| Islam Hukukunda Devlet Yapisi |
| HÜSEYİN HATEMİ |
| 123 |
| Türkçe |
|
|
| İndirme için tıklayın |
| Kağıt Kapak için |
Islam Hukukunda Devlet Yapisi – Kitap
SUNUŞ – İSLAM HUKUKU’NDA DEVLET YAPISI
Bu kitapçığı, .Hayat, inanç ve cihaddır buyuran ve bu düsturu sözde bırakmayıp gerçekleştiren Ulu Şehid’e, «çoban Armağan sayılması ümidi ile sunuyorum.
Gerçek dostlar olmazsa, yaşamak çok güçleşir. Bütün aziz ve gerçek dostlara, hususiyle Abbas Ef’ali Beye teşekkür ederim.
Kalkınmamızın iç ve dış engelleri
Türk milleti, kendi kaderine hakim olmak zorundadır. Henüz Devletler Hukuku alanında «yüksek ahlak esasları» hakim olamamıştır. Herhangi bir büyük devletin müşfik kanatları altına girerek uyumaya hazır olan ların çok küçük bir kısmı gafil, hemen tamamına yakın çoğunluğu ise, – gine nezaket bizde kalsın- «şaşkındır.»
Bu sözlerim, memleket meseleleri hakkında fikir beyan etmeye vakti olanlar içindir. Yoksa, niçin yoksul kaldığımızı, niçin bir türlü ilerleyemediğimizi düşünmeye bile vakti olmayan, geçim derdi içinde çabalayıp sessizce ölen sevgili halkımızdan herhangi birine, bu konuda açık bir soru yöneltirseniz, sağduyusu ile doğru cevabı verir.
Ancak, ne var ki sağduyu onun kurtulmasına kafi gelmez. Çünkü halkımızın en az yarısı okuyup yazma imkanından bile mahrum kalmıştır. Kaldı ki bir gazeteyi şöyle böyle okuyabilmesi neyi değiştirebilir? Okuduğu gazete, onun diliyle onun dertlerine eğilebilen bir gazete midir?
Sos yete sütununu okuduktan sonra «tefeci»nin karşısında daha mı güçlü olacaktır? Futbolcuların transfer macera larım okuyabilirse, «Beş parmağının birisi benimdir!» di ye karşısına dikilip de ahırından öküzünü almaya kalkı şanlara «Hayır!» diyebilecek midir?
Sömürülenin sömürülmekten vazgeçmesi, sömüreninde sömürmekten derhal vazgeçmesi ve tövbekâr olması sonucunu doğurmaz. Hele iç ve dış sömürücüler çıkar ortaklığı kurabilmiş iseler, mücadele büsbütün güçleşir.
«Kötümser» değil sadece «gerçekçi» olanlar, emperyalizm ile mücadelenin ne kadar güç olacağım düşünebilir, tasavvur edebilirler. Fakat, mücadelenin güç oluşu, hareketsiz durup beklemeyi, zehirden şifa ummayı haklı göstermez.
Emperyalizm karşısında kararlı bir tutum almaz sak, milli benliğimizi ve haysiyetimizi kaybedecek ve bir tarafdan Ayasofya’ya gözlerini diken Hıristiyan Batı’nın diğer taraftan da şimdilik Nil ve Fırat arasındaki toprak larda İsrail İmparatorluğu’nu kurmayı hayal eden Siyonizm’in oyunlarına seyirci kalmış olacağız (1).
Dünya hakimiyetini elinde tutmakta ve nüfuz sahaalrmı genişlet mekte direnen «tröstler»e ve onların kiraladığı siyasetçi lere, Türk milleti’nin taksitle ölmeye niyetli olmadığını isbat edecek bir tutum takınırsak ne olacaktır? Elbette emperyalizmin en etkili silahlı olan «böl ve yönet!» kuralının çeşitli tezahürleri ile karşılaşacağız.
Mesela Alevi– Sünni çatışması yaratılmak istenecektir. Tedbirli olur sak, bu çatışmadan büyük bir zarar gelmiyeceğini ve kolay önleneceğini zannediyorum. Anadolu’nun fethinden beri birlikte yaşayan, aynı dili konuşan, Selçuklular’dan sonra Moğol istilasından yıpranan Devlet’i Osmanlı Hane danı’nın idaresi altında tekrar birlikte canlandıran, cephelerde birlikte ölen ve Millî Mücadeleyi birlikte yapan Sünni ve Alevi Türker’in, dış tehlikeyi sezer sezmez, ay rılmak şöyle dursun büsbütün birleşmeleri beklenir. Fa kat ne de olsa tedbirli olmak gerekiyor.
«Sol»daki sorum suz ve düşüncesiz kişiler, Alevi’lerin temsilcisi gibi göstermek istedikleri bazı biçarelere, «Gazi oğlu okur mu Arapça kitap?» kabilinden devrimci şiirler söyletirlerse, yalnız sünnileri değil Alevilerin bir çoğunu da kendilerine den soğuturlar• Bu kabilden saçmalıkların alevilerin ger çek inancı olduğunu sananların da husumeti artar ve neticede «sosyalist strateji»nin saygıdeğer kurmayları, dü şüncesizlikleri yüzünden milleti birbirine katmış olurlar. Gine bunun gibi, ciddi bir muayene ve müşahedeye muh taç olan bir «sağcı kurmay» ortaya atılır da «Aleviler ka nalizasyon çirkefinden yapılan yemeği yemek caizdir der ler» kabilinden «mukayeseli fıkıh bilgisi» vermeye kalkışırsa iş çığırından çıkar.
Bu konuda son derece dikkatli olmak ve sorumsuzca sözlerden kaçınmak Müslümanlık ve vatanseverlik borcudur. İşin şakaya gelir tarafı da yoktur.
Gözlerimizi açalım ve Doğu’ya çevirelim. Emperya lizmin oyunlarına karşı tedbir almak gerekirken asıl dü şüneceğimiz husus, Türkçeyi okulda öğrenen ve ana dili kürtçe olan kardeşlerimizdir. İslam’ın birleştirici ruhu içinde ve Anadolu toprakları üzerinde asırlarca birlikte yaşadık. Osmanlılar hiçbir müslüman topluluğuna karşı «azınlık kompleksi» yaratacak davramşlarda bulunmadılar.
Hiçbir milleti «Türk» lehine sömürmediler. İdare bozulunca bunun çilesini en az diğerleri kadar Türkçe konuşanlar da çekti. Kürtçe konuşan vatandaşlarla Milli Mücadelede de kader birliğimiz devam etti. Milli Müca delenin tamamlanışından bir süre sonra ortaya çıkan kırgınlık sebeplerinin etkisi, Doğu Anadolu’nun Batı’ya nisbetle geri kalışı, emperyalizmin bu konudaki gizli ve açık çalışmaları, bütün· bunlar bir dergi içinde umumi bir yazıda çözülecek meseleler değildir.
Yasak savmak ve bazı kimselere geçim kapısı açmak için değil de gerçekten canla başla çalışmak için bir enstitü kurulmalı, «yabancı uzman»ların karışmasına meydan vermeden, kısa bir sü re içinde Doğu’nun incelenmesi bitirilmeli, kalkınma yolu araştırılmalıdır (2).
Doğu eğer Batı’ya nisbetle geri kal mışsa bunun yükünü yalnız kürtçe konuşanlar değil türk çe konuşanlar da çekmiştir. Doğu Anadolu’lu kardeşler bilmelidir ki Anadolu halkı (halktan, değil!) kader birliği içindedir ve bu birliği devam ettirmekle güçlenir. Sos yalizm mücadelesi de İttihad ve Terakki’nin- sözüm ona hürriyet mücadelesine benzememelidir. Tedbirli ve tetikte olmazsak emperyalizmin çatalına uygun küçük küçük lokmalar haline gelmemiz işten bile değildir.
Milli mücadeleyi ana dili kürtçe olan kardeşlerimizle birlikte yaptık, emperyalizm ile ikinci mücadeleyi ve kalkınma mücadelesini de birlikte yapacağız. Birliğimizi güçlendi ren ve sürdüren ülkü de tek kelime ile İslamdır!
Milli Mücadelede olduğu gibi! «Irkçılık», komünist veya kapi talist emperyalizmin sunduğu bir «zehr-i kaatildir•» Sel çuklular’dan beri süregelen «Devlet-i ebed – müddet» ye rine en azından iki tane «Halk cumhuriyeti» kurulduğu nu görmektense ölmek evladır. Doğu’lu vatansever yük sek tahsil gençleri arasında kapitalist emperyalizmin ve ya komünizmin, kendi çıkarları açısından bir Türk-Kürt davası yaratmaya çalıştığını anlayanlar çoğalmaktadır.
Alevi – Sünni meselesinde olduğu gibi bu konuda da so rumsuzca davranış ve beyanlardan kaçınılmalıdır. Bu gibi meselelerin «kürtler ya İran’a yahut Pakistan’a gitsin ler!» gibi dahiyane tavsiyelerle çözülemiyeceği açıktır. Tarihi vazifesi olan bir Devletimiz var, bunu birlikte ko ruyacağız. Nimetleri birlikte paylaşacak, külfetleri bir likte yükleneceğiz.
Milli mücadele’yi yaptığımız sırada da herkesin kanını tahlil edip Kafkasya’ya, Arnavutluğa, Hindistan’a adam göndermeye kalkışsa idik sonuç ne olurdu? Şunu iyice bilelim ki Turkiye’de ikinci sınıf va tandaş yoktur ve kürtçe konuşan kardeşlerimiz bir «azın lık» değildirler. Hepimizi birleştiren «İslam»dır ve bu Devlet’in komünizm, kapitalist emperyalizm gibi çeşitli yüzler gösteren yıkıcı güç karşısındaki tarihi vazifesidir.
İslam ülküsü, kurtuluş yoludur. Ağzımda ezip büzmeden, dolambaçlı yollara gitmeden bunu söylemek, belirtmek zorundayım. Yapıştırılmak üzere hazırlanan yaftalardan korkmuyorum. «Siyasetçi değilim ve oy kazanıp kaybetmek gibi bir endişem de yok. Milli Mücadele’de Mehmet.
Akif de bunu söylüyordu (3), O’nun Balıkesir’de ve Kastamonu’da verdiği vaazlar tekrar tekrar okunmaya değer. Milli Mücadele’den sonra da sömürücü Batı’ya karşı İslam’ın isyanı ve kendine dönüşü yolunda yürü meye devam edilse idi, bugün «Batılaşma nedir?», «ileri cilik – gericilik nedir?» v.s. gibi tartışmalarla: yerimizde saymazdık.
Ne kadar yazık ki kurtuluş savaşı bittikten sonra .Akif’e «Hadi sen biraz kumda oyna!» dendi (4) ve öyle değer ölçüleri kullanılmaya başlandı ki bunlara ina nırsak Akif de, O’nun vaazlarını dinleyerek şüphe ve te reddütleri silinen müslüman Türk milleti de kolayca «ge rici» olabilirdi. Buna karşılık, mesela mücadele devrini işgal ordusu subayları ile kadeh tokuşturarak geçirmiş olan herhangi bir «monşer»in «ilerici» sayılmasına engel yoktu• Halk küstü, kabuğuna çekildi ve İslam’ın sesine hasret kaldığı için Akif’in sesini Dürrizade’nin sesinden ayıramaz bir duruma düştü. Akif: «Arkadaş! Yurduna alçakları uğratma sakın! Siper et gövdeni, dursun bu ha yasızca akın. Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk’ın. Kimbilir? Belki yarın, belki yarından da yakın!» diyordu. Halk bu «hayasızca akın»ı durdurdu. Fakat «Hakk’ın va adettiği günler» doğmadı.
Tefeciye soyulmakta devam eden halkın, «Hamdolsun, artık bizim tefecinin başında şapka var, sarık veya fes yok!» diye düğün – bayram et mesi beklenemezdi. Tefeci ve «eşraf»a, mahalli nüfuz sa hiplerine gelince, menfaatleri tehlikeye düşmedikçe şap ka giymelerinin ne mahzuru vardı? «Güzele ne yakışmazdı ki?» Şimdilik susabilirler ve «dinin elden gittiğini» ancak menfaatlerini tehlikede gördükleri zamanlar açıklayabi lirlerdi. Halk da «gıravatlı besmelesizler»den çok onlara inanırdı. Çünkü onlar zemin ve zamana göre, «helva» de mesini de, «halva» demesini de bilirlerdi. Eşraf iç n en uygun yol, şimdilik «helva!» deyip idareci aydınlarla uyuşmaktı. İdareci aydınların hepsi •monşer•lerden iba ret değildi. Bir kısmı dürüst ve namuslu, vatansever ki şilerdi.
Fakat halk ile aralarındaki mesafe bütün – bütüne açılmıştı. Gerçekten halk yararına olacak köklü bir hare kete girişseler, «teşkilatlanmamış kredi piyasası•nı orta dan kaldırmaya, toprak işini düzenlemeye kalkışsalar, bunu hangi güçle yapacaklardı? «Monşerler» derhal ses lerini yükseltecek «Sakızlı Ohannes efendi’den duydum, o da filandan duymuş, Adam Smith Hazretleri : Laissez faire, laissez passer buyurmuş!• diyeceklerdi. Mahalli nü ftiz sahipleri, aydınlar arasındaki çatışmadan cesaret ala rak «dinin elden gittiğini» derhal hatırlayacaklar ve hal ka da münasip lisanla anlatacaklardı. İdareci aydınların namuslu ve gerçekten halkçı olanlarının arasında ise, ar tık Akif yoktu. Kimse Nasrullah cami’ine girerek halka hitab edemezdi. Buna ne kaabiliyeti, ne de «mevzuat• el verişli idi• Fakat halkçı ve milliyetçi olmak da mevzuat icabı değil mi idi? Şu halde bunun en kolay yolu, kızıl derililer’in Türk olduğunu isbat etmekti. Böylece hiç kim se ürkütülemez ve yemyeşil köylerinde, şırıl şırıl akan ırmağın yanında, altın gibi başakları türkü söyleyerek biçen ve artık kara kuvvetin temsilcisi olan kara sakallı yobazdan kurtuldukları için keyiflerine payan olmayan gürbüz köylülerimiz, «Denizaşın akrabalar kazandık!» diye büsbütün bayram ederdi.
Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Memleketimiz deki güçler muvazenesinde «ufak» değişiklikler oldu. Akif’in, yurda uğratılmamasını istediği kimseler, «haya sızca akın»ın tertipçileri, «Düyun-i umumiye ve kapitü- lasyonları tekrar canlandırmak ve bir koyup beş almak» isteyenler ülkemize tekrar sızma imkanlarını araştırdılar ve eski acı hatıraları unutturmak için de, farklı bir dil kullanmaya başladılar. Türkiye artık «hasta – adam» değildi.
Tam anlamı ile batılı bir ülke idi. Türkler de artık yılbaşı eğlenceleri tertib ediyorlar ve noel ağacı süslü yorlardı. Bir «tabi» değil bir «müttefik» olarak, uzatılan beyaz eldivenli eli sıkabilirdik. Gerçekten de bize uzatı lan eli büyük bir coşkunlukla sıktık.
Türk’ün seciyesi ezelden beri böyledir. Dostluğun arkasına gizli hesaplar gizleneceğine ihtimal veremez. Karşı koyması, isyan et mesi için zorbalıkla muamele görmesi lazımdır. Tatlı dil ve dostluk gösterileri karşısında, dostlarımız gücenmesin diye İstanbul’un fethinin beşyüzüncü yılını coşkunlukla kutlamaktan bile vazgeçer. Birinci Cihan Harbi’nden ön ce Almanlar da bize dostça yaklaşmıştı. Belki mübalağa olacak fakat söyleyeyim: Birinci Cihan Harbi’ne hiç de ğilse bir ölçüde dostlarımızı kırmamak için, «nezaketen» girdiğimizi bile düşünebiliyorum. Almanlar belki bizi çoktan unutmuştur, buna karşılık yaşlı subaylarımız «eski silah arkadaşları»m hala romantik bir üslup ile yad eder ler.
Kısacası, «Düvel-i Muazzama» ile münasebetlerimiz tekrar çoğalmaya ve samimileşmeye başladı. Fakat bu dostluğa «layık» olabilmemiz için «bizim de onlar gibi demokrasi ile» idare edilmemiz lazımdı• Halk da idareci aydınlardan iyice soğumuştu. Bunlar halkı memnun ede memişler, kendilerinden soğutmuşlar. Milli Mücadele’ nin kazandırdığı büyük sevgiyi harcamışlardı. Yeni ida reci adayları bunların mirasını reddediyor, halkın karşı sına «günahkar» olarak değil, hiç değilse .«tövbekar» ola rak çıkıyorlardı. Mahalli nüfuz sahipleri de değişiklikten memnun olacaktı. Çünkü kendi menfaatlerine hiç dokun maksızın gelen bir demokrasi, «Devlet» karşısında nüfuz larının artmasına sebep ola,cak, halka daha fazla söz geç rebileceklerdi. Halk yalnız Devlet’e değil onlara da itaat etmeliydi ve demokrasi bu demekti. Ayrıca, son zaman larda ortaya atılan «toprak» meselesi, «dinin elden gittiğinin» hatır!anmasına değerdi (5). Ticari çevreler de daha
«liberal» bir iktisat siyaseti güdülmesinden memnun ola caktı. «Dostlarımızla ilişkilerimizin artması» dış ticareti devletleştirilmemiş bir ülkede çok tatlı kazançlar vaad ediyordu.
İstenen değişiklik oldu. «Demokrasinin nimetlerinden yararlanabilecek» mevki ve yaratılışda olanlar daha çok ferahladılar. Büyük tacir veya büyük toprak sahibi olma yan halk da jandarma baskısından kurtulduğu ve eza nı tekrar kendi gönlünce okuyabildiği için memnundu. Kaybettiği şeylerin bir kısmına tekrar kavuşmuştu ve bu sevinç de şimdilik o’na yeterdi. Eskiden «idareci aydınlar» da olan güç, şimdi mahalli nüfuz sahiplerine ve ticari çev relere doğru kayıyordu. Mahalli nüfuz sahiplerinden bir şey almadan yoksul halka birşey verebilmek için «Devlet» nüfuzunu zayıflatmak, halka «avunma ve oyalanma öz gürlüğü» vermek gerekiyordu.
Islam Hukukunda Devlet Yapisi
Kayan güç geri alındı. Fakat doğrudan doğruya ·hal ka yararlı olacak birşey yapılamadı. Halkın aydına olan
!zaklığı devam ediyordu- Aydınlar arasında, yapılması gereken değişiklikler hususunda bir fikir birliği de yoktu. Bir kısmında esasen halk lehine birşey yapma isteği ve şuuru da yoktu. Bu bölüme girenler, halk lehine davran mak isteyenlerce «gardrop devrimcisi» olarak adlandırıl dılar. Gerçekten de bunlar «devlet»i kendilerinden ibaret görmeye ve bazı «şekli devrim»leri halka zorla kabul et tirmeye alışmışlardı. Onlara göre Türkiye;nin hedefi «Ba tı»lı olmaktı. Dış görünüşümüz, musikimiz, edebiyatımız ne kadar «Batı’lı» olursa o nisbette «ilerlemiş» sayılacak tık. Batı’dan maksat da kapitalist ve emperyalist ülke- lerdi. •
Bugün de bunların düşünüşleri aynıdır. Fakat bu ha talı görüşü «samimiyetle» savunanların sayısı, Tanzimat devrine nisbetle çok azalmıştır. Gardrop devrimcilerinin…
for websites