Skip to content
Home » kirk hadis tercume ve serhi pdf indirin

kirk hadis tercume ve serhi pdf indirin

KIRK HADİS TERCÜME VE ŞERHİ

  • Kitap başlığı:
 Kirk Hadis Tercume Ve Serhi Pdf Indirin
  • Yazar:
imam al-Nawawi, Kahraman Yayınları
  • Kitap Sayısı
177
  • Dil:
Türkçe
  • Görünümleri:

Loading

  • PDF Doğrudan  
indirin
  • Satın al  
Kağıt Kapak için

KIRK HADIS TERCUME VE SERHI PDF INDIRIN

KIRK HADİS TERCÜME VE ŞERHİ

Önsöz

Hamd, âlemlerin rabbı, yerler ve göklerin yaratıcısı, bütün yaratılmışların yöneticisi, mükellef kimseleri kesin ve apa­çık delillerle doğru yolu ulaştırmak ve dinin emirlerini açık­lamak üzere Peygamberler -Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun gönderen Allah’a (c.c) mahsustur.

O’nun bütün nimetlerine karşı hamd eder, ihsan ve ik­ramının artmasını dilerim. Şahadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O’nun şeriki yoktur, tektir, galip olan­dır, cömerttir, bağışlayıcıdır.

Çağlar boyu mucizeliği devam eden Kuran-ı azimuş-şan kendisine indirilmekle ve peygamberimiz Muhammed’den (s.a.v) doğru yola ulaşmayı isteyenlere ışık saçan nurlu yolu (sünneti) verilmekle ihsanda bulunulan, az söz söylemekle çok mana ifade etme gücüne ve dini yumuşaklığa sahip bulunan efendimiz Muhammed’in (s.a.v), O’nun kulu, rasulü, sevgi­lisi, dostu ve yaratılmışların en üstünü olduğuna şehadet ede­rim. Allah’ın salât ve selâmı ona, bütün peygamberlere, her birisinin yakınlarına ve diğer salih kimselerin üzerine olsun.

Bize, Ali b. Ebî Tâlib (v. 40/660), Abdullah b. Mes’ûd (v. 32/652) Muaz b. Cebel (v. 18/639), Ebu’d-Derda (v. 32/652), İbn Ömer (v. 74/693), İbn Abbas (v. 68/687), Enes b. Mâlik {v. 93/711), Ebu Hureyre (v. 58/677), Ebu Saîd el-Hudrî (74/693)’nin her birisinden çok sayıda senedle, çok çe­şitli şekillerde rivayet edildiğine göre Allah Rasulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetime kim dini ile alakalı kırk hadis ezberletirseAllah (c.c) o kimseyi kıyamet gününde fakihler ve âlimler gru­buna dahil eder.” Başka bir rivayette, “Allah (c.c) onu fakih âlim olarak diriltir.” Ebu’d-Derda’nın (r.a) rivayetinde “Kıyamet günü ben o kimse için şahit ve şefaatçi olurum.” İbni Mes’ûd’un (r.a) rivayetinde: ”Ona cennetin kapıların­dan hangisinden istersen gir! denilir.” İbn Ömer’in (r.a.) ri­vayetinde ise: “O kimse âlimler grubunda yazılır, şehitlerle birlikte haşrolunur.” denilmektedir.

Hadis tenkitçileri, her ne kadar bu hadis çok kişi tara­fından rivayet edilmişse de, bunun ”zayıf bir hadis’[1] olduğunda ittifak etmişlerdir.

Âlimler, kırk hadis ihtiva eden, sayılamayacak kadar çok eser yazmışlardır. Bu sahada eser yazan bildiğim ilk kişi Ab­dullah b. Mubarek’tir. (v. 181/797). Daha sonra Muhammed b. Eslem et-Tûsi (v. 242/856), ondan sonra Hasan b. Süfyan en-Nesai (v. 303/915), Ebû Bekr el-Âcurri (v. 360/977), Ebû Bekr Muhammed b. İbrahim el- İsbehani (v. 475/1082), Darekutni (v. 385/995), Hakim (v. 405/1014), Ebû Nuaym (v. 430/1038), Ebû Abdurrahman es-Sülemi (v. 412/1021), Ebû Osman es-Sâbûni (v. 449/1057), Abdullah b. Muham­med el-Ensârî, Ebû Bekr el-Beyhaki (v. 458/1065) ve mütekaddimûn ve müteahhirûn’dân[2]  daha çok sayıda kimse.

Bu meşhur hadis imamları ve hafızlarının yaptığı gibi 40 hadis toplayıp toplamama hususunda istihare yaptım (Allah’tan hangisinin hayırlı olacağını bana bildirmesini diledim). Her ne kadar âlimler amellerin faziletleri ile ilgili hu­suslarda zayıf hadisle amel etmenin caiz olduğunda ittifak etmişlerse de, ben (bu kırk hadisi toplarken) bunu delil ola­rak almadım. Benim dayandığım delil Efendimiz’in (s.a.v) ”Sizden burada bulunanlar, bulunmayanlara (duyduklarını) ulaştırsın” ve ”Allah (c.c), sözlerimi işitip muhafaza eden ve işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimselerin yüzünü aketsin.” şeklindeki sahih [3] hadisleridir.

Neticede, âlimlerden bir kısmı akaidle alakalı, bazısı di­nin değişik meseleleri ile bazısı cihad’la, bazısı zühd’le, ba­zısı âdab ile, bazısı da meviza ile alakalı ”kırk hadisleri” top­lamıştır. Bunların her birisi çok güzel gayelerle yazılmıştır. Allah yazanlardan razı olsun.

Ben de, bu konuların hepsinden en önemli bir konuda kırk hadis toplamayı uygun gördüm. O da bütün bu konula­rı ihtiva eden bir kırk hadis. Buraya alacağım hadislerin ta­mamı, dinin en büyük esaslarından biri, âlimlerin İslâm’ın temeli olarak kabul ettikleri veya İslâmın yansı veya üçte bi­ri gibi buna benzer özelliklerle nitelendirdikleri hadislerdir.

Seçtiğim kırk hadis’in özellikle sahih hadisler olmasına itina ettim. Bunların büyük bir çoğunluğu da Buhari (v. 256/869) ve Müslim’in (v. 261/874) Sahih’lerinde bulunmak­tadır. Hadisleri, ezberlenmesi kolay olsun ve Allah’ın (c.c) izniyle faydası çok olsun diye senedlerini hazfederek yazdım. Sonlarına da, lafızlarının gizli yönlerini izah eden sözler ila­ve ettim.

Ahiret saadetini isteyen herkes bilsin ki bu hadisler, önemli meseleleri ve Allah’a itaate götüren bütün uyarıları ihtiva etmektedir. Düşünenler için bu zaten apaçık bir gerçektir.

Tek dayanağım Allah’tır (c.c). Bütün işlerimi O’na (c.c) havale ettim. Hamd O’nadır. Nimet veren O’dur. Buraya ulaşmak ancak O’nun sayesindedir. Kusursuzluk da O’na aittir.[4]

 

1. Niyetsiz Amel

Mü’minlerin emiri Ebu Hafs Ömer b. el-Hattâb’tan (r.a) rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

Resûllulah’ı (s.a.v) şöyle derken işittim:

Ameller niyetlere göre karşılık görür. Herkese niyet ettiği şey verilir. (Hicret ederken niyeti) Allah ve Rasülü

olanın hicreti, Allah ve Rasülünedir. Kimin hicret ederkenki niyeti elde edeceği bir dünya malı veya evlenmek

istediği bir kadınsa onun hicreti de onadır”.[5]

Bu hadisi, Muhaddislerin en önde geleni Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. Muğire b. Berdizbeh el-Buhari (v. 256/869) ve Ebu’l-Hüseyin Müslim b. Haccac b. Müslim el-Kuşeyri en-Nisâbûri (v. 261/874), Hadis sahasında yazılmış kitapların en sahihi olan Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.

Bu hadisi şerif göstermektedir ki niyet, amellerin kötü­lerini tasfiye etmede bir ölçüdür. Niyetin düzgün olduğu du­rumda amel güzel, niyetin bozuk olduğu yerde de amel kötüdür.

Bir amel (iş) varsa ve buna niyette bitmişse, burada üç durum sözkonusudur.

  1. durum:Bu işin Allah (c.c) korkusundan dolayı yapılması. Bu Allah’ın kullarının (sırf kulluk olsun diye) yaptıkları bir iştir
  2. durum:Bu işin sevap kazan­ma ve cennete girme düşüncesi ile yapılması. Bu da ticari düşünceye sahip kimselerin yaptıkları bir iştir.
  3. durum:Bu işin Allah’tan (c.c) haya edilmesi ve kulluğun hakkını yerine ge­tirmek, şükrü edâ etmek düşüncesi ile yapılması. Bu tür kim­seler (ibadet etmelerine rağmen) kendilerini kusurlu görür, bu­na rağmen kalbinde bir korku vardır. Çünkü amelinin kabul edilip edilmediğini bilemez. Bu da hakiki müslümanların işi­dir. Bir gece, Allah Rasûlünü’nün (s.a.v) ayakları şişinceye kadar ibadet ettiğini gören Âişe (r.ah.) ona,

“Ey Al­lah’ın Rasülü! Rabbın senin geçmiş ve gelecek bütün günah­larını bağışladığı halde bütün bu sıkıntıları ne diye çekiyorsun,” diye sorunca;

“Ben şükreden bir kul olmayayım mı?”[6] buyurmuş ve üçüncü durumda izah ettiğimiz hale işaret etmiştir.

Korku ile birlikte yapılan ibadet mi, ümitle birlikte ya­pılan ibadet mi daha faziletlidir? diye bir soru akla gelebilir. Buna Gazali (v. 505/1111) şöyle cevap vermiştir:

“Ümitle birlikte yapılan ibadetler daha faziletlidir (üs­tündür), çünkü ümit sevgiyi doğurur. Korku ise ümitsizliğe sebep olur.”

Bu yaptığımız üçlü taksimat ve ölçü ihlaslı kimselerle alâ­kalıdır.

Şunu (iyice) bilmek gerekir ki, ihlasa bazen kendini be­ğenmişlik arız olabilir. Kimin de yaptığı amelleri hoşuna gi­der de (kendini beğenmesine sebebiyet verirse), amelleri bo­şa gider. Aynı şekilde kendini büyük görenin de ameli boşa gider.

İkinci durumda, kişi, dünya ve ahiretin her ikisini de el­de etmek düşüncesiyle amel işler. Alimlerden bir kısmı, bu niyetle amel işleyenin amelinin makbul olmadığı görüşünde­dir. Bu görüşlerine de Peygamber’in (s.a.v) şu kutsi hadisi’ni[7] delil olarak almışlardır:

Allah (c.c) şöyle buyurur: ”Ben, bana ortak koşulması­na asla razı gelmemKim bir amel işler de, ona benden baş­kasını ortak ederse ben o amelden (veya kimseden) uzak olurum.[8]

Haris el-Muhasibi de (v. 243/857) Kitabı er-Riâye li Hukûkillah’ta bu görüşü savunmuş ve şöyle demiştir:

“İhlas sadece Allah’a (c.c) itaati kastetmektir. Başka bir şeyi kastetmek ihlas olmaz. Riya iki türlüdür.

l.si: Kişi itaat etmekle ancak insanların teveccühünü ka­zanmak ister.

2.si: İtaat etmekle hem insanların teveccühünü kazan­mak hem de Allah’ın (c.c) rızasını kazanmak ister. Bunlardan her ikisi de ameli boşa çıkarır.

Hafız Ebu Nuaym el-İsfehani (v. 430/1044) Hilyetü’l-evliyâ isimli eserinde, daha önceki âlimlerden bir kısmının bu görüşte olduğunu belirtmiştir. Bunlar görüşlerine Kur’ân-ı Kerim’deki “Dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah (müşriklerin) şirk koş­makta olduklarından çok çok yücedir.” [9] âyetini delil almış­lardır.

Allah Teâlâ nasıl ki, kadından çocuktan ve (herhangi bir) ortaktan münezzehse, kendinden başkasının ortak edildiği ameli kabul etmekten de münezzehtir. Allah (c.c), kadri yüce ve büyüklükte eşsizdir.

Semerkandi (v. 491/1097) şöyle der: Kişinin Allah (c.c) için yaptığı ameller kabul edilir. İnsanlar için yapılan amel­ler ise reddedilir. Meselâ; birisi, öğle namazı kılıp Allah’ın (c.c) farz olan emrini yerine getirmeyi düşünür. Ancak nama­zını insanların arasında kıldığı için ta’dili erkâna riayet ede­rek, rüku ve secdelerini uzatarak kılarsa, Aslı itibarı ile na­mazı kabul edilir. Namazı güzel ve uzatarak kılması ise, in­sanlar görsün diye yaptığı için kabul edilmez.

İzzuddin b. Abdisselâm’a (v. 660/1261)

“İnsanlar beğenip takdir etsin diye namazını uzatan ve güzel kılan kimsenin na­mazı hakkında ne buyurursun diye sorulmuş o da cevaben:

“Bu niyetle amel işleyen kimsenin amelinin boşa çıkma­masını dilerim” demiştir.

Bu izahlar, amelin vasfında şirk olması halinde geçerli­dir. Şayet şirk amelin aslında olursa, yani farz olan namazı hem Allah (c.c) hem de insanlar için kılarsa, amelin aslında şirk olduğundan dolayı namazı kabul edilmez. Nitekim amel­lerde riya, ameli terk etmekle olur.

Fudayl b. lyaz şöyle der:

“İnsanlar var diye ameli terk etmek te riyadır. İnsanlar görsün diye amel etmekse şirktir. İhlas ise Allah’ın seni her ikisin­den de muhafaza buyurması ile olur.” Fudayl’ın bu sözünün manası şudur:

“Kim bir ibadet yapmaya niyet eder de insan­lar görmesin diye terk ederse, o gösterişçidir, (riyakâr). Çün­kü ameli insanlar sebebi ile terk etmiştir. Ancak kimsenin ol­madığı bir yerde yerine getirmek düşüncesi ile o ibadeti yapmayı tehir ederse, bu müstehaptır. Yapacak olduğu ibadet farz olan bir namaz veya zekât ise veya kişi, halkın kendisine uy­ması gereken bir alimse bu durumda amelini açıkta yapması daha faziletlidir.

Nasıl ki riya amellerin boşa gitmesine sebepse sum’a da aynı şekilde amellerin boşa gitmesine sebeptir. Sum’a, kişi­nin yalnızken Allah için ibadet edip sonra da yaptığı ibadeti insanlara anlatmasıdır.

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Her kim (yaptığı) amelini başkalarına anlatırsa (işittirirse) kıyamet gününde Allah ta (c.c) (onun bu halini mahşer halkına) işittirir, kim de riya olsun diye bir iş yaparsa, Allah (c.c) onun iç yüzünü ortaya çıkarır”.[10]

Âlimler demiştir ki: Amelini insanlara işittiren kişi hal­kın kendisini örnek alması gereken alim bir kimse ise dinle­yenlerin anlattıkları ile amel etmesini sağlamak için amelini söylemesinde bir mahzur yoktur.

Mirzebani (r.a) şöyle der:

“Namaz kılan kişinin namazının kabul edilmesi için dört haslet gerekir. Kalp huzuru, akıf selameti, şartların tam yeri­ne getirilmesi, bütün organların huşu içerisinde olması. Kalp huzuru olmadan namaz kılan ibadetinden gafil bir kimsedir. Tüm organları huşu içerisinde olmadan namaz kılan, nama­zını yanlış kılan bir kimsedir. Bu şartlara uyarak namaz kı­lan kimse ise namazını bütün erkânına uyarak kılan kimsedir.”

Efendimizin (s.a.v) “Ameller niyetlere göre karşılık görür” sözünün manası: O bu sözü ile sevaba vesile olan amel­leri kastetmiştir. Yoksa mübah [11] olan amelleri kastetmemiştir. Haris el-Muhasibi (v. 243/857) diyor ki:

“İhlasın mubah işlerle ilgisi yoktur. Çünkü mubah olan işlerde Allah’a yakınlık kastedilmediği gibi, Allah’a yakınlığa sebeb te olmazlar. Hiç bir maksat gözetmeksizin sadece bina yapmak gayesi ile bi­na yapmak gibi. Ancak mescid, köprü ve ribat yapmak gayesi ile olursa müstehap olur.” Sözlerine devamla diyor ki: “Ha­ram veya mekruh olan şeyde de ihlas olmaz. Bakılması helal olmayan bir şeye bakıp ta, kendisinin Allah’ın yarattıkları hak­kında düşünmek (tefekkür) gayesi ile baktığını iddia eden bir kişinin durumu böyledir. Mesela, sakalı bıyığı bitmemiş oğ­lan çocuğuna ibret nazarı ile bakmak gibi. Bunda hiç bir ih­las olmadığı gibi Allah’a yakınlaşma da yoktur. Sıdk ise ku­lun gizli ile açığı, içi ve dışı (zahir-batın) bir değerlendirme­sinden anlaşılır. Sıdk bütün makam ve hallerin gerçekleşmeşinden sonra meydana gelir. Çünkü ihlasın özü, itaat eder­ken Allah’ı kastetmektedir. Kişi bazan kıldığı namazla Allah’a yönelmeyi kasteder. Fakat namazında, kalp huzuru olmaz. İşte sıdk, ibadette kalbin bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Şu halde her sadık olan kimse ihlaslıdır. Her ihlaslı ise sadık olmaya­bilir. Allah (c.c) ile manevi bağ kurmanın ve kurmamanın ma­nası da budur. Kişi (sadık olunca) Allah’tan (c.c) başkası ile bağlarını koparmış, Allah’la bağlantı kurmuş demektir. Al­lah’tan (c.c) başkasından uzak durmanın ve Allah’ın huzu­runda bulunmanın zevki ile dolup taşmak bu demektir.

Efendimiz’in (s.a.v) “Ameller…” sözünden maksadı, amellerin sahihliği, ya amellerin hatalarının düzeltilmesi, ya amellerin kabul şartı, ya da amellerin mükemmelliği olabilir. Ebu Hanife (r.a) bu sonuncu manayı tercih etmiştir. Hadiste geçen amellerden, terk türünden[12] olan ameller ve necase­tin giderilmesi, gasbedilen şeylerin veya ödünç alınanların ia­desi, hediyenin verilmesi v.b, şeyler istisna edilir. Çünkü bun­ların sıhhati niyetin düzgünlüğüne bağlı değildir. Ancak bun­lardan sevap almak için Allah’a yaklaşma kastedilmelidir.

Yine bir kimse hayvanını yemlerken, Allah’ın (c.c) em­rine uymak düşüncesi ile bunu yapmışsa sevap kazanır. Ma­lını korumak için yapmışsa kazanamaz. Savaşçı atını Allah (c.c) yolunda bağlar ve sularsa, onu sularken sadece susuzlu­ğunu gidermeyi düşünmüyorsa sevap kazanır. Nitekim buna Buhari’nin Sahih’inde işaret edilmiştir. Aynı şekilde evde ha­nım kapıyı kaparken, yatacağı zaman lambasını söndürürken Allah’ın emrine uymak düşüncesi ile bunları yaparsa sevap kazanır. Başka şeylere niyet ederek yapsa kazanamaz.

Niyet sözlükte yönelmek demektir. Araplar (bu fiili kullanırken), “Allah (cc) seni hayra yöneltsin” derler. Şeriatta ise fiili (ameli) ile bir şeye yönelmektir. Bir şeye yönelse ancak amel olmasa buna azm denir. Amel­lerde niyet, ibadetle adeti, veya ibadetin gerçeği ile gerçek ol­mayanını ayırdetmek için şart koşulmuştur. Birinci durumun (ibadetle adetin ayrılmasının) misali mescitte oturan kimse­nin durumudur. Orada âdet olarak istirahat etmek için, bazan da itikaf niyeti ile ibadet etmek için oturulur, İşte bura­da ibadetle âdeti ayıracak olan şey niyettir. Gusülde de âdeten temizlik kastedilir. Bazan da ibadet kastedilir, ikisinin ara­sını ayırdedecek tek vasıta aynı şekilde niyettir. Peygamber (s.a.v)’e gösteriş için mi; mallarını korumak için mi yoksa, kahramanlık için mi savaşan kimsenin Allah yolunda oldu­ğu sorulunca verdiği şu cevap buna işaret etmektedir. O şöy­le buyurmuştur;

“Kim Allah ‘ın (c.c) isminin en yüce olması için savaşır­sa odur Allah yolunda olan.”[13]

İkinci durumun, yani ibadetin doğrusunu tesbit etmeye vasıta olması ise şu şekilde olur. Bir kimse dört rekât namaz kılmıştır. Bu namazın öğle namazı olarak kılınmış olabilece­ği gibi, sünneti olarak kılınması da mümkün olabilir. Bura­da hangisi kastedildiğini niyete göre tesbit ederiz. Köleyi azat ederken de keffaret karşılığı olarak azat edebileceği gibi ne­zir v.s. gibi başka sebeplerle de azad edilmesi mümkündür. Bunu da yine niyetle ayırtedebiliriz.

Efendimiz’in (s.a.v) “Herkese niyet ettiği şey verilir…” sözü, ibadetlerde birinin başkası yerine o ibadeti yapması ve­ya bizzat niyet etmesi için vekil bırakmasının caiz olmayaca­ğına delildir. Ancak bundan zekât malının ayrılması veya kurbanın kesilmesi istisna edilmiştir. Bu iki amelde kişi, güc yet­tiği halde boğazlama ve malın ayırımında niyetle başkası­na vekâlet vermek caizdir. Hac ve borcun ifasında ise güç yet­mesi halinde vekil bırakmak caiz değildir. Ancak meselenin tek yönü olursa niyete ihtiyaç duyulmaz. İki yönü olması du­rumunda ise, mesela birisinin bir kimseye bin lirası rehin ol­mak üzere ikibin lira borcu olsa ve rehin olanı iade gayesi ile bin lirasını verse bu geçerlidir. Borcu verirken hiçbir niyet et­mezse daha sonra istediğinden birine niyet etse, bize göre ni­yetin amelden sonra yapılıp ta sahih olması bu durumdan baş­ka yerde geçerli olmaz.

Efendimiz’in (s.a.v) “(Hicret ederken niyeti) Allah ve Rasülü olanın hicreti Allah ve Rasülü’nedir. Kimin hicret ederkenki niyeti elde edeceği bir dünya malı veya evlenmek iste­diği bir kadınsa onun hicreti de onadır.” sözü:

Hicret, değişik şeyler için kullanılmıştır:

  1. Müşrikler Rasülullah’a (s.a.v) eziyet ettikleri zaman sa­habenin Mekke’den Habeşistan’a hicreti. Müslümanlar Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçıp Necaşi’ye sığınmışlardı. Bu olay Beyhaki’nin (v. 458/1065) söylediğine göre Hz. Muhammed’e peygamberlik vazifesi verildikten beş sene sonra vuku bulmuştur.
  2. Mekke’den Medine’ye yapılan hicret. Bu da bi’setten on sene sonra olmuştur. O zaman Mekke’de bulunan her müslümanın Medine’ye Rasülullah’ın (s.a.v) yanına hicret etmesi vacipti. Bazı âlimler, sadece Mekke’den Medine’ye hicretin va­cip olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu böyle değildir. Zira Medine’nin hiç bir özelliği yoktur. Vacip olan Rasülullah’ın bulunduğu yere hicret etmektir.

İbn Arabi (v. 542/1147) şöyle demiştir:

“Âlimler, bir kimsenin bir yerden başka bir yere gitme­sini, kaçarak gitmek ve isteyerek gitmek diye ikiye ayırmış­lardır. Kaçarak gitmek altı kısımdır:

Birincisi: Dârul-Harb olan bir ülkeden, Dâru’l-İslam olan bir ülkeye gitmek. Bunun hükmü kıyamete kadar geçerlidir (baki).

Efendimiz’in (s.a.v), “(Mekke’nin) Fethinden sonra ar­tık hicret yoktur”sözünden maksat ise, vuku bulan ve Rasülullah’ın bulunduğu yere hicrettir.

İkincisi: Bidat işlenen yerden hicret. İbn Kasım diyor ki, İmam Malik b. Enes’i şöyle derken işittim:

“(Müslüman) bir kimsenin selefe [14] sövülen bir yerde kalmaya (oturmaya) devam etmesi doğru değildir.”

Üçüncüsü: Haramların çokça işlendiği bir yerden hicret. Çünkü her müslümanın helal peşinde koşması gerekir.

Dördüncüsü: Kendisine yapılan eziyetten kurtulmak için hicret. Kişi bir ülkede kendi hayatının tehlikede olduğundan korkarsa oradan başka bir yere gitmesine Allah (c.c) izin ver­miştir. Bu ona Allah’ın bir ikramıdır. Oradan ayrılmakla ken­dini korumuş olur. Bunu ilk yapan İbrahim (a.s) dır. O kav­minden korkunca: “Ben Rabbıma hicret ediyorum (sığınıyo­rum).” demiştir. Allah (c.c) Musa’nın (a.s) halini haber ve­rirken: “… Korka korka ve etrafı gözetleyerek oradan çıktı” buyurmuştur.[15]

Beşincisi: Hastalık bulaşma korkusu ile salgın hastalık olan bir yerden havadar ve sağlıklı yerlere çıkmak gibi. Peygamber (s.a.v)’ın Ureyne kabilesinden gelip Medine’nin ha­vasından rahatsız olanlara otlaklara çıkmalarını emretmesi bu sebepten dolayıdır.[16]

Altıncısı: Malına yapılacak bir saldırı korkusu ile hic­ret. Çünkü müslümanın malı da kanı gibi mukaddestir.

Kişinin bir yerden diğer bir yere isteyerek gitmesi ise on şekilde olabilir:

  1. Dini bir istekten dolayı.
  2. Dünyevi bir istekten dolayı.

Dini bir istekten dolayı yapılan seyahat de dokuz türlüdür:

  1. İbret için sefer yapmak. Alİah Teâlâ:“Yeryüzünde do­laşıp, kendilerinden öncekilerin sonlarının ne olduğunu gör­mezler mi?” buyurmuştur.[17] Zülkarneyn de {a.s) dünyada onun garipliklerini görmek üzere dolaşmıştı.
  2. Hac için yapılan yolculuk.
  3. Cihad için yapılan yolculuk.
  4. Maişet temini için yapılan yolculuk.
  5. Ticaret yapmak, (fazla) kazanç sağlamak için yapılan yolculuk. Yetecek kadardan fazlasını kazanmak Allah Teâlâ’nın (c.c) ”Rabbımızdan size gelecek lütuf ve keremi arama­nızda size herhangi bir günah yoktur[18]âyeti kerimesi se­bebiyle caizdir.
  6. İlim tahsili için yapılan yolculuk.
  7. Manevi değeri olan yerleri ziyaret kastı ile yapılan yol­culuk. Peygamber (s.a.v), ”Ancak üç mescidi (ziyaretetmek) üzere binekler hazırlanır[19] buyurarak buna işaret etmiştir.
  8. Sınır boylarında ribat yapmak üzere, geçitler açmak düşüncesi ile yapılan yolculuk.
  9. Allah (c.c) rızası için eş-dost ziyareti gayesi ile yapılan yolculuk. Nebi (s.a.v) bununla alâkalı olarak şu hadiseyi an­latmıştır:

”Bir kişi bir köydeki arkadaşını ziyaret etmek üzere yo­la çıktı. Allah Teâlâ o kişinin yoluna bir melek gönderdi. Me­lek adama:

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Adam:

“Falan köydeki arkadaşımı ziyarete” dedi. Melek devam ederek:

“Yoksa sende o adama vermen gereken birşey mi var?”de­di. Adam cevaben:

“Hayır, fakat ben onu sadece Allah (c.c) rızası için seviyorum” dedi. Bunun üzerine melek:

“Ben Al­lah’ın sana gönderdiği bir habercisiyim. Şunu bil ki sen onu nasıl seviyorsan, Allah ta seni öylece seviyor,” dedi.”[20]

III. Etraftaki kabilelerin Allah Rasülü’ne (s.a.v) dinin esaslarını öğrenip geri dönünce de geride kalan kavimlerine öğretmek gayesi ile yaptıkları hicret.

  1. Mekkelilerden, Peygamber’e (s.a.v) gelip müslüman olduktan sonra kendi kavimlerine dönen kimselerin hicreti.
  2. Küfür diyarından İslâm diyarına yapılan hicret. Müslümanın küfrün hakim olduğu bir yerde ikamet etmesi caiz değildir.

Maverdi şöyle der:

“Eğer o kimsenin küfür diyarın­da ailesi bulunsa ve dinini yayması mümkün olsa, oradan hicret etmesi gerekmez. Çünkü içinde bulunduğu ülke ileri­de İslâm ülkesi olabilir.”

  1. Bir müslümanın hiç bir şer’i sebep olmaksızın müs­lüman kardeşini terk etmesi mekruh, zaruret olmaksızın üç günden fazla ayrılması ise haramdır. Anlatıldığına göre bir adam bir arkadaşını üç günden fazla terk etmiş (onunla ko­nuşmamış) ona şu beyitleri yazmıştır:

“Efendim! senin yanında benim için zulm olan birşey var, onunla alakalı olarak İbn Ebi Heyseme’ye sor.

Zira o, dedesinden Dahhak- İkrime. vasıtasıyla rivayet ediyor ki,

Ibn Abbas, Rahmet Peygamberi olarak gönderilen efen­dimizin,

“Gerçek dostun, dostundan üç günden fazla ayrı kalma­sının, Rabbımız tarafından haram kılındığını nakletmiştir.”[21]

VII. Kocanın, karısı kendisine âsi gelmesi durumunda onu terk etmesi. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“…onları ya­taklarında yalnız bırakın.”[22]

Bir yerde günahlara dalmış kimsenin, konuşmayı veya selam alıp-vermeyi kesmek sureti ile terk edilmesi de hocanın hanımını terk etmesi gibidir.

VIII. Allah Teâlâ’nın nehyettiği şeylerden hicret etmek. Bu hicretin en umumi manasıdır.

Efendimiz’in (s.a.v): “Kimin hicreti Allah ve Rasülüne ise”sözünün gayesi, niyet ve fiil (maksat) itibarı ile,

O’nun (s.a.v): “O kimsenin hicreti de Allah ve Rasülü nedir.” sözünden maksat ise, hüküm ve netice itibarı ile demektir.

Efendimizin (s.a.v): “…Kimin hicreti elde edeceği bir dünyalık içinse…” sözü:

Rivayet edildiğine göre, bir kişi Mekke’den Medine’ye hic­retin faziletini (sevabını) islediği için değil, Ümmü Kays isimli bir kadınla evlenmek için hicret etti. Sonuçta da Ümmü Kays’ın muhaciri diye isimlendirildi.

Eğer, nikâh ta İslâm’ın istediklerinden birisidir, niçin dünyalık diye değerlendiriliyor denecek olursa şu cevabı veririz:

O zat zahirde hicret gayesi ile çıkmıştı. İçinden, izhar et­tiğinin hilafına (tersine) niyet edince kınama ve levme müs­tahak görülmüştür. Aynı şekilde, dış görünüşte hac için, ha­kikatte ise ticaret için giden kimsenin veya, dış görünüşte ilim talebi için çıkıp hakikatte reislik veya idarecilik elde etmek gayesi ile çalışan kimsenin durumu da böyledir.

Efendimiz’in (s.a.v) “…onun hicreti de onadır.” hadisi­nin bu kısmı, zahirde hac için hakikatte ise, ticaret ve ziyaret için hacca giden kimsenin sevap kazanmamasını gerektirir. Şu halde hadisi, o kimseyi hacca gitmeye sevk eden şey sade­ce ticaretse sevap kazanmaz şeklinde anlamak (izah etmek) doğru olur. Eğer onun gitmesine sebeb hacsa ancak ticaret de ona tabi ise, hac için olan niyetinden verdiği taviz nisbetinde alacağı sevap eksilir. Eğer hem hac hem ticaret gayesi ile giderse, sevap kazanma ihtimali vardır. Çünkü onun hicreti sırf (din için olmadığı gibi) dünya için değildir. Bunun tersi de söz konusudur. Çünkü ahiret ameli olan hacca, dünya ame­lini karıştırmıştır. Bu hadis, hükmü sırf niyete bağlamıştır. İkisine de birlikte niyet eden kimseye bu yüzden sadece dün­yayı kastetmiştir demek doğru olmaz.

Yine de en doğrusunu bilen Allah Teâlâ’dır. [23]

2. İslâm, İman, İhsan

Yine Ömer b. Hattab’tan (r.a) nakledildiğine göre o şöyle demiştir:

”Biz bir gün Allah Rasülü’nün (s.a.v) yanında oturur­ken birden bire bembeyaz elbiseli, simsiyah saçlı, üzerinde yolculuk alametleri olmayan fakat içimizden hiçbir kim­senin de tanımadığı bir kimse çıka geldi. Doğruca Rasülullah’ın (s.a.v) yanına (gelerek) oturup dizlerini onun diz­lerine dayadı, ellerini de dizlerinin üzerine koyarak şöy­le dedi:

“Ey Muhammed (s.a.v) söyle bana İslâm nedir?” Allah Rasülü (s.a.v) cevap olarak şöyle dedi:

İslam, Allah’tan başka ilahın olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasülü olduğuna (tereddütsüz) şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (hakkı ile) ver­men. Ramazan orucunu tutman, gücün yettiği zaman hacca gitmendir.”

“Doğru söyledin.” dedi. Biz onun hem sorup hem de “doğru söyledin diye” tasdik etmesinden dolayı şaşırmış­tık. Yine o (adam) devam ederek.

“Söyle bana iman nedir?” diye sordu. Allah Rasülü (s.a.v):

İman, Allah’a meleklerine, kitaplarına, peygam­berlerine, ahiret gününe, hayrı ve şerri ile kadere (tereadütsüz) inanmandır.” buyurdu. Adam:

“Doğru söyledin.” dedi (ve sormaya devam ederek);

“Söyle bana ihsan nedir?” dedi. Allah Rasülü (s.a.v):

İhsan, Allah Teâlâ’ya sanki onu görürcesine iba­det etmendirZira sen onu göremesen de, o seni muhak­kak surette görür.” buyurdu. Adam,

“Söyle bana kıyamet ne zaman (kopacak)?” dedi, Al­lah Rasülü (s.a.v):

“Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir” buyurdu. Bunun üzerine adam,

“Öyleyse kıyametin alâmetlerinden bahset.” dedi. Efendimiz (s.a.v) de şöyle buyurdu:

Cariyenin efendisini, doğurması ve ayakkabısız ve baldırı çıplak koyun çobanlarının bina yapma yarışı­na girdiklerini görmendir.” buyurdu.

Daha sonra adam oradan ayrıldı. Ben bir süre bekle­dim. Sonra Allah Rasülü (s.a.v):

Ey Ömer! Biliyor musun soru soran kim idi?” buyurdu.

“Allah ve Rasülü daha iyi bilir” dedim. Efendi­miz (s.a.v) de:

“O Cebrail’di. Size dininizi öğretmek üzere geldi.” buyurdu.[24]

Hadis-i şerifte geçen, “söyle bana, iman nedir?” sözü: İman sözlükle “mutlak surette tasdik” demektir. Şeriatta ise, hususi bir tasdikten ibarettir, ki o da Allah’ı (c.c) meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, hayır ve şerri ile ahiret gününü tasdik etmek demektir.

İslâm ise, vacip olan emirleri yapmak demektir. Yani za­hiri amelleri (yapmak sureti ile) boyun eğmektir. Hadiste ol­duğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de Allah (c.c) iman ile İslâm’ı bir­birinden ayırmıştır. O şöyle buyurdu:

Bedeviler, ‘iman ettik’ dediler, sen onlara de ki Siz iman etmediniz, lakin ‘İslam olduk’ deyin[25]

İşte münafıklar, na­maz kılıyor, oruç tutuyor, zekât veriyorlar, aynı zamanda da kalplerinden inkârda bulunuyorlardı. Ne zaman ki mümin ol­duklarını iddia ettiler. Allah (c.c) onların kalplerindeki inkâ­rı bildiği için onların bu iddialarını, yalanladı ve onlar İslâm’a boyun eğdiği için İslâm’lığı tasdik etti.

Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurur:

Münafıklar sana geldikleri zaman, ‘şahitlik ederiz ki, sen Allah’ın (c.c) peygamberisin’ derler. Allah ta bilir ki sen elbette, kendisinin peygamberisin. Allah hiç şüphesiz müna­fıkların yalancı olduklarına şahitlik eder,”[26]

Yani, onların kalpleri karşı çıkmakla beraber senin risaletîni tasdik etme­lerinin asılsız olduğuna şehadet eder. Çünkü dilleri kalple­rinde olana uygun düşmez. Oysa peygamberliğe şehadetin şar­tı, dilin kalbe uygun olanı söylemesidir. İddialarında yalan söyleyince, Allah Teâlâ da onların yalancılığını açığa çakardı. Müslümanlığın sıhhati için iman şart olduğuna göre, Allah (c.c) müminlerden müslümanları istisna etmiş demektir.

Allah (c.c) şöyle buyurur:

Bunun üzerine orada bulunan müminleri çıkardık. Zaten bir ev halkından başka müslümanlardan kimse bulamadık”.[27]

Bu ifade(nin…başka müslümanlardan kimse bu­lamadık kısmı) istisnai muttasıldır. Çünkü şart ile meşrut ara­sında bir bağlantı vardır. Bu sebeple Allah Teâlâ, şu âyet-i ke­rimede namazı, “iman” diye isimlendirmiştir:

Sen kitap ne­dir, iman (yani namaz) nedir bilmezdin.”[28]

Efendimiz’in (s.a.v) “hayrı ile şerri ile kadere inanmandır” sözünde geçen “kader” hem dalın fethası ile hem sükünu ile okunabilir. Ehli hak kaderin hak olduğu gö­rüşündedir. Bunun manası Allah Teâlâ önceden her şey için bir kader tayin etti ve bunun daha sonra vaktini sadece ken­disinin bildiği bir zamanda aynen meydana geleceğini bildir­di. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın takdiri değişik yerlerde mut­laka vuku bulacaktır.

Şunu bilki takdir dört türlüdür:

1- İlimde takdir: Bunun için denilmiştir ki inayeti ilahî, akrabanın yardımından öncedir, mutluluk doğumdan önce­dir. Sonradan olanlar öncekilere dayalıdır. Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurur:

Bununla birlikte aldatılanlar ondan geri çevirilirler.”[29] Yani, yaratılmadan önce kaderlerinden çevrilirler. Kur’an ve imandan nasib almayanlar, dünyada da Kur’an’ı dinlemek­ten ve ona inanmaktan alıkonur. Allah Rasülü (s.a.v) bunu,”Allah Teâlâ ancak (takdirinde) helak olanları helâk eder.”[30] buyurmak sureti ile ifade etmiştir. Helak olanlar demek, Al­lah’ın ilminde helak olacaklara dahil edilen kimseler demektir.

2- Levhi mahfuzda takdir: Bu Allah Teâlâ’nın değiştir­mesi mümkün olan takdirdir. Allah (c.c) şöyle buyurur:

Allah istediğini siler (iptal eder), dilediğini de sabit bı­rakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır.”[31]

Abdullah b. Ömer’in (r.a) dua ederken şu sözleri söyle­diği nakledilir:

”Allah’ım, eğer beni yolunu şaşıranlardan yazdıysan boz ve doğru yolda olanların içine dahil eyle.”

3- Rahimde takdir: Bu merhalede melek o kişinin rızkı­nı, ecelini iyi kimselerden mi yoksa kötülerden mi olacağını yazar.

4- Takdirin vakti geldikçe takdir edildiği gibi tahakku­ku: Allah Teâlâ hayır ve şerri yaratmış, belirli vakitlerde de kulun başına gelmesini takdir etmiştir.

Allah Teâlâ’nin hayır ve şerri yarattığının delili:

“Günah­kâr kimseler, şüphesiz bir sapıklık ve çılgın ateşler içindedir­ler, o gün yüzüstü cehennem ateşine sürüklendiklerinde, ‘ce­hennemin temasını tadın!’ denir. Biz her şeyi bir kader (ölçü) ile yarattık ” [32]

Bu âyet, Kaderiyye hakkında inmiştir. Bu ‘ce­hennemin temasını tadın’ sözü onlara cehennemde söylenir. Yine Allah (c.c) şöyle buyurur.

De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden sabahın Rabbına siğınırım.”[33]

Bu kısımda kula bir lütuf ve ihsan olursa, (bu şer) ona ulaşmadan önce engellenir.

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

Sadaka ve sılai rahim kötü ölümü (akıbeti) geri çevirip onun yerine saadeti getir”.[34]

Dua ve belâ yer ile gök arasında mücadeleye girişirler. Neticede duâ belâyı yere inmeden önce savuşturur.”

Kaderi inkâr edenler (Kaderiyye mezhebine inananlar), Allah Teâlâ’nın eşyayı daha önceden yaratmadığını, eşya hak­kındaki bilgisinin de daha önce geçmediğini, eşyanın ansızın meydana geldiğini, Allah’ın onu bu oluştan sonra bildiğini iddia etmişler ve Allah’a yalan isnad etmişlerdir. Allah (c.c) onların bu yalan sözlerinden münezzehtir ve o çok çok yüce­dir. Fakat bu görüş taraftar bulamayarak son bulmuştur. Kaderiyye’den olanlar son zamanlarına doğru hayrın Allah’tan, şerrin ise başkasından geldiğini iddia ederlerdi. Allah onla­rın bu görüşünden de münezzehtir.

Efendimiz’in (s.a.v) şöyle buyurduğu sahih bir şekilde nakledilmiştir;

Kaderiyye bu ümmetin Mecûsileridir.”[35]

Peygamber (s.a.v) mecûsilerin görüşleri ile onların görüşleri aralarındaki benzerlik dolayısıyla onlar için mecûsi ifadesini kullan­mıştır.

Dualistler (seneviyye) ise hayrın nurun, şerrin de zulme­tin fiili olduğunu iddia etmişler ve seneviyye (ikilemeci) ola­rak adlandırılmışlardır. Kaderiyye de aynı şekilde hayrı Al­lah’a şerri başkasına izafe ederler. Oysa Allah (c.c), hayrı da şerri de yaratmıştır.

İmamü’l-Haremeyn el-Cüveyni, İrşad isimli kitabında der ki: Kaderiyye’nin bir kısmı, “biz kaderiyye değiliz, aksine ka­derle ilgili haberlere inandığınız için siz kaderiyyesiniz”der. Bu cahil kimselere kaderi kendilerine nisbet ettiler denmek suretiyle cevap verilmiştir. Kim şerri kendinden bilir ve onu nefsine izafe ederse, şerri kendine yakıştıramayıp da başka­larına nisbet edenlerden daha güzeldir.

Hadis-i şerifte geçen “söyle bana, ihsan nedir?” sorusu ve efendimizin, “İhsan sanki Allah’ı görüyormuşçasına ona ibadet etmendir” sözü:

Bu müşahede makamıdır. Çünkü kim namazda mülkün sahibini (Allah’ı) müşahedeye güç yetirirse, daha başka bir şeye iltifat etmekten ve kalbini başka şeylerle meşgul etmek­ten haya eder. İhsan makamı sıddıkların makamıdır. Birinci hadiste buna işaret etmiştik.

Efendimiz’in “O seni görüyor ya” sözü: Eğer namaz­dan gafilsen gaflet içerinde iken ve namazda nefsinin meşgul olduğu şeyleri, demektir.

Hadis-i şerifte geçen, “söyle bana, kıyamet ne zaman ko­pacak?” sorusu ve Allah Rasülü’nün “Bu konuda sorulansorandan daha bilgili değildir” sözü:

Bu cevap gösteriyor ki, Peygamber (s.a.v) kıyametin ne zaman kopacağını bilmiyordu. Kıyametin ne zaman kopaca­ğını bilmek, sadece Allah’ın ilmi dahilinde olan işlerdendir.

Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurur:

Kıyametin ne zaman olduğunu bilen ancak Allah’tır.”[36]

O (kıyamet) göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.”[37]

“De ki: Onun (kıyametin) bilgisi Allah’ın katındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.”[38]

Bazıları dünyanın ömrünün yetmişbin sene olduğunu ve geride altmış üç bin sene daha kaldığını iddia ederler ki bu görüş yanlıştır. Tuhi, Esbâbu’t-Tenzîl’inde bazı falcı ve ma­tematikçilerin bu görüşte olduğunu söyler. Dünyanın ömrü­nün yedi bin sene olduğunu söylemek de, gelecek hakkında hüküm vermektir ki, bunlara inanılması caiz değildir.

Hadis-i şerifte geçen, “öyleyse kıyametin alâmetlerinden bahset” sözü ve Peygamberimizin (s.a.v), ”Cariyenin efen­disini doğurması” ifadesinde emare kelimesini emâr şeklin­de okuyanlar da vardır, “efendisi” sözü “hanım efendisi” şeklinde de rivayet edilmiştir. Bunun izahı ekseri ulemaya göre; bu cariyelerin ve çocuklarının (kıyamet gününe yakın) çok­luğunu haber vermektir. Cariyenin efendisinden olacak ço­cuğu, kendisinin efendisi demektir. Çünkü kişinin malı, ço­cuklarına miras kalır, şeklindedir. Biraz zayıf olmak üzere, şu şekilde bir izah da yapılmıştır:

Cariyeler, devlet reisleri doğuracak; dolayısıyla, doğur­duğu devlet başkanının tebeasından olur. Başka bir izahta da. bir kimsenin cariyesinden bir çocuğu olur, sonra cariyeyi sa­tar. Çocuk neticede büyür ve annesini satın alır ve onun efendisi olur, denilmiştir. İşte bu kıyamet alâmetlerindendir.

Efendimiz’in (s.a.v) “ayakkabısız ve baldırı çıplak ko­yun çobanlarının bina yapma yarışına girdiklerini görmendir”sözü: Burada geçen “baldırı çıplak” diye tercüme ettiğimiz ke­lime “el-aletü” dür ve fakirler, demektir. “Âil” fakir, “ilye” de fakirlik demektir. Bir kimse, fakirleşti demek için, “Âle’r-Raculu” derlermiş. Hadiste geçen “Riâu” kelimesi “Ruatu” şeklinde de kullanılabilir. Sözün manası; çöl ve benzeri yer­lerde yaşayan muhtaç ve yoksul kimseler, binalarda yaşama­ya başlayacaklar, dünya onların emrine verilecek. Neticede bina yapma yarışına girecekler.

Hadiste geçen, “Ben bir süre bekledim” sözü, başka bir rivayette gaib kastedilerek “bir süre bekledi” şeklinde rivayet edilmiştir ki her ikisi de sahihtir. “Meliyyen” Uzun süre de­mektir. Ebu Davud ve Tirmizî’nin rivayetlerinde “üç gün sonra” ifadesi vardır. Begavi (v. 516/1122), Şerhu’t-Tenbih isimli eserinde “üçgün veya daha sonra” ifadesine yer ver­miştir. Bundan anlaşılan üç gece sonra demektir. Bu izahtan anlaşılan ile Ebu Hureyre’nin (r.a) naklettiği hadisteki: “…son­ra adam geriye dönüp gitti. Rasulullah (s.a.v):

“Onu bana ge­tirin” dedi, orada bulunanlar aramalarına rağmen adamı bu­lamadılar. Sonra Rasülullah (s.a.v):

İşte o Cebrail’di”, buyurdu.” ifadeleri birbirine ters görünmektedir ve şu şekilde bunu telif (arasını bulmak) mümkündür:

Hz. Ömer (r.a) Peygamberimiz (s.a.v) bu sözleri söyler­ken oradan ayrılmış gitmişti, orada değildi. Efendimiz oradakilere olayı bildirdi. Üç gün sonra da olanları Ömer’e (r.a) bildirdiler.

Efendimiz’in (s.a.v), ”O Cebraildi. Size dininizi öğret­mek üzere geldi” ifadesi: Burada İman İslam ve İhsan’ın hep­sine ”din” denilebileceğine delil vardır. Hadiste, kadere ima­nın vacip olduğuna, işlere körü körüne dalıp gitmenin terk edilmesi gerektiğine, kazaya razı olmak gerektiğine delil vardır.

Bir kimse Ahmed b. Hanbel’in (v. 241/855) yanına gele­rek;

“Bana va’zu nasihatte bulun”, dedi. O da,

“Allah Teâlâ (c.c) rızkı kendisi üzerine aldığı halde, senin rızka olan bu düşkün­lüğün neden? Geleceğin Allah’ın (c.c) teminatı altında iken, cimriliğin neden? Cehennem önümüzde beklerken günah iş­lemek niye? Münker ve Nekir’in suali hak iken, kadınlarla düşüp kalkma neden? Dünya fani iken, arzular peşine düşmek neden? Hesap vermek varken, durmadan mal-mülk toplama gayreti niye? Her şey Allah’ın kaza ve kaderi ile olurken, bu korku ve endişe neden?” dedi (ve onun arzusunu yerine getirdi).

(Fâide): Makamât sahibi, dünyanın yirmi beş parçaya  ayrıldığını, beşinin kaza ve kaderle, beşinin çalışma ile, beşi­nin âdetle, beşinin cevherle, beşinin de verasetle olduğunu be­lirtir. Kaza ve kaderle meydana gelen beş şey rızık, çocuk, ai­le, güç, kuvvet ve ömürdür. Çalışmakla elde edilen beş şey, cennet, cehennem, iffet, feraset ve yazıdır. Âdetle olan beş şey, yeme, içme, yürüme, evlenme ve abdest bozmadır. Cev­herle olan beş şey, zühd, zekilik, cömertlik, güzellik, heybet­tir. Verasetle elde edilen beş şey ise, hayır işleme, sılai rahim, cömertlik, doğruluk ve güvenilirliktir. Bunların hiç birisi, Peygamber’in (s.a.v), “Her şey kaza ve kader üzeredir” sözüne ters değildir. Bu bazı şeylerin bir sebebe dayalı olarak mey­dana geldiğini bazı şeylerin ise sebepsiz ama herbirisinin ka­za ve kader ölçüleri içerisinde olduğunu ifade eder. [39]

3. İslâm’ın Şartları

Ebû Abdirrahman Abdillah b. Ömer b. Hattab (r.a) şöyle demiştir:

Rasülullah’ı (s.a.v) şöyle derken işittim:

“İslâm beş (şey) üzerine bina edilmiştir, Allah’tan baş­ka ilah olmadığına ve Muhammed’in, onun peygambe­ri olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Kabe’yi haccetmek, Ramazan orucunu tutmak.”

Efendimiz’in (s.a.v) “İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir” sözünden; bu beş şeyi yapanın, müslümanlığının tam olduğu anlaşılır. Nasıl ki bir ev gerekli şeyler ifa edilince tamamlanırsa İslâm da beş şey ifa edilince tamamlanır. Bu bina manevi bir binadır. Ancak hissi binaya benzetilmiştir. Aralarındaki benzetme yönü de, hissi binanın bazı temelleri yıkılınca tam olmayacağı gibi, manevi binanın da böyle ola­cağıdır. Bunun için Peygamber (s.a.v): “Namaz dinin direğidir. Onu terk eden dinini yıkmış de­mektir.” buyurmuştur. Diğer esaslar da aynen böyledir. Ma­nevi bina ile alâkalı olarak şu şiir söylenmiştir:

“İşlerin binası (idaresi) salih oldukları sürece ehli dinindir.

Onlar salih olmazlarsa işler kötü kimselere kalır.

İnsanlar başıboş ve yöneticisiz olmaz,

Cahil kimseler yö­netici olunca ise yöneticileri var sayılmaz.

Ev direksiz yapılmaz, önceden ağaçları dikilmeden de di­rek bulunmaz (olmaz).”

Allah Teâlâ da müminlerle münafıklar için darbı mesel olarak şu âyeti kerimeyi indirmiş ve şöyle buyurmuştur:

Bi­nasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır; yoksa, yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kim­se mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[40]

Al­lah (c.c) müminlerin binasını sapasağlam duran bir dağ üzeri­ne yapılmış bir binaya benzetiyor, kâfirlerin binasını ise, ye­rinde duramayan ve uçurumun kenarına yapılan binaya ben­zetiyor. Neticede deniz uçurumla birlikte binayı göçürüp su­lara gömdüğü gibi kafir de cehenneme düşer ve helak olur.

Efendimiz (s.a.v), “İslâm beş şey üzerine bina olundu”sözünde üzerine diye terceme ettiğimiz “Alâ” “Bi” manasınadır ve “beş şey ile…” demektir. Yoksa bina o beş şeyin üzerinde değildir. Şayet bunun zahirî manasını alacak olur­sak bu beş şey İslâm’ın dışında kalmış olur ki bu yanlıştır. Buradaki “Alâ” harfi cerrini “Min” manasına da alabiliriz. Bu durum şu âyeti kerimede geçen; “Ancak eşleri ve ellerinin sahip oldukları…”nın yerine kullanılması gibi olur.

Hadiste geçen beş şey binanın temel taşlardır. Diğer farz­lar ve sünnetler (vacip ve müstehaplar) ise, tamamlayıcı ka­bilinden olan şeylerdir ki onlar da binanın süsleridir. Hadis-i şerifte Efendimiz’in (s.a.v) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

”İman yetmiş kusur şubedir. En yücesi “Lailahe illallah” demek, en alt derecesi ise, sıkıntı veren şeyleri yoldan kaldır­maktır. ”

Efendimizin (sa.v) ”Kabe’yi haccetmek, Ramazan oru­cunu tutmak” sözü: Bu rivayette önce hac sonra oruç zikredilmiştir. Bu söylerken gözetilen bir tertiptir.Yoksa hüküm açsından öncelik yoktur. Nitekim Ramazan orucu, hacdan ön­ce farz kılınmıştı. Başka bir rivayette de önce oruç, sonra hac zikredilmiştir. [41]

4. Yaratılış, Ölüm Ve Rızık

Ebu Abdirrahman Abdullah b. Mes’ûd (r.a) şöyle demiş­tir: Doğru ve doğruluğu tasdik edilmiş Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurdu:

Şüphesiz sizden birinizin anne karnında yaratılması, kırk gün nutfe (kan pıhtısı) sonra o kadar bir sürede alaka (bir parça et) halini, sonra o kadar bir sürede mudga (or­ganların belirginleşir) halini alır. Sonra Melek gönderi­lir ve kendisine ruh üfürülür. Meleğe dört şey (kelime) emredilmiştir. O kişinin rızkını, ecelini, amelini, şaki mi saîd mi (iyi mi kötü mü) olacağını yazması. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a (c.c) yemin olsun ki biriniz, (ömrü boyunca) cennetliklerin yaptıklarını yapar hatta kendisi ile cennet arasında bir arşın [42] kadar bir mesafe kalır. Fakat kitap (takdir) onu geçer ve cehennemlikle­rin yaptığı bir işi yapar ve cehenneme girer. ve yine biri­niz (ömrü boyunca) cehennemliklerin yaptıklarını yapar, hatta kendisi ile cehennem arasında bir arşın kadar bir mesafe kalır. Fakat kitap onu geçer ve cennetliklerin yap­tığı bir işi yapar ve cennete girer.” [43]

Hadiste geçen ”doğru ve doğruluğu tasdik edilmiş..” sözü:

Allah (c.c) Peygamberimizin (s.a.v) doğru ve kendisinin doğrulanmış, tasdik edilmiş olduğuna şahitlik etmiştir.

Efendimiz’in (s.a.v) “Yaratılışı, anne karnında kırk günde toplanır…” sözünden, kadının suyu ile erkeğin suyu toplanıp bu ikisinden çocuk yaratıldığı anlaşılır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de “İnsan dökülüp atılan bir sudan yaratıldı.”[44] bu­yurulur.

Bu ifadeden şu da anlaşılabilir: (İnsan) bedenin tama­mından toplanmak sureti ile yaratılır. Denilir ki, nutfe, ilk ön­ce kadının bedenine girer ve kırk gün orada bekler, buna aşı dönemi denir. Daha sonra kadına ”çocuk toprağı” bırakılır ve bu alaka (bir parça et), olur. İkinci devre süresince gelişmeye devam eder ve bir et parçası halini alır. Buna mudğa denmiştir. Çünkü ağızda çiğnenecek bir lokma kadar olmuştur. Üçüncü devrede Allah (c.c) bu et parçasına şekil verir. İşitme, görme, koklama, tat du­yularını ona yerleştirir, içindeki boşlukta barsaklarını şekillendirir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O’dur.”[45]

Sonra kırk günlük üçüncü devre de tamamlanınca do­ğacak olan çocuk dört aylık olmuştur ve ona ruh üflenir. Allah (c.c) şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirileceğiniz hususun­da şüpheniz varsa, şunu bilin ki biz sizi topraktan (yani ba­banız Adem’den (a.s.), sonra’nutfe’den (onun zürriyetinden aslı az miktarda bir su olan meniden) sonra ‘alaka’ dan (donuklaşmış koyulaşmış kandan, nutfenin katı kan haline gel­mesinden), sonra hilkati belli belirsiz bir lokma et parçasın­dan yarattık”.[46]

İbn Abbas “Muhallekat” kelimesini, tam yani organları belir­ginleşmiş; “Ğayru’l-muhallekat” kelimesini de, eksik yani yaratılışı henüz tamamlanmamış olarak izah eder. Mücahid ise “sure­ti belirginlikle belirsizlik arası bir düşük” şeklinde izah eder.

İbn Mes’ûd (r.a) şöyle demiştir:

”Nutfe rahime yerleşin­ce bir melek onu avucuna alır ve şöyle der: “Ey Rabbim! Bu yaratılsın mı yaratılmasın mı?” Eğer, “yaratılmasın” cevabını alır­sa onu tekrar rahme bırakır ve nutfe insan olmaz. Eğer “yaratılsın” denirse, bu defa melek “kadın mı olsun erkek mi, dü­rüst bir kimse mi olsun, kötü mü, rızkı nasıl olsun, eceli ne kadar, nerede ölecek” diye sorular sorar. Ona, “sen Ümmü’l-kitaba (onun kaderinin yazıldığı yere) git, orada bunların hep­sinin cevabını bulacaksın” denir ve melek oraya girer ve hepsi­ni orada bulur. En son özelliğine kadar orada ne buldu ise aynen onları nutfeye nakleder.” Bunun için “mutluluk doğ­madan öncedendir” denilmiştir.

Efendimiz’in ”Kitap (takdir) onu geçer” sözü ise Allah’­ın (c.c) ilminde geçen veya levhi mahfûz’da geçen ya da an­ne karnında geçen demektir. Daha önce de geçtiği gibi kader (dönem) dörttür.

Efendimiz’in (s.a.v) “hatta onunla arasında bir zira’dan daha az bir mesafe kalır” sözü, bir benzetme ve yaklaştırma ifade eder. Ömrünün sonuna doğru az bir süre demektir. Yok­sa bundan maksat gerçekte bir zira ve bunun kadar bir za­man demek değildir.

Kâfir “Lâ ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” dese ve sonra da ölse cennete girer. Müslüman da son nefesinde (isteyerek) küfrü gerektiren bir söz söylese, cehenneme girer.

Bu hadis-i şerifte, kişi her türlü iyiliği işlese veya bütün fıskı (küfrü) gerektirecek şeyleri yapsa bile onun cennetlik veya cehennemlik olduğunun kesin olarak söylenemeyeceğine, yi­ne kişinin ameline güvenmemesi ve onunla övünmemesi ge­rektiğine delil vardır. Zira son nefesinin ne olacağını bilemez. Şu halde herkesin Allah Teâlâ’dan (c.c) hüsnü hatime {iyi bir son) isteyip kötü son ve şerli akibetten Allah’a sığınması gerekir.

Şöyle bir soru akla gelebilir:

Allah Teâlâ: ”İman edip güzel amel işleyenler bilsinler biz, güzel işler yapanların eserini zayi etmeyiz.”[47] buyuruyor. Âyetin zahirinden samimi kimsenin işlediği güzel amel, Allah’ın va’di ile kabul edilir ve kötü sondan (sûi hatimeden) da kurtulmuş olur, denilirse biz buna iki şekilde cevap veririz:

  1. Bu âyeti kerime imanın ve güzel amellerin kabul edil­mesi ve kişinin hüsnü hatime ile vefat etmesi durumuna bağlıdır.
  2. Kim Allah’a (c.c) inanır ve samimi bir şekilde amel ederse son nefesinde mutlaka hayr üzere olur. Kötü son ise, kötü ameller işleyen veya ameline riya veya gösteriş gibi şey­ler karıştıran kimseler içindir. Bu manaya hadis-i şerifte işa­ret etmektedir:

Sizden biriniz insanların nazarında cennet ehli kimselerin amelini işler,”[48]

Yani içinde amelinin bozuk­luğuna rağmen zahiren insanlara doğruluğunu izhar ettirir. Oysa doğru olanı Allah (c.c) bilmektedir.

Hadis-i şerifte, bir şeyin iyice yerleşmesi için yemin et­menin mubah olduğuna delil vardır. Allah (c.c) yemin ifade­leri kullanarak şöyle buyurmuştur:

Göğün  ve yerin Rabına yemin olsun ki bu vaad gcrçekleşecektir.” [49] Bir başka âyette de,

De ki Hayır, Rabbıma andolsun ki, mutlaka dirilti­leceksiniz ve sonra yaptıklarınız size haber verilecektir.” [50]

Yine de en doğrusunu bilen Allah’tır (c.c). [51]

5. Bid’atlerin Yersizliği

Müminlerin annesi Ümmü Abdillah Aişe (r.a) şöyle dedi: Rasülullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Kim bizim şu işimize (dinimize) onda olmayan bir şeyi sokarsa o reddedilir.”

Müslim’in rivayetinde de:

“Kim bir işi bizim yapmadığımız şekilde yaparsa o, merduttur.”[52]

Efendimiz’in {s.a.v) “Kim bizim bu işimize ondan olma­yan bir şeyi sokarsa o reddedilir” sözü, o kişinin işi merduttur. Hadis-i şerifte, gusül, abdest, oruç ve namaz gibi ibadet­lerin dinin emrettiği şekilden farklı olarak yapılması halinde yapanın yüzüne çalınacağına işaret vardır. Çünkü fasit {ge­çersiz) bir sözleşme ile alınan bir malın sahibine iadesi gere­kir. O mala el konulamaz.

Peygamber (s.a.v), kendisine gelerek:

“Oğlum bu ada­mın çırağı idi. Derken onun karısı ile zina etmiş. Ben duydum ki oğlum recmedilecekmiş. Hemen onun namına yüz ko­yun ve bir cariye fidye verdim” diyen bir bedeviye şu karşılı­ğı vermiştir:

Cariye ve koyunlar sana geri verilecek.”[53]

Buradan an­laşılıyor ki, kim şeriata uymayan bir bid’ati işlerse günahı ken­disine kalır, yaptığı iş geri çevrilir ve azaba müstahak olur.

Yine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

Kim bir günah işlerse (veya bid’at çıkarırsa) veya bir günahkârı saklar, korursa (veya bir bid’atçıyı korursa), Allah’ın laneti onun üzerinedir.”[54]

6. Şüphelilerden Kaçınma, İhlas

Ebu Abdillah Numan b. Beşir (r.a) şöyle dedi: Rasülullah’ı (s.a.v) şöyle derken işittim:

Şüphesiz helal da bellidir. Haram da bellidir. Bunla­rın dışında bazı şeyler de vardır ki şüphelidir. Bunları insanların birçokları bilmez. Kim şüpheli şeylerden sa­kınırsa dinini ve ırzını korumuş olur. Kim de şüpheli şeyleri işlerse harama düşer. Bir koru etrafında hayvan ot­latan ve hayvanların da oraya neredeyse kaçması yakın olduğu gibi. Dikkat; her hükümdarın bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu (girilmesi yasak olan yer) haramlarıdır. Dikkat edin!Bedende bir et parçası vardır ki, bu işe yarayışlı olursa bütün beden yarayışlı olur. Bozuk olursa bütün beden bozulur. Haberiniz olsun! O kalptir.”

Efendimiz’in (s.a.v) “Helal de bellidir, haram da bellidir. Bir de bunların dışında bazı şeyler vardır ki şüphelidir..” sözü:

Alimler, helal ve haram sözleri hakkında ihtilaf etmiş­lerdir. Ebu Hanife (v. 150/767); helâl, helâlliğine bir delilin ibaret ettiği şeydir, derken Şafii (v. 204/819); haram, haramlığına bir delilin işaret ettiği şeydir, demektedir.

Efendimiz’in (s.a.v), “aralarında bazı şeyler de vardır kî, şüphelidir” sözü: Helâlle haram arasında bazı şeyler vardır ki helâlliği veya haramlığı hususunda şüphe vardır demektir. Dolayısıyla şüphenin kalktığı yerde kerahat kalkmış olur ve ondan dolayı hesaba çekilmez. Mesela; yabancı bir kimse sat­mak üzere bir yere bir mal getirse o adamı veya malı araştır­mak gerekmediği gibi üstelik, iyi de değildir.

Efendimiz’in (s.a.v)”Kim şüpheli şeylerden sakınırsa di­nini ve ırzını korumuş olur” sözünden maksat, dinin muha­fazasını isterse ve şüpheli şeylerden uzak olursa… demektir. Irzın muhafazasına gelince, kişi şüpheli şeyleri bırakmazsa, kötü kimseler onun gıybetini yapar onu haram yemekle itham ederler. Dolayısıyla içinde yaşadığı toplumu kötülüğe ça­ğırmış olur.

Peygamber’in (s.a.v) şöyle buyurduğu nakledilir:

”Allah’a ve ahiret gün üne inanan kimse, töhmet altında bulunacağı yerlerden uzak dursun.”[55]

Hz. Ali (r.a) de şöyle demiştir:

“Her ne kadar mazeretin de olsa, kalplerin hoşlanıp inkar edeceği yerlerden uzak durun. Zira nice dinleyenler vardır anlamaz ve ona hiç bir mazeret kabul ettiremezsin.”

Allah Rasülü de (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Birinizin namazda abdesti bozulursa, burnunu tutarak namazdan ayrılsın.”[56] Bu, o kimse namazda abdestini boz­du denmesin diyedir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Kim de şüpheli olan şeyleri işler­se haram işlemiş olur.” sözü ile iki şey kastedilmiş olabilir:

  1. Haram işler fakat işlediğinin haram olmadığını zanneder.
  2. Harama düşmeye çok çok yaklaşır. Nitekim, kötlükler, küfrü çağrıştıran şimşeklerdir diye bunun için, söylenmiş­tir. Zira nefis bir kötülük işleyince, ilkinden daha tehlikeli di­ğer bir kötülüğe intikal eder.

Allah Teâlâ’nın şu sözünde buna işaret vardır:

Bu peygamberleri haksız yere öldürmeleri nedeniy­ledir. Yine bu isyan etmeyenleri ve haddi aşmış olmalarındandır.”[57] Âyeti kerimede onların kötülükleri işleye işleye pey­gamberleri öldürmeye kadar ileri gittikleri bildirilmektedir.

Yine bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v):

Allah (c.c) hırsıza lanet etsin. Bir yumurta çalar eli ke­silir, bir ipi çalar eli kesilir.”[58] Yani yavaş yavaş yumurta çal­maktan ip çalmaktan hırsızlığın nisabına kadar ulaşır.

“Hıma”, açık arazide bulunan kuru ot cinsi, şeylerin baş­kalarından korunduğu yerdir. Böyle bir koruluğun etrafında kim koyun otlatırsa o hayvanların koruluğa kaçma tehlikesi ve başkasının otlağında otlama tehlikesi çok büyüktür. Oysa develerini koruluktan uzaklarda otlatan için böyle bir tehlike söz konusu değildir.

Şüphesiz haram olan her şeyin onu kuşatan bir koruyu­cusu vardır. Mesela avret mahallinin koruyucusu, bacaklar­dır. Onlar haram olan yerin koruyucusudur. Yabancı bir ka­dınla halvet halinde bulunmaktan aynı şekilde korunmak ge­rekir. Şu halde kişi hem onunla halvet halinde olmaktan hem de haram olan yerden (avret yeri) uzak olmalıdır. Haram olan avret yeri haram liaynihidir. Koruyucu durumundaki dolaylı yoldan haram kılınan şey ise, harama sebep olduğu için ha­ramdır.

Efendimiz’in (s.a.v), “Dikkat! Bedende bir et parçası var­dır ki.”sözü; vücutta bulunan bu et parçası Allah’tan (c.c) korkar, huşu içerisinde olursa bütün vücut korkar. İstek ve arzuların peşine düşerse bütün vücut da istek ve arzularının peşine düşer. Bozulur ve kötü niyetli olursa bütün vücut  kötüleşir, bozulur.

Âlimler şöyle demişlerdir.

“Beden nefis ülkesi ve şehridir. Kalp bu ülkenin tam or­tası, diğer azalar onun hizmetçileri, batıni güç şehrin aydın­latıcı kandilleri, akıl, onu doğruya sevk eden veziri, istek ve arzu, hizmetçilerin rızıklannın sağlanması için vasıta, öfke ve kızgınlık onun polis teşkilatıdır. Öfke insana doğruyu gös­terir bir surette görünen ancak kötü ve tuzaklar hazırlayan bir köledir. Önce nasihat eder sonra da öldürür. İnsanı sami­mi vezire karşı gelmeye zorlar, oraya doğru götürür. Aklın ön kısmında bulunan hayali kuvvet, bekçi gibidir. Aklın orta­sında ise düşüncedeki kuvvet bulunur. Hafıza kuvveti de aklın son kısmındadır. Dil tercümandır. Beş duyu, onun casusları, habercileridir. Bunlardan her birisi işlerden birini yürütmek­le vazifelendirilmiştir. Göz renkler âlemi ile, işitme sesler âle­mi ile, diğer duyu organları da kendileri ile alâkalı vazifeler­le. Hasılı her birisi birer haber kaynağıdır.”

Bunlar edindikleri bilgileri nefse ulaştıran kapıcılar gi­bidir, işitme görme ve koklama, nefsin kendilerinden dışarı baktığı halkalar, delikler gibidir de denilmiştir.

Netice olarak kalp, kraldır. O (çoban) düzgün olursa, kontrolü altındakiler de düzgün, düzgün olmazsa onlar da bozuk olur. Kalbin kurtuluşu ise, kin, öfke, çekememezlik, hırs, aşırı arzu, takdire razı olmamak gibi batini hastalıklar­dan korunmakla olur. Kalp hastalıkları kırka kadar ulaşacak çokluktadır.

Allah bizi onlardan korusun ve bizi huzuruna kalbi se­lim ile çıkanlardan eylesin. [59]

7. İslâm’da Tebliğ

Ebu Rukayye Temim b. ed-Dâri (r.a) şöyle dedi: Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

Din nasihattir.” Dedik ki:

“Ya Rasülellah! Kimin için?” Dedi ki:

Allah’a, kitabına, peygamberlerine, müslümanların ileri gelen (idareci)lerine ve bütün müslümanlardır.”[60]

Peygamber efendimiz’in (s.a.v), “Din nasihattir… Allah’a (c.c.), kitabına, rasülüne, müslümanların ileri gelenlerine ve bü­tün müslümanlaradır” sözü:

Hattabi (v. 388/998) der ki:

“Nasihat bir çok manayı ifade eden bir kelime­dir. Nasihat edilen kimse için haz duymak demektir. Arapçada, elbiseyi iyice dikti manasında “Nesaha’r-raculu sevbehu” denir. Bu manada nasihat edilen kimsenin düzelmesi uğruna nasihatçinin içine düştüğü gayreti, elbisenin söküğünü dikme­ye benzetmişlerdir. Nasihat, arapçada “balı mumundan süzdüm” demek için kullanılan “Nesahtu’l-asele” manasında kullanılmıştır da denilmektedir.

Nasihatin Allah (c.c) için olanına gelince; bunun mana­sı, Allah’a (c.c) imana, ona şirk koşmamaya, sıfatları husu­sunda sapıklığa düşmemeye, onu bütün kemal ve celal sıfat­ları ile vasflandırmaya, bütün noksan sıfatlardan onu münez­zeh tutmaya, ona tam teslimiyetle itaat edip ona asi gelmek­ten uzak olmaya, onun için sevmeye, onun hatırına buğzetmeye, ona itaat edeni sevip isyan edene düşman olmaya, küf­redenlerle cihad etmeye, onun kendisine olan nimetlerini iti­raf ve şükretmeye, her türlü işinde samimi olmaya, bütün bu sayılan özelliklere çağırıp teşvik etmeye ve bütün insanlara veya en azından karşılaştıklarına yumuşak davranmaya ham­ledilir. Hakikatte bu sayılan vasıfların her biri kulun kendi­sine yaptığı nasihat kabul edilir. Zira Allah Teâlâ’nın (c.c) nasihatçilerin nasihatine ihtiyacı yoktur.

Nasihatin kitap için olanı ise, onun Allah’ın (c.c) kelâmı olduğuna, Allah tarafından indirildiğine, insan sözlerinin hiç birisine benzemediğine ve onun benzerlerinin hiç bir kimse tarafından getirilemeyeceğine inanmak, onu yüceltmek, lâ­yık olduğu gibi güzelce, huşu ile harflerin hakkını vererek oku­mak, bozuk tevil edenlere ve ona saldıranlara karşı onu korumak, içindekileri tasdik etmek, hükümlerini iyice öğren­mek, ilimlerini ve darbı meselelerini anlayıp, nasihatlerinden ibret almak, harikulade hadiseleri üzerinde düşünmek, muh­kem âyetleri ile amel etmek, müteşabihlerine kayıtsız teslim olmak, umûmunu, hususunu, nâsihi mensûhunu araştırmak, ilimlerini yaymak, ona ve ona nasihat cinsinden saydıkları­mıza çağırmakla olur.

Allah’ın Rasülü için olan nasihat, onun peygamberliği­ni tasdik etmek, onun getirdiklerine tümü ile iman etmek, onun her türlü emir ve yasaklarına boyun eğmek, hayatında ve vefatından sonra yardımının devam ettiğine inanmak, ona düşman olana düşman, ona dost olana dost olmak, onu her an yüceltmek, hakkını en yüce kabul etmek, yolunu canlı tu­tup sünnetini yaşatmak, davetini her yere duyurup sünnetini yaymak, onun hakkındaki kötü düşünceleri gidermek, sün­net ilimlerini yaymak, üzerinde düşünmek, ona davet etmek, onu öğrenip öğretirken yumuşak olmak, yüceltmek, okurken edepli olmak, bilmeden sünnet hususunda konuşmaktan kaçınmak, onunla meşgul olanlara meşgul oldukları şey sebebi ile saygılı davranmak, ahlâkı ile ahlâklanıp âdabı ile edeplenmek, ehli beytini ve ashabını sevmek, sünnetine bid’at sok­mak isteyen veya ashabından herhangi birisine taarruz edene karşı çıkmak gibi şeylerdir.

Müslümanların imamları için yapılan nasihat, doğru olan hususlarda onlara yardımcı olmak ve onlara itaat etmek, on­lara tavsiyelerde bulunmak, yanlışlarını bildirmek, merhametli olmaları gerektiğini hatırlatmak, unuttukları ve müslümanların haklarına tecavüz ettiklerinde onları uyarmak, onlara karşı gelmemek, müslümanların onlara itaat etmelerine yar­dımcı olmak sureti ile olur.

Hattabi (v. 388/998) der ki:

Onların arkasında namaz kılmak, ordularında savaşmak, zekâtlarını vermek, onlardan bir kusur veya kötülük sadır olsa bile, onlara isyan etmemek. Onların aleyhine yalan yanlış şeyler anlatanlara aldanmamak. Onların doğru yolda olduğunu söylemek, bunların her biri müslümanların imamları için yapılan nasihate dahildir.

İbn Battal da der ki:

Bu hadiste, nasihatin din veya İslâm diye isimlendirilebileceğine, dinin sözle olduğu gibi amelle de ol­duğuna delil vardır. Nasihat, farz-ı kifâyedir. Bir kişinin ifa etmesi ile diğerlerinden farziyeti düşer. Nasihat eden, söylediğinin dinleneceğini ve kabul edileceğini bilirse ve kendisi­ne yapılabilecek bir tehlikeden de güvencede olursa, nasihat etmesi vacip olur. Bir tehlike söz konusu olunca ise (söyleyip söylememe hususunda) serbesttir. Yine de en doğrusunu bi­len Allah’tır.

Eğer Peygamber’in (s.a.v):

Sizden birisi, diğerinizden öğüt almak isterse esirgeme­sin, ona nasihat etsin[61] hadisi genel bir emir (mutlak) de­ğil, öğüt almak istemeye bağlıdır, dolayısıyla şarttan anlaşı­lan nasihat etme emrinin tahsis edildiğine delildir şeklinde, bir itiraz yapılacak olursa şu şekilde cevap veririz: Bu hadiste sözü edilen durum, bir kadını nikahlamak, bir kişi ile bir alış­verişte bulunmak gibi dünyevi işlerle alakalıdır. Önce (bizim söylediğimiz) nasihat etmenin umumiliği ise, her müslümanın üzerine yapmaları vacip olan dini işlerle alakalıdır.

-Yine en doğrusunu bilen Allah’tır.- [62]

8. Müslümanın Kanı Ve Malının Haramlığı

İbn Ömer’den (r.a) nakledildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Ben insanlar, Allah’tan başka ilah almadığına veMuhammed’in Allah’ın peygamberi olduğuna şehadet edip, namazı dosdoğru kılıp, zekâtı (hakkıyla) verinceye ka­dar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkla­rı takdirde benden canlarını ve mallarını korumuş olur­lar. Ancak İslâm’ın hakkı müstesna. Onların hesabını görmek Allah’a kalmıştır.”[63]

Efendimiz’in (s.a.v), “…emrolundum…” sözü; mutlak em­rin ve sigasının vücup ifade ettiğine dahildir.

Efendimiz’in (s.a.v), “… bunu yaptıkları takdirde ben­den canlarını ve mallarını korumuş olurlar…” sözü: Buradan hareketle oruç ve aynı şekilde hac da İslamın şartlarından olduğu halde onlardan bahsetmemiş olmasının sebebini sorar­larsa şöyle cevap verilebilir:

Oruç tutmayan bir kimse öldürülmez. Aksine hapsedi­lir ve yiyecek içecek verilmez. Hac’da ifa edilme sınırı kesin olmadığı için, onu yapmayan da yine öldürülmez. Allah Rasülü (s.a.v} terk edilmesi halinde terk edenin öldürülmesi ge­rektiği için bu üçünü söylemiştir. Yine aynı sebepten dolayı Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken oruç ve haccı söyleme­miş, özellikle diğer üçünü söylemiştir.

Efendimiz’in (s.a.v), “… Ancak İslâm’ın hakkı müstes­na…” sözü, İslâm’ın hakkı, kişinin vacip olan amelleri (farz amelleri) yapmasıdır. Asiler, yol kesiciler, saldırganlar, zekâtı vermeyenler, .zor durumda kalan kimseler ve zararsız hayvan­lara su vermeyenler, caniler, gücü yettiği halde borcunu öde­meyen, zina eden, cuma namazını ve abdesti terkedenler gibi yapılması farz olan veya haram olanları işleyenlere karşı sa­vaşmak ve onları öldürmek caizdir. Bize göre farzı ayn veya farzı kifâye olan cemaati terk ederse de aynı durum geçerlidir

Efendimiz’in (s.a.v), “.. onların hesabı Allah’a kalmış­tır…” sözünden maksat; kim şahadet getirirse, namaz kılar, zekatını verirse, kanını (canını) ve malını korur. Neticede bu yaptığı samimi bir niyetle ise, o kişi mümin, sahtekârlık ve öldürülme korkusundan dolayı yaptıysa, onun hesabı Allah’a kalmıştır. Zira O en ince sırları bile bilir. Abdestsiz ve cünüplüken temizlenmeden namaz kılan veya evinde yeyip de dışarda oruçlu olduğunu söyleyenin sözü kabul edilir. Ancak bunun da hesabını görmek Allah’a (c.c) aittir.

-Yine de en doğrusunu bilen Allah’tır.- [64]

9. Güç Nisbetinde Sorumluluk

Ebu Hureyre Abdurrahman b. Sahr (r.a) şöyle diyor: Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyururken işittim:

Size yasakladığım şeylerden şiddetle kaçının. Emret­tiğim şeyleri de gücünüz yettiği nisbette yapın. Şüphesiz sizden önceki ümmetler (milletler), çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında şüpheye düşmeleri sebebi ile perişan oldular.”[65]

Efendimiz’in (s.a.v), “size yasakladığım şeylerden şid­detle kaçının…”sözü:

Onların tamamını işlemekten kaçının, hiç birisini yap­mayın. Hadisteki bu ifade, haram ifade eden bir yasaklamadır. Mekruhluğu ifade eden yasakların ise işlenmesi caizdir. Nehiy sözlükte yasaklamak demektir.

Efendimiz’in (s.a.v) “…Emrettiğim şeyleri de gücünüz yet­tiği nisbette yapın” sözü: Bundan bazı neticeler çıkarabili­riz. Meselâ;

Bir kimse, abdest için az miktarda su bulsa, yapacağı en doğru davranış yettiği kadarıyla onu kullanmak, geri kalanı için de teyemmüm etmesidir.

Fitre için bir sa’yerine daha az bir şeyi bulsa, bulduğu kadarını vermesi gerekir.

Yakınını, hanımı veyahutta evindeki hayvanları için har­camak üzere az miktarda yiyecek bulsa onu sarfetmesî vacip­tir. Ancak bir kölenin bir kısım hissesi ona geçse, keffaretin bir bedeli vardır ve o da oruçtur.

Efendimiz’in (s.a.v) “şüphesiz, sizden önceki milletler, çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında şüpheye düş­meleri sebebi ile perişan oldular” sözü:

Şunu bil ki sorunun değişik kısımları vardır:

Birinci kısım: Cahilin abdest, namaz, oruç ve diğer di­nin muamelatla ilgili konulardan sorulması. Bu soru vaciptir. Peygamber’in (s.a.v):

İlim talebi, erkek ve kadın bütün müslümanlara farz­dır.”[66] sözü bu manada anlaşılır.

Hiç bir insan sorulara karşı susamaz. Allah Teâlâ (c.c):

Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorunuz.”[67] bu­yurmuştur.

İbn Abbas (r.a):

”Bana çok soru soran bir dil, hassas düşünen bir kalp verildi” diyerek kendi durumunu beyan etmiştir.

İkinci kısım: Dini hususlarda anlayış sahibi olup olma­dığının sorulması. Bu kişinin sadece kendi amel etmesi için değildir. Hüküm ve fetva vermek gibi (başkalarını ilgilendi­ren meselelerdir). Bu kısım farzı kifayedir.

Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurur:

”…Onlardan her topluluktan bir gurup dini ilimlerde ge­niş bilgi edinmek ve kavimleri savaştan dönünce de onları (Al­lah’ın azabından) korkutmak için geride kalmalıdır…”[68]

Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: “Sizlerden görenler, görmeyenlere anlatsın.”[69]

Üçüncü kısım: Allah Teâlâ’nın ne kendisine ne de baş­kasına vacip kılmadığı şeyden sorulması. Şu hadis bu mana­dadır. Çünkü bazen soru sormak, yapılan bir teklif sebebi ile meşakkat doğurabilir.[70] Bunun için Efendimiz (s.a.v): “(Allah) size merhamet ettiğinden dolayı bazı şeyleri farz kılmaktan sustu, (geri durdu). Onları soruşturup durmayın.”[71] buyur­muştur.

Hz. Ali’nin (r.a) rivayetine göre; ”Yol bakımından gidebilenlerin o evi (Kabe’yi) haccetmeleri, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”[72] ayeti nazil olunca, bir kişi Efendimiz’e gelerek:

“Her sene mi, ya Rasûlallah” dedi. Efendimiz, ona iltifat etmedi. Adam iki veya üç defa daha sorusunu tekrarladı. Bunun üzerine O (s.a.v) buyurdu:

Neredeyse ’evet’ diyecektim. Allah’a yemin ederim ki ’evet’ deseydim, farz olurdu. Farz olunca da her sene onu ya­pamazdınız, öyleyse, beni size bıraktığım kadarıyla bırakın. Size bir kişi emrettiğinde gücünüzün yettiği kadar onu ya­pın. Bir şeyden sizi yasakladıysam ondan da uzak durun.”[73] Bu olaylar üzerine,

Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza git­meyecek şeyleri sormayın” [74] Yani size amel etmenizi emret­mediğimiz şeyleri, âyeti indi.

Bu nehiy (yasaklama) Peygamber’in (s.a.v) zamanına hâs­tır. Şeriat yerleşip, herhangi bir ziyâde ihtimali kalktığına göre sebebin kalkmasıyla yasaklama da kalkmıştır.

Selef âlimlerinden bir kısmı, müteşabih âyetlerin mana­larım sormayı yasaklamıştır.

İmam Mâlik’e (v. 179/795): “Rahman arşa istiva etmiş­tir”[75] âyeti kerimesinin manası sorulunca şu cevabı vermiştir:

“İstiva bilinmekte fakat keyfiyeti bilinmemektedir. Ona iman vaciptir. Keyfiyetini sormak ise bid’attir.” Sonra, “Seni kötü bir kişi olarak biliyorum.” Sonra da: “Çıkarın şunu dışarı! ” deyip adamı uzaklaştırdı. Bununla alâkalı ola­rak; selefin takip ettiği yol en güvenli, halefinki ise daha bil­gi edinmeye uygundur ki, o da sormaktır. [76]

10. Helâl Kazanç

Ebu Hureyre’nin (r.a) şöyle dediği nakledilmiştir: Rasülullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

Şüphesiz Allah Teâlâ güzeldir ve ancak güzel olanı kabul eder. Allah müminlere, peygamberlere emrettiği şeyleri emretmiştir. O (peygamberlere) şöyle demiştir:

“Ey peygamberler, hoş (güzel) olan şeylerden yiyi­niz. Salih amel işleyiniz.”[77] Yine Allah Teâlâ:”Ey iman edenler size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanların­dan yeyiniz.”[78] buyurmuştur.

Sonra Efendimiz (s.a.v.) uzun bir yolculuktaki saçı başı dağınık, ayakları toplu ve elle­rini kaldırıp, “Yarabbi, yâ rabbi,” diye dua eden bîr adam­dan bahsetti. “Oysa bu kişinin, yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır. (Hülasa) haramla beslenmiştir. Bunun duası nasıl kabul edilsin ki?..”[79]

Efendimizin (s.a.v), ”Şüphesiz Allah Teâlâ güzeldir”… sözü:

Hz. Aişe’nin (r.a) şöyle dediği nakledilmiştir: Allah Rasülü’nü (s.a.v) şöyle duâ ederken işittim:

Allah’ım! Senin tertemiz ve temizleyici has, mübarek, sevdiğin ve onunla sana duâ edilince kabul ettiğin, merhamet dilenince merhamet ettiğin, sıkıntılardan kurtulmak is­tendiğinde kurtardığın ismi celilin hürmetine senden yardım istiyorum!”[80]

”Tayyib’in manası, her türlü noksanlık ve kötülükler­den arınmış demektir. Kuddûs kelimesi ile aynı manadadır. Allah’ın isimlerini bilenlere göre, en zevkli ve en güzel övgü onunladır. Allah Teâlâ, kullarını salih amellerle cennete gir­meleri için güzelleştirmiş, cenneti de onlar için güzel kılmıştır.

Kelimei tayyibe “Lâ ilahe ilallah”dır.

Efendimiz’in (s.a.v),”…Ancak güzel olanı kabul eder…” sözü:

Kul, haram olanı sadaka vermekle Allah’a yaklaşmaz.

Gıda maddelerinden eski ve bozuk buğday gibi, kailtesiz mal­ları tasadduk etmek mekruhtur. Aynı şekilde şüpheli şeyleri tasadduk etmek de mekruhtur. Nitekim Allah Teâlâ (c.c.): “Si­ze verilirse gözünüzü yummanız dışında severek almayaca­ğınız derecede kötü ve değersiz şeyler vererek sakın hayır yap­maya kalkışmayın.”[81] buyuruyor. Nasıl Allah Teâlâ, malın temizini kabul ediyorsa, ibadetlerin de gösteriş, kendini be­ğenme ve başkalarına işittirmek için yapılanını değil, güzel olanını kabul eder.

Allah Teâlâ’nın: “Ey Peygamberler, has (güzel) olan şey­lerden yiyiniz. Salih amel işleyiniz.” âyeti ile; “Ey iman eden­ler! Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyi­niz”âyeti:

Burada geçen “Tayyibat” güzel olan şeyler, helâl olan­lar demektedir.

Hadis-i şerifte, kişinin ibadet yapmak için güçlü olma ve hayatını devam ettirme düşüncesiyle yediği şeylerden sevab kazanacağına delil vardır. Ve bu vacip olan şeylerdendir. Sırf şehvet ve karın doyurma düşüncesi ile olması ise bunun dışındadır.

Efendimiz’in (s.a.v), “(Oysa bu kişinin) yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır. Hülasa haramla beslenmiştir”, sözü: Hadiste geçen ve beslenmek diye tercüme ettiğimiz ke­lime “Ğuziye”dir; ve “Ğazâ” kelimesinin mazi meçhulüdür “El-ğazâu” kelimesi ise, yemek esnasında yenilen ”yemek” de­mektir. Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: “…Genç hizmetçisine yemeğimizi getir bize, dedi.”[82]

Efendimiz’in (s.a.v), “..bunun duası nasıl kabul edilsin ki?..” sözü: (Bu şartlardaki birisinin) duasının kabul edilmesinin ne kadar uzak bir ihtimal olduğunu bildirmek için­dir. Bundan dolayı duânın kabul edilmesi için kullara helâl yemeleri şart koşulmuştur.

Ancak doğru olan, bu (duanın kabulü için) şart değil­dir. Zira Allah (c.c) mahlukatının en şerlisi İblis’in bile duasını kabul etmiştir. O, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:

“(İblis) Ey Rabbim, öyle ise, canlıların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi. (Allah): O halde sen bilinen bir vakte kadar mühlet verilenlerdensin (bu­yurdu).”[83]

11. Şüpheli Şeylerden Kaçmak

Allah’ın Rasülü’nün (s.a.v) torunu, kıymetli evladı Ebu Muhammed Hasan b. Ali b. Ebi Talib (r.a) şöyle diyor:

Allah Rasülü’nden şunu ezberledim:

Seni şüpheye düşüren şeyleri bırak, şüphelendirme­yenlere bak.”[84] Tirmizi’ye göre hadis, hasen sahih’tir.

Efendimiz’in {s.a.v), “Seni şüpheye düşüren şeyleri bı­rak, şüphelendirmeyenlere bak” sözünden, muttaki bir kişinin haram olan şeyleri yememesi gerektiği gibi, içinde şüphe bulunan malı yemekten de kaçınması gerektiği anlaşılır.

”Şüphelendirmeyenlere bak” sözü, hakkında hiçbir te­reddüt olmayan kalplerin huzurunu ve canların sükûnetini sağlayan şeylere iltifat et (yönel) demektir. ”Raybet” şüphe demektir. Şüphe ile ilgili açıklama daha önce geçmiştir. [85]

12. Kendini İlgilendirmeyen Şeyleri Terk

Ebû Hureyre’den (r.a) şöyle dediği nakledilmiştir: Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

”Kişinin İyi bir müslüman olduğunun (alâmetlerinden birisi de onun) kendisini ilgilendirmeyen şeyleri bırakmasıdır[86] Hadis hasen sahih’tir.

Efendimiz’in (s.a.v), ”Kişinin iyi bir müslüman olduğu­nun alameti onun kendisini ilgilendirmeyen şeyleri, bırakma­sıdır. ” sözünden maksat, ne dini ne dünyevi açıdan hiç bir önemi olmayan davranış ve sözlerdir.

İbrahim’in (a.s) sahifesinde neler olduğunu soran Ebu Zerr’e (r.a), Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştu:

O bütünü ile örnek ve ibretti. Onda şu bulunuyordu: Ey mağrur sultan, ben seni malı mal üstünde toplayasın diye göndermedim. Bilakis, mazlumun bana duâ etmesine mani olman için görevlendirdim. Çünkü kâfir de olsa mazlumun duasını kabul ederim. Aklı kendisine hakim olmamış akıllı kimsenin dört saati olması gerekir: Birinde Rabbına yalva­rır. Birinde Allah Teâlâ’nın yarattığı kâinat hakkında düşü­nür. Birinde kendisini dinler. Birinde de celal ve ikram sahibi Allah’la başbaşa kalır. Bu saatler o kişi için diğer saatleri için bir yardımcıdır. Aklı kendisine hakim olmamış akıllı kimse­nin ancak üç şey için çalışması gerekir: Ahiret hayatı için azık hazırlamak, yaşamak için rızık hazırlamak, helâl yollardan rızıklanmak. Aklı kendine hakim olmamış akıllı kimsenin za­manın kıymetini bilmesi, işine gereken önemi vermesi, dilini koruması, konuşma olarak da çok az konuşması ve kendisini ilgilendiren meselelerde konuşması gerekir.”

Ebu Zerr (r.a) devam ederek şöyle dedi:

“Anam babam sana feda olsun, Musa’nın sahifelerinde neler vardı?”

Efendimiz (s.a.v) buyurdu:

O bütünüyle ibretti. Onda, cehenneme bu kadar yakın olmasına rağmen gülen insanın şaşırtıcı hali, ölüme bu ka­dar yakın olmasına rağmen müreffeh bir hayat sürenin şaşır­tıcı hali, dünyayı görüpte ehli ile beraber onun için çalışan kimsenin şaşırtıcı hali, kaderi bu kadar iyi bilmesine rağmen başına gelenlerden dolayı kızanın şaşırtıcı hali, ve yarın he­saba çekileceğini kesin olarak bilmesine rağmen, hayır amel işlemeyenin şaşırtıcı hali vardır.”

Bunun üzerine Ebû Zerr (r.a) Efendimize (s.a.v):

“Anam babam sana feda olsun, İbrahim ve Musa’nın (a.s) sahifelerinde söylediklerinden başka bir şey kaldı mı?” dedi. Efendimiz de:

Evet Ey Ebû Zerr,” dedi ve “Nefsim arındıran kurtulmuştur.” sûresi sonuna kadar”[87] buyurdu. Daha sonra Ebu Zerr:

“Anam babam sana feda olsun, bana tavsiyelerde bulun” dedi. Efendimiz (s.a.v):

Sana Allah’tan korkmanı tavsiye ede­rim. Zira Allah korkusu bütün işlerinin esasıdır.” Ebu Zerr (r.a):

“Biraz daha.” dedi. Efendimiz:

Çokça Kur’an oku­maya bak ve Allah’ı çok zikret. Çünkü o seni semada zikre­der (meleklere halini bildirir).” buyurdu. Ebu Zerr (r.a):

“Biraz daha”. dedi. Efendimiz (s.a.v):

Cihadetmeye çalış. Çünkü cihad, mü’minin ruhbanlığıdır.” Ebu Zerr (r.a):

“Biraz daha” dedi. Efendimiz (s.a.v):

Susmak şiarın olsun, çünkü o, şeytanı senden uzaklaş­tırır, dinin emirlerini ifâda sana yardımcı olur.” buyurdu. Ebu Zer (r.a):

“Biraz daha”dedi. Efendimiz (s.a.v):

Acı da olsa doğruyu söyle.” buyur­du. Ebû Zer (r.a)

Biraz daha”dedi. Efendimiz (s.a.v):

Kınayanın kınaması seni haktan alıkoymasın.” buyurdu. Ebû Zer (r.a):

“Biraz daha”dedi. Efendimiz (s.a.v):

Yakınlarınla, onlar ilişkiyi kesse bile sen kesme.” buyurdu. Ebû Zer (r.a):

“Biraz daha” dedi. Efendimiz (s.a.v):

Kişi, serdeki nasibi kadar kendinden gafil olur ve ken­disini ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenir. Ebu Zerr! Tedbir gibi akıl yoktur. El çekmek gibi vera yokturHuy güzelliği gibi de güzellik yoktur. ” buyurdu. [88]

13. İslâm-İman Kardeşliği

Allah Rasülü’nün (s.a.v) hizmetçisi, Ebu Hamza Enes b. Mâlik, Efendimiz’in (s.a.v) şöyle buyurduğunu nakleder:

Herhangi biriniz, kendisi için islediğini kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz.” [89]

Efendimiz’in (s.a.v), “Herhangi biriniz, kendisi için iste­diğini kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz”, sözü: Burada en doğru olan “kardeş” kelimesini genel ola­rak almaktır. Bu şekilde hem de kâfiri içine almış olur. Dola­yısıyla müslüman kardeşinin İslâm üzere devam etmesini is­tediği gibi, kâfir kardeşinin de kendisine nasip olan İslâm’a müşerref olmasını temenni eder. Bu yüzden kâfirin hidayete ermesi için duâ etmek müstehap kabul edilmiştir.

Hadis, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmeyenin imanının tam (kamil) olmayacağı şeklinde anlaşılmalıdır.

Muhabbetten maksat, hayır ve menfaat istemektir. Sonra burada bahsedilen muhabbet dînîdir, beşeri muhabbet de­ğildir. Zira beşeri tabiat, kendisinin yanında başkasına da hayır yapılmasını hoş karşılamayabilir. İşte insanın beşeri tabiatı­na karşı gelip, kendisi için istediğini kardeşi için de istemesi gerekir. Kişi kendisi için istediğini kardeşi için istemediği tak­dirde hasetçi sayılır. Haset, Gazali’nin (v. 505/1111) dediği gibi üç kısımdır:

  1. Başkasına verilen nimetin ondan gitmesini ve kendi­sinde olmasını istemek,
  2. Kendisindeki malın veya ona olan sevgisinin kaybol­ması pahasına da olsa, başkasına verilen nimetin gitmesini istemek. Bu birincisinden daha kötüdür.
  3. Başkasına verilen nimetin gitmesini istememekle be­raber, onun yükselmesine ve kendinden daha üst düzeyde ol­masını hoş görmeyip eşitliği isteyip fazlalığını istememek. Bu da haramdır. Zira Allah’ın (c.c) yaptığı taksimata razı gelme­miş sayılır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Rabbının rahmetini onlar mı paylaşırıyorlar? Dünya ha­yatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık.”[90]

Kim kısmete rıza göstermezse, yaptığı taksim ve verdiği hükümde Allah’a karşı gelmiş demektir.

İnsanın nefsini islah etmesi, onu kadere rızaya alıştırması; ve nefse hoş gelmese de düşmanı için hayır duada bulunması gerekir. [91]

14. Kanı Heder Edilenler

Ebu Mesûd’dan (r.a) nakledildiğine göre Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden do­layı akıtılır: Evli iken zinadan, adam öldürmekten, dininden dönüp cemaati terketmekten.” [92]

Efendimiz’in (s.a.v), “Evli iken zina eden” sözü: “Evli”den maksat evlenip sahih bir nikahla eşi ile cinsi münasebette bulunan, bundan sonra da zina eden kimsedir. Bu recmedilir. Her ne kadar zina etliği anda evli olmasa da bu kim­se muhsan (namuslu) diye vasıflanamaz.

Efendimiz’in (s.a.v), “adam öldürene karşı öldürme,”sözü: Bunda da denklik şarttır. Mesela, kâfire karşılık müslüman, köleye karşılık hür bir kimse Şafiilere göre öldürüle­mez, Hanefilerde ise öldürülebilir.

Efendimiz’in (s.a.v), “dininden dönüp, cemaati terk eden” sözü: Allah muhafaza etsin bu kimse mürtettir. (Dinden dönen), bazan cemaati terk etmemiş olabilir, Yahudiler gibi. Yahudi hiristiyan olsa veya hiristiyan yahudi olsa öldü­rülür. Çünkü bu durumda cemaatten ayrılmasa da dinini terk etmiştir.

Dininden dönenler hususunda iki farklı görüş vardır:

En doğru olanı: Öldürülmezler ve eman verilen kimse­ler içerisine dahil edilirler. Diğeri de öldürülürler. Zira, daha önce inandığı dinin yanlışlığına inanmış, daha önce batıl say­dığı başka bir dine girmiştir, ki bu doğru bir şey değildir. Do­layısıyla serbest bırakılmaz. Müslüman olmazsa öldürülür. Da­ha önce geçen bir yerde de öldürme olayının olduğu geçmişti. [93]

15. Misafir Ve Komşu Hakkı

Ebu Hüreyre’nin (r.a) rivayet ettiğine göre Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Allah’a ve ahirete inanan hayır söylesin ya da sus­sun. Allah’a ve ahirete inanan, komşusuna ikramda bu­lunsun. Allah’a ve ahirete inanan misafirine ikram etsin.” [94]

Efendimiz’in (s.a.v), “Allah’a ve ahirete inanan hayır söy­lesin, ya da sussun.” sözü:

İmam Şafii der ki:

Hadisin manası, kişi konuşmak isteyince düşünür, her­hangi bir zarar gelmeyeceğini anlarsa, söyler, eğer zarara uğrayacağını anlar veya zarara uğrama ihtimali bulunursa susar.

Endülüslü büyük Maliki imamı Ebu Muhammed b. Ebi Zeyd şöyle der:

Hayra vesile olan davranışların tamamı, şu dört hadis­ten çıkar:

  1. Efendimiz’in (s.a.v), “Allah’a ve ahirete inanan hayır söylesin ya da sussun.” sözü.
  2. Efendimiz’in (s.a.v), “Kişinin iyi bir müslüman oldu­ğunun alametlerinden birisi de kendisini ilgilendirmeyen şey­leri terk etmesidir.[95] sözü.
  3. Efendimiz’in (s.a.v}, kendisine özel tavsiyede bulun­duğu bir kimseye,“Kızma” [96] sözü.
  4. Efendimiz’in (s.a.v), “Her hangi biriniz, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz.[97]sözü.

Ebul-Kasım el-Kuşeyri’nin şöyle dediği nakledilir:

“Yerine göre susmak, olgun kimselerin özelliğidir. Aynı şekilde yerinde konuşmak ta, en şerefli bir özelliktir.”  Kuşeyri devam ederek diyor ki:

Ebu Ali ed-Dahhâk’ı şöyle derken işittim: “Hakkı söylemeyen dilsiz şeytandır.” O, Hilyetül-ulema isimli eserinde aynı sözü bir çoklarından nakleder.

Hilyetül-evliya’da, insanın ancak ihtiyaç olduğu kadar konuşması, aynı şekilde kazancından da ihtiyaç duyduğu ka­dar infak etmesi gerekir, demektir. (Ebu Nuaym) diyor ki: “Eğer (konuştuğunuz her şeyi yazması için) hafaza melekle­rine kâğıt alacak olsaydınız, söyleyeceğiniz birçok şeyden vaz­geçerdiniz.”

Efendimiz’in (s.a.v) şöyle dediği nakledilmiştir: “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen konulardan az konuşması onun an­layışlı olduğunun işaretidir.

Yine Efendimiz’in (s.a.v) şöyle dediği nakledilmiştir.

Afi­yet on şeydedir. Onlardan dokuz tanesi susmakladır. Ancak Allah Teâlâ’yı zikir etmek için susmaz. ”[98]

Susan kimse se­lamette olur. Söyleyen de ganimet elde eder denmiştir. Bir kim­seye, niçin susmayı tercih ediyorsun, diye sorulunca:

“Ben hiçbir zaman sustuğum için pişman olmadım. Fa­kat konuşmamdan dolayı defalarca pişmanlık duydum.” de­miştir.

Yine, “Dil yarası, el yarası gibidir.” denildiği gibi; “Dil yaramaz köpek gibidir, onu bırakırsın ısırır.” da denmiştir.

Hz. Ali’nin (k.v) şu şiiri söylediği rivayet edilir:

“Kişi, dil sürçmesinden ölür, yoksa ayak sürçmesinden değil,

Onun sözüyle sürçmesi başını giderir, ayağıyla sürçmesi yavaşlamaya götürür.”

Yine şöyle denmiştir:

“Konuşmayan kimse kurtulmuştur. Suskun, azık hazır­layan kişi gibidir.

Her konuşana verilecek bir cevap vardır. Kötülüğün cevabı ise susmaktır.

Ne yazık zulüm yapacak kimseye. Öleceğini kesin ola­rak bildiği halde.”

Efendimiz’in (s.a.v), “Allah’a ve ahiret gününe inanan komşusuna ikramda bulunsun. Allah’a ve ahiret gününe ina­nan misafirine ikram etsin”  sözü:

Kadı İyaz (v. 544/1149) der ki: “Bu hadisin manası şu­dur: Kim İslam’ın temel prensiplerini işlerse (yaparsa), misa­fire ve komşusuna ikram etmesi gerekir.”

Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Cebrail bana kom­şu hakları hususunda o kadar tavsiyelerde bulundu ki nere­deyse komşuyu komşuya mirasçı yapacak zannettim.”[99] Yi­ne O (s.a.v): “Kim komşusunu sıkıntıya sokarsa, Allah onun evine komşusunu sahip kılar.” buyurdu.

Allah Teâlâ: “Akraba olan komşu, (akraba olmayan) bi­tişik komşu” [100] buyurmuştur.

Komşu dört türlüdür:

  1. Seninle aynı evde kalan komşu. Şair şöyle demiştir: “Sen bizimle aynı evde komşu oldun, sen boşsun.”
  2. Evi senin evine bitişik olan komşu.
  3. Her bir yönden kırk ev boyunca olan komşu.
  4. Seninle aynı ülkede bulunan komşu. Allah Teâlâ: “…Sonra orada sana pek az müstesna, kimse komşu olmayacaklar.” [101] buyuruyor.

Akraba olan bitişik komşunun üç hakkı, uzaktaki akraba olan müslüman komşunun iki, akraba olmayan müslüman komşunun bir hakkı vardır.

Ziyafet, İslâm âdabından ve peygamberlerle salihlerin ahlâkındandır. Leys, misafire ikramın (ziyafetin) bir gece için vacip olduğuna hükmetmiştir. Ziyafetin, hem şehirliye hem köylüye mi yoksa sadece köylüye mi gerektiği hususunda ih­tilâf etmişlerdir. İmam Şafii ve Muhammed b. Abdülhakem, hem şehirli hem köylünün, İmam Malik ve Sahnûn ise; sade­ce köylülerin misafire ikramlarının vacip olduğunu, zira mi­safirin, şehirde otellerde kalacak yerler bulup, çarşıdan yiye­cek şeyler alabileceğini söylemiştir.

“Misafire ikram, ziyafet, göçebe yaşayanların vazifesi­dir, evlerde yaşayanların değildir.” [102] şeklinde bir hadis riva­yet edilmiştir. Fakat bu hadis mevzudur. [103]

16. Öfkelenmemenin Karşılığı Cennet

Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir:

“Bir adam Allah Rasülü’ne (s.a.v) gelerek:

“Bana özel tavsiyede bulun.” dedi. Efendimiz de (s.a.v):

Kızma!” buyurdu. Bunu bir kaç defa tekrarlayarak “kızma” buyurdu.[104]

Efendimiz’in (s.a.v), “Kızma” sözünün manası; “öfkeni ortaya çıkarma”, demektir. Yoksa yasaklama bizzat öfkeye de­ğildir. Çünkü öfke insanın fıtratında vardır ve insanın ondan kurtulması imkânsızdır.

Hz. Peygamber’in (s.a.v), “Aman ha, öfkeden sakının. Zira öfke âdemoğlunun içinde yanan bir kordur. Sizden biri­niz kızdığı zaman gözleri nasıl kıpkırmızı olur ve damarları nasıl kabarıp şişer görmediniz mi? Şayet herhangi biriniz ken­disinde öfke belirtileri hissederse uzansın veya yere otur­sun.”[105] buyurduğu rivayet edilmiştir.

Bir kişi Peygambere (s.a.v) şöyle dedi:

“Ey Allah’ın Rasülü, bana bir ilim öğret ki o beni cennete yaklaştırsın ve ce­hennemden uzaklaştırsın.” Buna Efendimiz:

“Kızma, senin için cennet vardır.” [106] şeklinde cevap verdi.

Yine Efendimiz (s.a.v): “Kızgınlık şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateşi ise söndüren suduröyle ise her­hangi biriniz kızınca abdest alsın[107] buyurmuştur.

Ebu Zerr el-Gıfari (r.a) şöyle demiştir: Allah Rasülü (s.a.v) bize şöyle dedi:

Sizden biriniz kızdığı zaman ayakta ise otursun. Şayet (oturunca) kızgınlığı geçmezse, uzansın.” [108]

İsa (a.s.) Yahya b. Zekeriyya’ya şöyle demişti:

“Ben sana faydalı bir ilim öğreteceğim, kızma!”Yahya,

“Nasıl kızmayayım?”diye sorunca da şöyle demişti:

Sana sende olan bir şey söylenince, hatırlatılan bir günah deyip Al­lah’tan (c.c) bağışlanmanı dile. Sana sende olmayan (fakat söy­lenince seni kızdıracak) bir şey söylenince de, Allah’a hamdet. Zira o (c.c) sende seni ayıpladıkları şeyi yaratmamıştır.”

Amr b. Âs (r.a) diyor ki: Allah Rasülü’ne (s.a.v):

“Beni Allah’ın (c.c) gazabından uzak tutacak şey nedir?” diye sor­dum. Bana

Kızma!” diye cevap verdi.

Lokman (a.s) oğluna şu nasihati yapmıştı:

“Eğer birisi ile arkadaşlık kurmak istersen önce onu kızdır. Eğer sana öfkeli iken insaflı davranırsa onunla arkadaş ol. Yoksa on­dan uzak dur.”  [109]

17. İslamda Şefkat

Ebu Ya’la Şeddad b. Evs’in (r.a) rivayet ettiğine göre Al­lah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Allah (c.c) herşeye karşı iyi muameleyi emir buyur­muştur, öyle ise birşeyi öldürürken güzel bir şekilde ke­sin. Herhangi biriniz keserken bıçağını keskinleştirsin ve boğazlıyacağt hayvanı rahatlatsın.”[110]

Efendimiz’in (s.a.v), “Allah (c.c) herşeye karşı iyi mua­meleyi emir buyurmuştur (yazmıştır) ” ifadesi:

Kısas olarak müslüman kimseyi öldürürken onu hayvan boğazlanan aletlerle değil de, iyi bir kısas aleti araştırması (ve bulması) da ihsanın, (iyi muamelenin) içine dahildir. Yine hay­vanı boğazlarken bıçağı keskinleştirir, hayvanı rahatlatır. Ön­ceden bıçağı keskinleştirmeden onun boynunun bir kısmını kesip ölmesini beklemez. Boğazlamadan önce ona su verir. Süt veren ve yavrusu olan develeri sütten kesilmeden boğaz­lamaz. Sütünü son damlasına dek sağmaz, ve sağarken de tır­naklarını kısaltır. Yine bir hayvanı diğerlerinin gözleri önün­de boğazlamazlar. [111] 

18. Takva ve Güzel Huy

Ebu Zerr Cündeb b. Cünâde ve Ebu Abdirrahman Muaz b. Cebel (r.a) Allah Rasülü’nün (s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

Nerede olursan ol Allah’tan kork. Yaptığın her kö­tülüğün peşinden onu silecek (giderecek) bir iyilikte bu­lun ve insanlara karşı güzel ahlak ile muamele et.” [112] Ha­dis hasen veya hasen sahih’tir.

Allah Rasülü’nün (s.a.v), “Nerede olursan ol… ” ifadesi: Allah’tan (c.c) insanların huzurunda iken korktuğun gibi, on­ların olmadığı yerlerde de, diğer yerlerde ve zamanlarda da kork demektir. Muttaki olmaya yardımcı olan şeylerden biri­si de, kişinin diğer hallerinde de Allah’ın, kendisinin yaptıklarını bildiğini hatırında bulundurmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka odur.” [113]

Takva kelimesi, vacip olan şeyleri yapmayı, yasak olan­lardan da kaçınmayı gerektiren cami (çift yönlü) bir kelimedir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Yaptığın her kötülüğün peşinden onu silecek bir iyilikte bulun.” ifadesi: Bu kısım, “bir günah işleyince ondan istiğfar et, sonra da onu silecek bir iyilik yap”, demektir. Bu hadisin zahiri, kötülüğün on katı da olsa, bir iyiliğin sadece bir tek kötülüğü sildiğini, zira zayıf olanın (bir iyiliğin) kötülüğü silemeyeceğini ifade ediyor. Ancak bu du­rum zahire göre değildir. Aksine bir iyilik, on kötülüğü sile­bilir. Hadis-i şerifte bunu destekleyen rivayetler vardır. O da Efendimiz’in (s.a.v) şu ifadeleridir:

Her namazın ardından on kere tekbir getirirsiniz, on kere hamdedersiniz, on kere tesbih getirirsiniz. Bu dille yüz elli, mizanda ise binbeşyüz demektir.” Efendimiz (s.a.v) son­ra şöyle buyurdu.

Hanginiz günde binbeşyüz günah iş­leyebilir ki?”[114] Bu hadis zayıf olan (iyilikler)in de kötülük­leri yok edeceğini gösterir.

Hadisin zahiri, iyiliklerin genel manada kötülükleri yok edeceğini ifade ederse de bu Allah hakkı ile alâkalı olan kö­tülüklerle alakalıdır. Zira öfke, gıybet, koğuculuk gibi kul hak­kı ile ilgili kötülükler, ancak gıybet edenin diğerine açıkça, ben sana şöyle söyle dedim diye yaptıklarını söylemesi ve di­ğerinin de helâlleşmesi neticesinde silinir.

Hadis-i şerifte nefis muhasebesinin vacip olduğuna delil vardır. Zira Peygamberimiz (s.a.v), “Siz hesaba çekilmeden önce kendi kendinizi hesaba çekin.” [115] buyurmuştur. Al­lah.Teâlâ da (c.c):

Ey inananlar, Allah’tan korkun, her bir nefis yarın için ne gönderdiğine baksın.” [116] buyurmaktadır.

Efendimiz’in (s.a.v), “İnsanlara karşı güzel ahlak ile mu­amele et.” sözü:

Güzel ahlak, insanlara iyi muamele etmeyi ve onlara sı­kıntı vermekten geri durmayı ihtiva eden (cami) bir kelimedir.

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Siz mallarınızla insanların yardımlarına koşamazsınız. Onlara güler yüz ve gü­zel muamele ederek yardım ediniz.”[117]

Sizin en hayırlınız, ahlakı en güzel olanınızdır” [118]

Bir kimse efendimize (s.a.v) gelerek:

“Ey Allah’ın Rasülü, amel­lerin en faziletlisi (üstünü) nedir.”  diye sorunca:

Güzel huy­dur. ” şeklinde cevaplandırdı. O da -daha önce geçtiği üzere- kızmamaktır.

Bir peygamber Rabbına, hanımının kötü huyluluğundan dolayı, şikâyette bulunmuştu. Allah (c.c) ona şu vahyi indirdi:

Ben bunu sana sıkıntıdan nasibin olarak verdim.”

Ebu Hureyre’nin (r.a) naklettiğine göre Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurdu:

İmanı tam olan mümin ahlakı en güzel olandır. En ha­yırlı olanları da kadınlarına en güzel olanıdır.” [119]

Allah sizin için İslâm’ı seçti. Siz de ona güzel huy ve cömertlikle ikramda bulunun. Zira İslâm onlarsız asla tam olmaz.”

Kur’an-ı Kerim’deki “Sen affı tercih et (tut)” [120] âyeti indiği zaman Cebrail (a.s.) Peygambere (s.a.v) bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak, “Sana zulmedeni affetmen, seninle ilişkisini keseni ziyaret etmen, seni mahrum edene vermen sureti ile... ” demişti.

Yine Allah (c.c): “.. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle[121] buyurmuştur.

Şüphesiz sen yüce bir ahlak sahibisin.”[122] âyetinin tef­siri yapılırken; O’nun ahlâkı Kur’an’dı, emrettiklerini emre­der, sakındırdıklarından sakındırırdı. Kur’an’ın razı olduğu­na rıza gösterirdi, denilmiştir. [123]

19. Allah’ın Yardımı

Ebul-Abbas Abdullah b. Abbas’ın (r.a.) şöyle dediği ri­vayet edilmiştir:

Ben bir gün Peygamber’in (s.a.v) arkasında (bineğinin terkisinde) idim. Bana söyle dedi:

Delikanlı! Şimdi sana bazı şeyler öğreteceğim. Onları iyice ezberle (ve uygula) ki Allah da (c.c) seni korusun, gözetsin. Onları ezberle ki, her baktığın yerde Allah’ı bu­lasın. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardıma muhtaç olduğunda Allah’tan yardım dile. Şunu iyice bil ki, bütün insanlık sana bir iyilik yapmak için bir araya gel­seler, ancak Allah’ın (c.c) sana takdir ettiği kadar bir iyilik yapabilirler. Yine sana bir kötülük yapmak için bir ara­ya gelseler, ancak Allah’ın sana takdir ettiği kadar bir kötülük yapabilirler. Kalemler kaldırılmış, sayfalar kurumuştur.” [124]

Tirmizi’nin rivayetinden başka rivayetlerde ise, şöyledir:

Onları iyice ezberlemek sureti ile Allah’ın hakkını gözet ki, Önünde onu bulasın. Bolluk zamanında Allah’ı tanı ki, sıkıntılı zamanında Allah seni görüp gözetsin. Şunu bil ki senin başına gelmeyecek olan şey zaten başı­na gelmeyecektir. Başına gelen şey de mutlaka başına ge­lecektir. Bil ki yardım sabırla birlikte, kurtuluş sıkıntı ile birlikte, kolaylık zorlukla birliktedir.” [125]

Efendimizin (s.a.v) “Onları iyice ezberle kî Allah da seni korusun, gözetsin” sözü:

Allah’ın emirlerini ezberle ve onlara sıkı sıkıya bağlan. Yasaklarından da uzaklaş ki, dünya ve ahiretteki sıkıntılı an­larında Allah seni korusun.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Mümin bir erkek veya ka­dın güzel bir amel (salih amel) işlerse biz de onu mutlaka gü­zel bir hayal içinde yaşatırız.[126]

Kulun başına gelen belâ ve musibetler, kendisinin Allah’­ın emirlerine karşı gevşeklik göstermesinden dolayıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Sizin başınıza gelen musibetler, kendi ellerinizle yaptıklarınızdır.”[127]

Efendimiz’in, “her baktığın yerde onu bulursun” sözü; önünde onu (Allah’ı) bulursun demektir.

Peygamber (s.a.v), “Rahatlıkta Allah’ı tanı ki, sıkıntı anında Allah senin halini bilsin.”  buyurmuştur.

Allah Teâlâ kitab-ı keriminde, salih amelin sıkıntı anın­da kişiye fayda vereceğini ve onun kurtuluşuna vesile olaca­ğını, kötü amelin de sahibinin sıkıntıya girmesine sebep ola­cağını açıkça ifade etmiştir. Allah (c.c) Kur’an’da, Yunus aleyhisselâm’ın kıssasından bahsederken şöyle buyurmuştur:

“Şayet o (balık onu yutunca) tesbih edenlerden olma­saydı, balığın karnında kıyamete kadar kalırdı.”[128]

Firavun “İsrail oğullarının inandığı ilahtan başka ilah olmadığına iman ettim” deyince ona Cebrail (a.s) gelip şöyle demişti: “Daha önce günahkâr mıydğn ve fesatlık çıkaranlar­dan mı idin? ”

Efendimiz’in (s.a.v), “Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste” sözü: Bu ifadede, kişinin sırlarını Allah’tan başkasına açma­ması gerektiği ve hatta bütün işlerdinde Allah’a tevekkül et­mesi gerektiğine işaret vardır. Şayet istenilen ihtiyaç, hidayet, ilim, Kur’an’ı, sünneti anlama, hastalıktan şifa bulma ve dün­yadaki sıkıntılar ile ahiretteki azabtan emin olma gibi âdet olarak insanların yapamayacağı türden ise bunları Allah’­tan ister. Eğer istenilen şey, sanatkârlar veya idareciler gibi kimselerin görebileceği Allah’ın âdeten kulları vasıtası ile ver­diği şeyler ise, bu durumda o kimselerin gönüllerinin kendi­sine ısınması için Allah’a duâ eder ve şöyle der:

“Allah’ım, bize karşı kullarının kalplerini yumuşak tut…” v.s. Yoksa in­sanlara muhtaç olmaması için Allah’a duâ etmez.

Peygamber (s.a.v) Hz. Ali’yi (k.v.),

“Allah’ım, bizi in­sanlara muhtaç kılma.” diye duâ ederken duyunca şöyle buyurdu:

“Bir daha böyle duâ etme. Çünkü insanlar birbirine muhtaçtır Öyleyse şöyle duâ et: Allah’ım bizi mahlukatının kötülerinden muhafaza et.”

İnsanlardan istemek ve onlara güvenmek ise kötülenmiştir. Semavi kitaplardan birisinde Allah’ın (c.c) şöyle dediği nakledilmiştir:

“Benim kapım açık olduğu halde hatırlara başka kapı­lara müracaat etmek mi geliyor? Ben melik ve kadir iken sı­kıntılardan kurtulmak için başkasına mı ümit bağlanıyor? Benden başkasından bir şey ümit edene insanlar arasında zillet elbisesini giydireceğim…”

Efendimiz’in (s.a.v),”.. Bil ki bütün insanlar bir araya gelseler..”  sözü: Genelde insan sevdiği kişinin iyiliğini istedi­ği, sakındığı kişinin kötülüğünden de korktuğu için, Allah Teâlâ insanlardan fayda umma hususundaki kesin hükmünü şu âyeti kerime ile beyan etmiştir:

Eğer Allah sana bir zarar verirse, onu kendisinden baş­ka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır verecek olursa onun keremini de geri çevirecek hiçbir kimse yoktur.” [129]

Allah’ın (c.c) Musa (a.s)’dan bahsederken şu hükmü yap­tığımız bu açıklamalara ters değildir:

Onların beni öldürmelerinden korkuyorum.” [130]

Yine şu âyeti kerimeler de bu hükme ters değildirler:

Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranma­sından veya iyice azmasından endişe ediyoruz.” [131]

Ey iman edenler! İhtiyatlı davranın.”[132]

Burada doğru olan Allah’ın (c.c) takdirine razı olmak, onun takdirine karşı boyun eğmektir. Bu durumda insan he­lak sebeplerinden kaçıp Allah’ın rızasına sığınmak suretiyle kurtulmuş olur. Allah (c.c) şöyle buyurur:

“Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” [133]

Efendimiz’in (s.a.v), “Bil ki yardım sabırla birlikte.” sözü:

Peygamber (s.a.v) buyuruyor ki:

Düşmanla karşılaşmayı istemeyiniz. Allah’tan afiyet isteyiniz. Düşmanla karşılaştı­ğınızda da sabrediniz, kaçmayınız. Şüphesiz Allah sabreden­lerle beraberdir.” [134] Aynı şekilde peşinden yardımın gelece­ği bir konumda sıkıntılara katlanmak da böyledir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Kurtuluş sıkıntı ile birlikte” sö­zü: Hadiste “sıkıntı” diye terceme ettiğimiz “Keribe” şiddetli belâ demektir. Belâ şiddetlenince Allah Teâlâ peşinden bir kur­tuluş ihsan eder. Nitekim şöyle denmiştir: “Buhranlar,  sıkın­tılar şiddetlenince kurtulunur.”

Efendimiz’in (s.a.v), “Kolaylık zorlukla birlikte”dir sözü:

Başka bir hadiste Peygamberimiz’in (s.a.v), şöyle buyur­duğu nakledilmiştir:

“Bir zorluk iki kolaylığa asla galip gelemez.”[135]

Bunun için Allah Teâlâ, Kur’an’da zorluğu da, ko­laylığı da “Yusr” ve “Usr” iki defa söylemiştir.[136] Fakat Arapçada marife olan bir kelime, marife olarak tekrarla­nınca teklik ifade eder. İkinci kelimenin başındaki “El-us” lâm-ı tarif ahd için olur. Nekra da nekra olarak tekrar edilin­ce teaddüt (sayı) ifade eder. Âyette de “Usr” marife ola­rak iki defa, “Yusr” nekre olarak iki defa tekrarlanmıştır. Dolayısıyla iki olmuştur. Bunun için Efendimiz.(s.a.v), ”Bir zorlukiki kolaylığa asla galip gelemez. ” buyurmuştur. [137]

20. Hayanın Önemi

Ebû Mes’ud Ukbe b. Amr el-Ensârî el-Bedrî’nin (r.a) söy­lediğine göre Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz insanların peygamberlik sözlerinden ilk duydukları şey, ’utanmıyorsan dilediğini yap.’ ifade­sidir.”[138]

Efendimiz’in ”Utanmıyorsan dilediğini yap” ifadesinin manası şudur: Bir şeyi yapmak istediğinde eğer yaptığından dolayı Allah’tan ve insanlardan utanmıyorsa dilediğini yapar, yoksa yapmaz, İslâm, bütünü ile bu esas üerinde cereyan eder. Buna göre Peygamberimizin (s.a.v), ”Dilediğini yap” sözü em­ri ibahe kabilindendir. Zira bir iş şer’an yasak değilse mubah sayılır.

Bazı kimselerse hadisi şu şekilde izah etmişlerdir: ”Şa­yet sen Allah’tan utanmıyor ve onu murakabe etmiyorsan, kal­bine de bir kötülük düşmüşse, istediğini yap” demektir.

Bu durumda emir tehdid için olur, ibahe için olmaz. Bu şekli ile de Kur’an’daki, “istediğiniz ameli işleyin” [139] ve “Onlar­dan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt..” [140] âyetlerdeki durum gibi olur. [141]

21. İstikametin Önemi

Ebû Amr veya Ebû Amra Süfyan b. Abdillah (r.a) şöyle demiştir: Allah Rasülüne şöyle dedim:

“Ey Allah’ın Rasülü. bana İslâm ile ilgili bir söz söyle ki, onu senden başkasına sormayayım.” O cevaben:

Allah’a inandım desonra da dosdoğru ol.” dedi.[142]

Efendimiz’in (s.a.v), “Allah’a inandım de, sonra dosdoğ­ru ol” ifadesi: Emredilen ve nehyedilen şekli ile demektir. İs­tikamet (doğruluk), emredilenleri yapmak, yasaklananları terketmek sureti ile doğru yolda sebatla olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikle emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” [143]

Rabbımız Allah’tır diyenler ve sonra da dosdoğru olanlar üzerine melekler inerler.” Yani ölüm anında Allah Teâlâ’nın, “Korkmayın, üzülmeyin size va’dedilen cennetle sevi­nin.” [144] âyeti ile onları müjdelerler. Bu âyetin tefsirine göre bu kimseler cennetle müjdelenince şöyle derler:

“Yavruları­mız ne yeyip içecekler, onların bizden sonraki durumları ne olacak? ” Bunun üzerine onlara şu âyet ile cevap verilir:

Biz dünya ve ahiret hayatında sizin velileriniziz.” [145]

Yani sizden sonra işlerinizi üzerimize alırız. Bu sayede o kimselerin gö­nülleri huzur bulur.[146]

22. Cennetin Yolu

Ebû Abdillah Câbir b. Abdillah’ın (r.a) naklettiğine gö­re bir kişi Allah Rasülüne şöyle sordu:

“Ne dersin, farz namazları kılsam, Ramazan orucunu tutsam, helâli he­lâl, haramı haram bilsem, bunlardan başka da hiçbir şey yapmasam cennete girer miyim?” Efendimiz de (s.a.v) ce­vap olarak:

Evet (girersin).”  buyurdu.[147]

“Haramı haram bilsem” demek, onları yapmaktan kaçınsam; “helâli helâl bilsem” demek de, helalliğine inana­rak onları yapsam demektir.

Soru soran kişinin “Ne dersin” sözü; bana söyle demek­tir. “Helâli helâl saysam” sözü, helâl olarak inanıp onlardan vacip olanları yapsam; “Haramı haram bilsem” sözü, haramlığını kabul edip onları yapmasam, demektir. Efendimiz (s.a.v) ”evet”  demekle, cennete girer demiş olmaktadır. [148]

23. Hayırda Acele Etmek

Ebû Malik Haris b. Asım el-Eşari’den (r.a) rivayet edildiğine göre Allah Rasülü {s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Temizlik imanın yansıdır. Elhamdülillah mizanı dol­durur, Sübhanallahi ve’l-hamdülillahi gök ile yer arası­nı doldurur (veya) doldururlar. Namaz nurdur. Sadaka delildir. Sabır ışıktır. Kur’an lehinde veya aleyhinde delildir. Herkes kendisini satmak üzere çıkar. Ya onu (azabtan korumak sureti ile) azabeder veya helak eder.” [149]

Efendimizin, “Temizlik imanın yarısıdır” ifadesi: Gazali (v. 505/1111) buradaki temizliği, kalbin kin, haset, hınç ve benzeri kalbi hastalıklardan temizlenmesi şeklin­de izah etmiştir. İşte imanı kamil bu sayede tamam olur. Şahadet kelimesini söyleyen de diğer yarısını tamamlamış sayı­lır. Kim kalbini diğer hastalıklardan temizlerse imanı tam olur, kim de temizlemezse imanı noksan olur.

Bazı kimseler de bunu şöyle izah eder:

”Kim kalbini temizler, abdest alır, gusleder ve namaz kı­larsa namaza iki taharetle (abdest-gusül) başlamış olur. Kim de namaza sadece abdest uzuvlarını yıkadıktan sonra başlar­sa iki taharetten birisi ile namaza başlamış olur. Oysa bunun ötesinde Allah (c.c) sadece kalp temizliğine bakar. Nitekim Peygamber (s.a.v) Efendimiz, “Allah (c.c) sizin dış görünüş­lerinize veya yüzlerinize bakmaz. Fakat kalplerinize bakar. ”  buyurmuştur.”[150]

Efendimiz’in (s.a.v), “Elhamdülillah mizanı doldurur, Sebhanellahi vel-hamdülillahi gök ile yer arasını doldurur (ve­ya) doldururlar” ifadesi:

Bu hadis Musa’nın (a.s) şu duası ile ilgili hadisine tea­ruz eder görünür.

Musa (a.s) şöyle demişti:

“Ey Rabbim, ba­na beni cennete sokacak bir amel göster.” Bunun üzerine Al­lah (c.c):

”Lâilahe illallah de. Zira yedi kat yerler ve gökler terazinin bir kefesine, lailahe illallah öbür kefesine konsa, lailahe illallah diğerlerine ağır gelirdi” buyurdu.

Bilinen bir ger­çek var ki gökler ve yerler gök ve yer arasındaki mesafeden daha geniştir. Allah’a (c.c.) hamd, mizanı ve biraz daha faz­lasını kapladığına göre “Allah’a hamd’ın gök ile yer arasını doldurması gerekir. Zira mizan gök ile yer arasından daha geniştir. Bu hadislerden maksat, Allah’a hamd cism olsaydı mizanı doldururdu veya Allah’a hamd’ın sevabı mizanı dol­durur, demektir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Namaz nurdur” sözü; sevabı nur­dur, demektir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

Karanlıkta mescitlere gidenleri, kıyamet gününde apa­çık bir nurla müjdele,”[151]

Efendimiz’in (s.a.v), “Sadaka delildir” sözü; sadaka ve­renin imanının, sıhhatinin delilidir, demektir.

Sadakaya sadaka ismi verilmiştir. Çünkü kişinin imanı­nın doğruluğuna delildir demektir. Bunun için Münafık za­man zaman namaz kılabilir, ancak çoğu kere sadaka vermek zor gelir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Sabır ışıktır” sözü: Burada kas­tedilen sabır dinen istenen sabırdır. Bu da Allah’a (c.c) itaata dünyanın tuzaklarına ve belâlarına sabırdır. Yani sahibini se­vap işleme hususunda devam ettiren sabırdır.

Efendimiz’in (s.a.v), “Herkes kendisini satmak üzere sabahleyin çıkar” ifadesinin manası; herkes kendisi için çalışır. Kimi insan nefsini Allah’a taat etmek sureti ile satar ve onu cehennemden korur. Kimi insan da şeytana ve kendi arzula­rına uymak sureti ile nefsini satar ve onu helak eder.

Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Kim sabahleyin veya akşamleyin, ‘Allah’ım, ben sana ve arşını taşıyanlara, meleklerine, peygamberlerine ve bütün yarattıklarına şahitlik ederim. Sen, senden başka ilah olma­yan tek Allah’sın. Senin ortağın yoktur. Muhammed senin kulun ve peygamberindir.’ derse, dörtte biri cehennemden kur­tulur. Allah iki defa diyenin yarısını, üç defa diyenin dörtte üçünü dört defa diyenin bütün vücudunu cehennem azabın­dan kurtarır.”

Bununla alakalı olarak şöyle bir itiraz yapılabilir: Mal sahibi kölesinin bir kısmını azad ederse, bu azat onun geri kalanına da geçer. Allah (c.c) kulun ilk dörtte birini azad edin­ce niçin diğer kısma da geçmez. Buna şu şekilde cevap veril­miştir: Buradaki geçiş (sirayet) kahriyettir.Yani mal sahibi­ni diğer kısımları da azad etmesi için zorlamadır. Allah Teâlâ için ise başka şeylerde olduğu gibi ona herhangi bir şeyin zorlaması sözkonusu olmaz. Onun istemediği bir hususta hük­münün olması da mümkün değildir. Allah (c.c) şöyle buyurur:

Şüphesiz Allah müminlerden canlarını ve mallarım sa­tın almıştır.”[152]

Âlimlerden bazıları şöyle der: Bundan daha şeefli bir alış-veriş olamaz. Çünkü burada satın alan bizzat Allah (c.c) satan mümin, satılan nefis, semen (karşılık bedel) ise cennettir. Bu âyette, satıcının parayı almadan önce malı teslim etmeye zorlanacağına, müşterinin ise önceden bedeli teslime zorlanamayacağına delil vardır. Yine Allah (c.c) mü­minlere, ölünceye kadar Allah yolunda cihadı farz kılmıştır. Yani mebî (satılan şey) olan nefisleri teslim etmeyi ondan sonra cenneti almayı farz kılmıştır. Efendi, kölelerinden kendi ne­fislerini nasıl satın alır, zaten onlar efendinin mallarıdır, diye bir itiraza şu (zayıf) cevap verilebilir: Önce onlarla mükâtebe akdi yapar. Sonra da onlarla yaptığı bu akdi bozar.

Allah Teâlâ, müminlere beş vakit namazı, orucu ve diğer ibadetleri farz kılmıştır. Bunları yerine getirdikleri takdirde onlar hür olurlar. Yine de en doğrusunu bilen Allah’tır. [153]

24. Zulmün Haramlığı

Ebu Zerr el-Gıfari’nin (r.a) Hz. Peygamber’den (s.a.v) naklettiğine göre, Efendimiz (s.a.v) Rabbı’nın şöyle dediğini nakletmiştir:

Ey kullarım, ben kendime zulmü haram kıldım ve zulmü sizin aranızda da haram kıldım, birbirinize zulmetmeyiniz. Kullarım, benim doğru yola ulaştırdıklarım dışında hepiniz yolunuzu sapıtmışsınız. Benden hidayet isteyin, ben de size hidayet edeyim. Ey kullarım, benim duyurduklarım dışında hepiniz açsınız. Benden yiyecek isteyiniz, sizi yedirip-içireyim. Ey kullarım, benim giy­dirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız, benden giyecek isteyiniz sizi giydireyim. Ey kullarım, siz gece-gündüz ha­ta işlersiniz. Bense günahları toptan bağışlarım. Benden bağışlanmayı isteyin, sizi bağışlayayım. Ey kullarım, si­zin bana zarar vermeye gücünüz yetmez ki bana zarar veresiniz. Bana fayda sağlamaya gücünüz yetmez ki ba­na fayda sağlayasınız. Ey kullarım, sizin öncekileriniz, sonrakileriniz; insanlarınız, cinleriniz hepsi birden sizin en muttaki olanınız gibi olsa yine bu benim mülkümde hiç bir şey arttırmaz. Ey kullarım, sizin öncekileriniz, son­rakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz hep beraber bir yerde toplansalar da benden istekte bulunsalar onların herbirinin isteklerini yerine getiririm. Bundan dolayı da be­nim yanımdan, denize sokulup çıkarılan iğnenin deniz­den eksilttiği kadar bir şey eksilmez. Ey kullarım, şu sizin yaptıklarınızı ben size sayarım. Bunlara göre de kar­şılığını veririm. Bundan sonra kim bir hayırla karşıla­şırsa Allah’a (c.c) hamdetsin. Kim de hayırdan başka bir şeyle karşılaşırsa, sadece kendisini kınasın.[154]

Allah Teâlâ’nın, “Ben zulmü kendime haram kıldım” sözü, ondan uzak oldum demektir. Allah’ın (c.c) zulmetmesi düşünülemez. Zira zulm, haddi aşıp, başkasının malında ta­sarrufta bulunmaktır. Bunların her ikisi de Allah için düşü­nülemez.

Allah Teâlâ’nın, “birbirinize zulmetmeyiniz” sözü, ba­zılarınız diğer bazılarınıza zulmetmesin demektir.

O’nun (c.c), “Siz gece gündüz hata işlersiniz.” sözü; “Tehataune” kelimesi “Hataa” “Yahtau” babından olmak üzere bi­rinci harfi olan te’nin ve üçüncü harfi olan ti’nın fethası ile okunabileceği gibi, “Ehtae” kelimesinin muzarisi olarak bi­rinci harfi olan te’nin ötresi ile “Tuhataune” şeklinde de oku­nabilir, Hata kasten de, yanılarak da işlenen davranışlar için kullanılır. Bu yaptığımız lügavi izahın inkârı doğru değildir. Bu izaha,”O (çocukların) öldürülmesi gerçekten büyük bîr günahtır.”[155] âyeti kerimesinde geçen “Hıt’an” kelimesi ile iti­raz edilebilirse de, âyet “Hatae”şeklinde hı ve tı harflerinin fethası ile de okunmuştur.

Allah Teâlâ’nın, “Şayet öncekileriniz, sonrakileriniz, in­sanlarınız ve cinleriniz.” sözü: Nakli ve akli deliller de göste­rir ki Allah (c.c.) zatı itibariyle hiçbir şeye muhtaç değildir. Yarattıklarından gelecek bir şeyi ile de mülkü çoğalmaz. Al­lah Teâlâ, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti­nin kendisine ait olduğunu açıklamıştır. Sonra da kendisinin ona ihtiyacı olmadığını açıklamış ve şöyle demiştir:

“O dilediğini yaratır.” Onun, şu kâinattaki varlıkları yok edip başka varlıklar yaratmaya gücü yeter. Herşeyi yaratma­ya gücü yeten (bir güç sahibinin) ise hiç bir şeye muhtaç değil demektir. Sonra Allah (c.c) her türlü ortaktan müstağni ol­duğunu açıklamış ve, “Onun mülkünde hiçbir ortağı yok­tur.”[156] buyurmuştur. Sonra her türlü kusurdan münezzeh olan Allah (c.c) her türlü yardımcı ve destekçiden müstağni olduğunu açıklamış ve, ”Aczinden ötürü bir veliye de ihtiyaç duymayan Allah‘a…[157] buyurmuştur. Azizlik vasfı Allah için ebediyyete kadar var olduğu gibi, acizlikte yine (ondan) ebe­diyete kadar uzaktır. Böyle olanın ise, itaat edenlerin itaat etmesine ihtiyacı yoktur. Şayet bütün mahlukat aralarındaki en itaatkâr kişi gibi itaat edecek olsa, onun emir ve yasaklarını, hemen yerine getirseler ve ona hiç karşı gelmeseler, Allah’ın (c.c) bundan hiçbir kazancı olmaz. Bu onun mülkünde bir artışa sebep olmaz. Yaratıkların Allah’a itaati, onun kendile­rine ihsanı ve yardımı iledir. Allah’tan onlara bir nimettir. Yine onların tamamı aralarında en isyankâr olan İblis gibi Allah’a isyan edecek olsa, emir ve yasaklarına karşı gelse, bu Alla’a hiç bir zarar vermez ve onun mülkünün mükemmelliğinden hiç bir şey eksiltmez. O isterse (günahkâr olan) bu kimseleri helak eder ve başkalarını yaratır. Ne bir taatın fayda ne de bir masiyetin zarar vermediği Allah (c.c)’ın şanı ne yücedir.

Allah Teâlâ’nın, “Her birisine istediğini veririm bundan dolayı da benim yanımdan, denize sokulup çıkarılan iğnenin denizden eksilttiği kadar bir şey eksilmez.” sözü: bilindiği gibi “Hayt” iğne demektir. Görülen bir şeydir ki bu durumda denizde hiç bir eksilme olmaz. İğneye bulaşan suyun da ne bîr izi ne bir ağırlığı görülmez.

Allah Teâlâ’nın, “Kim bir hayırla karşılaşırsa, Allah’a hamdetsin” sözü: Ona itaat etmesini kendisine ihsan ettiği için demektir.

Allah Teâlâ’nın, “Kim de hayırdan başka bir şeyle kar­şılaşırsa sadece kendisini kınasın” sözü: Şu sebeple ki, Allah (c.c) kendisine yasak şeyleri belirtmesine rağmen o kendi is­teklerinin peşinden gitmiştir. [158]

25. Zikrin Fazileti

Yine Ebû Zerr’den (r.a) rivayet edildiğine göre, Allah Rasülü’nün (s.a.v) ashabından bir gurup Peygamber’e (s.a.v) şöyle demişlerdi:

“Ya Rasülallah! Mal-mülk sahibi kim­seler ecirlerin tamamını alıp-götürdüler. Onlar bizim gi­bi namaz kılıyorlar, bizim gibi oruç tutuyorlar. (Ayrıca) mallarının fazlasını da tasadduk ediyorlar.” Bunun üze­rine Efendimiz (s.a.v):

Allah (c.c) sizin için de tasadduk edeceğiniz şeyler hazırlamamış mı? Şüphesiz her bir tesbih bir sadaka, her bir tekbir bir sadaka, her bir tahmid bir sadaka, her bir tehlil[159] bir sadaka, iyiliği emret­mek, birinizin eşi ile cinsi münasebette bulunması bir sa­dakadır.” buyurdu. Bunun üzerine ashab:

“Ya Rasülallah, birimiz şehvetinden dolayı; hanımı ile münasebette bulunsa bundan da sevap olur mu?” deyince Efendimiz:

Şayet o kimse şehvetini haram bir yolla tatmin etseydi bir günah işlemiş olmaz mıydı. Aynı şekilde helâl bir yolla da şehvetini tatmin ederse ona bir sevap vardır.”[160] buyurdu.

Hadis-i Şerifte geçen, “Ya Rasülallah birimiz şehveti se­bebiyle hanımına yaklaşsa bundan da sevap olur mu?” sözü ve Efendimizin (s.a.v) “Şayet o kimse şehvetini haram bir yolla tatmin etse bir günah işlemiş olmaz mıydı” ifadesi: Şu bili­nen bir gerçektir ki, cinsi münasebet kurma isteği, peygam­berlerde ve salih kimselerde de bulunan bir istektir. Bunu da, cinsel ilişkide gözü haramdan korumak, şehvet sebebi ile zi­naya düşmekten korunmak ve kıyamete kadar dünyayı idare edecek ümmetin çoğalmasını sağlayacak nesillerin meydana gelmesini sağlamak gibi sebeplerle izah etmişlerdir. Diğer şeh­vetler (istek ve arzular) ise kendisine uyanların kalbini katılaştırır. Cinsel arzu ile ilgili olanlar ise onların aksine kalbi yumuşatır. [161]

26. İnsanlar Arasını Düzeltmek

Ebu Hureyre’den (r.a) nakledildiğine göre o şöyle demiş­tir. Allah Rasülü (s.a.v) öyle buyurdu:

İçinde güneş doğan her gün, insanların her biri mafsalı için bir sadaka gerekir. (Dolayısıyla) iki kişinin arasını düzeltmen bir sadakadır. Hay­vana binmek isteyen birine yardım ederek bineğine bindir­men yahut eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım bir sa­dakadır. Yoldan eziyet veren şeyleri kaldırman bile bir sada­kadır.[162]

Hadis-i şerifle geçen “İnsanların herbir mafsalı için bir sadaka gerekir” ifadesi: “Es-Sulamâ” kelimesi insanın uzuvları (organ) demektir, (insanda) toplam üçyüzaltmış uzuv ol­duğu, her birisi için her gün bir sadaka vermek gerektiği belirtilmiştir. Tesbih, tehlil, tekbir veya namaz kılmak üzere atı­lan her bir adım gibi iyi olan her amel birer sadakadır. Kim günün başında bu sadakayı verirse bedeninin zekâtını vermiş ve geri kalanını korumuş olur. Hadis-i şerifte, “Kuşluk vak­tinde kılınan iki rekat namazın bunun yerine geçeceği” bil­dirilmiştir. Bir başka hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: “Al­lah Teâlâ insanlara: Ey Adem oğlu, günün başında benim için dört rekat namaz kıl. Seni günün başından sonuna kadar ko­ruyayım, buyurmuştur.” [163]

27. İyilik ve Kötülük

Nevvâs b. Semân (r.a) Rasülullah’tan (s.a.v) naklederek şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“İyilik ahlâk güzelliğidir. Kötülük ise insanın içerisine huzursuzluk (şüphe) veren ve başkalarının bilmelerini istemediğin şeylerdir.[164]

Vâbısa b. Ma’bed (r.a) da şöyle demiştir: Rasülullah’ın (s.a.v) yanına gelmiştim. Bana: 

“İyiliğin ne olduğunu sormak için geldin değil mi?” dedi. Ben de,

“Evet” de­dim. Dedi ki:

Kalbine danış. İyilik, gönlün huzur bulduğu, kalpde yerleşen şeydir. Kötülük, insana huzursuzluk veren ve kalbe gelip giden şeylerdir. İnsanlar sana fetva vermişlerse de sa­dece sana fetva vermişlerdir. (Sen esas fetvayı kalbine sor) ”[165]

Bu hadis hasen bir hadistir.

Efendimiz’in (s.a.v), “İyilik ahlâk güzelliğidir.” sözü: îyi ahlâk hakkında daha önce açıklama geçmişti. İbn Ömer (r.a) şöyle der:

“İyilik yumuşaklıktır, mütebessim bir yüz ve yu­muşak bir dildir” İyiliğin her türlüsünü toplamış olanını Al­lah (c.c) zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:

“… Asıl iyilik o kim­senin iyiliğidir ki, Allah’a, ahiret gününe …inanır.”[166]

Efendimiz’in, “kötülük ise içine huzursuluk (şüphe) ve­ren şeydir” sözü: Gönle bir gelip bir giden, yapmak üzere gön­le yerleşmeyen şeylerdir. Hadisi şerifte, insanın bir şey yap­madan önce kalbine danıştığına delil vardır. Kalbi onu yap­mak üzere karar verirse yapar, karar kılmazsa yapmaz. Şüp­he ile alakalı açıklama ise daha önce  “Helal bellidir” hadisinde geçmişti.

Rivayete göre Adem (a.s.) evlatlarına bazı tavsiyelerde bu­lunmuştu. Onlardan bazıları şunlar idi:

“Bir şey yapmak istediğinizde o konuda kalbinize bir şüphe arız olursa onu yap­mayın. Ben de o (yasak) ağaçtan yemek üzere yaklaştığımda kalbime bir şüphe düşmüştü.” Yine o şöyle demişti:

“Bir şe­yi yapmak istediğinizde sonucunu düşünün. Şayet ben yasak meyveden yemenin sonucunu düşünseydim o ağaçtan yemezdim.” Yine o şöyle demişti:

“Bir şeyi yapmak istediği­nizde hayırlı kimselerle istişare ediniz. Ben (yasak meyvayı yeme hususunda) meleklerle istişare etseydim, bana o ağaç­tan yemememi tavsiye ederlerdi.”

Efendimiz’in (s.a.v), “Başkalarının bilmesini islemedi­ğin şeydir” ifadesi: Zira insanlar, şüpheli şeyleri yeme veya almayı veya kendisi ile süt kardeşi olduğu için bir kadınla ev­lenmeyi kınayabilirler. Bunun için efendimiz, “… sana bu (süt kardeşi olduğunuz) söylendiği halde hâlâ nasıl evli duracak­sın ki,” buyurmuştur. Haram da böyledir. Bir kişi haram alıp verdi mi, onu insanların öğrenmesini istemez. Başkasının ma­lından haram yemenin misali. Şöyle ki, mal sahibinin rızası olursa yemek caizdir .Rıza hususunda tereddüdü olursa ha­ram olur. Sahibinin izni olmaksızın tasarrufta bulunulan (kul­lanılan) emanet de böyledir. İnsanlar bunu öğrenirlerse hoş karşılamazlar. Dolayısıyla o da insanların bunu öğrenmele­rini istemez. Çünkü insanlar bunu kabul etmeyeceklerdir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Kötülük insana huzursuluk veren ve kalbe gelip-giden şeydir. İnsanlar sana fetva vermişlerse de sadece sana fetva vermişlerdir” sözü: Buna da şunu misal verebiliriz. Malının çoğu haram yollardan kazanılmış bir kişi sana bir hediye verse, bu durumun hükmü hususunda şüphe anz olsa ve halli için müftüye gitsen, müftü sana yemenin helâl olacağı istikametinde fetva verir. Ancak (bu) fetva şüpheyi gidermez. Yine bir kadının kendisinin başka birisi ile emzirildiğini söylemesi durumunda da (müftüye sorulsa) müftü delillerin tam olmaması sebebi ile nikahlanmanın caiz olduğu­na fetva verse, bu fetva şüpheyi ortadan kaldırmaz. Bu se­beple her ne kadar insanlar fetva verse de kaçınmak gerekir. Yine de en doğrusunu bilen Allah’tır (c.c). [167]

28. Sünnete Sarılmak

Ebû Necih Irbad b. Sâriye’den (r.a) nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Allah Rasülü (s.a.v) bize (bir keresin­de) va’zü-nasihatta bulundu. Bu vaazın etkisi ile kalpler ürperdi, gözler yaşla doldu. Bunun üzerine biz:

“Ey Al­lah’ın Rasülü, bu (konuşma) sanki veda edecek birinin konuşması gibi. Bize tavsiyelerde bulun”, dedik. Dedi ki:

Size, Allah’tan korkmanızı ve başınzdaki bir köle de olsa emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim.

İçinizden kim (o zaman) yaşarsa birçok ihtilaflar göre­cek. Bu zamanda aman ha sünnetime ve doğru yola iletilmiş raşit halifelerimin sünnetine sarılın. Ona sıkı sıkı­ya (azı dişlerinizle bir şeyi ısırır gibi) yapışın. İşlerin son­radan uydurulanından sakının. Zira her sonradan uydu­rulan şey bid’attir. Her bid’at da sapıklıktır. Her sapıklığın ise yeri cehennemdir.”[168]

Hadis-i şerifte geçen “Bize va’zü-nasihatte bulundu” ifa­desi: Va’z, korkutmak demektir.

Hadisteki “Gözler yaşla doldu” ifadesi: Ağladı ve göz­lerden yaş geldi demektir.

Efendimiz’in (s.a.v) “Sünnetime sanlın” ifadesi:

İşlerinizde ihtilâfa düştüğünüzde sünnetime sarılın ve ona azı dişlerinizle ısırırcasına tutunun. (Azı dişler ile terceme et­tiğimiz) “En-nevâhid” kelimesi, ağzın en gerisindeki dişlerdir. On­lara “Enbâb” da denilmiştir. Kişi azı dişleriyle ısırınca sanki bütün dişleri ile ısırmış gibi olur ki bu şekilde mübalağa olur. Sünneti ısırmaktan maksat, onu alıp-amel etmek, bid’atçi ve arzuperestlerin görüşlerine uymamaktadır. Hadiste geçen “Addu” kelimesi “Adde, yeuddu” sülalesinin emri hazırıdır. “Addu” kelimesinin ilk harfi üstündür, ötreli okunuşu ha­talıdır. Aynı şekilde “Berre” kelimesi de böyledir. “Ber Ummuke” (Annene iyilik ve ihsanda bulun) dersin. Zira “Berre” kelimesinin aslı “Berre, yeburru” fiilinden türemiştir. Do­layısıyla be’nin zammesi ile “Bur ummuke” denilmez.

Efendimiz’in (s.a.v), “ve doğru yola iletilmiş olan raşit halifelerimin yoluna” sözü: Allah onlardan razı olsun. Efen­dimiz (s.a.v) bununla Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali’yi (r.a) kasdetmiştir. [169]

29. Cennete Sokacak Ameller

Muaz b. Cebel’den (r.a) nakledildiğine göre o şöyle de­miştir:

“Dedim ki:

“Ey Allah’ın Rasülü (s.a.v) beni cen­nete sokacak ve cehennemden uzaklaştıracak ameli söy­ler misin?” Efendimiz (s.a.v) cevaben buyurdu:

Şüp­hesiz çok büyük bir şey istedin. (Senin istediğin) Allah’­ın (c.c) kendisine kolaylaştırdıkları kimselere kolaydır. Al­lah’a ibadet edersin. Hiç bir surette ona şirk koşmazsın. Namazı dosdoğru kılarsın, zekâtı verirsin. Ramazan oru­cunu tutar, Kabe’yi haccedersin.” Sonra şöyle dedi:

Sa­na hayır kapılarını göstereyim mi? Oruç kalkandır. Ze­kât (sadaka) suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları söndürür (yok eder). Sonra şu âyetleri okudu, nihayet “Ya’melun” kelimesine kadar vardı:

Onlar, yanları yatak­larından kalkarak korkuyla, umutla Rablerine yalvarır­lar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda har­carlar. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevin­dirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını hiç kimse bilemez.”[170] Sonra şöyle buyurdu:

Sana işin başını, di­reğini ve en yüce noktasını bildireyim mi?” Dedim ki:

“Evet ey Allah’ın Rasülü.” O da:

“İşin başı İslâm’dır. Direği namazdır. En yüce noktası ise cihaddır.” Sonra devam ederek:

Sana bütün bunların hepsine nasıl sa­hip olunacağını söyleyeyim mi?” buyurdu. Dedim ki:

“Evet ey Allah’ın Rasülü.” Dilini eliyle tuttu ve:

Dili­ni tut ” buyurdu. Ben:

“Ey Allah’ın Rasülü, biz konuş­tuklarımızdan dolayı da hesaba çekilecek miyiz?” dedim.

Efendimiz bunun üzerine şöyle buyurdu:

Ey Muaz, an­nen senin ölünü görsün, insanlar cehenneme yüzleri üstü veya (bir rivayete) göğüsleri üstü dillerinin işlediği kusur­lardan başka bir şeyden mi düşüyorlar sanıyorsun.”[171] Tirmizi, bu hadisin hasen-sahih olduğunu söylemiştir.

Efendimiz’in (s.a.v), “En yüce noktası” ifadesi; en yük­seği demektir. Bir şeyin elde edilmesi onun istenmesi demek­tir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Annen senin ölünü görsün” ifa­desi, annen seni kaybetsin demektir. Allah Rasülü (s.a.v) duanın hakiki manasını düşünmemiştir. Araplar arasında hitap esnasında böyle söyleme âdeti yaygındır. Dillerinin hasatları demek, ırzlarını tehlikeye düşürerek insanlara kötülük yap­mak, laf getirip götürmek gibi kötülükleri işlemektir. Dilin kötülükleri, gıybet, koğuculuk, yalan, bühtan, küfür sözleri söylemek, başkasıyla alay etmek, sözünde durmamak gibi şey­lerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Yapmayacağınızı söyle­meniz, Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur.”[172] 

30. Şer’i Ölçüleri Gözetmek

Ebû Salebe el-Huşeni, Cürsüm b. Naşir’den (r.a), o da Allah Rasülü’nden (s.a.v) naklettiğine göre Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz Allah (c.c) kullarına farzlarla amel etmele­rini emretmiştir. Onunla amel etmeyi ihmal etmeyiniz. (Ameller arasında) bazı sınırlar tayin etmiştir. Onları aş­mayınız. Bazı şeyler haram kılmıştır. Onlara yaklaşmayınız. Unutmaksızın, bize olan merhameti sebebi ile bazı şeyler hususunda da hüküm beyan etmemiştir. Onları soruşturup durmayın.”[173]

Efendimiz’in (s.a.v), ”Bazı şeyleri haram kılmıştır. Onla­ra yaklaşmayınız” sözü; onlara girmeyin (yapmayın) demektir.

Efendimiz’in (s.a.v); “Size olan merhameti sebebiyle bazı şeylerin hükmünü beyan etmemiştir.” sözü bu sözün manası daha önce geçmişti. [174]

31. Gerçek Manada Zühd

Ebu’l-Abbas Seni b. Sa’d es-Sâidî’den (r.a) nakledildiği­ne göre şöyle demiştir: Hz. Peygamber’e (s.a.v) bir adam geldi ve şöyle dedi:

“Ey Allah’ın Rasülü, bana bir amel söyle onu yaptığım zaman beni hem Allah hem de insanlar sevsin.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

Dün­yaya kıymet verme, Allah seni sevsin, insanların yanında bulunana kıymet verme, insanlar seni sevsin.” buyurdu. [175]

Efendimiz’in (s.a.v): “Dünyaya kıymet verme. Allah se­ni sevsin” sözü: Zühd; dünyada, helâl olsa bile bir şeyin ihti­yaç kadarı ile yetinip ihtiyacından fazlasını terk etmektir. Vera’ da şüpheli şeyleri terk etmekrir. Denilir ki, insanların en akıl­ları zahitlerdir. Zira onlar dünya malı biriktirme hususunda, Allah’ın sevdiğini sever, Allah’ın hoş karşılamadığını hoş kar­şılamazlar. Nefislerinin rahatlığını kullanırlar. İmam Şafii şöy­le der: “İnsanların en akıllısına {verilmek üzere) diye vasiyet edilse, bu zahidlere hamledilir.” Şöyle denilmiştir:

“Halkın elindekini terket, bütün insanların sevgilisi olsun.

Görmez misin kırlangıçları, onların azıklarından uzak­laştı ve akıllarda en yakın reis oldu.”

İmam Şafii’nin dünyanın zemmi (değersizliği) ile alaka­lı sözleri:

“Kim dünyayı (nimetlerini) tadarsa -ki ben onu tattım- o bize acısı ve sıkıntıları ile gönderildi.

Onu sadece aldatıcılığı ve lüzumsuzluğu ile gördüm, Çö­lün üzerinde serab görüldüğü gibi.

O sanki henüz parçalanmamış bir lâşe; üzerlerinde de onu çekip parçalamak isteyen köpekleri.

Ondan eğer uzaklaşırsan ehline teslim olursun. Onu çekiştirirsen köpekleri sana saldırır.

Sen ihtiyacın olmayan şeyleri bırak. Zira muttaki kişiye onları elde etmeye çalışmak haramdır.”

İmam Şafii’nin “Muttaki kişiye onları işlemek haramdır” sözü, dünyada bolluk içinde yaşamanın haram olduğunu ifade eder. Beğavî,[176] âyetinin tefsirini yaparken bunu açıkça söylemiştir. Burada kastedi­len dünya, kötüleşen dünyadır. Fazla istemek, yeterinden fazla istemektir. Yeteri kadarını istemek ise vaciptir. Bazıları bunun dünya malı olmadığını, dünyalığın yeterli miktardan faz­lasının olduğunu söylemişlerdir. Buna da, “Kadınlardan, oğul­lardan… gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için be­ğenip süslendi. ” [177] âyetini delil göstermişlerdir. Âyeti kerime önce geçen hususlarda bolluk ve rahatlık istemeye dikkat çek­mektedir.

İmam Şafii şöyle demiştir: “Zahidin helâl olan şeyleri istemesi bir cezadır. Allah (c.c) onu tevhid ehline mübtela et­miştir.”   

Diğer bir kişi de şöyle demiştir:

“Kişinin öldükten sonra kalacağı bir evi yoktur. Ancak ölmeden önce inşa ettikleri müstesna.

Hayırlı bir şekilde inşa etmişse evi güzel olur. Kötü bir şekilde inşa etmişse kendisi perişan olur.

Nefis dünyalık ister. Ancak senin de bildiğin gibi, dün­yaya değer vermeyen dünyalığı terk eder.

Şu halde sen gücün yettiği nisbette takva fidanlarını dik. Bil ki öldükten sonra sen onunla karşılaşacaksın.”

Yine kişi, uyanıklık, insanlara karşı kendini üstün gör­me ve kibirlenme gibi şeylerden hoşlanırsa bu da kötülenmiştir. Allah’ın ihsanı olan şeylerden hoşlanırsa bu ise övülen bir husustur. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: “Allah’ım, biz senin bize rızık olarak verdiğinden başka bir şeyden dolayı sevin­miyoruz.”

Allah (c.c), hayatında orta bir yol tutanları övmüş ve şöyle buyurmuştur:

“Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar.”[178]

Efendimiz de (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

istihare yapan aldanmaz. İstişare yapan pişman olmaz. İktisad eden fakir­lik çekmez.”[179]

Yaşantıda orta yolu takip etmek, kişiye yetecek olanın yarısıdır. Orta yol yeteri kadara razı olmaktır. Salihlerden bi­risi şöyle demiştir:

“Kim helal yolla kazanır, yeteri kadar infak ederse öne geçer.” [180]

32. Kötülüğe Kötülükle Muamele

Ebû Said Said b. Malik b. Sinan el-Hudrî’den (r.a) nak­ledildiğine göre Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Zarar vermek yoktur. Zarara zararla karşılık vermek de yoktur.[181] Hasen hadistir. İbn Mâce, Darekutni ve daha başkaları müsned olarak, Malik, Muvatta’da Amr b. Yahya -babası- Peygamber (s.a.v) vasıtası ile mürsel olarak Ebû Said’i zikretmeden rivayet etmiştir. Hadisin bir­birini destekleyen daha bir çok senedi vardır.

Efendimiz’in (s.a.v), “Zarar vermek yoktur” ifadesi: Siz­den biriniz başkasına hakkı olmadan zarar veremez. Onun canına kasdedemez.

Efendimiz’in (s.a.v): “Zarara zararla karşılık vermek yoktur” ifadesi; sana zarar verene sen zarar veremezsin demektir. Bir kimse sana sövse (tutup) sen de ona sövemezsin. Sana vursa, sen de ona vuramazsın. Yapacağın şey, hakkını serbest bir şekilde değil, hakim huzurunda ondan istemektir. İki kişi birbirine sövse veya zina iftirasında bulunsa kısas ya­pamazlar. Her birisi hakime giderek hakkını alabilir. Peygam­ber (s.a.v) bir hadisi şeriflerinde: “Birbirine küfreden iki kişinin söylediklerinden dolayı, zulme uğrayan küfretmeye se­bep olacak bir şey yapmadıkça, önce başlayana günah var­dır.” buyurmuştur. [182]

33. İslâm’da Hüküm Verme Prensipleri

İbn Abbas’tan (r.a) nakledildiğine göre Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

İnsanlara iddia ettikleri şey verilseydi, bazı kimseler bir kavmin bütün mallarını ve canlarını isterlerdi. Fakat delil getirmek iddiacının, ye­min etmek inkâr edenindir.”[183] Hasen hadistir. Beyhaki ve başkaları bu ifadelerle rivayet etmiştir. Hadisin bir kıs­mı Sahihayn’devardır. [184]

Efendimiz’in (s.a.v), “Delil getirmek iddiacının, yemin etmek inkâr edenindir.” ifadesi: Delil ikame etmek iddiacı­nın işidir. Zira o görünenin hilafını iddia etmiştir. Oysa hak­kın korunması asıldır. Yemin etmek ise inkarcının vazifesidir. Zira o asla uygun olan şeyi iddia etmektedir. O da hakkın korunmasıdır.

Bundan bazı meseleler istisna edilir. Şöyle ki: Kendisin­den başkasının bilmesi mümkün olmayan durumlarda, iddia sahibinin görüşü delilsiz kabul edilir. Babanın dünyevi şeh­vetlere ihtiyacı olmadığını iddia etmesi, sefihin bir belirtiye dayalı olarak evlenmeye gücü yeteceğini iddia etmesi, hünsanın kadın veya erkek olduğunu iddia etmesi, çocuğun ihtilamla baliğ olduğunu iddia etmesi, memleketinden uzak bi­risinin nafaka alabilmek için malı olmadığını iddia etmesi; karısına olan mehir borcu, tazmin, telef ettiği şeyin karşılığı gibi karşılıksız olarak vermesi gerektiği bir borç (vermemek) için kişinin fakir düştüğünü ve helâl olduğunu veya boşandı­ğını iddia etmesi; emanet mal alanın emanetin telef olduğu­nu veya hırsızlık v.b. sebeple kaybolduğunu iddia etmesi gi­bi. Bundan kasame (sulhlaşma) de istisna edilir. İman iddia edene göre sığınmakla olur. Lian da böyledir. Zira eş zina is­nadında bulunur, karşılıklı lanetleşirler ve had cezası düşer. Lian müddeti içinde cinsi ilişki olduğu iddiası. Çünkü kadın bunu inkâr ederse kocasının iddiası kadın bakire olmadıkça kabul edilir. Karşılıklı olarak birbirinden uzaklaşanın (eşler) îla müddeti içerisinde cinsi münasebet olduğunu iddia etme­si de böyledir. Namazı terkedenin, evimde kıldım demesi; fa­kirler inkâr etmedikçe, zekât vermeyen bir kimsenin zekâtını verdiğini söylemesi. Fakirler belli kişilerse bu durumda zekât verdiğine delil göstermesi gerekir. Yine kişi fakir olduğunu iddia etse ve zekât istese yemin ettirilmeksizin zekât verilir. Ailesi olduğunu iddia ettiğinde ise delil istenir. Şayet Ramazan’ın otuzunda oruç tutmasa ve hilali gördüğünü iddia et­se, yedikten sonra bunu iddia ettiği takdirde kabul edilmez. Çünkü bu durumda kendisinden tazir cezasını kaldırmış olur. Yemeden önce bunu iddia etse iddiası kabul edilir ve tazir uy­gulanmaz. Yalnız gizli olarak orucunu tutmaması gerekir. Zira tek kişinin şahitliği kabul edilmez.

Efendimiz’in (s.a.v), “İnkâr edene ise yemin etmek vardır” ifadesi: Bu yemine yemini sabr veya yemini gâmus denir. Yemini sabr diye isimlendirilmesi, hak sahibini hakkı­na karşı hapsettiği içindir. Habs, sabr demektir. Defn sureti ile katil veya mahbus olana da bunun için müsbir denilmiş­tir.

Efendimiz (s.a.v), şöyle buyurmuştur: “Kim sabr yemi­ni ile yemin ederse ve bununla bir kimsenin malına mani olur­sa o kimse facirdir ve Allah kendisine kızgın olduğu bir vazi­yette onunla karşılaşır.”

Bu tür yemin ancak geçmiş için yapılır. Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde (bu tür yemin) vardır. Mesela: “(Senin hak­kında söyledikleri çirkin sözleri) söylemediklerine yemin ediyorlar.”[185] Yine kâfirlerin durumlarını beyan ederken: “Sonra onların aldanması ancak: “Rabbimiz Allah hakkı için, biz or­tak koşanlar olmadık” demeleridir.”[186] Yine “Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlara gelin­ce…”[187] Hâkimin, yemin ettirme esnasında hasmın rıza gös­termesini sağlamak için bu âyetleri okuması müstehabtır. [188]

34. Kötülüğe Karşı Çıkmak

Ebû Said el-Hudrî’den (r.a) nakledildiğine göre o şöyle demiştir:

“Allah Rasülü’nü (s.a.v) şöyle buyururken işittim:

Hanginiz bir kötülük görürse onu eli ile düzelt­sin. Eğer (eli ile düzeltmeye) gücü yetmezse dili ile düzeltsin. Buna da gücü yetmeyen kalbi ile buğzetsin. İşte bu imanın en zayıfıdır.”[189]

Efendimiz’in {s.a.v), “İşte bu imanın en düşük derecesi­dir.” sözü: Bundan maksat, âciz olan birisi kalbi ile buğzedince başkasına göre imanı en zayıftır demek değildir. Bun­dan maksat, imanın en alt mertebesinde demektir. İşte amel imanın bir neticesidir. İmanın kötülükten alıkoyma hususunda en üst seviyedeki meyvesi (neticesi), eli ile düzeltmektir. Bu durumda öldürülürse şehit olmuştur.Allah (c.c) şöyle buyu­rur:

Ey oğulcuğum, namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten alıkoy. Başına gelenlere karşı da sabret.”[190]

Dili ile nehyetmeye gücü yetenin kendisini dinlemeseler bile vazi­fesini yapması vaciptir. Nitekim selâm verdiğinde selâmını almayacaklarını bildiği halde kişinin selâm vermesi gerektiği gi­bi.

Eğer Peygamber’in (s.a.v), “Eğer gücü yetmezse dili ile, buna da gücü yetmezse kalbi ile…” sözü; kalbi ile de gücü yetmezse başka bir şeyle yapmamasını, emrin vücup ifade et­tiğini ifade eder denilebilir, ancak bu iddiaya iki şekilde ce­vap verilir:

  1. Bu hadisten anlaşılan mana, “Başına geleceklere kar­şı sabırlı ol” âyeti ile tahsis edilmiştir.
  2. Hadiste kastedilen emir, yasak olan şeylerin nehyedilmesi içindir. Müstehab olanların kaldırılması için değildir.[191]

Kalb ile buğzetmede, yasaklanan şeyi değiştirme gayreti yoktur, denilebilir. Böyle olunca Efendimiz’in, ”kalbi ile”sö­zünün ne manası kalır? denilebilir. Ancak buna şu şekilde ce­vap verlir: Bundan maksat buna razı olmayıp karşı koymak­tır. Allah’ın zikri ile meşgul olabilir. Allah (c.c) bu şekilde dav­rananları Kur’an’ı Kerim’de şu âyeti kerime ile övmüştür: “Boş bir şeye rastladıklarında vakar ile oradan geçip giderler.”[192]

35. İslâm’da Kardeşlik

Ebu Hureyre’den (r.a) nakledildiğine göre o şöyle demiş­tir: Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurdu:

Başkalarının elindeki nimetin gitmesini istemeyi­niz. Almak istemediğiniz halde (malın fiatını arttırmak için) fıat yükseltmeyiniz. Birbirinizi kızdıracak şeyler yap­mayınız, birbirinize sırtınızı dönüp uzaklaşmayınız. Birinizin yaptığı alışveriş üzerine alış veriş yapmayınız. Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, ona yardımı kesmez. Ona ya­lan söylemez. Onu hakir görmez, Kalbine işaret ederek üç defa: Takva işte şuradadır. Kişinin müslüman kardeşini hakir görmesi kötülük olarak ona yeter. Müslümana,  bütün müslümanların kanı,  malı ve ırzı haramdır”.[193]

Efendimiz’in (s.a.v), “Haset etmeyiniz” ifadesi: Daha önce de geçtiği gibi haset, üç şekilde olur.

Neceş”, aslen yükseklik, fazlalık demektir. Bu da baş­kasını kandırmak gayesiyle malın fiatını yükseltmektir. Bu da haramdır. Çünkü bu aldatma ve oyuna getirmedir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Birbirinize sırt çevirmeyiniz” ifa­desi: Biriniz müslüman kardeşini terk etmesin. Onunla karşılaşınca arkasını veya sırtını ona çevirmesin demektir. Efen­dimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Müslüman bîr kimsenin üç günden fazla müslüman kardeşini terk etmesi helâl olmaz. On­lar birbiri ile karşılaşınca birisi bir tarafa, öteki diğer tarafa döner (Oysa) onların hayırlısı önce selam vererek (konuşma­ya) başlayandır.”

Kardeşinin satışı üzerine satışın izahı şu şekildedir: Bir müslüman bir şey satar, sonra da o şeyin benzeri veya daha güzelini ondan daha az para karşılığı satmak üzere bir baş­kasının müşteriye alışveriş akdini geçersiz saymasını isteme­si sureti ile olur. Alış üzerine alış ta haramdır. Bu da satıcı­dan (bir başkasının) malı kendisinden almak üzere önceki akti feshetmesini istemek sureti ile olur. Yine kardeşinin verdiği fiat üzerine fiat arttırmak ta haramdır. Karşılıklı kinleşme ve sırt dönme manası içinde mülahaza edildiği için bütün bun­ların hepsi hadise dahildir. “Kardeşinin alış verişi üzerine…” diye kayıtlanmış olması, kâfirin alış verişi üzerine a!ışverişin helâl olduğunu gösterir. Bu izah ibn Hâluye’nin izahıdır. Fakat doğrusu, verilen eman ve zimmilik hakkına uyma açısından kâfirin de aynı durumda olmasıdır.

Efendimiz (s.a.v), “Göğsüne işaret ederek: takva işte şuradadır” ifadesi ile kalbi kastetmiştir. (Bununla alâkalı ola­rak) daha önce, “Dikkat edin cesette bir et parçası vardır. O düzgün olursa bütün beden kurtulur…”şeklindeki hadis geçmişti.

Efendimiz’in (s.a.v), ”Ona yardımı kesmez” ifadesi: Ona iyiliği emredip kötülükten alıkoyma veya herhangi bir hakkını isteme hususunda ondan yardımı kesmez, aksine gücü nisbetinde, ona yardım eder, ona yapılan eziyetleri gidermeye ça­lışır.

Efendimiz’in (s.a.v), “Onu küçük (hakir) görmez” ifa­desi: Kendisinin başkalarından daha hayırlı olduğunu kabul eder, veya hiçbir şekilde hüküm vermez. Çünkü akıbet gizli­dir, (durulmuştur). Hiçbir kimse kendinin nasıl bir sonu ola­cağını bilemez. Şu halde kendisinden küçük yaşlı bir müslü­man görürse, daha az günah işleyebileceği düşüncesi ile onu kendisinden daha hayırlı kabul etmeli. Kendisinden daha yaşlı birini görünce de İslâm’la daha önce müşerref olduğu düşün­cesi ile hayırlılığın onda olduğuna hükmetmelidir. Kâfir gö­rünce de onun kesinlikle kâfir olduğuna hükmetmemelidir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Kişiye kötülük (şer) olarak müs­lüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir” ifadesi: Bu büyük bir kötülüktür ve bu günahı işleyene ceza olarak yeter, de­mektir.[194]

Efendimiz’in (s.a.v), “Müslümana, bütün müslümanla­rın kanı, malı, ırzı haramdır” ifadesi: O Veda haccında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız, şu beldenizde şu ayınızda, şu gününüzün haram olduğu gibi ha­ramdır.” Kerâbisi, bu hadisi delil göstererek gıybet ve müslü­manların ırzına tecavüzün büyük günah olduğunu söylemiştir. Bu sonuca da, ya kan ile malın birlikte zikredilmesinde ya da ”Şu beldenizde şu ayınızda şu gününüzün haremliği gibi” ifadesinden hareket ederek varmıştır. Bu kimseleri Al­lah (c.c) şiddetli bir azab ile tehdit etmiş ve şöyle buyurmuş­tur: “Kim orada zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı azabtan tattırırız.” [195]

36. Yardımlaşma ve İlim

Ebu Hureyre (r.a) vasıtası ile nakledildiğine göre Peygam­ber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Kim dünyada bir müminin sıkıntılarından birini hafifletirse Allah da (c.c) onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini hafifletir. Kim zorda kalan birisine yardımcı olursa, Allah (c.c) dünya ve ahirette onun işlerini kolaylaştırır. Kim bir müslümanın kusur ve ayıbını örterse Allah da (c.c) dünya ve ahirette onun hatalarını örter. Kul, kardeşinin yardımına koştuğu müddet­çe Allah da (c.c) yardım eder. Kim ilim elde etmek üzere bir yola girerse Allah (c.c) onun için cennetin yollarını kolaylaştırır. Allah’ın evlerinden birinde toplanıp orada Allah’ın kitabını okuyan ve onu aralarında müzakere eden hiçbir topluluk yoktur ki üzerlerine sekinet (hoşnutluk-vakar) inmemiş, melekler onları çepeçevre kuşatmamış ve Allah Teâlâ o topluluğu (şanını yücelterek) yanında bulunan (meleklere) anlatmamış olsun. (Şu­nu bilin ki) ameli kendisini geri bırakan kişiyi nesebi (hiç bir şekilde) ileri götürmez.”[196]

Müslim bu lafızlarla rivayet etmiştir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Kim dünyada bir müminin sıkın­tılarından birisini hafifletirse, Allah da onun kıyamet günün­deki sıkıntılarından birini hafifletir” sözü: Bu sözde ödünç vermenin ve kendilerine verilecek mal karşılığında “kâfirlerin elindeki esirlerin geri alınmasının ve zalimlerin elinde bulu­nan müslümanların hapisten kurtarılmasının mübahlığına de­lil vardır. Yusuf (a.s) hapishaneden kurtulunca, oranın kapı­sına şu sözleri yazmıştı: “Burası, yaşayanların kabri, düşman­ları sevindirme yeri, dostların tecrübe kazanma yeridir. Bu kapıdan sıkıntılı kimselere kefil olanlar ve gücü yeten ve ken­disi kefil olanlar girer. Güçsüze gelince onun için buna gerek yoktur.” Kilitçilerden birisi şöyle demiştir:

“Tevrat’ta şunlar yazılıdır. Kefalet kötülenmiştir. Onun başı pişmanlık, ortası kendini kınama, sonu da perişanlıktır.” Allah Teâlâ: “Kim bir iyilik yaparsa ona on misli karşılık verilir” buyuruyor. Oysa hadis bir iyiliğe bir karşılık verileceğini bildiriyor. Çün­kü o (kardeşinin) bir sıkıntısını hafifletiyor, bunun karşılığında ahirette on sıkıntı hafifletilmez diyecek olursa, buna iki şe­kilde cevap verilir:

Birincisi, bu (bir kere) mefhümül-adet (me­seleyi sayılarla ifade edebilmek için söylenmiş) kabilinde bir ifadedir. Bir sayıya bağlı olmaksızın söylenen hüküm azlık ve çokluğun olmayacağını göstermez.

İkincisi, kıyamet günü sıkıntılarından her birisi birçok durumları ve zor meseleleri ve çok korkuları ihtiva eder. İşte bu korkular ondan çok da­ha fazladır. Hadisi şerifte diğer bir incelik daha vardır ki, o da, melzumdan çıkacak sonuç sayesinde anlaşılır. Şöyle ki: Hadis-i şerifteki, doğru söyleyen kimsenin (Hz. Peygamber’in (s.a.v)) haberinde, müslüman bir kimsenin sıkıntılarından birisini giderenin hayır üzere hayatının son bulacağı, müslüman olarak öleceği va’di vardır. Çünkü kâfire ahirette mer­hamet edilmez. Hiç bir sıkıntısı da hafifletilmez.

Yine hadis-i şerifte yetki sahibinin söylediği (Hz. Peygamber’in (s.a.v) ifadede bulunan bir müjde vardır. Güvene­cek olanlar bu büyük va’de güvensin: “Bu durumda çalışa­cak olanlar çalışsın”Amellerin en faziletlisi sıkıntıları hafif­letmektir. Hadisi şerifte, herhangi bir müslümanın bir aybını öğrenenin onu gizlemesi gerektiğine, zira onu yaymasının kötü bir amel olduğuna delil vardır. Allah (c.c) şöyle buyurur: “İn­sanlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada ve ahirette çetin bîr azab vardtr.”[197] Doğru olan, kişi bir günaha şahit olursa onu kendi nefsinde saklamasıdır. Zina şahitliğinde ise iki şekilde ihtilâf edilmiş­tir. Birincisi, onların da gizlemeleri müstehabtır. İkincisi, şa­hitlik yapmalarıdır. Bazıları ise işi biraz daha tafsil ederek şöy­le demiştir: Şayet şahitliği gerektirecek şekilde gördülerse giz­lerler.

Hadis-i şerifte ilim tahsili için yürümenin faziletine delil vardır. Rivayet edildiğine göre Allah (c.c) Davud’a (a.s); “demirden bir asa ve iki ayakkabı al ve ayakkabılar eskiyip, asa kırılıncaya kadar ilim tahsili uğruna yürü”, diye vahy etmişti.

Hadis-i şerifte, âlimlere hizmet etme onlarla birlikte bu­lunma, onlarla birlikte yolculuklara çıkma ve onlardan ilim öğrenmeye delil vardır. Allah Teâlâ, Musa (a.s.)’nın halini an­latırken şöyle buyurmuştur:

Sana öğretilenlerden bana doğ­ruyu bulmama yadım edecek, bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?”[198]

Bil ki bu hadisin bazı şartları vardır: Âlimle­rin gayreti bildiklerini uygulamak, sefihlerin gayreti ise bildiklerini anlatmak (nakletmek) tir. Şair de şöyle demiştir:

”Vaizlerin va’zı asla kabul edilmez; anlattığı önce kalbi­ne yerleşmedikçe.

Ey insanlar, nice zalim vaizler vardır, insanlar içinde söy­lediklerine ters davranırlar.

İnsanlar arasında güzel yönlerini ortaya çıkarır. Yalnız kalınca ise Allah’a karşı gelir.”

Bu hadisteki va’din şartlarından birisi de ilmini neşret­mektir. Allah (c.c) şöyle buyurmuştur:

Onlardan her topluluktan bir grup, dinde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri dön­düklerinde onları (Allah’ın.(c.c) azamı ile) korkulmak üzere geride kalmalıdır. ”[199]

Enes (r.a.) Peygamberin (s.a.v.) ashabına şöyle buyurdu­ğunu nakletmiştir: “Size iyilerin en iyisini söyleyeyim mi?” Ashab:

“Evet ey Allah’ın Rasülü.” dediler. Efendimiz (s.a.v):

İyilerin en iyisi Allah’tır. Ben ise Adem oğlunun en iyisiyim. Benden sonra onların en iyisi bir şey bilen ve bildiğini başkalarına da anlatandır. Kıyamet gününde (o) başlıbaşına bir ümmet olarak diriltilir. Kendi nefsi ile Allah yolunda iyilik yapan ve öldürülen de güzeldir.”

Onun şartlarında biri de övünme ve âlimlerle mücadele­yi terketmesidir. Peygamber’den (s.a.v) şöyle buyurduğu nak­ledilmiştir:

Şu dört şey için ilim öğrenen cehenneme girer: Âlimlerle mücadele etmek, sefihlere gösteriş yapıp böbürlenmek, onunla malmülk kazanmak ve insanların kendisine te­veccühünü sağlamak ”[200]

Onun diğer bir şartı öğrettiği, yaydığı ilmin karşılığını Allah’tan (c.c) istemesi, o uğurda cimrilikten kaçınmasıdır. Al­lah (c.c) şöyle buyuruyor: “Ben sizden bunun için bir ücret taleb etmiyorum. ”[201]

Onun diğer bir şartı, izzet ve gururu bırakıp, “ben bilmi­yorum” diyebilmektir. Peygamber (s.a.v) mertebesinin yüksek­liğine rağmen kendisine kıyamet alâmetleri sorulunca, “Bu konuda sorulan sorandan daha çok bilgili değildir”.[202] demişti. Yine ruh sorulunca da: ”bilmiyorum” demişti.

Onun şartlarından birisi de alçak gönüllü olmaktır. Al­lah Teâlâ şöyle buyurur:

Allah’ın kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler.”[203] Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Ey Ebû Zerr; Peygamberinin tavsiyelerini iyi tut, umulur ki Al­lah (c.c) onlar sayesinde sana fayda sağlar. Allah için mütevazi davran. Umulur ki Allah (c.c) kıyamet gününde derece­ni yükseltir. Ümmetinden karşılaştığına iyisine kötüsüne se­lâm ver. Kalın elbise giy. Bunu yaparken de Allah’ın rızasın­dan başka bir şey gözetme. Çünkü kibir ve hamiyetin senin kalbine girmesi mümkün olmaz. ”

Onun diğer bir şartı, nasihat uğrunda sıkıntılara göğüs germek, bu konuda selefi salihin’in yolunu takip etmek­tir. Allah (c.c) şöyle buyurur:

Kötülükten nehyet, başına ge­lenlere sabret.”[204] Peygamber (s.a.v) de buyurur:

Benim çek­tiğim sıkıntılar gibi sıkıntı çeken hiç bir peygamber yoktur.

Onun diğer bir şanı da, bildiklerini eğitime daha muh­taç olanlara öğretmesidir. Nitekim mal ile sadaka verme durumunda da ihtiyacı daha fazla olandan itibaren sıralamaya tabi tutar. Kim ilim öğretmek suretiyle bir cahili ihya ederse, bütün insanları ihya etmiş gibi olur. Gafillerin dikkatini çek­mek ve itaat etmesini sağlamak için şöyle denilmiştir:

“Kim kaçak bir köleyi geri verirse, günahların bağışla­yıcısı onun günahlarını bağışlar. ”

Efendimiz’in (s.a.v), “Ancak onlar üzerine sekinet iner” ifadesi: “Sekine” kelimesi “Sükun” masdannın “Feiyl” vez­nindedir. Allah’ın (c.c) ihsan ettiği iç huzurudur. Allah (c.c) şöyle buyurur:

Haberiniz olsun! Kalpler ancak Allah’ı zik­retmekle huzur bulur”.[205]

Şeref-fazilet olarak, Allah’ın ku­lu en yüce bir toplulukta anması yeterlidir. Bunun için şöyle denilmiştir:

Daima onun ismini yer yüzünde an ki, Allah (c.c) da sen onu anınca semadan seni ansın

Yine (bir başka beyitte):

”Zikir saati bil ki servet ve zenginlik, lehviyet saati ise iflas ve yoksulluktur. ”

Efendimiz’in (s.a.v), ”Ameli kendisini geri bırakan…”ifa­desi: Soylu bir kimse ise onu nesebi cennete götürmez. İtaat eden; Habeşli bir köle olsa, Kureyşli bir asil olsa bile amel etmeyene göre takdim edilir. Allah (c.c): ”Sizin Allah katın­da en faziletliniz. Allah’tan en çok korkammzdır.”[206] buyur­muştur. [207]

37. Allah’ın İhsan ve Merhameti

İbn Abbas’tân (r.a) nakledildiğine göre Allah Rasülü (s.a.v), şanı yüce olan Rabbı’ndan (c.c) rivayetle şöyle buyurduğunu anlatır:

Şüphesiz Allah (c.c) iyilikleri de kötülükleri de yaz­mış ve bunları açıklamıştır. Kim bir iyilik yapmaya te­şebbüs eder fakat yapamazsa, Allah (c.c) ona tam bir iyi­lik yapmış muamelesi görür. Kim bir iyilik yapmaya ka­rar verir ve yaparsa, ona da Allah (c.c) kendi katında on sevaptan yediyüz misline hatta kat kat daha fazlasına ka­dar sevap verir. Kim ki kötülük yapmayı düşünür fakat yapmazsa, Allah (c.c) ona tam bir basene verir. Kötülük yapmaya karar verir ve yaparsa ona da sadece bir gü­nah yazar.”[208]

Bak kardeşim, Allah (c.c) bizi ve seni kendisinin yüce ihsanlarına mazhar kılsın. Şu (hadiste geçen) kelimeleri düşün. Hadisteki ”kendi katında” ifadesi onun bu işe önem verdiğini, gösterir. “Tam olarak” kelimesi, te’kid içindir ve önemin üst derecesini ifade eder. Yapmayı dü­şündüğü ancak yapmadığı bir kötülük için kişi ile ala­kalı olarak, “Allah ona kendi katından tam bir hasene yazar” buyurmuş ve bunu da yine ”tam bir” ifadesi ile tekid etmiştir. “Eğer (düşündüğünü) yaparsa ona sade­ce bir günah yazar.” Burada da günahın azlığını “sade­ce bir”  kelimesi ile tekid etmiştir. Ayrıca onu “tam bir” ifadesi ile tekid etmemiştir. Hamd ve şükran Allah’a’dır (c.c). Onun (üstünlükleri ve bize olan ihsanlarını) say­makla bitiremeyiz. Tevfik sadece Allah’tandır.

Hadis-i şerifte geçen, “Ona da Allah (c.c) kendi katın­dan on sevaptan yediyüz misline hatta kırk kat daha fazlasına kadar sevap verir” ifadesi: Bezzar, Müsned’inde Efendimiz’in (s.a.v) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Ameller yedi kısımdır. İki amel vardır, tam karşılığı ve­rilir. İki amel vardır, bire bir (karşılık) verilir. İyi amel vardır, on karşılık verilir. İyi amel vardır, yediyüz misli karşılık veri­lir. Bir amel daha vardır ki sevabının sayısını Allah’tan başka hiç bir kimse bilemez. Tam karşılık gören iki amel iman ve küfürdür. İman cenneti küfür cehennemi gerektirir. Bire bir karşılık verilen iki amel ise, bir iyilik yapmaya teşebbüs eden ancak yapmayanın ameli ki, Allah ona bir iyilik yazar. Diğeri de, bir kötülük işleyenin ameli ile Allah ona da bir gü­nah yazar. Yedi misli sevap verilecek olan amel Allah yolun­da cihad edenlerin verdiği paralardır.

Allah Teâlâ şöyle bu­yurur:

Yedi başak bitiren bir dane gibidir, ki her başakta yüz tane vardır. ”[209]

Sonra Allah (c.c) dilediği kimseler için bu­nun daha da artacağını söylüyor. Allah (c.c) şöyle buyurur:

İyilik olursa onu katlar, kendinden de büyük bir mükâfat verir. ”[210]

Âyeti kerime ve hadis-i şerifteki Efendimiz’in (s.a.v) kat kat daha fazlasına ifadesi gösteriyor ki, on ve yediyüz ke­limeleri bir sınır belirtmek için değildir. Allah (c.c) dilediğini kendi katından sayılamayacak derecede verir. İhsanları ve (bize olan) nimetleri sayılamayacak kadar çok olan zat (c.c) ne yü­cedir. Şükran onadır. Her türlü ihsan ve nimet ondandır.

Ye­dinci amele gelince o da oruçtur. Allah (c.c) şöyle buyurur:

Adem oğlunun amellerinin tamamı kendisi içindir. Ancak oruç müstesna. Oruç benim içindir ve onun karşılığını da ben veririm”. Dolayısıyla orucun sevabını da ancak Allah (c.c) bilir. [211]

38. Allah’a Yaklaşmanın-Muhabbetin Yolları

Ebû Hureyre’den (r.a) nakledildiğine göre o şöyle demiş­tir: Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurdu:

Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: Kim benim bir dos­tuma (söz veya fiille) bir eza (sıkıntı) verirse ona harp açarım. Kulunun bana, kendisine farz kıldığım şeyleri sa­yesinde yaklaşmasının sevimli geldiği gibi hiçbir şeyle yaklaşması, sevimli gelmez. Kulum bana nafile ibadet­lerle yaklaşmaya devam eder nihayet ben onu severim. Ben onu sevdiğim zaman da işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey istese  (istediğini) mutlaka ona veririm. Bana sığınırsa onu (her türlü tehlikelerden) mutlaka korurum.”[212]

Efendimiz’in Rabbından naklederek söylediği, “Kim be­nim bir dostuma bir sıkıntı verirse (çektîrirse) ” ifadesi: Bu­radaki dosttan maksat mümindir. Allah (c.c): “Benim dost­larım iman edenlerdir[213] buyuruyor. Kim bir mümine sıkıntı verirse mutlaka Allah ta (c.c) onu sıkıntılara sokar. Allah onu kendisine harb ilan etmiş olarak kabul eder. Allah (c.c) bir kişiye harb ilan ederse onu perişan eder. Şu halde kişi her bir müslümana cephe almaktan şiddetle kaçınmalıdır.

Allah Teâlâ’nın, “Kulumun bana, kendisine farz kıldı­ğım şeyler sayesinde yaklaşmasının sevimli geldiği gibi hiç­bir şeyle yaklaşması sevimli gelmez.” ifadesi: Burada farz olan şeyleri yapmanın nafilelerinin en faziletlilerini yapmaktan bile daha faziletli olduğuna delil vardır, Hadis-i şerifte: “Farz iba­detlerin sevabı nafile ibadetlerin sevabından yetmiş kere da­ha üstündür.” buyurulur.

“Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder, niha­yet ben onu severim.” ifadesi: Âlimlerimiz (r.a) bunun için bir darbı mesel söylerler, derler ki: Farzlarla birlikte nafilele­ri de işleyen kimse ile diğerinin misali şunun gibidir. Bir adam iki kölesinden her birisine meyva almak üzere birer dirhem verir. Onlardan birisi gider meyvayı alır onu bir sepet içerisi­ne koyar ve üzerine de efendisinin sevdiği kokulardan da sü­rerek ona getirir ve takdim eder. Diğeri de gider meyvayı alır, eteğine doldurur, efendisine getirir ve önüne yere döker. Bun­lardan her ikisi de, efendilerin isteklerini yerine getirmişler­dir. Ne var ki, sepete koyan ve güzel kokular ilave eden efen­diye daha sevimli olur. Aynı şekilde farzlarla birlikte nafile kılan da Allah’a (c.c) daha sevimli olur. Allah’ın muhab­beti hayrı murad etmesi (istemesi) dir. O kulu sevince kul, onun zikri ile meşgul olur, ona itaat eder. Onu şeytandan ko­rur. Azalarını Allah’a itaat yolunda kullandırır. Ona Kur’an ve zikir dinlemeyi sevdirir. Şarkı dinlemeyi, müzik âletleri din­lemeyi sevdirmez ve haklarında Allah’ın, “Boş şeyler dinle­yince ondan yüzçevirirler.”[214] dediği kimselerden olur. Yine Rabbımız (c.c) şöyle der: “O kimselere cahiller laf atınca ‘selam’ derler. ”[215] Onlardan kötü bir söz duyduklarında on­dan sıkıntı duyarlar ve onlara emniyette olacakları bir söz söy­lerler. Allah onların gözlerini haramdan korur ye bakmaları kendilerine haram olan şeylere bakmazlar. Bakışları ibret ve tefekkür bakışı olur. Kâinatta gördüğü her şeyde mutlaka ya­ratanına delil olacak şeyi görür.

Ali (k.v) şöyle demiştir: “Gör­düğüm herşeyde mutlaka ondan önce Allah’ı (c.c) gördüm.” Mahlukata ibret ve tefekkürle bakmanın manası; yaratanın gücünü anlamak ve bu durumda tesbih getirmek Allah’ı her türlü noksandan tenzih etmek, onun şanını yüceltmek demek­tir. El ve ayakları ile yaptığı hareketlerin herbirinin Allah için olması; kendisini ilgilendirmeyen yerlere gitmemesi, elleri ile kötü bir iş yapmaması, aksine hareket etmesinin de durması­nın da Allah için olması şeklinde olur. Bu durumda durma­sında, hareket etmesinde ve diğer bütün davranışlarında se­vap alır.

Allah Teâlâ’nın, ”kulağı olurum” ifadesi, kulağını, göz­ünü, elini koruyan, olurum, şeklinde yorumlanır. Beni hatırlayınca da benden başkası için amel etmekten vazgeçer. [216]

39. İslâm’da Müsamaha

İbn Abbas’tan (r.a) nakledildiğine göre Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Allah (c.c.) benim için ümmetimin yanlışlıkla veya unutarak yaptığı, yahutta zor­la yaptırılan şeylerden doğan günahları bağışlamıştır.”[217] Hasen bir hadistir.

Efendimiz’in (s.a.v), “Şüphesiz Allah (c.c) benim için üm­metimin, yanlışlıkla ve unutarak yaptığı veya zorla yaptırı­lan şeylerden doğan günahları bağışlamıştır. ” ifadesi: Onla­rın hatadan, unutmadan ve zorlamak sureti ile yaptırılan ku­surlardan doğan günahını affetmiştir.

Yanlışlıkla, unutarak veya zorlama ile işlenen suçların ce­zası ise kaldırılamaz. Şayet (bir kişi) yanlışlıkla bir şeyi telef etse veya unuttuğu için emaneti zayi etse tazmin ettirilir. An­cak mükreh hususundaki bu (genel) hükümden, zinaya veya öldürmeye zorlanan kişiler hakkındaki hüküm istisna edilir. Bu iki fiil zorlama halinde de mubah olmazlar. Unutma hakkındaki hükümden de, unutma sebebi ile aldığı şeylerin hükmü istisna edilir. Çünkü bunda kendi kusuru olduğu için yaptığından dolayı günahkâr olur.

Bu hadis bazı önemli ve mühim meseleleri ihtiva etmek­tedir. Bu hususta bu kitabın taşıyamayacağı (hususi) bir eser yazdım. [218]

40. Müslüman Gözünde Dünya

İbn Ömer’den (r.a) nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Allah Rasülü (s.a.v) (bir defasında) omuzumdan tuttu ve şöyle buyurdu:

Dünyada sanki bir yabancı (garib) veya yolcu imişsin gibi ol. ” İbn Ömer (r.a) şöyle derdi:

“Akşama ulaşırsan sabahı bekleme. Sabaha çıkarsan akşamı bekleme. Sağlığından hastalığın için, hayatından ölümün için (hisse-pay) al”.[219]

Efendimiz’in (s.a.v), ”Dünyada sanki bir yabancı veya yolcu imişsin gibi ol” ifadesi: Ona sıkı sıkıya bağlanma. Onu vatan edinme. Kendi kendine orada ebediyyen kalacakmış gibi düşünme. Dünyaya, kendi vatanında olmayan ve hemen aile­sine kavuşmak isteyen yabancı bir kimsenin bağlandığı gibi bağlan. İşte Selman-ı Farisî’nin sözünün manası da budur. O şöyle demişti:

“Dostum (s.a.v) bana dünyadan, bir binici­nin azığı kadar almamı tavsiye buyurdu.”

Dünyaya kıymet vermemekle alakalı şöyle bir şiir söylenmiştir:

“Kalıcılar binası mı kurarsın? Eğer akledersen pek az burada kalırsın.

Göç kervanının ağaç altında uğradığı kimseye ağacın gölgesi yeterlidir. ”

Yine dünyaya verilecek değerle alakalı olarak şöyle denir:

”Bekası olmayan yurtta bekayı arzularsın. Yer değiştir­meyen bir gölge hiç duydun mu sen. ”

Bir başkası da şöyle der:

”Onunla hapsolundun severken sen onu. Onda hapsolunmuşken nasıl seversin onu.

Avunup oynama içinde bulunduğun bu evde. Ayrılır sen­den gafil olduğun bir günde.

Sana yemek yedirir, ama ondan yediklerini. Yiyecek o da senden yakın zamanda. ”

Hadis-i şerifte uzun emel sahibi olmamaya, tevbede acele davranmaya, ölüm için hazırlanmaya delil vardır. Bir ameli varsa inşaallah desin. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşaallah demedikçe) hiçbir şey için bunu yarım yapacağım deme. ”[220]

Efendimiz’in, “Sıhhatinden al” ifadesi: Onun bu emri kişinin ameli salih işleme sureti ile sağlıklı olduğu vakitlerin kıymetini bilmesi içindir. Zira bazı zamanlarda hastalık ve yaş­lılıktan kaynaklanan bir sebepten dolayı oruç tutmaya, namaz kılmaya ve benzerlerine gücü yetmeyebilir.

Efendimiz’in”hayatından ölümün için” ifadesi: Efendi­miz (s.a.v), (ahıret için) azık hazırlamayı emretmiştir. Allah’­ın (cc): “Her bir kışi yarın için ne hazırladığına baksın. ”[221] ifadesi de bu manadadır. Kişı ölünceye kadar bunu önemse­mez, ölünce de: “Rabbım, beni döndür de terkettiğim salih amelleri yapayım.”[222] der.

İmam Gazali, şöyle der: “Adem oğlunun beraberindeki bedeni, kendisi ile iyi ameller işlediği, bir ağ gibidir. Hayrı kazanır da ölürse o kendisine yeter. Bundan sonra artık ağa ihtiyacı yoktur. Ki o ölümle kendisinden ayrılan bedendir. Şüphesiz insanın ölmekle dünyaya olan hırsı kesilir. Kabir azığı olması sebebiyle nefs iyi amelleri arzular. Şayet beraberinde iyi amel varsa yetinir. Eğer yoksa, dünyaya azık olmak için dönmek ister. Bu istek ağın kendisinden alınışından sonra ol­duğundan ona, heyhat, geçti denilir. Kişi devamlı bir şaşkın­lık ve ağın alınmasından önce azık alma hususundaki gev­şekliğine pişmanlık içinde bocalar durur. İşte bu sebeble Al­lah Rasülü (s.a.v) “Hayatından ölümün için al.” demiştir. Yü­ce olan Allah’tan (c.c) başka hiçbir güç ve kuvvet sahibi yok­tur. ”[223]

41. Şeriate Uymak

Ebu Muhammed Abdullah b. Amr b. el-As’tan (r.a) ri­vayet edildiğine göre Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Kendi arzu ve istekleriniz, benim getirdiğime uymadıkça gerçek manada iman etmiş olmazsınız.” [224]

Hasen sahih bir hadistir. Bu hadis-i Kitabu’l-Hucce’de sahih bir senedle rivayet ettik.

Efendimîzin (s.a.v), “Arzu ve istekleriniz benim getir­diklerime uymadıkça gerçek manada iman etmiş olmazsınız” ifadesi: Kişinin amelini kitap ve sünnetin ölçülerine vurup, kendi arzularına muhalif davranmak pahasına, Peygamber’lerin getirdiklerine tabi olması gerekir. Bu Allah Teîaâ’nın şu âyetindekinin benzeridir:

“Allah ve Rasülü bir işe hüküm ver­diği zaman inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi istekleri­ne göre seçme hakkı yoktur.”[225]

Hiç kimseye Allah ve Rasülü ile birlikte uyacağı bîr iş ve istek olamaz.

İbrahim b. Muhammed el-Kûfi’den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

 İmam Şafii’yi Mekke’de halka fetva verirken gördüm. Bu sı­rada İshak b. Rahûye ve Ahmed b. Hanbel de orada bulunu­yorlardı. Ahmed, İshak’a:

“Gel de sana gözlerinin şimdiye kadar bir benzerini görmediği bir adamı göstereyim. ” dedi. İshak,

“Peki” dedi ve onu Şafii’nin huzuruna getirdiler. İb­rahim b. Muhammed, olayı anlatmaya devam etti ve şöyle dedi: Sonra İshak, Şafii’nin meclisine katılarak kendisine Mek­ke evlerinin kiralanması’ meselesini sordu. Şafii de:

“Bu bi­ze göre caizdir. Allah Rasülü (s.a.v): “Akıl bize bir ev mi bı­raktı ki (evlerimizin hepsini aldı)! ”demiştir.” dedi.

İshak bunun üzerine;

“Bize Yezid b. Harun’un, Hişâm -Hasan-ı Basri vasıtası ile naklettiğine göre, Atâ ve Tavus bu­nu caiz görmezlerdi.” dedi. Buna mukabil Şafii:

“Bir de sen Horasanlıların fakihi olduğu mu iddia ediyorsun?” dedi. İshâk:

“Ben değil, başkaları öyle söylüyor.” dedi. tekrar İmam Şafii söze başlayarak şöyle dedi:

“Şu anda senin yerine baş­ka birisin olmasını ve onun kulaklarını çekmeyi ne kadar is­terdim. Ben sana Allah Rasülü (s.a.v) şöyle buyurdu diyorum, sen de Ata, Tavus, Hasen, İbrahim bunu caiz görmezdi, di­yorsun. Rasülullah (s.a.v) varken herhangi bir kimse delil ola­bilir mi ki! ” dedi ve şöyle devam etti:

“Allah Teâlâ şöyle bu­yurur:

Allah’ın verdiği bu ganimet malları, yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan… fakir muhacirlerindir. ”[226] Sen evleri sahiplerine mi, yoksa başkasına mı nisbet ediyorsun? ” İshak:

“Sahiplerine” dedi. Şafii:

“Allah’ın sözü sözlerin en doğrusudur. Rasülullah (s.a.v) şöyle buyurmuştu:

Ebu Süfyan’ın evine giren emniyettedir.” Ömer b. Hattab ta (r.a) dü­ğün için kullanılan (?) bir evi satın almıştı.” İmam Şafii ashabtan daha birçok kimsenin ismini söyledi. Bunun üzerine İshak:

“Bu hususta şehirde yaşayan ile çölde yaşayan bir­dir.” dedi. Şafii de:

“Burada kastedilen özellikle mesciddir. O da Kabe’nin etrafıdır. Şayet senin söylediğin gibi olursa, hiç bir kimsenin Mekke’deki hiçbir evde kaybettiğini ilan ede­mez, develerini orada tutamaz, pislik, tezek atamaz. Fakat bundan maksat sadece mescittir.” dedi. Artık İshak sustu ve hiç birşey söylemedi. Şafii de ona bir şey söylemedi.[227]

42. Allah’ın Bağışlayıcılığı

Enes’ten (r.a) rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Al­lah Rasülü’nü (s.a.v) şöyle derken işittim:

Allah (cc) şöyle demiştir: Ey Adem oğlu, sen ba­na dua edip bağışlanmanı istediğin müddetçe, işlediğin bütün günahlara rağmen seni bağışlarım. (Onlara) aldı­rış etmem. Ey Adem oğlu, senin günahların gökyüzün­deki bulutlara kadar ulaşsa, sonra benden af dilesen se­ni affederim. Ey Adem oğlu, sen bana hiç bir surette şirk koşmadığın sürece, yeryüzü dolusu günah ile gelsen (ölsen) ben yine seni bağışlarım, sana yeryüzü dolusu mağfiretle gelirim.”[228] Hasen sahih bir hadistir.

Hadiste geçen ”Gökyüzünün bulutları” ifadesi: “Anâne” kelimesi ”ayn” ın fethası ile ve noktasızdır. Ona bulut denilmiştir. Baktığın zaman önüne çıkan şeydir. Yani başını göğe kaldırınca görülen şeydir de denilmiştir.

Allah Teâlâ’nın: “Sonra benden bağışlanmanı istersen seni bağışlarım” ifadesi: Bu Allah’ın (c.c) şu sözünün benze­ridir: “Kim bir kötülük işler veya kendine zulmeder sonra da benden af dilerse, Allah’ı bağışlayıcı ve çok merhametli bulur.” İstiğfarın mutlaka tevbe ile beraber olması gerekir. Al­lah (c.c) şöyle buyurur:

Allah’tan bağışlanmayı dileyin son­ra da ona tövbe edin.”

Ey müminler, toptan Allah’a tövbe edin, umulur ki kurtulursunuz.

Şunu bil ki istiğfar bağışlanmayı istemektir. O da günah­kârların istiğfarıdır. Bazan ise şükrü edadaki eksiklikten kay­naklanan istiğfar olur ki bu da evliyaullahın ve salihlerin is­tiğfarıdır. Bir de bunlardan hiç birisi olmadan yapılan istiğ­far olabilir ki bu da Efendimiz’in (s.a.v) ve diğer peygamber­lerin (a.s) istiğfarlarıdır. Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyur­muştur: ”Seyyidu’l-istiğfar; şu duadır.

Allah’ım, sensin rabbım, senden başka ilah yoktur. Beni yaratan sensin, sana ibadet ederim, gücüm nisbetinde senin ahdin ve vadin üzereyim, işlediğim şeylerin kusurlarından sa­na  sığınırım. Bana  olan  nimetlerini  itiraf ediyorum. Günahlarımı itiraf ediyorum. Beni bağışla. Günahları senden başka bağışlayacak yoktur. ”

Efendimiz (s.a.v) Hz. Ebû Bekr’e şöyle demesini emret­mişti:

Allah’ım, ben nefsime çok büyük zulmettim. Günah­tan ancak sen bağışlarsın. Benim günahlarımı kendi katındaki mağfiretinle bağışla. Şüphesiz bağışlayan ve merhamet eden sensin. ”

Allah’ın bana ihsam sayesinde özet bir şekilde yazdıkla­rım burada son buldu. Hamd, âlemlerin Rabbı olan Allah a’dır (c.c). [229]


[1] Sahih ve hasen hadisin şartlarından birini veya birkaçını taşı­mayan ancak mevzu (uydurma) olduğu da söylenemeyen hadis.

[2] Mütekaddimûn:   Hicri   300   yılından  önce   veya   Hatibul-Bağdadi’den (v. 463/1071) önce yaşamış hadis âlimi. Müıeahhirûn: Hicri 300 yılından sonra veya Hatibul-Bağdadi’den sonra yaşamış hadis âlimi.

[3] Senedinin başından sonuna kadar sika (adalet ve zabt sıfatına sahip) ravilerin birbirinden rivayet ettiği şaz ve mualel olmayan muttasıl merfu hadis.

[4] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 9-12.

[5] Buhari, Bedul-Vahy, I, Itk, 6, Menakıbu’l-ensâr, 45, Talak, 11, İman 23; Müslim, İmaret, 155; Ebu Davud, Talak, II; Nesai, Taharet, 59, Talak, 23, Eyman, 19; İbn Mace, Zühd, 26.

[6] Buhari, Tefsir-u Sûretil-Feth, 2; Nesai, Kiyamü’l-leyl, 17; İbn Mace, İkame, 200; Ahmed, IV, 251.

[7] Kutsi hadis: Rasülullah’ın (s.a.v) Kur’an okmamak şartıyla Al­lah’tan (c.c.) rivayet ettiği söz, fiil, veya bilgi. Bu durumda söz tamamen Rasülullah’a aittir.

[8] İbn Mâce, Zühd, 21; Ahmed. II, 301, 435.

[9] Haşr (59), 23.

[10] Buharı, rikak 36, ahkam, 9; Müslim, zühd, 47, 48; Tirmizî, ni­kah, 11, zühd, 48; Ibn Mâce, zühd, 21; Ahmed, ili, 40, V, 45.

[11] Yapılması halinde sevap, terk edilmesi halinde de günaha vesile olmayan işler.

[12] Allah Rasülü’nün (s.a.v) yapmaması ile terk sünneti olarak de­ğerlendirilen işler gibi.

[13] Müslim, İmaret 150, 151; İbn Mâce, Cihad, 13; Ahmed, IV, 397;I, 405.

[14] Geçmiş dönemde yaşayan alim veya kimse. İmam Malik ise bu sözü ile kendinden önce yaşamış tebei tabiin, tabii ve Sahabe’yi kasdetmişür.

[15] Kasas: 21/23.

[16] Buna, İslâm tarihinde Uraniyyin hadisesi denir. Uzunca bir hi­kâyesi vardır. Bk. Buhari, Megazi 36, Tıp, 29, Diyât, 22; Müs­lim, Kasame, 10; Nesai, Taharet, 19, Tahrim 7, 8; Ahmed, III, 170, 186.

[17] Rum: 30/9; Fatır: 35/44.

[18] Bakara (2), 198.

[19] Buharı, mescidi Mekke, I, 6, savm 67, sayd, 26; Müslim, hac, 415, 511, 516; Ebu Davud, menasik, 94; Tirmizi, salat, 126; Se-sai, mescid, 10; Ahmed, II, 234, 238. III, 7, 34, 45, VI, 7, 398.

[20] Müslim, birr, 38; Ahmed, II, 292, 408, 462, 568.

[21] Ahmed, II, 392, IV, 320

[22] Nisa (4), 34.

[23] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 13-26.

[24] Buharı, İman 37; Müslim, İman 1; İbn Mâce. Mukaddime 6.                                                                                                                              

[25] Hucurat: 49/14.

[26] Munafikûn: 63/I.

[27] Zâriyat: 51/35, 36.

[28] Şûra: 42/52.

[29] Zâriyat: 51/9.

[30] Müslim, İman 208; Darimi, Rikak 70; Ahmed, I, 279.

[31] Ra’d: 13/39.    

[32] Kamer: 54/47-49.

[33] Felak: 113/1-2.

[34] Tirmizi, Zekât, 28; Feyzul-Kadir, II, 362 (nr. 2047).

[35] Ebu Davud, Sünne, 16; Ahmed, II, 86, V, 407; İbn Mâce, Mu­kaddime, 10.                                                               

[36] Lokman: 31/34.

[37] A’raf: 7/187.

[38] Ahzab: 33/63.

[39] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 27-37.

[40] Tevbe: 9/109.

[41] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 39-41.

[42] Arşın: Takriben 68 santimetre tutarında uzunluk ölçüsü.

[43] Buharı, Bedü’1-Halk, 6, Enbiya I, Kader, 1; Müslim, Kader, 1; Tirmizi, Kader, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 10.

[44] Tarık: 86/6.

[45] Âl-i İmran: 3/6.

[46] Hac: 22/5

[47] Kehf: 18/30.

[48] Buhari, Cihad, 77; Müslim, İman, 179, Kader, 16; Ahmed, IV, 332.

[49] Zâriyat: 51/23.

[50] Teğâbun: 64/7.

[51] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 43-47.

[52] Buhari, İman 39, Buyu’ 6; Müslim, Musâkât 107, 108; Ebu Davud, Buyu’ 3; Tirmizi, Buyu’ I; Nesâî, Buyu’ 2, Kudât 11; İbn Mâce Fiten 14; Darimi, Buyu’ 1; Ahmed, IV, 267, 269, 271, 275.

[53] Buharı, Ahkâm 39, Sulh 5, Şurût 9, İman 3; Müslim, Hudüd 25; Ebu Davud, Hudûd 25; Nesâî, Hudûd 22; İbn Mâce, Hudûd 7; Dârimi, Hudûd 16; Muvatta, Hudûd 6; Ahmed, III, 115, 116.

[54] Buhari, Cizye 10, 17; Müslim, Hac 467, 469, Itk 20; Ebu Davud, Menâsik 96, Diyât, 11; Tirmizi, Velâ 3; Nesâî, Dehâya 34, Kasâme 10; Ahmed, 1, 81, 108, II, 398, 450, III, 238, 242. İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 49-50.

[55] Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, I, 45 (n. 88).

[56] İbn Mâce, İkame 138.

[57] Âl-i İmran: 3/112.

[58] Buhari, Hudûd 7, 13; Müslim, Hudüd 7; Nesâî, Sarık I: İbn Mâ­ce Hudûd 22; Ahmed, II, 203.

[59] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 51-55.

[60] Buhari, İman 42; Müslim, İman 95; Tirmizi, Birr 17; Nesaî, Beyat 31; Darimi, Rikak 41; Ahmed, I, 351, II, 297, IV, 102, 103.

[61] Buhari, Buyu’ 68; Ahmed III, 418, 419, IV, 259. 60

[62] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 57-60.

[63] Buhari, İman 17, İ’tisam, 28; Müslim, İman 32; Ebu Davud, Zekât I; Nesâî, Zekât 3, Cihad, 1, Tahrim 1; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed, I, 11, 87, II, 314, III, 149.

[64] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 61-62.

[65] Buharı, İtisam 2; Müslim, Hac 412, Fedail 130; Nesaî, Hac 1; İbn Mâce, Mukaddime 1; Ahmed, II, 247, 258, 313, 428, 448, 457, 482, 495, 508.

[66] İbn Mâce, Mukaddime, 17. 64

[67] Nahl 16/43.

[68] Tevbe 9/122.

[69] Buhari, İlim 9, 37; Müslim, Kasame 29, Ebu Davud, Tatavvu 10.

[70] Tirmizi Hac 1; Nesaî, Menasik 111; İbn Mâce, Mukaddime 18; Ahmed IV, 31, 32, V, 4, 5.

[71] Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, I, 71. (Taberani, Mu’cemul-Evsat ves Sağir’den).

[72] Al-i İmran: 3/97.

[73] bk. Dokuzuncu hadîsin dipnotları.

[74] Mâide: 5/101.

[75] Tâhâ: 20/5.

[76] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 63-66.

[77] Müminün: 23/51.

[78] Bakara: 2/172.

[79] Müslim, Zekat 65; Tirmizi, Tefsir 3, Darimi, Rikak 9; Ahmed, II, 328.

[80] İbn Mace, Dua 9; Hindi, Kenzul-Ummal, 11, 188 (nr. 3684), 202 (nr. 3760).

[81] Bakara: 2/267.

[82] Kehf: 18/62.

[83] Hicr: 15/36, 37; Sâd: 38/80. 70. İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 67-70.

[84] Buhari, Buyu 3; Tirmizi, Kıyame 60; Ahmed II, 153.

[85] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 71.

[86] Tirmizi, Zühd 14; İbn Mace, Fiten 12; Muvatta, Hüsnü Hulk 3; Ahmed, I, 201.

[87] Şems: 91/9-15.

[88] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 73-75.

[89] Buharı, İman 7; Müslim, İman 71; Tirmizi, Kıyamet 59 (nr. 2515); Nesai, İman 19, 33; Darimi, Rikak 29; Ahmed, III, 176, 272.

[90] Zuhruf: 43/32.

[91] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 77-78.

[92] Buhari, Diyat 6; Müslim, Kasame 25, 26; Ebu Davud, Hudûd 1; Tirmizi, Hudûd 15; Nesai, Tahrim, 5, 11, 14; Ahrned, I, 61, 63, 65, VI, 181, 214.

[93] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 79-80.

[94] Buhari Edep 31; Müslim, ilah 74, 77, 85; İbn Mace, Edep 4; Tirmizi, Birr 43.   

[95] Tirmizi, Zühd 11, İbn Mace, Fiten 12; Muvatta, Hüsnü’1-Hulk 3; Ahmed, 1, 201.

[96] Buharı, Edep 76; Tirmizi, Birr 73; Muvatta, Hüsnü’l-Hulk II; Ah­med, II, 175, 362, 466, III, 483, V, 31, 370, 372, 373.

[97] Buhari, İman 7; Müslim, İman 71; Tirmizi, Kıyame 59; Nesaî, İman, 19, 33, Darimi, Nikah 29.

[98] el-Hindi, Kenzu’l-Ummal, III, 350 (nr. 6886).

[99] Buhari, Edeb 28; Müslim, Birr 140, 141; Ebu Davud, Edeb, 123; İbn Mâce, Edeb 4.

[100] Nisa: 4/36.

[101] Ahzab: 33/60.

[102] el-Hindi, Kenzu’l-Ummal, IX, 247 (nr. 25867).

[103] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 81-85.

[104] Buhari, Edeb 76; Tirmizi, Birr 73; Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 11; Ahmed, II, 175, 362, 466, III, 483, V, 31, 370, 372, 373.

[105] Tirmizi, Fiten 26; Ahmed, III, 19, 61.

[106] Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir’inden (Kenzu’l-Ummâl), III, 521 (nr. 7710).

[107] Ahmed, lV, 226.

[108] Ahmed V, 152.

[109] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 87-88.

[110] Müslim, Sayd II (nr. 1955); Tirmizi, Diyât 14; Nesaî, Dahâyâ 22,27.

[111] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 89-90.

[112] Tirmizi, Birr Ve’s-Sila, 55 (nr. 1988); Darimi, Rikak 74; Ahmed, V, 153, 158.

[113] Mücadele: 58/7.

[114] Ahmed, I, 106, 107.

[115] Hindî, Kenzu’l-Ummal XVI, 159 (nr. 44203).

[116] Haşr: 59/18.

[117] Ahmed V. 378.

[118] Buhari, Edeb 38; Müslim, Fedail 68.

[119] Ebu Davud, Sünnet 18; Tirmizi, Rada 11, İman 6; Ahmed, II, 250, 472, 527.

[120] A’raf: 7/199.

[121] Fussilet: 41/34.

[122] Kalem: 68/4.

[123] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 91-94.

[124] Tırmızi, Kıyame: 59; Ahmed, I, 293, 303.

[125] Ahmed, I, 307; Ebu Davud, Sünnet 16; İbn Mâce, Mukaddime 10.

[126] Nah!: 16/97.

[127] Ahmed, I, 307.

[128] Saffat: 37/44.

[129] Yunus: 10/107.

[130] Şuara: 26/14.

[131] Tâhâ: 20/43.

[132] Nisa: 4/71.

[133] Bakara: 2/195.

[134] el-Hindî, Kenzu’l-Ummâl, IV, 361 (nr. 10905) (Taberani ve Hakim’den naklen).

[135] el-Hindî, s.g.e., II, 14 (nr. 2946) (Hakim’den naklen).

[136] Bk. İnşirah: 94/5-6.

[137] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 95-100.

[138] Buhari, Enbiya :54; Ebu Davud, Edeb: 6; İbn Mâce, Zühd.

[139] Fussilet: 41/40.

[140] İsrâ: 17/64.

[141] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 101-102.

[142] Müslim, İman: 62; Ahmed, III, 413, IV, 385; Tirmizi, Zühd: 61.

[143] Hûd: 11/112.

[144] Fussilet: 41/30.

[145] Fussilet: 41/31.

[146] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 103-104.

[147] Müslim, İman: 16 (nr. 15).

[148] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 105-106.

[149] Müslim, Taharet I (nr. 223).

[150] Müslim, Birr 33; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed, II, 285, 539. 108

[151] Tirmizi, Salat 51; Ebu Davud, Salat, 49; İbn Mâce, Mesacid 14.

[152] Tevbe: 9/111.

[153] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 107-110.

[154] Müslim, Birr Ve’s-Sıla 55 (nr. 2577).

[155] İsrâ: 17/31.

[156] Furkan: 25/2.

[157] İsrâ: 17/111.

[158] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 111-115.

[159] Tesbîh: Sübhanallah; tekbir. Allahu ekber; tahmid: Elhamdülil­lah; lehlil: Lâ ilahe :illallah, demektir.

[160] Müslim, Zekât 53 (nr. 1006).

[161] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 117-118.

[162] Buhari, Sulh II, Cihad 72, 128; Müslim, Zekât 56.

[163] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 119-120.

[164] Müslim, Birr Ve’s-Sıla 15.

[165] Ahmed, IV, 228.

[166] Bakara: 2/177.

[167] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 121-123.

[168] Ebû Davud, Sünnet 6 (nr. 4607); Tirmizi, İlim 16 (nr. 2676).

[169] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 125-126.

[170] Tirmizi, İman 8 (nr. 2616).

[171] Secde: 32/16, 17.

[172] Saff: 61/3. İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 127-129.

[173] Darakutni, sh. 502; Ebû Nuaym, Hilye, (Ebu’d-Derda’dan).

[174] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 131-132.

[175] İbn Mâce, Zühd 1 (nr. 4102); Hâkim, Müstedrek, IV, 313.

[176] Ra’d: 13/26.

[177] Âl-i İmran: 3/14.

[178] Furkan: 25/67.

[179] el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, VII, 813 (nr. 21532) (Taberani, el-Evsat’dan naklen).

[180] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 133-135.

[181] İbn Mâce, Ahkâm 17 (nr. 2340, 2341); Muvatta, Akdiye 31.

[182] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 137-138.

[183] İbn Mâce, Ahkâm 7 (nr. 2321); Nesai, Âdabu’l-Kudat (248/8); Tirmizi, Ahkâm 12 (nr. 1341-1342).

[184] Buhari, Tefsir Sûre 3/77 (nr. 4277); Müslim, Akdiye I (nr. 1711).

[185] Tevbe: 9/74.

[186] En’am: 6/23.

[187] Âl-i İmrân: 3/77.

[188] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 139-141.

[189] Müslim, İman (nr. 49).

[190] Lokman: 31/17.

[191] Furkan: 25/72.

[192] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 143-144.

[193] Müslim, Birr Ves-Sıla (nr. 2564) 146

[194] Hacc: 22/25.

[195] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 145-148.

[196] Müslim, Zikr Ve’d Dua 38 (nr. 2699); Buhari, Mezalim 3 {nr. 3210), İkrah 7 (nr. 6551); Müslim, Birr Ve’s-Sila 58 (2580).

[197] Nûr: 24/19

[198] Kehf: 18/ 66.

[199] Tevbe: 9/122.

[200] Hindi, Kenzu’l-Ummal, X, 201 (nr. 29056) (Taberani’den naklen)

[201] Şûra: 42/23.

[202] Hindi, Kenzü’l-Ummal, X, 151 (nr. 28771).

[203] Furkan: 25/63.

[204] Lokman: 31/17.

[205] Ra’d: 13/18.

[206] Hucurat: 49/13.

[207] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 149-155.

[208] Buharı, Rikak 31 (nr. 6126); Müslim, İman 207 (nr. 131).

[209] Bakara: 2/261.

[210] Nisa: 4/40.

[211] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 157-159.

[212] Buhari, Rikak 38 (nr. 6138)

[213] Bakara: 2/257.

[214] Kasas: 28/55.

[215] Furkan: 25/63

[216] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 161-163.

[217] İbn Mâce, Talak 16 (nr. 2043, 2045).

[218] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 165-166.

[219] Buhari, Rikak 3 (nr. 6053); Tirmizi, Zühd 25; İbn Mâce, Zühd 3.

[220] Kehf: 18/23.

[221] Haşr: 59/18.

[222] Müminûn: 23/99-100.

[223] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 167-169.

[224] el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, I, 217 (nr. 1084).

[225] Ahzab: 33/36.

[226] Haşr: 59/8.

[227] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 171-173.

[228] Tirmizi, Daavât (nr. 3534).

[229] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları: 174-176.

Kirk Hadis Tercume Ve Serhi Pdf Indirin” kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek için Ücretsiz pdf olarak almak için aşağıdaki indirme düğmesini tıklayın

Bozuk bağlantıyı bildirin
Siteyi Yardim Et


1 thought on “kirk hadis tercume ve serhi pdf indirin”

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *