Skip to content
Home » islam ilmihali Diyanet Vakfi pdf indirin

islam ilmihali Diyanet Vakfi pdf indirin

ISLAM ILMIHALI DIYANET VAKFI
  • Kitap başlığı:
 Islam Ilmihali Diyanet Vakfi
  • Yazar:
  • Kitap Sayısı
1340
  • Dil:
Türkçe
  • Görünümleri:

Loading

  • PDF Doğrudan  
İndirme için tıklayın
  • Satın al  
Kağıt Kapak için

ISLAM ILMIHALI DIYANET VAKFI = kitap örneği

İçindekler

11- KURBAN

  1. Kurbanın Dinî Hükmü Ve Kurban Çeşitleri
  2. Kurban Kesme Yükümlülüğü
  3. Kurbanlık Hayvan Ve Kesimi
  4. a) Şartlar
  5. b) Kesim İşlemi
  6. Kurbanın Eti Ve Diğer Parçaları
  7. Akika Kurbanı
  8. KEFARETLER
  9. Oruç Bozma Kefareti
  10. Yemin Kefareti
  11. Zıhâr Kefareti
  12. Adam Öldürmenin Kefareti
  13. Hacda Tıraş Olma Kefareti
  14. Hayızlı Kadınla Cinsî Münasebet Kefareti
  15. ADAK VE YEMİNLER
  16. Adak
  17. a) Mahiyeti
  18. b) Şartları
  19. c) Hükmü
  20. Yeminler
  21. a) Mahiyeti
  22. b) Yemin Çeşitleri
  23. HARAMLAR VE HELÂLLER
  24. İlke Ve Amaçlar
  25. Yiyecekler
  26. A) Eti Yenen Ve Yenmeyen Hayvanlar
  27. a) Tarihçe
  28. b) İlke Ve Amaçlar
  29. c) Kara Hayvanları
  30. d) Su Hayvanları
  31. e) Hem Karada Hem Suda Yaşayan Hayvanlar
  32. f) Hayvan Etleri İle İlgili Bazı Meseleler
  33. g) Domuzla İlgili Fıkhı Hükümler
  34. B) Hayvanların Kesimi
  35. a) Kesilen Hayvan
  36. b) Hayvanı Kesenin Niteliği
  37. c) Tesmiye
  38. d) Kesimde Kullanılan Alet
  39. e) Kesim Usulü
  40. f) Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan Yavru
  41. g) Değerlendirme
  42. C) Av Ve Avlanma
  43. a) Avlamanın Dinî Hükmü
  44. b) Şartları
  45. Avcı Ve Avlama Şekli İle İlgili Şartlar
  46. Avlanacak Hayvanla İlgili Şartlar
  47. Av Aleti İle İlgili Şartlar
  48. a) Silâhla Avlanma
  49. b) Avcı Hayvanla Avlanma

III. İçecekler

  1. Bağımlılıklar
  2. A) Sigara
  3. B) Uyuşturucu Maddeler
  4. Giyinme Ve Süslenme
  5. A) Örtünme
  6. B) İpekli Elbise Ve Kumaş Kullanımı
  7. C) Süslenme Ve Estetik Müdahaleler
  8. a) Saçla İlgili Tasarruflar
  9. b) Kaş Alma-Kıl Yolma
  10. c) Vücutta Kalıcı İz Bırakan Tasarruflar
  11. d) Estetik Ameliyat
  12. D) Altın Ve Gümüş Kullanımı
  13. b) Altın Ve Gümüş Ziynetin Kullanımı
  14. c) Altın Ve Gümüş Ev Eşyasının Kullanımı
  15. d) Altın Ve Gümüş Eşya Bulundurma
  16. e) Altın Yüzük
  17. f) Altın Süsleme
  18. E) Saç Sakal Ve Bıyık
  19. F) Kolonya Ve Alkollü Madde Kullanımı
  20. Sanat, Spor Ve Eğlence
  21. A) Sanat
  22. a) Kavramsal Çerçeve
  23. b) Resim Ve Heykel
  24. c) Müzik
  25. B) Spor Ve Eğlence
  26. a) Kavramsal Çerçeve
  27. b) Peygamberimiz’in Teşvik Ettiği Bazı Sportif Faaliyetler
  28. C) Oyun-Eğlence
  29. a) Düğün
  30. b) Tavla
  31. c) Satranç
  32. d) Kumar

VII. CİNSÎ HAYAT

  1. A) Cinsî Duygu Ve Cinsiyet Eğitimi
  2. B) Cinsî Hayat Ve Yasaklar
  3. a) Zina Yasağı
  4. b) Koruyucu Önlem Ve Yasaklar
  5. C) Doğum Kontrolü
  6. a) Bireysel Boyut
  7. b) Nüfus Planlaması
  8. D) Çocuk Düşürme
  9. E) Sunî İlkah Ve Tüp Bebek

VIII. GÜNLÜK HAYAT

  1. A) Bid’at Ve Hurafeler
  2. B) Gayb Bilgisi
  3. a) Falcılık
  4. b) Yıldız Ve Burç Falı
  5. c) Kehanet
  6. d) Cincilik
  7. e) Büyücülük
  8. C) Ruh
  9. a) Ruh Çağırma
  10. b) Tenasüh
  11. D) Rüya Tabiri
  12. E) Hastalık Ve Tedavi
  13. a) Haram Maddelerle Tedavi
  14. b) Okuyarak Tedavi
  15. c) Organ Nakli
  16. İtikadî Ve Uhrevî Açıdan
  17. İslâm Hukuk Prensipleri Açısından
  18. F) Hayvanlar
  19. a) Hayvan Hakları
  20. b) Hayvan Besleme
  21. c) Köpek
  22. d) Sunî Tohumlama
  23. ŞAHIS VE MAL ALEYHİNE İŞLENEN TEMEL SUÇLAR
  24. A) Öldürme
  25. B) Kan Davası
  26. C) İntihar
  27. D) İffet Ve Namusa Saldırı
  28. E) Kişilik Haklarına Saldırı
  29. F) Sarhoşluk
  30. G) Hırsızlık
  31. H) Gasp Ve Yağma
  32. I) Haksız Fiil
  33. j) Haksız İktisap
  34. AİLE HAYATI
  35. İLKE VE AMAÇLAR
  36. EVLENME
  37. A) Evlenmenin Önemi
  38. B) Evlenmenin Mahiyeti Ve Yapılışı
  39. C) Nişanlanma
  40. D) Evlenmenin Unsur Ve Şartları
  41. a) Unsurları
  42. Taraflar
  43. İrade Beyanı
  44. b) Kuruluş Şartları
  45. Ehliyet
  46. Meclis Birliği
  47. Evlenme Engelinin Olmayışı
  48. Evliliğin Şartsız Olması
  49. c) Geçerlilik Şartları
  50. Şahitler
  51. Evlenme Engelinin Olmaması
  52. İkrahın Olmaması
  53. Evlenmenin Gizlenmemesi
  54. d) Yürürlük Şartları
  55. e) Bağlayıcılık Şartları
  56. f) Şartlara Uymamanın Sonucu
  57. E) Evlenme Ehliyeti
  58. F) Velayet
  59. a) Kısımları
  60. b) Veliler
  61. c) Bulûğ Muhayyerliği
  62. G) Denklik
  63. H) Evlenme Engelleri
  64. a) Devamlı Evlenme Engelleri
  65. b) Geçici Evlenme Engelleri
  66. I) Evliliğin Sonuçları
  67. a) Kadının Hakları
  68. Mehir
  69. Nafaka
  70. b) Kocanın Hakları
  71. J) Değerlendirme

III. EVLİLİK BİRLİĞİNİN SONA ERMESİ

  1. A) Fesih
  2. B) Boşama
  3. a) Boşamanın Şartları
  4. Kocaya Ait Şartlar
  5. Kadına Ait Şartlar
  6. b) Boşama Sözleri
  7. c) Boşama Çeşitleri
  8. Ric’î Talâk
  9. Bâin Talâk
  10. Sünnî Talâk
  11. Bid’î Talâk
  12. d) Şartlı Boşama
  13. C) Karşılıklı Rızâ İle Boşanma
  14. D) Mahkeme Kararı İle Boşanma
  15. a) Kazâî Boşanma Sebepleri
  16. Hastalık Ve Kusur
  17. Kocanın Nafakayı Temin Etmemesi
  18. Terk Ve Gaiplik
  19. Fena Muamele Ve Geçimsizlik
  20. b) Liân
  21. c) İlâ
  22. E) Değerlendirme
  23. EVLİLİĞİN SONA ERMESİNİN SONUÇLARI
  24. A) İddet
  25. B) İddet Nafakası
  26. DOĞUM VE SONUÇLARI
  27. A) Nesep
  28. a) Nesebin Sübûtu
  29. b) Evlât Edinme
  30. B) Emzirme
  31. C) Çocuğun Bakım Ve Terbiyesi
  32. D) Nafaka
  33. MİRAS HUKUKU
  34. SİYASAL HAYAT
  35. HIRİSTİYAN BATI’DA DİN VE SİYASET
  36. A) Tarihsel Tecrübe
  37. B) Din İle İlişkileri Bakımından Devlet Biçimleri
  38. a) Teokrasi
  39. b) Bizantinizi
  40. c) Laiklik
  41. C) Yönetim Biçimleri
  42. MÜSLÜMAN DOĞU’DA DİN VE SİYASET
  43. A) Kur’an Ve Sünnet
  44. B) Tarihsel Tecrübe
  45. a) Hz. Peygamberin Siyasî Liderliği
  46. b) Medine Sözleşmesi
  47. c) Peygamber Sonrası Dönem
  48. Hilâfetin Kaldırılması
  49. Tarihsel Tecrübeye İlişkin Değerlendirme
  50. C) Klasik İslâm Siyaset Teorisi
  51. a) Hâkimiyet
  52. b) Devlet
  53. Yasama
  54. Yürütme
  55. Yargı
  56. c) Hilâfet
  57. D) Değerlendirme

III. İNSAN HAKLARI

  1. A) Din Ve Vicdan Hürriyeti
  2. B) Kadın Hakları
  3. C) Kölelik
  4. ÇALIŞMA HAYATI
  5. EMEK-SERMAYE DENGESİ
  6. İŞÇİ-İŞVEREN İLİŞKİSİ
  7. A) İş Akdi
  8. B) İşverenin Hak Ve Sorumlulukları
  9. C) İşçinin Hak Ve Görevleri

18- HUKUKÎ VE TİCARÎ HAYAT

  1. İlke Ve Amaçlar
  2. A) Akid
  3. a) Akdin Tabii Unsurları
  4. b) Akdin Kuruluş Şartları
  5. c) Akdin Geçerlilik Şartları
  6. d) Akidlerin Hükümsüzlüğü
  7. e) Akdin Hukukî Sonucu
  8. f) Akdin Sona Ermesi
  9. g) Akid Çeşitleri
  10. B) Rızâ İlkesi
  11. a) Gabin Ve Tağrir Yasağı
  12. b) Garar Yasağı
  13. c) Bilinmezlik Yasağı
  14. Hukukî Hayat
  15. A) Borç
  16. B) Satım
  17. a) Yasaklanan Satım Çeşitleri
  18. Garar Ve Bilinmezlik Sebebiyle Yasaklanan Satımlar
  19. Zarar Ve Gabin Sebebiyle Yasaklanan Satımlar
  20. İbadet Vakti Açısından Konan Satım Yasağı
  21. Harama Yol Açan Satım
  22. Haram Yoldan Kazanan Kimselerden Alışveriş Yapmak
  23. b) Satım Çeşitleri
  24. C) Takas
  25. D) Kiralama
  26. E) Şüf’a
  27. F) Şirket
  28. G) Ariyet
  29. H) Karz
  30. I) Hibe
  31. J) Havale
  32. K) Kefalet
  33. L) Rehin
  34. M) Emanet Mal
  35. N) Buluntu Mal
  36. O) Vekâlet
  37. P) Yargılama Hukuku

III. Ticarî Hayat

  1. A) Helâl Kazanç
  2. B) Faiz Yasağı
  3. a) Kur’an’da Faiz Yasağı
  4. b) Sünnette Faiz Yasağı
  5. c) Faiz Yasağının Amacı
  6. d) Faiz Yasağının İlleti
  7. e) Faiz-Kâr İlişkisi
  8. f) Faiz Konusunda İslâm Bilginlerinin Tavrı
  9. g) Faizde Hile
  10. h) Enflasyon-Faiz İlişkisi

ı) Vade Farkı-Faiz İlişkisi

  1. j) Değerlendirme
  2. C) Îne Satışı
  3. D) Döviz Ve Para Değişimi (Sarf)
  4. E) Enflasyonun Borç İlişkilerine Etkisi
  5. F) Vadeli Satış
  6. G) Pey Akçesi Ve Cezaî Şart
  7. H) Kâr Haddi
  8. I) Hava Parası
  9. J) Borsa Ve Hisse Senedi
  10. K) Sigorta
  11. SOSYAL HAYAT
  12. SORUMLULUK BİLİNCİ VE ÇEVRE
  13. A) Doğal Çevre
  14. B) Sosyal Çevre
  15. SOSYAL DÜZEN KURALLARI

III. KOMŞULUK İLİŞKİLERİ

  1. TÖRE VE TÖRENLER
  2. A) Mevlid
  3. B) Ziyaretleşme
  4. C) Bayramlaşma
  5. D) Tokalaşma Ve Kucaklaşma
  6. E) Aşure
  7. F) Yılbaşı
  8. G) Nevruz
  9. H) Yaş Günü Ve Yıl Dönümü
  10. İSLÂM AHLÂKI
  11. TANIMLAR VE GENEL BİLGİLER
  12. A) Ahlâkın Tarifi ve Mahiyeti
  13. B) Ahlâk İlmi
  14. C) Ahlâk Felsefesi
  15. D) İslâm Ahlâkı
  16. TARİH VE LİTERATÜR
  17. A) Câhîliye Dönemi Ahlâkına Kısa Bir Bakış
  18. B) Kur’an Ve Sünnet’te Ahlâk
  19. a) İslâm’ın Ahlâkta Meydana Getirdiği Zihniyet Değişikliği
  20. b) Kur’an Ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları
  21. Takva
  22. Hilim
  23. C) İslâm Ahlâkının Bir Bilim Dalı Olarak Ortaya Çıkışı
  24. a) İlk Gelişmeler Ve Örnek Eserler
  25. b) Edep Kavramı ve Edebî-Ahlâkî Mahiyette Telifler

III. İSLÂM’IN BELLİ BAŞLI AHLÂK PROBLEMLERİNE BAKIŞI

  1. A) Ahlâki Özgürlük
  2. B) Ahlâkın Kaynağı
  3. C) Ahlâkın Gayesi
  4. BAŞLICA AHLÂKÎ GÖREV VE SORUMLULUKLAR
  5. A) İnsanın Kendi Kişiliğine Karşı Görevleri
  6. a) İnsanın Bedensel Varlığı İle İlgili Görevleri
  7. b) İnsanın Ruhsal Ve Manevî Varlığı İle İlgili Görevleri
  8. Takva
  9. Hilim
  10. Hikmet
  11. İffet
  12. Doğruluk Ve Dürüstlük
  13. Tevazu
  14. B) Ailede Ahlâkî Görevler
  15. a) Ailenin Önemi
  16. b) Eşler Arasında Haklar Ve Görevler
  17. c) Ana Babanın Çocuklarına Karşı Görevleri
  18. d) Çocukların Ana Babalarına Karşı Görevleri
  19. e) Akrabalar Arasında Haklar Ve Görevler
  20. C) Toplumsal Görev Ve Sorumluluklar
  21. a) Sevgi, Kardeşlik Ve Dostluk
  22. b) Toplumsal Barış Ve Uzlaşma
  23. c) İnsan Haklarına Saygı
  24. D) İş ve Ticaretle İlgili Görev Ve Sorumluluklar
  25. a) Çalışma, Üretim Ve Kazanmanın Önemi
  26. b) Üretim Ve Kazanma İle İlgili Görevler
  27. c) Harcama Ve Tüketimle İlgili Görevler
  28. E) Siyasetle İlgili Görev Ve Sorumluluklar
  29. a) İslâm Düşüncesinde Siyasetin Önemi
  30. b) Yöneticinin Bazı Nitelikleri Ve Görevleri
  31. Ehliyet Ve Liyakat
  32. Adalet Ve Dürüstlük
  33. c) Yönetilenlerin Görev Ve Sorumlulukları
  34. Siyasî Otoriteye Saygı
  35. Toplumun Haksız Yönetime Karşı Tavır Alması
  36. HZ. PEYGAMBERİN ÖRNEK AHLÂKI VE ŞAHSİYETİ

SONSÖZ

11- KURBAN

Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey” an­lamına gelen kurban, dinî bir terim olarak, “ibadet maksadıyla belirli bir vakitte belirli şartlan taşıyan hayvanı usulünce boğazlamak, ya da bu şekil­de boğazlanan hayvan” demektir. Arapça’da bu şekilde kesilen hayvana udhiyye denilir.

İnsanlık tarihi boyunca hemen bütün dinlerde kurban uygulaması mev­cut olmakla birlikte şekil ve amaç yönüyle aralarında farklılıklar bulunur. Kur’an’da Hz. Adem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim ettiklerinden söz edilir[1]; bir başka âyette de ilâhî dinlerin hepsinde kurban hükmünün konulduğuna işaret edilir. [2]Ancak Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta kurban telakkisi bir hayli değişikliğe uğramış, Hıristiyanlık’ta İsâ’nın çarmıha gerildiği ve bunun insanoğlunun aslî günahına karşı Baba’nın oğlu Hz. İsâ’yı feda etmesi olduğu inanışıyla kurban telakkisi özel bir anlam kazanmıştır.

İslâm’da kurbanın dinî hükmüyle ilgili olarak Kur’an’da, Hz. Peygam­berin sünnetinde önemli açıklamalar yer almış, bu çerçevede oluşan fıkıh kültüründe de konu hakkında ayrıntılı bilgi ve hükümler derlenmiştir.

Kurban gerek fert gerekse toplum açısından çeşitli yararlar taşıyan malî bir ibadettir. Kişi kurban kesmekle Allah’ın emrine boyun eğmiş ve kulluk bilincini koruduğunu canlı bir biçimde ortaya koymuş olur. Müminler her kurban kesiminde Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in Cenâb-ı Hakk’ın buyruğuna mutlak itaat konusunda verdikleri başarılı sınavın hâtırasını tazelemiş ve kendilerinin de benzeri bir itaate hazır olduğunu simgesel davranışla göstermiş olmaktadır.

Kurban toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutar, sosyal adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunur. Özellikle et satın alma imkânı hiç bulunmayan veya çok sınırlı olan yoksulların bulunduğu ortamlarda onun bu rolünü daha belirgin biçimde görmek mümkündür. Zen­gine malını Allah’ın rızâsı, yardımlaşma ve başkalarıyla paylaşma yolunda harcama zevk ve alışkanlığını verir, onu cimrilik hastalığından, dünya malı­na tutkunluktan kurtarır. Fakirin de varlıklı kullar aracılığıyla Allah’a şük­retmesine, dünya nimetinin yeryüzündeki dağılımı konusunda karamsarlık ve düşmanlıktan kendini kurtarmasına ve kendini toplumunun bir üyesi olarak hissetmesine vesile olur.

1. Kurbanın Dinî Hükmü Ve Kurban Çeşitleri

İlmihal dilinde kurban ve kurban kesiminin dinî hükmü denilince, aksine bir kayıt bulunmadığı sürece, kurban bayramında kesilen kurban ve bunun hükmü anlaşılır.

Kurban kesmenin fıkhî açıdan değerlendirilmesi hususunda fakihler ara­sında görüş farklılıkları vardır. Dinen aranan şartlan taşıyan kimselerin kur­ban kesmeleri Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüşe ve bazı müctehid imamlara göre vacip, fakihlerin çoğunluğuna göre müekked sünnettir. Hanefîler, Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben “Rabbin için namaz kıl, kurban kes”[3] buyrulmasmın ümmeti de kapsadığı ve gereklilik bildirdiği görüşündedir. Aynca Hz. Peygamber’in birçok hadisinde hali vakti yerinde olanların kurban kesmesi emredilmiş veya tavsiye edilmiş, hatta “Kim im­kânı olduğu halde kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın”[4], “Ey insanlar, her sene, her ev halkına kurban kesmek vâciptir”[5] gibi ifadelerle bu gereklilik önemle vurgulanmıştır. Öte yandan kurban kesmeyi Hz. Peygamber hiç terketmemiştir. Bu ve benzeri delillerden hareket eden fakihler gerekli şartları taşıyanların kurban bayramında kurban kesmesini vacip görürler. Sünnet olduğunu ileri sürenler ise, Kur’an’da bu konuda açık bir emrin bulunmayışından, Hz. Peygamber’in devamlı yapmış olmasının kurbanın sünnet olmasıyla da açıklanabileceği noktasından hareket ederler.

Kurban bayramında kesilen kurbandan ayrı olarak yine ibadet niyetiyle kesilen başka kurban çeşitleri de vardır. Buna göre kurban çeşitleri şöylece sıralanabilir: Kurban bayramında kesilen kurban, adak kurbanı, akîka kur­banı, kıran ve temettü haccı yapanların kestikleri ve hedy adı verilen kur­ban, hacda yasakların ihlâli halinde gereken ceza ve kefaret kurbanı. Bu kurban çeşitlerinin ortak ve farklı hükümleri vardır.

Vasiyetinin veya adağının bulunması halinde ölmüş kimse için kurban kesilmesi gerekir ve kesilen kurbanın etinin tamamı fakirlere dağıtılır. Vasi­yet veya adak olmasa bile, Şâfıîler hariç fakihlerin çoğunluğuna göre, sevabı ölüye bağışlanmak üzere onun adına kurban kesilebilir.

2. Kurban Kesme Yükümlülüğü

Bir kimsenin kurban kesmekle yükümlü sayılması için bulunması gere­ken şartlara kurbanın vücûb şartları denilir. Kurban kesmenin sünnet oldu­ğunu söyleyenlere göre ise bunlar sünnet oluşun şartlarıdır.

Bir kimsenin kurban kesmekle yükümlü olabilmesi için dört şart aranır:

  1. Müslüman olmak.
  2. Akıllı ve bulûğa ermiş olmak.
  3. Yolcu olmamak, yani mukim olmak.
  4. Belirli bir malî güce sahip bulunmak.

Gayri müslimler öncelikli olarak imanla mükellef olup ancak iman ettik­ten sonra ibadetleri ifa etmeye ehil sayılırlar. Bu sebeple, bir kimsenin kur­ban kesmekle yükümlü tutulabilmesi, daha doğrusu böyle bir ibadeti ifaya ehil sayılabilmesi için müslüman olması gerekir. Bu kural bütün ibadetler için geçerlidir.

Hanefîler’den Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf ile Mâliki ve Hanbelî mezheple­rine göre kurbanla yükümlü sayılmak için akıl ve bulûğ şart olmayıp gerekli malî güce sahip olan küçük çocuklar ve akıl hastalan adına kanunî temsilcileri tarafından kurban kesilmesi gerekir. Bu fakihler kurbanın malî bir iba­det oluşu ve başta fakirler olmak üzere üçüncü şahısların hakkının gözetil­mesi hususunu ön planda tutmuşlardır.

Hanefî fakihlerinden İmam Muhammed’e ve Şâfîîler’e göre kurban mü­kellefiyeti için akıl ve bulûğ şarttır. Hanefî mezhebinde bu konuda fetva İmam Muhammed’in görüşüne göre verilmiş ve tatbikatta bu görüş ağırlık kazanmıştır. Bu son görüşün ilk bakışta, üçüncü şahısların yani kurban etinden yararlanacak ihtiyaç sahiplerinin haklarını göz ardı ettiği ileri sürülebilirse de, ehliyetsiz ve eksik ehliyetli kimselerin mal varlığının korunması ve gerekli tedbirler alınarak onlara daha güvenli bir gelecek hazırlanması açısından isabetli olduğu da söylenebilir. Çünkü çocuk ve akıl hastasının haklarının istikbale matuf olarak korunması, kanunî temsilciler için hukukî ve dinî bir sorumluluktur. Böyle bir kaygının söz konusu olmadığı durum­larda kanunî temsilcilerinin zengin çocuklar ve ehliyetsizler adına kurban kesmesi güzel bir davranış olur.

Dinen yolcu hükmünde olan kimse kurban kesmekle yükümlü değildir. Ancak yolcu hükmünde bulunan kimsenin tek başına veya mukimlerle bir­likte kurban kesmesine bir engel de yoktur. Diğer mezheplere göre kurban mükellefiyeti açısından yolcu olanla mukim olan arasında, kurban kesmenin onlara göre sünnet olması sebebiyle, zaten bir farklılık yoktur. Hanefîler’in yolcu için böyle bir ruhsattan söz etmeleri, ibadetlerde külfeti kaldırmaya ve kurbandan gözetilen hikmetlerin gerçekleşmesine öncelik vermeleri sebe­biyledir. Şöyle ki; yolculuk halinde bulunan kimse gerek kurbanlık temin etme ve kurbanı kesme, gerekse kesilen kurbanın etini değerlendirme ve dağıtma açısından o bölge halkının (mukim kimseler) sahip olduğu bilgi ve imkâna sahip değildir. Ayrıca yolculuk hali zengin olan yolcunun bile elin­deki parayı daha tedbirli harcamasını gerektirir. Böyle olunca kurban bay­ramı süresince iş ve görev gereği yolda olan veya bulunduğu bölgede yolcu konumunda olan kimselerin bu ruhsattan yararlanması mâkuldür. İsterlerse kurban kesmeyebilirler. Bu kimselere kurban mükellefiyeti yüklemek maddî yönden ziyade ibadetin ifası yönünden ağır bir külfet teşkil edebilir.

Ancak, klasik fıkıh kültüründe konu böyle ele alınmış olmakla birlikte, günümüzde yolculuk imkân ve şartları büyük ölçüde değişmiştir. Bayram tatilini fırsat bilerek yurt içi veya yurt dışı geziye çıkan, yazlığa giden, mem­leketine ana-ata ocağına giden kimsenin durumu farklıdır. Bu durumdaki kimselerin söz konusu ruhsattan yararlanma yerine ya önceden gerekli ted­birleri alarak vekâleten kurbanını kestirmesi ya da bulunduğu yerde kurban kesmesi daha isabetlidir. Çünkü kurbanın namaz, oruç gibi bireyin niyetiyle ve iç dünyasıyla alâkalı yönü bulunduğu gibi onlara ilâveten toplumda sosyal adaleti sağlayan ve üçüncü şahısların haklarını ilgilendiren yönü de mev­cuttur. Bu sebeple de, yolcunun namaz ve oruçta yolculuk ve meşakkat içinde olma ruhsatından yararlanması daha bireysel bir karardır. Kurbanda ise zikredilen hususların, bu ibadetin sosyal amaçlarının göz önünde bulun­durması, savunulabilir bir gerekçe, sıkıntı veya mazeret bulunmadığı sürece kurban ibadetinin yerine getirilmesi gerekir.

Kurban kesme mükellefiyeti için dördüncü şart, malî imkânın bulunma­sıdır. Hanefî mezhebine göre, kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin ölçü­sü, zekâtta ve fıtır sadakasında aranan zenginlik ölçüsüyle aynı olup kişinin borçlan ve aslî ihtiyaçları dışında 20 miskal (85 gr.) altına, ya da buna denk bir paraya veya mala sahip olmasıdır. Bu miktar bir mala sahip olan kimse­nin kurban kesme imkânına sahip olduğu düşünülmüştür. Böyle olunca ücretli, memur gibi sabit gelirli kimselerin, kendi bütçe imkânları içinde sı­kıntı çekmeden kurban ücretini ödeyip ödeyemeyeceğini göz önünde bulun­durması ve ona göre karar vermesi gerekir. Pratik bir çözüm olması itibariy­le, bu konuda Hanefller’in yukarıda zikredilen ölçüsü esas alınabilir. Bu takdirde, sabit gelirlilerin aslî ihtiyaç harcamalarını çıktıktan sonra yıllık gelirinden artakalan miktar 85 gr. altın değerine ulaşıyorsa kurban kesme­leri gerekir.

Zekât, sadaka-i fıtır ve kurban gibi malî yönü bulunan ödevlerle yü­kümlülük, dinimizde belli bir asgari zenginlik ölçüsüne ulaşmış olmaya bağlanmıştır. Dinen asgari zenginlik ölçüsü olarak belirlenen bu miktara nisâb denir. Bu üç malî mükellefiyet için aranan asgari zenginlik ölçüsü kural olarak aynıdır. Fakat, zekât verme yükümlülüğünün mükellefe fiilen yönelmesi için, diğer ikisinden farklı olarak, öngörülen bu nisabın üzerinden tam bir yılın geçmiş olması şart görülmüştür. Bu şart bir bakıma, ulaşılmış olan bu asgari zenginlik seviyesinin ne kadar süreceği belli olmayan bir ihtiyaçsızlık (istiğna) hali mi, yoksa oturmuş istikrar bulmuş bir zenginlik (gına) hali mi olduğunun test edilmesi amacına yöneliktir. Fıtır sadakasının ramazan orucuyla irtibatlandırılarak ramazan bayramına getirilmesi, kurban kesmenin ise adını bu işten alan öteki dinî bayramla birleşmesi tesadüfi ol­mayıp bu günlerin yeme, içme ve eğlenme günleri oluşuyla ilgilidir. Böyle bayram günlerinde herkes yiyip içerken fakirlerin mahzun kalmamasını sağlamak Müslümanlık gereği olmak bir yana, toplumsal bütünleşme ve kaynaşmayı sağlamanın da hem etkili bir yolu hem de gereğidir. Böylesi bir günde harcama yapmak için oturmuş zenginlik (nisâb-i gına) aranmamış, o an için var olan ihtiyaçsızlık durumu (nisâb-ı istiğna) yeterli görülmüştür. Böyle kimse kurban kesmekle, fitre vermekle mükellef olup zekât ve fitre de alamaz. Kişinin bu tür zenginliğinde kurban bayramı süresindeki durumu ölçü alınır. Böyle bir malî imkâna sahip her müslümanın, akıllı ve baliğ (er­gen) olması kaydıyla kurban kesmesi gerekir. Bu durumdaki kadın ve yetiş­kin çocuklar bizzat mükellef olmakla birlikte kocası veya babası bunlar adı­na -hibe yoluyla- kurban keserse o da yeterli olur. Klasik fıkıh kitaplarında kurban mükellefiyeti için sayılan “hür olma” şartı, o dönemde sosyal bir vakıa olarak mevcut bulunan kölelerin mülkiyet sahibi olamayışından kay­naklanır. Diğer mezhepler kurban kesmeyi sünnet saydıklarından, kurban mükellefiyeti için ayrıca bir zenginlik ölçüsü tesbit etmemişlerdir.

Uygun olan, kurban alma imkânı bulunmayan kimselerin, kurban kes­mek için kendini zorlamamasıdır. Hatta bazı Hanefî fakihlerine göre, böyle kimselerin kendilerine vacip olmayan ibadeti vacip hale getirmesi, böylece kesilen kurbanın adak kurbanı hükmünü alması bile ihtimal dahilindedir. Fakir kimsenin aldığı kurbanlık hayvanın kaybolması ve ikinci bir kurbanlık alması, bu arada birincinin de bulunması halinde iki hayvanı da kesmesi gerektiği hükmü bu ihtimale dayanır. Ancak bu hüküm hakiki mânasından ziyade maddî imkânı olmadığı halde sosyal baskı sebebiyle veya ibadetin ecrini kaçırmama gayesiyle kendini kurban kesmeye zorlayan kimseleri uyarı, böyle bir mükellefiyetin bulunmadığına vurgu ve bunu örneklendirme şeklinde anlaşılmalıdır. Zaten Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan ağırlıklı görüş, fakir kimsenin kestiği kurbanın, özel olarak onu adamadığı sürece, adak kurbanı hükmünü almayacağı, zengin kimsenin kestiği kurbanla aynı hükme tâbi olduğu, hatta kurbanın etini dağıtma mükellefiyetinin en aza indiği yönündedir.

3. Kurbanlık Hayvan Ve Kesimi

Kurban kesmekle mükellef olan kimsenin bu ibadeti geçerli olarak yerine getirmiş sayılabilmesi için gerek kurbanlık hayvanla gerekse bu hayvanın kesimiyle ilgili bazı şartlar vardır. Bunlar kurbanın sıhhat şartlarıdır.

a) Şartlar

  1. Dinen kurban olarak kesilmesi kabul edilmiş hayvan türleri şunlardır: Koyun, keçi, sığır, manda ve deve. Dolayısıyla ancak bu hayvanlardan (ve­ya türdeşleri) kurban kesilebilir. Tavuk, kaz, ördek, deve kuşu, ceylan gibi

hayvanların kurban olarak kesilmesi geçerli değildir. Kurbanın geçerliliği açısından bu hayvanların erkek veya dişi olması arasında fark yoktur. An­cak koyunun erkeğinin, diğerlerinin ise dişisinin kesilmesi daha faziletli görülmüştür.

Koyun ve keçi sadece bir kişi için; deve, sığır ve manda ise yedi kişiyi aşmamak üzere ortaklaşa kurban olarak kesilebilir. Bu hüküm Hanefiler dahil üç mezhebe göre olup Mâliki mezhebinde parasına ve etine iştirakle ortak kurban kesimi caiz görülmez.

  1. Koyun ve keçi cinsinden hayvanlar bir yaşını doldurduktan sonra kurban edilebilir. Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğu, koyunun semizlik ve gösteriş olarak bir yaşındakilerle aynı olması halinde altı ayını tamamla­dıktan sonra da kurban olabileceği görüşündedir.

Sığır ve manda cinsinden hayvanlar iki yaşını, deve ise beş yaşını ta­mamladıktan sonra kurban olarak kesilebilirler.

  1. Kesilecek hayvanın kurban olmaya engel bir kusurunun bulunmama­sı gerekir. Kurban edilecek hayvanın sağlıklı, düzgün, azalan tamam, besili olması hem ibadetin gaye ve mahiyetine hem de sağlık kurallarına uygun düşer. Kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bazı azaları eksik mese­lâ bir veya iki gözü kör, kulakları ve boynuzları kökünden kesilmiş, dili ke­sik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş, kuyruğu ve memesi kesik hayvanlar kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz, şaşı, topal ve deli, biraz hasla, bir kulağı delinmiş veya yırtılmış olmasında kurban açısın­dan bir sakınca yoktur. Koyunun daha semiz ve lezzetli olması maksadıyla doğduğunda kuyruğunun kısmen veya tamamen kesilmesi kusur sayılmaz.
  2. Kurbanın sahih olabilmesi için belirlenmiş vakit içinde kesilmesi ge­rekir. Kurban, kurban bayramının ilk üç günü yani zilhicce ayının 10, 11 ve 12. günleri, bayram namazının kılınmasından, 3. günün akşamına kadarki süre zarfında kesilebilir. Şafiî mezhebine ve bazı fakihlere göre bu süre, bayramın 4. günü akşamına kadardır. Bayram namazı kılınmayan yerlerde sabah namazı vaktinden itibaren kesilebilir. Kurbanın bayramın 1. günü kesilmesi daha faziletli görülmüş, kesimin gündüz yapılması tavsiye edil­miştir. Geceleyin kurban kesmeyi caiz görmeyenler veya mekruh görenler, aydınlatma imkânının yetersizliğinin yol açacağı muhtemel tehlike, hata ve zorlukları göz önünde bulundurmuş olmalıdır. Bu sakıncalar yoksa, gece de kurban kesilebilir.
  3. Kurbanın ibadet niyetiyle kesilmesi şarttır. Kıır’an’da, kesilen kur­banlık hayvanların et ve kanlarının değil bu kesimi yapan müslümanm ni­yet, takva ve bağlılığının Allah’a ulaşacağı bildirilmiştir.[6]Esa­sen kurbanı diğer hayvan kesimlerinden ayıran da budur. Niyette aslolan kalbin niyetidir, dil ile açıkça söylenmesi gerekmez. Kurbanda niyetin bu önemi sebebiyledir ki, Hanefî mezhebinde ortaklaşa kesilen kurbana bütün ortakların ibadet niyeti ile katılmaları şarttır. Ortaklardan birinin sadece et elde etme niyetiyle iştiraki diğerlerinin kurbanını geçersiz kılar. Şâfıî ve Hanbelî mezheplerine göre ise böyle bir ortaklık, kurban ibadetine zarar vermez.

Bir kimse tek başına kesmek üzere aldığı büyük baş hayvana, sonradan altı kişiye kadar ortak kabui edebilir.

Kurbanlık niyetiyle alınan hayvan kesilmeden önce ölürse, zengin kim­senin tekrar kurbanlık satın alması gerekir; fakir içrn gerekmez. Kesimden önce kurbanlık kaybolur, sahibi ikinci defa kurbanlık alır da sonra birinci hayvan bulunursa, zengin de fakir de bunlardan sadece birini, tercihen daha iyi olanını keser. Fakirin ikisini de kesmesi gerektiği görüşü fetvada tercih edilmeyen zayıf bir görüş olup fakirin kesmesinin adak hükmünü alacağı noktasından hareketle söylenmiştir.

Mükellefler yanlışlıkla birbirlerinin hayvanlarını kesseler, her kesilen kurban, sahibinin kurbanı olmak üzere sahih olur. Etler dağıtılmamışsa de­ğişim yaparlar, değilse helâlleşir ve bir fark da talep etmezler.

b) Kesim İşlemi

Diğer gayelerle yapılan kesimlerde olduğu gibi kurbanlık hayvanın ke­siminde de bazı kurallara uymak gerekir. Hayvan kesim yerine incitilmeden götürülür, kesilecek zaman da kıbleye karşı ve sol tarafı üzerine yatırılır. Elinden geldiği sürece her mükellefin kurbanını kendisinin kesmesi menduptur, değilse bir başkasına vekâlet verip kestirir. Kurbanı kesecek kimsenin müslüman olması tercihe şayandır. Yahudi ve hıristiyanlara da kesim yaptırılabilir. Çünkü Ehl-i kitabın kestiği yenir.

Kurban sahibinin kesim esnasında orada hazır bulunması müstehaptır. Hayvan yere yatırılırken Kur’an’dan “Yüzümü gökleri ve yeri yaratan Al­lah’a, O’nun birliğine inanarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim”[7], “Benim namazım, ibadetim (kurbanım), hayatım ue ölümüm hep âlemlerin rabbi olan Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ue ben Allah’a teslim olanların ilkiyim[8]meâllerindeki âyetleri okur.

“Ey Allah’ım, dostun İbrahim’den ve habibin Muhammed’den kabul buyurduğun gibi benden de kabul buyur” şeklinde veya benzer tarzda dua eder. Daha sonra da tekbir ve tehlîl getirir.

Kurbanı kesen kimse hayvana eziyet vermemeye dikkat etmeli, bıçağı hayvana göstermemeli ve keskin bıçak kullanmalıdır. Sağ eliyle tuttuğu bıçakla hayvanı keserken “Bismillâhi Allahü ekber” der. Kurbanı vekilin kesmesi halinde kurban sahibi de besmeleye iştirak eder. Kurban kesen kimse kesim esnasında Allah’ın adını anmayı (besmele) kasten terkederse, Hanefî mezhebine göre bu hayvanın eti yenilmez.

Kurban kesmenin rüknü, kurbanlık hayvanın kanını akıtmaktır. Sığır, manda, koyun ve keçi cinsinden hayvanlar yatırılıp çenelerinin hemen al­tından boğazlanmak suretiyle (zebh), deve ise ayakta sol ön ayağı bağla­narak göğsünün hemen üzerinden (nahr) kesilir. Kesim işlemi boğazın iki tarafındaki şah damarları, yem ve yemek borusu kesilerek yapılır ve hayva­nın kanının iyice akmasını temin için bir süre beklenilir.

Hayvana acı vermemek için önce şoka sokmak (bayıltmak), sonra kes­mek caizdir; çünkü şoka giren hayvan ölmez, hayatı devam eder, ancak kesilince kanı akar ve ölür.

4. Kurbanın Eti Ve Diğer Parçaları

Hz. Peygamber’in hadislerinden hareket eden İslâm âlimleri, kurban sa­hibinin kurbanın etinden yiyebileceği, bakmakla yükümlü bulunduğu kim­selere yedirebileceği, etinin bir kısmını da dağıtması gerektiği konusunda görüş birliği içindedir. Ancak kurban etinin ne kadarının yenilip ne kadarının dağıtılacağı konusunda farklı görüş ve ölçüler ileri sürülmüştür.

İslâm âlimlerinin çoğunluğu kurban etinin üç eşit parçaya bölünüp bir parçasının kurban sahibi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler tarafından tüketilmesini, ikinci parçanın zengin bile olsalar eş, dost ve akrabaya hediye edilmesini, üçüncü parçanın ise kurban kesmeyen fakir kimselere dağıtılma­sını tavsiye ederler. Kişinin bakmakla yükümlü bulunduğu kimselerin kala­balık olması veya ihtiyaçlarının bulunması halinde kurban etinin kimseye dağıtılmadan evde tüketilmesinde de bir sakınca görülmemiştir. Bu konuda kesin bir sınır yoktur. Kurban sahibinin kurban etinden hem yemesi, ikram etmesi hem de fakirlere dağıtması esastır. Bunun ölçü ve şeklini her mükel­lef kendi konum ve imkânını, başkalarının durum ve imkânını ayrı ayrı gözden geçirerek bizzat belirlemeli ve bu konuda ibadet anlayışıyla hareket etmelidir.

Adak (nezir) olarak kesilen kurbanın etinden, adakta bulunan kimse ve onun bakmakla yükümlü bulunduğu kimseler (babası, annesi, dede ve nine­leri, çocukları, torunları, hanımı) yiyemezler. Şayet yiyecek olurlarsa yedikle­rinin bedelini fakirlere tasadduk etmeleri gerekir. Nafile (tatavvu) olarak kesilen kurbanın etinden sahibi de, bakmakla yükümlü bulunduğu kimseler de yiyebilir.

Kurban sırf Allah rızâsını kazanmak için kesildiğinden kurbanın etinin ve diğer parçalarının satılması veya benzeri şekilde sahipleri için gelir getirici işlemlere harcanması caiz değildir,

Kurbanın derisi, yünü, bağırsakları, kemikleri, iç yağı gibi eti dışında kalan parçalarının da sahibine gelir temin etmek amacıyla para ile satılması caiz değildir. Bunları kurban sahibi evde kullanabileceği gibi kullanılmak üzere birine hediye de edebilir. Şayet satacak olursa parasını tasadduk etme­si gerekir. Kurbanın bu parçalarının veya satımı halinde parasının hayır işlerine sarfedilmesine, diğer bir anlatımla tasadduk etmenin dinen caiz olduğu kişi ve yerlere verilmesine özen gösterilmelidir. Bu parçalar da kurban ibadetinin devamı olarak görülmeli, aynı anlayış ve amaçla (Allah rızâsına uygun şekilde ve uygun yere) sarfedilmeli veya tüketilmelidir. Şayet kurban kasaba kestirilmişse, kasabın kesim ücreti kurbanın eti veya derisiyle veya bunların parasıyla ödenmez.

Kurbanlık hayvanın kesim öncesinde sütünden ve yününden yararlan­mak da tasvip edilmemiştir. Şayet yararlanılmışsa bedeli sadaka olarak ve­rilmelidir. Kurbanlık koyun ve keçinin yünü, kesimden sonra kırkılıp evde ihtiyaç için kullanılabilir, fakat satılıp paraya çevrilemez. Aksi halde tasadduk edilmelidir.

Kurbanın etinin, kesimin yapıldığı bölgede dağıtılması teşvik edilirse de daha fazla ihtiyaç sahiplerinin bulunması halinde başka yerleşim birimlerine de gönderilebilir, nakledilebilir.

Kesim işlemi tamamlandıktan sonra çevre temizliğinin iyice yapılması, hayvanın artan parçalarının toprağa derince gömülmesi, mümkün olduğu ölçüde dışarıda hiçbir parçasının bırakılmaması gerekir. Bu husus, kurbanlık hayvana ve kurban ibadetine karşı gösterilecek saygının bir gereği olduğu gibi özellikle büyük şehirlerde ve kalabalık yerleşim birimlerinde sağlık ku­ralları ve çevre temizliği açısından da son derece önemlidir. Kurban kesme­nin ve etini ihtiyaç sahiplerine dağıtmanın ecrini, çevre kirliliği meydana getirerek ve kul haklarını ihlâl ederek azaltmamak gerekir.

5. Akika Kurbanı

Çocuğun doğumunun ilk günlerinde Allah’a bir şükran nişanesi olarak kesilen kurbana “akîka kurbanı” denilir.

Esasen akîka, Arapça’da yeni doğan çocuğun başındaki saçın adıdır. Akîka kurbanı kesildiği gün çocuğun başı da tıraş edildiği için kurban bu adı almıştır.

Akîka kurbanı Hanefiler’e göre mubah (bazı rivayetlerde mendup), diğer üç fıkıh mezhebine göre sünnet, Zâhirîler’e göre vaciptir. Hz. Peygamber torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için birer koçu akîka kurbanı olarak kesmiş ve ümmetine de yeni doğan kız ve erkek çocukları için akîka kurbanı kesmelerini tavsiye etmiştir. Resûî-i Ekrem’in bu tür uygulama ve tavsiye­leri dinî bir gereklilik şeklinde değil de doğum, düğün gibi mutlu olayların yakın çevreye duyurulması, sevincin onlarla paylaşılması ve neticede sosyal yapının ve dayanışmanın sağlamlaştırılması yönünde tedbir ve örnekler (sünnet, nafile ibadet) olarak algılanması daha doğru olur.

Akîka kurbanı, çocuğun doğduğu günden bulûğ çağına kadar kesilebilir-se de doğumun yedinci günü kesilmesi müstehaptır. Aynı günde çocuğa isim verilmesi ve saçının kesilerek ağırlığınca altın veya gümüşün tasadduk edilmesi de tavsiye edilmiştir.

Kurban olmaya elverişli her hayvan akîkaya da elverişlidir. Kesilen bu kurbanın etinden kurban sahibi ve aile fertleri, yakın dostları yiyebileceği gibi tasadduk da edilebilir.

12. KEFARETLER

Kefaret kelimesi sözlükte “örten, gizleyen” anlamına gelir. Dinî bir te­rim olarak ise, “işlenen bir kusur ve günahtan dolayı Allah Teâlâ’dan af ve mağfiret dilemek niyetiyle yapılan, ceza özelliği de bulunan bir tür malî ve bedenî ibadettir.

Kefaretlerin sebebi, ya dinen yapılması gereken bir şeyin yapılmaması, ya da yapılmaması gereken bir şeyin yapılması şeklinde işlenen kusurlu davranışlar, hata ve günahlardır. Allah Teâlâ bu hatalı ve kusurlu davranış­lara karşılık olmak üzere yine ibadet nevinden bazı fiillerin işlenmesine ve bu sayede kulun kendini affettirmesine imkân tanımıştır. Bunun için de mü­kellefin kefaretleri Cenâb-ı Hak tarafından kusur ve günahının affedilmesine vesile kılınması niyet ve arzusuyla yerine getirmesi esastır. Bu sayede Al­lah’ın bu kimsenin söz konusu kusurlu davranışını affetmesi umulur. Bu sebeple kefaretler yapılma niyet ve amacı itibariyle mükellefin ibadet sorumluluğu dahilinde bir konudur.

Öte yandan kefaretler, konuluş amacı itibariyle hem ibadet hem de ceza mânası taşımakla birlikte mahiyeti itibariyle ibadet nevinden fiillerin bir veya birkaçından ibarettir. Fıkıh kitaplarında kefaretlerin ibadet ana grubunda yer alması, kefaretlerle yükümlü tutulmanın Allah’ın lütuf ve kereminin bir te­zahürü olarak müsİümanlara tanınan bir ayrıcalık ve imkân olarak nitelen­dirilmesi bu sebeplerledir.

Kur’an ve Sünnet’te belirtilen veya sadece Hz. Peygamber’in söz ve uy­gulamasıyla sabit olan kefaret nevileri olarak; orucu bozma, yemin, zıhâr, hac yasaklarını ihlâl, adam öldürme ve hayızlı kadınla cinsel temas sebe­biyle gereken kefaretler sayılabilir

1. Oruç Bozma Kefareti

Fıkıh literatüründe kefâret-i savm terimiyle ifade edilen bu kefaret tü­rü, “Ramazan orucunu eda ederken, herhangi bir mazereti bulunmaksızın, oruçlu olduğunu bilerek orucunu kasten bozan kimseye gereken kefâret”tir.

Oruç ibadeti İslâm’ın beş temel şartından biri olup bu ibadeti yerine ge­tirmekte zorlanan kimselere, oruç konusunda anlatıldığı üzere, bir dizi ko­laylık ve ruhsat getirilmiştir. Ayrıca kasten oruç tutmayan, başladığı orucu iradesi dışında veya haklı görülebilir bir sebeple bozan kimsenin de bu oru­cunu kaza etmesi imkânı vardır. Bu ruhsat ve imkânlardan sonra, başladığı ramazan orucunu hiçbir mâkul ve haklı görülebilir sebep yokken, bilerek ve isteyerek bozan kimsenin durumu ağır bir kusur ve suç kabul edilmiş ve böyle kimselere, bu hatalı davranışlarından dolayı Allah’tan af dileyebilmeleri için, biri yine oruç cinsinden olmak üzere üç tür ibadetten biri kefaret olarak öngörülmüştür.

Orucu kasten bozan kimse için öngörülen kefaretin cezaî yönü ağır ba­sar. Bu kefareti gerektiren sebep ise, ramazan orucunu eda eden kimsenin orucu kasten ve isteyerek bozmasıdır. İkrah (ağır baskı), hata, unutma gibi kasıtlı olmayan durumlar kefareti gerektirmez. Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre ramazan orucunun cinsî münasebetle veya yeme içme ile bozulması aynı hükme tâbi iken Şâfıîler başta olmak üzere bir grup fakihe göre ramazan orucunun sadece cinsî münasebetle bozulması kefaret gerek­tirir. Kasten de olsa yeme içme kefareti gerektirmez. Birinci grup kasten yapılan cinsî münasebetle kasten yeme içmenin aynı ortak illete sahip bu­lunduğunu, ikisinin de orucun kasten bozulması mahiyetinde olduğunu ileri sürer. İkinci grup ise Hz. Peygamber’in ramazan ayında karısıyla cinsî mü­nasebette bulunan sahâbî hakkında kefarete hükmettiği[9], hadiste yeme içme geçmediği ve yeme içmenin farklı olduğu mülahazasıyla hareket eder ve kıyas yaparak kefaret hükmünü genişletmek istemezler. Şâfiiler’in burada kıyas yoluna gitmemeleri, biraz da kolaylığı sağlama, zorluk ve sıkıntıya yol açmama düşüncesinden kaynak­lanmış olabilir.

Oruç bozmanın kefareti; eğer imkânı varsa bir köle azat etmek, buna gü­cü yetmiyorsa ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak, eğer buna da gücü yetmiyorsa altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmaktır. Çağımızda köle­lik kalktığına göre, oruç kefaretinde ilk sırayı oruç tutma, ikinci sırayı da fakiri doyurma alır. Benzeri bir hüküm diğer kefaretlerde de söz konusudur. Köle azat etmenin kefaretlerde ilk sırayı alması, İslâm’ın hürriyet ve insan haklarına verdiği önemin ve köle durumunda olan insanların hürriyetlerine kavuşması için çeşitli uygun ortam ve vesileler geliştirdiğinin açık bir delilidir.

Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre kefaret ödeyecek kimse­nin yukarıda sayılan sıraya riayet etmesi, bir öncekini yapma imkânı bu­lunmadığında bir sonrakine geçmesi gerekir. Mâlikîler’e göre ise mükellef bu üç şıktan birini seçebilir. Hatta bunlar arasında altmış fakiri doyurma en faziletli olanıdır. Çoğunluk ise hem oruç kefâretiyle ilgili hadiste bu sıranın benzeri kayıtlarla zikredilmesi, zıhâr kefâretiyle ilgili âyetin ifade ve üslûbu hem de esaret altındaki bir kimsenin hürriyete kavuşturulmasının bunlar arasında en faziletli ibadet olduğu, nefsin oruçla terbiyesinin de ikinci dere­cede faziletli olduğu ve şâriin bu iki ibadete öncelik vererek bu tür hikmetleri gözetmiş bulunduğu gibi noktalardan hareket etmiştir.

Oruç kefaretinin iki ay oruç tutmak şeklinde ödenmesi halinde, orucun ara vermeksizin peş peşe tutulması gerekir. Sadece kadınların hayız hali bu peş peşeliği bozmaz. Onun dışında hastalık, yolculuk gibi bir mazerete bina­en oruca ara verilirse, önce tutulanların yok sayılıp iki ay oruca yeniden başlanması gerekir. Şâfıîler loğusalık (nifas), Hanbelîler hastalık sebebiyle oruca ara vermenin peş peşeliği bozmadığı görüşündedir. Böyle olunca ke­faret orucuna, araya ramazan ayı veya kurban bayramı girmeyecek şekilde hesaplanıp başlanmalıdır. Kadınlar mazeret halleri biter bitmez ara vermek­sizin oruçlarına kaldıkları yerden devam ederler ve tutulamayan bu günler hesap edilmeksizin oruç iki aya tamamlanır. Kefaret orucunda oruca gece­den niyetlenmek, ayrıca tutacağı orucun kefaret orucu olduğunu niyetinde belirlemek de şarttır.

Oruç kefâretindeki ilk iki alternatif kefaret şeklinin yerine getirilmesi mümkün olmadığında üçüncü şık olarak mükellefin, altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurması gerekli olur. Doyurma yemek yedirmek şeklinde olabileceği

gibi yemeğin bedelini kendisine vermekle de olabilir. Ayrıca bir günde altmış fakirin doyurulmasından bir fakirin altmış gün süreyle doyurulmasına kadar çeşitli seçenekleri vardır. Ancak doyurulacak fakir, kefaret verenin bakmakla yükümlü olduğu kimseler arasından olmamalıdır. Doyurmada veya yerine para ödemede ölçü, yemin kefâretiyle ilgili âyetin [10]ifadesin­den de hareketle, kefaret verecek şahsın ve ailesinin günlük gıda tüketim ortalaması olmalıdır.

Farz orucun kasten bozulması ve kefaretinin ödenmesinden sonra aynı şekilde yeni bir ihlâl olduğunda onun için yeni bir kefaret gerekir. Ancak Hanefîler’e göre kefaret sebepleri, araya kefaretin eda edilmesi girmeden birden fazla olursa, hepsi için bir kefaret ödeme yeterli olur. Iskât-ı savmda yani ölenin muhtemel oruç kefareti borçları için tek bir kefaretin ödenmesi de bu esasa dayanır.

2. Yemin Kefareti

Bir kimsenin yaptığı yemine riayet etmeyip yeminini bozması halinde üzerine gereken kefarettir.

Yemin kefâretiyle ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyurulur:

“Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıueren (lağu) yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz; fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti işte budur. Yeminlerinizi koruyunuz. Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükreder­siniz.” [11]

İslâm müctehidlerinin ortaklaşa ifadelerine göre, yeminini bozan yani Allah’ı şahit göstererek verdiği sözünde durmayan kimse kefaret olarak; ya bir köle azat edecek ya on fakiri sabahlı akşamlı doyuracak ya da on fakiri orta seviyede giydirecektir. Yemin kefaretini sıraya uyması gerekmeden bu üç şeyden dilediğiyle ödeyebilir. İslâm’ın insan hak ve hürriyetlerine verdiği önem sebebiyledir ki, köle azat etmek bunlar arasında en faziletli seçenek olarak görülmüştür. Eğer bunlara gücü yetmezse üç gün oruç tutması gere­kir. Hanefî ve Hanbelîler’e göre bu üç gün orucun arka arkaya tutulması şarttır.

Oruç kefaretinde oruç tutmanın ön sıraya alınıp fakiri doyurmanın bun­dan sonraya alınması, orucun kasten bozulmasının yine oruç tutularak telâfi edilmesi, suçun ve cezanın aynı türden olması, kişinin nefsini eğitmesine öncelik verilmesi gibi gaye ve hikmetlere sahiptir. Yemin kefaretinde ise fakiri doyurma ve giydirme ön planda tutulmuş, buna imkân bulamayanla­rın oruç tutması istenmiştir. Bu da İslâm’da üçüncü şahısların hukukunun gözetilmesinin ve sosyal amaçların taşıdığı öncelik sebebiyle olmalıdır.

Bir kimse yeminini bozmadan kefaret verse de sonra bozsa, Hanefîler’e göre bu yeterli olmaz; bozduktan sonra yeniden kefaret vermelidir. Oruç kefaretinde de olduğu gibi, bir günde on fakirin doyurulması da, bir fakirin on gün süreyle doyurulması da caizdir. Doyurma ve giydirmenin, kefaret veren kimsenin sosyal konumuna, günlük gıda harcamalarına ve giyim tarzının ortalamasına göre olması gerekir. Doyurma ve giydirme yerine ihti­yaç sahiplerine bunların bedelleri de ödenebilir.

3. Zıhâr Kefareti

Sözlükte “sırt” anlamına gelen zıhâr kelimesi, kökü İslâm öncesi dönem Hicaz-Arap toplumuna kadar uzanan bir geleneği simgeler. Câhiliye döne­minde bir erkeğin karısına “Artık sen bana anamın sırtı gibisin” demesiyle onu kendisine haram kıldığına inanılır ve bu bir nevi boşanma sayılırdı. İslâm, kadının aleyhine olan bu boşanma tarzını kaldırdı. Hatta bu üslûpta bir söz söylemeyi kınadı. Bununla birlikte karısının herhangi bir uzvunu kendisine nikâhı ebediyen haram olan bir kadının uzvuna benzeterek perhiz yemini yapan kimseye, kefaret ödemesi mükellefiyeti yükledi. Bu sebeple zıhâr kefareti, zıhâr yemini yapan kimsenin karısıyla tekrar bir araya gele­bilmesi için ödemesi gereken kefaretin adıdır.

Kur’an’da zıhâr yemini ve kefâretiyle ilgili olarak eski Arap örfüne de atıfta bulunulur ve meâlen şöyle buyurulur:

“İçinizden zıhâr yapanların ka­dınları, onların anaları değildir. Onların anaları kendilerini doğuran kadın­lardır. Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söz söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affe­dicidir, bağışlayıcıdır. Hanımlarından zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin onlarla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haber­dardır. Buna (köle azat etmeye) imkân bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah’a ve resulüne inanmanızdan dolayıdır.

Bunlar Allah’ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır.” [12]Âyette kefaret seçenekleri arasındaki sıraya riayetin zikredilmesi ve orucun peş peşe tutulmasının istenmesi diğer bazı kefaret çeşitleri için de geçerli görülmüştür. Öte yandan aile mahremiyeti içinde kalan bir yanlış söz ve davranış sebebiyle bile köle azat etme, fakirlerin doyurulması gibi sosyal amaçlı ibadetlerin kefaret olarak emredilmiş olması, İslâm’ın insan hürriyeti­ne ve toplumda sosyal adaletin sağlanmasına verdiği önemin bir göstergesi olmaktadır.

4. Adam Öldürmenin Kefareti

İslâm’da korunması gaye edinilen temel değerlerden birisi insan hayatı­dır. İnsanın saygınlığı anlayışı, insan hayatını koruyucu tedbirler, müessir fiil ve adam öldürme suçlarının cezalandırılmasında izlenen siyaset hep bu amaca hizmet eder. Bir müslümanm müslüman, zimmî veya anlaşmalı (muâhid) gayri müslimi hataen (yanlışlıkla ve kaza ile) öldürmesi halinde, gereken diğer hukukî ve cezaî müeyyidelere ilâve olarak kefaret ödemesi de gerekir. Hanefîler’e ve bir grup fakihe göre sadece hataen adam öldürmede kefaret gerekirken fakihlerin çoğunluğu kasten adam öldürmede de gerekli görürler.

Öldürme kefareti, mümin bir köle azat etmek, eğer buna güç yetmezse iki ay peş peşe oruç tutmak suretiyle ödenir. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyurulur:

“Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olmaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola (o takdirde diyet vermez). Eğer öldürü­len mümin olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mümin bir köle azat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mümin köleyi azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” [13]

Öldürme kefaretinde önceliğin köle azat etmeye verilmesi ve kefaret yü­kümlülüğü için öldürülen kimsenin müslüman veya gayri müslim olmasının farketmemesi hem insan hayatının ve hürriyetinin temel değer ve gayeler­den olması ile hem de buradaki hürriyete kavuşturmanın âdeta ölen kimse yerine dirilişi sembolize etmesiyle açıklanabilir. Ayrıca, müslümanlarla birlikte yaşayan gayri müslimlerin, yaşama hakkının da koruma ve güvence altında olması gerektiği de âyetten çıkarılan bir sonuç olmaktadır. Ancak kefaret, ibadet grubunda yer aldığı ve bir bakıma tövbe ve Allah’tan bağışlanma dileme mahiyetinde olduğu için hataen adam öldüren gayri müslimler kefa­retle yükümlü tutulmaz ve sadece diyet öderler.

5. Hacda Tıraş Olma Kefareti

Hacda ihrama girip de bir mazeret (hastalık veya başında bir rahatsızlık) sebebiyle vaktinden önce tıraş olmak zorunda kalan kimsenin ödemesi ge­reken kefarettir. Çünkü hac niyetiyle ihrama giren kimsenin ihram süresince tıraş olması yasaktır. Bu yasağın ihlâli halinde kefaret olarak ya üç gün oruç tutmak, ya altı fakiri doyurmak, ya da bir koyun kurban etmek gerekir.

Konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle bir açıklama yer alır:

“… Sizden her kim hasta olursa, yahut başında bir eziyeti (yara) bulunur (da vaktinden önce tıraş olur)sa, ona oruç, sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir…” [14]Hz. Peygamber bu kefaretin üç gün oruç, altı fakiri doyurma veya bir koyunun kurban edilmesi suretiyle ödeneceğini açıkla­mıştır.[15]Üç gün orucun peş peşe tutulması şart değildir.

6. Hayızlı Kadınla Cinsî Münasebet Kefareti

Kur’an’da hayız halinin kadın için rahatsızlık ve mazeret hali olduğu, hayız süresince kocalarının onlarla cinsî temastan uzak durması gerektiği bildirilmiştir. [16]Bu yasaklama ve Hz. Peygamber’in de bu yöndeki hadisleri sebebiyle, hayızh kadınla cinsî münasebette bulunmanın haram olduğunda görüş birliği hâsıl olmuştur. Zaten böyle bir münasebet insanın selim zevkine aykırı olduğu gibi iki tarafın, özellikle de kadının ruh ve beden sağlığı açısından son derece zararlı ve tehlikeli bulunmaktadır. Buna rağmen böyle bir davranışta bulunan kimseye ne gerekeceği konusu fakihler arasında tartışma konusu olmuştur.

Ebû Hanîfe de dahil İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, karısı ile hayızlı iken cinsî münasebette bulunan kimse günah işlemiştir. Allah’a bol tövbe ve istiğfar etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. İbn Abbas, Katâde, Evzâî, Ahmed b. Hanbel gibi İslâm âlimlerine göre ise hayızlı kadınla ilk günlerde kurulan cinsî münasebet için bir dinar (4,25 gr. altın) kanamanın iyice azaldığı bir dönemde yapılan cinsî münasebet içinse yanm dinar kefaret

ödenmesi gerekir. Bu kefaret kocanın zorlamasıyla olmuşsa sadece ona, iki tarafın isteğiyle olmuşsa ayrı ayrı ikisine de gerekir. Cinsî temasın kasten, unutarak, haram olduğunu bilmeden veya hayız durumunu farketmeden yapılmış olması sonucu etkilemez.

Görüldüğü üzere kefaretler, kasten veya bilmeden yanlış bir davranışta bulunan, hata eden ve günah işleyen müslümana, tövbe ve istiğfar kapısı­nın kapanmadığını öğretmekte fakat tekrar aynı yanlışı yapmaması için de onu sosyal içerikli bir ibadeti ifaya veya etkili bir nefis terbiyesine mecbur bırakmaktadır. Köle azat etme gibi, fakirleri yedirip giydirme gibi üçüncü şahısların yararına sosyal amaçlı ibadetlerin, ferdî hata ve günahlara kefaret sayılması da İslâm’ın hayata bakış açısını yansıtması yönüyle manidardır.

13. ADAK VE YEMİNLER

Dinî literatürde dar ve teknik anlamdaki ibadet kavramıyla namaz, oruç, zekât ve hac ibadetleri ve bunlar içinde yer alan alt fiiller anlaşılmakta ise de kefaret gibi adak ve yemin konusu da ibadet kavramıyla yakından ilgilidir. Bu konular ibadetle alâkalı fıkhî hüküm ve bilgileri tamamlayıcı olduğu, hatta aynı yaklaşımla ele alındığı için klasik fıkıh kaynaklarında ve ilmihal kitaplarında aynı ana bölüm içinde incelenir.

1. Adak

a) Mahiyeti

Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak fıkıh dilinde, “bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vacip kılması”m ifade eder. Diğer bir ifadeyle “kişinin farz veya vacip cinsinden bir ibadeti ya­pacağına dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılması”dır.

Adakta bulunma, arzu edilen sonuçları elde etme veya beklenmeyen kötü durumlardan korunmada Allah’ın yardımını temin etme gayesiyle başvurulan dinî bir davranış mahiyetinde olup hemen hemen bütün din ve kültürlerde görülmektedir. Özellikle Çin, Japon, Hint ve İslâm öncesi Türk kültüründe adağın önemli bir yer tuttuğu, bu mahiyette birçok davranış ve geleneğin bu toplumlarda yaygınlık kazandığı, benzer davranışların diğer toplumlarda da sıklıkla görülen bir davranış olduğu bilinmektedir.

Çeşitli dinlerin ve milletlerin kültürlerinde aynı ve yakın telakkilere dayalı olarak ağaçlara ve kutsal sayılan yerlere bez bağlamak, ibadet yerlerinde mum yakmak, belli durumlarda belli hayvanları kurban etmek, oruç veya perhiz mahiyetinde olmak üzere bazı yiyecek ve içeceklerden, cinsel ilişkiden uzak durmak, istediğine ulaşıncaya kadar bazı zevk ve eğlenceyi terketmek gibi adak türlerine rastlanır. Bu adaklarda dinî-psikolojik sâikler, Tanrı’ya şükret­me veya onun yardımını isteme öğesi ağır basar. İslâmiyet öncesi Hicaz-Arap toplumunda da bu sayılanlara benzeyen veya onların dışında birçok adak çeşit ve türü vardı. İslâm dini insandaki dindarlık duygusuyla ve ruhî tatmin arzu­suyla kısmen alâkalı bu davranışı tamamen yasaklamamış, sadece bazı dü­zenleme ve sınırlamalar getirerek ona kendine has bir şekil vermiştir.

Kur’an’da değişik yerlerde verilen sözde durulması, ahde ve akidlere bağlı kalınması[17], Allah’a verilen sözün tutulması [18]emredilir, yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. [19]Kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları ara­sında sayılır. [20]Hadislerde de Hz. Peygamber, Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya mâsiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şayet yapıl­mışsa buna uyulmamasını istemiştir. [21]

Bazı hadislerinde de Hz. Peygamberin adakta bulunmayı hoş karşıla­madığı görülür. Meselâ bir hadîs-i şerifte “Adak bir fayda sağlamaz, sadece cimrinin malını eksiltmiş olur” [22]buyurmuştur. Bu sebeple de İmam Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel başta olmak ü-zere fakihlerin önemli bir kısmı adak adamanın mekruh olduğu görüşünde­dir. Hanefîler ise Allah’a ibadet ve taat kabilinden adakta bulunmayı mubah görürler. Sonuçta bir ibadetin işlenmesine vesile olduğu için bunu müstehap görenler de vardır. Mâlikîler adakta bulunmayı normalde mendup, şarta bağlı adağı ise mubah sayarlar.

Konuyla ilgili hadisler ve İslâm âlimlerinin görüşleri incelendiğinde, kişi­nin hiçbir dünyevî menfaat ummadan sırf Allah’ın rızâsını kazanmak, ona şükretmek için adak adamasında bir sakınca bulunmadığı görülür. Kişinin Allah’ın takdirinin değişmesine vesile olması dileğiyle ve ihlâstan uzak, belli şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise doğru karşılanmamıştır.

Adaklar Allah’ın takdirini değiştirmez. Müslümanın bunu bilerek, ileride olacak bir şeyin en hayırlı şekilde vuku bulması dileğiyle Cenâb-ı Hakk’a yalvarması, bunu gerçekleştirmeye vesile olması için sadaka ve ibadet mahiyetinde bir adakta bulunması itikadı bakımdan sakıncalı görülmemiştir. Fakihlerin şartsız adağı daha hoş karşılaması, onda ibadet niyetinin daha belirgin olması sebebiyledir. Dünyevî bir menfaati konu edinen şartlı adak ise ibadet niyetinden ziyade neredeyse Allah’la bir pazarlık mahiyetini taşı­yabileceği için, sonuçta bir ibadetin ifası söz konusu edilse bile ihtiyatla kar­şılanmış hatta doğru bulunmamıştır. Bununla birlikte, Allah’a isyan ve mâsiyeti içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğun­da yerine getirilmesi dinen vacip görülmüştür.

b) Şartları

Yapılan bir adağın geçerli olabilmesi için hem adakta bulunan kimseyle hem de adağın konusu ile ilgili birtakım şartlar vardır.

Adağın geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimsenin müslüman, akıllı ve bulûğa (ergenlik çağına) ermiş bir kimse olması gerekir. Çünkü adakta bulunma, sonucu itibariyle ibadet grubunda yer alır, bunun için de tam eda ehliyeti gerekir. Fakihlerden, adağın geçerliliği için adağın ciddi ve hür bir istekle bilinçli olarak yapılmış olmasını şart görenler de, Hanefîler gibi öfke ve şaka yoluyla yapılan adakları bağlayıcı görenler de vardır.

Adağın geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar ise şu şekilde sı­ralanabilir:

  1. Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vacip ibadetin bulunması gerekir. Meselâ namaz kılmayı, oruç tutmayı, sadaka vermeyi, kurban kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlid okutma adak konusu ol­maz. Türbelerde mum yakma, horoz kesme, bez bağlama, şeker ve helva dağıtma gibi halk arasında görülen adak âdetlerinin İslâm’da yeri yoktur.
  2. Adanan şey bizzat hedeflenen (maksut) ibadet cinsinden olmalı, baş­ka bir ibadete vesile olduğu için farz veya vacip sayılan bir ibadet olmamalı­dır. Meselâ abdest almayı, ezan ve kamet okumayı, mescide girmeyi konu alan adak geçerli olmaz.
  3. Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması ge­reken farz veya vacip bir ibadet olmamalıdır. Kılmakla mükellef olduğu na­maz, tutmakla mükellef olduğu ramazan orucu adak konusu olmaz.
  4. Adanan şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşru olması, mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunması gerekir. Bir kimsenin sahip olmadığı malı adaması geçersiz, sahip olduğun­dan fazlasını adaması halinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında ge­çerlidir. Ancak bir kimsenin ileride sahip olması kuvvetle muhtemel bir malla ilgili adağı geçerli sayılır. Meselâ ileride miras yoluyla sahip olacağı malın adanması böyledir.
  5. Adanan fiil Allah’a isyanı, bid’at, günah ve mâsiyeti içermemelidir. Bu takdirde adak geçersizdir.

c) Hükmü

Herhangi bir şart ve zamana bağlanmayan (mutlak) adaklar, adama anından itibaren gerekli hale gelir ve ilk fırsatta yerine getirilmesi uygun olur. Bir şarta bağlanan adakların da o şartın gerçekleşmesi halinde yerine getirilmesi gerekir. Şart gerçekleşmeden adak yerine getirilirse geçersizdir; yapılan ibadet nafile sayılır. Meselâ, herhangi işi olduğu takdirde üç gün oruç tutmayı nezreden kimsenin durumu böyledir.

Yerine getirilmesi gelecek bir zamana bağlanan adaklar ise, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre bu zaman kaydına itibar edilmeksizin önceden de yeri­ne getirilebilir. İmam Muhammed ile Şâfiîler ve Hanbelîler sadaka gibi malî ibadetlerde aynı görüşü paylaşmakla birlikte namaz, oruç gibi bedenî iba­detlerde vakit gelmeden hükmün sabit olmayacağı görüşündedir. Onlara göre bu ibadetleri vakti gelmeden ifa etmek adak borcunu düşürmez. Belirli bir tarihte oruç tutmayı nezreden yani böyle adakta bulunan kimsenin o tarihlerde; iyileşmesi halinde üç gün oruç tutmayı adayan kimsenin de iyile­şince üç gün oruç tutması vacip olur. Adağın bu tarihlerde özürsüz olarak yerine getirilmemesi günah sayılır ve ilk fırsatta kazası gerekir.

Meydana gelmesi istenmeyen bir şarta bağlı olarak adakta bulunan şa­hısların, meselâ yalan söylememeye, kötü bir fiili işlememeye nezredip bu fiili işlemesi halinde bir adakta bulunan kimselerin, Allah’a karşı verdiği bu sözde durması gerekir. Meselâ “Bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay oruç tutayım” şeklinde adakta bulunma böyledir. Fakat istenmeyen şart ödemenin daha isabetli bir davranış olacağı görüşündedir. Çünkü bu ahidleşme yemin sayılmaktadır.

Tasaddukla ilgili adaklarda mekân, zaman ve şahıs itibariyle belirleme yapılsa bile bu belirlemeye uymak gerekmez. Falanca zamanda camiye halı adayan, falanca şehrin fakirlerine tasadduku veya şu yurdun öğrencilerinin yemeleri için kurban kesmeyi adayan kimse bu bağışını başka zamanda başka yer ve şahıslara verebilir.

Kurban kesmeyi adayan kimse bu adak kurbanın etinden yiyemeyeceği gibi bakmakla yükümlü olduğu kimseler de (anne ve babası, dede ve ninesi, çocukları ve torunları, hanımı) yiyemez. Şayet yiyecek olurlarsa yediklerinin bedelini fakirlere tasadduk etmeleri gerekir.

Adaktan doğan yükümlülük, yeminde de olduğu gibi kazâî değil diyânî, yani yargıyı değil kişinin dindarlığını ve Allah’a karşı sorumluluğunu ilgi­lendiren bir yükümlülüktür. Kul ile Allah arasında kalan bir iş olup dünyevî müeyyidesi yoktur.

Üzerinde malî bir adak borcu bulunduğu halde bunu ödemeden vefat eden kimsenin bu borcu, ödemesi yönünde vasiyetinin bulunması halinde terekesinden yerine getirilir. Böyle bir vasiyet yok da mirasçılar mecburiyet­leri bulunmadığı halde adağı yerine getirmişlerse, ölen kimsenin adak bor­cunun kurtulması umulur.

2. Yeminler

a) Mahiyeti

Sözlükte “kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant, kasem ve benzeri” mânalara gelen yemin dinî kullanımda, “bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki söylediği sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesi”ni ifade eden bir terimdir. Meselâ “Vallahi şu işi yapmam”, “Vallahi şu yere gitmeyeceğim”, “Vallahi borcumu ödedim” şeklindeki beyanlar böyledir. Bu tür yeminlere fıkıh dilinde kasem adı verilir. Bundan ayrı olarak köle azat etme ve boşamaya bağlı olarak yapılan ve bazı fıkhı sonuçlar doğuran yemin çeşidi ile yargılama hukukun­da ispat vasıtası olarak başvurulan yeminden de söz edilebilir.

Kasem suretiyle yapılan yemin Allah’ın isim veya sıfatlarından birine ant içmekle yapılır. “Vallahi, tallahi, billahi, Allah şahit, rahim olan Allah hakkı için andolsun, Allah adına yemin ederim” gibi ifadeler böyledir. Aynı şekilde Allah’ın isim ve sıfatlarıyla bağlantı kurularak söylenen “yemin ede­rim, üzerine andolsun, şu yemeği yemek bana haram olsun” gibi ifadeler birer yemin sayılır, “Şöyle yaparsam yahudi, kâfir vb. olayım” veya “Müs­lüman olmayayım” tarzında sözlerin birer yemin sayilabilmesi için bunların yemin niyetiyle yani sözü teyit maksadıyla söylenmiş olması gerekir.

Allah’ın isim ve sıfatları zikredilmeden söylenen bir sözün yemin sayılıp sayılmamasında toplumun örfü ve kutsal hakkındaki değerlendirmesi ölçü alınır. Toplumumuzda “Kabe hakkı için”, “Kur’an çarpsın”, “Ekmek çarp­sın”, “Anam avradım olsun” gibi toplumun üst ve kutsal değerlerini sözünü teyit etmek için kullanma da, örfen yemin telakki edildiği sürece, diğer ye­minlerin tâbi olduğu hükme tâbidir. Müslümanların her türlü yeminden, özellikle bu tür yeminlerden kaçınması, etrafındaki insanları da bu yönde uyarması gerekir. Çünkü dince kutsal ve saygın kabul edilen değerlerin günlük tartışma ve çekişme ortamına indirilmesi neticede, bu değerlerin yıpranmasına yol açar. Zaten fıkıh geleneğindeki yemin telakkisi, zıhâr ye­mini için de kefaretin gerekli görülmesi ve boşama teyitli sözlerin de yemin olarak algılanabilmesi bu bakış açısını haklı kılar.

Yemin etmek esasen mubah bir davranış olmakla birlikte, gereksiz yere yemin etmek ve onu alışkanlık haline getirmek doğru değildir. Sıkça yemin eden kişi sözüne Allah’ı şahit tutmuş, O’na karşı saygısızlık etmiş ve kutsal değerleri sözünün doğruluğunu teyit için yıpratmış, neticede de toplum nezdinde kendi saygınlığını zedelemiş olur. Müslüman, yemin etmeye ihtiyaç hissetmeyecek derecede sözüne güvenilen ve çevresi tarafından böyle bilinen’ bir kimse olmayı gaye edinmelidir. Yalan yere yemin etmek ve yapılan bir yemine uymamak ise daha büyük bir hatadır ve bazı sorumlulukları doğurur.

Kur’an’da, verilen sözün yerine getirilmesi bağlamında “Yeminlerinizi ko­ruyunuz”[23], “Allah adına yaptığınız ahidleri yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesizki Allah yaptıklarınızı bilir” [24]buyurulur. Bu itibarla bir müslümanm yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze Allah’ı şahit tutmak demek olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir.

Yemin ettikten sonra yeminini tutmayan kimsenin yemin kefareti öde­mesi gerekir. Mâsiyet içeren bir iş için yemin eden kimsenin o işi işlemeyip yemin kefareti vermesi gerekir. Bir kimsenin borcunu ödememeye, bir müslüman kardeşiyle konuşmamaya, anne babasıyla aynı evde oturmamaya vemin etmesi gibi durumlarda yeminin bozulup kefaret ödenmesi tavsiye edilmiştir. Bir hadiste de “Bir kimse bir şey için yemin eder, sonra da ondan hayırlısını görürse yeminini bozsun ve kefaret versin” [25]buyurulmuştur.

b) Yemin Çeşitleri

Kasem suretiyle yeminin mahiyeti ve hükmü ana hatlarıyla yukarıda özetlendiği gibidir. Bununla birlikte bu tür yemine ilâve olarak benzer mahi­yette iki yemin çeşidi daha vardır. Bu sebeple de literatürde kasem suretiyle yapılan üç çeşit yeminden söz edilir. Bunlar da “lağv yemini”, “gamûs ye­mini” ve “mün’akit yemin”dir.

  1. Lağv Yemini.Yanlışlıkla doğru olduğu sanılarak yapılan yemindir. Bir kimsenin borcunu ödediğini sanarak “Borcumu ödedim” diye yemin etmesi böyledir. Ayrıca dil alışkanlığıyla, hiçbir içerik taşımadan vallahi, billahi diye söz arasında edilen yeminler de lağv yemini sayılır. Kur’an’da “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden (lağv yemininden) dolayı sizi sorumlu tutmaz” [26]buyurularak bu tür yeminden dolayı kefaret gerekmediği bildirilmiştir. Ancak ağız alışkanlığıyla konuşur­ken ikide bir yemin edenlerin bu kötü âdeti en kısa sürede bırakması gerekir.
  2. Gamûs Yemini.Geçmiş zamanda yapılmış veya yapılmamış bir iş hakkında bile bile, kasten ve yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin bor­cunu ödemediğini bildiği halde “ödedim” diye yemin etmesi böyledir. Böyle bir yemin büyük günahtır ve sahibine çok ağır bir vebal yükler. Bu kasıtlı yanlışlığın bağışlanması için kefaret yeterli olmaz; onun için de gamûs ye­mini için kefaret gerekmez. Yalan yere yemin eden kimse bol tövbe ve istiğ­farda bulunmalı, bir daha böyle bir hataya düşmemeye karar vermeli, yemin sebebiyle zayi olan hakları da ödeyip sahiplerinden helâllik istemelidir.

imam Şafiî’ye göre gamûs yemini için de kefaret gerekir. Ancak bu ke­faret kul hakkını düşürmez. Umulur ki Allah hakkının düşmesine, Allah’ın bağışlamasına vesile olur.

  1. Mün’akit Yemin.Yeminin terim anlamına uyun olan şekli olup, mümkün ve geleceğe ait bir konuda yapılan yemindir. Bir kimsenin şu tarihte borcunu ödeyeceğine, falanca yerde hazır bulunacağına, şu işi yapaca­ğına yemin etmesi gibi. Bu yemin, yukarıda ifade edildiği gibi, yapılacak bir de Allah’ı şahit tutma demek olup her halükârda yerine getirmelidir. Yerine getirilmezse yemin bozulmuş olur ve kefaret gerekir. Burada kefaret, Allah’a karşı işlenen bir hatanın ve mahcubiyetin yine ibadet cinsinden olumlu bir hareketle örtülmeye, affedilmesine çalışılmasıdır. Kur’an’da konuyla ilgili olarak şöyle buyururur:

“Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminleri­nizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeği orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onlan giydirmek, yahut da köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefa­reti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Allah, size âyetlerini açıklıyor, umulur ki şükredersiniz.” [27]

Allah’ın isim ve sıfatları anılarak yapılan veya bu hükümde görülen bu üç yemin çeşidine ilâve olarak fıkıh literatüründe iki yemin türü daha vardır. Birincisi, köle azat etme ve boşamaya bağlanan yemin, diğeri de yargılama hukukunda ispat vasıtası olarak başvurulan yemindir. Her iki konu da sos­yal hayatın, aile hukukunun ve beşerî ilişkilerin ele alınacağı ilerideki ko­nularda aynca işlenecektir.

Burada şu kadarını ifade etmek gerekirse, bir kimsenin “Şu işi yaparsam kölem azat olsun”, “Şu yere gidersem karım boş olsun” şeklindeki sözleri azat etme veya boşama iradesini değil o işi yapmama, o yere gitmeme yönünde kararlılığını ıtk veya talâk hükmüne bağlayarak teyit ettiğini gösterir. Fakihler bu ve benzeri ifadeleri de bir tür yemin olarak nitelendirirler. Fakat yemin bozulduğunda yani o iş yapıldığında azat etme ve boşama sonucu­nun mu yoksa kefaret yükümlülüğünün mü gerekeceği aralarında tartışma­lıdır. Fakihlerden bu tür sözleri geçersiz sayıp kefaret de gerekmez, boşama da gerçekleşmiş olmaz diyenler de vardır.

Bu tür sözlerin yemin olarak nitelendirilmesi, azat etme ile boşamanın bir­likte ele alınması ve bunlarla teyit edilen hususun gerçekleşmemesi halinde ıtk veya talâkın vâki olacağı şeklindeki görüşler, fıkhın klasik doktrininin oluştuğu dönemin evlilik, velayet, mülkiyet, ıtk, talâk ve yemin konusundaki telakkileriyle yakından ilgilidir. Bu konuda yapılan tartışmalar da ancak bu sosyokültürel bağlamda anlaşılabilir. İleri dönemde bir kısım fakihin, ıtk ve talâka bağlanarak teyit edilen sözleri yemin sayması, söz yerine getirilmediğinde de kefareti gerekli görmeyip ıtk ve talâkı da vâki saymaması, söz konusu kültür ve telakkinin kıs­men dışında kalmalarından kaynaklanmış olmalıdır.

Boşama sözlerinin hukukî değeri ile ilgili konu ileride ayrıntılı olarak ele alınacağından burada bu kısa açıklamayla yetinilmiştir.

14. HARAMLAR VE HELÂLLER

I. İlke Ve Amaçlar

Aklî ve hissî birçok üstün yetenekle donatılıp saygıdeğer bir varlık ola­rak yaratılan ve yeryüzünün bütün nimetleri emrine tahsis edilen insanın, yaratanını tanıması ve ona ibadet etmesi yaratılışının özünü ve amacını teşkil ettiği gibi hayatını ve insan ilişkilerini O’nun istekleri doğrultusunda düzenlemesi de dünya ve âhiret mutluluğunun anahtarını oluşturur. İnsanın yaratılanların en şereflisi olduğu, aklını kullanarak ve olup bitenden ders alarak iyi, doğru ve güzeli bulup yaşatabileceği kural olarak doğru ve müm­kün olsa bile yine insanın birçok zaafının bulunduğu, sonu gelmez emel ve ihtirasların esiri olarak çevresini cehenneme çevirebileceği de bir diğer ger­çektir. Aklın bedene, düşüncenin duyguya hâkim olup insanın dünyada meleklerin de gıpta edeceği bir hayat sürmesi, dirlik ve düzenlik kurması ancak yaratanın ona yol göstermesi, yardımcı olması ve insan bilgisinin dar sınırlarını madde ötesine doğru genişleterek sonsuzluğa açması durumunda mümkün hale gelir. Bunun için de Allah yeryüzüne halife kıldığı insanı başı boş bırakmamış, peygamberleri aracılığıyla mesajlar göndererek insanın özünde sahip olduğu fıtrat ve aklıselimi desteklenmiş, ona yol göstermiştir. İslâm’ın ilâhî inayet ve hidayet; yani “yardım” ve “yol gösterme” olmasının anlamı budur. Böyle olunca, İslâm dininin iman ve ibadet hayatıyla ilgili bilgilendirmesi ve emirleri gibi aile hayatı, insan ilişkileri ve toplumsal alanla ilgili her türlü bilgilendirme ve yönlendirmesi de bu rahmet ve inayetin bir parçasıdır. Netice itibariyle İslâm, ferde dünya ve âhiret mutluluğunu kazan­dırmayı hedefler. Çünkü iman ve ibadet bireyin derunî mutluluğu, hayatı anlamlı hale getirebilmesinin vazgeçilmez yolu olduğu gibi dinin sosyal ha­yata ve insanın yapıp ettiklerine ilişkin çoğu genel çerçevede kalan talimat­ları da sağlıklı bir toplum hayatı ve kamu düzeni oluşmasının âdeta ön şar­tıdır. İnsanların birbirlerinin hak ve hukukunu ihlâl etmeden dirlik ve düzen içinde yaşayabilmesi için kurallara ve aynı zamanda bu kuralların iyi bir biçimde işletilmesine ve bireyler tarafından özümlenmesine de ihtiyaç var­dır.

İslâm dini hayatı bütün yönleriyle bir bütün halinde ele alıp her alanda bireye yardımcı olmayı, ona kılavuzluk etmeyi ve mutluluk kazandırmayı hedeflediğinden, kişilerin inanç dünyası ve ibadet hayatı kadar yeme içme, giyinme ve süslenme, eğlence, aile içi ilişkiler ve cinsî hayat, sosyal hayat ve beşerî ilişkiler gibi hayatın değişik alanları da dinin bilgilendirme ve yön­lendirmesine konu olmuştur. Ancak bu bilgilendirme ve yönlendirme insanın aklıselimine ve fıtratına aykırı bir yük, insanın onurunu kırıcı bir müda­hale değil, aksine onu destekleyen, ona metafizik bir güç ve anlam kazan­dıran bir katkı olarak görülmelidir. Dış etkilere, sapma ve saptırma tehlikesi­ne devamlı mâruz olan ferdin de toplumun da bu tür katkılara ihtiyacı var­dır. Öte yandan beşerî davranışlar ve ilişkiler alanında dinin sadece temel kuralları hatırlatmakla veya zorunlu gördüğü yasak ve kayıtları belirlemekle yetindiği, bunun dışında Allah’ın -hidayet ve inayeti ile nefsini terbiye etmiş ferde- geniş bir hareket alanı bıraktığı da burada hatırlanmalıdır. Nitekim İslâm bilginleri mubahlık ve serbestliğin, yani herhangi bir sorumluluğun ve yasağın olmayışının kural olduğunu, ancak dinî bir belirleme varsa o zaman görev ve yasaktan söz edilebileceğini ifade etmişlerdir.

On dört asırlık tarihî süreç içinde müslüman toplumlarda, Kur’an ve Sünnet’te yer alan kayıtlar, emir ve tavsiyeler etrafında zengin bir bilgi ve yorum birikimi ve yaşayış geleneği oluşmuştur. Bu birikim ve geleneği, di­nin kendisi olarak algılamak doğru olmamakla birlikte dinin emir ve yasak­larının muhtemel yorum çerçevesini ve alternatif çözüm tarzlarını göstermesi itibariyle göz ardı etmek de mümkün değildir. Bunun için İslâm bilginlerinin görüşleri ve dinin müslüman toplumlardaki yaşanış biçimi çok önemlidir.

Bu bölümde, İslâm dininin günlük hayat, bireysel davranış ve sosyal i-Hşkiler alanında getirdiği yasak ve kayıtlar, bunların amaç ve hikmetleri, anlam ve uygulama çerçevesi ve bunlar etrafında oluşan bilgi birikimi ve gelenek ele alınacaktır. Haram ve helâl kavramları hakkında I. ciltte yeterli bilgi verilmişti. Nasıl ki iman ve ibadetler ferdin yaratanına karşı bağlılık ve kulluğunu simgeleyen bir anlama sahipse, dinin birtakım gayelerle koyduğu yasaklara ve sınırlara uymak da yine dindarlığın, Allah’a karşı gösterilmesi gereken bağlılık ve kulluğun bir gereğidir. Bu sebeple de hadislerde ve fıkıh kültüründe haramlardan kaçınma ile farzları yerine getirme aynı düzlemde ele alınmış, hatta çoğu yerde birincisi daha önemli addedilmiştir.

Öte yandan, şâriin bir hususu açıkça yasaklaması ile fakihlerin o yasağa yorum getirmeleri ve benzeri davranışları da aynı çerçevede mütalaa etmeleri arasında fark vardır. Fıkıh literatüründe haramdan ayrı olarak tahrîmen mek­ruh, tenzîhen mekruh, caiz değil, doğru değil gibi tabirlerin ortaya çıkması ve sıkça kullanılması bu farklılığı vurgulamayı amaçlar. Bir davranışın dinî yasak kapsamında görülmesi âyet ve hadisin yorumuyla ilgili olabileceği gibi, fakih­lerin dönemlerindeki şartlarla, söz konusu fiilin ortam ve sonuçlarıyla da bağ­lantılı olabilir. Fıkıh müslüman toplumların yaşayış biçimi, bilgi birikimi ve hu­kuk kültürü olduğundan, bireysel ve toplumsal hayatın geneli fıkhın kapsamı­na alınıp dinî bilgi ve motivasyon toplumun inşa ve ıslahında aktif bir unsur olarak önemli bir görev üstlenmiştir. Eti yenen ve yenmeyen hayvanlardan sanat ve eğlenceye, bid’at ve bâtıl âdetlerden şahıs ve mal aleyhine işlenen suçlara, avlanmadan cinsî hayata kadar bu bölümde ele alınacak olan çeşitli konularda İslâm âlimlerinin sergilediği tavır da böyle bir bakış açısına sahiptir.

II. Yiyecekler

Beslenme, dolayısıyla gıda maddeleri insanın vazgeçilmez tabii ve temel ihtiyaçlarından biri olup birçok bilim dalını uzaktan veya yakından ilgilendir­diği gibi dinlerin, bu arada İslâm dininin de belli açılardan ilgi alanı olmuştur. Bunun sebebi, beslenmenin gerek kaynak gerekse sonuçları itibariyle insanın beden ve ruh sağlığını, üçüncü şahısların haklarını, hatta bazı yönlerden sosyal düzeni yakından ilgilendirmesidir. Tabii ki akılla kavranabilen gerek­çelerinin ve hikmetlerinin ötesinde, bütün ilâhî buyruk ve yasakların Allah’ın iradesine samimiyetle teslim olanları diğerlerinden ayırt eden bir sınav oluş­turma hikmet ve amacında birleştiği de göz ardı edilmemelidir.

Yahudilik’te beslenme ve yiyeceler konusunda getirilen birtakım kısıtla­maların Hıristiyanlık’ta ve İslâmiyet’te kısmen kaldırıldığı söylenebilirse de, bu üç ilâhî dinde de belli tür gıda maddelerinin yenmesi veya içilmesi yasaklanmış, İslâm dininde yasaklar en aza indirilmiş, bu konuda temel ilke ve amaçların belirlenmesiyle yetinildiği de olmuştur.

Kur’an’da, yeryüzünde ne varsa hepsinin insanın yararına yaratıldığı ve insanın emrine verildiği belirtilmiş[28], diğer alanlarda olduğu gibi yiyecekler konusunda da ancak zorunlu ve istisnaî hallerde yasaklama getirildiği ifade edilmiştir. Bu, İslâm’ın rahmet ve kolay­lık dini olmasının tabii sonucudur. Nitekim Kur’an’da, “De ki; bana vahyolu-nanda ölmüş hayvan (meyte), akıtılmış kan, domuz eti -ki pisliğin kendisi­dir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvandan baş­ka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum” [29]buyurularak haram kılınan yiyecek maddelerinin dört kalem olduğu belirtil­miş, bu sınırlama başka âyetlerde de teyit edilmiştir. [30]Bir başka âyette [31]yenmesi haram kılınan on ayn maddeden söz edilmekle birlikte bunlar yukarıda zikredilen dört grubun örneklendirilmesi mahiyetindedir. Yine Kur’an’da iyi ve temiz şeylerin (tayyibât) yenme­sinin helâl, pis ve kötü (habâis) şeylerin yenmesinin ise haram olduğu ilkesi tekrar edilmiş[32], Hz. Peygamber de bu konuya açıklama getirmiş ve bazı belirleyici ölçüler koymuştur. Kur’an ve Sünnet’teki bu ve benzeri esas ve açıklamalardan hareketle İslâm hukukçularının çoğunluğu, yiyecekler konusunda da temel ve asıl hükmün helâl ve mubahlık olduğunu, haramlığm ancak o konuda özel bir delilin bulunmasıyla sabit olacağını ifade etmişler, sonraki dönemlerde oluşan İs­lâm hukuk doktrinini de bu çerçevede geliştirmişlerdir.

Hangi tür ve grup yiyecek maddelerinin haram veya mekruh olduğu, bu konuda haram kılıcı ölçü ve sebebin neler olabileceği gibi konular klasik fıkıh literatüründe “et’ime” (yiyecekler) başlığı altında doğrudan; “hayvanların boğazlanması” (zebâih), “avlanma” (sayd), “kurban” (udhiyye) gibi baş­lıklar altında ise dolaylı olarak ele alınır. Konuyla ilgili kaynaklarda yer alan tercih ve görüşlerde, Kur’an ve Sünnet’te zikredilen ilke ve amaçların yanı sıra, fakihlerin kendi bilgi ve tecrübe birikimlerinin, bölgesel örf ve telakkile­rin de etkisi olmuştur.

İslâm dininde bazı yiyeceklerin haram kılınmış olması, çeşitli hikmet ve amaçlarla açıklanabilir. Ancak bu açıklamaların, yasağın hakiki sebebi ve yeterli açıklaması olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Gerçek nedeni bilen sadece Allah olup, kulların Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etme yüküm­lülüğü bulunmakla birlikte, İslâm’ın her bir emir ve yasağının mâkul bir anlam ve sebebinin de bulunduğundan hareketle bunların neler olabileceği üzerinde düşünüp araştırma yapmaları yasaklanmamış, aksine teşvik edil­miştir.

Yiyecekler konusundaki yasakların en başta gelen amacı, insanın beden ve ruh sağlığının korunmasıdır. İnsanın beden ve ruh sağlığına zararlı oldu­ğu sabit olan maddelerin yenilip içilmesi dinen de haram görülür. Bu konuda fıkıh ilmiyle müsbet ilimlerin karşılıklı bilgi alışverişi içinde olması, tecrü­beyle ve bilimsel metotlarla elde edilen sonuçların dinî hükümlerde de dik­kate alınması gerekir. Sarhoş edici özelliği bulunan maddelerin yenilip içil­mesi de yine İslâm’ın yasaklan arasında yer alır. Ayrıca selim tabiatlı in­sanların öteden beri pis ve iğrenç bulduğu, necis olarak gördüğü şeylerin İslâm’da haram kılındığı açıktır. İslâm’ın bütün bu yasaklan, öteden beri insanların bu konudaki ortak tutum ve telakkileriyle de uyum içindedir. Bu konuda İslâm fıkhının belki de en dikkat çekici ve ayırıcı özelliği, avlanma, hayvanların kesimi, eti yenen ve yenmeyen kara ve su hayvanları gibi ko­nularda getirilen ölçü ve gruplandırmalardır.

Gıda maddelerinin isim, tür veya grup olarak yasaklanmasına ilâve ola­rak, bazan da bir yiyecek aslen değil de haricî bir sebeple haram kılınmıştır, İslâm dini ferdi korumayı ve yüceltmeyi amaç edindiği gibi beşerî ilişkileri düzene koymayı, ahenkli ve düzenli bir toplumsal hayat kurmayı da amaç edindiğinden, bir şeyin yenmesinin caiz sayılması için onun bizzat helâl olması şartının yanı sıra, şer’î yasakların ve üçüncü şahıs haklarının ihlâl edilmemiş olması şartını da aramıştır. Faiz, hırsızlık, hile, gasp, kumar gibi haram yollarla elde edilen malın yenmesinin de haram görülmesi, vakıf, yetim, hazine malının veya özel mülkiyete konu olan bir malın izinsiz tüke­tilmesinin ağır bir vebal ve sorumluluk doğuracağının bildirilmesi bu anlayı­şın sonucudur. Hatta İslâm bilginleri kişinin haram yoldan elde ettiği gıda ile beslenmesinin onun kişiliğini, huy ve tabiatını olumsuz yönde etkileyeceği­ni, yapacağı ibadetlerin kabul edilme şansını bile azaltacağını ifade etmişler, helâl rızık ve helâl gıda ile beslenmenin değişik açılardan önemim vurgula­mışlardır.

İslâm’ın beslenme ve yiyecekler konusundaki sınırlama ve önerilerini bunlardan ibaret saymak yanlış olur. İslâm dini, dünya ile âhiret, ruh ile beden, hak ile sorumluluk arasında denge getirdiği gibi yiyecekler konusun­da da dengeli beslenme ve tüketimi emretmiş, ihtiyaç fazlası tüketimi “israf” ve ihtiyaç olmayan yönde tüketimi de “tebzîr” olarak adlandırıp haram kıl­mış, hem beden ve ruh sağlığını hem toplumsal dengeyi gözetici bir dizi tavsiyede bulunmuştur. Günümüzde gelişmiş Batı ülkelerinde aşırı beslen­menin ve israfın ciddi düzeyde sağlık ve ekonomi problemi haline geldiği görülünce, İslâm dininin bu alandaki ilke ve önerilerinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu başlık altında önce eti yenen ve yenmeyen hayvanlarla ilgili genel ve özel hükümler, hayvanların kesiminde ve avlanmada aranan dinî şartlar üzerinde durulacak, daha sonra da içki türleri, sigara ve uyuşturucu madde­lerle ilgili dinî hükümler ve fıkhî yorumlar ele alınacaktır.

A) Eti Yenen Ve Yenmeyen Hayvanlar

Kur’ân-i Kerîm’de, yeryüzünde ne varsa hepsinin insan için yaratıldığı[33], göklerde ve yerde bulunan her varlık ve imkânın Allah’tan bir lütuf olmak üzere insanın emrine verildiği[34], iyi ve temiz şeylerin helâl, pis şeylerin haram kılındığı [35]bil­dirilir. Cenâb-ı Allah’ın rahman sıfatının sonucu olarak dünya hayatında O’nun bu lutfuna mazhar olan bütün insanlık bunlardan kendi amaçları doğrultusunda ve yapılarına uygun olarak yararlanmaktadır. Hayvanlar da bu imkânlar demetinin önemli bir parçasını oluşturur. Nitekim insanlar, tarih boyunca hayvanları binek veya yük taşıma aracı olarak kullanmak, gücün­den, etinden, sütünden, derisinden, tüylerinden yararlanmak suretiyle ha­yatlarını büyük ölçüde kolaylaştırmışlardır. İnsanoğlu bu çeşit faydaları elde etmeye yönelirken, hayvanların neslinin devamını sağlamada olumlu bir rol da üstlenmiş olmaktadır.

a) Tarihçe

Hayvanlardan yararlanma konusunun önemini hiç yitirmeyen hatta her geçen gün daha da önem kazanan yönü hayvanı gıdalar ve özellikle hay­van etleridir. Tabiatta bütün imkânların insanlığın emrine verilmiş olduğu gerçeğinden hareketle, her türlü hayvanî gıdanın ve özellikle etin yenebile­ceği düşünülebilirse de, dinler hatta bazı felsefî akımlar bile birtakım kayıtla-yıcı hükümler koyduğundan bu konuda hemen her inanç çevresinin kendine has kuralları bulunagelmiştir.

Bunlardan bazıları oldukça aşırılığa kaçarken bazıları da yasakların sını­rını çok daha dar tutmuştur. Meselâ, Brahmanlar ve bazı filozoflar hayvan kesmeyi ve hayvan eti yemeyi kendilerine haram kılarak en uç noktada yer almışlardır. Bunların kendileri için bu yasağı koymalarının sebebi, hayvan­ların kesimini bir canlıya karşı katı kalplilik olarak kabul etmeleridir.

Üç büyük semavî dinden biri olan Yahudilik’te bu konuda getirilen ya­sakların gerekçesi farklıdır. Kur’an’da taşkınlıkları ve zulümleri sebebiyle İsrâiloğulları’na bazı hayvanların tamamen, bazı hayvanlann da belirli kısımları­nın haram kılındığı bildirilir. Konuyla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

“Yahudilere tırnaklı bütün hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onla­ra verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğru söyleyeniz.” [36]

Yahudiliği tamamlamak üzere gelen Hıristiyanlık’ta da durumun böyle ol­ması gerekirken hıristiyanlar, Tevrat’ta kendilerine haram kılınanları helâl saymışlar ve Pavlus’un “ağızdan giren şeylerin değil, ağızdan ve kalpten çı­kan şeylerin insanı kirleteceği, çarşıda satılan her şeyin yenebileceği” [37]şeklindeki sözlerini esas alıp yeme ve içme sınırım çok geniş tutmuşlardır. Buna bağlı olarak da, Tevrat’ta haram kılınmış olmasına rağmen domuz eti yemeyi helâl saymışlardır.

Câhiliye Arapları bâtıl inançlara dayalı olarak bazı özelliklerdeki hay­vanlara belirli isimler vermişler, bunları putlara kurban etmek veya putlar adına serbest bırakmak suretiyle bir kısım hayvanları kendilerine haram kılmışlardır. Meselâ onlar, beş batın doğuran ve beşinci yavrusu erkek olan devenin kulağını yarıp serbest bırakırlar, artık o hayvandan yararlanmayı ve o hayvanın -kime ait olursa olsun- su içmesine ya da otlaklarda beslenme­sine müdahale edilmesini yasak sayarlardı; böyle hayvanlara bahîra denir­di. Bir yolculuktan salimen dönmeye yahut bir hastalıktan kurtulmaya bağlı olarak putlara adanan dişi deve de sâibe adını alır ve serbest bırakılırdı. Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa putların olurdu; fakat hem dişi hem erkek doğurduğunda artık erkeği kurban etmezler, bu koyuna vasile derlerdi. Bir erkek devenin dölünden on batın doğarsa bu deve ko­ruma altına alınır ve ona binilmez, yük taşitılmazdi; bu hayvana hâm de­nirdi. Kur’ân-ı Kerîm’de bu bâtıl inanç ve âdetler temelden reddedilmiş, bazı hayvanların “bahîra”, “sâibe”, “vasile” ve “hâm” gibi isimlendirmelerle özel hükümlere tâbi tutulup haram sayılması Allah’a yapılan bir iftira olarak nitelendirilmiştir. [38]Müşriklerin bu saçma düşünce ve uygu­lamalarına başka âyetlerde de yerme ifadeleri ile işaret edilmiştir. [39]

b) İlke Ve Amaçlar

İslâm dininde ise, yeryüzündeki her türlü imkân ve nimetin Allah’ın in­sanoğluna lütuf ve ihsanı olduğu, şükrünü eda etmeleri kaydıyla bunlardan yararlanabilecekleri bildirilmiş, aynı anlayışın bir devamı olarak hayvanlar­dan ve özellikle etlerinden yararlanılması özendirilmiş, bu konuda sınırlı sayıda yasaklama ve kısıtlama getirilerek bunlara uyulması istenmiştir. [40]İslâm dininin getirdiği kayıtlayıcı hükümler, bu konuda yeryüzünde gelenek ve inanç çevreleri arasında orta bir yolu temsil ettiği gibi insan tabiatıyla ve önceki semavî dinlerle de uyum gösterir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamberin hadislerinde yenmesi helâl ve haram olan etler ile ilgili bazı açıklamalar yer almıştır. Bu açıklamalar bir bütün olarak göz önüne alındığında, her şeyden önce etleri yenebilecek hayvanlarla ilgili bir liste verme yönüne gidilmediği, sadece belli ilke ve ölçüler getirilmekle yetinildiği görülür.

Kur’an’da, yeryüzündeki bütün imkânların insanlığın emrine verilmiş olduğu vurgulandığı için, İslâmiyet’te bu konudaki temel kuralın helâllik olduğu, aksi yönde delil bulunduğu takdirde haramlık hükmünün söz konu­su olabileceği anlayışı İslâm bilginlerinin çoğunluğunca benimsenmiştir.

Gerçekten Kur’ân-ı Kerîm’de, yenmesi helâl olan etlerin ayrı ayrı belir­tilmesi yönüne gidilmemiş, Allah’ın nimetlerini hatırlatmak ve müslümana yaraşan şeylerin yenmesi gerektiğini vurgulamak üzere “iyi ve temiz şeyle­rin helâl kılındığı” [41]ifadeleri ile yetinilmiş, bu cümleden olmak üzere en çok yenmesi mûtat olan koyun, deve ve sığır gibi türlere (behîmetü’l-en’âm) işaret edilmiştir. [42]

Kur’an’da yiyecekler konusunda haramlıkla ilgili açıklamaların ortak noktası ise, “tayyibât” (iyi ve temiz) sayılamayacak “habâis” (pis ve iğrenç) şeylerin yenmemesi gereğidir. Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin alınmaması İslâm’ın genel ilkelerinin [43]gereklerindendir. Bu konudaki somut yasaklar, bazı âyetlerde [44]on madde halinde sayılmış ise de -aşağıda açıklanacağı üzere- bunların bir kısmı aynı grup içinde düşünülerek tamamının Bakara sûresinin 173. âyetinde yer alan dört ana maddede toplanması mümkündür. Bunlar da; kendiliğinden veya dinî usulde boğazlanmaksızm ölmüş hayvan (meyte), akıtılmış kan, domuz ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlardır.

Hz. Peygamber’in sünneti, Kur’ân-ı Kerîm’deki bu yasaklamaları teyit e-den ifadelerin yanı sıra, “pis ve iğrenç” yiyeceklerin özelliklerine ilişkin detaylandırıcı açıklamalar da içermektedir. Meselâ Hz. Peygamber “yırtıcı hayvanlar”ın (zî nâb: ağzının dört yanında uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar)

ve “yırtıcı kuşlar”m (zî mihleb: pençesi ile avını parçalayan kuşlar) etlerinin yenmeyeceği özellikle belirtilmiştir.[45] Ayrıca Resûlullah’tan bazı hayvanların etleri ile ilgili hadisler de rivayet edilmiştir. Bu konuda dikkat edilmesi ge­rekli bir husus, Hz. Peygamber’in yiyecekler konusunda bütün uygulamala­rının ve şahsî tercihlerinin daima dinî bir emir veya yasak olarak değerlen­dirilmemesi gereğidir. Meselâ şu olay bu noktaya ışık tutmaktadır: Abdullah b. Abbas ve Hâlid b. Velîd Hz. Peygamberle birlikte Hz. Meymûne’nin evinde yemeğe oturmuşlar ve önlerine -Necid taraflarından ev sahibesinin bir akrabasının getirdiği- kızarmış bir iri keler konmuştu. Resûl-i Ekrem yeme­yince İbn Abbas

“Bunu yemek haram mıdır ey Allah’ın resulü?” diye sordu. Hz. Peygamber:

“Hayır, fakat bizim taraflarda olmayan bir yemektir, hoşu­ma gitmediği için yemiyorum” buyurdu. Hâlid b. Velîd bu olayla ilgili olarak,

“Sonra ben o yemeği önüme çektim ve yedim; Resûlullah da yediğimi görü­yordu” demiştir.[46]

Kitap ve Sünnet’in, hayvanların etleri ile ilgili olarak getirmiş olduğu sı­nırlamalar incelendiğinde, bunlann, mükellefleri bazı nimetlerden mahrum bırakarak cezalandırma yahut bazı yiyeceklere kutsallık verme amacına yöne­lik olmadığı, temel amacın -diğer bütün dinî değerlendirmelerde olduğu gibi-müslümanlan insanlık onur ve haysiyetine yaraşır davranışlara yöneltme, onların faydasına olan cihetleri gözetme (yarar sağlayıp zararı savma) olduğu görülür. Gerçekte, bu konudaki yasakların her birinde iyi bir tetkik sonunda kavranabilecek birçok hikmet bulunduğu söylenebilir. Yine bu konudaki yasakların, müslümanlara, onları diğer dinlerin mensuplarından ayırt edici özel­likler sağladığı da bir gerçektir. Fakat bütün bunların ötesinde, ilâhî buyruk ve yasaklar, Allah’ın iradesine canı gönülden boyun eğenleri diğerlerinden ayırt eden bir sınav oluşturma hikmet ve amacında birleşir.

İslâm bilginleri, belirtilen amaç ve ilkeler ışığında ictihad ederek hangi hayvanların etinin helâl ve haram olduğunu ya tek tek veya gruplandırarak belirlemeye çalışmışlardır. Bu belirlemelerde, bazı hadislerin sahih kabul edilip edilmemesi veya farklı yorumlanmasının yanı sıra, mahallî âdet ve damak zevkinin, ilkeyi somut olaylara uygulamadaki değerlendirme farklı­lıklarının, hatta aynı hayvanın değişik yerlerde çeşitli isimlerle anılmakta oluşunun etkili olduğu bir gerçektir. Öte yandan, yeryüzündeki bütün hay­van cinslerinin ismen fıkıh eserlerinde anılmış olmasının beklenemeyeceği de açıktır. Bu sebeple de fıkıh kültüründe eti yenen ve yenmeyen hayvanlar konusunda zengin bir bilgi birikimine ve birbirinden oldukça farklı görüş ve temayüllere rastlanır.

c) Kara Hayvanları

Kara hayvanları özelliklerine göre gruplandırılarak etinin yenmesinin di­nî hükmü açıklanabilir.

  1. a)Etlerinin yenmesinin helâl olduğunda görüş birliği bulunan hayvanlar dört gruptur:
  2. Sığır, manda, koyun, keçi, deve, tavşan, tavuk, kaz, ördek, hindi tü­ründen evcil hayvanların,
  3. Geyik, ceylan, dağ keçisi, yabanî sığır ve zebra gibi vahşi hayvanların,
  4. Güvercin, serçe, bıldırcın, sığırcık, balıkçıl gibi kuşların etlerinin helâl olduğunda fakihler görüş birliğindedir. Bu sayılanların bir kısmının helâlliği Kur’an’da tasrih edilmiş[47], diğerleri de Kur’an’ın“yiyiniz” dediği iyi ve temiz şeyler kapsamında görülmüştür. Bu hayvanların yırtıcı olmadığı yani ağızlarının dört yanındaki uzun ve sivri dişleri ile veya pençeleriyle kapıp avlanmadığı ve kendilerini savunmadıkları da açıktır.
  5. Çekirge de, sünnette yenebileceğine dair özel hüküm bulunması sebe­biyle yenmesi helâl hayvanlar grubunda yer almıştır.[48]
  6. b)Etlerinin yenmesinin haram olduğunda görüş birliği bulunan hay­vanlar ise üç gruptur:
  7. Domuzun haram olduğu Kur’an’ın açık hükmüyle sabittir.[49]Kur’an’da tür olarak yasaklanan tek hayvan domuzdur. Domuzun çeşitli parçalarından yararlanmanın dinî hükmü aşağıda ayrıca ele alınacaktır.
  8. Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etlerinin haram olduğu da yine Kur’an’ın hükmüne dayanır (aş. bk.). Bu İslâm’ın tevhid akidesine verdiği önemin ve şirke karşı aldığı kesin tavrın bir sonucudur. Câhiliye döneminde Araplar putlar adına kurban kesip Kabe’nin duvarına bırakırlardı. Hayvanların kesiminde Allah’ın adının anılmasının emredilmiş olması da bu sebepledir. Törenlerde, açılış ve karşılamalarda kesilen hayvanlar ise, Al­lah’ın adı anılarak kesildiği, uğruna kesilen şahıs veya kuruma bir kutsiyet atfedilmediği sürece bu grupta yer almaz.
  9. Meyte tabir edilen, dinî usulde kesilmemiş veya kendiliğinden ölmüş hayvanın etinin haram olduğu da yine Kur’an’ın açık hükmüne dayanır. Bakara sûresinin 173. âyetinde, “Allah size meyteyi (dinî usullere göre boğazlanmadan ölmüş hayvan etini), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvanı haram kılmıştır”, Mâide sûresinin 3. âyetinde de “Meyte, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanmış, boğulmuş, darbe ile (bir yerine vurularak) öldürülmüş, (yukarıdan) yuvarlanarak öl­müş, (başka hayvan tarafından) süsülerek ölmüş, -ötmeden yetişip boğazla-, dıklarınız müstesna- yırtıcı hayvan tarafından yenmiş (yırtıcı hayvan artığı), dikiü taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar… size haram kılındı” buyurularak bir önceki âyetin hükmüne açıklık getirilmiştir.

Birinci âyette üç türlü hayvan etinin haram olduğu bildirilmektedir: Ölü hayvan eti, domuz eti ve Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvan eti. İkinci âyette bunlar tekrarlandığı gibi, ayrıca altı madde sayılmaktadır. Fakat bunlardan beşi (boğulmuş, darbe ile bir yerine vurulup öldürülmüş, yüksekten yuvarlanıp ölmüş, başka hayvan tarafından süsülüp ölmüş, yırtıcı hayvan artı­ğı) esasen ilk âyetteki birinci madde kapsamındadır, yani bunlar da meyte hükmündedir. Altıncı madde ise (dikili taşlar, putlar üzerine boğazlanmış hay­van) birinci âyetin son maddesi kapsamındadır, yani Allah’tan başkası adına kesilenlerdendir. İşte bu âyetlerde sayılan hayvan etlerinin haram olduğu hususunda bütün İslâm bilginleri fikir birliği içindedir.

  1. c)Yukarıda sayılan grupların dışında kalan hayvanların etlerinin yen­mesinin dinî hükmü fakihler arasında tartışmalıdır. Bazı hayvanlar fakihlerin ittifaka yakın derecede büyük çoğunluğu tarafından haram veya helâl sayılırken bazı hayvanlarda görüşlerin dengeli şekilde dağıldığı görü­lür.
  2. Yırtıcı hayvanlar grubundan olan yani alt ve üst çenesindeki dört uzun ve sivri dişleri ile kapıp avlanan ve kendisini bu yolla savunan -evcil olsun olmasın- kurt, aslan, kaplan, pars, maymun, sırtlan, köpek, kedi gibi hayvanlar ile pençesiyle kapıp avlanan şahin, doğan, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar, bu özellikte olmasa bile genelde pislikle beslenen kuzgun, karga gibi kuşlar, tabiatı itibariyle iğrenç bulunan fare, yılan gibi hayvanlar, akrep, sinek, örümcek gibi haşerat fakihlerin büyük çoğunluğu tarafından haram görülmüştür.

Mâliki bilginlerin bir kısmına göre aslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanların etlerini yemek helâldir, bir kısmına göre haram olmamakla beraber mek­ruhtur. Mâlikî mezhebinde meşhur görüşe göre şahin, kartal gibi yırtıcı kuşların ve pislikle beslenen kuşların yenmesi de mekruhtur. Bu âlimler Kur’an’da sadece domuzun haram kılınmış olmasından, âyetteki genel iznin hadisle smirlanamayacağı noktasından hareket etmişlerdir.

  1. Eti yenen hayvanların tesbitinde çerçeveyi en dar tutanların Hanefîler, en geniş tutanların ise Mâlikîler olduğu söylenebilirse de bu çerçeve içinde pek çok görüş farklılıkları bulunmaktadır. Bazı hayvanların saldırganlık özelliği, avını tutma ve yeme şekli ile tabiatı itibariyle iğrenç sayılıp sa­yılmaması hususunda farklı değerlendirmeler bulunduğu için etlerinin hük­mü hakkında da ihtilâf edilmiştir. Meselâ tilki, Hanefiler’den Ebû Yûsuf ve Muhammed’e, Şâfıîler’e, -bir rivayette- Hanbelîler’e ve bazı Mâlikîler’e göre helâl sayılmıştır. Yine bu değerlendirmeler çerçevesinde olmak üzere, ayı Hanefî ve Şâfıîler’e göre haram, Mâliki ve Hanbelîler’e göre helâl, zürafa Şâfîîler’de mutemet görüşe göre haram, diğer üç mezhepte helâl kabul edil­miştir. Keza tavus kuşu ve papağan Şafiî mezhebinde haram, diğer üç mez­hepte helâl, kirpi Hanefî ve Hanbelîler’de haram, Şafiî ve Mâlikîler’de helâl sayılmıştır.

Bu çerçeve dahilinde pek çok detay ve görüş farklılığı bulunmaktadır. Hanefîler’e göre -yukarıda sayılanlar dışında- yenmesi caiz görülmeyen belli başlı hayvanlar şunlardır: Çakal, sincap, samur, sansar, sırtlan, keler, gelin­cik, çaylak, kuzgun, baykuş, atmaca, kaplumbağa, köstebek, kertenkele, salyangoz ve her türlü haşerat.

Hakkında hadis bulunması veya bir hadis ile ilgi kurulması dolayısıyla yenmesinin caiz olup olmadığına dair farklı görüş belirtilen hayvanlar da vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:

  1. Tavşan eti, dört Sünnî mezhebe göre helâl olmakla birlikte, bazı sa­habe ve tabiîn bilginleri ile müctehid imamlardan İbn Ebû Leylâ’ya göre tahrîmen mekruhtur.
  2. At eti, dört mezhepte genel kabul gören görüşe göre helâldir; Ebû Hanîfe’ye göre ise tahrîmen mekruhtur. Hanefî literatüründen zâhirü’r-rivâ-ye eserlerinde “mekruh”, Hasan b. Ziyâd rivayetinde “haram” nitelemesi geçmekte ise de, asıl belirtilmek istenen husus bunu yemenin helâl olmadı­ğıdır, îmâmeyn ise (Ebû Yûsuf ve Muhammed) at eti yemeyi mekruh sayma­mışlardır. Fakat bazı Hanefî bilginlerin görüşü doğrultusunda olmak üzere Ha­nefî mezhebinde tenzîhen mekruh görüşü yaygındır. Mâlikî mezhebi içinde de at eti yemeyi haram görenler ve tenzîhen mekruh sayanlar vardır.
  3. Evcil eşek eti konusunda dört mezhepçe genellikle kabul edilen hü­küm, ehlî merkeplerin etinin haram olduğu yönündedir. Mâlikî bilginlerin bir kısmı bunu tenzîhen mekruh saymış, bazı sahâbîlerden ve Hanefî bilgin Bişr el-Merisî’den ehlî eşek etinin helâl olduğu görüşü nakledilmiştir.
  4. Katır ve benzerlerinin etine gelince, iki ayrı türden hayvanın birleşme­si ile meydana gelen hayvanın konusunda üç durum söz konusudur:
  5. a)Her iki tür, eti helâl olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de helâldir,
  6. b)Her iki tür, eti haram olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de haramdır,
  7. c)Biri eti helâl olanlardan diğeri haram olanlar­dan ise, Hanefî ve Mâlikîler’e göre hükümde ananın türü esas alınır; Şafiî ve Hanbelîler’e göre helâl olmayan taraf esas alınır. Buna göre dört mezhepte de anası eşek olan katırın haram olduğu görüşü yaygındır. Anası at ise, Ebû Hanîfe’ye göre mekruhtur; Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre mekruh değil­dir. Ayrıca, anasının at veya eşek olması hususunda ayırım gözetmeden -başka delillere dayanarak- katır etinin mekruh olduğunu savunan bir görüş de vardır.

d) Su Hayvanları

Kur’ân-i Kerîm’de deniz avının ve denizden elde edilen yiyeceğin helâl olduğu bildirilmiş[50], Hz Peygamber de deniz hakkında sorulan bir soruya “Onun suyu temiz, meytesi (içinde ölen) helâl­dir” şeklinde cevap vermiştir. [51]Gerek bu açıklamalar gerekse hakkında özel bir hüküm bulunmayan konularda mubahlığın esas alınması ilkesi suda yaşayan hayvanlarla ilgili hükmün temelini teşkil eder.

  1. Balık türleri bütün mezheplere göre helâldir, boğazlama işlemine de gerek yoktur. Şu var ki, Hanefîler’e göre kendiliğinden ölmüş ve su üzerine çıkmış balıklar yenmez. Hanefîler’in bu görüşü sağlık açısından ihtiyatı ter­cih etmiş olmalarından kaynaklanır. Fakat suyun çok sıcak veya soğuk olmasından, buzlar arasına sıkışmaktan, su içine hapsedilmekten ve suyun çekilmesinden ötürü ölen balıklar kendiliğinden ölmüş sayılmaz, yenebilir. Yine, balık avlamak üzere suya balık otu atıldığında balıklar ele geçirilmeden ölse ve onların bu yüzden öldüğü bilinse, keza kılıç balığı gibi büyük balıklar avlandığında sudan çıkmadan başına sert bir cisim vurularak öldürülse, yenebilir.
  2. Balık türü dışında kalan (midye, kurbağa, yengeç gibi) su hayvanlarını yemek Hanefîler’e göre helâl değildir. Diğer üç mezhebe göre ise, sadece suda yaşayan her türlü hayvan -kendiliğinden ölmüş bile olsa- yenebilir, helâldir. Şafiî mezhebinde, Hanefîler’in paralelinde bir görüş ile su hayvan­larından eti yenen kara hayvanlarına benzeyenleri helâl, eti yenmeyen kara hayvanlarına benzeyenleri haram sayan bir görüş de vardır.

Hanefîler Mâide sûresinin 3. âyetinde geçen “meyte” lafzını mutlak şe­kilde yorumlamışlar, ayrıca balık dışındaki türleri “habâis” (iğrenç şeyler) kapsamında kabul etmişlerdir. Fakihlerin çoğunluğu Mâide sûresinin 96. âyetindeki “deniz avı” ifadesinin umumunu (kapsamlı oluşunu) esas almışlar ve ayrıca Hz. Peygamberin “Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir” [52]anlamındaki hadisine dayanmış­lardır.

e) Hem Karada Hem Suda Yaşayan Hayvanlar

Hem karada hem suda yaşayan kurbağa, kaplumbağa, yengeç, yılan, timsah gibi hayvanlar hakkında üç görüş vardır: Hanefîler’e ve Şâfİîler’e göre bunları yemek helâl değildir. Mâlikîler’e göre bu tür hayvanlar yenebi­lir, helâldir. Hanbelîler’e göre timsah, kurbağa ve yılanın yenmesi helâl de­ğildir, diğerleri yenebilir. Ancak bunlardan, akıcı kanı olan (kaplumbağa, su aygın gibi) hayvanlar için boğazlama işlemi gerekir, akıcı kanı olmayanlar için boğazlama da gerekmez. Yengecin akıcı kanı olmamakla beraber mez­hepte yaygın görüş, herhangi bir yerini keserek boğazlama yerine geçecek bir işlemin (tezkiye) yapılması gerektiği yönündedir. Ahmed b. Hanbel’den ise tezkiye gerekmediği rivayet edilmiştir.

f) Hayvan Etleri İle İlgili Bazı Meseleler

Etinin yenmesi helâl sayılan bir hayvanın usulüne göre boğazlanması (tezkiye), avlanma yoluyla elde edilecekse bu konudaki dinî şartlara uyul­ması gerekir. Her iki konu da ileride aynca ele alınacaktır.

Etinin yenmesi helâl olmakla beraber, pislik yemiş olan kara hayvanla­rının (cellâle) bekletilmeden kesilip yenmesi hemen bütün mezheplerce mekruh görülmüştür. Ahmed b. Hanbel’den mekruh ve haram olduğuma dair iki rivayet vardır; Mâlikîler’de yaygın görüş mekruh olmadığı yönünde­dir. Bu tür hayvanlar bir süre temiz yiyeceklerle beslenmeli, etindeki kötü kokunun gitmesi sağlanmalıdır. Fıkıh kitaplarında, bu durumdaki tavuklar için üç gün, koyunlar için dört gün, sığır ve develer için on gün gibi süreler belirtilmiş ise de aslolan hayvandaki pis kokunun gitmesini sağlayacak bir süre beklenmesidir.

Balıkların temiz olmayan sularda bulunmuş olması, etlerinin yenmesine engel değildir. Balığın yuttuğu balık da -eğer parçalanmamışsa- yenebilir. Etinin yenmesi helâl türlerden bile olsa, canlı hayvandan -henüz bo­ğazlama yapılmadan- koparılan parça, meyte (murdar) hükmündedir; yenmesi

bütün bilginlere göre haramdır. Usulünce kesilmiş hayvanın da yenmesi caiz görülmeyen bazı organ ve cüzleri vardır.

Hayvanların yumurtası ve sütü genellikle etlerinin hükmüne bağlanmış­tır’ ancak bazı ayrıntılar vardır. Buna göre, etinin yenmesi caiz olan bir hay­vandan ister canlı iken ister dinî usulüne göre boğazlandıktan sonra (ya da balık gibi boğazlamaya gerek olmayan hayvanlardan ölü halinde) çıkan yu­murtanın yenmesi -bozulmuş olmadıkça- caizdir; bu hususta İslâm bilginleri fikir birliği içindedir. Etinin yenmesi caiz olan fakat dinî usulüne göre bo­ğazlanmadan ölmüş bir hayvandan çıkan yumurta sertleşmişse yenebilir, aksi halde yenmez. Etinin yenmesi caiz olmayan hayvanın yumurtasına gelince, Hanefîler’e ve Hanbelîler’e göre bunun yenmesi caiz değildir. Şâfıîler’e göre -domuz, köpek ve bunlardan doğmuş hayvanlar hariç- canlı ha­linde iken bütün hayvanlar temiz olduğundan, eti yenmeyen hayvanların da canlı iken yaptıkları yumurta temizdir ve yenebilir. Mâliki fakihleri de yu­murtlayan hayvanlarda eti yenen ve yenmeyen ayırımı yapmayıp, zararlı değilse bunların yumurtalarının yenebileceği görüşündedir.

Süt, dört mezhebe göre, etin hükmüne tâbidir. İnsan eti saygınlığına bi­naen haram kılındığı için, sütü haram değildir. Ebû Hanîfe’den at etinin haram veya mekruh olduğuna dair nakledilen görüşü esas alan bazı bilginler sütünü de haram veya mekruh olarak nitelendirmişlerse de, mezhepte sahih kabul edilen görüşe göre atın sütü mubahtır, çünkü eti pis olduğu için değil cihad aracı olduğu için yasaklanmıştır.

Eti yenen bir hayvan boğazlandığında karnından çıkan yavru ile hemen doğum sonrası ölen yavru hakkında, hayvanların deri, boynuz, kıl gibi par­çalarından yararlanmanın hükmü hakkında özel hükümler mevcut olup bu konuya ileride temas edilecektir.

g) Domuzla İlgili Fıkhı Hükümler

Domuz etinin yenmesi gerek Kur’an’da [53]gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde açık ve kesin bir ifade ile müslü-manlara yasak kılınmış, ümmetin icmâı ve uygulaması da bu yönde ol­muştur. Zaten İslâm’da yiyecek ve içeceklerden haram kılınanlar oldukça sınırlıdır ve bunların başında da domuz eti yer alır. Hatta Kur’an’da tür itibariyle haram kılınan tek hayvan domuzdur.

Esasen domuz etinin yenmesi bütün ilâhî menşeli dinlerde, söz gelimi Ya­hudilik ve Hıristiyanlık’ta da haramdır. Tevrat’ta domuzun murdar olduğu be­lirtilip etinin yenmesi ve ölüsüne dokunulması yasaklanmıştır. [54]

İncil’de domuz yer yer aşağılandığı halde [55]etinin yenmesini yasaklayan açık bir ifade yoktur. Ancak bu durum, Hıristi­yanlığı bu yönde köklü alışkanlıkları olan toplumlara benimsetebilmek maksa­dıyla Pavlus’un domuz etini yasaklayan ibareleri İncil’den çıkarıp “İnsanı ağız­dan giren değil ağızdan çıkan kirletir” [56]hükmünü esas aldığı ve “Çarşıda alınıp satılan şeyler yenebilir”[57]gibi ifadelerle bu yönde bir uygulama başlattığı şeklinde açıklanmaktadır.

Kur’an’da akıtılmış kan ile domuz, meyte ve Allah’tan başkası adına ke­silen hayvanların etinin haram kılındığı birkaç defa tekrar edilir. [58]Yine Kur’an’da temiz olan her şeyin insanlar için helâl, pis olan şeylerin de haram kılındığı bildiri­lir. [59]Hz. Peygamber de bu yasağı devamlı teyit etmiş, “Allah ve resulü şarabın, ölü hayvan etinin, do­muzun ve putların alım satımını haram kılmıştır” buyurmuş, hadisin deva­mında da meytenin yağının gemilerin cilâlanmasında, derilerin yağlanma­sında ve aydınlatmada kullanılmasının da haram olduğunu ifade etmiştir. [60]Yeme açısından domuzun etiyle yağının arasında fark olmayıp ikisinin de haram olduğunda İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir.

Domuzun cüzlerinin, söz gelimi iç yağının gıda dışındaki amaçlarla kul­lanılmasına gelince, İslâm hukukçularının çoğunluğu ilgili âyet ve hadisleri yorumlayarak bunların da necis ve haram olduğu sonucuna varmışlardır.

İslâm bilginleri domuz etinin haram kılınmasını açıklamak amacıyla, domuz etinin insan sağlığını ve tabiatını olumsuz yönde etkileme özelliği -üzerinde ısrarla durur, bu hususta birçok aklî, tecrübî ve ilmî açıklamada bulunurlar. Ancak, bu anlatılanlar domuz etinin haram kılınmasının gerçek sebebi (illeti) olmadığından, haramlık hükmü zikredilen sakıncaların olup . olmamasına göre değişiklik göstermez. XX. yüzyılda gelişen teknolojik im­kânların bu sakıncaları bertaraf etmesi, domuz eti ve yağının başka terkip ve şekiller altında hazırlanması veya katkı maddesi olarak kullanılması da dinin bu açık yasağını kaldırmaz. Çünkü, dinin emir ve yasaklarının mutlaka mâ­kul bir sebebi ve açıklaması olsa bile, bunun tamamının bugün için kavra­nabileceğim ve gerçek sebebin bulunabileceğini ileri sürmek ölçüsüz bir iddia olur. İlmî gelişmeler ve tecrübeler arttıkça dinin emir ve yasaklanndaki hik­met ve gaye daha iyi anlaşılmaktadır. Öte yandan müslüman açısından İslâm’ın emir ve yasakları, doğruluğuna inanılan gerçekler olup iyi müslü­man olma bunlara sıkı sıkıya bağlı olmakla mümkün olur.

İslâm toplumlarında domuz etinin ve yağının yenmesinin haramlığı ko­nusunda gerek uygulamada gerekse hukuk doktrininde görüş birliği vardır. Ancak etinin yenmesi hariç domuzla ilgili birçok fıkhî mesele tartışılmıştır. Bunlar arasında, domuzun ağzını sürdüğü kabın ve suyun hükmü, kılının, derisinin, kemiğinin kullanımı, domuzun alım satımı, telef edildiğinde taz­mininin gerekip gerekmediği sayılabilir.

Ana hatlarıyla ifade etmek gerekirse, domuz İslâm hukukunda müslümanlar açısından hukuken değerli mal (mütekavvim mal) sayılmaz. Bir müs-lümanın domuz üzerinde mülkiyet hakkı olamayacağı gibi kasten telef edil­mesi halinde tazmini ve çalınması halinde çalanın cezalandırılması gerek­mez. Domuzun gayri müslimlere nisbetle mal hükmünde olup olmadığı ise tartışmalıdır. Hanefi ve Mâlikîler’e göre maldır, gayri müslime ait bir domuz haksız yere telef edilmişse tazmin edilmesi gerekir.

İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu domuzun canlı iken de necis ol­duğu, bu sebeple salyasının, terinin vs. bulaştığı şeyin de necis olduğu görü­şündedir. Bu sebeple de ağzını sürdüğü kabın, biri toprakla olmak üzere yedi defa yıkanması gerektiğini söylerler. Mâliki hukukçular ise canlı olduğu sürece köpek gibi domuzun da necis olmadığı görüşündedir. Bu ihtilâfın pratik sonucu domuzun girip çıktığı veya salyasını bulaştırdığı suyun temiz­liği ve temizlenmesi konusunda kendini gösterir. İslâm hukukçularının ço­ğunluğu domuzun derisinin tabaklansa bile kullanılmayacağı, necis olduğu görüşünde iken, Zahirîler, Ebû Yûsuf, İbn Hazm gibi bazı hukukçular tabaklanan domuz derisinin kullanılabileceği görüşündedir. Bir kısım hukukçu da bu derinin tulum gibi sıvı maddelerde değil de örtü, sergi, çadır gibi suyla temas ettirilmeden kullanılabileceğini söyler. Domuzun kılının iğne ve bada­na fırçası olarak kullanılmasının İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından caiz görülmesi de buna o dönemde olan ihtiyaç sebebiyledir. Domuzun eri­yip çürüyüp başka bir maddeye dönüşmesi halinde İslâm hukukçuların ço­ğunluğuna göre bu yeni oluşan maddenin hükmü esas alınır. Bazı koruyucu terkiplerin içinde domuz vb.nin yağının bulunması da, istihale ve temize karışma yoluyla değişme konusunda hâkim olan ölçü ve yaklaşımdan hare­ketle hükme bağlanabilir.

B) Hayvanların Kesimi

Kur’an’ın genel anlatımından, yeryüzü nimetlerinin insanın yararlanma­sı için yaratıldığı, insanın helâl ve temiz rızıklardan dilediği gibi yararlanıp yaratanına şükretmesi gerektiği, yeryüzü nimetlerinden yararlanmada mubah

ve serbest oluşun aslî kural olduğu, ancak gerekli görüldüğünde birtakım sınırlamaların getirildiği de anlaşılmaktadır. İslâm’ın gerek eti yenen ve yenmeyen hayvanlarla ilgili olarak koyduğu ölçüler, gerekse eti yenebilen hayvanların kesim şart ve usullerine dair getirdiği hükümler de bu nevi ka­yıt ve sınırlamalar arasında yer almakta olup sağlık, beslenme ve dinî mü­kellefiyet açısından önem taşıyan ve ısrarla üzerinde durulan bir konudur.

Hayvanların boğazlanıp kanlarının akıtılması suretiyle yenmesi canlılar arasında sadece insana mahsus bir özellik olarak görülür. Bütün semavî dinler de bu usulün gerekliliği konusunda ortak görüşe sahip olup Yahudilik’te konu üzerinde bugün de hassasiyetle durulur. Hıristiyanlık’ta da aynı hususun benimsenmesi gerekirken Pavlus, dini, farklı kültür ve geleneklere sahip topluluklara yayabilmek için yeme ve içme konusundaki dinî kayıtları yok denecek ölçüde kaldırmış, bu yüzden de Hıristiyanlık’ta hayvanların kesimi dinî bir hüküm olma özelliğini yitirmiştir. İslâm dini, yeme ve içme konusundaki yasak ve kayıtları en aza indirmiş olmakla birlikte eti yenen kara hayvanlarının ancak fiilen veya hükmen boğazlanması halinde helâl olacağı, aksi takdirde meyte (murdar, ölü hayvan) hükmünde olup etlerinin yenmeyeceği ilkesini devam ettirmiştir.

Hayvanların kesimi konusu fıkıh kitaplarında “zebâih” (tekili zebîha) başlığı altında ayrı bir bölüm halinde ele alınıp incelenir. Hayvanları boğaz­lama klasik literatürde zebh ve tezkiye/zekât kelimeleriyle, develerin nisbeten farklı kesim usulü de nahr kelimesiyle ifade edilir. Balık gibi sadece suda yaşayan hayvanların boğazlanması ve kanlarının akıtılması şart olma­dığı için, hayvanların kesimi ve boğazlanmasından söz edildiğinde kural olarak, kara hayvanları ile hem su hem de karada yaşayabilen hayvanlar kastedilir. Konunun helâl ve haramla yakın ilgisi bulunduğu ve dinin yeme içmeyle ilgili önemli bir hükmü olduğu için, hayvanların kesimi, kesen şa­hıs, kesilen hayvan, kesimin şekli gibi alt konularda ayrıntılı fıkhî hüküm­lere yer verilmiştir.

a) Kesilen Hayvan

Kesim işlemi genelde eti yenen hayvanlar için söz konusu ise de, eti yenmeyen hayvanların kesiminin de bazı fıkhî sonuçlan olabilir. Hanefîler’e göre etinin yenmesi helâl olmamakla birlikte canlı iken temiz sayılan hay­vanlar boğazlandığı takdirde temiz sayılması hükmü devam eder, tüy ve derisinden de yararlanılabilir. Boğazlanmadığı takdirde derisi ancak tabak­lanmakla temiz olur.

Eti yenen hayvanların ise ancak fiilen veya hükmen boğazlanması ha­linde etlerinin yenmesi helâl olur. Bunlardan balık türü su hayvanları ile kara hayvanlarından çekirgenin boğazlanması gerekmez. Bir hadiste Hz. peygamber “Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir” [61]buyurmuş, bir başka hadiste de boğazlanmaksızın ölen (meyte) hayvanlar­dan ikisinin, balık ve çekirgenin İslâm ümmetine helâl kılındığı bildirilmiştir. [62]

Hanefîler suda yaşayan hayvanlardan sadece balık türünü helâl sayar­ken, diğer mezhepler yalnızca suda yaşayan diğer hayvanları da kural ola­rak helâl sayar ve boğazlanmasının gerekmediğini ifade ederler. Hem karada hem de suda yaşayan hayvanların hangi türlerinin helâl olduğu veya bo­ğazlanmasının gerektiği fakihler arasında tartışmalı ise de bunlardan akıcı kanı olanların ancak boğazlanmakla helâl olacağı görüşü ağır basar. Av hayvanlarının usulüne uygun şekilde avlanması ve öldürülmesi çoğu zaman boğazlama hükmünde görülmekle birlikte, ele geçirildiğinde henüz yaşa­makta olanların ayrıca boğazlanması da gerekli görülür.

Hayvanın kesim esnasında canlı olması ve ölümünün de bu kesim işle­mi sonucu olması gerekir. Hayvanın kendiliğinden ölmüş olması (meyte) halinde eti haram olacağından kesim esnasında hayvanın canlı olması şartı üzerinde titizlikle durulursa da bu konuda farklı ölçüler benimsenir. Söz gelimi fakihlerin çoğunluğu kesim esnasında hayvanın hareket etmesi ve kanının akması gerektiğini söyler. Ebû Hanîfe’ye göre hayvanın yaşadığının bilinmesi, Ahmed b. Hanbel’e göre kanın akması yeterlidir. Hayvanın ölü­münün bu kesim işlemi sonucu meydana gelmiş olması şartı da yukarıda zikredilen canlılık şartını tamamlar.

b) Hayvanı Kesenin Niteliği

Hayvanı kesen kimsenin akıl ve temyiz gücüne sahip, müslüman veya Ehl-i kitap olması, ihramda olmaması, hayvanı Allah adına kesmesi gerekir. Kesen kimsenin kadın veya erkek olması farketmediği gibi baliğ olması da gerekmez. Allah adına kesmeyi kavrayacak ölçüde temyiz gücüne sahip olması genelde yeterli görülür. Bu konular arasında, Ehl-i kitap hükmündeki yahudi ve hıristiyanların kestiği hayvanların hükmü özel bir önem taşır. Ehl-i Kitabın Kestiği Hayvanın Hükmü. Yahudi ve hıristiyanlar gibi esasında Allah’a inanıp peygamberine tâbi olup hak dine mensup iken zaman içinde bu hak yoldan uzaklaşan ve son hak peygamber Hz. Muhammed’ede inanmayan kimseler Ehl-i kitap olarak adlandırılmış, onlar müşrik ve putperestlerden farklı tutularak kızlarıyla evlenme, yiyeceklerini yeme müS-lümanlara helâl kılınmıştır. Kur’an’da “Bugün size temiz ve faydalı şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yiyecekleri size, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir” [63]buyurulur. Âyet genel bir ifadeye sahip olup domuz, şarap, meyte gibi hakkında özel yasak bulunan yiyecekler hariç, Ehl-i kita­bın yiyip içtiklerinin tamamını kapsar. Bununla birlikte konuyla ilgili olarak kaynaklarda yer alan tartışmaların bir kısmı hâlâ güncelliğini korur. Bunlar­dan birincisi, kimlerin Ehi-i kitap sayılacağı meselesidir. Kur’an’daki Ehl-i kitap tabiriyle ilk planda yahudi ve hıristiyanların kastedildiği açıktır. Birçok sapma bulunmakla birlikte temelde Allah inancını taşıdığı için Mecûsîler’i, Sâbiîler’i, Budist ve Brahmanlar’ı da Ehl-i kitap kapsamında sayan İslâm bilginleri mevcuttur.

Ehl-i kitabın boğazlama şeklinin sonucu etkileyip etkilemeyeceği de tar­tışmalıdır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre Ehl-i kitabın kestikleri ancak İslâm dininin öngördüğü boğazlama usulüne uyulması yani keskin bir aletle hayvanın boğazı kesilmesi şartıyla yenebilir. Aralarında Mâliki fakihi İbnü’l-Arabî’nin de bulunduğu bir grup İslâm bilginine göre, Ehl-i kitabın kestikle­rinin yenebilmesi için müslümanların kesim usulüne uymaları şart olmayıp, kendi dinlerine göre geçerli olması yeterlidir. Buna göre İslâm’a göre yenme­si helâl bir hayvanı bir hiristiyan veya yahudi kendi dinlerine uygun şekilde kesmiş veya öldürmüş ise bu hayvanın etinden müslümanlar da yiyebilirler. Dinlerine göre yenmez ise müslümanlar da yiyemezler. Öte yandan Ehl-i kitabın kesim esnasında Allah’ın adını anmaları (tesmiye) şart olmamakla birlikte hayvanın Allah’tan başka birinin adına kesilmesi halinde o hayva­nın etinin yenmeyeceği görüşü hâkimdir.

c) Tesmiye

İslâm dininin özünü, Hz. Âdem’den bu tarafa devam eden tevhid inancı teşkil ettiğinden, bunun tabii gereği olarak her türüyle şirke karşı amansız bir mücadele verilmiştir. Bunun günlük hayatla ilgili bir sonucu da, hayvanların kesimi esnasında Allah’tan başkasının isminin anılmasının veya hayvanın Allah’tan başkası adına kurban olarak kesilmesinin ve bu şekilde kesilen hayvanın etinin yenmesinin yasaklanmış olmasıdır. [64]Kur’an’da haram kılındığı bildirilen dört tür yiyecekten biri de (meyte, akıtılmış kan ve domuz etinden sonra) Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlardır. [65]Bu ifadeyle ilk planda putlar adma kesilen ve putlara kurban edilen hay­vanlar kastedilmekte, Allah’tan başka varlık ve güçlere kutsallık atfedilmesine

ve boyun eğilmesine karşı çıkılarak tek ve yegâne yaratıcının Allah olduğu ve yalnız ona ibadet edileceği fikri hâkim kılınmak istenmektedir. Hayvanın Allah’tan başkası adma kesilmesi yasağını da, İslâm’ın tevhid inancını ko­rumada ve şirki önlemedeki bu titizliği çerçevesinde anlamak gerekir.

Müslümanların hayvanı keserken Allah’ın adını anmalarının şart olup olmadığı veya hangi ölçüde şart olduğu ise İslâm hukukçuları arasında tar­tışmalıdır. Konuyla ilgili olarak Kur’an’da

“Eğer Allah’ın âyetlerine inanıyor­sanız, üzerine O’nun adı anılarak kesilenlerden yiyin” [66]ve “üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin” [67]buyurulur. Ancak bu âyetlerde kastedilen hususun Allah’tan başkası adma kesilen hayvanların yenmesini yasaklama ve müslümanın hayvanı Allah adına kesmesi ilkesi mi yoksa hayvan kesilirken Allah adının yani besmelenin telaffuz edilmesi mi olduğu tartışmalıdır. Zahirîler her halükârda besmeleyi şart gördüklerinden hayvanı keserken besmeleyi unutan veya kasten terkedenin kestiğinin yenmeyeceği görüşündedirler. Başta Hanefîler ve Mâlikîler olmak üzere fakihlerin çoğunluğu ise yukarıdaki âyetlerin lafzı­nı da esas alarak hayvanın kesimi esnasında, unutulmadığı takdirde, bes­meleyi şart olarak görür ve besmelenin kasten terkedilmesi halinde o hay­vanın etinin yenmeyeceğini ifade ederler. Unutanın hükmen besmeleyi söylemiş sayılması Hz. Peygamberin “Ümmetimden yanılma, unutma ue zorla yaptıklarının sorumluluğu kaldırılmıştır” [68]hadisi sebebiyledir.

Başta İmam Şafiî olmak üzere bir grup İslâm hukukçusu ise müslümanın hayvanı daima Allah adma keseceği, hayvanı keserken besmelenin farz ve şart olmayıp sünnet olduğu, ilgili âyetlerde putlar için kesilen hayvanlardan veya kendiliğinden ölen (meyte) hayvandan söz edildiği, bu sebeple hayva­nı keserken besmeleyi kasten terkeden müslümanın kestiğinin de yeneceği görüşüne sahip olmuştur. Delil olarak da Hz. Peygamberin müslümanın daima Allah adına kestiği, Allah’ın adını ansa da anmasa da kestiğinin helâl olduğu[69], keserken besmelenin söylenip söy­lenmediğinin bilinmemesi durumunda besmele çekip bu hayvanın etinden yenebileceği [70]yönündeki hadislerini esas alırlar. Bununla birlikte Şâfîîler’de de hayvanı keserken besmeleyi terketmek mekruhtur.

Tesmiye (Allah’ın adının anılması) veya besmele şartından maksat, hay­vanın kesimi esnasında kesen kimsenin Allah’ın adını anmasıdır. “Bismillâhi Allahü ekber” demesi müstehap görülmüştür. “Bismillah” demesi veya Allah’ın diğer isimlerinden birini dua maksadıyla olmaması şartıyla anması yeterli görülmüştür.

d) Kesimde Kullanılan Alet

Hayvanın kesiminde aslolan, hayvana eziyet etmeden, acı çektirmeden kanını akıtmaktır. Bu da ancak keskin bir alet kullanmakla mümkün olur. Bunun için de İslâm bilginlerine göre kesimde kullanılacak aletin gerekli yerleri kesecek ve kan akıtılacak ölçüde kesici olması yeterlidir; kesim aleti­nin demir, ağaç, taş vb. olması önem taşımaz. Eziyet verici kör bir aletle kesim yapmak mekruh görülmüştür.

Günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde kullanılan elektrik şoku, taban­ca, karbondioksit gazı verme, başına çekiç veya tokmakla vurma, omuriliği­ne şiş sokma gibi tekniklerle öldürülen -henüz canlı iken boğazlanmadan-hayvanlar, öldüren müslüman ise Mâide sûresinin 3. âyetinde yenmelerinin haram olduğu bildirilen gruba girer. Çünkü hayvanın kesim işlemi esnasında canlı olması, ölümünün de bu kesim işlemi sonucu meydana gelmesi gere­kir. Ancak bu tür bir uygulama hayvanın ölümüne yol açmayacak, sadece onun sakinleşmesini veya bayılmasını temin edecek noktada bırakılır ve daha sonra hayvan canlı iken usulüne uygun kesilirse eti yenir. Bununla birlikte yapılan işlemin hayvanın sinir sistemini tahrip edip hareket kabili­yetini iyice azaltıp damarlarındaki kanın akmasını engellememesine de dik­kat etmek gerekir. Öldüren Ehl-i kitap’tan ise bir kısım fıkıhçılara göre onla­rın dinlerinde yenen hayvanı müslümanlar da yerler.

e) Kesim Usulü

Hayvanların kesimi, ihtiyarî (hakikî) ve ıztırarî (hükmî) olmak üzere iki­ye ayrılır. Eti yenen ehlî hayvanların boğazlanması normal şartlarda, hay­vanın çenesi altından yemek ve nefes borusu ile kan taşıyan iki büyük damarının kesilmesi (zebh) veya develerde boğazla göğüsün birleştiği yere bıçak saplamak (nahr) suretiyle olur ve buna “ihtiyarî boğazlama” tabir edilir. Ebû Hanîfe bunlardan en az üçünün kesilmesini yeterli görürken Ebû Yûsuf yemek ve nefes borusuyla birlikte iki damardan birinin kesilmesi, İmam Muhammed ise her birinin çoğunun kesilmesi gerektiği görüşündedir. Şâfıî ve Hanbelîler kan damarlarından ziyade yemek ve nefes borusunun kesilmesinin gereğini ifade ederken bir kısım fakihler dördünün de kesilmesi gerektiğini belirtirler. Boğazlamanın şekliyle ilgili bu ve benzeri tartışmalar neticede, hayvanın eziyet çekmeden ve uzun süre can çekiştirmeden ölme­sini ve kanının da büyük oranda vücudundan atılmış olmasını sağlamayı hedef alır. Vahşi hayvanların veya ehlî olduğu halde yakalanamayan veya yatırılıp boğazlanması mümkün olmayan hayvanın herhangi bir şekilde yaralanıp kanının akıtılması boğazlama yerine geçer. Hz. Peygamberin de bulunduğu bir yerde kaçan ve yakalanamayan bir deve ok ile vurulmuş, Resûlullah da bunu tasvip ettiği gibi böyle durumlarda aynı şekilde davranılmasını emretmişlerdir. [71]Zaruret sebebiyle başvurulan bu usule de “ıztırarî boğazlama” tabir edilir.

Hayvanın kesimi esnasında sol yanı üzerine yatırılıp yönünün kıbleye çevrilmesi, kullanılan kesim aletinin keskin olması, hayvan yere yatırılırken ve kesilirken ona eziyet edilmemesi, hayvanın göreceği şekilde bıçak bilenmemesi, yerde fazla bekletilmemesi gibi hususlar tavsiye edilmiş, müslümanın her işinde olduğu gibi hayvanı keserken de en uygun ve güzel şekil­de davranması ilkesi vurgulanmıştır.

f) Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan Yavru

Kesilen bir hayvanın karnından çıkan yavru canlı ise ve yavru anne karnında oluşumunu tamamlamış konumdaysa kesilerek yenebilir. Organları tam gelişmemiş yavru ise yenmez. Yavrunun ölü olarak çıkması durumun­da, yavrunun kesim işleminden önce öldüğü biliniyorsa yenmesi ittifakla haramdır. Yavrunun ölümünün annesinin kesimiyle olduğuna kanaat getiri­lirse fakihlerin büyük çoğunluğu bu yavrunun yenmesinin caiz olduğu gö­rüşündedir. Bu konuda-Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Annenin kesil­mesi karnındaki yavrunun da kesilmesi demektir” hadisini (Ebû Dâvûd, “Edâhî”, 18; Tirmizî, “Et’ime”, 2) delil alırlar. Ebû Hanîfe ve öğrencisi Züfer’e göre, bu durumdaki yavru, canlı olarak çıkarılıp da kesilemediği için meyte hükmündedir.

g) Değerlendirme

Hayvanların kesimi konusunda İslâmî literatürde yer alan kural ve tav­siyeler, müctehid ve fakihler arasında yer alan tartışmalar esasen insanların yararlanması için yaratılmış bulunan hayvanların sağlıklı, güzel ve merha­metli bir biçimde ve düzen içerisinde kesilmesini, tevhid akidesine aykırı sapmaların da temizlenerek bu konuda İslâm ümmeti arasında belli bir gele­neği oluşturmayı amaçlar. İnsan ilişkilerinin karmaşık bir hal aldığı, birbirini hiç tanımayan insanlar arasında cereyan eden, ticarî ve toplumsal hayatın giderek yaygınlaştığı, hayvanların kesiminin ve et ürünlerinin ayrı bir sana­yi ve ticaret sektörü teşkil ettiği günümüz toplumlarında hayvanların kesimi konusunda yukarıda yer alan kural ve tavsiyelere uyulup uyulmadığını belirlemek veya denetlemek de oldukça zorlaşmıştır. Özellikle tavukların kesiminde ve tüylerinin yolunmasında mezbahalardaki hayvan kesimlerinde seri üretim kaygısı sebebiyle mekanik kesime geçildiği ve bazı dinî kural ve tavsiyelerin terkedildiği de bilinmektedir. Bu tür olumsuzluklar, müslümanları dinî esaslara uygun kesimi sağlama yönünde iş birliği ve yatırım yapmaya veya en azından bu yönde kamuoyu oluşturmaya sevketmelidir. Bununla birlikte halkın büyük çoğunluğunun müslüman olduğu ülkelerde, aksine sağlam bir bilgi olmadığı sürece kesimin İslâmî kurallara uygun oldu­ğu kanaatinin taşınmasının uygun olacağı, besmelenin kasten terkedilmesi halinde bile kesen kimse müslüman olduğu sürece kestiğinin yenebileceği şeklindeki Şafiî mezhebinin görüşüyle amel edilebileceği söylenebilir. Batı toplumlarındaki müslümanların ise İslâmî kurallara göre kesim yönünde iş birliğine gitmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Nitekim Yahudilik’te hayvan­ların kesimi konusunda hemen hemen İslâmî esaslara benzer bir usul ön­görülmüş olduğundan Batı toplumlarında yahudiler bu konuda da ayrı bir sektör ve güç oluşturmuş, hemen hemen her ülkede kendi dinlerine uygun kesim ve üretim iş birliğine gitmişlerdir. Bununla birlikte bazı müctehidler Ehl-i kitabın, kendi dinlerine uygun bir şekilde kestiğinin yenebileceği görü­şünde olduğundan onların görüşleri Batı toplumlarında bu konuda geçici bir çözüm olarak düşünülebilir.

C) Av Ve Avlanma

Avlama dar ve teknik anlamda, tabiatı itibariyle yabanî, insandan kaçan ve normal yollarla elde edilemeyen hayvanı yakalamayı ifade etmekle bir­likte geniş anlamda etlerinin yenmesi helâl olmayan hayvanların eti dışındaki cüzlerinden yararlanma amacıyla yakalanmasını da kapsar.

Bundan önceki ana başlık altında verilen bilgilerden, İslâm dininde eti­nin yenmesi helâl olan ve olmayan hayvanların türleriyle ve dinen etleri yenilebilen kara hayvanlarının kesimiyle ilgili birtakım özel hükümlerin bulunduğu bilinmektedir. Helâl olan türdeki bir kara hayvanının etinin ye­nebilmesi hususunda temel kural, onun dinî usule göre boğazlanmış olması­dır. Aynı kuralın av hayvanlarına da uygulanması, yani av yoluyla elde edilen hayvanın etinin böyle bir boğazlama işlemi yapılmaksızın yenmesine müsaade edilmemesi gerekirken, bu konuda ihtiyaca dayalı bir kolaylık ge­tirilmiş, av hayvanları belli durumlarda bu kuraldan istisna edilmiştir. Aşağıda detayları ile görüleceği üzere av hayvanı ele geçirildiğinde henüz haya­tiyeti sona ermemişse yine boğazlama işleminin yapılması gerekir. Aksi halde bu hayvanın etini yemek helâl olmaz.

a) Avlamanın Dinî Hükmü

İslâm dini, fert ve toplum hayatına sadece gerekli ve zorunlu gördüğü müdahaleleri yapmış, herhangi bir olumsuz gidiş ve sonuç olmadığı sürece inşaların yapıp ettiklerine bir kısıtlama getirmemiştir. Bunun için de günlük hayatı oluşturan davranışlarda helâl ve mubah oluş asıl, haramlık ve kısıt­lama ise istisnaî bir durum olarak görülür. Avlanma da böyledir. İnsanlar öteden beri gıda temini ya da bazı hayvanların deri ve kıl gibi cüzlerinden yararlanmak için avlama yoluna başvurmaktadır. Din de bu konuda helâl ve serbest oluşu esas almış, gerekli düzenleme ve kısıtlamayı toplumların örf ve ihtiyacına bırakmıştır. Kur’an’da yeryüzünde ne varsa hepsinin insan için yaratıldığının[72], göklerde ve yerde bulunan varlık ve imkân­ların Allah’ın bir lutfu olarak insanın emrine verildiğinin [73]ifade edilmesi, ayrıca avlamanın ilke olarak helâl olduğunun bildirilmesi [74]böyle bir anlam taşır.

Kur’an ve Sünnet insanın başı boş bırakılmadığını vurgulamış, amaçsız ve anlamsız davranışları yermiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in hadislerinde merhamet duygularını yitirenler için ağır ifadeler kullanılmıştır. İslâm rahmet ve merhamet üzerine kuruludur. Yeryüzündeki bütün mahrukata karşı şef­kat ve merhamet beslenmesini, Allah’ın yarattığı fıtratın ve güzelliklerin korunmasını emreder. Bu sebeple, hiçbir fayda sağlamaya yönelik olmayan ve sırf hayvanlara eziyet vermek ve bu yolla eğlenmek için yapılan avlama İslâmî ilkelerle bağdaşmaz. Nitekim Peygamberimiz bir hadîs-i şerirlerinde şöyle bir uyanda bulunmuştur:

“Kim bir serçe kuşunu boş yere öldürürse, o kuş kıyamet günü Allah’a şikâyette bulunarak der ki: Yârabbi! Falanca kişi hiçbir yarar gözetmeden beni boş yere öldürdü!”[75] Başka bir hadislerinde de Resûl-i Ekrem canlı bir varlığın hedef edi­nilmesini yasaklamıştır. [76]

Eti yenen hayvanların eti için, eti yenmeyen hayvanların ise deri, kıl ve diş gibi cüzlerinden yararlanmak ya da zararlarından kurtulmak için avlan­ması kural olarak caiz görülmüştür. Normal şartlara göre verilmiş bu hü­küm, ilgili ve yetkili merciler tarafından çevrenin ve hayvan neslinin ko­runması için gerekli tedbirleri almasına ve bazı kısıtlamalar getirmesine en­gel teşkil etmez. Çünkü bu, caiz ve mubah bir davranışın normal şartlardaki hükmünü açıklamakta olup İslâm hukukçuları kamu yetkililerine caiz ve mubahta tasarruf yapma hakkı tanırlar. Bunun yanında spor ve benzeri amaçlarla ava çıkmak da caiz görülmüş, fakat bazı bilginler asıl amacın dışı­na çıkıldığı ve merhamet duygularını incittiği için bunu mekruh görmüşlerdir.

Bir yarar gözetmeksizin ve hayvanlara eziyet için avlamak ise caiz değildir. Yine, başkalarına zarar veren bir yolla yapılan av da İslâm dininin genel ilkelerine göre yasak fiillerden sayılmıştır. Bu tür avlama için fıkıh eserlerin­de daha çok insanların mallarına, özellikle arazi ve mahsullerine zarar ver­me durumları örnek gösterilmişse de tabiatın ve hayvan neslinin korunması, zamansız avlanmanın hayvanların üreme ve gelişmesinde yol açacağı olumsuzlukların önlenmesi amacıyla konan sınırlamalara uyulmamasını da bu çerçevede düşünmek gerekir. Nitekim ilk bakışta hac ibadetine has bir düzenleme gibi görünürse de, İslâm’daki Mekke havalisinin bitki ve hay­vanları ile ilgili koruyucu hükümlerin çevre bilincini yerleştirmeye yönelik hikmetler de içerdiği gözden uzak tutulmamalıdır. Harem bölgesi için getiri­len kısıtlamaların, bu bölgeyi âdeta örnek bir “millî park” haline getirmeyi amaçladığı da söylenebilir.

b) Şartları

Kur’ân-i Kerîm’de, özellikle de Hz. Peygamberin sünnetinde müslümanın yararlanabileceği avın belirli nitelikleri taşıması gerektiğine dair bazı hükümler yer almıştır. Avlama konusunun etlerinin yenmesi helâl yahut haram sayılan hayvanlara ve etlerinin yenmesi helâl olanların boğazlanma usulüne ilişkin hükümlerle sıkı bir ilişkisi bulunduğundan, İslâm bilginleri bu hükümleri birlikte göz önüne almışlar, bunların ışığında müslümanın yarar­lanabileceği ve özellikle etini yiyebileceği av konusunda aranacak şartları belirlemeye çalışmışlardır. Fakihler bu şartlardan bazılarında fikir birliği et­mişler, bazılarında ise delil farklılığı sebebiyle farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Bu itibarla avlanacak ve av hayvanlarından yararlanacak şahısların fıkıh kültüründeki bu hükümleri bilmesi gerekir.

Avlama yoluyla elde edilen bir hayvanın etini yemenin helal olması için bazı şartlar vardır. Bunları üç grupta toplamak mümkündür:

1. Avcı Ve Avlama Şekli İle İlgili Şartlar

Avlanan bir hayvanın etinin yenebilmesi için avcı ile ve avlanma şekli ile ilgili şartlar beş madde halinde ele alınabilir:

  1. a)Av yapan kişinin, dinen hayvan kesimine ehil olması gerekir. Bu se­beple, temyiz gücüne sahip müslüman bir kişinin yaptığı av bütün İslâm bilginlerine göre helâldir. Akıl hastası ve gayri mümeyyiz küçük gibi temyiz gücünden yoksun olan kişilerin avladığı hayvanın eti Mâliki ve Hanbelî mezhebine göre helâl değildir. Hanefî mezhebinde de temyiz gücü esasolmakla birlikte, besmeleyi bilen ve av fiiline yönelen gayri mümeyyiz küçüğün, akıl hastasının ve sarhoşun avladığı hayvan yenebilir. Şâfiîler’e göre ise avlayanın temyiz gücüne sahip olması şart değildir.

Ehl-i kitabın avladıkları yenir. Buna karşılık putperestlerin ve mürtedlerin (İslâm dininden çıkanlar) avladığı hayvanın yenmesi caiz değil­dir. Avladığı yenmeyen kişilerle avlanma ehliyetine sahip kişilerin ortaklaşa avladıkları avın da eti yenmez.

  1. b)Avcının ava niyet etmiş veya avın üzerine avcı hayvanın salınmış olması gerekir. Bu şart gerçekleşmemişse, meselâ avlanması caiz bir hayvan deneme atışı veya gelişigüzel yapılan atış ile vurulmuş ise, veyahut av kö­peği kendi başına avın üzerine gidip onu öldürmüşse, bu av helâl olmaz. Fakat avcı hayvan kendi başına avın üzerine gider, avcı da hemen Allah’ın ismini anar ve onu ava doğru kışkırtırsa Hanefî ve Hanbelî mezhebine göre bu helâldir. Bu durumda avcı hayvan takdiren sahibi tarafından salınmış sayılır. Mâliki ve Şâfiîler’de -sahih bulunan görüşe göre- böyle bir avın yenmesi helâl değildir. Mâliki, Şâfıî ve Hanbelî mezhebi eserlerinde, bu şart avcının avı görmüş, yerini belirlemiş olması şeklinde detaylandırılmıştır.
  2. c)Avlananın silâhını kullanırken veya avcı hayvanı salarken Allah’ın ismini anması gerekir ve bile bile bunu terketmemesi gerekir. İslâm bilginleri av esnasında Allah’ın ismini anmanın dinî bir görev olduğunu kabul etmekle birlikte, bu görevin bağlayıcılık derecesi konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı hadis bilginleri ve müctehidler avcının her halükârda besmele çekmesini şart görmüş, ister kasten ister unutarak besmele çekil-memişse o avı yemeyi helâl saymamıştır. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre avcının besmeleyi unutmasının, tıpkı hayvanın kesim işleminde olduğu gibi, mahzuru yoktur. Besmele çekmeyi unutan avcı, hükmen besmele çek­miş sayılır.

Avlanma esnasında besmeleyi kasten terkeden kimseye gelince, Hanefîler’e göre, “Allah’ın ismi anılmadan kesileni yemeyiniz” [77]mealindeki âyetin kapsamı gereği, kasten besmeleyi terkedenin avladığı hayvanın eti yenmez. Mâliki mezhebinde yaygın olan ve muteber sayılan görüş de budur. Yine Ahmed b. Hanbel’den nakledilen ikinci bir görüş bu yöndedir. Şâfîîler bu âyeti “Allah’tan başkası adına kesilen” şeklinde yo­rumlayarak ve konu ile ilgili hadislere dayanarak besmelenin kasten terkedilmesi durumunda da avlanan avın yenebileceğini ileri sürerler. Hay­vanların kesiminde olduğu gibi avlanma konusunda da Şâfıî mezhebinin bu görüşünün getirdiği kolaylıktan yararlanılabilir.

  1. d)Avcı silâhını attıktan veya avcı hayvanı av üzerine saldıktan sonra ve yaralanan avı elde etme esnasında başka bir işle uğraşmaması gerekir. Avlanma esnasında avcının yapması gereken, vurulan avı kovalamak ve yakalamaktır. Zira yaralanan ava hayatiyeti sona ermeden yetiştiğinde dinî usulüne göre onu boğazlaması şarttır. Bu işte ihmalkâr davranır da av tabii seyrinde ölürse bu avın eti yenmez.
  2. e)Kara hayvanı avlayan kişinin o esnada hac ve umre için ihrama gir­miş durumda olmaması gereklidir. Kur’an’da,“İhramda bulunduğunuz sürece kara avı haram kılındı” [78]buyurularak ihramlınm kara avcı­lığı yasaklanmıştır. Ancak, ihramlı olan birisinin avlanması halinde, avladığı avın hükmü hususunda fakihler ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe, Şafiî ve Ebû Sevr bu avı, ihramda olmayanın yemesini caiz görmüş, İmam Mâlik ise bu avı meyte (murdar) kabul ettiğinden yenmesini helâl saymamıştır. Deniz avcılığına gelince, “Hem size hem de yolculara fayda olmak üzere (yararlan­manız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı” [79]anlamındaki âyetin açık ifadesi gereği, ihramlı halde iken deniz hay­vanlarını avlamak yasak değildir.

2. Avlanacak Hayvanla İlgili Şartlar

Avlanacak hayvanla ilgili şartlar da birkaç maddede toplanabilir:

  1. a)Avlanmayla elde edilen hayvanın yenebilmesi için eti yenen bir hay­van olması gerektiği açıktır. Hangi hayvanların etinin yenmesinin helâl olduğu, bîr üstteki ana başlık altında ayrıntı ile ele alındığı gibi, fakihler arasında hayli farklı görüş ve yaklaşımlara konu teşkil etmektedir. Eti yenme­yen hayvanların deri, kıl ve kemik gibi cüzlerinden yararlanmak veya zararlarından korunmak için avlanması caizdir.
  2. b)Avlanan hayvanın tabiaten vahşî hayvan türünden olması gerekir. De­niz hayvanlarından balık ve türlerinin, kara hayvanlarından evcil olmayıp etinin yenmesi helâl olanların avlanma usulüyle elde edilmesinin ve yenmesinin caiz olduğunda fakihler arasında görüş birliği vardır. Evcil hayvanlar nor­mal kesim usulüne tâbidir. Aslen evcil olup da sonradan yabanîleşenlerin av­lanması ise ihtilaflıdır. Mâlikîler dışındaki mezheplere göre, yakalanıp boğaz­lanması mümkün olmayan evcil hayvanlann avlanması caizdir. Mâliki mez­hebine göre ise, bu tür hayvanların avlanarak yenmesi helâl değildir.
  3. c)Avlanılan hayvanın kesimden önce ölmesi halinde, ölümünün bu avlanmadan olması gerekir. Bu yüzden değilde başka bir sebeple ölürse, eti yenmez. Yaralandıktan sonra suya düşerek boğulan veya yamaçtan düşüp

ölen hayvanın durumu da aynıdır. Yaralanan hayvanın yere düşme ve çarpma sonucu ölmesi ise, avlanma sonucu ölme sayılır. Bu itibarla avcı yaraladığı avı bir süre bulamasa da, sonra bu avı ölü olarak bulsa, bu du­rumda avın helâl olması için üç şart gereklidir:

  1. a)Avcı, bulduğu avın suda boğularak ya da bir yardan yuvarlanarak öldüğü tereddüdünü taşımamalı­dır,
  2. b)Bulunan hayvanın bir başkasının yaralamadığını veya başkasının avcı hayvanı tarafından avlanmadığını, kendisi tarafından avlandığını bil­melidir,
  3. c)Avlanılan hayvan bozulmamış ve sağlığa zararlı hale gelmemiş olmalıdır. Eğer pis koku yayacak, sağlık açısından sakıncalı olabilecek du­ruma geldiyse, yenmesi helâl olmaz.
  4. d)Avlanan hayvan yaralı olarak ele geçirilir ve kesme imkânı da bulu­nursa, usulüne uygun olarak kesilmelidir. Buna imkân varken avcının kusur ve ihmali yüzünden kesilmezse, eti yenmez. Çünkü ihtiyarî boğazlama im­kânı bulunduğu sürece ıztırarî boğazlama geçerli olmaz. Avcı, avladığı hay­vana henüz ölmeden yetişmişse durumuna bakılır:

Şayet av, hayatiyetini yitirmiş de boğazlanmış hayvanın durumuna benzer bir canlılık belirtisi taşıyorsa, meselâ karnı yarılıp iç organları dışarıya fırlamış ise veya av köpeğinin öldürücü darbesine mâruz kalmışsa, artık hükmen ölü sayılır ve boğazlamaya gerek olmaksızın yenebilir. Şâfıîler’e göre bu durumda hayvanı rahatlatmak için boğazını bıçakla kesmek müstehaptır; fakat böyle yapılmadan ölse de etini yemek helâldir. Bu du­rumdaki hayvan suya düşmüş olsa da eti yenebilir, zira boğularak ölmüş sayılmaz.

Şayet av henüz hayatiyetini yitirmemiş ise boğazlanması gerekir. Kasten veya ihmal ile boğazlama terkedilirse, bu hayvan “meyte” hükmündedir, yenmesi helâl olmaz. Eğer bıçak bulunmaması veya vaktin yeterli olmaması gibi bir sebeple boğazlanamamışsa, Hanefî mezhebindeki görüşe göre yenmez; fakat istihsanen yenebileceğine hükmedilmiş ve bu görüş daha sağlam bulunmuştur. Şâfıîler ve Hanbelîler ise bu durumda boğazlanmayan hayva­nın hükmü hakkında avcının kusurlu olup olmamasını esas almışlardır. Şayet avcının bir kusuru yoksa, meselâ bıçağa uzanırken veya boğazlama vaziyeti alırken hayvan ölmüşse, eti yenebilir. Fakat avcı kusurlu ise meselâ bıçağı yoksa yahut yanlışlıkla sırtını kesmişse ve bu yüzden boğazlama işlemi yapılamadan ölmüşse, eti yenmez.

3. Av Aleti İle İlgili Şartlar

Av ya av tüfeği, ok, mızrak gibi yaralayıcı ve öldürücü bir aletle ya da köpek, atmaca, şahin gibi bu iş için eğitilmiş hayvanlarla yapılır. Av yapar­ken kullanılacak bazı vasıtalara Kur’an ve Sünnet’te özetle işaret edilmiş, fıkıh eserlerinde ise bu vasıtalarda aranan özellikler konusu ayrıntı ile ele alınmıştır. Avlanmada kullanılacak vasıtalar, silâhlar ve hayvanlar olmak üzere iki kısma ayrılır:

a) Silâhla Avlanma

Silâh kapsamına giren avlanma aletlerinin özellikleri ve bunlara bağla­nan hükümler ana hatları ile şöyledir:

  1. Avlanmada kullanılan silâhın, avın bedenini parçalayıcı (kesici, delici) özellikte olması ve vücuduna nüfuz etmesi gerekir. Meselâ tüfekle atılan saçma ve kurşunun durumu böyledir. Avcı, avı vurduktan sonra kesmek için yetişemese de av, yara aldığı ve üzerine Allah’ın ismi anılmış sayıldı­ğından boğazlanması gerekmez. Bununla birlikte ateşli silâhların icadından sonra, konu etrafında bazı görüş ayrılıkları ortaya çıkmış ve bir kısım Hanefî ve Mâliki fıkıh bilgini kurşunun yakıcı özelliğini esas alarak bu yolla yapılan avın yenmesini -eğer ölmeden yetişilip boğazlanamamışsa- caiz görmemiş ise de bu görüş kuvvetli bulunmamaktadır.
  2. Ava atılan bıçak ve kılıç darbesi onun bir organını vücudundan ayırır­sa av yenir. Çünkü bu şekilde avda bir yaralama meydana gelmiştir ve bu onun boğazlanması gibidir. Vurulan kılıç, bıçak vb. aletlerin avı sadece ya- .ralaması halinde de av boğazlanmış sayılır ve etini yemek helâldir. Ancak daha önce belirtildiği üzere av ele geçtiğinde henüz hayatiyetini koruyorsa ayrıca boğazlanması gerekir.
  3. Taş, sopa ve benzeri cisimlerle av yapılması delici özelliğinin bulun­maması yönünden bakıldığında caiz görülmemiş, bu cisimlerin delici bir etki ile hayvanı yaralaması veya öldürmesi durumunda ise avın yenebileceği kabul edilmiştir. Hz. Peygamberin bu konudaki şu hadisi bu ayırıma esas olmuş ve fakihlerin görüşlerini yönlendirmiştir: Sahabeden Adî b. Hatim mi’râd denilen bir ucu keskin-delici, diğer ucu küt bir aletle yaptığı avın hükmünü sorduğunda Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Eğer keskin yeri ile vurduysan ye, küt tarafı ile uurduysan yeme, çünkü o vekîzedir (darbe ile vurulup öldürülmüştür).” O devirde mi’râd diye anılan aletin nitelikleri hak­kında bilginler farklı açıklamalar yapmışlarsa da, hadisteki gerekçenin, Kur’ân-ı Kerîm’de [80]“mevküze” diye anılan (darbe ile öldürül­müş) hayvanların yasaklanma gerekçesi ile aynı paralelde olduğu anlaşıl­maktadır. Kesici, delici, parçalayıcı özelliği olmayan cisimle bile olsa, hay­vanın ölmeden ele geçirilip usulünce boğazlanması halinde yenmesi ise he­lâldir.

b) Avcı Hayvanla Avlanma

Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’ın size öğrettiğinden avcı haline getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın (besmele çekin)” [81]buyurularak avcı hayvan ile avlanma­nın caiz olduğu bildirilmiştir. Bu âyetin ve bazı hadislerin ışığında belirlenen avcı hayvanların özellikleri ve bunlara bağlanan hükümler ana hatlarıyla şöyledir:

  1. Avcı hayvan olarak köpeğin kullanılmasının cevazında fakihler ara­sında görüş birliği vardır. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kaplan gibi yırtıcı dört ayaklı hayvanlar ile şahin gibi yırtıcı kuşlardan da avcı hayvan olarak yararlanılabilir. Bazı fakihler ise âyetteki ifadeyi köpek türüne has bir müsaade olarak anladığından aksi görüştedir. Ebû Yûsuf başkası adına av­lama özelliği bulunmadığı gerekçesi ile aslan ve ayının avcı hayvan olarak kullanılamayacağına hükmetmiştir. Öte yandan, bizatihi pis sayıldığı için domuzdan avlanmada yararlanılması caiz görülmez.
  2. Avlamada kullanılacak hayvanın av için eğitilmiş olması gereklidir. Bunun bilinmesi ise, köpek ve benzeri hayvanların eğitilmiş olmaları, yaka­ladıkları avdan yememeleriyle, kuşların eğitilmiş olmaları da av üzerine sarındığında gitmesi, geri çağırıldığında gelmesiyle olur.
  3. Fakihlerin çoğunluğuna göre avcı hayvanın yakaladığı avı, ondan yemeksizin sahibine getirmesi gereklidir. Şayet tutmuş olduğu avdan yerse kendisi için tutmuş olur ki, bu avın eti helâl olmaz. Bir hadiste de böyle buyurulur.[82]Hanefîler yırtıcı kuşlar ile yapılan avda bu şartı aramazlar. Mâliki mezhebine ve Ahmed b. Han-bel’den rivayet edilen ikinci görüşe göre av hayvanının yakaladığı avdan yemesi, bu etin yenmesine engel değildir.
  4. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre avcı hayvan avını yaralayarak öldürmüş olmalıdır. Şayet boğarak veya sert bir darbe ile öldürmüş ise bu avın eti yenmez. Şâfîîler’e göre ise, eğer av hayvanı avının üzerine yüklenip ağırlığı ile onu öldürmüşse bu avı yemek caizdir.
  5. Avcı hayvan sahibi tarafından av için salıverilmiş olmalıdır. Sahibitarafından salıverilmeksizin kendiliklerinden yakaladıkları hayvanın eti yenmez. Ancak Hanefîler’e göre hayvanın belirli bir av için salıverilmesi şart olmayıp, av için salıverilmiş olması yeterlidir.
  6. Avcı hayvana av esnasında eğitilmemiş başka bir hayvan ortak ol­mamalıdır. Birkaç avcı köpeğin birlikte avladıkları avın yenmesinde ise sa­kınca yoktur.

III. İçecekler

İçecekler kelimesi, sözlük anlamı itibariyle içilebilen bütün sıvı maddeleri kapsamakla birlikte, hem dinî literatürde hem de örfî kullanımda, içilmesi din tarafından yasaklanan veya dinî hükmü tartışmalı olan sarhoş edici sıvı maddelerin özel adı olmuştur. Fıkıh eserlerinde genellikle bu konuya ayrıl­mış bölüm de “el-eşribe” başlığını taşır. Türkçe’de de “içki” deyince aynı anlam, yani içilmesi dinen yasak olan sarhoş edici alkollü sıvı maddeler anlaşılır. İçkiyle bazı yönlerden benzerliği bulunan sigara ve uyuşturucu maddeler de ayrı başlıklar altında ele alınacaktır.

İnsanlık tarihi kadar uzun bir geçmişi bulunan ve hemen hemen bütün dönem ve toplumlarda görülen içki alışkanlığı ve bağımlılığı, Kur’an’ın nazil olduğu dönem Hicaz-Arap toplumunda da büyük ölçüde yaygındı. İslâm dini, insanlığa yol göstermeyi, onları zulüm, sapma ve kötülüklerden uzak­laştırıp huzur ve düzene kavuşturmayı amaçlayan bir rahmet dini olduğun­dan sarhoşluk veren içkileri açık ve kesin bir dille yasaklamış, insanı bu kötü alışkanlık ve bağımlılığa karşı aklı ve iradesi ile vereceği mücadelede yalnız bırakmayıp ona destek ve dayanak olmuştur.

Kur’an’da insan yeryüzündeki en değerli varlık türü olarak nitelendiril­miş ve ona diğer varlıklar arasında ayrı bir kabiliyet ve yetkinlik verildiği belirtilmiş, insanın beden ve ruh sağlığının korunması, onun dünyevî ve uhrevî mutluluğu İslâm’ın en başta gelen hedefi olmuştur. Bu yüzden dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması İslâm’ın beş aslî ilkesi sayılmış, bunu sağlamaya yönelik olarak Kur’an ve Sünnet’te birtakım emir ve ya­saklar getirilmiştir. İslâm’ın, sarhoşluk veren, aklî ve ruhî dengeyi bozan, sinir sistemini uyuşturan maddelerin kullanımını haram kılması ve bu alan­da birtakım cezaî müeyyideler koyarak insanları bunlardan uzak tutmaya çalışması böyle yüce bir anlam taşır.

Kur’an’da bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap ue kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alı­koymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?” [83]Bu âyet içki konusunda nazil olan en son âyettir. İçki kullanımı o dönem Arap toplumunda çok yaygın olduğu için, Kur’an bu konudaki yasaklamayı in­sanları buna hazırlayarak tedricî bir surette getirmiştir. Hz. Âişe’nin değer­lendirmesine göre, içki yasağının birden bire değil de tedrîcî olarak hükme bağlanmış olması, kökleşmiş bir âdet olan bir hususa ilişkin olan bu yasağın herhangi bir hoşnutsuzluk, bir direnç ve itiraz görmeden kolayca kabul edi­lip yerleşmesini sağlamıştır. Daha önce inen âyetlerde [84]açık ve kesin bir yasaklama üslûbunun kullanılmayıp sadece büyük günah olduğunun belirtilmesi ve sarhoşken namaz kılınmam asının istenmesi bu sebepledir. Toplumda Allah’a iman, İslâm’ın daima her şeyin en iyi ve doğrusunu isteyeceğine, kötü ve çirkin şeyi de yasaklayacağına güven tam olarak yerleşince bu konuda yukarıdaki kesin yasak nazil ol­muştur. Hz. Peygamber de, “Her sarhoşluk veren şey hamrdır (şarap), her hamrda haramdır”[85], “Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır” [86]sözleriyle bu yasağın özü ve kapsamı konusuna açıklık getirmiştir.

Kur’an’ın temel ilke ve yasaklarını, Hz. Peygamber’in açıklama ve uy­gulamalarını kavrayıp içinde yaşadıkları topluma aktaran İslâm bilginleri içki yasağının mahiyeti, kapsamı ve amacı üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmuş, böylece İslâm kültür tarihi içinde bu konuda zengin bir bilgi birikimi ve lite­ratür oluşmuştur. İslâm hukukunda, gerek şarabın gerekse diğer sarhoş edici alkollü içkilerin adlandırılması, yapımı, içilmesi, başka alanlarda kullanımı, dinen pis (necis) olup olmadığının tartışılması da bu zengin birikimin bir yönünü teşkil eder.

İslâm hukukçularının “hamr” (şarap) kelimesinin sözlükteki anlam çer­çevesiyle ilgili dil tartışmaları, sonuç itibariyle Kur’an’daki hamr yasağının kapsamını ve içki yasağının dayandığı delili belirlemeyi hedef alan metodo­lojik bir tartışma hüviyetindedir. Fakihlerin önemli bir kısmı, yukarıda zikre­dilen hadisten de hareketle, azı ve çoğu sarhoş eden her türlü içkiye, hangi maddeden üretilirse üretilsin, hamr deneceği, âyetteki hamr yasağının bu tür içkilerin hepsini kapsadığı görüşündedir. Şâfıîler’in çoğunluğu ile Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ve bazı Mâlikîler sadece üzümden elde edilen sarhoş edici içkiye hamr denmesinin doğru olacağını söylerler.

Ebû Hanîfe’nin görüşü de bu merkezdedir. Ancak adlandırmayla ilgili bu görüş ayrılığı, üzümden elde edilen şarapla diğer içkilerin haramlığınm hangi delile ve metoda dayandığına açıklama getirmesi yönüyle önemlidir. Birinci gruba göre bütün sarhoş edici içkiler Kur’an’ın açık ve kesin hükmüyle ya­saklanmışken, ikinci grup Kur’an’da sadece şarabın haram kılındığı, diğerle­rinin ise Hz. Peygamber’in açıklamasıyla ve şaraba kıyas edilerek haram olduğu görüşüne sahiptir,

Yukanda özetlenen görüş ayrılığı şarapla diğer içkilerin haramlığı arasın­da amelî yönden olmasa da inanç yönüyle bir derece farklılığı meydana getirmektedir. Zira İslâm bilginleri “hamr”ın haram olduğu ve bu hükmü inkâr edenin küfre düşeceği hususunda fikir birliği içinde olmakla birlikte, hamr olarak nitelendirilemeyecek içkilerin haramlığını inkârın müeyyidesi (Ehl-i sünnet’e göre) sadece günahkâr olmaktır. Buna göre, birinci grubun görüşü esas alındığında, sarhoş edici herhangi bir içkinin haramlığını inkâr eden kişi, ikinci grubun görüşü esas alındığında ise sadece üzümden yapıl­mış şarabın haramlığını inkâr eden kişi küfre düşmüş olur.

Özellikle Hanefiler’in, şarapla diğer içkiler arasında usul ve kaynak yö­nüyle gözettikleri ayırımı içki ile ilgili diğer fıkhî meselelerde de büyük ölçü­de korudukları ve şarap hakkında benimsedikleri birçok hükmü diğer içki türlerine kısmen yumuşatarak uyguladıkları görülür. Nitekim Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf, şarap dışındaki içkilerde sarhoş edicilik özelliğini esas aldıkların­dan, kuru üzüm, kuru hurma, arpa, darı, elma gibi maddelerden elde edilen ve her biri farklı isimler de almakla birlikte genelde “nebîz” adı verilen içe­ceklerden sarhoşluk vermeyen miktarının içilmesini haram saymamış ve had cezasını gerektirir görmemiştir. Buna karşılık Hanefîler’den İmam Muhammed ve îslâm hukukçularının çoğunluğu, ilgili hadisten de hareketle, çoğu sarhoş edenin azmin içilmesinin de haram olduğunu, bu tür içkilerin sarhoş etmesinin değil sarhoş edicilik vasfını taşımasının haram sayılmaları için yeterli olduğunu ifade etmişlerdir. Nebîz konusundaki tartışma ve görüş ayrılığının, kısrak sütünden yapılan kımız için de geçerli olduğu düşünülebi­lir.

Hanefî ekolü de dahil bütün fıkıh mezheplerinde hâkim ve ağırlıklı görüş sarhoş edici özelliği bulunan bütün içki türlerinin haram olduğudur. Çünkü sarhoşluk veren içkiler zamanla alışkanlık meydana getirip bağışıklığa yol açmakta, azı içen giderek çoğa yönelmekte, alışkanlık arttıkça aynı miktar etkili olmadığı için de kişi giderek miktarı arttırmaktadır. Gerçekte az içmek, kişiyi sonuçta kronik alkolikliğe götüren tehlikeli yolun başlangıcı niteliğindedir.

Bu sebeple, içkiyi önlemenin en etkili yolu, azmin da çoğu gibi yasaklanma­sı olmuştur. Nitekim fıkıh usulünde içkinin haramlığı, “sarhoş etmesi” gibi kişiden kişiye değişebilen sübjektif bir etki ve sonuca değil “sarhoş edici olması” gibi objektif bir ölçüye bağlanmıştır. Bu sebeple de kişinin, sarhoş olmasa bile sarhoş edici özelliği bulunan alkollü içkiyi ne miktar olursa ol­sun içmesi haram kabul edilmiştir.

Fıkıh kültüründe, içkiyle mücadelede etkili olunup sonuç alınabilmesi için içki kullanım ve alışkanlığına yol açabilen veya destek veren dolaylı ve yardımcı fiillerin de, çoğu zaman içki yasağı kapsamında mütalaa edildiği ve aradaki bağın kuvvetine göre mekruh-haram çizgisinde bir nokaya yerleşti­rildiği görülür. Nitekim şarabın hukuken muteber olmayan bir mal ve necis bir madde sayılması, sarhoşluğun ağır bir suç kabul edilip cezalandırılması, içki ticaretinin yasaklanması, içki ile tedavinin kabul edilmemesi, hatta içki meclisinde bulunmanın bile kınanması İslâm’ın insanlığı içki tutkunluğun­dan kurtarma ve toplumda içkinin kökünü kazıma çabasının uzantılarıdır. Hz. Peygamber bir hadislerinde içkiyi üretenin, ürettirenin, içenin, taşıyan ve taşıtanın, dağıtanın, satanın, bundan gelir elde edenin, satın alanın, ik­ram edenin ve parasını yiyenin lanetlendiğini bildirerek bu grup insanları ağır bir şekilde kınamıştır. [87]İslâm âlimlerinin çoğunluğu da, bu hadisten ve masiyeti işlemekte kimseye yardımcı olunmaması ilkesinden [88]hareketle, şarap üreten kimseye üzüm satma da dahil, içki üretim ve tüketimine yar­dımcı olmayı doğru bulmazlar. Hanefî hukukçular ise masiyet ve günah olan şeyin içki üretme ve içme fiili olduğunu, buna doğrudan yol açmayan fiille­rin, arada kuvvetli bir sebep-sonuç ilişkisi kurulamadığı sürece, ayrı bir ze­minde değerlendirilmesi gerektiği görüşündedirler. Ancak Hanefî fakihlerinin tamamıyla hukuk mantığı ve tekniğiyle alâkalı bu yaklaşımları, onların iç­kiyle mücadele konusunda diğer fakihler ölçüsünde bir hassasiyete sahip olmadıkları anlamına gelmez. Nitekim bütün fakihler, Hz. Peygamber’in üzerinde içki bulunan sofraya oturulmasını yasaklayan hadisinden de [89]hareketle, müslümanın içki mecli­sinde bulunmaması, her durum ve şart altında içkiye karşı tavır alması, bulunduğu mecliste içki içilmesini önlemeye çalışması, buna gücü yetmiyor­sa o tür toplantıları terketmesi gereğinden söz ederler. Bu da, toplumda içki­yi önleme, yeni yetişen nesillerin kötü örneklerle karşılaşmasını en aza in­dirme yönünde alınmış etkili bir tedbirdir.

İçkinin tedavi amacıya kullanımında da benzeri bir yaklaşım sergilenir. Hz. Peygamber, şarabın ilâç ve tedavi olarak kullanımı sorulduğunda:

“O ilâç değil derttir” [90]buyurmuş, bundan hareketle İslâm bilginleri de sarhoşluk veren içkilerin tedavi amacıyla içilme­sini caiz görmemişlerdir. Ancak bu hüküm normal durumlara göredir. Al­kollü maddelerin ilâç yapımında kullanılması ise ayn bir konudur ve kural olarak caizdir. Burada söz konusu olan içkinin tedavi amacıyla içilmesidir. Bununla birlikte başka türlü bir ilâç bulunamadığı, içkinin de ilâç olarak tedavi edici olacağı tıbben kesinlik kazandığı durumlarda, tedavi için içki içilmesi zaruret hükmünü alır; belirtilen amaçla sınırlı olmak üzere ve geçici bir süre için caiz görülebilir. Fakat insanın bu konuda birtakım bahanelere tutunmaya ve kendine gerekçe üretmeye eğilimli olduğunu, bu konuda ger­çekçi ve samimi davranmasının da çok zor olduğunu gözden uzak tutma­mak, bunun için de uzmanlığına ve dinî inançlara saygılı olduğuna güveni­len tıp doktorlarının bilimsel kanaatlerini esas almak gerekir.

İslâm’ın içkiyle mücadele kararlılığın m tabii bir sonucu olarak, şarap ve diğer içkiler İslâm fıkhında hukuken korunmaya değer (mütekavvim) mal sayılmamış, dolayısıyla bunların alınıp satılması, akde ve mülkiyete konu olması hukuken tanınmamıştır. Alkollü maddelerin ilâç yapımında, temizlik, yakıt vb. amacıyla kullanımı halinde ise hükmünün farklı olacağı açıktır. Yine belirtmek gerekir ki, şarabın ve içkinin hukuken mal sayılmaması müslümana göre olup, gayri müslimlerin içki içme ve içki ticareti yapma hakkı İslâm hukuk doktrininde ve uygulamada öteden beri tanınmış, bu konuda onlara engel olunamayacağı belirtilmiş, gayri müslimin içkisini telef eden müslümanm bunu tazmin etmesi gerekeceğine hükmedilmiştir. Buna karşılık müslümanların içki içmesi ve sarhoşluğu ise dinî bir ilkenin çiğnenmesi, toplum ve hukuk düzeninin açıkça ihlâli sayıldığından had cezası ile cezalandırılmıştır.

İçkinin dinen necis olup olmadığı tartışması, İslâm’ın şarabı ve sarhoş edici içkileri yasaklamış olmasının fıkıh dokrinindeki uzantılarından biridir. Fakihlerin büyük çoğunluğu, ilgili âyetin şarabı “rics” (pislik) olarak nitelendirmesinden de hareketle şarabı kan ve idrar gibi necâset-i galîza grubunda mütalaa etmiş, yani çok az miktarının dahi vücutta, elbisede ve namaz kılı­nan yerde bulunması namazın geçerliliğine engel kabul edilmiştir. Diğer içkiler de, İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, şarap gibi necistir. Onların, insanlara şarabın haram oluşunu ve ondan uzak durmanın gereğini daha iyi anlatabilme gayretinin de bu görüşlerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. An­cak Hanefi’ler, dinen necis olup olmadığı açısıdan şarapla diğer içkiler ara­sında bir ayırım yapmaya çalışır, çoğu yerde de şarap dışındaki içkilerin necisliğini kerahet derecesinde görürler, Bazı.fakihler bu necis oluşu sadece şaraba mahsus bir özellik olarak görürken bazı fakihler, âyette diğer sayı­lanlar gibi şarabın da manevî kirliliğinin kastedildiğini, aksine bir delil bulu­nuncaya kadar eşyada temiz oluşun asıl olduğunu, bir şeyin haram kılınışı­nın onun necis olması anlamına gelmeyeceğini, bu itibarla şarabın haram olduğunu, fakat necis olmadığını ileri sürerler.

Fakihler, şarabın kendiliğinden sirkeye dönüşmesi halinde, hem bu sir­kenin hem de kabının kullanımının caiz olacağı görüşündedir. Hanefi ve Mâlikî mezheplerinde şarabın dışarıdan müdahale ile sirke yapılmasını da bu grupta mütalaa etme temayülü ağır basar.

Fıkıh kültüründe şarap ve içkiyle ilgili olarak ele alınan ve tartışılan konu­lar, özü itibariyle hastalık derecesindeki bu tutku ve alışkanlıktan müslümanları uzak tutmak, korumak ve kurtarmak, kişinin akıl, ruh ve beden sağlığını korumasına yardımcı olmak, bunun için gerekli ferdî ve toplumsal önlemleri almaktır. Aklı koruma İslâm’ın beş temel amacından biri sayılmış ve içki ya­sağı da bu amacı gerçekleştiren en önemli tedbirler arasında yer almıştır.

Esasen içkinin akıl, beden ve ruh sağlığına zararlı olduğu, aile ve top­lumda derin yaralar açtığı hususunda tıp doktorları, psikologlar ve toplum bilimciler de dahil bütün insanlık görüş birliği içindedir. Kur’an da içki yasa­ğının hikmetini ve gerekçesini özlü bir şekilde ifade etmiştir: “İnsanlar ara­sında kin ve düşmanlığı arttırması, Allah’ı anmaktan ue namazdan alıkoy­ması.” [91]Ancak insan, Kur’an’ın da ifade ettiği gibi, bir yönüyle en üstün[92], bir yönüyle de zayıf, bilgisiz ve kötülüğe eğilimli [93]bir varlıktır. însan diğer dünyevî ve nefsânî arzu ve eğilimlerinde olduğu gibi içki konusunda da, akıl ve ira­desini beden ve duygularına egemen kılmadığı takdirde, nefsine ve tutkula­rına yenik düşmekte ve giderek kendi kendini kontrol edemez olmaktadır. İşte aklı ile duygularının, irade ile zaaflarının çatıştığı bu alanda din de içki­nin haram ve günah olduğunu bildirerek insana yardımcı olmakta, onu ko­ruyup kollamaktadır. İnsan aynı insan olduğu halde dindar toplum ve ke­simlerde içki kullanımının çok aza inmesinin, buna karşılık bilimsel ve tıbbî açıklamalara rağmen modern ve eğitilmiş fakat dinî hassasiyetlerini yitirmiş toplum ve kesimlerde ise içki tüketiminin çok yüksek oluşunun en geçerli açıklaması budur. Bu itibarla, insanın ruh ve beden sağlığını koruma, top­lumsal düzen ve barışı gerçekleştirme, insanı daha mutlu, huzurlu ve gü­venli bir yaşantıya kavuşturma çabasında, İslâm’ın ferdî ve sosyal hayatla ilgili ilkelerinden yararlanma vazgeçilemez derecede büyük bir önem taşı­maktadır.

İslâm dini insana yaratanını tanıtmış, ferdî ve sosyal hayatı bütünüyle kucaklamış, insanın dünyada karşılaşabileceği sıkıntılara ve aklına gelen sorulara mâkul açıklamalar getirmiş, dünyaya gelmesine, yaşamasına ve ölüm sonrasına anlam kazandırmış olduğu için, müslüman yüzyüze geleceği sıkıntı ve problemler karşısında içkinin ve sarhoşluğun arkasına sığınmaya­cak ölçüde sağlam bir ruh yapısına ve iradeye sahiptir. Bu sebeple modern toplumlarda kişiyi içki kullanımına sürükleyen ferdî, ruhî, ailevî, ekonomik ve sosyal problemler, îslâm toplumlarında daha kolay ve sarsıntısız şekilde atlatılır. Alkolün ferdin ruhî ve bedenî çöküşüne, giderek toplumdan uzakla­şıp içine kapalı, hastalıklı ve problemli bir kişi oluşuna, ileri yaşlarda bunak­lığa ve düşkünlüğe yol açtığı, başta ailenin dağılması, cinayetler, trafik ka­zaları olmak üzere birçok toplumsal problemin de önemli sebepleri arasında yer aldığı herkes tarafından bilinmekle birlikte, bunu salt hukuk kuralları ve yaptırımlanyla önlemenin imkânsızlığı ortadadır. Nitekim, insanlığın içkiyi önleme yönündeki çabaları özellikle Batı ülkelerinde son yüzyıllarda ulusla­rarası bilimsel toplantılar tertip etme, özel örgütler kurma ve yasal düzenle­meler yapma şeklinde -teori planında- ciddi ve somut ürünler vermiş ol­makla birlikte, bu girişimlerin pratik sonuçlan yüz güldürücü olmamıştır. Böyle olunca, İslâm’ın içkiyle mücadelede öncelikli olarak fertlere, fertlerin birbirlerine ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci aşılayıp sağlam bir dinî ve ahlâkî zemin kurmasının, yasaklamayı ve diğer hukukî önlemleri de bu zeminde gündeme getirmesinin önem ve etkisi daha iyi anlaşılmaktadır.

IV. Bağımlılıklar

Beslenme, dolayısıyla gıda maddeleri ve içecekler sağlığımızı yakından ilgilendirdiği, günlük hayatımızın önemli bir parçasını oluşturduğu gibi sos­yal ve kültürel hayatımızda da önemli bir yere sahip olmuş, ayrıca bireyin kendisini veya üçüncü şahısları ilgilendiren olumsuz sonuçlan itibariyle de dinlerin ilgi alanına girmiştir. Daha önce gıda maddeleri ve içeceklerle ilgili dinî hükümlere temas edildi. Kur’an’da ve Sünnet’te bütün gıda maddeleri ve içeceklerin tek tek sayılıp haklarında ayrı ayrı açıklama yapılmadığını, aksine temel bazı ölçü ve yasaklamalar getirilmekle yetinildiğini biliyoruz. Yiyecek ve içecekler konusunda fıkıh literatüründe yer alan bilgiler, dinî metinlerdeki bu sınırlı hükümlerin fakihler tarafından kendi toplumlarının kültür ve geleneğiyle uzlaşımını sağlayan bir yorumu ve bu çerçevede üre­tilen çözüm önerileri, bilgi ve tecrübe aktarımları mahiyetindedir. Bu özellik, beslenme ihtiyacının dışında kalan ve fıkhın klasik doktrininin oluşumun­dan sonra ortaya çıkan sigara ve uyuşturucu madde kullanımı gibi bağımlı­lıklar hakkında daha da geçerlidir.

A) Sigara

Bağımlılıkların en yaygını ve belki de üzerinde en çok konuşulanı sigara bağımlılığıdır. Batı’da yaklaşık on asırlık bir geçmişi bulunan tütün ve siga­ra XV. yüzyıldan itibaren yeni dünyadan İslâm dünyasına da sirayet etmiş, sigara alışkanlığının toplumda yayılmaya başlamasıyla birlikte sigara içme­nin dinî hükmü, dinen sakıncalı olup olmadığı da tartışılır olmuştur.

Tıp ve pozitif bilimlerdeki son gelişmeler artık sigaranın zararını şüphe ve tereddütlü bir konu olmaktan çıkarmıştır. Sigaranın yol açtığı hastalıklar, zararlar ve kirlenme konusunu ele alan birçok araştırma sonuçlan yayım­lanmış, bu konuda müstakil eserler kaleme alınmıştır. Bu araştırmalarda belirtildiğine göre sigara, insan vücudunda bağımlılık (tiryakilik) meydana getirmekte, kurtulunması giderek güçleşen bir alışkanlık halini almaktadır. Ağız, boğaz ve üst solunum yollarında tahribata, mide ve kalp hastalıkları­na, damarlarda, sinirlerde fonksiyonel bozukluklara yol açmakta olan siga­ranın kanserle de yakın bağlantısının olduğu iddiası giderek kuvvet kazan­maktadır. Sigara içmenin meydana getirdiği ağız, beden ve çevre kirliliği, diğer şahıslara verdiği eziyet de çok ciddi boyuttadır. Örnek kabilinden sa­yılabilecek bu zararlar, haliyle sigara içmenin dinî hükmünü araştırmayı da gerekli kılmaktadır.

Sigara, on dört asırlık fıkıh tarihi içinde nisbeten yeni bir mesele oldur ğundan ilk devir müctehidlerinin konuyla alâkalı görüşünün bulunmayacağı açıktır. Çağdaş sayılabilecek son dönem İslâm bilginleri de sigaranın dinî hükmü konusunda üç gruba aynim ıslardır.

  1. Sigaranın zararlarını bilmeyen veya önemsemeyen bir grup bilgin, tütün kullanma (pipo, nargile vb. de dahil), sigara içme hakkında dinde açık bir hüküm bulunmadığını, sâri’ tarafından açık bir yasak gelmediğini ileri sürerek sigara içmenin mubah olduğu görüşünü ileri sürmüştür.
  2. Diğer bir grup İslâm bilgini ise, sigara içmeyi doğru bulmamakla bir­likte, “haram” da diyemedikleri için “mekruh” olarak nitelendirmişlerdir.

3..Üçüncü bir grup ise, sigara içmeyi, özellikle tiryakilik derecesinde si­gara alışkanlığını sağlık açısından zarara ve ekonomik yönden israfa yol açtığı, nafaka yükümlülüğünü ihlâl ettiği gerekçesiyle “haram” saymışlardır.

Günümüz İslâm bilginlerinin genel eğilimini yansıtan bir değerlendirme yapmak gerekirse şunlar söylenebilir: Her şeyden önce, sigara içme hakkın­da dinî bir hükmün ve şâriin yasağının bulunmadığını söylemek doğru ol­maz. Şer’î hükümler belli ilkelere dayalıdır ve birtakım gayelere yöneliktir.

Naslar her mesele hakkında ayrıntılı ve münferit hüküm vermek yerine ge­nel kurallar ve ölçüler koymuş olup, müslümanlar önlerine çıkan meseleleri nasların koyduğu bu ilke ve ölçülere, gözettiği gayelere göre anlamak ve değerlendirmek zorundadırlar. Bu itibarla sigara hakkında muhtemel fıkhı hükmü, belli açılardan ele alıp tartışmak ve çıkan sonuca paralel bir değer­lendirmeye gitmek gerekmektedir.

  1. a)Sigaranın zararsız olduğunu söylemek, artık bugün ilmen ve tıbben imkânsız olduğuna göre, konunun dinî yasaklar çerçevesinin tama­men dışında düşünülemeyeceği şüphesizdir. Bilim adamları sigaranın ihtiva ettiği nikotinin ve sigara dumanının bünyede kanserden, sinir sistemlerinde bozukluğa kadar bir dizi zarar ve hastalığa yol açtığından söz etmektedir. Kur’an’da, “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın…” [94]buyurulmuş, Hz. Peygamber de, “Ne doğrudan zarar verme ne de zarara zararla karşılık verme vardır” [95]diyerek bir kimsenin kendine ve başkalarına zarar vermemesinin temel bir dinî ilke olduğunu vurgulamıştır. Sigaranın hem içene hem de çevresinde bulunan kimselere zarar verdiği göz önüne alınınca hem Allah hakkının hem de kul hakkının birlikte ihlâl edildiği söylenebilir.
  2. b)İsraf.İsraf malı boş yere harcamaktır. Kur’an’da, “Yiyiniz, içiniz, fa­kat israf etmeyiniz” [96]buyurulmuş, Resûl-i Ekrem de daima mutedil, ölçülü davranmayı emretmiş, malm boşa harcanmasını yasakla­mıştır. Sigara için yapılan harcamanın, sigara bağımlısı şahsın bu bağımlılığı göz önünde bulundurulursa israf olmayacağı, hatta önemli bir bünyesel ihtiyacının karşılanması sayılabileceği görüşü -harcama boşa olmanın öte­sinde zararlı da olduğu için- tutarlı değildir. Harcama yapan kişinin zengin ‘ olması da bu harcamanın israf olmasını önlemez.
  3. c)Nafaka Yükümlülüğü.Aile reisi erkekler eşinin, çocuklarının ve aile fertlerinin, muhtaç yakınlarına bakan erkekler de onların nafakalarını karşı­lamakla yükümlüdür. Böyle bir malî yükümlülük altında bulunan kimselerin nafaka yükümlülüğünü aksatacak şekilde sigaraya para vermesi de dinî olduğu kadar insanî ve ahlâkî açıdan da kabul edilemez bir durumdur.

Sigara içmenin fıkhı hükmü başta zarar, israf ve nafaka yükümlülüğü olmak üzere çeşitli açılardan ele alınabilir. Böyle olunca sigara içmenin hükmü hakkında kesin ve genel bir hüküm vererek “haram” demek yerine, bu konuda bu açılardan bazı ayırımlar yaparak farklı durumlarda farklı hü­kümler vermek, her bir durumu kendi şartları içerisinde değerlendirmek da­ha doğru görünmektedir.

Hem içene hem de o ortamda bulunan şahıslara ve çevreye verdiği za­rarlar, israf ve hakların ihlâline yol açabileceğinin kuvvetle muhtemel olması dikkate alınarak, sigara içmenin kurai olarak dinen “harama yakın mekruh” sayılması gerekir. Ancak bedene verdiği zarar ilmen ve tıbben açıklık ve kesinlik kazanmışsa, açık bir israfa ve kişinin nafaka yükümlülüğünü etki­leyip aile fertlerinin ve bakmakla yükümlü bulunduğu kimselerin nafakasını kısmasına yol açıyorsa, zorunlu harcamalardan ve aslî ihtiyaçlarından bile fedakârlık yapmaya zorluyorsa, o takdirde sigara içmenin dinen de “haram” olduğu söylenebilir.

Nargile ve enfiye gibi alışkanlıklar da bu çerçevede değerlendirilebilir.

B) Uyuşturucu Maddeler

Esrar, afyon, eroin, kokain, morfin gibi uyuşturucu maddeler, alkollü iç­kilerin vücutta meydana getirdiği tesiri fazlasıyla taşımakta; bünyede ve toplumda yol açtığı zararlar da o ölçüde büyük olmaktadır. Bununla birlikte uyuşturucu maddelerin kullanımı, çok eski dönemlerden beri insanlığın önemli kötü alışkanlık ve problemlerinden birini teşkil etmiştir.

Bu kötü alışkanlığın ve hastalığın sebepleri arasında, insanın zaafları, sorumluluktan kaçışı, eğitimsizlik, insanların birbirini olumsuz yönde etki­lemeleri ve kötü çevre şartlan, lüks ve gösterişe dayalı suni hayatın verdiği tatminsizlik, manevî boşluk, ideal yoksunluğu, fakirlik ve yalnızlığın verdiği çaresizlik vb. gösterilebilir. İslâm dini kişiyi içki ve uyuşturucu madde kulla­nımına iten sebeplerle ayrı ayrı mücadele ettiği, her birine mâkul bir açıkla­ma getirdiği gibi, sarhoşluğu ve uyuşturucu madde kullanımını da kesin bir üslûpla yasaklamıştır. Kur’an’da geçen içki yasağı[97], sarhoş­luk veren, insanın aklî ve ruhî dengesini bozan bütün katı ve sıvı maddeleri kapsar. Hadislerde de her sarhoşluk veren şeyin haram olduğu bildirilmiş[98], çoğu sarhoşluk veren şeyin azının da haram olduğu, her sarhoşluk veren şeyin içki (hamr) hükmünde olduğu belirtilmiştir. [99]Şu halde ha­ram hükmünün illeti olan sarhoş etme, uyuşturma özelliğini taşıyan mad­deleri vücuda almak haram hükmünü alır.

Uyuşturucu maddelerden esrar çok eski dönemlerden beri dünyanın bir­çok bölgesinde özellikle de Uzakdoğu’da bilinmekle birlikte İslâm’ın geldiği bölge ve dönemin insanlarınca fazla bilinmediği için Kur’an’da ve Sünnet’te o dönemin yaygın içkisi olan şarap (hamr) üzerinde durulmuş ve yasak bu örnek üzerinden anlatılmıştır. Esrarın İslâm dünyasına, XII. yüzyıldaki Tatar istilâsı sırasında girdiği rivayet edilir. O dönemden sonra yazılan fıkıh kitap­larında esrarın da insan beden ve ruh sağlığını içki gibi olumsuz şekilde etkilediği, sarhoşluk ve uyuşukluk verdiği ve dinen haram olduğu hükmüne yer verilmeye başlanmış, fetvalar da bu yönde olmuştur. Yine bu literatürde afyon üzerinde de durulmuştur (beng-übâde).

İslâm’ın emir ve yasaklarındaki genel amaçlar dikkate alındığında İs­lâm’ın bu konudaki yasağının sadece şaraba veya belirli alkollü içkilere mahsus olmadığı, aklî ve ruhî dengeyi bozan, sinir sistemini uyuşturup bey­nin işlevlerini etkileyen, kişinin irade ve düşünme gücünü tamamen veya kısmen yok eden her türlü keyif verici uyuşturucunun da aynı yasak kap­samına girdiği görülür. Hatta bugün modern tıp, psikoloji ve toplum bilimleri esrar, afyon, eroin, kokain gibi uyuşturucu maddelerin insan sağlığı ve top­lum düzeni için içkiden de zararlı ve tehlikeli olduğunda birleşmektedir. Uyuşturucu maddeler kişileri giderek dış dünyadan koparıp kendine bağımlı yapmakta, her türlü kötülük ve suçu işlemeye hazırlamakta ve âdeta insanı kendi öz kimliği olan insanlığından soyutlamaktadır. Bu kötü alışkanlık toplumda birçok sapıklık ve hastalığın yayılmasının da temel etkenini oluşturmaktadır. Batı ülkelerinde sarhoşluk ve içki kısmen hoşgörülürken uyuşturucuya karşı yasal ve bilimsel planda büyük bir mücadele verilmesi bu yüzdendir. Bu ülkelerde bu konudaki çabaların sonuçsuz kalması ise, kişileri bu tür kötü alışkanlıktan alıkoyacak iç dinamiklerin bulunmayışı, dinî ve ahlâkî bağların çözülmüş, bencil ve çıkarcı bir yaşam tarzının egemen olma­sıdır. İslâm içki ve uyuşturucu kullanımını sert cezaî müeyyidelerle önlemek yerine, fertlerin kendilerine, topluma ve yaratanına karşı sorumluluk ve saygı duymasını sağlayacak bir inanç ve ahlâk bilincine sahip olmasına öncelik vermiş ve bu oldukça etkili bir metot olmuştur. Müslüman toplum­larda içkinin ve özellikle uyuşturucu madde kullanımının Batı toplumlarına göre oldukça düşük olmasının temelinde İslâm’ın bu olumlu yaklaşımı yat­maktadır.

V. Giyinme Ve Süslenme

Canlılar içinde insana özgü bir davranış olan giyinmenin, örtünme ve güzel görünme şeklinde iki temel gayeye matuf olduğu görülür. Esasen tabii bir ihtiyacı ve yönelişi ifade eden örtünme ve süslenmenin dini ilgilendirme­si, insanların bu konuda taşıdığı zaafların, sapabilecekleri aşırılıkların ve olumsuz etkileşimlerin insanın aslî yapı ve kimliğini, cinsler ve insanlar arası münasebetlerin dengesini bozabileceği endişesidir. Bunun için de İslâm dininde, esasen serbesti ve mubah oluş temel kural olmakla birlikte, insanların zaaf ve temayüllerinin sapma noktasına varmasını ve toplumsal bünyenin bozulmasını önlemek maksadıyla örtünme ve süslenme ile ilgili bazı temel ölçüler ve kısıtlamalar getirilmiş, bunun dışında insanların kendi zevk, im­kân ve kültürlerine göre giyinip kuşanmasına imkân verilmiştir. Bu yüzden de giyinme, örtünme ve süslenme konusunda fıkıh kültüründe yer alan bilgi ve önerilerin bir kısmı dinî metinlere dayalı hükümler iken bir diğer kısmı İslâm toplumlarının bu çerçevede oluşan ve asırlar boyu süregelen geleneği­ni, bilgi birikimini ve hayat tarzını yansıtır.

A) Örtünme

Genellikle, örtünmenin bütün canlılar arasında sadece insana mahsus bir meziyet olduğu söylenir ve bu doğrudur. Bazı uç ve münferit yönelişler hariç tutulursa çıplaklık her dönemde toplumsal vicdan ve sağduyu tarafından arsızlık ve hayasızlık olarak görülmüştür. Bununla birlikte birey ve toplum­lar örtünme konusunda öteden beri farklı din ve kültürlerin, moda, dış tesir, yabancılaşma ve toplumsal çözülme gibi değişik sebep ve tesirlerin sonucu farklı ölçü ve anlayışlara sahip olmuştur. Bunun için de kılık kıyafet ve ör­tünme konusunda, bölgeler hatta aynı din ve ülke mensupları arasında farklı çizgilere rastlanması şaşırtıcı olmamaktadır.

İslâm dininin örtünme emri, ferdin ruh sağlığını, fıtrî yapı ve onurunu, toplumun genel ahlâkını koruma, cinsler ve insanlar arası münasebetlerde dengeyi gözetme, insan haysiyetine yakışır bir cinsî hayat ve aile hayatı kurma gibi çeşitli gayelere yöneliktir. Örtünmede erkekle kadının farklı hü­kümlere tâbi olması da iki ayrı cinsin yaratılış özellikleri gözetilerek yapılmış bir ayırımdır.

Vücudun açılması, gösterilmesi ve bakılması dinen haram olan yerlerine ve organlarına dinî literatürde avret tabir edilir. Setr-i avret tabiri erkek ve kadının namaz dışındaki örtünme vecîbesini de belirtmekle birlikte daha çok namaz esnasında belli uzuvların örtülmesini ifadede kullanılır. Namazda avret yerinin örtülmesi dinî bir görev ve namazın geçerlilik şartı olduğu gibi, namaz dışında da yine dinî bir vecîbe niteliğindedir. Ancak örtünmenin sınırı cinslere ve arada mahremiyetin (evlenme engeli sayılacak derecede yakınlığın) bulunup bulunmamasına göre farklılık taşıyabilir. Bunun için de fıkıhta ör­tünme; namazda örtünme, yakınlara ve yabancılara karşı örtünme şeklinde üç ayrı açıdan ele alınabilir.

Erkeğin namazda örtülmesi gereken yeri ile namaz dışında erkeklere ve karısından başka kadınlara karşı avret yeri, göbek ile diz kapağı arasında kalan bölgedir. İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşü bu olup avret yerinin sının ve derecelendirilmesi konusunda aralarında bazı görüş farklılıkları vardır.

Kadınların kadınlara ve mahremlerine yani aralarında devamlı evlenme engeli bulunan erkek akrabasına karşı avret yeri, Hanefî ve Şâfîîler’e göre erkeğin erkeğe karşı avret yeri gibidir. Mâliki ve Hanbelî mezheplerinde ağırlıklı görüş, kadının mahremi erkekler yanında el, yüz, baş, boyun, kol, ayak ve baldır hariç bütün vücudunun avret olduğu ve örtülmesinin gerekti­ği yönündedir.

Kadının yabancı erkekler yani mahremi olmayan erkekler karşısında avret yeri yüzü, el ve ayaklan hariç bütün vücududur. Bu Hanefî mezhebi­nin görüşü olup diğer fıkıh mezheplerine göre kadının ayakları da avrettir. Ebû Yûsuf’tan, kadının dirseklere kadar kolunu avret saymayan bir görüş de rivayet edilir. Erkek ve kadının namazda ve namaz dışında örtünmesiyle ilgili fıkhın klasik doktrininde yerleşik görüş özetle böyledir.

Erkeğin ve kadının örtünmesiyle ilgili Kur’an’da ve Sünnet’te yer alan hükümlere gelince; Kur’an’da konunun ilke bazında ve ahlâkî bir referansla ele alındığı ve özellikle kadınlar için bazı hükümler getirildiği, sünnette de ilâve bazı kurallardan söz edilip bazı ayrıntıların verildiği görülür. Kur’an konuyla ilgili olarak, erkeklerin gözlerini harama bakmaktan sakındırmaları, ırzlarını korumaları istenmekle birlikte [100]namazda veya namaz dışında hangi uzuvlarını örtmeleri gerektiğinden söz edilmez. Aynı âyette ve devamında kadınların da namus ve iffetlerini korumaları, harama bakmak­tan gözlerini sakındırmaları istenir ve ilâve olarak, “Görünen kısımlar müs­tesna olmak üzere ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine örtsünler. Kocaları, babaları… hariç başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar” hükmü yer alır. Bir başka âyette de [101]kadınların bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman “dış örtülerini üstlerine almaları” istenir ve bunun “onların tanınması ve incinmemesi için en emin yol” olduğu bildirilir.

Erkeğin ve kadının namus ve İffetlerini korumaları ve kadının örtünmesi gereğinden söz eden bu âyetlerde, örtünme için belli bir şekil şartı ve model önerilmediği görülür. Bu sebeple de Kur’an’ın bu anlatımından yola çıkarak kadınların ancak çarşaf ve peçe ile dışarı çıkabileceği, yabancı erkeklerin yanında ağız ve burnunu örtmesi, hatta bir gözünü kapatması gerektiğini söylemek isabetli olmaz. Dikkat edilirse konuyla ilgili Kur’an âyetleri, kadın ve erkeğin fitneye ve şüpheye sebep olmayacak, karşı cinsin arzusunu kışkırtmayacak, ağır başlılığını koruyacak tarz ve biçimde örtünmesini iste­mektedir. Bundan, vücut hatlarını gösterecek kadar dar ve ince elbiselerin giyilmesinin doğru olmadığı sonucu çıkar. Buna karşılık erkeklerin şalvar, kadınların etekleri yerlerde sürünen uzun etek ve pardösüler giymesi dinin gereği olarak değil de kişisel tercih ve zevk olarak görülmelidir.

Hz. Peygamber’in sünnetinde de örtünmenin dinî ve ahlâkî cephesi sü­rekli vurgulanmış, giyim ve kuşamda sadelik, tabiilik ve temizlik tavsiye edilmiş, elbisenin vücudun hatlarını belli etmemesi ve içini göstermemesi üzerinde durulmuş, cinsler arası farklılık ve diğer din mensuplarına benze­meme ilke olarak benimsenmiş, erkek ve kadının örtünme sınırlarıyla ilgili olarak da fıkıh doktrinindeki görüşlere kaynaklık yapacak birtakım ölçü ve açıklamalar yer almıştır. Meselâ bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurur:

“Cehennemliklerden iki sınıf vardır ki, ben onları dünyada görmedim: Birin­cisi ellerindeki öküz kuyruğu gibi kırbaçlarla halkı kırbaçlayan kimselerdir. İkincisi giyinmiş çıplak, kalçasını oynatarak, kırıtarak, salınarak yürüyen, başları deve hörgücü gibi kadınlardır. Bunlar cennete giremezler, onun ko­kusunu da alamazlar. Halbuki onun kokusu çok uzun mesafelerden alınır.” [102]Bir başka hadiste de Resûl-i Ekrem ince bir elbise giymiş olan baldızı Esmâ’ya

“Ey Esma! Bulûğa erdikten sonra kadının -yüz ve ellerine işaret ederek- şu ue şundan başka yerlerinin görülmesi doğru olmaz” buyurmuştur. [103]Sünnette yer alan belirleme­lerde o günkü toplumun telakkilerinin, bölgesel şartların ve toplumsal ahlâ­kın belli bir payı bulunmakla birlikte, örtünme hadisesi ağırlıklı olarak insan tabiatıyla ve cinsler arası iletişim ve etkileşimle ilgili bir konu olduğundan konunun evrensel ve kalıcı boyutu da ihmal edilemez ölçektedir.

Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren de, müslü-manlar, aralarında ayrıntı sayılabilecek bazı farklılıklar bulunmakla birlikte Resûlullah tarafından getirilen ölçü ve açıklamaları bütün asırlarda ve böl­gelerde belli hatlarıyla korumuş ve yaşatmışlar, örtünmeyi ahlâkî ve insanî olduğu kadar dinî bir vecîbe olarak da görmüşlerdir. Örtünmenin iffet ve namusu korumak, tanınmayı ve incinmemeyi sağlamak gibi bazı hikmetleri, yani olumlu sonuç ve yararlan bulunduğu doğru olsa bile örtünme vecîbesi­nin böyle bir gayeye kilitlenerek açıklanması, bu gayenin bulunmadığı veya başka yollarla elde edildiği durumlarda örtünmenin gerekmeyeceği görüşü doğru olmaz. Bunun için de, şekil ve ayrıntı yönüyle mahallî ve kültürel bazı özellikler ve farklılıklar taşıması dinen müsamaha ile karşılanmış olsa bile, esas itibariyle örtünmenin dinin emri ve gereği olduğu hususunda müslümanlar arasında bir görüş ayrılığı zuhur etmemiştir.

B) İpekli Elbise Ve Kumaş Kullanımı

İslâm her alanda olduğu gibi giyim kuşamda da itidal esasını getirmiş, Kur’an’da sıklıkla ölçülü hareket etmek, aşırılığa, lüks ve gösterişe kaçma­mak tavsiye edilmiş, Hz. Peygamber de hayatı boyunca daima şık, temiz, sade ve güzel giyinmiş ve bunda da her zaman için itidali korumuştur. İs­lâm’ın giyim ve kuşama kural olarak müdahale etmediğini, bu konuda kişi­lerin zevk ve tercihlerine Önem verdiğini, sadece zorunlu ve gerekli gördüğü müdahaleleri yapmakla yetindiği bilinmektedir. Bunun için de, dinin giyin­me ile ilgili kısıtlamaları sınırlı sayıda kalmıştır. İşte bu kısıtlamalardan biri de ipeğin kullanımında erkekler için bazı yasakların getirilmiş olmasıdır.

Peygamberimiz altın ve gümüşün kullanımında olduğu gibi ipeğin giyim ve kullanımında da, kadınlar için daha toleranslı davranırken erkekler için bazı sınırlamalar getirmiştir. İnsanın altın, gümüş, inci, ipek gibi kıymetli maden ve eşyaya düşkünlüğü sebebiyledir ki Kur’an’da cennet hayatının tasvirinde bu öğeler sıklıkla kullanılır. [104]Dünyada ipeğin kullanımına gelince, Kur’an’ın lüks ve israfı, gösteriş ve böbürlenmeyi yasaklayan genel hükümleri dışında doğrudan ipeğin giyilmesini ve kullanımını konu alan özel bir ifadesi yoktur. Hadislerde ise ipekle ilgili erkeklere mahsus bazı ka­yıt ve yasaklamalar getirilmiştir. Ancak bu konudaki sınırlamaları, ipeğe ait özel bir hüküm olarak almak yerine dinin, giyim kuşamla, altın ve gümüşün kullanımıyla, yeme içme ve tüketimle alâkalı diğer ilke ve hükümleriyle bir­likte ele almak ve bunları İslâm’ın genel amaç ve prensiplerinin bir parçası veya örneklendirmesi olarak değerlendirmek daha isabetli görünmektedir.

İpekli elbise giyme ve ipekli kumaş kullanma ile ilgili hadislerin başlıcaları şöyle sıralanabilir:

  1. İpeği dünyada giyen ahirette giyemeyecektir.”[105]
  2. Sahabeden Huzeyfe, Medâin’de bulunduğu bir sırada içmek için su istemiş, o bölgenin ileri geleni ona gümüş bir kapla su getirince de, kabı elinden fırlatmış ve Hz. Peygamber,“Altın, gümüş, ipek ve dîbâc dünyada onlar için, ahirette sizin içindir” buyurdu demiştir. [106]
  3. “İpek ve altın ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haramdır.”[107]
  4. Sahabeden Berâb. Âzib şöyle demiştir:

“Hz. Peygamber bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakladı. Hastaları ziyaret etmeyi, cenazenin arkasından

gitmeyi, hapşırara iyi dilekte bulunmayı, yemini yerine getirmeyi, mazluma yardım etmeyi, davete icabet etmeyi ve selamı yaymayı emretti. Altın yüzük kullanmayı, gümüş kaptan içmeyi, eyerlerin üzerine konan ipek örtü (meyâsir) kullanmayı, ipek ile nakışlanmış kumaş (kassî) kullanmayı, ipek (harîr), kalın ipekli kumaş (istebrak) ve erişi ue argacı (çözgüsü ve atkısı) ipek olan kumaş (dîbâc) giyinmeyi yasakladı.” [108]

  1. Hz. Ömer, satılmakta olan bir ipek elbise görmüş ve Hz. Peygamber’e

“Yâ Resûlellah! Şu elbiseyi satın alsan da, hem sana gelen heyetleri kabul sırasında, hem de cuma günleri giysen!” demişti. Resûl-i Ekrem,

“Bunu ancak nasipsizler giyer” buyurmuştur. Hz. Peygamber, bu olaydan bir müd­det sonra Ömer’e ipek bir elbise göndermiş, Ömer,

“İpek elbise konusunda o söylediklerinden sonra bana ipek elbise mi gönderiyorsun” diyerek şaşkınlı­ğını ifade edince Resûlullah,

“Ben bunu sana satasın ya da birine veresin diye gönderdim” buyurmuştur. [109]

  1. Ali b. Ebû Tâlib şöyle bir rivayette bulunmuştur:

“Hz. Peygamber, bana ipek bir elbise göndermişti. Ben bunu giyerek dışarı çıktım. Hz. Peygamber’in yüzünde kızgınlık ifadesini görünce elbiseyi hanımlar arasında paylaştırdım”. [110]

  1. Berâ b. Âzib şöyle bir olay nakletmiştir:

“Hz. Peygamber’e ipek bir el­bise hediye edilmişti. Biz bu elbiseye dokunuyor ve güzelliğine duyduğumuz hayranlığı dile getiriyorduk. Hz. Peygamber

“Siz buna çok mu güzel diyor­sunuz! Sa’d b. Muâz’ın cennetteki mendilleri bundan daha hayırlıdır” buyur­du.” [111]

  1. Ebû Osman en-Nehdî şöyle bir olay nakletmiştir:

“Biz Utbe b. Ferkad ile Azerbaycan’da bulunduğumuz sırada bize Ömer’den bir mektup geldi. O mektupta, -işaret ve orta parmağını göstererek- şu kadarlık miktar hariç, Hz. Peygamberin ipeği yasakladığı yazılıydı. Anladığımız kadarıyla şu kadarcık miktar sözüyle elbise üzerinde bulunan alâmeti (alem) kastediyordu.”[112]

  1. Hz. Peygamber’e ipek bir ferace hediye edilmişti. Hz. Peygamber bu­nu giydi ve namaz kıldı. Sonra ondan pek hoşlanmamış bir biçimde üzerin­den çıkararak

“Bu müttakilere yakışmaz” buyurdu.” [113]

  1. Bir rivayette de Hz. Peygamberin, Züheyr ve Abdurrahman’a ya­kalandıkları cilt hastalığı sebebiyle ipek elbise giyme hususunda ruhsat ver­diği haber verilir.[114]

îslâm bilginleri, ipekli kumaş kullanımı ile ilgili görüşlerini çoğunlukla bu hadislere dayandırmışlardır. Bilginlerin çoğunluğu, söz konusu hadislerden hareketle ipek giymenin erkeklere haram olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbnü’l-Arabî, ipek giymenin hükmü ile ilgili olarak, çeşitli durumlara göre, on kadar görüş bulunduğunu ifade etmiştir.

Hanefî mezhebinin üç büyük imamı (Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed) erkeklerin, savaş durumu dışında ipek giymesinin caiz olmadığı görü­şündedir. Ebû Hanîfe’ye göre bu hüküm savaş durumu için de geçerlidir. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise, savaş durumunda ipek giyilebilir. Şu var ki bu iki imam, ipeğin savaş durumunda giyilebilmesi için, bedeni silâha karşı koruyacak sağlamlıkta olmasını şart koşmuşlardır. Yine üç Hanefî i-mama göre, ipeğin atkısı veya örgüsü ipek değilse, savaş durumu dışında giyilmesinde bir beis yoktur. İmam Mâlik’ten meşhur görüş, ipeğin erkeklere savaşta da caiz olmadığı yönündedir.

Şâfıî âlimlerinden Nevevî bu konuda şu açıklamayı yapar: “İpek, istebrak, dîbâc ve kassî giymek erkeklere haramdır. Kişinin bunu böbürlenmek amacıyla giymesiyle başka amaçla giymesi arasında fark yoktur. Fakat bir deri hastalığı sebebiyle giymişse bu takdirde haram değildir. Kadınların ipek giymesi ise mubahtır”. Nevevî bu görüşü bilginlerin çoğunluğuna nisbet et­tikten sonra, ipeğin erkeklere de mubah olduğunu ileri sürenlerin bulundu­ğunu, bu arada İbnü’z-Zübeyr’in ipeğin gerek erkeklere gerekse kadınlara mubah olduğu kanaatini taşıdığını belirtmiştir. Öte yandan, çocuklara bay­ram günlerinde ipekli elbise giydirilmesinde bir beis olmadığını ifade eden Nevevî, bu yasağın sırf ipekli kumaşlar için geçerli olduğunu, ipeği daha fazla olmamak kaydıyla ipek karışımı kumaşların giyilebileceğini kaydeder. [115]

Hanbelî âlimlerden İbn Kudâme, Ahmed b. Hanbel’den gelen bir rivayete göre, ipek giymenin iyi geldiği bir hastalığın bulunması halinde ipek elbise giymenin caiz olduğunu, Mâlik’in bu durumda bile ipek giymeye ruhsat vermediğini belirtmiştir. İbn Kudâme ipeğin savaşta giyilmesi ile ilgili olarak da şunları söyler:

“Bu konuda Ahmed’den iki rivayet vardır. Birinci ve kuv­vetli olan rivayete göre, savaşta ipek giymek mubahtır. Çünkü ipeğin ya­saklanış sebebi, gösteriş yapma, böbürlenme ve fakirlerin kalplerinin kırılmasıdır. Savaş durumunda gösteriş yapma, böbürlenme kınanmış değildir”. İbn Kudâme, başka bir şey ile karışık dokunmuş ipek konusunda ise şunu kaydeder:

“Haram olan, saf ipektir. Başka bir şeyle karışık dokunmuş ku­maşta, ipeğin oranı daha fazla olmadığı sürece bu kumaştan yapılan elbise­nin giyilmesinde bir sakınca yoktur.” [116]

Netice itibariyle, İslâm bilginleri ilke olarak erkeklerin ipekli elbise giy­mesinin caiz olmadığında hemen hemen görüş birliğinde olup, bu ilkenin nasıl uygulanacağında ve hangi durumlarda erkeklere ruhsat tanınacağında farklı görüş ve ölçülere sahiptir. Meselâ, fakihlerin çoğunluğu savaş dışında, bir hastalığın tedavisi, soğuktan korunma, koruyucu hekimlik açısından gerekli görülme gibi bir ihtiyaç ve mazeretin bulunması halinde erkeklerin ipek giyebileceği, fakat ipek kumaştan yapılmış yorgan, döşek, minder, halı, kilim gibi eşyanın kullanımının da erkekler açısından giyinme hükmünde olduğundan caiz olmadığı görüşündedir. Ebû Hanîfe ile bazı Mâlikî fakihleri ise hadislerdeki yasağın ipekli kumaşın sadece giyilmesine mahsus bir hü­küm olduğu, bu sebeple de ipeğin giyim dışı kullanımının caiz olduğu görü­şündedir. Azınlıkta olsa da bazı âlimler ipekli kumaş giymenin hem kadın­lara hem erkeklere haram veya ikisine de helâl olduğunu söylemektedirler. [117]

İpekli Elbise içinde kılınan namazın hükmü. Hanefiler’e göre, ipekli elbise içinde kılınan namaz sahih olup iadesi gerekmez. Ancak ipekli elbise ile namaz kılmak mekruhtur. Ayrıca bu şahıs, giyilmesi yasak olan bir şeyi giydiği için de günah işlemiş olur. Şâfıî, Ebû Sevr ve bir rivayette Mâlik,

“Bu kişi o anda ipekten başka bir elbise bulma imkânına sahip ise, namazı he­men iade etmelidir” demişlerdir.

Hz. Peygamber’in, Ömer’e ipek bir elbise gönderip, Ömer’in şaşkınlık ifade eden sözleri üzerine,

“Ben onu sana giyesin diye değil, satıp yararlanasın diye gönderdim” buyurmuş olmasından hareketle bilginlerin çoğunluğu, ipekli eşyanın alınıp satılmasının ve hediye edilmesinin caiz olduğu sonucu­na varmışlardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin satın aldığı üze­rinde resimler bulunan perdeyi kaldırtmış fakat yaptığı satım sözleşmesine ilişmemiştir. Bu iki uygulamadan hareketle kullanılması mekruh olan şeyle­rin ticaretinin mubah olduğu sonucu çıkarılmıştır.

Hadislerin genel içeriği göz önüne alınınca ipeğin lüks harcama kabul edildiği, böbürlenme ve övünmeye vesile olduğu ve bu sebeple de fakirlerin kalbinin kırılmasına yol açtığı için yasaklandığı anlaşılabilir. İpekle ilgili olarak Hz. Peygamber tarafından yerleştirilmeye çalışılan anlayışın, toplu­mun zengin ve fakir üyeleri arasında çatışmanın engellenmesine yönelik ve belirtilen yasağın bu açıdan önemli bir tedbir olduğu dikkatten uzak tutul­mamalıdır. İpeğin o dönemin en şatafatlı ve lüks giysilerinden olduğu düşü­nülürse bu durum daha iyi anlaşılır.

Konuya ilişkin hadislerin bütününden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber ipekli giymeyi yasaklamakla hem müslümanlan dünya nimetlerine gereğinden fazla dalıp âhireti unutmaktan korumak, hem de toplumda diğer insanların, özellikle üzerini örtecek bir parça elbiseyi bulmakta zorlanan fakir kimselerin rencide olmasını, toplumda lüks ve israfın yaygınlaşmasını önlemek iste­miştir. Bu itibarla yasağı ipeğe ait özelliklere bağlamak ve sadece onunla ilgili olarak gelmiş sert bir yasak şeklinde anlamak yerine, müslümanları sade giyinmeye özendiren, lüks ve israftan, gösterişten, başkalarını rahatsız edici boyuttaki tüketimden kaçınmaya yönlendiren bir tavsiye ve tedbir olarak yorumlamak daha isabetli gözükmektedir. Buna göre, günümüzdeki aşırı tüketim araç ve usulleri de dolaylı olarak, bu nevi dinî emir ve tavsiye­lerin kapsamına girmiş olmaktadır.

C) Süslenme Ve Estetik Müdahaleler

Allah, insanı ve insanı çevreleyen varlıkları hayranlıkla seyredilmeye değer bir ahenk ve güzellik içinde yaratmış, insanı da estetik duygusuyla donatarak onu güzel görünmeye, güzele ve güzelliğe meftun kılmıştır. Kur’an’da Allah’ın dünyayı ve gökyüzünü çeşitli güzelliklerle süslediği, in­sanoğlu için dünyada birçok güzelliğin yaratıldığı, cennetin de hayal ötesi güzelliklerle dolu olduğu sıklıkla hatırlatılır. Ancak Kur’an bütün bu nimet ve güzelliklerin geçici olup Allah’ı tanımaya, O’na şükredip kulluk etmeye vesile olduğu takdirde bir anlam kazanacağını, insanın dünya haya­tının güzellik ve nimetlerine dalıp Allah’ı unutmasının, O’na nankörlük etmesinin de affedilmez bir yanlışlık olduğunu önemle vurgular. [118]İslâm bu çerçevede güzelliği, estetik değerleri, süsü ve süslenmeyi, insanın bu konudaki temayülünü tabii karşılamakla birlikte, gerek fert gerekse toplum açısından bazı kayıtlar getirmiş, bazan da yukarı­da sözü edilen bilincin ve dengenin korunmasını istemiştir.

Kur’an’da “Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızıkları kim ha­ram kıldı? De ki; onlar dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde mümin­lerindir” [119]buyurulmuş, insanın temiz ve güzel olması istenmiş, iyi ve güzel şeylerin helâl, kötü ve çirkin şeylerin ise haram kılındığı ifade edilmiştir. [120]Hz. Peygamber de, güzel gi­yinme hakkında vârid olan bir soruya “Allah güzeldir, güzelliği sever” [121]buyurarak cevap vermiş, kendisi de şahsi hayatında daima temiz ve düzenli olmuş, sade ve güzel giyinmeyi, güzel koku sürünmeyi teşvik etmiştir. Buna karşılık, Kur’an’da kadınların yabancı erkeklere ziy­netlerini ve güzelliklerini göstermeleri, yolda bunu teşhir edecek hatta his­settirecek şekilde yürümeleri kınanarak[122], süslenme ve güzelliğin yabancılara karşı cinsel çekicilik ve uyan aracı olarak kullanılması yasak­lanmıştır. Hz. Peygamber de kadınları ev içinde kocalarına karşı güzel olma­ya, süslenmeye teşvik etmiş, fakat süslenmede ve ziynet eşyası kullanımın­da aşırılığa, lüks ve israfa kaçmayı yasaklamıştır. Erkeklerin ipek ve altını giyim, takı ve süs aracı olarak kullanmasını yasaklaması da benzeri bir an­lam taşır.

İnsanın fıtrat ve doğuştan taşıdığı tabiî güzellik ve yapıyı çeşitli duygu ve akımların sonucu olarak değiştirmeye yönelmesinin ve bu amaçla yapa­cağı her türlü estetik ve tıbbî müdahalenin, giyim kuşam ve süslenmenin de İslâm’da hoş karşılanmaydı, temelde insanların beden ve ruh sağlığını, or­tak tabii ve ahlâkî değerlerini korumayı amaçlar.

İslâm insana özel bir önem vermiş, ilk yaratılış amacından başlamak ü-zereT dünya hayatından Ölüm ve ölüm ötesine, bireysel yaşantısından sosyal etkinliklerine, ruh ve duygu âleminden beden ve şekline kadar hayatının her aşaması ve yönü ile ilgilenmiş, onu saygın ve şerefli mevkide görmek iste­miştir. Nitekim Kur’an’da “insanın yeryüzünde halife olmak üzere yaratıldığı”[123], “çeşitli nimetler, imkânlar ve güzelliklerle donatıldığı, en güzel suret ve sîrette, ölçülü ve dengeli bir biçimde yaratıldığı” [124]bildirilmekte, çeşitli telkin ve tedbirlerle insan hayatı, insanın aklî, ruhî ve bedenî güzellikleri korunmak istenmektedir.

Allah insanları en güzel şekilde, dengeli, ahenkli bir surette yaratmakla kalmamış, insanlara mâkul ve mutedil ölçüler içerisinde süslenmelerine, güzelliklerini korumalarına, güzel görünmelerine de izin vermiş, hatta bunu teşvik etmiştir. Kur’an’daki “Ey Âdem oğulları, her mescide gidişinizde ziy­netlerinizi takınız, yiyin için fakat israf etmeyin…” hitabı[125], Hz. Peygamberin de “Allah güzeldir, güzelliği sever” buyurması bu anlamdadır. Buna karşılık, insanın yaratılıştan gelen özellik ve şeklini değiştirmeyi, fıtratı bozmayı hedef alan tasarruf ve müdahaleleri yasaklamış, yaratılışı değiştir­menin şeytanın emrine uyma olacağı bildirilmiştir. [126]

Burada vücudun fıtrî yapısına müdahale ve onda bazı tasarruflarda bu­lunma şeklinde tezahür eden davranışlar birkaç alt başlık altında incelen­dikten sonra konuya ilişkin ortak ölçü ve kurallara işaret edilecektir.

a) Saçla İlgili Tasarruflar

Sahih hadis kitaplarının hepsi, Hz. Peygamber’in dökülen saçın yerine saç eklemeyi ve ekletmeyi yasakladığını rivayet ederler. Nitekim Buhârî ve Müslim’in rivayetine göre, ensardan bir câriye evlendikten sonra hastalan­mış ve saçı dökülmüştü. Ailesi ona takma saç bağlamak istediler ve bunu Resûlullah’tan sordular. Hz. Peygamber bunun üzerine, “Allah, saç ekleyene ve eklettirene lanet etsin” buyurarak bunu yasakladı. [127]Aynı şekilde, ensardan bir kadın oğlunun evlenmek üzere olduğunu, saçının da bir hastalık sebebiyle döküldüğünü, düğün önce­si başına saç ekletmek istediğini açıklayarak durumu Hz. Peygamber’e arzetti. O da, “Allah (başına) saç ekleyene ve eklettirene lanet etsin” buyurdu. [128]Hadis kitaplarında sahabe arasında benzeri olayların ve taleplerin oldu­ğu, fakat hepsinde de Resûlullah’ın, saça saç eklemeyi, dökülmüş saçın yerine başkasının saçını takmayı yasakladığı rivayetleri vardır. Hadislerde geçen lanetin, kuvvetli bir yasaklama üslûbu olduğunu belirten islâm hu­kukçuları da, erkek veya kadının ister hastalık ve saç dökülmesi sebebiyle, isterse güzellik kastıyla saçına saç eklemesini, basma başkasının saçını (peruk) takmasını caiz görmemişlerdir. Çünkü bunda hem tabii ve fıtrî şekli değiştirme hem de karşısındaki insanlara genç ve farklı görünerek onları yanıltma vardır. Bu sebeple insan saçı haricinde ipek, iplik, yün vb.den pe­ruk takmayı da, aynı şekilde fıtratı değiştirme ve insanları aldatma bulundu­ğu için, caiz görmeyenler vardır. Çoğunluk ise bunu caiz görür. Ancak dinen necis sayılan kıl ve tüylerden yapılan peruğun kullanılmasının ise caiz ol­madığı belirtilmiştir.

Hadislerdeki yasağı, insanın herhangi bir cüzünü kullanmanın insanoğ­luna hürmeten caiz olmayışı illetiyle açıklayanların görüşünden ziyade, bu yasağı, Allah’ın yarattığı şekli değiştirme ve insanlan aldatma illetine da­yandıranların görüşü daha isabetli gözükmektedir. Böyle olunca kullanılan malzeme ne olursa olsun, bir erkeğin veya kadının başına saçtan veya gö­rünüş olarak saça benzeyen bir maddeden peruk takmasının Hz. Peygamber tarafından hoş karşılanmadığı; ancak, saçı dökülen kimsenin tedavi ile bunu önlemesinin veya yeniden saç bitmesini sağlamasının caiz görüldüğü söyle­nebilir.

İslâm öncesi dönemde kadınlar, kocalarının ölümü ve savaş gibi du­rumlarda bir elem ve musibet ifadesi olarak saçlarını kazılırlardı. İslâm bu âdeti yasaklamış, Hz. Peygamber de kadınların saçlarını kısaltabileceklerini fakat tıraş edip kazıtmalarının doğru olmadığını belirtmiştir.

Yine hadislerde, o dönemde daha çok hıristiyanlar arasında yaygın olan bazı saç tıraşı şekilleri, muhtemelen İslâm ümmetinin kişilik zaafına uğra­maması, onur ve izzetini koruması gibi amaçlarla tasvip edilmemiştir. [129]

Saçta ağaran kılları yolmaya gelince, Hz. Peygamber bu konuda “Ak saçlarınızı yolmayın, saç ve sakalını müslüman olarak ağartan kimse için o saç ve sakal kıyamet gününde nur olacaktır” buyurmuşlardır. [130]Bu sebeple de İslâm bilginleri, bir kimsenin saçındaki ağaran kılları yolmasını genelde mekruh saymışlar, evlenmek üzere olan bir kimse­nin ise bu şekilde daha genç görünmesinin haram derecesinde mekruh oldu­ğu belirtilmiştir.

Saç boyamaya gelince, Hz. Peygamber saçları bembeyaz olmuş bir sahâbîyi görünce,

“Şu beyaz saçların rengini bir şey ile (boyayıp) değiştiriniz. Fakat siyaha boyamaktan kaçınınız” buyurmuştur. [131]O dönemde yaşlı yahudi ve hıristiyanlar saç ve sakallarını boyamazlardı. Bunun için de Hz. Peygamber, “Yahudi ve hıristiyanlar (saç ve sakallarını) boyamaz. Onlara muhalefet ediniz (de boyatınız)” buyurmuştur. [132]Ancak burada bir emirden ziyade ruhsat ve müsaade söz konusudur.

Konuyla ilgili hadisleri değerlendiren İslâm bilginleri saçın siyah dışında­ki renklerle boyanmasını, kına ile boyanmasını kural olarak caiz görmekle birlikte, üçüncü şahısların yanlış anlamasına ve aldanmasına yol açacağı için saçların siyahla boyanmasının cevazında mütereddit davranmışlardır. Kadınların saçlarını siyaha boyatması ise umumiyetle caiz görülür.

b) Kaş Alma-Kıl Yolma

Kadına nisbetle yüz, güzelliğin aynası ve odak noktasıdır. Yaratılışın gü­zelliği de onda tezahür eder. Allah her şeyi olduğu gibi yüzü de cemalinin bir tecellisi olarak ahenkli, dengeli ve mükemmel yaratmıştır. Gerek bu anlayışın esas alınması, gerekse Hz. Peygamber’den rivayet edilen bazı hadis­ler sebebiyle, yüzdeki kılları yolmanın, kaşları inceltme (aldırma) ve kirpik­leri uzatmanın şer’î hükmü İslâm âlimlerini bir hayli meşgul etmiştir.

Hz. Peygamber bir hadislerinde, “Allah yüz tüylerini yolan ve yolduran ka­dına lanet etsin…” buyurmuş olup[133], bu yasağın hangi nevi fiilleri kapsadığı İslâm hukukçuları arasında tartışma konusu olmuştur.

Çoğunluğa göre kadının, kocası için ve onun izniyle yüzünde biten kıl­ları alması, makyaj yapması, hatta kaşını düzeltmesi/inceltmesi caiz olup hadisteki yasak, kadının dışarı çıkmak için yüz kıllarını yolması ve kaş al­dırması ile ilgilidir. Mâlikîler de dahil bir grup âlim ise, bunu yaratılışı değiş­tirme olarak değerlendirdiğinden her ne surette olursa olsun caiz görme­mekte veya mekruh görmektedir. Hadiste yasaklanan kıl koparmayı, yüzde sonradan biten ve yüzü çirkinleştiren yüz kıllarını koparma değil de, kaşları inceltmek veya yukarı kaldırmak için kaş kıllarını yolma olarak anlamak daha doğru görünmektedir.

Hadiste gerek saç ekleme ve boyama, gerekse yüz kıllarını yolma hak­kında varit olan yasak, yaratılışı değiştirme, insanları aldatma, farklı gö­rünme gibi gayelerle yapılan sunî müdahalelerle ilgilidir. Yoksa saçları bit­meyen veya anormal bir şekilde dökülen kimsenin, erken yaşta saçı ağaran, yüzü/vücudu anormal bir şekilde kıllanan çocuğun tıbbî müdahale ile, ilâçla veya ameliyatla tedavi olup normal bir yapıya kavuşturulmasında bir sakın­canın olmadığı açıktır. Günümüzde yanlış ve bilinçsiz bir şekilde kullanılan ilâçların, tabiat dengesindeki bozuklukların vücudun hormonal dengesini de bozduğu ve bazan bu tür tedavi ve müdahaleleri kaçınılmaz kıldığı aşikârdır.

c) Vücutta Kalıcı İz Bırakan Tasarruflar

Dövme (veşm) yaptırma, Hz. Peygamberin hadislerinde şiddetle yasak­lanıp lanetlenmiş[134], İslâm bil­ginleri de bunu, Allah’ın yarattığı şekil ve surette kalıcı değişiklik meydana getirdiği için caiz görmemişlerdir. Hatta başta Şâfiîler olmak üzere bir grup âlim, dövme yapılan yerde biriken kanın necis, pis olduğunu, dövmeyi yok etmenin vacip olduğunu da ilâve ederler.

Dişlerin güzellik için törpülenerek seyrekleştirilmesi de (teflîc) hadiste ya­saklanmıştır. [135]Bu sebeple İslâm âlimleri tedavi kastı olmaksızın sırf güzellik için dişlerin seyrekleştirilmesini Allah’ın yaratışını değiştirme olarak tanımlayıp caiz görmezler. Çünkü döv­me, dağlama, dişleri seyrekleştirme gibi tasarruflarda tedaviden çok estetik görünüm, yaratıldığı şekil ve sureti düzeltme/değiştirme maksadı hâkimdir. Buna karşılık fakihler, dişlerin gümüşle, hatta altınla bağlanarak sağlamlaştırılmasını tedavi ve ihtiyaç noktasından değerlendirdiği için caiz görmüşler­dir. Ağız ve diş sağlığının korunması için yapılan tedaviler, diş dolgu ve kaplamaları da böyledir.

Kızların kulaklarının küpe için delinmesi de, süslenme hakkının kapsa­mında mütalaa edilerek caiz görülmüştür.

d) Estetik Ameliyat

Teknoloji ve cerrahî tıptaki gelişmelere paralel olarak günümüzde gide­rek yaygınlık kazanan ve tedaviden ziyade vücudun dış görünüşünü güzel­leştirmeyi amaçlayan estetik ameliyatlar hakkında, klasik fıkıh literatüründe özel bir açıklamanın bulunmayışı gayet doğaldır. Ancak vücuda yapılan estetik veya tıbbî müdahalelerle ilgili yukarıdaki hadislere ilâve olarak sün­nette ve fıkıh kültüründe yer alan bazı açıklamalar bu konuya ışık tutacak niteliktedir.

Hz. Peygamber döneminde Urfece adlı sahâbînin savaşta burnu kopmuş, yerine gümüşten sunî bir burun yaptırmıştı. Ancak bu gümüş burnun koku yapması üzerine Hz. Peygamber bu sahâbînin altından burun yaptırmasına müsaade etti. [136]Burada Allah’ın yarattığa şekli değiştirme değil ihtiyacın bulunması ve tedavi amacı söz konusudur.

Klasik dönem fakihlerinin muhtemel ve farazi olaylar üzerine yaptığı açıklamalar dikkate alınırsa, onların vücut üzerinde yapılacak tasarruflarda tedavi kastının, ihtiyaç veya zaruretin bulunmasını esas aldıkları görülür. Nitekim doğuştan fazla bir uzvu, meselâ parmağı, dişi kestirmeyi, yaratıldığı hal ve şekli (hilkat) değiştirme değil, hilkate, normale dönüş ve bir zarann izâlesi olarak değerlendirdiklerinden caiz görürler. Bu nevi müsaadelerden anlaşıldığına göre, bir kimsenin kendini toplum içerisinde aşağılık komplek­sine iten, manen eziyet görmesine ve aşağılanmasına yol açan fazlalıkların ve şekil bozukluklarının, yanıkların, şaşılığın vb.nin giderilmesi tedavi ma­hiyetinde olup caizdir. Çünkü buna ihtiyaç vardır ve hilkati değiştirme yasa­ğının kapsamına girmemektedir.

Halbuki günümüzde oldukça yaygın olan estetik cerrahî müdahalelerin önemli bir kısmi; burun, çene, kulak, göğüs, bacak gibi uzuvların daha güzel görünüp, sahibini daha genç göstermeyi sağlama gayesine matuftur. Yaşlanma ile ciltte meydana gelen kırışıklıkların giderilmesi, yüz cildinin geril­mesi; hareketsizliğin, aşırı beslenmenin, hormonal dengesizliğin, ırsiyetin yol açtığı aşırı şişmanlığın giderilip vücut yağlarının ameliyatla alınması gibi estetik ameliyatlarda, tedaviden ziyade estetik duygusu, insanlar arasında daha genç, dinç ve güzel görünme gayesi hâkimdir. Bu da, hadislerde belli örnekler üzerinde dile getirilen hilkati değiştirme, Allah’ın yarattığı şekil ve sureti bozma ve değiştirme (tebdil ve tağyir), insanları aldatma yasağı çerçe­vesine girmektedir.

Vücut üzerindeki tasarruflar, özellikle estetik cerrahî müdahalelerle ilgili olarak şu kural ve ölçüler zikredilerek genel bir değerlendirme yapılabilir:

  1. Vücut üzerinde tasarrufa, estetik cerrahî ve müdahaleye ancak bir tür tedavi olarak tıbbî ihtiyaç ve zaruret halinde başvurulmalı, bu ölçünün dışı­na çıkılmamalıdır.
  2. Daha kolay ve basit başka bir yol ve usulün bulunmaması gerekir.
  3. Gaye aslî hilkati değiştirmek olmamalı, doğuştan (genetik olarak) taşı­dığı özellik ve şekli, yaşın ve tabiatın icabı vâki olan gelişmeleri değiştirme kastı taşımamalıdır.
  4. Hile, aldatma ve yanlış anlamaya yol açmamalı, böyle bir amaç taşı­mamalıdır.
  5. Karşı cinse benzeme kastının da bulunmaması gerekir.
  6. Müdahalenin yapılmasının galip zanna dayanan bir yararı, yapılma­masının da fiilî ve halen mevcut bir zararı bulunmalıdır.

D) Altın Ve Gümüş Kullanımı

Çok sade bir hayatın hâkim olduğu toplumlardan en karmaşık ve geliş­miş toplumlara kadar, insanlar her devirde sanata, güzele ve estetiğe eğilim göstermişler, güzel giyinmek ve güzel görünmek istemişlerdir. Bu Allah’ın insana yaratılıştan gelen bediî zevkler ve güzellik duygusu bahşetmiş olma­sının tabii bir sonucudur. İslâm da insanın ruhunda saklı bu fıtrî temayül ve duyguyu tabii karşılamış, ancak her şeyde olduğu gibi bunda da mâkul ve mutedil ölçüler getirmiştir. İslâm’ın bu olumlu yaklaşımı, tabii ve fıtrî bir din olmasının, bazı sınırlama ve ölçüler getirmesi de toplumda denge kurmayı ve bu dengeye uygun sosyal yapıyı ve beşerî ilişkileri korumayı hedefleyen sosyal bir din olmasının icabıdır.

Kur’an’da sıklıkla Allah’ın yeryüzünü insanlara tahsis ettiğinden, in­sanlar için birçok güzellik yarattığından söz edilir; Allah’ın yaratıp insanoğlu için hazırladığı bu güzelliklerin bilinip takdir edilmesi, kullanılıp şükredilmesi istenir. Dünya hayatının güzellikleri, cennet nimetleri olarak da sıklıkla altın ve gümüşten söz edilir. [137]Hz. Peygamber de daima temiz ve düzenli olmayı, güzel görünmeyi öğütlemiştir. Ancak her devrin yaygın ziynet eşyası olan altın, gümüş ve ipekli elbise giyme ile ilgili bazı sınırlamalar da getirmiştir. Kadınların yaratılışı gereği süslenmeye olan ihtiyaç ve eğilimlerinin fazla olması sebebiyle onlara bu. Enes b. Mâlik diyor ki:

“Hz. Peygamber bir gün gümüş bir yüzük takmıştı. İnsanlar da gümüş yüzük yapıp taktılar. Resûlullah yüzüğü çıkarıp atınca insanlar da çıkarıp attılar.” [138]

b) Altın Ve Gümüş Ziynetin Kullanımı

Altın ve gümüşün ziynet eşyası olarak kullanımı yalnızca kadınlar için caizdir. Yukarıdaki hadislerin açık hükümlerinden birisi bu olduğu gibi, bu husus İslâm âlimleri arasında da tartışmasızdır. Altın ve gümüş ziynetin kadınlar için caiz görülmesi onların yaratılışlarına uygunlukla, fıtraten gü­zelliğe ve süslenmeye düşkün oluşlarıyla açıklanır. Ancak bu konuda onlar da lüks ve israfa kaçmama, bu ziynetleri yabancılara karşı gösteriş ve cinsî cazibe aracı olarak kullanmama gibi bazı kısıtlamalara tâbidir.

Altın ve gümüş ziynetin erkeklere yasaklanması, hem erkeğin fıtrat ve karakteriyle hem de toplumda sosyal adaletin ve barışın tesisi, âtıl sermaye­nin ekonomiye kazandırılması gibi birçok önemli amaçla alâkalı bir husustur.

c) Altın Ve Gümüş Ev Eşyasının Kullanımı

İslâm bilginleri, altın ve gümüş kaplardan yemek yemenin ve bir şey iç­menin haram olduğunda görüş birliğindedir. Sadece Muâviye b. Kurre’nin altın ve gümüş kaplardan yiyip içmeyi haram saymadığı, yine Zahirî mez­hebinin kurucusu Dâvûd b. Ali’nin, altın ve gümüş kaplardan bir şey içme­nin haramlığı konusunda çoğunluğu teşkil eden bilginlerle aynı görüşte ol­makla birlikte, bu kaplardan yemek yemeyi haram saymayarak cumhurdan ayrıldığı bilinmektedir.

Yeme içme dışındaki diğer kullanımlar konusunda çoğunluğun görüşü aynıdır. Yani cumhur, altın ve gümüşün (abdest alma gibi) yeme içme dışın­daki kullanımlarını da yeme içmeye kıyas ederek bunun da haram olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre, altın ve gümüşün kap, yazı gereci, ev eşyası vb. şekillerde kullanımı, mezhep imamlarmca erkek ve kadınlara haram görülmüştür. Ancak, son dönem âlimlerinden Şevkânî yasağın sadece altın ve gümüş kaplardan yeme içmeye ait olduğunu, diğer kullanımların buna kıyas edilemeyeceği görüşündedir.

d) Altın Ve Gümüş Eşya Bulundurma

Hadislerde altın ve gümüş kap kaçağın kullanımının yasaklanması, dar bir yorumla sadece yeme içme amaçlı kullanımının yasaklandığı, orta bir yorumla ev eşyası olarak kullanımının yasaklandığı şeklinde anlaşılabilir. Bu yasağın geniş bir yorumla, altın ve gümüşün ev eşyası olarak bulundu­rulmasını da içerdiği ileri sürülebilir mi? İmam Muhammed, üzerinde oturmamak ve uyumamak şartıyla süs eşyası olarak evde altın ve gümüşten yapılmış ve üzerine de ipek örtü serilmiş sandalye, koltuk bulundurulmasın­da beis görmezken Ebû Hanîfe, üzerine oturulmasında ve yatılmasında da bir sakınca görmez. Hanefî hukukçular bu görüşün delili olarak, bazı sahâbî ve tabiîlerin bu yöndeki uygulamaları ile, “De ki: Allah’ın kullan için çıkar­dığı ziyneti haram kılan kimdir…” [139]âyetini zikretmişlerdir. Bu müsamahalı yaklaşımın sebebi, bu tür işlemlerin dar anlamda “kullanma”dan çok “ziynet” kavramına girdiği yönündeki görüşleridir.

Mâlikîler, Şâfıüer ve Hanbelîler, Hanefîler’den farklı olarak altın ve gü­müş kapların ve diğer eşyanın evde bulundurulmasını, sonuçta bunların kullanılmasına yol açacağı düşüncesiyle altın ve gümüş ev eşyasının edinilmesini de (evde bulundurulmasını) haram kabul etmişlerdir. Hatta Şâfıîler, hadisin zahirinden hareketle ticaret maksadıyla dahi olsa altın ve gümüş ev eşyasının edinilmesinin haram olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü ipekten farklı olarak, altın ve gümüş kabın kullanımı kadın erkek ayırımı olmaksızın her­kes açısından yasaktır. Ancak altın ve gümüşü kadınların süslenme eşyası (ziynet) olarak kullanmaları helâl görülmüştür.

Gerek zaruret gerekse ihtiyaç gerekçesiyle bazı durumlarda altın ve gü­müşün kullanılması caiz görülmüştür. Bu hükümler şöylece özetlenebilir: Düşen bir dişin yerine veya herhangi bir suretle dişlerin arasında mevcut olan açıklığı kapamak için altın veya gümüşten diş yapılması, yine kesilen burnun yerine altın veya gümüşten burun yapılması, kısaca altın ve gümü­şün tedavi amacıyla kullanılması fakihlerin çoğunluğu tarafından caiz görülmüştür. Ebû Hanîfe, gümüş kaplamalı kaptan içmeyi ve abdest almayı, gümüş kaplamalı eyer kullanmayı ve gümüş sırmalı sedire oturmayı caiz görmüştür. Mâlikîler, kılıç ve mushafta altın ve gümüş kullanılmasını caiz görmüşler, kılıç ve mushaf dışında ise altın veya gümüşle süslenmiş eşyanın kullanılmasını haram saymışlardır. Yine Ebû Hanîfe, maddesinde altın veya gümüş karışımı bulunan kapların kullanımını da caiz görmektedir.

Altın ve gümüşün yaygın kullanım maddeleri haline getirilmesine fakihlerin karşı çıkmalarının temelinde israf ve lüks kullanıma engel olma düşüncesinin yattığı bilginlerin çoğunluğunca ifade edilmektedir. Bu gerekçelendirme (ta’lîl) doğru kabul edildiği takdirde, günümüzde, özellikle gümü­şün bu açıdan fazla bir değeri kalmadığı noktasından hareketle, gümüş kapların kullanılmasının artık caiz olduğu fakat çok daha değerli maddeler­den yapılmış kapların kullanılmasının, israf ve lüks gerekçesiyle, doğru ol­madığı şeklinde bir sonuca gitmek mümkün olabilir. Ne var ki bu gerekçe­lendirme üzerinde tam bir fikir birliği sağlanamamıştır. Nitekim Şevkânî, bu gerekçelendirmenin doğru olmadığını, şayet doğru olsaydı, altın ve gümüş­ten daha değerli olan şeylerden yapılan kaplan kullanmanın da haram ol­ması gerekeceğini, halbuki bunu söyleyen hiçbir âlim bulunmadığını ifade etmektedir. Şevkânî yasağın illeti olarak “cennet ehline benzeme”yi göster­mekte ise de, bu kabul edilemez. Çünkü cennet ehline benzeme durumu, bir işin yasak olması sonucuna götürseydi, müslümanlann asırlardır meşru sayarak yapageldikleri birçok şeyi de terketmeleri gerekirdi.

Şurası unutulmamalıdır ki İslâm, toplumun her kademesindeki fertlerin zenginlik, fakirlik gibi sosyal statüleri açısından bir tatmin ölçüsü getirmiş, meselâ kazanma hususunda çaba göstermesine rağmen fakir durumda olanlara, sabrettikleri takdirde mükâfat ve kurtuluşa ereceklerini müjdelemiş, diğer taraftan zengin olup toplumun gelir seviyesi düşük kesimlerine zekât ve sadaka yoluyla değer aktarımı yapan ve yardım eden kişilerede mükâfat ve kurtuluş vaad etmiştir. Ancak zenginin, zenginliğini fakiri rahatsız ede­cek şekilde ve onu içinde bulunduğu tatmin ortamından uzaklaşmaya sevkedecek derecede kullanarak lüks ve israfa dalmasını da hoş görmemiş­tir. Elbette daha çok kazanan daha iyi şartlarda yaşayacaktır. Ancak toplum kesimleri arasında hiç değilse ortalama hayat standardı açısından bir denge ve uyum sağlanamamışken, meselâ, bir toplumda çoluk çocuğunun asgari gıda ihtiyacını karşılayacak geliri teminde zorluk çeken, tahsil yapmak iste­yen çocuğuna bu imkânı sağlayamayan kişiler varken, şatafatlı ve görkemli bir hayat sürmenin, İslâm’ın ilke ve öğretileriyle bağdaşmayacağı söylenebi­lir. Hadislerdeki yasaklama ve İslâm âlimlerinin bu konuda gösterdiği tavır da bu gayeye yönelik bir hassasiyet ve tedbir olarak görülmelidir.

e) Altın Yüzük

Yukarıda anılan ilgili hadislerden hareketle bilginlerin çoğunluğu altın yüzük kullanmanın erkeklere haram olduğunu söylemişlerdir. Bununla bir­likte sayılan az da olsa, erkeklerin altın yüzük kullanmasının mubah olduğu görüşünde olan âlimler de vardır. Bunlar hadislerde geçen yasağı belli illet ve gayeye bağlamakta, ayrıca bazı sahâbîlerin altın yüzük kullandığına ve buna Hz. Peygamberin de izin verdiği görüşünde olduklarına ilişkin rivayetleri de [140]kullanmaktadırlar.

Gerek hadislerde gerekse âlimlerin sözlerinde geçen yüzük (hâtem) keli­mesi daha ziyade kaşlı ve biraz da kabaca olan bir yüzüğü anlatmaktadır. Bu itibarla, günümüzde nişan yüzüğü olarak adlandırılan halkanın takılma­sının hükmünü de ayrıca belirtmek gerekir. Bu hususta merhum Kâmil Miras’ın izahlarını kısaltarak buraya almakta yarar vardır: “Yüzüğün yapılış ve kullanış tarzında örfün büyük etkisi vardır. Eski zamanlarda kullanılan kaba yüzükler gitgide zarifleşmiş ve bugün artık, nişan halkaları istisna edilirse, erkekler yüzük takmayı neredeyse terketmişler ve hatta yüzük takmak ayıp sayılır olmuştur. Bu itibarla şu sebep ve delillere dayanarak altın nişan hal­kası kullanmak mubah sayılabilir;

  1. a)Bir kere, altın yüzük kullanma çoğun­luk tarafından haram görülse bile bunun mubah olduğunu söyleyenler de vardır,
  2. b)İmam Muhammed övünme ve böbürlenme kastı olmaksızın altın ve gümüş kapları süs eşyası olarak kullanmanın caiz olduğunu ve bunun nimeti gösterme anlamına geleceğini söylemiştir. Nişan yüzüğü de övünmek için değil, teberrüken ve hatıra olarak takıldığına göre aynı şekilde mubah olması gerekir,
  3. c)Âlimler, erkeklerin esas itibarıyla gümüş yüzük kullan­malarının bile, bir zaruret ve bir lüzum üzerine mubah olduğunu, bunun dışında kullanılmasının anlamsız olduğunu söylemişlerdir. Nişan yüzüğü kullanımında da örften kaynaklanan bir zaruret bulunduğu açıktır,
  4. d)Altının kullanılmasının haramltk sebebi, israf ve övünme vesilesi yapılmasıdır. Hal­buki günümüzde bir halkanın ekonomik değeri israf sayılacak bir durumda değildir.”[141]

Kâmil Miras’ın hareket noktası ve sonuçlaması yerinde olmakla birlikte bir hususa daha işaret edilebilir. O da, eğer müslümanlar, nişan halkası ola­rak altını değil de yaygın olarak gümüşü tercih etmeye başlamıslarsa, yani artık bu durum örfleşmişse, bu teamüle uymak daha doğru kabul edilebilir. Ancak, yine de altın nişan halkası takanlar varsa bunlara haram işleyenler ya da bile bile hadise aykırı davrananlar gözüyle bakılmaması herhalde da­ha doğru olur. Öte yandan altın ve ipeğin âlem (nişan ve rozet) olarak kulla­nılmasının başta Hanefîler olmak üzere bir kısım fakihlerce caiz görüldüğü­nü de burada hatırlamak gerekir.

f) Altın Süsleme

Hanefî ekolünde, mescidi süslemek, ona saygı gösterme anlamında de­ğerlendirildiği için, mescidlerin altın suyu, ahşap vb. gibi şeylerle tezyin edil­mesinde bir sakınca görülmemiş; fakat paranın bu tür şeyler için değil, fakir­ler yararına harcanması daha faziletli görülmüştür. Nitekim, Mescid-i Harâm’a nakledilen malları gördüğünde Ömer b. Abdülazîz, “Miskinler ve fakirler direklerden daha muhtaç” diyerek, o malların fakirler için sarfedilmesinin Mescid-i Haram için sarfedilmesinden daha faziletli olduğuna dikkat çekmiş­tir. Hanefîler, mescid için yapılacak süslemenin, mescide ait paradan yapıl­maması gerektiğine işaret etmişler, hatta mescidin işlerine bakan kişinin (kayyım) mescidin parasından süsleme için harcaması halinde, bir görüşe göre bu parayı tazmin edeceği ileri sürülmüştür.

İslâm’ın lüks, israf ve gösterişin önlenmesi, toplumda sosyal adaletin ve barışın kurulması ve harcamalarda bu gayeye öncelik verilmesi yönündeki genel ilkesi, altın ve gümüş ev eşyasının kullanımıyla ilgili özel yasağı göz önünde bulundurulursa, özelde altın süslemeler, genelde yüksek maliyetler içeren ihtişamlı ve lüks harcamalar konusunda dinin tavsiyesini, İslâm bil­ginlerinin tavrını kestirmek zor olmaz. Öte yandan teori böyle olsa bile, İslâm ülkelerinin dünyada toplam ekonomik gelir ve gelişme yönüyle bir hayli gerilerde olduğu, buna karşılık servet dağılımı, tüketim ve yaşam standardı yönüyle fertler arasında uçurumların bulunduğu da acı bir gerçektir. Böyle olunca müslümanların, İslâm’ın altın ve gümüşün kullanımına getirdiği sı­nırlamalarda simgeleşen tavır ve gayesini iyi anladığı ve bunu hayata geçir­diği söylenemez. Bu konuda fertlerin dindarlığına ve her türlü aşırılıktan ve gösterişten uzak kalma kararlılığı göstermesine ihtiyaç bulunduğu gibi top­lumsal sağduyunun oluşturulması ve bu yönde yasal düzenlemelere gidil­mesi de büyük önem taşımaktadır.

E) Saç Sakal Ve Bıyık

İslâm’ın inanç, ahlâk, ibadet ve muamelât alanında getirdiği hükümler, öngördüğü kural ve tavsiyeler müslümanlarca öteden beri bir bütün olarak algılanmakta, günlük ve sosyal hayatla ilgili şekil ve muhteva bile çoğu defa bu bütünün bir parçası olarak mütalaa edilmektedir. Öte yandan Kur’an âyetlerinin ve risâleti boyunca Hz. Peygamber’in sıklıkla üzerinde durduğu konulardan birisi de, müslümanların fert ve toplum olarak belli bir kimlik kazanmaları, kendi şahsiyetlerini korumaları ve kendilerine güven duyma­ları olmuştur. Çünkü bu, müslümanların bütünleşmesi, belli bir siyasal orga­nizasyona gidip devlet kurması ve millet olması kadar, kendi inanç ve iba­detlerini, değer ve özelliklerini korumaları açısından da önemlidir. Bu itibarla Kur’an, müslümanlara ısrarla birlik ve bütünlük içinde olmalarını, müşrik ve gayri müslimleri dost edinmemelerini, onlarla gayri îslâmî bir kültürün etkisi altında kalmayı kaçınılmaz kılacak şekilde sıkı bir ilişkiye girmemelerini tavsiye ederken Hz. Peygamber de müslümanlan, itikadı ve ahlâkî alanda olduğu gibi kılık ve kıyafet, şekil ve merasim yönünden de müşriklere, gayri müslimlere benzememeye davet ve teşvik etmiştir. Bunlar, çevredeki kültür ve medeniyetlerle, din ve kavimlerle iç içe yaşayan o dönem müslümanlarına ayrı bir kimlik ve özellik kazandırıp, onların kendi içerisinde bütünleş­melerini sağlamaya yönelik önlemlerdir.

Daha önce geçtiği üzere Hz. Peygamber, Ehl-i kitabın yaşlılarının saçla­rını boyamadığından bahisle müslümanların onlara muhalefet edip saçlarını boyamalarını tavsiye etmiş, yine müşrik ve Mecûsîler’e muhalefet için bı­yıklarını kısaltıp sakallarını uzatmalarını emir ve tavsiye etmiştir. Meselâ Resûlullah’ın, “Bıyığınızı kısaltınız, sakalınızı uzatınız”[142], “Bıyıklarınızı kırpınız, sakalları uzatınız. Mecûsîler’e muhalefet ediniz”[143], “Müşriklere muhalefet ediniz, sakalları çoğaltınız, bıyıkla­rı kesiniz”[144], “Bıyığından almayan bizden değildir” gibi hadisleri [145]hemen hemen bütün sahih hadis kitaplarında yer almakta olup temelde bu gayeye matuftur.

Bu ve benzeri hadisleri, Hz. Peygamber’in ve ashabının şekil ve tatbika­tını esas alan sonraki dönem İslâm bilginleri, sakal bırakmanın ve bıyığı kesmenin dinî karakterde bir emir ve İslâm’ın şiarı olup olmadığı, sakalı kesmenin de haram ve günah olup olmadığı konusunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Özetle ifade etmek gerekirse fakihlerin çoğunluğu sakalı tıraş etmenin haram olduğu görüşündedir. Şâfıîler’den Gazzâlî, Râfîî, Nevevî, Mâlikîler’den Kâdî İyâz gibi bilginler ise sakalı tıraş etmenin haram değil mekruh olduğunu söylemiştir.

Ebû Davud’un hadislerini şerheden Hattâbî, Hz. Peygamber’in on şeyin fıtrattan olduğunu bildirip bunlar arasında sakal bırakmayı da sayan hadisi­nin şerhinde âlimlerin çoğunun buradaki fıtratı “sünnet” mânasında aldığını kaydeder. Devamında da bu hasletlerin, bu arada sakal bırakmanın, bizim uymamız ve yaşatmamız gereken Hz. Peygamber’in sünnetlerinden olduğu­nu ifade eder. [146]Buradaki sünnet tabiriyle de teklifi hükümler arasında yer alan sünnetin değil de âdet ve davranış biçimi anla­mıyla sünnetin kastedilmiş olması gerekir.

Sakalı tıraş etmenin haram olduğunu söyleyen bilginler, yukarıda zikre­dilen hadislerdeki emirleri bağlayıcı dinî bir emir olarak almış, Hz. Peygam­ber ve sahabenin fiilî uygulamasını da böyle yorumlamışlardır; ilâve olarak Kur’an’da Hz. Peygamber’e uymayı emreden âyetlerin her konuda olduğu gibi sakal bırakma konusunda da ona ittibâyı kapsadığı, sakalın müslümanin şiarı olduğu kanaatindedirler; ayrıca sakalı tıraş etmenin kadınlara benzemek ve Allah’ın yarattığı şekil ve sureti bozmak olduğunu, bu yöndeki ya­sağın sakalı tıraş etmeye de şâmil olduğunu belirtirler.

Bıyığa gelince, hadislerde bıyıkların kısaltılması, kırpılması veya tıraş edilmesi emirleri vardır. Sahabeden bıyığını kisaltanlar da, tıraş edenler de mevcuttur. Âlimler, bıyığın derince kırkılmasını, üst dudağın gözükecek şekilde alttan alınmasını tavsiye ederler. Şüphesiz ki bıyığın bu şekilde kesi­lip tıraş edilmesi, sağlık ve temizlik açısından da önemlidir.

Hz. Peygamberin genelde saçlarını omuzlarına dökülecek şekiide bırak­tığı, bazan da saçını kısalttığı veya kazıttığı bilinmekle birlikte klasik dönem İslâm bilginleri sakal konusunda gösterdikleri yaklaşımı bu konuda sürdür­memişler, Resûl-i Ekrem’in saç şeklini örfî karakterde bir davranış ve kişisel bir tercih olarak görmüşlerdir. Bunun için de fıkıh literatüründe, bütün müslümanların Hz. Peygamber’e tâbi olarak saçlarını uzatması ve bunun dinî içerikli bir görev sayılması yönünde güçlü bir vurguya rastlanmaz.

Ancak bazı muasır âlimler, sakal ve bıyık konusundaki sünneti, Hz. Peygamber’in diğer giyim kuşam şekli gibi tabii ve örfî sünnet olarak ta­nımlamakta ve bunun bir âdet meselesi olduğunu, dinî bir karakter taşıma­dığını belirtmektedirler.

Şaç, sakal ve bıyık konusunda sahih hadis kitaplarında yer alan riva­yetleri ve fakihlerin bu hadisler etrafında ürettiği yorumları sosyal zeminden, kültürel arka plandan ve gelenekten ayırarak anlamak neredeyse imkânsız­dır. Hz. Peygamber’in bir sünnetinin terkinin niçin mekruh değil de haram olarak nitelendirildiği ancak öyle bir yaklaşımla iyi anlaşılabilir. Öncelikle ifade etmek gerekirse, dinde haram istisnaî ve arızî bir hüküm olup ancak açık ve katî delille sabit olur. İslâm âlimlerinin “haram” kelimesini çoğu zaman “sakıncalı”, “doğru değil”, “mekruh”-gibi anlamlarda da kullandıkla­rı, müslüman toplumlarda yaygın eğitim ve yönlendirmenin sağlanmasında ve kamuoyu oluşturulmasında dinî kavramların sıklıkla, hatta ölçüsüzce kullanıldığı da bilinmektedir. Böyle olunca, fıkıhçılann lafzî yorum kuralları­na dayanarak sakalı tıraş etmeye veya bıyığı uzatmaya teknik ve metodolo­jik anlamda “haram” demelerini ihtiyatla karşılamak, hadislerde geçen ifa­deleri bir davranışın teşvik edilmesi veya önlenmesi yönünde güçlü vurgular olarak anlamak gerekir.

Öte yandan, İslâm’ın şekil ve suretten ziyade mâna ve muhtevaya önem verdiği, şekli de bu mânayı koruduğu sürece gözettiği aşikârdır. Ayrıca müslümanların her devirde kimlik ve izzet sahibi olması, gayri müslimlere karşı onurlu ve kendine güvenli olması, kendi kültür, örf ve geleneklerini yaşatmaları, müslüman toplumların birlik ve bütünlüğü, dış etkilere karşı direnci açısından fevkalâde önemlidir. Sakal ve bıyıktan, giyim ve kuşamdan,eğlence ve sanattan, şehirleşme ve ev düzenine kadar müslümanların ayn bir üslûp ve geleneğinin olması, onlara bu sosyal şahsiyeti kazandırabilecek olumlu unsurlardır. Bu itibarla, sakal ve bıyığı da, risâletin gereği dinî bir sünnet ve alâmet olarak vâcip-haram çizgisine oturtmak yerine, yukarıda söz konusu edilen amacı gerçekleştirmede olumlu katkısı olabilecek örfî ve kültürel bir unsur olarak değerlendirmek ve bu konuda daha müsamahalı düşünmek mümkündür.

Sakal ve bıyık konusunun müslümanlar arasında bir ihtilâf ve itham ko­nusu olması, İslâm kardeşliğini ve müminlerin birlik ve dayanışmasını ze­deler. Hz. Peygamber’in sünneti olduğu için sakal bırakan kişiye saygı gös­termek ve bu hareketinin övgü ve ecre lâyık bir davranış olduğunu kabul­lenmek ne kadar gerekli ise, bu konuda farklı düşünen, daha esnek ve hoş­görülü davranan kimselere de saygılı olmak o kadar elzemdir. Aksi takdirde, şekil üzerindeki tartışmalar, müslümanların dinin özü ve içeriği, temel ilke ve gayeleri üzerinde yoğunlaşmasını önleyen, dikkatlerini dağıtan ve bir bakıma hedef saptırması yapan bir özellik taşımış olacaktır.

F) Kolonya Ve Alkollü Madde Kullanımı

Kolonya, günümüzde bilhassa güzel koku ve temizlik gibi amaçlarla yaygın bir kullanıma sahip alkol ihtiva eden sıvı bir madde olup genelde patates, kamış, mısır gibi maliyeti düşük ham maddelerden veya diğer sen­tetik yollarla üretilmekte ve içerisindeki alkol oranı ayarlanabilmektedir. XVII yüzyıldan itibaren Avrupa’da kullanılmaya başlayan ve bugün yay­gınlaşıp genişleyerek büyük bir sanayi oluşturan kolonya ve bu kapsama giren parfüm, deodorant, sprey vb.nin dinî hükmüyle ilgili tartışmanın sebe­bi ise, bu maddelerin az veya çok alkol ihtiva etmekte oluşudur.

Daha önce temas edildiği üzere, İslâm dini sarhoşluk veren nesnelerin bu maksatla (sarhoş olma) kullanılmalarını kesin olarak yasaklamıştır. “Müskirat” kelimesiyle ifade edilen “sarhoşluk veren nesne”lerin bazılarında ihtilâflar var ise de şarap ve ondan mâmül olan içkilerin içilmesinin haram olduğunda ittifak vardır. Bunların dışında kalanların sarhoş olmak maksa­dıyla içilmesinin haram olduğu da ittifakla sabittir. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, ne maksatla olursa olsun sarhoş edici içkilerin azmin da, çoğunun da içilmesi haramdır. Böyle olunca, içerisinde alkol bulunan kolon­yanın ve benzeri maddelerin sarhoş olmak maksadıyla içki olarak kullanıl­masının haram olduğu ve İslâm dininin sarhoş edici içkilerle ilgili genel ya­sağının içerisine girdiği açıktır.Kolonyanın içilmesi dışında temizlik, serinleme, güzel koku gibi değişik amaçlarla kullanılması hususunda ise farklı görüşler vardır. Bu farklı görüş­lerin kaynağı ise, sarhoş edici özellik taşıyan içkilerin bizzat kendilerinin necis olup olmadığı tartışırı asıdır. Bu husustaki görüşler şöylece özetlenebilir:

Bazı fakihler karşı görüşte olmakla birlikte İslâm bilginlerinin büyük ço­ğunluğuna göre şarap necistir; namazın sıhhatine engeldir. Şarap dışında kalan ve içildiği zaman azı veya çoğu sarhoşluk veren şeylerin necis oldu­ğuna dair bir delil yoktur. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un anlayışlarına göre bunlar necis değildir; sarhoşluk için içilmeleri haramdır, fakat elbiseye veya namaz yerine dökülmeleri halinde namazın geçerliliğini etkilemez.

Çağımızın büyük bilginlerinden Muhammed Hamdi Yazır bu hususu şöyle ifade ediyor: “Meselâ; üzerine şarap, şampanya ve arak, konyak dö­külmüş olanlar herhalde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Lâkin, üzüm şara­bından mâmül olmayan ispirto, bira ve şâir müskirat içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza mâni olur diye iddia edilemez”. [147]

Yukarıda özetlenen bilgilerden anlaşıldığı gibi şarap dışındaki alkollü iç­kiler bizzat necis olmayıp, içilmeleri haramdır. Fakat elbiseye veya namaz yerine dökülmeleri namazın sıhhatine mâni değildir. Kolonya da bu hükmün içerisine girer. İçmemek kaydıyla değişik amaçlar için kullanılmasında Ha­nefî mezhebine göre bir sakınca yoktur.

Fakat kolonyayı da necis çerçevesinde mütalaa eden Şafiî mezhebine göre hem içilmesi hem de kullanılması haramdır.

Özetle ifade etmek gerekirse, günümüzde genelde temizlik, hijyen ve gü­zel koku amacıyla kullanılan ve alkol ihtiva eden kolonyayı şer’î bir hüküm olan “necis” kavramının kapsamına dahil edip kullanımını haram saymak, vücuda ve elbiseye döküldüğünde namazın geçerliliğine engel olacağını söylemek, bu konudaki mevcut hüküm ve yasakların genel hareket noktası ve amacı göz önünde tutulursa, isabetli gözükmemektedir. Kolonyayı yuka­rıda sözü edilen amaçlarla kullanmanın, alkollü içkilerin tüketimini teşvik ettiği, kolaylaştırdığı veya buna vesile olduğu da söylenemez. Dinde asıl yasaklanan, şarabın, alkolün, uyuşturucu maddelerin sarhoşluk ve keyif amacıyla kullanılması olup bu yasağı ihlâle vasıta ve yardımcı olabilecek yol ve durumlar da, arada sebep-sonuç münasebeti kurulabildiği sürece mezkûr yasağın ikinci derecede kapsamı içinde düşünülmelidir.

VI. Sanat, Spor Ve Eğlence

İnsanın yaratılışına uygunluk iddiasında olan İslâm’ın temel kaynakları­nı teşkil eden Kur’an ve Sünnet’te, gelişen ve değişen toplumsal şartların ve ihtiyaçların ortaya çıkaracağı meselelere tek tek çözüm getirilmemiş, bunun yerine genel ve evrensel ilkeler sunulmuş ve insanın ruhî ve maddî ihtiyaç­ları bu temel ilkeler ışığında çözümlenmeye çalışılmıştır. İslâm, fıtrî bir din olduğu için, insanın fıtratının gereği olan ihtiyaçlannı görmezden gelmemiş, insanın ruhî ve bedenî tatminine önem vermiştir. Bu itibarla insanın, yiyip-içme, cinsel ilişki vb. maddî istek ve ihtiyaçları gibi manevî istek ve ihtiyaç­larını karşılaması da mubah ve bazan zorunludur. Aynı şekilde İslâm, insa­nın maddî yaratılışında zaruret olmadıkça bir değişiklik yapılmasını, orijinal yapısının bozulmasını şiddetle yasakladığı gibi, tabii yeteneklerinin körletilmesini ve yok sayılmasını da istememiş, fakat gerek maddî gerekse ruhî olsun, bütün ihtiyaç ve arzuların tatmininde itidalin korunmasını ve getirilen genel ölçülere uyulmasını tavsiye etmiştir.

A) Sanat

a) Kavramsal Çerçeve

Sanatın anlamı kadar değeri de öteden beri tartışılmıştır. Basit anlatımla, ihtiyaçlar karşısında bilgi ve düşünceyi iş ile birleştirerek faydasız veya nötr şeyleri faydalı hale getirme faaliyeti olarak tanımlanan sanat, bu tanımın içeriğine göre, maddî ihtiyaçlara karşılık olan sanatlar (zenaat), manevî ihti­yaçlara karşılık olan sanatlar (estetik) olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci grupta yer alan sanatlar insan vücudunun rahatını sağlamaya, daha doğru­su insanın maddî ihtiyaçlarının kolay karşılanmasına yarayan sanatlar olup, bunlara sadece sanat veya “zenaat” denilir. İnsanlann manevî ve estetik (bediî) ihtiyaçlarına karşılık olan sanatlar ise mimarlık, heykeltıraşlık, resim, dans, mûsiki ve şiirdir. İnsanda estetik heyecan uyandıran bu tür sanat dalı ve eserleri “güzel sanatlar” adını alır. Bu tanım ve bölümleme, sanatın kay­nağının ihtiyaç olduğunu savunanlara göredir. Sanat ile zenaatın ayrı ayrı düşünülmesinin mümkün olup olmadığı tartışması bir yana, sanatın kaynağı tartışması hâlâ tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş değildir.

Din bilginlerinin ve filozofların sanata bakışı öteden beri birbirinden farklı olagelmiş, sanat olayım değerlendirirken lehte ve aleyhte birçok görüş ileri sürülmüştür. Sanatın ne olduğu, ne işe yaradığı, bir ihtiyaçtan mı kaynaklan­dığı yoksa ruhî, manevî ve entelektüel bir tatmin aracı mı olduğu sorusu hâlâ doyurucu cevabına kavuşamamıştır. Kimileri sanatı, hayatın tekdüzeliğinden, sıkıcılıgından, yaşanılan adaletsizlikten, hatta kimi zaman gerçeklerden bir kaçış olarak yorumlamışlar ve onu insanın hâlet-i rûhiyesini, doğrudan ifade edemediği düşünce ve duygularını ifade ediş yolu olarak görmüşlerdir. Sanatı ahlâksızlıkla eşitleyen, ikisini aynı görenler olduğu gibi, değişik mülâhazalarla devletin de zaman zaman sanatı kontrol altında tutma ve sansür etme ihtiyacım duyduğu görülmektedir. Lehinde ve aleyhinde çok şey söylenen “Sanat nedir?” sorusuna “Sanat sanattır” cevabını verenler ise, sanata ilişkin soru ve sorunların çözümsüzlüğünü veya henüz bu hususta doyurucu cevaplarının olmadığı izlenimini veren bu cevaplarıyla, bir bakıma sorudan kaçmışlardır.

Birçok konuda olduğu gibi, sanat hakkında da sırf sanat olması yönüyle olumlu ya da olumsuz bir değer yargısına varmak doğru değildir. Sanatı gerek fert gerekse toplum vicdanında bırakacağı etki ile yol açacağı olumlu veya olumsuz sonuçlarla birlikte değerlendirmek belki mümkün olabilir. Fakat, bir sanat eserinin veya estetik objesinin, uyandıracağı etki ve izle­nimlerin kişiden kişiye değişmesi, yani bazı kişilerin iç dünyasında olumlu, bir başka kişide tam tersi etki ve izlenimler uyandırması mümkündür. O halde sanatın, tek tek kişilerde uyandıracağı etki ve izlenimle değerlendiril­mesi objektif ve genel geçer olmayacaktır. Bu konuda, açık ve sınırlan belirli ve nisbeten objektif ölçülerden hareket edilecek olursa, bir toplumun inanç ve ahlâk ilkelerine aykırı olmayan, onlarla çatışmayan sanat eserinin o top­lum açısından olumlu sayılması mümkün olur. Bu yaklaşım tarzının sanatın evrensel dil olması özelliğini ikinci plana ittiği ileri sürülebilir. Bununla bir­likte unutmamak gerekir ki, sanat önce millîdir, sonra evrenseldir. Her sanat eserinin, onu meydana getiren sanatkârın hayata bakışının izlerini taşıyaca­ğı açıktır ve bu zaten doğaldır. O halde sanat hakkında mutlak olarak iyidir yada kötüdür denilemez. Yalnızca sanatın türü ve vücuda getirilen sanat eseri hakkında bir yargıya varılabilir.

Müslüman bilginlerin sanat hakkındaki yaklaşımlarının da genel çizgileri bakımından bu bakış açısına uygun olduğu söylenebilir. Bir kere İslâm’ın Peygamberi, sanat ve eğlenceye savaş açmış değildir. Aksine, Hz. Peygamber bunun meşru ölçüler dahilinde yapılmasını tavsiye etmiştir. “Allah güzeldir, güzeli sever” diye hemen her hususa tatbik imkânı bulunan bir ölçü getiren bir kimsenin sanata ve estetik güzelliğe karşı olması veya bigâne kalması düşünülemez. Öyleyse İslâmî açıdan getirilebilecek ölçü şu olmalıdır: Sanat ile inanç-ahlâk prensipleri arasındaki denge korunduğu, dinin temel ilkeleri, inanç ve ahlâk esasları ihlâl edilmediği sürece sanat meşrudur. Hatta, sanatın evrensel bir dil olduğu da düşünülürse, evrensel insanî değerlerin ve ahlâk prensiplerinin anlatılmasına hizmet etmeyi hedefleyen ve tevhid inancına ters düşmeyen sanat teşvik edilmeli ve özendirilmelidir.

Dini anlamada ve anlatmada sembollerin önemli bir yeri olduğu da göz önüne alınırsa, sanatın bu amaca hizmet edecek bir espriyle ele alınması müm­kün olabilir. Tabii ki bu düşüncenin, “Sanat sanattır”, “Sanat sanat içindir” di­yenler, ya da “Sanatın ahlâkı ve mesajı olamaz”, “Sanatın sanat oluştan başka bir şey anlatması beklenemez” diyenlerce kabul edilmemesi de oldukça doğaldır.

Sanata, Tolstoy’un da iddia ettiği gibi, ortak insanî değerleri ve herkesin Tanrı’dan geldiğini yayma gibi bir görev yüklenirse, herkesçe kolay anlaşılır bir dil olan sanat ahlâkî formül ve öğütlerin âciz kaldığı noktalarda bir ahlâk aracı olabilir.

Sanat nereden doğmuştur? Sanatın insanın bir ihtiyacını karşılamak gibi bir işlevi var mıdır? gibi soruların uzlaşılabilir bir cevaba kavuşturulabilmesi elbette kolay değildir. Ancak zenaat ile sanat arasında eğer bir ilişki kurulabiliyorsa, başka bir deyişle, hiç değilse bazı sanatlar açısından, zenaat sana­tın bir önceki merhalesi olarak kabul edilebilirse, sanatın insanın estetik beğenisi kadar zenaattan da kaynaklandığı söylenebilir.

Sanat, çeşitli noktalardan bir bölümlemeye tâbi tutulmuş ve bu bölüm­lemelerde yer alan türler zaman içerisinde değişiklik göstermiştir. Meselâ güzel sanatlar deyince önceleri genelde “mimarlık, heykeltıraşlık, resim, mü­zik” ve “şiir” akla gelirken sonraları bunlara daha başka türler de eklenmiş­tir. Şu var ki sınıflama ve bölümlemeler nasıl olursa olsun İslâm’ın sanata bakışı, daima bununla inanç ve ahlâk prensipleri arasındaki uyum veya uyumsuzluğa göre tesbit edilebilir. Bu itibarla, sanatın dinî açıdan hükmü, kullanım amacına, tarzına, dinin ilke ve hükümlerine aykırı olup olmaması­na göre farklılık gösterebilecektir. Cinsî tahrike sebep olan, insanların cinsî duygularını, kadın ve erkeğin cinsî cazibesini sömürü aracı olarak kullanan, insanları kötüye, yanlışa ve çirkine yönlendiren, psikolojik bozukluk ve anormallikleri yaygınlaştırmaya çalışan, kavgayı ve bağnazlığı kışkırtan, Allah’ın birliği ve aşkmhğı inancına aykırı bulunan davranış, şekil ve usul­lerin sanat adı altında da yapılsa, dinen doğru görülmeyeceği açıktır. Zaten bu alanda din ile selim akıl ve fıtrat tam bir uyum içerisindedir.

b) Resim Ve Heykel

Klasik literatürde, resim ve heykel konusunda getirilen hükümler, büyük çoğunlukla “suret” ve aynı kökten türeyen “tasvir” tabirleri etrafında cereyan ettiği için biz resim ve heykel konusunu “suret” kavramı üzerinde yapaca­ğımız çözümlemeyle açıklamak istiyoruz.

Suret, Arapça’da daha çok “şekil, biçim, görünüş ve resim” anlamında kullanılmaktadır. Timsâl kelimesi de anlam bakımından surete yakındır. Suret ile timsal kelimelerini eş anlamlı görenler bulunduğu gibi, bazı hadislerde suret kelimesi yer yer timsal kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanıl­mıştır. Bununla birlikte genelde dilciler, sureti iki kısımda değerlendirerek, birincisinin gölgeli suretler (timsal=heykel), ikincisinin ise resmedilen, çizimlenen diğer şeyler olduğunu belirtmişlerdir. Meselâ “Sizi yarattık, sonra tasvir ettik” [148]âyeti için getirilen yorumlardan birisi “Önce ruhlarınızı yarattık sonra bedenlerinizi şekillendirdik” tarzındadır. Bazı hadislerde de suret kelimesi, insanın dış görünüşü ve şekli anlamında kullanılmıştır. [149]Suret tabirinin, ruh sahibi veya ruhsuz bütün şeyleri içine aldığı, timsalin ise yalnızca ruh sahibi şeylere mahsus olduğuda ifade edilmektedir. Buna göre suret kelimesini kendisine bir şekil verilmiş ve biçim­lendirilmiş şey (resim ve heykel) anlamında anlamak daha doğru olacaktır. Bazı âyetlerde[150], tasvir (savvere) kelimesi “şekil ve biçim vermek”, bazı yorumlara göre, biçimin dışında başka “manevî özelliklerle bezemek” anlamında kulla­nılmıştır. Bu bakımdan, suret kelimesinin fiil masdan olan tasvir kelimesini sırf bugün anlaşıldığı mânada “resmetme” ya da “çizim” olarak anlamak doğru olmayıp, hem çizim (resim) ve hem de bir maddeye şekil ve biçim verme anlamlarını içine alacak bir genişlikle anlamak daha uygundur. Aynı şekilde, aynı kökten türemiş olan tesâvîr kelimesi genelde “resim” mâna­sında kullanılmakla birlikte “heykel” anlamına da gelmektedir. Allah’ın, Kur’an’da kendisini “biçim veren” (musavvir) [151]olarak vasıflaması ve bu ifadenin müfessirler tarafından “yaratıcı” mânasında yorumlan­mış olması da yukarıda verilen anlamı desteklemektedir.

Suret kelimesi Kur’an’da, biri tekil ikisi çoğul olmak üzere üç yerde geç­mekte ve genelde insanın biçim ve şekli olarak yorumlanmaktadır. Kur’an’da “timsâl” (çoğulu temâsîl) kelimesi de iki yerde ve çoğul olarak “temâsîl” şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerden birinin anlamı şöyledir: “İbra­him, babasına ve kavmine “Nedir bu tapındığınız heykeller (temâsîl)” demiş­ti” [152]Diğer âyette ise Süleyman’a timsaller yapıldığından bahsedilir: [153]Bu ikinci âyette geçen timsallerin anlamı konusun­da getirilen yorumlardan biri, bunların, meleklerin, peygamberlerin ve sâlih kişilerin heykelleri (ya da resimleri; suver) diğeri de Süleyman’ın tahtının ve basamaklarının üzerinde bulunan tavus ve doğan gibi kuşların suretleri olduğu şeklindedir.

Birçok âyette “yarattı” anlamında yorumlanan “savvere” fiili geçmekte olup, bu hususla resim yapma arasında doğrudan bir ilişki kurmak pek müm­kün gözükmemektedir. Bununla beraber bazı hadislerde, insan görünümünün resmini çizenler Allah’ın taklitçisi (tanrılık özentisi içinde olanlar) olarak telakki edilip bu yüzden cezaya mâruz kalacakları ifade edildiğinden, İslâm’daki resim yasağının Kur’ân-i Kerîm’den kaynaklandığını düşünenler olmuştur. Fakat bu husus aslında, resim yasağını Kur’an’a dayandırmak için pek yeterli görün­memektedir. Zira bu anlayış hadisin varit olduğu dönemin şartlarından soyut­lanarak genelleştirilmeye çalışılırsa, bugün teknolojide kullanılmaya başlayan ve teknik köle diyebileceğimiz robotlann yapılmasının ve kullanılmasının da yasak ve haram olduğunu söylemek gerekecektir. Bu itibarla resim yasağının daha ziyade sünnetle konulduğunu kabul etmek ve yasaklanma sebebini baş­ka gerekçelerle izaha çalışmak daha doğru görünmektedir.

Suret yasağının dayandırıldığı belli başlı rivayetler şöyle sıralanabilir:

  1. a) Âişe’nin naklettiğine göre Hz. Peygamber, evinde üzerinde salîb (İsa’nın çarmıha geriliş sahnesini tasvir eden resim) bulunan her şeyi kırmıştır.[154]
  2. b)“Kıyamet gününde en şiddetli azaba mâruz kalacak olanlar musavvirlerdir.”[155]
  3. c)“Bu suretleri yapanlara kıyamet gününde ‘Yarattıklarınıza can verin’ denilerek azap edilecektir.”[156]
  4. d) Âişe’den rivayet edildiğine göre, Âişe bir defasında üzerinde (hay­van) resimleri bulunan bir minder almıştı. Hz. Peygamber bunu görünce kapının önünde bekledi ve içeri girmedi. Hz. Âişe, Resûl-i Ekrem’in yüzünde hoşnutsuzluk işaretlerini görünce,

“Yâ Resûlallah! Allah’tan ve Allah’ın Resulü’nden bağışlanma dilerim. Bir kusur mu işledim?” dedi. Hz. Peygam­ber, üzerinde resim bulunan minderi göstererek

“Şu minderin burada işi ne?” buyurdu. Âişe

“Yâ Resûlallah! Onu, kâh oturasın, kâh yaslanasın diye senin için satın almıştım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber,

“Bu resimleri yapanlara kıyamet gününde azap edilir ve onlara ‘Hadi bakalım, yaptığınız Şu suretlere bir de can verin’ denilir. İçinde resimler bulunan eve melekler girmez” [157]

  1. e)“Melekler, içerisinde köpek ue. tesâuîr bulunan eve girmezler.”[158]
  2. f)“Melekler, içerisinde suret bulunan eve girmezler; kumaş üzerindeki desen ve nakış müstesna.”[159]
  3. g) Âişe kendi oturduğu evin sofasına üzerinde timsaller bulunan bir perde çekmişti. Hz. Peygamber seferden döndüğünde bunu görünce“Kıya­met gününde en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar Allah’ın yaratmasına benzemeye çalışanlardır” buyurdu. Aişe, sonra bu perdeden bir veya iki yastık yaptıklarını söylemiştir. [160]
  4. h) Âişe’nin, üzerinde tasvirler bulunan bir perdesi vardı ve bunu odasının bir tarafına çekmişti. Hz. Peygamber bunu görünce, Hz. Âişe’ye

“Şu perdeyi karşımdan kaldır; üzerindeki tasvirler namazda iken hep bana görü­nüp duruyor” demiştir. [161]

Gerek Buhârî’deki metinde gerekse Nesâî’nin rivayetinde, Hz. Peygam­berin söz konusu tasvirler yüzünden namazı yeniden kıldığına dair bir kayıt bulunmadığı için evde suret bulunmasının yalnızca mekruh olduğu, nama­zın sıhhatine bir zarar vermediği söylenmiştir. Bu hadisten ilk bakışta anla­şılan husus, üzerinde resim bulunan perdenin sırf namazdaki huşûu bozdu­ğu için hoş karşılanmadığıdır.

ı) Hz. Âişe’nin, üzerinde kuş resmi (timsal) bulunan bir perdesi vardı ve eve girenin ilk önce göreceği bir yere asılmıştı. Hz. Peygamber bunu görün­ce,

“Âişe, şu perdenin yerini değiştir. Eve girip hemen onu görünce dünyayı hatırlıyorum” demiştir. [162]

  1. j) Âişe’nin bebek ve kanatlı at şekillerinde oyuncaklarının bulundu­ğu, Hz. Peygamber’in bunları gördüğü ve tebessümle karşıladığı rivayet edilir.[163]
  2. k)Rivayet edildiğine göre, İbn Abbas’a bir tasvirci müracaat ederek,

“Ben, şu gördüğün tasvirleri yaparak (resim çizerek) geçinirim. Bu hususta bana fetva ver!” dedi. îbn Abbas, adamın kendine iyice yaklaşmasını iste­dikten sonra elini adamın başı üzerine koyarak

“Bak ben şimdi sana Resûlullah’tan duyduğum bir hadisi haber vereceğim. Hz. Peygamber,

“Her resim yapan (musavvir) cehennemdedir ve Allah, yaptığı resime ruh üfleyinceye kadar bu adama azap eder. Ruh üflemesi de zaten mümkün değil­dir” buyurdu. Adam bu sözler üzerine dehşete kapılınca İbn Abbas devamla,

“Eğer sen sanatına devam etmek mecburiyetinde isen ağacı ve ruh taşıma­yan şeyleri resimle.” [164]

İbn Abbas’ın bu fetvasının delili olarak Ebû Hüreyre’nin şu rivayeti gös­terilmektedir: Bir keresinde Cibril Hz. Peygamber’in yanına girmek için ondan izin istemişti. Resûlullah izin verdiği halde Cibril içeri girmemiş ve şöyle demiştir:

“İçerisinde birtakım at ve insan timsallerinin bulunduğu perde asılı olan bir eve ben nasıl girerim? Bu resimlerin ya başlarını koparmalı veya bu perdeyi yere sermelisiniz. Biz melekler içinde timsal olan eve girmeyiz.” [165]

Büyük bir muhaddis ve Hanefî fakihlerinin ileri gelenlerinden olan Tahâvî bu hadisi naklettikten sonra şu yorumu yapmıştır: Bu hadisin zahi­rinden, başı koparılmış ruh sahibi canlının timsalinin mubah olduğu anla­şılmaktadır. Buna göre, bu hadis ruh sahibi olmayan şeylerin tasvirinin mubah olduğuna ve görünüm itibariyle ruh taşıması mümkün olmayan canlıların yasak kapsamından çıktığına delâlet etmektedir. [166]

Mâlikî fakihlerden İbnü’l-Arabî, suret yasağı ile ilgili bütün rivayetlerden hareketle, bu konudaki hükmü şöyle özetlemektedir; Eğer yapılan suretler heykel türünde (ecsâd) ise bunun haram olduğunda icmâ vardır. Ancak, kumaşta bir desen ve nakış şeklinde (rakm) ise bu hususta dört görüş bu­lunmaktadır. Bu görüşlerden birincisine göre, hadiste geçen “kumaş üzerin­deki nakış müstesna” kaydından hareketle kumaş üzerindeki resim, desen ve nakış caizdir. İkinci görüş ilgili diğer hadislerin genel muhtevasından hareketle yasaktır. Resime bir kayıt getiren üçüncü görüşe göre ise, eğer resim, şekil ve görünüm itibariyle kesintisiz ve kendi başına durabilecek biçimde ise yasaktır. Şayet, bu resmin bütünlüğü bozulursa caizdir. Diğer görüşe göre ise resim, duvara veya yüksek bir yere aşılırsa yasak, yere ser­mede olduğu gibi, önem verilmeksizin kullanılacak eşya üzerinde bulunu­yorsa caizdir. [167]

Şâfıî fakihlerden Nevevî ise, tasvir işinin hükmüne ilişkin olarak, hadis­lerde söz konusu edilen ağır tehditlerden ve Allah’ın yaratmasına benzeme­ye çalışma anlamı taşıdığından hareketle, ne ile yapıldığına ve ne üzerinde olduğuna (kumaş, yaygı, para, kap, duvar vb.) bakılmaksızın, canlı (insan ve hayvan) suretini tasvir etmenin haram ve büyük günahlardan olduğunu söylemiş; ağaç, dağ, deve semeri gibi şeyleri tasvir etmenin ise haram olma­dığını belirtmiştir. Üzerinde canlı suretleri bulunan şeyleri kullanmanın hükmünün ise, bu eşyanın nerede ve nasıl kullanılacağına bağlı olduğunu ifade etmiş ve bu suretlerin, -duvara asılması ve giyilen bir elbisede olması gibi- önemsenmemiş sayılamayacak bir konumda kullanılmasının haram olduğunu; yere serilip çiğnenen bir yaygı veya minder üzerinde bulunması­nın ise, -rahmet meleklerinin içeri girmesine engel teşkil edip etmeyeceği

tartışılmakla birlikte- haram olmadığını söylemiştir. Nevevî devamla zikre­dilen bu hükmün hem gölgeli hem de gölgesiz suretler için geçerli olduğunu söylemiştir, Nevevî’nin zikrettiğine göre, bazı Selef bilginleri hadislerde söz konusu edilen yasağın yalnızca gölgeli suretler için geçerli olduğunu, gölge­siz suretleri yapmada bir sakınca bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. [168]

Bilginler, insan ve hayvan gibi canlılar dışındaki varlıkların resimlerinin yapılmasının, bundan kazanç elde edilmesinin caiz olduğunu söylerken, birçok hadiste kıyamet günü musavvirlere söyleneceği belirtilen “Hadi baka­lım, yarattıklarınıza bir de can verin” ifadesinden ve İbn Abbas’ın yukarıda zikredilen fetvasından hareket etmişlerdir. Şu kadar var ki, bu konudaki deliller dikkatle incelendiğinde, hadislerde geçen şiddetli tehditlerin, tapın­mak için veya yaratma hususunda Allah ile boy ölçüşme kastıyla resim ya da heykel yapanlara ilişkin olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Zira bu amaçla yapılmayan masum resimler için bu tehditler oldukça ağırdır. Nite­kim, konuya ilişkin hadislerin kronolojisi de tehditlerin gitgide azaldığını göstermektedir.

Bilginlerin çoğunluğu çocuk oyuncaklarının yasak kapsamı dışında kal­dığını ifade etmişlerdir.

Öte yandan âlimler, Hz. Süleyman’ın dininde, timsal (heykel veya resim) yapımının serbest olmasıyla İslâm’da suretin yasaklanmış olması arasını telif için Süleyman’ın dininde bunun yasaklanmadığına, hatta buna izin verildi­ğine işaret etmişlerdir. Meselâ Zemahşerî, suret ve timsal yapımının zulüm ve zina gibi aklen çirkin olmadığını ve hükmünün şeriatlara göre değişebile­ceğini belirtmiştir.

İslâm’da suretin yasaklanmasının gerekçesi olarak, Hz. Peygamber’in, “Allah, suret yapanlara, yaptıkları suretlere ruh üfleyinceye kadar azap ede­cektir. Ruh üflemeleri de zaten mümkün değildir” ve “Kıyamet gününde en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar Allah’ın yaratmasına -yarattıklarına- ben­zemeye çalışanlardır” gibi hadislerden hareketle, “yaratma hususunda Al­lah’a benzemeye çalışma” hususu gösterilmiştir. Bu gerekçelendirme yanlış olmamakla birlikte öyle görünüyor ki, suret yasağının asıl illeti, İbnü’l-Arabî’nin de isabetle belirttiği gibi şudur: Câhiliye Arapları’nın putlara tapma âdetleri vardı ve bu putları kendi elleriyle tasvir edip sonra bunlara tapıyor­lardı. İslâmiyet, puta tapmaya vesile olan şeyleri kaldırmak suretiyle tevhid sisteminin korunmasında titizlik göstermiştir. [169]Buna o dönemde haçın hiristiyanlann hayatındaki konumunuda eklemek gerekir. Bu itibarla, resim ve timsal hakkında varit olan yasaklamanın ana sebebinin, bunlara tapınma endişesi olduğu söylenebilir. İslâm dini, tevhid dinidir. Araplar, kendi elleriyle çizdikleri ve şekillendirdikleri resimlere ve putlara tapıyorlardı. Hz. Peygamber, Araplar yeniden eski alış­kanlıklarına döner endişesiyle, bu alışkanlıkları hatırlatan resimleri ve su­retleri de yasaklamayı uygun bulmuştur. Nitekim, benzer bir uygulamaya, şarabın kesinlikle yasaklanmasından sonra rastlanır. Resûlullah normalde kullanılmalarında bir sakınca olmadığı halde, şarap yasağından sonra Araplar’ın içerisine şarap koydukları dübbâ ve nakîr gibi özel isimlerle anılan şarap kaplarının kullanılmasını da yasaklamıştı. Hz. Peygamber bu metotla Araplar’a eski alışkanlıklarını hatırlatacak şeyleri de sedd-i zerîa kabilinden olmak üzere yasaklamıştır. Resim ve timsal yasağının da bu çerçevede de­ğerlendirilmesi ve bu yolla tevhid inancını her ne suretle olursa olsun şirk bulaşığından arındırma amacı güdüldüğünün söylenmesi mümkündür.

Bazı bilginlerin, resim hakkında şiddetli tehdit içeren yasaklamaların İs­lâm’ın ilk dönemlerinde olduğu, sonra bu tehdidin gitgide hafiflediği şeklin­deki açıklamaları da, yasak sebebinin biraz önce bahsedilen endişe olduğu hususunu desteklemektedir.

Sonuç olarak söylemek gerekirse, bilginler ağaç, dağ, taş gibi manzara resimlerinin çizilmesinin ve kullanılmasının, aynı şekilde insan bedenini tam olarak yansıtmayan suretin mubah olduğunu ifade etmişlerdir. Nevevî gibi bir kısım âlimlerin, üzerinde canlı resmi bulunan kumaşların, yaygı, sofra bezi gibi amaçlarla kullanılabileceği, Tîbî gibi diğer bazılarının ise, bunların mutlak surette mubah olduğu şeklindeki açıklamaları göz önüne alınınca; artık günümüzde resim yapmanın ve resimli eşya kullanmanın, tevhid inan­cına aykırı bir sonuca götürme durumu veya endişesi olmadığı sürece, ilk dönemler hakkındaki yasağın kapsamına girmediğinin ve dolayısıyla haram olmadığının ifade edilmesiyle yeni bir şey söylenilmiş olmayacaktır.

Üzerinde Resim ve Suret Bulunan Eşyayı Kullanmak. Hanefi’ler, üzerinde insan veya hayvan resmi bulunan yaygı üzerinde namaz kılmada bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir. Çünkü, resimli yaygının ayaklar altına alınması, resimlere değer vermeme anlamındadır. Ancak, resime ibadet et­meye benzeyeceği için yaygıdaki resimler üzerine secde edilmemesi tavsiye edilmiştir. Yine bu resimler (suret veya tesâvîr), baş hizasından daha yukarı­da, kişinin hizasında ve önünde asılı olarak bulunurken namaz kılmanın mekruh olduğu söylenmiştir. Resimler, kişinin arkasında veya ayakları al­tında ise, namaz mekruh olmayıp, resimlerin evde bulundurulmuş olması mekruhtur. Evde resim bulundurmanın mekruh olmasının gerekçesi ise, Cebrail’in, “Ben içerisinde köpek veya suret bulunan eve girmem” sözüdür.

Resimli elbise giymek mekruh görülmekle birlikte, bu elbise içinde kılı­nan namaz sahihtir. Fakat ihtiyaten yeniden kılınması uygundur. [170]Hanbelîler de üzerinde canlı resimleri bulunan elbise giymenin haram olmayıp mekruh olduğunu belirtmişlerdir. [171]

İlk bakışta dikkati çekmeyecek derecede küçük olan resimlerin bulun­durulmasında ve kullanılmasında da bir sakınca yoktur. Nitekim, Ebû Mûsâ’nın üzerinde iki sivrisinek resmi bulunan bir yüzüğü olduğu, İbn Abbas’ın da küçük resimlerle donatılmış bir kanunu (ocak benzeri bir şey) olduğu nakledilmektedir.

Abdürrezzâk, İbn Abbas’ın, içerisinde suret bulunan kilisede namaz kıl­mayı kerih gördüğünü, Hz. Ömer Şam’a gittiğinde hiristiyanların ileri gelen­lerinden birinin Ömer için yemek hazırlatıp davet ettiğini, Ömer’in de,

“Biz sizin kiliselerinize girmeyiz; çünkü oralarda suretler vardır” diyerek bu da­veti geri çevirdiğini nakletmektedir. Râvi, Hz. Ömer’in “suret” sözüyle tim­sali kastettiğini belirtmiştir. [172]

Resimli Eşyanın Alım Satımı. Bilginlerin çoğunluğu, Hz. Âişe’nin sa­tın aldığı resimli minderi Hz. Peygamber’in iade ettirmeyerek, şeklini ve konumunu değiştirmek suretiyle başka bir amaçla kullanılmasına izin ver­mesinden hareketle, resimli eşyanın satımının caiz olduğunu söylemişlerdir.

Zahirî mezhebinin ünlü fakihi İbn Hazm, çocuk oyuncakları dışında bü­tün suretlerin satımının haram olduğunu ifade etmektedir. [173]Ancak İbn Hazm’ın resimli kumaşın satımını caiz gördüğü hatırlanırsa, burada suretten maksadın heykel türü şeyler olduğu söylenebi­lir.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İslâm öncesi dönem Araplar’ı da tek yaratıcı olan Allah’a inanmakla birlikte O’na, araya vasıtalar koyarak ulaşa­bileceklerini düşünüyor, bunun için de çoğu insan suretindeki çeşitli resim ve heykelleri (put) aracı-tanrı kabul ediyorlardı. Başlangıçta insanın estetik duygusunun, yaratıcı düşünce ve hayal gücünün eseri gibi gözüken bu suret ve heykeller soyut tanrı kavramına ulaşmakta zorlanan kişiler için giderek basit görünüm ve yapısından çıkıp madde ötesi güçleri temsil etmeye, hatta insanın tapınma ihtiyacını karşılayacak ölçüde kutsallık taşımaya başlamış­tır. İslâm bu beşerî yanılgının çok yoğun olduğu bir dönem ve toplulukta ortaya çıktığı ve Allah’tan başka hiçbir yaratıcının ve mutlak güç sahibinin olmadığı (tevhid) fikrini tebliğinin odak noktası yaptığı için, haliyle insanları tevhid akidesinden uzaklaştıracak, şirke bulaştıracak her türlü tehlike karşı­sında da çok temkinli davranmış, titizlik göstermiştir, Hz. Peygamber’in suret ve timsal konusunda gösterdiği hassasiyet de bu yüzdendir. Ancak, naslardaki tasvir ile ilgili yasaklayıcı ve tehditkâr ifadelerde İslâm tebliğinin ileri dönemlerine doğru azalma görüldüğü gibi, müslümanların bu ilkel ya­nılgıdan iyice uzaklaşması ve bu yönüyle şirke bulaşma tehlikesinin azal­masına paralel olarak İslâm âlimlerinin de resim ve suretler konusunda daha müsamahakâr davranmaya başladıkları görülmektedir. Heykel konusunda daha katı davramlması da yine bu anlayışın sonucudur. Böyle olunca, bura­da yasaklanan şey, resim ve suretin bizzat kendisi olmayıp, bunların kişileri şirke götürmesi, kutsallık ve tapınma aracı yapılması durumudur. Zaten dinde haram ve helâle konu olan şeyin eşya (a’yân) değil de fiiller (efâl) olduğu söylenirken de bu ifade edilmek istenir. O halde anılan endişe ve tehlikenin mevcudiyeti oranınca yasak oluş hükmünün varlığını koruyacağı, bunun bulunmayıp daha çok bir ihtiyacın, estetik duygunun ifadesi olduğu durumlarda ise bu tür faaliyetleri aslî hükmü olan “mubah” çerçevesinde değerlendirmenin uygun olacağı söylenebilir.

Öte yandan, resim çizme ve heykel yapma bazı İslâm bilginlerince bir bakıma Allah’ın yaratıcılığına özenme, fikrî planda da olsa O’nun tek yaratı­cılığını gölgeleme olarak değerlendirilmiş ve bu gerekçe ile doğru görülme­miştir. Gerçekten de şekillendirme yeteneğine, keşif ve sanat gücüne sahip kimselerin bu gücü kendilerinden bilip kibir ve gurura kapılmaları ne kadar yanlış ise, bu kabiliyeti Allah’ın lutfu olarak görmek de o kadar isabetli ve gerçek olacaktır. Yukarıda zikredilen yasaklama gerekçesi böyle bir açıkla­maya tâbi tutulduğunda, günümüzdeki fotoğrafın, kamera, video ve diğer teknik araçlarla ekrana, sahneye yansıtılan görüntülerin klasik literatürdeki “tasvir” kapsamında düşünülmemesi gerekir. Çünkü bunlar olmayan bir varlığın hayal gücüne dayanarak şekillendirilmesi olmayıp aksine, mevcut varlıkların teknik cihazlarla kaydedilip tekrar görüntüye gelmesidir. Bunlar belki de insan ve diğer varlıkların görüntülerinin suya, aynaya yansıması grubunda mütalaa edilebilir. Böyle olunca, fotoğraf ve fılimlerde yer alan tema ve görüntünün, dinin inanç ve ahlâk esaslarını ihlâl etmemesi, cinsî tahrike, bozgunculuk ve fitneye yol açmaması gibi şartlar üzerinde öncelikle durulması gerekir. Haliyle bu şartlar da, fotoğraf ve filmin kendisinin meş­ruluğundan çok kullanım tarz ve amacıyla ilgili olarak getirilebilecek sınır­lamalardır.

c) Müzik

İslâm, gerek inanç ve ibadet esasları, gerekse hukuk ve ahlâk ilkeleri iti­bariyle, fert ve toplum olarak insanın yaratılışına uygundur. İslâm, insanın yapısına, fıtratına uygun bir din olduğu için, fıtrat gereği olan ihtiyaç ve arzularının karşılanmasına ve tatmin edilmesine önem vereceği açıktır. Bu itibarla, tıpkı insanın yeme içme ve cinsel ilişki gibi maddî/bedensel ihtiyaç ve isteklerini karşılamasının mubah hatta bazı durumlarda vacip olması gibi, ruhî-mânevî, bediî-estetik ihtiyaç ve arzularını karşılaması da aynı şekilde mubah olması gerektir.

Müzik genel olarak vokal veya enstrümantal ses ve tonların bir araya getirilmesinden oluşan bir sanattır. Yunan dilinden Arapça’ya geçen mûsiki kelimesinin yerini tutacak bir Arapça kelime yoktur. Meselâ, Arapça’daki “gınâ” kelimesi, yalnızca şarkı söylemeyi, “semâ” kelimesi ise sadece dinle­meyi ifade eder. Bu itibarla, gerek âyetlerde gerekse sahih hadislerde doğru­dan müziği belirtmek üzere kullanılmış bir ifadeye rastlanmadığını söylemek mümkündür. Bundan dolayı burada, genel olarak “gına, tegannî” (şarkı) ve çalgı aletleri (melâhî) ile ilgili görüşlere yer verilecek, daha sonra genel bir değerlendirme yapılacaktır.

Gına, İslâm bilginleri tarafından sıkça tartışılan ve hakkında lehte ve aleyhte çok şey söylenen konular arasında yer alır. Gerek lehte gerekse aleyh­te olan gruplar görüşlerini âyet ve hadislerle desteklemeye çalışmışlardır. Bu konuda genel bir değerlendirme yapmadan önce lehte ve aleyhteki görüşleri ve gerekçelerini vermekte yarar vardır.

Ebû Hanîfe, gınayı mekruh görmüş ve günah saymıştır. Sonraki Hanefî bilginlerin, Ebû Hanîfe’nin “mekruh” dediği şeylerin “harama yakın mek­ruh” olarak anlaşılması gerektiğini ifade ettikleri göz önüne alınınca, Ebû Hanîfe’nin, gınanın tahrîmen mekruh olduğu kanaatini taşıdığı söylenebilir, Mezhepler arasında gmâ ve çalgı aletleri karşısında en keskin tavır Hanefîler’inkidir. Hanefîler, def, mizmar gibi çalgı aletlerini dinlemenin haram ve mâsiyet olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Hatta bazı Hanefîler, bu çalgı alet­lerini dinlemenin (semâ) fâsıklık, bundan zevk almanın küfür olduğunu iddia etmişlerdir. Hanbelî fakihlerden İbnü’l-Kayyim, Hanefîler’in bu konu­daki dayandıkları hadisin Hz. Peygamber’e nisbetinin sahih olmadığını be­lirtmektedir. [174]

İmam Mâlik, gınanın hem icrasını, hem dinlenilmesini tasvip etmemiştir. Hatta satın alınan bir cariyenin şarkıcı (muganniye) olduğunun anlaşılması durumunda, bunun iadeyi gerektiren bir ayıp sayılacağını belirtmiştir. Yine Mâlik, kendisine sorulan, “Medine ehli ne tür gınaya ruhsat veriyor” şeklin­deki soruya bunu, bizde fâsıklar yapar” cevabını vermiştir. [175]Bununla birlikte, gına konusunda en ılımlı görüşün Medineli bilginlere ait olduğu bilinmektedir.

Şâfii, “Gınâ, bâtıla benzeyen mekruh bir eğlencedir. Bunu çok yapan se­fih sayılır ve şahitliği reddedilir” demiştir. [176]Sonraki Şafiî bilginlerin büyük çoğunluğu ise gmânın haram olduğunu belirtmişler ve Şafiî’ye nisbet edilen “gınânın mubahlığı” yolundaki görüşü doğru kabul etmemişlerdir. Bunda yaşadıkları dönemin etkilerini aramak yanlış olmaz. Şafiî âlimlerden Şîrâzî, hiçbir görüş ayrılığı zikretmeden haram bir menfaati içeren icâre akdinin sahih olmayacağını belirtmiş ve bunlar arasında şarap taşıma ile birlikte gınâ ve mizmarı da saymıştır.[177]

Ahmed b. Hanbeî de kendisine gınanın hükmü sorulduğunda “Gınâ kalpte nifakı yeşertir, ben hoşlanmam” diye cevap vermiştir. [178]

Aşağıda, gınanın aleyhinde olanların dayandıkları belli başlı âyet ve ha­disler zikredilerek, bunların bu konuda dayanak olmaya elverişli olup olma­dıkları tartışılacaktır.

  1. “Bazı insanlar, Allah’ın yolunu (âyetlerini) alay konusu yaparak halkı sinsice Allah’ın yolundan saptırmak için ‘söz eğlencesi’ni satın alırlar. Küçük düşürücü azap işte bunlar içindir.”[179]

Âyette geçen “söz eğlencesi veya sözlü eğlence” (lehve’l-hadîs) ifadesi­nin yorumuyla ilgili olarak müfessirler iki hususa işaret etmişlerdir. Birincisi; âyette geçen “lehve’l-hadîs”, masal, asılsız sözler ve hurafeler anlatmak demektir. Âyetin nüzul sebebi olarak nakledilen şu rivayet bu yorumu des­teklemektedir. Nadr b. Haris ismindeki biri, Fars memleketlerine ticaret için gittiği sırada orada Acem kitaplarını satın alarak Kureyşliler’e anlatır ve “Muhammed size Âd ve Semûd kavminin hikâyelerini anlatıyor. Ben ise Rüstem’in, Behlûl’ün efsanelerini, kisrâların ve Hîre krallarının hikâyelerini anlatıyorum” der ve insanları Kur’an’ı dinlemekten alıkoymaya çalışırdı. İşte âyet bu kişi hakkında nazil olmuştur.

Lehve’l-hadîs için getirilen ikinci yorum ise gmâ ve müziktir. Bu yoru­mun hareket noktası yine aynı şahsm Fars memleketlerinden şarkıcı kadın­lar getirmek suretiyle insanları Hz. Peygamberin etrafından uzaklaştırmaya çalışmasıdır. Anlatıldığına göre, bu kişi güzel bir şarkıcı câriye satın almıştı.

Birinin müslüman olacağını duyduğu zaman onu alıp cariyesinin yanına getirir ve cariyesine “Hadi buna yedir içir, şarkı söyleyip gönlünü eğlendir” der ve bu suretle onu eğlendirdikten sonra

“Gördün ya! Bu, Muhammed’in çağırdığı namaz ve oruçtan, onunla birlikte savaşmaktan daha iyi değil mi?” derdi. [180]

Rivayetlerin değerlendirilmesi sonucunda ve anlatılmak istenen mesaj açı­sından birinci yorum daha isabetli gözükmektedir. Hangi rivayet alınırsa alınsın, âyette tenkit edilen husus “Kur’an’dan uzaklaşma” keyfiyetidir. Bu açıdan bakıldığında, müzik ile geçmiş kavimlerin hikâyelerini okumak ara­sında fark yoktur. Daha doğrusu Kur’an’dan yüz çevirmeyi ve uzaklaşmayı sonuçlayan her şey aynı hükümdedir. Hatta, Gazzâlî’nin de belirttiği gibi, insanları Allah’ın yolundan saptırmak için Kur’an okumak bile haramdır. [181]

  1. “Siz, ağlayacak yerde dudak bükerek ue istihza ile gülerek bu söze mi (Kur’an’ amı) hayret ediyorsunuz!”[182]

Nakledildiğine göre, İbn Abbas âyette geçen ve “dudak bükerek” şeklin­de tercümesi verilen “semed” lafzının Himyerîce’de “gmâ” anlamında oldu­ğunu belirtmiştir. Gazzâlî, bu açıklamadan hareketle gınanın yasaklandığı sonucunun çıkarılamayacağını, aksi takdirde âyette geçen ve kınanan diğer fiillerin de aynı şekilde yasak olması gerekeceğini ifade etmiştir. Âyette ge­çen “sâmidûn” kelimesi “şarkı söyleyenler” olarak anlaşılsa bile, buradan hareketle gınanın haramlığı sonucu çıkarılamaz. Çünkü, normalde gülme haram olmadığı halde Kur’an’ı hafife alarak gülme nasıl haramsa, aynı şe­kilde Kur’an’ı hafife alan gınâ (şarkı) ve şiir de haramdır. Nitekim, “Şairlere ancak azıtmışlar uyar” [183]âyetinde kastedilen, kâfirlerin şairleridir. Yoksa bu âyetten hareketle bizzat şiirin haramlığı sonucuna varıla­maz. [184]

Müzik karşıtlarının dayandıkları hadislerin başında “Ümmetim içerisinde gayri meşru ilişkiyi, ipeği, şarap ve meâzifı helâl sayan bir grup olacaktır.” [185]mealindeki hadis gelir.

Bazı âlimler, hadiste geçen “meâzif” kelimesini, bütün eğlence (lehv) alet­leri olarak açıklarken, bazıları melâhî ile meâzif arasında bir ayırım yaparak melâhîyi el ile vurulan çalgı aletleri, meâzifi de ağız ile (üflenerek) çalınan çalgılar olarak açıklamışlardır. İbn Hazm gibi bazı muhaddisler ise bu hadi­sin senedinin münkatı’ olduğunu belirtmişlerdir.

Diğer bir hadis, “Allah (içki meclislerinde erkeklere) şarkı söyleyen cari­yelerin satılmasını, ücretini haram kılmıştır” hadisidir.

Gazzâlî, yabancı kadının fasıklara ve fitnesinden korkulan kişilere şarkı okumasının haram olduğunu belirtmekle beraber, bu hadisten hareketle cariyenin kendi sahibine şarkı okumasının, hatta fitne olmaması durumunda başka erkeklere şarkı okumasının haramlığı hükmü çıkarılamayacağını ifade etmiş ve bu görüşüne, Hz. Peygamber’in bulunduğu bir sırada iki cariyenin Hz. Âişe’nin evinde şarkı okumasını delil göstermiştir. [186]

Hadis uzmanlarından Irâkl, Taberânî’nin Evsafta rivayet ettiği bu hadi­sin zayıf olduğunu; Beyhakî de bu hadisin mahfuz olmadığını belirtmiştir.

Müziğin lehinde olanların gerekçeleri ise şunlardır: Gazzâlî, İhyâü ulümi’d-dîn isimli eserinde, “Müzik Dinlemenin (semâ) Mubahlığının Delili” başlığı altında söze şöyle başlar:

“Müzik dinlemek haramdır demek, Allah müzik dinleyen kişileri cezalandıracaktır demektir. Bu ise, sırf akılla biline­bilecek bir husus değildir. Öyleyse, bu konuda naslara ve bu nasların ışığın­da yapılan kıyaslara başvurmak gereklidir. Eğer bu konuda nas ve nassa kıyas yoluyla ulaşılan doğru bir sonuçlama yoksa, müzik dinlemenin haramlığı iddiası boşa çıkmış olur”. Gazzâlî daha sonra, ölçülü olsun veya olmasın, güzel sesi dinleme, müziğin dinleyici üzerinde bıraktığı etki ve din­leyici ile ilgili hususları uzun uzadiya açıkladıktan sonra mûsikinin mubah olduğunu belirtir, karşı görüşte olanların gerekçelerini tek tek ele alarak ce­vaplandırmaya çalışır. [187]

Gmâ konusunda Mâliki bilgin İbnü’l-Arabî’nin değerlendirmesi de şöyledir: Gına, âlimlerin çoğuna göre gönülleri coşturan bir eğlence olup, gerek Kur’an’da gerekse Sünnet’te bunun haramlığına dair bir delil yoktur. Hatta sahih bir hadiste, gınanın mubah olduğuna delil vardır. Bu rivayete göre Hz. Ebû Bekir, bir defasında Hz. Âişe’nin evine girip orada iki cariyenin şarkı söylemekte olduğunu görünce “Allah’ın Resulü’nün evinde şeytanın mizman ha!” diye çıkışmıştı. Hz. Peygamber ise,

“Onlara ilişme ey Ebû Bekir! Bugün bayram günüdür” [188]demiştir. Eğer müzik haram olsaydı Resûlullah’ın evinde icra edilmezdi. Hz. Ebû Bekir, görünen duruma nazaran buna karşı çıkmış, Hz. Peygamber ise, gönüllerin dinlendirilmesi hususunda yumuşaklık ve ruhsat gözeterek onlara ilişmemiştir. Çünkü her gönül, sürekli olarak ciddiyeti taşıyamaz. Resûl-i Ekrem’in, müziğin serbestliğini “bayram günü” ile illetlendirmesi ise, bunun sürekli olarak yapılmasının mekruh oldu­ğunu, fakat bayram, düğün gibi sebeplerle buna ruhsat verileceğini göstermektedir. Bu itibarla, müziğin haramhğı konusunda rivayet edilen bütün ha­disler sened ve yorum bakımından bâtıl olduğu gibi, bu konuda getirilen âyet yorumları da bâtıldır. [189]

Mâliki fakihi İbnü’l-Arabî,

“Bir kısım insanlar lehve’l-hadîsi satın alıyor­lar…” [190]âyetini tefsir ederken, burada geçen lehve’l-hadîsi gına olarak yorumlayanların bulunduğunu belirtip bu konuda rivayet edilen ha­disleri sıraladıktan sonra bu yorumun ve rivayet edilen hadislerin de sahih olmadığını ifade etmektedir. [191]

Zühaylî, bazı Hanefî, Mâliki ve Hanbelî âlimlerin, gınanın kerahetsiz mubah olduğu görüşünde olduklarını ve bu görüşün üstün ve genelde tercih edilen görüş olduğunu ifade etmektedir. [192]

Yine çağdaş Mısırlı aydınlardan gazeteci -merhum- Muhammed el-Gazzâlî, tartışmalara yol açan -Türkçe’ye de çevirilmiş bulunan- es-Sünnetü’n-nebeviyye beyne ehli’l-fıkh ve ehli’l-hadîs adlı kitabında şaban ayının orta gecesi hakkındaki hadislerin, müziğin haramliğı hakkındaki hadislerden daha kuvvetli olduğunu söyler ve bu konuda İbn Hazm’in görüşlerine yer vererek şu açıklamada bulunur: İbn Hazm der ki:

“Satranç, mezamir, ud, meâzif ve tanburun satımı helâldir. Bunları kıran tazmin etmekle yükümlü­dür. Aynı şekilde şarkıcı cariyelerin alınıp satılması da helâldir. İbn Hazm’ın bu konudaki delili, eşyanın asıl itibariyle mubahlığını gösteren “Yeryüzün­deki her şeyi sizin için yaratan O’dur[193], “Size haram kıldık­larını sayıp dökmüştür” [194]ve “Allah alım satımı helâl kıldı” [195]âyetleridir. İbn Hazm, bunların satımının haram olduğu görüşünde olanların ise, sahih olmayan veya sahih olsa bile hüccet teşkil etmeyen rivayetlere dayandıklarını belirtir. Başka bir yerde İbn Hazm, müzi­ğin haramlığı konusundaki rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu söyle­mektedir. Allah, daha çok ciddiyete yardımcı olsun diye, herhangi bir oyunla nefsini rahatlatan kimseyi kınamamıştır. Ameller niyetlere göredir. Bir müslümanın bir bahçeyi seyretmesi veya gezinmesinde bir sakınca yoktur. Doğrusu, müzik sözdür. Sözün de güzeli güzel, çirkini çirkindir. Günah içe­rikli şarkılar olabileceği gibi, anlamı ve edası güzel dinî, askerî veya duygu­sal şarkılar da vardır. Şâtıbî’nin el-İ’tisâm’da anlattığına göre, Hz. Ömer’e bir grup insan gelerek, imamlarının namazı bitirdikten sonra teganni ettiğini söyleyip şikâyette bulunurlar. Neticede Ömer adamın yanma gider. Kendisi hakkında iyi olmayan şeyler duyduğunu söyler. Adam, şu şarkıyı mırıldanı­yorum deyince, şarkının sözlerini beğenen Ömer,

“Böyle olduktan sonra isteyen şarkı söylesin” der. [196]

Bütün bu anlatılanlardan şöyle bir sonuç çıkarılması mümkündür. Mü­zik, İslâm bilginleri tarafından çokça tartışılan ve hakkında lehte ve aleyhte çok şey söylenen konular arasında yer alır. Müziğin lehinde ve aleyhinde öne sürülen gerekçeler birlikte düşünüldüğünde müziğin mutlak olarak ya­saklanmadığı, aksine mubah bırakıldığı sonucuna ulaşılır. Gerçekten de elde Kur’an ve Sünnet’te müzik dinlemenin haram olduğunu ve müzik dinleyenlerin günahkâr olacağını ispata yetecek malzeme bulunmadığı açıkça görülmektedir. Ancak, diğer mubahlar gibi müziğin de haramın işlenmesine vesile yapılmasına karşı çıkılmıştır. Bu itibarla içinde isyan, küfür veya İs­lâm’ın hoş karşılamadığı sözler bulunan yahut cinsel tahrik, müstehcenlik gibi dinimizce hoş görülmeyen şeylere yol açan müziğin söylenmesi ve din­lenilmesi kesinlikle uygun değildir. Bununla birlikte müzik konusunu gerek önceki devirlerde gerekse zamanımızda bir tercih ve takva meselesi olarak değerlendirenler de bulunagelmiştir. Bunların saygıyla karşılanması gerektiği gibi, müzik dinlemeyi bir eğlence unsuru olarak görenlerin de hoş karşılan­ması gerekir.

Müziğin bir tedavi aracı olduğunu keşfetmiş bir kültürün vârisleri olarak, yeterli delil ve gerekçe olmadığı halde, vaktiyle birtakım sosyolojik gerekçe ve amaçlarla verilen hükümleri içeriğinden mahrum bir şekilde günümüze taşımak veya yanlış değerlendirmelerde bulunmak suretiyle bu doğal ilâçtan insanları mahrum etmek isabetli bir bakış açısı olarak gözükmüyor.

Son olarak kimi çevrelerde gündeme getirilen ve tartışılan İslâmî müzik-gayri tslâmî müzik ayırımına ve gayri İslâmî müzik yapılan müzik aletleriy­le, İslâmî müzik üretmenin caiz olup olmadığı konusuna değinmek uygun olacaktır. Hemen belirtilmelidir ki, gerek müziğin, gerekse müzik aletlerinin İslâmî-gayri İsîâmî şeklindeki kategorik ayırımı isabetli görülemez. Bunun yerine, halk müziği, sanat müziği gibi tür ayırımlarına benzer şekilde, belki, cami müziği/mûsikisi, tekke müziği, kilise müziği gibi tür bildiren isimlen­dirmeler yapılabilir. Böyle bir yaklaşım ne kadar işin mahiyetine uygunsa, din merkezli ayırımlar o kadar yapaydır. Müzik sözlerinin İsîâmî ilkelere aykırılık içeren, içermeyen şeklindeki ayırımı bir ölçüde mâkul karşılansa bile, içinde besmele, tekbir, cihad, peygamber gibi kavram ve sözcükler ge­çenleri îslâmî, böyle olmayanları gayri İslâmî saymak doğru değildir. Diğer birçok sanat dalı gibi, müzik de önce yerel/millî, sonra evrenseldir. Hal böyle olunca îslâmî-gayri İslâmî müzik aletlerinden değil, -çünkü müzik aletinin müslümanı gavuru olmaz- asırlar içinde zenginleşen ve gelişen millî kültü­rümüzden gelen, bize ait olan müzik aletlerinden bahsedebiliriz. Elbette ki her türlü müzik üretiminde çoğunlukla bizim olan, bize mal edilen müzik aletlerinin kullanılması uygundur, fakat bu dinî hassasiyet değil millî hassa­siyet gereğidir.

Oyun ve Şarkı-Türkü Bulunan Bir Yemek Davetine Gitmek. Meşru içerikli oyun ve müziğin bulunduğu toplantılara ve davetlere katılmanın yasaklanmış bir husus olmadığını yukarıdan beri yapılan değerlendirmeler göstermektedir.Esas itibariyle, bir takva konusu olarak değerlendirilmesi mümkün olan müzikli, eğlenceli toplantılara katılma meselesine önceki âlimler, değişik bakış açılarından yaklaşmışlardır. Kitaplarda sıklıkla yer alan bir görüşe göre, İslâmî ölçülerle bağdaşmayacak ölçüde şarkılı türkülü ve eğlenceli bir yemeğe veya toplantıya davet edilen bir kimse, eğer bu münkerin işlenme­sine engel olabileceğini kestiriyorsa, davete icabet edip toplantıya katılması uygun olur. Engel olamayacaksa dinî, ahlâkî, sosyal fayda-zarar açısından katılma ile katılmama arasındaki etki ve sonuç farkını göz önüne alarak karar verir ve ona göre davranır.

İslâmî ölçülere aykırı eğlence olduğunu önceden bilmeksizin bir davete gidilmiş ise, oturup yiyip içmede sakınca görülmemiştir. Ebû Hanîfe, bir defasında bu durumla karşılaştığını ve böyle davrandığını arkadaşlarına anlatmıştır. [197]

Bütün bu davranışlarda bulunurken, iyi niyet beslemek ve dinin hafife alınmasına yol açmamak esastır. Ayrıca toplumun her kesimiyle belirli öl­çülerde irtibat halinde bulunmak hem tebliğ, hem de toplumsal bütünleşme­nin ve kaynaşmanın sağlanması açısından gereklidir.

Müzik ve Eğlence Araçlarının Satımı. Müzik ve eğlence araçlarının satımı konusunda Hanefî imamların yaklaşımları birbirinden farklıdır. Ebû Hanîfe, barbıt, davul, mizmar ve def gibi melâhî aletlerinin satımını mekruh saymakla birlikte caiz görmüştür. Ebû Yûsuf ve Muhammed, bu tür aletlerin oyun-eğlence için hazırlanmış, günah ve fesad için yapılmış olduğunu, do­layısıyla hukuken mal hükmünde bulunmadığını ileri sürerek melâhî aletle­rinin satımının bâtıl olacağını söylemişlerdir. Ebû Hanîfe bunların mal hük­münde tutulacağından hareketle bu aletleri kıranların tazmin etmek duru­munda kalacaklarını ifade etmiş, Ebû Yûsuf ve Muhammed bu durumda tazmin sorumluluğu getirmemişlerdir.

Şâfiîler, yapılan bir alım satım akdinin geçerli olabilmesi için, satılan şe­yin “yararlanılabilir” olmasını şart koştukları için ve müzik aletlerinden elde edilen yararı da dinen yok saydıkları için, oyun-eğlence aletlerinin konu edildiği alım satımları bâtıl kabul etmişlerdir.

Dikkat edilirse İslâm dini sanat, resim, spor ve eğlence konularında ol­duğu gibi mûsiki konusunda da ayrıntılı ve özel hüküm koymak yerine, genel ilke ve amaçlan belirlemekle yetinmiştir. Bu tür faaliyetler aslen mu­bah görülmekle birlikte dinin temel inanç, amel ve ahlâk ilkelerine aykırı olmaması, haramların işlenmesine götürmemesi, başkalarının haklarını ihlâl etmemesi gibi kayıt ve şartlar aranmıştır. Şüphesiz ki bu kayıt ve şartlar, daha iyi müslüman olmamızı, daha düzenli, güvenli ve sağlıklı bir ortamda yaşamamızı sağlamaya yönelik önlemlerdir. Dinin dolaylı olarak ilgilendiği ve hüküm koyduğu -mûsiki de dahil- birçok konu esasen kişinin kendi dinî hassasiyeti ve ölçüleri içerisinde çözülebilecek nitelikte konular olmakla birlikte, insanoğlunun kendini kontrol altında tutmasının zorluğu, insan tabiatının yasaklara temayülü, eğitimsiz kişilerin sübjektif ölçülerinin değiş­kenliği gibi sebeplerle bu ve benzeri konularda birtakım objektif ölçüler geti­rilmesi ihtiyacı doğmuştur. Esasen İslâm bilginlerinin konuyla ilgili görüş ve tavsiyeleri de bu ihtiyacın sonucudur.

B) Spor Ve Eğlence

a) Kavramsal Çerçeve

Çalışmanın yorgunluğunu ve hayatın tek düzeliğini unutturacak çö­zümler aramak sosyal hayatın ihtiyaçlarındandır; oyun ve eğlence de bunun yollarından biridir. Kolektif olduğu için, gerçekleşmesi çok sayıda oyuncu ve seyirci gerektiren oyunu, bayramdan ve hatta sosyal hayat için oldukça önemli olan âyin ve törenden ayırmak da zordur. Eskiden olduğu gibi şimdi de bayram ve törenlere katılma kişinin resmî kıymet ve inançlara yakınlığı­nın da bir göstergesi sayılabilir.

İslâm açısından oyun ve eğlence meselesine bakıldığında en başta söy­lenecek şey, oyun ve eğlencenin insanlık onur ve haysiyetini hiçe sayacak içerikten uzak olmasının gerekliliğidir.

İnsanın eğlenme ve dinlenme ihtiyacının, temel inanç ve ibadet ilkeleri­ne aykırı olmayacak bir biçimde karşılanıp düzenlenmesi esastır. İnsan Al­lah’a kulluk için yaratılmıştır, ama insan bu arada yiyip içmekte, evlenmekte ve birtakım meslekler edinmektedir. Aslında bunlar, ibadet kapsamı içerisinde değildir. Fakat bunlar olmazsa, ibadet nasıl ve nereye kadar yapı­lacaktır? Bu bakımdan dinlenme ve eğlenmenin de, aslında ibadet olmayan ancak ibadet edebilmek için gerekli olan, ibadete engel olmadığı gibi destek­leyici bir fonksiyon üstlenen işler arasında yer alması son derece doğal olup, aksini yani İslâm’ın eğlenme ve dinlenmeyi hoş karşılamadığını ileri sürmek ise hem insanı hem de dini iyi tanımamaktan ileri gelmektedir.

Dinlenen insan, çalışmaları için zihnen ve bedenen enerji yığmış olduğu için, dinlenmenin ardından gelen çalışma daha verimli olacaktır. Sorun hali­ne getirilen husus, eğlenmenin bir dinlenme yolu olarak tercihinin İslâm açısından hükmüdür. Her konuda olduğu gibi eğlenme konusunda da temel ölçü, insanın dinlenme ve eğlenme ihtiyacının, temel inanç ve ahlâk ilkele­rine ters düşmeyecek bir biçimde karşılanmasıdır. Bu bakımdan dinlenme ve eğlenmenin de, aslında çalışma/ibadet olmayan fakat çalışabilmek/ibadet edebilmek için gerekli olan, buna engel olmadığı gibi destekleyici bir fonksi­yon üstlenen işler arasında yer alması son derece doğal karşılanmalıdır. Daha çok çalışmaya yardımcı olsun diye, meşru bir oyun ve eğlenceyle nef­sini rahatlatan kimse kınanamaz. Ameller niyetlere göredir. Eğlenme, din­lenme doğal ve mubah olduğuna göre, önemli olan bu eğlenmenin ölçüleri­nin doğru tesbit edilmesi ve bu ölçüler içinde kalınmasıdır.

Eğlenerek dinlenme ve bu kapsamda ele alınacak olan oyun mubah ol­duğuna göre, önemli olan bu eğlenmenin ölçülerinin doğru tesbit edilmesi ve bu ölçüler içinde kalmmasıdır.

Eğlenmede temel ölçü, İslâm’ın inanç ve ibadet ilkelerine aykırı olma­maktır. Bunun yanında, İslâm’ın bir yasağının çiğnenmesine, bir buyruğu­nun terkedilmesine yol açan bütün oyun ve eğlencelerin yasak olacağı açıktır. Kumarın her türlüsü yasaklandığı için, içerisinde kumar bulunan her türlü oyun haramdır. Bu temel ölçü yanında genel duruma, oynanan oyu­nun zaman ve zeminine, tarafların özel konum ve durumlarına ve oyun-eğlencenin mahiyetine göre ek ölçü ve tavsiyeler söz konusu olabilir.

Hz. Peygamberin “Kişinin eşiyle, ok ve yayıyla ve atıyla oynaması dı­şındaki oyunlar boş ve faydasızdır” [198]ve “Sizi Allah’ı anmaktan alıkoyan her şey meysirdir (kumardır)” [199]şeklindeki sözlerinde, eğlenmenin ibadetleri ve aslî görevleri terk ve ihmale yol açacak şekilde birinci plana alınmaması öngö­rülmekte ve tercih edilecek oyun ve eğlence türünün gerektiğinde toplum yararına kullanılabilecek, meselâ bedeni veya zihni güçlendirecek mahiyette olması tavsiye edilmektedir.

İçerisinde kumar ve benzeri yasak hususlar bulunmayan oyunlar yuka­rıda temas edilen ilke ve ölçüler dahilinde genelde mubah kabul edilir. Bu­nunla birlikte, çeşitli düşüncelerle hadiste izin verilen oyun nevileri hariç diğer oyunları hoş karşılamayan bilginler de vardır. Meselâ Şafiî,

“Oyun dindarların ve ağır başlı kimselerin sanatı değildir” gerekçesiyle yukarıdaki hadiste işaret edilen üç oyun hariç, insanların oynadıkları diğer bütün oyunların mekruh olduğunu söylemiş, fakat bu oyunlardan herhangi biriyle, onu helâl sayarak oynayan kişinin şahitliğinin kabul edileceğini, oyun sebe­biyle namazlardan gafil olan ve bu gafleti namazları kaçıracak derecede artan kişilerin şahitliklerinin ise, oyun oynama değil, namaz vakitlerini ha­fife alma gerekçesiyle reddedileceğini belirtmiştir. Şâfıî, kişinin ailesiyle oy­namasının, at koşturmasının ve eğitmesinin, atıcılık öğrenmesinin ve atış yapmasının oyun sayılmadığını ve yasaklanmadığını ifade etmiş, ancak bunlarda da aşırıya kaçırmaması gerektiğine işaret etmiştir. [200]

Öteden beri, çeşitli spor yarışmalarının izlenmesi, eğlenme ve dinlenme yolları arasında değerlendirilmektedir. Genel ölçülere uymak şartıyla bunla­rın gerek amatörce gerekse profesyonelce icrasında ve seyredilmesinde bir sakınca olmasa gerektir. Hatta, günümüzde spor yarışmalarının, ülkelerin tanıtımında bir vasıta haline geldiği ve özellikle millî müsabakaların ülkede birlik ve bütünlüğü sağlamadaki katkıları düşünülürse, bunların özendirilmesi gerektiği söylenebilir.

b) Peygamberimiz’in Teşvik Ettiği Bazı Sportif Faaliyetler

Burada örnek kabilinden atletizm, güreş, okçuluk, yüzme gibi bazı spor dallarına işaret edebiliriz.

Atletizm (koşu): Günümüzde en yaygın uygulama imkânı olan spor dallarından biridir. Koşu yarışmaları, bu sporu yapanların sağlığı açısından yararlı olduğu gibi, bunu izleyenler açısından da heyacan verici, dinlendirici ve hoş vakit geçirici özelliktedir. Hz. Peygamber’in, eşi Hz. Âişe ile zaman zaman koşu yarışı yaptığı, bu şekildeki yarışları teşvik ettiği ve sahabenin de bu tür yarışmalar yaptığı kaynaklarda zikredilmektedir. [201]

Güreş: Hz. Peygamberin, kuvveti ile tanınan Rükâne adındaki birisiyle güreştiği ve onu yendiği rivayet edilmiştir. [202]Tam anlamıyla ata sporu olarak adlandırılmaya lâyık olan güreş, hem ama­tör hem profesyonel olarak teşvik edilmesi gereken bir spor dalıdır.

Okçuluk: Okçuluk ve atıcılık sporuna gelince Hz. Peygamber, “Onlara karşı elinizden yeldiğince kuvvet hazırlayın” [203]âyetindeki kuv­veti, ok atma (remy) olarak açıklamıştır. Bunun yanında, Hz. Peygamber’in ok atmayı, öğrenmeyi ve uygulamayı teşvik ettiğine dair birçok rivayet var­dır. [204]Ancak, Hz, Peygamber, tâlim ve uygulama yaparken hedef tahtası olarak canlı hayvanların kullanılmasını yasaklamıştır. [205]

Binicilik de Hz. Peygamberin devamlı teşvik ettiği, kazananlara za­man zaman maddî ödül verdiği, çoğu kere bizzat iştirak ettiği sportif faali­yetlerdendir.[206] Çocukluğunda yüzme­yi de öğrenen Resûl-i Ekrem atıcılık, binicilik ve koşunun yanı sıra yüzme­nin de öğrenilmesi ve öğretilmesini teşvik etmiş, hatta bir babanın evlâdına karşı vazifelerinden söz ederken onları helâl azıkla besleme, yazıyı öğretme yanında atıcılık ve yüzme öğretmeyi de zikretmiştir. Bu teşvikler sonucudur ki sahâbîler arasında bu tür faaliyetlerin oldukça yaygın olduğu, Hz. Ömer’in de gerek hutbelerinde Medine halkına, gerek mektup ve talimatla­rında diğer bölge halklarına ve ordu kumandanlarına atıcılık, binicilik, yüzme, koşu gibi eğitici ve yetiştirici sportif faaliyetlere önem verilmesini, bunların çocuklara öğretilmesini istediği rivayet edilir. [207]Hz. Peygamberin hadislerini toplayan kitapların “cihâd” bölümlerinde veya bu konuya ayrılmış müstakil bölümlerinde bir hayli örnek bulmak mümkündür. Ancak denilebilir ki, Resûlullah tarafından ön­celikle teşvik gören söz konusu sportif faaliyetlerin eğlendirme yönünün yanı sıra bedeni geliştirici, hayata ve askerliğe hazırlayıcı yönlerinin de olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Savunma gücüne, maddî ve manevî olarak yetişkin ve sağlıklı iman unsuruna ihtiyaç, hem oyun ve eğlence hem de eğitim ve sosyal fayda yönlerini bünyesinde toplayan sportif faali­yetlere öncelik verilmesini gerekli kılmıştır.

Öte yandan Hz. Peygamber, hayvanlara gereksiz eziyet vermeyi ve insanî duygulan körletmesi sebebiyle hayvan dövüştürmek suretiyle eğlenmeyi ya­saklamıştır. Bugün, değişiklik olsun diye ihdas edilen ve insanları çeşitli dere­celerde eziyetlere mâruz bırakan pankreas güreşi ve boks gibi spor dallarının görünüm itibariyle horoz dövüştürmekten pek fazla farkı yoktur. Bu bakımdan bu tür spor dallarının dinen hoş kaşılanmayacağı söylenebilir.

Bu sayılan sportif faaliyet, yarış ve eğlence örnekleri, şüphesiz ki o dö­nem toplumun kültür ve imkânlarıyla yakından ilgilidir. Bununla birlikte bu örneklerden İslâm’ın, temel ilke ve amaçları korunduğu, haramların işlen­mesine, görevlerin ihmaline ve hakların ihlâline yol açmadığı sürece spor ve eğlenceyi caiz gördüğü, hatta teşvik ettiği söylenebilir. Günümüzde spor ve meşru eğlencenin, zararsız hobilerin kişileri kötü çevre ve alışkanlıklardan koruduğu, ruhî ve bedenî sağlığın gelişmesine ve korunmasına yardımcı

olduğu düşünülürse konu daha da bir önem kazanır. İslâm’ın mûsiki ve semâ, sanat, resim ve şiir konusunda da kökten yasaklayıcı bir tutum izlemeyip belli ilke ve amaçları esas alarak hüküm ve bazı kayıtlar koyduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Bu itibarla, İslâm’ın spor ve eğlenceyi aslen mubah görmesi ne kadar tabii ise, zinaya yol açan, cinsel tahriki arttıran, kadını aslî ve meşru konumundan ve örtüsünden çıkararak kadınlığını ilgi odağı haline getiren, kumara, lüks ve israfa, başkalarının haklarının zayi olmasına sebep olan spor ve eğlence nevilerini ve tarzlarını caiz görmemesi de o kadar tabiidir. Çünkü İslâm’da haram kadar haramın işlenmesine, dinin ilke ve hükümlerinin ihlâline götüren yollar da yasaklanmıştır. Öte yandan İslâm, yasakladığı her fiilin yerini tutacak meşru bir alternatifini sunmuş, insanlığı yasaklar arasında sıkıştırıp çaresiz bırakmamıştır. İslâm’da helâl ve meşru oluşun asıl kabul edilip, ancak gerek görüldüğünde yasaklama yönü­ne gidilmesi de bu anlayışın sonucudur.

C) Oyun-Eğlence

a) Düğün

Yöre ve milletlere göre farklılık gösterse bile, evlenen çiftler için eğlence ağırlıklı bir tören yapılmasının tarihi çok eskidir. Ülkemizde bu merasim düğün olarak is imlendirilmektedir. Düğün yapılmış olan bir evlenme akdinin akraba ve komşulara duyurulması, evlenen tarafların ve akrabalarının se­vinç gösterisi ve bu sevincin eğlenceye dönüşerek komşu, dost ve arkadaş­larla paylaşılması için yapılır.

Nikâh akdi hukukun alanına girerken, düğün hukukun değil geleneğin, örf-âdetin ve teamüllerin, kısaca sosyal ilişkileri düzenleyen kurallar alanın­da yer alır ve genel olarak içeriği gelenek tarafından oluşturulur, düzenlenir. Bu bakımdan temel ilkelere riayet şartıyla bir düğün töreninin nasıl olacağını din veya hukuk kuralları değil, gelenek belirler.

Evlenmenin duyurulması ve kutlanması yönünde Hz. Peygamberin bazı tavsiyeleri olmuştur. Bunlardan biri evlenmenin def ile ilân edilmesi, bir diğeri de ziyafet verilmesidir. Bu tavsiyeler, evlenen çiftler ve yakınları için böylesine önemli bir olayın kutlanmasının ve duyulan sevincin paylaşılma­sının tabii bir durum olduğunu göstermesi yanında, bir de özellikle ilân bo­yutu, durumun eşe dosta duyurulması ve çiftlerin beraberliğinin meşru bir beraberlik olduğunu ilân etme gibi bir fonksiyon da üslenir.

Hz. Peygamberin düğünlerde eğlenceye izin verdiğine, hatta kendisinin böyle düğünlere katıldığına dair rivayetler bulunmaktadır. Bir yakınını dü­ğün yapmadan evlendirmek isteyen Âişe’ye Peygamberimiz, ensarın eğlen­ceden hoşlandığını hatırlatarak düğün yapmasının daha iyi olacağını söyle­miş, bir rivayete göre de güzel şarkı söyleyen Erneb adlı bir kadını şarkı söylemek üzere göndermesini de tavsiye etmiştir. Daha sonraki dönemlerde âlimlerin eğlenceye sıcak bakmayan görüşleri ve eğlence karşısında yasak­layıcı tutum takınmaları, büyük ölçüde içinde yaşadıkları dönemlerde görü­len aşırılıkların ve sapmaların etkileriyle açıklanabilir.

Eski Türkler’de şölen ya da toy adı verilen eğlenceli ve ziyafetli düğün törenleri yapıldığı görülmektedir. Anadolu’da öteden beri yaygın olarak davullu-zurnalı düğünler yapılmaktadır. Davul neredeyse düğünün ayrılmaz bir parçası olmuştur. Düğünün ilân edilmesi çoğu yörelerimizde evin damına dualar eşliğinde bayrak dikilerek ve davul çalınarak yapılmaktadır. Bayrak kaldırma töreni, bayrak ve duanın buluştuğu hoş törenlerden biridir.

Son zamanlarda ülkemizde, davul çalarak düğün yapmayı İslâm ilkeleri­ne aykırı bulan bazı çevreler, olayın sevinç ve eğlence boyutunu ihmal ede­rek düğünü nutuklu, vaazlı geçen oldukça sıkıcı bir törene dönüştürmüşlerdir. Bu yaklaşım, dinî anlamda olmasa bile geleneksel anlamda bir bid’at görünümündedir. Düğün gülüp eğlenmek, hoşça vakit geçirmektir. Atasö­zünde ne güzel söylenmiş: “Düğüne giden oynamaya, ölüye giden ağlama­ya”. Geleneğe bütünüyle karşı çıkmak yerine, varsa mevcut aşırılık ve sap­maları düzeltmeye çalışmak daha doğrudur.

b) Tavla

Günümüzde daha çok hoşça vakit geçirmek için oynanan tavlanın dinî hükmü konusunda değişik görüşler belirtilmiştir. Âlimler genelde, bazı ha­dislerde geçen “nerd”, “nerdeşîr” ve “kiâb” kelimelerini tavla olarak anlayıp açıklamışlardır.

Nerd ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den nakledilen belli başlı hadisler şunlardır:

“Nerdeşîr ile oynayan, elini domuz etine ve kanına batırmış gibi­dir” [208]

“Nerd ile oynayan kişi, Allah’a ve Resulü’ne isyan etmiştir.” [209]

“Zar (kiâb) ile oynayan kişi Allah’a ve Resulü’ne isyan etmiştir.” [210]

“Nerd ile oynayıp, sonra na­maz kılmaya kalkan kişi, irin ue domuz kanı ile abdest almış ue namaz kılmış gibidir.” [211]Özellikle son iki hadisin sened ba­kımından zayıflığı üzerinde durulmuştur.

Bilginlerin çoğunluğu yukarıda başlicaları anılan hadislerden ve sahâbî uygulamalarından hareketle nerdin haram olduğunu ifade etmişlerdir. An­cak, Ebû İshak el-Mervezî gibi kimi âlimler ise, nerdin haram değil mekruh olduğunu söylemişlerdir. Zar ile oynamak ise çoğunluk sahabe tarafından mekruh görülmüştür. îbn Mugaffel ve İbnü’l-Müseyyeb ise kumara vesile yapılmamak kaydıyla zar ile oynamaya izin vermişlerdir.

Hanefî âlimler, genelde nerd ile satrancı aynı hükümde tutmuşlar ve kumar veya hiç değilse faydasız oyun olduklarını öne sürerek, nerd ve sat­ranç oynamanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Hanefî fakihlerden Kâsânî, bu konuda sert bir tutum sergileyenler arasında yer alır. Ona göre eğer nerd ve satranç kumar ise, “Ey iman edenler, şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları birer şeytan işi pisliktir” [212]âyetinden ve “Sizi Allah’ı anmaktan alıkoyan her şey meysirdir” [213]hadisinden hareketle haram olmalıdır. Şayet, nerd ve satranç kumar değil de oyun ise bu takdirde, “Her oyun haramdır. Ancak, kişinin eşiyle, ok ue yayıyla ue atıyla oynaması hariç” [214]hadisinden hareketle yine haram olmalıdır. [215]

Nerd ve satrancın hükmü ile ilgili olarak bazı Hanefî kaynaklarda ha­ram, genelde ise mekruh şeklinde bir nitelendirme yer almaktadır. Bu kay­naklardaki mekruh ifadesinin haram anlamında kullanıldığı düşünülebilirsede, Hanefîler’in nerd ve satrancı kumar veya oyun olma gerekçesiyle haram saymaları pek yerinde görülemez. Zira Hz. Peygamber’in oyunla ilgili yasağı bu kadar genelleştirildiğinde, günümüzde mubah olduğunda kuşku duyul­mayan birçok oyunun da aynı gerekçeyle haram sayılması gerekecektir. Diğer taraftan nerd ve satrancın, kumar olma ihtimalinden hareketle haram sayılması da pek isabetli değildir. Çünkü kumarın ölçüleri ve sınırları bellidir. “Kumara vesile kılınma ihtimali vardır” diye haram sayılacak olursa, bu ihtimalden hareketle daha birçok oyunun haram kılınması gerekecektir. Bu itibarla, çoğunluk Hanefî kaynaklarda ifade edildiği şekilde, tavla ve satran­cın kumara vesile kılınmamak şartıyla haram olmadığı, ancak zamanı boşa geçirme gibi noktalardan hareketle mekruh olduğu söylenebilir.

İmam Mâlik, “Haktan sonra geriye sadece dalâlet kalır” [216]âyetinden hareketle, satranç ve nerd ile oynamanın bir dalâlet olduğunu söylemiştir. Ancak birçok Mâlikî bilgin, âyetin baş tarafında “/ş£e sizin rabbiniz olan Allah haktır” denildiğini, dolayısıyla “Burada davranışlar ve işler değil iman ve küfür söz konusu edilmektedir” diyerek Mâlik’in bu ge­rekçelendirmesine karşı çıkmışlardır. Mâlikî fakih İbnü’l-Arabî de bu mesele­yi şu şekilde ortaya koymuştur: “Allah, bazı şeyleri mubah, bazılarını haram kılmıştır. Haram dalâlet, mubah ise haktır. Satranç mubah ise dalâlet olması söz konusu değildir. Çünkü, Allah’ın mubah bıraktığı bir şeyi mubah sayan kimseye dalâlete düşmüş denilemez. Eğer satranç mubah değilse, bu konuda bir delile ihtiyaç duyulur ve ancak haram olduğunu gösteren bir delil bulun­duğu takdirde âyetin içerdiği dalâlet kapsamına sokulabilir.” Daha sonra İbnü’l-Arabî, Hz. Peygamber’in “Nerdeşîr ile oynayan kişi elini domuzun etine ue kanına daldırmış gibidir” hadisinin, satrancı da yasakladığını be­lirtmiş ve gerekçe olarak her ikisinin de Allah’ı zikretmekten alıkoyduğunu göstermiştir. [217]

Şafiî, oyun oynamaya düşkün kişilerin şahitliklerinden bahsederken hak­kında daha fazla ve şiddetli tenkit içeren haberler bulunduğu gerekçesiyle mekruh olduğunu ve diğer oyun türlerinden biraz daha fazla çirkin görüldü­ğünü ifade etmektedir. Şafiî devamla satranç oynamaya sıcak bakmadıklarını, fakat bunun nerdden daha hafif olduğunu ifade ettikten sonra, “Oyun dindar ve ağır başlı kimselerin sanatı değildir” diyerek insanlann oynadıkları bütün oyunların mekruh olduğunu söylemiştir. [218]

Şafiî, bu oyunlardan herhangi biriyle, onu helâl görerek oynayan kişinin şahitliğinin reddolunmayacağını, fakat oyun sebebiyle namazlardan gafil olunması, bu gafletin namazları kaçıracak derecede artması durumunda, tıpkı unutma veya baygınlık gibi bir durum olmadığı halde boş oturup namaza devam etmeyen kişinin şahitliğinin reddedildiği gibi, namaz vakitlerini hafife aldığı gerekçesiyle bu kişinin şahitliğinin de reddedileceğini ileri sürmüştür.

Bu bilgiler ışığında tavla konusunda şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür. Nerdin ne tür bir oyun olduğu, nerdeşîr adlandırmasının anlam ve kaynağı konusunda farklı açıklamalar vardır. Bir açıklamaya göre nerde­şîr, kendisiyle oynanan taşlan bulunan kısa tahtadır, Kimi âlimler nerdin, insanı çalışıp kazanmayı bırakacak şekilde yıldızlardan medet umma nokta­sına getirdiği ve oyunun konuluş esprisinin davranışları yönlendirme olduğu gerekçesiyle haram kılındığını ileri sürmüşlerdir. Fakat nerd için getirilen açıklamaların hiçbirisi günümüzde tavla olarak adlandırılan oyunu içerecek mahiyette ve açıklıkta değildir. Ancak, Şevkânî’nin nerd ve nerdeşîrin anla­mı ile ilgili olarak naklettiği açıklamalar göz önünde tutulduğunda, nerd ve nerdeşîrin günümüzde tavla adıyla bilinen oyundan biraz daha değişik bir oyun olduğu sonucu da çıkabilmektedir. Bu itibarla hadislerde geçen nerd ve nerdeşîr kelimelerinin günümüzdeki tavla oyununu kesin olarak anlattığını söylemek pek doğru olmayabilir. Sonuç itibariyle, .kumara bulaştırılmadiğı, gerek Allah’a gerek aile ve topluma karşı görevler aksatılmadığı, o sırada daha önemli ve gerekli bir şey ihmal edilmediği sürece tavla oynanmasında dinen bir sakınca olmadığını söylemek mümkündür.

c) Satranç

Satranç oyununun daha ziyade sahabe döneminde ortaya çıktığı söylen­mektedir. Bu konuda sahabeden değişik görüşler nakledilmektedir. Meselâ Hz. Ali, “Satranç, Acemler’in meysiridir” demiştir. [219]

Yukarıda belirtildiği gibi, Hanefî kaynaklarda satranç ile tavla genellikle birlikte değerlendirilmiş ve aynı hükme tâbi tutulmuştur. Hoş karşılamadığı­nı hissetirmek suretiyle oynanmasına engel olmak düşüncesiyle, Ebû Yûsuf ve Muhammed, satranç oynayanlara selâm verilmesini doğru bulmamış, Ebû Hanîfe ise selâm vermek suretiyle onları bir müddet için de olsa oyun­dan alıkoymak düşüncesiyle, onlara selâm vermede bir sakınca olmadığını ileri sürmüştür.

Buna karşılık Şâfıî, kavramayı keskinleştirmesi, muhakemeyi güçlen­dirmesi, savaş taktiklerine ve hilelerine alıştırması itibariyle eğitici olduğunu ve bu yönüyle atıcılık ve biniciliğe benzediğini ileri sürerek satranç oynama­ya ruhsat vermiştir. Şâfıî fakih Nevevî, satrancın haram değil mekruh oldu­ğunu ifade etmiştir. İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel, satrancın haram ol­duğunu söylemişlerdir. Mâlik ayrıca, satrancın nerdden daha kötü ve daha oyalayıcı olduğunu ileri sürmüştür,

d) Kumar

İslâm, birçok oyun ve eğlence çeşidini helâl, bunun yanında kumar bu­laşığı olan her türlü oyunu da haram kılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ue şans okları birer şeytan işi pisliktir. Onlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, şarap ve ku­mar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) uazgeçtiniz değil mi?” [220]buyurulmaktadır. Âyette geçen “meysir” sözcüğü çoğun­lukla kumar olarak açıklanmış ve şarapla birlikte zikredilmesinden hareketle kumar, şarabın kardeşi, arkadaşı olarak isimlendirilmiştir. İbn Ömer ve bir grup tabiîn âlimi, âyette geçen meysir lafzının içeriğini oldukça geniş tuta­rak, çocuklann oynadığı ceviz oyununun bile kumar olduğunu söylemişlerdir.

İbnü’l-Arabî’nin “Meysir, yapılması şu anda zaten mümkün olmayan haram bir iştir ve açıklanmasında fayda da yoktur. Adının ve şeklinin hafızalardan ve satırlardan silinmesi daha uygundur” şeklindeki açıklamasından anlaşıl­dığına göre, İbnü’l-Arabî, âyette sözü edilen meysiri, ilk dönemlerde mevcut olan fakat sonra gitgide yok olan bir kumar çeşidi olarak anlamıştır.

Meysirin niçin günah olduğu ve yasaklandığı konusunda iki görüş zik­redilmektedir. İbn Abbas’tan rivayet edilen birinci görüşe göre, meysir Al­lah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyduğu ve insanlar arasında düşmanlık doğurduğu için günah sayılmış ve yasaklanmıştır. Süddî’den nakledilen diğer görüşe göre, zulüm ve haksızlığa sebebiyet verdiği için günah sayıl­mıştır. Anlaşılan o ki, İslâm bilginleri meysiri hem kumarı hem de kumar sayılmayan bazı basit oyunları içine alacak derecede kapsamlı yorumlamış­lardır. Kumar sayılmayan bazı oyun ve oyalanmaların kumar mesabesinde tutulması da herhalde içki konusunda olduğu gibi, toplumda hızla yayılma ve genç kuşakları etkisi altına alma temayülü gösteren kumarın önlenebil­mesi için, esasen meşru olmakla birlikte ileride kumara dönüşebilecek şekil ve usullerin de peşinen yasaklanması gayreti ile açıklanabilir.

Gerek Kur’an ve gerekse hadislerde kumar ilke olarak yasaklanmış, ne­lerin kumar olduğu tek tek sayılmayarak kumar yasağı belli birkaç örnek üzerinde gösterilmiştir. Tabiatıyla, kumarın yalnızca zikredilen çeşitlerinin yasak olduğu sonucu çıkarılamaz. İslâm kumarı yasaklarken, bunların belli nevilerini değil, götürdüğü sonucu hedef almıştır. Bu itibarla, müslümanların Kur’an ve Sünnet’te ilke olarak geçen “kumar yasağını” her devir ve dönemde kendi şart ve toplumlarına göre yeniden ele almaları ve yorumlama­ları gerekir. Bunun için de hem dinî nasların, emir ve yasakların ortam ve gayesinin iyi bilinmesi, hem de içinde yaşanılan toplumda salgın bir hastalık halini alan kötü alışkanlıkların ve yol açtığı olumsuz sonuçların devamlı iz­lenmesi gerekir.

Kumar yasağından çıkarılması gereken mesajlardan bazıları şu şekilde ifade edilebilir:

Öncelikle, müslümanm elbette eğlenmeye ve hoşça vakit geçirmeye ihti­yacı vardır. İnsan melek değildir. Ancak, eğlenirken meşruiyet çizgisini aş­mamak ve kumara bulaşmamak esastır.

Diğer taraftan, müslümanm kazancı şansa ve tesadüfe bağlı olmayıp, çabasının ve alın terinin ürünü olmalıdır. Nitekim bir âyette, “İnsanın yara­rına olan, yalnızca kendi öz gayretinin sonucudur” [221]buyurulmaktadır.

Daha da önemlisi, başkalarının mallarını meşru olmayan yollarla almak ve yemek haramdır. Âyette “Mallarınızı aranızda bâtıl (boş ve haksız) yollar­la yemeyin, ancak karşılıklı rızâya, gönül hoşluğuna dayalı bir ticaret sonucunda yiyin” [222]buyurulmaktadır. Meşru yollarla yapılmadıktan sonra, kumarda olduğu gibi, tarafların görünen rızâları, kumarla elde edilen malı helâl hale getirmez. Aslında kaybeden taraf verdiğine razı görünse bile, içinden razı olması pek mümkün değildir. Öte yandan kumar, diğer birçok eğlence ve aldatmaca çeşidi gibi, iktisadî gelişimini tamamlayamamış ülke­lerde işsizliğin, fakirliğin, sınıflar arası dengesizliğin büyük çapta olduğu toplum ve kesimlerde âdeta bir umut sömürüsü olarak salgın bir hastalık halini almakta, her defasında hem büyük bir kesim mağdur olmakta hem de haketmeden, emek vermeden ve alın teri dökmeden zengin olan birkaç problemli kişi daha topluma eklenmektedir.

Sonuç olarak kumarın taraflar arasında kin, nefret ve düşmanlığa yol açması kaçınılmazdır. Bunlar yanında, kumarın sebep olacağı toplumsal yaralar, doğuracağı facialar gün gibi açıktadır. Bütün bunları gören, bilen ve üzerinde fikir yorabilen kişilere, Kur’an’in ifadesiyle şöyle sormak gerekir:

“Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değilmi?”

VII. CİNSÎ HAYAT

Yeryüzünde canlı varlıkların soylarının devamı üreme faaliyetine, bu da genel olarak erkek ve dişi olmak üzere iki farklı cinsin ortak faaliyetine bağ­lıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de varlıkların erkek ve kadın olarak çiftler halinde yaratılmış olduğu[223], insanların da kadın ve erkek olmak üzere iki ayrı cinste bir çift olarak yara­tıldığı bildirilir. [224]Bu itibarla cinsiyet, insan tabiatının en köklü ve ayrılmaz bir özelli­ğidir. Cinsiyet farklılığı ve bu farktan doğan her şey arızî olmayıp, aksine hayatın devamı, sürekliliği ve düzeni için zaruridir. Erkek ve kadın olarak ayrılan iki farklı cinsiyet, tek tek ele alındığında birbirinin aynısı olmayıp, aralarında yaratılış farkları vardır. Bu farklılıklar beden yapısında olduğu kadar duygu, düşünce, davranış ve tutumlarda da kendisini gösterir.

İslâm’a göre, insan olmaları bakımından kadın ve erkek arasında her­hangi bir ayırım söz konusu değildir; her ikisi de insan cinsine dahil olmaları bakımından eşittirler. Kur’ân-ı Kerîm’de insanlar arasında bilgi ve takva dışında bir derecelenmeye yer verilmediği[225], yapılan iyi işlerin karşılığının erkek-kadın ayırımı gözetilmeksizin aynı öl­çülerde verileceği bildirilir. [226]Yine Kur’ân-i Kerîm’de İslâm öncesi Arap toplumundaki kadın cinsiyetini aşağılayıcı anla­yış ve uygulamalar da şiddetle eleştirilip reddedilir. [227]Böylece İslâm ne bir cinsin diğerine üstünlüğünü ne de aralarında her yönden tam bir eşit­lik bulunduğunu benimser. İslâmî anlayışa göre her cinsin kendine has ve diğerinde bulunmayan bazı özellikleri vardır; dolayısıyla cinsler karşılıklı olarak birbirini tamamlar. Cinsiyetler arasında hem bir bütünleşme ve ta­mamlayıcılık, hem de rekabet söz konusudur. İslâm, cinsiyetlerin birbiriyle çatışan değil, birbirini bütünleyen özellikler olduğunu gösteren bir insanlık düzeni getirmiştir. İslâm aile düzeni, erkek ve kadının mümkün olan en üst seviyede kendi cinsî rollerinin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmesine dinî bir anlam kazandırmıştır.

A) Cinsî Duygu Ve Cinsiyet Eğitimi

Cinsiyet, insan davranışlarını etkileyen önemli bir güdüdür ve her cins diğerine karşı tabii olarak ilgi duymaktadır. [228]Hz. Peygamber de bir hadisinde, kendisine dünyadan üç şeyin sevdirildiğini belirtmekte ve bunlar arasında “kadın”ı da zikretmektedir. [229]

İnsan tabiatı, cinsî hayatla ilgili üç farklı istek ve ihtiyacın tatminine im­kân veren faaliyet ve davranışlara kaynaklık eder:

  1. Ruhsal tatmin ve hu­zur. Eşlerin birbirlerine duyduğu gönül yakınlığı; aralarında sevgi, saygı, bağlanma duygularının canlanmasına, birlikte yaşamayı zevkli hale koyan psikolojik bir ortamın doğmasına yol açar.[230]
  2. Bedensel lezzet ve zevk. Bir ihtiyaç olarak hissedilen cinsî birleşme, kişiye zevk verici bir özelliğe sahiptir.
  3. Neslin devamı. Her insan kendinden sonra bu dünyada soyunu devam ettirecek çocuklara sahip olma arzusunu taşımaktadır. Erkek ve kadının ortak cinsî faaliyeti, bu arzunun gerçekleş­mesine imkân verir.

İslâm dini, insanın fıtratının gerektirdiği cinsî ihtiyaç ve arzuların tatmi­nini son derece tabii karşılamış ve bu konuda fert ve toplumun huzurunu, sağlam ve sağlıklı gelişimini hedef alan düzenlemeler getirmiştir. Cinsiyet güdüsü, insanı kural tanımaz taşkınlıklara sürüklemektedir. Bunun tatmini­nin sağlayacağı zevk bir amaç haline getirildiğinde ise, insanın ahlâkî kişiliği bundan büyük zarar görmektedir. Başı boş ve sorumsuz bir cinsel hayat,

nesillerin bozulmasına, insanlar arasındaki gerçek sevgi ve rahmet duygula­rının yok olmasına, düşmanlık ve anlaşmazlıkların çoğalmasına, ruh ve beden yönünden pek çok hastalığın yayılmasına yol açmaktadır. Bundan dolayıdır ki, müslümanlann iffet ve namuslarını korumaları Kur’an’ın bir emridir. [231]İslâm, kadın ve erkeğin nikâh akdine dayalı beraberliği dışında, serbest ilişki ve birleşmelere izin vermez. Cinsî ahlâkta esas olan iffet ve namusun korunmasıdır ve bunun en uygun yolu da ev­lenmedir. Çünkü insanın cinsî duygu ve isteğini ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, İslâm açısından bu istenen bir şey de değildir. Nitekim Hz. Peygamber, Allah’a daha çok ibadet etmek amacıyla cinsî arzularını bütü­nüyle köreltme yoluna gitmek isteyenleri bundan sakındırmıştır. [232]Gençleri evlenmeye teşvik eden Resûlullah, bunun insanı günah işlemekten koruyacağını bildirmiş, evlenmek için imkân bulamayanlara da oruç tutmayı ve iffetlerini bu şekilde korumaya çalışmalarını tavsiye etmiştir. [233]Kur’ân-ı Kerîm’de, eşlerin biri diğerinin iffetini koruma sebebi oluşu, “…onlar sizin elbiseniz, siz de onların elbisesi duru­mundasınız” [234]anlamındaki ifadelerle belirtilerek buna işaret edilmiştir.

Zina ve fuhşun her çeşidi ile buna götüren yollar İslâm’da ahlâka son derece aykırı, kötü bir yol, çirkin bir iş ve bir hayasızlık olarak nitelendirilir. [235]Ayrıca, normal cinsî tabiata aykın düşen yollardan cinsî tatmin sağlanması da İslâm’ın hiç tasvip etme­diği bir davranış biçimidir. Kur’ân-ı Kerîm’de, eşcinsel bir yönelişe saplanıp kalan Lût kavminin davranışı çok sert bir dille tenkit ve reddedilir. [236]Erkeğin kendi eşine tenasül organından değil de arka uzvundan yaklaşması, Hz. Peygamber tarafından “küçük livâta” olarak adlandırılır ve kesin olarak yasaklanır. [237]Öte yandan, hayvanla cinsî temas kurulması iğrenç görülmüş, bu fiil ağır bir suç ve günah sayılmıştır. [238]El ile cinsî tatmin sağlanması da yine hoş görülmeyen bir davranıştır. Bütün bunlar İslâm’da cinsî duygunun ve isteğin tabii karşılan­dığını, fakat insanın bu duygusuyla başı boş bırakılmayip onun sağlıklı, düzenli ve huzurlu bir yöne sevkedildiğini, akim duyguya hâkim kılınarak insanın cinsî tabiatının eğitilmek istendiğini gösterir.

Erkek ve kadın olarak her cinsin kendine has özelliklerinin korunması ve kendi tabii yönünde geliştirilmesi, cinsiyet farklılaşmasının doğal sonucudur.

Bu bakımdan, kıyafetten başlayarak her türlü bilgi, tavır ve davranışlarda, cinsler arasındaki bu farklılığı dikkate alan ve her cinsin kendi özelliklerine uygun düşen bir eğitim kaçınılmazdır. Hz. Peygamber kadına benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanet etmiş [239]ve bu tipler için bazı yaptı­rımları yürürlüğe koymuştur. [240]Ay­rıca, erkekler için yasakladığı cins ve renkteki giyecekleri erkek çocuklar üzerinde görünce hoşnutsuzluk gösterip müdahale etmiştir. [241]

Her cinsin kendi özelliğini koruması yanında, bazı temel ahlâkî değerle­rin de kazandmlmasıyla, sağlıklı bir cinsî eğitim ve gelişim sağlanabilir. Bu­nun için gerekli olan tedbir ve uygulamalar için en uygun yer aile yuvasıdır. İslâm bu konuyu da bazı kurallara bağlamıştır. Buna göre, çocukların zihnî ve bünyesel gelişimlerine paralel şekilde cinsî yönden bilgilendirilmesi ve eğitilmesi tavsiye edilir. Ana babanın kendi odalarında örtüsüz bulunabile­ceği saatlerde çocukların ve diğer ev halkının izinsiz olarak odaya girmeme­leri gerekir. Gençler ve yetişkin kişiler de, kan kocanın odasına girerken her defasında izin istemelidir. [242]Böylece karı koca arasındaki cinsiyet hayatı gizliliğini korumalıdır. Erkekle erkeğin, kadınla kadının bir­likte aynı yatakta yatması da uygun değildir. [243]Çocukla­rın, yedi ya da en geç on yaşlarında yataklarının ayınlması, kız ve erkek çocukların ayrı ayrı yataklarda yatırılmasını tavsiye eden Hz. Peygamber[244], cinsiyet eğitiminde ana ba­banın büyük sorumluluğuna da işaret etmiş olmaktadır.

B) Cinsî Hayat Ve Yasaklar

İnsanın ruhî ve manevî olduğu kadar bedenî-tabii ihtiyaçlarının da mâ­kul ve dengeli bir şekilde karşılanması gerektiği ilkesini benimseyen İslâm dini, insanın cinselliğini de tabii bir vakıa olarak ele almış, ancak bu konu­da, belli sınırlar ve mâkul ölçüler koyarak hem cinsî hayatı korumayı ve devam ettirmeyi, hem de insanlık onuruna ve değerine aykırı davranışları, sapma ve aşırılıkları önlemeyi hedef almıştır. Diğer bir anlatımla İslâm dini, diğer alanlarda olduğu gibi bu konuda da akıl ile duygular arasında mutedil ve dengeli bir yol çizmiştir. Çünkü insan akıl, sezgi, düşünme ve karar ver­me, utanma, iffet gibi güzel haslet ve duygularla donatılmanın yanı sıra şehvet, yeme ve içme gibi bedenî ihtiyaçlara, birtakım zaaf ve temayüllere de sahiptir. İnsanın diğer dünyevî lezzet ve menfaatlerde olduğu gibi cinsel­lik konusunda da çoğu zaman bencillik ve aşırılığa kaçması, bedenin arzu ve duygularına kapılıp barbarca bir çekişmeye girmesi kuvvetle muhtemel olduğundan, İslâm’da cinsel eğitim ve cinsî ihtiyacın tatminiyle ilgili birçok düzenleyici ve emredici kurallar konmuştur.

İslâm’ın iki aslî kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te cinsî hayatla ilgili bir­çok ayrıntılı hüküm yer almaktadır. Bunun için de özel hayatın bir parçasını oluşturan cinsî hayatın dinin bu emir ve tavsiyeleri doğrultusunda düzen­lenmesi, müslüman için ayn bir önem taşır. İslâm akıl ve iradenin bedenî haz ve arzulara tâbi kılınmamasını, insanın şehvetin esiri olmamasını ister. Buna karşılık cinsel hayattan çekilme, hadımlaşma, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi din adamlarının evlenmeyerek Tanrı’ya daha yakın olacağı iddiası İs­lâm’da hoş karşılanmaz. Hz. Peygamber kendini gece gündüz ibadete vere­rek dünyevî haz ve ihtiyaçlardan geri duran sahâbîleri eleştirerek bunun İslâm’ın önerdiği bir hayat tarzı olmadığını, bedenin, organların ve nefsin de kişi üzerinde hakları olduğunu, onların da haklarının verilmesi gerektiğini belirterek itidalden, tabii ve fıtrî yoldan ayrılmamayı önermiş, hadımlaşmayı da yasaklamıştır. [245]Zaten evlenip iffeti koruma, cinsî arzularını meşru ölçüler içerisinde giderme, sağlıklı ve düzenli bir cinsellik dinin emrettiği ve teşvik ettiği bir husus olduğundan geniş anlamda “ibadet” kavramına dahildir. Kur’an’da, “Sizler için kendile­riyle sükûnete erip tatmin olacağınız eşler yaratıp da aranızda sevgi ve mer­hamet peyda etmesi, O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen toplumlar için ibretler vardır” [246]buyurulur. İffetini koruyan, evlilik içi meşru cinsel ilişki ile yetinen müminlerden övgüyle söz edilir. [247]Hz. Peygamber’in müslümanlan evlenmeye teşvik etmesi, evlilik birliğini mümkün olduğu sürece korumayı öğütlemesi, bu konuda velilere ve devlete birtakım görevler yüklemesi, bekârlığı kınayıp bekâr kalmayı âdet edinenlerin şiddetle eleştirilmesi de aynı amaca yönelik­tir. Çünkü diğer dinî vecîbeler de dengeli ve huzurlu bir aile hayatı içinde daha iyi ifa edilebilecektir.

Evlenmeden önce tarafların birbirini görüp beğenmesi, taraflar arası denk­liğin gözetilmesi gibi tedbirler, eşlerin vücut ve ağız temizliğine dikkat etme, karşılıklı sevgi ve saygı gösterme, süslenme ve güzel koku sürünme, birbir­lerini cinsel yönden de tatmin etme, cinsel hayatın sırlarını koruma gibi kar­şılıklı hak ve ödevleri de dahil, cinsel hayatla ve aile hayatının mahremiye-tiyle doğrudan veya dolaylı olarak ilgili birçok konuda gerek Hz. Peygam­ber’in sünnetinde ve gerekse klasik dinî literatürde yer alan bilgi ve tavsiyeler, müslümanların aile hayatı ve cinsel ilişki açısından da sağlıklı ve huzurlu bir hayata kavuşmasını, yanlışlık ve sapmalardan korunmasını hedef alır. Eşler arası cinsel yetersizliğin ve hastalığın haklı bir boşanma sebebi sayılmasının da böyle bir anlamı vardır. İslâm’ın cinsî hayatla ilgili olarak koyduğu yasak ve sınırlamalar da bir yönüyle bu gayeye matuftur. Kadınlarla ay hali ve lohusalık döneminde cinsî ilişkinin yasaklanması, eşler arası bile olsa anal ilişkinin livata olarak adlandırılıp yasaklanması da böyledir. İslâm’ın teşhir­ciliği, müstehcenliği, çıplaklık ve hayasızlığı, karı koca olmayanlar için şeh­vetle dokunma ve bakmayı, alkolü, kadın-erkek ilişkilerinde ölçüsüzlüğü kınayıp yasaklaması, bunların önlenmesi için birtakım tavsiyelerde bulun­ması da aynı şekilde fıtratı ve tabii olanı koruma, mâkul ve dengeli bir cinsî hayatı yaşatma, sapıklık ve aşırılıkları önleme çabası olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu konularda insan, duygu ve bedenî arzularının yoğun baskısı altında olduğundan çoğu defa akıl ve iradesiyle hareket edemez. Aklın ve hür iradenin hâkim olmadığı alanda kişiye verilecek serbestlik, onu başı boşluğa, sapıklığa ve duygularının esiri olmaya götürecektir. İslâm böyle nazik bir konuda devreye girerek ferde akıl ve düşünce ile hareket etmesin­de yardımcı olmakta, bedenî arzu ve ihtirası mâkul bir zeminde tatmin etme yolları göstermektedir.

Son yüzyıllarda Batı dünyasında sloganlaşan cinsî serbestlik akımı, bir­çok sapıklığın, doğal olmayan ilişkilerin, iğrenç zevklerin yayılmasına, önü alınamayan hastalıkların, ruhî bunalımların baş göstermesine yol açmış, hatta bundan bütün dünya ülkeleri zarar görmeye başlamıştır. Öte yandan ağırlaşan ekonomik şartlar, gayri meşru ilişkilere karşı toplumsal hassasiye­tin kaybolması, fuhşun yaygınlaşıp kolaylaşması ve bencillik gibi farklı bir­çok âmil toplumda bekârların sayısını arttırmakta, böylece insanların cinsel ihtiyaç ve isteklerini gayri meşru yoldan karşılayan, sömüren yeni yeni ticarî faaliyet alanları ve sektörler ortaya çıkmaktadır. Bu olumsuz gelişme­lerden cinselliği ticarî kazanç konusu yapılan kadınlar başta olmak üzere toplumun her kesimi, aile kurumu, yeni yetişen nesil ayrı ayrı zarar gör­mektedir. Toplumumuzda evlilik içi huzursuzluk ve tatminsizliklerde de bu dış telkin ve yayınların önemli payı vardır. Denilebilir ki, cinsî duyguların sömürü, tahrik ve serbestisini konu edinen ve teşvik eden bunca yayın ve zararlı faaliyet, bu yayın ve faaliyetlerin etkisinde oluşan hayat tarzı ve çevre karşısında kalan insanımızı, bütün bunlara rağmen sapma ve ayak kaymalarından koruyucu en büyük faktör İslâm inancına bağlılığı ve dinî-ahlâkî değerlere olan saygısıdır. Batı toplumlarında da dindar hıristiyan ve yahudi aileler, çevreden gelen olumsuz telkinlere karşı aynı direnci göstere­bilmektedirler. Çünkü akıl ve irade imanla, Allah’a karşı duyulan saygı ve sorumlulukla birleşince, bedenî arzu ve duyguları kolayca dizginleyebilmekte, kişi, insanlığına yakışır bir hayat tarzını sürdürebilmekte, buna karşılık ferdî yetişkinliğin, dinî inancın ve sorumluluk duygusunun bulunmadığı durum­larda ise kişiler nefislerine, kötü telkin ve çağrılara kolayca teslim olmakta­dırlar.

İffet ve namusun korunması, İslâm dininin cinsî hayata ilişkin genel dinî ve ahlâkî ilkesini teşkil ettiği gibi zinanın haram kılınışı, zinaya veya iffetin ihlâline yol açabilecek durum ve davranışların yasaklanması da yine aynı ilkeyi korumaya yönelik önlemlerdir. Çünkü bir değeri koruma, onu doğru­dan veya dolaylı şekilde ihlâl eden tehlikelere karşı önlem almakla mümkün olur. Bu sebeple dinin aslî kaynaklarında değişik şekillerde ifade edilen ve yukarıda yer yer değinilen zina yasağı ve cinsî hayatı koruma amacına yö­nelik olarak alınan çeşitli önlemler ve getirilen kısıtlamalar, fıkıh kültüründe hukukî ve ahlâkî, ferdî ve sosyal boyutlarıyla ayrıntılı biçimde ele alınmış ve dinin gösterdiği hedeflere ulaşmada fert ve topluma kılavuzluk edilmiştir.

a) Zina Yasağı

Evlilik dışı cinsel ilişki demek olan zina öteden beri insan aklının, ahlâk ve hukuk düzenlerinin, diğer semavî dinlerin yanlış, ayıp ve kötü gördüğü bir fiil olup İslâm dininde de kesin olarak yasaklanmış, işlenmesi büyük günahlar arasında sayılmış ve önlenebilmesi için birtakım tedbirler öngörülmüştür.

Kur’an’da namus ve iffeti koruma müslüman erkek ve kadınların en ön­de gelen vasıfları olarak sayılır.[248] Kur’an’da, “Zinaya yaklaşmayın, zira o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur” [249]buyurularak hem zina­nın apaçık bir çirkinlik ve sapma olduğu belirtilmiş hem de zinanın yanı sıra kişiyi zinaya götürecek yol ve ortamlar yasaklanmıştır. Çünkü zina, nesebin karışmasına, ailenin dağılmasına, hısımlık, komşuluk, arkadaşlık gibi bağla­rın çözülüp toplumun manevî ve ahlâkî değerlerinin temelden sarsılmasına yol açan ve insanı bedenî zevklerinin esiri yapıp aşağılayan çirkin bir dav­ranıştır. Böylesi zararlı ve kötü davranışın sadece ahlâkî ve dinî müeyyidelerle yasaklanması yeterli olmayacağından Kur’an’da zina eden erkek ve kadına bedenî ceza (celde) uygulanması da emredilmiştir. [250]Hz. Peygamberin tatbikatında ise bu konuda bir ayırıma gidilerek, Kur’an’da zikredilen bedenî ceza evli olmayan kimselerin zinasına uygulanmış ve ayrıca bu kimseler bulundukları bölge dışına bir yıllığına sürgün edilmiş, zina eden evli erkek veya kadının ise taşlanarak öldürülmesi (recm) yönünde uygulamalar yapılmıştır. [251]

Kur’an ve Sünnet’teki bu esaslardan ve ayırımdan hareketle gelişen İs­lâm ceza hukukunda da zina suçunun oluşumu, uygulanacak cezanın ma­hiyet, tür ve şekli, sanık ve suçluların hak ve yükümlülükleri gibi konularda ayrıntılı bir hukuk doktrini meydana gelmiştir. Bu ayrıntıların temel amacı, suçta ve cezada kanuniliğin, açıklık, kesinlik ve objektifliğin sağlanması, suçlunun ve toplumun haklarının korunmasında dengenin kurulması, toplumun genel ahlâk esaslarının ve kamu düzeninin ihlâlinin önlenmesidir. Zina suçunun ispatında dört erkek şahidin bulundurulması veya suçlunun dört defa ikrarda bulunması şartı da suçun tesbit ve ispatında şüpheli durumları önlemek içindir. Bu aynı zamanda zinanın aleniyet kazanıp toplum­ca bilinir bir hal aldığında cezalandırılması gibi bir anlam da taşır.

Toplumda zinanın önlenebilmesi için yasaklamanın veya suçu sabit gö­rülenlere ceza uygulamanın yeterli olmayacağı, hatta İslâm’da cezaların uygulanışının amaç olmadığı açıktır. Onun için de İslâm’da suçların önlenmesi, kişileri suçu işlemeye sevkeden duygu, ortam ve araçların ıslah edil­mesi, işlenen suç ve günahların da mümkün olduğu ölçüde gizlenmesi ilke edinilmiş, bunun için de öncelikli olarak, erkek ve kadınların yabancıların (aralarında evlilik bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan kimselerin) yanında belli yerlerini örtmeleri, birbirlerini tahrik edecek şekilde davran­mamaları, yabancı kadınla erkeğin baş başa kalmaması (halvet), toplumda açıklık ve müstehcenliğin önlenmesi gibi birinci kademede yer alan önlemler alınmıştır. Karşı cinsleri cinsel yönden uyaracak türde söz, bakış ve yakın ilişkilerin de zinaya hazırlayıcı hareketler olarak kınanması bu yüzdendir.

Hukuk düzeninin öngördüğü hedeflerin gerçekleşmesinde yasaklar ve bu yasakları koruyucu cezalar, tâli yasaklar ve tedbirler kadar, sosyal arka plan ve insan unsuru da önem taşır. Bu sebeple de İslâm toplumlarında söz konusu tedbirlerle yetinilmeyerek ailelere ve topluma çocukları eğitme, evli­lik yaşını geçerli bir sebep olmadıkça geciktirmeme, evlenmeleri kolaylaştır­ma, toplumda dinî ve ahlâkî değerleri diri tutma gibi ilâve görevler verilmiş, her müslümanın kendi eğilim ve davranışını kendi başına denetleyebilecek bir ahlâkî yetişkinliğe, kişilik ve sorumluluk bilincine ulaşması hedeflenmiş­tir. Çünkü İslâm’ın temel gayesi suçluların cezalandırılması değil, toplumda suç ortamının oluşmaması, insanların güven ve huzur içinde yaşamasıdır. Ancak, bütün bu önlemlere rağmen toplumda zina suçu işlendiğinde, aleni­yet kazanıp kesin olarak ispat edildiğinde, suçlunun cezalandırılması, hem suçun önlenmesi, hem toplum hakkının korunması açısından kaçınılmaz bir sonuçtur. İslâm’ın cezaların objektif, âdil ve tutarlı bir şekilde uygulanmasını emredip suçluya artık suçu işledikten sonra açınmaması gerektiğini ikaz etmesi de [252]suçlunun cezalandırılmasının gerçek anlamda adalet ve rahmet olması gerçeğini ifade içindir. Çünkü insanlara gerçek anlamda acıma, suçluları affetme şeklinde değil, suçları önlemeye çalışma, suça giden yollan kapama, fakat toplumda suç işlendiğinde de tavizsiz, tutarlı ve etkili şekilde suçluları cezalandırma ile olur.

Günümüz toplumlarında zinanın, birçok cinsel suç ve sapıklığın yaygın bir hal almasının, aileyi ve toplumun ortak manevî ve ahlâkî değerlerini sarsıcı bir boyuta ulaşmasının temelinde eğitimin, aile içi ve beşerî ilişkilerin dinî ve ahlâkî zeminden koparılarak bireyci, özgürlükçü, bencil ve yararcı bir zeminde geliştirilmeye çalışılması, suçlan tesbit ve cezalandırmada, kadın-erkek ilişkilerinin bireysel özgürlük ve haklann sınırlarını belirlemede bazı temel kriterlerin yitirilmiş olması yatmaktadır. Bu yanlışlıklar sonucu, suçlu­ya acıma veya bireysel özgürlükleri koruma adı altında yanıltıcı propagan­danın baskın etkisi sonucu birçok suç gerektiği şekilde önleyici, ıslah edici ve denk bir ceza ile karşılık görmemekte, suç mağduru fert veya toplumun haklan göz ardı edilmektedir. Batı toplumu için çok daha geçerli olan bu değerlendirmeler, Batı toplumuyla yakın ilişki içinde olan müslüman top­lumlar için de kısmen geçerli olup, Batı’daki bu olumsuz gelişmelerden müs­lüman toplum ve kesimler de oldukça etkilenmektedir. Bu alanda sayılan ve etkinlikleri giderek artan birçok olumsuz yayın, yönlendirme ve cinsel öz­gürlük propagandasına, örgün eğitiminin ve resmî politikaların da bu konu­da yetersizliğine rağmen toplumumuzda zinanın ve diğer cinsel suç oranla­rının Batı toplumlarına göre daha düşük olmasının temel nedeni, İslâm dini­nin ve genel ahlâk ilkelerinin fertlerin gönüllerinde, günlük hayatlarında ve insan ilişkilerinde egemenliğini ve yönlendiriciliğini büyük ölçüde sürdür­mekte oluşudur. Ancak bunun yeterli bir güvence olarak görülmesi yanlış olur. Suçlunun cezalandırılmasından çok suçun işlenmesine meydan verilmemesi ve o ortamın yaratılmaması daha önemli olduğuna göre, bireylerin iyi eğitilmesi, ahlâklı ve erdemli kişiler olarak yetiştirilmesi, cinsî arzu ve ihtiyaçların sömürü aracı yapılmasının ve müstehcenliğin önlenmesi günü­müzde daha büyük önem taşımakta, devlet, toplum ve bireyler olarak her kesim bu alanda ayrı ayrı sorumluluklar taşımaktadır.

b) Koruyucu Önlem Ve Yasaklar

Toplumda fertlerin ve aile hayatının korunması, sağlıklı bir cinsî hayatın temini için sadece evlilik dışı cinsî münasebet demek olan zinanın yasak­lanması yeterli olmaz. Buna ilâveten, aklın, dinin ve insan tabiatının kötü ve çirkin bulduğu her türlü hayasızlık, fuhuş ve müstehcenlikle mücadele edilmesi, bunlan besleyip yaygınlaştıran ortamın da düzeltilmesi ve iyileştiril­mesi gerekir. Bunun için de İslâm dini, sadece zinayı yasaklamakla yetinme­yip, zinaya götüren yolları, müstehcenliği, kadın-erkek ilişkilerinde ölçüsüzlü­ğü ve aşın serbestliği de önlemeye, buna ilâveten ferde ahlâkî olgunluk ve şahsî sorumluluk yüklemeye, cinsel hayatla ilgili eşler arası birtakım hak ve görevlerden söz ederek aile hayatını koruyup iyileştirmeye özen göstermiştir.

Kur’an’da zina ve fuhuş büyük günahlar arasında sayıldığı, zinanın dünyevî ve uhrevî cezasından söz edildiği gibi[253], erkek ve kadınların gözlerini haramdan korumaları, avret yerlerini örtmeleri emredilmiş, böylece zinaya giden yolun bir yönüyle kapanmış olacağına işaret edilmiştir. [254]Bir hadiste Hz. Pey­gamber dil, ağız, el, ayak, göz gibi organların zinasından söz ederek [255]zinaya zemin hazırlayıcı her türlü gayri meşru ilişkinin, flört ve beraberliğin de bu nevi zina olduğunu belirtmiş, bunlardan da sakındırmıştır. Çünkü iffet ve namus bir bütün olup, o ancak onu lekeleyecek her türlü kötülük ve yanlışlıktan uzak kalınarak korunabilir.

Erkek ve kadın biri diğeri için cinsî uyarıcıdır. Bu sebeple yabancı (arala­rında evlilik bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkek ve kadınla­rın birbirlerine karşı ölçülü ve mesafeli davranmaları gereklidir. Yine, yaban­cı bir kadının yabancı bir erkekle baş başa kalması da doğurabileceği sakın­calı sonuçlar dolayısıyla yasaklanmıştır. Aralarında devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının bir yerde baş başa kalmaları İslâm hukukunda halvet terimiyle ifade edilir. Hadislerde, aralarında nikâh bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının, başkala­rının görüşüne açık olmayan kapalı bir mekânda baş başa kalmaları yasak­lanmıştır. Bir hadiste Hz. Peygamber “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü, böyle bir durumda üçüncüleri şeytandır” [256]buyurmuştur. Böyle bir durum karşı cins için tahrik edicidir, zinaya veya dedikoduya ve tarafların iffetlerinin zedelenme­sine yol açabilir.

Kötülüğün önlenmesi kadar ona giden yolların kapatılması da önemlidir. Öte yandan iffet ve namus lekelendiğinde geri dönüşü ve telâfisi olmayan bir zarar ortaya çıkmış ve temel bir kişilik hakkı ihlâl edilmiş olur. Bu sebeple anılan muhtemel olumsuz sonuçlan önlemek gayesiyle kadının yabancı bir erkekle kapalı bir mekânda baş başa kalması, kadının yanında mahremi bu­lunmadan yolculuk etmesi uygun görülmemiştir. Ancak bu tür davranışlar kendiliğinden değil harama yol açması sebebiyle yasaklandığı için, belirli ihtiyaç ve mazeretlerin ortaya çıkması veya anılan sakıncaların bulunmaması halinde caiz görülebilmektedir. Nitekim yol emniyetinin bulunması veya kadınlann ayrı bir kafile teşkil etmesi halinde kadının mahremi bulunmaksızın yolculuk etme­sinin caiz görülmesi bu anlayışa dayanır. Öte yandan bu tür kurallar ve kısıt­lamalar genel ve yaygın durum ölçü alınarak ve muhtemel sakıncalar gözetile­rek konulduğundan, kişilerin anılan sakıncalann kendileri hakkında varit ol­mayacağına inanmalarından ziyade objektif tesbitler ölçü alınır.

Erkek ve kadının birbirinin davranış, söz ve tavırlarından etkilenmesi kaçınılmazdır. Bunu en aza indirmek ve buna yol açacak durumlardan dik­katli bir şekilde sakınmak gerekmektedir. [257]Böylece duyu organlarının her birinin cinsî uyarılmaya karşı kontrol altında tutulması, iffet ahlâkının yerleşmesi bakımından önem taşımaktadır. Bu da güçlü bir iç disiplin ve kendine hâki­miyet ile sağlanabilir.

Cinsî uyancılık özelliği bakımından kadınların durumu çok daha fazla hassasiyet gösterir. Bunun için, kadınların daha da dikkatli davranmaları istenmiştir. Yabancı erkeklerle konuşurken kadınların, kalpte şüphe uyandırmayacak ve karşısındaki kişiyi yanlış anlamaya süreklemeyecek tarzda ciddi ve ağır başlı olarak konuşmaları[258], süs ve endamlarını yabancılara göstermemeleri[259], bunun için de sokağa çıktıklarında güzelce örtünmeleri [260]bu gayeye matuf emirlerdir. Hz. Peygamber, kadınların kendi evleri dışında, başkalarına hissettirecek derecede koku sürünerek dolaşmalarını hoş karşılamamış ve bunu edep dışı bir davranış olarak değerlendirmiştir. [261]

C) Doğum Kontrolü

Terim anlamıyla doğum kontrolü, eşlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olabilmeleri için gebeliği önleyici birtakım önlem ve yön­temlere başvurmaları demektir. Konu esasen aile içi ilişkileri, anne ve babanın sorumluluğunu ilgilendirdiği için ilk planda ferdî boyutta bir meseledir. Ancak günümüzde doğum kontrolü, aile veya nüfus planlaması adıyla yürütülen politikanın ana parçasını oluşturduğundan bütün toplumu yakından ilgilendi­ren sosyal, ekonomik hatta uluslararası boyutta bir önem taşımaya başlamış­tır. Doğum kontrolü her iki yönüyle de İslâm hukukunu ilgilendirmektedir.

a) Bireysel Boyut

Bireysel ve ailevî boyutuyla doğum kontrolünün fıkhî hükmü, kontrol usul ve işleminin mahiyetiyle yakından ilgilidir. Kadının yumurtası ile erkeğin spermi birleşip döllenme olduktan sonra gebeliğe son verilmesi, yani ana rahminde oluşmuş ceninin düşürülmesi, halk arasındaki tabiriyle çocuk dü­şürme ve aldırma, doğum kontrolü kavramının dışında olup ayrı dinî hü­kümlere tâbidir ve bundan sonra ayrıca ele alınacaktır. Burada ise hamileliği önleyici tedbirler anlamındaki doğum kontrolünden söz edilecektir.

İslâm dininde toplumun temeli olarak kabul edilen aile kurumuna büyük önem verilmiş, bu kurumun korunmasını ve sağlıklı bir bünyeye kavuştu­rulmasını temin gayesiyle dinî ve hukukî mahiyette bir dizi tedbir alınmıştır. Hz. Peygamber imkânı olan kimselerin evlenmesini ve evliliğin kolaylaştı­rılmasını tavsiye etmiş, kıyamet gönünde ümmetinin çokluğu ile övüneceğini bildirmiştir. [262]Bunlar Resûlullah’ın neslin devamına ve nüfus artışına önem verdiği, doğum kontrolüne gidilme­sini tasvip etmediği şeklinde yorumlanabilir. Buna ilâveten kader, rızık ve tevekkülle ilgili inanışlar, nüfusun öteden beri toplulukların en önemli güç kaynağı olması, ayrıca içinde yaşanılan toplumun geleneksel kültürü de eşlerin gebeliği önleyici tedbirler almasında, hatta fakihlerin doğum kontro­lünün dinî hükmü konusunda çekimser veya karşı bir tavır izlenmesinde etkili olmuştur.

Doğum kontrolünün, daha açık ifadeyle eşlerin gebeliği önlemesinin eski ve yeni birçok yöntemi vardır. Tıbbî ve teknik gelişmeler neticesinde, her gün yeni metot ve ilâçlar ortaya çıkmaktadır. Azil, yani erkeğin cinsel ilişki sırasında spermini dışarı akıtması yöntemi çok eskilerden beri bilinen bir usul olup ilk dönem müslümanları tarafından da biliniyor ve uygulanıyordu. Hz. Peygamberin azli yasaklamamış olması[263], İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğunun da azli caiz ve mubah görüp bunu eşlerin irade ve tercihlerine bırakmış olmaları, fert ve aile planında doğum kontrolünün kural olarak caiz olduğunun ilk delili sayılabilir.

Eşlerin hangi durumlarda azil ve diğer gebeliği önleyici metotlara baş­vuracağı ise genelde onların aile içi meselesi olarak görülmekle birlikte örnek olarak, fazla çocuk yüzünden ailenin ve çocukların sıkıntıya düşmesi, anne sağlığının bozulması, çocukları gereği şekilde yetiştirememe tehlikesi gibi gerekçeler sayılmıştır. Zahirî hukukçu İbn Hazm hariç tutulursa, bu konuda Sünnî hukuk ekolleri ve Şiî mezhepleri arasında ciddi bir görüş farklılığı yoktur. Ancak İslâm bilginleri, eşlerin karşılıklı haklarını koruma, aile içi huzur ve mutluluğu sağlama amacıyla gebeliği önleme metotlarının iki tara­fın karşılıklı rızâsı dahilinde uygulanmasını telkin ve tavsiye ederler.

Azil dışında ilâç almak, vaginaya gebeliği önleyici bir madde koymak, prezervatif kullanmak gibi yollarla da gebeliğin önlenmesi mümkündür. Ancak gebeliği önleyici metotlar ile başlamış bulunan gebeliği sona erdirme ve döllenmiş yumurtayı dışarı atma işlemlerinin birbirinden iyice ayrılması gerekir. Çünkü farklı bu iki işlem farklı dinî hükümlere tâbidir. Bu itibarla bir kısım yeni metot ve ilâçların gebeliği önlemediği, aksine döllenmiş yumurta­yı imha ve izâle ettiği ve bu şekilde gebeliğin devamını önlediği belirlendi­ğinde, artık bunların çocuk düşürme kapsamında ele alınması gerekir. Me­selâ bugün tıbbın getirdiği imkânlardan biri olan spiralin, gebeliği önleyici bir işlev gördüğü bilinmekle birlikte zaman zaman döllenmeyi engellemeyip rahimde teşekkül eden cenini dışarı atıcı bir fonksiyon icra ettiği de anlaşıl­maktadır. İslâm hukukçuları azil ve diğer gebeliği önleme yöntemlerine karşı oldukça müsamahalı baktıkları halde, çocuk düşürmeyi hiçbir aşamada tas­vip etmemiş, tıbbî ve dinî zaruret bulunması durumu hariç böyle bir işlemi cinayet, büyük günah saymışlardır. Bu itibarla çocuk düşürme ve başlamış bulunan gebeliği sona erdirme işlemlerinin doğum kontrolü olarak değerlen­dirilmesi, gebeliği önleme hakkında fıkıh kültüründeki mevcut hoşgörü ve müsaadenin bu işlemlere de taşınlması mümkün değildir. Rahime yumurta ulaştıran kanalların bağlanması veya erkeğin kisirlaş-tırılması da çağdaş doğum kontrolü metotlarından biridir. Kadın veya erke­ğin çocuk yapma kabiliyetinin yok edilmesi demek olan kısırlaştırma ilâçla veya cerrahî müdahale ile olmaktadır. Âyet ve hadislerde konuyla doğrudan ilgili bir hüküm olmamakla birlikte, İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu tıbbî veya dinî bir zaruret yokken bu yönteme başvurulmasını caiz görme­mektedir. Gerekçe olarak da bunun fıtrat değiştirme, Allah’ın doğuştan ver­diği kabiliyet ve nimetleri inkâr, insanın temel hak ve hürriyetine müdahale olduğu görüşündedirler. Bu sebeple de eşlerin artık hiç çocukları olmayacak ve geri dönülmesi imkânsız şekilde kısırlaştırmasının dinen sakıncalı ve günah olduğunu ifade eder, bunun ancak eşlerden birinde aklî veya zührevî bulaşıcı bir hastalığın bulunması ve çocuklara geçeceğinin sabit olması ha­linde caiz olabileceğini belirtirler.

b) Nüfus Planlaması

Bir toplum politikası olarak aile veya nüfus planlaması ise doğum kont­rolünün bir başka yönünü teşkil eder. Dünyada iktisadî kaynakların sınırlı olduğu, hızlı nüfus artışının iktisadî gelişmeyi durduracağı ve maddî kaynaklardan yararlanmada sıkıntıya yol açacağı teziyle başlatılan “toplumsal nüfus ve aile planlaması” ise siyasal bir karakter arzettiğinden aile içi doğum kontrolünü konu alan ferdî çerçevenin dışında kalmakta, ayrı bir zeminde ele alınması gerekmektedir.

Batı’da başlayan ve iki yüzyıllık bir geçmişi bulunan bu toplumsal nüfus planlaması kampanyası, diğer âmillerin de etkisiyle gelişmiş Batı ülkelerinde nüfus artışını yavaşlatmış hatta durdurmuştur. Bu durum karşısında nüfusun giderek azalmasının yaratacağı tehlikeleri gördüklerinden, artık Batı ülkeleri nüfuslarını arttırıcı, aile ve çocukları koruyucu, hatta teşvik edici birtakım tedbirleri almaya yönelmişlerdir. Bu tutum ve uygulamaları halen devam et­mektedir. Ülkede nüfusun azalması o ülkede kaynaklardan fertlere daha fazla pay düşmesine, fert başına düşen millî gelirin artmasına yol açıyorsa da, eski­den olduğu gibi çağımızda da nüfus başlı başına bir güç kaynağı ve iktisadî zenginlik aracı da olabildiğinden nüfus azalması uzun vadede toplumun aley­hine olmaktadır. Gelişmiş Batı ülkelerinin günümüzde nüfusu arttırıcı tedbir­lere başvurması ve teşvik etmesi bundan kaynaklanmaktadır.

Öte yandan zengin Batı ülkeleri, gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus artışını da ileriye matuf ciddi bir tehlike veya sıkıntı kaynağı olarak gördüklerinden, bunu önleyici tedbirler üzerinde titizlikle durmakta, gelişmekte olan ülkelerde­ki, bu arada İslâm ülkelerindeki toplumsal nüfus planlamasını organize veya finanse, etmektedirler. Bütün bu gelişmeler, esasen ferdî çerçevede doğum kontrolüne hoşgörü ile bakan İslâm bilginlerini, çağımızdaki toplumsal nüfus planlaması hakkında olumsuz bir tavır almaya sevketmiştir. XX. yüzyılın özellikle ikinci yarısında İslâm dünyasında bu konuda birçok eser kaleme alınmış, konuyla ilgili çok sayıda ilmî toplantı yapılmış, konunun dinî, sosyal ve siyasî boyutu tartışılmıştır. Değişik İslâm ülkelerindeki fetva heyetlerinin ve ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki kurulların yanı sıra, İs­lâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı olup bütün İslâm ülkelerinin temsil edildiği İslâm Fıkıh Akademisi de 10-15 Ocak 1988 tarihleri arasında Kuveyt’te ger­çekleştirdiği V. Dönem Toplantısında bu konuyu geniş biçimde ele alıp karara bağlamıştır. Özetle ifade etmek gerekirse; bu kararlarda, gebeliği önleyici me­totların kullanılması eşlerin ortak kararma bağlı aile içi bir mesele olarak de­ğerlendirilmiş ve caiz görülmüş, buna karşılık başta tıbbî zaruretler olmak üzere dinen meşru bir gerekçeye dayanmadıkça çocuk düşürme, başlamış gebeliği sona erdirme, eşleri kısırlaştırma caiz görülmemiştir. Toplum politikası olarak nüfus ve aile planlamasının ise uzun vadede İslâm âleminin aleyhine sonuç vereceği, bu yönde yürütülen kampanyaların farklı amaçları taşıdığı ve siyaseten doğru olmadığı kanaatine varılmıştır.

D) Çocuk Düşürme

Döllenme gerçekleştikten sonra rahimde oluşan ceninin dış etki ve müda­hale ile düşürülmesi, çok eski dönemlerden beri dinin, ahlâk ve hukukun tas­vip etmediği ve önlemeye çalıştığı bîr davranış olmakla birlikte çeşitli toplum­larda sık sık karşılaşılan bir olgu olma niteliğini de hiçbir zaman yitirmemiştir. Nitekim Yahudilik’te çocuk düşürme yasaklandığı gibi buna sebebiyet veren kimse anne de olsa cezalandırılmıştır. Hıristiyanlık’ta da çocuk düşürme bü­yük günah kabul edilmiş ve bunu yapan kimse öteden beri kilise geleneğinde cinayet işlemekle itham edilmiş ve ciddi bir tepki görmüştür.

İslâm’da da durum böyledir. İnsan hayatının korunması, İslâm dininin beş temel ilke ve amacından biri olduğu gibi insanın en şerefli varlık olduğu, insanın saygınlığı ve dokunulmazlığı da İslâm’ın ısrarla üzerinde durduğu ana fikirlerden biridir. İnsanın yaşama hakkı, erkek spermi ile kadın yu­murtasının birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Allah tarafın­dan verilmiş temel bir hak olup artık bu safhadan itibaren anne baba da dahil hiçbir kimsenin bu hakka müdahale etmesine izin verilmemiştir. Çün­kü cenin yaşama hakkını anne babasından değil, doğrudan yaratandan alır. Anne babanın başlangıçta çocuk sahibi olup olmamakta iradeleri ve seçme haklan varsa da, gebeliği önleyici tedbir ve yöntemleri kullanmalarına dinen izin verilmişse de, artık gebelik teşekkül ettikten sonra doğacak çocuğun hayatına son verme hakları yoktur.

Kur’an’da çocuk düşürmeyle ilgili özel bir hüküm bulunmaz. Ancak âyet ve hadislerde yer alan genel prensipler ve özel hükümler anne karnındaki ceninin dinen meşru sayılan haklı bir gerekçe olmadan düşürülmesine ve gebeliğe son verilmesine müsaade etmez. “Çocuklarınızı yoksulluk korku­suyla öldürmeyin” [264]âyetinin dolaylı ifadesi, Hz. Peygamberin kasten çocuk düşürmeyi cinayet olarak adlandırıp bunu işleyen veya sebep olanın maddî tazminat ödemesine hükmetmesi, rızık, kader ve tevekkülle ilgili dinî telkin ve emirler bir anlamda anne karnındaki çocuğun hayat hakkını da güvence altına almaya matuf emir ve tedbirlerdir. İnsanın cenin halinde iken dahi, yani döllenme-doğum arasındaki safhasın­dan itibaren -belirli kurallar çerçevesinde- vücûb (hak) ehliyetine sahip ol­masının anlamı budur. Bu itibarla İslâm hukukunda, tıbbî ve dinî bir zaruret bulunmadıkça anne karnındaki çocuğun düşürülmesi ve aldırılması -anne baba tarafından yapılmış veya yaptırılmış olsa bile- cinayet (suç) olarak adlandırılıp haram sayılmıştır.

Çocuk düşürmenin genel ilke olarak dinî hükmü böyle olmakla birlikte, sperm ve yumurtanın hangi safhadan itibaren cenin sayılacağı ve dinen-hukuken koruma altına alınacağı, ceninin bulunduğu safhaya göre çocuk düşürmenin cezasında, hatta günahında bir farklılığın olup olmayacağı İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Kur’an’da ceninin anne karnındaki yara­tılış safhalarından bahsedilmekle birlikte[265]bu safha­ların ruhun üflenişiyle bir ilgisinin olup olmadığı konusunda açıklama bu­lunmaz. Hz. Peygamber’in bir hadisinde anne karnındaki çocuğa 120. gün­den sonra ruh üfleneceğinden söz edilir.[266], Ruhun üflenmesinin ilk kırk günden sonra vuku bulduğuna işaret eden hadisler de vardır. [267]Âyetin dolaylı ifadesi yanı sıra bu hadisler, bir de fakihlerin dönemlerinde cenin hakkındaki tıbbî bilgi­leri bu konuda farklı ölçü ve görüşlere sahip olmalarına zemin hazırlamıştır. Aralarında bazı Hanefîler’in de bulunduğu bir grup İslâm hukukçusu 120 günden önceki, bazı Mâliki ve Hanbelî fakihleri ise kırk günden önceki çocuk düşürmeleri, tam oluşmuş bir çocuk düşürme saymama eğiliminde­dirler. Ancak söz konusu hukukçuların böyle düşünmesi, ceninin anne kar­nında geçirdiği safhalar, döllenme ve çocuğun oluşumu konusunda, dö­nemlerinin tabii icabı olarak yeterli tıbbî ve teknik bilgiden yoksun olmala­rından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu gruptaki hukukçular yukarıda zikre­dilen hadisten hareketle ceninin ancak 120 günden sonra canlılık kazandığı ve teşekkül ettiği, bundan önce ceninin cansız veya belirsiz bir halde ruh üflenmeyi beklediği kanaatindedirler. Bu belirsizlik, biraz da çocuk düşür­menin dinî hükmü açısından ruhun üflenmesinden önceki dönemle sonraki dönem arasında ayırım yapma ihtiyacı, bu fakihleri birinci safha için mek­ruh, ikinci safha için haram hükmünü vermeye sevketmiştir. Diğer bir ifa­deyle bu konuda toleranslı bir tavır sergileyenler, çocuk düşürmenin hük­münün ilk günlerden ruh üflenme vaktine doğru gidildikçe mekruhtan harama doğru bir değişme göstereceği, ruh üflenme safhasından; yani kimile­rine göre kırkıncı, kimilerine göre 120. günden itibaren de haram hükmü içine gireceği şeklinde bir açıklama getirmişlerdir.

Ceninin canlılığının, mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ruhun üflenmesiyle aynı şey olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Böyle bir İddia içermeksizin belirtmek gerekirse, günümüzde ulaşılan ayrıntılı tıbbî bilgiler ceninin döllenmeden itibaren ayrı bir canlılık ve bütünlük kazandığı­nı, safha safha oluşum ve yaratılışının tamamlandığını, ilk birkaç haftadan itibaren organlarının teşekkül ettiğini, hatta kalp atışlarının hissedildiğini ortaya koymaktadır. Böyle olunca ilk 120 gün içindeki çocuk düşürmeleri, cinayet ve günah olan çocuk düşürme fiilinin kapsamı dışında tutmak mümkün görünmemektedir. Nitekim İslâm hukukçularının çoğunluğu hangi safhada olursa olsun çocuk düşürmeyi caiz görmezler. Mezheplerde hâkim görüş de budur. Meselâ Gazzâlî, ilk dönemden itibaren çocuk düşürmenin caiz olmadığını ve cinayet olduğunu söyler.

Ruh üflendikten sonra çocuk düşürmenin veya aldırmanın haram oldu­ğunda ve bu davranışın cinayet telakki edileceğinde İslâm âlimleri görüş birliğin dedir. Ancak annenin hayatını kurtarma gibi tıbbî ve kesin bir zaruret ortaya çıkmışsa o zaman anne karnındaki ceninin tıbbî bir müdahale ile alınması caiz görülür. Fakat bu konuda anne babanın karar vermesinden ziyade hazakat ve uzmanlığına güvenilen tıp doktorlarının kararının esas alınması doğru olur.

Cenine karşı bir cinayet işlenmesi halinde gurre tabir edilen bir ceza-tazminat ödenir. Gurrenin miktarının, sünnetteki tatbikat örneğinden [268]yola çıkarak beş deve, -altın ve gü­müşün o asırdaki değerine göre- yaklaşık 212,5 gr. altın veya 1785 gr. (Hanefîler’e göre 1487,5 gr.) gümüş olduğu görülmektedir. Gurre ceninin mirası kabul edilir ve düşmesine sebep olan kimse hariç vârisleri arasında paylaştırılır. Gurrenin ödenmesi için çocuk düşürmenin kasten veya hata ile olması, anne veya baba tarafından işlenmesi farketmez. Şâfıî ve Hânbelî fakihleri gurre ile birlikte kefaret ödenmesini de gerekli görürler. Bu hüküm­ler de İslâm’ın insan hayatına verdiği değerin açık bir göstergesidir.

Çağımızda zengin Batılı ülkelerin malî ve fikrî desteğiyle başlatılan ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde yürütülen nüfus ve aile planlaması kam­panyaları ve bu yöndeki yoğun propagandalar aileleri, özellikle de kadınları etkilemekte ve giderek çocuk aldırma (kürtaj) toplumumuzda yaygınlaş­maktadır. Fazla çocuk sahibi olmayı kınayan çevre baskısı da istenmeyen gebeliklerde kürtajı bir çözüm olarak algılamayı kolaylaştırmaktadır. Evlilik dışı ilişkilerin artması ve müsamaha görmeye başlaması da yine kürtajın yaygınlaşma sebeplerinden biridir. Batı ülkelerinde; toplumsal ve ahlâkî yapıdaki bozukluk kürtajın serbest bırakılması yönünde kampanya ve bas­kıları arttırıyorsa da toplumsal sağduyu ve kilise çevreleri bunun açık bir cinayet olduğunu, kürtajın serbest bırakılmasının birçok sakınca taşımasının yanı sıra bir insanlık suçu sayılması gerektiğini açıkça ifade etmektedir.

Bu yönde yapılan propagandalar özgürlük, ülke kalkınması, dengeli gelir paylaşımı, mevcut çocukların daha iyi yetişmesi gibi iddialar içerse de kürta­jın dinen ve ahlaken ağır bir cinayet ve suç olduğu açıktır. İslâm dini gebeliği önleyici tedbirler almayı hoşgörmüş ve eşlerin diledikleri zaman ve sayıda çocuk sahibi olmalarına imkân vermiş, fakat başlamış bulunan gebeliği sona erdirmeyi ve anne karnında teşekkül etmiş cenini imha etmeyi ise cinayet ve büyük günah saymıştır. Zira, başlangıçta da ifade edildiği gibi, hayat ve ölümü yaratan Allah’tır. Anne ve baba insan hayatı ve neslin devamı için sadece bir vasıtadır. İslâm’ın aldığı bütün tedbirler, yaptığı telkin ve teşvik­ler, neticeitibariyle insanın hayatını ve saygınlığını koruma, dünya ve âhiret mutluluğunu temin etme amacına yöneliktir.

E) Sunî İlkah Ve Tüp Bebek

Anne ve babanın çocuk sahibi olmayı istemeleri en tabii hakları olduğu gibi, bu istek dince de teşvik edilmiştir. Çünkü ailenin kuruluş amaçlarından birisi de çocuk sahibi olmak, onların geleceklerini hazırlamak, dolayısıyla sahip oldukları kültürel ve sosyal değerlerin devamını temin etmektir. Ancak İslâm dini, meşru evlilik dışında çocuk sahibi olma yollarını yasak saymış ve bunu toplumsal bozulmanın nedeni olarak görmüştür. İslâm’ın evliliği teşvik edip zinayı yasaklaması, nesil, nesep ve aileyi zayıflatabilecek her türlü tehlikeye şiddetle karşı çıkması netice itibariyle yine insanın saygınlığını, toplumun örgüsünün ve aile yapısının sağlamlığını hedef almakta, bu yönde akla ve selim fıtrata yardımcı olmaktadır.

İslâm inancına göre diğer bütün nimetler gibi çocuk da Allah vergisidir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Göklerin ue yerin mülkü Allah’ındır. O, ne dilerse, onu yaratır. Kimi dilerse ona kızlar bağışlar, kimi dilerse ona erkekler lütfeder. Yahut erkekler, dişiler olmak üzere çift uerir. Kimi de dilerse onu kısır bırakır. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, her şeye kadirdir.” [269]Şu var ki, Allah Teâlâ yarattığı her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Tabiat kanunu da denilen bu sebepleri araştırıp keşfet­mek ve meşru bir arzuya kavuşmak için uygun sebeplere sarılmak, kader inancı ile çatışmaz. Bu yüzden, kısırlığı sebebiyle çocuk sahibi olamayan eşlerin tedavi yoluna gitmelerinde ve bu tedavi sonucu çocuk sahibi olmala­rında bir sakınca yoktur ve bu en tabii haklarıdır.

Çeşitli bedenî-tıbbî rahatsızlıklar sebebiyle çocuk sahibi olamayan eşlerin çocuk sahibi olmak için kullandıkları tekniklerden birisi de “tüp bebek” yöntemidir. Bu, bir nevi sunî ilkah (sunî döllenme) yöntemi olup erkeğin menisi (sperm) alınıp, uygun dış ortamda kadının yumurtasiyla döllendiril-mekte, sonra da kadının rahmine konularak hamileliğe ve doğuma imkân hazırlanmaktadır.

Çocuk sahibi olamayan eşlerin tıbbî tedavisi ve çocuk sahibi olmalarına imkân hazırlanması gibi gayet olumlu ve iyi niyetli bir başlangıcı bulunan tüp bebek yöntemi, daha sonra Baü’da giderek farklı boyutlar kazandığı ve toplumun geleneksel, dinî, ahlâkî ve sosyal değerleriyle çelişen farklı amaç­lar doğrultusunda kullanılmaya başlandığı bilinmektedir. Dinî ve ahlâkî çer­çeveden bağımsız bir uygulama seyri gösteren bu teknolojinin yol açtığı bireysel ve sosyal problemler önce Batı’da, sonra da müslüman toplumlarda tartışılmaya başlanmıştır.

Çağımızda konu hakkında görüş bildiren İslâm bilginlerine göre çeşitli nedenlerle çocuk sahibi olamayan evli çiftlerin bu imkâna kavuşturulması gerek tıbbî tedavi gerekse temel insan haklan açısından olumlu ve övgüye değer bir gelişmedir. Sunî döllenme ve tüp bebek yöntemi de bu amaçla kullanılabilir. Ancak bunda kocanın menisinin ve eşinin yumurtasının kul­lanılması ve hamileliği de yine eşin yapması şarttır. Döllenmenin bu şartlarla rahim dışında gerçekleştirilip sonradan anne adayı eşin rahmine konması dinen sakınca teşkil etmez. Fakat bu yöntemin, kocanın veya karısının tabii yoldan hamile bırakma veya hamile kalma imkânının olmaması halinde uygulanabilecek istisna bir çözüm ve tedavi şekli olduğu unutulmamalıdır.

Nitekim konuyu 1986 yılında Amman’da yaptığı toplantıda görüşen İs­lâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi de benzeri bir sonu­ca varmış olup bu konuda almış olduğu karar özeti şöyledir:

“1. Kocanın sperminin yabancı yani arada evlilik bağı bulunmayan bir kadından alınan yumurta hücresiyle döllendirilmesiyle oluşan embriyonun karısının rahmine yerleştirilmesi,

2.Yabancı bir erkeğin spermi kullanılarak yapılan döllendirme sonucu oluşan embriyonun kadının rahmine yerleştirilmesi,

  1. Eşlerden alınan yumurta ve sperm hücrelerinin dışarıda döllenmesi ile oluşan embriyonun, hamile kalmaya gönüllü bir başka kadının rahmine yerleştirilmesi,
  2. Yabancı bir erkeğin spermi ile yabancı bir kadının yumurta hücresinin dışarıda döllendirilmesi ve embriyonun kadının rahmine yerleştirilmesi,
  3. Kocanın spermi ile karısının yumurtasının dışarıda döllendirilmesiyle oluşan embriyonun, kocanın diğer karısının rahmine yerleştirilmesi şeklinde yapılan sunî döllenme ve tüp bebek uygulamaları, İslâm’ın bu konuda koy­duğu temel ilke, yasak ve amaçlara ters düştüğü için şer’an caiz değildir.

Buna karşılık; kocanın spermi ile karısının yumurtası alınarak dışarıda döllendirilmesi ve oluşan embriyonun aynı kadının rahmine yerleştirilmesi ile kocanın sperminin alınıp karısının döl yatağı ya da rahminde uygun bir bölgeye bırakılarak iç döllenmenin sağlanması yöntemleri ise, ihtiyaç halin­de başvurulabilecek, tedavi karakteri taşıyan ve dinî ilkelere de ters düşme­yen bir yol olup dinî sakınca taşımaz.”

Böyle olunca, döllenmenin üç unsuru olan sperm, yumurta ve rahimin her üçü de birbiriyle evli çifte ait olursa, tüpte aşılama yoluyla çocuk sahibi olmakta dinen bir mahzur yoktur. Bu normal yolla çocuk sahibi olamayan eşlere uygulanan tedavi mahiyetindedir. Buna karşılık sunî döllenme ve tüp bebek tekniğinde bu şeklin dışına çıkılıp araya yabancı bir unsur sokuldu­ğunda, yani sperm, yumurta ve rahimden biri karı koca dışındaki bir şahsa ait olduğunda caiz olmamaktadır. Bu tekniğin caiz görülmeyen şekilleri kul­lanıldığında, doğacak çocuğun sperm babası, aile babası, yumurta annesi, taşıyan-doğuran annesi veya bunlardan en az üçü söz konusu olmakta, bu da gerek her iki tür baba gerekse her iki tür anne için farklı boyutta psikolojik-fıtrî bunalımlara, sosyal ve ahlâkî problemlere yol açmakta, çocuk için de olumsuz, gayri tabii bir aile ve sosyal ortam hazırlamakta, çocuğun temel insanî ve ailevî haklardan mahrum olarak dünyaya gelmesine sebep teşkil etmektedir. Bu tür uygulamaların nesep karışıklığına yol açtığı, aile ve top­lumu kökünden sarstığı da açıktır.

Sadece evli eşler arasında bir tedavi yöntemi olarak caiz ve sakıncasız olan sunî döllenme ve tüp bebek uygulamasının, bugün bazı Avrupa ülkele­rinde görülmeye başlandığı şekilde, evlenmeksizin kimliği belirsiz bir erkeğin sperminden çocuk sahibi olma, kocası iktidarsız veya spermleri yetersiz olduğunda karısını başka bir erkeğin spermi ile hamile bırakma, sperm ban­kası oluşturma gibi dinen ve ahlaken olduğu kadar fert psikolojisi, sosyal değerler, doğan çocuğun hakları gibi açılardan da olumsuz sonuçları bulu­nan bir uygulama halini alması esefle müşahede edilen bir durumdur. Bu aynı zamanda ilmî ve teknik gelişmelerin, dinî ve ahlâkî zemin kaybedildi­ğinde ne gibi kontrolsüz ve zararlı bir ivme kazanabileceğini de göstermesi bakımından düşündürücüdür. Zaten bu alanda ortaya çıkan olumsuz so­nuçlar Batılı düşünürler, bilim ve din adamları tarafından da sıklıkla dile getirilmekte, fakat yanlış uygulamaları önleyecek dinî ve ahlâkî bağlar bü­yük ölçüde devre dışı kaldığı, hukuk düzeni de bu çerçevede oluştuğu için olumlu bir gelişme kaydedilememektedir.

Batı dünyasında yeni yeni konuşulup tartışılmaya başlanan ve ilk olarak hayvanlar üzerinde denenen kopyalama (klonlama) yöntemi de benzeri bir değerlendirmeye tâbi tutulabilir.

VIII. GÜNLÜK HAYAT

İnanç, ibadet ve muamelât konularının dışında kalıp günlük hayatta sık­ça karşılaşılan ve hakkında dinin hükmünün ne olduğu merak edilen davra­nış ve problemlerin buraya kadar temas edilen konulardan ibaret olmadığı açıktır. Dinin aslî kaynaklarında yer alan hüküm ve bilgiler sabit durduğu halde hayatın devamlı değiştiği, her geçen gün farklı inanç ve kültür muhit­lerinin oluştuğu ve bu kültürlerle temas edildiği, bilim ve teknolojideki ge­lişmelerin yeni imkânlar ürettiği göz önünde bulundurulursa, günlük yaşa­yışın yeni sorunlarıyla dinî bilgi arasındaki bu diyalog âdeta kaçınılmaz olmaktadır. Burada, günlük hayatta sıkça karşılaşılan ve kimi inanç ve âdetler, kimi geleneksel hayat tarzının veya modern toplumun ürettiği prob­lemler, kimi de bireysel özgürlük ve tercih alanında kalan fakat dinî bilgiyle de ilişkili olan bazı meselelere temas edilecektir.

A) Bid’at Ve Hurafeler

Dinî terminolojide bid’at, dinin aslında olmadığı halde inanç ve ibadet alanında sonradan icat edilen inanış ve davranışları ifade eder. Daha açık bir ifadeyle, Hz. Peygamber zamanında olmayan veya meşru görülmeyen bir inanış, ibadet, dinî anlayış ve davranış bid’at kavramı içinde yer almaktadır.

İslâm dininde temel inanç esaslan açıklanmış, fertlerin ibadet hayatıyla ilgili mükellefiyetleri ayrı ayrı bildirilmiş, gerekli ve yeterli düzeyde tutulan bu inanç ve ibadet mükellefiyetinin orijinal şekliyle korunmasının gerektiği, bu alanda yapılacak değişikliğin dini tahrif anlamına geleceği belirtilmiştir. Kur’an’da, Yahudilik ve Hıristiyanlığın bu dinlere yapılan iyi niyetli veya kötü niyetli beşerî müdahaleler sebebiyle bozulduğundan sıkça söz edilmesi de yine bu amaca yönelik bir uyarı niteliğindedir. Dinin özünün ve aslî hü­viyetinin korunması yönündeki bu vurgular, müslümanların toplumda orta­ya çıkan ve geleneksel dinî hayatın devamı sayılmayan yeni durumlar kar­şısında direnç veya hassasiyet göstermesinin de temel âmili olmuştur. Bu direnç ve tartışmanın yoğunlaştığı alanlardan birisi de bid’at ve hurafelerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de dinin Hz. Mumammed’in risâletiyle birlikte kemale erdirildiği bildirilir. [270]Bu sebeple Hz. Peygamber’den sonra dinde icat edilen ve uydurulan her şey bid’at kavramına girmektedir. Bid’at sün­netin zıttıdır. Geniş anlamıyla sünnet Resûl-i Ekrem’den ve ashaptan sahih olarak nakledilen her şeydir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Peygamber ya da asha­bının dinî konularda söylediği, yaptığı veya tasvip ettiği davranışlar bu anlamda sünnet kavramına girmiş olur. Bid’at da bunların zıddını teşkil eder.

Bid’atın kapsamının dinî konularla sınırlı olduğu hususunda İslâm bil­ginleri görüş birliğindedir. Bu sebeple inanç ve ibadet hayatının dışında ka­lan yenilikler bid’at kavramına girmez. Bazı âlimler bid’atm kapsamını ge­nişleterek müslüman toplumların geleneğinde bulunmayan her yeniliği bid’at saymaya eğilimli iseler de bu doğru değildir. Hz. Peygamber bir ha­dislerinde,

“Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi diriltirse onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların seva­bından hiçbir şey eksiltilmeden. Kim de Allah’ın ve Resulü’nün rızâsına uy­gun düşmeyen bir kötü bid’at icat ederse onunla amel eden insanların gü­nahları kadar o kişiye günah yükletilir, hem de onların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden” [271]buyurarak, kötülenen bid’ati “Allah ve Resulü’nün rızâsına uygun düşmeyen kötü bid’at” diye nitelendirmiştir. Bu durumda dinin ruhuna ve genel prensiplerine aykırı olmayan ve ibadet rengine bürünmeyen âdetler bid’at sayılmazlar. Diğer bir anlatımla, herhangi bir davranış ve anlayış dinî yönü bulunmadıkça, iman, ibadet, günah ve sevap çerçevesine sokulmadıkça bid’at kavramına dahil olmaz. Meselâ türbelere horoz ve mum adamak, ölünün başında mum yak­mak dinin aslında olmadığı, fakat bunu yapanlarca bir nevi ibadet sayıldığı ve bununla sevap umulduğu için bid’attır. Buna karşılık hacca giderken deveye değil de uçağa binmek bid’at olmaz. Çünkü netice itibariyle bir yere en güvenli şekilde ulaşma usulüdür. Aynı şekilde unu elekten geçirmek, yemekte çatal, kaşık, masa kullanmak, otomobile binmek, bilgisayar kul­lanmak da bid’at olmaz. Bu tür yeniliklere bid’at olduğu ileri sürülerek karşı çıkılması, dinî bilgiden ziyade fert ve toplum psikolojisiyle açıklanabilir. Bir zamanlar matbaaya bid’at denilerek karşı çıkılmış olması, geçimini elle yazı yazarak karşılayan sanatkârların ekonomik mücadelesi şeklinde, televizyon, sinema ve futbola karşı çıkılması da içerdiği bazı olumsuzluklara muhafaza­kâr kesimin tepki göstermesi şeklinde anlaşılmalıdır. Konunun dinî bir tar­tışma ortamına itilmesi ise, bu konuda dinin insanlar üzerindeki derin etki­sinden yararlanmayı hedeflemiş olmalıdır.

Müslümanların dini koruma konusunda gösterdikleri hassasiyetin haya­tın tabii gelişimine ve normal değişime karşı bir tavır alışa dönüşmemesi için bir kısım İslâm bilginleri bid’atı ikiye ayırmışlar, iyi ve yararlı gördüklerine bid’at-ı hasene, kötü ve zararlı bulduklarına da bid’at-ı seyyie adını ver­mişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’i bir mushaf içinde toplamak, hadis kitapları yaz­mak, teravih namazını cemaatle kılmak, kabirlerin üzerine türbe yapmak gibi hususlar da sonradan ortaya çıkmış şeyler olmakla birlikte İslâm bilgin­lerince güzel bid’at olarak nitelendirilmiş, böylece bu tür yararlı faaliyetlerin sırf Hz. Peygamber döneminde yoktu diye terkedilmesini önlemek istemiş­lerdir. Günümüzde bir hayli yaygın olan mevlid, hafızlık ve hatim merasim­lerinin, camilerin görkemli mimarisinin ve tezyinatının, cemaatle namazda toplu teşbihlerin ve mûsikinin, ölümü takip eden belli günlerde düzenlenen dinî toplantıların katı bir yaklaşımla bid’at olarak nitelendirilmesi yerine, bu tür âdetler dinin aslî unsurlarının yerini almadığı sürece, içerdiği yararlar sebebiyle müsamaha ile karşılanması daha isabetli görünmektedir. Buna karşılık ölenin bedenî ve aynî ibadet borçlarını para ile düşürme içerikli bir ıskat ve devirin, yol açtığı yanlış anlayışlar sebebiyle bid’at grubunda sayıl­ması gerekir. O halde bir davranışın bid’at olup olmadığı konusunda kesin ve kategorik bir yaklaşımdan ziyade, o davranışın hangi ortamda ne gibi sonuçlar verdiğinin, mahiyet ve gayesinin göz önünde bulundurulması ye­rinde olur.

İslâm âlimlerinin dinin inanç ve ibadet esaslarını korumada kararlı bir çizgi izlediği, bununla birlikte bid’atlarla mücadele konusunda aralarında tavır farklılıklarının bulunduğu görülür. Öyle anlaşılıyor ki, İslâm bilginleri­nin farklı bid’at anlayışları, bid’ata karşı çok sert veya oldukça müsamahalı yaklaşımları dönemlerindeki dinî hayatta gözledikleri olumlu gelişmelerle veya sapmalarla yakından ilgilidir. İslâm tarihinin değişik dönem ve bölgelerinde eski din ve geleneklerin, yabancı kültürlerin müslümanları etki altına aldığı, zaman zaman yabancı inanış ve anlayışların müslüman toplumlarda yaygınlaştığı bir vakıadır. Günümüzde de dinin aslında olmayan birçok yan­lış inanış ve hurafenin bilgisiz kimselerce dinin gereği veya sevap vesilesi olarak görüldüğü, bu alanın âdeta bir kazanç ve sömürü sektörü oluşturdu­ğu bilinmektedir. Bunu önlemenin yolu, İslâm dininin iyi öğrenilmesi ve öğretilmesidir. Bu olmadığında dinin yerini bâtıl inançlar, bid’at ve hurafeler kolaylıkla doldurabilecektir.

Diğer taraftan, yukarıda bir kısmına değinilen bütün bu olumsuz gö­rüntülere rağmen, İslâm tarihi boyunca müslüman çoğunluk daima istika­metini korumuş, dinin ana sınırlarını ve değerlerini ayakta tutmuş, İslâm dininin inanç, ibadet ve hukukla ilgili temel hükümlerinde ve temel ahlâkî değerlerinde ciddi bir sapma yaşanmamış, İslâm’ın öz ve yapısı hiçbir za­man değişmemiştir. Bu da dinin Allah tarafından korunduğunu, İslâm toplumlarında bid’at ve hurafelerin hiçbir zaman dinin aslını tahrif edecek bo­yuta varmadığını, her zaman toplumsal sağduyunun egemen olduğunu göstermesi yönüyle sevindiricidir.

B) Gayb Bilgisi

Dinî terminolojide gayb tabiriyle, “akıl ve duyular yoluyla hakkında bil­gi edinilemeyen varlık alanı” kastedilir. İslâm inancına göre gayb bilgisi yalnızca Allah’a aittir, Allah’tan başkası gaybi bilemez. Konu inanç alanında çok kolay ve pürüzsüz görünse de günlük hayat öyle değildir.

İnsan yaratılışının gereği olarak bilinmeyen ve görünmeyene, esrarengiz olana karşı daima ilgi duymuş, onun bu istek ve ilgisi vahiy yoluyla ve pey­gamberler aracılığıyla belli ve yeterli ölçüde karşılanmış, fakat geride kalan boşluk ve sorular da her dönemde çeşitli çevrelerin istismarına konu ol­muştur. İlk devirlerden itibaren gaybdan haber vererek insanların ilgisini çeken ve bu yolla itibar ve servet kazanan kâhin, büyücü, arrâf, falcı, med­yum, ruhçu gibi şahısların hemen her toplumda görülmesi ve bunlar etrafın­da daima bir grup insanın kümelenmekte oluşu bunun açık örneğidir.

Halbuki Resûl-i Ekrem, Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen onun hakkında Kur’an diliyle meâlen şöyle buyurulur:

“De ki; Allah’ın dilemesi dışında ben kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarı­cı ve müjdeleyiciyim.” [272]Yine Kur’an’da gaybı bilenin sadece Allah olduğu sıklıkla tekrar edilir, Allah’tan başka hiçbir varlığın gaybı bil­mediği açıkça belirtilir.[273] Peygamber Efendimiz de gaybdan haber veren kimseye inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını, vahyi ve kitabı inkâr etmiş olacağını bildirerek [274]ağır bir tehdit ve uyanda bulunmuştur.

Konuyla ilgili Kur’an âyetleri ve Hz, Peygamber’in açıklamaları dikkatli­ce incelendiğinde, gelecek bilgisi, bir şeyin Allah katındaki veya âhiretteki durumu gibi mutlak gaybın sadece Allah tarafından bilindiği, izafî ve nisbî gaybm ise Allah’ın müsaadesi ve sünnetullah çerçevesinde insanlar tarafın­dan bilinebileceği sonucu ve ayırımı çıkarılabilir. İzafî gayb, yaratıklardan yalnızca belirli bir kısmının ilminin ilişkili olduğu şeyler diye tanımlanmak­tadır. Bilgi ilişkisi olmayana göre bu gayb iken ilişkili olana göre gayb ol­maz. Meleklerin bilip insanların bilmediği, insanlardan birinin bilip diğerinin bilemediği meseleler böyledir. İnanç alanında kalan, varlık ve mahiyeti hak­kında aklî ve naklî deliller bulunan fakat duyularla idrak edilemeyen husus­lar da bu kapsama girer. Bu açıklamalar ışığında ifade etmek gerekirse, İslâm dini insanın gayb âlemine karşı duyduğu ilgi ve merakı giderecek temel bilgileri Hz. Peygam­ber aracılığıyla duyurmuş, bu bildirilenlere inanmayı gayba inanma olarak nitelendirip inanç esası haline getirmiştir. Fakat insanın ilgi ve hayal dünya­sının bu sınırda durmayacağını, gayb alemiyle ilgili olarak vahyin bildirdiği­nin dışında ve ötesinde bir arayışa girebileceğini de göz önünde bulundura­rak temel bazı prensipler koymuştur. Bunlardan biri, Allah’tan başka kimse­nin gaybı bilmediğidir. Bu ilke aynı zamanda, meydana gelecek olayları, kişilerin Allah katındaki veya gelecekteki durumlarım bildiğini iddia ederek gaybdan haber veren kimselere inanılmasını da yasaklamak demektir. Çün­kü gaybı bilme iddiası dinen doğru olmadığı, insanların bilgisizliğinin ve zaaflarının sömürüsü olduğu gibi buna inanılması ve bu kabil kimselerden yardım umulması da İslâm inancına aykırıdır.

Bununla birlikte toplumumuzda, gaybı bildiğini ve gaybdan haber verdi­ği izlenimini veren hatta bunu açıkça ileri süren şahısların, dinî konularda yeterince bilgisi bulunmayan kesimleri, sıkıntı ve ihtiyaç içindeki kimseleri acımasızca sömürdüğü de bilinen bir gerçektir. Günümüzde medyum ve falcıların etrafındaki insanlann öğrenim ve sosyal statü seviyesinin toplum ortalamasının bir hayli üzerinde olması, olayın modern bilim eksikliğinden değil gerçek dinî bilgi ve şuur eksikliğinden kaynaklandığını göstermektedir. Bu tür olumsuz görüntünün Batı ülkelerinde de bir hayli yaygın olduğu bi­linmektedir. Bunu önlemenin tek yolu ise, İslâm dininin doğru bir şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesidir. Dinin varlıklar âlemine, dünya, ölüm ve ölüm ötesine ilişkin açıklamaları insanları bu tür sapma ve saplantılardan koruya­cak güçtedir.

Bid’atla ve gayb bilgisiyle ilgili yukarıdaki temel bilgilerden sonra bura­da, günümüz modern toplumlarında hızlı bir şekilde yaygınlaşma eğilimi gösteren ve zaman zaman da dinî inanış niteliği kazandırılan, hatta dinî çerçeveye oturtulan bazı yanlış inanış ve davranışlara değinilecektir.

a) Falcılık

Falcılık denince, çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatı kastedilir.

İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilin­mezleri anlayıp keşfetmeye, geleceği hakkında bilgi sahibi olmaya ve böyle­ce kendi kaderine hükmetmeye çalışmıştır. Şüphesiz ki bunda, bilinmeyene ve esrarengiz olana karşı duyulan merak ve tecessüsün de önemli payı vardır.

Bunun için de insanlar ilk dönemlerden itibaren gizli yönleriyle ve gelecek­leriyle ilgili olarak ileri sürülen iddia ve ipuçlarına karşı ilgisiz kalamamiş, onun bu özelliği sihir, büyü, fal, kehanet gibi uğraşıların toplumda yer edin­mesine ve revaç bulmasına zemin hazırlamıştır. Diğer bir ifadeyle, zaman içinde insanların gayba, bilinmeze ve gizemliye olan ihtiyacını ve eğilimini karşılamak üzere bu işi meslek edinenler çıkmış ve bunlar toplumda büyük itibar görmüşlerdir. Neticede kâhin, sihirbaz, büyücü, falcı, bakıcı gibi isim­lerle anılan bu kişiler mistik sezgi güçlerinin bulunduğunu, görünmez var­lıklarla temasa geçtiklerini ve sıradan insanların bilemediği bazı bilgilere sahip olduklarını ileri sürmüşlerdir.

Bazı alet ve vasıtalarla veya bazı yöntemlerle içinde insanlann kişilikleri ve gelecekleri hakkında tahmin ve yorumda bulunmayı, gelecekten haber vermeyi konu alan falcılık da bu uğraşların başında gelir. Konu, gaybdan haber verme, bilinmez etrafında mistik ve kutsal bir otorite oluşturma, tevhid inancını gölgeleme, insanların ilgi ve ümitlerini sömürme gibi birçok açıdan dinî bilgi ve geleneği ilgilendirmektedir.

Kur’ân-i Kerîm’de hem duyulur âlemin hem de duyular ötese âlemin mutlak hâkimiyetinin Allah’a ait olduğu bildirilir. [275]Ve Câhiliye dönemi âdetlerinden biri olan şans okları ile (ezlâm) fal tutup kısmet arama şiddetle yasaklanır. [276]Hadislerde de keha­net yasaklanmış, bazı adlandırma ve eşyadan, hayvanların hareketlerinden uğursuz anlamlar çıkarma yahut çakıl taşı, nohut, bakla gibi nesnelerle veya bazı yöntemlerle falcılık da bu kapsamda görülerek yasaklanmıştır. [277]Bir başka hadiste de fal ve benzeri işlemlerin sonuçlarına itibar ederek bunlara inananların Muhammed’e indirileni inkâr etmiş sayıla­cağı, namazlarının kırk gün kabul .edilmeyeceği şeklinde şiddetli bir uyarı gelmiştir. [278]Bunun için de İslâm’da, Allah’ın mutlak hâkimiyetine ve birliğine olan inancı zedeleyen, putlarla istişare etme, onlardan yardım bekleme gibi Câhiliye âdeti izleri taşıyan, insanı gerçek bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü faaliyet bâtıl görülmüş, fal ve falcılıkla ilgili işlemler de bu kapsamda mütalaa edilerek yasaklanmıştır.

Hz, Peygamber’den yapılan bazı rivayetlerden[279], onun gelecek hakkında bazı karinelere dayanarak iyimser tahmin ve yorumda bulunmayı tasvip ettiği, fakat geleceğe dair bilgi sağlamayı, buna dayanarak da ümitsizlik veya uğursuzluk hislerine kapıl­mayı doğru görmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, insanların etrafındaki çeşitli olay ve eşyaya uğursuzluk atfetmesini kınayarak, “Sizden biri hoşlanmadığı bir şeyi gördüğünde, “Allah’ım! İyilikleri yalnız sen verir, kötülükleri de yalnız sen defedersin, senden başka güç ve kuvvet sahibi yoktur” desin.” [280]buyurmuştur. İnsanı sebeplere sarılmaktan alıkoyan uğur ve uğursuzluk anlayışı, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâmî öğretiye ters düşmektedir. Çünkü İslâm’da insanın iradesi, gücü ve teşebbüsü sorumluluğun temelini oluşturur. Uğursuzluk inancının yasak kılınırı asındaki asıl sebep de, buna inanan kişinin kendi irade ve gücünü inkâr yanında, yaratmayı Allah’a değil, bizzat uğursuz saydığı varlığa nisbet etmesidir. Fal ve falcılık da bu yanlış anlayışın bir başka yönünü teşkil eder.

Âyet ve hadislerde gaybı bilme, insanın kaderini değiştirme ve geleceğini görme iddiası taşıyan, Allah’tan başka varlıklardan yardım alma gayesi güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmak­tan alıkoyan her türlü hurafe, bâtıl inanç ve uygulama yasaklanmıştır. Bu sebeple de çeşitli kültürlerde birçok tarz ve yöntemiyle yaygınlık kazanmış bulunan her türüyle fal ve falcılık, meselâ tuz falı, kahve falı, kurşun dök­me, el içi falı, Kur’an ve kitap falı İslâm’ın inanç ve bilgi sistemine uymaz.

b) Yıldız Ve Burç Falı

Halk arasında yıldız falı, burç falı gibi inanışları konu edinen astroloji, güneş, ay ve yıldız gibi gök cisimlerinin oluşum ve özelliklerinin dünya üze­rindeki olayların hayır ve şer niteliği kazanmasına ve insanın geleceğine etkilerini konu alan bir uğraşıdır.

İslâm dünyasında önceleri ilm-i nücûm, hem astronomiyi hem de ast­rolojiyi kapsayan bir terim iken bilim ve teknolojide son yüzyıllardaki geliş­meler sonucu bu iki ilim birbirinden ayrılmış ve astronomi tamamen pozitif bir bilim dalı, astroloji de bilimsel temelleri olmayan bir uğraş ve inanış hali­ne gelmiştir.

Pozitif bir bilim olan astronomi, yıldız, ay, güneş gibi gezegenlerin sayı, hareket ve özellikleri ile ilgili bilgilere sahip olmayı konu edindiğinden duyu­larla alâkalı bir alandır. Güneşe bakarak kıblenin tayini, rüzgâra bakarak yağ­murun tahmini, güneş ve ay tutulmalarının tesbiti gibi yöntem ve uğraşılar astronomi anlamında ilm-i nücûmun kapsamına girer. İslâm dininin pozitif bir ilim olan astronomi incelemelerine karşı çıkması şöyle dursun, birçok Kur’an âyetinde bunlara ufuk açılmış ve bu alandaki araştırmalar özendirilmiştir. İlm-i nücûm tabirinin ifade ettiği ikinci anlam olan astroloji ise tamamen veya kıs­men vasıtasız bilgileri ve gaybdan haber vermeyi içermektedir. Konu bu yö­nüyle dinî bilgi ve kültürümüzü yakından ilgilendirmektedir.

Batı’daki astroloji çalışmaları Batlamyus’un düşüncelerine dayanmaktadır. Ona göre gök cisimlerinden şua olarak yayılan güçler, etkisi altına aldıkları yer­yüzündeki varlıklann tabiatını, kendisinden yayıldıkları gök cisimlerinin tabia­tını temsil etmeye yöneltirler. Batlamyus nazariyesine göre semada kırk sekiz yıldız kümesi vardır. Bir yıl boyunca güneş bunlardan on iki tanesine uğrar. Güneşin uğradığı yıldız kümelerine burç, geri kalan otuz altı yıldız kümesine de suret adı verilir. O, semada kırk sekiz burç saymıştı. Güneşin her burca uğradığı esnada yaydığı şua insanların tabiat ve karakterinde derin izler bırakmaktadır.

Doğu’da ise ilm-i nücûm iki kaynaktan beslenmiştir: Sâbiîlik ve Hint astronomisi. İslâm öncesi Araplar’da bu iki kaynağın da etkili olduğu söyle­nebilir. İlm-i nücûm kapsamına giren faaliyetler daha çok Arap yarımadası­nın güney kesiminde icra edilmekteydi. Buraya ise Sabitliğin bir kolunun hâkim bulunduğu Yemen’den geldiği tahmin edilmektedir. Sabitler, yeryü­zünde meydana gelen bütün değişikliklerin, gök cisimlerinin özel yapıları ve hareketleri ile sıkı bir biçimde ilişkili bulunduğuna inanmaktaydılar. Bir olan Tanrı’dan çıktığını kabul ettikleri feleklerin (gök cisimleri) canlı varlıklar ol­duğunu, tıpkı insanlar gibi nefis ve akla sahip bulunduğunu, Tanrı’nın alt âlemler üzerindeki yönetimini bu felekler aracılığıyla icra ettiğini kabul et­mekteydiler. Özellikle küçük âlem olarak kabul ettikleri insanın, büyük âlem ile ilişkili olup onun etkisi altında bulunduğuna inanmakta, onun her türlü saadet ve bedbahtlığının bu feleklerin yapı ve hareketlerinden kaynaklandı­ğını iddia etmekteydiler.

Hint astronomi bilginleri ise, yıldızların asıl mahiyetinden değil, özellik­lerinden hükümler çıkarmışlardı. Söz gelimi, hacminin büyüklüğü ve mekâ­nının yüksekliğinden ötürü zühal yıldızını saadetin kaynağı saymışlar ve her türlü saadetin buradan verildiğini iddia etmişlerdi. Yine, ayın bir aylık seyrini yirmi sekiz menzile ayırmışlar, her bir menzilin yeryüzündeki var­lıklar üzerine farklı tesirlerinin bulunduğunu ileri sürmüşler, bu inanış A-raplar arasında da yaygınlık kazanmıştı. Bu sebeple olmalı, müslüman ast­rologlar, gök cisimlerini gerçek failler olarak kabul eden Batlamyus gelene­ğini ve onları Tanrı ile alt âlemler arasında ara elemanlar olarak gören Sâbiîler’in yaklaşımını benimsememişler, onlar daha çok Hint geleneğinin etkisinde kalmışlardır. Müslüman astrologların gök cisimlerini gelecekteki olaylara işaret eden deliller olarak telakki etmesi ve bu konuda bazı teoriler geliştirmeleri bu etkileşimden kaynaklanır.

İslâm bilginleri arasında astrolojinin dinî yönden geçerliliği konusu tartı­şılmıştır. Bir kısım bilginler yıldızlar, yıldızların mevki ve menzilleri hakkındaki âyetleri [281]ile Peygamberimiz’den rivayet edilen “ay ve güneşi gözetmenin fazileti”ne ilişkin hadisleri delil göstererek astroloji anlamında ilm-i nücûmun caiz olduğunu ileri sürmüşler, hatta İdrîs ve İbrahim peygamberleri bu sanatı ilk uygulayan kimseler olarak tanıtmışlardır. Fahreddin er-Râzî, İbnü’l-Arabî ekolüne mensup sûfîler, Ca’fer-i Sâdık ve Şîa bilginleri bu görüşün sahipleri arasında anılabilir. Bu eğilim sahiplerinin dönemlerindeki astroloji geleneğinden geniş çapta etkilendikleri ve o dönemde halk arasında geniş kabul görmüş inanışları dinî bilgilerle uzlaştırma yoluna gittikleri görülmektedir.

İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise, Peygamberimiz’in ilm-i nücûmu ya­sakladığına dair hadislerinin bulunduğunu[282], karşı tarafın ileri sürdüğü âyet ve hadislerin astronomi hakkında olduğunu, güneş, ay ve yıldızların hare­ketlerine bakarak bunlardan dünyadaki olayların ve insanlann geleceğine ilişkin sonuç çıkarmanın aldatmaca olduğunu, dinî bilgi ve inançla çeliştiği­ni, bu işle uğraşanların şirke düştüklerini iddia etmişlerdir.

Yıldız ve burç falı uğraşısı, eski Hint geleneğine kadar uzanan bir geçmi­şe ve astronomiyle birlikte ele alındığı dönemlerde bilimsel bazı açıklamalara sahip görünse de esasen insanın uçsuz bucaksız varlıklar âlemi karşısındaki acz ve merakının, bunalım ve arayışının ürünüdür. Kur’an’da kâinatın muh­teşem düzenine, güneş, ay ve yıldızlara sürekli dikkat çekilmiş ise de bunlar da dahil yeryüzündeki bütün varlıkların Allah’ın emrine râm oldukları, ya­ratıcı, etkileyici ve yönlendirici bir güçlerinin bulunmadığı, her şeyin Allah’ın sevk ve idaresinde olduğu sıklıkla vurgulanmıştır. Bu vurgunun bir sebebi de, insanın mahiyetini tam bilemediği bu varlıklar etrafında metafizik bir bilgi ve beklenti teorisi oluşturmasını engellemek, Allah’ın varlığı ve tekliği fikrini kökleştirmektir. İslâm’ın özünü teşkil eden tevhid inancı, geleceğin mutlak gayb olup Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceği, insanın kendi geleceğini kaza ve kader çerçevesinde kendisinin çizeceği ilkesi de, yıldız ve burç falına itibar etmeyi, onlara bir anlam ve ümit yüklemeyi red­deder. Günümüz toplumlarında bu tür uğraşıların bir hayli revaçta olması, bir yönüyle İslâm’ın bu ilkelerinin iyi hazmedilememiş, dinin eğitim ve öğretiminde boşlukların meydana gelmiş olmasıyla, bir yönüyle insanların bilgisizliğini, merak ve zaaf içinde oluşunu fırsat bilenler için ekonomik bir sektör teşkil etmesiyle açıklanabilir.

c) Kehanet

Gaybdan haber vermenin bir başka türü de kehanettir. Bu işi yapan ki­şilere kâhin denir. Câhiliye Arapları derin bir araştırmaya dayanan bilgilere sahip olan kişilere de kâhin derlerdi. Dinî literatürde de kâhin denince, gelecekte meydana gelecek olayları bildiğini iddia eden, gizli ve görünmeyen âlemden haberdar olduğunu söyleyen kişilerin genel adı olmuştur.

Kehanetin, modern bilimin yeterince gelişmediği, dinî bilginin de eksik kaldığı dönem ve toplumlarda bir hayli yaygın olduğu, bunun da temelinde, yukarıda temas edildiği üzere, insanın bilinmeyene ilgi duyması, gizemli olanı merak etmesi, etrafında olup bitenlerin sebebini kavrama isteyişi gibi bir sâikin yattığı söylenebilir. Ancak İslâm dini Allah’tan başka varlıkların gaybı bileceği ve insanın kaderini etkileyebileceği inancını içeren, neticede tevhid esasını zedeleyen her türlü bâtıl inanış ve yönelişe karşı sert bir tavır almış, bunun için de falcılığı, uğursuz sayma inancını ve kehaneti yasakla­mıştır.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde kehanet yasak edilmekte, kâhinler yeril­mekte, onları tasdik edenin Hz. Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olacağı[283], cen­nete giremeyeceği [284]ve kırk gün namazının kabul edilmeye­ceği [285]ifade edilmektedir. Bu ağır tehdit, fal ve kehanet inancının, falcı ve kâhinlerden yardım istemenin İslâm’ın özüne ve inanç sistemine temelden aykırı olması sebebiyledir.

d) Cincilik

Cin, duyu organları ile algılanamayan ve insanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulunan, ilâhı emirlere uymakla yükümlü tutulan varlık türünün adı­dır. Cin kelimesinin kökünde Arapça’da, örtme, gizleme ve gölgeleme anlamı mevcut olup duyu organlarıyla algılanamayan gizli ve ruhanî varlıklara cin denmesi bu sebepledir.

Kur’ân-ı Kerîm’de verilen bilgilere göre, cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Cinler insanlara göre bazı üstün güçlere sahip olsa­lar da gaybı bilemezler. [286]Hadislerde de, meselâ her insanın yanında bir cin bulunduğu, cinlerin müminlere vesvese vermeye çalıştığı gibi bazı açıklamalar yer alsa da, cinlerle ilgili ayrıntı verilmez. Bunun için de cinlerin tanım ve mahiyeti öteden beri İslâm bilginlerini meşgul etmiş, bu konuda çoğu tahmin ve akıl yürütmeye dayalı çeşitli teori ve açıklamalar gündeme gelmiştir. Bu bağlamda olmak üzere İslâm bilginleri, insanların duyular ötesi âlemle irtibat vasıtalarından birisinin de cinler olduğunu ifade ederler. Yukarıda atıf yapılan âyetlerde de bu yönde işaretler vardır. Cinlerin bilgilerinin de sınırlı olduğu, mutlak gaybın onlar için de kapalı bulunduğu bilinmekle birlikte cinlerin insanlar için nisbî gayb sayılan bazı olayları bildi­ği veya müşahede edebildiği sanılmaktadır.

Âyet ve hadislerin cinlerin varlığından bahsedip daha fazla açıklama yapmamasının meydana getirdiği bilgi boşluğu ve merak, İslâm toplumla­rında hemen her dönemde çeşitli kimselerin bu alanda özel bilgi sahibi oldu­ğu iddiasıyla ortaya çıkmasına da âdeta uygun bir ortam hazırlamıştır. Bazı İslâm bilginlerinin cinlerin insan üzerindeki olumlu veya olumsuz birçok etkiye sahip olduğu şeklindeki görüşleri, cinlerin sihir ve büyü aracı olarak kullanılmasına veya böyle bir iddiaya kaynaklık etmiş, neticede diğer fak­törlerin de sonucu, gerek müsîüman toplumlarda gerekse diğer Batı ve Doğu toplumlarında cincilik ve huddâmcılık bir sektör haline gelmiştir.

Ancak cinlerle ilgili olarak âyet ve hadislerde bildirilenlerin dışındaki yorumların eski İran, Türk ve Hint kültürlerinden intikal ettiği anlaşılmakta­dır. Öte yandan İslâm âlimlerinin çoğunluğu cinlerin, varsa veya inanılıyor-sa, tesirinden ve tehlikesinden kurtulmak, onlara mâruz kalmamak için Kur’an okumanın yeterli olacağını belirtmişler, başka bir yola başvurulması­nı doğru bulmamışlardır. Şu halde müsîüman bir kimsenin cinlerden kork­maması ve Allah’ın izni olmadan, bir varlığın başka bir varlığa zarar vere­meyeceğine gönülden inanması gerekir. Diğer varlıklardan gelebilecek za­rarlara karşı Allah’a sığınmak gerektiği gibi cinlerden gelebilecek zararlar hususunda da aynı tutuma sadık kalmmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber’in de cinlerin insanı etkilemesine karşı Âyetü’l-kürsî’yi ve Muavvizeteyn’i (Felâk ve Nâs sûreleri) okuyarak bu yönde örnek davranış gösterdiği rivayet olun­muştur.

İslâm açık ve doğru bilgiyi Kur’an’la ve Hz. Peygamber’in açıklamala­rıyla getirmiş, insanları buniarla sorumlu tutmuş, ölüm ve duyular âlemi ötesi varlıklar alemiyle ilgili olarak da gerektiği kadar ve yeterli düzeyde açıklama yapmıştır. Nitekim ilk çağlardan beri cinlerle ilgilenme, onlardan bilgi toplama peşinde koşanlar ve bu uğurda ömür tüketenler, bütün insanlığın değil, tek bir insanm hidayetine yetecek kadar bir bilgi birikimi bile elde edememişlerdir. Müslümanların bu bilgilerle yetinmesi, insanoğlunun bilinme­yene ve gizemliye olan tabii merakını istismar ederek bundan çıkar sağlayan, yaptıkları işe de dinî bir görünüm ve mahiyet atfeden kimselere itibar etme­mesi gerekir. Cinciler etrafında daha çok dinî bilgisi eksik, çaresizlik ve im­kânsızlık içinde olan kimselerin kümeleştigi dikkate alınırsa, toplumumuzda hem dinî eğitimin tam ve doğru şekilde yapılmasının hem de devletin gerekli sosyal güvenlik ve sağlık tedbirlerini almasının zaruret derecesinde önem kazandığı anlaşılır.

e) Büyücülük

Gaybdan haber verme iddiası, falcılık ve cincilik türü faaliyetlerin belki de en ağın büyücülüktür. Arapça’da sihir kelimesiyle ifade edilen büyü, gözbağcılık ve hile yoluyla insanları manyetize ederek tabiat kanunlarına aykırı oiaylar ortaya koyma ve insanlan yanıltma sanatının adı ise de Türk­çe’deki büyü kelimesi başta sihir, muskacılık ve cincilik olmak üzere kişilerin maddî-mânevî araçları kötüye kullanarak bazı gayeleri gerçekleştirme çaba­sını da içine alır.

Kur’an’da sihir kavramına değişik vesilelerle sıklıkla temas edilmiş ve bu âyetlerde özetle Allah’ın diğer peygamberlere ve Hz. Muhammed’e indirdiği vahyin ve bu peygamberlerin hak olduğu, sihir ve sihirbaz olmadığı bildiril­miş, geçmiş peygamberlere karşı sihirbazların yürüttüğü muhalefet ve iftira kampanyasına değinilmiş, sihirbazların felah bulmaz yalancı ve düzenbazlar olduğu ifade edilmiştir. [287]Hadislerde de sihir yapma yedi büyük gü­nah arasında sayılmıştır. [288]

Büyücülüğün, kökü ilk dönem toplumlarına kadar uzanan uzun bir geçmişi vardır. Büyü, temelinde menfaat olan bir davranış olduğundan din ve kutsal tanımaz. Büyüde Tanrı’nın irade ve kudreti üstünde işler başara­bilme iddiası vardır. îslâm dini büyü yapma ve yaptırmayı büyük günahlar­dan saymış ve ona şiddetle karşı çıkmıştır. Büyünün gerçeklik ve etki dere­cesinin ne olduğu tartışması bir tarafa, İslâm âlimleri Allah’ın dilemesi dışın­da büyünün kimseye bir zararının dokunmayacağını, müslümanın büyüyle uğraşması ve büyü yaptırmasının haram olduğunu ifade etmişlerdir.

Büyü yapılmış kimselerin bunun etkisinden kurtulmak için bu işi (büyü yapmayı) meslek edinmiş kimselere başvurmaları sakıncalıdır. Öncelikle yapılacak şey Allah’a sığınmak, ibadet ve dua etmek, yoksullara sadaka vermektir. Âlim, takva sahibi ve güvenilir bir kimse büyü mağdurlarına yardımcı oluyorsa ondan yararlanmak da mümkündür.

C) Ruh

İnsan, kendisine canlılık kazandıran ruh ve ona mekân teşkil eden be­den olmak üzere iki unsurdan meydana gelir. Bunlardan beden duyulur âleme, ruh ise duyular ötesi âleme ilişkin birer gerçektir. Ruhun mahiyeti, iç yüzü ve beden ile bağlantısı öteden beri insanlığı en çok düşündüren konu­lardan biri olduğu gibi, eski ve yeni felsefî akımları ve İslâm bilginlerini de bir hayli meşgul etmiştir.

Kur’an âyetleri ruhun varlığından haber vermekte, onun Allah’ın emir­lerinden biri olduğunu ve insanlara bu konuda az bir bilgi verildiğini bildir­mektedir. [289]Bu ifade insanın dünyada ruhun mahiyetini kavramasının imkânsızlığına, çünkü bunun bir bakıma insanın kendi kendini tam anlamıyla çözmesi demek olduğuna işaret etmektedir. İnsanın yaratılış evrelerinden söz eden âyetlerden [290]ve Hz. Peygamber’in anne karnındaki cenine belli bir zaman diliminden sonra ruh üflendi­ğini belirten açıklamalarından[291], ruhların cesetlerden sonra yaratıldığı anlaşılmaktadır.

Ruhun mahiyeti konusunda yukarıda temas edilen âyet ve hadislerle sı­nırlı bir naklî bilgiye sahip olunduğuna, bunlarda da daha fazla ayrıntı ve­rilmediği özellikle vurgulandığına göre, İslâm bilginlerinin bu hususta ileri sürdükleri görüş ve teorilerin bir yorum ve tahmin mahiyetinde olduğu, diğer din toplumlarının kültürlerinden de bazı unsurlar içerdiği söylenebilir. Müslüman toplumlarda ruh etrafında oluşan kült ve çeşitli inanışlar da böyle bir yapıya sahiptir.

a) Ruh Çağırma

İslâm akaidine göre ruh sonradan yaratılmış olduğu için zatı gereği yok olabilir. Fakat Allah onu yok olmaktan korumuş, ilâhî irade onun ebedîliği yönünde gerçekleşmiştir. Bu sebeple insan ölünce ruhu yok olmaz, bir başka âleme yükselir. Kur’ân-l Kerîm’de, “Allah, ölüm vaktinde canları alır; ölme­yenin de uyku zamanında canını alır. Eceli gelen canı tutar; gelmeyeni, eceli gelinceye kadar salıverir. Bunda düşünen insanlar için ibretler vardır” [292]buyurulmuştur. Hz. Peygamber de, kabzedüen ruhun göklere çıkarıldığını, meleklerin iyi ruhları selâmladıklarını, âlemlerin rabbinin hu­zuruna getirildiklerini, sonra da dünyaya döndürüldüklerini; kâfirin ruhunun ise şiddetle zindana atılmakta olduğunu haber vermiştir.

Ruhların tekrar bedenle ilişkisinin kabirde mi yoksa kıyamette mi başla­yacağı konusu ihtilaflıdır. Ancak, kabir azabının ruh ve beden birlikte oldu­ğu görüşü -âhâd haberlere dayanmasına rağmen- akaid kitaplarında itikadın bir parçası olarak yer almaktadır. Bunun karşısında ruhun bedene dönüşü­nün kabirde değil, kıyamette olacağı kanaatine sahip bilginler de vardır. Ruh bedenden ayn olduğu anlannı ayrı bir âlemde (âlem-i ervah) geçirir. Kur’ân-i Kerîm’de, “Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahit tutarak ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ dedi. (Onlar da) ‘Evet buna şahidiz’ dediler” [293]buyurulmaktadır ki, bu âyet insan ruhlarının (insan zürriyeti, insanın devam eden unsuru) beden­lere girmeden önce ruhlar âleminde bulunduğunu ifade etmektedir. İslâm bilginlerinden bir kısmı şahsiyet halinde ruhun, insan bedenine girdikten sonra başladığını söyleyerek, “ruhlar âlemi” tabirini öldükten sonra beden­lerden ayrılan ruhların vardıkları yer anlamında ele almaktadırlar.

Ölen kişilerin ruhlarının, arkalarından yapılan hayır ve hasenattan ha­berdar edileceğine dair haberler var ise de, bu ruhların yaşayan insanlarla irtibatta bulunacağına dair herhangi bir âyet ve hadis veya kabul görmüş bir inanç yoktur. İnsanların gayb âlemi ile irtibatı doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’in vahyi, meleklerin aracılığı, şeytan ve cinlerin bilgilendirmesi vası­talarıyla olabilmektedir. İnsanların ölmüş kişilerle, rüya gibi hayal veya il­ham âlemi hariç, buluşması mümkün görülmemiştir. Melekle görüşüp ondan haber alma peygamberlere has bir özellik olmakla birlikte, cin ve şeytanların insanlardan kendilerine yakın kabul ettikleri kişilere haber ilettiklerine dair bazı naslar da vardır. [294]

Bu ve benzeri bilgilerden anlaşıldığına göre, insanların duyular ötesiyle irtibat vasıtalarından birisi cinlerdir. Onların bilgileri sınırlı, gayb onlar için de kapalı olmakla birlikte cinlerin insanlar için nisbî gayb sayılan bazı olay­ları bildiği veya müşahede edebildiği sanılmaktadır. Fakat onlar bildikleri ve müşahede ettikleri olayları yalanlarla karıştırıp insanlara aktarırlar. Bu yüz­den, insanlara aktardıkları bazan doğru, bazan da yalan çıkar. Cinler insan­ları etkilemek için bazı büyücü ve kâhinleri seçtikleri gibi bazı spiristleri yani ruh çağmaları da seçerler. İşte ruhçuların ruh çağırma seanslarında kendile­rine geldiklerini söyledikleri varlıkların bu cinler olması kuvvetle muhtemel­dir. Bunlar kendilerini medyumlara ruh diye tanıtıp, söylediklerinin doğru çıkmasıyla da onları kendilerine bağlarlar. Nitekim Hz. Peygamber şeytanın çeşitli şekillere bürünerek insanlara görüneceğine ve onlan aldatacağına dikkat çekmiştir.

İslâm dini duyular ötesi âleme ilişkin araştırma yapmayı yasaklamaz, üstelik teşvik eder. Zaten insanın böyle bir araştırma isteği ve merakı doğa­sında vardır. Ancak bu alanda elde edilen bilgilerin kötü amaçla, dünyevî menfaat sağlama maksadıyla kullanılmasını, İslâm inancına uymayan ina­nış ve telakkilerin benimsenmesini kabul etmez.

Ruh çağırma olaylarına parapsikoloji ve modern bilimin diğer ilgili dalla­rının da belli açıklamalar getirdiği görülür. Onların izah tarzı ile din bilginle­rinin açıklamaları şöyle bağdaştırılabilir: Parapsikologlarm “ruh” diye isim­lendirdiği varlık fizik yapısı olmayan bir varlıktır. Dinî verilere göre, cinleri böyle bir varlık anlayışı kapsamında düşünmek mümkündür. Oysa dinde ruh kavramı daha dar anlamlıdır. Bu duruma göre, dinde “cinlerle haberleş­me” diye kabul edilen görüş ile spiristlerin “ruh çağırma seansları” arasında paralellik kurulabilir. Ruh çağırma iddia ve olaylarının izahı bakımından böyle bir sonuca varılabilirse de, bu yoldan elde edilecek bilgilerin bir hüküm ve davranışa dayanak sağlamayacağını, aksi halde kişiyi pişmanlıkla so­nuçlanacak büyük bir günaha katabileceğim ifade etmek gerekir. Öte yan­dan böyle bir yöntemin, inanç yönünden de önemli sakıncalar taşıdığı, in­sanları Allah’tan başka varlıklardan medet umma eğilimine yönelteceği, bunun da İslâm’ın tevhid akidesine aykırı olduğu açıktır. Oysa İslâmî öğre­tilere göre insanın görevi, kendi gücü alanında yapabileceği her türlü gayreti sarfetmek, bunun ötesinde yardımı hiçbir araç olmaksızın yalnız Allah Teâlâ’dan beklemektir. Buna göre, gerek inanç gerekse davranış bakımından büyük sakıncalarla yüklü olmasının yanı sıra, çıkar ve istismar aracı olarak kullanılmaya çok elverişli olan ruh çağırma faaliyetlerinin İslâm dinince caiz sayılabileceğini söylemek mümkün değildir.

b) Tenasüh

İslâmî literatürde tenasüh, ölüm sonrasında ruhun, bir başka bedene girmek suretiyle yaşadığına, yani ruh göçüne inanış anlamında kullanılır. Aynı kavram Batı terminolojisinde, aralarında ince anlam farkları bulunmak­la birlikte metempsychosis, transmigration, reincarnation (reenkarnasyon), incarnation.gibi kelimelerle ifade edilir.

Ölümden sonra canlıların ruhlarının herhangi bir beden içerisinde yeni­den yeryüzüne döndüğü inancının, bedenden bağımsız olarak var olan ru­hun ölümden sonra da mevcudiyetini devam ettirdiğini kanıtlamak endişesiyle ilkel kavimlerde ortaya çıktığı, eski Hint, Mısır, Yunan din ve kültürlerinin hemen hemen tamamında değişik biçimlerde de olsa bu inancın korunduğu söylenebilir. Hıristiyanlığın aksine benzeri bir inanış Yahudilik’te de görülür. Ancak Ortodoks yahudiler bu inanca açıkça karşıdırlar.

Kur’an ve hadislerde ruhla ilgili ayrıntılı bilgi mevcut olmamakla, aynca tenasühü açıkça reddeden bir ifade bulunmamakla birlikte bu iki kaynakta hayat, ölüm ve ölüm ötesi hakkında yapılan açıklamalar tenasühün İslâm’ın esaslarına ve akide sistemine aykırı olduğunu, böyle bir inancın İslâm di­ninde kabul edilemeyeceğini gösterir.

İslâm dininin inanılmasını zarurî kıldığı âhiret âlemi inancı ile tenasüh akîdesini bağdaştırmak mümkün değildir. Zira Kur’an, Sünnet ve icmâ ile sabit olduğuna göre İslâm’ın inanılmasını farz kıldığı âhiret âlemi İsrafil’in sûra birinci defa üflemesinden sonra kıyametin kopması ve evrenin kozmo­lojik düzeninin bozulup dünyada yaşayan bütün canlı varlıkların aynı anda ölmesi; İsrafil’in ikinci defa sûra üflemesinin ardından ise dünyada hayat sürmüş bulunan bütün insanların aynı anda ruhlu-bedenli varlıklar olarak diriltilip dünyada yaptıklarından hesaba çekilmek üzere mahşer yerine sevkedilmeleri ve hesap işlemini takiben inanç ve amellerine göre cennete veya cehenneme atılmaları safhalarından oluşur. Bu itibarla tenasüh inancı­nı İslâm’ın âhiret akîdesi ile bağdaştırmanın mümkün olmadığı açıktır. Zira tenasüh inancı böyle bir âhiret âlemini inkâr edip onun yerine ölenlere ait ruhların bu dünyada başka bedenlere intikal ederek yaşamaya devam ettik­lerini ve bunun böylece ebediyen sürüp gideceğini iddia etmekte, kıyametin kopmasını ondan sonra yeniden başlayıp ve çeşitli safhalarla sürecek olan öbür âlemi reddetmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ölüm anında dünya hayatına geri dönüp iyi işler yapmak isteğini dile getiren insanın bu arzusunun boşuna olduğu, zira ölen kimsenin dünya ile âhiret âlemi arasında bir merhaleyi teşkil eden berzah âlemine intikal edeceği ve diriltileceği güne kadar burada kalacağı açıkça bildirilmiş[295], belli bir süreyi tamamladıktan sonra evre­nin kozmolojik düzeninin bozulacağı, insanların ruhlu-bedenli varlıklar olarak diriltilecekleri ve yaptıklarından hesaba çekilecekleri tereddüde yer ver­meyecek şekilde açıklanmıştır. [296]Bununla birlikte îslâm muhitinde de zaman zaman bazı yazarların yaygın terimiyle reenkarnasyon inancına temel bulmaya gayret ettiği, böyle bir inanışın İslâm akaidine uygun olduğunu ileri sürdüğü de bilinmektedir.

Tenasüh inancını İslâm akaidiyle uzlaştırmak ve dinî öğretiden temellendirmek isteyenler görüşlerine delil olarak bazı âyetleri ileri sürerler. Bun­lar içinde ilk bakışta tenasüh lehinde yorumlanmaya müsait gibi görülen âyetler şunlardır: “Sizi ölü iken dirilten Allah ‘ı nasıl inkâr ediyorsunuz! Sonra sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ve sonunda ona döndürüleceksiniz”[297]

İnkâr edenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi iki defa öldür­dün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bu ateşten çıkmaya bir yol var mıdır?” [298]Bunlardan birinci âyetin “ölü idiniz, Allah sizi diriltti” şeklindeki başlangıç kısmı insanların ölü halde bulunan toprak­tan yaratıldıklarını ifade etmektedir. Bundan anlaşıldığına göre insanın var­lık sürecinde üç safhası mevcuttur: Yaratılış (hayata geliş) safhası, ölüm safhası ve âhirette tekrar diriliş safhası. Şu halde bu âyetin açık veya gizli bir şekilde tenasüh inancıyla hiçbir ilgisi bulunmadığı, aksine onu reddettiği görülmektedir. İkinci âyet ise, kâfirlerin cehennemde Allah’a yakarışlarını tasvir etmekte olup onların sözünü ettiği birinci ölüm dünya hayatının so­nunda, ikinci ölüm ise kabirde ilk sorgulama sonrasında vuku bulacaktır. Birinci diriltme kabirde sorgulama için, ikincisi ise kıyametten sonraki ebedî hayat içindir. Bir başka açıklama olarak da kâfirlerin cehennemde uğradık­ları azaptan dolayı ölecekleri, azabı tatmaları için diriltilecekleri ve bu işle­min iki defa tekrar edeceği şeklindedir. Bu yorumu destekleyen bazı âyet ve hadisler de yok değildir. [299]Bu itibarla âyetteki iki defa öldürülüp iki defa diriltilmenin dünya hayatıyla ve tena­sühle bir irtibatı yoktur.

Tenasüh inancı naslara aykırı olduğu gibi aklî bakımdan da tutarsız gö­rülmekte, metafizik ve mantık ilkelerine dayanan bazı haklı eleştirilere tâbi tutulmaktadır. İnsan bilincinin sürekliliği ve kişisel kimliğin korunması açısından ele alınacak olursa, reenkarnasyon iddialarının mâkul olabilmesi için insanın, şu anda neticesini yaşadığı ileri sürülen önceki hayatını mutlaka hatırlaması gerekirdi. Halbuki hiç kimse daha önce bir bedende yaşadığını hatırlamamakta, aksine insan, kendisinde onun diğer varlıklardan ayrı bir kişiliğe sahip olduğunu gösteren bir benlik şuuru bulunduğunu hissetmekte­dir. Diğer taraftan tenasüh akîdesi ahlâkî nedensellik ihtiyacını tatmin et­mekten ve dolayısıyla insanın sorumluluğunu temellendirmekten de uzaktır.

Bu tutarsızlıklarının yanı sıra tenasüh akîdesi hem insanın kalıtım yo­luyla ebeveynden çocuklara intikal eden ruhî-bedenî özelliklerini açıklayamamakta, hem de dünyada sürekli olarak devam eden nüfus artışına mâkul bir izah getirememektedir. Zira bugün bilim insanın kalıtım yoluyla kazan­dığı ruhî-bedenî özellikleri bulunduğunu kesin olarak kanıtlamıştır. Tenasüh iddiasına göre ölümle birlikte başka bir bedene intikal eden ruhun kendi karakterine uygun bir bedeni nasıl seçtiği ve bu durum karşısında kalıtımın nasıl açıklanacağı bilinememektedir. Yine tenasüh inancına göre evrendeki ruhlar belli sayıdadır. Bu durumda dünya nüfusunun statik olması veya azalması gerekirdi. Halbuki realite bunun aksini göstermektedir.

Yukarıda temas edilen dinî ve bilimsel gerekçeler sebebiyledir ki, tenasüh inancı İslâm’ın ilkeleriyle ve akîdesiyle bağdaşmaz. Günlük hayatta sıklıkla karşılaşılan tenasüh iddialarından çoğu magazin haberciliğinin üretimleri, geri kalanları da kişisel fantazi ve yanılgılardır. Olayın gündemde kalması ve zaman zaman geniş kesimlerin ilgisini uyandırması ise, bir yönüyle dinî bilgi ve şuur eksikliğinden, diğer yönden de insanların ruhlar âleminin ve ölüm ötesinin gizemine olan derin ilgisinden ve bu alana ait iddiaların çürütülmesinin de kolay olmayışından kaynaklanmaktadır.

D) Rüya Tabiri

İnsanın uyku halinde gördüğü düşler de, mevcut bilimsel verilerle açık­lanması kolay olmayan, dinler ve çeşitli kültürler tarafından değişik açıkla­ma ve ilgilere konu olan bir muammadır.

Sebebi ve kaynağı nasıl açıklanırsa açıklansın tarihin hemen her devrin­de insanların rüya ile ilgilendiği, onları yorumlayarak mânalar çıkarmaya çalıştığı görülür- İlk dönemlere ait birçok kültürde rüyada yaşananların uya­nıkken yaşananlar kadar net ve gerçek olduğu var sayılırdı. Eski Mısırlılar, Bâbilliler ve Asurlular’da rüya tabiri gelenek haline gelmişti. Kâhin ve büyü­cülerin en önemli görevlerinden biri rüyaları yorumlamaktı. Kitâb-ı Mukad­des de dahil olmak üzere birçok Ortadoğu ve Asya kaynaklı metinde keha­net içeren rüyalardan bahsedilir.

Kur’an ve Sünnet’te rüya konusuna sıkça değinilir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim, Hz. Yûsuf ve Mısır hükümdarının gördüğü rüyalardan söz edilmekte[300], Hz. Peygamber’in gördüğü bir rüyanın yüce Allah tarafından doğru çıkarıldığı belirtil­mektedir. [301]Hadislerde ise rüyanın insan hayatındaki yerine ve önemine çeşitli defalar temas edilmiştir. Resûlullah’a ilk vahiy uykuda rüya­yı sâdıka şeklinde gelmiş ve altı ay müddetle bütün vahiyler rüyada vuku bulmuştur. Bir hadiste yirmi üç yıllık vahiy müddeti içerisindeki altı aylık zaman dilimi kastedilerek “Müminin sadık rüyası nübüvvetin kırk altı cü­zünden biridir” buyurulmuş ve “Sadık ve sâlih rüya vahiy cümlesindendir” denilerek rahmânî rüyanın vahiy derecesinde mübarek bir telkin niteliği taşıdığına işaret edilmiştir. [302]Hadis kitaplarında konuyla ilgili özel baş­lıklar açılarak Resûl-i Ekrem’in rüyalarına genişçe yer verilmiştir.

İslâm bilginleri, âyetlerdeki sınırlı bilgilerden, özellikle de Hz. Peygamber’in rüya ile ilgili açıklamalarından hareketle, ayrıca kişisel tecrübe ve bilgilerinin de yardımıyla rüyanın mahiyeti, çeşitleri ve yorumu konusunda zengin bir bilgi birikimi ve literatür oluşturmuşlardır, İslâmî kaynaklarda üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilir. 1. Rahmânî rüya. Buna rüyâ-yı sâdıka, rüyâ-yı sâliha veya sadece “rüya” da denir. Bu tür rüyalar Allah tarafından doğrudan doğruya melekler vasıtasıyla gelen hak telkinlerdir. Hz. Peygam­ber bunu müjdeleyiciler anlamında “mübeşşirât” diye isimlendirip nübüvve­tin kırk altıda biri (1/46) olarak nitelendirmiş, nübüvvetin bitiminden sonra da mübeşşirâtın devam edeceğini bildirmiştir. [303]Bu tür rüyalar insanlar için yol gösterici ve ışık tutucudur.

  1. Şeytanî rüya.Şeytanın aldatma, vesvese ve korkut­malarından doğan karışık hayaller, yalan ve bâtıl düşler, insanı kötülüğe sevkeden telkinlerdir. Bunları anlatmak ve tabir ettirmek tavsiye edilmez.
  2. Nefsânî rüya.Nefsin hayal ve kuruntuları, uyku esnasındaki dış etkiler ve günlük meşgalelere ilişkin rüyalardır. Rüyada görülen şeyin kısa bir zaman önce uyanık olarak idrak edilmiş olup suretinin hayalde devam etmesi, üze­rinde önceden düşünülen veya gelecekte vukuu beklenen türden olması, üşüyen kişinin kar, harareti olan kişinin ateş görmesi gibi mizaç değişikliği ile bağlantılı olması bunun örnekleri olarak sayılabilir.

İslâm bilginleri insanın içinde bulunduğu iç ve dış şartlardan kaynakla­nan nefsânî rüyanın psikolojik ve fizyolojik şartlarla ilgili olabileceğini kabul etmekte ve peygamberlerin gördüğü sadık rüyaları vahiy kapsamında oldu­ğu için tartışma dışı tutmaktadır. Peygamberler dışında kalan kişilerin gör­dükleri sâlih rüyaların kaynağı konusunda ise şu görüşler ileri sürülmekte­dir: Mu’tezile kelâmcıları uyku halinde idrak olamayacağını ileri sürerek rüyada görülenlerin hayal olduğunu iddia ederken, kelâmcıların çoğunluğu bunları mâna âleminden rü’yet âlemine semboller şeklinde indirilen “ilham” olarak değerlendirmektedir. İslâm filozofları rüyaları hayal âleminden ortak duyuya düşen suretlerin izlenimleri olarak nitelendirmekte, tasavvuf ehli ise ruhun uykuda misal âlemini seyretmesi ve bu esnada gördüklerini uyanınca hatırlaması şeklinde açıklamaktadır.

Son iki yüzyıl içinde psikoloji, fizyoloji, metabiyoloji gibi modern bilim dallarında önemli gelişmeler kaydedilmiş, bu dönemde rüyanın mahiyeti, kaynağı, içeriği ve süresi gibi konularda yoğunlaşan bilim adamı ve araştır­maların sayısı da bir hayli artmıştır. Bununla birlikte rüyalar deney ve göz­leme konu olmadığı ve herkes kişisel tecrübe ve duyumundan yola çıkarak bir tahminde bulunduğu için modern bilimin açıklamaları sınırlı kalmaktadır. Çünkü netice itibariyle rüya da, Allah’ın en güzel şekilde yarattığını beyan ettiği insanın, üzerindeki sır perdesi henüz açılmamış gizemli bir dünyası görünümündedir. Bunun için de bu konuda kişisel izlenimlerle, bir de âyet ve hadislerin verdiği sınırlı bilgilerle yetinmek durumundayız.

İslâm dünyasında da Batı’da da bilginlerin rüyanın kaynağı ve mahiyeti konusuna özel ilgi duyduğu ve bu konuda bazı açıklamalar yapmaya hatta teoriler geliştirmeye çalıştığı, esasen insan merkezli bilimsel araştırmaların her geçen gün daha bir önem kazandığı doğrudur. Ancak geniş halk kesim­leri öteden beri rüyanın mahiyetinden çok yorumuyla, yani görülen rüyanın gerçek ve günlük hayatla ilgisinin ne olabileceği konusuyla ilgilenmiştir. Rüya sözlü olarak değil sembollerle görülmektedir. Her varlık ve olay rüya­da bir sembol ile ifade edildiğinden, rüyaların yorumu da bu sembollere göre yapılmaktadır. Bu işe de rüyada görülen olayların yorumlanması anlamında rüya tabiri denilir. Zamanla rüya tabiri özel bir uğraşı alanı olmuş, bunu konu alan ve “tabirname” denilen kitaplar telif edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de rüyaların yorumu “ta’bîrü’r-rü’yâ” Yûsuf: 12/43, “te’vîlü’r-rü’yâ”[304], “te’vîlü’l-ahlâm”[305], “te’vîlü’l-ehâdîs” [306]ve “iftâ” kelimesinin türevleri ile [307]ifade edilmekte, Hz. Yûsuf’a rüyaların yorumunun öğretildiği[308], Hz. İbrahim, Hz. Ya’kub ve Hz. Yûsuf’un gördükleri rüyaları tabir ede­rek bu yorum ışığında hareket ettikleri bildirilmektedir. [309]Kaynaklarda Hz. Peygamber’in sabah namazından sonra “Rüya gören var mı?” diye sorduğu, varsa tabir ettiği kaydedilmekte[310], eğer ken­disi rüya görmüşse anlattığı, ashaptan biri veya kendisinin tabir ettiği, gö­rülen güzel rüyaları anlatıp tabir ettirilmesini hoş karşıladığı, kötü rüyaların anlatılması veya tabir ettirilmesini ise istemediği belirtilmektedir. Sahabe ve sonraki dönem âlimleri arasında isabetli rüya tabirleriyle meşhur olmuş bir­çok şahıs vardır.

Peygamberimiz’in rüya meselesiyle ilgili olarak üzerinde durduğu bir hu­sus da, kişinin gerçekte görmediği halde, sanki rüya görmüş gibi birtakım şeyler anlatmasıdir. Resûl-i Ekrem bu işin çok yanlış olduğunu hatta bazı rivayetlere nazaran kişinin imanının eksikliği veya yokluğu anlamına gele­ceğini ifade etmiştir. İslâm bilginleri görülen bir rüyanın her önüne gelene, hele hele kötümser kimselere anlatılıp, onlara tabir ettirilmesinin yanlışlığı üzerinde durmuşlardır. Rüya tabirine ilişkin olarak söylenecek ilk sözün, rüyayı gören kişinin ruhunda meydana getireceği etkinin önemini kavramış olan bilginlerimiz, rüyanın iyimser, her şeyi hayra yoran kimselere tabir ettirilmesinin uygun olduğunu belirtmişlerdir. Bu anlayışın bir sonucu olarak,”Bir rüya gördüm” diye söze başlayan kişiye, duyan kişi ya da kişilerin he­men “Hayırlara gelsin” temennisinde bulunmaları âdeti yerleşmiştir.

Rüya, özellikle onu gören şahsı ilgilendiren bir hadisedir. Bu sebeple gördüğü rüyanın yorumunu en iyi yapabilecek olan da o şahsın kendisi olmalıdır. Başkasının gördüğü bir rüyayı tabir etmek de kolay değildir. Tabircinin, uyku esnasında görülen sembolleri ve işaretleri ayırt edip, bir kari­ne ile onlarla o şahsın gerçek dünyası arasında ilgi kurması ve onlardan bu yönde bir anlam çıkarması gerekmektedir. Öte yandan her bir rüyanın ve sembolün, rüyayı gören şahsın konumuyla sıkı ilişkisi bulunduğundan bu konuda kategorik ve genellemeci yorumlar da isabetli olmaz. Bu itibarla, günümüzde “rüya tabirleri” adıyla yayımlanan kitapların içeriğinin, rüyanın gerçek manasıyla pek ilgisi yoktur. Bu sebeple rüyanın tabiri, bir bakıma tahmin ve temenni niteliğindedir. Daha sonra gerçekleşen olaylar yapılan rüya tabirine uygun düşerse isabetli bir tabirden, değilse tabirin isabetsiz oluşundan söz edilerek konu kapanır.

Böyle olunca rüyayı, keşif ve sezgi gibi vasıtalarla birlikte ilham kapsa­mında mütalaa etmek, ancak ilhamın objektif bir delil değil sadece o şahsı ilgilendiren bir delil olabileceğini unutmamak gerekir. Özetle belirtmek gere­kirse, peygamberlerin gördüğü veya tabir ettiği rüyalar dışında kalan rüya ve tabir kesin bilgi ifade etmez. Bu sebeple rüyalarla dinî hükmü belirlemek veya geçersiz kılmak ve buna göre de hayatı yönlendirmek caiz değildir. Rüya gibi rüyanın yorumu da rüyayı gören şahsı ilgilendirdiğinden başkala­rının bu yorumu esas alarak onun üzerine hüküm bina etmesi uygun olmaz.

E) Hastalık Ve Tedavi

Yeryüzündeki diğer canlılara göre üstün meziyetlerle yaratılan, düşünme ve iman etme kabiliyetiyle donatılan ve bunun tabii bir neticesi olarak birta­kım sorumluluklara muhatap insan, bu yönüyle en şerefli bir varlık olarak anılır. Fakat bedenî ve fizikî varlığı itibariyle Allah’ın yeryüzünde kurduğu tabii ve fıtrî düzene tâbidir. Bu bakımdan insan, bazan çok dayanıksız, zayıf ve kısa ömürlüdür. Hastalık, sakatlık ve ölüm, diğer canlılarda olduğu gibi insanda da belli dünyevî ve tabii sebeplere bağlanmıştır. Bununla birlikte İslâm, hastalık, sakatlık, fakirlik, deprem, yangın, sel gibi bir açıdan olum­suz ve üzücü sayılabilecek bu durumları metanetle karşılamayı, bunlarla mücadele etmeyi, gerekli bütün önlemler almayı, sonuçta ise bunu Allah’ın bir imtihanı bilip sabretmeyi telkin eder. [311]

Hastalık, insanın beden ve ruh sağlığını bozan bir haldir, tedavi ise bu halin giderilmesi, yani hastanın yeniden sıhhate kavuşması için maddî-mânevî her türlü çareye başvurulmasıdır. Hastalık ve sakatlıkla mücadele ve gerekli tedavi yollarına başvurmak hem insanın tabii yapısının gereği hem de dinin emir ve tavsiyesidir. Hz. Peygamber,

“Allah hem derdi hem de de­vayı göndermiş, her hastalığa bir çare yaratmıştır. Tedavi olun, ancak teda­vide haramı kullanmayın” [312]buyurmuştur. Bu itibarla bir dert ve hastalıktan kurtulmaya çalışmak, hem tevekküle hem de hakiki şifa verenin Allah olduğu hakikatine aykırı düşmez.

Hastalığın maddî ve manevî birçok sebebi bulunabildiği gibi buna paralel olarak maddî, ruhî ve manevî birçok tedavi yöntemi vardır. Modern bilimin ilerlemesiyle yeni yeni tedavi imkân ve usulleri de ortaya çıkmaktadır. Has­talıkla mücadele ve tedavi esasen tıp biliminin konusu olmakla birlikte teda­vide alkollü maddelerin kullanımı, dinî metinlerin okunması ve dua ile teda­vi usulü, mahremiyet gibi açılardan dinî öğreti ve değer hükmünü de ilgilen­dirmektedir. Tedavi bu yönleriyle fıkıh kitaplarında ele alınmış ve bu konu­larda İslâm bilginleri belli görüş ve eğilimler ortaya koymuşlardır.

a) Haram Maddelerle Tedavi

Haram maddeler denince özellikle alkollü ve uyuşturucu maddeler kas­tedilir. Fıkıh kitaplarında alkollü ilâç ile tedavi denilince, şarap ve şarap ben­zeri sarhoş edici içeceklerin tedavide kullanılması kastedilir. Ancak bugün, toz ve hap şeklinde veya damara enjekte edilebilen uyuşturucular da vardır. Bu sebeple, bu tür maddelerin doktor tavsiyesi olmadan alınması, dozajı ve almış amacı da konumuz açısından aynı şekilde önem arzetmektedir. Bu maddeler alkol gibi hem tedavi hem de keyif maddesi olarak kullanılabildi­ğinden, haram madde ile tedavi konusundaki tartışmalar bu ikinci grup maddelerle tedaviyi de ilgilendirmektedir.

Yenilmesi ve içilmesi haram olan maddelerle tedavi konusunda İslâm â-Iimlerince ortaya konan görüşleri üç eğilim halinde özetlemek mümkündür:

  1. a)İslâm âlimlerinin bir kısmı, haram maddelerle tedaviyi caiz görmezler. İçki içmenin mubah sayıldığı ve yaygın bir âdet haline gelmiş olduğu Câhiliye dönemi Arap toplumunda, içki ilâç olarak da kullanılmaktaydı. İslâm geldikten sonra içki yasağının yanı sıra, Resûlullah tarafından içki ile tedavinin de yasak olduğu bildirildi. Nitekim Târik b. Süveyd el-Câfî’den nakledilen bir hadise göre, bir adam Hz. Peygamber’e şarabın hükmünü sordu. Resûlullah ise şarabın haram olduğunu ifade etti. Soruyu soran şahıs,“Biz onu tedavi için kullanıyoruz” deyince; Hz. Peygamber, “O, ilâç değil, hastalıktır” [313]Özellikle, şarap ile tedavi olmayı yasaklayan, onun ilâç olmayıp hastalık olduğunu açıklayan pek çok hadis vardır. îşte bu hadisleri esas alanlar, bunlarla tedavinin caiz olmadığı kanaatindedirler.

Bu görüşün sahiplerine göre haram olan yiyecek ve içeceklerle tedavi caiz değildir. Hanbelîler bu görüştedir. Bu görüş sahiplerinin, hastalık halini, haramları mubah kılan bir zaruret olarak kabul etmediği ve dolayısıyla açlık yüzünden darda kalıp murdar hayvan yiyen kişiyle ilgili hükmü bu duruma uygulamayı isabetli görmedikleri anlaşılmaktadır. Bu gruptaki bazı bilginler, iki durumu ayırt etmek üzere şöyle derler: Açlık yüzünden dara düşmüş kimse, zarureti giderecek -haram kılınmış yiyeceklerden başka- bir şey bu­lamamaktadır. Halbuki hastalık böyle değildir; çünkü hastalığı tedavi için tek çare bu yiyecek ve içecekleri kullanmak değildir, birçok ilâç vardır.

  1. b)İslâm âlimlerinin bir kısmı ise yenilip içilmesi haram maddelerle teda­viyi kural olarak caiz görür. Bu grubu Zahirî fakihleri teşkil eder. Zâhirîler’e göre haram kılınmış şeylerle tedavi caizdir. Zahirî hukukçu İbn Hazm şöyle der: Şarap darda kalan ve zaruret haline düşen için mubahtır. Susuzluğu gidermek, tedavi olmak veya boğulmayı önlemek için şarap içen kimseye ceza uygulanmaz. Çünkü tedavi zaruret hallerinden biridir. Zaruretler ise haram olan şeyleri mubah kılar. İbn Hazm, “Caiz değildir” diyenlerin dayan­dığı hadisleri ayrı ayrı ele almış, bir kısmının zayıf olduğunu ileri sürmüş, bir kısmına da şöyle bir açıklama getirmiştir: Zaruret halinde tedavi maksadıyla haram kılınmış şeyleri içmek mubah olduğuna göre, bunlar “necis” (dinen pis sayılan) maddeler kapsamı dışına çıkmış demektir.
  2. c)İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise haramla tedaviyi belli şartlarla caiz görmektedir. Ancak her bir grup helâl oluş için farklı ön şart ve kayıt ileri sürmektedir. Bu grupta ağırlıklı olarak Hanefîler ve Şâfiiler yer alır. Onlara göre, haram ile tedavi olmanın cevazı, kesin olarak şifa vereceğinin bilinme­sine, hiç değilse iyileşmenin kuvvetle muhtemel olmasına bağlıdır. Şifa vere­ceği kesin olarak bilinmiyorsa tedavi amaçlı haram yiyecek ve içecekler kullanılamaz. İlâç da gıda maddeleri gibi hayatın zaruri ihtiyacıdır, darda kalan kimse haram ile tedavi görebilir. Resûl-i Ekrem erkeklere ipek giymeyi yasakladığı halde cilt hastalığı dolayısıyla bazı sahâbîlere izin vermiştir.[314]Haram oluşun delili olarak gösterilen ha­dis, helâl ilâcın bulunduğu normal duruma göredir. Helâl maddeyle tedavi imkânı olmadığında, tedaviyi sağlayacak ilâç mubah ilâç haline gelir ve hadisin kapsamına girmez.

Özet olarak ifade etmek gerekirse, İslâm bilginleri, uzman bir tabibin ha­yatî bir tehlikeden ancak yiyip içilmesi haram madde içeren bir ilâçla kurtulunabileceğini ve bunun alternatifinin de bulunmadığını bildirmesi ha­linde, bu ilâçla tedavinin caiz olduğu hususunda fikir birliği içindedirler. Bu şekilde bir hayatî tehlikenin bulunmadığı durumlarda ise bir grup bilgin ha­ram madde ile tedaviyi caiz görmemekte ise de, çoğunluk bu konuda daha müsamahalı düşünmekte, belli şartlarla haram maddeyle tedaviyi caiz gör­mektedir. Bunun için aranan iki temel şart ise, alternatif helâl bir ilâcın bu­lunmaması ile ehliyetli bir doktorun teşhis ve önerisinin bulunmasıdır.

Fıkıhçıların tartıştıkları konu şarap, idrar vb. nesnelerin tedavi için doğ­rudan alınması ve kullanılmasıdır. Bu maddelerin ilâç yapımında kullanılma­sı durumunda “karışma ve değişme yoluyla pis ve haram olan nesnelerin hükümlerinin değişeceği” kuralı da devreye girecektir.

b) Okuyarak Tedavi

Hastalıkların maddî olduğu kadar manevî sebepleri de vardır. Hz. Pey­gamber,

“Göz değmesi (nazar) gerçektir” [315]diyerek hastalığın manevî bir sebebine işaret etmiştir. Günümüzde zihnî ve ruhî hastalıkların maddî sebepleri yanında manevî sebepleri de araştırılıp, hastalar her iki yönüyle tedavi edilmeye çalışılmaktadır. Telkin ve mûsiki ile tedavi öteden beri uygulanan ve iyi sonuçlar alınan bir yön­temdir. Kişilerin Allah’a bağlılıkları, gerçek şifayı O’nun vereceğine güven­leri, ruh sağlıklarının ve morallerinin yerinde oluşu maddî hastalıkların te­davisinde bile ayrı bir önem taşımaktadır. Ülkemizde hastahanelerde iste­yen, ihtiyaç duyan hastaları manevî yönden rahatlatmak, onlara moral destek sağlamak, ruhî dirençlerini arttırmak üzere din görevlilerinin bulun­masının uygun olacağı yönündeki henüz pratize edilmemiş düşünceler bu bakımdan anlamlı ve yerindedir.

Yine moral durumun önemi sebebiyledir ki tıbbî tedavi imkânının bu­lunmadığı durumlarda veya ona yardımcı bir unsur olarak insanlar dinin üstün yapıcı tesirinden yararlandırılmış, dinî metinler ve dualar okunarak tedavi edilmeye çalışılmıştır. Bununla birlikte okuma ile tedavinin mahiyet ve gayesi iyi bilinmediğinde tıbbî tedaviye alternatif bir tedavi olarak algı­lanma veya ehliyetsiz ve çıkarcı kimseler tarafından kötüye kullanılma ihti­mali de yok değildir.

Okumak suretiyle tedavi Hz. Peygamber ve sahabe tarafından yapılmış, caiz ve etkili olduğu görülmüştür. Sahih hadis kitaplarında bu nevi tedavide daha ziyade Fatiha, İhlâs, Felâk ve Nâs süreleriyle bazı duaların okunduğu rivayet edilmektedir. Bu sûre ve duaların, nazar değmesi gibi manevî se­beplere dayalı hastalıklara da, belli durumlarda yılan ve akrep sokması gibi maddî sebepli hastalıklara da okunduğu ve netice alındığı bildirilmektedir. Okuma ile tedavinin caiz olabilmesi için; okunanın âyet, hadis veya mânası anlaşılan bir dua olması, şifa verenin yalnız Allah olduğunun bilinmesi, gayri meşru bir maksada hizmet etmemesi, tıbbî tedavinin önünü kapatma­ması gibi şartlar ileri sürülür.

Sebebi bilinmeyen veya tedavi edilemeyen hastalıklarla karşılaşan in­sanların içine düştüğü çaresizlik ve çırpınış hali, bu dönemde onları ve ya­kınlarını normal zamanda pek de mâkul olmayan bazı arayışlara sevkedebilir. Bunlar arasında sihir, nazarlık, at nalı ve kafası kullanma, meşru ol­mayan şekil ve metinleri içeren muska takma, kurşun dökme, tütsü yapma sayılabilir. Modern tıp biliminin gelişmediği, yeni ilâç ve tedavi yöntemleri­nin keşfedilmediği dönemlerde daha sık görülen bu durumun yeni birçok hastalık türünün ortaya çıktığı günümüzde de belli ölçüde devam ettiği bi­linmektedir. Bunların tıbbî açıdan bir faydasının olmadığı gibi bâtıl inanç olmaları sebebiyle dinen doğru da bulunmamıştır. Hz. Peygamber nazarlık kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin biatlarını kabul etme­mişti.[316] Çünkü Resûl-i Ekrem hastalıkların sebeplerinin bulunduğunu ve tedavi edilebileceğini belirtmiş, gerçek sebeplere tutunmayı tavsiye etmiştir. O’nun uygulamasında okuyarak teda­vi, alternatif bir tıbbî tedavi değil, buna imkân bulunmadığında veya tıbbî tedavi sonuçsuz kaldığında başvurulacak yardımcı ve ilâve bir yöntem nite­liğindedir.

Tedavisi yapılamadığı için çaresizlik içinde çırpınan veya maddî sebep­lerle tıbben tedavi imkânı bulamayan insanların bu sıkıntılı durumunu fırsat bilip onlara nazarlık, muska takan, tütsü yapan ve böylece onların umutlarından çıkar sağlayan kimseler, âdeta bir insanlık suçu derecesinde ağır ve yüz kızartıcı bir suç işlemiş olmaktadırlar. Bu tür fırsatçıların dar gelirli ve dindar muhitlerde kolayca tutunabilmesi, biraz bu muhiüerdeki sefalet dere­cesindeki ekonomik sıkıntıyla, biraz da yeterli düzeyde dinî bilgisi bulunma­yan kimselerin dinî değerlere bağlılığının çok kolay istismar edilebilmekte oluşuyla alâkalıdır. Böyle olunca devletin sağlık politikasını iyileştirip ihtiyaç sahiplerinin ücretsiz tedavisine ve sağlık sigortasının genelleşmesine, ayrıca insanların yeterince ve doğru şekilde dinî eğitimine imkân hazırlaması kaçı­nılmaz olmaktadır.

c) Organ Nakli

Hastalık ve tedavi konusunda kamuoyunun genel dinî telakkisini belki de en çok meşgul eden meselelerden birisi organ naklidir. Günümüzde organ nakli konusu, alternatifsiz bir tedavi yöntemi olması yüzünden tıp ilminin önemli bir uğraşısı olduğu gibi, organı veren ve alan iki tarafın da insan, olması ve insan uzvu üzerinde tasarruf yapılmasını gerektirmesi sebebiyle konu din, hukuk ve ahlâkı da yakından ilgilendirmektedir. Burada sadece konunun dinî öğreti ve telakkiyi ilgilendiren kısmı üzerinde durulacaktır.

Kısa bir tarihçe vermek gerekirse, yaklaşık XVI. yüzyılda başlayan oto-organ nakli giderek geliştirilmiş, XIX. yüzyılda insandan insana doku ve organ nakline başlanmış, önceleri deri, damar, kas nakli şeklinde başlayan bu tedavi yöntemi giderek geliştirilerek kalp, karaciğer, böbrek, kemik iliği, kornea gibi hayatî organların nakli aşamasına gelinmiş, XX. yüzyılın ikinci yansından itibaren bunda da başarılı sonuçlar alınmaya başlanmıştır. Artık organ nakli günümüzde, diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de binlerce ölümcül hasta için bir ışık ve yaşama ümidinin kaynağı durumundadır. An­cak, insandan insana organ nakli böylesine önemli bir tedavi yöntemi olma­sının yanı sıra, bazı dinî ve hukukî sorunları da beraberinde getirmiş ve konu değişik çevrelerde farklı açılardan tartışılmaya başlanmıştır.

Organ naklinin İslâm’ın prensip ve amaçlarıyla ilişkisini kurarken konu iki ayrı açıdan ele alınabilir. Birincisi, organ naklinin itikadî (inanç esasları) ve uhrevî (âhiret hayatına ilişkin sonuçlan) açıdan değerlendirilmesi. İkincisi de, organ naklinin İslâm hukukunun ilke ve gayeleri açısından incelenip caiz olup olmadığının araştırılması.

1. İtikadî Ve Uhrevî Açıdan

Organ naklinin itikadî ve uhrevî açıdan değerlendirilmesi, bunun cismanî haşir inancıyla, organların sorumluluğu ve kıyamet günü şahitliği mesele­siyle ve genel olarak dinî sorumluluk esaslarıyla bağdaşıp bağdaşmayacağı gibi tartışmaların açılmasını ve bu konularda belli bir sonuca varılmasını gerekli kılmaktadır.

Ehl-i sünnet bilginlerinin ve kelâmcıların çoğunluğu, âhirette haşrin cis­manî olacağı, insanın ruh ve bedeniyle birlikte diriltilip böylece haşrolacağı, hesaba çekileceği, ceza veya ödüle muhatap olacağı görüşündedir. Kur’an âyetleri de bu görüşü doğrular mahiyettedir. [317]Âhirette hasrın cismanî (bedenî) olacağı inancının, organ naklinin tereddütle karşılanmasında kısmen de olsa etkisi vardır. Ancak konu yakından incelendiğinde organ naklinin cismanî haşirle doğrudan ilişkisi, daha doğrusu organ naklinin cismanî haşir inancını zedeleyen bir yönü bulunmadığı, nakledilecek organın tekrar asıl sahibine döneceği ifade edilebilir. Nitekim organların toprakta çürümesi, yanıp kül olması, hayvanlar tarafından parçalanıp yenmesi de onun tekrar asıl sahibinde hasrolunmasına engel değildir. Gerçekten Kur’ân-ı Kerîm’de [318]âhirette insanın bütün uzuvlarının en ince ayrıntıya ka­dar toplanacağı ifade edilir. Bu ve benzeri delillerden yola çıkan İslâm bil­ginleri de herkesin aslî parçalarının kendisiyle haşrolacağı görüşündedirler.

Takma organın yeni sahibinde sevap veya günah işleyen bir kişinin cü­zünü oluşturması da tamamen bu yeni sahibiyle alâkalı bir meseledir. Çünkü sorumlulukta aslolan iradedir, sorumlusu da o organları kullanan şahıstır.

Kıyamet gününde organların şahitliği meselesine gelince, bu husustaki âyet ve hadisler organların âhirette lisân-ı hâl ile konuşacağı şeklinde anla­şılabileceği gibi, Allah’ın huzurunda insanın hiçbir mazeret ileri sürme ve yalan beyanda bulunma imkânının olmayacağı, her şeyin apaçık ortada olacağı anlamında da yorumlanabilir. Bu konudaki âyetler [319]gerçek anlamında alınsa bile yine organ nakline en­gel bir delil teşkil etmez. Zira her şey Allah’ın bilgisi dahilindedir ve organlar her bir bedende bulundukları süre içinde olup bitene şahitlik edebilirler.

Konuya genel olarak dinî sorumluluk esasları açısından bakıldığında ise, öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, duygu, düşünce, akıl, inanç gibi manevî, ruhî özellikler, organların biyolojik yapısına bağlı olmadığından, organ nak­liyle kişilik transferi olmamaktadır. Diğer taraftan, dikkatten uzak tutulma­ması gereken bir husus, İslâm dininin, cinsi, milliyeti, rengi, dini, konumu ne olursa olsun her insana insan olarak baktığı ve eşit bir yaşama hakkı tanımış olduğudur. Şu halde organ veren kimsenin veya organ verilen şah­sın fâsık yahut gayri müslim olması gibi şahsî durumlarından ötürü diğer tarafın dinen sorumlu olabileceğinin ileri sürülmesi de İsabetli olmaz. İslâm tedaviye önem vermiş, her insana tedavi olmada eşit haklar tanımış, bir insana hayat vermeyi bütün insanlığa hayat verme mesabesinde görmüştür. [320]Buna göre, organ nakli açısından müslüman ile gayri müslim, dindar ile fâsık ayırımı yapılması doğru olmaz. Kaldı ki doğruya hidayet eden de, eceli takdir eden de Allah’tır. Sorumlulukta herkesin kendi hür iradesi esastır. Bu sebeple, müslüman veya dindar olmayana organ vermenin, onun günah işlemesine yardımcı olmak veya ömrünü uzatmak olarak değerlendirilmesi İslâm’ın bu konudaki genel esasları ile bağdaşmaz.

2. İslâm Hukuk Prensipleri Açısından

İslâm hukuku açısından organ naklinin hükmüne, caiz olup olmadığına gelince; çağımızda güncelleşen bu mesele hakkında gerek naslarda gerek klasik fıkıh kitaplarında açık bir ifadenin bulunmayacağı açıktır. Kur’an ve Sünnet gerekli gördüğü bazı konularda ayrıntılı hükümler koymakla bera­ber, genelde her hukukî olaya ayrıntıyla inmeyip, bütün devir ve dönemler­de ortaya çıkabilecek problemler için geçerli birtakım ilke ve ölçüler koy­makla yetinmiştir. Bu, Kur’an ve Sünnet’in kıyamete kadar müslümanlar için kaynak ve ölçü olmasının tabii sonucudur. Klasik fıkıh kitapları da, Kur’an ve Sünnet ışığında kendi devirlerinin problemlerini çözmüş, müslü-manlara günlük yaşayışları için kılavuzluk etmiş, onlara yardımcı olmuştur. Bu duruma göre, günümüzdeki organ naklinin hükmünü, nasların ve İslâm hukukçularının benzeri olaylar karşısında gösterdiği tavıra ve gözettiği ga­yeye bakarak kavramak mümkündür.

Kur’an’da [321]ve ha­dislerde [322]insan hayatını tehdit eden bir açlık ve zaruret halinde haram fiillerin mubah hale geleceği ve günahın kalkacağı bildirilmiştir. İslâm ölüye değer vermekle birlikte, insana ve hayata daha çok değer vermiş, hayatı korumayı dinin beş temel maksadın­dan biri saymıştır.

İslâm hukukçuları da hayatı tehdit eden açlık zarureti karşısında kalan kimsenin ölü insan eti bile yiyebileceğini, tedavi maksadıyla haram ve necis şeyleri kullanabileceğini, kemik, diş, kan gibi insan parçalarıyla tedavi olabileceğini, yavruyu kurtarmak için ölen annenin karnının varılabileceğini, yutulmuş mücevher gibi değerli bir malı çıkarmak için ölünün karnının açı­labileceğini belirtmişlerdir. İslâm hukukçularının bu ve benzeri fetvaları gü­nümüzdeki organ nakline bir hayli ışık tutmaktadır. Ancak bu gibi durum­larda belirtilen çözümleri benimsemeyen fakihler de vardır.

Çağdaş İslâm bilginleri ve fetva kuruluşları, ölüden (kadavra) tedavi maksadıyla organ alınmasına ve hastaya nakledilmesine, çeşitli gerekçelere istinaden cevaz vermişlerdir. Bu cümleden olarak, ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu daha önceki kararlarının yanı sıra 03.03. 1980 tarih ve 396/13 sayılı kararı ile, belli şartların bulunması halinde ölü­den diriye organ naklinin caiz olduğuna fetva vermiştir. Aynı şekilde Kuveyt Evkaf ve Din İşleri Başkanlığına bağlı Fetva Kurulu’nun 24. 12. 1979 tarih ve 132/79 sayılı, 14.09.1981 tarih ve 87/81 sayılı kararlan ile, Suudi Ara­bistan’da faaliyet gösteren Dünya İslâm Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi’nin ve Mısır’daki Ezher Fetva Kurulu’nun kararları ve İslâm Konferansı Teşkilâ-tı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararı da bu yönde olup, bu kararda ölüden organ nakli belli şartlarla caiz görül­mektedir. Çağdaş İslâm bilginlerinin büyük bir kısmı da ferdî olarak bu pa­ralelde fetva vermiştir.

Yukarıda işaret edilen kurullar ve şahıslar, ölüden diriye organ naklinin caiz olabilmesi için şu şartların bulunması gerektiğini belirtirler:

  1. Organ naklinde zaruretin bulunması,
  2. Konunun uzmanlarında hastanın bu tedavi ile iyileşeceğine dair güçlü bir kanaatin oluşmuş bulunması,
  3. Ölümünden önce kendisinin veya ölümünden sonra mirasçılarının onayının alınmış olması,
  4. Tıbbî ve hukukî ölümün kesinleşmiş olması,
  5. Organın bir ücret ve menfaat karşılığında verilmemiş olması,
  6. Alıcının da buna razı olması.

Söz konusu kurullar ve bilginler, ölüden organ nakline fetva verirken genellikle, zaruret halinde haramı işlemeye, necis ve haramla tedavi olmaya ruhsat veren nasları ve bunlardan kaynaklanan fıkhı kuralları ve ictihadları delil olarak göstermektedirler. Ayrıca, zaruretteki kimsenin ölü insan etinden yiyebilmesi, deve idranyla tedavi olabilmesi, ipek ve altın kullanabilmesi, insan vücuduna ölünün kemiğinin veya dişinin takılabilmesi, cenini kurtar­mak için ölü annesinin karnının yanlabilmesi, annenin hayatını kurtarabil­mek için karnındaki ölmüş ceninin parçalanarak çıkanlabilmesi gibi ruhsat hükümlerini örnek göstererek bunların gerekçelerini esas almaktadırlar.

Ölüden organ naklini caiz görmeyen bazı çağdaş bilginler ise, insan ölü­sünün saygınlığını ve dokunulmazlığını, “Ölünün kemiğini kırmak, diri iken kemiğini kırmak gibidir” mealindeki hadisi[323], cismanî haşir ve organların şahitliği inancını, hilkati (aslî yaratılış) bozmanın caiz olmaması ilkesini gerekçe göstermektedir. An­cak bu görüşün ve dayanaklarının, İslâm’ın yukarıda zikredilen ilke ve ga­yeleri karşısında daha zayıf kaldığı açıktır.

Diriden diriye organ naklinin hükmüne gelince; bazı çağdaş İslâm bil­ginleri ve fetva kurulları belli şartlarla buna da cevaz vermişlerdir. Bu cüm­leden olarak Kuveyt Evkaf ve Din İşleri Bakanlığı’na bağlı Kuveyt Fetva Kurulu’nun 24.12.1979 tarih ve 132/79 sayılı kararında Suudi Arabistan’daki

Dünya İslâm Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi’nin 19-28 Ocak 1985 tarihin­de Mekke’de düzenlenen VIII. Dönem Toplantısında alınan kararlarda ve İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı 20.03.1990 tarih ve 6/5-8 sayılı kararlarında diriden diriye organ nakli, belli şartlarla caiz görülmüştür. Bunun cevazı için ileri sürülen şartlar ise şunlardır:

  1. Zaruretin bulunması,
  2. Vericinin izin ve rızâsının bulunması,
  3. Organın alınmasının, vericinin hayatını ve sağlığını bozmayacak ol­ması ve bu durumun tıbbî raporla belgelendirilmesi,
  4. Konunun uzmanlarında operasyon ve tedavinin başarılı olacağına dair güçlü bir kanaat oluşmuş bulunması,
  5. Yeterli tıbbî ve teknik şartların bulunması,
  6. Organ vermenin ücret veya belli bir menfaat karşılığı olmaması.

Bu fetvanın dinî dayanağı olarak yukarıda zikredilen deliller, özellikle “Kim bir insana hayat verirse, bütün insanlara hayat vermiş gibidir”[324] ve “iyilik ve takva üzere yardımlaşınız” [325]mealindeki âyetler ile yardımlaşmayı, dayanışmayı, fedakârlığı, zararı önleyip fay­dalıyı hâkim kılmayı emir ve tavsiye eden hadisler gösterilmektedir.

Diriden diriye organ naklini caiz görmeyen çağdaş İslâm bilginlerinin sa­yısı, ölüden organ nakli konusundakine göre biraz daha fazladır. Bu görü­şün sahipleri gerekçe olarak da, insanın kendi organlarına mâlik olmadığını . ve onlar üzerinde tasarruf yapma hakkının bulunmadığını, insanın saygıde­ğer ve dokunulmaz olduğunu, organ naklinin hilkati (aslî yaratılış) değiştir­diğini, iki taraf için de denk bir tehlike teşkil ettiğinden bunun zararın zararla giderilmesi kabilinden olduğunu ileri sürmektedirler.

Ancak, diriden alınan her organ ve dokunun aynı sonucu doğurmadığı ve aynı derecede hayati tehlike, sağlık bozukluğu veya görünüm çirkinliği meydana getirmediği açıktır. Vericiyi riske sokmadığı, sağlığını veya görünümünü bozmadığı takdirde, tıbbî verileri esas almak ve organ nakline -zarureten başvurulan alternatifsiz bir tedavi yöntemi olduğu sürece- olumlu bakmak, herhalde İslâmî prensiplerle ve dinî hükümlerin amaçlarıyla daha uyumlu bir tavır olacaktır.

Öte yandan, kişiye kendi vücudundan organ veya doku nakli meselesi önemli tereddütlere yol açmamış; İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı olan İslâm Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararında, sağla­dığı yarar, getireceği zarardan fazla olmak, biyolojik veya psikolojik açıdan kişiyi sıkıntıya sokan bir kusur veya rahatsızlığın giderilmesi amacına yöne­lik bulunmak şartıyla bu tür tıbbî operasyonların caiz olduğu belirtilmiştir. Buna karşılık aynı kararda, kişinin hayatiyetine son veren, yine hayatiyeti­ne son vermese de vücudun temel fonksiyonlarından birini tamamen sona erdiren organ yahut organların alınması yoluyla diriden diriye organ nakli­nin caiz olmadığı vurgulanmıştır.

Hayatı, ölümü ve ölüm ötesini tabii birer hadise ve kademe olarak tanı­tıp anlamlı hale getiren İslâm dininin dünyada insanların fert ve toplum olarak sağlık, huzur ve güven içinde yaşamasına önem verdiği, bunu sağla­yıcı tedbirlerin bir kısmını emrettiği, bir kısmını da insanların çaba ve inisi­yatiflerine bırakıp ilke olarak teşvik ettiği bilinmektedir. Böyle olunca müslüman toplumların, yeni bir tedavi yöntemi olan organ nakli konusunda başlangıçta mütereddit davranması, hatta toplumsal refleksle karşı bir tavır sergilemesi ve bu konuda birtakım dinî gerekçeler üretmesi mâkul karşılana­bilir. Bu tarz bir direnç, geleneksel toplumların her bir yenilik karşısında dağılıp parçalanmasını önleyici ve toplumsal yapıyı koruyucu bir sigorta işlevi de görmektedir. Ancak, organ naklinin artık alternatifsiz bir tedavi yöntemi olarak insanları hayata döndürdüğü görüldükten sonra bu tereddütlerin ve çekimser tavrın terkedilmesi, hatta bu yönde ciddi adımların atılması, kamuoyu oluşturulması ve bunu sağlayacak kurumların kurulması gerekir. İnsan hayatına çok değer veren bir dinin mensubu olan müslümanlann bu konuda dünyaya öncülük ve örneklik etmesi bile beklenir.

F) Hayvanlar

Hayvanlarla ilgili dinî hükümlerin önemli bir bölümü etlerinin yenip yenmeyeceği, kesimi ve avlanma usulüyle ilgili olup bu konu daha önce ele alınmıştı. Ancak hayvanların günlük hayatımızda önemli bir yer işgal ettiği, dünyayı âdeta onlarla paylaştığımız, bu sebeple hayvanlara karşı da bazı sorumluluklarımızın olduğu bir gerçektir. İlk dönemlerden itibaren fıkıh kül­türünde hayvanlara karşı şefkatli davranma, hayvanların evde bakım ve beslenmesi, köpek ve kuş besleme gibi konuların ele alınıp tartışıldığı görü­lür. Teknolojinin ve şehirleşmenin tabiat ve hayvanlar aleyhine sonuçlana­cak şekilde gelişip birçok hayvan türünün hızla tükendiği, çevre bilincinin yeterince gelişmediği günümüzde konu ayrı bir önem kazanmıştır.

a) Hayvan Hakları

Allah Teâlâ, diğer yeryüzü nimetleri gibi hayvanları da insanın hizmeti­ne vermiş, onlardan çeşitli şekillerde faydalanmayı helâl kılmış, buna karşı­lık da yeryüzündeki bütün mahlûkata karşı adaletli ve ölçülü davranmayı, hayvanlara merhamet ve şefkat gösterilmesini emretmiştir, Hz, Peygamber de, “Merhamet edene Allah da merhamet eder; siz yerdekine merhamet edin ki gökteki de size merhamet etsin” [326]buyurmuş, gü­nahkâr bir kişinin çok susamış bir köpeğe zor şartlar altında su temin ettiği için Allah tarafından bağışlandığını[327], bir kediyi hapsederek açlıktan ve susuzluktan ölmesine yol açan bir kadının da bu yüzden cehennemlik olduğunu [328]bildirmiştir. Yine Resûl-i Ekrem, hayvanlara şefkatle davranılmasını emret­miş[329], hayvanlarını aç bırakan ve onlara eziyet eden kimseleri ayrı ayrı uyarmış[330], hatta sağma esnasında memelerinin incinmemesi ve çizilmemesi için sağım işini yapan kimselerin tırnaklarını kesmelerini istemiştir. [331]Ayrıca Hz. Peygamberin, yavruları alındığı için ıstırap içinde kanat çırpan bir kuşu görünce bunu yapanlan uyardığını ve yavrularının geri ve­rilmesini emrettiğini[332], canlı hayvanın atış hedefi yapılmasını yasakladığını, başkalanninki ile karışmaması gibi düşüncelerle hayvanların damgalanmasını, hayvanlar arasında dövüş ve güreş tertip edilmesini, zevk için avlanılmasmı, hatta hayvanlara kötü söz söylenmesini değişik üslûplarla yasaklayıp kınadığını [333]biliyoruz.

Gerek bu konudaki âyet ve hadisler, gerekse İslâm’ın telkin ettiği genel ahlâkî ilkeler ve davranış bilinci sebebiyledir ki, Hulefâ-yi Râşidîn dönemin­den itibaren uygulamada ve literatürde, hayvanlara iyi da vranılm ası, onlara eziyet edilmemesi, aç ve susuz bırakılmaması, güçlerinin üzerinde yük taşıtılmaması, eğlence için dövüştürül memesi, yavrularının alınmaması gibi hayvan haklarını korumaya yönelik bir dizi emir ve talimatın verildiği, bazı idarî tedbirlerin alındığı, aksine davrananların uyarıldığı veya cezalandırıldığı bilinmektedir. Özellikle Osmanlılar döneminde sahipsiz hayvanların bakım ve korunmasının devlet tarafından sağlandığı, bu amaçla vakıflar kurulduğu da burada hatırlanabilir. Hayvan haklarının korunmasında genelde emir bi’l-ma’rûf çerçevesinde toplumsal sağduyunun payı bulunduğu gibi ileri dö­nemlerde muhtesipler de bu konuda özel bir görev üstlenmişlerdir.

İslâm’ın insana yüklediği sorumluluk ve davranış bilinci, dinî eğitim ve görgü, onun hayvanlara ve bütün mahlûkata karşı dengeli, merhametli ve adaletli davranmasını gerektirir. Günümüzde ölçüsüz avlanma ve tüketimin tabii dengeyi altüst ettiği, birçok hayvan türünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı, boğa, deve ve horoz güreşlerinin eğlence aracı olduğu, hay­vanların tabii ortamlarından alınıp daracık kafeslere hapsedilerek seyirlik hale getirildiği gibi örnekler göz önüne alınırsa, İslâm’ın telkin ettiği bu şef­kat ve merhamet ortamına hayvan haklan açısından da ihtiyaç vardır.

b) Hayvan Besleme

Hz. Peygamber döneminde bazı sahâbîlerin evlerinde kanarya veya ser­çe cinsinden kuş beslediği bilinmektedir.[334] Yine Resûl-i Ekrem’in evinde vahşî hayvan beslediği, yalnızlıktan yakman bir sahâbîye de güvercin veya horoz beslemesini tavsiye ettiği rivayet edilir. [335]Fakihler bu rivayet­lerden hareketle, eziyet etmemek, aç ve susuz bırakmamak kaydıyla kafeste kuş beslenmesini caiz görmüşlerdir. Ayrıca o dönemde evlerde kedi beslen­diği de bilinmektedir. Bu sebeple, köpek ve domuz gibi hakkında özel bir yasak bulunmadıkça ve yukarıda temas edilen hayvan hakları ihlâl edilme­diği, çevre için rahatsızlık ve kirlilik teşkil etmediği sürece evde hayvan beslemenin kural olarak caiz sayıldığı anlaşılmaktadır.

c) Köpek

Köpek, gerek evcilliği ve sıcak kanlılığı, gerekse bazı özel kabiliyetleri sebebiyle insanoğlunun yeryüzünde en çok yararlandığı hayvanlar arasında yer alır. Ancak dinî literatürde, insanla olan yakın ilişkisi sebebiyle köpeğin beslenmesi, kullanılması, artığı ve salyasının dinî hükmü, köpeğin verdiği zararlardan sorumluluk gibi konular ayrı ayrı ele alınmış, bu konuda bir kısmı Kur’an ve Sünnet’ten, çoğu da İslâm bilginlerinin yorum, kültür ve tecrübelerinden kaynaklanan birtakım hüküm ve görüşler ortaya konmuş­tur. Bu hükümlerden bir kısmına, hayvanların etinin yenip yenmemesi ve avlanma konuları ele alınırken temas edilmişti.

Kur’an’da bütün iyi ve temiz şeylerin helâl kılındığı ifade edildikten sonra eğitilmiş avcı hayvanlar kullanılarak yakalanan avların helâl olduğu­na temas edilmekte[336], İslâm bilginleri de köpeğin avcı hayvan olarak kullanılmasının caiz olduğunda görüş birliği içinde bulunmaktadırlar. Ancak bunun için, köpeğin avlanma konusunda eğitilmiş olması, avlanması kastıyla salıverilmesi, tutmuş olduğu avı ondan yemeksizin sahibine getir­miş ve avı boğarak değil de yaralayarak öldürmüş olması gibi şartların a-randığını daha önce görmüştük.

İslâm bilginleri, avlanmanın yanı sıra ihtiyaç duyulan diğer alanlarda kullanılmak üzere köpek beslenmesinin caiz olduğu, ihtiyaç olmadığı halde evde köpek beslenmesinin ise doğru olmadığı görüşündedirler. Konuyla ilgili olarak Hz, Peygamber ziraat veya hayvancılık faaliyeti ya da ev bekletme veya av gibi bir sebep olmaksızın köpek besleyen kimsenin sevabından hergün bir miktar eksileceğini bildirmiş[337], için­de köpek bulunan eve meleklerin girmeyeceğini ifade etmiştir.[338] Bu hadislerden hareketle, başta Şâfiîler olmak üzere bazı fakihler, ihtiyaç yokken evde köpek beslemenin haram olduğu görüşüne sahip olmuşlardır. İslâm bilginlerinin çoğunluğu köpeğin artığının necis olduğu, yaladığı kabın da yedi defa, Ebû Hanîfe ise üç defa yıkanması gerektiği görüşündedir. Bu görüşlerle bağlantılı olarak köpeğin satışının ve bu satıştan elde edilen paradan yararlanmanın caiz olup olmadığı da tartışılmıştır. Hanefîler ve bir grup İslâm bilgini, kendisinden yararlanılması şer’an serbest olan köpeğin alım satımını ve satışından elde edilecek paradan istifadeyi caiz görürler.

İslâm hukuk doktrininde, hayvanların kendiliğinden verdiği zararların tazmini gerektirmediği ilke olarak benimsenmişse de, saldırgan köpeklerin başkalarına zarar ve ziyan vermemesi için, sahiplerinin gerekli önlemleri almasının gerektiği açıktır. Bu hayvanların ısırması, saldırması sonucu mey­dana gelen zararlardan, kusur ve ihmallerinin bulunması oranınca sahipleri sorumlu tutulurlar.

İslâm dini çevreyi, tabii güzellikleri korumayı, hayvanlar da dahil bütün canlılara karşı sevgi ve merhametle davranmayı emretmiş, hayvanların boş yere öldürülmesini yasaklamış, ancak insan sağlığına, temizliğe ve koruyu­cu hekimliğe de ayrı bir önem vermiştir. Köpeğin ihtiyaç halinde beslenme­sine müsaade edilmesi, fakat ev içinde süs köpeği olarak beslenmesinin hoş karşılanmaması bu anlayışın sonucudur. Müslümanların kültür tarihinde, geliri aç kalan hayvanları doyurmaya tahsis edilmiş vakıf örnekleri vardır. Fakat bugün insan ilişkilerinin, aile içi ve akrabalar arası bağların oldukça zayıflayıp ferdiyetçi, maddeci ve bencil bir yaşama tarzının hâkim olduğu Batı toplumlarında ve bu yaşam tarzının etkisi veya özentisi içinde olan bazı müslüman kesimlerde, böyle bir amaçla değil, evde süs ve eğlence olarak köpek besleme âdeti hızla yaygınlaşmaktadır. Köpek sevgisi ve köpek üzerinde odaklasan ilgi bir bakıma, insanların diğer acımasızlıklarını, bencillik ve sevgisizliklerini örten veya gölgeleyen ve kişilere sınıfsal ve kültürel avantaj sağlayan sembolik bir davranış halini almıştır. Doğal çevreden ve tabii-insanî ihtiyaçlardan uzak bir şehirleşme, bireyselleşme ve kimsesizleşme de bu tür kötü âdetlerin bilinçsiz bir şekilde yayılmasını hızlandırıcı bir ortam oluşturmaktadır. İlk bakışta hayvan sevgisinin bir uzantısı gibi algılanabile­cek bu âdet, esasında gerek insan sağlığı gerek ev içi ve çevre temizliği ge­rekse maddî imkânlann israf edilmesi açısından önemli sakıncalar taşıdığı gibi, insanın sevgi ve ilgisini yanlış noktalarda yoğunlaştırarak insan ilişki­lerinin de zaafa uğratmaktadır. Köpeğin, kuduz hastalığına yakalanma ve onu bulaştırma açısından hayvanlar arasında ilk sırayı işgal ettiği, tüyü, salyası ve pisliğiyle de birçok hastalığın yayılmasında etkin rol oynadığı göz önünde bulundurulunca, İslâm’ın ihtiyaç olmaksızın zevk ve süs için evde köpek beslemeyi yasaklamasının, köpeğin salya ve artığının necis olduğunu bildirmesinin hikmeti daha iyi anlaşılmaktadır.

d) Sunî Tohumlama

Son yüzyıl içinde bilim ve teknolojide alman mesafeler, özellikle gen mühendisliği, veterinerlik ve tıp bilimlerindeki hızlı gelişmeler hayvan ve insanların tabii yollar dışında, birtakım haricî bilimsel müdahalelerle döllendirilmeleri imkânını gündeme getirmiş, buna paralel olarak da belli bir talep ve pazar oluşmuştur. Bu bağlamda sunî ilkah yani yapay döllenme, erkeğin spermiyle kadının yumurtasının tabii birleşme dışı yollarla döllendirilin esi yöntemini ifade etmektedir. Erkek ve kadının sunî yollarla döllendirilmesi “tüp bebek” başlığı altında daha önce ele alınmış olduğundan burada, sunî tohumlama tabiriyle, örfteki kullanıma da uygun şekilde, erkek ve dişi hay­vanın sunî yollarla döllendirilmesi ifade edilecek ve bu konu hakkında açıkla­ma yapılacaktır.

Cinsel yasak, mahremiyet ve ayıp gibi kavram ve değerler sadece insana özgü olduğundan, hayvanların gerek kolayca döllenmesini gerekse nesilleri­nin ıslahını temin maksadıyla sunî tohumlama yöntemine başvurulması kural olarak caiz görülür. Fıkıh kültüründe bu konudaki tartışma, ücretli tohumlama ve ücret ödemenin gebelik şartına bağlanması durumlarıdır.

Hz. Peygamber’in, tohumluk erkek hayvanın dişiye aşması karşılığında para alınmasını yasakladığı yönündeki hadislere[339], İslâm hukukçularınca farklı açıkla­malar getirilmişse de bu konuda varit olan hadisleri, Resûlullah’ın akidlerin garar içermemesine ve gerçekleşmesi kesin olmayan sonuçlara bağlanma­masına verdiği önemin bir uzantısı olarak görmek de mümkündür. Bu se­bepledir ki, başta İmam Mâlik olmak üzere birçok fakih, erkek hayvanın dişi hayvana ücret karşılığı çekilmesini veya bu sebeple ücret ödenmesini caiz görmekte, fakat akdin hayvanın gebe kalması şartına bağlanmasını ise caiz görmemektedir.

Ücretli ve şartlı sunî tohumlama konusuyla ilgili olarak İslâm hukuk lite­ratüründe yer alan tartışmalardan hareketle, sunî tohumlama için ücret talep edilmesi ve ödenmesinin caiz olduğu, ancak akdin veya ücretin hayvanın gebe kalması şartına bağlanmasının doğru ve geçerli olmaması gerektiği söy­lenebilir. Bu işin profesyonellik çerçevesinde icrası ve bilimsel verilere göre gebe bırakma ihtimalinin çok kuvvetli olmasına binaen, ücret ödeyen tarafın hakkını koruyucu bazı Önlemlerin alınması da hakkaniyete aykın olmaz.

IX. ŞAHIS VE MAL ALEYHİNE İŞLENEN TEMEL SUÇLAR

İslâm dininde ve fıkıh kültüründeki haram ve helâl, caiz ve caiz değil kavramlarının, hayvanların etinin yenip yenmemesinden sunî tohumlamaya kadar birçok yönü ve açılımı bulunmaktadır. Buraya kadar ele alınan konuların bir yönüyle toplumsal hayatı, ağırlıklı olarak da bireysel tercih ve davra­nışları ilgilendirdiği söylenebilir. Halbuki İslâm dininin fert ve toplum hayatını bir bütün olarak ele aldığını, bunun için de her iki alana ilişkin emir ve tavsi­yelerinin bulunduğu biliyoruz. Çünkü ferdin mutluluğu huzurlu, güvenli ve düzenli bir toplumsal hayat içinde mümkün olduğu gibi, toplumda kamu ve hukuk düzeninin sağlanabilmesinin yolu da insan unsurunun yetişkinliğin­den gelmektedir. Bu itibarla dinin fert ve toplum hayatına ilişkin emredici ve düzenleyici hükümlerinden önemli bir kısmı da sosyal ve siyasal hayatı, top­lumdaki ticarî ve hukukî ilişkileri, insanlar arası münasebetleri sağlıklı, gü­venli ve huzurlu bir zemine oturtmaya matuftur. İleri bölümlerde İslâm dini ve müslüman toplumların geleneği açısından sosyal ve siyasal hayat, toplumda­ki hukukî ve ticarî ilişkiler ve ahlâkî değerler ele alınacaktır. Burada ise haram ve helâllerin daha çok toplumsal hayata dönük bir veçhesi olan, şahıs ve mal aleyhinde işlenen ve din tarafından da yasaklanan temel suçlar konusuna, ceza hukuku açısından değil de dinî ahkâm açısından temas edilecektir.

A) Öldürme

İslâm dini, insanı yaratılanların en değerlisi ve üstünü, insan hayatının korunmasını da dinin temel amaçlarından biri saymıştır. Kur’an’da haksız yere bir cana kıyanın bütün insanları öldürmüş gibi ağır bir suç işlediği, bir insanın hayatını kurtarmanın da bütün insanlara hayat verme gibi yüce ve değerli bir davranış olduğu ifade edilir. [340]Bunun için de İs­lâm’da adam öldürme (cinayet) büyük günahlardan birini teşkil eder. Haksız yere ve kasten mümin bir kimseyi öldürenin, -yakınlarının talebine bağlı olarak- dünyada kısasen öldürüleceği[341], âhirette de ebedî cehennem azabıyla cezalandırılacağı, Allah’ın gazap ve lanetine uğrayacağı bildirilmiştir. [342]

Veda haccında Hz. Peygamber bütün müslümanlara hitaben, “Bu gün, bu ay oe bu belde nasıl kutsal ve masun ise, canlarınız, mallarınız ve ırzları­nız da öylesine masundur (toplumun sorumluluğu ve hukukun güvencesi altındadır)” buyurarak[343], insanın yaşama hakkının dokunulmazlığını belirtmiştir. Bir başka hadiste de “Yedi helak edici şeyden sakınınız. Bunlardan biri de, haklı durumlar müs­tesna, Allah’ın haram kıldığı bir cana kıymaktır” buyurmuştur. [344]

Bir hadiste ölüm cezası sınırlandırılmış, sadece üç suçlu için ölüm ceza­sının verilebileceği belirtilmiştir. Bunlar da irtidad, evlinin zinası ve kasten adanı öldürmedir. [345]Hz. Peygamberin bu açıklaması, insan hayatını korumanın dinde ne kadar önemli görüldüğünü ifade etmesi yönüyle dikkat çekicidir. Bu yüzdendir ki, İslâm hukukçuları arasında, bu ağır suçlardan birini işlemediği sürece eşkıyaya, suçlu ve isyankâra, hilekâr ve hırsıza ölüm cezasının uygulanmasının doğru olmayacağı, devlet başka­nına veya kanun koyucuya bu yönde bir takdir hakkı vermenin yanlış ola­cağı görüşü ağırlık kazanmıştır. İnsan hayatının dokunulmazlığı böyle bir sınırlamayı gerekli kılmaktadır, İslâm’ın kasten adam öldüren kimseye kısas cezasını öngörmesi de yine insan hayatına verdiği değerle açıklanır.

İslâm dininde, savaş halinde bile müslüman savaşçıların düşmanı öl­dürme hakkı çok sınırlı tutulmuş, kadın, çocuk, din adamı, yaşlı kimseler gibi savaşa bilfiil katılmayanların öldürülmesi yasaklanmış, savaş esirlerinin yaşama hakkı korunmuştur. Fiilî savaş durumu veya bir cezanın infazı, meşru müdafaa gibi hukuka uygunluk hallerinin bu yasak dışında kaldığı açıktır. Zina suçu işlerken yakalanan suçlunun veya bir cinayet işleyen kimsenin suç mağdurlannca öldürülmesi değil, suçlunun devlet eliyle, objektif ve âdil yargılama sonucu cezalandırılması ilkesi benimsenmiştir. Bütün bunlar insan hayatına verilen değerin bir başka açıdan ifadesidir.

İslâm’ın gerek dinî ve ahlâkî zeminde gerekse hukuk düzeni planında aldığı tedbirlere rağmen bir kimsenin suç işlediği sabit olmuşsa, o takdirde hem suçlunun cezalandırılması, hem suç mağdurunun haklarının korunma­sı, hem de toplum vicdanının tatmin edilip suçun tekrar işlenmesinin ön­lenmesine yönelik bir cezalandırma öngörülerek hak ve hakkaniyete dayalı bir ceza adaleti benimsenmiştir. Bu yaklaşımın bir uzantısı olarak, kasten öldürmelerde, öldürülen kimsenin yakınlarının da istemesi şartıyla, katilin kısasen öldürülmesi esastır. [346]Kısas is­tenmez veya mümkün olmazsa ölenin kan bedeli demek olan diyet ödenir. Hataen öldürmelerde de kural olarak ölenin mirasçılarına diyet ödemesi ya­pılır. [347]Hataen öldürmelerde suçlunun kefaret ödemekle yü­kümlü tutulması ise, bir yönüyle toplum yararım, bir yönüyle de nefis terbi­yesini sağlamayı amaçlar. Yakınını öldüren kimsenin ek bir cezaî müeyyide olarak o şahsın mirasından mahrum edilmesi, mirasa konma amacıyla cina­yet işlenmesini başlangıçta önlemeyi hedef almaktadır.

Kasten adam öldüren kimse dinen âsi ve fâstk sayılır. İslâm âlimleri ka­tilin tövbesinin, Allah’ın dilemesine bağlı olarak, kabul edilebileceğini ifade ederken, suçun günah ve ağırlığından ziyade katile, şayet kısasen öldürülmemişse kendini ıslah edip o andan itibaren iyi bir insan olma şansını ver­meyi göz önünde bulundurmuşlardır. Katilin Allah katındaki konum ve akı­beti ise, günahların bağışlanmasına ilişkin âyetlerin genel ifadesinden anlaşıldığına göre[348], tamamıyla Allah’ın di­lemesine ve bağışlamasına kalmış bir konudur.

B) Kan Davası

Aile veya yakın çevreden biri öldürüldüğünde, katile veya yakınlarına karşı, ölenin yakınlarmca öç alma duygusuyla ve misilleme şeklinde karşı­lıklı cinayetlerin sürdürülmesinin genel adı olan kan davası, kamu düzen ve güvenliğinin tam sağlanamadığı geleneksel toplumlarda, bir de cezalan­dırma adaletinin yeterince işlemediği ve tatminkâr olmadığı toplumlarda sıkça karşılaşılan bir olgudur. Hatta akrabalık ve soy bağlarının güçlü oldu­ğu, buna ilâveten, suçluyu gerektiği şekilde cezalandırıcı kamu otoritesinin veya yasal düzenlemelerin bulunmadığı toplumlarda kan davası, sosyal bir olgu olmanın ötesinde ahlâkî bir ödev olarak da görülür.

Kan davası, İslâm öncesi Arap toplumunda da çok yaygındı. Aile veya kabile üyelerinden biri öldürüldüğünde onun kanının yerde bırakılmaması, öcünün alınması sosyal ve ahlâkî bir değer taşıyor, şerefli ve onurlu bir görev

sayılıyordu. Bu yüzden de, bu ve benzeri toplumlarda kan davasının şahsî intikam çerçevesini ve aile sınırlarını aşarak kabileler arası bir düşmanlığa dönüştüğü ve iki taraf için de ağır kayıplara yol açan kabile ve bölgeler arası savaşlara neden olduğu sıkça görülürdü.

İslâm dini, adam öldürme ve yaralama suçlarının kasten işlenmesi ha­linde ölenin yakınına veya suç mağduruna kısas yahut kan bedeli ve sakat­lık tazminatı, hata ile işlenmesi halinde de sadece diyet isteme hakkı tanı­mıştır. Öte yandan suçu belirlemeyi, suçluyu yargılamayı ve cezalandırmayı devlet tekeline almış, bu konuda âdil, objektif ve tarafsız yargılama ilkeleri getirmiş, suçta ve cezada kanunilik, eşitlik ve objektiflik ilkelerini sıkı sıkıya korumuştur. Bu önemli gelişmeler, hem suç mağdurunun hakkını koruyucu, suçluyu âdil ve yeterli şekilde cezalandırıcı hem de maşerî vicdanı tatmin edici bir ceza adaletini getirdiğinden, İslâm toplumlarında kan davalarının önlenmesinde de etkin derecede rol oynamıştır. Kasten işlenen cinayetlerde suçluya uygulanacak bedenî veya malî cezayı belirlemede, ölenin yakınları­na veya müessir fiil sonucu sakat kalan kimse olarak tanımlanabilecek suç mağduruna, seçim veya söz hakkı tanınmasının da bu olumlu sonuçta önemli payı olmuştur.

Batı hukukunda insan hayatına ve sağlığına karşı işlenen suçlar tama­mıyla kamu düzenini ihlâl ve kamu davası mahiyetinde görüldüğü, suçlu­nun cezalandırılması veya affedilmesi konusunda tek yetkili merci olarak devlet tanındığı, suç mağduruna bu konuda herhangi bir söz hakkı tanın­madığı için, cinayetlerde suç mağdurlarının hakkı büyük ölçüde ihlâl edil­meye başlanmıştır. Halbuki bir cinayette, öncelikli olarak mağdur olan, maddeten ve manen yıkıma uğrayan, öldürülen kimsenin yakınlarıdır. “Ateş düştüğü yeri yakar” atasözümüz bu gerçeği vurgulayıcı niteliktedir. Ölenin yakınları için hukukun tanıdığı tazminat hakkı ise çok sınırlı kalmakta, hele suçlunun birkaç yıl hapis cezasıyla cezalandırılması veya rastgele çıkacak bir af kanunuyla affedilmesi halinde, alınacak tazminat da anlamını yitir­mektedir. Bu durum haliyle kişileri, devletin ve kanunun vermediği cezayı şahsen verme ve suçludan şahsen intikam alma gibi bir yanlışlığa sevketmektedir. Suç mağduru, şahsen intikam almakla kendini hem savcı hem hâkim hem de infazcı yerine koymakta, böyle bir durum da bir yandan hukuk düzeninin ihlâline ve maksadı aşan ölçüsüz tepkilere, diğer yandan sonu gelmez karşı cinayetlerin başlamasına ve suçsuz kimselerin haksız yere öldürülmesine yol açmaktadır. Halbuki hukuk güvenliğinin lüzum ve önemini benimseyen her hukuk düzeninde suçlunun âdil, objektif ve tarafsız delil ve ölçülere göre devlet tarafından yargılanması esastır.

İslâm dininin ilke ve hükümleri, hiçbir kan davasını haklı görmez. An­cak toplumda kan davasının önlenmesi için, halkın eğitilmesi, hukuk düze­nine, devletin kanunlarına ve tarafsız mahkemelere güvenmesi ne kadar gerekli ise, devletin ve kanun koyucunun da cinayetleri suç mağdurunu ve maşerî vicdanı tatmin edici ölçüde cezalandırması, bu konuda suç mağdur­larının haklarını gözeten âdil ve hakkaniyeti gözeten bir yargılama ve ceza­landırma politikası izlemesi de o kadar önemlidir.

C) İntihar

Yaratılanlar arasında şerefli bir yere sahip olan insanın yaşama hakkı da, Allah tarafından lütfedilmiş en temel haktır. Dünyaya yaratanını tanıma ve O’nun gösterdiği çizgide hayatını sürdürme amacıyla gönderilen insanın, dünyaya gelmesi de dünyadan ayrılması da elinde ve yetkisinde olmayıp bu durum ilâhî iradenin ve düzenin bir parçasını teşkil eder. İnsanın elinde olan, yaşadığı sürece yaratanını tanıma ve O’na kulluk etme ve böylece O’nun katındaki değerini artırmadır.

İslâm düşüncesine göre temel haklar, kişilerin özleri itibariyle sahip ol­duğu ve üzerinde her türlü tasarruf yetkilerinin bulunduğu haklar olmayıp, Allah’ın İnsanlara bahşettiği ve belli kayıt ve şartlarla kullanımını insana devrettiği birer emanet hükmündedir. Yaşama hakkı da böyledir. İslâm inan­cı rengi, ırkı ve sosyal konumu ne olursa olsun her insanın hayatını doku­nulmaz bir değer olarak kabul edip insan hayatına yönelik her türlü saldın ve tehlikeyi en etkili şekilde önlemeye çalışır. Savaş, adam öldürme, isyan ve ihtilâl, evlinin zinası gibi toplumsal düzeni kökünden sarsacak olumsuz gelişmeler olmadığı sürece insanların yaşama hakkına müdahaleyi doğru bulmaz. İslâm’da inançsızlığın (küfür) tek başına savaş ve ölüm sebebi sa­yılmaması da bu anlayışın sonucudur. Bu nedenledir ki İslâm, kişilere ya­şama haklarını kendi elleriyle yok etme demek olan intihar hakkını da ver­memiş, bunu büyük günahlar arasında saymış, inancı ve ameli ne olursa olsun bu kimselerin sırf intihar etmiş olması sebebiyle âhirette büyük bir cezaya çarptırılacağını bildirmiştir.

Kur’an’da bir kimseye hayat vermenin âdeta bütün insanlara hayat verme gibi yüce bir davranış, bir cana kıymanın da âdeta bütün insanlan öldürme gibi ağır bir suç ve günah olduğu belirtilir. [349]Âyetin bu ifadesine hangi sebeple olursa olsun intihar etmek isteyenler de dahil görünmektedir. Hz. Peygamber de konuyla ilgili olarak uçurumdan atlaya­rak, zehir içerek veya öldürücü bir aletle kendini öldüren kimsenin cehenneme gireceğini ve sürekli olarak orada kalacağını buyurarak [350]birkaç örnek üzerinde intiharın büyük günah olduğuna ve acı sonuçlarına dikkat çekmiştir. Çünkü sıkıntılara göğüs germek, acıya ve kedere karşı sabır göstermek, şartlar ne derece kötü olursa olsun Allah’a olan inanç ve güveni yitirmemek müslümanm temel karakteri ve ilkesi olmalıdır. Üstelik bu yolda gösterilen sabır ve mücadelenin Allah katında büyük bir ecri ve değeri vardır. Kur’an’da hayatta karşılaşılan sıkıntı ve problemlerin birer sınav aracı olduğu, bunlara karşı sabır ve metanet gösterildiğinde iyi müslüman olunacağı sıkça hatırlatılır. [351]Öte yandan Allah’ın belli bir amaç doğrultusunda kullanması için insana verdiği yaşama hakkına insanın müdahale etmeye ve bu konuda kendini yetkili görmeye hakkı olmadığı gibi, büyük bir nankörlük olarak da değerlendirilir.

Bütün bu gerekçeler sebebiyle İslâm bilginleri intihan büyük günahlar arasında saymışlar, intihar edenin ölüm sonrası hayattaki durumunu ger­çekte sadece Allah’ın bileceğini ifade etmelerine rağmen bu konuda da bazı açıklamalarda bulunmuşlardır.

Kişinin, ölüme yol açan bazı kusurlu davranışları yapmasının intihar ya­sağı çerçevesine girip girmediği de yine İslâm bilginleri arasında sıkça tartı­şılan bir konudur. Kişinin hayatım sürdürecek ölçüde yeme ve içmesi farz olup, bundan kaçınarak “ölüm orucu” tutması intihar hükmünde görülmüş­tür. Çünkü ölüme yol açabilecek bir açlık tehlikesinde İslâm, haram gıdaların bile yenilip içilmesine müsaade ederek insan hayatını korumayı ve kurtar­mayı esas almıştır. Kişinin içinde bulunduğu tehlikeden kurtulmak için çaba sarfetmeyerek ölümü istemesi de bir bakıma intihar sayılmıştır. Buna karşı­lık tek başına düşman saflarına saldırmada olduğu gibi, kendini ölme ihti­mali yüksek olan bir tehlikeye atması, başka birini zorla, parayla veya rica ile kendini öldürmeye ikna etmesi gibi durumların, ölen şahıs açısından inti­har sayılıp aynı derecede haram ve günah olup olmadığı ise tartışmalıdır. Ancak bu tür davranışların fail açısından haram ve cinayet sayılacağı açık­tır. Bu sebeple umutsuz ve acı çeken hastanın tıbbî müdahalenin bir parçası olarak öldürülmesi de (ötanazi) dinî prensipler açısından tasvip edilemez.

İslâm bilginleri intihar eden müslümanın, intiharı sebebiyle âhirette çok çetin ve şiddetli bir azap göreceğini, hatta cehennemde ebedî olarak kalaca­ğını ifade etseler de, intihar edenin imandan çıktığını ve kâfir olduğunu söy­lememişlerdir. Çünkü iman ve küfür davranış bozukluğuyla değil inanç ve düşünce ile alâkalıdır. İntihar edenin inanç durumu ise kendisi ile Allah ara­sındaki bir meseledir. İntihar eden müslüman, diğer müslüman cenazelerinde olduğu gibi yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve müslüman mezarlı­ğına gömülür. İslâm hukukçularının çoğunluğunun görüşü bu yöndedir. Çünkü kelime-i tevhidi söyleyen herkese yaşadığı sürece, öldüğünde, me­zara gömülünceye kadarki işlemlerde müslüman muamelesi yapmak, bun­dan ötesini Allah’a havale etmek gerekir. Bazı İslâm bilginleri ise, Hz. Pey­gamberin intihar eden bir kimsenin cenaze namazını kıldırmayışından [352]hareketle, intihar eden kimsenin cenaze namazını devlet başkanının kıldırmayacağı fakat halktan birinin kıldırabileceği görü­şündedir. Resûlullah’ın bu uygulaması, tıpkı borçlu olarak ölenlerin cenaze namazını kıldırmayışmda olduğu gibi, müslümanları konunun hassasiyeti hakkında uyarmaya ve eğitmeye yönelik bir önlem ve yöntem olarak de­ğerlendirilebilir.

İslâm insana yaratılışı, yaşama amacı ve hayat sonrası âlem hakkında doyurucu, tutarlı ve bütünlük taşıyan bir inanç ve bilgi sunduğu, hayatın acı ve tatlı her yönüne ayrı bir anlam vererek müslümanm bilgi ve iradesini bu yönde hazırlayıp eğittiği için, müslüman toplumlarda intihar olayları yok denecek kadar azdır. Ancak İslâm bilinç ve inancının zayıfladığı, İslâm’ın insanla ve dünya hayatıyla ilgili temel mesajının iyi kavranamadiğı kesim­lerde, cinsel bunalım, aşk, ihanet, yoksulluk, işsizlik, sakatlık, yakınını kay­betme gibi olaylar insanlann yıkılmasına, hayata küsmesine ve neticede intiharlara kolayca yol açabilmektedir. İçki ve uyuşturucu madde kullanımı da intiharları kolaylaştırıcı bir ortam oluşturmaktadır. Hayatın da, insanlar arası ilişkilerin acımasız bir maddî çıkar kavgasına dönüştüğü, dinin insanı yönlendirme ve eğitme gücünün iyice zayıfladığı, çoğu zaman da insanı hayata bağlayan değer ve amaçların anlamım yitirdiği Batı toplumlarında intiharın oranı müslüman toplumlara göre bir hayli yüksektir. İntiharların Batı’da bilgisiz halk kesiminden ziyade entelektüel çevrede daha yaygın olması da konunun eğitim ve kültürden çok inançla ilişkili olduğunu gös­termesi bakımından dikkat çekicidir.

D) İffet Ve Namusa Saldırı

İffet denince, insanın arzularının baskısına karşı koyarak, Allah ve in­sanlar nezdinde kendisini küçük düşürücü davranışlardan sakınmasını sağ­layan ahlâkî erdem ve yetişkinlik kastedilir. Irz da, genel anlamıyla insanın ve yakın çevresinin şeref ve itibar kaynağı olan, manevî kişiliğini oluşturan değerler bütününü, özel ve dar anlamıyla ise cinsiyet alanındaki iffet ve namusunu ifade eder.

İslâm dininde her iki anlamıyla da iffet ve namus, kişilerin en temel haklarından olup, bunlara yapılan saldırılar suç ve günah sayılarak dünyevî ve uhrevî müeyyidelere konu edilmiştir. İslâm’da zinanın ve zinaya götüren yolların yasaklanması, örtünmeyle ilgili emir ve düzenlemeler esasen hem kişilerin iffet ve namuslarını hem de toplumsal ahlâkı korumaya matuf ted­birlerdir. Dinin zina yasağı ve bu konudaki koruyucu tedbirleri daha önce ele alındığından burada kişilerin iffet ve namusuna dil uzatma (kazf) suçuna temas edilecektir.

Dinî ve ahlâkî yönden günah sayılan davranışlar, hukuk düzeni tarafın­dan da belli derecede cezalandırılarak topluma kıvamını veren bu üç kurum arasında sağlam bir bağlantının kurulması gerekir. Bu sebepledir ki İslâm hukukunda iffet ve namusun önemi, aile kurumunun kutsallığı sebebiyle “zina iftirası” ağır bir suç sayılmış, Kur’an ve Sünnet’te cezası (hadd-i kazif) seksen celde (sopa) olarak belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

“Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar. Ancak bundan sonra tövbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Allah çok bağışlayıcı ue merhametlidir.” [353]Buna göre zina iftirası suçu, iffetli bir kimseye zina isnat edilip, zina suçunun ispat şartı olan dört şahidin getirilememesi halinde söz konusu olur.

İslâm hukukunda, özellikle vazgeçilmez değerlerin (zarûriyyât) korun­masına yönelik olarak ağır cezalar tertip edilmiş olan zina gibi suçların ispa­tında objektif kriterler kullanılmış ve suçlar belli bir aleniyet kazanmadan cezaî takibata uğratılmam ıştır. Bu tutum aile kurumunun yıpratılmasını, insanların iffet ve namusunun kolayca kirletilmesini önleyen ciddi bir ön­lemdir, Gerçekten insanlar ırz ve namus konusunda çok hassas olduğundan, diğer bir ifadeyle insanların iffeti lekesiz, temiz ve beyaz bir zemine benze­diğinden, bu alanda yapılan her dedikodu fevkalâde etkili olur ve bu dediko­dulara konu olan şahıs açısından telâfisi imkânsız mağduriyetler doğar. İs­lâm bu tür dedikodulara fırsat vermemek, şüphe ve zanna dayalı hüküm vermeyi önlemek için böylesine ağır bir isnatta bulunulabilmeyi sıkı ispat şartlarına bağlamış, kesin delille ispat edilmenin mümkün olmadığı durum­larda susulmasını, şahsî kanaat ve bilgilerin gizli tutulmasını istemiştir.

Namus ve iffeti hedef alan zina iftirası dışında kalan diğer bühtan ve if­tiralar da Kur’an ve Sünnet’te yasaklanmış, kınanmış ve mesuliyeti gerekti­receği ifade edilmiş ise de herhangi bir ceza şekli öngörülmemiş, bu konuda gerekli tedbirleri almak toplumların inisiyatifine bırakılmıştır. Böyle olunca her bir toplumun, huzur ve bütünlüğünü koruyabilmek için kendi dönemle­rinin ve toplumlarının şartlarına da uygun bazı hukukî düzenlemelere git­meleri ve değişik çözümler geliştirmeleri mümkün ve gereklidir. Zira dürüst kimseleri yıpratıcı, toplumsal huzuru bozucu dedikoduların, yalan yanlış haber ve iftiraların önlenmesini, sadece dinin ve sosyal ahlâkın yaptırım usulüne bırakmak doğru olmaz. Hukuk düzeninin de bu konuda destekleyici birtakım önlemler alması daima büyük önem taşır.

E) Kişilik Haklarına Saldırı

Bir kimsenin ve ailesinin başkalarınca saygı duyulması beklenen ve ge­reken manevî kişiliği, şeref ve haysiyeti dinî literatürde ırz terimiyle ifade edilir ve bu insanın temel haklarından birini teşkil eder.

Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde hem kişinin kendi manevî kişiliğini koruyup geliştirmesi, hem de başkalarının manevî kişiliğine, şeref ve haysi­yetine saygılı olması emredilir. Meselâ Hucurât sûresinin 10-13, âyetlerinde şöyle buyurulur:

“Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz. Ey müminler, bir topluluk di­ğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyi­dirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim de tövbe etmezse işte onlar zalimlerdir. Ey iman edenler, zannın çoğundan kaçının. Çünkü bazı zanlar vardır ki günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizi çekiştirme­yin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? (Elbette hoşlan­maz) tiksinirsiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”

Hz. Peygamber de insanların kişilik haklarına saygılı olmayı sıkça öğüt-lemiş, aykırı davrananları sert bir şekilde kınamış, kul hakkı ihlâlinin, hakkı ihlâl edilen affetmedikçe kimse tarafından affedilemeyeceğini belirtmiştir. Meselâ Veda hutbesi adıyla bilinen tarihî konuşmasının bir yerinde, “Ey insanlar, sizin kanlarınız, mallarınız, kişilikleriniz (ırz) rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır, toplumun sorumluluğu ue huku­kun güvencesi altındadır)” buyurmuş[354], bir başka hadiste de insanın üç temel dokunulmaz hakkı olarak hayat hakkı, mülkiyet hakkı ve manevî kişilik hakkı söz konusu edilmiştir. [355]

İslâm’ın insanın dünya ve âhirette mutlu olmasını hedef aldığı, emir ve yasakları da bu gayeyi sağlamaya matuf olduğu, toplumsal huzur ve barışı kurmanın yolunun da insanların birbirine saygılı olmasından geçtiği unutulmamalıdır. Zina iftirası ve kişilik haklarına yapılan diğer saldırılar hakkın­da Kur’an’da yapılan açıklamalar, toplumları kişilik haklarına yapılan haksız saldırıları önleyici tedbirleri alma konusunda duyarlılığa ve göreve çağıran örneklendirmelerdir. Çünkü, kişilik haklarına saygı duyulmasının dinî bir vecîbe, bu hakka yapılan haksız saldırının haram ve günah olması olayın dinî ve ahlâkî boyutu olup bu yeterli olmaz. Hukuk düzeninin de buna pa­ralel bir politika izlemesi gerekir. Öte yandan, toplu yayın imkân ve araçla­rının arttığı, insanların çok kolay bir şekilde iftira ve karalama kampanyası­nın kurbanı olabildiği, tekziplerin ve karşı yayınların yetersiz kaldığı günü­müzde kişilik haklanna yapılan saldırıların önlenmesi de, mağdurun hakla­rının korunması da ayrı bir önem kazanmıştır. Hatta bu konuda mağdurun ihlâl edilen kişilik hakkının telâfisi çoğu defa imkânsız olduğundan haksız saldırıları önleyici tedbirler daha bir önem kazanmıştır.

F) Sarhoşluk

Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! İçki (hamr), kumar, putlar, şans okları şeytan işi birer pisliktir. O halde bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz” [356]buyurularak şarabın içilmesi haram kılınmış, Kur’an’ın bu hükmünden ve Hz, Peygamber’in özel açıklamalarından sarhoş edici diğer içki türlerinin de bu haramın kapsamında olduğu anlaşılmıştır. Konu­nun içki türlerinin haramhğıyla ilgili fıkhî boyutu daha önce ele alınmıştı. Sarhoşluğun hukukî sonuçları ise, sarhoşluğun mubah veya haram yolla oluşuna göre farklılık arzeder.

Dinen haram kılınan sarhoşluk, bilerek ve isteyerek içki içme suretiyle sarhoş olmadır, yani iradî sarhoşluktur. Bazı ilâçların veya meşru olan bazı içecek ve yiyeceklerin alınması, zorlanarak içki içirilmesi yahut da susuz­luktan ölecek dereceye gelip başka içecek bulamayan kimsenin içki içmesi durumunda meydana gelen sarhoşluk ise mubah yolla sarhoşluk olarak nitelendirilir. Bu yoldan sarhoş olan kişiler, uyuyan ve baygınlara uygula­nan hükümlere tabidirler. Kendilerine bedenî ceza uygulanamayacağı gibi, boşama, alım satım gibi tasarrufları da geçerli olmaz. Ancak başkalarına verdikleri zararları tazmin ile mükellef tutulurlar. Çünkü tazminat, yaptıkları fiillerin cezası değil, verdikleri zararların bedel ve karşılığıdır; bu konudaki hükümler vücûb ehliyetine dayandırılmaktadır.

Bile bile içki ve benzeri maddeler alınarak meydana gelen sarhoşluk ise dinî literatürde “haram yolla sarhoşluk” olarak adlandırılır. Bu nevi sarhoş­luk eda ehliyetini ortadan kaldırmaz. Bu yoldan sarhoş olan kişi şer’î hükümlerle yükümlü olduğu için dinî vecîbelerini vaktinde yerine getirmedi­ğinden ötürü günahkâr olur. Alım satım gibi hukukî tasarrufları geçerlidir. Çünkü kendi iradesi dışında aklî melekelerini kullanma imkânını yitirmiş değildir, aksine kendi isyankâr davranışı ile hitabı anlama kabiliyeti geçici olarak ortadan kalkmıştır. îşte bu yüzden haram olan bu fiili işlemekten menetmek ve işleyeni cezalandırmak için ibadetleri vaktinden sonraya bı­rakmasının günahına katlanma ve namaz, oruç gibi kazası mümkün olan ibadetleri kaza etme yükümlülüğü uhdesinde bırakılmıştır. Bu yoldan sarhoş olan kişi, adam öldürme, zina gibi bedenî cezayı gerektiren bir suç işlediğin­de, sarhoş olması bu cezaları düşürmez ve sarhoşluk, suçlunun cezalandı­rılmasında hafifletici bir sebep kabul edilmez. Bu görüş Hanefîler başta ol­mak üzere, ekseri Mâlikîler, Şâfıîler ve Hanbelîîer tarafından benimsenmiştir.

Dört mezhebe mensup bir kısım İslâm hukukçuları ise, geçerli bir irade bulunmadığını ileri sürerek sarhoşun sözlü tasarruflarının geçersiz sayılması gerektiğini savunmuşlardır. Hz. Osman, Ömer b. Abdülazîz gibi bazı sahabe ve tabiîn müctehidleri ile Tahâvî ve Müzeni, İbn Kayyım gibi fakihler sarho­şun sözlü tasarrufları içinde özellikle boşamasının geçersiz olacağı kanaatin­dedir. Zira sarhoşun boşama beyanının geçerli sayılması sarhoştan çok onun eşini ve aile efradını cezalandırma anlamı taşır. Bu görüş Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel’den de rivayet edilmiştir. Öte yandan, ilk dönem müctehidlerinden Osman el-Bettî ve Zahirî mezhebi fakihlerine göre, sarhoş, temyiz kudretin­den yoksun olduğu için sözlü tasarruflarına hukukî sonuç bağlanamayacağı gibi suç sayılan fiilleri için bedenî cezaya da çarptınlamaz. Kendisine sadece içki içme cezası uygulanır.

Şarabın gerek azı ve çoğunun, şarap kapsamı dışında kalan içkilerin ise sarhoş edici miktarının haramlığında fikir birliği bulunmaktadır. Bu sebeple de İslâm hukukunda içkinin kötülüğü konusunda insanları bilgilendirme ve toplumda alenî sarhoşluğu önleme yönünde bir dizi tedbirden söz edilmiştir. Şarap içenlerin veya diğer içkileri içip sarhoş olanların bu fiilleri belli ölçüde aleniyet kazandığında bazı hukukî ve cezaî yaptırımlara muhatap olmaları da bu tedbirler arasındadır. Ancak fıkıh bilginleri sarhoşluk için öngörülen hukukî ve cezaî yaptırımların, sarhoşluğun hangi derecesinde uygulanması gerektiği konusunda farklı görüş ve ölçüler ileri sürmüşlerdir. İslâm dininin içkiyi yasaklamasının birçok yarar ve hikmeti vardır. İlgili âyette de ifade edildiği gibi, sarhoşluk insanlar arası ilişkileri bozmakta, toplumda kin ve düşmanlığı, hayasızlığı körüklemekte, aklî dengeyi bozarak insanların iradelerini zayıflatmakta, onur ve kişiliğini zedelemekte, sonu gelmez bir bağımlılığın içine sürüklemektedir. Konuyu sadece yasal tedbir ve cezalarla önlemenin imkânsızlığı ortadadır. İnsanları içki içmeye sevkeden ortam ve şartların, bilgisizlik ve eğitimsizliğin, sosyal ve ekonomik sıkıntıla­rın iyileştirilmesi, insanlara ayıp ve günah kavramlarının öğretilmesi, içki içmenin normal, hatta çağdaş ve entelektüel bir tercih olduğu şeklindeki ön kabul ve propagandaya karşı mücadele verilmesi, birey kadar toplum ve devletin de bu konuda ciddi ve kararlı bir politika izlemesi ve dinî öğretinin desteğini yanına alması şeklinde sıralanabilecek bir dizi tedbir ve çaba iç­kiyle mücadelede vazgeçilmez bir önem taşımaktadır.

G) Hırsızlık

“Başkasına ait bir malı korunduğu yerden sahibinin bilgisi dışında gizlice almak” demek olan hırsızlık, mala ve mülkiyet hakkına karşı işlenen temel suçlardan biridir. Alın terinden ve meşru kazançtan doğan servetin korunması İslâm’ın temel ilkeleri arasındadır. İslâm emeği ve mülkiyeti kutsal saymış, mülkiyete haksız olarak el uzatmayı cezalandırmıştır. Bu itibarla bütün ilâhî dinlerde ve hukuk düzenlerinde olduğu gibi İslâm’da da hırsızlık hem hukuk düzeni açısından suç, hem de dinen ve ahlaken büyük günah ve ayıp sayılmıştır.

Kur’an’da, “Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Al­lah’tan bir ceza olarak ellerini kesin” [357]buyurulur. Hz. Peygamber’in tatbikatı da bu yönde olmuştur. Ceza Kur’an’da açıkça zikredildiği, Hz. Peygamber tarafından da böylece uygulandığı için İslâm ceza huku­kunda hırsızlık had suçlan arasında, uygulanacak ceza da (hadd-i serika) had cezalan arasında yer alır. Ancak İslâm hukukçuları suç ve cezada kanuniliği, adalet ve hakkaniyeti temin gayesiyle hırsızlık suçunun hangi şartlarda işlenmiş sayılacağı, cezanın uygulanabilme şartları, tekerrür, zor­lama ve af gibi durumların cezaya etkisi konularını ayn ayrı tartışmışlar ve bu konuda zengin bir hukuk doktrini oluşmuştur. Özetle, hırsızlık suçunun tam oluşması için açlık, zaruret, zorlama gibi, hırsızlık suçunu işlemeyi kıs­men veya tamamen mazur gösterecek bir mazeretin bulunmaması, suçun bilerek ve istenerek işlenmesi, failin cezaî ehliyetinin bulunması, çalınan malın hukuken koruma altında olması ve belli bir miktardan fazla olması gibi şartlar aranmıştır.

İslâm hukukunda cezalar, suçu önlemek için gerekli ön tedbirler alın­dıktan sonra uygulanma imkânı bulan nihaî ve zorunlu müdahale niteliğin­dedir. Buna göre, İslâm’ın temel amacının, bazı kimseleri cezalandırmak değil, aksine hırsızlık suçunun işlenmesine imkân bırakmayacak önlemleri almak, iktisadî ve sosyal gelişmeyi ve dengeyi sağlamak, insanları eğitmek ve yönlendirmek olduğu burada tekrar hatırlanmalıdır. Toplumda bütün bu çabaların başarılı olması, dinî eğitim ve öğretimin, toplumun genel ahlâkî değerlerinin, buna ilâve olarak yasal düzenlemelerin ve izlenen resmî politi­kanın birbiriyle uyumlu olması vazgeçilmez bir önem taşır.

H) Gasp Ve Yağma

İslâm’ın koruduğu ve dokunulmaz saydığı mülkiyet hakkına karşı işle­nen haksız fiillerden biri de gasptır. Gasp, başkasına ait bir malı zor kulla­narak alma demektir. Bu yönüyle hırsızlıktan ayrılır. Hanefî doktrininde gasp, daha geniş ve teknik bir açıklamayla, “Taşınabilir, hukukî ve ekono­mik değeri bulunan bir mal üzerinde, sahibinden izinsiz olarak alenen ve kuvvete dayanarak haksız zilyedlik kurmak” şeklinde ifade edilmektedir.

Dinin ve hukukunun korunmasını ilke edindiği ve emrettiği beş temel değer arasında mülkiyet hakkı da bulunmaktadır. Bir hadislerinde Hz. Pey­gamber, “Malı uğruna ölen şehiddir” [358]diyerek, mülki­yet hakkının değerini ve bu hakkın korunmasının kutsallığını oldukça veciz bir şekilde ifade etmiştir. Hangi şekillerde olursa olsun mülkiyet hakkına yapılan tecavüz yasaklanmış ve bu tecavüze uhrevî ceza yanında bir de dünyevî ceza takdir edilmiştir.

Diğer birçok suçta olduğu gibi gasbm da, biri uhrevî diğeri dünyevî ol­mak üzere iki hükmü vardır. Gasbın uhrevî hükmü, günah işlemiş olmak ve bu yüzden cezayı hak etmektir. Çünkü, gasp bilerek yapılan bir mâsiyettir ve mâsiyet cezalandırılma sebebidir. Hz. Peygamber bir hadislerinde, “Kim bir karış toprak gasbederse, Allah kıyamet gününde onu yedi kat yerden kafasına geçirir” [359]buyurmuştur.

Gasbın dünyevî hükmü de, genel hatlarıyla şöyle özetlenebilir: Prensip olarak, haksız şekilde ele geçirilen bir şeyin, mümkün mertebe aynen iade edilmesi gerekir. Eğer gasbedilen malda şeklen ve hükmen veya sadece hükmen bir değişiklik olmuşsa artık malın iadesi imkânı ortadan kalkar ve tazmin (ödeme, ödetme) cihetine gidilir. Tazmin, malın durumuna göre, mis­lini veya kıymetini ödemek suretiyle yapılır. Gasbeden şahıs gasbedilen malın nasıl olsa telef olacağını ispat etse bile tazmin etme sorumluluğundan kurtulamaz. Gasbedilen malın sel veya deprem felâketinde telef olması böy­ledir.

Gasbedilen mal tazmin ettirilirken, gasp ile ödeme zamanı arasındaki ge­çen sürenin hangi noktasının dikkate alınacağı hususu doktrinde tartışmalı­dır. Çoğunluk Hanefîler’e göre, ödemede, malın gasbın ilk yapıldığı zaman ve yerdeki değeri dikkate alınır ve ödenecek tazminat buna göre belirlenir. Şâfnler’e göre ise, gasp ile tazmin süresi arasında malın ulaştığı en yüksek piyasa değeri dikkate alınır ve tazmin buna göre yaptırılır.

Bu arada, gasp süresi içerisinde maldaki artışların da mal sahibine iade edilmesi gerektiği genelde kabul edilmekle birlikte, bu süre zarfında gasbedilen malın potansiyel yararının, yani gasbeden kişi fiilen bu menfaatten istifade etmiş olsun veya olmasın mahrum kalınan yararın tazmin konusu olup olmayacağı tartışılmıştır. Hanefîler prensip olarak menfaatin tazmini cihetine gitmezken, Mâlikîler, gasbedenin fiilen bundan istifade et­miş olması şartıyla emsal menfaatin tazmin ettirileceğini ileri sürmüşlerdir. Şâfîîler ise, gasbedenin istifade edip etmemesine bakmaksızın malın menfa­atinin tazmin ettirileceği görüşündedirler.

Gâsıbın, gasbettiği malı aynen iade etmesi veya o malı tazmin etmesi hiçbir surette onu uhrevî sorumluluktan kurtaramaz. Çünkü, gasbeden hem bir yasağı çiğnemiş hem de toplumsal bir suç işlemiştir. Kural olarak, mal her insan için değerlidir ve herkesin malı korunmaya lâyıktır. Toplum fertle­rinin birbirlerinin mallarına göz dikmesi ve onu meşru olmayan yollarla ele geçirmeye çalışması, fertlerin ve dolayısıyla toplumun huzurunu kaçırır. Gasbeden kişi, aldığı malı ödemekle, mal sahibinin hakkını belki yerine ge­tirmiş olur; fakat bu hareketiyle toplum düzenini zedelemiş olacağı da göz­den uzak tutulmamalıdır. Bu yüzden toplumların mülkiyet hakkına yapılan bu tür saldırılan cezalandıracak yasal düzenlemelere gitmesi gerekli olduğu kadar kaçınılmazdır da.

Günümüzde kamu arazilerinin, özellikle ormanlık alanların, vakıf mallarının, kimsesiz ve güçsüz kimselerin arazilerinin Allah ve âhiret korkusu olmayan, dinî hassasiyeti, kanun ve kul hakkı telakkisi ve insanlardan utanma duygusu bulunmayan kimselerce açıktan açığa gasbedildiği, bunlar­dan büyük gelirler elde edildiği ve bu kimselerin çeşitli siyasal ve toplumsal zaaflar sebebiyle gerektiği şekilde takibata uğramadığı da bir gerçektir. Bu şekilde ele geçirilen mallar fıkhen hiçbir zaman gasbedenin mülkiyetine geçmediği, daima mesuliyeti ve utancı mucip bir davranış olarak görüldüğü gibi, fakihler gasbedilen arazide kılınan namazın caiz olup olmadığını bile tartışmışlardır. Dinî hassasiyetin yitirilmesine ilâve olarak kamu otoritesinin zaaf ve çelişki içinde olması da bu gasp ve yağmanın kamu düzenini boza­cak, şehirleşmeyi ve çevre düzenini, hatta toplum sağlığını tehdit edecek düzeye varmasına yol açmaktadır.

I) Haksız Fiil

Haksız fiil denince, hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar veren fiil kastedilir. Şahsa yani bir kimsenin canına ve vücut bütünlüğüne yönelik olanlar, daha önce ifade edildiği gibi, hem büyük gü­nahlardan sayılmış hem de ağır suçlar arasında görülerek bazı maddî müey­yidelerle cezalandırılmıştır.

Mala yönelik haksız fiillerin başında, bir kimsenin malını gizlice almak demek olan hırsızlık, zorla almak demek olan gasp ve eşkıyalık gelir. “Baş­kasının malını hukuka aykırı biçimde tahrip etmek” demek olan itlaf da bir diğer haksız fiil örneğidir. Başka konular üzerinde yeterince durulduğu için burada sadece itlaftan ana hatlarıyla söz edilecektir.

Başkasının malına haksızlıkla zarar vermek dinen günah, ahlaken ayıp, hukuken de suçtur. Kamu güvenliğini ve düzenini bozduğu için dünyada, dinin bir emrinin ve kul hakkının ihlâli olduğundan âhirette ağır bir sorum­luluğu gerektirir. Başkasının malına dolaylı zarar verme, meselâ küçük ço-‘ cukların ve hayvanların zarar vermesi, hatta kuyu, inşaat vb. sebebiyle meydana gelen zararlar da itlaf kapsamındadır. Zarara uğayan masum oldu­ğu sürece, zarara doğrudan veya dolaylı şekilde zarar veren bu zararı öde­mekle yükümlüdür. Meselâ küçük çocuğun velisi, hayvanın sahibi, kuyu­nun sahibi, belli durumlarda işçinin işvereni bunların sebep olduğu zararı öderler. Esnaf ve sanatkârlar da, müşterinin malını koruyup gözetmekle mükellef olup, doğrudan kusurları olsun veya olmasın, müşterinin malına ulaşan zararı tazmin etmekle yükümlüdürler.

Malın tazmininde mislî mallar, yani ölçü ve tartıya tâbi mallar misliyle, değilse kıymetiyle ödenir. Haksız fiil ve sonuçları konusunda İslâm hukukçularının ana hatlarıyla ifade edilen bu görüşleri, toplumsal huzur, güven ve barış ortamının kurulabilmesi ve korunması, kul hakkı ihlâllerinin önlenmesi açısından uyulması gerekli tesbit ve önerilerdir.

j) Haksız İktisap

Toplumsal huzuru ve güvenliği tehdit eden bir diğer yanlış davranış da haksız iktisaptır. Bu tabirle, hukukî bir sebebe dayanmadan bir şahsın mal varlığının başkası aleyhine çoğalması kastedilir.

İslâm hukuku şahıslar arası hukukî ve medenî ilişkilerde rızâ pensibine büyük önem vermiş, izni ve rızâsı bulunmadan bir kimsenin malında tasar­rufta bulunmayı, ondan kazanç sağlamayı yasaklamıştır. Meşru bir sebebe dayanmaksızın bir mal edinme sadece yasaklanmakla kalmamış, Hz. Pey­gamber tarafından, “Hiçbiriniz kardeşinin herhangi bir malını ciddi olarak veya şaka yoluyla almasın. Biriniz arkadaşının bir değneğini bile alsa onu iade etsin”[360], “Bir şeyi alan el, onu hak sahibine uermedigi sürece tazminle mükelleftir” [361]buyurarak haksız şekilde iktisap edilen şeylerin hak sahibine iadesi de istenmiştir.

İslâm hukukçularının üzerinde durduğu haksız iktisap türleri olarak; borç olmayan bir şeyin ödenmesi, başkası adına zarureten yapılan ödemeler, meselâ ortak malı veya başkasının malını korumak için yapılan ödemeler, akid olmadan ve bir ücret kararlaştırılmadan bir kimseyi çalıştırma, evinde oturma, arazisini ekip biçme, iki malın birbirine karışması veya bitişmesi gibi örnekler sayılabilir. Bu ve benzeri durumlarda başkasının malını veya yara­rını hukukî bir sebep bulunmadan iktisap eden kimsenin, aldığı şeyi hak sahibine iade etmesi dinî ve hukukî bir borçtur. Bu şekilde malı eksilen kim­senin de bunu talep hakkı vardır. Böyle durumlarda yargı daha çok zahirî delillere göre hareket ettiği için, mağdur taraf çoğu zaman yargı yoluna gi­demez veya hakkını ispat edemez. Fakat malına haksız kazanç karıştığına inanan kimsenin, yargı kararına bakmaksızın bu hakkı sahibine iade etmesi gerekir. Bile bile bunu yapmazsa, başlangıçta olmasa bile sonuçta gâsıp hükmünü alır, malına haram karıştırmış olur.

15. AİLE HAYATI

I. İLKE VE AMAÇLAR

Kur’ân-i Kerîm, erkek ve kadının bu dünyadaki yalnızlığının karşı cins ile giderildiğini belirtmektedir:

“Size onlar sayesinde veya onlarla huzur ve sükûnete ermeniz için kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet halketmesi O’nun kudretinin alâmetlerindendir. Bunda düşünen bir topluluk için işaretler vardır.” [362]Fakat bu rahatlama ve sü­kûnet bulmayı sadece cinsel ihtiyacın karşılanması ve zevk alma anlamında değerlendirmek uygun değildir. Böyle bir yaklaşım, insanın ruhî ve manevî boyutlarının ihmal edilerek sadece bedenî ihtiyaçlarıyla tanıtılması anlamına gelir. Evlenme ve aile hayatı eşlerin hem düzenli ve meşru tarzda cinsel ih­tiyaçlarını karşılamasına hem de birbirlerine maddî ve manevî destek olarak hayat arkadaşlığı kurmasına vesile olduğundan çok yönlü yarar ve hikmet­ler taşır. Âyette de bu farklı yönlere işaret vardır. Her iki yön ile irtibatı bu­lunan üçüncü bir nokta ise, aile hayatını bütün canlıların tabiatlarında saklı bulunan “neslini devam ettirme” güdüsünü en tabii ve mâkul biçimde karşı­lıyor olmasıdır. İşte evlilik kurumunu ve aile hayatını, bu üç yönün meşru ve mâruf, yani dinin ve aklın yadırgamadığı ilkeler ve kurallar çerçevesinde karşılanması şeklinde değerlendirmek gerekir. Meşru bir evlilik içerisinde insan bu üç ihtiyacını da karşılama imkânını elde eder. Evlenen taraflar, bu sayede kendi hayatlarıyla ilgili olarak cinsel arzu ve ihtiyaçlarını ve manevî huzur, sükûn ile dayanışma ve paylaşım ihtiyacını karşıladıkları gibi, bütün canlıla­rın fıtrî özeliği olan nesli devam ettirme eğilimlerini de gerçekleştirmiş olurlar. Bu sebeple de evlilik kurumu, kısaca değinilen bu üç yönlü arzu ve isteklerin insanlık onuruna uygun tarzda ve meşru bir şekilde tatmini amacına yönelik olarak tarih boyunca değişik din, kültür ve medeniyetlerde -farklı şekil ve kurallarla da olsa- tanınan ve toplumun çekirdeği olarak varlığını koruyan bir kurum olmuştur.

İslâm dini evlilik kurumuna ilişkin düzenlemeler yaparken, öncelikle ev­liliğin anılan bu üç yönünü dikkate almış ve bunun meşru ve mâruf dairede nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin belirlemeler getirmiştir. Zina yasağı ve bunun suç telakki edilerek ağır cezalara çarptırılması, aynı şekilde iffeti lekele­meye yönelik iftiranın aynı zamanda suç sayılıp buna da dünyevî ceza tertip edilmesi bu yönde atılan adımların en köklüsüdür. Bu suretle gayri meşru ve nikâhsız beraberlikler çirkin görülmüş ve evlenme teşvik edilmiştir. Bundan sonraki adım, evlenmeye ilişkin bazı sınırlama ve kayıtların getirilmesidir. Bu arada evlenilmesi haram olan kadınlar (muharremât) Kur’an’da ayrıntılı olarak sayılmış ve aile hayatına ilişkin bazı hükümler sevkedilmiştir. Bu­nunla birlikte Kur’an âyetlerinin aile hayatına ve aile içi ilişkilere yönelik düzenlemeleri hukukî nitelikler de taşımakla birlikte daha çok dinî ve ahlâkî boyuttadır.

Kur’an insanları evliliğe teşvik eder, evliliğin çeşitli fayda ve hikmetleri­ne işaret eder[363], evliliği koca­nın karısına verdiği “sağlam bir teminat” olarak nitelendirir[364], kadının kocası kocanın da karısı üzerinde birtakım haklarının bulunduğunu bildirmekle birlikte [365]bu hakların ne olduğu konusunda ayrıntıya girmek yerine “mâruf” ölçütünü getirir. Mâruf ilâhî beyan yanında, İslâm toplumunun anlayış, ihtiyaç ve geleneği çerçevesinde oluşan, gerektiğinde değişen ve gelişen bir ölçüttür. Evet, Kur’an prensip itibariyle erkeklere kadınlarla iyi geçinmeyi tavsiye ede­rek[366], evlilik bağının korunmasında kocaya daha ağır bir so­rumluluk yükler.[367] Taraflar arasında geçimsizlik olduğunda da taraflara sabır ve hoşgörüyü öğütler[368], topluma da hakem­ler vasıtasıyla eşlerin arasını bulma görevi yükler. [369]Geçinme imkânı yoksa güzellikle ayrılmayı, karşılıklı olarak haklara saygı göstermeyi ister. [370]

Görüldüğü kadarıyla Kur’an, aile hayatını karşılıklı anlayış ve olgunlukla yürütülecek insanî bir müessese saydığından aile fertlerinin hak ve görevle­rini net çizgilerle belirtmemiş, evliliğin hukukî çatısı ve sonuçları üzerinde ayrıntıya girmemiş, her zaman olduğu gibi bu konuda da taraflarda temel insanî ve ahlâkî erdemlerin oluşmasını, kişilerin Allah’tan çekinir, kuldan utanır bir sorumluluk bilincine ulaşmasını aile hayatının sağlam kurulması ve iyi işlemesi için vazgeçilmez bir ön şart olarak tanıtmıştır. Gerçekten de insanî ve hukukî ilişkilerin sağlıklı bir çizgide seyredebilmesi ancak böyle sağlam bir zeminde mümkün olabilir. Çünkü toplum ve hukuk düzeni taraf­ların arasına alışveriş, ödünç, kiralama gibi borç ilişkilerinde pek giremediği­ne, aksaklıklara ancak dışa aksettiğinde muttali olup müdahale edebildiğine göre, evlilik gibi kendine has insanî yönleri, gizlilik ve mahremiyetleri bulu­nan bir müesseseyi dıştan müdahale ile iyileştirme âdeta imkânsızdır ve ço­ğu zaman da geç kalmış bir müdahale olduğundan sonuçsuz kalır.

Burada önemli olan, problemi doğduktan ve aleniyet kazandıktan sonra çözmek değil, o problemin doğmasına fırsat vermemek veya ilk kademelerde sıkıntıyı giderebilmektir. Bu da doğrudan doğruya tarafların şahsiyetleriyle, insanî ve ahlâkî meziyetlerinin gelişmişliğiyle alâkalı bir meseledir. Bunun için de Kur’an ve Sünnetin aile hayatına ilişkin belirleme ve önerilerinde yö­nü hukukî olaya değil taraflaradır, onların bu sorumluluğu üstlenebilecek ve dengeli şekilde götürebilecek yeterli kıvama kavuşmasıdır. Bu gerçekleştik­ten sonra hukukî kurallar, ilişkilerin şekil yönü fazla önem taşımayabilir. Tarih boyunca İslâm toplumlarında aile hayatına ilişkin hukukî kurallar ve toplumsal telakkiler ne yönde gelişirse gelişsin aile hayatının genelde sağ­lam temeller üzerine kurulmuş ve sağlıklı bir işleyiş göstermiş olmasının te­melinde de bu yatar.

îslâm hukukçuları kadın-erkek ilişkisinin, fıtri ve doğal ihtiyaç boyutla­rını Kur’an’da çerçevesi çizilen ve esasen bu ihtiyaçların temiz ve nezih bir şekilde karşılanmasını hedefleyen ahlâk ilkelerine uygun olarak çeşitli hu­kukî düzenlemeler yapmışlar, evlenme ve boşanmayı, aile fertlerinin karşı­lıklı hak ve görevlerini, konunun toplumu ve hukuk düzenini ilgilendiren yönlerini en ince ayrıntısına kadar belirlemeye çalışan bir hukuk doktrini geliştirmişlerdir. Onların bu düzenlemeleri yaparken konuyla ilgili olarak Kur’an ve Sünnet’te yer alan emir ve tavsiyelerin yanı sıra içinde yaşadıkları toplumun örf, âdet ve telakkilerini de dikkate aldıkları kuşkusuzdur. Bu iti­barla klasik doktrinde aile hukukuna ve aile hayatına ilişkin bilgi ve görüşler izlenirken bu noktanın göz önünde tutulması yararlı olur.

Son dönemlerde modern anlayış ve yaklaşımların da etkisiyle evlenme akdinin şekil şartlan, evlilikte mal rejimi, aile reisliği, boşama yetkisi gibi ko­nular tartışılmaya, bu konularda klasik fıkıh doktrinindeki görüşlerin veya çağdaş telakki ve uygulamaların değişmez nihaî değer ve hedefler olduğu karşılıklı olarak öne sürülmeye başlanmıştır. Bu tür iddiaların bütün yönle­riyle ele alınıp tartışılması ve sonuca bağlanması bu ilmihalin amacını ve hacmini aşar. Bununla birlikte, bu tür konuları soğukkanlı bir şekilde tartış­ma imkânı bulunduğunu, bunların dinin dogmatik önermeleri olarak değil, temel ilke ve amaçların belli zaman ve zemin şartlan içinde gerçekleştirilme­sini en güzel bir şekilde sağlamaya yönelik düzenlemeler olduğunu düşün­mek mümkün ve belki daha doğrudur. Öte yandan çağdaş toplumların uy­gulamalarını da tek değer ve ölçü almak insanlığın gelişim ve değişim çizgi­sini görmezden gelmek, toplumsal realiteye takılıp kalmak, bilim ve dinin, akü ve düşüncenin bu konularda yapabileceği olumlu katkıyı peşinen inkâr etmek anlamına gelir.

Bundan sonraki başlıklar altında, aile hayatına ilişkin olarak İslâm hu­kukunun klasik doktrininde yer alan hükümler, kural ve öneriler ele alına­cak ve bu bağlamda tarihî sürece ve günümüz problemlerine temas edilecektir. Hemen ifade edelim ki, İslâm hukukunun klasik doktrininde yer alan bu bilgilerin bir kısmı konuyla ilgili bir âyet ve hadisin yorum ve uygulama­sı, daha büyük bir diğer kısmı da müslüman toplumların tarihsel tecrübesi, uzun bir zaman diliminde oluşan ve içinde bulunulan şartlarla sıkı bağlantısı olan bilgi birikimi (ictihad) niteliğindedir. Bununla birlikte, aralarında kaynak ve mahiyet farkı bulunsa ve bu farkın göz ardı edilmemesi her zaman büyük bir önem taşısa bile her iki grup bilgi müslümanlar nezdinde farklı sebeplerle de olsa daima önemini korumuştur.

II. EVLENME

A) Evlenmenin Önemi

İslâm dini müslümanların evlenip yuva kurmalarına büyük önem verir. Kur’ân-ı Kerîm’de,

“Size onlar sayesinde veya onlarla huzur ve sükûnete ermeniz için kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merha­met halketmesi O’nun kudretinin alâmetlerindendir. Bunda düşünen bir top­luluk için işaretler vardır” [371]denmiştir. Bir başka âyet-i kerî­mede,

Sizden bekâr olan kimseleri, köle ve cariyelerinizden uygun olanları evlendiriniz. Eğer onlar fakir iseler Allah fazlından onları zenginleştirecektir. Allah (imkânları ve rahmeti) geniş ve (her şeyi) bilendir” [372]buyurulmuştur. Hz. Peygamber de muhtelif hadislerinde müslümanları ev­lenmeye teşvik etmiştir. Meselâ bir hadîs-i şerifinde, “Ey gençler sizden ev­lenmeye güçyetirenler evlensin” [373]bu­yurmuş, bir başka hadisinde keza, “Peygamberlerin dört sünneti vardır” de­miş ve dördüncü olarak evlenmeyi saymıştır. [374]Bu mealde birçok âyet ve hadis zikredilebilir. Bütün bunlar İslâm’ın genel yaklaşımının kadınla erkeğin birbirinden uzak durması değil, Allah tarafından konulan sınırlar çerçevesinde bir arada yaşanması olduğunu göstermektedir. Allah tarafından konulan sınırlar derken meşru bir nikâh ilişkisi kastedilmektedir. Bu yönüyle İslâm dini mümkün olduğunca kadın­lardan uzak durmayı ve bekâr kalmayı öğütleyen ve ruhbanlığı en büyük dindarlık olarak takdim eden Hıristiyanlık’tan ayrılmaktadır.

Allah Teâlâ yukarıda meali verilen âyet-i kerîmede kadın ve erkeğin bir­biri için yaratıldığını ve bu tür bir yaratılışın Allah’ın kullarına bir lutfu oldu­ğunu bildirmektedir. Bu kadın ve erkeğin birbirinden uzak olmasının değil sağlıklı ve temiz bir zeminde beraber olmasının fıtrata daha uygun olduğunu göstermektedir. Bu en güzel şekilde evlenme ile mümkün olmaktadır. Öte yandan sağlıklı nesiller elde etmek ancak bu nesillerin bir evlilik içinde mey­dana gelmesi ve anne babanın müşterek ilgi ve sorumluluğu altında büyü­tülmesi ile mümkündür. Böyle bir birliktelik içinde meydana gelmeyen ço­cuklar gerek sosyal gerek psikolojik gerekse ahlâkî bakımdan daha problemli olmaktadır. Ayrıca toplumsal ahlâkın korunmasında da kadın-erkek ilişkile­rinin bir evlilik zeminine dayanmasının büyük önemi vardır. Evlenmenin mümkün olmadığı çoğu durumda kadın ve erkekler birbirlerinden uzak dur­mamakta, sadece ilişkilerini gayri meşru zeminlerde sürdürmekte veya nor­mal olmayan ilişki yollarına sürüklenmektedir.

B) Evlenmenin Mahiyeti Ve Yapılışı

Evlenme karı koca arasında birlikte yaşamaya ve karşılıklı yardımlaş­maya imkân veren ve taraflara karşılıklı hak ve ödevler yükleyen bir söz­leşmedir. Evlenme akdi diğer akidlerden gerek yapılışı, gerek bu akde gelin­ceye kadar sürdürülen hazırlıklar, gerekse bu akdin- geçerli olabilmesi için maddî ve şeklî hukuk açısından riayet edilmesi gereken şartlar bakımından ayrılmaktadır.

Bu sözleşme her şeyden önce birbirleriyle evlenmeleri dinen ve hukuken mümkün olan bir kişi arasında ve iki şahit huzurunda yapılır. Şahitlerin mevcudiyeti bu sözleşmeye açıklık kazandırmak ve evlilik ilişkisini etrafa duyurmak hedefine yöneliktir. Bunun dışında evlilik için herhangi bir şekil şartı aranmamıştır. Bu yönüyle evlilik kilise hukukundaki evlenmelerden ayrılmaktadır. Kilise hukukunda nikâhlar ehliyete ve evlenme engeline yö­nelik şartlara ilâve olarak mutlaka bir dinî mekânda yani kilisede ve yine görevli bir din adamı tarafından kıyılması gibi şartlar da içerir. Bütün diğer şartlar gerçekleşse bile bu son iki şartın yerine getirilmediği evlilikler geçerli değildir. Dolayısıyla bu tür evliliklerde eşlerin meşru olarak beraber yaşama­sı mümkün olmadığı gibi, bu birleşmeler sonunda doğmuş çocukların nesebi de sahih değildir..Bu anlamda olmak üzere kilise hukukunda evlilik dinî bir sözleşmedir.

İslâm hukukunda evlilik Hıristiyanlık’taki mânasında dinî bir sözleşme sayılmaz. Bir diğer ifadeyle nikâhın mutlaka cami gibi bir dinî mekânda ya­pılması gerekmez. Bu gerekmediği gibi nikâhın mutlaka bir din adamı tara­fından kıyılması da gerekmez. Esasen İslâm’da -Hıristiyanlık’ta olduğu gibi- din adamı sınıfı da yoktur. İslâm hukukunun gerek evlenme engellerine, gerek tarafların ehliyetine ve irade beyanlarına, gerekse evliliğin aleniyetine yönelik olarak aradığı şartların gerçekleştiği her türlü evlilikler, herhangi bir kişi veya kurumun marifetiyle olmaksızın sadece tarafların karşılıklı iradele­riyle yapılmış olur. Bununla birlikte tarafların hak ve görevlerinin daha ko­lay takibi gibi çeşitli sebeplerle evliliklerin kontrol altında tutulmasına ihtiyaç duyulması, evlilik akdinin yetkili kişi veya kurum nezaretinde yapılmasını ve kayıt altına alınmasını gerektirmiştir. Bu bakımdan yeterli şartlan taşıyan ve tarafların iradelerinin bulunduğu her türlü evlilik kim tarafından yapılırsa yapılsın geçerlidir. Ülkemizde uygulanmakta olan dinî nikâhlar, yani dinî nikâh veya imam nikâhı adı altında yaygın olarak yapilagelen uygulama esasen dinin veya İslâm hukukunun biri resmî, diğeri dinî iki nikâhı şart koşmasından ileri gelmemektedir; tam tersine bu tür uygulama tarihî ve Cumhuriyet döneminde oluşan hukukî şartlarla ve izlenen politikalarla ya­kından ilgilidir. Bir yönüyle de evlenmelerde İslâm hukukunun aradığı şart­ların gerçekleşmesi veya denetlenmesi hedefine yöneliktir. Osmanlı toplu­munda da nikâhlar belli bir dönemden sonra devlet kontrolüne alınmaya ça­lışılmış, bunun için de nikâh kıyma yetkisi kadılara ya da onların özel olarak izin vereceği kimselere devredilmiş ise de bu konuda tam bir başarı sağla­namamış, mahalle imamları kadı kontrolü olmaksızın nikâh kıymaya devam etmişlerdi.

İslâm hukukunun klasik doktrinine göre evlenmenin bir din adamı hu­zurunda yapılması şart olmadığı gibi resmî bir memur önünde yapılması da dinen gerekli değildir. Ancak evlenmelerin belirli bir disiplin altına alınması, tarafların, varsa veli ve vekillerinin evlenme veya evlendirme ehliyetine sa­hip olup olmadıklarının bilinmesi, resmî bir memur tarafından yapılan evli­liklerin ispat kolaylığı taşıması, doğacak çocuklarının nesebinin daha kolay biçimde sabit olabilmesi, evlenme engelleri varsa bunların bilinmesi ve orta­ya çıkması gibi gayelerle oldukça erken dönemlerden itibaren evlenmelerin devlet kontrolünde yapılmasına özen gösterilmiştir. Meselâ Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarından itibaren bir kısım nikâh akidlerinin mahkemelerde biz­zat kadılar tarafından kıyıldığı bilinmektedir. Kadıların görevleri arasında ni­kâh kıymak da daima sayılagelmiştir. Yıldırım Bayezid devrinde mahkeme­lerde harç alınmaya başlandığında bu harçların miktarı devlet tarafından be­lirlenmekteydi. Bu harçlar listesinde 12 akçe ile nikâh harcı da vardır. Bu en azından Yıldırım Bayezid döneminden itibaren mahkemelerde nikâh kıyıldı­ğını ve bu nikâhlar karşılığında hâkimlerin belirli bir harç aldıklarını göster­mektedir. Mahkemelerde kıyılan nikâhların yoğunluğu devirden devire, şe­hirden şehire değişiklik arzetmektedir. Bazı şer’iyye sicil defterlerinde çok sayıda nikâh kaydı varken bazı defterlerde bu kayıtlar daha azdır. Gösterilen çabalara rağmen Osmanlı Devleti’nde bütün nikâhlar mahkemelerde kıyılmış değildir. Ancak mahkeme dışındaki nikâhlar da öyle zannedildiği gibi rastgele kıyılmamış, bunun için önce mahkemeden bir izin ve bir izin kâğıdı (izinname) almak gerekmiştir. Büyük camilerinin imamları sadece mahke­meden alınan izin üzerine evlenmek isteyen kimseleri evlendirmişlerdir.

Netice olarak devletin evlenecek kimseleri evlenme ehliyeti ve engelleri bakımından kontrol altında tutması ve geçerli bir evliliği sağlayacak aleni­yeti temin edip evliliğin dinî-hukukî geçerlilik şartlarını bilen bir görevliye nikâhları kıydırması İslâm’ın ruhuna daha uygun bulunmakta ve nikâh ak­diyle eşlere sağlanan hukukî garantileri daha temin edici olmaktadır.

C) Nişanlanma

Evlenmeyi diğer akidlerden ayıran özelliklerden bir tanesi bu akidden önce bir hazırlık döneminin geçirilmesidir. Bütün toplumlarda taraflar nikâ­hın kıyılmasından önce birbirleriyle bir evlenme arzusu ortaya koymakta, bilâhare kısa veya uzun süren bir hazırlık dönemi geçirmekte ve ardından da evlenip bir araya gelmektedir. Toplumumuzda bu hazırlık dönemi söz kesme ile başlamakta, bunu nişanlanma izlemekte, evlilik daha sonra gelmektedir. Taraflar bu süreç içinde birbirlerini daha iyi tanımakta, karşılıklı hediyeler alınıp verilmektedir.

Esasen toplumların evlilik telakkilerine ve bu yöndeki örf ve âdetlerine göre değişiklik gösteren nişanlanma uygulaması, evlilik anlayışının farklı olduğu ilk dönem Arap-İslâm toplumlarında pek yaygın değildir. Bununla birlikte sosyal bir vakıa olan bu dönem özellikle Batı’daki uygulamaların da etkisiyle çağdaş İslâm hukukçuları tarafından da dikkate alınmış ve bu dö­neme ilişkin bazı esaslar belirlenmiştir. Her şeyden önce şu iki noktayı belirtmek gerekir:

  1. Bir evlilik vaadi olan nişanlanma İslâm hukukunda ta­raflara evlilik mecburiyeti getirmez. Beraberliklerini sürdüremeyeceklerini anlayan nişanlılar her zaman için nişanı bozma hak ve yetkisine sahiptirler. Bu bozulmadan maddî veya manevî olarak zarar gören tarafın zararının na­sıl telâfi edileceği ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur.
  2. Öte yandan nişanlılık taraflara evliliğin verdiği beraber yaşama hak ve yetkisini vermez. Nikâh akdi yapılmadan nişanlıların, aralarındaki sıcak ilgiye ve ile­riye mâruf iyi niyetli beklentilerine rağmen mahremiyet bakımından âdeta iki yabancı gibi oldukları ve bu mahremiyet sınırlarına dikkat etmeleri gerektiği gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak kendi başlarına karar verebilecek dere­cede yetişkin ve aklı başında nişanlıların eşya bakmak üzere çarşıda dolaş­maları; konuşmak ve birbirlerini daha yakından tanımak amacıyla herkese açık mekânlarda oturmaları, toplumun bu yönde müsamahasının bulunduğu durumlarda nişanlılık hukuku çerçevesinde mâkul ve meşru karşılanabilir. Nişanlılık döneminde taraflar arasında örtünme vb. dinî yükümlülüklerin kalkması amacıyla dinî nikâh kıyılması İslâm hukukunun öngördüğü mahiyette bir nikâh olmadığı gibi birçok sakıncayı da beraberinde getirmektedir.

Nişanın bozulması durumunda karşılıklı verilen hediyelerin ve mehire mahsuben yapılan ödemelerin akıbeti İslâm hukuku bakımından önem ka­zanmaktadır. Mehir evlenme ile hak kazanılan bir mal olduğundan nişanın bozulması halinde mehire mahsuben verilen mal veya para mevcutsa ay­nen, harcanmış veya şekil değiştirmiş veyahut telef olmuşsa bedel olarak geri verilmelidir. Hediyelere gelince Hanefî mezhebine göre evlilik öncesinde verilen hediyeler hibe hükümlerine tâbidir; aynen duruyorsa geri verilir, har­canmış veya esaslı ölçüde şekil değiştirmişse iade mecburiyeti yoktur. Bu konuda Mâlikîler’in farklı bir görüşlerinin olduğunu belirtmek gerekir. Eğer nişanı bozan erkek tarafı ise nişanlısına verdiği hediyeleri geri alamaz. Nişan kız tarafından bozulmuşsa erkek verdiği hediyeleri her durumda geri alma hakkına sahiptir. Hediyelerin harcanmış olması, bir şekilde elden çıkmış bulunması bedel olarak tazmin edilmesini engellemez. Çünkü Mâlikîler bu tür hediyeleri mutlak olarak yapılan bir bağış değil, evlenme şartıyla yapıl­mış şartlı bir hibe olarak kabul ederler. Evliliğin gerçekleşmemesi durumun­da şart gerçekleşmediği için hibenin geri verilmesini benimserler.

Nişanın bozulması yüzünden taraflardan birinin zarar görmesi durumunda bu zarann sebebiyet veren tarafça tazmin edilip edilmeyeceği klasik fıkıh ki­taplarında ele alınıp tartışılmış değildir. Çünkü o dönemin sosyal ve dinî yapısı gereği, birbirlerini evlenmeden önce ancak bir veya iki defa görmüş olan ni­şanlılardan herhangi birisinin ve özellikle kadının nişanın bozulması sebebiyle maddî veya manevî bir zarara uğraması söz konusu değildi. Öte yandan ni­şanlanmanın evlilik mecburiyeti getirmemesi, dolayısıyla nişanı bozan kimse­nin esasen bir hakkını kullanıyor gibi bir görüntü ortaya koymakta, o zaman da bir hakkın kullanımından doğan zarann neden tazmin edilmesi gerektiği izaha muhtaç olmaktadır. Ancak günümüzün uygulama ve telakkileri ışığında ifade etmek gerekirse, nişanı bozan taraf aynı zamanda karşı taraf için bir za­rann meydana gelmesine de sebebiyet vermişse bu zararın tazmin edilmesi gerekir. Çünkü İslâm hukukunun prensiplerine göre haksız yere verilen zara­rın tazmini şarttır. Meşru bir hakkın başkasına zarar verecek şekilde kullanıl­ması hakkın kötüye kullanılması demek olduğundan, karşı tarafa verilen za­rarın giderilmesi sorumluluğunu doğurur. Toplumumuzda bir süre nişanlı kal­dıktan sonra nişanın bozulması özellikle kız tarafını büyük ölçüde mağdur et­mekte, asılsız dedikodu ve ithamları mucip olmakta, suizanna sebebiyet ver­mektedir. Bunda nişanlılık süresinin gereğinden uzun tutulmasının ve bu süre içinde mahremiyet sınırlarına dikkat edilmemesinin de payı vardır. Zaten dinin evlilik dışı kadm-erkek ilişkilerine belli kayıt ve sınırlar getirmesi de bu tür hikmetler taşımakta olup hem toplumun genel düzen ve ahlâkını, hem de ta­rafların kişilik haklannı korumaya matuf tedbirler mahiyetindedir.

D) Evlenmenin Unsur Ve Şartları

Geçerli bir evliliğin yapılabilmesi o evlilikte birtakım unsur ve şartların bir araya gelmesi ile mümkün olur. Bu unsur ve şartlardan birinin eksik ol­ması evliliğin ya hiç doğmamasına veya eksik doğmasına yol açmaktadır. Bu unsur ve şartları Hanefîler’in kabul ettiği sınıflamaya göre şu alt gruplara ayırarak incelemek gerekir.

a) Unsurları

Evliliğin unsurları denince, evlenme akdini oluşturan temel öğeler kaste­dilir. Bunlar da evlenecek tarafların varlığı ile onların evlilik akdini kuran irade beyanlarıdır.

1. Taraflar

Geçerli bir evlenmenin olabilmesi için her şeyden önce bu akdin iki tara­fının olması gerekir. Bunlar normal olarak evlenecek kadınla erkektir. Ta­raflar evlenme ehliyetine sahip değillerse belirli şartlarla velileri tarafındanda evlendirilebilirler. Hanefîler nikâhın rüknü (unsuru) olarak sadece icap ve kabulü sayarlar, tarafları ayrıca zikretmezler. Bu, icap ve kabulün esasen tarafları da içermesi yüzündendir. Diğer mezhep mensupları ise tarafları da akdin unsurlarından kabul ederler.

2. İrade Beyanı

Taraflar veya yetkili oldukları durumlarda velileri yahut vekilleri iki şahit huzurunda yanlış anlamaya imkân vermeyecek bir tarzda evlenme iradele­rini ortaya koyduklarında geçerli olarak evlenmiş olurlar. Bu iradenin yanlış anlamaya imkân vermeyecek bir tarzda ortaya konması için İslâm hukuk­çuları bazan çok da gerekli görülmeyen bir titizlik göstermişlerdir. Arapça’da şimdiki ve geniş zaman için aynı kipin (muzâri) kullanılması ve bu kip kul­lanıldığında bir evlilik vaadinin mi, yoksa o anda yapılan bir evlilik sözleş­mesinin mi söz konusu olduğunun kesin biçimde bilinmemesi, hukukçuları ihtiyatlı davranmaya sevketmiş, bu sebeple, diğer akitlerde olduğu gibi, ni­kâh akdinin de geçmiş zaman kipi ile yapılması üzerinde hassasiyetle dur­muşlardır. Türkçe’de şimdiki ve geniş zaman için ayrı kipler kullanıldığından böyle bir karışıklığın olması söz konusu değildir. Bundan dolayı ülkemizde bir evlilik vaadini değil de bir evlilik iradesini ortaya koyan şimdiki ve geç­miş zamanla yapılan veya bu kiplerde muhatap olunan bir soruya aynı kip­lerle cevap vererek ya da sadece “evet” diyerek akdedilen bir evlenme söz­leşmesinin geçerli olduğunu kabul etmek gerekecektir.

b) Kuruluş Şartları

Bu unsurlara ilâve olarak bu unsurlarda bulunması gereken niteliklerle il­gili birtakım şartlar daha aranmıştır ki buna İslâm hukuku literatüründe evlilik akdinin kuruluş (in’ikad) şartları denir. Gerek unsurlara gerekse bu grupta yer alan şartlara riayetsizlik aynı sonucu doğurur; akid geçersizdir (bâtıl).

1. Ehliyet

Nikâha kendisi veya velayet, vekâlet gibi bir hukukî ilişkiye dayanarak başkası adına katılan, yani evlilik sözleşmesini yapanların tam ehliyetli ol­ması gerekir. Bazı durumlarda eksik ehliyetliler veya ehliyetsizler bizzat

evlene m edikleri halde velileri tarafından evlendirileb ilmektedirler. Ancak İs­lâm hukukçulan arasında bulûğ çağına ulaşmayan kimselerin hiçbir kimse tarafından evlendirilemeyeceği görüşünde olan hukukçular da vardır. İbn Şübrüme bunlardandır. 1917 tarihinde kabul edilen Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu görüşü kabul etmiş ve velilerin ancak bulûğun alt sınırına gelmiş kimseleri belirli şartlarla evlendirebilecekleri hükmünü getirmiştir. [375]

2. Meclis Birliği

Evlilik birliğini kuran icap ve kabullerin aynı toplantıda ve araya taraf­lardan birinin bu sözleşmeden vazgeçtiğini gösteren bir hareketi girmeden yapılması gerekmektedir. İşte irade beyanlarının aynı toplantıda ortaya konmasına “meclis birliği” denmektedir.

3. Evlenme Engelinin Olmayışı

Geçerli bir evlilikten bahsedebilmek için karı koca arasında evlilik enge­linin olmaması da gerekmektedir. Arada kan veya süt hısımlığı veya sıhrî hısımlık gibi devamlı ya da başkasıyla evli olma, din farkı, üç kere boşanma gibi geçici bir evlenme engelinin mevcut olması durumunda taraflar sürekli olarak veya bu engeller ortadan kalkıncaya kadar birbirleriyle evlenemezler. Herhangi bir evlenme engeli konusunda bir şüphe ve buna bağlı olarak hu­kukçular arasında bir ihtilâf yoksa bu engele riayet bir in’ikad şartıdır. Kişi­nin kendi üst ve alt soyuyla yani annesi, kızı, kız torunu ile evlenmesi bu gruba giren bir evlilik engelidir. Haklarında herhangi bir şüphe veya ihtilâf mevcut değildir. Dolayısıyla bu şarta riayetsizlik akdin bâtıl olması sonucu­nu doğurur.

4. Evliliğin Şartsız Olması

Burada evliliğin şartsız olmasından maksat evlilik akdinde geciktirici (ta’likî) veya bozucu (infisahı) bir şartın mevcut olmamasıdır. Dolayısıyla “Anne-babamm razı olması şartıyla seninle evleniyorum” gibi bir ta’likî şar­tın, veya “Velim razı olmazsa bozulması şartıyla evliliği kabul ediyorum” gi­bi bir bozucu şartın evlilik akdine dahil edilmesi mümkün değildir. Bu şart­larla gerçekleşen evlilikler geçerli olarak yapılmış sayılmazlar.

Ancak geciktirici ve bozucu şartlarla evlilik akdinin yapılmamasına mu­kabil bazı kayıtlandırıcı şartlarla evlilik akdinin yapılması mümkündür. Ta’likî ve infisahı şartla kayıtlandırın (takyîdî) şart arasındaki en önemli fark ta’Iikî ve infisahı şartta akdin yapılması veya bozulması tarafların iradeleri dışında bir iradeye ya da olaya bağlanırken kayıtlandırın şartta ise evlilik tamamen tarafların iradeleriyle belirli kayıtlar altına alınmaktadır. Söz gelimi evlenecek kızın veya erkeğin “Annemin de bizimle beraber oturması şartıyla evlenmeyi kabul ediyorum” demesi kayıtlandırın şartla evlenmeye bir ör­nektir.

Hangi tür kayıtlandırıcı şartın evlilik sözleşmesine dahil edilebileceği ko­nusu İslâm hukukçuları arasında farklı ölçütlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu konuda nisbeten dar bir yorumu benimseyen Hanefî hukuk­çuları evliliğin mahiyetine ve evlilikle ulaşılmak istenen hedefe aykırı olma­yan takyidî şartların ileri sürülebileceği görüşündedir. Her şartı bu açıdan ti­tiz bir değerlendirmeye tâbi tutarken daha geniş bir yorumu benimseyen Hanbelî hukukçuları evlilik akdinin mahiyetine uygun olanların yanı sıra bu mahiyette olmayan, ancak taraflardan birine yarar sağlayan ve açıkça da yasaklanmamış bulunan şartların ileri sürülebileceğini ve tarafları bağlaya­cağını söylerler. Her iki mezhep hukukçuları arasında en fazla tartışma ko­nusu olan nokta evlenen kadının kocasının tek eşli olmasını şart koşmasının mümkün olup olmadığıdır. Hanefî hukukçuları bu şartın geçerli olmadığını, Allah’ın verdiği bir iznin bu şartla ortadan kaldırılmış sayılacağını ileri sür­mektedirler. Hanbelî hukukçuları ise bu şartın mümkün ve kocayı bağlayıcı olduğunu, çünkü bu şartın geçerli olmadığını ortaya koyan bir nassın mev­cut bulunmadığını ve bu şartın kadına yarar sağladığını söylemektedirler. Osmanlı Hukük-ı Aile Kararnamesi bu konuda Hanbelî mezhebinin görüşü­nü kabul etmiş ve bu tür bir şartı geçerli kabul etmiştir (md. 38). Koca bu şarta rağmen ikinci defa evlenirse kadın kocasının tek evli kalma şartına ri­ayet etmemesi sebebiyle kendi evliliğini feshettirme konusunda bir seçim hakkına sahiptir. Dilerse mahkemeye başvurur ve evliliğini feshettirir.

c) Geçerlilik Şartları

Evlilik akdinin geçerli (sahih) olarak doğması için aranan şartlardır. Bu şartlara riayetsizliğin sonucu akdin fâsid olarak doğmasıdir. Akdin fâsid olarak doğması ile bâtıl olarak doğması arasında ileride görüleceği üzere önemli farklar vardır.

1. Şahitler

Sıhhat şartlarından en önemlisi evlenmenin şahitler huzurunda yapılma­sıdır. Hz. Peygamber’in, “İki şahitsiz nikâh caiz olmaz.” [376] hadisi evlilikteki en önemli şekil şartını getirmektedir. Mâlikîler dışındaki üç mezhep şahitlerin nikâh anında hazır olmasını ararken Mâlikîler şahitlerin mutlaka nikâh anında hazır olmasını gerekli görmezler; nikâhın aleniyete dökülmesi düğün yapılması ve böylece etrafa duyurulması suretiyle de ola­bilir.

Hanefîler’in dışındaki mezhep hukukçuları, şahitlerin ikisinin de erkek olmasını şart koşarken Hanefîler Bakara sûresinin 282. âyetini yorumlaya­rak nikâhta da bir erkek ve iki kadının şahitliğini yeterli kabul ederler. Bu konuda mezhepler sahip oldukları metodolojik prensipler ve yaşadıkları sos­yal ve kültürel çevrenin etkisiyle şahitler konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlar, ancak bu ictihadlarıyla farklı şekilleri benimseseler bile aslında evlenmenin şüphe edilmeyecek bir aleniyet içinde yapılmış olmasını temin etmek istemişlerdir. Öte yandan şahitlerin müslüman ve aile hukuku bakı­mından tam ehliyetli olması, yani temyiz gücüne sahip ve ergen (baliğ) ol­ması da ayrıca gerekmektedir. Ne var ki Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf şahitler konusunda daha farklı bir yorumu benimsemekte ve evlenecek kadın Ehl-i kitap ise şahitlerin de Ehl-i kitap olabileceğini kabul etmektedirler. Şahitlerin dini konusundaki bu farklılık gayri müslimlerin şehâdetlerini yasaklayan doğrudan bir âyet ve hadisin olmaması, başka maksatlarla zikredilen naslarm fakihlerin yorumuyla şahitlik için de uygulanması sebebiyledir. Bu yorumlarda hukukçuların içinde bulundukları çevrenin etkisi gözden uzak tutulmamalıdır.

2. Evlenme Engelinin Olmaması

Kalıcı ve birinci derecede önemli evlenme engellerinin evliliği hükümsüz kıldığını ve böyle bir engelin bulunmayışının akdin kuruluş şartı olduğu bi­linmektedir. Burada söz konusu olan evlenme engeli ise, haramlığı konu­sunda şüphe veya hukukçular arasında ihtilâf olan engeldir. Meselâ, bâin talâk iddeti bekleyen kadınla evlenmenin yasak olması bu gruba girmekte­dir. Bu tür bir evlenme engeline riayet bir sıhhat şartıdır ve riayetsizlik sıh­hat şartlarına riayetsizliğin hukukî sonuçlarını doğurur.

3. İkrahın Olmaması

Hanefîler’in dışındaki mezheplere göre nikâhta herhangi bir cebir ve zorlamanın, bir diğer ifadeyle ikrahın olmaması da bir sıhhat şartıdır. Dola­yısıyla ikrahla yapılan akid sıhhat şartlarının eksikliği sebebiyle geçersiz (fâsid) bir akiddir. Hanefîler ise ikrahı iradeyi sakatlayan bir sebep olarak kabul etmemektedirler. Hanefîler’in dışındakilerin bu konudaki dayanakları, Hz. Peygamber’in, “ümmetimden hata, unutma ve yapmaları için cebir ue tazyike maruz kaldıkları şeylerin sorumluluğu kaldırılmıştır” [377]hadisidir. Hanefîler ise ikrahın evlenmeye ve boşanmaya etki et­memesi tarzındaki görüşlerini Resûlullah’ın, “Üç şeyin şakası da ciddidir, ciddisi de ciddidir; nikâh, talâk ve talâktan dönüş” [378]hadisine dayandırmakta ve cebir ve şiddete mâruz kalanı şaka yapan kimseye benzetmektedirler. Ayrıca Hanefîler’e göre cebir ve şiddete mâruz kalanın aslında iradesi sakatlanmış değil­dir; rızâsı ortadan kalkmış ancak hür seçim imkânı ortadan kalkmamıştır.

Burada Hanefîler’in dışındaki hukukçuların görüşlerinin hukuk tekniği ve sosyal ihtiyaçlara cevap vermesi açısından daha uygun olduğunu belirt­mek gerekir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde kız kaçırmalarda Hanefî mezhebi­nin görüşünün uygulanması bazı hukukî ve sosyal problemler çıkarmamış da değildir. Problem uzun asırlar kız kaçırmaya getirilen cezaî tedbirlerle çö­zülmeye çalışılmıştır. Fakat sonunda Osmanlı Hukük-ı Aile Kararnamesi gerek zorla yapılan nikâh ve gerekse aynı durumdaki boşanmalar konusun­da Hanefî hukukçularının görüşünü terkederek diğer hukukçuların görüşle­rini kabul etmek zorunda kalmıştır (md. 57, 105).

4. Evlenmenin Gizlenmemesi

Bu şart sadece Mâlikîler tarafından ileri sürülmüştür. Onlara göre şahit­lerle anlaşarak yapılan evlenmenin gizlenmesi ve etrafa duyurulmaması sıhhat şartlarına aykırıdır; dolayısıyla böyle olan nikâhlar geçersizdir. Ne var ki diğer üç mezhep bunu bir sıhhat şartı olarak kabul etmez, şahitlerin duy­duğu nikâh artık gizlilik sınırını aşmıştır derler. Ne var ki günümüzde resmî şekil ve kayıt bulunmadığı sürece iki şahidin, özellikte büyük yerleşim mer­kezlerinde aleniliği sağlamaya yetmeyeceği ortadadır, Fakihlerin çoğunluğu­nun iki şahidi yeterli görmesi dönemlerinin toplumsal telakkileriyle yakın­dan ilgili olup böyle bir gizliliği tasvip ettikleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu itibarla, ülkemizde iki şahitle fakat gizlilik içinde kıyılan nikâhların taşıdığı sakıncalar göz önüne alındığında Mâlikîler’in bu görüşünün de tamamen yabana atılmaması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

d) Yürürlük Şartları

Evlenmenin hükümlerinin işlerlik ve yürürlük (nefâz) kazanması için ara­nan şartlardır. Bazan nikâh geçerli olarak akdedildiği halde hükümleri hemen işlerlik kazanmaz. Meselâ eksik ehliyetlilerin velilerinin iznini almadan yaptıkları evlenme böyledir. Veli icazet verene kadar bu evlilik normal sonuçlarını doğurmaz. Tam ehliyetli bir kimseyi velisinin evlendirmesi de aynı gruba girer; ancak tam ehliyetli bu işlemi kabul ederse hükümlerini do­ğurmaya başlar. Genel olarak bizzat evlenecek kimseler tarafından akdedilen evlilik velilerin, veliler tarafından akdedilen evlilik de tarafların izin veya i-câzetine muhtaç olduğu durumlarda bu iznin alınması bir nefâz şartı ol­maktadır.

e) Bağlayıcılık Şartları

Evliliğin bağlayıcı (lâzım) olması için aranan şartlardır. Evlilik sözleşmesi esas itibariyle bağlayıcıdır, diğer bir ifadeyle lâzım bir akiddir. Taraflardan birisi veya her ikisi evliliği bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldıramaz. Ancak boşanmanın farklı bir hukukî işlem olduğu belirtilmelidir. Fakat bazı durumlarda nikâh akdinin bağlayıcı olmadığı, taraflardan birinin bunu fes­hedebildiği görülmektedir.

Tam ehliyetli bir kadın evlenme akdini bizzat yapıyorsa, bir kısım İslâm hukukçularına göre kocasının kendi konumuna denk, mehrinin de misil mehir, yani kadının konumuna denk olması gerekir. Aksi halde velilerin bu evliliği feshettirme haklan vardır. Öte yandan baba veya baba-dedesi dışın­daki bir velisi tarafından evlendirilen küçüklerin nikâhı, kocası kendisine denk (küfüv) ve mehir de misil mehir olması bile bağlayıcı olmayan, yani gayri lâzım bir nikâhtır. Böyle bir durumda bulunan genç kızlar ergenlik ça­ğma gelince evliliği feshettirebilirler. Bunun için herhangi bir sebep ileri sür­mek zorunda da değildirler. Bu durumdaki genç kızların bir seçim hakkından bahsedilir. Buna da bulûğ muhayyerliği (hıyârü’l-bulûğ) denir. İslâm hukuk­çularının gündeme getirdiği bu şart, genç kızların konumuna ve ailesine denk bir kimseyle evlilik yapmasını, böylece hem evliliğin mâkul bir zemin­de kurulmasını hem de tarafların ve ilgililerin haklarını korumayı hedefler.

f) Şartlara Uymamanın Sonucu

Bu unsur ve şartlardan birisine riayet edilmemesi durumunda ihmal ve­ya ihlâl edilen unsur ve şarta göre evliliğin ya tamamen veya bazı yönleriyle geçersiz olması söz konusu olacaktır.

Unsurları, kuruluş (in’ikad) ve geçerlilik (sıhhat) şartları tamam olan ev­lilik hukuken geçerli (sahih) bir evliliktir. Böyle bir evlilik karı-koca ilişkisinin helâl olması, mehir, nafaka, evlilikten doğan sihri hısımlık ve mahremiyet

(hürmet-i musâhere), neseb ve karşılıklı mirasçılık gibi evliliğin bütün so­nuçlarını doğurur. Unsurları ve in’ikad şartları tamam olup sıhhat şartlarında eksiklik olan evlilik fâsid evliliktir. Bu tür evlilikte tarafların derhal ayrılrnaları gerekir. Fâsid evlilik kendi başına herhangi bir sonuç doğurmaz. Ancak bu evlilikle birlikte fiilî birleşme de (zifaf) vuku bulmuşsa bu evlilikten şu sonuçlar doğar:

  1. Mehr-i misil ile müsemmâdan az olanı kadının hak etme­si.
  2. Böyle bir birleşmeden doğacak çocukların nesebinin babaya bağlan­ması.
  3. Ayrıldıklarında kadının fesih iddeti beklemesi.
  4. Fâsid nikâhla bir araya gelen eşler arasında hürmet-i musâhere denilen sıhrî hısımlıktan do­ğan evlilik engelinin teşekkülü. Ebû Hanîfe diğer akidlerde yapmış olduğu bâtil-fâsid akid ayırımını nikâh akdinde de yapmaktadır. Ona göre unsurları veya in’ikad şartlarında eksiklik olan akid bâtıl akiddir. Tarafların derhal ayrılmak zorunda oldukları böyle bir akidden herhangi bir hukukî sonuç doğmaz. Ancak zifaf olmuşsa mehr-i misil gerekir. Unsurları, in’ikad ve sıh­hat şartları tamam olan yürürlük şartlarında eksiklik bulunan akde de mev­kuf akit denir. Mevkuf akid yetkili kimsenin izin ve icazet vermesine kadar doğuracağı sonuçlar bakımından fâsid nikâh hükmündedir. Diğer şartları tamam olup, bağlayıcılık (lüzum) şartlarında eksiklik bulunan akde gayri lâ­zım veya caiz akid denir. Fesih hakkı sahibi bu yönde bir talepte bulunup evliliği feshettirmeeye kadar geçerli bir evliliğin bütün sonuçlarını doğurur.

E) Evlenme Ehliyeti

Geçerli bir evlilik yapabilmek için hukuken sahip olunması gereken ye­terliliğe evlenme ehliyeti denir. Bütün hukukî işlemlerde olduğu gibi evlen­me sözleşmesini başka bir kimsenin iznini almadan yapabilmek için de tam ehliyetli olmak gerekir. Hanefîler’e göre aile hukukunda tam ehliyetli olmak için akıllı ve baliğ olmak yani temyiz gücüne sahip olarak ergenlik çağına ulaşmak yeterlidir. Bu mezhebe göre kadın olsun erkek olsun bu iki şartı kendisinde toplamış bulunan her şahıs başka bir kimseden izin almaksızın evlenme sözleşmesi yapabilirler. Bu kimselere tam ehliyetli denir. Hanefîler’e göre evlenme ehliyetine sahip olmak için rüşd şart değildir. Bir diğer ifadeyle mal varlığını gerektiği gibi idare edemeyen, gereksiz yere veya gereğinden fazla sarfeden sefihler, diğer hukukî işlemler bakımından eksik ehliyetli sayılırlarsa da aile hukuku bakımından tam ehliyetli kabul edilirler. Ancak se­fihlerin eşlerine verdikleri veya vermeyi taahhüt ettikleri mehrin misil bir mehir olması gerekir. Bunun üstündeki miktar bağışlama kabul edilir. Sefih­lerin mal varlıklarında mutlak bir azalmaya yol açan bağışlama yapmaları mümkün değildir.

Mâlikîler’e, Şâfıîler’e ve Hanbelîler’e göre ise tam evlenme ehliyetine sa­hip olmak için rüşd de şarttır; buna göre sefih aile hukuku bakımından tam ehliyetli değildir. Mâlikîler’e göre velisinin izin veya icazetiyle evlenebilir; diğer iki mezhep bunu da kabul etmez. Onlara göre sefihi ancak velisi evlendirebilir.

Ergenlik biyolojik bir olgunluğu ifade eder. Bu da insandan insana, böl­geden bölgeye göre değişir. Bu bakımdan herkes için sabit bir ergenlik yaşı belirlemek mümkün değildir. Bu sebeple İslâm hukukçuları ergenlik için ge­nel duruma bakarak bir alt bir de üst sınır belirlemişlerdir. Bu iki sınır ara­sında kişi ne zaman biyolojik olarak ergen olursa o andan itibaren baliğ sa­yılır. Alt sınırdan önce ergenlik iddiası dinlenmez. Üst sınıra ulaşan kimse de ergenliğe ulaşmasa bile baliğ kabul edilir. Alt sınır kızlarda dokuz, erkeklerde on ikidir. Üst sınır ise Ebû Hanîfe’ye göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekiz, İmam Mâlik’e göre her iki cins için on sekiz, Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre yine her iki cins için on beştir.

Hanefîler’e göre tam ehliyet için gerekli olan iki vasıftan birisi eksik olursa eksikliğin türüne göre kişi ya tam ehliyetsiz veya eksik ehliyetli olur. Kişide temyiz gücü henüz gelişmemiş bulunur veya akıl hastalığı gibi bir sebeple hiç bulunmazsa bu kişiler tam ehliyetsizdirler. Bunlar da gayri mü­meyyiz küçüklerle akıl hastalarıdır. Temyiz gücü gelişmiş bulunan ancak er­genlik çağına gelmemiş olanlar yani mümeyyiz küçükler ile temyiz gücü tam olarak gelişmemiş bulunan akıl zayıfları ve bunaklar yani ma’tûhlar ek­sik ehliyetli sayılır. Eksik ehliyetlilerle ehliyetsizler arasında evlenme söz­leşmesini yapma bakımından şu fark vardır ki ehliyetsizler hiçbir şekilde böyle bir sözleşmeyi bizzat yapamazlar ise de eksik ehliyetliler ya velilerinin önceden izin veya yapılmış bir evliliğe sonradan icazet vermesi suretiyle evlenebilirler.

F) Velayet

Hukuk dilinde velayet, başkaları adına onların rızâları aranmaksızın hukukî işlemde bulunma yetkisini ifade eder. Aile hukukunda velayet eksik ehliyetli ve ehliyetsizlerin bir yakını tarafından rızâları alınarak veya alın­maksızın evlendirilme yetkisidir. Özellikle Hanefiler’in dışındaki mezheplerde kadınlar, bazı durumlarda rızâları aransa bile, ancak velileri aracılığıyla ev­lenebildikleri için velayetin bu alanda özel bir önemi vardır. Bu mezhepler “Velisiz nikâh olmaz” [379]hadisini ve benzeri hadisleri mutlak olarak değerlendirmekte ve her durumdaki kadınların -rızâları alınsa bile- sadece velileri aracılığıyla evlene­ceklerini söylemektedirler. Hanefîler ise bu hadisleri tam ehliyetli olmayan kadınların ancak velileri aracılığıyla evlenebilecekleri şeklinde yorumlamak­tadırlar. Hanefîler’de âkil-bâliğ olan kadın, aynen erkek gibi velisinin aracılı­ğına gerek olmaksızın evlenebilir.

Evlenmede kadınlara velayet konusuna ait detayların, dinin doğrudan düzenlediği bir mesele olmadığı gözden uzak tutulmamalıdır. Velayet konu­su, içinde bulundukları şartlara bağımlı olarak kadının insanları tanıma konusundaki tecrübesizliğini telâfi etmeye ve onun haklarını güvence altında tutmaya matuf bir tedbir niteliğinde görülebileceği gibi kimlerin hangi sıra ve ölçü dahilinde kadının velisi olacağı hususu da ailenin ve toplumun yapı­sıyla ve telakkileriyle ilgili görünmektedir. Evlilikte velayet kurumunun ön plana çıkması, hayat boyu birlikteliği başlatacak olan evlilik akdinin gerekli araştırmalar yapılarak mümkün olduğu ölçüde sağlam temellere oturtulması, telâfi edilmesi ve geri dönülmesi âdeta imkânsız olan hataların önceden gö­rülmesi ve önlenmesi, bir yönüyle de evlenecek tarafların aileleri arasında kaynaşmanın kolay sağlanması gibi hedeflere yöneliktir.

a) Kısımları

Velayet, velilerin velayetleri altında bulunan kimseleri onların rızâlarını almaksızın evlendirme yetkisine sahip olup olmamalarına göre ikiye ayrılır: Zorlayıcı velayet, zorlayıcı olmayan velayet.

  1. Zorlayıcı Velayet (Velâyet-i İcbar).Veliye velayeti altında bulunan kimseyi rızâsını almaksızın evlendirme yetkisi veren velayettir. Bu tür velâyet altına ehliyetsizler ve eksik ehliyetliler girerler. Bu yetkiye sahip veliler diğer mezheplerde çok sınırlı tutulduğu halde Hanefîler’de çok geniş bir zümreye bu yetki verilmiştir.
  2. Zorlayıcı Olmayan Velayet (Velâyet-i İhtiyar veya İstihbâb).Ve­liye velayet altında bulunan kimseyi ancak onun rızasıyla evlendirme yetki­si veren velayettir. Bu velayet altına bulûğa ermiş kızlar girer. Bu isimlen­dirme Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un anlayışını yansıtmaktadır. Hanefîler’den İmam Muhammed velayeti velâyet-i istibdâd ve velâyet-i şirket tarzında iki­ye ayırmaktadır. Velâyet-i istibdâd yukarıda tanımı verilen zorlayıcı velayetten başkası değildir. Velâyet-i şirket ifadesiyle ise bulûğa ermiş kızla ve­lisi arasında mevcut olan müşterek velayet kastedilir. Çünkü İmam Muhammed’e göre bulûğa ermiş kızlar velilerinin rızâlarını almadan evlenemezler, velileri de rızâlarını almaksızın onları evlendiremez. Bu sebeple aralarında müşterek bir velayet söz konusu olmaktadır. Zorlayıcı velayet altına kimle­rin gireceği mezheplerce farklı kriterlere göre belirlenmiştir. Hanefîler’de bu­rada dikkate alınacak kriter yaş küçüklüğü, Şâfıîler’ce bekâret yani daha ön­ce evlenmemiş bulunmak, Mâlikîler’e göre her ikisidir.

b) Veliler

Başkalarını evlendirme yetkisine sahip olan velileri iki grupta incelemek gerekir: Hususi veli, umumi veli.

  1. Hususi Veli.Velayeti altında bulunan kimseyi evlendirme yetkisine sahip bulunan akrabalardır. Hukukçuların çoğunluğuna göre bu grupta yer alan veliler asabe sınıfında yer alan akrabalardır. Asabe bir kimsenin araya bir kadın girmeyen bütün erkek akrabaları anlamına gelmektedir. Baba, baba-dede, erkek kardeş, amca, amca oğlu gibi. Bu veliler kendi aralarında mirastaki sıraya göre sıralanırlar; önceki sırada bir veli varken sonra gelen velinin evlendirme yetkisi yoktur. Bu grupta bir akraba mevcut olmazsa ve­layet umumi veli konumundaki hâkime geçmektedir. Yalnız Ebû Hanîfe asabe akraba bulunmadığında velayetin umumi veliye değil, zevi’l-erhâm denilen diğer akrabalara geçtiğini söylemektedir. Bu iki farklı içtihadın hu­kukçuların içinde yaşadıkları toplumun akrabalık anlayışından etkilendiğini söylemek yanlış olmasa gerek.

Hanefîler ister asabe isterse zevi’l-erhâm grubunda yer alsın bütün hu­susi velilerin zorlayıcı velayet yetkisine sahip olduğunu söylemektedirler. Diğerleri ise bu yetkiyi asabe akrabalar arasmda çok küçük bir zümreye tanımaktadırlar.

Hususi velinin bu yetkiye sahip olabilmesi için temyiz gücüne sahip ol­ması, ergenlik çağına gelmiş bulunması, aynca veli ile velayeti altında bulu­nan kimse arasında din farkı gibi mirasçılığa mani bir durumun da olmaması gerekmektedir. Hanefîler ve Mâlikîler’de velinin reşid olması gerekmemekte­dir. Şâfıîler ve Hanbelîler ise velinin reşid olmasını da ayrıca aramaktadırlar. Öte yandan Hanefîler’in aksine Mâlikîler’e, Şâfıîler’e ve Hanbelîler’e göre velinin erkek olması da gerekmektedir.

  1. Umumi Veli.Umumi veli devlet başkanı veya hâkimdir. Hususi veli­nin bulunmadığı veya yetkisini kötüye kullandığı durumlarda hususi velinin yerini umumi veli almaktadır. Umumi velide mirasa ehil olma, yani veli ile velayet altında bulunan kimsenin aynı dine mensup olması aranmaz.

c) Bulûğ Muhayyerliği

Hanefî mezhebinde çok geniş bir zümreye zorlayıcı velayet yetkisinin verilmesinin muhtemel zararlarını Önlemek düşüncesiyle velisi tarafından evlendirilen kimselere bulûğ muhayyerliği denilen bir seçim hakkı tanınmış­tır. Buna göre babası veya baba-dedesi dışındaki bir velisi tarafından küçük­ken evlendirilen kimseler bulûğa erdiklerinde dilerlerse hâkime başvurup ve­lilerinin yaptığı evliliği feshettirebilirler. Hâkimin feshetmesine kadar evlilik geçerliliğini korur. Baba ve baba-dedesi tarafından evlendirilenlerin yapılan evliliğe itiraz ve dolayısıyla bulûğ muhayyerliği hakkı yoktur.

G) Denklik

İslâm hukuku literatüründe kefâet terimiyle ifade edilen denklik ile, ev­lenecek eşler arasında dinî, iktisadî ve sosyal bakımdan bir denkliğin olması kastedilir. Burada esas itibariyle erkeğin kadına denk olması aranmaktadır. Eşler arasındaki uyumun sağlanmasında taraflar arasında söz konusu alan­lar bakımından bir denkliğin, bir yakınlığın mevcut olması şüphesiz önemli­dir. Ancak bunun kurulmuş bir evliliği sona erdirme sebebi olarak kabul edilmesi yine de ayn bir konudur. Bu sebeple hukukçuların önemli bir kısmı­nın kefâeti gerekli görmesine mukabil Kerhî, Sevrî gibi bazı hukukçular kefâeti İslâm’ın getirdiği eşitlik anlayışına aykırı olduğu için reddetmektedir. Esasen Kur’an ve Sünnet’te kefâeti gerektiren bir hüküm de mevcut değildir. Bu kurum hukukçuların daha ziyade evlilikte uyumu sağlamak için kabul ettikleri bir tedbir olarak karşımıza çıkmaktadır. Tabii bunda sosyal gruplaş­maya ve aristokratik yapılanmaya gereğinden fazla önem veren Arap top­lum yapısının da etkisi vardır. Ne var ki kefâeti günümüzde evliliğin devamı bakımından dikkate alınması faydalı görülen bir unsur olarak kabul etmek, ancak nihaî seçimi taraflara bırakmak daha uygun görünmektedir.

Hanefî mezhebinde şu altı noktada kocanın kadına denk olması aran­mıştır: Soy, müslüman oluş, dindar oluş, hürriyet, servet ve meslek. Âkil baliğ olan kadın velisinin rızâsını dahi almaksızın evlenebilir. Ancak seçmiş olduğu eşinin sayılan altı noktadan ailesine denk olması gerekmektedir. Eğer bu denklik gözetilmemişse velisinin bu evliliğe itiraz ve fesih hakkı var­dır. Yalnız bu itirazın çocuk olmadan veya kadın hamile kalmadan yapılması gerekmektedir; daha sonra yapılan fesih talebi dikkate alınmaz. Kefâet şartı Hanefîler’e göre bir lüzum şartıdır. Yani evlilik feshedilinceye kadar bütün muteber sonuçlanın doğurur. Diğer mezheplerde kefâet, genelde sıhhat şartı, bazı durumlarda da nefâz şartı olarak kabul edilmektedir.

H) Evlenme Engelleri

İslâm hukukunda belirli akrabalarla evlenilmesi yasaklanmıştır.[380] Kendileriyle evlenilmesi yasak olan bu kadınlara muharremât denmektedir. Bu yasak bazı kereler devamlıdır; hiçbir hal ve durumda ortadan kalkmaz. Bazan da bu yasak sürelidir; belli sürelerin geçmesi veya bazı durumların gerçekleşmesi halinde bu kimselerle evlenilebilir.

a) Devamlı Evlenme Engelleri

İslâm hukukunda devamlılık arzeden, yani tarafların birbiriyle evlenme­sine ebedî olarak engel olan sebeplerdir. Devamlı evlenme engelleri üç grupta toplanır.

  1. Kan Hısımlığı.Kan hısımlığı sebebiyle evlenilmesi yasak olan akra­balar dört grupta toplanır.

1- Usul (üst soy hısımları);

2- Fürû (alt soy hısım­ları);

3- Ana babanın fürûu;

4- Dede ve ninenin sadece çocukları. Buna göre kişinin kendi annesi, ninesi, kızı, kız torunları, kız yeğenleri veya onların kızları, teyze ve halasıyla evlenmesi yasaktır.

  1. Sıhrî Hısımlık. Evlenmeden doğan hısımlık sebebiyle kendileriyle evlenilmesi yasak olanlar da keza dört gruptur.

1- Usulün eşleri yani üvey anne ve üvey nine. Üvey ninenin baba veya anne tarafından olması farketmez.

2- Fürûun eşleri, yani gelinler.

3- Eşin usulü, yani kayınvalide ve eşin her iki taraftan nineleri.

4- Eşin fürûu, yani üvey kızlar veya bu du­rumda olan kız torunlar. Ancak bu son grupta evlenme engelinin doğması için sadece nikâh yetmemekte, evliliğin zifafla da fiilen başlaması gerek­mektedir,

  1. Süt Hısımlığı.Çocukla öz annesi dışında kendisine süt veren kadın ve onun belirli derecedeki yakınları arasında meydana gelen hısımlıktır. Süt hısımlığı miras hakkı doğurmazsa da bir evlenme engeli teşkil eder. Bu gruptaki hısımlar da kendileriyle sürekli olarak evlenilmesi yasak olan akra­balar grubunda yer alırlar. Bu yolla evlenilmesi yasak olan hısımlar şunlar­dır:

1- Süt usul, yani süTanrıe, baba, sütnine ve dede.

2- Sütfürû, yani süt çocuklar ve torunlar.

3- SüTanrıe ve babanın neseb ve sütten olan fürûu, ya­ni sütkardeşler ve onların çocukları.

4- Sütdede ve ninenin sadece çocukları ki bunlar süthalalar ve sütteyzeler olmaktadır.

5- Eşin süTanrıesi ve ninesi.

6- Eşin sütten olan kız çocukları ve kız torunları. Burada söz konusu olan koca eşin süt çocuğu emzirirken evli bulunduğu koca değildir. O zaten süt usul olarak yukarıda zikredildi. Buradaki koca süTanrıe ile daha sonra evlen­miş bulunan kimsedir. Bu son durumda kız çocuk ve kız torunların yasak olabilmesi için nikâh yetmeyip evliliğin zifafla fiilen başlaması da gerek­mektedir.

7- Sütbaba ve dedenin süTanrıe ve nine olmayan eşleri. SüTanrıe ve nine süt usul olarak yukarıda zaten zikredildi,

8- Sütten olan fürûun eş­leri.

Hukukçuların çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. İmam Şafiî ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde beş fasılalı ve do­yurucu emişin şart olduğunu söylemektedir. İki yaşından sonra emmiş oldu­ğu süt m üçte h idlerin çoğuna göre bu tür bir hısımlık ve evlenme yasağı do­ğurmaz.

b) Geçici Evlenme Engelleri

Ortadan kalkmaları mümkün olan, bu sebeple de devamlı evlilik engeli oluşturmayan sebepler şunlardır:

  1. Başkasının Eşi Olma.Evli olan veya boşanmış veya kocası ölmüş olup da henüz iddet beklemekte bulunan kadınlarla evlenmek yasaktır.
  2. İki Akraba ile Birden Evlenme.İslâm hukukunda bir erkeğin belirli şartlarla birden fazla kadınla evlenmesi mümkündür. Ancak bir erkek iki yakın akraba ile aynı anda evli olamaz. Bu ilişkinin akrabalık ilişkisine zarar vereceği düşünülmüştür. Bu yakınlığın ölçüsü iki kadından her birini ayrı ayrı erkek kabul edildiğinde bunların birbirleriyle evlenemeyecek derecede yakın akraba olmalarıdır. Teyze ile yeğen buna örnek gösterilebilir. Çünkü hangisi erkek kabul edilirse edilsin diğeriyle evlenmesi hukuken mümkün değildir. Bu durumda bunların aynı kişinin nikâhında birleşmeleri de söz konusu olamaz.
  3. Üç Kere Boşanma.Bir erkek üç boşama ile boşamış olduğu eşi ile tekrar evlenemez. Bakara sûresinin 227. âyetinde, “Boşanma iki keredir; sonraya iyilikle tutmak veya güzel bir biçimde bırakmak (gerekir)” buyurulmuştur. İslâm hukukunda kolay boşanma usulü benimsendiğinden ve ko­canın karısını tek taraflı bir irade beyanıyla boşaması mümkün olduğundan bunun kötüye kullanılmasını önlemek için üç boşama ile boşadiği eşiyle tekrar evlenememe gibi bir yasak getirilmiştir. Bu durum boşayan eş için ge­çici bir evlenme engeli teşkil eder. Bu engelin ortadan kalkması için kadının bir başkasıyla geçerli bir evlilik yapması, bu evliliğin hileli olmaması ve zifaf ile fiilen başlaması daha sonra da boşanma veya ölümle sona ermesi gerek­mektedir. Bu durumda artık ilk koca dilerse boşamış olduğu eşiyle onun da rızâsını alarak tekrar evlenebilir.
  4. Din Farkı.Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitap yani yahudi ve hiris-tiyan olmayan bir kadınla evlenmesi yasaktır. Kur’ân-i Kerîm’de, “Müşrik kadınlarla iman edinceye kadar evlenmeyin…”[381] buyurulmaktadır. Müşrik Allah’ın birliğine inanmayan, ona ortak koşan kimse de­mektir. Yahudi ve hıristiyan kadınlarla evlenilebilir. [382]Buna mukabil müslüman bir kadının gayri müslim bir erkekle isterse bu erkek Ehl-i kitap olsun evlenmesi dinen mümkün değildir. İslâm hukukçuları bu konudaki görüşlerinin Mâide sûresinin 5 ve Mümtehine sûresinin 10. âyet­lerine dayandırmaktadırlar. İslâm hukukçularının bu âyetleri gayri müslim erkeklerle evlenmeyi yasaklayacak biçimde yorumlamaları, Ehl-i kitap da olsa başka bir din mensubuyla evlenmenin kadının ve doğacak çocukların dinini menfi olarak etkilemesi endişesine dayanmaktadır. Ancak tabiatıyla bu engeller geçicidir. Gerek erkeğin gerekse kadının müslüman olarak bu engelleri bertaraf etme imkânı her zaman vardır.

I) Evliliğin Sonuçları

Geçerli bir evliliğin doğurduğu sonuçlar derken bu evlilikten karı ve koca için doğacak hak ve borçlar kastedilmektedir. Evlilikte eşlerin birbirlerine karşılıklı sevgi, saygı ve sadakat borcunun olduğu muhakkaktır. Çocukların bakım ve terbiyesi de eşlerin müşterek borçlarındandır. Bunlar dışında karı ve kocanın evlilikten doğan birtakım hakları daha vardır ki hukuk düzeni daha çok bu haklar ve bunların ifası üzerinde durmaktadır. Tabiatıyla bir taraf için hak olan diğer taraf için borç teşkil etmektedir.

a) Kadının Hakları

1. Mehir

Erkeğin evlenirken karısına verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği para ve­ya sair bir mala mehir denmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de evlenen erkeğin ka­rısına vermek zorunda olduğu mehirle ilgili olarak müteaddit âyetler vardır. [383]Birçok toplumda evlenme esnasında eşlerden birinin diğe­rine veya diğerinin ailesine para ya da sair bir mal verme geleneği vardır. Hıristiyanlardaki drahomada olduğu gibi zaman zaman aksi örnekleri görülmekte ise de umumiyetle kadın değil, erkek tarafı evleneceği kızın ailesine bazı hediyeler vermekte ve ödemelerde bulunmaktadır. Eski Türkler’de de bu anlamda olmak üzere kalın uygulaması vardır. Kalın evlenecek erkeğin müstakbel karısının ailesine yaptığı ödemeler anlamında kullanılmaktadır. Bu ödemeler mutlaka evlilikten önce yapılırdı. Benzer uygulamaya muhtelif adlarda (meselâ mehir, dowry) diğer toplumlarda da rastlanmaktadır. Bu yö­nüne bakarak evlenme akdinin eski dönemlerde bir satım akdi, erkeğin yap­tığı edimin de bir satış bedeli olarak kabul edilip edilmediği tartışılmıştır.

İslâm hukukundaki mehir uygulaması da bir yönüyle bu uygulamaya benzemektedir. Ancak yine de aralarında önemli bir fark vardır. İslâm hu­kukundaki mehir evlenecek kızın ailesine değil, doğrudan kendisine veril­mekte veya doğrudan ona borçlu olunmaktadır. Dolayısıyla islâm hukukun­da uygulandığı şekliyle mehirin satış bedeline, evlenmenin de satım akdine benzetilmesi mümkün değildir. Çünkü nikâh akdini satım akdine benzettiğimizde satım bedeli bizzat satımın konusu olan kimseye verilmiş olmakta­dır. Öte yandan evlenecek kızın evlenme sözleşmesinin tarafı olduğunda hiç tereddüt yoktur. Bir kimsenin bir akdin hem konusu hem de tarafı olması ve satım bedelini de bizzat alması hukuken mümkün değildir. Üstelik kadın al­mış olduğu bu mehir karşılığında Hanefîler’e göre herhangi bir çeyiz hazır­lamak mecburiyetinde de değildir. Diğer mallarında nasıl tasarruf edebiliyor­sa bunda da aynı şekilde tasarruf etme hak ve yetkisine sahiptir. Ayrıca mehir nikâhın şartlarından değil sonuçlarından biridir; nikâh esnasında be­lirtilmemiş bile olsa, hatta verilmeyeceği şart edilmiş bile bulunsa yine evle­nen kadın mehire hak kazanır. Mehirin belirlenmemiş bulunması evlenme­nin geçerliliğine halel getirmez. Bu yönüyle de mehir satım bedelinden ay­rılmaktadır, çünkü bir satım akdinde satım bedeli sonuç değil o akdin sıhhat şartlarından biridir. Satım bedeli belirlenmediğinde akid fâsid olur.

İslâm dünyasının önemli bir kısmında uygulanma imkânı bulan Hanefî görüşünü dikkate alırsak İslâm hukukunda mehirin kadını hem evliliğe ısın­dırmak hem de ona belli bir malî güç kazandırmak düşüncesiyle getirilmiş olduğunu söylememiz gerekir. Özellikle kocanın sahip olduğu tek taraflı ira­de beyanıyla boşama yetkisini kötüye kullanması durumunda kadın böyle bir malî imkâna fazlasıyla ihtiyaç duyacaktır. Boşanma hakkının suistimal edildiği bölgelerde mehir miktarının yüksek tutularak bu suistimale belirli öl­çüde engel olunması da mehirin kadına ve evlilik birliğine kazandırdığı bir başka avantaj olmaktadır.

Mehirin mahiyeti ve çeyiz konusunda Mâlikîler Hanefiler’den farklı dü­şünmekte ve mehiri âdeta evliliğin kuruluş harcamalarına kocanın önceden yapmış olduğu bir ödeme olarak kabul etmektedirler. Çünkü onlara göre ka­dın almış olduğu mehir karşılığında ve onunla orantılı bir çeyiz hazırlamak mecburiyetindedir.

Mehir olarak her türlü mal veya parasal değeri olan her türlü menfaat tesbit edilebilir. Mehirin en az miktarı Hanefîler’e göre 10 (ilk asırda 10 dirhem yaklaşık iki koyun bedeli idi), Mâlikîler’e göre ise 3 dirhem gümüştür. Şâfıî ve Hanbelî hukukçulara göre ise mehirin bir alt sınırı yoktur, tıpkı bir üst sı­nırı olmadığı gibi. Mehirin üst sınırının olmadığı konusunda Hanefî ve Mâli­kîler de diğer iki mezhep gibi düşünmektedir. Hz. Ömer kendi halifeliği dö­neminde evlilikleri kolaylaştırmak için mehire üst sınır getirmek istemiş, fakat bir kadının “Onlara kantarla vermiş olsanız da hiçbir şeyi geri almayın”[384] âyetini delil getirmesi karşısında bu düşüncesinden vazgeçmiştir.

Mehir nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılmaktadır. Eğer nikâh anında belirlenmişse buna mehr-i müsemmâ, belirlenmemişse buna da mehr-i misil denir. Misil mehir evlenen kızın akrabaları arasında her bakımdan kendi konumundaki kızlara ödenen mehir demektir. Bir an­lamda rayiç mehir olmaktadır. Evlilik sırasında mehir belirlenmemişse veya bir sebeple belirlenen mehir geçersiz sayılırsa o zaman evlenen kadın misil mehire hak kazanır. Mehir, ödenme zamanına göre de muaccel veya mü­eccel mehir diye ikiye ayrılmaktadır. Muaccel mehir evlilik anında peşin olarak ödenen mehir demektir. Ödenmesi sonraya bırakılan mehire de veresiye mehir anlamında müeccel mehir denmektedir. Ödenmesi sonraya bırakı­lan mehir için bir ödeme zamanı belirlenmişse o zaman ödenir. Ancak ge­nellikle yapıldığı üzere bir vade belirtilmemişse mehirin vadesi boşanma a-nında veya tararlardan birinin ölmesi durumunda gelmiş kabul edilir.

Sahih bir evliliğin ardından mehirin ödenmesinin gerekli olması, bir baş­ka ifadeyle mehir borcunun doğması için ya evlenen kadın zifaf için hazır olmalı ve aralarında sahih halvet vuku bulmalı veya taraflardan birisi ni­kâhtan sonra ve zifaf veya sahih halvetten önce ölmüş bulunmalıdır. Sahih halvet eşlerin izni olmadan kimsenin giremeyeceği, erkek ve kadının, kim­senin göremeyeceği, uğrayıp rahatsız edemeyeceği bir mekânda baş başa olmaları anlamına gelmekte ve bazı bakımdan zifafla aynı hukukî sonuçları doğurmaktadır. Nikâh akdi yapıldıktan sonra, fakat zifaf veya sahih halvet­ten önce bir ayrılık vuku bulursa ayrılığa kimin sebep olduğuna bakılır. Eğer ayrılığa erkek sebep olmuşsa mehirin yarısını karısına ödemelidir. Ayrılığa kadın sebep olmuşsa veya erkek velisinin kendisi adına yapmış olduğu evli­liği bulûğ muhayyerliği denilen seçim hakkını kullanarak bozmuşsa eski ka­rısına mehir adına herhangi bir ödeme yapması gerekmez.

2. Nafaka

Evlilik içinde kadının her türlü normal masrafı kocaya aittir. Kur’ân-ı Kerîm’de [385]ve Hz. Peygamber’in hadislerinde nafakanın kocaya ait olduğu, erkeğin yediğinden karısına da yedirmesi, giydiğinden giydirmesi açıkça belirtilmiştir. Kocanın karısının nafakasını karşılamakla yükümlü ol­ması için zengin olması gerekmediği gibi kadının fakir olması da gerekmez. Kadın zengin de olsa masrafları kocaya aittir.

Karı kocanın oturacakları evin temini, döşenip tefriş edilmesi kocaya ait­tir. İslâm toplumlarındaki örf ve âdetler genellikle kadına yeni evine belirli bir çeyiz getirmesi mecburiyetini getirmiştir. Ancak özellikle Hanefîler’ce kadının dinen ve hukuken buna mecbur olmadığı bilinmelidir. Bunun dışında kocanın karşılamakla yükümlü olduğu diğer masrafların kapsamı ve seviye­si daha çok örfe ve karı kocanın sosyal konumuna göre belirlenmektedir. Meselâ sosyal ve malî konumu hizmetçi tutmayı gerektirdiği durumlarda ko­ca yiyecek, giyecek, mesken masraflarına ilâve olarak evine bir de hizmetçi tutmak mecburiyetindedir.

Nafakanın normal yerine getirilme şekli kocanın evinin her türlü mas­raflarını üstlenmesidir. Kocanın bu görevini yerine getirmediği durumlarda kadın mahkemeye başvurarak kendisine nafaka takdir ettirebilir. Nafakanın miktarını tesbitte karı kocanın malî ve sosyal konumları birlikte dikkate alı­nır. Yalnız kocanın konumu dikkate alınır diyen hukukçular da vardır. Tak­dir edildiği halde karısının nafakasını ödemeyen kocanın bu borcu zorla icra yoluyla tahsil edilir. Hatta gücü yettiği halde nafaka borcunu ödemeyen ko­cayı ödemeye zorlamak için hapsetmek dahi mümkündür. Ancak koca fakirse bu durumda ödemeye zorlamak için hapsetmek âdil olmadığı ve pratik bir yaran da dokunmayacağı için fakir kocaya hapis cezası verilmez. Kur’an’da borçlunun darlık içinde olması halinde eli genişleyinceye kadar ona mühlet verilmesi tavsiye edilir. [386]

Hanefiler’e göre hâkim tarafından nafaka takdiri sadece miktarının be­lirlenmesi bakımından değil, nafaka borcunun kuvvetli bir borç haline gel­mesi bakımdan önemlidir. Eğer karı koca nafaka borcu ve miktan üzerinde anlaşmamışlarsa veya hâkim tarafından takdir edilmemişse taraflardan biri­nin ölümü ile, boşanma ile veya kadının “nâşize” duruma düşmesi ile bu borç düşer. Kadının nâşize olması evlilik hukukuna riayet etmemesi ve ko­casının rızâsını almadan evini terketmesi anlamına gelmektedir. Nâşize du­rumdaki kadının o andan itibaren esasen nafaka hakkı yoktur. Her üç halde de geriye dönük bir nafaka talebinin mümkün olmaması, mahkemeye baş­vurulmadığına göre nafakanın ödenmekte olduğu var sayımına dayanmak­tadır. Hâkim tarafından nafaka takdir edilmesi ödenmiş olma faraziyesini ortadan kaldırmaktadır. Diğer üç mezhebe göre ise nafaka hâkimin takdirine muhtaç olmaksızın kuvvetli bir borç olarak doğar; ancak ödenmekle veya ibra ile düşer.

Eşin ihtiyaçlarının normal yollardan karşılanmaması durumunda mah­kemece nafaka takdir edilmesi her zaman kadının problemini çözmemektedir. Kocasının nafaka borcunu eda etmemesi sebebiyle kadının ayrıca bir boşanma hakkının bulunup bulunmadığı tartışmalıdır. Hanefî hukukçular bu durumda kadının bir boşanma hakkının var olduğunu kabul etmezler. Diğer mezheplerde ise ileride görüleceği üzere kadının belirli şartlarla boşanma hakkı bulunmaktadır.

b) Kocanın Hakları

Kocanın karısı üzerinde -mirası dışında- herhangi bir malî hakkı bulun­mamaktadır. Kan kocanın birbirlerine karşı sevgi ve saygı ile davranması her iki tarafın birbirine karşı karşılıklı borçlarındandır.

Kadının ev işlerini yapması kocasına karşı bir borcu mudur sorusu dö­nemlere, sosyal yapıya, kadının ev dışında çalışıp çalışmamasına göre çö­zümlenecek bir meseledir. Burada bütün dönemlere, bütün bölgelere ve bü­tün ailelere yönelik değişmez bir kuralın konması söz konusu değildir. Belki her dönemde ailenin, sosyal çevrenin durumuna göre bunu belirlemek söz konusu olacaktır. Hz, Peygamber’in kızı Fâtıma’ya bir öğüt olarak evin içindeki işlerin kızına, dışarıdaki işlerin damadı Ali’ye ait olacağını söylemesi bi­ze genel davranış biçimini belirlemede yardımcı olabilir. Buna göre çalışma­yan kadının evin işlerini mâkul sınırlar içinde yerine getirmesi normal eşlik görevleri arasında sayılmak gerekir. Genel olarak vazife paylaşımında yara­tılıştan gelen özellik ve farklılıkların da öncelik için bir ölçü olduğu söylene­bilir.

J) Değerlendirme

İslâm hukukunun klasik doktrininde evlenme akdinin yapılışı, unsur ve şartları, sağladığı haklar ve getirdiği yükümlülükler konusunda yer alan bil­gi, hüküm ve öneriler netice itibariyle kadın ve erkeğin insanlık onuruna, dinin emir ve tavsiyelerine, toplumsal sağduyunun ölçü ve beklentilerine uygun biçimde birlikteliğini hedefleyen, ailenin sağlam temeller üzerine ku­rulmasını gaye edinen, muhtemel sakıncalan ve hak ihlâllerini önlemeye ça­lışan bir dizi düzenleme niteliğindedir. Bu zengin bilgi birikiminin Kur’an ve hadislerde yer alan hükümlerle, İslâm hukukçularının bu hükümleri anlayış ve yorumlayış tarzlarıyla, sosyal şart ve telakkilerle ayrı ayrı ilgisi vardır.

Fıkıh olayların sadece hukukî yönünü değil müslüman fert ve toplumun dünya görüşünü, yaşayış biçimini ve ilişkilerini, kültür ve geleneğini de temsil ettiğinden bu bilgiler hukuk düzenine yansımasa bile müslüman açısından anlamlıdır ve bir değer taşır.

Aile hukuku alanı esasen ferdî hayatı ve tercihleri ilgilendirmekte ve özel hukuk çerçevesinde kalmaktadır. Bu yargı İslâm hukuk doktrininin oluşum dönemleri için daha çok geçerlidir. Ancak, şehirleşmenin ve nüfus hareket­lerinin arttığı, toplumsal hayatın karmaşık bir hal aldığı, dinî sorumluluk bi­lincinin azalıp insan ilişkilerinde hak ihlâllerinin çoğaldığı, bireysel özgürlük ve ferdiyetçiliğin ön plana çıktığı çağımızda aile hayatına yönelik toplumsal iyileştirme ve yasal düzenleme projeleri gündeme gelmiş ve gerekli görül­meye başlamıştır. Bu sebeple de İslâm hukukçularının özel hukuk ilişkisi ve bireysel tercih çerçevesinde gördüğü birçok ailevî problem hâlihazır İslâm ülkelerinde yasal düzenlemeye konu edilmiş ve zaman zaman kamu yetkilileri de devreye sokularak çözülmeye çalışılmıştır. Osmanlı’nın orta dönem­lerinde başlayan nikâhın bizzat kadılar veya kadı kontrolünde din adamları tarafından kıyılması çabalan, Tanzimat döneminde nikâhta tescilin ve devlet kontrolünün sağlanmasına yönelik mevzuat ve son dönemde çıkarılan 1917 tarihli Hukük-ı Aile Kararnamesi bu sürecin habercisi olan gelişmelerdir.

Günümüzde evliliğin yapılışından aile içi hak ve sorumlulukların yasal güvencelere kavuşturulmasına, çok evliliğin belirli esaslara bağlanmasından boşanmalarda eşler dışında üçüncü şahısların devreye sokulmasına kadar belli alanlarda toplumsal iyileştirme projelerinin gündeme geldiği ve bazı ya­sal düzenlemelerin yapıldığı bilinmektedir. Yapılanlar arasında gerek içerik gerekse kanunlaştırma tekniği ve politikası olarak tenkit edilecek yönler bulunsa da böyle bir çabaya günümüzde ihtiyaç vardır ve buna ilke olarak sıcak bakmak gerekir. İslâm hukukçularının özellikle son yüzyılda bu konu­da bazı yeni hukukî tedbirleri ve çözüm arayışlarını dile getirmesi de böyle bir sosyal gerçekliğe dayanmaktadır. Çünkü bu tür konuların yasal güven­ceden ve kamu desteğinden uzak olarak tarafların dinî ve vicdanî sorumlu­luklarına bırakılması bazan yeterli olsa bile çoğu zaman zayıf, bilgisiz ve tedbirsiz kimselerin kaderinin güçlü tarafın insafına bırakılması anlamına gelmektedir. Hukukun ve kamu düzeninin görevi ise güçsüzü, hakkının ih­lâl edilmesi muhtemel olan kimseleri korumaktır. Bu konuda izlenecek en isabetli tutum, bir yöntem ve imkânın fıkhın klasik doktrininde mevcut ol­masını, insanların da bu bilgilere dinin değişmez kutsal hükümleri gözüyle bakmasını onları yeterli güvence veya alın yazısı saymasını fırsat bilip on­dan yararlanmaya kalkmak yerine toplumsal sağduyunun onayladığı mâruf ve hukukî sınırlar içinde çözüm aramak, bu alanda bir yanlışlık varsa onun iyileştirmeye ve düzeltmeye çalışmak olmalıdır. Bireylerin bu zeminden çıkıp Allah karşısında hesap verecek olmayı yegâne müeyyide saymaları toplum­sal düzeni ve ilgili kişilerin haklarını ihlâl edebileceği gibi insanların din hakkında suizana kapılmasına ve çeşitli ithamlarda bulunmasına da kolayca yol açabilecektir. Kul ile Allah arasında kalan bireysel tercih ve davranışlarda kişilerin Allah’a karşı sorumluluğu (diyanî hüküm) ön planda olsa bile sosyal yönü bulunan ve kul hakkına da taalluk eden insan ilişkilerinde daha objektif ve genel (kazâî) kriterlere, toplumsal sağduyunun (mâruf) onaylayacağı çözümlere yönelmek gerekecektir.

Yasal müdahale ve düzenleme her zaman için yeterli güvence teşkil et­mediği ve istenen iyileşmeyi sağlamadığı, toplumsal kabul bölgeden bölgeye değiştiği ve konu bir yönüyle de insan unsurunun yetişkinliği ve sorumluluk bilinciyle alâkalı olduğu için toplumumuzda sadece fıkıh kuralları gözetilerek yapılan ve yürütülen evlilikler hakkında genelleme yapmak ve kategorik bir yaklaşımda bulunmak doğru olmaz. Ancak İslâm hukukçularının klasik li­teratürde yer alan görüşlerinin buraya kadar söylenenler ışığında yeniden değerlendirilmesi, özellikle de iki şahitle yapılan ve dinî nikâh olarak adlandırılan işlemin, nişanda yapılan fakat evlilikten çok örtünme vb. dinî sınır­lamaları kaldırmayı amaçlayan nikâhların ve gizlice yapılan ve yürütülen ikinci evliliklerin bu söylenenler ışığında gözden geçirilmesi de vazgeçilmez bir önem taşımaktadır.

III. EVLİLİK BİRLİĞİNİN SONA ERMESİ

İslâm hukukunda evlilik birliğinin sona ermesi bazan akiddeki bir bo­zukluktan bazan da eşlerin evlilik birliğini yürütmekte zorlanmalarından, yürütmek istememelerinden kaynaklanır. Buna göre evliliğin sona ermesinin değişik usul ve şekilleri vardır. Burada İslâm hukukunun klasik doktrinine göre evlilik birliğini sona erdiren sebep ve durumlara özetle temas edeceğiz.

A) Fesih

Fesih, evlilik birliğinin akid anında var olan veya sonradan meydana gelen bir eksiklik sebebiyle bozulmasıdır. Sıhhat şartlarından birisinin eksik oluşu akid anındaki bir bozukluğu, tarafların bir arada yaşamalarının dinen mümkün olmaması akidden sonraki bir bozukluğu ifade eder. Meselâ şahit­siz evlenme akid anındaki bir bozukluktur, eşlerden birinin dinden çıkmış olması da (irtidad) akidden sonra meydana gelen dinen beraber yaşamayı imkânsız kılan bir haldir. Talâk, yani boşama ise evlilik birliğine eşlerden birisi veya her ikisi tarafından son verilmesidir. Bu son verme bazan tek ta­raflı bir irade beyanı ile bazan iki tarafın anlaşmasıyla bazan da mahkeme kararıyla olur. Her bir şeklin kendine has usulü ve sonuçları vardır.

Evliliğin fesih veya talâkla sona ermesinin farklı hukukî sonuçları bu­lunmaktadır. Fesih evlilik birliğine derhal son verir. Talâka gelince, bâin ta­lâk bu birliğe kocanın tek taraflı iradesi ile geri dönemeyeceği şekilde son verirse de ric’î talâk iddetin bitimine kadar kocaya geri dönüş imkânı ver­mektedir. İddet bitince evlilik bağı tamamen çözülmüş olur. Fesih ile kocanın kullanacağı talâk sayısı azalmış olmaz. Her bir talâk ise kocanın sahip oldu­ğu üç talâk hakkını azaltır. Zifaftan önce meydana gelen fesihlerde kadına mehir vermek gerekmediği halde, aynı durumda talâk gerçekleşirse belirli şartlarla belirlenen mehirin yansı veya müt’a denilen gönül alıcı bir hediye vermek gerekir.

B) Boşama

İslâm hukukunda talâk kelimesi hem tek taraflı irade beyanıyla yapılan boşamayı, hem tarafların anlaşarak evlilik birliğine son vermelerini hem de mahkeme kararıyla meydana gelen boşanmayı içerir. Esasen meydana geliş şekilleri farklı olmakla birlikte her üç boşanma türü de müşterek hükümlere sahiptir. Bununla birlikte talâk sözcüğü ile genellikle tek taraflı irade beya­nıyla yapılan boşamalar kastedilir. Kadının malî bir ödeme yapması veya malî bir hakkından feragat etmesi suretiyle tarafların anlaşarak evlilik birli­ğine son vermelerine hul’ veya muhâlea, mahkeme kararıyla meydana ge­len boşanmaya da tefrik denir.

İslâm dininde ailenin özel bir yeri olmasına ve müslümanlar gerek Kur’ân-i Kerîm’de ve gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde evlenmeye, yuva kur­maya özendirilin elerine rağmen İslâm hukukunda kolay boşanma yolu se­çilmiş ve eşlerin ve özellikle kocanın çoğu defa mahkemeye başvurmaksızın boşanmalarına imkân tanınmıştır. Hele kilise hukukunda olduğu gibi eşlerin boşanmalarının yasaklanması hiç düşünülmemiştir. İlk bakışta bu çelişki gi­bi görünürse de böyle değildir. İslâm eşlerin bir ömür boyu beraber yaşama­larını arzu etmiş, ancak bunu boşanmaları yasaklamak veya zorlaştırmak yoluyla gerçekleştirmeyi asla düşünmemiştir. Çünkü boşanmanın zorlaştırılması yolunda getirilen tedbirler insanları evlenmeye karşı isteksiz dav­ranmaya itmekte, zorla bir arada tutuluyormuş düşüncesi eşler arasındaki sevgi ve bağlılığı kısa sürede tüketmektedir. Tam tersine İslâm insanların sürdüremeyeceklerini düşündükleri evlilikten kolayca kurtulma imkânını getirmiştir. Ancak bu kolaylığın gerekli veya zorunlu olmadığı halde uygu­lamaya yansımasını önlemek için dolaylı bazı dinî ve hukukî tedbirler almaktan da geri durmamıştır.

Her şeyden önce sebepsiz boşanmalar dinen hoş görülmemiş fakat haklı bir sebebin varlığı durumunda helâl ve caiz kabul edilmiştir. Hz. Peygamber hadîs-i şeriflerinde,

“Allah katında en sevilmeyen helâl boşanmadır” [387]buyurmuştur. Öte yandan boşanıp tekrar evlenmeler suistimal edilmesin diye boşamaya âzami bir sınır getiril­miş, ayrı ayrı veya beraberce karısını üç defa boşayan kimsenin iki taraf is­teseler bile kadın bir üçüncü şahısla hileli olmayan bir evlilik yapmadıkça ve bu evlilik ölüm veya boşama ile sona ermedikçe tekrar bir araya gelmelerine imkân tanınmamıştır. Öte yandan özellikle kocaların boşama haklarını suis­timal ettikleri durumlarda mehirin ödenmesi sonraya bırakılan kısmı (mehr-i müeccel) yüksek tutularak boşanmalara belirli bir sınır getirilmiştir. Dinî bir anlayış ve terbiye içinde şekillenen toplumun da sebepsiz boşanmaları hoş karşılamaması İslâm toplumlarında boşanmalann daima sınırlı olması sonu­cunu doğurmuş, hukuken var olan boşama kolaylığı hiçbir zaman uygula­maya yansımamıştır. Bugün İslâm toplumlarında karşılaştığımız boşanma oranlarının dünya ortalamasının hayli altında olması bunun bir başka kanı­tıdır.

a) Boşamanın Şartları

1. Kocaya Ait Şartlar

  1. a)Tek taraflı irade beyanı ile boşama esas itibariyle kocanın hakkıdır. Bu itibarla boşayan kimsenin koca olması gerekir. Koca bu hakkı bizzat kullanabileceği gibi diğer hukukî işlemlerde olduğu gibi vekili aracılığıyla da kullanabilir. Koca sahip olduğu bu yetkiyi karısına da verebilir. Buna tefvîz-i talâk denir. Bu yetki evlilik anında kadına devredilebileceği gibi daha sonra da verebilir. Bu yetkiye sahip olan kadın yetkinin kendine veriliş şekline göre ya o anda veya dilediği zaman evlilik birliğine tek taraflı bir beyanla son verebilir. Koca vermiş olduğu bu yetkiyi geri alamaz. Ancak kendisinin boşama yetkisinin devam ettiğinde de kuşku yoktur. Sonuç itibariyle böyle bir yetki verilmesi durumunda karı koca her ikisi de evlilik birliğini diledikleri an sona erdirebilirler.
  2. b)Kocanın tam ehliyetli, yani âkil baliğ olması gerekir. Akıl hastası, mümeyyiz küçük gibi eksik ehliyetliler ve ehliyetsizlerin boşama ehliyetleri Bunlar belirli şartlarla velileri tarafından evlendirilebilirlerse de velilerin bu evliliği sona erdirme yetkisi yoktur. Hanefîler’de aile hukuku bakı­mından tam ehliyetli kabul edilen sefih evlenme ehliyetine sahip olduğu gibi boşama ehliyetine de sahiptir. Hanefîler’in sefihin boşaması hakkındaki bu görüşü diğer mezheplerce de kabul edilmiştir.

Burada İslâm hukukçuları arasında boşama ehliyeti bakımından tartış­malı olanlar sarhoşlarla ikrah altında eşlerini istemeyerek boşayanlardır. Sarhoşun durumu iki farklı şekilde ele alınıp incelenmiştir. Sarhoşluk verici maddeyi bilmeyerek veya zorla alanlarla ilâç gibi bir madde içinde meşru bir şekilde alanlar bir grupta, bilerek ve isteyerek keyif verici bir madde olarak alanlar bir başka grupta değerlendirilmiştir. İslâm hukukçularının tamamı birinci gruptakilerin dinen ve hukuken sorumlu tutulmayacak bir durumda olduklarını ve bu sebeple bunların hukukî ve cezaî ehliyetlerinin bulunmadı­ğını kabul etmektedirler. Buna göre bu grupta yer alan bir kimsenin eşini boşaması geçerli değildir.

Tartışmalı olan ikinci gruptakilerin durumudur. Hukukçuların ekserisine özellikle Hanefîler’e, İmam Mâlik ve Şafiî’ye, Şa’bî, Evzaî ve Saîd b. Müseyyeb’e göre sarhoşun eda (fiil) ehliyeti tamdır; bunun sonucu olarak da boşaması geçerlidir. Hz. Osman, Ömer b. Abdülazîz, Hanefîler’den Tahâvî ve Kerhî, Şâfıîler’den Müzenî ve Hanbelîler’in bir görüşüne göre sarhoşluğun nasıl meydana geldiği değil, doğurduğu sonuçlar önemlidir. Dolayısıyla normal düşünme kabiliyetini kaybeden sarhoşun eda ehliyeti yoktur. So­nuçta boşaması da geçerli değildir.

Canı ve malı ağır bir şekilde tehdit edilen ve bu tehdidi başka türlü de­fetmeye gücü yetmeyen kimsenin (mükreh) boşamasına gelince Hanefîler bu kimsenin rızâsı yoksa da irade ve İhtiyarı vardır, dolayısıyla iradesinin sakatlandığı söylenemez, boşaması geçerlidir demektedirler. Hanefîler dışında İbrahim en-Nehaî ve Şa’bî de bu görüştedir. Diğer mezhep hukukçuları ise aksi görüşü savunmakta ve can veya malın ağır bir şekilde tehdit edilmesini iradeyi sakatlayan bir sebep olarak görmektedirler. Bunlara göre ikrah altın­da yapılan boşama geçerli değildir. Çünkü boşayan kimse hür bir irade ile karısını boşamamiştir. Hukük-ı Aile Kararnamesi’nde de fakihlerin çoğunlu­ğunun görüşü tercih edilerek baskı ve zorlama sonucu yapılan boşamaların geçersiz olduğu ifade edilmişti. [388]

Şaka ile yapılan talâk da hukukçuların ekserisine göre geçerlidir. Hz. Peygamber, “Üç şeyin ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir: Nikah, talak ve talâktan dönme” [389]buyurmuştur. Boşanmanın normal olarak herhangi bir mahkeme kara­rına gerek olmaksızın tek taraflı irade beyanıyla gerçekleşiyor olması böyle bir tedbiri gerekli kılmış olmalıdır. Öte yandan ne söylediğini ve ne yaptığını bilmeyecek derecede öfkelenmiş ve kendisi üzerindeki kontrolünü kaybet­miş bir kimsenin boşamasının geçerli olmadığı da genellikle kabul edilmek­tedir.

2. Kadına Ait Şartlar

Boşanan kadının boşayan kocanın eşi olması gerekmektedir. Burada söz konusu şartın önemi evlilik devam ederken yapılan boşanmalarda değildir. Ric’î veya bâin talâkla boşanmış ve iddet beklemekte olan kadın bu iddet süresi içinde tekrar boşanırsa bu boşama geçerli midir? Geçerli ise kocanın boşama haklanndan birisi daha bitecek ve belki de büyük ayrılık (beynûnet-i kübrâ) denen kesin boşanma gerçekleşecektir. Hukukçular ayrıntılarını daha sonra göreceğimiz ric’î boşanma iddeti bekleyen kadının yeni bir boşanmaya daha muhatap olabileceğinde tereddüt etmemektedirler. Çünkü ric’î boşanma evlilik birliğini kesin olarak sona erdirmez. Hanefî hukukçular büyük ayrılık olmamak kaydıyla bâin talâk iddeti bekleyen kadının da kocası tarafından geçerli olarak boşanabileceği görüşündedirler. Yalnız Mâlikî, Şâfıî ve Hanbelî hukukçular bu durumdaki kadının tekrar boşanamayacağı, dolayısıyla bâin talâk iddeti bekleyen kadına yapılan yeni bir boşanmanın geçerli olmayaca­ğını söylerler.

b) Boşama Sözleri

İslâm hukukunun klasik doktrinine göre boşama için kullanılan sözler iki türlü olabilir. Bunlardan birisi boşanmadan başka bir anlama gelmesi mümkün olmayan, örfen özellikle boşanma için kullanılan sözlerdir. “Seni boşadım, boşsun” gibi. Bunlara sarih/açık sözler denir. Diğeri de boşanma anlamına gelebileceği gibi, başka anlamlara da gelebilen sözlerdir. Osmanlı uygulamasında sıkça karşımıza çıkan “İraden elinde olsun” gibi kinayeli ifa­deler böyledir. Bu örf ve âdete veya kullananın iç iradesine göre boşama ira­desinin kadına devredilmesi anlamına gelebileceği gibi, mutlak boşama an­lamına da gelebilir. Bu tür ifadelere de kinayeli sözler denir. Bu ayırımın önemi şuradadır ki açık sözlerle yapılan boşamalarda boşayan kimsenin ger­çekten boşama niyetine sahip olup olmadığı araştırılmaz. Her halükârda bo­şama hukuken gerçekleşmiştir. Kinayeli sözlerle yapılan boşamalarda ise Hanefîler’e ve Hanbelüer’e göre ya boşayanın buna niyet etmiş bulunması ya da halin boşama iradesine delâlet etmesi gerekir. Mâlikîler ve Şâfiîfer ise bu durumda sadece niyete itibar eder, halin delâletini dikkate almazlar.

Kocanın bir evlilik içinde sahip olduğu boşama hakkı üçtür. İlk ikisinde koca dilerse belirli şartlarla boşamış olduğu eşine geri dönebilir. Bu geri dö­nüş bâin talâkta yeni bir nikâhla olur, ric’î talâkta yeni bir nikâha gerek de yoktur. Üçüncü boşama hakkını da kullanan koca istese bile ne yeni bir ni­kâhla ne de nikâhsız eski eşine geri dönebilir. Bu tür bir ayrılığa büyük ayrı­lık (beynûnet-i kübrâ) denir. Bu şekilde kesin olarak ayrılmış eşlerin tekrar bir evlilikte birleşebilmeleri için kadının bir başkasıyla hileli olmayan bir ev­lilik yapması ve bu evliliğin de zifaf ile fiilen başlaması gerekmektedir. İşte bu ikinci evlilik ölümle veya boşanma ile sona ererse kadın isterse yeni bir nikâhla tekrar birinci eşine geri dönebilir. Bu tedbir tek taraflı irade beya­nıyla hukuken kolaylaştırman boşanmaların suistimal edilmesinin önüne ge­çilmesi düşüncesiyle getirilmiştir. Bunun önemli ölçüde etkili olduğunu da söylemek gerekir. Ne var ki İslâm hukuk tarihinde üç talâkla boşanmış eşle­rin tekrar bir araya gelmelerini sağlamak üzere hileli evliliklerin (hülle) ya­pıldığı da olmuştur.

Burada önemli bir problem kocanın üç boşama hakkını da aynı anda ve­ya aynı ay içinde kullanması durumunda karşımıza çıkmaktadır, Hukukçu­ların büyük çoğunluğuna göre aynı anda veya aynı temizlik süresi içinde verilen üç talâk üç talâk olarak geçerli olur. Böylece koca bütün boşanma haklarını kullanmış olmaktadır. Hz. Ali, îbn Mes’ûd, Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye, Zeydiyye mezhebi hukukçularına, İbn İshak, İbn Teymiyye, İbn Kayyim’e göre aynı anda veya aynı temizlik süresi içinde verilen üç talâk bir talâk olarak kabul edilir. Bu durumda eşler isterlerse belirli şartlarla evlilik birliğine geri dönebileceklerdir. Şîa-İmâmiyye hukukçularına atfedilen bir üçüncü görüşe göre ise bir temizlik süresi içinde yapılan üç talâk sünnete aykırıdır, bid’attır; hiç geçerli değildir.

Klasik doktrinin gereği olarak talâk hakkının kocaya ait görülmesi ve onların da bunu amacı dışında ve kimi defa bir tehdit vasıtası olarak kul­lanmaları günümüzde toplumsal sağ duyu tarafından hoş karşılanmayan ba­zı sonuçları da beraberinde getirmektedir. Boşama tehdidi, üçten dokuza şart etme gibi uygulamalar, toplumumuzda yaygın olarak görülmekte ve bunun sonucunda ya bu yönde gerçek bir arzu olmadığı halde aileler dağılmakta ya da evliliği kurtarmak için meşruluğu söz götürür, olmadık formüllere baş­vurulmaktadır. Her iki sonucun da arzu edilir bir durum olmadığı açıktır. Günümüzde boşanma yetkisi ve bu yetkinin kullanımı sadece kocayı veya eşleri ilgilendiren özel bu hak kullanımı olmaktan çıktığı, bu konuda kocama iradesini bertaraf etmeyen fakat toplumsal sağ duyunun beklentilerine uy­gun olan, dinin de ilkelerine ters düşmeyen bazı objektif çözüm ve düzenle­melere ihtiyaç bulunduğu da açıktır. Çağımızda İslâm ülkelerinde bu alanda gündeme gelen fıkhı tartışmalar, İslâm hukukçularının objektif ve sağ du­yulu çözüm önerileri ve yapılagelen hukukî düzenlemeler de böyle bir top­lumsal gerçeklikten ve ona dayalı ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Ortaya mâkul ye sağ duyulu çözümler koymak İslâm hukukçuları açısından artık kaçınılmaz bir sorumluluk olmuştur. Bu sayede, yaşanan çirkinliklerin ve yanlışların önünü almak ve boşanma işini tarafların sorumluluğu yanında objektif usullere havale etmek mümkün olabilecektir.

c) Boşama Çeşitleri

İslâm hukuk doktrininde boşama dönülebilir olup olmamasına göre ric’î ve bâin, sünnete uygun olup olmayışına göre de Sünnî ve bid’î boşama ad­larını alır ve her biri farklı hukukî değerlendirmelere konu olur.

1. Ric’î Talâk

Kocaya yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan boşadığı karısına dönme imkânı veren boşama türüne dönülebilir boşama anlamında “ric’î talâk” denir. Bir ric’î talâktan bahsedebilmek için evliliğin zifafla fiilen başlamış bulunması ve Hanefîler’e göre boşamanın sarih sözlerle ve şiddet ve mübalağa ifade etme­yen bir tarzda yapılmış olması gerekmektedir. Ayrıca bu boşamanın üçüncü boşama olmaması da şarttır. Bu durumda koca, iddet süresi içerisinde dilerse eşine geri dönebilir. Bunun için yeni bir nikâh yapmaya, yeni bir mehir ödemeye gerek yoktur. Esasen bu özelliğinden dolayı bu boşama türüne ric’î talâk denmiştir. Dönme kocanın açık bir beyanla karısına geri döndüğünü söylemesiyle olabileceği gibi, evlilik yaşamına fiilen geri dönmesiyle de ola­bilir. Bu özelliği dolayısıyla ric’î talâkta eşler derhal birbirlerinden ayrılmak zorunda değildirler. Dönmenin şahitlerle tesbit edilmesi İmam Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel’in bir görüşüne, İbn Hazm’a ve bazı Şiî hukukçulara göre şarttır. Diğer mezhepler bunu şart olarak kabul etmezler, müstehap sayarlar.

Ric’i talâkta evlilik iddet süresince de devam ediyor kabul edilir. Bu se­beple dönüş hakkının da bu süre içinde kullanılması gerekir. Bu süre dönüş yapılmadan geçirilirse iddetin bitimiyle ric’î talâk bâin talâka dönüşür. Dolayısıyla geri dönmek için artık bâin talâkta aranan şartlar geçerli olur.

Evliliğin iddet bitimine kadar devam edecek olması miras ve mehir hu­kuku açısından da önemlidir. Boşanma vadeli mehirin vadesi iddet bitene kadar gelmediği gibi, taraflardan birisinin ölmesi durumunda evlilik devam ettiği için sağ kalan eş diğerine mirasçı olur.

2. Bâin Talâk

Kocaya boşadığı eşine ancak yeni bir nikâhla dönme imkânı veren bo­şanma şeklidir. Bu boşama kocanın eşini üçüncü boşaması ise yeni bir ni­kâh da tarafların bir araya gelmesi için yeterli değildir; aralarında büyük ayrılık denilen beynûnet-i kübrâ meydana gelmiştir. Kadının daha önce belir­tildiği üzere bir başkasıyla geçerli bir evlilik yapmadan ilk eşine dönmesi mümkün değildir.

Hangi tür boşamalar bâin talâktır? Nikâh yapılıp zifaf yapılmadan meyda­na gelen boşanmalar, tarafların anlaşarak boşanmaları (muhâlea) veya koca­nın üçüncü boşama hakkını kullanarak yaptığı boşama bâin talâktır. Bunların dışında Hanefîler’e göre kocanın kinayeli sözlerle ve şiddet ve aşırılığı ifade eden kelimelerle yaptığı boşamalar da bâin talâk olarak kabul edilir. Şafiî ve Hanbelî hukukçular bu tür boşanmaların ric’î talâk olduğu görüşündedirler.

Bâin talâk evliliğe derhal son verir; eşler birbirlerinden hemen ayrılmak zorundadırlar. Öte yandan evlilik kesin olarak sona erdiğinden boşanma va­deli mehirin vadesi gelmiş kabul edilir. Boşanmış eşler artık birbirlerine mirasçı da olmazlar. Bunun tek istisnası ölümcül bir hastalığa yakalanan ko­canın eşini onun rızâsını almadan bâin talâkla boşamasıdir. Bu durumda ko­canın eşini mirasından mahrum etme niyetiyle boşadığı kabul edilir ve bu bir hakkın kötüye kullanımı addedilerek korunmaz. Boşanma her halükârda geçerlidir, ancak koca öldüğünde kadın sanki boşanmamış gibi kocasına mirasçı olur. Yalnız kocanın ölümünün kadının iddet bekleme süresi içinde vuku bulması gerekmektedir. Ahmed b. Hanbel’e göre kadın ilk kocasının ölmesinden önce bir başkasıyla evlenmemiş ise ölüm kadının iddeti bittikten sonra da gerçekleşse kadın kocaya mirasçı olur. İmam Mâlik ise daha ileri giderek kadın başka bir erkekle evlenmiş de olsa ilk kocasına mirasçı olur demektedir. Ölümcül hastalık (maraz-i mevt) kişiyi normal işlerini yapmak­tan alıkoyan ve hastalığın başlangıcından itibaren bir yıl içinde ölümle niha­yet bulan hastalıktır. Böyle bir durumda ölümcül hastanın yapmış olduğu üçüncü şahıslara zarar veren bazı hukukî işlemler, içinde bulunduğu hâlet-i ruhiye ile yapıldığı göz önüne alınarak geriye dönük olarak iptal edilir. Burada da boşama değil, mirasa ilişkin sonuçlan iptal edilmiştir. Ne var ki bu örnekte ölümcül hasta değil de kadın bir sebeple ölürse boşama geçerli olduğundan koca ölen karışma mirasçı olamaz.

3. Sünnî Talâk

Boşama, Kur’an’daki genel ilkelere ve Hz. Peygamberin bu yöndeki açıklama ve tavsiyelerine uygun olarak yapılıp yapılmadığına göre Sünnî ta­lâk, bid’î talâk şeklinde de tasnif edilmektedir. Bu ayırım hukukî olmaktan ziyade dinî-ahlâkî boyutlu bir ayırımdır ve esas itibariyle, kocanın objektif hukukî kriterlere bağlanamamış boşama yetkisini onun dindarlığına havale ederek kısıtlama ve sınırlama amacı gütmektedir.

İsminden de anlaşılacağı üzere Sünnî boşama Hz. Peygamber’in bu ko­nuda getirdiği ölçü ve sınırlamalara riayet edilerek yapılan boşama şeklidir. Her şeyden önce Sünnî boşanmanın ric’î talâk olması gerekmektedir. Burada evlilik birliğine geri dönüş kapısının kapatılmaması ve taraflara, daha doğru­su eşini tek taraflı irade beyanıyla boşayan kocaya yeni bir düşünme imkânı tanınmak istenmektedir. Ayrıca kadının temizlik süresi başladıktan sonra ancak onunla cinsî ilişkide bulunulmadan boşanması ve bu boşamanın bir boşama olması gerekmektedir. Bu da yine aynı hedefe, evlilik birliğini ko­ruma hedefine yöneliktir. Hanefîler her temizlik süresi içinde bir boşama ve ardarda üç temizlik süresi içinde üç boşama gerçekleştirip neticede büyük ayrılığın meydana gelmesini de Sünnî talâk kabul ederler.

4. Bid’î Talâk

Bid’at tabiri, Sünnet’in mukabili ve zıttı olarak da kullanılmakta oldu­ğundan burada bid’î talâk, Sünnet’e aykırı biçimde gerçekleştirilen boşamayı ifade etmektedir. Bu bakımdan genel olarak Sünnî olmayan her talâk bid’î kabul edilir. Kişinin temizlik süresi dışında veya temizlik süresi içinde ol­makla birlikte karısıyla cinsel ilişkide bulunduktan sonra veya aynı temizlik süresi içinde birden fazla boşama durumunda ortada Sünnet’e uygun olmayan yani bid’î bir boşanma vardır.

Talâkın Sünnî-bid’î ayırımın sonuçları hukukçuların büyük çoğunluğuna göre hukukî olmaktan ziyade dinîdir. Yani Sünnet’e uygun olmayan boşa­malar da dinen hoş görülmemekle birlikte hukuken geçerlidir. Ancak Şiî-İmâmiyye hukukçularına ve Zâhirîler’den İbn Hazm’a göre bid’î talâk hiç ge­çerli değildir. İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevziyye’ye göre aynı temizlik süresi içinde birden fazla olarak gerçekleştirilen bid’î talâk bir talâk olarak geçerlidir.

d) Şartlı Boşama

Kocanın boşama iradesini ortaya koyan beyanı kayıtsız ve şartsız olabi­leceği gibi bir şarta (ta’ilîkî şart) veya vadeye de bağlanabilir. Bu yönüyle boşama evlenmeden ayrılmaktadır.

Boşanmanın bir şarta bağlanması durumunda bu şart ne zaman gerçek­leşirse boşanma da hükümlerini o zaman doğurur. Bu şart gerçekleşene ka­dar evlilik bütün sonuçlarıyla birlikte devam eder.

Şartlı talâkın sözün ifade ettiği anlamı kuvvetlendirmesi için yemin yeri­ne kullanıldığı da vâkidir. Bu durumda hukukçuların ekserisine göre bu da geçerli bir şartlı talâktır; şart yerine geldiğinde boşanma gerçekleşir. Ne var ki İkrime, Şüreyh, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi bazı hukukçulara göre bu geçerli bir şartlı talâk değildir; dolayısıyla şart tahakkuk etse de boşanma gerçekleşmez. Sadece yerine getirilmediği için yemin kefareti gerekir.

Boşanmanın bir vadeye bağlanması durumunda da vade geldiğinde bo­şanma gerçekleşmiş olur.

C) Karşılıklı Rızâ İle Boşanma

Eşlerin evlilik birliğini karşılıklı anlaşarak sona erdirmeleri de caizdir. Böyle bir boşanma teklifi genellikle kadından gelir. Çünkü İslâm hukukunun klasik sisteminde, dinî kayıt ve sınırlamalar hariç tutulur da sadece hukukî sonuç ölçü alınırsa, kocaya tek taraflı bir irade beyanıyla karısını boşama yönünde neredeyse mutlak nitelikte bir hak ve yetkisi tanınmıştır. Boşan­mayı kadın arzu ederse bu emeline mahkemeden bir boşanma karan elde ederek veya kocasıyla anlaşarak ve onu razı ederek ulaşabilir. Bunun için kadın genellikle birikmiş nafaka, mehir, iddet nafakası alacağı gibi bazı ala­caklarından vazgeçer. Ancak eşler bunlardan farklı bir bedel veya menfaat üzerinde de anlaşabilirler. Eşinden boşanan annenin çocuklarına bir müd­det ücretsiz süt vermesi, bakıp büyütmesi buna örnek gösterilebilir. Bu ta­mamen karı kocanın karşılıklı anlaşmalarına bağlıdır. Evlilik birliğini bu şe­kilde sona erdirmeye muhâlea veya hul’ denilir. Şu kadar var ki muhâleaya yol açan geçimsizlik kadından kaynaklanıyorsa kocanın vermiş oldu­ğu mehirden fazlasını, eğer erkekten kaynaklanıyorsa vermiş olduğu mehiri alması dinen hoş karşılanmamıştır. Hatta Mâlikîler bu son durumda kocanın karısından herhangi bir mal almasını caiz görmezler, almışsa iade etmesi gerekir derler.

Ancak muhâleanın geçerli olabilmesi için kadının sadece âkil ve baliğ olması yetmez; ayrıca reşid olması da gerekmektedir. Çünkü muhâlea kadın bakımından lehte de aleyhte de olması söz konusu olan bir hukukî işlemdir; dolayısıyla muhâlea talebinde bulunan kişinin malî işlemler bakımından da tam ehliyetli olması gerekir. Muhâlea bâin talâk sayılır ve bununla bir bâin talâk hakkı kullanılmış kabul edilir.

D) Mahkeme Kararı İle Boşanma

Evlilik birliğinin sona ermesinin bir diğer şekli eşlerin mahkemeye baş­vurarak hâkim kararıyla boşanmalarıdır. Bu şekilde kazâî boşanmaya çağ­daş İslâm hukuku literatüründe tefrik denilir. Bu tür boşanmanın öncekiler­den en önemli farkı bunun ancak bir hâkim kararıyla gerçekleşmesi ve hâ­kimin de ancak belirli sebeplerin varlığı durumunda boşanmaya karar vere­bilmesidir. Halbuki önceki iki boşanma şeklinde de bir hâkim hükmüne ge­rek olmadığı gibi, boşanmanın gerçekleşebilmesi için belirli sebeplerin varlığı da şart değildir.

İslâm toplumunda adliye teşkilâtının gerek kuruluş gerekse hukukî ihtilâflardaki rolü itibariyle ileri dönemlerdekine denk bir yaygınlık kazanmadığı ilk dönemlerde hakemler, taraflar arası hukukî çekişmelerin halledilmesinde aktif bir rol üstlenmişlerdi. Ancak hakemin boşamaya karar vermesi, koca­nın ona bu içerikte bir vekâlet vermesine bağlı olduğu gibi hakemin nelere yetkisi olduğu da fıkıh ekollerine göre farklılık taşır. Bununla birlikte hakem kararı ile evliliğin sona ermesi de, tarihsel işlevi itibariyle hâkim kararı ile boşanma grubunda mütalaa edilebilir.

a) Kazâî Boşanma Sebepleri

Fıkıh mezheplerinin kabul ettiği boşanma sebepleri birbirinden farklıdır. Bu konuda en dar kabul Hanefî mezhebininkidir. En geniş yorum ise Mâliki ve Hanbelî mezheplerine aittir.

Bütün Sünnî mezhepleri göz önüne alındığında İslâm hukukunda kabul edilen boşanma sebepleri şu başlıklar altında ele alınabilir:

1. Hastalık Ve Kusur

Evlilik birliğinin devam ettirilmesini zorlaştırıcı nitelikteki hastalık ve ku­surlar kazâî boşanma sebebi sayılmaktadır. Ancak hangi tür hastalıkların bu nitelikte sayılacağı İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Burada ikili bir ayırım yapılır:

  1. Erkekte bulunan hastalık ve kusurlar. Bundan maksat kocada iktidar­sızlık vb. gibi cinsî münasebete engel bir hastalık ve kusurun bulunmasıdır. Bu tür hastalık ve kusurların bir boşanma sebebi olduğunda hukukçular görüş birliği içindedirler. Aslında Hanefî hukukçulardan Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf sadece bu gruba giren hastalık ve kusur sebebiyle kadının kocasından boşanmasını’ kabul eder. Burada boşanmanın kabul edilmesi bu tür hastalık ve kusurlar yüzünden eşin zarar görmesi sebebiyledir. Boşanma ile bu zarar bertaraf edilmiş olmaktadır. Bu gruba giren bir hastalığın kadında bulunması halinde kocanın boşama hakkı olduğundan ayrıca tefrik imkânından söz etmeye gerek yoktur.
  2. Delilik, cüzzam vb. hastalıklar. Eşlerden iki taraf için de söz konusu­dur. Bu tür beraber yaşamayı imkânsız veya meşakkatli hale getiren hasta­lıklar Hanefî hukukçulardan İmam Muhammed ile diğer mezhep hukukçuları tarafından bir boşanma sebebi olarak kabul edilmiştir. İmam Muhammed’e göre bu tür bir hastalık sebebiyle ancak kadın boşanma talebinde bulunabi­lir; kocanın esasen talâk hakkı bulunduğundan mahkemeye başvurup bo­şanma talep etmesine gerek yoktur. Diğer mezhep hukukçuları ise her iki tarafın da bu sebeplere dayanarak boşanma talep edebileceği görüşündedir­ler.

Bu tür bir hastalık ve kusur sebebiyle boşanma talebinde bulunabilmesi için eşin evlilik anında bu hastalık veya kusurdan haberdar olmaması, öğ­rendikten sonra da razı olmamış bulunması gerekir. Aksi halde eşin boşan­mayı talep hakkı düşer.

Genellikle bu hastalıklar sebebiyle boşanma için başvurulduğunda has­talık iyi olabilecek gibi ise hâkim boşanmayı bir yıl tecil eder, iyi olma ümidi yoksa derhal boşanmaya hükmeder. Bu tefrik de bir bâin talâk kabul edilir.

Kâdî Şüreyh, îbn Şihâb ez-Zührî ve Ebû Sevr gibi bazı hukukçular bo­şanma sebebi sayılan hastalık ve kusurları bunlarla sınırlı tutmazlar. Karşı tarafta nefret uyandıran veya beraber yaşamayı zarar verici kılan her türlü hastalık ve kusur diğer taraf için bir boşanma sebebidir derler.

2. Kocanın Nafakayı Temin Etmemesi

Kocanın eşinin nafakasını temin etmemesi belirli şartlarla bir boşanma sebebidir. Kocanın nafakayı temin etmemesi iki şekilde olur; Ya koca gücü

yettiği halde karısının masraflarını karşılamaz veya gücü yetmediği için kar­şılayamaz. Bunun boşanma hukuku bakımından doğurduğu sonuç farklıdır.

Her şeyden önce belirtilmelidir ki Hanefî mezhebine göre kocanın eşinin masraflarını karşılamaması veya karşılayamaması bir boşanma sebebi değil­dir. Bu mezhepte koca nafaka yükümlülüğünü yerine getirmiyorsa kadın mahkemeye başvurarak kendisi için nafaka takdir ettirir. Yukarıda geçtiği üzere bu nafakayı tahsil için hukukun kendisine tanıdığı imkânlardan yarar­lanır. Ancak diğer üç mezhep aralarında farklılıklar olmakla birlikte koca karısının nafakasını temin etmez ve bu nafakayı karşılamak üzere görünen, bilinen bir malı da olmazsa kadının hâkime müracaatla boşanma talebinde bulunmasını kabul ederler. Karısının nafakasını karşılamadan onu evlilik birliği içinde tutmayı Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça yasaklanan “zarar vererek kadınları tutmak” [390]şeklinde yorumlarlar. Şu kadar var ki İmam Mâlik kocasının fakirliğine razı olan kadının sonradan tefrik talebinde bulunamayacağını söyler. Benzer bir görüş İbn Kayyım el-Cevziyye tarafındanda ileri sürülmektedir. Ona göre kadın fakirliğini bilerek evlendiği veya sonradan fakir düşen kocasına karşı nafaka yükümlülüğünü yerine getir­memesi sebebiyle boşanma talebinde bulunamaz. Ancak koca fakirliğini gizlemiş ve kendini varlıklı göstermiş ise bu durumda kadın boşanma tale­binde bulunabilir.

Bu tür ayrılık İmam Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel’e göre bir fesih, İmam Mâlik’e göre bir ric’î talâktır. Ancak bu son görüşte kocanın eşine geri dönüş hakkını kullanabilmesi için karısına karşı nafaka yükümlülüğünü yerine getirecek durumda olması gerekir.

3. Terk Ve Gaiplik

Burada birbirinden farklı iki durum söz konusu olmaktadır; terk ve gaip­lik. İslâm hukuku literatüründe terk gaip olma, gaiplik de mefkud olma te­rimleriyle anlatılmıştır.

Bugünkü hukukta gaiplik olarak ifade edilen mefkud olma hali nerede olduğu, ölü mü diri mi bulunduğu bilinmeyen kimsenin durumudur. Bu kim­senin ölümüne hükmedilebilmesi için Ebû Hanîfe ve Şafiî’ye göre doksan yaşına kadar veya yaşıtları hayatta olduğu sürece beklenir; bilâhare ölümü­ne hükmedilir. Bu iki mezhebe göre gaiplik bir boşanma sebebi değildir; ka­dın kocasının ölümüne hükmedilinceye kadar kocasını beklemek zorundadır. İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel ise gaibin ölümüne hükmedilme dışında, bunu bir boşanma sebebi olarak da kabul etmişlerdir. İmam Mâlik’e göre kocadan son haber alınma tarihinden itibaren dört sene geçtiğinde kadın sırf bu sebeple kocasından boşanmayı talep edebilir. Ahmed b. Hanbel “kadın kocasının ölümü için kuvvetli bir karine varsa dört yıl geçtikten sonra bo­şanma talebinde bulunabilir” der. Böyle kuvvetli bir karinenin bulunmadığı durumlarda ise kadın ölümüne hükmedilinceye kadar kocasını beklemek zorundadır.

Kocanın sağ olduğunun bilinmesi durumunda evine dönmemesi gaip olma şeklinde değerlendirilmiştir. Hanefî ve Şâfîîler bu durumu da bir bo­şanma sebebi olarak kabul etmezler. Mâlikî ve Hanbelîler ise tam tersine bu durumda daha kolay bir tarzda terkedilen kadına boşanma hakkı tanımışlar­dır. Yalnız Hanbelîler bu gaipliğin bir mazeret sebebiyle olmamasını şart ko­şarlar. Kocanın eve dönmemekte kabul edilebilir bir mazereti varsa kadın boşanma talebinde bulunamaz. Mâlikiler’e göre gaiplik bir sene veya daha fazla, Hanbelîler’e göre altı ay veya daha fazla sürerse hâkim belirli şartlarla boşanmaya hükmeder. Bu ayrılık Mâlikîler’e göre bir bâin talâk, Hanbelîler’e göre fesihtir. Hukûk-ı Aile Kararnamesi’nde Mâlikî mezhebinin görüşü ter­cih edilerek kadına tefrik hakkı verilmiş, kadın için gaip olan kocanın ölüm ihtimalinin kuvvet derecesine göre dört ve bir yıl bekleme süresi öngörül­müştür (md. 127).

4. Fena Muamele Ve Geçimsizlik

Hanefîler ve Şâfıîler’e göre kocanın eşine fena muamele etmesi, eşler arasında şiddetli geçimsizlik bir boşanma sebebi değildir. Böyle bir durumda gerek iki tarafın akrabalarından oluşan hakem heyeti gerekse mahkeme tarafların arasını bulmaya çalışırlar. Ancak bu mümkün olmaz koca da karısını boşamaya veya muhâleaya yanaşmazsa bu iki mezhepte hukuken yapıla­cak fazla bir şey yoktur. Osmanlı Devleti’nde uzun yıllar Hanefî mezhebinin resmî mezhep olarak yürürlükte olması bu açıdan bazı problemler ortaya çı­karmamış değildir. Kadınlar istemedikleri evliliklerden kurtulmak için bazan hukukun imkânlarını zorlamışlar, bazan da hukuk dışı yollara yönelmişler­dir. Mâlikî ve Hanbelî hukukçulara göre ise kocanın karısına fena muamele etmesi ve aralarında geçimsizlik olması durumunda belirli şartlarla bu durum bir boşanma sebebidir.

Mâlikîler’e göre kocasının kendisine fena muamelede bulunduğu kadın hâkime başvurup boşanma talebinde bulunabilir. Bu iddiasını ispat ederse hâkim derhal boşanmaya karar verir. Ancak kadın kocasının kötü muamelede bulunduğunu ispat edemez, fakat bu sebeple boşanma talebinde de ısrar ederse hâkim her iki tarafın ailesinden uygun birer kişiyi hakem olarak se­çer. Bu hakemler tarafların arasını ıslah etmeye gayret ederler. Bu mümkün olmazsa boşanmaya hükmederler. Eğer ailedeki geçimsizliğin sebebi koca ise hakemler bâin talâka, kadın ise muhâleaya hükmederler. İkisi arasındaki fark şuradadır ki bâin talâkta boşanmanın malî yüklerini koca üstlendiği halde, muhâleada bu yüklerden tamamen veya büyük ölçüde kurtulmuş olur. Hanefîler ve Şâfiîler’le Mâlikî ve Hanbelîler arasında hakem tayininde en önemli fark gerektiğinde hakemlerin boşanma kararını verebilip verememe­lerinde yatmaktadır. Önceki iki mezhepte eğer koca boşanma konusunda bir yetki vermemişse hakemlerin boşama yetkisi olmadığı halde, sonraki iki mezhepte bu yetki vardır. Mâlikîler’e göre bu boşama bir bâin talâktır.

b) Liân

Karısının zina ettiğini veya çocuğunun zina mahsulü olduğunu iddia e-den ve bu iddiasını gerektiği şekilde ispat edemeyen koca hâkim huzurunda hususi bir şekilde yeminleşir ve evlilik birliğine hâkim tarafından son verilir. Kur’an’da da ana hatlarıyla temas edilen bu prosedüre [391]İslâm hukukunda liân denilir. Liân sonunda hâkim tarafların arasını tefrik eder. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre bu bir bâin talâk hükmünde ise de Hanefiler’den Ebû Yûsuf a ve diğer mezhep imamlarına göre taraflar birbir­lerine ebedî olarak haram olurlar.

c) İlâ

Kocanın dört ay veya daha fazla karısına yaklaşmayacağına dair yemin etmesi veya bu içerikte bir nezirde bulunmasına ilâ denilir. Hanefîler’e göre koca bu süre içinde karısıyla bir araya gelirse, yemin etmişse yemin kefareti, nezirde bulunmuşsa adadığı o şey gerekli olur. Şayet koca bu süre içinde karısına dönmezse hâkimin kararma ihtiyaç kalmadan kadın bir bâin talâkla boşanmış sayılır.

Hanefîler hariç diğer üç mezhebe göre îlâ vukuunda sadece dört ayın geç­mesiyle talâk meydana gelmez. Koca dönüş veya talâktan birini seçmek zo­rundadır, değilse kadının başvurusu üzerine hâkim evlilik birliğine son verir.

E) Değerlendirme

İslâm hukukunun klasik doktrininde mehir kadının, boşama da erkeğin hakkı olarak görülür ve bu iki hak birbiriyle dengelenir. Bunun için de koca karısını boşarken herhangi bir hukukî kayıt ve şarta tâbi tutulmamıştır.

Konunun hukukî veçhesi böyle olmakla birlikte İslâm’ın ferde yüklediği dinî ve vicdanî sorumluluk duygusu, müslüman bireyin kazandığı ahlâkî ve in­sanî meziyetler, İslâm toplumunun sağlıklı örgüsü ve olumlu kamuoyu ve baskısı erkeğin boşama hakkını keyfî şekilde kullanmasına imkân verme­miş, kadının haklarının korunması yönünde çoğu zaman yeterli bir güvence teşkil etmiştir. Yine Kur’an’da boşamalarda şahit bulundurulması istenerek [392]erkeğin fevrî ve haksız boşama iradesi frenlenmek istenmiş­tir. İslâm hukukçularının çoğunluğu âyetteki bu emri, mevcut geleneği de göz önünde bulundurarak tavsiye olarak anlamış, diğer bir grup ise bunu yerine getirilmesi gerekli bir emir niteliğinde görmüştür. Buna ilâve olarak İslâm hu­kukçuları kadınında boşama hakkını kullanmasını ve belli sebeplerin varlığı halinde kazâî boşanma için mahkemeye başvurabilmesini ve bu yolla evliliğin sona ermesini benimseyerek erkeğin söz konusu boşama hakkına bir başka sınırlama getirmiştir. Çünkü bireyler için mutlak haktan söz edilemeyeceği gi­bi hakkın kullanımının belli sınırlarının bulunması da kaçınılmazdır. Ne var ki Hanefî ve Şafiî hukukçuları kadına boşanmayı talep hakkı veren sebepleri çok sınırlı tutarken Mâliki ve Hanbelî hukuk ekolleri evlilik birliğinin sağlıklı şe­kilde sürdürülmesini engelleyen veya zorlaştıran bütün sebepleri bu kapsama almıştır. Bu sebeplere yukarıda ana hatlarıyla değinilmiştir.

Mâlikî ve Hanbelî hukuk ekolünün bu konudaki esnek ve hoşgörülü tavrı Osmanlı’nın son döneminde çıkardan 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’ne de kaynaklık etmiştir. Kadını kocasının zulmüne ve haksız baskı­sına karşı korumayı, kendisi için çekilmez bir hal almış bulunan evlilik ba­ğından kadını kurtarmayı ve bu konuda hâkimi ve hakemi de devreye so­karak mâkul bir objektifliği sağlamayı hedef alan bu son görüş, gerçekten çağdaş kanunlardan on küsur asırlık bir önceliğe sahip ileri bir yaklaşımdır.

Batı’da asırlarca egemen olmuş Katolik hukukunda boşanma yasağını kısmen olsun yumuşatmayı sağlayabilmek için ayrılık müessesesi kabul edil­miş, zina sürekli ayrılık sebebi sayılırken irtidad, fena muamele, haysiyetsiz hayat sürme, eşinin sağlığını ve hayatını tehlikeye sokma gibi sebepler de ge­çici ayrılık sebebi sayılmıştır. Katolik hukukuna tepki olarak doğan ve boşan­ma imkânı getiren Protestan hukukunda zina, terk, evlilik vazifelerini ifadan kaçınma, cana kast ve fena muamele birer boşanma sebebi kabul edilmiştir. Bunun için de Batı kanunlarındaki boşanma sistemi ve sebepleri temelde Ka­tolik ve Protestan hukukuna ve geleneksel Hıristiyanlığa dayanmaktadır.

Günümüzde ailenin aldığı önem, sosyal yapının sağlamlığı ile ailenin sağ­lamlığı arasındaki kopmaz bağ, dinî, kültürel ve ahlâkî değerlerin yerleştirilip yaşatılmasında ailenin üstlendiği görev, çocukların eğitimi açısından ailenin hayatî fonksiyonu göz önünde bulundurulursa, evliliği sadece iki tarafı ilgi­lendiren özel bir ilişki evlilik birliğine son vermeyi de sadece kocaya ait bir hak ve yetki olarak görmek ve toplumun evlenmeye-boşanmaya hiç müda­hale etmemesini istemek doğru olmaz. Bunun için de, evlilik birliğine son vermek isteyen kadının irade ve talebinin de aynı şekilde değerlendirmeye alınması, hatta kamu düzeninin ve kanunların boşanmalarda bir tarafın ira­desi kadar karşı tarafın konumunu da gözetmesi, hakkın kötüye kullanılma­sını önlemesi, taraflara ispat ve savunma hakkı tanıması, boşanmayla mağ­dur olacak taraf ve şahısların haklarını koruma altına alması gayet tabiidir ve gereklidir. Ancak bu müdahalede ölçünün kaçırılması, daha da önemlisi taraflardan birinin evlilik birliğini sona erdirme yönündeki açık ve kesin ira­desi göz ardı edilerek tarafların artık çekilmez hal almış ve anlamını yitirmiş bir evliliğe zorlanması savunulamaz. İster taraflar ister kanun ve toplum adına yapılsın böyle bir zorlamayı haklı görmek de oldukça zordur. Bu itibarla Hu­kuk-ı Aile Kararnâmesi’nin İslâm hukuk doktrinindeki alternatif görüşler için­den eklektik bir metotla alıp benimsediği kazâî boşanma sistemi, aile meclisi ve hakem uygulaması iki uç çizgi arasında dengeyi gözeten orta bir çözüm niteliğindedir.

IV. EVLİLİĞİN SONA ERMESİNİN SONUÇLARI

Evliliğin sona ermesinin birtakım sonuçları, tıpkı evlilik gibi erkek ve kadına yüklediği birtakım hak ve borçlar vardır. Bunlardan en önemlileri iddet ile iddet nafakasıdır.

A) İddet

Boşanma, evliliğin feshi ve ölüm gibi bir sebeple evliliğin sona ermesi durumunda kadının yeni bir evlilik yapmadan önce beklemesi gereken süre­ye iddet denir. Gerçi iddeti esas itibariyle evliliği sona eren kadın beklemekteyse de dört kansı olup da bunlardan birisini boşayan veya boşadığı karısı­nın (onunla tek nikâh altında birleştirilemeyecek derecede) yakın bir akrabasıyla evlenmek isteyen erkek de evlenmeden önce boşadığı karısının iddetinin bitmesini beklemek zorundadır.

Geçerli (sahih) evlenmeden sonra zifaf veya sahih halvet, fâsid evlen­meden sonra zifaf gerçekleşir, daha sonra eşler aynlırlarsa kadının iddet beklemesi gerekir. Öte yandan geçerli bir evlenmeden sonra koca ölürse zifaf veya sahih halvet şartı aramaksızın kadın ölüm iddeti beklemek zorundadır.

İddet kadının önceki kocasından hamile olup olmadığının anlaşılması, buna ilâve olarak ölüm iddetinde ölen kocasına hürmet ve ric’î talâkta koca­ya yeniden düşünme imkânı vermesi düşünceleriyle emredilmiştir. Diğer bir anlatımla iddet, esas olarak kadının hamile olup olmadığının ortaya çıkması amacına yönelik olmakla birlikte onun sadece bu amaçla sınırlandırılması doğru değildir. Ölüm iddetinde bunun yaratılış açısından erkeklere göre daha duyarlı ve yuvaya daha bağlı olan kadının ölmüş kocasının hâtırasına saygı ve yuvaya bağlılık simgesi olarak, boşanma iddetinde ise toplumun kötü zanda bulunmasını engellemeye, dolayısıyla kadının saygınlığının devamını sağlamaya yönelik bir önlem olarak değerlendirilmesi mümkündür. Bu iti­barla, kadının hamile olup olmadığının tıbben anlaşılabildiği öne sürülerek, iddet beklemeye artık gerek bulunmadığı ileri sürülemez.

İddeti ona sebebiyet veren olaya göre ikiye ayırmak gerekir. Ölüm iddeti, boşanma veya fesih iddeti.

  1. a)Ölüm İddeti.Kocası ölen kadınların bekledikleri iddettir. Bunlar eğer hamile iseler iddetleri doğumla biter; isterse bu doğum kocanın ölümünden çok kısa bir süre sonra gerçekleşsin. Eğer hamile değillerse bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre dört ay on gündür. Fâsid (geçersiz) bir nikâhla evli olanlar ölüm iddeti beklemezler.

Hamile olmayan eş ric’î talâk iddeti beklerken koca ölürse boşanma iddetini terkederek ölüm iddeti beklemeye başlar. Bâin talâk iddeti bekleyen kadın ise ölüm iddeti beklemez; başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar.

  1. b)Boşanma veya Fesih İddeti.Boşanmış veya bir eksiklik sebebiyle nikâhı feshedilmiş olan kadınların beklemeleri gereken iddettir. Fâsid nikâh sebebiyle nikâhı feshedilenlerin iddet beklemeleri ancak evliliklerinin zifafla fiilen başlaması durumunda söz konusudur. Bu grupta yer alan kadınların bekleyecekleri iddet süresi hamile olup olmamalarına göre değişmektedir. Hamile iseler iddetleri doğumla biter, değillerse ve normal olarak hayız görü­yorlarsa iddet süreleri üç hayız süresidir. Kadın hayizlı iken boşanırsa bu ha­yız hesaba katılmaz. Bu Hanefî ve Hanbelîler’in kabul ettiği görüştür. Mâlikî ve Şâfıîler’e göre bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre üç temiz­lik müddetidir. Bu farklılığın sebebi “Boşanmış kadınlar kocalarıyla ilişkide bulunmaksızın üç kar’ süresi beklesinler” [393]âyetindeki kar’ sözcüğünün çift anlamlı (hayız ve temizlik) olması ve Hanefî ve Hanbelîler’in bunu hayız, Mâlikî ve Şâfıîler’in de temizlik olarak anlamaları yüzündendir.

Küçüklüğünden veya yaşlılığından dolayı hayız görmeyen kadınların iddeti ise üç aydır. Bu iki dönem (15-55 yaş) arasında olup da herhangi bir sebepten dolayı hiç hayız görmeyen veya bir ya da iki defa görüp de bilâ­hare görmeyen kadınların (mümteddü’t-tuhr) bekleyecekleri iddet süresi ko­nusunda mezhepler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Ebû Hanîfe’ye göre bu kadın hayızdan kesilme yaşı olan elli beş yaşma kadar bekler, daha sonra da tekrar üç ay beklemek zorundadır. Ebû Hanîfe’nin bu ihtiyatkârlığı bu durumdaki kadının hamile olmadığının kesin olarak tesbit arzusuna da­yanmakta ise de bugünkü tıbbî bilgiler ışığında bu ölçüde bir ihtiyata artık gerek yoktur. Kaldı ki bu ölçüde bir ihtiyat hem boşandıkları halde karısına iddet nafakası ödemeye devam eden koca, hem de ne evli ne de bekâr sayı­lan kadın için son derece mahzurlu ve meşakkatlidir. Üstelik kötü niyetli kadınlar için suistimal edilmeye açık bir yoldur. Böyle durumlarda Mâlikîler’in görüşü daha uygun görünmektedir. Mâlikîler’e göre bu durumdaki ka­dınların iddeti sadece on iki aydır. İddet esas itibariyle önceki evlilikte oluşan çocuğun nesebini korumaya yönelik olduğuna göre on iki aylık bir süre bu gayeye fazlasıyla hizmet etmektedir.

B) İddet Nafakası

İddet beklerken kadınların nafakaları belirli şartlarla kocaları üzerinedir. Hanefîler’e göre ric’î ve bâin talâk ve istisnaları olmakla birlikte fesih iddeti bekleyen kadınların yiyecek, giyecek, mesken vb. ihtiyaçlarının giderilmesi boşayan kocasına aittir. Mâlikî ve Şâfıîler ric’î talâk ve kadının hamile olma­sı halinde bâin talâk iddetinde kadının nafakasının kocaya ait olduğunu söylemekte iseler de kadının hamile olmadığı bâin talâk hallerinde böyle bir nafaka gerekliliğini kabul etmezler. Onlara göre bu durumda kadın için sa­dece mesken hakkı bulunmaktadır.

Ölüm iddeti bekleyen kadın için ise hukukçular hiçbir nevi nafakanın gerekmediğini söylemektedirler. Çünkü koca öldüğünde kişiliği ve böyle bir yükümlülük için gerekli olan vücûb ehliyeti sona ermektedir. Dolayısıyla çilen kocanın herhangi bir borca muhatap olması söz konusu değildir.

V. DOĞUM VE SONUÇLARI

İslâm hukukunda doğuma birtakım sonuçlar bağlanmış olup doğum sonrasında doğan çocuğun nesebinin sabit olması gibi bazı haklar veya onun beslenip büyütülmesi, akrabalar arası bakım mükellefiyeti gibi birtakım sorumluluklar söz konusu olabilmektedir.

A) Nesep

Geniş anlamda nesep bir kimsenin geldiği soy ile ilişkisini, kan ve hı­sımlık bağını ifade eder. Dar anlamda nesep ise çocuğun ana babasıyla hı­sımlık ilişkisidir.

a) Nesebin Sübûtu

Çocuğun kendisini doğuran kadınla nesep ilişkisi kendiliğinden sabittir. Buna karşılık babasıyla olan nesep bağının kurulması şu üç yoldan birisiyle mümkündür.

  1. Geçerli (sahih) bir evlilik.
  2. Fâsid bir evlilik veya evlilik şüphesiyle birleşme.
  3. İkrar. Bu üç yolu incelemeden önce nesebin tesbitinde önemli bir yeri olan hamileliğin süresi üzerinde bir nebzecik durmak ge­rekir.

Hamileliğin en az süresi hukukçuların ittifakıyla altı aydır. Âzami süre ise ihtilaflıdır. Bazı hukukçular dokuz ay, bir sene, bazıları iki sene olarak kabul eder. Hatta bunu dört seneye çıkaran hukukçular bile vardır. Hamileliğin âzami süresi ile ilgili olarak bu kadar farklı sürelerin öne sürülmesi bu ictihadların yapıldığı dönemdeki tıbbî bilgilerle yakından ilgilidir. Çünkü âzami süre konusunda ne âyette ve ne de hadiste herhangi bir rakam verilmiştir. Hukukçular, dönemlerinin bilgileri ve biraz da şahsî gözlemleri ışığın­da bu kadar farklı süreler öngörmüşlerdir. Bu konuda günümüzde tıbbın be­lirttiği süreyi esas almak gerekmektedir.

1.Geçerli Evlilik. Sahih (geçerli) bir evlilikte doğan çocuğun nesebi ko­caya bağlanır. Yalnız bunun için çocuğun evlilikten en az altı ay sonra doğ­muş olması, erkeğin âdeten baba olacak yaşta bulunması ve karı kocanın birleşmelerinin imkân dahilinde olması gerekir. Hanefîler nesebin sübûtu için ilk iki şartı yeterli görüp sonuncu şartı aramazlar.

Kocası vefat eden veya boşanma iddeti bekleyen ve iddetinin bittiğini bildirmeyen kadın, vefat veya talâktan itibaren âzami hamilelik müddeti içinde doğum yaparsa çocuğun nesebi kocaya bağlanır. Hatta talâk ric’î ise çocuk âzami hamilelik müddetinden sonra da doğsa nesep yine kocaya bağlanır, Kadın iddetinin bittiğini bildirmiş, fakat bu bildirim tarihinden iti­baren altı aydan daha kısa bir zaman içinde doğum yapmışsa her halükârda bu çocuğun nesebi kocaya bağlanır.

  1. Fâsid evlilik.Böyle bir evlilikte nesebin sübûtu için akid yeterli de­ğildir; fiilî birleşme de aranır. Çocuğun böyle bir birleşmeden en az altı ay veya daha fazla bir zaman geçtikten sonra doğmuş olması gerekir. Öte yandanfâsid nikâh üzerine meydana gelen ayrılıktan itibaren âzami hamilelik müd­deti içinde doğan çocukların nesebi de kocaya bağlanır.
  2. İkrar.Nesebin sabit olma yollarından birisi de ikrardır. İkrar yoluyla nesebin sabit olabilmesi için baba ile çocuk arasında bu ilişkiye uygun bir yaş farkının bulunması ve çocuk mümeyyizse onun da bu ikrarı kabul etmesi gerekmektedir.

Nesep bu üç yoldan hangisiyle sabit olursa olsun sonuçları itibariyle ay­nıdır.

b) Evlât Edinme

Bu konuda son olarak evlât edinmeye temas etmek gerekir. İslâm hu­kukunda kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukukî birtakım sonuçlar doğuran bir evlâtlık kabul edilmiş değildir. Şu anlamda ki, evlât edinenle evlâtlık arasında bu ilişki sebebiyle bir mah­remiyet doğmaz. Aynı şekilde evlât edilenin aslî nesebinin zayi edilmesi ve evlât edinenlerin nesebine kaydedilmesi ve buna bağlı olarak evlât edinenle evlâtlık arasında tek veya çift taraflı bir mirasçılık ilişkisi de yoktur. Şu ka­dar var ki Osmanlı uygulamasında kimsesiz çocukların evlâtlık adı altında ve hiçbir hukukî sonuç doğurmaksızın hayır sever kimseler tarafından ba­kılıp büyütülmesinin örneklerine de rastlanmaktadır. Şer’iyye sicil defterle­rinde oldukça çok sayıda bu tür evlâtlık (tebennî) kaydına rastlanmaktadır. Bunların şer’iyye sicillerine geçmiş olması mahkemece nafaka takdiri sebe­biyledir. Mahkeme tarafından takdir edilmeyen nafakalar, harcayan kimse bakımından bağış sayılıp geri istenemeyeceğinden böyle kimsesiz birisini evlât edinenler gerektiğinde çocuğu geri isteyecek olanlara karşı ileri sür­mek üzere mahkemeye nafaka takdir ettirmeyi müstekar bir uygulama ha­line getirmişlerdi. Osmanlılar’da karşımıza çıkan evlâtlık uygulamasında İslâmiyet öncesi Türkler’deki evlâtlık uygulamalarının kalıntılarını görmek mümkündür.

Günümüzde gerek kimsesiz çocukları sırf hayır yapmak için bakıp yetiş­tirmek amacıyla, gerekse çocuğu olmayan ailelerin kendi çocukları gibi bü­yütmek üzere evlât edinmeyi arzu ettikleri görülmektedir. Öteden beri mu­hafazakâr aileler, çocuğun büyümesiyle ortaya çıkacağı düşünülen mahre­miyet sebebiyle bu uygulamaya pek sıcak bakmamaktadırlar. Bununla bir­likte toplumda kimsesiz çocukların büyütülüp iyi bir ortamda yetiştirilmesinin de çocuğu olmayan ailelerin evlâtlık edinmesinin de yararları açıktır. Böyle olunca, iki yaştan küçük çocukların -neseplerinin korunması, anne ve babalarıyla irtibatlarının sağlanması kaydıyla- evlâtlık edinilip emzirilmesi ve böylece süt mahremiyeti konumuna çıkarılması, bu mümkün olmadığın­da bile mahremiyetle ilgili dinî kayıt ve şartlara uyularak bu yolun işletilmesi mümkün görünmektedir.

B) Emzirme

Çocuğun bakım ve büyümesinde emzirmenin önemli bir yeri vardır. Bu bakımdan emzirme, İslâm hukukunda ana babaya terettüp eden bir vazife olarak ayrıca düzenlenmiştir. Hanefî hukukçular annenin çocuğunu emzirmeye dinen mecbur olduğunu, ancak hukuken olmadığını söylerler. Bu gö­rüş çocuğun nafakasının her halükârda babaya ait olması ve o dönemlerde toplumda ücretli süTanrıenin kolayca bulunabilmesi sebebiyledir. Hanefîler bu yükümlüğü her durumda babaya vermişlerdir. Diğer mezhep hukukçuları ise annenin dinen olduğu gibi hukuken de çocuğunu emzirmek zorunda ol­duğunu söylerler. Şu kadar var ki çocuk yalnız annenin sütünü kabul ediyor veya süTanrıe bulunamıyor veyahut da babanın süTanrıe tutacak malî gücü bulunmuyorsa bu durumda Hanefîler’e göre de anne hukuken çocuğunu emzirmeye mecburdur.

Anne emzirme için evlilik devam ederken veya boşanma iddeti bekler­ken herhangi bir ücret isteyemez. Çünkü bu dönemlerde nafakası esasen ko­caya yani çocuğun babasına aittir. Fakat boşanma iddeti biten veya ölüm iddeti bekleyen kadın emzirme için çocuğun babasından veya bizzat çocuk­tan yahut çocuğun nafakasından sorumlu olanlardan ücret talep edebilir.

Emzirme süresi iki yıldır. Bu şu anlama gelir ki anne emzirme için bir ücret alıyorsa ilk iki yıl için ücret isteyebilir; ondan sonrası için ücret isteye­mez. Süt yoluyla kurulan hısımlık da çocuğun ilk iki yaş içinde süt emmesi durumunda meydana gelir.

C) Çocuğun Bakım Ve Terbiyesi

İslâm hukukunda çocukların bakım ve yetiştirilmesine hidârte adı veri­lir. Evlilik içinde çocuğun bakım ve terbiyesi genelde sorun olmaz. Anne ba­ba bunu müştereken yerine getirirler. Problem evliliğin bir sebeple sona er­mesi durumunda bu görev ve sorumluluğun kim tarafından yerine getirile­ceğidir. Çocuğun bakım ve terbiyesi belli bir yaşa kadar annenin hak ve so­rumluluğu altındadır. Hanefîler hidânenin hem çocuk hem de anne için bir hak olduğu görüşündedir. Buna göre hidâne annenin hem hakkı hem de sorumluluğudur. Dolayısıyla anne bu görevi yerine getirmekten de kaçınamaz. Anne sağ değilse bu hak ve sorumluluk annenin kadın akrabalarına aittir. Yalnız çocuğun bakım ve terbiyesini üstlenen kimsenin (hâdine) tam ehli­yetli (âkil baliğ) olması, çocuğa bakmaya muktedir ve çocuğun sıhhat ve ahlâkını korumada güvenilir bir kimse olması gerekir.

Çocuğun bakım ve gözetime muhtaç olduğu yaş kız ve erkeklerde farklı­dır. Genellikle bu yaşın nihaî sınırı kızlarda dokuz-on bir, erkeklerde yedi-dokuz olarak belirlenmiştir. Bu yaşlara kadar çocuk annesinin veya annesi yerini tutan bir akrabasının yanında, bu yaştan sonra da kural olarak baba­sının yanında kalır. Çocuğun menfaat ve emniyeti gerektirdiği takdirde hâ­kim tarafından anne veya bir başka yakının yanına verilmesi de mümkün­dür. Hâdine çocuğun annesi değilse bakım ve gözetim için ücrete hak kaza­nır. Bu ücret çocuğun bir mal varlığı varsa ondan ödenir, yoksa hukuken nafakası kime aitse onun tarafından karşılanır.

D) Nafaka

Evlilikten doğan nafaka borcuna daha önce temas edilmişti. Burada bu­nun dışındaki nafaka çeşitlerine, usul-fürû nafakasıyla, akrabalık nafakasına kısaca temas edilecektir. Her şeyden önce şunu belirtelim ki nafaka konu­sunda aslolan kişinin masraflarının kendi malından karşılanmasıdır. Bunun mümkün olmaması durumunda yakından uzağa doğru bir dizi akrabalar be­lirli şartlarla birbirlerine karşı nafaka yükümlülüğü altına girerler. Bu yükümlülük aynı zamanda akrabalık bağlarının korunmasının, toplumsal da­yanışmanın sağlanmasının da tabii bir yoludur.

  1. a)Usul Nafakası.Fakir olan usulün nafakası çocuklarına aittir. Baba ve anne çalışabilecek durumda olsalar dahi muhtaçsalar nafakalarının zen­gin veya zengin değilse bile para kazanmaya gücü yeten çocukları üzerine gerektiği genellikle kabul edilir.
  2. b)Fürû Nafakası.Fürû nafakası esas itibariyle baba, baba yoksa diğer usulün sorumluluğundadır. Fakat bunun için çocuk ve torunların malı ol­mamalı ve kazanmaya da güçleri yetmemelidir. Güç yetmeme küçüklük ve­ya hastalık sebebiyle olabileceği gibi, fürûun okuması veya kız çocuğu ol­ması sebebiyle de olabilir. Usulün nafaka yükümlülüğü altına girmesi için malının ve kazanma gücünün olması da ayrıca aranmaktadır. Bu şartlar gerçekleştiğinde erkek çocuğun emsali para kazanıncaya, kız çocuğunun evleninceye kadar nafakası usul üzerine gerekmektedir.
  3. c)Hısımlık Nafakası.Aralannda birbirleriyle evlenmeleri yasak olacak de­recede kan hısımlığı olan akrabalar birbirlerine karşı nafaka ile yükümlüdürler.

Fakat bunun için nafakaya muhtaç olanın fakir ve kazanmaktan âciz, nafa­ka borcu altına girenin de zengin olması gerekir. Usul ve fürû nafakasının aksine hısımlık nafakasında din birliği de aranmaktadır. Dolayısıyla farklı dinden olan akrabaların birbirlerine hısımlık nafakası yükümlülüğü yoktur. Ayrıca usul ve fürû nafakası hâkimin hükmüne gerek olmadan sabit olduğu halde, hısımlık nafakasının sabit olması için ya karşılıklı anlaşma veya hâ­kimin hükmü şarttır, Bu ikisinden biri tahakkuk etmeden böyle bir nafaka borcu doğmaz.

VI. MİRAS HUKUKU

Miras kelimesi hukukta, vefat eden kimsenin geride bıraktığı mal ve haklarda (terike) belli sıra, usul ve ölçü dahilinde belli şahıs ve grupların hak sahibi olmasını ifade eden bir terimdir. Bunu konu edinen ilim dalına da miras hukuku denilir. Miras hukukunun klasik İslâm hukuk literatürün de ki adı ferâiz ilmidir. Miras hukuku, terikede kimlerin hangi ölçü ve miktarda pay sahibi olduğunu belirlemeye dayanması sebebiyle ferâiz ilmi adını al­mıştır.

Kur’an’da ölenin hısımlarının miras hisseleriyle ilgili olarak üç âyet mev­cut olup[394], bu âyetler aynı zamanda İslâm miras hu­kukunun temel ölçü ve esaslarını da belirlemektedir. Hz. Peygamber de ferâiz ilminin iyi öğrenilip öğretilmesini teşvik etmiş, âyetlerde yer alan hü­kümlerin açıklama ve uygulamasını yapmış, âyetlerin temas etmediği bazı usul ve hükümleri de ayrıca beyan etmiştir. Âyet ve hadislerde yer alan kural ve hükümler İslâm hukukçularının yorum ve katkılarıyla daha da zen­ginleşmiş ve İslâm hukukunun kendi içinde bütünlük ve tutarlılık gösteren bağımsız bir bölümü olarak gelişme göstermiştir.

İslâm hukukunda mirasçılığın iki temel sebebi vardır: Kan hısımlığı ve evlilik bağı. Mirasın mirasçılara intikali için miras bırakanın (muris) ölmesi veya öldüğüne mahkemece hükmedilmesinîn yanı sıra, ölüm anında mirasçının hayatta bulunması ve mirasçılığa engel bir durumun da bulunmaması gerekir. Murisini öldürmesi halinde katilin mirastan mahrum olacağında İs­lâm hukukçuları ilke olarak birleşirlerse de ayrıntıda farklı yorumlara sahip­tirler. Gayri müslimin müslümana mirasçı olamayacağında görüş birliği olup, müslümanın gayri müslim yakınma mirasçı olup olamayacağı ise tartışmalı­dır.

Ölenin geride bıraktığı mal ve hakları (terike), teçhiz ve tekfin masrafları çıktıktan, borçlan belli bir sıraya göre ödendikten ve vasiyeti de terikenin üçte birini aşmama kaydıyla yerine getirildikten sonra mirasçılarına intikal eder. Mirasçılar temelde üç gruptur: Ashâb-ı ferâiz, asabe ve zevi’l-erhâm. Ashâb-ı ferâiz, terikedeki hisseleri belirli olan on bir çeşit hısım olup bunlar paylarını aldıktan sonra, mirasın geri kalan kısmını asabeyi teşkil eden hı­sımlar aralarındaki öncelik sırasına göre alırlar. Bu iki gruptan kimse mevcut denilse o zaman zevi’l-erhâm grubunu teşkil eden hısımlar mirasçı olurlar. Bu bazı sahabe ve tabiîn bilginleri ile, Hanefî ve Hanbelî mezheplerinin gö­rüşü olup, Mâliki ve Şâfıîler’e göre ilk iki gruptan hısım olmadığında miras zevi’l-erhâma değil devlet hazinesine (beytülmâl) intikal eder.

Ashâb-ı ferâiz sistemiyle eş, ana, baba, dede, kız, kız kardeş gibi birinci derecede yakın hısımlara mirastan belirli paylar verilerek onların mirasçılıkları korunmuş, geri kalan da asabeyi teşkil eden hısımlara ölene yakınlıkları ölçüsünde verilerek ölenin hısımları arasında sorumluluklarına ve ölene ya­kınlıklarına denk bir dağılım sağlanmıştır. Zevi’l-erhâm grubunun üçüncü sırada yer alması da bu sebepledir. Terikenin üçte ikisinin mirasçıların mahfuz hissesi sayılıp, terikenin üçte birini aşan vasiyetlerin ancak mirasçı­ların rızasıyla veya bu üç gruptan hiçbir mirasçının bulunmaması halinde yerine getirilebilmesi, ölüm hastalığında yapılan ve mirastan mahrumiyeti amaçlayan tasarrufların geçersiz sayılması gibi önlemler de temelde yakın­ların mirasçılık haklarını korumaya matuftur.

İslâm miras hukukunda ölenin hısımları, ölene olan yakınlıklarına ve aynı derecede başka mirasçının bulunup bulunmamasına göre terikeden pay aldıklarından, haliyle daha yakın vârisin bulunması halinde diğer hısımın hissesi eksilebilmekte veya daha uzak hısımların mirasçılığı düşebilmektedir. Öte yandan mirasçıların aralarında anlaşmaları veya bazı vârislerin uzlaşma ve razı edilme sonu terikeden çıkması usulleriyle terikenin bölüşülmesi de mümkündür. Terikenin muayyen paylar dağıtıldıktan sonra artması ve asabeden de kimsenin bulunmaması halinde artan kısım aynı mirasçılara hisseleri oranında dağıtıldığı gibi, terikenin paylara yetmemesi halinde de mirasçılardan hisseleri oranında fedakârlık yapması istenerek bütün pay sa­hibi mirasçıların haklan dengeli bir şekilde korunmuş olur.

İslâm miras hukukunda terike belli bir sınıf ve zümreye inhisar ettirilmeyip mümkün olduğu ölçüde yakın hısımların hepsine de mirastan pay verilmeye çalışılmıştır. Ölenin çocukları bulunduğunda da baba veya dedeye, anneye mirastan pay verilir. Öte yandan kişilerin mirasçılık paylan ile aile içindeki sorumluluklar arasındaki denge de gözetilrniştir. Ailenin geçim yükü, aile bireylerine, bu arada kız kardeşlere, anneye bakım sorumluluğu, ailede ko­ca, baba, oğul, oğlun oğlu gibi erkeklerin omuzlarında olduğundan, onlara kızlara göre daha fazla (genelde iki kat) pay ayrılmış, buna karşılık onların aile içi ödevleri sadece dinî ve ahlâkî alanda birakılmayıp hukukî yaptırım­larla da kontrol altına alınmıştır. Bu itibarla İslâm miras hukuku kendi sis­temi içinde tutarlılığını ve bütünlüğünü korur.

Çağımızda şehirleşmenin, ağırlaşan ekonomik şartların, dinî ve ahlâkî eğitim yetersizliğinin de etkisiyle beşerî hatta aile içi ilişkilerde bencillik, fer­diyetçilik ve sorumsuzluğun egemen olmaya başladığı görülmektedir. Hısımlar arası ilişki ve bağların ise, anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile tipinin dar kalıpları içine sıkışıp kaldığı söylenebilir. Böyle olunca, kişi­lerin özellikle de erkeklerin îslâm miras hukukunun ilke ve hükümlerine göre terikeden pay alıp, buna karşılık o fazla payın verilmesine sebep teşkil eden sorumluluk ve yükümlülükleri yerine getirmemesi, bu konuda ihmal­kâr hatta kayıtsız kalması ise korunmaya çalışılan dengeyi altüst ettiğinden kızların açık bir mağduriyetine yol açmakta ve onların haklı serzenişlerine sebep olmaktadır. Erkeklerin İslâm hukukuna göre hak isteyip ödevlerini cari pozitif hukukun maddî yaptırımlarıyla sınırlı tutmaları, farkında olma­dan İslâm hukukunun mirasla ilgili hükümlerini de töhmet ve tartışma or­tamına itmektedir. Halbuki İslâm miras hukukunda yakın hısımlara terike­den verilen pay ve hakların ancak İslâm’ın öngördüğü sorumluluk ve yü­kümlülüklerle birlikte bir anlam ve değer ifade etmektedir. Böyle olunca tek taraflı ve çıkarcı bir yaklaşımla mirastan pay almanın, fakat gereken yü­kümlülüklerden kaçınmanın bu dengeyi bozacağı, kul hakkı ihlâline yol açacağı ve uhrevî sorumluluk doğuracağı açıktır.

İslâm insan haklarının sağlanmasında kadın, çocuk, işçi gibi sesini güç­lükle duyurabilen ve hakkını elde etmede türlü engellerle karşılaşan grupla­rın hukukunun korunmasında âzami titizliği gösterdiği, kul hakkı ihlâlini en ağır günahlardan biri saydığı halde günümüz İslâm dünyasının çeşitli ke­simlerinde erkeklerin çeşitli bahanelerin ve toplumsal telakkilerin arkasına sığınarak kadınların miras haklarım engellediği, vermediği veya sembolik bir miktar verdiği bilinmektedir. Buna ilâve olarak, erkek çocukların eğitim ve çalışma gibi sebeplerle ebeveynini terk ve ihmal ettiği, onların çoğu defa kız çocukları tarafından bakılıp gözetildiği, üstelik erkeklerin bu duruma rağmen mirastan fazla pay almakta ısrarlı olduğu da zaman zaman gözlemlenmek­tedir. Böyle olunca denge kız çocukları aleyhine bir hayli bozulmuş olmakta, hatta İslâm miras hukukunun kurmak ve korumak istediği denge âdeta tersyüz olmaktadır. Halbuki hak ve adaleti esas alan ve bütün hükümlerinde bu ilkeyi gözeten bir dinin böyle bir uygulamayı öngörmediği açıktır. Bu se­beple de dinin mirasla ilgili hükümlerinin ve fıkıhta yer alan ölçü ve payla­şımların iyi anlaşılmasına günümüzde daha çok ihtiyaç bulunduğu burada bir defa daha hatırlanmalıdır.

16. SİYASAL HAYAT

Mahiyetleri icabı birey ve toplumu yönlendiren ve yöneten en eski ku­rumlardan olan din ve siyaset arasındaki ilişki, tarihin çeşitli dönemlerinde çeşitli toplumlarda değişik biçimlerde kendini göstermiştir. Burada, din ve siyaset konusu ya da din-devlet ilişkisi konusu bütün ayrıntılarıyla değil, klasik islâm siyaset anlayışının mahiyetini kavramaya ve günümüzde aktüel olandan hareketle bir bakış oluşturmaya imkân verecek şekilde genel hatla­rıyla ele alınacaktır. Hıristiyan Batı’run din-siyaset ilişkisi alanındaki tecrü­besine de bir mukayese yapabilecek ölçüde yer verilecektir. Önce hıristiyan Batı’da din ve siyaset ilişkileri, ardından müslüman Doğu’da din ve siyaset ilişkilerinin tarihsel süreçteki macerası ana hatlarıyla ortaya konulacak ve son olarak her iki dünyada din ve siyaset ilişkilerinin geldiği noktaya işaret edilecektir.

Din ve siyaset konusunda önce tarihsel tecrübelere yer verilmesi, klasik siyaset teorilerinin pratikle ve sosyopolitik şartlarla sıkı bir ilişki içinde ol­ması, hatta çoğu kere ona göre şekillenmesi gerçeğiyle alâkalı bir durumdur.

Son bir-iki yüzyıldır ülkemizde Batfnın din-devlet ilişkisi tecrübesi ör­nek alınmaya çalışıldığı için o tecrübenin bilinmesinde yarar vardır. Din-devlet ilişkileri konusunda Batı-hıristiyan tecrübesinin ve bu tecrübe etrafın­da şekillenen siyaset teorilerinin bilinmesi Doğu-müslüman siyaset teorileri­nin benzer ve farklı yönlerin, daha iyi kavranabilmesi için de gereklidir. Günümüzde Batı siyaset geleneğinin demokrasi, insan haklan, laiklik gibi temel kavram ve teorilerini konu alan zengin bir literatür oluştuğu gibi, Batılılaşma sürecini yaşayan ülkelerde de bu yönde farklı temayüller ve fikrî oluşumlar gözlenmektedir. Ancak burada, ayrıntıya girilmeksizin Batı siya­set geleneğinin tarihî süreci ve temel kavramları, ileride yapılacak atıf ve mukayeselere zemin teşkil edecek ölçüde ana hatlarıyla ele alınacaktır.

I. HIRİSTİYAN BATI’DA DİN VE SİYASET

A) Tarihsel Tecrübe

Avrupa’da devlet ile din, daha doğrusu devlet ile kilise arasında yüzyıl­lar boyu süren gerilimli bir ilişki söz konusu olmuştur. İsâ’nın, “Sezar’ınkileri Sezar’a; Tanrı’nınkileri de Tanrı’ya verin” meşhur sözü ve hükümranlığın bu dünyada olmadığı şeklindeki ifadesi, Hıristiyanlığın, başlangıçta insanla­rın sadece manevî yönlerine seslenmek ve o yönden etki etmek, onları doğru yola sevketmek iddiasında olduğu ve onun siyasî ve hukukî bir tale­binin bulunmadığı anlamında yorumlanmıştır.

Başlangıçta Hıristiyanlık ile Roma arasında bir iktidar sorunu çıkmamış­tır. Hz. İsâ’nın havarilerinden St, Pavlus hiristiyanlara, “Herkes, üzerinde egemen olan hükümete tâbi olsun; hükümete karşı gelen Allah’ın düzenlemesine karşı gelmiş olur. Hükümdarlar iyi iş yapanları değil, kötü iş yapan­ları korkutucudur. Hükümetten korkmamak istersen, iyi olanı yap! Fakat kötü olanı yaparsan kork; çünkü kılıcı boş yere taşımıyor” şeklinde öğütler vererek uzlaşmacı ve siyasal iktidarın alanıyla ilgili talep içermeyen bir tavır sergilemişti. Yine Pavlus’a göre, hıristiyan için kötü yönetici işlenen günah­ların cezasiydı ve itaat edilmesi gerekliydi. Fakat hıristiyan için devlet (imparator) manevî alanda otorite değildi.

Hiçbir dünyevî-siyasal talepte bulunmayan Hıristiyanlığın ilk yayılış yıllarında, genel olarak başlangıçtan IV. yüzyıla kadar, hıristiyanlar büyük sıkıntı çekmiş ve eziyet görmüşlerdir. Hıristiyanlara yönelik baskı ve işkenceler, özellikle din konularında oldukça tutucu olan Diocletianus’un 303 tarihli İznik fermaniyla büyük bir ivme kazanmıştır. Hıristiyanların toplan­tılarını yasaklayan, kilise ve kutsal kitapların ortadan kaldırılmasını öngören ve hıristiyanlarin vatandaşlık haklarını ellerinden alan hükümler içeren bu ferman “büyük kıyım” döneminin başlangıcı kabul edilmiştir. Bu kıyım dö­neminden sonra hıristiyanlar, 313 yılında İmparator Constantinus ve Licinius’un birlikte kararlaştırıp ilân ettikleri “Milano Fermanı” (kilise barışı) ile birlikte büyük bir rahatlığa kavuştular. Constantinus 325’te İznik’te ilk konsilin toplanmasına da ön ayak olup desteklemiş ve 330 yılında İstanbul’u Doğu Roma’nın başşehri yapmıştır. Bu tarihlerden itibaren Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nda hızla yayılmaya başlamış ve -özellikle Doğu’da-”devlet dini” olma sürecine girmiştir (Sezaropapizm). Batı’daki hıristiyan-ların durumu ise, siyasî ve askerî karışıklıklar sebebiyle Doğu’daki kadar iyi olmamıştır.

IV ve V. yüzyıllardaki yabancı istilâları sebebiyle Roma’nın gücü gitgide zayıflıyordu. Hatta bizzat Roma, istilâcı toplulukların liderlerine askerî ku­mandan unvanı ve topluluğa da federe niteliği vererek bir anlamda onların varlıklarını meşrûlaştmyor ve imparatorluk sınırları içinde yerleşmelerini kabul ediyordu. Bu yaklaşım, istilâcı topluluklarla Roma dünyasının önce bir arada yaşamalarının ve sonra kaynaşmalarının başlangıcını teşkil etmiş­tir. İstilâcı toplulukların hıristiyanlaşması da bu birlikte yaşama ve kaynaş­ma sürecinin sonucunda gerçekleşmiştir.

Dinleri sebebiyle çeşitli eziyetlere mâruz kalan hıristiyanlar V. asrın or­talarından itibaren Roma’yı daha da fazla sarsan ve zayıflatan Norman ve Macar istilâları karşısında tepki vermemişler ve dünyanın günahkâr devleti olarak gördükleri Batı Roma 476 yılında çökünce hıristiyanlar dinlerini daha rahat yaşayıp yayabilecekleri bir ortama kavuşmayı ummuşlardır.

Batı Roma’nın yıkılmasından sonra, Ortaçağ boyunca sürecek olan feo­dalitenin çekirdeğini oluşturan birtakım küçük krallıklar/siyasî birlikler te­şekkül etmeye başladı. Bu krallıkların meşruiyet sorunu, kilisenin manevî otoritesinin tanınması yoluyla çözümlendi. Bundan böyle krallar siyasî alanda hükümran olmakla birlikte, kilisenin manevî otoritesini de tanımak zorunda olacaklardı. Böylece siyasal otoritenin yanı sıra kilise de ruhanî-mânevî bir otorite haline gelerek iki ayrı otoritenin varlığı kabul edilmiş, hatta ikincinin birinciye üstünlüğü belirginleşmiş oluyordu.

Bu siyasal birliklerin çeşitli nedenlerle zayıflamasıyla Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve yaklaşık olarak IX. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar süren Ortaçağ’ın tipik toplumsal ve siyasal düzeni olan feodal düzen içinde kuvvetli derebeyler karşısında acze düşen kralların papalardan yardım istemesi kilise otoritesinin güçlenmesine yol açtı. Otoritesinin güçlenmiş olması kili­seyi kendine yeni bir resmî doktrin kurmaya yöneltti. Bu doktrinin temelini, ruhun bedene üstünlüğü gibi, “ruhanî iktidarın dünyevî iktidara üstünlüğü” düşüncesi oluşturmaktaydı.

Ruhanî iktidarı temsil eden kilise, İsâ ile bedenlenmiş kutsal bir kurum idi. Bu kutsal ve dokunulmaz kurumun başı olan papa da doğal olarak masumdu ve açıkladığı şeyler, bütün inananlarını bağlayıcıydı ve insanî her güç papalığın emirlerine uymak zorundaydı. Bu doktrin, kabaca söylenecek olursa, İsa’nin Tanrılaştınlmasından sonra, kilisenin İsâ’laştırılması, dolayı­sıyla Tanrılık güç ve yetkilerine sahip kılınması esasma dayanmaktadır. Böylece Tanrı’nın İsa’ya yüklediği misyon, kiliseye, dolayısıyla din adamla­rına yani ruhban sınıfına yüklenmiştir. Bu misyon Katolik teokrasinin ayırı­cı vasfını teşkil etmektedir ve bu misyon sayesinde dünyevî iktidarı denet­leme hakkı seçkin din adamları sınıfına ait olmaktadır.

Bu doktrin temellendirilirken St. Paul’un, “iktidarın kaynağının ilâhî ol­duğu” şeklindeki ifadesiyle St. Augustinus’un “Civitas Dei” (Tanrı Devleti, ilâhî devlet) anlayışından istifade edilmiştir. Vizigotlar’ın Roma’yı ele geçirip yağmalamaları (410) üzerine, imparatorluğun uğradığı felâketleri, Hıristi­yanlığın yükselmesine kızan tanrıların intikamına bağlayan paganların suçlamalarına cevaben parça parça yayınladığı Tanrı Devleti adlı eserinde St. Augustinus, ilk günahın ürünü olan ve bu yüzden şeytanî bir kurum sayıl­ması gereken geçici “dünya devleti”nin karşısına “ilâhî devleri koydu. Sonraki yüzyıllarda tanrısal devletin kapsamı genişletilerek bu devlet kilise ile özdeşleştirilecektir. İmparatorun otoritesi yanında, kilisenin/kilisenin başı olan papanın da bir otoritesi bulunduğu düşüncesi ortaya çıkmış ve Papa I. Gelase’in, V. asırda dinî işlerde piskoposun, dünyevî işlerde imparatorun üstünlüğünü ilân etmesiyle, iki otoritenin varlığı bir anlamda tescil edilmiş ve bunların etki ve yetki alanlan birbirlerinden ayrılmış oluyordu.

Thomas Aquinas’ın Summa Theologica adlı eserinde kilisenin geleneksel tezi etraflıca ele alınmıştır. St. Thomas Tanrı kanunlarının üniversel ve ebedî prensipler olarak siyasal iktidar sahiplerinin uygulayacakları temel değişmez prensipler olduğunu ileri sürüyor ve siyasal iktidarın görevinin adaleti ve ortak yararı gerçekleştirmek olduğunu söylüyordu.

XIII, asrın sonlarından itibaren kilise otoritesi tartışılmaya ve sarsılmaya başladı. Kilisenin sadece manevî/ruhanî otorite ile yetinmeyerek dünyevî iktidara/otoriteye de sahip olma iddiaları zamanla papalarla imparatorların arasını açmıştır. Papa ile imparatorlar arasındaki bu mücadelenin ilk safha­sında kilise üstünlük sağlamış, hatta IV, Henri papanın ayaklarına kapanıp af dilemek zorunda kalmıştır.

Ancak kilise ile siyasal iktidar arasındaki gizli çatışma ve otorite yarışı burada noktalanmadı, aksine daha da derinleşti. Fransa’da ve İngiltere’de saldırgan bir ulusal kralcılık eğilimiyle, keyfî bir Katolik teokrasisini karşı karşıya getiren bu çatışma, kilisenin otoritesinin niceliğini sorgulamayı da hızlandırmış oldu. Bu süreçte, devletin kilisenin etki ve otorite alanından çıkması gerektiğini, kilisenin devlete bağlanmasını ve yarı laik bir sistemi (cesaro-papismus) savunan aydınlar seslerini yükselttiler, bu tezi işleyen çeşitli eserler kaleme alındı. Papa XIII. Leon da dünyevî ve ruhanî kuvvetle­rin ayrılığını ve bunların birbirlerine karşı bağımsız olduklarını kabul etti.

Hıristiyan Batı siyaset teorisi ve geleneği ile müslüman Doğu siyaset te­orisi arasında derin farklılıklar bulunmakla birlikte bazı noktalarda iki gele­nek arasında bazı benzerliklerin bulunduğu da söylenebilir. Meselâ Petrus’a ait olduğu söylenen [395]çözme ve bağlama hakkı, müslüman siyaset teorisindeki ehlü’1-hal ve’l-akd anlayışını; yine hıristiyanlarm kilise­nin ve onun başı olan papanın konumuna ilişkin anlayışları, fonksiyon açısından Şiî doktrindeki masum imam anlayışını ve Sünnî doktrindeki icmâ teorisini çağrıştırmaktadır. Kilise, İsa ile bedenlenmiş kutsal bir kurumdur. Bu kutsal ve dokunulmaz kurumun başı olan papa da doğal olarak masum­dur ve açıkladığı şey, bütün müminleri bağlayıcıdır. Bu anlayışta Tanrı’nın İsa’ya yüklediği misyon, din adamlarına yüklenmiş olmaktadır.

B) Din İle İlişkileri Bakımından Devlet Biçimleri

Devlet şekli ile hükümet şekli anayasa hukuku açısından genellikle bir­birinden ayn tutulur. Devlet şekli daha ziyade iktidarın yoğunluğuyla, toplu veya dağınık olmasıyla belirlenir. Hükümet şekli ise iktidarı kullananların nasıl belirlendiğine ve bunu nasıl kullandıklarına bakarak tesbit edilir. Bu­nunla birlikte devlet şekli ile hükümet şekli arasında yakın bir ilişki olduğu ve devlet şeklinin hükümet şeklini de etkilediği açıktır. Çünkü birinde iktidar, ikincisinde bu iktidann kullanılışı ve kullananlar söz konusudur. Hü­kümet şekillerinde belirleyici olan husus, daha ziyade siyasal iktidarın kay­nağı ve meşruiyeti yani hâkimiyet sorunudur. Fakat yine de devlet şekilleri aynı olan ülkelerde hükümet şekillerinin farklılık göstermesi vakıası, bu ikisi arasında bir ayırım yapılmasını gerekli kılmaktadır. Burada “Devlet Biçimle­ri” başlığı altında teokrasi, Bizantinizm ve laiklik üzerinde, müteakiben yö­netim biçimleri başlığı altında da ana hükümet biçimleri olan oligarşi ve demokrasi üzerinde durulacaktır.

Din kurumu dil, etik ve estetik yapılar gibi toplumun öteki maddî ve manevî değerleriyle birlikte kültürel sistemin oluşturucuları içinde yer alır. Batı ve Doğu’nun tarihsel tecrübelerinde din ile siyasal otorite kaçınılmaz biçimde ilişki ve etkileşim içinde olmuşlardır. Bunlardan birinin ağırlık ve etki oranına göre devlet biçimleri farklı isimler almışlardır. Din ile ilişkileri bakımından devlet biçimi Batı’da genelde üç şekilde ortaya çıkmıştır: 1. Dine bağlı yönetim.

  1. Yönetime bağlı din.
  2. Din ve yönetimin birbirinden ayrılı­ğı. Yönetimin dine tâbi olduğu devlet biçimi “teokrasi”, dinin yönetime tâbi olduğu biçim aralarında küçük anlam farklılıkları bulunmakla birlikte “Bizantinizm”, “Sezaropapizm” veya “Gallikanizm”, din ve devletin birbi­rinden ayrı olduğu biçim ise “laiklik” olarak adlandırılır.

a) Teokrasi

Yunanca theos (Tanrı) ve kratein (hâkimiyet), iktidar kelimelerinden

oluşan teokrasi, siyasal iktidarın Tanrı’dan kaynaklandığı ve bu İktidarın Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi veya bir grup tarafından kullanıldığı ina­nışına dayanan toplumsal düzen olarak tanımlanmaktadır. Teokratik siyasal örgütlenmede, toplumsal sistemi belirleyen otorite dindir. Siyasal iktidar, Tanrı adına din adamları tarafından kullanılmakta veya dağıtılmakta; top­lumsal ilişkileri düzenleyen hukuk normlarına din kaynaklık etmektedir.

İlkçağ devletlerinde din ve devlet işlerinin İç içeliği, hatta devletin he­men bütünüyle dinî bir örgütlenme olduğu düşünülürse bu devletlerin “te­okratik” olarak nitelendirilmesi mümkündür. İlkçağ devletlerinde dinî lider­likle siyasî liderlik bir kişinin şahsında birleşmiştir. Siyasal iktidarın başında bulunan şef, aynı zamanda bir din adamı, hatta kimi toplumlarda görüldüğü gibi kral bir tanrıdır. Genel hatlarıyla söylemek gerekirse bu tür teokratik toplumlarda siyasal iktidarı elinde tutan şef, tanrısal niteliklere sahip bir lider olarak görülmektedir. Bu tür toplumlarda siyasal iktidarın, uygulama ve düzenlemelerim dinî motiflerle bezeyerek sunduğa ve bu yolla otorite sağladığı göz önüne alınınca dine meşrûlaştırıcı bir fonksiyon yüklendiği söylenebilir.

Siyasal iktidarın kaynağı ve meşruiyeti konusunu inceleyen anayasa hukuku yazarları, belli başlı meşrulaştırma yollarından birinin iktidara ilâhî bir temel sağlamayı hedefleyen “teokratik yaklaşım” olduğunu belirtmişler ve teokratik meşrulaştırma anlayışının tip ve çeşitlerinden bahsetmişlerdir.

Hıristiyan Batı toplumlarının tarihinde teokrasinin değişik türlerine ve uygulama biçimlerine rastlanılır.

b) Bizantinizi

Din ve devlet ilişkilerinde ortaya çıkan ikinci temel tip, siyasal otoritenin dinî otoritenin önüne geçmesi ve onu himayesine almasıdır. Buna Bizantinizm, Gallikanizm veya Sezaropapizm (Sezarpapacılık) denilir. Bu tip örgütlenmede din adamları devlet otoritesine bağlanmışlardır ve hükümdar tarafından denetlenmektedirler. Bu suretle kilisenin manevî gücü denetim altına alın­mış olmaktadır. Siyasî otorite dünyevî güçleri elinde bulundurmakta ve fa­kat sistem içinde dinin önemli işlevleri halen sürmektedir. Bu tür örgütlenme biçimi dinin yönetime bağlı olduğu sistem olarak ifade edilir. Sezaropapizm terimi, özellikle Constantinus’un hıristiyan imparatorluğu ve kutsal impara­torluğu için kullanılır.

Bu tip iktidar ilişkisinde, siyasal iktidarın dinin üstünde olması yönetim ile din arasında sıkı bir ilişkinin varlığına ve dinin kamu yönetiminde önemli işlevler görmesine engel değildir. Yönetim belli bir dini, devletin dini olarak kabul etmekte ve bu dinden yana tavır almaktadır. Toplum nezdinde itibara sahip bulunan din adamları bu sayede bir yönden siyasal iktidarda bir nüfu­za sahip olmakta, bir yönden de siyasal iktidarın karar ve tasarruflarının toplum nezdinde meşruiyetini sağlama görevi görmektedirler.

Bu tür örgütlenmeyi “yan teokrasi” veya “ılımlı teokrasi” olarak nitelen­direnler de bulunmakta, tarihte çeşitli toplumların siyasî-idarî sistemlerinde, meselâ eski Hindistan’da, İran’da Sâsânî sülâlesi zamanında, eski Roma’da bu tür bir sistemin carî olduğu ileri sürülmektedir.

Ağırlıklı olarak din âlimlerinden oluşan bürokrasinin -genel anlamda di­nî bürokrasi; adalet ve eğitim gibi kamusal fonksiyonları icra ettiği Osmanlı Devleti’ni de yarı teokratik bir devlet olarak niteleyenler mevcuttur. Son dönem Osmanlı yönetimi ise kimi yazarlarca “dindar meşrutî bir rejim” ola­rak nitelenmektedir.

c) Laiklik

Yunanca’da, “kendilerini Tanrı’ya adamış rahipler (ruhban sınıfı) dışında kalan geniş halk yığınları’nı ifade için kullanılan “laikos” tabiri Latince’ye “laicus” şeklinde geçmiştir. Türkçemizde kullanılan “laik” kelimesi, Latince “laicus” kelimesinin Fransızca’ya intikal etmiş biçimi olan “laîque” kelime­sinden alınmıştır. “Kendilerini Tanrı’ya adamış rahipler”i ifade için ise Yu­nanca’da “kleros” tabiri kullanılmıştır.

Eski Yunan toplumunda sıradan halk kesimini ifade eden laik kavramı, hıristiyan Batı dünyasının toplum yapısında kilise örgütünde görevli olma­yan halk kesimi için kullanılmıştır. Ortaçağ Avrupası’nda Katolik toplumlar laiklerden ve ruhban sınıfından oluşuyordu.

Katolik kilisesinin siyasal otorite ve kamusal alan üzerindeki egemenli­ğinin kırılması yönündeki çabalar XIV. yüzyıllara kadar gitmekle birlikte din ve devlet işlerinin, yani din ile siyasal otoritenin birbirinden ayrılması ve karşılıklı olarak özerk duruma gelmesini ifade eden laiklik asıl yükselişini Fransız Devrimi ile gerçekleştirmiştir. Laiklik Fransız İhtilâli’nden sonra devlet yapılanmasında kendini göstermiş ve çağdaş toplumların siyasal ve yönetsel örgütlenmelerinde bir amaç mevkiine çıkmıştır,

En genel anlamı ile “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak ifade edilen laiklik, çeşitli açılardan farklı şekillerde tanımlanmaktadır. La­iklik konusunda ilginç tartışmaların yapıldığı günümüzde de laiklik birbirin­den oldukça farklı anlamlarda kullanılmakta ve buna bağlı olarak farklı tanımlar ve anlayışlar ortaya çıkmaktadır. Kimi yazarlar, büyük ölçüde pozitivist bir yaklaşımla meseleyi din-akıl ve din-bilim karşıtlığı çerçevesin­de görerek, inanç yerine aklın egemenliğinin konulmasını “felsefî bakımdan laiklik”; kanunlar yapılırken dinî kuralların dışında kalınıp akla, bilime ve toplumun ve çağın ihtiyaç ve gerçeklerine dayanılması anlamında devlet ile dinin birbirine karışmamasını ise “hukukî bakımdan laiklik” olarak adlan­dırmakta ve tanıtmaktadır. Tabiatıyla din kurallarının, akıl ve bilim ile ça­tışma içinde olacağı var sayımına dayanan ve dini dışlamayı hedefleyen bu gibi anlayışların aklın ve hak dinin gerekleriyle bağdaştırılması ve mâkul kabul edilmesi mümkün değildir.

Özellikle İslâm dininin akıl ve bilimle çatışma içinde gösterilmesi ise te­melde İslâm dinini algılama yanlışlığından veya kasıtlı bir tavırdan kay­naklanan, hem teorik hem de pratik açıdan yanlış bir yaklaşımdır. İslâm dini hakkında peşin fikirden öte derli toplu bir bilgisi bulunmayan kişi ve gruplar hariç tutulacak olursa, din ile akıl ve bilim arasında çatışma tezi üzerine kurulan laiklik anlayışları artık tarihe karışmıştır. Bugün dünyada tartışılan husus siyasî iktidarın dinî iktidardan ayrılması biçiminde ifade edilen siyasal laikliğin anlam ve sınırlarının ne olduğudur.

Hukukçular nezdinde kabul gören genel anlayışa göre laik devlet, bü­tün vatandaşların dinî akidelerine hürmet eden, fakat hiçbir dini diğer din­lere tercih etmeyen, her dine karşı aynı muameleyi yapan, din ve itikad sahasını fertlerin özel işi telakki ettiği için din işlerine müdahale etmeyen, hiçbir dini menetmediği gibi hiçbir dine herhangi bir yardım ve destek sağ­lamayan, dinlere karşı tarafsız kalan devlettir. Laikliğin devlete ait bir kav­ram olması, devletin laik olabileceği fakat fertlerin laik olamayacağı fikri de bu temele dayanır.

Ali Fuat Başgil’e göre ise laik devlet, dinî akîde ve esaslara dayanmayan devlettir. Bu sistemde devlet ve din ilişkilerinde bir denge ve paralellik var­dır; din ve devlet özerk olup, biri diğerine bağlanamaz. Fakat laik sistemler­de din ve siyasetin (yönetim) özerk olmasının, dinin toplum hayatında hiç­bir etkisinin bulunmadığı biçiminde anlaşılması doğru değildir. Aksine din, çeşitli şekillerde insanların davranışlarını etkilemeye devam ederken din anlayışları da siyasal sistemin yapısından etkilenmektedir. Yapılan araştır­malar dindarlıkla sosyopolitik davranışlar arasında doğrusal bir ilişkinin bulunduğunu göstermektedir.

Din ve siyaset ilişkisinin anayasalarda düzenleniş biçimi Batılı ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Batı’da bazı ülkelerin anayasalarında bir din “devlet dini” haline getirilirken bazılarında devlet dinler karşısında tarafsız kalmıştır. Millî din veya devlet dini olgusu esas itibariyle laik sis­temin ruhuna aykırıdır. Bu sebeple meselâ Fransa, Almanya, Belçika ve Hollanda millî dine sahip olmayan ülkelerdir. Fakat İsveç, Danimarka, Norveç, İngiltere, Portekiz ve İtalya gibi ülkelerde ise millî dinler bulun­maktadır. Ancak bir dini millî din olarak benimseyip ilân etmeleri, anılan ülkelerin teokratik olduğu veya teokrasi ile yönetildiği anlamına gelme­mektedir.

Teokrasi, Bizantinizm ve laiklik şeklinde ifade edilip özetlenen bu üç i-lişki biçimi dışında kimi yazarlar tarafından konkordato tabiriyle ifade edilen dördüncü bir din-devlet ilişki biçimi daha bulunmaktadır. Başlangıçta aynı dinsel makama gelmek isteyen birçok aday arasında veya bir manastı­rın başkanıyla manastırdaki din adamları arasında varılan uzlaşmalar için kullanılan konkordato tabiri, XI. yüzyıldan itibaren kilise ve devletin karşı­lıklı ilişkilerini düzenleyen antlaşmalar için kullanılmıştır. Napolyon Bonapart’ın ülkede dinsel barışı sağlamak için Paris ve Roma arasında başlattığı görüşmeler 15 Temmuz 1801 tarihinde Concordat adı verilen bir anlaş­mayla sonuçlanmış ve bu 1801 Konkordatosu Katolikliğin “Fransızlar’ın büyük çoğunluğunun” dini olduğunu kabul etmiş ve piskoposları atama hakkını devlet başkanına vermiştir. XIX ve XX. yüzyıllarda birçok Avrupalı devlet papalıkla, az ya da çok Fransız Konkordatosu’nu taklit eden antlaş­malar imzalamışlardır. Papalık, piskoposların atanmasını kendi elinde tutu­yor, gençliğin hıristiyan eğitimi ve Katolik pratik ile ilgili her konuda ciddi güvenceler istiyor, devletin laikliğini, eğer gerekiyorsa fiilî bir durum olarak kabul ettiği gibi, ibadet giderlerinin salt Katolikler tarafından karşılanmasını da kabul ediyordu.

C) Yönetim Biçimleri

Yönetim (hükümet) biçimleri öteden beri en genel şekliyle, oligarşi ve demokrasi olmak üzere iki ana gruba ayrılmaktadır. Oligarşi azınlığın hü­kümeti, demokrasi ise halkın veya halk çoğunluğunun hükümeti demektir. Bu iki ana yönetim biçimi dışında, bu aslî şekillerin saflığına olan yakınlık ve uzaklıklarına göre daha farklı yönetim biçimleri bulunabilir. Fakat bütün yönetim biçimleri esas itibariyle ya demokrasi, ya oligarşi kapsamında yer alır. Meselâ kimi yazarlarca ayrı bir yönetim biçimi olarak değerlendirilen monarşi, esas itibariyle oligarşi kapsamında yer alır. Oligarşinin saf şeklî hükümdarlıktır (monarşi). Hükümdarlık her yerde her zaman aynı olmaz. Hükümdarlık ülkenin sosyopolitik şart ve geleneklerine, yönetenlerin ve yakın çevresinin bireysel yetkinliklerine ve beşerî ilişkiler düzeyine göre mutlak ve müstebit olabileceği gibi, meşrutî ve demokratik de olabilir. Hü­kümdar kendisini önceden konulmuş ve belirlenmiş kanun ve kurallara bağlı görmüyorsa, buna keyfîliğin derecesine göre mutlak, müstebit yönetim denilir. Hükümdarın kanun ve kurallara bağlı kaldığı yönetim tarzı ise meşrutî yönetim olarak adlandırılır ki, bugün Batı’daki meşrutiyetler (anaya­sal monarşiler), oligarşilerin tekâmül ederek demokrasiye dönüşmüş şeklidir. Oligarşinin dejenere şekli ise çeşit çeşit olur ve türlü adlar alır. Dejenere olmuş oligarşinin nihaî durumu “diktatörlük”tür. Diktatörlük şeklindeki oligarşilerin şefi olan diktatör tıpkı mutlak ve müstebit bir hükümdar gibi daima bir sınıfın temsilcisidir. Bu sınıf, Ali Fuat Başgil’in ifadesiyle, memle­ketlere ve tarihî vakıalara göre, kimi zaman servet ve sermaye kuvvetine dayanan bir zenginler sınıfıdır, kimi zaman politikacı ve bürokratlardan oluşan eli silâhlı bir taassup ve menfaat zümresidir. Mutlak ve müstebit hükümdar ile diktatör arasında ilkinin tanınmış bir hanedana mensup olma­sı dışında bir fark bulunmaz. [396]

Demokrasi, her şeyden önce bir tür hükümet ve idare sistemidir. İlk ve saf manasıyla “halk için ve halk tarafından hükümet” demek olan demok­rasi, en basit ifadesiyle bir ülke halkının ekseriyetle, ekseriyetin de ehliyet­liler ve seçkinlerle temsil edilmesi esasına dayanır. Oligarşiler daima bir a-zmlfğın, yani bir sınıf veya zümrenin görüş ve menfaatlerine dayanan bir sistem iken, demokrasi geniş halk kitlesi içinden çıkan yaygın bir ekseriye­tin fikir ve kanaatleri üzerinden yürümeyi ve bu yolla halk menfaatlerini gerçekleştirmeyi hedef alır.

Tıpkı oligarşiler gibi demokrasiler de saf ve dejenere şekiller alabilir. De­mokrasinin saf ve ciddi şekli, kuvvet ve yetkinin, siyasî hürriyet ve eşitlik esasları dairesinde oluşmuş bir ekseriyetin elinde bulunduğu yönetim biçimidir. Demokrasinin bozulmuş ve kokuşmuş şekli ise “demagojidir. Siyaset biliminde demagoji deyimi, Ali Fuat Başgil’in ifadesine göre, aldatılmış veya ifsat edilmiş bir çoğunluğu basamak yaparak yükselmiş ve sırf hayvanî hırslarını tatmin için hükümet makinesini ele geçirmiş ayak takımının yö­netim biçimini ifade için kullanılmaktadır. Oligarşiler, zalim bir diktatörlük çıkmazına saplanma riskine açık olduğu gibi, demokrasiler de daima safsata ve şarlatanlık çamuruna batmak tehlikesi ile karşı karşıyadır. Demokrasiyi bu tehlikeden korumanın tek yolu, siyasî eşitlik ve hürriyet içinde halkın ekseriyetini yönetimde söz sahibi kılmaktır.

Demokrasinin mantığı sınıf vakıasını inkâr etmez, fakat sınıf imtiyazını kesinlikle reddeder. Demokrasilerin vazgeçilmez unsurları olan siyasal par­tiler, her meslek ve sanattan herkese açık ve herkesin serbestçe düşünüp münakaşa ve tenkit edip kabul edebileceği bir fikir ve kanaat birliğidir. Bu birlik kuvvetini nasyonal sosyalizm, faşizm ve bolşevizm gibi, resmî bir otoriteden ve taraftarlarını cennete, muhaliflerini de cehenneme yollama gibi dinî içerikli bir söylemden, vaad ve tehditten değil sırf, savunduğu fikirler­den ve programından alır.

Burada söylenenler bütün hükümdarlıkların kötü rejimler olduğu şeklin­de anlaşılmamalıdır. Birçok alanda olduğu gibi yönetim biçimleri açısından da iyilik ve kötülük izafîdir, nisbîdir. Bundan dolayı hiçbir hükümet her bakımdan ve mutlak olarak iyi veya kötü değildir. Yönetim biçimlerinin başarısı büyük ölçüde yönetenlerin yetkinliğiyle, insan unsurunun gelişmiş­liğiyle alâkalı bir husustur. Bu sebeple aynı hükümet şekli bir toplumda hak ve adaleti sağlamanın en iyi yolu olurken bir başka toplumda sonuçsuz ve başarısız olabilmektedir. En iyi hükümet, belirli bir devirde, belirli bir ülke halkının durum ve ihtiyacına en uygun olan hükümettir. Kanunlar için de aynı izafilik geçerlidir. Evrensel hukuk norm ve ilkeleri de bulunmakla be­raber bütün zaman ve toplumlar için geçerli en iyi kanun yerine, belli bir zamanda belli birtakım psikososyal ve siyasal şartlarda yaşayan insanların ihtiyaçlarına en uygun kanundan söz edilmesi daha doğrudur.

II. MÜSLÜMAN DOĞU’DA DİN VE SİYASET

Din ile siyaset ilişkisi ve İslâm toplumlarının siyasal tecrübelerinin an­lamı konusunda oldukça farklı yorumlar yapılagelmektedir. Bu konuya iliş­kin sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek ve sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için meselenin hem Kur’an’ın genel ilkeleri, hem de tarihsel tecrübe çerçeve­sinde ele alınması gerekir. Bunun için de önce Kur’an’ın toplumların siyasal örgütlenmesi ve devletin yönetim biçimiyle ilgili hükümlerine değinmek, ardından da Hz. Peygamber döneminden itibaren müslüman toplumların yaşadığı tarihsel tecrübeye ve siyaset geleneğine temas etmek istiyoruz. Daha sonra da, uygulama örneklerinden hareketle bu gelenek etrafında oluşan ve bir bakıma mevcudu iyileştirmeyi ve bu yolla daha iyiye ulaşmayı amaçlayan siyaset teorilerini ve bu teorinin ana kavramları etrafında oluşan doktriner yaklaşımları ele alacağız.

A) Kur’an Ve Sünnet

İslâm dininin temel kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de birbirinden açıkça ayrılma­mış bir şekilde yer alan hüküm ve davranış kuralları İslâm bilginleri tarafın­dan çeşitli ayırımlara tâbi tutulmuştur. En genel ayırım, âyetlerin muhteva­sına ilişkin olarak yapılan “taabbüdî içerikli”, “aklî içerikli” âyetler şeklinde­ki ayırımdır. İnsanın Tanrı’ya karşı görevlerini belirleyen hükümler ile, in­sanın hemcinsleriyle olan ilişkilerini düzenleyen hükümler arasında fark gözetilmesi de büyük ölçüde aynı ayırımın bir başka ifade şeklidir. Her iki grup âyet de ilâhî kökenli olsa bile, Tanrı’ya karşı olan vazifeleri belirleyen emirler ile insanın hemcinsleriyle ilgili olanları arasında ayırım yapılması, dini anlama, dinin hükümlerini değişen durum ve şartlara taşıma ve her ortamda dindar kalabilme açısından gerekli bir işlem olduğundan hem tarih­sel süreçte hem de günümüzde geçerliliğini ve gerekliliğini sürekli koru­muştur.

Kur’an’da akıllı ve yükümlü insan ve topluluklar muhatap alınır, onun anlayacağı şekilde ayrıntılı veya genel olarak birtakım davranış kuralların­dan söz edilir. Bu hükümler konulurken de çoğu zaman hükümlerin dayan­dığı gerekçeye, taşıdığı fayda ve hikmete işaret edilir ve her vesileyle bütün bu hükümlerin insanın genel ve kalıcı yaran için olduğu belirtilir. Bu sebeple Kur’an’da, bireyin yaratanına karşı kulluk görevinden kendine ve diğer yaratılmışlara karşı sorumluluklarına, hak ve ödevlerine kadar hayatın bü­tün alanlarını kuşatıcı bir rehberlik bulunur. Ancak bu rehberlik, bazan ay­rıntılı şekilde bir davranışın emredilmesi, bir yasağın konması şeklinde bazan da aklın ve insanlık tecrübesinin ortak ilke ve değerlerini hatırlatma ve tekit biçiminde olur. Kur’an’ın ayrıntılı hükümleri de bir genel ilkeye hizmet ettiği için akıl tarafından yadırganmaz, kolay anlaşılır ve mâkul bu­lunur. Meselâ Kur’an’da ayrı ayrı belirtilen yiyecek ve içeceklere ilişkin yasaklamalar, evlenme yasaklan, miras hükümleri, aile içi hak ve yüküm­lülükler ve bazı ibadetlere ilişkin ayrıntılar böyledir. İnsan aklı belki bunlara kendiliğinden ulaşamaz, fakat bunları gözetilen maksadın ve yöneltilen hedefin bir parçası ve tabii bir aracı olarak görür ve mâkul bulur. Kur’an’da yer alan adaletli davranma, haksızlık etmeme, ölçü ve tartıyı gözetme, ya­lan söylememe, doğruluk ve merhametten ayrılmama, danışarak iş yapma, hak bildiği yolda kararlı bir şekilde yürüme gibi ilkeler ise aklın ve insanlığın ortak tecrübesiyle örtüşen ilkelerdir. Hz. Peygamberin açıklamaları da bazan aklın doğrudan ulaşamayacağı fakat prensip itibariyle doğru ve ge­rekli göreceği ibadet esaslarına ilişkin uygulama örnekleri şeklinde, bazan da Kur’an’daki aklî ve evrensel ilkelerin o dönem ve toplumda uyarlanması mahiyetinde bir rehberliktir. Kur’an’ın ve Resûlullah’ın bu rehberliği, akimi kullanan, insanlığın ortak tecrübesini bilen ve yaratılıştan getirdiği mezi­yetlerini koruyan insan için tabii ve gerekli bir açıklama ve örneklendirme mahiyetindedir.

Kur’an’da konular genelde birey muhatap alınarak, insan merkezli ola­rak işlenmiş, bununla da sağlıklı bir toplumsal yapıya kavuşmanın yolunun bireylerin yetişkinliğinden geçtiği vurgulanmak istenmiştir, Bu sebeple Kur’an’da siyaset ve devlet, toplumların yönetim şekli, üretim araçları ve gelir paylaşım biçimleri konusunda özel ve ayrıntılı bir hüküm yer almaz; sadece genel dinî ve ahlâkî ilkeler hatırlatmakla yetinilir. Bu, İslâm’ın ev­rensel bir din oluşunun, az gelişmişinden ve kabile hayatı yaşayanından en örgütlü olanına kadar bütün toplumları kuşatan bir davete sahip olmasının da tabii bir gereği ve sonucudur. Bu sebeple Kur’an’da danışma, haksızlık yapmama, emaneti ehline verme, adaleti gerçekleştirme, ahlâkı ve kamu düzenini koruma, Allah’a ve Resulü’ne mutlak, diğer âmirlere -günah ve zulüm içermeyen emirlerde itaat- gibi esasen daha genel içerikli olmakla birlikte siyasal düşünce için de hareket noktası yapılabilecek birtakım ilkesel hükümler bulunmaktadır ve Kur’an’ın siyasetle ilgisi bu seviyededir. Ancak, Kur’an’da siyasete ilişkin doğrudan ve dolaylı atıfların bulunmasından ha­reketle siyasetin dinin temel unsurlarından olduğu veya dinin doğrudan ilgi alanına girdiği şeklinde değerlendirilmesi doğru olmaz. Gerek yaratıcı ile gerekse kendisi dışındaki diğer bireylerle olan ilişkileri bağlamında bireyin gelişmesine vurgu yaptığı için, siyasal düzenlemelerde bulunmak Kur’an’ın temel amaçları içinde yer almamış ve bu düzenlemeleri, genel ilke ve amaç­lar doğrultusunda yapmak müslüman bireylerin yetenek, meleke ve biri­kimlerine bırakılmıştır. Bu itibarla Kur’an’da yer alan hükümlerin siyasetle, toplumların devlet ve yönetim biçimleriyle ilgisi, ilgiyi kuran şahsın bakış açısına göre değişkenlik gösterebilecek, ileri kademelerde olmasa bile baş­langıçta farklı talep ve projelere hız kazandırabilecek bir izafîlik taşımakta­dır. Böyle olunca da, dinin genel ilkeler ve hedefler yönüyle siyasetle ilgisi ve ona yön veren üslûbu naslarda açıkça görülmekle birlikte bu ilgi ayrıntı­ya inildikçe ve ileri merhalelerde bir hayli zayıflamaktadır.

İnsanın bütün davranışları, elbette ki dinî-ahlâkî kıymet hükümlerine göre değerlendirilir. Bu bakımdan her ne kadar, toplumsal ilişkileri düzenle­mede ve toplumu düzene koymada asıl rolü beşerî yönetim oynasa da, bu yönetim adaleti öngören gerçek değerler düzenine göre tâli bir konumdadır ve onun yansımasıdır. Mekke döneminde inen âyetlerin büyük ölçüde inanç ve ahlâk ile ilgili olmasına dayanarak Kur’an’ın temel vurgusunun, bütün insan davranışlarının, ilâhî gözetim altında bulunduğunu ima etmek olduğu söylenebilir. Medine döneminde yapılacak hukukî düzenlemelerin alt yapısı da burada atılmıştır. Bu süreç, dinin bütün beşerî davranışlara dinî ve ahlâkî bir zemin oluşturması ve bu zeminde onları anlamlı kılması, bireyin yetiş­kinliğini ve sorumluluk bilincini toplumsal yapının sağlamlığında âdeta ön şart sayması şeklinde de yorumlanabilir. Bundan da hareketle, Kur’an’da siyaset teorisi veya devlet modeli aramanın veya Kur’an’ı böyle bir söylem için ana malzeme yapmanın yersiz olduğu, fakat Kur’an’ın insanın siyasî zihniyetini oluşturan bir mesaj ve yönlendirmeye de sahip bulunduğu gö­rülür. Diğer bir anlatımla Kur’an’ın oluşturduğu zihniyetin bilinçli boşluk sayılan devlet ve siyaset alanında siyasî zihniyeti oluşturduğu, İslâm top­lumlarının bu alanlardaki tarihsel tecrübesinde de bu zihniyetin açık izleri­nin görüldüğü söylenebilir.

B) Tarihsel Tecrübe

a) Hz. Peygamberin Siyasî Liderliği

Allah’ın Hz. Peygamber için öngördüğü aslî görev, kendisinden aldığı vahyi insanlara ulaştırmasıdır. Vahyin açıklanması ve uygulanması da bu görevin devamı mahiyetinde olduğundan, bu konularda Resûlullah’ın otoritesinin tanınması da istenmiştir. Allah, birçok âyette resulüne (elçisine) inanmayı, ona itaat ve ittibâ etmeyi emretmiş; isyan etmeyi ise yasaklamış­tır. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:

“Allah’a ve resulüne iman edin.” [397]

“Allah, kendisine ve resulüne itaat edenleri, ebediyen kalmak üzere alt­larından ırmaklar akan cennetlere sokar. Bu ne büyük bir kazançtır. Allah’a ve resulüne isyan edenleri ve koyduğu sınırları geçenleri de ebediyen kalacakları ve acıklı bir azap görecekleri bir ateşe sokar.” [398]

“Eğer O’na itaat ederseniz, hidayet bulursunuz. Resulün görevi yalnızca açık tebliğdir.” [399]

“Kim Allah’a ve resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” [400]

“Allah’a itaat edin, resule itaat edin ve sakının.” [401]

“Sizin rabbiniz rahmandır. Bana ittibâ edin ve emrime itaat edin.” [402]

“Ey İman edenler! Allah’a itaat edin; resule ve aranızdan çıkan emir sa­hiplerine itaat edin. Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah’a ve resule götürün.”[403]

“Şayet onu resule ve içlerinden çıkmış emîr sahiplerine götürselerdi.” [404]

Müminler, Allah’a ve peygamberine inanan kimselerdir ve toplumu ilgi­lendiren bir işte peygamber ile bulundukları zaman ondan izin almadıkça çekip gitmezler.” [405]

Hz. Peygamber aslî görevi olan tebliğ ve bunun doğal uzantısı olan tebyin yani Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştırma ve bu mesaja ilişkin gerekli açıklama ve uygulamaları yapma dışında, konjonktürel olarak Medi­ne’de, içerisinde müslümanlar yanında yahudi ve putperestlerin de bulun­duğu bir topluluğun lideri olmuştur. Kur’ân-i Kerîm’de Resûl-i Ekrem’e itaat etmeyi emreden âyetler, esas itibariyle Resûlullah’ın asıl göreviyle ilgili ol­makla birlikte, bu itaat emri onun siyasal otoritesine tâbi olmayı da içerecek bir genellik taşır.

Medine dönemi dikkate alındığında, Hz. Peygamberin, hem yasama hem de yönetme yetkisini kendisinde topladığı ve aynı anda hem hukukî hem de siyasal otorite olduğu görülür. Fakat Hz. Muhammed’in Medine toplumuna lider oluşunun dinin bir gereği olmaktan çok konjonktüre bağlı siyasal bir liderlik olduğu kanaati ağırlıklıdır. Gerek Resûlullah’ın gerekse onun ölü­münden sonra müslüman toplumların siyasetle ilgilenmesini doğal bir ge­lişme olarak değerlendirmek daha uygundur. Hz. Peygamberin Mekke’de iken herhangi bir siyasî talepte bulunduğu bilinmemektedir. Bu durum onun temel misyonuyla ilgili olduğu gibi, içinde bulunduğu sosyopolitik durumla da ilgilidir. Medine döneminde ise, dinin gereklerinin rahatça yerine getirile­bilmesi için toplumsal bir bütünleşme ve örgütlenme kaçınılmaz olmuş, Resûl-i Ekrem de vahye ve içtihadına dayanarak bu yönde gerekli önlemleri almıştır, tslâm bilginlerinin Resûlullah’ın sünnetini değerlendirirken onun peygamber olarak yaptığı davranışlarla devlet başkanı ve siyasî-askerî lider vasfıyla yaptıkları arasında bir ayırım gözetmesi ve ikinci grup sünneti yo­rumlamada kendilerini daha rahat hissetmeleri de bu sebepledir.

b) Medine Sözleşmesi

Hz. Peygamber tebliğ ve tebyin işlerini daha rahat yapabileceği bir yer arayışını sürdürmüş, sonuçta Medine’ye hicret etmiştir. Bu noktada Resûlullah’ın Medine toplumundaki siyasal liderliğine ve Medine sözleşmesine kısaca değinmek yerinde olur.

Medine sözleşmesi, bir anlamda Kur’an’da çerçevesi çizilen ilkelerin be­şerî planda hayata geçirilmesi ve uygulanması olarak değerlendirilebilir. Elbette ki bu sözleşme temeli üzerine pek çok şey bina edilebilir. Ancak metot olarak, herhangi bir amaçla onu temel almadan önce sözleşme met­ninin oluşum süreç ve şartlarını, uygulanmasını ve sonuçlarını göz önüne almakta ve bunları Kur’an ölçeğinde değerlendirmekte yarar vardır. Bu du­rum hiçbir surette Medine sözleşmesinin önemini azaltmaz, aksine daha doğru anlaşılmasını ve ait olduğu zemine oturtulmasını sağlar.

Burada Medine sözleşmesine gelinceye kadarki durumu genel hatlarıyla gözden geçirmekte yarar vardır. Bilindiği gibi mi’rac olayından sonra Hz. Feygamber civar kabileleri İslâm’a davet etmeye başladı, fakat Arap kabile­lerinden bu çağrıya icabet eden kimse bulamadı. Resûlullah’ın Medine ile ilgisinin, Mekke’ye gelen Süveyd b. Sâmit’i İslâm’a davet etmesiyle başladı­ğı ve bunun Medine halkı için olumlu bir başlangıç olduğu bilinmektedir. Süveyd bu çağrıya olumlu veya olumsuz bir cevap vermemiş ve Medine’ye döndükten kısa süre sonra bir savaşta ölmüştür. Bu sıralarda ensar ittifak (hilf) aramak üzere Mekke’ye geldiğinde Hz. Peygamber onları İslâm’a da­vet etti. İçlerinden yeni yetme bir genç olan İyâs b. Muâz’ın Resûl-i Ek­rem’in davetine ilişkin olarak yaptığı

“Ey kavmim! Vallahi bu, bizim geldi­ğimiz amaçtan daha hayırlıdır” şeklindeki yorum öfkeyle susturulmuş ve gelenler bir ittifak gerçekleştiremeden Medine’ye geri dönmüşlerdi.

Sonra Hz. Peygamber bölge halkının hac maksadıyla Mekke’ye geldiği dönemde hepsi Hazreç’ten olan altı kişiyle Akabe’de karşılaşmış ve bunları İslâm’a davet etmiştir. Bunlar Medine’de yahudilerin komşuları olup, onların

“Allah bir peygamber gönderecek ve neredeyse zamanı da geldi” dediklerini duymuşlardı. İçlerinden birinin “Vallahi, yahudilerin sizi kendisiyle tehdit ettiği peygamber budur. Aman onlar bizden önce davranmasınlar” demesi üzerine iman ettiler ve müslüman oldular. Sonra Hz. Peygamber’e, “Biz kavmimizi bırakıp geldik, onların arasında savaş var. Şimdi biz onlara gide­lim ve senin bizi çağırdığın şeye biz de onları çağıralım. Kimbilir belki de Allah senin sayende onları birleştirir. Eğer sana ittibâ ederlerse, senden da­ha üstün kimse olmaz” diyerek oradan ayrıldılar. Bu altı kişi Medine’ye dönüp İslâm’a davet etmeye başladılar. Bu durum öyle yayıldı ki Hz. Peygamber’in anlatılmadığı hiçbir ensar evi kalmadı.

Ertesi sene ensardan on iki kişi geldi. Bunlardan beşi, Câbir b. Abdullah haricinde daha önceki altı kişiden oluşuyordu. Bunlar Akabe’de Resûlullah’a biat ettiler, ama henüz savaşla emrolunmuş değillerdi. Bunların dönüş vakti geldiğinde Hz. Peygamber, orada müslüman olanlara Kur’an’ı ve şer’î hü­kümleri öğretmeleri ve müslüman olmayanları da İslâm’a davet etmeleri için İbn Ümmü Mektûm’u ve Mus’ab b. Umeyr’i bunlarla birlikte Medine’ye gönderdi. Mus’ab’ın elinden pek çok insan müslüman oldu. Bir müddet sonra birkaç istisna dışında içinde erkek ve kadın müslüman bulunmayan hiçbir ensar evi kalmadı.

Medineli yahudi kabileleri olan Benî Kurayza, Benî Nadîr ve Benî Kaynuka arasında kabilecilik ruhu çok canlı idi ve bu durum onların bir din çatısı altında barış içinde yaşamalarını engelliyordu. Yemen’in büyük kabi­lesi Ezd’e dayanan ve Medine’ye yahudilerden sonra gelip yahudilere kom­şu olan Evs ve Hazreç kabileleri Araplar lehine işleyen bazı sebepler saye­sinde Yesrib’de hâkimiyeti ele geçirmişlerdi, ancak onlar arasında da kabile çatışmaları vardı. Bu çatışmaların temelinde kabilecilik ruhu yanında, hâki­miyeti kaptıran yahudilerin kışkırtmaları da mevcuttu. Evs ve Hazreç ara­sındaki son savaş hicretten birkaç yıl önce cereyan eden ve Evs’in galibiye­tiyle sonuçlanan Buâs Harbi’dir. Evs bu galibiyete yahudilerin de yardımını alarak ulaşmış, fakat daha sonra yahudi hâkimiyetinden endişe ederek Hazreç ile barış yapmış ve bu iki kabile Abdullah b. Übeyy’in başkanlığında birleşmeye karar vermişlerdir. Evs ve Hazreç arasındaki bu geçimsizlik ta­rafların barış içinde yaşama arzusunu kamçılamıştır. Hz. Âişe bu savaş ve sürtüşmelerin Medine ehlinin İslâm’a kucak açmasındaki etkisini “Buâs Harbi Allah’ın, Hz. Peygamber’e bir armağanıdır” sözüyle anlatır. Öyle gö­rünüyor ki bu anlaşma zemini hem Resûlullah ve muhacirlerin hem de ensarın aradığı bir şey idi. En azından Resûl-i Ekrem tebliğini rahat bir ortamda yapabilecek, muhacirler dinlerini rahatça yaşayabilecekler ve ensar aralarındaki anlaşmazlıkları tarafların kabul ettiği bir hakem başkanlığında çözmüş olacaklardı.

Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden bir müddet sonra, muhtemelen ilk altı ay içinde Resûlullah’ın hakemliğinde ve önderliğinde bütün gruplar arasında bir antlaşma metni imzalandı. Hicretin hemen öncesine tekabül eden dönemde Evs ve Hazreç kabilelerinin Medine’nin hâkimi oldukları ve yahudilerin onlarla anlaşmalı olduğu dikkate alınırsa başlangıçta yahudilerin Medine sözleşmesine taraf olma durumu pek mümkün görünmemekte­dir. Nitekim bu olaya dolaylı olarak değinen ilk dönemin büyük muhaddislerinden Abdürrezzâk’ın “Hz. Peygamber Kureyş ile ensar arasında tanzim ettiği belgede demiştir ki…” ifadesine göre bu belge, muhacirlerle ensar ara­sında tanzim edilmiştir. [406]İbn Hişâm’ın bu olaya ilişkin ifadesi yahudilerin bu belgeye ilk akdedildiği sırada dahil olduğu intibaını verse de, bu dahil olmanın doğru­dan değil dolaylı olarak olduğu anlaşılmaktadır, İbn Hişâm’ın ifadesine göre Hz. Peygamber muhacirler ile ensar arasında bir belge tanzim etmiş ve bu belgede yahudilerin dinlerine ve mallarına ilişilmeyeceğim garanti etmiş ve onların hak ve sorumluluklarını göstermiştir. [407]

Öyle anlaşılıyor ki İbn Hişâm muhtemelen iki metni birlikte zikretmenin sonucu olarak muahede (antlaşma) ile muvâdaayı (saldırmazlık sözleşmesi) birleştirmişse de, ifadesinden yahudilerin ikincil olarak söz konusu edildiği anlaşılmaktadır. İşin doğrusu, bazı titiz siyer yazarlarının yaptığı gibi, mu­hacirlerle ensar arasındaki antlaşmayı “muahede” kavramıyla ve muhtemelen Bedir’den hemen sonra yahudilerle yapılan anlaşmayı ise “muvâdaa” kavramıyla ifadelendirmektir. Öyle görünüyor ki, daha sonra yahudilerin vesikaya dahil edildiği muvâdaa metninin ilk muahede metni ile birleştirilme­sinin etkisi birinci maddeye de yansımıştır. Muhammed Hamîdullah’ın maddelemesine göre 16. maddeye kadar yahudilerden hiç bahsedilmemiş, 16. maddede yahudilerin de bu vesikaya girebilmelerine kapı aralanmış (md. 16: “Bize tâbi olan yahudilere de, zulmedilmeksizin ve kendilerine karşı yardımlaşılmaksızın, yardım edilecek, iyi davranılacaktır”) ve 24. maddeden itibaren ya­hudilere ait hükümler sıralanmıştır. Buna göre vesikanın ilk maddesinin “Bu belge Kureyşliler ile Yesrib ehli arasındadır” şeklinde olmalıdır. Bu cümlenin devamı (Arapça metinde ‘ve men tebiahüm’ ile başlayan kısım) muhtemelen muvâdaanm ilk muahede metnine katılmasından sonra bütünlüğü sağla­mak düşüncesiyle ilâve edilmiştir. Bu kısım ilk başta söylenmiş bile olsa yukarıda söylenen hususla çelişmez. Çünkü maddenin tercümesi şöyle ya­pılabilir: “Bu belge, nebî Muhammed tarafından, Kureyşli müminler ve müslimler ile Yesribliler ve onlara tâbi olup katılan ve onlarla birlikte cihad edenler arasında olmak üzere düzenlenmiştir”. Bu yaklaşım doğru ise bun­dan sonraki maddede müslünıanlarla yahudilerin bir ümmet oluşturduğu şeklindeki izlenim de ortadan kalkar ve madde rahatlıkla “Bunlar (muhacir ve ensar) diğer insanlardan ayrı bir ümmettir” şeklinde anlaşılabilir. Bu madde ile kabile ruhu yerine millet ve ümmet bilincinin geçirilmiş olduğu vurgulanmaktadır.

Yahudilerin sözleşmeye taraf olup olmadıkları değerlendirilirken gözden uzak tutulmaması gereken bir husus da ilerleyen yıllarda yahudilere karşı takınılan tavır ve onların Hz. Peygamber zamanından sonraki durumlarıdır. Bu iki husus üzerinde dikkatle düşünüldüğünde, başlangıçta yahudilerin vesikaya taraf oldukları var sayılsa bile, bu takdirde vesikanın bir geçici ara dönem siyasî sözleşmesi olduğu sonucuna ulaşılabilir. Bu anlaşmayla Resûlullah başkanlığında Medine toplumu arasında belli ölçülerde bir bütünleşme sağlanmış, daha da önemlisi ortak düşmanları sayılabilecek Mekkeliler’e karşı bir ittifak oluşmuştur. Bu husus vesikanın ilgili maddelerinde dile geti­rilmektedir.

Burada vesikanın bütün maddeleri üzerinde ayrıntılı olarak durma im­kânı yoktur. Şu kadarı söylenebilir ki, imza koyan tarafların etnik ve dinî kimlikleri bir yana bu vesika din ve vicdan hürriyeti açısından son derece önemli bir siyasî ve hukukî belgedir. Vesikada yahudilerin canları ve malları yanında dinlerini yaşama hürriyetlerini teminat altına alan madde, esasen Kur’an’ın doğrudan öngördüğü bir hükmün uygulamaya geçirilmesinden ibarettir. Kur’an’ın genel ilkeleri, topluma, toplumsal organizasyona zarar vermediği sürece farklı dinden insanların kendi dinlerini yaşayış hürriyetle­rinin teminat altında olduğunu öngörür. Bu konuya değinen bazı âyetler şunlardır:

“Eğer rabbin diteseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi; böyle iken sen hepsi mümin olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?” [408]

“Dinde zorlama yoktur” [409]

Dolayısıyla Medine sözleşmesinin önemi Kur’an’da vazedilen ilkeleri uygulamaya aktarması noktasında ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın ilk açıklayıcısı olan Hz. Peygam­ber bu suretle Kur’an’daki ilkeleri mevcut şartları dikkate alarak uygulama­ya koymuş olmaktadır.

Resûlullah’ın Medine’ye hicretini takip eden günlerde kaleme alman ve onun siyasî ve idarî otoritesi altında konfederasyon şeklinde oluşturulan Medine şehir devletindeki müslim, müşrik ve yahudi toplulukların birbiriyle ve yabancılarla olan münasebetlerini, bu toplulukların temel hak ve görev­lerini belli esaslara bağlayan Medine sözleşmesi, farklı din mensuplarının bir arada yaşamasına imkân vermesi ve anayasa hukuku alanındaki ilk yazılı sözleşme örneklerinden biri olması yönüyle her zaman için önem taşıyan tarihî bir vesikadır. Bununla birlikte Medine sözleşmesini tarihî ve tabii kim­liğinden soyutiayıp modern toplumlarda çok hukukluluğun geleneksel kök­leri ve dinî gerekçesi olarak takdim etmek de doğru olmaz. Çünkü kamu düzenini oluşturan kurallar herkese aynı şekilde istisnasız uygulanır. Kamu düzeninden sayılmayan tamamlayıcı kuralların ise tarafların irade serbestisi­ne bırakılması ve aslî ibâha ilkesine göre işlem görmesi esastır. Ancak milletleşme ve hukuk birliğinin oluşum sürecinde uygulanabilirlik şansına ve toplumsal yarara sahip bulunmayan çok hukukluluk tezinin günümüzde demokratik bir talep olarak gündeme gelmesi, hukuk birliğinin ve tek hu­kuklu sistemin yasa despotizmine ve çoğunluk diktatöryasma kaçmasını önlemede ve demokratik hukuk devletinin gerçekleşmesinde olumlu bir katkı sağlayabilir.

c) Peygamber Sonrası Dönem

Hz. Peygamber’in siyasî ve teşriî otoritesi, gerek sağlığında gerekse ölümünden sonra tartışılmamış, fakat bu iki fonksiyonun sonrakiler açısın­dan değeri ve bunların ne şekilde ve kimler tarafından devam ettirilebileceği hususu çeşitli teorik ve pratik görüş farklılıklarına yol açmıştır,

Hz. Peygamber ölünce, daha Resûlullah’ın cenazesi kaldırılmadan İn­sanlar Benî Sakife gölgeliğinde toplanarak ümmetin işlerini yürütmek üzere Resûl-i Ekrem’in yerine kimin geçeceğini tartışmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in hâtırasına saygısızlık olarak değerlendirilmesi mümkün olan bu tutum, Araplar’ın kabilecilik damarlarını bilenler için şaşırtıcı değildir. Hatta kabilecilik ruhunun hortlaması endişesi göz önüne alınınca, Resûlullah’ın yerine geçecek yöneticiyi belirleme işinin cenazenin kaldırılmasından daha öncelikli olduğu bile söylenebilir.

Medineîi ensar yöneticinin kendilerinden olmasını isterken, Mekkeli muhacirler kendilerinden (Kureyş) olmasını istiyordu. Bu arada kendisi tara­fından belirgin bir şekilde öne sürülmemekle birlikte, Hz. Peygamber’e olan akrabalığı nedeniyle Hz. Ali’nin bir beklenti içinde olduğu da kaydedilmeli­dir. Esasen bu üç tutumun, daha sonra hilâfet meselesinde su yüzüne çıka­cak olan eğilimlerin de nüvesini teşkil ettiği söylenebilir.

Benî Sakîfe’de yapılan uzun tartışmalardan sonra Hz. Ebû Bekir’in yö­netici olmasına karar verilerek ona biat edildi ve kendisine “halîfetü Resûllllah” (Allah elçisinin halifesi) sıfatı atfedildi. Halife kelimesinin ümmet tarafından önerildiğine ve siyasal iktidarı elinde tutan kişiyi ifade etmek için ilk defa kullanılmış olduğuna dikkat edilmelidir.

Hz. Ebû Bekir ölmeden önce Hz. Ömer’i kendi yerine geçirmiş (istihlâf) ve ümmet itiraz etmeden Hz. Ömer’e biat etmiştir, Hz. Ebû Bekir’in bu uy­gulamasının “atama” mı yoksa “aday gösterme” mi olduğu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.

Hz. Ömer ölmeden önce kendinden sonraki halifenin seçimini altı kişilik bir heyete bırakmıştır. Bu heyet yaptıkları kamuoyu araştırması ve çeşitli değerlendirmeler sonunda içlerinden Osman b. Affân’ın halife olmasına karar vermiştir.

Hz. Ali’nin halifeliğe geçişi ise önceki üçü gibi ümmetin tamamının veya çoğunluğunun ittifakı ile olmamıştır. Hz. Ali, Talha ile Zübeyr’in biatlarmı almışsa da Sa’d b. Ebû Vakkâs ve daha birçok önde gelen sahâbî ona biat etmemiştir. Civar şehirlerdeki halk arasında da farklı temayüller vardı. Hz. Osman kuşatma altında iken bayram namazını kıldırması, Hz. Osman’ın cenazesiyle ilgilenmemesi, âsilerin vali değişikliği gibi bazı taleplerini yerine getirmesi gibi tutumları sebebiyle hakkında bazı endişeler uyanmış, hatta Talha ve Zübeyr de yanından ayrılarak Hz. Âişe ile beraber Basra’ya git­mişlerdir. Rızâ yoluyla ittifak, barış ve asayiş sağlanamayınca Hz. Ali kılıca başvurdu ve bilinen Cemel ve Sıffîn vak’aları meydana geldi.

İlk dört halifenin yönetimin başına geçiş şekline ilişkin olarak yaygın kanaate göre Hz. Ebû Bekir genel şûra yoluyla yani ehl-i hal ve’1-akdin büyük çoğunluğunun oyuyla seçilmiş, Hz. Ömer atama (velâyet-i ahd) yo­luyla başa gelmiş, Hz. Osman ise özel şûra yani evvelki halifenin belirlediği birkaç kişinin seçmesiyle halife olmuş, sonra hepsine biat edilmiştir.

Muâviye’nin yönetimi ele geçirmesi ise ilk dört halifenin yönetime geliş tarzından farklıdır. Çoğunlukla belirtildiğine göre, Muâviye tagallüp ve hakk-ı seyf (kılıç hakkı) yoluyla yönetimi ele geçirmiştir. Tagallüp ve kılıç hakkı, kimin halife olacağının netleşmemesi durumunda, halife adayların­dan birinin kılıç zoruyla başa geçip, insanların gönüllü-gönülsüz biatlarını alması anlamındadır.

Muâviye’den sonra yönetim, veraset yoluyla intikal etmeye başlamıştır. İlk uygulamalarda hilâfetin veraset yoluyla devamı konusu gündeme gelmemiştir.

Gerçi Hz. Ömer’in, halifeyi belirlemek üzere oluşturduğu özel şûra heyetine oğlu Abdullah’ı halife seçmemeleri ikazında bulunması devlet başkanlığının verasetle devamına olumsuz bir bakış olarak, öte yandan Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’in vefatı sıralarındaki beklentisi ve kendisi ölüm döşeğinde ol­duğu sırada oğlu Hasan’a biat etmelerini İsteyip istemediği sorusuna ceva­ben

“Bu husus, benim emredeceğim veya yasaklayacağım bir husus değil­dir” diyerek onların tercihine bırakması yönetimin veraset yoluyla devamına sıcak bakış olarak değerlendirilebilir. Hz. Ali’nin Hz. Ebû Bekir’e söylediği

“Akrabalığımız sebebiyle bu işte bizim de bir hakkımız bulunduğunu san­mıştık” serzenişinde bulunması da Hz. Ali’nin böyle bir eğilim taşıdığını desteklemektedir. Fakat bunlar şahsî kanaatlerden ibarettir.

Muâviye ile birlikte hilâfet (devlet başkanlığı), ilk dört halifede görüldü­ğünden farklı olarak veraset yoluyla el değiştirir olmuştur. O, Mugîre b. Şu’be’nin teşvikiyle sağlığında oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmiştir. Kimi rivayetlere göre Muâviye saltanat merkezi olan Şam’da bu maksadı teminat altına aldıktan sonra, zahiren haccetmek, gerçekte ise oğlu Yezîd için Mekke ve Medine halkından biat almak için oralara gitmiş ve hac merasimini ifa ettikten sonra bu halkı Yezîd’e biat etmeye çağırmıştır. Başta İbnü’z-Zübeyr olmak üzere birçok kişinin itiraz ve tenkidiyle karşılaştığı da zikredilmekte­dir. Bütün kaynaklar hilâfetin saltanata dönüşmesinin Muâviye ile başladı­ğını kaydeder. Gerçekten de Muâviye’nin bu tutumu, Araplar arasında İslâm öncesi döneme dönüş niteliğinde bir saltanat uygulamasının da başlangıcını teşkil etmiştir.

Yezîd’in ölümünden sonra, Şam ve diğer bölgelerde Muâviye b. Yezîd’e ve bunun birkaç ay sonra ölmesi üzerine Mervân’a biat edilmişken, Yezîd’in ölüm haberini alır almaz İbnü’z-Zübeyr’in Mekke’de hilâfet iddia etmesi ve Mekke halkının biatini alması, kimi yazarlar tarafından hilâfet ve saltanatın ayrışması olarak, kimileri tarafından da Mervân’ın hilâfetinin sahih olmadığı şeklinde değerlendirilmiştir,

Muâviye’den sonra gelen halifeler hep bu yolu uyguladılar. Sadece Ömer b. Abdülazîz’in böyle davranmak yerine Hz. Ebû Bekir’in torunu Kasım b. Muhammed’i veliaht tayin etmek istediği, fakat çeşitli baskılar sebebiyle bunu başaramadığı bilinmektedir.

Yönetimin Emevîler’den Abbâsîler’e geçişi, kimi Batılı yazarlar tarafın­dan Arap krallığından dinî krallığa geçiş olarak değerlendirilmiştir. Abbâsîler’de de verasete dayalı saltanat geleneği devam etmiştir. Me’mûn’un, Hz. Ali soyundan gelen Ca’fer es-Sâdık’ın oğlu Mûsâ el-Kâzım’ın oğlu Ali Rızâ’yı veliaht yapma düşüncesi de fiile dönüşememiştir. Osmanlılar’da da aynı gelenek sürmüş ve babadan oğula geçen saltanatla birlikte Yavuz Sultan Selim’den sonra hilâfet de babadan oğula geçmiştir.

İlk dört halife döneminde henüz dinî otorite-dünyevî otorite ayırımı yoktur. Halifeler din ve siyaset konusunda aynı anda otoritedirler. Fakat Muâviye ile birlikte siyasal otoritenin din işlerinden ayrı tutulması gibi bir temayülün başladığı görülür. Muâviye daha ilk hutbesinde “Din işlerinizi bildiğiniz gibi düzenleyin, ama siyaseti bize bırakın” anlamında sözler söy­lemesi [410]belli belirsiz şekilde bu iki alan arasındaki ayırıma işaret etmektedir. Muâviye’nin bu tutumunu izah sadedinde birçok sebep öne sürülebilir. Fakat şurası bir ger­çek ki, siyaset ve din ayırımı konusunda artık bir yola girilmiştir ve bu yo­lun devamında hilâfetin gitgide saltanattan ayrılarak sembolik bir makam haline dönüştüğü oldukça açık bir şekilde görülecektir.

Büveyh’in müslüman olup Şiîliği benimseyen Ahmed, Ali ve Hasan isimlerindeki üç oğlunun çeşitli müslüman devletlerin ordularında yer alma­ya başlayıp kendi bölgelerinde beylikler kurmaları ve İran ve Irak’taki siya­sal olaylara karışmaya başlamaları hilâfet makamının siyasal gücünün a-zalmasmın başlangıcı olacaktır. Büveyh’in oğlu Ahmed’in 334 (945) yılın­da karışıklıklığın hüküm sürdüğü Bağdat’a girmesinden itibaren siyasal otoritenin halifeden bunlara geçmeye başladığı görülmektedir. Abbasî Hali­fesi Müstekfî-Bîllâh Ahmed’i emîrü’l-ümerâ tayin ederek ona “Muizzüddevle”, diğer kardeş Ali’ye “İmâdüddevle” ve üçüncü kardeş Hasan’a “Rüknüddevle” lakaplarını vermiştir. Ahmed’in bu olaydan bir müddet sonra Halife Müstekfî-Billâh’ın gözlerine mil çektirerek yerine Mutî’-Lillâh’ı geçirmesiyle Bağdat Abbasî halifeliğinin otoritesi sarsıldı ve yeni bir dönem başlamış oldu. Büveyhîler’in Bağdat’daki 110 yıllık hâkimiyeti Tuğrul Bey’in 447’de (1055) Abbasî halifesinin daveti üzerine Bağdat’a girip âsileri cezalandır­ması ve Büveyhî lider el-melikü’r-rahîm lakaplı Hüsrev Fîruz’u hapse atma­sıyla son buldu.

Abbasîler döneminde Büveyhîler ve daha sonra Selçuklular’ın siyasal gücü ellerine almalarıyla, hükmen tek elde olan hilâfet ve hükümet (siyasal iktidar), fiilen ayrılmış oldu. Hilâfet ve siyasal otoritenin fiilî ayırımı Osmanlı Hükümdarı Yavuz Sultan Selim’e kadar sürecektir. Deylemîler ve Selçuklular’ın mağlûpları olan Bağdat Abbâsîleri ile Türkmen ve Çerkez melikleri döneminde Mısır Abbâsîleri saltanatsız hilâfet etmişlerdir. İlhanlılar ve Timur soyundan Tatar melikleri ise hilâfetsiz saltanat etmişlerdir.

Hülâgû’nun Bağdat’ı ele geçirmesi ve Halife Müsta’sım-Billâh’ın öldü­rülmesiyle Abbasî hilâfeti tarihe karıştı (656/1258). Bu olaydan 659 (1261) yılma kadar hilâfet makamı üç sene boyunca münhal kaldı. Bağdat’taki katliamdan kurtulup 659 (1261) yılında Mısır’a iltica eden otuz altıncı ha­life ez-Zâhir’in oğlu ve otuz yedinci halife el-Müstansır’ın kardeşi ve son halife Müsta’sım’ın amcası olan Ahmed Ebü’l-Kâsım el-Abbâsî orada hükümet etmekte olan Türk kölemen sultanlarından Bundukdârî diye meşhur el-Melikü’z-Zâhir Rükneddin Baybars tarafından büyük bir merasimle Müstansır-Billâh lakabıyla 9 Receb 659’da (9 Haziran 1261) hilâfet makamına oturtulmuş ve 13 Receb 659’da (13 Haziran 1261) adına sikke basılmıştır. Sultan Baybars bazı siyasî sebeplerden dolayı Halife el-Müstansır’i bir mik­tar askerle Irak’a sevkettiyse de daha yolda Moğollar’ın hücumuna mâruz kalarak 660 (1262) senesi içinde hezimete uğramış ve kaybolup gitmiştir. Yerine yine Abbasî soyundan olduğunu iddia eden Ebü’I-Abbas Ahmed namında biri Hâkim Biemrillâh lakabıyla aynı sene halifelik makamına oturtuldu. Bütün Mısır Abbasî halifeleri bunun soyundan gelirler. Mısır’da Çerkez melikler zamanında Halife Müstain-Billâh 815 (1412) senesinde vuku bulan ihtilâlden sonra ümerâ tarafından Mısır sultanlığına getirilmiş ve bu suretle hilâfet bir defa daha dünyevî saltanatla birleşir gibi olmuşsa da aynı yıl sultanlıktan ve 817 (1414) senesinde halifelikten hal edilmiştir.

Fakat hilâfetin bu defaki durumu önceki dönemlerden oldukça farklıydı. Halifeler hükümet işlerine hiç müdahale etmiyorlardı. Ara sıra isimleri sulta­nın ismiyle birlikte hutbede okunuyor ve sikkelerde zikrediliyordu. Saltanat Mısır Kölemenleri’nin elinde bulunduğu cihetle halifenin vazifesi tekke şeyhliğine dönüşmüş ve hükümet makamına geçen sultanlara “Saltanat görevini sana verdik” (veileynâke’s-saltana) diyerek kılıç kuşatıp menşur ver­mekten ibaret kalmıştır. Suriyeli büyük Hanbelî hukukçulardan İbn Kayyım el-Cevziyye’nin Kur’an ve Sünnet naslanna itibar edilmediğini anlatmak üzere yaptığı “Günümüzde naslar, tıpkı adlarına hutbe okunan ve sikke bası­lan fakat hiçbir etki, yetki ve nüfuzları olmayan halifeler konumuna indir­genmiştir”[411] şeklindeki benzetmesi, aynı zamanda halifelerin o dönemdeki konumlarına da ışık tutmaktadır.

923 (1517) yılında halifelik Abbâsîler’den Osmanlılar’a intikal etmiş ve böylelikle hilâfet ve saltanat bir defa daha birleşmiştir.

Yavuz Sultan Selimin hilâfete hak sahibi olduğuna dair öne sürülen bir­çok gerekçeden birisi “kılıç hakkı”dır. Kılıç hakkı, kendisine rakip durama­yacak ölçüde taraftar ve askere sahip olmak ve diğerlerine galebe çalacak durumda olmak demektir. Bu güç sayesinde hilâfet makamına gelmek daha önce de ifade edildiği gibi, âlimler tarafından çeşitli gerekçelerle ve şartlarla caiz görülmüştür. O dönemde Yavuz bu güç ve nüfuza sahiptir.

Diğer bir gerekçe ise önde gelen Ezher ulemâsı ile Türk ulemâsından oluşan bir meclisin Yavuz Sultan Selimin halifeliğini onamasıdır ki nakledil­diğine göre bu âlimler hilâfet kılıcını kendi elleriyle Yavuz’a kuşatmışlardır. Halifeye kılıç kuşatma töreni bir gelenek olarak Osmanlı’nın sonuna kadar devam etmiştir. Ayrıca bazı yakın akrabaları, birtakım âlimler, kadılar ve idareciler ile birlikte İstanbul’a getirilen son Mısır Abbasî halifesi el-Mütevekkil’in Yavuz’u hilâfete aday gösterdiği ve o yönde vasiyette bulunduğu da zikredilmektedir. Osmanlı Devleti’nin resmî salnamelerinde Osmanlı hi­lâfetinin meşruluğunu ispat sadedinde ilâhî iradenin tecellisi, ecdattan te­varüs etme, devlet adamlarının, ulemâ ve halkın tasvip ve biati gibi gerek­çeler de zikredilir. Ancak halifenin Kureyş’ten gelmesi şartından söz edil­mez. Bütün bu gerekçelerin netice itibariyle, hilâfetin el değiştirmesini haklı göstermeye yönelik olduğu açıktır. Fakat hilâfete ve Osmanlı padişahlarının halifeliğine ilişkin bu tür tartışmaların ortaya çıkışının, Osmanlı’da siyasal otoritenin çeşitli nedenlerle zayıfladığı, toplumsal değişimin sancılarının çekildiği dönemlere, yaklaşık olarak XVIII. yüzyıl başlarına rastladığı bilin­mektedir. Bu nokta, Batı’nın siyasal tarihinde dünyevî-siyasal otoritenin zayıflamasıyla kilisenin bir dinî otorite olarak ortaya çıkışı arasındaki ba­ğımlılık ilişkisini çağrıştırmaktadır.

XIX. yüzyılda İslâm dünyasının, tevarüs edilen siyasal idelerle, içinde yaşadıkları siyasal gerçeklik arasında uygun bir ilişki kurmakta ve bunlan uzlaştırmakta ne ölçüde başarılı olduğu tartışma götüren bir husus olmakla birlikte bu yüzyıldan itibaren müslüman toplumların anayasal hükümete geçiş çabaları görülmektedir. Bir müslüman ülkede anayasa ilânı ilk defa 1861’de Tunus’ta gerçekleşti. Osmanlı’da 1876’dan itibaren meşrutî sisteme geçildi ve buna uygun anayasalar benimsendi. Uzun bir aradan sonra diğer İslâm ülkelerinde anayasalar oluşturuldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ku­rulan yeni devletlerin hemen hepsi Avrupalı modellerinde olduğu gibi temsilî kurumlar getiren ve hükümdarın egemenliğini sınırlayan anayasalar benim­semişlerdir.

Son yüzyıl içinde İslâm ülkelerinde meşrutî yönetimlerin kurulması ve yasama meclislerinin oluşmasıyla birlikte müslüman düşünürlerin de parla­menter sistemin meşruiyetine çeşitli dinî ve kültürel dayanaklar aramaya başladığı ve bu yönde bir kamuoyu oluşumunun hedeflendiği görülür.

Müslüman meşrutiyetçiler ilk andan itibaren bu yeni çözüm önerileri için İslâm hukuku ve geleneğinde temeller aramaya koyuldular. Kitap ve Sünnet’le çizilen hukukun ana ilkeleriyle sınırlı otorite ve sınırlı itaati savunan klasik doktrin yanında, adaletle hükmetmenin temel hedef olup şûranın da adaleti sağlayıcı bir unsur olduğu hususu meşrutiyetçiliği desteklemek için hep kullanılmıştır. Padişah bile Meclis-i Meb’ûsan’da yaptığı 14 Aralık 1909 tarihli nutkunda “Meşrutiyet ve meşveret, şer’-i şerifin ve akıl, mantık ve naklin emrettiği bir tarîk-i necat ve selâmettir” demiştir. M. Reşîd Rızâ ise, bu yolda, “ehl-i hal ve’l-akd” kavramının veya icmâ teorisinin işlerlik kaza­nacağını savunmuş, bu değişime en geç ayak uydurması beklenen Şiî anla­yışta bile parlamento sisteminin “masum beşerî güç” olup esasen masum imamın temsil ettiği ilâhî gücün yerini kısmen tutacağı ileri sürülmeye baş­lanmıştır. [412]

1. Hilâfetin Kaldırılması

Osmanlılar’a geçen ve saltanatla birlikte kullanılan hilâfet, Millî Mücadele sonrasında Büyük Millet Meclisi’nin 1 Kasım 1922’de saltanatı lağve­dip hilâfeti de dinî muhtevalı bir kurum olarak bırakmasıyla bir defa daha saltanattan ayrılmış oldu. Meclisin 19 Kasım 1922 tarihli oturumunda son Osmanlı padişahı ve halifesi Vahdeddin’in veliahdı Abdülmecid Efendi halife seçildi.

Ziya Gökalp’in hilâfetin ilgasından önceki merhalede hilâfete ilişkin de­ğerlendirmesi şöyledir:

“İstinatgahı Türkiye Büyük Millet Meclisi olan hilâfet makamı, müslümanlar arasında bir makâm-ı muallâdir… Yeryüzünde bir -hilâfet makamı bulunmazsa İslâm âlemi kendisini imâmesiz kalmış bir teşbih gibi dağılmış, perişan görür… Halifeyi kendi içinden doğuracak mille­tin mutlaka kuvvetli bir orduya ve tam bir istiklâle mâlik olan mücahid bir İslâm milleti olması lâzımdır. Birçok asırlardan beri bu şartları haiz olan millet Türk milleti olduğu gibi şu anda da yine Türk milletidir. Buna binaen Türkiye Büyük Millet Meclisi bizzat halife hazretlerini seçerek kendisini bu muazzez ve muhterem makama istinatgah yapmıştır.” [413]

Çok geçmeden hilâfet makamının devamına lüzum olmadığına yine Bü­yük Millet Meclisi’nce kanaat getirilerek 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen kanunla hilâfet ilga edildi. Kanunun 1. maddesi şudur:

“Halife hal’ edilmiş­tir. Hilâfet, hükümet ve cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen münde­miç olduğundan makâm-ı hilâfet mülgadır”.

İzmir mebusu Seyyid Bey, 3 Mart 1340 (1924) tarihinde mecliste hilâ­fetin kaldırılması tartışılırken bu konuda daha önce çalışma yaptığını ve bir de kitap yazdığını belirterek hilâfetin kaldırılması lehinde bir konuşma yap­mış ve bu konuşmada hilâfetin dinî bir kurum olmadığını, bir yönetim işi olduğunu savunmuştur. Hilâfetin kaldırılması karşısındaki muhalefeti büyük ölçüde kıran bu tarihî konuşmasında Seyyid Bey özetle şunları söylemiştir:

“Hilâfet hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir, zamanın gerektirdiklerine tâbidir. Onun içindir ki Hz. Peygamber efendimiz vefat ettikleri zaman ashâb-ı kiram hazretlerine hilâfet meselesini açıklamamış­lardı. Asıl dinî kanun olan Kur’ân-ı Kerîm’e müracaat edilirse görülür ki İslâm hilâfeti hakkında hiçbir âyet-i kerîme yoktur. Kur’ân-ı Kerîm hükümet ve memleketin idaresi konusunda bize iki düstur gösteriyor: Birisi bugün medeniyet âleminde yürürlükte olan meşveret (şûra) kaidesidir ki bunu Kur’an 1300 sene önce ortaya koymuştur. O da “Onların işleri kendi arala­rındaki şûra iledir” [414]düsturudur. Gerçi bu âyet-i celîle Medine halkı hakkında nazil olmuştur. Medineliler kendi ortak işlerini, memleketle­rine ait olan işleri kendi aralarında meşveretle görüşür ve hallederlerin iş. Hz. Kur’an onların bu halini güzel buluyor ve methediyor. Demek ki memleket idaresi hususunda meşveret usulü Allah’ın takdirine mazhar olan güzel bir usuldür. Kur’an’da zikredilen ikinci düstur da ülü’1-emre (devlet başkam) itaattir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir sahibi olanlara itaat ediniz” [415]buyurulmaktadır. Her ne kadar ema­netleri yani memuriyetleri, hükümetle ilgili vazifeleri ehline vermek, hak ve adalete riayet etmek gibi hususlarda âyetler varsa da bunlar doğrudan doğ­ruya idare tarzı ile ilgili değildir, bu konu ile ikinci dereceden ilgilidirler.

Önceden de söylediğim gibi hilâfet meselesi dinî olmaktan çok dünya ile ilgili ve siyasî bir meseledir. Doğrudan doğruya milletin kendi işidir. Onun için, tırnak kesmek gibi basit ayrıntılara bile değinen dinî naslarda bu me­sele hakkında tafsilât yoktur. Halife nasıl tayin edilir, hilâfetin şartlan neler­dir, her halükârda ve her zamanda halife tayin etmek millet üzerine vacip midir? gibi meseleler hakkında ne Kur’ân-ı Kerîm’de ne de hadislerde bir açıklık yoktur. Bunun sebebi şudur: Hilâfet meselesi öyle zannedildiği gibi esas dinî meselelerden değildir, siyasî bir meseledir. Zamana, örf ve âdete göre değişir, zamanın gerektirdiği şeylere tâbidir. Onun için Hz. Peygamber efendimiz, hilâfet meseleleri hakkında susmayı tercih etmiştir. Bununla be­raber hilâfet hakkında hiç de hadîs-i şerif yok değildir, vardır. Fakat bu ko­nudaki hadisleri; “İmamlar Kureyş’ten olur”, “Aynı zamanda iki halifeye biat edildiği zaman, diğerini, yani ikincisini, -kim olursa olsun- öldürün” gibi iki üç hadisten ibarettir. Bunlar ise halifenin nasb ve tayin şeklini, hilâfetin şartlan ile ilgili meseleleri çözmeye yeterli değildir.

Her ne kadar Şiîler Hz. Ali hakkında, bazı Sünnîler Ebû Bekir hakkında şer’î nas bulunduğunu iddia ediyorlarsa da bu iddialar doğru değildir. Zaten böyle bir nas olsaydı ashâb-ı kiram kimin halife tayin edileceği konusunda kendi aralarında ihtilâf etmezdi. Öte yandan Hz. Peygamberin vefatından sonra sırasıyla halife olan Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin seçilme bi­çimleri birbirinden farklıdır. Hz. Peygamber’den sonraki ilk dört halife “Hulefâ-yi Râşidîn” diye nitelendirilmiştir ki bunların hilâfet müddetlerinin top­lamı otuz seneden ibarettir. Hz. Peygamber’in bu konuda bir hadisleri vardır ki, burada bilinmesi lâzımdır ve dikkat çekicidir: “Benden sonra hilâfet otuz senedir; ondan sonra ısırıcı saltanata dönüşür”.

Görülüyor ki sahâbiler de hilâfet meselesini açık bir şekilde izah etme­mişlerdir. Demek oluyor ki ne Kur’ân-ı Kerîm’de ne hadislerde ne de sahâbîlerin sözlerinde hilâfet meselesi hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz meseleleri bize anlatacak açık ve kesin şekilde izah edecek bir şey yoktur.

Mezheplerin hilâfet meselesi konusundaki telakkilerine gelince, burada üç mezhep bir tarafa, bir mezhepte bir tarafa ayrılır. Mâîikî, Şafiî, Hanbelî mezhepleri ittifak halinde hilâfetin şartlarında ağır davranırlar. Halife olacak kişinin müctehid derecesinde âlim olmasını, tam bir adaletle muttasif bu­lunmasını ve herhalde Kureyş kabilesinden olmasını şart koşarlar. Hatta İmam şâfiî, halife adaleti tam manasıyla tatbik etme yolundan saptığı za­man kendiliğinden vazifeden düşer (azledilmiş olur), ayrıca düşürülmesi ve azledilmesini beklemez demektedir. Şâfiî mezhebinin genel görüşü de böyle­dir. Yalnız Hanefîler hilâfetin şartlan hakkında biraz müsamahakâr davra­nırlar. Meselâ onlara göre halifenin müctehid olması şart değildir, âlim ol­ması kâfidir. Yine onlar halife adaleti tam manasıyla tatbikten saptığı zaman kendiliğinden vazifeden düşmüş olmaz, azledilmesi gerekir diyorlar. Bu­nunla beraber bu dört mezhebin dördü de hilâfetin aslî şartlarında, meselâ halifenin âlim ve adaletli bir kişi olmasında ittifak ediyorlar. Âlim ve adaletli olmayan bir kişiye halife demiyorlar, melik ve sultan diyorlar.

Akaid kitapları incelendiğinde görülür ki Ehl-i sünnet âlimleri hilâfeti iki kısma ayırırlar. Birine gerçek hilâfet (hilâfet-i hakîkiyye), diğerine görünürde hilâfet (hilâfet-i sûriyye) diyorlar. Hilâfet-i sûriyyeye, hükmî hilâfet de (hilâ-ret-i hükmiyye) denir. Şimdi bu iki tür hilâfeti ayn ayrı açıklamaya çalışalım.

Hilâfet-i hakîkiyye (gerçek hilâfet), hilâfet için gerekli şartlan taşıyan ve milletin seçimi ve biatıyla gerçekleşen hilâfettir. İşte hakikî ve dinî mânada hilâfet buna denir. Biraz önce söylediğim “Benden sonra hilâfet otuz senedir, ondan sonra ısırıcı saltanata dönüşür” mealindeki hadiste zikredilen hilâfet­ten maksat da bu hilâfet-i hakîkiyyedir. Hanefî âlimlerinin büyüklerinden olan Sadrüşşerîa, bu hakiki hilâfete hilâfet-i nübüvvet demektedir. Büyük Hanbelî müctehidlerinden İbn Teymiyye de aynı şekilde bu hakiki hilâfete, hilâfet-i nübüvvet demektedir. Nitekim bahsettiğimiz hadis başka bir riva­yette “Hilâfet’i nübüvvet otuz senedir…” şeklinde rivayet edilmiştir.

Gerçek hilâfetin şartlarına gelecek olursak, bunlar on tanedir: Müslüman olmak, hür olmak, aklı başında ve bulûğ çağma ermiş olmak, erkek olmak, bedenen ve zihnen sıhhatli olmak, memleketin işlerini, milletin maslahatla­rını yürütme ve korumada tedbir ve güzel bir siyaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve idare gücüne sahip olmak, tam manasıyla adaletli olmak, Kureyş kabilesinden olmak. İşte hilâfetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa hilâfet geçerli olmaz. Bu şartlardan başka bir de ilim şartı vardır. Yani halifenin âlim olması şarttır. Fakat bu ilim şartında İslâm âlimleri iki kısma ayrılırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin ekseriyetine göre halife olacak kişinin sıradan bir âlim olması yeterli değildir. Dinî konularda esas ve teferruat meselelerinde ictihad edebilecek derecede âlim olması şart­tır. Fakat Hanefîler bu konuda müsamahakâr davranmışlar ve müctehid olmayı şart görmemişlerdir.

Halife tayin etmekten gaye zalimin zulmünü ortadan kaldırmaktır, yok­sa insanlar üzerine zulmü musallat etmek değildir. Bunun içindir ki bütün İslâm âlimlerine göre zalim ve yolsuzluk yapan bir kişiyi halife seçmek caiz değildir. Ayrıca zulmetmeye başlayan bir halife de bütün âlimlerin ittifakıyla, vazifeden alınmaya müstehak olur. Hatta başta İmam Şâfiî olmak üzere ilk dönem Şâfiî âlimlerine göre halife millet tarafından azledilmemiş olsa bile kendiliğinden azledilmiş ve vazifeden aynlmış kabul edilir. Hanefîler ise müslümanların birbirine düşmesi ve birbirlerini öldürmesi, ihtilâl gibi durumlar söz konusu değilse halifenin vazifeden alınması gerekir demişlerdir. Bazı âlim­ler, Hanefî fakihlerine göre adalet hilâfetin sıhhat şartlarından değildir. Öy­leyse fâsık ve günahkâr bir kişinin hilâfeti mekruh olmakla beraber sahihtir demişlerse de bu doğru değildir, yanlıştır. Hanefî fakihleri de adaleti hilâfetin sıhhat şartlarından sayarlar. Onlara göre adalet, meliklik ve saltanatın sıh­hat şartı değildir. Yani şimdi aşağıda zikredeceğim hilâfetin ikinci çeşidinin şartı değildir. Çünkü hilâfetin ikinci çeşidi hükümdarlıktan ve saltanattan ibarettir. Bu ise seçim ve biat üzerine kurulmuş bir hilâfet değildir; kuvvet, kahır, galebe üzerine kurulmuştur. Bu noktada hilâfetle saltanatı birbirine karıştırmamak gerekir. Hakiki hilâfet başka, şeklen (görünürde) hilâfet, yani saltanat ve padişahlık yine başkadır.

İkinci çeşit hilâfete gelince; buna sûreten ve şeklen hilâfet demiştik. Bu çeşit hilâfet, sûreten ve zahiren hilâfet şeklinde ise de gerçekte hilâfet de­ğildir. Belki meliklik ve saltanattan, galebe ve sultadan ibarettir, padişah­lıktır. Bu ya hilâfet şartlarını kendinde bulundurmamak veyahut kahır ve istilâ, zorlama ve galebe yoluyla elde edilir. Bütün Ehl-i sünnet âlimlerinin ittifak halinde açıkladıkları bir hakikattir ki Emevî ve Abbasî halifelerinin halifelikleri bu ikinci çeşittendir, çünkü bunların hilâfetleri milletin arzu ve seçimiyle meydana gelmemiş, kahır ve istilâ, zorlama ve galebe yoluyla elde edilmiştir. Gerek Emevî halifeleri ve gerekse Abbasî halifeleri hakikatte halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife denmesi insanlar arasında böyle bir örfün olmasındandır. Nitekim Zemahşerî gibi birçokları, Abbasî ve Emevî halifeleri hakkında gâsıp ve mütegallibedirler, kendi kendilerine halife ismini takmışlardır gibi İfadeler kullanmışlardır. Hatta İbnü’l-Hümâmın belirttiğine göre, Hanefî mezhebinin ileri gelenlerinden bir kısmı Muâviye’ye bile halife demeyip, melik ve sultan demişlerdir. Osmanlı padi­şahları da hiçbir zaman Arap dünyasında halife olarak tanınmamışlar, hatta Osmanlı âlimleri bile padişahlarına halife dememişlerdir. O halde bu güçlükleri ve vuzuhsuzlukları kaldırmak için ne yapmalıdır. Bu hususta söylenecek söz şudur: Halifeliğin şartlarını taşıyan bir kişi bulunmadığı müddetçe halifenin tayin edilmesi ve seçilmesi önermesi de ortadan kalkar, vacip olmaz. Burada gayet kuvvetli bir itiraz ortaya çıkar ve denilebilir ki, müslümanlar üzerine bir imam (halife) tayin etmek ve seçmek vaciptir. Bu konuda icmâ vardır. Buna ne cevap vereceksiniz? Bunun cevabını Allâme Adudüddin vermiştir: İmametin şartlarını kendinde toplayan bir kişi bu­lunmadığı müddetçe müslümanlar üzerine bir imam tayin etmek vacip ol­maz.

Fakat bundan “Hükümet kurmaya lüzum yoktur” mânası çıkmaz. Hali­felik şartlarını taşıyan bir imam tayin etmek imkânsız olduğu zaman yine hükümet kurmak vacip olur. Fakat artık ona hilâfet, hükümet başkanına da halife mânasına imam denmez ve bundan dolayı İslâm milleti günahkâr olmaz. Nitekim büyük Hanefî âlimlerden Sadrüşşerîa halifelik şartlarını say­dıktan sonra, şartlarını taşıyan halifeliğin -hadîs-i şerifte açıklandığı gibi-otuz senede tamamlandığını, ondan sonra dünyevî başkanlık ve galebe başkanlığından ibaret olan meliklik ve saltanatın kurulduğunu açıklıyor. Sonra da “Şu zikredilen hilâfet şartlarından zaruretlerin ortadan kaldırdığı şartlar düşmüştür. Bunun gibi zamanımızda, Kureyş’ten olma şartı da düş­müştür” diyor. Bu sözü söyledikten sonra “Hepsi de Allah’ın rahmetinden koğulmuş olarak nerede ele geçiriliderse yakalanırlar ve mutlaka öldürülür­ler” [416]âyetini iktibas ediyor. Bu suretle hilâfet şartlarını taşı­mayan melik ve sultanlara şiddetle hücum ediyor.

İşte bu izahlarımızdan gerçek hilâfetle şeklî hilâfetin neden ibaret olduğu tamamıyla anlaşılmıştır, sanırım. Gerçek hilâfet asıl hilâfettir ki, râşid hali­felere mahsus idi, geldi geçti. Şeklî hilâfet ise râşid halifelerden sonra gelen halifelerin hilâfetidir ki kahreden sultanlıktan başka bir şey değildir ve dinen gayet kötülenmiştir.

Gerçek hilâfet râşid halifelerinki gibi olur. Halife diye de böyle zatlara denir. Günümüzde böyle halife bulmak mümkün müdür? Mümkün olma­yınca halife aramanın mânası kalır mı? Sözlerimin başında da söylemiştim: Şerefli şeriat nazarında hilâfetten maksat hükümettir, bir adaletli hükümet kurmaktır. Kur’ân-ı Kerîm de hükümet işinde idare tarzı olmak üzere bize meşvereti (şûra) tavsiye ediyor, “Onların işleri kendi aralarındaki şûraya dayanır” diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar kurmaya çalıştığı­mız idare usulü ve tarzı meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzerine kur­mak istiyoruz. Bu idare usulü, ilâhî güzelliğe ve beğenmeye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyula gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır?

İslâm’da öyle Hıristiyanlık’ta olduğu gibi ruhaniyet, yani ruhanî hükü­met yoktur. Aynı şekilde İslâm’da ne dinî teşkilât, ne de idarî teşkilât yok­tur. İslâm şeriatı dinî teşkilât kurmadığı gibi, idarî teşkilâtı da İslâm ümmeti­ne bırakmıştır. İslâmiyet mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki o da hak­tır. Mukaddes olan yalnız haklardır.

Hilâfet bir çeşit vekâlettir. Milletle halife arasında akdedilmiş olan vekâ­letten başka bir şey değildir. Millet müvekkil, halife onun vekilidir. Halife seçmek ve ona biat etmek demek vekâlet akdini icap etmek demektir. Hilâ­fet şer’î mahiyeti itibariyle hükümet demektir. Bilirsiniz ki Hz. Peygamber bir taraftan şer’î hükümleri ortaya koyar, diğer taraftan da bizzat o hüküm­leri icra ederdi. Etrafa valiler, kadılar, kumandanlar tayin ederdi ve harpler­de bizzat başkumandanlık vazifesini yerine getirirdi. Hatta pek iyi bilirsiniz ki Uhud Harbi’nde yanağından yaralanmıştı. Bu durumlar ise hükümetin icrası demektir. Fakat gerek Asr-ı saâdet’te ve gerek sonraları hükümet tabiri ıstılah olarak kullanılmamıştır. Hükümet kelimesi lugatta hâkim olmak, emretmek ve yasaklamak, tahakküm etmek demektir. Şeriat açısından pek makbul bir şey değildir. Onun için o vakitler hükümet tabiri kullanılmamış, onun yerine hilâfet tabiri kullanılmıştır.

Büyük Hanefî âlimlerinden Îbnü’l-Hümâm imameti, yani hilâfeti, müslü-manlar üzerinde kamu tasarrufuna (tasarruf-ı âmme) hak kazanmaktır diye tarif etmiştir. İşte hilâfetin fıkıh açısından tarifi budur. Akaid ilmi kitapların­da hilâfet, daha doğrusu imamet başka şekilde tarif edilir. Bu tariflerden biri din ve dünya işlerinde Hz. Peygamber’den halef olarak müslümanlar üze­rinde reisliktir şeklindedir. İbn Hümâm büyük fakih olduğundan imameti fıkıh ve hukuk açısından tarif etmek istememiş, onun için imamet, müslü­manlar üzerine kamu tasarrufuna hak kazanmaktır demiştir. İmametin en güzel ve en doğru tarifi budur. Kamu tasarrufuna hak kazanmaktır diyor. Kamu tasarrufu demek, bütün müslümanlara şamil olmak üzere onların umumi ve ortak işlerinde tasarrufta bulunmak demektir. Buna fıkıh dilinde yani İslâm hukuku ıstılahında kamu velayeti (velâyet-i âmme) denir.

İbn Hümâm’ın yukarıdaki tarifinden anlaşılmıştır ki, halife olmak demek kamu tasarrufuna hak kazanmak demektir. Bu ise doğrudan doğruya mille­tin kendi işidir, milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkı başkasına vermedik­çe hiçbir kimse o hakka mâlik olamaz. İşte bu esasa dayanarak İslâm fakihleri yani İslâm hukukçuları, hilâfet, milletle halife arasında akdedilmiş bir vekâlettir derler ve bu konuda tamamen vekâlet kaidesinin hükümlerini tatbik ederler.

Hilâfet vekâlet türünden olduğundan, halife seçim ve biat sırasında mü­vekkil olan millet tarafından ileri sürülen kayıt ve şarta uymaya mecburdur. Millet kendi kamu velayetini yani kamu işlerinde kamu tasarrufu salâhiye­tini halifeye mutlak surette bahşetmiş ise halifenin bu çeşit mutlak halifeliği, mutlak hükümet demek olur; râşid halifelerin hilâfeti gibi. Yok eğer millet biat sırasında halifenin hilâfetini yani kamu velayetini bazı kayıt ve şartlara tâbi tutmuşsa o zaman bu tür hilâfet de meşru hükümet demek olur, Os­manlı meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi mille­tin kendi kamu işlerinde tasarruf hakkı bahşetmemesi de esas itibariyle caiz olmak lâzım gelir. Millet, kendi işimi kendim göreceğim, artık ben rüşde ulaştım, kendi ortak işlerimde kendim tasarruf etmek için gereken ehliyet ve belgeye de sahibim, dolayısıyla kamu tasarrufu hakkını artık kimseye ver­meyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yap­mak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir engel yoktur. Yeter ki millet gerçekten rüşde ulaşmış olsun. Ve bu konuda olması gereken siyasî ve içtimaî terbiyeye sahip bulunsun. Kur’ân-i Kerîm’de “Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görülür” dendiği için buna şer’î müsaade bulun­duğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok devlet de kendilerini bu şekilde idare ediyor. Maksat memleket ve milleti adaletli bir şekilde güzelce idare etmek­tir. Yoksa hükümetin şekli değildir.

Kamu velayetinin mânası budur. Memleketin her tarafını, bütün fertleri ve cümle kamu işlerini içine alır. O halde halifenin, imamın, hükümetin veya sultanın emirleri, tasarrufları nasıl geçerli oluyor? İşte seçim ve biat onun için şarttır. Halifeyi seçmek, imam denilen kişiyi seçmek, hatta me­busları seçmek onun için şarttır. İslâm hukukçuları, “Halife milletin vekili­dir” derler. Çünkü millet kamu velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamu velayetine sahip olamazdı. Onun İçin millet o kamu velayetinin sahibidir ve aslıdır.

Millet dilerse halifeyi mutlak şekilde seçer, onun hiçbir tasarrufunu kayıt altına almaz (hükûmet-i mutlaka), dilerse halifenin tasarruflarını bazı kayıt ve şartlara tâbi tutar (hükûmet-i mukayyede). İşte meşrutî hükümet denilen hükümet bu tür bir hükümettir. Millet hiçbir kişiye vekâlet vermez. Yani bir halife, bir imam seçmezse hilâfet yok demektir. O vakit de Cumhuriyet olur. Buna ne mani vardır? Millet, “Kendi işimi ben yapacağım, neden bana baş­kası zorla yaptırsın” derse niçin caiz olmasın. Millet diyor ki hayır kendi işimi ben kendim göreceğim, ne zaman âciz olursam o zaman halife veya imam adıyla başkasını vekil tayin ederim. Fakat şimdi ben âciz değilim, rüşdümü elime geçirdim, vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için en faydalı hükümet şekli demek olan Cumhuriyet ve meşveret usulü ile kendi işimi kendim göreceğim. O halde buna kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Çünkü hak milletindir.”[417]

Seyyid Bey’in bu konuşmasından sonra hilâfet pek ciddi itirazlarla kar­şılaşmadan kaldırılır. Seyyid Bey’in bu konudaki temel görüşleri bir yıl sonra benzer bir şekilde Ali Abdürrâzık tarafından el-İslâm ve usûlü’l-hükm adıyla Mısır’da yayımlanmıştır. Bu kitap yayımlandıktan kısa bir süre sonra Batı dillerine ve Ömer Rıza Doğrul tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir (1927). Burada ilginç bir nokta, Ali Abdürrâzık’ın ileri sürdüğü görüşler büyük bir yankı uyandırdığı, dönemindeki Ezher ulemâsı başta olmak üzere İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından tenkit edildiği, bu amaçla kitaplar telif edildiği halde, Seyyid Bey’in bazı hususlarda daha radikal olan görüşleri o

derece bir yankı uyandırmamış ve tepkiyle karşılaşmamıştır. [418]

Türkiye’de hilâfetin kaldırılıp yerine millet meclisinin ikame edilmesine ilişkin olarak Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal şu değerlendirmeyi yap­mıştır: “Ehl-i sünnet’e göre bir halife tayin etmek gerekir. Fakat halifenin bir şahıs olması zorunlu mudur? Türk milletinin içtihadına göre imamet, bir heyet, yani millet tarafından seçilmiş bir meclis tarafından deruhte olunabi­lir. Gerek Mısır, gerek Hindistan âlimleri henüz bu mesele üzerindeki görüş­lerini açıklamamış bulunuyorlar. Benim kanaatime göre Türk milletinin gö­rüşü isabetlidir ve bu nokta üzerinde herhangi bir münakaşaya gerek yok­tur. Cumhuriyet rejimi İslâm’ın ruhuna tamamen uygun olduktan başka İslâm âleminde hürriyete kavuşan yeni kuvvetlere göre Cumhuriyet rejimi üstelik bir zarurettir. Türk nokta-i nazarını İyice anlamak için İbn Haldun’un ne dediğine bir bakalım. İbn Haldun Mukaddime’de hilâfet konusunda üç farklı bakış açısı bulunduğunu belirtir:

  1. Hilâfet ilâhî bir müessesedir ve onun için zorunludur.
  2. Hilâfet ihtiyaca bağlıdır.
  3. Hilâfet lüzumsuzdur. Haricîler bu üçüncü noktayı savunmuşlardır. Bu üç bakış açısından üçü de İslâmî’dir ve Türkler bunlardan işlerine geleni kabul etmekte serbesttirler. Siyasî düşüncelerinde mazinin tecrübelerinden yararlanan Türkler İslâm devletinin birliği zamanında hilâfetin faydalı olduğunu anlamakla beraber artık onun işe yaramaz hale geldiğini görmüşlerdir. Çünkü bugün İslâm devletleri çoğalmış ve hepsi de bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Onun için hilâfet modern İslâm âlemini teşkilâtlandırmak bakımından canlı bir âmil olmaktan çıkmış ve müstakil İslâm devletleri arasında bir birlik kurulmasına engel olmuştur. Onun için kuru bir unvan uğruna bir sürü ayrılıklara sebep olmak mânâsız ve lüzumsuzdur.”[419]

Ali Abdürrâzık, Seyyid Bey, Muhammed İkbal gibi düşünür ve aydınların hilâfet konusundaki bu değerlendirmelerini dönemlerindeki şartlardan özel­likle de uluslararası siyasî süreçten bağımsız olarak ele almak doğru olmaz. Öte yandan bu görüşleri İslâm ülkelerinin son yüzyıldaki bağımsızlık müca­delelerine ve yeni ulus-devletlerin oluşumuna destek verdiği için tasvip edenlerin yanı sıra, XX. yüzyıldaki yeni uluslararası oluşumda İslâm dün­yasını zaafa uğrattığı, gelenekten kopardığı ve millet-devlet bağını zayıflat­tığı gerekçesiyle eleştirenler de olmuştur. Konu bir yönüyle tarihsel tecrübe niteliğinde olmakla birlikte anılan farklı yorumlar ve bakış açılan günümüz­de de değişik biçimlerde varlığını devam ettirmekte olduğundan güncel bir değer de taşımaktadır.

2. Tarihsel Tecrübeye İlişkin Değerlendirme

Hz. Peygamber’in ölmeden önce ümmetin işlerini yürütecek kişiyi tayin edip etmediği konusu ümmet arasındaki en temel tartışmalardan birisini teşkil etmektedir. Sonradan ortaya çıkacak siyaset teorileri de büyük ölçüde bu tartışmada takınılan tutuma göre şekillenecektir.

Yöneticinin kim olacağı konusunda ümmet arasında tartışmanın olması, âlimlerin büyük çoğunluğu tarafından Hz. Peygamber’in kendi yerine geçe­cek kişiyi belirlemediği şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü Resûlullah kendi­sinden sonra yönetici olacak kişiyi belirlemiş olsaydı ümmet arasında tar­tışma çıkmazdı. Sünnî teori, Resûl-i Ekrem’in Ebû Bekir’i ima ve işaret etti­ğini kabul etmekle birlikte bu yönde doğrudan bir belirleme ve tayin olma­dığını savunmaktadır. Sünnî gruba dahil edilen İbn Hazm ise Hz. Ebû Be­kir’in ismen tayin edildiğini savunurken, Şîa Hz. Ali’nin tayin edildiğini ve sahabenin onun hakkını gasbettiğini ileri sürmüştür.

Bu hususta Hz. Peygamber’in bir tavsiyesi yöneticinin Kureyş’ten olma­sı yönündedir. “İmamlar Kureyş’tendir” şeklinde nakledilen sözün, Hz. Peygamber’e mi yoksa Hz. Ebû Bekir’e mi ait olduğu, yahut Benî Sakîfe toplantısında bu sözün gündeme getirilip getirilmediği yönündeki tartışmalar bir tarafa, klasik siyaset teorisinde bir esas olarak kabul edilen bu hadis çeşitli şekillerde anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Bu yorumlar içinde sosyopolitik gerçekliğe uygun düşen ve tarihsel tecrübeyi açıklayabilen yorumların ba­şında, Hz. Peygamber’in bu tavsiyesinin Kureyş’in soy olarak üstünlüğü ve bu işin onlara tahsis edilmesi anlamına gelmediği, tam tersine, böyle bir tercihin o dönemde müslümanlann birliğini devam ettirmeyi sağlayacak uygun bir yol oluşudur. Çünkü Arap kabileleri Kureyş’e karşı aşırı bir saygı hissi beslemekteydiler. İbn Haldun bunu “asabiyet” olarak adlandırmakta­dır.

Hz. Peygamber’in ölümünden kısa bir süre sonra yöneticinin kimliği ve nasıl seçileceği konusunda iki temel paradigmatik otorite kalıbı şekillenmiş­tir. Bunlardan birincisi hilâfet teorisidir. Bu anlayışa göre hilâfet (imamet), dinin bekçiliği ve dünyanın siyaset edilmesi hususunda peygamberlik mis­yonunun yerini tutmak üzere vazedilmiştir ve bu bakımdan ümmet içinde bu işi yerine getirecek durumda olan kimseye bu görevin verilmesi zorunludur.

Ehl-i sünnet tarafından oluşturulan ve geliştirilen bu teoride hilâfet, pey­gamberlik misyonuyla temellendirildifi ve bir anlamda onun devamı kabul edildiği için, konu bir yönüyle dinî bir içerik kazanmıştır. Bu yaklaşım Resûlullah’ın siyasal otoritesi hakkında doğrudan bir değerlendirme içermiyor olsa da, dolaylı olarak onun siyasal otoritesini de dinî bir temelde gördüğü izlenimini vermektedir. Hz. Peygamberin siyasal otoritesini bu yolla gele­neğe dönüştüren Sünnî teoride hilâfetin Kureyş’e ait olduğu şeklindeki an­layış, sonraki dönemlerde sosyopolitik şartlar sebebiyle ikinci plana alınmış ve ayrıntı kabul edilmiş olsa da, başlangıçta teorinin oldukça önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Sünnî teori ileriki dönemlerde, “insanların yaran” anlayışı çerçevesinde oldukça pratik ve pragmatik bir karakter kazanacaktır.

İkincisi ise Şia’nın oluşturduğu “imamet teorisi”dir. Bu teoriye göre Hz. Peygamberin hem siyasal hem de teşrîî otoritesi “masum imam” anlayışıyla devam ettirilmekte ve imama Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi gözüyle bakılmaktadır. Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olan imam her ilmin kaynağı olduğu gibi dinî hükümlerin de en yetkili açıklayıcısıdır. Bu anlayışıyla Şîa Resûlullah’ın siyasal otoritesini dünyevî-insanî düzlemden ilâhî düzleme çekmekte ve ona süreklilik kazandırmaktadır.

Bu iki temel eğilimin yanında belli belirsiz var olan üçüncü bir eğilim ise Haricîlerin temsil ettiği, siyasal otoriteyi lüzumsuz sayan veya siyasal oto­riteyi bir kabile veya muayyen bir kişi ve onun soyuna ait görmeyip ümme­tin geneline yayan anlayıştır.

Bu anlayışlar, toplumun yöneticisinin esas itibariyle bir vekil olduğu noktasında birleşmekle birlikte, vekâletin kim adına yapıldığında ayrılırlar. Ayrıntılara girmeyi gerektiren bir konu olmakla birlikte genel bir ifadeyle söylenecek olursa söz konusu vekâlet, sonuç itibariyle bütün ümmete ve­kâlet yani millet adına iş görme demektir. Sünnî literatürde zaman zaman gündeme getirilmiş olan peygambere vekâlet anlayışı da pratik olarak üm­mete ümmetin direktifleri doğrultusunda vekâlet şeklinde anlaşılmalıdır.

Kendi teorik kurgulan içinde tutarlı sayılabilen bu anlayışlardan her biri müslüman. gruplarca önerilen ve savunulan anlayışlar ise de bunlardan herhangi birini “kutsal”, “ilâhî”, “dinî” olarak nitelemek doğru değildir. Abartisız bir üslûpta ifade etmek gerekirse bu ve benzeri açıklamaları, müslü­man toplumların entelektüel tartışmaları ve bu düzeyde beşerî-zihnî ürünleri olarak görmek gerekir. Bunun için de bu tür anlayışların “İslâm’ın siyaset teorisi” olarak tanıtılması yanıltıcı olmaktadır. Bu anlayışlar doğrultusunda gerçekleşen yönetim biçim ve anlayışlan da, müslüman toplumlann mümkün birer siyasal tecrübesi olarak tarihe geçmiştir. Bu ve benzeri tarihsel tecrü­belerin sadece kendi şartlan içinde ve uygulandıktan tarih diliminde İslâm’ın evrensel hükümleri ve genel ahlâk ilkeleriyle çelişip çelişmediği sorgulan­ması daha anlamlı olabilir. Böyle olunca, İslâm toplumlannın siyasal ve hukukî tecrübelerinin İslâm’ın kendisi olarak algılanması gerekmez. Bu tecrübeler, olsa olsa İslâm’ın müntesipleri tarafından o dönemlerde algılanış ve uygulanış biçimini ifade eder.

İnsanlık, tarihsel ve siyasal tecrübelerine rağmen, bütün zamanlar için geçerli olacak devlet biçimleri ve yönetim şekilleri geliştirememiştir. Her devlet biçimi ve her yönetim tipi, ortaya çıktığı çağın şartlarından etkilenir ve hatta bir anlamda ondan doğar. Bu tarihe bağımlılık, bir siyaset felsefesi­ni de her çağda aktüel olandan yola çıkmaya zorlar. Her tarihsel çağın ger­çekleştirmek üzere kendine koyduğu “ideler” vardır. Ortaçağ için bu ide, insanlığı bir dinsel ethos altında evrensel bir devlet idealinde birleştirmekti. Yeniçağ ideleri “özgürlük” ve “eşitlik” olmuştur. Batı’nın son birkaç yüzyıl­lık siyasal tarihi ancak bu idelerle ilişkili olarak anlaşılabilir.

Fıkıh kitaplarında IV. (X.) asra kadar devlet başkanlığı, bunların seçimi vs. gibi konuların yer almaması, bir bakıma Muâviye ile başlayan şeriat siyaset aynşmasımn ve hukukun siyasetten bağımsız işlediğinin bir göstergesi kabul edilebilir. Daha gerilere götürme imkânı bulunmakla birlikte hi­lâfetin büyük ölçüde sembolik bir hüviyete bürünmesi IV. (X.) asırdan iti* baren resmen ve fiilen gerçekleşmiştir. Bu tarihten itibaren hilâfet, ileriki bazı dönemlerde saltanatla birlikte tek elde toplansa bile, ortadan kalkıncaya kadar bu şekilde devam etmiştir. İlginç bir nokta, sanılanın aksine halifele­rin, “zıllullâhi fi’l-arz, hâkim biemrillâh” gibi unvanlar almaya başlamalarının, onların dünyevî otoritelerinin arttığı değil, tam aksine azaldığı dönem­lere tesadüf etmesidir.

Hilâfetin sembolik bir makama dönüşmesinde, müslüman toplumlann içinde bulundukları sosyopolitik şartlann zorlamasının mı yoksa özellikle Sünnî hukukçuların pragmatik tutumlarının mı daha etkili olduğu tartışma­ya açık olmakla birlikte bunların birbirlerini ikmal edici fonksiyon icra ettik­leri açıktır. Bu bakımdan müslüman hukukçuların siyaset teorilerinin pratik ve pragmatik olduğu yönündeki değerlendirmeler büyük ölçüde hakikati yansıtmaktadır.

Halifeliğin sembolik hale dönüşmesinin anlamı üzerinde de durulmalıdır. Hz, Peygamberin yönetimi de dahil olmak üzere, İslâm toplumlarında hiçbir zaman siyasal otorite, Tanrısal bir desteği arkasına alarak icraat yapmamış ve kendisini ilâhî iradenin tecessüm yeri olarak iddia etmemiştir. O halde belli’bir dönemden itibaren hilâfetin sembolik bir mahiyet kazanmasını, Tanrı adına siyasal yönetimin geri çekilmesi olarak değerlendirmek müm­kün değildir. Söz konusu olan şey, sosyal ve siyasal gerçekliklerin, daha önce oluşturulmuş olan hilâfet teorisinin kalıplarına uymaması ve bu duru­mun bir şekilde telafi edilmesidir.

C) Klasik İslâm Siyaset Teorisi

Klasik İslâm siyaset teorisi, esas itibariyle felsefî, hukukî, kelâmî ve ah­lâkî bakış açılarına göre yapılan değerlendirmeler göz önüne alınarak olduk­ça tam bir şekilde ortaya konulabilir. Bu hususlara ayrıntılı olmasa bile ge­nel akış içinde yer yer işaret edilmiştir. Burada tarihsel tecrübede ortaya çıkan biçimlerin, Batı tecrübesine göre ortaya çıkan yönetim biçimi tasnifle­rinden hangisine girdiği ve günümüz açısından bu probleme nasıl yaklaşıla­cağı hususu üzerinde durulacaktır.

Hükümet biçimlerinin belirlenmesinde özellikle hâkimiyetin kaynağı ve yasama yetkisine ilişin anlayışlar ve kabuller baskın rol oynadığı için önce­likle hâkimiyet ve yasama yetkisi konularına yer verilecek, daha sonra da devlet, anayasa ve hilâfet kavranılan üzerinde durulacaktır.

a) Hâkimiyet

Kur’an’daki birçok ifadeye göre hâkimiyetin gerçek sahibi Allah’tır. İs­lâm kaynaklarında da sıklıkla “hâkimiyetin Allah’a ait olduğu” tekrarlanır. Klasik literatürde itikadı ve külli bir prensibi hatta evrensel bir vakıayı be­lirtmek için kullanılan bu ifade çağımızda siyasal bir içerik kazanmış ve hâkimiyetin millete ait oluşunun âdeta alternatif söylemi haline getirilmiştir. Halbuki kâinatta genel ve kalıcı hâkimiyetin Allah’a ait olması ile bir ülkede siyasal iktidarın kaynağının halkın iradesi olması birbiriyle çelişmez. Allah insanı yeryüzünde halife olarak yaratıp onu yeryüzünün imarına, düzenli ve güvenli bir toplumsal hayat içinde kimsenin hukukunu ihlâl etmeden yaşamaya memur etmiş, insana yetki ve sorumluluk vermiştir. İnsanın bu konumu dünyevî iktidarın, siyasal örgütlenme ve karar verme sorumlulu­ğunun da insana ait olmasını gerektirmiş, ilk dönemlerden itibaren de bu böyle cereyan etmiştir. Aksi halde insanın halife sayılması ve dünyevî so­rumluluğu anlamını yitirmiş olurdu. Öte yandan din insana bu sorumluluk ve yetkiyi tanırken onu başı boş bırakmamış, davranış ve tercihlerine bazı kayıtlar getirerek, bazı hederler belirleyerek insana rehberlik etmiş, yardımcı olmak istemiştir.

Geleneksel İslâm siyaset teorisindeki hâkimiyet telakkisini, hatta biraz sonra temas edilecek olan “şâri’-i hakîkînin Allah olduğu” kalıp cümlesini böyle bir zemine oturtmak gerekir. Dünyevî düzlemde, yönetme anlamında hâkimiyet, din adamlarına veya bir din kurumuna değil yeryüzünün halifesi olan insana aittir. Fakat dünyevî hâkimiyetin kullanılışı konusunda birtakım ölçü ve kayıtlar bulunmaktadır. İslâm toplumlarında öteden beri genel kanı dünyevî hâkimiyetin/iktidarın ümmete ait olduğu, ümmetin bunu çeşitli biçimlerde kullanabileceği şeklindedir. Dolayısıyla teorik olarak kimsenin Allah adına toplumu yönetmesi söz konusu değildir. Yönetim halktan alınan yetkiyle ve halk adına olacaktır. Diğer bir anlatımla hâkimiyetin Allah’a ait olduğu ilkesi, beşerî iradenin küllî iradeye ve İslâm’ın temel esaslarına tâbi olacağını anlatmakta olup, iktidarın milletçe belirlenmesi bu ilke ile çelişmez. Halife de, “yeryüzünde Allah’ın adına iş gören kimse” anlamında değil, “Hz. Peygamber’in halifesi, onun yerine geçen ve ümmet adına iş gören kimse” anlamındadır. Bu yüzdendir ki devlet başkanına “halîfetullah” (Al­lah’ın halifesi), “zıllullah fi’l-arz” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) gibi lakap ve unvanların verilmesi uygulamada zaman zaman görülse de İslâmî literatür­de öteden beri doğru bulunmamıştır.

b) Devlet

Devlet kelimesi klasik İslâm literatüründe hâkimiyetin dönüşümlü olarak el değiştirmesi anlamında kullanılmaya başlamış, ileri dönem literatüründe bu kelime hâkimiyete dayalı süreklilik arzeden siyasal yapı anlamını kazanmış ve nihayet çağdaş kullanımdaki içeriğine kavuşmuştur. Buna göre devlet, belli sınırlar (ülke) içindeki insan topluluğuna (millet) ait teşkilâtlan­mış siyasî egemenliğin adıdır.

Yukarıda da açıklandığı gibi Hz. Peygamber, Medine’ye hicretten sonra Medine toplumunu kendi siyasî otoritesi altında toplamıştır. Gerek bu dö­nem ve gerekse siyasî yapılaşmanın daha da geliştiği Hulefâ-yi Râşidîn dönemi, sonraki fakihler tarafından İslâm toplumlarının devlet, yönetim ve siyasal egemenlikle ilgili telakkilerinin temelini oluşturan ideal bir model ve örnek olarak dikkate alınmıştır.

Emevîler ve Abbasîler dönemiyle birlikte devletin müesseseleştiği devrin şartlan, kültür ve gelenekleri istikametinde belli bir yapı kazandığı görülür. İlk hicrî asırlarda, özellikle Emevî ve Abbasî iktidarlan döneminde sergilenen yönetim tarzı, siyasal iktidara karşı gösterilen direnç ve isyanlar İslâm siya­set düşüncesi tarihi içinde önemli bir yer tutar. İslâm hukuku alanında ka­leme alınan eserlerde ve özellikle “el-ahkâmü’s-sultâniyye” türünde yazılan eserlerde bir yandan siyasal iktidarla ilgili fiilî durum ve uygulamalarda görülen sapmalar İslâm’ın ilke ve amaçları ışığında değerlendirilmeye ve ilke ve amaçlara uygun bir siyaset ve devlet teorisi geliştirilmeye çalışılırken, öte yandan içerisinde bulunulan sosyopolitik şartlar dikkate alınmak suretiyle ve saltanatın baskısı sebebiyle fiilî durum bir anlamda meşrûlaştırılmıştır. Bu bakımdan klasik kaynaklarda bu konudaki yaklaşımlar o dönemlerin kültür ve tecrübelerinden fazla bağımsız değildir. Özellikle İslâm’ın ilk asırlarında yaşanan üzücü olayların Şia’yı ve hatta bazı Sünnî yazarları farklı ve ütopik bir imamet anlayışına götürdüğü gözlenmektedir.

Devlet ve devlet başkanlığı, hem fertlere dinlerinin gereklerini yerine getirme imkânı sağlayacak bir özgürlük ortamının hem de kamu düzeninin sağlanması açısından zaruri görüldüğünden eski ve yeni literatürde üzerinde ayrıntı ile durulan bir konu olmuştur. İslâm’ın emir ve yasaklarının da fert ve toplum planında huzur ve düzeni sağlamayı hedeflediği düşünülürse devletin varlığının vazgeçilmezliğinin, diğer toplumlar gibi müslüman toplumlar için de kamu düzenini sağlama, birlik ve dirlik içinde yaşama gibi hayatî ve sosyal bir temele sahip bulunduğu ve bu esasa dayandığı söyle­nebilir. Hz. Peygamberin siyasî otoriteye baş kaldırıp toplumsal düzeni ihlâl edenleri, Câhiliye tarzı bir hayat sürmekle vasıflandırması da bir yönüyle buna işaret sayılmalıdır. Bununla birlikte hukuk doktrininde, siyasî iktidarı elinde tutan kimselerin mutlak değil sınırlı bir hak ve yetkiye sahip olduğu, Allah adına değil millet adına bu yetkiyi kullanacağı, ilâhî emirlere aykırı davrandığında, adalet ve doğruluktan ayrıldığında birtakım haklı uyan ve direnişle karşılaşacağı fikri ağırlıklı olarak işlenmiş ve devletin bir unsuru olan siyasal teşkilât ve yönetimin kendi tabii seyri içinde gelişmesi yönlen­dirilmek istenmiştir.

Tarihsel süreçte müslüman toplumlarda devletin dinle oldukça yakın bağ ve ilişkisi bulunmakla birlikte tarihî seyir ve uygulama yönünden İslâm devletleri teokratik bir karakter arzetmez. Aksine, müslüman toplumlarda devletin İslâm’ın açık ilke ve yasaklarını koruma, onların ihlâline imkân vermeme yönünde kendini kayıtlaması ise, çoğunluğunun müslüman olma­sı ve halkın iradesine tâbi olma zorunluluğunun hissedilmesi ile açıklanabilecek bir olgu görünümündedir. İslâm’ın bireylerin özel hayatlarıyla ve bi­reyler arası ilişkilerle alâkalı birçok ayrıntılı hüküm getirmesi, devlet yönetimi ve fert-devlet ilişkisi konusunda ise sadece genel ilke ve kurallar koymakla yetinmesi, öteden beri müslüman toplumlarda yönetime geniş bir hareket alanı bırakmış, buna bağlı olarak da toplumların gelenek, kültür ve şartları­na göre farklı yönetim tarzları ortaya çıkmıştır. Bunun içinde sabit ve genel-geçer bir İslâm devleti ve İslâmî yönetim modelinden ziyade, farklı de­virlere ve yerlere göre, müslüman bilginlerin ve yöneticilerin devlet ve yö­netim anlayışı üzerinde durulması, İslâm’ın ilke ve esaslarına aykırı olmadı­ğı sürece zaman içerisinde farklı modeller ortaya çıkabileceği fikri daha isa­betli görünmektedir. Zaten tarihî gelişim sürecinde, özellikle de Abbâsîler’den itibaren devletin temel organları ve işleyişi içinde yer alan birçok kurum ve uygulamanın İran, Bizans gibi komşu ülkelerden alınmış olması, İslâm’ın temel ilke ve kurallarına aykırı düşmediği sürece insanlığın ortak siyasî tecrübesinden yararlanmaya açık ve bu konuda son derece müsama­halı oluşundan kaynaklanır.

Başlangıçtan itibaren İslâm siyaset tecrübesinde görülen veya en azın­dan teorik olarak kabul edilen bir başka husus da devletin bizzat değer be­lirleyici olmayıp, ulemânın şahsında temsil edilen sivil toplumun ürettiği değerlerin (mâruf) yaşanır hale getirilmesinde aracı konumda olduğudur. Bu bakımdan klasik İslâm siyaset teorisinde devletin temel iki görevinden birisi toplum düzenini korumak, öteki dini muhafaza etmek olarak ifade edilmiş­tir. Devletin temel üç fonksiyonu olan yasama, yürütme ve yargı da esasen bu amaçlara matuf yetki ve sorumluluklardır. Burada bu fonksiyonlardan yasama ve yürütme ile ilgili olarak İslâm siyaset teorisinde oluşan anlayış­lara yer verilecektir.

1. Yasama

Geleneksel İslâmî telakkiye göre, şer’î hükmün kaynağı Allah Teâlâ’dır. İctihad, “Kur’an ve Sünnet’in metinlerini anlayabilme ve onlardan hüküm çıkarabilme amacıyla bazı metotlann kullanılması” demek olduğundan hükmün bir diğer kaynağı değil, şer’î hükmü ortaya çıkarıcı ve keşfedici bir ameliyedir. Şer’î hükme ulaşmada Kur’an ve Sünnet’in metinlerini ve bu metinler etrafında oluşan yorum faaliyetini ölçü alan bu yaklaşım dinî nite­likteki hükümleri belirlemede vazgeçilmez bir önem taşır. Bu yaklaşım, doğrudan dinî nitelikte olmayan alanlarda da bir ölçüde geçerli ve yararlı olabilir. Çünkü çoğu dinî ve ahlâkî çerçevede de olsa, fert ve toplum haya­tıyla ilgili bazı ilke ve amaçların şâri’ tarafından belirlenmiş olması, siyasal iktidarın ve yasama organının mutlak bir otoriteye sahip olmadığını, bazı temel ilkelere ve değişmezlere uymak zorunda olduğunu hatırlatması yö­nüyle önemlidir ve bu âdeta hukuk devletinin normatif bir güvencesi mesa­besindedir. Ancak sâri’ tarafından hatırlatılan ve korunması istenen bu ilke ve değerlerin, aklın prensipleriyle ve insanlığın ortak tecrübesiyle uyum içinde olduğu, bunları algılama, yorumlama ve uygulamanın ise beşerî bir faaliyet olduğu göz önünde bulundurulursa, İslâmî yasamanın teokratik bir karakterde olmadığı görülür. Belki İslâmî öğretinin, bazılarının yan teokratik yasama modeli olarak da nitelendirebileceği, “nev’-i şahsına münhasır” bir yasama modeli önerdiğini söylemek daha doğru olur.

Yukarıdaki kavramsal çerçevede ifade etmek gerekirse İslâm’ın anlaşılış ve uygulanış biçimlerinde yasama, iç içe iki anlamı içerecek bir çerçeveye sahip gibi görünmektedir. Bunlardan birincisi, hukukun genel ilkelerini koyma ve bir çerçeve getirme anlamıdır. “Hukuk yapma” olarak adlandırı­labilecek bu anlam klasik literatürde çoğunlukla “eş-şer” terimi ile ifade edilmiş ve bu yetki Allah’a ve elçisi Muhammed’e ait olduğu ifade edilmiştir. Bu kaynaklarda sıklıkla şâri’-i hakîkînin Allah olduğunun vurgulanması bu anlama gelir.

Yasamanın ikinci anlamı ise mevcut ilkeler çerçevesinde, yeni karşılaşı­lan olayların hükmünün, müctehidler tarafından, belli ilke ve kendi oluştur­dukları metotlardan hareketle bulunması işidir. Hüküm koymaktan ziyade mevcut olduğu var sayılan hükmün bulunması, keşfedilmesi içeriğindeki bu faaliyet, klasik terminolojide ictihad olarak adlandırılır. İçtihadı görüşlerden birisinin devlet otoritesince benimsenip genel geçer uygulama imkânına kavuşturulması ise genel anlamda bir kanunlaştırma sayılır. İslâm hukuku­nun normlarını yeni bir şekil içinde uygulamaya sunma tarzındaki kanun­laştırma faaliyeti gerçek anlamda bir yasama (legislation) değil sadece bir tedvin (codifıcation) sayılacağından, şâriin Allah ve Resulü olması kuralına aykırı düşmez.

Bununla birlikte klasik kaynaklarda yer alan “şâri’in Allah veya Allah ve Resulü olduğu” ifadesinin günümüzde yukarıdaki anlam çerçevesinin dışına çıkarılarak, İslâm’da kanun koyucunun Allah ve Resulü olduğu, yasamanın da onlara ait bulunduğu özel bir vurguyla belirtilir. Ancak böyle bir vurgu, modern devletin temel fonksiyonlarından biri olan yasamanın Allah ve Re­sulü tarafından yapılıp tamamlandığı, Kur’an ve Sünnetin örnek bir yasama modeli olduğu, yasama konusunda beşerî iradeye bir inisiyatif verilmediği gibi yanlış anlamalara yol açmakta, hatta teokratik bir anlayışa zemin ha­zırlamakta olduğundan isabetli değildir. Çünkü, hâkimiyet telakkisinde de olduğu gibi, şâriin Allah olması gerçeğiyle yasama faaliyetinde beşerî irade­nin etkinliği ve sorumluluğu düzlemleri farklı olduğundan birbiriyle çelişen değil birbirini tamamlayan iki ayrı husustur.

Bu arada, klasik doktrinde devlet başkanlarının serbest düzenlemeler yapabilecekleri bir cevaz alanı fikrinin bulunduğuna ve bunun yasama ile bağlantısına işaret etmek gerekir. Nitekim bir kısım usulcü, cevazı şer’î hü­küm kapsamında görmeyerek dinin emir ve yasaklarının dışında kalan ge­niş bir alanı cevaz alanı olarak tanımlamakta, bu alanda yapılacak düzen­lemelerin dinî hükmün değiştirilmesi olmayacağını ifade etmektedir. Son dönem Osmanlı aydınlarının kanun ve şeriat ayırımına ilâve olarak cevazın şer’îliği ve ülü’l-emrin cevaz alanındaki tasarruf yetkisi tartışmasını açma­ları da yasama yetkisine bir açıklık getirmeyi hedeflemiş olmalıdır.

Siyasal otorite (devlet başkanı) kural olarak hukukî hayata ilişkin konu­larda ulemânın içtihadı görüşlerine müdahale edemez. Bu bakımdan hukuk mektepleri oldukça hür ve serbest bir şekilde oluşmuş ve varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu hukuk mezheplerini bir anlamda sivil toplum örgütleri olarak kabul etmek mümkün olursa, İslâm toplumlarında devletten ayrı bir sivil toplum örgütlenmesi bulunduğunu ve kanunlar çerçevesinde birey hak ve özgürlüklerinin önemsendiği bir yaşama biçiminin süregeldiğini söyle­mek mümkündür.

Devlet başkanı ibadete ilişkin ictihadlardan birini tercih edip herkes için geçerli ve bağlayıcı hale getirme hakkına sahip görülmezken, hukukî hayata ilişkin konularda insanların maslahatına uygunluk, kolaylık gibi gerekçe­lerle mevcut ictihadî görüşlerden birini tercih edip o doğrultuda amel edilme­sini isteme yetkisine sahip olduğu kabul edilmiştir. Böyle bir tercihten sonra artık resmî işlemlerde ve yargıda öteki ictihadî görüşlerle amel edilemez. Bunun için de kanunlaştırma alanına giren konularda halkın mezhebinin kanun, ibadet ve ahvâl-i şahsiyye alanında ise müftünün fetvası ve ilmihal olacağı söylenir. Bu anlayış, körü körüne kanuna ve fetvaya boyun eğme fikrini telkin etmekten ziyade, her iki alanda da düzen ve istikrarı sağlaya­bilmek, kamu düzenini ve hukuk güvenliğini koruyabilmek için bu tür objekif kriterlere ihtiyaç bulunduğunu vurgulamayı hedef alır.

Devlet başkanının, müslüman toplumların tarihî süreçte oluşturdukları hukuk mezheplerinden birini resmî mezhep haline getirip getiremeyeceği konusu öteden beri tartışma konusu olmuştur. Teorik olarak bir mezhebin resmen devlet mezhebi kabul edilip, görüşlerine genel bir uygulama ve ge­çerlik imkânı tanınmasının caiz olmadığı savunulsa bile pratik olarak sosyal hayatın gerekleri diğerlerinin varlıklarının devamına mani olmaksızın, bun­lardan birine genel geçerlik tanınmasını gerektirmiştir. Nitekim Osmanlı toplumunda Hanefî mezhebinin yerleşik görüşlerinin âdeta resmî mezhep olarak tercih edilmiş ve uygulamada esas alınmış olması ülke çapında hu­kuk güvenliğini ve istikrarını koruyucu, kanun önünde eşitlik ve adaleti sağlayıcı bir fonksiyon icra emiş, Tanzimat döneminde de aynı anlayışın devamı olarak yine Hanefî fıkhına göre Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye adıyla bir kanunlaştırmaya gidilmiştir. Aile hukuku sahasında daha sonra çıkarılan 1917 tarihli Hukuk-i Aile Kararnamesi ise dönemin şart ve ihtiyaçlarının gereği olarak bütün hukuk ekollerinin görüşlerinden tercihte bulunularak karma bir metotla hazırlanmıştır. Her iki kanunlaştırma da diğer İslâm ül­kelerindeki çeşitli kanunlaştırma faaliyetlerine kaynaklık ve öncülük etmiş­tir.

2. Yürütme

İslâm’ın siyasal öğretisinde yürütme esasen insanın yetki ve sorumluluk alanına giren beşerî bir faaliyet olmakla birlikte, herkes gibi yürütme organı kişi ve kurumların da dinin genel ilke ve amaçlarına bağımlılığı, din tarafından getirilen bazı kayıt ve sınırlamalara tâbi olmasının gerekliliği söz konu­su olduğundan dinî literatürde ayrı bir önemle ele alınmıştır. Genel İslâmî anlayışa göre devletin yasama gibi yürütme fonksiyonu da mutlak bir yetki değil, belli sınırlamalara tâbi sınırlı ve kayıtlı bir yetkidir. Klasik literatürde yöneticiye itaat fikrinin vurgulandığı her yerde bu itaatin sınırlarının çizil­meye çalışılması ve yöneticinin sınırlı iktidarı üzerinde durulması bu anla­yıştan kaynaklanır.

İleri dönem fakih ve usulcüleri, Hz. Muhammed’in peygamberlik ve müftülük yanında üstlenmiş olduğu siyasal liderlik (devlet başkanlığı) göre­vini, içerik ve değer açısından ayrı değerlendirmişlerdir. Hz. Peygamberin devlet başkanlığı fonksiyonunun, fetva, kaza (yargı) ve risâlet kapsamına dahil olmadığı gibi bunların gereği ve doğal sonucu olmayan ilâve bir nitelik olduğu görüşü klasik fıkıh ve siyaset teorisinde ağırlık ve yaygınlık kazan­mıştır. Zaten, görevleri sadece tebliğden ibaret olan nice resullerin bulundu­ğu da dikkate alınınca bir kimseye risâlet görevinin verilmesinin, ona siya­sal liderlik (imamet, devlet başkanlığı) görevinin verilmesini gerektirmediği ve ikisi arasında ayrılamaz birliktelik bulunmadığı anlaşılır.

Siyasal anlamda iktidarı elinde tutan kişiye “itaat” edilmesi emredilmiş­tir. Fakat bu itaat, yöneticinin buyruklarının Allah’ın emrine aykırı olmaması şartına bağlanmıştır. Ayrıca yöneticinin, “adalet” ve “insanların yaran” dü­şüncesi doğrultusunda yönetmesi gerektiği de genel ve esaslı bir sınırlama­dır. Ancak müslüman toplumlarda halifenin/yöneticinin otoritesine getirilen bu kayıt ve sınırlamaların gerçekleşmesini yeterince sağlayacak mekaniz­malar oluşturulamamış veya işletiîememiştir. Devlet başkanının hukuka ay­kırı tasarruflarda bulunmasını engelleyecek veya böyle bir tasarrufta bulun­duğu takdirde onu cezalandıracak kurumsal yapıların var olup olmadığı veya varsa işleyip işlemediği konusu henüz yeterince açıklığa kavuşmuş değildir. Müslüman toplumların siyaset geleneğinde bu görevi, şûra ve meş­veret sürecinde yöneticinin çevresindeki ve hilâfet merkezindeki âlimler ve entelektüel kamuoyu bir ölçüde sağlamaya çalışmıştır. Ancak bu usulün başarısı kısmen aydın sınıfın dirayetiyle, daha çok da yöneticinin kişiliğiyle, onun buna hazır ve mütehammil oluşuyla doğrudan bağlantılı olduğundan farklı durumlarda farklı sonuçlar verebilecek bir değişkenliğe sahiptir.

İslâm hukukçularının önemli bir grubu, çeşitli sosyopolitik sebeplerle, fitne ve kargaşaya yol açacak hareketlerden uzak durmayı tavsiye etmişler, halifenin icraatını beğenmeyen ve kendince İslâmî bulmayan grupların baş kaldırmasını ve silâhlı mücadelesini fitne ve anarşi olarak nitelendirirken, ilk planda kamu düzeninin korunmasının, sıkıntıların meşruiyet ve birlik içinde kalınarak aşılmasının önemine dikkat çekmek istemişlerdir. Şüphesiz bu yönde yoğunlaşan tavsiyelerde, hicrî I. yüzyıldan itibaren İslâm toplumları­nın yaşadığı siyasî çekişmelerden, iç savaş ve isyanlardan artakalan acı tecrübenin önemli payı vardır. Ancak devlet başkanının da müslümanların bu itaat yükümlülüğünü kötüye kullanmaması ve bunu sağlayacak siyasal yapılanma üzerinde de ayrıca durulabilir. Nitekim İslâm bilginleri Allah’ın hükümlerine aykırılık olduğunda kişinin emre itaat yükümlülüğünün bu­lunmadığını bildiren hadisi [420]bu alana da uygulayarak İslâmî kural ve ölçülerin dışına çıkan halifeye karşı müslümanların direnme hakkının bulunduğunu, böyle durumlarda devlet başkanının meşruiyetini kaybedeceğini de belirtirler. Bütün bunlar, İslâm toplumlarında yöneticilerin mutlak, ruhanî ve sınırsız yetkilerle donatılma­dığını, hukukun üstünlüğünün, belli ilke ve esaslara bağlılığın hâkim oldu­ğunu göstermektedir.

Hz. Peygamber’e itaat emri etrafında oluşan itaat paradigması, tarihsel süreçte büyük ölçüde şahıs (halife, imam, sultan, padişah) boyutunda kurgu­lanmıştır. Şahsa itaat paradigmasının, kanunlara itaate ve hukukun üstünlü­ğüne riayete kaydırılması, daha doğrusu bu anlayışın, özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde padişahın yetkilerinin bir anayasa ile sınırlandırılması gibi yollarla kurumlaştınlma çabaları, bir tağyir değil, özü itibariyle geleneksel çizgiden kopmayan bir değişme olarak anlaşılmalıdır.

Tarihsel süreçte müslüman toplumlarda ortaya çıkan siyaset anlayış ve tecrübeleri, devletin yasama ve yürütme yetkileriyle ilgili teori ve uygula­madaki serbesti ve sınırlamalar, çağımız yazarlarım biraz da haklı olarak İslâm din-devlet ilişkilerini tanımlamada farklı kanaatlere sevketmiştir. Me­selâ çağdaş Batılı yazarlardan Louis Massignon “İslâm laik ve eşitlikçi bir teokrasidir” derken, kimi Avrupalı yazarlar hilâfeti Katolik dünyasındaki papalık makamı ile aynı şey olarak telakki etmişlerdir. İslâm toplumlarında, dine ilgisiz veya dini dışlayan yahut da dine tâbi olan bir anlayış değil din ile siyaset arasında dengeli bir uyumun ve birlikteliğin sağlanmaya çalışıldı­ğı bir anlayış hâkim olduğundan yola çıkan kimi yazarlar da Osmanlı yöne­timini “dindar meşrutî bir rejim” olarak nitelendirmektedir. Bütün bu nitele­meler bazı değişikliklerle bütün tarihsel tecrübeyi büyük ölçüde doğru yan­sıtmakla birlikte, İslâmî öğretinin din-devlet ilişkisini teokratik olmayan, yasama, yürütme ve yargı konusunda beşerî anlayış ve çabaya büyük bir inisiyatif bırakan, fakat bazı temel sınırlama ve ölçüler de getirerek hukuk devletinin oluşmasına normatif bir güvence sağlayan nev’-i şahsına mün­hasır bir çizgiye oturttuğu söylenebilir. Yarı teokratik ve meşrutî yönetim nitelendirmeleri de esasen bu özel durumu vurgulamayı amaçlamaktadır.

3. Yargı

İslâm toplumlarının siyaset geleneğinde devletin fonksiyonlarının yasa­ma, yürütme ve yargı şeklinde bir ayırıma tâbi tutulmadığı, yürütme, yargı ve sınırlı yasamanın esasen halifenin yetki ve sorumluluk alanına dahil bulunduğu bilinmekle birlikte gerek fiiliyatta gerekse bu alanda kaleme alı­nan eserlerde çizilen teorik çerçevede yargının ayrı bir fonksiyon olarak algılandığı ve geleneğin de öyle oluştuğu görülür. İlk dönemlerden itibaren yargı, atama yönüyle olmasa da işleyiş ve adaleti saglayış yönüyle siyasî iradeden bağımsız faaliyette bulunmuş, tarihî tatbikat itibariyle genelde ba­ğımsız bir işleyişe sahip olmuştur. Yargılamada adaletin sağlanması iyi kanundan çok iyi hâkim unsuruna dayandığı için, tek hakimli ve tek dereceli yargı sistemi mahzur değil avantaj teşkil etmiş, bununla birlikte gerektiğin­de önemli davaların ve yargı kararlarının temyizine ve üst bir merci tarafın­dan denetlenmesine imkân tanınmıştır. Öte yandan, yargı alanında resmî mezhep uygulaması âdeta kanun önünde eşitliğin ve yargı adaletinin de güvencesini teşkil etmiştir.

Sonuç olarak, devletin fonksiyonları arasında yer alan yasama yetkisi ve görevi, İslâm toplumlarında nisbeten sınırlı kalmıştır. Kur’an’ın ve bir ölçüde Sünnet’in açık hükümleri, kanun koyucunun da uyması ve koruması gerekli temel esaslar konumunda tutulduğundan İslâm toplumunda yasama faaliyeti ancak Kur’an ve Sünnet’in ilke, hüküm ve amaçlarıyla uyum içer­sinde yürütülebilir. Yürütme de yine İslâm’ın genel ilke ve amaçlarıyla bağımlıdır. Bu itibarla İslâm toplumlarında meşruiyet, bir yönüyle Kur’an ve Sünnet’e uygunluğa, bir yönüyle de siyasî iradeye dayanır. Bu anlayış, müslüman toplumların totaliter, keyfî, yanılmaz, yargılanmaz bir yönetimin sultası altında olmasını önleyici bir rol üstlenir.

c) Hilâfet

Hilâfet sözlükte “bir kimseden sonra onun yerine geçme, temsil etme” anlamına gelir. Halife de, “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kim­se” demektir. Klasik İslâmî literatürde ise hilâfet, Hz. Peygamber’den sonra­ki devlet başkanlığı makamını, halife de devlet başkanını ifade eden bir terim olarak kullanılır. “İmamet” veya “imâmet-i uzmâ” tabirleri de hilâfetle eş anlamlıdır. Hilâfete imâmet-i kübrâ denmesi, namazdaki imamet (imâmet-i suğra) ile karışmaması içindir. Devlet başkanının klasik fıkıh ve siya­set teorisindeki adı halife olmakla birlikte değişik gerekçelerle halife yerine “imâm, sultan, emîr” denildiği de olur.

Kur’an’da insanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak yaratıldığı sıkça tekrar edilir. [421]İlgili âyetlerin üslûbundan, insanın yeryüzünde hak ve adaleti gerçekleştirmek, yararlı ve iyi işler yapmak üzere ağır bir sorumluluk yüklenerek yeryüzüne gönderil­diği, bir bakıma ilâhî adalet ve hakikati gerçekleştirebileceği yönünde Al­lah’ın güvenine mazhar olduğu anlaşılmaktadır. İnsanın yeryüzünde en şerefli varlık oluşu da buradan gelmektedir.

Müslüman toplumlarda devlet başkanına halife ve devlet başkanlığına hilâfet denmesi, insanın dünya işlerini düzene sokmak ve adaleti gerçekleş­tirmek üzere Allah’ın halifesi olması ve O’nun yeryüzündeki hâkimiyetini temsil etmesi gibi sebeplerle açıklansa da, bu isimlendirme esas itibariyle halifenin, risâlet görevi hariç Hz. Peygamber’in yerine geçerek onun dünye-vî-siyasal otoritesini temsil etmesi anlamında kullanılmış ve sistemleştirilmiştir.

Resûlullah sağlığında iken hem peygamber olarak Allah’tan aldığı vahyi insanlara tebliğ etmiş, bunları açıklamış, hem de müslümanların dünyevî işlerini düzene koymuş, hukukî ihtilâflarını çözümlemiş, ahlaken onları eğit­miş, siyasî birliğin tamamlanmasını müteakip de devlet başkanlığı, ordu kumandanlığı görevlerini üstlenmiştir. İslâm bilginleri, Hz. Peygamberin vefatıyla peygamberlik görevinin sona erdiği, buna karşılık diğer görevleri bir kişinin üstlenip bunları tek başına veya bazı görevleri ikinci derecede yetkili şahıs ve mercilere devrederek yürütmesi ve böylece müslümanların dirlik ve düzen içinde yaşamasını temin etmesi gerektiği üzerinde görüş birliği içindedirler. Ancak İslâm bilginlerinin çoğunluğu, devlet başkanının İslâm’ın dünyevî ve toplumsal ilke ve hükümlerini uygulama görevini göz önünde bulundurarak bu işe dinî bir karakter atfederken; bir kısmı da, insanların siyasî birlik ve düzen içinde yaşamasını ve bu amaçla devlet kur­masını aklî ve tabii bir gereksinim olarak görmekle yetinir, bu gerekliliğe dinî bir nitelik atfetmezler. Yalnızca İslâmî öğretide din, akıl ve tabiat esa­sında bir zıtlığın bulunmadığı düşünülürse görüş ayrılığının lafzî olduğu söylenebilir.

Kur’an’da ve hadislerde devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu kişinin görev ve sorumlulukları gibi konular yer almaz. Sadece hak ve adalete bağlı olma, şûra ve meşveretle iş görme, zulmü önleme gibi genel ilkelerden söz edilir. Hz. Peygamber’in tatbikatında devlet ve kamu yönetimiyle de ilgili birçok güzel örnekler vardır.

Devlet başkanında aranan şartlar ve onun hangi usulle seçilip atanacağı konusunda doktrinde mevcut farklı görüşlerde elbette ki o dönemin kültür ve şartlarının önemli payı vardır. Sünnî hukukçular halifenin, Hz. Ebû Bekir’in seçiminde olduğu gibi ehlü’1-hal ve’l-akd adı verilen seçici heyet tarafından belirlenmesi veya Hz. Ebû Bekir’in yaptığı gibi, iş başındaki ha­lifenin kendinden sonraki halifeyi aday göstermesi (ahd) veya Hz. Ömer’in yaptığı gibi, iş başındaki halifenin, kendinden sonraki halifenin seçim işini birkaç kişiden oluşan özel şûra heyetine havale etmesi gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bu işlemden sonra halkın atanan veya özel şûra tarafından belirlenen halifeye yapacağı ihtiyarî biat ise bir grup hukukçuya göre bağlı­lık yemini mahiyetindedir. Bazı hukukçular da, birinci işlemi aday belirleme olarak nitelendirip, halkın yapacağı biatin ise doğrudan doğruya halifenin seçimi anlamını taşıdığını ileri sürer. Dört halifeden sonra hilâfet tatbikatla veraset ve saltanata dönüşmüşse de, halifeler yine de sınırlı sayıda tuttuk­ları ehlü’1-hal ve’1-akdin olurunu ve halkın cebir yoluyla da olsa biatini al­mayı ihmal etmemişler ve böylece şeklî de olsa doktrinde hâkim olan bu anlayışa uymaya çalışmışlardır.

Şia’dan Zeydîler halifenin seçimle iş başına geleceği fakat Ehl-i beyt’ten olması gerektiği görüşündedirler. Şia’nın İmâmiyye kolu ise halifenin Ehl-i beyt içerisinden olacağı fakat ilâhî tayinle belirleneceği görüşündedir.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra ilk dört halifenin iş başına geliş u-sulleri ve yönetim tarzları, bunu izleyen Emevî ve Abbasî iktidarları müslüman bilginler için önemli bir kültür birikimi ve gözlem konusu olmuş, hilâfetle ilgili görüş, kaygı ve temenniler de bu bağlamda dile getirilmiştir. Gerek çeşitli eserlerde değişik vesilelerle dile getirilen görüşler, gerekse V. (XI.) yüzyıldan itibaren yazılan “el-ahkâmü’s-sultâniyye” adlı eserlerde yer alan ifadeler, müslüman bilginlerin kendi şartları, gelenek ve imkânları içinde en iyi yönetim biçimini arama, mevcut sistemi iyileştirme çabalan olarak de­ğerlendirilebilir. Bunun için de krallık, şeflik, mutlakiyet ve saltanat dışında yönetim biçiminin bilinmediği bir devirde halifenin “ehlü’1-hal ve’l-akd” denilen bir kurul veya kesim tarafından seçilmesi, halkın biatinin alınması, dinî kuralları açıkça çiğneyen halifenin görevden azli, halifenin ümmete ait egemenliği temsil ettiği, halifenin tanrısal bir gücünün olmadığı ve kişisel olarak Allah’a karşı sorumlu olması dışında görevi sebebiyle müslümanlara karşı da sorumluluk taşıdığı gibi hususların ele alınıp tartışılması amme hukuku tarihi ve doktrini açısından ileri bir adımdır. Kaldı ki İslâm dini müslümanların nasıl bir siyasal organizasyon içinde kimler tarafından yönetile­ceği konusundan ziyade, ehil olanın iş başına gelmesi, onun da hak ve adaleti hâkim kılması, ferdî ve uhrevî sorumluluk taşıması, Allah’ın huzu­runda hesap vereceğinin bilinci içinde olması, kötülük, haksızlık ve zulmü önlemesi, katı ve baskıcı olmayıp insanlarla istişare ederek iş görmesi gibi temel noktalar üzerinde durmuş, kişilerin böyle bir dinî ve ahlâkî kıvamda ve yetişkinlikte olmasına öncelik vermiştir. Esasen üst bir kurum olan dev­letin yönetim biçimi ve siyasal yapılanma konuları, toplumların gelenek, kültür ve sosyal değerleriyle yakından ilişkili olduğundan, evrensel bir iddi­ası ve mesajı olan İslâm dininin bu konularda ayrıntıya girmemesi onun temel niteliklerinin tabii gereğidir. Dolayısıyla, İslâm amme hukukçularının hilâfet ve halife ile ilgili olarak ileri sürdükleri görüş ve önerileri bu bağlam­da değerlendirmek gerekir.

Klasik dönem İslâm amme hukuk doktrininde, halifede bulunması ge­rektiği düşünülen şartlar, özellikle halifenin o toplumda en bilgili, erdemli, itibarlı ve liyakatli kimse olması gereği ve bunu sağlayacak tedbirler üzerin­de ayrıntı ile durulur. Değişik vesilelerle, halifenin şûra veya ehlü’1-hal ve’l-akd denilen kurulun seçimiyle ya da bir nevi genel seçim demek olan halkın biatıyla iş başına gelmesinin önemi vurgulanır. Mevcut halifenin, kendi yerine geçecek halifeyi belirlemesinin aday gösterme mi yoksa atama mı olduğu hususu ise tartışmalıdır. İslâm hukukçuları genelde, her durumda halktan veya halkı temsilen halkın bilgili, seçkin ve toplumda ağırlığı olan temsilcilerinden oluşan ve ehlü’l-hal ve’l-akd olarak isimlendirilen heyetten biat alınması gereği üzerinde durarak, halifenin yetkisini veraset ve saltanat usulünden değil, ümmetten aldığı fikrini vurgulamaya çalışırlar.

Zorla iş başına gelen ve halkın kendine itaat etmesini sağlayan kimse­nin de, Allah’ın hükümlerini açıkça çiğnemediği sürece meşru halife olduğu, mevcut halifeye günahkâr da olsa isyanın caiz olmadığı yönünde kitaplarda yer alan ifadeler fiilî durumu kabullenme veya kuvvet karşısında suskun kalmayı teşvik oiarak değil de, ümmeti tekrar fitne ve kargaşaya sürükle­mekten çekinme, ümmetin birlik ve dirliğini koruma fikrine ağırlık verme olarak değerlendirilebilir. İslâm bilginlerinin çoğu bu tutumu benimserlerken, âdil-zalim, iyi-kötü, dindar fâsık gibi nitelemelerin özellikle siyasal çekiş­menin arttığı dönemlerde oldukça izafi ve bulanık bir karakter taşıyacağı noktasını da göz önünde bulundurmuş oldukları düşünülebilir. Bununla birlikte, bu konuda klasik literatürde yer alan bilgilerin o günün hilâfet ve saltanat sisteminin olumsuz yönlerinin tesiri altında kalmadığı da söylene­mez. Çünkü tarih boyunca İslâm toplumlarında hiçbir zaman eksik olmayan saltanat kavgalarının ve siyasal görüş farklılıklarının haliyle İslâm bilginle­rini de etkilemiş, onları mevcut siyasal iktidarın yanında veya karşısında tavır almaya zorlamış olabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Nitekim hali­fede aranan şartlar, biatin şekli, seçici kurulun sayısı ve özellikleri, halifenin meşruiyetini belirleme yolları gibi konularda yer alan bazı değerlendirmeler incelendiğinde bunların, ilk dört halifenin meşruiyetini vurgulama, Hz. Ali’nin veya Emevî halifelerinin hilâfetini gayri meşru gösterme gibi gayretle­rin ürünü olduğu izlenimi edinilebilmektedir.

Öte yandan, İslâm hukukçuları görüşlerini kendi dönemlerinde mevcut siyasal ve sosyal yapıyı ve bir de dört halife dönemini model alarak ve ikisi arasında karşılaştırmalara giderek açıkladıkları için, kaynaklarda bugün için fazlaca pratik değeri bulunmayan bazı yargı ve temayüllerle karşılaşmak da mümkündür. Dolayısıyla halifenin hak ve yetkileri, görevleri, görev süresi ve azli, şûra meclisiyle ilişkileri, devletin temel organları ve yapısı gibi ko­nularda ileri sürülen görüş ve önerilerin bu bağlamda değerlendirilmesi ka­çınılmazdır. Bu konuları İslâm hukukçularının ayrıntılı şekilde ele almış olması ve mevcut doktriner görüş farklılıkları müslüman toplumlarda en iyi yönetim biçimini bulma, hak ve adaletin gerçekleşmesini sağlama gayretle­rinin bir ürünüdür. Halifeye de “Allah’ın halifesi” veya “Allah’ın yeryüzün­deki gölgesi” denmesini doğru bulmayıp onu “Peygamberin halifesi, imam, müminlerin emîri” gibi adlarla anmaları, İslâm amme hukukunda yönetme yetkisi anlamında egemenliğin kaynağının ümmet olduğunu, halifenin de tanrısal bir güce sahip bulunmadığını gösterir. Bu itibarla İslâm düşünce­sinde devlet başkanının mutlak bir yetkisinin bulunmadığı, yetkisinin is­lâm’ın genel ilkeleriyle ve ilâhî iradeyle sınırlı olduğu rahatlıkla söylenebi­lir.

Ümmete ait olan egemenliğin kim veya hangi kurum tarafından nasıl kullanılacağı, admm ne olacağı, anayasal kurumların oluşum ve görev da­ğılımı gibi daha çok şekille ve üst yapı ile ilgili konular ise, İslâm’ın genel ilkelerine aykırı düşmediği sürece her toplumun kendi kültürel birikim, şart ve imkânları ışığında belirleyip karar vereceği hususlar olarak görülebilir. Bu bakımdan, tarihsel tecrübede Hulefâ-yi Râşidîn’den sonra gerçekleşmiş sal­tanat gibi yönetim biçimlerini ve devlet şekillerini -hakiki anlamıyla hilâfet kavram ve uygulamasına aykırı da olsalar- İslâm’a uygun ya da aykırı diye nitelemek doğru olmaz. Değerlendirme mevcut biçimlerin öngörülen idealleri ne ölçüde gerçekleştirebildikleri noktasında olmalıdır.

D) Değerlendirme

İslâm, bir din olarak devlet ve yönetim biçimlerine ilişkin bir belirleme getirmek yerine genel ilke ve amaçlar koymakla yetinmiş, insanlara da hem bu ilke ve amaçları hem de zamanın şartlarını dikkate alarak kendi yönetim biçimlerini belirleme ve düzenleme hak ve yetkisini bırakmıştır. İslâm’ın bu yaklaşımı siyaset ve yönetim konusunda teori ve model belirlemenin değil ona da yön ve içerik kazandıracak olan zihniyet değişiminin ve dünya gö­rüşünün önemli olduğunu vurgulamayı amaçlar. On dört asırlık tarihî sü­reçte İslâm toplumları, peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemleri hariç tutulacak olursa, saltanat ve hilâfet adıyla, çeşitli renkleriyle bir monarşi (hükümdarlık, krallık) ile yönetilmişlerdir. Devlet ve yönetim biçimleri araç değil, insanların mutluluklarım sağlama yolunda amaç oldukları düşünülün­ce, hükümdarlık yönetiminin İslâm’a uygunluk ya da aykırılığından bah­setmek yerine, öngörülen veya herkesçe kabul edilen evrensel insanî de­ğerleri gerçekleştirmede, kendi şartlan içinde ne ölçüde başanlı olduğundan bahsedilmesi daha doğru olur. Bugün gelinen noktada dünyada insan hak­larının gerçekleşmesini objektif olarak sağlamaya en yakın yönetim biçiminin

demokrasi olduğu kanısı hâkimdir. Öyle olunca -tarihî ve felsefî temeli bir yana bir yönetim biçimi olarak-demokrasinin İslâm’da olduğunu ya da olmadığını ispatlamakla vakit geçirmek yerine dinin kazandırmaya çalıştığı zihniyet değişimi ve dünya görüşünü yakalamak, dinin hedef olarak göster­diği evrensel idealleri gerçekleştirmeye daha iyi hizmet edebilmesi için top­lumumuzda ne gibi değişimlerin yaşanması veya hangi katkıların ve tâdil­lerin yapılması gerektiği hususunda kafa yormak gerekir. Çünkü araçlardan ziyade ilkeler ve amaçlar önemlidir. Zaten düzlemleri, işlev ve mahiyetleri farklı olduğundan İslâm’la klasik ve çağdaş yönetim biçimleri arasında bir karşılaştırma yapmak, onların meşruiyet veya adem-i meşruiyetlerini İs­lâm’dan tem ellendirmek doğru olmadığı gibi anlamsızdır da.

Gerek Kur’an ve gerekse Hz. Feygamber’in sünnetinde müslümanlann nasıl bir devlet teşkilâtı kuracağı, devlet başkanını nasıl ve hangi şartlarla seçeceği ve toplumun hangi siyasal şekil ve yöntemlerle yönetileceği konusunda ayrıntı verilmemiş, hatta bu konulara neredeyse hiç temas edilme­miştir. Buna karşılık gerek insan ilişkilerinde gerekse devlet-fert ilişkisinde hâkim olacak temel esas ve amaçlar üzerinde ısrarla durulmuş, siyasî yapı­nın daima ihtiyaç duyacağı sağlam bir zemin kurulmaya ve fertlere sahip oldukları yönetim biçimlerini sağlıklı ve adaletli şekilde işletecek bir anlayış ve ufuk kazandırılmaya çalışılmıştır. Böyle olunca demokrasinin İslâm’a aykırı olduğunu da, İslâm’ın gereği olduğunu da ispatlamaya çalışmak fazla anlamlı bulunmaz.

İslâm’ın iki aslî kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te herkes tarafından korunması gerekli temel hedefler, ilke ve esaslar gösterilmiş, bunları gözet­mek şartıyla müslümanların sosyal sözleşmelerini diledikleri tarzda yapabilecekleri, dönemlerine ve şartlarına en uygun yönetim şeklini seçip gösteri­len muhtevayı ve amaçları bununla yakalayabilecekleri anlatılmak isten­miştir. İnsanlığa tebliğ edildiği günden beri, farklı siyasal yapı, kültür, ge­lişmişlik ve geleneğe sahip her toplumda benimsenme ve canlılığını koruma iddiasındaki İslâm dininin, toplumun yönetim şekli ve anayasal yapısı ile ilgili olarak ayrıntı vermemesi, böyle bir anlam taşır. Bu itibarla, gerek İslâm hukukunun klasik kaynaklarında ve gerekse çağımızda kaleme alman eser­lerde İslâm anayasa hukuku ve yönetim şekli ile ilgili ileri sürülen görüşleri, İslâm’ın alternatifsiz biçimde belirlenmiş hükümleri olarak değil, müslüman yazarların -İslâm’ın genel ilkeleri ışığında ve kendilerini çevreleyen şartlar içinde- daha âdil, düzenli ve dürüst bir yönetime ulaşma, daha huzurlu, faziletli, mutlu ve müreffeh bir toplumu kurma yönündeki düşüncelerinin ve samimi gayretlerinin ürünleri olarak değerlendirmek daha isabetli görün­mektedir.

“Demokrasilerde egemenlik halkındır, İslâm’da ise Allah’ındır” sözü esa­sen farklı iki düzleme ait değer hükmünün iyice düşünülmeden bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş avamı bir söylem olup günümüzde de başka amaçlar uğrunda kullanılan bir slogan ve bir demagojiye dönüşmüştür. Bu yaklaşım, aynıyla, Haricîlerin hakem meselesindeki tutumundan ötürü Hz. Ali’ye karşı çıkarken sarfettikleri

“Hüküm Allah’ındır” sözü gibidir. Hz. Ali bu sözü duyunca, bunun bir yanıltmaca olduğunu anlatmak üzere

“Bu söz doğrudur; fakat siz onu meşru olmayan maksatlar için kullanıyorsunuz” demiştir.

Bugün artık herkes biliyor veya kabul etmese de fiilen şahit oluyor ki, âlem üzerinde iradesiyle ve kudretiyle mutlak hâkim olan varlık Allah’tır. Bütün varlıklar bu küllî hâkimiyetin altındadır. Burada söz konusu olan hâkimiyet metafizik ve ontolojik anlamda hâkimiyettir. “Hâkimiyet milletin­dir” sözündeki hâkimiyet ise, az önce sözü edilen hâkimiyetten farklıdır.

“Hâkimiyet millete aittir” derken kastedilen husus, siyasal iktidarın, her­hangi bir sınıfın, zümrenin veya cemaatin doğal veya Tanrısal hakkı olma­dığı, tam tersine, bu hakkın millete ait olduğu ve yöneticinin onun tarafın­dan belirleneceğidir. Zaten Şiî anlayış hariç tutulacak olursa, klasik İslâm siyaset teorisinin ana çizgisi de bu yönde olmuştur.

III. İNSAN HAKLARI

Hakka, “hukukun koruduğu menfaat”; insan haklarına da, “insana İn­san olduğu için, diline, dînine, ırkına, cinsiyetine, milliyetine, sosyal statü­süne ve rengine bakılmaksızın tanınan haklar” şeklinde bir tanım getirilebi­lir. Ayrıca “insan hakları, insanın sahip olduğu özgürlüklerin belirgin ve kullanılabilir hale gelmesi” şeklinde tanımlanabilir. Ancak hak ve özgürlük kavramlarının insan zihninde yaptığı çeşitli çağrışımlar ve bu iki kavram etrafında tarihsel süreçte teori ve pratikte oluşan zengin birikim sebebiyle bu tarz tanımların belli ölçülerde belirsizlik ve izafîlik taşıdığı da açıktır. Çünkü insanlar farklı dinlere, kültür ve geleneklere, toplumsal yapı ve siyasî rejim­lere sahiptir veya bağlıdır. İnsan haklan doktrini bu farklılıklara bakılmaksı­zın herkesin sahip olduğunu var saydığı bazı haklardan yola çıktığı, insanla ona egemen güçler, fertle devlet arasındaki ilişkiler bakımından evrensel standartlar getirmeye çalıştığı için belli bir ortak anlayışı ve tanıtımı da kaçı­nılmaz kılar. Hukukçuların, filozofların ve diğer sosyal bilimcilerin insan haklarına getirdiği çeşitli tanımlar da onların dünya görüşlerinin ve bakış açılarının özeti mahiyetindedir. J. Mourgeon insan haklarını “Kişinin tek tek kişilerle ve iktidarla ilişkileri içinde kendi malı olarak elinde bulundurduğu, kurallarla yönetilen ayrıcalıklar” olarak tanımlıyor. Bu anlamda bakıldığında Avrupa tarihinin bir insan hakları mücadelesinden ibaret olduğu söylenebilir. Bu sebepledir ki 1215 tarihli Magna Carta’dan itibaren ilân edilen bütün bildirgeler Batı için insan hakları açısından oldukça önemli gelişmelerdir. İngiltere’de halk, daha doğrusu seçkinler bu belgeyle siyasal iradeyi temsil eden kraldan birtakım haklar koparabilmişti. XVI. yüzyılda Las Casas, XVII. yüzyılda Grotius ve daha sonra Kant ve rahip St. Pierre gibi birkaç idealistin düşlerine rağmen Batı toplumu insan hakları konusunda ancak son iki yüz­yılda ilerleme kaydedebilin iştir. 1789 yılında Fransa’da yayımlanan İnsan Haklan Bildirisi, Batı’da insan haklarının kazanılmasında en önemli adım­lardan biridir. Fransız Devrimi özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini dün­yaya ilân etmiştir. 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ilân edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi insan haklan konusunda dünyada atılan en ileri ve en kapsamlı adımdır.

İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’nin ilk iki maddesi, bütün insanla­rın hür doğduklarım, hak ve değer bakımından eşit olduklarını; beyanna­mede sözü edilen haklardan ırk, renk, cinsiyet, dil, din ayırımı yapılmaksızın yararlanacaklannı ilân etmiştir.

İnsan hakları ifadesi, teorik olarak, insanın sahip olduğu, insana içsel, doğal olan ve en azından kişinin iki temel öğesi ile (beden ve ruh) ilgili haklan kapsadığı gibi, insanla ilgili olan hakları yani kişinin oluşturucu öğelerinin dışında olmakla birlikte, onun varlığının vazgeçilmez sayılabilen yönleriyle ilgili olan haklan da kapsar.

İslâm dünyasında ise insan hakları, hemen dinin tebliğ edilmesiyle bir­likte başlamıştır. Denilebilir ki Kur’ân-i Kerîm, temel insan haklarını bir defa daha tesbit ve tescil etmek, insana hak ettiği değeri yeniden kazandırmak amacıyla gönderilmiştir.

İslâm toplumlarının bağlı bulunduğu Kur’ân-ı Kerîm ayrıntılı ve teknik olmasa bile insan hakları kapsamına giren noktalara değinmiş ve bunların korunmasını değişik boyutlarda müeyyidelendirmiştir. İslâmî telakkiye göre, bütün haklar yaratıcı Tanrı’nın iradesine dayanır, O’nun insana bağışıdır. İnsanın yeryüzüne halife ve en saygı değer (mükerrem) varlık olarak yara­tıldığı, ona önemli sorumluluklar (emanet) yüklendiği fikri, insanın doğuştan birtakım haklara sahip olduğu fikrinin simetrik ifadesidir. Bu telakki, hakların beşerî ve egemen güçler tarafından tanınıp lutfedildiği ve yine onlar tarafın­dan serbestçe kısıtlanabileceği anlayışını reddetmesi ve insana insan olması sebebiyle bir değer vermesi açısından insan hakları tarihinde önemli bir adım olmuştur.

Tabiatıyla insan haklarının tanınmasının, yazılı metinlerle tesbit edilme­sinin tek başına bir şey ifade etmediğini geçmişte ve hâlihazırda yaşanan örneklerde görebiliriz. Önemli olan bunun toplumun bütün bireyleri, özel­likle de egemen güçleri tarafından özümsenmiş, âdeta bir yaşam biçimi ha­line getirilmiş olmasıdır. Diğer birçok insanî ve hukukî değer gibi insan hakları da ancak sağlam bir inanç ve ahlâk zemininde, hukukun üstünlü­ğünün ve adaletin bulunduğu toplumlarda gerçekleşip gelişebilir. Hukuk devletinin bulunmadığı, kanunların âdil olmadığı ve adaletin bir hayat tarzı olarak yaşama geçmediği toplumlarda insan hakları kâğıt üzerinde kalır. Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in sünnetinde adalete ve hukukun üstünlüğü­ne devamlı vurgu yapılıp keyfiliğin, kişinin kendi hakkını bizzat kendi kuv­vetiyle elde etmesi demek olan ihkak-ı hakkın, naslarm çizdiği sınırların çiğnenmesinin yasaklanması, meşruiyetin ve hukuk düzeninin korunması­nın emredilmesi bu sağlam zemini kurmaya matuf tedbirlerdir.

Hz. Peygamber’in hicret esnasında Medine’deki değişik inanç mensup­larıyla ve etnik gruplarla yaptığı Medine sözleşmesi, hayatı boyunca etra­fındaki insanlara davranışları, çeşitli din mensuplarıyla ve kölelerle ilişkileri ve bu konudaki tavsiyeleri insan hakları açısından büyük öneme sahip bel­ge ve uygulama örnekleridir.

Resûlullah’ın uygulamalarının teorik çerçevesi mahiyetinde olan Veda hutbesi de, insan haklan açısından önemli bir belgedir. Veda hutbesi kişi, aile, toplum (müminler toplumu) ve bütün insanlığı iç içe geçmiş daireler biçiminde içermektedir. Başlangıç cümlelerinden sonra hutbe,

“Ey Allah’ın kullan, sizlere Allah’tan korkup çekinmenizi tavsiye eder, hepinizi O’na itaat etmeye teşvik ederim” sözleriyle devam eder. Başlangıç cümleleriyle birlikte düşünüldüğünde kişinin kendine karşı olan haklarının başında tek Allah’ı tanımak ve O’na itaat etmek geldiği söylenebilir; kişi ancak bu suretle ken­dine karşı görevini yerine getirmiş ve gerçek değerini bulmuş olur.

Bundan sonraki halka aile haklan denilebilecek halkadır.

“Ey insanlar! Eşlerinizin sizin üzerinizde sizin de onlar üzerinde hakkı vardır; size kadınlar hakkında yaptığım tavsiyeyi tutun; siz onları Allah’ın emaneti olarak aldı­nız; kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara iyi davranın”.

Veda hutbesinde can, mal ve namus dokunulmazlığı da ayrıca vurgu­landıktan sonra müminlerin kardeş olduklarından bahsedilmiş ve daha sonra hutbe cihanşümul bir boyuta çekilmiştir:

“Ey insanlar, rabbiniz birdir, babanız da birdir; hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktan.”

İslâm bilginleri ve teorisyenler, dinin amacının “zarurât-ı hamse” deni­len beş temel ilkeyi yerleştirmek ve korumak olduğunu ifade etmişlerdir. Bunlar;

  1. a)Canın korunması,
  2. b)Aklın korunması,
  3. c)Namus ve haysiyetin korunması,
  4. d)Dinin korunması,
  5. e)Malın korunmasıdır.

Korunması gereken bu beş ilke bir yönüyle Allah’ın peygamber göndermedeki maksatlarını (makasıdü’ş-şâri’) teşkil ederken, bir yönden de insanların yararlarını gerçekleştirme amacına matuftur, daha doğrusu insanların temel yararları bunlardan ibarettir.

Müslüman Doğu’da insan haklarının ne ölçüde korunduğu ve gerçek­leştiğinin değişik ölçüt ve göstergeleri bulunabilir. Ceza hukuku alanında suç ve cezada kanunilik ilkesinin konması, kesinleşmiş bir suç olmadıkça kimsenin suçlu işlemi görmemesi, sanık haklarının korunması, işkence ya­sağı, cezalandırmada denklik gibi ilkeler, hayvanların haklarını korumaya matuf tedbirler ve uygulamalar, sosyal amaçlı vakıflar, zekât, nafaka ve yardımlaşma anlayışı, sosyal dayanışmayı ve bütünlüğü amaçlayan ahlâkî değerler, toplumun güçsüz kesimleri olan gayri müslimler, işçiler, çocuklar, köle ve kadınlarla ilgili düzenlemeler ve onların haklarını korumaya matuf tedbirler ayrı ayrı ölçüt ve hareket noktası olarak kullanılabilir. Bunların hepsinde her dönemde arzulanan seviyede olumlu bir uygulama çizgisinin bulunduğunu iddia etmek doğru değil ise de tarihî süreç itibariyle genel gö­rünüm olumlu bir seviyede ve çizgide seyretmiştir.

Batı o dönemlerde böyle bir dinî ve ahlâkî öğreti temeline sahip bulun­madığı, güçlünün egemen olduğu ve diğerlerinin hakkını belirlediği bir top­lumsal yapıya sahip bulunduğu, köleler ve kadınlar akıl almaz bir aşağılanmaya muhatap olduğu için, insan hakları mücadelesinin ilk izlerine de Batı toplumlarında rastlanır. Bu durum insan hakları kavramının niçin Batı kökenli sayıldığını da açıklar. Aslında insan haklarının Bati’daki kötü geçmişi ve bugün için ise toplumda bireysel hak ve özgürlükler adına birçok aşırılık ve aykırılıkların önlenemez bir hal almış olması bir etki-tepki veya toplumsal med cezir hali görünümündedir. Aynı med cezir kiliseye ve hıristiyan din adamları sınıfına karşı haklı olarak başlatılan laiklik mücade­lesinin giderek bireysel hayattan da dini dışlama ve sekülerleşme sürecine girmesi, hukukun dinî ve ahlâkî zeminini yitirmesi sonucunda da görülmüştü.

Müslüman Doğu’da insan haklarının hiç ihlâl edilmediğini söylemek abartılı bir ifade olur. Ancak Kur’an ve Sünnet terbiyesini almış müslüman toplumlarda insanların temel hak ve hürriyetlerinin korunması yönünde önemli bir mesafe alındığı, bugün için bile gıpta ile söz edilen bir hoşgörü ortamının bulunduğu, ihlâl ve haksızhlann da oldukça mevziî kaldığı söyle­nebilir. İslâm toplumlarında insan haklarına ilişkin bildirgelere rastlanma­ması, İslâm toplumlarında insan haklarının ihlâl ve ihmal edildiği anlamına değil, belki, bugünkü mânada olmasa bile genel anlamda insan haklarının gözetildiği anlamına gelir.

Burada, insan hakları açısından her zaman için tartışma konusu olan üç konu üzerinde, din ve vicdan hürriyeti, kadın hakları ve kölelik üzerinde durmak istiyoruz.

A) Din Ve Vicdan Hürriyeti

En yaygın tanımına göre din ve vicdan hürriyeti, kişilerin istedikleri dini serbestçe seçmeleri, seçtikleri dinin kurallarını hiçbir müdahale ve kısıntıya mâruz kalmadan uygulamaları, bu konuda eğitim alma, eğitme, başkalarına anlatma ve telkin etme, bunu sağlayacak ölçüde sivil örgütlenme haklarını ifade eder.

Dinin sadece zihinde kalan bir inanış ve kanaatten ibaret olmadığı, aynı zamanda kişinin dünyevî hayatına yön verecek ahlâkî, hukukî ve sosyal kuralları da ihtiva ettiği açıktır. Bu sebeple dini sadece kişi ile Tanrı arasında kalan bir vicdan meselesi olarak görmek ve böyle tanıtmak yanlış olur. Di­nin davranışlarımızla ilgili emir ve yasaklarının bağlayıcılığı, dünyevî ve uhrevî sonuçlan vardır. Öte yandan aynı inancı paylaşan kimselerin sosyal birlik oluşturması, dinlerinin kurallannı sosyal zemine taşırması ve bu yön­de organizasyonlar kurması kaçınılmaz olmaktadır.

Din ve vicdan hürriyeti, ferdin benimsediği dinin yapısına, içerik ve ni­teliğine göre değiştiği gibi din ile devletin münasebetine göre de farklılık arzedebilir. Meselâ devletin dinî kurallara göre yönetildiği teokrasilerde dev­letin resmî dinini benimseyenlerin din ve vicdan hürriyeti açısından bir prob­leminin olmaması gerekir. Burada muhtemel problem, devletin resmî dini dışında bir din ve inanışı benimseyeler açısından söz konusu olabilir. Bunun da boyutu devlet dininin yapısındaki hoşgörü ölçüsüne göre değişecektir. Devletin dine egemen olduğu sistemlerde din ve vicdan hürriyetinin sınırını devletin felsefesi ve temel kuralları tayin eder. Burada esas olan devletin resmî politikası ve belirlemesi olduğundan, gerçek anlamıyla bir din ve vicdan hürriyetinden söz edilemez. Devletle dinin birbirinden tamamen ayrıldığı liberal ve laik sistemlerde ise, fert ve cemaatler dinî inançlarının gereğini yerine getirmekte kural olarak serbesttir. Bununla birlikte devlet ile din ara­sında bir alan ayırımı söz konusu olduğundan, devletin genel felsefesi, te­mel ilkeleri ve kamu düzeni ile sınırlı bir din ve vicdan hürriyeti vardır.

Din-devlet ikileminin ve buna bağımlı olarak devletin egemenlik alanı ile din ve vicdan hürriyeti arasındaki mücadelenin uzun bir tarihî geçmişi var­dır, Yahudilik’te Tanrı’nın kavmi kabuî edilen yahudi olmayanlar arasında kesin bir ayırım gözetilmiş, bu zihniyet farklılığı ve millî din anlayışı çoğu zaman yahudi olmayanlara karşı katı bir tutum sergilenmesine yol açmıştır. Bununla birlikte yahudilerin yahudi olmayanlara karşı tutumunda, onların yahudilere karşı takındığı tavrın da önemli etkisi olmuştur.

Din ve vicdan hürriyeti problemi Batı kültür tarihinde ilk defa Hıristi­yanlık’la ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlık, dogmatik tekelciliği sebebiyle dinde bir hoşgörüsüzlük doğurmuştur. Hıristiyanlık, ortaya çıkışından itibaren üç asır boyunca Roma’dan beklediği hoşgörüyü, kendisi devlet dini olduktan sonra ne kendi içinde ortaya çıkan gruplara ve farklı inanışlara ne de başka dinlere göstermiştir. Diğer din mensuplarına karşı gösterilen katı tutum bir tarafa kendi içindeki farklı inanç sahipleri, günahkârlar ve dinden dönenler, kilisenin otoritesine karşı gelenlerde manevî bir ceza olan afarozun yanı sıra kilisenin devletle iş birliğine bağlı olarak çeşitli kovuşturma ve baskılara mâruz kalmışlardır. Kilise devletten aldığı gücü kaybettiği oranda bu katı -tutumunu zorunlu olarak yumuşatmış ve azaltmıştır. Diğer bir ifadeyle, kilisenin devletle olan sıkı iş birliği ve baskıcı tutumu, önce reform hareket­lerinin, devamında da din ile devletin ayrışması ve alan ayırımına gitmesi projesinin gündeme gelmesine ve gerçekleşmesine imkân hazırlamıştır. Bu süreç Batı’da, pozitif bilimlerin gelişiminin de desteğiyle, ferdî hayattan ve değerler dünyasından dinin dışlanması gibi olumsuz ve uca kaçan gelişme­lerin de hazırlayıcısı olmuştur.

İslâm dini, kendini ilâhî dinlerin ve tevhid geleneğinin son halkası, deği­şikliğe uğramamış ve uğramayacak yegâne hak din olarak tanıtmakla ve İslâm dışındaki din ve inanışları bâtıl olarak nitelendirmekle birlikte, diğer din ve inanışların varlığını da vakıa olarak kabul eder. Onların yeryüzünden silinip kazınması ve sadece İslâm’ın tek din olarak kalması gibi bir iddiayı da taşımaz. Kur’an’da, “Eğer rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi hakkı benimseyip iman ederdi. Yoksa sen inanmaları için insanlara zor mu kullanacaksın?” [422]buyurulmuş, hak ve hakikatin gösterildiğini, bundan böyle dileyenin iman etmeyi, dileyenin de sonuçlarına ve sorumlu­luğuna katlanması kaydıyla küfrü tercih edebileceği [423]uyarısı yapılmıştır. Dinin özünü hür bir seçimle yapılan iman teşkil eder. Kur’an’da yer alan, “Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl tamamen bir­birinden ayrılmış ve hak bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır” [424]mealindeki âyet de bunu vurgular.

Gerek Kur’an’ın anılan ve benzen ifadeleri, hıristiyan ve yahudileri “Ehl-i kitap” adlandırmasıyla ayrı bir grup olarak telakki edip onlara ayrı bir statü tanıması, gerekse Resûl-i Ekrem’in Ehl-i kitap olmak üzere diğer din mensuplarına karşı gösterdiği müsamaha ve bu konudaki ısrarlı telkin ve tavsiyeleri, hem müslümanların kendi dinleri hakkında özgüvene sahip olmasının hem de tarih boyunca diğer din mensuplarına karşı hak ve ada­letle, merhamet ve hoşgörü ile davranmasının temel âmilini teşkil etmiştir.

İlk dönemlerde İslâm’ın tebliğ ve yayılışına engel olan müşriklere ve de­ğişik din mensuplarına karşı kararlı ve tavizsiz bir politikanın izlenmesi, dinden dönenlere karşı sert yaptırımların uygulanması, bir yönüyle dinlerin kuruluş dönemlerinde alınması gerekli önlemler, bir yönüyle de yarımadada siyasal birliğin kurulabilmesi için zorunlu idarî ve siyasî tedbirler olarak görülmelidir. İlk halife Ebû Bekir’in dinden dönenler ve devlete vergi ödemeyerek baş kaldıranlara karşı savaşması, Arap yanmadasmdaki müşrik Araplar’ın müslüman olmaya veya yarımada dışında zorla iskâna tâbi tu­tulması insanlara din ve vicdan hürriyeti tanınmadığı şeklinde değil de, o dönemde irtidad hareketinin siyasal isyana ve kamu düzeni ihlâline dönüş­müş olmasıyla ve yeni kurulan siyasal birliğin korunması zaruretiyle açık­lanmalıdır. İslâm’ın “cihad” ilke ve emri de din ve vicdan hürriyetini tanımayan ve kısıtlayan bir prensip veya İslâmiyet’i zor kullanarak benimsetme ameliyesi değil, Tanrı’nın birliğini ifade eden kelime-i tevhidi yayma, dinin varlığının kabul edilmesini ve yayılmasını engelleyen şartların ortadan kal­dırılması çabasıdır. Diğer bir anlatımla, bütün insanlığa ilâhî mesajı ulaştır­ma, onların da hak ve hakikatle tanışmasına imkân hazırlama gayretidir, îslâmî öğretide de küfür tek başına savaş sebebi sayılmamış, aksine savaşın meşruiyeti için İslâm’a ve müslümanlara karşı hasmane ilişkiler ve fiilî teca­vüz ölçü alınmıştır.

İslâm’ın müslüman olmayanlara tanıdığı din ve vicdan hürriyetinin içe­rik ve sınırlarını tanımada, tarih boyunca gayri müslimlerin müslüman top­lumlarda sahip oldukları serbestiyi, hak ve özgürlükleri izlemek kâfidir. Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren gayri müslim tebaa ile yapılan vatandaşlık ve bağlılık (zimmet) anlaşmalarında onlara din ve vic­dan hürriyetinin tanındığı, dinlerinin gereklerini serbestçe yerine getirebile­cekleri açık bir şekilde ifade edilmiştir. Gayri müslimlere kendi inançlarını koruma, mâbedlerini yapma ve dinlerine göre ibadet etme, dinlerine göre davranma, çocuklarına din eğitimi verme, dinî cemaat oluşturma, hukukî ve kazâî muhtariyet gibi bir dizi hak ve hürriyet tanınmış, sadece kamu düze­nini ilgilendiren alanlarda herkes gibi onların da devletin ortak ilke ve ku­rallarına tâbi olması istenmiştir. Osmanlı toplumunda gayri müslimlerin statüsü ve sahip oldukları haklar bu müsamaha ve anlayışın güzel bir örne­ğidir. Böyle olduğu içinde tarih boyunca çeşitli İslâm ülkelerinde gayri müslim azınlıklar varlıklarını, din ve kültürlerini daima koruyabilmişlerdir.

Bir zamanlar büyük bir İslâm medeniyetinin doğduğu ve kalabalık bir müslüman nüfusun bulunduğu İspanya’da, Endülüs Emevî Devleti’nin yıkı­lışının ardından müslüman katliamının yapılması ve geriye hiçbir müslümanın bırakılmaması, asırlarca müsîümanların hâkimiyeti altında bulunmuş olan Balkanlar’da, Lübnan’da, Mısır’da, Kuzey Afrika’da ve diğer birçok ülkede hâlâ kayda değer sayıda gayri müslim nüfusun bulunması ve onların hiçbir baskı, tehcir ve din değiştirme politikasına mâruz kalmamış ve din ve kültürlerini bugüne kadar korumuş olması iki farklı din ve medeniyetin din ve vicdan özgürlüğü anlayışları ve uygulamaları arasında mukayeseye im­kân verdiği gibi, İslâm’ın bu konudaki genel çizgisini de ortaya koyucu ni­teliktedir.

Günümüz hukuk sistemlerinde de din ve vicdan hürriyetinin tanınması ve korunması, temel insan hak ve hürriyetlerinden biri kabul edilir. Laiklik ilkesi âdeta bu hürriyetin teminatı olarak gösterilir ve bu ilke sayesinde din ve devlet arasında belli bir uyumun sağlandığı var sayılır. Bununla birlikte dinin dünya hayatına ilişkin düzenleme öngörmesi ölçüsünde kurulu hukuk düzeni ile çatışması, yani dinî ve laik normlar arası çatışma kaçınılmaz gö­züktüğünden bu hürriyetin sınırının ne olacağı, çatışma alanının hangi ta­rafa bırakılacağı daima tartışılagelen bir husus olmuştur. İnsanların dinî ve vicdanî bir kanaate sahip olması hukukun tanımasından değil insanın var oluşundan, düşünme ve inanma yeteneğinden doğduğu için din ve vicdan hürriyetinden kastedilen şeyin, bir dinî ve vicdanî kanaate sahip olma değil bu inancını açığa vurma, onun gereklerine göre ibadet etme, davranma ve başkalarına telkinde bulunma gibi dışa akseden davranışlar olması gerekir. Bu alanda hakkın özü denince, bir dinî inanç ve kanaatin dışa aksettirilmesi, ona göre davranılması hakkının temel öğeleri anlaşılır. Bu itibarla din ve vicdan hürriyetini sadece inanma ve buna göre ibadet etme hakkı olarak anlamak, üstelik ibadet hürriyetini de kamu düzeni, genel ahlâk ve kanun­lara aykırı olmama şartıyla sınırlamak bu hak ve hürriyetin özüne dokunma demektir. Çünkü kamu düzeni ve genel ahlâkla hukuk düzeni arasında ya­kın ilişki mevcut olup ibadet hürriyetini bu ikisiyle sınırlama, sonuçta hukuk düzeninin ibadeti ve dini belirlemesi ve tanımlaması anlamına gelir. Bu da hem hak ve hürriyetin tanınması, hem de din ve devletin ayrışması ilkeleri­ne aykırıdır.

Esasen laiklik, bir inanç esası ve dogma olarak anlaşılmadığı ve uygu­lanmadığı, aksine bir yöntem ve toplumsal uzlaşma modeli olarak algılandığı sürece, din ve vicdan hürriyetinin güvencesidir. Bu sebeple de laiklikle din ve vicdan hürriyeti arasında çatışmanın değil destek ve dayanışmanın ol­ması gerekir. Bununla birlikte uygulamada bu ikisi arasında zaman zaman çatışma ve gerilimin yaşandığı da inkâr edilemez. Din ve vidan hürriyeti ile hukuk düzeni arasındaki çatışma, laikliğe belli bir kavramsal çerçeve çizememiş ve onu âdeta farklı politikaların sığmak ve gerekçesi olabilecek bir belirsizliğe mahkûm etmiş ülkelerde daha açık biçimde görülür. Bu çatışmanın bir sebebi, içi boş bir laiklik kavramının keyfi uygulamalara ve din hür­riyeti karşıtı tavırlara kolaylıkla gerekçe yapılabilmesi tehlikesidir. Bir diğer sebep ise, İslâm dininin kendi öz yapısı, müsîümanların İslâm dinini algıla­ma tarzı ve İslâm’dan bekledikleriyle laik devletin İslâm dinine biçtiği ko­num arasında ciddi farklılıkların bulunabilmesidir. Çünkü İslâm dininin inanç, ibadet ve ahlâkın yanı sıra sosyal hayata ilişkin birtakım öneri ve hükümleri de bulunmakta olup, bunların yerine getirilmesi müslümanlarca dinî hayatın bir parçası olarak telakki edilir. İslâm dininin sosyal hayatla ve beşerî ilişkilerle ilgili hükümleri esasında kamu yararının gözetilmesi, kamu düzeninin kurulması ve toplumsal ıslahat projelerinin dinî ve ahlâkî bir ze­mine dayandırılarak daha güçlendirilmesi ve sağlamlaştırılması gibi amaçlar taşır. Bu yönüyle bakıldığında İslâm dininin toplumsal önerileri sosyal barı­şın ve bireyler arasında karşılıklı güven ortamının kurulmasında çok önemli ve olumlu bir katkıyı sağlayabilecek niteliktedir. Zaten özgürlükçü ve de­mokratik toplumlarda halkın genel kabulleri, örf ve temayülleri ile uygulama­ya akseden kamusal talep ve projeler arasında belli bir uyum görülür. Öte yandan dine bağlı kimselerce ibadet ve dinî ödev olarak telakki edilen davra­nış ve görevlerin ifa edilmesinin kamu yetkisini elinde bulunduran şahıs ve merciler tarafından çeşitli gerekçelerle engellenmesi ve kısıtlanması, bireysel planda olsun din hürriyetinin korunmadığı iddialarına haklılık kazandırmakta, aradaki güvensizliği ve soğukluğu daha da tırmandırmakta, neticede devletin gücü ve saygınlığı zaafa uğramaktadır. Çünkü devletin boyun eğdirmesi güce ve maddî unsurlara, dinin etkisi ise bireyin öz tercihine ve vicdanına dayanır. Fertlerin bu iki bağlılık arasında seçime zorlanması, görünüşte dü­zeni sağlayıcı gibi görünse de esasında maddî otoriteye karşı göstermelik bir boyun eğişi sağlayabileceğinden içinde ikiyüzlülük ve çözümsüzlük taşır.

Öte yandan din ve vicdan hürriyetini kısıtlamaya yönelik müdahaleler reaksiyoner akımları, özgürlük karşıtı baskıcı anlayışları, dinin yüce değer­lerinin çeşitli kesimlerce istismar edilmesini de güçlendirmektedir. Böyle bir kargaşa ve güvensizlik ortamında, farklı sâiklerden doğan birçok davranış ve talebin de din ve ibadet hürriyeti adına gündeme getirilmesi tehlikesi vardır. Bu sebeple hukuk düzeninin dinin gereğinin ne olduğunu belirleme­ye kalkışmayıp sağlıklı bir din eğitim ve öğretiminin yapılmasına imkân hazırlayıcı, özgürlükler arası dengeyi sağlayıcı bir rol üstlenmesi, kamu yöneticilerinin insan hak ve özgürlüklerine saygılı olup din ve ibadet hürriyetini belirleyici değil koruyucu bir tavır sergilemesi, insanların karşılıklı güven ve hoşgörü ortamında yaşamaya alıştırılması modern devletlerin ana hedef ve politikaları arasında yer almalıdır.

B) Kadın Hakları

Hayvan topluluklarının hepsinde fizikî güç, özellik ve farklılıklar büyük önem taşır. İnsan toplumlarında dikkati çeken ilk önem sırasının cinsel ol­duğu, sonra fizikî ve iktisadî önem sıralarının söz konusu olduğu, son zamanlarda ve çağdaş telakkilerde ise önem sırasının iş bölümüne dönüşmeye başladığı öne sürülmektedir. Tarih boyunca kadına tanınan statünün, genel hatlarıyla bu iddiayı desteklediği de söylenebilir.

Yakın zamanlara kadar, bazı istisnalar dışında erkeklerle kadınlar me­denî ve siyasî haklarda eşit değildi. Son yüzyıla kadar Batı toplumu kadın haklan konusunda kötü bir sınav vermiştir. Günümüzde bu toplumdaki aykırılık ve aşırılıklar da âdeta bu kötü döneme tepkiyi içeren karşı ucu teş­kil etmektedir. Kimi bilim adamlarına göre, kadının köle seviyesinde bulu­nuşu, köklenmiş nüfus şartlarının sonucuydu. Çocuk ölüm oranı çok yüksek olunca insanların yeryüzünden silinme tehlikesi belirmiş ve kadınlardan sadece çocuk vermeleri beklenmişti, İtalya’da Mussolini kadınlara yüksek öğrenimi yasaklarken, Hitler 1914 yıllarının II. Guillaume’unu hatırlayarak kadınların “üç k”dan başka şeylerle uğraşmamasını istemiştir (kinder=çocuk, kuche= mutfak, kirche=kilise).

Tarih boyunca kadınların siyasî haklardan uzak tutulmalarının istisna­ları görülmektedir. Kimi yazarlar, kadınların saltanat sürdüğü dönemleri sağ duyunun ağır bastığı dönemler olarak adlandırır. XV. yüzyılda müslüman-ları ülkeden atan ve Kristof Kolomb’un Amerika seferini himayesine alan İspanya Kraliçesi Katolik İsabella, 1558’de İngiltere tahtına çıkan, Protes­tanlığı sağlamlaştıran Elisabeth, Büyük Katerina (1729-1796), 1740-1780 yılları arasında hüküm süren Avusturyalı Maria Teresa ve 1837-1901’de hüküm süren Victoria devlet gemisini yürütmüş kadınlardır.

Günümüzde kadınlara oy hakkı tanınmasından sonra hemen hemen bütün ülkelerde kadın bakan ve milletvekili sayısı düşme göstermiştir. Et­raflıca incelenmeye değer bu konuya ilişkin olarak Fransız sosyolog Gaston Bouthoul, temel siyasî meselelerin savaş ve zorbalık terimleriyle sarılıp sar­malanarak sunulduğu zamanımızda, ruhsal yapıları ve özel mantık düzenleriyle kadınların bu terimleri anlamasının ve benimsemesinin güçlüğünden bahseder ve önümüzdeki günlerde de savaşın er kişilerin en büyük meselesi olmaya devam edeceğini ileri sürer. Ona göre, siyasî davranışlar bakımın­dan kadınları erkeklerle eş tutmak yanlıştır ve meseleyi ayıklamaya yetmemektedir. Kadınların devletin gidişine bütün kadınlıklanyla katılması isteni­yorsa, oylarının ve düşüncelerinin erkeklerin davranışlarının yan sonuçları, yan ürünleri olarak kabulüne son verilmelidir. Kadınlar insan nüfusunun yarısıdır ve sayılarına uygun şekilde temsil edilmeleri halinde meclislerdeki milletvekili ve hükümet üyeliklerinin yarısı kadınlardan oluşur.

İslâm dininin kadına tanıdığı hakların değer ve önemini daha iyi kavra­yabilmek için İslâm’dan önceki çeşitli toplum ve medeniyetlerde kadının durumu hakkında kısaca bilgi vermekte yarar vardır.

Eski Hint telakkisine göre kadın, yaratılış olarak zayıf karakterli, kötü ahlâklı ve murdar bir varlıktı. Budizm’in kurucusu Buda başlangıçta kadın­ları kendi dinine kabul etmemişti. Hint hukuku kadına evlenme, miras ve diğer uygulamalarda hiçbir hak tanımıyordu. İsrail hukukunda baba kızını satabilirdi; ailede erkek evlât varsa kızlar mirastan pay alamazlardı. İran’da Sâsânîler döneminde kız kardeşle evlenilebilirdi. Eski Yunan’da koca dilerse karısını başkasına devredebilir, kendisi öldükten sonra eşinin başkasına devredilmesi için anlaşma yapabilirdi. Çinliler’de kadın insan sayılmadığı için ona ad bile verilmezdi.

İnsanların çeşitli müdahaleleriyle aslî hüviyetini yitiren Yahudilik ve Hı­ristiyanlık, Hz. Havva’nın Hz. Âdem’i aldatarak yasak meyveyi yemesine sebep olduğunu kabul ettiğinden, kadını ilk günahın asıl suçlusu, bütün insanlığı günah kirine boğan kötü bir varlık sayar ve ona şeytan gözüyle bakar. Bu yüzden İngiltere’de kadına İncil’e el sürebilme izni ancak XVI. yüzyılda verilebilmiştir.

Eski Türkler’de kadının durumu, diğer toplumlara nisbetle iyi sayılabilir­di. Ancak onlarda da İslâm ahlâkı ve günümüz değer yargılarıyla bağdaş­mayan uygulamalar vardı. Meselâ maddî durumu elverişli olan erkek istedi­ği kadar kadınla evlenebilirdi. Babası ölen evlât, annesi dışında, babasından kalan bütün kadınlarla evlenmek zorundaydı. Eğer baba, sağlığında malını paylaştırmamışsa kızlar mirastan mahrum bırakılırdı. Bununla birlikte eski Türk geleneğinde siyasal haklar bakımından kadınların durumu, dönemine göre, hatta sonraki birçok döneme göre oldukça iyi ve ileri bir durumdaydı. Nitekim Nizâmülmülk’ün, Orta Asya’da âdet olduğu üzere kadınların siyaset üzerine müessir olmalarını önlemek arzusu ile, kadın hâkimiyetine eğilim göstermemesi için padişahı ikaz ettiği bildirilir.

İslâm’dan önceki Araplar’da bazı soylu aile kızları birtakım imtiyazlara sahip olsalar da genelde kadının durumu çok kötüydü. Her şeyden önce dinmek bilmeyen kabile savaşları kadınlar için büyük bir tehlike oluşturu­yordu. Çünkü Câhiliye Arabmda kadın, savaş sonunda herhangi bir mal gibi, kendisinden çeşitli yollarla yararlanılan bir ganimet kabul edilirdi. Bu durumda, kız çocuklarının ileride kendilerine utanç ve ar getirecek bir duru­ma düşmesinden kaygı duyan müşrik Araplar, yeni bir kız çocuğunun do­ğumunu utanç verici bir olay sayarlardı; hatta bunu önlemek için bazı ka­bilelerde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme âdeti bulunmaktaydı. Bunu geçim zorluğu yüzünden yapanlar da vardı. Kur’ân-i Kerîm’de bu uygula­malara değinilerek, onları buna yönelten zihniyet yerilmektedir. Câhiliye döneminde zina ve fuhuş eğilimleri, son derece çirkin ve ahlâk dışı uygulamaların, sözde nikâh usullerinin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetinde de işaret edildiği üzere, Câhiliye döneminde genç kız­ları pazarlayarak bundan kazanç sağlayanlar bile vardı. [425]

İslâm dini, zina ve fuhuşu önleyici tedbirler alması yanında, bütün müslümanların kardeş olduğunu, her müslümanm malının, kanının ve namusu­nun “Mekke kadar, Kabe kadar” mukaddes ve dokunulmaz olduğunu ilân etmek suretiyle kabileler arası savaşı ortadan kaldırdı. Bu gelişme en çok kadınlara yarar sağladı. Çünkü yeni düzen, onları esir düşüp câriye olmaktan, erkekler için gelişigüzel bir tatmin aracı ve ganimet malı haline gelmekten kurtardı. Artık kadın iffetsizliğe zorlanamayacak, hatta iffetine gölge düşürücü sözler söylenemeyecekti. [426]Kız çocukların hor görülmesi ke­sinlikle yasaklanmış[427]; kız evlât ile erkek evlât arasında hiçbir değer farkının bulunmadığı ifade edilmiştir. [428]Kadının fizyolojik bakımdan erkeğe göre zayıf olduğu gerçeği kabul edilmekle birlikte[429], bu onun için horlanma sebebi sayılmayıp, aksine, bu vesileyle erkeğe, kadını himaye etme, sevgi ve şefkat gösterme, ihtiyaçlarını karşılama gibi görevler yüklenmiş[430]; bütün bunların ötesinde, kadına anne olması itibariyle hiçbir medeniyette benzeri görülmeyen bir yücelik ve değer verilmiş[431]; “Cennet anne­lerin ayakları altında” gösterilmiştir. [432]

Kur’ân-ı Kerîm’in tasvir ettiği yaratılış sahnesine göre, önce erkek yara­tılmış, daha sonra ve bizzat ondan (veya aynı asıldan) eşi (kadın) yaratılmış ve bütün insanlar bu çiftten türemişlerdir. [433]Bu tasvir, öz ve esas itibariyle, kadın erkek ayırımı yapmaktan ziyade bu ayırımın olmadığını, aslolanin “insan” olduğunu anlatmaktadır. Tasvirde ikinci olarak vurgulanan husus ise, erkek ve kadının, birbirlerinin hasmı ve rakibi değil, bir bütünün parçalan oldukları ve birbirini tamamlayıp bütünle dikleridir. Biri diğerine eş olmanın ve insanların türeme mekanizmasını oluşturmanın tabii gereği olan bu farklılık, kesinlikle ontolojik ve değer itibariyle bir farklılık değildir.

Kur’ân-ı Kerîm’de erkeğin kadından üstün yaratıldığı izlenimini veren âyetler, toplumsal bakış ve telakkileri yansıtmaktadır. Meselâ:

“Sayesinde Allah’ın bir kısmınızı diğer kısmınıza üstün tuttuğu şeye imrenmeyin, onun için iç geçirmeyin, hayıflanmayın. Erkekler kendi kazandıklarında pay sa­hibi olduğu gibi, kadınlar da kendi kazandıklarında pay sahibidir. Bu yön­de Allah’ın lütuf ue ikramından isteyin.” [434]

“Yine herkes (erkek ue kadın) ana baba ve yakınların bıraktıklarında aynı şekilde pay sahibidir­ler…” [435]

“Erkekler, hem Allah’ın kendilerine sağladığı bu üs­tünlük (yani erkek yaratılmış olmaları) hem de bu uğurda harcamada bulunmaları sebebiyle, kadınların işlerini çekip çevirirler. Salih kadınlar uyum­lu davranırlar ve gizlilikleri Allah’ın istediği gibi korurlar. Gerginlik çıkarma­larından endişe ettiğinizde onlara nasihat edin, yataklarda sırtınızı dönün ue onları dövün. Eğer uyum sağlarlarsa, onların aleyhine davranmak için ba­hane aramayın.” [436]

Bu âyetlerde anlatılmak istenen husus insanlar arasında erkek olmanın avantajlı olduğuna dair yaygın telakkinin Allah nezdinde bir öneminin olmadığıdır. Evet erkeklik ve kadınlık Allah’ın takdiri gereği olan bir şeydir. Yaratılış ve türeyiş bunun üzerine kurulduğu için, bir kısım insanların erkek, bir kısmının kadın olması kaçınılmazdır. Yaratılış gereği doğal farklılıkların da etkisiyle mevcut toplumsal telakkilerin bir cinse üstünlük atfetmesi sebe­biyle niye o cinsten olmadığınıza hayıflanmayın. Bu Allah’ın takdiridir. Fakat Allah karşısındaki konum, Allah ile olan ilişkiler bakımından erkek kadın farkı olmadığı gibi insanî kazanımlar açısından da aralarında bir fark yoktur, kemale yürümede fırsat eşitliği vardır ve herkesin kazandığı kendisinedir. Kadın erkek farklılığı ve cinsler hakkındaki toplumsal telakkiler Allah açısından bir değere sahip değildir.

Kur’an’ın önerdiği hayat anlayışında temel öğe ve muhatap olarak in­san alınmıştır. Bu bakımdan Kur’an’da, kadın-erkek ayırımı yapılmadan çeşitli hak ve sorumluluklardan, insan ilişkileriyle ilgili birçok ilke ve kural­dan söz edilir. Bu yüzden İslâm’da kadın da erkek de, çocuk da yetişkin ve yaşlı kimse de hiçbir cins, renk, yaş ve statü farkı gözetilmeksizin benzer bir ilgi ve öneme sahiptir. Dinî telakkiler, hak ve ödevler kural olarak o dine inanan herkesi eşit şekilde ilgilendirir, sadece erkeklere veya kadınlara özgü sayılmaz. Bununla birlikte dinî metinlerin sosyal ve hukukî kural ve düzen­lemelerinde genelde toplumlarda egemen grup esas alınarak söz edildiği için, sonuçta bu ifadelerin diğer grupları ne ölçüde kapsadığı ve onların ne gibi haklarının bulunduğu tartışılmaya başlanır. “İslâm’da kadın hakları”, “kadı­nın bireysel ve sosyal konumu” gibi tek yanlı bir anlatımın ortaya çıkması ve bu konuda kaygı ve tartışmaların gündeme gelmesi de bu sebepledir. Bununla birlikte çocuk, kadın, köle, işçi, fakir ve kimsesizler gibi çeşitli grup ve cinslerin haklarının güvence altına alınması, egemen ve karşı grupların da sorumluluklarını belirlemek anlamına geldiği için, sonuçta, toplumda her grubun hak ve sorumluluğu belirlenmiş, aralarında denge kurulmuş olmak­tadır. Bu yüzdendir ki ilâhî dinlerin en önemli mesajlarından birisi de, top­lumda çeşitli haksızlık ve mağduriyetlere mâruz kalabilecek durumdaki grup ve kimselerin haklarının korunması olmuştur.

Kadın, yaratılış itibariyle erkeğe göre ikinci derecede bir değere sahip değildir. İlke olarak insanların en değerlisi, “takvâda en üstün olanıdır.”[437] Kur’ân-ı Kerîm’de, farklı fizyolojik ve psikolojik yapıya sahip olan kadın ve erkekten biri diğerinden daha üstün veya ikisi birbirine eşit tutulmak yerine birbirinin tamamlayıcısı kabul edilmiştir. [438]İslâm inancına göre Hz. Âdem bütün insanlığın atası olduğu gibi, Hz. Havva da annesidir. [439]Ehl-i kitabın, Âdem’i “aslî günah” işlemeye eşinin kışkırttığı şeklindeki inançları Kur’ân-ı Kerîm’deki bilgilerle bağdaşmaz. Nitekim Tevrat’ta “yasak meyve”yi, yılanın kadına, kadının da Âdem’e yedirdiği belirtilirken[440], Kur’an’da “Şeytan ikisini de ağartıp yanılttı” [441]buyurularak her ikisini de şeyta­nın aldattığı belirtilmektedir. Başka bir âyette, Havva’dan hiç söz edilmeyip, şeytanın doğrudan doğruya Âdem’e seslendiği ve “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını, eskimeyen saltanatı göstereyim mi?” [442]dediği ifade edilir.

Hukuk, toplumda var olan sosyal ve insan ilişkilerinin açıklık, güven ve düzen içinde yürütülmesini, bireylerin hak ve sorumluluklarının belirlenip dengelenmesini hedefler. Bunu gerçekleştirirken, toplumda var olan telakki ve değerlerin hukuka yansıması kaçınılmazdır. Bu itibarla tarihî süreç içeri­sinde müslüman toplumlarda oluşan hukuk kültür ve geleneğinde, kadının hukukî konumuna, birey, anne, eş, vatandaş gibi çeşitli sıfatlarla sahip olduğu hak ve sorumluluklara veya tâbi olduğu kısıtlamalara ilişkin olarak yer alan yorum ve görüşlerin, âyet ve hadislerde sözü edilen ilke ve tavsi­yelerin yanı sıra o toplumların bu konudaki gelenek, kültür ve telakki tarzlarıyla da yakın bağının bulunması tabiidir. Bu yüzden de, kadının temel hak ve özgürlükleri, ehliyeti, şahitliği, örtünmesi, sesi, yabancı (kendisi ile arasında nikâh bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkeklerle bir arada bulunması, yolculuğu, sosyal hayata katılımı, kamu görevi üstlenmesi gibi çeşitli konular asırlar boyu oluşan zengin fıkıh literatüründe geniş yer işgal etmiş, hukuk ekollerine, çevre ve dönemlere göre kısmen farklılıklar arzeden birçok görüş ve yorum ortaya çıkmıştır.

İslâm’da insanlık ve Allah’a kulluk bakımından kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığı gibi temel hak ve sorumluluklar açısından da kadının konumu erkekten farklı değildir. Kadınlar hakkında ibadet temizliği ve ibadetlere ilişkin bazı özel düzenlemelerin bulunması, bir cinsin kul olarak üs­tün tutulması veya ikinci derecede kabul edilmesi anlamında olmayıp, bun­lar cinsin biyolojik yapı ve fıtri özelliklerine binaen konmuş hükümlerdir.

İslâm hukukunda, bir insan olarak erkeğe tanınan temel insan haklan kadına da tanınmıştır. Buna göre hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim temi­natı gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur.

Kadının maddî ve manevî kişiliği, malı, canı ve ırzı erkeğinki gibi değer­lidir; her türlü hakaret, saldırı ve iftiradan korunması gereklidir. Aksine davrananlar hakkında İslâm hukukunda ağır cezaî hükümler konulmuştur.

Kadın bağımsız bir hukukî şahsiyettir; hak ehliyeti ve fiil ehliyeti açısın­dan kadın olmak, ehliyeti daraltan bir sebep değildir. Haklarının kocası ya da başkası tarafından ihlâl edilmesi halinde hâkime başvurarak haksızlığın giderilmesini sağlamak hususunda erkekten farklı bir durumda değildir.

Kişinin sonradan kazandığı vasıflar sebebiyle sahip olacağı haklar ve ta­şıyacağı sorumluluklar arasında diğer hukuk düzenlerinde olduğu gibi İslâm hukukunda da kişilerin durum ve özellikleri ölçü alınarak mâkul bir denge kurulmuştur. Bu yüzden kadın, askerlik, cihad, yakınlarının geçimini sağ­lama, yakınlarının işlediği cinayetlerden doğan kan bedeli borcuna katılma gibi malî ve bedenî borçlarla yükümlü sayılmamış veya malî yükümlülükleri asgarî seviyede tutulmuş, bununla dengeli olarak kadına mirastan erkeğe göre yarı pay verilmiştir. Kadının diğer malî ve ticarî alanlarda erkeklerle eşit konumda olduğu, kadın olması sebebiyle herhangi bir kısıtlamaya mâ­ruz kalmadığı dikkate alınırsa, İslâm miras hukukundaki bu özel düzenle­menin böyle bir nimet-külfet dengesine dayandığı söylenebilir.

Kadın ticaret ve borçlar hukuku alanında erkeklerin sahip olduğu bütün hak ve yetkilere sahiptir. Her ne kadar hukuk doktrininde kadının aile hu­kuku alanına ilişkin hak ve yetkilerini sınırlayan birtakım görüş ve yorum­lar mevcut ise de bunlar doğrudan âyet ve hadislerin açık ifadesinden kay­naklanan hükümler olmaktan çok toplumun ortak telakki ve hayat tarzının hukuk kültürüne yansıması olarak değerlendirilebilir. Öte yandan literatür­deki bu görüşler, ailenin kuruluş ve işleyişini belli bîr otorite ve düzene bağlama, aile içi ihtilâfları birinci kademede çözme gibi pratik bir amaca da yöneliktir. Bununla birlikte İslâm toplumlarında hukukun dinî ve ahlâkî bir zeminde gelişmesi sebebiyle, diğer alanlarda olduğu gibi aile hayatında da tarihî seyir içinde kadın aleyhine sayılabilecek ciddi bir sıkıntı görülmemiş, aile hayatı, kendi sosyal ve kısmen de dinî yapı ve karakteri içinde uyumlu bir şekilde sürdürülmüştür.

Kadının şahitliğiyle ilgili olarak Kur’an’da yer alan “İki erkek şahit bu­lunmadığında razı olduğunuz şahitlerden bir erkek ve -biri yanıldığında diğeri ona hatırlatsın diye- iki de kadın şahit bulunsun.” [443]mealindeki âyetten kadının değer ve insanlık yönünden erkekten aşağı ol­duğu gibi bir sonuç çıkarmak doğru değildir. Gerekçe unutma, şaşırma ve yanılmayla ilgili olup, getirilen hüküm hakkın ve adaletin yerini bulması amacına yöneliktir. Benzeri bir hüküm hadislerde bedevî erkeklerin şahitliği hakkında da söz konusu edilmiştir. İçinde bulunduğu şartlar ve eğitim sevi­yesi itibariyle gerçeğin ortaya çıkmasına, hak ve adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunma imkânı sınırlı olan kişi ve gruplar için böyle bir düzenle­meye gidilmiş olması tabiidir. Öte yandan bu hükmün sadece malî haklar ve borçlar konusunda yapılacak şifahî şahitlikle ilgili olduğu, ihtiyaç duyuldu­ğunda kadının da tek başına şahit olabileceği, yazılı beyan ve belge ile ispat açısından kadın-erkek ayırımının gözetilmeyeceği yönünde doktrinde mev­cut olan görüşler de burada asıl amacın kadının şahitlik ehliyetini kısıtlamak değil, adaleti en iyi şekilde sağlamak olduğu fikrini teyit eder.

İslâm’da kadının konumuyla ilgili olarak çağımızda belki de en çok tartı­şılan konu, kadının örtünmesi meselesidir. Kur’an’da kadınların ev dışına çıkarken üzerlerine örtü (cilbâb) almaları[444], erkek ve kadın­ların gözlerini haramdan sakındırmaları, iffetlerini korumaları, kadınların ziynet yerlerini göstermemeleri, başörtülerini yakalarının üzerine kavuştur­maları ve bağlamaları [445]istenmiştir. Gerek bu ve benzeri âyetlerin ifade tarz ve üslûbu, gerekse Hz. Peygamber dönemindeki uygu­lamalar, kadınların örtünmesinin, tavsiye kabilinden veya örf-âdete ve sos­yokültürel şartlara bağlı ahlâkî çerçevede bir hüküm olmaktan öte dinî ve bağlayıcı bir emir olduğunu göstermektedir. Çağımıza kadar bütün İslâm bilginlerinin anlayışı ve asırlar boyu İslâm ümmetinin tatbikatı da bu yönde olmuştur. İslâm’ın örtünme, iffetini koruma, gözlerini haramdan sakındırma gibi emirleri sadece kadınlara yönelik olmayıp, hem kadınlara hem de er­keklere aynı üslûp ve kesinlikte ayrı ayrı yöneltilir, topluma da bu konuda gerekli tedbirleri alma görevi verilmiştir. Ancak örtünme konusunda kadın­lara daha ağır bir sorumluluk yüklendiği ortadadır. Fakat bunu İslâm’ın kadına daha az değer verdiği, kadını sosyal hayatta geri plana ittiği şeklinde yorumlamak doğru olmaz. Aksine bu kabil hükümleri İslâm’ın kadını koru­ma, yüceltme ve ona toplumda saygın bir yer kazandırma çabasının bir parçası olarak değerlendirmek gerekir. Zaten utanma ve örtünme, canlılar içinde sadece insana has bir özelliktir. İslâm’ın aslî kaynaklarında erkek ve kadının örtünmesi ilke olarak konmuş, İslâm bilginlerinin de ortak görüşleri kadınların el, yüz ve ayakları hariç örtünmeleri, erkeklerin de diz kapağı ile göbekleri arasını örtmeleri gerektiği üzerinde ağırlık kazanmıştır. Ancak örtünmenin renk, üslûp ve şeklinin toplumların gelenek, zevk ve imkânla­rıyla bağlantılı olacağı, bu sebeple de bölge ve devirlere göre farklılık göste­rebileceği açıktır. Bu itibarla, asıl amacın kadın ve erkeğin iffetli ve meşru bir hayat yaşamaları, aşırılıklardan, taciz ve tahriklerden korunmaları olup, örtünme de bu amacı gerçekleştirmede önemli bir araç sayılmıştır.

İslâm, erkeğin ve kadının karşı cinse olan ihtiyaç ve temayülünü tabii bir vakıa olarak karşılamakla birlikte[446], bunun meşru bir zeminde, düzen ve ölçü içinde gerçekleşmesini gaye edinmiş, hem bireylerin hem de toplumun ortak yararlarını koruyan bir dizi tedbir ve dü­zenleme getirmiştir. Bunun için de Kur’an ve hadislerde kadın, cinsel tatmin ve zevk aracı olarak değil anne, eş, evlât gibi belli bir insanî değer olarak takdim edilir. İslâm, kadının güzelliğinin ve vücudunun zevk ve eğlenceye, ticarete, cinsel tahrik ve pazarlamaya konu edilmesine de şiddetle karşı çık­mıştır. Kadınların örtünmesiyle ilgili dinî emirlerin yanı sıra, bir kadına ko­cası dışındaki erkeklerin şehvetle bakmasının haram kılınışı da [447]bu anlamı taşır. Hatta kadının sesinin fitneye yol açacağı, bunun için de yabancı erkekler tarafından duyulmasının doğru olmadığı şeklinde klasik literatürde yer alan görüşler de bu amaca yöneliktir. Burada söz ko­nusu edilen kısıtlama ile, erkek ve kadınların bir arada yaşaması, birbirlerini görmeleri ve seslerini duymaları değil, kadın-erkek ilişkilerinde fitne, tahrik ve ölçüsüzlük önlenmek istenmektedir. Yoksa Hz. Peygamber’in ve sahâbîlerin genç ve yaşlı hanımlarla konuştuğuna dair pek çok örnek vardır. Ka­dınların ticaret, eğitim, seyahat, sosyal ve beşerî ilişkiler gibi normal ve sıradan ihtiyaçlar için erkeklerle sesli konuşmalarının veya örtünmesi ge­rekli yerlerini örtmeleri şartıyla birbirlerini görmelerinin caiz olduğu açıktır. Ancak kadın ve erkeğin sosyal hayattaki yakınlık ve ilişkisi gayri meşru beraberlikler, kötü arzu ve planlar için bir başlangıç teşkil edecek bir boyut kazandığı zaman bu davranış kendi özü itibariyle değil, yol açacağı kötü­lükler sebebiyle yasaklanmış olmaktadır. Şu var ki, “fitne” kavramının devir ve muhitlere göre farklı tanım ve kapsamının olabileceği düşünülürse, kadı­nın sesi, kadının erkeklerle konuşması ve sosyal hayata katılımı konusunda da zaman ve zemine göre farklı ölçü ve yaklaşımların benimsenebileceği söylenebilir.

Gerek hadislerde [448]gerekse fıkıh literatüründe yer alan, kadının ancak yanında kocası veya mahremi olan bir erkeğin bulunması halinde yolculuk edebileceği şeklindeki ifadeler de, yine kadını korumaya yönelik bir tedbir olarak görülmelidir. Burada yolculuktan maksat, namazları kısaltmayı veya ramazan orucunu ertelemeyi caiz kılacak ölçüdeki ve o dönemin şartlarında yaya olarak veya deve yürüyüşüyle üç gün sürecek bir yolculuktur. Kadının tek başına ya da mahremi olmayan bir erkekle yolculuk etmesinin, özellikle yolculuğun hay­van sırtında veya yaya olarak, çöl, dere-tepe aşarak yapıldığı bölge ve de­virlerde hem kadın hem de erkek açısından birtakım sakıncalar taşıdığı, en azından üçüncü şahısların kötü zan ve dedikodularına yol açabileceği, bu­nun da kadının iffet duygusunu rencide edebilecek uygunsuz bir durum olduğu açıktır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında kadının uzak yerlere ancak kocası ile veya kendisiyle evlenmesi caiz olmayan oğlu, kardeşi, kayınpe­deri gibi mahremi bir erkekle seyahat etmesinin gereği üzerinde durulmuş­tur. Hanefi ve Hanbelî mezheplerinde kendisine bu şekilde refakat edecek bir mahremi bulunmayan kadına haccın vacip olmadığı hükmü benimsenir­ken de bu noktadan hareket edilmiştir. Mâlikî ve Şâfıî mezheplerinde ise, kadının kendisi gibi birkaç kadınla birlikte bir grup oluşturarak hacca gide­bileceği görüşü ağırlık kazanmıştır. Şu halde, kadının yakını olmadan tek başına veya yabancı erkeklerle birlikte seyahat edemeyeceği şeklindeki görüşleri bu zeminde değerlendirmek, kadının kişilik, onur ve iffeti için ben­zeri tehlike veya sakıncaları bulunduğu şehir içi veya şehir dışı yolculukları aynı grupta ele alarak öncelikle mevcut ve muhtemel sakıncaları gidermek, bu mümkün olmazsa geçici ve özel bir tedbir olarak refakatçi erkek çözü­münü benimsemek gerekir. Nitekim Hz. Peygamber de bir kadının Yemen’den Şam’a kadar tek başına güven içinde seyahat edebilmesini müslü-man toplumlar için ideal bir hedef olarak gösterir. Bu itibarla kadının yolcu­luğu konusunda seyahat özgürlüğünü kısıtlamak değil kadınların ve her bireyin güven ve huzur içinde yolculuk edebilmesini sağlamaktır. Bunun için de yolcuların emniyet ve güven içinde bulunduğu, açıklık ve belirli bir düzen içinde yapılan otobüs, tren, uçak yolculukları veya özel araçlarda yolculuk konusunda günümüzde daha hoşgörülü düşünmek mümkün gö­rünmektedir.

İslâm’da kadının konumu ve hakları konusundaki tartışmaların önemli bir kısmı da, kadının sosyal hayata katılımı, çalışması ve kamu görevi üst­lenmesi noktalarında odaklaşır. Özetle ifade etmek gerekirse, kadının ev içinde ve dışında çalışması, ailenin ihtiyaçlarını sağlamada kocasına yar­dımcı olması kural olarak caizdir ve kadının böyle bir hakkı vardır. Bu ko­nuda bir sınırlama ve yönlendirme varsa, o da kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan farklı özellikleri ve kabiliyetlerine bağlı önceliklerle ilgilidir. Kadının öncelikli olarak işi ve görevi, ev idaresi, çocuk bakım ve eğitimidir. Erkeğin öncelikli işi ise ailenin geçim yükünü omuzlamaktır. Şartlar değişti­ğinde, ihtiyaç bulunduğunda kadın ve erkeğin birbirine yardımcı olması hatta rollerin değişmesi mümkündür. Önemli olan hayatın huzur ve düzen içinde geçmesi, ihtiyaçların karşılanmasında bireylerin imkân ve kabiliyet­lerine uygun sorumlulukları dengeli şekilde üstlenmeleridir. Hz. Peygam­berin, evin iç işlerini kızı Hz. Fâtıma’ya, dış işlerini ise damadı Hz. Ali’ye yüklemiş olması, müslümanlar için bir aile modeli oluşturma amacına yöne­lik bağlayıcı bir kural değil, ihtiyaç, örf ve âdete dayalı tavsiye niteliğinde bir çözüm görünümündedir. Kadının çalışmasının ve kamu görevi üstlenme­sinin sınırlandırılmasına ilişkin olarak İslâmî eserlerde yer alan görüş ve hükümler, nasların açık ifadelerinden değil hukukçuların içinde bulunduğu sosyokültürel ve ekonomik şartlardan kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber devrinden itibaren kadınlar çeşitli özel ve kamu işlerinde çalışmışlar, önemli görevler üstlenmişlerdir, Kadının öğretmenlik, memurluk, doktorluk ve hem­şirelik gibi görevleri üstlenmesinin caiz olduğunda ciddi bir ihtilâf mevcut değilken, hâkimlik ve üst düzey yöneticilik yapmasının cevazı konusunda hayli farklı görüşlerin bulunması da bu yönde bir gelenek veya telakkinin bulunmayışıyla yakından ilgilidir. İslâm hukukçularının çoğunluğu kadın­dan hâkim olmayacağı görüşünde ise de bu görüşün açık bir naklî delili yoktur. Hanefîler ve İbn Hazm, kadınların şahitlik yapabildiği dava türlerin­de hâkimlik de yapabileceği görüşündedir. Taberî ve Hasan-i Basrî gibi İs­lâm bilginleri ise kadından hâkim olmasına hiçbir dinî engelin bulunmadığı­nı ileri sürerler. Öyle anlaşılıyor ki klasik dönem İslâm hukukçuları, kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve tecrübe birikimlerinden hareketle, kadınların adaleti gerçekleştirme, yargılama ve hükmü uygulama konusunda erkekler ölçüsünde dirayetli olamayacağı, bunun için de hâkim olmalarının doğru olmadığı görüşüne sahip olmuşlar, haliyle bu görüşler hukuk doktrininde de ağırlık kazanmıştır. Kadınların kaymakam, vali, devlet başkanı gibi üst dü­zey kamu yöneticisi olamayacağı yönünde klasik fıkıh literatüründe yer alan görüşlere de benzeri bir açıklama getirilebilir. Hâkimlik ve yöneticilik, toplumda önemli bir kamu görevi olduğundan İslâm’ın cins, yaş veya renk­lere göre bir ayırım yapmayacağı, aksine hâkimlerin ve yöneticilerin bu görevi hakkıyla yürütebilecek niteliklere sahip olması üzerinde duracağı açıktır. Hz, Peygamber devrinde kadınlar, henüz haklarındaki olumsuz yar­gılar tamamen silinmemiş olduğu halde ictihad etmiş, hüküm ve fetva ver­miş, bir nevi hâkimlik ve yöneticilik yapmış, savaşlara katılmış, yönetimin kararlarını etkileyecek ölçüde siyasî faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ancak kadınların da sahip oldukları hak ve yetkilerin uygulamaya geçirilmesi ve kadınların sosyal hayatta aktif rol üstlenmeleri tamamen sosyoekonomik ve kültürel şart ve ihtiyaçlarla ilgilidir. İslâm bu konuda temel hak ve ilkeleri belirtmekle yetinmiş, geri kalan kısmı müslüman toplumların kendi gelişim seyrine terketmiştir. Bu itibarla kadınların kamu görevi üstlenmesi ve sosyal hayata iştirakleri konusunda daha sonraki dönemin kaynaklarında yer alan yönlendirme ve kısıtlamalar, genelde İslâm bilginlerinin kendi bilgi, tecrübe ve kültür birikimlerinden, toplumda yaygın telakkilerden, bu yönde ciddi bir ihtiyacın bulunmayışından, biraz da devrin olumsuz şartlarından kadınları uzak tutma gayretlerinden kaynaklanmaktadır.

Gerek İslâm dininin aslî kaynaklarında yer alan hükümler gerekse asır­lar boyu çeşitli bölge ve toplumlarda süregelen uygulama sonucu oluşan İslâm hukuk kültürü, kadının hakları ile sorumlulukları, aile ve toplum içindeki rolü, konumu ve kendisinden beklenen ödevler arasında uyum ve dereceyi gözetmeye özel bir önem vermiştir. Öte yandan hak ve sorumlulukların daölitfii, cinslerin imkân ve kabiliyetleriyle de yakından ilgilidir. Meselâ ataerkil bir aile hayatının egemen olup kadının sosyal hayatta erkeğe ba­ğımlı olarak rol üstlendiği dönemlerde kadınların irtidad, yol kesme, anarşi ve isyan gibi suçları aslî fail olarak işlemeyeceği düşünülmüş, onlara daha hafif cezalar öngörülmüş, savaşlarda da kadın ve çocuklar ayrı bir statüde mütalaa edilmiştir. Kadının şefkati ve eğitme yeteneği sebebiyle çocuğun bakım ve yetiştirilmesinde anneye ve diğer kadın akrabaya erkeklere göre öncelik verilmiştir.

Başlıcalarına yukarıda işaret edilen kadının hakları yanında sorumlu­lukları da vardır. Kadınların hakları ile sorumlulukları birlikte ele alındığın­da, İslâm’ın adalet, hakkaniyet ve denge ilkesinin bu alanda da geçerli ol­duğu görülür. Kadınların dinî öğretideki konumlan da ancak böyle bir hak-sorumluluk, yetki-görev dağılımı içinde belirginleşir. Aile yapısının korun­ması, ailede düzenin, huzur ve mutluluğun sağlanması gibi maksatlarla kendisine yönetim ve aile reisliği hakkı tanınmış olan kocaya saygılı olmak kadının başta gelen görevlerindendir ve bu husus âyetlerde ve hadislerde önemle vurgulanmıştır. Bütün toplumlarda pederşahî bir aile düzeninin hâkim olduğu bir dönemde kadının görevlerine ağırlıkla yer vermenin gereksiz olduğu düşünülebilir. Ancak, özellikle çağdaş Batı toplumlarında ciddi bir aile problemi halini alan sözde “kadın özgürlüğü” adı altındaki gelişmeler dikkate alınırsa, İslâm’ın kadının görev ve sorumluluklarıyla ilgili olarak koyduğu hükümlerin ne kadar önemli olduğu daha iyi kavranır.

Çağımızda feminizm adı verilen hareket, tarihte kadının kiliseye girme­sini, İncil’e dokunmasını bile yasaklamış olan zihniyete karşı bir tepki hare­keti olması sebebiyle çıkış noktası bakımından haklı ise de, ahlâkî ve sosyal bakımdan çok olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bu sonuçlan iki noktada toplamak mümkündür.

Bir kere, feminizm hareketine kapılan kadın, genel olarak kayıtsız şartsız özgürlük düşüncesiyle aile için vazgeçilmez olan birçok kural ve değerleri hiçe saymakta; esasen sosyal hayatın hiçbir alanında hiçbir insan için ge­çerli olmayan “Kendi hayatımı canımın istediği şekilde yaşamak hakkım­dır!” şeklindeki anlayışı, bütün değerlerin üstünde bir değer ve kanun kabul etmektedir. Bu telakki, bütünüyle ahlâkî değerler ve kurallar ile kutsallık kazanan aile yuvasının iğreti bir hal almasına, kadın ve erkeğin, aile so­rumluluklarını çekilmez bir yük ve bir tür esirlik gibi algılamalarına yol aç­maktadır. Bu hayat telakkisinin yaygın olduğu ülkelerde, eşine ve çocukla­rına bağlılığı, yuvanın mutluluğuna katkıda bulunmayı kendi istek ve tut­kularının üstünde tutan kadın tipi giderek özlemle aranır olmakta, nikâhsız birlikte yaşamaların yaygınlaşması gibi Batılılar’ın bile korkutucu saydıkları olumsuz gelişmelerin temelinde de aynı anlayış yatmaktadır.

Sözde kadın özgürlüğünü savunan feminizmin ortaya çıkardığı diğer bir olumsuz sonuç da erkeklerle ilgilidir. Bu gelişmeler karşısında erkekler ge­nellikle üç değişik tavır sergilemektedirler: Kimileri olayı olduğu gibi kabul etmekte ve onlar da evlenip boşanmayı alışkanlık haline getirmektedir. Bazı erkekler eşlerini baskı zoruyla sadık kılmaya, yuvada tutmaya çalışmakta­dır. Bazıları ise, zaten eşlerini başlarından atmak ve yuvayı yıkmak istediklerinden, boşanmanın olağan bir gidiş haline gelmesi bunların işini kolay­laştırmaktadır. Çünkü toplumda herhangi bir kurum -bu arada aile yuvasi-bir defa kutsallığını ve değerini yitirdi mi, artık kişisel arzu ve çıkarlarını her şeyin üstünde tutanlar bu kurumu yıkmakta bir sakınca görmemekte ve bu konuda ciddi engellemelerle de karşılaşmamaktadırlar. Batı’da ve Batılılaş­ma gayreti içinde olan ülkelerde feminizm hareketinin belki de en önemli olumsuz sonucu bu olmuş, aile, eşlerin karşılıklı bağlılık ve fedakârhğıyla yürütülen kutsal bir kurum olmaktan çıkıp her iki tarafta da bencillik, tek taraflı çıkar ve yarar egemen olmaya başlamıştır. Bu gelişmelerden de yine sosyoekonomik konumu daha zayıf durumda olan kadın zarar görmektedir.

On dört yüzyılı aşkın İslâm tarihi boyunca müslüman toplumlarda, Ba­tı’da ortaya çıktığı şekliyle bir kadın sorunu, buna bağlı olarak da kadının ezilmişliği ve kurtarılması, kadın hakları gibi sosyal hareketler olmamıştır. Bu olumlu durumu, uygulanan İslâm hukukunda kadinm ve erkeğin hak ve sorumluluklarının dengeli ve ayrıntılı bir biçimde belirlenmiş olmasından çok, İslâm toplumlarında hukukî kural ve yaptırımların da temelde dinî ve ahlâkî bir zemine dayanmış olmasıyla, İslâm’ın bireye kazandırdığı dünya görüşünün, hak ve sorumluluk anlayışının onun bütün insan ilişkilerini etkilemekte oluşuyla açıklamak daha isabetli olur.

Çağımızda İslâm’da kadın ve kadın haklan konusunda müslüman ve gayri müslim yazarlar tarafından bir hayli eser kaleme alınmış olup bu mev­zuda zengin bir literatür ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu gelişmelerin temelinde günümüz müslüman toplumlarında kadın haklan ve anlayışı konusunda

ciddi bir krizin yaşanmakta oluşundan çok, Batılı yazarların kendi toplumsal gerçek ve değerlerini, aile hayatıyla ve kadınla ilgili telakkilerini ölçü alarak İslâm dünyasına yönelttikleri tenkitler, Batılılaşma taraftarlarının aynı çizgi­deki önerileri, müslüman yazarların da bunlara cevap verme ve konuyla ilgili özeleştiri yapma gayretleri yatmaktadır. Bu konuda samimi olarak or­taya konacak fikrî mesailerin ve özeleştirilerin çok yararlı olacağını inkâr etmeksizin belirtmek gerekir ki, bütün grup ve kesimler gibi kadınların da sevgi, saygı ve mutluluktan daha çok pay alabilmeleri, müslüman toplum­ların, İslâm’ın getirdiği hayat anlayışını, insana verdiği değeri, yüklediği ağır sorumluluğu ve insan ilişkilerinde hâkim kılmaya çalıştığı ölçüleri daha iyi kavramalarına bağlıdır.

Oluşmasında âdet ve geleneklerin de etkisinin bulunduğu kişisel görüş­lerin din telakki edilmesi çok büyük sıkıntılar doğurmaktadır. Her konuda zayıf veya kuvvetli olsun, herhangi bir hadisin, zaman ve çevre faktörünü dikkate almadan bir hükme esas ve dayanak yapılması son derece sakınca­lıdır. Kendince İslâm’ı müdafaa etmeye çalışan veya onun adma konuşan kimselerin, eski dönemlerin kendi şartlarının iz ve etkilerini taşıyan fıkhı görüşleri, tek İslâmî çözüm olarak takdim etmeleri, hem sorunların çözümü­ne bir katkı sağlamamakta hem de yaşanan olumsuzlukların İslâm’a mal edilmesi gibi olumsuz bir sonuca yol açmaktadır. Genel ilkeler ve bunların belli gelenekleri ve alışkanlıkları olan toplumlarda hayata geçirilme biçimi var. Dikkat edilecek hususlardan biri bu ikisini özdeşleştirmem ek, ikincisi ise, bir dönemdeki hayata geçirilme biçiminin, o dönemdeki genel şartlara göre insan hakları açısından durumunun ne olduğunu tesbit etmektir.

Toplumsal ve hukukî hayatı ilgilendiren bütün konular gibi, kadın konu­sunda da, birkaç âyet veya hadisten hareketle yahut önceki bilginlerin sö­zünden hareketle bir görüşü ya da yaklaşımı bütün zaman ve toplumlar için genel-geçer bir hüküm, bir dogma haline getirmekten kaçınmalı, onu kendi şartlan içinde değerlendirerek o şartlar içinde hangi amaç ve yararları ger­çekleştirmeye yönelik olduğunu kavramaya çalışmalıdır. İslâm’ı anlamak ve yorumlamak kimsenin tekelinde değildir, fakat her önüne gelen kimse de bir âyet veya hadisten hareketle bir konuda alelacele hüküm verme ve yalnızca fıkıh kitaplarında yazılmış olan şeyleri İslâm diye empoze etme hakkına sahip değildir. Konuşmanın veya yazının içerisine bir iki âyet bir iki hadis serpiştirilmesi, söylenen ve yazılanların İslâm’ın önerisi olmasını sağlamaz, aksine manevî değerleri söylenenlerin kabulünü sağlamada araç olarak kullandığın­dan fevkalâde yanlış bir iş yapılmış olur. Her konuda olduğu gibi bu konuda da sözü, meselenin aslını ve değişik boyutlarını bilenlere bırakmak gerekir.

C) Kölelik

Kölelik bilindiği kadarıyla eski Mısır, Bâbil, Mezopotamya, eski Yuna­nistan ve Roma medeniyetlerinden itibaren binlerce yıllık geçmişi olan eski inanç, felsefe ve uygarlıklarda kökleşmiş bir kurumdur. İslâm’ın gelir gel­mez yüzlerce yıllık geçmişi olan ve hemen bütün toplum ve geleneklerde kökleşmiş olan köleliği kaldırması neredeyse imkânsızdı. Köleliğin hemen kaldırılmasını pratikte imkânsız ya da faydasız kılan başlıca sebepler şun­lardı:

  1. a)Kölelik, savaş esirlerinin toplu öldürülmelerini önlemesi bakımından yararlıydı,
  2. b)Esirlerden köle olarak yararlanma beklentisi savaşlarda gerek­siz kan dökülmesini önlüyordu,
  3. c)Savaş sonunda karşı taraf müslüman esirleri köleleştirdiğinden, İslâmiyet’in köleliği tek yanlı olarak kaldırması düşünülemezdi,
  4. d) Bu kurumun hemen kaldırılması köleler için de çok ciddi ekonomik ve sosyal buhranlar doğurması muhtemeldi.

Bütün bunlara rağmen İsiâm dini kölelerin durumlarını iyileştirme yö­nünde çok önemli yenilikler getirdi. Öncelikle İslâm’ın getirdiği eşitlik ilkesi­ne göre, hür-köle ayırımı yapılmaksızın bütün insanlar bir erkek ile bir ka­dından yaratılmıştır. [449]İnsanların hepsi Âdem’den gelme olup Âdem’i de Allah topraktan yaratmıştır” [450] “Kadın olsun erkek olsun mümin bir köle, yine kadın olsun erkek olsun Allah’a ortak koşan hür bir kimseden daha değerlidir.” [451] Hür-köle farkı gözetilmeksizin “Müslümanlar kardeştir” [452]Hadislerde bu kardeşlik ilkesine daha da açıklık getirilmiştir: “Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Ağır bir iş yüklemeyin; yüklerseniz onlara siz de yardım edin”[453]; “Kölelerinize, kölem, cariyem de­meyin; oğlum, kızım deyin.” [454]Hanefîler’e göre bir köleyi bilerek haksız yere öldüren kimse ölümle cezalandırılır. Mâlikîler’e göre de efendisi tarafından dövülerek sakatlanan köle hâkim kara­rıyla özgür bırakılır. Nitekim bir hadiste, “Kim kölesini döverse onun cezası kölesini azat etmekle yerine getirilir” [455]buyurulmuştur.

Hz. Peygamber savaş durumu dışında, hür bir insanı yakalayarak köle­leştirmeyi yasaklamıştır. İslâm dini, savaş veya doğum yoluyla süren köle­liğin hafifletilmesini ve zamanla ortadan kaldırılmasını sağlamaya yönelik olarak da tedbirler almıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de [456]ve hadislerde[457] gönüllü olarak köle azat etme en değerli ibadetlerden

sayılmıştır. Bazı suçların ve hatalı davranışların günahlarından temizlenmek için köle azat edilmesi şart koşulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’e göre bir köle öz­gürlüğünü kazanmak amacıyla kendi bedelini ödeyerek anlaşma yapmak (mükâtebe) isterse, efendisi bu teklifi kabul etmeli ve ödeyeceği bedeli kazan­ması için ona süre tanımalıdır. [458]Bir kısım İslâm hukukçula­rına, özellikle Zâhirîler’e göre, bu âyetteki emir ifadesi vücûb anlamında olup, müslüman bir kölenin mükâtebe sözleşmesi yapmak istemesi halinde efendisi bunu kabul etmek zorundadır. Öte yandan, köleye verilen özgürlük vaadinden dönülemez. Efendisinden çocuk doğuran câriye (ümmü’l-veled) onun ölümünden sonra kendiliğinden özgür olur. Efendi kölesini hayatta iken azat edebileceği gibi ölümünden sonraya bağlı olarak da azat edebilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, kölelerin özgürlüğünü sağlamak üzere devletin büt­çeden bir pay ayırması öngörülmüştür. [459]Savaş esirlerine -kamu yararını göz önünde bulundurarak- özgürlük verme hususunda dev­let başkanına takdir yetkisi tanınmıştır.

Kölenin toplum içindeki sosyal ve geleneksel statüsü haliyle, İslâm hu­kuk doktrinine de yansımış, bu kölenin hukukî statüsünün ayrıntılı, çoğu defa da hür insanlara göre farklı bir şekilde ele alınması sonucunu doğur­muştur. Genelde hukuk hayatıyla, hukukî hak, yetki ve sorumluluklarla ilgili olarak kendini gösteren bu farklılığın sebebi, hukukun toplumsal şart ve vakıalarla olan yakın ilgisidir. Dinî ve ahlâkî mükellefiyetler açısından köle, kural olarak hür kimse gibidir. Buna karşılık köle borçlar, eşya, ticaret, aile, ceza hukuku gibi alanlarda hür insanlara göre farklı hükümlere tâbi olmakla birlikte, haklarının kısıtlandığı oranda mükellefiyetleride azaltılarak hak ve borçları arasında mâkul bir denge kurulmuştur. Meselâ, köleye mülk edinme hakkı tanınmamasına uygun olarak, malî sorumluluk da yüklenme­miş, buna karşılık, efendisi ile hürriyet sözleşmesi yapan mükâteb köle veya efendisi tarafından yetkili kılman (me’zûn) köle ise belli derecede ehliyete sahip olduğu için aynı oranda malî ve hukukî sorumluluğa tâbi tutulmuştur. Kölenin bazı cezaî sorumluluklarınında hür kimseye göre daha az oluşu bu anlayışın sonucudur. Aile hukuku alanında, şahsa sıkı sıkıya bağlı haklarda köle ile hür ayırımı gözetilmezken, malî yönü de bulunan konularda köle ve câriye için hak ve yükümlülüklerde bazı kısıtlamalar ve farklılıklar söz ko­nusu olmuştur.

Köleliğin devam ettiği dönemlerde müslümanlar, Kur’an ve Sünnet’teki öğretiye uygun olarak, çoğunlukla köle ve cariyelerine birer aile üyesi olarak bakmışlar, ayrıca köle satın alıp azat ederek Allah rızâsını kazanmayı ahlâkî bir şuur olarak sürekli canlı tutmuşlardır. İslâm tarihinin hiçbir döneminde kölelik önemli bir kazanç ve üretim aracı olarak görülmemiştir. Buna karşı­lık Bati’da köle ticareti yapmak ve köleleri bir üretim aracı olarak kullanmak temel bir zihniyet ve uygulama olarak sürmüştür. Özellikle Amerika’nın keşfinden sonra köle ticareti ve bu ticaretin kaynağı olarak görülen Afrika kıtasındaki köle avcılığı, asırlar boyunca en vahşi ve dehşet verici yöntem­lerle sürdürülmüş; gerek avlama gerekse gemilerle taşıma sırasında milyon­larca zenci telef olmuş, sağ olarak pazarlara sürülenler ise ölenlerden daha şanslı olmayıp akla gelmedik acılar yaşamışlardır. Batı’da köleliğin fiilen ortadan kalkması, bazı insanî yaklaşımlar yanında, daha çok sanayiin ge­lişmesi ve insan gücünün artık hem pahalı hem de verimsiz hale gelmesiyle mümkün olmuştur. İslâm köleliği tamamen kaldırmayı hedeflediği, bunun için gerekli tedbirleri aldığı ve kapıyı açık bıraktığı için dünya köleliği kal­dırmaya karar verdiğinde müslümanlar buna kolaylıkla katilabilmişlerdir; dinleri bu konuda onlar için bir engel değil, teşvik unsuru olmuştur.

17. ÇALIŞMA HAYATI

Sanayi devrimiyle ortaya çıkan geniş iş alanları ve işçi sınıfı, dünya nüfusundaki artış, tabii kaynaklardan yararlanma, ekonomik gelişim, pay­laşımda ülkeler arasında baş gösteren kıyasıya mücadele gibi birçok faktör çağımızda çalışma hayatına, işçi-işveren ilişkilerine ayrı bir önem kazandır­mış, bu konuda kaydedilen mesafeler veya olumsuz gelişmeler bireylerin özel hayatlarını da yakından ilgilendirir olmuştur. İslâm hukukunun klasik doktrininin oluştuğu ilk ve orta dönemlerde Doğu ve Batı toplumlarında daha çok bireysel bir borç ilişkisi şeklinde cereyan eden ve sözleşme serbes­tisinin tabii kuralları içinde yürüyen işçi-işveren ilişkisi, son birkaç yüzyıl­daki anılan gelişmeler sonucu farklı bir mahiyet kazanmış, işçilerin güçlü işverenler ve ekonomik zorunluluklar karşısında temel haklarının koruna­bilmesi için devletin müdahil olmasına ihtiyaç duyulmuştur. İş akdinin borçlar hukukunun özel düzenlemesinden kurtarılarak kamu hukukunun bir parçası haline getirilmesi, bu konuda özel kanunların çıkarılması, meslekî örgütlenmelere gidilmesi bu gelişmelerin sonucudur. Böyle olunca İslâm hukukunun klasik kaynaklarında iş akdiyle, işçi ve işverenin hak ve borç­larıyla ilgili görüş ve yaklaşımlar, çağımızın çalışma hayatının şeklî ve ku­rumsal yapısıyla tam bir uyum göstermese bile, bu alanda asırların tecrübe birikimini, müslümanın insan ilişkilerine genel yaklaşımını yansıttığından işçi-işveren ilişkisinin temeline, insanî ve ahlâkî yönüne önemli bir açıklama getirir, bu yüzden de ayrı bir değer taşır. Neredeyse bütün insan ilişkilerinin maddî değer ölçüsüne vurulduğu, acımasız ve bencil bir çekişme ortamında bireyin yalnızlığa ve güçlü olanın insafına terkedildiği günümüzde çalışma hayatının böyle bir bakış açısına ve katkıya daha çok ihtiyacı vardır.

Öte yandan zamanımızda iş hukuku kamusal mahiyet almış, çalışma hayatında devletin gözetim ve denetimi devreye sokulmuş olmakla birlikte toplumumuzda işçi istihdamı özellikle küçük iş yerlerinde, atölyelerde, tarım işlerinde ikili ilişki şeklinde, yani kapalı devrede yürütülmekte, iş hukuku­nun işçiyi koruyan hükümleri çoğu defa işçiye ulaşmamaktadır. Bu itibarla insan ilişkilerinin iyileştirilmesinde kanun gücünü ve mahkeme korkusunu yeterli saymak yerine dinin ve ahlâkın ferdin vicdanına ve özel hayatına kadar uzanan etkili denetiminden bu alanda da âzami ölçüde yararlanmak gerekir. Ülkemizde sağlıklı bir işçi-işveren ilişkisinin kurulabilmesi için İslâm fıkıh kültüründeki bilgi birikimine, dinî ve ahlâkî zemine ihtiyaç duyulması da bundandır. Zaten islâm dininin bir amacı da dünyada insanoğluna yol göstermek ve yardımcı olmaktır. Din iyi anlaşıldığında ve yaşandığında toplumsal huzur ve barışın, kamu düzen ve istikrarının korunması, hak ihlâllerinin önlenmesi daha da kolaylaşır.

Kur’an ve Sünnet’te çalışma hayatının ayrıntılarını düzenleyen hükümle­rin bulunmaması gayet tabiidir ve bu İslâm’ın evrensel bir din olarak her de­virde ve toplumda geçerli olma iddiasının bir gereğidir. Bununla birlikte bu iki kaynakta, insan ilişkilerinin arka planında yer alması gereken dinî va ahlâkî sorumluluktan, üçüncü şahısları ilgilendiren davranışlarda gözetilmesi gereken temel ilkelerden söz edilmiş, İslâm hukukçuları da dönemlerinde cereyan eden olaylara bu ilkeler ışığında açıklama getirmiş, toplumlarının kültür ve tecrübe birikimini de hesaba katarak çalışma hayatıyla ilgili bazı kural, öneri ve ön­lemlerden söz etmişlerdir. Bu itibarla, fıkıh literatüründe çalışma hayatıyla, işçi-işveren ilişkileriyle ilgili olarak gündeme gelen tartışmalan ve çözüm öne­rilerini böyle bir perspektiften değerlendirmek, fakihlerin ne dediğinden ziyade ne demek istediği üzerinde durmak daha yerinde olacaktır.

Günümüzde toplumsal huzur ve barışın önemli bir ayağı sayılan iş barı­şının, işçi sağlığı ve güvenliğinin sağlanması, işçi ve işverenin hak ve so­rumluluklarının hakkaniyet ve adalet çizgisinde denkleştirilebilmesi toplumun önündeki önemli problemlerden biri haline gelmiştir. Bu yönde yapıla­cak yasal düzenlemeler ve devletin aktif rolü söz konusu amacın gerçekleş­mesinde fevkalâde önemli olduğu gibi müslüman toplumların tecrübe ve bilgi birikiminin tanınması da bu konuda katkı sağlayabilecek zenginliktedir. Bu sebeple önce îslâmî kültürdeki emek-sermaye dengesi, iş akdinin fıkıh kültüründeki hukukî çerçevesi ele alınacak, daha sonra da bu bilgiler ışığın­da güncel problemlere değinilecektir.

I. EMEK-SERMAYE DENGESİ

Üretimin emek ve sermaye şeklinde birbirini tamamlayan iki temele da­yandığı açıktır. Yeryüzünün bütün imkânları insanın emrine verilmiş, insan da emek harcayarak bu hazır değeri kullanım ve yararlanmaya elverişli hale getirmiştir. Kur’an’da sıkça, Allah’ın insanoğlunun hizmetine sunduğu çe­şitli nimetler, dağlar, denizler, ovalar, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, av hayvanları hatırlatılarak insanın bunların sahibini tanıması, O’na şükretme­si ve belli bir ölçü içinde bunlardan yararlanması istenir. İslâm dini çalışma­yı, yararlı iş görmeyi teşvik ettiği gibi mülkiyeti, sermaye birikimini ve artı­şını da meşru kabul etmiştir. Kur’an’da, “insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur” [460]buyurulması, esasen âhirette herke­sin dünyada yaptığının karşılığını göreceğini ifade etmekte ise de aynı kura­lın dünyevî çalışmalar hakkında da geçerli olduğu sonucu çıkarılabilir. Yine Kur’an’da, “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların birik­tirdikleri şeylerin daha hayırlıdır” [461]buyurularak emek-sermaye ikilisi arasındaki sıkı ilişkiye, fakat bunun da ötesinde daha üst bir metafizik değerin bulunduğuna işaret edilir.

Dinî metinler ve Hz. Peygamber’in uygulaması dikkatle izlendiğinde, İslâm dininin emek karşısında sermayeye bir üstünlük ve öncelik vermediği, aksine tabiatı icabı güçlü olan ve daha da güçlenmek isteyen sermaye için bazı sınırlamalar getirip emeği ön plana çıkardığı görülür. Zekât, sadaka ve infak prensibi, kefaretler, faiz yasağı, dilenciliğin yasaklanıp çalışmanın teşvik edilmesi, bireyin ve aile fertlerinin geçimi için çalışmasının ibadet sayılması bu yönde alınmış önlemlere örnek olarak sayılabilir.

Bütün bunlardan İslâm dininin emek-sermaye ilişkisini dengeli bir çizgi­ye oturttuğu, bunları birbiriyle kavga eden ve daima bir çıkar çatışması için­de olan değil birbirini destekleyen ve tamamlayan iki temel faktör olarak tanıttığı anlaşılır. Ancak konu teorik düzeyde pürüzsüz gibi görünse de gün­lük hayata ve problemlere girildiğinde realitenin biraz farklı olduğu, sermaye sahibinin emeği, işverenin işçiyi en düşük ücretle çalıştırmaya, emek sahi­binin de hak etsin veya etmesin daima en yüksek ücreti almaya gayret etti­ği, bunun içinde iki taraf arasındaki çekişmenin hiçbir dönemde yok olma­dığı da görülür. Bu çatışma ve sömürü İslâm toplumlarında hayli belirsiz iken, kilisenin ve Hıristiyanlığın toplumsal hayattan dışlanmasını müteakip Batı toplumlarında oldukça belirgin bir hal almış, ardı arkası kesilmeyen sosyal çalkantılara ve aşırı sosyal teorilerin gündeme gelmesine yol açmıştır. İşçi ve işveren sendikalarının kurulup toplu sözleşme hukukunun doğması bu ortamda bir denge arayışının sonuçlandır.

Sendikalaşma ve tarafların meslekî kuruluşlarca temsil edilerek toplu sözleşme yapılması, biraz da sanayileşmenin ve geniş işçi kitlelerinin doğ­masının zorunlu kıldığı bir usuldür. Burada önemli olan bu usulün nasıl işletildiği ve ne gibi sonuçların elde edildiğidir. Emek-sermaye ilişkisinde kural olarak serbest pazarlık sistemi geçerli olmakla birlikte, İslâm’ın insan ilişkilerinde hâkim kılmaya çalıştığı hak ve adalet anlayışı bir üst değer olarak burada da devrede olmalıdır. Böyle olunca, emek ve sermayenin hak ve sorumlulukları belirlenirken taraflar arası serbest pazarlığı yegâne ölçü kabul etmek doğru olmaz. Çünkü bu, zayıf tarafı güçlünün karşısında ko­rumasız bırakmak, onun ezilmesine âdeta göz yummak demektir. Sendika­laşmaya ve toplu sözleşmeye karşı çıkmak, işçiyi işverenin gücü karşısında yalnızlığa ve sömürülmeye terketmek anlamını taşır. İşçilere kaba kuvvete dayalı kontrolsüz bir grev hakkı tanımak, sermayeyi kolektif emeğin gücü karşısında mahkûm etmek, ülkede sermayeyi yatırımdan caydırıp daha kolay para kazanmaya yönlendirmek ve neticede toplumsal çöküntüye or­tam hazırlamak sayılır. Hz. Peygamberin, zor durumda kalarak bir malı istemediği bir fiyatla almak veya satmak isteyen kimsenin bu halinden ya­rarlanılmasını yasakladığı bilinmektedir. [462]Kur’an’da sıkça adaletin ve mârufun emredilip aşırılığın yasaklandığı, dengeyi bozmak, mâruf ölçüsünü aşmak isteyenlerin engellenmesinin is­tendiği, anlaşmazlıkların hakem usulüyle çözülmesinin önerildiği görülür.

Devletin sosyal niteliğini yitirmesi, toplumsal uyuşmazlıklarda hakem rolünden vazgeçip ideolojik saplantılar ya da çıkar ilişkisi sebebiyle emeğin veya sermayenin yanında yer alması veya meslekî teşekküllerin aslî fonksiyonlarını gölgeleyecek farklı toplumsal projelere alet edilmesi halinde grev ve lokavt haklarının kullanımı, sendikalaşma ve toplu sözleşme yanlış bir çizgide seyreder ve bu süreç toplumda iş barışının kurulması, çalışanın hakettiği karşılığı alması mücadelesinden çok, iç huzursuzluğun ve bölün­menin kaynağı haline gelir. Dinî öğretinin ve sağ duyulu kamuoyunun karşı çıktığı da bu sapmadır. Böyle olunca toplumda emek-sermaye dengesinin kurulabilmesi ve bu dengenin ülkenin gelişmesine hizmet edebilmesi için yasal düzenlemelerin objektif ve âdil olması ne kadar önemliyse toplumda dinî duyarlılığın korunması, hak ve adaletin özümsenmesi, hakkaniyetin hâkim olması da o kadar önemlidir.

II. İŞÇİ-İŞVEREN İLİŞKİSİ

Birey ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetleri tek başına üretemeyeceği için toplumda kendiliğinden karşılıklı mal ve hizmet değişimi ve iş bölümü ger­çekleşmekte, böylece bireyler ayrı ayrı ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Kur’an’da insanların farklı kabiliyet, güç, temayül ve ihtiyaç içinde yaratıl­masının bir hikmetine işaret edilerek bunun insanların birbirine iş gördürebilmesine imkân hazırladığı belirtilmiştir. [463]İnsanlar arasın­daki iş bölümünü ve işçi-işveren ilişkisini dünya hayatına ilişkin ilâhî ka­nun ve düzen açısından tem ellendiren bu açıklama, İslâm’ın insan ilişkileri­ne ve borç ilişkilerine genel yaklaşımını da yansıtır.

Kur’an’da işçi-işveren ilişkisi, diğer borç ilişkilerinde de olduğu gibi, hu­kukî bir akid ve olay olarak ayrıntılı bir biçimde ele alınmak yerine sadece akidlerde ve insan ilişkilerinde hâkim olması gereken genel ilke ve amaçlar üzerinde durulmuş, borç ilişkilerinin sağlıklı şekilde gelişeceği sağlam bir dinî ve ahlâkî zemin kurulmaya çalışılmıştır. Hz. Peygamberin sünnetinde işçinin haklan ve işçi çalıştırma ile ilgili olarak yer alan ayrıntılı hükümler ve uygulama örnekleri, İslâm’ın genel ilkelerinin konuya tatbiki, haksızlık­ların giderilip âdil ve insanca ilişkilerin kurulması ve problemlerin iyi insan, iyi müslüman formülü içinde çözümü olarak değerlendirilebilir.

A) İş Akdi

Çalışma hayatının temelinde, bir insanın mal ve ücret karşılığı başka bir insanın işini görmesini ifade eden iş akdi bulunur ve bu akid türünün in­sanlık tarihi kadar uzun bir geçmişi vardır. İslâm hukuk literatüründe eşya­nın bedel karşılığı kullanımını konu alan kira akdi ile insanın ücret karşılığı çalışmasını konu alan iş akdi, ikisi de menfaatin ücretle temliki mahiyetinde olduğundan “icâre akdi” başlığı altında birlikte ele alınmış, ortak kural ve çözümler geliştirilmeye çalışılmıştır. Bununla birlikte çoğu zaman, özellikle akdin sonuçlan, tarafların karşılıklı hak ve ödevleri incelenirken kira ve iş akidleri ayn ayrı incelenmiş ve giderek iş akdi ve işçi-işveren ilişkisiyle ilgili zengin bir hukuk doktrini doğmuştur. Bu bağlamda İslâm hukukunun klasik doktrinine göre iş akdi, “işçinin ücret karşılığı belli bir işi görmesi üzerine kurulan bir akid” olarak tanımlanabilir. Akidde sadece iş ve ücret unsuruna yer verilip akid işçinin çalışması üzerine kurulduğundan, gerek işçinin belli bir süre zarfındaki ücret karşılığı çalışması, gerekse süre kaydı olmaksızın şahsın ücret karşılığı belli bir işi görmesi iş akdinin kapsamına girmektedir. Bu sebeple klasik literatürde ücret karşılığı yapılan her çalışma, süreli veya götürü iş için işçi, memur, serbest meslek sahibi esnaf ve sanatkâr istihdamı iş akdi kapsamında ele alınıp mümkün olduğu sürece ortak kurallara bağ­lanmaya çalışılır.

İş akdinin kuruluşu, İslâm borçlar hukukunda akdin kuruluşu, icap ve kabulle ilgili genel esaslara tâbidir. İş akdinin tabii unsurlarını ise tararlar olan işçi ve işverenle, akdin konusu olan ücret ve iş (emek) teşkil eder. İşçi niteliğini tesbitte ücretle iş görme ölçüsünden hareket edilir. Yapılan iş söz­leşmesi işçinin belli bir süre zarfında işveren için çalışmasını konu alıyorsa, yani işçinin belli bir zaman biriminde hâsıl edeceği emeğini işverenin emrine tahsis etmesi gerekiyorsa, bu işçi ecîr-i hâs olarak adlandırılır. Günümüz­deki devlet memurları, sanayi ve tarım kesimi işçileri ile günlük işçiler “ecîr-i hâs” kapsamındadır. Buna karşılık sözleşme işçinin belli bir işi görmesini konu aldıysa, o takdirde bu işçi ecîr-i müşterek olarak adlandırılır. Ücret karşılığı bir işi takip eden vekil, ücret karşılığı bir hizmeti ifa eden dişçi, doktor, terzi, tamirci gibi esnaf ve sanatkârlar “ecîr-i müşterek” grubunda yer alır. İşveren ise ücretle işçi çalıştıran kimsedir.

Ücret ve emek, iş akdinin üzerinde aynntı ile durulması gereken iki önemli unsurudur. İslâm hukukunda, insanların iktisadî kıymet atfettiği her şeyin iş akdinde ücret olabileceği benimsenir. Ücretin hukuken muteber bir mal olma­sı, belirlenmiş ve bilinir olması şartlan akdin sıhhat şartları olup, esasen bun­lar tarafların ve özellikle işçinin haklarını korumayı hedef alır. Bu sebeple de bu iki şart üzerinde ayrıntılı biçimde durulur. Bir hadiste de Hz. Peygamber, “Kim bir işçi çalıştıracaksa ona ücretini bildirsin, ücretini belirlesin” [464]buyurmuştur. Ücretin, üretim veya kârdan belli bir pay şek­linde belirlenmesi ya da gerçekleşmesi, kesin olmayan bir işe bağlanması da özellikle işçinin mağduriyetine sebep olacağı düşünülerek hoş karşılanmamış, ancak üretim ve kânn ana hatlarıyla bilinebileceği ve taraflan beklenmedik zararla karşı karşıya bırakmayacağı durumlarda bu caiz görülmüştür.

Akidlerin kuruluşunda ve geçerliliğinde en önemli husus, tarafların ne üzerinde anlaştıklarını bilmeleri, bilerek ve farkında olarak borç altına gir­meleri olduğundan, iş akdinin konusu (ma’küdün aleyh) olan emek ve çalışmanın tür, nitelik ve süresinin önceden bilinmesi ve belirlenmesi büyük önem taşır. İşçinin akid gereği sarfedeceği emek ve gayreti belirlemenin en başta gelen metodu, zaman ölçüsünün esas alınmasıdır. Zaman birimi, işçi­den elde edilecek yarann belirli ve bilinebilir olmasını sağlayacağından ta­rafların anlaşmasını da kolaylaştırır. Bu sebeple çalışma süresinin önceden belirlenmesi iş akdinin önemli bir sıhhat şartı, bu süre zarfında çalışma da işçinin temel borcu görünümündedir.

İşçinin emeğini belirlemenin ikinci yolu ise, yapılacak işin önceden be­lirlenmesidir. İslâm hukukçuları iş akdinde, akid konusu işin ifasının işçinin gücü ve kabiliyeti dahilinde olmasını da şart koşarlar. Bunun için de dok­torla hastayı iyileştirmesi, vekil ile işi olumlu şekilde sonuçlandırması, öğ­retmenle bir ilim ve sanatı Öğretmesi şartıyla akidleşme caiz görülmemiştir. Bu şartın ileri sürülmesinde güdülen asıl gaye, iş akdinin ifası ve elde edil­mesi kesin olmayan iş ve menfaatler üzerine kurulmasını önlemek, dolayı­sıyla tarafların haklarını korumaktır. Çünkü akid konusu iş, işçinin gücünü aşıyorsa bu akidden iki taraf da zarar görebilir. Böyle olunca zararın mey­dana gelmesini beklemek ve onu gidermek yerine zarara yol açabilecek durumları önceden önlemek daha isabetli bir yaklaşımdır.

İşçinin çalışmasıyla ilgili olarak öne sürülen bir başka önemli şart ise, yapılacak işin ifasının dinen haram ve hukuken yasak olmamasıdır. Huku­ken yasak veya dinen günah ve haram olan bir işin işlenmesini konu alan iş akidleri caiz görülmez. Meselâ zina, kumar, cinayet, yaralama, gasp ve hırsızlık gibi dinen günah sayılan işlerin işlenmesini konu alan bir sözleşme ve bundan elde edilen ücret caiz değildir. Hatta mâsiyetin öğrenimini veya mâsiyetin işlenmesine yol açan fiilleri konu alan iş akidleri de bu grupta mütalaa edilir. Ancak hukuk ekollerinin iş akdinin konusu olan fiille mâsiyet arasındaki sebep-sonuç ilişkisini tesbitte ölçüleri farklı olduğundan hangi fiilin mâsiyete yol açan fiil sayılacağı hususunda farklı görüşleri var­dır. Meselâ Hanefi hukukçular, arada kuvvetli bir sebep-sonuç ilişkisi bu­lunmadıkça her bir işi ayrı olarak değerlendirir, yasağı sadece haram fiilin işlenmesini konu alan iş akidleri çerçevesinde tutmaya gayret ederler, Fakihlerin çoğunluğu ise, yapılan iş dolaylı da olsa haram bir fiili içeriyorsa müslümanın bu tür işlerden uzak durması gerektiği görüşündedir. Bunun için de, müslümanın şarap imalâtında veya faizle iştigal eden bir iş yerinde çalışması, gayri müslimin yanında çalışması, kilise inşaatında çalışması, gayri müslimin bağında bekçilik etmesi veya ücretle şarabını taşıması gibi münferit meseleler bu sebep-sonuç ilişkisi açısından tartışıldığında farklı yaklaşımlar ortaya çıkması kaçınılmaz olur.

B) İşverenin Hak Ve Sorumlulukları

Gerekli şartlara uyularak yapılan iş akdi, iki taraf için de bağlayıcı bir karakter arzeder ve birtakım hak ve sorumluluklar doğurur. Bir taraf için hak olan husus diğer taraf açısından bir görev konumundadır.

İşverenin temel borcu, işçinin ücretini akidde kararlaştırıldığı şekilde ödemesi, temel hakkı da işin gerektiği şekilde ifa edilmesidir. İşçiye, ücretini almcaya kadar işverene ait malı elinde tutabilmesi (hapis) hakkının tanınması da işçinin ücret alacağını korumaya yöneliktir. Süreli işçilerde işçi bu süre zarfında çalışmakla veya buna hazır olmakla, götürü işlerde ise işi ifa etmekle ücrete hak kazanır. Hz. Peygamber,

“İşçiye ücretini teri kurumadan veriniz”[465] buyurmuş, işçinin ücretini ödemeyen kimselerin kıyamet gününde Allah’ı karşılarında bulacaklarını bildirmiştir. [466]

İşçinin, iş yerinde gerekli önlemlerin alınmamış olması, işin mahiyet ve yapısı, işverenin ihmal ve kusuru sebebiyle zarara uğraması halinde işvere­nin bu zararı tazmin etmesi gerekir. Hatta işverenin, üçüncü şahıslara karşı işçisinin fiilinden sorumlu olduğu durumlar da vardır. İşverenin özellikle devlet ve kamu kuruluşu olması halinde, işi ehil olana verme yükümlülüğü de ayrı bir önem kazanır.

İşverenin işçiye karşı iyi davranması, işçinin temel hak ve özgürlüklerini tanıması ve ona göre davranmasına imkân vermesi de temel borçlan ara­sındadır. Bir hadiste Hz. Peygamber işçilere de işaretle,

Onlar sizin kardeşleriniz olup Allah onları sizin sorumluluğunuz altında kılmıştır. Böyle bir din kardeşi eli altında bulunan kimse ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerinin yetmeyeceği işleri yüklemeyiniz. Şayet yükler­seniz onlara yardımcı olunuz” [467]buyurarak bu konuda te­mel insanî ve ahlâkî bir ödeve de dikkat çekmiştir.

İşverenin bir diğer borcu da işi ehil olana vermesidir. Bu görev, işvere­nin kamu kurum ve kuruluşu, vakıf gibi kamu yararı ağırlıklı bir kuruluş olması hainde daha da önem kazanmaktadır. Hz. Peygamber,

“Daha ehil ve liyakatlisi varken yakınlık sebebiyle bir başkasını tercih ve istihdam eden kimse Allah’a, Resulü’ne ve bütün müslümanlara karşı hainlik etmiş olur” [468]buyurmuştur.

C) İşçinin Hak Ve Görevleri

İşçinin iş akdinden doğan en önemli borcu, akid konusu işi gerektiği şe­kilde, işverenin isteği doğrultusunda ifa etmesi, en temel hakkı da çalışma­sının karşılığı olan ücreti almasıdır.

İşçinin işini hangi durumlarda tam ve yeterli şekilde ifa etmiş olacağı hu­susu akidden, kanundan, örf ve âdetten kaynaklanan ayrıntılarla belirlenir. İşçi üstlendiği işi ifada gerekli özen ve titizliği göstermek, meşru ihtiyaçları hariç iş süresince çalışmak ve ifayı tamamlamak zorundadır. Peygamber efendimiz,

“Muhakkak ki Allah Teâlâ sizden birinizin yaptığı işi sağlam yapmasından hoşnut olur” [469]buyurmuştur. İşçinin iş saatleri içinde, işverenin bilgi ve talimatına aykırı biçimde başka işlerle meşgul olması, çalışmaması, bir bakıma işverenin malından hırsızlık etmesi mesabesinde görülmüştür. Fakihler, bu konuya verdikleri önemin sonucu olarak, işçinin iş saatleri içinde tabii ihtiyaçları ve farz namazların ifası için işine ara verebileceğini, fakat nafile namazla meşgul olamayacağını belirtmişlerdir.

İşçi, uhdesine verilmiş alet, malzeme ve eşyanın bakım ve muhafaza­sından sorumlu olup kasıt ve kusuru halinde sebep olduğu zararı tazmin eder. Ayrıca akidde kararlaştırılan hususlara, örf ve âdetten doğan ölçülere, işverenin dinen ve hukuken geçerli emir ve şartlarına aykırı davranması da hukukî sorumluluğunu gerektirir. Bu tür davranışları ile bir zarara yol aç­mışsa onu da ödemesi gerekir. Özetle belirtmek gerekirse işçi, işi ifada ge­rekli özeni göstermemesi, kusurlu ve kasıtlı davranışı sonucu işverene ver­diği zararı tazmin etmekle yükümlüdür. “İşçinin hiçbir fiilden sorumlu ol­mayacağı” veya “her türlü zarardan sorumlu tutulacağı” yönündeki ön şart ve anlaşmalar geçersiz sayılarak risk ve sorumluluk taraflar arasında den­geli şekilde dağıtılmak istenmiş, işçinin hangi durumlarda tazminle sorumlu olacağı hususu doktrinde ayrıntılı şekilde ele alınarak konu taraflar arası güç dengesinin insafına bırakılmak istenmemiştir.

Ücret, işçinin çalışmasının karşılığı ve en temel hakkıdır. Ücretin öden­mesi, işverenin temel görevi olduğu gibi işçinin de en başta gelen hakkıdır. Akid yapılırken ücretin belli ve bilinir olması şartlan ilk planda işçinin bu temel hakkını korumayı sağlar. İşçiye tanınan hapis hakkı da, ücret alaca­ğına karşılık bir teminat görevi görür.

İş akdinin süre üzerine kurulduğu durumlarda, işçi çalışmaya hazır olur da işverenden kaynaklanan sebeplerle işçi işe başlayamazsa, yine ücreti hak eder. İslâm hukukunda mümkün olduğu ölçüde haksız kazanç ve se­bepsiz zenginleşme yolları kapatılmaya çalışıldığından, iş akdinin herhangi bir sebeple geçersiz (fâsid) olması, işin de bu arada ifa edilmiş olması halin­de “ecr-i misi” ödenmesi gereği üzerinde durulmuştur. Ecr-i misi, tarafsız bilirkişilerin işçinin fiilen harcadığı emeğe biçtikleri değerdir. [470]Böylece işverenin akdin geçersizliğini ileri sürüp ücret ödemekten kaçınmasına imkân verilmemekte, işçinin de fiilen yaptığı işe karşılık alın terinin karşılığını alması sağlanmaktadır.

İşçi ücretinin enflasyona karşı korunması da hem işçinin temel bir hakkı sayılır hem de İslâm hukukunun genel ilke ve amaçlarına uygunluk gösterir.

Paranın değerinde zamanla ciddi ölçüde azalma olduğunda işverenin akdin başlangıcındaki miktarda ücret ödemekte ısrar etmesi gerek iyi niyet kura­lıyla, gerekse akidde karşılıklar arasında denge bulunması esasıyla bağdaş­maz. Zaten para borcunda, paranın değer kaybetmesi halinde artık eski miktarın değil borçlanılan paranın yeni durumdaki değerinin verilmesi fikri ilk dönemlerden itibaren bir kısım İslâm hukukçularınca ifade edilmiştir. Bu konuya ileride, enflasyonun borç münasebetlerine etkisi ele alınırken tekrar temas edilecektir. Burada şu kadarı ifade edilmelidir ki, iş akdinde işveren işçinin emeğinden fiilen yararlanmış bulunduğu için, enflasyonun paraya olan olumsuz etkisini telâfi edip ücreti iyileştirmesi daha da kuvvetli bir borç görünümündedir.

İslâm hukuk doktrininde, işçinin ücret yönünden korunması, aslî ihti­yaçlarını karşılayacak seviyede ücret (asgari ücret) alması gereği, düşük ücretle çalışmaya mecbur bırakılan işçilerin mağduriyetinin giderilmesi, üc­retin âdil ve hakkaniyetli olması, çalışma şartlan, çalışma süresi ve iş emni­yeti bakımından işçinin korunması, işçinin temel hak ve hürriyetlerinin işveren tarafından güvence altında tutulması gibi hususlar üzerinde ayrıntılı olarak durulmuş, içinde bulunulan durum ve şartlara göre birtakım öneriler ve düzenlemeler gündeme getirilmiştir. İslâm hukukunda bu tür akidlerin kapsam ve sonuçlarının tartışılması ile güdülen gaye, akidlerin şart ve kapsamlarını taraflar arasındaki güç dengesine terketmenin sakıncalarını önle­mek, insanların birbirlerini bu yüzden zarara uğratmasına ve haksızlık et­mesine engel olmak, akidde karşılıklar arası dengeyi korumaya çalışmak olarak gösterilebilir. Böyle olunca, İslâm hukuk doktrininde sadece işçiyi korumaya yönelik değil, akdin iki tarafını da korumayı hedefleyen tedbirle­rin alınmak istendiğine dikkat edilmelidir. Bir başka anlatımla hukuk, güç­süz, bilgisiz, pazarlık gücü olmayan kimsenin yanında yer alarak insan ilişkilerini sağlıklı bir dengeye oturtmayı amaçlamaktadır. Bu yüzden, işçi sınıfının örgütlenip güç birliği ederek, grev tehdidi ile işvereni baskı altına alması, işçilerin hak etmedikleri bir ücreti zor ve baskı sayesinde elde etme­leri, emeklerine değil de örgütlenme güçleri ve iş kollarının hayatî önem taşımasına veya siyasal yönetimlerin tercihlerine göre farklı farklı ölçüde toplumsal gelirden pay ve ücret almalan da savunulamaz. Bu gelişmeler hukukun genel ilke ve amaçlarına aykırı olduğu gibi toplumsal barışı da tehdit edebilecek bir mahiyettedir. Çünkü böyle bir düzensizlik, işverenin ödediği bu yüksek ücreti üretim ve maliyete yansıtarak diğer halk kesimine fatura etmesi, örgütlenemeyip pazarlık gücü olmayanların düşük ücretle çalışmaya mahkûm kalması, işçi-işveren ilişkilerinin ve giderek bütün insan ilişkilerinin barbarca bir yaşama mücadelesine dönüşmesi gibi sakıncalı sonuçları kaçınılmaz kılacaktır. Buna karşılık, işçinin yukarıda değinilen, meşru haklarının korunması ve bu konuda gerekli düzenlemelerin gerçek­leştirilmesinin sağlanması amacı ile, fakat bu amacın çerçevesini aşmayan ölçüler içinde örgütlenme yoluna gidilebilmesi, bu hakların tabii bir uzantısı sayılmalıdır.

İşçi-işveren ilişkileri, insan ilişkilerinden, işçi hakları insan haklarından ayrı düşünülmemelidir. İslâm’ın genel ilke ve amaçlan da belli bir kesimin refah veya sıkıntı içinde olması değil, toplumsal gelir ve sıkıntının birlikte ve âdil bir şekilde paylaşılmasına yöneliktir. Öte yandan işçi-işveren ilişkileri­nin düzelmesi ve iyileşmesi, salt hukuk kuralları ve yaptırımlarıyla sağlana­bilecek yalın bir konu değildir. Hukukî ilişkilerin dinî ve ahlâkî sağlam bir zemine dayanması, bu zeminde gelişmesi, toplumda sağlam esaslara dayalı bir hak ve adalet ölçüsünün yerleşmesi de gerekir. Böyle olunca hem objek­tif ve âdil ölçülerin hâkim olduğu hukukî düzenlemelere hem de yetişkin, inançlı, eğitilmiş, sorumluluk duyan, fedakâr insan unsuruna eşit derecede ihtiyaç vardır. Bu sebeple de İslâm’ın hayata ve insan ilişkilerine yön ve anlam veren ilkelerinin özümsenip dinin bir bütün halinde bireyin vicdanını, bireysel ve toplumsal hayatını kuşatması, işçi-işveren ilişkisinin karşılıklı saygı, sevgi ve hakkaniyete dayalı sağlam bir yapıya kavuşması yolunda fevkalâde önemli bir merhaleyi teşkil eder.

18- HUKUKÎ VE TİCARÎ HAYAT

I. İlke Ve Amaçlar

İman ve ibadetler, hatta bir dereceye kadar haram ve helâller ağırlıklı olarak kişilerin dindarlıklarını ve buna bağlı olarak bireysel hayat ve tercihle­rini ilgilendirdiği halde, sosyal hayatın ve insan ilişkilerinin önemli bir parçasını oluşturan hukukî ve ticarî ilişkiler, karşı tarafın ve üçüncü şahısla­rın haklarıyla ve toplum düzeniyle yakından ilgilidir. Bu sebeple de hukukî ve ticarî hayat, bu alanları ilgilendirdiği ölçüde, objektif ve genel, hatta cebrî ve şeklî kurallara bağlanmıştır. Toplumsal hayatta istikrar ve güven ortamı­nın kurulabilmesi için buna ihtiyaç vardır. Bu alanda bireysel tercihin, niyet ve iradenin belirleyici bir öneme sahip olmayışı da bundan kaynaklanır.

Hatta ibadetlere ve bireysel dinî yükümlülüklere ilişkin hükümlerde diyanî yön (kişinin dindarhğıyla ve Allah katındaki sorumluluğuyla ilgili yön), hukukî ve ticarî ilişkileri konu alan hükümlerde ise kazâî yön (objektif ve şeklî adalet) daha ön plandadır.

Bununla birlikte iki alanın arasını net ve kalın bir çizgiyle ayırmak da her zaman doğru olmaz. Çünkü iman ve ibadet hayatıyla ilgili dinî hükümler, sonuç itibariyle sağlıklı bir toplumun oluşmasında, toplumsal düzenin korunmasında ve insan ilişkilerinin iyileşmesinde önemli katkıya sahiptir. İman ve ibadet alanındaki dindarlığın önemli bir sonucu da bireyin yarata­nına olduğu kadar kendine ve başkalarının haklarına karşı da duyarlı hale gelmesidir. Bunun için de iman ve ibadet hayatının dışa akseden ve toplum düzeninin kurulmasında önemli katkı sağlayan yönü göz ardı edilemeyecek boyuttadır.

Hukukî ve ticarî ilişkilerin kazâî yönünün yanı sıra, diyanî yönü de var­dır. Kazâî yön objektif kıstaslara göre meşruiyetle ilgilidir; aynı işlemin diyanî yönü İse Allah ile kul arasındaki bağ ve ilişki ile alâkalıdır, izafî olmayan gerçeğe ve meşruiyete yöneliktir. Burada niyet ve gaye de devreye girer.

Öte yandan, hukukî ve ticarî hayatı insan unsurunu göz ardı ederek salt şeklî bir yaklaşımla ve katı kurallarla çözmek ve belli bir düzene bağlamak her zaman mümkün olmaz. Çünkü birçok hukukî ve ticarî ilişki, kapalı devrede ve ikili ilişki seviyesinde seyrettiğinden, hukuk düzeninin ve yargı­nın buna muttali olup gerektiğinde müdahale etmesi çoğu zaman imkânsız­dır. Mağdur olan tarafın hakkını arama bilinç ve cesaretinin bulunmadığı veya kanunlarda boşlukların bulunduğu durumlarda insan ilişkilerindeki hak ihlâlleri daha da çoğalmaktadır. Bu sebeple, hukukî ve ticarî hayatın sağlıklı ve güvenli bir yapı ve işleyişe kavuşturulabilmesi için kuralların, kanunların ve hukuk düzeninin iyi olması kadar bireylerin yaptıkları işlerin sorumluluğunu hissedecek ölçüde bir yetişkinliğe sahip olmaları da önem taşır.

İnsan unsurunun yetişkinliği ve sorumluluk bilincine sahip oluşu ile hu­kuk güvenliğinin ve kamu düzeninin sağlanması arasında vazgeçilmez bir ilişki bulunduğu, hatta birinci husus çoğu zaman âdeta ön şart konumunda olduğu İçindir ki, İslâm dininin iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te hukukî ilişkilerin şeklinden ziyade özü ele alınır. Bu alanda bazı ilke ve amaçlar konulurken de daha çok insana hitabeden, ona dünyevî ve uhrevî sorumluluklarını hatırlatan bir üslûp kullanılır. Şekil ve maddî yaptırım ise çoğu yerde toplumların ve yetkili organların karar ve inisiyatiflerine bırakılır.

Özetle ifade etmek gerekirse, hukukî ve ticarî ilişkilerde hak ve adalet fikrinin ön planda tutulduğu, akid serbestisi ilkesinin benimsendiği, tarafla­rın akde ilişkin rızâlarını zedeleyen ve onları çekişme ortamına sürükleyebi­lecek olan her türlü olumsuz durumun önceden görülüp önlenmeye çalışıldı­ğı söylenebilir. Bu yaklaşımın tabii sonucu olarak mülkiyetin ve alın terinin korunması, hile, sömürü ve haksız kazanca cephe alınması, âtıl sermayenin değil çalışma ve üretmenin teşvik görmesi, güçlüye karşı hakimin himayesi, haksız zararın tazmin ettirilmesi gibi prensip ve tedbirler de gündeme gel­miştir. İslâm hukukçuları da dönemlerindeki hukukî ilişkileri ve ticarî hayatı Kur’an ve Sünnet’te temas edilen, aklıselimin de kendiliğinden benimseyip savunduğu bu ana ilke ve amaçlar açısından gözden geçirip ayrıntılı bir hukuk doktrini geliştirmişlerdir. Bu itibarla, hukukî ve ticarî hayata ilişkin olarak klasik fıkıh kitaplarında yer alan şekil ve kurallar, hüküm ve öneriler, ancak bu ilke ve amaçlar iyi bilindiğinde anlaşılabilir. Bu yüzden de bu alanda İslâm hukukçularının ne dediğinden ziyade ne demek istediği, hangi ilkeden hareket ettiği veya hangi gayeyi gözettiği önem taşımaktadır.

Burada önce İslâm fıkıh kültüründe, hukukî ve ticarî hayatla ilgili olarak yer alan genel prensip ve teorilere temas edilecek, hukukî hayat bölümünde özel borç ilişkileri ve akid türleri, ticarî hayat bölümünde de bunlarla yakın­dan ilgili güncel problemler ele alınacaktır.

A) Akid

Sözlükte, “bir şeyin kenarlarını toparlamak, ipin iki ucunu birbirine bağlamak” gibi anlamlara gelen akid, hukuk terimi olarak genelde “hukukî bir sonucu meydana getirmek üzere karşılıklı iki iradenin birbirine uygun olarak açıklanması” anlamım ifade eder. Bununla birlikte akid teriminin zaman zaman vasiyet gibi tek taraflı hukukî işlemleri belirtmek için kullanıl­dığı da olur. Akid kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bir yerde ve çoğul olarak “Ey iman edenler, akldleri (uküd) yerine getirin!” [471]şeklinde geçmektedir. İlk devir İslâm bilginleri bu âyette geçen “uküd” keli­mesini, Kur’ân-ı Kerîm’deki benzer kullanımların da [472]etkisiyle hem bazı hukukî ilişkileri hem de hukukî olmaktan ziyade ibadet yönü ağır basan nezir ve yemin gibi şer’î tasarrufları ve hukukî işlemlerle ilgili şartları içine alan oldukça geniş bir muhteva ile yorumlamışlardır. Gerek tek gerekse karşılıklı iki irade beyanın­dan doğmuş olsun, kendisine hukukî sonuç bağlanabilen hukukî işlemlerin klasik doktrinde akid kapsamı içerisinde mütalaa edildiği söylenebilir. İslâm hukuk doktrininin gelişim seyrine bağlı olarak akdin terim anlamını kazan­masında da belli bir tedrîcîliğin bulunduğu, zamanla akid kelimesinin daha çok alım satım ve kira gibi iki taraflı hukukî işlemleri; zaman zaman vasiyet ve ibra gibi tek taraflı hukukî işlemleri ifadede kullanıldığı, nezir, yemin gibi hususların, hiç değilse, akid kelimesinin mutlak muhtevasının dışında tutulduğu görülür. Akid kelimesi bu terimleşme seyrinin sonucunda Mecelle’de kanun maddesi tekniğinde bir anlatıma kavuşmuştur: “Akid, tarafların bir hususu iltizam ve taahhüt etmeleridir ki, icap ve kabulün irtibatından iba­rettir”[473]

İslâm hukuk literatüründe akidler oldukça geniş bir yer tutmasına rağ­men, muhtemelen İslâm hukukunun meseleci (kazuistik) tarzda doğması ve gelişmesinin bir sonucu olarak, İslâm hukukçuları genel bir akid teorisi ortaya koymamışlar, akid nevilerini ayrı ayrı ve büyük ölçüde kendi bütün­lükleri içerisinde ele almışlardır. Bununla birlikte temel akid saydıkları alım satım (bey1) akdinde, zaman zaman akdin genel hükümlerine de yer ver­mişlerdir. Bunun yanında, fıkıh usulü kitaplarında ve “eşbâh ve nezâir” türü eserlerde birtakım genel kurallar tesbit edildiğini belirtmek yerinde olur. Çağdaş İslâm hukukçuları dağınık olarak bulunan bu malzemeyi sistemli şekilde bir araya getirerek bir “akid teorisi” geliştirmeye çalışmışlardır.

a) Akdin Tabii Unsurları

Akdin kurulabilmesi ve hükümlerini meydana getirebilmesi için birtakım unsur ve şartların bulunması gereklidir. Bir akidden bahsedilebilmesi için her şeyden önce, “akdi yapacak kişiler”in (taraflar), “akde konu olacak şeyin ve tarafların “irade beyanlarTnın bulunması zorunludur. Yapı ve mahiyetleri, yapılan akdin muhtevasına göre zaman zaman değişiklik gösterse de, bütün akidlerde bulunmaları mutlak şart olduğu için “taraflar”, “konu” ve “irade beyani”nın akdin “tabii unsurları” veya “aslî unsurları” olarak adlandırılma­sı mümkündür. Nitekim bu unsurlar, klasik doktrinde “erkânü’1-akd” veya “rüknü’1-akd” ve “aslü’1-akd” olarak ifade edilmiştir.

Bu tabii unsurlar olmaksızın akdin varlığı düşünülemeyeceğinden, bun­lardan birinin eksikliği halinde, hukukun akidlere bağladığı sonuçlardan söz edilemez. Ancak bu tabii unsurlar mevcut olup, bunlardan herhangi biri, hukuk düzeninin öngördüğü şartlardan birini veya birkaçını taşımıyorsa, bu takdirde akdin, hukuk nazarında, eksik olan şartın önem derecesine göre değişen bir hükmü olur.

Akdin tarafları, birbirleriyle akid ilişkisine giren gerçek ve tüzel kişiler­dir. Akdin durumuna göre taraflar tek kişi olabileceği gibi birden fazla kişi de olabilirler. Yine taraflar akde, “asil” sıfatıyla taraf olabilecekleri gibi vekâlet, velayet, vesayet gibi yetkilerle “nâib” (temsilci) sıfatıyla da taraf olabilirler.

Akdin konusu, akdin hükümlerinin kendisinde ortaya çıkıp gerçekleş­tiği şey olup, yapılan akdin türüne göre farklı yapı ve mahiyette olabilir. Alım satım, rehin gibi bir kısım muâvazalı (iki taraf için de ivazlı) akidlerde akdin konusu “eşya” (ayn) iken; kira, iare (ariyet veya iğreti sözleşmesi) gibi akidlerde “eşyanın menfaati”; tarım ortakçılığı ve hizmet akidlerinde “emek” (iş) olmaktadır.

İrade beyanı, tarafların akid yapma rızâlarını dışa yansıtmalarıdır. Ger­çekte, akidlerde aslolan karşılıklı rızâdır. Fakat, açığa vurulmamış rızâya bir hüküm bağlanması mümkün olmadığından, aralarında bir hukukî ilişki kurmak isteyen kişiler, bu iradelerini açıklamak durumundadırlar. İslâm hukuk doktrininde prensip olarak irade beyanına, rızânın “mazınne”si, yani rızânın muhtemel gerçekleşme yeri ve biçimi nazarıyla bakılmış ve irade beyanı bir anlamda rızânın bir göstergesi kabul edilmiş ve buna bağlı olarak rızânın irade beyanı ile birlikte bulunacağı benimsenmiştir. Bu itibarla, açık ve net olduğu -ve aksi ispatlanmadığı- sürece, doktrinde hâkim görüş, açıklanan iradeye itibar edileceği şeklindedir. Bu durum, İslâm hukukunun insan ilişkilerinde açıklığı ve objektifliği ölçü almasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Gerçekten de İslâm hukuku, başlangıçtan itibaren katı şekilciliğe karşı çıkmış, akidlerin kuruluşunda karşılıklı rızânın esas olduğu düşüncesini getirmiştir. Ancak, rızânın esas alınması, sözlere ve yapılan beyanlara itibar edilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü, sözler bir bakıma anlamların kalıpları olduğundan aralarında çelişki bulunmadığı, daha doğru­su aksinin sabit olduğuna dair kuvvetli bir delil yer almadığı sürece sözlere itibar edileceği prensibi getirilmiştir. Akdin kuruluşu esnasında beyan edilen iradenin, akdin ifası sırasında ise iç iradenin (rızâ) muteber tutulduğu göz önüne alınırsa, irade beyanının, rızânın sübûtunun “illet”i değil, “emare”si olduğu anlaşılır.

İcap ve kabul, karşılıklı rızânın göstergesi sayıldığından, özellikle Hanefi hukukçular tarafından, genelde akdin yegâne rüknü olarak nitelendirilmiştir.

İrade beyanının prensip olarak “söz” ile yapılması esası getirilmişse de, rızâya delâletleri kesin olmak kaydıyla söz dışında, yazışma vb. şekillerle de irade beyanında bulunulabileceği kabul edilmiştir. Bunun yanında, “sözlü bir irade beyanı olmaksızın, satılmak üzere konulmuş bir şeyi alıp semenini bırakmak” demek olan teati yoluyla alım satım şekli, örfün de bunu onay­laması kaydıyla İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından. caiz görülür. İslâm hukukçularının irade beyanına ilişkin olarak şart koştukları açıklık, netlik, kesinlik gibi hususların gerçekleşmesi halinde, günümüzde yaygın olarak kullanılan telefon, elektronik haberleşme gibi yollarla da irade beyanı yapılabilir ve akid kurulabilir.

İrade beyanının var sayılabiliri esi için, icap ve kabulün, tarafların akid yapma iradelerini hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir kesinlikte gös­teren bir siga ile yapılmış olması ve yapılmak istenen akde delâletinin açık olması gerekmektedir. İslâm hukukçularının, icap ve kabulde kullanılacak fiil zamanları üzerinde titizlikle durmalarının en önemli sebebi budur. Bunun yanında, icap ve kabulün vasfı üzerinde de önemle durulmuştur.

Hanefîler’e göre ilk açıklanan irade icap, buna cevap mahiyetinde ve ikinci olarak açıklanan irade ise kabul adını alır. Tek başına icap bağlayıcı değildir. Yani icapta bulunan taraf (mucip), karşı tarafın kabulünden önce, yaptığı icaptan vazgeçebilme hakkına (hiyârü’r-rücû’: rücû muhayyerliği) sahip olduğu gibi, icaba muhatap olan taraf da bu icabı kabul edip etmeme hakkına (hıyârü’l-kabul: kabul muhayyerliği) sahiptir. Mucip, icabından dönmeden önce, karşı taraf kabul iradesini açıklarsa, artık akid kesinleşmiş ve her ikisi için de dönüş imkânı kalmamış olur. Mâlikî hukukçuların görüşü de böyledir. Şafiî mezhebinde, icap ve kabulün peş peşe ve derhal vuku bulması şart görüldüğü için, Hanefî mezhebindeki vazgeçme ve kabul mu­hayyerliği benimsenmemiş, bunun yerine “meclis muhayyerliği” (hıyârü’l-meclis) teorisi ortaya atılmıştır. Buna göre taraflar akdin yapıldığı mahalden fiilen (bedenen) ayrılmadıkları sürece akidden vazgeçme hakkına sahip kılınmışlardır. Bu teori ile, fazla düşünme imkânına sahip olamadan irade beyanında bulunmuş olan taraflara düşünme ve gerekirse vazgeçme imkânı tanınmış olmaktadır. Hanefî mezhebi ile Şafiî mezhebindeki bu görüş farklı­lığının ve meclis muhayyerliği teorisinin hareket noktasını, “Alıcı ve satıcı birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdir”[474] anlamındaki hadise getirilen farklı yorumlar oluşturmaktadır. Hanefîler, hadiste geçen ayrılmayı “söz” ile ayrılma, Şâfıîler ise “beden” olarak ayrılma şeklinde yorumlamışlardır.

İslâm hukukçularının çoğunluğu, sırf icap ve kabul ile akdin tamamlanıp hükümlerini meydana getireceği görüşündedirler. Ancak akdin tamamlana­bilmesi için icap ve kabulün yeterli olmadığı, ayrıca akid konusu olan şeyin teslim edilmesinin gerekli olduğu bazı akid türleri de vardır. Bu akidlere “aynî akidler” denilmektedir. Hibe, iare, vedîa, karz ve rehin akidleri bu grupta yer alır.

b) Akdin Kuruluş Şartları

Akdin kurulabilmesi ve hukuk nazarında var olabilmesi için yukarıda sözü edilen üç tabii unsurun birtakım şartlan taşıması gerekmektedir. İslâm hukukçuları, bu şartların akdin kurulmasında oynadıkları rolün önem derecesi hususunda farklı görüşlere sahip olduklarından, bu şartlardan her birinin eksikliğinin akde ne şekilde etki edeceği hususunda da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm hukukçularının çoğunluğu prensip itibariyle akdi, “kuruluş” (in’ikâd), “geçerlilik” (sıhhat) ve “işlerlik kazanma” (nefâz) açıla­rından bir bütün olarak telakki ettiklerinden, akdin hüküm ve sonuçlarını meydana getirilebilecek son şekle gelmesini sağlamak için gerekli olan bütün şartları aynı önem derecesinde tutma eğilimi göstermişlerdir.

Hanefî hukukçular ise cumhurdan yani kendi dışlarında kalan çoğun­luktan farklı olarak, akdin kurulup sonuçlarını meydana getirmesini birkaç merhalede ele almış ve her bir merhale için farklı önem derecesinde şartlar öne sürmüşlerdir. Bu merhaleler sırasıyla “kuruluş”, “sıhhat”, “işlerlik” ve “bağlayıcılık” (lüzum) adlarını alırlar. Akdin hükümsüzlüğü de, aynı şekilde bu merhaleler paralelinde ele alınmıştır. Buna göre, kuruluş şartlarından biri eksik olan akid “bâtıl”, sıhhat şartlarından biri eksik olan akid “fâsid” ve işlerlik şartlarından biri eksik olan akid “mevkuf (askıda) olur. Akdin bağ­layıcı olması, akdin kurulmasında ve sonuçlarını doğurmasında doğrudan etkili olmadığından, lüzumun mukabili olan “muhayyerlik”, hükümsüzlük kapsamında ele alınmamıştır.

Akdin kuruluş şartlan, akdin hukukî varlık kazanabilmesi için gereken şartlardır. Bu şartlardan birinin veya birkaçının eksik olması halinde akid kurulamaz. Bu konuda İslâm hukuk ekolleri prensip olarak aynı görüşü paylaşmakla birlikte, bu şartların tesbitinde tam bir görüş birliği mevcut değildir. Nitekim, Hanefî mezhebinde sıhhat ve nefâz şartı olarak gösterilen birçok şart, diğer mezheplerde kuruluş şartları arasında yer almıştır.

Hanefîler’in, akdin kuruluşu için tesbit ettikleri anahtar cümle şudur: “Akid, ehlinden, mahalline muzaf olarak sâdır olmuşsa, bunun kurulmuş olduğunu söylemek gerekir”. Diğer mezheplerin hareket noktası da bu olmakla beraber, akde kimlerin ehil olduğu ve nelerin mahal (akid konusu) olabileceği konusunda Hanefîler’le esaslı görüş ayrılığı içerisindedirler.

  1. Taraflarla ilgili kuruluş şartlan. Akidden bahsedilebilmesi için, kar­şılıklı iki tarafın bulunması gereklidir. Özellikle her iki tarafa karşılıklı borç yükleyen muâvazah akidlerde akdin hakları, yani teslim, tesellüm, mutâlebe gibi hususlar, temsil olunana değil bizzat akdi yapanlara râci olduğundan, tek kişinin iki tarafı temsilen akid yapması mümkün görülmemiştir. Hanefî mezhebinde sadece nikâh akdinin hukukî yetkiye sahip tek kişi tarafından yapılabileceği kabul edilirken, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde gerek nikâh

akdi gerekse malî muâvazalı akidlerin hukukî yetkiye sahip tek kişi tarafın­dan yapılması caiz görülmüştür.

Hanefî mezhebinde, akdin kurulabilmesi ve hukukî varlık kazanabilmesi için akdi yapacak tarafların temyiz kudretine sahip olmaları yeterli görül­müş, ayrıca bulûğ ve rüşd şartı getirilmemiştir. Buna göre mümeyyiz çocuğun mal varlığında hem artış hem eksiltme meydana getiren hukukî işlem­leri çocuğun kanunî temsilcisinin önceden verdiği muvafakat (izin) ile veya daha sonra vereceği onaya (icazet) bağlı olarak kurulmuş olur. Kanunî temsilcisi icazet verirse bu tasarruflar işlerlik kazanır, vermezse bâtıl olur. Temyiz kudretinden yoksunluk, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı ve -tartışmalı olmakla birlikte- sarhoşluk gibi mâkul davranmayı engelleyen hallerde söz konusu olur. Mâlikî mezhebinde de durum hemen hemen aynıdır. Ahmed b. Hanbel’e göre, mümeyyiz küçüğün bu tür hukukî işlemleri, kanunî temsilci­nin baştan izin vermiş olması halinde geçerlidir.

Şâfıî mezhebinde ise, çocuğun temyiz gücüne sahip olması yeterli olma­yıp, ayrıca çocuğun bulûğa (veya bulûğ yaşına) ermiş olması da şarttır.

  1. Akdin konusu ile ilgili kuruluş şartları. Akde konu edilen şeyin, akdin yapıldığı esnada mevcut olması gerekir. Bu itibarla akdin yapıldığı esnada mevcut olmayan bir şeyin satılması, doktrinde bâtıl sayılmıştır. An­cak, bazı hukukçular bu şartın sadece satım akdi ile sınırlı düşünülmesi gerektiğini ve diğer akidleri kapsamadığını savunurken; bazıları da akde konu edilen şeyin mevcut olup olmaması değil, garara, yani belirsizliğe ve bunun sonucu olarak taraflardan birinin zarara uğrayıp diğerinin haksız kazanç sağlamasına yol açıp açmama ihtimali üzerinde durarak bu şartı oldukça yumuşatmış ve uygulamada ortaya çıkabilecek bazı aksama ve tıkanmaları kaldırmaya çalışmışlardır. Bunun yanında, akdin konusunun (akidle yükleni­len edimin), fiilen (tabii olarak) ve hukuken imkânsız olmaması da şarttır.

Akdin konusunun teamüle elverişli olması da şarttır. Bu cümleden ola­rak akdin konusunun yararlanılabilir olması ve bu yararlanmanın hukuken meşru kılınmış ya da yasaklanmamış olması gerekir. Ayrıca akde konu edilecek şeyin belirlenmiş veya belirlenebilir olması da şarttır.

  1. İrade beyanı ile ilgili kuruluş şartları. Akdin kurulabilmesi İçin beyan edilen iradelerin aynı mecliste ve birbirine uygun olması şarttır. Akid meclisi, Hanefîler’e göre, icap ile başlayıp karşı tarafın kabulü, dolayısıyla tarafların anlaşmaları ile sona eren ve akid görüşmelerinin ihlâl edilmediği zaman dilimidir. Bu itibarla önemli olan mekân birliği değil, icabın hiçbir kesintiye uğramadan kabul ile birleşinceye kadar geçen zaman birliğidir.

c) Akdin Geçerlilik Şartları

Hanefî doktrininde, kuruluş şartları yanında bir de “sıhhat (geçerlilik) şartları” söz konusu edilmiştir. Her akdin kendine özgü birtakım sıhhat şartları olmakla birlikte bütün akidlerde bulunması gereken genel sıhhat şartları da mevcuttur. Ehliyeti kaldıran sebepler akdin asıl unsuru olan rızâyı da ortadan kaldırdığından çoğu defa akdin tamamen hükümsüz ve geçersiz olmasına yol açar. Buna karşılık akidde rızâ ile irade beyanı arasında ve rızâ ile akidde ortaya çıkan sonuç arasında belli ölçüde uyumsuzluğun olduğu durumlarda akid fâsid sayılıp ilgili tarafa akdi feshetme hakkı tanınarak akdin yol açabileceği zararlara karşı korunmak istenmiştir.

Akdin sıhhat şartlarının başında, bedellerin malum olması şartı gelir. Akdin sahih olabilmesi için bedellerin anlaşmazlığa sebep olmayacak ölçüde biliniyor olması gerekir. Eğer akidde, taraflar arasında halledilmesi güç bir anlaşmazlığa yol açan aşırı bilinmezlik, fıkhı tabiriyle “fahiş cehalet” varsa bu akid fâsid olur. Meselâ, bir kimsenin bir sürü içerisinde hangisi olduğu belirlenmemiş bir koyunu satması fahiş cehalet sayılır. Çünkü bu durumda satıcı, koyunun belirlenmemiş olması gerekçesiyle kötü bir koyun vermek isteyebilir; alıcı da aynı gerekçeyle daha iyi bir koyun seçip almak isteyebilir. Ancak, basit bilinmezlik akdi fâsid kılmaz. Meselâ, akdin başlangıcında seçme ve belirleme yetkisinin müşteriye verilmiş olması halinde bu bilin­mezlik bir anlaşmazlığa sebep olmaz, dolayısıyla da akdi fâsid kılmaz. Bedellerin vasıflarının bilinmesi ise sıhhat şartı değil, lüzum (bağlayıcılık) şartıdır.

Akdin garardan yani mâkul olmayan ölçüde risk, şüphe ve bilinmezlik­ten uzak oiması şartı da, hem yukarıdaki şartı tamamlayan hem de tarafla­rın beklenmedik risk ve zarardan uzak olarak gönül hoşnutluğuyla birtakım akdî yük ve borçlar altına girmesine imkân veren ve yine akidden doğan haklı kazançlar elde etmesini sonuçlayan önemli bir sıhhat şartıdır. Esasen, bilinmezlik (cehalet) ve garar hukukî ilişkilerde ölçü olabilecek netlikte ve açıklıkta birer kavram olmayıp tanımı ve içeriği şahıs, bölge ve dönemlere göre farklılık gösterebilir. Fakat İslâm hukukunda bu konu üzerinde ayrıntı ile durulmuş, bazı örneklerden hareketle belli ölçüler getirilmeye çalışılmış ve neticede akidlerde güven, adalet ve hakkaniyeti sağlama, işin şansa bırakı­larak taraflardan birinin akdin mâkul sonucu olmayan bir borç ve zararla karşılaşmasını önleme yönünde önemli tedbirler alınmıştır. Aşağıda bilinmezlik, gabin ve garar konusuna tekrar dönülecektir.

Akid esnasında tek taraflı yarar sağlayan, akdi risk ve bilinmezlik orta­mına sürükleyen, yasak bir şeyi içeren, akdin muhteva ve yapısal amaçları­na (muktezâ) veya teamüle aykırı şartlar da çoğu zaman fâsid şart olarak nitelendirilmiştir. Akidde tarafların ileri sürebileceği şartlardan önemli bir bölümünün özellikle ilk dönem İslâm hukukçularınca fâsid şart olarak nitelendirilmesi ve böyle akidlerin feshine imkân tanınması, temelde akidlerde sadeliği koruma, akdin kuruluş ve hükümlerini objektif ölçülere bağlama ve ileride taraflardan birinin bu yüzden mağdur olmasını önleme düşüncesine dayanır. Ancak bu sakıncanın ortadan kalktığı ileriki dönem­lerde hukuk ekolleri bu konuda daha müsamahalı bir tavır izlemiş ve dinin temel ilke ve yasaklarını ihlâl etmediği, örf ve teamülde bulunduğu sürece taraflara akidde dilediği şartlan ileri sürme ve akdi dilediği muhtevada dü­zenleme serbestisi tanımışlardır.

Akid yapılırken akdin tabii unsur, şart ve hükümlerinde yanılma (hata), kusurlu bir davranış sonucu karşı tarafın yanılması veya aldatılması (hile ve tağrir) veya akdin zor ve tehdit (ikrah) altında yapılması durumunda, akdin temel kurucu unsuru olan rızâ bu etkenlerin tür ve derecesine göre belli ölçüde sakatlanır. Bundan dolayı da İslâm hukuk doktrininde hata, hile ve ikrahın akde tesirleri üzerinde ayrıntılı şekilde durulmuş, akidlerde objektifli­ği ve düzeni sağlama ve üçüncü şahısların haklarını koruma ile tarafların esasen razı olmadıkları zarar ve mağduriyetlerini önleme arasında mâkul bir denge kurulmaya çalışılmıştır. Bu sebeple de bir dereceye kadar akidler ve dış irade korunmuş, akde rızânın ciddi ölçüde sakatlandığı belli bir dereceden sonra ise ilgili tarafa akdi feshetme hakkı tanınmıştır.Faiz yasağı İslâm’ın temel yasaklarından olduğu için akdin sahih ola­bilmesi için, faiz unsurunu veya şartını içermemesi hatta akdin faiz şüphe­sinden uzak olması şartı üzerinde de ayrıntı ile durulur.

Belli başlılarına temas edilen bu sıhhat şartlarının bulunmaması halinde akid bâtıl ve tamamen geçersiz olmayıp fâsid olacaktır. Haneffler fâsid akdi belli nevi akidlerde bâtıl akidden ayn düşündüklerinden, akdi fâsid kılan bu şartın kalkması veya iyileştirilmesi halinde akdin sıhhat kazanabileceğini ifade etmişlerdir. Çünkü amaç insanların sözleşme hürriyetlerini ve akdî iradelerini kısıtlamak değil, akidlerin hem dinin ilke ve esaslarına aykırı kurulmasını önlemek hem de insanları bilgisizlik, dikkatsizlik, ihtiyaç ve zorbalık sebebiyle gerçekte razı olmadığı bir yükümlülük ve zarar altına girmekten korumaktır.

d) Akidlerin Hükümsüzlüğü

Akidlerin muteberliği için öngörülen “ehliyet”, “irade beyanı” ve “akdin konusu” ile ilgili olarak aradığı şartlan taşımayan akidler, genel bir ifadeyle hükümsüzdür. Söz konusu bu şartlar hukukî işlemlerin, fert ve toplum yarannı gerçekleştirme ve koruma maksadına uygun şekilde, dolayısıyla kamu düzenini ihlâl etmeyecek biçimlerde ve amaçlarla yapılmasını sağlama hedefine yönelik olduğundan, hükümsüzlük, bir bakıma kamu hakkına ve hukuk düzenine aykırı davranmanın bir yaptırımı olmaktadır. İslâm hukuk­çularının bu aykırılığı, şâriin emir ve maksadına aykırılık şeklinde açıklama­sının da anlamı budur.

Hükümsüzlük, Hanefî doktrininde iki kademeli olarak ele alınmış ve kuruluş şartlarını taşımayan akid “bâtıl”, sıhhat şartlarını taşımayan akid “fâsid” sayılmıştır. Butlan, akdin hukukî yapışma aslî yönden aykırılık, fesad ise fer’î yönden aykırılık olarak ifade edilmiştir. Şu var ki, bu ayırım bütün akidler için geçerli olmayıp, muâvazalı akidler için söz konusudur. Diğer ekollerde ise, böyle bir kademelemeye gidilmemiş, bâtıl ve fâsid birbi­rinin eş anlamlısı olarak kullanılmıştır.

Pratik sonuçları itibariyle butlan ile fesad arasında birtakım farklılıklar vardır. Bâtıl akid hiçbir surette hukukî varlık kazanamaz ve meselâ satım sözleşmesinde mülkiyeti alıcıya geçirmez. Fâsid akid ise hukukî varlık kazanmış bir akid olup teslimin gerçekleşmesi anında mülkiyeti nakleder. Hanefîler fâsid akidle edinilen mülkü “temiz olmayan mülk” olarak tavsif etmişler ve tarafların dinen ve hukuken, bu akdi feshetmekle mükellef olduklannı ifade etmişlerdir. Taraflar feshetmekte gevşeklik gösterirlerse akid mahkeme kanalıyla feshedilerek hukukî hayattan kaldırılır. Ancak fesihten önce alıcı, malı başka birine sattığı takdirde iyi niyetli bu yeni alıcının haklarının korunması amacıyla artık akdin fesih imkânı ortadan kalkar.

e) Akdin Hukukî Sonucu

Hukukun öngördüğü şartları taşıyarak kurulan akid, gerek taraflar ve gerekse akid konusu itibariyle birtakım hukukî sonuçlar doğurur. Akid tek taraflı veya iki taraflı borçlar doğuran hukukî bir işlem olduğundan öncelikli olarak akdi yapan taraflann akidden doğan borçları söz konusu olur. Söz gelimi satım akdinde satıcının malı (mebi1) teslim, alıcının da bedeli (semen) ödeme borçları doğmuş olur. Akid temsil yoluyla yapılmışsa temsilciler, alacaklılar ve bazı durumlarda üçüncü şahıslar da akdin hukukî sonucuyla ilgili olabilmektedir. İslâm hukukunda akid serbestisi ilke olarak kabul edildiğinden akid, tarafların kanunu mesabesinde görülmüştür. Bu itibarla da akdin en tabii hukukî sonucu akde konu olan borçların ifasıdır. Akidde borcun ifası birtakım genel kurallara tâbi ise de her bir akid türüne göre de farklılık gösterebilmektedir. Satım gibi doğrudan mülkiyeti nakleden akidlerde, tarafların mülkiyeti nakil borcu değil teslim ve tesellüm borcundan söz edilir. Akidden sonra ve teslimden önce akid konusu malda meydana gelen artışlar da yeni mâlike aittir. Malın menfaatini (kullanım) nakleden akidlerde ise ifa, menfaatin tahsisi ile mümkün olur. Söz gelitni, kira akdinde kiralanan evin kiracıya teslimi, iş akdinde işçinin emeğini işverenin emrine tahsisi gerekir. Bu tür akidlerde tahsis yeterli olup kullanım ve çalışmanın gerçekleşmesi şart değildir.

Karz gibi zimmet borcu yükleyen akidler, borçlunun zimmetinin talep ve geri istemeye muhatap olması yükümlülüğünü getirir. Talep halinde borçlu­nun veya temsilcisinin ödemede bulunması gerekir. Borcun teminat altına alınmasını amaçlayan kefalet, rehin gibi akidlerde de ifa, yine bu akidlerin yapı ve maksadına uygunluk taşır. Hukuk doktrininde belirlenen genel kuralların dışında ifa ile ilgili ayrıntılı hükümlerin kaynağı ise taraflar arası anlaşma şartlarıdır. Belli bir bölgeye ve iş koluna ait teamül de yardımcı bir unsur olarak devreye girebilir.

Akidden doğan borcun yerine getirilmemesi veya geciktirilmesi halinde ilgili tarafın akdî mesuliyeti söz konusu olur. Genellikle uğranılan zararın tazmini şeklinde kendini gösteren ve akidden doğan bu hukukî sorumluluk için şu üç hususun gerçekleşmiş olması gerekir:

  1. Hukuken geçerli bir akidden doğan ifa borcunun yerine getirilmemesi veya geciktirilmesi.
  2. Akdin karşı tarafının bundan zarar görmüş olması.
  3. Zararın kusurlu bir davranış sonucu doğmuş olması.

f) Akdin Sona Ermesi

Akdin sona ermesinin en tabii yolu, tarafların akidden doğan borçlarını karşılıklı olarak ifa etmeleridir. Fâsid akdin feshedilmesi veya akid konusu ortadan kalkıp yerine mâkul bir ikamenin de mümkün olmaması halinde akdin kendiliğinden sona ermiş olması da (infisah) akdi sona erdirir. Bâtıl akid hukuken varlık kazanamadığından sona ermesinden de söz edilemez.

Tek taraflı veya iki taraflı olarak bağlayıcı karakterde olmayan kefalet, rehin, vedîa, ariyet, vekâlet, karz, hibe gibi akidlere tek taraflı irade ile son verilebilir. Akdin hile, ikrah, fahiş fiyat, aldatma gibi kusurlar veya görme muhayyerliği, ayıp muhayyerliği ve şarttan kaynaklanan muhayyerlikler sebebiyle bozulabilmesi de mümkündür. Sağlam olarak doğmuş bir akdin henüz ifa edilmeden geriye dönük olarak bozulup hükümsüz hale getirilmesi satım, kira, sulh gibi akidlerde kural olarak mümkünse de evlenme, boşama, ıtk gibi hukukî işlemlerde bu kabul edilmemiştir.

Akdin tek taraflı irade ile bozulması (fesih) ancak sınırlı hallerde kabul edilip akidlerde devam ve güvenilirlik korunmaya çalışılırken, buna karşılık diğer tarafa karşı ifayı durdurma ve akid konusu malı veya bedeli elinde tutma (hapis) hakkı tanınmıştır. İslâm hukuk doktrininde bu konuda gelişti­rilen görüş ve tedbirler temelde hukukî işlem ve ilişkilerde açıklık ve dü­rüstlüğü sağlama, güven ortamı oluşturma, insanların verdikleri söz ve taahhütleri yerine getirmesini sağlama, fakat bu yüzden ortaya çıkacak haksız zarar ve kazançlar varsa ona da engel olma şeklinde sıralanabilecek birtakım genel amaçlara yöneliktir. Akidlerle ilgili hukukî düzenlemeler genelde İslâm hukukçularının ve hukuk ekollerinin görüş, bilgi ve tecrübe­lerine dayandığından şahıslara, dönemlere ve hukuk ekollerine göre ayrıntı­da birçok farklı doktriner görüşe rastlamak mümkündür.

g) Akid Çeşitleri

İslâm hukukçularının ve hukuk ekollerinin hem teori hem de pratik yö­nüyle ayrıntılı olarak inceleyip geliştirdiği borçlar hukuku, asırlarca sürege­len uygulamanın da katkısıyla zengin bir muhtevaya kavuşmuş, bu arada toplumda ihtiyaç duyulan ve uygulanagelen akidler ve borç ilişkileri belli isimler altında terimleşerek hukuk literatüründe yer almıştır. Ancak İslâm hukukunda “isimli akid” telakkisi mevcut olmayıp gerek isimlendirme gerekse kuruluş ve hükümleri itibariyle akid serbestisi ilkesi kabul edilmiştir. Akid serbestisi veya akid hürriyeti, ferdin akid yapıp yapmama, akdin mahiyet, muhteva ve şartlarını dilediği tarzda belirleme serbestisini ifade eder. Bunun için de akdin kuruluşunda tarafların iradesi esas alınmış, şekil şartlan asgarî seviyede tutulmuş, taraflara -kamu düzeni ihlâli olmadığı sürece- akdin işleyişini, hüküm ve sonuçlarını dilediği tarzda düzenleme serbestisi getirilmiştir. İslâm hukuk doktrininde hâkim olan bu anlayış sebebiyle, sonraki dönemlerde yeni isimler altında farklı akidlerin ortaya çıktığı, dinin temel ilke ve esaslarını ihlâli konu olmadığı sürece yeni isim ve kapsamlı akidlerin de borçlar hukukunda incelemeye alındığı görülür.

Ele alınan ve bir bakıma klasik bir adlandırma ve yapı kazanmış bulu­nan akidler ve hukukî işlemler çeşitli yönlerden bazı sınıflandırma ve ayı­rımlara tâbi tutulabilir. Sıhhat yönünden akidler sahih, fâsid ve bâtıl akid

şeklinde üçlü, bağlayıcılık yönünden lâzım-gayri lâzım, işlerlik ve yürürlük açısından ise nâfız-mevküf şeklinde ikili tasnife tâbi tutulur. Ariyet, vedîa, karz, hibe ve rehinden ibaret beş tür akid, bir aynın (mal) teslimi ile tamamlandığından aynî akidler olarak anılır. Buna karşılık satım, kira, sulh, evlenme gibi birçok akid ise sadece icap ve kabul ile tamamlanır.

Akid konusunun bir karşılığı bulunduğu için satım, kira, sulh gibi akidler “ivazlı akidler” olarak adlandırılır. Buna karşılık hibe, ariyet, vasiyet gibi akid ve hukukî işlemler ise “ivazsız akidler” grubunda yer alır. Akidler, ilgili tarafın ödeme sorumluluğunun bulunup bulunmamasına göre de üçlü bir ayırıma tâbi tutulur. Satım, sulh, karz gibi akidlerde akid konusu malı teslim alan taraf tazmin etme veya meydana gelen zarara katlanma sorumluluğu­nu da taşıdığından “daman akidleri” şeklinde isimlendirilir. Buna karşılık vedîa, ariyet, şirket, vekâlet gibi akidler “emanet akidleri” olarak adlandırılır ve bu akidler temelde güvene dayandığından karşı tarafa teslim edilen mal emanet hükmündedir. Kusurlu ve aşırı davranışı bulunmadığı sürece bu malda meydana gelen zararı ödemezler. Kira akdi ise her iki yönü de bulun­duğundan bu ayırımın üçüncü türünü oluşturur.

Akidler taşıdıkları amaçlar itibariyle de belli ayırım ve adlandırmaya tâbi tutulur. Satım ve kira gibi mal veya menfaatin el değiştirmesi amacını taşı­yanlar “temlik akidleri”, mudârebe ve şirket akdi gibi ortaklık amacına yönelik olanlar “şirket akidleri”, kefalet ve rehin gibi alacak ve ifayı güvence altına almayı amaçlayanlar “teminat akidleri”, vekâlet akdinde olduğu gibi fiil ve tasarrufta bir kimsenin yerini bir başkasının alması amaçlanıyorsa “temsil akidleri”, vedîada olduğu gibi bir mal veya hakkın koruma altına alınmasına yönelik olanlar ise “muhafaza akidleri” olarak adlandırılır. Satım gibi yapıldığı anda ifa olunan “müddetsiz akidler” yanı sıra kira gibi belli bir süre için geçerli “müddetli akidler” de söz konusudur.

İslâm hukukunda kural olarak şekilsiz ve isimsiz akid ilkesi hâkimse de, gerek tarafların ve gerekse üçüncü şahısların haklarını koruyabilmek için bazı akidlerde şekil şartı da aranmıştır. Şahit, ilân, resmî makam ve tescil şartları itibariyle evlenme akdi, taşınmazlarla ilgili mülkiyet, irtifak, rehin gibi akidler “şeklî akidler” olarak sayılabilir. Diğer akidler ise genelde “rızâî akidler” olarak anılır. Bununla birlikte akidlerin tâbi tutulacağı şeklin, top­lumun içinde bulunduğu şartlarla ve kamu düzeni ile yakın ilgisi vardır.

B) Rızâ İlkesi

Akid konusunda İslâm hukuk doktrininde yer alan bilgi ve öneriler dik­katlice incelendiğinde, borç ilişkilerinde tarafların akde ilişkin rızâlarının korunmasının hedeflendiği, kamu yararını ve hukuk düzenini ciddi boyutta ihlâl eden olumsuz bir durum bulunmadığı sürece, tarafların dilediği akdi dilediği şekilde yapması ilkesinin benimsendiği görülür. Kur’an’da, “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl (haram ve haksız yollar) ile yemeyin, kar­şılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna” [475]buyurulur. Hz. Peygamber’in hadislerinde de hukukî ve ticarî ilişkilerin açıklık ve dürüstlükle yapılması, bir kimsenin gönül hoşnutluğu ve rızâsı bulunmadık­ça malmm kimseye helâl olmayacağı sıkça tekrarlanmıştır. Bu sebeple de İslâm hukukçuları, akidlerin kuruluş ve işleyişinde karşılıklı rızânın bulun­ması ve akdin tarafların hür iradelerini zedeleyen veya yok eden ikrah, hata, hile, gabin, garar, cehalet gibi kusurlardan uzak olması üzerinde ısrarla dur­muş, bu tür kusurların akde etkisi ve bu yolla elde edilen kazancın hukukî ve dinî hükmü gibi konularda da ayrıntılı bir doktrin geliştirmişlerdir. Akidle­rin kuruluş ve işleyişine ilişkin olarak literatürde dile getirilen birçok kısıtla­ma da esasen tarafların hür iradelerini korumayı, razı olmadıkları bir mağ­duriyet ve zararı önlemeyi hedefler. Bu itibarla, fakihlerin borç ilişkileri açısından söz konusu ettikleri gabin anlayışı, tağrir, garar ve bilinmezlik yasağı, günümüzdeki borç ilişkilerine olan-olması gereken çizgisinde önemli bir açıklama getirecektir.

a) Gabin Ve Tağrir Yasağı

Gabin (gabn) kelimesi, İslâm hukuk terminolojisinde genelde iki taraflı akidlerde karşılıklar arasında, özelde ise alım satımda satılan şeyle fiyatı arasında değer yönünden farklılık ve dengesizliği ifade eder. Buna göre bir mal değerinin çok üzerinde bir fiyata satın alındığında müşteri, değerinin çok altında satıldığında ise satıcı gabne mâruz kalmış olur. Tağrir ise, akid yapılırken taraflardan birinin söz ve davranışı ile diğer tarafı kasten aldatmasını ifade eder.

İslâm’da bir kimsenin haketmediği bir zarar ve haksızlığa uğramaması, şayet uğramışsa bunun en adaletli şekilde giderilmesi ilkesi hâkimdir. Ancak hukukî ilişkilerde güven ve istikrar ortamını kurabilmek ve tarafların akidleşme hürriyetini koruyabilmek için bazı şekil şartlarına ve objektif ölçülere de ihtiyaç bulunmaktadır. Öte yandan hukukî işlemlerde gabin ve zararı sıfırlamak da mümkün olmaz. Bu sebeple İslâm hukukçuları gabnin akde tesirini belirleyebilmek için kendiliğinden gabin -aldatma sonucu oluşan gabin; kaçınılması mümkün olmayan basit ve önemsiz gabin- aşırı ve belirgin gabin şeklinde bir ayırıma gitmişlerdir. Bununla birlikte, azlık ve çokluk izafî olduğu için, hangi aldanmanın aşırı ve belirgin gabin (gabn-i fahiş), hangisinin basit ve önemsiz gabin (gabn-i yesîr) olduğunu da belirli bir ölçüye bağlamaya gayret sarfetmişlerdir.

Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre bir akidde vuku bulan gabnin aşın olup olmadığını belirlemede o akde ve bölgeye ait örf ve âdetin esas alınması gerekir. Hanefî hukukçular bu ölçütü biraz daha netleştirmişlerdir. Buna göre gabn-i fahiş; herhangi bir malı, o malın fiyatı hakkında, bilirkişilerin tesbit ettiği tahminî meblağların üst sınırını aşan bir fiyata satma ya da satın alma durumu; gabn-i yesîr ise bir malı, bilirkişilerin tahmin sınırları içerisin­de kalan bir fiyatla satma ya da satın alma durumudur. Bunu şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür: 100 liraya satın alman bir mal için değişik bilirkişiler tarafından 60 ile 90 lira arasında değer biçilmişse alıcı bakımın­dan gabn-i fahiş söz konusudur. Böyle bir malın meselâ 50 liraya alınması halinde satıcı bakımından gabn-i fahiş söz konusu olur. 60 liranın altına düşmeyen veya 90 liranın üstüne çıkmayan bir fiyat ile satılması durumun­daki aldanma ise gabn-i yesîrdir. Bazı fakihlerin, menkul ticaret mallarında piyasa değerinin % 5’ini, hayvanda % 10’unu, gayri menkulde % 20’sini aşan fiyatı gabn-i fahiş sayan görüşü de (Mecelle, md. 165) yine örf ve âdet ölçü alınarak yapılmış bir oran belirlemesi ve çözüm önerisi mahiyetindedir. Başka ölçü ve oranlardan söz eden fakihler de vardır.

Özetle ifade etmek gerekirse, bir akidde gabnin meydana gelmiş olması bu akdin feshedilmesi için tek başına yeterli olmaz, ayrıca gabnin rızâyı sakatlayan bir sebepten kaynaklanmış olması şartı aranır. Bu sebeple, meselâ bir kimse kendi iradesiyle, bilerek ve farkında olarak bir malı aşın gabin sayılacak bir fiyatla satmış veya satın almış ise, bu kimseye sırf bu gabin sebebiyle akdi feshetme hakkı tanınmaz. Ancak kişi, bilgisizliği ve dikkatsizliği sebebiyle aşırı bir gabne mâruz kalmışsa, Hanefî ve Şâfıî fakihleri, hukukî işlemlerde güven ve istikran bozacağı düşüncesiyle bu kimseye akdi feshetme hakkı tanımazken, Şîa da dahil diğer mezhepler bu kimsenin akdi feshedip aldığını iade edebileceği görüşündedir.

Bir sahâbî Hz. Peygamber’e gelerek alışveriş yaparken kandırıldığını söylemiş, Resûl-i Ekrem de ona,

“Bir şey alıp sattığın zaman ‘kandırma (hılâbe) yok’ de” diye tavsiyede bulunmuştur. [476]Başka bir hadiste, kafasına yediği darbe nedeniyle aklî dengesi biraz bozulduğu halde ticaretten geri durmayan birisi Resûlullah’a, ticarette aldandiğı şikayetiyle başvurmuş, Hz. Peygamber onun için dua etmiş ve alışveriş yapmamasını tavsiye etmiş ve ona,

“Yine de ticaret yapacaksan, alım satım yaptığında ‘kandırma yok’ de! Böylece üç gün muhayyer olursun; hoşuna giderse malı tutarsın, hoşuna gitmezse iade edersin” demiştir. [477]Bu ve benzer anlamdaki hadislerde görüldüğü üzere, Hz. Peygamber ga­bin yüzünden akdin butlanına hükmetmemiş, bunun yerine başlangıçta kandırma yok şartının ileri sürülmesini tavsiye etmiştir. İslâm hukukçuları, bu noktadan hareketle, gabinli akdin bâtıl olmadığını, aldanan tarafa gabin sebebiyle muhayyerlik tanmabilmesi için ise, gabinin hile ve aldatma (tağrir) sonucunda gerçekleşmiş olması gerektiğini söylemişlerdir. Buna göre, hile sonucundaki gabin, ayrıca bir şarta gerek kalmaksızın aldanan tarafa mu­hayyerlik hakkı verdiği halde, hilesiz gabin, ancak şart koşulmaya bağlı olarak muhayyerlik hakkı vermektedir.

Gabne karşı tarafın hile ve aldatmasının yol açması veya müessir olması halinde bu akid fâsid olur ve gabne mâruz kalan kimse tarafından feshedilebilir. Hatta aldanmanın üçüncü şahsın söz ve davranışından doğması, fakat bunda karşı tarafın bilgisinin de bulunması halinde aldanan tarafın yine böyle bir fesih hakkı vardır. Hangi söz ve davranışın aldatma teşkil ettiği ise gerek fıkıhta gerekse günlük hayatta her zaman uzun tartışmalara yol açabilecek bir konudur. Meselâ Hz. Peygamber, sağılır bir hayvanı birkaç gün sağmayıp memesinde süt biriktirerek satışa sunmayı müşteriyi aldatma olarak nitelendirmiş ve alıcıya akdi feshetme hakkı tanımıştır. [478]Yine satıcının malın kalitesi, özelliği, maliyeti, kâr nisbeti hakkında gerçeğe aykırı veya yanıltıcı beyanda bulun­ması, açıklama yapması gereken bir konuda susması da aldatma sayılır. Malın değer veya maliyetini yüksek gösteren ve haliyle alıcıyı etkileyen “Daha önce şu fiyatı verdiler, vermedim” veya “Maliyeti şu, bundan aşağısı zarar eder” gibi beyanlar da şayet gerçeğe aykın ise, aldatma sayılır.

Akidlerde objektif unsura ağırlık verip kasıta dayalı bir aldatma (tağrir) bulunmadıkça aşırı aldanmanın akde etki etmeyeceği görüşünde olan fakihler bile yetim, vakıf ve hazine (devlet) malını bu hükümden ayrı tuta­rak, bu malların aşırı gabin teşkil edecek bir hukukî işleme tâbi tutulması halinde bu işlemin fâsid olduğunu ve feshedilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Meselâ yetim, vakıf veya devlet malı, aşırı gabin sayılacak ölçüde düşük bir bedelle satıldığında, kiraya verildiğinde yapılan akid fâsiddir. [479]Bu hüküm, İslâm bilginlerinin yetim ve kimsesizlerin hukukunun korunmasına, vakıf ve devlet malı gibi toplumu ilgilendiren hakların korun­masına ayrı bir önem verdiklerinin bir göstergesidir. Buna göre, meselâ devlet malının normal değerinin altında satılması veya devletin bir malı normal değerinin üstünde bir bedelle satın alması halinde, ortada bir aldat­manın bulunup bulunmadığına bakılmaksızın bu akid fâsid sayılır. Bu hüküm, kamu idaresinin taraf olduğu diğer akidler için de geçerlidir. Hatta ekmek gibi piyasada sabit bir fiyatla satılan malların gabn-i yesîr ölçüsünde farklı bir bedelle satımını fâsid sayan fakihler de, benzeri bir noktadan hareket ederler.

Fâsid bir akidle elde edilen kazanç da dinen temiz olmayan bir kazançtır. Ticarî hayatta bu kabil yollardan kazanç sağlama Kur’an’ın, “Mallarınızı aranızda bâtıl (haram ve haksız) sebeplerle yemeyin” [480]em­rine, Hz. Peygamberin aldatmayı, akidlere yalan, yemin, hile ve desise karış­tırmayı yasaklayan hadislerine[481], “Bizi aldatan bizden değildir[482]şeklindeki şiddetli ikazına açıkça aykırı olduğu gibi, ağır bir uhrevî sorum­luluğu ve telâfi edilmesi güç bir kul hakkı ihlâlini doğurur. Bu yüzden İslâm bilginleri aldatma, yalan ve hile ile elde edilen artı kazancın haram mal olduğunu, bu tür malın tüketilmesinin ve kullanılmasının kişinin ibadetleri­ni, ferdî ve ailevî hayatını da olumsuz yönde etkileyeceğini, bir an önce hayır cihetlerine harcanarak elden çıkarılması gerektiğini, fakat günah ve kul hakkından kurtulmak için bunun da yeterli olmayabileceğini belirtirler.

b) Garar Yasağı

İslâm hukukçularının ve hukuk ekollerinin birçok farklı anlam yüklediği garar terimi, öz olarak, bir borç ilişkisinde akid konusunun meydana gelip gelmeyeceğinin belirsiz olması, akıbetinin kapalı olması, akdin haksız ka­zanca yol açacak ölçüde kapalılık taşımasını ifade eder. Garar da bir nevi bilinmezlik anlamı içermekle birlikte, akid konusunun elde edilip edilemeye­ceğinin belirsizliği genelde garar, vasıflarının bilinmezliği ise cehalet terimle­riyle karşılanır. Bununla birlikte her iki kelimenin birbirinin yerine kullanıl­dığı da olur.

Hemen hemen bütün hadis kitaplarında Hz. Peygamberin gararh alış­verişi (bey’u’l-garâr) yasakladığı rivayeti yer alır. [483]Kur’an ve Sünnet’te, sözleşme­lerde açıklık, dürüstlük ve güven ilkeleri üzerinde ısrarla durulur; karşılıklı rızânın bulunmadığı akidler ve ticarî işlemler “bâtıl yol” olarak nitelendirilir. Kur’an ve Sünnetin borçlar hukuku alanında sevkettiği birçok hüküm ve ya­sak da temelde bu açıklık ve dürüstlüğü sağlamaya yöneliktir. Mâliki hukukçu İbnü’l-Arabî de İslâm’da muamelât hukukunun dört temelinin bulunduğunu belirttikten sonra bunlardan birini de hadislerdeki garar yasağının teşkil ettiğini söyler.

Garar yasağı İslâm hukukçularınca ilke olarak benimsenmekle birlikte hangi tür akid ve şartın bu yasak kapsamına girdiği, gararm akdin kuruluş ve işleyişine tesirinin ne olacağı gibi hususlar İslâm hukukçuları ve hukuk ekolleri arasında tartışmalıdır. İslâm hukukunun klasik literatüründe özel borç ilişkileri ayrıntılı olarak işlenip geliştirildiği için, garar konusunda da zengin bir hukuk doktrini oluşmuştur.

Akde konu olan mal ve bedelle veya akdin ifası ile ilgili ayrıntıların ta­raflarca önceden açıkça belirlenmesi ve bilinmesi şarttır. Bilinmezliğin, tarafları anlaşmazlığa sürükleyecek ölçüde olması, akdin fâsid olmasına yol açar. Fakat, akdin konusu ve ifa ile ilgili her türlü risk ve kapalılığı garar kapsamına dahil edip bu tür akidleri geçersiz saymak doğru olmaz. Çünkü bundan kaçınmak her zaman mümkün değildir. Bu sebeple, ancak belli bir derece ve ölçüden sonraki gararm, yani kapalılık ve riskin akdi bozacağı benimsenmiş ve böylece hukukî işlemlerde istikrar ve güven korunmak istenmiştir. Bunun sonucu olarak, akidlerde bulunabilecek garar, önem ve derecesine göre,

  1. a)Akdi iptal edici,
  2. b)Akdi ifsad edici,
  3. c)Kaçınılması müm­kün olmayıp akde tesir etmeyen garar şeklinde üç grupta ele alınabilir. Anne karnındaki yavrunun, kaçmış hayvanın, olta veya ağdaki balığın, istiridye­deki incinin satışı önemli ölçüde risk ve kapalılık içerdiği için bâtıl sayılmış­tır. Akid konusunun vasıf, miktar, vade gibi hususlarıyla ilgili kapalılık ve risk ise, bir ölçüde telâfi edilebilir olduğundan bu tür gararın akdi sadece ifsat ettiği görüşü hâkimdir. Klasik dönem İslâm hukukçuları, İslâm öncesi dönemde yaygın olan ve bazı sembolik hareketlerle yapılan satım türlerini (bey’u’l-hasât, bey’u’l-münâbeze, bey’u’l- mülâmese), satılan malın tesliminin mümkün olmaması, mal veya bedelin ne olduğunun, miktar ve vasfının bilinmemesi, vadenin bilinmemesi gibi durumları, henüz olgunlaşmadan dalındaki meyvenin satımını, bir satımda iki satımı veya akdin yapısına aykırı şartın ileri sürüldüğü satım akidlerini, hatta kuruluşu başka bir husu­sun gerçekleşmesi ihtimaline bağlanan satımları, kaporalı alışverişi vb. de gararh akid örnekleri olarak sayar ve garar yasağı kapsamında görürler. Zaten anılan bu satım türlerinin çoğu hadislerde de ayrı ayrı yasaklanmak­tadır. Garar, belki de bu tür akidlerin yasaklanışını açıklayan ortak gerekçe konumundadır.

İslâm borçlar hukukundaki garar yasağı ayrıntılı biçimde satım akdinde işlenmiş olmakla birlikte sadece bu akde özgü olmayıp selem, istisna, kira ve iş akdi, sulh, şirket gibi karşılıklı borç doğurma esası üzerine kurulu iki taraflı akidlerde de, hatta bağışlama (hibe), ariyet, vasiyet gibi tek taraflı (teberru) akidlerde de söz konusu olabilir. Her ne kadar Mâlikîler teberru akidlerinde gararın etkili olmayacağı görüşünde iseler de, İslâm hukukçula­rının çoğunluğu, İslâm borçlar hukukundaki garar yasağını daha geniş kapsamlı ve etkili bir hukukî ilke olarak işletmekte, nikâh akdi ve akdî şartlar da dahil her türlü hukukî işlemde tarafları kapalılık, risk, aldanma ve aldatmaya karşı güvence altına almak istemektedirler.

İslâm hukukuna ait klasik literatürde gararlı akidler ve akidlerdeki garar unsuru ile ilgili olarak her bir akid türünde birçok örnek verilir. Bu anlayış ve örneklendirmelerde, İslâm hukukçularının kendi dönemlerindeki ticarî işlem, usul ve şekillerinin de önemli etkisi vardır. Burada asıl amaç, hukukî işlemlerde karşılıklı rızâyı, açıklık ve dürüstlüğü korumak, tarafların bek­lenmedik bir zarar ve risk altına girmesine, aldatmasına veya aldanmasına engel olmaktır. İslâm hukukçuları dönemlerindeki hukukî işlem ve ticarî muameleleri bu temel ilkeye göre değerlendirip söz konusu sakıncayı taşı­yan usul ve şekilleri garar yasağı kapsamına alarak tarafların haklarını korumak istemişlerdir, Her ne kadar İslâm hukukunda akid serbestisi, huku­kî işlemlerin konu ve kapsamını tarafların dilediği tarzda belirleme özgürlüğü mevcut ise de, başta faiz ve garar yasağı olmak üzere, hukuk düzeni belli kısıtlama ve yasaklamalar getirerek özellikle zayıf tarafın haklarını koruma altına almış, insanların bilerek ve farkında olarak borç ve yükümlülük altına girmelerini istemiştir. Akdin tabii unsurlarındaki eksiklik ve bilinmezliğin, hile ve kumarın, aşırı fiyat farklılığının önlenmeye çalışılması çabalan da bu amaca yöneliktir. İslâm’ın bu temel amacı göz önüne alınarak, İslâm huku­kunda garar yasağı, hukukî işlemlerde güven ve açıklığı sağlayacak, risk, bilinmezlik ve kapalılığı önleyecek ölçüde geniş ve esnek bir kapsamda ele alınmış ve işletilmiştir.

c) Bilinmezlik Yasağı

Akdin konusu ile ilgili belirsizliğin “garar”, vasıflarındaki bilinmezliğin ise “cehalet” terimiyle ifade edildiğine yukarıda temas edilmişti. Hukukî işlemlerde gönül hoşnutluğunun ve hür iradenin gerçekleşmesi, tarafların ne üzerinde, nasıl ve hangi şartlarla anlaşma yaptıklarını açıkça bilmeleriyle mümkün olur. Bunun için de İslâm hukukunda açıklık, dürüstlük ve güven ilkelerinin tabii gereği olarak akidlerin tabii unsurlarının anlaşmazlığa yol açmayacak ölçüde bilinir olması üzerinde önemle durulmuştur.

Hukukun bir ödevi de insan ilişkilerinde çıkması muhtemel aksaklıkları önceden görüp, bu konuda tedbir alarak insanların huzur ve güven içinde yaşamasına yardımcı olmaktır. Dinî ve ahlâkî cihetle desteklenmiş olması sebebiyle bu durum İslâm hukuku hakkında daha çok geçerlidir. Bu sebeple de taraflar arasında çekişmeye yol açması kuvvetle muhtemel olan bilinmez­lik durumları İslâm hukukunda aşın ve belirgin bilinmezlik anlamında “fahiş cehalet” diye anılır ve bu tür bir bilinmezliğin akdi fâsid kılacağı ittifakla benimsenir. Birçok hukukî işlemin geçerliliği (sıhhat) için bu işlemin içeriği­nin ve konusunun bilinir (malum) olmasının gerekli görülmesi de böyle bir anlam taşır. Meselâ satım akdinde satılan malın, bedelin, ödeme şeklinin ve zamanının; kirada kiralanan malın evsafının, kira bedelinin, sürenin ve kullanım şeklinin; iş akdinde işin tür ve özelliğinin, çalışma şartlarının, ücret miktarının ve ödeme usulünün; vekâlette vekilin görev ve yetkilerinin, ziraî ortaklıkta ekim ve paylaşım usulünün akid esnasında belirlenmesi ve taraf­larca bilinmesi şarttır. Fakihlerin bu konuda gösterdiği hassasiyet, asırların ürünü bir hayat tecrübesini ve bilgi birikimini yansıtır. Günlük hayatta insanlar arasında meydana gelen ve giderek ciddi boyutlara ulaşan anlaş­mazlık ve çekişmenin önemli bir sebebi de, başlangıçta tarafların hak ve sorumluluklarının etraflıca konuşulup belirlenmeyişidir. Kur’an’da borçlan­maların yazılmasının ve şahitle tevsikinin tavsiye veya emredilmiş olması da [484]esasen bu gayeye matuftur. Çünkü hukukî ve ticarî işlem­lerde başlangıçta açıklık ve bilinirliğin sağlanması, tarafların rızâlarının ve akdin hür iradeyle oluşmasının önemli ön şartlarından biridir.

II. Hukukî Hayat

Müslüman toplumların hayat tarzında ve tecrübe birikiminde yer alan hukukî hayata ilişkin hüküm ve öneriler, fıkıh literatürünün üç ana bölü­münden biri olan “muamelât” bölümünün ana konusunu teşkil eder. Bun­lardan aile, miras, vakıf gibi özel alanlar hariç tutulursa, şahıslar arasındaki borç ilişkileri günümüzde “borçlar hukuku” adı altında ele alınmaktadır.

Kur’an ve Sünnet’te borçlar hukuku ve borç ilişkisi için temel teşkil ede­cek birtakım dinî, ahlâkî ve hukukî esaslar belirtilmiş, geniş bir coğrafyaya dağılan İslâm toplumlarında asırlar boyu süregelen uygulamaların da katkı­sıyla giderek ayrıntılı bir borçlar hukuku doktrini ortaya çıkmıştır. Ancak İslâm hukukunun genel gelişim seyrine paralel olarak borçlar hukuku da, başta alışveriş (bey’) olmak üzere kira ve iş akdi (icâre), şirket, sarf, selem gibi özel borç münasebetlerinin ayrı ayrı tanzim ve tedvini şeklinde geliş­miştir. Bu itibarla borçlar hukukunun genel hüküm ve nazariyesi, klasik İslâm hukuku literatüründe bu özel borç münasebetleri ele alınırken çeşitli konular arasına dağılmış olarak bulunur.

A) Borç

Borcun unsurları, taraflar, konu ve sebepten ibarettir. Borcun tarafları, alacaklı ve borçludur. Borç ilişkisinde konu, para veya misli bir malın öden­mesi (deyn), belirli bir malın teslimi (ayn) veya belli bir hizmetin ifası (iş) şeklinde olabilir. Borcun sebebi de, borcun kaynaklandır. Gerek taraflar ve konu ve gerekse sebep itibariyle belirsizlik ve aldatmanın bulunmaması ve gayri meşru unsurlar içermemesi gibi ilkeler, İslâm hukukçularının ısrarla üzerinde durduğu konulardır. Özel borç münasebetlerinin bazı nevi ve şekillerinin caiz görülüp görülmeyişindeki görüş ayrılıkları da bu mevzudaki yaklaşım ve ölçü farklığından kaynaklanır.

Borcun kaynakları hususunda gerek klasik ve gerekse çağdaş doktrinde farklı taksimler yapılır. Borcun kaynaklarının hukukî işlem ve hukukî olay şeklinde ikiye indirgenmesi mümkündür. Bunun biraz daha açılmasıyla tek taraflı hukukî işlem akid, haksız iktisap, haksız fiil ve kanun şeklinde beş sebepten söz etmek mümkün olur.

Tek taraflı hukukî işlem ve irade beyanı, gerekli şartlar taşıdığında bu işlemi yapan ve bu tür beyanda bulunan şahıs için bağlayıcı olur. Bunun bir örneği, klasik literatürde “cuâle” adı verilen ödül vaadidir. Akid teklifi de (icap), bazı İslâm hukukçularına göre, karşı tarafın kabulüne kadar icapta bulunanı bağlayıcıdır. Kefalet, vasiyet ve vakıf da islâm hukukunda tek taraflı irade beyanı ile kurulur. İbra, ariyet ve hibe de yine temelde tek taraflı irade beyanına dayanan hukukî işlemlerdir.

Tarafların irade beyanlarının hukukî bir sonuç doğuracak tarzda bir ara­ya gelmesiyle oluşan akid, borcun en yaygın ve tabii kaynaklan arasında yer alır. İslâm hukukunda isimsiz akid ve akid serbestisi ilkesi hâkim oldu­ğundan, kişiler dinî emir ve yasakları ihlâl etmediği, dinin genel ilke ve amaçlarına ters düşmediği sürece diledikleri tarz ve şekilde sözleşme yapabi­lirler. Kur’an’da akdin gereğine uyma, akde vefa[485], borç münasebetlerinde karşılıklı nzâ ve gönül hoşnutluğu [486]üzerinde ısrarla durulur. Hz. Peygamber de, “Müslümanlar şartlarına bağlıdırlar” [487]buyurmuştur. Bu sebeple, kişilerin akidleşme esnasında mümkün olduğu ölçüde açıklığı ve belirliliği sağlaması hatta şahit veya yazışma usulüyle hukukî güvence sağlaması, akdin kumlusunda olanca titizliği göstermesi, akid kurulduktan sonra da akdin kendisine yüklediği borçları yerine getirmesi gerekir.

Haksız iktisap veya sebepsiz zenginleşme de yine İslâm hukuk doktrini­nin genel ilke ve mantığı göz önünde bulundurulursa ayn bir borç kaynağı oluşturur. Zaruret veya ihtiyaç sebebiyle başkasının malını kullanan kimsenin belli durumlarda bunun için mâkul bir ücret (ecr-i misi) ödemesi, borçlu olduğu zannıyla yapılan ödemenin geri alınabilmesi, bir başkasının malına hukukî ve meşru bir sebep olmaksızın karışan malın aynının veya değerinin alınabilmesi gibi hükümler, İslâm hukukunda emeğe ve haklı kazanca atfedilen önemin bir göstergesidir.

Mala veya şahsa yönelen haksız fiil (zararlı fiil), önemli borç sebeplerin­den birini teşkil eder. Mala yönelik haksız fiillerden olan hırsızlıkta çalman mal hırsızın elinde mevcutsa geri vermesi gerektiği açıktır. Ancak hırsız çaldığı malı elinden çıkarmişsa hırsıza hem ceza hem de bu malın tazmini yüklenip yüklenemeyeceği tartışmalıdır. Bir başkasının malına hukukî bir sebep olmadan el koyan ve kullanan kimse de, malm hangi sebeple olursa olsun uğradığı zararı tazmin etmek zorundadır. Mala yönelik haksız fiilden hırsızlık ve gasp dışında kalanlar genelde itlaf olarak adlandırılır. Başkasının malına doğrudan zarar verilmesi halinde failin sorumluluğu için kusurlu olup olmadığına bakılmazken[488], dolaylı (tesebbüben) itlaf duru­munda ise failin kusurlu olması şartı aranır. [489]Şahsa yönelik haksız fiillerden öldürme ve yaralama, gerekli şartlar mevcutsa denk bir ceza olan kısasla cezalandırılır. Değilse diyet, erş veya hükûmet-i adi denen ve tazminat karakteri ağır basan malî bir ödeme yapılması gerekir. Hatta belli durumlarda mağdura başka ölçülerle belirlenecek maddî veya manevî taz­minat, mehir vb. ödenmesi de söz konusu olabilir. Bütün bu haksız fiiller İslâm hukukunda ayrı birer borç kaynağı teşkil ederler.

Kanun da (şer’) yukarıdaki dört sebebe ilâve olarak ayrı bir borç kaynağı sayılır. Kişinin belli yakınlarına karşı nafaka borcu, eksik ehliyetler üzerin­deki velayetin gereği olan edimler, miras bırakanın borçlarını üstlenme, hatta zekât ve bazı kefaretler de kanundan doğan borçlar olarak anılabilir.

Borç ilişkisinde aslolan tarafların borçlarını, gerektiği zaman ve şekilde ödemesidir. Borcun aynen yerine getirilmesi mümkün olmazsa bedeli ödenir. Ancak bu bedel bir yönüyle tazminat özelliği taşıdığından alacaklının fiilen mahrum kaldığı menfaatin, hatta bazı durumlarda kuvvetle muhtemel menfaatlerin de tazmini gerekebilir. Yalnız bu tazminat alacaklının fiilen veya kuvvetli bir ihtimalle uğradığı bir zararı telâfiye yönelik olduğundan, farazi bir menfaat kaydı iddiası içeren ve önceden belirlenen faiz gelirinden farklıdır. Borçlu gönül rızâsı ile borcunu ödemeye yanaşmazsa, mallan haczedilip satılır ve borcu ödenir. Bazan da borçlu cezalı değil de tedbir olarak hapsedilerek ödemeye zorlanır. İslâm hukukçuları, kişinin borçlarına karşı şahsıyla değil de malıyla borçlu olduğu ilkesini benimserler. Borcun nasıl, nerede ve hangi şekilde ödeneceği, bu konuda taraflara terettüp eden ayrıntılı hükümler hususunda taraflar arası anlaşma, o toplumda ve kesimde yerleşik kural ve ölçüler esas alınır.

Borcun sona ermesinin en tabii yolu ifadır. Bunun yanı sıra alacaklının razı olması halinde ifa yerine geçebilen başka tür bir ödeme de borcu sona erdirebilir. İfanın imkânsızlaşması halinde taraflar haksız/sebepsiz olarak edindikleri mallan diğer tarafa iade eder, Zamanaşımı kurai olarak hak ve borcu düşürmemekle birlikte dava edilebilmesine engel olur. Bu durumda borç, kazaen olmasa da dinen devam eder.

Borç, İslâm hukuk doktrininde kazaen borç-diyaneten borç şeklinde ikili bir ayırıma tâbi tutulur. Bu bir bakıma Batı hukukundaki medenî borç-tabii borç ayırımına benzer. Hukukî müeyyideden mahrum olup yargı yoluyla talep ve tahsili mümkün olmayan fakat hakikatte var olup dinen ve ahlaken ödenmesi gereken borca, diyaneten borç denilir. İslâm hukukunda gerek tarafların ve gerekse üçüncü şahısların haklarını koruyabilmek için borç münasebetinde açıklık, belirlilik ve objektif ölçüler esas alınmış, getirilen hukukî ve şeklî tedbirlerle borçların ödenmesi kişilerin vicdanına kalmış diyanî bir konu olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır. Söz gelimi Kur’an’da borç ilişkilerinin yazılması, şahit veya rehin gibi ispatı kolaylaştırıcı vasıtaların kullanılması istenmiştir. [490]Akdin kuruluşunda irade beyanına ve birtakım şeklî şartlara önem verilmesi de bu amaca yöneliktir. Bununla birlikte, her borç münasebetinin hukuken dava ve ispat konusu yapılabilir şekilde belgelenmesi de her zaman mümkün olmadığından, borcun kazaen ve şeklen varlığından ziyade diyaneten ve gerçekten varlığı­na da önem verilmiş ve hangi tür olursa olsun mevcut bir borcun ödenmesi dinî bir yükümlülük, ödenmemesi ise kul hakkının ihlâli ve gasp olarak nitelendirilmiştir. Zaten hukukî de olsa bütün insan ilişkileri sağlam bir dinî ve ahlâkî zemine dayandığında sağlıklı bir yapı ve işleyişe kavuşur. İslâm’ın gerçekleştirmek istediği de budur.

B) Satım

Mülkiyeti nakleden akidlerin en yaygını olan satım (bey’), genel olarak, malı mal karşılığında özel bir biçimde değişmek olarak tanımlanmaktadır. Bu değişme insanın tabiatına uygundur. Çünkü, aslında alan da satan da bir ihtiyacın sahibidir. İhtiyaç sahibi olan kişi, ihtiyacı doğrultusunda ve ihtiya­cına göre tasarrufta bulunacaktır. Karşılıksız vermek ihtiyaç sahibinin duru­muna uygun düşmez. Bu yönüyle muâvazalı yani karşılıklı bedel esasına dayalı akidler en güzel muamele şekli sayılmıştır.

Satım denince ilk akla gelen, malın nakit karşılığında satımıdır. Ancak, malı mal mukabili değişme anlamındaki “trampa”, nakdin nakit ile değişimi anlamındaki “sarf” ve daha sonra teslim edilecek bir malın peşin para mukabilinde satımı demek olan “selem” de geniş anlamda satım akdi kapsa­mında düşünülmüştür.

Gerek Kur’an’da gerekse Sünnet’te insanların hayatlarını devam ettire­bilmeleri için yapmak zorunda oldukları bir işlem olan alım satımın caiz olduğunu gösteren ifadeler bulunmakla birlikte, esasen bu âyet ve hadisler, doğrudan bu işlemin cevazını göstermek gayesiyle değil, onun meşruiyet şartlarına genel çizgilerle işaret etmek ve yapı itibariyle alım satıma benze­mekle beraber muhteva itibariyle benzemeyen faiz gibi işlemlerden farklı olduğunu göstermek amacıyla sevkedilmiştir. Nitekim, “Allah alım satımı helâl, ribâyı ise haram kılmıştır” [491]mealindeki âyette asıl anlatılmak istenen husus, alım satımın helâlliği değil, onun ribâdan farklı olduğudur. Aynı şekilde, “Mallarınızı haksız yere değil, ancak karşılıklı rızâya dayanan bir ticaret yoluyla yiyin” [492]mealindeki âyet de hukukî işlemlerin caiz olduğunu belirtmekten çok, zaten yapılagelmekte olan bu hukukî işlemlerin, özelde alım satımın, genelde bütün akidlerin en temel şartının “karşılıklı rızâ” olduğunu ifade etmektedir.

İslâm hukukçuları da bu temel noktadan hareketle alım satımın meşru olabilmesi için gereken rükün ve şartlarla ilgili ayrıntılı bir hukuk doktrini geliştirmişler ve akid teorisini âdeta model akid olarak ele alınan satım akdi üzerinde örneklendirerek ortaya koymaya çalışmışlardır. Diğer akidlerde olduğu gibi, satım akdinin de kurulabilmesi için akdin temel unsurlarının, yani taraflar, konu ve irade beyanının birtakım şartları bulundurması gerek­lidir. Hanefî ekolünde, “Satım akdinin yegâne rüknü, irade beyanının, ehlinden akdin konusuna izafe edilerek sâdır olmasıdır” şeklinde formüle edilen ifade, bu temel unsurlara işaret etmektedir. Satım akdinde taraflar “satıcı” (bayi’) ve “alıcı” (müşteri) adını, konu da “mebî”’ adını alır. İrade beyanı ise, diğer akidlerde olduğu gibi, tarafların rızâlarını gösteren icap ve kabuldür.

Satım akdinin kurulabilmesi için tarafların alım satıma ehil olmaları yani temyiz kudretine sahip bulunmaları gerekir. Bu bakımdan, gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastası gibi temyiz gücüne sahip olmayan kişilerin alım satımları bâtıl olur.

Satıma konu olan malın mevcut, teslimi mümkün ve hukuken geçerli (mütekavvim) bir mal olması da şarttır. Burada satılan malın mevcudiyetin­den maksat, var olmasında ve tesliminde aşırı risk bulunmaması olarak açıklanabilir. Mütekavvim olması ise, malın ekonomik değerinin bulunması ve yararlanmanın hukuken serbest bırakılmış olması demektir.

Akdin tam anlamıyla meşruluk kazanması için kuruluş şartları yanında geçerlilik ve işlerlik şartlarını da bulundurması aranır. Kuruluş şartlarını taşımayan satım akdi “bâtıl”; geçerlilik şartlarını taşımayan satım akdi “fâsid”; işlerlik şartlarını taşımayan satım akdi ise “mevkuf olur.

Kur’an’da borçlanmaların ve bu arada alışverişin yazı veya şahitle, bazan her ikisiyle birlikte tevsik edilmesi istenmekte[493], buna imkân bulunamadığında rehin bırakabileceği bildirilmektedir. Bundan hareketle olmalıdır ki, tabiîn döneminin büyük hukukçularından Şa’bî, alım satımın “yazılı ve şahitli satım”, “rehinli satım” ve “güven esasına dayalı satım” olmak üzere üç çeşidi bulunduğunu ifade etmiştir. Ayrıca Şa’bî, İbn Ömer’in nasıl alım satım yaptığı ile ilgili olarak şunları söylemiştir:

“İbn Ömer, alım satımı peşin para ile yaptığı zaman şahit tutar, veresiye yaptığı zaman ise hem yazar hem de şahit tutardı.” [494]Klasik dönem fakihlerinin çoğunluğu, dönemlerindeki gelenek ve imkânları da göz önünde bulundurarak, âyetteki yazışma ve şahit tutma emrinin tavsiye niteliğinde olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte taraflar arasında bir çekişmenin baş göstermesi, bir hakkın ihlâline yol açması gibi bir ihtimal söz konusu olduğunda yazışma ve şahit tutma dinî bir yüküm­lülük haline de gelebilir.

a) Yasaklanan Satım Çeşitleri

İnsanlar arasında cereyan eden borç ilişkilerinin en eski ve yaygını olan satım akdi, belli bir ihtiyacı gidermenin en tabii yollarından biri olduğu için tabiatı gereği ve kural olarak caiz ve mubahtır. Ancak dinin ve hukuk düzeninin insan ilişkilerinde hâkim kılmak istediği bazı prensipler, korumak istediği yararlar sebebiyle bazı satım çeşitlerinin yasaklandığı veya kısıtlandığı görülür. Bu konuda getirilen yasaklama ve kısıtlamaların önemli bir bölümü Hz. Peygamberin hadislerinde yer almış, bir bölümü de bu hadisler etrafın­da geliştirilen fıkhî yorumlar sonucu elde edilmiştir. Fakat burada, getirilen yasağın isim ve şeklinden ziyade dayandığı ilke ve gözettiği amacın daha önemli olduğunu, bu zengin bilgi birikiminin günümüz toplumlarına uyar­lanmasının da ancak böyle bir bakış açısıyla mümkün olacağını belirtmek gerekir. Yasaklanan satım şekilleri genel hatlarıyla şu şekilde gruplandırılabilir:

1. Garar Ve Bilinmezlik Sebebiyle Yasaklanan Satımlar

Daha önce açıklandığı üzere garar, akdin konusuna ilişkin belirsizliği, bilinmezlik de (cehalet) akdin tabii unsurlarının ileride taraflar arası bir çekişmeye yol açacak ölçüde bilinmezliği ifade eden fıkıh terimleridir. Satım akdinin iki tür belirsizlikten de uzak olması, tarafların neyi, nasıl ve hangi şartlarda sattığını ve aldığını akid esnasında bilmesi esastır. Bu akidlerin yapılışında hür iradeye saygı ve rızânın korunması ilkelerinin de tabii sonu­cudur.

İslâm öncesi dönem Hicaz-Arap toplumunda yaygın olan, fakat belli öl­çüde belirsizlik taşıdığı için de neticede bir tarafın mağduriyetine yol açabilen sembolik davranışlar ve risk ağırlıklı satım çeşitleri yasaklanmıştır. Meselâ, Câhiliye Arapları bazan vadeli olarak yaptıkları satımlarda satım parasının ödeneceği vadeyi “şu hayvanın yavrusu doğup, büyüyüp, yavrulaymcaya kadar” demek suretiyle belirtiyorlardı. Bu takdirde akiddeki belirsizlik, öde­me süresi (ecel, vade) yönünden olmaktadır. Diğer bir satım şekli ise devenin karnındaki yavrunun veya onun da yavrusunun satılmasıdır. Bu durumda, yavrunun canlı doğup doğmayacağı, canlı doğarsa erkek mi dişi mi olacağı, dişi doğarsa büyüyüp yavru yapıp yapmayacağı gibi birçok belirsizlik bu­lunmaktadır. Erkek hayvanın sulbündeki dölün satımı da böyledir. Burada satılan malın vasfında değil, meydana gelip gelmeyeceğinde yani esasında bir belirsizlik vardır ve önemli bir risk unsuru taşımaktadır. Bu tür satımlar Hz. Peygamberin hadislerinde yasaklanmıştır. [495]

Yine Câhiliye Arapları arasında yaygın olan, içinde ne olduğunu bilme­diği halde ve içini açıp bakmadan bir kılıf içine saklanmış malı yalnızca dokunmak suretiyle satın alma (bey’u’l-mülâmese), birbirine bedel olduğunu tayin etmeksizin ve karşılıklı rızâ aramaksızın, iki kişinin ellerindeki elbiseyi karşılıklı olarak birbirlerine atması yoluyla yapılan bir satım (bey’u’l-münâbeze), müşterinin, “Attığım bu taş hangi elbise üzerine düşerse o bana aittir” deme­siyle yapılan alım satım (bey’u’l-hasât) gibi sembolik fakat gerçek rızâyı zedeleyen, akdin oluşumunda emrivâkiye yol açan, ciddi bir aldanma riski ve belirsizlik taşıyan satım akidleri de Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır. [496]Haram olduğunda ittifak bulunan bu Câhiliye dönemi satım şekillerinde, tam bir belirsizlik hâkim olup, akdin nasıl sonuçlanacağı, ne tür bir malm satın alındığı, satın alman malm teslim edilebilirliği gibi hususlar akdin yapıldığı anda bilinme­mektedir.

Hz. Peygamber, aynı şekilde bir belirsizlik ve risk unsuru taşıdığı için, meyvelerin henüz olgunlaşmadan dalında satımını yasaklamıştır. [497]Daldaki meyvenin satımının hükmü, geçirdiği merhaleler itibariyle şöyledir: Bir bahçenin gelecek yıllar­daki meyvesinin satımının veya aynı yıl içinde fakat henüz dalında ortaya çıkmamışken meyvenin satılmasının caiz olmadığında İslâm hukukçularının ittifakı vardır. Meyvenin devşirildikten sonra satımının caiz olduğunda ise ihtilâf yoktur. Meyvenin dalda oluşmasından sonra, fakat devşirilmesinden önce satılmasına gelince, hukukçuların çoğunluğu bunun belirli şartlarla caiz olacağını söylemişlerdir. Bu hukukçulara göre, dalındaki meyve tam olgunlaşmamakla birlikte herhangi bir şekilde yararlanılabilecek durumda ise, satılabilir. Dalındaki meyvenin satımıyla ilgili bu yasaklama ve kayıt, şüp­hesiz tarafların beklenmedik bir zararla karşılaşmasını önleme, satım akdin­de açıklığı sağlama, netice itibariyle de tarafların hukukunu koruma amacına yönelik bir tedbir mahiyetindedir.

Fakihlerin ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduğu “bir satımda iki satım yasağı” da benzeri gerekçelere dayanır. Birçok hadis kitabında Hz. Peygam­berin bir satımda iki satımı yasakladığı rivayet edilir. [498]Bu hadise üç farklı yorum geti­rilmiştir:

  1. a)Akdin bütünlüğü içinde iki mal ve iki fiyatın (semen) söz konusu e-dilmesi. Bu iki şekilde olabilir. Birincisi, “Senin şu evi şu fiyata bana satman karşılığında, şu malı sana şu fiyata satıyorum” demek suretiyle olur. Şafiî’ye göre bu şekildeki satım caiz değildir. Çünkü, bu durumda her iki satımdaki fiyat da belirsizdir. Zira taraflar, bu iki malı ayrı ayrı satıp satın alacak olsalar, iki akdi birlikte düşündüklerinde anlaştıkları fiyatlar üzerinde anlaşamazlar. Bu hale göre Şafiî’nin bir satımda iki satımı caiz görmemesinin gerekçesi semen veya malın bilinmiyor olmasıdır. İkincisi, satım, sadecebirisi hakkında bağlayıcı olmak kaydıyla, “Sana, ya şu malı 1000 liraya, ya da öbür malı 2000 liraya satıyorum” demek suretiyle olur. Bu şekildeki satım ittifakla caiz görülmemiştir. Bunun caiz olmama illeti hangi satımın yapıldığının bilinmemesidir.
  2. b)Ortada bir malın ve biri peşin diğeri vadeli olmak üzere iki fiyatın bu­lunması. Bu da iki şekilde olabilir: Birincisi, “Sana, şu malı peşin şu fiyata, vadeli şu fiyata satıyorum” demek, ikincisi de, “Şu malı, tekrar şu fiyata vadeli olarak geri satın almam şartıyla sana şu fiyata peşin satıyorum” demek suretiyle yapılan satımdır. Bir malın peşin ve vadeli olmak üzere iki fiyatla satımının caiz olmadığını ve bunun yukarıdaki hadis kapsamına girdiğini söyleyen hukukçular, bu ifadelerinde, vadeli satışın caiz olmadığın­dan veya faiz olduğundan değil satımın hangi fiyatla yapıldığının belli olmamasından hareket ederler. Bu itibarla, böyle bir satım teklifinden sonra malın peşin veya vadeli fiyattan biri ile kabul edilmesi halinde artık mebî’ ve semeni belirlendiğinden satım bu yönüyle kural olarak caiz olmaktadır. İkinci satım şekli ise klasik kaynaklarda “bey’u’l-îne” şeklinde anılır. Peşin alınan malm vadeli olarak aynı satıcıya geri satımında yine vadeli satın alman malın peşin para ile aynı satıcıya geri satımında, bir malın mülkiye­tini devretme veya kazanma amacı değil, faizli borç alma ve verme amacı oldukça muhtemel görüldüğünden, şeklen caiz olan bu satış nevi bir kısım İslâm hukukçusunca anılan ihtimale binaen caiz görülmemiştir. Akidlerde kast ve sâikten ziyade akdin şeklî şartlarını ve objektif unsurları esas alan bir diğer grup ise, tarafların faiz kastıyla bu akdi yapmasını, bu kişi ile Allah arasında görülmesi gereken bir mesele olarak değerlendirip bu nevi satımı hukuken geçerli saymıştır. Araya üçüncü bir şahsın girmesi, meselâ vadeli olarak satın alınan bir malın bir başka şahsa peşin para ile satılması ise faiz şaibesinden daha uzak gözüktüğünden çoğunluk tarafından caiz görülmüştür. Faiz konusunun işleneceği ileri bölümde bu konuya tekrar dönülecektir.
  3. c)Ortada iki mal, bir fiyatın bulunması. “Şu iki maldan birini sana şu fi­yata satıyorum” demek böyledir. Alıcı bakımından akdin konusu belirsiz olduğundan, bu şekliyle satım caiz görülmemiştir. Ancak bu belirsizlik iki maldan birinin satımı üzerinde tarafların iradelerinin uyuşması ile sona erdirilebilir.

Satım akdi yapılırken bir şartın ileri sürülmesi halinde bu şartlı satımın durumu da fakihleri hayli meşgul etmiş bir konudur. Satım akdinin hükmü, genel olarak, malın mülkiyetini satıcıdan alıcıya nakletmek ve buna bağlı

olarak satıcıya malda istediği gibi tasarrufta bulunma yetkisi vermekten ibarettir. Bunun yanında ayrıca bir şart ileri sürüldüğü zaman, bu şartın akdin gereklerine ve hükmüne etkisi olacağı açıktır. Bu konuda Hz. Peygamber’den farklı anlamlarda birkaç hadis nakledilmiş, buna bağlı olarak başlangıçta, şartlı satımlar konusunda “şart ve satımın caiz olduğu”, “şartın bâtıl, satımın caiz olduğu” ve “hem şart hem de satımın bâtıl olduğu” şek­linde başlıca üç görüş öne sürülmüştür. Bununla birlikte, gelişim süreci içerisinde, İslâm hukukçularının, genelde, akidde öne sürülen şartlara sıcak baktıkları ve satım akdinin hüküm ve gereğine aykırılık taşımadığı, naslara aykırı olmadığı ve teamül haline geldiği, kısaca garar ve ribâya yol açmadığı sürece, akidde şart öne sürmenin caiz olduğu görüşünü benimsedikleri söylenebilir. İlk dönemlerde gösterilen çekimser tavır da, akidde ileri sürülen şartların ve akidlerin karmaşık hale gelmesinin, başlangıçta dikkatsiz ve iyi niyetli davranan kimseleri beklemedikleri bir mağduriyetle karşı karşıya bırakabileceği endişesinden kaynaklanır. Bu endişenin zail olmasına paralel olarak fakihlerin şartlı ve karma akidleri caiz gördükleri izlenmektedir.

2. Zarar Ve Gabin Sebebiyle Yasaklanan Satımlar

  1. a) Satım üzerine satım, pazarlık üzerine pazarlık yapmak. Hadiste“Bir kimse din kardeşinin satımı üzerine satım yapmasın”[499]buyurulmuştur. Hane filer bir kimsenin satımı üzerine satım yapmayı, muhayyerlik süresi içerisindeyken üçüncü bir kişinin müş­teriye gelerek,

“Bu satımı feshet. Ben bu maldan daha iyisini sana daha ucuza satayım” demesi veya satıcıya gelerek,

“Sen bu satımı feshet. Ben o malı daha yüksek fiyata senden alayım” demesi olarak anlamışlar ve böyle yapmanın haram olduğunu söylemişlerdir.

Pazarlık üzerine pazarlık ise, mal sahibi ile o malı satın almak arzusunda olan kişinin henüz akdi gerçekleştirmemekle birlikte satım üzerinde görüş­tükleri sırada üçüncü şahsın mal sahibine,

“Ben bu mala daha fazla veririm” demesi ya da o malı almak isteyen kişiye, “Bu maldan daha iyisini sana daha ucuza satarım” demesidir. Bu davranışın, taraflar bir fiyat üzerinde anlaşma sürecinde iken (alma ve satma eğilimi belirdikten sonra) yapılması haramdır. Ancak malı almak isteyen kişi kendisi vazgeçtikten sonra ya da izin verdikten sonra o mala başkalarının talip olmasında hiçbir sakınca yoktur.

Mâlik b. Enes, bir kimsenin satımı üzerine satım yapmakla, pazarlığı üzerine pazarlık yapmanın aynı anlamda olduğunu söylemiş ve bunu, akid görüşmeleri tam anlaşma ile sona ermek üzereyken birinin gelip, bitmek üzere olan pazarlığı bozması olarak açıklamıştır.

İslâm hukukçularının çoğunluğu bu hususta müslüman-zimmî ayırımı yapmaksızın, bu hükmün zimmînin alım satımı ve pazarlığı için de geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü burada bir kul hakkının ihlâli söz konusu­dur. İnsan hakları, kul hakları konusunda İslâm dini herkese eşit davranılmasını ve saygı gösterilmesini tavsiye etmiştir.

Hadis kapsamına giren satımların dinen caiz olmadığı hemen bütün İs­lâm bilginlerince kabul edilmekle beraber hadisteki mevcut yasak, satım akdinin yapı ve kuruluşu ile ilgili değil de akid harici bir konuyla ilgili olduğundan, İslâm hukukçularının çoğunluğu, bu yasak ihlâl edilerek yapılan alım satımın kazaen ve hukuken geçerli olduğu görüşündedir. Çünkü hukukî işlemlerde güven ve istikrar ortamının kurulabilmesi için belli ölçüde objektif ve şeklî ölçülere göre davanmak gerekir. Ancak bu işlemin kanun önünde geçerli olması, bilerek böyle davranan kimsenin dinî ve uhrevî sorumlulu­ğunu ortadan kaldırmaz. Ayrıca bir rivayette Mâlik, mal mevcut olduğu sürece bu akdin feshedilmesi gerektiği görüşündedir.

Başkasının pazarlığı üzerine pazarlık yasağından hareketle açık artırma­nın da caiz olmadığını savunanlar olmuşsa da, İslâm hukukçularının ço­ğunluğu bu ikisinin birbirinden ayrı olduğunu söyleyerek açık artırmayı caiz görmüşlerdir.

  1. b)Pazara mal getiren üreticiyi yolda karşılamak. Hz. Peygamber, şehire mal getiren kafilenin şehire varmadan yolda karşılanıp malının satın alınmasını yasaklamıştır.[500]

Hanefîler, literatürde “telakki’r-rükbân” olarak anılan bu satın almayı iki şekilde açıklamışlardır:

  1. Esnaftan birinin şehire mal getirmekte olan kafile­yi karşılayıp, getirdiği bütün malları satın alması ve şehirde bu maldan bulunmadığı için onları istediği fiyata satması.
  2. Fiyatlardan habersiz olan kafileyi yolda karşılayıp, getirdikleri malları rayiç fiyatın altında bir fiyatla satın alması. Bu şekildeki satın alma, birinci açıklamaya göre, “şehir halkının zararına olması” sebebiyle, ikinci açıklamaya göre, “mal getirenlerin aldatılması” sebebiyle mekruh görülmüştür. Bununla birlikte, yapıldığı takdirde bu akdin hüküm ve sonuçlarını doğuracağı belirtilmiştir.

Mâlik b. Enes bu yasağı, pazar esnafı ile ilgili olarak anlamış ve pazar esnafından birinin diğerlerinden ayrıca gidip kafileyi yolda karşılayıp getir­dikleri mallan satın almasının doğru olmadığını söylemiştir. Mâlik bu davranı­şın esnaf arasında haksız rekabet ve eşitsizlik ortamı meydana getirebileceğini

düşünmüştür. Bununla birlikte, şayet böyle bir akid yapılmışsa geçerli olacağını söylemiştir. Ancak, kafile şehrin yakınında değil de uzakta ise, bu takdirde gidilip ondan mal satın alınmasında bir sakınca görmemiştir.

Şâfıî ise meseleye kafile yani satıcılar açısından bakarak, bu yasağın şehire mal getiren ve fiyatlardan habersiz olan kafilenin aldatılmasına engel olma gayesi taşıdığını, dolayısıyla, böyle bir işlem gerçekleştiği takdirde mal sahibinin muhayyer olduğunu ve dilerse akdi feshedebileceğini ileri sür­müştür.

  1. c)Şehirlinin köylü adına satması. Hz. Peygamber,“Şehirli köylü adına satım yapmasın. Halkı kendi haline bırakın; Allah halkın bir kısmıyla diğer kısmını mıhlandırsın” [501]buyurmuştur.

İbn Abbas’ın,

“Şehirlinin köylü için satması ne demektir?” şeklindeki soruya,

“Ona simsar olmasıdır” diye cevap vermesinden hareketle, hukuk­çuların çoğunluğu, bu satımı “şehirlinin köylü adına satımı” olarak anla­mışlardır. Hanefîler’de bu anlayış da mevcut olmakla birlikte, onlar bu satıma, “şehirlinin elinde tuttuğu mallan şehir halkına satmayıp, daha pahalı olarak dışarıdan gelenlere satması” şeklinde farklı bir açıklama daha getirmişlerdir. Her iki açıklamaya göre de yasak sebebi, şehirde kilerin zarara uğramalarıdır. Birinci açıklamaya göre zarar şu şekilde söz konusu olur: Özellikle meyve, sebze ve tahıl köylerde daha ucuzdur. Şehirli, köylü adına sattığında, bunların fiyatlarını peyderpey artırarak satacak, dolayısıyla şehir halkı daha ucuza alabileceği bir malı daha fazla para ödeyerek almak duru­munda kalacaktır. İkinci açıklamaya göre ise zarar, şehirde bu mallara ihtiyaç olması durumunda gerçekleşir. Eğer aynı mallar şehirde bulunuyorsa bunda bir sakınca görülmemiştir.

Hanefî, Mâlikî ve Şâfıî ekollerinde bu tür satım mekruh görülmekle bera­ber, yapıldığı takdirde bu satımın caiz olacağı görüşü benimsenmiştir. Mâlikî ekolünde bu satımın feshedilmesi gerektiğini ileri süren hukukçular da vardır.

Hanbelî ekolünde ise hâkim görüş bu satımın haram ve bâtıl olduğu yö­nündedir. Hanbelî ekolünde bu satımın şu şartlarla haram olacağı ifade edilmektedir:

  1. Şehirlinin, adına satım yapma talebiyle köylünün yanma kendisinin gitmiş olması, yani simsarlık teklifinin şehirliden gelmiş olması.
  2. Köylünün fiyatlardan habersiz olması.
  3. 3. Köylünün, o günkü rayiç fiyat­tan satmak üzere malı getirmiş olması.
  4. Halkın, bu mala gereksinim du­yuyor olması. Bu şartlardan herhangi birisi bulunmuyorsa bu takdirde satım haram olmaktan çıkar. Hanbelî hukukçuların söz konusu satımın haramlığıiçin zikrettikleri bu şartların bulunması halinde, Şâfıî mezhebine göre satım geçerli olmakla beraber, bunu yapan kişi günah işlemiş olur.
  5. d)Hileli artırma (neceş). Hz. Peygamber neceşi yasaklamıştır. Neceş, satın almak niyeti olmadığı halde, başkalarını kandırmak maksadıyla, satışa arzedilmiş bir malı överek veya benzeri şeyler yaparak fiyatını yükseltmeye çalışmak şeklinde açıklanmaktadır. Diğer bir anlatımla neceş, müşteri kızış­tırarak fiyatların yükselmesini sağlamaktır.

İslâm hukukçuları, bu şekildeki satımın haram olduğunda ve yapanın günahkâr olduğunda görüş birliği etmekle beraber, bu suretle yapılan akdin sıhhati ve müşterinin muhayyerlik hakkı bulunup bulunmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir.

Hanefîler, bu durumda müşteri için herhangi bir muhayyerlik hakkı ta­nımazken, Mâlikîler hileli artırmayı satılan malın ayıplı olması durumuna denk tutmuş ve müşteriye akdi fesih (bozma) hakkı vermişlerdir.

Şâfıî ekolünde, başkalarını aldatma ve kandırmayı içerdiği için bu yolla satım haram sayılmakla birlikte, hileli artırma sonucunda yapılan akid sahih kabul edilmiş ve müşteriye akdi feshetme muhayyerliği tanınmamıştır. Ancak, hileli artırmayı yapan kişi daha önce satıcı ile bu hususta anlaşmışsa, Şâfıî mezhebindeki iki görüşten birine göre bu durumda “Musarrat” hadisindeki hükümden hareketle müşteriye muhayyerlik (dilerse akdi kabullenme dilerse akdi feshetme) hakkı tanınmıştır (Musarrat hadisi, sağılır hayva­nı, çok süt verir nitelikte görünmesi amacıyla memesindeki sütü sağmadan satma yasağı ile ilgili hadistir). Şâfıî mezhebindeki diğer görüşe göre ise, dikkatsizlik ve hatanın, hileli artırma yapanın sözüne kanan ve işi bilenlere danışmayan müşteriye ait olduğu ileri sürülerek ona muhayyerlik hakkı tanınmamıştır.

Ahmed b. Hanbel’den bu satımın bâtıl olduğu yönünde bir görüş nakle­dilmesine ve bu yönde görüş açıklayan Hanbelî hukukçular bulunmasına rağmen, Hanbelî ekolünde, bu satımın sahih olduğu görüşü benimsenmiştir. Müşterinin muhayyerliği konusu ise, akiddeki aldanma (gabin) durumuna göre açıklanmıştır. Buna göre akidde aldanma varsa ve bu aldanma norma­lin üzerinde ise müşterinin fesih hakkı vardır. Eğer aldanma yoksa veya herkesin mâruz kalabileceği oranda ise, bu durumda müşterinin muhayyer­lik hakkı yoktur.

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, insanların hür iradeleriyle, bilerek ve isteyerek alım satım yapması, kimsenin beklemediği ve haketmediği bir zarar ve mağduriyete uğramaması için dönemindeki yanlış ve haksız uygulamalara veya bu yöndeki temayüllere ayrı ayn temas etmiş, hayatın her alanında olduğu gibi hukukî işlemlerde de hak ve hakkaniyeti hâkim kılmaya çalış­mıştır. Getirilen bu kısıtlamalar, sağlıklı bir piyasa ekonomisinin oluşması, üreticinin ve tüketicinin korunması, emeğe hak ettiği değerin verilmesi, haksız kazancın ve suistimalin önlenmesi yönünde o gün için alınmış etkili tedbirlerdir. İslâm hukukçularının bir kısmının bu şekilde yapılan alım sa­tımları dinen ve ahlaken tasvip etmemekle birlikte kazaen yani kanun önün­de geçerli görmeleri hukukî hayatta güven, istikrar ve objektifliği sağlama prensipleriyle alâkalıdır. Böyle bir durumun ilgili şahısların dinî ve uhrevî sorumluluğunu, kul hakkını ihlâl etmiş olması gerçeğini ortadan kaldırmaya­cağı açıktır. Böyle olunca, müslümanlann yaptıkları hukukî işlemlerde önce­likli olarak açık ve dürüst olmayı, başkalarının dikkatsizlik ve bilgisizliğinden yararlanmamayı ilke edinmesi ve bu yönde etrafına örnek olması gerekir.

3. İbadet Vakti Açısından Konan Satım Yasağı

Böyle bir yasak, sadece cuma günü cuma namazı vakti hakkında varit olmuştur. Âyette,

“Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında (ezan okun­duğunda) alışverişi terkederek Allah’ı anmaya koşun[502]buyurulmaktadır.

Bu âyetten hareketle İslâm hukukçuları, cuma namazı için bugün iç ezan denilen ezan okunduğu sırada yapılan alım satımların yasaklandığı konusunda görüş birliği etmişlerdir. Hanefiler, bu yasak hükmünü tahrîmen mekruh, çoğunluk ise haram terimi ile ifade ederler. Ancak, bu sırada yapı­lan akdin feshedilmesinin gerekip gerekmediği hususu tartışmalıdır.

Ebû Hanîfe, Şafiî ve bir rivayette Mâlik cuma ezanı vakti yapılan akdin feshedilmeyeceği görüşündedirler. Çünkü burada asıl amaç cuma namazına zamanında gitmeyi sağlama olup yasak da birinci derecede bu gayeyi temi­ne matuftur. Diğer bir ifadeyle ezan vakti yapılan alışverişin hukuken iptal edilip edilmemesi zikredilen yasağın asıl hedefi ve konusu olarak görülme­miştir. Mâlik b. Enes’ten gelen ve Mâlikî hukukçuların çoğunluğunca daha kuvvetli kabul edilen diğer rivayete göre ise, bu esnada yapılan akdin feshe­dilmesi gerekir. Hanbelî mezhebinde hâkim olan görüş de böyle akdin geçersiz olduğu yönündedir.

Cuma vakti alım satım yasağının, sadece ve özellikle alım satım için değil, diğer bütün akidler için de geçerli olduğu hukukçuların çoğunluğu tarafından kabul edilmekte ise de nikâh, şirket ve hibe gibi sıkça yapılmayan akidlerin feshedilmeyeceğini ileri süren hukukçular da vardır. Bazı hukukçular da, eğer namazı kaçırma tehlikesi varsa aynı yasağın diğer namazlar için de uygula­nacağını ifade etmişlerdir.

Cuma namazı vaktinde getirilen alışveriş yasağı, müslümanın hem dinî mükellefiyetlerini, kulluk görevini hem de dünyevî ihtiyaçlarını ve sorum­luluklarını bir denge içinde yürütmesi gerektiğini, biri sebebiyle diğerini aksatmanın doğru olmadığını hatırlattığı için anlamlıdır.

4. Harama Yol Açan Satım

İslâm hukuku eserlerinde harama yol açan satımın en belirgin örneği olarak ele alman mesele “şarap üreticisine üzüm satma” konusudur, Bir âyette, “İyilik ve takva hususunda yardımlasın, günah ve aşırılık hususun­da yardımlaşmayın” [503]buyurulmaktadır. Diğer taraftan Hz. Peygamber, şarap konusunda on kişiye lanet etmiştir: Suyunu çıkarmak üzere üzümü sıkan, sıktıran, şarabı içen, taşıyan, kendisine taşınılan, servis yapan, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan. Bazı bilginler, yukarıdaki âyetin ışığında ve bu hadisten hareketle şarap üreticisi­ne üzüm satmanın yasak olduğu sonucuna ulaşmışlarsa da, çoğunluğuna göre hadis bu hükme delâlet eder nitelikte değildir.

Hanefîler’e göre şarap imalâtçısına üzüm satımı, eğer sırf ticaret kastıyla yapılıyorsa bu işlem haram olmaz. Ancak özellikle şarap yapsın diye satılı­yorsa bu haramdır.

Şafiî’nin bu satımı mekruh gördüğü rivayet edilmişse de, bazı Şâfıî âlim­ler bu görüşe şöyle bir açıklama getirmişlerdir: Eğer satıcı müşterinin bundan şarap yapacağını biliyorsa bu takdirde ona üzüm satmak haramdır. Şayet bunda şüphesi varsa bu durumda mekruhtur.

Çoğunluğun bu konudaki görüşü şöyle özetlenebilir: Eğer satıcı, müşteri­nin üzümü şarap yapma maksadıyla satın aldığını biliyorsa bu satım haram ve bâtıl olur. Satıcı, bunu müşterinin sözünden anlayabileceği gibi, bu duru­ma delâlet eden karinelerden de anlayabilir. Meselâ, bir kimse şarap imalâtçılığıyla tanınıyorsa ona üzüm satmak haram olur. Ancak, bu kişi şarap yanında sirke gibi helâl şeyler de imal ediyorsa bu takdirde haram olmaz.

Hasan, Atâ ve Sevrî gibi bilginlere göre müskir (sarhoş edici içki) yapa­cak kimseye hurma satmakta bir beis yoktur. Hatta Sevrî,

“Helâl olan şeyi istediğin kişiye sat” demiştir. Bu şekildeki satımı bâtıl görmeyenler, alım satımın esasen helâl bir akid oluşuna tutunmuşlar ve söz konusu alım satımın rükün ve şartlarını taşıdığını ileri sürmüşlerdir.

Mâlikîler’e ve Hanbelîler’e göre ise, şarap yapacağını bildiği veya tahmin ettiği birine üzüm satmak haramdır. Hanbelîler bu konuda, yukarıda anılan “iyilik ve takva üzerine yardımlaşın…” âyetiyle, “Hz. Peygamber şarap hususunda on kişiye lanet etmiştir” hadisine dayanmakta ve kötülüğe giden yolu kapamak (seddü’z-zerâyi’) ilkesinden hareketle bu gibi satışları bâtıl kabul etmektedirler.

Bir mâsiyet (kötülük) işlenmesinde kullanılacak olan diğer bütün şeylerin satımı da (veya genel olarak akde konu yapılması) bu olaya kıyaslanmaktadır. Bu meyanda olmak üzere, yol kesicilere silâh satmak, helâl olmayan bir şeyin ticaretini yapacak olan birine dükkânını kiraya vermek sayılabilir.

5. Haram Yoldan Kazanan Kimselerden Alışveriş Yapmak

İslâm bilginleri, bütün malı haram olan (haram yolla kazanılmış olan) kimselerden alışveriş yapmanın haram olduğunu söylemişlerdir. Aynı şekil­de, bir kimse, malında haram ve helâl bulunan bir kimseden (meselâ, şarap ticareti yapandan, tefeciden) bir şey satın alırsa, eğer aldığı malın helâl mal­dan olduğunu biliyorsa, bu işlem ve satın aldığı şey helâldir; satın aldığı şeyin, haram kısmından olduğunu biliyorsa bu takdirde o şey haram olur. Şayet, satın aldığı malın helâl mi haram mı olduğunu bilmiyorsa, haramlık ihtimali sebebiyle satın alınan şey mekruh kabul edilir. Ancak, bütün mala nisbetle haram ister az isterse çok olsun, satın alınan malın, helâl kısımdan olması mümkün olduğu için, satım bâtıl olmaz. Böyle durumlarda şüphe söz konusudur ve bu şüphe haramın azlığına ve çokluğuna göre azalır veya çoğalır. Ahmed. b. Hanbel’in bu durumdaki kişinin bu şüpheli şeyden yeme­sini hoş karşılamadığı nakledilmektedir.

Bu gibi şüpheli durumlarda satın alman şey haram olmamakla birlikte, yine de ihtiyatlı davranmak ve eğer mümkünse böyle şüphelere düşürme­yen kişilerden alışveriş yapmak uygun olur. Bu suretle hem şüpheden kurtulunmuş ve hem de haram yoldan kazanç elde edenlere bir tavır alınmış olur. Bu kimselerle alışveriş yapılmasının caiz görülmeyişi, İslâm’ın toplum­da iyiliği hâkim kılıp kötülükle mücadele etme ilkesinin, toplumda haram kazanç yollarının önlenmesi gayesinin bir parçası olarak düşünülebilir.

b) Satım Çeşitleri

İslâm hukukunda satım akdi, satış bedelinin (semen) belirlenme tarzına göre murabaha, tevliye, vedîa ve müsâveme şeklinde dört kısma ayrılarak incelenir. Satılan malın maliyeti ve kâr orant açıklanmadan pazarlık usulüyle satışı (müsâveme) caiz olduğu gibi, malın maliyeti üzerine belirli bir kâr koyarak satma yani kârlı satış (murabaha), maliyetine satış (tevliye), zararı­na satış da (vedîa) caizdir. Kâr haddi konusu ileride ele alınacaktır. Burada şu kadarı ifade edilmelidir ki, âyet ve hadislerde kâr için belirli bir alt ve üst sınır belirlenmemiş olması, fiyatların açıklık ve dürüstlük ilkesi, arz-talep dengesi ve serbest rekabet ortamı içinde, örfün ve yasal düzenlemelerin de sınırları dahilinde oluşmasına imkân vermek, yani konuyu toplumların inisiyatifine bırakmak içindir. Bu ölçüler dahilinde pazarlıkla satış yapılabilir. Ancak satıcı karşısındakine güven vermek, onu ikna etmek amacıyla malın maliyetini ve kâr oranını açıklamayı tercih etmişse, o takdirde doğru beyan­da bulunması gerekir. Yalan ve yanıltıcı beyan üzerine kurulan bir akidden elde edilen kazancın dinen helâl ve meşru bir kazanç olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu tür yanıltıcı ve yönlendirici açıklamalar, akdin dayandığı rızâ unsurunu zedelemiştir.

Bedelin ödenme vaktiyle ilgili olarak da peşin satış-veresiye (vadeli) satış şeklinde ikili bir ayırım yapılabilir. Vadeli satış ve özellikle vade farkı İslâm hukukçuları tarafından önemle üzerinde durulan bir konudur ve bu konu da ileride ele alınacaktır. Bir malın sayı, ölçü ve tartıya tâbi olmaksızın tahmin yoluyla alım satımı da (cüzâf), tarafları çekişmeye ve beklenmedik mağduri­yete sürükleyecek, ileri derecede bir belirsizliğin ve bilinmezliğin bulunma­ması kaydıyla caizdir.

Satım akdinin özel şekillerinden olan îne satışı, bir malın vadeli olarak satılıp satılan fiyattan daha düşük bir fiyatla geri alınması demek olup faizle yakın ilişkisi bulunduğu için ileride aynntı ile ele alınacaktır. Diğer bir alım satım çeşidi olan pey akçeli satış da, esasen satım akdinin genel hükümleri­ne tâbi olmakla birlikte, taşıdığı özellikler sebebiyle ilâve bazı fıkhî hüküm­lere konu olmuştur. Pişmanlık akçesi, kaporo gibi terimlerle de ifade edilen pey akçesi, alım satımın yürürlüğe girmesi halinde malın bedeline mahsup edilmesi, akidden cayması halinde satıcıda kalması kaydıyla müşterinin satıcıya verdiği malın adıdır. Haksız kazanç ve sebepsiz zenginleşme kav­ramlarıyla da ilgili görülebilecek konu üzerinde, ticarî hayatla ilgili fıkhî hükümlerin ele alınacağı ileriki bölümde ayrıca durulacaktır.

C) Takas

Borç ilişkilerinin özel bir türü olan takas (Arapça’da mukassa) hukuk di­linde, “iki kişi arasındaki karşılıklı borçların birbirine mahsup edilmesi”ni ifade eden bir terimdir. Takas işlemi tarafların çift ödeme yapmasını önleyerek hukukî ve ticarî işlemleri basitleştirmesinin yanı sıra borcun ifa ve nakil külfetini azaltma, taraflara karşılıklı güven verme gibi yararlar da sağlar. Karşılıklı iki borcun bulunması takas işleminin tabii ve zorunlu şartı olup, bu işlem belli şartlarda tek taraflı irade ile, belli şartlarda da karşılıklı irade ile gerçekleşir.

Takas edilecek iki borç arasında cins, vasıf, vade ve benzeri niteliklerde eşitlik varsa, üçüncü şahısların hakkı veya şer’î bir kural da ihlâl edilmiyor­sa, karşılıklı rızâ aranmaksızın bir tarafın talebi ile takas kendiliğinden, yani zorunlu olarak gerçekleşir. Meselâ iki borç da aynı cins ve vadeli para borcu ise ve bu borçlardan biri üzerinde emanet, rehin gibi bir hak yoksa bu iki borç, tek tarafın isteğiyle takasa tâbi tutulabilir. Buna karşılık borçlar arasın­da cins, vasıf, vade ve nitelik yönünden farklılık varsa, takas ancak karşı­lıklı rızâ ile gerçekleşebilir. Bu yüzden emanet olarak elde bulundurulan veya gasbedilen mal veya vadeleri farklı iki borç iki tarafın rızâsı bulunma­dıkça takasa tâbi tutulmaz. Hatta kocanın karısından alacağı ile karısına olan nafaka borcunun bile, borçlar aynı kuvvette olmadığı için takas konusu olmayacağı ifade edilmiştir, Bu tür kayıt ve şartlar, bir tür akid olan takasta karşılıklar arası dengenin korunmasını ve tarafların mağduriyetine yol açabilecek zorlamaların önlenmesini amaçlayan tedbirlerdir.

D) Kiralama

Kiralama, ticarî ve günlük hayatta en çok ihtiyaç duyulan akidlerden, dolayısıyla borç ilişkilerinin en başta gelen kaynaklarından olup, mesken ve iş yeri kiralamasından vasıta ve arazi kiralamasına kadar yaygın bir kulla­nım alanına sahiptir. Günlük hayata ve ihtiyaçlara paralel olarak şekillenen İslâm borçlar hukukunda da kira akdi, klasik literatürdeki adıyla icâre akdi, satım akdinden sonra önem itibariyle ikinci sırada yer alan ve ayrıntıyla işlenen bir akid olmuştur.

İslâm hukukunun klasik sistematiğinde kira akdi, iş akdi ile birlikte “İcâre akdi” bölüm ve başlığı altında ele alınır, İcâre akdi de “Belli bir men­faati, belli bir bedel karşılığında satma” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi, İslâm hukukunun klasik sistematiğinde icâre akdi, hem gayri menkul ve menkul eşyanın kullanımını konu alan kira akdini, hem de insanın çalışmasını konu edinen iş akdini içine almaktadır. Ancak, öteden beri klasik kitaplar, özellikle konusu hayvan kiralama olan akidler için “kira” kelimesini de kullanmaktadır.

Günümüz hukukî düzenlemeleri içinde “iş akdi” olarak ele alman ve dördüncü bölümde “Çalışma Hayatı” başlığı altında incelenen “icâre-i ade­mî” dışarıda bırakılmak suretiyle kira akdi, “eşyanın menfaatinin bedel karşılığı temliki”, daha açık bir ifadeyle, “bir malın kullanımının belli bir bedel karşılığı başkasına devredilmesi” olarak tanımlanabilir. Buna göre, kira akdinin meydana gelmesi, taraflar (kiralayan ve kiracı), akid kurucu sözler (sîga), menfaat (kullanım) ve bedel şeklinde dört unsura dayanmaktadır.

Kira akdinin şekli, işleyişi, tararların hak ve borçlan gibi konular toplum­sal şartlarla ve telakkilerle yakından alâkalı bulunduğundan, Kur’an ve Sünnet’te bu konuda ayrıntılı hükümler sevkedilmek yerine belli ilkeler konmakla yetinilmiş, bir bakıma borç ilişkilerinin genel çerçevesi çizilmiş, dayanacağı zemin gösterilmiştir. İslâm hukukçuları da, Kur’an ve Sünnetin borç ilişkilerine hâkim kılınmasını istediği ilke ve amaçların ışığında ve toplumların şartlarına göre, kira akdinin kuruluş, işleyiş ve sonuçları konu­sunda birtakım hukukî düzenlemeler getirmişler, bu düzenlemelerde belli hukukî ve objektif ölçüleri esas almaya çalışmışlardır. Bu itibarla, İslâm hukukunun klasik kaynaklarında kiralamayla ilgili olarak yer alan bilgi, kural ve çözümlerin önemli bir kısmı, İslâm hukukçularının doktriner gö­rüşlerinden, tesbit ve önerilerinden ibarettir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, İslâm hukukçularının kiralama ile ilgili olarak benimsedikleri görüşler, hem âyet ve hadislerin genel çerçevesi ve bütünlüğü içerisinde oluştuğu hem de asırların tecrübesi ışığında insan ilişkileri sağlıklı bir zemine ve işleyişe kavuşturmayı amaçladığı için, gerek günlük hayatımız ve gerek­se kültür tarihimiz açısından fevkalâde önemi hâizdir.

İslâm hukukçularının kiralama ile ilgili olarak ortaya koydukları görüş, şart ve çözümler İslâm borçlar hukukunun genel ilke ve kurallarının belli bir alana uygulanmasından ibarettir ve şöylece özetlenebilir:

Kira akdinin hukuken geçerli ve sağlam bir şekilde kurulabilmesi için tarafların akid kurma ehliyetine sahip olmaları, hangi konuda, hangi sürey­le, ne gibi bir bedel karşılığı anlaştıklarını açıkça beyan etmeleri gerekir, İslâm hukukçuları akidlerin kuruluşu ve karşılıklı hak ve borçların tesisi konusunda açıklığı ve dürüstlüğü esas almışlar, birçok ayrıntının başta tek tek belirlenmesini isteyerek ileride doğabilecek çekişme ve anlaşmazlıkları asgarî düzeye indirmeyi hedeflemişlerdir.

Kira akdinin konusu, menkul veya gayri menkul bir malın kullanımı ol­duğundan, kira süresinin, kiralananı kullanım tarzının belirlenmesi, kulla­nımın (menfaat) mümkün, mûtat ve mubah olması gerekir. Hanefîler, vakıf,

yetim ve hazine mallarının en çok üç yıl süre için kiralanabileceğim belirtir­ken bu malların zayi olmasını, kiracılar tarafından sahiplenilmesini önlemek istemişlerdir. Kiralanan arazinin ne amaçla, ne tür bir ziraat için kullanılaca­ğının, kiralanan elbise, çadır, silâh gibi menkul eşyanın kim tarafından nasıl kullanılacağının önceden bilinmesini isterken de yine tarafların hukukunu korumayı esas almışlardır.

Hz. Peygamber’in, bu konudaki yasaklamasına binaen, dişi hayvanların aşılanması için erkek hayvanların kiralanması caiz görülmemiş ise de bu yasağın, aşılanan hayvanın gebe kalması şartıyla yapılan bir kiralamaya yönelik olması kuvvetle muhtemel görünmektedir. Fakihlerin çekimser tavrı da böyle bir akdin belirsizlik ve garar içermesi noktasından kaynaklanır.

İslâm bilginleri, müslümanın zimmîye (gayri müslim vatandaş) evini-dükkânını kiralamasının caiz olduğunu, zimmî kiracının bu gayri menkulde işleyeceği ferdî mâsiyetin akdi doğrudan etkilemeyeceğini belirtirler. Ancak Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, zimmîye içinde içki içmek (meyhane olarak kullanmak) ve toplu ibadet etmek (kilise olarak kullanmak) için gayri menkul kiralanmasını caiz görmez; İmam Mâlik buna şarap satma ve domuz beslemeyi de ilâve eder. Bu tartışmalar, bir gayri menkulü mâsiyet kapsamındaki işlerle iştigal etmek üzere tutmak istediği bilinen kişi veya kurumlara kiralamanın hükmüne de ışık tutmaktadır.

Arazi kiracılığının caiz olup olmadığı veya ne ölçüde caiz olduğu öteden beri İslâm hukukçuları arasında tartışma konusudur. Arazinin para ile veya gıda maddesi karşılığında kiralanmasını caiz görmeyenler olduğu gibi, kalkacak mahsulün belli bir oranı karşılığında kiralanmasını (ziraî ortakçılık) caiz görmeyip birinci usulü tavsiye edenler de vardır. Bu tartışmaların teme­linde, arazi sahibini veya kiracıyı mağdur etmeme, beklenmedik bir zararla karşı karşıya bırakmama düşüncesi yatar. Bu konudaki hadislerde yer alan yasağı da [504]o devirde yaygın olan, “tarlanın bir kısmını kiracıya, daha verimli diğer kısmını da arazi sahibine ayırarak veya mahsulden belirli bir miktarı şart koşarak araziyi kiralama”nın yasaklandığı şeklinde yorum­lamak gerekir. Bu sebeple, arazi kiralanırken veya ortakçılık anlaşması yapılırken tarafların hak ve borçlarının ileride bir çekişmeye yol açmayacak tarzda önceden ayrıntılı şekilde belirlenmesi bu konudaki dinî ilkelerin, Hz. Peygamber’in emirlerinin gereği olduğu gibi helâl kazancın, kul hakkı ihlâl etmemenin de tabii bir yoludur.

Kiralamada, kira bedelinin de gerek miktar ve gerekse ödeme yeri ve şekli itibariyle hiçbir nizaya yol açmayacak tarzda, önceden belirlenmesi gerekir.

Kiraya verenin yükümlülüklerinin başında kiralanan eşyayı (me’cur) kullanıma elverişli şekilde kiracıya teslim etme ve kira süresince kullanıma elverişli tutma, me’curun bakım ve onarımını yapma borcu gelir. Fıkıh bilginleri, me’curun bakım ve onarımının, kiraya verenin borcu olduğu hususunda fikir birliği içindedir. Hatta kiracı, me’curun kullanımı için yapa­cağı harcamaları, önceden konuşulmasa da, kiraya verenden tahsil edebilecek veya kira bedelinden mahsup edebilecektir.Kiracının yükümlülüklerinin başında da, me’curu akdin ve örfün gerek­tirdiği tarzda kullanma ve kira bedelini ödeme borcu gelir. Kiracının, akidde peşin ödemenin kararlaştırılmış olması, me’curu kullanması veya kullanım imkânı bulması hallerinde bedeli ödeme borcu doğar; me’curun fiilen kulla­nılması şart değildir.

Kiracının, akid esnasında üzerinde anlaştıkları şartlara, açıkça veya delâleten tesbit edilen hususlara, toplum tarafından benimsenen usul ve ölçülere riayet etmemesinden ötürü bir zarara sebebiyet vermesi halinde, bunu tazmin etmesi gerekir. Kiracının tazmin sorumluluğu, fıkıh kaynakla­rında ayrıntılı olarak incelenmiş bir konudur. Söz gerimi, araziye akidde kararlaştırılandan başka ve toprağa daha zararlı bir mahsul eken, kuyumculuk için tuttuğu dükkânda bakkallık, demircilik yapan, binme için kiraya tuttuğu hayvana daha ağır birini bindiren veya iki kişi bindiren, kiralık vasıtayı farklı ve daha kötü bir yoldan götüren, fazla yük yükleyen kiracı sorumlu olup verdiği zararı tazmin etmekle yükümlüdür.

İslâm hukukçuları, kiracının akidle hak kazandığı bir menfaati başkasına da temlik edebileceğini, bu sebeple kiracının, sözleşmede aksine bir hüküm bulunmadığı sürece me’curu süresi içinde başka birine de kiraya verebilece­ğini, kiracının değişmesinin gayri menkullerde önemsiz ve zararsız olduğu­nu belirtmişlerdir. Kiracının şahsının önemli olduğu durumlarda kiraya verenin koyduğu yasak ve kayıtlara uyulması da gerekir. [505]Ancak klasik literatürde yer alan bu tür kanaatlerde toplumun yerleşik anlayışının da önemli payı vardır. Bir başka anlatımla, doktrinde yer alan veya daha çok sözleşmede açık hüküm bulunmaması durumlarını düzenle­yen bu ayrıntılı hükümler, örf ağırlıklıdır ve yedek hukuk kuralı niteliğinde­dir. Bu sebeple de, kiracının me’curu ancak akidde, örf veya kanunda aksine bir hüküm bulunmadığında bir başkasına devretme hakkından söz edilebilir. Mal sahibi me’curu, kira akdi devam ederken bir başkasına sattığında, kira akdinin bundan etkilenmeyeceği ve satışın kiracı hakkında geçerli olmayacağı, yani malın kirada olduğunu bilerek satın alan yeni mâlikin mevcut kira sözleşmesinin sona ermesini beklemesi gerektiği belirtilmiştir.[506] Bu görüş, İslâm hukukçularının hukukî ilişkilerde güven ve istikran sağlamaya, tarafların hür iradeleriyle kurulmuş akidlerin ve kazanılmış hakların korunmasına öncelik vermesinden kaynaklanmaktadır.

Kira süresi sona ermekle birlikte, tarlada ekinin henüz olgunlaşmamış olması gibi, kiracının haklı mazeret ve ihtiyacı varsa, akid mâkul bir süre daha uzatılır. Bu, kiracının hakkı olup bu süre için kararlaştırılan bedeli (ecr-i müsemmâ) değil, emsal bedel (ecr-i misi) ödemesi gerekir.

Kira süresinin dolmasıyla kiracılık sona erer ve me’curun tahliyesi gere­kir. Hanefîler, taraflardan birinin ölümü halinde kira akdinin sona ereceği görüşünde ise de, son dönemlerde sadece kiracının ölümü halinde akdin sona ermesi (infisah) görüşü benimsenir olmuştur. Diğer mezheplere göre ise, tarafların ölümü halinde kira akdi sona ermeyip, ölenin hakkı vârislerine geçer.

Tarafların, kira akdi ile hedeflediği amacı tamamen yok eden bir ayıp ve kusurun ortaya çıkması halinde, akid kendiliğinden son bulur. Meselâ, kiralanan evin yanması, yıkılması, tarlanın su altında kalması, hayvanın ölmesi böyledir. Hanefîler, sübjektif nitelikteki bazı özürlerin bile akdi fes­hetme hakkı vereceği görüşündedir. Meselâ, dükkân kiracısının mesleği bırakması, ev kiracısının başka bir şehire taşmıyor olması halinde, mevcut kira akdini feshedebileceği görüşündedir.

Kira bedelinin çok yüksek veya düşük olması, herhangi bir aldatma, hile ve sahtekârlık olmadığı sürece, akdi fesih sebebi değildir. Ancak bunun iki istisnası vardır:

  1. Vakıf, yetim ve hazine malının gabn-i fahiş sayılacak ölçüde düşük bir bedelle kiralanması caiz değildir. Kiralanmışsa, bu bağlayıcı olmayıp hâkimin akdi feshetmesi, sebep olanların da zararı tazmin etmesi gerekir.
  2. Vakıf malı, kiralandıktan sonra değer kazanmış ve emsal bedel kararlaştırılan (müsemma) kira bedeline göre bariz şekilde yükselmişse, bu da akdi fesih sebebidir. Bu iki istisnaî hüküm bu nevi malların özel olarak korunmaya muhtaç olmasından dolayı konmuştur. Fakihlerin devlet, vakıf ve yetim malına karşı gösterdiği bu duyarlılık, bu tür malların kişisel ihti­raslara, talan ve suistimallere kolayca konu olabildiği gerçeğine dayanır ve bu gerçeğin açıkça görüldüğü günümüzde daha da anlamlı hale gelmiştir. Böyle olunca, bu tür mallann, meselâ hatır kullanılarak, kanun boşluklarındanyararlanılarak, yetkililerin ilgisizliği fırsat bilinerek piyasa değerine göre be­lirgin şekilde düşük bir bedelle kiralanması, tarafları sorumluluktan kurtar­maz. Çünkü İslâm hukukunda kişilerin kanun karşısındaki kazâî soaımluluğuna ilâve olarak kendine ve toplumuna karşı taşıdığı, yaratanı ile arasında kalan ve uhrevî sonuçları bulunan diyanî bir sorumluluğu daha vardır. İslâm dininin ve onunla sıkı irtibatı bulunan İslâm hukukunun sağlıklı bir toplum­sal yapı ve düzen oluşturmadaki başarısı, bireysel ve toplumsal hayatı, dünyevî ve uhrevî sorumluluğu birlikte ele alıp kişilere çok yönden nüfuz eden kural ve müeyyideler getirmiş olmasına bağlanabilir.

Günümüzde mal sahibi-kiracı ilişkilerini olumsuz yönde etkileyip anlaş­mazlıklara yol açan bir başka problem de, paranın değer kaybetmesine (enflasyon) paralel olarak, kira süresi boyunca kira bedelinin de sürekli değer kaybetmesi gelmektedir. Yüksek bir enflasyon oranının bulunduğu bir toplumda, kiracının ödediği bedel her ay, paranın değer kaybı oraninca değer kaybetmekte, mal sahibi de başlangıçta konuşulan bedeli tam tahsil edemez olmaktadır. Ancak, enflasyonun doğrudan sorumlusu kiracı olmadı­ğından ve çoğu zaman kiracının geliri enflasyon oranına paralel bir artış da gösteremediğinden, paranın değer kaybından doğan farkı devamlı surette ve doğrudan kiracıya yüklemek de âdil bir çözüm olarak gözükmemektedir. Esasen İslâmî ilkelerin benimsenip yaşandığı bir ortamda enflasyonun uzun süre varlığını koruyan bir olay olması beklenemez. İleride enflasyon faiz ilişkisi ve enflasyonun akidlere etkisi konusu ayrıntılı biçimde ele alınacak­tır. Burada şu husus da ifade edilmelidir ki, enflasyonun realite olduğu du­rumlarda, enflasyondan doğan değer kaybını önleyici, iki tarafın da zararını giderici hukukî çözümler ne kadar önemliyse, insan ilişkilerinin insanî ve ahlâkî bir kıvama kavuşması, adalet kadar hakkaniyetin gözetilmesi de o denli önemlidir.

E) Şüf’a

Fıkhı bir terim olarak şüf’a, “sahibine, satım akdine konu olan bir akarı, müşteriye mal olduğu bedel karşılığında mülkiyetine geçirme yetkisi veren bir hakkı” ifade eder.

Şüf’a hakkı bir akarın mâliki tarafından bir başkasına satılması duru­munda hak sahibine bu akara müşteriyle aynı şartlar altında sahip olma yetkisi verdiği gibi, akarın mâliki ya da müşterisine bu akar bedeli karşılı­ğında şüf’a hakkı sahibine teslim etme mükellefiyeti de yükler. Bu sebepten dolayı şüf’a hakkı, gayri menkul mülkiyetinin dolaylı şekilde sınırlandırılması niteliğindedir. Ancak, şüf’a hakkı dolayısıyla bir şahsın akarını satmasına, herhangi bir biçimde kullanılmasına vb. mani olunmadığı için ortada doğru­dan doğruya bir sınırlandırma söz konusu değildir. Birçok toplumda hukuk sisteminde olduğu gibi İslâm toplumunda da şüf’a müessesesinin kabulü, hukukî ve sosyal açıdan önemli birtakım he­deflere yöneliktir. Şöyle ki, müşterek mülkiyete konu olan bir akar üzerinde hissedarlara şüf’a hakkı verilmesinin gayesi bu hisselerden birinin satımı ile paydaşlar arasına istenmeyen yabancı kişilerin girmesine mani olmak ve mümkün olduğu ölçüde payların bir elde toplanmasını sağlayarak gayri menkullerin bölünmesini engellemektir. Yine özellikle Hanefî mezhebinde birbirine komşu olan ve birtakım hakları ortaklaşa kullanan akar mâlikleri arasında şüf’a ilişkisinin kabulü ile de akar mâlikleri açısından devamlılık arzeden komşuluk münasebetlerinde ve akarlar arasındaki hukukî ilişkilerde istikran temin etmek hedeflenmiştir. Bu sebeple ortaklar ve komşulara şüf’a hakkının tanınması ekonomik olduğu kadar insanî ve sosyal gerekçelere de dayanır.

Yukarıda temas edilen gerekçe ve gayeler sebebiyledir ki, Hz. Peygam­berin hadislerinde şüf’a hakkıyla ilgili temel bazı açıklama ve ölçüler yer almıştır. Bu konuda kaynaklarda zikredilen hadislerden bir kısmının anlam­ları şöyledir:

“Taksim olunmamış her malda şüf’a vardır. Sınırlar konulup, yollar açılınca artık şüf’a kalmaz.” [507]

Bir kimsenin ortağının iznini almadan satması helâl olmaz, ortağı dilerse alır dilerse almaz; izni alınmadan satılırsa ortak satılanı alma konusunda diğerlerinden fazla hak sahibidir.[508]

“Komşu komşusunun şüf’asına başkalarından ziyade hak sahibidir” [509]

İslâm hukukuçuları da bu hadislerde belirlenen esaslar çerçevesinde şüf’a hakkı ve bu hakkın kullanımı konusunda ayrıntılı bir hukuk doktrini geliştirmişlerdir.

Zâhirîler’in dışında kalan İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre şüf’a hakkı gayri menkul eşyada söz konusu olup, menkul malların satımında şüf’a geçerli değildir. Ancak Mâliki mezhebinde akara bağlı olan ağaç, bina gibi unsurların ve bazı tarım ürünlerinin bağlı oldukları akardan ayrı olarak satılmaları halinde şüf’anın geçerli olduğu kabul edilmiştir. Akar kavramına bir binanın muhtelif katlan da dahildir. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre şüf’a sadece taksimi mümkün olan gayri menkullerde geçerli iken Hanefîler böyle bir ayırıma gitmez. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre (Mâliki, Şafiî ve Hanbelî mez­heplerinde) şüf’a hakkını doğuran tek sebep, bir akar üzerinde hissedar olmaktır. Buna göre şüf’a hakkı sadece, müşterek mülkiyete tâbi bir akarın paydaşlanndan birinin, payını üçüncü bir şahsa satması durumunda söz konusu olmakta ve diğer paydaşlara bu payın aynı şartlarda alıcısı olma imkânı vermektedir.

Hanefî mezhebinde ise şüf’anın bunun dışında iki sebebi daha vardır. Bunlardan ilki, satım akdine konu olan bir akar ile irtifak muhtevalı bazı haklardan birlikte istifade ediyor olmaktır. Buna göre, meselâ aynı özel nehirden su alan, aynı mecrayı ya da aynı özel yolu kullanan akar mâlikleri bu akara bitişik komşu olmalarına bakılmadan şüf’a hakkı sahibi olmakta­dır. Buradaki özel yol ve özel nehirden kasıt, özel mülkiyet altındaki ya da belirli kişiler tarafından kullanılan yol ve su cetvelleridir. Bu sebeple herke­sin kullanımına açık olan umumi yol ve nehirlerdeki birlikte kullanım şüf’a sebebi değildir.

Hanefi mezhebine mahsus şüf’a sebeplerinin ikincisi ise, satım akdine konu olan bir akara üstten, alttan ya da yandan bitişik bir akara mâlik, yani bitişik komşu olmaktır. Bir akarla komşuluğun oluşması için yandan en küçük bir sınır birliği yeterli olduğu gibi, bir evin alt ve üst katları da birbiri­nin komşusudur.

Hanefîler şüf’a hakkı doğuran bu üç farklı sebebi aynı seviyede görme­yip bunlan yukanda belirtilen sıraya göre bir kuvvet derecelemesine tâbi tutarlar. Buna göre farklı derecelerde şüf’a hakkı sahipleri bulunduğunda, şüf’a sebebi daha güçlü olan şahıs hakkını kullanırsa diğerlerinin haklarını kullanma imkânı kalmaz. Meselâ satım akdine konu olan akarın hissedarları şüf’a haklarını kullanmış ise komşu akar mâliklerinin şüf’a haklarını kullanmalarına imkân kalmaz. Fakat, aynı seviyedeki birden çok şüf’a hakkı sahibinin bu haklarını birlikte kullanmalan mümkündür.

Şüf’a hakkı gayri menkul mülkiyetine bağlı bir yetki olduğu için hak sa­hibinin bu hakkını bedel karşılığında ya da bedelsiz olarak yapılacak bir akidle başkasına devretmesi mümkün değildir. Böyle bir yolla yabancı bir kimsenin şüf’a hakkı sahibi yapılmak istenmesi şüf’a müessesesinin hedef­lerine uygun olmadığı için bu işlem şüf adan feragat olarak değerlendirilir.

Şüf’a hakkı, kullanılması birtakım şartlara bağlı bir haktır. Yukarıda sa­yılan sebeplerle şüf’a ilişkisi doğduğunda, bu hakkın kullanılarak satılan akarın mülkiyetinin kazanılması için şu şartlar gerçekleşmelidir:

  1. Şüf’a hakkına konu olan akar satım akdi gibi her iki tarafın bir bedel ödediği, muâveze karakterli bir akde konu olmalıdır. Buna göre kullanılabilir bir şüf a hakkından söz edebilmek için, bu akarın, mâlikinin mülkiyetinden satım, selem ya da eşya üzerine yapılan sulh gibi akidlerle çıkması gerek­mektedir. Bunun dışında bu akarın hibe edilmesi, müşterek mülkiyete konu ise taksimi, mülkiyetinin miras ve vasiyet yoluyla el değiştirmesi gibi haller­de ise şüf’a hakkı kullanılamaz.

Şüf’a hakkının kullanılabilmesi için, müşterinin ödeyeceği bedelin Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre mal olması şarttır. Mâlikî ve Şafiî mezhepleri­ne göre ise, diyet tazminatı, mehir bedeli, bir hizmetin ücreti gibi mal olma­yan bir bedel karşılığında akarın mülkiyetten çıkması durumunda da şüf’a hakkı kullanılabilir.

  1. Bu akarın, sahibinin mülkiyetinden sahih bir akidle kesin olarak çık­ması gerekir. Buna göre akarın satıcısının muhayyer olduğu bir satım akdi sonunda akar üzerindeki mülkiyet henüz müşteriye geçmediği için şüf’a hakkı kullanılamaz. Bunun gibi akarın fâsid bir akid ile satılması durumun­da, akdin taraflarca feshedilmesi söz konusu olduğundan şüf’a kullanılamaz. Ancak müşterinin bu akar üzerinde akdin feshini engelleyici bir tasarrufta bulunması ile akdin bağlayıcılık kazanması sonucunda, Hanefî ve Mâlikî mezheplerinde bu hakkın kullanılması mümkündür.

3- Şüf’a sahibinin, akarın satımı anında şüf’a sebebi olan akara mâlik bulunuyor olması gerekir. Dört mezhebin üzerinde fikir birliği ettiği bu şarta ilâveten Hanefî mezhebinde, şüf’a hakkının kullanılarak meşfû’ akarın mülkiyet altına alınmasına kadar şüf’a sebebi akarın mülkiyet altında tutul­maya devam etmesi koşulu getirilmiştir.

Şüf’a hakkı zayıf bir hak olduğundan sonuçlarını doğrudan doğruya de­ğil, belirli işlemlerin yapılması ile doğurur. Fıkıh literatüründe bu konuda zikredilen prosedür, hukukî düzen ve istikrarın sağlanması amacına yönelik tedbirler mahiyetindedir. Burada önemli olan İslâm hukukunun belli ko­numdaki şahıslara, bazı sosyal yarar ve gerekçelerden hareketle böyle bir hak tanıdığıdır. Bir kimsenin mâliki bulunduğu bir malı satacağı vakit önce­likle ortağına ve yakın komşularına haber vermesi, üçüncü şahısların verdiği bedeli ödemeye razı olduklarında onlara ön alım hakkı vermesi dinî, ahlâkî ve hukukî bir yükümlülüktür. Bu konuda satıcının satış bedelini kasıtlı olarak yüksek göstermesi, satış yerine göstermelik olarak hibe veya kira akdi yapması şeklî hukuka uygunluğu sağlasa da kişiyi zikredilen dinî sorumluluktan kurtarmaz. Satışı öğrenen şüf’a hakkı sahibininde gecikme göstermeden satın alma talebini karşı tarafa iletmesi, bu hakkını kullanırken onu zarara uğratmaması gerekir. Taraflar şüf’a hakkının kullanımı konu­sunda bir uzlaşmaya varamazlarsa, ihtilâf yargı yoluyla çözülür.

Şüf’a hakkı sahibi, bu hakkını usulüne uygun bir şekilde kullandığında, hâkimin kararıyla akarın mülkiyeti müşteriden şüf’a hakkı sahibine intikal eder. Şüf’a hakkını bu şekilde kullanarak bir akarın mülkiyetini kazanmak, yeni bir satın alma akdi mahiyetinde olup bu akidle ilgili genel hükümler burada da geçerlidir. Bu yeni akidde ilk tesbit edilen bedel esas alınır ve akarın müşteriye maliyetini oluşturan diğer masraflar da bu bedele eklenerek müşteri ile şüf’a hakkı sahibi arasında bir eşitlik oluşturulur. Ayrıca akar üzerinde müşteri tarafından yapılan değer artırıcı tasarrufların bedeli de kural olarak maliyete ilâve edilir.

Bir akarın satımında aynı ya da farklı derecede yer alan birden çok şüf’a hakkı sahibi bulunabilir. Bu durumda yukarıda belirtilen sıraya göre sadece en üst derecede bulunanlar haklarını kullanabilecektir. Şüf’a hakkını kullanan aynı derecede birden çok kişinin olması durumunda, akarın hak sahip­leri arasında paylaştırılması yoluna gidilir. Bu paylaştırmanın şekli konu­sunda ise îslâm hukukçuları iki değişik yol izlemişlerdir. Hanefi mezhebine göre, akar aynı derecede bulunan şüf’a hakkı sahipleri arasında eşit olarak bölüştürülür. Bu kural müşterek mülkiyete konu olan bir akar üzerinde hak sahiplerinin hisselerinin farklı olması durumunda dahi geçerli olup hisselere bakılmaz ve hak sahiplerinin sayısı dikkate alınarak eşit bir paylaşım yapılır. Hanefîler’in dışındaki üç mezhebe göre ise akarın paydaşlar arasında taksi­minde ortakların akar üzerindeki hisseleri dikkate alınarak herkes bu akar üzerindeki hissesi oranında bir pay alır.

Şu sebepler şüf’a hakkını ortadan kaldırır:

  1. Şüf’a hakkı sahibinin ilgili akarın satımına açık ya da üstü örtülü bir yolla rızâ göstermesi veya şüf’a hakkını kullanmayacağını açıklayarak hakkından feragat etmesi halinde bu hakkı düşer. Çünkü şüf’a hakkı, onun bu satımdan rahatsız olmasını ve zarar görmesini engellemeyi hedeflediğinden; onun bu satıma razı olması ile hakkının sona ermesi tabiidir.
  2. Şüf’a hakkı sahibinin akarın tamamını değil de bir kısmını talep etmesi halinde akarın bir kısmından vazgeçmiş ve kısmen de olsa akarın başkasına satımına razı olmuştur.
  3. Şüf’a hakkını kullanırken gecikmek, örf veya kanunda belirli sürelere riayet etmemek. Fıkıh âlimlerinin bu konuda önerdikleri süreler hukukî işlemlerde düzen ve objektifliği sağlamaya yönelik tedbirler mahiyetindedir. Şüf’a hakkı sahibi­nin akarın satıldığını haber aldığında derhal şüf’a talebinde bulunmasını gerekli görenlerin yanı sıra Mâlikîler gibi ona bir yıl süre tanıyanlar davardır. Günümüzde konu yasal düzenlemeler ile belirli ve düzenli hale getirilmiş ise de, paranın değer kaybının yüksek bir oranda seyrettiği ve ekonomik şartların da devamlı değişkenlik gösterdiği toplumlarda bu sürenin uzun tutulması hem alıcının mağduriyetine yol açmakta hem de şüf’a hakkı sahiplerine haklarını kötüye kullanma fırsatı vermektedir.

F) Şirket

İslâm hukukunun temelde dayandığı kaynaklar olan Kur’an ve Sünnet’te ticarî hayatla ilgili genel ilkeler getirilmiş olduğu, ticarî ve hukukî ilişkilerin şekli, boyutu ve konusu toplumların şart ve ihtiyaçlarına bağlı olarak değişkenlik gösterebileceğinden bu konuda ayrıntılı hükümlere çok az yer verildiği bilinmektedir. İşte, iki veya daha fazla kişinin bir mal, menfaat, emek veya kârda ortak olmalarını ifade eden şirketleşme konusu da dayan­dığı temel ilkeler dışında toplumlara, bölge ve dönemlere göre farklılık gös­terebilecek bir konu olduğundan, Kur’an ve Sünnet’te şirket hukukuyla ilgili ayrıntılı hükümler yer almaz. Akidlerin ve hukukî işlemlerin açıklık, dü­rüstlük, karşılıklı rızâ ve hakkaniyete dayanması, faizden, aldatmadan, beklenmedik risk ve aldanmadan (garar) uzak olması gibi ilk planda ahlâkî karakter taşıyan ilkeler, müslüman toplumlarda zamanla gelişen şirketler hukukuna da temel teşkil etmiştir. İslâm toplumunda ticarî faaliyetlerin, kurumların ve hukuk ekollerinin gelişim seyrine paralel olarak bu temel üzerinde şirketler hukukuyla ilgili ayrıntılı bir hukuk doktrini oluşmuş ve literatürde “şirket” gibi genel veya “mudârabe”, “müsâkat”, “müzâraa” gibi özel başlıklar altında ele alınmıştır.

İslâm hukukunda şirketler genel bir tasnifle ibâha, mülk ve akid şirket­leri şeklinde üç bölümde ele alınarak bütün iradî ve gayri iradî ortaklık nevilerine genel bir açıklama getirilmek istenmiştir. [510]İbâha şirketi, toplumun ortak yararına bırakılmış kamu mallan ve kamu irtifak hakları üzerinde bireylerin sahip olduğu kullanma ve yararlanma hakkını veya bu konudaki fırsat eşitliğini ifade eder. Mülk şirketi, satın alma, hibe, vasiyeti kabul, mirasçılık, malların ayrılamayacak şekilde birbi­rine karışması gibi ihtiyarî veya gayri ihtiyarî bir sebeple bir mal veya hak üzerinde iki ve daha fazla kimsenin ortaklığını ifade eder. [511]Akid şirketi ise, iki veya daha fazla kimsenin sermaye, emek ya da kredi imkânlarını belirli ölçüler içinde birleştirmelerini ve bundan hâsıl olacak kârın paylaşımını konu alan akidleşme olup [512]hukuk dilinde ve örfteki kullanımda şirket tabiriyle -kural olarak-kastedilen budur.

İslâm hukukunun klasik sisteminde şirketler, yani sözleşmeden doğan ortaklıklar değişik açılardan çeşitli ayırım ve adlandırmalara tâbi tutulmuş­tur. Bunlar arasında en bilinenlerinden birisi şirketin emval, a’mâl ve vücûh şirketi şeklindeki üçlü ayırımıdır. Emval şirketi, ortaklardan her birinin bir miktar sermaye koyup bununla yapacakları ticaretten doğacak kârı paylaşmak üzere kurdukları şirkettir. A’ınâl veya diğer adıyla ebdân şirketi iki veya daha fazla şahsın belli bir işi yapmak üzere kurdukları emeğe dayalı iş gücü ortaklığının adıdır. Vücûh şirketi ise, ortakların sermayesiz, sadece kredileriyle meselâ ödünç para kullanarak veya vadeli mal alıp satmak suretiyle kâr etmek ve bunu paylaşmak üzere kurdukları kredi ve itibar ortaklığıdır. Her üç tür şirket de ortaklar arası hak ve yetki dengesi yönüyle mufâvada ve inan şeklinde ikili ayırıma tâbi tutulur. Ortaklar şirkete sermaye olabilecek bütün mallarını ortaklığa dahil ederek sermaye ve kâr nisbetleri eşit olmak ve taraflar da birbirinin kefili sayılmak üzere kuru­lan şirket “şirket-i mufâvada” olarak anılır. Eşitlik şart koşulmazsa kurulan ortaklık “şirket-i inan” adını alır ve bu tür şirkette ortaklar birbirinin kefili durumunda değildir. [513]Sonuç itiba­riyle İslâm hukuk literatüründe bu grupta altı tür şirketten söz edilir.

Yukarıda sözü edilen şirket türlerine, konusu ve hükümleri itibariyle kısmen farklılık gösteren mudârebe, müzâraa, müsâkat gibi ortaklık türleri de eklenebilir. Mudârebe şirketi, ortaklardan bir kısmının sermaye, diğerinin ise emek ile katılarak kurdukları ve kârı belli bir oran üzerinden paylaş­mak üzere anlaştıkları emek-sermaye şirketinin İslâm hukuk literatüründeki adıdır. Özellikle ortaklar arası güvenin önemli bir rol oynadığı bu şirket türü, günümüzdeki İslâm bankacılığı uygulamasına kısmen de olsa ışık tutmakta ve bu konuda benimsenebilecek bazı ölçüleri gündeme getirmektedir. Hz. Peygamberin de mudârebe ortaklığını bereketli bir ticari kazanç yolu olarak nitelendirdiği rivayet edilir. [514]

Müzâraa, Türkçe’deki karşılığı ziraî ortakçılık olup, bir tarafın arazi di­ğer tarafın da emek ile katıldığı ve çıkacak ürünün belli bir oran üzerinden paylaşıldığı ortaklık türüdür. Müsâkat ise bahçe sahibi ile bağ ve bahçeye bakıp bunları sulayacak emek sahibi arasında yapılan ve elde edilecek ürünü belli bir oran üzerinden paylaşmayı konu alan ortaklığın adıdır. Aynı anlayışın devamı olarak boş bir arazi sahibinin bir şahısla bu arazisine ağaç dikip yetiştirmesini ve ürünü paylaşmayı konu alan bir anlaşma (mugârese) yapması da caiz görülür ve teşvik edilir.

İslâm hukukunda isimsiz akid anlayışı hâkim olduğundan, belli ilkelere uymak, temel yasaklan ihlâl etmemek kaydıyla insanların her tür ticarî faaliyete girişmesi, farklı yapı ve işleve sahip ortaklıklar kurması tabii karşı­lanmış hatta teşvik edilmiştir. Ancak burada ortakların şirkete katılma pay ve şekillerinin, şirketteki hak ve görevlerinin, anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde açık olması, aldatma ve haksızlığa meydan verilmemesi, kârın oran üzerinden bölüşülmesi ve bölüşüm esaslarının önceden açıkça belirlenmesi, akdin ve şirketin gayri meşru faaliyetleri, haram kazancı konu edinmemesi, faiz ve beklenmedik risk içermemesi gibi İslâm borçlar ve ticaret hukukunun genel esasları üzerinde önemle durulmuştur. Şirketler hukukuyla ilgili olarak İslâm hukuk literatüründe yer alan kayıt ve şartlar da, temelde bu amaca yönelik tedbirler ve düzenlemeler mahiyetindedir.

Batı toplumunda farklı yapı ve işlevlere sahip ticarî ortaklıklar toplumda sermaye birikimine ve köklü yatırımların yapılmasına ve sonuçta da bu toplumların ekonomik gelişimine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Müs­lüman toplumlarda da mevcut yeni şart ve imkânlara göre yeni ortaklık türlerinin geliştirilmesine, ferdiyetçi teşebbüslerin yerini kolektif faaliyetlere terketmesine ciddi ölçüde ihtiyaç vardır. Bunun için de, klasik fıkıh literatü­ründe mevcut şirket türlerinin esas itibariyle günümüz hukuk düzenlemelerindeki âdi ortaklık türüne tekabül ettiği dikkate alınarak, günümüzün gelişen şart ve imkânları doğrultusunda iş gücü ve sermayelerin birleşip daha köklü yatırımlara yönelen yeni ticarî ve ekonomik organizasyonlara gidilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Çünkü bireysel davranış ve başarıların hâkim olduğu İslâm dünyasında artık güçlerin birleştirilmesinin önemi anlaşılmış, önemli ve kalıcı yatırımların, ticarî hamlelerin yapılabilmesi âdeta bu tür kolektif-ticarî organizasyonlara bağlı hale gelmiştir. Küçük çapta sermaye ve iş gücü imkânına sahip bireylerin bu tür kolektif faaliyetlere yönlendirilebilmesi için, hem bu yolun sağlıklı ve güvenli şekilde işlediğini gösteren iyi örneklerin artmasına, hem de suistimalleri önleyecek yasal tedbirlerin alınmasına ihtiyaç vardır. Bu sebeple de hâlihazırda bu işte ön­cülük eden şahıs ve kurumların hem kendi kazançlarını hem de toplumun uzun vadede geleceğini ilgilendiren ağır bir sorumluluk altında olduğu söylenebilir.

G) Ariyet

Ariyet akdi, bir kimseye bedelsiz olarak belli bir süre kullanmak üzere bir malın verilmesini konu alan bir sözleşme türüdür. Türkçe’de bu akde iğreti sözleşmesi de denir. Akdin temel özelliği belli bir süreyle kayıtlı olması, bir malın tüketimini değil kullanımını (intifa) konu alması ve bedelsiz olma­sıdır. Bu özellikleriyle hibe, kira ve satıştan ayrılır. Akdin iki tarafın da gönül rızâsı ve bu rızâyı gösteren irade beyanı (icap ve kabul) ile kurulacağı açıktır. Gerek taraflar ve gerekse ariyet konusu malla ilgili olarak İslâm hukuk doktrininde ileri sürülen şartlar, akdin sağlıklı işleyişini sağlama, insanî bir yardım amacı taşıyan bu akdin neticede taraflar arası anlaşmazlık ve mağ­duriyet sebebi olmasını önlemektir.

Kur’an’da ariyet akdiyle doğrudan ilgili bir âyet yoktur. Ancak Mâûn süresindeki, “Yazık onlara ki… mâûnu da engellerler” [515]ifadesinde yer alan “mâûn” insanlar arası yardımlaşmanın bir örneği olan zekât veya ariyetle açıklanır. Gerek Kur’an’da gerek Hz. Peygamber’in sözlerinde ve örnek davranışlarında insanlar arasında yardımlaşmayı, birbirinin sıkıntı ve ihtiyacını gidermeyi teşvik eden birçok genel ilke ve özel hüküm mevcuttur. Resûluîlah’ın ihtiyacı olduğunda diğer sahâbîlerden at, zırh gibi eşyaları ariyet olarak alıp bir süre kullanmıştır.[516]

Ariyet veren kimsenin bu sebeple herhangi bir bedel istememesi, bu işi insanî ve dostça bir yardım amacıyla yapması gerekir. Her ne kadar diledi­ğinde malını geri isteme hakkı varsa da karşı tarafın ihtiyacını gidermesini ve yardımın amacına ulaşmasını beklemesi doğru olur. Ariyet alan kimse de aldığı bu malı ihtiyacı sona erdiğinde, süre sonunda veya mal sahibinin istemesi halinde geri vermesi, kullandığı süre içinde de malı usulüne, örf ve âdete, mal sahibinin arzu ve talimatına uygun olarak kullanması gerekir. Ariyet alınan mal hukuken emanet hükmünde olduğundan, alan ve kulla­nanın kasıt, ihmal veya kusuru bulunmadıkça malda meydana gelen zaran ödemesi gerekmez. Ancak ariyet alman malın süresinde iade edilmemesi, izinsiz olarak üçüncü şahıslara kullandırılması veya mâkul ölçülerin dışında bir kullanımı sebebiyle meydana gelen zararları ödemesi gerekir. Hz. Pey­gamber’in, “El, aldığı şeyden onu geri verinceye kadar sorumludur” [517]şeklindeki sözü bu alanda da geçerlidir.

H) Karz

Sözlükte “bir şeyi kesmek, makaslamak” demek olan karz, günlük kul­lanımda kısaca, “geri ödenmek üzere birine verilen mal” anlamına gelir.

Kur’an’da karz kelimesi daha ziyade, Allah’ın rızâsını gözeterek ihtiyaç sahiplerine ödünç verme anlamında ve bunun yanında sırf Allah rızâsını gözeterek yoksullara karşılıksız yapılan yardım anlamında kullanılmıştır. [518]

Karşılıksız yardım gibi ihtiyacı olanlara borç ve ödünç vermek de faziletli bir davranış kabul edilmiştir. Peygamberimiz, yapılan bir sadakanın on kat, buna karşılık iyi niyetle verilen borcun ise on sekiz kat sevap kazandıraca­ğını söylemiştir. [519]Yine zor durumda bulunan birine borç veren müslümana, geri kendisine ödeninceye kadar her gün sevap yazılacağı, vade dolduğu halde borçluyu sıkışırmadığı takdirde alacaklı olduğu para kadar veya iki katı kadar sevap yazılacağı yönünde hadisler de bulunmaktadır. [520]

Fıkıhta teknik olarak, “Birinin diğer bir kimseye intifa ile tüketilen belli bir mislî malın, misli kendine iade edilmek üzere vermesidir” şeklinde ta­nımlanan Karz, kısaca birine, bedeli iade edilmek şartıyla verilen şey demektir, Karz, altın ve gümüşün, nakit paranın veya bir malın ödünç olarak verilmesi anlamına gelir.

Esasen bir teberrudan, maddî karşılığın gözetilmediği bir iyilikten ibaret olan karz akdinde, karz olarak verilen şeyin para (nakit) veya mislî mal olması gerekir. Herhangi bir menfaat getiren karz işleminin faiz olacağı yönündeki rivayetler, karzın teberru kabilinden ve hasbeten-lillâh yapılan bir işlem oluşuyla da yakından ilgilidir. Bu rivayetler sebebiyle karz işlemi yapılırken, karz verene menfaat sağlayacak bir şartın koşulmaması gerektiği özenle belirtilmektedir.

Özellikle enflasyonun yüksek olduğu yerlerde, verilen paranın değer kaybının telâfi edilmesinin faiz sayılıp sayılmayacağı da öteden beri ilgi konusu olmuştur. Meselâ Kadri Paşa’nın ifadesine göre, karz olarak verilen fülûs (altın veya gümüş karışımlı madenî para) kesada uğrarsa (değer kaybe­derse veya tedavülden kalkarsa), borç almış olan kişi, bunların ödeme vaktindeki değerini değil, borç aldığı sıradaki değerini vermekle yükümlüdür. Bu yaklaşım, karz akdinin mislî mallarda cereyan etmesi ve ödemenin misil üzerinden yapılması esprisine dayandığı gibi, bunda borç veren kimseyi haketmediği bir zararı yüklenmek durumunda bırakmama düşüncesi de etkili olmuştur.

Klasik anlayışa göre karz veren kimsenin herhangi bir vadeyle sınırlan-dınlmaması ve istediği zaman verdiği borcu geri isteme hakkına sahip kılınması da akdin teberrudan ibaret görülmesiyle ilgili olduğu gibi, borç veren kişinin borç vermiş olma sebebiyle benzeri bir sıkıntıya düşmesinin hakkaniyete uymadığı anlayışıyla da bağlantılıdır.

Karzın ribânın cereyan ettiği (ribevî) bir şeyi kendi cinsi mukabilinde kabz olmaksızın satmak anlamında olduğunu ileri sürerek karzın kıyasa aykırı olduğunu iddia etmişlerse de çoğunlukla karzın, tıpkı ariyet gibi, “menfaatin teberru edilmesi” kabilinden olduğu belirtilmiştir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, onu gönül hoşnutluğu ile yapılan bir bağış ve iyilik anla­mında “menîha” olarak isimlendirmiştir. Mislin iadesi aynın iadesi sayıldığı için misil üzerine ziyade şart koşmak yasaklanmıştır. [521]

I) Hibe

Sözlükte “bağışlamak, lütfetmek, vermek” anlamına gelen hibe, İslâm hukukunda “bir malın bedelsiz olarak bir başkasına temlik edilmesini konu alan akdin” adıdır. Ariyet akdinde malın kullanımının bedelsiz olarak ve geçici bir süre için bir başkasına verilmesi söz konusu iken hibede malın mülkiyetinin süresiz olarak başkasına devri söz konusudur.

Kur’an’da hukukî anlamda hibeden söz eden bir âyet bulunmamakla birlikte, geniş kapsamlı bir terim olan “sadaka” kelimesi teberru ve hibeyi de içine alır. Hibe akdinin hukukî hükümleri kısmen Hz. Peygamberin bu konuyla ilgili hadislerine, geniş çapta da İslâm hukukçularının yorum ve görüşlerine dayanır. Kur’an ve Sünnet’te cömertlik ve yardımlaşma teşvik edilmiş, Allah’ın gerçek lütuf ve bağışta bulunan (vehhâb) olduğu bildirilmiş, Resûl-i Ekrem de hediyeleşmeyi, hayır amaçlı olarak bağışta bulunmayı, ihtiyaç sahiplerine karşılıksız yardım etmeyi teşvik etmiştir. [522]

İslâm hukukunda hibe akdi genelde, “bir malın bedel şart koşulmaksızın temliki” olarak tanımlanır. Hukuk ekollerinin bu tanıma yaptıkları bazı ilâveler ve ifade değişiklikleri hibeyi vasiyet, vakıf, ibra gibi benzeri hukukî işlemlerden ayırmaya yöneliktir. Hibe akdi, ariyet, vedîa, karz ve rehinle birlikte “aynî akidler” olarak adlandırılır ve akdin tamamlanması için icap ve kabul yeterli olmayıp hibe konusu malın karşı tarafa teslimi gerekir. Hibe akdi, bağışta bulunanın diğer tarafa karşılıksız yardımda bulunması amacı taşıdığından “teberru akidleri”, malın mülkiyetini karşı tarafa geçirdiği için de “kazandırıcı (temlikî) akidler” grubunda yer alır.

İslâm borçlar hukukunda akdin kuruluşu ve hukuken geçerliliği için ara­nan genel şart ve kurallar hibe akdi için de geçerlidir. Bu itibarla bağışlama anında akid konusu malın mevcut olması, malum ve muayyen olması, bağışlayana ait bulunması, tarafların veya kanunî temsilcilerin ehliyeti ve akde rızâsının bulunması gibi şartlar aranır. [523]Hibe akdi kural olarak herhangi bir şekil şartına tâbi değilse de, hibe edilen malın karşı tarafa teslimi akdin tamamlanması için şart olduğundan [524]bir bakıma teslim ve kabz hibenin şekil şartı konumundadır. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bağışlayan malı teslim etmediği, diğer taraf da malı kabzetmediği sürece bağışlayan akidden dönebilir. Teslim ve kabzdan sonra ise akid bağlayıcılık kazanır, geri dönüş belli şartlar hariç kural olarak caiz olmaz. Mâliki ve Zahirî hukukçulara göre ise, hibe akdinin bağlayıcılığı için icap ve kabul yeterlidir. Hanefîler’in hisseli mallardaki hissenin hibesini caiz görmemeleri teslim ve kabzın mümkün olmamasıyla açıklanır.

Hibenin herhangi bir karşılık veya şart ileri sürülerek yapılması da ge­çerlidir. [525]Ancak bu durumda akid, Haneffler’e göre baş­langıç itibariyle hibe, sonuç itibariyle satım akdi sayılır. Çoğunluk ise bu durumda akdin satım hükmünde olacağı görüşündedir. Mecelle şartlı hibeye örnek olarak, ölünceye kadar kendisine bakması veya belli bir borcunu ödemesi şartıyla bir şahsa bir malın bağışlanmasını kaydeder (md. 855). Karşı taraf şarta uyduğu sürece bağışlayanın bağışından dönme hakkı yoktur.

Klasik İslâm hukuk doktrininde rücû şartıyla yani bağışlanan şeyin belli şartlarda bağışlayana geri dönmesi şartıyla hibe konusu da ele alınmış ve bu konuda umrâ, rukbâ ve süknâ terimleriyle ifade edilen belli modellerin caiz olup olmadığı veya ne ölçüde caiz olduğu tartışılmıştır.

Bir kimseye yaşadığı sürece onun olması, öldükten sonra da geri dön­mesi şartıyla bir malın verilmesi “umrâ” olarak adlandırılır. îslâm hukukçu­larının çoğunluğu bu tür bağışlamalarda o şahıs ölse bile malın bağışlayana geri dönmeyeceği görüşündedir. Diğer bir ifadeyle bağış akdi geçerli fakat öldükten sonra malın geri dönmesi şartı geçersiz sayılmaktadır. Gerekçe olarak da temlikin sürekli olması gereğinden söz ederler. Başta İmam Mâlik olmak üzere bir kısım hukukçular ise şartı da caiz görerek, lehine bağış yapılanın ölümü halinde malın bağışlayana veya mirasçılarına geri dönece­ğini söylerler. Son dönemlerde hem doktrin hem de uygulamada ikinci görüşün ağırlık kazandığı görülür. Bir şahsa yaşadığı sürece kullanması, meselâ oturması için bir malın bağışlanması (süknâ) halinde ise temlikten ziyade ariyet ve ibâha söz konusu olduğundan İslâm hukukçuları, bu tür akdin ve şartın caiz olduğu, mülkiyetin bağışlayanda kaldığı, diğer tarafın ölümü halinde malın geri döneceği görüşündedir. Bir şahsa bir malın bağış­lanması, bağışlayandan önce ölmesi halinde malın bağışlayana geri dönme­sinin şart koşulması (rukbâ) ise daha karmaşık bir yapıda olduğundan caiz

olup olmadığı tartışılmış, Hanefî ve Mâlikîler böyle bir hibeyi caiz görmezken Şâfıî ve Hanbelîler caiz görmüş fakat şartı geçersiz saymışlardır.

Usulüne uygun biçimde yapılmış, teslim ve kabz ile de tamamlanmış hi­be akdinden dönmek kural olarak caiz değildir. Ancak Hanefîler ve Zeydîler bağışlayanın hibesinden haklı ve geçerli bir nedenin bulunması ve hâkimin de bunu onaylaması şartıyla dönebileceği görüşündedir. Bununla birlikte Hanefîler de hibenin kan hısımları ve sıhrî hısımlar arasında yapılması, bir karşılık ve şarta bağlanmış olması, hayır ve sevap amaçlı olması, malda karşı tarafın tasarrufta bulunmuş olması, taraflardan birinin ölümü gibi durumlarda bağışlayan tarafın rücû hakkının olmadığı görüşündedir. [526]Şartlı olarak yapılan bağışlamalarda şartın yerine getirilmemesinin başlı başına rücû sebebi olacağı ise açıktır.

J) Havale

Sözlükte, “bir şeyi bir yerden başka bir yere taşıma, gönderme” anlamı­na gelen havale, İslâm hukukunda, borcun bir kimsenin zimmetinden başka bir kimsenin zimmetine nakledilmesini ifade eden bir terimdir. [527]Havale akdi, İslâm hukukunda akid ve hukukî işlemlerin tâbi olduğu genel kurallara tâbidir. Havale işleminin hukuken kurulabilmesi (in’ikad) ve muteber olabilmesi (sıhhat) için, ilgili tarafların rızâsı, ehliyeti ve havale konusu ile ilgili bazı şartlar aranır. Havalede her üç tarafın rızâsının da bulunması halinde akdin geçerliliğinde ihtilâf yoktur. Yeni borçlu ile alacaklı arasında yapılan anlaşma Hanefîler’e göre yeterli olup birinci borç­lunun rızâsının bulunması şart değildir. [528]Diğer hukuk ekolleri ise bunu şart görürler. Birinci borçlu ile alacaklı arasında yapılan anlaşmanın ise yeni borçlunun rızâsına ihtiyaç hissettireceği açıktır. [529]Evvelki borçlu ile yeni borçlu arasında borcun nakliyle ilgili an­laşmanın geçerlilik kazanması İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, alacaklının rızâsına bağlıdır. Çünkü kişilerin ödeme imkânları farklı oldu­ğundan, alacaklının borcun naklinden dolayı zarar görme ihtimali vardır. Bir kısım İslâm hukukçusu ise bunu caiz görür. Tarafların ivazlı akid ehliyetine sahip bulunması, havale konusu borcun da zimmette sabit olabilen cinsten, belli, meşru ve bağlayıcı bir borç olması şartları aranır.

Havale işleminin hukukî sonucu İslâm hukukçulan arasında tartışmalı­dır. Hanefî müctehidlerin çoğunluğuna göre havale işlemi sonunda borçlu borcundan kurtulmuş olur. Hanefî müctehidlerden Züfer’e göre havale asıl borçluyu borçtan kurtarmaz. Borcun nakline gelince, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsufa göre havale, borcu eski borçlunun zimmetinden yeni borçlunun zimmetine nakleder. Havale işlemi sonunda birinci borçlu ve ona bağlı fer’î borçlular borçtan kurtulmuş olur. Mecelle’de bu görüş tercih edilmiş olup (md. 690), diğer hukuk ekollerininde görüşü bu yöndedir. Ancak Hanefî mezhebinde belli durumlarda borcun ödenmemesi halinde alacaklıya asıl borçluya rücû imkânı tanınmıştır. Hanefî imamlardan İmam Muhammed’e göre ise, havale sadece alacağı yeni borçludan talep hakkı doğurur, borcun aslı havale eden birinci borçlunun zimmetinde devam eder.

Günümüzde yaygın olan poliçe ve çek gibi kıymetli evrak yoluyla bor­cun nakli usulü, ilk dönemlerden beri müslüman toplumlarda uygulanagel-miştir. Poliçe ve süftece usulünün müslüman toplumlarda uzun bir geçmişinin ve Batı toplumlarına göre beş asırlık bir önceliğinin bulunduğu, hatta poliçe usulünün Batı’ya Endülüs müsîümanları ve Haçlı seferleri kanalıyla geçtiği görüşleri vardır. Geniş bir coğrafya üzerinde yüzyıllar süren bir medeniyet kuran müslümanların günlük ticarî ihtiyaçlarını karşılayacak yeni usuller bulmakta gecikmemeleri tabiidir. Çünkü İslâm hukukunun aslî kay­nakları olan Kur’an ve Sünnet özellikle borçlar ve ticaret hukuku alanında genel ilkeler belirtmekle yetinmiş, her topluma kendi şartlarına uygun hu­kukî ayrıntıyı düzenleme, çözüm ve usuller bulma yetki ve fırsatı tanımıştır. Alacağın ve borcun naklini konu alan havale ile ilgili birçok hukukî görüş ve tartışmaların yapılmış ve bu konuda zengin bir hukuk doktrininin meydana gelmiş olmasında, İslâm’ın bu esnek tavrının yanı sıra, farklı müslüman toplumların değişik ihtiyaçları ile karşılaşılmış olmasının da önemli payı vardır.

K) Kefalet

Sözlükte “bir şeyi başka bir şeye eklemek” anlamına gelen kefalet, fıkıh terimi olarak kefilin zimmetinin borçlunun zimmetine bitiştirilmesin i ifade eder; böylece alacaklıya borcun ifasına dair teminat verilmiş olur.

İslâm dini müslümanların yardımlaşmalarını ve birbirlerine destek ol­malarını, borçlunun borcunu ödemesine yardımcı olunmasını genel ahlâkî ve dinî bir ilke olarak koymuş, İslâm hukukunda da bu amacı sağlamaya yönelik bir dizi tedbir hükümlerine ve akid türüne yer verilmiştir. Kefalet akdi de gerek böyle bir amaca hizmet ettiği gerekse ticarî hayatın kaçınılmaz ihtiyaçlarından olduğu için İslâm hukuk sistematiği içinde özel bir akid türü olarak yerini almış ve konuyla ilgili ayrıntılı bir hukukî düzenleme öngörül­müştür. Bu düzenlemelerin birinci derecedeki amacı, akidlerin ve diğer hukukî işlemlerin açıklık, güven ve istikrar içinde gerçekleşmesini sağlama, haksızlık, zarar ve beklenmedik mağduriyetleri önleme olarak özetlenebilir.

Kefalet gibi, günlük hayatın ve ticarî ilişkilerin tabii gereklerinden olan akid türleri dinî literatürdeki tabiriyle “caiz ve mubah” grubunda yer aldıkla­rından Kur’an ve Sünnet’te bu konuda özel hükme rastlanmaz. Fakat insan ilişkileri ve borç münasebetleri hakkında konan genel ilkeler[530], bu özel borç ve akid türlerini de doğru­dan ilgilendirir. Bunun yanı sıra Kur’an’da geçmiş olaylar anlatılırken kefalet akdine dolaylı olarak temas eden âyetler de [531]mevcuttur. Ayrıca, Hz. Peygamber kefilin, üzerine aldığı borcu yerine getirmesi gereğine işaret etmiş[532], geride borç bırakarak ölen bir sahâbînin cenaze namazını kıldırmak istememiş, Ebû Katâde isimli sahâbînin o borcu ödemeyi üstlenmesi üzerine namazı kıldırmıştır. [533]

Kefalet, İslâm hukukunda teberru akidleri grubunda yer alır. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre kefalet akdinin kuruluşu için hem kefilin hem de alacaklının kabulü, çoğunluğa göre ise sadece kefil olan kimsenin kabulü gerekir. Bu akidle borçlunun zimmetine kefilin zimmeti eklenmekte, borç hem asıl borçlu hem de kefil üzerinde sabit olmaktadır. Kefalet akdinin konusunu genelde mal veya para borçları oluşturmakla birlikte, bir şahsın mahkemede hazır bulundurulması gibi para ve mal borcu dışında kalan belli taahhütler de bu akde konu olabilir. İslâm hukukunda akidlerin kuruluş, sıhhat, bağlayıcılık ve geçerliği için gerekli genel kural ve şartlar kefalet akdi için de söz konusudur. Söz gelimi kefilin temyiz gücüne sahip ve bulûğ çağma ulaşmış olması, üstlendiği borcu ifaya gücünün yetmesi, kimin lehine kefil olduğunun ve alacaklının kimliğinin bilinmesi, borcun hukuken tanı­nan bir borç olması gibi şartlar aranmıştır. Ancak bu şartların ayrıntısında hukuk ekollerinin farklı görüşleri vardır. Kefalet akdi borcun ödenmesi, anlaşma veya alacaklının kefili ibra etmesiyle sona erer. Mal ve para borcu ile ilgili kefaletlerde kefilin, borçlunun veya alacaklının ölmesi kural olarak akdi sona erdirmeyip borç veya hak ilgili şahsın mirasçılarına intikal eder. Fakat bunun belli istisnalan vardır. Şahısla ilgili kefaletlerde ise kefilin veya akde konu olan şahsın ölümü kural olarak akdi sona erdirir. Kefilin ödediği borç için asıl borçluya rücû edebilmesi konusunda, kefaletin borçlunun izniyle olması ve ödemenin onun adına yapılması şartları aranmıştır. Ala­caklının ödeme için borçluya veya kefile hangi sıraya göre ve hangi prose­dürü izleyerek başvuracağı ve bu konuda kefilin ileri sürdüğü şartların geçerliliği hususu da tartışmalı bir konudur.

Kefalet bir nevi teberru akdi yani asıl borçluya yardımı amaçlayan ve karz-ı hasen niteliği taşıyan bir akid olduğundan, kefalet akdi için kefilin bir ücret alması uygun görülmemiştir. Ancak borçlunun başka bir imkân bula­maması halinde, zaruret ve ihtiyaca binaen ücret karşılığı kefalet sağlama ve böylece borcunu alacaklısı lehine sağlamlaştırma yoluna başvurması caiz görülmüştür. Günümüzde insan ilişkilerinde ve borç münasebetlerinde karşılıklı güven ortamı iyice kaybolduğu için karz-i hasen ve yardımlaşma niteliğinde özel bir borç ilişkisi olan kefalet akdi önemini yitirmiş ve yeteri derecede yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayacak organizasyonlara gidilemediği için de onun yerine teminat mektubu usulü ticarî bir sektör olarak ortaya çıkmıştır, Herhangi bir ticarî faaliyet için başka bir imkânı olmayan müteşebbisin zaruret sebebiyle böyle bir yola başvurabileceğini belirtenler yanında teminat mektubu ve akretif gibi akidlerin klasik kefalet akdinden farklı unsurlar içerdiğini veya tamamen farklı akidler olduğunu ileri sürerek caiz görenler de vardır. Müslümanların çağdaş toplumlarda iyice yaygınlık kazanan faiz ve risk sömürüsüne karşı alternatif kurumlar ve çözümler üretmesi de üzerlerine düşen önemli bir sorumluluktur.

L) Rehin

Rehin, sözlükte “sabit olmak, hapsetmek, devamlı olmak, alıkoymak” gibi anlamlara gelir. Fıkıh terimi olarak ise rehin, “bir malı ondan alınması mümkün olan bir hak karşılığında hapsetmek ve alıkoymaktır. Rehin, bir borcu tevsik İçin tesiim alman mal olarak da tanımlanmıştır. Rehin verene râlıin, rehin alana mürtehin, teslim alman mala da merhûn veya rehin denilir. Kefalet şahsî teminat, rehin de aynî teminat niteliğindedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, “…Yolculukta olursanız, yazdıracak bir kimse de bu­lamazsanız, (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir” [534]buyurulmuştur. Peygamberimiz de zırhlı gömleğini bir borcu karşılığında rehin vermiştir.

Bir alacağı borçludan vadesinde geri almanın normal yolu ifadır. Fakat, borçlu borcunu bazan istenilen zamanda ve beklenen şekilde ifa etmeyebilir. Borcun ödenmemesi halinde borçlu, zimmeti ile sorumludur. Ancak, alacaklı, kredi verirken borçlunun ödeme gücünü yerinde görmeyerek alacağını genellikle iki şekilde teminata bağlamış olabilir: Bunlardan biri aynî teminat, diğeri şahsî teminattır. Kefalet, havale şahsî bir teminat, rehin ise aynî bir teminattır. Bugün sosyal hayatta şahsî teminatlar eski değerini kaybetme­mekle birlikte, aynî teminatların önemi gün geçtikçe biraz daha artmaktadır. Çünkü, her zaman aynî teminatlar, şahsî teminatlardan daha güçlü bir teminat görevini ifa etmektedirler. Rehin alacaklısının hakkı hem rehin konusu mal hem de rehin veren borçlunun zimmeti ile ilgilidir; diğer alacak­lıların alacağı ise sadece zimmeti bağlamaktadır. Bu sebeple rehin alacaklısı, borçlu olan râhinin ademi ifası, kötü ifası, kısmî ifası, iflâsı, ölümü, kaybol­ması hallerinde, rehinli mal sayesinde alacağını daha kolay bir şekilde tahsil etme imkânını bulur.

Rehin müessesesinin borçluya da faydası vardır. Zira, borçlu verdiği rehin sayesinde veresiye mal almak, ödünç para almak suretiyle ekonomik faaliye­tini düzenli bir biçimde sürdürür, ihtiyaçlarını karşılar ve sıkıntılarım giderir. Fıkıh bilginlerine göre, rehin sözleşmesi her sözleşme gibi, icap ve kabul ile kurulur. Ancak, rehin hakkının doğumu için, rehin sözleşmesinden başka bir de rehin konusu mal kabz olmadıkça, rehin hakkı da doğmaz. Bu sebep­le, râhin relinin teslim edilmesinden önce, rehin sözleşmesinden dönebilir. İmam Mâlik’e göre, icap ve kabul ile rehin akdi kurulur ve rehin hakkı da doğmuş olur. Rehin akdinin doğumu için kabz şart değildir. Bu sebeple mürtehin rehin sözleşmesinden sonra, râhini, rehni kendisine teslim etmesi için icbar edebilir.

Rehin sözleşmesinde taraflardan biri mürtehin, diğeri ise râhindir. Mürtehin hem borç ilişkisinden dolayı, hem de rehin sözleşmesinin gereği alacaklıdır. Bu kişiye rehin alacaklısı veya rehinli alacaklı demek doğru olur. Râhin hem alacağın, hem de rehin verilen malın teslimi ile borçlu olan kimsedir. Râhin kendi mülkü olan bir malı rehin verebileceği gibi, üçüncü bir kişiye ait bir malı da sahibinin rızâsı ile rehin verebilir. Buna rehn-i müsteâr denir. Gerek râhinin ve gerekse mürtehinin birden fazla olması caizdir. Yani iki veya daha fazla borçlu, bir malı borçlarına karşılık bir mürtehine rehin olarak verebilirler. Aynı şekilde bir borçlunun iki veya daha fazla alacaklısı -alacak ister bir sebepten doğsun, ister ayrı ayrı sebeplerden doğan- ala­cakları için, borçludan bir malı rehin olarak alabilirler. Bu mal, alacakların toplamına karşılık rehnedilmiş olur. Burada önemli olan bir şart vardır: O da, rehin sözleşmesinin aynı tarihte yapılmış olmasıdır. Çünkü bir mal, rehnedildikten sonra, ikinci defa rehnedilemez. Ancak, Hanefi mezhebi dışındaki diğer mezheplere göre, hisseli bir malın hisseleri farklı tarihlerde ayrı ayrı rehin verilebilir. Alım satım ve dava ehliyetine sahip olan kişiler, rehin sözleşmesinde de taraf olabilirler. Rehine konu olan şeyin satılmaya elverişli olması gerekir. Zira borç ödenmediği takdirde, alacaklı merhûnu sattırarak, alacağını satış bedelinden tahsil edecektir. Mahiyeti itibariyle ve hukuk düzeni yönünden satılması geçerli olmayan bir şeyin merhûn olarak tayini, rehin müessesiyle bağdaşmaz.

Rehnedilecek malın sözleşme sırasında mevcut olması gerekir. Rehin hakkı, teslim almakla doğduğu için mevcut olmayan şeyin teslimi mümkün olmadığından rehnedilmesi de sahih değildir. Bu yüzdendir ki, Hanefî mezhebinde mücerret hakların rehnedilmesi mümkün görülmemiştir. Meselâ, bir alacak hakkı rehnedilemez.

Rehne konu olan şeyin muayyen ve teslime elverişli olması da şarttır. İslâm hukukçuları, meseleyi sağlama bağlamak ve muhtemel ihtilâfları peşinen önlemek ve anlaşmazlıkları asgari düzeye indirmek gayesine yöne­lik olarak, rehne konu olan şeyin muayyen ve teslim edilebilir olmasını akdin sıhhat şartı olarak kabul etmiştir.

Hanefî fıkıh bilginleri, satımda ayrıca zikredilmeden satım konusuna gi­ren müştemilâtın, meselâ eşyanın mütemmim cüzlerinin, rehinde de zikre­dilmese bile teminatın şümulüne gireceğini, ayrıca arazi veya arsa rehnedildiği takdirde, üzerlerinde bulunan bütün ağaçların meyveleri ve diğer ürün­lerin rehne dahil olacağım ifade etmişlerdir.

Bir kişi rehinle hem bir para alacağım ve hem de paradan başka bir ala­cağını teminat altına alabilir. Ancak, rehne sebep olan hakkın, deyn ise sahih bir deyn, ayn ise mazmun, yani zayi ve telef olması halinde tazmin edilecek cinsten olması gerekir.

Rehin hakkı, sınırlı bir aynî haktır. Borçluya veya üçüncü bir şahsa ait menkul veya gayri menkul bir mal üzerinde alacaklı lehine kurulur. Klasik dönem doktrininde gayri menkulün kâbil-i teslim olmadığı için rehne konu olamayacağı görüşü hâkimken sonradan tapuda tescil imkânı ortaya çıkınca gayri menkulün rehni ve ipoteği mümkün ve caiz hale geldi ve tescil, kabz (teslim) yerine geçmiş oldu. Rehin hakkı, önce teminat görevini ifa eder. Nitekim borcun ifa edilmemesi, kısmî ifası veya kötü ifası hallerinde, alacaklı rehin hakkının konusu olan malı paraya çevirterek, alacağını satış bedelin­den tahsil eder.

Rehin hakkı, aynı zamanda alacaklıya öncelik (rüçhan) hakkı verir. Bor­cun ödenmemesi, yahut borçlunun iflâs ve ölmesi halinde, rehin konusu malın bedelinden, öncelikle rehin alacaklısının alacağı ödenir; bu borç ö-denmedikçe, diğer alacaklılar ve vârisler, rehinli mal üzerinde herhangi bir hak iddia edemezler. Merhûnun bedeli, borcu karşılamazsa, mürtehin geri kalan alacağı almak üzere diğer alacaklılar sırasına geçer.

Rehin hakkı, aynî bir hak olup bu hakka dayanarak mürtehin merhûnu elinde tutma yetkisini (hapis hakkı) kazanır. Mürtehinin hapis hakkı, borcun tamamen ödenmesine kadar devam eder. Borcun kısmen ödenmesi, hapis hakkını sona erdirmez.

Rehin hakkı, rehinli alacaklıya, rehin veren izin vermedikçe, ne yarar­lanma ve ne de kullanma yetkisi verir; sadece alacağını vadesinde alamayan alacaklıya, rehinli malı paraya çevirterek, satış bedelinden alacağını tahsil imkânını sağlar. Rehin hakkı, alacaklının alacağını vadesinde, borçlunun şahsından talep etmesine de bir engel değildir. Hiç şüphesiz borcun ödenme­sinden borçlu şahsen sorumludur. Bu sebeple alacaklı, borcun ifasını öncelikle borçlunun şahsından isteyebilir. Alacaklı, borçlu borcunu ifaya hazır olduğu halde, merhûnu paraya çevirmek suretiyle alacağının ödenmesini isteyemez. Borcunu ödemeyen borçlunun rehinli malı, mürtehinin mülkiye­tine de geçmez. Alacaklının hakkı, borcun ödenmemesi halinde, ancak merhûnu paraya çevirterek, satış bedelinden alacağını tahsil edebilmektir. Aynı şekilde alacaklı, rehin aracılığı ile borçludan, başka bir borcun ifasını isteme hakkına da sahip değildir.

Rehin alacaklısı, mahkemeden, rehnin cebrî icra yolu ile paraya çevril­mesini ve bedelinden alacağının ödenmesini, borçlunun temerrüdü, iflâsı, ölümü, gaip olması, merhûnun bozulması, yıkılması ve benzeri hallerinde isteyebilir. Rehinli mal, hâkim veya görevlendireceği bir memur tarafından usulüne uygun bir biçimde satılır; şayet satış bedeli, sadece rehinli alacağı karşılıyorsa, rehinli alacaklı bunu alır. Eğer satış bedeli alacaktan fazla ise, fazla kalan para borçluya verilir. Borçlunun iflâsı halinde, eğer bedel ala­caktan fazla ise, fazla kalan para diğer alacaklılara dağıtılır. Alacak rehnin satış bedelinden fazla ise, rehin alacaklısı mevcut olan bedeli alır ve karşı­lanmayan alacak kesimi için diğer alacaklılarla eşit hakka sahip olur ve hissesine düşeni alır.

M) Emanet Mal

İnsanların güvene dayalı olarak birbirlerine emanet mal bırakması gün­lük hayatımızda sıkça karşılaşılan beşerî-hukukî bir işlemdir. Fıkıh kitapla­rında bu konu vedîa başlığı altında ele alınır. Vedîa, fıkıhta bir kimseye koruması için bir malın emanet edilmesi akdini ve bu şekilde emanet edilen malı ifade eden bir terimdir.[535]

İslâm hukukunda vedîa akdi, tarafların icap ve kabulüyle, yani birbirine uygun karşılıklı irade beyanıyla kurulan ve bağlayıcı olmayan bir akiddir.

Diğer akidler gibi bunda da haliyle tarafların akid ehliyetine sahip bulunma­sı, emanet bırakılan malın da akid konusu olmaya elverişli bulunması gere­kir. Emanet bırakılan kimse kural olarak emin kimse sayılır ve iyi niyetli olduğu, emanet bırakılan malı korumada mâkul derecede titizlik gösterdiği sürece bu mala gelen zarardan sorumlu olmaz. Aksine bir durumda ise emanet sıfatını yitirir ve malın telef ve ziyanından sorumlu tutulur. Çünkü emanet bırakılan kimsenin en başta gelen sorumluluğu, kendisine emanet olarak bırakılan bu mali örf ve âdete uygun biçimde ve kendi malını koru­duğu şekilde korumaktır. Emanet bırakanın rızâsı ve bilgisi dışında o malı kullanması, başka birine kullandırması, başkasına emanet etmesi veya o malda herhangi hukukî bir tasarrufta bulunması doğru olmaz. Hz. Peygam­ber, münafıklığın en başta gelen üç alâmetinden birinin, “güveni kötüye kullanma, kendisine bırakılan emanete hıyanet etme” olduğunu belirtir. Bu itibarla, emanet bırakılan kimsenin hıyaneti, kastı, örf ve âdete ve emanet bırakanın rızâsına aykırı davranışı hem dinî sorumluluğu, hem de hukukî açıdan tazmin sorumluluğunu doğurur.

Emanet bırakılan şahıs malı koruması karşılığında ücret alıyorsa, o tak­dirde akid iki taraflı ve ivazlı bir akid mahiyeti kazanacağından tazmin sorumluluğu daha da artar. Ücretli emanette, alınması gerekli tedbir alınma­dığı için veya kaçınılması mümkün bir sebepten dolayı mala zarar gelirse tazmini gerekir.

N) Buluntu Mal

Buluntu malla ilgili fıkhî düzenlemeler İslâm hukukunda lukata teri­miyle ifade edilir ve literatürde de bu başlık altında incelenir.

İslâm dini, müslümanların güvenli ve huzurlu bir toplum düzeni kur­malarını ve böyle bir toplumda yaşamalarını hedeflediğinden, genellikle karşılaşılan toplumsal meseleleri hem ahlâkî ve hem de dinî ve hukukî boyutta ele almış, toplumda istikrar ve düzen sağlamak istemiştir. Bu cüm­leden olmak üzere Kur’an, müslümanların doğru, âdil, hakkaniyetli olmala­rını, emaneti ehline vermelerini emretmiş, insanların haklarını eksik verme­lerini ve başkalarının mallarını haksız şekilde yemelerini yasaklamış, bunları İslâmî hayat tarzının temel ilkeleri arasında saymıştır. Hz. Peygamber de, sahibi tarafından kaybedilip bir başkası tarafından bulunan eşya ve hay­vanlarla ilgili olarak birtakım ilkeler koymuş, bazı emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. Ancak alınan önlemlerin ve yapılan tavsiyelerin o günkü toplumun imkânlarıyla sınırlı olduğunu, burada asıl amacın malların zayi olmasını önleyip gerçek sahibine ulaşmasını sağlayıcı bir mekanizmayı kur­mak olduğu söylenebilir.

Buldukları malları ne yapacaklarını soran sahâbîlere Hz. Peygamber, buldukları bu malı muhafaza edip bir yıl süre ile ilân etmelerini ve sahibini araştırmalarını, beklemelerini, bu esnada malın sahibi çıkıp gelirse iade etmelerini, gelmezse yanlarında emanet olarak bulunmakla birlikte o malı harcayabileceklerini, kullanabileceklerini, bir gün sahibi çıkıp gelirse yine iade etmelerinin gerektiğini ifade etmiştir. [536]Bir başka hadiste de, “Kim bir yitik malı bulursa, iki âdil kimseyi olaya şahit yapsın, gizleyip saklamasın. Sahibini bulursa ona iade etsin. Bulamazsa o mal Allah’ın malı hükmünde olup Allah onu dilediğine verir” [537]buyurmuşlardır.

Sahibinden kaçan ve yitirilen hayvanlar hakkında da Hz. Peygamber, “Kim bir yitik hayvanı yanında barındırırsa, onu ilân edip duyurmadığı sürece yanlış yoldadır” [538]buyurmuş, öte yandan hacıla­rın yitirdiği mallara dokunulmamasını, kendi haline bırakılmasını istemiştir. [539]Yine Resûlullah başı boş dolaşan develerin serbest bırakılmasını, onlara yitik muamelesi yapılmamasını, sahibinin onu veya onun sahibini bulacağını belirtmiştir. [540]

Hadislerden anlaşıldığına göre, bulunan malın bir yıl süre ile ilân edile­rek sahibinin aranması ve beklenmesi, sahibi gelip de malını tanımlayabilir-se malının iade edilmesi gerekmektedir. Öte yandan, bulan kimsenin, sahibi gelince iade edebilmek ve gerçek sahibini tanıyabilmek için, bulduğu malın ayırıcı özelliklerine dikkat etmesi ve unutmaması, yitiği de sahibine vermek kastıyla alması istenmektedir.

Hz. Peygamberin bu konuda koyduğu ilkeler ve açıkladığı hükümler hem müslümanların güvenilir bir ortamda yaşamasını, müslümanların birbirinden emin olmasını, zarar görmemesini sağlamayı, hem de yitirilen malın muhafaza altına alınmasını, zayi ve telef olmaktan kurtarılmasını amaçlayan önlem ve çözümlerdir. Bulunan eşya ile hayvanlar arasında, hayvanlardan da meselâ, koyunlarla develer arasında belli bir ayırımın yapılmış olması da, maksadı sağlayacak tedbirlerin durum ve şartlara bağlı olarak değişebileceğini anlatmak içindir. Nitekim başı boş develer hakkında Hulefâ-yi Râşidîn uygulamaları da birbirinden farklı olmuştur.

İslâm hukukçuları da bu konudaki hadisleri ve uygulamaları esas alarak, bulunmuş malın durumu, yapılacak işlemler, ilgili kişilerin hak ve görevleri konularında birçok ayrıntılı hüküm ve önlemlerden söz etmişler ve konuyu hukukî bir çerçeveye oturtmaya çalışmışlardır. Konu, fıkıh kitaplarında “lukata” bölüm ve başlığı altında ele alınır. Ancak muhtemelen ilgili hadis-. lerdeki ayırımdan hareketle, özellikle Hanefî eserlerde bu konu, buluntu eşya-buluntu hayvanlar şeklinde iki açıdan incelenmekte, buluntu mallara “lukata, melkut” gibi adlar verilirken, buluntu hayvanlara dâlle denmekte­dir.

Lukata konusunda İslâm hukukçularının görüşleri şöylece özetlenebilir: Bulma olayı, malın konumuna ve bulanın niyetine göre farklı hükümler taşıyabilir. Rastlanan yitik mal alınmadığında zayi olacaksa, o malın alınması daha doğrudur, menduptur. Hatta bazı bilginlere göre bu durumda yitiği almak vaciptir. Yitik malın el koymak ve sahiplenmek maksadıyla alınması ise haramdır.

Buluntu mal, bulan tarafından korunmak, sahibine iade edilmek kastı ve niyetiyle alınmışsa, o kişinin elinde emanet hükmündedir. Açık kusur ve kastı olmadıkça alanm tazmin sorumluluğu yoktur. Sahiplenmek kastıyla alınmışsa, alan her türlü telef ve zarardan sorumlu olur.

Buluntu malın, bulan tarafından ilân edilmesi gerekir, ilânda, sahibinin tanımasına imkân verecek ölçü ve bilgilerin bulunması, fakat sahte sahip­lenmeleri engelleyecek bir kapalılığın da olması gerekir. İp, sopa, kamçı gibi çok önemsiz, gündelik eşyada ilânın gerekmeyebileceğini söyleyenler varsa da, bunların birkaç gün süreyle ilân edilip bekletildikten sonra bulan tarafın­dan kullanılmasının caiz olacağı şeklindeki görüş, konu hakkındaki hadise daha uygun düşmektedir.

Buluntu malın ilân süresi, kural olarak bir yıldır. İlk hafta her gün, sonraki haftalarda ise birer gün ilân yeterlidir. Ancak Hanefîler, bulunan malın kıymetine göre ilân süresinin değişebileceği, meselâ 100 dirhemlik malın bir yıl, 10 dirhemlik malın on gün, daha değersiz malların daha az süreyle ilânının yeterli olacağı görüşündedirler. Esasen fakihler, malın sahibinin artık malını aramayacağı ve sahibinin bulunamayacağına dair güçlü bir kanaat oluşuncaya kadar ilâna devam edilmesini ölçü olarak kabul etmişler­dir ve bu süreler de böyle bir ölçünün uygulamasından ibarettir.

İlân içerisinde malın sahibi gelir de sahipliğini ispatlarsa, buluntu mal kendisine iade edilir. İlân süresi geçer de sahibi gelmezse, Hanefî ve Mâlikîler’e göre bulan kimsenin seçim hakkı vardır: İster malı elinde bekletir, ister bir fakire verir; ihtiyacı varsa kendisi tüketir, kullanır. Fakire verdikten sonra sahibi geldiğinde, değerini ödeyip ödememekte serbesttir. Şafiî ve Hanbelîler’e göre gerekli ilân yapıldığı ve ilân süresi geçtiği halde sahibi ortaya çıkmamışsa, artık buluntu mal bulanın mülkü olur.

Buluntu hayvanların (dâlle) hükmü, gerek hayvanın konumu, bölgesel şartlar ve gerekse hayvanın belli harcamayı gerektirmekte olması sebeple­riyle diğer buluntu eşyanın hükmünden kısmen farklıdır. Buluntu hayvan­ları yakalayıp korumak, kişilere değil devlete ait bir iş sayılmıştır ve ilân zorunluluğu da öngörülmemiştir.

Fıkıh kitaplarında her bir ayrıntıya göre farklı hüküm ve önlemlerin ön­görülmüş olması, esasen hem malın zayi olmasını önlemeyi, hem de gerçek sahibine ulaşmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Günümüzde de bu sonucu gerçekleştirebilecek yeni önlemlerin alınması ve düzenlemelerin yapılması İslâm hukukunun özüne ve amacına uygun düşmektedir. Bu bakımdan bazı Batılı ülkelerde uygulanmakta olan “bulunanın % 10’unun bulana verilme­si” vb. düzenlemeler, esasen İslâm ahlâkının ideal önerilerine aykırı olmakla bilikte, mevcut durumda, bulunan şeylerin iadesini teşvik işlevi üstlenece­ğinden, bu yönde yapılacak benzeri hukukî düzenlemeler İslâm hukuku açısından da uygun görülebilir.

O) Vekâlet

Sözlükteki kök anlamı “korumak, sorumluluğu yüklenmek, teslim et­mek, yetinmek, kendi başına bırakmak” gibi anlamlar taşıyan vekâlet, İslâm hukukunda taraflar arası anlaşmadan doğan hukukî temsili ifade eden bir terim olup bir kimsenin bizzat kendisinin de yapabileceği bir hukukî işlem için bir başkasını yetkili kılması şeklinde tanımlanır. [541]Bu şekilde kendisine yetki verilen kimseye vekil, bu yetkiyi veren yani temsil olunan kimseye müvekkil, yetki vermeye de tevkil adı verilir.

İslâm dini sosyal hayatta ve insan ilişkilerinde de kolaylık, açıklık ve güven ilkelerini esas aldığından, belli bir ihtiyacın sonucu olan ve her dö­nem ve toplumda var olagelen vekâlet ilişkisi İslâm’da da kural olarak devam ettirilmiştir. İslâm hukukçularının konuyla ilgili birtakım hukukî kayıt ve düzenlemeler getirmeleri de bu akdî ilişkinin sağlıklı, düzenli ve objektif bir yapıya kavuşturulmasını ve böylece aldanma, zarar ve mağduri­yetlerin önlenmesini amaçlar.

İslâm hukuk literatüründe vekâlet akdine hac, kurban, zekât, kefaret gi­bi malî yönü bulunan ibadetlerin ifasında veya evlenme, boşanma, satım, dava, şirket, sulh, vasiyet, hibe gibi tek veya iki taraflı borç ilişkilerinin kurulması veya sonuç doğurmasında sıkça başvurulur. Diğer akidler gibi vekâlet akdinin de rüknü, yani kurucu unsuru icap ve kabuldür. Tarafların akid ehliyetine sahip bulunması, vekâlet konusunun hukuka aykırı olmaması, açık ve bilinir olması, müvekkil tarafından da yapılması ilke olarak meşru ve vekâletle ifası mümkün olan işlerden olması da şarttır.

Vekâlet her iki taraf açısından da bağlayıcı olmayan (gayri îâzım) bir akid olduğundan vekil veya müvekkil istediği zaman vekâlet bağını sona erdirebilirler. Bununla birlikte vekâletin ücret karşılığı yapılması halinde vekilin, üstüne aldığı işi belli ölçüde tamamlama yükümlülüğü vardır. Veki­lin görev ve yetkisinin kapsam ve sınırlarını belirlemede aslolan vekâlet akdidir. Bu konuda yardımcı bir unsur olarak örf ve teamülden de yararlanı­lır. Bedenî ibadetler, şahitlik, cezanın tatbiki gibi yerine getirilmesi kişinin şahsına sıkı sıkıya bağlı hak ve sorumluluklarda vekâlet caiz olmaz. Davalı veya davacının mahkeme huzurunda kendilerini vekil aracılığıyla temsil ettirmeleri İslâm hukukunda da kural olarak caiz görülmüştür. Ancak vekilin yargılama ve ispat hukuku açısından yetkilerinin ne olacağı hususunda İslâm hukukçuları arasında farklı görüş ve ölçüler vardır.

Vekâlet akdi, taraflardan birinin ölümü veya kalıcı bir sebepten dolayı ehliyetini yitirmesi, müvekkilin vekili azli, vekilin vekâleti bırakması veya vekâlet konusu işin yerine getirilmiş olmasıyla sona erer.

P) Yargılama Hukuku

Devletin üç temel fonksiyonundan biri olan yargı (kaza), toplumda hak­sızlık ve suistimali önleyip adaleti hâkim kılmada, fertlerin ve toplumun haklarını güvence altına alıp hukuk düzeni içinde sosyal barışı sağlamada vazgeçilmez bir önem ve etkinliğe sahip bir kurumdur. İslâm’ın insan ilişki­lerinde, hukukî ve sosyal hayatta geçerli olmasını önerdiği ilkeler ve göster­diği hedefler de ancak hak ve adalet esasına göre işleyen bir yargı teşkilâtı ve yargılama hukuku ile mümkün hale gelir. Çünkü dinin, ferdin iç dünyasına, niyet ve iradesine yönelik telkini ve iyileştirmesi, ferde uhrevî sorumluluk bilinci vermesi her zaman yeterli olmayabilir. Ayrıca onun dışa akseden ve üçüncü şahısları da ilgilendiren davranışlarının belli bir hukukî denetim ve düzenlemeye tâbi tutulması da gerekir. İşte bunu yargı teşkilâtı ve yargılama hukuku sağlar. Fıkıh literatüründe hükümler ferdî ve sosyal, dünyevî ve uhrevî bütün yönleriyle ele alınıp din-dünya, birey-toplum ayırımı gözetil­meksizin ferde genel bir rehberlik yapılırsa da zaman zaman, özellikle de mua­melât hukukunda diyanî hüküm-kazâî hüküm (diyaneten-kazâen) ayırımı yapıldığı olur. Bu ayırım da netice itibariyle dinin derunî ve ahlâkî yönüyle şekilci ve kuralcı yönünün birbirini tamamladığını anlatmayı hedefler.

Kişilerin dışa akseden irade ve davranışlarıyla iç iradesinin, zahirî delil­lere göre verilen hüküm ile olayın gerçek yüzü arasında farklılık bulunması kaçınılmazdır. Hukukta istikrar, düzen ve güvenlik fikri, yargı kararlarının objektif ve zahirî delillere dayalı olmasını zorunlu kılar, fakat yargı önünde verilen karar ne kadar titiz bir çalışmanın ürünü olursa olsun, kişinin âhiretteki sorumluluğu bakımından vicdanen tatmin edici bir çözüm olmayabilir. Bu sebepledir ki, İslâm hukukunda şahıslar arasındaki ihtilâfların yargı yoluyla çözümlenmesi ilkesi getirilmiş, kişilere, yargının vermediği hakkı bizzat alma (ihkâk-ı hak) hakkı tanınmamış, ancak yargı tarafından karar altına alınmayan bir borcu ödeme mükellefiyeti getirilmiş, böylece kişilerin dindarlığı da, toplumsal adaletin gerçekleşmesinin bir başka ayağı olarak görülmüştür. Nitekim Hz. Peygamber bir hadiste, “Sizler ihtilâflarınızı bana getiriyorsunuz. Muhtemeldir ki bir kısmınız diğerine göre delilini (ger­çekte haksız olduğu halde) daha düzgün ifade edebilir ue ben de ondan işittiğime göre onun lehine hükmedebilirim. Bu şekilde kime kardeşinin bir parça hakkını alıp vermişsem sakın onu almasın. Zira ben (zahire göre verdiğim bu hükümle) ona ancak ateşten bir parça vermişimdir” [542]buyurmuş, İslâm âlimleri de devamlı olarak kendilerinin zahire göre hüküm verdiklerini, olayların gerçeğini ve sırlan bilenin ise Allah olduğunu ifade etmişlerdir. Bu hadis ve ifadeler hâkimin hükmünün helâli haram, haramı da helâl yapmayacağını, fakat adaletin ve kamu düzeninin sağlanabilmesi için zahire göre işleyen böyle bir yargılama hukukunun da vazgeçilmezliğini ortaya koymaktadır.

İslâm kültür ve geleneğinde adliye teşkilâtı ve yargılama hukuku daima özel bir öneme sahip olmuştur. Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn toplum­da bilgili, hakşinas ve ferasetli kimselerin hâkim olarak görevlendirilmesine büyük önem atfetmiş ve bu ilke ileri dönemlerde de korunmaya çalışılmıştır. Çünkü toplumda adaletin gerçekleşmesinde iyi kanunlar kadar onları uygu­layacak iyi hâkimler de önemlidir. Hatta iyi hâkimler çok daha vazgeçilmez­dir. Mecelle’de hâkimin “hakîm, fehîm, müstakim, emîn, mekîn ve metîn” olması gerektiği vurgulanarak [543]bu anlatılmak istenir. Fakat insan unsurunun taşıdığı zaafın sigortası olarak iyi bir yargılama hukukunun gelişimine de ihtiyaç vardır. Bu itibarla, fıkıh kültüründe yargılama konu­sunda zengin bir hukuk doktrini oluşmuştur. Bu alanda yazılan “edebü’l-kâdî” veya “edebül-kazâ” türü kitaplar, yargılamada adaletin tecellisi için gösterilen olağan üstü gayreti ve zengin bir bilgi birikimini yansıtır.

İslâm hukukuna göre, haksızlığa uğradığına inanan bir kimsenin bu hakkını kendiliğinden alması değil, yetkili idarî ve adlî mercilere başvurması gerekir. Bu, adaletin gerçekleşebilmesi ve hukuk düzeninin kurulabilmesi için en emin yoldur. Yargıya intikal eden davalarda davacı tarafın başta şahit olmak üzere her türlü delil ve belgeyi ileri sürme, davalı tarafın da karşı delil ileri sürme ve teklif edildiğinde yemin etme yükümlülüğü vardır. Bîr hadiste, “Davacının davasını delil ile ispat etmesi, iddiayı reddedenin de yemin etmesi gerekir” [544]buyurulur. Kendisinden yemin etmesi istenen kimsenin buna yanaşmaması, aley­hinde hüküm verilmesini haklı kılar. Hâkim gerçeğin ortaya çıkması için her türlü yasal tedbiri alır, araştırma yapar. İslâm’da rüşvet almanın ve verme­nin, yalanın, yalan yere yemin etmenin ve yalancı şahitliğin büyük günah sayılması, kul hakkı ihlâlinin, gasp ve haksız fiilin ağır ve telâfi edilmesi zor suç ve günahlar arasında yer alması aynı zamanda yargılamada adaletin sağlanmasına da hizmet eder. Şahitlerin güvenilir, doğru sözlü kimseler olmasının, gerektiğinde iyi halinin sabit olmasının (tezkiye) şart koşulması da böyledir. Usulüne uygun şekilde görülen ve karara bağlanan davalar kural olarak yeniden yargılama konusu olmaz ve hâkimin kararı tarafları bağlar.

III. Ticarî Hayat

İslâm dini tabii ve fıtrî bir din olduğundan bu dinde, insanların imkân ve kabiliyetlerine göre çalışıp kazanmaları, gerekli iş birliğini ve iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmaları tabii karşılan­mış, ancak bu konuda bazı temel ölçü ve ilkeler getirilerek iş ve ticaret hayatının düzen ve güven içinde, haksızlık ve suistimalden uzak olarak işlemesine yardımcı olmak istenmiştir. İslâm’ın ticarî hayatla ilgili getirdiği ilkeler, esasen hukukî alanda koyduğu kuralların bir parçasını teşkil eder ve hepsi birden fıkhın muamelât ahkâmını oluşturur. Bunun için de klasik kaynaklarda böyle bir ayırıma rastlanmaz. Bununla birlikte günümüzde tica­rî hayat, ayrı yasal düzenlemelere konu olan, farklı örf ve âdetlerin cereyan ettiği önemli bir alan olduğundan burada ayrıca ele alınması tercih edilmiştir. Bu itibarla burada, daha önce sözü edilen ilke ve amaçlar ve hukukî hayatta geçerli prensiplere ilâve olarak ticarî hayata ilişkin dinî hükümlere ve İslâm kültür ve geleneğine temas edilecek, bu çerçevede gündeme gelebilecek çeşitli güncel meselelere ve kazanç yollarına açıklama getirilmeye çalışıla­caktır.

A) Helâl Kazanç

İslâm’da kazanma, mal mülk edinme tıpkı ilim gibi farz telakki edilmiş, kişinin kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilmesi, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmesi maksadıyla meşru yoldan çalışıp kazanması ibadet ve cihad ölçüsünde kutsal ve değerli bir davranış olarak nitelendirilmiştir. İslâm’da çalışıp kazanma bu şekilde teşvik edilmekle birlikte, kazanç yolları ayrı ayrı sayılarak aralarında üstünlük ve öncelik sıralaması yapılmayıp konu tamamen kişilerin ve toplumların şart ve imkânlarına, ihtiyaç ve kabiliyetlerine bırakılarak kendi tabii seyri içinde şekillenmesi istenmiştir. Fakat İslâm, kazanç yolları, mal ve mülk edinme konusunda önemli bir ilke olan meşruiyet prensibini esas alarak hırsızlık, gasp, faiz, zina, kumar, rüşvet gibi kazanç yollarını dinî, ahlâkî ve hukukî planda yasaklamış, bu yollarla elde edilen kazanca ve mala da hiçbir değer atfetmemiştir.

İslâm’da aslî ve tabii kazanç yolu emektir. Dünya nüfusunun az, tabii servet ve imkânların hayli zengin olduğu dönemlerde kimsesiz ve işlenme­miş araziyi işleyerek mülkiyete katma, sahipsiz odun ve otları mülk edinme, avlanma gibi usuller de netice itibariyle emek yoluyla kazanç kapsamında görülmüş ve teşvik edilmiş, daha sonraları da bu yolların işletilmesi belli kurallara bağlanmıştır. Miras, vasiyet, nafaka, zekât, hibe gibi ânzî ve istis­naî yollarla kazanılan mallar da başlangıcı itibariyle emeğe dayalı kazanç­lardır, Hz. Peygamber bir hadiste, “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yemiş değildir” [545]buyurmuş, kendi­sine en temiz kazancın ne olduğu sorulduğunda da, “Kişinin kendi elinin emeği, bir de dürüst ticaretin kazancı” [546]cevabını vermiştir. Yine bir defasında Resûlullah, Tebük dönüşünde Sa’d b. Muâz ile karşılaşıp tokalaşmış, ellerinin nasırlaşmış olduğunu görünce bunun sebebini sormuş, o da

“Çoluk çocuğumun nafakasını temin için hurma bahçemde çalışıyo­rum” cevabını verince Hz. Peygamber, Sa’d b. Muâz’ın elini öpmüş ve

İşte bu eller Allah’ın sevdiği ellerdir” buyurmuştur. Bu hadislerde övgüyle sözü edilen çalışmayı, sadece tarlada, bağ ve bahçede bedenen çalışma şeklinde değil, gerek beden gerekse zihin gücüne dayalı olarak sarfedilen her türlü emek ve çalışma şeklinde anlamak gerekir.

Kur’an’da, “Erkekler için de çalışıp elde ettiklerinden bir pay vardır, ka­dınlar için de çalışıp elde ettiklerinden bir pay vardır” [547]denile­rek hem emeğin önemi vurgulanmakta hem de sermayenin kâr payına işaret edilmektedir. Ziraat, zenaat ve bir mesleğin icrası doğrudan emeğe dayalı kazanç yollandır. Ticaret, kabzımallık, simsarlık, komisyonculuk, ortaklık, iş ve kira akdi gibi mal ve menfaat mübadelesi aracılığı ve devren iktisap usulleri de dolaylı olarak emeğe dayalı kazanç yollandır. Her iki yol da kural olarak tasvip edilmiştir ve meşruiyet dairesinde kalındığı sürece de­ğerlidir. İslâm bu konularda helâl ve meşru olan şekil ve usulleri ayrı ayrı belirtmek yerine, sadece yasak ve gayri meşru olan usul ve davranışlara işaret ederek iş, ticaret ve kazanç hayatının kendi tabii seyrinde gelişimine fırsat tanımıştır. İş ve ticaret hayatıyla ilgili karşılıklı rızâ ve gönül hoşnutlu­ğunu temel ilke olarak koymuş, akidlere ve verilen söze bağlılığı emretmiş, aldatma, yalan beyanda bulunma, zorlama, karaborsacılık, karşı tarafın sı­kıntıda olmasından yararlanma, belirsizlik ve risk sömürüsü yoluyla kazancı yasaklamıştır. Sermayenin riske katılmaksızın emeksiz kazancı demek olan faiz, haksız kazanç temin etmenin başlıca yolları olan hırsızlık, gasp, rüşvet, ölçü ve tartıda hile, kumar haram kılınmış, zina gibi doğrudan haram işle­yerek veya içki satımı gibi haramın işlenmesine yardımcı olunarak gelir elde edilmesi yasaklanmış, bu yollardan elde edilen gelir de değersiz ve hukuken korumasız mal kabul edilmiştir. Hatta, yukarıda temas edildiği gibi, şehire dışarıdan mal getiren kimselerin bilgisizliğinden yararlanarak ellerinden malı ucuza alma, elde edilmesi kesin olmayan mahsul ve meyveyi önceden satma, el altında bulunmayan veya teslimi zayıf bir ihtimal olan malı satma, bir başkasının pazarlığı devam ederken fiyat verme, müşteri kızıştırma gibi bir taraf için risk ve aldanma unsuru taşıyan ticaret de, karşılıklı rızâ bulun­sa bile, caiz görülmemiştir. Kişinin bireysel ve ahlâkî yetişkinliği, kul hakkı­nı ihlâlden sakınma duyarlılığı, kendine ve yaratanına karşı sorumluluk duygusuna sahip olması da yine müslüman toplumlarda ticarî hayat için sağlam bir zemin oluşturur. Bu tür yasaklama ve kısıtlamalara uyularak elde edilen kazanç, İslâm nazarında, Hz. Peygamber’in Veda hutbesinde ifade ettiği gibi, kutsal aylar, kutsal yerler, müslümanların canları ve ırzları kadar dokunulmazdır ve saygıdeğerdir. [548]

Başlangıçtaki oluşum itibariyle emeğe dayanmakla birlikte ilgili birey açısından emek unsuru bulunmayan nafaka, miras, zekât ve sadaka, hibe, vasiyet, ödül, ganimet, iktâ, diyet, mehir, muhâlea bedeli ve buluntu mal gibi hukukî işlemlerin ve kazanç usullerinin meşru kılmışının da yarar ve hikmetleri açık olup, bu hükümlerin teşrî’ kılmışı, öz olarak, yakınlar arası bağı ve dayanışmayı koruma, toplumda sosyal adaleti sağlama, kişilerin ihtiyacının giderilmesi veya haklarının karşılanması gibi çeşitli amaçlar taşımaktadır.

İslâm dininin iki aslî kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te ticarî hayatla ve kazanç yollarıyla ilgili olarak temas veya işaret edilen yasaklama ve sınırlamalar, örnek olay ve kavramlar itibariyle belli bir sınırlılık taşısa bile, söz etmek istediği yarar ve ilke, sakındırmak istediği zarar ve haksızlık açısından her devir ve dönemin ticarî hayatını düzenlemeye imkân verir ölçüde geniş ve kapsamlıdır. Böyle olunca müslümanların çalışma ve ticaret hayatında, klasik fıkıh literatüründe kaydedilen olay ve örneklendirmeleri ölçü alıp kendilerini sadece onlarla bağımlı hissetmeleri yerine, dinin insan ilişkileri ve ticarî hayatla ilgili olarak koyduğu açıklık, dürüstlük, güven, doğru sözlülük, sözünde durma, şart ve akidlere bağlı kalma, zayıflık, bilgisizlik ve sıkıntıda olmayı suistimal etmeme gibi genel ilkelerine bağlı kalmaları gerekir. Kanunların, polisin ve hukukî müeyyidelerin nüfuz alanı­nın çok sınırlı olduğu ve ticarî hayatın genelde ikili ilişkiler şeklinde kapalı devrede seyrettiği günümüzde ancak bu ilkelerin korunup gözetilmesi halin­de helâl ve meşru kazanç elde etmek mümkün olur. İslâm bilginleri hem dinî bilgileri hem de hayat tecrübelerinden hareketle, haram lokma ile beslenen vücudun ibadet ve faaliyetlerinin faydasız ve verimsiz, gayri meşru yollarla oluşturulan sermayenin kazanç ve kârının bereketsiz olacağını, gayri meşru kazancın kişiye dünyada huzursuz ve mutsuz bir hayat, âhirette de sıkıntılı bir hesaptan öte bir şey getirmeyeceğini ifade ederler.

B) Faiz Yasağı

Faiz yasağı, İslâm’ın temel ilkelerinden biridir. Daha önce de ifade edil­diği gibi, İslâm herhangi bir zarar ve mağduriyete yol açmayan insan ilişki­lerine, düzgün bir çizgide seyreden hukukî ve ticarî hayata kural olarak müdahale etmemiş, sadece yanlış ve haksız uygulamalar konusunda insan­ları uyarmış, bu yönde bazı sınırlama ve kısıtlama getirmiştir. Faiz yasağı da böyledir.

Faizin Arapça’daki karşılığı ribâ olup sözlükte, “herhangi bir şeydeki ar­tışı ve fazlalığı” ifade eder. Terim olarak ise ribâ, “borç verilen bir parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla veya herhangi bir borç ilişkisi ile doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacak için ek vade tanıyıp vade sonunda bu alacağı fazlalıkla geri almanın, yine bu şekilde alınan fazlalığın” genel adıdır. Bu türden şart ve uygulamaları içeren işlemlere de “faizli işlemler” denir. Türkçe’de daha çok, yine Arapça kökenli “faiz” kelimesi yaygınlık kazanmış olup genelde ribâ ile eşanlamlı olarak kullanılır.

Faiz yasağı İslâm’la başlamış olmayıp uzun bir geçmişi vardır. Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta da faiz yasağı olmakla birlikte, yahudiler Tevrat’ı tahrif ederek faizi kendi aralarında (İsrâiloğulları) yasak sayıp kendilerinden olmayanlara karşı serbest saymışlardır. Kur’an da yahudilerin bu tutumuna değinmekte, yasaklandığı halde faiz alıp vermelerinin yol açtığı ve açacağı sonuçlardan söz etmektedir. [549]

Tarih boyunca gelip geçmiş birçok düşünür, filozof ve devlet adamı da açık bir haksızlığa yol açtığı, sermayeyi belli bir sınıfın elinde topladığı, geniş halk kitlelerinin sömürülmesine sebep olduğu için faize karşı çıkmış, onunla mücadele edip önlemeye çalışmışlardır. Nitekim Eflâtun faizi doğru bulma­makta, Aristo “paranın parayı doğurmayacağını” belirterek faiz yoluyla sağlanan kazancı, tabii olmayan kazanç diye nitelendirmektedir.

Luka İncili’nde de faiz yasağından söz edilmiş olup hıristiyan dünyasın­da faiz yasağı uzun bir süre devam etmiştir. Ancak Batı’nın iktisadî gelişi­minin doğurduğu ihtiyaçları karşılayacak yeni müesseseler ortaya konamadığı ve kilisenin elinde de hatırı sayılır bir sermaye oluştuğu için faiz yasağı giderek hoşgörülmeye ve aşılmaya başlanmış, Fransız İhtilâli’nden sonra iyice yaygınlaşıp Batı ekonomisinin temel unsuru haline gelmiştir. Ayrıca, sermayeyi ellerinde bulunduranların, hiçbir çaba göstermeksizin ve riske girmeksizin bu sermaye aracılığıyla gelir elde etmek istemeleri, öte yandan ticaret erbabının ve çalışan fakir kesimin de devamlı sermayeye ihtiyaç duyması sebebiyle faiz her dönem ve devir toplumunda az veya çok bulunagelmiş, yol açtığı zararlar bilindiği halde yaşamış ve yaygınlık ka­zanmıştır.

İslâm’ın ortaya çıktığı VII. yüzyıl Arap toplumunda da faiz bütün çeşitle­riyle biliniyor ve uygulanıyordu. Bu yüzden sermaye belli kesimin elinde yoğunlaşmış, gittikçe katlanan faiz borcunu ödeyemeyen kimseler veya bunların çocukları köle olarak satılmaya başlanmış, sonuç itibariyle az bir kesim büyük çıkar sağlamasına karşı geniş halk kesimi perişan olmuştu.

Kur’an bu yaygın âdeti aşamalı bir akış içerisinde, gerekli önlemleri ala­rak ve bu uygulamanın yerini tutacak kurumlan da göstererek yasaklamış, Hz. Peygamber de devrinde bilinen ve yapılan faizli ticarî işlemlerin faizden arındırılmasına kılavuzluk etmiş, bu konudaki emir ve yasaklanyla, belli ölçü ve ilkeleri çıkarmaya elverişli bir uygulamayı başlatmıştır.

a) Kur’an’da Faiz Yasağı

Kur’an’da faiz (ribâ) yasağına değişik üslûp ve anlatım tarzlarıyla birden çok yerde temas edilir. Fakat hiçbirinde ribânın tanımı yapılmaz, ayırıcı özellikleri ve kapsamı belirtilmez. Ancak Kur’an’da geçen “ribâ”nın anlamı, o dönem Araplar’ının bu kelimeye yüklediği mânadan farklı değildir. Kur’an’da ribâ meselesi dört yerde ele alınmış ve ribâ yasağı içki yasa­ğında olduğu gibi aşamalı yöntem izlenerek dört aşamada ortaya konmuş­tur.

Bu konuda ilk âyet Mekke döneminde, yani müslüman toplumun inanç ve ahlâk temellerinin kuruluşu sağlamlaştınldığı dönemde nazil olmuştur. Mekkî Rum sûresinin 39. âyetinde şöyle buyurulmuştur:

“İnsanların malla­rında artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Fakat Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte onu verenler (sevaplarını ve matlarını) kat kat arttıranlardır”. Bu âyet faizi açıkça yasaklamam akla birlikte Allah katında çirkin görüldüğüne ve bereketsizliğine değinerek onu dolaylı olarak reddetmekte, müminlere bu yönde uyanda bulunmaktadır.

Medine döneminde nazil olan Nisa sûresinin 160-161. âyetleri ile Allah, yahudilere faizin haram kılındığını, fakat onların bunu helâl sayıp alıp-vermeye devam ettiğini, bu yüzden de birçok ceza ve azaba uğradıklarını ve uğrayacaklarını haber vererek yine dolaylı olarak faiz yasağına temas etmiş ve bu konuda müslümanları yönlendirmiştir.

Üçüncü aşamada ise, “Ey iman edenler, kat kat faiz yemeyin. Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz” [550]buyurularak faiz açıkça yasaklanmıştır. Tabii ki Kur’an’ın bu üslûbu, ilk planda Mekke’de yaygın olan bileşik faizli borç işlemlerini kapsıyor gözüküyorsa da âyetteki “kat kat” kaydı, tek dereceli faizin helâl olduğu anlamında olmayıp o günkü olguyu açıklamak için gelmiştir.

Dördüncü aşamaya gelince, artık faiz bir önceki kaydı da taşımaksızın şiddetli bir üslûpla yasaklanmış, faizi bırakanlara bazı imkânlar gösterilirken faizde ısrar edenlere acı sonuçlar bildirilmiştir. Bu konuya ayrılmış bulunan Bakara sûresinin 275-279. âyetlerinde şöyle buyurulur:

“Faiz yiyen kimse­ler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkar­lar. Onların bu hali, alışveriş de (ticaret) faiz gibidir demeler indendir. Oysa ki Allah ticareti helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi mahveder, sadakaları çoğaltır. Allah hiçbir günahkâr kafiri sevmez… Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyor­sanız, faiz olarak artakalan (ana paranın üzerindeki) miktarı almayın. Şayet bunu yapmazsanız (faize devam ederseniz), Allah ve Resulü ile savaşa girdiğinizi bilin. Tövbe ederseniz ana sermayeniz sizindir. Ne haksızlık eder­siniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız”.

Bu âyette Allah Teâlâ, faiz ile alışverişin farklı olduğunu vurgulayıp, faiz alıp vermenin dünyadaki ve âhiretteki kötü sonuçlarına işaret etmiş, bu arada, ana paradan fazla kısmın da faiz olacağını belirtmiştir. Kur’an’ın bu üslûbu, faiz yasağı konusunda açık ve kati bir delâlettir. Öte yandan bu âyetlerde geçen “ribâ” kelimesi, kapalı bir kelime olmayıp vahyin ilk muha­tabı olan Araplar arasında bilenen ve uygulanan yaygın faiz şeklini ifade eder. O da, vadeye karşılık alacakta artış yapma uygulamasıdır.

b) Sünnette Faiz Yasağı

Hz, Peygamberin sünneti, Kur’an’ın koyduğu “faiz yasağı” ilkesini açıklamış, uygulamasını göstermiş, ayrıca Kur’an’da işaret edilmeyen bazı işlemleri de faiz olarak nitelendirip yasaklamıştır.

Meselâ, Hz. Peygamber Veda haccında şöyle buyurmuştur.

“Dikkat edin, Câhiliye döneminin faizlerinin hepsi de kaldırılmıştır. Ana paralarınız sizin­dir. Bu suretle ne haksızlığa uğratılmış, ne de haksızlık yapmış olursunuz…” [551]Bir başka hadiste de,

Faiz ancak veresiyededir” [552]buyururken Câhiliye döneminde yaygın olan “vade karşılığı alacağı artırma” âdetine işaret etmiş­tir. Buna ilâve olarak Hz. Peygamber, kendi döneminde uygulanan işlemleri ve alım satım türlerini de, ya faize yol açacağı, ya da faiz olduğu için ya­saklamıştır. Meselâ, “eşyâ-yı sitte” veya “emvâl-i ribeviyye” hadisi diye meşhur bir hadiste şöyle buyurmuşlardır:

“Altına mukabil altını, gümüşe mukabil gümüşü, buğdayla buğdayı, arpa ile arpayı, hurma ile hurmayı, tuza mukabil tuzu satmayınız. Ancak eşit miktarlarda ve peşin olursa o müstesna. Her kim artırır veya fazla alırsa faiz alıp uermiş olur. Bunda alan ile veren arasında fark yoktur.” Hadisin başka yoldan gelen rivayetlerinin son kısmında “Cinsler değişirse peşin olmak şartıyla nasıl satarsanız satınız. Peşin olmak kaydıyla altını gümüşle, gümüşü altınla, buğdayı hurmayla, arpayı hurmayla satabilirsiniz…” [553]ilâveleri vardır.

Bu konuda birçok hadis rivayet edilmiş olup bunlarda Hz. Peygamber özetle, altın ve gümüşün, hurma, buğday, arpa ve tuzun (ve aşağıda görülece­ği üzere bu özellikteki gıda maddelerinin) aynı cins karşılıkla vadeli veya fazla karşılıklı değişimini yasaklamış, cinslerin değişmesi halinde, peşin olması kaydıyla mübadeleye izin vermiş, altın veya gümüş ile para olmayan deği­şiminde ise peşin ve eşit olma şartlarını aramamıştır. Aynı şekilde kuru hurma ile yaş hurmanın, iyi cins hurma ile kötü cins hurmanın fazlalıkla değişimi, gümüşün vadeli olarak altın karşılığı satımı yasaklanmış, altının altınla, gümüşün gümüşle değişimine ancak peşin ve tartılarının eşit olması halinde izin verilmiştir. Hatta Resûlullah, üzerinde altın bulunan bir gerdan­lığın bile altının ayrıldıktan sonra satılmasını istemiş[554], iki ölçek kötü cins hurmayı verip bir ölçek iyi cins hurma alan sahâbîye böyle bir işlemin faiz olduğunu belirterek, “Sakın böyle yapma! İyi cins hurma almak istediğin zaman önce kalitesi düşük hurmayı parayla sat, sonra eline geçen para ile iyi cins hurma satın al” [555]buyurmuştur.

Hz. Peygamber aynı cins iki şeyin biri diğerinden fazla olarak değişimi­ni, hatta dalındaki yaş hurma ile kuru hurmanın tahminen değişimini de (bey’u’l-müzâbene) yasaklamıştır. Ancak Medine’de bahçe sahiplerinin bu yöndeki ihtiyaçlarını ve isteklerini göz önüne alarak Resûl-i Ekrem bahçe sahipleri için dalındaki yaş hurmayı, tahmin suretiyle aynı miktarda kuru hurma ile değişime (bey’u’l-arâyâ, bey’u’l-ariyye) izin vermiştir. Halbuki ağaçtaki hurmanın fazla olması ihtimali göz önüne alınırsa bu fazlalık faiz olur. Fakat Hz. Peygamber belli bir ihtiyaca binaen genel kuraldan bir istisna olarak buna izin vermiştir. Ariyye satışına 5 veskten (yaklaşık 900-1000 kg.) aşağısı için izin verdiği rivayetleri de göz önüne alınınca Resulullah’ın bahçe sahiplerinin veya elinde kuru hurma bulunup taze hurma yemek isteyenlerin bu yöndeki ihtiyacını ve isteğini mâkul karşıladığı, böyle küçük çaptaki bir değişimin faize, sömürü ve aldatmaya yol açmayacağı için izin verdiği söylenebilir. Bu izinden hareketle yaş üzüm ile kuru üzümün deği­şimini caiz gören mezhepler de vardır.

Buğday, hurma, arpa vb.nin fazlalıkla değişimi yasağı ve dalında henüz olgunlaşmamış meyvenin satışı yasağı ile ilgili hadisler birlikte ele alınınca, buradaki asıl amacın bahçe sahiplerinin ve üreticilerin korunması, paraya olan ihtiyaçlarının istismar edilerek kandırılmalarının önlenmesi olduğu sonucuna varılabilir.

Görüldüğü üzere Kur’an, kesin bir ifade ile Câhiliye faizi, borç faizi (ribe’d-deyn) veya ribe’n-nesîe denilen, “vade karşılığında alacağın mikta­rının artırılması” şeklindeki faizi yasaklamış, sünnet de bu yasağı teyit etmiştir. Buna ilâve olarak sünnet, Araplar arasında câri olup pek faiz olarak görülmeyen bazı ticarî işlemleri ve mübadele şekillerini de yasaklamıştır. Bu o günkü Arap toplumu için de yeni bir durum olup daha sonra İslâmî litera­türde bu ribe’l-fadl veya alışveriş faizi adıyla anılır olmuştur. Birinci nevi faizin, yani vade sebebiyle tahakkuk ettirilen fazlalığın haram lığında hiçbir tartışma ve tereddüt bulunmamaktadır. Buna karşılık paranın ve gıda mad­delerinin peşin olarak fakat fazlalıkla değişiminin (ribe’l-fadl) yasaklanmış olmasının gerekçesi ve illeti üzerinde farklı görüşler bulunduğundan, bu yasağın ölçüsü, sınırı ve hangi cins ve nevi malları kapsadığı hususu tartışmalıdır.

c) Faiz Yasağının Amacı

Faiz yasağı, İslâm iktisadının hem ana öğelerinden birisi, hem de mâkul bir gereğidir. İslâm servetin âtıl bırakılmamasını, üretim ve yatmm dışında tutulmam asını isteyerek faiz ortamının doğuşunu engelleyici bazı tedbirler almıştır. İslâm’da temel üretim faktörü olarak “emek” kabul edilip, sermaye­nin risk ve zarara katlanmadan tek başına kazanç aracı olması önlenmiştir. Çünkü bu, sermaye ve servetin giderek belli bir zümrenin elinde toplanma­sına, neticede insanların sınıflaşmasına, büyük bir kesimin mağduriyetine sebep olacaktır. İslâm’ın yerleştirmeye çalıştığı ahlâkî anlayış, yardımlaşma ve sosyal dayanışma ilkesi, zekât ve infak emri, emek ve sermayenin bir­likte üretime ve yatırıma yönelmesi, kâr ve zararı birlikte göğüslemesi prensibi ve benzeri düzenlemeler, bir bütünün birbirini tamamlayan parçala­rıdır. İslâm, nimetleri ve külfetleri topluma dengeli biçimde yaymayı ilke edinmiştir. Ağır diyet borcu altındaki suçluya hazine veya akrabalarının hatta mensubu bulunduğu meslek kesiminin yardımını sağlarken, savaş ganimetini, sermayenin belli ellerde dolaşmasını önleme gerekçesiyle, geniş bir kesime yaymıştır. İslâm miras hukukunda mirasçı zümrenin genişliğide bu anlayışın sonucudur.

Halbuki maddeci Batı toplumunda ise, sermayenin belli ellerde toplan­ması istenmekte, bu amaçla sermayenin belli merkezlerden daha organizeli şekilde üretim ve yatırıma aktarılması, buna karşılık geniş bir çalışan zümre oluşması sağlanmaya çalışılmaktadır. Buna göre faiz Bati’nın iktisadî haya­tının ve anlayışının en vazgeçilmez unsurlarından birini oluşturmaktadır. Batı tipi hayat ve düşünce tarzına hızla adapte olan müslüman toplumlarda da faizin iktisadî hayatın temel unsuru ve sermayenin en tabii hakkı olarak görülmeye başlanması bu sebepledir.

Kur’an faiz ile zekât ve infakın karşılaştırmasını yaparak zekât ve infakin değerli ve kalıcı, faizin ise değersiz ve bereketsiz olduğunu bildirmektedir. [556]Gerçekten de zekât ve infak sosyal adaleti ve refahı arttırıcı olduğundan değerli ve bereketlidir. Faiz ise gelir akışını belli ellerde toplayıp sosyal refahı önleyeceğinden, dolayısıyla geniş bir kesimin tüketim eğilimini ve imkânını azaltacağından, bazan sosyal patlamalara sebep olduğundan neticede bereketsiz bir yoldur. Öte yandan, zekât ve infakm Allah katında ecir ve mükâfat ile, faizin de ceza ve günah ile karşılanması bir müslüman için kuşkusuz daha da önemli bir farklılıktır.

Kur’an’ın, faizle ticaret arasındaki ilişkiye değinerek ticaretin helâl, faizin haram olduğunu bildirmesi de dikkat çekicidir. Çünkü ticaret üretken olup toplumda emeğe ve sermayeye dengeli bir pay verir, paranın akışını hızlandırır, belli istihdam imkânları ortaya çıkarır. Faiz ise üretken değil tek taraflı çıkar sağlayan bir sömürüdür. Eşit ve iki taraflı risk taşıyan ticaret ile eşitsiz ve tek taraflı risk taşıyan faiz arasında önemli bir mahiyet farkı vardır. Faizle ticaretin aynı olmadığını vurgulayan bir üslûp kullanırken, Kur’an’ın bu noktaya dikkat çekmeyi amaçladığı söylenebilir.

Hadislerde geçen “ribe’l-fadl” yani eşitsizliğe dayanan faizli alışveriş ve mübadele yasağı da birtakım hikmet ve gayelere dayalıdır. Öncelikle belir­tilmelidir ki, dört mezhep imamı da dahil olmak üzere İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu hadiste sayılan maddelerin sınırlama için değil belirli illetlere dayalı örnekleme için anıldığı kanaatindedir. Aynı cinsten olan fakat kalite ve miktar farklılığı olan malların mübadelesi yerine birincinin satılma­sı, ikincinin de para ile satın alınması, yani devreye paranın ve pazarın girmesi istenmiştir. Bu da bir yönüyle, toplumda iktisadî ve hayatî önemi haiz maddelerin piyasada dolaşıp her kesimin ve ihtiyaç sahiplerinin yarar­lanmasına imkân verilmesi amacıyla açıklanabilir. Belirtilen yönüyle ribe’l-fadl yasağı, esasen toplumda ticaretin hacmini genişletmeyi amaçlayan bir tedbir görünümündedir. Öte yandan bu yasakla dar durumda kalan üretici­nin sömürülmesi, kandırılması da önlenmek istenmiştir. Böyle bir ihtimalin en aza indiği özel durumlarda ise yasak kaldırılmıştır.

Görüldüğü üzere Kur’an ve Sünnet’te ribânın (faiz) tanımı yapılmamak­ta, bazı örnekler üzerinde durulmaktadır. İslâm hukuk ve iktisadında faiz ise “malın mal ile değişimi mahiyetindeki bir akidde karşılığı bulunmayan bir fazlalık” olarak tanımlanır. Ancak, faiz denilen bu fazlalığın neye karşılık ödendiği öteden beri Batılı iktisatçılar arasında da tartışma konusudur. Bir kısmı faizi, parayı ödünç alanın paradan sağlayacağı kâr için ödünç verene, onun fedakârlığına karşı ödediği bir tazminat olarak değerlendirir. Halbuki piyasa şartlarına göre değişkenlik taşıyan, oranı/miktarı ve meydana gelip gelmeyeceği belirsiz olan, hatta negatif yönde (zarar şeklinde) gerçekleşme ihtimaline açık olan kâr ile, sabit bir oran/miktar olan faiz arasında bağ kurulması doyurucu bir izah sayılamaz. Piyasadaki kâr haddinin azalmaya başladığı dönemlerde de yine sabit olarak ödenecek olan faiz, ticarî faaliyetlere, yatırım ve sanayie büyük bir yük teşkil edecektir. Nitekim günümüzde yüksek kredi faizleri ticaretteki kâr haddini çıkabileceği en yüksek sınıra çıkmaya zorlamakta, bundan da geniş tüketici ve halk kesimi zarar görmektedir. Kredi kullanan yeterli ve beklediği kân yapamadığında işyerini, fabrikasını kapatıp satmak ve faizi ödemek zorunda kalmaktadır. Öte yandan faizli krediyle çalışan iktisadî organizasyonlar, diğerleriyle rekabet etmekte zorlanmakta, hatta çoğu defa bu hiç mümkün olmamaktadır. Bundan özellikle yatırımını kısa sürede kâra geçiremeyen işletmeler zarar görmekte, dolayısıyla bu sistem kısa vadeli yüksek kârlı alanlarda yatırımı hızlandırıp küçük işletmeleri ve esnafı mağdur etmektedir. Günümüzde bu sebeple kapanan iş yerleri, satılan fabrika, iflâs eden büyük işletme ve şirketlerin sayısı az değildir.

Bazı Batılı iktisatçılar ise faizi, fedakârlık ve teşebbüse bizzat girmekten geri durmanın (imsak) karşılığı olarak izah etmeyi yetersiz bulurlar ve onu “bekleme”nin karşılığı olarak görürler. Bunlara göre, tasarruf eden bugünkü tüketimini gelecek bir zamana ertelemiştir. Faiz bunu özendirmekte ve teşvik etmektedir. Ne var ki, bu beklemenin maliyetini tesbit edici bir ölçü koyma imkânı yoktur.

Günümüzde ferdî tasarruflardan ziyade kolektif tasarruflar söz konusu olduğundan, iktisatçılar faizi tasarruf ile yatırım arasındaki dengeyi sağlayan bir unsur olarak telakki eder, tasarrufa ödenen bir prim olarak değerlendirirler.

Aslında sabit bir oran ve miktar olan faiz, sermayenin verimliliğine sınır koymakta, onu çoğu zaman kısa vadeli yatırımlara yönlendirmekte, emeğin üretimden yeterli payı almasını önlemektedir. Bunun için İslâm, sermayenin üretim ve kârdan sabit bir pay alarak bütün risk ve sorumluluğu emeğe yüklemesine karşı çıkmış, sermayenin payını değişken bir oran/miktar üzerine oturtarak emek-sermaye arasında mâkul bir denge kurmuştur.

d) Faiz Yasağının İlleti

İslâm dininin koymuş olduğu emirler, yasaklar ve prensipler, her şeyden önce müslümanlar için bir imtihan vesilesi olup müslümanlar İslâm’ın hükümlerine sadakatle bağlı kaldıkları, onları koruyup yaşattıkları ölçüde iyi müslüman olabilirler. Bununla birlikte dinin emir ve yasaklan, pek çok âyet ve hadiste hatırlatıldığı üzere belli aklî gerekçelere, mâkul izah ve ölçülere de sahiptir. Bu sebeple, İslâm hukukçuları hem şâriin faiz yasağını daha iyi anlamak, hem de faiz yasağının mahiyet ve kapsamı konusunda objektif kriterler belirleyebilmek için bu yasağın illetinin ne olduğu konusu üzerinde geniş biçimde durmuşlardır.

İllet, kısaca, varlığı hükmün varlığını, yokluğu hükmün de yokluğunu gerektiren özelliktir. Aynı anlayışın bir uzantısı olarak, benzer durumlarda aynı hükmün uygulanması (kıyas işlemi) için dayanak teşkil eden özellik de illet diye anılır. Hanefî ve Hanbelîler’e göre ribâ yasağının illeti, mübadele edilecek mallar arasında cins ve ölçü tartı birliğinin bulunmasıdır. Şâfıîler’e göre illet, gıda maddesi ve para olma, Mâlikîler’e göre ise saklanıp depolanabilen gıda maddesi ve para olma özelliğidir.

Böyle olunca, Hanefîler’e ve Hanbelîler’e göre, mübadele edilecek iki malın hem cinsleri, hem de ölçü-tartı sınıfları aynı ise, peşin olarak ve eşit miktarlarda mübadele edilmelidir. Aksi takdirde faiz gerçekleşmiş olur. Burada aslolan miktar bakımından eşitlik olup nitelik yönünden farklılık dikkate alınmaz. Meselâ on ölçek buğdayın on iki ölçek buğdayla peşin olarak da olsa değişimi kaliteleri farklı bile olsa faiz sayılır. Araya vade girerse, cins birliği veya ölçü-tartı birliğinden birinin bulunması faizin ger­çekleşmesi için yeterlidir. Meselâ, aynı cins oldukları için altın ile altının veya buğday ile buğdayın eşit miktarda bile olsa veresiye değişimi caiz olmadığı gibi aynı gruba dahil buğday ile arpa veya altın ile gümüş, yahut demir ile bakır da veresiye mübadele edilmez. Buna karşılık buğdayın vere­siye olarak altın, gümüş, demir karşılığı değişimi caizdir.

Şâfıîler’e göre, mübadele edilen malların her ikisi de yiyecek veya para (semen) ise, veresiye olma halinde faiz gerçekleşir. İki ayrı sınıftan malın ve­resiye mübadelesi ise caizdir. Meselâ, hurma ile arpanın veresiye mübadelesi caiz görülmezken, buğdayın demir karşılığı mübadelesi caiz görülür.

Altın ve gümüşün peşin mübadelesi caiz iken veresiye olunca caiz gö­rülmemesi, aradaki değer farkının vadeden ileri gelmiş ve böylece faiz amacına hizmet etmiş olması ihtimaline dayanmaktadır.

Burada belirtilmelidir ki, hadiste faiz yasağı için model ve maddî vakıa olarak ele alman maddelerden çok, bu yasağın konmasındaki amacın iyi belirlenip bu amacın bütün ticarî ilişkilerde korunması daha önemlidir. Bu itibarla faiz yasağını hadiste zikredilen mal ve mübadele şekillerine hasret­mek, faizi çok dar kalıplara oturtup faize vesile olabilecek birçok yolu açık bırakmak olacaktır. Özellikle Zâhiriyye mezhebinin bu konudaki lafızcı yaklaşımı bir yana bırakılırsa İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğunun, ribâ yasağının illeti üzerinde yoğun biçimde fikir üretme ihtiyacını duymaları bu düşünceyi desteklemektedir.

e) Faiz-Kâr İlişkisi

Faizin de bir nevi ticaret kân olduğu öteden beri ileri sürülmekte olup Kur’an buna açık ve veciz bir üslûpla cevap vermiştir. [557]Ticarette elde edilen kâr, belli bir emeğin, çalışma ve teşebbüsün karşılığı iken faiz sadece vadenin karşılığıdır. Ticarette satan ile alanın menfaatleri arasında denge varken, faizli işlemlerde karşılıklı menfaatten ziyade bir tarafın sıkışmasından kaynaklanan tek taraflı istifade ve sömürü vardır. Ticarette kâr bir defa alınır ve biter, faiz ise devamlı katlanarak büyür. Ticarette zarar ve risk daima mevcutken faizde sermaye sahibi hiçbir risk yüklenmeyip bütün riski emek sahibinin omuzlarında bırakmaktadır. Ticaret üretken ve verimli, faiz ise âtıl bir kazanç yoludur. Bu yüzden de Kur’an’da, Allah’ın ticareti helâl, faizi ise haram kıldığı belirtilmiştir. [558]

f) Faiz Konusunda İslâm Bilginlerinin Tavrı

Kur’an’da ve Sünnette faiz (ribâ) açıkça yasaklanmış olup bu konuda bütün İslâm bilginleri fikir birliği içindedir. Ancak fıkıh bilginleri faizin kapsamı ve faizli işlemlerin hukukî sonuçları konusunda farklı tavır ve görüşler ortaya koymuşlardır.

Bir grup bilgine göre; faizin her türü haram olduğu gibi, faiz şüphesi ta­şıyan veya faize yol açabilen her türlü ticarî işlemler de yasaktır. Bu konuda bir ayırım ve derecelendirme yapmamak gerekir. Gerek âyetler ve gerek hadislerin şiddetli bir üslûpla faizi yasaklaması böyle anlaşılmalıdır. Ancak ölüm tehlikesi gibi zaruret hallerinde diğer haramlar gibi faizi alıp vermek de mubah olabilir.

Diğer bir grup bilgin, faiz konusunda bir ayırım ve derecelendirmeye gi­derler. Bunlara göre asıl haram olan, vadeden kaynaklanan faiz yani “ribe’n-nesîe”dir. Peşin mübâdelelerdeki fazlalığın (ribe’1-fadl) faiz sayılması ise “faize yol açma” tehlikesi sebebiyledir. Elbette ki bir şeyin bizzat haram olması ile dolayısıyla haram olması arasında fark vardır. Bundan dolayı da vadeden doğan faiz ancak zaruret halinde caiz olabilirken, fazlalık faizi (ribe’1-fadl) ihtiyaç halinde de mubah olabilir.

Özellikle son devir Mısır bilginlerinden bir kısmı ise, Kur’an’da yasakla­nan faizin Câhiliye dönemi faizi olduğunu, yani “alacağın vadesi gelip de ödenmediğinde vadesini uzatıp miktarı arttırma” şeklindeki katlı veresiye faizi olduğunu, ilgili âyetteki ed’âf-ı mudâafe kaydının da [559]bunu ifade için sevkedildiğini ileri sürüp malı baştan veresiye verirken veya parayı ödünç verirken belirlenen bir fazlalığı bu yasaklanan faizin kapsamında görmezler. Bir grup İslâm âlimi, kredi faizlerini emek-sermaye ortak­lığının değişik bir nevi olarak değerlendirmekte, bir başka grup ise günümüz toplumlarında şartların değiştiğinden, faizli kredi kullanımında zaruret ve kamu yararı bulunduğundan söz etmektedir. Bu arada, tüketim kredisinden alman faizi haram görüp üretim ve yatırım kredisinden alman faizi haram saymayanlar, devletle vatandaşı arasında faizin cereyan etmeyeceğini söyleyenler toplumsal kalkınma ve sosyal adalet noktasından, düşman ülkesinde faizli işlemleri caiz görenler de müslümanın bundan kârlı çıkacağı noktasından hareket ederler.

Ancak faiz yasağı konusunda klasik doktrinde hâkim çizginin bir hayli dı­şında kalan bu yaklaşımları, İslâm’ın aslî iki kaynağı olan Kur’an ve Sün­netin yeni yorumundan çok içinde yaşanılan Batılı iktisadî hayatın ve şartların etkisi altında gündeme gelen ve İslâm toplumunda köklü yatırımlar için kredi kaynaklan üretmeyi, sosyal devlet olgusunu geliştirmeyi hedefleyen arayışlar olarak nitelendirmek daha doğru olur. Dinî hükümlerde Kur’an ile Sünnet’in arasını ayırmak yanlış olup Sünneti, Kur’an’ın açıklayıcısı ve uygulanmasının göstericisi kabul etmek gerekir. İslâm sistem olarak faizi reddedip onun yerini alacak başka kurumlar ikame etmeye önem vermiştir. Bu itibarla, böyle kapsamlı bir faiz yasağını, yatırım ve üretim kredileri, konut kredisi, devlet bankası kredisi gibi bazı münferit olay ve örnekler üzerine uygulayıp, taraflara bir zararının olmadığını, aksine iki tarafa da yarar sağla­dığını, öyleyse helâl olması gerektiğini genel bir ilke olarak ileri sürmek de isabetli bir yol değildir. İslâm emir ve yasaklarında genel ve toplumsal yarar ve zararı dikkate alır, yoksa şahıslann özel yarar ve zararı ölçü alınmaz.

Faiz alıp vermek için İslâm’ın, “Zaruretler haramları mubah kılar” ilkesi­ni işletmek de çok sakıncalı bir yoldur. Önce, zaruretin sübjektif değil objek­tif ölçüleri vardır. İkinci olarak, hukukta kurallar istisnaî durumlara göre değil normal ve olağan durumlara ve yapıya göre konur. O halde istisnaî durumun genelleştirilmesi, ona göre verilen istisnaî hükümleri de kural haline getirme yanlışlığına yol açacaktır.

g) Faizde Hile

İslâm’ın faiz konusundaki çok sıkı ve açık yasağına rağmen öteden beri müslüman toplumlarda faize ulaşma için hileli yollann keşfedildiği de bilinen bir gerçektir. Meselâ ilk müctehidler devrinden itibaren “bey’u’1-îne” denilen alışveriş şekli toplumda belli bir yaşama şansı bulmuştur. Bu nevi alışverişte bir kimse vadeli aldığı bir malı daha düşük para ile peşin olarak satmakta, böylece fazla ödemeli de olsa vade ile para bulmuş olmaktadır.

Yine Osmanlı toplumunun özellikle sonraki dönemlerinde görülmeye başlanan muâmele-i şer’iyye de, faizle borç para sağlama yolunda zor­lanmış hileli bir yoldur. Bu işlem de şöyle yapılır: Bir kimse başka bir kimse­den belli bir meblağı borç olarak alır, sonra onun yanında bulunan bir malı faiz olarak ödenecek miktarda bir bedelle ve aynı vade ile satın alır, sonra bu malı geri hibe ve iade eder. Bu amaçla yapılan işlemin başka şekilleri de vardır.

İslâm dininde niyete, kişinin yaratanına, kendine ve toplumuna karşı dürüst olmasına son derece önem verildiği, din de kolaylık ilkesi üzerine kurulduğu halde müslüman toplumlarda bu tür hileli yolların gündeme gelmiş olması insan zaaflardan kaynaklanabildiği gibi ilk dönemlerden devralman kural ve ölçülerin değişen toplumsal hayata ve şartlara cevap veremez oluşuyla da bağlantılıdır. Nitekim, faiz konusunda klasik doktrinde yer alan kuralların, faizden kaçınmada gösterilmesi gereken titizliği vurgula­yabilmek için yapılan örneklendirmelerin, değişen iktisadî şart ve ihtiyaçlara tam mutabık olmayışı ve kredi temini için alternatif kurum ve usullerin de geliştirilmemiş olması Osmanlı döneminde devlet kontrolünde bir muâmele-i şer’iyye uygulamasının temel âmilini teşkil etmiştir.

h) Enflasyon-Faiz İlişkisi

Enflasyonun akidlere ve borç ilişkilerine etkisi aşağıda aynca ele alına­caktır. Faizin enflasyonla ilişkisine gelince; paranın satın alma gücünün yani gerçek değerinin hızlı bir düşüş kaydettiği, enflasyonun çok yüksek oranlar­da seyrettiği toplumlarda faiz, bu sınıra kadar paranın enflasyon karşısında­ki eriyişini durdurucu bir çözüm olarak görülmekte, dolayısıyla bilhassa dar ve orta gelirlinin faize yönelmesinin önemli bir sebebini de bu oluşturmakta­dır. Burada şu sorulabilir: Enflasyon oranını aşmayan bir faiz oranı gerçek faiz sayılır mı? Vade farkı ile banka faiz oranları arasında sıkı bir ilişkinin olduğu, enflasyonun bir sebebinin de faiz olduğu, faizin gerçek kâr yönü kadar başlangıçtaki niyet yönünün de olduğu göz önünde bulundurulursa, bu soruya açık bir cevap vermek bir hayli güçleşmektedir. Fakat her halü­kârda, başlangıçta belirli bir miktar veya oran üzerinden garanti edilen bir fazlalığın faiz dışında mütalaa edilmesi de mümkün değildir. Ancak İslâm’da zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yasak olduğundan, enflas­yonun yüksek olduğu ortamlarda ödünç verilen paranın gerçek değerini koruyucu önlemler almakta (meselâ altın gibi gücünü koruyabilen bir müba­dele aracını esas almakta veya önceden bir fazla ödemeyi şart koşmaksızın ödeme zamanında enflasyon sebebiyle hâsıl olan zararın bu nisbette telâfi edilmesinde) sakınca yoktur.

ı) Vade Farkı-Faiz İlişkisi

Vadeli satışın caiz olup olmadığı konusu aşağıda ele alınacaktır. Vadeli satışta vade karşılığı alman fazlalığın faizle ilişkisi öteden beri İslâm hukuk­çularını meşgul etmiş bir konudur. Ancak klasik fıkıh kültüründeki faiz anlayışına göre ifade etmek gerekirse, faiz paranın vade sebebiyle para kazanması, vadeli satış ise malın vade sebebiyle peşin değerine göre fazla paraya satılması olduğundan faizle vade farkı arasında fark bulunduğu ve vade farkının faiz olmadığı görüşü hâkim olmuştur. Diğer bir anlatımla, fakihlerin faiz tanımı esas alınıp şeklî ve objektif olarak bir değerlendirme yapıldığında, vadeli satışlarda satım sırasında belirlenen ve satım bedeline dahil olan vade farkının faiz olarak nitelendirilmemesi gerekir. Hanefiler de dahil fakihlerin çoğunluğunun görüşü bu istikamettedir. Akidlerde dış görü­nüş ve objektif ölçütler kullanıldığında çoğunluğun görüşü doğrudur ve kişiler kendi niyetleriyle baş başa olup bunun sorumluluğunu Allah’a karşı taşırlar.

Aralannda bazı Mâlikîler’in de bulunduğu azınlığı teşkil eden fakihler ise akidlerde niyet, saik ve öze önem verip vadeli satışı, malın peşin değerinin vadeli olarak daha yüksek bir değerle satımı mahiyetinde görür, bu sebeple de vade farkını da bir tür faiz sayar. Bu son görüşte vadeli satışta aradan mal kaldırılıp para ile para mukayese edilmekte, tarafların zihninde de bu dönüşümün bulunduğu var sayılmaktadır.

Günümüz ticarî hayatında vade farkının alınmasının sebebi ve hesap­lanma yöntemi dikkatlice izlendiğinde, bunun klasik doktrinde tanımlandığı şekliyle, faiz şüphesinden uzak olduğunu söylemek bir hayli zorlaşmaktadır. Vade sebebiyle yapılan fazla ödemenin bir kısmının satış bedelini enflasyo­nun olumsuz etkisine karşı korumayı amaçlayan bir tedbir, bir kısmının ise beklemenin, ödenmeme riskinin ve mahrum kalınan peşin kârın karşılığı mahiyetinde olduğu, bu sebeple de caiz olacağı iddiası belli ölçüde doğrudur. Ancak günümüzde bankaların kredilere uyguladığı aylık faiz oranlan ile piyasadaki aylık vade farkı oranlarının daima paralel seyrettiği de gözden uzak tutulmamalıdır. Kâr payı dağıtan finans kurumlarının -ortak yatırım ve üretimin güçlükleri sebebiyle- gelirlerinin önemli bir kısmının ticarî faiz oranına paralel seyreden bu vade farkı uygulamasından kaynaklandığını buna ilâve edebiliriz. Böyle olunca, vade farkının faizle hiçbir ilişki ve bağı­nın bulunmadığını söylemek vakıaya uymamakta, kâğıt üzerinde kalmakta­dır. Faiz ortadan kaldırılmadıkça ekonomide ve ticarî hayatta onun etkisin­den uzak kalmak mümkün olmayacaktır.

Vade farkının, hatta enflasyon oranındaki artışın faizle ilişkisi konusun­daki bulanıklığın asıl sebebi ise, faizin ne olduğunun belirsizliğidir. Böyle olunca, öncelikli olarak faizin toplum genelini ve hukuk düzenini ilgilendirir tarzda tanımının yapılması ve ölçütlerin belirlenmesi gerekmektedir. Vade farkının faizle ilişkisi de, tarafları vade farkına sevkeden sebeplere göre sübjektif nitelikte bir değer hükmüyle açıklanabileceği gibi, hukuk düzeninin belirleyeceği objektif ölçütlere göre genel bir açıklamaya da tâbi tutulabilir.

j) Değerlendirme

İslâm faizi yasaklarken sermayeyi müstakil bir kazanç vasıtası olmaktan çıkarıp emek ile birlikte üretim ve yatırıma girmeye teşvik etmiştir. Toplum­da yeni kredi imkânlarını oluşturacak birçok kurumu teşvik etmiş, müslümanları zihnen, ahlaken buna hazırlamıştır. Müslümanların da gösterilen bu yönde adımlar atıp faiz yerine yeni alternatif sistemler ve kredi imkânları üretmeleri, bu ihtiyacı karşılayacak başka kurumlar oluşturmaları gerekirdi. Bu yapılmadığı sürece gerçek anlamda haksızlık edilmeyen ve haksızlığa uğranılmayan ideal bir iktisadî hayata geçilemeyeceği gibi faiz kapısını -zorlayan hileli yollar ve usuller de artacaktır, İslâm, dinî-ahlâkî umdeleri, il­ke ve prensipleri, emir ve yasakları ile kendi içerisinde belli bir bütünlüğe sahip olup bunlar birbirini destekleyeci ve tamamlayıcı bir rol ve konuma sahiptir. Faiz yasağı da bu bütünün bir parçasıdır. Toplum, İslâmı hayat tar­zına ve anlayışa adapte olup sistem geliştiğinde, haliyle faizin yerini alacak orijinal ve İslâmî ilkelerle çatışmayan müesseseler kurulacak, faize hileli yol­lardan ulaşmaya ihtiyaç kalmayacaktır. Müslüman toplumlarda zaman za­man faiz konusunda görülen zorlamalar da herhalde bu bütünlüğün sağla­namamasından kaynaklanmaktadır. Faizsiz banka modeli de ancak böyle bir ortamda sağlıklı yaşama şansı bulabilir.

İslâm ülkeleri de dahil günümüz toplumlarında ahlâkî ve dinî hassasiye­tin kaybedilmesine paralel olarak faizin hızla yaygınlaşıp iktisadî hayatın âdeta ayrılmaz bir parçası haline gelmeye başladığı acı bir gerçektir. Ancak

bundan sadece belli bir kesimin, meselâ faizle borçlanan borçlunun, kredi alan yatırımcının zarar gördüğünü söylemek doğru olmaz. Faiz maliyete yansıdığından bundan en çok geniş halk kitlesi zarar görmekte, sermayenin belli ellerde toplanması hızlanmakta, insanlar acımasız ve barbarca bir mücadelenin içine itilmektedir. Öte yandan yüksek faizle alınan kredilerle yapılan yatırımlar ve girişilen teşebbüsler beklenen kârı vermediğinde kapa­tılıp satılmakta, bundan da yine büyük bir kesim zarar görmektedir. Haram kazançla beslenen yeni nesiller dinî emir ve yasaklara karşı daha kayıtsız olmakta, netice itibariyle faiz alanı da vereni de dünyevî ve uhrevî birçok sıkıntı ve ıstırapla, günah ve perişanlıkla karşı karşıya bırakmaktadır. Şu halde, Kur’ân-ı Kerîmin ribâ yasağı üzerinde ısrarla durmasının, bu kötü sonuçların önlenmesi amacına yönelik olduğunu dikkatten uzak tutmamak gerekir.

Ancak, İslâm’ın getirdiği faiz yasağıyla ilgili olarak yukarıda özetlenen teorik bilgi ve yaklaşımı genel çerçeve olarak çizmek vazgeçilmez bir önem taşımakla birlikte, konunun günümüz şartlarına uyarlanması ve toplumsal kalkınmada aktif bir öneme sahip sermaye birikimi ve yatırımlara finansal kaynak temini problemlerine çözüm bulunması da icap etmektedir. Bu itibarla, çağın biriken problemlerine çıkış yolu ve alternatif çözümler üretmeden sadece “faizin haram olduğunu, faize yol açan hilenin ve faiz şüphesi­nin de faiz olduğunu” söylemek, haramın aşınması ve aşılması ya da dindar kesimin ekonomik hayattan uzak durarak pasif ve mütevazı işlerle yetinme­si gibi iki yanlıştan birini yaygınlaştıracaktır. Hatta İslâm toplumlarında müslüman kesimin giderek ekonomik gücü yitirmiş ve bu gücü gayri müslimlere kaptırmış olmasının önemli bir sebebi de faiz yasağını anlayış tarzları ve bu yasağın yerini dolduracak alternatif çözümler üretilmemiş olmasıdır.

Faizin İslâm dininde kesin olarak yasaklandığı doğru olmakla birlikte neyin artı değer olduğu, hangi usul ve ölçüde elde edilen fazlalığın faiz olacağı ve yasak kapsamına gireceği tartışma ve yoruma açık bir konudur. Bu sebeple de bu hususta öteden beri farklı ölçütlerin ve yaklaşım farklılık­larının sergilendiği görülür. Diğer bir anlatımla, faizin dinde yasaklanmış olması birtakım hikmetlere mebni ilâhî bir belirleme, bir yönüyle taabbüdî bir hüküm olmakla birlikte faiz yasağının içerik ve kapsamı, konunun esasen muamelât alanına girmesi sebebiyle içtihadı bir nitelik taşır. Bu nedenle bir kimsenin, “günümüzde böyle bir yasağa gerek bulunmadığını hatta faizi yasaklamanın mevcut ekonomik gelişmeler kaşısında doğru bir yol olmadı­ğını” söylemesi İslâm’ın açık bir hükmünü red ve inkâr etmesi anlamına gelir. Buna karşılık bir müslüman âlimin şu veya bu tür bir maddî karşılığı veya artışı faiz saymaması, faiz yasağını inkâr değil, o şeyin bu yasak kapsamına girmediğini belirleme olacağından tamamen farklı bir durumdur. Bu itibarla günümüzde İslâm bilginleri arasında yapılan faiz tartışmalarını ve bu arada ileri sürülen farklı çözüm önerilerini faiz yasağını tanıma-tanımama şeklinde değil yasağın içerik ve çerçevesini belirleme yönünde gayretler olarak nitelendirmek gerekir.

Öyle anlaşılıyor ki, vade farkını faiz dışında mütalaa etmek, enflasyon farkını faiz saymamak, faizsiz banka modelini ve murabaha usulünü ön plana çıkarmak çok bireysel ve mevziî kalmakta, meseleyi çözmeye yetmemektedir. Bunların faiz sayılması ise hiç çözüm değildir. O takdirde iktisadî hayat cendere içine itilmiş ve daha da zorlaştırılmış olacağından birçok örtülü faiz yolu kendiliğinden açılacaktır. Belki daha sağlıklı bir yol, faiz meselesini ilke olarak dinen haram olması itibariyle dinî-şer’î bir konu, insanın sömürülmesine ve haksız kazanca yol açması yönüyle ahlâkî bir mesele olarak ele almak, muamelâttan olması, toplumsal hayatı ve hukuk düzenini yakından ilgilendirmesi sebebiyle de pozitif hukuk düzenine ve kanunlaştırmaya taalluk eden bir konu olarak görmektir. Zaten sağlıklı bir İslâm toplumunda da bu tür konular, dinî ve ahlâkî yönüyle ferdi, yasal düzenlemeler itibariyle de mevcut hukuk düzenini ilgilendirdiğinden, İslâm hukukçularının bu konudaki farklı görüş ve önerileri bireye yönelik bir fetva olarak değil, kanunlaştırmaya katkı sağlayacak bir doktrin olarak görülür, Böyle bir süreç başladığında belki de, klasik doktrindeki ölçülerden gereki­yorsa sarfınazar edilip faizin ne olduğu ve ne olması gerektiği hususunda iktisatçıların ve diğer sosyal bilimcilerin katkılarını da almak, böylece toplu­mun geneline yönelik bazı ölçüleri belirlemek mümkün olacaktır. Son çeyrek asır içinde İslâm ülkelerinde faiz konusunda çeşitli konferans ve kongrenin yapılmış ve milletlerarası bazı kararların alınmış olması, bu konuda giderek yoğunlaşıp derinleşen araştırmalar, dinî bilgi ve kaygıya sahip kişi ve mer­cilerce yapılacak kanunlaştırmalar için de önemli bir adım olabilecek seviye­dedir.

C) Îne Satışı

En yaygın tanımlamaya göre îne, “bir malın belli bir fiyat karşılığında vadeli olarak satılıp, satılan fiyattan daha düşük bir fiyatla geri satın alınması”dır. Aynı işlemin, araya üçüncü bir kişi sokularak yapılması da îne satışı kapsamında değerlendirilmektedir. Böyle bir usulün genelde faiz yasağını aşmak ve vadeli kredi temin etmek isteyen kimseler tarafından kullanılmakta olması, îne satışını normal bir alım satım olmaktan çıkarıp faizle yakından ilişkili hale getirmekte, bunun için de fıkıh kültürümüzde konu bu çerçevede ele alınmaktadır.

İslâm hukukunda konular incelenirken kişilerin maksat ve niyetlerinden ziyade davranışların dışa akseden objektif görüntülerinin esas alındığı, hukukî işlemlerin mümkün olduğu ölçüde objektif ve açık kurallara bağlandığı bilinmektedir. Çünkü hukukî hayatta düzen ve istikrarın kurulabilmesi, üçüncü şahısların haklarının korunabilmesi bir ölçüde buna bağlıdır. Fakat fıkıhta davranışların dayandığı niyet ve saik de ihmal edilmemiş, en azından hükümler diyanî-kazâî ayırımına tâbi tutularak, bir hukukî işlemin şeklen hukuka uygunluğunun kişilerin Allah katında sorumluluktan kurtulmada yeterli olmayabileceği, zira Allah katında kişilerin iç irade ve düşüncelerinin de önemli olduğu ısrarla vurgulanmıştır. İslâm hukukunda îne satışının caiz olup olmadığına ilişkin tartışmaları bu bilgiler ışığında değerlendirmek gere­kir.

îne satışı İslâm hukukunda, akidlerde şekil şartlarının mı tarafların ger­çek niyet ve maksatlarının mı esas alınacağı, akdi yapanların kasıt ve niye­tinin akde etki edip etmediği, yasak olan bir sonuca meşru birtakım yollar­dan gidilerek ulaşmanın yani hîle-i şer’iyyenin caiz olup olmayacağı gibi açılardan ele alınıp tartışılmıştır. Hanefi hukukçular, prensip olarak niyet ve kastın, akdin sıhhatine etki etmeyeceğini kabul ettikleri, hîle-i şer’iyyeye uygulamada sıklıkla başvurdukları ve akdî ilişkilerde prensip olarak akdin rüknünün kusursuz bir şekilde mevcut olmasını yeterli gördükleri halde, Hz. Âişe’nin bu meseleye ilişkin bir sözünü dikkate alarak îne yoluyla satımın caiz olmayıp fâsid olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Hanefî hukukçuların bu konudaki dayanağı Hz. Âişe’den nakledilen şu haberdir:

“Bir kadın Hz. Âişe’ye gelerek,

“Benim bir cariyem vardı. Bunu Zeyd b. Erkam’a vadeli (veresiye) olarak 800 dirheme sattım. Sonra da aynı cariyeyi Zeyd b. Erkam’dan 600 dirheme peşin olarak satın aldım ve parası­nı ödedim. Şimdi benim ondan 800 dirhem alacağım var”dedi. Âişe,

“Ne kötü satım yapmışsın ve ne kötü satın alma yapmışsın! Git, Zeyd’e haber ver; Allah onun. Hz. Peygamberle birlikte yaptığı cihadı iptal etti. Ancak, tövbe ederse o başka” diye cevap verdi. Kadın bunun üzerine Âişe’ye, “Ana paramı alıp fazla kısmı iade etsem olur mu?” diye sordu. Âişe de,

“Kime rabbinden bir öğüt gelip vazgeçerse, daha önce yaptıkları kendinedir” [560]mealindeki âyeti okudu.”[561]

Hz. Âişe’nin sözünün bu görüşe dayanak kılınması şöyle açıklanır: Hz. Âişe’nin böyle bir satım akdi yapan Zeyd b. Erkam hakkındaki ağır ifadesi, yani dinden dönme dışında bir davranış sebebiyle o zamana kadar yaptığı taatlerin boşa gideceğini belirtmesi, akıl ve rey ile bilinebilecek bir konu değildir. Öyleyse Hz. Âişe bunu, Hz. Peygamber’den duymuş olmalıdır. Bu da, Zeyd’in yaptığı akdin fâsid olduğunu göstermektedir. Çünkü fâsid akid bir mâsiyettir. Diğer yandan Hz. Âişe bu akdi, “kötü bir satma ve kötü bir satın alma” olarak nitelemiştir. Bu vasıf, fâsid akde uygun düşen bir vasıftır.

Hanefi hukukçuların bu konudaki temel gerekçeleri Hz. Aişe’nin sözü olmakla beraber, bazı Hanefîler söz konusu akidde “ribâ şüphesi” bulunma­sını da caiz olmama gerekçesi olarak göstermişler ve bu hususu da şu şekil­de açıklamışlardır; İkinci akiddeki fiyat (semen), gerçekte ilk akiddeki fiyatın bedelidir. Hal böyle olunca, muâvazah (karşılıklı ivazların değişimini sağla­yan) bir akid olan satım akdinde, birinci fiyatın ikinci fiyattan fazla olan kısmına hiçbir bedel tekabül etmemektedir ki, bu da ribânın tanımı ile uyuşmaktadır. Her ne kadar bu ribâ, iki akdin bütünü ile sabit olmakta ve akidlerden biriyle, ribâ değil sadece ribâ şüphesi sabit olmakta ise de bu gibi konularda “şüphe”, “hakikat” hükmünde tutulur.

Bunun yanında, îne ile ilgili olarak şöyle bir hadis daha nakledilmekte­dir: İbn Ömer,

“Ne zamana kaldık! Eskiden hiçbirimiz kendisinin dirhem ve dinarının müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi ise dirhem ve dinar, her birimize müslüman kardeşinden daha sevimli gelmeye başladı” dedikten sonra Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakletmiştir:

“Dirhem ve dinar konusunda cimrilik edip de alım satımlarınızı îne yoluyla yaparsanız, ineklerin kuyruğuna yapışıp ekip-biçme ile yetinirseniz ve cihadı terkederseniz Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize dönmedikçe bu zilleti sizden kaldırmaz.” [562]

Hanefî hukukçular bu akdin, yerleşik kuraldan (kıyas) hareketle değil, Hz. Âişe’nin sözü (eser) sebebiyle fâsid sayıldığını, Hz. Âişe’nin sözünde ise yalnızca “sattığı fiyattan daha ucuza satın alma”nm ifade edildiğini ileri sürerek, bir kimsenin sattığı bir malı, henüz parası ödenmeden, sattığı fiyattan daha yüksek fiyata satın almasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Yine Hanefî ekolünde, müşteri satın aldığı malın bedelini ödedikten sonra, satıcının aynı malı daha yüksek fiyata geri satın almasında sakınca görül­memiştir. Çünkü bu durumda iki akiddeki iki fiyatın birbirine bedel olma durumu söz konusu değildir. Mâlİkîler meseleye sedd-i zerâyi’ ilkesi, yani kötülüğe giden yolları ka­patma prensibi açısından bakmışlar ve dış görünüşü itibariyle mubah olduğu halde faize götürdüğü için îne satımını caiz görmemişlerdir. Hanbelîler’den İbnü’l-Kayyim, konuyu hile açısından ele almış ve tarafların sahih bir akid görüntüsü altında meşru olmayan kasıtlarını sakladıklarını öne sürerek böyle bir akdin caiz olamayacağını söylemiştir.

Mâlikîler’in yaklaşımı ile Hanbelîler’in yaklaşımı arasında ince bir farkın bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Mâlikîler, inenin haram olan ribâya götürebilecek bir vasıta olarak kötüye kullanılabileceğinden ve tarafların bu töhmet altında bulunacağından hareketle îne satımını yasaklarken, Hanbelîler, özellikle İbnü’l-Kayyim, tarafların zaten asıl niyetlerinin faizli işlem olduğuna ve bu satımı Mle olarak kullandıklarına âdeta kesin gözüyle bakmıştır.

Îne satımını caiz görmeyen ekollerde, söz konusu iki satımdan hangisi­nin fâsid olduğu ve feshedilmesi gerektiği konusu da tartışılmıştır. Hanefî ekolünde daha ziyade ikinci akdin fâsid olduğu ifade edilirken, Mâliki ve Hanbelî ekollerinde ağırlıklı görüş her iki akdin de fâsid olduğu ve feshedil­mesi gerektiği yönündedir.

Şâfıî ise, akdin sıhhat şartlarının mevcut olup onu fâsid kılacak şartların bulunmadığı noktasından hareketle îne satımının sahih olduğunu söylemiş­tir. Şâfıî, tarafların niyetlerini hiç dikkate almamış, akdin şekil şartlarını taşıyor olmasını yeterli görmüştür. Şafiî’nin sadece açığa vurulmuş kasta itibar edip, niyete itibar etmeme şeklindeki eğilimi, bu meselede açıkça görülmektedir. Şâfıî, Hanefîler’in gerekçe olarak kullandıkları Hz. Âişe’ye nisbet edilen haberi de sabit görmemektedir. Ayrıca Şafiî hukukçular, înenin cevazı konusunda, konuya delâleti açık ve tam olmayan başka bir hadisi gerekçe göstermişlerdir. [563]

Gerek Hz. Âişe’den yapılan rivayet gerekse İbn Ömer’in sözü, eğer riva­yetler sahih kabul edilirse, îne yoluyla alım satımın o dönemlerde mevcut olduğunu göstermekte ise de onların göstermelik akid yapma kastı taşımadıkları, ihtiyaca ve şartlara göre bunu yaptıkları düşünülmelidir. Olayın şöyle cereyan etmiş olması mümkündür: Zeyd, o kadından vadeli olarak bir câriye satın almış, fakat bir müddet sonra başka bir şey için kendisine para lâzım olmuş ve cariyeyi ilk sahibine peşin ve daha ucuza satmayı teklif etmiş ve o da kabul etmiş olabilir. Eğer o kabul etmeseydi, Zeyd o cariyeyi başka birine satmak durumunda kalacaktı. Bu çerçevede cereyan eden akdin meşru olduğunda kuşku yoktur. O halde denilebilir ki, önceden koşulan bir şarta bağlı olmaksızın yapıldığı takdirde bu işlemin meşru olmaması için hiçbir sebep yoktur. Ancak, bu işlem faizi gölgeleme amacıyla yaygınlaştırılır ve kurumlaştırılırsa, diğer üç ekol açısından caiz görülmesi mümkün değildir. Hatta, bu durumda faize ulaşma kastı artık açığa vurulmuş sayıla­cağından bu işlem, Şâfıî ekolü açısından da meşruiyetini yitirmiş olur. îne yoluyla satım, terminolojideki yaygın ve teknik kullanımı bu ol­makla birlikte, özellikle Mâliki hukukçular, benzer bazı satımları da îne satımı kapsamında değerlendirmişlerdir. İbn Rüşd bu noktada îneyi caiz, mekruh ve haram olmak üzere üç kısma ayırmıştır.

  1. a)Caiz olan îne şöyle devam eder: “A, B’ye gidip, sende şu mal varsa satın alacağım der. B, şu anda o malın bulunmadığını söyler, fakat akabin­de A’ya, sorduğu malı satın aldığını, dilerse peşin veya vadeli olarak satabileceğini haber verir. Bu şekildeki işlem caizdir. Tarafların birbirlerine her­hangi bir taahhüdü yoktur. A malı dilerse alır dilerse almaz.
  2. b)Mekruh înenin şekli şöyledir; A, B’ye giderek, filân malı kendisi için satın almasını, kâr oranı üzerinde anlaşmaksızın kendisinin o malı ondan bir miktar kâr vererek satın alacağını söyler. Bu işlem, mekruhtur.
  3. c)Haram îne ise, aynı işlemin kâr oranı üzerinde önceden anlaşılarak yapılmasıdır. Şöyle ki; A, B’ye “Filân malı peşin 100 liraya satın al, ben o malı senden vadeli olarak 120 liraya satın alayım” der ve akid bu suretle yapılmış olur. Diğer İslâm hukuk ekollerinde pek söz konusu edilmeyen bu işlem, Mâliki hukuçularca caiz görülmemiştir. Mâliki hukukçular tarafından söz konusu edilen bu muhtevadaki îne, günümüzde “leasing” olarak adlan­dırılan sisteme benzemektedir.

îne kapsamı içerisinde değerlendirilen şöyle bir işlem daha vardır; ihtiyaç sahibi olan şahıs, daha iyi durumda olan birinden borç ister. Fakat bu şahıs, bir menfaat elde etmeden borç vermek istemez ve şöyle der:

“Sana borç veremem. Fakat, piyasa değeri 100 lira olan şu malı sana 120 liraya vadeli olarak satarım, sen de bunu götürüp 100 liraya satarsın”. Borç isteyen şahıs buna razı olunca işlem gerçekleşmiş olur. [564]Ancak, bu tür işlem terminolojide “tevarruk” olarak adlandırılmakta olup [565]Hanbelî ekolü dışın­daki ekollerce genelde caiz kabul edilmektedir. Fakat bu işlem, açıkça zor durumda bulunan birinin bu durumundan yararlanma olduğundan dinen mekruh sayılmıştır.

Bu hukukî yaklaşımlar yanında meslenin bir de dinî-ahlâkî boyutu var­dır ki o da, özellikle İbn Ömer hadisinde açıkça görüldüğü üzere, müslümanların aralarındaki sosyal yardımlaşmayı herhangi bir maddî yarar sağlama düşüncesi olmaksızın gerçekleştirmeye çalışma yönündeki vecîbeleridir. Bu itibarla, kişinin dinî açıdan içine sindiremeyeceği dolambaçlı yollara baş­vurmasını önlemenin tabii yolunun, toplumda ihtiyacı olanların faizsiz kredi kullanabilmelerine imkân verecek kurumları ve iktisadî yapıyı oluşturup geliştirmekten geçtiği, bunu gerçekleştirmenin de başta zenginler olmak üzere bütün müslümanlar için kaçınılmaz bir görev olduğu unutulmamalıdır.

D) Döviz Ve Para Değişimi (Sarf)

Sözlükte “parayı bozdurmak, harcamak, çevirmek” gibi anlamlara gelen sarf, İslâm hukukunda altın, gümüş veya diğer nakit paraların kendi cin­siyle veya diğer para cinsleriyle değişimini ifade eden bir terimdir. Sarf, hem günlük hayatta sıkça başvurulan hem de faiz amaçlı olarak kullanılma ihtimali bulunan bir ticarî işlem türü olması sebebiyle fıkıh kitaplarında ayrıntılı olarak ele alınmış, konu etrafında zengin bir hukuk doktrini oluşmuştur.

İslâm hukukunda akidlerde ve hukukî işlemlerde kural olarak şekil ser­bestliği ilkesi hâkim olmakla birlikte, paranın parayla değişiminde yapılan işlemin faizden uzak olmasını temin maksadıyla iki bedelin de peşin ödenmesi, araya vadenin girmemesi şartı aranır. Vade faiziyle vade unsuruna dayalı ribâ (ribe’n-nesîe) ile ilgili hadiste Hz. Peygamber’nin şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir:

“Altın ve gümüşten peşin olmayanı peşin karşılığında satmayınız.”[566] Bu yüzden altın ve gümüşün kendi cinsleriyle, karşılıklı olarak veya itibarî para ile değişimi ve satımında, iki bedelin de taraflar akid mecli­sinden aynlmadan ödenmiş olması gerekir; dolayısıyla, altın ve gümüşün vadeli satımı caiz olmaz. Çünkü iki bedelin de para olması halinde “ribe’n-nesîe” denilen, Kur’an ve hadiste ayrı ayrı yasaklanan faizli işlem gerçek­leşmiş olur.

Altının altınla, gümüşün gümüşle ve aynı cins paranın kendi cinsiyle değişiminde peşin ödemenin yanı sıra miktarların da eşit olması şartı aranır. Hayber fethi sonrasında bir sahâbî altın işlemeli bir gerdanlığı altın para (dinar) ile almak isteyince Hz. Peygamber gerdanlıktaki altının çıkarılmasını ve altının aynı miktar altın para ile değişimini, geri kalan kısmına da değer konarak satın alınmasını istemiştir. [567]Döviz cinsleri dahil olmak üzere piyasadaki her para birimi de, kendi içinde bir cins oluş­turur. Yabancı olsun millî olsun bütün paralar -para olmaları yönünden- bir cins sayılır ve birbiri ile ancak peşin olarak mübadele edilirler. Bu konuda getirilen sınırlama, eşyâ-yı sitte veya alışveriş faizi adıyla meşhur hadiste örnek kabilinden zikredilerek altın ve gümüş gibi mübadele araçlarının veya buğday, arpa, hurma gibi gıda maddelerinin kendi cinsleriyle ancak eşit miktarlarda değişimine izin veren hadisin uygulaması mahiyetindedir.

Sarf işlemiyle ilgili olarak yukarıda zikredilen iki şartı ihlâle yol açacağı için sarf işleminde şart muhayyerliği de caiz görülmemiştir. Meselâ altın veya gümüşün peşin para ile alınıp satıldığı bir sarf akdinde, taraflardan birininde belli bir süre muhayyerlik ileri sürerek akdin o anda işlerlik ka­zanmasını önlemesi caiz görülmemiştir. Öte yandan, sarf akdinde iki bedelin de peşin olarak kabzedilmesi şartı, borcun başka bir borçla takas edilmesinin caiz olup olmayacağı tartışmasını doğurmuştur.

Paranın parayla değişimi işlemiyle ilgili olarak getirilen bu kurallar ve kı­sıtlamalar, yabancı ülke parası ile yerli paranın alım satımı demek olan günümüzdeki döviz ticaretini de doğrudan ilgilendirmekte olup, bu kurallar­dan çıkan sonuç, vadenin söz konusu edilmediği, alım satımın peşin yapıl­dığı durumlarda döviz değişim işlemlerinin caiz olduğudur. Çünkü, bu tür işlemleri faizli işlem olmaktan koruyan en önemli kriter, bedellerden her­hangi birinin vadeye bağlanmamasıdir.

E) Enflasyonun Borç İlişkilerine Etkisi

Enflasyon, paranın satın alma gücünün zayıflaması veya para ve para , hükmündeki nominal millî değerin tedavüldeki reel millî değere (mallara) oranla artması olarak tanımlanır. Enflasyon esasen, piyasadaki arz-talep dengesinin bozulması, piyasada tedavül eden paranın çoğalması, bütçe açığı gibi bilinen ve bilinmeyen birçok sebepten kaynaklanan iktisadî bir prob­lemdir. Bununla birlikte halk dilinde “hayat pahalılığı” veya “paranın değer kaybetmesi” olarak da ifade edilen enflasyonun, paranın devrede olduğu borç ilişkilerini doğrudan etkilediği, faizle de belli bir ilişkisinin kurulabileceği düşünülürse, enflasyonun borç ilişkilerine etkisinin İslâm hukuk doktrinin-deki hâkim prensipler açısından ele alınıp fıkhî hükmünün tartışılmasının gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar.

Borç ilişkilerinin açıklık ve dürüstlük içinde seyretmesi, tarafların hak ve yükümlülüklerini önceden net bir şekilde bilmesi hususunun diğer hukuk sistemleri gibi İslâm hukukunun da temel ilkesi olduğunu ve fakihlerin bunu sağlamaya yönelik olarak bir dizi tedbirden söz ettiğini biliyoruz. İslâm’ın borç ilişkilerinde ısrarla üzerinde durduğu esasların başında, tarafların hak ve borçlarını açık ve ayrıntılı şekilde belirleyerek sözleşme yapması, sözleş­me şartlarına titizlikle uyması, hiçbir tarafın diğer tarafa akid dışı, mâkul olmayan bir zarar vermemesi gibi ilkeler gelir. Halbuki enflasyon oranının çok yüksek olduğu toplum ve dönemlerde, vadeli para borcunun söz konusu olduğu akidler bakımından bu ilkeleri korumak mümkün olmamakta, ala­caklı taraf paranın değer kaybetmesinden ciddi şekilde zarar görmektedir. Bu yüzdendir ki bu toplumlarda uzun vadeli ödünç para verme, borçluya süre tanıma, vadeli satış, maaş, ücret ve mal fiyatlarının belirlenmesi gibi birçok husus enflasyon sebebiyle ciddi bir sıkıntı ve çekişme konusu olmakta, neticede İslâm’ın karz ve yardımlaşma gibi ahlâkî umdelerinin ihmali, faiz ve haksız kazanç gibi temel yasakların ihlâli artmaktadır. İslâm’da zarar ve karşı zarar verme yasaklanmış ve zararın izâle olunacağı ilkesi benimsen­miştir. [568]Böyle olunca para alacaklısı olan şahıs, enflas­yon sebebiyle uğradığı zararının giderilmesini istemekte haksız değildir. Buna karşılık para borçlusu, ödeme esnasında borç süresince paranın değer kaybetmesi yüzünden, başlangıçtaki borcuna göre -rakam olarak- daha fazla para ödemeye zorlandığında, bu onun açısından her zaman âdil bir hüküm olmayabilir. Çünkü, paranın değer kaybetmesinin sorumlusu borçlu olmadığı gibi, piyasadaki fiyat ve ücret artışı borçluya aynı oranda veya hiç yansımamış da olabilir. Ancak alacaklı açısından ilgili üçüncü bir merci mevcut olmadığından, parasının kaybettiği değeri talep etmekte kendine borçluyu hedef seçmiş olmaktadır. Öte yandan, faiz konusundaki klasik ve yerleşik anlayışa göre, alınan borç aynen iade edilmeli, vade ve süre sebe­biyle miktarda herhangi bir artırıma gidilmemelidir. Farklı açılardan yapıla­bilecek bu ve benzeri yaklaşımlar neticede enflasyonun akde ve para borcuna etkisinin ne olacağı ve parada meydana gelen değer kaybının kim tarafından üstlenileceği ve nasıl telâfi edileceği konusunu gündeme getirmektedir.

İslâm hukukunun klasik döneminde kaleme alınmış eserlerde bu ko­nuyla doğrudan alâkalı hükümlerin bulunmayışı gayet tabiidir. Bunun en başta gelen sebebi, klasik doktrinin teşekkül ettiği dönem olan Emevî ve Abbasîler dönemi İslâm toplumunun iktisaden çok iyi durumda olması, mübadele aracı olarak da altının ve kısmen gümüşün (dinar ve dirhem) kullanılmakta olması, altın ve gümüş dışındaki paraların (fels) ise sadece küçük ödemelerde kullanılmış olmasıdır. Özellikle altın kendi öz kıymetini koruduğu için o dönemde bakır, nikel vb. paraların (fels) değer kaybetmesi düşünülebilir. Ancak İslâm hukukçularının önemli bir kısmı bu paraların küçük çaptaki ödemelerde kullanılmakta olması, bunların altın ve gümüşe oranla değer kaybetmesininde alacaklı taraf için ciddi bir zarar doğurmaya­cağı ve akdi etkilemeyeceği noktasından hareketle bu konuda farklı bir düzenlemeye gitmemişlerdir. Fakat, meselâ Hanefîler’den Ebû Yûsuf, altın ve gümüş oranı düşük olan veya diğer madenlerden mamul para ile yapılan alışveriş veya borçlanmalarda para değerinde düşme veya yükselme olursa, ödeme vaktinde akdin yapıldığı günkü değer üzerinden ödemede bulunul­ması gerektiği görüşündedir. [569]Hanefî mezhe­binde benimsenen ve fetvada esas alınan görüş de bu olmuştur. Ebû Yû­suf’un burada, akdin kurulduğu gündeki karşılıklar arası dengeyi korumaya çalıştığı görülmektedir.

Enflasyon konusuna ışık tutan, klasik doktrinde mevcut bu ve benzeri ipuçları yanı sıra İslâm hukukunun akid ve borçlar hukuku alanında koydu­ğu temel kurallar, İslâm hukukunun genel ilkeleri ve amaçları, bu tür konu­larda sağlıklı bir çözüme ulaşmayı mümkün kılar. Sağlam ve güçlü bir iktisadî hayata, değer kaybetmeyen bir paraya sahip bulunmak ideal ol­makla birlikte bunun mümkün olmaması halinde, mevcut şartlar içerisinde her yeni durum değerlendirilir.

Bilindiği üzere, akdin kurulduğu zamandaki yapısının ve dengesinin korunması, tarafların alacağı, ödeyeceği, ödeme zamanı ve şekli ve diğer bütün hak ve sorumluluklarının önceden ayrıntılı şekilde bilinmesi ve belirlenmesi, İslâm borçlar hukukunun temel ilkelerindendir. Akid kurulduktan sonra meydana gelen ve taraflardan birine ağır bir yük getiren beklenmedik durumlar bile hakkaniyet ölçüsü içinde göz önüne alınmış ve yük taraflar arasında dengeli şekilde dağıtılmıştır. Bununla birlikte ödünç, vadeli satış, kira ve iş akdi gibi akdin kuruluşu ile ödeme zamanı arasına sürenin girdiği akidlerde, para alacaklısının enflasyondan doğan zararının tazmin ve telâfi edilmesi, İslâm hukukunun genel ilke ve amaçlarına uygunluk göstermekte ise de bu tazmin ve zararın kime ne oranda yükleneceği, zarann tesbitinde hangi kriterlerin kullanılacağı ayrı bir tartışma konusudur. Öte yandan, günümüz toplumlarında enflasyon, beklenmedik ve hesapta olmayan bir gelişme olmayıp ne oranda gerçekleşeceği yaklaşık bir şekilde bilinebilmekte ve bu tahmin genelde vadeli para borçlarına yansıtılmaktadır. Bu itibarla enflasyonu akdi feshe imkân verici âni ve beklenmedik bir durum ve maze­ret kabul etmek de hukuken isabetli değildir.

Vadeli para borçlarında enflasyon farkının ödenip ödenmeyeceği, ödene­cekse kimin tarafından ve hangi usulde ödeneceği konusu günümüz İslâm âlimlerini hayli meşgul eden bir husus olup bu konuda iki temel temayülün ortaya çıktığı söylenebilir. Birinci grup İslâm âlimlerine göre, enflasyon farkını borçluya ödetme doğru olmaz. Nitekim, İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İsîâm Fıkıh Aka­demisi, bu yönde kapı aralamanın başka problemleri beraberinde getireceğini ve İslâm hukukunun diğer ilke ve düzenlemeleri açısından önemli sakıncalara yol açacağını ileri sürerek 10-15 Aralık 1988 tarihli V. Genel Kurul Toplantısında, “herhangi bir para birimine göre belirlenmiş olan bir borcun artık -paranın değer kaybı veya değer kazanması dikkate alınmaksızın belirlenen bu miktara göre ödenmesi gerektiği, kaynağı ne olursa olsun zimmette sabit bir borcun piyasa fiyatlarına göre ayarlanmasının caiz olma­dığı” kararını almıştır. İslâm Kalkınma Bankası’nın 10-11 Eylül 1993 tarih­lerinde düzenlemiş olduğu para meseleleri ile ilgili ilmî toplantının sonuç bildirisinde de yukarıda sözü edilen akademi kararının teyit edilmesi karar­laştırılmıştır. Şu kadar var ki, bu yöndeki kararın, alacaklının haklarını görmezden gelme fikrine değil, paranın enflasyon sebebiyle uğradığı kaybın telâfisinde enflasyon nisbetini esas almanın getireceği sakıncalara dayalı olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Diğer bir grup İslâm âlimine göre ise, borç ilişkilerinde alacaklının alaca­ğından fazla almaya hakkı olmamakla birlikte, alacağından eksik miktan kabule de zorlanmaması gerekir. Bu sebeple de borç ödemelerinde enflasyon farkının dikkate alınması isabetlidir; sayısal olarak meydana gelen bu artış hak edilmeyen bir fazlalık biçiminde düşünülmemelidir. İmkânı olduğu halde vadesi gelen borcunu ödemeyen kimse hakkında Hz. Peygamber, “Ödeme gücü bulunan bir kimsenin borcunu ödemeyip geciktirmesi zulümdür; bu davranış onun kınanmasını ve cezalandırılmasını helâl kılar” [570]bu­yurmuştur. Enflasyonun paranın satın alma gücüne olan olumsuz etkisini yok sayarak para borcunu aynı miktarda fakat eksik değerde ödeyen kimse de bu hadisin kapsamına girmiş olur. Çünkü, bu kimse böyle bir ödeme ile kendine akidde öngörülmeyen bir kazanç sağlamış, eksik değerde ödeme yaptığı için karşı tarafa da zarar vermiş olur. Bu yolla elde edeceği kazanç helâl olmayacağı gibi, alacaklının uğradığı zararın da borçlu tarafından tazmin edilmesi gerekir.

Enflasyonun piyasada maliyetleri ve vade farkını etkilediği, dolaylı vergi olduğu, devletin genel iktisadî politikasının ürünü olan enflasyonun vebalini sadece borçluya yüklemenin hakkaniyete uygun düşmediği ve sorunu çözmeyeceği, enflasyonla faiz arasında da sıcak bir bağ olduğu gibi itirazla­rın belli ölçülerde haklılık taşıdığı doğrudur. Ayrıca enflasyonun hiç bulun­madığı veya en aza indiği sağlam bir ekonomiye sahip olmanın gerekliliği ve önemi de açıktır. Bütün bu itiraz ve temenniler bir tarafa, günümüzde enf­lasyon bir realite olarak mevcut olduğu sürece bu enflasyon farkının para borçlarına olan etkisini görmezden gelmek doğru olmaz. Bunun için de ikinci grup âlimlerin görüşü daha isabetlidir, O halde, enflasyon tahmini yapılarak belirlenmiş olan vadeli satış bedeli için değil ama vadeli olmayan satım akdinden ve ödünç verme işleminden doğan para borcu ödenirken bu son görüşün esas alınması İslâm’ın borç ilişkilerinde hâkim kıldığı ilkelere, adalet ve hakkaniyet prensibine daha uygundur. Diğer bir ifadeyle, vadesinde ödenmeyen para borcu veya ödünç alman bir borç ödenirken enflasyon farkının da ödenmesi, fazla ödeme ve faiz sayılmaz. Aksine klasik kaynaklardan çeşitli gerekçeler üreterek aynı miktarda borcu ödemekte ısrar etmek, gerçekte eksik ödeme sayılır ve alacaklıyı haksız zarara uğratır. Meselâ 1000 lira ödünç alan şahıs yıl so­nunda yine 1000 lira öder, bu arada paranın değeri de % 50 oranında düşmüş olursa gerçekte 500 lira ödemiş olmaktadır. Enflasyon farkını aş­mayan artı ödemelerin faiz olmayacağı tezi de temelde bu noktadan yola çıkmaktadır.

Enflasyonun meydana gelmesinde ödünç alan şahsın sorumlu olmadığı için enflasyon farkını ona ödetmenin doğru olmayacağı, gerçekte kamu ekonomisi yöneticilerinin sorumlu olduğu düşünülebilirse de bunun pratik bir çözüm olmadığı ortadadır. Bu durumda ancak, enflasyonist politika izleyerek vatandaşının elindeki parasının her gün bir miktarını geri alan, devletin kul hakkı ihlâl ettiğini söylemek mümkün olur. Bütün bu söyle­nenler, enflasyon farkına ödünç verenin katlanmasını istemeyi haklı kılmaz. Bu ortamda belki de en haklı olan, birine insanî amaçla borç veren veya zamanında alacağını tahsil edemeyen alacaklıdır. Böyle olunca onun bu hakkının en yakın taraf olan borçlu tarafından ödenmesi adalete uygundur. Dinî öğretinin karz-i hasen diyerek özendirdiği ödünç verme işleminin günümüzde altına veya dövize bağlı ödünç verme şeklinde cereyan etmesinin temelinde de paraya zamanla para kazandırma değil ödünç verdiği parayı enflasyona karşı olsun koruyabilme düşüncesi yatmaktadır. Kredi ve ödünç işlemlerinde enflasyonun olumsuz etkisini giderici bu kabil çözümler getirilmezse, ihtiyaç sahibi kişiler faizle kredi teminine, para faizsiz mülk icarsiz şeklinde faiz hilelerine mahkûm edilmiş, hem insanî ilişkilerin hem de ekonomik gelişimin önü tıkanmış olur.

F) Vadeli Satış

Vadeli veya veresiye satış tabiriyle, bir malın satış bedelinin kısmen ve­ya tamamen akidden ve satılan malın teslim vaktinden sonra ödenmek üzere satımı kastedilir. Taksitli satış da mahiyeti itibariyle vadeli satış gru­bunda yer alır.

Satım akdinde bedelin peşin olarak ödenmesi de, vadeye veya takside bağlanarak ödenmesi de mümkün ve caiz olup her dönemde yaygın bir teamüldür. Bu hususa Kur’an-ı Kerîm’in en uzun âyeti sayılan “müdâyene” âyeti [571]işaret etmekte, aynı şekilde Hz. Peygamberin de bu yönde uygulaması bulunmaktadır. Söz konusu âyetin meali şöyledir:

“Ey inananlar! Belirli bir süreye kadar borçlandığınızda bunu yazın…” Resûl-i Ekrem’in de bir yahudiden yiyecek satın aldığı ve borcu mukabilinde zırhını rehin olarak bıraktığı hadis kitaplarında nakledilmektedir.[572] Veresiye alım satımda fıkhı açıdan problem olan nokta, peşin alım satımdan farklı olarak, vade sebebiyle bedelde bir fazlalığın söz konusu olması halinde bu fazlalığın neye karşılık sayılacağı, daha doğrusu bunun caiz olup olmadığı hususudur. Yani müşteri malı vadeli olarak almayı tercih ettiğinde, aynı malın peşin fiyatından daha fazla bir fiyat ödemek durumun­da kalınca bu alım satımın hükmü ne olacaktır? Burada cevaplandırılması gereken bir soru da şudur: Vade karşılığında semendeki artış, yine vade mukabilinde borçtaki (deyn) artış gibi sayılır mı sayılmaz mı? Eğer onun gibidir denirse, bu durumda faiz söz konusu olacağından, vadeli satımın da haram olması gerekir. Yok, ondan farklıdır denirse bu takdirde vadeli satım caiz olur.

Özetle ifade etmek gerekirse, bazı âlimler vade farkı ile satışa karşı çı­karken, İslâm hukukçuların çoğunluğu bir malı peşin fiyattan daha fazlaya vadeli olarak satmanın caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Bir malı vadeli olarak peşin fiyatından daha fazlaya satma işlemine karşı çıkanların gerekçeleri özetle şöyledir:

  1. Vade sebebiyle fiyat artırmak faizdir. Çünkü, ödemeyi geciktirme se­bebiyle fiyatta artış yapmak, geciktirme sebebiyle borçta (deyn) artış yap­maktan farksızdır. Yani her iki durumda da geciktirme karşılığı olarak artış yapılmaktadır. Vade sebebiyle borçtaki artış faiz olduğuna göre, vade sebe­biyle semendeki artış da faiz olur.
  2. Vade sebebiyle fiyatın artırılması, bir karşılığı olmayan artıştır ki bu da ribâ kapsamına girmek demektir.
  3. Vade ile satan satıcı aslında satmak için darda kalmış kişidir, çünkü, satıcı başka bir yolla malını elinden çıkaramamaktadır. Aynı şekilde müşteri de darda kalmış demektir. Çünkü peşin olarak karşılayamadığı ihtiyacını ancak pahalı olmasına rağmen vadeli olarak satın almak suretiyle giderebil­mektedir. Gerek satıcı gerek müşteri muztar olduğuna göre akidde karşılıklı rızâ gerçekleşmemektedir, Dolayısıyla akid fasit olmaktadır.
  4. Bir hadiste“Kim bir satım içerisinde iki satım yaparsa, ya daha ucuz (eksik) olanını tercih eder ya da faizi” [573]denilmektedir. Buna göre taraflar daha düşük olanı tercih etmeyip daha fazla olanı tercih ettiklerine göre her ikisi de haram olan faize bulaşmış olurlar. Bu hadisten çıkarılan sonuç ise bir malın vade sebebiyle günün fiyatından fazlaya satılmasının yasak olduğudur.
  5. Semmâk, “Hz, Peygamber bir akidde iki akid yapılmasını yasaklamış­tır” hadisini rivayet ettikten sonra bu durumu “Satış yapan kişinin, peşin alırsan şu fiyata, vadeli alırsan şu fiyata diyerek satış yapması” olarak açıklamıştır.

Vadeli satışı prensip olarak caiz gören çoğunluğun bu konudaki delilleri şöyle özetlenebilir:

  1. Birçok ticarî işlerin vadeli satıma dayalı olduğu, tacirlerin bundan bir yarar sağlamalarının normal olduğu ve sağlanacak bu yararın ticaret kap­samına girdiği açıktır. Bu açıdan bakıldığında, bir malı peşin fiyatından daha fazla bir fiyatla satan kişi, fiyatların farklı zamanlarda değişme farkını hesa­ba katıyor demektir. Nitekim çoğunlukla görüldüğü gibi, bir malın fiyatı sürekli olarak aynı ve sabit kalmamaktadır. Bu durumda bir ticaret malını bedelini ödemeksizin teslim alan kişi, yararlanılabilen, dolayısıyla bir fayda ve ekonomik değere sahip bir gelir sağlayan bir şeyi almış olur. Satıcının vade sebebiyle aldığı fark, bu gelirin bedeli olarak düşünülmelidir. Şu halde bu işlem faiz kapsamı dışında kalmaktadır.
  2. Vade karşılığında semende yapılan artış, ödeme anına kadar geçen zamanın karşılığı olarak değerlendirilemez. Çünkü bazı insanlar, bir ihtiyaç sebebiyle veya gelecekte malın ucuzlama ihtimalini hesaba katarak, bir malı satın aldığı fiyattan daha ucuza vadeli olarak satabilir. Yine bazı insanlar, bir malı gerçek kıymetinin altında peşin veya vadeli olarak satabilmektedir. Öyleyse vade sebebiyle semende yapılan artış ödeme anına kadar geçen sürenin karşılığı sayılmamalıdır.
  3. Ayette,“Birbirinizin mallarını ancak karşılıklı rızâya dayanan bir tica­ret yoluyla yiyebilirsiniz” [574]buyurulmaktadır. Buna göre, bir malı vadeli olarak peşin fiyatından daha fazlaya satma iki tarafın da karşı­lıklı rızâsı ile gerçekleşmektedir. Rızânın bulunmadığını ileri sürmek ve bu sebeple vadeli satışı sakat kabul etmek doğru olmaz. Çünkü bu yolu tercih eden satıcı, bunu ticaretine revaç kazandırmak için bir metot olarak dü­şünmektedir. Dolayısıyla, satıcı mükreh (zor altında bulunan kişi) konu­munda değildir ve bunu kendi istek ve tercihi ile yapmaktadır. Aynı şekilde müşteri de mükreh sayılamaz. Zira, malın vadeli olarak satılmasının, müşteriye o malı satın almayı düşündürmesi, bu işlemi cazip kılması, müşteri­nin mükreh olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, müşterinin malı satın alma amacı (saik), akdin temeli olan rızâya halel getirmez, dolayısıyla akde etki etmez.
  4. Hz. Peygamber’in, alacaklarda eksiltme durumunda müddeti mala karşılık olarak düşürdüğü bir uygulaması vardır. Şöyle ki, Resûlullah Benî Nadîr’in yurtlarından çıkarılmalarım emrettiğinde, Benî Nadîr’den bir grup insan Resûl-i Ekrem’e gelerek,“Ey Allah’ın Peygamberi! Sen bizim sürü­lüp çıkarılmamızı emrettin. Halbuki bizim, halktan henüz vadesi gelmemiş alacaklarımız var” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber,

“İndirin, peşin alın” demiştir. [575]Görüldüğü gibi Resûlullah, vadenin kısaltılmasına karşılık olarak borcun bir kısmının düşürülmesine izin vermiştir. Vade sebebiyle fiyatı artırmanın bu durumdan hiçbir farkı yoktur.

  1. Bir satım içerisinde iki satımın yasaklanması meselesine gelince; bazı bilginler vadeli olarak yapılan alım satımı, bir satım içerisinde iki satım akdi yapma çerçevesine almışlar ve Hz. Peygamberin bir satımda iki satımı ya­saklayan hadisiyle bunu geçersiz sayma yoluna gitmişlerdir. Burada önce­likle hadisin sıhhatini ve Resûlullah’ın“bir satımda iki satım” sözünden neyi kastettiğini ortaya koymakta yarar vardır. Bir kere bu hadisin sıhhatinde ihtilâf vardır. Hadisin sahih olduğu var sayılsa bile bununla vadeli satımın yasaklığma istidlal edilemez, çünkü, Semmâk’ın yorumu yanında hadise getirilen başka yorumlar da vardır. Meselâ, Şafiî bir satımda iki satıma, “Evini bana şu kadara satman şartıyla bineğimi sana şu fiyata satıyorum diyerek yapılan satım” şeklinde bir yorum getirmiştir. Üstelik Semmâk’ın yorumu kabul edilse bile, bu yorumun tarafların bir seçenek üzerinde an­laşmadan ayrılmaları durumuna ilişkin olduğu düşünülebilir. Bu itibarla satıcı peşin alırsan şu fiyata, vadeli alırsan şu fiyata diyerek malını satmak istese ve müşteri bu seçeneklerden birini tercih ederek (meselâ, vadeli şu fiyata alıyorum diyerek) irade beyanında bulunursa akid sahih olarak kurul­muş olur.

Öyle anlaşılıyor ki, çoğunluğun hareket noktası İslâm hukukunun akid sistemine aykırı olmadığı gibi İnsanların ihtiyaçlarını karşılamaya daha uygun görünmektedir. Özellikle, alım gücünün oldukça azaldığı günümüz şartlarında, herkesin ihtiyaçlarını peşin olarak karşılaması mümkün olmadığı gibi, malların fiyatlarının sürekli arttığı, yüksek bir enflasyon oranının paranın değerini günden güne erittiği bir ortamda satıcıdan, peşin fiyatına vadeli olarak satmasını istemek de mümkün değildir. Satıcı, eğer sattığı malın parası aynı maldan bir yenisini rahatlıkla geri satın alamıyorsa yaptığı iş ticaret olmaktan çıkar. Bu tür satımın yaygınlaşmasının iktisadî hayat üzerinde olumsuz etkilerde bulunabileceği dikkate alınarak, şartlara daha uygun bir alternatif uygulamanın yerleştirilmesine çalışılması meseleye daha köklü bir çözüm sağlar.

Vade farkını, paranın zaman karşılığında para kazanması şeklinde de­ğerlendirip faiz saymak fıkhın klasik doktrinindeki faiz anlayışına da uygun olmaz. Çünkü peşin 100 liraya satılan bir malın bir ay vade ile 110 liraya satılmasını, 100 liranın bir ay vade ile 110 lira karşılığında satımı şeklinde tanıtmak doğru olmaz. Zira birincisinde malın para karşılığında satımı, ikincisinde ise paranın para karşılığı satımı söz konusudur. Vadeli satışı caiz görmeyenler, aradan malı kaldırarak bu satışı paranın parayla satımı şeklin­de algılıyorlar.

İslâm hukukunda davranışların ve hukukî işlemlerin dışa akseden yö­nünün esas alınıp kişilerin niyetlerinin kendisi ile Allah arasında bir mesele olarak görüldüğünü, niyet ve saik çok belirgin olmadıkça hukukî değerlen­dirmeye alınmadığı bilinmektedir. Bu açıdan düşünüldüğünde vadeli satışın , caiz, vade sebebiyle alınan farkında helâl olduğunu söyleyen çoğunluk haklıdır. Bu hukuk düzeni açısından genelde böyle olmakla birlikte, konu­nun dinî ve kişisel yönü, kişileri vade farkına sevkeden sebepler açısından ayrı bir zeminde ele alınabilir. Nitekim satıcı satış bedeline vade farkı ekle­yerek vade süresince mahrum kalacağı kârı hesap etmiş veya enflasyonun olumsuz etkisine karşı kendini korumak istemiş olabileceği gibi bankaların kredilere uyguladığı aylık faiz oranlarını ölçü alarak, satış bedeline bu oranı uygulamış, daha açıkçası zihnen kendini alıcıya kredi vermiş de sayabilir. Böyle olunca akidlerde maksat ve saike önem veren İmam Mâlik’in bir malın peşin ona, vadeli on beşe satımını mekruh görmesi kolay anlaşılır. Ticarî piyasada aylık banka faiz oranlan ile vade farkı oranlan arasında belirgin bir paralellik bulunduğu sürece, kişilerin amaç ve niyetlerine göre birtakım sübjektif değerlendirmeler yapmak, hatta kişileri bu konuda ihtiyata ve sorumluluğa davet etmek kaçınılmaz olmaktadır. Hem bu muhtemel sakıncayı önlemek, hem de paranın satın alma gücündeki veya malın fiya­tındaki hızlı ve beklenmedik değişimden zarar görmemek için, vadeli satılan malın satış bedeli açık bırakılıp ödeme zamanında, malın o günkü satış bedeli tahsil edilmektedir. Bu usul de netice itibariyle caiz olup, iki taraf açısından daha az riskli bir yoldur.

G) Pey Akçesi Ve Cezaî Şart

Yapılan alım satımı yürürlüğe koyması halinde toplam fiyata mahsup edilmek, akidden cayması halinde satıcıya kalmak üzere, müşterinin mal sahibine ekonomik değeri olan herhangi bir şey vererek bir mal satın alması Türkçe’de pey veya pişmanlık akçesi, kaporah alışveriş gibi terimlerle ifade edilmekte, klasik îslâmî eserlerde “el-bey’ bi’1-urbûn”, verilen şey de urbûn (arabûn ve urban) olarak adlandırılmaktadır.

Hukuk literatüründe yer alan yukarıdaki bu tanım her ne kadar alım sa­tım üzerine yapılmışsa da, urbûn, kiralama vb. akidlerde de söz konusu olmaktadır. Pozitif Türk hukukunda, akid meydana geldiğinde yapılan bu tür bir ödeme, şayet tarafların birbirlerine bağlandıklarını gösterme amacına dayanıyorsa buna pey akçesi denir. Bunun normal şartlarda hükmü, bu akçeyi alan tarafın onu alacağına mahsup etmesidir; bir başka anlatımla pey akçesinin kısmî bir ifa teşkil etmesidir. Eğer böyle bir ödeme akidden cay­manın yaptırımı olması amacıyla yapılmışsa, buna pişmanlık akçesi adı verilir. Bu durumda taraflardan her biri tek taraflı bir irade açıklaması ile akidden dönebilir; fakat akidden cayan pişmanlık akçesini veren taraf ise verdiğini terketmeyi, alan taraf ise aldığının iki mislini ödemeyi kabul etmiş olur. Bununla birlikte Türk Borçlar Kanunu’nda pey akçesi teriminin her iki durumu da kapsayabilecek bir üst kavram gibi kullanıldığı söylenebilir.

Hz. Peygamberin urbûn yoluyla satımı yasakladığına dair [576]bir rivayet vardır. Bununla birlikte Hz. Ömer’in böyle bir akid yaptığı, İbn Ömer’in bu akdi caiz gördüğü de [577]rivayet edilmektedir.

İslâm hukukçularının çoğunluğu yukarıdaki hadisi esas almalarının yanı sıra bu satımın, garar içerdiği ve akdin gerçekleşmeme riski taşıdığı, başka­sının malını haksız ve bedelsiz yeme kabilinden olduğu, bünyesinde fâsid şart (hibe şartı ve beğenmediği takdirde iade etme şartı) bulunduğu ve peşinat verene tanınan muhayyerliğin meçhul olduğu gibi noktalardan hareketle, bu şekilde yapılan akdi geçersiz saymışlardır. Hanefi fıkıh literatüründe, İmamlardan bu konuda açık bir görüş nakledilin emekle beraber, diğer ekol­lerin kitaplarında Ebû Hanîfe’nin de bu görüşte olduğu belirtilmektedir.

Ahmed b. Hanbel ve urbûn yoluyla satımı yasaklayan hadisi sahih ka­bul etmeyen Hanbelî bilginler ise, Hz. Ömer’in uygulamasını gerekçe göste­rerek ve akidlerde şart koşma hürriyetini en geniş biçimde tanıma hususun­daki eğilimlerinin gereği olarak bu şekildeki alım satımı caiz görmüşlerdir.

Genel olarak çağımız islâm hukuk bilginlerinin konuya bakışı şöyle özetlenebilir: Günümüzde ticarî hayatın gerekleri ve İslâm hukukunun genel ilkeleri, yüklendiği edimi yerine getirmekte geciken tarafın malî tazminat ödemekle yükümlü olacağı şartının (cezaî şartın) koşulmasına olumlu bak­mayı mümkün kılmaktadır. Pey akçesinin de bu çerçevede değerlendirilmesi mümkündür. Şöyle ki, belli bir miktar ödeme yapıp malı alan tarafa malı iade etme hakkının tanındığı bir akidde, satıcı için böyle bir muhayyerliğin tanınmaması durumunda satıcı, malı başka birine satma ve pazarlama imkânına sahip olmamaktadır. İşte böyle bir akidde satıcının müşteriden aldığı ve müşterinin vazgeçmesi halinde kendisinde kalacak olan kapora, daha iyi bir satım imkânını kaçırma, riskinin karşılığı olarak değerlendirilebi­lir. Ancak, taraflar arasında anlaşmazlık çıkmaması için, eğer bu muhayyer­lik süresi konusunda yerleşik bir teamül yoksa, muhayyerlik süresinin akid esnasında tesbit edilmesi şarttır. Önemli olan hukukî muamelelerde istikran ve güveni sağlamak, haksızlığı önlemektir. Bunu gerçekleştirmek üzere getirilecek tedbirler yerinde ve uygun karşılanmalıdır.

H) Kâr Haddi

Gerek Kur’an ve Sünnet’te gerekse sahabe uygulamalarında kâr için be­lirli bir oran getirilmemiş ve bu husus kural olarak fert veya toplum olarak müslümanlara bırakılmıştır. Çünkü böyle sabit bir oran her zaman, her yerde ve bütün mallar açısından adaleti gerçekleştirmeyebilir. Öyleyse kâr haddi meselesi esas itibariyle ekonomik ve sosyal şartlara göre yeniden düzenle­mesi yapılabilecek hususlardan biridir. Bu konuda, münferit uygulamalardan hareketle bir genelleme yapmak ve sabit bir kural geliştirmek isabetli bir yol olarak düşünülemez. Bunun yerine ekonomik şartlar muvacehesinde genel ilkelerden hareketle zamana ve zemine göre değişen bir politika izlenmesi herhalde daha doğrudur. Hz. Peygamber’in bu yöndeki uygulamaları göz­den geçirilirse, Resûlullah’ın fiyatlara müdahaleden kaçındığı ve piyasanın arz-talep dengesine bağlı olarak doğal bir biçimde kendiliğinden oluşmasını istediği açıkça görülür.

Mesalâ, Hz. Peygamber’in tasvibini kazanan şöyle bir uygulama var­dır: Resûl-i Ekrem, Hakîm b. Hizâm’a 1 dinar vererek, kendisine kurban­lık bir koyun alması için göndermiş, o da bu parayla iki koyun satın almış ve birini tekrar 1 dinara satarak 1 dinar ve bir koyunla Resûlullah’ın ya­nına gelmiştir. Hz. Peygamber, Hakîm b. Hizâm’a hayır duada bulunmuş­tur. Bu durumda, yaklaşık olarak % 100’lük bir kâr elde edilmiş olmakta­dır ve Resûl-i Ekrem buna karşı çıkmamıştır. Yine bunu destekleyici mahiyette olmak üzere Resûlullah’ın fiyat belirlemeye (tes’îr) yanaşmadığı da hatırlanabilir. Bu iki uygulama esas alınırsa, İslâm hukukunda muay­yen bir kâr haddi anlayışının getirilmediği ve bunun yerine arz ve talep kanunları doğrultusunda ve serbest piyasa ortamı içerisinde oluşacak fi­yatların ölçü alındığı, bu konuda bir düzenleme yapmak gerekiyorsa onun da müslüman toplumların inisiyatiflerine bırakıldığı sonucuna gidilebilir. Prensip bu olmakla birlikte, sunî müdahaleler sebebiyle arz ve talep den­gesinin bozulmasından doğan sakıncaları gidermek ve tüketicinin ihti­yaçlarının istismarını önlemek amacıyla yerine göre birtakım tedbirlere başvurulabilir.

Burada kâr haddi ile gabin arasındaki ilişkiyi ortaya koymakta yarar vardır. Bazı araştırmacılar kâr haddi ile gabin arasında doğrudan bir ilişki kurarak, ana paranın üçte birlik kısmından fazla olan kârı gabn-ı fahiş saymışlar ve bunun caiz olmadığına hükmetmişlerdir. Halbuki, gabin başka şeydir, kâr haddi başka şeydir. Aralarında doğrudan bir bağlantı da yoktur. Çünkü tacir % 50 veya % 100 kâr ettiği halde gabin yapmış olmayabilir. Bununla birlikte, ölçüsü ne olursa olsun kârın meşru olabilmesi için aldatma, ihtikâr, zulüm ve kandırma ile hiçbir surette birlikte olmaması, o konuda yasal bir düzenleme ve sınırlama varsa ona aykın olmaması şarttır. Malın bir kusurunu gizleyerek veya aldatıcı reklamlarla etkileyerek yapılan satım­larda bir haksızlık söz konusu olabilir.

Kârın helâl olabilmesi için, ticarî işlemlerde haramlardan kaçınmak şart­tır. Eğer herhangi bir surette harama bulaşümışsa, meselâ ticareti haram olan malların ticareti yapılmışsa, faiz, karaborsa, aldatma, kandırma yapılmışsa veya müşterinin bilgisizliğinden ve zor durumda olmasından istifade edilmişse bu takdirde elde edilecek kâr helâl olmaz. Öte yandan, gerekli gördüğü takdirde devletin fiyatlara müdahale ederek, kâr için belirli bir ölçü getirmesi de mümkündür ve o takdirde kamu yararı için alınmış olan bu sınırlamaya uymak gerekir. Böyle olunca, İslâm’ın iki aslî kaynağında kâr haddi için bir sınırlandırmanın öngörülmemiş, serbest piyasa ekonomisinin esas alınmış olması, devletin ticarî hayatı tabii seyrine oturtmak için gerekli sosyal ve yasal tedbirleri alması kaydına bağlı bir serbesti mahiyetindedir. İmtiyazların ve gizli bir tekelleşmenin meydana geldiği alanlarda devletin bu sosyal amaçlı müdahalesine daha çok ihiyaç duyulmaktadır. Bu itibarla örf ve âdetteki mâkul ölçüleri, yasal sınırlamaları göz ardı ederek, insanların bilgisizliğinden/güveninden de yararlanarak malların mümkün olan en yüksek kârla satışa sunulması, ayrıca bu davranışa “İslâm’da kâr haddi yoktur” anlayışıyla meşruiyet atfedilmesi doğru olmaz. Piyasanın ve fiyatla­rın hür irade ve sebest rekabet ortamında oluşması için kâr haddinin önce­den belirlenmemiş olması, ticarî hayatta kamu yararını hedef alan hukukî düzenlemelerin olmayacağı anlamına gelmez.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, İslâm’da kâr için belirli bir alt veya üst sınır konmamış, bu tabii ve ahlâkî şartlara, gerekiyorsa yasal düzenlemelere bırakılmıştır.

I) Hava Parası

Kiracının kiralanan gayri menkulü boşaltması veya devretmesi karşılı­ğında yeni kiracıdan (hatta bazı hallerde gayri menkul mâlikinden) istediği toplu bedele, bazan da mülk sahibinin kira akdi yapılırken kiracıdan (periyodik ödemelerden ayrı olarak) istediği peşin bedele hava parası denilir.

İslâm borçlar ve ticaret hukukunda akdin neyi konu aldığı, tarafların hak ve borçlarının ne olacağı gibi akdin kuruluşu ve işleyişi ile ilgili temel nok­taların önceden açıkça bilinmesi ve belirtilmesi istenir. Hile, aldatma, bek­lenmedik risk ve zarar, karşı tarafın zor durumda olmasından yararlanarak aşın kazanç elde etme, sebepsiz ve emeksiz kazanç ise kınanır ve mümkün’ olduğu ölçüde hukukî müeyyidelerle önlenmeye veya telâfi edilmeye çalışı­lır. Bu ve benzeri düzenlemeler, İslâm’ın insan ilişkilerinde açıklık ve dü­rüstlüğü hâkim kılma, toplumda barış, güven ve hukuk düzenini kurma amacının da bir parçasını oluşturur. Bu itibarla klasik literatürde, günümüz­deki anlamda ve uygulanan şekliyle hava parası ve hükmü konusu yer almasa bile, bu hususun İslâm borçlar ve ticaret hukukunun genel ilke ve amaçlan açısından değerlendirilmesi mümkündür.

Hava parasının hukukî ve dinî hükmü araştırılırken bu âdet ve uygula­manın genel İktisadî sebeplerinin, tarafların konum ve amaçlarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Günümüzdeki hava parasının bir sebebi enflasyonun kira bedeline olan etkisi ve yasal korumacılıktır. İş yerleri ve diğer gayri menkuller başlangıçta piyasa değerinden kiralansa bile paranın hızla değer kaybetmesi, kiracının da yasalarla belli ölçüde korunup kira

akdinin ileriki yıllara taşinlması, enflasyon oranının kira bedeline yansıtıl­masında da çoğu zaman yasal veya fiilî zorlukların bulunması sebebiyle, kiracının giderek çok avantajlı bir konum kazandığı sıklıkla görülür. Böyle durumlarda kiracı, kendi emek ve gayretinin dışında çoğu zaman da haklılığı ve meşruiyeti tartışılabilir sebeplerle oluşan bu konumunu iktisadî yönden değerlendirmekte, kira sözleşmesinde devir yasağı bulunsa bile ortaklık ve gizli kiracılık gibi çeşitli yollarla bu iş yerini yeni kiracıya hava parası deni­len yüklü bir meblağ karşılığı devredebilmektedir. Burada kiracının kendine ait olmayan bir hak ve menfaat karşılığı bedel aldığı ve haksız bir kazanç elde ettiği açıktır. Bu durum özellikle vakıf, belediye, hazine malı gibi kamu mallarının uzun süre için düşük bir bedelle kiralanması veya enflasyon sebebiyle kira bedelinin giderek sembolik bir ödeme durumunu alması halinde daha çok görülmektedir. Bu tür mallar öteden beri, gerek yönetimle­rindeki gevşeklik gerekse halkın bu tür mallarla ilgili yanlış telakki ve eği­limleri sebebiyle zaman zaman haksız kazanç ve istismar konusu olmakta­dır. Bu yüzdendir ki, sonraki dönem Hanefî fıkhında, bu tür malların ancak üç yıl için kiraya verilebileceği, kira bedelinin de piyasa değerinden aşağı olmayacağı belirtilerek belli ölçüde önlem alınmaya çalışılmıştır.

Fıkıh kitaplarında günümüzdeki hava parasına benzerlik gösteren ilk ör­nek ve tartışmalar da vakıf mallarının kiracılığının belli bir bedelle devri sebebiyle gündeme gelmektedir. Vakıf malın icâreteyn usulüyle kiralanması halinde yeni kiracıdan alman bu bedel haklı bir sebebe dayansa da, diğerle­rinde kiracının çoğu defa vakfa ait hak ve menfaat karşılığı bedel aldığı söylenebilir.

Günümüzde uygulanan şekliyle hava parasının ikinci sebebi ise, Özel­likle iş yeri kiracılığında kiracının oluşturduğu müşteri potansiyelinin, isim ve marka hakkının, iş yerinde bulunan demirbaşların veya iş yerine yapılan harcamaların yeni kiracıya bedel karşılığı devridir. Kira sözleşmesinin de buna imkân vermesi halinde, kiracının bu durumda haksız ve sebepsiz bir kazanç elde ettiği söylenemez. Çünkü kiracı burada mal sahibine ait olan bir hak ve menfaati değil, kendi emek, fedakârlık ve gayretinin sonucu oluşan bir hakkı satmaktadır. İlk dönem Hanefî hukukçular mücerret ve manevî haklar ve menfaatler karşılığında bedel almayı caiz görmemişken, daha sonraları örf ve toplumsal ihtiyaçlar sebebiyle bu caiz görülmeye başlanmış­tır. Çağdaş İslâm hukukçuları telif hakkı, patent ve isim hakkı da dahil, manevî hakların satışını caiz görmekte, karşılığında bedel alınmasının haksız kazanç olmayacağını ifade etmektedirler. Böyle olunca, kiracının bu mahiyetteki hakları için alacağı karşılığın caiz olması gerekir. Kiracının devre yetkili olup olmayacağında ise öncelikli olarak kira sözleşmesine, sonra da o bölgede yerleşik örf ve uygulamaya bakılır.

Hava parasının diğer uygulama şekilleri de yukarıda özetlenen iki yakla­şım içinde ele alınıp değerlendirilebilir. Söz gelimi, mal sahibinin kira akdi başlangıcında kiracıdan aylık ödemeler dışında peşin olarak aldığı toplu para, hava parasından ziyade kira bedelinin bir parçası şeklinde görülmeli ve kira akdinin herhangi bir sebeple feshi halinde de ona göre işlem görmelidir. Kiracı belli bir süre için peşin ödeme ile kiraya tuttuğu gayri menkulü süre­sinden önce tahliye etmesi halinde, kullanmadığı süreye isabet eden kira bedelini mal sahibinden haklı olarak talep edebilmelidir. Bu konuda taraflar arası kira sözleşmesi esas olmakla birlikte, mal sahibi bu erken tahliye sebebiyle açık bir zarara uğramadığı sürece söz konusu bedeli en azından dinen ve ahlaken iade etme yükümlülüğündedir. Buna karşılık kira süresi sona erdikten sonra, kiracının yasaların korumasından veya zilyedliğin sağladığı fiilî durumdan yararlanarak kiralananı tahliye için bedel talep etmesi ise haksız bir taleptir. Nitekim İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi’nin 1988 yılında Cidde’de yapılan IV. Dönem Toplantısı’nda da benzeri bir karar alınmış, kira akdi devam ederken kiralananı erken tahliye eden kiracının kalan kira süresi karşılığında yeni kiracıdan veya mal sahibinden alacağı bedel caiz görülürken, kira süresi sona erdikten sonra kiralananda artık gayri menkul mâlikinin hak sahibi olduğu, onun muvafakati olmadan kiralananın bir başkasına devredilmesinin ve bunun için bedel alınmasının caiz olmayacağı belirtilmiştir.

Akid ve hukukî işlemlerde tarafların hak ve yükümlülükleri arasındaki, dengeyi korumak, haksız kazancı önleyip kişileri sadece alın terlerinin ve meşru haklarının karşılığını almaya ikna etmek oldukça zordur. Bunun hukuk kurallarıyla ve maddî yaptırımlarla sağlanması da çoğu defa mümkün olmaz. Her şeyden önce tarafların hak ve hakkaniyeti bilmeleri, kul hakkı ihlâlinin ağır bir vebal yüklediğine inanmaları, sorumluluk duygularının yeterince gelişmiş olması ve bunun olumlu etkilerinin insan ilişkilerine yansıması gerekir. Günümüzde İslâm, çok sınırlı ve dar bir çerçevede anla­şıldığı ve uygulandığı, İslâm’ın insanı ve hayatı bütünüyle kucaklayan akîde ve öğretisi iyi kavranamadığı için, iktisadî ve hukukî ilişkiler kendi piyasa şartları ve dinamiği içerisinde oluşmakta, meşruiyetinin ölçüsünü kendisi koymakta, sonuçta da güçlü ve becerikli kimselerin daha haklı olduğu bir fiilî durumlar ortamı doğmaktadır. Artık bu noktadan sonra kişilerin dinî duygu ve inançları bile kazancın haksızlığını görmede yetersiz kalmaktadır. Bu itibarla, hava parası da dahil iktisadî ve ticarî hayatta carî çeşitli işlem ve kazanç yollarının meşru ve caiz olup olmadığını çevrenin genel kabulüne göre değil de İslâm’ın hak ve meşruiyetle ilgili genel ilke ve amaçlarına göre değerlendirmek gerekir. Helâl kazancın yolu da insan ilişkilerinde karşılıklı rızâyı gözetmek, haklı ve helâl kazancı gaye edinmek, mülkiyet hakkına saygılı olmak ve mal sahibinin gönül hoşnutluğu bulunmadıkça hak ve hukukuna el uzatmamaktan geçer.

J) Borsa Ve Hisse Senedi

Batı kökenli bir terim olan borsa, “devletin kurduğu ve denetlediği özel hukuk kuralları içinde tarafların karşı karşıya gelip ticarî değere sahip mal­ların alım satımını yaptıkları kurum, devamlılığı bulunan pazar yeri” olarak tanımlanır. Borsa önceleri ticaret ve sanayi borsaları, tarım ürünleri borsaları, altın borsası şeklinde doğup gelişmiş ise de günümüzde hisse senetlerinin, tahvil, hazine bonosu ve kambiyo belgeleri gibi kıymetli evrakın alınıp satıldığı “menkul kıymetler borsası” ön plana çıkmıştır. Borsa denince de artık bu son tür anlaşılmaya başlanmıştır.

Tahvil, hazine bonosu gibi faizli borç senedi mahiyetindeki kıymetli ev­rakın alım satımı, bunları ister devlet isterse hususi şahıs ve şirketler çıkar­sın, faizle borç alıp verme niteliğinde olduğundan caiz görülmez. Dövize endeksli tahviller ve borç senetleri için de durum aynıdır. Şirketlere ortaklığı temsil eden hisse senetlerine ve şirketlerin kâr ve zararına ortaklığı ifade eden kâr-zarar ortaklığı belgelerine gelince durum farklıdır. İktisadî ilişkilerin yoğunlaşıp sermaye piyasasının önem kazandığı günümüzde hisse senetleri, sermaye piyasasının en önemli aracı haline gelmiş ve bir ortaklık belgesi olarak değil de bağımsız bir mal olarak alınıp satılmaya başlanmıştır. Yine kâr getiren bazı tesisler devlet tarafından kâr ortaklığı yoluyla halka açılmış, böylece faizden kaçman kesimin birikimleri de devreye sokularak toplanan sermaye ile yeni iş sahalarına ve yatırımlara yönelme imkânı bulunmuştur. Ancak bu gelişmeler, bu tür kıymetli evrakın alım satımının fıkhı hükmüyle ilgili bazı farklı yaklaşımları da gündeme getirmiştir.

Türk ticaret hukukunda menkul kıymetler, belgede yer alan hakkın nite­liğine göre alacak senetleri ve ortaklık senetleri şeklinde iki ana gruba ayrı­labilir. Bir para borcunu ve alacağını temsil eden tahviller, kâr ve zarar ortaklığı belgeleri, finansman bonoları ve gelir ortaklığı senetleri mahiyeti itibariyle para ve alacak senetleridir. Buna karşılık malî hakların yanı sıra yönetime katılma gibi haklan da sağlayan ve gerçek bir ortaklık ilişkisi kuran hisse senedi ise, ortaklık senetleri grubunun tipik örneğidir. Öte yandan menkul kıymetlerin, sağladığı gelirin özelliğine göre, sabit gelirli ve değişken gelirli senetler şeklinde ikiye ayrılması da mümkündür. Tahviller sabit gelirli; hisse senetleri, kâr ve zarar ortaklığı belgeleri, gelir ortaklığı senetleri ise değişken gelirli senetlerdir.

Ortaklık senedi ve değişken gelirli senet mahiyetinde olan hisse senetle­ri, Türk hukukunda anonim ve paylı komandit şirketlerde payları temsil eden bir kıymetli evraktır. En önemli fonksiyonu da payı temsil etmesidir. Hisse senetlerinin bir başka özelliği de payı tedavül ettirebilmesidir. Hisse senetleri, ortaklığın sermayesinin belli bir payını temsil ettiğinden itibarî kıymete sahiptir; borsada alınıp satılabilen birer kıymetli evraktır; hatta borsanın en önemli araçlarından biridir. Hisse senedinin piyasa/borsa değeri ise, çeşitli faktörlere bağlı olarak itibarî değerinin altında veya üstünde olabilir. Hisse senetleri, nama yazılı veya hamiline yazılı şeklinde ikiye aynlabüdiği gibi âdi ve imtiyazlı hisse senetleri şeklinde de ikiye ayrılabilir. Hisse senedi, sahibine malî haklar ve yönetime ilişkin haklar sağlar. Malî hakların başında, kâr payı alma hakkı, rüchan hakkı, bedelsiz pay alma hakkı, tasfiye payı hakkı vb. gelmektedir.

Kanunlar, geniş halk kitlelerinin yatırımlara iştirakini sağlamak için or­taklıkların hisse senedi arzına belli şartlarda izin vermekte, hisse senedinin iki taraf için de güvenli bir fînans ve gelir aracı olmasını sağlayıcı birtakım tedbirler almaya çalışmaktadır.

Günümüzdeki yoğun ticarî ilişkilerin ve iktisadî faaliyetlerin borsayla, bankayla ve faizle sıkı ilişkisi ve iç içe olması, haklı olarak müslümanlann bu tür gelişmelere kaygıyla bakmasına yol açmakta, bu arada anonim . şirketlerin ve hisse senetlerinin şer’î hükmü konusunda farklı yaklaşımlara ve yorumlara sebep olmaktadır. Sermaye piyasasının kuruluş aşamasında olduğu, devlet denetiminde ve yasal düzenlemelerde de boşlukların bulun­duğu toplumlarda ve dönemlerde bu tereddüt ve kaygılar haklı olarak daha da artmaktadır. Ancak teorik çerçevede kalarak ifade etmek gerekirse tahvil, genelde sahibine önceden belirlenen miktarda sabit bir faiz geliri temin eden bir borç senedi ve ödünç işlemi olduğundan kural olarak faizli işlem sayılır. Bu yüzden de getirişi ne oranda olursa olsun, tahvilden bir yatırım aracı olarak yararlanmanın dinen caiz olmadığında görüş birliği vardır. Hisse senetleri ise, şirketin kârına göre getirişi değişen bir ortaklık senedi olduğun­dan, mahiyeti itibariyle tahvilden farklıdır. Hisse senetlerinin şer’î durumu ve hükmü konusunda, çağdaş İslâm bilginlerinden çok azı konuyu özel bir araştırmaya tâbi tutarak fikir beyan etmiştir. Bir kısmı, hisse senedinin ihracının ve alım satımının caiz olmadığı, çoğunluk ise cevazı yönünde görüş belirtmiştir.

Çağımız müslüman iktisatçılarından bir kısmı, Batı’dan alınan çağdaş şirketlerin ve özellikle sermaye şirketlerinin, bu arada hisse senetlerinin de Batı’nın kapitalist ve sömürgeci bakış açısını ve değerlerini yansıttığını, İslâm hukukunun şirketlerle ilgili yerleşik form ve kurallarına uymadığını ileri sürmekte ve şer’an caiz olmadığını, bu şirketlerle yapılacak muamelele­rin bâtıl olacağını, dolayısıyla kârının helâl olmayacağını ifade etmekte, netice itibariyle de hisse senetlerini caiz görmemektedir. Gerekçe olarak da, yukarıda aktarılanlara ilâve olarak, hisse senedinin piyasa değerinin birçok faktöre bağlı olarak değiştiğini ve şirket varlığından ayrılarak müstakil bir kıymet kazandığını, şirketlerin mal varlığında helâl ve haramın, faiz ve gayri meşru kazancın iç içe olduğunu ileri sürmektedir.

Bu konuda görüşünü açıklayan çağdaş İslâm bilginlerinin ve yazarları­nın çoğunluğu, hisse senedinin, kâr ve zararı ile birlikte şirketin mal varlığı­na ortaklığı temsil ettiği düşüncesinden hareketle kural olarak hisse senedi alım satımını caiz görmekte, hisse senedinin sağlayacağı hakları ve bu hakların kullanım şeklini kanun ve anlaşmaların belirleyeceğini ifade et­mektedirler. Bu grup ilim adamları arasında Muhammed Ebû Zehre, M. Yûsuf Mûsâ, Mahmûd Şeltût, Abdülvehhâb Hallâf, Ali el-Hafîf, Abdurrahman Hasan gibi isimler başta gelmektedir.

Hisse senedinin ihracının ve alınıp satılmasının fıkıh kuralları açısından da caiz olduğunu ifade eden müslüman âlimlerin dayandıkları gerekçeler şu şekilde özetlenebilir: Şirket, sermayesini belli hisselere ayırmakta ve isteyen bu hisselere sahip olmaktadır. Hisseler şirkete tâbi olarak kâr ve zarara açıktır. Hisse senedine dayalı şirket nevi klasik doktrinde “mudârebe” adı altında mubah kılınmış olup, mudârebede de kâr ve zarara ortak olma esası vardır. Gerekli şer’î şartlan taşıyan bir şirkete bu şekilde hisse senedi alarak ortak olmanın cevazında şüphe yoktur. Hatta, Batı’nın ticaret hukukundan alınan anonim şirketlerin ana hatlarıyla İslâm fıkhmdaki şirket türleri içinde mütalaa edilebileceği, dinin temel ilke ve kurallarından biri ile çatışmadığı sürece, ihtiyaç ve kalkınma sonucu ortaya çıkan ve kamu yararına yönelik olan bu nevi gelişmelerin alınmasında dinî bir sakıncanın bulunmadığı da açıktır.

Günümüz İslâm bilginlerinin çoğunluğu hisse senedi alım satımını kural olarak caiz ve bu yolla elde edilecek kazancı helâl saymakla birlikte, konuyu değişik yönleri ile inceleyen yazarlar, şirketin dinen caiz olmayan alanda

faaliyet göstermemesi gerektiği kaydına önemle işaret etmekte, anonim şirketlerin işleyişindeki bazı aksaklıklara ve haksızlıklara dikkat çekmekte, itibarî kıymetinden daha düşük bedelle hisse senedi ihracına, imtiyazlı hisse senetlerine, belli mağduriyetlere sebep olmaları açılarından itiraz etmekte­dirler. Ancak anonim şirketin ve hisse senedinin tabiatının gereği olmayan bu olumsuz gelişmeler, sermaye piyasasını şaibe altında bırakan spekülatif hareketler haliyle anonim şirketin ve hisse senedinin cevazını doğrudan etkilemez. Hisse senetlerinin bir ortaklık belgesi olarak değil de bağımsız bir mal şeklinde alınıp satılmasının caiz olmadığı tezi de doğru değildir. Mubah ve caiz oluş asıl olduğundan, kendi başına bir mal haline gelmiş, alım satı­mıyla kâr hesaplanan bir hisse senedinin cevazını engelleyen güçlü bir gerekçe mevcut değildir.

İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi’nin girişimiyle 1988 yılında Rabat’ta toplanan Borsa Semineri’nin sonuç bildirisinde ve adı geçen akademinin 1992 yılında Cidde’de yapılan VII. Dönem Toplantısı’nda hisse senetlerinin kâr ve zarara iştirak etmesi sebebiyle kural olarak helâl olduğu, fakat şer’î hükmünün bunu çıkaran şirketin ticarî işlem ve amaçla­rının meşru oluşuyla yakından ilgili bulunduğu belirtilmiştir. Şirketin faiz, içki imali ve ticareti, karaborsacılık, hile, yalan ve aldatma gibi dinen haram vasıtalarla kazanç sağlaması halinde hisse senetlerini alıp satmanın ve bundan gelir elde etmenin haram ve mâsiyete iştirak etmek olduğundan caiz olmayacağı bildirilmiş, esasen faaliyet alanı haram işlemler yapma, dinen yasak hizmet ve mal üretiminde bulunma olmamakla beraber, bazı haram işlemlere taraf olması sebebiyle şirketin kârına haram kazanç karışmış olması hallerinde ise, pay sahiplerinin bu miktarı yaklaşık olarak hesaplayıp kendisinin hayır ve hasenat niyeti ile olmaksızın ve toplum hakkı olduğu inancı ile hayır yolunda harcaması tavsiye edilmiştir.

Daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, İslâm borçlar ve tica­ret hukukunda tarafları beklenmedik zarar ve mağduriyetlere iten her türlü bilinmezlik, kapalılık ve risk mümkün olduğunca önlenmeye çalışılmış, açıklık, dürüstlük ve güvenin hâkim olacağı bir borç ilişkisi ve ticarî hayat kurulmaya çalışılmıştır. Buna karşılık, özellikle sermaye piyasasının belirli bir düzen ve istikrara kavuşmadığı, günlük siyasî kararlarla ve baskı grup­larının müdahaleleriyle kolayca yön değiştirebildiği ve büyük çapta değişik­liklerin yaşandığı, spekülatif müdahalelerin ve sunî fiyat oluşumlarının iyi niyetli yatırımcıları mağdur ettiği toplumlarda borsa bir tür kumar ve risk ticareti görünümünü alabilmektedir. Bu durumda îsîâm’ın yukarıda zikredi­len güven ve açıklığı sağlamaya yönelik ilke ve kurallarının gerçekleştiği söylenemez. Bu itibarla, tıpkı şirketin gayri meşru alanda faaliyet gösterme­sinin, çıkaracağı hisse senedi ticaretinin hükmünü etkilediği gibi, sermaye piyasasında hâkim olan bu risk ve kargaşa ortamı da hisse senedinin hük­münü geçici olarak etkileyebilir. Fakat bu giderilmesi ve önlem alınması gereken geçici bir durum olup hisse senedinin aslen caiz olduğu hükmünü değiştirmez.

Halkın elinde bulunan küçük çaptaki tasarrufların birleşerek güçlü bir finans kaynağı teşkil etmesi ve yatırıma yönelmesi ülke ekonomileri için ne kadar yararlıysa, müslümanların İslâm’ın öngördüğü ilkeler ve sakındırdığı yasakları dikkate alan, meşru alanda ve meşru tarzda faaliyet gösteren borsayı ve ticarî organizasyonları kurmaya ve desteklemeye yönelmeleri de o derece önemlidir. Dinî hassasiyetini yitirmemiş kimselerin gösterebileceği bu tepki ve iş birliği, sermaye piyasasında güven, dürüstlük ve istikrarın ödüllendirilmesi anlamına da geleceği için, bu tavrın neticede ülke ekonomi­sine önemli ölçüde yarar sağlayacağı açıktır.

K) Sigorta

Kelime olarak da “güven, emniyet ve garanti” anlamı taşıyan sigorta kavramı, riskin çoğalıp yaygınlaşması karşısında insanın kendini biraz daha güvende hissetmesi arayışının ürünüdür. Batı toplumlarında beş altı asırlık köklü bir geçmişi ve yaygın bir uygulaması olan sigorta, İslâm dünyasına çok daha geç intikal etmiş ve özellikle son yüzyılda dinen caiz olup olmadığı yoğun bir şekilde tartışılmaya ve değerlendirilmeye başlanmıştır.

Sigorta, belli bir teknik ve sistem içerisinde kaza ve kayıpların zararını telâfi etmeyi amaçlayan ve karşılıklı ödeme esasına dayanan akdî bir sis­temdir. Bunun uygulanmasına temel teşkil eden ve sigorta eden ile sigorta edilen arasında belli haklar ve yükümlülükler doğuran akde de “sigorta sözleşmesi” denir. Daha açık bir ifadeyle sigorta sözleşmesi ile, sigortalı belli bir prim ödemeyi, mal vermeyi, sigortacı da buna karşılık olarak sözleşmede belirtilen bir kaza ve zararın meydana gelmesi halinde bunu telâfi etmeyi veya belli bir meblağı ödemeyi taahhüt etmektedir.

Sigorta yeni bir sözleşme türü olduğundan, İslâm hukukunun klasik kay­naklarında buna dair bir görüş bulunmaması tabiidir. Ancak bu durum konu­nun, İslâm hukukunun genel ilkeleri ve amaçları çerçevesinde dinî bir değer­lendirmeye tâbi tutulamayacağı anlamına gelmez. Aksine İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu, meselenin sırf bu yüzden şer’î değerlendirme dışında bırakı­lamayacağı noktasında fikir birliği etmiş ve İslâm hukukuyla ilgili eserlerindeki çözümlerin çok önemli bir bölümü bu yaklaşıma göre belirlenmiştir. Buna göre, sigortanın dinî hükmünü İslâm hukukunun genel prensip ve amaçlan çerçevesinde araştırırken, şüphesiz İslâm hukukçularının benzeri meseleler karşısında ortaya koydukları görüş ve tavırlardan da, konuyu değerlendir­meye yardımcı hareket noktalan ve ipuçları olarak yararlanılması gerekir.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, sigorta sisteminde, kaza ve zararın mey­dana gelmediği durumlarda ödenen primlerin karşılıksız kalması, kaza ve zarar meydana geldiğinde ise primler tutarını çok aşan bir meblağın ödenecek olması, klasik akid yapılarına ve ölçülerine göre bir belirsizlik ve denge­sizlik taşıdığından, sigortanın şer’î hükmü konusunda ciddi tereddütler ve itirazlar olmuştur.

Kısa bir tarihçe vermek gerekirse, sigorta İslâm dünyasında ilk defa bundan yaklaşık iki asır önce meşhur Hanefî hukukçusu İbn Âbidîn (ö. 1252/1836) tarafından söz konusu edilmiştir. îbn Âbidîn gayri müslimlerin müslüman tacirlere sigortalı olarak taşımacılık yaptığından bahisle, sigorta­cının telef olan malı hukuken ödemek zorunda olamadığını, gayri müslim de olsa böyle bir borcunun bulunmadığını belirtir. Gerekçe olarak da bu şekil taşımanın emanet, ariyet ve icâre akdi hükümlerine tâbi olduğunu, dolayı­sıyla taşımacının ancak kasıt ve kusur halinde tazmin yükümlülüğünün bulunacağını belirtir. Her türlü helak ve ziyanda onları sorumlu tutmanın klasik Hanefî ictihadlarına uygun olmadığını, bunun fâsid bir akid olduğunu, düşman ülkesindeki müslüman tacir için ise sigorta yoluyla ödenen hasar bedelini almanın caiz olabileceğini ifade eder. [578]

Osmanlı döneminde sigorta sistemine ilk defa 1864 tarihli Deniz Ticaret Kanunu’nda temas edilmiş, 1870 yılında İstanbul-Beyoğlu’nda vuku bulan büyük yangında şeyhülislâmlıktan sigortanın cevazı hakkında fetva alın­mıştır. Yine 1327’de şeyhülislâmlıktan hayat sigortası hakkında fetva sorul­muş, verilen fetvada İslâm ülkesinde hayat sigortası caiz görülmemiş, ya­bancı ülkede ve yabancı sigortacı ile yapılan sigorta akdi ve bundan doğan tazminat ve ödeme caiz görülmüştür.

Sigortanın şer’î hükmü konusundaki tartışma ve görüş beyanları, son yüzyılda giderek daha da yoğunlaşmıştır. Ancak tartışmalar ve İslâm’a aykırılık iddiaları daha çok “ücretli sigorta” sistemi ile ilgilidir. Devletin tesis ettiği sosyal sigorta veya “karşılıklı üyelik sigortası” genelde caiz görülmek­tedir. Böyle olunca konuyu üç sigorta türüne göre ayrı ayrı ele almak gere­kir.

  1. Sosyal Sigorta.Devletin bütün vatandaşlarını kapsayacak şekilde yangın, kaza, hastalık, işsizlik, kimsesizlik gibi durumlarla karşı karşıya kalanlan himaye edici sosyal dayanışma ve bütünleşmeyi sağlayıcı geniş bir sigorta sistemi kurması ve vatandaşlarına da bu konuda âdil, dengeli birta­kım ödev ve yükümlülükler yüklemesi, İslâm’ın da kurulmasını devamlı teşvik ettiği bir sistemdir, İslâm’ın amacına ve ruhuna da uygun düşmekte­dir.
  2. Karşılıklı Üyelik Sigortası.Bir iş koluna mensup işçilerin, üyelerin ortak katılımıyla gerçekleşen ve içlerinden birisi bir felâketle karşı karşıya kaldığında onun zararını telâfi etmeyi amaçlayan bir sigorta sistemi de, sosyal sigortanın daha dar alandaki bir uygulaması mahiyetinde olup elbette teşvike değer, makbul bir sigorta çeşididir. İslâm hukukunda öteden beri mevcut olan “âkile” sistemi, hatta “kasâme” usulü ve sistemi, toplu ödeme­leri ve yükleri belli bir kesime yayma, sorumluluklan paylaşma amacını taşır. Maktulün diyetini ödemeyi sadece suçlu üzerinde bırakmayıp onun yakın akrabalarına da ödeme sorumluluğu getiren “âkile” sistemi Hulefâ-yi Râşidîn’den itibaren daha da geliştirilmiş ve giderek belli iş kolu ve meslek grupları üyeleri arasında ortak bir dayanışma ve yardımlaşmaya dönüş­müştür. “Kasâme” de, faili meçhul bir cinayete kurban giden kimsenin kan bedelinin (diyet) belirli bir usul çerçevesinde belirli bir bölge halkına paylaş­tırılarak ödetilmesi sistemidir. İslâm öncesi dönemde de câri olan bu sistemi İslâm, belli bir sosyal dayanışmayı hedeflediğinden devam ettirmiştir.
  3. Ücretli-Ferdî Sigorta.Sigortanın üçüncü çeşidi ise toplumumuzda çok daha yaygın olan “ücretli sigorta” sistemidir. Bunda ise, sigortacı kaza, yangın, ölüm gibi durumlarda zararı telâfi etmeyi veya belli bir meblağı ödemeyi üstlenmekte, bunlar meydana gelmezse hiçbir ödeme yapmamakta, sigortalı taraf da periyodik olarak belli bir ödeme yapmayı (prim) üstlen­mektedir. Bu nevi sigortada, İslâm hukukunun sözleşmeleri olabildiğince arındırmayı hedeflediği belirsizlik, aldanma, şansın belirleyici rol üstlenmesi, aşırı aldanma gibi olumsuz öncelikler belli ölçüde de olsa mevcut olduğun­dan, son devir İslâm bilginlerinin önemli bir kısmı bu tür sigortayı İslâm hukukunun ilke ve amaçları ile bağdaşır bulmamaktadır. Bir grup İslâm bilgini ise aksi görüşte olup bu nevi sigortayı da caiz görmektedir.

Ücretli sigortayı caiz görmeyen müslüman âlimler ve bunların ileri sür­dükleri gerekçeler şu şekilde özetlenebilir: Osmanlı şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi, ücretli sigortayı kumar ve faizle ilişkisi sebebiyle caiz görmemiş, karşılıklı sigorta ile ticarî şirketin birleşmesinden ibaret yeni bir sigorta sistemi önermiştir. Mısırlı bilginlerden Muhibbüddin Hatîb, ücretli sigortayı kumara benzeterek reddetmekte, karşılıklı sigortayı ise İslâm’ın ruhuna uygun bir yardımlaşma olarak görüp bunu tasvip ve teşvik etmekte­dir. Muhammed Buhayt el-Mutîî ise sigortayı bütün nevileriyle reddedip haram görmektedir. Yûsuf Kardâvî, ücretli sigortanın karşılıklı yardımlaşma sayılamayacağını, şirket akdi de olmadığını, faizle yakın bağının bulundu­ğunu belirterek caiz görmemekte, sosyal ve genel sigortayı tavsiye etmekte­dir.

Mısırlı müslüman âlimlerden Muhammed Ebû Zehre, sosyal ve karşılıklı yardımlaşmaya dayanan sigorta sözleşmelerini mubah saymakta, ücretli-primli sigortayı ise, kumar veya kumar şüphesi bulunduğu, bilinmezlik ihtiva ettiği, faizle yakın alâkası olduğu için mekruh görmekte; ayrıca, ücretli sigortayı gerektiren iktisadî bir zaruretin bulunmadığını da ifade etmektedir. Muhammed Ebû Zehre diğer birçok İslâm âlimi gibi sigortayı tamamen reddetmeyip, belli nevi ve kısımlara ayırmakta, bir kısmını caiz görürken diğer bir kısmını da mekruh yani sakıncalı görmektedir. Ezher Üniversitesi öğretim üyelerinden Muhammed el-Medenî de bu konuda “haramdır, helâldir” gibi genellemeler yapılmasını doğru bulmayıp, konunun uzmanlarca incelenip kısım ve nevilere göre ayrı ayn değerlendirilme yapıl­masını önermektedir. Çağdaş âlimlerden Ahmed Tâhâ es-Senûsî de, sigorta akdini bir yönüyle İslâm hukukundaki “muvâlât akdi”ne benzetmekte ve mesuliyet sigortasına ılımlı bakmaktadır.

Muhammed Hamîdullah, sosyal dayanışmayı ve sorumluluğu olabildi­ğince geniş bir kesime yayıp karşılıklı yardımlaşmayı sağlayacak ve devlet eliyle kurulacak bir sosyal sigortayı, ticarî şirket hüviyetindeki karşılıklı “ sigortayı caiz görüp teşvik ederken, ücretli sigorta sisteminin İslâm’da hoş görülmediğini, bir bakıma şans oyununa benzediğini ifade eder,

Dünya İslâm Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademİsi’nin 1977 yılında Mekke’de yaptığı toplantıda üyelerin büyük kısmı ise, sigortanın bütün nevileriyle haram olduğunu belirterek şu gerekçeleri ileri sürmüşlerdir:

  1. Sigorta akdi garar (belirsizlik) içermektedir. Çünkü iki taraf da ne verip ne alacağını tam bilmemektedir.
  2. Sigorta kumarın bir çeşididir.
  3. Sigorta her iki neviyle de faizi (ribe’1-fadl ve ribeni’n-nesîe) içerir. 4. Sigorta, bedelsiz olarak bir başka­sının malını alma demektir. Bu ise âyette yasaklanmıştır.[579]

Son devir İslâm bilginlerinden Mısırlı M. Reşîd Rızâ, Muhammed Abduh, M. Yûsuf Mûsâ, Muhammed el-Behî, M. A. Mennân ve Mustafa Ahmed ez-Zerkâ gibi âlimler ise, bazı kayıt ve şartlar ileri sürmekle birlikte kural olarak sigorta akdini caiz görmektedirler. Gerekçe olarak da sigortanın, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma, sermaye-emek ortaklığı, vekâlet ve temsil akdi çerçevesinde kaldığını, İslâm’ın da ferdin malı ve geleceği açısından güven­cede olmasını, fertler arasında dayanışma ve yardımlaşmayı teşvik ettiğini, insanların âni felâket ve zararlara karşı korunmasının ve yükün geniş kitlelerce paylaşılmasının mubah ve gerekli olduğunu ve îslâm kaynakların­da da bunu destekleyen akid ve uygulama örnekleri bulunduğunu ileri sürerler.

Konuyla ilgili derinlemesine bir araştırma yapan Mustafa ez-Zerka, si­gortayı kural olarak olumlu bulurken İslâm’ın genel maksatlarından, İslâm borçlar ve akidler hukukunun ilkelerinden hareket etmekte, bey’ bi’1-vefâ akdiyle kıyaslama yapmakta, sigortanın gerçekte bir şans oyunu olmayıp karşılıklı yardımlaşmaya dayanan ve kâr gayesi de güden bir iktisadî mües­sese olduğunu ileri sürmektedir. Sigortayı bir nevi kumar, müşterek bahis ve şans oyunu sayan, tevekküle aykırı bulan, bilinmezlik ve belirsizlik (garar) unsurları içerdiğini ileri süren görüşleri ayn ayrı cevaplandırarak reddet­mekte, sigorta şirketinin faizle iştigal etmesini caiz görmemekle birlikte bunu sigortanın caiz olup olmamasından ayrı mütalaa etmektedir. Sonuç olarak da, karşılıklı yardımlaşmaya dayanan üyelik sigortasını İslâm’ın ruhuna uygun bir sistem olarak görüp tecviz ve teşvik etmekte, ücretli-primli sigor­tayı da İslâm hukukunda benzeri akid ve uygulamaların bulunduğu, İs­lâm’ın genel amaç ve ilkelerine uygun olduğu, haram olduğuna dair bir delilin de bulunmadığı gerekçeleriyle caiz görmektedir.

İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademİsi’nin 22-28 A-ralık 1985 tarihleri arasında gerçekleştirilen II. Dönem Toplantısı’nda, si­gorta ve reasürans konusunda sunulan araştırmalar, daha önce diğer fıkıh akademileri ve ilmî kurulların ortaya koyduğu görüşler derinlemesine ince­lenip tartışıldıktan sonra, 9 nolu karar ile şu sonuçlara ulaşılmıştır:

  1. Ticarî sigorta şirketlerinin uygulamakta olduğu sabit prim esasına da­yalı ticarî sigorta sözleşmesi, akdi geçersiz kılacak ölçüde büyük garar (belirsizlik) içermekte olup, dinen haramdır.
  2. İslâmî muamelât ölçülerine uygun olan alternatif sözleşme, teberru ve yardımlaşma esasına dayalı sigorta sözleşmesi ve yine aynı esasa dayalı reasürans sözleşmesidir.
  3. Müslüman toplumların ekonomilerinin sömürü düzenlerinden kurtu­labilmesi için, İslâm ülkelerini yardımlaşma esasına dayalı sigorta ve reasü­rans kurumlan tesis etmeye çağırmak gerekir.

Öyle anlaşılıyor ki, çağımız İslâm âlimlerinin neredeyse tamamı, devlet eliyle gerçekleştirilecek genel sosyal sigortayı İslâm’ın tecviz ve teşvik ettiği, meslekî kuruluşlar ve üyeler arası karşılıklı sigorta sisteminin kurulmasının hem İslâmî geleneğe hem de günümüzün şart ve ihtiyaçlarına uygun olduğu görüşüne sahip olup prensip olarak sigorta sisteminin caiz ve gerekli oldu­ğunu ifade etmektedirler. Tereddütler ve farklı görüşler ticarî sigorta, bunun içinde de hayat sigortası üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu arada ticarî sigorta sisteminin bazı belirsizlikler ve kumar içerdiği, sigorta şirketlerinin faizle iç içe olduğu, hayat sigortasının İslâm’ın tevekkül anlayışına aykırı olduğu, hatta ticarî sigorta sisteminin İslâmî anlayış ve ahlâka aykırı olduğu ve ancak belli ihtiyaç ve zaruret halinde başvurulabilecek istisnaî bir çözüm olduğu şeklinde farklı yaklaşım ve gerekçeler ileri sürülmektedir.

Ancak müslüman toplumların sigorta konusuyla ilgili olarak son yüzyıl­daki teori ve pratiği dikkatle izlendiğinde Batı’dan alınan bu sisteme karşı önceleri çok daha güçlü bir direncin oluştuğu, iktisadî şartların ve ticarî ihtiyaçların gelişimine paralel olarak bu konudaki tereddütlerin giderek azaldığı ve bazı teknik ayrıntılara ve dar bir alana münhasır kaldığı görülür. Diğer bir ifadeyle, sigorta konusundaki çekimser veya muhalif tavır, ileri sürülen dinî gerekçelerden ziyade müslüman toplumların reaksiyoner yapı­sıyla, toplumsal bünyenin dış etki ve kurumlara karşı son derece duyarlı ve ihtiyatlı olup ancak belli bir test aşamasından sonra onları bünyesine alabilmesiyle daha yakından ilgilidir. Bunun için de, günümüz İslâm toplumla­rında sigorta sisteminin kabul görmeye başlamasını müslümanların dinî hassasiyetlerini giderek yitirmesine, alternatif bir sistem üretemediği için, mevcut durumu kabullenme zorunda kalmasına bağlamak yeterli ve tatmin­kâr bir açıklama değildir. Bu konuda daha gerçekçi bir açıklama olarak şu denebilir: Sistemin işleyişini yakından izleyenler sigortada kumar ve belir­sizliğin değil riski müştereken üstlenme fikrinin ağır bastığını, faizin aslî unsur değil biriken sermayeyi çoğaltma aracı olduğunu, diğer birçok sakın­canın da sigorta sisteminden değil şirketin yönetim biçiminden kaynaklan­dığını farketmiş ve bunun için de toplum sakıncalı gördüğü hususlardan âzami ölçüde kaçınarak ve âdeta ıslah ederek sistemi bünyesine almaya çalışmıştır. Önce sosyal sigortanın, işsizlik ve sağlık sigortasının, karşılıklı üyelik sigortasının, sonraları iş yeri, iş makineleri ve kaza sigortalarının caiz görülmeye başlanması ve uygulamaya girmesi, hayat sigortasının da gelişim çizgisi hakkında önemli bir ipucu sayılabilir. Yoğun bir risk ortamında yaşa­yan günümüz insanına bir nebze olsun güven ve destek veren bu tür geliş­melere güvenlik, sağlık, çalışma hayatı gibi temel prolemlerinde gerekli mesafeleri alamamış, sosyal devlet ve hukuk devleti anlayışı yeterince özümsenmemiş toplumlarda daha çok ihtiyaç vardır. Sigorta konusundaki tekelleşmenin kırılıp daha farklı işletme, katılım ve paylaşım usullerine imkân verilmesi, haliyle bu konuda önemli bir adım olacaktır.

Sakıncalardan arındırılmış sigorta sistemi oluşturuluncaya kadar müslümanların, mevcut ücretli sigorta şirketlerine, risk taşıyan değerlerini sigorta ettirmeleri, yani sigortacı değil, sigortalı olmaları, sigortacının caiz olmayan tasarruflanna katılmayı içermediği ve zaruret de bulunduğu için caiz olmalıdır.

19. SOSYAL HAYAT

Buraya kadar ele alınan konulardan, İslâm dininin fert ve toplum haya­tına bütüncül yaklaştığı, insanın dünyada huzur, güven ve mutluluk içinde yaşaması, âhiret hayatında da bu hayat çizgisini koruyabilmesi için hayatın her alanına ölçülü ve gerekli açıklamalar getirdiği ve insanı yönlendirdiği görülür. İman dinin özü, ibadetler dindarlığın âdeta simgesi olarak bilinmekle birlikte Müslümanlığın bunlardan ibaret olmadığı açıktır. Her ne kadar geniş halk kitlesi arasında ibadetlerin şekil kısmı, dinin ve dindarlığın göstergesi olarak algılanmakta, hatta bu alanda yoğunlaşıp hayatın diğer alanlarında alabildiğine hoyrat, bencil ve çıkarcı davranabilen müslüman tiplerine sıkça rastlanmakta ise de, bu fevkalâde yanlış bir kanaat ve yanıltıcı bir görünüm­dür. Şekil kolay, şeklin arkasında yatan mânayı kavramak ve yaşamak zordur. Belirli davranışlan, dindarlık adına da olsa yapmak kolay fakat bu davranış biçimlerinin götürmek istediği hedefe ulaşmak zordur. Dindarlığın zor ve önemli olan kısmı da ikincisidir. Müslümanm med cezir hali yaşaya­rak seccade üzerinde veya ibadetlerin şeklî ifası konusunda titizlik gösterme­si ancak aile hayatından ticarî hayata, insan ilişkilerinden sosyal ödev ve sorumluluklara kadar diğer alanlarda ise âdeta ikinci bir kimliğe bürünerek pragmatist, bencil ve aldırmaz bir biçimde davranabilmesi dinin ve dindarlı­ğın yanlış anlaşılmasının tipik örneklerinden biridir. Halbuki gerçek dindarın dindarlığı hayatın her alanına yayması yaratıcıya bağlılığın göstergesi sayı­lan şeklî davranışlarda olduğu kadar sosyal ilişkilerde, üçüncü şahısların haklan konusunda ve toplumsal hayata ilişkin alanlarda da dinin öğütlediği şekilde hak bilir, âdil, ölçülü ve fedakâr olması gerekir. İslâm toplumlarının önünde şehirleşme, yol, park ve yeşil alan düzenlemeleri, sosyal sorumluluk ve kontrol, apartman hayatı ve komşuluk ilişkileri, trafik kuralları, töre ve törenler gibi birlikte yaşamayı güzelleştirici ve toplumsal öğeyi güçlendirici kural, kavram ve projelerde daha alması gereken hayli mesafenin bulunması İslâm’ın hayatın bütün alanlarına bütüncül yaklaşımının pek iyi kavranmadığının, bireysel dindarlık sınırının fazla aşılamadığının açık bir göstergesi sayılmalıdır. Bununla birlikte Müslümanlık’la Doğu toplumlarına özgü insanî hasletlerin bileşkesiyle bu top­lumlarda çok güzel sosyal kurumların ve dayanışma örneklerinin ortaya çıktığını da inkâr etmemek gerekir. Burada hayıflanılan husus, İslâm’ın bireysel dindarlığı aşan sosyal ödevler ve sorumluluklar konusundaki ilke­lerinin, öğreti ve çabasının bütün olumlu toplumsal projelerde ana unsur ve motivasyon kaynağı olması imkânı varken, bunun çok iyi anlaşılamamış ve değerlendirilememiş olmasıdır.

İlke olarak temas edilen bu sosyal sorumluluklar ve davranışlar dinî kültürümüzde kısmen İslâm ahlâkının kısmen de fıkhın konulan arasında yer almış ve dönemlerine göre güncellik taşıyan sosyal ödev ve kurumlar konusunda yapıcı bir kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır. Burada, sosyal niteliği ağır basan bir kısım sorumluluk ve davranış biçimlerine yer verile­cek, daha çok bireysel ve ikili insan ilişkisi niteliğinde olanlar ise bir sonraki bölümde ele alınacaktır.

I. SORUMLULUK BİLİNCİ VE ÇEVRE

Bir toplumda ahlâkî değerlerin yerleşmesinde ve korunmasında olduğu gibi, toplum düzenini bozucu, insanların rahat ve huzurunu kaçırıcı işlerin önlenmesinde de, bir kontrol sisteminin bulunması ve buna ilâve olarak sorumluluk bilincinin oluşturulması son derece önemlidir.

İnsanın yaratılışı sorumluluk esası üzerine kuruludur. İslâm’ın yaratılış inancına göre, görülen âlemde, sorumluluğu yüklenme bilincine sahip olan tek yaratık insandır. İslâm bilginleri Ahzâb sûresinin “Biz emaneti, dağlara taşlara teklif ettik, onlar bu emaneti taşımaya yanaşmadılar. Bunu insan yüklendi” [580]âyetinde söz konusu edilen emanetten maksadın en ge­nel anlamda “sorumluluk” olduğunu belirtmişlerdir. Zâriyât sûresinde “Cin­leri ve insanları, bana ibadet etsinler diye yarattım” [581]buyurularak, sorumluluğun en önemli boyutuna işaret edilmektedir. Ancak, İnsanın so­rumluluğu yalnızca Tanrı karşısındaki sorumluluktan ibaret değildir. Hatta, sorumluğun sırf Tanrı’ya hasredilmesin! Hz. Peygamber hoş karşılamamış ve insanın daha başka sorumlulukları bulunduğunu çeşitli vesilelerle ifade etmiştir. Nitekim, bütün zamanını ibadet ve taatle geçiren bir sahâbiye Peygamberimiz, “Sırf ibadetle meşgul olman doğru değil. Kendinin kendin üze­rinde, çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hak­kını vermelisin” diyerek sorumluluğun diğer bazı boyutlarına dikkat çekmiş­tir. Diğer bir hadislerinde de, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz gözetiminiz al­tında bulunanlardan (râiyyenizden) sorumlusunuz” buyurarak gözetme ve koruma sorumluluğuna işaret etmiştir.

Fakihlerin hakları tasnif ederken sırf kul haklan ile Allah-kul karma haklarına da yer vermeleri sorumluluk anlayışının geniş boyutlarını yansıt­maktadır.

Burada insanın Tanrı karşısındaki sorumluluğundan esasta bağımsız olmamakla birlikte, kategorik olarak farklı boyutta değerlendirilen sosyal sorumluluk bilincine ve bunun da iki önemli yönü olan doğal çevre ve sosyal çevre sorumluluğuna değinilecektir.

A) Doğal Çevre

Günümüzde çevre sorunları, başta insan olmak üzere bütün canlı türle­riyle, doğal güzellikleri tehdit eder bir boyut kazanmıştır. “Yeryüzü zirvesi”, biraz geç de olsa bu tehlikenin farkına varıldığının ve acilen önlem alınması gerektiğinin somut bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Bütün dünyada bu yönde ortak bir bilinç (evrensel bilinç) uyanmaya başladığına göre, artık yapılacak şey, bu bilincin daha güçlü ve yaygın hale gelmesine çalışmak ve fert planında bu bilincin gereğine göre davranmaktır. Bu noktada, Kur’an mesajının, çevre sorumluluğu bilincine katkısını belirginleştirmek yerinde olur,

Kur’an’ın amaç bütünlüğü içerisinde çeşitli boyutlarıyla “denge”ye iliş­kin işaretler, mesajlar mevcuttur. Çevre sorunları doğada var olan dengenin bozulmasının bir sonucu olduğuna göre, kâinattaki denge ve âhenkten bahsedilmeksizin ve bu alt yapıya oturtmaksızm çevre meselesini Kur’an açısından değerlendirmek pek doğru olmasa gerektir. Öyleyse, öncelikle kâinattaki dengeye ve âhenge işaret eden âyetler, bu açıdan bir yoruma tâbi tutulup teorik bir alt yapı oluşturulmalıdır. Çevreci bir yaklaşımla okundu­ğunda “çevre sûresi” olarak adlandırılabilecek olan Rahman sûresinin yalnızca 7 ve 8. âyetleri bile bu hususta gerekli mesajı almak için yeterli sayılabilir. Bu âyetlerde Allah’ın gökyüzünü yükselttiği, kâinata düzen ve dengeyi koyduğu bildirilmekte, ve bu dengeye müdahalede aşırı gidilmemesi istenmektedir. Yani insan, nesnel dünyayı ve onun yasalarını anlamaya çalışacak, belli ölçülerde ona müdahale edebilecek, fakat dengeyi tehlikeye düşürmeyecektir. Aslında, dengeyi ve dengenin sırlarını anlamak için tabiat yasalarını keşfetmek gerekmektedir.

“Biz her şeyi bir ölçü ile yarattık, ve bunu bir defaya mahsus olarak yap­tık” (el-Kamer 54/49-50);

“Yeri yaydık ve içerisine kazıklar attık ue yeryü­zünde -hikmet terazisi ile tartılmış- her ölçülü şeyden yarattık” (el-Hicr 15/19);

“Size belli bîr ölçüde verdiğimiz nimetleri idareli kullanın. Çünkü her ne kadar bizim katımızda bunlar depolanmış ise de sizin böyle bir deponuz yok” [582]anlamındaki âyetler de muhataplarına hem yeryüzü­nün ve bütün kâinatın yaratıcısının Allah olduğu inancını, hem de çevre bilincini ve çevre sorumluluğunu telkin eden ilâhî mesajlardır. Zaten yaratı­cının varlığı ve ilâhî düzen fikri ile sorumluluk duygusu, her şeyi yerli yerince ve gerektiği şekilde kullanma ve öyle davranma bilinci, birbirini destekleyen iki ana temadır. Kur’an da sürekli olarak bu temayı işler.

Kur’an’da denge ve ahengin vurgulandığı birçok âyet bir tarafa, Allah’ın “hakîm” sıfatı ve “rab” isminin muhtevası ve bunlann insanî boyutu üze­rinde düşünmek bile çevre konusunda felsefî alt yapıyı oluşturacak malze­meyi temine yeterli olabilir. Bundan sonrası, dengeyi koruma görevini insana zatî bir borç ve görev olarak yüklemek ve bunu müeyyidelendirmektir. Elbette ki, Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olan insan, Tanrı’nin emane­tini koruma görevini de en azından kendi varlığını idame ettirebilmek için doğal olarak yüklenmiş olmaktadır. İnsan tabiata hükmetmeye ve dengeleri bozmaya girişirse, emanete hıyanet etmiş olur.

Kur’an’da türevleriyle birlikte yaklaşık elli yerde geçen ve müfessirlerce “mâsiyet, helak, kıtlık, öldürme (kati), harap olma, harap etme, küfür ve malı haksız yere almak” gibi anlamlara geldiği söylenen fesâd kelimesinin muhtevası üzerinde tefekkür edilirse, Kur’an’ın neleri bozulma ve kirlenme olarak gördüğüne ve bunlar karşısındaki tavır alışına yönelik işaretler yakalanabilir. Bu âyetler, çevredeki maddî kirlenme ve tükenişin aslında insanlığın evrensel ahlâkî değerlerden uzaklaşmasından doğan manevî kirlenmenin bir sonucu olarak değerlendirilebileceğini, en azından aralarında kuvvetli bir bağlantı bulunduğunu göstermektedir.

Doğal güzelliklerin hatta doğal mevcudun korunmasında en güçlü kont­rol bilinci, insanın kendi vicdanıdır. Yaptığı işin Allah katında günah, hukuk düzeni açısından suç ve bütün insanlara karşı ayıp ve kul hakkı ihlâli olduğunun şuuruna varmasidır. Bununla birlikte konuyu sadece bireysel bilinç ve kontrol yaptırımına bağlamanın yetersizliği de açıktır. Söz konusu gayenin gerçekleşmesinin ikinci ayağı ise, bu alanda kamusal ve sosyal or­ganizasyonlara gidilmesi ve güçlü kontrol sistemlerinin kurulmasıdır. Fı­kıhta kamu mallarının, vakıf ve yetim malının özel bir statüde tutulup daha etkin koruyucu tedbirlerden söz edilmesi, bunlara yapılan tecavüzlerin top­lum ve kul hakkını ihlâl olarak nitelendirilmesi de bu yöndeki çabalara hu­kukî bir destek sağlamaktadır. Özellikle gelişmekte olan İslâm ülkelerinin, İslâm’ın bu genel telkinini ve yönlendirmesini de fırsat bilerek doğal çevre­nin bozulmasını, su kaynaklarının kirlenmesini, insanların ve kurumların zaaflarından kaynaklanan çarpık şehirleşmeyi, orman, vakıf ve kamu arazilerinin yağmalanmasını önleyici yasal ve sosyal önlemleri alması âcil bir önem taşımaktadır.

B) Sosyal Çevre

Çevre sorumluluğu denince ilk akla gelen doğal çevredir. Ancak, çevre­miz yalnızca bundan ibaret değildir. İnsanın bir de sosyal çevresi vardır. Nasıl ki, doğal çevre insanın daha huzurlu ve mutlu yaşaması için gerekli ise sosyal çevrenin ve bu çevredeki düzenin korunması aynı ölçüde, hatta daha öncelikli olarak gereklidir. Şimdi çevrenin bu iki yönünün korunma­sıyla ilgili olarak Peygamber efendimizin sözlerine kulak verelim:

“İman, altmış küsur şubedir. Bu şubelerden birisi insanlara sıkıntı verecek şeyleri gidermektir. Bu mânada yol ortasında bulunan bir taşı kaldırmak imanın gereğidir” [583]

“İçinizden her kim, çirkin bir davranış veya nahoş bir şey gördüğünde, onu eliyle değiştirsin. Bunu eliyle değiştirmeye gücü yoksa diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa, gönlünde o şeye veya harekete buğzetsin (tepkisini canlı tutsun)- Bu sonun­cu tavır, imanın en zayıf şeklidir.[584]Bu hadislerde dikkat çeken hususlardan biri, sorumluluk bilincinin iman çerçevesine alınmış olmasıdır ki, bu durum müslümanm hayat anlayı­şının iman ile bağıntısını göstermesi bakımından son derece önemlidir.

Evet, çevremizden sorumluyuz. Hem de bütün yönleriyle çevremizden sorumluyuz. İnsanın sağlıklı, mutlu ve huzurlu yaşaması için doğal çevre­nin korunması gereklidir, fakat bu asla yeterli değildir. Bunun yanında ve belki de daha da önemli olarak sosyal çevrenin de korunması gereklidir. Şöyle düşünelim: Günümüzde üzülerek, su kaplumbağaları, kelaynak kuşla­rı gibi doğaya bir güzellik katan bazı hayvan türlerinin yok olmaya doğru gittiğini görüyoruz. Hepimiz, bunların varlıklarının devamı için bir şeyler yapabilmeyi arzuluyoruz. Bu işleri omuzlayanian takdirle ve şükranla anı­yoruz. Peki çevre sorumluluğu bu kadar mı? Çevremizdeki aç, açık insanları unutarak, onlar için hiçbir şey yapmayarak, toplumdaki manevî kirlenme ve bozulmaya, insan ilişkilerinin özünü ve ahlâkî temelini yitirip bir çıkar kavgasına dönüşmesine seyirci kalarak çevre sorumluluğundan bahsetmek eksik olmaz mi? Burada “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen yüce buyruğa da kulak vermek gerekmez mi? Sosyal çevreyi korumak için ne yapıyoruz ya da ne yapmalıyız? Doğal çevre ile birlikte bu konuya da eğilmemiz gerekir.

Çevre sorumluluğu bilincinin gereğini yerine getirebilmek için, her şey­den önce, kişi hak ve özgürlükleri ile çevre sorumluluğu bilinci arasında çok iyi bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu denge kurulamadığı zaman, ne hak ve özgürlüklerin anlamı doğru bir biçimde anlaşılabilir ne de çevre sorumluluğu bilincinin gereği yerine getirilebilir. Diyelim ki, su kaplumbağa­sını öldüren ya da sokağa tüküren veya çöp döken birini gören kimsenin onu ikaz etmesi ve yapmak istediği işe engel olması yerinde ve gerekli bir davranıştır; yaptığı iş doğrudur ve çevresinden sorumlu bir vatandaştan beklenen güzel bir tepkidir. Bunun aksini kimse iddia etmez. Fakat, toplum değerlerine, toplumun genel ahlâk anlayışına aykırı bir davranışa karşı çıkılması da aynı değerde bir sorumluluk ve duyarlılık örneğidir. Ancak bu ikinci davranış böyle değil de sorumsuzluk ve kişi özgürlüklerine saygısızlık olarak algılanıyorsa, çevre sorumluluğu açısından o kişi veya kişilerde çifte standart bir anlayış hâkim demektir.

Bu noktada Hz. Peygamber’in şu benzetmesine kulak vererek sosyal çevre ile ilgili sorumluluklarımızı hatırlamak iyi olur. “Bir gemiyi paylaşan ve bir kısmı üstte bir kısmı altta bulunan insanları düşünün. Altta bulunanlar, su ihtiyaçlarını karşılamak için gemiyi delmek istediklerinde, üsttekiler buna mani olmazlarsa gemi batar ve hepsi birden boğulur; eğer mani olurlarsa hepsi de kurtulur.” [585]Hepimiz dünya gemisindeyiz. Bu gemiyi batıracak davranışlara sessiz ve ilgisiz kalmamak gerekir. Sessiz ve ilgisiz kalmak bir tarafa, herkesten toplumsal örgüyü güçlendirecek, sosyal düzen ve çevreyi iyileştirecek olumlu katkıda bulunması beklenir.

İslâm toplumlarında genel ahlâk ve âdabı, sosyal düzen ve çevreyi ko­rumada Kur’an ve hadislerde sıkça tekrarlanan “emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” ilkesinden ve bu ilkenin tarihî süreçte gerçekleşmesinde etkin bir rol üstlenen hisbe teşkilâtından, ayrıca sosyal yapıyı sağlamlaştırmadaki aktif katkısı sebebiyle vakıflardan ana hatlarıyla söz etmek gerekir. İslâm kültüründe emir bi’1-ma’rûf nehiy ani’l-münker, toplumda iyi­liğin hâkim kılınması ve yaygınlaştırılması, kötülüğün önlenmesi ve böylece erdemli bir toplum oluşturulması ve yaşatılması için gösterilen faaliyetlerin hepsini ifade eden bir terimdir.

Kur’an’da sıkça kötülüğün, çirkinliğin önlenmesi, iyiliğin, doğru ve ya­rarlı işlerin yapılması istenir. Fakat Kur’an’da neyin kötü (münker) neyin de iyi (mâruf) olduğu konusunda bir sayım ve ayrıntıya gidilmeyip konu İslâm dininin genel ilke ve kurallarına ve müslüman toplumun kolektif şuuruna bırakılır. Hz. Peygamber de her vesileyle sosyal hayatta ve insan ilişkilerin­de iyiliğin, yararlı ve olumlu davranışların egemen olmasına gayret etmiş, bu konuda öncülük ve örneklik etmiş, bütün müslümanlan da bu konuda duyarlı olmaya ve sorumluluğa çağırmıştır. Konuyla ilgili çok sayıdaki âyet ve hadis yanında bilhassa, bir kötülüğe, çirkin ve uygunsuz bir duruma şahit olan kimsenin buna eliyle değilse diliyle engel olmasını, buna da gücü yetmezse kalbiyle kötülüğe öfke duymasını emreden hadis (yk. bk.), İs­lâm’ın ortaya koyduğu dünya görüşü ve değer yargılarına aykın tutum ve davranışlara karşı fiilî tedbirler almayı, sözlü uyan ve psikolojik direnç şeklinde tepkiler göstermeyi gerekli kılmaktadır.

İslâm âlimleri dinin önemli ilkelerinden biri olan ve sağlıklı bir kamuo­yunun ve sosyal çevrenin oluşması için âdeta ön şart mesabesinde bulunan bu faaliyetin dinî içerikli bir görev (farz) olduğunda görüş birliğindedir. Bununla birlikte bu konuda ikili bir ayırıma gidilir. İyiliğin emredilip kötülü­ğün önlenmesi görevinin kamu düzenini doğrudan ilgilendiren alanlarda farz-ı kifâye olduğu, kamu görevi niteliğindeki bu faaliyetin ancak yetkili merciler ve şahıslar tarafından usulüne uygun şekilde yerine getirileceği, aksi takdirde kargaşaya ve keyfi müdahalelere zemin hazırlanmış olacağı, şahısların mahremiyetinin ve özel hukukunun ihlâl edilebileceği belirtilir. Tarihî süreç itibariyle bu görevin ifası hisbe veya ihtisap adıyla anılan kurumlar tarafından yerine getirilmiştir. Buna karşılık dinin açık hükümleri­ne aykırılık teşkil eden, kamu yetkisini ve ictihad ehliyetini gerektirmeyen konularda ise bu görevin ifası farz-ı ayın olup fertlerin ayn ayrı sorumlu­lukları vardır.

İyiliğin emredilip kötülüğün önlenmesi ilkesi, fert ve toplum hayatında din, akıl ve maşerî vicdan tarafından benimsenen inanç ve değerlerin hâkim kılınması, töre ve yaşama tarzının korunması; dinin, aklın ve sağ duyunun reddettiği her türlü kötülüğün önlenmesi yolundaki ferdî ve toplu gayretleri, sivil ve resmî önlemleri ifade etmektedir. İslâm toplumlarının tarihinde de devletin sürdürdüğü faaliyetlerden ayrı olarak vaaz, nasihat, irşad ve ikaz gibi çalışmalar da her devirde etkili şekilde yürütülmüş, özellikle dinî gayret ve hamiyeti güçlü kişiler şartların elverdiği ölçüde toplumun her kesim ve kesitinde iyiliğin hâkim olması, kötülüğün önlenmesi yolunda çaba sarfetmişlerdir. Fertlerin dinî ve ahlâkî hayatın gelişmesine, sosyal çevrenin korunup kamu düzeninin sağlanmasına katkıda bulunmayı bir Müslümanlık ve vatandaşlık borcu olarak görmesi, İslâm toplumuna özgü temel özellik­lerden biridir. İslâm toplumlarında sosyal yapının ve örgünün sağlamlığında bu tür kavram ve anlayışların büyük katkısı vardır. Bu görevin ifasında zaafa düşülmesi ise, insanî davranışlarda ve sosyal hayatta giderek bencil, kaba ve saygısız davranışların artması, kötülerin cüret ve cesaret bulması, iyi insanların içine kapalı ve etkisiz kalması, neticede toplumda gerçekte azınlıkta olan kötülerin ve kötülüğün fiiliyatta egemen olması demektir.

Hisbe ise, İslâm toplumlarında genel ahlâkı ve kamu düzenini koruma ve denetleme faaliyetini ve bununla görevli resmî kuruluşu ifade eder. Bu işle görevli memura da genelde muhtesip adı verilir.

Hisbe görev ve teşkilâtı, İslâm’ın emir bi’1-ma’rûf ve nehiy ani’l-münker ilkesinin, yani toplumda iyiliği hâkim kılma, kötülüğü önleme prensibinin kamu hukukuyla ilgili kısmını temsil eder. Daha önce de ifade edildiği gibi, esasında toplumda her bireyin bu yönde faaliyet göstermesi, iyiliğin yayıl­masında, özellikle de kötü âdet ve davranışlarla mücadelede aktif rol üst­lenmesi beklenir ve gerekir. Toplumsal sağ duyu ve olumlu kamuoyu ancak böyle kurulabilir. Fakat böyle bir görevin ifasının dinî konularda bilgiyi, insanlarla sağlıklı ilişki kurma kabiliyetini ve maddî yaptırım gücünü gerek­tirdiği açıktır. Bunun için de kamu düzeniyle alâkalı alanlarda bu faaliyetin ifası fertlerin değil de devletin görevleri arasında sayılmış, bununla ilgili olarak resmî yetkililer ve bir teşkilât ihdasına gidilmiş, böylece doğabilecek kargaşa, keyfîlik, düzensizlik ve hak ihlâlleri önlenmiştir.

Hisbe faaliyetinin Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerine u-zanan uzun bir tarihî geçmişi vardır. Hisbe faaliyeti kişi, toplum ve devlet haklarına karşı tecavüz ve ihlâlleri önlemeyi, toplumun ortak değerlerini korumayı gaye edinir. Bu yapılırken de, kişilerin özel hayatlarının irdelen­memesi, kişilik haklarının çiğnenmemesi, kötülüğün açık ve herkes tarafın­dan reddedilen bir nitelik taşıması gibi hususlara dikkat edilir. İşlenen kötü­lüğün gayri meşru olduğu anlatılır, nasihatte bulunulur, ortam ve imkânlar ortadan kaldırılır, gerekiyorsa maddî yaptırım uygulanır. Önemli olan şa­hısların cezalandırılması değil, kötülüğün önlenmesidir.

Hisbe faaliyetinin konusunu, hem toplum hakları, hem de kişi haklan teşkil eder. Tarihî uygulamalar ışığında, hisbe teşkilâtının görev alanı olarak ezanın vaktinde okunması, ibadetlerde alenî ihlâllere ve bid’atlara engel olunması, taşkınlık ölçüsüne varan eğlencelerin ve çevreyi rahatsız eden gürültü ve davranışların, içki kullanımının, sınırı aşan kadm-erkek ilişkileri­nin engellenmesi, ölçü ve tartıda sahtekârlığın, insan ilişkilerinde hile ve al­datmaların önlenmesi, ihtiyaçtan kaynaklanmayan dilenciliğin menedilmesi, ehliyetsiz kimselerin meslek icra etmelerine engel olunması gibi görevler sayılabilir. Aynı şekilde komşu haklarına tecavüzün, her türlü meslek ahlâkı ihlâlinin önlenmesi, çarşı ve pazar düzeninin sağlanması, kamu yararı taşıyan yol, köprü gibi hizmetlerin aksatılmadan ifası gibi konular da hisbe teşkilâtının görev alanına girer. Bu ve benzeri faaliyetlerin, toplum düzeni­nin kurulmasında ve sosyal çevrenin korunmasında etkili olacağı açıktır.

Gerek ferdî boyutuyla gerekse toplumsal ve kamu görevi boyutuyla ol­sun, İslâm’ın iyiliği emredip kötülüğü hâkim kılma ilkesi, devletin ve ka­nunların ulaşmakta güçlük çektiği alanlarda ve ikili ilişkilerde iyileşmeyi, güzellik ve adaletin hâkim olmasını sağladığı, kamu düzeninin yerleşmesin­de ve toplumsal sağ duyunun korunmasında aktif bir katkıya sahip olduğu için her zaman için vazgeçilmez bir öneme sahip olmuştur. Bu tür faaliyet­lere günümüzde de değişik boyut ve seviyelerde ihtiyaç vardır. Toplumun ortak değerlerine ve düzenine, genel ahlâk kurallarına saygı hem dinin fertlere yüklediği bir görev hem de bir vatandaşlık borcudur. Aynı şekilde toplumda iyiliği hâkim kılma ve kötülüğü önleme çabasının, keyfilik ve ka­balıktan kurtarılması, kolektif bir şuur ve refleks haline getirilmesi, bilgiye dayanması, güzellik ve nezaketle yerine getirilmesi de dinî ve insanî bir yükümlülüktür.

Vakıflar da, tarih boyunca müslüman toplumlarda sosyal yapıyı sağ­lamlaştırmada, sosyal denge ve adaleti korumada etkin bir rol üstlenmiştir. Kaynağını iyilik ve hayırda yarışmayı, Allah yolunda harcamada bulunma­yı, toplumda kimsesiz, fakir ve düşkünlere yardım elini uzatmayı teşvik eden, kalıcı olanın da bu tür yatırımlar olduğunu bildiren âyet ve hadisler­den alan vakıflar, ilk dönemlerden itibaren tarih boyunca İslâm toplumların­da sosyal yapıyı sağlamlaştırmada, devletin yetişemediği alanlarda sosyal dengeyi sağlamada ve yaraları sarmada etkin bir rol üstlenmiştir. İslâm medeniyetinin âdeta simgelerinden biri olan vakıfların, Hz. Peygamber döneminden itibaren, ordunun donatımına yardımcı olma, içme suyu temin etme, fakir ve kimsesizlere aş ve barınak sağlama, hastalan tedavi etme, ilmin yayılmasını sağlayıcı araçları temin etme, öğrencileri destekleme, hay­vanları koruma, ibadethanelerin ve diğer kamu tesislerinin inşa, bakım ve onarımını sağlama gibi kamu yararı olarak nitelendirilebilecek bütün alan­larda aktif bir rol üstlenmiştir. İslâm mimarisinin, kültür ve medeniyetinin birçok şaheseri de bu tür gayeleri gerçekleştirmeye matuf olarak kurulmuş tesislerdir.

Vakıf mallar, çıplak mülkiyeti (rakabe) Allah’a yani topluma, menfaati ise lehine vakıf tesis edilmiş bulunan hak sahiplerine ait mal statüsünde sa­yıldığı için daima özel bir saygı ve korumaya mazhar olmuştur. Mülkiyeti­nin Allah’a ait olması, topluma ait olması anlamını taşıdığından vakıf mal­lar, bir tür kamu malı sayılırlar.

İslâm toplumlarında vakıflar, âdeta devletin bilerek terkettiği veya yeti­şemediği alanlarda, kamu hizmet ve yatırımlarını tamamlayıcı sivil inisiyatif ve örgütlenme şeklinde faaliyet gösterdiğinden doğal ve sosyal çevrenin korunmasında önemli bir hizmet ifa etmiş, âdeta hisbe teşkilâtının simetrik desteğini oluşturmuştur. Günümüzde de vakıfların, bu işlevini ana hatlarıyla koruduğu, bazan da kamu hizmetinin yetersiz veya yanlış yönde ısrarlı olduğu ya da böyle algılandığı alanlarda alternatif hizmet sunmayı hedefle­diğinden sivil demokrasinin ve kültürel zenginliğin önemli bir parçasını teşkil ettiği görülür.

II. SOSYAL DÜZEN KURALLARI

Toplu halde, belirli düzen ve kurallara uyarak yaşama, sadece insana mahsus bir kabiliyet ve ihtiyaç olmayıp bütün canlılar için söz konusudur. Son dönemlerde yapılan araştırmalar, hayvanların da ihtiyaç, şart ve fıtratlarına uygun biçimde çeşitli gruplar oluşturdukları ve bu birlikteliği belli kurallara bağladıkları, aykırı davrananlara bazı yaptırımlar uyguladıkları, aynı hususun bitkiler için de geçerli olup bu konunun yeni bir bilim dalı olan “bitki sosyolojisinin alanını teşkil ettiği bilinmektedir. Bununla birlikte sosyal hayata en yatkın olan ve buna en çok ihtiyacı bulunan varlığın da insan olduğu açıktır. İşte, sosyal düzen kuralları bu tabii ihtiyacı en iyi şekilde karşılamaya ve birlikte yaşamayı çekilmez olmaktan çıkarıp anlamlı kılmaya yönelik önlemlerdir. Din, ahlâk ve hukuk kuralları da bir yönüyle sosyal hayatı düzene koymayı, insanların birbirlerine zarar vermeden hatta destek olarak yaşamasını ve neticede birlikte yaşamayı güzelleştirmeyi hedeflerler.

Sosyal düzen kurallarının önemli bir kısmını görgü kuralları (âdâb-ı mu­aşeret) denilen birlikte yaşama sanatı oluşturur. Ahlâk ilmiyle ve kurallarıyla da iç içe olan bu kurallar, bireyin benliğine yerleşen iyi huydan ve iyiyi kö­tüden ayırıp onu iyiye yönlendiren melekeden (edep) beslenir; beğeni, takdir ve kınanıp ayıplanma şeklinde toplumsal yaptırımla da desteklenir. Netice itibariyle toplum halinde yaşamanın yazılı olmayan anayasasını oluşturur, insan olmanın nezaketini hatta kişinin kendine saygısını temsil eder.

İslâm dininin özünü iman esaslarının, ana unsurunu da ibadetlerin teşkil ettiği doğrudur, fakat dindarlık bunlardan ibaret değildir. Dindarlık, yaratana kulluk, yaratılana şefkat ve saygı, hiçbir canlının hakkını ihlâl etmeden, hiçbir kalbi incitmeden hak ve istikamet üzere yaşama demektir. Bireysel huzur, güven ve mutluluk için de toplumsal sükûn ve barış için de bu gereklidir. Din ve dindarlık öyle anlaşılmaz ve uygulanmazsa, ortaya kaba, hoyrat ve bencil bir dindar tipi ön plana çıkar; cahil kesimler de dini böyle algılar ve dinden uzaklaşırlar. Genel ahlâk, âdâb, görgü ve nezaket kuralları insanlara dini hoş göstermek için değil, dinin ve dindarlığın tabii gereği olduğy için benimsenmeli ve uygulanmalıdır. Böyle olduğu için de ahlâk ve âdâb dinî kültürümüzde vazgeçilmez bir öneme sahip olmuş, dinî hayatımı­zın ve eğitimimizin ayrılmaz bir parçasını teşkil etmiştir. Âdâb-ı muaşereti öğrenmenin farz-ı ayın sayılması da bu sebepledir. [586]Ahlâk ve âdâb grubunu teşkil eden değer ve kurallar doğal ve sosyal çevrenin korunmasında da etkin, yapıcı ve uyarıcı bir role sahip olup bu alandaki diğer çabalara güçlü bir destek sağlar.

Âdâb, görgü ve sosyal düzen kurallarının özü ve mahiyeti aynı olmakla birlikte biçim ve şekilleri toplumdan topluma değişebilir, kültür ve gelenek farklılıklarına tâbi olarak farklılık gösterebilir. Bunlar arasında trafik kuralla­rı, genel sağlık ve koruyucu hekimlik kuralları gibi oldukça evrensel nite­likte olanlar da toplantı, sohbet, toplu ibadet, ziyafet, toplu taşıma araçların­da seyahat gibi mahallî karakteri ağır basanlar da bulunabilir. Bu tür sosyal düzen kurallarına uymak, toplu halde yaşamanın ve başkalarına saygılı davranmanın tabii gereği olduğu gibi dinin genel ilke ve amaçlarının, bü­yüklere saygı ve küçüklere sevginin, toplum düzenini ve kul hakkını ihlâl yasağının da gereğidir. Toplumsal düzeni bozucu, insanların birlikte ve güven içinde yaşamasını güçleştirici, toplumsal kargaşa ve bozgunculuğa yol açıcı davranışlar dinî literatürde fitne ve fesat terimleriyle ifade edilir ve şiddetle kınanır. Yoldan geçenlere eziyet veren olumsuz bir durumun gide­rilmesinin imandan bir parça sayıldığı, ağaçtaki kuş yuvasının bozulmasının insanlığa aykırı görüldüğü, başkalarını rahatsız eden bir kıyafet ve koku ile

camiye ve toplum içine girilmesinin kınandığı düşünülürse, İslâm dininde sosyal düzeni sağlayıcı kurallara uymanın ibadet ölçüsünde değerli sayıldığı kolayca anlaşılır. Böyle olunca müsIlımanların trafik kuralları, genel sağlık kuralları, toplu seyahat araçlarında geçerli nezaket kuralları, cami, okul, salon, otel, lokanta, cadde gibi umuma açık yerlerde söz konusu olan görgü kuralları gibi birlikte yaşamanın tabii gerekleri olan sosyal düzen kurallarına uyma hususunda da âzami titizliği göstermesi gerekir. Bu tür bir uyum, onun dininin ve dindarlığının da, toplum içinde birey olma konum ve so­rumluluğunun da tabii gereğidir.

III. KOMŞULUK İLİŞKİLERİ

Komşu tabiri, birbirine bitişik veya yakın yerlerde yaşayanlar için kulla­nılır. Komşu olmanın doğurduğu birtakım hak ve görevlerin yanı sıra bun­ların sağlandığı bir ilişkiler düzeni bulunmaktadır. Bunlara genel olarak komşuluk veya komşuluk ilişkileri denilir.

Komşuluk ilişkileri özellikle köy ve kasaba gibi küçük yerleşim bölgele­rinde sosyal dayanışma açısından önemli olduğu gibi, ailelerin huzur ve güven içinde yaşamaları açısından da önemlidir. İyi komşuluk ilişkileri mutluluk ve sevincin paylaşılmasında, sıkıntı ve kederin göğüslenmesinde ayrı bir öneme sahip olduğundan fert ve ailelere toplum içinde destek olur. Dolayısıyla sosyal bünyeyi güçlendirir. Kötü komşuluk ilişkileri de sürekli rahatsızlık, güvensizlik ve yalnızlık hissi uyandırır. Kültürümüzdeki süzül­müş bir anlayışın ifadesi olan, “Ev alma, komşu al” özdeyişi, komşuluk iliş­kilerinin her iki yönü açısından da son derece isabetli bir tesbiti dile getir­mektedir. Yine dilimizdeki “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “Komşu­da pişer, bize de düşer” gibi özdeyişler ve sık gelip gitmeleri anlatmak üzere, “komşu kapısına çevirmek” ve benzeri deyimler, komşuluk ilişkilerinin anlamını ve boyutlarını göstermek bakımından önemlidir.

Sosyal dayanışma ve yardımlaşma açısından insana aileden sonra en yakm sosyal çevreyi komşular teşkil ettiği içindir ki, gerek Kur’an ve gerek­se hadislerde komşuluk ilişkilerine titizlikle değinilmiştir. Bir âyette ana baba ve yakm akrabalardan sonra, yakın ve uzak komşuya iyilik etmek, iyi dav­ranmak tavsiye edilmektedir. [587]Peygamberimiz komşuluk hak­ları konusunda kendisine yapılan sıkı tavsiyeleri anlatmak ve komşuluk hukukuna dikkat çekmek maksadıyla, “Cebrail bana komşu haklan konusunda öyle hükümler getirdi ki, bu gidişle her halde komşu komşuya varis kılınır diye düşündüm” [588]demiştir. Peygamberimiz’in, “Kom­şusu elinden, dilinden emin olmayan kişi mümin sayılmaz” [589]sözü, komşuluk ilişkisinin önemini ve ne kadar hassas bir konu oldu­ğunu açık bir şekilde göstermektedir. Yine Resûlullah’ın “Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse komşusuna ikramda bulunsun” [590]gibi sözleri de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Resûl-i Ekrem komşuluk ilişkilerinde nasıl davranmak gerektiğine ilişkin olarak şu hususlara dikkat çekmiştir:

  1. Hastalandığında geçmiş olsun ziya­retine gitmek,
  2. Öldüğünde cenazesinin kaldırılmasında bulunmak.
  3. Borç istediğinde vermek.
  4. Darda kaldığında yardımına koşmak.
  5. Bir nimete kavuştuğunda tebrik etmek.
  6. Başına bir musibet geldiğinde teselli etmek.
  7. Evi onun rüzgârını (güneşini, manzarasını) engelleyecek şekilde yüksek yapmamak.
  8. Ne pişirdiğini ona belli etmemek, belli ederse pişirdiğinden ona da vermek.[591]Hz. Peygamberin bu tavsiyesi komşuluk ilişkilerine oldukça kuşatıcı bir çerçeve çizmekle birlikte, komşunun komşu üzerindeki bütün haklarını saymayı değil belki önemli olanlarına örnek kabilinden işaret etmeyi amaçlar. Bu itibarla bir müslümanın, din ve dindarlık farkı, kültür ve bölge farkı gözetmeksizin bütün komşularıyla iyi ilişki içinde olması, İslâm’ın yardımlaşma, dayanışma, zarar vermeme, küs durmama ilkeleri doğrultusunda hareket etmesi, bu konudaki örf ve âdeti ihmal etmemesi gerekir.

Günümüzde hızlı şehirleşmenin, şehir yapılaşmasının ve değişen iş ha­yatının komşuluk ilişkilerini olumsuz yönde etkilediği görülmektedir. Aynı apartmanda yaşadıkları halde yardımlaşma, dayanışma bir tarafa tanışma­yan, konuşmayan insanlar bulunmaktadır. Apartman hayatına, değişen iş hayatına uygun ilişki biçimlerinin oluşması, buna fizikî anlamda imkân sağlayacak çözümlerin araştırılması beklenmektedir. Komşuluk ilişkilerinin müsbet yönleri hakkıyla gerçekleştirilemese de, hiç değilse olumsuz yönle­rinden kaçınmak mümkündür. Bunun için komşuları rahatsız edecek davra­nışlardan, evin içinde bile olsa yüksek sesle konuşmaktan, televizyon, teyp gibi cihazların sesini yükseltmekten ve ne türlü olursa olsun gürültü yap­maktan kaçınmak gerekir. Allah katında da kul katında da hakkında kom­şularının iyi şahitlik yaptığı bir kişi olmaya çalışmak yeterlidir.

IV. TÖRE VE TÖRENLER

Doğu toplumlarının önemli meziyetlerinden birisi sosyal örgünün çok sağlam olmasıdır. Bu meziyet, devlet ve yasaların yetişemediği, eksik bırak­tığı alanlarda sosyal bozulmayı önleyici ve sosyal dengeyi sağlayıcı bir işlevi de yerine getirmektedir.

Hızlı şehirleşme ve apartman hayatı, çalışma hayatı, çekirdek aile gibi modern yaşama biçiminin önlenemez sonuçlan, aynı zamanda sosyal değerleri ve ilişkileri de derinden etkilemekte, hatta belirleyici olmaktadır. Bu bağlamda akıl ve bilimin, yenileşme ve modernleşmeyi, dinin ise değişmemeyi ve geleneği muhafaza etmeyi temsil ettiği söylenemez. Aksine dinin değişmeyi tabii karşıladığı, hayatın değişmeye açık alanlarında ayrıntıdan ziyade ilke ve amaçlar belirlemekle yetindiği, buna mukabil değişirken yozlaşmayı ve bozulmayı önleyici bazı önlemlerde ısrar ettiği söylenebilir.

Toplumsal hayatın ve ilişkilerin önemli bir öğesini temsil eden töre ve törenler de toplumdan topluma ve gelişim sürecine bağlı olarak değişik formlar alabilir. Dinin bu değişime ve farklılığa karşı çıkması söz konusu olmadığına göre toplumsal töre ve törenler, esas itibariyle değil, şekil ve sonuçları itibariyle yani dinin gözettiği temel değerler ve bunları koruma amacıyla getirdiği ilkeler açısından tartışmaya açılabilir.

A) Mevlid

Mevlid kelimesi, “doğum, doğum yeri ve doğum vakti” gibi anlamlara gelir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğumunu anlatmak için kullanılan “mevlîd-i nebî” Türkçemiz’de kısaca mevlid kandili olarak anılır. Mısır’da Fâtımîler döneminde başlatılan Hz. Peygamberin doğumunu anma ve kutla­ma törenleri, çok geçmeden Eyyûbîler tarafından benimsenerek çeşitli tören­ler ve şenlikler yapılmış, âlim, şair, din ve devlet işlerinde yararlık gösterenle­re hil’atler giydirilmiş ve hediyeler verilmiştir. Daha sonra mevlid törenleri İslâm dünyasında yaygınlık kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. Esa­sen Resûlullah’ın doğum yıldönümünü kutlama maksadıyla başlayan mevlid töreni giderek, Kadir, Mi’rac, Regaib ve Berat gecelerinde veya sünnet, ev­lenme, ölüm, deprem gibi önemli olaylar vesilesiyle yapılmaya başlanmış ve toplumsal geleneğimizde yer alan önemli bir dinî-kültürel öğe olmuştur.

Osmanlılar döneminde mevlid törenine ayn bir önemin verildiği bilinmek­tedir. Osmanlı’nın ileri döneminde Mevlid Alayı diye anılan görkemli törenler­de şeyhülislâm, vezirler ve diğer askerî ve mülkî erkân, büyük müderrisler, belli bir düzen içinde rebîülevvel ayının on ikisinde Sultan Ahmed Camii’nde yerlerini alırlardı. Padişahın gelmesinden sonra vaazlar verilir, mevlidhanlar tarafından Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlid okunur ve bu esnada Medi­ne’den getirilmiş olan hurmalar camide bulunanlara ikram edilirdi. Günü­müzde de Türkiye Diyanet Vakfı Peygamberimiz’in doğumunu anmak ve kutlamak amacıyla o haftayı “Kutlu Doğum Haftası” olarak ilân etmiş ve yüzyıllardan beri süregelen bu geleneğe ayrı bir anlam katmıştır. Bu hafta münasebetiyle çeşitli ilmî, fikrî, dinî paneller ve sempozyumlar yapılmakta, çeşitli alanlarda yarışmalar düzenlenmektedir.

Edebiyatımızda Peygamberimiz’in doğum günü olan bu kutlu günü an­latan birçok eser yazılmıştır. Bunlar içinde Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlid, Osmanlı’dan beri halen ülkemizde değişik vesilelerle coşkuyla, bir âyin atmosferi içerisinde okunmakta ve dinlenmektedir.

Mevlid okuma ve okutmanın bid’at olduğu şeklinde birtakım iddialar gündeme getirilmiştir. Bid’at, Hz. Peygamber zamanında olmayan “dinî” mahiyetli bir hususun sonradan dine sokuşturulması, dinden sayılması olarak tarif edilir. Mevlid okuma ve okutmanın bid’at olarak nitelendirilebilmesi için ona, “Ölünün kırkıncı gününde veya sene-i devriyesinde mevlid okutmak gereklidir” demek gibi dinî bir gereklilik veya ibadet şeklinde bir muhteva yüklenmesi gerekir. Mevlid okumanın gerekli, vacip veya mendup olduğu iddia edilmediğine, en fazla bunun hoş ve güzel bir gelenek olduğu bilinip kabul edildiğine göre bunun bid’at olarak değerlendirilip, insanların kafasına kuşku sokmak son derece yanlıştır. “Mevlid okunacağına hatim okunsa, Kur’an’dan bir bölüm (aşr) okunsa daha sevap ve daha faziletli olmaz mı?” şeklindeki bir itiraz da yersizdir. Kur’an okumak, namaz kılmak daha sevap ve faziletli bir davranıştır, ama burada mesele sadece sevap meselesi değildir. Mevlid, toplumsal bir coşkunun, Hz. Peygamber sevgisi­nin ve ona bağlılığın üst düzeyde edebî ve estetik olarak hissedilmesi, yaşanması ve dışa vurulması demektir. Kur’an okumakla mevlid okumayı birbiriyle mukayese etmek veya birini diğerine alternatif göstermek yerine ikisini ayrı ayrı ve her birini kendi yeri ve amacı doğrultusunda değerlen­dirmek ve yaşatmak daha doğru olur.

Burada hatırlanması ve hatırlatılması gereken önemli bir husus vardır; o da, mevlid gibi dinî eğitim ve coşkuyu içeren sosyal ve geleneksel törelerin aslî ibadetlerin yerine geçmediği, bu tür sosyal ödevlerin kişileri üzerlerine bizzat gerekli olan namaz, oruç, Kur’an okuma, infak ve yardım gibi dinî yükümlülüklerden muaf tutmadığı hususudur. Ancak günümüzde, özellikle de toplumumuzun dinî konularda sağlıklı ve doğru şekilde bilgilendirilmemiş kesimlerinde mevlid, türbe ziyareti, Kur’an okutma, mübarek gün ve gece­lerde dinî törenlere katılma gibi daha çok şekille ilgili dindarlığın hayli rağbet gördüğü ve bunun giderek dinî vecîbelerin yerini aldığı da üzülerek müşa­hede edilen bir gerçektir. Halbuki bütün bunlar, özde yakalanan ve yaşatı­lan dindarlığı ve gerçek dinî vecîbeleri güzelleştiren ve kolaylaştıran tâli ve şeklî katkılar olarak tanınmalı ve bilinmelidir.

B) Ziyaretleşme

Sosyal yapının sağlamlığı, toplumun çekirdeğini oluşturan ailenin sağ­lamlığıyla, aile bireyleri ve akraba arasında sıcak ilişkilerin ve güven ortamı­nın bulunmasıyla yakından ilgilidir. Batı’da sanayileşme, şehirleşme, iş bö­lümü ve geçim mücadelesi gibi birçok âmil ailelerin parçalanmasına, aile fertleri ve akraba arasında bağların kopmasına yol açmış, neticede fertleri bireyselleşen ve maddîleşen bir dünyada acımasız bir rekabet ortamına sürüklemiştir. Batı toplumu bu olumsuz gelişmeleri huzurevleri, genel işsizlik ve sağlık sigortası, tebrikleşme, noel ve doğum günü partileri gibi bazı kurum ve etkinliklerle bir ölçüde telâfi etme çabasındadır.

Doğu toplumlarında özellikle de müslümanlar arasında aile ve akrabalık bağlan daha güçlü, bu yönüyle toplumsal örgü daha sağlamdır. Bunda henüz Batı’daki gelişim safhalarının yaşanmamış olmasının etkisi de bu­lunmakla, İslâm dininin anne babaya saygı, komşu ve akrabayı gözetme ve onlarla iyi ilişkiler içinde olma yönündeki telkin ve tavsiyelerinin de önemli payı vardır, Kur’an’da münafıkların belirgin özelliği olarak yeryüzünde bozgunculuk yapmaları ve akrabalık bağlarını koparmaları gösterilir.[592] Resûl-i Ekrem de, hısım ve akrabası ile bağlarını kesen kimsenin bulunduğu meclise rahmetin inmeyeceğini, böyle kimselerin cennete giremeyeceğini belirterek [593]ciddi bir uyarıda bulunmuştur. Bir başka hadisinde de iyiliklerden en mü­kemmelinin bir kimsenin baba dostunu görüp gözetmesi [594]olduğunu bildirmiştir. Hz. Peygamberin yakın ve uzak akrabayı ziyaret etmeyi, hastayı ziyaret edip onun gönlünü almayı, ihtiyacı varsa ona yardımcı olmayı teşvik eden hadislerinin sayısı bir hayli fazladır. Ramazan ve kurban bayramlarının önemli bir işlevi de aile bireyleri ve akraba arasında ziyaretleşmeyi, dayanışma ve kaynaşmayı arttırmaktır. Aynı şekilde yakınını kaybeden kimselerin ziyaret edilip taziyede bulunul­ması da gerekir. Bütün bunlar hem dinî bir vecîbe hem de bir müslümamn diğer din kardeşi üzerindeki hakkıdır.

C) Bayramlaşma

Bayramlar, millî ve dinî duyguların, inanışlann pekişmesi, taze ve canlı tutulması işlevi yanında, topluluğun birlik ve beraberliğini sağlamada ve bunun bireylerin bilincinde yer etmesinde de büyük rol oynar. Aynı şekilde, kaynağını kültten alan sanat (müzik, halay) ve kaynağını mitten alan ede­biyat da aynı şekilde birleştirici etki ve işleve sahiptir; bireylerde ortak anlayışın doğmasını teşvik eder.

“Müslümanların, en önemli sevinç günleri olan ve bizzat Hz. Peygamber tarafından ilân edilen ramazan ve kurban bayramlarında birbirlerini tebrik etmelerine” Arapça ve Osmanlıca’da muâyede, Türkçe’de bayramlaşma

denilir. Bayramlaşmanın el sıkışmak, küçüklerin büyüklerin ellerini öpmesi, yemek ve tatlı ikram etme, hediyeleşme şeklindeki uygulamalan zaman içinde gelişerek gelenek halini almıştır. İlk dönem müslümanlarının bay­ramlaşma şekli hakkında yeterli bilgi olmamakla birlikte, bayramlarda “Allah kabul etsin” şeklindeki dileklerle tebrikleştikleri, bu tebrikleşmenin Emevîler devrinde de sürdürüldüğü bilinmektedir. Abbasîler döneminde, başta Bağdat, Kudüs, Şam gibi büyük şehirler olmak üzere çeşitli merkezler­de canlı bir şekilde yapılan bayramlaşma ve kutlamalar sırasında tatlı ikram etme uygulaması Fâtımîler’de gelenekleşmeye başlamıştır. Selçuklular za­manında da ramazan ve kurban bayramı kutlamalarına büyük önem verilir; ayrıca Nevruz ve Mihrican bayramlarında da şenlikler yapılırdı.

Bayramlaşma, sevgi, saygı, sıla-i rahim, ikram ve cömertlik gibi erdem­lerin güzel bir tezahürü olarak en büyük itibar ve önemi Osmanlılar’da kazanmış, görkemli törenlere, geleneklerin oluşmasına vesile olmuştur. Osmanlılar’da bayramlaşma namazdan sonra başlar, küçükler büyüklerin ellerini öper, büyükler de küçüklere hediye dağıtırdı. Ayrıca bayram müna­sebetiyle tebrik için evleri dolaşan bekçi, çöpçü, tulumbacı, davulcu gibi hizmetlilere bahşiş verilirdi. Toplumun çeşitli kesimlerinde hiyerarşik bir düzene göre ziyaretleşme ve bayramlaşma tam bir İtina ile yerine getirilen muaşeret kurallanydı.

Gerçekten dinî bayramlar, insanlar arasında kaynaşmanın, dostlukları ve ahbaplıkları ilerletmenin bir yolu olarak belli bir öneme sahip oldukları gibi, dinî his ve şuurun toplumsal boyutta tazelenmesinin de bir vesilesidir. Kendisi çeşitli sebeplerle bayramlaşma törenlerine katılmayan insan bile bunu hisseder ve yaşar.

Bayramlaşmanın, gergin ve soğuk ilişkileri yumuşatma, kırgın, dargın ve küskünlerin barışması gibi bir fonksiyon icra ettiği de söylenir. Bununla birlikte, her zaman insanlarla iyi geçinmek, çeşitli nedenlerle meydana gel­miş olan dargınlık ve kırgınlığı kaldırmaya çalışmak daha uygun olur. İnsan bu hislerle dolu olmadıktan sonra bayram günü, bayramlaşma yoluyla sağlanan barışma töreni, bir gösteri olmaktan öte gitmeyebilir.

D) Tokalaşma Ve Kucaklaşma

Burada insanî ve sosyal ilişkilerin çok yaygın bir yönü olan ve dostluk, sevgi ve saygı tezahürü olarak kabul edilen el sıkışma, el öpme ve sarılıp kucaklaşma gibi konulara değinmek yerinde olur. Toplumdan topluma ve geleneklere göre değişen ve farklı anlam ifade eden bu tür davranışlar hak­kında Kur’an ve Sünnet’te açık bir hüküm yer almaz. Ancak konu bir yö­nüyle dinin kadın erkek ilişkilerine, mahremiyet ölçülerine ve cinsî hayata ilişkin olarak getirdiği düzenlemelerle ilgili olduğu gibi, bir yönüyle de dinin sosyal bütünleşmeyi destekleyen kural ve tavsiyeleriyle ilgilidir. Konu birin­ci açıdan ele alındığında çekimser davranma ve bazı kayıt ve sınırlamalar getirme ihtiyacı doğmakta, ikinci açıdan ele aldığında ise konuyu toplumla­rın inisiyatifine bırakıp ilke olarak desteklemek temayülü ağır basmaktadır. Günümüz İslâm âlimlerinin bu tür yeni meselelerde farklı görüşler öne sürmeleri bu açı ve gerekçe farklılığından kaynaklanmaktadır.

İnsanların uygun vesilelerle sevgi ve saygı belirtisi olarak tokalaşmaları, birbirlerini kucaklamaları, din kardeşliği, akraba sevgisi ve komşuluk ilişki­leri gibi ilkeler açısından esasen çok olumlu birer davranıştır. Bununla birlikte, daha önce cinsî hayata ilişkin haramlar ve helâller konusunda temas edildiği üzere, İslâm’da karşı cinsler arası ilişkilerde mahremler (birbi­riyle evlenmeleri dinen caiz olmayacak ölçüde yakın akraba) ve mahrem olmayanlar ayırımı da yapılarak bazı ölçüler ve sınırlamalar getirilmiştir. Bu yasaklama ve kısıtlamalar ilke olarak karşı cinsler arası ilişkilerde söz konu­su olmakla birlikte muhtemel sapmaları, aşırılık ve yanlışlıkları önleme düşüncesinden hareket eden bazı fakihler erkeklerin ve kadınların kendi cinsleriyle kucaklaşmasını hoş da karşılamamış, mekruh görmüşlerdir. Fakat Hanefî fakihlerin çoğunluğu ile diğer bir kısım fakihler ise, bunda bir sakınca olmadığı görüşündedir. Bu bilginler görüşlerini, Hz. Peygamber’in Hayber’in fethi günü Habeşistan’dan dönen amcazadesi Ca’fer b. Ebû Tâlib’i büyük bir sevinçle karşılamış ve onu kucaklamış olması hadisesiyle destek­lemişlerdir.

Esasen bu tür davranışların hükmünü, “İslâm’da kucaklaşma yoktur” gibi kategorik ifadelerle hemen kestirip atmak veya başka dönemin şart ve gelenekleri dikkate alınarak verilmiş hükümleri öne sürerek ispatlamaya çalışmak doğru değildir. Aksine, öncelikle davranışın salt mahiyetine bakıp onu genel ilkeler açısından test etmeli, daha sonra, içinde yaşanılan top­lumda mevcut örf, âdet ve gelenekler açısından durumuna bakmalı, ondan sonra o davranış hakkında bir değer yargısında bulunmalıdır. Eğer örf, âdet ve gelenek farklı bir muhtevada oluşmuş ve farklı bir yönde gelişmiş ise, daha farklı bir kültür ve geleneğe sahip önceki dönem fakihlerinin bu konu­ya ilişkin açıklamaları aynen değil de korumak istediği amaç yönüyle ele alınmalıdır. Avrupa’da iki erkeğin, kucaklaşıp öpüşmelerinin, onların eşcin­sel olduğu anlamına gelmesi, aynı davranışın Türkiye’de de aynı mânaya gelmesini gerektirmeyeceği için, kucaklaşmanın hükmünü Avrupa’daki anlamına göre değil, Türkiye’deki mânasına göre belirlemek gerekir.

Günümüz müslümanları arasında benzer bir sorun da, kadınlarla erkek­lerin el sıkışmaları hususunda yaşanmaktadır. Konu mevcut şartları ve toplumsal ilişkileri ve değişimi de göz ardı etmeyen bir yaklaşımla ele alınıp değerlendirildiği vakit, kadın ve erkeğin el sıkışmasının gelenek ve görgü kuralları açısından ve dinî hüküm açısından ayrı ayrı ele alınması gerekli olur.

Toplumların veya belirli kesimlerin kültür ve geleneğinde böyle bir to­kalaşma âdeti yoksa, kadınla erkeğin el sıkışması kadının mahremiyeti, dokunulmazlığı açısından olumlu karşılanmıyor veya erkeğin kıskançlığını mucip oluyorsa, bu durumu sosyal bir realite, bu tutumu en azından bir insan hakkı şeklinde kabul edip böyle bir çekimserliğe saygılı duymak gere­kir. Bu, konunun gelenek ve kültür boyutudur. Böyle olduğu için de kendisi elini uzatmadıkça tokalaşmak için kadınlara el uzatılmaması ve emrivaki yapılmaması, kadınların tokalaşmaya zorlanmaması, kadının tokalaşmak için erkeğe elini uzatması halinde tokalaşılması hemen hemen bütün kültürlerde yaygın bir nezaket ve âdâb kuralıdır. Onun değişimiyle birlikte buna bağlı davranışlar da biçim değiştirebilecektir. Ancak gelenek ve kültür farklılığı toplumların zenginliği olup onlar arasında ileri ve geri, gelişmiş ve ilkel diye ayırıma gidilmesi, bu tür nitelendirilmeler yapılması yanlış olduğu kadar izafîlik de taşır. Bu itibarla topluma bu veya şu yönde kültür değişimi empoze etmek, bu yönde politikalar oluşturmak yerine bunu toplumların tabii gelişim ve değişim sürecine bırakmak en uygun olanıdır.

Kadın ve erkeğin birbirleriyle tokalaşmasının dinî hükmü ise, konunun bir diğer boyutudur. Elbette ki bu tür konularda örf ve âdetin, gelenek ve törelerin oluşumunda dinin birinci derecede etkisi vardır. Aynı yargının terside mümkündür; yani toplumların kültür ve geleneğinde mevcut çekimserliğin giderek dinî bir atmosfere taşınmış olması da muhtemeldir. Böyle bir davra­nışın dinen günah, mekruh veya haram olduğunu söyleyebilmek için bunun din açısından gerekçelerini ortaya koymak gerekir. Özetle belirtmek gerekirse, kadın ve erkeğin tokalaşmasını yasaklayan bir âyet olmadığı gibi Hz. Peygamber’in bu yönde herhangi bir sözü de yoktur. Resûlullah’ın kadın­lardan biat alırken onlaria tokalaşmamış olması, o toplumda kadınlarla to­kalaşma âdetinin mevcut olmadığından, Resûl-i Ekrem’in kadınlarla to­kalaşmayı caiz görmediği şeklinde değil de kadınlarla biatlaşmada toplumun kültürüne uygun bir usulü uyguladığı şeklinde anlaşılmalıdır. Bu sebeple, bu yöndeki rivayetlerden sarih bir yasaklama hükmü çıkarmak doğru olmaz. Ancak o dönemde kadınlarla erkeklerin tokalaşmaları gibi bir âdetin bulun­madığı bilinmektedir. O halde tokalaşmanın günahlığı hükmü nereden çıkmıştır? Yaygın olarak kabul edilen bir fıkıh kuralına göre, harama götüren şey de haramdır. Başka bir ifadeyle bir şeyin vesilesi, kendisi hükmündedir. Tokalaşmanın günahlığı/haramlığı hükmü bu kuralın işletilmesiyle elde edil­miştir. Şöyle ki; İslâm dini zinayı kesin olarak yasaklamış, zinaya götürücü yollan da mümkün olduğu Ölçüde kapatmaya çalışmıştır. Bunun için zina sadece cinsel temastan ibaret sayılmamış, aralarında evlilik bağı bulunma­yan kimselerin cinsel içerik ve amaçlı birtakım davranışları da yasak kapsa­mında mütalaa edilmiştir. Ancak bu yasaklamanın ne gibi davranışlara ka­dar uzanacağı, arada kurulacak sebep-sonuç ilişkisine göre değişebilecek niteliktedir. Nitekim kadın ve erkeğin tokalaşmayla gerçekleştirdikleri yakın teması zinaya götürücü bir sebep, bu konuda ilk adım olarak görenler kadın ile erkeğin tokalaşmasının haram olduğu hükmüne varmışlardır. Bu tokalaş­manın zinaya götürme ihtimali zayıfladığında hüküm de haramliktan mekruhluğa indirilmiş, daha doğrusu bunu zayıf bir ihtimal olarak görenler ihtimalin derecesine göre tokalaşmanın tenzîhen veya tahrîmen mekruh ol­duğunu söylemişlerdir. Bu çizgi devam ettirilecek olur da eğer tokalaşmanın zinaya götürmesi muhtemel görülmezse, bu takdirde onun mubah olduğunu söylemek mümkün olur. Öte yandan tokalaşmanın zinaya götürme ihtimali­ni taşıyıp taşımadığı hususu da, genel ve kategorik olarak değil, belki toplu­mun çeşitli kesimlerine, insan ilişkilerinin ve davranışlarının biçimlerine ve ortamına göre değişkenlik gösterebilecek bir husustur. Benzeri bir durum mahremler arası ilişkilerde de geçerlidir. Dinin açık ilkelerinde, emir ve ya­saklarında bu tür bir görecelik söz konusu olmazken onları koruyucu mahi­yetteki dolaylı sınırlama ve tedbirlerde bundan söz edilebilir. Bu itibarla fert­lerin, dinin bu önlemlerle korumak istediği ilkeleri ve sakındırmak istediği hususları bilmesi ve davranışlarını ona göre ayarlaması, bu konuda bireysel inisiyatif ve sorumluluğa alan bırakılması gerekir.

E) Aşure

Aşure (âşûrâ), kamerî takvime göre muharrem ayının onuncu günüdür. Bu günde tutulması tavsiye edilen oruca “âşûrâ orucu” denir.

Tüm Sâmî dinlerde özel bir yere sahip görünen aşure günü, Câhiliye Arapları’nca da önemli sayılmıştır. Hatta Resûl-i Ekrem’in de peygamberlik öncesi ve sonrası dönemde bir süre bu günde oruç tuttuğuna dair rivayetlere de rastlanır. Medine döneminde bu orucu müslümanlara tavsiye ettiği bili­nen bir husustur.[595]

Sağlam belgelere dayanmamakla birlikte bugünde gerçekleştiğine ina­nılan birtakım olaylar bulunmaktadır. Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları’nın Firavun’un zulmünden kurtulmaları, Hz. Nuh’un gemisinin Cudi dağına otur­ması, Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edilmesi, Hz. Yûnus’un balığın karnın­dan çıkarılması, Hz. Musa’nın ve Hz. İsa’nın doğumları, inanışa göre aşure gününde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber,

Biz Musa’ya sizden daha lâyıkız” diyerek yahudilerin aşure günü tuttukları orucu, bir gün öncesi veya sonrasıyla tutmayı tavsiye etmiştir.

Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilmesi de muharremin onuncu günü gerçekleştiği için, aşure günü aynı zamanda, İslâm tarihinde son derece acı, acıklı ve üzücü bir olayı hatırlatma özelliği de taşımaktadır. Bu sebeple Şiîler, aşure gününü Hz. Hüseyin’in intikamını alma sözünü tazeledikleri bir matem günü kabul ederler; hatta dövünerek ve kendilerine işkence yaparak bu oruca başlarlar. Gerek bu uygulama gerekse bu uygulamaya karşılık Emevîler’in bu günün bir bayram sevinci ile kutlanmasını sağlama yönün­deki gayretleri temelde siyasal bakış ve görüş farklılığı ile ilgilidir.

Müslüman Türkler’deki muharrem ayında ve özellikle bu ayın onuncu gününden itibaren “aşure” adı verilen bir tatlı pişirilerek dağıtılması gelene­ği, hayır işlemek ve gönül almak için güzel bir vesile olagelmiştir. Bu tür uygulamalarda, -dinde bir dayanağı bulunmadığı sürece- bir matem veya kutlama niyeti ve şeklinin bulunmamasına dikkat edilmeli; İslâmiyet’in daima teşvik edegeldiği hayır ve hasenat işlemek için, dinde oruç tutulması tavsiye edilen böyle bir günü iyi vesile sayma niyetinin dışına çıkılmamalıdır.

F) Yılbaşı

Yarım yüzyılı aşkın bir süreden beri milâdî takvimin benimsendiği ül­kemizde, “yılbaşı” tabiriyle milâdî yılın ilk ayının ilk günü olan 1 Ocak kastedilir. Yılbaşı kutlamaları denilince de eski yılın sona erip yeni yıla geçildiği 31 Aralık/1 Ocak gecesi yapılan eğlence ve faaliyetler anlaşılır. An­cak yılbaşı eğlenceleri, ilk bakışta yeni yıla girişin kutlamaları gibi gözük­mekle birlikte bunun hıristiyan Batı’nin Noel bayramryla da yakın ilgisi bulunmaktadır.

Hıristiyan Bati’da milâdî takvimin başlangıcına esas olarak Hz. İsa’nın doğum tarihi alınmış ve bu giderek diğer ülkelerde de benimsenmiştir. Bu bakımdan hıristiyanlar aralık ayının son haftasını, doğumun arefesini teşkil etmesi bakımından, en önemli dinî bayramları olarak kabul etmişlerdir. Bu hafta içerisinde hıristiyanlar kiliseye giderler, ayrıca birbirlerini ziyaret edip hediyeleşirler. Dinî bir atmosfer içinde geçen Noel bayramı akabinde ise, yeni yıla giriş büyük bir çılgınlıkla, lüks ve israfla kutlanır.

Toplumumuzda ve diğer müslüman toplumlarda “yılbaşı kutlaması” adı altında düzenlenen eğlence toplantıları ise, hiçbir kültürel ve geleneksel temele sahip değildir. Bu bakımdan hıristiyan olmayan ülkelerde yılbaşı kutlamaları Batı’nın körü körüne taklit edilmesinin veya hıristiyan Batı’nın kültür ihracının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Ülkemizde öteden beri yılbaşı kuflamalarıyla ilgili olarak yapılan tenkitler ve gösterilen hassasiyet de buradan kaynaklanır. Yoksa hicrî yılbaşı da milâdî yılbaşı da birbirlerine dinî yönden üstünlükleri bulunmayan ve zaman ölçmede esas alman iki ayrı başlangıç noktasıdır. Hatta müslümanların Hz. Peygamberin hicretini esas alan hicrî takvim yerine Hz. İsa’nın doğumunu esas alan milâdî takvi­mi kullanması ve yeni yılın başlaması sebebiyle tebrikleşip birbirlerine iyi dileklerini ifade etmeleri, tek başına ele alındığında sakıncasız görülebilir. İslâm’daki bazı hükümler açısından ayların ve yılların kamerî, yani ayın hareketlerini esas alan takvimle hesaplanmasının önem taşıyor olması ile bu konunun birbirine karıştırılmaması gerekir. Ancak Hz. Peygamber’in müslümanlara diğer dinî topluluklara göre farklı bir kimlik bilinci ve kültür değer­leri manzumesi kazandırmak için gayret ettiği, bu uğurda saç-sakal, kılık-kıyafet, yeme-içme âdabı da dahil pek çok konuda tavsiyede bulunduğu düşünülürse, yılbaşı kutlamalarının, sıradan bir kutlama olarak algılanması ve tabii karşılanması mümkün olmaz. Aksine, toplumumuzda kültürel tahribata, kimlik bunalımına yol açtığı, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden ve geleneklerinden koparıp Batı’nın önce hayat tarzına alıştır­dığı, sonra değer ve inanç esaslarına sıcak bakmaya ve giderek onları be­nimsemeye götürdüğü dikkate alınırsa, yılbaşı kutlaması, Noel ağacı süsle­mesi, Noel babanın hediye bırakması gibi âdetlerin terkedilerek kendi kültür ve değerlerimizden kaynaklanan alternatif program ve faaliyetlerin yerleş­mesine çalışmanın önemi ortaya çıkar.

Günümüzde toplumların kültürel değerlerini, hatta itikadı ve ahlâkî eği­limlerini, sahip oldukları hayat tarzı, ekonomik yapı, yerleşim ve ulaşım imkânı, iklim ve çevre, eğitim, folklor, örf ve âdet gibi ilk bakışta konuyla ilgisiz gözüken birçok hususu derinden etkilemekte ve sonuçta mekanizma kendi değerlerini üretmektedir. Avrupa’daki müslüman-Türk işçilerimizin çocukları ve torunlarının bugün Batı’nın kültür ve gelenekleri altında nasıl değiştiği ve giderek o toplumla bütünleşmeye başladığı iyi izlenirse toplu­mumuza yabancı kültürlerden taşınan veya yabancı toplumlara özenti şeklinde başlayan örf ve âdetlere karşı duyarlı olunmasının önemi daha iyi anlaşılır. Bunun için alınabilecek bir önlem de, kendi kültürel mirasımızdan ve dinî anlayış ve heyecanımızdan kaynaklanan değerleri, gelenek ve âdetleri iyileştirerek yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmak olabilir.

G) Nevruz

Farsça’da “yeni gün” anlamına gelen nevruz, yaygın olarak “baharın gelişini kutlamak üzere yapılan tabiat bayramı” olarak bilinmektedir. Kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte kelime bu anlamıyla eski İranlılar arasında baharın gelişini kutlamak için yapılan özel tören ve bayramlara verilmiştir. Bu tören ve bayramlar İran güneş takviminin ilk ayı olan nisanın (Farvardin) ilk günü başlar ve on iki gün sürer.

Nevruzun kökenine ilişkin olarak üç destan gösterilmektedir. Bunlardan biri Fars kültürüne ait olup nevruzun, Küssi Devleti Kralı Cemşîd’in Bâbil’e girdiği günü anlatan hayalî öykülere dayanır. İkinci destana göre -ki bu Kurmanç ve Zazalar’a mal edilmektedir- Kavva adlı bir demirci ustasının zalim hükümdar Dahhak’e karşı dağlarda nevruz ateşi yakarak başlattığı ayaklanmadır. Üçüncüsi Ergenekon destanıdır.

Bu bayram İran geleneğinde mitik İran Kralı Cemşîd’le ilişkilendirilir. Firdevsî’nin Şehnâme’sine [596]göre, bu bayram Cemşîd’in cinler tarafından inşa edilen bir arabayla göklere doğru çıkışını kutlamak için icra edilmektedir. Taberî gibi İslâm tarihçileri de bu mistik görüşü kabul ederler. Bununla birlikte bu bayramın kökenini kıştan bahara geçişi kutlayan geleneklere bağlamak daha doğru olacaktır. Klasik İran geleneğini yansıtan bu bayram Zerdüştîlik’te Mart’ın 13’ünde kutlanan Hamaspathmaedeya bayramı ile birleştirilmiştir. Bu bayram ölen ruhlara adanmış bir bayramdır. Bu durumda İran’da nevruzun hem bahar bayramı ve hem de ölmüş olan ataları anma bayramı olarak kutlandığını söylemek mümkündür.

Zerdüşt geleneğinde nevruz şafakla başlar. Zerdüştî gelenekte bu bay­ramın bir başka amacı da ateş ve onun ilâhî koruyucusu Artavahişt’i (bir nevi melek) anmaktır. Baharın bu ilk günü, kışın yer altındaki varlıkları ko­rumak üzere yer altına inen ve öğlen vakti ile şahıslaştırılan melek Rapithvan’a dualar edilir. Nevruzda bu melek yer altından yeniden yeryüzüne çıkar. Ahamenid kralları (m.ö. 559-330) nevruzu, merkezleri Persopolis’te kutlarlardı. Sâsânî döneminde nevruz törenleri yazın bitiş bayramı Mihricân ile de birleştirildi.

İslâmî dönemlerde nevruz, Zerdüştî kimliğinden çıkarak varlığını İran’ın millî bayramı olarak devam ettirdi. Şiî gelenekte yerleşik bulunan anlayışa göre Adem’in yaratılması, Tanrı’nın beşeriyetle ahid yapması; İbrahim’in putları kırması; Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi yanına alarak Mekke’deki put­ları kırması ve Hz. Ali’yi halife olarak tayin etmesi nevruz gününde gerçek­leşmiştir.

İslâm öncesindeki nevruz törenlerinde baharın gelişini sembolize edecek şekilde özel kaplar içerisinde yeşil yapraklı bitkiler konur, bunlar “nevruz masası” denilen özel bir masa üzerine yerleştirilirdi. Yine aynı masaya kut­sal metinler, bir ayna ve çeşitli meyveler konur, bunların başında dualar edilirdi. Akrabalar ziyaret edilir, ateşler yakılarak etrafında oyunlar oynanır­dı. Aynı törenler Şiî İran’da da sürmüştür. Bununla birlikte bu motiflere Kur’an’dan okunan âyetler veya ağıtlar da eklenmiştir.

Batılı araştırmacıların tesbitlerine göre, nevruz bayramı ile ilgili gelenek ve törelerin muhtemel bir diğer kökü Ergenekon destanına dayanmaktadır. Olayın meydana geliş zamanı (21 Mart) ve her ikisinde de demirci ustasının ve ateş yakma olayının yer alması gibi Ergenekon destanında mevcut bazı hususların Kawa destanında da bulunması bu iki destanın aynı veya yakın kültürlerden kaynaklandığına karine sayılmaktadır. Orta Asya Türkleri’nin özellikle Uygur, Kazan, Ufa Türkleri’nin nevruz günü yapılan toplantılarda Ergenekon destanını okumaları, Azerbaycan gibi kimi Türk bölgelerinde nevruza Ergenekon bayramı da denilmesi bu sebeple olabilir. Nevruz gece ile gündüzün birbirine eşit olduğu 21 Mart günüdür. Nev­ruz Osmanlılar’da bahar bayramı ve yeni yılın başlangıcı olarak kullanıl­mıştır. Nevruz inanışa göre baharın ilk günü ve yılbaşıdır. Takvimler bu yüzden marttan başlar. Osmanlılar’da malî yılbaşı olarak nevruz alınmış ve bu durum 1980’lere kadar devam etmiştir.

Şiî, Alevî ve Bektaşî Türk topluluklarında olduğu kadar Sünnî topluluk­larda da nevruz geleneği yaygın olarak görülmektedir. Osmanlı Devleti’nde nevruz Sünnî kesim tarafından da kutlanmıştır. Nevrûziye denilen özel yiyecekler hazırlanır, akraba ziyaretleri yapılır ve hediyeleşiîirdi. Türkler nevruzu, “nevrûz-ı sultanî”, “sultan nevruz” veya Orta Asya Türk topluluklarındaki kullanımıyla “sultan navnz” adıyla kutlamaktadırlar.

Osmanlı şairleri, ramazan bayramı ve diğer bayramlarda olduğu gibi, devlet erkânından ödül (caize) alabilmek için onlara kasideler sunmuşlardır. Bu tür kaside ve gazellere “nevrûziyye” denilmektedir.

Nef’î’nin “Nevruz” gazelinden bir beyit:

Erişdi bahar oldu. yine hemdem-i nevruz

Şad etse n’ola dilleri câm-ı Cem’i nevruz.

Pir Sultan Abdal’ın nevrûziyyesinden bir dörtlük:

Âşık olan canlar bugün gelirler

Sultan nevruz günü birlik olurlar

Hallâk-ı cihandan ziya olurlar

Himmeti erince nevruz sultanın.

Bayramların halkın ruhu olduğunu, kök ve devamlılık bilincini diri tutu­ğunu bilen Sovyetler, dinî inançlar kadar bu tür bayramları da yasaklamış­lar, unutturmaya çalışmışlardır. Bugün Türkmenistan’da 1992 yılında beri nevruz millî bayram olarak kutlanmakta, ülkemizde de bu amaçla törenler düzenlemektedir.

Bu törenleri yapma ve ona katılmanın dinî hükmü törenin sebep, içerik ve amacına bağlıdır.

H) Yaş Günü Ve Yıl Dönümü

Her toplumda zaman içerisinde oluşan alışkanlık, töre ve gelenekler vardır. Temel inanç ve ahlâk esaslarına aykırı olmadıkları veya olumsuz sonuçlara yol açmadıkları sürece bunların varlığında veya bunlara uyulma­sında bir sakınca yoktur. Birey ve toplum için, maddî ve manevî bünyeaçısından, zararlı olabilecek şeylerin devamını istemek zaten mâkul olmadı­ğı gibi caiz de değildir.

Toplumumuzda başlangıçta çocuklar ve gençler için düşünülen, sonra da gittikçe yaygınlaşan bir “yaş günü kutlaması”, “yıldönümü (sene-i devri­ye) anma ve kutlaması” âdeti oluşmuştur. Fâtimîler tarafından IV. (X.) yüzyılda Hz. Peygamberin doğum gününün yıldönümünün kutlandığı bilinmektedir. Fâtmıîler bunun yanında Hz. Ali, Fâtima, Hasan, Hüseyin ve halifeleri için de mevlid (doğum yıldönümü) merasimleri yapıyorlardı.

Yaş günü kutlamalarını yapılış amacı ve doğurduğu sonuçlar itibariyle değerlendirmek gerekir. Bu kutlamalarda amaç, bir kişinin doğmuş ve o anda kutlamış olduğu yaşa gelmiş olmasının sevincini yakın arkadaş ve dostlarıyla paylaşmaktan, bunu toplanıp hoşça vakit geçirmek için vesile yapmaktan ibaret olduğunda, kutlamanın meşru ölçüler içinde yapılması şartıyla, mâkul ve caiz olduğunu söylemek gerekir. Yılbaşı eğlence ve kutlamalarında da olduğu gibi, bu tür kutlamaların yabancı kültüre imrenme ve taklit unsurları galip gelirse sakıncalı olacağı tabiidir.

20. İSLÂM AHLÂKI

I. TANIMLAR VE GENEL BİLGİLER

A) Ahlâkın Tarifi ve Mahiyeti

Ahlâk terimi için İslâm ahlâkçılannca yapılan tanımlar içinde en beğe­nileni ve en yaygın olanı İmam Gazzâlî’ye (ö. 505/1111) ait olanıdır. Gazzâlî’den önce, biraz daha eksik olarak îbn Sînâ (ö. 428/1037) ve ibn Miskeveyh (ö. 421/1030) gibi İslâm filozoflarında da görülen, fakat Gazzâlî tarafından geliştirilmiş ve ikmal edilmiş olan bu tanım şöyledir:

“Ahlâk, insan nefsinde yerleşen öyle bir melekedir ki (heyet) fiiller, hiç­bir fikrî zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan bu meleke sayesinde ko­laylıkla ve rahatlıkla ortaya çıkar.”

Bu tanımın tahlili, bizi ahlâkın mahiyeti hakkında aşağıdaki sonuçlara götürmektedir:

  1. Ahlâk, insanın işlediği fiil ve davranışlardan, yaygın ifadesiyle “amel”den ziyade, bu davranışların kaynağı ve âmili olan, onları meydana getiren manevî kabiliyetler veya yatkınlıklar kompleksini[597]ifade eder. Buna göre ahlâkî fiiller, ahlâkın kendisi olmayıp onun bir sonucu ve dışa yansımasıdır. Bu nokta, özellikle ahlâk eğitimi bakımın­dan önemlidir.

Diğer önemli bir nokta da şudur: Bir insanın yapmış olduğu herhangi bir işin dış değerine bakarak onun ahlâkının iyi veya kötü olduğu hakkında verilecek hüküm her zaman isabetli olmayabilir. Çünkü sonucu ne olursa olsun, Hz. Peygamber’in de belirttiği gibi, “Ameller niyetlere göredir.” [598]Şu halde ahlâk konusunda insanları yargılamak oldukça zordur. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’de, “Size selâm veren kimseye ‘Sen müslüman değilsin’ demeyin” [599]buyurulmuştur.

  1. Ahlâk, sadece iyi huylar ve kabiliyetler mânasına gelmez. Kelimenin asıl mânası ile iyi ve kötü huyların hepsine birden ahlâk denir. Buna göre ahlâksız insan yoktur, iyi veya kötü ahlâklı insan vardır. İslâmî kaynaklarda iyi huylara ahlâk-ı hamide, ahlâk-ı hasene, kötü huylara ise ahlâk-ı zemîme, ahlâk-ı seyyie gibi adlar verilmiştir.
  2. Ahlâk, insanda gelip geçici bir hal olmayıp onun manevî yapısında yerleşen, bir meleke halini alan yatkınlık ve kabiliyetler bütünüdür. Ahlâkın bu özelliği sebebiyledir ki İslâm ahlâkçıları -dilimizdeki güzel ifadesi ile-kırk yılda bir iyilik yapmanın ahlâklılık alâmeti olmadığını ısrarla belirtmiş­lerdir. Hz. Peygamber’in,“Amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanı­dır” [600]mânasındaki hadisi bu anlayışın veciz bir ifadesi­dir.
  3. Ahlâk insanı düşünüp taşınmaya, herhangi bir baskı ve zorlamaya gerek kalmaksızın, görevi olduğuna inandığı işleri rahatlıkla ve memnuni­yetle yapmaya sevkeder. Böyle bir ahlâk formasyonuna sahip olmayan insanların nadiren yaptıkları iyi işler, ahlâkî bir temele dayanmaktan ziyade, olsa olsa riya, korku, menfaat temini gibi ahlâkın onaylamadığı ve “rezîlet” (erdemsizlik) saydığı başka sebep ve maksatlarla alâkalıdır.
  4. Ahlâklı olabilmek için görevleri rahatlıkla ve memnuniyetle yerine getirme zorunluluğu, ahlâkın gelişip güçlenmesinde alışkanlıkların ihmal edilemez bir önem taşıdığını göstermektedir. Bundan dolayı İslâm ahlâkçıları ahlâkî eğitime büyük önem vermişlerdir. Çünkü alışkanlıklar ancak eğitimle kazanılır. Burada “eğitim”den maksat, ahlâkın nazarî bilgilerini tahsil etmek yanında, kişinin çocukluktan itibaren iyi örneklerle yaşaması, iyilik yapma­ya alıştırılması, bencil ve gayri meşru arzu ve ihtiraslarına karşı koymak suretiyle kendi kendini eğitmesi, nefsini ıslah etmesidir, Bu ise bir irade eği­timidir.

B) Ahlâk İlmi

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ahlâk, insanda oluşma­sı özlenen ve istenen yüksek ruhî ve manevî vasıfların, olumlu yeteneklerin ortak ifadesidir. İnsan, bu vasıflan kendisinde en doğru ve en ileri bir şekil­de nasıl geliştirebileceği hususunda bazı bilgilere muhtaçtır ki, ahlâk ilmi bu İhtiyacı karşılamayı amaçlar. Öte yandan, insanda bir kısım yüksek vasıf ve kabiliyetlerin sırf yetenek veya güç halinde bulunması yeterli değildir. Bu vasıfların insanı “hayr”a yöneltmesi ve “şer”den uzaklaştırması beklenir. Fakat insan hayır-şer, erdem-erdemsizlik gibi kavramları ve bu kavramlarla ifade edilen tutum ve davranışları bilmezse bu konuda hatalara düşmesi ka­çınılmazdır. İşte insan, fiillerin değerleri konusunda isabetli hükümler vere­bilmek ve doğru seçimler yapabilmek için de ahlâk ilmine muhtaçtır. Bu ne­denle, ahlâk ilmini “ruhanî tıp ilmi” diye adlandıran Kindî, Ebû Bekir er-Râzî, Fârâbî, Gazzâlî gibi ahlâk bilgin ve düşünürleri, insanlar için ahlâk il­mini tıp ilminden daha yararlı ve değerli görmüşlerdir.

Dünyada kendi duygu, düşünce ve davranışları hakkında iyi veya kötü şeklinde değer hükümleri veren yegâne varlık insandır. Bu sebeple ahlâk ilmi, ahlâkî fail olarak insanı ve onun akıl, irade, vicdan gibi ahlâkı kabili­yetleri ile öfke, şehvet vb. duygularını ve bunlardan doğan fazilet ve reziletleri ele alır; bunlardan ahlâkî hayat adına yararlı olanları geliştirme­nin, zararlı olanları da ıslah etmenin yollarını araştırır ve gösterir. Bu nokta­da ahlâk ilmi özellikle psikolojinin verilerinden yararlanır. Nitekim gerek Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde gerekse hemen bütün müslüman ahlâkçıların ve özellikle mutasavvıfların eserlerinde şayanı takdir psikolojik tahliller görülür.

Öte yandan ahlâk ilmi bir kurallar ilmidir; insanların dinî, şahsî, ailevî ve toplumsal yaşayışlarında uymaları gereken kaide ve kanunları belirler. Ahlâk bir değerler ilmidir ve dolayısıyla ahlâkî failin davranışlarına atfedilen değerlerin mahiyetini, ölçüsünü ve kaynağını araştırır; iyi fiilleri yapmayı ve kötü fiilleri terketmeyi emreder. Böylece insanların mükellef bulundukları görevleri sıralar ve bunları ifa veya ihmal etmenin sonuçlarını araştırır ve gösterir.

Hz. Peygamber, “Ben ahlâk güzelliklerini tamamlamak için gönderil­dim” [601]buyurmuştur. Bu hadis, bir bakıma, ahlâk ilminin gayesini göstermektedir. Buna göre ahlâk ilminin gayesi, Resûlullah’ın yalın ifadesiyle, insanlara “ahlâk güzellikleri” yani iyi huylar ve yüksek nitelikler kazandırmaktır.

Ahlâk temelde bir davranış bilimidir; bu da onun hem teorik hem de pratik bilgiler vermesini gerekli kılar. Bu bilgilerin oluşturduğu bölümlere de nazarî (teorik, kuramsal) ve amelî (pratik, uygulamalı) ahlâk denilmektedir. Nazarî ahlâkta ahlâk problemleri tahlil edilerek insanın ahlâkî yaşayışına temel oluşturacak genel prensipler, kaide ve kanunlar tesbit edilir. Bununla birlikte ahlâk ilmî uygulamalı bir ilimdir; yani bu ilim sadece “bilmek” için değil, fakat asıl “yapmak” için vardır. Bu sebepledir ki insanın ahlâklı ola­bilmesi için nasıl yaşaması gerektiğini, görev ve sorumluluklarının nelerden ibaret olduğunu bildirmek üzere amelî (pratik) ahlâk geliştirilmiştir.

C) Ahlâk Felsefesi

“Hikmet sevgisi” mânasına gelen felsefe tabiri, genel olarak “varlık ve olayların akıl ve düşünce yoluyla araştırılmasını gaye edinen disiplin “in adıdır. Özellikle Kindî’den (ö. 252/866) itibaren İslâm düşüncesine giren ve en az beş yüzyıl boyunca Ebû Bekir Zekeriyyâ er-Râzî, Fârâbî, İhvân-ı Safa, Ebül-Hasan el-Amirî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Şehâbeddin es-Sühreverdî, Nasîrüddîn-i Tûsî gibi şahsiyetler yetiştiren ve ürünler veren felsefenin önemli problemlerinden biri de ahlâk olmuştur.

Felsefenin umumiyetle insanın iki temel yeteneğini konu edindiği kabul edilir ki, bunlar da “bilmek” ve “yapmak”tır. Buna göre felsefe, bir yandan “Neyi bilebiliriz? Bilgilerimizin değeri nedir?” sorularının, bir yandan da “Neyi yapmalıyız? Eylemlerimizin değeri nedir ve ne olmalıdır?” sorularının cevabını araştıran bir disiplindir. İslâm düşünürleri, felsefenin bu iki temel kolundan birine “hikmet-i nazariyye”, ikincisine de “hikmet-i ameliyye” demişlerdir. Şu halde felsefe hem âlemin sırlarını çözmeye, varlığı olabildi­ğince bütünlüğü ve derinliği ile kavramaya, böylece insanın muhtaç bulun­duğu ve aramakta olduğu gerçeği yakalamaya çalışır; hem de nasıl dav­ranmak gerektiğini, insana yaraşır hayat tarzının hangisi olduğunu göster­mek ister. Çünkü gerçekten üstün ve insanî hayatın neden ibaret olduğunu bilmek de insanın en zarurî ihtiyacı ve bitmeyen arayışıdır. Böylece ahlâk, felsefenin belli başlı araştırma sahaları arasında yer alır.

D) İslâm Ahlâkı

“İslâm ahlâkı” sözünden ne kastedildiğini ifade etmeden önce “İslâm” tabirindeki ahlâkî mesaja işaret etmekte yarar vardır. İslâm, “teslim olma, kurtuluşa erme ve müsâleme” mânalarına gelir ve bu üç mânası ile ifade et­tiği dinin üç temel hususiyetini anlatır. Bunlar içinde doğrudan ahlâkı ilgi­lendireni ise “müsâleme” anlamıdır.

İslâm ile aynı kökten olan müsâleme, “çatışma ve zıtlaşmayı ortadan kaldırarak uyuşmak, anlaşmak, birbirinden emin olmak, dostça münase­betler kurmak” demektir ve bu anlamıyla ileride ayrıntılı olarak incelenecek olan hilim kavramıyla aynı mânayı ifade eder. Buna göre İslâm’ı kabul eden kimse, cemiyetin diğer fertleri ile anlaşıp uyuşan, onlarla barış içinde yaşamak isteyen insandır. Nitekim, İslâm ile aynı kökten olan selâm kelimesi, Furkân sûresinin 63. âyetinde, İslâm’ın bir müsâleme (barış ve dost­luk) dini olduğunu ifade edecek tarzda kullanılmıştır. Müslüman olan ve ol­mayan birçok araştırmacıya göre bu âyet, Hz. Muhammed’in risâletinden önceki döneme “Câhiliye devri”, müteakip döneme ise “İslâm devri” denil­mesinin sebebini göstermektedir. Zira öyle görülüyor ki, “câhiliye” kelimesi, ilmin zıddı olan ve nazarî bilgilerden yoksunluğu ifade eden “cehl”den değil, fakat amelî bilgisizlik, yani sefahat, serkeşlik mânasmdaki “cehalet’ten gelmektedir.[602]Nitekim Türkçemiz’de de cehalet kelimesi sık sık bu mânada kullanılmaktadır. Hz. Peygamber’in bazı hadislerinde de cehalet, öfke ve serkeşliği ifade için kullanılmıştır. [603]İşte bu anlamdaki Câhiliyet ahlâkını kal­dırarak yerine iyi huyluluğu, dostluk ve barışı getiren dine, bu tesiri sebe­biyle de İslâm denilmiştir.

Batılı araştırmacıların çoğu “İslâm ahlâkı” sözünden, İslâm âleminde ya­pılmış olan ahlâk çalışmalarını kastederken, müslüman araştırmacıların bü­yük kısmı, özellikle Kur’an ve Sünnet’in ortaya koyduğu ahlâkı anlamakta­dırlar. Bu durumda İslâm ahlâkı ne filozofların -az çok eski Yunan tesirindeki- rasyonel ahlâk düşünceleri; ne mutasavvıfların -az çok Yeni Eflâtun­culuk, Hint, İran tesiri taşıyan- mistik tecrübeleri ne de fukahanın -zaman zaman sırf şeklî ve sûrî olmakla itham edilen- spekülatif çalışmalarıdır. Ki­tap ve Sünnet’in hükümleri ve kanunları İslâm ahlâkının esasını teşkil eder; işaret edilen bütün bu ahlâk nazariyelerinin “İslâm ahlâkı” ile alâkaları da bu iki temel kaynağın ahlâkî hükümleri ve prensipleri ile uyumları nisbetindedir. Ancak, müslüman ilim ve fikir adamlarının ahlâk nazariyeleri ve ça­lışmaları da, en azından İslâm ahlâkının yorumlanması, zamanla ortaya çı­kan ihtiyaçlar karşısında inkişaf ettirilmesi, zenginleştirilmesi ve sistemleştiriimesi bakımından ihmal edilemez bir kıymet taşır.

II. TARİH VE LİTERATÜR

A) Câhîliye Dönemi Ahlâkına Kısa Bir Bakış

İslâm öncesi Araplarının ahlâk zihniyeti hakkındaki en önemli kaynak­lar Câhiliye şiiri, atasözleri (emsal) ve hitabet örnekleriyle Kur’an, hadisler ve ilk döneme ait diğer İslâmî belgeler; Roma, Bizans, İran gibi yabancı kaynaklardır. Özellikle Câhiliye şiiri, atasözleri ve hitabet örneklerinden edi­nilen bilgilere göre Câhiliye edebiyatında ahlâk ve bu kelimenin tekili olan hulk nadiren kullanılmıştır. Kabileci Arap toplum yapısında hayatta kalma mücadelesi, aşiret insanının herhalde en temel meşguliyetiydi; bu da büyük ölçüde kabilenin insan ve mal gücü yanında manevî gücüne ve saygınlığına bağlı bulunduğu için özellikle şeref, cesaret ve cömertlik Câhiliye ahlâkında bütün erdemlerin en üstünde yer alıyordu; bu erdemler de genellikle mü­rüvvet (mürûe) kavramıyla ifade ediliyordu. Bununla bağlantılı başka bir kavram da asabiyettir.

  1. a)Mürüvvet, geniş anlamıyla yiğitlik ve mertliğin en ileri düzeyi ola­rak algılanıyordu. Kısaca “övülmeye değer her şey” demek olan bu kavra­mın Roma’daki “summum bonum” (hayırların hayırı) tabirinin dengi olduğu düşünülebilir. Câhiliye Araplan’nın anlayışında mürüvvet, başta hilim ol­mak üzere sabır, bağışlama, misafirperverlik, yoksullara yardım, iyi kom­şuluk, zayıfları koruma gibi erdemleri kapsamaktaydı. Ancak diğer birçok kavramda olduğu gibi mürüvvette de hayret verici bir anlam sapması olmuş; bu kavram, “kandan başka hiçbir şeyin gideremeyeceği azap verici bir susuzluk” ve “delilik diye anlatılabilecek bir şeref hastalığı” halini almıştı (bk. İzutsu, Kur’an’da Dînî ue Ahlâki Kavramlar, s. 101).

Câhiliye dönemi ahlâk zihniyetini içeren literatürde, mürüvvet gibi o-nunla az çok ilgisi bulunan hayır, mâruf, hak, şecaat, kerem, sehâ, cûd, vefa vb. ahlâkî muhteva taşıyan kavramlar ve bunların zıtlarının kullanımı da oldukça yaygındı. Ancak bütün bu kavramlar ve terimler, yüksek ve evrensel bir ahlâk anlayışını ifade etmekten geniş ölçüde uzak olup dünyevî ve kabileci bir karakter taşımaktaydı.

  1. b)Asabiyet, kısaca kabile üyeleri arasında kayıtsız şartsız dayanışma yasasını ifade etmekte ve Arap’ın hayatına yön veren, ahlâkî zihniyet ve değerlerine hâkim olan Câhiliye ruhunu yansıtmaktaydı.

Kişi ve kabile şerefi, dönemin ahlâk zihniyetini belirleyen etkenlerden biriydi. Bir kısmına yukarıda işaret edilen erdemlerin temel amacı da kişi ve kabile şerefini arttırmak, insanların hayranlık ve saygısını kazanmaktı. Bu dönemde iyilik için iyilik değil, onur kazanmak için iyilik anlayışı hâkimdi. Bu yüzden, çoğunlukla fahr ve tefâhur kelimeleriyle ifade edilen kibir, gurur, soyluluk ve üstünlük yansı, -Kur’ân-ı Kerîm’de de eleştirici bir sûrede (Tekâsür sûresi) bildirildiği üzere- onlara zaman zaman kabirlere gidip mezar taşlarıyla övünmek gibi saçmalıklar bile yaptırırdı. Edebiyatın başlıca tema­larından birinin “medih” ve “zem” olması da o dönem ahlâkının egoist ka­rakterini yansıtması bakımından dikkat çekicidir. İşte asabiyet, Câhiliye ah­lâkının, en geniş sınırı kabileyi aşmayan bu egoist karakterini ifade eder.

Dine fazla bir ilgi duymayan, hatta dönemin hayat anlayışı, inanç ve düşüncesi hakkında en temel kaynak olan şiirde dine ve dinî konulara me­selâ kadın, aşk ve şarap gibi hafif mevzularla medih, zem ve tefâhur gibi egoist ve duygusal konulardan daha az yer veren Câhiliye Arapları’nda yine de bir Allah inancı vardı. Bununla birlikte koyu putperestlik, onların Allah’a göstermeleri beklenen saygı ve ilgilerini öldürmüş olup bu durum, dinin insanlarda bıraktığı derunî ve ahlâkî tesirden Câhiliye Araplan’nı mahrum et­mişti.

Hürriyet bilinci veya duygusu da Câhiliye Arapları’nın başlıca özellik-lerindendir. Bazı araştırmacılar, Câhiliye döneminde kabileyi aşan siyasî bir­likler kurulamayışını, onlardaki bu hürriyet ruhuna bağlamışlardır. Ancak onlardaki bu, bencil ve ilkel bir hürriyet idi. İlkel hürriyetin en temel niteliği ise otorite tanımamaktır. Nitekim Câhiliye Arapları böyle bir otorite düzenini her zaman reddetmişlerdir.

Sonuç olarak Câhiliye döneminin bütün ahlâkî erdemlerinin arkasında kişinin veya kabilenin gururu (fahr), şeref (mecd) ve öfke (gazap, hamiyye) duygularını tatmin etme; asalet, cömertlik ve yiğitlikle şöhret kazanma, saygı görme, başka kabileler karşısında hem korku hem de hayranlık duy­gusu uyandırma arsuzu yatmaktaydı. Esasen bu dönemin, fert ve kabile gururu, kibir ve serkeşlik nitelikleri dolayısıyla câhiliye diye anıldığı, başka birçok delil yanında, Amr b. Külsûm’ün Muallaka’sından da açıkça anlaşıl­maktadır:

“Sakın biri bize karşı bir cahillik yapmaya kalkışmasın!

Sonra biz cahillikte bütün câhillerden baskın çıkarız!”

B) Kur’an Ve Sünnet’te Ahlâk

a) İslâm’ın Ahlâkta Meydana Getirdiği Zihniyet Değişikliği

İslâm ahlâk zihniyetinin başlıca niteliklerinin ne olduğu sorusuna cevap olarak çok şey söylenebilirse de -ileride daha ayrıntılı bilgiler edineceğimiz-bu konuda şimdilik özellikle şu hususların altını çizmek mümkündür: İnsa­nın manevî hayatını, bireysel ve sosyal davranışlarını gözetip kollayan bir Allah inancı; insanın kendisiyle hesaplaşmasını hedefleyen bir irade eğitimi; bütün insanlığa açık bir ümmet birliği ve kardeşlik ruhu; hak, adalet ve eşit­lik gibi evrensel değerlere yöneliş.

  1. Arap kabilelerinin koyu ve anlamsız putperestlikleri, yüksek bir ahlâ­kın kurulmasına başlı başına bir engel teşkil ediyordu.[604]Aslında bu tesbiti, inançsızlık veya bâtıl inanç buhranı yaşayan her topluma genellemek mümkündür. Bu sebepledir ki İs­lâm dini evrensel, mutlak ve genel geçerliği olan bir ahlâkî yapı kurarken, bu ahlâkın en önemli teminatı olmak üzere her şeyi bilen, her şeye mukte­dir, rahmeti çok geniş, fakat cezalandırması da çok şiddetli olan yüce Tanrı şuurunu kökleştirmeyi; insana her türlü bencil, çıkarcı istek ve eğilimlerini aşarak yüce Allah’ın koyduğu genel ve kesin kuralları hayatının her alanı için sarsılmaz kanunlar olarak alma bilincini kazandırmayı ve bu suretle nefsânî tutkular karşısında özgürleşen bir birey ve kamu vicdanı geliştirme­yi hedeflemiştir.
  2. İslâm dini insanda, kendi dışındakilerle kör bir mücadeleye girişmek yerine, kendi nefsiyle hesaplaşma iradesini geliştirdi; Câhiliye dönemindeki aşiret ruhunun ve geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına, insanın nefsini dizginlemesi, “tabiatındaki öfke ve şiddetten korunması” anlamına gelen hilim ve şefkati koydu. Bu suretle in­sana, o güne kadar kendi dışındakilere çevirdiği mücadele enerjisini, kendi nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretti. Hz. Peygamber, âdeta bütün kötülüklerin anası olan, bundan dolayı da Kur’ân-ı Kerîm’in “çok bü­yük bir zulüm” saydığı[605]putperstlikten toplumu temizleyerek bir olan Allah’a itaat temeline dayalı bir ahlâkî ve dinî birlik sağlama göre­vini üstlenmiş; böylece kabile ve soy sop anlayışı yerine Allah’a saygı (tak­va), ferdî ve sosyal planda yücelmenin ve değer kazanmanın ölçüsü haline gelmiş; bu ölçüye uygun olarak İslâm’ın öğretileri, Allah’ın bütün yaratıklarına karşı merhametli olmayı, insan ilişkilerinde dürüstlük ve güvenilirliği, sevgi ve fedakârlığı, samimiyet ve iyi niyeti, fakat bütün bunların başarüabilmesi için de kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok erdemi ihtiva etmiştir.
  3. İslâmiyet’in gerçekleştirdiği en büyük zihniyet değişikliği, asabiyet duygularını yok edip kabilecilik bağlarını kırarak insanları evrensel değer­lere, özellikle temelde bütün insanlığın kardeşliği bilincine yöneltmesidir. Gerçekten İslâmiyet, bütün insanların bir tek erkek ve kadının soyundan geldiklerini, onların -birbirleriyle kişisel veya ırkî üstünlük yarışma girmek için değil-“tanışıp bilişmek için kavimlere ve kabilelere ayrıldığını”[606], böylece fıtrî ve biyolojik farklılıkların ahlâkî ve manevî anlamda üstünlük sebebi sayılamayacağını öğretti; üstünlüğün, yalnızca kişisel çabalarla kazanılabilen ve samimi dindarlığın, dinî ve ahlâkî erdem­lerin ana kavramı olan takva kapsamındaki meziyetlerde olduğunu ortaya koydu; soy üstünlüğü, kabilecilik ve ırkçılık davalarını bütünüyle reddetti. Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde müslümanlara hep birlikte Allah’ın di­nine (hablullah) sarılmaları emredildikten sonra, Allah’ın düşmanlıkları kardeşliğe çevirmesi ve böylece onları “bir ateş çukuru”na düşmekten kur­tarması, Allah’ın kendilerine bir “nimet’i olarak nitelenir. Başka bir âyette ise Kur’ân-ı Kerîm’in evrensel diyebileceğimiz bir ahlâk buyruğu şu şekilde ifade edilir:

“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık yo­lunda yardımlaşmayın” [607]Hz. Peygamber, “Irkçılık (asabiyet) duygusuyla birbirine öfkelenen, ırkçılık uğruna savaşırken ya da böyle bir dava güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin bu ölümü”nün, “Câhiliye ölümü” olduğunu belirtttiği hadisleriyle [608]asabiyet ruhunu yık­maktaydı.

  1. İslâm dini adalet ve zulüm kavramlarını da Câhiliye telakkisinden büsbütün başka bir konumda ele aldı ve adalete kesin olarak evrensel bir boyut kazandırdı. Kur’ân-ı Kerîm’de[609]İslâm toplumunun bir niteliği olarak geçen “vasat ümmet” tabirindeki “vasat” kelimesi bütün tef­sirlerde adalet mânasında anlaşılmıştır. Buna göre İslâm ahlâkı toplumsal bünyede de aşırılıklardan uzaklığı, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzını öngörmüştür. Kur’an’da hak ve adaletin mutlaklığı öylesine vurgulanmıştır ki, bizzat Allah’ın âhirette hiçbir haksızlığa mahal vermeyecek şekilde adaletle hükmedeceği ve O’nun vaadinin kesin (hak) olduğu bildirilmiştir. [610]Bütün bu ve benzeri sebepler­den dolayı adalet ilkesi İslâm ahlâk düşüncesinin merkezi olarak gösteril­mektedir. [611]

Zulüm ise, İslâm ahlâkında son derece ilginç bir yaklaşımla ele alınmış­tır. Buna göre Kur’an, başkalarına yapılan kötülükleri, her şeyden önce kö­tülüğü işleyenin kendisine yapmış olduğu bir zulüm sayar. Söz gelimi, ev­lenme ve boşanma ile ilgili konularda eşine zarar vermeye kalkışan kişi, “Kuşkusuz kendisine kötülük etmiş olur.”[612] Hz. Peygamber, “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” şeklindeki Câhiliye döneminin acımasızlık ve şiddet ilkesini, “Zalime yapılacak yardım, onun iki elini tutmaktır (zulmüne engel olmaktır)” [613]diyerek tersine çevirip yüksek ve evrensel bir ahlâk ilkesi haline getirmişti.

Kur’an, Sünnet ve diğer bütün İslâmî literatürde adalet kavramı eşitliği de içeren bir anlam zenginliği içinde kullanılır, islâm’ın koymuş olduğu, bütün insanlığı kucaklayıcı olan bu kapsamdaki adalet ilkesi, Câhiliye döneminin, eşitlik prensibine büsbütün aykırı bir şekil alan ilkel hürriyet an­layışını da kökten değiştirdi. Kur’ân-ı Kerîm’deki “inanmış bir köle”nin hür ve soylu bir müşrikten daha değerli olduğu şeklindeki [614]yepyeni insanlık ve değer anlayışı nedeniyle İslâm’a en büyük tepki, ken­dilerini “ahrâr” (özgür, soylu) diye niteleyerek başka zümrelerden üstün gö­ren mütegallibe sınıfından geldi. Onların, Hz. Peygamber’e, köleleri ve güç­süzleri yanından uzaklaştırması halinde kendisiyle görüşme yapabilecekleri şeklindeki küstahça teklifleri Kur’an tarafından anında reddedildi. [615]Ve bu suretle soyluluk kuruntuları üzerine kurulu, eşitlik ve adalet ilkelerine aykırı, kaba ferdiyetçi hürriyet anlayışının yerine medenî ve sos­yal eşitlikçi hürriyet anlayışı konuldu.

b) Kur’an Ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları

Bu başlığın bazı güçlükler taşıdığını belirtmek gerekir. Güçlüklerden biri, Kur’an ve hadislerdeki hangi kavramların tam olarak ahlâk kavramı oldu­ğunun tesbitidir. Meselâ amel-i sâlih tabiri böyledir. Çünkü “hayırlı, iyi, uygun veya yararlı iş, faaliyet” anlamına gelen bu deyim, bu nitelikleri taşı­yan hukuk, ibadet, ahlâk ve siyasetle ilgili bütün olumlu faaliyetleri kapsar. Hatta Peygamberimiz, her şeyden önce “gönülden teslim olma” anlamına gelen İslâm’ı ve “kuşkusuz bir şekilde inanma” anlamına gelen imanı dahi amel diye isimlendirmiştir.[616]

Öte yandan, özellikle Kur’an ve Sünnet ahlâkı bakımından teorik olarak her ahlâklı davranış aynı zamanda dinî bir itaat ve İbadettir; çünkü bu dav­ranışla ilâhî bir emir yerine getirmektedir; böylece iyilik, gösteriş için veya

bize ne getirip ne götürdüğünü hesap ederek değil, Allah’ın emri olduğu ve O’nun emrine saygının gereği olduğu için yapılmış bulunmaktadır.

Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde, ahlâk kavramları arasında, “temel” veya “tâli”, “çok önemli” veya “az önemli” gibi bir ayırıma da gi­dilmemiştir. Çünkü bazan küçük bir ahlâkî jest, meselâ bir yetimin başını okşamak, içimizde, önemli sayılan birçok davranıştan daha yüksek duygu­lar uyandırabilir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de güzel bir sözün, arkasından eza gelen bir sadakadan daha değerli olduğu bildirilmiştir. [617]

İşaret edilen bu güçlüklere rağmen, Kur’an ve hadislerdeki bütün ahlâk kavramlarını burada tahlil etmenin imkânsızlığından dolayı, hiç olmazsa kapsamlarının genişliği, hatta bir bakıma diğer bütün ahlâkî erdemleri de kuşattığı dikkate alınarak iki kavram hakkında bilgi verilecek; ayrıca, yer yer konuyla ilgili başka kavramlara da değinilecektir. İslâm ahlâkını kesin ve çarpıcı biçimde yansıtan bu iki temel kavram takva ve hilimdir.

1. Takva

Takva kelimesi sözlüklerde “İnsanın, ibadet ve güzel işler yaparak ken­disine acı verecek durumlardan korunması” şeklinde tarif edilir. Seyyid Şerif el-Cürcânî, et-Ta’rifât isimli terimler sözlüğünde [618] takvanın “Allah’a itaat ederek O’nun vereceği cezalardan korunmak; insanın kendisi­ni, yaptığı veya yapmadığı şeyler yüzünden müstahak olacağı ukübattan yine Allah’a itaat ederek koruması” anlamına geldiğini belirtir. Aynı âlimin kaydettiği diğer bazı tariflere göre takva, “Kulun mâsivâdan sakinmasıdır; dinin edep ve erkanına saygılı olmaktır; insanı Allah’tan uzaklaştıran her şeyden uzak durmaktır; nefsânî hazları terketmek, yasaklardan uzak dur­maktır; gönlünde Allah’tan başka hiçbir şey görmemendir; kendini hiçbir kimseden daha iyi diye düşünmemendir; Allah’tan başka her şeyi terketmektir; sözde ve davranışta Hz. Peygamber’e uymaktır.” Fahreddin er-Râzî, Bakara sûresinin 196. âyetini tefsir ederken, takva için, “bütün dinî ve ahlâkî ödevleri yerine getirme, din ve ahlâkın sakıncalı bulduğu tutum ve davranışlardan da kaçınma” anlamını içeren bir tanım yapmıştır. Tanınmış mutasavvıf Ebû Tâlib el-Mekkî’nin tarifi ise daha kısa fakat oldukça kap­samlıdır: “Takva bütün iyilikleri kapsayan bir isimdir.” [619]

Kur’ân-ı Kerîm’de, âhiret inancının yoğun olarak işlendiği ilk zamanlar­da inen âyetlerde takva, Allah’ın şiddetli azabına karşı siper vazifesi görecek olan korku ve kaygı şuurunu ve bu şuurun bir sonucu olarak Allah’ın buyruklarına uyup yasakladığı şeylerden titizlikle kaçınmayı İfade eder. Ancak zamanla, İslâm cemaatinin hem sayı hem de keyfiyet bakımından gelişme­sine paralel olarak, takva kavramının içeriğinin de geliştiği ve zenginleştiği görülür.

Bakara sûresinin hac ile ilgili 197. âyetinde bazı kötülükler, ahlâkî ol­mayan davranışlar sıralandıktan sonra mutlak olarak iyiliğin önemi vurgu­lanmakta, ardından da genel olarak kötülükleri terkedip iyilikler yapmaya şâmil bir kavram olarak takvanın önemi ifade edilmektedir. Burada takva­nın “en hayırlı azık” şeklinde nitelendirilmesi onun dinî ve ahlâkî hayat için vazgeçilmezliğine işaret eder. Yine Bakara sûresinde [620]takvanın, ba­ğışlama ve feragati de kapsayan geniş ahlâkî içeriğine işaret edilmiştir. Mâide sûresinin 8. âyetinde takva, adaleti de içine alan yüksek bir fazilet olarak gösterilir. Sosyal hayatın düzeni için adaletin gerekliliği göz önüne alınacak olursa, bu âyete göre takvanın, artık sadece ferdî ve vicdanî fazilet değil, aynı zamanda toplumsal düzenin de bir gereği olduğu ortaya çıkar.

Takvanın bu sosyal fonksiyonu, Hucurât sûresinin 13. âyetinde evren­sel boyutta ele alınmıştır. Burada Allah’ın bütün insanları bir erkekle bir ka­dından (Âdem ile Havva) yarattığı; birbirleriyle (üstünlük ve soyluluk yarışma girişmek, sürtüşmek ve çatışmak için değil), tanışıp bilişmek için onları halk­lara ve kabilelere ayırdığı ifade edildikten sonra “Allah nezdinde sizin en şe­refliniz, takvada en ileri olanınızdır” buyurulmuştur. Kanaatimizce insanlığın eşitliği ve evrensel barışçılık ilkelerini vurgulayan ifadelerin ardından, en büyük değer ölçüsü olarak takvanın zikredilmesi, bu erdemin, söz konusu ilkelere saygı anlamını içerdiğine de işaret eder. Nitekim az önce değindiği­miz, şahitlikte adaleti gözetmeyi emreden Mâide sûresinin 8. âyetindeki takvada da eşitlik ilkesine saygı anlamı vardı. Mustafa Sâdık er-Râfıî İ’câ-zü’l-Kur’ân adlı eserinde [621] takvanın eşitliğe esas teşkil etmesi ba­kımından Kur’an ahlâkının temeli sayılması gerektiğini belirtir. Hz. Peygam­ber, kendisine yöneltilen, “İnsanlar arasında en büyük kerem sahibi kim­dir?” sorusuna,

“Takvâda en ileri olanlardır” cevabını vermiştir. Bilindiği gibi “kerem” hem “şeref ve itibar” hem de “cömertlik ve yardım severlik” anla­mına gelir. Böylece takva sahibi insanın, “insanlara karşı iyilik sever, aynı zamanda da değerli ve şerefli insan” olduğu anlaşılmaktadır. Takvanın bu ahlâkî ve insancıl içeriğini ifade eden daha başka örnekler de vardır. Meselâ Feth sûresinin 26. âyetine göre müşrik Araplar’ın kalbinde “Câhiliye hami­yeti” vardır; Peygamber ve arkadaşlarının hasleti ise “sekînet ve takvâ”dır.

Burada Câhiliye hamiyeti, barbarlık, küstahlık ve saygısızlığı; sekînet ve takva da ağır başlılık, uygarlık, insanların şeref ve haysiyetlerine saygı an­lamını taşır. [622]

Takvanın anlamı konusundaki ilginç örneklerden biri de onun “haya” ile ilişkisini gösteren A’râf sûresinin 26. âyetidir. Burada “takvâ elbisesi” deyimi kullanılarak dolaylı bir üslûpla takva, günah duygularını örtüp ka­patan, bastıran ve böylece günah işlemeyi önleyen bir koruyucu, ruhu be-zeyen bir erdem şeklinde takdim edilmektedir. Yani elbise bedeni kapattığı, koruduğu ve süslediği gibi takva da hem ruhumuzun kötü duygularını örter hem de ruhumuzu süsler. Böyle olunca takva sahibi kişinin kaba, haşin, haksız, isyankâr, şehvet düşkünü, aç gözlü, edepsiz, hayâsız olması düşü­nülemez. Takvanın aynı zamanda bir kibarlık erdemi olduğunu gösteren âyetler de vardır. [623]

Burada önemle vurgulanması gereken husus, takvanın daima tazim, hürmet, saygı gibi kelimelerle ifade edilen yüksek ahlâkî fazilet için kullanıl­dığıdır. Fakat takva, her şeyden önce Allah’a, O’nun koyduğu kurallara saygıdır; bunları ihlâl etmekten sakınmaktır. Takvanın bu şekilde saygıyı ifade ettiğini gösteren güzel bir örnek de Hac sûresinde (30-32. âyetler) ge­çer. Benzer bir yaklaşım aynı sûrenin 37. âyetinde geçen, “Kurbanlarınızın etleri de kanları da Allah’a ulaşmaz; fakat O’na sizin takvânız ulaşır” mea­lindeki âyette görülüyor. Bu âyet açıkça, bütün dinî ve ahlâkî faaliyetlerimi­zi Allah’a saygı ve O’nun rızâsını kazanma niyetiyle yapmamız gerektiğini gösteriyor.

Bazı âyetlerde takva, bütün kötülükleri ifade eden “fücur” kelimesinin zıddı olarak geçmektedir.[624]; Sâd sûresinin 26-28. âyet­lerinde ise siyasî ahlâkı da içine alacak şekilde kullanılmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de takvanın karşıtı olarak “zulüm” de gösterilmiştir. Câsiye sûresinin 19. âyetinde bildirildiğine göre “Zalimler birbirinin dostu­dur; Allah da takva sahibi olanların dostudur.” Bu âyette zulüm, daha ziya­de inkarcıların Allah’a ve İslâmî ilkelere karşı inatçı ve anlamsız direnişleri­ni, müslümanlara reva gördükleri haksızlıkları ifade eder.

Açıkça görüldüğü üzere, Kur’ân-ı Kerîm’in büyük önem verdiği takva kavramı, bütün bu bilgilerden çıkan sonuca göre başlıca şu iki anlamı içer­mektedir:

  1. a)Takva, itikadî konularda yanlış ve bâtıl inançlara kapılmaktan, amelî ve ahlâkî konularda eksik, kusurlu, kötü, zararlı ve haksız davranışlardan,İslâm dininde esasları belirlenmiş olan hayat tarzına uymayan bir yaşayış­tan sakınmak, uzak durmaktır.
  2. b)Takva, bütün faaliyetlerde, ödevlerin yerine getirilmesinde, her türlü kötülüklerin terkedilmesinde öncelikle Allah’tan ittikâ etmektir; yani Allah korkusunu, O’na karşı saygılı olmayı ön plana çıkararak bu saygıyı bütün davranışların ve hayatın temeli yapmaktır. Buna göre takva bütün ahlâkî erdemlerin temelidir ve insan ona sahip olduğu oranda diğer erdemlere de sahip olur.

2. Hilim

Hilim terimi, “akıl ve kültürle kazanılan, insan ilişkilerinde sabırlı, hoş­görülü, bağışlayıcı, uzlaşmacı ve medenî davranışlar sergilemeyi sağlayan ahlâkî erdem” şeklinde tanımlanabilir.

Bazı kaynaklarda hilim kavramı, sefeh ve cehl kavramlarının zıddı olarak gösterilmektedir. Bu iki kelime zulüm, serkeşlik, saldırganlık, barbarlık gibi Câhiliye dönemindeki hâkim ahlâkî zihniyetin karakteristik yapısını oluşturan duygu ve davranışları ifade etmektedir. Nitekim meşhur Câhiliye şairi Amr b. Külsûm’ün Muallaka’sında geçen, “Hele biri kalkıp da bize kar­şı cahillik etmeye görsün, o zaman biz cahillikte bütün câhillerden baskın çıkarız” anlamındaki beyit, câhiliye kelimesinin o kültürdeki anlamına işaret eden en çarpıcı örneklerdendir. Aslında Kur’an’ın müşriklere yönelttiği yo­ğun eleştirilerin temelinde de onlardaki bu cahillik (barbarlık) ahlâkı vardır. Çünkü onlar aslında akıllan yatmadığı için inkâr etmiyorlardı; fakat gurur, kibir, inat, saldırganlık ve düşmanlık gibi hoyrat duygulan ve kötü alışkan­lıkları yüzünden; İslâm’ın getirdiği adalet, eşitlik, kardeşlik, merhamet, sabır, tahammül, uzlaşma, kaynaşma, barış gibi ilkeleri içlerine sindiremedik­leri için inkarcılıkta direniyorlardı. İşte Kur’an’daki “hamiyyete’l-câhiliyye” [625]deyimi onların bu barbarlık ve uzlaşmaz­lık karakterini ifade eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de hilim kelimesi bir âyette çoğul (ahlâm) olarak geç­mekte, burada “Onlara bunu hilimleri (ahlâm) mi emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?” [626]denilmektedir. Bütün tefsirlerde bu âyetteki ahlâm akıl kelimesiyle açıklanır. Bunun dışında, “hilim sahibi” anlamında “halım” Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri olarak mağfiret (bağışlama), ilim gibi kavramlarla birlikte on bir âyette tekrar edilmiştir. Tefsir ve kelâm kitaplarında esmâ-i hüsnâdan biri olarak halîmin, “çok sabırlı, günahkârları cezalandırmakta acele etmeyen” veya “kullarının isyanından etkilenmeyen, günahkârlara gazap etmesi kendisini telâşa sevketmeyen, her işi olması gerektiği ölçüde yapan” anlamına geldiği belirtilir. İbn Hibbân el-Büstî Ravzatü’l-ukalâ’ ve nüzhetü’l-fuzalâ’ adlı ahlâk kitabında (s. 209) bu âyetlere dayanarak hilmin akıldan daha üstün bir erdem olduğunu, çünkü yüce Allah’ın Kur’an’da kendisini akılla değil hilimle nitelediğini ifade eder. Bu görüşü Gazzâlî de tekrar etmiştir. [627]Ayrıca, yine halîm iki âyette [628]Hz. İbrahim’in, bir âyette [629] Hz. İshak’ın niteliği olarak yer almaktadır.

Hz. Peygamber, hemen bütün hadis mecmualarında ve edebî-ahlâkî mahiyetteki antolojik eserlerde yer verilen bir hadisinde bir sahâbîyi över­ken, “Sende Allah’ın sevdiği iki haslet vardır; bunlardan biri hilim, diğeri de teennidir” [630]buyurmuştur. İbnü’l-Esîr’e göre bu hadisteki hilim “akıl”, teenni de “kararlılık, ağır başlı­lık” anlamına gelir. [631]Ebû Davud’un Sünen’inde “Kitâbü’l-Edeb’in ilk babı “Hilim ve Peygamberin Ahlâkı” başlığını taşır. Bu başlık, Resûlullah’ın ahlâkının temelini hilim faziletinin oluşturduğunu ima eder. Burada Resûlullah’ın hoşgörüsünü, affediciliğini ve sabrını anlatan hadisler yer alır. Ayrıca bütün hadis mecmualarında, İslâm bilginlerince hilmin kap­samında gösterilen akıl, basîret, kararlılık, öfkeye hâkim olma, affetme, hoşgörü, sabır, vakar, rıfk gibi ahlâkî erdemlere dair pek çok hadis bulun­maktadır.

Özellikle Ignaz Goldziher’den itibaren müsteşrikler İslâm ahlâkının, do­layısıyla İslâm insanın karakterini belirleyen temel erdemin hilim olduğu kanaatine varmışlardır. Zira Câhiliye döneminde çok az sayıda insan bu fa­ziletin kıymetini takdir ederken İslâm dini bunu, ahlâkî ve sosyal alanda bütün müslümanlara yaymayı amaçlamıştır. [632]Kur’an ve hadisler yanın­da, 142 (759) yılında vefat eden Abdullah b. Mukaffa’ın el-Edebü’l-kebir’i, daha sonra İbn Kuteybe’nin Uyûnü’l-ahbâr’ı, Câhiz’in başta el-Mehâsin ve’l-ezdâd, el-Beyân ve’t-tebyîn olmak üzere çeşitli eserlerinde ve daha birçok benzerinde verilen bilgiler hilmin pek çok erdemi kapsayan bir İslâm ahlâkı kavramı olduğunu göstermektedir.

Bütün kaynaklarda hilim, biri zihnî, diğeri ahlâkî olmak üzere iki an­lamda geçmektedir. Zihnî anlamda hilim akıl demektir. Bu mânadaki hilim ahmaklık, sefahat ve cahilliğin zıddı olarak gösterilir. İşte “Onlara bunu akıl­ları mı emrediyor?” mealindeki âyet dolaylı olarak müslümanlara akim irşa­dına uymayı, akıllı davranmayı; ahmak, beyinsiz ve cahil kalmaktan uzak durmayı gerekli kılmaktadır. Bu âyetin devamındaki “Yoksa onlar tuğyan, etmiş bir kavim midir?” ifadesinden anlaşıldığına göre hilimde, “tuğyan”nın zıddı olan bir anlam da vardır. Buna göre akıllı insan tuğyan etmez, yani azgınlık yapmaz, haddi aşmaz, öfkeye kapılıp kendinden geçmez.

Hilmin ahlâkî ve amelî gelişmişliği ifade eden mânasını en iyi ortaya koyan İbn Sînâ, İlmü’l-ahlâk adlı risalesinde [633] bu mânadaki hilmin altında şu faziletleri sıralar: Öfkeyi yenme, ke­rem (cömertlik, onurlu davranış), hoşgörü, af, gönül zenginliği, dayanıklılık, kararlılık, kin gütmemek. Muhtelif kaynaklarda bunlara sabır, sekînet, va­kar; ihtiraslara ve diğer bencil duygulara hâkimiyet gibi daha birçok fazilet eklenmektedir. En önde gelen muslüman ahlâk bilginlerinden olan İmam Mâverdî’ye göre hilim “huyların en yücelerinden”dir.[634]

İslâmt literatürde hilmin kapsamı içinde gösterilen faziletler hakkında pek çok âyet ve hadis vardır. Gazzâlî, genellikle İslâm ahlâkı sahasında ya­zılmış eserlerin en önemlisi olarak kabul edilen İhyâü ulümi’d-dîn’inde[635], bir âyette geçen “Rabbaniler olunuz” [636]ifadesini “halîm ve bilgili kimseler olunuz” şeklinde yorumlamıştır. Hasan-ı Basrî de bu âyetin devamındaki “Cahiller onlara sözlü sataşmada bulunduğunda, ‘Se­lâm!’ derler” ifadesini “Onlar halîm insanlardır; kendilerine karşı cahilce ve küstahça davrananlara bu şekilde cahillik ve küstahlıkla karşılık vermezler” biçiminde açıklamıştır.

İçlerinde hilim kelimesi geçmemekle birilikte, anlamlan itibariyle hilim erdeminin İslâm ahlâkmdaki yerini ve önemini ifade eden yüzlerce âyete örnek olarak şunlar zikredilebilir: “Onlar öfkelendikleri zaman bile affederler”[637]; “Her kim sabreder ue bağışlarsa, bilsin ki bu tutum davra­nışların en soylusu, en olumlusudur”[638]; “Güzel bir söz ve ba­ğışlama, arkasından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır”[639]; “(Müslümanlar) affetsinler, hoşgörülü olsunlar. Allah’ın sizi bağış­lamasını istemez misiniz?”[640]; “Af yolunu tut, iyiliği emret ue cahillikten uzak dur”[641]; “Rabbinizin bağışına, takuâ sahipleri için hazırlamış olduğu, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah rızâsı için mal harcarlar; öf­kelerini yenerler ve insanları affederler. Allah da (böyle) güzel davranışta bu­lunanları sever”[642]; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kö­tülüğü) en güzel bir tutumla karşıla. O zaman göreceksin ki, seninle aranız­da düşmanlık bulunan kimse candan bir dost olacaktır.” [643]

Bu son âyet, sevginin oluşmasında ve dolayısıyla sosyal bansın sağ­lanmasında hilim erdeminin rolünü göstermesi bakımından özellikle ilgi çe­kicidir. Zira burada hilim ruhunu yansıtan en saygın davranışlardan biri ci­lan kötülüğe karşı iyilik, düşmanı bile dost yapan bir güç olarak değerlendi­rilmiştir. Ünlü ahlâk bilgini İbnü’l-Mukaffa’, hilmin bu gücüne şu sözlerle işaret eder: “Sakın sana iftira atana öfke ve intikam duygusuyla karşılık ver­me! Hilim ve vakar içinde mâkul karşılık ver. Hiç şüphen olmasın ki üstün­lük ve kuvvet daima yumuşak (halîm) olanındır. [644]

Buraya kadar ifade edilenlerden anlaşılacağı üzere İslâm ahlâkı hilim sahibi olmayı; yani sabır, sekînet ve vakar gibi erdemlerle donanmayı; öf­keye, ihtiraslara ve diğer bencil duygulara hâkim olmayı; kendini bilmez insanların küstahça davranışlan karşısında akıllı, soğukkanlı, ağır başlı hare­ket etmeyi öngörür. Fakat bu davranışların, erdemlilikten kaynaklanmasını ister; cahillikten, güçsüzlük ve onursuzluktan kaynaklanması halinde ise bunu bir zillet ve acizlik sayar ve reddeder. Bir rivayette Resûlullah’ın, “Eğer hasmından daha güçlü isen, onu bağışlayarak güçlü, olmanın şükrünü ödemiş ol” [645]buyurduğu bildirilir. Burada açıkça bağışlamanın güçlü olunduğu zaman bir değer ifade ettiği vurgulanmaktadır. Hz. Ömer’e atfedilen bir sözde de, Allah nezdinde devlet başkanının hilminden, rıfkından ve yumuşaklığından daha değerli bir hilim bulunmadığı belirtilir. Çünkü o, güçlü olduğu halde yumuşaktır. Ahlâk ve faziletiyle tanınan Emevî Hali­fesi Ömer b. Abdülazîz’in “Hilmin ilimle, affın kudretle birleşmesi sonucun­da ulaşılan faziletten daha üstünü asla yoktur” [646]an­lamındaki sözü, özellikle Câhiz’in halîmi sahîf (zayıf, âciz) kelimesinin kar­şıtı olarak kullanması da hilmin cahillik ve güçsüzlükten kaynaklanan bir fazilet olmadığına işaret eder.

Kur’an ahlâkını en iyi kavrayan ve yaşayanlardan biri olarak tanınan Hasan-ı Basrî’ye isnat edilen [647] ve hilmin kapsadığı başlıca faziletlere vurgu yapan şu sözü Kur’an ve Peygamber ahlâkının bir özeti saymak mümkündür: “Müslümanın başlıca alâmetleri şunlardır: Di­ninde güçlü, kararlı ve yumuşak, imanı sağlam, bilgili ve halîm, zeki ve merhametli, hem haklı hem bağışlayıcı, hem zengin hem tutumlu, hasta olduğunda tahammüllü, güçlü ve iyilik sever, arkadaşlık ve dostluğun sıkın­tılarına katlanır, zorluklara sabreder, öfkesine mağlûp olmaz, gurur ve kibire kapılmaz, ihtiraslarına yenilmez; midesi yüzünden şerefsizlik yapmaz; hırsı yüzünden küçülmez; basit hedeflerle yetinmez; mazluma yardım eder, za­yıfa acır, cimrilik yapmaz, israf etmez; kendisine kötülük edeni bağışlar; ca­hili hoşgörür; nefsi sıkıntıda olsa da herkes kendisinden yararlanır.”

Buraya kadar açıklanmaya çalışılan takva ve hilim kavramları dışında Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde daha pek çok ahlâk kavramı varsa da bunların hepsini yukarıdakilere benzer tahlillere tâbi tutmak bu çalışmanın amacını ve çerçevesini taşar. Ancak aşağıdaki bölümlerde yeri geldikçe diğer bazı er­demler hakkında da bilgi verilecektir.

C) İslâm Ahlâkının Bir Bilim Dalı Olarak Ortaya Çıkışı

a) İlk Gelişmeler Ve Örnek Eserler

İslâm’ın ilk yüzyılında ahlâk genellikle yukanda bir ölçüde arzedilen dinî ilke ve kurallara dayanmaktaydı. Müslümanlar, Kur’an’ın emrine uyarak hayatlannı Hz. Peygamberin getirdiği öğretilere göre düzenlemeleri gerekti­ğine inanmışlardı. Takriben II. (VIII.) yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkan yeni durumlar karşısında giderek az çok farklı ahlâk anlayışları doğ­maya başladı. Kelâm ilminde kader ve kulların fiilleri ile ilgili meseleler aynı zamanda ahlâkın da en önemli teorik konularıydı. Tasavvuf geniş ölçüde ahlâkı ilgilendiren problemlerden doğmuş ve az çok yeni bir hayat üslûbu ve giderek bunu temellendirmeye yönelik bir teori oluşturmaya yönelmişti. Özellikle Grek felsefe kaynaklarının Arapça’ya aktarılması sonucunda müs-lüman filozoflar da temel ahlâk problemlerini rasyonel yöntemlerle irdeleyen eserler yazmışlardır.

Bütün bu gelişmelerin yanında temelini Kur’an’dan alan ve Hz. Pey­gamber ile ashabın hayatlannda şekillenmiş olan geleneksel İslâm ahlâkına bağlılığı ilke edinen anlayış da varlığını sürdürdü ve genel olarak ahlâka veya bu alanın özel konularına dair eserlerden oluşan zengin bir literatür doğdu. Daha çok hadisçi ve fakihler tarafından yapılan bu yöndeki ahlâk çalışmalarının ilk örnekleri arasında Abdullah b. Mübârekin (ö. 181/707) Kitâbü’z-Zühd ve’r-rekâik, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) ez-Zühd’ü, Buhârî’nin (ö. 256/877) el-Edebü’l-müfred’i zikredilebilir. Ayrıca, başta Kûtüb-i Sitte olmak üzere hemen bütün hadis mecmualarında “Kitâbü’1-Edeb”, “Kitâbül-Birr”, “Kitâbü Hüsnil-hulk” gibi başlıklar altında özellikle ahlâk hadislerini ihtiva eden bölümler bulunur. İslâm kültür tarihi boyunca devam eden “kırk hadis” külliyatının başta gelen konuları da ahlâkla ilgili olanlar­dır. Furû-i fıkıh türünden eserlerde amelî ahlâk, tefsir ilmine ait “ahkâmü’l-Kur’ân” türündeki eserlerde de nazarî veya amelî ahlâkla ilgili konulara yer verildiğine işaret etmek gerekir.

Daha sonraki dönemlerde İslâm kültür tarihinin en çok eser verilen a-lanlarmdan biri haline gelen İslâm ahlâkının başta gelen klasiklerinden biri, İbn Hibbân el-Büstî’nin (ö. 354/965), ahlâk konularındaki birikiminin ya­nında, kişisel tecrübelerini de yansıtan Ravzatü’l-ukalâ’ ve nüzhetü’l-fuzala’ adlı eseri olup tecrübeye dayalı ve gerçekçi görüşlerin yer aldığı eser İslâm ahlâk kültürünün en değerli ve yararlı kaynaklan arasında gösterilmeye de­ğer bir önem taşımaktadır. Hz. Peygamberin ahlâkını bütün insanlık için en yüksek hayat ideali olarak gösteren İbn Hazm’ın (ö. 456/1064) dinî-felsefî mahiyetteki el-Ahlâk ve’s-siyer fi müdâvâti’n-nüfûs’u müellifinin zihnî biri­kiminin ve hayat tecrübelerinin bir özeti olan muhtevasının önemi yanında edebî bakımdan da büyük bir değer taşır. Ebû Nasr et-Tabersî’nin (ö. 548/1153) Mekârimü’l-ahlâk’ı da yine Hz. Muhammed’in, hayatın bütün alanlarına ait tutum ve davranışlarını sergileyen ve onu bir ahlâk ideali olarak gösteren en tipik geleneksel ahlâk kitabı örneklerindendir. Râgib el-İsfahânî’nin ez-Zerî’a ila mekârimi’ş-şerî’a isimli ahlâk kitabının önemini ifade etmek için Gazzâlî’nin, tasavvurun dışında kalan ahlâk konularında bu eseri birinci kaynak olarak kullandığını belirtmek yeterli olacaktır. Aynı gelenek içinde seçkin bir yere sahip olan ve yazıldığı dönemden bu yüzyılın başına kadar Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) İhyâ’ından sonra en çok okunan ahlâk ki­tabı olma özelliği taşıyan Mâverdî’nin (ö. 450/1058) Edebil’d-dünyâ ve’d-dîn adlı kitabı, tarih boyunca müslümanlann ahlâkî kimlik ve kişiliğinin oluşmasmda en başta rol oynamış eserler arasında yer alır.

b) Edep Kavramı ve Edebî-Ahlâkî Mahiyette Telifler

İslâm ahlâk kültüründe ahlâka yakın anlamda en çok kullanılan keli­melerden biri olan edep kavramı genellikle “bir toplumda örf, âdet ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran bilgiler” şek­linde tarif edilir. Edep teriminin “sünnet” kavramıyla ilişkili olduğu da ileri sürülür. [648]Câhiliye dönemiyle İslâm’ın başlangıcında edep ve aynı kökten başka kelimelerin -seyrek olarak- “da­vet, incelik, kibarlık, beğenme, alışkanlık, âdet” gibi daha çok din dışı an­lamlarda ve bir ölçüde ahlâkî bir kavram olarak kullanıldığı görülmektedir. [649]Daha sonra edep, “bir şey hakkındaki bilgi”, aynı kökten te’dib, “birini bir konuda bilgilendirme”, edip ise “bir şey hakkında .bilgilendirilmiş kişi” anlamında kullanılmaya başlandı. Fakat bu kullanımlarda daima terimin ahlâk ve davranış bilgileriyle ilişkisi göz önünde bulundurulmuştur. Nitekim bu ilişki Hz. Peygamberin, “Senim edebimi rabbirn verdi ve O beni ne güzel edeplendirdi!” anlamındaki hadisinde açıkça görülmektedir. Abdullah b. Mes’ûd’un rivayet ettiği bir ha­diste de, “Gerçekten bu Kur’an Allah’ın bir sofrasıdır (me’debetultâh); O’nun sofrasından gücünüz yettiğince bilgi toplamaya çalışın” buyurulurken “sof­ra” anlamında yine edep kökünden gelen bir kelime (me’debe) kullanılmış­tır. Başka bir hadiste de yine Kur’an’dan “Allah’ın edebi” diye söz edilmesi ilgi çekicidir. [650]Buna göre Kur’ân-ı Kerîm bir edep ve ahlâk kaynağıdır.

İslâm’da edep kültürünün en eski kaynaklarından olan İbn Kuteybe’nin Edebü’l-kâtib (Edebü’l-küttâb) adlı eserinde [651]tamamen Kur’an ve Sünnet ahlâkının özüne uygun olarak bir “dilin edeplendirilmesi”nden, bir de “nefsin edeplendirilmesi”nden söz edilir. Kişi dilini edeplendirmeden, yani edebiyat ve dil bilimlerinde eğitilmeden önce nefsini edeplendirmeli, ahlâkını güzelleştirmelidir. Nefsin edeplendirilmesi iffet, hilim, sabır, gerçeğe saygı, vakar, merhamet gibi erdemlerle olur.

Haris b. Esed el-Muhâsibî’nin Âdâbü’n-nüfûs adlı kitabı, bilhassa ahlâk ve tasavvufa dair sonraki çalışmalarda geniş ilgi görecek olan “nefsin edeplendirilmesi” konusunda yazılan eserlerin ilki olmalıdır.

  1. (VIII.) yüzyıldan itibaren yazılmaya başlayan edep kitaplarında bu terimin, daha sonra “âdâb-ı muaşeret” denilecek olan medenî ve ahlâkî davranış tarzları ile bu hususlarda gerekli olan pratik bilgiler hakkında kullanıldığı görülür. Böylece edep, uygar bir müslümanin donanmış olduğu en güzel niteliklerin genel adı olmuştur. Böyle bir uygarlığı insanlara kazan­dırmak maksadıyla İbnü’l-Mukaffa’ın yazdığı el-Edebü’l-kebîrve el-Edebü’s-sagir adlı risaleler İslâm kültür tarihinde “edeb” başlığı altında yazılmış ilk eserlerdir. Aynı müellif, bu risaleleri yanında, el-Edebü’l-vecîz’de ve Kelile ve Dimne adlı ünlü çevirisinde, diğer ahlâk konulan yanında bilhassa hükümdar-halk ilişkisinin ne tarzda sürdürülmesi gerektiği konusundaki görüşle­riyle daha sonra “Âdâbü’l-mülûk”, Âdâbü’l-vüzerâ” ve “Siyâsetnâme” gibibaşlıklarla teşekkül edecek bir ahlâk-edebiyat türünün hazırlayıcısı olmuş­tur.

Bilhassa Câhiz ve öğrencisi Ebû Hayyân et-Tevhîdî (ö. 413/1023) gibi mütefekkir-edebiyatçıların eserleriyle bu kültürü saf bilgiden çok, bütün ni­telikleri, duyguları, davranışları, maddî ve manevî değerleriyle insanı mer­kez alan bilgi ve hikmeti kapsamıştır. Aynı yüzyılın diğer bir ünlü yazan da en az Câhiz kadar edep literatürüne hâkim olan İbn Kuteybe’dir. Onun dört ciltlik Üyûnû’l-ahbâr’ı İslâm edep-ahlâk kültürünün her seviyedeki insana hitap eden en zengin kaynakların dan dır. Dil ağırlıklı Edebü’l-kâtib adlı eseri ise, üst kademedeki devlet memurları için yazılan eserlerin ilki ve en geniş kapsamlı örneği olup bu türde “Edebü’l-vüzerâ”, “Edebü’1-kâdî”, “Edebü’l-müftî”- “Edebü’n-nedîm”, “Âdâbü’l-mülûk”, “Âdâbü’s-siyâse” gibi başlıklar taşıyan eserlerin telifi sonraki yüzyıllarda da sürmüştür.

İmam Ebü’1-Hasan el-Mâverdî’nin edebe dair Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn adlı kitabı, bu kaynakların ölümsüz örneklerindendir. Gerek ilmî ve fikrî ba­kımdan gerekse sistematik yönden bu alanın en değerli örneği Gazzâlî’nin İhyâü ulümi’d-dîn’imn ilgili bölümleridir. Eserde edep terimine dinî, dünye­vî, tasavvuf!, ahlâkî ve sosyal uygulamaları sistematize eden ilke ve kural­ları içine alacak şekilde kapsam zenginliği kazandmlmıştır.

İslâm kültüründe edep terimi erken dönemlerden itibaren dinî literatürde de geniş bir kullanım alanı bulmuştur. Buhârî’nin el-Câmi’u’s-sahîh’i gibi di­ğer birçok hadis mecmuasında da “edeb” bölümleri yer almaktadır. Yine Buhârî’nin özellikle geniş anlamda ahlâka dair derlediği hadis ve haberler­den oluşan eserinin adı el-Edebü’l-müfred’dır. Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî’nin el-Âdâb adlı eseri de ahlâk ve muaşeret konularına dair hadislerden oluşur.

Edep terimi “gelenek, görenek, ahlâk” gibi ilk anlamları yanında, İslâm kültürünün tarihî gelişimi içinde çeşitli mevkiler, meslek ve sanatlar; eğitim ve öğretim; tasavvuf ve tarikat; ilmî araştırma ve tartışmalar; ibadet, dua ve Kur’an tilâveti gibi dinî faaliyetler; yeme içme, giyim kuşam, temizlik vb. günlük meşguliyetler; her türlü sosyal ilişki ve hayatın diğer alanlarına dair bilgiler ve en uygun davranış tarzları için kullanılan son derece geniş kapsamlı bir terim haline gelmiştir. Kuşkusuz bütün bu konularda en ideal ör­nek Hz. Peygamber kabul edildiği için İslâm ahlâk ve edep literatürüne giren eserlerin çoğunda “Âdâbü’n-nebî” (Peygamberin edebi, ahlâkı) veya

benzer başlıklar altında Resûlullah’ın ahlâkî kişiliği ilk örnek olarak sunulmuştur.

Başta Kur’ân-ı Kerîm ve hadis külliyatı olmak üzere, bütün bu ve ben­zeri kaynaklarda yüksek bir ahlâka ulaşmanın şartlarına ve kurallarına, dolayısıyla gerçek müslüman kimliğinin ölçülerine yer verilmiş ve başka birçok toplumun barbarca hayat biçimlerini aşamadıkları çağlarda bu eserler, İslâm dünyasında her inançtan, her görüşten, her milletten insanların hak­larına saygının hâkim olduğu, üstün insanî niteliklerle donanmış, erdemli ve uygar bir toplumun oluşmasında son derece etkili olmuşlardır. Edep kavramı zaman içerisinde kazandığı çeşitli anlamlarıyla Türk-İslâm kültür tarihine de girmiş; Türkçe’de bu alanda yazılmış eserler yanında, “edepli olmak’la “ahlâklı ve erdemli olmak” aynı mânada kullanılmıştır.

III. İSLÂM’IN BELLİ BAŞLI AHLÂK PROBLEMLERİNE BAKIŞI

A) Ahlâki Özgürlük

Özgürlük ahlâk düşüncesinin en temel problemi sayılabilir. Çünkü ahlâk insana iyiliği yapma kötülüğü terketme yönünde ödevler yükler ve bunlar­dan sorumlu tutar. Bunun gerçekleşebilmesi için insanın hem iyiliği isteme (irade) veya seçme (ihtiyar) özgürlüğüne hem de yapma özgürlüğüne ya da imkânına (istitâat) sahip olması gerekir.

Pratikte hiçbir insan, kendisinin temelde bu özgürlüklerden yoksun ol­duğunu düşünmez; hatta bu özgürlükleri doğuştan getirdiği bir hak olarak görür ve bunların elinden alınmasına kesinlikle karşı çıkar. Bununla birlikte gerek düşünce tarihinde gerekse çeşitli dinlerin teolojilerinde insanın tabiat kanunları veya Tanrı’nın iradesi karşısında özgür olup olmadığı, insanlık tarihinin en eski ve en şiddetli tartışma konulan arasında yer almıştır, Nite­kim İslâm dünyasında ilk ihtilâf konusu olarak bilinen kader sorunu da esas itibariyle insanın özgür olup olmadığı ve bu özgürlüğün sınırının ne olduğu sorunudur.

Kader ve dolayısıyla insanın özgürlüğü meselesi daha İslâm’ın ilk za­manlarında müslümanlann dikkatini çekmişti. Çünkü İslâm dini, bir yandan bütün varlıkların var olmasını, bütün olayların vukuunu, dolayısıyla insan­ların her türlü fiillerini, bu arada, “iradî” denilen davranışlarını Allah’ın ilim, irade ve kudretine bağlıyor ve bunları yaratanın Allah olduğunu; diğer yan­dan insanlara dinî, hukukî ve ahlâkî görev yükleyerek bunlardan sorumlu olduklarını bildiriyordu. Bu sebeple, daha Asr-ı saâdet’te konuyla ilgili so­rular sorulmaya başlamıştı. Fakat İslâm Peygamberi, konunun aklî müna­kaşaya elverişli olmadığını müslümanlara münasip bir dille ifade ederek onları tartışmaya girmekten menetti. Kur’ân-ı Kerîm’de de kader-insan ira­desi meselesini de içine alan “müteşâbih âyetler” hakkında tartışmanın uy­gun olmadığına işaret edilmişti.

Ne var ki, Asr-ı saâdet’ten sonra konu ile ilgili tartışmalar yeniden baş­ladı. Bu tartışmalar zamanla Cebriyye, Mu’tezile ve Ehl-i sünnet (Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye) diye anılan başlıca üç görüş ve mezhebin doğmasına yol açtı. Bunlardan Cebriyye, insanın, Allah’ın kudret ve iradesi karşısında tam bir cebir altında bulunduğunu ve asla özgür olmadığım savunurken Mu’tezile kulların, kendi fiillerinin meydana getiricisi, yapıcısı ve yaratıcısı olduklarını, çünkü insanın irade sahibi hür bir varlık olduğunu ileri sürüyor; Resûlullah ile sahâbe-i kiramın akaid sahasında tuttukları yolu izleyenler mânasına gelen “Ehl-i sünnet ve’1-cemâat” önderleri ise hem Allah’ın kazâ-kaderi ile küllî iradesini, hem de kulun sınırlı iradesini (irâde-i cüz’iyye) ispat etmeye çalışmak suretiyle ihtiyatlı bir yol izliyordu.

Netice itibariyle, Gazzâlî’nin de belirttiği gibi “Ehl-i sünnet mezhebi, Cebriyye ile Kaderiyye (kaderi inkâr edenler) arasında orta bir yol tuttu: On­lar, ne insanlarda (sonradan “cüz’î irade” denecek olan) ihtiyarı büsbütün yok saymışlar, ne de Allah’ın kaza ve kaderini inkâr etmişlerdir. Aksine, kulların fiillerinin bir yönden kullardan, bir yönden de Allah’tan olduğunu, fiillerin ortaya çıkışında kulun seçme imkânının bulunduğunu ifade etmişlerdir.”

Gazzâlî, bu genel prensibi kabul etmekle birlikte, tasavvufî bir üslûpla irade hürriyetinin ispat edilemez olduğunu da ifade etmektedir. [652]

Yukarıda işaret edilen teorik tartışmalar ne yönde gelişirse gelişsin, İs­lâm inancı bakımından gerçek olan şudur ki; zâtı, sıfatları ve fiilleri ile mut­lak ve ortaksız olan Allah, sınırsız ilmi, iradesi ve kudreti ile bütün âlemin ve bu arada insanın her türlü faaliyetlerinin halik ve mâlikidir. Kur’ân-ı Ke­rîm’in bu inancı telkin eden âyetleri, selim akla ve mümin kalbe, ilâhî kud­retin azameti karşısındaki küçüklüğünü, sınırlılığını ve aczini hissettirir. Böylece insan, bu üstün irade ve kudret karşısında kulluğunun şuuruna va­rır; O’nun himayesine ve hidayetine muhtaç olduğunu hisseder.

Öte yandan insan, kendisine baktığında, akıl sahibi bir varlık olarak, bazı davranış biçimleri arasında değer farklılığı gördüğünü ve bunlardan bi­rini veya ötekini seçip yapmak imkânına sahip olduğunu düşünür; bu yönüyle -Allah’ın lütuf ve ihsanı sayesinde- yeryüzündeki başka varlıklardan farklı olduğunun şuuruna varır ki, bu şuur da küllî ve ilâhî kanunun bir par­çasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’e bu açıdan bakıldığında, insanı bazı faaliyetlerinde hür iradeli kabul eden, bu sebeple ona vazifeler yükleyen ve sorumlu adde­den âyetler görülür.

Böylece, ahlâkta özgürlük problemi akıl ve bilgi planında çözülmeye ça­lışıldığı sürece çıkmazlarla karşılaşılmıştır. Hal böyle olunca, irade hürriyeti­ni, bir bilgi ve akıl konusu değil, iman konusu olarak ele almak gerekecek­tir. Bu yüzden İslâm Peygamberi, kaza ve kader konusunun münakaşa edilmesine rızâ göstermemiştir. Çünkü, bir yönüyle de insanın irade hürriye­tini ilgilendiren bu konunun münakaşası, teoride hiçbir kesin sonuca götür­meyeceği gibi, dinî inanç ve ahlâkî hayat bakımından sakıncalar doğurabi­lecekti ve öyle olduğu da görülmüştür.

B) Ahlâkın Kaynağı

Din dışı ahlâk teorilerinde ahlâkın yahut ahlâkî ödevlerin kaynağının a-kıl, vicdan veya toplum olduğu yönünde çeşitli görüşler ileri sürülmüş, ciddi tartışmalar yapılmıştır, İslâm dini de gerek birey gerekse toplum olarak insana ve onun akıl, vicdan gibi manevî kapasitelerine büyük değer vermiştir. İnsanı görünür âlemin yegâne mükellef ve sorumlu varlığı olarak tanıyan Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah insanı en güzel bir tabiatta yaratmış[653], ona kendi ruhundan üflemiştir. [654]Ancak insanın bu üstün ruhî cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşerî cephesi vardır. İşte insandaki bu ikilik onun ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur. “Allah insan nefsine fücurunu da takvasını da il­ham etmiş”, yani ona iyilik ve kötülüğün kaynaklan olan kabiliyetleri bir­likte vermiştir. Dolayısıyla “Nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense hüsrana uğramıştır” [655]

İnsanın bu çift kutuplu tabiatı sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’de onun ahlâkî hüküm ve tercihlerinde yamlabileceği de özellikle belirtilmiştir. Bu husus Hz. Yûsuf un dilinden şu şekilde ortaya konmuştur: “Ben nefsimi temize çıkaramam; çünkü nefis ısrarla kötülüğü emreder; ama rabbimin merhamet etmesi durumu başka. Rabbım bağışlayıcı ve merhametlidir” [656]Hz. Peygamber de kendisinin bile ancak Allah’ın lutfu sayesinde güzel ah­lâkı kazanabileceğini ifade eder. [657]

İşte Kur’an’ın insan hakkındaki bu ihtiyatlı iyimserliği ve Allah’ın iyi ahlâk üzerindeki etkisi İslâm ahlâkının temelde dinî kaynaklı olması sonu­cunu doğurmuştur. Kur’an ve Sünnet’e göre hakkında nas bulunan konu­larda yükümlülüğün ve dolayısıyla ahlâkın kaynağı dindir. “Allah ve Resulü bir şeye hükmedince, artık mümin erkek ve kadınlara işlerinde bir seçme hakkı kalmaz. Her kim Allah ve Resulü’ne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” [658]Hz. Peygamber, ahlâkî hükümlerin de dahil olduğu helâlleri haram, haramları helâl saymaya yönelik bir anlaşmanın ge­çersiz olduğunu açıklamıştır. [659]Bununla birlikte, Allah’ın hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla ana, baba, devlet gibi başka otoriteler de vazife koyabilirler ve bunlara itaat gerekir. [660]

Kur’an ve Sünnet’te ahlâk ile ilgili genel hükümler yanında birçok ahlâ­kî davranış için özel hükümler de yer almış olmakla birlikte, her şeye rağ­men, hakkında hüküm bulunmayan girift meselelerle karşılaşılabileceği de hesaba katılmıştır. Hz. Peygamber, “Helâl de haram da bellidir; bu ikisi ara­sında ise şüpheli durumlar vardır. Şüphelerden sakınan kişi dininin şerefini korumuş olur” [661]buyurmuş ve böyle durumlarda kalp ve vicdanın verdiği hükme uy­mayı öğütlemiştir. Ancak Kur’an ve hadislerde vicdanın hükümleri ihtiyatla karşılanmıştır. Çünkü insan nefsi, kendisine kötülük ve edepsizlikler telkin eden şeytanın baskısı altındadır. [662]Ayrıca İslâmî terminolo­jide hevâ adı verilen kötü arzu ve eğilimler ile şuursuz taklit de ahlâk ve fa­zilet yolunun engelleri olarak gösterilmiştir. [663]

Sonuç olarak İslâm’da ahlâkın asıl kaynağı Kur’an ve onun ışığında o-luşan sünnettir. Nitekim Hz. Âişe bir soru münasebetiyle Hz. Peygamber’in ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu belirtmiştir. [664]Bu sebeple İslâm ahlâk düşüncesi Kur’an ve Sünnetle başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevî hayatın genel çerçevesini çizmiş, amelî kurallarını belirle­miş, böylece daha sonra fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar, mutasavvıflar, hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlâk anlayışlarının temelini oluşturmuştur. Kur’ân-ı Kerîm ihtiva ettiği diğer konular gibi ahlâk konularını da herhangi bir ahlâk kitabı gibi sistematik olarak ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlâk sistemi oluşturacak zenginlikte nazarî prensipler ve amelî kurallar getirmiştir.

C) Ahlâkın Gayesi

Din dışı ahlâk görüşleri ahlâk için genellikle dünyevî gayelerden söz et­mişler ve bedensel haz, ruhsal haz, kişisel veya toplumsal yarar yahut mutluluk gibi farklı gayeler göstermişler; ünlü Alman filozofu Kant ise bütün bu görüşleri reddederek, ahlâkın kendi dışında, diğer bir deyişle iyi veya ödevden başka bir amacının olamayacağını savunmuştur. [665]

Kur’an ve Sünnet’te ise güzel ahlâkı (ahlâk-ı hamide) oluşturan erdem­lerin bu dünyada fert ve toplum hayatına kazandırdığı maddî ve manevî faydalar, kötü ahlâkı (ahlâk-ı zemîme) oluşturan erdemsizliklerin doğurduğu zararlar üzerinde durulmuştur. Allah, “Şükrederseniz (nimetlerimi) arttırı­rım[666]; “Şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve nefret sokmak ister” [667]buyurur; iyi kullarını yeryüzüne hâkim kılacağını bildirir. [668]Ayrıca birçok eski milletlerin yıkılışında ahlâkî çöküntünün önemli ölçüde rol oynadığı haber verilir. Bununla birlikte, ahlâk prensiplerine aykırı davranışların doğurduğu bu tür tabii ve fizikî za­rarlar, sosyal ve manevî sıkıntılar İslâm’da ahlâkî yaptırım sayılmaz; dolayı­sıyla kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Gerçi dünyevî musibetlerin günahlar için kefaret sayılacağına dair bazı hadisler vardır. [669]Fakat bu, ahlâkî fenalıkların doğurduğu musibet ve zararın zaruri sonucu değil, musibete uğrayan kişinin bu durumdayken gösterdiği sabır, rızâ, tevekkül gibi müslümana yakışır olumlu tavırların karşılığıdır.

Diğer yandan, kişinin ruhî benliğinde iyiliğin meydana getirdiği sevin­cin, kötülüğün meydana getirdiği pişmanlık ve elemin Kur’an ve Sünnet’te büyük bir değer taşıdığı görülür. Nitekim Peygamber efendimiz, “Bir insan iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o gerçekten mümindir” [670]buyurmuş, hatta iyilik (bir) ve kötü­lüğü (ism), kişinin vicdanında (nefs) meydana getirdiği etkilenmenin mahiyetine göre tarif etmiştir. [671]Ancak vicdan duygusu insanı kötülük yapması halinde kınayan bir güç (en-nefsü’l-levvâme) olabileceği gibi[672], kötülük karşısında duyarlılığını kaybederek “kaskatı kesilmiş kalp” haline de dönüşebilir. [673]Bu yüzden İslâm’da bütün ahlâkî vazifeler uhrevî yaptırım­lara bağlanmış[674], iyiler için cennet vaad edilmiş, kötüler cehennemle tehdit edilmiştir. Bununla birlikte ahlâk kurallarının uygulanmasında, özellikle toplumsal dü­zenin sağlıklı işletilmesinde genellikle sadece bu motiflere dayanan bir ahlâk tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kur’an ve Sünnet’te Allah’ı en yüksek derecede sevmek[675], O’nun hoşnutluğuna lâyık olmak ve O’ndan hoşnut olmak [676]temel ahlâkî amaç ve mo­tif olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en üstün gayesinin Allah rızâsı olduğu vurgulanmıştır. [677]Kur’ân-ı Kerîm’de her şeyin üstünde ve her şeyden daha değerli olduğu bildirilen [678]Allah rızâsı yani Allah’ın kulundan hoşnut olması, inananlar için bu dünyada hissedilemez değildir. Allah’a derinden inanıp saygı duyan ve her durumda O’nunla birlikteliğinin bilincini yaşayan, bu inanç ve duy­gular içinde ruhunu erdemlerle ve hayatını iyiliklerle süsleyen, iradesinin bütün gücüyle kötülüklere karşı koyan, gücünü aşan durumlarda Allah’a sığınıp (tevekkül) inayetini dileyen insan, O’nun hoşnutluğunu kazanmış olmanın verdiği üstün manevî hazzı ve mutluluğu ruhunun derinliklerinde duyabilir; fakat bu mutluluğu en mükemmel derecede âhirette hissedecektir. İşte Hz. Peygamber’in, “gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ue hiçbir aklın düşünemeyeceği kadar üstün” [679]olarak tanımladığı uhrevî ödül de bu mutluluk­tur.

İslâm ahlâkının bu dinamik yapısı, onun sadece bir kitle ahlâkı veya sa­dece bir seçkinler ahlâkı olmadığı, aksine maddî, zihnî ve psikolojik bakım­lardan her seviyedeki insanın kaygılarını, beklentilerini ve özlemlerini dik­kate alan; bununla birlikte ona, içinde bulunduğu durumdan daha ideal ola­na doğru yükselme imkânı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir ahlâk olduğu­nu gösterir. Buna göre hayır statik olmadığı gibi gaye de statik değildir. Bütün insanların yapabilecekleri, dolayısıyla yapmak zorunda oldukları iyi­likler (farzlar) yanında, yapılması kişinin fazilet ve kemal derecesine bağlı hayırlar da vardır. Ahlâk, bilgi ve fazilet bakımından sürekli bir yenilenme­dir. Bunun için insan, Kur’ân-ı Kerîm’e göre, öncelikle inanç sevgisi kazan­malı, fenalıklardan ve isyankârlıktan nefret etmeli[680], kalbini yani iç dünyasını Allah şuuru (zikrullah) ile huzura kavuşturmalıdır. [681]Bu suretle Allah şuuru insana ahlâkî ve manevî hayattan zevk alma, hatalarının farkına varma, onlardan yüz çevirme ve Allah’tan bağış dileme fırsatı sağlayacaktır. [682]İslâm’ın öngördüğü bu ahlâkî terakkinin ulaşacağı son nokta, insanın gaye bakımından çıkar kay­gılarını aşması, hatta cennet ümidi ve cehennem korkusunun da ötesinde bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın emrine ve rızâsına uygun düşüp düşmeyeceği açısından değerlendirmesidir.[683]

IV. BAŞLICA AHLÂKÎ GÖREV VE SORUMLULUKLAR

A) İnsanın Kendi Kişiliğine Karşı Görevleri

İslâm ahlâkı her bireyi “insan” olarak bir değer kabul eder. Kur’ân-ı Ke­rîm’de çeşitli vesilelerle insan “yeryüzünün halifesi” olarak takdim edilmiş[684], Hz. Peygamber de “Her doğan çocuk temiz yaratılış (fıtrat) üzere doğar” [685]buyurarak, insanı yaratılıştan suçlu sayan telakkiyi temelden reddetmiş; bu noktadan hareketle İslâm düşünce geleneğinde insan “eşref-i mahlûkat” diye tanım­lanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde Allah’ın buyruğu uyarınca Hz. Âdem karşısında meleklerin secdeye kapandığını bildiren âyetler de İs­lâm düşüncesinde oluşan bu yargının isabetli olduğunu kanıtlamaktadır. Bu sebeple, aslında insanlık için ahlâk düzenini kuran yüce Kudret, hayatın hangi alanına ilişkin olursa olsun, bütün erdemlerin, bir bakıma onlara sahip olan bireyi yüceltmeyi ve gerçek anlamda insan yapmayı amaçlamasını dilemiştir. Bu bakımdan Allah, kişinin yaptığı iyilikler veya kötülükleri -kime karşı yapıl­mış olursa olsun- öncelikle kişinin kendisine yapılmış saymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Kim iyi bir iş yaparsa kendi tehine yapmış olur; kim de kötü bir iş yaparsa kendi aleyhine yapmış olur” [686]buyurulmaktadır.

a) İnsanın Bedensel Varlığı İle İlgili Görevleri

Ahlâk bir beden sağlığı ilmi değildir. Bununla birlikte İslâm ahlâkında, insanın dinî ve dünyevî görevlerini doğru ve yeterli olarak yerine getirebil­mesi için kendi bedensel varlığını koruma ve geliştirme hususunda bazı gö­revleri bulunduğu kabul edilmiştir. Kuşkusuz bu görevlerin başında insanın kendi hayatını koruması gelir. İslâmiyet hiçbir insana kendi hayatına son verme hakkı tanımamış, bu sebeple intiharı da kesinlikle yasaklamıştır. Hz. Peygamberin bu husustaki hadisleri [687]son derece ağır bir üslûp taşımaktadır. Yine onun insan sağlığına dair açıklama ve uygulamaları, hadis kitaplarında “Tıbb-ı nebevî” başlığıyla özel bölümler açılmasına veya aynı başlıkla müs­takil kitaplar yazılmasına imkân hazırlamıştır. Ayrıca Hıristiyanlığın aksine [688] İslâm dini içki, kumar, fuhuş gibi sağlığa zarar veren kötülükler karşısında kayıtsız kalmaz. Aksine Kur’ân-ı Kerîm, kapsamlı bir ifadeyle, “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye at­mayınız” [689]derken, Hz. Peygamber de sağlığını ihmal ede­cek derecede ibadet etmeyi bile onaylamamış ve bu şekilde kendisini ibadete veren bir sahâbîyi uyarırken, “Bedeninin de sende hakkı vardır”[690] buyurmuştur.

Beden sağlığı bireysel görevler için olduğu kadar toplumsal görevler için de gereklidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Düşmanlarınıza karşı kuvvet ha­zırlayınız” [691]buyurulurken, bu hususta en önemli unsur olan insan gücünün de kastedildiğinde kuşku yoktur. Unutulmamalıdır ki, hak daima kuvvetten üstün olmakla birlikte, hakkın korunabilmesinin kuvvete bağlı olduğu da tecrübı bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Güçlü mümin zayıf müminden hayırlıdır” [692]buyurmuşlardır.

b) İnsanın Ruhsal Ve Manevî Varlığı İle İlgili Görevleri

Ahlâk âlimleri genellikle insanın diğer varlıklar karşısındaki üstünlüğü­nün akıl, zekâ, kalp, vicdan, tefekkür, estetik duygu, inanma, iyilik sevgisi gibi ruhsal ve manevî meziyetlerinden Heri geldiğini kabul ederler. Bu mezi­yet veya yetenekler sebebiyledir ki yaratıcısı tarafından insana, “Kuşkusuz biz Âdem oğlunu şerefli kıldık” [693]buyurularak iltifatta bulunul­muştur. Şu halde insanın, ruhsal ve manevî meziyetlerini koruması, geliş­tirmesi, üstün yeteneklerini iyilik yollarında etkin ve verimli hale getirmesi, onun hem kendi varlığına karşı hem kendisini güzel yeteneklerle donatan Allah’a karşı bir borcudur.

Yukarıda da işaret edildiği üzere İslâm ahlâkı, her güzel haslet ve iyi davranışın öncelikle onu yapanı yücelteceğini kabul eder. Bu sebeple insan, elinden geldiği kadar iyi hasletler ve erdemler kazanmaya, güzel davranışlar gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Ahlâk kitaplarında bu erdemler arasında üze­rinde önemle durulanların başlıcaları şunlardır:

1. Takva

“Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları” başlığı ile bu bölümün başında geniş olarak yer verilmişti. Hatırlanacağı üzere Kur’ân-ı Kerîm’de takva Allah nezdinde en yüksek insanlık değeri olarak gösterilmiştir. Şu halde kişinin böyle bir değeri kazanması onun kendisine karşı görevlerinin de başında yer alır.

2. Hilim

Yine “Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları” başlığı altında in­celenen ikinci kavram da hilim olup İslâm ahlâkı üzerine inceleme yapanla­rın hilmi müslümanın karakterini en iyi ifade eden bir kavram olarak kabul ettiklerini, çünkü bu kavramın “akıllı olma ve akıllıca davranma” şeklinde özetlenebilecek anlamı yanında- ağır başlı olma, affetme, sabır, hoşgörü, barış ve kardeşlik, acelecilik yapıp saldırganca hareket etmekten sakınma gibi insanlarla uygarca ilişki kurmaya katkı yapan birçok erdemi birlikte ifa­de eden geniş kapsamlı bir kavram ve dolayısıyla İslâm’ın en temel fazilet­lerinden biri olduğu görülmüştü.

3. Hikmet

“Bütün özel bilgi alanlarım kuşatan doğru, yararlı, kapsamlı ve derin bilgi; ilâhî gerçekleri, özellikle Kur’an’ın yüksek anlamını kavramaktan do­ğan bilgi; İslâm dininin ilkelerine inanmak ve bunlara uygun yaşamakla gerçekleşen üstün hayat tarzı, Hz. Peygamber’in müslümanlar için doğru bilgi ve erdemli yaşayış kaynağı olma değeri taşıyan sünneti” gibi anlamlarda kullanılan hikmet kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de, “çok hayır” diye nitelenir; on bir âyette “kitap” ile birlikte kullanılarak hikmetin, “ilâhî kitaplar” veya “bu kitaplarda vahyedilen derin bilgiler” anlamı taşıdığına işaret edilir. Fahreddin er-Râzî, Kâdî Beyzâvî gibi müfessirlerin, ilgili âyetlerin yorumu dolayı­sıyla yaptıkları açıklamalarda hikmet özetle, bütün doğru bilgilerle güzel ya­şayışı kapsayan bir kavram olarak tanımlanır. “Hikmete sarıl. Çünkü hayır hikmettedir” [694]anlamındaki hadiste de hikmetin bu anlam zenginliğine işaret edilmiştir. Bu önemi sebebiyle Hz. Peygamber’in, “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır” [695]buyurduğu rivayet edilir.

Hikmet, insanı öteki canlılardan ayıran düşünme veya bilme gücünün meyvesidir. Bu sebeple İslâm kültüründe düşünür karşılığında “hakîm” keli­mesi kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer İslâmî kaynaklarda ilim, marifet veya irfan, fikir (fıkr), tefkir, tefekkür, tedebbür, taakkul, nazar, re’y, zi­kir, itibar gibi çok çeşitli kelimelerle insan için düşünme faaliyetinin önemi vurgulanmış; insanın ancak bu şekildeki düşünce zenginliği ile insanlık de­ğerini koruyup geliştireceğine işaret edilmiştir. Akıl sahibi olmak, bilmek ve bildikleri üzerinde düşünüp sonuçlar elde etmek, uygulamak insana özgü bir ayrıcalıktır. [696] “Akıllarını kullanmayanlar sağır ve dilsizdirler”[697]; “böyleleri hayvanlardan daha şaşkındır.” [698]Bu yüzden Hz. Peygamber’in, “Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır” buyurdukları rivayet edilir. [699]Bu ve benzeri âyet ve hadislerin de etkisiyle İslâm ahlâk kültüründe hikmet erdemi temel erdemler (fezâil-i asliyye) denilen dört erdemin daima en başında yer alır ve bunlar çoğunlukla hikmet, şecaat, iffet, adalet şeklinde sıralanır.

Düşünme ve onun ürünü olan bilgi ve dolayısıyla bilim yer yüzünde sa­dece insana özgü bir haslettir. Kur’an, Hz. Âdem’in meleklerden daha üstün olma sebebini, ona verilen, fakat meleklerin bilmediği bilgilerle izah eder. Çünkü ilim Allah’ın sıfatıdır. Bu nedenle ilim ve hikmetten yoksun kalarak kendisini tanrısal bir nitelikten de yoksun bırakan insan, kendi şahsına kar­şı en büyük zararı vermiş sayılır; ayrıca kendisine en değerli nimet olan aklı bağışlayan Allah’a da nankörlük etmiş olur.

Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere hikmet, bilgi-amel bütün­lüğünü de kapsar. Zira özellikle ahlâk gibi uygulamalı bir alana ilişkin bilgi­ler ancak hayata geçirilerek anlam ve değer kazanır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’de bilgilerine uygun davranmayanlar ağır bir dille eleştirilmiş[700], Hz. Peygamber de, “Faydası olmayan ilimden Allah’a sığını­rım” [701]buyurmuştur.

4. İffet

“İnsanın arzularını, tutkularını aklının ve inancının kontrolünde tutarak, Allah ve insanlar nezdinde kendisini küçük düşürecek davranışlardan sa­kınmasını sağlayan bir erdem” anlamındaki iffet kavramının Kur’ân-ı Kerîm’de, “haya, vakar, kişinin kendi şahsiyet ve onurunu koruması” şeklinde yorumlanabilecek bir konumda kullanıldığı görülmektedir. [702]Diğer bazı âyetlerde ise “insanın, kendisine ait olmayan bir mala el uzat­maması”[703], “edepli ve hayalı olması” [704]anla­mında kullanılmıştır. Hz. Peygamber de iffetli müslümanlardan övgüyle söz etmiştir. [705]

Ahlâk bilginlerine göre, ister mide istekleri olsun ister cinsel istekler ol­sun, her türlü nefsânî arzulara aşırı düşkünlük, insanı bir bakıma hayvan-laştırır. Çünkü hayvanlar gibi bu insan da tutkularını dizginleme erdemini gösterememiştir.

İslâm ahlâk kültüründe insanın nefsânî arzularına esir olma zaafına hevâ denmiş; bu zaaftan korunmanın da ancak akim buyruğuna uymakla mümkün olacağı ifade edilmiştir. Nitekim Ebû Bekir er-Râzî’nin et-Tıbbü’r-rûhânfsi, İmam Mâverdî’nin Edebü’d-dünyâ ue’d-dîn’i gibi birçok ahlâk kitabının ilk konulan akıl-hevâ çatışmasına ayrılmıştır. Özellikle Gazzâlî İh­ya ve Mîzânü’l-amel gibi eserlerinde bu konuya büyük önem vermiştir. Başta Kur’ân-ı Kerîm ve hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda hevâ, “insanın iyi ve kötü konusunda doğru seçim yapmasını ve akla uygun davranmasını önleyen nefsânî arzular” anlamında kullanılır. Kur’ân-ı Ke­rîm’de nefsânî arzularına aşırı düşkün olan, bu yüzden de inanç ve yaşayı­şında haktan ayrılan, isyana ve günahlara saplanan insan “hevâsını tanrısı yapan” [706]şeklinde anılmaktadır. Hz. Pey­gamber de, “En kötü kul, heuâsına kul olup da dalâlete düşün kimsedir” [707]buyurmuştur. İşte iffet erdemi, insanı böylesine teh­likeli olan tutkulardan koruyup kollayan ve ona hayvanî eğilimleri, tutkuları karşısında bağımsızlık kazandıran ahlâkî bir donanımdır. Nitekim, başta Gazzâlî olmak üzere müslüman ahlâk bilginleri ve mutasavvıflar, bu tutku­lardan kurtulmayı gerçek özgürlük saymışlar; insanın kendini manen geliş­tirme işlevine bu noktadan başlamasını gerekli görmüşlerdir.

5. Doğruluk Ve Dürüstlük

İslâmî kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük çok çeşitli kelimelerle ifade edil­mekte olup bunların başında sıdk ve istikamet kavramları gelir. “İnsanın, söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması” şeklinde tanımlanabilecek olan sıdk erdemi genellikle yalanın zıddı olarak kullanılır. İstikamet de, “Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma” demektir. Doğruluk ve dürüstlük erdemine sa­hip olan kişiye sıddık denir.

İnsanlığın genel ahlâk anlayışında olduğu gibi İslâm ahlâkında da doğ­ruluk ve dürüstlük, insan onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçil­mez şartlarından biri olarak telakki edilmiş ve insanın kendi kişiliğine karşı en önemli ödevleri arasında gösterilmiştir. Hz. Peygamber, kendisinden gü­zel bir nasihat isteyen kişiye, “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol” [708]buyurmuştur. Kur’ân-i Kerîm, bu şekilde iman edip doğru olanların üzerlerine meleklerin ineceğini ve onlara âhiretle ilgili müj­deler vereceğini ifade eder. [709]Kant ahlâkının temelini oluştur­duğu kabul edilen “kategorik imperatif” (şartsız buyruk), “Sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol!” şeklinde daha önce Kur’an’da yer almıştır. [710]

Doğruluk ve dürüstlüğün böylesine önemli olması, kişinin kendi şahsına karşı tutumundan başlamak üzere, ilişkili bulunduğu bütün kişilere ve çev­relere karşı her türlü tutum ve davranışlarını ilgilendiren, ticarî faaliyetlerden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında ve bütün mesleklerde a-ranan bir erdem olmasından ileri gelir. İslâm ahlâk literatüründe konuşma­da, niyet ve iradede, karar vermede ve kararında durmada, (riyanın zıddı olarak) amelde, dinî ve manevî hallerde dürüstlük gibi doğruluk ve dürüstlü­ğün çeşitli şekilleri üzerinde durulmuştur.

Dürüstlükle uyuşmayan, dolayısıyla kişi onurunu aşındıran kötülükle­rin başında yalan gelir. Kur’an ve hadislere göre yalan bir münafıklık alâ­metidir. [711]İslâm dini prensip olarak insanın ruhsal gelişmesine, toplum düzenine ve barışma zarar veren her türlü kötülüğü yasaklamakla birlikte, gerek âyetlerde gerekse hadislerde yalan konusunda oldukça ağır ifadelerin kullanıldığı görülmektedir. Bunun sebebi, ahlâk kültüründeki veciz ifade­siyle yalanın “bütün kötülüklerin anası” (ümmü’l-habâis) olmasıdır. Bu ne­denle Hz. Peygamber, “Size doğru olmanızı emrederim. Çünkü doğruluk iyi olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek nihayet Allah katında ‘sıddîk’ diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de menederim. Çünkü yalan kötülük işlemeye, kötülük de cehenneme götürür. İnsan ya­lan söyleye söyleye sonunda Allah katında ‘kezzâb’ diye yazılır” [712]buyurmuştur. İşte İslâm ahlâkında doğruluğun bütün iyiliklerin temeli, yalanın ise bütün kötülüklerin anası olması telakkisi, Kur’an ve hadislerde ortaya konan bu anlayıştan kay­naklanmaktadır.

Riya ve dalkavukluk gibi davranışlar da doğruluk ve dürüstlüğe aykırı, Kur’an’ın aziz saydığı [713]müminin onurunu zedeleyen, dolayısıyla kişinin kendisini özenle koruması gereken kötülüklerdir. Çünkü dalkavukların ve riyakârların en büyük sermayeleri yalandır. Onların asılsız veya abartılı, böyle olduğu için de dürüstlükle bağdaşmayan övgüleri hem kendi kişiliklerini lekelemekte hem de övülen kişilerin boş ve temelsiz bir gurura kapılarak kusurlarını görmelerine engel olmaktadır. Bu yüzden Hz. Peygamber, bu kişileri insanların en kötüleri arasında saymış[714]; “Dalkavuklarla karşılaştığınızda yüzlerine toprak savurun!” [715]buyurarak onlara yüz verilmemesini öğütlem iştir.

6. Tevazu

Tevazu, “insanlara karşı alçak gönüllü olma, kibirlenip böbürlenmekten sakınma” anlamına gelen bir ahlâk terimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın iyi kullarından söz eden bir âyette en başta tevazu erdemine işaret edilerek, “Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler” [716]buyurulmuştur. Kur’an ahlâkı ile eğitilmiş olan Hz. Peygamber, bütün müslümanlar karşısında mütevazı olmayı, değişmez bir davranış kuralı olarak özenle korumuş; müslümanların onu “Anam babam sana feda olsun yâ Resûlallah!” diyecek derecede çok sevmelerinde de alçak gönüllülüğünün çok büyük bir rolü olmuştur. Bu sebeple İslâm ahlâk geleneğinde tevazu, bir peygamber sıfatı olarak değer görür.

Bununla birlikte bir müslümanın, başkaları tarafından hor ve hakir dü­şürülecek, izzeti nefsini zedeleyecek şekilde kendisini küçük düşürmesi de İslâm ahlakıyla bağdaşmaz. Zira Kur’an’da Allah ve Resulü ile birlikte müminin kişiliği de aziz sayılmıştır. [717]Bu sebeple ahlâk bi­taplarında her müslümanın kendi sosyal seviyesine göre onurunu koruya­cak şekilde davranması gerektiğine dikkat çekilir. Aynca, özellikle müslümanlann müslüman olmayanlar karşısında, haksızlığa ve aşırılığa sapma­dan, onurlu davranması da Kur’an’ın bir buyruğudur. [718]

Ahlâk kitaplarında izzeti nefis duygusunun, tevazu sınırını aşarak gurur ve kibire sapması tehlikesine de önemle işaret edilir. İmam Mâverdî, kibiri bütün kötü huyların en başında ve en tehlikelisi olarak gösterir. Çünkü “ki­bir (insanlar arasında) kin doğurur, toplumsal uyuşma ve kaynaşmayı bal­talar, dostların gönüllerine nefret sokar.” Gazzâlî de İhyada[719], “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişi cennete giremeyecektir” [720]anlamındaki hadisi hatırlattıktan sonra şu görüşlere yer verir:

“Kibir cennetin bütün kapılarını kapatır; zira kibirli insan kendisi için sevip istedi­ğini öteki müslümanlar için isteyemez. Kibirde benlik iddiası bulunduğundan böyle birisi alçak gönüllü olamaz. Oysa alçak gönüllülük takva sahiple­rinin başta gelen erdemidir.”

B) Ailede Ahlâkî Görevler

a) Ailenin Önemi

Diğer canlılardan farklı olarak insanlar tarih boyunca cinsel ihtiyaçlarını, bilinçli ve amaçlı olarak kurdukları aile düzeni ve disiplini içinde karşilayagelmişlerdir. Nisa sûresinin ilk âyetinde de işaret buyurulduğu üzere bu kurumun başta gelen amacı, sağlıklı nesiller yetiştirmek suretiyle in­san soyunun devamına katkıda bulunmaktır. Hz. Peygamber, de bu hususa vurgu yapmıştır. [721]

Gerçi insanlar diğer canlılar gibi evlenmeden de çocuk sahibi olabilirler. Ancak, insan yavrusunun bedensel ve ruhsal gelişiminin, annenin tek başı­na üstesinden gelemeyeceği kadar uzun ve zahmetli bir bakımı gerektirmesi yanında, insanın bir kültür varlığı oluşu da aile kurumunu gerekli kılmıştır. Zira inançlar, değerler, gelenek ve göreneklerle iyi alışkanlıklar öncelikle ve en sağlıklı bir şekilde ailede kazanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de de işaret buyurulduğu gibi[722], aile kurumunun belki de en önemli işlevi sevgi odaklı bir ilişkiler dünyası oluşturmasıdır.

Aile kurumu kıskançlıkları, dolayısıyla çatışmaları önleyerek toplumsal düzenin sağlıklı işleyişine de katkıda bulunur. Aile kurumu ve onun çevre­sinde oluşturulmuş kurallar, kadın-erkek ilişkisine biyolojik tatminlerin ötesinde değer ve anlamlar katar. İslâmiyet’in bir yandan zinayı ağır yaptırım­larla yasaklarken bir yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi de budur.

Erdemli ve mükemmel bir toplum yapısı gerçekleştirmenin en önemli şartı olan hak ve sorumluluk bilinci, toplumun çekirdek birimi olan aile için de vazgeçilmez bir önem taşır. Nitekim Hz. Peygamber, aile bireylerinin

haklarım ihmal etmek pahasına nafile namaz kılmaya, oruç tutmaya vb. ibadetler yapmaya bile izin vermemiştir.[723]

İslâm ahlâkçıları, kural olarak diğer bütün insanların ve müslümanların birbirleriyle ilişkilerinde söz konusu olan hak ve yükümlülüklerden aile bi­reylerinin de birbirlerine karşı sorumlu olduklarını belirtmişler; ayrıca onların kendi aralarında aile kurumuna özgü hak ve sorumluluklarının da bulundu­ğunu ifade etmişlerdir.

b) Eşler Arasında Haklar Ve Görevler

Toplum içinde olduğu gibi aile içinde de haklara riayet edilmesi ve so­rumlulukların yerine getirilmesi için belli bir düzen ve disiplinin kurulması­na, rollerin belli olmasına ihtiyaç vardır. Nisa sûresinin 34. âyetine bakılırsa Kur’ân-ı Kerîm, aile reisliği yetki ve sorumluluğunu, koyduğu genel ahlâk ve adalet ilkeleri çerçevesinde erkeğe vermiştir. Hadislerde de erkeğin bu konumuna işaret eden ve kadının kocasına saygılı olmasını öğütleyen açıklamalar bulunmaktadır.[724] Bununla birlikte, İslâmiyet’in tamamen aile düze­ninin sağlıklı işleyişini temin maksadıyla erkeğe tanımış olduğu aile reisliği işlevi, ona asla kadın üzerinde bir baskı ve zorbalık imkânı vermez; ahlâk ilkeleriyle çelişen, bu nedenle de Kur’an’ın Peygamber’e bile tanımadığı [725]bu imkânı sıradan insanlara tanıması müm­kün değildir. Dolayısıyla kadının kocasına saygısı da cebrî değil, ahlâkî bir saygıdır. Kur’ân-ı Kerim, “Kadınlarla iyi geçininiz” [726]buyurur. Hz. Peygamber de insanların en iyisinin eşlerine karşı iyi davrananlar oldu­ğunu ifade eder. [727]

Kınalızâde’nin İslâm ve Türk ahlâk kültürünün klasiklerinden olan Ah-lâk-ı Alaî adlı eserinde (II, 23) kocanın eşine karşı görevleri özetle şu şekilde sıralanır: “Erkek karısına karşı iyi davranmalı, haklarını gözetmeli; gücü öl­çüsünde güzel ve değerli elbiseler giydirmeli; evin yönetimine onu da ortak etmeli, evin dahilî işlerini ve hizmetçilerin yönetimini ona bırakmak; kadının akrabasına saygı ve ikramda bulunmalıdır. Erkek, karısıyla yetinip üzerine evlenmemelidir; çünkü iki evlilik kıskançlık ve geçimsizlik doğurur”. Kınalızâde çok kadınla evliliğin insan tabiatına aykırılığını şu şekilde ifade eder; “Evde erkek, tende can gibidir; iki tene bir can olmadığı gibi iki kadına da bir erkek yakışmaz”.

Müslüman ahlâkçıların bu yöndeki önerileri İslâm toplumlarının gelene­ğinde hâkim olan çizgiye de uygundur. Nitekim İslâm medeniyeti tarihinin önde gelen uzmanlarından Alman araştırmacı Adam Metz’in el-Hadâratü’l-

İslâmiyye fı’l-karni’r-râbi’ el-hicrî başlıklı değerli çalışmasındaki [728] bir tesbitine göre bütün tarihî bilgiler, İslâm toplumunda ana gövdeyi oluş­turan orta tabakanın bir tek kadınla yetindiğini belgelemektedir. Esasen dö­nemin ileri gelenleri de, halkı, tek kadınla evliliğe teşvik ediyordu. Meselâ Fatımî Halifesi Muiz-Üdînillâh, önde gelen bir toplulukla sohbet ederken, “Kadınlarınıza ilgi gösterin; eşiniz olan bir tek kadınla iktifa edin; çok ka­dınla düşüp kalkmayın. Hayatınızın tadı kaçar, zarar görürsünüz… Bir erke­ğe bir kadın yeter” demiştir. Ünlü şair Ebü’1-Alâ el-Maarrî de şiirlerinde tek kadınla evliliğin yararlarından söz eder. [729]

İslâm hukukunda da çok evlilik dinin bir emri olarak değil, ihtiyaç ha­linde kullanılabilecek bir ruhsat olarak tanıtılmış, kural olarak tek evlilik tavsiye edilmiştir. Çok evlilik için çoğu diyanî nitelikte bir dizi şarttan söz edilmesi de bu gayeye mâruftur.

c) Ana Babanın Çocuklarına Karşı Görevleri

Her yeni doğan çocuk, aile için yeni bir mutluluk ve sevinç vesilesi ol­ması yanında yeni sorumluluklar da getirir. Ebeveynin bu konudaki görev­lerini üç noktada toplamak mümkündür:

  1. Çocuğun maddî ihtiyaçlarının karşılanması. Çocukların beslenme, ba­rınma, giyim kuşam ve sağlık gibi maddî ve bedensel ihtiyaçlarının karşı­lanması ailenin başta gelen görevidir. Hz. Peygamber, kişinin hayır yolunda harcadıkları içinde sevabı en bol olanının, aile bireylerine yaptığı harcamalar olduğunu belirtmiş; başka bir hadisinde de, “İnsanın aile bireylerini sefil bı rakması günah olarak kendisine yeter”[730]buyur­muşlardır.
  2. Çocuğa sevgi ve şefkat gösterilmesi. Peygamber efendimizin gerek kendi çocukları ve torunlarına gerekse diğer çocuklara karşı son derece şef­kat, merhamet ve sevgi hisleri duyması, onları bağrına basıp okşaması, öpmesi, hatalarını bağışlaması, şakalaşması, hatta oyunlarına katılması ile il­gili pek çok hadis rivayet edilmiştir. Onun çocukara olan bu düşkünlüğünü yadırgayan birini,“Allah senin kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yaparım!” [731]diyerek eleştirmiştir.

Modern psikoloji, ebeveynin sevgi ve şefkat gibi manevî ilgisinin en az maddî ilgi kadar önemli olduğunu, bu ilgiden yoksun kalan çocukların uyum problemlerinin bulunduğunu, suç işleme eğilimlerinin daha güçlü olduğunu göstermektedir. Ayrıca, çocuğun anne sütüyle beslenmesi bedensel olduğu kadar ruh sağlığı bakımından da çok yararlı görülmekte ve böylece Kur’ân-ı Kerîm’in, “Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler” [732]an­lamındaki âyetinin önemi daha iyi anlaşılmış bulunmaktadır.

  1. Çocuğun eğitimi. Çocuğun dinî, ahlâkî ve meslekî eğitimi ailenin en zor ve o kadar da önemli görevidir. Hz. Peygamber’in, “Beni rabbim eğitti ve ne de güzel eğitti!” anlamındaki hadisleri eğitimin kutsal boyutu olan bir meslek olduğuna işaret eder. Müslüman ahlâk ve eğitim bilginleri Allah’ın rab (terbiye edici, eğitici) şeklindeki ismini de buna delil gösterirler. Hz. Pey­gamber’in,“Ben ancak bir öğretmen olarak gönderildim” [733]anlamındaki hadisi ise eğitimin bir peygamber mesleği oldu­ğunu gösterir. Eğitimin temel amacı ise çocukların bilgide ve ahlâkta dona­nımlı olmalarını sağlamaktır. “Hiçbir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha değerli bir miras bırakamaz” [734]anlamındaki hadisin açık ifadesi yanında, “İlim talep etmek her müslümana farzdır” [735]mânasındaki hadis de bu hususta ebeveyne sorumluluk yükle­mektedir.

Aile ortamı aynı zamanda bir eğitim ortamı olduğundan çağdaş eğitim­ciler gibi müslüman eğitimci ve ahlâkçılar da aile eğitiminin önemi ve tarzı üzerinde geniş olarak durmuşlardır. Başta Mâverdî’ye ait Edebü’d-dünyâ ve’d-din ve Gazzâlî’ye ait İhyâü ulûmi’d-dîn adlı ölümsüz eserler olmak üzere ahlâk ve eğitim konularındaki sayısız eserde yer alan bu husustaki önerileri şu şekilde özetlemek mümkündür: Büyükler, davranışlarıyla çocuk­lar için iyi örnek olmaya önem vermeli; eğitim sırasında onları büyük yerine koymayıp kendileri onların düzeyine inmeli ve onları anlamaya çalışmalı; oyun oynamalarına fırsat vermeli, eğitici oyunlara yönlendirmeli, onlara daima doğru ve tutarlı bilgiler vermeli; hoşgörü ilkesine özenle riayet etmeli; ancak bunun ölçüsünü iyi ayarlayarak çocukların şımanp arsızlaşmasına yol açmamaya özen göstermelidirler.

d) Çocukların Ana Babalarına Karşı Görevleri

Hem Kur’ân-ı Kerîm’de hem de hadislerde çoğunlukla Allah’a kulluk vecîbesinin hemen ardından ana babaya saygılı olma ve iyi davranmanın bir görev olduğuna dikkat çekilir. [736]Meryem sûresinde Hz. İbrahim ile babası Âzer arasındaki bir di­yalogu aktaran âyetler[737], evlâdın ebeveynine karşı saygısına bir örnek oluşturması bakımından ilgi çekicidir. Burada Hz. İbrahim Âzer’e her sözünün başında

“Babacığım” diye hitap eder; babası müşrik olmasına, son derece kaba ve tehdit edici ifadeler kullanmasına rağmen yine de o saygısını koruyarak,

“Selâm olsun sana! Rabbimden senin için af dileyeceğim” der. Hz. Peygamber de en önemli amelleri, Allah katındaki değerine göre,

“Vak­tinde kılınan namaz, ebeveyne iyilik ve Allah yolunda cihad” [738]şeklinde sıralamıştır. Çok meşhur bir hadiste, “kebâir” (büyük günahlar) diye bilinen başlıca kötülüklerin en büyükleri, “Allah’a ortak koşmak, ebeveyne âsi olmak ve yalan yere şahitlik yapmak” [739]şeklinde ifade edilmiştir.

Ana babaya iyilik edip onları incitmekten kaçınmanın önemine dair pek çok âyet ve hadisin yanında, ahlâk kitaplarında da konuya büyük önem verilmiş; onların, birer insan olarak tabii haklarının yanında; evlâtların onlara karşı yerine getirmeleri gereken birçok görevden söz edilmiş olup bun­ların başlıcalarıni şöyle sıralamak mümkündür: Maddî ve manevî ihtiyaçla­rını karşılamaya, huzurlu bir yaşama ortamı sağlamaya çalışmak, istetme­den vermek, kendilerinden aşın fedakârlıklar beklememek, haklarında şikâ­yetçi olmamak, kusurlarını saklayıp iyiliklerinden söz ederek itibarlarını korumak, uyarılmaları zorunlu olan durumlarda ise uyarıları incitmeden yapmak, hayatta iken ve öldükten sonra haklarında duacı olmak, haram olmayan konularda isteklerini yerine getirmek, hayır ve ibadetlerine yar­dımcı olmak, öldüklerinde vasiyetlerini yerine getirmek ve arkalarından hayır hasenatta bulunmak, hâtıralarını yaşatmak üzere dostlarıyla ve sevdik­leriyle ilişkiyi devam ettirmek, nihayet dinin ve örfün gerekli veya güzel bulduğu diğer hususlarda lâzım geleni yapmak.

e) Akrabalar Arasında Haklar Ve Görevler

Genel olarak müslümanlar ve bilhassa komşular arasında söz konusu olan iyilik ve ikram, yardımlaşma, dayanışma, ziyaretleşme, hoşgörü, iyi ve kötü günleri paylaşma, davete icabet, hasta ziyareti, bayramlaşma, tebrikleşme, taziye gibi sosyal ve ahlâkî görevler akrabalar arasında da geçerli ve ge­reklidir. Ancak bütün bunlar öncelikle akraba ile ilişkileri sürdürmeyi gerektir­diği için gerek hadislerde gerekse ahlâk kitaplarında bu konuya “sıla-i rahim” başlığı altında özel bir önem verilmiştir. Bir kutsi hadiste Allah Teâlâ, kim akrabalık ilişkisini yaşatırsa kendisinin de o kuluna ilgisini sürdüreceğini, fa­kat akrabasını terkedenlerden de ilgisini keseceğini bildirmiştir. [740]Hz. Peygamber de, konuyla ilgili pek çok hadisinden birinde, “Bütün fazi­letlerin en üstünü, senden ziyareti kesen akrabanı ziyaret ederek ilişkiyi yaşatmandır” [741]buyurmuş; ziyaretleşmenin rızkı bollaştıracağını[742]; akrabaya mal yardımında bulun­manın başkalarına yapılan yardımın iki katı sevap kazandıracağını [743]bildirmiş; hatta bir hadiste akrabalık ilişkisini kesenler cennete giremeyecekler arasında gösterilmiştir.

C) Toplumsal Görev Ve Sorumluluklar

İnsanın toplumsal bir varlık olduğu şeklindeki yaygın görüş müslüman bilginlerce de kabul edilmiştir. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de de bu hususun be­nimsendiği görülmektedir. [744]Ayrıca pek çok âyet ve hadiste toplumsal hayatı düzenleyen hükümlerin konulması insanın sosyal bir varlık olduğu kabulünün bir sonucudur. Hz. Peygamberin hayatından da ilham alarak hiç tereddüt etmeden belirtebiliriz ki, İslâmî öğretide ideal insan, kendini toplumdan izole etmiş, dünyaya ve hayata sırtını çevirmiş münzevî insan değil, bir toplum içinde yaşayan, dünya hayatının olumlu ve olumsuz şartlarıyla yüzyüze gelen, hayatla ve dünya ile hesaplaşan; hayatı, dünyayı, toplumu ve devleti Allah’ın iradesine ve insanlığın en yüksek mutluluğuna uygun kılma çabalarına katkıda bulunan, nihayet başkaları için de yaşayabilen ve onlardan gelecek sıkıntılara katlanabilen insandır. Bu sebeple İslâmiyet, yalnız bireysel hayatla ilgili değil, toplum ve devlet düze­niyle ilgili olarak da önemli ilkeler koymuş olup bunlar içinde ahlâkî olanlar geniş bir yer tutar. Aşağıda başlıcalarına işaret edilecek olan bu ilkeler hak­kında gerek Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde, gerekse diğer İslâmî literatürde çok zengin bilgiler bulunmaktadır.

a) Sevgi, Kardeşlik Ve Dostluk

İslâm ahlâk literatüründe muhabbet, meveddet gibi kelimelerle ifade edilen sevgi duygusu, insanın hemcinsleriyle arasındaki ilişki ve kaynaşma­sının en önemli unsuru ve dolayısıyla toplumsal hayatın kurulması ve güç­lendirilmesinin vazgeçilmez şartı olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadisler­de müslümanların kardeş olduğu belirtilerek [745]onlar arasında güçlü bir sevgi bağı kurulması öngörülmüş­tür. Gerçek anlamda ilk müslüman toplumun kurulduğu Medine’de, Mek­ke’den göç edenlere kucak açan Medineli müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar, hicret edip yanlarına gelenleri severler” [746]diye takdir edilir. Bunların muhacirlere yaptıkları yardımlar sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’de, “ensar” (yardım severler) diye anılmaları [747]ve bütün İslâm tarihi boyunca sadece bu isimle ebedîleşmeleri, İslâm ahlâkında sevgi ve onun ürünü olan dayanışmanın önemine işaret eder.

Ünlü müslüman düşünür Fârâbî (ö. 339/950), Fusûlü’l-medenî adlı ah­lâk ve siyaset kitabında bir ülkenin bireylerini ve nesillerini bir araya getirip kaynaştıran en önemli gücün sevgi olduğunu belirtir. Fârâbî’ye göre toplum sevgiyle kaynaşır, adaletle yaşar. Sevgi ya doğal ve kendiliğinden olur (ana babanın evlâdını sevmesi gibi); ya da iradî olur. İradî sevgi, ancak -başta Al­lah’a iman olmak üzere- insanların ortak inançlarda ve (adalet, doğruluk, dürüstlük, cömertlik, edep, haya gibi) faziletlerde birleş m eleriyle mümkündür. Bu suretle birbirini seven ülke insanları, kendilerinkiyle birlikte sevdikleri diğer insanların yarar ve mutluluklarını da düşünürler. Böylece aralarındaki birlik ve kaynaşma daha da artar. Buna karşılık birbirini sevmeyen bireyler, birbirinin yararını ve mutluluğunu da istemezler.

Gazzâlî ise benzer açıklamalar getirerek konuyu derin bir vukufla işledi­ği İhyâ’ın ilgili bölümünde sevginin derecelerini özetle şöyle sıralar: İnsan öncelikle kendisini ve kendi varlığının devamını sağlayan şeyleri, ikinci olarak da kendisine iyilik ve ikramda bulunanları sever. Bu sebeple gerek Kur’an’da gerekse hadislerde sevginin gelişip yaygınlaşması için insanların birbirlerine iyilik ve ikramda bulunmaları emredilmiştir. Sevginin en yüksek derecesi ise, bu tür ben merkezli anlayışı aşarak başkasını, ondaki iyilik, er­dem, güzellik ve yetkinlik gibi üstün nitelikler dolayısıyla sevmektir. Böyle­ce insanda sevgi, maddî olanı sevmekle başlar, manevî olanı sevmekle geli­şir. En yüksek sevgi ise Allah sevgisi ve Allah için sevgidir. İslâm ahlâkında “Allah için sevgi” deyimi aynı zamanda karşılıksız sevgiyi ifade eder. Hz. Peygamberin bu sevgiyi kişinin imanından haz duymasını sağlayan üç önemli meziyet arasında zikretmesi ilgi çekicidir. [748]Başka bir hadiste böyle bir sevgiyle kaynaşmış toplumsal yapı şöyle tanım­lanır:

“Müminler birbirini sevmekte, birbirine şefkat göstermekte ve koru­makta, herhangi bir organı rahatsız olduğunda diğer organları da bu yüzden uykusuzluğa ve hummaya tutulan bir vücut gibidirler.” [749]

Böylece sevgi ve sevginin doğal bir sonucu olan kardeşlik, dostluk gibi kavramlar, sadece bir duygu yapısını değil, insanları olumlu eylemlere yö­nelten bir ahlâk motifini ve toplumsal dayanışma unsurunu da ifade etmektedir. İslâm ahlâkının bu aksiyoner karakterini dile getirmek üzere Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Müslüman müslümanm kardeşidir. Ona ihanet etmez, yalan söylemez, onu sıkıntıda bırakmaz. Her müslümanm di­ğerine namusu, malı ve kant haramdır. Takva işte buradadır (kalptedir). Bir kimsenin müslüman kardeşini hor görmesi kendisine yapacağı kötülük ola­rak yeter!” [750]

“Müslüman müslümanm kardeşidir. Ona haksızlık etmez, onu düşman eline bırakmaz. Kim müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihti­yacını giderir; kim müslüman kardeşini bir sıkıntıdan kurtarırsa Allah da onu bir sıkıntıdan kurtarır; kim müslüman kardeşinin bir kusurunu gizlerse Allah da onun kusurunu gizler (affeder).”[751]

İnsanlar arasında esas olan sevgi ve kardeşlik olduğuna göre haklı ge­rekçeye dayanmadan herhangi bir kimseye karşı düşmanlık duygusu besle­yip düşmanca davranmanın İslâm ahlâkı bakımından asla onaylanamayacağı açıktır. Nitekim Kur’ân-i Kerîm’de, yüce Allah’ın daha önce Araplar a-rasındaki düşmanlıkları kardeşliğe çevirerek aralarında kaynaşmayı gerçek­leştirmesinin onlar için nasıl bir büyük lütuf olduğu anlatılmakta[752]; yapılan iyiliklerin en köklü düşmanlıkları bile sıcak dostluklara çe­vireceği ifade edilmektedir. [753]Ibn Hibbân el-Büstî, toplumsal hayatta düşmanlıkları önlemenin en etkili yolunun sevgi olduğunu söyler. Ona göre başkalarının kendisine düşman olmasını istemeyen kimse için en uygun yol kendisinin de başkasına düşman olmamasıdır. Özellikle kurulmuş bir dostluğu düşmanlığa çevirmek “çok büyük bir suç”tur. “Akıllı insan kö­tülüğe kötülükle karşılık vermez, küfür ve hakareti silâh olarak kullanmaz”. [754]

b) Toplumsal Barış Ve Uzlaşma

İslânıî kaynaklarda toplumsal banş, uzlaşma ve kaynaşmayı ifade eden kavramlar arasında en yaygın kullanılanı ülfet kelimesidir. Özellikle Câhiliye kabileciliği ve asabiyet duygusunun tahribatıyla büyük bir parçalanma ve nefret döneminden sonra İslâm toplumu için barış, uzlaşma ve kaynaş­ma özel bir önem kazanmış; âyet ve hadislerde gerek ülfet ve bundan türe­tilmiş kelimelerle, gerekse aynı veya yakın anlamlarda kullanılan sulh, ıs­lah gibi başka kelimelerle müslümanlar arasında barış ve kardeşliğe dayalı güçlü bağlar kurulması amaçlanmıştır. Câhiliye dönemiyle İslâmî dönemin insan farkına işaret etmesi bakımından son derece ilgi çekici olan bir âyette Hz. Peygamber’e hitaben şöyle buyurulmuştur:

“Yeryüzündeki her şeyi ver­seydin yine de onların kalplerini uzlaştıramazdın; fakat Allah onların arala­rını uzlaşünp kaynaştırdı.” [755]Hz. Peygamber de uzlaşma ve kaynaşma çabası göstermenin müslümanlar için bir görev olduğuna şöyle işaret eder:

“Mümin ülfet eden (uzlaşıp kaynaşan) insandır; ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet kurulamayan insanda hayır yoktur.” [756]

Toplumsal barış ve uzlaşma konusunu büyük bir dirayetle işleyen İmam Mâverdî’nin Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn’deki görüşlerinden de yararlanarak, bu toplumsal görevi gerçekleştirmenin başlıca yollarını şöyle sıralayabiliriz:

  1. Din duygusu.Bu duygu zıtlıkları önleyerek yardımlaşma ve daya­nışmayı sağlar. Nitekim hicretten önce Medineli Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki kin ve düşmanlıklar, bu kabilelerin müslüman olmasıyla ortadan kaldırılmıştır.
  2. Sevgiyle oluşan kardeşlik ve dostluk.Mâverdî’ye göre bu en güçlü ülfet sebebidir. Nitekim Hz. Peygamber, yine hicret sonrasında ilk müslü­man devleti ve toplumu kurarken toplumsal uzlaşma ve kaynaşmayı onla­rın arasında kardeşlikler tesis ederek sağlamıştır.
  3. İyilik ve ikram. İnsanların karşılıklı olarak birbirlerine iyilik ve ikram­da bulunmaları, aralarında gönül bağları kurulmasına ve sonuçta ülfetin gerçekleşmesine ortam ve imkân hazırlar. Nitekim iyilik etmenin bu toplum­sal etkisini Kur’ân-ı Kerîm de ifade etmektedir. [757]
  4. Selamlaşma.Hz. Peygamber Allah’a yemin ederek başladığı bir sö­zünde, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” buyurduktan sonra yanındakilere, aralarında sevgi bağını ancak selâmlaşarak kurabileceklerini bildirmiştir. [758]Selâmın bu önemi sebebiyledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de evlere girerken mutlaka selâm verilmesi[759], selâma daha güzeliyle veya ay­nıyla karşılık verilmesi [760]emredilmiştir.
  5. Tokalaşma.Kaynaklarda genellikle musâfaha kelimesiyle ifade edilen tokalaşma Hz. Peygamber’in sünnetinde de yer alan İslâmî bir muaşeret kuralıdır. Bu kelimenin kökü olan “safh” kelimesinin âyetlerde “hoşgörülü ve affedici olma” anlamlarında geçtiğini dikkate alarak[761], tokalaşmanın da bir kimsenin, elini sıktığı insana karşı hoşgörüsünü, affediciliğini ve sevgisini simgeleyen bir davranış olarak değerlendirmek gerekmektedir. Nitekim dargın olan kimse­lerin el sıkışarak barışmaları birbirlerini affedip yeniden dost olduklarını ifa­de eder. Tokalaşmanın bu yüksek ahlâkî anlamı sebebiyle olmalıdır ki Hz. Peygamber, “Birbiriyle karşılaşan iki müslüman tokalaştığında, daha ora­dan ayrılmadan hataları affedilir” [762]buyurmuştur.
  6. Müdârâ.“İlişkilerin kötüye gitmesini önlemek maksadıyla, huzur­suzluk çıkarıp zarar verecek insanlar karşısında durumu idare edip vaziyeti kurtarma” anlamına gelen ahlâkî bir erdem olan müdârâ, Hz. Peygam­ber’in toplumsal barışı gerçekleştirmek ve bazı zorbalann zararlarını önle­mek üzere başvurduğu bir sünnetidir. Müdârânın çığırından çıkarılarak ri­yakârlık noktasına götürülmesine ise İslâm ahlâkında müdâhene denmiş ve bunun bir rezilet (erdemsizlik) olduğu bildirilmiştir.
  7. Barışma-barıştırma.Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle bir ülke veya belde­deki huzursuzluk ve kargaşa ortamı “ifsad”, barış ve güvenlik ortamı da “ıslah” masdarından kelimelerle ifade edilerek ifsadın kötülüğü, ıslahın da faydası ve gerekliliği vurgulanır. Pek çok âyette iyi işler için yaygın olarak -barış anlamındaki sulh ile aynı kökten- “sâlih” ve “sâlihât”, iyi müslümanlar için “sâlihîn” ve “sâlihûn” kelimelerinin kullanılması da iyilikle banş, iyi müslüman olmakla barışçı olmak arasındaki ilişkiye işaret etmesi bakı­mından önemlidir. Yine Kur’an’da ilke olarak “Barış daha hayırlıdır” [763]buyurulur ve aralarında çatışma çıkanların barıştırılması emredilir. [764]Hz. Peygamber müslümanların uzun süre dargın durmalarını yasaklamış, dargınları barıştırmayı “sadaka” diye değerlendirmiştir. [765]

c) İnsan Haklarına Saygı

“Temel insan hakları” diye anılan ve çağımızda büyük bir önem verildiği görülen hakların, zamanımızın bir keşfıymiş gibi ortaya konması kesinlikle yanlış ve yanıltıcıdır. Esasen bütün ilâhî dinler, bir kısmı bu eserde yeri gel­dikçe ele alınan, birkaçına da aşağıda değinilecek olan bu hakların önemini ifade etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, hadislerde ve diğer İslâmî kaynaklarda hak kavramı, “doğru, gerçek, görev, sorumluluk, borç” gibi öteki anlamları yanında “ko­runması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddî ve manevî imkân, değer, pay, eşya ve menfaatler” için de kullanılmıştır. Zenginin ma­lında yoksulun hakkı bulunduğunu bildiren âyetlerle [766]akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını vermeyi emreden âyetler [767]insanların geçimlerinin teminat altına alınma­sını öngörür. Hadislerde de benzer ifadeler yanında “fakirin hakkı, isteyenin hakkı, din kardeşliği hakkı, arkadaşlık hakkı, dostluk hakkı, müslümanın müslüman üzerindeki hakkı, akraba hakkı, komşuluk hakkı, kocanın hakkı, zevcenin hakkı, misafir hakkı, yolculuk hakkı” gibi ifadeler ile [768] hayvan haklarına ilişkin açıklamalar (meselâ bk. Müslim, “Libâs”, 107; “Birr”, 61; “Sayd”, 59; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 51; Tirmizî, “Kıyamet”, 2; Nesâî, “Dahâyâ”, 42), hak kavramının kapsam genişliğini ve önemini ortaya koyması bakımından önemlidir. İnsanın üzerindeki bazı hakları sıraladıktan sonra bütün vakti ibadetle geçirerek bu hakları ihmal etmenin yanlış olacağına dikkat çeken bir hadisin sonunda geçen, “Her hak sahibine hakkını ver” [769]buyruğu, herkese haklara riayet etme yükümlülüğü getirdiği gibi, “Hak sa­hibinin konuşma yetkisi vardır” [770]anlamındaki hadis de hak sahibine hakkını kullanma, koruma ve is­teme yetkisi tanımaktadır.

Yine hadislerde geçen “Allah’ın hakkı, kullların hakkı” gibi ifadeler za­manla İslâmî kaynaklarda bütün hakların “Allah haklan” (hukükullah) ve “kul hakları” (hukuku ibâd) veya “insan hakları” (hukuku âdemiyyîn) şek­linde iki ana bölümde ele alınmasına yol açmış; bazan bunlara her iki hak alanını da ilgilendiren üçüncü bir haklar grubu eklenmiştir. [771]Meselâ ilk mutasavvıflardan Haris el

Muhâsibî’nin er-Riâye li-hukükıllâh adlı kitabında takva, vera’, tevekkül, ihlâs, riya, kibir gibi konular ele alınmak suretiyle iman ve ibadetle birlikte ahlâkî erdemlerle bezenip kötülüklerden arınmanın da Allah’ın kulları

üze­rindeki hakkı olduğu ortaya konmuştur.

Kul hakları veya insan hakları kavramı ise başkalarına ait olup doku­nulmaz kabul edilmesi gereken maddî veya manevî imkân ve menfaatler ile müslümanların başkaları lehine yerine getirmeleri gerekli olan görevleri ifa­de eder. İnsanların toplum halinde yaşamaları, birbirleri karşısında duruma göre sayılamayacak kadar haklar ve sorumluluklar doğurur. Bu eserde söz konusu haklardan yeri geldikçe bahsedilmiş olup burada sadece birkaçı üzerinde durmak yeterli olacaktır.

  1. Yaşama hakkı.Kuşkusuz insan haklannın en başında yaşama hakkı gelir. Kur’ân-i Kerîm, savaş veya meşru müdafaa gibi zorunlu durumlar dı­şında, kasıtlı olarak insan hayatına kıymanın ne kadar büyük bir suç oldu­ğunu şöyle dile getirmektedir:

“Bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgun­culuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (yani hak etmediği halde) bir cana kı­yan kimse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir” [772]Aynı âye­tin devamında “Birine hayat ueren kimse de bütün insanlara hayat vermiş gi­bidir” buyurularak, bir kimsenin hayatını bağışlamak, öldürülmesine engel olmak veya herhangi bir şekilde onu ölümden kurtarmak suretiyle hayatınıdevam ettirmesine sebep olmanın da bütün insanlara hayat vermek kadar değerli bir davranış olduğu bildirilmiştir.

Başka dinden olmakla beraber müslümanlarla savaş halinde bulunma­yan diğer toplumlara mensup insanların hayatları da ilke olarak dokunul­mazdır. [773]Savaş halinde bile fiilen savaşa katılmayan kadınlara, çocuklara, din adamlarına, fiilen savaşa katılmayıp işiyle gücüyle meşgul olanlara, hatta savaş meydanından kaçanlara ve yaralılara dokunulmayacağı hükmü getirilmiştir. [774]Aynı nedenle İslâmiyet’in, insanın bizzat kendi hayat hakkı­na da saygı göstermesini öngördüğü ve bu sebeple intihan kesinlikle ya­sakladığı daha önce ifade edilmişti.

  1. Kişilerin şahsiyet ve onurlarının korunması.Bu da temel bir hak olup İslâm dini müslümanlara birbirlerinin ırz, namus, şeref ve haysiyetlerine saygılı olmayı emretmiştir. İslâm ahlâkında insanlarla alay etmek, küfür ve hakaret, gıybet, haset, iftira, işkence, baskı gibi onur ve haysiyet kinci tu­tum ve davranışların yasak olduğunu gösteren pek çok âyet ve hadis bu­lunmakta olup bütün bu hükümlerle kişilerin şahsiyet ve onurlarının ko­runması amaçlanmıştır.
  2. Özel hayatın gizliliği.İnsanların birbirleri hakkında kötü zan besle­melerini ve birbirlerinin gizli durumlarını araştırmalarını yasaklayan [775]; aynı şekilde evlere izin alıp selâm vererek girmeyi emreden âyetler [776]ve hadisler[777], insanların mahremiyetine saygı göstermenin bir görev olduğuna delâlet eder. Konuşmalarında genellikle son derece nazik bir dil kullanan, kırıcı olmamaya özen gösteren Hz. Peygamber, insanları arkalarından çe­kiştiren ve özel hayatlarını deşifre etmeye çalışanları ağır bir dille eleştirerek Allah’ın kıyamet gününde bunları rezil edeceği uyarısında bulunmuştur. [778]
  3. Din ve vicdan hürriyeti.İman, içten benimseme ve gönüllü inanma meselesidir. Bu şekilde inanmamış olan bedevilerin “İman ettik” demelerini yersiz bulan Kur’an, onlara, “Henüz iman kalbinize girmemiştir” [779]diye cevap verilmesini ister. Şu halde iman bir gönül meselesi olup asla baskı konusu olamaz. Nitekim İslâm’ın ortaya çıkışı gerçek anlamda bir vicdan hürriyeti mücadelesi şeklinde olmuştur. Kuşkusuz İslâm, insanları imana davet etmekle birlikte, bundan da önemlisi vicdanlar üzerine baskı ya­pılmasını şiddetle eleştiriyordu. Kur’ân-i Kerîm’in müşrik Araplarla Ehl-i ki­taba yönelttiği eleştirilerin temelinde büyük ölçüde bu kesimlerin müslümanlar karşısında takındıkları zorba, baskıcı ve inatçı tavır vardı. İnsanlar üzerinde terör estirerek onların dinlerini özgürce seçmelerine engel olanlara karşı yüzlerce âyette çok sert bir üslûp kullanıldığı görülmektedir. [780]Müslüman­lık karşısındaki baskıları anlatan âyetlerin birinde, zorbaların insanlara, “Bu Kur’an’ı dinlemeyin; okunuşu sırasında gürültü çıkarın; böylece belki ona ga­lip gelirsiniz (kuru gürültüyle Kur’an’ın sesini boğarsınız)” [781]di­ye talimat verdikleri; Kur’an âyetlerini okuyanların üzerlerine saldırmaya kalkıştıkları [782]bildirilmektedir. Nitekim gittikçe ağırlaşan bu bas­kılar karşısında müslümanlar önce iki defa Habeşistan’a sonra da Medine’ye göç etmek zorunda kalmışlardı. Kur’ân-i Kerîm, eski kavimlerin dinî hayatları hakkında bilgi verirken güçsüz insanların vicdanları üzerinde baskı uygulayıp gerçeği kabul etmelerine engel olan zorbalardan söz ederek, baskıya uğra­yanların âhîrette bunlara, “Siz olmasaydınız biz kesinlikle iman edecektik” [783]diyeceklerini bildirir.

Bu suretle Kur’ân-ı Kerîm, müslüman olmayan kesimlerin dinî ve vic­danî kanaatler üzerinde baskı kurmalarını eleştirirken, müslümanlara da aynı konuda yükümlülükler getirmiştir. Bunların en kesin olanı, “Dinde zor­lama yoktur” [784]şeklindeki açık ve kesin hükümdür. Birçok âyette Hz. Peygamber’in bile dinî görevinin tebliğden ibaret bulunduğu, onun yalnızca “müjdeleyici ve uyarıcı” olduğu, insanlar üzerinde baskı kurup zor kullanma yetkisinin bulunmadığı açıklıkla ifade edilmiştir. [785]Onun bir zorba değil, sadece uyarıcı olduğu belirtilirken[786], bu uyarma ve hatırlatmanın yani davetin yöntemi ise şöyle belirlenmiştir:

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla mücadeleni en güzel bir yolla yap. Senin rabbin, kendi yolun­dan sapanı çok iyi bilmektedir; yine O, doğru yolda olanı da çok iyi bilmek­tedir.” [787]Esasen insanların vicdanları üzerinde baskı kurup zorbalık yapmanın, İslâm ahlâkının karakterini ifade ettiğini daha önce or­taya konulan hilim erdemiyle de uzlaştırılması mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm’deki,

“Bir topluluğa duyduğunuz kızgınlık sizi adaletsizlik yapmaya itmesin” [788]şeklindeki genel uyarının, dinî ve vicdanî kanaatler üzerinde baskı kurma yasağını da kapsadığında kuşku yoktur.

Temel insan hakları olarak yukarıda sunulanların dışında İslâm dini vatandaşlık, sığınma, ikamet, seyahat ve güvenlikle ilgili haklar; öğrenme, bilgi edinme, haber alma, düşünce ve ifade hürriyeti, seçme ve seçilme, örgütlenme, kanun karşısında eşitlik gibi sosyal ve siyasî haklar; mülk edinme, çalışma, tasarruf ve harcama gibi ekonomik haklar konusunda da düzenle­meler getirmiş olup bunlara bu çalışmanın diğer ilgili bölümlerinde değinil­miştir.

D) İş ve Ticaretle İlgili Görev Ve Sorumluluklar

a) Çalışma, Üretim Ve Kazanmanın Önemi

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın geceyi istirahat, gündüzü de geçim temini için yarattığı[789], kural olarak insan için çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu olmadığı [790]belirtilmiştir. A’râf sûresinde [791]dünya nimetleri için “Allah’ın ziyneti” ve “güzel rızıklar” denilmiş; Cum’a sûresinde de [792]müslümanlara, yeryüzüne da­ğılarak bu güzel rızıklardan kazanıp yararlanmaları öğütlenmiştir.

“Hiçbir kimse elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir” [793]buyuran İslâm Peygamber’i, dağdan odun toplama ol­sa bile, bir iş tutmanın başkalarına el avuç açmaktan daha iyi olduğunu söylemiştir. [794]Bu kısa bilgilerden de anlaşılacağı üzere ister üretim, ister ticaret yoluyla olsun, İslâm’da ferdî kazanma teşebbüsleri meşrudur. Özel kabiliyetlerin toplumun gelişmesine ve refahına yararlı kı­lınması için gerekli ortam ve şartları hazırlamak yerine, bu kabiliyetlerin icat etme, üretme ve kâr etme eğilimlerinin köreltilmesi, sünnetullahın bir sonu­cu olan bireysel ve toplumsal fıtrat ve tabiata aykırı düşer. İslâm, kendi sis­temi içinde ferdî kabiliyetleri toplumun refahına ve gelişmesine yararlı kıl­mak için gerekli önlemleri almıştır. Hukukî ve toplumsal yaptırımlarla bir­likte İslâm’ın asıl tedbiri, erdemlerle donanmış insandır, Bu insanın ayırıcı özelliği ise Allah’a saygı ve insanlara sevgisidir. İslâm’ın asıl meselesinin, belli bir hukukî ve iktisadî sistem kurmadan önce, erdemli insan yetiştirmek olduğunun açık delili, Mekke’de inen âyetlerle Medine’de inen âyetlerin içe­riğidir. Mekkî âyetler, büyük çapta iman ve ahlâka, yani manevî ve ruhsal gelişmeye ağırlık verirken, Medenî âyetlerde hukukî, iktisadî, siyasî vb. sosyal konular yoğundur.

Çalışma, üretim ve kazanmanın önemiyle ilgili olarak ahlâk kitaplarında yer alan bilgiler içinde Mâverdî’nin görüş ve tahlillerinin çok büyük bir de­ğer taşıdığı görülmektedir. Mâverdî insanların gelecekle ilgili ekonomik dü­şünce ve projelerini “geniş emel” şeklinde adlandırarak bunun daha iyi bir gelecek, daha gelişmiş bir ülke ve toplum projesi olduğunu belirtir. Mâverdî’ye göre insanların daha çok çalışıp daha çok kazanma arzusu taşımaları, Allah’ın insanlık için bir lutfudur. “Eğer insanlar gelecek kaygısı ve projesi taşımadan günlük ihtiyaçlarıyla yetinseler ve daha fazlasına karşı bir istek duymasalardı dünya harap olurdu.” Ülkelerin daha çok gelişmesi ve mâmur hale gelmesi, bireylerin içindeki kazanma arzusuna bağlıdır. “Bu sa­yede her nesil bir sonraki nesle, bir önceki nesilden aldığından daha geliş­miş ve bakımlı bir ülke bırakır. Böylece zaman geçtikçe ülke daha düzenli, daha huzurlu bir hale gelir”. Bu sebeple Hz. Peygamber,

“Emel, ümmetime Allah’ın bir rahmetidir” buyurmuşlardır. Fakat emel ile hayal arasında fark vardır. Emel sebeplere sarılmak, hayal ise boş kuruntularla avunmaktır. [795]

Mâverdî, bolluk ve refahın artmasıyla toplum barışı arasındaki ilişkiyi irdelerken de dengeli bir gelir dağılımıyla refahın yaygınlaştırılmasının in­sanları rahatlatacağını, böylece ülke imkânlarından, zenginlerle birlikte fa­kirlerin de pay alacağını; bunun da yokluktan kaynaklanan kıskançlık ve düşmanlıkları ortadan kaldırarak bireyler ve kesimler arasında kaynaşmayı arttıracağını ifade eder. Aynı âlime göre geçim bolluğu insanları cömert, tok gözlü ve güvenilir yapar. Refah ve bolluğun faydaları bütün topluma sirayet ettiği gibi, yokluk ve kıtlığın zarar ve tahribatı da bütün topluma zarar verir. Refahın yaygınlaşması iki şeyle sağlanır: İş alanlarının çokluğu, ihtiyaç maddelerinin bolluğu. [796]

Bu açıklamalardan sonra kazanma ve üretim ile ilgili görevler şöylece toparlanabilir:

b) Üretim Ve Kazanma İle İlgili Görevler

İslâm’da her hak ve imkân, bir sorumluluk ve görevin karşılığıdır. Hz. Peygamber bunu, verdiği şümullü örneklerle şöyle ifade etmiştir:

“Âhirette insan, hayatını nerede tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerede harcadığından, ne gibi işler yaptığından, bedenini nasıl yıprattığın­dan oe bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe Allah’ın divanından ayrılamaz.” [797]

İslâm ahlâkçıları, insana tanınan hak ve imkânlar karşısında terettüp e-den görevleri yerine getirmeyi çoğunlukla “şükür” terimi ile ifade ederler. Buna göre servetin şükrü, şu iki kategorideki görevlere riayet etmek sure­tiyle yerine getirilir:

  1. Kazanma faaliyetleri sırasında hâlis bir niyet taşımak. Bu, şahsî ve a-ilevî ihtiyaçları karşılama ve genel olarak insanların refahlarına, maddî-mânevî gelişmelerine katkıda bulunma, nihayet Allah’ın rızâsını kazanmaniyetidir. Şu halde erdemli müslüman, iktisadî faaliyetlerini genel dinî yapı­nın bütünüyle dışında düşünmez. O, kendi imanının ve vicdanının buyruğundaki irade ile kendisini Allah’a ve O’nun kullarına hizmete sunan; ka­rarlarını ve isteklerini bizzat kendi iradesi ile sınırlayabilen bir “şahsiyet” olmayı başarmıştır. İslâm’da, bir kısmına burada işaret edilen iktisadî ha­yatla ilgili kısıtlamalarının hukukî olmaktan çok ahlâkî olmasının sebebi de budur.
  2. Meslekî bilgi ve ehliyet. İslâm ahlâkçıları, her müslümanm meşgul olduğu iş ve ticaret alanıyla ilgili iktisadî bilgileri; ayrıca, haramdan korun­mak ve helâl kazanç sağlamak için gerekli dinî ve ahlâkî bilgileri öğrenme­sinin lüzumunu belirtmişlerdir. Meslekî bilgi ve ehliyetin önemi günümüzde her zamankinden daha çok önem kazanmıştır. Bilgili ve ehliyetli iş ve mes­lek erbabı, bir toplumun değerli ekonomik potansiyeli kabul edilmektedir. Hayatın başka alanlarında olduğu gibi iktisadî alanda da eksik, çürük, kali­tesiz mal üretimi gibi bilgisizlik ve ehliyetsizlikten doğan her türlü ekonomik kayıplar hem fertlere hem de topluma zarar vermektedir. Müslümanı, “diğer müslümanların, elinden ve dilinden zarar görmediği kimse” şeklinde tarif eden ve “insanın, kendisine yapılmasını istediği şeyi, kendi de başkasına yapmadıkça mümin sayılamayacağı”nı belirten İslâm ahlâkı için meslekî bilgi ve ehliyetin önemi açıktır.
  3. Allah’ın haram kıldığı şeylerin üretim ve ticareti ile meşgul olmamak. Bu eserin ilgili bölümlerinde görüldüğü üzere kumar, hırsızlık, dolandırıcılık, zimmet, faizcilik, tefecilik, spekülasyon (ihtikâr), rüşvetçilik ve kaçakçılık gibi toplum zararına olan ve insanlık şerefi ile bağdaşmayan yollardan ka­zanç sağlamayı yasaklayan, bu tür kazanç yollarına tevessül etmenin, müslümanın temiz ve yüksek şahsiyeti, üstün hizmet anlayışıyla bağdaşmadığına işaret eden yüzlerce âyet ve hadis bulunmakta; ayrıca ahlâk ve fıkıh literatüründe de bu tür kazanç yollarının kesinlikle reddedildiği görülmekte­dir.
  4. İşçinin haklarını gözetmek. İnsan haklarıyla ilgili konular vesilesiyle gördüğümüz temel İslâmî zihniyette hak ve adaleti bütün insan ilişkilerininilkesi olarak görür. İşverenin işçiye, İslâm’ın ölçüleri içerisinde, zamanın ve örfün icaplarına göre mâkul bir ücreti zamanında ödemesi ve diğer maddî ve manevî haklarına riayet etmesi de esasen bu çerçevede düşünülmelidir. Ay­rıca doğrudan bu konuya dair özel açıklamalar da bulunmaktadır. Bir hadîs-i kudsîde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Üç zümre vardır ki, kıyamet gününde onlarla hesaplaşacağım! Beni şa­hit tutarak söz verdikten sonra sözünde durmayanlar, hür insanı satarak bedelini yiyenler ue işçi çalıştırıp ondan yararlandığı halde ücretini verme­yenler” [798]Hz. Peygamber de işçinin ücretinin teri kuru­madan (zamanında) ödenmesini emreder. [799]

Köleliğin carî olduğu bir dönemde, “Köleleriniz sizin ancak kardeşleriniz-dir. Allah onları sizin elinize emanet etmiştir. Bu sebeple onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin…” [800]diyen bir dinin işçilere haksızlık yapılmasına izin vermesi kesinlikle düşünülemez.

Esasen İslâmiyet, getirmiş olduğu manevî ve ahlâkî ilkelerle iş verende­ki ihtirasları dizginlemek, ona şefkat duygusu kazandırmak suretiyle talep­lerini sıradan insanın taleplerine doğru çekerken, ona işçisine yaşanabilir bir hayat ortamı ve şartlan hazırlama iradesini de kazandırır.

  1. İş verenin haklarını gözetmek. Kur’ân-ı Kerîm, müslümanların usul­süz yollarla birbirlerinin haklarını yemelerini prensip olarak yasaklamıştır. Bu sebeple işçi, iş sahibinden kendi haklarına beklediği saygıyı, aynı şekilde kendisi de göstermeli; iş veren gibi o da bu konuda hakkaniyet esaslarına uygun olarak ve karşılıklı rızâ ile düzenlenmiş sözleşme esaslarına ve şart­larına uymalıdır. Hz. Peygamber,“Müslümanlar, kabul ettikleri şartlara uy­mak zorundadırlar”[801] buyurmuş ve sözleşme yapıldığı hal­de buna uymamayı “münafıklık alâmeti” olarak nitelemiştir. [802]

Şüphesiz işçinin, taahhütlerine uyarak işini belirtildiği şekilde yapması, yalnız kendi ahlâkî şahsiyetine ve iş verene karşı bir görevi değil, aynı za­manda topluma karşı da bir borcudur, çünkü üretimin artması ve genel refah düzeyinin yükselmesi, işçi-işveren çevresinin zihnî ve bedenî gayretlerine bağlıdır. Milyonlarca insanın işlerini angarya kabul ettiği bir toplumda eko­nominin çökmesi ve insanların sefalete sürüklenmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.

“… Senin iş verdiğin kimselerin en iyisi, güçlü ve emniyetli olanıdır” [803]mealindeki âyet, dolaylı olarak işçinin işi ile ilgili aslî görevle­rini de belirtmektedir. Buna göre işçinin iki aslî görevi vardır:

  1. Fizik gücünü kullanmak yani kurallara göre yapması gereken işi sav­saklamadan ve emeğini esirgemeden yapmak.
  2. Emniyetli olmak yani iş vereni ve oradaki araç-gereçleri birer emanet kabul ederek esirgemek, zarar vermemek, tahrip etmemek, buna izin ver­memek.

c) Harcama Ve Tüketimle İlgili Görevler

Her ekonomik sistem gibi İslâmiyet de mal sahibinin, kendi malını yö­netmek ve kullanmak hususunda bazı hukukî ve ahlâkî kayıtlar getirmiş olup bunların başlıcaları şöylece sıralanabilir:

  1. Toplumun zararına tüketim ve harcamalarda bulunmamak. İslâmiyet kardeşlik dinidir ve fertlerin, genel olarak kendilerine yapılmasını isteme­dikleri işleri, kendilerinin de başkaları aleyhine yapmamalarını emreder.

İslâmiyet, o günkü hayat şartları içinde toplumun zararına olan harca­maların belli başlılarını belirleyerek bunları özellikle yasaklamış olup içki, kumar, fuhuş, rüşvet bunlardan bazılarıdır.

  1. Lüks ve ihtişam için harcama yapmamak. İktisatçılar tüketim mad­delerini zorunlu maddeler, rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler ve lüks sayılan maddeler şeklinde üç kısımda değerlendirirler. Zorunlu maddelerden maksat, insanın hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan maddelerdir ki, be­sin maddeleri, giyim eşyası ve mesken bunların belli başlılarıdır. Rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler, tüketiciyi maddî ve psikolojik yönden rahatlat­mak suretiyle zamanını ve verimliliğini daha iyi değerlendirmesine yarayan maddeler olarak tarif edilmektedir.

Lüks maddelere gelince bunlar, bir tanıma göre, tüketimi -kişinin verim­liliğini arttırmak şöyle dursun- farklı ölçülerde düşüren maddelerdir. İslâm ahlâkı açısından bunlar, ihtiyaç giderme, rahatlık ve kolaylık sağlama niyet ve düşüncesinden ziyade nefsânî tatmin, gurur, kibir, övünme ve başkala­rından üstün olma arzusu gibi bencil duyguların ve ihtirasların körüklediği tüketim ve harcamalara konu olan maddelerdir.

İktisatçıların tüketim maddelerini bu şekilde üçlü ayırımı, İsîâmî literatür­de değer ve yararların zarurî, hâcî ve tahsînî şeklinde üçe ayrılmasını hatır­latmaktadır. Zarûriyyâtı oluşturan din, akıl, can, mal ve nesil (ırz) dinî hükümlerin ana gayesini, fert ve toplumların varlıklarım koruyabilmesi için ka­çınılmaz olan değerleri temsil eder. Hâciyyât insanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları şeyler demektir. Tahsîniyyât veya kemâliyyât ise, üstün ahlâka, güzel âdetlere ve olgun insan olmanın gereklerine uygun düşen her türlü durum ve davranışı içine alır. Yukarıda sözü edilen üçlü ayırımdaki, “rahatlık ve kolaylık sağla­yıcı maddeler” İslâm bilginlerinin adlandırmasıyla hâciyyât ve tahsîniyyât gruplarında yer alan harcamalardır. Dinde lüks ve israf haram kılındığı için, bu tür harcamalar İslâm bilginlerinin bu gruplandırmasmda yer almaz.

Harcama ve tüketimin önceliği sırasında zorunlu maddeler başta yer alır. İslâm dini “nefsin devamı” için gerekli olan imkânlardan yeteri kadar fay­dalanmayı tabii ve zorunlu görür. Ayet ve hadislerden daha önce verilen örnekler göstermiştir ki, İslâm’da zühd, kişinin kendisini ve ailesini aç, açık ve sefil bırakması pahasına dünyaya sırt çevirmek anlamına gelmez.

Rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler için harcamalar yapmak da di­nimizde uygun görülmüş ve teşvik edilmiştir. Bizzat Hz. Peygamber’in de hizmetçileri ve binek hayvanları vardı. Temiz ve yeni elbise giyer, güzel ko­ku sürünürdü. Huzuruna pejmürde kıyafetle gelen varlıklı birini, “Allah sa­na mal verdiyse, O’nun nimet ve ikramı eseri üzerinde görülmelidir!” [804]diyerek ikaz etmiştir.

Lüks maddelerinin tüketimine gelince, bu yöndeki harcamaların dini­mizde tasvip edilmediği, kınanıp yasaklandığı açıktır. Çünkü, bu tür mad­delere düşkünlük, Kur’ân-ı Kerîmin tabiri ile insanların kalplerini katılaştır­makta; yani onları Allah’a saygı ve itaatten, insanlara sevgi ve şefkatten uzaklaştırmakta; bencil, muhteris, gururlu ve kibirli yapmaktadır. Lüks mad­de tüketimi, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmış olan “Allah’ın mülkü”nü, gayesinin dışında kullanmak demektir. Bu tür gereksiz harca­malar, kaynakların, topluma faydalı olmayan malların üretiminde kullanıl­masına yol açmakta ve ekonominin sosyal verimini düşürmektedir. Diğer yönden lüks maddelerin tüketimi imkânı kıt olanların vicdanlarını rahatsız etmekte, öfke ve kıskançlık doğurmakta ve böylece sosyal huzursuzluklara yol açmaktadır.

  1. İsraf etmemek. Dinen haram kılınan maddeler ile lüks sayılanların tüketimi israf olduğu gibi helâl kabul edilen maddelerin günün icaplarına göre ihtiyaçtan fazla tüketimi de haramdır.

Yiyiniz, içiniz; israf da etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez.” [805]

İslâmî telakkiye göre servet, bir nimet ve imkân olduğu kadar, bir yük­tür de. Zira Kur’ân-ı Kerîm servetin bir “fitne” yani imtihan vasıtası olduğu­nu bildirmiştir. Hz. Peygamber’in deyimi ile “malı zayi etmek” yani yerinde kullanmayarak saçıp savurmak, kişiyi ağır bir vebal altına sokar. Esasen, ge­nel olarak tutumluluk ve itidal, İslâm’ın ibadetlerde bile öğütlediği temel bir il­kesidir. Bu yüzden İslâm ahlâkı “Abdest alırken suyu gereğinden fazla kul­lanmayınız; sofranız sade olsun; tika-basa doymadan kaşığı bırakınız; altın, ipek gibi pahalı eşya kullanmayınız; giyiminiz temiz ve sade olsun; eviniz ve ev eşyanız lükse kaçmasın; genel olarak harcamalarınızda ne eli sıkı olunuz, ne de saçıp savurunuz” şeklinde, ilk bakışta basit gibi görünen bazı tâlimleri ile insanları hayatın her alanında tutumlu olmaya, bütün iktisadî kaynaklan en yararlı ve rasyonel bir şekilde kullanmaya teşvik etmiştir.

  1. İnfak ve cömertlik yapmak. Cömertlik, İslâm ahlâkının en çok önem verdiği faziletlerden biridir. Çünkü cömertlik, başkalarına yardım arzusunun insanda karakter halini alması demektir; ahlâkın ve insaniyetin, yardım et­meyi gerekli kıldığı her durumda kişiyi gönül rahatlığı içinde bu hayrı yap­maya sevkeden bir haslettir.

Buna karşılık cimrilik, İslâm ahlâkçıları tarafından ahlâkî ve psikolojik bir hastalık kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, cömert olanla cimri olanın psi­kolojik hallerini şöyle tasvir etmiştir: Mal hırsı, demir zırh gibidir. Cömert in­sanda yardım arzusu mal hırsına galip gelir; cömertlik yaptıkça üzerindeki sıkıcı zırh gevşer; yani mal hırsının verdiği gönül rahatsızlığından kurtulur, ferahlar; aynı zamanda, başkalarının ıstıraplarını hafifletmiş olacağından dolayı vicdan huzuru duyar. Buna karşılık, cimri insandaki mal hırsı, kendi­sini gittikçe daralan bir zırh gibi huzursuz eder; insanların ıstıraplarını gör­mekten dolayı ruhen rahatsız olmasına rağmen, cimrilik yüzünden, vicda­nını rahatlatacak müsbet faaliyetler gösteremez; böylece cimrilik huyu ken­disini tam bir baskı altına alır. [806]Bu sebeple Resûlullah cimrilik duygusundan Allah’a sığınmıştır. [807]Yine o, cim­rilik konusunda müslümanlan uyararak, geçmişte bazı kavimlerin cimrilik yüzünden birbirlerinin mallarına saldırmak, kanlarını akıtmak suretiyle he­lak olduklarını belirtmiş[808], böylece bencillik ve menfaatçiliğin ifadesi olan bu tutumun sosyal patlamalara yol açmasının kaçınılmaz olduğunu tesbit etmiştir. İslâm’ın getirmiş olduğu “infak” ilkesi, toplumdaki yokluk ve sefaleti; sosyal adaletsizliği ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin do­ğuracağı sosyal patlamaları önlemeyi amaçlar.

İşte pek çok âyet ve hadiste infak, ihsan ve cömertliğin ilâhî bir sıfat ve peygamberlerin sahip oldukları erdemlerden biri şeklinde gösterilmesi, ayrı­ca cimriliğin şiddetle kötülenmesi, İslâm ahlâkçılarının bu konuya özel bir önem vermelerine yol açmıştır. Ahlâk kitaplarında cömertlik hususunda yer alan bilgi ve düşünceler dikkate alındığında bir harcamanın cömertlik sayı-labilmesi ve bu harcamayı yapana “cömert” denilebilmesi için başlıca şu şartlara uyulmalıdır:

  1. a)Yardımın isteyerek ve seve seve yapılması gerekir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa işaret edilmiştir.[809]İslâm ahlâkçılarına göre, diğer bütün ahlâkî erdemler gibi cömertlik de insanda bir huy ve meleke ha­line gelmekle gerçekleşir ve ancak böyle bir kimse gönüllü hayırlar yapabilir.

Bu sebeple, nadiren veya zorla hayır yapan bir kimseye “cömert” denemez. Buna karşılık iyilik yapma niyet ve iradesi taşıdığı halde maddî bakımdan bunu gerçekleştirme imkânı bulamayan insan da cömert sayılır. Başkalarına karşılıksız yardımda bulunmak ağır bir görevdir, Bundan dolayı, kendisine hangi sadakanın daha hayırlı olduğu sorulan Hz. Peygamber, “Sağlığın ye­rinde ve mala düşkün olduğun, zengin olmayı istemekte ve fakirlikten korkmakta olduğun zamanda verdiğin sadakalar” [810]şek­linde cevap vermiştir.

  1. b)Mal, yaratılış gayesine en uygun şekilde kullanılmalı, dinî ve ahlâkî ölçülere göre gereken yerlere, gerektiği ölçüde harcanmalıdır. Ahlâk kitapla­rında diğer erdemler gibi cömertlik erdemi de israf ve cimrilik denilen iki aşınlığm ortası (itidal) olarak gösterilmiştir. İsraf, şahsî ve ailevî harcamalar­da ileri gitmek, nefsin kötü arzularını tatmin için harcama yapmak, insanî ve dinî bir amaç taşımaksızın, eldeki imkânları, yaratılış gayelerinin dışında saçıp savurmak; cimrilik ise dinin ve örfün harcamayı gerekli gördüğü malı, gereken yerlere harcamaktan kaçınmaktır. Kur’ân-i Kerîm’de müslümanlara her iki aşırılıktan da kaçınarak harcamalarında ölçülü olmaları emredilmiştir.[811]
  2. c)Cömertliğin diğer bir şartı da ilgili kişi veya kurumdan yardıma mu­kabil hizmet, mükâfat, övgü veya teşekkür gibi herhangi bir maddî ya da manevî karşılık beklememek[812], gösterişten, yardım edileni incitecek, küçük düşürecek tutumlardan dikkatle kaçınmaktır.[813]
  3. d)Yardım olarak verilen malın gözden düşme bir şey olmayıp sahibi nezdinde değer taşıması da cömertliğin şartlarındandır.[814]

Kur’an, hadis ve diğer İslâmî kaynaklarda genellikle “Allah yolunda infak” şeklindeki ifade ile cömertlik vazifesinin, karşılık beklemeden ve has­bî olarak yerine getirilmesi gerektiği anlatılmak istenir. İnfak kelimesi na­faka ile aynı köktendir ve en geniş mânası ile “muhtaç durumda olanların nafakalarını temin etmek” anlamına gelir. Bu bakımdan yoksullara hiçbir karşılık beklemeksizin para veya mal vermek infak ve cömertlik sayılacağı gibi; yatırımlar yapmak, yeni yeni iş yerleri kurmak ve geliştirmek ve müm­kün olduğu kadar fazla personel istihdam etmek suretiyle çok sayıda kişile­rin ve ailelerin nafakalarını yani geçimlerini kesintisiz olarak sağlamalarına çalışmak da bir infaktir ve -kanaatimizce- zamanımızın ekonomik şartlan içinde bu şekilde infak, ilkine göre hem daha hayırlıdır hem de daha insanî­dir.

“… Altın ve gümüşü (genel olarak parayı ve serveti) biriktirip saklayarak Allah yolunda infak etmeyenler yok mu, işte onlara acı bir azabı müjdele!” [815]mealindeki âyetin, imkânı bulunduğu halde bu şekilde in­sanların geçimini temin etmelerine imkân hazırlayacak kurumlar yapmak­tan kaçınanları da kapsadığı düşünülebilir.

E) Siyasetle İlgili Görev Ve Sorumluluklar

a) İslâm Düşüncesinde Siyasetin Önemi

İslâm dininin en belirgin ve temel niteliklerinden biri hem dünya hem âhiret dini oluşudur. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber Medine’ye hicret eder etmez, yalnız dar anlamda bir din önderi değil, aynı zamanda siyasî bir lider olarak davranmış; din faaliyetleri yanında toplumsal ve siyasî işlerin düzenlenmesi ve yönlendirilmesi işini de üzerine almış; Medine’deki müslüman olan ve olmayan bütün unsurların benimsediği bir anayasal belge hazırlayarak dinin öngördüğü ilke ve hedeflerle uyumlu bir siyasî yapı oluş­turmaya başlamıştır.

Siyaset mesleğinin zaman zaman bazı toplumlarda ahlâk ilkelerinin dı­şına saptırılarak değer aşınmasına uğratılmasmı arızî bir durum olarak de­ğerlendirmek gerekir. Nitekim bizzat Hz. Peygamber ve ashabının önde ge­lenleri olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin de birer si­yasî lider oldukları göz önüne alındığında İslâm’da siyasetin ne kadar yüce bir meslek ve uğraşı olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu durumu dikkate alan İslâm bilgin ve düşünürleri, genellikle siyasete hem toplumsal faaliyet hem de bir bilim dalı olarak büyük bir önem vermişler ve onu mesleklerin en şe­reflisi saymışlardır.

İslâmî ilimlerden fıkhın önemli bir kısmını siyaset konuları oluşturur. Genel fıkıh kitaplarından ayrı olarak İslâm hukuk literatürü içinde “el-Ahkâmü’s-sultâniyye” ve benzeri eser türlerinin yer alması, fıkıh bilginlerinin si­yaset konusunu kendi ilgi alanları içinde görmüş olmalarının önemli bir de­lilidir. Özellikle Şîa mezhebinin devlet başkanının tayinini (nasb) itikadî bir konu olarak ele alması dolayısıyla, kelâm ilminde de siyasetle ilgili bazı konulara yer verilmiştir. Ayrıca İslâm düşünürleri, özellikle Fârâbî’den itibaren İslâm kültür tarihi bakımından büyük değer taşıyan, oldukça orijinal bir si­yaset felsefesi geliştirmişlerdir.

Bütün İslâm bilginleri siyaseti, insanın toplumsal bir varlık olmasının sonucu sayarlar. Bunlardan Gazzâlî, siyaseti özellikle iki açıdan gerekli görmüştür:

  1. Önce siyaset doğal ve toplumsal zorunluluğun bir sonucudur. Şöyle ki: İnsanlar, yalnız başlarına altından kalkamayacakları çoklukta ihtiyaç­larla yüklüdürler. Bu durum, insanların birlikte yaşamalarını zorunlu kılar; ancak bu birliktelik sürtüşme ve çekişmelere de yol açar. İşte ihtiyaçların -çekişmelere yol açmayacak şekilde- barış, güvenlik ve adalet içinde karşı­lanması ancak siyaset denilen yapılanmayla mümkün olur. Böylece Gazzâlî siyasetin ahlâkî boyutuna da işaret etmiş olur.
  2. Siyaset, dinî hayatın sağlıklı yürütülmesi için de gereklidir. Çünkü dünya işlerinin düzgün ve sağlıklı işlemediği yerde dinî ödevler de aksar. Bu suretle toplumda huzur ve güvenliği sağlayan siyaset, bireylerin dinî yü­kümlülüklerini yerine getirebilmeleri için rahat bir ortam hazırlamış olur. Si­yasetin din ve dünya hayatına bu hizmeti dolayısıyla İslâm bilginleri, ada­letle yürütülen siyaseti üstün bir ibadet saymışlardır.[816]

Başta Fârâbî olmak üzere bütün İslâm bilginleri siyaseti, yalnız dar an­lamda hakları paylaştıran, sosyal birliği koruyan, sorumlulukları düzenleyen cismanî bir yönetim saymakla yetinmemiş, bunun yanında ve daha da önemlisi, İslâm’ın itikadı ve ahlâkî boyutuna uygun olarak, toplumdaki her­kesin manevî gelişmesini ve en yüksek mutluluktan pay almasını sağlayıcı bütün imkânları araştıran bir disiplin olarak görmüşlerdir. Bu, siyasetin bir peygamber mesleği olmasının gereğidir.

b) Yöneticinin Bazı Nitelikleri Ve Görevleri

1. Ehliyet Ve Liyakat

Hz. Peygamber, “İş, ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekle”[817]buyurmuştur. Bu hadiste “iş” anlamına gelen emr kelimesi, öncelikle devlet işi yani idarî ve siyasî görev olarak dü­şünülmüştür. Nitekim Kur’ân-i Kerîm’de devlet adamları için “ülü’1-emr” (iş başında olanlar) ifadesi kullanılmıştır. en-Nisâ: 4/59[818], Yukarıdaki hadis, siya­sette ehliyetin önemini açık bir şekilde göstermektedir. Bu sebeple İsiâm bil­ginleri, eserlerinde siyasî ve idarî görevlere getirilecek kişilerde aranması gereken niteliklere geniş yer vermişlerdir. Bunlardan Fârâbî, ideal bir devlet başkanında bulunması gereken başlıca nitelikleri şöyle sıralar: Beden sağlığı ve kusursuzluğu, anlama ve kavrama üstünlüğü, güçlü hafıza, güçlü zekâ, et­kili hitabet, öğrenme sevgisi ve yeteneği, mideye düşkün olmama, doğruluk sevgisi, cömertlik ve ikram sevgisi, gönül zenginliği ve tok gözlülük, adalet sevgisi, azim ve kararlılık.[819] Benzer şartlar Gaz­zâlî tarafından da sıralanmıştır. [820]Ayrıca Gazzâlî’ye göre siyasette liyakat kaygısını en çok duyması gereken kişi, bu görevi üstlenecek olandır. Çünkü siyasî

makamda bulunan kimse, kontrolü elinde tutmak ve genel düzeni sağlamak için, başka mesleklerde bulunanlara hâ­kim olması; insanları, dünya ve âhirette kendilerini mutlu kılacak en doğru yola yöneltmesi gereken insandır. Bu yüzden siyaset mesleği, şerefli olduğu kadar da tehlikelidir. Nitekim Hz. Peygamber, “On kişi üzerinde bile olsa, yöneticilik yapmış olan her insan kıyamet gününde (Allah’ın huzuruna) el­leri boynuna bağlı olarak gelir. Sonra da ya adeleti sayesinde kurtulur veya haksızlık etmiş olduğu için mahvolur!” [821]buyurmuştur. Bir toplumda sevginin yaygınlaşması, adaletin ger­çekleşmesi ve haksız güç kullanımının ortadan kalkması ancak o toplumda yönetimin faziletli insanların elinde bulunmasıyla mümkün olur. Onun için Fârâbî şöyle der:

“Bir faziletli insan öldüğü veya öldürüldüğü zaman insan­lar ona ağlamasın; asıl onu kaybeden ülke halkına ağlasın!”

2. Adalet Ve Dürüstlük

Sa’d sûresinin 26-28. âyetlerinden çıkan sonuca göre muttaki (takva sahibi) bir yönetici, yönetimini adalet ve hakkaniyet ölçülerine göre sürdü­rür; hüküm ve kararlarında keyfî arzularına uyup Allah’ın tayin ettiği ölçü­lerden sapmaz. Takva sahibi yönetici inançlı kişidir ve kendisi için olduğu gibi halkı için de en iyi, en yararlı olan işleri yapar. Fâcir (kendisi günahlarla kirlenmiş) yönetici ise kötü arzularına uyup Allah yolundan sapmıştır; o, yönetimiyle ülkeyi bozup tahrip eder.

Siyaset mesleğinde adalet ve dürüstlük bütün faziletlerin başında gelir. Nitekim tarih boyunca ve bütün toplumlarda devletin işlevleri içinde en önemlilerinin adalet ve dürüstlük olduğu düşünülmüştür. İlgili İslâmî kay­naklarda da siyasette adalet ve dürüstlük konusu üzerinde önemle durul­muştur. İslâm dünyasının önde gelen siyaset düşünürlerinden Fârâbî’nin ifadesiyle, “Toplum sevgiyle kaynaşır, adaletle yaşar.” Toplumun bekasının teminatı olan adalet, öncelikle bir devlet işlevidir. Devlet, her vatandaşına hakkı olan geçim imkânlarını, şeref ve itibarını, sağlığını, eğitimini, huzur ve güvenliğini, makam ve mevkiini vermekle yükümlüdür. Devlet bunları verdiği ve bunları koruduğu takdirde adaleti gerçekleştirmiş olur.

Mâverdî’nin de belirttiği gibi [822] herkesi kucaklayan bir adalet uygulaması, fertleri kaynaşmaya ve her bakımdan saygıya sevkeder. Ayrıca ancak kapsamlı bir adaletle ülke mâmur olur; ikti­sadî gelişme gerçekleşir ve devlet güvencede olur. Mâverdî, “Bir ülkeyi zu­lüm kadar tahrip edebilecek başka hiçbir şey yoktur” diyerek ülkedeki bütün bozukluklarda adaletsizliğin mutlaka bir payının ve etkisinin bulunduğunu ifade ederken evrensel bir gözlemi dile getirmiştir. Bu yüzden İslâm bilginleri adaleti, insanın bizzat kendisine karşı âdil olmasından başlayarak bütün ül­keye dalga dalga yayılması gereken bir rahmet gibi görürler.

Fârâbî, siyasette adaletin tanımını yaparken ülkenin maddî ve manevî imkânlarında, her vatandaşın ehliyet ve liyakati ölçüsünde hakkı ve payı bulunduğunu belirterek bu payı eksiksiz vemenin adalet, eksik vermenin veya hiç vermemenin ya da verilen hakları güvence altına alıp korumama­nın bireye zulüm, bir kısım insanlara hak ettiğinden fazlasını vermenin de topluma zulüm olduğunu ifade eder. Devlet hiçbir vatandaşından bir hakkı, iradesi dışında, bedelini vermeden alma hakkına sahip değildir. İlginçtir ki Fârâbî, bireye karşı yapılan bir haksızlığın topluma karşı işlenmiş bir suç sayılabileceğini de düşünmüştür ki, bireysel haklara toplumsal bir boyut ta­nınması ancak çağımızda gündeme getirilebilmiştir. Yine Fârâbî, bireylere haklarının verilmemesini veya kanunda öngörülenden daha ağır cezalar ve­rilmesini, yalnız bireye değil, topluma karşı da bir suç olarak değerlendirmiş olup bu da günümüzde hukukun üstünlüğü, eşitlik gibi kavramlarla dile ge­tirilen yüksek bir düşüncedir.

c) Yönetilenlerin Görev Ve Sorumlulukları

1. Siyasî Otoriteye Saygı

İslâm dini, bütün toplumsal kurumlarda olduğu gibi en geniş toplumsal kurum olan devlette de nizam fikrine ve uyuma önem verir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de,

“Allah’a, Peygamber’e ve İçinizden çıkan yöneticilere ita­at ediniz[823]buyurulmuştur. Hz. Peygamber de,

“Kendi işlerinizi yürütenlere (devlet adamlarına) itaat edin, rabbinizin cennetine girin” [824]anlamındaki hadisiyle bu itaatin değerine işaret etmiştir. Ehl-i sünnet anlayışına göre devlet başkanı günahkâr da (fâsık) olsa ona itaat etmek gerekir. Bir Ehl-i sünnet bilgini olan Gazzâlî, “Zalim de olsalar devlet adamlarına hakaret etmek doğru değildir” der ve buna gerekçe olarak Amr b. Âs’ın,

“Ehliyetsiz olsa bile bir hükümdarın varlığı, anarşinin sürüp gitmesinden daha hayırlıdır” sözünü hatırlatır. [825]Devletin bu iş­levine İslâm siyaset biliminin önemli kaynaklarından el-Ahkâmü’s-sultâniyye’nin de müellifi olan İmam Mâverdî de işaret etmektedir. Mâverdî, etkili ve güçlü bir siyasal yönetimi, huzurlu bir dünya hayatının başlıca altı şartından biri olarak görür. Çünkü etkin devlet, çok farklı arzu, ihtiras, menfaat arayışı içinde olan insanları kontrol eden, uzlaştınp kaynaştıran, onları birbirlerine zarar vermekten alıkoyan, hukuk düzeni sayesinde düş­manlık ve haksızlıkları önleyen bir sosyal ve siyasal yapı ve otoritedir. Toplumun ve bireylerin huzur ve güvenliğini, mutluluğunu sağlamada tek başına din yeterli değildir; dinin yanında devlet denilen bu otoriteye de ihti­yaç vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye gelip de bir devlet kurma fırsatını elde eder etmez vakit kaybetmeden bu yapıyı gerçek­leştirmiştir.

Fakat Mâverdî şu önemli uyarıyı da yapmaktadır: Eğer devlet, vatan­daşların birbiriyle kaynaşmasını sağlayan, onlara itaat ve dayanışma ruhu aşılayan dine önem vermezse, toplumun kendisine gönüllü saygısını da kazanamaz; toplum üzerinde ancak baskı yoluyla otoritesini sürdürebilir; bu da onu bir “zorba devlet” ve “yıkıcı devlet” haline getirir. Şu halde sağlıklı bir din-devlet ilişkisinin kurulması, devletin, toplumun en yüksek değeri olan dine saygı göstermesiyle mümkün olur. [826]Aslında burada “dine saygı” ifadesi, dinin vazgeçilmez buyrukları olan adalet, eşitlik, dürüstlük gibi ahlâkî, sosyal ve siyasal ilkelere de saygı; bunları ihlâl etmek ise Allah’ın hükümlerini ihlâl anlamına gelir. Başka bir ifadeyle buradaki din kavramını, en geniş anlamıyla toplumun inanç ve de­ğer yargılarının bütünü olarak anlamak gerekir. Böylece devletin dine say­gısı, onun topluma ve toplumsal değerlere saygısının da bir yansıması ol­maktadır. Bu suretle yöneticiler toplumun da kendilerine saygı göstermeleri­ni hak ederler. Nitekim bu anlamda olmak üzere Hz. Peygamber,

“Cihadın en üstünü, zalim hükümdar karşısında hakkı söylemektir” [827]buyurmuş; yaratana isyan teşkil eden hu­suslarda yaratılmışa itaat edilmeyeceğini bildirmiştir. [828]

2. Toplumun Haksız Yönetime Karşı Tavır Alması

Hz. Peygamber’in yukanda işaret edilen uyarılarını da dikkate alan İs­lâm bilginleri, devlet ve siyaset adamlarını adalet ve hakkaniyete çağırmayı, buna imkân bulanların önemli görevleri arasında göstermişler; bunu İs­lâm’da büyük yeri olan emir bi’I-ma’rûf nehiy ani’l-münker (iyiliği emre­dip kötülüğe karşı çıkma) ilkesinin bir gereği olarak görmüşler ve bu görevi kendileri de yerine getirmişler; hatta bu konuda “Nasîhatü’l-mülûk, edebü’l-mülûk, âdâbü’l-vüzerâ, pendnâme, nasîhatnâme” gibi isimler altında kitaplar yazmışlar, zaman zaman devlet adamlarına uyan mektupları göndermişler­dir. Bu aktif uyarı görevi öncelikle ilim adamlarına düşer. Bunun yanında İslâm bilginleri, eserlerinde halka da meşruiyet zemininde haksızlıklara karşı koymayı öğütlemişlerdir. İslâmî literatürde “emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” konusu işlenirken devlet ve siyaset adamlarının haksız ve adalet­siz uygulamalarına engel olma konusuna da geniş yer verildiği görülür. Da­ha çok yapıcı ve barışçı bir karşı koyuş olarak nitelenebilecek bu faaliyetler, haksızlık yapan devlet ve siyaset adamlarını -yeni haksızlıklara ve karışık­lıklara meydan vermeyecek biçimde- yazılı ve sözlü olarak uyarmak, pro­testo etmek, onlarla ilgi kurmamak, onları ziyaret etmemek, hediyelerim kabul etmemek, onlardan maaş almamak, iktidarlarının son bulması için dua etmek gibi yolların izlenmesi şeklinde açıklanmıştır.

İslâm hukukçuları din, hukuk ve ahlâk kurallarından sapan devlet baş­kanının doğrudan makamından düşmüş olacağı (in’izâl) veya ümmet tara­fından düşürülmesi (azli) gerektiği konusunu da tartışmışlardır. İslâm toplumlarının tarihsel tecrübesinde azil ve toplu isyan örneklerine pek rastlan­mazken yapıcı ve barışçı eleştiriler ve yönlendirmeler sıkça görülür ve bu türün örnekleri ayrı bir literatür teşkil edecek kadar zengindir. Gerek azli konu alan hukukî tartışmaların gerekse yapıcı eleştirilerin belki de en önemli sonucu, devlet başkanını adaletli davranma, halkı da yapılan haksızlıklar karşısında tavır alma konusunda uyarması, bu yönde kamuoyu ve toplum­sal sağduyu oluşturmuş olmasıdır.

V. HZ. PEYGAMBERİN ÖRNEK AHLÂKI VE ŞAHSİYETİ

Kuşkusuz hem ferdî hem de sosyal bakımdan İslâm’ın ideal ve örnek in­sanı Hz. Muhammed’dir. Nitekim Kur’ânı Kerîm Resûlullah’ın hayat ve şahsiyetini müslümanlar için örnek olarak göstermiş[829]; bu sebeple ashâb-ı kiram onun hayatını titizlikle izlemişler; bu hayatı hem biz­zat kendi yaşayışlarına örnek almışlar hem de sonraki nesillere büyük bir gayret ve itina ile nakletmişlerdir. Onun ahlâkı ve şahsiyeti hakkında en önemli kaynak Kur’ân-i Kerîm’dir. Çünkü, Hz. Âişe’nin belirttiği gibi [830]“Onun ahlâkı Kur’an’dır.” Hadis külliyatiyla siyer, şemail ve hilye kitapları Hz. Peygamber’in hayatını, bedenî özelliklerini ve ahlâkî kişiliğini anlatan hadis ve haberleri ihtiva eder,

Bu kaynakların verdiği malumat, yalnızca Peygamberimiz’in ahlâkını tanıtmak bakımından değil, aynı zamanda hem Asr-ı saadet toplumunun genel karakteri hakkında bize fikir vermesi hem de bir müslümanm ahlâkî kişiliğinin nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından son derece önem­lidir.

Resûlullah bir defasında kendisini şöyle tanıtmıştı:

“Rabbimin katında benim on ismim var: Ben Muhammed’im; Ahmed’im; Mâni’yim, yani Allah benim vasıtamla inkarcılığı mahvedecektir; ben Hâşir’im, yani Allah kulları­nı benim izimde toplayacaktır; ben rahmet Peygamber’iyim, tövbe Peygam­beriyim, kahramanlık Peygamber’iyim. Ben Mukaffi’yim, yani bütün insan­ları Allah yoluna yöneltirim. Nihayet ben (insanlığı) kemale erdirenim.” [831]

Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Resûlullah, hayatı boyunca sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerini harfi harfine yaşamıştır. O, daima tatlı dilli, güler yüzlü ve toleranslı olmuş; bununla beraber sözlerini saygı ile dinletmeyi de başarmıştır.

Peygamberimiz toplulukta yemek yemeyi severdi. Yemeğe besmele ile başlar, sağ elini kullanır, tıka basa doymadan sofradan kalkar, yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusuyla çevresindekileri rahatsız edecek şeyleri yemez; bunların dışında hiçbir yemek için “sevmiyorum” demezdi. Sofra kurallarına mutlaka uyar, bu konuda çevresindekileri de sabırla ve nezaketle eğitirdi.

İpek elbise giymez, altın yüzük takmazdı. Giyiminde temizliğe ve sade­liğe önem verir, pejmürdelikten hoşlanmazdı. Temizliği “imanın yarısı” sa­yardı. Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı etrafındakilere de ka­zandırmaya çalışırdı. Lüks ve ihtişama önem vermez, geçici sıkıntıları tasa edinmezdi. Diğer müslümanlara da kanaatkar olmayı, hayata daima iyimser bakmayı telkin ederdi.

Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğini isterdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu meziyetinden övgüyle bahsedilir ve şöyle buyurulur:

“Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır giderlerdi…” [832]O, insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, tenkitlerini isim vermeden yapardı.

Bir öğünlük yemeğini olmayana verdiği için kendisinin ve ailesinin aç sabahladığı geceler çok olmuş; fakat kendisi ve ailesi, açlığın sıkıntısını iyilik yapmanın ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın verdiği mutlulukla altetmeyi bilmişlerdir.

Yeri gelince eşsiz bir yiğit, yeri gelince de son derece halim selim idi. Adaleti titizlikle korur; insanlara sırf mevki ve makamlarına göre muamele etmezdi. Aksine fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocukların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve bunu on­lardan esirgemezdi.

Kibirlenmekten nefret eder, kibirle imanın bir kalpte birleşemeyeceğini söyler; kimseye karşı ululuk taslamaz; fakat düşmanları karşısında da ezilip küçülmezdi. Otoritesini sürdürmek için sunî ve zorlama tedbirlere başvurmaz; meclislerde boş bulduğu yere otururdu. Dalkavukluktan nefret ederdi. Kendisine bir ilâh gözüyle bakılmasına asla razı olmaz; kendisinin de bir in­san olduğunu, sadece Allah’ın korumasıyla hata ve günahtan kurtulabilece­ğini -hiçbir kaygıya kapılmadan- samimiyetle ifade ederdi. Halkın arasına katılır; insanlarla olan ilişkilerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastalan, dostlarını, komşularını ziyaret eder; müslümanlann acı ve tatlı günlerini paylaşmaktan geri kalmazdı.

Resûlullah’ın aile hayatı son derece muntazamdı. Eşlerine saygı gösterir; haklarına riayet eder; hatta geceleyin ibadet etmek istediği zaman bile eşin­den izin alma inceliğini gösterirdi. Aile bireyleriyle şakalaşmayı sever, nadiren vuku bulan aile içi tatsızlıkları anlayışla karşılar, ikazlarını incitmeden, medenîce yapardı.

Din ve dünya işleri arasında ideal bir uyum kurması, onun en önemli Özelliklerinden ve başarısının sebeplerinden biridir. Bir hıristiyan olan müs­teşrik M. G. Demombynes, Muhammed [833] isimli önemli eserinde, İslâmiyet’in Hıristiyanlığa üstünlüğünü ve Hz. Peygamberin başarısının se­beplerini şöyle anlatıyor:

“İsa’nın vaazında öbür dünya için hazırlık, bu dünyanın nimetlerinden vazgeçmekle başlar. İslâm’da ise kesinlikle böyle bir şey yoktur… İslâm’a göre, iyi bir şekilde kullanmak şartıyla hiçbir nimet kötü değildir.”

Bazı sahâbîler, ebedî kurtuluşlarını kazanabilmek için geceleri hep na­maz kılacaklarını, gündüzleri oruç tutacaklarını, evlenmeyeceklerini, evli çı­lanlar eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz. Peygamber bu geliş­meyi duyunca onları şu sözlerle uyardı:

“Sizin şöyle şöyle söylediğinizi du­yuyorum. Bakın, yemin ederim ki ben, Allah’a hepinizden daha çok saygı­lıyım. Bununla birlikte oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günlerde. Namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim… Kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirirse benden yüz çevirmiş olur.” [834]“Dünyada zühd içinde olmak, helâli haram saymak değildir.” [835]

Kur’an Allah elçisini “güzel örnek” olarak gösteriyor. Muhammed Hamîdullah’ın dediği gibi,

“Şayet Hz. Muhammed, insanın dünya hayatını, zevk­lerini tamamen reddeden, bunlardan uzak kalan bir melek hayatı sürdürmek isteseydi, onun sürdürdüğü bu hayat, insanlar için ölü doğmuş bir kural olarak kalacaktı” [836]Nitekim Roma’nın barbarlaştırdığı Hıristiyanlık dünyaya hâkim olsa bile, İsa’ya nisbet edilen Hıristiyanlık kilise hatta manastırların duvarlarını aşamamıştır.

Resûlullah’ın diğer bir önemli özelliği, Kur’an’ın deyimiyle “insan-peygamber” oluşudur. [837]Onun ebedî mesajına göre, kendisi de da­hil olmak üzere, “Bütün insanlar hata eder; hata edenlerin en hayırlısı ise tövbe edenlerdir.” [838]En mükemmel insanın hayatında bile iyilik-kötülük mücadelesinin bittiği bir son nokta yoktur. O sebepledir ki, kendisine

“Yaşlandınız, yâ Resûlullah!” denildiğinde o,

“Beni Hûd ve Şû­ra sûreleri yaşlandırdı” [839]buyurmuşlardır. Çünkü her iki sûrede de, “Sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol!” [840]denilmektedir. Fahreddin er-Râzî’nin de belirttiği gibi bu âyet, ahlâkî hayatın kolay olmadığını gösterir. Zira bir ömür boyu doğruluk çizgizinden sapmadan ilerlemek, Kur’an’ın deyimiyle, bu “sarp yokuşu tırmanabilmek” zor, zor olduğu kadar da kutsal bir çabadır.

İslâm dini prensip olarak Hıristiyanlık’ta olduğu gibi, Hz. Peygamber de dahil olmak üzere, hiçbir insanı Hanlık mertebesinde hatasız kabul etmemiş­tir. Bu yüzden Peygamberimiz, sık sık tövbe ve istiğfar ettiğini söyler; iyilik yolunda sebat ettirmesi, ahlâkını güzelleştirmesi için Allah’a dua ederdi. [841]

Hz. Muhammed, Allah tarafından ebedî risâletle görevlendirilmiş olmak bakımından en büyük şeref ve imtiyaza mazhar olmuştur. Bunun yanında o hem bir insan ve kul olarak hem de kendi deyimiyle “ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderilmiş” bir rehber olarak bütün ömrünü erdemli yaşa­maya adamış olmak bakımından da en seçkin insandır ve bu yüzden “üsve-i hasene” (güzel örnek)dir.

Onun en yüksek ve örnek faziletlerinden biri de kendisini kanunlar üstü görmemesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de defalarca ona, kendisine vahyedilene uy­ması emredilmiştir. Zümer sûresinin 12. âyetinde ona verilen bir talimat olan, “Ben müslümanların ilki olmakla emrolundum” şeklindeki ifade, onun ahlâk ve fazilette de öncü ve örnek olmasını gerektirir. Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok emir ve yasak doğrudan ona hitap eder.

Herkesin kabul ettiği üzere kötülüklerin en fenası, bir insanın inanmadı­ğı bir görüşü savunması, yapmadığı bir işi em re tm esidir. Kur’an’da da, “Yapmadığınız bir şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir öfkeye sebep olur” [842]buyurulmuştur. Münafıkların “cehennemin en dibinde” gösterilmesi de bundandır.[843]Bu açıdan, Hz. Peygamberin inanmadiğı veya yaşamadığı bir görüşü, bir işi buyurduğuna, kendi kendi­siyle çeliştiğine dair tek bir örnek yoktur. Bu yüzden düşmanları tarafından bile “Muhammedü’1-emîn” diye anılmış; risâletine ilk inananlar, kendisini en iyi tanıyan yakınları olmuştur. Tarihte ilkeler koyan nice düşünürler u-nutulup gitmiş; fakat yalnız peygamberler, çağlar boyunca hak, dürüstlük, iyilik ve fazilet örneği olarak saygıyla izlenmişlerdir. Özellikle, hayatını ay­rıntılarıyla tanıma bahtına erdiğimiz yegâne peygamber olan Allah Resulü’nün, getirdiği evrensel ilkeler yanında, bir çocuğun başını okşaması, kız­ması beklenen bir küstahlığı tebessümle karşılaması, sıradan insanların me­seleleriyle içtenlikle ilgilenmesi gibi basit görünen faziletli davranışları bile eşsiz bir ahlâk kahramanının, fazilet âbidesinin zengin ahlâkî kişiliğini oluşturmuştur.

Kur’ân-ı Kerîmin birkaç âyetinde Hz. Peygamber, bazı küçük yanılgıları sebebiyle ikaz edilmiştir. Bu âyetler onun bir ilâh gibi kabul edilmemesi ge­rektiğini göstermesi bakımından önemlidir. Fakat, bundan daha önemlisi şudur ki, Resûlullah bu âyetleri, en küçük bir komplekse kapılmadan, açık yüreklilikle halka okumuş, duyurmuş; dahası namazlarda okunmasına izin vermiştir. Tarihte kendisini eleştiren sözleri okumayı ibadet sayacak kadar ahlâkta ve fazilette yücelmiş olan bir başka şahsiyet yoktur. İşte bundan dolayı o, insanlığa örnek, âlemlere rahmettir. Allah Resulü, davet ettiği insanlara, âhiret kurtuluşundan başka hiçbir peşin çıkar vaad etmiyordu. Aksine, bu yolun uzun, çetin ve dikenli oldu­ğunu, onlara, göklerin, yerin ve dağların bile taşıyamayacağı bir emanet getirdiğini açıklıyor; fakat samimi bir mümin, lekesiz bir insan olarak her türlü bâtıllardan, edepsiz ve aşağılık davranışlardan kurtularak, doğru ve samimi imana, faziletlerle süslü insanlığa çağırıyordu. Bizzat kendi yaşayışıyla da bu imanın ve faziletin zengin örneğini sergiliyordu. Nitekim Mek­ke’de müşriklerin dayanılmaz boyutlara ulaşan baskısı karşısında Habeşis­tan’a sığınan müslümanların sözcüsü Ca’fer b. Ebû Tâlib’in, Habeş hüküm­darının huzurunda yaptığı konuşmada şu çarpıcı ifadeler yer alıyordu:

“Biz vaktiyle Câhiliye halkı olarak putlara tapar, ölü hayvan eti yerdik. Bir sürü edepsizlikler yapardık; yakınlarımıza ilgisiz kalır, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi. İşte Allah bize Peygamberimiz’i göndermezden önceki halimiz bu idi… O Peygamber bize doğruluğu öğretti; emanete sadık kalmayı, akrabamıza ilgi göstermeyi, komşularımıza iyi davranmayı, insanların haklarına ve hayatlarına saygılı olmayı emretti. Çir­kin davranışları, yalancı şahitliği, yetim malı yemeyi, namuslu kadınlara if­tira atmayı yasakladı.”

Resûlullah’ın düşmanları, onu, atalarının dinini terkettiği, şair, mecnun sihirbaz olduğu gibi iddialar ve saçmalıklarla halkın gözünden düşürmeye çalıştılar. Fakat, bir hıristiyan ilâhiyatçının da dediği gibi, “Hz. Muhammed’in çağdaşları onda hiçbir ahlâkî kusur göremediler”[844]; bu sebeplede ona asla gerçek bir kusur isnat edemediler. Sadece, her zaman ve her devirde bütün zalimlerin başvurduğu yolları izle­diler; yani onunla ve ona inananlarla alay ettiler, hakaret ettiler, zulmettiler, abluka altına alıp açlığa mahkûm ettiler. Ancak otoritesini ve saygınlığını zorbalıktan değil, getirdiği ilâhî prensiplerden, dayandığı doğrulardan, yaşa­dığı erdemlerden alan Allah elçisinin karşısında zalimlerin direnişi sadece bir çocukluk devresi kadar sürebildi. En sonunda Allah ona, haksızlıkla çıkarıl­dığı kutsal yurdu Mekke’ye muzaffer olarak dönme mutluluğunu yaşattı.

Mekke fethedilince Resûlullah, bütün suçluların bağışlandığını ilân etti. O vakte kadar, Ebû Cehil’den sonra müşriklerin lideri ve İslâm’ın en yaman düşmanı olan Ebû Süfyân İslâm karargâhına geldiğinde, Hz. Peygambernu saygıyla karşılamış; hatta evinin dokunulmazlığı, oraya sığınanların gü­vence içinde olduğu talimatını vermişti. Bu tavır bize, eşsiz bir cesarete sa­hip muzaffer bir kumandanın, aynı zamanda alçak gönüllü,kinden uzak ve bağışlayıcı olması lâzım geldiğini gösterir.

Câhiliye döneminde Araplar acizlik, pasiflik ve korkaklıktan nefret eder; cesaret ve yiğitlikten hoşlanırlardı. Ancak güçlü ve yiğit olduğu halde öfke­sini ve gururunu yenenlere de büyük saygı duyarlardı. Eğer Hz. Peygamberin ağır başlılığı ve yumuşaklığı acizlikten ileri gelseydi; veya tersine, yi­ğitlik ve cesareti kendisine gurur ve kibir verseydi asla sevilmez ve taraftar bulamazdı. Hz. Âişe, onun çok önemli iki özelliğini şu sözlerle anlatır:

“Al­lah Resulü, iki durumdan birini seçmek gerektiğinde, eğer kötü değilse, mut­laka kolay olanını seçerdi (insanların işlerini zorlaştırmazdı)… Bir de Allah Resulü, kendisiyle ilgili kötülüklerden dolayı asta intikam peşinde olmamış­tır. Fakat Allah’ın bir kanunu ihlâl edilince mutlaka bunun cezasını verirdi” [845]

Endülüslü ünlü âlim İbn Hazm (ö. 456/1064), her cümlesi bir hikmet değen taşryan el-Ahlak ve’s-siyer adlı ahlâk kitabında şöyle der:

“Ahiret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, bütün ahlâk güzelliklerini bütün kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammedi örnek alsın”.[846]Çünkü “Resulullah bütün hayırlarda en ileridedir Allah onun ahlâk övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve onu her türlü kusurlardan arındırmıştır.” [847]

SONSÖZ

İslâm’ı anlamayı, öğrenmeyi ve gereklerini bilinçli bir şekilde yerine getirmeyi arzu eden günümüz insanına rehberlik etmek gayesiyle kaleme alınan bu eseri tamamlamayı bizlere nasip eden Cenâb-ı Mevlâ’ya şükürler olsun.

Birinci ciltte dinle ve tslâm diniyle ilgili genel bilgiier verilip İslâm’ın beş esası, ikinci ciltte İse müslüman bireyin toplum içindeki konum ve sorumluluğunu hatıriaüci sosyal içerikli ödev­ler ele alındı. Ancak konular işlenirken okuyucuya herhangi bir kişisel tercihi veya yorumu telkin etmek gibi amaç güdülmeyip önemli saydığımız şu iki ilke ve amaç göz önünde bulun­duruldu. Birincisi, dinin aslî kaynaklannda yer alan temel hükümler ve öğreti ile İslâm bilginle­rinin bu öz etrafında geliştirdikleri yorumlar, bakış açıları ve çözüm önerileri birbirinden titizlikle ayırt edilmeye, bu anlayış içinde okuyucuya İslâm toplumlarının tarihsel tecrübeleri, zengin kültür ve geleneği tanıtılmaya çalışıldı. İkincisi ise, İslâm’ın tebliğinin merkezinde birey olduğu, dini anlama ve dinin gereklerine uygun şekilde yaşamanın ilk ve en önemli adımını bireyin iradesi, bilgilenmesi, bilinç ve duyarlılık kazanması teşkil ettiği için bireyin Allah karşısında sorumluluk üstlenmesine ve bu sorumluluk çerçevesinde inisiyatif kullanmasına vurgu yapıldı.

Eserin hazırlanmasında ilmihal kültüründe yer alan ve günümüz İnsanını az veya çok il­gilendiren bütün problemlere değinilmcye ve güncel problemlere bazı çözüm önerileri getiril­meye çalışıldı. Bununla birlikte bazı konulann ihmal edilmiş veya yeterince açıklığa kavuştu­rulmamış olması da muhtemeldir. Eserin yeni basımında bu tür eksiklikleri en aza indirmeyi arzu ettiğimizden kamuoyunun eleştiri, soru ve önerilerine samimiyetle açık olduğumuzu belirtmek isteriz.

Son olarak, eserde uzmanlık alanlarıyla ilgili bölümlerin telifini üstlenen ilim adamlanna, böyle bir projenin gerçekleşmesine öncülük eden İsam Başkanı Doç. Dr. Azmi Özcan ve Divantaş Genel Müdürü Yılmaz Aydoğdu’ya, eserin biçimsel güzelliğinde büyük emekleri geçen Dr. İsa Kayaalp (I-II. cilt imlâ), Doç. Dr. Muhammet Yelten (I. cilt imlâ). Mehmet Günyüzlü (tashih) ve Ender Boztürk’e (dizgi-mizanpaj) ayn ayn teşekkürlerimizi bildir­mekten mutluluk duyarız. 06.01.1999

Prof. Dr. Hayreddin Karaman

Prof. Dr. Ali Bardakoğlu

Prof. Dr. H. Yunus Apaydın


[1] el-Mâide: 5/27.

[2] el-Hac: 22/34.

[3] el-Kevser: 108/2.

[4] İbn Mâce, “Edâhî”, 2; Müsned, II, 321

[5] Tirmizî, “Edâhî”, 18; İbn Mâce, “Edâhî”, 2

[6] el-Hac: 22/37.

[7] el-En’âm: 6/79.

[8] el-En’âm: 6/162-163.

[9] Buhârî, “Savm”, 31; Müslim, “Sıyâm”, 14.

[10] el-Mâide: 5/89.

[11] el-Mâide: 5/89.

[12] el-Mücâdele: 58/2-4.

[13] en-Nisâ: 4/92.

[14] el-Bakara: 2/196.

[15] Buhârî, “Muhsar”, 5-8.

[16] el-Bakara: 2/222.

[17] el-Mâide: 5/1; el-İsrâ: 17/34.

[18] en-Nahl: 14/91.

[19] el-Hac: 22/19.

[20] el-İnsân: 76/7.

[21] Buhârî, “Eymân”, 26-27; Müslim, “Ne­zir”, 8; Ebû Dâvûd, “Eymân”, 12.

[22] Buhârî, “Eymân”, 26; Müslim, “Nezir”, 2.

[23] el-Mâide: 5/89.

[24] en-Nahl: 16/91.

[25] Müslim, “Eymân”, 15-16.

[26] el-Mâide: 5/89.

[27] el-Mâide: 5/89.

[28] el-Bakara: 2/29; el-Câsiye: 45/13.

[29] el-En’âm: 6/145.

[30] bk. el-Bakara: 2/173.

[31] el-Mâide: 5/3.

[32] el-Bakara. 2/172; el-Mâide: 5/4; el-A’râf: 7/157.

[33] el-Bakara: 2/29.

[34] el-Câsiye: 45/13.

[35] el-Mâide: 5/5; el-A’râf: 7/157.

[36] el-En’âm: 6/146.

[37] Matta, 15/11, 18; Korintoslular’a Birinci Mektup, 10/25.

[38] el-Mâide: 5/103.

[39] Meselâ bk. el-En’âm: 6/136-138-140-143-144.

[40] el-En’âm: 6/142-145.

[41] Meselâ bk. el-Bakara: 2/172; el-Mâide: 5/4; el-A’râf. 7/32.

[42] el-Mâide: 5/1.

[43] Meselâ bk. el-Bakara: 2/195.

[44] el-Mâide: 5/3.

[45] Müslim, “Sayd”, 15, 16; Ebû Dâvûd, “Et’ime”, 32; Tirmizî, “Sayd”, 9, 11.

[46] Buhârî, “ez-Zebâih ve’s-sayd”, 33.

[47] el-Mâide: 5/1; el-Hac. 22/28-30.

[48] Buhârî, “Zebâih”, 13; Müslim, “Zebâih”, 52.

[49] el-Bakara: 2/173.

[50] el-Mâide: 5/96; el-Fâtır: 35/12

[51] Ebû Dâvûd, “Taharet”, 41; Tirmizî, “Taharet”, 52.

[52] Ebû Dâvûd, “Taharet”, 41; Tirmizî, “Taharet”, 52.

[53] el-Bakara: 2/173; en-Nahl: 16/115.

[54] Tesniye, 14/8.

[55] bk. Matta, 7/6; Markos, 5/11-14.

[56] Matta, 15/11, 18.

[57] Korintoslular’a Birinci Mektup, 10/25.

[58] el-Bakara: 2/173; el-Mâide: 5/3; el-En’âm: 6/145; en-Nahl: 16/115.

[59] el-A’râf: 7/157; Tâhâ: 20/81; el-Mü’minûn: 23/51.

[60] Buhârî, “Büyü”’, 112; Ebû Dâvûd, “Büyü”’, 66; Tirmizî, “Büyü”, 61.

[61] Ebû Dâvûd, “Taharet”, 41.

[62] Müsned, II, 97.

[63] el-Mâide: 5/5.

[64] el-Bakara: 2/173; el-Mâide: 5/3.

[65] el-Bakara: 2/173; el-Mâide: 5/3; el-En’âm: 6/145; en-Nahl. 16/115.

[66] el-En’âm: 6/118.

[67] el-En’âm: 6/121.

[68] Buhârî, “Hudûd”, 22; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 17.

[69] Zeylaî, Nasbü’r-râye, IV, 183.

[70] Buhârî, “Tevhîd”, 13; “Zebâih”, 21; Ebû Dâvûd, “Edâhî”, 13, 19.

[71] Buhârî, “Zebâih”, 15-18; Müslim, “Edâhî”, 4.

[72] el-Bakara: 2/29.

[73] el-Câsiye: 45/13.

[74] el-Mâide: 5/94-96.

[75] Neylü’l-evtâr, VIII, 155-156.

[76] Buhârî, “Zebâih”, 25; Müslim, “Sayd”, 58.

[77] el-En’âm: 6/12.

[78] el-Mâide: 5/96.

[79] el-Mâide: 5/96.

[80] el-Mâide: 5/3.

[81] el-Mâide: 5/4.

[82] Buhârî, “Zebâih”, 2- Müslim, “Sayd”, 2-3.

[83] el-Mâide: 5/90-91.

[84] el-Bakara: 2/219; en-Nisâ: 4/43.

[85] Buhârî, “Edeb”, 80; Müslim, “Eşribe”, 73.

[86] Tirmizî, “Eşribe”, 3; Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 5

[87] Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 2; Tirmizî, “Büyü”’, 58; İbn Mâce, “Eşribe”, 6.

[88] el-Mâide: 5/2.

[89] Ebû Dâvûd, “Et’ime”, 18; Tirmızî, “Edeb”, 43.

[90] Müslim, “Eşribe”, 3; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 11.

[91] el-Mâide: 5/90-91.

[92] el-İsrâ: 17/70.

[93] el-Meâric: 70/19; el-Ahzâb: 33/72.

[94] el-Bakara: 2/195.

[95] İbn Mâce, “Ahkâm”, 17; el-Muvatta’, “Akzıye”, 31.

[96] el-A’râf: 7/31.

[97] el-Mâide: 5/90.

[98] Buhârî, “Vudû”’, 81, “Eşribe”, 4, 10.

[99] Müslim, “Eşribe”, 73-75; Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 5.

[100] en-Nûr: 24/30.

[101] el-Ahzâb: 33/59.

[102] Müslim, “Libâs”, 125.

[103] Ebû Dâvûd, “Libâs”, 31.

[104] bk. el-Kehf: 18/31; el-Hac: 22/23; el-Fâtır: 35/33; ed-Duhân: 44/53; el-İnsân: 76/12-31.

[105] Buhârî, “Libâs”, 25; Müslim, “Libâs”, 2; Tirmizî, “Edeb”, 1.

[106] Buhârî, “Libâs”, 25.

[107] Buhârî, “Libâs”, 30.

[108] Buhârî, “Libâs”, 45; Müslim, “Libâs”, 1.

[109] Buhârî, “Libâs”, 25, 30.

[110] Buhârî, “Libâs”, 30.

[111] Buhârî, “Libâs”, 26.

[112] Buhârî, “Libâs”, 25.

[113] Buhârî, “Libâs”, 12.

[114] Buhârî, “Libâs”, 29.

[115] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XIV, 32-33, 38.

[116] İbn Kudâme, el-Mugnî, I, 588-590.

[117] bk. Âl-i İmrân: 3/14; el-Hicr: 15/16; en-Nahl: 16/8; el-Kehf: 18/7; el-İnsân: 76/11-22.

[118] el-Kehf: 18/46; el-Hadîd: 57/20.

[119] el-A’râf: 7/32.

[120] el-Mâide: 5/4-5; el-A’râf: 7/31-160.

[121] Müs­lim, “îmân”, 147

[122] en-Nûr: 24/31.

[123] el-Bakara: 2/30.

[124] el-Beled: 9/3-9; el-Mülk: 65/23; el-İnfitâr: 82/6-8; et-Tîn: 95/4.

[125] el-A’râf: 7/31.

[126] en-Nisâ: 4/119.

[127] Buhârî, “Libâs”, 83; Müslim, “Libâs”, 117.

[128] Müslim, “Libâs”, 115.

[129] bk. Müslim, “Libâs”, 113; Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 14.

[130] Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 17.

[131] Müslim, “Libâs”, 79.

[132] Müslim, “Libâs”, 80.

[133] Buhârî, “Libâs”, 84; Müslim, “Libâs”, 120.

[134] Buhârî, “Libâs”, 85-87; Müslim, “Libâs”, 119

[135] Buhârî, “Libâs”, 86; Müslim, “Libâs”, 119.

[136] Tirmizî, “Libâs”, 31.

[137] Âl-i İmrân 3/14; el-Kehf 18/31; ez-Zuhruf 43/71.

[138] Buhârî, “Libâs”, 47.

[139] el-A’râf: 7/32.

[140] bk. Nesâî, “Zînet”, 46.

[141] Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, IV, 288-289.

[142] Buhârî, “Libâs”, 64.

[143] Müslim, “Taharet”, 16.

[144] Müslim, “Taharet”, 16.

[145] bk. Buhârî, “Libâs”, 63-65; Tirmizî, “Edeb”, 6.

[146] Me’âlimü’s-sünen, I, 44.

[147] Hak Dini Kur’an Dili, I, 762-763.

[148] el-A’râf: 7/11.

[149] Suret kelimesinin bu anlamda kullanıldığı diğer hadisler için bk. İbn Mâce, “Rü’yâ”, 2; Mûsned, II, 118.

[150] Âl-i Îmrân: 3/6; el-A’râf: 7/11; el-Mü’min: 40/64; et-Tegâbün: 64/3.

[151] el-Haşr: 59/24.

[152] el-Enbiyâ: 21/52.

[153] Sebe’: 34/13.

[154] Buhârî, “Libâs”, 90.

[155] Buhârî, “Libâs”, 89.

[156] Buhârî, “Libâs”, 89.

[157] Buhârî, “Libâs”, 95; hadisin şerhi için bk. İbn Hacer, Fethu’l bâri, V, 228-229; Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, VI, 414.

[158] Buhârî, “Libâs”, 88.

[159] Buhârî, “Libâs”, 92.

[160] Buhârî, “Libâs”, 91.

[161] Buhârî, “Libâs”, 93.

[162] Müslim, “Libâs”, 88.

[163] Ebû Dâvûd, “Edeb”, 62.

[164] Buhârî, “Büyü”’, 104; Müslim, “Libâs”, 99.

[165] Tahâvî, Me’âni’l-âsâr, IV, 287.

[166] Tahâvî, Me’ani’l-âsâr, IV, 287.

[167] İbnü’l-Arabî, Ârizatü’l-ahvezî, VII, 253.

[168] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XIV, 81-82.

[169] İbnü’l-Arabî, Ahkârnü’l-Kur’ân, IV, 1599-1602.

[170] Mergînânî, el-Hidâye, I, 362-364.

[171] İbn Kudâme, el-Mugnî, I, 590.

[172] Buhârî, “Salât”, 54.

[173] İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 25.

[174] Kâsânî, Bedâ’i, V, 128-129; İbn Kayyim, İgâsetü’l-lehfân, I, 227.

[175] İbn Kayyim, İgâsetü’l-lehfân, I, 227.

[176] Gazzâlî, İhya, II, 267.

[177] Şîrâzî, et-Tenbîh, s. 123.

[178] İbn Kayyim, İgâsetü’l-lehfân, I, 229.

[179] Lokman: 31/6.

[180] Hak Dini Kur’arı Dili, VI, 3838-3839.

[181] Gazzâlî, İhya, II, 282.

[182] en-Necm: 53/59-61.

[183] eş-Şuarâ: 26/224

[184] İhya, II, 282; krş. İbn Kayyim, İgâsetü’l-lehfân, I, 258.

[185] Buhârî, “Eşribe”, 6

[186] İhya, II, 282.

[187] Gazzâlî, İhya, II, 268-284.

[188] İbn Mâce, “Nikâh”, 21.

[189] Îbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 1053-1054.

[190] Lokman: 31/6.

[191] Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 1493-1494; IV, 1950.

[192] Vehbe ez-Zühaytî, el-Fıkhü’l-İslâmî ueedilletühû, III, 573.

[193] el-Bakara: 2/29.

[194] el-En’âm: 6/119.

[195] el-Bakara: 2/275.

[196] Muhammed el-Gazzâlî, es-Sünnetü’n-nebeviyye beyne ehli’l-fıkh ve ehli’l-hadîs, s. 86.

[197] Kâsânî, Bedâ’i, V, 128.

[198] Zeylaî, Nasbü’r-râye, IV, 273-274.

[199] Zeylaî, Nasbü’r-râye, IV, 275.

[200] Şâfıî, el-üm, VI, 224-225.

[201] Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 68.

[202] İbn Hişâm, Siyer, I, 390-391.

[203] el-Enfal: 8/60.

[204] Buhârî, “Cihâd”, 78; Müslim, “îmâre”, 169.

[205] Buhârî, “Zebâih”, 25.

[206] Nesâî, “Hayl”, 16; Tirmizî, “Cihâd”, 22.

[207] Serahsî, Siyerü’l-kebîr, I, 112-113.

[208] Müslim, “Şi’r”, 10; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 56.

[209] Ebû Dâvûd, “Edeb”, 56; İbn Mâce, “Edeb”, 43; el-Muvatta’, “Rü’yâ”, 6.

[210] Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VIII, 94.

[211] Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VIII, 9.

[212] el-Mâide: 5/90.

[213] Zeylaî, Nasbü’r-râye, IV, 275.

[214] Zeylaî, Nasbü’r-râye, IV, 273-274.

[215] Kâsânî, Bedâ’i, V, 127.

[216] Yûnus: 10/32.

[217] Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 1052-1053.

[218] el-üm, VI, 224-225.

[219] Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VIII, 95.

[220] el-Mâide: 5/90-91

[221] en-Necm: 53/39.

[222] en-Nisâ: 4/29.

[223] er-Ra’d: 13/3; Tâhâ: 20/53; Yâsîn: 36/36; ez-Zâriyât: 51/149.

[224] el-Fâtır: 35/11; eş-Şûrâ: 42/11; el-Hucurât: 49/13; en-Necm: 53/45.

[225] el-Hucurât: 49/13; ez-Zümer: 39/9.

[226] en-Nahl: 16/97; el-Ahzâb: 33/35.

[227] en-Nisâ: 4/124; el-En’âm: 6/140; en-Nahl: 16/58-59; ez-Zuhruf: 43/17; et-Tekvîr: 81/8-9.

[228] Âl-i İmrân 3/14; Yûsuf :12/23-24-30-32-33.

[229] bk. Nesâî, “Nisa”, 1.

[230] el-A’râf: 7/189; er-Rûm: 30/21.

[231] en-Nûr: 24/32-33.

[232] Buhârî, “Nikâh”, 8; Müslim, “Nikâh”, 6-7.

[233] Buhârî, “Nikâh”, 2, “Savm”, 10; Müslim, “Ni­kâh”, 1; Nesâî, “Nikâh”, 6.

[234] el-Bakara: 2/187.

[235] el-En’âm: 6/151; el-A’râf: 7/133; el-İsrâ: 17/32.

[236] el-A’râf: 7/80; el-Hûd: 11/78- 83; eş-Şuarâ: 26/161-166; el-Ankebût: 29/28-29.

[237] Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 45; Tirmizî, “Taharet”, 102; İbn Mâce, “Ni­kâh”, 29.

[238] Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 30; Tirmizî, “Hudûd”, 23.

[239] Buhârî, “Libâs”, 61-62; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 30.

[240] Buhârî, “Libâs”, 61; Müslim, “Selâm”, 62.

[241] Mûsned, IV, 171.

[242] en-Nûr 24/58-59.

[243] Müslim, “Haya”, 73.

[244] Ebû Dâvûd, “Salât”, 26; Müsned, II, 180, 187.

[245] Buhârî, “Nikâh”, 7; Mûsned, II, 173; III, 82.

[246] er-Rûm: 30/21.

[247] el-Mü’minûn: 23/5-6.

[248] el-Mü’minûn: 23/5; en-Nûr: 24/30-31; el-Furkân: 25/68; el-Ahzâb: 33/35.

[249] el-İsrâ: 17/32.

[250] en-Nûr: 24/3.

Islam Ilmihali Diyanet Vakfi” kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek için Ücretsiz pdf olarak almak için aşağıdaki indirme düğmesini tıklayın

Bozuk bağlantıyı bildirin
Siteyi Yardim Et


for websites

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *