Skip to content
Home » iktisadi fikih terimleri pdf indirin

iktisadi fikih terimleri pdf indirin

İktisadi Fıkıh Terimleri

IKTISADI FIKIH TERIMLERI PDF INDIRIN
  • Kitap başlığı:
 Iktisadi Fikih Terimleri
  • Yazar:
Nezih Hammad
  • Kitap Sayısı
400
  • Dil:
Türkçe
  • Görünümleri:

Loading

  • PDF Doğrudan  
İndirme için tıklayın
  • Satın al  
Kağıt Kapak için

iktisadi fikih terimleri – kitap örneği

İçindekler

İKTİSADÎ FIKIH TERİMLERİ

Takdim

A

Âcâm

Aczu’l-Vasî

Adalet

Adedî

Âdet

Adl

Ahd

Akar

Vakd

el-Akdu’l-Muzâf

el-Akdü’l-Muallak

el-Akdü’l-Müneccez

Âkile

Amel

Âmil

Araya

Âriyye

Arz

el-Ardu’l-Âdiyye

el-Ardu’l-Beydâ

el-Ardu’l-Emîriyye

Ardu’l-Harb

Ardu’l-Havz

Ardu’l-Meteûke

Ardu’t-Timar

Asabe

Asbu’l-Fahl

Atâ

Avâridu’l-Ehliyyet

Ayb

Ayn

B

Bedel

Behrec, Nebehrec

Berâet

Bey

el-Bey’atan Fi Bey’a

el-Bey’u Bi’l-Mürâsele

Bey’ul-Hâzır Li’l-Bâdî

Bey’ul-Hasât

Bey’ul-Mer’i Alâ Bey’i Ehîhi

Bey’ul-Muvâsafa

Bey’ul-Vefâ

Bey’ut-Telcie

Beytü’l-Mâl

C

Câiha

Câliyet

Câmikiyye

Cehalet

Celeb

Ci’âle

Cıbaye

Cizye

Cu’l

Cuhûd

Cübâr

Cüzâf

D

Dahl

Damân

Damânü’d-Derek

Damânü’l-Akd

Damânü’l-‘Uhde

Damânü’l-Halâs

Damânü’l-İstihkâk

Damânü’l-Yed

Damânü’s-Sûk

Darar

Darîbe

ed-Day’a

Dımar

Dehâkîn

Deyn

ed-Deynü’z-Zaîf

Deynü’l-‘Abd

Deynullah

ed-Deynü Gayru’l-Müşterek

ed-Deynü’l-Hâll

ed-Deynü’l-Kavî

Deynü’t-Maraz

ed-Deynü’l-Mutavassıt

ed-Deynü’l-Mutlak

ed-Deynü’l-Müvessak

ed-Deynü’l-Müeccel

ed-Deynü’l-Müşterek

ed-Deynü’s-Sahîh

Deynü’s-Sıhha

Dımar

Dîvân

Diyet

E

Ecel

Ecîr

Ecr

Ecrıtl-Misil

Edâ

Ehliyet

Emânet

el-Emvâlü’l-Âmme

el-Emvâlü’l-Bâtıne

el-Emvâlü’l-Hâssa

el-Emvâlü’z-Zâhire

Enfâl

Erş

Esvâk

Ezlâm

F

Fahiş

Fâide

Fakîr

Ferâiz

Fesâd

Fesh

Fet

Fidye

Fudûlı

Fulûs

Ğ

Ğabn

Ğaleku’r-Rehn

Ğalle

Ganimet

Ğarâme

Ğarar

Ğârim

Ğasb

Ğışş

Gulûl

H

Hacr

Hâe Ve Hâe

Hakk

Halît

Halt

Haraç

Harâc

Hasara

Hatîta

Havale

el-Havâletü’l-Mukayyede

el-Havâletü’l-Mutlaka

Helak

Hıfz

Hırz

Hıyanet

Hıyar

Hibe

Himâ

Hisbe

Hıyaze

Huluvv

Hums

I

Îde

Islâh

Itâve

Itk

Itlak

Iztırâr

Îcâb

Îğâr

Iyne

İ

İ’sâr

İ’tâk

İ’tisâr

İ’tiyâz

İ’vâz

İbâha

İbnü’s-Sebîl

İbra

İbtâl

İbtizâz

İbda

İcâre

el-İcâretân

el-İcâretü’l-Münecceze

İcâretü’z-Zimme

el-İcâretü’l-Lâzime

el-İcâretü’l-MUDÂFE

el-İcâretüt-Tavîle

İcâze

İczâ

İddihâr

İdrâk

İflâs

İfraz

İğlâl

İğnâ

İhdâm

İhfâr

İhlâf

İhraz

İhtikâr

İhtilas

İhtirâf

İhtisas

İhtişâş

İhtitâb

İhtiyâç

İhtiyâl

İhtiyar

İhtiyat

İhyâu’l-Mevât

İkâle

İkrah

İkta

İktâr

İktinâ

İktinâz

İktisâr

İktisâd

İktiyât

İktizâ

İlcâ

İltizâm

İmtiyaz

İmza

İnâbe

İnfaz

İnfisah

İntâc

İntifa

İnkıta

İnzâr

İrâde

el-İrâdetü’l-Münferide

İrsâd

İrtifak

İrtizâk

İskât

İsrâ

İsraf

İstîlâ

İstîlâd

İsti’mân

İstibdâl

İsticdâ

İsticrâr

İstîfâ

İstiğlâl

İstihale

İstihkak

İstihkar

İstihlâk

İstikâle

İstinâd

İstirdâd

İstis’â

İstismar

İstisna

İşrâk

İtlaf

el-İtlâf Bi’l-Mübâşere

el-İtlâf Bi’t-Tesebbüb

İttihâdü’l-Meclis

İttihâdü’z-Zimme

İz’an

İzafe

İzâle

İzin

K

Kabâle

Kabul

Kabz

el-Kabzu Ala Sevmi’n-Nazar

el-Kabzu Alâ Sevmi’ş-Şirâ

Kadâü’l-Hakk

el-Kâliü Bi’l-Kâlî

Karz

Kedik

Kefâf

Kefâletü’d-Deyn

el-Kefâletü’l-Mu’allaka

el-Kefâletü’l-Münecceze

el-Kefâletü’l-Mudâfe

Kenz

Kesâd

Kesb

Kımar

Kiraz

Kısmet

Kısmetü’l-Kazâ/el-İcbâr

Kısmetüt-Terâdî

Kıyemî

Kıymet

Kira

Kumbiyole

Kur’a


İKTİSADÎ FIKIH TERİMLERİ

Takdim

İslâm iktisadı zaman içinde sürekli gelişme gösteren bir bilim dalı olarak karşımıza, çıkmaktadır. Hem nazarî hem de tatbikî yönden ele alınarak incelenen İslâm İktisa­dı ile birlikte İslâm ülkelerinin iktisadî problemlerinin çö­zümü çerçevesinde yeni çalışmalar ve çözüm arayışları da artarak devam etmektedir.

Esasen İslâm iktisadının temellerini fıkıh ve tarih oluş-. tınmaktadır. Kapitalist iktisat teorisinin temel kabul edil­mesi ise birçok İslâm iktisadı çalışmasında görülen yaygın bir yanlıştır. O halde İslâm iktisadı çalışmalarının ilk Ön­ce fıkıh ve tarih araştırmalarına dayanması zarureti var­dır. Ancak bu Öncelik çağdaş iktisat bilimi ve yöntemlerine sahip olma gereğini de ortadan kaldırmaz.

İşte bu çalışma, iktisadî fıkhın bazı terim ve kavramla­rını ele alarak özet bilgiler veren temel çalışmalardan biri­dir. Daha derin ve geniş bilgi isteyenler için de her terimin sonunda geniş bir kaynakça verilmiştir. Kitabın bilim çev­relerine, yöneticilere, ticaret ve iş dünyasına faydalı olaca­ğı inancındayız.

Bu değerli çalışmayı Türkçe’ye ve Türk okuyucularına kazandıran Enstitümüz İktisat bölümü doktora öğrencisi Recep Ulusoy’u tebrik eder çalışmalarının devamım dilerim.

Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu

Marmara’Üniv. Ortadoğu ve İslâm Ülkeleri Enstitüsü Müdürü

A

Âcâm

Sözlükte, ecme kelimesinin çoğulu olup sarmaşık ağacı an­lamına gelmektedir1. Esasen bu kelimenin çoğulu üçüm şeklinde olup âcâm kelimesi ise çoğulun çoğuludur. Kale anlamındaki üçüm kelimesinin çoğulu da âcâm şeklinde gelmektedir. Fıkıhçılar bu kelimeyi “yolcu namazı” konu­sunda ve kale anlamında kullanmışlardır. Çoğulu üçüm şeklinde gelen ecme kelimesini ise fıkıhçılar teslimi kesin olmayan alış veriş anlamında kullanmışlardır. Bu kelime­nin sözlükteki anlamı “sık ağaçlık” demektir. Fıkıhçılarm, “sazlıktaki balığı satmak” şeklindeki sözlerinde geçen saz­lık deyimi kamışların ve otların bittiği bataklık mekan de­mektir.

Sazlık ve su birikintilerindeki balıkları satmanın hük­mü sorulduğunda, Ebu Yusuf, Haraç isimli kitabında şu ce­vabı vermiştir: “Sudaki balığı satmak caiz değildir. Çünkü burada bîr belirsizlik vardır. Oradaki balık avlayana aittir. Eğer avlamaksızın el ile yakalanabiliyorsa o zaman sat­mak caiz olur. Mesela, küpteki balığın avlamaksızın elle yakalandığı gibi. Yoksa ve mutlaka avlayarak yakalanıyorsa, geyik ve kuşların avlandığı gibi; bunların satılması ca­iz değildir. Çünkü bu garer (teslimi kesin olmayan ahşveriş) hükmündedir ve kim avlarsa hayvan onundur. Ancak bazı âlimler sazlıktaki balığın satışını caiz görmüşlerdir. Bize göre mekruh olan görüş doğrudur. Yine de en doğrusu­nu Allah bilir.”

Ömer b. Abdilaziz’den rivayet edildiğine göre Irak böl­gesinde bir gölde bulunan balıkların durumu ve îcara verilip verilemeyeceği soruldu. O da “yapınız” diyerek izin ver­di. Sonra sazlıktaki balıkların satılması soruldu. O da şöy­le hükmetti: “Bunda bir beis yoktur. Çünkü bunlar mahpus balıklardır, kolaylıkla yakalanabilir.[1]

Aczu’l-Vasî

(vasiyet edilenin zayıflığı)

Sözlükte zayıflık demektir. Râgıb’a göre bunun aslı bir ko­nudaki gecikme ve işin gerisinde hasıl olan şeydir. Yani işin geciktirilmişidir. Yapılan tariflerde bir işin yapılması esna­sında vâki olan kusurlar için kullanılmış olup zıttı “kudret­tir.

Deyim olarak aczü’l-vasî, kendisine vasiyet edilen kişi­nin vasiyet edilen işleri yapmaya ve güzel bir şekilde kullanmaya muktedir olmaması demektir. Fıkıhçılar bu deyi­mi vasinin şartları konusunda kullanmışlar ve konuyu şu şekilde yorumlamışlardır: Aaczü’1-vasî, hastalık, yaşlılık ve benzeri sebeplerle ortaya çıkan ve vasiyetin sıhhatine ma­ni olan bir durumdur. Çünkü bu durumda olan bir kimse-‘ ye vasiyet etmede bir fayda yoktur. Yine böyle bir durum vasiyet yapıldıktan sonra ortaya çıksa vasiyet akdinin bitiş sebebi olur. Zira kendisine vasiyet edilen kimsenin, emanet edilen işlemleri yerine getirebilme kudretinin bulunması şartının başlangıçta kabul ve itibar edildiği üzerine bun­dan sonra da devam edeceği kabul edilir ve böyle gittiği sü­rece vasiyet muteber olur.[2]

Adalet

Sözlükte istikamet vedoğruluk anlamına gelir.

Deyim olarak da, dinen mahzurlu olan işlerden kaçınmak suretiyle hak yol üzere devam etmek şeklinde tarif edilir. Yine açıktan açığa ve tabiî olarak kişilik ve vakarı bozan hareketlerden kaçınmada çok dikkatli olmayı gerektiren bir sıfat olarak da yorumlanmıştır. Küçük hatalar ve dil sürç­mesi birinci defa kişilik ve vakarı görünüşte pek zedelemez. Çünkü böyle durumlarda hata, unutma ve iyiye yorma ihti­mali mevcuttur. Bunun aksine olan ve tekrarlanan davra­nışlar, gerçekte kişilik ve vakan bozar. Herkesin örf ve âde­ti üzere giyimi, alış verişi ve emtia taşınması gibi konular­da alışageldiği gelenek ve görenekleri muteberdir. İnsan bunların dışında mecbur olmadığı halde uygun olmayan iş­ler yaparsa hata işlemiş demektir. Aksi ise böyle değildir.

Bazı fıkıhçılar bu iki kavramı birleştirerek “adalet” de­yimini şu şekilde tarif etmişlerdir. “Adalet, insanı vakar ve takva sahibi olmaya sevkeden bir melekedir.[3]

Adedî

(sayılabilen)

Sözlükte adet (sayı) kelimesinin nisbet ismidir ve birim­lerden oluşan sayısal bir küme anlamına gelir. Bu sebeple “bir” rakamı adet değildir. Çünkü sayılamaz. Teaddüd ise çokluk demektir.

Deyim olarak adedi ve ma’dûd lafızlarından her biri, miktarı sayılarak belirlenen şey demektir. Add sözcüğü de bir şeye kendisinden başka bir şeyin sayısını eklemek ve ayrıntılı biçimde saymak şeklinde açıklanır.

Adedi ifadesine gelince bu kelime mukadderat denilen eşyanın her biri için kullanılır. Mukadderat deyimi ise mik­tarı kile (hacim), ağırlık Ve uzunluk ölçü birimleriyle ya da sayı ile belirlenen eşyaya denir. Bu deyim mekîlât denilen ve kile ile ölçülen şeyleri, mevzûnât denilen ve ağırlık ölçü­leriyle tartılan eşyayı, mezrû’ât denilen ve uzunluk ölçüle­riyle tesbit edilen şeyleri ve adediyyat demlen ve sayılarak tesbit edilen varlıkları içine alır.

Fıkıhçılar adediyyât’ı iki kısma ayırarak tarif etmişler­dir:

1- Adediyyât-ı mütekâribe: Kıymet bakımından birim­lerin arasında fark bulunmayan kümelerdir ve hepsi de misliyyât kabul edilir.

2- Adediyyât-ı mutefâvite: Birimleri arasında kıymetçe fark ve ayrılıklar bulunan kümelerdir ve kıyemiyyat cinsin­den sayılır.[4]

Âdet

(alışkanlık)

Sözlükte, alışkanlık, âdet, gelenek gibi tekrar eden sosyal olaylar için kullanılır. Ade-ye’ûdü f=dönmek) fiilinden türe­miştir.

Terim olarak, aklî bir ilişki olmaksızın toplumda tekrar edip duran hal ve davranışlardır. Fıkıhçılar bu deyimi, ira­de dışı tabiî olayları yorumlarken kullanmışlardır. Meselâ buluğ çağının belirlenmesi halinin vukuunda sıcak ve seğuk iklimin etkisi gibi.

Âdet fıkıh biliminde muteber bir kaynak kabul edilir. Bu yüzden fıkıhçılar kitaplarında “âdet muhakkemdir (hakem kabul edilir)” ilkesini kural olarak belirtmişlerdir. Ancak âdetin muteber kabul edilebilmesi için devamlı veya çoğunluk tarafından kabul görmüş olması lâzımdır.

Âdet ile örf arasındaki farka gelince, bazı âlimler bu ikisinin aynı manaya geldiği görüşündedirler. Çünkü ikisinin de yaptığı iş aynıdır. Bir kısım fukaha da bu ikisini bir­birinden ayırmıştır. Çünkü onlara göre adet bireysel bir olaydır ve bazen sözle olur, bazen de fiilde meydana gelir. Ayrıca bu anlam kelimenin lügat manasından da anlaşıl­maktadır. Örfün ise, çoğu kere büyük bir toplululk tarafın­dan kabul edilen hareketler olduğu söylenmiştir.[5]

Adl

(güvenilir kişi/yed-i emin)

Sözlükte “cevr” kelimesinin zıddı olup doğruluk, iyi dav­ranma ve hakka riayet etme gibi anlamlara gelir, ibn Kayyim’in dediğine göre “adi” ifrat ile tefrit arasında orta bir yol tutarak dünya ve ahiret işlerini bu temel üzerine kur­mak demektir. Zaten insan da böyle bir yol izlemekten pek çok bedenî ve manevî faydalar sağlar. Yine sözlükte keli­menin eşitlik manası da vardır. Ancak “adi” kelimesi ah­kam gibi akıl ve basiretle bilinebilen konularda kullanılır. His ve duyu organlarıyla bilinebilen meselelerde ise ıdl ke­limesi kullanılır. Sayılabilen, tartılabilen ve Ölçülebilen eş­yada olduğu gibi.

Terim olarak adi rahin ve murtehinin birlikte razı ola­rak rehin eşyayı emanet olarak bıraktıkları kimse için kullanılır. Her iki tarafı da eşit olarak koruduğu için bu isim verilmiştir. Çünkü her ikisi de onu emin görerek rehin eşyayı emanet ve teslim etmiştir. Bu kullanım biçimi sadece rehin konusuna mahsustur.[6]

Ahd

(söz/sözleşme)

Sözlükte bir şeyi her halükarda korumak ve gözetmek an­lamına gelir. Asıl anlamı böyle ise de sonraları mutlaka uyulması ve gözetilmesi gereken belge, söz anlamına kulla­nılmıştır.

Külliyat isimli kitapta and “Söz, karar, yemin, vasiyyet, zaman, koruma, süre ve emir gibi gözetme ve taahhüd bil­diren fiillerden biriyle ortaya konan söz veya belge” şeklin­de tarif edilmiştir.

Vaad ile ahd arasındaki farkı Ebu Hilal Askerî şöyle açıklamıştır: Ahd şarta bağlı bir vaaddir. Meselâ “sen şunu yaparsan ben de bunu yaparım. Sen bu şekilde devam etti­ğin sürece ben de onu yaparım” ifadelerinde olduğu gibi.

Ahd vefayı, sadakati, sözünde durmayı ve verilen söze bağlılığı gerektirir. Vaad ise verilen sözü yerine getirmeyi ve tamamlamayı gerektirir. Yani vaad bir sonuçtur. Meselâ ahd için “ahdi bozdu” denilirken vaad için “vaadinden döndü” ifadesi kullanılır. Akd ile ahd arasındaki farka gelince, bu konuda da Ebu Hilal Askerî şu yorumu yapmıştır: «Akd ah­de göre daha kesin ve daha açıktır. Meselâ bir kimseye bir şey vermeyi üzerine alan kimse “filan kişiye şunu ahdettim” der. Bu konuda bir vesika ya da herhangi bir belge vermeyi üzerine alan kimse de “Bir kimse üzerine akit yaptım ve onunla akitleştik” şeklinde söyler. Yine “Kul Rabbiyle ahid yaptı” denilir. Fakat “Kul Rabbiyle akit yaptı” denilmez. Çünkü insanın Rabbinden vesika istemesi doğru olmaz.

Ebu Hilal Askerî ahd ile mîsak arasındaki farkı da şöle açıklamıştır: Mîsak ahdi tekid eder, kuvvetlendirir. Meselâ bir şeyi sıkıya ve sağlama bağlayan kimse “Evsektüş-şey” der. Bazılarının dediğine göre de ahd taraflardan her ikisinin de katılımıyla teşekkül eder. Mîsak ise taraflardan birinin yaptığı işlemdir.

Terim olarak ehlü’l-ahd ifadesi, müslümanlarla kendi yurtlarında kalmak üzere anlaşan kafirler için kullanılır. (Yapılan barışın mal bedeli olup olmaması arasında fark yoktur.) Barışın en önemli ilkesi İslâm ahkamının kafirler için geçerli olmamasıdır. Halbuki ehl-i zimmet için böyle değildir. Kafirler de müslümanlarla asla harp yapmaya­caklardır. Bu zümreye ayrıca ehl-i sulh ve ehl-i hüdne de denilir.[7]

Akar

(taşınmaz mal)

Sözlükte her malın aslı anlamına gelir. Ev, arazi, hurma, ti­cari eşya ve diğerleri gibi. Bu kelime “ukri’d-dâr” ifadesin­den alınmış olup “evin aslı” demektir.

Deyim olarak fıkıhçılar bu ifadenin yorumunda ihtilafa düşerek iki görüş ortaya atmışlardır:

1- Hanefilerin görüşü: Nakli ve değiştirilmesi mümkün olmayan, asıl ve sabit olan mal demektir. Arazi ve ev gibi. Bina ve ağaçlar ise taşınabilir mal kabul edilirler. Ancak bu tür mallar araziye tabi oldukları zaman akar hükümle­ri geçerli olur.

2- Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlerin görüşü: Bunlara göre akar arazi, binalar ve ağaçlar şeklinde yorumlanır. [8]

Vakd

(akit)

Sözlükte bağlama, düğümleme, sağlamlaştırma, vesikaya bağlama ve bir şeyin iki ucunu bir araya getirme gibi pek çok anlamı vardır. Deyim olarak fıkıh kitaplarında iki şekilde yorumlan­mıştır:

1- Özel anlamı: Şer”î hüküm doğuracak biçimde iki söz arasında kurulan bağ ya da yazı veya işaret gibi bu ikisinin yerine geçmek üzere ortaya konan vesikadır. Meselâ karı ve kocanın söyledikleri “zevceliğe ve kocalığa kabul et­tim” ifadeleri şer1! olarak nikah manasına gelir ve kadının kocasına helal olduğu hükmünü doğurur. Yine “sattım ve satın aldım” sözleri alış veriş anlamına gelir ve satılan ma­lın satın alanın mülkü olduğu hükmünü getirir.

Bu yorum çerçevesinde meydana gelen bir akitte mutla­ka iki tarafın bulunması ve taraflardan her birinin akdi kabul ve uygun bulduğuna dair iradesini beyan etmesi gerekir.

2- Genel anlamı: Buna göre her akitte mutlaka iki ta­rafın bulunması gerekmez. Hatta bazı akitler tek taraflı irade beyanı ile yapılır. Bu tarif icare, bey’, vekalet ve ev­lenme gibi, iki taraflı sözleşmeler ile; mal sözkonusu olma­yan talak ve vakıf, nezir, ibra ve buna benzer varlığın­da kararlılık ve kesin irade bulunan tek taraflı tasarruf ve eylemleri kapsar.[9]

el-Akdu’l-Muzâf

(yürürlüğü zamana bağlı akit)

Deyim olarak, hükmü belli bir zamandan itibaren geçerli ol­mak üzere yapılan akit demektir. İzafe tabiri ile, ortaya çıkan sözlü tasarruf, yetki ve hükümlerin uygulamasının ge­lecek belirli bir zamana ertelenmesi kastedilmektedir. Fı-kıhçılara göre akd-i muzâf şu anda yani ilk önce bir sebep olarak ortaya çıkar. Fakat hükümlerinin uygulaması belir-îenea zamanın girmesine kadar ertelenir. Meselâ ev sahibi­nin “Bu evi gelecek ayın başından itibaren şu paraya sana kiraya verdim”; vekalet verenin “Gelecek senenin başından itibaren bütün işlerimde sfeni veMİ ettim” demesi gibi.

Bazen gelecek bir zaman sınırı düşülmüş, fakat zaman belirtilmeden sözleşme yapılmış olabilir. Meselâ vasiyetçi-nin, “Malımın üçte birini filan kişiye ve filan yere vasiyet ettim” demesi gibi. Burada vasiyet ölüm sebebine bağlan­mıştır.

Genel olarak izafe, zamana bağlı bir zarf edatıyla belir­tilir.[10]

el-Akdü’l-Muallak

(şarta bağlı akit)

Deyim olarak şu anda olmayan ya da gelecekte meydana gelecek olan bir şarta bağlı olarak yapılan akit şeklinde ta­rif edilir. Fıkıhçılara göre ta’lik, bir meselenin olmasını di­ğer bir meselenin olmasına bağlamak demektir veya gele­cek bir işin oluşmasını yine gelecek bir işin olmasına bağ­lamaktır. Bu tür sözleşmeler yapılırken genellikle şart edatlarından biri kullanılır.

Meselâ, birisinin diğerine “eğer senin borçlun yola gİ-derse ondan alacağına ben kefilim” demesi gibi. Burada ke­fil olan, kefalet akdini borçlunun yolculuğa çıkmasına bağ­lamıştır. Yine alacaklının birisine, “eğer hakim, benim filan kişiden alacaklı olduğuma hükmederse bu konuda seni ve­kil tayin ettim” ve bir adamın diğerine “eğer yarın benim ticaret mallarım gelirse satmak üzere seni vekil ettim” de­mesi gibi.

Fıkıhçılara göre akd-i muallakın imzalanması şartın meydana gelmesine kadar ertelenebilir. Şart meydana gel­diğinde de hükmün bağlı bulunduğu bir sebep olarak imza­lanır. Bu durum fıkıh kuralı olarak şöyle belirtilir:

“Şart ortaya çıktığında ona bağlı olan hüküm de sabit ve geçerli olur.”

Akdü’l-muallak, doğuşu anından itibaren yürürlüğe gi­ren akdü’l-muneccez’in zıddıdır.[11]

el-Akdü’l-Müneccez

(kesinleşmiş akit)

Deyim olarak, herhangi bir şarta ve zamana bağlı olma­yan, kesin ve mutlak ifadeler kullanılarak yapılan sözleşmelere denir. Bu tür akitlerin hükümleri hemen geçerlilik kazanır: Yani doğuşundan itibaren yürürlüğe girer. Şu an­da bir sebep olarak imzalanan, ancak hüküm doğurması belirlenen gelecek bir zamana ertelenen akdü’l-muzâfn zıddıdır. Yine akdü’l-müneccez, şartın meydana gelmesine bağlı olarak imzalanması ertelenen akdü’l-muallak’m. da aksi bir anlam taşır. Halbuki akdü’l-muneccez’in varlığı hüküm doğurmasının sebebidir, başka şart gerekmez.[12]

Âkile

(diyet ödeyecek yakınlar)

Sözlükte âkil kelimesinin çoğulu olup fiilden türemiş isim­dir ve “akıl ile yükümlü olan kimseler” demektir. Burada akıl kelimesi diyet manasına kullanılmıştır. Bu şekilde kul­lanılmasının iki sebebi vardır:

1- Diyet olarak ödenen deve, maktulün velisinin gücü­nü yitirmesine karşılık olarak verilir.

2-Deve kan dökmenin bedelidir. Yani kan dökmeyi dur­durur. Ayrıca bu diyeti ödeyen kimselerin yükümlülükleri­ni yerine getirmek suretiyle yeni cinayetleri hedef alan kimselere mani oldukları söylenir. Çünkü bu kimseler ölü yakınlarının duygularını çok iyi bilirler.

Bu kelime fıkıh biliminde de sözlük manasıyla kullanı­lır.

Terim olarak “âkile” çoğu fıkıhçılara göre bir aşiret top­luluğudur. Hanefîlere göre ise, divan üyelerinden her biri­nin ve onu koruyan kabilesinin adıdır.[13]

Amel

(iş) Sözlükte, insanın bir amaç için yaptığı her iş anlamına ge­lir. Ancak sadece düşünerek ve kasten yapılan eylemler için kullanılır. Bu sebeple ilim ile mukayese edilmiştir. Yi­ne amel sözü fiil kelimesinden daha özel anlamda kullanı­lır. Çünkü fiil bazen cansız varlıklar için de kullanılabilir.

Amel sözcüğü kalp ve organların fiillerini kapsar. Eğer vücut ve kalp, şeriata uygun olarak hareket ederse bu ey­lem taat ismini alır. Aksi davranışa da mâsiyet adı verilir.

Deyim olarak bu ifade hirfe’den daha genel bir anlam taşır. Çünkü amel, işin ehli olsun olmasın, insanın yaptığı her işe denir. Meslek ve alışkanlık getirmiş olsun veya ol­masın fark etmez. Ancak hirfe böyle değildir. Hirfe insanın meylettiği ve kazanç için meslek ve alışkanlık haline getir­diği iş ve, davranıştır. [14]

Âmil

(işletmeci/zekat tahsildarı/vali)

Sözlükte amel kökünden türemiştir. Râgıb’ın dediğine göre “herhangi bir maksat için hayvanların yaptığı iş ve hare­ket” anlamına gelir. Bu kelime fiil kalıbından daha özeldir. Çünkü fiil kelimesi bir hayvanın maksatsız olarak yaptığı işi ve cansız varlıkları da içine alır. Amel kelimesi ise bun­lara çok az nisbet edilir.

Deyim olarak âmil kâr veya gelirden yaptığı işe karşı­lık olarak gelir ya da hisseye hak sahibi olan kimsedir. Bu lafız fıkıh dilinde muzâraa, musâkat ve mudârabe konula­rında yapılan sözleşmede taraf olarak bulunan arazi sahi­bi, ağaç sahibi ve sermaye sahibi kimseler için kullanılır. Zekat konusunda ise emvâl-i zahireden zekat toplayan kimseye denir. Ayrıca ahkâm-ı sultaniyede vali ya da bölge hakimi anlamları da vardır. Çoğulu ummâl şeklinde gelir.[15]

Araya

(yaş hurmayı kurusuyla satmak)

Sözlükte ariyye kelimesinin çoğulu olup birkaç sene meyve­sini yemek ve sonra aslını geriye teslim etmek üzere sahi­bi tarafından başkasına verilen hurma ağacı anlamına ge­lir. Bu, hurma bahçesindeki ağaçlardan birkaç tanesi ya da küçük bir bölümü demektir. Kullanılıp geriye teslim edil­mek üzere bir emanet olarak verilen hayvan gibi. Söz ko­nusu ağaçlar bahçenin diğer bölümünün tabi olduğu genel hükümden çıkarıldığı için bu ismi almıştır. Çünkü hurma ağaçlarının ilk sahibi diğerleri arasında sadece bu sayılı birkaç ağaçtan vazgeçmiştir.

Deyim olarak fıkıhçılar bunun hakikatim yorumlamak­ta ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı bunu “ağacın başındaki yaş hurmayı birkaç kile kuru hurma mukabilinde satmak” şek­linde yorumlamıştır, Diğer bazıları da, bir kimsenin hurmaları arasından yalnız birkaç tanesini istifade etmesi için başkasına vermesi gibi kabul etmişlerdir. Ancak bu durum­da hurma sahibi ağaçları teslim etmeden önce bunun im­kânsızlığı ortaya çıkarsa tahmini miktarı kuru hurma ola­rak verir. Böyle vaadinden dönmüş olmak gibi bir günah-dan da kurtulmuş olur.[16]

Âriyye

(iğreti verme)

Sözlükte “teâvür” kökünden türemiş olup nöbetleşme ve sı­ra değiştirme gibi anlamlara gelir.

Terim olarak “Eşyadan faydalanma sırasını bağışla­mak için yapılan sözleşme” şeklinde tarif edilir. Yani böyle bir durumda ödünç veren mülkünden faydalanma sırasını başkasına karşılıksız olarak devretmiştir. Ancak bu fayda­lanma nöbeti, mülk sahibi ne zaman isterse kendisine geri döner.

Bu tarif üzerinde fıkıhçıların bazı görüş ayrılıkları var­dır. Meselâ ariyet işlemi eşyanın menfaatine malik olmak mıdır, yoksa sadece eşyadan serbestçe faydalanmak mıdır? Çünkü Hanefiler ve Mâlikîler bunu eşyanın menfaatlerine meccanen malik olmak olarak kabul etmişlerdir. Şafiî ve Hanbelîler ise bedelsiz olarak menfaatleri serbestçe kul­lanmak şeklinde yorumlamışlardır.

Hanefî fukahasmdan Konevî ariyetin iki kısma ayrıldı­ğını belirtmiştir:

1- Hakika: A’yân adı verilen malların Ödünç verilmesi­dir. Bu durumdaki mallar faydalanmakla aslı aynen baki kalır. Elbise, araba, ev gibi.

2- Mecâziyye: Kullanıldığı takdirde tükenen malların ödünç verilmesidir. Para, yemek, Ölçülebilir, tartılabilir, sa­yılabilir mallar ve sıvılar gibi. Bu çeşit ariyet, şeklî olup aslında bir tür borçtur.[17]

Arz

(ticari emtia)

Sözlükte uzunluğun karşıtı yani genişlik anlamına gelir. Çoğulu uruz şeklindedir. Esas itibariyle cisimler için kulla­nılır. Ancak bunların dışında da kullanıldığı yerler vardır. Bilhassa yön bildiren özel bir anlamı vardır. Ayrıca altın ve gümüşün dışındaki her sınıf mala da arz tabir edilir.

Deyim anlamına gelince Ebu Ubeyd el-Kasım. b. Sellam uruz ifadesinin “keyli ve vezni olmayan mallar ile hayvan ve akar dışındaki her türlü emtia” anlamına geldiğim yaz­mıştır. Mecellenin 131. maddesinde de bu deyim “para, hayvanlar, keylî ve veznî malların dışındaki emtia ve ku­maş gibi eşyalar” şeklinde tarif edilmiştir.

Ayrıca arz ifadesi fıkıh dilinde izhar yani satışa çıkar­ma anlamına da kullanılmıştır. Meselâ “şu mal satışa arzedildi” denilir. Yani “taleb sahiplerinin satın almaları için piyasaya sürüldü” demektir.

“Araz” tabirine gelince bu dünya malı demektir. Yani altın, gümüş ve diğer her türlü emtiayı içine alan bir anlamı vardır.[18]

el-Ardu’l-Âdiyye

(ölü arazi)

Fıkıh dilinde sahibi bulunmayan ölü arazi demektir. Ancak böyle arazilerde, cahüiye dönemlerine ait harabe haline gelmiş eski eserler ve binalar bulunabilir. Meselâ Ad ve benzeri eski kavimlere mensup harabeler görülebilir.

Beyhakî’nin İbn Abbas’tan rivayet ettiği bir hadise gö­re “Ad kavmine ait olan arazi Allah ve Resûlü’nündür. Onlardan sonra da sizindir. Kim bu ölü arazilerden bir yer ih­ya eder (kullanılabilir kale getirirse) orası o kimsenin hak­kıdır.” Münâvî der ki: “Buradaki araziden maksat, şu an sahibi olmayan arazidir. Onun mülkiyeti eskimiş ve üze­rinden nice zamanlar geçmiştir. Belki bu topraklar yalnız Ad kavmine ait değildir. Onlara nisbet edilmesi mâlikinin bilinmeyişi sebebiyledir.[19]

el-Ardu’l-Beydâ

(boş arazi)

Ağaç bulunmayan ve dikim yapılmamış arazidir. Hurma ve ağaç bulunan araziye ise el-ardu’s-sevda denir. Çünkü Araplar yeşili siyah olarak isimlendirirler.

Terim olarak, fıkıhçılar bu kelimeyi, ziraatçılık, ortak­çılık ve ekin ticareti konularında kullanmışlardır. Ardu’l-beyzâ’da yarıya, üçte bire ya da başka bir şekilde ziraat yapmak caiz midir?

İmam Ebu Yusuf, Haraç isimli kitabında bu konuda şunları yazmıştır: Hicaz ve Medineli arkadaşlarımız bunun mekruh ve yanlış olduğunu söyleyerek, “ardul-beydâ, ağaç ve hurmaya uygun olmayan arazidir. Eğer sulama yapılır­sa üçte bir veya dörtte bire karşılık, ziraat yapmakta bir mahzur yoktur” demişlerdir. Yani ardul-beydâda ziraat, hurmalık ve ağaçlık arazide olduğu gibi sulamakla olmaz ve hükmen birbirine kıyas yapılamaz.

Kufeli arkadaşlarımız ise bu konunun mekruh ya da caiz olduğu konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu konuda duyduğumuz en doğru söz (Allah daha iyi bilir) bunların hepsinin caiz, doğru ve sahih oluşudur.[20]

el-Ardu’l-Emîriyye

(hazine arazisi) Buna arazi-i memleket de denir.

Terim olarak, çıplak mülkiyeti hazineye ait olan arazidir. Devlet tarafından işletilebilir veya halka verilebilir. Bir de, çıplak mülkiyeti devlete fakat intifa hakkı, belirli şart ve esaslara göre, üzerinde çalışanlara ait olan araziler vardır. Bunlara da arazi-i emiriyye denir.[21]

Ardu’l-Harb

İslâm devleti ile harp halinde olan veya harp etmesi bekle­nen ve müslüman olmayan devletlerin arazisidir ki “dâru’l-küfür” arazisi de denir.

Ebu Ya’lâ’nın dediğine göre dâru’l-küfür, “Küfür ahka­mının galiben hakim olduğu yer”dir.

Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşüne göre: “Eğer bir bölge halkı şirklerini açıkça ortaya koyuyorlarsa artık arası dâru’l-harb demektir.”

Bu iki âlimin ittifak ettiklerine göre bir yer ya dar-ı İslamdır ya da dârul-harbdir. Bir yerde İslâm ahkamı tatbik ediliyorsa ancak,oraya “İslâm Ülkesi” adı verilir. Eğer bir yerde küfür ahkamı uygulanıyorsa oraya da ancak “Küfür Ülkesi” adı verilir. Nitekim “Cennet dâru’s- selâmdır, ce­hennem de dâru’l-belâdır” denilir. Çünkü cennette selamet ve ferahlık, cehennemde ise azap ve bela vardır.

İslâm veya küfrün varlığı ahkamın uygulanmasından bellidir. Bu sözü Kâsânî söylemiş, Yusuf el-Hanbelî de şöyle yorumlamıştır: Dâru’l-harb’den maksat, “savaşan kafir­lerin devletidir.[22]

Ardu’l-Havz

Fıkıh dilinde hem rakabesi hem de intifa hakkı sahibine ait olan arazidir. Ancak bu arazi sahipleri ziraat yapmaya ve vergisini ödemeye muktedir değildirler. Bu yüzden ver­gi borcundan kurtulmak üzere arazinin her türlü geliri devlete bırakılmıştır. Mülkiyeti sahiplerine aittir, sultan buraları satamaz ve vakfedemez. Ancak vergisini karşıla­mak üzere gelirini alır. Bu durum, dinî bir sebeple arazinin mülkiyeti beytülmale intikal etmediği müddetçe devam eder.

Kadri Paşa, Kânûnü’l-Adl ve’l-İnsâf adlı eserinde bu deyimi şöyle tarif etmiştir: “Sahibinin işlemekten ve vergi­sini ödemekten âciz kaldığı arazidir. Bu sebeple, vergisini karşılasın diye her türlü geliri devlet başkanına terkedil­miştir. Fakat rakabesi mülk sahiplerine aittir.[23]

Ardu’l-Meteûke

(orta malı)

Fıkıhçılara göre, intifası (kullanımı) insanlara ya da bir köy veya kasaba halkına bırakılmış arazilere denir. Ancak bu tür arazilerin rakabesi (mülkiyeti) Beytülmale ait olup bir kimsenin mülkiyetine geçirmesi veya yalnız kendi men­faati için kullanması caiz değildir.

Bu tür araziler iki kısma ayrılır:

1- Bütün insanların menfaatine terkedilen araziler, yollar, çarşı meydanları ve benzerleri yerler.

2- Bir köy ya da kasaba ahalisine kullanmaları ve işlet­meleri için bırakılan araziler, meralar ve harman yerleri gibi.

Fıkıhçüara göre bu araziler satılamaz, mülk edilemez veya başka bir tasarrufta bulunulamaz..Bu konuda zaman aşımı kuralına da uyulmaz.[24]

Ardu’t-Timar

(tımar arazisi) Bu deyim Osmanlı devletinde kullanılmış Hanefî kitapları­na da geçmiştir. Bununla, devlet başkanının, bazı kimsele­re, memleket arazisinden verdiği kısım kastedilir. Böylece tımar sahibi gelirden hakkını alır ve fazlasını görevlilere teslim eder. Toprağın mülkiyeti (rakabesi) beytülmale ait­tir. Bu kimseye de “tımar sahibi” ismi verilir.[25]

Asabe

(erkek akraba)

Sözlükte âsıb kelimesinin çoğuludur ve bir kimsenin baba­sı, oğulları ve baba tarafından erkek akrabaları anlamına gelir. Dil bilimcilere göre insanla bu sayılan kimseler ara­sında bir asabiyet (soy) bağı var olduğu için bu isim kulla­nılmıştır. Yani sayılan kişiler insanın akraba çevresini meydana getirirler. Baba, oğul, amca, kardeş ve bunların oğulları bir kimsenin yakın etrafıdır. Kelimenin çoğulu asabât şeklinde gelir.

Deyim olarak sözlük manasıyla aynıdır. Bu çerçevede fıkıhçılar asabe deyimini “İnsanın soyundan gelen ve ölü ile kendi arasına kadın girmemiş olan her erkek kişi” şek­linde tarif etmişlerdir.

Fukahaya göre asabe üç kısma ayrılır:

1- Asabe binefsihi: Bir kimsenin oğulları ile nesebinde herhangi bir kadın bulunmayan baba tarafından erkek ak­rabalar. Yani nesebi ölüye erkek zinciriyle bağlananlar.

2- Asabe bigayrihi: Mirastan ikidebir ya da üçtebİr alan kadın mirasçılar (Kızlar, kızların kızları, kız kardeşler). Bunlar kız kardeşler yoluyla asabe olurlar.

3- Asabe maa gayrihi: Başka bir kadın sebebiyle asabe olan kadınlardır. Kız kardeşle birlikte kızın asabe olması gibi.[26]

Asbu’l-Fahl

(döl ücreti)

Sözlükte döl hayvanının dişisini aşması, menisi ve nesli anlamlarına gelir. Sonraları hayvan sahibinin bu iş karşılığında aldığı kira ücreti için kullanılmıştır. Çünkü Araplarda bir şeyi yanındaki başka bir şeyle veya olayın sebebi ile isimlendirmek adet ve gelenektir.

Tirmizi, Nesâî ve İbn Mâce’nin rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber döl hayvanının dişisini aşması karşılığında kira gibi bir ücret alınmasını yasaklamıştır.

Hadis yorumcularının belirttiğine göre burada yasakla­nan şey hayvanın dişisini aşması karşılığında ücret alın­ması ve menisinin satılmasıdır. Bunların caiz olmadığı ko­nusunda ihtilaf da yoktur. Ancak niçin caiz olmadığı nok­tasında bazı görüş ayrılıkları vardır. Meselâ Kâsânî, söz­leşme anında olmayan bir şeyin satıldığını ve bu sebeple yasaklandığım söylemiştir. Şevkânî ise, bunun gayr-i mutekavvim (değersiz), belirsiz ve teslim imkânı olmayan bir malın satışı olduğunu ve bu yüzden yasaklandığını ileri sürmüştür.[27]

Atâ

(ihsan/bağış)

Sözlükte atv kökünden gelir ve ele alma, teslim alma ve ka­bul gibi anlamlara gelir. Fakat sıla (=hediye, bağış) mana­sıyla Özellik kazanmıştır.

Deyim olarak devlet başkanının belirli zamanlarda hak sahiplerine hazineden verdiği hediye, bahşiş ve ihsan gibi değerlerdir.

Fıkıhçılar ata ile rızk arasında bazı farklar sıralamış­lardır. Rızk, askerler için her ay hazineden yapılan ödeme­lere denir. Ata ise her sene bir ya da iki defa ödenir.[28]

Avâridu’l-Ehliyyet

(ehliyetin sakatlayıcıları)

Sözlükte avârıd, ârıd ya da arıda kelimelerinin çoğuludur. Eşya için ârıd asıl; hadiseler için ise sabit kelimelerinin zıttı bir anlamda kullanılır. Meselâ “arada lehu keza” deni­lir ki “onun bulunduğu halde devam etmesine engel olan bir şey ortaya çıktı” demektir.

Terim anlamına gelince; bazı iş ve fiiller vardır ki, ehli­yetin devamına engel olmamakla birlikte bazı hükümlerinin değişmesine tesir ederler. İşte bunlar avârıd diye isim­lendirilir. Çünkü tam ehliyetin sabit olmasına ilişkin bazı hükümlerin varlığına mâni olurlar veya o hükümleri tama­men iptal ederler ya da izin verme hakkı bulunan bir kim­senin iznine bağlanırlar.

Fıkıhçılar avârıdu’l-ehliyyet’i iki kısma ayırmışlardır:

1- Avârıd-ı semâviyye: Meydana gelmesinde insanın te­siri ve müdahalesi bulunmayan arızalardır. Çünkü bunların varlık sebebi Allah Teala’dır.

2- Avârıd-ı müktesebe: İnsanın isteği ve girişimi sonu­cu meydana gelen arızalara denir.[29]

Ayb

(kusur)

Sözlükte, kötü, kıymetsiz, bozuk gibi anlamlara gelir. Yani bir şeyin saf ve temiz yaratılışına uymayan ve eşyaya nok­sanlık veren şeydir. Çoğulu uyûb şeklinde gelir.

Deyim olarak bir şeyin kendisini, mahiyetini ya da ta­lebini eksilten, değerini düşüren, her türlü hata ve kusur olarak tarif edilir. İki kısma ayrılır ve incelenir:

1- Ayb-ı yesîr: Uzmanların anlayıp değerlendirebileceği kusurlar.

2-Ayb-ı fahiş: Uzmanların anlayıp değerlendiremeyeceği, yani değer biçilemeyen büyük hata ve kusurlar. Bura­da uzman sağduyulu, tecrübeli ve tarafsız bilirkişi demek­tir.

Ayıb lafzı fıkıh dilinde çoğu kere “hıyar” kelimesiyle birlikte kullanılır. Meselâ “hıyar-ı ayb” denilir. Mâlikîler ise hiyâr-ı nakîsa derler. Gazzali’nin de dediği gibi bunun­la “bir malda örfen bulunmaması gereken kötü vasıflar kastedilir.” Nitekim Mürşidü’l-Hayerân’uı 527. maddesin­de bu konu şu şekilde düzenlenmiştir: “Ayıb, malın geri ia­desini gerektiren, basit de olsa fiyatını düşüren kusurdur veya benzeri mallarda bulunmaması gereken bir hata sebe­biyle haklı maksadı engelleyen her türlü kusur ve noksan­lıktır.”

Fıkıh kaynaklarında belirtildiğine göre, ayıbın kıymet eksikliğine sebep olması ya da asıl olanın eşyada ayıb bulunmaması gibi konularda uzmanların görüşüne başvuru­lur. Kâsânf nin dediğine göre, eksikliğin ve ayıbın mahiyeti tacirler arasındaki örfe göre belirlenir. Yani, onların örf ve âdetlerine göre malın değerini eksilten şey muhayyerli­ği gerektiren bir ayıp sayılır. Bu durum Mecelle’de de şöyle yorumlanmıştır: “Ayıb, tüccar ve uzmanlar nazarında eşya­nın kıymetini düşüren noksanlıktır.[30]

Ayn

(hazır mal)

Sözlükte pek çok eşya için ortak isim olarak kullanılan bir kelimedir. Meselâ, göz, göze (kaynak)t güneşin gözü, bazı altın paralar, bir şeyin kendisi ve benzeri kelimeler.

İbn Fâris’e göre ayn, görünen ve hazır olan mal demek­tir. Meselâ “bu ayndır, borç değildir” denildiğinde gözlerin gördüğü ortada bulunan mal ve eşya anlaşılır.

Deyim olarak fukaha bu ifadeyi, borç karşıtı hazır olan mal için kullanmıştır. Onlara göre ayn, belirli ve somut halde bulunan ve görünen şeydir. Araba, ev, at, buğday yı­ğını, paralar vb.

Bu terim, deyn (borç) karşıtı olarak kullanılır. Deyn ise, bir kimsenin zimmetinde sabit olan belirsiz ve soyut bir şeydir. Borç İster parasal olsun isterse başka şekilde ol­sun aynı tarifin kapsamına girer. Bu durum bir fıkıh kura­lı olarak şöyle Özetlenmiştir: “Muayyen (belirli) bir şey zim­mette sabit olmaz. Zimmette sabit olan, yerleşen şey ise muayyen (belirli) değildir.”

Deyn ile ayn arasındaki farkların sebeplerinin açıklan­masında fıkıhçılar arasında bazı farklı görüşler vardır: Deyn, borçlunun zimmeti ile ilgilidir. Bunun ödemesi, yü­kümlü olduğu borç açısından bir aynı vermekle olur. Bu yüzden havale ve mükâssa işlemleri caiz olmuş olur. Bu olay aynın aksine bir işlemdir. Aynda hak bizzat aynın ken­disiyle ilgilidir ve söz konusu aynın dışında yükümlülüğün başka bir şeyle yerine getirilmesiyle ödeme gerçekleşmiş olmaz. Bu sebeplerden dolayı ayrılarda havale ve mukâssa caiz değildir. Çünkü ayrıların bizzat kendileri ödenmesi ge­rekir, benzerleri değil.[31]

B

Bedel

Sözlükte, halef (bir şeyin yerine geçen) anlamındadır. Fıkıhçılar bu kelimeyi mali işlemlerde ivaz karşılığı olarak kullanırlar. İvaz ise, bir şeyin karşılığında verilen başka şey demektir.

Terim olarak bu kelime sarf, icare ve bey’ konularında kullanılır. Fıkıhçılann bu konularla ilgili sözlerinden bazıları şöyledir:

  1. a)Sarf konusunda:

Akdin sıhhati için, meclis ayrılmadan önce iki tarafın da bedelini alması şarttır.

  1. b)İcare konusunda:

Ücret, sözleşme konusu eşyadan faydalanmanın bedeli­dir.

  1. c)Bey’ konusunda:

Her iki bedelin de mali mütekavvim olması şarttır.

Bunların hepsinde de, fıkıhçılann bedel’den kastettik­leri ivaz’dır.[32]

Behrec, Nebehrec

(sahte para)

Sözlükte, bir şeyin sahtesi demek olup, Farsça’dan Arapça’­ya geçmiş bir kelimedir. Dirhem-i behrec denildiğinde kötü ve bozuk gümüşten yapılmış para anlaşılır ve tüccar bu pa­rayı almaz. Yahut da kalp para anlamında olup, ülke dışın­da basılan paranın adıdır.

Terim olarak, bütün fıkıhçılar behrec kelimesini tücca­rın kabul etmediği para, müzeyyef kelimesini de beytülmalin kabul etmediği para için kullanmışlardır.[33]

Berâet

(aklanma)

Sözlükte, yaklaşılması ve yapılması kötü görülen bir şey­den kurtulmaktır.

Terim olarak bir şeyden çıkmak ve ondan ayrılmak şek­linde yorumlanır.

Fıkıhçüann bu deyimi kullanageldikleri konuların ba­şında talak (boşanma) vardır ve bununla ayrılığı kaste­derler. Eğer bu deyim borçlar, muamelat ve cinayetler ko­nularında kullanılırsa, kurtulmak, aklanmak ve uzaklaş­mak anlamında yorumlanır.

Meselâ, “filan kimse borcundan tamamen temizlendi” dediklerinde, “o kimseden borç talebi düştü” anlamı kaste­dilir. Çünkü, borçla o kişinin hiçbir alâkası kalmamıştır.

Yine “berâet-i zimmet asıldır” sözü bir fıkıh kuralı ola­rak kitaplara geçmiştir ki, insanın bir başkasının hakkını üzerinde taşımaması ve ondan kurtulması anlamına gelir. Çünkü insan herhangi bir bağımlılık, yükümlülük ve so­rumluluktan uzak olarak dünyaya gelmiştir.

Bir başka açıdan berâet deyimi hazine memuru ya da başka bir görevlinin verdiği makbuz veya yazılı vesika an­lamında bir isim olarak kullanılır ki, memurun teslim aldı­ğı mal ve eşyanın sahibini, cins ve miktarını bildirir.

Bu konu üzerine Havârizmî şunları söylemiştir: “Berâ­et, hazine memuru veya cihbiz’in kendilerine teslim edilen mala karşılık olarak, malı teslim eden kimseye verdikleri bir vesikadır. Cihbiz ise, paranın aslı ile sahtesini ayırabi­len uzman kişidir. Bu kelimenin komisyoncu (simsar) an­lamına geldiği de söylenmiştir.[34]

Bey

(satış)

Sözlükte malı mal ile değiştirmek manasında olup şirâ gi­bi çift anlamlı kelimelerdendir. Bu sebeple taraflardan bi­rine bayi’ diğerine de müşteri denir. Ancak, bayi1 kelimesi kullanıldığı zaman ticari eşya satan veya dağıtan kimse ak­la gelir.

Terim olarak, satıcının müşteriye mal ya da fiyat karşı­lığında bir malı vermesidir. Bazı fıkıhçılar bey’ kelimesini “karşılıklı rıza ile yapılan mal mübadelesi” şeklinde tarif etmişlerdir. Münâvî’nin dediğine göre de, bu deyimin en güzel tarifi şöyledir:

“Malî bir aynı ya da mubah bir menfaati malî bir bedel karşılığında sürekli olmak üzere mülk olarak vermektir.”

Fıkıhçılara göre bey’in dört çeşidi vardır:

1- Bey’-i nmkâyeda: Ayn karşılığında bir aynı satmak­tır. Yani mal ile malı değiştirmektir. Ticari eşyaları benzerleri karşılığında satmak gibi.

2- Nakit karşılığında bir aynı satmak, yani mal ile parayı değiştirmektir. Bey kelimesi yalnız olarak kullanıldı­ğında bu çeşit sözleşme kastedilir.

3- Bey’-i sarf: Nakit ile nakdi değiştirmektir. Ancak bu işlem, mutlak (kesin) fiyatlarla yapılır.

4- Bey’-i selem: Ayn karşılığında nakdi değiştirmek ya­ni peşin para ile veresiye mal satmaktır.

Burada müslem fih, mebî (satılan eşya) demektir ki, o da nakittir. Bu nakit sermaye olarak kabul edilir ve bazan ayn olur, bazen de nakit olabilir. Şu kadar var ki, sermaye­nin, taraflar ayrılmadan önce alınması şarttır. Bu durum­da nakit de ayn haline gelir.[35]

el-Bey’atan Fi Bey’a

Tirmizi, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettikleri bir hadis-i şerife göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) iki satışın bir akitte yapılmasını yasaklamıştır. Ancak fakiMer, hangi sözlerin bu tür akit kapsamına girdiği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu görüşlerden bazıları şöyledir:

  1. a)Satıcı, “Bu eşyayı 10 bin liraya peşin, 15 bin liraya da bir senelik veresiye sattım” dese ve alıcı da, bu fiatlardan hangisini tercih ettiğim belirtmeden kabul etse bu iş­lem caiz ve geçerli olmaz. Eğer alıcı peşin ya da veresiye sa­tışları ayırarak ikisinden birisini kabul ederse o zaman sa­tış akdi caiz olur.

Bu, îmam Mâlik’in ve bir kavlinde İmam Şafiî’nin gö­rüşüdür. Burada akdin caiz olmamasının sebebi, fiyat miktarı üzerindeki belirsizlik nedeniyle garer (aldannıa) teh­likesinin bulunmasıdır. Çünkü akdin bitiş zamanı ile pe­şin ya da veresiye satıştan hangisinin kabul edildiği belli değildir.

  1. b)Yeni bir fiyatla başkasına satmak üzere satıcının alı­cıya bir malı, şu kadar paraya satması caiz değildir.

Bu görüş de Hanefî, Hanbelî ve Şafiî âlimlerinin görü­şüdür. Bu tür bir satış akdinin yasak oluş sebebi, her iki satışta da fiyatın belirsiz olmasıdır. Çünkü; eğer akitler ay­rı ayrı yapılmış olsaydı taraflar tek akitle anlaşmış olduk­ları fiatları kabul etmezlerdi.

  1. c)Bir kimsenin, vadeli olarak bir miktar fazlasına sa­tın alacağını beyan ederek, birisinden, peşin alarak kendi­sine satmasını istemesi ve bu şekil üzere yapılan bir sözleş­me de geçerli değildir. Bu İmam Mâlik’in yorumudur. Baş­ka görüşler de verdir.[36]

el-Bey’u Bi’l-Mürâsele

Bu çeşit akitlerde taraflar muamele anında ortada yoktur. Bu durumda ya aralarında yapılan yazışma ya da taraflar­dan birinin diğerine, icabın şartlarını taşıyan bir elçi gön­dermesi yoluyla icabın temlik, kabulün de temellük mana­sına geldiğinin kabııl edilmesi gerekir.

Nitekim satış yapan tarafın, bulunmayan diğer tarafa şöyle yazması mümkündür: “Evimi şu paraya sana sattım.” veya “Evimi satmak üzere bir elçi gönderiyorum.” Bu durum­da müşteri icab olarak gönderilen elçiyi ya da mektubu ince­ledikten sonra bunu kabul ederse akit gerçekleşmiş olur. [37]

Bey’ul-Hâzır Li’l-Bâdî

Sözlükte hâzır (yolcu olmayan, şehir ya da köylerde otu­ran insan) demektir ki, buna mukîm de denir ve bâdı kelimeşinin karşıtıdır. Bâdı ise çölde oturan ve göçebe hayatı yaşayan kimsedir.

Hz. Peygamberden rivayet edildiğine göre; “O, hazırın bâdî adına satış yapmasını yasaklamıştır.” Çoğu ulemaya göre bunun anlamı şudur: Şehirli köylünün malının satıl­ması, pazarlanması işini üzerine alır. Böylece şehirli satıcı, köylünün komisyoncusu durumuna girer.

Hulvânî bu hususta şöyle der: «Bu, şehirli komisyoncu­nun köylüyü satıştan uzaklaştırmasıdır. Şehirli köylüye şöyle der: “Sen satma; çünkü bunu ben senden daha iyi bi­lirim.” Bunun üzerine köylü ona güvenir. O da malı satar, fakat pahalandırır. Eğer bu iş köylüye bırakılsa o insanla­ra daha ucuz satacaktır.

Hidâye sahibi gibi bazı Hanefî âlimleri bu hususta şun­ları söylemişlerdir: “Bundan maksat, şehirlinin köylüye ait malı satmasıdır. Bu işe aşırı fiyat arzusuyla teşebbüs edilir.”

Burada açıklamak gerekir ki, Hanbelüer bedevi keli­mesiyle, çölde oturan kimseleri ve ister bedevi ister şehirli ya da köylü olsun o belde ahalisinin dışında şehre dışardan giren herkesi anlamışlardır.[38]

Bey’ul-Hasât

Dört çeşit sözü yasaklayan hadis-İ şerifte geçen hasat söz­cüğünün manası üzerinde fıkıhçılar çeşitli yorumlar yap­mışlardır.

Hadis-i şerifin yasakladığı dört çeşit söz şunlardır:

  1. a)Ortada elbise gibi muhtelif eşya vardır. Bu ortamda, satıcı müşteriye şöyle der: “Onlar üzerine bir çakıl ta­şı bırak. Taş hangi eşya üzerine düşerse o mal satılmıştır. Artık bundan sonra görme, düşünme ve muhayyerlik yoktur.”
  2. b)Satıcı müşteriye şöyle der: “Durduğum yerden itiba­ren, atılan bu taşın ulaştığı yere kadar olan bu araziyi şu paraya sana sattım.”
  3. c)Yine satıcı müşteriye şöyle diyebilir: “Bu taşı ne za­man atarsam bu eşyayı, şu paraya satmak bana vacip ve lazım olsun.”
  4. d)Satıcı şöyle de diyebilir: “Bu taşı attığım zaman şu elbise 10 bin liraya satılmış olsun.” Burada atmak akdin şartı gibi kabul ediliyor.[39]

Bey’ul-Mer’i Alâ Bey’i Ehîhi

Fıkıhçılara göre bundan maksat, alıcı ile satıcı tam anlaş­mak üzereyken üçüncü bir kişinin gelerek, “bunun gibi bir eşyayı sana daha ucuza veririm” veya “bundan daha iyisi­ni ve daha ucuzunu sana satarım” demesi yahut da müşte­riye yanındaki eşyaya göre daha çok beğendiği başka bir eşyanın sunulması durumunda önceki anlaşmayı bozarak sonraki eşyayı satın almasıdır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle bir satışı müslümanlara yasaklamıştır. Bu konudaki rivayet şöyledir: “Bazınız, bazınızın satışı üzerine satış yapmasın.”

Bu İslâm ilkesi, müslümanlar arasındaki düşmanlık, çekişme, kin ve nefret sebeplerini ortadan kaldırmak için konulmuştur.[40]

Bey’ul-Muvâsafa

Fıkıhçılara göre bu, bir eşyayı, özelliklerini belirıerek gör­meden satmaktır.

Ayrıca “satıcının yanında olmayan malı, sıfatiyle sat­ması, sonra tekrar kendi namına satın alması ve tekrar vermesi” şeklinde de tarif edilmiştir.

Münteka’da. geçtiğine göre, Ebu Hanife bunu reddetmiş­tir. Çünkü bu satıcının yanında bir şey olmaması demektir.

Bey’ul-muvâsafa’ya. aynı zamanda bey’ul-murâvaza da denir. Bu da döneklik ve dolandırıcılık demektir. Çünkü bu işlem döneklik ve dolandırıcılıktan uzak değildir.

Fîrûzabâdî de bey’ul-muvasafa’yı şöyle tarif etmiştir: “Hakikatte bu, bir kimseye olmayan bir eşyanın özelliklerini anlatmaktır.[41]

Bey’ul-Vefâ

Fıkıh terimi olarak bir malı, satış bedeli geri ödendiğinde iade etmek üzere, bir kimseye şu kadar paraya satmaktır ki satıcı, satış bedeli olarak aldığı parayı müşteriye geri ve­rince, müşteri de satın almış olduğu malı iade eder. Çünkü satış akdi bu şart üzere tahakkuk etmiştir. Bu tür sözleş­meye Mâlikîler bey’us-senaya, Şâfiîler bey’ul-uhde ve Han-belîler de bey’ul-emânet derler. Ayrıca bey’ut-tâa, bey’ul-câ-iz ve bey’ul-muâmele gibi isimler de verilir.[42]

Bey’ut-Telcie

Sözlükte telde, bir kimseyi bâtını zahirine aykırı olan bir işi yapmaya zorlamaktır. Bey’ut-telcie deyimi de buradan gelmektedir.

Terim olarak fıkıhçılar, “tarafların aslında istemedikle­ri bir satış sözleşmesini kabul ettiklerini söylemeleri” şeklinde yorumlamışlardır. Tarafların bu sözleşmeyi kabul et­melerinin sebebi bir zâlimin ya da benzeri kimselerin kor­kusundan emin olmak içindir.

İster zâlim korkusuyla, ister başka bir sebeple olsun tarafların sözleşme üzerinde ittifak ettiklerini açıklama­ları iki taraf arasında gerçekten kabul edilmiş bir satış akdi olamaz. Bu durum Hanbelî kitaplarında şu şekilde tarif edilmiştir: “Bir musibetten korunmak amacıyla bir akdin varlığını kabul etmek, gerçek maksada uygun de­ğildir.”

Bu satış akdi telde şeklinde isimlendirildi. Çünkü bu­rada bir zorlama ve mecburiyet vardır. Böyle bir durumla karşılaşan kimse zaruret sebebiyle bu isi yapar; bu bir çe­şit kendini savunmadır.

Şâfiîler ise bu çeşit sözleşmeye bey’ul-emânet demiş­lerdir.[43]

Beytü’l-Mâl

(hazine)

Sözlükte, kişi ya da kamuya ait bir malı korumak amacıy­la hazırlanan mekana denir. “Geceleme yeri” anlamına ge­len “beyt” kelimesinden alınmıştır.

Râgıb’m dediğine göre; beyt kelimesi, aslında insanın geceleyin sığınacağı yer demektir. Sonraları ise “mesken” yerine beyt kelimesi kullanılır hale gelmiştir. Ayrıca dilde, her şeyin bir mekanı yani evi olduğundan söz edilir.

Terim anlamına gelince, beytü mâli’l-müslimin ve beytü mâlillah deyimleri, Asr-ı Saadet’te fey ve humus gibi İslâm devletine ait kamu mal ve gelirlerini, gereken yerlere sarf edilinceye kadar korumak amacıyla yapılan bina ya da aynı maksat için hazırlanan fiziki mekanlar için kullanılır­dı. Sonraları yine bu anlamları kapsamak üzere beytülmâl şeklinde kısaltılarak kullanıldı ve bunanla yetinildi.

Son zamanlarda beytülmâl kavramının anlamı çok ge­nişledi. Hatta arazi, eşya ve para gibi müslümanlarm bü­tün mallarını içine alan bir cihet yani kurum olarak yo­rumlandı. Böylece beytülmâl, temsilcileri kanalıyla, nor­mal insan gibi hareket edebilen itibari bir şahsiyet kazan­dı ve leh ve aleyhine haklar doğuran, alacaklarına karşı dava açabilen, borçlarından dolayı da dava edilebilen malî bir sorumluluğa sahip oldu.[44]

C

Câiha

(tabiî âfet)

Sözlükte, âfet ve insanın malına gelen musibet manasmda-dır. Ezherî’nin dediğine göre, bu kelimenin çoğulu cevâih şeklinde olup, aşırı sıcak, soğuk, fırtına ve iri taneli dolu gi­bi, meyvelere isabet eden, onlara zarar veren ya da dalla­rından düşüren tabiî âfetler manasında kullanılır.

Terim olarak bu kelimeyle kastedilen, bilinse bile kur­tulmak mümkün olmayan afetlerdir. Bu afetler ister insa­nın kendi eliyle olsun, isterse soğuk, sıcak, kar, yağmur ve çekirge gibi onun dışındaki sebeplerle meydana gelsin hep­sine aynı isim verilir.

Bu görüşe Hanbelîler karşı çıkarak şu görüşü ileri sür­müşlerdir: “Bu deyim, insan rolü olmayan âfetler için kul­lanılır. İnsanın fiilleri sebebiyle meydana gelen (âfetler)e câiha denmez.” Şafiî de buna benzer bir görüş belirterek şöyle demiştir: “Her çeşit câiha insanın bir suçu olmadan, semavî bir hareket olarak, bütün meyveleri ya da bir kıs­mını yok eden âfettir.

Nevevfnin bu konudaki görüşü ise şu şekildedir: «Ha­diste “âfetin durumuna göre emretti” ifadesi geçmektedir.

Bunun manası âfet sebebiyle telef olan meyveye karşılık fi­yatın düşürülmesi demektir.»

Feyyûmî ise bu hadis-i şerifi “zekatı âfete göre emretti” şeklinde yorumlamıştır. Yani semavî âfetle telef olan mey­venin kalan kısmından zekat alınmaz.[45]

Câliyet

(cizye mükellefi/cizye tahsildarı)

Sözlükte kelimenin asıl anlamı, vatanlarından çıkan ya da çıkarılan bir grup insan demektir. Hz. Ömer tarafından, Arap yarımadasından çıkarılan ehl-i zimmetten bir grup bunlardandır. Daha sonra bu grup, kendilerinden cizye alı­nan bir topluluk olarak muamele görmüştür.

Daha sonraları, vatanlarından çıkarılmasalar bile, ül­kenin her yerinde bulunan ve cizye ödemesi gereken mecu-si ve ehl-i kitaptan herkese bu isim verildi. Ayrıca fukaha her çeşit cizye için de bu İsmi kullanmıştır. Bu konuda on­ların cizve toplamakla görevlendirilen kimse hakkında kul­landığı şu söz meşhurdur: “Üstu’mile fülanün ale’l-câliye (Falan kişi cizye toplamak üzere tayin edildi.)”[46]

Câmikiyye

(vakıf personel maaşı)

Türkçe bir kelime olup, vakıf memurlarına verilen maaş, ücret ve benzeri ödemeler manasında kullanılmıştır. Mese­lâ, atâ (maaş) gibi. Ancak atâ senelik olarak verilirken, câmikiyye aylık olarak ödenir.

îbn Nüceym’in dediğine göre: “Vakıflarda câmikiyye üc­ret, ihsan, bağış, sadaka ve benzeri isimlerle Ödenir. Bunlardan her biri için uygun ödeme biçimi vardır. Yine bunla­rın hepsi ücret benzeri Ödemeler kabul edilir. Eğer bunlar sadaka olarak kabul edilseydi, zenginlerin alması helal ol­mazdı.”

İhsan, bağış benzeri ödemelerde, eğer memur sene için­de ölür ya da azledilirse ve bundan önce de câmikiyyenin tamamını almış olursa, senenin kalan kısmına ait olan his­seyi geri Ödemez. Çünkü bağış teslim alınmış olmakla mül­kiyet kazanır. Eğer ödenen şey, ücret benzeri bir ödeme ol­saydı kalan kısmın geri verilmesi gerekirdi.

Vakfın aslım oluşturduğu için bu Ödemeler sadaka ola­rak da kabul edilebilir. Bu mallardan doğrudan almak, zenginler için sahih olmaz. Çünkü, vakfın başlangıcı mut­laka sadaka olarak verilen mallara dayanır. Zira “ebediy-yen vakfedilmiştir” sözü vakfın sıhhati için şarttır.

Bu fıkıh deyimi, son dönem Hanefi uleması tarafından ve Osmanlılar döneminde kullanılmıştır.[47]

Cehalet

(bilgisizlik)

Sözlükte bilginin zıddı bir anlam ifade eder. Câhil, kendisi­ni bilgisiz bırakan, yahut da bir şeye olduğunun ve görün­düğünün aksine inanan kimsedir.

Deyim olarak fıkıhçılar cehalet sözcüğünü, satılan eşya, müşteri, kiraya verilen mal ve fiyat gibi insanın dışında meydana gelen bilgisizlik için; cehl kelimesini ise, çoğu ke­re, insanın inançları, söz ve fiilleri için kullanmışlardır. Yi­ne onlar, cehalet ile gurer deyimleri arasında bazı farklar saymışlardır. Mâliki mezhebinden el-Karâfî’nin dediğine göre gurer, elde edilip edilemeyeceği bilinmeyen şeydir: Ha­vadaki kuş, denizdeki balık gibi. Ancak elde edileceği bilinir, fakat eşyanın sıfatları bilinmezse o zaman bu şey meç­hul diye isimlendirilir: Örtünün altındaki eşyanın satılma­sı gibi. Bu kesinlikle elde edilecektir, fakat ne olduğu bilin­miyor. İbn Teymiye de cehaleti gurer çeşitlerinden bir çeşit olarak zikretmiş ve her cehaletin bir gurer olduğunu, fakat her gurerin cehalet olmadığını belirtmiştir.[48]

Celeb

(ticari eşya)

Sözlükte celeb, meclûb manasında kullanılır; o da, bir böl­geden öbür bölgeye götürülen şey demektir.

Deyim olarak fıkıhçılar bunu, ticaret eşyası ve bir bel­deden öbür beldeye, ticaret için götürülen erzak için kullanmışlardır.

Telakki’l-celeb deyimine gelince; bundan maksat bazı ticaret malları ile çeşitli erzakı satmak için getiren kimseleri, çarşıya ulaştırmadan önce karşılamak demektir. Bu deyim sadece Hanefîlerce kullanılmış olup, Şafiî ve Hanbe-lîler bu konuda telakki’r-rukbân ifadesini kullanmışlardır. Mâlikîlerde ise telakki’s-sila deyimi yaygındır.[49]

Ci’âle

(ücret)

Sözlükte cu’l köküne dayanır. Bu ise insanın ameline kar­şılık olarak takdir olunan şey demektir. Bu anlamıyla ecir (ücret) ve sevap (mükâfat) deyimlerinden daha geniş kapsamlıdır.

Terim olarak, belirli bulunan veya belirlenmesi kolay olan belirsiz bir işe karşılık olarak Ödenmesi gereken bedel anlamına gelir. Bunun şekli, bir kişinin (işverenin) bir başka kişiye (işçiye) belirli bir ücreti tayin ve takdir etmesi bi­çiminde oluşur ve belirli ya da belirsiz bir zamanda işveren adına çalışması gerektiği için bu ücreti önceden vermez. Bu­rada sözkonusu olan, işverenin menfaatidir. Eğer iş tamam­lanırsa kararlaştırılan ücret işçiye ödenir İş tamamlanmaz­sa hiçbir şey ödenmez. Zira iş tamamlanana kadar o işin iş­verene hiçbir faydası yoktur.[50]

Cıbaye

(tahsil)

Sözlükte ve terim olarak, toplamak ve tahsil etmek anlam­larına gelir. Meselâ “cebeytü’1-mâl ve’z-zekât ve’1-harâc, ci-bâyeten” denilir ki burada toplamak manasına kullanıl­mıştır.

el-Câbî kelimesi de haraç toplayan kimseye denir. De­veler için su toplayan kişiye de bu isim verilir.[51]

Cizye

(baş vergisi)

Sözlükte, ceza ve mücâzat köklerinden türemiş bir kelime olarak geçmektedir.

Terim olarak bu kelimeyi ibn Enbârî şöyle açıklamıştır: “Bu, ehl-i zimmet üzerine konan bir vergidir. Gerçek anla­mı üzerinde fukaha ayrılığa düşmüştür. Şafiî ve Hanbelîle-re göre, ehl-i zimmetin dâru’l-İslâm’da oturmaları karşılı­ğında veya onların canlarını, nesillerini ve mallarını koru­mak amacıyla veyahut da müslümanlann onlarla savaş­maması için alman belirli bir miktar maldır. Onların gü­venlikleri, canları, çoluk çocukları ve malarının korunması karşılığı olduğu veya dâru’l-İslâm’da oturmalarını sağladı­ğı için bu şekilde isimlendirilmiştir.

Mâliki ve Hanefîler de kelimeyi daha geniş anlamda ele alarak maksatlarım şu şekilde açıklamışlardır: Cizye, ehl-i zimmetten alınan her şeydir. Bu, ister galibiyet ve sa­vaşsız fetih sebebiyle olsun, isterse karşılıklı rıza ile yapı­lan zimmet sözleşmesinden doğmuş olsun, hepsine aynı isim verilir.

Sonuç olarak, fıkıhçıların cizye adını, hem ehl-i zimmet­ten alınan vergi veya mal, hem de onlarla yapılan sözleşme için kullandıkları söylenebilir.[52]

Cu’l

(ücret)

Sözlükte, bir kimsenin yaptığı iş mukabilinde almış olduğu ücret anlamına gelir. Mücahidlere, savaşta kullanmak üze­re verilen malzemeye de bu isim verilir. Böylece bu deyim iki şekilde yorumlamıştır. Çünkü o verilen şey demektir. Deyim olarak sözlük anlamıyla aynıdır.[53]

Cuhûd

(inkâr)

Sözlükte cuhûd ve cahd, “bildiği halde bir şeyi inkâr et­mek” demektir. Râgıb’m dediğine göre cuhûd, “kalben var­lığı sabit olan bir şeyi inkar etmek; kalben varlığı inkar edilen bir şeyi kabul etmek” şeklinde yorumlanır.

Cürcânî ise bu deyimi şöyle izah etmiştir: “Bu kelimenin anlamı, bir fiilin, geçmişi olumsuz yapmak için lem olum­suzluk edatıyla cezimlendiğinde kazandığı anlamdır ki, o da, mazide işin terkedildiğini haber vermekten ibarettir. TAncak cuhûd İle nefy arasında anlam bakımından fark vardır. Şöyle ki; nefy, isbat ve icab kelimelerinin mukabili, yani karşıtıdır. İnkarcı eğer söylediğinde doğru ise bunun adı nefy olur, cahd değildir. Eğer inkarcının söylediği yalan ise bu takdirde o söz hem nefy hem de cahd olarak isimlen­dirilir. Çünkü, her cahd aynı zamanda nefy’dir. Fakat her nefy, cahd değildir.”

Bu konuda Ibn Kayyim’in yorumu da şu şekildedir: “Cahd, kalb ve lisan ile kabul ve itiraftan sonra meydana gelir. Bu sebeple cahd lafzını hukuki davalar ile benzeri yerlerde mutlak inkar anlamında kullanmak doğru değildir. Çünkü inkarcı bazan haklı olabilir ve o zaman câhid olarak isimlendirilmez.[54]

Cübâr

(heder)

Sözlükte ve deyim olarak anlamı heder (boşa giden şey) demektir. Fıkıhçılar, insana ait bir işi ya da başka bir şeyi cübâr olarak değerlendirdiklerinde bu iş yüzünden telef olan şeyi kastederler ki, o da heder’dir. Heder (telef) olan mal sebebiyle de herhangi bir kimseye, kısas, diyet, bedel “e benzeri herhangi bir tazminat yoktur.

Fıkıh kitaplarında kural olarak “cinâyetü’l-ucemâ cü­bâr (hayvanatın kendiliğinden olarak cinayet ve mazarra­tı hederdir)” sözü yaygın olarak geçmektedir. Yani hayva­nın kendi kendine telef ettiği maldan dolayı hayvan sahibi­nin tazminat ödemesi gerekmez. Hayvan mal ya da can te­lefine sebep olsa, eğer bu olay, hayvan sahibinin dikkatsiz­liğinden ve kusurundan kaynaklanmıyorsa yine tazminat ödenmesi gerekmez.[55]

Cüzâf

(götürü)

Sözlükte bu kelime cüzâf, cizâfve cezâf olarak üç şekilde de okunabilir. Ancak cizâf şekli daha çok yaygındır. Anlamı, kıymeti ve miktarı ayrıntılı olarak bilinmeyen bir şeyi sat­mak şeklinde açıklanır. Yani tahminen, tartmadan, ölçüp biçmeden, saymadan ve herhangi bir takdir yapmadan gö­türü olarak yapılan satış işlemidir. Mücâzefe (götürü pa­zarlık) bu türden olup bir çeşit kolaylık yoludur.

Ayrıca cuzâf deyiminin asü anlamının “bir şeyi bilme­mek” olduğu da söylenmiştir. Kelime aslen Farsça olup sonradan Arapça’ya geçmiştir.[56]

D

Dahl

(gelir)

Sözlükte insanın ticaret ya da akarlarından elde ettiği ge­lir anlamına gelir.

Terim olarak sözlükte kullanıldığı anlamda yorumla­nır. Bazı fıkıhçılar da “maldan elde edilen gelir” şeklinde tarif etmişlerdir. Hare bu kelimenin mukabili olarak kulla­nılır. Meselâ, bir kimsenin kazandığı harcamalarından faz­la olduğu zaman “filanın geliri giderinden fazladır” denilir.[57]

Damân

(tazminat)

Sözlükte bir şeyi başka bir şeyin içine koymak anlamına gelir. Meselâ, bir şey onu içine alan başka bir şeyin içine konulduğu zaman bu fiil kullanılır. Sonraları bu kelime il­tizâm (yükümlülük bağlayıcılık) anlamında yorumlan­mıştır. Çünkü dâminin (-kefil, borçlu) zimmeti, ödenmesi gereken bütün yükümlülükleri içine alır.

Deyim olarak fıkıhçılar bu kelimeyi üç anlamda kullan­mışlardır:

1- Şafiî, Mâliki ve Hanbelî âlimlerine göre bu deyim ke­falet anlamına gelir. Çünkü kefalet, kefil olanın, kefil oldu­ğu kimsenin zimmetindeki gerekli yükümlülükleri kendi zimmetine eklemesidir.

2- Hanefîler ise daman deyimini, “başkasına verilen za­rardan doğan malî yükümlülükler (tazminat)” biçiminde tarif etmişlerdir. Başka bir deyişle daman zarar gören mal mîslî ise mislini, kıyemî ise kıymetini vermektir.

3-Ulemanın çoğunluğu da daman deyimini “eşyanın zarar görme tehlikesine katlanmak” şeklinde yorumlamışlardır.[58]

Bu yorum, “el-harac bi’d-damân (gelir riske bağlı­dır/karşılığıdır)” kuralında kastedilen inanadır.

Damânü’d-Derek

(geri ödemeye kefalet)

Deyim olarak bir başka hak sahibi çıktığında müşterinin parasını geri Ödemeye kefil olmaktır. “Bu malda sana gele­cek herhangi bir zarar ve ziyan konusunda ben kefilim” şeklindeki ifade bu çeşit kefalete Örnektir. Bu İşlemin derek şeklinde isimlendirilme sinin sebebi, hak sahibinin malına gelen bir zarardan dolayı cezai yükümlülük getirmesinden dolayıdır.

Bazı fıkıhçılar damana’d-derek ifadesinin, damânü’l-is-tihkâk ifadesiyle örtüşen (aynı) manayı taşıdığı görüşünde­dirler. Çünkü damânü’l-istihkak, hak sahibinin ortaya çık­ması anında paranın geri ödenmesine kefil olmaktır.

Bazıları da damânü’d-derek’i damânü’l-uhde’rdn bir çe­şidi kabul ederek, “damânü’d-derek, damânü’l-uhde’nin aynısıdır” demişlerdir.[59]

Damânü’l-Akd

(akdî tazminat)

Deyim olarak bu ifadeyi yalnızca Şafiî âlimleri kullanmış­lardır. Bunlar tazminatı gereken malları, tazminat olarak ödenmesi gereken bedel açısından iki kısma ayırmışlardır. Birincisi damânü’l-akd ikincisi de damânü’l-yed’dir.

Zerkeşî’ye göre damânü’l-akd, yalnızca muaveza akdi­ne dayalı olarak belirli bir bedeli tazmin etmektir. Satılan eşya veya bunun teslim alınmadan önceki belirlenmiş de­ğeri gibi. Yine belirli bir sermayedeki selem ve icare akdi ile belirlenen ücret de böyledir.

Şâfiîler damânü’l-akd’e şu örneği verirler: “Hanım tes­lim almadan önce kocanın elinde kaybolan mihrin tazmin edilmesi gerekir. (Bu görüş İmam Şafiî’nin yeni ve yaygın olan görüşüdür). Çünkü hanım bu mala muaveza akdi ile sahip olmuştur. Bu satıldığı halde halen satanın elinde bu­lunan mala benzer. Mihr akdi feshedilince mülkiyetin, ma­lın telefinden önce tekrar kocaya dönmesine hükmedilir.

Şirâzî’nin belirttiğine göre böyle bir durumda mihr-i misil yoluna gidilir. Çünkü bu belirli bir bedel olup teslim alınmazdan önce telef olmuştur. Bu takdirde eşyanın aslı­na dönmek sakıncalı olur ve onun bedeline dönmek gerekir.

Nitekim birisi bir köle için elbise alsa, köle de onu taşı-sa, fakat teslim almasa ve onun yanındayken telef olsa kö­le bu elbisenin aslını değil kıymetini ödemesi gerekir.

Damânü’l-akd ile damânü’l-yed arasındaki farka gelin­ce, Suyûtî’nin belirttiğine göre damânü’l-akd’in konusu ve dayanağı tarafların üzerinde anlaştıkları şey veya bedel­dir. Ama damânü’l-yed’in dayanağı misil veya kıymettir.

Suyûtî’nin de dediği gibi damânü’l-akd ile damânü’l-yed arasındaki fark şudur: “Damânü’l-akd’de konu ve da­yanak tarafların üzerinde anlaştığı mal veya onun bedeli­dir, damânü’l-yed’de ise dayanak ve üzerinde durulacak konu eşyanın kendisi değil, misli ya da kıymetidir.[60]

Damânü’l-‘Uhde

(ödeme sorumluluğu)

Deyim olarak Ezherî bunu kefâletü’l-uhde şeklinde anlamış ve şöyle tarif etmiştir: «Satıcının taahhüt ederek yanında bıraktığı eşyada ortaya çıkan ayıbı tazmin etmektir.

Ya da eşyanın hak sahibi olduğunu iddia eden biri çıkar ve bu konuda kesin delil getirirse, eşya, sahibine teslim edilir ve müşteri verdiği parayı geri almak üzere satıcıya başvurur. Bu işlem esnasında müşteri “satın aldığım eşya­larda filan kişiyi kefil aldım” gibi ifadeleri kullanır. Bunun anlamı, “eşyanın ayıplı olduğu anlaşılır veya başka bir hak sahibi ortaya çıkarsa eşyanın ödenmesi için onu kefil al­dım” demektir.»

Bu deyim Hanbelî âlimleri ile bazı Şafiî fukahası tara­fından kullanılmıştır. Bunların dışındaki fıkıhçılar bunu çok az kullanmışlardır. îbn Kudâme, “damânü’l-uhde, bazen sa­tıcıdan müşteriye, bazen de müşteriden satıcıya ödeme şek­linde olur” demiştir. Müşterinin satıcıya ödemesi, eşyayı tes­lim almadan önce satış işleminde söz konusu olan gerekli parayı vermesidir. Eğer eşya ayıplı olur ya da bir hak sahibi çıkarsa müşteri bununla derhal satıcıya döner. Satıcının müşteriye ödemesi ise eşyanın başka bir hak sahibi ortaya çıktığında, ayıplı olduğu anlaşıldığında yahut da işe rüşvet karışmışsa satılan malın parasını geri iade etmesidir.

Damânü’l-uhde eşyanın kıymetinin tamamının öden­mesi ya da taraflardan birinin diğerine bir kısmım ödeme­si şeklinde iki yerde ortaya çıkar.

Uhdenin aslı, satış sözleşmesinin ve ödenecek fiyatın yazıldığı yazıdır. Ancak bununla tazmin edilecek fiyat ifade edilir.

Damânü’l-uhde işleminde şu lafızlar kullanılır:

“Eşyanın aslına, kıymetine ve ona gelecek zarara kefil oldum.

Bu eşyanın sana tertemiz ulaşmasına kefilim. Eğer bir hak sahibi çıkarsa fiyatım sana öderim.[61]

Damânü’l-Halâs

(teslime kefalet)

Deyim olarak satılan malın hiçbir hak sahibinin bulunma­dığına ve müşteriye kesin olarak teslimine kefil olmaktır.

İmam Ebu Hanife damânü’l-halâs deyimini bu şekilde yorumlayarak batıl ve yanlış olduğunu söylemiştir. Çünkü bu “yerine getirilmesi imkânı olmayan bir şeye kefil olmak” demektir.

Hanbelîler de benzer görüşe sahiptirler. Çünkü satılan malın başka bir hak sahibi ortaya çıktığında ya da kölenin hür olduğu anlaşıldığında serbestlik ve teslimi sağlamak mümkün değildir.

İmam Ahmed’e bir adamın köle veya cariye sattığı, son­ra da bunun müşteriye temiz ve kesin teslimine kefil oldu­ğu soruldu. O da “Eğer kölenin hür olduğu ortaya çıkarsa buna nasıl muktedir olacak?” diye cevap verdi.

Ancak satıcı malın teslimi veya paranın geri verilmesi­ne kefil olsa bu doğru olur. Çünkü bu durumda yerine getirilebilecek bir işe kefil olunmuştur. Bu da eğer hak sahibi uygun görürse malın teslimi, uygun görmezse paranın geri verilmesidir.[62]

Damânü’l-İstihkâk

(geri ödemeye kefalet)

Deyim olarak kefalet anlamına gelir ve “bir hak sahibi çık­tığı takdirde malın değerini müşteriye geri vermeye kefil olmak” şeklinde yorumlanır. Bir başka deyişle “hak sahibi­nin ortaya çıkmasına bağlı, olarak malın değerinin müşte­riye geri ödenmesine kefil olmak” demektir. Çoğu fıkıhçıla-ra göre bu damânü’d-derek’le aynıdır. Diğerleri de da-mânü’l-istihkâk’ı damanü’d-derek’in bir çeşidi olarak ka­bul etmişlerdir. Çünkü damânü’d-derek, istihkak ile birlik­te ayıb’ı da içine alır.[63]

Damânü’l-Yed

(zararın tazmini)

Damânü’l-yed deyimi Şâfiîlerin taksiminde damânü’l-uhde’nin ikinci bölümünü oluşturur. Çünkü onlar tazminat kefalet sebebiyle bedeli Ödenmesi vacip olan “mazmun” malları, damânü’l-uhde ve damânü’l-yed şeklinde ikiye ayırmışlardar. Şâfiîlerin dışındaki âlimlerce bu deyim bi­linmez. Bunlara göre de daman “bir şeyi misli ya da kıyme­ti ile ödemektir”. Bu yorumlarına gaspedilen, ödünç verilen ve yanlış yolla satılan malları örnek olarak vermişlerdir.

Zerkeşî Kavâid’inde “Bize göre damânü’l-yed mâlikin elinden giden malların karşılığıdır. Ancak mülkiyeti devam eder. Kaybolan, mâlikin gücü ve tasarruftur. O halde da­man sadece kaybolan eşyaların karşılığıdır” demiştir.

Şâfiîlerce kabul edilen damânü’l-yed kavramı, diğer fi-kıhçıların kabul ettiği damânü’l-itlâf’m aynısıdır. Hamevî’nin el-Eşbah ve’n-Nezâir isimli kitabında belirtildiğine göre “daman, kaybolan malın mislî ise mislini, kıyemî ise kıymetini vermek”ten ibarettir. Bu tarif Mecelle’nin 416. maddesinde aynen kural haline getirilmiştir.

Şu kadar var ki, Zerkeşî ve Suyûtî kendi mezheplerine göre damânü’l-yed ile damânü’l-itlâf arasında fark olduğunu belirtmişlerdir. Özellikle can ve mal telefinin tazminatı konularında damânü’l-itlâf ile damânü’l-yed deyimlerini birbirinden ayrı yorumlamışlardır. Şöyle ki: damânü’l-itlâf ‘ta hüküm doğrudan doğruya mübaşir (fail) ile ilgili olup mutesebbib (sebep olan) ile alakalı değildir, damânü’l-yed’&e ise hüküm her ikisi ile de ilgilidir. Çünkü ikisinden biriyle ilgili hüküm diğerini de içine alır.[64]

Damânü’s-Sûk

(tüccara kefalet)

Deyim olarak bir kimsenin tüccarın borcuna ve almış oldu­ğu mazmun mallara kefil olmasıdır.

İbn Teymiye, bunu “Bir kimsenin, tüccarın insanlara ödeyeceği borçlara kefil olması” biçiminde tarif etmiştir.

Bu deyim sadece Hanbelî âlimleri tarafından kullanıl­mıştır. Hanbelî MeceZfe’sinin 1093. maddesinde bu konu şu şekilde açıklanmıştır: “Damânü’s-sûk, tacirin lüzumlu öde­meleri, tüccarlara yüklenen bazı yükümlülükler ve alınmış olan mazmun mallar için yapılırsa sahih olur.[65]

Darar

(zarar)

Sözlükte dârr ve darar, eziyet ve sıkıntı anlamlarına gelir. Meselâ bir kimse diğerine karşı kötü bir şey yaptığı zaman “darrahû” denilir.

Deyim olarak darar kelimesi, bir kimseyi kesin olarak kötülük ve zarara uğratmak demektir. Kötülük ve zararın malda, haklarda ve şahıslarda olması arasında fark yoktur.

“Lâ davara ve la dırâr” hadisinde geçen darar ve dırâr arasında anlam bakımından fark vardır. Şöyle ki: darar yapılan ilk kötülüğe denir. Dırâr ise kötülüğe karşı misilleme olarak yapılan eylemdir. Çünkü dırâr kelimesi fi’âl vezninde kıyası mastardır ve müşareket (işteşlik) bildirir.

Ta’zir, kısas ve hadler gibi şeriatın izin verdiği konular­da dara/m, yasak olmayışı ve dırâr yasağının da sadece malî haklarda söz konusu olacağı hususlarında fukaha arasında ihtilaf yoktur. Çünkü malî haklarda yapılan dı­râr, darar’ı içine alacak biçimde geniş kapsamlıdır ve tela­fisi de mümkün değildir. Meselâ birisi senin malını telef et­se, misilleme olarak o kimsenin malını telef etmeye hüküm vermek caiz değildir. Ancak onun aleyhine ödeme yüküm­lülüğü getirilir ve buna zorlanır. Böylece ziyan o kişiye in­tikal etmiş olur.

Can ve bedene karşı yapılan cinayetler için şeriatın koyduğu kısasta durum böyle değildir. Yani kim öldürürse öldürülür, kim keserse kesilir. Çünkü bu cinayetler ancak kendi cinsinden bir ceza ile ödenebilir. Böylece cânî sonuç olarak kendi canına kastettiğini anlar.[66]

Darîbe

(vergi)

Sözlükte ve deyim olarak konulmuş vergi demektir. Yani değeri belirlenmiş ve varlığı kesinleşmiş vergidir.

Nevevî darbü’l-cizye ifadesini cizyenin varlığının ve de­ğerinin kesinleşip belirlenmesi şeklinde açıklamıştır, işte darîbe kelimesi, bu alman malın ismidir, çoğulu da darâib şeklinde gelir.

Bu konuda Münâvî, haraç kelimesinin çoğunlukla ara­zi vergileri için kullanıldığını belirtmiş, Havârizmî de meks deyimini “kontrol noktalarında tüccardan alman vergi” şeklinde tarif etmiştir.

Darîbe deyimi fıkıh dilinde çok az kullanılmıştır. Bu­nun yerine eş anlam ifade eden kulef sultâniyye, nevâib, vazâif, harâc, öşür, meğârim ve mukûs gibi ifadeler kulla­nılmıştır. Bütün bu kelimelerin ifade ettiği anlam, devletin sosyal, iktisadi ve siyasi hayattaki görevlerini yapabilmesi ve gerekli harcamalarda bulunabilmesi için şahıslar üzeri­ne ödenmek üzere koyduğu belirli bir miktar maldır. Ancak ödenen vergi karşılıksız olup ödeyene aynen dönmeyebilir. [67]

ed-Day’a

(taşınmaz mal)

Sözlükte menkul malların dışındaki akar ve gayrimenkul mallara denir. Çoğulu “diyâ” şeklinde gelir.

Ayrıca bu kelime meslek ve san’at anlamına da gelir. Meselâ “her adamın bir mesleği ve sanatı vardır” denilir.

Fıkıhçılar bu kelimeyi sözlük manasıyla kullanırlar. Ayrıca bazen de onu küçük çocuklar ve kendi kendilerini idare edemeyen müzmin hastalar için kullanırlar.[68]

Dımar

(belgesiz mal)

Sözlükte bu kelimenin “idmar” kökünden türetildiği ve kaybolma, gizlilik gibi anlamlara geldiği belirtilmektedir.

Deyim olarak fıkıh dilinde kullanılan mâl-i dımâr ifa­desi, sahibi tarafından değerlendirme ve faydalanma imka­nı kalmamış olan mal demektir. Çünkü sahibinin malı üze­rindeki hakimiyeti kaybolmuş ve onun kendine döneceğin­den de ümidi kesilmiştir.

Sonuç olarak fıkıhçılar bu deyimi “malın aslını tekrar elde ederek faydalanma imkânı kalmayan mal” olarak ta­rif etmişler ve aşağıdaki misalleri vermişlerdir:

1- Gasbedilen bir mal, gasbedildiğini belirten bir delil getirilemediği için gasbedenden sahibi tarafından geri alı­namayan mal.

2- Bir kimsenin yanma, haberi olmadan emanet olarak bırakılan mal, eğer sahibi tarafından unutulup seneler sonra hatırlansa bu mal mâl-i dımâr hükmüne girer.

3- Alacaklı bir delil getiremediği sürece borçlu tarafın­dan açıktan açığa inkar edilen borç, seneler sonra bir topluluk huzurunda borçlunun borcunu ikrarı suretiyle bir delil getirme imkânı ortaya çıksa bile mâl-i dımâr hükmündedir.

Sahibine dönmesi ümidi olmayan dönemde, bu nitelik­teki mal, dımâr olarak isimlendirilir.[69]

Dehâkîn

(mal sahibi)

Dihkân kelimesinin çoğuludur ve Farsça asıllı bir kelime­dir. Köy muhtarı, tüccar veya mal ve akar sahipleri için kullanılır. Meselâ “dehkane’r-racül” denilir ki, “adamın malı çoğaldı” demektir.[70]

Deyn

(borç)

Sözlükte borç alıp vermek anlamına gelir. Tedayün ve mü-dâyene tabirleri de aynı kökten türemiş kelimelerdir. Bu iş­leme, iki taraftan birisi borç verdiği, diğeri de onu yüklen­diği için deyn ismi verilmiştir.

Terim olarak fıkıhçılar bu kelimeyi dar ve geniş anla­mıyla iki şekilde kullanmışlardır.

Geniş anlamı: Fukaha bununla, sebebi ne olursa olsun bir kimsenin zimmetinde (borcunda) genel olarak sabit olan ve ödenmesi gereken her türlü mal borcu ile namaz, oruç, hac ve nezir gibi hukuk-u mahzayı (Allah rızası için yapılan karşılıksız fiilleri) kastederler.

Dar anlamı: Mallarla ilgili işlemlerde sözkonusu olup, bu meselenin hakikatinin ne olduğu konusunda fıkıhçılar iki görüş beyan etmişlerdir. Hanefîlere göre bu, zimmette sabit olan bedel, telef ve karz (borç) ile ilgili mali borçlar­dır. Bu durumda sayılan üç meselenin dışındaki zekat, di­yet ve erş gibi ödemeler tarifin dışına çıkarılmıştır. Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise varlığını gerekli kılan bir se­bep dolayısıyla zimmette (kişide) sabit olan her çeşit malî borçtur. Bu tarife göre de, zimmette sabit olan ödenmesi gerekli malî borç, hem ayn ile ilgili sabit olan maîî ve men­faat karşılığı borçlar, hem de zekat gibi karşılıksız, sadece Allah hakkı olması sebebiyle gerçekleşen borç ve yükümlü­lükler dahil edilmektedir.[71]

ed-Deynü’z-Zaîf

(şüpheli)

Deyim olarak, mihir, vasiyet ve boşanma ücreti gibi mal be­deli olmayan alacak şeklinde tarif edilmiştir.[72]

Deynü’l-‘Abd

Deyim olarak alacaklısı mutlaka insan olan her borç bu kavram içinde tarif edilmiştir. Satılan malın bedeli, evin kirası ya da ücreti, karz borcunun karşılığı, telef edilen ma­lın değeri ve cinayetin diyeti gibi.

Ayrıca bu tür borçlarda alacaklı, borcunu ödeyebilir ve ödenmemesi ya da savsaklanması halinde şer^ cezalarla borcunu ödemeye zorlanması için mahkemeye başvurabilir.

Fıkıhçılar deyn’i alacaklı açısından deynullah ve dey-nü’l-abd şeklinde iki kısma ayırmışlardır.[73]

Deynullah

(Allah’a karşı borç, kamu yükümlülüğü)

Deyim olarak, insanlarla ilgili olmayan ve birbirlerine kar­şı alacak konusu yapılamayan konular için kullanılır ve iki kısımdır.

Birincisi, ibadetler gibi insanı Allah’a yaklaştıran ve yükümlüye dünyevî bir menfaat sağlamayan iş ve eylemlerdir.

Meselâ fıtır sadakası, oruç fitresi, nezir borcu ve keffa-retler gibi. Bunların hepsi ibadettir ve müslüman, Allah’a bağlılığı ve O’na yaklaşmak için bunları yapar.

ikincisi, devletin kamu menfaatlerini yerine getirebil­mesi, toplumun yükünü kaldırabilmesi ve kendini kuvvet­lendirmesi için konulan hak ve yükümlülüklerdir. Bunlar Çoğu kere yükümlünün dünyevî menfaatlerine karşılık ola­rak konulur ve yardım ya da vergi gibi isimlerle anılır. Me­selâ görevlilerin arazi üzerine koyduğu öşür, haraç, gani­metlerin beşte biri, müslümanların savaşmadan aldıkları ganimetlerden devlete ödeyecekleri miktar ve hazinenin aciz kalıp da yapamadığı bazı kamu faaliyetlerini yapmak için gücü yeten müslümanlar üzerine devlet başkanının koyduğu vergiler gibi.

Deynullah ayırımının ikinci kısmını deynü’l-abd oluş­turur.[74]

ed-Deynü Gayru’l-Müşterek

Terim olarak bir kimsenin zimmetinde birbirinden farklı se­beplerle sabit olan borçlar demektir. Meselâ iki kişi değişik sürelerle bir kimseye para verseler veya ortak bir malı bir müşteriye satsalar da her biri satış anında alacağını ve za­manım tayin etmiş olsa bu durumda müşterinin borcu deyn-i gayr-i müşterek yani müstakil borç hükmüne girer.

Hanefîlere göre deyn-i müşterek ile deyn-i müstakil ara­sındaki en önemli fark eğer deyn, gayr-i müşterek yani müstakil ise alacaklı, borcunun zamanında ödenmesini is­teyebilir ve aldığı miktarı borçtan mahsub edilir. Özellikle diğer alacaklılardan hiçbiri buna ortak olamaz.

Fakat deyn, deyn-i müşterek olursa, ortaklardan her biri kendi alacağı miktarı isteyebilir. Fakat aldığını kendi hesabına alamaz ve diğer ortaklarla paylaşması gerekir. Çünkü bunda, alacaklılardan her birinin borçtaki hissesi oranında alacak hakkı vardır. [75]

ed-Deynü’l-Hâll

(vâdesi gelmiş borç)

Deyim olarak, alacaklının istediği anda ödenmesi gereken borçtur ve hemen ödenmesini istemek caizdir. Anlaşmazlık halinde mahkemeye müracaat edilir. Bu, deyn-i müeccelin tam tersidir.

Bazı borçların dinen hemen Ödenmesi gerekir ve erte­lenmesi doğru değildir. Eğer tehir edilirse akit bozulmuş olur. Nitekim sarf akdinde tarafların bedellerinin peşin olarak ödenmesi ve selem akdindeki sermayenin hemen teslim edilmesinde olduğu gibi. Hanefî, Şafiî ve Mâlikîlere göre mudarabe sermayesinin hemen ödenmesi de böyledir. Şafiî ve Mâlikîlere göre de, icâre-i zimmette ücretin peşin olarak ödenmesi gerekir.[76]

ed-Deynü’l-Kavî

(sağlam alacak)

Terim olarak kâr bedeli ile mültezimin ticaret için aldığı mal için kullanılır. İflas etmiş olan mültezim borcunu ikrar ederse yine borç deynü’l-kavî hükmüne girer. Şayet inkar ederse delil getirmesi gerekir.

Fıkıhçüar deyni, deyn-i kavı ile birlikte, deyn-i muta­vassıt ve deyn-i zaîf kısımlarına ayırırlar. Çünkü bunlarda ödenme garantisi bakımından borcu kavı, mutavassıt ve zaîf şeklinde üç dereceye ayırmışlardır. Ibn Nüceym bu taksimi İmam Ebu Hanife’ye dayandırır.[77]

Deynü’t-Maraz

(hastanın borçlanması)

Terim olarak bir kimsenin ölüm hastalığında kendi irade­siyle yapmış ve kabul etmiş olduğu borçlara denir. Bu du­rumda borcun sabit olması için hastanın ikrarından başka bir yol da yoktur. Hastanın, borç sebebinin sağlığında doğ­muş olduğunu iddia etmesi ile hastalığı anında doğmuş ol­duğunu söylemesi arasında hiçbir fark yoktur.

Fıkıhçılar, deynü’1-mn.raz konusunu deynü’ssıhha bölü­münde incelemişlerdir.[78]

ed-Deynü’l-Mutavassıt

(sağlama yakın alacak)

Terim olarak ticaret malının karşılığı olmayan borç şeklin­de yorumlanır. Hayır için verilen elbisenin bedeli, hizmet­çinin ücreti ve oturulan evin kirası gibi.[79]

ed-Deynü’l-Mutlak

(zimmet borcu)

Deyim olarak fıkıhçılar arasında deyn-i mürsel olarak da bilinir ve sadece borçlunun zimmeti ile ilgili borçlar demek olup mallarıyla alâkalı değildir. Borçlu, bu mallara ister borçtan önce malik olsun, isterse borçtan sonra malik ol­muş olsun durum aynıdır. Bu sebeple deyn-i mutlak’m ödenmesinde borçlunun bütün malları geçerli ödeme aracı olarak kabul edilir. Ancak deyn-i mutlak, borçlunun malla­rı üzerindeki tasarrufuna mani değildir.

Fıkıhçılar, ilgi alanı itibariyle borçları iki kısma ayır­mışlardır. Bunlardan birincisi deyn-i mutlak, ikincisi de deyn-i müvessak’tıv.

ed-Deynü’l-Müvessak

(belgeli borç)

Deyim olarak, borçlunun bütün mali varlığının sadece belir­li bir kısmını ilgilendiren borçtur. Bu çeşit işlem, alacaklı­nın hakkını vurgulaması ve Ödenmesi bir vesikaya boğlan-dığı için fıkıhçılar tarafından bu isimle anılmıştır. Meselâ, rehine dayalı bir borçta olduğu gibi. Burada borç rehin bıra­kılan mal ile şahitlendirilmiştir. Çünkü, bu eşya üzerinde, rehin alan kimsenin izni olmadan eşya sahibinin tasarruf hakkı yoktur. Ayrıca, rehin alan kimsenin alacağı, borçların ödenmesi esnasında, diğer alacaklılardan öne geçirilir.

Deyn-i müvessak’m karşıtı deyn-i mutlak’tır.[80]

ed-Deynü’l-Müeccel

(vadeli borç)

Terim olarak, süresi dolmadan ödenmesi gerekmeyen borç demektir. Ancak süresinden Önce ödenirse geçerli olur ve borçlunun zimmetinden düşer.

Deyn-i müeccel bazen taksitlere bölünmüş olabilir. Bu takdirde her taksit için belirli bir zaman süresi vardır ve bu zamanda ödenmesi gerekir. Fakat bu süre gelmeden ödenmeye zorlanamaz.

Bununla birlikte diyet borcu gibi bazı yükümlülükler de takside bağlanabilir. Bu tür borçların senede üçte biri­nin ödenmesi şartıyla üç senede ödenebilmesi konusunda icma vardır.

Fıkıhçılar Ödenme zamanı açısından borçları deyn-i müeccel ve deyn-i hal olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.[81]

ed-Deynü’l-Müşterek

(ortak borç/alacak)

Deyim olarak, bir sebebe bağlı olarak en az iki kişiyi yü­kümlülük altına sokan borçlar için kullanılır. İki veya da­ha çok kimseye ait ortak bir malın tek bir sözleşme ile sa­tış fiyatı belirlenmiş ve ortaklardan her birinin hissesi de ayrı ayrı belirtilmişse bu muameleden doğan borç deyn-i müşterek olur.

Yine birkaç vârise intikal eden miras borcUj, yok olan ortak malın değeri ve iki veya daha fazla kimseye ait ortak maldan verilen karz bedeli de deyn~i müşterek konusuna Örnek olarak verilebilir.[82]

ed-Deynü’s-Sahîh

(ödenmemiş borç)

Deyim olarak, ödenmedikçe ya da ibra edilmedikçe düşme­yen borç demektir. Satılan şeyin bedeli, evin kirası, karz, mehir ve yok edilen eşyanın borcu gibi.

Fıkıh biliminde deyn-i sahih’in. karşıtı deyn-i gayr-i sahih’tir. Çünkü fıkıhçılar düşmesinin şartları bakımından borcu bu şekilde iki kısma ayırmışlardır.[83]

Deynü’s-Sıhha

(sağlıklının borçlanması)

Deyim olarak fıkıhçılar bu ifadeyi hasta bir kimsenin sağ­lıklı halinde iken zimmetine geçmiş olan borçları için kul­lanırlar. Bu borçların hastanın kendi ikrarıyla ya da başka delillerle sabit olması arasında fark yoktur.

Ölüm hastalığında yapılmış olan borç delil ile sabit ol­muşsa deyn-i lazım (ödenmesi gerekli borç) hükmüne girer. Meselâ hastanın mihir ile evlenmesi, değer fiyatıyla bir şey satın alması ve başkasının malını telef etmesi gibi. Çünkü bütün bu işlerin yapılması anında şahit ya da baş­ka delillerin bulunması işlemlerin tabiatı gereğidir.

Fıkıh biliminde deynu’s-sıhha, deynu’l-maraz konusu­nun bölümlerinden biridir.[84]

Dımar

(belgesiz mal)

Sözlükte bu kelimenin idmâr kökünden türetildiği ve kay­bolma, gizlilik gibi anlamlara geldiği belirtilmektedir.

Deyim olarak fıkıh dilinde kullanılan mâl-i dımâr ifa­desi, “sahibi tarafından değerlendirme ve faydalanma im­kânı kalmamış olan mal” demektir. Çünkü sahibinin malı üzerindeki hakimiyeti kaybolmuş ve onun kendine dönece­ğinden de ümidi kesilmiştir.

Sonuç olarak fıkıhçılar bu deyimi “malın aslını tekrar elde ederek faydalanma imkânı kalmayan mal” olarak ta­rif etmişler ve aşağıdaki misalleri vermişlerdir:

1- Gasbedilen ve gasbedildiğini belirten bir delil getiri-lemediği için gasbedenden sahibi tarafından geri alınama­yan mal.

2- Bir kimsenin yanına, haberi olmadan emanet olarak bırakılan mal, eğer sahibi tarafından unutulup seneler sonra hatırlansa bu mal mâl-i dımâr hükmüne girer.

3- Alacaklı, bir delil getiremediği sürece borçlu tarafın­dan açıktan açığa inkar edilen alacak, seneler sonra bir topluluk huzurunda borçlunun borcunu ikrarı suretiyle bir delil getirme imkânı ortaya çıksa bile mâl-i dımâr hük­mündedir.

Sahibine dönmesi ümidi olmayan dönemde, bu nitelik­teki mal, dımâr olarak isimlendirilir.[85]

Dîvân

(gelir-gider defteri)

Sözlükte, Farsça’dan Arapça’ya geçmiş bir kelime olarak belirtilmektedir. Hesap defteri anlamına gelir. Sonraları muhasebeci veya hesap bürosu anlamlarında da kullanıl­mıştır.

Terim olarak, isim ve evrakın yazıldığı defter şeklinde tarif edilmiştir. Yine, devletin hak ve görevlerinden olan mal ve işler ile bunların hangi asker ya da görevliler tara­fından alınacağına veya yapılacağına dair bilgilerin ko­runmak amacıyla yazıldığı defter biçiminde de yorumlan­mıştır.

İslâm devletine bir kurum olarak girdiği ilk yıllarda çe­şitli divanlar vardı. Bunlar; askerî divân, alacak ve vergi iş­leri divânı, memur ve çalışanların alınmaları ve çıkarılmalarıyla ilgili divân ve beytülmâl divânı. Bu son divân gelir, gider ve kamu mallarının kayıt ve yönetimiyle görevli idi.

Havârizmî, divân’ı altı kısma ayırmıştır: Haraç divânı, hazine divânı, posta divânı, ordu divânı, su divânı ve har­cama ve giderler divânı.[86]

Diyet

(kanlık, ölüm tazminatı)

Sözlükte can bedeli olarak kabul edilen mal demektir. Terim olarak bu kelimenin tarifinde ulema arasında birlik yoktur. Hanefî ve Mâliki fıkıhçıları onu “hür bir insanın öl­dürülmesine karşılık kan bedeli olarak ödenmesi gereken mal” şeklinde tarif etmişler ve “can bedeli mal” için özel bir anlam vermişlerdir. Şafiî, Hanbelî ve bazı Mâliki ve Hane­fî âlimleri ise can ve diğer cinayetleri içine alacak biçimde genel bir tarif yapmışlardır. Onlara göre diyet, insan veya onun bir organı için ödenmesi gereken belirli bir tazmina­tın adıdır ki, cinayete uğrayan kimseye veya velisine ya da varislerine bu cinayet sebebiyle ödenir. Genel olarak Öden­diği için bu isim verilmiş olup insanoğlunun itibarını artır­mak için affedildiği çok az görülmüştür.[87]

E

Ecel

(süre)

Sözlükte bir şey için konulmuş süre veya bir işin helal kılı­nan vakti gibi anlamlara gelir.

Terim olarak herhangi bir işe bağlı olarak geleceğe ait belirlenen vakittir.

Belirlenen bu zaman, yükümlülükleri yerine getirmek ya da onların bitimini belirtmek için tayin edilmiş olabilir. Yahut da bu zaman, din, mahkeme ve mültezim tarafından kararlaştırılmış olabilir. Sonuç bakımından bu işlemler arasında hiçbir fark yoktur.[88]

Ecîr

(işçi, emekçi)

Terim olarak emeğin kiralanması işleminde, sözleşme ko­nusunu yerine getirmek üzere kendisiyle anlaşma yapılan kimsedir. Bir başka deyişle bir işi yapmak üzere nefsini ki­raya veren kişidir. Bunun iki şekli vardır:

Ecîr-i has: Yalnız bir kişi adına belirli bir işte çalışan veya zamanı ve Özellikleri belli birkaç işi yapan kimsedir. Bu durumda işçinin menfaatini (ücretini) zaman belirleye­cektir. Çünkü kiralayan, işçinin sözleşme süresindeki ücre­tini başkasının ortak olmaması şartıyla sınırlandırmıştır.

Eğer bir kimse, zamanını belirleyerek mutfağına bir aş­çı tutsa, bu aşçı ecîr-i has hükmüne girer. Bu kişiye aynı zamanda ecîr-i vahd ve ecîr-i münferid ismi de verilir. Hiz­metçi ve memur da bu sınıftandır.

Ecîr-i müşterek: Özel bir kimse ya da topluluk adına ça­lışmayan kimsedir. Ancak böyle bir kimse belirli bir kimse ya da topluluk adına zamanı tayin edilmemiş bir iş yapabi­lir veya zamanı tayin edilmiş fakat hususi şartları belli ol­mayan bir iş yapabalir. Meselâ bir kimse dikilmek üzere terziye kumaş verse, bu terzi ecîr-i müşterek olur. Terzi ecîr-i müşterek diye isimlendirilir; çünkü aynı anda birden fazla iş alma hakkı vardır ve onlar için de çalışabilir. Böy­lece başkaları da terzinin menfaatine katkıda bulunmuş

olurlar.[89]

Ecr

(ücret, karşılık)

Sözlükte iyi karşılık demektir.

Terim olarak bedel anlamında kullanılmaktadır. Bedel ise kiracının mal sahibine, faydalandığı menfaat mukabilinde ve üzerinde ittifak edilen sözleşme gereği verdiği karşılık­tır. İcâre sözleşmesinde bedel, bey’ (alım-satım) akdindeki fiyat gibidir. Bu, Hanbelî âlimlerinin dışındaki cumhur ule­manın görüşüdür. Mâlikîler ise, insanlar ile, gemi ve hay­vanların dışında başka vasıtalarla taşınabilen malların ki­ra karşılığına ücret; insanların dışında ev, arazi gibi taşın­maz mallarla, gemi ve hayvan vasıtasıyla taşınabilen mal­ların icar bedeline de kira ismini vermişlerdir.

Bunun dışında bazı âlimler akıllı varlıkların (insan) menfaatleri karşılığına ecr, akılsız varlıkların menfaatleri karşılığına da kira ismini vermişlerdir. Fakat bazen bu iki deyimin birbiri yerine kullanıldığı da olmuştur.[90]

Ecrıtl-Misil

(emsal bedel)

Sözlükte misil, benzetme demektir.

Terim olarak ise tarafsız uzmanlarca belirlenen menfaat karşılığı ücret anlamına gelir.

Ecr-i misü’in belirlenmesinde kiralanan eşyanın men-faatma ve faydasına denk bir bedelin belirlenmesi ile, icâ­re anlaşmasının zaman ve mekanına dikkat edilir.

Eğer icare sözleşmesi bir emek üzerinde cereyan edi­yorsa yine bedelin belirlenmesinde iki önemli noktaya dikkat edilmesi gerekir.

  1. a)Bu konuda çalışan bir kimsenin aldığı ücret.
  2. b) Sözleşmenin mekanı ve zamanı. Çünkü zaman ve mekanın değişmesiyle ücretler de değişebilir.

Eğer halk arasındaki ecr-i misil, çok çeşitli olursa bun­ların ortalaması birim olarak alınır.

Burada açıkça belirtmek gerekir ki, icare akitlerinde belirlenen ecr-i misil, bazen ecr-i müsemmadan (=sözleş-mede belirlenen ücret) fazla, bazen ondan eksik, bazen de ona eşit olabilir. Bu durumda, iki ücret arasında, umumi ya da hususi bir nisbet ortaya çıkmış olur.[91]

Ecrux-Müsemmâ

Terim olarak sözleşme anında belirlenen menfaat karşılığı ücrete denir.

Meselâ bir kimse seneliği 1000 liraya bir ev kiralasa bu ecr-i müsemmâ adını alır.

Fıkıhçılarm belirttiğine göre ecr~i müsemmâ’nm üç ha­li vardır:

  1. a)Ecr-i misile eşit olması durumu,
  2. b)Ecr-i misilden fazla olması hali,
  3. c)Ecr-i misilden eksik olması durumu.

Böylece ecr-i misil ile ecr-i müsemmâ arasında bir ilgi ortaya çıkar. Bu ilgi, umumi ya da hususi olabilir.

Şayet ecr-i misili 100 lira olan bir mal, 100 liraya kira­ya verilse böylece ecr-i misil ile ecr-i müsemmâ eşit olmuş olur. Eğer bu mal 150 liraya kiralansa ecr-i müsemmâ 50 lira fazla olmuş olur. Bu mal 50 liraya kiralansa bu sefer ecr-i müsemmâ 50 lira eksik olmuş olur.[92]

Edâ

(yerine getirme, Ödeme)

Sözlükte borcunu Ödemek, yerine getirmek gibi anlamlara gelir ve ıstılah manasıyla aynıdır.

İbn Fâris’e göre bu kelimenin aslı, bir şeyi bir şeye ulaş­tırmak ya da bir şeye kendiliğinden ulaşmak demektir.

Râgıb da edâ deyimini, hakkı vermek ve gereklerini ye­rine getirmek şeklinde yorumlamıştır. Haraç ve cizye vergisini Ödemek veya emaneti yerine vermek gibi.

İbadetler konusunda edaya gelince, ibadeti vaktinde yapmak demektir ve “işi vakti girdiğinde, çıkmadan yerine getirmek” şeklinde tarif edilmiştir.[93]

Ehliyet

Sözlükte bir işte yeterli olma ve liyakat anlamlarına gelir. Terim anlamı ise şu şekilde tarif edilmektedir: İnsanın şer! hükümlerin teveccühüne ve vucubuna elverişli olmasıdır. Şefi hükümlerden maksat ilâhî hitabın gerektirdiği emir ve yasaklardır.

Ehliyet Allah’ın her insan için takdir ettiği bir sıfat ve­ya kabiliyettir ve insan onun sayesinde ilâhî vahyin çok sağlam bir muhatabı haline gelir. Şüphesiz ki, Allah’ın koy­duğu kurallarda muhatap yalnız insandır. Bunlar arasında uygulamak ve saygılı davranmakla insanları yükümlü kı­lan emirler ve yasaklar vardır.

Fıkıhçılar nazarında ehliyet iki kısımdır:

1) Vücûb ehliyeti

2) Edâ ehliyeti.

1) Vücûb ehliyeti: İnsanın lehinde ve aleyhinde olan meş­ru hakların kendisinde bulunmasına yetkili ve yeterli olma­sıdır. Bu hakların başlıcaları insani sıfatlardır. Bunların yaş, akıl veya erginlikle alâkası yoktur. Her insan durumu ve sıfatı ne olursa olsun, vücûb ehliyetine sahiptir. Hatta ce­nin veya mecnun olsalar bile durum aynıdır. Her kişide vü­cûb ehliyeti vardır. Fakat bazan eksik, bazan tam olabilir.

2) Edâ ehliyeti: İnsanın, sefan muteber olacak bir şe­kilde, iş yapmaya yetkili olmasıdır. Bunun şartları da tem­yiz ve akıldır. Mümeyyiz olmadan bazı dinî yükümlülükle­ri kaldırabilecek ve şefi hitabı anlayabilecek duruma gelmeden çocukların edâ ehliyeti yoktur.[94]

Emânet

Sözlükte hıyanet kelimesinin zıttıdır.

Terim olarak, Kadı Ebu’l-Velid İbn Rüşd’ün yazdığına göre ikiye ayrılır: Kul ile Rabbi arasındaki emânet ve kullar arasındaki emânet.

Kul ile Rabbi, yaratıcısı arasındaki emânet, dinî mu­amelelerde söz konusu olur. Allah’ın kullarına farz kıldığı emirlerdir ki Allah onları, semalar arz ve dağlara arzetti de onlar bu yükü zayıflıklarından dolayı ve Allah’a karşı gö­revlerini hakkıyla yerine getiremeyeceklerinden korktuk­ları için yüklenmekten çekindiler. Fakat insanoğlu yüklen­di. Çünkü o zâlim ve cahildir.

Yaratıklar arasındaki emanet ise, onların birbirine güvenmesidir. Allah Teâlâ da, bu emânetin, ister iyilerden olsun isterse kötülerden olsun sahibine, ehline veya mahalli­ne verilmesini emretmiştir. Bu kısımda anlatılan emane­tin, fıkıhçılar arasında iki yorumu vardır:

  1. a)Emine bırakılan eşya. Bunun da üç şekli vardır.
  2. Vedîa gibi, korunması amacıyla bırakılan eşya.
  3. Kiraya verilen eşya, ortağın malı ve mudarabede ol­duğu gibi, bir akit çerçevesinde meydana gelen emânet.
  4. Rüzgar yoluyla komşunun eşyasının eve girmesinde olduğu gibi, maksatsız ve sözleşmesiz olarak gerçekleşen emanet. Tabiîdir ki, bu yolla giren eşya bir sözleşmeye bağ­lı olmadığı ve vedîa şeklinde de yorumlanamayacağı için emânet olarak kabul edilir.
  5. b)Bey’-i emânet olarak bilinen satış sözleşmesinin bir sıfatı olabilir. Murabaha, tevliye, vazıa ve istirsa (sipariş)da olduğu gibi.

Ayrıca velayetlerde (idarecüerde) kadı da olduğu gibi Özel, vaside ve vakıf nazırlığında olduğu gibi genel, konuş­ması başkasına yükümlülük getiren şahit gibi kimseler için de sıfat olarak kullanılır.[95]

el-Emvâlü’l-Âmme

(kamu malları)

Fıkıhçılann, mâliki yani sahibi açısından mallan hâs (özel) ve âmm (kamu) şeklinde iki kısma ayırdıkları belirtilerek hâs mallar daha önce izah edilmişti.

Emvâl-i âmmeye yani kamu mallarına gelince bunlar, bütün insanların hizmetine ayrılan ve onların yararına kullanılan yahut da bu amaçlara yönelik olarak yapılan okul, mescid, hastane, yol, kütüphane ve hazine emlaki gi­bi bina ve kurumlardır.

Beytülmâl emlâki üzerine Mâverdî şunları yazmıştır:

“Gelir ve vergi olarak beytülmâle ayrılan mallardır. Buna, müslümanların kazandığı fakat sahibi ve mâliki bulunmayan her şey dahildir ve bu beytülmâlin haklarından biridir. Bu sebeple, alındığında bu hakka dayalı olarak alı­nır. Mal beytülmâlin koruması altına girsin ya da girmesin durum aynıdır. Çünkü beytülmâl sınırlı bir mekandan iba­ret değildir. Müslümanların yararına kullanılması gereken her hak beytülmâlin hakkıdır.[96]

el-Emvâlü’l-Bâtıne

(örtülü mallar)

Batn sözcüğü sözlükte zahir kelimesinin zıttıdır ki, bir şe­yin içi anlamına gelir.

Terim anlamına gelince; fıkıhçılar zekatın vacib olup ol­maması bakımından malları iki kısma ayırmışlardır:

Emvâl-i zahire ve Emvâl-i batine.

Emval- bâtme, yani gizli mallar onların deyimiyle sahi­binden başka kimsenin bilmesi ve sayması mümkün olma­yan mallardır. Para ve benzeri kıymetlerle, ticaret malları bu tür malların başlıcalarıdır.

Çoğu fukahaya göre bu çeşit malların tasarrufu sahibine ait olup zekatı konusunda görevliler sorumlu değildir. Bu yüzden, hak sahiplerine dağıtılmak üzere bunların zekatının devlet reisine verilmesi gerekmez. Fakat zekat vermesi gere­ken kişi zekatını isteyerek veriyorsa devlet reisinin alması gerekir. Aksine, zahir malların zekatının görevliler tarafın­dan alınması ve dağıtılması devlet reisinin bir görevidir.

İbn Kudâme’nin dediğine göre; “zahir ve bâtın mallar arasındaki fark, zekatın zahirle ve fakirlerin kalbiyle ilgili güçlü bağıdır.[97]

el-Emvâlü’l-Hâssa

(özel mallar)

Fukaha, sahibi itibariyle malları, özel mülkiyete ait mallar ve kamu mülkiyetindeki mallar olmak üzere ikiye ayırmıştır.

Özel mülkiyete ait mallar, hem çıplak mülkiyeti hem de kullanma hakkı şahıslara ait olan mallar.

Kamu mallan, umumun yararına ve halkın menfaati­ne tahsis edilmiş, mescid, ribat ve beytülmâle ait mallar ile benzeri eşyayı kapsar.

Özel mallar, eğer sahibi tarafından mescid ve umumun iyiliği için vakfedilirse, kamu malı haline gelir. Yahut dev­let, yol ve mescid genişletme gibi sebeplere dayalı olarak özel malları istimlâk ederse yine bu mallar kamu malı ha­line gelir.

Bazen de, kamu malı özel mal haline dönüşür. Meselâ kamu yararı, beytülmâlden bir şeyin satılmasını gerektiriyorsa, yahut almak isteyene satılmasında vakfın bir yara­rı varsa, satılan eşya onu alanın özel malı haline gelir.[98]

el-Emvâlü’z-Zâhire

(bilinen, açık mallar)

Zahir sözlükte, bilinen ve aşikâr olan şey anlamlarına gelir.

Terim olarak zahir (açık) mallar, sahibinin dışında, bilmen ve sayılabilen mallardır. Ziraî ürünler, meyveler, hayvanı kaynaklar ile benzeri eşya, bu tür mallardan birkaçıdır.

Çoğu fıkıhçilara göre, bu malların vergilerini toplama ve hak sahiplerine dağıtma görevi devlet reisine ait olup bi­reylerin işi değildir. Kişilerin ellerine, vicdanlarına ve tak­dirlerine bırakılmaz. Bu konudaki rivayetlere göre Nebî (s.a.v.), memurlarını. vergi toplamak için gönderiyordu. Müslümanlar bu vergilerini ödemeye mecbur ediliyor ve vermeyenlere karşı savaş açılıyordu.[99]

Enfâl

(ganimet)

Sözlükte neft kelimesinin çoğuludur ve ziyade, ilâve, fazla­lık ve artma anlamlarına gelir.

Terim olarak anlamı üzerinde fıkıhçılar ihtilaf etmiş­lerdir. Bu konuda beş görüş vardır.

Bazılarına göre bu kelime ganimetlerden bahseder. Ba­zılarına göre fey gelirleri demektir. Bir kısmı ganimetin beşte biridir demişlerdir. Bir kısmı da tenfil, yani ganimet devletin koruması altına girmeden önce ondan alınan eşya şeklinde anlamışlardır. Diğer bir görüşe göre ise bu kelime seleb anlamına gelmektedir. Bu da atlıya, savaşa teşvik ol­sun diye ganimetten hissesine düşen paya ilâve olarak veri­len mal demektir.

Netice olarak şöyle demek mümkündür: “Enfâl, savaşa­rak ya da savaşmadan, harbilerin mallarından müslüman-larm eline geçen her türlü eşyadır.

Bunun neft olarak isimiendirilmesinin sebebi, bu üm­mete helal kılman şeylere yeni bir helal daha ilâve oldu­ğu içindir. Çünkü bu geçmiş ümmetlere helal kıhnmamışti. Veyahut da Nesefî’nin dediğine göre nefl ismi, gazinin asıl kazancı olan sevab’a. ilâve bir kazancın adı olarak ve­rilmiştir.[100]

Erş

(yaralama tazminatı)

Sözlükte fesat, kötülük, bozukluk gibi anlamları vardır. Eş­yanın noksanları için de kullanılır. Çoğulu urûş’tur.

Terim olarak ölümün dışındaki yaralama cinayetlerin­de ödenmesi vacip olan mal demektir. Eksik meydana ge­len bir şeyin eksiğinin tamamlanması dolayısıyla, ceza ola­rak ödenecek mala da bu isim verilmiştir. Buradan hareketle fakihler bu deyimi yaralama tazminatı olarak yorum­lamışlardır.

Fıkıhçüara göre erş, bilirkişi yargısından daha genel­dir. (Bilirkişi yargısı: Cinayet konusunda bilirkişinin belirlediği tazminat demektir ki, miktarı belli değildir.) Çünkü o hem nasla diyet miktarı belirlenmiş cinayetlere hem de kanun koyucu tarafından diyet miktarı belirlenmemiş ci­nayetlere şamildir. Bu sebeple bilirkişi yargısı erş çeşitle­rinden sadece biridir.

Ayrıca fıkıhçılar erş deyimini ticaret konusunda da kul­lanmışlar ve bununla ayıplı malın satış değeriyle, sağlam malın satış değeri arasındaki farkı kastetmişlerdir.[101]

Esvâk

(çarşılar)

Sözlükte, alış veriş mekanı için kullanılır. Fıkıhçılar kitap­larında ahkamu’s-sûk ismiyle bir bölüm açmışlar, burada çarşı âdabını, alış veriş işlemlerindeki şer1! usulleri ve hü­kümleri açıklamışlardır. Özellikle de konu ile ilgili ayet ve hadislerle uygulamadaki fetvaları ortaya koymuşlardır.[102]

Ezlâm

Sözlükte zelem kelimesinin çoğuludur. Bir çeşit nasip oku demektir. Zelem, sehm ve kıdh aynı anlama gelen sözcük­lerdir ki, bunların hepsi düzgünce sivriltilmiş ağaç parçası için kullanılır.

Terim olarak, fal okları anlamında olup Cahiliyye devrinde Araplar, işlerini bunlarla taksim ederlerdi. Yani oklar üzerine bazı emir ve yasaklar yazılarak bir kaba ko­nur; meselâ birisi bir sefere çıkmak istese ya da bir ihtiya­cı olsa bu kaba elini salar, eğer emir çıkarsa gider yasak çı­karsa o seferi bırakırdı. Cahiliyye Araplarmın bu oklarla kumar oynadıkları da rivayet edilmiştir.

Araştırmacıların verdiği bilgilere göre bu oklar nikah, se­fer, savaş, ticaret ve benzeri bazı toplumu ilgilendiren önem­li işlerin yapılmasına tahsis edilmişti. Kumar da bu okların kullanıldığı işlerden biridir. Bu okların kullanılmasındaki asıl hedef, işlerin insanlar arasındaki taksiminin ve dağıtı­mının yapılmasıdır. Zelem çoğunlukla falcılıkta, sehm yay ile atılarak, kıdh da kumar oyunlarında kullanılır.

F

Fahiş

(aşırılık)

Sözlükte, kötü anlamına gelir. Meselâ bir iş kötüye doğru gittiği zaman “tefâhaşe’1-emru” denilir.

Deyim olarak fıkıhçılar bu kelimeyi şerı had ve sınırı aşan şeyler için kullanırlar. Garar-ı fahiş, gabn-ı fahiş, cehâlet-i fahişe ve zarâr-ı fahiş gibi. Bütün bunlarla, insanla­rın tabiî karşıladıkları sınırlan aşan işler kastedilir.

Fahişin derecesi, sının ve miktarı üzerinde fıkıhçıların ittifak ettiği bir ölçü yoktur. Çünkü bu sınırı açıklayıp tayin eden serî bir nas varid olmamıştır. Bu yüzden ulema fahişin tesbiti konusunda örf ve âdetlere müracaat etmiş­lerdir. Orf ve âdetler ise zaman, mekan ve eşyaya göre çok çeşitlilik gösterirler.

Şu kadar var ki, fukaha bu noktada, yani fahiş’in. sını­rını tesbit ve tayin konusunda bazı belirleyici ilkeler koymuşlardır. Çünkü bazı şefi. hükümler bununla doğrudan alâkalıdır. Meselâ garar-ı fâhiş’i tarif ederken yaptıkları tesbit ve yorum şöyledir: “Akitte hâkim unsur olarak bulu­nan ve ona kendi sıfatını veren garardır.” Gabn-ı fahiş de, İnsanların normal görmedikleri ve alışık olmadıkları gabndır.” Çünkü buna, uzmanların değer biçme imkânı yoktur. Yani tarafsız ve sağduyulu uzmanlar gabn-ı fahişin değerini takdir edemezler. Cehâlet-i fahişe ise, akdin taraf­ları arasında çekişme ve düşmanlığa sebep olan bilgisizlik; Zarar-ı fahiş de komşuluk ilişkilerinde tabiî karşılanma­yan ve insanların alışık olmadığı ve tahammül edilemeye­cek zarardır. Binanın zayıf yapılmasına ya da yıkılmasına sebep olan veya zaruri ihtiyaçların karşılanmasını engelle­yen; yani binadan amaçlanan menfaatlerin sağlanmasına engel olan kimse gibi.[103]

Fâide

(artış/gelir)

Sözlükte istifade edilen mal ve ilim anlamına gelir. Ayrıca, dinleyicinin yanında sürekli yenilenen ve fayda şeklinde kendisine dönen şey olarak da tarif edilmiştir.

Deyim olarak fıkıhçüar ilk ve genel manasını kullan­mışlar ve bununla da insanın elde ettiği mutlak fazlayı kastetmişlerdir. Bu çerçevede Kefevî’nin tarifi, şöyledir: “Bir şey üzerine gerekli olan ve ondan hasıl olan şeydir. Çünkü fayda mutlaka bu şeyden türemiştir.

Mâlikî âlimleri ise bu kelimeyi, özel anlamıyle kullana­rak ticari malların dışındaki mallarda meydana gelen her-türlü artış ve gelişine şeklinde yorumlamışlardır. Bu görüş­lerine örnek olarak da, miras yoluyla elde edilen menfaat­leri, hediye ve bağışlar ile ticari olmayan mallardaki değer artışlarını göstermişlerdir.

Meselâ insan kendisi yararlanmak üzere bazı mallar alır ve bunları biraz değerlendirip geliştirerek yüksek fi­yatla satabilir. Yine hayvan ve ağaçlardan elde edilen yün, süt, meyva ve benzeri ürünler de böyledir. Bunlar aslında ticaret için değil faydalanmak için satın alınmışlardır.[104]

Fakîr

Sözlükte, sırt kemikleri kırılmış kimse anlamına gelir. Terim olarak, Ragıb’ın dediğine göre dört anlamda kullanılır:

1- Zaruri ihtiyaçların varlığı: Yani her insan muhtaç bir varlıktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Ey İnsanlar.’ Siz Al­lah’a muhtaçsınız [105] buyurulmuştur.

2- Ruh ve gönül fakirliği: “Zenginlik ancak ruh ve gönül zenginliğidir” hadis-i şerifi bu anlamda kullanılmıştır.

3- Allah’a ihtiyaç duyma: Bu anlamdaki hadis-i şerif de şöyledir: “Ey Allahım! Sana ihtiyaç duyma konusunda be­ni zengin kıl. Sana çok ihtiyacım olsun; seninle olan zengin­liğimi de fakirleştirme, eksiltme.”

4- Geçinecek kadar kazancın yokluğu: Bu durum ise ayet-i kerimede şöyle zikredilmiştir: “Sadakalar, ancak fakirler ve miskinler içindir.[106]

Bu dördüncü maddede zikredilen iki zümre insanın ta­rifi üzerinde fukaha ihtilaf etmişlerdir:

Şafiî ve Hanbelîlere göre fakir, hiçbir şeye asla mâlik ve sahip olmayan kimse; miskin de biraz malı olmakla birlik­te ona hâkim olmayan insan demektir.

Mâlikîlere göre, miskinlik fakirlikten daha kötü bir sı­fattır. Fakir, bir senelik azığı bulunmayan kimse, miskin ise, hiçbir şeye malik olmayan insandır.

Hanefîler nazarında ise fakir, zekat mükellefi olmak için nisab miktarı malı bulunmayan kimsedir, miskinin ise hiçbir şeyi yoktur.

Ayrıca fakir muhtaç olup dilenen; miskin ise ihtiyacına rağmen dilenmeyen kimse olarak da tarif edilmiştir.[107]

Ferâiz

(miras paylan)

Sözlükte fariza kelimesinin çoğuludur ve farz kökünden tü­remiştir. Farz kelimesi ise takdir, değerlendirme manasına gelir.

Ferâiz ilmine gelince bu matematik ve fıkha dayalı bir usul ilmidir ve “her hak sahibinin mirastaki hakkı” şeklinde tarif edilir.

Bu bilim dalının iki temeli vardır:

1- Varislerin varis olmayanlardan ayırt edilerek tesbiti.

2- Taksimin nasıl olacağı ve bu konuda hangi işlemle­rin yapılacağının bilinmesi.

Birincinin kaynağı fıkıhtır, ikincinin kaynağı ise mate­matiktir. Matematik ile fıkhın birleşmesinden ferâiz ilmi doğmuş ve sonraları müstakil bir bilim dalı haline gelmiştir.

Bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi ise, Kur’an-ı Ke-rim’de, miras hükümleri açıklanırken fariza lafzının kulla­nılmasıdır. [108] Yine, fariza kelimesinin mefrûza ma­nasına geldiği, bunun da mukaddera anlamında yorumlan­dığı söylenmiştir. Çünkü her varisin sehmi, “takdir edilmiş”tir.[109]

Fesâd

(şartı bozuk akit)

Sözlükte, barışı bozma anlamında kullanılır. Yani bir şeyin tabiî ve saf halini değiştirme, onu orta yoldan çıkarma ve sonra da istikameti ve amacı dışındaki işlerde kullanmaktır.

Deyim olarak akitlerin ve malî muamelelerin dışında fesâd’ın butlan ile eş anlamlı kullanıldığı konusunda ule­ma arasında bir ihtilaf yoktur. Hanefîlerî dışındaki fukahanın görüşü de aynı yöndedir. Onlara göre fâsid akdin herhangi bir hükmü veya sonucu yoktur. Çünkü burada, söz­leşme ile konulmuş emir ve yasaklara aykırılık vardır. İşte bu duruma işaret etmesi bakımından Hanefîler fesâd lafzı­nı kullandılar. Bu haldeki bir akdin teferruat kabilinden bazı ilkeleri bozulmuş demektir. Bu bozukluk ise akdi ne geçerli, ne geçersiz bir dereceye düşürmüştür. Yani akit şartları tamamlanmamış geçersiz bir akit değildir. Çünkü şerl kurallara aykırılık butlan hükmünde olduğu gibi ak-din cevherinde ve temelinde değildir. Aynı zamanda akit tam, muteber ve geçerli de sayılmaz. Zira teferruatta da ol­sa, sözleşmenin Özünde olmasa da sözleşme nizamına bir aykırılık, vardır. Bu sebeple fıkıhçılar akdi şöyle tarif et­mişlerdir. “Akit sıfatlarıyla değil, aslıyla meşru olan bir muameledir.” Yani akit başlangıçta ehli tarafından, hü­kümleri uygulanabilir ve şartları tamam olarak ortaya çık­mıştır. Fakat sonra ona meşru olmayan bir sıfat arız olmuş ve akit bu sebepten sefan yasak hale düşmüştür.[110]

Fesh

(akdi bozma)

Sözlükte yoketme, kaldırma ve bozma gibi anlamlara gelir. Terim olarak sözlük anlamıyla aynı yönde kullanılır.

Bu sebeple İbn Nüceym’in akitlerle ilgili fesh tarifi şöy­ledir: “Fesh, akit bağım çözmektir.” Karafi de feshi “iki be­delden her birini sahibine geri vermek” şeklinde tarif et­miştir. Bazıları da onu “akdin eksik ve fazlası olmayan Ön­ceki vasfını kaldırmak” biçiminde yorumlamışlardır.

Fukahanm yorumlarından çıkarılan sonuca göre bu kaldırma işlemi ikâle, hıyâr-ı ayb ve hıyâr-ı şartta olduğu gibi isteğe bağlı olursa buna fesh denilir. Eğer akdin yok ol­ması istek dışı ve zorunlu sebeplere bağlı olarak ortaya çıkarsa bu duruma da infisah denilir. Nitekim, satılan malın müşteriye tesliminden önce helak olması durumunda ey’ akdinin infisahı söz konusu olur. Çünkü satılan malın he­lak olmasıyla teslimi gerçekleştirecek akdi uygulamak im­kânsız hale gelmiştir. Bu durumda akit, devamı kendisine bağlı olan malın yok olmasıyla kendiliğinden fesholur. Yine taraflardan birinin ölümü halinde mudarabe, muzaraa ve musakat şirketlerinde de durum aynıdır. Çünkü bu akitler, sürekli yenilenen sonuçları içeren amelî yükümlülükler do­ğurur. Bunlar arasında ortaklıktan çekilme ve devam et­me, mahallin (sözleşme konusu mal) bekasıyla birlikte ta­rafların hayatına bağlıdır. Akitlerdeki bu fesih şekline de infisah adı verilir.

Bununla beraber bazı yeni fakihler feshi bu iki durumu kapsayan biçimde ve genel anlamıyla ele almışlardır.

Bunlara göre fesh, “sayılı sebeplerden birine ya da bir­kaçına bağlı olarak geçerli bîr akdi bitirmektir. Bu sebepler: Taraflarca akde konan bir şart, naslardan doğan bir hüküm ve yükümlülüklerin uygulamasının imkânsız hale gelmesidir.”

Bu tarifte “uygulamadan kaçınma” sebebiyle feshe işa­ret edilmemiştir. Çünkü İslâm fıkhı böyle bir kaçınmayı fe­sih sebebi olarak kabul etmez.[111]

Fet

(savaşsız ganimet)

Sözlükte, rücû (dönme) anlamına gelir.

Deyim olarak “savaşmaksızın harb ehlinden sulh yoluyla alınan mal”a denir. Ya da “harpten sonra geri kalan silah ve eşyalar” şeklinde de yorumlanır. Haraç, cizye ve benzeri şekillerle alınan mallar gibi.

Ezherî’nin dediğine göre fey, Allah’ın ganimet ve hediye olarak verdiği ve savaşmaksızın müslünıanlarm eline ge­çen mallara denir. Buna örnek cizye ile, müslümanlarm an­laşma ve barış yoluyla gayrimüslimlerden aldıkları her türlü maldır. Müslümanlara taksim edilen veya onların, daha sonra aynı şekil ve şartlarla mirasçılarına bırakılma­sı şartıyla kendi istekleriyle almış oldukları araziler gibi. Sevad arazisi bunun tarihî örneğidir. Yine Sevad arazisinin haracı da fey sayılmıştır.

Kelime aslen fâe mastarından türemiş olup dönmek an­lamına gelir. Günün bitimine doğru güneşin gölgesine de fey denilir. Çünkü güneş, artık batıya doğru dönmüştür.[112]

Fidye

Sözlükte insanın serbest bırakılması karşılığında ödenen bedel şeklinde tarif edilir. Yine esirlikten kurtulma bedeli olarak da yorumlanır. Meselâ, bir kimse mal vererek esir­leri kurtardığında “fedâhu mine’1-esr” denilir.

Deyim olarak fıkıhçılar fidyeyi, devlet başkanının kafir esirleri, mal karşılığı ya da müslüman esirlere mukabil olarak serbest bırakması şeklinde tarif etmişlerdir. Fidye sözcüğünün feda kökünden bir isim olduğu ve yükümlüyü, kendisine yönelen bir kötülükten kurtaran bedel anlamına geldiği de söylenir.

Ayrıca fidye, insanın kusurlu ibadetlerinde kendini ko­rumak için verdiği mal şeklinde de yorumlanmıştır. Oruç ve yemin kefaretleri gibi.[113]

Fudûlı

(fuzuli/yetkisiz aracı)

Sözlükte, mâlâyânî ile meşgul olan kimse hakkında kulla­nılan bir sıfattır ve fudûl kelimesinin nisbetidir, bu da fadl kelimesinin çoğuludur ve ziyade, artık anlamına gelir. An­cak bu çoğul kalıbı ekseriya “hayırlı olmayan şey” anlamın­da kullanılır. Hatta kelime bu kullanımıyle bu sırf manaya has bir İsim olmuştur.

Deyim olarak “başkasının tasarruf hakkını şer’an izin almadan kullanan kimse” anlamında kullanılır. Bu tasar­ruf vekâlet, velayet ve mülkiyet gibi hak ve yetkiler olma­dan kullanılmaktadır.[114]

Fulûs

(madenî para)

Sözlükte, fels kelimesinin çoğuludur.

Terim ve sözlük anlamı olarak, “altın ve gümüşün dışında, sikke olarak bozukluk madenî para” şeklinde tarif edilir. Bu durumdaki madenî para beşerî muamelelerde örfen pa­ra olur ve insanların dilinde de fiyat adını alır.

Fıkıh biliminde fulûs, aslı bakımından değil itibari ola­rak paradır. Çünkü bu paranın kıymeti, altın ve gümüş sikke ve dinarlarda olduğu gibi madenin aslî değerinden gel­mez. Aksine bu kıymet, Örfte ve insanî ilişkilerde kullanı­lan itibarî (nominal) bir değerdir.[115]

Ğ

Ğabn

(aldanma)

Sözlükte noksanlık anlamına gelir. Bir kimse elbisesini katladığı ve bağladığı zaman “ğabene fülânün sevbehû” de­nilir.

Terim olarak, fıkıhçılar iki bedelden birindeki noksan­lık şeklinde açıklamışlardır. Bu da sözleşmenin tarafları nazarında biri diğerine eşit olması gereken iki bedelden bi­rinin diğerinden az olması demektir. Gabin (aldatan) açı­sından bu, kıymeti artan mala sahip ve malik olmak; mağ-bûn (aldatılan) açısından ise kıymeti daha fazla olan bir malı düşük bir değerle elden çıkarmak demektir. O takdir­de ğabn gayr-i âdil biçimde bir bedel değişimi, yani alış ve­riştir. Çünkü taraflardan her birinin aldığı ile verdiği ara­sında eşitlik yoktur.

Râgıb’m tarifine göre “ğabn, herhangi bir gizleme şek­liyle iki kişi arasındaki muamelede hile yapmaktır.”

Fukaha nazarında ğabn, yesîr ve fahiş olmak üzere iki­ye ayrılır:

Yesîr: Uzmanların anlayıp değerlendirebileceği ğabn yani tarafsız ve sağduyulu uzmanların takdir edebileceği noksanlık ve kusur demektir. Çoğu muamelede bundan kurtulmak neredeyse mümkün değildir.

Fahiş: Uzmanların değerlendirmesi dışında kalan yani değer biçilemeyen hata ve kusurlardır.

Gabn-ı yesîr İle ğabn-ı fahişi birbirinden ayırmak için uygulamada, zamana, örfe ve eşyaya bağlı olarak değişik ölçüler tesbit edilmiştir. Meselâ Mecelle’ye göre ğabn-ı fa­hiş, ticari eşyada onda yarım, hayvanlarda onda bir, gayr-i menkulde de beşte bir değerde mala yapılan ziyade şeklin­de açıklanmıştır.[116] Bu sınırlama, kanunun çıkış za­manında geçerli olan örfe göre konulmuştur.[117]

Ğaleku’r-Rehn

(rehnin geri alınması)

Sözlükte ğalak, kapanma anlamına gelir. Sözlükte “ğalika’l-bâb (kapı kapandı) denilir. Rehn konusunda ise ğalak, çözülme ve serbest olma demektir. Yani “rehin veren re­hini çözdü” denildiğinde, “rehin verilen malı, rehin alan kimsenin gözetiminden kurtardı, onun yanından geri aldı” şeklinde yorumlanır.

Hadis-i şerifte, “Rehin bırakan kimseden rehin kapan­maz” buyrulmuştur. Yani, rehin alan kimse, rehin verenin bu rehni çözmesi konusunda gevşek davranması halinde, rehin aldığı mallardan borcunu kapatamaz. Ancak bu re­hin çözülünceye kadar elinde belge olarak kalır.

Bâri’de geçtiğine göre, rehni kapatma, çözme, kişinin rehin malları borç karşılığı olarak vermesi şeklinde olur. Bunun için de rehin veren şöyle diyebilir: “Eğer ben şu za­mana kadar rehnimi çözmezsem bu rehin mallar borcum karşılığında senindir.” Ancak böyle bir işlemi Hz. Peygam­ber yukarıdaki hadisle yasaklamıştır. Yani, bu durumda alacaklı rehin mallara borcuna karşılık sahip olamaz. Mal­lar gerçek sahibine aittir.

İmâm Mâlik’in yorumuna göre ğalaku’r-rehn, şart ola­rak belirlenen bir vakte kadar rehin bırakılan malın karşı­lığı ödenmediği takdirde bu rehin malların borç karşılığı alınmasıdır.

Kadı Iyaz’m bu konudaki açıklamaları da şöyledir: “Re­hin malların (herhangi bir sebeple) kaybolmasıyla borç ka­panmış olmaz. Eğer rehin mallar, rehin alan kimsenin elin­de kaybolsa borç sahibi yine de borcunu ister.” Lisan bakı­mından Ebu Ubeyd bu yorumu reddetmiştir.[118]

Ğalle

(gelir)

Sözlükte, insanın araziden elde ettiği gelir demektir. Terim olarak fikıhçıların çoğunluğu, ğalle sözcüğünü, arazi­nin ücreti ve kirası, ev ve araba ücreti veya aslı baki kalmak üzere kullanılan her türlü malın ücret ve kirası gibi bunlar­dan elde edilen gelir anlamında yorumlamışlardır.

Mâlikî âlimlerine göre, bu kelimenin özel bir manası vardır ve fayda mukabili bir anlam taşır. Onlara göre gai­le, çıplak mülkiyeti satılmaksızın ticari mallardan yeni ve sürekli olarak elde edilen menfaattir. Ağacın meyvesi, koyunun yünü ve sütü vb. ticari maksatla satın alman mal­lardan, rakabesi satılmaksızın yenilenerek elde edilen menfaatler.

Ev ve diğer ticari malların ücreti gibi. Yine, ticaret için satın alman eşyanın zatında meydana gelen artış da böyle­dir. Meselâ 20 milyona alınan bir sığır büyüdüğü ve geliştiği zaman 50 milyona satılırsa, aradaki fark ğalle adını alır. Ancak kullanma için satın alman eşyadaki artışa on­lar faide İsmini verirler.

Hanefî âlimleri de ihtiyaçların temini için çarşıda ge­çerli olan tüccarın kabul edip aldığı paralara ğalle derler. Ancak bu tür paralar ayıplı olduğu için beytülmâl tarafın­dan alınmaz.[119]

Ganimet

Sözlükte, kâr ve artış demektir. Fıkıhçılar aynı anlama gel­mek üzere “el-ğurmu biğunmi” şeklinde genel fıkıh kaidesini benimsemişlerdir.

Deyim olarak harb ehlinden, harp devam etmekte iken mücadele esnasında alman mallara denir. Çoğulu ğarıâim

şeklinde gelir.[120]

Ğarâme

(yükümlülük)

Sözlükte insana üzerine gerekmeyen bir şeyi yüklemek demektir.

Terim olarak bazı fukaha “insanı sıkıntı ve zarara soka­cak şekilde alman bir miktar mal” şeklinde tarif etmişlerdir. Yine “Ödemekle yükümlü kılman mal” biçiminde de ta­rif edilmiştir.

Bu deyim ziyan ve noksanlık manasına gelen ğurm kö­künden türemiştir.[121]

Ğarar

(belirsizlik)

Sözlükte tehlike anlamına gelir. Noksanlık manasına kul­lanıldığı da söylenmiştir. Arap devenin sütü eksildiği zaman “ğârat en nâka” der.

Terim olarak ğarar, neticenin kapalı olması şeklinde yorumlanır. Akd-i ğarar ise, sonucu belli olmayan ya da olmak ile olmamak arasında şüpheli bulunan akittir. İbn Kayyim’e göre ğarar, varlık ile yokluk arasındaki tereddüt­tür. Böyle bir satış kumar cinsinden olduğu için yasaklan­mıştır. Eğer akdin iki tarafından birisi mala sahip olur, diğiri ise bazan kazanır, bazan da kaybederse işte böyle bir muamele ancak kumar olur.[122]

Ğârim

(borçlu)

Sözlükte borcunu Ödeyecek bir şey bulamayan borçlu anla­mına kullanılır. Şeriatta zekattan pay alma hakkına sahip sekiz sınıf insandan biridir.

Terim anlamı üzerinde fıkıhçılar değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefîlere göre ğârim, borçlu olan ve bunu ödeyecek fazla bir imkâna sahip olmayan kimse demektir. Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre ise borçlular iki kısma ay­rılır:

1- Kendi menfaati için borçlu olanlar: Nafaka, giyeceği, tedavisi ve evlenmesi için borç alan kimse gibi. Ancak bu durumda borçlunun, borcunu ödemek için ihtiyacından faz­la bir imkân bulamamış olması, borcun deyn-i hal olması, borcun istenir durumda bulunması ve borç sebebinin mu­bah işlerdeki israf yahut da kötü yollarda harcamadan do­layı olmaması gerekir.

Yangın ve sel gibi tabiî afetlerle kaybolan mallan yü­zünden borçlu olanlar bu konunun bir örneğidir.

2- Toplum menfaati sebebiyle borçlu olanlar: Meselâ, esirlerin serbest bırakılması, misafirin ağırlanması, müslümanlar arasındaki ihtilafın giderilmesi gibi sebepler yü­zünden borçlu olanlar. Bu durumdaki insanlar zengin bile olsalar borçlu sayılırlar.[123]

Ğasb

Sözlükte, bir şeyi zorla ve haksız olarak almaktır.

Deyim olarak, değerli ve önemli bir malı, sahibinin izni ol­madan, açıktan açığa zorla almaktır.

Gâsıb ile hırsız arasında şu fark vardır: Hırsız başkasının malım girilmesi yasak bir yerden gizlice alır. Gâsıb ise kuv-vetirie dayanarak, açıktan açığa, zorla ve haksız olarak alır.[124]

Ğışş

(hile, aldatma)

Sözlükte, hile, tuzak, gizleme, karıştırma gibi anlamlara gelir. Zıttı samimiyet ve doğruluktur. Bu olayın aslı kişinin başkası için gizlediği düşmanlığı bir kötülükle süsleyerek ortaya koymasıdır, ibn Ensarî’nin dediğine göre bu kelime­nin kökü ğaşeş kelimesidir. Bu da bulanık su anlamına ge­lir. Mağşuş sözü de, saf olmayan, karışık, bulanık şey de­mektir. Meselâ “leben mağşuş” ifadesi, karışık süt mana­sında kullanılır.

Terim olarak sözlük manasıyle aynıdır. İbn Arefe’nin ki­tabında bey’de ğış konusunda şunlar yazılıdır: Ğış, satılan malda olması gereken ancak olmayan bir şeyi var; plmama-sı gereken fakat var olan bir şeyi de yok göstermektir.”

Pıkıhçılar haram olan ğış’ı şu şekilde açıklamışlardır: Mal sahibi bilmektedir ki, satıcı ya da müşteri, malı iyice tanırsa, alıcı olarak ya bu şartları kabul etmeyecek ya da onu satın almaktan tamamen vazgeçecektir.

Gış ile tedlis arasında ise şu fark vardır: Çoğu fukaha-ya göre ğış, tedlis’ten daha geneldir. Fakat bazıları da bunun tersini söylemiştir.[125]

Gulûl

(ganimet çalma)

Sözlükte, hıyanet anlamına gelir. Meselâ “ğalle fülânün ke­za” denilir ki, “gizlice ve hile ile onun malını aldı” demektir. Ağlele kalıbı da hıyanete nisbet etme manasına gelir.

Terim olarak, ganimetler konusunda özel anlamıyla kullanılır. Kadı Iyaz’a göre her türlü hıyanet ğulûl’diir. Fa­kat şerl örfte özel olarak ganimetlere yapılan hıyanet an­lamında kullanılır. Bu çerçevede fukaha ğulûl ifadesini şöyle tarif etmiştir; Ganimetlerde hıyanet, taksimden Önce çalmaktır.[126]

H

Hacr

(kısıtlama)

Sözlükte men etme ve kısıtlama anlamında kullanılır.

Terim olarak hacr fıkıh dilinde özel bir anlam kazanmıştır ki, malı harcama yetkisini kısıtlamak veya tamamen kal­dırmak demektir. Fıkıhçılara göre bunun iki çeşidi vardır: İnsanın kendi hakkı üzerine konan hacr, başkasının hakkı üzerine konan hacr. Yani birincisi insanın, kendi hakkını kullanmasını kısıtlarken, ikincisi başkasının hakkının kul­lanılmasını kısıtlar.

Ayrıca, çocuk ve mecnun üzerine konan hacr gibi bir kimsenin bizzat kendi menfaatini korumak amacıyla ko­nan hacr vardır. Yine, başkasının hakkını korumak ama­cıyla da hacr konabilir. Alacaklıların hakkını korumak için müflis üzerine konan hacr, rehin olarak mal veren kimse­nin hakkını korumak için, rehin alan kimsenin eşyayı kul­lanması konusunda konan hacr ve varisler Üe alacaklıların hakkını korumak üzere hasta üzerine konan hacrda oldu­ğu gibi.[127]

Hâe Ve Hâe

(peşin)

Sözlükte Cubbî’nin dediğine göre “peşin olarak al ve ver” de­mektir. Hattabî ise karşılıklı kabzetme, teslim alma şeklin­de mana vermiştir. Hâe, arkadaşına bir şey vermek isteyen kişinin hâke, yani al sözünden kısaltılmış bir kelimedir. Bu­rada kelimenin sonundaki “kef harfi, (zamiri) düşmüştür. Kef ten bedel olarak da med getirilmiştir.

Deyim olarak bu söz Hz. Peygamberin (s.a.v.) “Altın ile altın ribadır. Ancak ikisi de peşin olursa müstesnadır” ha­disinde geçmektedir.

Fukahanm yorumuna göre bu tür satışlar caiz değildir. Ancak akdin taraflarından her biri diğerine “hâe” yani al derse bu satış caizdir. Bu “hâe” sözünden maksat kabz ya­ni teslim almadır.[128]

Hakk

Sözlükte inkarı ve reddi caiz ve mümkün olmayan gerçek anlamına gelir. Bir şey doğru ve gerekli olduğu zaman “hakka’ş-şey’u” denilir. “Hak” sözcüğü, “hakka” fiilinin mastarı olup, asıl anlamı mutabakat ve muvafakat (gerçe­ğe uygunluk) demektir.

Terim olarak, fukaha bu kelimeyi çeşitli yerlerde ve çe­şitli anlamlarda kullanmışlardır. Fakat bunların hepsi de neticede sözlük anlamına dönmektedir.

  1. a)Genel anlamıyla bir şahsın varlığına dahil olan her türlü maddi, manevî ve malî imkânları ve menfaatleri için kullanılır.
  2. b)Şuf’a, talâk, emzirme ve velayet haklarında olduğu gibi gayr-i menkul menfaatleri ve ayan (eşya) karşılığı olarak kullanılır. Ancak bu haklar, şeriatla varlık bulan ve sa­dece Sâri’ (Kanun Koyucu) tarafından konulan haklardır,
  3. c)Bazen fıkıhçılar bu kelimeyi yalnız lügat anlamıyla kullanmışlardır. “Evin hakları” ifadesinde olduğu gibi. Bunun anlamı, evin müştemilatına yani örfen eve tabi olan bazı şeylere dair menfaatlerdir. Hakk-ı talî, hakk-ı şirb, hakk-ı misil ve benzeri konularda olduğu gibi. Çünkü bun­lar ev için vardır ve ona gereklidir.

Ayrıca bu konuda hukûku%akd deyimi de kullanılmış­tır. Bununla da kastedilen, akde bağlı yükümlülükler ile hükmünün uygulanmasına dair şartlar ve isteklerdir. Me­selâ, bey’ akdinin hükmü, satılan eşyanın mülkiyetinin nakledilmesi, akdin hakları ise, eşyanın teslimi ve değeri­nin ödenmesidir.[129]

Halît

(arazi ortağı)

Sözlükte, halt kökünden türemiş olup, iki şeyin parçaları­nı birbirine birleştirmeye girişmek anlamına gelir.

Deyim olarak fukaha bu kelimeyi arazi meselelerinde ortak manasına kullanırlar. Meselâ şuf’a konusunda onla­rın yorumları şöyledir: “Halît, şerikten daha haklı, şerik de komşudan daha haklıdır. Komşu da başkalarına göre hak­lıdır.” Fıkıhçılara göre halît satılan taşınmazın bizzat ken­disine ortak olan kimsedir, şerik ise satılan malın sadece bazı haklarına ortaktır. Su ve yol hakkı gibi. Câr-ı mülâsik (bitişik komşu) ise genel olarak bir akara bitişik ev ya da arazi gibi bir malı bulunan kimsedir.

Ayrıca bu kelime fıkıh dilinde, ortak olmaksızın alış ve­riş yapan ve borçlanan kimse için de kullanılır.[130]

Halt

(karıştırma)

Sözlükte sıvı, katı ve birbirine zıt iki veya daha fazla mad­deyi bir araya toplamak ve karıştırmak anlamına gelir. Me­selâ, iki şey birbirine karıştırıldığında, “Halata’ş-şey’ü bi-gayrihi” denilir. Halt kelimesi hem sıvılar gibi karıştırıl­dıktan sonra ayrılması mümkün olmayan maddeler, hem de karıştırılınca ayrılabilen maddeler için yaygın olarak kullanılır.

Terini olarak sözlük anlamıyla aynıdır. Fıkıh dilinde “iki malın karıştırılması” deyimi çeşitli yerlerde farklı şekillerde yorumlanır. Meselâ zekat bahsin­de, ehl-i zekattan iki kişi mallarını birleştirdiği zaman, bu ister bir ortaklık biçiminde olsun, isterse menfaatlerde bir yakınlık şeklinde olsun, bu karışımdan zekat verilmesi ge­rekir. Bazı fıkıhçılara göre bu durumda bir kişinin zekat vermesiyle ikisi de zekatını ödemiş olur.

Şirket konusunda, fıkıh kitaplarında belirtildiğine gö­re, şirketin kurulması için sözleşme yapılmadan Önce iki malın karıştırılmasının şartları meselesinde fıkıhçılar ihti­lafa düşmüşlerdir ve çoğuna göre bu konuda herhangi bir şart yoktur.

Velayet mevzuuna gelince velinin, bir ihtiyacı olduğu zaman çocuğa bakmak üzere, onun malı ve yiyeceği ile ken­di malını karıştırmasının caiz olduğu hususunda fıkıhçılar, bazı hükümler ortaya koymuşlardır.[131]

Haraç

(sıkıntı)

Sözlükte, zorluk ve sıkıntı anlamlarına gelir.

Meselâ “sadrun hariç” denilir ki, kalb darlığı, ruhî sıkıntı demektir. “Racülün hariç” ifadesi ise suçlu adam anlamında kullanılır ki, suçun verdiği sıkıntı sebebiyle böyle denir. Râgıb’m dediğine göre haraç kelimesinin aslı iki şeyin top­lanmasından ibarettir ve bu iki şeyin arasında bir sıkıntı ve darlık tasavvur edilir. Ayrıca, ism ve dik ifadelerinin karşılığının haraç kelimesi olduğu da söylenmiştir.

Deyim olarak şeriatta fıkıhçüarın sözlerinden şöyle bir tarif çıkarılabilir: “Haraç, can, mal veya bedende şimdi ya da gelecekte artan bir sıkıntıya sebep olan her şeydir.” Fı­kıhçüarın, haracın kaldırılması ifadesiyle kastettikleri; sö­zü edilen darlık ve sıkıntıya sebep olan şeyi ortadan kaldır­maktır.

Bu zorluğu giderme ve kaldırma makamına gelince bu, Allah Teâlâ’nm haklarındandır ve müsamaha şeklinde açıklanmıştır. Bu zorluğu giderme ya terkedilmesi çok zor olan bir iş üzerindeki günahı kalçlırmakla olur ya da yapıl­ması çok zor olan bir işin yapılmasını istemekten vazgeç­mekle olur.

Şer’î yükümlülüklerdeki haracın “Allah, dinde sizin üze­rinize bir zorluk koymadı [132] mealindeki ayet ile kaldırıldığı konusunda fıkıhçılar arasında bir ihtilaf yoktur.[133]

Harâc

(toprak vergisi)

Sözlükte ğalle yani gelir anlamında kullanılır.

Terim olarak, hazineye ödenmek üzere, arazi üzerine ko­nan öşrün dışındaki vergiler şeklinde yorumlanır. Bu, çift­çilerin arazide çalışarak biriktirdikleri belli bir gelirden alınan vergidir.

Haracın cizye ile alakasına gelince, bunların ikisi de ehl-i zimmete ait vergilerdir ve fey’in sarf yerlerine harcanırlar. İkisi arasındaki fark ise cizye her fert başına alman bir vergi olarak uygulanırken, harâc sadece arazi gelirle­rinden alınır. Cizye müslüman olmakla düşer, fakat harâc müslüman olmakla düşmez ve devam eder.

Hadiste geçen “el-harâcu bi’d-damân” ifadesinden ne kastedildiğine gelince, bu, “haraç bir damana karşılıktır” anlamında açıklanır. Buradaki harâc sözü ile, satılan eşya­nın zatında var olan bir gelirden sağlanan fayda ve elde edilen semereler anlaşılır. Meselâ, birisi bir şey satın aldı ve onu bir müddet kullandı. Sonra eşyanın eskiden kalma bir ayıbı olduğuna vakıf oldu. Bu durumda eşyayı satıcıya geri verebilir ve parasını da geri isteyebilir. Kullandığı za­man zarfında elde ettiği menfaatler de müşteriye ait olur. Süt, yün vb. gibi. Çünkü eşya geri vermeden önce müşteri­nin elinde telef olsaydı bunu satıcıya tazmin etmesi gere­kirdi ve satıcıya da hiçbir şey gerekmezdi. İşte bu tazminat riskine istinaden harâc, müşterinin hakkıdır.[134]

Hasara

(zarar)

Sözlükte gelişme, çoğalma ve artıştaki eksiklik şeklinde açıklanır ve kârın zıttıdır. Râgıb’m dediğine göre bu serma­yedeki eksilmedir. Meselâ bu anlamda: “Hasıra fülanün fi ticaretini” denilir ki “filan kişi ticaretinde ziyan etti” de­mektir. Yani o kişinin sermayesi eksilmiştir.

Bu kelimenin sözlük manasıyla terim anlamı aynı olup, hem insan için, hem de iş için kullanılır. Meselâ hem “filan kimse zarar etti” hem de “filan kişinin ticareti kazanmadı” denilir.[135]

Hatîta

(zararına satış)

Sözlükte hat kökünden gelir. Anlamı, bir şeyi yüksekten aşağıya indirmek demektir. Meselâ “hatta mine’s semen” denilir ki “fiyatı düşürdü” anlamına gelir. Düşürülen şeye de hatîta denilir.

Deyim olarak bey’ul-hatîta satıcının, malı satın aldığı ilk fiyattan az bir miktarı indirerek satmasıdır. Bu, bey’ul emânefin bir çeşididir; fikıhçılar bu İsim altında tasnif et­mişlerdir. Çünkü satıcının sermayesi hakkındaki beyanına itimat olunur.

Bey’ul-hatîta, fıkıh kitaplarında bey’ul-vadî’a ve bey’un-nakîsa şeklinde de isimlendirilmiştir.[136]

Havale

(borcun nakli)

Sözlükte tahvil sözünden alınmıştır. Bu da bir şeyi bir yer­den başka bir yere nakletmek anlamına gelir. Mutarrazî’nin dediğine göre kelimenin asıl anlamı zeval (kaybolma) ve nakildir.

Terim olarak fıkıhçılann çoğunluğu, “borcu birinin zim­metinden diğerinin zimmetine aktarmak” şeklinde tarif et­mişlerdir. Bu yorumuyla kelime tehavvül kökünden türe­miş olur. Çünkü bu anlamıyla hakkı muhîl (borcu devre denin zimmetinden alıp muhâlun aleyh (borcu üzerine alan)in üzerine nakletmiş olur. Bu yorum üzere Münâvî de aynı deyimi şöyle tarif etmiştir: “Havale, borçlu kimsenin borcunun, hisse ve pay olarak başkasına geçmesidir.”

Şeybânî’den rivayet edildiğine göre o da havâle’yi “Borç asıl sahibinde kalmakla beraber, sadece borç isteme yönü­nün değişmesi” şeklinde tarif etmiştir.[137]

el-Havâletü’l-Mukayyede

(şartlı borç nakli)

Bu konuda Hanefîlerin görüşü şu şekildedir: Havâletü’l-mukayyede, borcun muhâlün aleyhin zimmetin­deki muhîle ait mal, emanet ve tazminattan ödenmesi kay­dıyla yapılan havaledir. Meselâ borçlu, birisine, “sendeki bin lira alacağımı filan kişiye ödemek üzere sana havale et­tim” veya “onun (üçüncü kişi) bende bulunan bin lira ala­cağını,- sana emanet olarak bıraktığım paradan veya ben­den gasbettiğİn mallardan ödemek üzere sana havale et­tim” dese ve o da kabul etse bu muamele havâletü’l-mukay-yede olur ve bunların hepsi caizdir.[138]

el-Havâletü’l-Mutlaka

(şartsız borç nakli)

Hanefîler havaleyi mutlak ve mukayyet olmak üzere ikiye ayırmışlardır.

Havâletü’l-mutlaka, muhâlün aleyhin (borçlunun bor­cunu ödemeyi üzerine alan kişi, havaleyi alan) zimmetinde (üzerinde, sorumluluğunda) bulunan muhîle (borcunu ha­vale eden) ait mal, emanet eşya ve tazminattan borcun ödenmesi gibi bir kayıt ve şart bulunmayan havaledir.

Burada Ödeme bizzat muhâlün aleyhin malından yapı­lır. Yanında muhîle ait mal bulunsun bulunmasın; ona borcu olsun olmasın hüküm değişmez. Bu sadece muhâlün aleyhin zimmeti ile ilgili bir yükümlülüktür. Başka bir şe­ye bağlamak gerekmez. Nitekim Mürşidü’l-Hayerân’in 878. maddesinde bu durum şöylece açıklanmıştır. “Havale-tü’l-mutlaka, bir kimsenin üçüncü bir kişiye olan borcunu, ödemek üzere alacaklısına havale etmesidir. Ancak burada havale mutlak olup borcun, muhâlün aleyhin zimmetinde bulunan muhîle ait mal, emanet, borç ve gasbedilmiş eşya­dan Ödenmesi gibi bir kayıt ve şart yoktur ve muhâlün aleyhin muhîle herhangi bir borcu ya da yükümlülüğü olma­sı gerekmez.[139]

Helak

(telef/yok olma)

Sözlükte kelâk, telef ile aynı anlamda kullanılır ve bir şeyi gidermek ve yok etmek demektir.

Râgıb’m belirttiğine göre helakin birkaç şekli vardır:

1- Bir şeyin kaybolması. Bu durumda kaybolan şey her­hangi bir yerde mevcuttur.

2- Değişme ve bozulma sonunda bir şeyin yok olması.

3- Ölüm.

4- Bir şeyin âlemden kaybolması, beden olarak yok ol­ması. Buna fena denir ve en büyük helaktir.

Deyim olarak fukaha helak ile telefi aynı anlamda kul­lanmışlardır. Asıl anlamı, bir şeyin istifade edilebilir bir menfaat olmaktan çıkmasıdır.[140]

Hıfz

(emaneti koruma)

Sözlükte idrâk edilen, farkedilen şekilleri hatırda tutma, onları akılda vurgulama ve yerleştirme gibi anlamlar için kullanılır. Râgıb’m dediğine göre hıfz, bazen anlama ve kavramanın sabit olduğu, meydana geldiği varlığın tümü için kullanılır; bazen bir şeyi akılda tutmak, kaydetmek için kullanılır ki, bu durumda kelimenin karşıtı unutmak­tır. Bazen de bu kuvvetin (hıfzın) kullanılması için söylenir. Meselâ “haiîztu keza hıfzen” denilir ki “şunu ezberlemekle korudum” anlamına gelir. Ayrıca hıfz kelimesi her türlü, araştırma, taahhüt (anlaşma) ve gözetim için de kullanılır. Kelimenin sözlük anlamıyla terim anlamı aynıdır. Bu sebeple, fıkıh dilinde, hıfzu’l-vedVa tabiri kullanılır. Bu­nunla kastedilen, mal sahibinin, emsali veçhile korunmak üzere malını emanetçiye vermesi, emanetçinin de mal sahi­binin, malın nasıl korunacağı konusundaki isteklerine kar­şı çıkmayarak kabul etmesidir.[141]

Hırz

(koruma)

Sözlükte himaye etme anlamına gelir. Esasen koruma yeri demektir. Bir kimse bir şeyi korumak amacıyla etrafını çevirse “ahraze’ş-sey’e” denilir.

Terim olarak hırz, insanların mallarını korumak için yapılan her şeydir. Ev, dükkan, sandık gibi. Bazı fıkıhçılar da bu deyimi, “sahibinin, içine koyduğu zaman malını kay­betmeyeceğinden emin olduğu mekan” şeklinde tarif etmiş­lerdir.

Fıkıhçıların ittifak ettiği bir görüşe göre; kaynaklar bu deyimi örf ve âdet ile sınırlandırmışlardır. Bu durumda hırz zaman ve şartlara göre çeşitlilik gösterebilir. Nitekim örf ve âdetlerin durumu da böyledir.[142]

Hıyanet

(sözleşmeye aykırılık)

Sözlükte emânet kelimesinin zıttı olup, sözleşmeyi gizlice bozarak gerçeğe aykırı biçimde davranışta bulunmak anla­mına gelir.

Terim olarak sözlük anlamıyla aynıdır.

Nifak ile hıyanet arasındaki farka gelince: Hıyanet, akit ve emanetlerle ilgilidir. Nifak ise borç ve dinî meşeler­de söz konusu olur. .

Hain, sârik (hırsız) ve gâsıb (eşkıya) deyimlerinin anlamlan arasında da bazı farklar vardır. Hain, kendisine emanet olarak bırakılan şeye ihanet eden, onu koruyup gö­zetmeyen kişidir. Sârik, girilmesi yasak olan bir yerden gizlice başkasının malım alan kimsedir. Gâsıb ise, başkası­nın malım açıktan açığa kasten ve kuvvetine dayanarak alan kimsedir.[143]

Hıyar

(seçimlik)

Sözlükte ihtiyar kökünden mastar olup seçme ve ayırma anlamlarına gelir.

Deyim olarak fıkıhçılar bu kelimeyi akitler bahsinde ve tarafların, iki şıktan birini kendisi için tercih etme hakkı manasında kullanmışlardır. Bu iki şıktan birisi akdi imza­lamak (kabullenmek), ötekisi de akitten vazgeçmek ve fes­hetmektir. Nitekim bu anlamda hıyar Hanbelî Mecellesi’nin 208. maddesinde şöyle tarif edilmiştir: “Hıyar, taraf­lardan birinin sözleşmeyi imza etme veya ondan vazgeçme hakkıdır.”

Bu açıklamaya göre sözleşme imzalandıktan sonra, ta­raflardan birinin akdi feshederek çekilmesi, sadece kanun koyucunun taraflara fesih hakkı vermiş olduğu sebeplerle mümkün olması önemli bir husustur. Bunun şekli de, belir­tilen sebeplerin varlığı halinde taraflardan birinin akdi im­zalama ya da feshetme konusundaki tercihini beyan etmesi­dir. Ancak fesih, bu hakkı kullanmak üzere kanun koyucu­nun saydığı sebepler ya da sözleşmede tarafların kabulüyle birine veya her ikisine verilen fesih hakkının kullanılmasıy­la meydana gelir. Bu yoruma göre de fıkıhçılar hıyâr’ı şöyle tarif etmişlerdir: “Hıyar, taraflardan her birinin sözleşmeyi kabul ya da reddetme konusundaki serbestliğidir.[144]

Hibe

(bağış)

Sözlükte karşılıksız verme anlamına gelir.

Deyim olarak cumhurun zikrettiğine göre hibe, hediyye, sadaka ve atiyye birbirine yakın anlamları olan kelimeler­dir. Hepsi de hayatta iken karşılıksız temliki ifade ederler. Ancak atiyye ve hibe kelimeleri hepsine şamildir. Fakat sa­daka ile hibe arasında bazı farklılıklar vardır. Çünkü Hz. Peygamber hediyeyi yer, fakat sadakayı yemezdi. İkisi ara­sındaki fark, eğer bir kimse Allah’a yakınlaşmak için muh­taçlara birşey verirse bu sadakadır. Fakat bir kimse birisi­ne ücretsiz olarak ona yakınlaşmak ve muhabbetini kazan­mak için bir şey verirse bu da hediye olur.[145]

Himâ

(koruluk)

Sözlükte, yaklaşılması ve girilmesi yasak olan koruluk şek­linde açıklanır. Allah’ın koruluğu da, haramlarıdır. “Şu me­kanı insanlardan korudum” denilir ki, “oraya insanların yaklaşmasını ve girmesini yasakladım” manasına gelir.

Terim olarak, halifenin özel olarak hayvanlardan koru­duğu ölür arazi demektir.

Şafiî’nin dediğine göre himâ’nm aslı şu şekilde açıkla­nır: Arap eşrafından biri verimli bir araziyi mera edindiği zaman, eğer orada bir dağ varsa onun tepesine, yoksa böl­gedeki en yüksek yere bir köpek bağlar, sonra da onun hav­lamasını isterdi. Böylece uzaktan onun sesini duyan kimse durur, sesin ulaştığı her yer onun koruluğudur, o bölgeye dışındaki (civarındaki) halkla birlikte itina gösterir ve ko­ruluğuna kendisinin dışında kimsenin girmesine izin ver­mezdi.[146]

Hisbe

(iyiliği emretme)

Sözlükte ihtisab kökünden türemiş bir isim olup ücret, se­vap, güzel idare ve bakıp gözetmek gibi anlamlara gelir. Meselâ bir kimse tertipli ve düzenli olduğu zaman “fülânün hasenü’l-hisbe fil-emri” denilir. îhtisab da sevap işlemek ve onu elde etmek için çalışmak, koşmak gibi anlamlara ge­lir.

Deyim olarak hisbe, çoğu âlimlerce şöyle tarif edilmiş­tir: “Hisbe açıkça terkedilen iyiliği emretmek ve açıkça işlenen kötülüğe de mani olmaktır.[147]

Hıyaze

(mülkte tasarruf)

Sözlükte bir kimsenin kendine ilâve ettiği şey anlamına gelir.

Terim olarak Mâliki mezhebinde daha çok kullanılır.

Onlara göre bu kelimenin iki anlamı vardır. Birinin an­lamı öbüründen daha geneldir.

Genel anlamı, bir şey üzerindeki hakimiyeti, güç ve kudreti isbat etmektir. Bu, Mâlikîler dışındaki fukaha nazarında teslim alma manasında kullanılmaktadır.

Özel anlamına gelince; mülk sahibi için, mülkiyet sene­di demek olup, onunla hakkını savunabilir. Bu, elde mev­cut bir şey üzerinde hak ve tasarruf sahibi olmak demektir. Mülk sahibinin mülkünde bina yapma, ağaç dikme, yıkma ve benzeri tasarruflarda bulunmasında olduğu gibi. Bunun aslı, birşey üzerindeki fiilî hâkimiyetten (egemenlik) iba­rettir. İnsan bu hâkimiyetini bazen malik ve sahip olarak kullanır, bazen de malik ve sahip olmadan bu gücü kulla­nabilir.[148]

Huluvv

(sürekli kiralama)

Sözlükte bir kabın boş olması anlamına gelir. Meselâ “ev içindekilerden boşaldı” denildiğinde aynı kökten fiil kulla­nılır. “Birşey ayıptan boş oldu” denildiğinde ise o şeyin sağ­lam ve geçerli olması anlaşılır.

Terim olarak, örfen bilinen anlamıyla, dükkan ve ben­zeri yerler için kullanılır ki bir ücret mukabili orada otur­ma ve devam hakkını satın almak demektir. Böylece artık, kiracının oradan çıkarılması söz konusu edilemez. Bu ücret, yeri vakfeden kişi veya mütevelli tarafından, dükkan­larda oturanlardan alınmak üzere belirlenen belirli bir miktar para olup mülk sahibi ile kiracı arasında şer1! bir bağ kurar. Bundan böyle huluvv vererek dükkana yerleşen kimseyi dükkan sahibi çıkarma hakkına sahip değildir. Yi­ne aldığı parayı geri vermediği müddetçe başkasına kiraya da veremez.

Huluvv meselesi Osmanlılar döneminde ortaya çıkmış bir sözleşme çeşidi olup, Mısır ve Şam’da da anı isimle anılır. Mağrib (Fas, Tunus, Cezayir, Libya) bölgesinde ise buna celse, zıne ve miftah gibi isimler verilir.[149]

Hums

(beşte bir vergi)

Sözlükte beşte bir anlamında kullanılır. Hammese’l-kavm ifadesi, “bir bölge halkının mallarının beşte biri alındı” ma­nasına gelir.

Deyim olarak ganimet, fey, düşman üzerinden alman eş­ya, yeraltı madenleri vb. mallar için kullanılır. Çünkü bu malların beşte biri dinen vergi olarak alınır. Ancak ganime­tin dışındaki mallardan beşte bir alınması, şartları ve har­cama yerleri konusunda bazı ihtilaflar vardır.

Ganimete gelince, Kur’an-ı Kerim’de bildirilen naslara gö­re ondan beşte bir alınması hususunda hiçbir ihtilaf yoktur. [150]

I

Îde

(iyilik vaadi)

Sözlükte vaad, yani eksik ve fazla olmadan belirlenen ve ta-ahhiid edilen iş, davranış ya da söz demektir. Bu da bir kimsenin, hayır olsun şer olsun gelecekte başkasıyla ilgili yapacağı bir işi haber vermektir.

Deyim olarak Mâlikıler hariç bütün fıkıhçılar yukarı­daki tarifi aynen kabul ederler. Mâlikîler ise bunun ancak bazı hususi gerekçeler çerçevesinde geçerli olabileceğini ileri sürerek “el-İde, faydası ve menfaatleri söz verilene dönmek üzere söz verenin gelecekte bir iyiliği yapacağını bildirmesidir” demişlerdir.

Hattab ‘idenin bir kimsenin şu an için nefsini bir şey ile yükümlü kılmadığını bildirmiş, İbn Arafe de onu insanın yalnız gelecekte yapacağı bir iyiliği haber vermesi şeklinde yorumlamıştır.”

Bu tabir ile ilgili Mâlikîlerin bazı yorumları şöyledir:

O, ferdî iradeyi tamamlayan şer”: ve sözlü bir tasar­ruftur.

Esas ve temeli insanın bir başkasına karşılıksız iyilik yapacağını taahhüt etmesidir.

Bu, şu an değil, gelecekte gerçekleşecek bir işlemdir.[151]

Islâh

Sözlükte bir hali, sağ duyunun gösterdiği doğru yöne çevir­mek ve değiştirmek demektir. Bu hem eşyada, hem de ma­nevi konularda olabilir. Meselâ duvarı, bir âleti veya bir ye­ri onarmak, ıslah etmek; yahut da iki kişinin arasını dü­zeltmek gibi. Özetle bu kelime, bozma ve bozgunculuğun karşıtıdır.

Terim olarak bu kelime çok. çeşitli yerlerde kullanılır. Meselâ, faydalanma ve kullanımın devam etmesi için kira­lık mülk sahibinin ikna edilmesi, ölü arazinin ihya edilme­si ve kısıtlının (mahcûrun) mallarını idare etmek için ve­li, vasi veya kayyımın burada İkamet etmesi ve diğer konu­larda olduğu gibi.[152]

Itâve

(emlak vergisi)

Sözlükte, rüşvet ve haraç anlamında kullanılmıştır. Terim olarak maliye biliminde gayr-i menkul sahiplerinden alman bir vergidir. Oranı, devletin veya mahallî yönetimin gayr-i menkul vasıtasıyla yaptığı kamu hizmetlerinden ya­rarlanma derecesine bağlıdır. Ancak terim bu anlamıyla fa-kihler arasında kullanılmaz. Bu deyimin anlamına yakın olarak ftkıhçılarm kullandıkları bazı kelimeler şunlardır: el-kulef es-sultâniyye, en-nevâib, el-mukûs, el-meğârim, ed-darâib.[153]

Itk

(âzât)

Deyim olarak ‘ıtk, ‘ıtâk ve ‘ıtâka kelimeleri köleliğin bitimi ya da kölenin mülkiyetten çıkması manalarına gelir. Bu iş­lem de efendinin özel bir şekilde kölelik hakkını mülkün­den düşürmesinden ibarettir. Bu sayede köle hür kimsele­re dahil olmuş olur.

Ezherî’nin dediğine göre bu kelime yarış atlarının ka­zanıp başarıya ulaştıkları anda Arapların söylediği “ate-ka’1-feres” ya da kuşun uçup bağımsız olduğu anda söyle­nen “ateka’l-ferhu” ifadelerinden türemiştir. Ayrıca Arapların “köle ‘ıtkla kurtulur ve dilediği yere gider” anlamında kullandıkları söz de çok meşhurdur.[154]

Itlak

Sözlükte, boşalma, çözülme, serbestlik, bağımsızlık, gön­derme, terketme ve bir şeyin kayıt ve şarta bağlı olmaması gibi anlamlara gelir.

Terim olarak fıkıhçılar ve usulcüler ıtlak sözcüğünü mutlak deyiminin açıklamasına dayanarak tarif etmişler­dir. Çünkü mutlak deyimi, içine aldığı fertlerden belirsiz birini ifade eder veya özellikleri belirtilmemiş bir şeyin varlığına delalet eder. Yahut da başka şeylerde bulunma­yan bir sıfatla özellikleri kaydedilmemiş genel bir şeyi gös­terir.

Ayrıca, fıkıhçılar bu deyimi; geçerlilik anlamında da kullanmışlardır. Meselâ ıtlâk-ı tasarruf sözü ile tasarrufun (yetkinitı) geçerli olduğunu anlatmak istemişlerdir.

Fıkıhçılar, mudarabe, işçi ile mülk sahibinin ihtilafa düştüğü vekâlet sözleşmesinde ve vekil ile müvekkil arasında, yetkilerin serbest bırakılması ya da sınırlandırılma­sı üzerinde bir ihtilaf vaki olduğunda bu akitlerde mutlak isminin kullanılmasının caiz olup olmadığı üzerinde çeşitli görüşler beyan etmişlerdir.

Ayrıca, ikrarı mutlak ve vakf-ı mutlak konularını ilgili bölümlerde, nezr-i mutlak konusunu da kitaplarının nezir bölümlerinde incelemişlerdir. Yine onlar, icâre, vasiyyet ve vakıf konularında ıtlâk’tan uzun uzadıya söz etmişlerdir. Meselâ Suyûtî el-Eşbâh ue’n-Nezâir adlı kitabında yaklaşık her konu için bir mutlak bahsi ayırmıştır. Zaten bu konu­da, ne dil bakımından ne de yazar bakımından bir sınır yoktur ve Örf de böyle oluşmuştur.[155]

Iztırâr

(zaruret)

Sözlükte bir kimseyi şiddetli bir zarar ve sıkıntıya mecbur etmek demektir. Kurtuluş yolu olmayan bir zorlama şeklin­de de açıklanmıştır.

Terim olarak ıztırâr, yükümlünün, dinen yasak olan bir şeyi yapmaya yahut emredilen bir şeyi terketmeye mecbur edilmesi halidir. İkrah-ı mulci, ölüm korkusu ile açlık çek­me; nefsi, ırzı ve malı korumak için düşmana karşı koyma vb. durumlarda olduğu gibi.

Iztırâr, şeriatta özel bir durumdur ve Allah Teâlâ kendi hukuku ile ilgili konularda, yükümlünün üzerinden günah­ları kaldırmak üzere bu ilkeyi koymuştur. Bu konuda delil olarak gösterilen ayetin meali şöyledir: “Zor durumda kal­dıklarınız hariç Allah haram kıldığı şeylerle sizin aranızı ayırdı.[156]

İşte bu ilâhî vahye dayanılarak, “Zaruretler yasakları mubah kılar”, “Zaruretler, kendi miktarlarınca takdir olunurlar”, “Acizlik halinde görev, zaruret halinde haram yok­tur” gibi fıkıh kuralları konulmuştur.

Kul hakları ile ilgili konulara gelince; ıztırâr, medeni ve cezai sorumluluğu kaldırmaz. Eğer yükümlü kendi selame­tini korumak için (zulüm görmediği halde) başkasının canı­na zarar vermişse kısas olunur.

Şayet yükümlü kendi menfaati için başkasının malını telef etmişse dinen tazmin etmesi gerekir. Çünkü müslü-manın malı, canı ve ırzı dokunulmaz kabul edilmiştir.

Fıkıhçılar bu görüşlerini, “Iztırâr, meskenin dokunul­mazlığını kaldırmaz”, “Iztırâr gayrın hakkını ibtal etmez” gibi sözlerle fıkıh kuralı haline getirmişlerdir.[157]

Îcâb

Sözlükte gerçekleşme, meydana gelme, olma ve oluşma an­lamlarına gelir. Terim olarak usul-i fıkıhta îcâb, “Allah Teâlâ’nın zorunlu olarak iş yaptırma isteği” şeklinde yo­rumlanır. Bu anlamda îcâb, haram ve mubah kısımlarına ayrılır.

Fıkıhçılann dilinde îcâb, taraflardan birinin sözleşme yapma isteğini ortaya koyan ilk beyanıdır. İkisinden han­gisi ilk olursa olsun fark yoktur. Kabul ise, ikinci tarafın, îcâbdan sonra teklifi uygun bulduğunu açıklamasıdır. Bu Hanefîlerin görüşüdür. Onlara göre sözleşme yapmak üzere söze ilk başlayan daima mûcib’&ir. Diğeri de kâ-bil’div.

Mûcib, ister “sattım” kelimesiyle söze başlayan satıcı olsun, isterse “satın aldım” sözüyle başlayan müşteri olsun

aynıdır. Yahut da icar sözleşmesinde ilk söze başlayan “ki­raya verdim” sözüyle ev sahibi olabilir; “kiraladım” sözüyle de kiracı olabilir. Diğer sözleşmelerde de durum aynıdır. Bu durum Mecelle’xdn 101. maddesinde şu şekilde özetlen­miştir. “Taraflardan birinin bir akit yapmak için söylediği ilk sözdür ki, akit ve tasarruf onunla gerçekleşir ve onunla ispat olunur.” Nesefî’nin dediğine göre “îcâb, sözleşmenin esasıdır; kabul, onun üzerine bina edilir.”

Diğer bazı Hanefi’lere göre îcâb satıcı, ev sahibi, zevce veya velisinin önce veya sonra söylediği sözdür. Çünkü di­ğerleri, meselâ müşteri ticari eşyaya, kiracı bir malın men­faatine, koca ise bir namusa sahip olacaktır.[158]

Îğâr

(nihaye)

Bu kelime, sonradan türemiş bir sözcüktür. Fîrûzabâdî’nin dediğine göre kralın bir adama, bir araziyi vergisiz verme­si demektir. Yahut da haracın işçilerden kaçırılarak büyük sultana ödenmesidir: Buna damânü’l-harâc da denir. Ha-vârizmî de bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: “Iğâr himaye demektir. Bu, bir köyü ya da bir araziyi korumak şeklinde olur ve oraya hiçbir kimse giremez. Eğer yeşillik veya bazı vahalar îğâr olarak verilirse her sene beytülmâle ödenmek üzere bir vergi konur.[159]

Iyne

Sözlükte selef, yani malı teslim almadan yatırılan peşin para, bu yolla yapılan alış veriş ve veresiye alış veriş anlamlarına gelir. Meselâ “filan kişi, filan kimseden ‘ıyne yo­luyla alış veriş yaptı” denilir.

Halil’in dediğine göre bu kelime aynülmizan ifadesin­den türemiş olup ziyade manasına gelir. İbn Faris de bu yorumu aynen benimseyerek ‘ıyne sözcüğünün ziyade anla­mına geldiğini vurgulamıştır.

Deyim olarak bir kimsenin veresiye satmış olduğu ma­lı müşteriye teslim ettikten sonra parasını henüz almadan malı tekrar öncekinden daha düşük bir fiyatla ve peşin ola­rak geri satın alma işlemine denir.

Iyne satışının aslı, süre mukabilinde alman fazlalığı helal kılmak suretiyle satış şeklinde yapılan bir karz, kre­di muamelesidir. Çünkü bu 15 vererek 10 almak gibi bir karz işlemi olarak yorumlanır. Burada bey’ fazlalığın helal olması için şeklî bir kılıftır.

Bu muameleye ‘ıyne denmesinin sebebi, veresiye mal alan müşterinin bunun bedelini, satıcıdan hazır para şeklinde aynen almasıdır.

Desûkî’nin bu konudaki iyimser yorumu ise şöyledir:

Bu işlem ‘ıyne diye isimlendirilmiştir. Çünkü bu işlem, çok vereceği yerde az vererek helal yolla talebini elde et­mek isteyen zor durumdaki kimseye bir çeşit yardımdır.[160]

İ

İ’sâr

Sözlükte, kolaylıktan zorluğa geçme anlamına gelir. ‘Usra, da darlık, sıkıntı ve yetersizlik demektir. İbn Fâris’in dedi­ğine göre usr, zorluk ve sıkıntıya yol açan her şeydü”. ‘Usr (zorluk), yusr (kolaylık) kelimesinin zıttıdır. Darlık da bir zorluktur. Çünkü darlık veren bir işte sıkıntı vardır.

Terim olarak ‘usrâ, bir kimsenin ödemesi gereken malı ödeme gücü olmaması demektir. Kadı Ebul-Velid ibn Rüşd’ün söylediğine göre, zorluk içindeki borçlu için iki du­rum söz konusu olur: Ya yokluk içindedir ya da böyle değil­dir. Çünkü her yokluğa düşen, sıkıntıya girmiş demektir; ama her sıkıntıya düşen yokluk içinde olmayabilir.

Eğer borçlu yokluk içine düşmüş, fakir ise, yani bütün malını tüketmişse ve borcunu Ödediği takdirde kendisinin ve çoluk çocuğunun temel ihtiyaçlarını temin edemeyecek-se, bu takdirde alacaklının beklemesi kesinlikle vacib olur, başka çaresi de yoktur. Çünkü bu durumda borçlu borcunu ödemekten kesin olarak acizdir ve dinen bir kimseye gücü­nün yetmediğini yüklemek için bir yol yoktur.

Borçlu yokluk içinde değilse, yani bir miktar malı var, fakat borcunu ödediği takdirde, çoluk çocuğunun nafakası­nı temin etmekte darlık ve sıkıntıya düşecekse; biraz fe­rahlaması ve zarara uğramadan borcunu ödeme imkânı bulabilmesi için borcu tehir etmek, rağbet edilen mendup bir iş olur.

Kurtuba âlimleri, elde bulunan malın durumuna göre borcun tehir edilmesi şeklinde ictihad ederek fetva vermişlerdir. Ancak borçlunun, şu andaki akar ve mallarının ve­kalet yoluyla satışını uygun bulmazlar. Bunların dışındaki Endülüs âlimleri, vekâlet yoluyla borçlunun mallarının sa­tışı ve alacağın yarısının hemen ödenmesi yolunda fetva vermişlerdir.[161]

İ’tâk

I’tak sözlükte ‘ıtk kökünden gelir ve ikram etmek ve cö­mertlikte bulunmak anlamındadır. Meselâ “filan kimsenin yüzünde ‘ıtk belirtisi” var dendiğinde o kişinin cömertliği kastedilir.

Terim olarak ise köleliği kaldırmak demektir. Fıkıhçı-lar da bu deyimi “köleyi, sert yetkilerinde serbest bırakan hakim güç” şeklinde tarif etmişlerdir.

Pıkıhçılar bazı kere “Itk” deyimini boynun (boğaz) kur­tulması şeklinde yorumlamışlar ve bununla da köleliğin ta­mamen kaldırılmasını kastetmişlerdir. Onlar şöyle derler: “Böylece rakabe özel bir anlam kazandı. Esasen o bedenin bir organıdır. Çünkü efendi kölenin sahibidir. Tıpkı boyun­daki ip gibi, kelepçe gibi ki köle bununla bağlanmıştır. Tıp­kı bir hayvanın boynundan iple bağlandığı gibi. Eğer efendi köleyi serbest bıraksa köle de boynundaki bu ipten kur­tulmuş olur.[162]

İ’tisâr

(hibeden vazgeçmek)

Bu kelime sözlükte, menetmek, hapsetmek ve meyve suyu çıkarmak anlamlarına gelir. Terim olarak hibeyi kapsetmek onu geri almak, hibeden vazgeçmek demektir. Bu ko­nuda Ömer b. Hattâb’ın şu sözü meşhurdur. “Şüphesiz ki baba oğluna verdiği hediyeleri geri alabilir. Oğul ise baba­sına verdiklerini ondan alamaz.” Burada malını bizzat in­san eliyle geri alınması i’tisâr’a benzetilmiştir.

Fıkıhçıların dilinde i’tisâr, Mâliki îbn Arafe’nin dediği gibi, hediye verenin hediyesini bedelsiz ve hediye edilenin rızası olmaksızın geri almasıdır.

İ’tisâr sözcüğü bu anlamıyla Mâliki kitaplarında yay­gındır. Diğer fıkıhçılar bunun yerine rücû fVl-hlbe ifadesi­ni kullanmışlardır.[163]

İ’tiyâz

Sözlükte, ivaz almak demektir, ivaz ise karşılık anlamın­dadır. Bedel insanın ayn, borç, hak ve menfaat gibi malik olduğu her şeyde ve şerl naslar ve kurallar dahilinde ge­çerli olan bir kavramdır.

Kâsânî’ye göre ivaz, mutlak akitlerde, bazen ayn, bazen borç bazen de menfaat şeklinde ortaya çıkabilen bir karşı­lıktır. Şu kadar var ki, bazı sözleşmelerde diğerlerinin ak­sine bedelin alınması şart koşulur.

Bedelin gerekçelerine gelince, bazen onun sebebi bey ve icâre gibi doğrudan malî bir sözleşme, bazen mükâtebe ve boşanma gibi doğrudan malî olmayan bir akit, bazen de mal telef etme ve İslâm fıkhının ilgili kurallarında belirtil­diği üzere başkasına malî bir zarar verme şeklinde ortaya çıkabilir.[164]

İ’vâz

(fakirlik)

Sözlükte durumu bozulan ve muhtaç duruma düşen bir adam için kullanılır. İsim olarak “Avez” kelimesi, darlık ve fakirlik anlamlarına gelir. Mu’viz ise, fakir demektir.

Ebu Zeyd, “a’vez, ahvec ve a’dem kelimeleri, hiçbir şeyi olmayan fakir anlamında aynı manaya gelirler” demiştir. Nevevî de i’vazı fakirlik olarak yorumlamıştır.[165]

İbâha

(izin, serbestlik)

Sözlükte, yapmak veya terketmek konusunda verilen izin­dir. “Adam malına izin verdi, mubah gördü” sözü, “onun alınmasına veya bırakılmasına izin verdi; almakta veya al­mamakta serbest bıraktı” anlamına gelmektedir.

Usulcüler bu deyimi “mükelleflerin fiillerini karşılıksız tercih edebilmeleri ile ilgili Allah Teâlâ’nm bir hitabı” şek­linde tarif etmişlerdir. Fıkıhçılar ise “belli sınırlar içinde, bir işin insanın iradesine göre yapılabilmesi için verilen izin” biçiminde yorumlamışlardır.

İbâha (-izin), kaynağı bakımından iki kısma ayrılır. Şeriatın verdiği izin, insanın verdiği izin.

Şeriatın verdiği izin: Mubah oluşuna Kufan veya diğer şei^î kaynaklardan birinden nas veya delil bulunan izinler.

İnsanın verdiği izin: Bu da iki kısma ayrılır:

  1. a)Bir eşyanın tüketilmesindeki serbestlik, izin. Yeme içme serbestliği gibi. (Velîme ve ziyafette yemek serbest, ama alıp götürmeye izin yoktur.)
  2. b)Eşyanın kullanılması ve istifade edilmesi konusun­daki serbestlik. Araba sahibinin binmeye izin vermesi, ev sahibinin oturmaya müsaade etmesi gibi.

Bu iki çeşit mubah eşyayı tüketmek ya da kullanmak serbesttir. Ancak aynen veya menfaat olarak istifade edi­len mubaha mülk olarak sahip olunamaz.[166]

İbnü’s-Sebîl

(yolcu)

Sözlükte misafir (yolcu) anlamındadır. Yolcu devamlı yol­da bulunduğu için “yolun oğlu” anlamındaki bu isim veril­miştir.

Terim olarak, evinden ve malından ayrılarak yolculuk yapan kimseye denir. Ayrıca, ister kendi vatanında, ister vatanının haricinde ve isterse seyahat esnasında malından ayrılan kimse de misafir olarak yorumlanır.

Bazı fakihler, yolcuya zekat gelirlerinden ödeme yapı­labileceği ilkesinden hareket ederek konuya birtakım kayıtlar getirmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır: Yolcu vatanına dönmek isteyip de buna gücü yetmezse, bu kim­seye zekat, ganimet ve fey gelirlerinden ihtiyaca göre yar­dım verilebilir. Ancak ihtiyaçtan fazlası caiz değildir. Şu kadar var ki; eğer ödeyebilecekse, Hanefîlere göre yolcu­nun bunları borç olarak alması daha uygundur.

Mâlikîlere göre eğer yolcu, kendi ülkesinde fakir değil­se, aldığı parayı geri ödemesi vacib olur. Ancak bu görüşe Hanbelîler ve Şâfîîler muhalefet ederek, hem borç olarak almanın vacib olması, hem de yolcu hakkında bunun daha evla olduğu fikrini kabul etmemişlerdir.[167]

İbra

(aklama)

Sözlükte, bir kimsenin başkası üzerindeki hakkından vaz­geçmesi onu aleyhine işleyen her türlü durumdan kurtar­ması ve aklaması demektir.

Terim olarak, bir kimsenin kendine ait bir hakkı (ala-cağı), başkasının zimmetinden (borcundan) düşürmesi şek­linde yorumlanır. Ancak şuf’a hakkı ve vasiyet üzerine ka­zanılan oturma hakkında olduğu gibi, bir hak insanın zim­metine henüz geçmemişse bunu terketmek ibra sayılmaz. Bu sadece hakkı düşürme olarak kabul edilir.

Bu şekilde, henüz zimmeti söz konusu olmayan eşyada da ibra meydana gelmez. Tazmin edilmiş eşyada ibra söz konusu olduğu zaman, eşyanın kıymeti ibra edilmiş olur. Çünkü eşya, tazmini gerektiren bir sebep yüzünden telef olmuştur. Bunun dışındaki durumlarda ibrâ’d&n söz edile­mez ve ibra edilse bile eşyayı aynen geri istemek mümkün olur.

Hanefî fakihleri ibrayı iki kısma ayırmışlardır.

  1. a)İbrâ-i iskât: Bir kimsenin zimmetindeki iskâtı kabil olan bir hakkı veya bütün hakları düşürmesi ya da bir miktar azaltmasıdır.
  2. b)İbrâ-i istifa: Bir kimsenin zimmetindeki bir hakkın alınmış, kabzedilmiş olduğunu itiraf etmesidir.

Bunlardan ilkine hakiki ibra olarak itibar olunur. İkin­cisi ise bir çeşit ikrar kabul edilmiştir.

Şu kadar var ki, Hanefî âlimleri her iki ibra çeşidini de her türlü çekişme ve düşmanlıkları giderici, sonraki zamanlarda hak talebinde bulunmayı ortadan kaldıran ve birbirini tamalayan hukuki müesseseler olarak görmüşlerdir.[168]

İbtâl

Sözlükte bir şeyin bozulması ve yok olması demektir. Bu şey ister doğru olsun ister yanlış olsun değişmez. Terim olarak ise fesh, ifsâd, izâle, noksanlık ve iskât manaların­da kullanılır.

Bu deyimlerden her biri ayrı ayrı anlamlarda olup kul­lanış yerleri de farklıdır. Aslında ibtâl işlemi kanun koyu­cu (Allah, Peygamber) tarafından konulan bir hükümdür. Şu kadar varki bazan insanların fiil ve tasarruflarında da ibtâl vaki olabilir. Yine bazen hakim, kanun koyucunun yetkisine verdiği hükümlerden bazılarını ibtal edebilir (de­ğiştirebilir).[169]

İbtizâz

(soygun)

Sözlükte soymak, zorla almak ve perişan bırakmak anlam­larına gelir. Ayrıca elbiseden soyunmak anlamı da vardır. Bu kullanımlardan esinlenerek mal soygunu, yani malın haksız yere gasbedilmesi anlamında da kullanılmıştır. Bu kelimenin sözlük anlamı ile terim anlamı aynıdır. [170]

İbda

Sözlükte evlendirme, nikahlama anlamlarına gelir. Fıkıh biliminde ise kârın tamamı sermaye sahibine ait olmak üzere tacir birine bir miktar sermaye vermektir. Tacir bu malı karşılıksız çalıştırır ve kazandığının tamamını serma­ye sahibine verir. Bir başka deyişle kârı mal sahibine ait ol­mak üzere ticaret mallarını çalıştırmaktır. Burada tacir karşılıksız vekildir.

Bu konu Mecellece şöyle tarif edilmiştir: İbda’, bütün kârı kendisine ait olmak üzere bir başkasına sermaye ver­mektir. Sermaye, ticaret eşyası demektir. Bu durumda ser­maye bidâ’a, sermaye veren mübdi1, alan da nıüstebda’ ola­rak isimlendirilir. [171]

İcâre

(kiralama)

Sözlükte ücret kelimesinden türemiş bir isim olup emeğin ya da eşyanın kiralanması demektir.

Terim olarak, bedel karşılığında bazı menfaatlere sahip olmaktır. Bu bedel, ayn (mal), deyn (borç) ve menfaat şeklinde olabilir.

Fıkıhçılar sözleşme konusunun nev’i itibariyle icareyi iki kısma ayırmışlardır:

  1. a)Eşyanın kiralanması: Ev, dükkan, araba, toprak, el­bise ve benzeri şeylerin kiralanması gibi.
  2. b)Emeğin kiralanması: Sanatçıların, işçilerin ve hiz­metçilerin (emek ve hizmetlerinin) kiralanması gibi.[172]

el-İcâretân

Osmanlılar döneminde ortaya çıkmış bir terimdir. Bundan maksat, vakıf mütevellisi ile bir şahsın, yıpranmış vakıf bi­nalarının tamiri için, vakıf kaynaklarının yetersizliği du­rumunda, bu tamire yeterli parayı vermek üzere anlaşma­sıdır. Bu kiracının, her sene ödediği düştük ücret karşılığın­da, akar üzerinde daimi tasarruf hakkı vardır. Anlaşma­dan doğan bu hakkı .sebebiyle vakıf malı miras bırakılabi­lir ve satılabilir. [173]

el-İcâretü’l-Münecceze

Sözlükte çabuklaştırma, acele etme, hızlandırma vb. an­lamlara gelir. Tamamlama ve meydana getirme gibi anlam­ları da vardır.

Terim olarak, “sözleşme anından itibaren tamamlanan ve geçerlilik kazanan sözleşme” demektir. Bir evin belli bir müddet için ve belirli bir para karşılığında, sözleşme vak­tinden itibaren kiraya verilmesi gibi.

Fıkıhçılarm belirttiğine göre, sözleşmenin başlangıç ta­rihi akit esnasında belirtilmemiş olsa bile kira sözleşmesi yine icâretü’l-münecceze adını alır. O halde icâretü’l-münec-ceze’nin iki şekli vardır.

1– Akit esnasında kiranın başlangıç tarihinin belirtil­miş olması.

2- Kira başlangıcının belirtilmemiş olması. Meselâ “bu evi bir seneliğine şu kadar paraya kiraya verdim” sözünde olduğu gibi.

Fıkıh biliminde icâretü’l-münecceze’rnn mukabili icâ-retü ‘l-mudâfe’dir. [174]

İcâretü’z-Zimme

(zimmetin kiralanması)

Şafiî, Mâliki ve Hanbelî âlimlerinin çoğunluğu, sözleşme konusu menfaatin kaynağı bakımından icâreyi iki kısma ayırmışlardır: İcâretü’1-ayn ve İcâretü’z-zimme.

İcâretü’l-ayn: Eğer icâre konusu, ev, arsa, araba gibi be­lirli bir eşyanın menfaati olursa yahut da elbise dikmek üzere bir terzi kiralanmasında olduğu gibi bizzat bir insan emeği sözleşme konusu yapılırsa bu sözleşme icaretü’l-ayn adını alır.

İcâretü’z-zimme: İcârenin konusu menfaat eğer kiraya verenin zimmetiyle (borcuyla) ilgili ise buna da icâretü’z-zimme denir. Binmek ya da yük taşımak üzere bir hayvan kiralanmasında olduğu gibi. Bu durumda kiracı “Beni fa­lan yere taşımak üzere senden şu hayvanı kiraladım” diye­rek iradesini beyan eder. Burada sözleşme konusu menfaat hayvan sahibinin zimmetiyle ilgilidir. [175]

el-İcâretü’l-Lâzime

(muteber kira akdi)

Terim olarak, haklı bir Özre dayanmadıkça feshedil emeyen ayıp, kusur ve görme muhayyerliği olmayan bir sözleşme türüdür.

Bunun karşıtı, icâre-i gayr-i lâzime sözleşmesidir. Yu­karıda adı geçen muhayyerliklerden biri olunca, bu sözleşmeye icâre-i gayr-i lâzime denir. Eğer sözleşmedeki muhay­yerlikler düşerse, bu takdirde sözleşme icâre-i lâzime adım alır. Nitekim kiracının ayıpları peşinen kabul etmesi ya da mal sahibinin akdin feshinden önce ayıpları gidermesinde durum böyledir. [176]

el-İcâretü’l-MUDÂFE

(zamana bağlı kiralama)

Terim olarak, bir eşyayı gelecekte belirli bir zaman için ki­ralamaktır. Meselâ filan ayın başından itibaren bir evin şu kadar paraya kiralanması gibi. Bir kimse Ocak ayının ba­şından itibaren falan adama bir aylığına evini kiraya ver­se, sonra bir başkasına da Şubat ayının başından itibaren belirli bir müddet için kiraya verse, birinci sözleşme icâ-retü’l-münecceze, ikincisi de icâretü’l-mudâfe adını alır. Bu durumda, ev Ocak ayının sonuna kadar birinci kiracıya, sonra da ikinci kiracıya teslim edilir. Mecelle’de geçtiğine [177] göre icâretü’l-mudâfe geçerli bir anlaşma olup vak­tinin girmesinden önce yürürlük kazanır. Bu yüzden taraf­lardan birisinin, tek taraflı olarak vakti gelmeden sözleş­meyi feshetme yetkisi yoktur. [178]

el-İcâretüt-Tavîle

(uzun vadeli kiralama)

Fıkıhçılar bu deyimi vakıf konusunda özel anlamda kullan­mışlardır. Bununla da ev, dükkan gibi vakıf mallarının bir seneden daha fazla, arsa ve arazilerin de üç seneden daha fazla bir zaman için kiralanmalarını kastetmişlerdir. Söz­leşmenin bir ya da birden çok olmasının önemi yoktur. Bu sözleşmede kiracı mal sahibine “Şu evi birinci sene için şu paraya, ikinci sene için şu paraya, üçüncü sene için de şu kadar paraya kiraladım” diyerek tarihlerini beyan edebilir. [179]

İcâze

(muvafakat)

Sözlükte, geçmek, delmek gibi anlamlara gelir.

Terim olarak, hak sahibinin sözleşmeyi imzalayarak söz, fiil ve davranışlarıyla muvafakatini beyan etmesidir. Fıkıh dilinde, “şimdiki icazet önceki vekâlet gibidir” sözü çok meşhurdur. Yani icazete sahip olan kimsenin yetkisi, icaze­tin verildiği anda değil de, tasarruf hakkının doğumundan itibaren ortaya çıkar. [180]

İczâ

(caizlik)

Sözlükte bir şeyle yetinme, yeterli bulma, kanaat etme gibi anlamlara gelir.

Terim olarak “yapılabilmesi için şartları tamamlanmış iş” manasına gelmektedir. Bu şekildeki bir işin yapılabilmesi için ilâve bir işleme de gerek yoktur. Başka bir deyiş­le bir işin serbest ve caiz durumda bulunmasıdır.

Ancak helal ile iczâ terimlerinin arasını ayırmak gere-» kir. Çünkü iczâ, şüphelerden arınmış değildir. Helal ise şüphelerden uzak, tam bir serbestliktir. Bu açıdan, kerahet içinde bazen iczâ bulunabilir. Fakat bazı serbestliklerde helal bulunmayabilir.

Netice olarak rükünleri, şartları ve vacipleri tamam­landığında, serî tasarruf serbest hale gelir. Bu konunun ayrıntıları fıkıh kitaplarının tasarrufla ilgili bölümlerinde açıklanmıştır. [181]

İddihâr

(biriktirme)

Sözlükte ve terim olarak manası, ihtiyaç anında kullan­mak üzere bir şeyi saklamaktır. [182]

İdrâk

(tazminat)

Sözlükte bir şeyin bir şeye katılması ve ona ulaşması de­mektir.

Terim olarak sözlük manasıyla aynıdır. Meselâ, “Müş­terinin parasını ödemesi gerekti”, “Çocuk erişti”, “O rüya gördü”, “Bir şeyin vakti geldi”, “Meyve olgunlaştı” vb. cüm­lelerde bu deyimin çeşitli yorumları kullanılmıştır. Esasen fıkıhçılar bu deyimi daman (tazminat) konusunda kullan­mışlardır. Meselâ satıcı müşteriye şu şekilde garanti verir: “Satılan eşyada meydana gelecek zararı ben öderim.” Bu kurala fıkıhta damânü’d-derek adı verilir. Hanbelîler ise bunu damânü’l-uhde şeklinde isimlendirirler. Bazı fıkıhçı­lar ise bu deyimi “küçük gümüş parçaları” ya da “herhangi bîr şeyin küçük bölümleri” anlamında kullanmışlardır.

Bu terim ile ilgili fıkıh kaidesi şu şekildedir: Kim ken­di malını birinin yanında bulur ve kendi mülkü olduğunu bir delil ile ispat ederse ya da malı elinde bulunduran kişi malın asıl sahibini tasdik ederse, mal üzerinde herkesten evvel hak sahibi olur. [183]

İflâs

Sözlükte, kişinin önce altın ve gümüş sahibi iken bunları kaybedip fulûs (altın ve gümüş olmayan para) sahibi ol­ması veya fulûsa sahipse, bunları kaybetmiş olması haline denir.

Terim olarak iflâs, insanın malından fazla, borcu olma­sı halidir. Öz varlığı olup olmaması farketmez, esas olan borcun fazlalığıdır.

İbn Kudame’nin dediğine göre “Malı olsa da borcu faz­la olan kimseye müflis denir. Çünkü onun malı borcun ödenmesi yönünde harcanmak zorundadır. Böylece artık o yokluğa düşmüş gibidir.[184]

İfraz

Sözlükte uzaklaşma, ayrılma ve köşeye çekilme gibi anlam­lara gelir ve bir şeyi bir şeyden ayırmak, bir şeye özellik ka­zandırmak demektir. İstilan olarak aynen bu manalarda kullanılır.

Terim olarak fikıhçılar bu kelimeyi, kitaplarının taksim bahsinde kullanmışlardır. Menfaatlerin ve eşyanın taksimi şeklinde iki ayrım yapan fukaha menfaatlerin taksimine mühâye’e adını vermişlerdir.

Eşyamn taksimine gelince bunu da tekrar, taksîm~i if­raz ve taksîm-i ta’dîl şeklinde ikiye ayırmışlardır. Taksîm-i ifraz reddedilmesi mümkün olmayan ve bir değer koymaya ihtiyaç bırakmayan taksimdir.

Ayrıca fikıhçılar satılan, hibe edilen ve rehin bırakılan malı alma şartlarını belirlerken de bu taksimden söz etmişler ve bazıları teslim almanın sıhhat şartı olarak, bun­larda başkasına ait hakkın bulunmayacağını ileri sürmüşlerdir.

Bu şekilde fukaha taksimin aslı üzerinde ihtilafa düş­müşler; bazıları onu bir satış olarak mütalâa ederken, diğer bazıları bir ayırım ve bazıları da payların birbirinden ayrıl­ması ve birbirleriyle değişimi olarak yorumlamışlardır.[185]

İğlâl

Sözlükte, arazinin gelirine denir. Esasen, topraktan elde edilen mahsul, ücret ve benzeri her türlü gelir de “ğalle” olarak değerlendirilir.

Terim olarak ğulûl ve iğlâl kelimeleri hıyanet etmek an­lamına gelmektedir. Ancak ğulûl şerl örfte, ganimetlerden çalmak ve taksimden önce hıyanet ederek bir şeyler almak manasına özellikle kullanılmıştır. İğlâl ise geneldir. Nite­kim hadis-i şerifte “Ödünç mal alan hıyanette bulunmadık­ça, malın telefi durumunda, ödemesi gerekmez” buyurulmuştur. [186]

İğnâ

Sözlükte yeterli oldu, kafi geldi demektir. Konuşma dilinde, “helal beni haramdan yeterince uzaklaştırdı” denilir ki, “helal olanlar bana yeterli geldi” anlamındadır. Yine “filan kimse hiçbir şeyde bana yeterli gelmedi” dendiğinde, “hiz­mette fayda vermedi, yardımda yeterli olmadı” anlamı kas­tedilir.

Sonuç olarak denilebilir ki, ğanâ ile iktifa kelimeleri eş anlamlı olup yeterli olma, fayda verme şeklinde yorumlanır ve terim anlamıyla aynıdır. “Onun yamnda ğanâ yoktur” denildiğinde, yanında yeterli şeyin olmadığı anlatılmak is­tenir.[187]

İhdâm

Sözlükte, hizmet vermek anlamında olup terim anlamıyla aynıdır.

Terim olarak fikıhçılar bu kelimeyi eserlerinin çeşitli yerlerinde kullanmışlardır: Nafaka, iflâs vb. konular gibi.

Onların bu konulardaki şu sözleri meşhurdur: Yaşadığı bölgedeki Örfe uygun olarak, benzeri kadınlara tutulan hiz­metçi zevceye de tutulur. Çoğu fakihlere göre, benzeri ka­dınlara hizmetçi tutuluyorsa, zevceye de hizmetçi tutmak koca üzerine vacib olur ve nafakası da kocaya aittir. Böyle­ce beklenen maksat hasıl olur. Yine, müzmin bir hastalığa yakalanan müflis bir kimseye de nafakadan ayrı olarak hizmetçi tutulur. Bunların dışında konumuzla ilgili olma­yan pek çok konuda bu deyim kullanılır. [188]

İhfâr

Sözlükte, ahdi bozmak anlamında olup fıkhî manasıyla ay­nıdır. Ancak bu kelimeden türeyen hafr kelimesi ise ahde vefa göstermek anlamındadır. Hufra ve hufâra kelimeleri de ahd ve eman manalarına gelir. Hafir ise emâneti teslim alan kimse demektir. [189]

İhlâf

(vaadden dönme)

Sözlükte vefasızlık, söz ve vaadinden dönme anlamlarına gelir Kadı Iyaz’m dediğine göre bunun aslı, bir işi geriye bı­rakmaktır. Half, kötü söz anlamına da gelir. “Sekete elfen, nataka halfen (Bin susar, bir kötü konuşur)” sözünde ol­duğu gibi.

Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste bu sözün anlamı şöyle açıklanmıştır:

“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözden döner ve bir şey emânet edildiğinde ihanet eder.”

Bazı fıkıhçı, bu sözün vaad ve ahid sözcükleriyle birlikte yorumlanması halinde aralarında fark bulunduğunu belirtmişlerdir. Meselâ, Arapça’da “vaadinden döndü” deni­lir, ama “ahdinden döndü” denilmez. Ebu Hilal Askerî’nin dediğine göre ahid vefayı gerektirir. Vaad ise işin bitirilme­si demektir. Bu yüzden “ahdi bozdu, vaadinden döndü” de­nilir.

Bazı fikıhçılar bu kelimeyi yalan ile eş anlamlı kabul ederken diğer bazıları ayrı ayrı yorumlamışlardır. Buna göre yalan şimdiyi ve geçmişi içine alır. Vaadden dönme ise gelecekte meydana gelir. [190]

İhraz

(korunaklı yere koyma)

Sözlükte bir şeyi toplamak, içermek korunaklı yere koymak gibi anlamlara gelir. Muhafazalı yer anlamı da vardır. Fikıh­çılar bu deyimi sözlük anlamına uygun olarak kullanırlar.

Terim olarak “bir şeyi alınmak veya çalınmaktan koru­mak” demektir.

İhraz, ya mekanı koruma şeklinde olur ev, dükkan, hazine ve sandık gibi çevrilmiş yerler koruma içindir ve buralara ancak izinle girilebilir ya da koruyucu bir kişiyle olur.

îhrâz’ın daha iyi anlaşılabilmesi için örfe bakmak lâzım gelir. Çünkü ne dinde ne de dilde bunun sınırı belli değildir. Zamanların, durumların ve malların çok çeşitli olmaların­dan ötürü ihrazın da çok farklı şekil ve uygulamaları vardır.

Mülkün dinî ve meşru bir sebebi olan ihraz ise, sahibi olmayan bir eşyaya el koymak, yani onu sahiplenmektir ve iki şekilde olur:

  1. a)Hakiki: Gerçekten bir şeye sahip olmak, onu elinin altına almak demektir.
  2. b)Hükmî: Sebeplerini hazırlayarak bir şeye sahip olma şeklinde tarif edilir. Meselâ, yağmur suyunu toplamak için yağan yağmurun altına bir kap koymak, balık avı için de­nize ağ atmak gibi.[191]

İhtikâr

(karaborsa)

Sözlükte, bazı eşyayı fiyatının yükselmesini beklemek ama­cıyla toplamak ve saklamak demektir. Hukre, bu deyimden türemiş bir isimdir.

Terim olarak, yiyecek gibi insanların ihtiyaç duyduğu bazı eşyayı satın alarak, fiyatının yükselmesini beklemek üzere saklamaktır.

İhtikâr ile iddihâr arasında biraz fark vardır: İddihâr, bir eşyayı ihtiyaç anında kullanmak üzere saklamaktır, ihtikâr insanlara kesinlikle zarar verir. İddihâr ise insanlara zararlı olan konularda meydana gelebileceği gibi, başkala­rına pek zararı dokunmayan konularda da olabilir. Meselâ para ve kıymetli malların iddihârı, insanların temel ihtiyaç maddelerinden olmadığı için fazla zararı görülmez. Ayrıca iddihârın bazı şekilleri zaman zaman gerekli olmaktadır. Meselâ ümmetin ihtiyacını karşılamak üzere devletin iddi­hârı böyledir. [192]

İhtilas

(yan kesicilik)

Sözlükte, gafletten istifade ederek hile ile bir şeyi almaktır. Terim olarak fıkıhçılar, sözlük manasına, bir şeyi sahibinin elinden açıktan açığa alıp kaçmayı da ilâve etmişlerdir. Hi­lecinin açıktan açığa ya da gizlice alması arasında bir fark yoktur.

Hileciye (muhtelis) dinen hırsızlık cezası uygulanmaz. Çünkü çaldığı malı sahibinin elinden alıyor, ya da yanında-kilerden ve idarecilerden yardım isteyerek geri almak mümkün olabilecek biçimde yürütüyor.

Bu yüzden, muhtelisi suçtan alıkoymak elinin kesilme­sini gerektirmez. [193]

İhtirâf

(meslek edinme)

Sözlükte bir meslek kazanma isteği demektir.

Terim olarak, sözlük anlamıyla yakın biçimde kullanılır. Fıkıhçılar hirfe kelimesini “bir kimsenin para kazanmak amacıyla yöneldiği ve alışkanlık haline getirdiği iş” şeklin­de tarif etmişlerdir.

Ancak iktisâb ile ihtirâf arasında fark vardır. Ihtiraf, kazanç yollarından sadece biridir. Çünkü kesb, mal elde etmek ve kazanmaktan ibarettir. Kazanç, ister ihtiraf yoluy­la isterse başka yollardan olsun arasında fark yoktur. Zenaat ile ihtiraf arasında ise ciddi bir alaka vardır. Zenaat, ihtirann kısımlarından yalnızca biridir ki; çeşitli aletler kullanılarak icra edilen meslekleri içine alır. [194]

İhtisas

Sözlükte özelleştirme, bir şeyi başkalarından ayırma gibi anlamlara gelir.

Terim olarak, İbn Receb’in tarifine göre, bir şeyin fay­dalanma hakkının yalnız bir kimseye ait olmasıdır ki, bir başkası onu sıkıntıya sokamaz. Ancak bu hakkın kazanıl­masında bedel söz konusu değildir ve kapsamı da sınırlıdır. Yani istifade hakkı her çeşit faydaya şâmil değildir.

Alâî’nin dediğine göre, ihtisas iki çeşittir.

  1. a)Mülkiyetin söz konusu olmadığı ihtisas: Islah edil­meden Önceki necis deri vb. şeylerde olduğu gibi.
  2. b)Mülkiyetin vaki olduğu ihtisas: Taşlarla çevrelenip ihya edilen ölü toprak gibi.

Bu konuda Zerkeşî de şöyle demiştir: Mülkiyet İle ihti­sas arasında şu fark vardır: Mülkiyet eşya ve menfaatlerde söz konusu olur. İhtisas ise yalnız menfaatlerde geçerlidir. Böylece ihtisasın kapsamı daha geniş olmaktadır. Bunun için deliller vardır. Meselâ ihtisas, mülkiyeti mümkün ol­mayan, köpek, pis yağ ve ölü hayvan derisi gibi necis şey­lerde de geçerlidir.

Zikretmek gerekir ki bu deyim, daha ziyade Şafiî, Mâ­liki ve Hanbelî âlimleri tarafından kulamlmıştır. Hanefî âlimleri ise bu hususu “hak” deyimi ile yorumlamışlardır. Onlara göre hak, insanın yalnızca istifadesi ve kullanması­na tahsis edilen bir şeydir. Bu konuda kişinin tam tasarruf yetkisi yoktur. Evin yolu, su kanalı ve cadde gibi. İnsanın komşusunun yerinden, evinin yolu ya da su kanalı vesile­siyle istifade etmesi hakkıdır. Ancak burayı mülk edine­mez; hibe ve satma hakkı da yoktur. Bu görüş de Kâbisî’ye aittir. [195]

İhtişâş

(ot toplama)

Sözlükte, haşhaş kesmek ve toplamak anlamına gelmekte­dir. Haşîş ise kuru ot demektir. Ona yaş olduğu sürece haşîş denmez.

Terim olarak, ister kuru ister yaş olsun haşiş kesmek demektir. Kelimenin yaş otu da kapsaması mecazidir. Çünkü kuru ot, yaş ottan elde edilir. Bazı fıkıhçılar da bu terimi “temlik amacıyla kuru ot toplamak” şeklinde tarif et­mişlerdir. [196]

İhtitâb

(odun toplama)

Sözlükte, odun toplamak demektir. Hatab, yani odun yak­mak için ağaçtan elde edilen bir çeşit yakıttır. Hattâbe de­yimi de odunculuk mesleğini yapanlara denir.

Terim olarak sözlükteki anlamları kullanılır. Bazı fı­kıhçılar bu kelimeyi “temlik amacıyla yakmaya uygun ağaçlan toplamak” şeklinde tarif etmişlerdir. [197]

İhtiyâç

Sözlükte muhtaç olma, bir şeye gerek duyma gibi anlamla­ra gelir. Hacet kelimesi de bir şeye isteyerek gerek duyma yahut onu gerek duyarak isteme demektir.

Terim olarak elde edilmediği takdirde insanı sıkıntı ve darlığa düşüren şey olarak yorumlanır. Usulcüler maslaha­tın üç kısmından söz ederler: zarûriyye, hâciyye ve tahsî-niyye. Bunlardan hâciyye terimini şöyle yorumlamışlardır: Genişlik veren ve çoğu kere inşam sıkıntı ve meşakkate so­kan darlıkları kaldırmak için gerekli olan şeylerdir.

Fıkıhçüara göre hacet, insanı yasak bir işlemi yapmaya götüren sıkıntı ve zorluk halidir. Ancak hacet, zaruret değildir, Çünkü hacet kaybedildiği ya da elde edilemediği takdirde kişinin helaki, can, ırz ve malında çok büyük bir zararı söz konusu değildir. Eğer hacet bu kadar önemli ol­saydı fıkıhçılar bunu, haramların mubah kılınması konu­sunda zaruret gibi kabul ederlerdi. Bu noktada hacetin hu­susi ya da umumi olması arasında fark yoktur.

Hâcet-i umumi, bütün insanların., Önemli bir menfaati elde etmek için. gerek gördükleri ve muhtaç oldukları şey ya da şeylerdir.

Hâcet-i hususi, bir insan topluluğunun ya da sanat ve meslek erbabında olduğu gibi bazı müşterek vasıflan olan grupların muhtaç oldukları şeylerdir.

Hâcet-i ferdiyye, eğer ihtiyaç bir ya da aralarında mes­lek birliği olmayan birkaç kişiyle ilgili ise bu ismi alır. Ancak hâcet-i ferdiyye, hâcet-i umumi ve hâcet-i hususide ol­duğu gibi haramların mübahlığı konusunda, zaruret gibi onun derecesinde değildir. [198]

İhtiyâl

(hile)

Sözlükte, iş idaresindeki ustalık anlamındadır, örfte ise, bir kimsenin maksadını gerçekleştirmek için, ince zeka ve kabiliyetiyle bulduğu gizli yollar anlamında yorumlan­mıştır.

Terim olarak ihtiyalin hükmü, hem niyet ve maksat açısından hem de işin sonuçları bakımından çeşitlilikler göstermektedir:

a- Haram olan ihtiyat: Bir kimse vacib bir hükmün za­hiren düşmesine sebep oluyorsa veya bir haramın bu yolla zahiren helal kılınmasına yol açıyorsa bu tür ihtiyâl fıkıhçılar nazarında haram sayılmıştır. Bu iş ile şeî bir hükmün iptali ya da başka bir hükme dönüştürülmesi ve böy­lece kuralların delinmesi kastedilmişse bu da dinin yasakladığı bir haramdır.

b- Caiz olan ihtiyal: Bir hakkı almak, bir batılı, yanlı­şı gidermek, bir haramdan kurtulmak ya da bir helale ulaşmak maksadına yönelik olursa o zaman ihtiyâl caiz olur. Buna şer1! delil şu ayettir: “Eline bir demet sap alıp onunla vur ve yemini bozma. [199]

c- Haram ya da caiz olduğu ihtilaflı olan konular: Bir konuda Allah Teâlâ’nın maksadı tam olarak belli değilse ve üzerinde bir ittifak yoksa; konunun durumuna göre şeri­atın koyduğu maslahata aykırılığı açık değilse, bu durumlarda ihtiyalin haramlığı ve caizliği ihtilaflıdır.

Bazı fıkıhçılar, ihtiyal maslahata aykırı ise bunun ya­sak olduğunu söylemişlerdir. Eğer maslahata aykırı değil­se onu da caiz görmüşlerdir. Ancak bu durumda, ihtiyal ya­pan mükellefin maksadı, hüküm koymada, Allah’ın maksa­dına aykırı olmaması gerekir. [200]

İhtiyar

(tercih)

Sözlükte bir şeyin diğerlerine üstün kılınması demektir. Terim olarak insanın, bir işin olması ya da olmaması konu­sundaki tercih gücünü ortaya koyarak iki şıktan birine yö­nelmesidir.

Hanefî âlimleri rıza ile ihtiyarı farklı şekilde yorumla­mışlardır. Onlara göre ihtiyar, iki şıktan birini diğerine tercih etmektir. Rıza ise bir şeyi tercih etmekten ve onu güzel yapmaktan doğan ruhi bir ferahlıktır. Bu durumda ikisi arasında bir yön birliği yoktur. Kişi bazen nefsine gelen bü­yük bir kötülüğe mani olmak için razı olmadığı bir işi ter­cih edebilir.

Hanefîler nazarında bu ayrılık, mekruh meselelerde or­taya çıkar. Çünkü onlara göre İkrâh-ı gayr-i mülcî rızayı bozar, fakat ihtiyarı bozmaz. Ama ikrâh-ı mülcî rızayı yok eder, ihtiyarı da bozar.

Ebu Hilal bu konuda şöyle demiştir: Muhtar, hakikatte iki şeyden hayırlı olanı isteyen kimsedir. Yahut da, zorlama olmaksızın nefsine uygun olan iki şeyden birini seçen kim­sedir. Şayet insan bir şeyi seçmek için zor durumda kalırsa bu kişi muhtar ismiyle isimlendirilmez. Çünkü ihtiyar, ız-tırârın zıddıdır.

Hanefîler ihtiyarı üç kısımda incelemişlerdir.

  1. a)İhtiyar-ı sahih: Maksadın hür olarak serbestçe belir­lenmesidir. Yani tam bir ehliyetle, ikrâh-ı mülcî olmadan yapılan tercihtir.
  2. b)îhtiyâr-ı bâtıl: Deli veya gayr-i mümeyyiz çocuğun ihtiyarıdır. Çünkü bu iki kimsenin tercihi geçersizdir.
  3. c)îhtiyâr-ı fâsid: Başkasının ihtiyarına, tercihine da­yandırılmış bir iş demektir. Yani bu durumda insan, terci­hinde bağımsız değildir. Bir ikrâh-ı mülcî sebebiyle yönlen­dirilmiştir.[201]

İhtiyat

(tedbir)

Sözlükte, bir işi bütün yönleriyle sağlama almaktır. Ayrıca hatadan korunmak ve sakınmak anlamları da vardır.

Terim olarak, bir şeyden şüpheleri gidermeyi sağlayan işlem demektir. Cürcânî’nin dediğine göre o, insanı günah­lara düşmekten korumaktır. Belki bu konuda en güzel ta­rif şudur. “İhtiyat, haram veya mekruh şüphesi bulunan iş­lere düşmekten mükellefi korumaktır.”

Şüpheli şeylerden korunmanın üç yolu vardır: Yapma, terketme ve tevakkuf (araştırma). Şüphe teriminin kulla­nılmasıyla zan ve vehim dışarda kalmış olur. Çünkü zan tercih edilen yöndür ve bu yönde hareket etmek gerekir. Vehim ise yapılması veya terkedilmesi arasında pek fark bulunmayan bir belirsizliktir. Ondan uzaklaşmakla vesve­se gider. Zaten vesvese bir ihtiyat yolu değildir.

Şunu açıkça belirtmek gerekir ki ihtiyat, haramdan ve haram şüphesinden korunmak söz konusu olunca vacip olur. Mekruhtan korunmak söz konusu olunca da ihtiyat menduptur.

ihtiyat ilkesinin kaynağı Buhârî’deki şu hadis-i şeriftir: “Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasındaki şüpheli şeyler çoğu insanlar tarafından bilinmez. Kim on­lardan sakınırsa din ve ırzını korumuş olur. Kim de onları işlerse harama düşümüş olur. Tıpkı koruluğun etrafında hayvanlarını otlatırken, onların koruluğa girmelerinden korkan bir çoban gibi. [202]

İhyâu’l-Mevât

(arazi ıslahı)

Sözlükte ihya, bir şeyi canlandırmak, diriltmek, faydalı ha­le getirmek anlamlarına gelir.

Mevât da, meskun olmayan boş arazi demektir.

Terim olarak, sahipsiz ve herhangi bir kimsenin fayda­lanmadığı boş araziyi imar etmektir. Burada imardan maksat, araziyi bina yaparak, ağaç dikerek ve sulayıp işle­yerek verimli hale getirmektir. [203]

İkâle

Sözlükte kaldırma, yok etme, anlamına gelir. Meselâ “Allah ondan zorluğu kaldırdı” denildiğinde, Allah’ın onu düşmek­ten kurtardığı kastedilir.

Bu anlamda ikâle, bey’ konusunda kullanılır. Çünkü o ahdi kaldırır, bozar ya da ibtal eder.

Fıkıh terimi olarak ikâle, akdi kaldırmak, sonucunu geçersiz kılmak veya karşılıklı rızaya dayalı olarak iki taraf üzerinden akdin sonuçlarını hükümsüz kılmak demektir. [204]

İkrah

(zorlama)

Sözlükte, bir kimseyi istemediği bir şeyi zorla yapmaya yö­neltmektir.

Terim olarak bir kimseyi istemediği bir sözü söylemeye ya da bir işi yapmaya sevketmektir ki, insan serbest kalsa bu işi yapmayı asla tercih etmez. Burada rızâ (isteme) söz­cüğünden maksat, bir şeyi yapmaktan duyulan gönül rahat­lığı ve genişliktir, ihtiyar (tercih, seçme) sözcüğünden kas­tedilen ise, varlık ve yokluk gibi tereddütlü olan iki durum­dan birine yönelerek tercih etmektir. Eğer insan bu terci­hinde, bağımsız ve müstakil hareket ederse tercihi doğru­dur. Eğer bağımsız ve müstakil değilse tercihi yanlıştır.

Hanefî âlimleri, rızâ İle ihtiyar deyimlerinin arasında fark görmüşler ve her ikisini de ayrı ayrı yorumlamışlardır. Onlara göre ihtiyar, rıza’dan daha geniş kapsamlıdır. Zira ihtiyar bulunduğu zaman rıza bulunmayabilir. Meselâ yü­kümlü, ehven-i şerre ve iki zarardan daha hafif olana yöne­lirse durum böyledir. Yani burada rıza yoktur. Fıkıh dilin­de bu durum ihtiyâr-ı fâsid diye isimlendirilir. Fakat, Hanefîlerin dışındaki bütün âlimler bu iki sözcük arasında ayırım yapmamışlardır.

îkrâh bir başka açıdan iki kısma ayrılır: îkrâh-ı mülcî ve ikrâh-ı gayr-i mülcî. Fıkıhçılar bunlardan her birini çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. Bunlar için ilgili maddele­re ve kaynaklara bakılabilir. [205]

İkta

Mülkiyet ve faydalanma bu kelimenin sözlük anlamların­dan bazılarıdır. Meselâ, devlet başkanı bir toprak parçası­nı temlik olarak vermek istediğinde, “devlet başkanı orası­nı ona tahsis etti” denilir ve toprağı alan kimse oranın sa­hibi olduğu için istediği gibi kullanabilir.

Yine, “devlet başkanı, şu araziyi orduya iktâ olarak verdi” denildiğinde, oranın gelirini orduya ayırdığı anla­şılır.

Fıkıh dilinde ise, devlet başkanının beytülmâlden ala­cağı bulunan bir kimseye iktâ olarak verdiği arazi şeklinde yorumlanır, yani devlet reisi orasının mülkiyetini veya fay­dalanma hakkını bir kimseye vermiştir. Bu arazilere katâi’ denilir ve tekili katî’a şeklinde kullanılır.

Fıkıhçılar iktâ arazilerini üçe ayırmışlardır: temlik, is-tiğlâl ve irfâk.

Temlik: Mülk olarak verilen arazi. îstiğlâl: Mülkiyeti devlete ait olmak üzere sadece geliri verilen arazi. İrfâk: Yine mülkiyeti devlete ait olmak üzere faydalanma hakkı devi’edilen arazi. Mütercim.[206]

İktâr

(cimrilik)

Sözlükte, nafakayı azaltma anlamındadır. “Ailesinin har­camasını kıstı” sözünden harcamalarım daralttığı ve sınır­landırdığı anlaşılır.

Terim olarak iktâr israfın zıttı olup sefan ikisi de kötülenmiştir. Nitekim Kufan-ı Kerim’de “Onlar harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İkisinin ortasında bir yol tutarlar [207] buyrulmuştur. Ayrıca bu kelime fakir anlamında da kullanılmıştır.

Bu anlamda Kurân-ı Kerim’de “Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre verir [208] mealinde bir ayet bulunmaktadır.

Râgıb der ki: Bu kelimenin aslı kutar ve kater sözcük­lerinden türemiştir ve odun, et gibi şeylerin dumanı anla­mına gelir. Sanki muktir (cimri) bir şeyin sadece duma­nından faydalanan kimse gibidir.

Bu kelimenin sözlük anlamlarıyla fıkhı terim olarak anlamı aynıdır.[209]

İktinâ

Sözlükte iktenâ fiilinin mastarıdır ve bir şeyi ticaret için de­ğil kendisi için edinmek demektir. Fıkhı terim olarak kul­lanılışı sözlük anlamından farklı değildir.

Bu kelime fıkıh dilinde daha ziyade zekat bahsinde geç­mektedir. Çünkü fıkıhçılar eşyayı, bizzat insanın kendi kullandığı eşya ve ticaret için sermaye olarak ayırdığı eşya şeklinde ikiye ayırmışlardır. İnsan kendisi için olan eşyalar arasında, elbiseler, ev eşyaları, binek arabası, ev, dükkan ve mefruşatı, sanatkârların iş âletleri ve benzeri şeyler sa­yılabilir ve bunlar için zekat ödenmez.

Ticaret için, satmak ve kâr yapmak amacıyla hazırla­nanlara gelince, bunlar için zekat vardır. Yalnız bu hüküm , altın ve gümüş için uygulanmaz. Çünkü altın ve gümüşten insanın kendi kullandığı ve ticaret için olmayan kısmı da zekata tabidir. Onların külçe, ziynet, sikke veya kap kaçak olarak kullanılması, hükmü değiştirmez. Bunlar ister tica­ret niyetiyle biriktirilmiş olsun ister başka bir niyetle elde bulunsun, yine hüküm aynıdır. Çünkü bunlar yaratılış iti­bariyle ticari özellik taşımaktadırlar.

Hanefî âlimleri bu şekilde kural koydular ve Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî âlimleri de kadınların ziyneti dışında, bütün bu hükümleri kabul ettiler.[210]

İktinâz

(mal yığma)

Sözlükte kenz kelimesinden türemiştir. Toprak altı ve top­rak üstü varlıklarından biriktirilen herşey anlamında kul­lanılır. Başka bir deyişle iktinâz, eşyayı toplamak ve tut­mak demektir. Şer’î bir İstılah olarak, Kur’an’ı Kerim’de de belirtildiği gibi “Altın ve gümüşü biriktirenler [211] ayeti sadaka olarak harcanmayıp da kendinden beklenen görevi yerine getiremeyen mallar olarak yorumlanır. Sırf erzak olarak biriktirilenler bu gruba dahil edilmez.

Kadı Iyaz’ın dediğine göre; üzerine zekat gerekip de ödenmeyen her malın iktinâz olduğunda büyük imamların hepsi ittifak etmişlerdir. Allah Teâlâ’nm ayette söz konusu ettiği kimseler bunlardır. Zekatı verilen mallar ise, iktinâz kapsamının dışındadır. [212]

İktisâr

Sözlükte yetinmek ve haddi aşmamak anlamlarında kulla­nılır.

Terim olarak ise, sebebin meydana geldiği anda hük­mün sabit olması, ne sebepten önceye ne de ondan sonraya bırakılmaması demektir ve şöyle tarif edilir: “Hükmün şu anda sabit olması.” Meselâ bey-i nafiz ve talak-ı müneccez-de olduğu gibi.

Bey-i nafiz: Başkasının hakkı bulunmayan ve hemen mülkiyetin vâki olduğu bey’. Talak-ı müneccez: Bir şarta bağlı olmadan hemen vaki olan talak.- Mütercim. Buna göre iktisâr:

  1. Hükmün ortaya konulma yollanndan biridir.
  2. Bu yolla hükmün sabit olması şu an için söz konusu olur. Geriye de işlemez, geleceği de bağlanmaz.
  3. 3. O bir inşadır (kesin ve doğru söz); Haber (yanlış ve yalan ihtimali olan söz) değildir.
  4. 4. Şüpheli olmayıp kesin bir inşadır.

Açıkça anlaşılmaktadır ki, sözlük anlamiyle bu fikhi anlamlan arasında fark yoktur. Çünkü hükmün varlığı şu an için kesinleşmiştir. Yani hal ile yetinilip, geçmişe dönül­memiş ve geleceğe uzanmamıştır.[213]

İktisâd

Sözlükte kasd demek olup o da orta yol ya da istikamet isteme anlamlanna gelir. Aynca, düz yol, benzerlik gibi an­lamlan da vardır. “O doğru yol üzeredir” sözü konuşma di­linde (sık sık) kullanılır.

Terim olarak kullanımına gelince, ifrat ve tefrit gibi iki aşırı ucun ortası, yani orta yol anlamında yorumlanır ki, burada birbirine zıt iki taraf vardır: eksik yapma ve sınırı aşma.

Muktesıd, tam orta yolu tutan ve iki uç arasında bir denge kuran kimsedir.

îzz b. Abdisselam bu konuda şöyle demiştir: “İktisâd iki derece arasında bir derece ve iki yer arasında bir yerdir. Bunlar ise uçtur: Taksir menfaat elde ederken çok sıkı dav­ranmak; israf bu konuda çok açık olmak; iktisâd ise ikisinin ortasıdır. Taksir ve israf kötüdür. Güzel olan israf ile taksirin ortasıdır. Çünkü işlerin en güzeli aşırılıklardan uzak olanıdır.”

İbn Kayyim’e göre, hırs ile iktisâd arasındaki fark şu­dur: İktisâd hikmet ve adalet gibi iki güzel huydan doğar. Adalet, cimrilik ile israf arasında bir denge noktadır. Hik­met ise bu iki davramşı en uygun bir yere koyar ve bu ada­let ve hikmet gibi iki güzel huydan da iktisâd doğar.

Hırsa gelince, kötü bir huy olup suizan ve kişilik za­afından doğar. Şeytanın vaadi onu tedirgin bir hale getirir ve aşın hırs kaplar. Neticede o kişide cimrilik ve kaybetme korkusu doğar. [214]

İktiyât

(azık)

Sözlükte azığı yemek anlamına gelir. Azık (kût) ise, haya­tın devamı için yenebilen her şeydir. Buğday, pirinç vb. maddeler gibi. Azık olarak kullanılan şeyler, bedenin varlı­ğını sürdürmek amacıyla gıda olarak aldığı azık olmaya uygun olan maddelerdir. Eğer bir şey cismin ihtiyaçlanna destek olmuyor, hayatın devamında bir önem taşımıyorsa bu, azık (kût) olarak kabul edilmez.

Terim olarak, sözlük manasıyla aynı yönde kullanılır. Desûkî’nin tarifine göre, kullanıldığı takdirde bünyeyi kuvvetlendiren az kullanıldığı ya da hiç kullanılmadığı zaman ise bünyeye zarar vermeyen şeylerdir. Gıda deyimi, azık deyiminden daha geniştir. Çünkü insan, gıdayı, bazen azık olarak kullanır, bazen ilaç olarak alır, bazen de ekmek ve meyva olarak yer.

Fıkıhçılar bu deyimi zekat, faizli satışlar ve ihtikâr gi­bi konularda kullanmışlardır. İsteğe bağlı ve azık olarak kullanılan ve biriktirilebilen zirai ürünler ile meyvalar gibi maddelerin zekatında fıkıhçılar arasında ihtilaf yoktur. Fakat, azık olarak kullanılmayan maddelerde zekatın va­cip olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Çoğu fıkıhçüa-ra göre, faizli satışlarda, ribanın varlığı için, eşyanın azık olup olmadığına bakılmaz. Ancak Mâlikîlere göre ribanın sebebi, eşyanın azık olarak kullanılabilen maddelerden sa­yılması ve biriktirilebilir olmasıdır. Onlara göre azık deyi­minin anlamı, tuz ve baharat gibi kût (azık) olmaya mü­sait olan her şeydir.

Fıkıhçılar, azık olarak kullanılan maddelerin ihtikârı­nın yasak oluşu üzerinde ittifak etmişler; bunların dışında­ki konularda ise ihtilafa düşmüşlerdir. [215]

İktizâ

Sözlük ve fıkıh terimi olarak hakkı geri almak, elde etmek anlamlarına gelir. “Filan kimse alacağını borçludan aldı” derken bu anlamda kullanılır. Ayrıca hak isteme anlamı da vardır. Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v.) “Allah, mal satarken, alırken ve hakkını isterken kolayı tercih eden kuluna geniş merhamet etsin” buyurmuştur. Burada kullanılan iktizâ deyimi kolaylıkla ve zorlamadan hakkın ve borcun ödenmesini istemek de­mektir.

Usulcüler bu deyimi delâlet anlamında kullanmışlar ve şöyle yorumlamışlardır: Emir, bir işin vacip oluşuna delâlet eder. Yine onlar bu kelimeyi talep anlamında kullanmışlar ve bu konuda da şu yorumu yapmışlardır. Yükümlülük ge­tiren teklifi hükümler, mükelleflerin işleriyle ilgili isteme (iktizâ) veya serbest bırakma yoluyla belirlenen Allah’ın hi­tabıdır. Burada da iktizâ kelimesi, talep anlamındadır. Bu talep bir işi bazen yapmak isteme, bazen de terketmek isteme şeklinde olur. [216]

İlcâ

(zorlama)

Sözlükte, zorlama ve mecburiyet anlamlarına gelir. Terim olarak Hanefî fakihleri bu kelimeyi ikrâh’m taksiminde kullanırlar. Onlara göre ikrah, ikrâh-ı mülcî ve ikrâh-ı gayr-i mülcî olarak iki kısma ayrılır.

Bütün malı telef etmekle veya kendi yakını bir insanı öldürmekle tehdit etmektir. Fıkıhçıların dediklerine göre, ikrah-ı mülci rızayı yok eder ortadan kaldırır, fakat ihtiya­rı yok etmez, sadece bozar.

İkrâh-ı gayr-i mülcî, can ve organ telefine yönelik olma­yan tehdittir. Kısa bir süre için hapis, Ölüm ve organ telefi­ne sebep olmayan dövme gibi.

İkrâh-ı gayr-i mülcî de rızayı kaldırır, fakat ihtiyarı bozmaz. Çünkü burada, yapılması istenen şeye karşı kesin bir zorlama yoktur ve bu sebeple yükümlünün tehditlere karşı sabretme imkânı vardır. Ikrâh-ı mülcîde ise böyle bir imkân söz konusu değildir. [217]

İltizâm

Sözlükte lezime fiilinden türemiş bir kelimedir. Lezime fiili, sabit ve devamlı oldu anlamına gelir. Mal kelimesi ile bir­likte kullanıldığında da “üzerine gerekli oldu” demektir. “Onu mal ve çalışmakla görevlendirdim ve o da yüklendi” cümlesinden “Ben bu görevleri ona yükledim ve o da üze­rinde kaldı” anlamı çıkar.

İltizâm kelimesi, İslâm fıkıhmda kullanılan müşterek lafızlardandır ve iki anlamda kullanılır;

Özel anlamı, bir kimsenin, Örfen malum bir şeyi yap­mak için onu üzerine alması ve yüklenmesidir. Bu yüklenme bir sebebe bağlı olsun veya olmasın anlam değişmez ve nafile işlemleri kapsar. Fakat bu anlayış Mâlikî mezhebine mahsustur.

Genel anlamı ise, bir kimsenin, ister kendi ihtiyarıyla ve içinden gelen bir istekle olsun, isterse Şâri’in ona yüklediği bir mecburiyetten olsun, herhangi bir işi üzerine alma­sı ve yüklenmesidir. Allah’ın koyduğu bir emri, O’na itaat ve emrine uymak için elbette yüklenecektir. [218]

İmtiyaz

(ayrıcalık)

Sözlükte, yalnız bırakmak ve ayırmak anlamlarına gelir. Fıkıhçıların da bu kelimeyi bundan farklı anlamlarda kul­landıkları görülmüştür.

Modern hukuktaki anlamı ise, bir şirket veya bir mües­sese kurmak, belirli bir projeyi yürütmek veya işletmek için bazı kimselere verilen izin yahut da Özel bir hak şek­linde yorumlanmaktadır. Meselâ devletin kendi toprakla­rında petrol aramak ve çıkarmak için şirketlere verdiği izin, imtiyazın bir örneğidir.

İmtiyaz Fransa’da ticari hayatta da geçerlidir. Şöyle ki, üretici ile pazarlamacı arasında ayrı ayrı veya topluca anin şma yapılır. Üretici pazarlamacılarına, üzerinde anlaş­tıkları belirli şartlara göre kendi ürünlerinde tasarruf hak­kı verir. Yine, hükümetin veya bir şirketin, kamu hizmetle­rini yürütmek ve takip etmek üzere bir kimseye verdiği özel hak ve yetkiye de imtiyaz adı verilir. Bir nakliye şirketine, imtiyaz olarak, bir kentin bazı caddelerinde veya bel­li kentlerde araba seferleri düzenleme hakkı vermek gibi. [219]

İmza

Sözlükte, geçerli kılmak, gerçekleştirmek ve uygulamak gi­bi anlamlara gelir.

Terim olarak ise icazet yani izin anlamında kullanıl­maktadır. “Sözleşmeyi imzaladı” denilir ki, icazeti üzerinde düşündükten sonra, onu geçerli kıldı veya şart koyma, ku­sur bulma ve özelliklere ayırma serbestlikleri gibi, bilinen şefi serbestliklerden birisi ile feshetme hakkının varlığına bağlı olarak onun uygulamaya konulmasını kesin olarak kabul etmek demektir.

Müslim’in rivayet ettiğine göre Nebi (s.a.v.) şöyle bu­yurdu:

«insanoğlu “benim malım benim malım” der durur, ye­diğin, tükettiğin, giydiğin, eskittiğin tasadduk ettiğin ve imzaladığından başka senin neyin var?»

Fukahanın dediğine göre hadisteki imza deyimi veril­mesi kesinlikle zaruri olan bir sadaka anlamındadır. İbn Talla’ el-Kurtubî demiştir ki: “Resul (s.a.v.) sadakada imza­yı şart koşmuştur. İmza ise vermek demektir.[220]

Sözlükte çözülme kelimesinin zıttıdır ve te’kid, tevsik ve ir­tibat gibi anlamları vardır.

Terim olarak, sözleşmenin taraflarından birisinin koy­duğu îcâb (teklif) ile, diğerinin, sözleşme konusu eşya üzerinde hemen etkisini gösteren kabul’ü arasında bir bağ kurmaktır. Bunun üzerine, taraflardan her birinin diğerine yüklediği sorumluluklar ve yükümlülükler meydana gelir. Böylece, îcâb ve kabul, sahipleri üzerinde tesiri görülecek bir biçimde birbirine bağlanır.

îcâb ve kabul ne zaman, şerî şartları ortaya çıksa, iki­si arasında hemen irtibat kurulur. Esasen bu irtibat, sözleşmenin tarafları olan iki kişi arasındaki irtibattır. Taraf­lardan her biri, diğer tarafa karşı sözleşmenin getirdiği hak ve sorumluluklarla yükümlüdür. [221]

İnâbe

Sözlükte rucû’ (dönme) anlamındadır. Yine başkasının makamına oturmak, vekalet etmek anlamına da gelir.

Fıkıh terimi olarak birinin adına tasarruf hakkını kul­lanmak demektir ve üç şekli vardır: Velayet, Vesayet ve Vekâlet.

Velayet: Bazı kusurlu akrabalar üzerindeki, dinen sabit olan gözetim hakkı ve görevidir. Babanın ve dedenin hakkı.

Vesayet: Hakimin, bazı kusurlu kimseler için onlar adı­na tasarrufta bulunmak üzere bir kimseyi tayin etmesidir. Tayin edilen kimseye vasi denilir.

Vekâlet: Bir kimsenin, hayatta kendi yapabileceği bazı işleri kendi adına yapmak üzere sözleşmeye dayalı olarak başka bir kimseyi tayin etmesidir. [222]

İnfaz

Sözlükte, imza, yani geçerli kılına anlamına gelir. Gönder­me ve sevk etme anlamları da vardır. Meselâ konuşma dilinde, “Ali’yi sana gönderdim”, “Kitabımı sana yolladım”, “İhtiyaç duyduğun her şeyi sana gönderdim” denilir. Bun­ların hepsinde söz konusu kelimenin fiili kullanılmıştır.

Terim olarak, infâzü’l-akd ve infâzü’t-tasarruf ifadeleri kullanılır. Bu ifadelerle akdi geçerli kılma, kabule razı olduğunu gösteren her türlü söz ve işaretle tasarrufa izin ve yetki verme manaları kastedilir. Bir başka deyişle akdin geçerli kılınmasına razı olduğunu açıkça gösteren iradesini söz, fiil veya zaman belirten çeşitli vasıtalarla ifade etme­sidir.

İnfaz deyimi fıkıh dilinde akd-i mevkuf konusunda kullanılmıştır. Bundan maksat hak sahibinin akdi imzalamaya razı olduğunu açıklamasıdır. Çünkü akit, hakkının gözetilmesine veya zararının giderilmesine hükmetmekte­dir.

Yine infaz terimi gayr-i lazım konusunda da kullanıl­mıştır. Burada kastedilen mana da akitte muhayyerliğin bulunmasına razı olan bir kimsenin bunu gösteren her tür­lü söz ve fiilidir. Bu anlamda infaz tasarrufla birlikte bulu­nur. Yukarıda belirtildiği şekilde infaz tasarruftan önce bu­lunursa bu, infaz değil izin olur. [223]

İnfisah

(akdin bozulması)

Sözlükte bir şeyin bozulması demektir. Meselâ kararın bo­zulması, satış akdinin bozulması gibi. Ayrıca bitme, sona erme ve çözülme anlamı da vardır.

Terim olarak, “akdin bozulması” sözü, fıkıhçılar arasın­da, akdin bitmesi, sona ermesi ve çözülmesi anlamlarında kullanılır. Burada akdin çözülmesi, iradi olmayan bir sebep dolayısıyladır. Müşteriye tesliminden önce satılan eşyanın kaybolması sebebiyle akdin kendiliğinden fesholması gibi. Çünkü bu durumda, sözleşme konusu olan eşya kayboldu­ğu için, müşteriye teslim etmek üzere sözleşmenin uygula­maya devam etmesi artık imkânsızdır. Böylece devamı için dayanacağı bir şeyi kalmayan sözleşme kendiliğinden fes-holur. Eğer sözleşme devam edecek olsa, müşterinin para­yı ödemesi gerekir. Parayı ödeyince de eşyanın teslimini is­temesi hakkıdır. Halbuki satıcının eşyayı artık teslim et­mesi imkânsızdır ve iki tarafın da bir şey istemesi esasen mümkün değildir. Böylece, sözleşmenin devamında bir fay­da olmadığı için zaruri olarak fesholunur. Sözleşme fesho-lunca, müşteriden borç düşer. Çünkü akdin asıldan bozul­muş olması yok hükmündedir.

Meselâ, taraflardan birinin ölümüyle, müzaraa, müsa-kat. ve şirket sözleşmelerinin fesholduğu gibi. Çünkü bu sözleşmeler sonuç getiren ve sürekli yenilenen pratik yü­kümlülükler koyar. Yine tarafların ve mahallin varlığına dayalı olarak, sözleşmeden çekilmek ya da devam etmek mümkündür.

Karâfi’ye göre infisah: “İki karşılıktan (bedel) her biri­nin sahibine dönmesi” demektir. [224]

İntâc

(yavrulama)

Sözlükte, atın doğurmasına denir. Atın yavrusuna da netûc denilir. Çağdaş iktisattaki anlamı ise kaynakların, gelir ge­tirmesi, ihtiyaçların giderilmesi ve yeni gelir kaynakları yaratılması demektir.

Fıkıhçılar ise kelimeyi bu anlamıyla kullanmazlar. [225]

İntifa

(kullanma hakkı)

Sözlükte hayrın en iyisine, en faydalısına ulaşmak anlamı­na gelir. Esasen hayırlara vesile olan ve onlara ulaşmaya yardımcı olan her şey bu kelimenin kapsamına girer. İnsa­nı hayra götüren her şey hayır ise nef hayırdır ve zıttı da zarafdıv.

Terim olarak bazı fıkıhçılar caiz olan intifâ’yı şöyle ta­rif etmişlerdir: Çıplak mülkiyeti kullanana ait olmasa bile, bulunduğu durumu koruduğu müddetçe, bir eşyayı kullan­ma ve değerlendirme hakkıdır. [226]

Çoğu kere fıkıhçılar bu kelimeyi hak ve mülk kelimele­riyle birlikte kullanırlar. Hakk-ı intifa, temlîk-i intifa gibi. Bu da, bir kimseye kendi başına hareket etmesi için izin ve ruhsat vermektir. Medrese ve ribatlarda barınma hakkı; Mescidlerde ve çarşılarda oturma hakkı ve yol ve nehirleri kullanma hakkında olduğu gibi umuma zararı dokunma­yan konularda söz konusu olur. Yine, sahibinin girilmesine izin verdiği yerlere girmek, yenilip içilmesine müsaade edi­len, verilen şeyi yemek, içmek ve benzeri konular da bu ka­bildendir.

Bir şeyi kullanmak üzere kendisine izin verilen kimse, bu hakkını, bedelli ya da bedelsiz başkasına devredemez.[227]

İnkıta

(sözleşmenin kesilmesi)

Sözlükte yokluk, kesiklik, kopukluk anlamlalrma gelir. Me­selâ “yağmur kesildi veya nehir kesildi” denildiğinde, ya­ğan yağmurun durduğu, nehrin suyunun kuruduğu veya baraj ve benzeri sebeplerle hapsedildiği anlaşılır.

Terim olarak fıkıhçılar bu kelimeyi, selem, k&rz ve bey’ gibi konularda kullanmışlardır. Onlar seleme konu olan eşyanın, teslimi anında yok olması ve ödenecek borç için ge­rekli paranın piyasada bulunmaması gibi konularda inkıta’ deyiminden söz etmişler ve fikirlerini bu kelimeyi kullana­rak yorumlamışlardır. Seleme konu olan eşyanın yok olma­sından murad, bu eşyanın benzeri bîr şeyin, evlerde bulun­sa bile çarşılarda bulunmaması demektir. Çünkü bir şey çarşılarda bol olarak mevcut değilse o munkatı’ sayılır.

Gerekli paranın bulunmaması sözüyle de onlar bu pa­ranın evlerde ve sarraflarda bulunsa bile insanların elinde bulunmamasını, isteyen kimsenin çarşıdan kolayca temin edememesini kastederler.

Hıraşî ve Zerkânî inkıta1 deyiminin tarifi konusunda şöyle derler: “Esas olan bir malın muamele yapılan ülkedeki yokluğudur. Başka bölge ve ülkelerde bulunsa bile, söz konusu ülkede bulunmayan para munkatı4 sayılır.[228]

İnzâr

Sözlükte, bekleme ve gecikme anlamlarına gelir. Meselâ “Borçluyu beklettim” denilir. Nazıra kelimesi bu kökten ge­len bir isimdir. “Eğer borçlu darlık içinde ise bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek gerekir. [229] Nazıra kelimesi bu ayette geciktirme, bekletme, mühlet verme anlamlarında kullanılmıştır.

Ebu Hilâl Askerî’nin yorumuna göre, ihmâl ile inzâr arasında fark vardır. Inzar sınırlı bir bekleyiştir, ama ih­mâl tamamen mübhemdir, belirsizdir.

Yine denilmiştir ki İnzâr, insanın bir başka işine bak­ması için gecikmesidir. İhmâl ise, işin külfetinin biraz da­ha kolaylaşması ve azalması için sebepsiz bir gecikmedir. [230]

İrâde

Sözlükte dileme ve isteme anlamlarına gelir. Kelamcılara göre de, yaşayan bir varlığın sıfatıdır ki bizzat kendisinin meydana getirdiği bir iş ve eylemdir.

Terim olarak bir şeye yönelme ve ona ulaşma anlamla­rına gelir. Cürcânî’nin tarifine göre irâde, faydalanma amacına yönelik bir eğilimdir. Fıkıhçılar, serî tasarruflar açısından irâde’yi iki kısma ayırmışlardır: zahire (açık) ve batine (gizli). îrade-i zahire: Bu hakiki iradedir ki üzerinde yorum yapılmasına gerek yoktur.

Irâde-i batine: Söz ya da benzeri bir hareketle açıkla­nan iradedir.

Hakiki irâde ile anlatılmak istenen irâde-i münferide­dir. Bu, hakikatin varlığına tek başına yeterli delil kabul edilir ve bununla, gerçek maksadı araştırmaya hacet kal­maksızın sözleşme hükümleri geçerlilik kazanır. Tabiî ki gerçek irade gizli kaldığı sürece ve bunu açıklayacak başka bir delil bulunmadıkça bu durum söz konusu olur.[231]

el-İrâdetü’l-Münferide

(tek taraflı irade)

Bu fıkıh teriminin kullanımı yemdir.

Terim olarak bunun anlamı, “mükellefin açıkladığı, ortaya koyduğu niyetidir ki bu açıklama üzerine, karşı tarafın ka­bulü beklenmeksizin şer1! hüküm uygulanır.” Meselâ talak (boşanma) ve ıtk (azad) olduğu gibi.

Irâde-i münferide (tek yanlı irade)nin sonucu, bazen bir eşyanın veya bir menfaatin temliki, bazen bir sözleşme­nin uygulanması, imzası, çözülmesi ve bitirilmesi, bazen de bir hakkın verilmesi, bazı yükümlülükler getirilmesi veya bir hakkın düşürülmesi ya da kısıtlanması gibi hukuki olaylar meydana gelebilir- Bütün bu sonuçlar fakihlerce be­lirtilir ve eserlerinin muhtelif bölüm ve kısımlarında yazılı olarak mevcuttur.[232]

İrsâd

Sözlükte hazırlamak anlamına gelir.

Terim olarak devlet başkanına, masraflarım karşılamak

için bazı hazine arazi gelirlerinin tahsis edilmesidir.

Meselâ, hazineye ait bazı köy ve mezra gelirlerinin mescitlere ve medreselere veya imam, müezzin ve kurra gi­bi hak sahiplerine tahsis edilmesi de böyledir.

İrsâd, sultanın mülkü olmadığı için hakiki vakıf değil­dir. Sadece hazineye ait bir şeyin hak sahibine verilmesidir ki, sonra gelenin bunu değiştirmesi uygun değildir.

Ayrıca Hanefiler, irsâd deyimini, cami ve mescidlerin imar edilmesi için yapılan borcun kapatılabilmesi amacıyla, Vakıf arazisinin gelirinin tahsisi için de kullanmışlardır. [233]

İrtifak

Sözlükte, dayanmak, faydalanmak gibi anlamlara gelir. Mutfak ve hela gibi evin müştemilatı için de “merâfık” ke­limesi kullanılır.

Terim olarak Hanefîlerin tarifi şu şekildedir: Bir kim­senin akarının (gayr-i menkul) menfaatinden bir başkası­nın istifade etmesi için kararlaştırılmış bir haktır.

Şafiî, Mâliki ve Hanbelîler de şöyle tarif etmişlerdir:

Bir akara ait bazı menfaatleri elde etmektir. Bunlara göre irtifak Hanefîlerinkinden daha geneldir. Çünkü burada, in­sanın akardan istifadesine ilâve olarak, akarın akardan da istifadesi söz konusudur. [234]

İrtizâk

Sözlükte erzak alma, kazanma ve elde etme anlamlarına gelir. Asıl anlamı ise, dünyevi veya uhrevi olsun sürekli ge­len hediye demektir.

Terim olarak fıkıhçılar bu kelimeyi kitaplarında şöyle yorumlamışlardır: Hakim, vali, işçi, asker, imam, müftü vb. hak sahipleri için hazineden ayrılan sürekli ve makul bir bağış veya hediyedir.

Murtezika deyimi de, devlet tarafından kararlaştırıl­mış, tespit edilmiş olmadığı halde hazineden erzak alan kimse için kullanılır. [235]

İskât

(düşürme)

Sözlükte, düşürme ve kaldırma anlamlarına gelir. Meselâ “ismi defterden düştü”, “hamile çocuk düşürdü” denilir. Fı­kıhçılar da “farz düştü” sözünü kullanırlar ki, farzın bir kimse üzerinden emir olarak kaldırılması anlamındadır.

Terim olarak, mülk veya hakkın, malikinden ve hak sa­hibinden düşmesidir ki, onlara bir daha geri dönmez. Böy­lece bunlarla ilgili her türlü işlem de kalkmış olur. Çünkü hakkını düşüren kimse, onu sona erdirir ve yok eder. Artık bu hakkı başkasına da intikal ettiremez. Boşanma, köle azad etme, kısastan affetme ve borçtan ibrada olduğu gibi. [236]

İsrâ

(sebebsiz zenginleşme)

Sözlükte zenginlik ve mal çokluğunu ifade eder. Zemahşerî’nin dediğine göre, mecaz yoluyla servet ve toprak sahibi olmak anlamlarına da gelir.

Terim olarak, çok mal demek olan serveti oluşturmak şeklindeki sözlük anlamıyla aynıdır.

“Haksız zenginlik” deyimi bazı Batı ülkelerinin kanun­larında kullanılmakta olup, haksız kazanç ve kanunsuz mal elde etme gibi anlamlara gelmektedir. Bazı hukukçular da bu deyimi: “Bir başkasının fakirliğine sebep olan ve haklı bir sebebe de dayanmayan zenginlik” şeklinde tarif etmiş­lerdir. [237]

İsraf

Sözlükte, insanın işlerinde haddi aşması, orta yoldan sap­ması demektir ve daha çok harcamalarda söz konuşu olur. Sert ıstılah olarak, mal harcamada sınırı aşmak şeklinde yorumlanır. İsraf bazen nicelik, bazen de nitelik yönünden değerlendirilir.

Fukahanm belirttiğine göre israfın iki hali vardır,

a- Haramlarda meydana gelen israf.

b- Aslen mubah bir konuda fakat, meşru olmayan bir yolla yapılan harcama gibi. Belki mal helal olan konularda harcanıyor, ona normalin üstünde ve ihiyacm dışında is­raf yapılıyor demektir. [238]

İstîlâ

Sözlükte, bir şeyi elinin altına almak, ona muktedir olmak ve ona üstün gelmek gibi anlamlara gelir.

Terim olarak, bir bölgede üstünlük kurmak, halen ve gelecekte orada iktidar olmak veya hükmen de olsa, o bölgeye hakim olmak ve orayı egemenlik altına almak demek­tir.

İstila sonucu meydana gelen durumlar şahıslara, za­mana ve mekana bağlı olarak çok değişiklikler arzeder. Çünkü bütün bunların kaynağı örf ve geleneklerdir. [239]

İstîlâd

Sözlükte, istevlede fiilinin mastarıdır ve hür olsun köle ol­sun, kadını kamile bırakmak anlamına gelir.

Terim olarak Hanefîler bu kelimeyi sadece, cariyenin çocuk sahibi olması anlamında kullanmışlardır. Diğer fıkıhçılar da aynı deyimi bütün çocuk sahibi kadınlar için kullanmışlardır. İbn Kudâme, ümmü veled deyimini, “Efendisinden ve onun evinde çocuk doğuran cariye” şek­linde tarif etmiştir.

Fıkıhçılar, diğer kölelerden ayrı olarak, ümmü veled için bazı özel kurallar koymuşlardır. Bunların en Önemlisi, efendisinden hamile kalıp da doğuran cariye, efendisinin ölümüyle hürriyete kavuşur ve miras konusunda çocuğuna tabi olur. Bu konudaki hadis-i şerif şöyledir: “Efendisinden gocuk doğuran her cariye onun ölümünden sonra hürdür.[240]

İsti’mân

Sözlükte, güven isteme anlamına gelir.

Terim olarak müslüman ya da harbî (savaş halinde) bir kimsenin, yabancı bir bölgeye güven içinde girme talebi de­mektir. Bu deyim malî muamelelerde kullanıldığı zaman, bir kimseye emanet olarak mal bırakmak anlamına gelir. Yani, emanetçinin kusuru sebebiyle ziyan edilmedikçe ve tecavüze uğramadıkça emanet eşya tazmin edilmez. Ema­netçi, ortak, satış vekili ve mudarebe ortakçısında durum böyledir.

Fıkıhçılarm söz ettiği isti’mân akdinin manası ise biraz farklıdır ve ısmarlama ya da sipariş verme demektir. Yani bir şeyi satmak, almak ve bunlara benzer isteği olan bir kimsenin bu konularda yeterli olmadığını açıklayarak, kar­şı tarafa güvendiğini söylemesi, samimiyetine inandığını belirtmesi ve diğer insanların alıp sattığı fiyat üzerinden kendisi için de bazı malları alıp satmasını istemesi üzerine iki taraf arasında yapılan sözleşmedir.

Hattâb’m dediğine göre “Ismarlama ve sipariş sözleş­mesi”, bir kimsenin şöyle diyerek isteğini ortaya koyması­dır: “Diğer insanlardan aldığın fiyata benim eşyamı da al. Çünkü ben gerçek değerini bilmiyorum”. Bu söz üzerine alıcı belirlediği fiyattan malı alır. Mâlikî ve Hanbelî âlim­leri, Hanefî ve Şâfiüerin aksine sipariş ve ısmarlama yapa­nın, bir aldatma karşısında, muhayyerlik şartının varlığını kabul ederler. [241]

İstibdâl

(değiştirme)

Sözlükte, bir şeyin mekanını değiştirmek anlamındadır. Terim olarak, sözlük anlamıyla aynı olup fıkıh kitaplarının zekat bölümlerinde geçmektedir. Zekatın vacip olan kısmı­nın kıymete dönüşmesi; satış akdinde malın tesliminden Önce fiyatların değişmesi; fiyatların önceden tayin edilme­diği için değişmesi durumunda akdin geçersiz olmayacağı; zimmetin kiralanması esnasında mal sahibinin yok olması ya da haklarının ziyana uğraması durumunda ölenin yeri­ne bir başkasının geçmesi gereği; vakfedilen bir malın ken­di faydası icabı veya lüzumlu bir gerekçe ile değişmesi ve di­ğer bazı konularda fıkıhçılarm pek çok açıklamaları vardır. [242]

İsticdâ

Sözlükte, isteme ve verme anlamlarına gelir. Yetme, yeterli gelme anlamı da vardır. Sözlük anlamıyla deyim anlamı aynıdır. [243]

İsticrâr

Sözlükte çekme, cezbetme gibi anlamları vardır. Terim olarak, satış muamelelerinde kullanılır. Bey’ul-İsticrâr bir çeşit satış sözleşmesi olup bir kimsenin ihtiyaçları­nı satıcıdan, zaman zaman alıp, sonra parasını ödemesidir.[244]

İstîfâ

Sözlükte, istevfâ fiilinin maştandır ve hak sahibinin hakkı­nı tamamen alması anlamına gelir. Sözlük anlamıyla de­yim anlamı aynıdır.

îbrâü’l-istifâ terimine gelince, Hanefî fıkhında meşhur olarak kullanılan bir ıstılahtır. Onlara göre ibra iki kısma ayrılır: îbrâü’l-iskât, ibrâül istîfâ. Meselâ kefalet konusunda, alacaklı, kefile, “Sen bana ve­receğin maldan kurtuldun” dese bu, hem kefil hem de borçlu için ibrâü’l-istîfâ olur. Bu durumda, hem kefil hem de borçlu için ibrâü’l-istîfâ gerçekleşmiş demektir. Böylece kefil ve borçlu borç isteğinden kurtulmuş olurlar. Buna mukabil, ala­caklı kefile “seni temizledim, berî kıldım” dese bu da İbrâü’l-iskât olur; alman malın ikrarı değildir. Ibrâü’l-iskât”ta kefil, bir şey almak için borçluya gidemez. Çünkü onun kefaleti düşmüştür. Ancak, ibrâü’l-istîfâ kefil borçluya dönebilir. Çünkü burada sadece malın teslim alınmış olduğu belirtil­mektedir. Sanki alacaklı kefile: “Sen bana malımı ödedin” di­yerek, alacağını borçlu yerine kefilden aldığım ikrar etmiştir. [245]

İstiğlâl

Sözlükte gelir isteme anlamına gelir. Gaile tabiri toprak, rant, kira ve işçi gelirleri gibi topraktan elde edilen her tür­lü gelire denir. Bu anlamda istiğlâl, “istismar” ile aynıdır.

Terim olarak bey’ul-istiğlâl, Hanefî fıkhında kullanılan bir ıstılahtır. Bununla müşterinin, aldığı eşyayı tekrar satıcıya kiralaması şartı konulan bey’ul-vefâ kastedilir. Bey’ul istiğlâl, Mecelle’de şöyle geçmektedir: “Bayi bir malı is­ticar etmek üzere vefâen bey’ etmektir.” Yani satıcı tekrar kiralamayı kabul ederek bir malı satarsa bu bey’ul-istiğlâl olur.

Çağdaş hukukta geçen istiğlâl hakkı ise, malikin sahip olduğu şeyin gelirinden, meyvasmdan ve üretiminden faydalanması demektir. Bunun için gerek kendisi gerekse baş­kaları vasıtasıyla lüzumlu işlemleri yapabilmesi de istiğlâl hakkına dahildir. Meselâ bir kimsenin arazisini ekmesi, hasılatını toplaması, kiraya vermesi veya ortakçılık yap­ması gibi. [246]

İstihale

(dönüşüm)

Sözlükte bir şeyin aslını ve Özelliklerini değiştirmesi demektir. Ayrıca imkânsızlık anlamı da vardır. Fıkıhçılar ve usulcüler de bu iki anlamda kullanırlar.

Terim olarak birinci anlamım şarap ve necis şeylerden sözederken fıkıhçılar kullanırlar. Çünkü bu maddelerin as­lî yakma, ayrıştırma ve temiz bir şeye batırma gibi yollar­la değişir veya başka bir şeye dönüşür. Tuzun elde edilme­sinde olduğu gibi.

İkinci anlamı ise bir şeyin imkânsızlığıdır. Fıkıhçılar bu anlamdaki, yorumlarını talak, iman ve benzeri konular­da açıklamışlardır. Meselâ, talakın bir şarta bağlı olması­nın imkânsızlığı ve imandan dönme üzerine yemin etme­nin ve bu yemine keffaret ödemenin imkânsızlığı gibi.

Yine bu anlamıyla, muamelat ve alışveriş konularında da istihale deyimi kullanılmıştır. Bu konudaki yorumlardan bazıları şöyledir: Üzerinde anlaşılan mal diğer tarafa tesliminden önce sahibinin elinde helak olursa sözleşme kendiliğinden fesholur. Çünkü söz konusu eşya teslim alınmadan önce helak olmuştur ve sözleşmenin uygulan­ması artık imkânsızdır. Bu durumda tazminat olarak kay­bolan eşyanın aynısı mı yoksa yerine başka bir şeyin mi ödeneceği; yahut bu tazminatın, sözleşmenin tazminatı mı yoksa kişinin tazminatı mı olacağı üzerinde tartışma vardır.

Usulcüler ise bu deyimi sadece imkânsızlık anlamın­da kullanmışlardır. Onların görüşlerinden bazıları şöyle­dir: İmkânsız ile teklifin hükmü, lizatihi (kendisi) mi ligayrihi (başkası) inidir? Onlar mümtenî (muhal) ile teklifin caiz olup olmadığı konusunda da ihtilaf etmişler­dir. Daha geniş tafsilat usul kitaplarının ilgili bölümle­rinde mevcuttur. [247]

İstihkak

(hak ediş)

Sözlükte, gerekli olma, hak etme gibi anlamları vardır ve hak kelimesinden türemiştir. Hak ise, gerekli ve sabit olan şey anlamındadır. Meselâ, “filan kimse işi hak etti” denildi­ğinde “o iş ona gerekli oldu” demektir. “Falan kişi bu eşya­yı hak etti” denildiğinde de aynı mana kastedilir ve söz ko­nusu eşyanın, o kimsenin hakkı olduğu vurgulanır. Böyle­ce eşyanın o kimsenin hakkı olduğu sabit olmuş olur.

Terim olarak, bir şeyin bir şahsa ait bir hak olduğunun zuhuru manasına gelir. Bazı fakihler ise bu deyimi şöyle tarif etmişlerdir: “Daha önceki mülkiyetin ispat edilmesiy­le, sonraki mülkiyetin bedelsiz olarak kaldırılmasıdır.”

İstihkak iki kısma ayrılır. Mülkiyeti kaldıran istihkak, mülkiyeti nakleden istihkak.

a- Bir eşya üzerinde bütün herkesin mülkiyetini tama­men kaldıran istihkak: Satışı yapılan bir eşyanın vakıf ya da mescid olduğunun ontaya çıkması gibi.

b- Bir kimseden diğerine mülkiyeti nakleden istihkak: Bir kimsenin satın aldığı malın sonradan başkasına ait olduğunun ortaya çıkması gibi. Bu istihkak, malın mülkiye­tini değiştirmiş ve müşteriden başkasına nakletmiştir. Bu tür istihkakta, müşterinin verdiği parayı geri almak üzere satıcıya dönme hakkı vardır. [248]

İstihkar

Sözlükte hakr zulüm ve kötü muamele anlamına gelir. Ha-ker ihtikâr yapılan şey, yani fiyatının yükselmesini bekle­mek amacıyla hapsedilen mal demektir. “Huker” ise, kendi istediğini yapma anlamına gelmektedir.

Terim olarak, istihkar, ihkâr ve tahkir ittifakla, boş va­kıf arazisini bir kimseye vermek manasına kullanılmıştır. Bu durumda o kimseden ücret-i muaccele ismiyle arazinin kıymetine yakın bir miktar meblağ alınır. Böylece, arazi üzerinde daimi karar hakkı doğmuş olur. Tıpkı malikler gi­bi buraya ağaç dikme, bina kurma ve benzeri tasarrufları yapma hakkı vardır. Ayrıca yukarıda adı geçen ücret-i mu-accelenin dışında bir de senelik bir ücret ödenir. Bu sözleş­meden doğan karar hakkı, miras bırakılabilir ve satılabilir.

Bu sözleşme aslında, uzun süreli bir kira sözleşmesidir. Bundan maksat, işleme imkânı olmayan boş vakıf arazisin­den istifade etmektir. İbnî Abidîn bu sözleşmeyi şöyle izah etmiştir: “Bir arazinin, sadece faydalanmak üzere kiraya verilmesidir.”

Bu deyim çoğunlukla vakıflar, bazen de özel mülkler konularında kullanılmıştır. [249]

İstihlâk

(tüketim)

Sözlükte, bir şeyi terketmek ve bitirmek anlamındadır. Terim olarak, bitmiş, tükenmiş ya da buna yakın, benzer halde bulunan şey demektir. Eskimiş elbise gibi. Bunun dı­şında, eşya bu iki durumdan hangisine dahil olduğu ayır-dedilemeyecek kadar karışık olabilir. Ekmek içindeki tere­yağının tüketilmesi gibi.

Fıkıhçılar, kullanış şekli bakımından malları, tüketim malları ve kullanım malları şeklinde ikiye ayırmışlardır. Tüketim malları, bir kere kullanmakla tükenen bir daha kullanılmayan mallar. Bu mallardan bir kısmının doğru­dan kütleleri tüketilir. Yiyecekler, içecekler ve odunda olduğu gibi. Bir kısmı da tamamen tüketilmeyip sadece deği­şikliğe uğrarlar. Kitap için kağıt, dokuma için yün böyledir. Bu malların kütlesi, sınai ürün haline gelmekle tükenmiş olmaz. Ancak tükenme açısından bu iki grup arasında fark yoktur.

Bazı fıkıhçılar da bu deyimi “kütlesi var olmakla birlik­te kullanılması mümkün olmayan şey” olarak tarif etmişlerdir.

Kullanım (demirbaş) malları ise, kullanmakla değeri düşmüş olsa bile kütlesi birçok kere kullanılabilen mallardır. Ancak bu malların bazıları kullanım sonucu tükenirler. Bazı akarlar ile bazı ev eşyaları ve âletler gibi.[250]

İstikâle

Sözlükte ikâleyi isteme demektir. İkâle de kaldırma ve gi­derme anlamlarına gelir. Istılah manası, sözlük manası ile aynıdır.

Terim olarak taraflardan birinin, diğerinden sözleşme­nin kaldırılmasını ya da, sözleşme hükümleri ile sonuçlarının karşılıklı rızaya dayalı olarak geçersiz kılınmasını iste­mesidir. [251]

İstinâd

Sözlükte, sığınma, dayanma ve meyletme anlamlarına gelir. Terim olarak hükmün geriye doğru işlemesinin sabit olma­sı, bunun kabul edilmesi demektir. Yani hüküm, sebebin gerçekleşmesinden dolayı şu anda geçerlidir. Sonra, hali hazırdaki geçerliliğine bağlı olarak geçmişte de varlığı sa­bit olduğundan geriye doğru da işleyen bir hüküm haline dönüşür. Senenin başlangıcında nisabın varlığına dayalı olarak zekatın gerekli bulunması ve tazminatın ödeneceği an, sebebin varlığı anına dayalı olarak sahip olunan eşya­ların tazminat olarak alınmasında olduğu gibi. Ayrıca bu­nun bir misali de, verilen izne göre vakıf mallarının satı­şında görülür. Çünkü bu izni, izin verme hakkı olan birisi vermiştir. İzni alan kimse, sözleşme vaktine bağlı olarak iznini kullanır; izin vaktine değil.

Bu manada istinâd kelimesi, Hanefîlere mahsus bir de­yimdir. Şafiî, Mâliki ve Hanbelîler bunun yerine “tebeyyün” lafzını kullanırlar. Ayrıca Mâlikîlerde initâf deyimine de rastlanır.

İcazette istinadın manasına gelince; meselâ, akd-i mev-kufda izin söz konusu olunca, bu tür icazet için istinad ve in’itâf meydana gelir. Yani hükmün geriye işleyişi söz ko­nusu olur. îcazeden sonra sözleşmeyi yapan, sözleşmenin başlangıcından itibaren bütün nimetlerinden faydalanır. Çünkü icaze akdi doğurmaz, sadece uygulamasını sağlar. Yani, insanların geçmesi için yoldaki mevcut engelleri kal­dırır. İşte bütün bu belirtiler, sözleşmenin imzalanması ve geçerlilik kazanmasından itibaren akde ilave olunur. [252]

İstirdâd

(geri isteme)

Sözlükte, geri verilmesini isteme demektir ve deyim anlar mıyla aynıdır.

Fıkıhçılar, bu işlemin yapılabilmesi için bazı sebepler belirlemişlerdir. Bunlar istihkak, tasarruf-ı gayr-i lâzime, fesad-ı akd, sözleşmenin sona ermesi, ikale, iflas, ölüm, rüşd ve buna benzer sebepler. Bu konuların ayrıntıları, fı­kıh kitaplarının ilgili bölümlerinde mevcuttur. [253]

İstis’â

Sözlükte, çalışma isteği anlamına gelir ve bir işi ifade eder. Terim olarak, hürriyetinin bir kısmı verilen bir kölenin, kö­leliğinin geri kalan kısmından kurtulabilmesi amacıyla ça­lışmayı kabul etmesidir. Köle bu şekilde çalışır, kazanır ve ücretini efendisine öder. Ezherî’nin dediğine göre: “Sanki o köle kiralanmış veya belli bir vergiyi ödemek üzere haraca bağlanmış gibidir. Böylece kıymetini ödemiş olur.” Bu du­rumu anlatmak üzere, “kıymeti karşılığında kölenin çalış­masını istedim” sözü kullanılır.

Burada zikretmek gerekir ki, çalışma şartıyla kölenin azad edilmesi “kitabe”nin dışında bir şeydir ve kölenin hürriyeti tekrar elinden alınamaz. Çünkü istis’a anlaşması, köleliği düşürür ve bu düşürme bir kimseye bağlı da değil­dir. Burada kitabe sözleşmesinde olduğu gibi bir durum yoktur. Zira kitabe İkale ve feshin caiz olduğu bir sözleşme­dir. Şu kadar var ki istisâ, bedel karşılığı azad bakımından kitabeye benzer. [254]

İstismar

Sözlükte bir şeyin meyvesini isteme demektir. Bir şeyin meyvesi, semeresi ondan elde edilen üründür. Meselâ, “Ağaç meyve verdi” derken ağacın üzerinde meyvelerin be­lirdiği ifade edilir. Bu durumda meyveler ermiş ve olgun­laşmış demektir. “Mal meyve verdi” demekle de onun çoğal­dığını kastederiz.

Fıkıhçılar bu kelimeyi kitaplarında kullanmazlar. Bu­nun yerine tesmîr deyimini kullanırlar. “Adanı malını meyvelendirdi” demekle malını çoğalttığı ve nemalandırdığı anlaşılır. Bazı fıkıhçılar da bu kelimeyi sefih deyimini tarif ederken kullanmışlardır. Sefih: Malını gereksiz yere saçıp savuran kimsedir ve onu ıslah etmeye, nemalandırmaya ve kullanmaya gücü yoktur. Esasen malın meyvelendirilmesi ifadesi ile, onun meşru yollar vasıtasıyla geliştirilmesi ve çoğaltılması kastedilir. [255]

İstisna

Sözlükte sanat sorma ve onu isteme anlamında kullanılır. Terim olarak, Mürşidü’l-Hayerân sahibinin tarif ettiğine göre, “gerekli malzemeleri yapıcıya ait olmak üzere, Özel tekniklerle ayrı ve özel bir şeyi yapma isteğidir.” Bir kimse sanat ehlinden birine: “Şu kadar para karşılığında, aşağı­daki özelliklere sahip filan şeyi bana yap” der ve sanatçı da bunu kabul ederse işte bu istisna’ olur.

Fıkıhçılar bu olayın keyfiyeti üzerinde ihtilaf etmişler­dir. Bazıları, bunun bir sipariş olup satış olmadığını söylerken bazıları da: “Bu, sanatçı için, bir gayr-i mülzim (bağlayıcı olmayan) vaaddir” demişlerdir. Diğer bir kısmı da: “Bu bir satıştır; ancak müşterinin görme muhayyerliği var­dır” demişlerdir. Ayrıca bunun, her iki taraf için de akd-i mülzim olduğu söylenmiştir. [256]

İşrâk

(ortak edinmek, ortaklık)

Sözlükte, ortak edinmek demektir.

Terim olarak, iki kişinin ortakçılığı şeklinde yorumlanır. Meselâ “filan kimse filan adama ticarette, sanatta veya başka bir işte ortak oldu” denilir. Yani birisi birisini kendi işine ortak yaptı demektir. Yine, “iki adam ortaklaştı” de­rnek biri diğerine ortak oldu anlamına gelir.

Allah’a ortak koşmaya gelince, O’na mülkünde eş koş­mak demektir ki, adı şirktir. [257]

İtlaf

(telef)

Sözlükte, bir şeyi telef etmek, işe yaramaz duruma getirmek demektir.

Terim olarak bir şeyin insan fiiliyle kısmen veya tama­men kullanılabilir ve faydalanılabilir halden çıkarılması­dır. Bazılarına göre de bir malın sahibinin elinden tama­men gitmesine, ziyana uğramasına veya faydasız hale gelmesine sebep olan her şeydir. îtlâfıki kısma ayrılır:

1- Doğrudan itlaf (mübâşereten itlaf): Bir şeyi başka­sının fiili araya girmeksizin bizzat telef etmektir. Elbisenin yakılması, hayvanın öldürülmesi, yemeğin yenilmesi vb.

2- Dolaylı itlaf (tesebbüben itlaf): Bir kimsenin, baş­ka şeyin telefine sebep olacak bir işi yapmasıdır. Meselâ, kazılan bir kuyuya bir insan veya hayvanın düşüp Ölmesi, kafesin açılmasıyla kuşun uçup gitmesinde olduğu gibi. [258]

el-İtlâf Bi’l-Mübâşere

(doğrudan telef)

Bir şeyi bizzat telef etmektir. Bunu yapana “fâil-i mübaşir” denilir. Bu, kasten yapılsın, yapılmasın hüküm değişmez.

İbn Receb’in tarifine göre bu deyim: “Telefi gerekli kılan bir sebebi meydana getirmektir.” Öldürme ve yakma gibi. Bu şekilde bir kimse başka birine bir ok atsa ve o adam öl­se bu telef bi’l-mübâşere (doğrudan telef) olur. Ev yakma işi de böyledir.

Sert açıdan telef iki kısımdır:

  1. a)Bilgiye dayalı olarak ortaya çıkan ve günah yükleyen telef (kasten yapılan telef).
  2. b)Cehalete dayalı olarak meydana gelen ve günah yüklemeyen telef (bilmeyerek yapılan telef).

Bir kimse kendi malı zannederek, başkasının malını te­lef etse, onu öder fakat günaha girmiş olmaz. Bu konudaki hadis şöyledir. “Hata, unutma ve zorla yaptıkları işler üm­metimden kaldırıldı.” Burada hatanın kaldırılmasından maksat, hatadan doğacak günahın kaldırılmasıdır. [259]

el-İtlâf Bi’t-Tesebbüb

(dolaylı telef)

Fakihler telefin iki şekilde ortaya çıktığını belirtmişlerdir.

1- İnsan iradesi ve eylemlerinin dışında meydana gelen telef, tabiî âfetlerde olduğu gibi.

2- İnsan eylemleri sonucu ortaya çıkan itlaf. Bu da iki kısma ayrılır:

  1. a)İtlaf bi’t-tesebbüb (^dolaylı itlaf),
  2. b)İtlaf bi’1-mübâşere (^doğrudan itlaf).

İtlaf bi’t-tesebbüb yani dolaylı telef, telefe sebep olma, Mecelle’de şöyle tarif edilmiştir. Bir şeyin telefine, ziyanına sebep olacak sıradan bir başka işi, olayı yapmaktır. Bunu yapana mütesebbib denir. Meselâ asık duran bir kandilin ipi kesilse ve kandil yere düşüp kırılsa, bu dolaylı itlaf ya­ni telefe sebep olma, şeklinde değerlendirilir. Yine içinde para bulunan bir zarfın yırtılarak paranın telef olması da tesebbüben itlaf sayılır.

Bu konuda Karâfî şöyle demiştir: İzin verilmeyen bir yerde kazılan kuyu ,yemeklere zehir koyma, zirai ürünlere yakın yerde ateş yakma ve benzeri eylemler çoğu kere tele­fe sebep olduğu için itlaf bi’t-tesebbüb sayılır. [260]

İttihâdü’l-Meclis

(tek oturum)

“İttihad” kelimesi sözlükte iki ayrı varlığın bir olması, “meclis” kelimesi de oturma mekanı anlamındadır. Birlik en az iki ve daha çok sayıda söz konusu olur.

Terim olarak meclis birliği, tek oturum şeklinde yo­rumlanmıştır. Hanefîler ise bu terimi meclis ayrılıklarını giderme, farklı meclisleri birleştirme anlamında kullan­mışlardır. Onlara göre meclis deyiminden maksat sadece oturma mekanı değildir. Aksine bundan daha geniş anlamı vardır. Meclis birliği bazen tek oturum halinde gerçekleşir bazen de mekan ve heyetler değişik olduğu halde birlik meydana gelebilir.

Sözleşme ve benzeri konularda meydana gelen meclis birliği iki kısma ayrılır:

  1. a)Hakikî: “îcâb” meclisinde “kabuT’ün de vaki olması durumudur.
  2. b)Hükmî: Kabul meclisi kitabe ve mürâseleâe olduğu gibi îcâb meclisinden aynlırsa bu adı alır ve hükmen birlik meydana gelmiş olur.

Meclis birliği bazı hükümlere tek başına tesir eder. Ba­zı hükümlere de başka şartlarla birlikte tesir eder. Meselâ ihram yasaklarının tek fidyede birleştirilmesi konusunda meclis birliğinin yanında cins birliğinin de şart olması gibi. [261]

İttihâdü’z-Zimme

(borç ve alacağın bir kişide birleşmesi)

Sözlükte iki şeyi birleştirmek demektir. Terim olarak borçluluk ve alacaklılığm aynı borçtan dolayı yine aynı kişide birleşip borcun düşmesi, fakat yükümlü­lüklerinin devam etmesi demektir.

Meselâ, Ali, kardeşi Bekir’e 1000 lira borç para verdi. Sonra Bekir borçlu olarak öldü ve kardeşi Ali’den başka mirasçı da bırakmadı. Bu durumda Ali Bekir’den kalan borcun mirasçısı oldu. Böylece Ali, borçlu miras bırkan ki­şi yerine geçtiğinden hem alacaklı hem de borçlu olmuş ol­du. Alacağını istediği zaman ancak kendini muhatap ola­rak alacaktır. İşte bu zimmetin birleşmesi demektir ve is­tenmesi anlamsız olduğu için borç düşer.[262]

İz’an

(tek taraflı sözleşme)

Sözlükte itaat ve boyun eğme demektir. Ukûdu’l-iz’ân deyi­mi ise modern Batı hukukundan alman bir terimdir. Bu tür akitlerle kastedilen anlam şudur: Kabul şartı olmayan, sa­dece teslimin gerçekleşmesiyle geçerlilik kazanan bir akit (sözleşme) çeşididir. Mûcib, yani taraflardan ilki teslimi ya­par ve artık bu konuda münakaşa yapılmaz. Telefon, gaz ve elektrik hizmetlerine abone olmak gibi. Burada şirketin koyduğu şartlar vardır. Abone ya bu şartların hepsini ka­bul eder ya da abone olmaktan vazgeçer. Bu hizmetler ço­ğu kere, hiçbir kimsenin vazgeçemeyeceği temel ihtiyaçlar­dan oluşur.

Iz’ân akitlerinin yapısı konusunda çeşitli görüşler var­dır. Bazıları bu akitlerin hakiki akitler niteliğinde olduğu­nu ve karşılıklı rıza ile gerçekleştiğim söyler. Çünkü kabul tarafı işe kendi rızasıyla girer ve herhangi bir zorlama ve­ya baskı yoktur. Bu noktada kanuni eşitlik de gerçekleşir. Diğer bazıları bunların, bir tarafın isteklerini sadece pasif bir role sahip diğer tarafa kanuni tertip üzere açıklamasıy­la ortaya çıkan tek yanlı akitler olduğunu belirtirler.

Başka bazıları da bu çeşit akitleri, akitten çok kanuni düzenlemeye veya yönetmeliğe daha çok yakın görmüşledir. Çünkü bunların şartları ve konulan yükümlülükleri üzerinde taraflar arasında herhangi bir münakaşa ve gö­rüşme söz konusu değildir. Ayrıca akitler iki tarafın eşitli­ğine dayanırken izan akitlerinde taraflar arasında eşitlik yoktur. [263]

İzafe

Sözlükte bir şeyi bir şeye ilâve etmek, dayandırmak veya nisbet etmek, iki şey arasında ilgi kurmak demektir ve ıstı­lah anlamıyla aynıdır.

Terim olarak, bu kelime, kıyas yoluyla iki şey arasında kuvvetli bir ilgi kurmak şeklinde yorumlanmıştır. Meselâ oğulluk ve babalık kelimelerinde olduğu gibi. (Çocuk ile ba­ba veya baba ile çocuk arasında birbirlerine karşı görevle­ri bakımından çok kuvvetli bir ilgi vardır.) Ayrıca fıkıhçılar bir hükmü gelecek zamana izafe ederek, yetkinin, tasarruf sahibinin koyduğu ilkeler çerçevesinde, gelecek zamana da tesir edeceğini söylemişlerdir. Çünkü izafe, hükmün sebep üzerine dönüşmesi ve onun ortaya çıktığı zamana kadar geciktirilmesi demektir.

Fıkıhçılar akitlerdeki (sözleşmeler) izafeyi iki kısma ayırmışlardır.

  1. a)Vakte (zamana) izafe.
  2. b)Şahsa izafe.

Vakte izafe, akitle ilgili yükümlülüklerin, onunla belir­lenen zamana kadar geciktirilmesidir. Ancak belirtmek gerekir ki, vakte izafe edilebilen ve vakte izafe edilemeyen akitler vardır.

Şahsa izafeye gelince, tasarrufla ilgili hükümlerin ve yetkilerin bir kimseye ait olduğunun belirtilmesidir.[264]

İzâle

Sözlükte gidermek, kaldırmak ve bir kenara çekmek anlam­larına gelir ve terim manası ile aynıdır. Terim olarak fıkıh­çılar, izâle, ibtâl ve izhâb kelimelerini aynı anlamda kul­lanmışlardır. Bir yoruma göre bir şey hakkında, bazen bu kelimelerden yalnız birinin kullanılması doğrudur. Nite^ kim, malını bir konuda harcayan kimse için izhâb kelime­si kullanılır, diğer ikisi kullanılmaz. Malını bir yerden baş­ka bir yere nakleden kimse için izâle kelimesi kullanılır, di­ğer ikisi kullanılmaz. Yine namazını bozan kimse için de ibtâl kelimesi kullanılır, diğerleri kullanılmaz.

Fukahanm dediğine göre izâle, bazen Allah’ın yapılma­sını, bazen de terkedilmesini istediği bir, iş olur.

1- Yapılması istenen izâle: Zararın giderilmesi gibi. Ni­tekim, Peygamber (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Zarar ve karşılığında zarar yoktur.” Bu hadise dayanıla­rak “zarar izâle olunur” şeklindeki fıkıh kaidesi konulmuş­tur. Ancak zarar benzeri ile izale olunmaz. Ağır zarar hafif olamyle giderilir.

2- Terkedilmesi istenen izâle: Şehid kanının giderilme­si. Çünkü bütün fıkıhçılara göre bu haramdır ve yine ihramlı için beden, yüz ve baştaki kılların özürsüz olarak gi­derilmesi de böyledir. Bunların yapılması halinde ceza ge­rekir.[265]

İzin

Sözlükte, mübahlık ve hareket serbestisi anlamına gelir ve sözlük manası ile terim anlamı aynıdır.

Fıkıhçılann söylediğine göre izin bazen özel bazen de genel mahiyette olur. Bu Özellik ve genellik izin verilen kişi açısından olabileceği gibi iznin konusu, vakti ve zamanı bakımından da olabilir.

Bu izin bazen kanun koyucu tarafından, insana geniş­lik ve kolaylık sağlamak ya da bir zorluğu ve sıkıntıyı gidermek amacıyla verilir. Bazen de herhangi bir eşya, hak ve menfaate sahip kimse tarafından bu hak ve menfaatle­rin kullanılması konusunda verilebilir.

İnsanın izni velîmede olduğu gibi ya bir malın tüketimi için; velisinin mümeyyiz sabiye ticaret serbestliği verme­sinde olduğu gibi ya bir yetkinin kullanımı (vekâlet, vasi­yet, mudârabe ve vakıf nazırlığı konusunda mümeyyiz sa-bîye verilen izin de böyledir); ya bir şahsın istihdamı, ya da ödünç işleminde olduğu gibi tüketmeksizin bir eşyanın kul­lanımı konularında olabilir.

İzin çeşitli vesilelerle ifade edilebilir. Bunlardan biri açıkça izne işaret eden söz; diğeri yazma ve işaret etme; bir diğeri de örfte izin ifade eden diğer bazı araçlardır. Bu son madde ile ilgili olarak fıkıhçıların koyduğu kaide şöyledir: “Örfî izin lafzi izin gibidir.” “Sakite bir söz isnad edilmez. Lakin ma’raz-ı hacette sukut beyandır (Susan kimseye şu sözü söylemiş oldu denmez, lakin söyleyecek, yerde susma­sı ikrar ve kabul sayılır.)”[266]

K

Kabâle

(yükümlülük senedi)

Sözlükte, kefalet manasına gelir. Kabil de kefil anlamında kullanılır. Çoğulu kubûl veya kubelâ şeklinde gelir.

Terim olarak Münâvî şöyle tarif etmiştir: “Kabâle, iş, amel ve borç gibi insanın yükümlülüklerinin yazıldığı se­nedin ismidir.” Bir kimse sahibinden bir işi alır, bir sözleş­me ile de üzerine yüklenir ve bütün bunlar o kimse üzeri­ne bir senet üe yazılır. İşte bu senedin ismi kabâle’dir. Bu­nun görevi kibâlem’n (kefaletin) yerine getirilmesini sağla­maktır. Çünkü bu kıbâle (kefalet) işi bir meslek ve sanat­tır.

Fukahanın dilindeki kabâletü’l-ard tabiri ise insanın araziden aldığı kısımdır. Bunu devlet başkanı muzâraa ve musâkat olarak verir ve bu arz-ı mevat ile arz-ı sulhda söz-konusu olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Hayber’i sa­hiplerine bu şekilde vermişti.[267]

Kabul

Sözlükte, “kabultü’1-kavl” denildiğinde “o sözü. doğru bul­dum, tasdik ettim” anlamına gelir. “Kabultül-hediye” de­nildiğinde ise “hediyeyi aldım” manası anlaşılır.

Terim olarak, Hanefiler, akit esnasında taraflardan bi­rinin îcâbdan sonra diğerine söylediği söz şeklinde tarif et­mişlerdir ki, sözleşme şartlarının onaylandığına İşarettir. Sözleşmenin oluşmasında ilk söz daima mucibe aittir. Me­selâ satış sözleşmesinde olduğu gibi ilk sözün satıcı ya da alıcı tarafından “sattım” veya “satın aldım” şeklinde söy­lenmesi arasında fark yoktur. Yine icare işleminde ilk sözü, mal sahibi “kiraya verdim” ya da kiracı “kiraladım” şeklin­de söyleyebilir. Bu diğer sözleşmelerde de böyledir. Bu du­rum Mecelle’de şöyle açıklanmıştır. “Kabul, sözleşmenin ta­raflarından birinin söylediği ikinci sözdür ve bununla akit tamamlanmış olur. [268]

Hanefilerin dışındaki fıkıhçılar icâbı; ister önce ister sonra olsun âkid tarafından, söz konusu eşyanın verildiği­ni ifade etmek üzere söylenen söz; kabulü de “diğer tarafın bu teklifi ve şartlan onayladığını ifade eden beyanı” şeklin­de tarif etmişlerdir.

İbn Kudâme’nin bu konudaki yorumu şu şekildedir: “Icâb, sattım, mâlik kıldım gibi mülkiyeti ifade eden, sözle­ri söylemek, kabul de satın aldım, kabul ettim gibi ifadele­ri beyan etmektir. [269]

Kabz

(teslim alma)

Sözlükte, bir şeyi avucun içine almak anlamına gelir. Avuç içinin dikkate alınması da bir şeyin elde edilmesi anlamın­da mecaz olarak kullanılır.

Terim olarak mezhepler, kabzın tarifinde ihtilaf etmiş­lerdir. Ancak genel olarak kabz bir şeye mâlik olmak ve nıülkiyetinİ de ele geçirmek demektir. Bu elde etme ve sahip ol­ma, ister bizzat el ile olsun, isterse başka bir yolla olsun fark yoktur. İz b. Abdisselam’ın dediğine göre, “Evi, araziyi, köle­yi ve deveyi kabzettim, sözünden maksat bunlara hakim ol­mak ve bunlar üzerinde tasarruf iinkânı elde etmektir.”

Kabaz ifadesine gelince; bu, ganimetlerden toplanan mal demektir. Kadı îyaz “Mal olarak kabzedilen her şey kabaz olarak kabul edilir” demiştir. [270]

el-Kabzu Ala Sevmi’n-Nazar

(incelemeyle alım)

Hanefî fakihleri bu ifadeyi, bir kimsenin, bir malı, bakmak veya başkasına göstermek üzere teslim alması manasına kullanırlar. Ancak burada beğenirse ya da razı olursa satın almak maksadıyla malın teslim alınmış olması söz konusu değildir. Sanki satıcı bir kimseye şöyle der: “Bu elbiseyi 100 bin liraya sana verdim, ona bak ve geri getir, ya da başka­sına göster getir.” Fakat “eğer beğenirsen onu satın alırsın” sözünü söylemez.

Ancak burada, sevm-i şirâ ile alman malın kefaleti ile sevm-i nazarla alman malın kefaleti arasında fark vardır. Bu konularda ilgili kitaplara bakılabilir.[271]

el-Kabzu Alâ Sevmi’ş-Şirâ

(satıcının icabıyla alım)

Fukaha bu deyimi, “mal almak isteyen bir kimsenin, eğer beğenirse almak üzere satıcıdan bir malı alması” manasmda kullanırlar. Sanki satıcı müşteriye şöyle der: Bu elbiseyi şu paraya al. Eğer beğenirsen onu satın alırsın. Müşteri de beğendiği takdirde satın almak üzere elbiseyi teslim alır.

Sevm-i şirâ üzerine alman malın kefaleti çerçevesinde fıkıhçılarm bazı yorumlan vardır. Bu konuda buyu’ bahsi­ne bakılabilir. [272]

Kadâü’l-Hakk

(hakkı sahibine teslim)

Sözlükte bir şeyi sağlamlaştırmak ve ondan kurtulmak gi­bi anlamlara gelir. Ayrıca hükmü imzalamak şeklinde de yorumlanır. Bu bakımdan hakim hadi diye adlandırılmış­tır. Çünkü o, hükümleri imzalar ve uygular. Yine zaman zaman idare merkezlerine isim olarak da kullanılmıştır.

Terim olarak, fıkıhçılar bunu hakkı sahibine geri ver­mek ve teslim etmek şeklinde yorumlamışlardır. Yerine getirme, uygulama ve hakkı elde etme şeklinde de açıklamış­lardır.

Kadâ ve iktidâ kavramları, fıkıh dilinde Özel olarak duyûn konusunda kullanılmıştır. Meselâ, “filan kişi ala­caklısına borcunu ödedi” denilir. Yine iktidâ kavramı da “alacağını teslim aldı” manasında kullanılır.[273]

el-Kâliü Bi’l-Kâlî

(borç satımı)

Sözlükte veresiye, erteleme gibi anlamlara gelir. Terim olarak hadis-i şerifte bey’ul-kâliü bi’l-kâlî ifadesi kullanılmış olup borcu borç ile satmak manasına gelir ve Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır.

Fıkıhçıların yorumlarına göre bununla kastedilen vere­siye karşılığında veresiye satış ya da borç mukabilinde borcu satmaktır. Onlara göre bunun beş şekli vardır:

1- Henüz zimmette sabit olmamış bir borcu yine borç karşılığında satmak. Meselâ bir kimsenin zimmetinde sa­bit olan veresiye bir malı, yine zimmetinde sabit olan vere­siye bir bedel karşılığında satın alması gibi. (Bir kimsenin, bir ay sonra teslim edilmek; borcu da bir ay sonra ödenmek üzere bir ton buğday satın alması). Mâlikîler bunu, borç karşılığında borcun başlaması şeklinde isimlendirirler.

2- Zimmette sabit olan bir alacağı (borcu) kendi cinsi­nin dışında bir borç mukabilinde veresiye olarak borçluya satmak.

Bu durumda borcun sahibi yine borçlunun kendisidir. Satıcı ise alacaklı durumdadır. Mâlikîler bunu borç içinde borcun feshi şeklinde değerlendirirler.

3- Zimmette sabit olan bir alacağı, veresiye olarak biraz fazlasıyla borçlunun kendisine satmak. Cahüiyye döneminde meşhur olan yöntem budur. Ya ödersin ya da ribaya girersin. Eğer borç ödenmezse bir miktar mal ziyadesiyle ertelenir.

4- Zimmette sabit olan bir alacağı borçlunun dışında bi­risine veresiye olarak satmak. Mâlikîler bunu borcun borç mukabilinde satılması olarak kabul ederler.

5- Zimmette sabit olan veresiye bir alacağı benzer bir borç karşılığında borçlu üzerinden satmak. Şöyle ki; iki ki­şinin bir kimseden benzer şartlarda alacaklı olmaları duru­munda, bu iki alacaklıdan her birinin aynı borçlu üzerinde­ki alacaklarını birbirlerine satmaları gibi. Satılan eşyanın cinsi üzerinde anlaşmış olup olmaları arasında bir fark yoktur. [274]

Karz

(borç verme)

Sözlükte kesme, parçalama anlamlarına gelir. Terim otarak faydalanmak ve sonra da bedelini geri öde­mek üzere birisine bir miktar malı vermektir. Fıkıh dilinde verilen bu mala da karz denilir.

Bu anlamda kard karz-ı hakikî adını alır. Şâfiîler bunu karz~ı hükmî’&en ayırmışlar ve bunun için bazı Özel hü­kümler koymuşlardır. Meselâ fakir olmasalar bile, borç ni­yetiyle, muhtaç lakite (buluntu çocuğa) yardım, aç kişiyi doyurma, çıplağı giydirme gibi. Yine, kendi maksadı için bazılarını mal vermeye zorlayan, zalim ve sürgüncü kimse­ye ödemede bulunma, fakiri doyurma ve esirler için fidye verme de böyledir. “Bunu sat ve borç olarak kendine harca” demek gibi. [275]

Kedik

(gedik)

Sözlükte, Türkçe’den Arapça’ya girmiş bir kelime şeklinde belirtilir.

Terim olarak, kiracının dükkanına bitişik olup da ta­sarruf hakkı elde ettiği gayri menkullere denir. Bina ya da bunun dışındaki dükkana bağlı zenaat âletleri gibi. Yine devlet arazilerinde yapılan bina ve dikilen ağaçlar anlamı­na gelen kirdar’a da hedik denilir. Esasen kirdar toprağı ziraate elverişli hale getirip bina yapmak, ağaç dikmek ve boşlukları toprakla doldurmak anlamına gelir.

Arazi üzerindeki bina, ağaç vb. tasarruf hakkı üzerine elde edilen kedikler, mal-i mutekavvim cinsinden olup satılabilir ve miras bırakılabilirler. Yine tasarruf hakkı çoluk çocuğuna da miras olarak geçer. Fakat ecr-i misil yönte­miyle ücret öderler.

Bu kavramı Osmanlılar dönemindeki Hanefî âlimleri vakıflar konusunda kullanmışlardır. Diğer âlimlerce bu kavram kullanılmamıştır. [276]

Kefâf

(yeterlilik).

Sözlükte kef kökünden türemiş olup terketme, bırakma, menetme gibi anlamlara gelir. Ayrıca, eksiksiz ve fazlasız ihtiyaç miktarı kadar olan şey manasına da yorumlanır. Bu sebeple de diğer insanlardan dilenmeyi bıraktığı ve onlar­dan uzak durduğu için böylece isimlendirilmiştir.

Deyim olarak sözlük manasıyla aynı yönde kullanılır. Bu sebeple Şerif Cürcânî bu ifadeyi şöyle tarif etmiştir: “Kefaf ihtiyaç miktarı olan şeydir. Onda bir fazlalık yoktur ve insan buna sahip olduğu için dilenmeyi terkeder.[277]

Kefâletü’d-Deyn

(borca kefalet)

Sözlükte kefalet, yüklenme, katlanma gibi anlamlara gelir. Enbâri’nin yorumuna göre tekeffeltü bi’l-mâl ifadesi, “o ma­lı yüklendim, üzerime borç aldım” anlamlarına gelir.

Deyim olarak fukaha kefâletü’d-deyn ifadesinin tarifin­de ihtilafa düşmüşlerdir. Bu konuda dört görüş vardır:

Birincisi – Şafiî ve Hanbelîlerin görüşü: Bunlara göre kefâletü’d-deyn, borcun Ödenmesi hususunda asıl borçlunun zimmetini kefilin zimmetine katmaktır. Bu durumda borç her ikisinin zimmetinde de sabit olur. Hak sahibi ala­cağım dilediği birinden isteyebilir.

İkincisi – Mâlikîlerin görüşü: Bunlar da kefâletü’d-deyn’i aynı şekilde tarif ederler. Ancak alacaklının doğrudan kefile gitmesini kabul etmezler. Bu, asıl borçlunun özür se­bebiyle yükümlülükten kurtulmasından sonra mümkün­dür. Çünkü kefalet bir vesikadır. Bu sebeple asıl borçlu, borcunu ödemekten aciz kaldığı zaman bu hak kullanılır. Nitekim rehinde de böyledir.

Üçüncüsü – Hanefîlerin görüşü: Yalnız mutâlebe (alaca­ğın istenmesi) hususunda kefilin zimmetini asilin zimmeti­ne katmaktır. Yani kefilin zimmetinde sabit olan yalnızca kakk-ı mutâlebe (alacağı isteme hakkı)dır, yoksa asıl deyn değildir.

Dördüncüsü – İbn Ebî Ya’lâ, Dâvud, Ebu Sevr ve Ah-med’in görüşü: Borcun kefalet yoluyla asıl borçludan kefile intikal etmesi (havelede olduğu gibi).

Bu görüşe göre, kefalet sözleşmesinden sonra alacaklı­nın asıl borçluya dönmesi sözkonusu değildir. [278]

el-Kefâletü’l-Mu’allaka

(şarta bağlı kefalet)

Terim olarak, bir şarta bağlı kefalet sözleşmesi demektir. An­cak bu şart gerçekleşirse kefalet sabit ve bağlayıcı olur. Eğer şart gerçekleşmezse kefalet yok olur ve düşer. Meselâ bir kimsenin diğerine: “Filan kişi sana istediğini vermezse, onu ben sana veririm” demesi gibi. Eğer alacaklı hakkını borçlu­dan istese, o da vermese ya da veremeden ölse, kefilin bu malı o anda ödemesi gerekir ve bunu alacaklının İsteme hakkı vardır. Yine birinin diğerine “sana borçlu olan filan ki­şi alacağını şu vakte kadar ödemezse, ben sana onu veririm” demesi gibi. Verilen süre dolduğunda borçlu borcunu ödemezse kefil bunu ödemekle yükümlü olur. Bir başka örnek: Bir adam diğerine “Bu malı filan adama sat. Eğer bedelini ödemezse ben sana öderim” dese kefalet gerçekleşmiş olur. Satıcı satıştan sonra alacağım müşteriden istediği zaman vermezse bu alacağını kefilden isteme hakkı doğmuştur.

Bir Örnek daha: Bir kimse diğerine “Borçluyu yarın sa­na teslim edeceğim ve ondaki malını sana vereceğim” dese ve yarın olduğunda borçluyu teslim edemezse, bu şarta bağlı kefalet gereğince kefilin bu borcu ödemesi gerekir. [279]

el-Kefâletü’l-Münecceze

(kesinleşmiş kefalet)

Deyim olarak herhangi bir şarta ve zamana bağlı olmayan tam ve kesin kefalet şeklinde tarif edilir. Meselâ birisinin diğerine “Ben filan kişinin filan kişiye olan borcuna kefi­lim” veya “filan kişinin şu malını teslim etmeye kefilim” ya da “filanın şahsım teslim etmeye kefilim” demesi gibi.

Kefâletü’l-münecceze’nin diğer tamamlayıcıları, kefâletü’l-mu’allaka ve kefâletü’l-mudâfeâir. Çünkü fıkıhçılar akdin mahiyeti itibariyle kefaleti bu şekilde üç kısma ayırmışlardır.[280]

el-Kefâletü’l-Mudâfe

(zamana bağlı kefalet)

Terim olarak, gelecek bir zamana bağlı olarak yapılan kefalet ahdidir. Söz konusu zaman gelince sözleşme sabit olur ve bağlayıcı konuma gelir. Böylece kefil de zamana bağ­lı olarak sorumluluk yüklenir. Fakat bu zaman gelmezden önce kefalet sebebiyle kefilden bir talepte bulunulamaz.

Fıkıhçılar akdin mahiyeti itibariyle kefaleti üçe ayır­mışlardır: Kefaletü’1-münecceze, kefâletü’l-mu’allaka ve kefâletü’l-mudâfe. Birincisi şarta ve zamana bağlı olmayan kefalettir. İkincisi şarta bağlı kefalet, üçüncüsü, de gelecek bir zamana bağlı kefalettir. [281]

Kenz

(define/gömü)

Sözlükte, inmâ kelimesinin zıttıdır ve malları üst üste ko­yup depolamak anlamına gelir. Bir kaba saklanmış mala da keriz denilir. Ayrıca bu kelime, etrafı çevrilmiş ve koru­ma altına alınmış mal şeklinde de yorumlanır. Yer altında­ki gömülü mallara da kenz denilmiştir.

Münâvî de kenz kelimesini, gömülü olmasa da vergiye tabi olmayan mal şeklinde yorumlamıştır. [282]

Kesâd

(tedavülden kalkma)

Sözlükte, talep eksikliği yüzünden harcamaların azlığı an­lamında yorumlanır. Başka bir deyişle çarşılardaki durgunluğun adıdır.

Terim olarak fıkıh dilinde “kesadun-nakd” tabiri kulla­nılır. Bununla da herhangi bir paranın piyasadaki geçerliliğinin kaybolması ve bütün ülkede tedavülden kaldırılma­sı kastedilir.[283]

Kesb

(kazanç/gelir)

Sözlükte kazanma ve toplama gibi anlamlara gelir. Yine, bir menfaati elde etmek ya da bir zararı Önlemek için yapı­lan çalışmaya da bu isim verilir. Râgıb’m dediğine göre kesb, insanın fayda sağlamak ve haz duymak için yaptığı her türlü çalışma ve gayret demektir ve insanın bir menfa­ati elde ettiğim ya da bir zararı önlediğim zannettiği hu­suslarda kullanılır.

Deyim olarak fukaha kesb kelimesini bilinen sebepleri­ne başvurmak suretiyle bir maldan istifade anlamına kullanırlar. Ziraat, ticaret ve diğer meslek ve zenaatlar gibi. Onlara göre kesb iki kısımdır:

Helâl kesb: Şeriate uygun yollarla elde edilen kesb, ka­zanç.

Gayr-i meşru ve habis olan kesb: Şer’an mahzurlu yol­lardan elde edilen kazanç ve kesb.

Ayrıca kesb kelimesi, fıkıhçılar tarafından mal sebebiy­le elde edilen kazanç manasına da kullanılır. Bu anlamda kesb, nema kelimesinin karşılığıdır ve bir maldan meyda­na gelen artış ve fazlalığın bizzat kendisi demektir. Hay­vanların sütü ve yavruları gibi. [284]

Kımar

(kumar/şans oyunu)

Sözlükte yarışma anlamına gelir. Yani kamera fiili râha-ne fiiliyle eş anlamlıdır. Mağrâvfnin belirttiğine göre ise Arapça’da mukâmere’nin aslı muğâbene yani aldatmadır. Meselâ birisi diğerini aldattığında kamera fiilini kullanır.

Deyim olarak kımâr, galibin mağlub’dan bir şeyler al­ması şartı üzerine kurulan oyunlar için kullanılır. Aslında kımâr sırf tehlike, zarar üzerine yapılan bir yarışmadır ve mülkiyetin, tehlike üzerine kazanan tarafa ait olduğunun vurgulanmasıdır. Bu sebeple İbn Teymiye kımâr’ı şöyle tarif etmiştir. “Kımâr, bir kimsenin bedelini alıp alamayaca­ğı tehlikede olan eşyasını almaktır.”

Çoğu fukaha kımâr ifadesini meysir yani şans oyunla-nna isim olarak kullanırlar. Halbuki kımâr ifadesi mey-sir’den daha geniş kapsamlıdır. Çünkü bütün yanş oyunla-nnı içine alır. Meysir ise sadece Cahiliyye âdeti üzere özel bir yolla kesilecek develeri belirlemek için kadehlerle oyna­nan kumar için kullanılır. [285]

Kiraz

(emek/sermaye ortaklığı)

Sözlükte, mudarabe anlamında kullanılır. Terim olarak, lügat manasıyla aynı anlama gelir. Yani mu­darabe demektir. Bu da insanın bir başkasına ticaret yap­mak ve kânnı anlaşmaya göre paylaşmak üzere para verme­sidir. Eğer bir zarar vaki olursa bu sermaye sahibine aittir.

Ezherî bu konuda şunlan söylemiştir: Aslen kırâz, karz kökünden türemiştir. Bu da kesme, bölme anlamına gelir. Çünkü sermaye sahibi iaşesi için malından bir miktannı kesmiş ve bölmüştür. Yine kârdan belli bir miktannı da ona ayırmıştır. Bu konular için şirketü’l-mudarabe özel bir anlam kazandı. Çünkü taraflardan her biri için kârdan belli bir miktar aynlmıştır. Bunu asla geçemezler. [286]

Kısmet

(bölüşme, paylan belirleme)

Sözlükte ayırma demektir.

Terim olarak haklan ayırma ve paylan belirleme demektir.

Bu anlamda “nasîb-i şâi’ayı belirleyip bir araya getirmek” şeklinde tarif edilir. (Buradaki nasîb-i şâi’ ya da hisse-i şâi’a müşterek maldaki tüm haklan ifade eder. Nitekim or­tağın, müşterek malın her tarafında hakkı vardır. Ancak kısmetten sonra malın bir parçasına toplanmış olur.)

Ancak paylann bir araya getirilmesi bölünmeden sonra gerçekleşir. Bundan önce hisse (mülkiyet hakkı) eşyanın bütün bölümüne dağılmış vaziyettedir. (Çünkü her ortağın eşyanın en küçük parçasında, toplam mal varlığının duru­muna göre payı ve hakkı vardır.) Taksimden sonra, belirli bir bolüm her ortak için ayrılır ve diğer ortakların bu kı­sımlarda herhangi bir haklan kalmamıştır. Mühâyeede ol­duğu gibi zaman itibariyle çok küçük bir para bile olsa du­rum aynıdır. [287]

Kısmetü’l-Kazâ/el-İcbâr

(mahkeme kararıyla bölüşme) Eğer müşterek malın taksiminde ortaklardan bazılan is­ter, bazılan istemezse (kısmetin niteliğinde bile olsa) istek­li olanlar hakime başvurur. Hakim müşterek malın taksi­mini şeı^î usullere göre kararlaştırmak üzere, kendi üstüne alır. Bu durumda kısmet, kısmet-i kaza ya da kısmet-i icbar olur. Bu yöndeki tarif şöyledir: “Kısmet-i kaza, ortaklar arasında ittifak olmadığından kaza yoluyla yapılan tak­simdir.” Mecelle’de de “Bazı ortakların müracaatı üzerine hakim tarafından hükmen ve cebren ortak malın taksim edilmesi” şeklinde tarif edilmiştir.[288] Bu yo­rum Hanefî fıkıhçılanna aittir. Hanbelîlere gelince; onlar bunu “ortaklardan birinin zaranna sebep olmayan ya da birinin diğerine bedel ödemesini gerekli kılmayan taksim” olarak tarif etmişlerdir. [289]

Kısmetüt-Terâdî

(iradi bölüşme)

Fıkıhçüar ortakların iradesi itibariyle kısmeti ikiye ayırır­lar: Kısmet-i rıdâ ve kısmet-i icbarı.

Ortaklar topluca ortak malın taksimini isteyebilirler. Ya da bir kısnu bu şekilde isterler, diğerleri de bunu uygun görebilirler. Bu takdirde kısmet, kısmet-i rıdâ adını alır. Bu yönüyle kısmet Mecelle’ds “ortak mal sahiplerinin nzala-rıyla kendi aralarında icra olunan ya da cümlesinin rızala-rıyle hakim tarafından yapılan taksim” şeklinde tarif edil­miştir.[290] Bu açıklamalar Hanefîlerin yoru­mudur.

Hanbelüerin kısmet-i rıdâ hakkındaki yorumları şöyle­dir: “Kısmet-i rıdâ, ortakların rızâlarıyla yapmış oldukları taksimdir. Ancak müşterek malın taksimi, ortaklardan bi­rinin zararına sebep oluyor ya da eşitliği sağlamak için bi­rinin diğerine bir bedel vermesini gerektiriyorsa bu du­rumlarda kısmet-i rıdâ şarttır.[291]

Kıyemî

Sözlükte, vasıfları belli bir malın, kendisine benzetilip mu­kayese yapılabilmesi için asıl tabiatı ve özellikleri tesbit edilemeyen mal şeklinde tarif edilir. Başka bir ifadeyle çar­şı ve pazarda misli ve benzeri bulunmayan yahut bulunsa da fiyat bakımından farklı olan maldır. Hububat, kusursuz normal bir hayvan vb.

Bunların şekline ve suretine bakılarak benzetme ya da nisbet edilebilir. Meselâ mislî (benzer) denilir ki, bununla asıl tabiatı itibariyle şekli ve suretinin benzemesi kastedilir.

Deyim olarak kıyemî ifadesi sayıları çeşitli, bireyleri farklı olan mal şeklinde yorumlanır. Aralarındaki bu eşit­sizlik ve farklılık yüzünden bazısı ötekilerin yerine ve makamına geçemez. Yine bireyleri birbirine eşit olan fakat çarşıda benzeri bulunmayan mislî mallar olarak da tarif edilir.

Bunun misalleri çeşit, kıymet ya da her ikisinde değişi­me tabi her türlü eşyada vâkidir. Koyun, sığır, deve ve at gibi bireyleri farklı olan hayvanlar gibi.

Yine ev, değerleri ve evsafı farklı el sanatları buna ör­nek teşkil eder. Bu tür eşyanın her biri diğerinde bulunmayan nitelikleriyle ayrılır ve bu özellikler onun özel değerini oluşturur.

Çarşıda benzeri bulunmayan ve nadir eşya haline gelen mislî mallara örnek olarak da şu misaller verilebilir: Çarşılardan kaybolmuş bazı eski eserler; bunlar için özel bir itibar ve kıymet oluşur ve bu değer sebebiyle kıyemiyyat zümresine girerler. Yine mislî mallardan olup da benzerle­riyle eşit sayılmayan inallar; bunlar bir ayıp ya da aşın kullanma ve benzeri sebeplerle değerleri eksilmiş olduğun­dan kıyemiyyat grubuna girerler. Bazı âlet ve edavat, kul­lanılmış arabalar vb.. Bunun sebebi eşyanın bazı özellikle­ri ile değerinin değişmiş olmasıdır.[292]

Kıymet

(değer/eder)

Sözlükte, bir malın değerini gösteren fiyat demektir. Yani malın yerine geçen değerdir.

Terim olarak, bir şeyin gerçek fiyatı olarak tarif edilir. Ancak bu değer zaman, mekan ve olaylara göre çok farklı­dır.

Bazı fıkıhçılar da kıymeti “Ölçü âletlerine göre bir ma­lın eksiksiz ve fazlasız değeri” şeklinde tarif etmişlerdir.

Takvim ifadesine gelince; bu, bir malın kıymetinin sı­nırlarını belirlemek ve takdir etmek şeklinde yorumlanır. Meselâ, bir şeye belirli bir kıymet biçildiği zaman “Kav-vemtü’1-metâ (Eşyaya değer biçtim)” denilir.[293]

Kira

Sözlükte kâra fiilinin mastarı olup icarla tutma, kiralama gibi anlamlara gelir.

Terim olarak fıkıh dilinde icar işleminde alman ücrete denir. Ayrıca Mâlikîler kira ile icâreyi birbirinden ayrı mütalâa etmişlerdir. Hatta bazı ayrıntılara bile girmişler­dir. Onlara göre “İcâre ve kira mana bakımından aynıdır. Fakat akdin konusu olan mallar, beşerî menfaatler ile ge­mi ve hayvanların dışındaki vasıtalarla taşınabilen eşyadan ise, bu takdirde yapılan akit, bir icâre akdidir. Eğer akit konusu mallar ev ve arazi gibi taşınmazlar ile gemi ve hayvanlar ile taşınabilen eşyadan oluşursa o zaman akit bir kira akdidir. Ayrıca icâre’nin akıllı varlıkların menfaatleri için, kirâ’nın da eşyanın menfaatleri için kul­lanıldığı söylenmiştir. Fakat bazan bu iki kavram birbiri yerine kullanılır.[294]

Kumbiyole

Bu kelime çağdaş bir hukuk deyimidir. Keşideci tarafın­dan, herhangi bir tarihte belirli bir miktar parayı, müstefid (lehdar) ya da hamile ödemek Üzere muhataba (borçluya) özel nitelikte yazılmış bir ödeme emridir.

Bu kelime ne Arap dilinde, ne de fıkıhta bilinmez. [295]

Kur’a

Sözlükte sehim, hisse, pay anlamlarına gelir. Kur’a atma veya kur’a çekme, insanın hisse ve payını belir­lemek için bir çare ve yöntemdir. İbn Fâris’e göre bu keli­me vurma anlamına gelen el-kar’u kökünden gelir. Bu durumda kur’a her İnsana isabet eden, düşen hisse ya da pay demek olur.

Terim olarak sözlük anlamıyla aynı yönde kullanılır. Fukahaya göre bu, mislî olmayan ortak malların taksim yollarından biridir.

Fıkıhçıların fikirleri incelendiğinde kur’ada özel bir zo­runluluk veya icbarın olmadığı görülür. Ancak, bazı Şafiî uleması bunun silah, kalem, halka ve çakıl gibi birbirine denk olmayan eşya ile yapılmasını doğru bulmazlar. Diğer Şafiî fakihleri ise bunu reddederek şu yorumu yapmışlar­dır- “İsin eşyanın ne ainimm geldiğini bilmeyen birisinin kur’ayı çekmesidir. Hatta konu hakkında hiçbir şey bilmemelidir. Bu tür bir habersizlik ve bilgisizlik istenen bir özelliktir. Bu bakımdan kur’a çekenin küçük bir çocuk olması daha çok tercih edilir.” İşte Şafiî mezhebinin görüşü de bu şekildedir.

Hanbelîler ise kur’amn her ne şekilde olursa olsun caiz olduğunu- söylerler. Yüzük, taş veya herhangi bir şeyle, her birisi için ayırıcı bir alamet belirledikten sonra kur’a çeki­lebilir. Maksadın oluşması için bu yeterlidir. Asıl maksat oe payları ayırmak ve belirlemektir.[296]


[1] el-Misbâh 1/11, el-Muğrib 1/30, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhtyye 161, Meşâriku’l-Envâr 1/20, el-Mebsût 13/12, el-Mühezzeb 1/270, er-Ritâc fî Şerhi’l-Harâc 1/593.

[2] el-Misbâh 2/467, el-Müfredât 484, et-Tevkîf 504, eş-Şerhu’l-Kebîr 2/403, Muğni’l-Muhtâc 3/75, Muğnî (Kudâme) 6/140, Reddü’l-Muhtâr 6/705.

[3] el-Misbâh 2/471, et-Tevkîf 505, et-Ta’rifât 79, et-Ta’rifâtü’l-Fıkhıyye 374, Keşşaftı IstUâhâti’l-Fünûn 2/1014

[4] el-Misbâh 2/469, el-Müfredât 486, et-Ta’rif (Cürcânî) 79, et-Tevkîf 506, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 374, Mecelle m. 132, 136, 147, 148, Düreru’l-Hukkâm 17102

[5] el-Kâmûsu’1-Mtıhît 387, el-Misbâh 2/521, el-Külliyât 3/215, et-Tevkîf 495, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 369, el-Eşbâh (Suyûtî) 89, İbn Nuceym 101, Şerhu Ukûdi Resmi’l-Müfü İbn Âbidîn 1/44.

[6] el-Misbâh 2/470, el-Müfredât 487, et-Tevkîf 506, et-Ta’rîfât 79, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 375, el-Fevâid (îbn Nuceym) 158, Mecelle m. 705, Reddü’I-Muhtâr 6/502.

[7] Esâsü’I-Belâğa 315, el-Muğiib 2/91, el-Misbâh 2/520, et-Tevkîf 529, el-Külliyât 3/255, Meşâriku’l-Envâr 2/104, et- Ta’rîfât 84, el-Purûk 47, 48, Ahkâmu Ehli’z-Zimme 2/476.

[8] el-Misbâh 2/503, el-Muğrib 2/74, el-Matla’ 274, Tahriru Elfâ-zi’t-Tenbîh 197, Reddü’I-Muhtâr 4/361, el-Hıraşî 4/164, Muğ-ni’1-Muhtâc 2/71, Keşşâfıı’1-Kınâ’ 3/202, Mecelle m. 1019, 1020, Mürşidü’l-Hayerân m. 129.

[9] el-Misbâh 2/502, Tahrîru’1-Esmâ 2/27, el-Bahnı’1-Muhît 3/411, Dürerü’l-Hükkâm 1/326, Mürşidü’l-Hayerân m. 262, Ahkâ-mu’1-Kur’ân 2/294, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 2029, Mecelle m. 103, 104.

[10] el-Hamevî aie’l-Eşbâh ve’n-Nezâir 1/255, Teysîru’t-Tahrîr 1/29, Mürşidü’l-Hayerân m. 320, Medhalü’l-Fıkhî el-Âm (Zer-kâ) 1/507.

[11] el-Hamevî 2/224, Reddü’l-Muhtâr 2/492, et-Medhalü’1-Fıkhî 1/503, Mecelle m. 81, Mürşidü’l-Hayerân m. 315, 317.

[12] Mürşidü’l-Hayerân m. 316, 317, 320, el-Medhalü’l-Fıkhı 1/503.

[13] el-Misbâh 2/504, Talebetü’t-Talebe 169, el-Matla’ 368, et-Ta’rî-fât 78, el-Müfredât 512, et-Ta’rîfâtü’1-Fikhıyye 370.

[14] et-Tevkîf 527, el-KüUiyât 3/213, et-Ta’rîfât 390, el-Bahru’r-Râik 3/143, Kalyûbî ve Amîra 4/215.

[15] el-Misbâh 2/513, el-Külliyât 3/213, el-Müfredat 519, el-Tevkif 527, et-Ta’rîfâtü’t-Fıkhıyye 371

[16] el-Misbâh 2/473, el-Matla’ 241, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 180, et-Tevkîf 512, Şerhu Garibu Elfâzi’l-Müdevvene 86, et-Ta’rîfâ-tü’1-Fıkhıyye 376, Fethu’l-Kadîr 5/195. el-Ümm 3/49, en-Ne-vevî 10/189, Ûmdetü’l Kâri 11/292, 299.

[17] el-Misbâh 2/523, el-Müfredât 526, Tahrînı Elfâzi’t-Tenbîh 208, et-Tevkîf 496, Enîsu’I-Fukahâ 251, Mecelle m. 765, Ten-vîru’l-Ebsâr 5/677, Muğni’l-Muhtâc 3/263, Şerhu’l-Kebîr (Der-dîr) 3/435, el-Muğnî 5/203.

[18] el-Misbâh 2/478, el-Muğrib 2/53, 54, el-Müfredât 494, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 114, et-Tevkîf 510, et-Ta’rîfât (Cürcânî) 79, et-Ta’rîfâtü’l-Fıkhıyye 377.

[19] et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 168, Talebetü’t-Talebe 156, Sünenü’l-Beyhakî 6/142, Feyza’l-Kadîr 4/298, el-Mülkiyye 1/309-325.

[20] Şerhu’l-Harâc 1/596 vd.

[21] el-Medhal M Nazariyyeti’l-îltizâm (Zerkâ) 179, el-Mülkiyye (Abbadi) 1/338.

[22] el-Bedâi’ 7/130, et-Mebsût 10/114, Ahkâmu Ehli-z-Zimme (İbn Kayyim) 2/475, el-Mutemed fi Usûli’d-Din 276, Kitabu’1-Mür-ted 93.

[23] Kânûnü’l-Adl ve’I-İnsâf m. 51, el-Medhal ilâ Nazariyyeti’l-îlti­zâm s. 177, Reddü’l-Muhtâr 3/266, el-Fetâvâ el-Mehdiyye 2/647.

[24] el-Mülkiyye (Abbâdî) 1/341

[25] el-Ukûdu’d-Düreriyye (İbn Abidin) 2/203 vd., Reddü’l-Muhtâr

[26] Talebetü’t-Talebe 170, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 247, et-Ta’rîfat 381, el-Matla’ 302, et-Tevkîf 515.

[27] el-Kâmûsu’1-Muhît 147, ez-Zâhir 210, Neylü’l-Evtâr 5/242, Nesâî 7/311, Bedâyiu’s-Sanâi’ 5/39, en-Nevevî 10/230.

[28] el-Müfredât 507, et-Tevkîf 516, Talebetüt-Talebe 65, et-Ta’rî-fâtü’l-Fıkhıyye 382, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye (Mâverdî) 206.

[29] et-Tevkîf 529, Ta’rîfâtü’l-Fıkhıyye 369, 394, Keşfü’l-Esrâr (Pezdevî) 4/1383, el-Ehliyye ve Avânduhâ 370.

[30] m. 338 Tehzîbu’1-Esmâ ve’1-Lugât 2/53, el-Matla’ 236, el-Müfredât 528, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 395, Hudûdü’l-Fıkıh 121, Bedâi’ 5/274, Tekmile (Subkî) 12/343, Tuhfetü’l-Muhtâc 4/139, Mevâ-Mbü’l-Celîl 4/427, Mecelle (Hanbelî) m. 211, 212, 213.

[31] Mu’cemu Mekâyîsi’1-Luğa 4/199, el-Misbâh 2/527, et-Ta’rîfâ-tü’1-Pıkhıyye 396, Reddü’l-Muhtâr 4/25, Mecelle m. 158, 159, Îdâhu’l-Mesâlîk 331, el-Furuk (Karâfî) 2/133.

[32] el-Misbâh 1/215, el-Matia’ 216.

[33] el-Misbâh 1/80, el-Muğrib 1/92, 377, Ta’rîfât (Cürcânî) 125, et-• Ta’rîfâtül-Pıkhıyye 521, Talebetü’t-Talebe 109, Reddül-Muh-târ 4/218.

[34] el-Misbâh 1/60, el-Müfredât 59, Mefâtihu’1-Ulûm (Havârizmî) 82, el-Furûk (Askerî) 131, el-Kulliyât 1/427, Tehzîbul-Esmâ ve’1-Lugât 1/56, Kalyûbî ve Amîra 4/293, Dürerü’l-Hukkâm 1722, el-îhtiyâr 3/132.

[35] et-Tevkîf 153, Tuhfetü’l-Fukahâ 2/4, Fethu’l-Kadîr 5/455, Es-nel-Metâlib 2/2, Mevâhibü’l-Celîl 4/255, el-Muğnî 4/2, Mürşi-dü’1-Hayerân m. 343, Mecelle m. 105, Mecelletü Ahkâmi’1-Ad-liyye (Hanbelî) m. 161.

[36] el-Müntekâ (Baci) 5/36, el~Ümm 3/67, el-Mebsût 13/16; el-Muğnî 4/233, Nihâyetü’l-Muhtâc 3/433, el-Mühezzeb 1/266, Neylü’l-Evtâr 5/248, Tırmizî 3/533, Nesâî 7/295.

[37] eİ-Mevsûatü-1-Fıkhıyye 9/13.

[38] el-Buhârî maa’1-Feth 4/361, el-Hidâye maa’l-Fethi’l-Kadîr 6/107, Reddü’l-Muhtâr 4/132, Keşfîil-Kınâ’ 3/184, es-Şerhü’l-Kebîr 3/69, Tuhfetü’l-Muhtâc 4/309, el-Muhallâ ale’l-Minhâc 2/182.

[39] Tebyînü’l-Hakâik 4/48, Kalyûbî 2/177, eş-Şerhu’1-Kebîr (Der-dîr) 3/57, eş-Şerhu’1-Kebîr ale’l-Muknî 4/29.

[40] Buhârî 4/373, Müslim 3/1154, Reddü’l-Muhtâr 4/132, Keşfiı’l-Kınâ’ 3/183, Tuhfetü’l-Muhtâc 4/314.

[41] el-Kâmûsu’I-Muhît 831, el-Muğrib 1/353, 2/357.

[42] el-Fetâva’1-Hindiyye 3/209, Mecelle m. 118, 119, Mürşidü’l-Hayerân m. 561, 568, Buğyetü’l-Müstersidîn 133, Keşşâ-fu’1-Kınâ’ 3/149, Mevâhibü’l-Celîl 4/373, et-Ta’rîfâtü’1-Fık-hıyye 215.

[43] el-Muğrib 2/242.

[44] et-Tevkîf 150, el-Müfredât 84, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye (Mâ-verdî) 213, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye (Ebu Ya’lâ) 235.

[45] el-Misbâh 1/138, Tehzîbu’1-Esmâ 1/57, ez-Zâhir 204, et-Tâ’rî-fâtül-Fıkhıyye 254, Şerhu Münteha’l-İrâdât 2/212, el-Mübdî 4/170, el-Müntekâ (el-Bâcî) 4/.’32, ed-DesÛkî 3/185.

[46] el-Muğrib 1/155, el-Misbâh 17130, et-Tevkîf 250, Subhu’1-A’şâ 3/458, Reddü’l-Muhtâr 4/195.

[47] et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhiye 245, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (îbn Nüceym) 233, Reddü’l-Muhtâr 3/417.

[48] el-Kâmûsü’l-Muhît 1276, el-Mufredât 143, el-Furûk 3/266, el-Kavâidü’n-Nûrâniyye 117.

[49] el-Misbâh 17127, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 236, eş-Şelebi alâ Teb-yîni’l-Hakâik 4/68, Reddü’1-Mub.târ 4/132.

[50] el-Misbâh 17125, et-Tevkîf 236, el-Buceyremî 3/170, el-Hıraşî 7/69.

[51] el-Muğrib 17130, et-Ta’rîfatü’1-Fikhıyye 245, el-Misbâh 17111.

[52] el-Misbâh 17123, el-MaÜa’ 140, et-Tevkîf 343, el-Müfredât 130, Tehzîbu’1-Esmâ 1/51, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 319, el-Fe-tâva’l-Hindiyye 2/244, Cevâhiru’I-îklîl 1/266, Minehul-Celü 1/756, Kalyûbî 4/228, el-Mebda’ 3/404, Kifâyetü’l-Ahyâr 2/133.

[53] el-Misbâh 1/125, el-Matla’ 281, Tahrîru-Elfâzi’t-Tenbîh 206, Gureru’l-Makâle 218, el-Muğrib 17149, et-Ta’rîfât 205.

[54] el-Misbâh 1/112, et-Tevkîf 232, Müfredat 121, et-Tâ’rîfâtü’l-Fıkhıyye 346, Ta’rîfâtü’l-Curcânî 40, Keşşafü Istılâhâti’1-Fü-nûn 1/192, 2/1437, Bedâi’ul-Fevâid 4/118.

[55] el-Misbâh 1/110, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 245, Mecelle m. 94, Kifâyetut-Tâlibi’r-Rabbânî 2/284, el-Muğnî 8/337, en-Nevevî 11/225, ez-Zerkânî 4/198, Umdetü’1-Kârî 9/456.

[56] el-Misbâh 17121, et-Tevkîf 241, Tahrîni Elfâzi’t-Tenbîh 193, el-Matia’ 240, Gurerü’l-Makâle 211, en-Nevevî 1/169, Neylü’l-Evtâr 170, el-Hudûd (îbn Arafe) 240.

[57] el-Misbâh 17227, et-Tevkîf 311, 334, et-Ta’rîfatü’I-Fıkhıyye 290.

[58] el-Kâmûsu’I-Muhît 1564, Mu’cemu Mekâyîsi’1-Lüğa 3/372, el-Misbâh 2/430, et-Tevkîf 474, el-Hamevî ale’l-Eşbâh 2/211, Mi-nehu’l-Celîl 3/243, Muğni’l-Muhtâc 2/198, el-Muğnî 4/534, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (İbn Nüceym) 151, Mecelle m. 416.

[59] Tahrîru Elfazi’t-Tenbîh 204, Talebetü’t-Talebe 143, Ta’rîfât 73, et-Tevkîf 475, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 359, Mecelle m. 616, el-Muğnî 7/77, ez-Zerkânî 5/139, el-Bahru’r-Râik 6/237, Red-dü’1-Muhtâr 4/281.

[60] el-Kavâid (Zerkeşî) 2/332, Eşbâh 361-362, Ravda 362, 3/509, 7/251, el-Mühezzeh 2/58,

[61] ez-Zâhir 209, Şerhti Münteha’l-İrâdât 2/249, Keşşâfu’1-Kmâ’ 3/357, Mecelle (Hanbelî) m. 1089, 1090, el-Muğnî 7/77, Ked-dü’1-Muhtâr 4/99.

[62] el-Muğnî (İbn Kudâme 7/78, el-Fetâva’1-Hindiyye 3/287.

[63] Mürşidü’l-Hayerân m. 493, Dürerü’l-Hukkâm 1/624, Talebe-tüVTalebe 143, Mecelle m. 616, el-Bahru’r-Râik 6/237, Red-dü’1-Muhtâr 4/281, el-Muğnî (İbn Kudâme) 7/77.

[64] el-Hamevî ale’l-Eşbâh 2/211, Kavâid (Zerkeşî) 2/324, 332, Eş-bâh (Suyûtî) 326, Ravdatü’t-Tâlibîn 3/508.

[65] Keşşafü’1-Kmâ’ 3/355, Şerhu Münteha’l-İrâdât 2/248, Muh-tasaru’l-Fetâvâ (ibn Teymiye) 516.

[66] el-Misbâh 2/425, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 125, el-Fi’lu’d-Dâr (Zerkâ) 22, Câmi’ul-Ulûm vel-Hikem 265, Neylu’l-Evtâr 5/261.

[67] el-Kâmûstı’1-MuMt 138, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 319, et-Tevkîf 311, 473, Mefâtihu’1-Ulûm (Havârizmî) 86, Mukaddime 3/100, Şıfâü’l-Galîl (Gazzâlî) 235-243, Reddü’l-Muhtâr 2/58, Tehzî-bu’1-Furûk 1/141, el-Mustasfâ 1/303.

[68] el-Misbâh 2/432, el-Muğrİb 2/14, et-Tevkîf 476, el-Müfredât 443, et-Ta’rifâtü’l-Fıkhıyye,359.

[69] el-Misbâh 2/430, el-Muğiib 2/12, el-Fetâva’1-Hindiyye 1/174, Mecma’ui-Enhur 1/194, ez-Zerkânî 2/106, el-Bahru’r-Râik 2/223, Reddül-Muhtâr 2/9.

[70] el-Misbâh 1/289, el-Muğrib 1/301.

[71] el-Müfredât 175, Mu’cemu Mekayîsi’1-Luğa 2/320, Dirâsât fi Usûli’I-Mudâyenât 8, Fethu’l-Gaffâr 3/20, el-İnaye ale’1-Hidâ-ye 6/346, Fethu’I-Kadîr 5/431, Nihâyetü’l-Muhtâc 3/130, 131, Minehu’1-CelÜ 17362, el-Üzbu’1-Fâiz 1/15.

[72] et~Ta’rîfâtü’l-Fıkhıyye (Muceddidî) 296, el-Bahru’r-Râik 2/223.

[73] ei-Velayetti ale’1-Mâl 121.

[74] el-Velâyetü ale’1-Mâl ve’t-Te’âmül bi’d-Deyn s. 123 (Ali Hase-bellah).

[75] el-Fetâva’1-Hindiyye 2/336, ed-Dürrü’1-Muhtâr 4/480, Düre-rü’1-Hükkâm 3/53, Mürşidü’l-Hayerân m. 170, 172, Mecelle m. 1091, 1099, 1100, 1101.

[76] Keşşâfu Istüâhâti’l-Fünûn 2/502, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 296, Talebetü’t-Talebe 147, el-Velâyetü ale’1-Mâl 129.

[77] et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 296, el-Bahru’r-Râik 2/223.

[78] Bedâi’ 7/225, Tekmüetü Fethi’l-Kadîr 2/7, Tekmiletü Reddi’l-Muhtâr 2/130.

[79] et-Ta’rîfatü’1-Fıkhıyye (Müceddidi) 296, Bahru’r-Raik 2/223.

[80] el-Hidâye maa Fethi’l-Kadîr 8/207, Keşşâfti’1-Kınâ’ 3/411, Ni-hâyetü’l-Muhtâc 4/305, el-Hıraşî 5/262.

[81] Keşşâfü Istilâhâti’l-Fünün 2/503, et-Tâ’rifâtü’1-Fıkhıyye 296, el-Velâyetü ale’1-Mâl 130.

[82] el-Fetâva’1-Hindiyye 2/336, ed-Dürrül-Muhtâr 4/480, Düre-rü’1-Hükkâm 3/33, Mecelle m. 1091, Mürşidü’l-Hayerân m. 169, Mecelle (Hanbelî) m. 1800.

[83] et-Ta’rîfât (Cürcânî) 56, et-Tevkîf 344, Keşşâfü Istilâhâti’1-Fü-nûn 2/502, Reddü’I-Muhtâr 4/263, Mürşidü’l-Hayerân m. 852.

[84] Bedâi’ 7/225, Tekmiletü Fethi’l-Kadîr 7/2, Kurratıı Uyûni’l-Ahbâr 2/130.

[85] el-Misbâh 2/430, el-Muğrib 2/12, el-Fetâva’1-Hindiyye 17174, Mecma’ul-Enhur 1/194, ez-Zerkânî 2/106, el-Bahru”r-Râik 2/223, Reddül-Muhtfir 2/9.

[86] Tehzîbü’l-Esmâ 1/107, Tahriru Elfâzi’t-Tenbîh 120, et-Tevkîf 344, Mefâtihu’1-Ulûm 79, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye (Ebu Ya’lâ) 235, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye (Mâverdî) 199, Reddü’l-Muhtâr 4/308, Cevâhiru’1-İklÜ 1/256.

[87] el-Muğrib 2/347, et-Tevkîf 345, Ta’rîfât (Carcânî) 56, el-Mis-bâh 2/813, Tekmiletü Fethi’l-Kadîr 9/204, Nihâyetü’l-Muhtâc 7/298, Metâlibu Uli’n-Nuhâ 6/75, Kifâyetü’t-Tâlib 2/237.

[88] el-Misbâh 1/10, et-Tevkîf 37, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhiyye 160, Keş-şâfu Istılâhâti’I-Pünûn 1783, el-Mevsûatu’1-Fıkhıyye 215.

[89] Ravdatü’t-Tâlibîn 5/228, el-Muğnî 5/479, ed-Durrül-Muh-âr maa Reddi’l-Muhtâr 6/64, Mürşidü’l-Hayerân m. 602, Mecelle m. 422, 423.

[90] Tehzîbu’1-Esmâ 1/4, et-Tevkîf 36, el-Müfredât 10, Dürerü’l-Hükkâm 1/372, Mevâhibü’l-Celîl 5/389, eş-ŞerhuVSağîr 5/248.

[91] el-Misbâh 2/683, Dürerii’l-Hükkâm 1/376, Şerhu’l-MeceUe 2/476, Mecelle m. 414.

[92] Dürerü’l-Hükkâm 1/378, Mecelle m. 415.

[93] Mu’cemu Makâyîsü’1-Luğa 1/74, et-Tevkîf 44, el-Müfredât 14, Tahrîra Elfâzi’t-Tenbih 211, el-Misbâh 1/245, Rûhu’l-Meânî 3/170, Zâdü’l-Mesîr 17392.

[94] el-Kâmûsu’1-Muhît 1245, et-Tevkîf 104, Pevâtihu’r-Rahumût 1/156, Teysînı’t-Tahrîr 2/248, Keşfu’l-Esrâr 2/249

[95] el-Misbâh 1/33, el-Muğrib 1/46, Keşşâfü Istılâhâti’l-Funûn 2/1479, el-Mukaddimâtü’1-Mümehhidât 2/456, ez-Zevacir 1/267, el-Kavâid (İbn Receb) 35, Kalyûbî 3/180.

[96] el-Ahkâmu’s-Sultâniyye (Mâverdî) 213.

[97] el-Kâmûsu’1-Muhît 1524, Reddü’l-Muhtâr 2/24, Ravzatü’t-Tâlibîn 2/205, el-Muğnî 4/265.

[98] Mefhûmu’l-Mâl fi’1-İslâm (Dâvûdî).

[99] el-Misbâh 2/459, el-Emvâl (Ebu Ubeyd) 479, Ravzatü’t-Tâli-bîn 2/205, 206, Reddii’l-Muhtâr 2/24, el-Muğnî (İbn Kudâme) 4/264.

[100] el-Misbâh 2/757, el-Muğrib 2/319, Talebetü’t-Talebe 86, Ahkâ-mu’1-Kui’ân (İbn Arabî) 2/825, el-Mebsût 10/7, el-Hıraşî 3/128, el-Vecîz 1/288.

[101] el-Misbâh 1/18, el-Muğrib 1735, el-Matla’ 237, Ta’rîfâtü’1-Cür-cânî 11, Enîsü’l-Fukahâ 295, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 168, Tale­betü’t-Talebe 166, Tebyînü’l-Hakâik 6/133, Mecelletü’l-Ahkâm (Hanbelî) m. 202.

[102] el-Misbâh 1/350, el-Muğrib 1/422.

[103] el-Muğrib 2/124, el-Misbâh 2/555, el-Müntekâ 1/41, Bahrur-Râik 7/169, Bedâi’ 6/30, et-Ta’rîfât 395, 397, Mürşidii’1-Haye-rân m. 59, Mecelle m. 165, 1199.

[104] el-Misbâh 2/584, et-Tevkîf 547, el-Küüiyât 3/351, et-Ta’rîfât 404, el-Hıraşî 2/175, ed-Desûkî 17461.

[105] Fatır 15

[106] Tevbe, 9/60

[107] Müfredat 586, el-Furûk 170, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 1/291, el-İh-tiyâr 1/117, el-Muğnî 6/469, Nihâyetü’l-Muhtâç 6/151, Hâşiye-tÜ’d-Desûkî 1/492, el-Muhallâ 6/211.

[108] Nisa 11

[109] el-Misbâh 2/562, Tahrîru Elfazi’t-Tenbîh 246, Sıbt İbn Mardî-nî 12, Reddü’l-Muhtâr 5/740, Mukaddime 1/451.

[110] el-Müfredât 571, et-Tevkîf 556, Mürşidü’l-Hayerân m. 312, 313, 431, 433, el-Medhalü’1-Fıkhî 2/673, Mecelle m. 109, 110, Bedâi’ 4/218, Tahrîcü’I-Purû’ 76.

[111] el-Misbâh 2/567, et-Ta’rîfât 412, el-Pârûk 3/269, el-Medhalü’l-Fıkhî 1/524, el-Hamevî 2/194, en-Nazariyyâtü’1-Âmme (ez-Zu-nûni 32.

[112] el-Misbâh 2/545, 585, ez-Zâhir 280, et-Tevkîf 568, el-Mtığrib 1/114, Hilyetü’l-Fukahâ 160, et-Ta’rîfât 417, el-Mebsût 10/7, Muğni’l-Muhtâc 3/92.

[113] Müfredat 563, el-Misbâh 2/557, et-Ta’rîfât 408, el-Muğrib 2/127, et-Ttevkîf 552, ez-Zâhir 323.

[114] el-Muğrib 2/142, el-Misbâh 2/571, Hâşiyetu’ş-Şelebî 9/103, el-Bahru’r-Râik 6-160, el-MuhaM 2/160, el-Behce Şerhu’t-Tuhfe 2/68, Muğni’l-Muhtâc 2/15.

[115] el-Misâh 2/578, et-Ta’rîf 416, AhkâmuVSultâniyye (Ebu Ya’lâ) 179, Bedâi’ 5/236, eş-Şerhu’s-Sâğîr 1/218.

[116] m. 164

[117] Tehzîbu’1-Esmâ 2/57, ei-Misbâtı 2/529, el-Müfredât 535, el-Matla’ 235, et-Ta’rîfât 86, el-Bahru’r-Raik 7/169, el-Petâva’l-Hayriyye 1/220, Dürerü’l-Hükkâm 1/113, Miyâre 2/39, Mevâ-hibül-CelÜ 4/472, Mecelle (Hanbelî) m. 209.

[118] el-Misbâh 2/540, ez-Zâhir 224, 31-Muğrib 2/110, HÜyetü’1-Fu-kahâ 142, Talebetü’t-Talebe 147, Meşâriku’I-Envâr 2/134.

[119] el-Misbâh 2/541, el-Muğrib 2/110, et-Tevkîf 540, el-Külliyât 3/295, el-Müfredât 445, et-Ta’rîfât 87, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 400, el-Adevî 2/185, ed-Desûkî 1/461.

[120] el-Misbâh 2/545, el-Muğrib 2/114, el-MaÜa’ 216, et-Tevldf 542, el-Külliyat 3/306, HUyetül-Fukahâ 160, Tahriru Elfazi’t-Ten-bîh 316, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 417.

[121] el-Kâmûsu’1-Muhît 1475, el-Misbâh 2/534, el-Muğrib 2/102, et-Tâ’rîfâtü’1-Fıkhıyye 399.

[122] et-Tevkîf 536, Meşâriku’l-Envâr 2/131, Gurerul-Makâle 212, Zâdü’l-Me’âd 4/269, İ’lâmu’l-Muvakkı’în 1/358, el-Mebsût 13/194, el-Mühezzeb 1/262, Bedâi’ 5/263.

[123] ez-Zâhir 294, Hilyetü’l-Fukahâ 164, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 397, Talebetü’t-Talebe 18, el-Mecmû’ Şerhu’l-Mühezzeb 6/207, el-Hıraşî 2/218, Nihâyetü’l-Muhtâc 6/154, 155, Musannef (İbn Ebi Şeybe) 3/207, Ravdatü’t-TâUbîn 2/319, Tefsiru’l-Kurtubî 3/271, Metâlibu Uli’n-Nuhâ 2/143, el-Bahru’r-Râik 2/260.

[124] el-Misbâh 2/536, el-Muğrib 2/105, el-Matla’ 274, Tahrîru Elfa-zi’t-Tenbîh 210, et-Tevkîf 538, et-Ta’rîfât (Cürcânî) 86, Tehzî-bu’1-Esmâ 2/60, et-Ta’rîfatü’1-Fikhıyye 400.

[125] Meşâriku’l-Envâr 2/139, Gurem’l-Makâle 212, Bulğatü’s-Sâ-lik 1/510, Tuhfetü’l-Muhtâc 4/389, Şerhu’l-Kebîr 3/169, Min-hatü’l-Hâlik ale’1-Bahri’r-Râik 6/35.

[126] Meşâriku’l-Envâr 2/134, el-Misbâh 2/541, el-Muğrib 2/110, Talebetü’t-Talebe 80, Müfredat (er-Râgıb) 544, et-Ta’rîfâtü’l-Fikhıyye 402.

[127] el-Muğrib 1/171, el-Müfredât 156, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 197, Mecelle m. 941, İbn Arafe 313, el-Muğnî 4/508, el-Hıraşf 5/305, Kurratu Uyûni’l-Ahyâr 2/127, Muğni’l-Muhtâc 2/165.

[128] Şerhu Ganbi’l Elfâz 73, Meâlimu’s-Sünen 5/20, el-Bidâye alal-Hidâye 6/544, Muhtasar Sünen Ebu Dâvût 5/20, Tebyînu’l-Hakâyık 4/89.

[129] el-KâmÛsu’1-Muhît 1129, el-Müfredât 179, et-Tevkîf 287, el-Misbâh 1/174, el-Mülkiyye (Dr. Abbadi) 1/93.

[130] Talebetü’t-Talebe 120, el-Muğrib 1/265, el-Mîsbâh 1/212, et-Tevkîf 323, Mürşidü’I-Hayerân m. 98, 99, 100.

[131] el-Misbâh 17212, el-Muğrib 1265, el-Müfredât 221, Ravzatü’t-Tâlibîn 1/15, Nihâyetül-Muhtâc 517, Mevâhibü’1-Celü 5/125.

[132] Hac 78

[133] el-Misbâh 1/155, el-Muğrib 1/192, el-Müfredât 161, et-Tevkîf 273, Raf’ul-Harac (Salih Hamid) 42-50, ed-Dürrü’I-Mensûr 4/471.

[134] el-Muğrib 1/249, et-Tevkîf 312, ez-Zâhir 208, 222, el-Matla’ 218, 237, Tahrîru Elfazi’t-Tenbîh 322, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 275, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye 153, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye (Mâverdî) 142.

[135] el-Misbâh 1/202, el-Matla’ 233, et-Tevkîf 313, el-Müfredât 212.

[136] el-Misbâh 17170, el-Muğrib 1/212, el-Müfredât 175, et-Tevkîf 284, el-Mevsû’atu’1-Fıkhıyye 9/9.

[137] el-Misbâh 1/190, el-Muğrib 1/235, et-Tevkîf 299, Hilyetü’1-Fukahâ 142, el-Matla’ 249, Tebyînü’l-Hakâik 4/171, Keşşâfu’1-Kınâ’ 3/370, Minehu’l-Celîl 3/228, Nihâyetü’l-Muhtâc 9/408, Mürşi-dü’1-Hayerân m. 876, Mecelle m. 673, Mecelle (Hanbelî) m. 1155.

[138] Mürşidü’l-Hayerân m. 879, Mecelle m. 678, Tebyînü’l-Hakaik 4/173, Dürerü’l-Hükkâm 217.

[139] Tebyînü’l-Hakâik 4/173, Bedâi’ 7/343, Dürerü’l-Hükkâm 217, Mecelle m. 679.

[140] el-Müfredât 793, el-Bedâi’ 7/164, el-Behce Şerhu’t-Tuhfe 2/344.

[141] el-Misbâh 1/172, el-Muğrib 1/213, el-Müfredât 178, et-Tevkîf

[142] el-Muğrib 1/195, Gurerü’l-Makâle 243, en-Nuzumü’1-Mus-‘ ta’zeb 1/366, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 262, 470, el-Muğnî 8/249, Ravzatü’t-Tâlibîn 10/121, Pethu’l-Kadîr 5/142, eş- Şerhu’s-Sa-ğîr 4/477.

[143] el-Mİsbâh 1/22 el-Muğrib 1/275, et-Tevkîf 330, el-Matla’ 262, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 285.

[144] el-Misbâh 1/221, et-Muğrib 1/276, et-Matla’ 243, Tehzîbü’1-Es-mâ ve’I-Luğât 1/100, Hüyetül-Pukahâ 124, et-Ta’rîfâtü’1-Fık-hıyye 283, el-Hıyâr ve Eseruhû fı’1-Ukûd 1/42.

[145] el-Misbâh 2/842, et-Tevkîf 737, el-Muğnî 5/591, Ravdatü’t-Tâ-libîn 5/364, Şerhu Ahkâmi’ş-Şer’iyye 2/230, Mecelle m. 833, 834, 835.

[146] el-Kâmûsu’1-Muhît 1647, el-Misbâh 1/185, el-Muğrib 1/229, Vefâu’1-Vefâ 3/1087, Umdetü’1-Kârî 12/213, Metâlibu Uli’n-Nühâ 2/388.

[147] el-Kâmûsu’1-Muhît 95, el-Misbâh 1/163, el-Ahkâmu’s-Sultâ-niyye (Mâverdî) 240, Ebu Ya’lâ 266, İthâfu’s-Sâdeti’l-Mütte-kîn (Zebîdî) 7/14, Maâlimu’l-Kurbe 7.

[148] el-Kulliyât 2/187, es-Sıhâh 3/875, el-Behce 17168, Mevâhibü’l-Celîl 6/222, Kifâyetü’t-Tâlibi’r-Rabbânî 2/340.

[149] el-Misbâh 1/216, el-Muğrib 1/270, Mürşidü’l-Hayerân m. 708, el-Hamevî 1/320, Reddü’l-Muhtâr 4/15, Fethül-Ali el-Malik 2/250, Muallimetü’l-Fıkhı’l-Mâlikî 196, el-Örf ve’1-Amel fî’l-Mezhebi’l-Mâlikî 468.

[150] el-Misbâhu’1-Müaîr 1/217, et-TaVîfâtü’1-Fıkhıyye 282.

[151] Mu’cemu Mekâyîsi’1-Luğa 6/125, el-Misbâh 2/831, el-Müfre-dât 526, Meşâriku’l-Envâr 1/291, Tahrîrul-Kelâm ü Mesâili’l-İltizâm (Hattâb) 153.

[152] el-Misbâh 1/408, el-Muğrib 1/478, el-FurÛk (Askeri) 204.

[153] Kâmûsul-Muhıt 1623, el-Misbâh 1/8, Mebâdiu tlmil-Mâliye 237, Maliyyetü’d-Devle ve’1-Heyeâtü’l-Mahalliye 253.124

[154] el-Muğrib 2/41, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 243, el-MaÜa’ 314, et-Tevkîf 502, Talebetü’t-Talebe 63, Hilyetü’l-Fukahâ 208, et-Ta-rifatu’l-Fıkhıyye 372.

[155] el-Misbâh 2/446, el-Muğrib 2/25, en-Nuzumü’1-Musta’zeb 110, Hâşiyetü’l-Kalyûbî 4/350, el-Eşbâh ve’n-Nezâir 88, Kavâidü’l Ahkâm 1/179, Kavâid (İbn Receb) 183, el-Eşbâh ve’n-Nezair (İbn Nüceym) 193.

[156] En’am 119

[157] el-Misbâh 2/425, el-Müfredât 436, et-Tevkîf 71, Dürer 1/34, İ’lâmu’l-Muvakkı’în 3/31, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (Suyûtî) 85, el-Eşbâh (İbn Nüceym) 594.

[158] el-Misbâh 2/803, el-MaÜa’ 227, Ta’rîfâtü’l-Cürcânî 23, Talebe-tü’t-Talebe 108, Fethu’l-Kadîr 2/344, el-Muğnî 3/561, el-Mec-mû’ 7/165, Keşşâfü’1-Kınâ’ 3/148, el-İnsâf 4/260, el-Medhalül-Fıkhî 1/292.

[159] el-Kâmûsul-Muhît 634, Mefâtihu’1-UMm (Havârizmî) 86.

[160] Mu’cemu Mukâyîsi’1-Luğa 4/204, el-Misbâh 2/527, et-Tevkîf 531, Neylü’l-Evtâr 5/207, Reddü’l-Muhtâr 4/279, Haşiye (De-sûkî) 3188, Keşşâfiıl-Kınâ’ 3/186.

[161] Mu’cemu Mekâyîsü’1-Luğa 4/319, el-Misbâh 2/487, el-Matla’ 255, el-Mühezzeb 2/164, el-Mukaddimât 2/307, Kalyûbi 4770, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr 3/96.

[162] Tehzîbu’1-Esmâ vel-Luğat 2/4, Talebetü’t-Talebe 63, et-Ta’rî-fât (Cürcânî) 79, el-Muğrib 2/41, et-Tevkîf 502, Hadâyetü’l-Fukahâ 208.

[163] el-Muğrib 2/64, es-Sünenü’1-Kübrâ (Beyhakî) 6/179, Mevâhi-bü’1-Celîl 6/63.

[164] el-Misbâh 2/323, Bedâi’ 6/42, Minehu’1-Celü 4/607, Şerhu Münteha’l-İrâdât 3/112.

[165] el-Misbâh 2/323, Esasü’l-Belâğa 317, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 42, el-Muğrib 2/89, Meşâriku’l-Envâr 2/105.

[166] el-Misbâh 1/82, et-Ta’rîfât 2, et-Tevkîf 27, el-Kavâid 1/73, Fe-vâtihu’r-Rahumût 1/112, Mecelle m. 836.

[167] el-Misbâh 17314, el-Muğrib 17381, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 121, Hilyetü’l-Fukahâ 164, el-Bedâi’ 2/46, Reddü’l-Muhtâr 2/61, ed-Desûkî 17456, el-Mecmû’ 2/205, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye 121, Tuhfetü’l-Muhtâc 7/160, Tefsînıl-Kurtubî 8/10.

[168] el-Misbâh 1/60, el-Muğrib 1765, Talebetü’t-Talebe 43, Reddü’l-Muhtâr 4/276, Bidâyetü’I-Müctehid 2/153, Mecelle m. 1536, Mürşidü’l-Hayerân m. 232

[169] Tevkif 30, el-İhtiyâr 2/15, Metâlibü Uli’n-Nühâ 3/231, Kalyû-bî ve Ainîra 2/191, 198-3/33, 177-4/44.

[170] Esâsü’l-Belâga 21, el-Mu’cemu’1-Vasît 1754.

[171] el-Misbâh 1/64, el-Muğrib 1/77, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbih 215, Keşşâfu Istüâhâti’l-Fünûn 1/136, el-Mühezzeb ve’n-Nuzu-mü’1-Musta’zeb 1/285, el-Bedâi’ 6/87, el-Hıraşî 4/424, Münte-ha’1-îrâdât 1/460.

[172] el-Muğrib, 1/28, Tehzîbu’1-Esmâ ve’1-Luğât 1/4, et-Ta’rîfât 8, el-Bedâi’ 4/174, ed-Dürrü’1-Muhtâr 4/6, Kavâidü’l-Ahkâm 2/78, Mecelle m. 421, Mürşidü’l-Hayerân, m. 578.

[173] el-Medhalü’1-FıkM (Zerkâ) 1/569.

[174] el-Misbâh 1/725, el-Muğrib 2/289, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 159, Dürerü’l-Hükkâm 17374, Şerhu’l-Mecelle 2/474, Mecelle m. 526.

[175] Fethu’1-Azîz 12/205, el-Eşbâh ve’n-Nezâir 281, eş-Şerhu’1-Kebîr 4/3 Miyâre 2/98, Keşfu’1-Kınâ’ 4/26.

[176] el-Ta’rîfâtül-Fıkhıyye 159, Dürerü’l-Hükkâm 1/3741, Şerhu’l-Mecelle 2/473, Mecelle m. 406.

[177] m. 440

[178] el-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 159, Dürerü’l-Hükkâm 1/375, Şerhu’I-Mecelle 2/474, Mecelle m. 408.

[179] Reddü’l-Muhtâr 3/397, el-Fetâva’1-Hâniyye 3/333, Mürşidü’l-Hayerân m. 687.

[180] el-Misbâh 1/140, el-Muğrib 1/168, et-Ta’rîfât 159, Reddü’l-Muhtâr 4/140, Kavâidu’1-Fıkh 53, Mürşidü’l-Hayerân m. 335.

[181] Mekâyîsül-Lüğa 1/455, es-Sıhâh 1/40, Esâsü’l-Belâğa 58, el-Mu’teber (Zerkeşi) 303, Fevâtihu’r-Rahumût 1/104

[182] Tâcü’1-Arûs 3/322, el-Misbâh 1/245, Rûhul-Me’ânî 3/170, Zâ-dü’1-Mesîr 1/392.

[183] el-Misbâh 1/228, en-Nuzumü’1-Musta’zeb 1/349, Mekâyîsü’l Lüğa 2/269, el-Muğrib 1/286, Neylü’l-Evtâr 5/240, Hâşiyetü’l-Kalyûbî 3/64.

[184] el-Misbâh 2/578, el-Muğnî 4/407, Bidâyetül-Müctehid 2/284, ez-Zerkânî alâ Halîl 5/261.

[185] el-Misbâhu’1-Münîr 2/560, Esne’l-Metâlib 4/331, Reddü’l-Muhtâr 3/361, Bedâi’ 9/2112.

[186] el-Misbâh 2/541, Esâsü’I-Belâğa 327, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 185, el-Muğrib 2/110, Meşâriku’l-Envâr 2/134.

[187] el-Misbâh 2/546, Esâsü’I-Belâğa 330, el-Muğrib 2/115, Müfre­dat (Râgıb) 549.

[188] el-Misbâhu’1-Münîr 1/198, el-Muğnî 9/237, ed-Desûkî ala Şerhi’1-Kebîr 2/510.

[189] Talebetü’t-Talebe 80, el-Muğrib 1/262, el-Misbâhu’1-Munîr 17210.

[190] Meşâriku’l-Envâr 1/237, el-Furûk (Askerî) 48, el-Furûk (Ka-râfî) 4/24, el-Lü’lüü ve’1-Mercân 12.

[191] el-Misbâh 1/157, el-Muğrib 1/194, Talebetü’t-Talebe 77, Red-dü’I-Muhtâr 3/194, Muğni’l-Muhtâc 4/164, Mürşidü’l-Hayerân m. 72, Mecelle m. 1248.

[192] el-Misbâh 1/175, Tehzîbu’1-Esmâ 1/68, el-Muğrib 1/217, Tahrî-ra Elfâzi’t-Tenbîh 168, Reddü’l-Muhtâr 5/20, el-Muğnî 4/244, Nihâyetü’l-Muhtâc 2/456, eş-Şerhu’s-Sâğîr 1/639.

[193] el-Matla’ 375, en-Nuzumü’1-Musta’zeb, 2/277, eş-Şerhu’s-Sa-ğîr 4/476, Tebyînü’l-Hakâik 3/217, Kalyûbî 3/26.

[194] Müfredat 163, Kalyûbî 4/215, el-Bahru’r-Râik 3/143

[195] el-Misbâh 1/205, el-Mensûr (Zerkeşî) 3/234, el-Kavâicl (İbn Receb 192, el-Mülkiyye (Abbâdî) 17160.

[196] el-Misbâh 1/166, el-Muğrib 1/204, et-Ta’rîfatü’1-Fıkhıyye 161, Mu’cemu Luğatil-Fukahâ 45, Reddü’l-Muhtâr 2/216.

[197] et-Ta’rifâtü’1-Fıkhıyye 161, el-Mağrib 1/211, Mu’cemu Luğa­til-Fukahâ 46.

[198] el-Kâmûsu!l-Muhît 236, et-Tevkîf 263, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (Suyûtî) 88, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (İbn Nüceym) 100, el-Muvâ-fakât 2/11, el-Mensûr fi’1-Kavâid 2/54, el-Medhalü’1-Fıkhî 2/997, Mecelle m. 32.

[199] Sad 44

[200] el-Misbâh 1/190, el-Hamevî 2/291, Î’lâmu’l-Muvakkı’în 2/252, el-Muvâfakât 2/387, el-Fetâva’1-Hindiyye 6/390.

[201] el-Purûk (Ebu Hüâl Askerî) 118, el-Misbâh 1/221, Keşfu’1-Esrâr 4/383, Teysîru’t-Tahrîr 2/290, 308.

[202] el-Misbâh 1/189, et-Tevkîf 39, Ta’rîfâtü’l-Cürcânî 9, el-KüIli-yât 1770, el-Buhflrî 1727, Ref ul-Harâc (Dr. Salih Hamid) 332.

[203] el-Kâmûsu’l-Muhît 206, el-Misbâh 2/713, Reddü’l-Muhtâr 5/277, Mevâhibü’l-Celîl 6/2, Mecelle m. 192, 1051, Mecelletü’l-Ahkâmi’ş-Şer’iyye m. 1783, 1784.

[204] el-Misbâhu’1-Münîr 2/630, el-Matla1 238, el-Bahru’r-Râik 6/110, Mecma’ul-Enhur 2/354, el-Hıraşî 5/169, el-Ümm 3/67.

[205] el-Misbâh 2/643, el-Muğrib 2/217, Mürşidü’l-Hayerân m. 286, 289, el-Bennânî 1/72, et-Temhîd (tsnevî) 27, et-Telvîh ale’t-Tavzîh 3/226, Keşfu’l-Esrâr alâ Usûİİ Pezdevî 4/384, Fethu’l-Gıfar 3/119.

[206] el-Misbâh 2/614, Reddü’l-Muhtâr 3/392, Mefâtihu’1-Ulûm (Havârizmî) 86, el-Ahkâmu’s- Sultâniyye (Maverdî) 190.

[207] Furkân 67

[208] Bakara 236

[209] el-Mufredât (Râgıb) 592, el-Misbâh 2/590, Esasü’l-Belâğa 354.

[210] el-Misbâh 2/626, el-Muğrib 2/198, el-Muğnî 4/249, el-Bahru’r-Râik 2/225, el-Vecîz 1/79, Cevâbiru’l-İklîl 1/117, 138.

[211] Tevbe 34

[212] el-Misbâh 2/656, el-Muğrib 2/234, et-Tfevkîf 611, el-Mecmû’ (Nevevî) 6/13, Tefsir (Taberî) 10/120, Ahkâmu’l-Kui’ân (İbn Arabi) 2/918, 921, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 1/275.

[213] el-Misbâh 2/610, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (İbn Nüceym 314, Red-dül-Muhtâr 2/444, el-Medhalü’1-Fıkhî (Zerkâ) 1/533.

[214] el-Misbâh 2/609, el-Müfredât 610, Kavâidü’l-Ahkâm 2/174 er-Rûh 320, 347.

[215] el-Misbâh 2/626, en-Nuzumü’1-Müsta’zeb 1/160, Haşiye (De-sûkî) 3/47, Tebyînü’l-Hakâik 1/290, el-Hıraşî 2/168, el-Mühez-zeb 1/160, el-Muğnî 2/690, Nihâyetü’l-Muhtâc 3/456

[216] el-Ta’rîfâtü’l-Fxkhıyye 176, el-Misbâh 2/612, el-İhkâm (Âmidî) 1749, Feyzü’l-Kadîr 4/26, Fethu’1-Bârî 4/306, el-Kavânînu’l-Fıkhıyye 294.

[217] el-Misbâh 2/666, el-Mebsût 24/48, Reddü’l-Muhtâr 5/80

[218] el-Kâmûsu’1-Muhît 1494, el-Misbâh 2/669, Fethu’1-Ali el-Mâ-lik li AUş 1/217, el-Mensûr fil-Kavâid 3/392, el-îltizâmat fi’ş-Şer’il-İslâmî (Ahmed İbrahim) 21.

[219] Mu’cemu’l-Mustalâhâti’l-îktisâdiyye 124, 240.

[220] el-Misbâh 2/699, el-Müfredât 713, Müslim 4/2273, Akdiyetü’r-Resûl 504.

[221] el-Misbâh 2/502, Tehzîbu’1-Esmâ ve’l-Luğât 2/27, Mürşidü’l-Hayerân m. 262, Mecelle m. 104, el-Medhalü’1-Fıkhî 1/293.

[222] el-Kâmûsu’1-Muhît 179, el-Misbâh 2/772, el-Medhalü’1-Fıkhî (Zerkâ) 1/430, Tebyîmı’l-Hakâik 9/254.

[223] el-Misbâh 2/755, el-Furûk (Askerî) 283, Mürşidü’l-Hayerân m. 335, Reddü’I-Muhtâr 3/167, el-Mecmû’ (Nevevî) 9/202.

[224] el-Kâmûsu’l-Muhît 329, Mu’cemu Makâyîsi’1-Luğa 4/503, el-Medhalü’l-Fıkhî (Zerkâ) 1/524, el-Hamevî 2/194, el-Bedâi’ 5/238, el-Furûk (Karâfî) 3/269, Şerhu’l-Mecelle (Atâsî) 2/223.

[225] el-Misbâh 2/722, Usulü’l-İktisâdi’l-İslâmî 85.

[226] Mürşidü’l-Hayerân m. 13

[227] el-Misbâh 2/757, el-Müfredât 765, el-Furûk (Karâfî) 17187, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (İbn Nüceym) 143, el-Medhalü’1-Fikhî el-Âmm (Zerkâ) 1/285.

[228] el-Misbâh 2/614, el-Hıraşî 5/55, ez-Zerkânî ala Halil 5/60, Teb-yînü’l-Hakâik 4/144, Tenbîhu’r-Rukûd (İbn Âbidîn) 2/60, Dü-rerü’l-Hükkâm 1/108.

[229] Bakara 250

[230] Müfredat 758, el-Furûk 196, el Misbâh 2/749.

[231] el-Kâmûsu’1-Muhît 362, Ta’rîfât 11, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 167, el-Furûk (Askerî) 117-120, el-Medhal (Zerkâ) 1/352, el-Bahru’r-Râik 3/322, el-Buceyrimî 4/5,

[232] el-Tasarrufât ve’1-Vakai’uş-Şer’iyye (Dr. Muhammed Zeki Ab-diH-Berr) 25.

[233] el-Kâmûsu’l-Muhît 361, Esâsvt’l-Belâğa 164, Reddu’l-Muhtâç 3/266, 276, Metâlibü Uli’n-Nühâ 4/278, el-Fetâva’1-Mehdiyye 2/247.

[234] el-Misbâh 1/277, el-Bahru’r ^âik 6/148, el-Behce 2/251, Mür-şidü’l-Hayerân m. 37.

[235] Müfredat 282, el-Muğrib 1/328, el-Misbâh L/268, el-Fumk (Askerî) 160, 161.

[236] el-Misbâh 1/331, Şerbu Münteha’l-İrâdât 3/122, el-Mühezzeb 1/449, ez-Zâhira 1/152, el-thtiyâr 3/131, 4/17.

[237] el-Misbâh 1/100, el-Muğrib 1/115, el-Mu’cemu’1-Vasît 95, Esâ-sü’I-Belâğa, Mu’cemu Luğâti’l-Fukahâ 42.

[238] Tehzîbu’l-Esmâ 1/148, el-Mufredât 337, et-Ta’rîfât 18, et-Tev-kîf 61, 403, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 177, Düstûru’l-UIemâ 1/111, Ahkâmu’l-Kui’ân 1/323, Fetâvâ İbn Teymiyye 137.

[239] el-Misbâh 2/841, el-Bahru’r-Râik 5/103, Kalyûbî 3/26.

[240] el-Misbâh 2/839, el-Muğnî 9/527, el-Bedâi’ 4/123, Müstedrek 2/19.

[241] el-Misbâh 1/34, Reddü’l-Muhtâr 3/247, Mevâhibil’l-Celîl 4/470, Keşşâfu’1-Kınâ’ 3/212, ed-Desûkî 3/140, Tuhfetü’l-Fukahâ 2/136, Ravzatü’t-Tâlibîn 3/470, el-Kavânînu’1-Fıkhıyye 226.

[242] el-Müfredât 51, Reddü’l-Muhtâr 2/21, el-Hıraşî 7/15, Kalyûbî 3/97, 80, el-Muğnî 4/534.

[243] el-Misbâh 1/114, Bsasül-Belâğa 53.

[244] el-Kâmûsu’1-Muhît 463, 464, Esne’l-Metâlib 2/3, el-Müdewe-ne 4/292, Reddü’l-Muhtâr 4/12′, el-Muharrer 1/298.

[245] el-Misbâh 2/834, Reddü’l-Muhtâr 4/276, Fethu’l-Kadîr 6/310.

[246] el-Misbâhu’1-Münîr 2/541, el-Muğrib 2/110, el-Mülkiyye 1724 Şerhu’l-Mecelle (Atâsî) 2/12.

[247] el-Misbâh 1/190, Nihâyetü’l-Muhtâc 1/230, el-Muğnî 1/72, Fethul-Kadîr 1/139, Muğni’l-Muhtâc 2/65, Bedâi’ 5/238, Rav-datü’t-Tâlibîn 3/499, el-Fetâva’t-Tarsûsiyye 266.

[248] el-Misbâh 1/174, el-Matla’ 275, et-Tevkîf 56, et-Ta’rîfât 172, Reddü’l-Muhtâr 4/191, Hâşiyetü’l-Benânî 6/158, Mevâhibü’l-Celü 5/294, Dürerü’l-Hükkâm 1/624, Mürşidü’l-Hayerân m. 497.

[249] el-Kâmûsu’1-MuMt 484, Reddü’l-Muhtâr 3/391, Mürşidü’l-Hayerân m. 700, Kânûnu’1-Adl ve’1-İnsâf (Zerkâ) 40, el-Med-halü’l-Fıkhî (Zerkâ) 1/570, Minhatü’l-Hâlik alâ Bahri’r-Râik 5/220.

[250] el-Misbâh 2/788, el-Muğnî 5/288, Tebyînü’l-Hakâik 6/78, Mefhûmu’1-Mâl (Dâvudî) 15.

[251] el-Misbâh 2/230, el-Bahru’r-Râik 6/110, el-Ümm 3/67.

[252] el-Misbâh 17344, el-Muğrib 1/417, el-Muğnî 6/25, Nihâyetül-Muhtâc 6/67, Hâşiyetü’d-Desûkî 2/396, el-Eşbâh 2/157, el-Medhalü’l-Fıkhî (Zerkâ) 17534.

[253] el-Kâmusul-Muhît 360.

[254] el-Misbâh 1/328, ez-Zâhir 427, el-Hidâye 3/378, Reddu’1-Muh-târ 315, el-Adevî 8/126.

[255] el-Kâmûsu’1-Mtıhît 458, el-Mu’cemu’1-Vasît 100, el-Keşşâf (Ze-mahşerî) 1/500, Mecelle m. 946.

[256] el-Muğrib 1/484, Talebetü’t-Talebe 109, el-Mebsût 12/138, FethuT-Kadîr 5/355, el-Bedâi’ 5/2, Mecelle m. 388.

[257] el-Misbâh 1/367, Esnel-Metâlib maa Hâşiyetfr-Remlî 3/163.

[258] el-Misbâh 1/95, el-Bedâi’ 7/164, el-Furûk 4/74, el-Mensûr 2/190 Dürerü’l-Hükkâm 2/452, Mecelle m. 887, 888.

[259] Mecelle m. 887, Dürerü’l-Hükkâm 2/452, Şerhu’l-Mecelle (Atâsî) 3/411, el-Kavâid 204.

[260] Mecelle m..88S, el-Fıırûk 4/27, el-Kavâid (İbn Receb) 204.

[261] Tarifât 7, el-Misbâh 1/128, el-Bahru’r-Râik 1738, Reddü’l-Mutıtâr 9/20 Ravzatü’t-Tâlibin 7/36, er-Rahûnî 3/191, Metâli-bü Uli’n-Nühâ 3/7, Fethu’l-Kadîr 5/78, el-Bedâi’ 2/194.

[262] et-Tevkîf 31, t-1-İltizâmât fi’ş-Şer’il-İslâmî 227.

[263] el-Misbâh 1/247, Mebdeu’r-Rızâ fı’1-Ukûd 2/1202, el-Medha-lü’1-Fıkhi’l-Âmm 1/330.

[264] Misbâh 2/433, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 182, Teysîrü’t-Tahrîr 1/129.

[265] Kâmûsu’l-Muhît 1306, Esâsül-Belâğa 198, Hâşiyetü’l-Kalyû-bî 4/138, el-Eşbâh ve’n-Nezâir 86, Şelebî 1/248, el-Bedâi’ 1/324.

[266] el-Misbâh 1/15, el-Kulliyât 1799, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn 1/93, 113, Kavâidü’l-Ahkâm 2/73, Medâıicü’s-Sâlikîn 1/388, el-Eşbâh ve’n-Nezâir 142, Mecelle m. 67.

[267] el-Misbâh 2/588, el-Mtığrib 2/156, ei-Matla’ 249, et-Tevkîf 570, el-Külliyât 9/4, el-Müfredât 591, et-Ta’rîfât 422.

[268] m. 102

[269] el-Misbâh 2/587, et-Ta’rîfât 423, el-Medhalü’l-Fikhî 1/292, el-İnsâf 260, el-Muğnî 3/561, Keşşâfü’1-Kmâ’ 3/148.

[270] Mu’cemu Mekâyisi’1-Luğa 5/50, el-Muğrib 2/107, el-Müfredât 590, Meşârikul Envâr 2/170, el-Kavânînu’1-Pıkhıyye 328, el-Bedâi’ 5/148, el-İşâre ilet-îcâz 106, el-Behce Şerhu’t-Tuhfe 1/168.

[271] Reddü’l-Muhtâr 4/574, el-Fetâva’t-Tarsûsiyye 251, Mecma’uz-Zamânât 214, el-Eşbâh ve’n-Nezâir 208, Mecelle m. 299.

[272] el-Fetâva’t-Tarsûsiyye 251-257, Reddü’l-Muhtâr 4/573, Mecma’ıız-Zamânât 213, Mecelle m. 298.

[273] el-Misbâh 2/612, el-Muğrib 2/174, el-Külliyât 1/88, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 331, et-Tevkîf 525, et-Ta’rîfât 432, el-Kavânî-mı’I-Fıklııyye 294.

[274] Dirâsât fî Usûli’l-Müdâyenât (Dr. Nezih Hammad) 237-276.

[275] Mu’cemu Mekâyîsi’1-Luğa 5/71, el-Muğrib 2/169, Tahrîru El-fâzi’t-Tenbîh 192, et-Tevkîf 580, Nihâyetü’l-Muhtâc 4/218, Es-nel-Metâlib 2/141, Keşşâfü’l-Kmâ< 3/298, Kifâyetü’t-Taübi’r-Rabbânî 2/150, Reddü’l-Muhtâr 4/171, Mürşidü’l-Heyerân m. 796, Mecelle (Hanbelî) m. 723, 725.

[276] Reddü’l-Muhtâr 3/391, Mürşidü’l-Hayerân m. 706, 707, el-Medhal ilâ Nazarriyyeti’l-îltizâm 43.

[277] el-Misbâh 2/648, et-Tevkîf 606, Tarifât (Cürcânî) 98.

[278] el-Misbâh 2/649, el-Matla’ 249, Talebetü’t-Talebe 139, el-Müf-redât 656, et-Tevkîf 607, el-Kavânînül-Fıkhıyye 354, Tebyî-nü’1-Hakâik 4/146, el-Muhallâ 8/111, eş-Şerhu’1-Kebîr 5/71, Nihâyetü’l-Muhtâc 4-443, Şerhu Münteha’l-îrâdât 2/245, Me­celle m. 612, Mürşidü’l-Hayerân m. 839.

[279] Dürerü’l-Hükkâm 1/231, Mecelle m. 623.

[280] et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 444, Dürerü’l-Hükkâm 1/625, 179 Me­celle m. 617.

[281] Dürerü’l-Hükkâm 1/606, Mürşidü’l-Hayerân m. 846, Mecelle m. 636.

[282] el-Misbâh 2/656, en-Nuzumü’1-Müsta’zeb 1/164, el-Muğrib 2/234, el-Matla’ 234, et-Tevkîf 611, el-Müfredât 664, et-Ta’rî-fâtü’l-Fıkhıyye 449.

[283] el-Misbâh 2/644, Tebyînü’l-Hakâik (Zeyle’î) 4/143, Tenbîhu’r-Rukûd 2/60, Dürerü’l-Hükkâm 1/108.

[284] el-Misbâh 3/195, el-MaÜa’ 235, Tehzîbu’1-Esmâ ve’1-Luğat 2/114, el-Külliyât 4-122, et-Tevkîf 603, el-Müfredât 648, et-Ta’rîfât 97, et-Ta’rîfâtü’1-Fikhıyye 442, el-İktisâb 16, 32, 36, el-Âdâbu’ş-Şerıyye 3/278, Minhâcü’l-Yakîn 370.

[285] el-Kâmûsu’1-Muhît 597, Gureru’l-Makâle 264, el-Külliyât 4/4, et-Ta’rîfât (Cürcânî) 95, et-Ta’rîfâtü’1-Fıkhıyye 434, Tefsîru Bahri’l-Mubit 2/157, Fetâvâ İbn Teymiye 28/76, 32/220, el-Adevî 2/416.

[286] ez-Zâhir 247, el-Misbâh 2/600, et-Tevkîf 577, Hilyetü’l-Fukâhâ 147, et-Ta’rîfât 326, el-Mühezzeb 1/392, el-Hıraşî 4/425, Red-dü’1-Muhtâr 4/504, el-İnsâf 5/428, Mecelle (Hanbelî) m. 1775.

[287] et-Tevkîf 582, Talebetü’t-Talebe 120, ol-Müfredât 608, el-Bah-ru’r-Râik 8/167, Fethu’l-Kadîr 8/347, Mecelle m. 1114, 115, Mecelle (Hânbelî) m. 1789.

[288] Mecelle m. 1112

[289] Fethu’l-Kadîr 8/258, Mecelle (Hanbelî) m. 1781.

[290] Mecelle m. 1121

[291] Fethu’l-Kadîr 8/357, Mecelle (Hanbelî) m. 1780.

[292] el-Misbâh 2/629, et-Ta’rîfâtü’I-Fıkhiyye 438, Reddü’l-Muhtâr 4/171, Dürerü’l-Hükkâm 1/105, 3/109, Mürşidü’l-Hayerân m. 399, Mecelle m. 146, 1119, Mecelle (Hanbelî) m. 194.

[293] el-Misbâh 2/629, el-Matla’ 403, et-Ta’rifâtül-Fıkhıyye 244, Reddü’l-Muhtâr 4/51, Edebul-Kadâ 426, Mürşidü’l-Hayerân 414, Mecelle M. 154, Mecelle (Hanbelî) m. 175.

[294] el-Misbâh 2/743, el-Matla’ 264, el-Külliyât 4/129, et-Ta’rîfâ-tü’1-Fıkhıyye 441, Tahrîru Elfâzi’t-Tenbîh 220, Mevâhibü’1-Ce-lîl 5/389, eş-Şerhu’s-Sağîr (Derdîr) 5/248.

[295] el-Havâle (Dr. İbrahim Abdülhamid) 236.

[296] et-Ta’rîfâtül-Fıkhıyye 427, el-Muğrib 2/170, Hüyetü’l-Fukahâ 208, Metâlibu Uli’n-Nuhâ 6/560, Nihâyetü’l-Muhtâc 8/272, Muğni’l-Muhtâc 4/321, el-Fetâva’l-Hindiyye 5-217.

Iktisadi Fikih Terimleri” kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek için Ücretsiz pdf olarak almak için aşağıdaki indirme düğmesini tıklayın

Bozuk bağlantıyı bildirin
Siteyi Yardim Et


for websites

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *