alacak olursa bu düpedüz keyfiliktir. Artık burada dinden eser yok­tur, asla… Bunu mubah bilen kim olursa olsun!..

Bunun için Şeyh îmam Ebu İshak el-Esferânî, nıüçtehidin isabeti konusunda şöyle diyor: «Başı saf­sata sonu zındıklık.» Çünkü onların sözleri isbatla nefy arasında değişir. Peki nefiyle isbat birlikte bulu­nunca gerçek nasıl anlaşılır? Evet, bir müçtehidin bü­tün fikirlerine uyan bir kimse; müçtehid ister yanilsın ister isabet etsin, o kimse sorumluluktan kurtulmuş olur. Öbür müçtehidler de böyledir. Çünkü hakim içti-had yapar isabet ederse iki ecir, yanlış içtihada var­mış olursa bir ecir alır. Bu konudaki hadisler oldukça çoktur.. Bu da müçtehidi taklid edenin, hata eden müçtehidin sorumluluğunun dışında kalışına göredir.

Bu ümmet, îsîâm güneşinin doğduğu günden baş­lamış, kıyamete kadar devam edecektir. (Gökteki gü­neşe benzemez tabii. Onun fecri kuşluğu ve batışı vardır.) Müçtehid hata ettiği takdirde sorumluluktan kur­tulmuş olmasa hata ettiği zaman bile ecir verilmez­di… Bizim sözümüz ise bu konuda değil…

Şeyh Ebu İshak el-Esferânî’nin «Musavvibe» fır­kası hakkındaki sözü doğrudur. Buna binbir delil var­dır. Ama yine konumuz bunu fazla tafsilatlandırmayı gerektirmiyor.

Mezhepleri dağıtmak emeliyle çıkan davetçi ise, uyulagelen büyük imamların, müslümanlar ara­sındaki ayrılık ye çekişmelerin esas sebep ve amili ol­duklarına inanır. Ona göre, İslâm’ın doğuşundan bu yana gelmiş bütün müçtehidler hep hata etmiştir. O ise, o günden beri İslâm müçtehidlerine gizli kalmış doğruları ortaya çıkararak, onların noksanlarını ahir zamanda tamamlıyacaktır!.. Bu ise son dereceye va­ran, aceleci ve ölçüsüz tutumdur.

Yine biz arada bir bu çığırtkanların dil sürçmesiy-le, sünnetin Âhâd yoluyla gelen sahih haberlerini ba­site aldıklarını da işitiyoruz. Aynı şekilde, İcma ve Kı­yası hatta istinbat ehlinin muteber saydığı Kur’an de­lillerini bile…

Tabii, haber-i âhâd’i basite almakla; sünnet ki­taplarından, sahih ve sünen olsun cevami’ ve musan-nefat olsun, müsnedler veya rivaye tefsirleri olsun… hepsinden kurtulmuş oluyorlar!.. Böylece de artık bun­lardan «kevnî mucizeler» ve şeriat ahkâmının alınıp yararlanılacağı kaynak kalmaz. Eh artık bu yola kim sapar, İslâm’a tuzak hazırhyan düşmanlardan başka?..

Hani ya, sahih âhâd haberlerin zamanla tarikinin çoğalıp manen tevatüre ulaştığı görülmüştür. Hatta karineler takviye edince, âhâd haberle ilim dahi hasıl olur. Aynı zamanda böyle karine ile desteklenmiş ha­dislerin «Sahiheyn»de de bulunduğu görüşünde olan âlimler vardır.

Halbuki bunlar, icmai da nefyederek, Ehl-i Hak­kın mezhebinden çıkıp, böylece din dışına çıkan hari­cilere ve merdud rafizilere benzemektedirler. Kıyası Şer’iyi reddetmekle ise içtihad kapısını kendi yüzleri­ne kapatmış ve alışılmış tanınmış sebep sonuç meto­dunu bırakıp, kıyası nefyeden rafizi ve hariciler, ya da donuk «Zahir ehline» benzemiş oluyorlar. Ve hele ki­tabın, istinbat ehlince itibar edilen delaletlerini oyun­cak ittihaz ederek; mefhumlara kail olanlarla olmı-yanlar arasında, islâmın iptidasından bugüne kadar süregelen cari kayıtları bil-ittifak ekseriyetle lağve­dilmiş mesabesinde tutmayı birçok kati hükümleri de­ğiştirmeğe vesile yapıyor; örf ve adete, bütün fukuha-ca tanınmayan bir mevki veriyorlar. Mısır’da bazı ya-hudi müsteşriklerinin, Medinelilerin ameli ve benzeri hakkında ortaya attıkları şeylere râm oluyorlar..

Bu çağdaş çığırtkanlar işi bitirirse, içtihad yeni dönemde tek şahsa münhasır kalacak, hiç te alışıl­mamış bir ehliyet tarzıyla… Ve artık meşhur imam­ların İslâm’da açtıkları bu hayırlı çığırlar kapanacak. Ve bütün toplulukların bu (müceddid gösterilen) şah­sın görüşlerine yönelmesi ile de muratları olacak… Ama her vesileyle mutlak fikir hürriyeti terennüm eden kişi, bir içtihaddan öbürüne zıplarken nasıl ba­şaracak zamane çocuklarının tükenmez isteklerinin tatminini? Yahut, hürriyetini kaybetmiş kitlelerin üze­rinde, istediği görüşleri uygulamayı nasıl caiz göre­cek?..

Veya diyelim, bu mutlak hürriyet dellalı (kendisi­ne uymalarını istediğine göre) nasıl mubah görecek, bu nurlu dönemde (!) din ve ilmine güvendiği başka bir müçtehidi seçip ona tabi olmak istiyecek olan za­vallı mukallitlere hürriyeti vermemeyi? Hani bu türlü baskı zulûmat dönemlerinde bile görülmemiştir. İşte cevap bulamadığım şey bu esasen…

Sözün kısası, bu dellalların sahiplerinin halini iyi incelersen, hiç tutulur uyulur ve bağdaşılır taraf bu­lamazsın. O meşru olanı kabul etmediklerini görür­sün. Kendini gösterme hırsları basiretlerini kapatmış­tır. Ve onların, zavallı şark’ın üstüne gelen düşmanla­rıyla dostluk kurduklarına şahid olursun…

Gerçi bu menfur cereyan, öbür memleketleri ka­sıp kavuran kargaşalığa boğan ilhad belâsından ve dinsizliğe ‘götüren köprüden başka bir şey değildir. Ama mü’min bir delikten iki kere ısırılmaz. Akıllı ise başkasının başına gelenden ders alır.

Eh, Allah için sizi seven Abdülaziz ve evladını sa-lih dualarınızdan ve iyi dileklerinizden unutmayın.

Derleyen:

Humus Fetva Emini Abdülaziz Uyunussûd Allah onu bağışlasın. [76]

Muhterem Üstad Şeyh Abdülvehhab El-Hafız (Şam’da «Yağ – Pekmez» Diye Bilinir) İn Cevabı

Bismillahirrahmanirrahim

Bir olan Allah’a hamd, kendinden sonra peygam­ber gelmiyecek Nebi’ye salât ve selâm.

İmdi:

Birinci Fıkranın cevabı:

İbni Abidin (R.Â.)  «Resm’ül-Müfti»de der ki:

«îmam Ebu Hanife’nin (R.Â.) son derece titiz ve hassas ve ihtilaftaki rahmet eserini iyi tanıması sebe­biyle talebelerine, «Delille karşılaştınız mı onunla gö­rüş belirtin» diye tavsiye ettiği bilinmelidir. Ve bunun için de bütün arkadaşları ondan gelen nakilleri alır ve tercih ederlerdi. Bunu «Dürr’ül-Muhtar» haşiyesin­de de böylece hikâye eder. «Velvalciyye»de de, «Kitab’-ül-Cinayât»tan naklen, Ebu Yusuf’un: «Ebu Hanife’ye hangi hususta muhalif görüş bildirsem, aynı şeyi mut­laka onun da söylediğine şahit olmuşumdur.» dediği nakledilir.

Züfer’den de şu nakledilir: «Bir şeyde Ebu Hani-fe’ye muhalefet ettim mi, mutlaka benim görüşümü onun da belirtmiş olduğunu görmüşümdür.»

Yine Züfer’den şu nakil var: «Ben hangi görüşte Ebu Kanife’ye muhalefet etsem, bir de bakarım ki, o görüşten sonradan rücu’ etmiş.»

Bütün bunlar, onların muhalefet yolunu değil, o ne dediyse ona göre hareket etmeyi seçtiklerini beiirtir. İçtihad da ve reyde üstadlan Ebu Hanife’nin gö­rüşüne uyduklarını gösterir. «El-Havi’yül-Kudsi»nin so­nunda ise : «Onlardan birinin kavlini alan kimse, ke­sin olarak Ebu Hanife’nin kavlini almış olduğunu bi­lir. Çünkü Ebu Yusuf, Muhammed, Züfer ve Hasen gibi… bütün büyük talebelerinden rivayet şudur: «Biz hangi konuda bir görüş belirtsek, aslında Ebu Hanife’-den rivayet etmişizdir» demiş ve bunu da büyük ye­minle belirtmişlerdir.

Demek ki; nasıl ve ne yolla olursa olsun, cevap ve mezhep ancak onunki oluyor. Ondan başkasına nisbet etmek de ona muvafakati bakımından mecaz yoluyla mümkündür…

Yine «Dürr’ül-Muhtar» üzerine yazılmış «Redd’ül-Muhtar»da, imamın talebelerine, kendi görüşlerinden ancak delilin elverdiği şeyleri almalarını emretmiş ol­duğu zikrediliyor.

Bu demek oluyor ki; onlar ne görüş belirtirlerse belirtsinler, imamlarının kendileri için kurduğu kai­delere dayandıklarından, yine onun görüşüyle fikir beyan etmiş oluyorlar. Ve hiçbir yönüyle de ondan ay­rılmış olmuyorlar.

Bunun tam benzerini de, Allame el-Birî, «el-Veh-baniye» sarihinin babası ve Îbn’ül-Humam’ın Üstazı, İbn’üş-Şahnat el-Kebir’in, «Hidaye» Şerhinden naklen, «Eşbah» şerhinin başlangıcından nakletmektedir.

Metni şöyle:

«Hadis sahih ve mezhebe de muhalifse, hadisle amel edilir ve bu da yine (Ebu Hanife’nin) mezhebi olur. Ve mukallidi de amel yönünden Hanefi olmaktan çıkmaz. Ve zaten Ebu Hanife’nin: «Hadis sahihse mez­hebim odur.» dediği doğrudur. Ve îmam İbni Abd’ül-Berr bunu, hem Ebu Hanife’den, hem de öbür iraamlardan bu tarzda nakilde bulunmuştur. îmam Şâ’râni de, dört imamdan böyle nakletmiştir.»

«Redd’ül-Muhtar»da der ki: Bu yetkinin nasslar-da görüş sahibi ve muhkemi mensuhtan ayırabilen kimseler için olduğu malûmdur. Öyleyse mezhep sa­hibinden izin çıkmış olduğundan o mezhepten bir kim­se delili görüp onunla amel edince yine o mezheple amel etmiş olacaktır.

Şöyle ki; eğer imam delilinin zayıf olduğunu bil­se, ondan vazgeçip daha kuvvetlisine uyardı. Onun için de muhakkik Îbn’ül-Hümam, imameynin kavline göre fetva veren üstadlan reddediyor ve gerekçe ola­rak ta; delil zayıf olmadan imamın kavlinden sapıla-nııyacağmı bildiriyor…»

Yine «Resm’ül-Müfti»de der ki: «Bu ifadenin, — mezhepteki bir görüşe uygun olduğu zaman — şek­linde sınırlandmlması uygun düşer. Çünkü imamları­mızın ittifak ettiği üzere mezhepten tamamen ayrılır-casına içtihada izin yoktur. Öyleya, bütün mezhep ule­masının içtihadı tabii olarak öteki kişinin içtihadından daha kuvvetlidir. Ve yine, onların görüp te amel et­mediği bir delili o tek kişinin görüp tercih ettiği açık­tır.

Bunun için de Allâme Kasım, muhakkiklerin so­nuncusu Kemal Îbn’ül-Hümam hakkında: «Üstadımı­zın araştırması gereği mezhebe muhalif şeylerle amel edilmez» diyor. ‘

«Kudûri» üzerine Tashihinde de diyor ki; «Kadı-han diye meşhur, İmam Allâme Hasan bin Mansur bin Mahmud’ül-Evzicendî», Kitab’ül-Fetava «Resm’ül-Müf-ti»de: Günümüzde arkadaşlarımız (aynı mezhepten ulema) dan, herhangi bir meselede fetva verecek olan; eğer arkadaşlanmızdan ihtilafsız bir nakil var­sa ona müracaat eder ve ona göre fetva verir. Re’yi ile onlara ters düşmez. Hatta güçlü bir müçtehid bile ol­sa. .. Çünkü apaçık bir şey var: Esas gerçek arkadaş­larımızın (bütün mezhep ulemasının) görüşündedir, aşılamaz. Ve onun içtihadı da onların içtihadı derece­sine ulaşamaz… Bu yüzden de, onlara muhalif görüş belirtene uyulmaz, delilleri de alınmaz. Hani onlar (ce­hilce değil) delilleri bilerek, sahih ve sabit olanla aksi olanı seçerek tanımış, öyle davranmışlardır…»

Sonra da Hassaf in «Edeb’ül-Kadâ» üzerine «Şerh-i Burhan’ül-Eimme» sinden buna benzer nakiller ya­par.

Bana kalırsa; yukarda geçen, imamların görüşle­rinden aldığımız metinlerin hepsinden ortaya çıkan şudur: «Hadis sahihse mezhebim odur» ifadesi genel kaide değildir. Aksine (hadis ravisinin) nazar ve istid­lal ehli olması şartıyla mukayyettir. Aynı zamanda mezhep ehlinden olması ve mezhepteki görüşe muva­fık olması şarttır. Sonuç olarak, mezhebe muhalif olan nassla amel edilmez. Çünkü imamlar ondan daha üs­tün delili görmüş ve onunla amel etmişlerdir, geçmiş zaman boyunca…

Ayrıca, «Hadis sahih ise mezhebim odur» derken; o hadisin, bu sözün sahibinin kurduğu metodla, sahih olduğunun isbat edilmesi lüzumu da anlatılmıştır. Ya­ni hadis ravisinin kanaatine göre~ değil, (imamın) za­ruri gördüğü şartlara göre doğrulanmış olmalı. Bunu şöyle açıklıyalım bir misalle: Hadis rivayetinde, Bu-hari ve Müslim kendi ölçülerine göre nakilde bulunur­lar. Muhaddis olarak Buhari’nin kendine göre hadisi sahih sayma şartları, Müslim’in kendine göre şartları var. Yani Buhari’nin nazarında bir hadisin sahih ol­ması ancak onun ön gördüğü özellikleri taşımasıyla mümkündür.

Öyleyse kardeşim, sen de onların imamların ter­cih ettiği ve sahih saydığına uy. Zaten sen bir başka­sının sahih gördüğüne uyuyorsun ve nasıl olsa, onun mukallidisin. O halde, senden önce gelmiş o büyük imamların doğrulayıp tercih ettiğine uy. Her hayır se­lefe uymaktadır…

İkinci Fıkranın Cevabı:

Bu konudaki ifadeleri şu size aktaracağım şekil dedir: Hindi’nin «Şerh’ül-Bedî» sinde şu söylenir: «Bu, Ebu Yusuf Züfer ve öbür imamlardan nakledildi. On­lar şöyle dediler:

«Bizim nereden alıp bildirdiğimizi anlamadan bi­zim görüşümüzle fetva vermesi kimseye helâl olmaz.» Yine bazısının ibaresi şöyle: «Kim görüşleri ezberler, ama delilini bilmezse, onun ihtilaf ettikleri o hususta fetva vermesi caiz olmaz.» Yine dendi ki: «Müçtehid olmamak şartıyla caiz olur. Yine «Genel olarak caiz­dir.» Yani: îster kaynağa muttali’ olsun olmasın… Müçtehidi tanısın tanımasın… Bu ise «Bedi’» sahibi ve benzeri birçok ulemanın görüşüdür.»

Ben derim ki; zikrettiğimiz imam ve talebelerinin sözlerinin (bir kimseye bizim nereden aldığımızı bil­meden görüşümüzle fetva vermesi yakışmaz) mezhep­te müçtehid’in fetvasına hamlolunacağı, «Resm’ül-Müfti»de zikrediliyor. Meselâ Ebu Yusuf, Muhammed ve Ebu Hanife’nin öbür arkadaşları gibi, Ebu Hanife’-nin kurmuş olüuğu hüküm çıkarma kaidelerinin çer­çevesinde, delillerden hüküm elde etmeye gücü olan­lar kastedilmiştir. Bunlara üçüncü, dördüncü ve be­şinci tabaka fakihlerinin katılabileceği de açık. Onun ötesindekiler ise sadece nakille yetinirler.

«Dürr’ül-Muhtar» sahibi, Şeyh’ül-îslâm İmam Has-kefi şöyle diyor: «Bize gelince, yani yedinci tabaka ehli, bize o imamın tercih edip, sahih dediğine uymak düşer, fıkıh meseleleri ve görüşler de… Zaten onların sahih gördükleri deliller, tercih ettikleri görüşler ve mezhepteki muteber kitaplar bize tevatürle ulaşmış­tır. İmam Muhammed’in Zahirurrivaye kitapları, Se-rahsi’nin «Mebsut»u ve öbür mutemed kitaplar böyle­dir. Demek bize yakışan onların itimad edip tercih et­tiklerine uymaktır. Tıpkı bize sağ olup fetva veriyor-larmış gibi…

«el-Bahr’den naklen, İbni Abidin’in «Redd’ül-Muh-tar»ında da şöyle geçer: Bu hususta Kitab’ül-Kaza’da, şöyle deniliyor: îmamı A’zâm’m kavli ile fetva vermek helâl hatta vaciptir. Nerden aldığını bilmese bile…

Keza, birini bırakıp öbürünü talil ederlerse yine böyle : Bu talil, tercih sayılır. Nitekim bunu Remli, «Fetâvâ» namındaki kitabının gasp bahsinde anlatmış­tır : «Biri istihsan diğeri kıyas olursa, hüküm yine bu­dur. Çünkü asıl kaide istihsanı tercih etmektir…»

Bu ise, delillerini bilmese bile görüşlerini alma­nın cevazı hususunda açıktır… İmamın delilini ara­ması istenen kimseye gelince, o müçtehidler tabaka-tında ehli mezhepten İmam Ebu Yusuf, İmam Mu-hammed ve benzerleridir. Zira onlar, yukarda geçtiği şekilde, imamlarının delillerini en iyi bilenlerdi…

«…Biz nihayet beşeriz, bugün söyler yarın rücu’ ederiz» şeklinde ziyadelik var. Bir başkasında da: «Sa­kın ha Yakub — bu da Ebu Yusuf’tur — benden duy­duğun herşeyi yazma. Çünkü bugün bir görüş belirtip yarın vazgeçebilirim. Yine yarınki görüşümden de öbür gün vazgeçebilirim.» denilişine gelince :

Derim ki: Ben İmamın makamını bu türlü cümle­leri nisbetten tenzih ederim. Çünkü bu imamın belli bir hükümde sebat etmediği anlamına gelir. Bu husus­ta, ondan tevatüren nakledeceğim en sağlam haber­le, onun vera’ ve takvası, mesele vaz’ederken ve dinin fıkhını kurarken gösterdiği itina ve ihtiyatı göstere­ceğim :

«Dürr’ül-Muhtar» üzerine haşiyesi «Redd’ül-Muh-tar»da İbni Abidin şunu hatırlatır: «İmam Ebu Cafer eş-Şiramâzi, Şekik’ül-Belhi’den şöyle naklediyor. De­miştir ki: «İmam Ebu Hanife insanların en muttaki ve en çok ibadet edeniydi. En cömert ve din hususunj da en ihtiyatlı davranan, Allah’ın dininde re’yi ile gö­rüş bildirmekten en uzak olan kimseydi. Ve meclis kurup arkadaşlarıyla görüşmeden de hiç bir meselej vaz’etmemiştir. Bir meselede, bütün arkadaşları (ilimj ehli talebesi) şeriata uygundur diye ittifak edince dej Ebu Yusuf veya bir başkasına, «bunu filan bahse yaz»j diye emir verirdi.» Bu, İmam Şâ’râni’nin mizanında da1 aynen vardır. (K.S.).»

Tahtâvi de, «el-Havarimzi’nin müsned’inden nak­lediyor ki: «İmamın arkadaşları bini bulurdu. Bunla­rın en seçkinleri, imamın çok sevdiği ve yakın dost edindiği kırk tanesi içtihad derecesine varmıştı. On­lara şöyle demiştir: «Ben fıkhı gemleyip eğerliyerek (binilecek at gibi) hazırladım size. Artık benim adı­ma onu işleyin.» Nitekim bir vak’a zuhur edince de, onlarla müşavere eder, tartışıp sorar, konuşur. Onla­rın bilip düşündüklerini dinler, haber -veya eserden ne varsa… Kendi görüşünü de ortaya koyar. Belki ay­larca bunu tartışırlardı. Ta mesele son şekle varınca­ya kadar. Görüşlerin sonucu kesinleşince de Ebu Yu­suf onu kaydederdi. Böylece Usulü Fıkıh, öbür imam­ların tek başına kurmuş olmasına karşı Hanefilerde şuraya dayalı metodla kurulmuş oldu.

Allah’ın dininde son derece hassas oluşu yanında işte bunlar da böylece sadır olmuştur.

Üçüncü Fıkranın Cevabi:

Peşinden belirteyim: Büyük imamlar, şeriatın tedvini, neşri ve ortaya çıkmasının, o ve benzeri imam­lar (R.A.) in gayretiyle olduğunu itiraf etmektedirler. Bu nasıl saklanır?,. Ve onun (R.A.) tabiun’dan veya öbür kuşaklardan dörtbin üstadın hadis derlediği na­sıl bilinmez ki? Bütün bunları, Zehebi ve öbürleri Ta-bakat’üI-Huffaz»da zikrettiği halde!..

Nitekim Şa’râni (R.A.) de, Mizan’mda belirtiyor: «Yaptığımız açıklamalardan anlaşılmıştır ki; Fahri Razi (Müfessir değil) gibi, kimseler, İmam Ebu Hani-fe’nin sözlerinden herhangi bir şeye itiraz ederse, mu­hakkak o kimse, imamın dayandığı şeylerden haber­siz olduğundan böyle davranmıştır. Nitekim ben de iyi araştırınca Elhamdülillah gördüm ki; onun bağlı­larının kıyası Nass’a takdim ettikleri meseleler son de­rece azdır. Mezhebin kalan bütünü hep nass’m kıya­sa takdimi ile kuruludur…

Bunun yanında, Şeyh Muhyiddin [77] Malikilerden birinin şöyle dediğini naklediyor :

«Bence Kıyas, «Haber-i Âhâd»dan önce gelir. Çün­kü biz böyle bir hadisi sadece ravileri hakkındaki hüs­nü zannımıza göre alırız. Halbuki Şârî bize; kendimi­ze hakim olmamızı ve birini öbürüne karşı tezkiye et­mememizi, olsa bile kesinlikle tezkiye ve tercih etme­memizi, sadece; böyle sanıyorum, kanaatımca böyledir diyebileceğimizi emreder. Ama sahih usule dayanan Kıyas böyle değildir.”

İmam Cafer eş-Şirâmâzî de der ki; «Ben İmam Ebu Hanife ile İmam Malik (R.A.) arasındaki ihtilaflı me­seleleri araştırdım, gerçekten çok az olduğunu gör­düm. Yirmi kadar mesele…»

Kanaatımca bu da, o iki imamın esas saydığı me-tod meselesi sebebiyle olmuştur.

Keza mezheplerin birbirlerine kıyaslar hususun­da muhalefeti pek azdır, demek de böyledir. Bu kısım dışında hepsi kitab ve sünnete yahut sahih esere da­yanır. İmamların hepsi de bununla amel etmişlerdir. Bazı hadisler hariç, arkadaşlarından ayrılmamışlar­dır. Yani hepsi şeriatın yörüngesinde yüzmektedirler, geçen bahislerde görüldüğü gibi…

Şu halde aklı başında insan, gönül ferahlığı ile (mezhepteki) bütün imamların görüşleriyle ameli ka­bul edendir. Çünkü bunların hiçbiri terazinin iki ke­fesinden hariç değildir; ya tahfif, ya teşdid… Allah’ım, imamların görüşlerine itiraz eden ve onları görmez­likten gelenlerin, dünya ahiret, şerrinden sana sığını­rım. Velhamdülillahi Rabbilâlemin.

(Şa’râni Rahimehullah’ın Mizan’daki sözü bu.)

Muhterem kardeşim, bak işte, Şa’râni’nin; «İmam Ebu Hanife’nin delilleri çok kere zayıftır.» diyenlerin sözünü nasıl çürüttüğüne dikkat et. Ve kardeşim, in­saflı ol, o tip adamların sözlerine, lafta bile olsa karşı delil gösterme, onlara cevap vermeye bile tenezzül et­me. İnsaf ehli Hak’la beraber deveran eder. Ve zaten o, İmam Ebu Hanife’nin fazileti konusunda İmam Ma­lik, Şafii, İmam Sevri, îbni Mübarek ve emsalinin övT güleri yeter artar bile (R.A.).                                      ;

Meselâ, Hatip, Şafii (R.A.) den şunu rivayet edi­yor : Malik (R.A.) e, «Ebu Hanife (R.A.) yi gördün mü?» diye soruldu da; «Evet dedi, bir adam ki, sana şu direk altun dese onu isbat edecek deliller bulabilir…* İşte bu, onun delillerden Ahkâm-ı Şer’iyye’yi çıkar­maktaki gücünü gösterir.

İmam Şafii (R.A.) kendisi de: «Fıkıhta derinleş­mek istiyen kimse Ebu Hanife’ye dayanmak durumun­dadır. Hani o, fıkıhta en ileri gitmiştir.» diyor. Bu «Harmele»nm rivayeti. Rebi’in rivayeti ise şöyle : «Halkm hepsi fıkıhta Ebu Hanife’nin talebesidir. Ben gö­remedim, yani ondan daha fakih kimse göremedim.» Ondan şöyle bir nakil de var: «Onun kitaplarına baş­vurmayan ilimde derinleşemez ve fakih de olamaz.»

İmam’üs-Sevri (R.A.) de, kendisine; «Ebu Hanife’­nin yanından geliyorum.» diyen kimseye; «Demek yer­yüzünün en fakih kimsesinin yanından geliyorsun!..» diye cevap vermiştir. Yine o; «Ebu Hanife’ye itiraz eden kimsenin, ondan daha kıymetli, daha alim ol­mak zarureti var. Halbuki buna da kimsenin gücü yet­mez!..» dedi.

Îbn’ül-Mübarek ise : «Ben Misar’ı, Ebu Hanife’nin ders halkasında gördüm, soru sorup ondan faydala­nıyordu. Ve aynı zamanda, bunun gibi fakih görme­dim diyordu.» der.

Yine İsa bin Yunus da; «Onun hakkında nahoş be­yanda bulunan kimse asla doğru olamaz. Vallahi ben ondan daha faziletli ve daha fakih kimse görmedim.» diye anlatmakta.

İbni Mübarek şunları da söyler: «Senin dayana­cağın şey «Eser» olmalıdır. Ama görüş namına da ha­disin anlattığını al.» Ve Ebu Hanife’nin özürlerinden biri, onun şu sözünden anlaşılandır:

Bir insana, bir gün duyduğu hadisi ertesi gün, ezberlemeden (kavramadan) hemen aktarması yakış­maz. Demek o rivayeti ancak ezberleyip hazmetmek şartıyla uygun görüyor. Zira dirayetsiz (düşüp, anla­yıp, sıhhatini kavramadan) çok rivayet pek hoş görül­müyor. Hatta İbni Abd’il-Berr, bu tutumu yermek için ayrı bir bahis açmış. Ve demiştir ki: «Düşünüp anla­madan (taşıdığı mâna ve hükmü) çok hadis naklet­meyi yermekte, İslâm fakih ve âlimlerinden bir ce­maat hem fikirdir.» îbni Şibrime: «Rivayeti az yap, ama iyi düşün.»! der. el-Hatip de, İsrail bin Yunus’tan şöyle dediğini naklediyor: «Nu’man ne adamdır! Ne hadis ezberle-mişse hepsini anlamıştır, Onu incelemiş, ondaki fıkhı hükmü didik didik edip çıkarmıştır. (Bu naklin tama­mı *el-Hayrat’ül-Hisan»da vardır.)

Ne tuhaftır kardeşim! Şu muhteremler de sana güzel örnekler yok mu? Yoksa bu adamların övgüleri ve itirafları İmam için birer itham mıdır?.. Hani ya bunları söyliyenler bu şeriatın öncüleri, ilmin pınar­ları, hakikat ve marifetin kaynağıdır. Ve daha onlar­dan sonra da nice meşhur imamlar, fakih ve muhad-dişler gelmiş!.. Hepsi de bunların mesleklerini benim­semiş büyük ve seçkin kimseler… Ama onları taklid etmiş, sözlerini esas almış, tercih edip itimad ettikle­rine uymuşlar. Bütün bu müçtehitler (R.A.) bu tür taklit ettikleri hususlarda tamamen hata içindeler mi?..

Hele hepsi bir yana, Ebu Hanife ki; Şeyh’ül-İslâm, İmam’ül-Haskefi (R.A.) nin dediği gibi; «ibadeti, zühdü takva ve vera’i, ilim ve kavrayışında tekti!..»

Dördüncü Fıkranın Cevabı:

Bir kere bizim, içtihadın şartlarını bilmemiz ge­rek. Ve onu yerine getirecek ehliyete ermemiz lâzım ki; içtihada dair laf etmemiz mümkün olsun. İmdi lü~ ğatta içtihad; çok zor bir iş için takati sarfetmektir. Şeriatte (istilan olarak) ise; belli metodlarıyla, şer’î bir hükmü elde etmek için bütün gücünü harcamaktır.

Şartları ise.- İslâm, akıl, buluğ ve müçtehidin fa-kih’üıvnef3 yani yaratılışında anlayışta üstün olmak. Yine Arap dilini gerçekten bilmek. Kitabı lügat ma­nasıyla kavramak, böylece de müfredat ve mürekke-batmi, ifade hususiyetlerini ve şer’î mânasını, yani hü­kümde müessir olan mânayı anlamak mümkün olur.

Yine Kitab’ın, Âmin, Hass, Müşterek ve Müevvel yön­lerini ve ayrıca ondan hüküm çıkarmada gerekli olan; İbaret’ün-Nâss, İşaret’ün-Nass Delâlet ve İktizası gi­bi… Usul kitaplarında zikredilen kitabın daha birçok hususiyetini bilmek. Sünnet ilmini de metoduna göre kavramış olmak, yani Peygamber (S.A.V.) e ulaşma yolları-, tevatürle mi, meşhur olarak mı, âhâd tarikiy­le mi olduğuna ilâveten metinlerini de iyi tanımak.

Bu suretle, azimet yolu olan, lafzen hadisi nakil yahut ruhsat verilen manen hadis naklini başarabil­mek mümkün olur. Bu da yerinde açıklandığı üzere çeşitlidir. Yine mânâsının zahiren ya da müfesseren olması da… Yerinde zikredilir.

Yine (müçtehid olacak kimse) nasih-mensuhün alimi olmalı. Usul ilminde zikredilen bütün öbür hu­suslarıyla birlikte kıyasın da şart ve vecihlerini bil­mesi gerekir.

Görülüyor ki, kardeşim, şu zamanda içtihad dâ­vası neticesizdir. İlmin azalıp cehaletin arttığı bu dö­nemde bu şartlar pek az bulunur.

Bazı kimseler kendilerinde var sansın dursunlar, neticesizdir. Birçok hüküm ve vak’a muattal kalır, hal­kın çoğu daha muamelat ve günlük işlerin de cehalette yüzerken; üstelik din ve ondan çıkardıkları ahkâm­da son derece hassas şu büyük imamlara iltica edil­mezse…

Ve muhterem kardeşim, geçen asırlarda nice seç­kin âlimler gelip geçti. Ama hep fıkhı bu imamlardan aldılar. Onların hiçbirinden mutlak içtihad davasına kalktıklarına dair haber gelmedi. Halbuki, sahih ha­dislere muttali olmaları, rArap dilindeki ustalıkları ba­kımından üstünlükleri vardı. Delillerdeki nasih men-suh bilgileri ve benzeri, içtihadda lüzumlu ehliyetleri­ne rağmen… !£ma bütün bunlarla birlik; onlar takva ve vera’ sahibi, şüphelerden, dünyadan ve şehvetten uzak oluşları, Rabbine itaat ve vazifelerini edadaki üs­tünlük ve mevlâsına hakkıyle hizmette müdavim ol­malarıyla seçkindiler. Bütün bunlarla birlikte onlar, büyük imamlara uymuş, onların tercih edip sahih gör­dükleri delil ve hükümleri esas almışlardı. Allah on­lardan razı olsun ve bizi onlarla beraber Efendimiz Muhammed (S.A.V.) in sancağı altında toplasın… Tetinime:

«Resm’ül-Müfti»de, Fakihlerin Tabakaları s Şeyh’ül’îslâm İmam’ül-Haskefi Dürr’ül-Muhtar’da, aynı zamanda haşiyesi olan    İbni Abidin merhumun «Redd’ül-Muhtar»mda   şunları zikrederler.    Ve diyor ki:

«Müçtehid-i mutlak’m artık yok olduğu kesinlikle belirtilmiştir: Yani içtihad şartlarının bulunmayışı yüzünden!. Fakihler ise yedi mertebede toplanır. nu muhakkik alim İbni Kemal Paşa şöyle açıklar:

 Birinci Tabaka:                                                

Şeriatte müçtehidler. Dört büyük İmamla, usulün temellerini kurmada onların mesleğine giren, böylece de başkalarından seçilenler böyledir.

İkinci Tabaka :

Mezhepte müçtehidler: Bazı fer’î meselelerde ona muhalefet etseler, de, hükümleri delillerinden çıkar­makta üstadlarmm kurduğu metodlara göre davranan, Ebu Yusuf Muhammed ve Ebu Hanife’nin öbür tale­beleri böyledir.

Üçüncü Tabaka:

Mezhep sahibinden hakkında bir metin nakledil-miyen bazı mes’elelerde müçtehid olanlar: Hassaf, Tahâvi, Ebu Cafer, Ebu Hasen’ül-Kerhi, Şems’ül-Eimme Hülvani, Şems’ül-Eimme Serahsi vb. Zira bunlar ne usulde, ne füru’da muhalefete kadir değiller. Ama kurulmuş usul ve kaidelere göre, hakkında nass [78] bulunmıyan meselelerin hükmünü istinbat edebilirler.

Dördüncü Tabaka:

Tahric Ehli. Bunlar, Razi ve emsali gibi mukallid fakihlerdir. Çünkü bunlar, aslında içtihad yetkisinde değillerdir. Ama usulü kavramış, kaynakları hazmet­miş olduklarından, iki ihtimali bulunan bir mücmel görüşü açıklamaya yetkilidirler. İki hususa ihtimali olan müphem bir hükmü de yorumhyabilirler. Ama bu mesele, ya imamdan ya talebelerinden nakledilmiş­tir. Ve onların usuldeki görüşleri ve re’yleri ile fer’iy-yatta benzer ve denk meseleleri birbirine kıyas etme­ye yetkili olurlar.

Beşinci Tabaka:

Tercih Ehli. Bunlar da mukallid sınıfmdandır. Ebu’1-Hasen’ül-Kuduri ve «Hidaye» sahibi gibi kimse­lerdir. Ödevleri de bazı rivayetleri ötekilere tafdil ede­bilmelerinden ibarettir. «Bu daha evladır, bu sahih ri­vayettir. Şu insanlar için daha elverişlidir…» gibi ifa­delerle başarılır.

Altıncı Tabaka:

Temyize muktedir mukallidler tabakalıdır. Kuv­vetli ile daha kuvvetli ve zayıf, Zahir’ül-Mezhep ve na­dir rivayet olanları seçebilirler. Müteahhirinden mute­ber kitap sahipleri böyledir. Meselâ «Kenz» «Muhtar», «Vikaye» ve «Mecmu’» sahipleri bunlardandır. Ödev­leri, raerdud kavilleri ve zayıf rivayetleri nakletme-mekten ibarettir.

Yedinci Tabaka:

Sayılanlardan hiçbirine gücü yetmiyen mukallit­ler tabakasıdır. Hatta zayıfı şişmandan ayıramazlar bile. Şeyh’ül-İslâm Haskefi (ed-Dürr sahibi) de ken­disinin onlardan olduğunu söyler. Yani yedinci taba­kadan… Ve şöyle der: «Bize gelince yani yedinci ta-bakadakiler, bize ancak onların tercih edip, sahih gör­düğü şeylere uymak düşer sanki hayatta bize fetva ve-riyorlarmış gibi…

Allah Teâlâ’dan, amellerimizi sırf kendi rızası için yapılan halis ameller kılmasını, ve hepimizi Re­sullerin Sultanı S.A.V.) mn sancağı altında toplama­sını dileriz.

Selât ve selâm, Efendimiz Muhammed ve âl ü As­habına olsun.

Velhamdülillahi Rabbilâlemin. [79]

Üstad Şeyh «Muhammed El-A’rabi Et-Tebânf Nin» Açıklaması: (Harem-İ Mekke’de Müderris)

Bismillahirrahmanirrahîm

Doğruların en doğrusuna sevkeden Allah’a hamd…

Selât ve selâm da; «Kime Allah hayır dilerse onu dinde fakih kılar» diyene ve âli’ne ve doğrulara yıldız, sapıklara taş olan Ashabına olsun…

İmdi: Bu yazacaklarım, Halep’ten gelen dört so­ruya verdiğim cevaplardır. Allahü Teâlâ’dan tevfik ve başarı diliyor her hususta ona sığınıyorum, ona gü­veniyorum…

Birinci şeklin cevabı:

İmam Ebu Hanife ve benzeri İmamların (R.A.) : «Hadis sahihse mezhebim odur» sözleri doğrudur.

Fakat bunun, nasslar üzerinde görüş sahibi, muh­kem ve mensuhunu tanıyan kimseler için söylendiği apaçıktır. O halde bir mezhepteki kimse (alim) delile bakınca ve onunla amel edince onun yine mezhepten sayılması normaldir. Çünkü buna izin, o mezhebin sa­hibinden çıkmıştır. Hani o imza delilinin zayıflığını bilse ondan vazgeçer, daha kuvvetli delile uyardı. Bu­na ise nadiren rastlanır ancak. Zaten her fakihin her gördüğü hadisle amel etmeye kalkması caiz değildir. Çünkü olur ki; imam bu hadise muttali olmuş ama başkalarının farkedemiyeceği bir mani görerek o ha­disle ameli terketmiştir. Meselâ İmam Şafii «Kan al­dıranın da alanın da orucu bozulur.» hadisini, sahih olduğu halde, ona göre mensuh olduğu için terketmiş. Cumhur da : «Şu ancak sudan dolayı icabeder.» [80] hadisini sahih olduğu halde, onlara göre: «İki sünnet mahalli kavuştu mu gusul vacib olur.» hadisiyle men­suh bulunduğundan terketmişlerdir.

Bunu Hafız bin Abd’il-Berr gibi birçok alimler zik­rederken onların üstünlüklerine misal verdiler. Hal­buki nasipsiz çığırtkanlar bunu, onları ve bağlılarını yermek için naklediyorlar…

İşte şu «Menar Dergisi» sahibi. Dört mezhebin de yüzlerce, Kitap ve Sünnete aykırı meselelerle dolu ol­duğunu sanmaktadır. Kitab’a, sünnete muhalif tek bir meseleye bile isbat getirememesine ek, işkembeden yüzlerce mesele atıyor ortaya… Tabii sözün vergisi yok, istediği kadar söyler!..

Peki fıkıhtan hangi fer’î mesele var ki, ona mu­halif bir hadis gelmiş olsun? O da imama veya aklı başında bağlılarından birine ulaşmış da, o kimse de imamın re’yini bırakıp o sahih hadise yönelmiş ol­sun?..

Haklarında «Seyyid’ül-Mürselin»in şehadeti olan din imamları ve şeriatı bize taşıyan bağlıları hakkın­da, bu türlü sözleri, ancak akidesi bozuk kimseler ağı-za alabilir…

«Ümmetimin İhtilafı Rahmettir» hadisi dillerde dolaşıp şöhret bulmuştur. Hafız İbni Hacer’in dediği gibi, birçok ulema da onu kitaplarına delil olarak al­mıştır. Bir kısmı ise, aslı yoktur ama mânası sahihtir, demişler. Kasım bin Muhammed (R.A.) den gelen na­kil de bunu destekler. Der ki:

«Muhammed (S.A.V.) in ashabının ihtilafı, Allah’ın kulları için bir rahmettir.»

Ömer bin Abdülaziz (R.A.) den gelen nakilde o şöyle der: «Resulullah’ın ashabının ihtilafsızlığı beni sevindirmez. Çünkü onların görüş ayrılıkları olmasa, ruhsat olmazdı!»

Bunlardan çok iyi anlaşılır ki; bu ihtilaftan mak­sat, fer’î hükümlerdekidir.

Harun’ür-Reşid’den de şu haber var:

O, İmam Malik’e, «Ey, Ebu Abdullah şu kitapları (yani İmam Malik’in eserlerini) yazalım. Ve onları İs-‘ lâm dünyasına dağıtalım. , Bundan bütün ümmeti so­rumlu tutalım» diye teklifte bulundu.

İmam Malik’in cevabı şu: «Ey mü’minlerin Emiri, ulemanın ihtilafının, bu ümmete Allah’ın rahmeti ol­duğu kesindir. Her biri kendi kavrayışmca sahih ola­na uyar. Ve her biri de hidayettedir. Çünkü hepsi de Allah’ın rızasını aramaktadır.»

İkinci Durumun Cevabı:

Hafız İbni Abd’il-Berr, «el-întika»da (s. 145) diyor ki; Züfer bin’ül-Hüzeyl (R.A.) şöyle der: «Ebu Hanife (R.A.) den şunu işttim: «Benim kitaplarımdan ala­rak fetva vermek istiyen o kimseye, benim neye göre söylediğimi bilmeden fetva vermesi helâl değildir.»

Şa’râni de Mizân’ında: «Delilimi bilmeden benim sözümle fetva vermek isteyene bu haramdır.» şeklin­de kaydeder.

Ve bundan sonra da hemen şunu tesbit etmiştir: O fetva verdiği zaman: «…Bu, Ebu Hanife’nin görü­şüdür. Araştırmamızın en son ve güzel şeklidir. Bun­dan daha güzelini getiren olursa, sevaba o daha lâ­yıktır.»

Allâme Şeyh İbni Abidin de «Resm’ül-Müfti»de (s. 2929) : imam Ebu Hanife buyurdu ki; «Bir kimsenin, bizim nereden alıp söylediğimizi bilmeden sözümüzle fetva vermesi helâl olmaz.» diyor.

Ve yine İbni Abidin (s. 31, 32) de de; bir sürü açık­lamadan sonra bu konuda diyor ki; «Evvelce de zikret­tiğimiz üzere, imamın ve talebelerinin «Bizim nereden aldığımızı bilmeyen bir kimsenin, sözümüzle fetva ver­mesi helâl olmaz.» şeklindeki sözü, istinbat ve tahriş yoluyla —mezhepte müçtehid olanın— fetva verme­sine hamledilmiştir. Nitekim «Tahrir ve Şerh’ül-Bedi’» den öğrendiğime göre; üçüncü, dördüncü ve beşinci, tabakadaki fakihlerin de bu yetkiye dahil olduğu açık. Geri kalan ise sadece nakille yetinirler. Bize gelince, onların bize ötekilerden naklettiklerine uymak düşer.»

Sözün başında açıkladığımız gibi bu, mutekaddi-minden, nass olmaksızın istinbat şeklinde veya tahriç şeklinde alınmış olabilir. İsterse imamın kavlinin dı­şında olsun…

Çünkü onlar, körü körüne onun tercih ettiğini ter­cih etmiş değiller. Aksine onun deliline muttali’ olduk­tan sonra o tercihi yapmışlardır. Onların eserleri de buna şahittir… Böylece, tahakkuk ediyor ki; Hafız İb­ni Abd’il-Berr, Şa’râni ve Seyyid İbni Abidin’in nak­lettikleri, (İmam Ebu Hanife’nin sözü) bir mânada bir­leşiyor. Nitekim Seyyid îbni Abidin bunu «Resm’ül-Müfti»de açıklamıştır. «Evin sahibi içinde ne olduğu­nu daha iyi bilir.»

Onun sözündeki: Bir rivayette şu fazlalık var: «…Biz de beşeriz, bugün birşey söyler yarın ondan vazgeçeriz.» ziyadesiyle, başka bir yerdeki: «Dikkat et Ya’kub (o Ebu Yusuf’tur), benden her duyduğunu yazma. Çünkü bugün ben bir görüş belirtirim, yarın terkederim. Yarın da bir görüşüm olur da, öbür gün onu terkederim.» şeklindeki ilâve batıldır.

Vakıalar bunu yalanlar. Çünkü Ebu Hanife’nin mezhebini Ebu Yusuf yazmamış, o tedvin etmemiş. Ancak ve ancak İmam Muhammed bin Hasan eş-Şey-bâni tedvin etmiştir.

Üçüncü Durumun Cevabı;         

Şeyh Şa’rânî Mizan (c. 1, s. 66) da, şöyle diyor: «Kanaatimiz ve her insaflı kimsenin kanaati şudur. İmam Ebu Hanife için; (Gerçi daha başta, karinelere dayanarak; re’yi aşağılaması ondan sakınışı ve nassı hep kıyasa taktim edişine işaret etmiştik.) Eğer o, ha-dis-i şeriflerin (şeriata kaynak olanlarının) tedvinine kadar yaşasaydı. Hadis hafızları, diyar diyar gezerek, en ücra yerlere uğrayarak hadisleri topladıktan son­ra onları elde eder ve yaptığı bütün kıyasları terke-derdi. Esasen, öbür mezheplerde çok daha az olması yanında, onun mezhebinde de kıyas azdı.»

Diyorum ki; Burada soru sahibi kasıtlı olarak, Şa’rânî’nin sözünden keyfine göre bir şeyler kaybet­miş. Bu açıkça seziliyor. Ama isterse olmasın; biz bu sözün batıl olduğunu ondört yönden göstereceğiz:

Bir kere: Şâ’râni bu sözden üç sayfa kadar önce şunu söylüyor: «Birinci fasıl: İmamların, onun ilim­deki derinliğine şehadeti hakkında. Ve onun bütün söz iş ve akidesinde Kitaba sünnete bağlılığının açıklan­masına dairdir.

Yine bunu müteakipte: «Fasıl; Ebu Hanife’nin kı­yası sünnete tercih ettiğini yakıştıranların sözlerinin çürüklüğü hakkında.»

İkinci olarak da: Bu zat, bir sahife sonra şöyle di­yor : «İmam Ebu Hanife’nin mezhebinde deliller çok kere zayıftır,» diyenin sözünün tutarsızlığı hakkında bir fasıl.»

Yine bu fasıldan sonra da: «İmam Ebu Hanife’nin mezhebi, dinde ihtiyat yönünden en geridir.» diyenin sözündeki yersizlik hakkında bir fasıl.» diyor. İşte Şa’râni’nin geçen fasıllardaki sözü ile bu sözüne lahik olan sözleri bunu iptal eder.                               

Üçüncüsü: Bu söz (soru sahibinin aldığı cümle) şunu ifade eder: Şeriatın tedvini sırasında ve hafız­ların (hadis derleme vs. için) seferlerinden sonra ya-şıyan İslâm âlimleri, bundan önce yaşamış olan selef âlimleri yani sahabe, tabiun ve tebeut-tabiin’den da­ha üstün bilginlerdi… Bu sözü ise, akl-ı selim sahibi bir kişi sarfetmez.

Dördüncüsü: Sahabeden, Resulullah (3.A.V.) in sünnetini en çok ezberliyen Ebu Hureyre (R.A.) için denir ki; «Rivayet ettiği hadislerin sayısı beşbini aş­kındır. Ama bütün buna rağmen dört halifeden her-biri ondan çok bilgili idi, rivayetleri çok az olsa da… Meselâ Sıddik-ı Ekber’in naklettiği hadis sayısı (142) dır. Faruk’un rivayetleri ise; (539) dur. Zinnureyn’in nakilleri (146) ve Haydar’m rivayetleri de sadece (586) hadistir.

Beşincisi: Sallailahü Aleyhi Vesselam’ın şu kelâ­mı : «Nice anlatandan, daha iyi belleyen dinleyici var­dır. Ve nice kimseler, kendinden daha anlayışlı kim­seye fıkıh naklederler.»

Altıncısı: Hicret ülkesinin İmamı (İ. Malik) dedi ki: «İlim, çok nakilde bulunmak değildir. İlim bir nur­dur esasen; Allah onu dilediği kulunun gönlüne bah­şeder.»

Yine aynı zat, İmam Ebu Hanife’yi överken, de­miştir ki: «Ben onu şu direk altun dese, onu isbat ede­cek delil bulacak güçte bir kimse olarak gördüm.»

Yine onun (İ. Malik), sünneti en çok ezberliyen dostlarından Abdullah îbni Vehb hakkında derler ki; yüzbin hadis ezberlemiş olduğu halde dermiş ki, «Ha­dis, alimleri şaşn-tıcıdır..Malik ve Leys olmasa ben mu­hakkak sapıtırdım!..»

İki Mısırlı; İbn’ül-Kasım ve Eşheb, bir de Medineli Abdülmelik bin el-Macîsun  (ki bunlar Malik’in meznebini şark’a garb’e yaymışlardır), hadis naklinde ge­ri olmalarına rağmen fıkıh bilgisinden nice hafız ta­lebelerinden çok üstündüler. Meselâ: Ka’nebi, İbni Mehdi ve Kuteybe bin Said gibi…

Yedincisi: İmam Ebu Hanife nıuhaddisti ve müs-nedi vardır. Talebelerinden hadisi en iyi bilen Ebu Yu­suf’tu. Ve İmam Hafız Vaki’ bin el-Cerrah onun re’yi ile fetva verirdi.

Seyyid Murtaza ez-Zebidi bir cilt kitap te’lif etmiş­tir. İsmi «el-Cevahir’ül-Münife fi Edillet’il-İmam Ebi Hanife» dir. Bu kitap matbu’dur.

Sekizincisi: İmam Şafii (R.A.) «İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin çoluk çocuğudur.» buyurdu. Onun (Ebu Hanife) arkadaşlarından en güzel hadis hafızı Humeydi, Buhari’nin şeyhlerinden biri [81] dir. Dün­yaya onun mezhebini neşreden,. Buveyti, Müzeni ve Rebi’ gibi talebeleri, hadis ezberlemesinde Humeydi’-den geri idiler.

Dokuzuncusu: Sünnet, Âhmed bin Hanbel zama­nında derlenip yazıldı. O, İ. Şafii’den daha hafızdı. Ve dendi ki, (bir milyon hadis ezberlemişti. Bu fazlalık çeşitli tariklerden olması bakımındandır.) İmam Şafii ona ve Maliki’lerden İbni Mehdi’ye sahih bir hadis gö­rürseniz mutlaka haber verin» diyordu.

Ve zaten İmam Ahmed, Hüseyn’ül-Kerabisi, Zafe-râni ve Ebu Sevr fıkıh tahsili için Şafii’den ayrılmaz­lardı. İmam Ahmed bin Hanbel’m oğlu Salih der ki; «Yahya bin Muiyn bana rastladı ve bana, «Baban yap­tığından utanmıyor mu?» dedi. Ne yapıyor diye so­runca da: «Onu Şafii ile yürürken gördüm. Şafii bin­miş o yaya. Üstelik de üzengisinden tutunmuştu.» dedi.

Sonra bunu babama söyledim. Bana şu cevabı verdi: «Ona bir daha rastlarsan de ki; eğer sen de fa-kih olmak istiyorsan koş öbür üzengisine de sen ya­pış!..»

İbni Hanbel’in oğlu Abdullah da diyor ki; «Baba­ma : «Babacığım, bu Şafii nasıl bir adam, senin ona çok dua ettiğini işitiyorum?..» dedim.

Babam şöyle dedi.- «Evladım, Şafii dünyada güneş gibiydi. İnsanlar için de sıhhat afiyet demekti. Bak ba­kalım, bunlarsız olunabilir mi?»

Onuncusu: Hadislerin hepsini bu hafız imamlar toplamıştı. Buhari, Dârimî, Ebu Zür’a, Hatim er-Razi-yan. İmam Ahmed de bunların hafızlıklarını tasdik etti. Buna rağmen Kerabisi, Zâferani ve Ebu Sevr’in fıkıh ve ilimdeki derecesine ulaşamadılar.

Onbirincisi: «… Eğer şer’i hadisler derleninceye kadar yaşasa ve onlara muttali olsa, onlarla amel eder, yaptığı kıyasları terkederdi.» sözü, bütün orta­ya çıkacak fıkhî olayların hadislerle açıklanmış ola­cağını ifade eder ki, batıldır. Çünkü muhakkikler: «Kitap ve sünnette açıklanan fıkhı olay ve meseleler ancak onda bir kadardır. Onda dokuzu ise istinbatla elde edilmiştir.» demişlerdir.

Evet, eğer dünyada kıyamet gününe kadar mey­dana gelecek olayların hepsi Kitap ve Sünnette açık-lansaydı, kıyas esasından batıl olur. Ve artık ulema şeriatın kaynak ve metodu dörttür: Kitap, Sünnet, İc-ma\ Kıyas’tır,» demezlerdi.

Halbuki sahabe ve onları izleyen kitlelerden fıkıh-çı kelâmcı kim gelmişse bunu böyle bildirmişlerdir.

Onikincisi: «Yaptığı bütün kıyasları terkederdi.» sözün, daha sonraki «Zaten mezhebinde kıyas azdı.» sözü ile çeliştiği her akıl sahibinin anhyacağı kadar açıktır.

Onüçüncüsü: Eğer şeriat toplanmış olsa ve kıya­mete kadar zuhur edecek bütün olay ve meseleler açıklanıp delillendirilmiş olsa, o zaman Ebu Hanife (R.A.) ve öteki imamların, değil çoğuna, kıyasın azma bile ihtiyaçları kalmazdı.

Ondördüncüsü: «Öbürlerinin mezhebinde de az olduğu gibi» iddiası şunu iktiza eder: Adam bütün mezheplerin, bütün meselelerin ve hükümlerini birer birer saymış da; her mezhepte kıyası az bulmuş. Bu öyle bir saçmadır ki; araştırıcı bir adam onu ağza al­maz..

Dördüncü soru ve cevabına gelince :

«Mademki; ulema hadis-i şerif hizmetinde bulun­muş sahihini sakinimden, nâsihini mensuhundan ayır­mıştır. O halde evvelki imamların yaptığı gibi bunları bilen ilim ehline bu yolla dinde içtihad etme yetkisi niçin verilmez?»

Derim ki: Sadece hadisin sahihini çürüğünden, nâsihini mensuhundan ayırmayı bilmekle, alim müç-tehid oluvermez. Üçüncü sorunun cevabını da anla­mış olan kimse inatçı da değilse; îçtihad’m sahih ha­disi sakîminden ayırmak, nâsihi mensuhu tanımaktan ayrı bir şey olduğunu apaçık anlar.

Çünkü içtihad, delilsiz bir meselenin hükmünü o hakkında delil bulunan şeyin kaidesine sokarak or­taya çıkarmak için güç sarfetmektir. Denildi ki, cehd kökünden gelir (içtihad), nefsi yormaktır. Alim nef­sini ancak, gizli kapalı ve ince bir meselede yorar. Bu ise çok haber nakletmekle olan şey değildir. Alimlerin görüşlerini anlatmakla da olmaz. Hadis kitaplarının hepsini tanıtmak da bunu sağlamaz. İşte bu yüzden, günümüzde mümteni’ veya ona yakm bir şeydir. Ak-len caiz oîadursun… (fiilen caiz değil).

Münıteni’ oluşunun delili ise şu : Hadis hafızı olan imamlar sünneti derlediler. Sağlamını sakatından ayırdılar. Ve bu konuda başka söze mahal bırakma­dılar. Bunları da matbaalar çoğalttı. Buna rağmen ce­halet arttı, ilim azaldı. Aynı zamanda içtihad konu­sunda iddiacılar arttı. Bu yüzden bu asrın insanının eskilerden çok daha bilgili olması gerekirdi.

Ama kıyametin bütün küçük alâmetleri zulıuret-mistir. İlmin azalıp, cehlin-artması bunlardandır. Ni­tekim sahih hadiste de böyle varid olmuştur. Yine sa­hih hadiste : «En hayırlı batın benim dönemimdir. Son­ra onları izleyen, sonra da onları izleyenler. Ondai sonra da şehadeti yemininden, yemini şehadetindenj önce gelen birtakım milletler gelir. İstenmeden yemii eder. İstenmeden şahitlik eder. Aralarında şişmanlıl zuhureder.» Yine sahih hadiste : «Allah ilmi hiçbir za­man çekip almaz, onu kullarından alır. Ama alimleri] kabzederek ilmi kaldırır. Ulema kalmayınca halk ca­hilleri lider seçer. Onlar sorarlar. Bunlar da hiçbir yet­kileri olmadığı halde fetva verirler. Bu suretle; hem saparlar, hem de saptırırlar.» buyurulmuştur.  (Buha-ri, Müslim, îmam Ahmed, Tirmizi ve İbni Mâce riva­yet etti.)

İmam Ahmed ve Buhari de (Sahihinde) ve İbni Mâce Enes (R.A.) den nakletmişler: Enes şöyle demiş­tir: Resulullah (S.A.V.) buyurdu ki;«Sene!er ve g ler, hep birbirinden beter gelecek. Ta Rabbinize kavu-j şuncaya kadar» el-Azizi de demiştir ‘ki; Alkami’de îb-ni Mes’ud (R.A.) dan şu rivayet var: «Artık sizin, ge­lecek günleriniz hep bir evvelkine göre bilgi bakımın­dan geri olacaktır. Ulema silindi mi, halk eşit dereceye iner. Artık Emri bilma’ruf ve Nehy-i ânil-münker yap] mazlar. İşte o zaman helak olurlar.»

îmam Ahmed Müsned’inde, Buhari de sahih se-nedle Mirdas’ül-Eslemi’den tahriç etmiştir ki; Mirdaç şöyle demiştir: Resuîullah (S.A.V.) : «Salihler önce­den birer birer gider. Geriye arpanın kepeği veya hurma lifi gibi bir kısır kalır. Allah Teâlâ da onlara aldırış etmez.»

Allah her şeyi en iyi bilir. [82]

 


[1] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 7-9.

[2] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 11-12.

[3] Nahl : 44

[4] Ebu Davud ve Tirmizi nakletmiştir.

[5] Bakare : 159-160

[6] Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir.

[7] Ebu Davûd ve TirmM rivayet etti.

[8] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 13-18.

[9] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 19-21.

[10] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 22.

[11] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 22-27.

[12] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 27-28.

[13] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 28.

[14] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 28-29.

[15] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 31.

[16] Sahipleri kesin bilemez ve hak geçer endişesiyle…   (Mü­tercim)

[17] Hadis imamları.

[18] Çağdaş sayılacak bilginlerden. (Mütercim)

[19] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 33-39.

[20] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 40.

[21] Yani «Telifle teklif edilmiş, î. Mâlik, deliliyle reddetmiştir.   (Mütercim)

[22] Hucurat: 2

[23] Hucurat: 3

[24] Hucurat: 4

[25] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 40-42.

[26] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 42-43.

[27] Âl-i îmran : 15

[28] Tâhâ : 44

[29] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 43-44.

[30] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 44.

[31] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 44.

[32] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 45.

[33] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 45.

[34] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 46.

[35] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 46.

[36] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 47.

[37] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 47-48.

[38] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 48.

[39] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 49.

[40] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 49-50.

[41] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 50.

[42] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 51-53.

[43] Halbuki bu çağdaş müçtehidler kendilerine uyulmasını iste­mektedirler… (Mütercim)

[44] İç alemlerinde ne fitneler yatar, bilinmez. (Mütercim)

[45] Aleni inkarcı olmadıklarından böyle dua ediyor müellif.

[46] Buharı, Müslim ve öbürleri…

[47] Mezhepler bu genişlik ve rahmetin tahakkukudur. (Mü cim)

[48] Müçtehidlere veya onların içtihadını anlatabileceklere sj rup, uymanın senedidir ki, mezhep te budur. (Müt.)

[49] Günümüz Türkiye’sinde türeyen telfikçiler de aynen böyle, âyet hadisleri tersine ve kendi istikametlerinde yorumla­maktadırlar. (Mütercim)

[50] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 55-66.

[51] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 66-68.

[52] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 68-73.

[53] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 75-77.

[54] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 78-79.

[55] Osmanlı Şeyhülislâmı.

[56] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 81-89.

[57] Nisa : 115

[58] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 91-99.

[59] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 100.

[60] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 100-103.

[61] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 103-108.

[62] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 108.

[63] Günümüzde, fetva savuranlar ise, bunlara bile talebelik yapam:yacak seviyesine ek, bir de ihlassız, gösterişçi ve hırslıdırlar… (Mütercim)

[64] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 108-112.

[65] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 112-123.

[66] îslâjn nizamının yüklediği vazifeler. Uhrevl suçlan ise Al­lah’ın takdirine kalmıştır. (Mütercim)

[67] Herkesin işlemekte olduğu, vazgeçilmez fakat zararsız âdet

[68] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 124-127.

[69] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 128-129.

[70] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 129-130.

[71] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 131-136.

[72] Yani, tam aksine onlar sahabenin fetvalarını delil isteme-den kabulleniyorlardı. Bu, taklidin kendisidir.

[73] Çünkü öyle bir konudaki peygamber izahı herkesin dikka­tini çekerdi… (Mütercim)

[74] Dinin belli başlı hükümleri. Herkesin bilmesi zorunlu olan­lar. (Mütercim)

[75] «İslâm dünyasının   batısından,   yabancılardan gelen eski­ler!..»

[76] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 137-163.

[77] Muhyiddin Arabi değil. (Müt.)

[78] Yani, mezhebin ölçülerine göre fci, yine o mezhepten olur. (Mut.)

[79] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 165-181.

[80] Yani, inzal vâki oldumu, gusul gerekir.

[81] Yani Buhari’nin hadis aldığı kişi. (Müt.)

[82] Ahmed İzzüddin El-Beyanuni, İçtihat ve Müçtehitler, İhvan Yayınları: 183-195.

Ictihat Ve Muctehitler Beyanuni” kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek için Ücretsiz pdf olarak almak için aşağıdaki indirme düğmesini tıklayın

Bozuk bağlantıyı bildirin
Siteyi Yardim Et


for websites

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *