Skip to content
Home » Dinler Ve Mezhepler Tarihi pdf indirin

Dinler Ve Mezhepler Tarihi pdf indirin

DINLER VE MEZHEPLER TARIHI
  • Kitap başlığı:
 Dinler Ve Mezhepler Tarihi
  • Yazar:
Muhammad al-Shahrastani
  • Kitap Sayısı
484
  • Dil:
Türkçe
  • Görünümleri:

Loading

  • PDF Doğrudan  
İndirme için tıklayın
  • Satın al  
Kağıt Kapak için

DINLER VE MEZHEPLER TARIHI – kitap örneği

İçindekler

EBU’L-FETH MUHAMMED B. ABDULKERİM ŞEHRİSTÂNÎ

İslâm dünyasının tanıdığı âlimlerin önde gelenlerinden birisidir. Yazdığı ve tercümesi­ni elinizde tuttuğunuz el-Milel ve’n-Nihal adlı eseri, ismini yaşatan en önemli çalış­masıdır.

469/1079 tarihinde memleketi Şehristan’da dünyaya geldi. Sonraki dönemde iyi tanın­masına rağmen çocukluk dönemi ve ailesi ile alakalı bilgimiz yoktur.

Memleketinde Arap dili ve edebiyatı, hesap, mantık vs. gibi âlet ilimlerini öğrendikten sonra, asıl İslâmi ilimleri öğrenmek için ilmî seyahatlere çıktı. İlk olarak Nİşabur’a gitti. Burada dini ilimler sahasında kendini yetiştirdi. Fıkıh ve usûlünü, kelâm, cedel usulü ve Uahiyyat felsefesi gibi ilimleri öğrendi.

Buradan ayrıldığı zaman artık tanınmış biriydi. Harizm’e geçti, orada tedris vazifesiyle meşgul oldu. Hacca gitmek niyetiyle buradan ayrıldı. Hacc dönüşü Bağdâd’a uğradı. İslâm dünyasının tanınmış ilim merkezlerinden sayılan Nizamiye Medresesinde üç yıl ders verdi.

Selçuklu Sultanı Sencer’in veziri Ebul Kasım Muhammed’e danışmanlık yapmak üzere Horasan’a geçti. Bu hizmette 12 yıl kadar kaldı. EI-Mİleİ ve’n-Nihal isimli eserini burada kaleme aldı ve adı geçen vezire ithaf etti. Bu vazifeden azledikten sonra Tirmiz kentine gitti.

Ömrünün son yıllarını memleketi Şehristan’da geçirdiği anlaşılmaktadır. Talebesi es-Sem’âni, onun 548/1153 yılı Şaban ayında burada vefat ettiğini kaydetmektedir.

Hayatını kaleme alanlar, onun yazdığı yirmi kadar eserinden bahsederler. Eserlerinin başında elinizdeki tercümeyi zikretmek gerekir. Bu eserde, vezirin isteği üzere Islami fırkaları tanıtmış, bunların Sünni çizgiye muhalif yönlerini belirtmiştir. O dönemdeki felsefi çalışmaları zikretmiş, Sokrat, Eflatun, gibi Yunan filozoflarını fikirlerinin ana hatlarıyla zikretmiştir. İbn Sina gibi İslâm filozoflarının çalışmalarına temas etmiş, onları fikirleriyle kısa kısa tanıtmıştır. İslâm dışındaki dinlerden Yahudilik ve Hıris­tiyanlığı anlatmış, sabiilik, haniflik, mecusilikten bahsetmiş ve uzak doğu Hint dinle­rine de temas ederek eserini bitirmiştir. Tanıttığı fırka veya dinle ilgiü bilgileri bizzat kendi kaynaklarından nakletmiş, anlatımına kendi yorumlarını katmamıştır.

Bu eserinin dışında Nihâyetu’l-İkdam fi İlmi’l-Kelâm isimli bir kelâm kitabı ve İbn Sina’nın eserlerinin İslâm ilahiyatı bahsindeki hatalarına karşı bir reddiye mahiyetinde kaleme aldığı el-Musara’a isimli bir çalışması daha vardır. Bunların dışındaki çalışma­larından şimdilik haberdar değiliz.

Giriş

Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla…

Verdiği tüm nimetlere şükreden kulların hamd ediş tarzıyla, hanıd olsun Allah’a. Lâyık olduğu veçhile, tüm güzel ve kutlu övgüler O’nadır. Aİlah, peygamberlerin sonuncusu, rahmet peygamberi, seçilmiş Muham-med’i ve onun ehlini; tıpkı İbrahim ve ehli gibi selamı ve bereketiyle kuşatsın. O yüce ve Övgüye en layık olandır.

Allah Teâlâ beni dünyadaki tüm din mensuplarının, çeşitli felsefe ve kanaat sahiplerinin görüşlerini inceleyip bunların kaynaklarına İnmeye, en önemli fikirlerini ve meşhur yönlerini öğrenmeye muvaffak kıldığı zaman hepsinin bakış açılarını muhtasar bir eserde toplamayı uygun gördüm. Umulur ki bu eserim, sağduyu ile bakanlara ibret, ibret almak için bakan­lara da bir sağduyu rehberi olur.

Asıl konuya dalmadan şu beş meseleyi ele almamız şarttır:

1- Yeryüzündeki insanların kısaca taksimi.

2- islâm fırkalarını saymada esas alınacak ana ilkenin tesbiti.

3-  insanlar arasında beliren ilk şüphe, bu şüphenin kimden kaynak­landığı ve terviç edildiği.

4- İslâm inancında ortaya çıkan ilk şüphe, bu şüphenin kimden kay­naklandığı, nasıl dallandığı ve terviç edildiği.

5- Kitabımızın belli bir hesap yöntemine göre düzenlenmesinin nede­ni.

Yeryüzü Halkının Taksimine Dair

1- Bir grup âlim insanlığı, yaşadıkları yedi bölgeye (iklîm) göre tak­sim etmiş ve bölge farklılıklarının ortaya çıkardığı ten ve dil ayrılığı ile bunların dayandığı tabiat ve kişilik ayrışması üzerinde durmuştur.

2- Bir başka grup, insanları Doğu, Batı, Güney, Kuzey olmak üzere yaşadıkları bölgelerin hangi cihette olduğuna bakarak dört kısma ayırmış ve her bölgenin payına düşen mizaç ve örf farklılığı üzerinde durmuştur.

3- Üçüncü bir grup ise, insanları mensup oldukları milletlere göre ayırmıştır. Onlar, büyük millet olarak Araplar, İranlılar, Romalılar ve Hintlileri saymışlardır. Daha sonra bu milletleri de ikiye ayırmış; Araplar­la Hintlilerin anlayış bakımından uyuşarak, varlıkların temel özellikleriyle ilgilendiklerini, mahiyet ve hakikatlere göre hüküm verdiklerini ve ruhanî unsurları çok kullandıklarını söylemişlerdir. Romalıların ise İranlılarla uyuştuklarını ve varlıkların doğal yönlerini ortaya koymaya, keyfiyet ve kemmiyetlerine göre hüküm vermeye eğilimli olduklarını, cismânî unsur­ları daha çok kullandıklarını ifade etmişlerdir.

4- Bir başka topluluk ise insanları görüş ve mezheplerine göre taksim etmiştir ki, kitabımızın maksadı ve mevzuu da budur. Sağlıklı bir taksime göre insanlık, din sahibi olanlar ile akıl ve nevalarına uyanlar şeklinde iki­ye ayrılır.

Din sahipleri arasına genel olarak Mecûsîler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar girmektedir.

Akıt ve nevalarına uyanlar araşma ise filozoflar, maddeciler (dehrUer), Sâbİîler, yıldızlara ve putlara tapanlarla Brahmanlar girer.

Bunların hepsi de kendi içlerinde çeşitli fırkalara ayrılmışlardır. Akıl ve heva ehlini görüşleri itibarıyla belli bir sayı ile belirlemek mümkün değildir- Din sahipleri, bilinenler ışığında belli sayıda mezhep ve fırka ile sınırlıdır. Buna göre Mecûsîler yetmiş, Yahudiler yetmiş bir, Hıristiyanlar yetmiş iki, Müslümanlar da yetmiş üç fırkaya ayrılmışlardır. Bütün bu

fırkalar arasında kurtuluşa erecek olan ise tek bir fırkadır. Çünkü iki zıt İddia karşı karşıya geldiğinde hak bunlardan birinde yer alır.

Tekabül kurallarına göre karşı karşıya gelen iki kaziyede mutlaka doğ­runun bir tarafta, yanlışın da Ötekinde bulunması gerekir. Akılla bilinen hususların dayandığı metodlara göre herhangi bir konuda birbiriyle çelişen hasımlardan her ikisinin de hak üzere olması imkânsızdır. Aklî meselelerde hak, tek olduğuna göre bütün meselelerde de tek bir fırkanın hak üzere olması gerekir. Bu husus, akıl yoluyla bilindiği gibi nakille de teyit edilmiş­tir. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Yarattıklarımızdan Öyle bir ümmet var ki hak ile yol bulur ve onunla hükmederler.” (A’râf, 7/181) Allah Resulü (saliailâhu aley­hi ve selkm) de şöyle buyurmuştur: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan sadece biri kurtuluşa erecek, diğerleri helak olacaktır.” “Bu fırka hangisidir?” diye sorulduğunda ise şöyle buyurdular: “Ehl-i Sünnet ve’1-Cemaat’tir.” “Ehli Sünnet ve’1-Cemaat kimlerdir?” diye sorulduğunda ise şöyle cevap verdiler: “Halihazırda benim ve ashabımın bulunduğu yol üzere olanlardır.” (Hakîm, Müstedrek, I. 218-219; İbn Mace, Rten, 17)

Allah Resulü (saliallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden bir topluluk Kıyamet gününe kadar hak üzere durmaya devam eder.”(Buhârî, Ftisam, 10)

Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez.” (Heyscmî, MecmeuVZevaid, V, 218,219)

İslâm Fırkalarını Saymada Esas Alınacak Ana İlkenin Tesbiti

Biliniz ki İslam fırkalarının belirlenmesi hakkında âlimlerin birçok metodu vardır. Ancak bunlar belli bir asıl veya nassa ya da varlık hakkında bilgi veren temel kurallardan herhangi birine dayalı değildir. Müellifler, bu fırkaları tasnif ederken belli bir yöntem üzerinde ittifak etmemişlerdir.

Bilindiği üzere herhangi bir meselede bir görüşle diğerlerinden ayrılan birinin müstakil bir fikir sahibi sayılması söz konusu değildir. Aksi takdirde itikadı görüşler, tasnif ve sayıma tâbi tutulamayacak kadar çok olur; meselâ, cevherlerin hükümleriyle ilgili bir meselede farklı bir görüşü olan, müstakil itikadı görüş sahibi sayılır. Öyleyse, hakkında ihtilaf edildi­ği zaman bu ihtilafın müstakil bir itikadı görüş, sahibinin de müstakil fikir sahibi sayılacağı meselelere dair bir “ana ilke”nin bulunması gerekir.

Kelamcılardan herhangi biri, böyle bir ilke belirleme yoluna gitme­miştir. İslâm fırkalarım, kendi yaklaşımlarına göre tasnif etmiş, çoğunluk­la da daha öncekileri takip etmişlerdir. Bu tasnifi yaparken istikrarlı bir yasaya ve kalıcı bir metoda dayanmamışlardır. Bunların geneli, fırkalarla ilgili değerlendirmelerinde kolay yolu seçerek dört temel asıldan hareket etmişlerdir. Bu dört asıl şunlardır:

a- Sıfatlar ve sıfatlarda tevhid meselesi. Bu aslın alt başlığında yer alan ana konular şunlardır: Ezelî sıfatlar ki bunlar bazı cemaatlar tarafından kabul edilirken bazıları tarafından reddedilmektedir. Zât-ı İlahfnin sıfat­larının açıklaması. Fiilî sıfatların açıklaması. Allah Teâlâ hakkında vacip, caiz ve imkânsız olanların belirlenmesi. Bu konularda Eş’ariye, Kerrâmi-ye, Mücessime ve Mu’tezİle arasında farklılıklar söz konusudur.

b-  Kader ve kaderde adalet meselesi. Bu da birtakım alt meselelere ayrılmaktadır. Kaza, kader, cebr, kesb, hayır ve şerri irâde etme, makdur ve malûm gibi. Bunlar, bazı ekoller tarafından isbât edilirken bazıları tarafından da nefyedilmektedir. Bu mesele hakkında ihtilafa düşenler ise Kaderiye, Neccâriye, Cebriye, Eş’ariye ve Kerrâmiye fırkalarıdır.

c- Va’d, va’îd, İsimler ve hükümler meselesi. Bu mesele de şu alt başlık­lara sahiptir: İman, tövbe, va’îd, irca (erteleme), tekfir, tadlîl (saptırma). Bunlar, bazı cemaatlar tarafından isbât edilirken bazıları tarafından da nef-yedilirler. Bu konuda ihtilafa düşen fırkalar, Mürcie, Va’îdiyye, Mu’tezİle, Eş’ariye ve Kerrâmiye’dir.

d- Sem’, akıl, risâlet ve imamet meselesi. Bu mesele ise şu konulara şâmildir: Tahsîn-takbîh (hüsün-kubuh meselesi), salâh-aslah (Allah’ın kul­ları için en uygun olanı yaratma mecburiyeti meselesi), lutf ve peygamber­likte ismet. İmametin şartları bazı cemaatlara göre nas ile, bazılarına göre icmâ ile belirlenmiştir. İmametin başka bir şahsa geçmesi de bazılarına göre nas yoluyla, bazılarına göre de icmâ yoluyla olur. Bu konuda ihtilafa düşen fırkalar Şîa, Hâriciye, Mu’tezİle, Kerrâmiye ve Eş’ariyc’dir.

Bu meselelerden herhangi birinde kendine ait bağımsız bir görüşü olan her İmamın bu görüşü mezhep, bu mezhepte ona tâbi olanlar da bir fırka sayılır. Bu temel meseleler dışında, bunların alt başlıklarından herhangi birinde diğerlerinden farklı düşünen âlimin görüşü ise mez­hep sayılmaz. Dolayısıyla o görüşte kendisine tâbi olanlar da fırka teşkil etmez. Böyle bir âlim, ana meselede uygun düştüğü imamın mezhebi kap­samında sayılır. Onun diğer görüşleri de başlı başına bir mezhep sayılma­yan fer’iyâta dahil edilir. Bu noktadan bakıldığında mezheplerin sonsuz sayıda olmadığı ortaya çıkar. Temel ihtilaflara konu olan ana meseleler belirlendiği için, müslüman fırkaların taksimi de buna göre yapılabilmek­tedir. Buna göre çeşitli ortak noktalarına rağmen temel meselelerde farklı düşünen dört kelam mezhebi şunlardır:

A-  Kaderiyye

B- Sıfatiyye

C- Haricîler

D- Şîa

Bu fırkalar, bazı konularda aynı, bazı konularda farklı görüşlere sahip olmuşlar ve her biri de birçok dallara bölünmüştür. Yetmiş üç fırka, işte bu dört ana fırkanın dallarından oluşmaktadır.

Kelam mezhepleriyle ilgili olarak kitap telif eden âlimler, bunların tasnifinde şu iki yolu izlemişlerdir:

1- Öncelikle ihtilafa konu olan ana meseleler ortaya konulmuş ve bun­lardan her biri hakkında farklı görüşü olan mezhep sahipleri ve bunların fırkaları zikredilmiştir.

2- Mezhep sahipleri ve fırkaları sıralandıktan sonra bunların temel meseleler hakkındaki görüşleri sırayla zikredilmiştir.

Bu eserimizde izlenen usûl ise ikincisidir. Çünkü kanaatimize göre, kelam mezheplerinin tasnifi bu şekilde daha sağlıklı ve hesap açısından daha uygun olmaktadır.

Biz de her mezhebi, mezhep sahiplerinin kendi kitaplarında yazdıklarına dayanarak nakledeceğiz. Böylelikle hiçbir kelam mezhebine bağlı kalma­yacak, önyargılı davranmayacak, görüşlerini sahih ve fasit, hak veya bâtıl olarak nitelemeyeceğiz. Çünkü aklî delillerin kıvnmlarındaki hak ışıkları ve bâtıl esintileri duru zihinlere gizli kalmayacaktır. Başarı Allah Teâlâ’dandır.

3- Mesele

 

İnsanlar Arasında Ortaya Çıkan İlk Şüphe

Halk arasında ortaya çıkan İlk şüphe, lanetli Iblis’in ortaya attığı şüphedir. Bu şüphenin kaynağı; nass karşısında şahsî görüşü öne sürmesi, emir karşısında arzu ve hevayı tercih etmesi ve yaratıldığı özün, Adem Peygamberin (sallallâhu aleyhi ve selîem) yaratıldığı özden daha üstün olduğu­na inanmasıydı.

Iblis’in bu şüphesinden yedi şüphe daha doğmuş ve insanların zihin­lerine yerleşmiştir. Bu şüpheler zaman içinde bidat ve dalâlet ehlinin mez­hepleri haline gelmiştir. Sözkonusu şüpheler tahrif edilmiş Tevrat ve dört İncil’de de yer almıştır.

Rivayete göre günahkâr İblis, Adem Peygambere secde etme emrine uymayınca meleklerle arasında bir münazara yaşanmıştı. İblis, melekle­re şöyle dedi: “Kesinlikle kabul ediyorum ki Hak Teâlâ benim de diğer yaratılmışların da İkhı’dır. Kadir ve Alim’dir. Kudret ve irâdesinden suâl edilmez. Bir şeyi murâd ettiği zaman Ol der, o da oluverir: Bir şeyi murad ettiği zaman O’nun emri ancak Ol! demesidir. Olur.” Ancak O’nun hikme­tinin tecelli şekline yönelik birçok soru mevcuttur.”

Bunun üzerine melekler şöyle dediler: “Bu sorular nelerdir ve kaç tanedir?”

İblis şöyle karşılık verdi: “Bunlar yedi sorudan ibarettir.

İlk soru şudur: Hak Teâlâ beni yaratmadan önce benden sâdır olacak şeyi bildiği halde beni niçin yarattı? Yaratılış hikmetim neydi?

ikinci soru şudur: İrâde ve dilemesi gereği beni yarattı. İtaatimden kendisine bir yarar, masiyetimden de bir zarar gelmediği halde niçin ken­disini bilmek ve itaat etmekle mükellef kıldı? Bu mükellefiyetin hikmeti neydi?

Üçüncü soru şudur: Beni yaratıp marifet ve itaatiyle mükellef kıldı. Ben de bu mükellefiyetin gereğini yaptım. Peki daha sonra neden Adem’e (aieyhisselâm) itaat ve secde ile emir buyurdu? Bu mükellefiyet, marifet ve İtaatimi artırmayacakken bundaki hususî hikmeti neydi?

Dördüncü soru şudur: Hak Teâlâ beni yaratıp genel ve özel anlamda mükellef kıldıktan sonra ben Adem’e (afeyhisselâm) secde etmeyince niçin lanetledi ve cennetten çıkardı beni? Halbuki benim, ‘Senden başkasına secde etmem!’ demekten başka bir kabahatim olmamıştı. Bunun hikmeti neydi?

Beşinci soru şudur: Beni yaratıp genel ve özel anlamda mükellef kıl­dıktan ve itaatsizliğimden dolayı bana lanet ederek cennetten kovmasından sonra neden Adem’le irtibat kurmama imkân verdi? Bu şekilde ikinci kez cennete girdim ve vesvese vererek onu kandırdım. Yasak olan ağaçtan yemesini sağladım. Halbuki beni cennete sokmasaydı Adem oğulları ben­den uzak durur ve cennette ebediyen yaşarlardı. Böyle yapmasının hikmeti neydi?

Altıncı soru şudur: Beni yaratıp genel ve özel anlamda mükellef kıl­dıktan ve lanetine muhatap ettikten sonra cennete girmeme engel olmadı. Düşmanlık benimle Adem arasında iken neden beni onun çocuklarına da musallat kıldı? Ben onları görürken, onlar beni göremezler. Benim vesvese ve tuzaklarım onlara tesir ederken onların güç ve kuvvetleri beni etkileyemez. Peki bundaki hikmet nedir?

Yedinci soru ise şudur: Hak Teâlâ beni yaratıp mutlak ve mukayyed surette mükellef kıldı. Enirine itaat etmediğimde ise bana lanet ederek kov­du. Cennete girmek istediğimde ise bana izin verdi ve beni ona musallat etti. İşimi gördükten sonra beni cennetten tekrar çıkardı ve Adem oğluna musallat etti. Peki O’ndan mühlet istediğimde neden bana mühlet verdi? O’na şöyle demiştim: ‘Diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.’ Buyur­du ki: ‘Muhakkak sen, belli vakte kadar mühlet verilmişlerdensin.’ (A’râf, 7/13) Eğer beni o an helak etmiş olsaydı, insanlar benden kurtulmuş olur ve yeryüzünde kötülük olmazdı. Dünyanın dirlik ve düzen üzere kalması kötülükle dolup karmakarışık hale gelmesinden daha iyi değil midir? Bana mühlet verilmesinin hikmeti nedir?”

İncil sârini şöyle demiştir:

“Bunun üzerine Hak Teâlâ meleklere şöyle buyurdu: Ona deyin kî: Senin ve bütün yaratılmışların ilahı olduğuma dair tasdik ve teslimiyetinde samimi ve dürüst değilsin. Eğer öyle olsaydın benim hakkımda ‘Niçin’ diye­rek hüküm yürütmezdin. Ben, O Allahım ki Ben’den başka ilah yoktur. Yaptığımdan suâl edilmez. Yaratılmışların yaptıkları ise sorguya tâbidir.”

Yukarıda zikrettiğimiz hususlar Tevrat’ta mevcut olduğu gibi İncil’de de aynen yer almaktadır.

Bu konuda bir süre düşündükten sonra şu görüşe vardık: İyi bilin­melidir ki Adem oğlu arasında ortaya çıkan her türlü şüphe ve kuşku, şey­tanın saptırma ve vesveselerinden kaynaklanmaktadır. Şeytanın şüpheleri yedi tane olduğu gibi, bidat ve dalâlet mezheplerinin belli başlı olanları da yedi ana kolda toplanmıştır. Dalâlet ve küfr ehlinin fırkaları, ne kadar çok da olsalar bu yedi şüpheden uzak kalamazlar. İfadelerde ve izlenen yollar­da farklılık varsa, bu, tohum gibî [birbirine benzer] sapkınlık türlerine nis-betle böyledir. Hepsinin dayandığı nokta İse, hakkı teslim ettikten sonra O’nun emrini inkâr etmek ve nas karşısında nevaya meyletmektir.

Nuh (afeyhİsselâm), Hûd (aleyhisselâm), Salih (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisse-İâm), LÛt (aleyhisselâm), Şuayb (aleyhisselâm), Musa (aleyhisselâm), İsa (aleyhisselâm) ve Allah Resulü (salkllâfau aleyhi ve sellem) ile mücâdele edenlerin hepsi de lanetli şey-tanın yolundan giderek türlü şüphe ve tereddütler izhâr etmişlerdir. Bunların ortak hedefi, yüklenmek istenen mükellefiyetten sıyrılmak ve şeriat mübelliğ-lerinin getirdikleri emir ve yasakları toptan inkâr etmekti. Nitekim onların söyledikleri “Yoksa beşer mi bize yol gösterecek?” (Tegâbün, 64/6) lafıyla lanetli İblis’in söylediği “Çamurdan yarattığın bir varlığın önünde mi eğileceğim?” (İsrâ, 17/60) lafı arasında hiçbir fark yoktur. İşte ihtilaf ve kavganın koptuğu nokta budur. Söz konusu yol ayrımı hakkında Kuran-ı Kerîm’dc şöyle buy-rulmaktadır: “Hidayet rehberi geldiğinde insanları iman etmekten alıkoyan, ‘Yoksa Allah bir beşeri mi peygamber gönderdi?’ iddiasından başkası değil­dir.” (İsrâ, 17/94) Görüldüğü gibi insanların iman etmesini engelleyen temel etken bu düşüncedir. Bu anlamda İblis hakkında da aynı durum söz konusu olmuştur: “Sana emrettiğimde secde etmene engel olan nedir? Dedi ki: Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.” (A’râf, 7/11) İblis’in soyundan gelen zürriyeti ise şöyle demişlerdir: “Ben, zavallı ve nerdeyse konuşamayan bu kimseden daha üstün değil miyim?” (Zuhruf, 43/52) Aynı şekilde daha sonra yaşayan inkarcıların söylediklerine baktığımızda öncekilere aynen uyduğunu görürüz: “Daha öncekiler de aynen onların söyledikleri gibi söylediler. Kalpleri benzeşmiş tir.” (Bakara, 2/118) “Daha önce yalanlamış olduklarına elbette inanacak değillerdi.” (Yûnus, 10/74)

İlk lanetli, akıl yürütülmeyecek bir konuda akim hakemliğine başvu­runca, Yaratanın hükmünü yaratılan, yaratılanın hükmünü de Yaratan üzerinde icra etmek kaçınılmaz oldu. Yaratanın hükmünü yaratılan üze­rinde icra etmek, aşırılıktır. Yaratılanın hükmünü yaratana icra etmek ise büyük bir yanlıştır.

Birinci şüpheden doğan mezhepler Hulûliyye, Tenâsühiyye, Müşebbi-he ve birtakım aşırı Rafızî fırkalarıdır.

İkinci şüpheden Kaderiye, Cebriye ve Mücessime mezhepleri ortaya çıkmıştır. Bunlar Allah Teâlâ’mn sıfatlan noktasında hata etmiş ve O’nu mahlukâtın sıfatlarıyla tavsif etmişlerdir.

Mu’tezile fiillerde teşbih taraftarı iken Müşebbİhe fırkası sıfatlarda hulûlcüdür. Bunlar gözlerinden herhangi biri kör olan fırkalardır.

“Bİzim için hasen (İyİ-güzel) olan Hak için de hasen, bizim için kabîh (kötü-çirkin) olan hak için de kabîhtir” diyen kimse, Allah Teâlâ’yı insanla­ra teşbih etmiş olur. Allah Teâlâ’mn halkın sıfatlarıyla tavsif edilmesi veya halkın O’nun sıfatlarından biriyle tavsif edilmesi fikrine meyleden kimse­nin haktan itizâl ettiğine (ayrıldığına) hükmedilir. Kaderiye fırkasının aslı, her şeyde illetin ardına düşmektir. Bu, lanetlenmiş İblis’in de hareket nok­tasıdır. Çünkü o, önce yaratılışın, sonra mükellefiyetin illetini, ardından Adem Peygamber’e (aleyhisselâm) secde etmedeki yararını sorgulamıştır. Hâriciye işte bu sorgulamadan doğmuş ve bu fırkanın mensupları Allah Tealâ’dan başka hakem olmadığını, insanların hakem olamayacaklarını iddia etmişlerdir. Onların bu iddiaları ile lanetli İblis’in “Balçıktan, işle­nebilen kara topraktan yarattığın insana secde edemem” (Hicr/33) sözü arasında hiçbir fark yoktur. Kısaca söylemek gerekirse emirlerin maksat­larının ardına düşen iki taraf da kınanmıştır.

Mu’tezile mensupları tevhid konusunda aşırıya kaçmış, sıfatları nefye-derek ta’tîl yanı sıfatları geçersiz kılma fikrine ulaşmışlardır.

Râfizîlcr, nübüvvet ve imamet konularında aşırıya giderek hulul fik­rine sapmışlardır.

Haricîler, insan irâdesini iyice daraltarak, insanların hakemliğini red­detme noktasına varmışlardır.

Dikkatle düşünüldüğü zaman sapkın fırkalar arasında görülen şüphe­lerin hemen tamamı, lanetli İblis’in şüphelerinden kaynaklanmış olup onun hile ve tuzaklarından doğmuştur.

Ahir zamanda vuku bulan şüphelerin tamamı, ilk devirde ortaya çıkmış şüphelerdir. Allah Teâlâ da işte bu yüzden şöyle buyurmuştur: “Şey­tanın adımlarını izlemeyin. Muhakkak o, sizler için açık bir düşmandır.” (Bakara, 2/168) Allah Resulü (sallaiMhu aleyhi ve sellem) de ümmetimizin sapkın fırkalarından her birini geçmiş ümmetlerden birine benzeterek şöyle buyurmuştur: “Kaderiye bu ümmetin Mecüsileri, Müşebbihe Yahudileri, Râfiziler ise HirİS tiyanlandir.” (Hakîm, Mtistedrek, 1/159; Müsned, 5/406; Taberânî, Mucemu’s-Sağir, 7/36) Her ümmetin şüpheleri, kendi zamanlarında yaşayan inkarcı ve münafıkların şüphelerinden kaynaklanın ıştır.

Allah Resulü (sallaflâhu aleyhi ve sellem) İslâm Ümmetinde ortaya çıkacak fırkalar hakkında şöyle buyurmuştur: “Sîzden önceki ümmetlerin yollarına girecek, onları aynen ok tüyleri gibi birebir, aynı yere basan ayak izleri gibi takip edeceksiniz. Öyle kî keler deliğine girseler, siz de gireceksiniz,” (Buhârî, İstisam, 14; Müslim, İlim, 6; İbn Mâce, Fiten, 17; Müsned, 2/327; Taberî, Tefsir, 6/412)

4- Mesele

İslâm’da Ortaya Çıkan İlk Şüphe

Bu başlık altında İslâm Ümmeti’nde ortaya çıkan ilk şüphe, bu şüphe­nin kaynağı, kimler tarafından ortaya atıldığı ve nasıl dallandığı açıklana­caktır.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi son ümmette ortaya çıkan şüphe­ler, insanoğlunun tarihinde ortaya çıkan ilk şüphelerin aynısıydı. Bundan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki her peygamberin zamanında bu şüphelerin bir kısmı veya tamamı gündeme getirilmiştir. İslâm Ümmeti’nin ilk devrinde ortaya atılan şüpheler de öncelikle Allah Resûlü’nün (saUallâhy ve sellem) döneminde O’nun karşısına çıkan küfr ve ilhâd ehli, özellikle de münafıklar tarafından ortaya atılmıştır. Aynı grupların diğer peygamber­lere karşı çıkarken de benzer şüpheleri öne sürdüklerini bilmemize rağmen, g -çen uzun zamandan dolayı bunlar unutulup gitmiştir.

Gayet açıktır ki bu ümmetin bütün şüpheleri, Allah Resûlü’nün (saüal-fâhu aleyhi ve sellem) devrinde yaşayan münafıklardan kaynaklanmıştır. Çünkü onlar, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) emir ve yasaklarına rıza göstermez, sorulması sakıncalı konulan sorar, tartışılmayacak meseleleri haksız şekilde tartışırlardı.

Bu bağlamda en güzel örnek, ZH-Huvaysira et-Temîmî hadisidir. “Zi’1-Huvaysira et-Temîmî ile Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve seilem) arasında şöyle bir konuşma geçmişti:

– Adil ol ey Muhammedi

– Ben âdil değilsem, kim âdil olabilir?

–  Yaptığın taksim, Allah rızası gözetilmemiş bir taksimdir.” (Buhârî, Menâfcıb, 25; Edeb, 95; Müslim, Zekât, 148; Müsned, 219)

Görüldüğü üzere bu söz, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) açıkça karşı çıkışı ifade ediyordu. Hak İmama karşı çıkan biri İslâm toplumu dışında sayılıyorsa, Allah Resûlü’ne {saliallâhu aleyhi ve sellem) karşı çıkan kim­senin durumu, ııas karşısında hevâya sarılma ve aklî kıyasa başvurarak emre isyan etme konusunda en açık Örnek değil midir? Nitekim Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu adam hakkında şöyle buyurmuştur;

“Bu adamın soyundan öyle bir topluluk türeyecektir ki okun yay­dan fırlayıp çıkması gibi dinden çıkacaklardır.” (Buhârî, Tevhid, 23; Enbiyâ, 6; Müslim, Zekât, 142; Ebû Davud, Sünnet, 28)

Uhud savaşında münafıklardan bir grubun yaptıkları da şu ayet-i keri­mede anlatılmaktadır:

Dediler ki: Bu işte bizim bir fikrimiz var mı? Bu işte bizim fikri-Jz alınsaydı, burada öldürülmezdikP (Ai-i îmrân, 3/154) “Onlar yanımızda yalardı, ölmez ve öidürülmezlerdi.” (Al-i İmrân, 3/156) Bütün bu ifadeler, e (insanoğlunun kendi kaderini tayin edeceği) fikrini ileri sürmek- nedir? Müşriklerden bir topluluk ise şöyle demiştir: “Eğer Allah dilemiş olsaydı O’ndan başkasına tapmazdık.” (Nahl/34) Başka bir topluluk ise şöyle demiştir: “Dilese Allah’ın yemek vereceği kimseleri biz mi besle­yelim?” (Yasta, 36/47)

Başka bir topluluk ise Allah Teâlâ’nın celâli üzerindeki düşünceleri ve fiilleriyle ilgili tasarruflarından hareketle O’nun zâtı hakkında mücâdeleye girdikleri için bundan men edilerek tehdit edilmişlerdir: “Onlar pek kuv­vetli olan Allah hakkında çekişirken O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar.” (Ra’d, 13/13)

Bütün bunlar, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sdlem) bütün gücü, kud­reti ve şevketiyle yaşadığı devirde ortaya atılmış şüphelerdir. Münafıklar O’nun devrinde hile ve tuzaklarını kurmaya devam etmiş, müslünıan olduklarını söyleyip küfürlerini gizlemeye çalışmışlardır. Ancak Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve selkm) attığı her adımda O’na karşı çıkarak ve kararları hakkında kuşkular doğurarak İtirazlarını sürdürmüşlerdir. Yaptıkları bu İtirazlar, o günlerde tohum hükmünde iken zaman içinde yeşererek meyvelerini vermeye başlamıştır.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve seilem) hastalığı ve vefatı sırasında yaşanan ihtilaflar İse İçtihadı ihtilaflar olarak nitelenmiştir. Bunlar, daha çok şer5! görevlerin yerine getirilmesi ve dinin yaşatılmasıyla ilgili endişe­lere dayanmaktadır.

Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve selkm) hastalığı esnasında yaşanan birinci ihtilafı, İmam Buharı Abdullah b. Abbas’m rivayetiyle şöylece aktarır:

“Resûlullah’ın (salialiâhu aleyhi ve seilem) vefatıyla sonuçlanan hastalığı şiddet­lendiğinde; ‘Bana kalem ve kâğıt getirin, benden sonra sapmamanız için size bir yazı yazayım.’ buyurdu. Ömer (radıyallahu anh): ‘Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve seilem) hastalığın ızdırabı galebe çalmıştır, bize Allah’ın kitabı yeter.” dedi. Bunun üzerine laf çoğaldı, Hz. Peygamber: ‘Çekilin yanımdan, benim yanımda çekişme olmaz!’ buyurdu. Bizimle Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve seilem) yazısı arasına giren felaket ne kadar büyüktü.” (Abdurrezzak, Musannaf, 5/439; İbn Sa’d, Tebakat, 2/244; müsned, 1/325)

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve seilem) hastalığı esnasında yaşanan ikinci ihtilaf şudur: Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve seilem) hasta döşeğinde iken şöyle buyurmuştu: “Üsâme’nin ordusunu donatın. Geri kalana Allah lanet etsin!” (Vakidî, Megâzî, 3/1119; İbn Sa’d, Tabakat, 2/190) Bunun üzerine bir topluluk şöyle dedi: “O’nun emrini yerine getirmemiz gerekir. Üsâme (radıyallahu anh) da Medine’den çıktı.” (İbn Hişâm, Es-Siretü’n-Nebeviyye, 4/218, 224)

Bîr başka topluluk ise şöyle dedi: “Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve seilem) hastalığı iyice ağırlaştı. O’ndan ayrılmak bize zor geliyor. Durum böyle olduğu için iş bir sonuca ulaşıncaya kadar sabredelim.”

Bu iki ihtilafı zikretmemizin nedeni, muhaliflerin, bu görüş farklılığının dinî esaslardaki ihtilaflar üzerinde etkin olduklarını düşünme ihtimalleridir. Oysa işin aslı böyle değildir. Her iki ihtilafta da endişe edi­len husus, kalplerin hüzne boğulması halinde bile dinî emirlerin yerine getirilmesi ve tutuşabilecek fitne ateşinin baştan söndürülmesidir.

Üçüncü İhtilafa gelince, Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve seilem) vefat etti­ğinde Ömer (radiyaUahu anh) ŞÖyle demişti: “Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve

seilem) ölmedi. Hz. İsa (aleyhisselâm) gİbİ göğe çekildi. Onun öldüğünü söyle­yeni bu kılıcımla katlederim!” Buna karşılık Ebu Bekir (radıyallahu anh) şöyle dedî:” Her kim Hz. Muhammed’e ibadet ediyorsa, iyi bilsin İd O vefat etti. Her kim de Hz. Muhammed’İn Rabbİne İbadet ediyorsa bilsin kİ, O ölmez ve asla fena bulmaz!” Sonra: “Muhammed ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Eğer ölür veya öldürü-lürse topuklarınızın üstünde gerisin geri mİ döneceksiniz? Topuklarının üstünde geri dönenler Allah’a asla zarar veremeyecektir. Allah şükredenle-ri ödüllendirecektir.” (Ai-i İmrân, 3/143) ayet-i kerimesini okudu. (İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 4/227-228) Halk bu ayet-i kerimeyi işittiği zaman Ebu Bekir’in (radıyallahu anh) sözüne uyup Ömer’in (radıyaliahu anh) sözünü terkettİ. Ömer (radıyallahu anh) şöyle dedi: “O’nun vefatı beni öyle hayret ve dehşete düşürmüştü ki, Ebu Bekir (radıyallahu anh) okumazdan önce bu ayeti sanki hiç İşitmemiş gibi oldum.” (İbn Sa’d, Tabakat, 2/268)

Dördüncü ihtilaf, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve seilem) defin yeri konusunda yaşandı. Muhacirler, Fahr-i Alem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğum yeri ve aile yurdu diyerek naaşım Mekke’ye götürmek istediler. i-nsar ise, hicret ve zafer yurdudur diyerek Medine’ye defnetmek iste­di. Sahabeden bir başka topluluk ise, Kudüs peygamberlerin mezarlığı ve onun da miraca çıktığı yerdir diyerek oraya defnetmek istediler. En sonunda “Peygamberler, öldükleri yere defnedilirler” (İbn Mace, Cenâiz, 65, Müsned, 1/7) hadisine ulaşarak Medine’de defnedilmesi üzerinde fikir birli­ğine vardılar.

Beşinci ihtilaf, imamet (hilâfet) konusunda yaşanmıştır. Ümmet arasında yaşanan en büyük ihtilaf, imamet konusunda olmuştur. İslâm tarihinde, imamet meselesinde olduğu kadar başka hiçbir dinî meselede kılıçlar çekilmemiştir. Ancak Asr-ı Saâdet’te yaşanan ihtilaf, Hak Teâlâ’nın lütfuyla kan dökülmeden çözülmüştür. İmamet konusunda muhacirlerle ensâr arasında fikir ayrılığı doğmuştu. Ensâr muhacirlere, “Sizden bir emîr, bizden bir emir olsun” dediler ve kendi emirleri olarak da Sa’d b. Ubâde el-Ensârfyi (radıyaliahu anh) seçtiler. Ebu Bekir ve Ömer (radıyaliahu anlı) duruma hemen müdâhale ederek Benî Sâide’nin avlusunda onlarla konuştular. Ömer (radıyallahu anh) bu olayı şöyle anlatmıştır: “Yolda güzel bir konuşma yapmak için kendi kendime cümleler kuruyordum. Konuş­mak istediğim zaman Ebu Bekir (radıyallahu anh) araya girerek ‘Sen dur ey Ömer!’ dedi. Ardından Allah Teâlâ’ya hamd ü senada bulundu. Söylemeyi tasarladıklarımı sanki gaybı biliyormuş gibi o söylemeye başladı. Ensâr konuşmaya başlamadan ben elimi uzatarak Ebu Bekir’e (radıyallahu anh) biat ettim. Bunun üzerine onlar da biat etmeye başladılar, fitne ateşi de bu şekilde tutuşmadan sönmüş oldu. Ebu Bekir’e (radıyallahu anh) biat, Allah Teâlâ’nın müslümanları şerrinden muhafaza buyurduğu bir emrivaki olmuştu. Bundan sonra her kim bu şekilde biat ederse öldürülmesi gere­kir. Müslümanlardan her kim, meşverette bulunmaksızın bir adama biat ederse, her ikisinin de katledilmesi gerekir.”

Ensar (radıyallahu anh), Allah RcsÛKfnÜn (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İmamlar Kureyş’tendir” (Müsned, 4/421,3/183; Hâkim, Müstedrek, 4/85) hadisini işittiklerin­de Önceki İddialarından vazgeçmişlerdir. Benî Sakîfe’nin avlusundaki bu biatin ardından mescidde yapılan biat, İnsanların arzu ve istekleriyle ger­çekleşmiş ve Hâşim oğullarından bir topluluk ile Emevîler’den Ebû Süfyân dışında herkes akın akın mescide koşarak Ebu Bekir’e (radıyallahu anh) biat etmişlerdir. Alî b. Ebî Tâlib (radıyallahu anh) ise, Allah Rcsûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) emri gereği O’nun defin işlemleriyle ve mezarı başında bek­lemekle emrolunduğu İçin mesciddeki bİatta bulunamamıştır.

Altıncı ihtilaf: Bu ihtilaf Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mirası ve Fedek arazisi konusunda yaşanmıştır. Vefatından sonra Eâtıma (radıyallahu anh) babasının mirasım talep etmiş, birtakım arazilerin mülkiye­tini İddia etmişti. Ebu Bekir (radıyallahu anh) Allah ResÛlÜ’nÜn (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız” (Müsned, 2/463; Hâkim, Müstedrek, 4/342; Bezzar, 5/81) buyruğunu okuyarak bu talepleri geri çevirmiştir.

Yedinci İhtilaf: Zekat vermeyi reddedenlerle savaşma konusunda yasandı. Sahabeden bir topluluk onlarla savaş edilebileceğini, bunun caiz hat­ta farz olduğunu savunurken bir kısmı ise buna karşı çıktı. Ömer (radıyallahu anh) onlarla savaşılmaması gerektiğini düşünüyordu. Ebu Bekir (radıyallahu anh) ise ilk görüşü tercih ederek şöyle yemin etti: “Allah’a yemin ederim ki Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) veriyor oldukları bir yuları bile vermek istemeseler onlarla yine savaşırım.” (Ali el-Müttakî, Kenzu’l-Ummal, 3/301) Zekat vermeyenlerle yapılan savaşa bizzat katıldı. Bütün sahabe de kendisine tâbi oldular ve o kabilelerden zorla zekat aldılar. Ömer (radıyallahu anh), kendi içtihadı gereği savaşa karşı çıktığı için hilâfeti döneminde onların esirlerini ve el konulan mallarını iade etmiştir.

Sekizinci ihtilaf: Ebu Bekir’in (radıyallahu anh) vefatı sırasında imame­ti Ömer’e (radıyallahu anh) bırakmasında yaşandı. Sahabeden bazıları, Ebu Bekir’e (radıyallahu anh) “Katı ve sert birini başımıza hükümrân kıldın!” diye serzenişte bulundular. Bunun üzerine Ebu Bekir (radıyailahu anh) şöyle dedi: “Kıyamet günü Rabbimin huzuruna çıktığım zaman muhakkak şöyle diyeceğim: ‘En hayırlılarını başlarına geçirdim.'” Bu söz üzerine ihtilaf son buldu.

Ebu Bekir (radıyallahu anh) ile Ömer’in (radıyallahu anh) hilâfetleri dönemin­de birçok ihtilaf yaşanmıştır. Dedenin miras payı, kardeşlerin mirasları, kelale (Babasız, çocuksuz ölenlerin mirası), parmakların diyeti, dişlerin diyeti ve hakkında nas bulunmayan birtakım suçlara uygulanacak had ceza­ları bu ihtilaflardan bazılarıdır.

Bu dönemde yaşanan en mühim olaylar ise, Romalılarla ve İranlılarla yapılan savaşlar, yeni fetihler ve bunlar sonucu toplanan ganimetlerdeki atıştır. Alınan kararların hepsi Halife Ömer’den (radıyallahu anh) çıkıyor ve İslâm daveti giderek genişliyor, müslümanlarm iktidarı güçleniyordu. Müslüman Araplar söz sahibi olurken İran hâkimiyeti eriyordu.

Dokuzuncu İhtilaf: Şura ile ilgili hususlarda yaşandı. Şura konusun­da önce ihtilaf edildi. Daha sonra Osman’a (radıyallahu anh) biat edilmesi noktasında fikir birliği ettiler. Bu ittifakla işler yoluna girdi ve davet onun döneminde de sürdü. Fetihler giderek artarken hazine tıkabasa doldu. Osman (radıyallahu anh) halka üstün bir ahlak ile muamelede bulundu. Eli açık davrandı. Ancak akrabaları olan Emevîler birçok tehlikeli ve hatalı işle­re giriştiler. Yaptıkları haksızlıklar ona mâledilir oldu. Çoğunluğu Emevî kaynaklı birçok ihtilaf ve kargaşa yaşandı.

Osman (radıyatlahu anh) döneminde işlenen hataların ilki, Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından kovulmuş olan Hakem b. Umeyye’nin Medine’ye dönüşüne izin verilmesidir. Bu şahıs, hilâfetleri döneminde Ebu Bekir (radıyaliahu anh) ve Ömer’den (radıyallahu anh) de yardım talep etmiş, ancak isteği her defasında geri çevrilmişti. Hatta Ömer (radıyallahu anh) onu, Yemen’de kaldığı yerden 40 fersah (yaklaşık 200 km) öteye sürdürmüştü.

Osman (radıyallahu anlı) tarafından alınan ve halk katında beğenilmeyen ikinci karar, Ebu Zerr’in (radıyallahu anh) Rebeze’ye sürülmesiydi. Bir diğer kararı, kızını Mervan b. Hakem’le evlendirmesi ve Afrika’dan gelen gani­metlerin beşte birini (yaklaşık 200.000 altın) ona vermesiydi.

Osman (radıyallahu anh) tarafından alınan ve halkın öfkesini çeken bir diğer karar ise, Allah Resulü (saMLâhu aleyhi ve sellem) tarafından kanı helal edilmiş olan Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’i barındırması ve Mısır valisi olarak görevlendirmesiydi. Abdullah b. Âmir’i Basra valiliğine getirmesi de Osman’ın (radıyallahu anh) hatalı kararlarından biri olmuş ve bu şahıs birçok kargaşa çıkmasına neden olmuştur. Bu ve benzeri birçok karar, halkın Osman’dan (radıyallahu anh) soğumasına yol açmıştı. Onun ordu komutanları şu zâtlardı: Şam valisi Muâviye b. Ebî Süfyân (radıyallahu anh), Küfe valisi Sa’d b. Ebî Vakkâs (radıyallahu anh), onun haletleri Velîd b. Ukbe ve Saîd b. el-Âs, Basra valisi Abdullah b. Amir, Mısır valisi Abdullah b. Sa’d b. Ebî Şerh. Bu valilerin hepsi de sonunda onu tek başına bırakmış ve kaderin acı tecellisi yaşanmıştır. Osman (radıyallahu anh) evinde haksız yere katledilmiş ve bundan sonra bir daha asla sönmeyecek olan fitne ateşi yanmaya başlamıştır.

Onuncu İhtilaf: Yoğun bir fikir ayrılığı süreci yaşandıktan sonra itti­fakla imamet makamına getirilen Ali (radıyallahu anh) zamanında meydana geldi. İlk olarak Talha (radıyallahu anlı) ve Zübeyr (radıyaflahu anh) onun imame­tini tanımayarak Mekke’ye gittiler. Ardından Aişe (radıyallahu anh) Basra’ya gitti. Çok geçmeden onunla savaştılar. Cemel Savaşı olarak bilinen bu savaştan sonra rücû ederek tövbe ettiler. Ali (radıyallahu anh) onlara bir husu­su hatırlattığında bundan ders çıkartarak geri adım attılar. Ancak Zübeyr (radıyallahu anh) savaş meydanından ayrıldığı sırada İbni Cürmûz adında biri tarafından okla vurularak şehit edildi. Allah Resülü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ibni Safiyye’nin oğlunu öldürene cehennemi müjdeleyin” (Hâkim, Müscedrck, 3/414; Kurtubî, Tefsir, 16/267) buyruğu gereği bu adam cehennem­liktir. Talha (radıyallahu anh) da, savaştan çekildiği sırada Mervân b. Hakem tarafından atılan bir okla vurulmuş ve oracıkta ölmüştür. Âişe (radıyallahu anh) ise, yaptığından dolayı sorumlu tutulmuş ve o da geri adım atarak tövbe etmiştir.

Sonunda sadece Ali (radıyallahu anh) ile Muaviye (radıyallahu anh) arasında­ki ihtilaf baki kalmıştır. Ali (radıyallahu anh) Sıffîn’de onunla savaşmış ve bu savaş sırasında Haricîler ortaya çıkmıştır. Hakem olayı da bu savaşın ardından yaşanmış ve Amr b. Âs’ın Ebu Musa el-Eş’arî’nin yanından ayrılmasıyla birlikte bu büyük ihtilaf devam edip gitmiştir.

Ali (radıyallahu anh) ile Şurât (ncfslerini Allah’ın kulluğuna satanlar) ola­rak adlandırılan Haricîler arasındaki fikir ayrılığı Nehravan’da savaşa dönüş­müştür. Orada Ali (radıyallahu anh) ile Haricîler arasında açık bir savaş olmuş­tur. Onun döneminde ayaklanan Haricîlere örnek olarak Eş’as b. Kays, Mesûd b. el-Fedekî ve Zeyd b. Husayn et-Tâ’î gibileri gösterilebilir. Yine onun devrinde Abdullah b. Sebe ve taraftarları gibi Ali hakkında aşırıya kaçan gulât gruplar ortaya çıkmıştır. Bidat ve dalâlet, bu iki fırkadan zuhur

etmiştir. Böylelikle Allah ResÛlÜ’nÜn (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ali (radıyallahu anh) hakkındaki şu buyruğunun doğruluğu da tecelli etmiştir: “Seninle ilgili olarak iki topluluk helak olacaktır: Seni sevip aşırıya kaçan; senden nefret edip Uzaklaşan.” (Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, 5/137 (8488)

Ali’den (radıyaJlahu anh) sonra ihtilaf iki kısma ayrıldı. Bunların ilki ima­met konusunda, ikincisi de itikâd esasları (usûl) konusunda görüldü.

İmamet konusundaki İhtilaf farklı İki görüşe dayanır:

a-  İmamet ittifak ve seçimle belirlenir.

b- İmamet nas ve tayin ile belirlenir.

İmametin fikir birliği ve seçimle belirlendiğini söyleyenler -ki bunlar Ehl-i Sünnet ve Cemaat’i oluştururlar- şöyle demişlerdir; Ümmetin tamamı veya sâlihlerinden bir topluluk her kimin üzerinde fikir birliği ederlerse o kimse imam (halife) olur. Bunun imameti, ya mutlak, ya da Kureyşli olması şartına bağlı olur. Bir başka topluluğa göre ise Hâşimîlerden olması şarttır. Bunun dışında ileride açıklayacağımız başka şartlar da söz konusudur.

İlk görüşte olanlar Muâviye ve çocuklarının, onların ardından da Mervân ve oğullarının imametini geçerli saymışlardır.

Haricîler her dönemde, içlerinden birinin imameti üzerinde ittifak etmişlerdir. Tek şartları, inançlarına bağlı kalması ve muamelelerinde câri olan adalet esaslarına bağlı kalmasıydı. Aksi halde biatlarım geri çeker ve o kişiyi imametten uzaklaştırırlardı.

İmametin nas ile sabit olduğunu söyleyenler ise Ali (radıyallahu anh) sonrası hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre Ali (radıyallahu anh) oğlu Muhammed b. Hanefiyye’yi nas ile belirlemiştir. Bu görüş Keysâniye fırkasına aittir. Bunlar da Muhammed b. Hanefıyye sonrasında ihtilafa düşmüşlerdir. Kimilerine göre o ölmemiştİr ve yeryüzüne dönerek her tarafı adaletle dolduracaktır. Kimilerine göre ise o ölmüştür ve onun arkasından imamet oğlu Ebu Hâşim’e geçmiştir. Keysâniyye değişik fırka­lara bölünmüştür. Bu fırkalardan bazılarına göre imamet Ebu Hâşim’in soyunda devam etmekte ve imametin intikâli vasiyet yoluyla olmaktadır. Bazılarına göre ise imamet başkalarına geçmiştir. Bu başkalarının kim­ler olduğu noktasında da ihtilaf edilmiştir. Kimilerine göre o, Beyân b. Sem’ân en-Nchdî iken, kimilerine göre de Ali b. Abdullah b. Abbâs’tır. Bunlar dışında Abdullah b. Harb el-Kindî, Abdullah b, Muâviye b. Abdul­lah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu fırkaların hepsi de dînin, bir adama itaat etmekten ibaret olduğunu söyleyip şer’î hükümleri belli şahıslara göre tevil ederler.

Muhammed b. el-Hanefiyye’nin imameti hakkında nas bulunmadığını sovleyenler İse, nassın Hasan (radıyallahu anh) ve Hüseyin (radıyallahu anh) hakkında söz konusu olduğunu iddia etmişlerdir. Bu mezhepte olanlar şöyle demişlerdir; Hasan (radıyallahu anh) ve Hüseyin (radıyalfahu anh) dışında imametin sabit olduğu başka kardeşler yoktur. Bilâhare bu mezhebin mensupları da ihtilaf etmiş ve bazıları imametin Hasan’ın (radıyallahu anh) çocuklarında devam ettiğini, ondan oğlu Hasan’a, ondan da oğlu Abdul­lah’a geçtiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar, aynı zamanda İmam Muhammedln döneceğine inananlardır. Bazıları ise imametin Hüseyin’in (radıyallahu anh) ardından oğlu Ali b. Hüseyin Zeynelâbidîn’e geçtiğini ifa­de etmişlerdir. Ondan sonraki imamlar hakkında ise ihtilaf etmişlerdir. Zeydiye, onun peşinden oğlu Zeyd’in imam olduğunu söylemiştir. Bu görüşte olanlara göre hurûc eden her Fatımî âlim, zâhid, cesur, cömert ve tâbi olunması vacip olan bir imamdır. Bunlar imametin Hasan’ın çocuk­larına geçmesini caiz görmüşlerdir. Bilahare bunlardan bazıları bundan vazgeçerek İmam Muhammed’in döneceğini iddia etmişlerdir. Bazıları ise daha ileri giderek yukarıdaki sıfatlara sahip olan her kimsenin, her devir­de imam olabileceğini söylemişlerdir. Bunların mezhepleri ileride daha ayrıntılı olarak açıklanacaktır.

İmâmiye mezhebine gelince, bunlar Muhammed b. Ali el-Bâkır’ın nas ile imametini iddia etmişlerdir. İmamet onun ardından vasiyet yoluy­la oğlu Ca’fer b. Muhammed es-Sâdık’a geçmiştir. Daha sonra kimin imam olduğu noktasında ise ihtilaf etmişlerdir. Bu noktada nas ile belir­lendiği söylenen beş isimden söz edilmektedir: Muhammed, İsmail, Abdullah, Masa ve Ali. Bunlardan Muhammed’in imametini savunanlar Ammâriyye, İsmail’in imametini savunup onun ölmediğini ileri sürenler Mübârekiyye, bunların arasında İsmail’in tekrar döneceğini söyleyip nas yoluyla babadan oğula geçerek günümüze kadar geldiğini iddia edenler Ismaİliyye adını taşır. Abdullah el-Eftah’ın imam olduğunu söyleyip çocuksuz öldüğü İçin döneceğine inananlar da vardır. Bir başka topluluk ise Musa’nın nas ile imam kılındığını söylemiştir. Rivayete göre babası Şöyle demiştir: ‘Yedinciniz kâim olacaktır. O da Tevrat sahibinin adaşıdır.’ Bilâhare onun imametini savunanlar da fikir ayrılığına düşmüşlerdir.

Kimileri imameti onunla sınırlayıp bir gün döneceğine inanırken kimileri ölümü konusunda tereddüt etmiştir. Bu son görüş, Memtûriyye fırkasına aittir. Kimilerine göre ise İmam Musa ölmüş, onun ardından oğlu Ali b. Musa er-Rıza imam olmuştur. Bunlara Kat’iyye denilmiştir. Ancak bunlar da daha sonraki çocukları hakkında ihtilafa düşmüşlerdir.

İsnâ Aşeriyye yani Onİki imamcılar ise İmameti Ali Rıza’da, ardından oğlu Muhammed’de, ardından oğlu Ali’de, ardından oğlu Hasan’da daha sonra da on ikinci imam ve kâim-i muntazar olan Muhammed’de vâki görmüşlerdir. Bu mezheptekilere göre İmam Muhammed ölmemiş olup geri dönecek ve zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracaktır. Başkaları ise imameti Hasan el-Askcrfde görmüşlerdir. Ardından kar­deşi Cafer’in imameti üzerinde durmuşlardır. Onun ölümü konusunda tereddüt etmişlerdir. Kısaca söylemek gerekirse bunların da imamet konusunda sayısız görüş ve İhtilafları söz konusudur. İmametin birilerinde dur­duğu, birilerinin öldükten sonra döneceği, bazıların gaip oluşları ve bir süre sonra dönecekleri gibi görüşler bunlardan bazılarıdır.

İmamet konusundaki ihtilaflar ana hatlarıyla bunlardır. Mezhepler bölümünde bunların tafsilatına inilecektir.

Usûl konusundaki ihtilaflara gelince, Sahabe döneminin sonlarında Ma’bed el-Cühenî, Gaylân ed-Dımcşkî ve Yunus el-Esvârfnin bİdat-larıyla ortaya çıkmıştır. Bu bİdatlar, kader fikri, hayır ve şerrin kadere dayandırılmasının reddi gibi hususlar üzerinde yoğunlaşıyordu. Hasan el-Basrî’nîn öğrencisi olan Vâsıl b. Atâ el-Gazzâl bu bidatleri daha da geliş­tirmiştir. Vâsıl’ın öğrencisi Amr b. Ubeyd, kader konusunda hocasının fikirlerini biraz daha ileri götürmüştür. Amr b. Ubeyd, Emevîler dönemin­de Yezîd en-Nâkıs’ın taraftarları arasında yeralıyordu. Daha sonra Mansûr ile dost olmuş ve onun imametini savunmuştu. Mansûr bir gün Amr’ı överek şöyle demiştir: “Tohumu bütün insanlara saçtım, Amr b. Ubeyd dışında onu toplayan olmadı.”

Hâricîler’den Valdiyye ve Ccbriyye’den Mürcie ilk ortaya çıkan fırka­lardandır.

Kaderiyye fırkasının bidati, ilk olarak Hasan el-Basrî (radıyallahu anh) döneminde ortaya çıkmıştır. Vâsıl, büyük günah işleyenin (mürtekib-ika   i iki makam arasında bir makamda (el-menziletu beyne’l-menzile-hujunduğunu söyleyerek hocasına karşı çıkmış ve Hasan’ın ders likasından ayrılmıştır (i’tizâl). Bu ayrılma eyleminden dolayı Vâsıl ve kadaşları Mu’tezile (Ayrılanlar) olarak adlandırılmıştır. Ehl-i Beyt’ten 7 \ b Ali de Vâsıl’ın öğrencilerindendir. Usûl konusunda ona tâbi olan Zeyd in taraftarlarının oluşturduğu Zeydiyye fırkası itikâd bakımından Mutezilîdir. Usûl, teberrî ve velayet konularında atalarının mezhebini ter-kectiği için Kûfeli bir topluluk kendisini reddetmiş (rafz) ve bu nedenle de Râfızîler (ranza) olarak anılmışlardır.

Mu’tezile’nin ileri gelenleri geçen zaman içinde Yunan felsefesinin büyük beyinlerinin Memûn dönemine kadar tercüme edilmiş kitaplarını mütâlâa etmişlerdir. Bu çalışmaları sonucunda filozofların yöntemlerini Kelam yöntemlerine karıştırmış ve müstakil bir ilmin doğmasına öncülük etmişlerdir. Bu ilme Kelam adı verilmiştir. Bu ismin kullanılış nedeni, ilgi­lendikleri meseleler hakkında sürekli kelam üretmeleri ve ısrarla konuşma­ları olabileceği gibi, bu ilmi filozofların mantık olarak adlandırdıkları İlim dalına karşılık olarak vazettikleri için mantıkla eşanlamlı olması itibarıyla böyle demeleri de olabilir.

Mu’tezile’nin en büyük âlimi (şeyh-i ekber) Ebu’l-Hüzeyl el-Allâf tır. Allah Teâlâ’nın ilmi ile Alim olduğu ve ilmin bizatihi kendisi olduğu, aynı şekilde kudreti ile Kadir ve kudretin bizatihi kendisi olduğu gibi fikirle­riyle filozoflarla aynı görüşü paylaşmıştır. Kelam, irâde, kulların fiilleri, kader, ecel ve rızık gibi konularda birçok bidatin de sahibidir. Bunların tafsilatı ileride anlatılacaktır. Teşbih hükümleriyle ilgili olarak Hişâm b. el-Hakem’le çok ateşli münazaraları cereyan etmiştir. İki öğrencisi Ebu Yakûb eş-Şehhâm ve el-Âdemî onu desteklemişlerdir.

Bilâhare Halife el-Mutasım devrinde İbrahim b. Seyyar en-Nazzâm taya çıkmıştır. en-Nazzâm, filozofların mezheplerini onaylamada aşırıya gitmiş, kader ve red (rafz) konularında yeni bidatler ortaya çıkarmıştır.

Çok meselede kendi mezhebindekilerden de ayrı düşmüştür. Taraftaran arasında şu isimleri zikredebiliriz: Muhammed b. Şebîb, Ebu Şemr, tusa b- Irnrân, el-Fadl el-Hadesî ve Ahmed b. Hâit. el-Esvârî bütün erinde ona katılmıştır. Aynı şekilde İskâfiye fırkasının kumcusu olan Ebu Ca’fer el-İskâfî de onunla aynı görüşleri paylaşmıştır. Ca’fer b. Ca’fer b. Mübeşşir ve Ca’fer b. Harb’ın taraftarlarından oluşan Ca’feriyye fırkası için de aynı durum geçerlidir.

Bunların ardından Bişr b. el-Mutemir’İn bidatleri zuhur etmiştir. Bu şahıs, kendi ortaya attığı tevellüd fikrinde aşırıya gitmiş ve tabiatçı filozof­lara meyletmiştir. Allah Teâlâ’mn sabî çocuklara azap etme gücünün oldu­ğunu ve böyle yapması hâlinde -hâşâ- zâlim olacağını söyleyen de odur. Buna benzer birçok görüşte kendi yandaşlarından ayrılmıştır.

Mu’tezile’nin Rahibi olarak tanınan Ebu Musa el-Murdâr, Bişr’in öğrencilerinden biridir. Kur’ân’ın fesahat ve belagat bakımından mucize oluşu görüşüne katılmayarak ondan ayrılmıştır. Kur’ân’ın kadîm oluşu meselesinden dolayı Selef-i Sâlİh üzerindeki baskılar onun döneminde artmıştır. İki Ca’fer (Ca’fer b. Ca’fer b. Mübeşşir ve Ca’fer b. Harb) ile İki dostu Ebu Züfer ve Muhammed b. Suveyd onun öğrencileri arasında yeralmıştır. Ca’fer b. Harb el-Eşecc’in dostları Ebu Ca’fer el-İskâfî ve İsa b. el-Heysem de onun öğrencisi olmuşlardır.

Kader konusunda aşırıya gidenlere örnek olarak şu iki ismi zikrede­biliriz: Hişâm b. Amr el-Fuvâtî ve el-Esamm. Bunlar Ali b. Ebî Tâlib’İn (radıyalkhu anh) imametini de icmâ-i ümmet ile akdolmadığı için tenkit etmişlerdir. el-Fuvâtî ve el-Esamm’a göre Allah Teâlâ, hiçbir şeyi gerçek­leşmeden önce bilemez. Böylelikle mevcut olmayanın bir varlık olarak görülmesinin önüne geçmek istemişlerdir.

Ebu’l-Hüseyn el-Hayyât ve Ahmed b. Ali eş-Şatcvî önce İsa es-Sû-fî’nin halkasına devam etmiş, daha sonra ondan ayrılarak Ebu Mücâlid’in halkasına katılmışlardır.

el-Ka’bî, Ebu’l-Hüseyn ei-Hayyât’tan ders almıştır. Mezhebi aynen hocasının mezhebidir. Ma’mer b. Abbâd es-Sülemî, Sümâme b. Eşras en-Numeyrî, Ebu Osman Amr b. Bahr el-Câhiz ise yaklaşık aynı dönem­de yaşamış Mu’tezile bilginleridir. Fikir bakımından da birbirlerine yakın olmalarına karşın ileride zikredeceğimiz bazı meselelerde diğerlerinden ayrılmışlardır. Bu fırkanın daha sonraki temsilcileri Ebu Ali Cübbâî, bunun oğlu Ebu Haşim, Kadı Abdülcabbar ve Ebu’l-Hüseyin el-Basri’dir.

Bunlar yandaşlarının fikirlerini özetlemiş ve birtakım meselelerde onlar­dan farklı düşünmüşlerdir.

Kelam’ın parlak döneminin başlangıcı Abbasî halifeleri Harun, Memun, Mu’tasım, Vâsık ve Mütevekkil dönemlerinde olmuş, es-Sâhib b. Abbâd ve Deylemliler’den bir topluluk döneminde son bulmuştur.

Orta dönemde de Mu’tezile mensubu bazı kimseler ortaya çıkmıştır. Bunlara örnek olarak Darrâr b. Amr, Hafs el-Ferd ve Hüseyn en-Neccâr gösterilebilir. Son dönemde öne çıkan Mu’tezile bilginleri ise birtakım meselelerde önceki bilginlere karşı çıkmışlardır. Bunlardan Cehm b. Safvân, Nasr b. Seyyar döneminde tebarüz etmiştir. Tirmiz kentinde cebr konusundaki bidatini ortaya atmıştır. Cehm, Emevîler’in son döneminde Merv kentinde Sâlİm b. Ahvez el-Mâzinî tarafından öldürülmüştür.

Selef-i Sâlİh İle Mu’tezile arasında sıfatlar konusunda her zaman derin ihtilaflar yaşanmıştır. Selefin onlarla giriştiği münazaralar belli bir kelâmı yönteme dayanmıyordu. Bunlar, muhatabı ikna etme çabasından öte gitmeyen diyaloglardı. Selef, Sıfâtiye olarak adlandırılıyordu. Allah Teâlâ’mn sıfatları kimileri tarafından Zâtı ile kâim olan özellikler olarak görülürken, kimilerince de halkın sıfatlarına benzetiliyordu. Selef bütün münazaralarda Kitab ve Sünnet’e bağlı kalmaya çalışıyordu. Alemin kıde­mi konusunda da naslann zahirine dayanarak Mu’tezile ile münazara edi­yorlardı. Abdullah b. Saîd el-Küllâbî, Ebu’l-Abbâs el-Kalânisî ve el-Hâris b. İsmail el-Muhâsibî bu münazaralarda öne çıkan ve kelam bakımından kuvvetli bilginlerdi. Bir defasında Ebu’l-Hasan A1İ b. İsmail el-Eş’arî ile hocası Ebu Ali el-Cübbâî arasında hüsn ve kubhla ilgili ateşli bir münaza­ra cereyan etmişti. Eş’arî, hocasını birçok meselede susturmayı başarmıştı. Bu münazaranın ardından da onun halkasını terkederek Selef topluluğu­na yakınlaşmıştı. Eş’arî, Selefin görüşlerini kelam kuralları çerçevesinde düzenlemeye başlamış ve müstakil bir kelam mezhebinin oluşmasını sağlamıştı. Muhakkiklerden Kadı Ebu Bekir el-Bâkıllânî, Ebu İshâk el-Isferâînî ve Ebu Bekir b. Fûrek gibi şahsiyetler de Eş’arî’nin mezhebini benimsemişlerdir. Bu son isimler arasında pek görüş ayrılığı yoktur.

Sonraki dönemde Sicistân’da Ebu Abdullah Muhammed b. Kerrâm adında zühd ile tanınan bir adam zuhur etti. İlim bakımından zayıf olan İbn Kerrânı çeşitli kitaplardan derleyerek oluşturduğu kitabını avam arasında tervîc etmiş ve Horasan halkının ekseriyetinin teveccühünü kazanmıştır. Tuttuğu yöntem zaman içinde olgunlaşarak bir kelam mezhe­bi halini almış ve Sultan Mahmud b. Sebüktekin tarafından da siyasal ola­rak desteklenmiştir. Onun etkisindeki sultan, Ehl-i Hadis ve Şîa üzerine belâ yağdırmıştır. Kerrâmîler, kelam fırkaları arasında daha çok Haricîlere yakın olup mücessimedirler. Muhammed b. Heysam’ı bundan müstesna tutmak gerekir, zira kendisi o [kelamcılara] yakındır.

5- Mesele

Kitabımızın Belli Bir Hesap Yöntemine Göre Düzenlenmesinin Nedeni

Hesap yöntemi sınırlama ve ihtisar İlkesine dayanır. Mezhepleri tas­nif etme amacıyla ortaya koyduğumuz bu eserde de maksat, söz konusu mezheplerin İhtisar edilerek zikredilmesidir. Bu nedenledir ki sıralamada tümünü göstermesi yolunu tercih ettik. Taksim ve bâblara ayırmayı da hesap yöntemlerine bağlı kalarak yaptık. Böylece bu ilmin yöntemlerini ve kısımlarını da açıklamak istedik. Bu şekilde hakkımda fakîh ve kelamcı olup hesap ilminin İnceliklerine vâkıf olmadığım ve bu ilmin âdet ve kural­larına yabancı olduğum tarzında bir yanılgının doğmamasını istedim. Hesap yöntemlerinden en sağlam ve iyi olanını seçip en açık ve güçlü kanıtları bu yönteme dayandırarak sayı ilmine uygun bir değerlendirme yaptım; nitekim sayı ilminin ilk vaz’edilişine [ilk ortaya konuşuna] yol açan sebep de çeşitli konularda yardım isteğidir.

İmdi derim ki:

Hesabın basamakları birden yediye kadar olup daha öteye geçemez.

Birinci Basamak: Hesabın başı, ilk taksimin vuku bulduğu ilk mev­zudur. Bu, bir bakıma çifti olmayan tek, bir bakıma ise taksim ve tafsile elverişli bütündür. Tek olduğu İçin şekil ve çizgide müsavi olacak bir ben­zerini gerektirmez. Bütün olduğu için iki bölüme ayrılacak şekilde tafsile elverişlidir. Çizginin şekli bir uçtan diğer uca doğru olmalı, alt tarafı ise tamamen tafsil edilenlerin özetleri, takdir edilen ve kararlaştırılan murseller, aktarma, tahvil, toplamın çeşitli açılardan küllileri, ilhak ve mevzu nakilleri ile doldurulmalıdır. Yine çizginin altına sol taraftan başlanarak Üstte kalacak şekilde, toplam meblağın kemmİyeücri yazılır.

İkinci Basamak: Kök olup şekli muhakkaktır. Bu, ilk yekun üzerine varit olan ilk taksimdir. Çift sayılı olup tek değildir. Bunun bir üçüncüsü olmayacak biçimde iki kısımda sınırlandırılması gerekir. Çizginin şekli­nin ilkinden biraz kısa olması gerekir. Çünkü cüz, küllden daha azdır. Bunun altına ise, kendisiyle ilgili vücûh, nevi ve fasıllar yazılabilir. Miktar bakımından olmasa da, çizgi bakımından bir dengi vardır.

Üçüncü Basamak: Kök olup şekli yine muhakkaktır. Birinci ve ikinci mevzu üzerine varit olan ikinci taksimdir. Bu nedenledir ki iki kısımdan eksik olması, dört kısımdan ise fazla olması da caiz değildir. Bu ilmin uzmanlarından her kim, bunu aşarsa hata etmiştir hesap ilminin vaz’ını ve suretini bilmemektedir. Bu hataya düşülme sebebini ileride açıklayacağız. Onun çizgisi aslın çizgisinden biraz daha kısadır. Bunun altına da Öne çıkacak ve ortada kalacaklar uygun miktarda yazılabilir.

Dördüncü Basamak: Silik olup Ti1 harfine benzer. Dörtten fazla kısma ayrılabilir. Çizgi bakımından bir önceki mertebeden daha kısadır. En güzeli İse, en az olanla sınırlı olmasıdır.

Beşinci Basamak: Küçük olup ‘Sad’ harfi biçimindedir. Çizgisi öncekin­den daha kısa olmakla beraber istenilen sayıda kısım ve baba ayrılabilir.

Altıncı Basamak: Eğik olup ters virgül biçimindedir. Bunun da isteni­len sayıda fasla ayrılması caizdir.

Yedinci Basamak: Düğüm gibi olup çift lam biçimindedir. Bir taraf­tan diğer tarafa uzar. Ancak bu, hesabın başlangıcı olması sebebiyle değil, başlangıcın neticesi olması itibârıyladır.

Hesabın, bir bütün olarak baplarının niceliği ve nakış olarak şekille­rinin niteliği bundan ibarettir. Bâblardan her kısmın bir dengi ve çizgi bakımından ona denk bir eşi vardır. Bunu asla gözardı etmemek gerekir. Hesap, bir bakıma tarihleme ve yönlendirmedir.

Şimdi bu şeklin kemmiyetini zikredeceğiz. Kısımlar, yediyle sınırlıdır. Peki şekildeki ilk sayı neden çift değil de tektir? Kök, neden iki kısımla sınırlı olup üçüncüsü yoktur? Bu asıldan niçin dört kısma münhasır kılınmıştır? Son kısımlar, neden bu sınırlamanın dışında bırakılmıştır?

Cevap olarak derim ki: Sayı ve hesap bilimi üzerinde uzmanlaşmış akıl sahipleri ‘bir’ sayısı üzerinde ihtilaf etmişlerdir. İhtilafın konusu, ‘bir’ rakamının sayı mı yoksa saymanın başlangıcı olarak sayıların dışında mı olduğudur. Bu ihtilafın kaynağı ise, ‘bir’ rakamının anlamındaki müşterek­liktir. Buna göre ‘bir’, diğer sayıların terkibinde kullanılan bir rakamdır. Meselâ iki rakamının tek başına bir değeri olmayıp iki tane ‘bİr’den İbaL rettir. Üç, dört ve diğer rakamlar da böyledir. Bir diğer anlama göre İse, bizatihi rakam olmayıp sayının illeti olmasıdır. Bu anlama göre ‘bir’, sayıların terkibinde kullanılmaz. Bütün rakamlardaki ‘birük’, rakamların ondan mürekkep olmasından değil, cins veya tür bakımından her varlığın asıl olarak ‘bir’ olması gerektİğİndendir. Örneğin ‘bir İnsan’, ‘bir şahıs’ denir. Sayıda da böyledir. Nitekim üç, üç tane birden ibarettir. ‘Birlik1, ilk anlama göre sayıya dâhildir. İkinci anlama göre ise, sayının illetidir. Üçüncü anlama göre İse, sayının ayrılmaz bir gereğidir. Her üç kısımda da, Allah Teâlâ hakkında kullanılabilecek bir anlam yoktur. O, diğer ‘bİr-ler1 gibi olmayan ‘Bir’dir. Allah Teâlâ’nın birliği, hiçbir şekilde bölünebilir bir birim değildir.

Sayı ilmiyle uğraşanların çoğunluğuna göre ‘bir1, sayılara dâhil değil­dir. Bunlara göre sayıların başı ‘iki’dir. ‘iki’, hem çifte, hem teke bölüne­bilir. Sayılar içinde ilk tek, ‘üç/tür. İlk çift sayı ise ‘dört’tür. Dört sayısının üstündeki bütün sayılar mükerrer olup bir tek İle bîr çiftten mürekkeptir. Örneğin ‘altı’, iki tekten mürekkeptir ve ‘tam sayı’ olarak adlandırılır. ‘Yedi’ İse tek ve çift sayılardan mürekkep olduğu İçin ‘kâmil sayı’ olarak adlandırılmıştır. ‘Sekiz’ ise, iki çiftten oluşan ilk sayıdır. Bunların ayrıntıları konumuza girmemektedir.

Hesabın başı, ‘bir’ olgusunun sayının illeti olup ona dâhil olmama­sıdır. ‘Bİr’, tek olup dengi yoktur. Sayının başlangıcı iki olduğu için muhak­kak mertebesinin iki kısımla sınırlı olması gerekmektedir. Sayı da bir tek, bir çîfte bölünmüş olduğu için asıl mertebesinin dört kısımla sınırlı olması gerekmektedir. Bunun dışındaki mertebeler ise mürekkeptir. Sayıda küllî ve âmm olan basit rakamlar şunlardır: Bir, iki, üç ve dört. Bunlar kemâl

ifade eder. Bunların dışındakiler ise mürekkep olup sınırlanmaları söz konusu değildir. Bu nedenledir kİ diğer bâblar belli bir sayı ile sınırlan­mamıştır. Onlar sonsuza kadar uzanıp gitmektedir. Bundan sonra adedin ma’dûd üzerine terkibi, basitin mürekkep üzerine takdiri gibi konular gel­mektedir ki başlı başına ayrı bir ilim dalının kapsamına girmektedir. Bu konulan da klasik filozofların mezhepleriyle ilgiü bölümde zikredeceğiz.

Kitabımızın başında belirttiğimiz beş temel mukaddimeyi en güzel ve en doyurucu biçimde ortaya koyduktan sonra Adem Peygamber’den (aleyhissetâm) zamanımıza dek yaşamış olan din ve mezhepleri ele almaya başlıyoruz.

Her bâb ve bölümde gerektiği kadar bilgi vereceğiz. Böylelikle anılan lafzın zikredilme sebebi anlaşılmış olacaktır. Her fırkayla ilgili bölümde, temel inanç esaslarını ve varsa dallarını anlatacağız. Bunlardan her birinin diğerlerinden ayrılma nedenlerini zikredeceğiz.

Müslüman fırkaları yetmiş üç kısım halinde ele alacak, hanîf dinin dışında kalan fırkalar arasında usul ve esas bakımından meşhur ve tanınmış olanları anlatacağız. Bunu yaparken öne alınması gerekenleri öne alacak, gözardı edilmesi gerekenleri de gözardı edeceğiz.

Hesap ilminin şartı, belirli çizgilerin karşısına doldurulması gerekenle­ri yazmaktır. Kâtipliğin gereği ise doldurulacak boşlukları alışılmış biçim­de bırakmaktır. Kitabımızda her ikisini de gözetmeye çalıştık. Bâbları hesap ilminin gereklerine göre uzatırken doldurulacak boşlukları da kâtiplerin âdeti gereğince bıraktık. Yardımı Allah’tan ister, O’na tevekkül ederiz. O bize yeter. O, ne güzel Vekîl’dir.

Tüm Dünya Halkı Arasında Din, İnanç, Felsefe Ve Belirli Bir Görüş Sahibi Olanların Yolları

Kitabımızda İslâm dini ile Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi kitap indiril­miş dinlerin; Mecusîlik ve Manevîlik gibi kitap indirilme şüphesi bulunan doktrinlerin fırkalarını ele alacağız. Ayrıca kitapları olmamasına karşın had ve hükümleri bulunanları ele alacağız. Bunlara örnek olarak ilk filozof­un, dehrîleri, yıldızlara ve putlara tapanları, Brahmanları zikredebiliriz.

Bütün bu fırkaları ele alırken öncelikle kurucularını, taraftarlarını, kaynak­larını ve hangi din veya İnanışın kitabından etkilendiklerini belirteceğiz. Yöntem ve kavramlarını zikredecek, başlangıç ve akıbetlerini ayrıntılarıyla ele alacağız.

Red ve isbât bağlamında yapılabilecek en sağlıklı taksim, insanlığın mezhep bakımından Din ehli ve Heva ehli olmak üzere ikiye ayrıldığıdır. İnsan bir akideye inandığı veya bir görüşü dillendirdiği zaman bunu ya baş­kasından yararlanarak yapar, ya da kendi şahsî görüşünden hareketle yapar. Başkasından yararlanan, teslim olmuş ve itaat etmiş biridir. Onun dini, özü itibarıyla itaattir. İtaat ve kabul sahibi kişi, din ehlidir. Kendi şahsî görüşünde inat eden ise yeni bir iddiada bulunan bidatçidir. Allah Resulü (salkllâhu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Başkalarına danışan hiç kimse bedbaht olmaz. Kendi görüşünden başkasını tanımayan kimse ise asla mutlu ola­maz.” (Aclûnî, Keşfiıl-Hafâ, 2/1213; Heysemî, Mecmau’z-Zevâîd, 2/566) İnanç koilUSUnda başkasından yararlanan kimse, mukallid olabilir. Örneğin anne babasını ve hocasını bâtıl İnancında taklit etmiş olabilir. Taklit ehli, çoğunlukla inandığı şeyin hak mı bâtıl mı, doğru mu yanlış mı olduğuna bakmaz. Bu durumda o hakkıyla müstefid olmaz. Çünkü hiçbir faydaya ve gerçek ilme ulaşamamış, hocasına basiret ve yakın üzere tâbi olmamıştır. “Ancak İlİm sahipleri olarak hak ile şahitlik edenler müstesna” (Zuhruf, 43/85) ayetinde vazedilen şart, çok önemli bir şarttır. Bundan ibret alınması gerekir.

Kendi şahsî görüşüne dayanan kimse de istinbâtın yol ve yöntemini bilerek bir hakikate ulaştığı zaman gerçekten görüşünü dayatan bir zorba olmaz. Çünkü o, ilmi sayesinde İstenen hakikate ulaşmıştır. “Onu, onlar­dan istinbât edenler iyi bilirler” (Nisa, 4/82) ayetindeki esas da gözardı edile­meyecek türden bir temeldir.

Kendi görüşlerinde tam anlamıyla mutlak surette ısrar edenler ise, filozoflar, sâbiîler ve brahmanlar gibi nübüvveti toptan inkâr edenler­dir. Onlar yaptırım yüklü şeriat ve hükümleri tanımazlar. Aksine kendi yaşantılarına uygun aklî hükümler icat ederler.

Bu durumda gerçek müstefitler, nübüvveti kabul edenlerdir. Şer’î hükümleri kabul edenler, aslında aklî kuralları da kabul ederler. Bunun aksi doğru değildir.

Müslümanlar, Ehli Kitap Ve Kitap Benzeri Öğretilere Sahip Olanlar

Bu bölümde Din, Millet, Şeriat, Minhâc, İslâm, Hamilik, Sünnet ve Cemâat kelimelerinin anlamları üzerinde duracağız. Bütün bunlar Kur’an’da zikredilmiş kelimelerdir. Her birinin de kendine özgü bir anlamı, sözlük ve ıstılâhat bakımından uygun bir gerçekliği vardır. Din kelimesinin itaat ve bağlanma anlamına geldiğini daha önce söylemiştik. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Allah katında din, İslâm’dır.” (ÂH İmrân, 3/18) Dİn kelimesi ile ceza ve karşılık anlamı da murat edilebilir. Bu anlamda ‘Kenıâ tedînu tudân’ yani yaptığın gibi karşılık görürsün, denir. Diriliş günü hesaba çekilme anlamında kullanılır: “İşte bu sapasağlam dindir.” (Tevbe/35) Mütedeyyin kişi, diriliş günü yaşanacak hesâb ve cezayı ikrar eden kimsedir. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Ve sizler için din olarak İslâm’a razı oldum.” (Mâide, 5/4)

İnsanoğlu yaratılışı gereği türünün diğer fertleriyle biraraya gel­me, ortak yaşam kurma ve ölümden sonraki hayat İçin hazırlık yapma istidadına sahiptir. Bu birliktelik, savunma ve yardımlaşma şeklinde olmalıdır. Savunma sayesinde sahip olduğu şeyi koruyabilirken, yardımlaş­ma sayesinde elinde olmayanı elde edebilir. İnsanların bu şekilde biraraya gelerek oluşturdukları topluluğa Millet denilmiştir. İnsanları bu yapıya ulaştıran vâsıtalar ise Minhâc, Şir’at ve Sünnet’tir. Söz konusu sünnet üze­rindeki ittifak ise Cemâati doğurur. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Sizden her biriniz için bir şir’at ve bir minhâc (yol) yarattık.” (Mâide, 5/47)

Bİr milletin varolabilmesi ve şeriatın konulması için onu vazeden bir Şeriat Koyucu’nun (Sâri’) varlığı şarttır. Bu Şâri’in doğruluğu ise ancak Allah Teâlâ’nın buna delâlet eden ayetleriyle bilinebilir. Söz konusu ayet­ler Şâri’in davetinin içinde olduğu gibi, onun gereği veya ondan sonraki bir zamana ait de olabilir.

Biliniz ki en büyük millet, İbrahim (aleyhissdâm) Milleti’dir. Onun mille­ti, sâbiîliğin karşıtı olan hamiliktir. Bunun ayrıntıları ileride anlatılacaktır. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Atanız İbrahim’in milleti.” (Hacc, 22/78)

Şeriat, Nuh Peygamber (aleyhisselâm) ile başlamıştır. Allah Teâlâ buyurdu ki: “O, Nuh’a vasiyet ettiklerini sizler için şeriat olarak vazetti.” (Şûra, 26/13) Hadler ve hükümler Adem (aleyhisselâm), Şît (aleyhisselâm) ve İdrîs (aleyhisselâm) peygamberlerle birlikte başlamıştır. Şeriat, millet, minhâc ve sünnetlerin sonu ise, en mükemmel ve en güzeli olan Allah Resülü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şeriatı olmuştur. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üstünüzdekı nimetimi tamamladım ve sizler için din olarak İslâm’a razı oldum.” (Mâide, 5/2)

Denir ki: Adem (aleyhisselâm) eşyanın isimleriyle, Nuh (aleyhisselâm) o isimlerin anlamlarıyla, İbrahim (aleyhisselâm) her ikisiyle birden müşerref kılınmıştır. Musa (aleyhisselâm) tenzil, İsa (aleyhisselâm) ise tevîlile şereflendiril-miştir. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise İbrahim’in (aleyhisselâm) Mille­ti üzere her ikisiyle birden müşerref kılınmıştır.

Bunun ardından ilk takririn biçimi ve ikinci takririn kemâle erdiril­mesi gündeme gelir ki bu da her peygamberin kendinden önceki peygam­berlerin sünnet ve şeriatlarını tasdik etmesi şeklinde olur. Yaratılmışlar hakkındaki emrin takdiri ve dinin fıtrat üzere kılınmasının yolu budur. Nübüvvetin temel özelliği, diğer insanların nebiye ortak edilmemesidir. Allah Teâlâ dinini, yaratıklarının durumuna uygun bir biçimde tesis etmiştir. Tâ ki yaratıkları sayesinde dinine, dini sayesinde de yaratıklarına istidlal edilebilsin.

BİRİNCİ KİTAP

 

DİN SAHİPLERİ

Müslümanlar

1- İslâm kavramının anlamını daha önce zikretmiştik. Burada ise İslâm ile iman ve ihsan arasında bulunan farka değinecek, başlangıç, orta yol ve kemâlin ne olduklarını anlatacağız: Çok bilinen bir hadis-i şerife dayanarak:

“Cebrail (aleyhissdâm) bir yolcu kılığında Allah Resûlü’nün fsallallâhu aley­hi ve sellem) huzuruna girdi ve dizlerini O’nun dizlerine yaslayacak biçimde oturduktan sonra sordu: ‘Ey Allah Resulü! İslâm nedir?’ Allah Resulü fsallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah’ın Resulü olduğuma şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan ayı orucunu tutman ve imkân bulman halinde hacca gitmendir.’ Cebrail (aleyhisselâm) ‘Doğru söyledin’ dedikten sonra şu soruyu sordu: ‘Peki iman nedir?’ Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerrİyle kadere iman etmendir.’ Cebrail (aleyhisselâm) ‘Doğ­ru söyledin’ dedikten sonra şöyle sordu: ‘Peki ihsan nedir?’ Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de şöyle cevap verdi: ‘Allah Tcâlâ’ya O’nu görüyor gibi ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni muhakkak görür.’ Cebrail (aleyhisselâm) aynı şekilde ‘Doğru söyledin’ dedikten sonra şu soruyu sordu: ‘Kıyamet ne zaman kopacak?’ Bunun üzerine Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir.’ Cebrail (aleyhisselâm) kalktı ve oradan çıktı. O gittikten sonra Allah ResÛlÜ (sallallâhu aleyhi ve sdlem) şöyle buyurdu:  ‘Bil Cebrail (aleyhissdâm) İdi. Size dininizi Öğretmek İçin geldi.”‘ (Buhârî, İman, 37; Müslim, İman, 13)

Tefsirde iman ile İslâm arasında da fark bulunduğu ifade edilmiştir. Buna göre İslâm, zahirî teslimiyetten ibarettir. Bu bağlamda münafık ile müslüman zahiren aynı konumdadır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyur­muştur: “Bedeviler ‘İman ettik1 dediler. De ki: Siz iman etmediniz. ‘Biz teslim (İslâm) olduk’ deyin!” (Hucurât, 49/13}

İslâm, zahirde teslimiyet ve bağlanmayı ifade edip kullanım bakımın­dan müşterek olduğuna göre başlangıç noktasıdır. Eğer onunla birlikte samimi inanç varsa, yani kişi Allah Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, pey­gamberlerine ve ahiret gününe yürekten inanıyor, kaderin hayır ve şerrinin Allah’tan olduğunu ikrar ediyor, başına gelecek olayın muhakkak vuku bulacağına başına gelmeyecek olayın da gerçekleşmeyeceğine inanıyor­sa hakikî bir mü’min olur. Zahirî müslümanlığım kalbî inancıyla, ruhî tekâmülünü aklî tefekkürle birleştirir ve gayba, gözüyle tanık olmuşçasına iman ederse artık kemâl haline erişmiş demektir. Bu durumda İslâm yolun başı, iman ortası, İhsan ise kemâli olmaktadır. İşte bu anlamından dolayı Müslüman lafzı hem kurtuluşa erenler, hem de helak olacaklar için kul­lanılabilen müşterek bir kavramdır.

İslâm, bazen ihsan anlamında olabilir: “Hayır, ihsan sahibi olarak yüzünü Allah’a çeviren.” (Bakara, 2/112) “Sizin için din olarak İslâmdan razı oldum” (Mâide, 5/4} ayeti de İslâmın bu anlamına yorulur. Şu ayet-i keri­meler de aynı anlamdadır: “Muhakkak Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân, 3/19) “Hani Rabbi ona ‘İslam ol!’ dediğinde ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” (Bakara, 2/130) “Ancak müslümanlar olarak ölün!”

(Bakara, 2/132)

2- Tevhid, adalet, va’d, va’îd, sem’ ve akıl gibi kavramlarda ihtilafa düşen usul ehli.

Burada usûl, furû ve benzeri kelimelerin anlamları üzerinde duracağız.

Kelam ehlinden biri şöyle demiştir: Usûl (: temel ilkeler), Allah Teâlâ’yı vahdaniyeti ve sıfatlarıyla tanımak, peygamberleri ayet ve muci­zeleri ile bilmektir. Özetle söylemek gerekirse tartışmanın imanı hakikat­le ilgili olduğu ve tartışanlar arasında bir tarafın kesin haklı olduğu her mesele usûle girer. Bilindiği üzere dinin tüm konuları, marifet ve tâate ayrılmıştır. Marifet asıl, tâat ise fer’dir. Marifet ve tevhid konularında söz söyleyen kimse usulcüdür. Tâat ve şeriat üzerinde konuşan ise furû’cu olarak bilinir. Usûl, kelâm ilminin konusudur. Furû ise fıkıh ilminin konu­sudur. Akıl sahiplerinden biri ise şöyle demiştir: Akılla bilinen, düşünme ve istidlal yoluyla ulaşılan herşey usûlden sayılır. Zannî olan ve kıyas ve ictihâd yoluyla ulaşılan herşey de-furû’dan sayılır.

Tevhide gelince Ehl-i Sünnet ve Sıfâtiye’nin tamamına göre, Allah Teâlâ Zâtı itibarıyla birdir ve bölünme kabul etmez. Ezelî sıfatlarında bir­dir ve benzeri yoktur. Fiillerinde de birdir ve ortağı yoktur.

Ehl-i Adi (: Mu’tezile) ise şöyle demiştir: Allah Teâlâ Zâtı bakımından birdir. Bölünme ve sıfat söz konusu değildir. Fullerinde de birdir ve ortağı yoktur. O’nun Zâtı dışında kadîm yoktur, fiillerinde de ortağı yok­tur. İki kadîmin varolması imkânsızdır. İki kâdİr arasında makdûr olan da imkânsızdır. Tevhidin aslı budur.

Adalete gelince Ehl-i Sünnefe göre Allah Teâlâ fiillerinde adalet sahi­bidir. Yani O, mülkünde ve sahip oldukları hakkında dilediği tasarrufta bulunandır. Dilediğini yapar, dilediği gibi hükmeder. Adalet, bir şeyin yerli yerine konulmasıdır. Bu da, mülkte meşîet ve ilmin gerektirdiği şekil­de tasarrufta bulunmaktır. Zulüm ise bunun tam karşıtıdır. Allah Teâlâ hakkında hüküm ve tasarrufları bakımından zulüm ve haksızlık düşünüle­mez. Mu’tezile’yc göre ise adalet, aklın hikmete uygun olarak gerektirdiği Şeydir. Adalet, fiilin doğruluk ve yararı gözetilerek izhâr edilmesidir.

Va’d ve va’îde (azap va’di) gelince Ehl-İ Sünnet bu konuda şöyle demiştir: Va’d ve vald Allah Teâlâ’nm ezelî kelâmıdır. Va’d, emredilenle­re karşılık, va’îd İse yasaklananlara karşılıktır. Kurtuluş ve sevap kazanma va’d, helak ve ceza ise va’îd iledir. Ancak bu konularda hiçbir şey Allah Teâlâ üzerine aklen vacip kılınamaz.

Ehl-i Adi ise şöyle demiştir: Ezelde söylenmiş bir kelâm söz konusu değildir. Ancak emir ve yasaklama vardır. O, muhdes kelâmı ile va’d ve va’îdde bulunmuştur. Kurtuluşa eren kimse, kendi işlediği fiilleri sayesin­de sevabı haketmiştir. Hüsrana uğrayan da yine kendi fiilleri sebebiyle cezayı haketmiştir. Akıl, hikmetin gereği olarak bunu icap ettirir.

Sem’ ve alda gelince Ehl-i Sünnet’in bu konuda söylediklerinin özü şudur: Bütün vâcibât sem’ sayesinde bilinir. Bilgilerin tamamı ise akıl sayesinde bilinir. Akıl, hÜsn veya kubh hükümlerinde bulunamaz. Vacip kılamaz ve gerektiremez. Sem’ ise bilgiyi varetmeyip onu vacip kılar.

Ehl-i Adi ise şunları söylemiştir: Bilgilerin (ma’arif} tamamı akılla bilinebilir ve akıl sayesinde vacip olabilir. Nimet verene şükranda bulun­mak, sem’ gelmeden önce aklen vaciptir. Hüsn ve kubh da, güzel ve çirkin olan şeylerin zâti sıfatlarıdır.

Bu kaideler, usûl ehlinin üzerinde konuştukları ana meselelerdir. Bu meseleler hakkında bütün fırkaların düşüncelerini ileride tafsilatlı olarak anlatacağız. Her meseleyi olabildiğince ele alacağız,

3- Mu’tezile, Cebriyye, Sıfâtiyye ve diğerleri.

Mu’tezile ve Sıfâtiye, taban tabana zıt iki fırkadır. Aynı şekilde Kade­riye ve Cebriye de İki zıt fırkadır. Mürcİe ile Va’îdiye, Şîa İle de Haricîler zıt fırkalardır. Bu fırkalar arasındaki zıtlık her devirde varolmuştur. Her fırkanın da karşı fırkalar için söyledikleri sözler, yazdıkları Idtapiar destek aldıkları devletler ve kullandıkları İktidarlar olmuştur.

1. Fasıl

 

Mutezile

Ehl-i Adi ve Tevhid olarak adlandırılırlar. Kaderiye ve Adliye gibi lakapları vardır. Kaderiye kelimesini müştereken kullanmış ve şöyle demiş­lerdir: “Kaderiye lafzı, kaderin hayır ve şerrinin Allah Teâlâ’dan olduğunu söyleyen herkes için kullanılır.” Böyle söylemeleri, bu lakapla anılmaktan sakınma çabalarıdır. Çünkü bu lakapla anılanların kınanması hususunda itti­fak söz konusudur. Zira Allah Resulü (sallaüâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş­tur: “Kaderiye, bu ümmetin mecûsîlcridir.” (Hâkim, Müstedrek, 1/159; Müsned, 5/406; Tabcranî, Mûcemu’s-Sagir, 7/36) Sıfatiye fırkası, Mu’tezile’ye ittifakla karşı çıkmış, Cebriye ve Kaderiye’nin aslında birbirlerine taban tabana zıt kav­ramlar olması itibarıyla zıtların aynı lafızla anılmalarının mümkün olmaya­cağı ifade edilmiştir. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş­tur: “Kaderiye, kader konusunda Allah’ın hasımlarıdır.” (el-îd, Mcvâkıf, 3/659).

Kader konusunda hasım oluş; hayır ve şerrin hem Allah’ın hem de kulun etkinliklerine taksim edilişi, asla, teslim ve tevekküle inanan; tüm hâlleri kesin bir kadere ve mudak bir hükme bağlayan kişilerin görüşü olamaz; böyle bir husus tasavvur edilemez. Mu’tezile taifesinin geneline hâkim olan itikada göre kıdem; Allah Teâlâ’nın, en özel niteliğidir, bizzat zâtına taalluk eden asıl vasıftır. Mu’tezile aslen kadim olan tüm sıfatları reddetmiş ve şunu savunmuştur:

Allah Teâlâ Zâtı ile Âlim, Zâtı ile Kadir, Zâtı ile Hayy (Diri) olup Zâtından ayrı ilim, kudret ve hayat ile tavsif edilemez. Bunlar kadîm sıfat­lar ve O’nunla kâim olan özelliklerdir. Eğer söz konusu sıfatlar, kıdemde ortak olsalardı, ulûhiyette de O’na ortak olmaları gerekirdi. Onlara göre Allah Teâlâ’nın kelâmı, bir mahalde yaratılmış olup muhdestir. Kelâmı harf ve seslerden ibaret olup O’ndan nakille mushaflarda yazılıdır. Her­hangi bir mahalde bulunan şey, bir şekilde fena bulacak bir arazdır. Mu’tezile’ye göre irâde, sem’ ve basar (görme) de Zâtı ile kâim olmayan özelliklerdir. Ancak onlar, bunların varoluş keyfiyetleri ve yüklendikleri anlamlar üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Mu’tezile, Allah Teâlâ’nın ahiret yur­dunda gözle görülmesinin ve teşbihin bütün türlerinin reddi noktasında ittifak etmiştir. Yer, mekân, suret, cisim sahibi olma, bir yerde bulunma, intikâl etme, zail olma, değişme ve etkilenme gibi O’nun için teşbih ifade edecek olan hiçbir şeyi kabul etmemişlerdir. Bu konularla ilgili müteşâbih ayetlerin tevillerini de vacip görmüşlerdir. Onlara göre Tevhid budur.

Mu’tezile’ye göre kul, kudret sahibi, hayır ve şer fiillerinin yaratıcısıdır, işlediklerinden dolayı da ahirette ödül veya cezaya nıüstehaktır. Allah Teâlâ kendisine şer ve zulüm izafe edilmekten münezzehtir. Bu tür fiil­lerin işlenmesi küfr ve masiyettir. Eğer O, zulmü yaratmış olsaydı zâlim olurdu. Tıpkı adaleti yarattığı zaman âdil olduğu gibi.

Mütezile’nin bir diğer görüşü şudur: Allah Teâlâ’nın fiili salâh ve hayırdır. Hikmet bakımından da kullarının yarar ve maslahatlarını gözet­mek O’nun üzerine farzdır. Aslah ve lütuf konularında ise ihtilâf etmişler­dir. Mu’tezile bunu Adalet olarak isimlendirmiştir.

Mu’tezile’ye göre bir mümin, dünya hayatından tâat ve tövbe üzere ayrıhrsa sevabı hak etmiş olur. Bir büyük günah (kebîre) işlemiş ve tövbe etmemiş olarak ölürse, sonsuza dek cehennemde kalır. Ama çekeceği azap, küfür ehlinin azabından daha hafif olur. Mutezile bu konudaki fikir­lerini Va’d ve Va’îd olarak isimlendirmiştir.

Onlara göre şeriat gelmeden Önce de bilginin esaslarını tanımak ve nimete şükretmek her insan üzerine farzdır. İyilik ve kötülüğü akıl yoluyla bilmek de farzdır. Allah Teâlâ tarafından gelen emir ve yasaklar ise, kullar için birtakım lüruflardır. Allah Teâlâ bunları, kullarını sınamak ve seçmek için peygamberler vasıtasıyla gönderir. Ta ki; “Helak olan açık delil üzere helak olsun, yaşayan da açık delil üzere yaşasın diye.” (Enfâl/43)

Mu’tezile imamet konusunda ihtilafa düşmüştür. Kimileri nas İle, kimileri seçim ile belirleneceğini söylemiştir. Bu konuda görüş belirten fırkaların sözleri ileride ele alınacaktır.

Şimdi Mu’tezile içinde farklı görüş savunan fırkaları ele alacağız.

1- Vâskitte:

Bu fırkaya mensup olanlar, Ebu Huzeyfe Vâsıl b. Atâ el-Gazzâl el-Elsağ’ın düşüncelerini benimseyen ve onun yolundan gidenlerdir. Vâsıl b. Atâ, Hasan el-Basrî’nin (radıyalhhu anh) öğrencisidir. Bu İkisi, Abdülmelİk b. Mervân ve Hişâm b. Abdülmelİk dönemlerinde yaşamışlardır. Günümüzde Fas’ta Ebu Ca’fer eUMansür döneminde ayaklanan İdrîs b. Abdullah el-Hasenî’nin beldesinde küçük bir topluluk bu fırkaya mensuptur.

Vâsıliyye fırkasının ayrılığı şu dört esasa dayanmaktadır:

a- Birinci Esas: Allah Teâlâ’nın ilim, kudret, irâde ve hayat gibi sıfat­larını reddeden görüşleridir. Bu görüş başlangıçta tam olgun değildi. Vâsıl b. Atâ bu görüşü belirtmeye başladığında zahirî ifadeye dayanıyordu ki o ifade şudur: Kadim ve Ezelî olan iki ilahın varlığı imkânsızdır. Ona göre Allah Teâlâ’nın Zâtı dışında kadim bir sıfatın varlığını iddia eden kişi, iki ilahın varlığını iddia etmiş demektir.

VâsıPın taraftarları filozofların kitaplarını inceledikten sonra daha sistematik bir görüşe ulaşarak şu noktaya varmışlardır: Bütün sıfadarın reddi gereklidir. O, Zâtı ile Âlim ve Kâdir’dir. Onlar kudret ve ilmin zatî sıfatlar olduğuna hükmetmişlerdir, yani bu iki sıfat Cübbâî’ye göre Zât-ı Kadîme’nin iki itibârı, ya da Ebu Hâşim’in söylediği gibi iki hâlidir.

Ebu’l-Hasan el-Basrî ise bu ikisini tek bir sıfata “âlimiyet”e dayandırmıştır. Bütün bunlar, filozofların konuyla ilgili görüşlerinin aynıdır. Söz konusu sıfatlan Kitab ve Sünnet’te bulduğu gibi kabul eden Selef ise bu görüşe karşı çıkmıştır.

b- İkinci Esas: Kader konusundaki görüşleridir. Mu’tezile’nin bu yola girmesi Ma’bed el-Cühenî ve Gaylân ed-Dımeşkî tarafından ortaya atılan fikirlere meyletmesinden kaynaklanmıştır. Vâsıl, bu esâsa sıfatlarmesele-sinden daha fazla önem vermiş ve şöyle demiştir: Allah Teâlâ Hakîm ve Alîm’dir. O’na şer ve zulüm isnat etmek caiz değildir. Allah Teâlâ’nın kul­larına emrettiği hususların aksini murat ederek bunlardan dolayı kullarını cezalandırması caiz değildir. Oysa hayır ve şer, iman ve küfr, tâat ve masi-yeti işleyen kuldur. Cezalandırılması da bu yüzdendir. Kulu, bu fiillerin tümüne muktedir kılan ise Allah Teâlâ’dır. Kulların fiilleri; eylem, eylemsiz­lik, bir şeye dayanma, derin araştırma ve bilme gibi durumlarla sınırlıdır. VâsıPa göre herhangi bir kulun yapamayacağı bir fiil için ‘Şunu yap!’ emri­ne muhatap olması İmkânsızdır. Kul, kendinde güç ve imkân bulamadığı bir fiili yapamaz. Bu gerçeği inkâr eden, zaruret kanununu inkâr ermiş olur. Vâsıl bu görüşünü birçok ayetle delillendirmeye çalışmıştır.

Hasan el-Basrî (radıyallahu anh) tarafından Halife Abdülmelİk b. Mer-van’a yazıldığı söylenen bir risale görmüştüm. Halife, kader ve cebr konu­larını soruyordu. Hasan el-Basrî bu soruya, Kaderiye (kulun eylemlerinde mutlak kudret sahibi olduğunu savunan) mezhebinin görüşleri istikame­tinde cevap vermiş, cevabını destekleyen aklî ve naklî delilleri serdetmişti. Bu risale yüksek bir ihtimalle Vâsıl b. Atâ’ya aitti. Çünkü Hasan el-Basrî, kaderin hayır ve şerrinin Allah’tan olduğu hususunda Selefe muhalefet edecek bir şahsiyet değildir. Risalede geçen ifadeler, Mu’tezile’nin kader konusunda ittifak ettiği hususlardı. İşin şaşılacak tarafı ise, rivayette geçen [kader lafzını], hayır ve şer, hasen ve kabîh gibi kulların kazanımı olan fiillere değil de sıkıntı ve huzur, darlık ve bolluk, hastalık ve şifa, ölüm ve hayat gibi Allah Teâlâ’ya mahsus olan fiillere yormasıdır. Mu’tezile’den bir topluluk bu risaleye görüşleri arasında yer vermiştir.

c-  Üçüncü Esas:  Küfr ile iman arasında bir mertebe (el-menzile beyne’l-menzileteyn) görüşüdür. Bu esasın ortaya çıkışı şöyle olmuştur:

Adamın biri Hasan el-Basrî’nin (radiyallatra anh) huzuruna girerek şöyle demişti: “Ey İmam! Zamanımızda büyük günah işleyenleri tekfir eden bir cemaat ortaya çıktı. Kebîre onlara göre kişiyi İslâm dininden çıkaran bir küfrdür. Bu cemaat Hâridler’dİr. Bir başka cemaat da büyük günah işle­yenlerin hükümlerini ahirete erteliyorlar. Onlara göre büyük günahın ima­na hiçbir zararı yoktur. İnançlarına göre amel, imanın esaslarından biri değildir. Dolayısıyla masiyetler imana halel getirmez. Tıpkı küfr halinde tâatlerin fayda etmemesi gibi. Onlar da ümmetin Mürcie’sidir. Bu konuda sizin hükmünüz nedir?”

Hasan el-Basrî (radiyailabu anh) hemen cevap vermeyip düşünceye daldı. O söze başlamadan Vâsıl araya girdi ve şöyle dedi: “Büyük günah işleyen için mutlak mümindir veya mutlak kâfirdir diyemem. O, küfr ile iman arasında bir yerdedir. Ne mümin, ne de kâfirdir.” Bunu söyledikten sonra da ayağa kalkıp mescidin bir başka sütununa giderek Hasan’ın meclisinden ayrıldı. Orada da bu meseleyi Hasan el-Basrfnin öğrencilerinden birine açıklamaya girişti. Bunun üzerine Hasan el-Basrî (radıyaliahu anh) “Vâsıl biz­den ayrıldı (Kad i’tezele annâ Vâsıl)” (el-İcİ,Mevâkıf, 3/653,658) dedi. Bu neden­ledir ki Vâsıl ve arkadaşları Mutezile (Ayrılanlar) olarak adlandırıldı.

Vâsıl’ın bu görüşünün dayanağı şudur: İman, birtakım hayır hasletlerin­den ibarettir. Bu hasletlerin toplandığı kimse ‘mümin3 olarak adlandırılır. Bu bir övgü ismidir. Fâsık ise hayır hasletlerini zâtında toplamamış kimsedir. Dolayısıyla da mümin olarak isimlendirilmez. O, mutlak anlamda kâfir de değildir. Çünkü şehâdet ve sair hayırlı ameller zâtında mevcuttur. Bunları inkâr etmek mümkün değildir. Ancak fâsik, işlediği kebîreden dolayı tevbe etmeksizin öldüğünde cehennem ehlinden olur ve orada ebedî kalır. Çünkü ahirette sadece şu iki zümre bulunacaktır: Bir zümre cennetlik, diğer zümre ise cehennemliktir. Ancak fâsığın azabı hafiftir. Bulunduğu derece de kâfirle­rin bulunduğu derecenin üstünde olur.

Amr b. Ubeyd (H. 80-144) kader ve sıfatların inkarı konusunda oldu­ğu gibi bu meselede de Vâsıl’a tâbi olmuştur.

d- Dördüncü Esas: Cemel ve Sıffîn ashabı hakkında konuşurken, iki gruptan birinin hatalı olduğunu, ama hangisinin hatalı olduğunun kesin bilinemeyeceğini savunmalarıdır. Osman’ın (radıyallahu anh) katilleri

Din Sahipleri

hakkında da böyle derler. Onlara göre lanetleşenlerden biri mutlaka fâsıktır ama hangisinin fâsık olduğu belli değildir. Mütezİle’nin fâsık hakkındaki görüşünü daha önce görmüştük. Onlara göre bu iki fırka açısından da asgari nokta, lanetleşenler gibi her İki fırkanın şahitliğinin kabul edilmez oluşudur. Bu açıdan bakıldığında Ali (radıyallahu anh) Talha (radıyallahu anh) ve Zübeyr’in (radıyallahu anh) şahitliği kabul edilmez. Mu’tezile’ye göre Osman (radıyallahu anlı) ve Ali’nin’fradıyallahu anh) hata etmiş olmaları caizdir. Mutezile fırkasının başı ve kurucusu olan Vâsıl, sahabenin büyükleri ve âl-i resulden gelen imamlar hakkında böyle bir düşünceye sahiptir.

Amr b. Ubeyd bu görüşünde ona tâbi olmakla kalmamış, daha da ileri giderek kesin tayin edilmemekle beraber İki gruptan birinin fâsık olduğunu İfade etmiştir. O bu bağlamda şöyle demiştir: Bu iki zümreden birine mensup iki kişi, örneğin Ali (radıyallahu anh) ve onun ordusundan biri, yahut Talha (radıyallahu anh) ve Zübeyr (radıyallahu anh)’in kendisi şehâdette bulunsa, şahitlikleri kabul edilmez. Burada her iki zümrenin de fâsıklığı ve cehennemlik oluşları söz konusudur. Amr b. Ubeyd hadis râvilerinden bîri olup zühdle tanınır. Vâsıl ise fazilet ve edeple tanınır.

2- Hüzetlitte:

Ebu’l-Hüzeyl el-Allâfm taraftarlarının oluşturduğu bir fırkadır. Ebu’l-Hüzeyl, Mu’tezile fırkasının şeyhi, bu topluluğun önde geleni, usu­lünün koyucusu ve en büyük münâzaracı i arından biridir. Mu’tezile fikrini Osman b. Hâlid et-TavîTden almıştır. Osman b. Hâlid’in hocası ise Vâsıl b. Atâ’dır.

Ebu’l-Hüzeyi el-Allâf Mu’tezile fırkası içinde on esas İle diğerlerinden ayrılmıştır:

a- Birinci Esas: Ebu’l-Hüzeyl şöyle der: Allah Teâlâ ilimle Âlim’dİr ve ilmi O’nun Zâtı’dır, kudretle Kâdir’dir ve kudreti Zâtı’dır. Hayatla Hayy’dır ve hayatı Zâtı’dır. O, bu görüşü filozoflardan iktibas etmiştir. Filozoflara göre Allah Teâlâ’nın Zâtı, hiçbir şekilde çokluk barındırma­yacak şekilde birdir. Sıfatlar ise Zât’m ardında O’nunla kâim özellikler olmayıp O’nun Zâtının aynıdırlar. İleride de açıklanacağı üzere selb ve izafete râcidirler.

Allah Teâlâ ilimle değil Zâtı ile Âlim’dir diyenlerle Zâtı olan bir ilimle Âlim’dir diyenler arasındaki fark, ilkinin sıfatı reddi, ikincinin ise bizatihi sıfat olan bir Zât’ı yahut da bizzat zat olan bir sıfatı isbât etmesidir. Ebu’l-Hüzeyl bu sıfatları Zât’ın vechleri olarak isbât ettiğinde Hıristiyanların ilkeleri(ekânîm) ile Ebu Hâşim’in hallerinden (ahvâl) farklı bir şey söyle­memiş olur.

b- İkinci Esas: Ebu’l-Hüzeyfe göre Allah Teâlâ sonradan oluşan bir İrâde (irâde-İ hâdise) İle irâde buyurandır. Bu irâdenin de mahalli yoktur. Bu bâtıl görüşü ilk ortaya atan Ebu’l-Hüzeyl olmuştur. Sonrakiler bu görüşte ona tâbi olmuşlardır.

c- Üçüncü Esas: Ebu’l-Hüzeyl der ki: Allah Teâlâ’nm kelâmının bir kısmı belli bir mahalde (: kategoride) değildir. “Kün=Ol” buyruğu böyle­dir. Bazı kelâmı da belli bir mahaldedir ki emir, yasak, haber ve soru ifade eden buyrukları böyledir. Ebu’l-HüzeyPe göre tekvîn ihtiva eden emirler, teklif içeren emirlerden farklıdır.

d- Dördüncü Esas: Kader hakkındaki görüşü, Mu’tezile’nin diğer men­suplarından farklı değildir. Ancak o, başlangıçta kulun mutlak kudretini savunucu, son döneminde cebîrcidir. Onun mezhebine göre Ahirettekİ sonsuzluk ehlinin hareketleri tamamıyla zarurî hareketler olup kulların bunlar üzerinde hiçbir kudreti söz konusu değildir. Bu hareketlerin tamamı da Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Çünkü kullar tarafından kesbedilmeleri halinde onlarla mükellef olmaları gerekirdi.

e- Beşinci Esas: Ebu’l-Hüzeyl’e göre cennet ve cehennem ehlinin hareketleri yeknesak olma özelliğine sahiptir. Onlar, dâimi bir sükûn içindedirler. Bu sükûn halinde cennet ehli için lezzet ve tatlar, cehennem ehli için de türlü acı ve elemler mevcuttur. Ebu’l-HüzeyPin bu görüşü, Ohm’in görüşüne yakındır. Çünkü ona göre cennet de, cehennem de fâni­dir. Ebu’l-Hüzeyl’in bu görüşü sahiplenmesi, âlemin hudûsü görüşüne bağlılığına dayanmaktadır. Başı olmayan hadisler, sonu olmayan hadisler gibidir. Çünkü hepsi de sonsuza dek uzanmaktadır. Buna karşın o şöyle demiştir: Bence “Geçmişe yönelik sonsuza dek devam eden hareketleri kabul etmediğim gibi, geleceğe yönelik sonsuza kadar giden hareketleri de kabul etmiyorum. Her iki taraf da daimî bir sükûn ile son bulur.” Bu görüşüyle hareket için gerekli olanın, sükûn için gerekmeyeceğini zannet-miş görünmektedir.

f- Altıncı Esas: Ebu’l-HüzeyPe göre istitâ’at, bir tür araz olup sıhhat ve selâmet dışında bir husustur. İstitâ’at konusunda kalbî fiiller ile bedenî fiiller arasında fark mevcuttur. Çünkü kalbî fiillerin meydana gelişinde, fiil halinde istitâ’atın onlarla birlikte olması şarttır. Bedenî fiillerde ise şart olmayıp caiz­dir. Ona göre bunlar daha önce gelir. Bunlar ilk halde işlenirken fiil ancak ikinci halde bulunur. Fiilin yapılıyor hali, fiilin yapıldığı halden farklıdır. Sonra kulun fiilinden doğan şey, onun fiilidir. Renk, koku, tat ve keyfiyeti bilinmeyen hususlar böyle değildir. Başkasına söyleme ve Öğretme halinde hadis olan idrâk ve ilim hakkında ise şöyle demiştir: Allah Teâlâ onları o anda yaratır. Bunlar, kulların fiillerinden değildir.

g- Tedinci Esas: Şeriat gelmezden önce de fikir sahibi kimse Allah Teâiâ’yı delil ile bilmekle mükelleftir. Eğer bu anlamda Marifetullahta kusur ederse ebedî cehenneme mahkûm olur. Hasenin hüsnünü, kabîhİn kubhunu bilmesi de vaciptir. Doğruluk ve adalet gibi iyiliklere (hüsn) yönelmesi, yalan ve zulüm gibi çirkin fiillerden (kubh) yüz çevirmesi de vaciptir. Ona göre Allah rızasından ve O’na yakınlaşma gayretlerinden baş­ka gayelerle işlenen tâatler de mevcuttur. Örneğin ilk düşünceye (nazar-ı evvel) yönelmek böyledir. İlk düşünce, Henüz Allah’ı ve bir ibadet eyle­mini bilmemektedir. Zorlama altındaki kişi hakkında da şöyle demiştir: Zorlandığı zaman kinayeli ve dolambaçlı konuşmayı bilmiyorsa yalan söyleyebilir. Bunun vebali ondan kaldırılmıştır.

h- Sekizinci Esas: Ebu’l-HüzeyPe göre ömrün artıp eksilmesi caiz değil­dir. Öyle ki cinayetle öldürülen biri, bu şekilde ölmeseydi, o anda eceliyle ölecekti. Rızklar da iki şekildedir. İlk şekli Allah Teâlâ’nm yararlanma (intifa) maksadıyla yarattığı herşeydir. “O, bunları kullarının rızkları için yaratmıştır” demek caizdir. Buna göre her kim, başka bir kimse için “O, Allah Teâlâ’nın kendisine rızk olarak yaratmadığı bir şeyi yedi, ondan istifade etti” derse, hata etmiş olur. Rızkın ikinci şekli, Allah Teâlâ’nın söz konusu rızklardan kulları için hükmettiği şeylerdir. Bunlardan helal kılınmış olanlar rızk, haram kılınmış olanlar rızk değildir. Çünkü bunların yenilmesi ve yararlanılması emredilmemiştir.

i- Dokuzuncu Esas: el-Ka’bî ondan naklederek şöyle demiştir: Ebu’l-Hüzeyl şöyle demişti: Allah Teâlâ’nın irâdesi, muradı değildir. Çünkü irâdesi, bir şeyi yaratmaktan ibarettir. Bir şeyi yaratmak, Ebu’l-Hüzeyl’e göre o şeyin aynı değil gayrıdır. Ona göre yaratmak söz, yani ‘Kün-Ol’ emridir. Allah Teâlâ Semî ve Basîr olmaya devam eder. Yani O işitmeye ve görmeye devam edecektir. Aynı şekilde Gafur, Rahîm, Muhsin, Hâlık, Râzik (Rızık veren), Müsîb (Sevap veren), Muâkıb (Ceza veren), Muvâlî  (Dost edinen), Mu’adı (Düşman edinen), Amir (Emreden) ve Nâhî (Yasaklayan) olmaya devam eder. Bunun anlamı, söz konusu fiillerin O’ndan sâdır olmaya devam etmesidir.

j- Onuncu Esas: el-Ka’bî ondan naklederek şöyle demiştir: Ebul-Hüzeyl şöyle demişti: Gaybî bir hususta hüccetin kâim olması ancak bir veya birden fazla cennet ehlinden olan yirmi kimsenin itibarıyla olabilir. Yeryüzü, hiçbir zaman Allah dostlarından hâli kalmaz ve onlar masumdur­lar. Yalan söylemez, asla büyük günah işlemezler. Onların ihbarı tevatür değil hüccettir. Çünkü Allah dostu olmayan ve aralarında masum bir zât bulunmayan topluluktan yalan sâdır olması caizdir.

Ebu Yakup eş-Şehham ile el-Âdemi, Ebûl-Hüzeyl ile dostluk etmişler ve onun görüşünü benimsemişlerdir. Ebu’l-Hüzeyl yüz yaşındayken, 235 yılında el-Mûtevekkİl’İn hilafetinin başlarında vefat etti.

3- Nazzâmitte:

Bu fırkanın kurucusu, İbrahim b. Seyyar b. Hânı en-Nazzâm’dır. Bu zât, filozofların kitaplarından birçoğunu incelemiş ve onların kelam­larım Mu’tezile esaslarıyla sentezleyerek şu meselelerde yoldaşlarından ayrılmıştır:

a- Birinci Mesele: en-Nazzâm hayır ve şerre bizim gücümüzün yettiği­ne dair görüşe İlâvede bulunarak şöyle demiştir: Allah Teâlâ, kötülük ve masiyetlere kadir olmakla tavsif edilemez. Kötülük ve masiyetler, O’mın kudreti dâhilinde değildir. Mu’tezile fırkasının diğer mensupları ise, Allah Teâlâ’nın bunlara kadir olmakla tavsif edilebileceğini, ama bunlar kabîh fiiller oldukları için Allah’ın bunları yaratmakla tavsif edilemeyeceğini ifade etmişlerdir. Ona göre kubh, kabîhin zâti sıfatı olduğu için Allah’a izafe edilmesine mâni olur. O’mın hakkında kabîhin vuku bulabilece­ğini söylemek bizatihi kabîhtir. Dolayısıyla buna mâni olması gerekir. Adaletin faili, zulme muktedir olmakla vasfedilemez. En-Nazzâm bu tutarsız görüşünde daha da ileri giderek, Allah Teâlâ’nın sadece kullarının yararının bulunduğunu bildiği şeyleri yapmaya muktedir olduğunu söyle­miştir. Ona göre Allah Teâlâ, dünyada kullarının yararı bulunmayan şeyleri yapmaya muktedir değildir. Bu, O’nun dünya hayatıyla ilgili kudre­tinin durumudur. Alıiret hayatıyla ilgili olaraksa şöyle demiştir: Ahirette cennet ehlinin mükâfatlarını arttırıp eksiltemeyeceği gibi cehennem ehli­nin azabını arttırmaya veya eksiltmeye de kadir değildir. Onun görüşüne de Allah Teâlâ’nın fiillerinde bağımlı ve mecbur olması söz konusudur. Oysa hakîkî anlamda Kâdİr olan, herhangi bir fiili yapma veya terket-me noktasında seçme hakkına sahip olandır. O, bu anlamdaki sorulara şöyle cevap vermiştir: Kudret konusunda beni bağladığınız husus, sizi de fiil konusunda bağlamaktadır. Size göre Allah’ın bazı fiilleri yapması -buna muktedirken- imkânsızdır. Bu durumda aramızda fark kalmamak­tadır. en-Nazzâm bu görüşünü kadîm filozoflardan almıştır. Onlara göre cömert biri, yapmayacağı bir şeyi biriktirmeyecektir. Onun varettiği ve ortaya koyduğu şey, onun muktedir olduğu şeydir. Herhangi bir şeyin yarattığından daha güzel ve daha yararlı olduğunu bilir ve o şey kudreti dahilinde olursa tereddütsüz onu yapar.

b-  İkinci Mesele: Allah Teâlâ, hakikat üzere irâde ile tavsif edilmez. Kendi fiillerinde şer’î anlamda irâde ile tavsif edildiğinde, sözkonusu fiilleri ilmi istikametinde yarattığı anlaşılır. Kulların fiilleriyle ilgili tavsif edildiğinde ise, bunları emrettiği ve yasakladığı anlaşılır. el-Ka’bî irâde konusunda bu görüşe tâbi olmuştur.

c- Üçüncü Mesele: en-Nazzâm der kİ: Kulların fiilleri, hareketlerden ibarettir. Sükûn ise bir dayanma (i’timâd) hareketidir. İlim ve irade ise nef­sin hareketleridir. Onun bu hareketten muradı, intikâl hareketi olmayıp muhtemelen değişme hareketinin mebdeidİr. Bu konuda da keyfiyet, kemmiyet, konum (vaz’), yer (eyne) ve zaman (meta) vd.kategorilerdeki hareketlerin isbâtına dair filozofların sözlerinden etkilenmiştir.

d- Dördüncü Mesele: en-Nazzâm’a göre insan, hakikî anlamda nefs ve ruhtur. Beden ise, ruhun aleti ve kalıbıdır. Bu görüşü filozoflardan iktibas etmiş, onlar arasında da tabîiyyûna meylederek şöyle demiştir: Ruh, latîf bir cisimdir. Onun bedendeki durumu, gül yaprağındakİ gülsuyuna, sütte­ki tereyağına ve susamdaki tahine benzer. Ruh konusunda en-Nazzâm şöyle demiştir: Ruhun bir kuvveti, kudreti, hayatı ve dilemesi vardır. O, kendiyle güç yetirendir. Güç yetirme (istitâ’at) fiilden önce gelir.

e- Beşinci Mesele: el-Ka’bî’nin ifadesine göre en-Nazzâm’a göre kudre­ti aşan her fiil, Allah Teâlâ’dan olup gereğini O yaratır. Meselâ Allah Teâlâ taşı öyle bir şekilde yaratmıştır ki yukarı fırlattığında taş yükselir. Fırlatma gücü zirvesine ulaştığında taş tekrar geri döner. en-Nazzâm, gerek cevher­ler, gerekse cevherlerin hükümleri noktasında, diğer kelamcı ve filozoflara aykırı görüşlere sahiptir.

f- Alttncı Mesele: en-Nazzâm, bölünemeyen en küçük parça (Cüz’ün la yetecezzâ) fikrinin reddi noktasında filozoflara uygun görüş belirtmiş, ‘tafra’ (: sıçrayış) fikrini ihdas etmiştir. Buna örnek olarak, bir kayanın bir tarafından diğer tarafına yürüyen karıncayı misâl vermiştir. Bu mesafeyi kateden karınca kendi boyutlarına göre sonsuzu katetmiş olmaktadır. Peki, kendisi sonsuz olmayan bir varlık sonsuzu nasıl katedebilir? en-Nazzâm bu sorunun cevabında şöyle demiştir: Karınca, yolun bir kısmını yürüyerek bir kısmını da tafra ile almıştır. Verdiği benzer bir örnek de şudur: Elli arşın derinliğinde bir kuyunun üstünde bulunan bir tahta düşünün. Tahtanın ortasından asılı bir kova bulunsun. Kova da elli arşın uzunluğunda bir halata bağlı olsun. Kova aşağı bırakılıp yukarı çekildiğin­de yüz arşınlık bir mesafe katetmiş olmakta ve bunu elli arşınlık bir halatla yapmaktadır. Bu durumda mesafenin bir bölümü tafra ile alınmış olmak­tadır. O, tafranın da bir mesafeye denk bir mesafe kat etmekten ibaret olduğunu farketmemiştir. Yürüme ile tafra arasındaki fark, zamanın hızlı veya yavaş geçmesine bağlıdır.

g-  T edinci Mesele: en-Nazzâm’a göre cevher, bir araya toplanan araz­lardan mürekkeptir. O, renk, koku ve tatların cisim olduğu konusunda Hişâm b. el-Hakem’e tâbi olmuştur. Ama bazen cisimlerin araz, bazen de arazların cisim olduğuna hükmetmiştir.

h- Sekizinci Mesele: Ona göre Allah Teâlâ, insan, hayvan, maden ve bitki olsun bütün mahlûkâtı şu an bulundukları hâl üzere bir defada yaratmıştır. Adem’i (aleyhisselâm) evlatlarından önce yaratmamıştır. Ancak sonrakileri Öncekilerde gizil bir güç olarak; “kumun” halinde yaratmıştır. Öncelik ve sonralık gizlendiği yerden f mekâminden) zuhur etmesi itibanyladır; yoksa hudusu ve vücudu itibarıyla değildir. O, bu görüşünü kumun ve zuhur ashabı olan filozoflardan almıştır. Filozoflar arasında en çok meylettiği, tabiatçı filozoflardır. İlâhiyatçı filozoflara fazla itibar etmemiştir.

i- Dokuzuncu Mesele: Nazzâm’a göre Kur’ân-ı Kerîm’in mu’ciz olan tarafı, geçmiş ve geleceğe yönelik verdiği haberlerle birlikte, Allah Teâlâ’nın Arapları ona karşı çıkmaya yönelmekten alıkoyması ve ona karşı muaraza etme güçlerin almasıdır. Eğer onları serbest bıraksaydı, fesahat, belagat ve nazm bakımından onun bir suresinin benzerini yazabilirlerdi.

j- Onuncu Mesele: Nazzâm’a göre İcmâ ve Kıyâs şeriatta hüccet olarak kabul edilmez. Hüccet olan, ancak masum imamın görüşüdür.

k- Onbirinci Mesele: Rafizî düşünceye yatkınlığıdır. Sahabenin büyükle­ri hakkında akıl almaz sözler söylemiştir. Ona göre imamet ancak açık nass ve tayin ile belirlenebilir. Ali’nin (radıyallahu anh) imameti de bizzat Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) nassı İle sabit olmuş, ama Ömer (radıyallahu anh)  bunu gizlemiştir.   Sakîfe Günü Ebu Bekir’e (radıyallahu anh} ilk biat eden de odur. Hudeybiyc Günü şüpheye kapılan da odur. Nitekim Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Biz hak üzere, onlar bâtıl üzere değiller mi?” diye sormuş, O da, “Evet” buyurmuştu. Bunun üzerine Ömer (radıyaliahu anh) “Dinimizle ilgili bir hususta nasıl alçalmayı kabul ede­riz?” demiş, Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve .sellem) de, “Bu, dinde şüphe ve tereddüttür” buyurmuştu. (Buhârî, Cihad, 22, Cizye, 18; Müslim, Cihad, 94, Müsned, 3/486) En-Nazzâm iftiralarında daha da ileri giderek şunu iddia etmiştir: Ömer (radıyallahu anh) Biat günü Fâtıma’nm (radıyallahu anh) karnına öyle sert vurdu ki karnındaki bebeğini düşürmesine neden oldu. Bir yandan da şöyle bağırıyordu: “Evini içindekilerle birlikte yakın!” O anda evde Ali (radıyallahu anh), Fâtima (radıyaüahu anh), Hasan (radıyallahu anh) Ve Hüseyin’den (radıyallahu anh) başkası yoktu. Yine ona göre Ömer (radıyallahu anh) Nasr b. el-Haccac 1 Medine’den Basra’ya sürmüş, teravih namazını ihdas etmiş, hacda yapılan mut’a nikahını yasaklamış, valileri sürmüştü. Bütün bunlar iftiradır.

en-Nazzâm, Osman (radıyallahu anh) hakkında da ağır sözler söylemiştir. Allah Resulü (salkllâhu aleyhi ve sellem) tarafından kovulmuş olan el-Hakem b. Ümeyye’nin Medine’ye dönmesine izin vermesi, Ebu Zerrİ (radıyallahu anh) Rebeze’ye sürmesi, çok ahlaksız biri olan el-Velîd b. Ukbe’yi Küfe valisi yapması, Muaviye’yi Şam, Abdullah b. Amir’i Basra valisi yapması, Mervân b. el-Hakem’İ kızıyla evlendirmesi, mushaf getirmesi için Abdullah b. Mesud’a vurması ve benzeri birçok hususu onun aleyhinde zikretmiştir.

Bu iki büyük sahabe ile kalmayan en-Nazzâm, Ali (radıyallahu anh) ve Abdullah b. Mesud’u (radıyallahu anh) da eleştirmiştir. Örneğin şu rivayette Abdullah b. Mesud’u (radıyallahuanh) yalanlamıştır: “Said, annesinin karnında said olan, şaki ise annesinin karnında şaki olandır.” Ayın yarılması, cinle­rin sineğe benzetilmesi gibi rivayetlerde de onun yalan söylediğini iddia etmiştir. en-Nazzâm cinleri kökten inkâr etmiştir. Bunlar, sahabe-İ güzîne yönelik ağır sözleri ve iftiralarından sadece bazılarıdır.

1- Onikinci Mesele: en-Nazzâm’a göre akıllı, ergen, düşünme ve istidlal gücüne sahip kimsenin şeriat inmezden önce de düşünme ve istidlal ile Allah Teâlâ’yı bilmesi vaciptir. Ona göre insan aklı, insanın bütün fiillerin­de hasen ve kabîhİ belirleyebilir. en-Nazzâm şöyle demiştir: İnsanın için­de iki ses vardır. Bunlardan biri yapmayı, diğeri ise yapmamayı emreder. İnsanın seçim hürriyetinin gereği de budur.

m- Onüçüncü Mesele: Va’d ve vaîd konusunda da söz söylemiştir. Gümüşte İkİ yüz dirhem, altında yirmi mıskal olan nisap miktarının aşağısında bir malı çalan veya haksız yere alan kimse fâsık sayılmaz. Diğer zekât kıstasları için de durum böyledir. Ahiret hayatıyla ilgili olarak çocuk­lar üzerindeki lütfün, hayvanlar üzerindeki gibi olduğunu söylemiştir.

El-Esvârî (ö. H. 240), hemen bütün görüşlerinde en-Nazzâm’a tâbi olmuş ve daha ileri giderek şöyle demiştir: Allah Teâlâ, yapmayacağını bildiği ve yapmayacağını haber verdiği bir şeye muktedir olmakla vasfedi-lemez. Oysa insan buna muktedirdir. Çünkü kulun kudreti, zıtlar için de geçerlidir. Zıtlardan sadece birinin vücuda geleceği önceden bilinir. Oysa Allah Teâlâ’nın Ebu Leheb’in ateşe atılacağını bildirmesine rağmen ona yönelik hitap baki kalmaktadır.

Ebu Ca’fer el-İskâfî (ö. H. 240) ve arkadaşları da en-Nazzâm’la aynı görüşleri paylaşmış, ilâve olarak şunu söylemişlerdir: Allah Teâlâ’nın akıl sahiplerine zulmetme kudreti yoktur. O, sadece çocuklar ve delilere zul-etme kudreti ile vasfedilebilir.

Ca’fer b. Mübeşşir ve Ca’fer b. Harb de en-Nazzâm’la aynı görüşleri paylaşmış, ancak bazı ilâvelerde bulunmuşlardır. Ca’fer b. Mübeşşir şöyle demiştir: İslâm ümmetinin fâsıkları arasında zındıklar ve Mecûsîlerden daha kötü olanlar vardır. Yine ona göre sahâbe-i kiramın şarap içene yguianan had cezası üzerindeki icmâları hatadır. Çünkü had cezalarında il olan nass ve tevkiftir. Ona göre tek bir daneyi çalan dahi fâsıktır ve andan sıyrılmıştır.

Muhammed b. Şebîb, Ebu Şemr ve Musa b. İmrân da en-Nazzâm’ın raftarlarıdır. Ancak va’îd ve el-menzile beyne’l-menzileteyn meselelerinde ona karşı çıkarak şöyle demişlerdir: Büyük günah işleyen kimse (mürtekib-i .ebîre) sırf bu günahı işlemesiyle imandan çıkar. İbn Mübeşşir va’îd konu­da şöyle demiştir: Cehennemde ebedî kalış ve azabı hakediş şeriat gelme­den önce de bilinir. Diğer arkadaşları ise buna karşı çıkarak, cehennemde ebedî kalışın ancak şeriatle bilinebileceğini söylemişlerdir.

el-Fadl el-Hadsî ve Ahnıed b. Hâıt da en-Nazzâm’ın taraftarlarındandır. er-Râvendî dedi ki: O ikisi, mahlukâtın iki yaratıcısı olduğunu iddia edi­yorlardı. Bunlardan biri kadîm olan Allah Teâlâ, diğeri ise muhdes olan Mesih İsa’dır. Bunu da şu ayete dayandırmışlardır: “Topraktan kuş şek­linde canlı yaratırdın.” (Mâide, 5/109) Ancak el-Ka’bî, el-Hadsî hakkındaki hüsnüzanmndan dolayı cr-Râvendî’nin bu ifadesini yalanlamıştır.

4- Habttiyye Vehadsîtte:

Hâbıtiyye, Ahmed b. Hâbıt’ın (ö. H. 232) taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Hadsiyye de el-Fadl el-Hadsfnin (Ö. H. 257) taraftarlarından olu-Şan bir fırkadır. Her ikisi de en-Nazzâm’ın taraftarlanndandı ve onun gibi klasik filozofların eserlerini incelemişlerdi. Bu ikisi, en-Nazzâm’ın mezhe­binde üç bidat daha çıkarmışlardır:

a- Birinci Bidat: Hıristiyanlara uyarak Mesih İsa (aleyhisselâm) hakkındaki ılahlik iddialarından birini isbât etmişlerdir. Bu iddia, Hesap Günü Mesîh İsa’nın (aleyhisselâm) da insanları sorguya çekeceğidir. Bu iddianın dayanağı şu ayet-i kerimedir: “Rabbin ve melekler saf saf geldiler.” (Fecr, 89/22) Onlara göre buluttan gölgeler içinde gelecek olan odur “Yahut Rabbin gelsin” (Baka­ra, 2/209) ayetinde murat edilen de odur. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve seUcm) “Muhakkak ki Allah Adem’i Rahman suretinde yarattı” (Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, 8/198; Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, 12/430; Dârehıtni, Sıfat, 1/37) buyruğunda kasdedilen de odur. “Cebbar ayaklarını cehenneme koyar” (Ali d-Müttakî, Kenzu’l-Ummâi, 1/408; Kurtubî, el-Câmî, 16/44,17/19) hadisinde murat edilen de odur. Ahmed b. Hâbıt, Mesih’in (akyhissdâm) cismâni bir bedene büründüğünü ve Hıristiyanların iddia ettikleri gibi cesede dönüşmüş kadîm kelime olduğunu ileri sürmüştür.

b- İkinci Bidat: Tenasüh iddiasıdır. Bu ikisi, Allah Teâlâ’nın insanları bugün bulundukları dünya yurdu dışında bir yurtta sağlıklı, sağlam, akıllı ve ergen olarak yarattığını iddia ederler. Onları da Allah’ı bilme ve tanıma melekesİyle yarattığını ve üzerlerine nimetler yağdırdığını ileri sürerler. Onlara göre Allah Teâlâ’nın ilk yarattığının akıllı, düşünebilir ve ibret ala­bilir bir varlık olması şarttır. Nimetlerine şükretme mükellefiyeti de onlar­la başlamıştır. Yarattıklarının bir bölümü bütün emirlerinde O’na itaat ederken, bazıları bütün emirlerine karşı çıkmıştır. Bazıları ise, emirlerinin bir kısmına İtaat edip bir kısmına karşı çıkmıştır. Allah Teâlâ emirlerinin tamamına itaat edenleri, ilk yarattığı nimet yurdunda baki kılmış, emirleri­nin tamamına karşı çıkanları azap yurdu olan cehenneme atmıştır. Emirle­rinden bir kısmına itaat edip bir kısmına karşı çıkanları ise, cennetten çıka­rarak dünyaya indirmiş ve onlara mevcut ağır bedenleri giydirmiştir. Onları zorluklar, sıkıntılar, darlıklar, acılar, bolluk, huzur ve türlü lezzetlerle imtihan etmiştir. Bütün insanları ve hayvanları, günahları miktarınca türlü suretlere büründürmüştür. İsyanı az, tâatı fazla olanlar, suret bakımından daha güzel, elem bakımından daha şanslı İken, isyanı fazla tâatı az olanlar suret bakımından daha çirkin ve elem bakımından daha ağırdırlar. Dünya­ya gelen canlılarda tekrar tekrar gelme, her defasında farklı bir surette yaratılma söz konusudur. İsyan ve tâariarı sürdükçe de böyle olmaya devam etmektedir. Bütün bunlar tenasüh fikrinin ta kendisidir.

Bu ikisinin yaşadığı dönemde Mu’tezile’nin reisi, onlar gibi en-Nazzâm’ın öğrencisi olan Ahmed b. Eyyub b. Mânûs idi. Tenasüh konusunda o da Ahmed b. Hâbıt ile aynı fikirleri savunur, mahlûkâtın bir defada yaratılmış olduğunu iddia ederdi. Ancak ondan farklı olarak şunu söylerdi: Hayvânîliğe dönüşüldüğü zaman kişinin üzerindeki mükellefiyet­ler kalkar. Böylece iki dönüş, âhiret âlemine olur.

Bu ikisine göre dar (yurt) sayısı beştir:

Mükâfat için iki dâr mevcuttur. Birinde yeme-içme, eşler, bahçe-r (cennetler) ve nehirler vardır. İkinci dâr ise birincinin üstünde olup me-içme ve eşler yoktur. Buradaki lezzetler tamamıyla gayr-i cismânî e ruhanî olup, huzur ve sükûndan ibarettir.

Üçüncü dâr, mutlak azabın bulunduğu dâr olup cehennem ateşinden oluşur. Burada dereceler olmayıp herkes aynı düzeyde azap görür.

Dördüncü dâr, insanoğlunun dünya yurduna indirilmeden önce ilk yaratıldıkları yurttur. Bu dara cennet-i ûlâ yani ilk cennet denir.

Beşinci dâr, imtihan yurdu olup insanoğlunun ilk cennette işledikleri hatadan dolayı indirildikleri dünyadır.

Bu yaratma ve tekrar tekrar can verme hayır ve serden oluşan iki kefe doluncaya kadar sürer. Hayır kefesi dolarsa kişinin bütün amelleri tâathaline geldiği gibi itaat sahibi kişide mutlak iyi haline gelerek cennete nakledilir. Bu, göz açıp kapaması kadar kısa bir sürede olur. Çünkü onu geciktirmek zulümdür. Nitekim hadiste şöyle buyrulmaktadır: “İşçinin ücretini alınteri kurumadan verin.” (İbn Mâcc, Ruhun, 4; Ebu Yâlâ, Müsned, 12/34; Beyhakî, Sünen, 6/121)

Şer kefesi dolduğunda ise kişinin bütün amelleri masiyete dönüşür masiyet sahibide mudak kötü olup derhal cehenneme atılır. Bu da göz açıp kapama kadar kısa bir anda olur. Bu da Allah Teâlâ’nın şu buyruğu­nun gereğidir: “Ecelleri geldiği zaman ne bir saat ileri alınır, ne de ertele­nirler.” (AYâf, 7/33; Nahl, 16/60)

c Üçüncü Bidat: Allah Teâlâ’nın görülmesiyle (ru’yetullâh) ilgili bütün naslan tevil etmişlerdir. Örneğin Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve selkm) “Rabbinizi dolunay halindeki ay gibi göreceksiniz. O’nu görmede zorluk Çekmeyeceksiniz.” (Dârekutnî, Ru’yetullah, 1/89, 9ü, 91, 93, 95, 100) hadisi de tevil ettikleri naslar arasındadır. Her ikisine göre de görülecek şey, ilk yaratılan Akl-i EvvePdir. Mevcudat üzerine saçılan suretlerin kaynağı da bu Akl-ı Fa’âl’dır. Allah Resûlü’nün (salkllâhu aleyhi ve sellem) şu hadisinde kasdedilen de odur: “Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı varlık akıldır. Ona ‘Gel!’ buyurdu­ğunda gelmiş, ‘Don!’ dediğinde dönmüş ve şöyle buyurmuştur: ‘İzzetim ve Celâlim hakkı için, senden daha güzel bir varlık yaratmadım. Seninle izzet ve seninle zillet veririm; seninle ihsan eder, seninle menederim.'” (Adûnî, Keşfu’i-Hafa, 1/274, 307; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 4/510; İbn Hacer, Fetbu’1-Bârî, 6/289) Kıya­met günü ortaya çıkacak olan da bu akıldır. O gün Akl-ı Faal ile suretlerini ona borçlu olanların arasındaki perde kaldırılacak ve onu ondördündeki ay gibi görecelderdir. Aklı Yaratan ise asla görülmeyecektir. İlk yaratan ancak kendine benzetilebilir.

İbni Hâbıt şöyle demiştir: Canlılardan her tür bir ümmet gibidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünde giden hiçbir canlı, kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizler gibi ümmetler olmasınlar.” (En’âm/37) Her ümmetin de kendi türünden bir peygamberi olmuştur: “Hiçbir ümmet yoktur ki uyarıcı gelmiş olmasın!” (Fâtır/23)

Bu ikisinin tenasüh meselesinde İzledikleri başka bir yol da tenâsuhcu-lar, filozoflar ve Mu’tezİle’nin görüşlerinin karışımı gibi görünmektedir.

5- Bişritte:

Bişr b. el-Mutemîr (Ö. H. 226) taraftarlarınca kurulmuş bir fırkadır. Bişr, Mu’tezile âlimlerinin en üstünlerindendi. “Teveilüd” (: kendiliğin­den oluşum) fikrini İlk ortaya atan ve bu fikirde aşırıya giden biriydi. Mu’tezile’nin diğer mensuplarından altı meselede ayrılmıştı:

a- Birinci Mesele: Ona göre renk, tat, koku ve idrâk ile bilinen şeylerin hepsi sem’ kaynaklıdır. Ru’yetin sebepleri onun fiilinin etkisiyle olduğuna göre ru’yetin de kulun fiilinin etkisiyle teveilüd etmesi caizdir. Bişr bu görüşü, tabiatçı filozoflardan iktibas etmiştir. Ancak filozoflar, teveilüd edenle, kudreti icra eden arasında ayrım yapmışlardır. Kudret, onlara göre kelamcılardan farklı bir yapıdadır. Fiilin ve fiilden etkilenmenin kuvvetle­ri, kelamcıların isbât ettiklerinden farklı biçimde tezahür etmektedir.

b- İkinci Mesele: Bişr’e göre istitâ’at bedenin sıhhat ve esenliği, organ­ların sağlıklı oluşudur. Kendisi bu bağlamda şöyle demiştir: Bence kul ne birinci, ne de ikinci durumda istitâ’at ile fiilde bulunmaz, Aksine insan bir fiilde bulunduğu zaman bu fiil ancak İkinci durumda vâki olur.

Din Sahipleri

c- Üçüncü Mesele: Allah Teâlâ akıl baliğ olmamış çocuğa azap etme-ve Kadiredir. Ona azap etmesi halinde ise zâlim olur. Ama o, Allah Teâlâ hakkında böyle konuşmayı doğru bulmaz. Bu noktada yapılması gereken, ‘eğer o çocuğa azap etseydi, o çocuk akıl baliğ ve günahkâr olup bu azabı bak etmiş olurdu’, demektir. Bu ifadede ise çelişki vardır.

d- Dördüncü Mesele: el-Ka’bî’nin anlattıkları ışığında Bişr’e göre Allah Teâlâ’nın irade buyurması, O’nun fiillerinden olup iki vecih üzeredir: Bir vechi sıfat-ı zât, bir vechi ise sıfat-ı fiildir. Sıfat-ı Zât vechi şudur: Allah Teâlâ her zaman kendi fiillerini ve kullarının tâat ve ibadetlerini murat edicidir. Çünkü O, Hakîm’dir. Hakim olanın salâhı ve hayrı bile bile onu murat etmemesi caiz değildir. Sıfat-ı fiil vechi ise şudur: Allah Teâlâ bu sıfatla, ihdas etme halinde kendi fiilini irâde buyurursa bu durum, O’nun bu fiilini yaratmasıdır. Ve o da mahlukun yaratılmasından önce­dir. Çünkü varlık sebebi bir başka şey olan bir varlığın, o şeyle beraber var olması mümkün değildir. Allah Teâlâ kullarının fiilini murat ederse, o onurdadır.

e- Beşinci Mesele: Bişr der ki: Allah Teâlâ’nın öyle bir lütfü vardır ki, eğer onu izhâr etmiş olsaydı, yeryüzünde yaşayanların hepsi imana gelir ve mükâfatı hakederlerdi. Allah Teâlâ’nın bu lütfunu kulları üzerine indir­mesi vacip değildir. Kullarının yararına olan şeyleri gözetmek de O’na vacip değildir. O’nun üzerine vacip olan, kullarına kudret ve istitâ’at nasip etmek, davet ve risâlet yoluyla yanlışları ortadan kaldırmaktır. Şeriat gel­mezden önce de, düşünen biri fikir ve istidlal vasıtasıyla Allah Teâlâ’yı bilebilir. Kul, fiilinde hür olduğu zaman, içindeki iki sese ihtiyaç duymaz. Çünkü bu iki ses, Allah Teâlâ kaynaklı değil şeytan kaynaklıdır. İlk fikir sahibinin Önünde şeytanın şüphe fısıltısı söz konusu değildir. Eğer şeytan, ilk düşünenden önce kuşku verseydi kalbe, onunla ilgili hüküm şeytan hakkındaki hüküm gibi olurdu.

f- Altıncı Mesele: Ona göre bir kimse büyük günah işlediğinde tövbe ederse, tövbesi kabul edilir. O günahı tekrar işlerse, ilkinin cezasını da hak etmiş olur. Ona göre büyük günahtan dolayı edilen tövbenin kabulü, tekrar işlememe şartına bağlıdır.

6- Muammeritte:

Mu’tezile’nin altıncı ana kolu olan bu fırka, Muammer b. Abbâd es-Sülemî (Ö. H. 220) tarafından kurulmuştur. Muammer b. Abbâd, Mu’tezile bilginlerinin en büyüklerİndendir. Sıfatları ve kaderi, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğunu, bunları benimsemekle kişinin tekfir ve tadlîl (dalâlet nispet etmek) edilmesini reddetmiştir. Bazı görüşleriyle diğer Mu’tezile bilginlerinden ayrılmıştır.

Bu görüşlerden biri şudur: Ona göre Allah Teâlâ cisimlerden başka bir şey yaratmamıştır. Arazlar, bu cisimler tarafından icat edilmiştir. Bu ya ateşin yakmayı, güneşin ısıyı, ayın renkleri meydana getirmesi gibi tabiî olur veya canlının hareket ve sükûnu, birleşme ve ayrılmayı oluşturması gibi İhtiyarî olur. Cismin ortaya çıkış (hudûs) ve yokoluşunu (fena) iki araz olarak görmesi tuhaftır. Bunların, cisimlerin eseri olduğunu nasıl söyleyebilir? Allah Teâlâ arazları ihdas etmediyse cismi ve onun yoko­luşunu niçin ihdas etmiş olsun? Hudûs araz olduğu için buradan Allah Teâla’nın esas olarak hiçbir fiilinin bulunmaması sonucu çıkar. Onun bu görüşünün çelişkisi şöyle ortaya çıkar (ilzam): Allah Teâla’nın kelâmı ya araz veya cisimdir. Araz olduğunu söylerse Allah Teâlâ tarafından İhdas edilmiş demektir. Çünkü esasında mütekellim, kelam fiilini gerçekleşti­rene denir ya da Allah Teâla’nın araz olması bakımından herhangi bir kelamı olmaması gerekir. Eğer O’nun cisim olduğunu söylerse, bu onun daha önce, cismin bir mahalde ihdas edildiğine ilişkin görüşünü geçersiz kılar. Çünkü cisim, başka bir cisimle kâim olmaz. Böylelikle ezelî sıfatların varlığı fikrine katılmadığı ve arazların yaratılmış olduklarını reddettiği takdirde, onun mezhebine göre Allah Teâla’nın konuştuğu bir kelâmı olmamış olur. O’nun kelâmı olmadığında ise O emreden ve yasaklayan olmaz. Bunlar olmadığında da şeriat olmaz. Görüldüğü gibi Bişr’in bu görüşü büyük bir çelişkiyle sonuçlanmaktadır.

Bir diğer görüşü şudur: Her türdeki araz sonsuz sayıdadır. Bir mahal­de kâim olan her araz, onun kıyamını gerektiren bir mâna sebebiyle kâim olur. Bu İse teselsüle yol açar. Bu meseledeki görüşlerinden dolayı o ve arkadaşları Ashab-ı Meânî olarak anılmışlardır. O, bu görüşüne ilâveten şöyle demiştir: Hareketin sükûna karşı oluşu zâtı itibarıyla değil bu duruşu gerektiren bir mâna sebebiyledir. Misallerin farklılık ve benzerliği, zadların çelişmesi de aynı şekilde bir mâna sebebiyledir.

El-Ka’bfnin anlattığına göre Muammer, Allah Teâla’nın irâdesi konu­sunda şu görüşe sahiptir: O’ndan herhangi bir şey için sâdır olan irâde, Allah Teâla’nın Zâtı veya başka bir şeyi yaratması, emri, ihbarı ve hükmü değildir. O, bununla bilinmeyen meçhul bir hususa işaret etmektedir. Ona göre, İnsan için irâde dışında hiçbir fiil söz konusu değildir. Bizzat yapma (mübaşeret) veya neden olma (tevlîd) türünden her fiil bu kapsama girer. Kıyam, ku’ûd, hareket ve sükûn türünden bütün teklifi fiilleri irâdeye dayanır. Bu fiiller, mübaşeret veya tevlîd yoluyla gerçekleşmemiştir. Bu, çok şaşırtıcı bir görüştür. Ancak Bİşr bunu mezhebinin insanın hakİkatiyle ilgili görüşüne dayandırmaya çalışmıştır. Ona göre insan, öyle bir mâna veya cevherdir ki bu bedenden bağımsızdır. İnsan, âlim, kadir, tercih ve hikmet sahibidir, ne hareketli. Ne sakin, ne oluşmuş, ne bir yeri kaplamış, ne gören, ne dokunan, ne hisseden, ne elle yoklayan veya belli bir mekâna hulul eden değildir. Hiçbir mekân onu kuşatamadığı gibi, hiçbir zaman onu smırlayamaz. O, içinde yaşadığı cesedin müdebbiridir. Bedenle ilişkisi tedbîr ve tasarruftan ibarettir. Muammer bu görüşü filozoflardan iktibas etmiştir. Bilindiği üzere filozoflara göre İnsan kendiyle kâim bir cevherdir. Hiçbir mekân ve yerde bulunmayan bir Özden ibarettir. Onlar aynı türden aklî varlıkların varlığını da iddi etmişlerdir. Mufârik akıllar bunlardandır. Muammer, filozofların görüşlerine uyarak nefsin fiilleri ile onun bulundu­ğu kalıbın yani bedenin fiilleri arasında ayrım yapmıştır. İlkine insan, ikin­cisine ise beden adını vermiştir. Ona göre nefsin fiili, sadece irâde etmektir. Nefs insandır. Buna göre insanın fiili de irâde olmaktadır. Bunun dışındaki bütün hareket, sükun ve dayanmalar ise bedenin fiilleridir.

Anlatılanlara bakıldığında Muammer’e göre Allah Teâlâ kıdem ile tav­sif edilmez. Çünkü kıdem, belli bir zaman sürecine delâlet eder. Kıdem, belli bir zaman sürecini çağrıştırmaktadır. Allah Teâla’nın mevcudiyeti ise zamanı aşkındır.

Ona göre yaratma (halk) yaratılmıştan (mahluk), İhdas etme ihdas edilmişten (muhdes) farklıdır.

Ca’fer b. Harb, Muammer’in şu görüşünü naldetmiştir: Allah Teâlâ’nın kendi Zâtını bilmesi imkânsızdır. Zira bu, Âlim yani bilen ile Malûm yani bilinenin bir olmamasına yol açar. Allah Teâlâ’nm başkasını bilmesi de imkânsızdır. Mevcûd olması bakımından mevcûd üzerinde kud­ret sahibi olmasının imkânsızlığı gibi. İhtimal ki bu nakil doğru değildir. Hiçbir akıl sahibi, bu tür hezeyanlarda bulunmaz.

Muammer’in meylettiği filozoflara bir bakalım. Onlara göre Allah Teâlâ’nın ilmî, infî’âlî yani bilinene tâbi bir ilim değil fi’lî bir İlimdir. O, FâİI olması bakımından Alim’dir. Fiili gerektiren O’nun ilmidir. O’nun mevcûd ile İlişkisi, hadis olma anıyla sınırlıdır. Dolayısıyla yok olanla (ma’dûm) ilişkisinin yokluk (ademiyet) halinde de sürmesi imkânsızdır. O, ilim ve akıldır. Akıl, Akil ve Ma’kûl olması aynı şeydir. Muammer şöyle demiştir: Allah Teâlâ Zâtı’m bilir, denemez. Çünkü bu, âlim ile malûm arasında bir ayrışmaya neden olabilir. O, başkasını da bilemez. Çünkü başkasını bilmesi, bu bilginin başkasından hâsıl olması anlamına gelir. Bu durumda ya nakil sahih olmamalı, ya da bu tür bir anlama yorulmalıdır. Muammer’in taraftar­larından olmadığımız için bu sözü uygun bir şekilde yorumlayacak değiliz.

7- Mûzdâriyye (Veya Murdâbiyye):

İsa b. Sabîh’in taraftarlarınca kurulmuştur. Ebu Musa künyesi, el-Mûzdâr (veya el-Murdâr) ise lakabıydı. Bİşr b. el-Mutemir’İn öğren­cilerinden olup ilmi ondan almıştır. Zühd ile bilinen bir zâttır. Öyle ki Mu’tezile’nin Rahibi olarak tanınmıştır. Mu’tezile’nİn diğer fırkalarından şu meselelerde ayrılmıştır:

a- Birinci Mesek: Kudret konusundadır. Ona göre Allah Tcâlâ yalan söylemeye ve zulmetmeye Kâdİr’dir. Eğer yalan söyleseydi ve zulmedsey-di yalancı ve zâlim ilah olurdu. Allah Teâlâ onun sarf ettiği sözlerden münezzehtir.

b- İkinci Mesek: Tevellüd hakkında hocasıyla aynı görüşte olup farklı olarak şu ilâvede bulunmuştur: Bir fiilin tevellüd bakımından iki failden sâdır olması caizdir.

c- Üçüncü Mesek: İnsanlar fesahat, nazm ve belagat bakımından Kur’ân’ın benzerini oluşturmaya kadirdirler.  Kur’ân’ın mahluk oluşu konusunda mübalağa eden Murdar, kıdemine inananları tekfir etmiştir. Ona göre bu iddiada bulunan kimse, iki kadîmin varlığını isbât etmiş olur. Sultanın çevresinde bulunan, kısaca sultana yanaşanları da teldir etmiştir. Sultanın vâris ve muris olamayacağını söylemiştir. Kulun amelle­rinin Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olduğunu ve Allah’ın gözle görüle­bileceğini söyleyenleri de küfrle itham etmiştir. Tekfirde o derece aşırıya gitmiştir ki onların ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ demekle dahi kâfir olduk­larını söylemiştir. İbrahim b. es-Sindî bir defasında dünya üstünde yaşa­yan insanların durumunu sorunca, tamamının kâfir olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine İbrahim ona dönerek, “Genişliği gökler ve yer kadar olan cennete sadece sen ve sana inanan üç kişi mi girecek?!” demiş. Bunun üze­rine o mahcup olmuş ve cevap verememişti.

Ca’fer b. Harb es-Sekafî (ö. H. 234) ve Ca’fer b. Mübeşşir el-Hemedânî (ö. H. 236) (Caferân=İki Cafer) ondan ders almışlardır. Ebu Züfer ve Muhammed b. Süveyd de öğrencilerindendir. Ebu Ca’fer Muhammed b. Abdullah el-İskâfî, İsa b. el-Hcysem ve Ca’fer b. Harb el-Eşecc gİbİ zâtlarla arkadaşlık etmiştir. el-Ka’bî, Ca’fer b. Harb ve Ca’fer Mübeşşirm şöyle dedilderini nakletmiştir: Allah Teâlâ Kur’ân’ı Levh-i Mahfuz’da yaratmıştır. Onun oradan nakledilmesi caiz değildir. Çünkü bir şeyin aynı anda iki farklı yerde bulunması imkânsızdır. Bizim okuduğumuz Kur’ân, Levh-i Mahfuz’da ilk olarak kaydedilenin taklidinden ibarettir. Bu ise bizim fiilimiz ve yaratışımızdır.

O, Kur’an’la ilgili görüşler arasından bu görüşü tercih etmiştir.

Aklın hasen ve kabîhi belirlemesi konusunda ise şöyle demiştir: Akıl, Allah Teâlâ’nın şeriat gelmezden önce de bütün hüküm ve sıfatlarıyla bilinmesini vacip görür. Eğer bunda kusur eder ve O’nu hakkıyla bilip şükretmezse ebedî azabı hakeder. Cehennemdeki ebedîlik de akılla vacip görülen esaslardan biri olmuştur.

8- Sümâmiyye:

Bu fırka Sümâme b. el-Eşres en-Numeyrî (Ö. H. 213) tarafından kurul­muştur. Dİn anlayışındaki basitlikle nefsânî isteklerdeki bayağılığı birleş­tirmiş biriydi. Ona göre büyük günah işleyen bir fâsık, tövbe etmeksizin ölürse ebedî cehenneme mahkum olurdu. Böyle biri hayatta iken de, iki mertebe arasında bir yerde olurdu. Bu şahıs, Mu’tezile bilginlerinden altı meselede ayrılmıştır:

a- Birinci Mesele: Tevellüd etmiş (kendiliğinden oluşmuş) fiillerin failleri yoktur. Onların fail sebebe dayandırılmaları mümkün değildir. Çünkü bu durumda fiilin ölüye dayandırılması gerekebilmektedir. Örne­ğin bir kimse, başka birine ok atsa ve ok hedefe ulaşmadan kendisi ölse ve ok hedefine ulaşsa, bu durumda fiil ölüye isnat edilmiş olup Allah’a dayandırılması mümkün olmaz. Çünkü böyle bir durumda Allah Teâlâ’ya çirkin bir fiil isnadı sözkonusudur ki bu muhaldir. Sümâme bu meselede şaşkınlığa düşmüş ve tevellüd yoluyla oluşan fiillerin, fâİli olmayan fiiller olduklarım söylemiştir.

b- İkinci Mesele: Ona göre kâfirler, müşrilder, zındıklar, dehrîler, Mecûsîler, Yahudiler ve Hıristiyanlar Kıyamet Günü toprak olup cennet ya da cehenneme girmezler. Hayvanlar ve müminlerin çocukları da böyledir.

c- Üçüncü Mesele: Ona göre istitâ’atın anlamı esenlik ve organların sıhhatidir. İstitâ’at fiilden önce gelir.

d- Dördüncü Mesele: Bilgi (marifet) araştırma ve düşünme sonucu ortaya çıkar (tevellüd eder). Bu şekilde tevellüd ederek ortaya çıkan diğer şeyler gibi o da faili bulunmayan fiillerdendir,

e- Beşinci Mesele: Ona göre hüsn ve kubh akılla bilinir. Marifetullah (: Allah’ı bilmek, varlığına inanmak), şeriatın gelmesinden önce de vacip­tir. Bu konuda mezhebinin görüşüyle mutabıktır. Fakat şu hususu kendisi ilâve etmiştir: Kâfirler arasında Yaratıcısını tanımayan kimse mazur görüle­bilir. Bilgilerin tamamı zarurîdir. Allah Teâlâ’yı bilmesi zarurî olmayan bir kimse, bununla emrolunmuş da değildir. Böyle biri, diğer hayvanlar gibi ibret ve hizmet için yaratılmıştır.

f- Altıncı Mesele: İnsanın irâdeden başka bir fiİİİ yoktur. Bunun dışın­daki fiilleri de ihdas edeni olmayan hadesten İbarettir. İbnu’r-Râvendî ondan şu İfadeyi nakletmiştir: Alem, Allah Teâlâ’nın yaratışı ile fiilidir. Onun bundan muradı, filozofların dedikleri gibi Allah Teâlâ’nın bizzat vâcîp kılan olması, İradesi ile var eden olmamasıdır. Ama bu görüş, âle­min kıdemini gerektirmektedir. Çünkü gerektiren (mûcib), gerekenden (nıûceb) ayrı düşünülemez.

Halife Memûn döneminde yaşayan Sümâme, onun katında itibarlı biriydi.

9- Hişâmîyte:

Bu fırka, Hişâm b. Amr el-Fuvetî (Ö. H. 226) adında bir şahsın taraf­tarlarından oluşmuştur. Kader konusundaki aşırılığı, Mütezile’nin diğer mensuplarından daha fazladır. Kur’an’da bile geçmiş olsa fiillerin mutlak anlamda Allah Teâlâ’ya izafe edilmesinden imtina ederdi.

Ona göre Allah Teâlâ müminlerin kalplerini kaynaştırmaz. Bilakis müminler kendi iradeleriyle kaynaşırlar. Halbuki Kur’an’da şöyle buyrul-maktadır: “Onların kalplerini kaynaştıramadın. Ancak Allah onları kay­naştırdı.” (Enfal, 8/63)

Bir diğer örnek ise şudur: Allah Teâlâ imanı müminlere sevdirmez ve kalplerinde süslü göstermez. Halbuki Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Size imanı sevdirdi ve onu kalplerinize süslü gösterdi.” {Huoırât, 49/7) Mühürleme, mühür vurma, tıkama ve benzeri fiillerde çok daha katı dav­ranmıştır. Bu anlamda ise şu ayetler varit olmuştur: “Allah onların kalple­rine ve kulaklarına mühür vurdu.” (Bakara, 2/7); “Evet! İnkarlarına karşılık onların kalplerini mühürledi.” (Nisa, 4/155) Adamcağız ne kadar da yanlış bir inanca sahip! Kur’an lafızlarını ve açık nasları Allah Teâlâ’dan gelen vahiy olduğunu bile bile inkâr edebilmektedir. Aslında bu, kendi küfrünü açıkça ifadeden ibarettir. Veyahut da zahirlerini Allah’a izafe etmekten imtina etmiş ve tevillerini gerekli görmüştür. Taraftarları da aynı görüşleri benimsemişlerdir.

Hişam’ın bidatleri arasında şunları sıralayabiliriz:

a- Arazlarda, Allah Teâlâ’nın onları yarattığına dair delâlet söz konu­su değildir. Allah Teâlâ’nın yaratıcılığına delâlet sadece cisimlerde söz konusudur. Bu da şaşılacak bir görüştür.

b-  İhtilaf halinde ve fitnenin baş gösterdiği dönemlerde İmamet akdolmaz. İmametin sıhhatli bir şekilde akdolması İçin ittifak ve huzur ortamının bulunması gerekir. Onun taraftarlarından Ebu Bekir el-Esamm da aynı görüşü paylaşıyor ve şöyle diyordu: İmamet, ancak bütün ümme­tin icmâsı ile akdolur. Bu görüşün asıl hedefi, Ali’nin (radıyallahuanh) imame­tine dil uzatmaktır. Çünkü onun imameti, bütün sahabenin ittifakıyla akdolmamış ve birçok bölgede ona muhalefet eden gruplar olmuştur.

c- Cennet ve cehennem şu anda yaratılmış değildir. Çünkü şu an varolmalarında içleri boş olacağı için herhangi bir yarar ya da zarar söz konusu değildir. Mu’tezile, bu görüşü inanç esası olarak görmüştür. Ona göre iman, ölüm anı İçİn geçerli olup bunu muvâfât fikri olarak isimlen­dirmek mümkündür. Bu meyanda şöyle demiştir: Kişi ömür boyunca Allah Teâlâ’ya itâatta bulunsa ama Allah Teâlâ, bu kişinin ömrünün son deminde işleyeceği bir büyük günahla bütün amellerini boşa çıkarta­cağını bilse, cenneti hakedemez. Bunun aksi de doğrudur. Mu’tezüe’den Abbâd da onunla aynı görüşleri paylaşmıştır. Kendisi Allah Teâlâ’nm kâfiri yarattığını söylemekten imtina ederdi. Ona göre kâfir küfr demekti. Allah Teâlâ’nm küfrü yaratması mümkün değildi. Yine ona göre nübüv­vet, yapılan amellerin karşılığıdır ve dünya durdukça baki kalır. El-Eş’arî Abbâd’ın şu iddiada bulunduğunu anlatmıştır: Allah Teâlâ hakkında söz söylemeye devam eder veya etmez demek caiz değildir, el-îskâfî de ona uygun bir görüş belirterek ‘Allah Teâlâ, Mütekellim (Kelam sahibi, konu­şan) olarak isimlendirilmez’ demiştir.

d- El-Fuvetî şöyle derdi: Eşya, varedilmeden önce yoktu ve eşya değil­di. Onların eşya olarak anılması için varolup yokolmalan gerekir. Ancak o zaman eşya olarak adlandırılırlar. Bu görüşten hareketle Allah Teâlâ’nm eşyayı varolmadan önce de bildiği yönünde konuşmayı yasaklamıştır. Çünkü yok halindeki şeylere eşya demek mümkün değildir. Ona göre mezhebine muhalefet edenleri katletmek veya suikast yoluyla öldürmek caizdi. Kâfir hükmünde oldukları için malları gaspedilebİlir, müsadere edilebilirdi. Onların canlan ve malları mubah görülürdü.

10- Câhıziyye:

Bu fırka, Amr b. Bahr Ebu Osman el-Câhız’ın taraftarlarınca oluş­turulmuştur. Mu’tezile fırkasının fazilet erbabı ve musannifleri arasında anılırdı. Filozofların kitaplarını yoğun biçimde tetkik etmiş ve kelâmı görüşlerini akıcı ve beliğ bir dil kullanarak yaymıştır. Halife Mutasını ve Mütevekkil devrinde yaşayan el-Câhız, Mu’tezile bilginlerinden çeşitli meselelerde ayrılmıştır:

a- Birinci Mesele: Ona göre bilgilerin tamamı zaruridir. Bunlardan herhangi biri kulların fiillerinden değildir. Kul açısından, iradeden başka bir kazanım (kesb) söz konusu değildir. Fiiller, Sümâme’nin dediği gibi tabii olarak meydana gelir. Öte yandan iradenin aslını ve onun arazların bir türü olduğunu inkâr ettiği de söylenmektedir. Yine o, ‘insanın kendi fiilini irade etmesi, onu bilip ondan habersiz olmamasıdır5 der. Başkasının fiilini irade etmesi ise, nefsin ona meyletmesidir. Yine ona göre cisimler, farklı tabiatlara sahiptir ve kendilerine özgü etkileri vardır. Bu görüşleri tabiatçı filozoflardan iktibas etmiştir. Ona göre cisimlerin kendilerine özgü fiilleri vardır. Cevherlerin yokolmasının imkânsızlığını ileri sürmüştür. Ona göre arazlar değişken olup cevherlerin yokolması caiz değildir.

b- İkinci Mesele: el-Câhız’a göre cehennem ehli ateşte ebed kalmayıp zaman içinde ateş tabiatına dönüşürler. Ona göre cehennem ateşi, kendi­ne gelecek olanları, girmelerine gerek kalmaksızın çeker. Sıfatların nefyi konusunda takip ettiği mezhep de filozofların mezhebidir. Kaderi isbât, hayır ve şerrin kuldan kaynaklanması hususlarında da Mu’tezile ile aynı fikirdedir. Ona göre Allah Teâlâ ‘Mürîd’ olarak vasfedilebilir. Çünkü O’nun, fiillerinden habersiz olması İmkânsızdır. O’nun hakkında bilgisiz­lik ve zorlanma da caiz değildir.

c- Üçüncü Mesele: el-Câhız’a göre akıl sahibi bütün varlıklar kendile­rini yaratanın Allah Teâlâ olduğunu ve peygambere ihtiyaç duyduklarını bilirler. Bu bilgileri, onlar aleyhinde hüccet olacaktır. Bundan sonra iki sınıfa ayrılırlar:

a- Tevhidi bilenler,

b- Tevhidi bilmeyenler. Bilmeyenler mazurdur. Bilen içinse delil söz konusudur. İslâm dinini seçen kimse Allah Teâlâ’nm cisim ve suret olmadığını, gözle görülemeyeceğini, adil olup zulmetmeyeceğini ve masiyetleri murad etmeyeceğini bilir ve bütün bunları içten bir iman ile ikrar ederse gerçek bir müslüman olur. Bunları öğrenip bildikten sonra karşı çıkar ve inkâr eder, teşbih ve cebr gibi fikir­lerde ısrar ederse müşrik bir kâfir olur. Bunlar hakkında hiçbir düşüncesi olmaksızın Allah Teâlâ’yı Rabbi, Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sdleoı) Pey­gamberi olarak gören ve inanan kimse ise, kınanmayacak bir mümindir. Onun için başka mükellefiyet de söz konusu değildir.

Iönü’r-Râvendfnin anlattığına göre el-Câhız şöyle demiştir: Kur’ân’ın bir bedeni vardır. Kimi zaman insana, kimi zaman hayvana dönüşebilir.

O, arazları kökten inkâr etmiştir. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın sıfatlarını da inkâr etmiştir. el-Câhız’ın görüşleri, filozofların görüşleri ile aynıdır. Ama filozoflar arasında itibar ettikleri tabiatçılar olup ilahiyatçılar değildir.

11- Hayyâtıyye Ve Ka’biyye:

Ebu’l-Huseyn b. Ebu Amr el-Hayyât (8) adında bir şahsın taraftar­larının oluşturduğu bir fırkadır. Ebu’l-Huseyn, Ebu’l-Kâsım b. Muham-med el-Ka’bî’nin hocasıdır. Her ikisi de Mu’tezİle’nin Bağdat ekolünden-dir. Ancak Hayyât, ma’dûmun şey olduğunu İspat etmekte mübalağa etmiştir. ‘Şey3 ise, bilinen ve hakkında haber verilen şeydir. Cevher ve araz, adem halindeyken de cevher ve arazdır. Bütün tür ve sınıfları bu şekilde mutlak hale getirmiştir. Bu meyanda şöyle demiştir: Halk, yokluk halinde de halktır. Buna göre geriye sadece vucûd sıfatı ya da vucûd ve hudûsu gerektiren sıfatlar kalmıştır. Varolmayan (rna’dûm) hakkında ‘sübût’ lafzını kullanmıştır. Allah Teâlâ’nın sıfatlarının reddi konusunda diğer Mu’tezile ile aynı fikirleri belirtmiştir. Kader, nakil ve akıl meselelerinde de benzer görüşlere sahiptir. Ancak el-Ka’bî hocasından bazı noktalarda ayrılmıştır: Ona göre Allah Teâlâ’nın irâdesi Zâtı ile kâim olan bir sıfat olmadığı gibi, o bizatihi Mürîd de değildir. Belli bir mahalde veya mahalsiz bir ortamda hudûs etmiş bir irâde yoktur. İrâdetullah yani Allah’ın irâdesinin anlamı, zorlanmaksızın ve zorlamaksızm Âlim ve Kadir olmasıdır. Allah Teâlâ’nın kendi fiillerinde irâde sahibi olması, onları ilmi üzere yarat­masıdır. Kulların fiillerindeki irâdesi ise, onları emretmesi ve onlardan Razı olmasıdır. Semî ve Basîr olması da buna râcidir. Yani O, işİtilenleri ve görülenleri Bilen’dir. Ru’yet konusundaki görüşü diğer Mu’tezile bil­ginlerinin görüşüne benzer. Ancak diğerleri, Allah Teâlâ’nın Zâtı’nı ve görülebilir olanları gördüğünü söylerken bunun Alim olması üzerine bir ziyâde olduğunu belirtmişlerdir. Oysa el-Ka’bî bunu İnkâr ederek Zâtı’nı ve görülebilenleri görmesini, onları sadece bilmesi olarak kabul etmiştir.

12- Cübbâîtte Ve Behşemitte:

Bu fırkalar, Ebu Ali Muhammed b. Abdulvehhab el-Cübbâî (ö. H. 295) ve Ebu Hâşim Abdüsselâm (ö. H. 321) adındaki oğlunun edilmiştir. Her ikisi de Mu’tezİle’nin Basra ekolündendir. Diaer Mu’tezile bilginlerinden birçok meselede ayrılırken bazı meseleler­de de birbirlerinden farklı düşünmüşlerdir.

a-  Her ikisine göre de belli bir mahalde bulunmayan hadis iradeler vardır, Allah Teâlâ, bunlarla mevsûf ve bunlarla irade eden (Mürîd)dir. O  Zâtı’nı tazım etmek istediğinde bunu belli bir mahalde bulunmayan bir tazim ile yapar. Alemin yokolmasını murâd ettiğinde de onu belli bir mahal de bulunmayan bir fena ile yok eder. Bu sıfatların en hususî nitelik­leri de O’na râcidir; nitekim o da bir mahalde bulunmaksızın vardır. Araz olan veya araz hükmünde bulunan ve bir mahalli bulunmayan mevcudatı var kabul etmek; cevher olan veya cevher hükmünde bulunan ve bir mekanı olmayan mevcudatı var kabul etmek gibidir. Bu görüş daha ziyâde filozoflara yakındır. Çünkü onlar da mahal ve mekanda bulunmayan bir aklın varlığını kabul etmişlerdir. Külü nefs ve mufârık akıllar da bunlara örnek gösterilmiştir.

b- Allah Teâlâ konuştuğu kelâmı bir mahalde yaratmıştır. Onlara göre kelâm, tek tek sesler ve dizili harflerden ibarettir. Konuşan (mütekel-lim) kelamı var eden kişidir; kelamın kendisiyle kâim olduğu kişi değil. Ancak el-Cübbâî şu görüşüyle diğerlerinden ayrılmıştır: Allah Teâlâ, Kur’ân’ın okunduğu her mahalde Zâtı’na ait bir kelâm ihdas eder. Buna göre okuyanın okuduğu söz Allah’ın kelâmı olmadığı gibi dinlenen şey de Allah kelâmından değildir. Benimsediği bu imkânsız görüş akılla bilinme­yen ve işitilmeyen bir şeyi isbât etmek demektir; yani tek bir mahalde iki kelâmı isbât etmektir.

c-  Her ikisine göre de Allah Teâlâ ahiret yurdunda gözle görünmez. Fiiller yaratma ve şekillendirme bakımından kulların eseridir. Hayır ve şer, tâat ve masiyet müstakil ve mudak olarak onlara izafe edilir. Onlara göre istitâ’at yani bir şeyi yapma gücü fiilden önce gelir. İstitâ’at, bünye ve uzuvların sağlığından ayrı bir güçtür. Hayat kendisiyle gerçekleştiği manaların kâim olması için de bünye şart koşulmuştur. Her ikisine göre bilgi sahibi olma, nimet verene şükranda bulunma, hüsn ve kubhu tanıma eylemleri aklî görevlerdir. Onlar aklî bir şeriat ortaya koymuş ve Nebevi Şeriatı da aldın yol bulamayacağı, hakkında fikir yürütülemeyen, takdir edilmiş belirli ahkâma ve zamanla kayıtlanmış ibadetlere indirgemişlerdir. Onlara göre akıl ve hikmetin gereği olarak Hakîm olan Allah Teâlâ’ya düşen, itaat ehlini ödüllendirip isyankârı cezalandırmaktır. Ancak bunlarla ilgili zamanlama ve sonsuzluk meselleri şeriatle bilinir.

d- el-Cübbâî ve oğluna göre iman, bir övgü niteliğidir. İman, birtakım iyi hasletlerden ibaret olan bir olgu olup herhangi bir şahısta bulunduğu zaman, o şahsın mümin olarak adlandırılmasını sağlar. Büyük günah İşle­yen biri hemen o anda fâsık olarak isimlendirilir. Böyle biri ne mümin, ne­de kâfirdir. Tövbe etmeksizin ölürse sonsuz cehennemi haketmİş olur. 

e- el-Cübbâî ve oğluna göre Allah Teâlâ, yapması halinde kullarının tâat ve tövbelerine vesile olacak türden hiçbir hayırlı işi ve onlara uygun (aslah) fiili esirgemez. Çünkü O, Kadir, Âlim, Cömert ve Hakîm’dir. Ver­diği bir şey O’nun hazinelerini eksiltmezken esirgeyip tutması da O’nu daha fazla zenginleştirmez. En uygun ve yararlı olanın (aslah), en lezzetli ve hoş olması gerekmez. Aksine akıbet bakımından daha hayırlı olan, dünyada elemli ve istenmeyen olsa da ahiret için daha yerinde olandır. Bunu ilaç içmeye veya kan aldırmaya benzetebiliriz. Allah Teâlâ hakkında, kulu için yaptığından daha hayırlısına kadir olduğu söylenemez. O’nun vazettiği emirlerin tamamı lütuftur. Aynı şekilde peygamberler gönderip şeriatler indirmesi, hükümler koyup doğru yolu hatırlatması kulları İçin mutlak lütuflardır.

f- Allah Teâlâ’nın  sıfatları  konusunda  ihtilafa  düşmüşlerdir,   el-Cübbâf ye göre Allah Teâlâ Zâtıyla Âlim, Zâtıyla Kadir ve Hayy’dır. Bura­daki “Zâtıyla” ifadesi, O’nun âlim olmasının; bir ilim sıfatının veya onun âlim gerektirecek bir hâlin mevat olmasını İcap ettirmediği anlamındadır. Ebu Hâşim’e göre ise Allah Teâlâ zâtıyla Mevcud bir zat olmasından baş­ka malum bir sıfattan ibaret olan bir hâle sahip olmasıdır. Sıfat, tek başına olarak değil Zat ile birlikte bilinir. Ebu Hâşim, ne mevcûd, ne ma’dûm, ne malûm, ne de mechûl olmayan sıfatlardan ibaret hallerin (ahvâl) bulunduğunu kabul etmiştir. Yani bunlar kendiliklerinden değil Zât ile beraber bilinirler. O bu bağlamda şöyle demiştir: Akıl, bir şeyin mutlak olarak bilinmesi ile bir sıfat ile birlikte bilinmesi arasında zarurî bir fark olduğunu idrâk eder. Buna göre, Zât5! bilen birinin, O’nun Âlim oluşunu bilmesi gerekmez. Aynı şekilde cevheri bilen kişinin, onun bir mahalde bulunduğunu ve arazı kabul ettiğini bilmesi de gerekmez, insanoğlu varlıkların herhangi bir meselede müşterek, başka bir meselede ise farklı olabildiklerini bilir. Ancak müşterek oldukları bir meselede farklı olma­larının söz konusu olmadığını da bilir. Bunlar hiçbir akıl sahibinin inkâr etmeyeceği aklî esaslar olup ne Zât’a ne de Zât’ın ardındaki arazlara râci değillerdir, çünkü bu son durum arazın araz ile kâim olmasını gerektirir. Bundan çıkan zarurî sonuç ise onların sadece hallerden ibaret olmasıdır. Âlimin âlimliği, onun zâtiyetinin ardında bir sıfattan ibaret haldir. Yani ondan anlaşılan, zâtın kendisinden anlaşılandan farklıdır. Kadir ve Hayy olması da böyledir. Ebu Hâşim Allah Teâlâ’nın söz konusu hallerini vâcİp kılan başka bir hâli bulunduğunu söylemiştir. Babası ve halleri inkâr eden diğer bilginler bu görüşe muhalefet etmişlerdir. Müştereklik ve farklılık onlara göre lafızlara ve cins isimlerine râcidir. Ebu Hâşim’e muhalefet eden bu bilginler şöyle demişlerdir: Haller, hal olmaları İtibarıyla müşte­rek, ama özellikler bakımından farklı olmazlar mı? İşte biz de aynı şeyi sıfadar konusunda söyleriz. Aksİ takdirde hal için hal isbât edilerek bir teselsüle yol açılır. Asıl itibarıyla bunlar ya mücerred lafızlara râcidirler; zira aslında birçok şeyin müşterek olabileceği bir şekilde vazedilmiştir, ancak mefhum bakımından Zât için sabit olan bir sıfat veya mana olarak birçok şeyin müşterek olduğu bir özellik biçiminde görülemezler. Çünkü bu imkânsızdır- yahut da müştereklik ve farklılık hükümlerinden anlaşılan birtakım aklî vecih ve itibarlara râcidir. Söz konusu vecİhlere örnek olarak nİsbetleri, izafeleri, uzaklık ve yakınlık gİbİ birçok hususu zikredebiliriz ki bütün bunların sıfat olmadıkları ittifakla sabittir. Ebu’l-Hüseyin el-Basrî ve Ebu’l-Hasen el-Eş’arfnin tercih ettikleri görüş de budur. Onlar bu meseleden harekede şu çıkarımda bulunmuşlardır ki ma’dûm (: yok) da bir şeydir. Mu’tezile’den bir topluluktan naklettiğimiz bu görüşe göre sübût sıfatlarından Mevcûd sıfatı dışında başka bir sıfat kalmaz. Buna göre de kudret, vücûd dışında başka eseri olmayan bir sıfata dönüşür. Hal­leri reddedenlere göre vücûd sıfatı mücerred bir lafızdan başka bir şeye dayanmaz. Halleri isbât edenlere göre ise o, ne varlık ne de yoklukla tavsif edilemeyen bir haldir. Görüldüğü gibi bu imkânsızdır, büyük bir çelişkidir. Halleri inkâr edenler arasında onu bir ‘şey7 olarak isbât eden ama cins isimleriyle adlarıdır mayanlar vardır. el-Cübbâî’ye göre Allah Teâlâ’nın en husûsî sıfatı kıdemdir. En husûsî olandaki müştereklik, en genel olanda da müşterekliği gerektirir. Bu düşüncedekiler müştereklik ve farklılığı nasıl isbât edebilirler? Genellik ve özellik bir gerçektir. Halleri inkâr eden birinin bunu dışlayabilmesi çok zor görünmektedir. Ebu Hâşim’e göre ise bu durumda sonu gelmeyen bir zincir söz konusu olur. Kıdemin hakikati araştırıldığında evveliyetin nefyine dayandığı görülür. Red ve nefyin Allah Teâlâ’nın en hususî sıfatı olması imkânsızdır.

Baba oğulun ihtilafa düştükleri başka bir mesele, Allah Teâlâ’nın Semî ve Basîr olmasıdır. el-Cübbâî der ki: O’nun Semî ve Basîr olması, diri ve her türlü hastalıktan uzak olması demektir.

Oğlu ve diğer takipçileri bu görüşte el-Cübbâî’ye muhalefet etmişler­dir. Oğluna göre Allah Teâlâ’nın Semî olması da Basîr olması da, O’nun halleridir. Basir olmasındaki hal, Âlim olmasındaki halden farklıdır. Çünkü bu ikİ kaziyye, mefhum, taalluk edilen hususlar ve neticeler birbi­rinden farklıdır.

Diğer takipçileri İse şöyle demişlerdir: O’nun Basîr olması görülen şeyleri idrâk etmesi, Semî olması da işitilen şeyleri müdrik olmasıdır. Baba oğul, lütufla ilgili bazı meselelerde de farklı düşünmüşlerdir. el-Cübbâî şöyle demiştir: Allah Teâlâ’nın lütfü sayesinde iman eden kimsenin sevabı, meşakkatinin azlığından dolayı daha az olacaktır. O’nun lütfü olmaksızın İman eden kimsenin sevabı ise meşakkatinin çokluğundan dolayı daha fazla olacaktır. Allah Teâlâ’nın ona lûtufla beraber teklifte bulunması, ve onunla lütuf olmaksızın hiçbir şekilde taat işlemeyecek olduğu halinden malum olan kişiyi birbiriyle denk kılması, O’nun için münasip değildir. Şöyle der; eğer Allah Teâlâ lütfü olmaksızın teklifte bulunmuş olsaydı, derdini gidermeksizin halini ifsat etmiş olurdu.

Ebû Hâşim ise, bu meseleyle ilgili bazı konularda babasına karşı çıkmış ve şöyle demiştir: Allah Teâlâ için münasip olan, lütufta bulun­mayıp en meşakkatli şekilde imanla mükellef kılmasıdır. Acıların baş­langıçta birtakım günahlara karşılık olması konusunda da fikir ayrılığına düşmüşlerdir.  el-Cübbâî şöyle demiştir:  Acıların,  birtakım günahlara karşılık verilmesi caizdir. Sabi çocukların acıları böyledir. Oğlu ise şöyle demiştir: Bunun caiz olması, ancak karşılık ve ders çıkarma gerekçeleriyle mümkündür. el-Cübbâfnin karşılıklar konusundaki görüşü iki boyutlu­dur: İlkine göre Allah Teâlâ’nın birtakım karşılıklarla lütufta bulunması caizdir. Ancak Allah Teâlâ, daha önce yaşanmış bir acı olmaksızın bu karşılığın kula yarar getirmeyeceğini bilir. İkincisine göre bunun yerinde olmasının sebebi, karşılığın hakedilmiş olmasıdır. Lütuf ise hakedİlmiş bir şey değildir. Onlara göre sevap lütuftan İki noktada ayrılır: a. Sevap verilen kimseyi nimederle tazım edip yüceltmek, b. Sıfat olarak değil de miktar olarak lütuftan üstün tutulması.

Oğlu ise şöyle demiştir: Başlangıçta karşılık lütuf şeklinde olabilir; ancak kesintili olup sürekli değildir. el-Cübbâî ise şöyle demiştir: Allah Teâlâ zâlimden mazlum lehine birtakım karşılıklar alarak bunları zulme uğrayana lütfedebilir. Bunun için zâlimin Allah Teâlâ’dan isteyebileceği karşılıkların bulunmaması gerekir.

Ebu Hâşim’e göre ise lütufta adalet olmaz. Çünkü lütufta bulunmak, Allah Teâlâ üzerine vacip değildir. Her ikisi şöyle demişlerdir: Akıl ve şeriat İle mükellef kılınmayan kullar adına hiçbir şey Allah Teâlâ’ya vâcİp olmaz.

Allah Teâlâ, kullarını kötülükten kaçınmakla ve akıllarına göre vacip yapmalda mükellef kılınca, bir yandan da çirkin fiili arzulama/güzel fiilden uzak durma hislerini yaratarak onlarda kötü ahlâk terkibi oluşturursa; işte bu durumda mükellefiyet için kullarının akıllarını kemâle erdirmesi, delilleri göstermesi, onları kudret ve istitâat sahibi yapması, araçları kul­lanabilecek duruma getirmesi vacip olur, ki böylece emrettiği hususlarda bütün zaaf ve illetler kalkmış olsun. Ayra şekilde kullarını, mükellef kıldığı hususlara can u gönülden koşar hâle getirmesi, yasakladığı çirkin fiillerden de nefret eder hâle getirmesi vaciptir Allah’a! Bu grubun vâcibiyet ve tek-lİf mevzuunda saçma sapan ve uzun iddiaları vardır.

Mu’tezİle’nin Bağdat ekolünün peygamberlik ve imamet konularında­ki görüşleri Basra ekolünden farklıdır. Bağdat ekolünde Râfızîlere olduğu gibi Haricîlere meyledenler de çıkmıştır.

el-Cübbâî ve Ebu Hâşim İmamet (; devlet başkanlığı) konusunda Ehl-i Sünnet’le aynı düşünceyi paylaşırlar. İmamet, her ikisine göre de seçimle belirlenir. Sahabenin derece bakımından sıralaması da imametteki sıralamaya göredir. Ancak onlar, sahabenin ve diğer velîlerin kerametleri­ni inkâr ederler. Peygamberlerin büyük, küçük her tür günahtan masum oldukları konusunda mübalağa etmişlerdir. Öyle ki el-Cübbâî günaha niyet etmeyi dahi ancak tevil ile mümkün görmüştür.

Kadı Abdülcebbâr gibi geç dönemde yaşamış Mu’tezile bilginleri Ebu Hâşim’in görüşünü benimsemişlerdir. Ebu’l-Hüseyn el-Basrî bu konuda ona karşı çıkmış ve öncekilerin delillerini inceleyerek birçoğunun zaafını ve geçersizliğini ortaya koymuştur. Kendisi aşağıdaki meselelerde onlar­dan ayrılmıştır: Hâlin reddi, ma’dumun bir şey olarak görülmesinin reddi, renklerin araz oluşunun reddi. Aynı şekilde mevcudatın, özleri vasıtasıyla birbirinden ayrışması da onun fikirler indendi rki, bu görüş hâlin reddinin bir neticesidir. Sıfatları Allah Teâlâ’nın Zâtı ile Âlim, Kadir ve Müdrik olmasına irca etmesi de onun Ebu Hâşim’den ayrıldığı bir görüştür. Eşyanın vuku bulmadan önce bilinmeyeceği konusunda Hişâm b. el-Hakem’in görüşüne yakın durmaktadır. Yapı olarak felsefî eğilimlidir. Ancak görüşleri Mu’tezile çevrelerinde revaç bulmuştur.

2- Fasıl

Cebriyye

Cebr, fiili, kuldan tamamıyla nefyetme ve hakikaten Allah Teâlâ’ya isnâd etmektir. Cebriyye fırkası iki kısma ayrılır: a. Katıksız Cebriyye (Cebriyye-i hâlisa) b. Mutedil Cebriyye.

Katıksız Cebriyye fırkasına göre, kulun hiçbir fiili ve fiil kudreti söz konusu değildir.

Mutedil Cebriyye ise, kulun esasında müessir olmayan bir kudrete sahip olduğunu söyler. Hadis kudretin fiil üzerinde belli bir eseri olduğu­nu söyleyerek bunu ‘kesb—kazanım’ olarak isimlendirenler Cebriyye’den sayılmaz.

Mu’tezile, hadis kudretin yaratma ve ihdas etme fiillerinde etkisi oldu­ğunu söyleyenleri de Cebrî olarak isimlendirmiştir. Buna göre, tevellüd eden şeylerin fail olmaksızın meydana gelmiş fiiller olduğunu söyleyen herkesin Cebrî olarak isimlendirilmesi gerekir. Zira onlar hadis kudretin bunlar üzerindeki etki ve eserini kabul etmemişlerdir. Fırkalarla ilgili kitap yazanlar, Neccâriyye ve Dırâriyye fırkalarını Cebriyye kapsamında saymışlardır. Sıfâtiyye arasında bulunan Küllâbİyye’den bir topluluk de Cebriyye’den sayılmıştır. Eş’arîler bu fırka mensuplarım kimi zaman Haşe-viyye, kimi zaman da Cebriyye olarak isimlendirmişlerdir. Neccâriyye ve Dırâriyye’nin bizzat kendi ikrarlarından hareketle onları da Cebriyye kap­samında ele aldık. Bu görüşte olup kendilerinin Cebrî olduklarını İkrar etmeyenleri ise Sıfâtiyye’den saydık.

1- Cehmîyte:

Bu fırka, Cehm b. Safvân adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş­tur. Kendisi katıksız Cebriyye’dendir. Bu şalısın cebir meselesindeki bidati İlk kez Tirmiz şehrinde ortaya çıktı. Cehm, Emevî oğullarının son dev­rinde Selem b. Ahvez el-Mâzinî adında bir kişi tarafından MerVde öldü­rüldü. Kendisi ezelî sıfatların reddi konusunda Mu’tezile İle aynı görüşe sahipti. Bazı meselelerde ise onlardan ayrılmıştır.

Bu meseleleri şöyle sıralayabiliriz: Cehm’e göre Allah Teâlâ İçİn kullanılan sıfatları, yarattıkları için kullanmak caiz değildir. Çünkü bu teşbîhe yol açar. Cehm, Hak Teâlâ’nın Hayy (diri) ve Âlim olmasını nef-yederken Kadir, Fâİl ve Hâlık (Yaratıcı) olmasını kabul etti. Ona göre yarattıklarından hiçbiri kudret, fiil ve yaratma sıfatlarıyla vasfedilemez.

Bİr diğer mesele şudur: Cehm’e göre Allah Teâlâ için hadis ilimler söz konusu olup bunların belli bir mahalli yoktur. O bu bağlamda şöyle demiştir: Bir şeyin yaratılışından önce bilinmesi caiz değildir. Çünkü böyle olduğu takdirde O’nun bu konudaki ilminin baki olup olmaması meselesi söz konusu olurdu. İlminin baki olması durumunda O’nun -hâşâ- cehaleti söz konusu olurdu. Çünkü olmuş bir şeyin bilgisi, olacak bir şeyin bilgisinden farklıdır. İlminin baki olmaması durumunda ise değişkenliği gündeme gelir ki değişken bir şey yaratılmış olup kadîm değildir. Cehm bu meselede Hişâm b. el-Hakem’in mezhebine uymuştur. Bu meyanda şöyle demiştir: İlmin hadis olduğu kabul edilirse, iki halden uzak kalınamaz: Ya Allah Teâlâ’nın Zâtı’nda hadis olur ki bu, Zâtı’nda değişikliğe yol açar ve hadisler için mahal teşkil eder; ya da bir mahalde hadis olur ve Allah Teâlâ değil o mahal onunla mevsûf olur. Böylelikle O’nun ilminin bir mahalli olmadığı ortaya çıkmış oldu. Cehm, malum olan varlıklar miktarınca hadis ilim kabul etmiştir.

Bir başka mesele ise şudur: Cehm’e göre insan, herhangi bir şeye kadir olmadığı gibi istitâ’at ile de tavsif edilmez. Kul, bütün fiillerinde mecbur yani cebr altındadır. Kudret, irâde ve tercihi asla yoktur. Hak Teâlâ cansız varlıkları nasıl yaratıyorsa, kulun fiillerini de aynı şekilde yaratır. Fiilerin onla­ra nisbeti, cansızlara nisbcti gibi mecazîdir. Tıpkı ‘Ağaç meyve verdi, su aktı, güneş doğdu, güneş battı, gök bulutlandı, yağmur yağdı, dünya sarsıldı’ fiil­lerinde olduğu gibi. Ona göre mükâfat ve ceza da cebrdir. Fiillerin tamamı da cebrdir. Ona göre cebr sübût bulduğunda teklif de cebr olur.

Cehm’in Mu’tezile’den ayrıldığı bir diğer mesele şudur: Cennet ve cehennem ehlinin hareketleri kesintili olur. Ona göre cennet ve cehennem kendileri için tahsis edilen kimselerin girmesinden sonra fena bulacaktır. Cennet ehlinin nitelemesi de, cehennemliklerin elerni de son bulacaktır. Zira hareketler geçmişe doğru sonsuz olmadığı gibi geleceğe doğru dason-suz değildir. Cehm, bu görüşünden hareketle “Ebedî kalıcıdırlar” buy­ruklarını mübalağa ve tekît anlamına yormuştur. Hakiki anlamına değil, cehennem ehlinin oradaki kalışlarının kesintili olmasıyla ilgili olarak da şu ayet-i kerimeyi delil göstermiştir: “Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer baki kaldıkça orada ebedî kalırlar.” (Hûd/108) Görüldüğü üzere ayette bir şart, bir de istisna mevcuttur. Oysa ebedîlik ve sonsuzlukta her ikisi de söz konusu olmaz.

Cehm’e göre kul Allah’ı bilip kabul etmişse diliyle inkâr da etse tekfir edilemez ve mümin olarak görülür. Ona göre marifet ve ilim, inkâr ile yokol-maz. Yine ona göre iman, kısım ve şubelere, örneğin akit, söz ve amel gibi kısımlara bölünemez. İman noktasında kimsenin bir diğerine üstünlüğü olamaz. Buna göre peygamberlerin imanı ile avamın imanı arasında fark yoktur. Bunun gerekçesi ise bilgide farklılaşmanın olmayışıdır. Selef-i Salih, onun bu ve benzeri görüşlerine şiddetle karşı çıkmış ve onun fikirlerinin şeriatın iptali olduğunu söylemişlerdir. Cehm, ru’yetullah’ın reddi, Kelâm-ı

Din Sahipleri

İlahî’nin yaratılmış olması ve şeriat gelmezden önce de bilginin akılla elde edilebileceği gibi görüşlerde Mu’tezile’ye uygun hareket etmiştir.

2- Neccâriyye:

Hüseyn b. Muhammed en-Neccâr adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Rey ve çevresindeki Mu’tezile taraftarlarının çoğunlu­ğu bu şahsın görüşlerini savunur. Fırka mensupları birtakım ikincil mese­lelerde farklı hareket etmiş olsalar da ‘usûl’ olarak adlandırdığımız temel meselelerde müttefiktirler. Belli başlı kolları Berğûsiyye, Zağferâniyye ve Müstedrike’dir. İlim, kudret, irâde, hayat, sem’ ve basar sıfatlarının red­di noktasında Mu’tezile ile fikir birliği içindedirler. Amellerin yaratılmış olması hususunda da Sıfâtiyye ile aynı fikirdedirler.

en-Neccâr şöyle demiştir: Allah Teâlâ kendi nefsinde Alim olduğu gibi Mürîd’dir de. Neccâr, taalluk’un umumiliğini ilzam ve iltizam etmiştir. Yine ona göre Allah Teâlâ hayır ve şerri, yarar ve zararı da murâd edendir. Allah Teâlâ’run Mürîd yani irâde sahibi olması, zorlanmaması ve başka bir irâdeye mağlûb olmaması anlamındadır. Şöyle demiştir: Allah Teâlâ, kulların amel­lerinin yaratıcısıdır. Bu amellerin hayır veya şer, güzel veya çirkin olması bunu değiştirmez. Kul ise bunları kazanandır. Ona göre hadis kudretin belli bir etkisi vardır. O bunu, el-Eş’arî’nin dediği gibi kazanım (kesb) olarak isimlendirmiştir. Allah Teâlâ’nın gözle görülmesini reddetmiş ve imkânsız görmüştür. Ancak Allah Teâlâ’nın kalpteki bilgi gücünü göze yönlendirme­sini caiz görmüştür. Buna göre Allah Teâlâ gözle de bilinebilir olmaktadır ki onun kabul ettiği rü’yet (görme) türü budur. Kelâmın hadis olduğunu da söyleyen en-Neccâr aşağıdaki meselelerde Mu’tezile’den ayrılmıştır:

Allah Teâlâ’nın kelamı okunduğu zaman arazdır, yazıldığında ise cisim olur. Zağferâniyye ise bunun aksine söyleyerek Allah Teâlâ’nın kelamının O’nun gayri olduğunu, gayri olan herşeyin de mahlûk olduğunu tfade etmiştir. Buna rağmen şunu da söylemişlerdir: Kur’an’ın yaratılmış olduğunu söyleyen herkes kâfirdir. Bununla muhtemelen farklı davranmak istemişlerdir. Aksi halde ilk sözleri ile bu iddialarının arasında kesin bir Çelişki mevcuttur. Müstedrike ise demiştir ki: Allah Kelâmı mutlak anlamda yaratılmış olup O’nun gayri olduğunu söylemişlerdir. Halbuki Allah

ReSUİÜ (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah Kelâmı mahlûk değildir” (BcyhakL Şuabu’1-İman, 1/190; Sünen-i Kübra, 10/205; Ebu Davud, Sünen, 2/648; Alûsî, Ruhul-Meânî, 8/138) buyurmuştur. Selef-i Salih de bu ibare üzerinde fikir birliği etmiştir. Biz de bu meselede onlara uymuş bulunuyoruz. Ancak ‘yaratılmış değil­dir’ ibaresini şu anlama hamlediyoruz: Allah Kelâmı bu tertip, harf ve seslerin nazmı ile yaratılmış olmayıp bu harflerden başka harfler üzerine yaratılmıştır. Bu harfler, o harflerin naklidir. el-Ka’bî, en-Neccâr’ın şu sözünü naldetmiştir: Allah Teâlâ her mekânda Zât ve vücûd olarak var olup bu varlığı [bazılarının sandığı gibi sadece] ilim ve kudret anlamında değildir. Kendisi bundan birtakım muhal neticelere ulaşmıştır.

insan fikrinin şeriat gelmeden önceki durumu hakkında Mu’tezile ile aynı düşünceyi paylaşmış ve insanın araştırma ve tefekkür vasıtasıyla bilgi­ye ulaşmasının vacip olduğunu söylemiştir.

İmanın tasdikten ibaret olduğunu söylemiştir. Büyük bir günah işle­yip tövbe etmeksizin ölen kişi bundan dolayı cezalandırılacaktır. Ancak cehennemden çıkacaktır. Ebedî kalış bakımından küfür ehliyle bir tutul­maları âdil değildir.

Berğûs lakabıyla tanınan Muhammed b. İsa, Bişr b. Gıyâs Merîsi ve el-Hüseyn en-Neccâr görüş bakımından birbirlerine yakındırlar. Hepsi de Allah Teâlâ’nm hayır, şer, iman, küfür ve tâat, masiyet bakımından olacak herşeyi irâde buyurduğunu söylemişlerdir. Mu’tezile’nin umûmu ise bu görüşte değildir.

3- Darrarîye:

Darrâr b. Amr ve Hafs el-Ferd isimli şahısların taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Her ikisi de sıfatları nefyetme (ta’tîl) noktasında fikir birliği etmişlerdir. Onlara göre Allah Teâlâ Âlim ve KâdirMir. Bunun anlamı, câhil ve âciz olmayışıdır. Onlara göre Allah Teâlâ’nm yalnız kendisi tarafından bilinen bir mâhiyeti vardır. Bu görüşlerini Ebu Hanîfe ve arkadaşlarından bir topluluğa isnâd etmeye çalışmışlardır. Bu fikre göre Allah Teâlâ, Zâtı’nı delil veya olmaksızın şehâdet yoluyla bilir. Biz insanlar ise O’nu delil ve haber yoluyla bilebiliriz. Onlara göre beş duyunun dışında cennette Allah Teâlâ’vı görmemizi sağlayacak bir duyu daha vardır. Yine bu ikisine göre kulların fiilleri, hakîki anlamda Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Kul da bunları hakîki anlamda kazanandır. İki fail arasında bir fiilin meydana gelmesinin mümkün oluşu da bunlara ait bir görüştür. Onlara göre Allah Teâlâ arazları cisimlere dönüştürebilir. İstitâ’at ve acz cismin kısımlarıdır. İki zamanın reddi kaçınılmazdır. Allah Resûlü’nden (sallallihu aleyhi ve sellem) sonraki yegâne hüccet, ümmetin icmaldir. Haber-i Vâhid kanalıyla nakledi­len dinî hükümler kabul edilebilir değildir. Rivayete göre Darrâr, Abdullah b. Mesud’un ve Übeyy b. Ka’b’ın Kur’ân okuyuş tarzlarını inkâr etmiş ve bunları Allah Teâlâ’nm indirmediğini iddia etmiştir.    .

Şeriat gelmeden önce de Allah Teâlâ’yı bilmenin gerekliliği konusun­da farklı düşünerek, peygamber gelmesini şart koşmuş, emir ve yasakların böyle bilinebileceğini söylemişlerdir. Darrâr, hilâfetin Kureyş asıllı olma­yanlar için de caiz olduğunu söylemiş ve daha ileri giderek biri Kureyşli diğeri Nabatlı iki kişi karşı karşıya geldiğinde Nabatlıyı seçeceğini, çünkü Nabatîlerin kalabalık olmadıklarını, dolayısıyla zulmetmesi hâlinde onu azletmenin daha kolay olacağını söylemiştir.

Mu’tezile, imametin Kureyşîliğini şart koşmamakla birlikte Nabatlıyı Kureyşliye tercih etmemiştir.

3- Fasıl

Sıfâtiye

Bilinmelidir ki Selef-i Salih’ten büyük bir topluluk Allah Teâlâ’nın ezelî sıfatları olduğuna inanmıştır. Bunlar ilim, kudret, hayat, irâde, sem’, basar, kelâm, celâl, ikram, cömertlik, nimet verme (in’âm), izzet ve aza­met gibi sıfatlardır. Bunlar, Zatî sıfatlarla fiilî sıfatları ayırmamışlar, hepsi­ni aynı Özellikte görmüşlerdir. Selef-i Salih eller, yüz gİbİ haberi sıfatları da kabul eder ve bunları tevîl ederek şöyle derler: Bu sıfatlar, şeriatte varit olduğu için onları haberi sıfatlar olarak adlandırırız. Bu nedenledir ki sıfatları bu şekilde kabul ve İsbât eden Selefe Sıfâtiyye, sıfatların varlığını reddeden Mütezile’ye ise Mu’attile denilmiştir.

Ancak Seleften bazıları, sıfatların isbâtı noktasında aşırıya giderek onları muhdes varlıkların sıfatlarına benzetme hatasına (teşbih) düşmüşler­dir. Bazıları ise sadece fiillerin delâlet ettiği, nasla bildirilen sıfatları kabul etmişlerdir. Bu topluluk iki gruba ayrılmıştır: İlk grup, söz konusu sıfat­ları lafzın kaldırabildiği ölçüde tevil etmiştir. İkinci grup ise tevile yanaş­mayarak şöyle demiştir: Akıl sayesinde şunu anladık ki, Allah Teâlâ’nın benzeri yoktur. Yaratılmışlardan hiçbirine benzemez ve hiçbir varlık da O’na benzetİlemez. Bize göre bu kesindir. Ancak bu sıfatlara delalet eden lafızların anlamlarını kesin olarak bilemeyiz. Örneğin “Rahman Arş’a istiva etti” (Tâhâ, 20/5), “Ellerimle yarattım” fSâd, 38/75) ve “Rabbin geldi” (Fecr, 89/22) gibi ayederde geçen sıfatlar böyledir. Biz, bu ayetlerin tefsir ve tevili ile mükellef kılınmadık. Aksine bunlara olduğu gibi inanmakla ve Allah Teâlâ’ya ortak koşmamakla emrolunduk. O’nun benzeri yoktur. İşte bu sıfatlara böyle bir yakîn ile İnandık.

Sonrakilerden (müteahhİrün) bir topluluk Selefi Salih’in görüşüne şu ilâvede bulunmuşlardır: Söz konusu nasların zahirleri üzerine irca edil­mesi şarttır. Bu görüş onları mutlak teşbihe düşürmüştür. Bu ise, Selefin inancının aksidir. Teşbihin mutlak ve saf biçimde uygulanışı Yahûdîler’de yaygındır. Onlarda kurrâ (: okuyucular) olarak bilinen bir fırka teşbihte bulunmuştur. Çünkü bunlar Tevrat ayetleri arasında teşbihe delâlet eden birçok ibare görmüşlerdir.

İslâm ümmetinde ise Şîa teşbih konusunda aşırılığa düşmüştür. Aşırılık Örneği, bazı imamları -hâşâ- ilaha, İlâhı da mahlukâttan herhangi birine benzetmeleridir, Mu’tezile ve kelamcılar ortaya çıktığında Râfızîler-den bir grup aşırılık ve hatadan geri adım atmış ve Mu’tezile’ye yönel­mişlerdir. Seleften bir topluluk da söz konusu sıfatların zahirî tefsirine meylederek teşbihe düşmüşlerdir.

Selef içinde hem tevile bulaşmayan hem de teşbih hatasına düşmek­ten sakınanlar da olmuştur. Mâlik b. Enes bunlardan biridir ve şöyle demiştir: “İstiva malûm, nasıl olduğu ise meçhuldür. Ona olduğu gibi inanmak vacip, hakkında soru sormak ise bidattir.” (el-Kermî, Ekâvtlü’s-Sİkât, 1/61,103,120,121; Azimâbâdî, Avnu’l-Mabud, 7/13) Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Dâvud b. Ali el-İsfahânî ve onları izleyenler de bu görüştedir.

Abdullah b. Saîd el-Küllâbî, Ebu’l-Abbâs el-Kalânisî ve el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî’nin devrine gelindiğinde bunlar Seleften bir topluluk olarak Kelâm ilmine dalmış ve Selefî akideleri kelâmı deliller ve usûlî burhanlarla desteklemeye çalışmışlardır. Bunlardan bazıları kitaplar telîf etmiş, bazıları da tedrisât faaliyetinde bulunmuştur. Örneğin Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ile hocası arasında salâh-aslah meselesinde bir münazara yaşanmış ve aralarındaki görüş ayrılığı açığa çıkmıştır. el-Eş’arî bu son gruba meyletmiş ve onların görüşlerini kelâm yöntemleriyle desteklemeye çalışmıştır. Onun tarafından ortaya konulan bu çabalar Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinin temellerini oluşturmuştur. Sıfâtiye ismi, zaman için­de Eş’ariye’ye dönüşmüştür. Müşebbihe ve Kerrâmiye de sıfatları isbât ettikleri için onları da bu başlık altında ele aldık.

1- Eş’ariyye:

Ebu Musa el-Eş’arî (radıyallahu anh) soyundan gelen Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş’arî’nin (Ö. H. 324) taraftarlarıdır. Bu fırkanın kurucusuyla ilgili tuhaf raslantılar mevcuttur. Örneğin Ebu’l-Hasan el-Eş’arfnin savunduğu fikirlerin, Ebu Musa el-Eş’arî (radıyaliahu anh) tarafından aynen dile getiril­miş olduğu söylenir. Bilindiği üzere Ebu Musa el-Eş’arî (radıyallahu anh) ile Amr b. el-As (radıyallahu anh) arasında bir münazara yaşanmıştı. İki şahabı arasındaki diyalogun bir kısmı şöyleydi:

Amr: Rabbim önünde muhâkemeleşebileceğim birini nerede bulabi­lirim?

Ebu Musa: Aradığın kişi benim.

Amr: Allah hakkımda bir şey takdir ettikten sonra bu yüzden bana azap edebilir mi?

Ebu Musa: Evet!

Amr: Niçin?

Ebu Musa: Çünkü O sana zulmetmez.

Bu cevap karşısında Amr (radıyallahu anh) sustu, karşılık veremedi.

el-Eş’arî şöyle demiştir: insan, kendi yaratılışı üzerinde durarak yara­tılışın nasıl başladığını, yaratılış evrelerini birer birer nasıl geçtiğini ve kemâle ulaştığını düşünürse yaratılışı üzerinde bir güç ve tedbir sahibi olamayacağını ve onu değişik safhalardan geçirip eksiklikten kemâle ulaş­tırmasının mümkün olmayacağını açıkça görür. Bu yaratılış için kudret, ilim ve irâde sahibi bir yaratıcının varlığının şart olduğunu zarurî olarak bilir. Çünkü söz konusu muntazam ve muhkem fiillerin, tabiatta kendili­ğinden oluşması mümkün değildir. Zira bunların fıtrat üzerinde birtakım ihtiyarî izleri mevcuttur. Böylece yaratılıştaki muhkemlik ve yerli yerin-delik ortaya çıkmış oldu. Yaratıcı’nın, fiilleri nin delâlet ettiği ve inkârı mümkün olmayan sıfatları da vardır. Bu fiiller, Allah Teâlâ’nın Alim, Kadir ve Mürîd olduğuna delâlet ettiği gibi İlİm, kudret ve irâde sıfatlarına da delâlet etmektedir. Buradaki delâlet, gaip veya şahit açısından farldılık göstermeyen türdendir. Alim’in ilim sahibi olmaktan, Kâdir’in kudret sahi­bi olmaktan, Mürîd’in irâde sahibi olmaktan başka bir anlamı yoktur. İlim sıfatı sayesinde sağlam ve en güzel şekilde yapma bilgisi, kudret sayesinde gerçekleşme ve meydana gelme, İrâde sayesinde de belli bir zaman, belli bir ölçü ve belli bir şekilde oluşma hâli gerçekleşir. Bütün bu sıfatlarla mevsûf olan Zât-ı İlahî’nin, daha önce açıkladığımız üzere bir hayat sıfatıyla Hayy oiduğu ortaya çıkar.

el-Eş’arî, sıfatları inkâr edenleri susturmuş ve onlara şöyle hitap etmiş­tir: Sizler Allah Teâlâ’nın Alim ve Kadir olduğu noktasında bizimle aynı görüşü paylaştınız. Bu durumda söz konusu iki sıfattan anlaşılan mâna ya tek bir husus, ya da daha fazla olacaktır. Eğer tek bir mânâ kastolunmuş-sa o zaman kadir oluşuyla bilmesi ve âlim oluşuyla gücü yetmesi gerekir. Bu durumda Zât-ı Ilahfyi mutlak olarak bilen kimsenin O’nun Alim ve Kadir olduğunu da bilmesi gerekir. Halbuki işin aslı böyle değildir. Bilin­diği üzere bunlar iki farklı itibarladır. İhtilâf, ya sadece lafza veya hâle, ya da sıfata râcidir. Mücerred lafza râci oluşu söz konusu değildir. Çünkü akıl, akılla bilinen iki mefhumun birbirinden farklı olmasını gerektirir. En başta lafızların yokluğu varsayılsa, akıl kendi tasavvurunda şüpheye kapılmaz ve hâle rücû da geçersiz olurdu. Varlık veya yoklukla vasfedilme-yen bir sıfatın varlığını iddia etmek, varlıkla yokluk, red ile isbât arasında bir vâsıta bulunduğunu iddia etmek anlamına gelir ki bu imkânsızdır. Buna göre Zât ile kâim olan bir sıfata rücû etmek kaçınılmaz olmaktadır. el-Eş’arî’nin görüşünün özü budur.

el-Eşârî’nin taraftarlarından biri olan Kadı el-BâkıIlânî, hâlin isbâtı ve reddi arasında gidip gelmiş ve isbât üzerinde karar kılmıştır. Buna rağmen sıfatları Zât ile kâim olan özellikler olarak görmüş, haller olarak değer­lendirmemiştir. Bu meyanda şöyle demiştir: Ebu Hâşim’in isbât etmiş olduğu hâl, bizim ‘sıfat’ dîye adlandırdığımız şeyin aynıdır. Çünkü o, bu sıfatlan gerektiren bir hâlin varlığını isbât etmiştir.

Ebu’l-Hasan şöyle demiştir: Allah Teâlâ, ilim ile Alim, kudret ile Kadir, hayat ile Hayy, irâde ile Mürîd, kelâm ile Mütekellim, sem’ ile Semî ve basar ile Basir’dir. Beka konusunda ise görüş farklılığı söz konusudur.

Ona göre bu sıfatlar ezeli ve Zât-ı İlâhî ile kâimdir. Bu sıfatların O’nun aynı veya gayri olduğu söylenemez. Allah Teâlâ’nın kadîm kelâmı ile Mütekellim ve kadîm irâdesi ile Mürîd olmasının delili şudur: Allah Teâlâ Melik yani mülkün yegâne sahibidir. Melik, emretme ve yasakla­ma hakkına sahip olan demektir. Buna göre Allah Teâlâ ya kadîm emri ile, ya da muhdes emriyle emredendir. Muhdes olması halinde ya Allah Teâlâ’nın Zâtı’nda, ya bir mahalde veya herhangi bir mahal dışında hadis olması söz konusu olur. Allah Teâlâ’nın Zâtında hâdİs olması imkânsızdır. Çünkü bu, Zâtı’nm muhdesât için mahal olmasına yol açar ki bu mümkün değildir. Muhdes emri, herhangi bir mahalde ihdas etmesi de imkânsızdır. Çünkü bu, söz konusu mahallin O’nunla mevsûf olmasını gerektirir. Herhangi bir mahal dışında ihdas etmesi de imkânsızdır, çünkü bu aklî değildir. Bütün bunlar ışığında emrinin kadîm ve O’nunla kâim oluşu kesinleşir. Diğer sıfatları için de aynı durum geçerlidir.

el-Eş’arî şöyle demiştir: Allah Teâiâ’nın ilmi, tek olup muhal, caiz, vacip, mevcûd ve ma’dûm olsun bütün malûmatı kapsar. Kudreti de bir olup caiz türünden varolan bütün mevcudata taalluk eder. İrâdesi de bir olup ihtisas kabul eden her şeye taalluk eder. Kelâmı da bir olup emir, yasak, ihbar, istihbar, va’d ve va’îd şeklinde tecelli eder. Kelâmın bu türle­ri, çeşidi itibârlara râci olup kelâmın adedine bağlı değildir. Meleklerin ağzından peygamberlere indirilen ibare ve lafızlar O’nun Ezelî Kelâmı’na delâlet eder. Delâlet yaratılmış ve muhdes iken, delâlet edilen şey (medlul) kadîm ve ezelîdir. Okuma (kıraat) ile okunan şey (makrû’), tilâvetle tilâvet edilen (metluvv) arasındaki fark, zikretmekle zikredilen arasındaki fark gibidir. Zikr muhdcs iken, zikredilen kadîmdir.

el-Eş’arî bu yaklaşımıyla Haşviyye’den bir topluluğa muhalefet etmiş­tir. Çünkü onlara göre harfler ve kelimeler de kadîmdir. el-Eş’arfye göre Kelâm, ibare den başka bir şey olup nefsle kâim bir mânadır. İbare ise insandan kaynaklanıp o kelâma delâlet eden şeydir. Ona göre kelâm sahi­bi (mütekellim), kelâmın kendisiyle kâim olduğu kimsedir. Mu’tezile’ye göre ise kelam fiilinde bulunan kim olursa olsun sadece ibare kelâm olarak adlandırılır. Bu ya mecazen, ya da lafızdaki iştirak ile olur.

el-Eş’arî dedi ki: Allah Teâlâ’nın İrâdesi bir, kadîm ve ezelî olup kendi hususî fiilleriyle kulların fiillerinden murad edilenlerin tamamına taalluk eder. Bu da söz konusu fiillerin onlar için kazanılmış olmaları itibarıyla değil, Allah Tcâlâ tarafından yaratılmış olmaları itibarıyladır. Bu meyanda şöyle demiştir: Allah Teâlâ her şeyi murâd eder, hayır veya şer, yarar veya zarar olsun farketmez. Allah Teâlâ irâde buyurup bildiği gibi, kullarından da bildiğini murad etmiştir. Kalem’e emretmiş ve o da Levh-i Mahfûz’a yazmıştır. Bu, O’nun hüküm, kaza ve kaderi olup asla değişikliğe uğra­maz. Malûmun aksi, tür bakımından güç yetirilip vuku bakımından muhal olandır.

el-Eş’arfye göre kulun gücünü aşan bir şeyle mükellef kılınması (tek-lîf-i mâla yutak) daha önce zikrettiğimiz gerekçe sebebiyle caizdir. Çünkü ona göre istitâ’at bir arazdır. Araz ise iki anda baki kalmaz. Mükellef tek-lîf anında kesinlikle kadir olmaz. Çünkü mükellef, kendisine emredileni ihdas etme kudretine sahip olan kimsedir. Aslen buna kudreti olmayan kimse için söz konusu mükellefiyeti yüklemek ise imkânsızdır. Böyle bir emirle ilgili nas bile bulunsa hüküm değişmez.

Ona göre kul, fiillerini ifa etmeye kadirdir. Çünkü her insan, titreme ve tikler gibi kendiliğinden oluşan hareketlerle tercih ve irâdesine bağlı hareketler arasında aynm yapabilir. Bu ayrımın dayanağı ise iradî hareket­lerin kudret sayesinde gerçekleşmesi ve kudret sahibi olan kişinin tercihine bağlı olmasıdır. Bu meyanda şöyle demiştir: Kazanılan (mükteseb) fiil, kişide hâsıl ve hadis olan kudretin kapsamında gerçekleşen fiildir.

Ebu’l-Hüseyn’in savunduğu asılla ilgili olarak da şöyle demiştir: Hadis kudretin ihdas fiili üzerinde etkisi yoktur. Çünkü hudûs, cevher ve araza sörc farklılık göstermeyen tek bir kaziyyedir. Eğer hadis kudretin hudûs fiili üzerinde tesiri bulunsaydı, muhdes olan herşeyin ortaya çıkışında, örne­ğin renklerin, tatların ve kokuların meydana gelişi üzerinde etkisi olurdu. Yine bu takdirde cevher ve cisimleri ihdas etmesi de mümkün olurdu. Bu da örneğin hadis kudret vasıtasıyla göğün yer üzerine düşmesinin müm­kün oluşu sonucuna götürürdü. Halbuki Allah Teâlâ burada da sünnetini icra ederek hadis kudretin hemen akabinde, altında veya beraberinde kulun murat edip çaba sarfettiği fiilin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu fiile, kesb denir. Böylelikle kulun fiili de yoktan yaratma ve ibda bakımından Allah Teâlâ tarafından yaratılmış, kul tarafından kazanılmış olur. Fiilin gerçekleş­mesi de bir yönden kulun kudretine bağlanmıştır.

Kadı Ebu Bekir el-Bâkıllânî (Ö. H. 403) bunu biraz aşarak şöyle demiş­tir: Hadis kudretin yoktan varetme gücünün bulunmadığı delil ile sabit olmuştur. Ancak fiilin sıfatları veya vecihleri ve itibarları sadece hudûs cihetiyle sınırlı değildir. Aksine başka yönler de mevcuttur. Bunlar hudû-sun ötesinde yer almakta olup cevherin, mekânda yer kaplayan ve araz kabul eden türden cevher olması, arazın da, renk, siyah vb. olmasıdır. Bunlar, hâlleri kabul edenlere göre hâldir. Yine o şöyle demiştir: Fiilin hadis kudret ile veya onun altında husule gelme ciheti, özel bir nisbet olup kazanım (kesb) olarak isimlendirilir. İşte bu, hadis kudretin eseridir.

el-Bâkıllânî şöyle demiştir: Mu’tezile’nin usûlüne göre kudret veya kadîm kâdiriyetin hudûs ve vûcud, ya da fiiün vecihlerinden herhangi biri üzerinde müessir olması caiz olduğuna göre hadis kudretin hâl üzerindeki tesiri neden caiz görülmesin? Çünkü hâl, hadis olan şeyin sıfatıdır. Hadis kudretin fiilin vecihlerinden bîri üzerinde tesiri neden caiz olmasın? Örneğin hareketin belli bir biçimde gerçekleşmesi hadis kudret tarafından etkilenemez mi? Zira hareket ve arazdan mutlak mâna­da anlaşılan, bizatihi kıyam ve ka’deden çıkarılan mananın aynı değildir. Bu ikisi birbirinden ayrı hâllerdir. Nitekim her kıyam hareket iken, her hareket kıyam değildir.

Bilindiği üzere insan, ‘Var etti, icat etti’ sözümüzle, ‘Namaz kıldı, oruç tuttu, oturdu, kıyama durdu’ gibi sözlerimiz arasındaki farkı rahatlıkla anlayabilir. Kula izafe edilen şeyin Allah Teâlâ’ya izafe edilmesi caiz olmadığı gibi Allah Teâlâ’ya izafe edilen şeyin kula izafesi de caiz değildir.

Kadı el-Bâkıllânî, hadis kudretin tesirini ve eserini kabul etmiştir. Bu, ona göre hususî bir hâl olup hadis kudretin fiile taalluk eden nokta­larından birini teşkil eder. Bu nokta, mükâfat ve ceza karşısında belirleyici olan noktadır. Varlık, varlık olması bakımından mükâfat ve cezayı gerek­tirmez. Özellikle de Mu’tezile’nin usûlüne göre böyledir. Çünkü hüsn ve kubh yönü, mükâfat ve cezaya tekabül eder. Hüsn ve kubh, varlığın ötesinde iki zâti sıfattır. Mevcûd ise mevcudiyet bakımından ne hasen, ne de kabîhtir.

el-Bâkıllânî şöyle demiştir: Hâl olan iki sıfatın sübûtu sizce caiz olur­sa bize göre de hadis kudretin taalluk ettiği hâlin sübûtu caiz olur. Her kim bunun mechûl bir hâl olduğunu söylerse elimizden geldiği kadarıyla onun ne olduğunu kendisine açıklar, nasıl olduğuna dair örnekler gösteririz.

Onun ardından gelen Imâmu’l-Haremeyn Ebu’l-Me’âlî el-Cüveynî biraz daha ileri giderek şöyle demiştir: Bu kudret ve istitâ’atm reddini akıl ve duyu kabul etmez. Eseri olmayan bir kudretin varlığını iddia etmek ise kudreti kökten inkâr etmek gibidir. Fiil yapılmama halinde tesirin varlığını iddia etmek de husûsî anlamda tesiri reddetmek gibidir. Hâller, asılları iti­barıyla varlık ve yoklukla vasfedilmezler. Bu durumda kulun fiilini hakîkî mânada kudretine nisbet etmek gerekir. Ama bu, ihdas etme ve yaratma suretinde olmaz. Yaratma, yoktan varetmede bağımsızlık hissi uyandırır. İnsanoğlu kendi benliğinde kudret hissettiği gibi bağımsız olmadığını da hisseder. Fiilin varlığı kudrete, kudretin varlığı ise fiilin kudrete nisbctine benzer konumda olabilecek bir sebebe dayanır. Sebeplerin birbirine dayan­ması bu şekilde devam edip giderek en sonunda Müsebbibu’l-esbâb olan Allah Teâlâ’ya dayanır. O, sebepleri ve müsebbiplerini yaratandır. Mutlak mânada müstağni olup kimseye muhtaç değildir. O’nun dışındaki bütün sebepler, bir şekilde bir müsebbibe muhtaçür. Allah Teâlâ ise mutlak müstağni olup hiçbir şeye muhtaç değildir.

el-Cüveynî bu görüşünü İlahiyatçı filozoflardan iktibas etmiş ve bunu sözünün başında belirtmiştir. Sebebin müsebbibe nisbeti asıl itibarıyla fiil ve kudrete mahsus değildir. Aksine varolan her hadisin hükmü budur. Bu durumda ise tabiat görüşüne bağlı kalınması ve cisimlerin varetme bakımından başka cisimler üzerindeki etkisini, tabiatların ihdas etme bakımından başka tabiatlar üzerindeki tesirini kabul etmek gerekir. Oysa bu, İslâm mezheplerinin görüşü değildir. Nasıl olabilir ki? Tahkik ehli filo­zoflar, bir cismin başka bir cismin varolmasında tesiri olmadığını görmüş ve şöyle demişlerdir: Bir cisimden başka bir cismin sudur etmesi caiz değil­dir. Cismin sahip olduğu potansiyel güçten de böyle bir şey sâdır olamaz. Çünkü cisim madde ve suretten oluşur. Eğer cismin tesiri olsa, her iki noktada da, yani hem maddî yapısı, hem de sureti üzerinde olması gerekir. Halbuki maddenin yokluk (adem) tabiatı vardır. Eğer tesiri olsa, bunun yoklukla müşterek bir etki olması gerekir. Aksi ise imkânsızdır. Şu halde bu önerme imkânsız, bunun aksi doğrudur. O da şudur: Cisim ve cisimde­ki potansiyel kuvvetin, herhangi bir cisim üzerinde tesiri caiz değildir.

Bu konuda daha aşırı gidenler, cisim ve cisimdeki potansiyeli de aşmış ve bizatihi caiz olan herşeyi bu kapsama sokarak şöyle demişlerdir: Bizati­hi caiz olan bir şeyin başka bir şeyi ihdas etmesi caiz değildir. Eğer ihdas edecek olursa, caiz olma hususundaki ortaklığı da ihdas etmesi gerekir. Cevazın tabiatı ise yokluktur. Caizin kendisi ve zâtı boşaldığında yok olur. Cevazın yoklukla ortak bir tesiri varsayılırsa bunun sonucu yokluğun varlık üzerinde müessir olmasıdır ki bu imkânsızdır. Şu halde Zâtı itibarıyla Vâcibu’l-vücûd olan Hak Teâlâ dışında yoktan vareden hiçbir şey yoktur. O’nun dışındaki bütün sebepler varlığın kabulü için gerekli hazırlayıcılar olup varlığın muhdisleri değildir. Bu konu ileride açıklanacaktır.

Tuhaf olan, İmam el-Cüveynî’nin sözünün dayandığı nokta böyle ise fiilin sebeplere izafesinin nasıl mümkün olacağıdır.

Bu noktada mezhebin kurucusunun görüşlerine dönmek istiyoruz. Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş’arî şöyle demiştir: Yaratıcı, hakîki anlam­da Allah Teâlâ olduğu zaman, hiçbir varlık yaratma fiilinde O’na ortak olamaz. Allah Teâlâ’nın en hususî sıfatı yoktan yaratma kudretidir. O’nun Allah ism-i celîlinin tefsiri de budur.

Ebu Ishâk el-İsferâyinî ise şöyle demiştir: O’nun en hususî vasfı tüm oluşlardan ayrı, hiçbirine benzemeyen bir varlık sahibi olmasıdır.

Eş’arîler’den bir zât da şöyle demiştir: Bir şekilde başka varlıklardan ayrışmayan hiçbir varlık mevcut değildir. Aksi halde varlıkların tümünün ortak ve denk olmaları gerekirdi. Allah Teâlâ da bir mevcûd olarak diğer mevcudattan çok hususî bir vasıfla ayrışmalıdır. Ancak insan aklı, şerl bir nas gelmedikçe bu en hususî özelliği asla öğrenemeyip tereddüt edecektir.

Peki ahi, Allah Teâlâ’yı idrâk edebilir mi? Bu meselede de fikir ayrılı­ğına düşülmüştür. Bu, Darrâr’ın mezhebine daha yakındır. Ancak Darrâr, Allah Teâlâ hakkında mâhiyet ibaresini kullanmıştır. Bu, lafız bakımından çirkindir.

Eş’ariyye’nin esaslarından biri de şudur: Varolan herşey görülebilir. Görüşü sahih kılan, sadece varoluştur. Allah Teâlâ mevcûd olduğuna göre O da görülecektir. Müminlerin ahirette O’nu göreceklerine dâir nas mev­cuttur. Allah Teâlâ buyurdu ki: “O gün yüzler parlar ve Rablerine bakar.” (Kıyamet, 75/22) Bu ve benzeri birçok nasta Allah Teâlâ’nın görüleceği bildi­rilmektedir. Mezhep kurucusu bu meyanda şöyle demiştir: RuVetullah’ın belli bir yön, mekân, suret, mukabele, ışığa temas veya intiba’ yoluyla olması caiz değildir. Bunların tamamı imkânsızdır.

Ru’yetin mâhiyeti hakkında iki görüşü vardır:

a- Ru’yet hususî bir bilgidir. Buradaki hususiyetten maksadı, görme fiilinin yokluğa değil varlığa taalluk etmesidir.

b- Ru’yet bilginin ötesinde bir idrak olup, idrâk edilen üzerinde tesir sahibi olmayı veya ondan etkilenmeyi gerektirmez.

Ona göre sem’ ve basar Allah Teâlâ’nın iki ezelî sıfatı olup ilmin öte­sinde iki idrâktir ve vücûd şartıyla herbirine mahsûs müdrekâta taalluk ederler. Eller ve yüz de haberi sıfatlardır. Ona göre bu sıfatlar hakkında nas mevcuttur. Dolayısıyla bunları olduğu gibi ikrar etmek farzdır. O, bu tür sıfatların teviline girişmeme noktasında Selef-i Salih’e meyletmiştir. Ancak tevilin caiz olduğuna ilişkin farklı bir görüşü daha vardır.

Va’d-va’îd, isimler, hükümler, şeriat ve akıl gibi hususlarda Mu’te-zile’den tamamen farklı düşünür.

el-Eş’arî şöyle der: İman, kalp ile tasdiktir. Dille ikrar ve uzuvlarla amelde bulunma ise imanın furûudur. Kalp ile tasdik eden, yani Allah Teâlâ’nın birliğini ikrar edip peygamberleri ve onların Allah Teâlâ’dan vahy yoluyla getirdiklerini kabul eden kimsenin İmanı sahihtir. Bu hal üze­re ölürse, kurtuluşa ermiş bir mümin olarak ölmüş olur. İmandan ancak bunlardan birini inkâr etmekle çıkabilir.

Büyük günah işleyen biri tövbe etmeksizin öldüğünde onun hükmü Allah Teâlâ’ya kalır. Dilerse rahmetiyle bağışlar veya Allah Resulü (saliaUâhu aleyhi ve sellem) onun hakkında şefaatçi olur. Nitekim o şöyle buyurmuştur: “Şefaatim ümmetim arasında büyük günah sahipleri içindir.” Yahut işle­diği suçla orantılı biçimde cezalandırdıktan sonra yine rahmetiyle cenne­te dâhil eder. Kâfirlerle birlikte ebedî cehennemlik olması caiz değildir. Çünkü kalbinde zerre miktarı olsun imam bulunan kimsenin cehennem­den çıkartılacağına dair nas mevcuttur. el-Eş’arî şöyle demiştir: Büyük günah sahibi tövbe etmiş olsa bile, Allah Teâlâ’nın bu tövbeyi aklın gere­ği olarak kabul etmesinin farz olduğunu söyleyemem. Çünkü farz kılma hakkı yalnız O’na aittir. Hiçbir şey O’na farz kılınamaz. Tövbekarların tövbesinin ve zaruret içinde bulunanların dualarının kabul edileceğine dair naslar varit olmuştur. O, yarattıklarının yegâne sahibi olarak dilediğini yapar ve dilediği gibi hükmeder. Dilerse bütün yarattıklarını cennete dâhil edebilir. İstese hepsini cehenneme koyabilir ve bu zulüm olmaz. Çünkü zulüm, kendi hakkı olmayan şey üzerinde tasarrufta bulunmak veya bir şeyi hallettiği yere koymamaktır. O ise Mâlik-i Mutlak’tır. O’ndan zulüm ve haksızlık sudur etmez.

Farzların tamamı şerl olup akıl hiçbir şeyi farz kılamaz. Hüsn ve kubh da akıl tarafından belirlenemez. Marifetullah akılla elde edilir ve nakille farz olur. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Biz peygamber gönderinceye kadar -kimseye- azap edecek değiliz.” (İsrâ, 17/15) Nimet verene şükranda bulunmak, itaat edeni ödüllendirip isyan edeni cezalandırmak da böyledir. Bunların hepsi akılla değil nakille farz olur. Salâh-ashh, lütuf türünden hiçbir şey Allah Teâlâ üzerine farz kılınamaz. Akim bir hikmete dayanarak

rz Aldığı hemen her şey, başka bir açıdan tam aksini gerektirebilir. Mükellefiyetin aslı Allah Teâlâ üzerine vacip değildir. Çünkü bunlara O nun için bir yarar veya savılacak bir zarar söz konusu değildir. O, kul-arını ödüllendirme ve cezalandırmaya Kâdir’dir. Onlara lütuf ve keremde bulunmaya da muktedirdir. Sevap, nimet ve lütfün her şekli O’nun lütfü kapsamına girer. Mükâfat ve cezanın her türü adaletin gereğidir: “O, yaptığından suâl olunmazken onlar suâl olunur.”

Peygamber göndermek, vacip veya imkânsız olmayıp caizdir. Ancak gönderildikten sonra mucizelerle desteklenmeleri ve her türlü günahtan uzak tutulmaları vaciptir. Çünkü bir peygamberin davasında doğruluğu­nun bilinebilmesi için birtakım kusurlardan arındırılması gerekir. Zira emirlerde çelişki bulunması caiz değildir.

Mucize, olağanüstü bir fiil olup meydan okumaya binâen gösterilir ve karşı çıkılamaz niteliktedir. Delil bakımından davayı tasdik edici nitelik­tedir. Olağanın dışına çıkılması ve olağan olmayanın gösterilmesi gibi iki şekli vardır. Evliyanın kerametleri de haktır. Bir açıdan peygamberlerin tasdiki, bir açıdan da mucizelerin teyîdi mahiyetindedir.

İman ve tâat Allah Teâlâ’nın tevfîki sayesinde gerçekleşir. İnkâr ve masİyet İse O’nun desteğini çekmesi yüzünden olur. O’nun tevfîkİ, tâat gücünü yaratmasıdır. Desteğini çekmesi (hızlan) ise, masiyet işleme gücünü yaratmasıdır. Şer’î naslarla bildirilen Kalem, Levh, Arş, Kürsî, Cennet ve Cehennem gibi gaybî hususların zahiri üzere anlaşılması ve bildirildikleri biçimde İnanılması gerekir. Ahiretle ilgili haberler, örneğin kabir sorgusu, mükâfat ve ceza gibi hususlarla, Mizan, hesap, Sırat, cennet­lik, cehennemlik gibi bilgilere de zahirde oldukları gİbİ inanmak gerekir. Çünkü bunların varlığı imkânsız değildir.

el-Eş’arî’ye göre Kur’ân; belagat, nazm ve fesahat bakımından muci­zedir. Çünkü Araplar kılıç ile Kur’ân’a muaraza etmek arasında muhayyer bırakılmışlar, onlar da muarazadan âciz olduktan için en zor olanı (kılıcı) seçmişlerdir. el-Eş’arî’nin taraftarları arasında Kur’an’daki İ’câzın kişiyi O’nunla muaraza etme dürtüsünden geri çevirme (sarf) anlamında oldu­ğunu, ayrıca bu i’câzın gaybî haberler bakımından söz konusu olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Ona göre imamet nas ve tayın olmaksızın ittifak ve seçimle sabit olur. Ona göre herhangi bir nas olsaydı, asla gizli kalmazdı. Çünkü bu tür bir nassm naklini gerektirecek birçok vesile mevcuttur. Sahabe, Benî Sâide’nin avlusunda Ebu Bekir (radıyallahu anh) üzerinde ittifak etmişlerdir. Ardından Ebu Bekir’in (radıyaüahu ardı) Ömer’i (radıyallahu anh) tayin etmesi üzerinde de ittifak etmişlerdir. Sahabe, Osman’ı (radıyallahu anh) şûra ile belirlemiştir. Onun ardından da Ali (radıyallahu anh) üzerinde ittifak etmişlerdir. Dört halife, fazilet bakımından da aynı sıralama içinde yeralırlar.

Âİşe   (radıyaUahu anh),   Talha (radıyallahu anh)   ve   Zübeyr  (radıyallahu anh) hakkında, sadece hatadan döndüklerini söylemiş, Talha (radıyallahu anh) ve Zübevr’in (radıyallahu anh) cennetle müjdelendiklerini ifade etmiştir. Muaviye

(radiyailahu anh) ve Amr b. el-As’in (radıyallahu anh) hak İmam olan Ali’ye (radıyal­lahu anh) isyan ettiklerini, onun da kendileriyle savaştığını söylemiştir. Neh-revân Ehli yani ona başkaldıran Haricîlere gelince onlar, Allah Resûlü’nün de (saUallâhu aleyhi ve sellem) beyan ettiği üzere dinden çıkmış kimselerdir. Ali (radıyallahu anh) bütün kararlarında hakkı savunmuş ve ondan ayrılmamıştır.

2- Müşebbîhe:

Hadis ehli arasında bulunan Sclef-i Salih, Mu’tezile’nin kelâm ilmine iyice dalarak Hulefâ-İ Râşidîn devrinde bilinen sünnet uygulamalarına muhalefet ettiklerini, kader konusunda bazı Emevî yöneticiler, sıfatların inkârı ve Kur’an’ın yaratılmışlığı konusunda ise bazı Abbasî yöneticiler tarafından desteklendiklerini görünce Ehl-İ Sünnet’in müteşâbİh ayetler ve benzeri hadislerle ilgili olarak bilinen görüşlerini ortaya koymada büyük bir şaşkınlık yaşadılar.

Ahmed b. Hanbel, Davûd b. Ali el-İsfahânî ve Selef imamlarından bir topluluk, aralarında Mâlik b. Enes, Mukâtil b. Süleyman gibi zâtların bulunduğu Hadis elılinden Selefin izlediği yolu takip etmişlerdir. Onların tercih ettikleri yol, selâmet yoludur. Bu yolu da şöyle ifade etmişlerdir: Kitab ve Sünnet’te vârid olan şeylere olduğu gibi iman eder, Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye benzemediğini kat’î olarak bilip bu nasların tevîline girmeyiz. İnsanoğlunun hayalinde oluşan her fikrin yaratıcısı ve mukad-diri de O’dur. Bu zevat, teşbîh fikrinden o derece sakınmışlardır ki, “İki elimle yarattım” (Sâd, 38/75) ayetini okurken elini hareket ettiren veya Müminin kalbi Rahmân’ın iki parmağının arasındadır” (Müslim, Kader, 7; Tirmizi, kader, 7, İbn Mace, Mukaddime, 13; Müsned, 2/168, 173) hadisini nakleder­ken parmaklarına işaret eden kimsenin parmak ve elinin kesilmesini vacip görmüşlerdir. Onlar, ayetlerin tefsir ve tevîline girmemeyi şu iki gerekçe­ye dayandırmışlardır:

a- Aşağıdaki ayet-i kerimede varit olan yasak: “Kalplerinde eğrilik olanlara gelince, fitne çıkarma ve tevilini arama maksadıyla müteşâbih olanların peşine düşerler. Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinlik sahibi olanlar da şöyle derler: Bunların hepsinin Rabimİz katından geldi­ğine iman ederiz. Sadece akıl sahipleri öğüt alır.” (Âl-i İmrân, 3/7) Biz de kalpteki eğrilikten sakınırız.

b-  Tevîl, herkesin ittifak ettiği üzere zannî bir husustur. Allah Te-âlâ’nın sıfatları  hakkında  yapılan konuşmalar da  tamamen zannîdir. Çünkü yaptığımız tevîl, Allah Teâlâ’nın muradının aksi olabilir. Böyle olduğunda ise kalbinde hastalık bulunanlar arasına girmiş oluruz. Bize düşen, iümde derinlik sahibi olanların söyledikleri gİbİ “Hepsinin Rab-bimiz katından olduğuna İman ederiz” demektir. Bu tür ayetlerin zahir­lerine iman edip bâtınlarını da olduğu gibi tasdik etmemiz gerekir. Bunların ilmini Allah Teâla’ya havale ederiz, çünkü bizler bunu bilmekle mükellef kılınmamışızdır. Bu, imanın esas veya rükünlerinden de değil­dir. Bazıları bu meselede daha da ihtiyatlı davranarak yed, vech, istiva vb. kelimeleri Farsça okumamışlardır. Bu tür lafızları kullanmak durumunda kaldıklarında kelime kelime nasıl vârid olduysa öyle kullanmışlardır. Bu, selâmet yoludur. Bunun teşbihle ilişkisi yoktur.

Ancak gulât-ı Şiadan Hişamİyye gibi gruplarla ashab-ı hadisten haşevî eğilimli Mudar, Kehmes ve Ahmed el-Hecîmî gibiler; ruhanî de olsa, cismanî de olsa taptıkları mabudun birtakım organ ve kısımlara sahip olduğunu savunmuş; böyle bir mabud için mekân değiştirme, yükselme, yerleşme ve yer tutma gibi vasıflan caiz görmüşlerdir. Şia’nın müşebbihe eğilimli olanlarının ayrıntılı iddiaları gulât babında anlatılacaktır. Haşeviy-ye’nin müşebbihe eğilimli olanlarına gelince imam Eş’arî’nin Muhammed b. isa’dan aktardığına göre Mudar, Kehmes ve Ahmed cl-Hecimî şunu savunmuşlardır: O’na dokunmak, kucaklaşmak ve sarılmak caizdir. İhlaslı müslümanlar, riyazet ve İhlâsta belli bir mertebeye yükseldikten sonra hem dünya, hem de ahirette O’nunla kucaklaşabilirler.

el-Ka’bî, Müşebbihe’den birinin ru’yetullâhı dünyada caiz gördüğünü, Allah Teâlâ’nın ziyaret edilebileceğini, bazı insanları ziyaret edeceğini söyle­diğini nakletmiştir. Davud el-Cevâribî’nin şöyle dediğini de aktarmıştır: Avret mahalli ve sakal konusunda beni mazur görün. Bunun dışındakiler! sorabilirsiniz. Yine ona göre ma’bûd -hâşâ Allah Teâlâ- cisim olup et ve kandan oluşur. El, ayak, kol, baş, gözler, kulaklar ve dil gibi organları vardır. Bununla beraber O, diğer cisimler gibi olmayan bir cisme, diğer etler gibi olmayan bir ete, diğer kanlar gibi olmayan bir kana sahiptir. Öbür sıfatları için de aynı şey geçerlidir. Bu anlamda yarattıklarından hiçbirine benzemediği gibi hiçbir şey de O’na benzemez. O, en üstünden sinesine kadar içi boştur. Kısa saçı ve siyah favorileri vardır.

Kur’an-ı Kerİm’de vârid olan istiva, vech (yüz), yedeyn (eller), cenb (yan), meşiet (geliş), ityân (gidiş), fevkıyye (üstte olma) gibi isim ve fiillere gelince Müşebbihe’ye göre bunların hepsi zahir anlamlarına yorulur. Hadislerde zikredilen benzer hususlar için de aynı hüküm geçer­lidir. Örneğin Allah Resulü (salkllâhu aleyhi ve selkm) şöyle buyurmuştur:

“Adem’i Rahman suretinde yarattı.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/198; Tabcrânî, Mucemu’t-Kebîr, 12/403) “Cebbar, ayağını cehenneme koyuncaya kadar.” (Ali el-Müttakî, Kcnzu’l-Ummâl, 1/408; Kurtubî, el-Câmî, 16/44, 17/19) “Müminin kalbi, Rahmân’m iki parmağının arasındadır.” (Müslim, Kader, 17; Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13) “Adem’i yarattığı çamuru, kırk sabah elinde yuvar­layıp alıştırdı.” (Bkz. İbn Kesir, el-Bidâye, 1/68 v.d.; İbnü’1-Esir, el-Kâmil, 1/27 v.d.) “Eli­ni -veya avucunu- omzuma koydu.” “Öyle ki parmaklarının serinliğini omzumda hissettim.” (Bkz. Dârekmnî, Ruyetullah, 1/168-171) Müşebbihe, bu ve benzeri isim ve fiilleri olduğu gibi zahir anlamına yormuşlardır.

Müşebbihe kendi görüşleri istikâmetinde birçok asılsız rivayet de uydurmuş ve bunların çoğunu Yahudilerden iktibas etmiştir. Bilindiği üzere teşbih Yahudilerin tabiatı haline gelmiştir. Hatta şunu bile söylemişlerdir: Allah’ın gözleri rahatsızlanınca melekler O’nu ziyarete gitmişlerdi. Nuh (aleyhisselâm) tufanına öyle üzülmüştü ki ağlamaktan gözleri ağrımaya baş­lamıştı. Altında dört parmak üzerinde duran Arş demir eyer takımı gibi ses çıkarmıştı.

Müşebbihe, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu­ğunu da rivayet etmişlerdir: “Rabbim beni karşıladı, benimle kucaklaştı ve ellerini omzuma koydu. Öyle kİ parmaklarının serinliğini omzumda hissettim.” (Bkz. Dârekutnî, Ruyetullah, 1/168-171)

Daha ileri giderek teşbih fikrini Kur’an hakkında da iddia ederek şöyle demişlerdir: Harfler, sesler ve yazılı işaretler kadîm ve ezelîdir. Harf­leri ve kelimeleri olmayan bir kelâm akla sığmaz. Bu görüşlerine delil ola­rak da birtakım hadisler nakletm işlerdir. Bunlara örnek olarak şu hadisi zikredebiliriz: “Allah Teâlâ Kıyamet günü öncekilerin de sonrakilerin de işitecekleri bir sesle nida eder.” (Taberani, Mu’cemu’l-Evsat, 2/87) Musa Peygam-ber’in (aleyhisselâm) Allah Teâlâ’nın kelâmını zincir sesi gibi işittiğini rivayet etmiş ve şöyle demişlerdir: Selef-i Salih KuPan’ın yaratılmış olmadığı hususunda icmâ etmiştir. Onun yaratılmış olduğunu söyleyen kâfirdir. Kur’an olarak bildiğimiz, elimizde bulunan, gördüğümüz, dinlediğimiz, okuyup yazdığımız şeydir.

[Müşebbihe devam ediyor:]

Bu görüşümüze karşı çıkanlara gelince:

Mu’tezile, elimizde bulunan mushafın Allah Kelâmı olduğu nok­tasında bizimle müttefik, ama kıdemi noktasında bizden farklıdır. Delille­rin onların aleyhinde olduğuna dair ümmetin İcmâı mevcuttur.

Eş’arîlere gelince, Kur’an’ın kadîm olduğu noktasında bizimle müttefik­tirler. Ancak onlar da elimizde bulunan mushafın Allah Kelâmı’nın kendisi olduğu noktasında bizden farklı düşünmüşlerdir. Delilin onların aleyhinde olduğuna ilişkin de icmâ-i ümmet mevcuttur. Çünkü Allah Kelâmı ifadesiy­le işaret olunan elimizdeki mushaftır. Diğer taraftan Allah Teâlâ hakkında görmediğimiz, okuyup yazmadığımız ve dinlemediğimiz Zâtı ile kâim bir kelâm sıfatından sözedildiğînde bu her açıdan icmâya aykırıdır.

Bİze göre mushafın iki kapağı arasında yeralan nas Allah Kelâmındır. Allah Teâlâ onu Cebrail’in (aleyhisselâm) diliyle İndirmiştir ve mushaflarda yazılıdır. Levh-i Mahfüz’da yazılı olan da odur. Müminlerin cennette Allah Tcâlâ’dan vasıtasız ve perdesiz olarak İşitecekleri kelâm da aynısıdır. Allah Teâlâ’nın “Rahîm bir Rab’den selâm sözü olarak” (Yâsîn, 36/58) buyruğunun anlamı da budur. Musa’ya (aleyhisselâm) olan hitabı da odur: “Ey Musa! Muhakkak ki Ben, alemlerin Rabbı olan Allahım!” (Kasas/30) Vasıtasız seslenmesi de şu ayette zikredilmiştir: “Allah Musa’ya konuştu.” (Nisa, 4/164) “Ben seni risâletlerim ve kelâmımla diğerleri arasında seçtim.”

(A’râf, 7/144) Allah ReSUİÜ’nÜll de (sallallâhu aleyhi ve sellem)  ŞÖyle buyurduğu

rivayet edilmiştir: “Allah Teâlâ Tevrat’ı eliyle yazdı. Adn cennetini eliy­le yarattı. Adem’i de eliyle yarattı.” Kur’an’da ise şöyle buyrulmaktadır:

“Onun İçin levhalarda herşeye öğüt ve açıklama olarak bütün eşyayı yazdık” (A’râf, 7/145)

[Müşebbihe] şunları da söyledi: Biz, kendimizden hiçbir ilâvede bulu-namavız. Selefin karışmadığı bir şeyi kendi akıllarımızla ihata edemeyiz. Onlara göre mushafın iki kapağı arasındaki kelâm, Allah Kelâmı’dır. Bize göre de öyledir. Onlar, bu görüşlerine delil olarak şu ayeti zikretmişler­dir: “Müşriklerden biri sana sığınırsa onu güvene al, tâ ki Allah’ın sözünü işitsin.” (Tevbe/6) Bilindiği üzere müşriğin işittiği şey, bizim okuduğumuz Kur’an’dan başka bir şey değildir. Yine bu anlamda şöyle buyrulmuştur: “Doğrusu bu Kitab, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitab’da mevcut İken âlemlerin Rabbİ tarafından İndirilmiş olan Kur’an-ı Kerim’dir.” (Vâha/78-80) “O, kutsal kılınmış, yüceltilmiş, arınmış sahifeler üzerindedir. İyi kimseler, saygıdeğer elçiler eliyle yazılmıştır.” (Abese/12-16) “Muhakkak Biz onu Kadir gecesi indirdik.” (Kadr/l) “Ramazan ayı ki Kur’an onda İndirilmiştir.” (Bakara, 2/184)

Müşebbihe arasında Hulûliyye eğiliminde olanlar da vardır. Bunlar şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ’nın herhangi bir şahsın suretinde görünmesi caizdir. Tıpkı Cebrail’in (aleyhisselâm) bir yolcu suretinde görünmesi gibi. O, Meryem’e de (aieyhisselâm) tam bir insan gibi görünmüştür. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu buyruğu da buna yorulmuştur: “Rabbimi en güzel surette gördüm.” (Darefcutnî, Ruyetullah, 1/168-171) Tevrat’ta da Musa Peygam-ber’in (aleyhisselâm) şöyle dediği nakledilmiştir: “Rabbimle yüzyüze konuş­tum. Bana şöyle şöyle dedi.”

Hulul kısmen veya bütün olarak kabul edilebilir. Bu fikirler ileride açıklanacaktır.

3. Kerrâmîyye:

Bunlar, Ebu Abdullah Muhammed b. Kerrâm adında bir şahsın taraf-arlarıdır. Sıfâtiyye arasında saymamızın nedeni, sıfatları kabul etmesidir, ^ncak o, sıfatlar konusunda teesîm ve teşbih noktasına varmıştır. Onun °rtaya çıkışını ve Ehi-i Sünnct’e intisabını daha önce anlatmıştık.

Kerrâmiyye teşbîh meselesinde on iki fırkaya bölünmüştür. Bun-arın ana kolları şu akışıdır:

1- Âbidiyye,

2- Tevniyye,

3- Zerîniyye,

4- İshâkıyye,

5- Vâhidiyye,

6- Heysamiye ki en yakınları budur. Bunlardan her birinin kendisine ait görüşü olmakla birlikte, muteber âlimlerden değil de birtakım câhil ve değersiz kimselerden kaynaklandığı için bunları fırkalar arasında tasnife lâyık görmedik. Sadece mezhebin kumcusunun fikirlerini zikredip alt fırkalarına ismen işaret etmekle yetindik.

Başlan olan Ebu Abdullah şöyle demiştir: Mabud, Arşın üzerinde karar kılmıştır. Zat olarak üst cihettedir. O’na cevher adını vermiş ve Azâbu’1-kabr adlı kitabında Allah Teâlâ’mn Zât olarak da, cevher olarak da bir olduğunu dile getirmiştir. O, Arş’a temas etmektedir. Hareket etmesi, dönüşmesi ve Arşından inmesi caizdir. Bazılarına göre O, Arş’ın bir kısmı üzerindedir. Bazılarına göre Arş, O’nunla dolmuştur. Bu fırkanın geç dönemdeki men­suplarına göre Allah Teâlâ cihet bakımından üstte, Arş hizâsındadır.

Bilâhare aralarında ihtilafa düşmüşler ve Abidiyye şu görüşü savunmuş­tur: O’nunla Arş arasındaki uzaklık ve mesafe vardır; öyle ki arasının cevher­lerle dolu olduğu takdir edilse ona bitişecektir. Muhammed b. el-Heysam ise şöyle demiştir: O’nunla Arş arasında sonsuz bir mesafe vardır. O, âlem­den ezelî bir farklılıkla ayrılır. Ona göre belli bir mekâna yerleşmesi ve aynı hizada olması söz konusu değildir. Üstte bulunuş ve ayrılık ise mevcuttur.

Kerrâmiye mensuplarının çoğunluğu Allah Tcâlâ hakkında cisim kav­ramını kullanmıştır. Ehl-i Sünnet*e yakın olan kesimleri ise şöyle demişler­dir: Bizim cisim ile kasdettiğimiz, Zâtı ile kâim olmasıdır. Cismin onJara göre tanımı budur. Bu esas üzerine, kendi zâtları ile kâim olan iki varlığın birbirleriyle yahut da ayrı olması gerektiği hükümünü dayandırmışlardır. Bazılarına göre O, Arş’a bitişiktir, bazılarına göre ise ondan ayrıdır. Kimi zaman şunu da söylemişlerdir ki, her iki mevcûddan birinin diğeriyle olan ilişkisinin, ya arazın cevher karşısındaki durumu gibi olması gere­kir; yahut da ötekine göre bir cihette yer alması gerekir. Allah Teâlâ araz olamaz, çünkü Zâtı İle kâimdir. Şu halde âlemin bir cihetinde bulunması gerekir ki en yüce ve değerli olan yön üsttür. Buna göre O, Zâtı ile üstte­dir. Görüldüğü zaman da en üstte görülür.

Ardından O’nun varlığının sınırı üzerinde fikir ayrılığına düşmüşler­dir. Mücessime arasında Allah Teâlâ için altı yönden sınırın varlığını iddia edenler olmuştur. Kimileri ise sadece bir yönden, yani alttan nihayeti sınırın varlığını etmiştir. O’nun için sınırı inkâr edenler de olmuş ve O’nun Azîm olarak sonsuz olduğunu söylemişlerdir.

Azametin anlamı üzerinde de ihtilâfa düşmüşlerdir. Kimilerine göre azameti, Arş’ın bütün kısımlarını tek başına kaplamasıdır. Arş, O’nun altındadır. O, cihet bakımından herşeyin üstündedir. Bazılarına göre ise azametinin anlamı, kendisi bir olmakla beraber birçok yönden Arş’a mülâki olmasıdır. O, Arş’ın her tarafına mülâkidir. Çünkü O, Ulu ve Azîm’dir.

Ortak görüşleri, Allah Teâlâ hakkında birtakım hâdİsâtm caiz olu­şudur. Ancak bu hudûs, O’nun kudreti sayesinde olur. Zâtına zıt bir hadisin husule gelmesi ise ancak ihdas fiili vasıtasıyla olur. İhdas fiilinden anladıkları, kendi kudretiyle Zâtı’nda vuku bulan varetme ve yoketme fiil­leridir kİ bunlar söz ve irâdeler için geçerlidir. Muhdesten maksatları ise Zâtı dâhilinde bulunan cevher ve arazların tamamıdır.

Kerrimiyye halk (yaratma) ile mahlûku, icâd ile mevcûd ve mucidi, idam ile ma’dûmu birbirinden ayırmışlardır. Mahlûk, ancak halk ile vâki olur. Halk ise ancak Zâtı’ndaki kudret ile mümkün olur. Ma’dûm da, Zâtı’nda bulunan kudrete bağlı olarak i’dâm ile vâki olur.

Kerrâmîyye mensupları Allah Teâlâ’mn Zâtı’nda birçok hadisin bulunduğunu iddia etmiş, geçmiş ve gelecek olayları haber vermeyi, pey­gamberlere indirilmiş kitapları, kıssaları, va’d, va’îd ve hükümleri buna örnek göstermişlerdir. İşitilmesi ve görülmesi caiz olan işitilenler ve görülenler de bu kapsama dâhildir. İcâd ve i’dâm da buyruk ve irâdedir. Olmasını murâd ettiği şeye yönelik “Kün=Ol!” buyruğu bu şekilde tecellî eder. İrâde ise söz konusu şeyin varolmasına dönük isteğidir. Herhangi bir şey için sarfettiği “Kün” buyruğunun iki sureti vardır.

Muhammed b. el-Heysam icâd ve i’dâmı irâde ve tercih (îsâr) ile

açıklamıştır. Ona göre bu fiillerin gerçekleşmesi için buyruk farzdır. Nitem Rur’aıı’da şöyle buyrulmuştur: “Bir şeyi murâd ettiğimizde ona sade- Ol!’ dememiz yeter, oluverir.” (Nahl, 16/40) “Bir şeyi murâd ettiğindna Ol!’ demesi yeter, hemen oluverir.” (Yâsîn, 36/82)

Çoğunluğun görüşü odur ki, halk yani yaratma fiili, söz ve irâde­den ibarettir. Bilâhare bunun ayrıntısında fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bazılarına göre her mevcûd için bir icâd, her ma’dûm için de bir i’dâm söz konusudur. Bazılarına göre ise tek bir icâd fiili, aynı türden iki mev­cûd için yeterli olabilir. Tür farklılaştığında icâd fiilleri birden fazla olmak durumundadır.

Kerrâmiyye’den bir kısmı ise şöyle demişlerdir: Kudret, muhdesâtın türlerine göre değişir. Çoğunluğuna göre Kef ten Nûn’a kadar Zâtı’nda hadis olan şeylerin türleri adedince kudret mevcuttur. İrâde, sem’ ve basar dâhil olmak üzere beş tür kudret mevcuttur.

Kimileri de sem’ ve basarı işitme ve görme kudreti olarak tefsir etmiştir. Kimilerine göre sem’ ve basar ezelîdir. İşitme ve görmeler ise müdrekâtm (: idrak edilenlerin) onlara İzâfesidir.

Kerrâmiyye’den bazılarına göre Allah Teâlâ’nın muhdesâtın asıllarına ve Zâtı’nda hudûs eden havadise taalluk eden kadîm İrâdesi vardır. Onlara göre muhdesâtın tafsilatına taalluk eden hadis irâdeler de mevcuttur.

Kerrâmiyye fırkasının ittifak ettiği görüşler arasında şunları da say­mak mümkündür: Hadislerin varlığı, Allah Teâlâ için bir vasfın mev­cudiyetini gerektirmez; ayrıca, hadisler, Allah’ın sıfatları da değildir; dolayısıyla onun zatında söyleme, irade etme, görme ve işitme gibi hadis türü şeyler de gerçekleşmez. Allah Teâlâ bunlarla söz söyleyici, irade sahi­bi, işiten ve gören değildir. Bu hâdİsâtı yaratması sebebiyle de Muhdİs ve Hâlık değildir. Bilakis O, ancak söyleyicİliğİyle Söyleyen, yaratıcılığıyla Yaratan, irâde ediciliğiyle İrâde Buyuran’dır. Bu durum, O’nun o şeyler üzerindeki kudretidir.

Savundukları esaslardan biri de, Zâtı’nda ihdas ettiği hâdisâtın asla yok olmayacak biçimde baki kalmasının vacip oluşudur. Çünkü bunların yok olmalarının caiz olması durumunda Zâtı üzerindeki hâdisâtın ardarda gelmesi söz konusu olup cevher de buna katılır. Bu hâdisâtın ademinin caiz olması durumunda şu seçeneklerden biri kaçınılmaz olur: Bunların yoklu­ğu (adem), ya kudret ile ya da Zâtı’nda yarattığı yoketme fiiliyle (i’dâm) mukadder olur. İlkine göre yani kudret ile yokolmaları caiz olmaz. Çünkü bu, Zâtı’nda ma’dûmun subût bulmasına götürür. Halbuki varolan (mev­cûd) ile yokolanın (ma’dûm) şartı, Zâtı bakımından birbirlerinden farklı olmalarıdır. Zâtı’nda herhangi bir ma’dûmun i’dâmın aracılığı olmaksızın sırf kudret ile vuku bulması caiz olsaydı, diğer ma’dûmlarm da kudret ile vuku bulmaları caiz olurdu. Ardından bu kaziyeyi, Yoktan Vareden (el-Mûcid) hakkında da geçerli hale getirmek gerekirdi. Böylelikle Allah Teâlâ’nın Zâtı’nda bir varedilmfş muhdesin vuku bulması caiz olurdu. Halbuki bu Kerrâmiyye’ye göre İmkânsızdır. Eğer onların yokoluşunun, İ’dâm ile gerçekleştiği varsayılsaydı, söz konusu i’dâmm yokluğunu varsay­mak da caiz olur ve bu zincirleme giderdi. Onlar İşte bu esastan hareketle Zâtı’nda hadis olan hiçbir şeyin yokolmadığına hükmetmişlerdir.

Kerrâmiyye’nin savunduğu esaslardan bir diğeri, muhdesin ihdasın sübûtunun İkinci halinde aralıksız olarak hudûs etmesidir. Buna göre dâs fiilinin muhdesin beka hali üzerinde etkisi söz konusu değildir.

Onlara göre Allah Teâlâ’nın Zâtı’nda hudûs eden hususlar iki kısma ayrılır:

a- Tekvinle İlgili hususlar ki altında bir mefûl bulunan fiillerdir.

b- Tekvinle ilgili olmayan hususlar ki haber verme, yükümlülük (tekf) koyma, yasaklama gibi hususları kapsar. Bunlar, kudrete delâlet etmesi bakımından fiil olup mefûlleri yoktur. Hâdisât konusundaki görüşleri tle budur.

İbnu’l-Heysam hemen her meselede Ebu Abdullah’ın görüşlerini ıslâh etmek İçin içtihatta bulunmuştur. Öyle ki onun açıkça imkânsız olan hükümlerini akıl sahipleri nezdinde makûl hale getirmeye çalışmıştır. Bu çabalarına örnek olarak teesîm meselesinde söylediklerini zikredebiliriz. Bu mesele hakkında şöyle demiştir; Cisim ile kasdedilen Zâtı ile kâim olandır. Üstte olmak da (fevkiyyet) yücelik (uluvv) anlamındadır. İbnu’l-Heysam, sonsuz ayrılığın (beynünet) varlığını da iddia etmiştir ki bu, bazı filozofların da kabul ettikleri boşluktur (hâlâ). İstiva konusunda mücavir olmayı, teması ve Zâtı ile mekânda bulunmayı reddetmiştir. Hâdisât mese­lesinde ise görüş düzeltmeye çalışmayıp hocasının söylediklerini aynen benimsemiştir. Halbuki o, aklen en imkânsız görüşlerden biridir.

Kerrâmiyye mezhebine göre hâdisât, sayı bakımından muhdesâttan çok fazladır. Buna göre Zâtı’nda muhdesâttan fazla bir hâdisât âlemi bulu­nur ki bizce bu imkânsız ve çok yersiz bir görüştür.

İttifak ettikleri esaslar arasında sıfatların isbâtı da vardır. Onlara göre Allah Teâlâ ilim ile Alim, kudret ile Kadir, hayat ile Hayy, mcşİyet ile Dile­yen (Şâ’i)dir. Bunların hepsi de kadîm, ezelî ve Zâtı ile kâim sıfatlardır. el-Eş’arî gibi sem’ ve basan da sıfatlar arasında saymışlardır. Eller ve yüzü de (vech) kadîm ve Zât ile kâim sıfatlar arasında saymış ve şöyle demişler­dir: O’nun diğer eller gibi olmayan bir eli ve diğer yüzler gibi olmayan bir yüzü vardır. Onlara göre Allah Teâlâ, bütün cihetlerin üstünde bir cihetten görülebilir.

İbnu’l-Heysam, yapı (heyet), suret, boşluk, dönme, musafaha ve sarıl­ma gibi hususlarda Müşebbihe’nin kullandığı kavramları, diğer Kerrâmiy-ye mensuplarından farklı biçimde yorumlamıştır. Buna göre o şöyle der: Diğerlerine göre Allah Teâlâ Adem’i (aleyhisselâm) eliyle yaratmış, Arşına istiva etmiştir, Kıyamet günü insanları hesaba çekmek İçin gelecektir. Biz ise, bunlar hakkında hiçbir bozuk görüşe inanmayız. Elleri iki uzuv ve organ olarak görmediğimiz gİbİ Arş’a istivasını da oturma olarak görme­yiz. Gelme fiilinin ifade ettiği mekânlar arasında dolaşmayı kabul etmeyiz. Bunları Kur’an ve sünnette varit olduğu şekilde keyfiyet ve teşbihte bulun­maksızın olduğu gibi anlar, Müşebbihe ve Mücessime’nİn diğer mensup­larının açıklamalarına itibar etmeyiz.

İbmı’l-Heysam’a göre Allah Teâlâ gelecekte olacak şeyleri ezelde aynen bilir. O’nun ilmi, ilminin tecellî ettiği şeylerde etkin olup cehalete asla dönüşmez. Belli bir vakitte yaratmayı murâd ettiği şeyi, hadis irâdesi ile yaratır. Ihdâs edeceği herşeyi de cKün=Ol!’ buyruğu ile ihdas eder. Kaderin hayır ve şerrinin Allah Teâlâ’dan olduğuna inanır. Allah Teâlâ bütün kâinatın hayır ve şerrini murâd etmiştir. Mevcudatın güzel veya çirkin olsun tamamını yaratan da O’dur. Kulun hadis kudretiyle meyda­na gelen ve ‘kesb’ olarak isimlendirilen fiilleri vardır. Hadis kudret, Allah Teâlâ tarafından mefûl ve yaratılmış olması bakımından kul için yarar sağlama noktasında tesir sahibidir. Söz konusu yarar, mükellefiyetin çerçe­vesini teşkil eder ki bu çerçevenin karşılığı mükâfat ve cezadır.

Aklın, şeriat gelmeden de hüsn ve kubhu belirleyebileceği üzerinde İttifak etmişlerdir. Mu’tezile gibi onlara göre de Allah Teâlâ’yı akılla bil­mek vaciptir. Ancak onlar, akıl yoluyla salâh ve aslahı gözetmek, lütufta bulunmak gibi meselelerde Mu’tezile’den ayrılmışlardır. Onlara göre iman, kalp ile tasdîk aranmaksızın sadece dille ikrardan ibarettir. Diğer ameller de imanın esaslarından değildir. Zahirî hükümler ve mükellefiyet­ler bakımından mümin demekle, ahiret ve hesaba inanma bakımından mümin demek arasında fark olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre müna­fık, dünyada hakîkî anlamda mümin, ahirette ise ebedî cehennemi haket-miş kimsedir.

İmamet konusunda ise şöyle demişlerdir: İmamet nas ve tayin olmaksızın ümmetin icmâı ile sübût bulur. Bu konuda Ehl-i Sünnet ile aynı görüştedirler. Ancak onlara göre farklı iki bölgede, iki farklı imama biat etmek caizdir. Bu görüşleriyle güttükleri amaç; adamlarından bir gru­bun ittifakı ile Muaviye’nin Şam’daki ve yine bir grup ashabının görüş bir­liği ile Emîrü’l-Mü’minîn Hz. Ali’nin Medine, Basra ve Kûfe’deki imame­tinin aynı anda vâkî olduğunu ispat etmektir. Hz. Osman’ın kanını talep etme davasıyla şer’î hükümlerde istibdada vararak çarpışmaya girişmesi ve Beytü’l-Mal’de tek başına tasarrufta bulunması hususlarında Muaviye’yi haklı görmüşlerdir.

Bu konudaki görüşlerinin esası ise, Osman’a (radıyallahu anh) yapılanlar karşısında sabır ve sükût etmesi nedeniyle Alİ’yİ (radiyallahu anlı) suçlamaktır. Kerrâmİye İçin aslolan eğilim de budur.

4- Fasıl

Havâric (Haricîler)

Haricîler (Havâric), Mürcie ve Va’îdiyye.

Müslüman toplumun, imamlığı üzerinde ittifak ettikleri hak imama başkaldıran kimseye Haricî denir. Bu başkaldırı, sahabe devrinde olduğu gibi, tâbiûn ya da sonraki imamlar devrinde de olabilir.

Mürcie, farklı bir grup olup iman ve amel gibi meseleler üzerinde görüş belirtmiştir. Ancak imamete ilişkin bazı meselelerde Hâricilerle ittifak etmişlerdir.

Va’îdiyye de Haricîlere dâhildir. Onlar da büyük günah sahibini küfrle itham etmiş ve cehennemde ebedî kalacağına hükmetmişlerdir. Bun­ların görüşlerini Hâricileri anlatırken zikredeceğiz.

Bilinmelidir ki Müminlerin Emiri Ali’ye (radıyallahu anh) İlk karşı çıkan­lar, Sıffîn savaşında onun yanında yeralan bir cemaattir. Ona muhalefet ve din dairesinden çıkışta en aşırıya kaçanlar ise şu kimselerdir: el-Eş’as b. Kays el-Kindî, Mis’ar b. Fedekî et-Temîmî, Zeyd b. Husayn et-Tâî. Bun­lar Alî’ye şöyle demişlerdi: Halk bizi Kur’ân’a davet ederken sen kılıçları çekmemizi istiyorsun. Bunun üzerine İmam Ali (radıyallahu anh) şöyle cevap vermişti: “Allah’ın Kitâbı’nda olanı en iyi ben biliyorum! Haydi topluluk­tan geri kalanlar üzerine atılın; Allah ve Resulü – yalan söyledi diyenlere saldırın! Oysa siz Allah ve Resûlü’nün doğru buyurduğunu söylüyorsu­nuz. Bunun üzerine şöyle dediler: “Eşter’i müminlerle savaştan alıkoya­caksın! Yoksa Osman’a (radıyallahu anh) yaptığımızı sana da yaparız!” Toplu­luk, dağılıp kaçmaya başlayıp geriye üç-beş kişi kalınca Müminlerin Emirİ Ali, Eşter’i geri çekmek zorunda kaldı. Ester de, Ali’nin emrine uydu.

Hakem Meselesi: Haricîler, başta İmam Ali’yi (radıyaUahu anh) talikimi (hakem tayini) kabul etmeye zorlamışlardı. O, Abdullah b. Abbâs’ı (radıyal-lahu anh) göndermek istiyordu. Ama Haricîler onu kabul etmeyip “O zaten sendendir” diyerek Ebu Musa el-Eş’arî’yi Allah’ın Kitabını hakem kılması şartıyla göndermesini istediler. Sonuç İmanı Ali’nin (radıyallahu anh) arzusu hilâfına çılanca tahkim sonucunu kabul etmemek istedi. Haricîler bu nok­tada kendisine karşı çıkarak şöyle dediler: “İnsanları niçin hakem tuttun? Allah’tan başka hüküm verecek yoktur!” İşte bunlar, bilâhare Nehrevân’da toplanan zındıklardır.

Ana fırkaları şunlardır: Muhakkime, Ezârika, Necedât, Beyhesiyye, Acâride, Seâlibe, İbâdiyye, Saferiyye. Bunlar dışındaki fırkalar, ana fırka­ların dalları konumundadır.

Yukarıda zikrettiğimiz fırkaların ortak noktalan Osman’dan (radıyaüahu anh) teberrî etmeleri, bunu her tür tâat ve İbâdetin önüne geçirmeleri ve nikahın sıhhat şartı görmeleri, büyük günah işleyenleri tekfir etmeleri, Sünnete muhalefet eden imâma başkaldırmayı farz bir hak olarak görme­leridir.

1- İlk muhakkime:

Bunlar Tahkim olayı yaşanıp da iki hakem atandığında İmam Ali’ye (radıyallahu anh) karşı çıkarak onu tekfîr edenlerdir. Kûfe’nin köylerinden Harüra’da toplanmışlardır. Başı çekenleri şunlardı: Abdullah b. el-Kevâ, Artâb b. el-A’ver, Abdullah b. Vehb el-Râsibî, Urve b. Cerîr, Yezîd b. Ebî Asım el-Muhâribî, Harkûs b. Züheyr el-Becelî (Zi’s-südye olarak bilinir.). Sayıları on iki bin kişiye yakındı. Tamamı da namaz kılıp oruç tutan kimselerdi.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Öyle kimseler çıkar ki namaz­larının yanında namazınız, oruçlarının yanında orucunuz hor görülür. Ama onların imanları, gırtlaklarını geçmez” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 36; Ebu Davud, Sünnet, 28; Müsned, 1/81,93) buyruğunun onlar hakkında olduğu söylen­miştir.

Onlar, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve seilem) haklarında şöyle buyur­duğu zındıklardır: “Şu adamın kökünden öyle bir topluluk çıkar ki, okun yaydan fırlaması gibi dinden fırlayıp çıkarlar.” (Buhârî, Tevhîd, 23; Müslim, Zekat, 142; Ebu Davud, Sünnet, 28) Onların ilki Zü’1-Huvaysira, sonuncuları da Zü’s-Südye’dir.

Muhakkime’nin ortaya attıkları ilk bidat imamet konusunda olmuş­tur. Onlara göre halk içinde adaletle davranıp zulmetmeyen kimse, Kureyş kökenli olsun ya da olmasın, imamete geçebilir. Eğer adalet yolu­nu değiştirip zulme başlarsa, azli veya katli vacip olur. Kıyasla hüküm ver­me meselesinde en katı davranan onlardır. Halife tayin etmeyi farz olarak görmeyen Muhakkime, halife bulunmamasını da caiz görmüşlerdir. Eğer ihtiyaç duyulursa hür veya köle, Nabatlı veya Kureyşli olmasının da bir önemi olmadığını söylemişlerdir.

ikinci bidatleri ise tahkim meselesinde insanları hakem kıldığı için imam Ali’yi (radıyallahu anh) hatalı bularak Allah’tan başka hüküm sahibi olmadığını söylemeleridir. Onlar iki noktada Ali (radıyaUahu anh) hakkında yalan söylemişlerdir:

a- Onlara göre İmam Ali (radıyallahu anh) insanları hakem kılmıştır. Bu yalandır. Çünkü onu tahkimi kabul etmeye zorlayan bizatihi kendileridir.

b- İnsanların hakem tayin edilmesi caizdir. Bu meselede hüküm sâhibi olanlar kavme mensup kişilerdir. Ali (radıyallahuanh) onların bu sözleriyle ilgili olarak şöyle demiştir: “Bâtılın murad edildiği hak bir söz.” Haricîler, hatalı bulmada kalmayıp bunu tekfire kadar götürmüşlerdir. Ayrıca Hz. Ali’yi sözünden dönerlerle, ve zındıklarla çarpışmasından dolayı lanetlen­mişlerdir. Hz. Ah sözden sözden dönenlerle çarpışmış; mallarını ganimet olarak almış, fakat aile ve çocuklarını esir etmemiştir. Asîlerle savaşmış, ne ganimet ne de esir almıştır. Zındıklarla savaşmış, mallarını ganimet çocuklarını esir almıştır.

Muhakkime, saydıkları birtakım suçlardan dolayı Osman’a (radıyaüahu anh) dil uzatmışlardır. Aynı şekilde Cemel ve Sıffîn’de savaşanlara da ta’n etmişlerdir.

Ali (radıyallahu anh) Nehrevan’da Haricîlerle şiddetli bir savaşa tutuşmuş ve burada sadece on civarında Haricî canını kurtarmıştır. Müslümanlar arasında şehit olanların sayıları da ondan aşağıydı. Kurtulan Haricîler­den ikisi Umman’a, ikisi Kirman’a, ikisi Sicistân’a, ikisi Cezîre’ye biri de Yemen’de bulunan Tel Mevzen’e kaçmıştır. Haricîlerin bidatleri bu mer­kezlerde ortaya çıkmış ve günümüze kadar varlığını korumuştur.

Haricîler arasında imam olarak biat edilen ilk kimse Abdullah b. Vehb er-Râsibî olup kendisine Zeyd b. Husayn’ın evinde biat edilmiştir. Ona biat edenler arasında Abdullah b. el-Kevâ, Urve b. Cerîr, Yezîd b. Asım el-Muhâribî ve bir topluluk bulunmuştur. Tehlikeden sakınmak için kalabalıktan uzak durur, mensuplarını karşıladığında güvenlik amacıyla imam olarak başkası gösterilirdi. İnce görüşlülüğü ve cesaretiyle tanınırdı. Her iki hakemden ve onların görüşlerine rıza gösterip doğrulayanlardan teberrî etmişti. Müminlerin Emiri Ali’yi (radıyallahu anh) kâfir ilan ederek şöyle demişlerdir: O, Allah’ın hükmünü terketti ve insanları hakem kıldı. Bu sözü ilk dillendiren kişinin Sa’d b. Zeyd b. Menât b. Temîm oğullarından cl-Haccâc b. Ubeydullah olduğu söylenmiştir. Muâviye, Hakem mesele­sinde söylediklerini işitince el-Bcrk lakabıyla tanınan bu kişinin sağrısına vurmuştu. Bu adam şöyle derdi: “Allah’ın dininde hakem mi atıyorsunuz? Allah’tan başka hüküm verecek yoktur. Biz ancak Allah’ın Kitâbı’nda ver­diği hükümle hüküm verebiliriz.” Bu sözlerini işiten bir adam şöyle demiş­ti: “Dil uzattı ve yemin olsun haddi aştı!” Muhakkime, bu söz nedeniyle bu isimle anılmıştır. Müminlerin Emiri bu sözü işitince şöyle demiştir: “Zulmün murad edildiği bir adalet sözü! Asıl söylemek istedikleri, emirliği yok etmektir. Halbuki sâlih veya fâcir birinin emirliği şarttır.”

Rivayet edilir ki Haricîler arasında ilk kılıç çeken Urve b. Hudeyr’dir. Olay şöyle gelişmiştir: Urve, el-Eş’as b. Kays’ın yanına giderek şöyle demişti: “Bu alçaklık nedir ey Eş’as? Bu tahkim de nereden çıktı? İçiniz­den birinin şartı Allah Teâlâ’nın şartından daha mı sağlamdır?” Daha sonra el-Eş’as sırtını dönünce kılıcını çekerek atının arkasına indirdi. At iki ayağı üstünde şaha kalktı. Yemenliler hemen biriktiler. Bunun üzerine el-Ahnef ve arkadaşları araya girerek el-Eş’as’tan Urve’yi hoş görmesini istediler. O da öyle yaptı.

Urve b. Hudeyr Nehrevan’da yapılan savaştan kurtularak Muâvi-ye’nin hilâfetine kadar yaşamıştır. Bilâhare hizmetçisiyle birlikte Ziyâd b. Ebîhi’nin yanına gitmiştir. Ziyâd kendisine Ebu Bekir (radiyalkhu anh) ve Ömer’i (radiyallahu anh) sorduğunda onlar hakkında iyi şeyler söylemiştir. Osman (radıyallahu anh) hakkında sorunca şöyle cevap vermiştir: “İlk altı yılında Osman’a (radıyallahu anh) bağlılığım devam etti. Ancak daha sonra yaptıkları nedeniyle ondan teberrî ettim. Onun küfrüne şahitlik edilir.” Ali (radıyaUahu anh) hakkındaki görüşünü sorunca şu cevabı verdi: “iki hakem tayin edinceye kadar ona bağlıydım. Daha sonra ondan da teberrî ettim. Onun da küfrüne şahitlik edilir.” Muâviye’yi sorunca çok ağır şekilde sövüp saydı. Kendisi hakkında ne düşündüğünü sorunca şöyle dedi: “ilk dönemin süs, son dönemin yıkımdır. Bu ikisi arasında da Rabbine isyan etmektesin.” Ziyâd, bu cevabın ardından Urve’niıı boynunun vurulmasını emretti. Ardından hizmetçisini çağırarak ‘Bana onu olduğu gibi anlat’ dedi. Hizmetçi, ‘Ayrıntılı olarak mı anlatayım yoksa kısaca mı?’ diye sor­du. Ziyâd ‘Kısa tut’ deyince şöyle dedi: “Gündüzleri kendisine asla yemek götürmedim, geceleri ise asla yatağını sermedim.” Amel ve zühdü bu dere­ce yüksek olan Urve’nin itikadı ise bu kadar sakat ve çürüktü.

2- Ezârika:

Nâfi b. el-Ezrak adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Nâfı’in komutasında Basra’dan Ehvaz’a göçmüşlerdir. O beldeyi ve daha ötesindeki İran ve Kirman topraklarını zaptetmiş ve Abdullah b. Zübeyr döneminde oralara gönderilen valileri öldürmüşlerdir.

Nâfı’in yanında yeralan Haricî emirlerine örnek olarak şu isimler zikredilebilir: Atiyye b. el-Esved el-Hanefî, Abdullah b. el-Mâhûr, kardeş­leri Osman ve ez-Zübeyr, Arar b. Umeyr el-Anberî, Katarı b. el-Fecâe el-Mâzinî, Ubcyde b. Hilâl el-Yeşkûrî, kardeşi Muharrir b. Hilâl, Sahr b. Habîb et-Temîmî, Salih b. Mihrak el-Abedî, Abdu Rabbih el-Kebîr ve Abdu Rabbİh es-Sağîr. Nâfı’in görüşünde olan savaşçı ve taraftarların sayısı otuz bini buluyordu.

Abdullah b. el-Hâris b. Nevfel el-Nevfelî, Müslim b. Ubeys b. Küreyz b. Hubeyb komutasında bir orduyu Ezârika’nın üstüne göndermişse de Müslim onlar tarafından katledilmiş ve ordusu mağlup edilmiştir. Bunun üzerine Osman b. Abdullah b. Ma’mer et-Tcmîmî komutasında başka bir ordu göndermiş, bu ordu da mağlup edilmiştir. Ardından Harise b. Bedr el-Attâbî komutasında daha büyük bir ordu göndermiş, o da Haricîler tarafından mağlup edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Basra halkı korkuya kapılmıştır. En sonunda el-Mühelleb b. Ebî Sufra komutasında bir ordu gönderilmiş ve el-Mühelleb on dokuz yıl boyunca Ezârika ile savaşarak el-Haccâc döneminde hâkimiyetlerine tamamen son vermiştir. Nâfİ, el-Mühelleb döneminde yapılan savaşları görmeden ölmüştür. Ezârika onun ardından Katarî b. el-Fecâ’e el-Mâzinî’ye biat ederek kendisini Emîri’l-Müminîn olarak adlandırmışlardır.

Ezârika’nın ortaya attığı sekiz bidat vardır:

Birinci bidat: Nâfi’e göre İmam Ali (radıyallahu anh) tahkimi kabul etmesinden dolayı küfre düşmüştür. Bu bağlamda Allah Teâlâ’nın “İnsan­lardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şâhİt gösterir. Halbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır.” (Bakara 2/204) buyruğunun da onun hakkında indirilmiş olduğunu iddia etti. İbn Mülcem’in (Allah lanet etsin) suikasti-ni de doğru bulduğunu söyledi. Ona göre “İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah rızasını kazanma umuduyla canlarını satarlar” (Bakara, 2/207) buyruğu İbni Mülcem’i övmek için indirilmişti.

Haricîlerin müftî, zahit ve şâiri İmran b. Hattan, Abdurrahman b. Mülcem’in işlediği cinayeti tasvip ederek şu beyti söylemiştir:

Ey Allah’a-yönelenin darbesi! Onunla murat edilmedi. Arş Sahibenin rızasına erişmekten başka şey, Ne zaman onu ansam, inanırım ki o, Allah katında terazisi en ağır olandır.

Ezârika fırkası bu çirkin bidatte ısrarcı olmuş, daha da ileri giderek lam Osman (radıyallahu anh), Talha (radıyallahu anh), Zübeyr (radiyallahu anh),

İşe (radıyallahu anh) ve İbn Abbâs’ın (radıyallahu anh) küfürlerine hükmetmiş­lerdir. Ayrıca, benzer konumlara sahip diğer müslümanları da tekfir etmiş, onların ebedî cehenneme mahkûm olduklarını da İddia etmişlerdir.

İkinci Bidat; Hz. Ali’ye yardım etmeyen ve onunla çarpışmayanları

konularda aynı şekilde düşünmelerine bakmaksızın tekfir etti.

Üçüncü Bidat: Kendilerine karşı çıkanların eşlerini ve çocuklarını öldürmeyi de mubah gördüler.

Dördüncü Bİdat: Zina suçunu işleyen günahkârın recm edilmeyeceğİ-ıe hükmettiler. Bunu da recmin Kur’ân’da zikredilmemcsİne dayandırdılar. tyrıca muhsan erkeklere iftira edenlere uygulanan haddi kabul etmeyip, ıuhsan hanımlara iftira edenlerle ilgiü haddi kabul ettiler.

Beşinci Bidat: Müşrik çocuklarının, babalarıyla birlikte cehenneme gireceklerine hükmettiler.

Altıncı Bidat: Söz ve fiilde takİyye asla caiz değildir.

Yedinci Bidat: Ona göre Allah Teâlâ’nın, peygamberlik geldikten sonra kâfir olacağını bildiği yahut da peygamberlikten önce kâfir olan ‘irini peygamber olarak göndermesi caizdir. Büyük ve küçük günahlar, >eygamber için aynı mesabededir ki bu da küfürdür. Ümmet içinde pey­gamberler hakkında büyük ve küçük günahları caiz görenler vardır ki bu la küfürdür.

Sekizinci Bidat: Ezârika’nın tamamına göre büyük günahlardan her-iangi birini işleyen kimse küfre düşüp İslâm dairesinden çıkar. Diğer irler gibi cehennemde ebedî kalır. Bu görüşlerinde İblis’in küfrünü lelil göstererek şöyle demişlerdir: İblis, Adem’e (aleyhissdâm) secde edilmesi emredilip bu emre karşı çıktığında büyük günah işlemiştir. Bilindiği üzere o da Allah Teâlâ’nın birliğine inanmaktaydı.

3- Necedât-ı Aziriyye:

Necdet b. Amir el-Hanefî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bîr fırkadır. Necdet’e Asım da denilmiştir. Askerleriyle birlikte Yemâme’den yola çıkarak Ezârika’ya katılmak istedi. Ebu Fudeyk ve Atıyye b. el-Esved el-Hanefî’nİn de aralarında bulunduğu Nâfi b. el-Ezrak muhalifleri tarafından karşılandı. Bunlar Necdet’e Nâfi tarafından çıkartılan ihtilafı haber vererek savaşa katılmayanları tekfir ettiğini ve benzeri bidatlerini söylediler. Hep birlikte Necdet’e biat ederek onu Emîm’l-müminîn olarak isimlendirdiler. Bilâhare Necdet üzerinde de ayrılığa düştüler ve bir toplu­luk kendisine yapılanlardan dolayı onu kâfir ilan ettiler.

Bidatlerine örnek olarak şu gibi olaylar zikredilmiştir: Ordusunu oğluyla birlikte Katîflİlerle savaşmaya göndermişti. Bunlar erkekleri öldü­rüp kadınlarını esir aldı. Bunu da şöyle açıkladılar; Eğer değerleri gani­met paylarımıza denk olursa mesele yok. Fazlalık olursa onu iade ederiz. Böylelikle taksimden önce kadınlarla birlikte olup ganimet mallarını yedi­ler. Necdet’in yanına döndüklerinde, yaptıklarını ona anlattılar. Necdet, yaptıklarının caiz olmadığını söyledi. Onlar da bilmedikleri için böyle yaptıklarını söylediler. Bunun üzerine onları mazur gördü.

Necdet’in taraftarları bilâhare bu konuda ihtilafa düştüler. Bir kısmı onu doğru bularak dinî emirlerde cahilliğin mazur görülebileceğini söyle­diler. Onlara göre dinde iki asıl mevcuttur:

a- ilki Allah Teâlâ’yı ve peygamberlerini bilmek, -kendileriyle aynı görüşte olan- müslümanların kanlarını haram saymak, Allah katından gelenleri toptan ikrar etmektir. Bu, herkes üzerine farzdır. Bunlar hakkın­da cehalet özür sayılmaz.

b-  Bunların dışında kalan hususlar. Halk, bu tür konularda helal ve haramı belirleyecek bir delil konuluncaya kadar mazur sayılır. Nitekim şöyle demişlerdir: Dinî hükümlerle ilgili herhangi bir meselede hatalı bir İçtihadda bulunan kimsenin kesin delil oluşmadan Önce azap göreceğini söyleyen kimse kâfirdir.

Necdet, takiyyeye başvurmaları durumunda Ehl-i Ahd ve Zimmetin kanlarını ve mallarını mubah kılmıştır. Onların kanlarını ve mallarını aram kılanlardan ise berî olduğunu söylemiştir. Kendi görüşünde olup had cezasına maruz kalanların Allah Teâlâ tarafından affedilebilecekleri-i azap görseler de ebedî cehennemde kalmayıp ardından cennete konula­aklarını söylemiştir. Necdet’e göre onlardan berî olmak caiz değildir. Necdet şöyle demiştir: Her kim büyük veya küçük bir yalan söyler  hatalı düşünce sahibi olur ve bunda ısrar ederse müşrik olur. Zina den, şarap içen veya hırsızlıkta bulunan, ama bunlarda ısrarcı olmayan se ise müşrik olmaz. Necdet, şarap içenlere uygulanan had konusunda a çok katı davranmıştır.

Abdulmelik b. Mervân’la yazışarak ondan memnun olduğunu  belirttiği zaman, kendi taraftarlarının hışmına uğramış ve tövbe etmesi istenmiştir. Önlerinde tövbe etmesi üzerine onu cezalandırmaktan vaz-erek kendi halinde bırakmışlardır. İçlerinden bir topluluk bilâhare tövbe talebinden dolayı pişmanlık duyarak şöyle demişlerdir: Hata ettik. İmamımızdan tövbe talep etmemiz yakışık almadı. Onun da talebimiz üzerine tövbe etmemesi gerekirdi. Bunu ifade ettikten sonra tövbe edip hatalarını itiraf ettiler. Necdet’e de şöyle dediler: Önceki tövbenden tövbe t. Yoksa seni reddedeceğiz. O da bu isteğe uyarak önceki tövbesinden dolayı tövbe etmiştir.

Ebu Fudeyk ve Atıyye ondan ayrılmışlardı. Bunlardan Ebu Fudeyk tecdefin üstüne atılarak onu katletti. Çok geçmeden bu ikisi de birbir­erinden berî olduklarını ilan ettiler. Abdulmelik b. Mervân, Ömer b. Ubeydullah b. Ma’mer et-Temîmi komutasında bir orduyu Ebu Fudeyk’İn tüne gönderdi. Ömer, Ebu Fudeyk ve taraftarlarıyla bir süre savaştıktan onra Ebu Fudeyk’i ele geçirerek öldürdü. Atıyye İse Sicistan’a kaçmıştı, araftarları Atevİyye olarak bilinirdi. Acâride fırkasının kurucusu Abdulb. Acred de onun taraftarlarındandı.

Necedât fırkasının Âziriyye olarak anılmasının nedeni, fert hükümler- cahilliği mazur görmeleriydi. el-Ka’bî, Necedât hakkında şunları tatmıştır: Onlara göre söz ve amelde takiyye caizdir. İnsan öldürme onusunda bile takiyyeyi caiz görmüşlerdir. Necedât fırkasına göre insanların halîfeye (imam) ihtiyaçları yoktur. Bu noktada yapmaları gereken, kendi aralarında adalete riâyet etmeleridir. Adaletin gözetilmesi nok­tasında imam elzem olursa, o takdirde âdil bir kimseyi imam tayin etmek caiz olur.

Necdet’in Öldürülmesinden sonra Eudeykiyye ve Ateviyye olmak üzere iki gruba bölündüler. Bunlardan her biri diğerinden berî olduğunu ilân etti. Necdet’in samimi dostları dışında merkez Ebu Fudeyk’e geçti. Sicistan, Horasan, Kirman ve Kuhistân haricîleri ise Atiyye’nin mezhebi­ne tâbi oldular.

Necdet b. Amir ve Nâfi b. el-Ezrak, Mekke’de İbniVZübeyr’e kar­şı diğer Haricîlerle birleştiler. Bilâhare Nâfı ve Necdet fikir ayrılığına düştüler. Nâfı, Basra’ya, Necde de Yemâme’yc gitti.

ikisi arasındaki fikir ayrılığının nedeni şuydu: Nâfı, takiyyenin helal olmadığını ve savaşa katılmamanın ise küfr olduğunu söylemişti. Bu görüşünü de şu ayet-i kerimelere dayandırmıştı: “Onlardan bir topluluk, insanlardan Allah’tan korkar gibi korkarlar.” (Nisa, 4/76) “Allah yolunda savaşır ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.”

Necdet ise ona karşı çıkarak takiyyenin caiz olduğunu söylemiş ve şu ayetleri delil olarak göstermişti: “Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır.” (Âl-i İmrân, 3/28) “Firavun ailesinden imanım gizleyen bir adam dedi ki.” (Mümin, 40/28) Ona göre savaşa katılmamak caiz, imkân bulup sava­şa katılmak ise daha faziletli idi. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştu: “Allah cihad edenleri oturanlara büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (Nisa, 4/95)

Nâfı şöyle demiştir: Bu ayetler, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) baskı altındaki ashabı hakkında inmiştir. Bu durumda olmayanlar için sava­şa katılmamak küfrdür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve Resûlü’ne yalan söyleyenler -savaştan- geri durdular.” (Tevbc, 9/90)

4- Beyhesîyye:

Ebu Beyhes b. el-Heysam b. Câbir adında bir şahsın etrafında topla­nanlardan oluşan bir fırkadır. Sa’d b. Ebî Zabî’a oğullarındandır. Haccâc, el-Velîd’in hilâfeti döneminde onun peşine düşünce Medine’ye kaçmıştır. Osman b. Hayyan el-Merrî orada da kendisini takip etmiş ve sonunda yakalayarak hapsetmiştir. Halife el-Velîd’in fermanı gelinceye kadar gece­leri onunla sohbet etmiştir. Halifenin emri gereği elleri ve ayaklan kesil­dikten sonra öldürülmüştür.

Ebu Beyhes cariyenin satışı konusundaki ihtilaflarından dolayı İbra­him ve Meymûn’u tekfir etmiştir. Aynı şekilde Vâkıfıyye’yi de tekfir etmiş­tir. Ona göre Allah Teâlâ’yı, peygamberlerini ve Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından getirilen şeriatı bilip ikrar etmeyen kimse müslü-man olamaz. Ancak AUah dostlarına dost olunur, Allah düşmanlarından ise berî olunur. Şeriatın esasları arasında varit olup Allah Teâlâ tarafından haram kılınıp azap tehdidinde bulunulan hükümlerin bizatihi bilinmesi, tefsirinin öğrenilmesi ve bunlardan sakınılması gerekir. Bazı hükümleri ise sadece ismen bilmesi yeterli olup tefsirini bilmek vacip değildir. Kula düşen, bilmediği hususlardan çekinmesi ve yaptığı her şeyi ilme dayanarak yapmasıdır. Ebu Beyhes, Vâkıfiyye’den berî oluşunu onların şu görüşüne dayandırmıştır: Bir haramı, haram ya da helal olmadığını bilmeden işle­yen kimse hakkında hüküm verilemez. Halbuki Ebu Beyhes’e göre o kim­senin bu haramı öğrenme hakkı vardır.

İman ise her hak ve bâtılı bilmektir. İman, sadece kalp ile bilmek olup söz ve amel İmanın şartı değildir. Ebu Beyhes’in şöyle dediği nakledilir: İman, ikrar ve İlimdir. Bunlardan sadece biri yeterli değildir.

Beyhesiyye’nin geneline göre ise ilim, ikrar ve amelin tamamı imandır. Bazılarına göre haramlar, Allah’ın Kitâbı’nda vârid olanlarla sınırlıdır. Buna delil olarak da şu ayeti zikrederler: “De ki: Bana vahyedi-lende yiyecek kişiye haram kılınmış başka bir şey göremiyorum.” (En’âm, 6/154) Kitab’da zikredilen haramlar dışında herşey helaldir.

Beyhesiyye içinde Avfiyye adıyla bilinen bir topluluk vardır ki iki gru­ba ayrılmışlardır:

Birinci grup şöyle der: Hicret yurdundan dönerek savaşa katılmaktan çekinen kimseden berî oluruz.

İkinci grup ise şöyle der: Aksine onlara olan velayetimiz devam eder. Çünkü helal olan bir hükme dönmüşlerdir.

Bu iki grup, imamın küfre düşmesi halinde tebaanın da küfre düşeceği noktasında fikir birliğine varmıştır. Bu noktada gaip olanla mevcut olan aynı hükümdedir.

Beyhesiye içinde Tefsir Ehli (Ashâbu’t-tefsir) olarak bilinen bir toplu­luk vardır ki şehâdette bulunan bir müslümanın onun tefsir ve keyfiyetini bilip gereğini yapmakla mükellef olduğunu iddia etmiştir.

İçlerinde Sual Ehli (Ashâbu’s-su’âl) olarak bilinen bir topluluk daha vardır ki şöyle demişlerdir: Kişi, iki şehâdeti îfâ ettiğinde müslüman olur, Allah düşmanlarından berî kalıp Allah dostlarını dost edinir ve O’nun katından gelenlere toptan iman eder. Eğer dinî bir hükmü bilmiyorsa, Allah Teâjâ’run kendisine farz kıldığını sorarak öğrenir. Bilmediği husus­larda kusur etmesi, onu sorup Öğreninceye kadar kendisine zarar ver­mez. Haram kılındığını bilmediği bir haramı işlediğinde ise küfre düşer. Çocukların durumu hakkında Sa’lebiyye fırkasıyla aynı görüşü paylaşmış ve şöyle demişlerdir: Müminlerin çocukları mümin, kâfirlerin çocukları da kâfirdir. Kader konusunda İse Kaderiyye ile aynı görüşü paylaşmış ve şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ kullarına tefvizde bulunmuş olup kullarının amelleri üzerinde hiçbir iradî müdâhalesi yoktur. Beyhesiyye fırkasının çoğunluğu, bunlardan berâetlerini ilan etmiştir.

Bazılarına göre bİr kişi herhangi bir haram işlediğinde dununu ima­ma bildirilinceye kadar tekfir edilmez. Eğer imam kendisine had uygula­mazsa bağışlanmış olur.

Bazılarına göre helal kılınmış bir şey içtiği için sarhoş olan kimse, söz veya fiilinden dolayı sorumlu tutulmaz.

Avfîyye ise sarhoşluğun küfr olduğunu iddia etmiştir. Ancak sarhoş­luğa namazı terketmek veya iffetli birine iftira etmek gibi başka bİr büyük günah eklenmedikçe tek başına küfr olduğuna şahitlik etmezler.

Hâriciler arasında Salih b. Müserrah’ın taraftarlarından oluşan bİr fırka daha bulunmakla birlikte diğerlerinden ayrışmasını sağlayacak herhangi bir görüşleri nakledilmemİştir. Salih, Bişr b. Mervân’a başkaldırmış ve üstüne Bişr b. el-Hâris b. Umeyre -ya da el-Eş’as b. Umeyre el-Hemedânî- komu­tasında bir ordu gönderilmiştir. Kasr-i Celûlâ’da yaralanan Salih, yerine Şebîb b. Yezîd b. Nuaym el-Şeybânfyi -Ebu’s-Sahârâ- atamıştır. EbuV Sahârâ Kûfe’yi ele geçirmiş ve el-Haccâc’ın ordusunda bulunan yirmi dört komutanı öldürmüştür. Daha sonra yenilerek Ehvâz’a çekilmiş ve Ehvâz nehrinde boğulmuştur. Son sözlerinin şu ayet olduğu rivayet edilmiştir: “Bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.” (Yâsîn, 36/38)

el-Yem ân, Şebîbiyye’nin Salih hakkında çekimser kaldığını düşündükle­ri için, Hâricîler’in Mürciesi olarak anıldıklarını kaydetmiştir. Rivayete göre, Salih’ten berâatini ilan ederek onu terketmiştir. Bilâhare kendi için imamet iddiasında bulunmuştur. Şebîb’in grubu Beyhesiyye’nin say­dığımız grupları arasında yeralır. Ancak şan, şöhret ve iktidarı Haricîler­den hiçbir şahsiyete nasip olmamıştır. Kıssası tarih kitaplarında uzun uzun anlatılmıştır.

5- Acâride:

Abdulkerim b. Acred adında bİr şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bu şahıs, Necedât fırkasının bidatlerini aynen benimsemiş, ancak birtakım bidatler çıkartarak onlardan ayrılmıştır. Ebu Beyhes’in taraftar­larından olduğu, bilâhare onunla fikir ayrılığına düşerek ayrıldığı ve şu görüşü savunduğu rivayet edilir: Islama davet edinceye kadar çocuktan berî olmak gerekir. Çocuk ergenlik çağma ulaştığında onu İslâm’a davet etmek farzdır. Müşrik çocukları, babalarıyla birlikte cehennemde olacak­lardır. Ona göre mal, sahibinin öldürülme öldürülmedikçe ganimet (fey5) sayılmaz. Bu fırka mensupları dindarlıkları kendilerince bilinen kaede (: savaşa katılmayanlar) ile olan velayet bağlarını devam ettirirler. Hicreti farz değil bir fazilet olarak görürler. Büyük günah işleyenleri kâfir sayarlar. Yûsuf sûresinin Kur’an’dan olmadığını ve onun herhangi bir hikâye oldu­ğunu iddia ettikleri de söylenmiştir. Rivayete göre bu konuda şöyle demiş­lerdir: Bir aşk hikâyesinin Kur’an’da bulunması caiz değildir!

Acâride fırkası kendi içinde farklılaşan görüşlerine bağlı olarak birçok fırkaya ayrılmıştır. Bu fırkalar şunlardır:

A- Saltiyye: Osman b. EbiYSalt -diğer adı es-Salt b. Ebi’s-S alt3 tir­adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bİr fırkadır. Çıkardığı birçok bidatle Acâride’den ayrılmıştır. Bu bidatlerden biri şudur: İslâm’a gireni kendimize dost edinir, aklı başına gelip de İslâm’ı kabul edinceye kadar çocuklarından yüz çeviririz.

İçlerinden bir topluluğun şöyle dedikleri nakledilir: Ergen olup İslâm’a davet edilen kişi bu daveti kabul veya reddedinccye kadar ne müşriklerin, ne de müslümanların çocuklarına dostluk veya düşmanlık söz konusu olmaz.

B- Meymûniyye; Meymûn b. Hâüd adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuştur. Meymûn, çeşitli görüşleriyle Acâride’den ayrılmıştır. Bunlar­dan bazıları şunlardır: Kaderin hayır ve şerri kuldan kaynaklanır. Fiiller yaratma ve ibda bakımından kullara aittir. Istitâ’at fiilden Önce gelir, Allah Teâlâ yalnız hayrı murâd eder. Kulların masiyetleri noktasında O’nun irâdesi mevcut değildir. Hüseyin el-Kerâbîsî, Haricîlerin görüşle­rini anlattığı kitabında Meymûnîlerin, kızların kızlarıyla, erkek ve kızkar-deşlerin çocuklarını kızlarıyla evlenmeyi caiz gördüklerini nakletmiştir. Meymûniyye şöyle demiştir: Muhakkak ki Allah Teâlâ kişiye kendi kızları, erkek ve kızkardeşlerinin kızlarıyla evlenmeyi haram kılmıştır. Bunların çocuklarıyla evlenmeyi ise haram kılmamıştır.

el-Ka’bî ve el-Eş’arî Meymûniyye’nin Yûsuf sûresinin Kur’an’dan olmadığını iddia ettiklerini nakletmişlerdir. Onlar sultanla savaşmayı, ona ve hükmüne rıza gösterenlere had uygulamayı vacip görmüşlerdir. Sul­tanı kabul etmeyenlerle savaşmak caiz değildir. Ancak ona destek olanlar, Haricîlerin inançlarını tenkid edenler ve sultana rehberlik edenler bunun dışındadır. Meymûnİyye’ye göre müşrik çocukları da cennettedir.

C- Hamziyye: Hamza b. Edrek adında bir şahsın taraftarlarından olu­şan bir fırkadır. Kader ve diğer bidatlerinde Meymûniyye fırkası ile aynı düşünen Hamziyye, muhaliflerin ve müşriklerin çocukları meselesinde onlardan ayrılarak bu çocukların cehennemlik olduklarını iddia etmişlerdir. Hamza, Sicistan’da ayaklanan Hüseyn b, er-Rekkâd’ın taraftarları arasında bulunuyordu. Halef el-Hârİcî kader ve liderliği haketme gibi konularda ona muhalefet etmişti. Bunun üzerine birbirlerinden beri olduk­larını İlan ettiler. Hamza, ümmetin dirliğinin sağlanması ve düşmanların tesirsiz hale getirilmesi gibi konularda başarı olmaması durumunda bir devirde iki İmamın bulunmasının caiz olduğunu söylemiştir.

D- Halefiyye; Halef el-Hâricî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Kİrmân ve Mekrân havalisinde yaşamış Haricîlerden oluşur.

Kader konusunda HamziyyeMen farklı düşünürler. Kaderin hayır ve şer­rini Allah Teâlâ’ya isnat ederler. Bu meselede Ehl-i Sünnet ve Cemaat ile aynı inancı paylaşırlar. Şöyle derler: Hamziyye şu sözleriyle tenakuza düşmüşlerdir: Eğer Allah Teâlâ kendi takdir ettiği fiilleri yapma veya yap­mama nedeniyle kullarına azap edecek olsaydı zulmetmiş olurdu. Onlara göre müşrik çocukları amelde bulunup bulunmamalarına bakılmaksızın cehennemlik olurlar. Ancak bunun açık bir çelişki olduğunu görememiş­lerdir.

E- Etrâfiyye: Kader konusunda Hamza ile aynı görüşte olan bir fır­kadır. Ancak onlar uzakta bulunanları, akıl yoluyla gerekli olduğunu düşündüklerini uyguladıkları takdirde, şeriatin bilmedikleri hükümlerinde işledikleri kusurlardan dolayı mazur görmüşlerdir. Bu fırka da Kaderiye gibi birtakım aklî farziyetlerin varlığını iddia etmiştir. Başları Sicistan’dan Gâlib b. Şâzek’tir. Abdullah el-Sedyûrî onlara karşı çıkarak kendilerinden berî olduğunu ilan etmiştir.

Bu fırka içinde Muhammediyye olarak bilinen ve Muhammed b. Rızk’ın taraftarlarından oluşan bir fırka daha vardır. Muhammed, Hüseyn b. er-Rekkâd’ın taraftarları arasındayken bilâhare ondan berî olduğunu ilan etmiştir.

F- Şuaybiyye: Şuayb b. Muhammed adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Meymûn İle birlikte Acâride arasında bulunurken kaderle İlgili fikrinden dolayı ondan berâetini ilan etmiştir.

Şuayb şöyle demiştir: Allah Teâlâ kulların amellerinin yaratıcısıdır. Kul ise, kudret ve irâde bakımından onları kazanandır. Hayır ve şer bakımından onlardan sorumludur, ceza ve mükâfat olarak da karşılığını görecektir. Varlık âleminde hiçbir şey Allah Teâlâ’nın irâdesi olmaksızın gerçekleşmez. Şuayb imamet ve va’îd konularındaki bid’atlarmda Haricîler­le aynı görüştedir. Çocuklarla ilgili hükümleriyle savaşa katılmayanlar, dostluk ve teberrî konularında Acârİde ile aynı görüştedir.

G- Hâzimiyye: Hâzİm b. A1İ adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Kulların amellerinin Allah Teâlâ tarafından yaratılmış oldu­ğu, kudretinde dilediğinden başka bir şeyin olamayacağı gibi inançlarda Şuayb’ın görüşlerine tabidirler. Muvâfât fikrini savunmuşlardır. Allah Teâİâ, ancak işin sonunda iman bakımından kendisine gelecek olanları dost edinir. Sonları küfr olacağını bildiği kullarından ise teberrî eder. Dostlarım olan sevgisi devamlı olduğu gibi, düşmanlarına olan buğzu da devamlıdır.

Rivayete göre Ali (radiyalkhu anh) hakkında tevakkuf etmiş ve ondan beri olduklarını açıkça ifade etmemişlerdir. Başka birçok kimseden berâet-lerini ise ilan etmişlerdir.

6. Se’âlibe:

Salebe b. Amir adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Sa’lebe, çocuklar konusundaki tartışmalarına kadar Abdulkerim b. Acred İle tek yumruk gibi hareket etmişti. Ancak çocuğun velayetini iddia edin­ce Abdulkerim fırkası ondan yüz çevirdi. Ona göre, hakkı inkâr ettiği görülmedikçe ister küçük ister büyük olsun çocukların da velayeti sahihtir. Ona göre ergenlik çağına gelmemiş çocukların dost veya düşman olarak görülmelerinin herhangi bir hikmeti yoktur. Ergen olup davete muhatap oluncaya kadar asıl olan budur. Kölelerinden zengin olduklarında zekat almayı, fakir olduklarında ise onlara zekât vermeyi caiz gördü. Bu fırka, kendi içinde dört fırkaya ayrılmıştır:

A- Ahnesiyye; Ahnes b. Kays adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ahnes, Se’âlibe firkasındandı. Ama bazı meselelerde onlar­dan ayrılarak farklı fikirler beyan etmiştir: Örneğin Kıble ehlinden olup takıyye ortamında yaşayanların tamamı hakkında tevakkuf etti; sadece iman ettiği açıkça bilinen kimseleri dost edinir, küfrü açıkça bilinen kim­selerden ise teberrî ederdi. Suikast, cinayet ve hırsızlığı haram görmüştür. Ona göre kıble ehlinden hiç kimse düşmanı dine davet etmeden savaşa başlayamaz. Eğer düşman bu daveti kabul etmezse o zaman kendisiyle çarpışılabilir. Bunun tek istisnası, sözlerinin fiillerine uymadığı açıkça bilinen kimselerdir. Ahnes, kendi fırkasınca müşrik sayılan büyük günah sahiplerine, müslüman hanımlarla evlenmeyi caiz görmüştür. Diğer mese­lelerde Hâricilerle aynı görüşleri benimsemiştir.

B- Ma’bediyye; Ma’bed b. Abdurrahman adında bir şahsın taraftar­larından oluşan bir fırkadır. Ma’bed, müslüman hanımların müşriklerle vlendirilnıesi hatasında Ahnesiyye fırkasına karşı çıktı. Ayrıca kölelerden kat alıp onlara zekat verme meselesinde de onlara karşı çıktı. Ma’bed şöyle demiştir: Bu görüşlerinden dolayı ondan teberrî ederim. Korku ve çekince halinde zekat paylarının tek bir paya çevrilmesini de caiz görmüşlerdir.

C- Ruşeydiyye: Ruşeyd et-Tûsfnin taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bunlara Uşriyye de denilmiştir. Se’âlibe nehirler ve kanallarla sulanan ara­zilerde yirmide bir verilmesini gerekli görüyordu. Ziyad b. Abdurrahman öşrün(onda bir) tam olarak verilmesi gerektiğini ve daha önceden öşrün yarısının verilmesini savunanlardan teberrî etmenin caiz olmadığını onlara bildirdi. Bunun üzerine Ruşeyd şöyle dedi: Eğer onlardan teberrî etmek caiz değilse, o zaman biz de onlar gibi amel ederiz. Bunun üzerine bu konuda iki gruba ayrıldılar.

D- Şeybâniye; Şeybân b. Seleme adında bir şahsın taraftarlarından olu­şan bir fırkadır. Ebu Müslim el-Horasânî döneminde ayaklanmıştır. Nasr b. Seyyar karşısında ona ve Ali b. el-Kirmânî’ye destek vermiştir. Önceleri Se’âlibe taraftan olmuştur. Ebu Müslim ve Ali’ye yardım edince Haricîler ondan teberrî ettiler. Şeybân öldürülünce bir topluluk onun tövbe ettiğini söyledi. Se’âlibe ise şöyle dedi: Onun tövbesi sahih olmaz. Çünkü o, bizim­le aynı görüşte olanları katletmiş, mallarını gaspetmiştir. Bir müslümanı öldürüp malına el koyan kimsenin tövbesi kabul edilmez. Bunun şartı kendisine kısas uygulanması ve gaspettiklerini iade etmesidir.

Şeybân, cebr ve kudret-i hâdise meselelerinde Cehm b. Safvân ile fikir birliği etmiştir. Ziyâd b. Abdurrahman eş-Şeybânî, Ebu Hâlid’in şöyle dediği nakledilir: Allah Teâlâ Zâtı için ilim yaratmadıkça bilmez. Eşya O’nun İçin ancak hudûs ettikleri ve meydana geldikleri anda malûm olur. Ziyâd’ın Şeybân’dan teberrî ettiği ve söz konusu iki kişiye desteğinden dolayı da tekfir ettiği söylenmiştir. Şeybâniyye’nin çoğunluğu Gürcan, Nesâ ve Ermenistan civarında yaşamıştır. Şeybân’ı dost edinen ve tövbe ettiğini söyleyen ise Atıyye el-Cürcânî ve taraftarlarıdır.

E- Mukremiyye; Mukrem b. Abdullah el-Acelî’nin taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Mukrem, Se’âlibe arasındaydı. Birtakım meselelerde onlara muhalefet etti. Örneğin ona göre namazı terk eden kimse kâfirdir, fakat küfrü namazı terk ettiği İçin değil, Allah Teâlâ’yı bilmemesinden dolayıdır. Bu hükmü, insanın irtikâb ettiği her türlü büyük günaha da şamil kılmıştır. Çünkü Allah’ın vahdaniyetini, gizli ve açık her tür fiili­nin Allah Teâlâ tarafından bilindiğini, işlediği taat ve masiyetin O’nun tarafından karşılık göreceğini bilen kişinin masiyete kalkışması, böyle bir bilgiden gâfü olmayan Zata muhalefet etmesi ve O’nun vazettiği yükümlülüklere karşı kayıtsız kalması tasavvur edilemez. Bu yüzdendir ki Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve seilem) şöyle buyurmuştur: “Zina eden kişi, mümin olduğu halde zina edemez. Hırsız da mümin olduğu halde hırsızlık edemez.” (Buharı, Mezâlim, 30; Müslim, İman, 100; İbn Mace, Fiten, 3)

Seâlibe fırkası bu konuda onlara muhalefet etmiş ve “muvâfât” îmanı görüşünü benimsemiştir. Onlara göre: Allah Teâlâ’nm kullarını dost veya düşman edinmesi, akıbetleri İtibanyladır. Yanİ öldükleri hâl üzere (muvâ-fâtu’1-mevt) olup yaşarken bulundukları hâl itibarıyla değildir. Çünkü hayat halinde iken ömrünün sonunda ne olacağı kesin değildir. Buna göre kişi, inancı üzere yaşamaya devam eder ve son nefesine kadar böyle gider­se İşte iman budur ve biz de onu dost ediniriz. Şayet böyle devam etmez­se biz de onu düşman biliriz. Allah Teâlâ hakkında da aynen böyledir; muvâfât halinde kendisi hakkında bilinene göre dostluk veya düşmanlık sözkonusudur. Bütün Seâlibe fırkası bu görüştedir.

F- Ma’lûmiyye ve Mechûliyye; Bunlar da asıl itibarıyla Hâzimiyye fırkasının taraftarlarıdır. Ma’lûmiyyc farklı olarak şöyle demiştir: Allah Tcâlâ’yı bütün isim ve sıfatlarıyla bilmeyen kimse cahildir. Ancak bütün bunları öğrenip bildikten sonra mümin olabilir. İstitâ’at da fiille beraber gündeme gelir. Fiil, kul tarafından yaratılmıştır. Bu görüşleri sebebiyle Hâzimiyye mensupları onlardan teberrî etmişlerdir.

Mechûliyye ise şöyle demiştir: Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarından bir kısmını bilip bir kısmını bilmeyen kimse Allah’ı biliyor demektir. Kul­ların fiilleri Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır.

G- Bidhyye; Yahya b. Asdem’in taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bu fırka mensupları şöyle bir bidat çıkartmışlardır: Şunu kesinlikle söyleyebi­liriz ki bizimle aynı inanca sahip olanlar cennetliktir. Bu hususta ‘İnşâal-lah^ Allah dilerse’ demeyiz. Çünkü bu, itikâdda şüphe ihtiva eder.

‘İnşâallah müminim = Allah dilerse müminim’ diyen kimse kuşku­dadır. Bizim cennetlik olmamız noktasında hiçbir kuşku yoktur.

7- İbâdiyye:

Abdullah b. İbâd’ın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Abdullah, Mervan b. Muhammed döneminde hurûc etmiştir. Böylece onun üstüne Abdullah b. Muhammed b. Atıyye komutasında bir ordu gönderilmiş ve Tihâme’de San’a yolu üzerinde bulunan Tebbâle beldesinde savaş cere­yan etmiştir. Rivayete göre Abdullah b. Yahya el-İbâdî hayatının her safhasında Abdullah b. İbâd’la birlikte olmuş, fikirlerini aynen benimse­miştir. Onlara göre Kıble ehlinden kendilerine karşı çıkanlar müşrik değil kâfir olarak görülür. Onlarla evlenilebilir, mirasçı olunabilir. Savaş halinde mallarını ganimet almak helal, savaş dışında ise haramdır.

Müslümanlardan kendilerine muhalif olanların yurdunu Dâru’l-İslâm olarak görürler. Ama sultanın karargâhını Dâru’1-bağy olarak görürler. Kendilerinden farklı düşünenlerin, kendileriyle aynı düşünenler hakkında­ki şahitliklerini caiz görürler. Büyük günah sahiplerini tevhîd ehli olarak görür, ancak ‘mümin’ demezler.

Yİne onlara göre istitâ’at, bir tür araz olup fiilden Önce gelir. Fiil onunla husule gelir. Kulun fiili, ihdas ve ibda olarak Allah Teâlâ tarafın­dan yaratılmıştır. Kullar tarafından ise mecaz olarak değil hakikî mânada kesbedilmİştir. İmamlarına Emîru’l-müminîn demedikleri gibi kendilerini de muhacir olarak adlandırmazlar. Onlara göre teklîf ehli fena bulduğun­da âlemin tamamı da fena bulur. Şu husus üzerinde de ittifak etmişlerdir: Büyük günah sahibi, nimeti inkâr etme anlamında kâfir olup dini inkâr konusunda kâfir değildir. İbâdîler, müşrik çocuklarının tekfiri mesele­sinde fikir belirtmeyip intikam üzere azap edilmelerini ve Allah’ın lütfü gereği cennete girmelerini de caiz görmüşlerdir. el-Ka’bî onlardan, Ebu’l-HuzeyPin dediği gibi Allah Tcâlâ’nın rızasının murad edilmediği tâatlerİn olabileceği fikrini de nakletmiştir.

ibâdîler nifakın şirk olup olmaması konusunda tereddüt etmiş ve ŞÖyle demişlerdir: Allah Resûlü’nün (saJlallâhu aleyhi ve seilem) devrinde yaşa­yan münafıklar tevhîd ehliydiler. Ancak büyük günah işlemişlerdi. Onların küfrü şirk nedeniyle değil büyük günah sebebiyledir. Yine onlara göre Allah Teâlâ’nın buyurduğu her emir husûsî değil umûmîdir. Allah Teâlâ’nın emirleri mü’min, kâfir herkese yöneliktir. Kur’an’da tahsis yok­tur. İbâdîlere göre Allah Teâlâ’nın yarattığı herşey O’nun vahdaniyetine delâlet eder. Böyle de olmak durumundadır. Onlardan bîr topluluk şöyle demiştir: Allah Teâlâ delilsiz bir peygamber yaratıp ona vahyettikleriyle kullarını mükellef kılabilir. Mucize göstermesi şart değildir. Bu, bir delil yaratıp mucize izhâr edinceye kadar Allah Tcâlâ üzerine vacip olmaz. İbâdİyye de Se’âlibe ve Acâride gibi kendi içinde gruplara ayrılmıştır.

A- Hafsiyye: Hafs b. Ebi’l-Mikdam adında bir şalısın taraftarlarından oluşmuştur. Ona göre iman ile küfür arasındaki kıstas Marifetullah’tır, Allah Teâlâ’yı bildikten sonra peygamber, kitap, kıyamet, cennet veya cehennem gibi bir hususu İnkâr eden ya da zina, hırsızlık ve şarap içme gîbİ büyük günahlardan birini işleyen kimse kâfir olmalda birlikte şirkten beridir.

B- Hârisiyye: Haris el-İbâdî adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. İbâdiyye fırkasına, kader konusunda Mu’tezile mezhebinin fikrini benimsemesiyle ters düşmüştür. Kulların fiillerinin Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olması ve İstitâ’atın fiilden Önce olması noktasında da onlara muhalefet etmiştir.

C- Tezîdiyye: Yezîd b. Üneyse adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş fırkadır. Ezârika’dan önceki ilk Muhakkime’nin dost edinilmesi gerektiğini söylemiş, bunlardan sonra gelenler arasında ibâdiyye dışındaki -lerden teberrî etmiştir. Ona göre Allah Teâlâ, Arap olmayanlardan bir pey­gamber ve yanında bir kitap gönderecektir. O kitap gökyüzünde yazılmış olup o peygambere bir defada indirilecektir. Bu, yeni peygamber Allah Resûlü’nün (salkUâhu aleyhi ve sellem) şeriatını terk ederek Kur’ân-i Kerîm’de de zikredilen Sâbiîlerin dininden olacaktır. Bu Sâbiîler, Harran ve Vâsıt’ta bulunan Sâbiîler değildir.

Yezîd, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) rîsâletine şahitlik eden Ehl-i Kitabı -İslama girmeseler de- dost edinme görüşündedir. Kendi görü­şünde olsun olmasın, had cezası uygulanmış kimselerin müşrik ve kâfir olduklarını söylemiştir. Ona göre büyük, küçük her tür günah şirktir.

8- Sufrîyye-i Ziyâdiyye:

Ziyâd b. el-Asfar adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ezârika, Necedât ve İbâdiyye’ye aşağıdaki meselelerde muhale­fet etmişlerdir: Birinci mesele, Sufriyye’ye göre kendileriyle aynı inançta olup savaşa katılmayanlar tekfir edilmez. İkinci mesele, onlara göre recm cezası vardır. Üçüncü mesele, kâfir çocuklarının kati ve tekfir edilmemesi ve ebedî cehenneme mahkûm edilmemesidir. Dördüncü mesele, takiyye-vi sözde caiz görürken fiilde caiz görmemeleridir. Bu fırka mensuplarına göre, haddi gerektiren günahları işleyen kimseler, o haddin gerektirdiği isimle anılır, kendilerine daha ağır bir ad verilmez. Örneğin zina edene zânİ, hırsızlık edene hırsız denip kâfir veya müşrik denilmez.

Ama had cezasına konu olmayan büyük günah sahipleri, örneğin namazı terkeden, savaştan kaçan vs. kişiler, terkettiğİ şeyin yüceliği sebe­biyle tekfir edilir. Bu fırkadan olan ed-Dahhâk’dan şu görüş nakledilmiştir: Müslümanlığın gizli tutulması gereken ve bu hususta korku duyulan mem­lekette müslüman kadınların, kendi kavimlerinin kâfirleriyle evlenmesi caiz olup müslümanlığm açıkça yaşandığı yerlerde bu caiz değildir. Ziyâd b. el-Asfar’a göre takiyye halinde bütün zekat payları tek bir pay olarak görüle­bilir. Yine onun şöyle dediği nakledilir: “Bizler kendimize göre müminiz. Allah katında imandan çıkmış olup olmadığımızı bilemeyiz.” Ziyâd ayrıca şöyle demiştir: “Şirk İki kısma ayrılır: Ilkİ şeytana itaati içeren şirktir. İkin­cisi ise puta tapmayı içeren şirktir. Küfür de iki türlüdür: İlki nimetlere küfrânda bulunma (: nankörlük), ikincisi ise rubûbİyeti inkâr etme şeklinde­dir. Berâet de iki türlüdür: Had cezasına maruz kalanlardan teberrî etmek sünnet, münkirlerden (inkarcılar) teberrî etmek de farzdır.

Haricîlerle ilgili bölümü önemli sîmaları zikrederek bitirmek istiyoruz:

İlk Haricîler (mütekaddimûn): İkrime, Ebu Harun el-Abedî, Ebu’ş-Şa’sâ, İsmail b. Semf.

Sonraki Haricîler (müteahhirûn): el-Yemân b. Rabâb önce Sa’lebî idi sonra Beyhesiyye fırkasına girdi, Abdullah b. Yezîd, Muhammed b. Harb, Yahya b. Kâmil İse İbâdiye grubundandır.

Haricî şairlere örnek olarak da şu isimleri zikredebiliriz: İmrân b. Hattan, ed-Dalıhâk b. Kays’ın da arkadaşı olan Habîb b. Murre, Cehm b. Safvân, Ebu Mervân Gaylân b. Müslim, Muhammed b. İsa Bergûs, Ebu’l-Hüseyn Kulsûm b. Habîb el-Muhellebî, Ebu Bekir Muhammed b. Abdullah b. Şebîb el-Basrî, Ali b. Harmele, Salih b. Kubbe b. Subeyh b. Amr, Muveys b. İmrân el-Basrî, Ebu Abdullah b. Mesleme, Ebu Abdur-rahman b. Mesleme, el-Fadl b. İsa er-Rekkâşî, Ebu Zekeriyyâ Yahya b. Esfah, Ebu’l-Hüseyn Muhammed b. Müslim es-Sâlihî, Ebu Muham­med Abdullah b. Muhammed b. Hasan el-Hâlidî, Muhammed b. Sada­ka, Ebu’l-Hüseyn Ali b. Zeyd el-İbâdî, Ebu Abdullah Muhammed b. Kerrâm, Kulsûm b. Habîb el-Murâdî el-Basrî.

Haricîler arasında bir topluluk daha vardır ki toplumdan uzaklaşmış ve yaptığı savaşlarda ne Ali’nin (radıyaMahu anh), ne de düşmanlarının yanında yeralmışlardır. Bunlar şöyle demişlerdir: “Sahabe hakkında fitne­ye bulaşmayız.” Nitekim Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Muham­med b. Mesleme el-Ensârî ve Üsâme b. Zeyd b. Harise el-Kelbî hakkında fikir belirtmemişlerdir.

Kays b. Ebî Hâzim şöyle demiştir: “Sıffîn savaşında verdiği emre kadar bütün hal ve harplerinde Ali’nin (radıyalhhuanh) yanında yeralmiştım. Ama o gün, ‘Kalan grupların üstüne yürüyün! Sizler (Allah ve Resulü doğru söyler) derken (Allah ve Resulü yalan söyledi) diyenlerin üstüne yürüyün!’ emrini verince cemaat hakkındaki gerçek niyetini anladım. O gün kendisini terkettim.”

5- Fasıl

Mürcie

‘İrca’ kelimesi iki anlama gelir.

ilki erteleme, tehîr etme anlamıdır. Şu ayet-i kerimede olduğu gibi: “Dediler ki: Onu ve kardeşini irca et!” (A’râf, 7/111) Yani tehir et, mühlet ver anlamındadır.

İkinci anlamı ise ümit (recâ) vermedir.

Bu fırka mensuplarına ilk anlama dayanarak Mürcie demek sahihtir.

Çünkü onlar, ameli mertebe bakımından inanç ve niyetin gerisine atar­lar.

İkinci anlama dayanarak Mürcie demek de yerindedir. Çünkü, küfr ile ibâdet fayda etmediği gibi iman ile günah da zarar vermez demişlerdir.

Bazıları ise şöyle der: “İrca, büyük günah sahibinin hükmünü Kıya­met gününe erteleyip dünyadaki durumu ile cennet veya cehennem ehli olduğuna hükmetmemektir.” Bu anlama göre Mürcie ve Va’îdiyye fırka­ları, birbirlerine zıt iki fırka olmaktadırlar.

Bir başka görüşe göre İrca, İmam Alî’yi (radıyallahu anh) birinci dere­ceden dördüncü dereceye ertelemektir ki bu anlama göre Mürcie ve Şîa birbirlerine zıt iki fırka olmaktadır.

Mürcie şu dört sınıftan oluşur: a. Haricî Mürciesi, b. Kaderiyye Mürci-esi, c. Cebriyye Mürciesi, d. Hâlis Mürcie. Muhammed b. Şebîb, es-Sâlihî ve el-Hâlidî Kaderiye Mürciesi’ndendir. Kader (: kulun fiillerini tam kud­retle yarattığı) ve irca fikrini ilk ortaya atan Gaylân ed-Dımeşkfnin taraf­tarları da bu grupta yeralır. Biz ise bu bölümde Hâlis Mürcie’nin görüşle­rine yer vereceğiz. Mürcie kendi İçinde altı fırkaya ayrılmıştır:

1- Tûnusitte:

Yûnus b. Avn en-Numeyrî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ona göre iman, Allah Teâlâ’yı bilmek, O’na boyun eğip bağ­lanmaktır. O’na karşı kibirlenmemek, O’na kalp ile sevgi beslemektir. Bu hasletleri taşıyan kimse mümindir. Bunlar dışında kalan ve taat cinsinden olan şeyler imandan değildir. İman hâlis ve sadık oldukça bunların terkin­den dolayı azap da görmez.

Yine ona göre İblis, Allah Teâlâ’yı tevhid ederek bilirdi. Ama O’na karşı kibirlenmesi ve boyun eğmeyi reddetmesi sebebiyle kâfir oldu; “Reddetti ve büyüklük tasladı. Ve kâfirlerden oldu.” (Bakara, 2/35). Yûnus şöyle demiştir: “Kimin kalbinde Allah’a boyun eğiş ve muhabbet, hulûs ve yakîn ile yerleşirse, hiçbir masiyetle O’na muhalif olmaz. Ondan sâdır olabilecek masiyetler de, yakîni ve ihlâsı sebebiyle kendisine zarar vermez. Mümin cennete amel ve ibadetler sebebiyle değil, ihlâs ve muhabbet saye­sinde girer.”

2-  Ubetdıtte:

Ubeyd el-Mükteib adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ubcyd’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Şirk dışındaki her günah muhakkak bağışlanacaktır. Kul, tevhîd üzere vefat ettiğinde, işlediği günah ve kötülük­ler kendisine zarar vermez.” el-Yemân da ondan şunu nakletmiştir: “Allah Teâlâ’nm ilmi, O’nun zâtından ayrıdır. Kelamı ve dini de böyledir. Allah Teâlâ -hâşâ- insan suretindedîr. İddiasına göre Allah Resulü de (salJallâhu aleyhi ve seüem) “Allah Teâlâ Adem’i Rahmân’ın suretinde yarattı” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/198; Taberâni, Mu’cemu’l-Kebir, 12/403) hadisi İİC buna İşaret etmiştir.

3- Gassânitte:

Gassân el-Kûfî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Kendisi iman hakkında şöyle demiştir: İman, Allah Teâlâ’yı, Peygambe­rini, Allah tarafından indirilen şeriatı ve Allah Resûlü’nün (salkliâhu aleyhi ve sellem) getirdiklerini ta£silen değil, genel olarak (İcmâlen) bilmektir. Ona göre iman ne artar, ne de eksilir. İddiasına göre herhangi birî çıkıp “Allah Teâlâ’nın domuz eti yemeyi haram kıldığını biliyorum, ama haram kıldığı domuzun şu koyun mu, yoksa başka bir şey mi olduğunu bilmiyo­rum.” dese mümin olarak kalır. Yine biri çıkıp “Allah Teâlâ’nın Kabe’yi haccetmeyi farz kıldığını biliyorum, ama Kabe’nin nerede olduğunu bil­miyorum, belki Hindistan’dadır.” dese mümin olmaya devam eder. Bu misallerle anlatmak istediği, bu tür inançların imanın ötesinde hususlar oluşudur. Bu gibi ifadeler onun şüphe içinde olduğunu göstermez. Çünkü hiçbir akıl sahibi, Kabe’nin yeri hakkında şüpheye kapılmaz. Domuz ile koyun arasındaki fark da açıktır.

İşin tuhaf yanı Gassân’m Ebu Hanîfe’yi de kendi görüşünde sayıp Mürcie’den görmesidir. Bu, açık bir yalandır! Ebu Hanîfe ve taraftarlarına Ehl-i Sünnet’in Mürciesi denilmiştir. Fırka tarihçilerinden birçoğu da Ebu Hanîfe’yi Mürcie arasında zikretmiştir. Bunun sebebi olarak da iki husus zikredilir: İlkine göre İmam A’zam Ebu Hanîfe, ilk nesillerde ortaya çıkan Kaderiyye ve Mu’tezile’ye muhalefet ederdi. Mu’tezile mensupları ise, kader hususunda kendilerine muhalefet eden herkese Mürcie derlerdi.

İmam-ı A’zam ve takipçileri hakkında Mürcie tanımının kullanılması bun­lardan sâdır olmuştur.

Diğerine göre İmam-ı A’zam, imanın kalp ile tasdik olduğunu söy­ler imanda artma ve eksilmeyi de kabul etmezdi. İşte bundan hareket edilerek İmam-ı A’zam’ın ameli imanın ardına attığı zannedildi. Halbuki bu zan, yersiz ve fasittir. Çünkü İmam A’zam’ın bedenle yapılan ameller noktasında nasıl hassas ve titiz olduğu bilinen bir gerçektir. İbadetleri îfa noktasındaki gayreti de bütün kitaplarda yazılıdır. O halde bu tür söylen­tilerin Mu’tezile ve Havâric’den çıkma ihtimali çok yüksektir.

4- Sevbânîtte:

Ebu Sevbân el-Mürciî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bunlara göre İman, Allah Teâlâ’yı, peygamberlerini ve işlenmesi aklen caiz olmayan şeyleri bilmek ve İkrar etmektir. Onlara göre terkedil-mesi aklen caiz olan fiilleri bilmek ve ikrar etmek imana dâhil değildir. Bunlar ayrıca, her türlü ameli, imanın ardına atarlar.

Ebu Sevbân’ı bu görüşlerinde izleyenlere örnek olarak şu isimleri zikredebiliriz: Ebu Mervan Gaylân b. Mervân ed-Dımeşkî, Ebu Şemr, Muveys b. Imrân, el-Fadl er-Rakkâşî, Muhammed b. Şebîb, el-Attâbî ve Salih Kubbe.

Gaylân kaderin hayır ve şerrinin kuldan olduğuna inanırdı. İmamet konusunda ise Kureyşîlik şartını kabul etmezdi. Ona göre Kitab ve Sünnet ile âmil olan herkes imamete lâyıktır. Ancak imamet, ümmetin icmâı ile sübût bulur. İşin garip yanı ümmetin, imametin Kureyşîliği üzerinde icmâ etmiş olmasıdır. Nitekim bu esasa dayanılarak Ensâr’ın “Sizden bir emir, bizden bir emir olsun” isteği geri çevrilmiştir. Sonuç itibarıyla Gaylân şu üç esası cemeden nâdir bir kişiliktir: Kader, İrca ve Hâricîlik.

Yukarıda saydığımız şahsiyetlerin tamamı, şu hususta görüş birliği etmişlerdir: Eğer Allah Teâlâ kıyamette isyankâr bir kulu affederse, onun durumunda olan bütün isyankâr mü’minleri de affeder. Şayet cehennem­den herkesi çıkaracaksa, hali bunun gİbİ olan herkesi çıkaracaktır. Ancak işin tuhaf tarafı, bu grup, tevhid ehlinden olan müminlerin cehennemden muhakkak çıkacakları noktasında kesin görüş belirtmemiştir.

Mukâtil b. Süleyman’dan şu görüş nakledilmiştir: Günahlar, tevhid ve iman sahiplerine zarar vermez. Mümin olan hiç kimse cehenneme girmez. Ondan nakledilen sahih görüş ise şudur: Günahkâr mümine, Kıyamet günü cehennemin üzerinde bulunan Sırat üzerinde azap edilir. Cehennemin ateşinden yükselen sıcaklık ve alev ona gelir. Günahı miktarı acı çektikten sonra cennete girer. O bunu, kızgın tava üzerinde tutulan mısır tanelerine benzetir.

Bişr b. Gıyâs el-Merîsî’den de şu görüş nakledilmiştir: Büyük günah sahipleri cezalarını çekmek üzere cehenneme atıldıktan ve cezalarını çek­tikten sonra çıkacaklardır. Orada ebedî kalmaları imkânsız olup adalete aykırıdır.

Denildi ki: İrca fikrini ortaya ilk atan Hasan b. Muhammed b. Ali b. Ebi Tâlib’dir. O, değişik bölgelere gönderdiği mektuplarda bu fikri belir­tirdi. Ancak o Yûnusî ve Ubeydî Mürci’îlerinin iddia ettikleri gibi ameli imanın arkasına geçirmemiş, sadece büyük günah sahibinin tekfir edileme­yeceğini söylemiştir. Zira ona göre ibadetlerde bulunma ve günahlardan kaçınma imanın aslından değildir. Dolayısıyla bunların zevali, imanın da zail olmasını gerektirmez.

5- Tûmenitte:

Ebu Muâz et-Tûmenî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan fırka­dır. Ebu Muâz’a göre iman marifet, tasdik, muhabbet, ihlâs ve Resûlul-lah’ın getirdiklerini ikrardır. Bunların tamamını, ya da bir kısmını terk etmek küfürdür. Bunların yalnız birisinin veya bazısının iman olduğu söylenemez. Küfr olduğu hakkında icma edilmemiş küçük veya büyük bir masiyeti işleyen kimse hakkında “fısk ve isyanda bulundu” denilir ama ‘fâsık’ denmez. Terketmeyi helâl sayarak namaz kılmayı terk eden kim­se kâfir olur. Kaza etme niyetiyle terk eden kimse ise kâfir olmaz. Ona göre bir peygamberi öldüren veya ona vuran kimse küfre düşer. Ama küfre düşmesinin sebebi, onu öldürmesi veya vurması değil, küçümseme, düşmanlık ve buğz yüzündendir.

İbnû’r-Râvendî ve Bişr el-Merîsî de bu görüşe meyletmişlerdir. Her ikisi de şöyle demişlerdir: İman, kalp ve dil ile tasdiktir. Küfür ise, inkâr ve ısrarla reddetmedir. Buna göre güneşe, aya veya bir puta tapmak bizati­hi küfür değil, küfür alâmetidir.

6. Sâlihitte:

Salih b. Ömer es-Sâlihfnin taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Es-Sâlihî, Muhammed b. Şebîb, Ebu Şemr ve Gaylân kader ile irca fik­rini birleştirmişlerdir. Üstteki başlık altında Hâlis Mürci’îlerİ zikretmeyi şart koşmuş olmakla birlikte, bu fırkanın mensuplarının bazı meselelerde Mürcie’den ayrıldıkları bize zahir olmuştur.

Örneğin es-Sâlihî’ye göre iman, mutlak anlamda Allah Teâlâ’yı bil­mektir. Buna göre yaşadığımız âlemin bir yaratıcısı olmalıdır. Küfür, mutlak anlamda O’nu bilmemektir. Allah Teâlâ hakkında ‘Üçün üçün­cüsü’ diyen kimsenin bu sözü bizatihi küfür değildir. Ancak böyle bir söz, sadece kâfirden sâdır olabilir. Ona göre Allah Teâlâ’yı bilip tanımak, muhabbet ve boyun eğişten ibarettir. Bu hususta Resûl’den gelen hüccet geçerlidir. Aklen Allah Teâlâ’ya İnanıp Resulüne İnanmamak sahihtir. Ama Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Bana inan­mayan, Allah’a da inanmamış olur.”(Bkz. Müslim, İman, 240) Onun iddiasına göre namaz, Allah’a kulluk değildir. Çünkü O’na kulluk, ancak O’na iman etmekle olur ki o da Allah’ı bilmektir. İman, bu hasletten ibaret olup ne artar, ne de eksilir. Küfür de aynı şekilde tek bîr haslet olup artma veya eksilme kabul etmez.

Ebu Şemr ise, Peygamberlerden bu hususta bir hüccet gelmedikçe imanın Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu kalpten sevmek ve boyun eğmek, O’nun gibi bir varlık olmadığını ikrar etmek olduğunu söylemiştir. Pey­gamberlerin hüccetleri sübût bulduğunda onları ikrar ve tasdik etmeyi de iman ve marifet kapsamında görmüştür. Onların Allah katından getirdik­leri hükümleri ikrar etmekse imanın özüne dâhil değildir. İmanın haslet­lerinden herhangi biri tek basma iman olmadığı gibi, bir kısmı da iman değildir. Bunlar ancak bir bütün halinde imanı ifade edebilirler. İmanın hasletleri arasında adaleti bilmeyi de şart koşmuştur. Bununla murad ettiği ise, kaderin hayır ve şerrinin kuldan kaynaklanıp Allah TeâlâVa izafe edilemeyeceğidir.

Gaylân b. Mervân hem Kadcriyye, hem de Mürcİe’dendir. O, İmanın Allah Teâlâ’yı ikinci derecede bilmek, O’nu sevip boyun eğmek, Allah katından geleni ve Peygamberdin getirdiğini ikrar etmek olduğunu söyle­miştir. Ona göre birincil bilgi (marifet) fıtrî ve zarurîdir. Bilgi, aslı iti­barıyla iki kısma ayrılır: Biri fıtrîdir ki bu, âlemin bir sâni’i ve kendisinin bir yaratıcısı olduğunu bilmektir. Bu, tek başına iman olarak adlandırıla-maz. İman, ikinci dereceden kazanılmış bilgiye denir.

Mürcİe arasında sayılan diğer zevat şunlardır: Hasan b. Muhammed b. Ali b. Ebî Tâlib, Saîd b. Cübeyr, Talk b. Habîb, Amr b. Murra, Muhârib b. Ziyâd, Mukâtil b. Süleyman, Zerr, Amr b. Zerr, Hammâd b. Ebî Süley­man, Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Kadîd b. Ca’fer.

Bunların hemen hepsi hadis imamıdır. Haricî ve kaderîlerin aksine, büyük günah sahiplerini günahları sebebiyle tekfir etmedikleri gibi cehen­nemde ebedî kalacakları görüşünü de reddetmişlerdir.

6- Fasıl

 

Şia

Şia, Hz. Ali tarafını hususî bir şekilde tutan topluluktur. Bu toplu­luğa göre Allah Resûlü’nden (salhliâhu aleyhi ve seliem) sonra açık (celi) veya gizli (hafî) nas ve vasiyet ile onun imam olması gereklidir. İnançlarına göre imamet onun ve neslinin dışına çıkmaz. İmametin Ehl-i Beyt’tcn çıkması, ya başka bir şahsın zulmü veya imâm konumunda olan Ehl-i Beyt mensubunun takiyyc gereğince mecburen imamlığı bırakması sonu­cu olabilir. İmamet konusunda şöyle demişlerdir: İmamet, avamın seçimi ve atamasıyla belirlenecek türden sosyal maslahata dayalı bir husus değil, aksine dinin temel esaslarından biridir. Peygamberlerin de İmameti ihmal ve gözardı ederek imam seçimini halka havale etmeleri caiz değildir.

Şia’nın ortak görüşü, imâmın nas ve tayin ile belirlenmesi ve pey­gamberler gibi imamların da büyük, küçük her tür günahtan korunmuş  (masum) olmalarının vücûbiyeti yönündedir. Takiyye hali dışında amel ve itikad bakımından tevellî ve teberrînin gerekli olduğu görüşündedirler.

Zeydiyye’den bir topluluk bu görüşe itiraz etmiştir. İmamın konumu hakkında Şîa fırkaları arasında birçok görüş ayrılığı yaşanmış ve her farklı görüş ayrı bir fırka olarak ortaya çıkmıştır.

Şîa’nın beş ana kolu mevcuttur: Keysâniyye, Zeydiyye, İmâmiy-ye, Aşırılar (Guiât) ve İsmâiliyye. Usûl bakımından bu fırkaların bir kısmı Mu’tezile’ye, bir kısmı Ehl-i Sünnet’e, bir kısmı da Müşebbihe’ye yakındır.

1- Ketsânitte:

Emiru’l-müminîn Ali b. Ebî Tâlib’in hizmetçisi Keysân’ın (22) taraf­tarlarından oluşan bir fırkadır. Seyyid Muhammed b. el-Hanefîyye’dcn ders aldığı söylenmiştir. Bu fırka mensupları Keysân hakkında birtakım aşırı kanaatlara sahip olmuş ve onun bütün İlimlere vâkıf olduğunu, tevil ve bâtın ilminin tüm sırlarını, âfâk ve enfus ilminin bütün inceliklerini iki seyyidden (Hz. Ali ve Muhammed b. el-Hanefıyye) elde etmiş olduğunu iddia etmişlerdir.

Fırka mensuplarının ortak görüşü, dinin bir adama itaatten ibaret olu­şudur. Bu inanç onları öyle bir noktaya götürmüştür ki namaz, oruç, hac ve zekat gibi şer’î rükünleri tevîl etmeye yönelmişlerdir. Hatta bazıları, söz konusu kişiye itaate ulaştıktan sonra birtakım şer’î hükümleri terket-meyi mubah görmüşlerdir. Bu inanç, bazılarını kıyamet hakkında şüpheye sevketmiş, bazılarını ise tenasüh ve hulul akidelerine düçâr kılmıştır. Kimi­leri de ölümden sonra dönüşü (ric’at) iddia etmişlerdir. Kimileri, itaat edi­len şahsın ölümsüzlüğüne, geri dönmedikçe ölümünün caiz olmadığına inanmışlardır. Kimileri de imametin hakîkî anlamda başkalarında olabi­leceğini söylemiştir. Bütün bunlar şaşkınlık ve bilgisizlik sonucu ortaya çıkmış görüşlerdir.

Fırka mensuplarının hemen hepsi şaşkındır. Dinin bir adama itaat etmekten ibaret olduğuna İnanan kimsenin ne Öyle bir adamı, ne de dini olabilir. Böylesi bir şaşkınlık ve sapkınlıktan, haktan sonra batıla sapmak­tan Allah TeâlâVa sığınırız.

A- Mubtâriyye:

el-Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî’nhı (23) taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Önce Haricî olan bu şahıs, daha sonra Zübeyrî, ardından da Şiî ve Keysânî olmuştur. Ona göre Ali b. Ebi Tâlib’den (radıyalkhu anh) son­raki imam, Muhammed b. el-Hanefîyye’dİr. Kendisine, ‘Hayır! Hasan ve Hüseyn’den sonra o gelir!’ denildiğinde büe onun imametini savunmuş ve halkı bu inanca davet etmiştir. Muhammed b. el-Hanefîyye’nin adam­larından ve davetçilerinden biri gibi görünmeye çalışmış ve halkı birtakım asılsız ama yaldızlı sözlerle yanına çekmeye çalışmıştır.

Muhammed b. el-Hanefiyye, el-Muhtâr’ın bu faaliyetlerini haber alır almaz, ondan teberrî etmiş ve bu şalısın, sadece halkın teveccühünü kazan­mak ve onları yanına toplamak için böyle davrandığını ifade etmiştir.

el-Muhtâr’ın ilci temel dayanağından biri ilim ve davet olarak Muham­med b. el-Hanefîyye’ye bağlılığı, diğeri de Hüseyin’in (radıyalkhu anh) inti­kamını alma noktasında onu katleden zâlimlerle gece gündüz mücadele etmesidir.

Ancak el-Muhtâr’ın fırkasını dayandırdığı başka esaslar da vardır. Örneğin ona göre bedâ’ caizdir. Bedâ’mn birtakım anlamlan vardır; ilim­de bedâ’ Allah Teâlâ’nın İlminde olan bir şeyin aksinin çıkmasının caiz olmasıdır. Bunu hiçbir akıl sahibinin kabul edeceğini sanmam.

İrâde bağlamındaki bedâ’ ise, O’nun irâde ve hüküm buyurduğu bir şeyin aksinin doğru çıkmasıdır.

Emir bağlamında bedâ’ ise, daha önce vermiş olduğu bir emrin aksi­ne emir vermesidir. Neshi caiz görmeyenler, muhtelif zamanlarda gelmiş farklı emirleri birbirleri İçin nâsİh zannederler.

el-Muhtâr’ın bedâ’ fikrini savunmasının ardında yatan gaye şudur: el-Muhtâr, gelecekte olacak şeyleri, ya vahiy, ya da imamdan gelen bir mesajla öğrendiğini iddia ediyordu. Bu meyanda olacağını söylediği bîr şey, dediği gibi çıktığında bunu davasını isbâtta kullanır, aksi çıktığında ise ‘Rabbinizin fileri değişti’ derdi.

el-Muhtâr bedâ ile nesh arasında ayrını yapmayarak şöyle derdi: “Hükümlerde nesh caiz olunca, haberlerde de bedâ caiz olmalıdır.”

Seyyİd Muhammed b. el-Hanefiyye, halkı kendi adamı ve davetçi-siymİş gibi göstererek kandıran el-Muhtâr’dan da, uydurduğu birtakım saçmalıklardan da teberrî etmiştir.

el-Muhtâr’ın saçmalıklarına örnek olarak şunu zikredebiliriz: Onun ipekle kaplanmış ve türlü cevherlerle süslenmiş eski bir kürsüsü vardı. Bu kürsünün Emiru’l-mümirûn Ali’nin (radıyaliahu anh) eşyalarından biri olduğu­nu ve İsrail oğulları için tabut neyse, kendileri için de bu kürsünün aynı olduğunu İddİa ederdi. Savaşa başladığı zaman bu kürsüyü ön safa koyar ve ‘Savaşın! Zafer sizin olacaktır. Bu kürsü, sizler için Yahudilerin tabutu gibidir. Onda sekine ve başka şeyler vardır. Melekler yardımınıza koşmak için İneceklerdir.’ derdi. Havada beliren beyaz güvercinlerle İlgili olarak da bunların melekler olduğunu söylemiştir. Bu meyanda söylediği kafiyeli nesirler çok meşhurdur.

Kendisini Muhammed b. el-Hanefiyye’ye nisbet etmeye çalışmasının nedeni Muhammed b. el-Hanefiyye hakkında varolan iyi kanaatler­di. Muhammed, herkes tarafından sevilen bir şahsiyetti. İlim ve irfan bakımından çok derin bir insandı. İşlerin nereye varacağını kestirirdi. A1İ (radıyaliahu anh) ona gerek savaşların, gerekse önemli mevkilerin hal ve sırlarını bildirmişti. Muhammed b. el-Hanefıyye, yalnızlığı seçerek tevâzuyu şöhrete tercih etmiş bir âlimdi. Rivayete göre imametin ilmi ona emanet edilmiş ve o bu emaneti ehline teslim etmiştir. Ölmeden önce emanetini yerine bırakmıştır.

es-Seyyid el-Hımyerî ve Küseyyİr de onu sevenlerdendi. Küseyyir onun hakkında şu şiiri yazmıştı:

Dikkat! imamlar Kureyftendir! Hak idareciler de dörttür,

Torunlardır onlar, bunda gizlilik yoktur.

İman ve hayrın torunudur biri,

Diğeri Kerbeffinın kaybettirdiği torundur.

Bir diğer torun ki tatmaz ölümü,

Önde sancak, süvarilere kumanda etmeden.

R&dvâ’dadır o, su ve bcıhn yanında..

Seyyid el-Hımyerî onun ölmediğine, Radvâ dağında bir aslanla bir kaplanın korumasında yaşadığına inanıyordu. Bulunduğu yerde birinden su, diğerinden bal akan iki kaynak vardır. Bir süre gaip olduktan sonra zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle doldurmak üzere dönecektir. Gay-bet hakkındaki ilk ifade budur ki gaybetten sonra dönüş, Şia’nın geneli tarafından paylaşılan bir inançtır. Bazıları bunu dinin esaslarından ve Şiî inancının vazgeçilmez unsurlarından biri olarak görmüştür.

Keysâniyye, Muhammed b. el-Hanefiyye’nin imamet mücâdelesine girmesinden sonra ihtilafa düşmüş ve her grup kendine göre bir fikir geliştirmiştir.

B- Hâşimiyye:

Ebu Hâşim b. Muhammed b. el-Hanefiyye’ye tâbi olanlardan oluşan bir fırkadır. Fırka mensuplarına göre Muhammed b. el-Hanefîyye Allah Teâlâ’nın rahmet ve rızasına kavuştuktan sonra imamet oğlu Ebu Hâşim’e intikâl etmiştir. Muhammed, bütün ilimlerin esrarını oğluna bildirmiş, âfâkı enfîise tatbik yöntemlerini, nasların tevîl üzere takdirini ve zahirin bâtın üzerinde tasvirini ona öğretmiştir. İddialarına göre her zahirin bir bâtını, müşahhas olan herşeyin bir ruhu ve her nassm bir tevili vardır. Bu âlemde varolan her misâlin de öbür âlemde bir hakikati mevcuttur. Afâka yayılan hikmet ve sırlar bir insanın şahsında toplanır. İşte bu, İmam Ali’nin (radjyallahu anh) oğlu Muhammed’e bıraktığı İlimdir. O da bu sırrı oğlu Ebu Hâşim’e nakletmîştir. Bu ilme sahip olan kimse hak imamdır.

Fırka mensupları Ebu Hâşim’den sonra aşağıdaki fırkalara bölün­müştür:

1- Bir fırkaya göre Ebu Hâşim Şam’ın Şurât bölgesinden ayrılırken vefat etmiş ve imameti Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbâs’a vasiyet etmiştir. Bu vasiyet bilâhare onun çocuklarında cereyan etmiş ve hilâfet Abbâs oğullarına intikâl etmiştir. İddialarına göre aralarındaki nesep bağından dolayı onların da imamet hakları vardır. Nitekim Allah Resulü Din Sahipleri (sallallâhu aleyhi ve seilem) vefat ettiğinde mirasına en lâyık olan amcası Abbâs (radıyallahu anlı) ldl.

2- İkinci fırkaya göre imamet, Ebu Hâşim’in vefatından sonra kardeşi­nin oğlu Hasan b. Ali b. Muhammed b. el-Hanefiyye’ye geçmiştir.

3- Üçüncü fırka, Ebu Hâşİm’in bizzat kardeşi Ali b. Muhammed’i, onun da oğlu Hasan’ı vasiyet ettiğini iddia etmiştir. Bunlara göre imamet Muhammed b. el-Hanefıyye’nin çocuklarında olup onlar dışına çıkamaz.

4- Bu fırkanın iddiasına göre ise Ebu Hâşim, Abdullah b. Amr b. el-Kindî’ye vasiyette bulunmuş ve imamet ondan Abdullah’a geçmiştir. İddialarına göre Ebu Hâşim’in ruhu da ona intikâl etmiştir. Ne var ki bu şahıs ilim ve dindarlık bakımından zayıf biriydi. Hatta bazıları onun ihanet ve yalanlarına muttali olmuşlardı. Bu nedenle de ondan yüz çevire­rek Abdullah b. Muâviye b. Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib’in imametini iddia etmişlerdir.

Abdullah’ın mezhebine göre insan ve hayvan ruhları bir şahıstan diğe­rine tenasüh ederler, bunlara ait olan mükâfat ve ceza da bunlarla birlikte diğerine itikal eder. Ona göre Allah Teâlâ’nın ruhu da tenasüh ederek ona kadar ulaşmış ve onda hulul etmişti. Abdullah bu ve benzeri sakat fikirlerinden hareketle hem ilahlık, hem de peygamberlik iddiasında bulun­muştur. Gaybı bildiğini iddia etmiştir. Birtakım ahmaklar da ona kulluk ederek tenasüh inancından dolayı kıyameti İnkâr etmişlerdir. Onlara göre mükâfat da, ceza da bu dünyada olacaktır. “İman edip sâlih amel İşleyenler için, Allah’tan korktukları sürece yediklerinde bir mahzur yoktur” (Mâide, 5/92) ayetini tevîl ederek hak imama ulaşıp onu tanıyan kimsenin kemâle ulaştığını, dolayısıyla herşeyi yiyip içebileceğini söylemişlerdir.

Bu fikirlere sarılanlar Irak civarında Hurremİye ve Mazdekiye fırka­ları olarak ortaya çıkmışlardır. Abdullah’ın Horasan’da ölmesinden sonra taraftarları da dağılmıştır.

Bazıları onun Ölmeyip yaşadığını ve bir gün geri döneceğini iddia etmiştir.

Bazıları ise öldüğünü, ama ruhunun İshâk b. Zeyd el-Hâris el-Kindfye intikâl ettiğini iddia etmiştir ki bunlar Hârisiyye olarak bilinirler. Helal haram tanımadan yaşar ve herşeyi mubah görürler.

İmamet konusunda Abdullah b. Muâviye ile Muhammed b. Ali’nin taraftarları arasında şiddetli ihtilaf mevcuttur. Her iki grup da Ebu Hâşirn’in kendi imamlarına vasiyette bulunduğunu iddia etmiştir. Oysa söz konusu vasiyet, sağlam bir zemine dayanmamaktadır.

C- Beyâniyye:

Beyân b. Sem’ân et-Temîmî adında bir şalısın taraftarlarından olu­şan bir fırkadır. İddialarına göre İmamet, Ebu Hâşim’den ona geçmiştir. Beyân, İmam Ali’nin (radıyallahu anlı) ilahlığına hükmederek şöyle demiş­tir: “Allah Teâla’nm bir cüz’ü ona hulul etti ve onun bedeniyle birleşti (ittihâd). O, gaybı bilirdi. Çünkü birçok olayı olmadan haber vermişti, verdiği haberler de doğru çıktı. O cüz sayesinde inkâr edenlerle yaptığı bütün savaşlarda zafer daima onun oldu. Hayber kalesinin kapısı onun­la parçalandı.” Beyân bu bağlamda şöyle demiştir: “Yemin ederim ki Hayber kalesinin kapısı bedensel bir kuvvetle veya alınan besinlerin ver­diği güçle yıkılmamıştır. Onu yıkan rahmanı ve melekûtî bir güç, Allah Teâlâ’nın ışık saçan nurudur. Onda bulunan melekûtî güç, fenerin içinde­ki lamba, nur-i ilâhî de o lambanın içindeki ışık gibidir.’1 İddiasına göre Ali (radıyaliahu anh) bazı anlarda zuhur etmektedir. Nitekim “Yoksa bulut gölgeleri arasında önlerine gelivermesini mi bekliyorlar?!” (Bakara, 2/210) ayet-i kerimesinin tefsirinde kasdcdilenin Ali (radıyallahu anh) olduğunu ve onun gölgeler içinde geldiğini, gökgürültüsünün onun sesi, şimşeğin de tebessümü olduğunu ileri sürmüştür.

Beyân cüz-i ilâhînin tenasüh yoluyla kendisine intikâl ettiğini, dola­yısıyla imam ve halife olmaya layık olduğunu iddia etmiştir. Ona göre bu cüz, meleklerin Adem’e (aleyhissdâm) secde etmelerini gerektiren cüzdür.

Ona göre Hak Teâlâ bütün organlarıyla insan sureti üzeredir. “Vechi dışında herşey helak bulacaktır” (Kasas, 28/88) ayet-i kerimesini de ‘Yüzü dışında her uzvu yok olacaktır’ şeklinde tefsir etmiştir.

Beyân b. Sem’ân, Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn el-Bâkır’a bir mek­tup göndererek kendisine tâbi olmaya davet etmişti. Mektupta şöyle diyor­du: “Teslim ol ki kurtuluşa eresin, teslim olan yükselir. Allah Teâlâ’nın peygamberliği kime nasip edeceğini sen bilemezsin.” İmam Bakır, mektubu getiren şahsa, “Getirdiğin mektubu ye!” dedi. Adam mektubu yer yemez öldü. Elçinin adı Ömer b. Ebî Afif idi.

Bir topluluk Beyân’ın fikirlerine tâbi olarak onun bâtıl mezhebini seçtiler. Hâlid b. Abdullah el-Kasrî bu iddialarından dolayı onu öldürdü. Onu, el-Ma’rûf b. Saîd olarak tanınan bir şahısla birlikte yaktırdığı da söylenmiştir.

D- Bizâmiyye:

Rizâm b. Rezm adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuştur. Bu fırka­ya göre imamet, Ali’den (radıyallahu anlı) sonra oğlu Muhammed b. el-Hane-flyye’ye geçmiştir. Sonra oğlu Ebu Hâşim’e, ondan da vasiyet yoluyla Ali b. Abdullah b. Abbas’a İntikâl etti. Ardından Muhammed b. Ali’ye geçti. O, oğlu İbrahim’i vasiyet etti. İbrahim, Ebu Müslim el-Horasânî’nin arka­daşı idi. Onun imametine hükmeden ve davet eden de budur. Fırka, Ebu Müslim devrinde Horasan’da ortaya çıkmıştır. Ebu Müslim’in de bu mez­hepte olduğu söylenir, nitekim imameti kendisine tevcih etmek istemiş­lerdir. Mensupları, Allah Teâlâ’nın ruhunun Ebu Müslim el-Horasânî’ye hulul ettiğine inanırlar. Bu yüzden, Allah Teâlâ’nın Emevîler karşısında onu desteklemiş ve onları yokctmİş olduğunu ifade ederler. Fırka mensup­ları, ruhların tenasüh ettiğine inanırlardı.

Kendi uydurduğu birtakım saçmalıklara dayanarak ilahlık iddiasında bulunan el-Mukanna’da başlangıçta bu fırkaya mensuptu. Mâveraünne-hir’in bir kesimi de ona tâbi olmuştu. Bunlar, Hurremiyye’nin bir sınıfı olarak farzların terkine ve dinin sadece imamı bilmekle sınırlandırılması görüşüne yönelmişlerdi. Bazılarına göre din, şu iki husustan ibarettir: imamı bilmek ve emâneti ehüne varmak. Bu iki hususu İkmâl edenler, kâmil müslüman sayılır ve farzlardan muaf kılınırdı. İçlerinden bazıları imameti Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbâs’ın hakkı olarak görmüş ve bunun Ebu Hâşİm’in vasiyetiyle gerçekleştiğini söylemişlerdir.

Devletin kurucusu olan Ebu Müslim, başlangıçta Keysâniyye mezhe­bini benimsemişti. Onların kendilerine mahsus birtakım ilimlerini öğren­dikten sonra bunların geçici ve tutarsız olduğunu görerek daha kalıcı bir akaide ulaşmak istemiştir. Bu meyanda es-Sâdık Ca’fer b. Muhammed’e bir mektup göndererek şöyle demiştir: “Ehl-i Beyt’in iktidarını kurdum.

Halkı Emevîlere bağlılıktan kurtarıp Ehl-İ Beyfe bağlanmaya çağırdım. Eğer sen de buna İstekliysen fazla söze hacet yok.”

Ca’fer ona şöyle karşılık vermiştir: “Ne sen benim adamlarımdansın, ne de zaman benim zamanım!”

Ebu Müslim bu cevap üzerine Ebu’l-Abbâs Abdullah b. Muhammed es-Seffâh’a yönelerek hilâfete onu getirmiştir.

2- Zetditte:

Zeyd b. Ali b. -Hüseyn b. Ali b. Ebî Tâlib’in (radıyallahu anh) taraftar­larından oluşan bir fırkadır. Bunlara göre imamet Fâtıma’nın (radıyallahu anh) çocuklarıyla sınırlı olup başkaları buna ehil değildir. Şu var ki, imamet için huruç eden cesur, cömert ve ilim sahibi her Fatımî’ye itaatin farz oldu­ğunu, onun imam olabileceğini söylerken, Hasan’ın (radıyallahu anh) çocuk­ları İle Hüseyin’in (radıyallahu anh) çocukları arasında ayrım yapmamışlardır. Zeydiyye’den bir topluluk, Abdullah b. Hasan b. Hasan’ın el-Mansûr döneminde ayaklanan ve şehit edilen iki oğlu Muhammed ve İbrahim’in imametlerini caiz görmüştür. Zeydiyye, saydığı Özellikleri taşıyan iki imamın aynı anda farklı iki bölgede hüküm sahibi olmalarını da caiz görmüştür. Bu durumda her ikisi de itaati farz olan imam hükmündedir.

Zeyd (radıyallahn anh), bu görüşü benimsedikten sonra kendisine gerekli olan ilimlerle donanmak için usûl ve turu ilimlerinin tahsiline girişti. Usûl konusunda Mu’tezile’nin kurucusu ve başı olan Vâsıl b. Atâ’dan ders aldı. Halbuki Vâsıl, Zeyd’in dedesi İmam Ali’nin (radıyallahu anh) Cemel ve Şam ehliyle yaptığı savaşlarda doğru tarafta olduğu konusunda kesin inanca sahip olmadığına inanıyordu. O ve savaştığı topluluklardan biri, hangisi olduğu kesin olmamak üzere hatalı idi. Zeyd Vâsıl’dan Mu’tezile’nin esas­larım aldı; Zeyd’e (radiyallahu anh) uyarak taraftarları da Mutezilî oldular. Ona göre efdal (en faziletli) olanın bulunması durumunda da mefdûlun (daha az faziletli) imameti caiz olurdu. İmam Ali (radıyallahu anh) sahabenin efdali iken hilâfetin Ebu Bekir’e (radıyallahu anh) havale edilmesi avamın gönlünü hoş tutmak ve muhtemel fitne ateşim söndürmek içindi. Peygam­berlik döneminde yapılmış savaşlar henüz tazeydi. İmam Ali’nin (radıyallahu anh) müşriklerle yapılan savaşlarda kana bulanan kılıcı henüz kurumamıştı. Müşriklerden bir çoğu intikam arzusuyla yanıp tutuşuyordu. O dönem­de kalpler tamamen ona meyyal, boyunlar ona eğik değildi. Böyle bir durumda müslümanların maslahatı, yumuşaklık, ağırbaşlılık, yaşça olgun­luk ve Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakınlık bakımından önde olan birinin imam seçİlmesiydi. Nitekim Ebu Bekir (radıyallahu anh) Ömer’i (radıyallahu anh) vasiyet etmek istediği zaman, birçok sahabî “Katı ve haşin birini başımıza geçirdin.” diye serzenişte bulunmuşlardı. Dinî meseleler-deki katılığı ve mizacmdakİ sertlikten dolayı Ömer’i (radıyallahu anh) emîr olarak görmek istemiyorlardı. Ancak Ebu Bekir (radıyallahu anh) “Rabbim sorduğunda şöyle diyeceğim: Onların başına kendileri İçîn en hayırlı olanı geçirdim” diyerek onları teskin etmiştir. İşte bu gibi durumlarda daha üstünü varken, fazilet bakımından altta olan birinin imam tayin edilmesi caizdir. Hükümlerine uyulur, emirlerine itaat ediür.

Kûfe’deki Şiîler, Zeyd’in (radıyallahu anh) bu İstikametteki sözlerini duy­duklarında ve Ebu Bekir (radıyallahu anh) ile Ömer’den (radıyallahu anh) teberrî etmediğini anladıklarında onu reddederek yanından ayrıldılar. İşte bu nedenle de Reddedenler anlamında ‘Râfızîler1 olarak adlandırıldılar.

Zeyd (radıyallahu anh) ile kardeşi Muhammed el-Bâkır (radıyaUahu anh) arasında birçok münazara cereyan etmiştir. Bunların kaynağı, Zeyd’in (radıyaüahu anh), Vâsıl b. Atâ’nın öğrencisi olması, dedesi İmam Ali’nin (radıyallahu anh) yaptığı savaşlarda hatalı olabileceğini mümkün görenler­den ders alması, kader meselesinde Ehl-i Beyt’ten farklı bir inanışa sahip olması, bir kimsenin imam olabilmesi için başkaldırmasının şart olduğunu söylemesiydi. Muhammed el-Bâkır (radıyallahu anh) bundan hareketle Zeyd’e (radıyallahu anlı) şöyle demişti: “Senin mezhebine göre baban da imam ola­maz. Çünkü o da imamete ulaşmak için ayaklanmadı ve bu tür bir gİrişim-de bulunmadı.”

Zeyd (radıyallahu anh), Hişâm b. Abdülmclik tarafından katledilerek asıldı, ardından oğlu Yahya (radıyallahu anh) imam olarak Horasan’a gitti. Birçok kimse ona biat etti. İmam Ca’fer-i Sâdık, onun da aynen babası gibi katledilip asılacağım haber vermişti, tamamen böyle oldu.

Yahya’nın ardından imamet Muhammed ve İbrahim’e terVîz edildi.

Her ikisi de Medine’de ayaklandılar. İbrahim Basra’ya gitti. Basra halkı ona biat etti. Ama ikisi de katledildi. Câfer-i Sâdık bunlara da başlarına gelecekleri haber vermişti. O, bütün bunların ataları tarafından kendisine bildirildiğini söylemiş, Emevîlerin büyük bir güce ulaşacaklarını, üstlerine dağlar yürüse onları bile ezeceklerini, Ehl-i Bcyt’e kin beslediklerini ve Allah mülklerinin dağılmasına izin verinceye kadar Ehl-i Beyt’ten hiç kim­senin onlara başkaldırmasının uygun olmayacağını haber vermişti. Ca’fer (radıyallahu anh) her fırsatta Muhammed b. Ali b. Abdullah b. el-Abbâs’ın çocukları Ebu’l-Abbâs ile Ebu Ca’fer’e işaret ederek şöyle derdi: “Biz, şu ve çocukları bu işe bulaşmeaya kadar imamet davasına karışmayız. “Kas­tettiği el-Mansûr idi.

Horasan’da Nasır el-Atrûş adlı bir şahıs çıkıncaya kadar Zeydiyye fırkası toparlanamadı. Hakkında ölüm cezası verilip aranmaya başlayınca Deylem diyarına çekilerek gizlendi. Daha önce müslümanlığa girmemiş olan bölge halkını İmam Zeyd’in (radıyallahu anh) mezhebine davet etmeye başladı. Bölge halkı onun davetine olumlu karşılık verdiler ve Zeydiyye mezhebi orada gelişip serpildi.

Zeydiyye İmamları birbiri ardınca gelip hükümrân olmuşlar, ancak birtakım usûl konularında amca çocukları {: İmam Mûsâ soyundan gelen­lerden) ayrılmışlardır. Zeydiyye’nin çoğunluğu, fazilet bakımından altta olanın imametinin caiz olduğu görüşünden dönmüş olup sahabeyi de İmâmiyye gibi tenkid etmiştir.

Zeydiyye fırkası, kendi içinde üç kola ayrılmıştır:

A- Cârûdiyye:

Ebu Cârûd Ziyâd b. Ziyâd adında bir şahsın taraftarlarından oluş­muştur. Allah ResÛlÜ’nÜn (sallaJlâhu aleyhi ve sellem) İmam Ali’nin (radıyallahu

anh) hilâfetini ismen değil vasfen tayin ettiğini söylerler. Onun vefatından sonra yerine geçmesi gereken İmam, Ali (radıyallahu anh) iken insanlar bu vasfı bilemediler ve vasfedileni aramadılar Ebu Bekir’i (radıyallahu anh) ken­di tercihleri ile göreve getirdiler, böylece küfre düştüler. Ebu Cârûd, bu iddiasıyla bizzat İmamı Zeyd’e (radıyallahu anh) muhalefet etmiştir. Çünkü o, bu görüşte değildi.

Cârûdİyye mensupları imamete kimin lâyık olduğu konusunda ihtila­fa düşmüşlerdir.

Kimilerine göre İmamet Ali’den (radıyallahu anh) Hasan’a (radıyallahu anlı)

ondan da Hüseyin’e (mdıyallahû anh) geçmiştir. Ondan Ali b. Hüseyin Zey-nelâbidîn’e, ondan oğlu Zeyd b. Ali’ye, ondan Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Alî b. Ebî Tâüb’e geçmiştir. Bu gruptakİlere göre imamet onun hakkıdır.            

İmam-i A’zam Ebu Hanîfe de ona biat etmişti ve onun taraftarları arasındaydı. Bu durum Halife el-Mansûr’a bildirilince büyük imamı ölünceye kadar hapiste tutmuştur. Rivayete göre o, el-Mansûr döne­minde ayaklanan Muhammed b. Abdullah’a biat etmiştir. Muhammed Medine’de katledilince Ebu Hanîfe bu biati üzere kalmıştır. O, Ehl-i Beyt bağlılığına inanan bîr şahsiyetti. Durumu el-Mansûr’a bildirilince de büyük çilesi başlamıştır.

Muhammed b. Abdullah’ın imametini savunanlar da kendi aralarında ihtilafa düşmüşlerdir. Bazılarına göre o, katledilmemiş olup yaşamaktadır. Bir gün çıkacak ve dünyayı adaletle dolduracaktır. Bazılarına göre ise Muhammed ölmüştür ve imamet ondan sonra Muhammed b. el-Kâsım b. Ali b. Ömer b. Ali b. Hüseyin b. Ali’ye geçmiştir. Bu zât, Halife el-Mutasım döneminde esir alınmış ve ölünceye kadar evinde hapsedilmiş­tir. Bazıları ise Küfe valisi Yahya b. Ömer’in imametini savunmuştur. Bu şahıs ayaklandığı zaman birçok taraftan olmuş ve Halife el-Müste’în döneminde öldürülmüştür. Kesik başı Muhammed b. Abdullah b. Tâhir’e götürülmüştür. Aleviye’den bir şair onun hakkında şu şiiri söylemiştir:

Bineğe binenlerin en kıymetlisini Öldürdün! Sana yumuşak bir söz işitmek için geldim. Seninle karşılaşmam bana öyle ağır geliyor ki, Hele ki keskin kılıcın ağzı aramızda.

Burada murat edilen kişi, Yahya b. Ömer b. Yahya b. Hüseyin b. Zeyd b. Ali’dir.

Ebu Ca’fer Muhammed b. Ali el-Bâkır bu şalisi Serhûb olarak isimlen­dirmiştir. Serhûb, denizde yaşayan kor şeytan anlamındadır.

Ebu Cârûd’un dostları arasında Fadl er-Ressân ve Ebu Hâlid el-Vâsıtfyi zikredebiliriz. Bunlar hüküm ve tavır bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Bazılarına göre Hz. Hasan (radıyallahu anh) ve Hz. Hüseyin’in (radıyaüahu anh)   çocuklarının   İlimleri   Allah   ResÛlü’nÜn   (sallallâhu  aleyhi  ve sellem) ilmi gibi olup öğrenme olmaksızın fıtrî ve zarurî olarak husule gelir. Bazılarına göre ise onların ilmi, diğer insanların ilimleri gibidir. Dolayısıyla onlardan olduğu gibi başkalarından da ilim Öğrenilebilir.

B- Süleymâniyye:

Süleyman b. Cerîr adlı şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bunla­ra göre imamet, halk içinde şûra ile belirlenir. Hayır ehü müslümanlardan ikİ kimsenin bİatıyla da belirlenebilir. Efdal mevcut iken daha altta birinin imameti de sahihtir.

Ebu Bekir (radıyaikhu anh) ve Ömer (radıyaliahu anh) hak imamlardır. Ama Ali (radıyallahu anh) hayatta iken onlara biat edenler hatalıdır. Şu var ki bu hata, fısk derecesinde ağır bir hata olmayıp içtihadı bir hatadır. Ancak, hilâfeti dönemindeki uygulamaları ve bidatleri nedeniyle Osman’ı (radıyaliahu anh) tekfir etmiştir. Yine ona göre İmarn Ali’yle (radıyaliahu anh) savaşan Âişe (radı­yaliahu anh), Talha (radıyallahu anh) ve Zübeyr (radıyallahu anh) küfre düşmüştür.

Râfızîleri de tenkid etmiş ve Râfizî imamların başkalarınca onaylanmayıp taraftarlarına hitap eden iki görüş belirttiklerini söylemiştir.

Bu görüşlerin ilki bedâ’dır. Râfizî imamları, kendilerinin güçlenip ikti­dar sahibi olacaklarına dair bir şey söyledikleri ve bunun aksi çıktığında “O konuda Allah Teâlâ’nın kararı değişti=Bedallâhu fî zâlike” derlerdi.

Diğeri ise takıyycdir. Onlar dilediklerini söylerler, fakat bunun doğru olmadığı kendilerine ifade edilince “Biz onu takıyye gereği söyledik, gere­ğini de takıyye gereği yaptık” diyerek kendilerini savunurlardı.

Efdal varken daha altta olanın (mefdûl) imametini caiz görmesi nok­tasında Mu’tezile’den bir topluluk onu izlemiştir. Bunlara örnek olarak şu isimleri zikredebiliriz: Ca’fer b. Mübeşşir, Ca’fer b. Harb ve Ehl-i Hadis’ten Kesîr en-Nevâ. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: İmamet, dinî masla­hatlardan biri olup Allah Teâlâ’yı ve O’nun vahdaniyetini bilmek için ona gerek duyulmaz. Çünkü bu, akılla hâsıl olur. İmamete İhtiyaç duyulması, had cezalarının uygulanması, davalılar arasında hüküm vermek, yetim ve dulların haklarını korumak, Kelimetullâh’ı yüceltmek, toplumsal birliği korumak ve din düşmanlarıyla savaşmak gibi noktalarda gündeme gelir. İmamet sayesinde müslümanların bir cemâati olur ve avam kaosa sürüklen­mekten korunur. İmamete getirilecek şahsın ümmetin en hayırlısı, İslâm’a girmede en kıdemlisi, en hikmetli ve en sağlam görüşlüsü olması şart değil­dir. Çünkü üstün (fâdıl) ve en üstünün (efdal) varolmalarına rağmen daha altta olanla da (mefdûl) bütün bu görevler îfâ edilebilir.

Ehl-i Sünner’ten bir cemaat da aynı görüşü paylaşarak imamın müçte-hid olmamasını, İçtihadı konularda uzman olmamasını caiz görmüşlerdir. Şu var ki imamın çevresinde İçtihâd ehlinden birileri olmalı ve İçtihâdî konularda onlara başvurmalıdır. Helal ve haram gibi hükümlerde onlar­dan fetva istemelidir. Genel olarak sağlam görüşlü ve olayları değerlendir­mede derin görüşlü olması da gereklidir.

C- Smihiyye Ve Betriyye:

Hasan b. Salih b. Hayy (24) adındaki şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Betrİyye İse Kesîr en-Nevâ el-Ebter’in (25) taraftarlarından oluş­muştur. İki fırka mezhep bakımından fikir birliği içindedirler. İmamet konusunda Süleymâniyye fırkasıyla aynı görüştedirler. Ancak Osman (radıyallahu anh) konusunda çekimser kalmış, mümin ya da kâfir olduğu husu­sunda fikir belirtmemişlerdir. Bu bağlamda şöyle demişlerdir: Osman (radiyallahu anh) hakkında vârid olan haberleri, Aşere-i Mübeşşere’den oldu­ğunu duyduğumuzda onun İslâm ve imanının sıhhatine, ilâveten cennet ehlinden olduğuna hükmetmemiz vacip olur. Emevîler ve Mervânîler’le ilgili, onların ahlâkını bozucu uygulamalarına ve sahabenin gidişatına uymayan uygulamalarına baktığımızda ise küfrüne hükmetmemiz gerek­mektedir. Bu İkİsi arasındaki şaşkınlığımızdan dolayı onunla ilgili olarak çekimser kalmayı tercih ettik ve onun hükmünü hâkimlerin en hikmetlisi olan Allah Teâlâ’ya. havale ettik.

İmam Ali’ye (radıyallahu anh) gelince, Allah ResÜİÜ’llden (sallaliâhu aleyhi ve sellem) sonra insanların en hayırlısı ve imamete en lâyık olanı odur. Ama o, imameti tamamen kendi rızasıyla diğerlerine teslim etmiş, kendi arzusuyla hakkından feragat etmiştir. Onun rıza gösterdiğine biz de rıza gösterir, onun teslim ettiğini biz de teslim ederiz. Bunun dışında bir davranış bize helal olmaz.

Eğer Ali (radıyallahu anh) imametin devrine rıza göstermeseydi Ebu Bekir (radıyallahu anh) helak olurdu. Her ikî fırka da efdal ve fâdılın rızası şartıyla daha altta olanın imametini caiz görmüştür.

Her ikisine göre de Hz. Hasan (radıyaHahu anh) veya Hz. Hüseyin’in (radıyallahu anh) çocuklarından bîri imamet İçin kılıç kuşandığında, eğer âlim, zâhid ve cesur bir şahsiyetse İmam olarak kabul edilir. Bazıları yüz güzelliği­ni de şart koşmuştur. Ancak bütün bu şartlara sahip iki imamın aynı anda ayaklanmaları durumunda söyledikleri tutarsızlıkla doludur. Böyle bir durumda hangisinin daha üstün ve daha zâhid olduğuna bakılır. Eğer bu bakımdan denk iseler, görüş bakımından daha sağlam, emir bakımından daha kararlı olana bakılır. Bu noktada da denk iseler, İmamet her İkisine de verilmez, imam me’mûm, emir sahibi memur olur. Eğer iki ayrı bölgede iseler, kendi bölgelerinde emir sahibi olurlar ve her ikisine de İtaat vacip olur. Herhangi birinin diğerinden farklı bir fetvası olursa, ikisi de isabet etmiş sayılır. Buna, diğer imamın kanını mubah kılan fetvası da dâhildir.

Eırka (Zeydiyye) mensuplarından zamanımızda yaşayanlar tamamen taklîd ehli olup re’y ve içtİhâd ehli bîr imamları yoktur. Usûl konusunda adım adım Mu’tezile’yi taklid ederler. Mu’tezile önderlerini Ehl~i Beyt imamlarından bile daha üstte tutarlar. Furû yani fıkıh konusunda ise Ebu Hanîfe’nin mezhebine tabidirler. Sadece birtakım meselelerde imam Şâfıî ve Şia’yı taklid ederler.

Zeydiyye’nin ileri gelenleri:

Ebu’l-Cârûd Ziyâd b. el-Münzir el-Abedî ki İmam Ca’fer es-Sâdık tarafından lanetlenmiştir Hasan b. Salih b. Hayy, Mukâtil b. Süleyman, Davetçi Nâsıru’1-Hakk Hasan b. Ali b. Hasan b. Zeyd b. Ömer b. Hüseyin b. Ali ve bir diğer davetçi Taberistân valisi Hasan b. Zeyd b. Muhammed b. İsmail b. Hasan b. Zeyd b. Hasan b. Ali ve Muhammed b. Nasr.

3- İmâmîtte:

Bu fırka mensuptan, Allah Resûlü’nün (saiiallâhu aleyhi ve sdlem) İmam Ali’nin (radıyallahu mh) imametini açık bir nas ve sâdık bir tayin ile bildirdiğine inanırlar. Onlara göre bu, sıfatları ima ederek değil, bizzat şahsı işaret ederek gerçekleşmiştir. Bu meyanda şöyle demişlerdir: Din ve İslâm dairesinde imamın tayininden daha mühim bir konu yoktur. O dünyadan ayrılırken kalbi ümmetin işleri hususunda rahat ve ferah olmalıdır. İmam, ihtilafları gidermek, birlik ve dirliği sağlamak İçin gönderilir. Ümmetini başıboş bırakıp gitmesi caiz değildir. Böyle bir durumda, herkes kendi başına buyruk hareket edecek ve kargaşa çıkacaktır. İmam, ölmeden Önce ümmetin İşlerini üstlenecek birini tayin etmekle mükelleftir. Ümmet İçin­den güvenilir ve itimâda şayan birini açık biçimde bildirmelidir. Ali’nin (radıyallahu anh) imameti bazı yerlerde îma yoluyla, bazı yerlerde de açıkça bildirilmiştir.

İma yoluyla tayinine örnek olarak şunlar zikredilebilir: Allah Resulü (salialiâhu aleyhi ve sellem) Tevbe sûresini halka okuması İçin Ebu Bekir’i (radıyalla­hu anh) göndermişti. Daha sonra Ali’yi (radıyallahu anh) göndererek sûreyi oku­masını ve insanlara tebliğ etmesini isterken yanındakilere şöyle buyurdu: “Cebrail (aleyhisselâm) bana geldi ve sûreyi benden -ya da ailemden- birinin tebliğ etmesini istedi.” Bu ifade, Allah Resûlü’nün (saiiallâhu aleyhi ve sellem) Ali’yi (radıyallahu anh) Ebu Bekir’in (radıyallahu anh) önüne geçirmesinin açık delilidir. Yine emir tayin ederken Ali’yi (radıyallahu anh) Ebu Bekir (radıyallahu anh), Ömer (radıyallahu anh) ve diğer sahabenin önüne geçirirdi. Bir defasında Amr b. el-As’ı (radıyallahu anh) o ikisinin üstüne emir tayin etmişti. Bir kere­sinde de Üsâme b. Zeyd’i {radıyallahu anh) onların üstüne emir tayin etmişti. Oysa Ali’nin (radıyallahu anh) üstüne hiç kimseyi emir tayin etmemişti.

Açık tayinine örnek olarak da şu naslar zikredilebilir: Allah Resulü (saiiallâhu aleyhi ve sellem) İslâmın İlk döneminde şöyle buyurmuştu: “Kim malı konusunda bana biat eder?” Bunun üzerine bir topluluk kendisine biat etti. Sonra şöyle buyurdu: “Kim canı üzere bana biat eder? O, ben­den sonra bu işin velîsi ve vasisi olacaktır.” Oradakilerden hiçbiri biat etmedi. Sonunda Ali (radıyallahu anh) elini uzatarak O’na canı konusunda biat etti ve bu biatinin gereğini hakkıyla yerine getirdi. Bu öyle bir sonuç doğurdu ki Kureyşliler Ebu Tâlib’i şöyle diyerek ayıplar oldular: “Yeğe­nin, oğlunu senin üstüne emir tayin etti!” Bilâhare İslâmın kemâle ermesi ve işlerin düzene girmesi sürecinde İnen şu ayet-i kerimede de bu açıklama vardır: “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.” (Mâide, 5/66) Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Gadîr-i Hum’a vardığında ağaçların kesilmesini emretti. Son­ra ‘Namaz için toplanınız!’ diye nida ettiler. Ardından bineğinin üstünden şöyle buyurdu: “Her kimin mevlâsı İsem, Ali de onun mevlâsıdır. Allahrm! Ona dost olana dost, ona düşman olana düşman ol! Ona yardım edene yardım et! Ona desteğini çekenden Sen de desteğini çek! Hakkı onunla dâim kıl! Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi?” (Müsned, 1/118, 4/281, 5/370; Hâkim, Müstedrek, 3/118, 126; İbn Ebu Şeybe, Musannaf, 6/328-329)

İmâmiyye, bunun açık bir nas olduğunu ileri sürmektedir.

Resûlullah (aleyhisselâm)’ın kimin mevlâsı olduğuna ve bu ifadenin han-gî mânaya geldiğine, bunun Hz. Ali hakkında ne şekilde kullanılacağına baktığımızda, sahabenin mevlâ olmayı bizim anladığımız gibi anladığını görüyoruz. Nitekim Ömer (radıyallahu anh) Ali (radiyaJlahu anh) ile karşılaşırken şöyle demiştir: “Müjde sana ey Ali! inanan erkek ve kadınların mevlâsı oldun!”

İmâmiyye mensupları, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yargı bakımından en üstün olanınız Ali’dir.” (Müstedrek, 3/145) hadisini, imamet için nas olarak görmüşlerdir. Onlara göre imametin anlamı, her hâdisede en iyi yargıda bulunmak, hasımlar arasında en adil hükmü verebilmektir. Allah Teâlâ’nın “Allah’a itaat edin, Resûl’e ve sizden olan emir sahiplerine İtaat edin.” (Nisa, 4/58) buyruğunun anlamı da budur. İmâmiyye bu aye­tin tefsirinde şöyle demiştir: Buradaki emir sahiplerinden maksat, yargı ve hüküm verme yetkisine sahip olanlardır. Nitekim hilâfet meselesinde Ensâr ile Muhacirler arasında yaşanan ilk ihtilafta, tarafların saygı duyduk­ları hükmü veren de İmam Ali (radıyaliahu anh) olmuştur. Allah Resulü (sallal­lâhu aleyhi ve sellem) sahabeden hemen hepsini belli bir vasıfla tahsis etmiş ve bu meyanda şöyle buyurmuştur: “Farzları en iyi bileniniz Zeyd, Kur’ân’ı en iyi okuyanınız Übeyy, helal ve haramı en iyi bileniniz de Muâz’dır.”

(Tirmizî, Menâkıb, Hadis no: 3793, 3794) Ali (radıyaüahu anh) hakkında İse “Yargı bakımından en üstün olanınız Ali’dir” (Müstedrek, 3/145) buyurmuştur. Yargı (kaza) bütün İlimleri bilmeyi gerektirirken, diğer ilimler yargı ilmini bilmeyi gerektirmemektedir.

İmâmiyye bu noktada kalmayıp daha ileri gitmiş ve mensupları sahâ-be-i kiramdan bazılarını tekfir etmiş, en azından onlar hakkında uygunsuz sözler sarfetmişlerdir. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm onların adaletlerine ve Allah Teâlâ’nın kendilerinden razı olduklarına şahitlik etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ağacın altında sana biat ederlerken Allah onlardan razı olmuştu.” (Fetih, 48/18) Orada Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) biat edenlerin sayısı bin dört yüz idi. Ayrıca Allah Teâlâ muhacir ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanları da övmüş ve şöyle buyurmuş­tur: “Muhacirler ve ensardan Öncekiler ve onlara güzellikle tâbi olanlardan Allah razı oldu, onlar da O’ndan razı oldular.” (Tevbe, 9/99) Yine O şöyle buyurmuştur: “Allah, Peygamberdin, muhacirlerin ve zorluk anında ona tâbi olan ensarın tövbelerini kabul buyurdu.” (Tcvbc, 9/117) Konuyla ilgili bir diğer buyruğu da şudur: “Sizden iman edip salih amel işleyenlere Allah şöyle vaadetti: Yemin olsun ki onlardan öncekileri halef kıldığı gibi kendilerini de yeryüzünde mutlaka halef kılacaktır.” (Nûr, 24/55) Bu ayet­te de sahabenin Allah Teâlâ katındaki yüce makamına, Resulü (sallaliâhu aleyhi ve sellem) nezdindeki değerlerine işaret söz konusudur. Nasıl olur da dindarlık iddiasında bulunan birçok kimse, sahabeyi tenkit edip onlara birçok zulüm ve haksızlık, hatta küfr isnat edebilir? Ayrıca Resûlullah(s. a.v.) içlerinden on zâtın yani Ebu Bekir (radıyaüahu anh), Ömer (radıyallahu

anh), Osman (radıyallahu anh), A1İ (radıyallahu anh), Talha (radıyallahu anh), ZÜbeyr (radıyallahu anh), Sa’d b. Ebî Vakkâs (radıyallahu anh), Saîd b. Zeyd (radıyallahu anh), Abdurrahman b. Avf (radıyallahu anh) ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh’ın (radıyallahu anh) cennetlik olduklarını haber vermiştir. Bunlardan her biri hakkında hususî haberler de gelmiştir. Bu sahabenin bir kısmı hakkında yapılan nakillerin rivayetlerini iyi incelemek gerekir. Çünkü râfızîlerin onlara İsnat ettikleri birçok asılsız haber vardır.

imâmiyye mensupları, Hz. Hasan (radıyallahu anh), Hz. Hüseyin (radıyal-lalıu anh) ve Ali b. Hüseyin’den sonra imametin kimde olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Onların bu meseledeki ihtilafları, diğer fırkaların ihti­laflarından bile daha çoktur. Harta onlardan biri şöyle demiştir: “Meşhur hadiste zikredilen yetmiş küsur fırka Şîa İle sınırlıdır. Bunun dışındakiler ümmetin inancı dışındadır.” İmâmiyye, imametin Ca’fer es-Sâdık’a verilişi hususunda fikir birliği içindedir. Ama ondan sonra kimin nasla belirlen­diği noktasında fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Çünkü Ca’fer’in beş oğlu vardı. Altı oğlu olduğu da söylenmiştir: Muhammed, İshâk, Abdullah, Musa, İsmail ve Ali. Bazıları şu isimlerin nas ve tayin ile belirlendiğini söylemiştir: Muhammed, Abdullah, Musa ve İsmail. Bunlar arasında soyu devam eden olduğu gibi devam etmeyenler de olmuştur. İmâmiyye arasında tevakkuf, bekleme (intizâr) ve kaybolduktan sonra geri dönme (ric’at) gibi fikirleri sahiplenenler çıkmıştır. Kimileri de sevk ve ta’diye görüşünde bulunmuşlardır ki bunların ayrıntıları her fırkada ayrıca ele alınacaktır.

Başlangıçta imamlarının vazettiği usûl üzere olan İmâmiyye men­supları, zamanın geçmesiyle ve onlardan yapılan rivayetlerdeki ihtilaflara bağlı olarak fırkalara bölünmüşlerdir. Bu fırkalardan her birinin kendine göre bir yolu vardır. İmâmiyye’nin bir kısmı Va’îdiyye veya Tafdîliyye ismiyle Mutezilî, bir kısmı da Müşebbihe ve Selefiye adıyla İhbârî olmuş­tur- Allah Teâlâ yolunu yitirip yanlışa dalanların hangi vadide hcîâk olduk­larına bakmayacaktır.

A- Bâkıriyye Ve Ca’feriyye:

Muhammed b. el-Bâkır b. Ali Zeynelâbidîn ve oğlu Ca’fer es-Sâdık’ın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bunlar, hem o ikisinin, hem de babaları Zeynelâbidîn’in imametlerini iddia etmiştir. Ancak fırka men­supları içinde bunlardan biri hakkında tereddüt edip imameti onun çocuk­larına uygun görmeyenler de vardır. Kimileri de bunun aksi görüştedir. Bu fırkayı ayrıştırmamızın nedeni Şîa arasında el-Bâkır üzerinde tevakkuf edip onun geri döneceğini (ric’at) söyleyenler bulunmasıdır. Aynı şekilde Ebu Abdullah Ca’fer b. Muhammed es-Sâdık üzerinde tevakkuf edenler de vardır. O, dinî konularda derin bir ilim, kâmil bir edeb, dünyaya karşı tam bir zühd ve arzular karşısında vera’ sahibidir.

Ca’fer es-Sâdık Medine’de ikâmet etmiş ve kendi taraftarlarına yardımcı olarak dostlarına ilimlerin sırlarını öğretme çabasına girişmiştir. İmamet konusuna hîç karışmadığı gibi bu konuda hiç kimseyle de rekabet ve mücadeleye girişmemiştir. Daha sonra Irak’a gitmiş ve bir süre orada kalmıştır. Onun durumu, marifet denizine dalanın sahile tamah etmemesi gibidir. Hakikatin zirvesine çıkan da aşağı düşmekten korkmaz. Eskiler şöyle demiştir: Allah Teâlâ ile ünsiyet kuran insanlardan uzaklaşır, Allah Teâlâ’dan gayrısıyla ünsiyet kuran da vesveselerin esiri olur.

Ca’fer es-Sâdık baba tarafından Allah Resûlü’nün (saliallâhu aleyhi ve seilem] soy ağacına dayanır. Anne tarafından ise Ebu Bekir’e (radıyallahu anh) dayanmak­tadır. Ca’fer es-Sâdık, birtakım aşırı uçların kendisine nisbet ettiklerinden de, onlardan da teberrî etmiş ve hepsini lanetlemİştir. O, Râfızîlerin birtakım tutarsız hususiyetlerinden, ric’at, bedâ’, tenasüh, hulul ve teşbîh gibi fikirle­rinden beri olduğunu her fırsatta açıklamıştır. Şîa, onun ölümünden sonra fikir ayrılığına düşmüş ve her grup kendine göre bir mezhep oluşturmuştur. Bu fırkaların hemen hepsi ona mensubiyetlerini iddia etmiş ve kendi görüşle­rini bir şekilde ona dayandırmaya çalışmışlardır. Ama o, irizâl ve kader gibi fikirlerden olduğu kadar kendi taraftarlarının aşırılıklarından da beridir.

İrâde konusundaki görüşü şudur: “Allah Teâlâ bizden veya bizim için bir şey murâd eder. Bizim için murâd ettiğini bizden sâdır kıldığı gibi bizden murâd ettiğini de bize İzhâr eder. Hal böyleyken bize ne oluyor da bizden murad ettiğini bırakıp da bizim için murad ettiğiyle meşgul oluyoruz?”

Kader konusundaki görüşü şudur: “Kader, ne cebr ne de tefvizdir; ikisi arasında bir şeydir.”

Duâ ederken şöyle derdi: “Allahım, itaat ettiysem hamd , isyan ettiysem de hüccet Senindir. İhsanda ne benim, ne bir başkasının rolü olmadığı gibi kötülükte de ne benim, ne başkasının hücceti olabilir.”

Ca’fer es-Sâdık hakkında farklı düşünen fırkaları, onun taraftar grup­ları olarak değil onun şeceresinin aslına mensubiyetleri itibarıyla sırala­mayı daha doğru görürüz.

B- Nâvûsiyye:

Nâvûs adındaki bir şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bir rivaye­te göre Nâvûsâ köyüne nispetle bu ismi almışlardır. Bunların iddiasına göre Ca’fer es-Sâdık yaşamaktadır ve ortaya çıkıp iktidar sahibi olana kadar ölmeyecektir. Mehdî de odur. Ca’fer es-Sâdık’ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Başımın dağdan aşağı fırlatıldığını görseniz bile inan­mayın. Çünkü sizin dostunuz kılıç sahibidir.”

Ebu Hâmid ez-Zûzenî (veya Zevzenî), Nâvûsiyye’nin Ali’nin (radıyalh-hu anh) hayatta olduğunu, Kıyamet günü yerin yarılıp onu çıkaracağını ve yeryüzünü adaletle dolduracağını iddia ettiklerini belirtmiştir.

C- Eftabiyye:

Bu fırkaya göre imamet, Ca’fer es-Sâdık’tan sonra oğlu Abdullah el-Eftah’a geçmiştir. Abdullah, İsmail’in ana-baba bir kardeşidir. Annesi ise Farıma bt. el-Hüseyin b. Hasan b. Ali’dir. İmam Ca’fer’in en büyük oğlu odur.

İddialarına göre İmam Ca’fer şöyle demiştir: “İmamet, İmamın en büyük oğluna geçer.” Başka bir yerde ise şöyle dediğini ileri sürmüşler­dir: “İmam, benim oturduğum yere oturandır.” Fırka mensuplarına göre İmam Ca’fer’in yerine büyük oğlu oturmuştur. Yine onlara göre imam vefat ettiği zaman, ancak yeni imam tarafından yıkanır, cenaze namazını o kıldırır, mührünü ancak o alır ve onu toprağa o verir. Bunların hepsi de İmam Ca’fer’in büyük oğlu tarafından îfâ edilmiştir. Ayrıca babası, bazı dostlarına emanet bırakmış ve bu emaneti talep edenin imam olduğunu söylemiştir. Bu emanetler de Abdullah tarafından istenmiştir. Her halü­kârda Abdullah, babasının vefatından sonra sadece yetmiş gün yaşamış ve erkek evlat bırakmadan vefat etmiştir.

D- Şumeytıyye:

Yahya b. Ebî Şumeytfin taraftarlarından oluşan bir fırkadır. İddi­alarına göre imam Ca’fer şöyle demiştir: “İmamınızın adı, bir peygambe­rinizin adıdır.” Babasının da ona şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Eğer bir oğlun olur ve ona benim adımı verirsen, imam o olur.” Nitekim ondan sonra oğlu Muhammed imam olmuştur.

E- Ismâiliyye:

Bu fırkaya göre Ca’fer es-Sâdık’tan sonraki imam, nassın delâleti ve diğer çocuklarının ittifakıyla İsmail’dir. Ancak bunlar, İsmail’in babası henüz hayattayken vefat etmesi üzerinde fikir ayrılığına düşmüş ve bir kısmı onun ölmediğini, bunun Abbâsîlerin şerrinden sakınmak için yapılmış bir takıyye olduğunu iddia etmiştir. Halife el-Mansûr’un Medi­ne’deki valisi de buna şahitlik etmiştir.

Bazılarına göre ise ölümü gerçek olup nas geriye doğru işlemez. Nassın yaran, imametin, hakkında nas bulunan şahsın evlatlanyla sınırlı olduğunu belirtmesidir. Şu halde İsmail’den sonraki imam, Muhammed b. İsmail’dir. Bu görüşü benimseyenlere Mübârekiyye de denilmiştir. Bun­lardan bir topluluk ise imametin Muhammed b. İsmail’de durduğuna ve onun bir zaman gâib olduktan sonra döneceğine (ric’at) inanmıştır.

Fırka mensuplarından bazıları ise İmameti önce gizlenip, daha sonra ortaya çıkan şahsiyetlere tahsis etmişlerdir. Bunlar bâtınîler olup bunların görüşlerini İleride daha ayrıntılı olarak ele alacağız. Bu fırkanın görüşü, imametin İsmail b. Ca’fer ya da Muhammed b. İsmail’de kalmasıdır. Bâtıniyye-İ Ta’lîmiyye olarak da bilinen İsmâiliye fırkası ise, bağımsız ola­rak ele alınacaktır.

F- Mûseviyye Ve Mufitzzüa:

İmam Ca’fer’in oğlu Musa b. Ca’fer’in nas ile imam tayin edildiğine inanan tek fırkadır. Fırka mensuplarına göre İmam Ca’fer şöyle demiş­tir: “Yedinciniz kıyam edeninizdir.” “İmamınız kıyanı edeninizdir, o da Tevrat sahibinin adaşıdır.” dediği de rivayet edilmiştir.

Şîa, Ca’fer es-Sâdık’ın çocuklarının dağıldığını, kiminin babası hayat­tayken çocuk bırakmadan öldüğünü, kiminin ölümü üzerinde ihtilaf edil­diğini, kiminin ölümden bir süre sonra kıyam edeceğine inanıldığını, kimi­nin erkek çocuk bırakmadan vefat ettiğini ve sadece Musa’nın babasının vefatından sonra imamet işini üstlenip gereklerini yaptığını görünce imam olarak ona yöneldiler. Bu görüşte olanlara örnek olarak el-Mufaddal b. Ömer, Zürâre b. A’yan ve Ammâr es-Sâbâti’yi zikredebiliriz.

Mûseviyye fırkası, İmam Ca’fer es-Sâdık’ın bir dostuna şunu söylediğini rivayet etmiştir: “Günleri say.” Dostu pazardan başlayıp cumartesiye kadar bütün günleri saydı, imam sordu: “Kaç gün oldu?” Dostu “Yedi” deyince şunu ifade etti: “Yedilerin yedisi, denirlerin güneşi ve ayların nuru, oyun ve eğlencede gözü olmayan yedinciniz ve kıyam edeniniz budur.” Bİr yandan da oğlu Musa el-Kâzım’a işaret ediyordu. Yine onun hakkında, “Musa, İsa peygambere (aleyhisselâm) benzer.” dediği nakledilmiştir.

Musa el-Kâzım imametini ilân edip ayaklandığı zaman Harun er-Reşîd onu Medine’den getirtip önce İsa b. Ca’fer’in evinde hapsetmiş, ardından da Bağdat’a getirterek es-Sindî b. Şâhek’in evinde hapsetmiştir. Rivayete göre Yahya b. Hâlid b. Bermek tarafından zehirli hurma verile­rek öldürülmüştür. Naaşı Bağdat’taki Kureyş kabristanına defnedilmiş ve taraftarları onun ardından ihtilafa düşmüştür.

Mûseviyye fırkasından bazıları ölümü hakkında tereddüt etmiş ve “Onun ölüp Ölmediğini bilmiyoruz.” demişlerdir ki bunlara Memtûra -kaçak, korkak- denmiştir. Onlara bu ismi veren Ali b. İsmail olup kendi­lerine şöyle demiştir: “Sizler ancak korkak köpeklersiniz!” Bir başka grup ise ölümünün kesin olduğuna inanmıştır ki bunlara Kat’iyye denilmiştir. Bir diğer grup imameti onda durdurmuş ve onun Ölmediğini, bir süre gâib olduktan sonra döneceğini iddia etmiştir. Bunlara da Vâkıfe denilmiştir.

G- Oniki İmmncılık (İsnâ Aşeriyye):

Musa el-Kâzım b. Ca’fer es-Sâdık’m öldüğüne kesin olarak inananlar Kat’iyye olarak isimlendirilmişlerdi. Bunlar imameti, onun çocuklarıyla sınırlandırarak şöyle demişlerdir: Musa el-Kâzım’dan sonraki imam, oğlu Ali er-Rıza olup Tûs şehrinde şehit olmuştur. Ardından Muhammed et-Takî el-Cevvâd imam olmuştur ve o da Bağdat’taki Kureyş kabristanına gömülmüştür. Ardından oğlu Ali b. Muhammed et-Takî imam olmuştur ve Kum şehrinde şehit olmuştur. Onun ardından Hasan el-Askerî ez-Zekî imam olmuştur. Ardından da oğlu ve beklenen imam Muhammed Kâim el-Muntazar imam olmuştur. Kendisi Sâmerrâ’da olup imamların onikin-cisidir. İsnâ Aşeriyye fırkasının imamlar silsilesi budur.

Bu on iki imamdan her biri üzerinde de ihtilaflar varit olmuştur. Bu imamlarla, kendi kardeşleri ve amca oğullan arasında yaşanan ihtilaflara da kısmen olsun değinmemiz gerekir. Ta ki değinmediğimiz bir mezhep, zikretmediğimiz bir görüş kalmasın.

Bilinmelidir ki Şîa arasında kardeşi Ali er-Riza’nın değil de Ahmed b. Musa b. Ca’fer’in imametini savunanlar da çıkmıştır. Ali’nin imameti­ni savunanlar önce Muhammed b. Ali üzerinde şüpheye kapılmışlardır. Çünkü babası, kendisi henüz imamete ehil olmayan ve imamet usulünü bilmeyen bir çocukken vefat etmiştir. Bu yüzdendir ki bir topluluk onun imametini savunurken ölümünden sonrasında da farklı fikirler belirtmiş­lerdir. Bir grup Musa b. Muhammed’in imametini savunurken başka bir grup Ali b. Muhammed’in imametini savunmuştur. Onlar Ali’nin el-Askerî olduğunu söylemiş ve onun ölümünden sonra da ihtilaf etmişlerdir. Bir grup Ca’fer b. Ali’nin imametini savunurken başka bir grup Muhammed b. Ali’nin imametini savunmuştur. Başka bir grup ise Hasan b. Ali’nin imametini iddia etmiştir. Bu grubun bir reisi vardı ve kendisine Ali b. Fulân et-Tâhm denirdi. Kendisi kelâm ehlindendi. Ca’fer b. Ali’nin gerek­çelerini güçlendirmiş ve insanları ona yönlendirmişti. Bu noktada Fâris b. Hatim b. Mâheveyh’in yardımını görmüştü. Çünkü Ali ölmüş ve ardında Hasan el-Askerî’yi bırakmışa. Bunun üzerine şöyle dediler: “Biz, Hasan’ı sınadık ve onda yeterli ilim olmadığını gördük.” Nitekim onlar Hasan’ın İmametini savunanlara Hımâriyye lakabını takarak Hasan’ın ölümünden sonra Ca’fer’in konumunu güçlendirmeye çalıştılar. İddialarına göre Hasan halef bırakmaksızın öldüğü için imameti bâtıl olmuştu. Nitekim Ca’fer bir­takım iddialar yönelttikten sonra Hasan’ın mirasına sahip çıktı. Hasan’ın durumu zamanla hem sultan, hem de halk nezdinde ortaya çıktı. Avam da, havas da sırlarına vâkıf oldular. Onun imametini savunanların fikirleri farklılaştı ve taraftarları bölünmeye başladı. Birçoğu Ca’fer’in imametini savunur oldu. Hasan’ın imametini savunanlardan birçoğu da fikirlerinden rücû ettiler. Hasan b. Ali b. Faddâl ki hadis ve fıkıh bilgisi bakımından en zenginleri olan zât da bunlara katıldı. Ca’fer’in ölümünden sonra da oğlu Ali b. Ca’fer’in ve Fâtıma bt. Ali’nin İmametini iddia ettiler. Bİr kısmı sade­ce Ali’nin imametini savunarak Fâtıma’nınkini reddetti. Ali ve Fâtıma’nın ölümünden sonra da büyük ihtilaf yaşadılar. Ebu’l-Hattâb el-Esedî gibi bazı kimseler aşırı fikirlere kapılarak gulâta dâhil oldu.

Hasan’ın imametini iddia edenlere gelince, bunlar da onun ölümün­den sonra on bir fırkaya bölündüler. Tanınmış isimleri olmamakla birlikte fikirlerini ana hatlarıyla zikretmek istiyoruz:

Birinci fırka: Bu fırkaya göre Hasan ölmemişti. Kendisi kâimdi ve zahirde çocuğu da yokken ölmesi caiz değildi. Yeryüzü imamsız kala­mazdı. Onlara göre kıyam eden (Kâim) imamın İki kere gâib olması (gay bet) kesindi. Birinci kayboluştan sonra tekrar dönecek ve güçlendikten sonra tekrar gâib olacaktır.

İkinci fırka: Bunlara göre Hasan ölmüş olmakla birlikte yaşamak­tadır. Kâim olmanın anlamı, öldükten sonra kıyam etmektir. Hasan’ın ölümü kesindir. Ancak çocuğu olmadığı için öldükten sonra da yaşaması gerekmektedir.

Üçüncü fırka: Hasan kesinlikle ölmüş ve imamete kardeşi Cafer’i vasi­yet etmiştir. Bu vasiyet sebebiyle imamet Cafer’e geçmiştir.

Dördüncü fırka: Bunlara göre Hasan ölmüştür. İmam ise Cafer’dir. Bu fırkaya göre Hasan’ın imametine inandıkları için kendileri hata etmiş­lerdir. Çünkü o, imam değildir. Halef bırakmaksızın öldüğü için İmamet iddiasında haksız olduğu kesinlik kazanmıştır. Ca’fer’in iddiası İse haldi çıkmıştır.

Beşinci fırka: Bu fırkaya göre Hasan ölmüştür ve onun İmameti­ni savundukları için kendilerini hatalı görürler. Hakiki İmam, Hasan ve Ca’fer’in kardeşleri Muhammed b. Ali’dir. Ca’fer’in fışkı açığa çıkıp kendisi de bunu ilan edince, Hasan da onun gibi olup fışkını gizlediği anlaşılınca şu kesinleşmiştir ki bunların İkisi de imamete lâyık değildir. Bu durumda imameti hakeden, Muhammed olmaktadır. Ca’fer ve Hasan değil çocuğu da olan Muhammed imam olmalıdır.

Altıncı fırka: Bunlara göre Hasan halef bırakmaksızın ölmemiş-tir. Onun da oğlu vardır. Bu çocuk, babasının Ölümünden İkİ yıl önce doğmuş olup amcası Ca’fer’den ve diğer düşmanlardan korunmak için gizlenmiştir. Adı Muhammed olan bu çocuk imam, kâim, hüccet ve bek­lenendir.

Yedinci fırka: Bu fırkaya göre de Hasan’ın oğlu vardır. Ama bu çocuk, onun ölümünden sekiz ay sonra doğmuştur. Ardında asılsız bir çocuk bırakarak öldüğü İddiası yersizdir. Çünkü böyle olsaydı, muhakkak açığa çıkardı. Gözle görüleni inkâr etmek caiz değildir.

Sekizinci fırka: Hasan’ın vefat ettiği doğrudur. Çocuğu olmadığı da doğrudur. Bir cariyesinin hamile kaldığı iddiası da bâtıldır. Ondan son­raki imam mevcud değildir. İşlenen günahlardan dolayı Allah Teâlâ’nın yeryüzünü imamsız bırakması aklen caizdir.  Buna fetret dönemi ve imamsız devir denir. Onun vefatından sonraki dönem, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderilmesinden önceki dönem benzeri bir fetret dönemidir.

Dokuzuncu fırka: Fırkamensuplarışöyledemişlerdir: Hasan ölmüştür. Ölümü kesindir. İnsanların bu meseledeki ihtilafları anlaşılmazdır. Hiç kuşku yok ki Hasan’ın bir oğlu olmuştur. Ama onun ölümünden önce mi yoksa sonra mı doğduğunu tam olarak bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, yeryüzünün hüccetsiz kalmayacağıdır. Onun gâib bir halefi vardır. Onu dost ve veli edinip suretiyle ortaya çıkıncaya kadar ismine sarılırız.

Onuncu fırka: Bunlara göre de Hasan ölmüştür. Ancak İnsanların bir imamı olması lâzımdır. Yeryüzü hüccetsiz kalmaz. Bilinmeyen husus, bu hüccetin onun oğlu mu, yoksa başka biri mi olduğudur.

Onbirİnci fırka: Bu fırka mensupları yukarıda sıralanan tutarsızlıkla­ra karışmayarak şöyle demişlerdir: İşin içyüzünü kesin olarak bilemeyiz. Ama er-Rıza hakkında kat’î bilgi sahibiyiz ve onun imam olduğuna inanıyoruz. Şia’nın ihtilafa düştüğü her meselede çekimser kalıp Allah Teâlâ’nın hücceti açığa çıkarmasını bekleriz. Hüccet, suretiyle ortaya çıkıp görenler tarafından imametine İnanılınca mucize, keramet veya delile ihti­yaç duyulmaz. Hüccetin mucizesi, İnsanların kavga gürültü etmeksizin tamamen ona tâbi olmalarıdır.

Onbir fırkanın tamamı bunlardır. Her biri bir şeyi kati olarak teslim ederken tamamı da hepsini teslim etmişlerdir.

İşin garip tarafı, imamın kayboluş (gaybet) süresinin ikiyüz elli küsur yıla kadar uzayabileceğine inanmalarıdır. Dostumuz ise şöyle demektedir: “Kâim imam kırk yıl geçtikten sonra çıktığında imamınız değildir. Peki ikiyüz elli küsur yıl kırk seneye nasıl sığacaktır?” Kayboluş süresinin nasıl düşünüldüğü sorulunca Şîa şöyle cevap vermektedir: “Hızır (aleyhisselâm) ve İlyâs (aleyhisselâm) dünyada binlerce yıldır yemeden İçmeden yaşamıyorlar mı? Böyle bir hususiyet Ehl-i Beyt’ten biri için neden caiz olmasın?” “Bu ihtilaflarınız ortadayken imamın kaybolduğunu nasıl iddia edebilirsiniz? Hem Hızır (aleyhisselâm) belü bir cemaate güvence olmakla mükellef değil­dir. Oysa sizin imamınız güvence kaynağı, hidâyet ve adaletin sağlayıcısı olmakla, cemaat da ona uyup sünnetine sarılmakla mükelleftir. GÖrülmeyen birine nasıl uyutabilir?” türünden sorular karşısında İmâmiyye, şaşkın vaziyette usûl bakımından Mu’tezüe’ye, sıfatlar konusunda ise Müşebbi-he’ye sarılmaktan başka çıkar yol bulamamıştır.

Şîa fırkalarından Ihbâriyye ile Kelâmiyye kanlı bıçaklı olup birbirleri­ni tekfir ederler. Mufaddile ile Va’îdiyye arasında yaşanan kavganın aynısı onlar arasında da mevcuttur. Allah bizi şaşkınlıktan korusun.

Açıkladığımız derin ihtilaflara rağmen beklenen imamın imametini savunanlar, onun hakkında ulûhiyet iddiasında bulunarak “De kİ: Amelde bulunun, Allah, Resulü ve müminler amellerinizi göreceklerdir. Gaybı ve şehâdcti bilen (Allah’a) döndürüleceksiniz.” (Tevbe, 9/105) âyetini beklenen İmama yormaktan haya etmezler mi?

İddialarına göre ayette murâd edilen şahıs, beklenen İmam olup kıyamet ilmi ona bildirilecektir. Ayrıca onun bizden asla uzak olmadığını, insanlar hesaba çekilirken bütün hallerimizi bize bildireceğini iddia eder­ler. Bütün bunlar akıl ve mantıktan uzak sözlerdir.

O merkezlerin hepsini dolaştım,

Bariz olan herşeyi dikkatle süzdüm,

Tek gördüğüm şaşkın birinin yumruğuydu,

Çenesine kapanmış, ya- da pişman birinin dişlerine vurulmuş.

İmâmiyye tarafından kabul edilen onîki imamın isimleri şunlardır:

el-Murtazâ, el-Müctebâ, eş-Şehîd, es-Seccâd, el-Bâkır, es-Sâdık, el-Kâzım, er-Rızâ, et-Takî, en-Nakî, ez-Zekî, el-Huccetü’1-Kâimu’l-Muntazar.

4- Gulât:

Bunlar, imametine inandıkları şahıslar hakkında çok aşırı fikirlere sahip olarak onları insanlık mertebesinden çıkartıp ilahlık mertebesine yükseltenlerdir. İmamlardan herhangi birini ilaha benzettikleri gibi, İlah’ı da insana benzettikleri görülmektedir. Genel olarak ifrat ile tefrit noktalarında yer alırlar. Şüphelerinin kaynaklan Hulûliyye, Tenâsuhiy-ye, Yahudilik ve Hıristiyanlık mezhepleridir. Bilindiği üzere Yahudiler yaratanı yaratılana benzetirken, Hıristiyanlar yaratılanı yaratana benzetmislerdir. Bu ve benzeri şüpheler Şia’nın aşırı uçları arasında yayılmış ve bazı imamların Hanlığını iddia etmelerine yol açmıştır. Teşbih fikri aslen Şia’da mevcutken bilâhare Ehl-i Sünnet5in bir bölümüne geçmiştir. Daha sonraları ise Şîa arasında Mutezilî fikirler daha fazla yer bulmuştur. Bunun nedeni, söz konusu fikrin akla daha yakın, teşbîh ve hulul düşüncesinden olabildiğince uzak olmasıdır.

Gulâtın ortaya attıkları bidatleri şu dört başlıkta toplamak müm­kündür: Teşbîh, Bedâ’, Ric’at ve Tenasüh. Aşırı Şiîler’in (gulât-ı Şîa) bel­delere göre belirlenmiş lakapları vardır. Örneğin İsfahan’da bulunanlara Hurremiyye, Kevziyye, Rey şehrinde bulunanlara Mazdekiyye, Sinbâdiy-ye, Azerbaycan’da bulunanlara Dekûliyye, Mâveraünnehir’deki Muham-mere’de bulunanlara Mubayyada denilmiştir.

Gulât on bir fırkadır:

A- Sebe’iyye:

Bu fırka, Abdullah b. Sebe adındaki şahsın taraftarlarından oluşur. Abdullah b. Sebe, Ali’ye (radıyalhhu anh) -ilah olduğunu imâ ederek- ‘Sen! Sen!’ demişti. İmam Ali (radıyallahu anlı) onu Medayİn şehrine sürdü. Bu şahsın aslen Yahudi olduğu, sonradan müslüman olduğu söylenmiştir. Yahudiliği döneminde Yûşa b. Nûn için ‘Musa peygamberin vasisidir’ demiştir. Müslüman olduktan sonra da aynını İmam Ali (radıyallahu anh) hakkında söylemeye başladı. Onun imametinin nas ile vacip olduğu fikrini ilk ortaya atan da o idi. Diğer aşırı fırkalar bundan doğmuştur.

Ona göre İmam Ali (radıyallahu anh) ölmemiş olup yaşamaktadır. Çünkü onda ilâhî bir parça olup onu ele geçirmek mümkün değildir. Bulutların içinde gelen odur, gök gürlemesi sesi, şimşek tebessümüdür. Bir gün yer­yüzüne inecek zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracaktır.

İbn Sebe bu iddialarını İmam Ali’nin (radıyallahu anh) vefat etmesinden sonra dillendirmeye başlamış ve bir cemaat oluşturmuştur. Tevakkuf, gay-bet ve ric’at gibi sapık fikirler ilk olarak bu cemaattan çıkmıştır. Bunlar, imam Ali’den (radıyallahu anh) sonra da ondaki İlâhî parçanın diğer imam­larda tenasüh ettiğini iddia etmişlerdir. İbn Sebe’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bu husus, onun muradının aksini savunsalar dahi sahabe tarafından da bilinmekteydi. Nitekim o, Harem’de had cezası olarak birinin gözünü çıkardığı zaman Ömer b. Hattâb (radiyallahu anh) bu olay hakkında şöyle demişti: ‘-Hâşâ- Allah Teâlâ’mn eli Harem-i Şerifte bir göz çıkarmışsa buna ne diyebilirim?!'”

B- Kâmiliyye:

Ebu Kâmil adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Bu şahıs, imam Ali’ye (radıyallahu anlı) biat etmedikleri iddiasıyla bütün sahabe-i kiramı küfürle itham etmiştir. Aynı zamanda tabiî hakkını talep etmedi diye­rek imam Ali (radıyallahu anh) hakkında da ileri-geri konuşmuş, hurûc etmesi ve ortaya çıkması gerekirken oturmasını mazur görmemiştir. Ona göre imamet bir insandan diğerine geçen (tenasüh eden) bir nurdur. O nur, bir şahısta peygamberlik (nübüvvet), başka bir şahısta imamet olarak görünür. Bazen de imamet, nübüvvete intikâl eder. Ona göre ölüm anında ruhlar tenasüh eder.

Aşırı fırkaların yaklaşık tamamı tenasüh ve hulul fikirlerinde fikir birli­ği etmişlerdir. Tenasüh, hemen her dinde bir fırkanın ileri sürdüğü bir iddi­adır. Asıl kaynağı ise Mazdekîler, Hint Brahmanları, filozoflar ve Sâbiîler-dir. Bu fırka mensuplarına göre Allah Teâlâ her yerde mevcuttur, her dilde konuşur ve her insanın suretinde hulul mânasında zahir olan O’dur.

Hulul, bazen cüz’î bazen de külli olur. Cüzi olması güneşin küçük bir pencere veya kristal üzerine yansıması gibidir.

Küllî olması ise meleğin bir şahısta, ya da şeytanın bir hayvanda zuhur etmesi gibidir.

Tenasüh ise dört mertebede gerçekleşir: Nesh, Mesh, Fesh ve Resh. Bunlar Mecûsî fırkalarının tafsilâtına girildiği zaman açıklanacaktır. En yüksek mertebe melekiyyet veya nübüvvet mertebesidir. En aşağı mertebe şeytanlık veya cinnîliktir.

Ebu Kâmil’in tenasüh konusundaki görüşü zahiriyle sınırlı olup ayrıntılı değildir.

C- Albâiyye:

el-Albâ b. Zira ed-Devsî -bazılarına göre el-Esedî- adındaki şahsın çevresinde toplananların oluşturduğu fırkadır. İmam Ali’yi (radıyallahu anh) Din Sahipleri Allah Resûlü’nden (salkllâhu aleyhi ve sdiem) üstün tutardı. Ona göre imam Ali {radıyallahu anh) -hâşâ- bir İlahtı. Hz. Muhammed’İ (sallallâhu aleyhi ve seltem) peygamber olarak gönderen de oydu. Allah Resûlif nü (sallailâhu aleyhi ve sel-iem) zemnıederdi; çünkü ona göre Hz. Muhammed (saliaUâhu aleyhi ve sellem) Ali’ye davet etmek için gönderilmiş olduğu halde kendine davet etmişti. Bu yüzden fırkanın bir adı da Zemîme (Zemmedenler) idi.

Fırkanın bazı mensuplarına göre her ikisi de ilahtı. Ancak İlahlık hükümleri bakımından Ali’yi (radıyallahu anh) önde tutarlardı. Bu görüşte olanlara Ayniyye denilmiştir.

Bazıları ise ilahlık bakımından Hz. Muhammed’İ (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) üstte görürlerdi ki bunlara da Mîmiyye denilmiştir.

Bazıları İse Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ali (radıyallahu anh), Fâtima (radıyallahu anh), Hasan {radıyallahu anh) ve Hüseyin’in (radıyallahu anh)

hepsini ilah olarak görürdü. Onlara göre bu beşi, tek bir varlık gibiydi. Birinin diğerine göre üstünlüğü yoktu. Fâtıma’yı (radıyallahu anh) dişil olarak zikretmeyi hoş görmedikleri için sonundaki dişilik tâ’sını atarak Fâtım der­lerdi. Nitekim şairlerinden biri şöyle demiştir:

Dinde Allah’tan sonra şu beşini dost edindim:

Bir peygamber, iki torunu, bir önder ve Fâtım.

D- Muğîriyye:

el-Muğîre b. Sald el-Iclî adındaki şahsın taraftarlarının oluşturduğu fırkadır. Muhammed b. Ali b. Hüseyin’den sonra imametin Muhammed en-Nefs ez-Zekiyye b. Abdullah b. Hasan b. Hasan’a geçtiğini iddia etmiştir. Bilindiği üzere en-Nefs ez-Zekiyye Medine’de kıyam etmişti. el-Muğîre onun ölmeyip yaşadığını iddia etmiştir.

El-Muğîre, Hâlid b. Abdullah el-Kısrfnin azatlısıydı. İmam Muham-med’den sonra imametin kendisine geçtiğini iddia ve bilâhare peygamber­liğini ilân etmiştir. Haramları helal saymış, Ali (radıyallahu anh) hakkında akıl almaz bir aşırılığa yönelmiştir. Bütün bunlara teşbihe dayalı görüşlerini de ilâve ederek şöyle demiştir: Hak Teâlâ, cisimdir ve harflere benzer organları vardır. Nurdan bir erkek suretindedir. Başında nurdan bir taç vardır. Kalbi hikmet fışkıran bir pınardır. Âlemi yaratmak istediğinde ism-i Azam’ı telaffuz etmiş, bu isim havada uçarak O’nun başına taç ola­rak konmuştur. Taratıp şekil veren yüce Rabbinin ismini teşbih et!’ (A’lâ, 87/1) buyruğu da bunun beyanıdır.

Sonra kulların fiillerine muttali olup bunları avucuna yazdı. İşledik­leri günahlardan dolayı gazaba gelerek terledi. Terinden iki deniz husule geldi. Biri tatlı, biri tuzlu oldu. Tatlı olan aydınlık, tuzlu olan karanlıktı. Aydınlık denize bakınca kendi gölgesini gördü. O gölgesinden bir kısmını alıp ayı ve güneşi yarattı. ‘Benimle beraber başka İlah olamaz!’ buyurup kalan gölgeyi yok etti. Sonra kalan mahlukâtı iki denizden yarattı. Kâfir­leri karanlık denizden, müminleri aydınlık denizden yarattı. İnsanların gölgeleri ilk yaratılan şeylerdi; bunlar arasından da ilk önce Hz. Muham-med’in (sallaUâhu aleyhi ve seilem) ve Hz. Ali’nin gölgelerini yarattı. İmam Ali’yi imametten menetme emânetini göklere, yerlere ve dağlara teklif etti. Hiçbiri bu emâneti almaya yanaşmadı. Sonra emanet insanlara arzedildi. Sonunda Ebu Bekir (radıyallahu anh), Ömer’in (radıyallahu anh) emriyle o emâne­ti yüklendi. Ömer (rajyallahu anh) ona, ‘Sen bu emâneti götür, sana yardım ederim. Tek şartım var, o da İmameti senden sonra bana vasiyet etmendir’ dedi. O da bu şartı kabul etti. Allah Tcâlâ’nın “Ve insan onu yüklendi. O gerçekten çok zâlim ve câhildir.” (Ahzâb, 33/72) ayetini buna yormuştur. Ömer (radıyallahu anh) hakkında ise “Şeytan gibi ki o insan -oğluna- “İnkâr et!’ demişti. İnkâr ettiğinde ise, ‘Ben senden beriyim’ demişti.” (Haşr/16) buyruğunun nazil olduğunu söylemiştir.

el-Muğîre Öldürüldüğü zaman taraftarları bölündü.  Kimisi onun geri döneceğine inanırken kimisi de Muhammed’in imametini beklemek gerektiğine inandı. El-Muğîre, Ebu Ca’fer Muhammed b. Ali’nin imame­tini iddia etmiş, ardından da onun hakkında aşırıya kaçarak ilahlığını iddia etmiştir. İmam el-Bâkır ondan teberrî ederek kendisini lanetlemiş-tir. el-Muğîre taraftarlarına şöyle demiştir: Onu bekleyin, bir gün mut­laka dönecektir. Cebrâîl (aleyhisselâm) ile Mikâil (aleyhisselâm) ona Rükün ile Makam arasında biat edecektir. el-Muğîre onun Ölüleri dirilttiğini de iddia etmiştir.

E- Mansuriyye:

Ebu Mansûr el-Iclî adlı şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bu şahıs kendisini Muhammed b. el-Bâkır’a (radıyallahu anh) nisbet etmiştir. İmam el-Bâkır, onunla hiçbir bağı olmadığını ilân ederek kendisini kovun­ca kendi imametini iddia etmeye başlamış ve İmam el-Bâkır vefat edince, “İmamet bana geçti’ demiştir. Bu iddiayla ortaya çıktı, Kûfe’de Benî Kin-de’den bir cemaat topladı. Hişâm b. Abdulmelik zamanında Irak valisi olan Yusuf b. Ömer es-Sekafî çirkin iddialarından haberdâr oldu ve onu yakalatıp astırdı.

Ebu Mansûr el-Iclî, İmam Ali’nin (radıyallahu anh) gökten düşen parça olduğunu iddia etmiş, kimi zaman da şöyle söylemiştir: “Gökten düşen parça Allah Teâlâ’dır.” Kendi imametini iddia etmeye başladığında şöyle demiştir: “Göğe yükseldim ve orada mabudumu gördüm. Eliyle başımı sıvazlayarak şöyle dedi: ‘Ey oğul, yeryüzüne in ve emirlerimi tebliğ et!’ Sonra beni yeryüzüne indirdi.” Bu durumda gökten düşen parça kendisi olmaktadır.

Yİne onun iddiasına göre peygamberlerde asla inkıta olmadığı gİbİ risâlet de kesintiye uğramaz. Ona göre Cennet, kendini sevmekle emro-lunduğumuz bir adamdır. O ayrıca vaktin de imamıdır. Cehennem de öyle biridir ki ona da buğz ve düşmanlık etmekle emrolunduk. Ayrıca o imamın düşmanıdır. Ebu Mansûr, bütün emir ve yasakları insan isimleri olarak tevil ederdi. Ona göre farzlar, sevilmesi emredilen insanların isim­leriydi. Haramlar da nefret edilmesi emredilen kimselerin isimleriydi. Bu tevil İle maksadı, dinin emir ve yasaklarını geçersiz kılmaktan başka bir şey değildi. Nitekim onun taraftarları muhaliflerini öldürmeyi, mallarını gaspetmeyi ve kadınlarını esir almayı helal görmüşlerdir. Bunlar Hurre-miyye’nin bir grubudur. Farz ve haramların birtakım insanlara benze­tilmesinin nedeni, sevilmesi emredilen kimseleri sevdiğimizde farzların sakıt olması, nefret etmemiz emredilen kimselerden nefret ettiğimizde ise haramların boşa çıkmasıdır.

Ebu Mansûr el-Icifnin ortaya attığı bir diğer bidat, Allah Teâlâ tarafından yaratılan ilk insanın Hz. İsa (aleyhisselâm), ikinci insanın da Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahu anh) olduğudur.

F- Hattâbiyye:

Ebu’l-Hattâb Muhammed b.Ebi Zeyneb el-Esedî adlı şahsın taraftar­larının oluşturduğu fırkadır. Ebu’l-Hattâb, Esed oğullarının azatlısıdır. Ebu’l-Hattâb, kendisini Ca’fer es-Sâdık’a nispet etmişse de, İmam Ca’fer kendisi hakkında aşırı fikirlere saptığım öğrendiği anda ondan yüz çevire­rek ona lanet etmiş ve cemaatine de ondan yüz çevirmelerini emretmiştir.

Bunun üzerine Ebu’l-Hattâb kendi imametini iddia etmeye başlamış, imamların peygamber hatta ilah olduklarını iddia etmiştir. İmam Ca’fer es-Sâdık’ı ve babalarını ilah olarak niteledi. “Onlar Allah Teâlâ’nın oğul­ları ve dostlarıdır.” dedi. Ona göre ilahlık peygamberlik üzerinde bir nur, peygamberlik de imamet üzerinde bir nurdur. Dünya bu nur ve eserler­den hâli kalmayacaktır. Ona göre Ca’fer yaşadığı dönemin ilahıdır. Yine o, “O, duyularla algılanabilen ve görülebilen bir varlık değildi. Ancak yeryüzüne İndiğinde bilinen suretine büründü ve insanlar onu bu suretiyle gördüler.” demiştir.

Halife el-Mansûr’un valisi İsa b. Musa onun çirkin iddialarından haberdâr olunca Küfe meydanında idam ettirdi. Onun Ölümünden sonra taraftarları dağılıp parçalandı.

Bir fırka, Ebu’l-Hattâb’dan sonra Mu’ammer adında birinin imam olduğunu iddia etmiş ve ona Ebu’l-Hattâb’a davrandıkları gibi dav­ranmışlardır. Cennetin dünyevî zevkler, cehennemin de dünyevî acılar olduğunu İleri sürmüş ve dünyanın yok olmayacağını iddia etmişlerdir. Farzları terk ederek haramları mubah görmüşlerdir. Zina, şarap ve ben­zeri birçok haramı helal saymışlardır. Namaz ve benzeri farzları da terk etmişlerdir. Bu fırka mensupları Mu’ammeriyye olarak bilinir.

Bir başka fırka ise Ebu’l-Hattâb’dan sonra Bezîğ adında birinin imam olduğunu iddia etmiştir. Bu adam, Ca’fer’in imam olduğunu, yani İlahın onun suretinde tecellî ettiğini iddia etmiştir. Her mümine vahiy gelebilece­ğini söyleyerek Allah Teâlâ’nın “Hiçbir nefs Allah’ın İzni olmaksızın iman etmez” (Yûnus, 10/100) buyruğunu buna tevîl etmiştir. Ayetteki ‘bi-iznil-lah-Allah’ın izniyle’ buyruğunu, ‘bi-vahyillah=Allah’ın vahyi ile’ şeklin­de tefsir etmişlerdir. “Rabbin balansına vahyetti ki” (Nahl/67) buyruğunu da bu şekilde tevîl etmişlerdir. İddiasına göre kendi arkadaşları arasında Cebrail (aleyhissdâm) ve MikâiFden (akyhisseMm) daha faziletli kimseler vardır. İddiasına göre kemâl derecesine ulaşan bir insanın öldüğü söylenemez; ancak onlar arasından nihayete ulaşan kişinin melekûta rûcû ettiği söylene­bilir. Fırka mensupları ölülerini gece gündüz gördüklerini de iddia etmiş-lerdir. Bu fırka, kurucusuna nispetle Bezîğİyye olarak adlandırılmıştır.

Bir başka grup ise Ebu’l-Hattâb’dan sonra Umeyr b. Beyân el-Iclî adında bir şahsın İmam olduğunu iddia etmiştir. Bunlar ilk fırka İle aynı görüşleri İleri sürmüş, ancak onların da öldüğünü kabul etmişlerdir. Küfe çöplüğünde bir çadır kurmuşlardı. Orada toplanıp Ca’fer es-Sâdık’a iba­det ediyorlardı. Yezîd b. Ömer bu yaptıklarını haber alınca Umeyr’i yaka­lattı ve Küfe çöplüğünde astırdı. Bu fırka hem Umeyriyye, hem de Icliyye adıyla tanınmıştır.

Bir diğer grup Ebu’l-Hattâb’dan sonra Mufaddal es-Sayrafî’nin imam olduğunu iddia etmiştir. Bunlar Ca’fer’in peygamber ve resul olmayıp rab olduğunu iddia etmişlerdi. Bu fırka da Mufaddaliyye olarak isimlendiril­miştir.

İmam Ca’fer es-Sâdık bu sapık fırkaların tamamından teberrî etmiş, onları çevresinden kovarak lanetlemiştir. Bunların hepsi büyük bir şaşkınlık ve dalâlet içinde kimselerdi. İmamlar konusunda da büyük bir cehalet içindeydiler.

G- Keyyâliyye:

Ahmed b. el-Keyyâl adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bu şahıs, Ca’fer b. Muhammed es-Sâdık’tan sonra Ehl-i Beyt’ten -muhtemelen gizli- bir zâtın imametini iddia ve ona davet etmiştir.

Bu şahıs ilim adına birşeyler duymuş, ancak bunları kendi sağlıksız ve dayanaksız fikirleriyle karıştırarak her ilim dalında daha önce işitilmemiş ve akıl almaz bir görüş ortaya atmıştır. Bazı noktalarda Hasan’a ısrarla karşı çıkmıştır.

Ehl-i Beyt onun bidatlerine muttali olunca kendisinden teberrî etmiş ve yanlarından uzaklaştırarak lanet okumuşlardır. Ehl-i Beyt’in bu tavrı üzerine onları terkeden el-Keyyâl kendi davetini başlatmış ve önce imâm, ardından da Kâim olduğunu iddia etmiştir.

Ona göre âfâkı enrüs üzerinde takdir edebilen ve her iki âlemin tavrını ortaya koyabilen herkes imamdır. Âfâk ile kasdettiği ulvî âlem, enfüs ile kasdettiği ise süflî âlemdir. Küllü zâtında takrir eden, bütün küllileri kendi şahs-ı cüzisinde açıklayabilen kişi kâimin kendisidir. İddiasına göre bütün zamanlar içinde bu takriri yapabilen tek insan Ahmed el-KeyyâPdır. Bu nedenle de Kâim kendisidir.

Önce imam, sonra kâim olduğunu İddia ettiği için bizzat kendi taraf­tarlarından birince katledilmiştir. Fikirleri Arapça ve Farsça kaynaklarda yaşamaya devam etmiştir. Bunların çoğu aklen ve şer’an kabul edilemez nitelikte saçmalıktan İbarettir.

El-Keyyâfe göre üç âlem vardır: Âlem-i a’lâ, âlem-i ednâ ve âlem-i insanî.

Alem-i a’lâda beş mekân mevcuttur: En üstte mekânların mekânı yeralır ki bu, boş bir mekân olup hiçbir varlık tarafından meskûn olmadığı gibi hiçbir rûhânî tarafından da idare edilmez. Rüll ile çevrilmiştir. İddi­asına göre bu, şeriatte vârid olan Arş’dan ibarettir. Bu mekânın altında Nefs-i a’lânın mekânı, onun altında nefs-i natıkanın mekânı, onun da altında nefs-i insanînin mekânı mevcuttur.

Ona göre nefs-i İnsanî nefs-i a’lâ âlemine yükselmek istemiş ve oraya tırmanmaya başlamıştır. Bu meyanda hayvani ve nâtık mekânları yırtarak geçmiştir. Nefs-i a’lâ âlemine yaklaştığında bocalamaya, tökezlemeye, bozulmaya ve dönüşmeye başlamış ve âlem-i süfliye düşmüştür. Orada asırlar ve devirler boyu bozulmuş ve dönüşmüş halde kalmıştır. Daha son­ra nefs-i a’lâ onun üzerinden geçmiş ve ona kendi nurlarından bir parçayı taşırmıştır. Bunun sonucunda da bu âlemdeki terkipler ortaya çıkmıştır. Böylelikle gökler ve yer, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insan oluşmuş­tur. Nefs-İ insanî bütün bunların arasında bazen sevinçle, bazen tasayla, bazen neşeyle, bazen kederle, bazen huzur ve rahat, bazen de darlık ve sıkınayla yaşamış, Kâim ortaya çıkıncaya kadar da bu hal devam etmiştir. O geldiğinde kemâl derecesine ulaşmış, terkipler çözülmüş ve tezatlar ortadan kalkmıştır. Rûhânî olan cismânî olana hâkim olmuştur. Bu Kâim, Ahmed el-Keyyâl’den başkası değildir.

Kendinin nasıl tayin edileceğini en zayıf ve tutarsız biçimde kanıtla­maya çalışmıştır. Ona göre Ahmed ismi, dört âleme tekabül eder. Adında­ki Elif harfi nefs-i a’lâ’yı, Hâ harfi nefs-İ natıkayı, mîm harfi nefs-i hayva­niyi, dâl harfi ise nefs-i insanîyi karşılamaktadır. Ona göre bu dört âlem, temel ve basittir. Mekânların mekânına gelince orada hiçbir varlık mevcut değildir.

Ulvî âlemlerin mukabilinde süflî-cismânî âlemin bulunduğunu iddia ederek şöyle demiştir: GÖk boştur ve mekânların mekânına mukabildir. Altında ateş, onun altında hava, onun altında arz, onun da altında su vardır. Bu dördü, dört âleme mukabldir.

Fikirlerini açıklamaya şöyle devam eder: İnsan ateşin karşısında, kuş havanın karşısında, hayvan arzın karşısında, balık suyun karşısında yeralır. Diğer varlıklar için de aynı yol izlenir. Suyun merkezi, merkezlerin en altıdır. Balık da mürekkeplerin en değersizidir.

Üç âlemden biri ve âlem-i enfüs olan âlem-i insanîyi, rûhânî ve cis­mânî âlemlerle karşılaştırarak şöyle demiştir: Bunda mürekkep olan beş duyu vardır:

İşitme, mekânların mekânını karşılar. Çünkü o, boştur ve göğün karşılığıdır.

Görme, rûhânî bakımdan nefs-i a’lâyı, cismânî balamdan ateşi karşılar. Göz bebeği (insanü’l ayn) orada bulunur ve İnsan, ateşe mahsustur.

Koklama, rûhânî bakımdan nefs-i nâtıkı, cismânî bakımdan havayı karşılar. Çünkü koklama havadan kaynaklanan bir duyudur.

Tatma, rûhânî balcımdan hayvaniyi, cismânî bakımdan arzı karşılar. Arz hayvanın ihtisasına dâhilken yeme de hayvanın ihtisasına dâhildir.

Dokunma, rûhânî bakımdan nefs-i insanîyi, cismânî bakımdan suyu karşılar. Balık suya mahsus olup dokunma balığa mahsustur. Dokunmayı yazmayla da ifade etmiştir.

Ahmed; Elif, Hâ, Mîm ve Dâl harflerinden oluşur ve bu dört harf, dört âlemi karşılar.

Ulvî-rûhânî âlem karşısındaki durumunu açıkladık. Alem-i süflî kar­şısındaki durumu ise şöyledir: Elif harfi insana, hâ harfi hayvana, mîm harfi kuşlara, dâl harfi balıklara delâlet eder. Elif, dosdoğru olması itibarıyla insan gibi, hâ eğik ve yatık olması, ayrıca hâ harfiyle başlaması itibarıyla hayvan gibi, mîm kuşların başları gibi, dâl da balıkların kuyrukları gibi olduğu için böyledir.

Ona göre Allah Teâlâ insanı Ahmed isminin şekli üzere yaratmıştır. Endamı elif, elleri hâ, karnı mîm ve ayaklan dâl gibidir.

Tuhaf görüşlerinden biri de şudur: Peygamberler taklîd ehlinin Önder­leridir. Taklîd ehli ise kördür. Kâim ise basiret ehlinin önderidir. Basiret ehli, akıl sahiplerinden oluşur. Bu basiretleri âfâk ve enfüs karşısında elde ederler.

Yukarıda sıralanan karşılaştırmalar işittiğimiz en akıl dışı ve değersiz görüşlerdendir. Hiçbir akıl sahibinin değil bunlara İnanmak, işitmeye bile tahammülü olamaz.

Bütün bunlardan çok daha garibi, birtakım yanlış tevilleri ile şer’î farzlar ve dinî hükümler arasında yaptığı karşılaştırmalardır. Âfâk ve enfüs âlemlerindeki meveûdât arasında da benzer karşılaştırmalar yapmış ve bun­ları yalnız kendisinin bildiğini ileri sürmüştür. Halbuki bunlar daha önce birçok âlim tarafından ortaya konmuştur. Ancak onlar, bu karşılaştırma­ları el-Keyyâl’ın yaptığı tarzda asılsız temellere dayandırmamışlardır. O, Mizân’ı âlemlere, Sırât’ı bizzat kendisine, cenneti kendi ilmine ulaşmaya, cehennemi de bu ilmin zıddına ulaşmaya yormuştur.

Usûlü böyle olan bir şahsın fiırûunun ne olabileceğini varın siz tah­min edin!

H- Hişâmiyye:

İki Hişâm’ın taraftarlarının oluşturduğu bir fırkadır, Bu iki Hişâm’dan biri, teşbîh fikrini savunan Hişâm b. el-Hakem’dir. Diğeri ise teşbih fikrin­de onu izleyen Hişâm b. Salim el-Cevâlikfdir.

Hişâm b. el-Hakem Şia’nın tanınmış kelamcılarından biridir. Mu’tezile’den Ebu’l-Hüzeyl ile kelam sahasında, özellikle teşbîh ve Allah Teâlâ’nın ilmi meselelerinde münazaraları olmuştur.

İbnu’r-Râvendî ondan şunu nakletmiştir: Ona göre Mâbûd ile cisimler arasında bir tür benzerlik vardır. Eğer böyle bir benzerlik olmasaydı cisimler O’na delâlet edemezdi.

el-Kâ’bî de şunu nakletmiştir: İbnü’l-Hakem dedi ki: “O, en, boy ve derinlik sahibi bir cisimdir, ama yarattıklarından hiçbirine benzemez. Yaratılmışlardan hiçbiri de O’na benzemez.”

Onun şöyle dediği de nakledilmiştir: “Kendİ karısıyla yedi karıştır ve belli bir mekânı vardır. Belli bir”yönü de olup hareketlidir. Hareketi de fiilinden ibaret olup bir mekândan diğerine İntikâl etmesi değildir.

Zâtı ile sonsuz olup kudretiyle sonsuz değildir.

Ebu İsa el-Verrâk da şöyle dediğini nakletmiştir: Allah Teâlâ Arşına temas eder. Hiçbir tarafı Arş’ın dışına taşmaz. Arş’m da O’na temas eden bölümü dışında fazlalığı yoktur.

Hİşâm b. el-Hakem’e göre Allah Teâlâ Zâtı’nı ezelden beri bilir. Eşyayı ise vücûda geldikten sonra bilir. Vücûda gelmezden önce hiçbir şeyi bilmez. İlmi, kıdem ve hudûs ile tavsif edilmez. Çünkü sıfattır. Sıfat ise tavsif edilmez. O’nun hakkında ‘O O’dur, veya bir kısmıdır veya gayrıdır’ denilmez.

Kudret ve hayat sıfatları hakkında ilim sıfatından farklı görüş belirt­miştir. Ancak bu iki sıfatın hadis olduklarını söylememiştir. Ona göre Allah Teâlâ eşyayı murâd eder, O’nun irâdesi bir tür hareket olup Allah Teâlâ’nın ne kendisi, ne de gayrısıdır.

Ona göre Allah Teâlâ’nın kelâmı bir sıfattır. Onun hakkında yaratılmıştır veya yaratılmamıştır demek caiz değildir.

Arazlarda Allah Teâlâ’ya delâlet söz konusu değildir. Çünkü bu araz­lar arasında istidlal yoluyla sübût bulanlar vardır. Allah Teâlâ’ya delâlet edecek şeyin varlık bakımından istidlali değil zarurî olması gerekir. Ona göre istitâ’at, fiilin yapılmasını sağlayan araç, organ zaman ve mekândan ibarettir.

Hişâm b. Sâlİm’e göre ise Hak Teâlâ İnsan suretinde olup üstü boş, altı doludur. O, ışıldayan bir nurdur. Beş duyusu mevcuttur. Eli, ayağı, gözü, kulağı, ağzı ve burnu vardır. Siyah perçemi bulunmaktadır ki bu, siyah bir nurdan ibarettir. Fakat O, et ve kandan müteşekkil değildir. Ona göre İstitâ’at, ona sahip olanın bir parçasıdır. İmamların masum olduğunu söyleyen İbn Sâlinı’in peygamberlerin günah işlemelerini caiz gördüğü nakledilmiştir. Ona göre peygambere vahiy geldiği için kusur İşleyebilir. Çünkü vahiyle düzeltilmesi mümkündür. Oysa imamlara vahiy gelmez. Bu nedenle de kusur işlemezler.

Hişâm b. el-Hakem Ali (radıyaliahu anh) hakkında çok aşırıya giderek itaati farz kılınmış bir ilah olduğunu iddia etmiştir. Usûlde bu derece sakat fikirlere sahip olan Hİşâm b. el-Hakem Mu’tezile karşısında birçok başarı elde etmiştir. Örneğin el-AIlâf ile yaptığı bir münazarada ona şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nin bir ilimle Âlim olduğunu, ilminin Zâtı olduğu­nu söylüyorsun. Bu durumda ilmiyle Alim olması noktasında muhdesâta katılırken, ilminin Zâtı olması noktasında muhdesâttan ayrılır. Böylelikle diğer âlimler gibi olmayan bir Alim olur. Bunu söylerken niçin şunları da söylemiyorsunuz: O, diğer cisimler gibi olmayan bir cisim, diğer suretler gibi olmayan bir surettir, diğer ölçüler gibi olmayan bir ölçüsü vardır demiyorsunuz?”

Zürâre b. A’yen Allah Teâlâ’nın ilminin hadis olması görüşünde ona katılmış, daha ileri giderek kudret ve diğer sıfatlarının da hadis olduğunu iddia ermiştir. Ona göre Allah Teâlâ bu sıfatların hudûsundan önce ne Âlim, ne Kadir, ne Hay}’, ne Semi, ne Basîr, ne Mürîd, ne de Mütekellim’di,

Zürâre, Abdullah b. Ca’fer’in imametini iddia etmişti. Ancak onunla bazı konularda anlaşamayınca Musa b. Ca’fer’in imametini iddia etti. Bir rivayete göre onun imametini de kabul etmemiş, mushafa işaret ederek “Benim imamım budur’ demişti. Bir ara Abdullah b. Ca’fer’e yeniden dönmüştü.

Zürâriyye fırkasına göre bilgi zarurîdir. Onlar imamların câhil ola­mayacaklarını iddia etmişlerdir. Çünkü onların bilgileri fıtrî ve zarurîdir. Onlar dışında herkesin bilgisi öğrenmeye dayanır. İmamların fıtrî bilgileri başkaları tarafından idrâk edilemez niteliktedir.

I- Nu’mâniyye:

Muhammed b. Nu’mân Ebu Ca’fer el-Ahvel adlı şahsın taraftarla­rından oluşan fırkadır. Lakabı Şeytân-ı Tak olduğu için, fırkasına Şeytâniy-ye de denmiştir.

Şia onun “Mümin-i Tak” olduğunu söylemiştir. Muhammed b. Nu’man, aslında İmam Bakır Muhammed b. Ali b. Hüseyin’in öğrencisi­dir; İmam Bakır bir zamanlar ona kendi derin ahval ve esrarından pek çok şey öğretmiş idi. Ancak Nu’mân’ın, İmam Bâkır’dan aktardığı (radıyallahu anh) teşbih tarzı ifadeler sahih değildir.

Kendisi Allah Teâlâ’nın herhangi bir şeyi olmazdan önce bilemeyece­ği görüşünde Hişâm b. el-Hakeiîı’e tâbi olmuştur.

Şeytân-ı Tâk ve Râfızîlerden birçoğu Allah Teâlâ Zâtında câhil olmayıp Âlimdir; ancak O, eşyayı ancak takdir ve murâd ettiği zaman bilir. Onları, takdir etmeden ve murâd etmeden bilmesi imkânsızdır. Bu, O’nun Âlim olmamasından dolayı değil, herhangi bir şeyin O’nun takdir ve irâdesi olmaksızın “şey” olamamasından dolayıdır. O’nun takdiri İrâde­si, İrâdesi de fiilidir.

Ona göre Allah Teâlâ rabbânî bir İnsan suretinde nurdur. O’nun cisim olması fikrini reddetmiş ve şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nm Adem’i (radıyallahu anh) kendi suretinde -ya da Rahmân’ın suretinde- yarattığına dair sahih hadisler mevcuttur. Bu hadisleri tasdik etmek gerekir.” Suret konusunda Mukâtil b. Süleyman’dan da benzer görüşler nakledilmiştir. Aynı şekilde Davûd el-Cevâribî, Nuaym b. Hammâd el-Mısrî ve diğer Hadis Ehlinden Allah Teâlâ’nın suret ve uzuvlara sahip olduğu yönünde görüşler nakledilmiştir.

Nitekim Davûd’dan şöyle bir ifade nakledilmiştir: “Avret mahalli ve sakal konusunda beni mazur görün, bunlar dışında herşeyi sorabilirsiniz. Hadisler içinde bunu isbât eden birçok bilgi mevcuttur.”

İbnu’n-Nu’mân Şîa lehinde birçok kitap yazmıştır. ‘İf al-Yap’, ‘Lime fe’alte—Niçin yaptın?’ ve ‘Lâ tefal=yapma gibi isimleri olan kitaplarında müslüman fırkaları dört ana gruba ayırmıştır. Ona göre ilk fırka Kaderİy-ye, ikinci fırka Haricîler, üçüncü fırka Avam, dördüncü fırka ise Şia’dır. Kendi iddiasına göre ahirette kurtuluşa erecek olan fırka Şia’dır.

Hişâm b. Salim ve Muhammed b. en-Nu’mân’dan sözedilirken bu iki­sinin Allah Teâlâ hakkında konuşmadıkları, sadece tasdiki vacip görülen hususları rivayet ettikleri zikredilmiş ve “Varılacak son muhakkak Rabbi-nedir” ayetinin tefsiri sorulduğunda, söz Allah’a vardığında susarlardı,’ denilmiştir. Her ikisi de ölünceye kadar Allah Teâlâ hakkında konuş-mamışlardır. Bu rivayet cl-Verrâk’a aittir.

J- Tûnusiyye:

Yûnus b. Abdurrahman el-Kummî adlı şahsın etrafında toplananların oluşturduğu bir fırkadır.

Ona göre Hak Teâlâ’yı Arş, Arş’ı da melekler taşır. Konuyla ilgili bir hadiste ‘meleklerin Allah Teâlâ’nın Arş üzerindeki azametinden dolayı inledikleri’ rivayet edilmiştir.

Yûnus, Şîa içinde Müşebbihe fikrine meyledenlerdendir. Bu fikri esas alan kitaplar telif etmiştir.

K- Nusayriyye ve Ishâkıyye:

Şia’nın aşırı uçlarından (Gulât) bir topluluktur. Görüşlerini destekle­yen ve fikir adamlarını savunan bir cemaatları vardır. Ehl-i Beyt imamları hakkında ilah isminin kullanılması noktasında farklı fikirlere sahiptirler. Onlara göre cismânî cesedde ruhanî varlığın zuhurunu akıllı kişi inkâr edemez. Hayır cihetinde Cebrail’in (aleyhisselâm) insan suretinde zuhur etmesi gibi, kötülük cihetinde de, lanetlenmiş şeytanın insan suretinde zuhur etmesi gerçektir. Aynı şekilde cinlerin insan suretinde görünmeleri ve insan gibi konuşmaları da bir hakikattir. Onlara göre Allah Teâlâ bazı şahısların suretlerinde zuhur etmiştir.

Allah ResÛlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) SOnra A1İ (radıyallahu anlı) ve çocuklarından daha üstün kimse kalmamıştır. Onlar, yeryüzünün en hayırlı varlıklarıdır. Böyle olunca, Hak onların suretinde görünmüş ve dilleriyle konuşup elleriyle tutmuştur. Bu nedenledir ki onlara ilah deni­lebilir. Ancak bu isim, yalnız İmam Ali (radıyaliahu anh) için kullanılabilir. Çünkü yalnız o, Allah Teâlâ’nın husûsî yardımına mazhar olmuş ve sırların iç yüzüne muttali kılınmıştır. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ben zahirle hükmederim. Sırları ise Allah Teâlâ üstlenmiştir” (Münavî, Feyzü’l-Kadir, 3/17; Adûnî, Kesfiı’1-Hafo, 1/220; Müsncd-i Şafiî, s. 16; Ayrıca bkz. Buhârû rtisam, 21) buyurmuştur. Bu nedenledir ki Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) müşriklerle savaşmışken, imam Ali (radıyallahu anlı) münafıklarla savaşmıştır. İşte bundan hareketle de Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından İsa b. Meryem’e (aleyhisselâm) benzetilmiştir: “Eğer insanların İsa b. Meryem hakkında söylediklerim senin hakkında söylemeyecek olsa­lardı, seninle ilgiü birşeyler söylerdim.” (Ebu Abdullah el-Müfîd, el-irşâd, 1/165) İmam Ali’nin (radıyallahu anh) risâlete ortak olduğunu iddia edenler de çıkmıştır. Bu meyanda Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: “Nüzûlu sebebiyle ben savaştığım gibi Kur’an’ın tevili sebebiyle de savaşan biri çıkacaktır. Dikkat edin o, ayakkabı dikicisi-

dir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 6/244; Müsııed, 3/31, 33, 82) Tevîl İlmi, müllâflklarla savaş, cinlerle konuşma ve Hayber kalesinin kapısını beşerî bir kuvvet olmaksızın parçalama gibi hususlar İmam Ali’de (radıyallahu anh) ilâhî bir özelliğin ve rabbânî bir kuvvetin bulunduğuna delil olarak gösterilmiş­tir. Bunlara göre Allah Teâlâ onun suretinde zuhur etmiş, onun elleri vasıtasıyla yaratmış ve dilinden emretmiştir. Fırka mensupları dediler ki: Gökler ve yer yaratılmadan önce de o vardı. Bizler, Arş’m sağ tarafındaki gölgelerdik, Allah Teâlâ’yı teşbih ettik. Bizim teşbihimize uyup melekler de teşbih ettiler. O gölgeler ve gölgeleri ifade eden suretler ki onun haki­katidir; onlar Allah Teâiâ’nın nuruyla aralıksız parlamaktadır. Bu parla­ma, bu âlem, öbür âlem farkı olmaksızın devamlıdır. Söylediklerine göre İmam Ali (radıyallahu anh) şöyle demiştir: Ben Ahmed’denim, tıpkı ışığın ışıktan olması gibi. Bu sözün maksadı İki nur arasında fark bulunmadığı, sadece birinin diğerinden önce geldiğidir. Bu ve benzeri nakillerden hare­ket ederek ortak olduklarını iddia etmişlerdir.

Nusayriyye İmam Ali’nin (radıyallahu anh) ilâhî özelliği üzerinde durur­ken İshâkıyye peygamberlikteki ortaklık üzerinde durmaktadır. Bu iki fırka arasında burada zikretmeye değer görmediğimiz birçok ihtilaf mev­cuttur.

Bu fırkalarla birlikte müslüman fırkaların tasnifi sona ermiş oldu. Geri­ye yalnızca Bâtıniyye fırkası kaldı. Bâtmiyye, fırka tarihçileri tarafından bazen İslâm dairesinde, bazen bu dairenin dışında zikredilmiştir. Her halükârda Bâtınİyye, yetmiş iki fırkanın tamamına aykırı bir fırkadır.

Tüm gruplarıyla Şia’nın önde gelen şahsiyet ve ehl-i hadis olan müel­lifleri:

Zeydiyye içinde: Ebu Hâlid el-Vâsıtî, Mansûr b. el-Esved, Harun b. Sa’d el-Idl Cârûdiyye: Vekî b. el-Cerrâh, Yahya b. Âdem, Ubeydullah b. Musa, Ali b. Salih, el-Fadl b. Dükeyn, Ebu Hanîfe, Betriyye kolu temsilcileri olarak bilinir.

Muhammed b. Aclân İmam Muhammed ile birlikte ayaklanmıştır.

İbrahim b. Saîd, Abbad b. Avvâm, Yezîd b. Hânın, el-Alâ b. Râşid, Hüşeym b. Beşîr, el-Avvâm b. Havşeb ve Müstelim b. Saıd ise İmam İbra­him’le ayaklanmışlardır,

İmâmİyye ve diğer fırkalar içinden de şu isimleri zikredebiliriz: Salim b. Ebi’J-Ca’d, Salim b. Ebi Hafsa, Seleme b. Küheyl, Süveyr b. Ebi Fâhıta, Habîb b. Ebi Sabit, Ebu’l-Mikdâm, Şu’be, el-A’meş, Câbir el-Cu’fî, Ebu Abdullah el-Cedelî, Ebu İshâk es-Sûbeyl, el-Muğîre, Tavus, eş-Şa’bî, Alkame, Hübeyre b. Büreym, Habbe el-Arenî ve el-Hâris el-A’ver.

Müellifler: Hişâm b. el-Hakem, Ali b. Mansûr, Yûnus b. Abdurrahmân, eş-Şekkâl, el-Eadl b. Şazân, Hüseyin b. İşkâb, Muhammed b. Abdurrahmân b. Kubbe, Ebu Sehl en-Nevbahtî, Ahmed b. Yahya er-Râvendî.

Geç dönem mensupları: Ebu Ca’fer et-Tûsî.

5- İsmâîlitte:

İsmâiliyye fırkasının Museviyye ve İsnâ Aşeriyye’den ayrıldığı nok­tanın imameti İsmail b. Ca’fer’e hasretmeleri olduğunu daha önce belirt­miştik. Bilindiği üzere İsmail, İmam Ca’fer es-Sâdık’m büyük oğluydu.

İsmail iyye’nin iddiasına göre İmam Ca’fer, İsmail’in annesi üzerine başka bir kadınla evlenmemiş, herhangi bir cariyeyi dost edinmemiş ve bu meselede Allah ResÛlÜ’nÜll (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hatice (radıyallahu anh),

Hz. Ali’nin (radıyailahu anh) Fâtıma (radıyallaiıu anlı) ile evliliklerinde izledikleri sünnete tâbi olmuştur.

Fırka mensuplarının İsmail’in babası henüz hayattayken vefat etmesi­ne ilişkin ihtilaflarını daha önce zikretmiştik.

Bazılarına göre İsmail henüz babası hayatta iken vefat etmişti. İmame­tinin nasla belirlenmesinin nedeni, imametin onun çocuklarına geçmesinin istenmesidir. Nitekim Musa (aleyhisselâm) kardeşi Harun’u (aleyhisselâm) nassla belirlemiş, ancak Harun (aleyhisselâm) ağabeyi hayatta iken ölmüştü. Onunla ilgili nassın hedefi, liderliğin onun çocuklarında kalmasıdır. Onla­ra göre nass geriye doğru işlemez. Fikir değiştirme (bedâ) ise imkânsızdır. Bir imam, çocuklarından herhangi birinin imametini ancak babalarından aldığı bilgiye dayanarak nasla belirler. Tereddüt ve cehalet hallerinde tayin caiz olmaz.                               ,

Bazılarına göre İsmail Ölmemiş, sadece öldürülme endişesiyle takıyye yaparak öldüğü havasını yaymıştır. Bu görüş için de birçok delil ileri sürülmüştür: Örneğin anne bir kardeşi ve henüz çocuk olan kardeşi Muhammed çarşafı kaldırdığında ağabeyinin gözlerini açtığını görmüş ve korku içinde babası İmam Ca’fer’e (radıyallaiıu anh) giderek “Ağabeyim yaşıyor! Ağabeyim yaşıyor!1′ diye haykırmıştı. Bunun üzerine babası, “Al­lah Resûlü’nün (sallaHâhu aleyhi ve sellem) torunlarının öldükten sonraki halleri böyle olur.” diyerek onu yatıştırmıştır. Bir diğer delil, öldüğünü kanıtla­mak için şahit istenmesi ve tutanak hazırlanmasıdır. Halbuki ondan önce hiç kimse için böyle bir talepte bulunulmamıştır. Bir diğer olay şudur: Halife el-Mansûr’a İsmail b. Ca’fer’İn Basra’da görüldüğü ve yatalak biri­ni iyileştirdiği bildirilmişti. O da babası Ca’fer’e (radıyalialm anh) İsmail’in hayatta olduğunu, Basra’da görüldüğünü söylemiştir. Medine valisi de buna şahitlik etmiştir.

Ondan sonraki imam Mulıammed b. İsmail’dir. O, yedinci ve tamam­layıcı imamdır. Yedinci imamdan sonra gizli imamların dönemi başlamıştır. Bunlar şehirlerde gizli dolaşırken davetçileri açıktan davette bulunurdu.

Bir diğer iddiaları şudur: Yeryüzü asla diri ve kâim olan bir imamdan hâli kalmaz. Bu imam ya açıkta zahir, ya da gizlenmiş mestur bir imam olur. Zahir imamın hüccetinin gizli olması caizdir. Gizli imamın hem hüc­cetinin, hem de davetçilerinin açık olması gerekir.

Bir diğer iddiaları şudur: İmamların hâkimiyetleri haftanın günleri, yedi kat gök ve yedi gezegen gibi yedişerli gruplar halinde sürüp gider. Nakîblerin hükümranlığı ise onikilİ gruplar halinde devreder.

Bu noktadan hareketle İmâmiyye fırkasının onikİ imam fikrinden kuşku duyulmaya başlamıştır. Çünkü onlar nakîblerin sayılarım imamlar için kullanmışlardır.

Gizli imamlar devri sona erdikten sonra Mehdi billâh ve Kâim bİcmrillâh olan imamların ve onların çocuklarının devri başlar. Bunların imametleri nas yoluyla aktarılarak devam eder.

İsmâİliyye’ye göre devrinin imamını tanımadan ölen kimse, câhiİİye ölümüyle ölmüş olur. Aynı şekilde devrinin imamına biat etmeksizin Ölen kimse de câhiliye ölümüyle ölmüş olur.

Bunların davetleri her dönemde sürmüş, her yeni imamın ağzından yeni görüşler ortaya atılmıştır. Geçmiş görüşlerini kaydettikten sonra en son davetlilerinin fikirlerini zikretmek İstiyoruz.

Fırkanın en çok kullanılan lakabı B âtini yye’dir. Bu lakapla anılma­larının nedeni, her zahirin bir bâtını, her ayetin de bir tevili bulunduğuna inanmalarıdır.

Bunun dışında da birçok lakapları vardır. Bu lakaplar, fırkanın bulun­duğu yere göre değişiklik göstermektedir: Irak: Bâtıniyye, Karâmita, Mazdekiyye. Horasan: Ta’Iımiyye, Mülhİde.

Fırka mensupları İse Şia’nın diğer fırkalarından bu isimle ayrıştıkları için İsmâiliyye olarak anılmalarını istemişlerdir.

İlk dönem Bâtmİyyesi, kendi görüşlerini birtakım filozofların görüşle­riyle karıştırmış ve bu yöntem üzere kitaplar telîf etmişlerdir. Allah Teâlâ hakkında şöyle demişlerdir: O’nun için ne mevcûd, ne de gayr-i mevcûd, ne âlim, ne de câhil, ne kadir, ne de âciz deriz.

Diğer sıfatlar hakkında da aynı yaklaşıma sahip olmuşlardır. Hakîkî isbât, O’nunla diğer mevcudat arasında O’nun için belirlediğimiz yönde ortaklığı gerektirir. Bu da teşbihtir. Bu yüzden hüküm, ne mutlak isbât, ne de mutlak reddir. Aksine O, birbirlerine tekabül eden varlıkların ilahı, husûmet halinde olanların yaratıcısı ve zıdlar arasında hüküm verendir, Bu meyanda Muhammed b. Ali el-Bâkır’dan şu ifadeyi nakletmİşlerdir: “Allah Teâlâ’ya, ilim sahiplerine ilim bahşedince Âlim, kudret sahipleri­ne kudret bahşedince Kadir denildi. O, ilim ve kudreti bahşeden olması itibarıyla Âlim ve Kâdir’dir. Yoksa ilim ve kudretin O’nunla kâim olması veya bu sıfatlarla mevsûf olması İtibarıyla böyle isimlendirilmiş değildir.”

İsmâiliyye hakkında şöyle denmiştir: Onlar sıfatları hakîkî anlamda reddeden ve Zât-ı İlâhfyi tüm sıfatlardan mücerred sayanlardır.

Kıdem sıfatı hakkında da şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ ne Kadîm, ne de muhdestir. Kadîm olan O’nun emri ve kelimesi, muhdes olansa yarat­ması ve şekİllendirmesidir.

Emri vasıtasıyla Akl-i Evvel’i yaratmıştır ki o, bilfiil tamdır. Sonra onun vasıtasıyla tam olmayan nefsi yaratmıştır. Nefsin akla nisbeti, nutfe­nin insana, yumurtanın kuşa, çocuğun babaya, sonucun sonuçlandırana, dişinin erkeğe, eşlerden birinin diğerine nisbeti gibidir. Nefs aldın kemâli­ne iştiyak duyduğu için eksiklikten kemâle doğru bir harekete muhtaç olur. Hareket ise hareketi sağlayacak alete muhtaçtır. İşte bu ihtiyaçtan semavî felekler hadis olmuş ve nefsin idaresine bağlı olarak dairesel bir harekete başlamıştır. Basit tabiatlar bu hareketten sonra oluşmuştur. Bunlar da yine nefsin idaresine bağlı olarak düz bir harekete başlamıştır. Bunun sonucunda da madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar gibi mürek-keb varlıklar oluşmuştur. Bu noktada cüz’î nefsler bedenlerle birleşmiş­tir. Mürekkep varlıklar arasında sadece insan türü, tabiata taşan nurları alma İstidadına sahip olmuştur. Dolayısıyla onun âlemi, bütün âlemin karşısında yeralmıştır.

Âlem-i ulvîde akıl ve nefs-İ külli bulunur. Bu âlemde küllü temsil eden bir aklın bulunması gereklidir. Onun hükmü, kemâle ermiş ve ergen bir şahsın hükmüyle aynıdır. İşte bu şahsa Nâtık adı verilmiştir. O, pey­gamberdir. Bir de müşahhas nefs vardır ki o da külldür. Onun hükmü de henüz ergen olmayıp kemâle yönelen bir çocuğun, ya da tamamlanmaya yönelen nutfenin, ya da erkekle birleşen dişinin hükmüyle aynıdır. Buna da Esâs adı verilmiştir. O da vasidir.

Yine onlara göre felek ve tabiatlar nefs ve aklın hareketlendirmesiyle hareketlendikleri gibi nefsler ve şahıslar da peygamber ve vasilerin idaresiy­le şeriatler istikametinde idare edilirler. Bu da her devirde yedişerli grup­lar halinde olur. En son yediliye gelindiğinde Kıyamet süreci başlayarak yükümlülükler kalkar, sünnet ve şeriatler inkisara uğrar.

Bütün bu felekî hareketler ve şer’î sünnetler nefsin kemâle ulaşması içindir. Nefsin kemâle ulaşması, akıl derecesine yükselmesi ve onunla birleşerek onun mertebesine bilfiil ulaşması demektir. İşte bu büyük kıyamet­tir. Bu noktada bütün feleklerin, unsurların ve mürekkebâtın terkipleri çözülür, gök parçalanır ve yıldızlar saçılır. Yeryüzü, başka bir yeryüzüne dönüşüp gökler kitap tomarları gibi dürülür. Bu safhada yaratılmışlar hesaba çekilip hayır serden, itaatkâr âsiden ayrışır. Hakkın cüz’iyâtı nefs-i külli ile, bâtılın cüz’iyâtı da saptırıcı şeytan ile birleşir. Hareket anından sükûn anına kadar geçen süre başlangıç (mebde’), sükûn anından sonsuza kadar uzanan süre ise kemâldir.

İsmâiliyyeVe göre alışveriş, hibe, evlenme, boşanma, kısas, diyet ve benzeri hiçbir şer’î hüküm, farz ve sünnet yoktur id sayı karşısında sayı, hüküm karşısında hüküm türünden bu dünyada bir ölçüsü olmasın. Seri-atler, ruhanî ve emri âlemlerdir. Âlemler ise cismânî ve yaratılmış şeriatler-dir. Harfler ve kelimelerdeki terkipler de suret ve cisimlerdeki terkiplerin Ölçüsü üzeredir. Tek tek harflerin mürekkep kelimelere nisbetlcri, mücer-red basît varlıkların mürekkep cisimlere nisbetleri gibidir. Her harfin de bu âlemde bir ağırlığı, özgün bir tabiatı ve bu özelliği nedeniyle neftler üzerinde bir etkisi vardır.

İşte bundan hareketle öğretici (talîmi) kelimelerden elde edilen ilim­ler, tabiattan elde edilen gıdaların bedenler için besin olması gibi nefsler İçin de besin olmuştur. Allah Teâlâ yarattığı her varlığa kendi türünden bir besin takdir etmiştir. Bu ölçü üzere de kelime ve ayederin sayılarını düzen­lemişlerdir. Onlara göre İsimlendirme yedi ve onİki saplarından mürekkep­tir. Kelime-i Tevhîd birinci kısmında dört, ikinci kısmında üç kelimeden müteşekkildir. İlkinde yedi hece, ikincisinde altı hece mevcuttur. İlkinde oniki, ikincisinde de oniki harf vardır. Aynı şeyi ayetlere de uygulamaya çalışmış ve bu sayı sistemine uyan ayetleri mümkün olduğunca belirlemeye çalışmışlardır. Bu, zıddıyla karşılaşma endişesiyle çaresiz kalmadıkça hiçbir akıl sahibini n üzerinde fikir yürütmeyeceği bir zorlamadır. Bu karşılaştırma­lar, ilk dönem İsmâiliyyesi tarafından İzlenmiş bir yöntemdir. Bu konuda kitaplar tasnif etmiş ve her devirde insanları, ilimlerin bu tür dengelerini bilen, bunların inceliklerine vâkıf olan imama uymaya çağırmışlardır.

İsmâiliyye’nin yeni kuşağı, yani Hasan b. Muhammed b. es-Sabbâh liderliğindeki hareket ise bu yöntemden vazgeçerek dünyevî tedbir ve dayatmalara başvurmuş; insan gücünü kullanarak sağlam kalelere sığınmayı esas almıştır.

Hasan es-Sabbâh, imamının beldesine hicret edip devrinin insanlarını davetine nasıl çağıracağına ilişkin esasları kendisinden öğrendikten sonra Hİcrî 483 yılı Sabân ayında Alamut Kalesi’ne tırmanmaya başlamıştır. İmamın yanından döndükten sonra her devirde kâim olan sıdk sahibi bir imam belirleme çağrısında bulunmuştur. İddiasına göre fırka-İ nâciye, diğer fırkalardan bu özelliğiyle ayrılacak ve sadece kendilerinin bir imamı olup diğerlerinin imamı olmayacaktı. es-Sabbâh’ın daveti, ister Arapça, ister Farsça olsun bu ifade üzerinde yoğunlaşmaktaydı.

Hasan es-Sabbâh’ın Farsça yazdıklarını Arapça’ya tercüme ederek aktar­mayı uygun görüyoruz. Mütercime zeval olmaz. Yegâne muvaffak, Hakk’a tâbi olup bâtıldan sakınandır. Başarı da, yardım da Allah Teâlâ’dandır.

es-Sabbâh’ın Farsça yazdığı kitabında davetinin esaslarını anlattığı dört bölümün tercümesi şöyledir:

Birinci Fasıl: Marifetullah konusunda soruları cevaplayan yetkin bir uzmanın iki görüşü olabilir: Ya, Allah Teâlâ’yı herhangi bir muallimin Öğretmesi olmaksızın mücerred akıl ve tefekkürle bilirim diyebilir; ya da bir muallimin öğretmesi olmaksızın mücerred akıl ve tefekkür ile bilemem diyebilir. İlkine göre hareket eden kimsenin, başkasının akıl ve tefekkürüne dayanarak inkâr etme hakkı yoktur. Çünkü inkâr ettiği zaman öğretilmiş demektir. Çünkü inkâr bir öğretimdir. Bunun delili de şudur: Başkasının akıl ve tefekkürüne dayanarak inkâr eden kimse başkasına muhtaçtır. Şu iki kısım da zarurîdir. Çünkü İnsan bir fetva verdiği veya bir görüş belirttiği zaman buna ya kendiliğinden, ya da başkasının etkisiyle İnanır.

Bİrincİ fasıl budur. Görüldüğü üzere burada re’y ve akıl ehlini yenme çabası vardır.

İkinci fasıl: Bir muallime ihtiyaç duyulduğu zaman da gündeme şu soru geli: Herkes muallim olabilir mi, yoksa sâdık bir muallim mİ gerekir? Buna cevaben şöyle demiştir: Herkesin muallim olabileceğini söyleyen kimse, hasmının muallimini inkâr etme hakkına sahip olamaz. Eğer inkâr edebilirse, o zaman sâdık ve itimâda şayan bir muallimin bulunmasının gerekli olduğunu teslim etmiş olur.

Görüldüğü üzere bu fasıl da Hadis Ehli’nc galebe çalma çabasını içer­mektedir.

Üçüncü fasıl: Sâdık bir muallime duyulan ihtiyaç kesinleştiğinde böyle bir muallimi tanımak ve ona ulaşıp ondan ilim Öğrenmek gerekmez mi? Yoksa kim olduğuna önem verilmeden ve sâdık olup olmadığına bakılma­dan herhangi bir muallimden öğrenmek caiz olur mu? İkincisi birinciye râcidi-. Bir rehber ve öncü olmadan yolunu bulamayan kimsenin durumu ne olacaktır? Şu halde doğru olan önce rehberi bulmak, ardından yola gir-mekti-. Bu fasıl da Şia’nın fikirlerini boşa çıkarmaya yöneliktir.

Bordüncü fasıl: İnsanlar iki gruba ayrılır. Birinci gruba göre Allah TeâlâVı bilip tanımak sâdık bir muallim vasıtasıyla olabilir. Bu meyanda o muUimi bulup teşhis etmek, sonra da ondan ilim öğrenmek gerekir. İkinci gruba göre ise ilimler, belli bir muallim olmaksızın herhangi birin­den öğrenilebilir. Daha önce zikrettiğimiz esaslara göre birinci grubun hak üere olduğu görülmektedir. Bu grubun seçtikleri başın, hak ehlinin de ba[ olması gerekir. Çünkü ikinci grubun bâtıl üzere olduğu ortaya çıkmiür. Onların başları da bâtılın öncüleri olmak durumundadır.

c-Sabbâh söze devamla şöyle demiştir: Bu yolla hak ehlini, hak vası-tasıylimücmelen bilmiş oluruz. Daha sonra da hakkı, hak ehli vasıtasıyla tafsilaı bir bilgiyle biliriz. Böylece meselelerin tekrarlanmasını önlemiş olu­ruz. e§abbâh’ın ‘hak1 kavramıyla kasdettiği husus, ihtiyaç, ‘hak ehli3 ile kas-dettiğie kendisine İhtiyaç duyulan kimsedir. Bu meyanda şöyle demiştir: Imamihtiyaç ile öğreniriz. İmamdan da ihtiyacın miktarlarını Öğreniriz, Tıpkı -yaz ile vücûbu, yani Vâcibu’I-vücûd olan Allah Teâlâ’yı öğrendiği­miz gi. O’nunla da caiz olan şeylerdeki cevaz miktarlarım öğreniriz.

Ca göre tevhide götüren yol tıpatıp budur

İletinin esaslarını ana hatlarıyla çizdikten sonra açıklama veya diğer mezhtleri reddetme babından kendi mezhebini ihtiva eden fasıllara geç-miştir-îunlar daha çok diğer fırkalara galebe çalma, ihtilaflarından hare­ketle i arsızlıklarını ortaya koyma endişesi güden açıklamalardır.

Bfasıllardan biri, hak ve bâtıl faslıdır. Büyük ve küçük olmak üzere iki sırı ayrılan bu fasılda şu fikirlere yer verilmiştir: Bu âlemde hak ve bâtıl vjjr. Hakkın alâmeti vahdet, bâtılın alâmeti ise kesret yani çokluktur. Vahdet, talîm yani öğretiyle, kesret ise re’y ile bilinir. Ta’Iîm cema­atla, cemaat ise imamla olur. Re’y ise muhtelif fırkalarla, onlar da fırka Joıruculanyla kâim olur.

es-Sabbâh hak ile bâtılı ortaya koyarken, bir yandan bu ikisi arasında­ki benzerliği, bir yandan da aralarındaki ayrışmayı, taraflar arasındaki çeliş­kiyi zikretmiş, ardından taraflardan birini her söylenen sözün ölçüleceği bir kıstas olarak belirlemiştir. Koyduğu kıstas hakkında şunları söylemiş­tir: Bu kıstası kelime-i şehâdet üzerine tesis ettim. Kelime-i şehâdet red ve isbât ya da red ile istisnadan oluşur. Reddi gerektiren şey bâtıl, isbâtı gerektiren şey ise haktır. O, bu ilkeden hareketle hayır ve şerri, doğru ve yalanı ve benzeri zıtlari ölçmeye çalışmıştır. Ana ilkesi, hemen her söz ve fikrinde muallimi isbât etme gayretidir. Ona göre tevhîd, nübüvvetle bera­ber olduğunda tevhîd olarak isimlendirilebilir. Nübüvvet de, imametle bir­likte olduğunda gerçek nübüvvet olabilir. Fikirlerinin ana teması budur.

Hasan es-Sabbâh avamın ilimlerle iştigâlini sakıncalı görüp onları bundan menettiği gibi, havâssı da öncekilerin eserlerini, müellifi ve içerdi­ği bilgilerin niteliğini öğrenmeksizin incelemekten sakındırmış tır.

Taraftarlarının ilahiyat konusundaki ifadeleri sununla sınırlıdır: İlahımız, Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilahıdır. Kendisi ise şöyle demiştir: Sizler, ilahımız akılların ilahıdır, diyorsunuz. Yani her akıl sahi­binin aklının gösterdiği şeydir, demek istiyorsunuz. Onlardan birine Allah Teâlâ hakkında ne düşünüyorsun? Bİr midir çok mudur? Âlim midir değü midir? Kadir midir değil midir? diye sorulsa vereceği cevap sadece şudur: Benim İlahım, Muhammed’in ilahıdır. “O ki Resulünü hidâyet ve hak dinle gönderdi ki hakkı bütün dinler üzerinde hâkim kılsın. Müşrikler hoş görmeseler de.” (Tevbe, 9/33)

Burada Resul, İnsanları Allah Teâlâ’ya kılavuzlayandır.

Bu fırka mensuplarıyla mezkur esaslar hakkında ne kadar münazara ettiysem de verdikleri karşılık şu tür sorulardan öte gitmemiştir: Sana muhtaç mıyız? Bunları senden dinlemek zorunda mıyız? Senden mi öğre­neceğiz?

ihtiyacı açıklamaları konusunda onlara ne kadar yumuşak davrandıysam, kendisine ihtiyaç duyulan nerededir? İlahiyat konusunda ortaya koydukları nedir? Mâ’kûlât hakkında ne demiştir? diye sorduysanı, hep kulaklarını tıkamışlardır. Onlar ilim babım tamamen kapayıp teslimiyet ve taklîd kapısını açmışlardır. Halbuki hiçbir akıl sahibi tanımadığı bir mezhebe inan­mayacağı gibi, delillerini görmediği bir yola da girmeyecektir.

Kelâmın başlangıç noktaları birtakım hükümlerse de bunların sonuç­ları teslimden ibarettir: “Hayır! Rabbin üzerinde and olsun ki tartıştıkları konularda senin hükmünü sormadıkça, sen hüküm verdikten sonra da nefslerinde bir sıkıntı hissetmeyip tamamen teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4/64)

7- Fasıl

 

Fıkıh Ehli

Bu fasılda şer’î hükümler ve ictîhâdî meselelerde yaşanan İhtilafların tarafları anlatılacaktır.

A-İctihad

Bilin ki içtihadın usûl ve esasları dörttür: Kitab, Sünnet, İcmâ ve Kıyâs. Bunların ikiye indirildiği de görülmüştür.

İçtihadın bu dört esası ve bunların bu sayıyla sınırlandırılmasını, ayrıca ictihad ile kıyas esaslarının cevazını sahabenin icmâıııa dayanarak benimsemişlerdir. Çünkü onlar helal ve harama ilişkin bir mesele soruldu­ğu zaman ictihad ederler, bu meyanda önce Kitab’a başvururlardı. Eğer orada bu meseleyle ilgili açık bir nas bulurlarsa ona sarılır ve o meselenin hükmünü o nassın gerektirdiği biçimde verirlerdi. Sorulan meselenin hükmünü Kitab’da bulamazlarsa Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetine müracaat ederlerdi. Bu hususta bir hadis buldukları zaman ona sarılır ve onun gerektirdiği şekilde hüküm verirlerdi. Meselenin hükmü­nü Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetinde de bulamadıkları zaman, şahsî ictihâdlarma başvururlardı. Bu nedenledir kİ Sahabe dev­rinde içtihadın asılları iki veya üçtü. Sonraki dönemde bu asılların sayısı dörde çıktı. Çünkü bizler için Sahabe icmâma dayanmak da gerekli oldu.

Onların herhangi bir hüküm üzerindeki icmâları şer’î bir delildir. Herhangi bir hâdise üzerindeki icmâ’ları içtihadı bir icmâ olabileceği gibi, içtihadın İfade edilmediği mutlak bir icmâ da olabilir. Sahâbe-i Güzin’in dalâlet üzere icmâ etmeyecekleri bizce kesin olarak bilinen bir husustur. Çünkü Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ümme­tim dalâlet üzere birleşmez.” (Taberânî, Müsnedü’s-Şâmîyyîn, 3/196)

İcmâ açık veya gizli bir nassa dayanmak durumundadır. Çünkü kesin olarak biliyoruz ki ilk nesil bir şey üzerinde iyice durup da bir nassa mut­tali bulunmadıkça icmâ etmezlerdi. Bu nas ya hükmü üzerinde ittifak ettik­leri hadiseyle alâkalı olur ve bu hükmün neye dayandığını beyan etmezler; yahut da nas İcmânın hüccet olduğu ve icmâya muhalefetin bid’at olduğu hakkında olur. Bu nedenledir ki icmânın dayanağı, ya açık nas (nass-ı celî) veya gizli nas (ııass-ı hafî)dir. Aksi takdirde mürsel hükümlerin isbatı lâzım gelecektir. Kıyâs ve içtihadın dayanağı icmâdır; söz konusu bu icmâ da içtihadın cevazına dair hususî bir nassa dayanmak durumundadır. Bundan hareketle şu söylenebilir ki dört asıl gerçekte ikiye, hatta yalnızca Allah Teâlâ’nın kelâmına yani bire râci olmaktadır..

Şunu kati ve kesin olarak bilmekteyiz ki, İbadet ve tasarruflarımızla ilgili tüm şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Yine kat’î olarak biliriz ki, olabilecek her şey hakkında müstakil bir nas varit olmamıştır. Böyle bir şeyi düşünmek dahi mümkün değildir. Naslar sayılı, olaylar ve yeni zuhur eden hadiseler sayılamaz çoklukta olunca, sayısız olanı sayılı olanla kuşat­mak mümkün olmayacaktır. Bu durumda kıyâs ve ictihad vacip olmak­tadır. Böylelikle her yeni olayda içtihada başvurulacaktır. Ancak içtihadın mürsel, yani şer’î bir dayanağa sahip olmaması da caiz değildir. Çünkü bu tür bir kıyas, yeni bir şeriat vazetmekle eşanlamlıdır. Hükümlerin yegâne koyucusu ise Allah Teâlâ’dır. Müctehid, içtihadında bu esastan asla ayrılmamalıdır.

B-İçtihadın Şartları Beştir

Bİrİnci şart Arapların söylediklerini anlamayı sağlayacak, vaz’î ile istiârî; nass ile zahir, ânım ile hâss, mutlak ile mukayyed, mücmel ile mufassal, hitabın fehvası ile kelâmın mefhumu arasındaki farkı anlayabüecek derecede Arapça bilgisidir. Mefhûma mutabakat yoluyla, tazammun yoluyla, iltizam yoluyla delâlet şekillerini de bilmelidir. Bu bilgi, müete-hid için araç mesabesindedir. Bu aleti sağlam olmayan birinin içtihadında kemâle ulaşması mümkün değildir.

İkinci şart Kur’ân tefsirini, özellikle de ahkâmla ilgili ayetlerin tefsiri­ni, ayetlerin anlamları hakkında naldedilen hadisleri ve muteber sahabeden yapılan nakilleri bilmektir. Onların Kur’ân ayetlerini hangi yöntemlerle anladıklarını, anlamın derinliklerine nasıl daldıklarını da bilmelidir. Kıssa ve mev’ıza türünden ayetlerin tefsirini bilmemek içtihada halel getirmez. Nitekim sahabe arasında da bu tür ayetlerin anlamlarını tam olarak bilme­mesine rağmen ictihâd makamında olanlar bulunmaktaydı.

Üçüncü şart, hadislerin metin ve İsnatlarını, râvilerin hallerini, âdil ve güvenilir olup olmadıklarım, hükümle ilgili hadislere mahsus olayları, ânını olup hususî bîr vakıaya ait olan hadisleri bilmektir. Hâs olup külli bir hükme delâlet eden hadisleri ve farz, vâcİp, mendûp, mübâh, mek­ruh gibi hükümler arasındaki farkları bilmektir. Böylelikle herhangi bir ietihâdda hükmün bu yönünü İhmal etmez. Bunları birbirine karıştırarak yanlış bir hüküm verme durumuna düşmez.

Bir diğer şart sahabe, tâbiûn ve onların tâbîlerinin icmâ ettikleri husus­ları bilmektir. Bu şart sayesinde onların icmâ’larına aykırı bir ietihâdda bulunmaz.

Kıyasların mevzilerini, bunları İnceleme keyfiyetini bilmek de şarttır. Böylelikle önce bir asıl arar, sonra ondan istİnbâtta bulunabileceği muhay­yel bir mânâ araştırır. Hükmünü bu mânâya dayandırabileceği gibi gâlib zanla teşbihte de bulunabilir.

Bir müetehidin hükmünün taklîd edilebilmesi için bu şartlan hâiz olması gerekir. Zikrettiğimiz tarzdaki kıyas ve içtihada dayanmayan hüküm, dayanağı bakımından mürsel ve gözardı edilecek türdendir.

Bu beş şartı İfa eden müetehidin ietihâdda bulunması caizdir. Onun yapacağı ictihâd ile vereceği hüküm de şer’î açıdan caizdir. Avamın bu içtihadı taklîd etmesi ve müetehidden fetva istemesi vaciptir. Rivayete Öre Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Muâz b. Cebel’İ (radıyallahu anh) emen’e kadı olarak gönderirken şöyle buyurmuştu: “Ey Muâz, Yemen’e vardığında neyle hükmedeceksin?” O da şöyle cevap verdi: “Allah Teâlâ’nın Kitabı ile hükmederim.” Bunun üzerine Resûlullah (.sallallâhu 31 yhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Eğer Allah Teâlâ’nın Kitâbı’nda bulamaz-san nevle hükmedersin?” O da şöyle dedi: “Allah Resûlü’nün sünnetiyle hükmederim.” Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) yine sordu: “Peki Allah Resûlü’nün sünnetinde bulamazsan neyle hükmedeceksin?” Muâz (radı­yallahu anh) şöyle cevap verdi: “O takdirde kendi reyimle ictihâd ederim.” Bunun üzerine Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah Resûlü’nün elçisini, Resulünün rızasına muvaffak kılan Allah’a hamd lsun.” (Tirmizî, Ahkâm, 3; Müsned, 5/230, 236, 242; Şafiî, el-Ümm, 7/273)

A1İ (radıyallahu anh) de ŞÖyle demiştir: “Allah ResÛlÜ (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) beni kadı olarak Yemen’e göndereceği zaman şöyle dedim: ‘Ey Allah Resulü! Henüz gencim, oraya vardığımda halk arasında neyle hükmedece­ğim?’ Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) göğsüme vurarak şöyle buyurdu: ‘Allahım onun kalbine doğruyu göster ve dilini sabit kıl!’ Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duasından sonra aralarında hüküm verdiğim hiç kimsenin davasında şüpheye düşmedim.” (Ebu Davud, Akdiye, 6; İbn Macc, hkâm, 1)

1- Usûl Ve Fürû Sahasındaki Müctehidlerin Hükümleri:

Usûl ehlinin genellikle göre kat’î aklî hükümlerle usûlle ilgili mese­leler üzerinde fikir yürüten kimsenin kesin isabet etmesi gerekir. Çünkü bu tür konularda doğru birdir. Buna göre aklî bir hüküm üzerinde red ve isbât türünden; birinin kabul ettiğini o kabul ettiği cihetten, kabul ettiği zamanda reddetmesi tarzında ve taraflar arasında doğru­luk ve yalanın, hak ile batılın paylaşılması şeklinde iki farklı görüşün bulunması caiz değildir. Söz konusu görüş ayrılığı, bizzat İslâm dahil usul ehli arasında bulunabileceği gibi, İslâm ile diğer din ve mezhepler arasında varolan ihtilaflarla ilgili de olabilir. Bu ve benzeri usûlî mese­lelerde ihtilafa düşen birinin, aynı anda hem doğru, hem yalanı, hem hak, hem de bâtılı temsil etmesi mümkün değildir. Böyle birinin duru­cu şu Örnekteki konuşmacılardan birinin durumuna benzer: İlki şöyle demiştir: Zeyd, şu anda bu evdedir. Diğeri de şöyle demiştir: Zeyd şu anda bu evde değildir. Bu tür iki haber cümlesinden sadece birinin doğ­ru, diğerinin yalan olduğunu kesinlik üzere biliriz. Çünkü habere konu olan şahsın, yani Zeyd’İn hem evde, hem ev dışında olması mümkün değildir. Ya evde, ya da değildir.

İkİ kimsenin herhangi bir mesele hakkında verilen aklî bir hüküm üzerinde İhtilafa düşmesi durumunda ihtilaf mahallinin İkisi arasında ortak olması ve iki önermenin birbirlerine tekabül etme şartı geçerli olabi­lir. Böyle bir durumda ihtilafın her iki tarafının da İsabetli olma ihtimali söz konusu olur. İkisi arasındaki ihtilafın giderilmesi, ancak mahallindeki ortaklığın giderilmesi veya nizanın taraflardan birine racİ olmasıyla müm­kün olabilir.

Buna örnek olarak Allah Teâlâ’nın Kelâmı hakkında varolan ihtilafı gösterebiliriz. Bu meselede yaşanan ihtilafın tarafları aynı mânâ üzerinde red ve isbatta bulunmuş değillerdir. Örneğin Allah Teâlâ’nın Kelâmı’nın yaratılmış olduğunu söyleyenler, bununla Kelâm’ın dilde telaffuz edilen harfler ve seslerle yazıya dökülen birtakım çizgi ve kelimelerden ibaret olduğunu murad ediyorlardı. İşte bundan hareketle de O’nun Kelâmı’nın yaratılmış olduğunu iddia ediyorlardı. Yaratılmamış olduğunu ileri süren-lerse, Kelâm ile harfler ve yazıları değil başka bir mânayı kasdediyorlardı. Dolayısıyla her İki tarafın da ihtilafa konu olan esasında yani yaratma fiili­ne bakışlarında farklılık söz konusuydu.

Aynı durum rü’yetullâlı meselesindeki ihtilaflar İçin de geçerlidir. Ru’yetullâhı inkâr edenlere göre rü’yet; ışığın görülen nesneye temas etme­sidir ki bu, Allah Teâlâ hakkında caiz olamaz. Ru’yetullâhı kabul edenlere göre ise rü’yet bir tür idrâk ve husûsî bir ilimdir ki Allah Teâlâ hakkında caizdir. Görüldüğü üzere bu konuda da ihtilafın konusu aynı değildir. Red veya İsbâtta bulunanların red ve isbâtlan aynı şeye dönük değildir. Ancak iş görme fiilinin özüne geldiğinde öncelikle onun mâhiyeti üzerinde birle­şecek bundan sonra red veya isbât noktasında fikir belirteceklerdi.

Kelâm meselesi için de aynı durum geçerlidir. Yani taraflar öncelikle Kelâm’ın mâhiyeti üzerinde fikir birliği edip sonra kabul ve red üzerinde konuşmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde her İki önermenin de isabedi olması mümkün olacaktır.

Ebu’l-Hasan el-Anberî’ye göre usûl yani akâid konusunda ictihâd eden müctehidler de isabet etmiş sayılır. Çünkü kendilerine emrolunduğu iizere, araştırdıkları hususta ellerinden gelen bütün çabayı ortaya koymuş­lardır. Belli bir hükmü red veya İsbât etmiş olsalar da bu böyledir. Çünkü bir açıdan isabet etmiş olması caizdir. Onun bu görüşü, İslâm dairesi için­de bulunan fırka müctehidleriyle sınırlı olup İslâm dairesi dışında kalan fırkaların mensupları için geçerli değildir. Çünkü bu konumda olanların hata ve küfürleri üzerinde icmâ edilmiştir. Ona göre bütün müctehidler isabet etmiş sayılırdı. Halbuki naslar ve icmâ bunun aksini emretmekte ve usûlle ilgili meselelerde ictihâd eden her müctehidin isabet etmiş sayılama­yacağını ortaya koymaktadır.

Usûl âlimleri arasında hevâ ehlinin tamamının tekfir edilmesi nok­tasında ihtilaf söz konusudur. Ancak usûl konularında sadece bir görüşün isâbedi olabileceği noktasında kesin görüş sahibidirler. Çünkü tekfir şer’î bir hükümdür. Müctchidleri doğrulamak (tasvîb) ise aklî bir hükümdür. Mezhep ve fırkasına aşırı bağlı ve mutaassıp davranan kimseler, muhalif­lerini küfür ve dalâletle itham etmişlerdir. Kimileri ise daha hoşgörülü davranarak tekfire yönelmemişlerdir.

Tekfire yönelenler, bunu yaparken her mezhep ve görüşü belli din­lerin görüşleriyle mukayese edip yanyana getirerek bunu yapmışlardır. Örneğin Kaderiyyc fırkasını Mecûsîlerle, Müşebbihe’yi Yahudilerle, Râfızîleri Hıristiyanlarla yanyana getirmiş, evlilik ve kestiklerini yeme gibi konularda bunlarla aynı hükümleri icra etmişlerdir.

HoşgÖrüp tekfire yönelmeyenler ise bu durumda olan kimselerin ahi-rette helak olacaklarını söylemekle yetinmişlerdir.

Küfür ve dalâletle itham etme konusunda olduğu gibi lanetleme konu­sunda da ihtilaf etmişlerdir.

Bu meyanda hak imama karşı çıkarak ayaklanan kimsenin bu çıkışı, eğer bir tevîl ve içtihada dayanıyorsa hata etmiş bir şakinin ameli olarak Ağılanmış, dolayısıyla lanetlenmesi vacip görülmemiştir.

Ehl-i Sünnet’e göre ayaklanan kimse bu hareketiyle İman dairesinden pkmıyorsa lanetlenmesi vâcİp görülmez.

Mu’tezile’ye göre ise ayaklanması sebebiyle fişka düştüğü için lanetlen -nıeyi hakeder. Onlara göre fâsık kişi iman dairesinden çıkmaktadır. Ayak­lanmasının sebebinin zorbalık, çekemezlik ve dinden çıkış olması sonucu değiştirmez. Müslümanların icmâ’ına göre lanet dil sebebiyle, kati ise kılıç sebebiyle lâzım gelir.

Fer’î meselelerde İctihad edenlere gelince, bunlar da helal, haram gibi şer’î hükümler üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafların kaynağı ise galip zannın bulunduğu noktalardır. Dolayısıyla bu tür meselelerde ictihad edenlerin hepsini isabet etmiş kabul etmek mümkündür. Böyle bir kabulün dayandığı asıl ise Allah Teâlâ’nm sonradan ortaya çıkan her olayla ilgili belli bir hükmünün varolup olmadığı meselesidir.

Fıkıh usûlcülerinden bîr gruba göre Allah Teâlâ’nm içtihada konu olmuş meseleler hakkında ietihaddan önce helal, haram, caiz mekruh türünden kesinleşmiş bir hükmü yoktur. Bu gibi meselelerde Allah Te-âlâ’nın hükmü, müetehîdin içtihadı sonucunda vardığı hükümdür. Bu hüküm o sebebe dayanmaktadır. Bu sebebin bulunmadığı noktalarda hüküm ictihadla sabit olmaz. Özellikle cevaz ve kerahetin Allah Teâlâ’nm Zâtı sıfatlarına rucû etmediklerini savunanlara göre böyledir. Onlara göre bu hükümler, Allah Teâlâ’nm ‘Yap, yapma’ türünden buyruklarına râci-dirler. Bu yaklaşıma göre ietihadda bulunan her müetehid isabet etmiş sayılır.

Usûl âlimleri arasında Allah Teâlâ’nın her meseleyle İlgili ietihaddan Önce belli bir hükmünün varolduğunu söyleyenler de vardır. Onlara göre İnsanın ifa ettiği her hareketle ilgili helal veya haram türünden bir hüküm vazedilmiştir. Müetehid, bu hükümleri arayacaktır ve ictihad yoluyla ince­leyerek ortaya çıkarmakla mükelleftir. Her talep bir matlup gerektirir. İctihad, bir şeyden diğerine yönelmelidir. Dolayısıyla belirli bir şeye yonel-meyen bir talep makul değildir. Bu nedenledir ki müetehid, naslar, zahir (açık) ve umumî hükümler ile icmâ edilmiş hükümler arasında sürekli araştırmada bulunur ve hükümle olay arasındaki manevî bağı ortaya çıkar­maya veya hüküm ve suretler arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışır.

Böylelikle üzerinde ittifak edilen meselede bulduğu hükmü, üzerin­de ictihad edilen meseleye tatbik eder. Müctehidin belli bir matlubu­nun bulunmaması haline gelince, böyle bir talebin sıhhatli olması nasıl mümkün görülür? Bu yaklaşıma sahip olan usûlcülere göre fer’î mese­lelerde ictihad eden müctehidlerden de yalnız biri isabet eder. Aynı hükme ulaşamayan ‘diğer müetehidler İse, sarfettiklerİ çabadan dolayı mazur görülürler.

İetihadda isabet eden müetehid kesin olarak bilinebilir mi? Usülcüle-rin çoğunluğuna göre bunu belirlemek mümkün değildir. Aynı konuyla ilgili birkaç ietihaddan yalnız biri isabetlidir, ancak hangisi olduğu belli değildir. Ancak usûl âlimleri arasında mesele)’! tafsil edip farklı durum­ların bulunduğuna işaret edenler de olmuştur. Bunlara göre ictihad edilen konuya bakılır, naslara açıkça muhalefet eden müetehid hatalı sayılır. Ama bu hata, onun dalâletini gerektirmez. Müetehidler arasında sahih hadis­lere ve zâhİr naslara bağlı kalanlar İsabetli sayılır. Müetehidler arasında nassa muhalefet açıkça görünmüyorsa, bizatihi hatalı sayılmazlar. Her halükârda bu gibi müctehidlerin hepsi ictihadlarında isabetli sayılmalarına rağmen hükümde isabet edenin hangisi olduğu kesin değildir.

Usûl ve furû sahalarında ictihad eden müctehidlerin durumları genel olarak böyle özetlenebilir. Ancak bu, çok zorlu ve karmaşık bîr meseledir.

2- İctihad, Taklîd, Müetehid Ve Mukallidin Hükümleri

İctihad, farz-ı ayn değil farz-ı kifâye olan bir görevdir. Dolayısıyla müslümanlardan herhangi bir şahsın bu görevi ifa etmesi halinde farziyet diğerlerinden düşer. İctihad edecek bir zâtın bulunmadığı bir devirde yaşayanlar, bu yüzden günah işlemiş ve büyük bir tehlikeyle karşılaşmış sayılırlar. İçtihadı şer’î hükümler, içtihada bağlı olduğuna göre sebep müsebbeb ilişkisi kurulabilir. Sebep bulunmadığı zaman hükümler geçer­siz, görüşler değersiz kalacaktır. Şu halde müetehid bulunması elzemdir, iki müetehid ictihad ettikleri ve birinin içtihadı diğerinin içtihadının  olduğu takdirde, bu müctehidlerden birinin diğerini taklîd etmesi  değildir. Aynı şekilde herhangi yeni bir olay hakkında helal veya haram şeklinde ictihadda bulunan bir müctehidin, başka bir tarihte bu olayın aynen vuku bulması durumunda ilk içtihadına dayanması caiz olmaz. Çünkü ikinci içtihadında, ilk içtihadında göremediği bir hususu görerek fikir değiştirmesi mümkündür.

Avama düşen, müctehİdİ taklîd etmektir. Avamın mezhebi, sordu­ğu müctehidin mezhebidir. Aslolan da budur. Ancak ulemâdan bazıları Hanefî mezhebine mensup avamın yalnız Ebu Hanîfe’nin mezhebiyle, Şâfıî mezhebine mensup avamın da ancak Şafiî mezhebiyle amel edebile­ceğini söylemişlerdir. Çünkü hüküm, avamın kendine göre mezhebinin olamayacağı yönündedir. Onların mezhebinin o anda fetva sordukları kim­senin mezhebi kılınması, karışıklığa yol açabilir. İşte bu nedenle avamın bu noktada serbest davranmasını caiz görmemişlerdir.

Bir beldede iki müctehid bulunduğu zaman, avam bunlardan daha faziletli ve vera’ bakımından daha üstün olanını bulma noktasında araştırmada (ictihad) bulunur ve onun fetvasıyla amel eder. Müftü ken­di mezhebi üzere fetva verdiği ve kadılardan biri de bu fetva gereğince yargıda bulunduğu zaman bu hüküm diğer mezhepler hakkında da sübût bulmuş olur. Bir akte bağlandığı zaman nasıl kabz (teslim alma) gerekli­lik kazanıyorsa, yargı da fetvayla birleştiği zaman hükmü bağlayıcı olur. Avam, bir müctehidin ictihad mertebesine ulaşmış olduğunu nasıl bilir? Aynı şekilde müctehid, ictihad için gerekli şartları ikmâl etmiş olduğunu nasıl bilebilir? Bu konuda farklı görüşler vardır.

Dâvud el-İsfahânî ve tâbilerinİn mensup oldukları Zahiriye mezhe­bine göre fer’î hükümlerde de kıyas ve ictihad caiz değildir. Onlara göre şeriatın kaynakları şunlardır: Kitâb, Sünnet ve İcmâ. Onlara göre kıyâs, hüküm kaynaklarından bİrİ değildir. el-Isfahânî şöyle demiştir: “Kıyâsa İlk başvuran İblİs’tİr.”   (Darîmî, Mukaddime, 22, İbn Ebî Şeybc, Musannaf, 7/253)

Ona göre kıyâs, Kİtâb ve Sünnet’in muhtevasına dâhil değildir. O, şer’î bir hükmü araştırmanın da şer’î bir yöntem olduğunu anlayamamıştır. Daha önce gönderilmiş şeriatlerin hemen hiçbirinde İctİhaddan bağımsız kalınmamıştır. Çünkü yeryüzünde yayılabilmek için şeriatın ictihad ile desteklenmesi zarurîdir. Nitekim sahabenin de -kardeşlerin dedeyle bera­ber mirasçı olması meselesi gibi- başta miras konusu olmak üzere birçok

konuda ictihad ve kıyâsa sık sık başvurduklarını görmekteyiz. Sahâbe’yi tanımaya çalışan herkes bunun böyle olduğunu görecektir.

3- Müctehidlerin Sınıfları

İslâm ümmetinin müctehidleri iki sınıfa aynlmış olup bir üçüncüsü mevcut değildir.

A- Hadis Ehli

Bunlar genel olarak Hicazlıdır. Belli başlı şahsiyetleri Mâlik b. Enes, Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî, Süfyân es-Sevrî, Alımed b. Hanbel, Dâvud b. A1İ b. Muhammed el-İsfahânî ve bunlar etrafında toplanan kimseler­dir. Bunların Hadis Ehli olarak is imlendirilmelerinin nedeni, hadis elde etmeye, hadis ve diğer haberlerin nakline ve şer’î hükümleri olabildiğince naslara dayandırmaya gösterdikleri özendir. Onlar, hakkında hadis veya nakil buldukları hiçbir meselede gizli ya da açık olsun kıyâsa başvurmayı uygun görmemişlerdir.

imam eş-Şâfîî şöyle demiştir: “Herhangi bir meselede bana ait bir görüşe rastladığınızda, onun aksine bir hadis bulursanız bilin ki benim mezhebim O hadistir.” (İbn Hacer, Fethu’1-Barî, 2/223; Ali el-Kârî, Edületü Mütekadi

EbîHanîfe, 1/130; Aiûsî, Âyâtü’l-Beyyinât, 1/73) İmam eş-Şâfiî İle aynı görüşü payla­şan taraftarları şunlardır: Ebu İbrahim İsmail b. Yahya el-Müzenî, er-Rebî b. Süleyman el-Cîzî, Harmele b. Yahya en~Necîbî, er-Rebî b. Süleyman el-Murâdî, Ebu Yakûb el-Buveytî, Hasan b. Muhammed es-Sabâh ez-Za’ferânî, Muhammed b. Abdullah b. Abdulhakem el-Mısrî ve Ebu Sevr ibrahim b. Hâlid el-Kelbî. Bütün bu âlimler imamlarının ictihâdlarma hiç­bir ilâvede bulunmamış, ondan nakledilenler üzerinde muhtemel anlamlar arasında uygun olanına tevcih veya maksadın ne olduğu yönünde istinbat dışında bir tasarrufta bulunmamış, imamın görüşlerinden ayrılmayarak kendisine asla muhalefet etmemişlerdir.

B- Rey Ehli

Bunlar da genel olarak Iraklıdır. Re’y Ehli, İmam Ebu Hanîfe b. Sâbit’in çevresindekilerden oluşur. Muhammed b. Hasan, Ebu Yûsuf Yakûb b. İbrahim b. Muhammed, Züfer b. el-Hüzeyl, Hasan b. Ziyâd el-Lü’lüî, İbn Semâ’a, Âfıye el-Kâdî, Ebu Muti el-Belhî ve Bişr el-Merîsî bunların önde gelenleri arasında yer alır.

Re’y Ehli olarak isimlendirilmelerinin nedeni, gayretlerini ekseriyetle kıyâsın yönünü ve hükümlerden çıkarılan mânâları elde etmeye sarfetme-leri, yeni olayları bunlara dayandırmaları ve kimi zaman da açık kıyası haber-i vahide tercih etmeleridir. Ebu Hanîfe bu meyanda şöyle demiştir: “Bu ilmimiz, ulaşabildiğimiz en güzel görüşü temsil eder. Bundan farklı bir görüşe sahip olanın re’yi kendisini bağlar. Onun re’yi ona, bizim re’yi-miz bizedir.”

İmam Ebu Hanîfe’nin taraftarları onun ictihadlanna ilâvelerde bulun­dukları gibi bazı hükümlerde kendisine muhalefet de etmişlerdir.

Hatırlatma

Bu iki grubun feri meseleler hakkında çok sayıda ihtilafları söz konu­sudur. Her iki grubun kendilerine ait kitapları olduğu gibi görüşlerini savunmak için yaptıkları münazaralar da meşhurdur. Sonuçlar tamamen zannî kalmaktadır. Bunların ihtilafları küfür veya dalâletle itham etmeyi gerektirmez. Çünkü daha önce de ifade ettiğimiz gibi feri meselelerde ictihad edenlerin hepsi isabet etmiş kabul edilir.

 

Notlar

1- Gazzâl yani İplikçİ lakabıyla anılmasının nedeni, sadaka vermek için aradığı iffetli hanımları bulmak amacıyla iplik eğiren esnafla içice olmasındandır, b. el-Kâmil, cl-Müberred, c. 3, s. 921. Vâsıl (H. 80-131), Mu’tezile fırkasının kurucusu ve ilk reisidir.

2- Tarihçilere göre Ma’bed el-Cühenî (Ö. H. 80) İslâm tarihinde kader konu­sunda ilk fikir beyan eden kişidir. Anlatılanlara göre bu fikri, Esâvire’den Ebu Yunus el-Esvârî adlı şahıstan almıştır.

3- Gaylân ed-Dımcşkî kaderi inkâr görüşünü Ma’bed’den öğrenmiş ve bu görüşte aşırıya gitmiştir. Halife Ömer b. Abdülaziz (H. 99-101) tövbe edip vazgeç­tiğini ilan etmesi yüzünden onu öldürtmekten vazgeçmiştir. Ama Gaylân daha sonra bu görüşüne tekrar dönmüş ve Kaderiyye’ye karşı çok katı olan Hişam b. Abdülmefik tarafından Şam’ın kapılarından birinde asılarak öldürülmüştür.

4- Ebu’l-Hüzeyl el-Allâf (H. 135-226) Abdülkays’ın azatlısı ve Mu’tezile’nin Basra ekolünün başıdır.

5- Ebu Yakûb eş-Şehhâm Hicri 267 yılında vefat etmiştir. Mu’tezile’nin Basra ekolünün  başıdır.  Halife  el-Vâsık tarafından Harâc  Divânının  başına .tanınıştır. el-Eş’arî Makâlâtu’l-İslâmivyîn adb eserinde şöyle der: “Onlardan biri olan eş-Şchhâm iddia etti ki Allah Teâlâ kullarını muktedir kıldığı şeye kadir olmaz. Ona göre tek bir hareket hem Allah, hem de insan için mukadder olabilir. Allah Teâlâ’nın o fiili yapması zaruret, kulun yapması ise kesbdir.” c.l, s. 199.

6- Abdulkâdir cl-Bağdâdî, el-Fark beync’l-fırak adlı eserinde bu iddialardan sözetmiştir. b. s. 166, Kahire, 1948 .

7- Ayrıntılı bilgi için bk. el-Bîrûnî, Tahkîku mâ li’1-Hind s. 24, Londra, 1887.

8- El-İntisâr ve’r-redd alâ İbniVRâvendî adlı eserin müellifidir. Bu kitap­ta Mu’tezile’yi savunmakta  ve  İbni’r-Bivendî’nin eleştirilerini  cevaplayarak Mu’tezile’yİ aklamaya çalışmaktadır. H. 300 yılında ölmüştür.

9- Ebu’l-Hüseyn Muhammed b. Ali et-Tayyib el-Basrî; Mu’tezile kelamcısı ve kelam dalında öne çıkan kişiliklerden biridir. (Ö. H. 436) bk. İbni Hailikân, e. 1, s. 609.

10- Ebu’l-Me’âlî el-Cüveynî Abdulmelik b. Ebî Muhammed Abdullah b. Yusuf; Şafiî fıkıhcı, Nisabûr yakınlarındaki Cüveyn beldesinin tanınmış İmamlarından biridir. Eş’arîler ile hasımları arasındaki husûmetin en şiddetli olduğu dönemde yaşamıştır. Geniş ilmi ve zengin bilgisiyle Eş’ariliği destek­lemiş, akaidinin müdâfaasını üstlenmiştir. Mekke’ye gitmiş ve orada dört yıl kalmıştır. Nisabûr’a döndükten bir süre sonra Bağdat’a giderek Nizamiye Medresesi’nde tedrisâta başlamıştır. Çok yaygın bir şöhrete sahiptir. Hicrî 478 yılında ölmüştür. İbni Hallikân, c. 1, s. 361.

11- Ebu İshâk İbrahim b. Muhammed el-İsferâyinî; Rükneddîn lakabıyla tanınmış Şâfıî fıkıhçıdır. Nisâbûr medreselerinde ders vermiş tanınmış bir âlim­dir. Hicri 418 yılında Ölmüştür.

12- Davûd b. Ali el-İsfahânî, Zahirî fıkıhçısı, hadis hafızı ve Zâhiriyye mez­hebinin kurucusudur. Zühd ve vera’ ehlinden bir zât idi. Hicrî 270 yılında vefat etmiştir. Bk.: Şezerât, c. 2, s. 185.

13-  Ebu’l-Hasan Mukâtil b. Süleyman el-Ezdî, aslen Belh’ten olup Basra’ya gitmiş, oradan Bağdat’a giderek hadis naklinde bulunmuştur. Müfessir olarak tanınmıştır. Mücâhid, Atâ ve diğerlerinden hadis nakletmiştir. Değerli ulemâdandır. Basra’da Hicri 150 yılında vefat etmiştir. Bk.: İbni Hallikân, c. 2, s. 147.

14- Muhammed b. Kerrâm, Sicistân asıllıdır.

15-  Rivayete göre bembeyaz giysileri olan esmer bir adam Hayber ganimet­lerinin dağıtımı esnasında -ki sadece Hudeybiye’de bulunanlara verilmiştir- Allah Resûlü’nün (sailallâhu aleyhi ve sellem) başına dikilerek şöyle dedi: ‘Bugünden itiba­ren âdil olamazsın!’ Allah Resulü (sailallâhu aleyhi ve sellem) buna çok öfkelendi. Öfkesi yüzünden okunuyordu. Ömer b. el-Hattâb (radıyaüahu anh) atılarak, ‘Ey Allah Resulü! İzin ver de şunu öldüreyim!’ dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sallaliâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Bu ve arkadaşları -bir zaman gelip- haber olacaktır.’ Başka bir rivayette ise şöyle buyurduğu nakledilir: “Yazık sana! Ben âdil davranmazsam, kim âdil olabilir?!” Sonra Ebu Bekir’e (radıyallahu anh) döndü ve ‘Onu öldür’ buyurdu. Bir süre sonra döndüğünde Ebu Bekir (radıyallahu anh) şöyle dedi: Ey Allah Resulü, rükû ettiğini gördüm. Bunun üzerine Ömer’e (radı­yallahu anh) ‘Onu öldür!’ buyurdu. Bir süre sonra döndüğünde Ömer (radıyallahu anh) ‘Ey Allah Resulü! Secde ettiğini gördüm’ dedi. Bunun üzerine Ali’ye (radı-yailahu anlı) ‘Onu öldür5 diye emretti. Bir müddet sonra döndüğünde Ali (radıyal­lahu anh) ‘Ey Allah Resulü, onu bulamadım’ dedi. Allah Resulü (sailallâhu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdu: “Eğer öldürülmüş olsaydı, bir daha hiç kimse Allah’ın dini üzerinde ihtilafa düşmeyecekti!” Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: “Ganimet dağıtılırken çirkin görünüşlü, çukur gözlü ve çıkık alınlı biri geldi ve Allah Resûlü’ne (sailallâhu aleyhi ve sellem) şöyle dedi: Yaptığın taksim, Allah rızasına uygun düşmüyor. Allah Resulü (sailallâhu aleyhi ve sellem) öyle öfkelendi ki yanakları al al oldu. ‘İnsanlık hakkında Allah bana güvenirken siz mi güvenmiyorsunuz?’ buyurdu. Ömer (radıyallahu anh) kalkıp ‘Ey Allah Resulü! Şunu öldürüvereyim’ dedi. Allah Resulü de (sailallâhu aleyhi ve sellem) bunun üzerine yukarıda söyledikle­rini söyledi.” (el-Kâmil, el-Müberred, C. 3, s. 919, Halebî basımı.)

16- Babasına nisbede İbni Hudeyr olarak anılmıştır. Edebiyat kaynaklarında ise ninesi veya sütannesine nisbetle İbnİ Ediyye olarak isimlendirilmiştir.

17- Hicri 60 yılında ölmüştür. Ezârika, Haricîler arasında sayı ve güç bakımından en ileri olan fırkaydı. Kendilerine muhalif olanları müşrik olarak görürlerdi. Kendilerine hicret etmeyen kimseleri, aynı görüşte olsalar dahi müşrik sayarlardı. Kışlalarına gelen kimseleri İmtihan etmeyi farz görür ve esirlerden biri­ni öldürmesini isterlerdi. Eğer öldürürse samimi olduğuna İnanır, öldürmekten imtina ederse münafık ve müşrik olduğunu söyleyerek adamı Öldürürlerdi. (Bk.: el-Park beyne’l-firak, s. 50)

18- Abdurrahman b. Mülcem; el-Müberred, İbni Mülcem hakkında şunları Jtletmişrir: “Haricîler, karşılaştıkları durumu değerlendirerek şöyle dediler: Ali v; Muaviye ümmetin düzenini bozdular. Eğer ikisini birden öldürürsek düzen tekrar hakka dönecektir. Bunun üzerine Eşca’dan bir adam araya girerek şöyle dedi: O ikisi yaşadıkça hayat bana haram olsun. O dönemde yaşanan fesadın kaynağı da budur…. Abdurrahman b. Mülcem el-Murâdî -Allah ona lanet etsin-şöyle dedi: Ben Alî’yi öldürürüm! ‘Bunu nasıl yapacaksın?’ diye sordular. O da, ‘Suikastle’ dedi. el-Berk lakabıyla tanınan cl-Haccâc b. Abdullah es-Sarîmî, ‘Ben de Muaviye’yi öldürürüm’ dedi. el-Anber b. Amr b. Temîm oğullarından Zâde-vevh adında bir köle çıkarak ‘Ben de Amr’ı öldürürüm’ dedi. Her üçünün de aynı gece öldürülmesi üzerinde fikir birliğine vardılar. Tarih olarak da Ramazan ayının yirmi birinci gecesini belirlediler. Sonra ayrıldılar, ibni Mülcem Kûfe’ye gitti. Ora­da kendini gizleyerek Ktıtâm bt. Alkame adında bir kadınla evlendi. Bu kadın da Haricî idi. Rivayete göre kadın ona şöyle demişti: Mihir olarak Üç bin dirhem, bir köle, bir câriye ve Ali’nin katlinden başkasına razı olmam! İbni Mülcem de, ‘İstedi­ğini alacaksın. Ama Ali İşi nasıl olacak?’ Kadın, ‘Onu hile ile öldüreceksin. Canını kurtarırsan insanları bir kötülükten kurtarmış olursun ve gelip ailenle yaşarsın. Aksi halde sonsuz cennete kavuşursun’ dedi. İbnİ Mülcem belirlenen gece Ali’ye (radıyallahu anh) pusu kurdu… Zehirli kılıcıyla vurduğu Ali (radıyallahu anh) bu yara­dan kurtulamayarak şehit oldu. İbni Mülcem de el-Muğîre b. Nevfel b. cl-Hâris b. Abdulmuttalib tarafından cezalandırıldı.” (el-Kâmil, c. 3, s. 926)

19-  Kendi yoldaşları tarafından Hicrî 69 yılında Öldürülmüştür.

20- “cl-Kerâbîsî bir eserinde şunu zikretmiştir: Acâride ve Meymûniyc oğul­ların ve kızların kızlarıyla, erkek kardeşlerin ve kızkardeşlerin kızlarıyla nikahlan-mayı caiz görmüşlerdir. Yûsuf sûresinin Kur’an’dan olmadığını iddia ettikleri de söylenmiştir.” (Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, c. 1, s. 95)

21-  Murrc b. Ubeyd b. Temîm oğullarından olup Emevi Devletinin son döneminde ortaya çıkmıştır.

22-  Bazılarının iddiasına göre el-Muhtâr’a Keysân denirdi.

23- el-Müberred şöyle demiştir: “el-Muhtâr’m belli bir mezhebi olmamıştır, kendisi önce Hârici idi, daha sonra Zübeyrî, ardından da Rafızî olmuştur.” (el-Kâl”H, c. 3, s. 1008, Mustafa Halebî basımı.)

24- Kûfelidir. Tanınmış ulemâdan olup İmam Buhârî Kitâbu’l-edeb’de ondan hadis nakletmiştir. Çoğunluk güvenilir olduğu üzerinde fikir birliği etmiş­tir. Şia’nın Ehl-i Sünnet’e en yakın fırkası olan Sâlihiyye ona nispet edilmiştir Hicrî 169 yılında vefat etmiştir.

Hanîf din ve İslâm şeriatı dışında kalıp şeriat, hüküm, had ve sembol­lere sahip olduklarını iddia edenler iki kısma ayrılır:

2- BAB

Diğer Din Ve Mezhepler

A-  Tevrat ve İncil gibi kesin olarak bilinen kitaplara sahip olanlar ki Kur’an bunlara Ehl-i Kitâb şeklinde hitap etmiştir.

B- Kitap indirilme şüphesi bulunan Mecusiyye ve Mâneviyye gibi din­lerdir. Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) indirilen sahifelerin Mecûsiler tarafından işlenen birtakım günahlar nedeniyle göğe çekildiği bilinmektedir. Bunlar­la ahit ve zimmet ilişkisi kurulabilir. Müslümanların bunlar karşısındaki konumu, Yahudiler ve Hıristiyanlar karşısındaki konumla aymdır. Çünkü bunlar da Ehl-i Kitab sayılmıştır. Ancak bunlarla evlenilmez ve kestikleri yenilmez. Bunun nedeni ise, kendilerine indirilmiş olan kitapların kendile­rinden çekilip alınmış olmasıdır.

Kitapları olduğu bilinen Ehl-i Kitab’ı öncelikle ele almak istiyoruz. Kitap indirilme şüphesi bulunan dinleri ise bilâhare ele alacağız.

Ehl-i Kitab Ve Ümmîler

ResûlullalVm peygamberliğinden önce Ehl-i Kitab ve Ümmîler bir­birine tekabül eden iki fırka idi. Ürnmî, okuryazarlığı olmayan kimsedir. Buna göre Yahudiler ve Hıristiyanlar Medine’de, Ümmîler ise Mekke’de bulunmaktaydılar.

Ehl-i Kitab, Esbât’ın<“> dinlerini destekliyor, İsrail oğullarının yolunu izliyorlardı. Ümmîler ise kabilelerin dinini destekleyerek İsmail oğullarının yolunu takip ediyorlardı. Adem’den (aleyfaissdâm) doğan nur, İbrahim’e (aleyhîsselâm) geçtikten sonra İkiye ayrılmış, biri İsrail oğullarına diğeri de İsmail oğullarına intikâl etmiştir. İsrail oğullarına intikâl eden nur açık ve aşikâr iken İsmail oğullarına intikâl eden nur gizli kalmışa. İsrail oğullarına İntikâl eden nur, peygamberliğin şahıstan şahısa geçmesi sayesinde aşikâr olmuştur. İsmail oğullarına indirilen gizli nur ise birtakım menâsik ve sem­bollerin yaş atılmasıyla bilinmekte, şahıs zinciri devam etmemektedir.

Birinci fırkanın kıblesi Kudüs’te bulunan Beytü’l-Makdis iken ikinci fırkanınki Mekke’de bulunan ve âlemlere hidâyet kaynağı olarak vazedi­len Beytullah’dır. İlkinin şeriatı, zahirî hükümler iken, ikincinin şeriatı Harem-i Şerifin şiarlarına riâyet etmektir. İlk fırkanın hasımları Firavun ve Hâmân gibi küfür ehli iken ikinci grubun düşmanları put ve heykelle­re tapan müşriklerdir. Bu karşılaştırma aynen mevcut olduğu için buna uygun bir taksim de sıhhatli olmaktadır.

Yahudiler Ve Hıristiyanlar

Bu ikisi, Ehl-i Kitab’m en büyük ümmetleridir. Bunlardan Yahudi ümmeti daha büyüktür. Çünkü şeriat Musa (aleyhisselâm)’a indirilmiş olup İsrail oğullarının tamamı bununla amel etmiş, Tevrat’ın hükümlerine uymakla mükellef kılının ıslardır.

İsa b. Meryem’e (aleyhisselâm) İndirilmiş olan İncil ise hüküm İçerme­mekte, helal ve haram gibi emir ve yasaklar bu kitaptan çıkarılamamak-tadır. Bu kitab, sembol ve misaller, vaaz ve öğütlerle doludur. Bunlar dışında sert hükümler açısından Tevrat’la gelen hükümler esas alınmaya devam edilmiştir. Bu husus, ileride açıklanacaktır. Yahudiler işte bu gerek­çeden hareketle İsa’ya (aleyhisselâm) bağlanmamış ve onun da kendileri gibi Hz. Musa’ya ve Tevrat’a uymakla memur iken onu tağyir ve tebdil ettiğini iddia etmiş, şu değişiklikleri de bu meyanda zikretmişlerdir:

Cumartesi yerine Pazar’ın kutsal gün sayılması, Tevrat’ta haram iken domuz etinin yenilebİlmesi, sünnet ve gusül gibi hükümlerdeki değişiklik­ler vs.

Müslümanlar, her iki ümmetin de kitaplarını değiştirip tahrif ettiklerini beyan etmişlerdir. Bununla birlikte Isa (aleyhisselâm) Hz. Musa’nın getirdiği kitap ve ahkâmı tasdik etmiştir. Onlara göre Musa (aleyhisselâm) da, İsa (aleyhisselâm) da son peygamberi müjdelemişlerdir. İmamları, nebileri ve kitapları da bunu böylece emretmişlerdir. Seleflerinin Medine’de inşa ettik­leri kaleler, asıl itibarıyla âhir zamanda gelecek olan Allah Resûlü’nü (sallal-iâhu aleyhi ve sellem) desteklemek içindir. Nitekim birçok Yahudi ve Hıristiyan din adamı, kendi cemaatlerine Şam’ı terkederek bu kalelere hicret etmeleri­ni emretmişlerdir. Ama son peygamber zuhur edip Fârân’da (: Mekke) hak davetini ilân ettiği zaman O’na inanmamış ve Medine’ye hicret ettiğinde de O’nu desteklemeyerek şehri terketmişlerdir. Bu husus Kur’an’da haber verilirken şöyle buyrulmaktadır: “Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden Kitab geldiğinde -ki onlar bundan önceleri, inkâr edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi-, bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah’ın laneti inkâr edenlerin üzerine olsun.” (Bakara, 2/89)

Yahudilerle Hıristiyanlar arasındaki ihtilaflar da bu son Peygamber sayesinde giderilecekti. Çünkü Yahudiler “Hıristiyanlar hiçbir esas üzere değillerdir” (Bakara, 2/113) derken Hıristiyanlar da “Kitabı okudukları hal­de Yahudiler hiçbir esas üzere değillerdir” (Bakara, 2/113) diyorlardı. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) İse onlara şöyle buyuruyordu: “Tevrat ve İncil’in -hükümlerini- ikâme etmedikçe hiçbir esas üzere değilsiniz!” (Mâide, 5/68) Onların hükümlerini ikâme etmeleri ise, Kur’an’a ve son Peygamberin hükmüne tâbi olmalarıyla mümkündü: Bundan kaçınıp Allah’ın âyetlerini inkâr edince “Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini haksız yere öldürmelerİndendi; bu, karşı gelmeleri ve taşkınlık yapmalarmdandı.” (Bakara, 2/61)

1- Fasıl

 

Yahudiler

‘Hâde er-raculu’ adam rücû etti, tövbe etti anlamındadır. Musa Peygamber’e (aleyhisselâm) “Hudnâ ileyk^Sana döndük, sana yakardık” dedikleri için bu isimle anılmışlardır.

Bunlar Musa Peygamber’in (aleyhisselâm) ümmetidirler. Kitapları Tevrat’tır. Semâdan indirilen ilk Kitap, Tevrat’tır. Çünkü Musa Pey­gamberden (aleyhissdâm) önceki İbrahim (aleyhisselâm) ve diğer peygamber­lere indirilenlere ‘Suhuf^Sahifeler’ denilip ‘Kitab’ denilmemiştir. Allah Resûlü’nün (saUallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah Teâlâ Adem’i eliyle yarattı, Adn cennetini eliyle yarattı, Tevrat’ı da eliyle yazdı.”

Burada diğer kitaplardan ayrı olarak Tevrat’a bir hususiyet atfetmiştir, Tevrat sifrlerden oluşur. Birinci sifrde yaratılışın başlangıcı anlatılmıştır. Bunu hükümler, hadler, haller, kıssalar ve mev’izalar izler. Her biri müsta­kil sifrlerde yeralmıştır.

Allah Teâlâ Tevrat’ta bulunan hususların bir özeti olarak da Levha­ları indirmiştir. Bunlar da ilmî ve amelî kısımları kapsamaktadır. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Levhalarda herşeyden bir öğüt yazdık.” (A’râf, 7/144) Bu ayette ilmî kısma işaret edilirken “Herşey için bir tafsilat (yazdık)” (A’râf, 7/144) ayetinde amelî kısma işaret edilmektedir.

Yahudiler şöyle demişlerdir: Musa (aleyhisselâm) Tevrat ve Levha­ların (tabletler) sırlarını, vasisi, hizmetlisi ve kendinden sonra davet işini üstlenecek olan Yûşa b. Nûn’a naklederek bunları Harun’un (aieyhissdâm) çocuklarına açıklamasını istemişti. Çünkü risâlet onunla kardeşi Harun (aleyhisselâm) arasında ortaktı. Allah Teâlâ da Hz. Musa’nın bu husustaki duasını haber vererek “Onu işimde ortak kıl” (TâM, 20/33) buyurmuştur. Harun (aleyhissdâm), Mtısa (aleyhisselâm) henüz hayatta iken vefat edince vasi­yeti emanet olarak Yûşa b. Nûn’a intikâl etti. Böylece söz konusu emaneti Harun’un (aleyhisselâm) oğulları Şebîr ve Şibr’e nakletme görevi onun oldu. Bundan da anlaşılacağı üzere vasiyet ve imamet bazen ehlinde dururken, bazen de emânet edilebilir.

Yahudilere göre şeriat tektir. Bu tek şeriat da Musa (aleyhisselâm) ile başlamış ve onunla kemâl bulmuştur. Ondan önce şeriat olmayıp sadece birtakım aklî ilkeler ve maslahatı gözeten sınırlı hükümler mevcuttu.

Onlara göre nesh kesinlikle caiz değildir. Yine iddialarına göre o şeri­attan sonra başka bir şeriat gelmeyecektir. Zira nesh, emirleri değiştirme (bedâ) anlamına gelir ki bu, Allah Teâlâ hakkında caiz değildir.

Yahudiler nesh, teşbih, kader, cebr ve dünyaya geri dönüş (ric’at) gibi konularda ihtilafa düşmüşlerdir. Onların ana meseleleri bunlar üzerinde dönmektedir.

Nesh konusundaki fikirleri zikrettiğimiz gibidir.

Teşbih meselesine gelince, Yahudiler arasında yaygın bir inanıştır. Çünkü Tevrat, suret, şifahen görüşme, açıkça konuşma, Sîna dağına inme, Arş’a oturma ve Allah Teâlâ’yı açıkça görme gibi müteşâbih unsurlarla doludur.

Kader meselesinde ise müslümanlara benzer bir fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Onların Rabbânîler’i bizim Mu’tezile’ye, Kurrâ ise bizdeki Cebriyye ve Müşebbihe’ye benzemektedir.

Ric’at yani öldükten sonra dirilme fikrine gelince bunu iki hadisede görmüşlerdir:

İlki Uzeyr’e (aleyhisselâm) dayandırılan hadisedir ki Allah Teâlâ onu yüz yıl ölü tuttuktan sonra tekrar diriltmiştir. İkincisi ise Harun’un (aleyhisselâm) çölde ölmesidir. Onun ölümünü Musa’ya (aleyhisselâm) nisbet etmişlerdir. İddialarına göre Yahudiler ona daha fazla ilgi gösterdikleri için Musa (aleyhissdâm) onu çekememişti. Ancak ölümünün keyfiyeti üzerinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Kimileri onun ölmediğini ve geri döneceğini, kimileri de gâib olduğunu ve geri döneceğini iddia etmişlerdir.

İyi bilinmelidir ki Tevrat baştan aşağı, Peygamberimiz Hz. Muham-med Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sdlem) şeriatının hak olduğuna, bu şeri­atın sahibinin sadık olduğuna dair delalet ve göstergelerle doludur. Ancak Yahudiler bunları tahrif ve tebdil etmişlerdir. Bu tahrif ve tağyir ya yazı ve şekil bakımından, yahut da tefsir ve yorum şeklinde gerçekleşmiştir.

Bu göstergelerin en açık olanı Hz. İbrahim ve oğlu Hz. ismail’den bahsedilirken, Hz. İbrahim’in oğlu ve zürriyeti hakkındaki duası ve Rab Teala’nın bu duayı “Ben İsmail’i ve evlatlarını mübarek kıldım, hayrın tamamını onlar arasına yerleştirdim; onları bütün ümmetlere üstün kıla­cağım; aralarından kendilerine ayederimi okuyacak bir peygamber gönde­receğim.” buyurarak kabul ettiğinin belirtilmesidir.

Yahudiler bu hususu kabul etmekle birlikte şöyle derler: “Allah Hz. ibrahim’in duasını nübüvvet ve risalet olarak değil, saltanat ve mülk ola­rak kabul etti.”

Ben onları şu delille ilzam etmiştim: Sİzİn de teslim ettiğiniz bu salta­nat bir adalet ve hak saltanatı mıdır yoksa değil midir? Eğer böyle değilse, Allah’ın Hz. ibrahim’e, evlatlarına bir zulüm saltanat ve mülkü vermek suretiyle lütuf ve ihsanda bulunmuş olması nasıl mümkün olabilir? Şayet bu mülkün sahibinin adalet ve hak ehli olduğunu kabul edecek olursanız, bu mülk sahibinin Allah hakkında söylediği ve İddia ettiği şeylerde de sadık olması lazım gelecektir. Şu halde nasıl olur da Allah hakkında yalan söyleyen bir kişi adalet ve hak sahibi olur? Zira Allah hakkında yalan söyle­mekten daha büyük bir zulüm yoktur. Dolayısıyla bu zatı yalanlamak ona zulüm izafe etmek, ona zulüm izafe etmek ise Allah’ın söz konusu ihsan ve lütfunu ortadan kaldırmak demektir ki bu da çelişkiden ibarettir.

Işın ilginç tarafı Tevrat’ta şöyle bir bilgi mevcuttur: İsrail oğullarının torunları (esbât) İsmail oğullarının kabileleriyle görüşüyor ve bu halkta Tevrat’ta bulunmayan ledünnî bir ilmin bulunduğunu görüyorlardı. Tarih kitaplarında da şöyle yazılıdır: İsmail oğulları Alullâh ve Ehlullâh olarak anılıyorlarken İsrail oğullan Âl-i Yakûb, Âl-i Musa ve Âl-i Harun olarak biliniyorlardı. Bu, önemli bir üstünlüktür.

Tevrat’ta şöyle bir nas bulunmaktadır: “Allah Teâlâ Tûr-i Sina’dan geldi, Sâ’îr’de zuhur etti ve alenen bilindi.” Sâ’îr, İsa’nın (akyhisselâm) zuhur ettiği Kudüs dağlarıdır. Fârân ise Allah Resûlü’nün (sailallâhu aleyhi ve sellcm) zuhur ettiği Mekke dağlarıdır.

Vahiy, tenzil, münâcât ve tevildeki Rabbani nurlar ve ilâhî sırlar üç mertebe üzeredir: Başlangıç (mebde’), orta (vasat) ve olgunluk (kemâl). Gelme fiili başlangıca, zuhur fiili ortada olmaya ve ilân da kemâl haline benzetilebilir. Tevrat şeriat güneşinin doğuşunu temsil etmektedir, çünkü Tûr-i Sina’dan gelişte kendini göstermektedir. Güneşin yükselişi ise Sâ’îr’de zuhurunu temsil etmektedir. Kemal hali ise Fârân dağı üzerinde ilân ve istivada kendini göstermektedir. Görüldüğü üzere bu ifadelerde İsa Mesîh (aieyhisselâm) ve Allah Resûlü’nün (sailallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetlerinin tas­diki söz konusudur.

İsa (aieyhisselâm) İncil’de şöyle demektedir: “Ben, Tevrat’ı geçersiz kılmak için değil onu ikmâl etmek için geldim. Tevrat sahibi cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, yaralarda da kısası emret­miştir. Ben ise şöyle derim: Bir kardeşin sağ yanağına vurduğunda solunu çevir.”

Son şeriat her ikisini de ihtiva etmektedir. Nitekim kısas hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Ölülerde kısas size farz kılındı.” (Bakara, 2/178) Affe­dip bağışlama hakkında İse şöyle buyrulmaktadır: “Bağışlamanız takvaya daha yakındır.” (Bakara, 2/237)

Tevrat’ın hükümleri açık ve genel siyasete dair hükümler iken İncil’de bâtmî ve özel siyasetle ilgili hükümler yeralmaktadır. Kur’an’da İse her iki türden hükümler mevcuttur: “Kısasta sizin için hayat vardır.” (Bakara, 2/179) ayeti zahirî siyaseti temsil etmektedir. “Bağışlamanız takvaya daha yakındır.” (Bakara, 2/237) ve “Bağışlamayı seç ve ma’rufu emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199) ayetleri ise batınî siyaseti temsil etmektedir. Son âyetin manâsıyla ilgili olarak Allah Resulü (sailallâhu aleyhi ve sdJem) buyur­du ki: “Sana zulmedeni bağışlaman demek; seni mahrum edene vermen ve seninle ilişkiyi kesenle ilişkini sürdürmendir.” (Tabcrânî, Muccmu’l-Kebîr, 17/270)

Kendi inancını tasdik eden, hattâ onu ikmal ve terakki ettiren birini yalanlamak nasıl olabilir? Nesh, asiı itibarıyla geçersiz kılma değil ikmâl etme anlamındadır.

Tevrat’ta hem genel, hem de özel hükümler mevcuttur. Bunların bir çoğu şahıslar ve zamanlarla kayıtlıdır. Söz konusu zamanlar geçtiğinde o hükümler de kalmayacaktır. Bunu fikir değiştirme (bedâ) ve geçersiz kılma olarak görmek nasıl mümkün değilse, burada da aynı durum geçer­lidir.

Cumartesi gününe gelince Yahudiler eğer Cumartesi günüyle İlgili emirler niçin gelmiştir, hangi şahıslara bağlı olarak gelmiştir, hangi halle­rin karşılığı olarak vazedilmiştir, hangi zamanla sınırlıdır? Bunların cevap­larını anlamış olsalardı son şeriatın hak olduğunu ve Cumartesi gününün kutsallığını geçersiz kılmayıp ikrar ettiğini bilirlerdi. Cumartesi yasaklarını çiğneyenler kendileridir.  Bu nedenle de maymunlara çevrilmişlerdir.

Aslında hepsi bunu itiraf eder ve Musa’nın (aleyfaissdâm) bir mabet inşa etti­ğini, orada suretler ve şahıslar tasvir ettiğini, bu suretlerin mertebelerini açıkladığını ve o sembolllere işaret ettiğini bilirler. Ama kapıyı kaybettik­lerinde hırsızlar gibi oraya girememiş ve tam bir şaşkınlığa kapılarak ne yapacaklarını bilmez hale gelmiş ve yetmiş bir fırkaya ayrılmışlardır.

Şimdi bu fırkaların önde gelenlerine değinmek istiyoruz. Başarı AJlah Teâlâ’d andır.

1- Anâniyye

Anan b. Dâvud ve Re’su’l-Câlût isimleriyle tanınan şahsın taraftar­larından oluşan fırkadır. Bu fırka, Cumartesi günü ve bayramlar konusun­da diğer Yahudilerden ayrılmıştır. Kuş, balık ve çekirge yemeyi haram saymışlardır. Hayvanı ensesinden keserlerdi. İsa Peygamberin (aleyhisselâm) vaaz ve işaretlerini tasdik ederek şöyle derlerdi: İsa (aleyhisselâm) Tevrat’a asla muhalefet etmemiştir. Bilakis onu tasdik ve ikrar etmiştir. İnsanları onun hükümlerini uygulamaya davet etmiştir. Kendisi Tevrat ile amel eden ve Musa Peygamber’in (aleyhisselâm) davetine icabet eden İsrail oğul-lanndandı. Ancak nebî ve resul değildi.

Bu fırka mensuplarından bazıları şöyle demişlerdir: İsa Peygamber (aleyhisselâm) asla bir peygamber olduğunu, İsrailoğullarına mensup bulun­duğunu, Musa (aleyhisselâm)’ın şeriatını nesheden bir şeriata sahip olduğu­nu iddia etmemiştir. O, Allah Teâlâ’mn Tevrat’ın hükümlerini iyi bilen ihlâslı velî kullarından biridir. İncil de gökten indirilmiş bir kitap olmayıp hayatının ilk gününden son gününe kadar yaşadığı olayların anlatıldığı bir kitaptır. Havarilerinden dördü tarafından telif edilmiştir. Dolayısıyla indirilmiş bir kitab olması mümkün değildir.

Onlara göre Yahudiler öncelikle onu yalanlamaları sebebiyle kendi­sine zulmetmiş, davetinin özünü kavrayamamış ve sonunda da kendisi­ni katletmişlerdir. Onun niçin geldiğini hiç anlamamışlardır. Halbuki Tevrat’ta Meşîha’nm adı birçok yerde geçmektedir. Bu Meşîha’dan murad Mesih’tir. Fakat kendisine peygamberlik ve şeriat verilmemiştir. İncil’de geçen “Fâraklit” de âlim insan anlamındadır.

2- İseviyye

Ebu İsa İshâk b. Yakûb el-İsfahânî adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Taraftarlarına göre bu kişinin adı Ofid Elohîm’dir ki “Allah’a tapan” anlamına gelir. Bu şahsın ortaya çıkışı Halife el-Mansûr devrinde olmuştur. Davetini ilan etmeye başlaması ise, Emevîlerin son­larında Mervan b. Muhammed el-EIımâr devrine rastlar.

Birçok Yahudi bu adamın davetine tâbi olmuş, onun birçok işaret ve mucizeye sahip olduğu iddiasında bulunmuşlardır. İddialarına göre onunla savaşılması halinde taraftarlarının çevresine bir âs ağacı dalıyla çizgi çizecek ve şöyle diyecektir: Bu çizginin gerisinde durun, silahlı düşmanınız size ulaşamayacaktır. Düşman askerleri bu çizgiye geldikle­rinde onun koymuş olduğu bir tılsım veya büyü sebebiyle korkarak geri kaçarlardı. İddialarına göre bir defasında Ebu İsa bu çizgiyi at üstünde çarpışarak tek başına geçmiş ve birçok müslümanı öldürmüştü. Kendisi Mâverâünnehir’de bulunan Musa b. İmrân’m taraftarlarının yanına gide­rek onlara Allah’ın kelâmını tebliğ etmek istemiştir. Rivayete göre Rey’de el-Mansûr’un ordusuyla savaşırken taraftarlarıyla birlikte öldürülmüştür.

Ebu İsa, kendisi hakkında, “Ben peygamberim ve beklenen Mesih’in elçisiyim.” derdi. İddiasına göre Mesih’in (aleyhisselâm) beş elçisi vardır ve ardarda gelirler. Yine onun iddiasına göre Allah Teâlâ Mesih’e İsrail oğul­larını günahkâr milletlerden ve zâlim krallardan kurtarmayı emretmiştir. Onlara göre Mesih, Adem oğullarının en üstünü idi. Mevki bakımından bütün peygamberlerin üstündeydi. Bu şahsın iddiasına göre kendisi, Mesih’in elçisi ve yaşadığı devrin en hayırlı insanıydı. Mesih’in tasdikini farz görür, davetçİnin davetini yüceltirdi. Ona göre davetçi Mesih idi.

Kitabında her türlü hayvan etinin yenmesini haram görmüştü. Hiç­bir canlının yenemeyeceğini söylerdi. On vakit namaz kılınmasını farz kılmıştı. Taraftarlarına da bu namazları kılmayı emrederdi. Bu namazların vakitlerini de o belirlemişti. Tevrat’ta zikredilen hükümlerin çoğunda diğer Yahudilere muhalefet etmişti.

İnsanların elindeki Tevrat, Roma krallarından birinin emriyle otuz din adamı tarafından toplanmıştır. Bunun sebebi, Tevrat’ta yeralan hükümlerin birtakım câhiller tarafından değiştirilme endişesiydi. Başarı Allah Teâlâ’dandır.

3- Mukârebe Ve Yod’aniyye

Hcmedan şehrinden Yod’an adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Adının Yehûda olduğu da söylenmiştir. Bu şahıs, insanları zühde, ibâdeti arttırmaya teşvik ediyor, et yemek ve içki içmek­ten sakındırıyordu. Rivayete göre davetçinin önemi üzerinde duruyor, Tevrat’ın bir zahir, bir de bâtını, bir tenzil, bir de tevili olduğunu iddia ediyordu. Yaptığı tevillerle Yahudi topluluğunun çoğunluğuna muhalefet etmişti. Teşbih fikrinde de onlardan farklı düşünüyordu. Kader (: kulun kendi eyleminde tam kudret sahibi Halik olduğu) fikrine eğilimliydi. Fiil­lerin hakikî anlamda kula ait olduğunu iddia ederek mükâfat ve cezanın da buna göre şekilleneceğini söylüyordu. Bu noktada oldukça katı dav­ranıyordu.

Bu fırkanın dallarından biri Mûşikâniye olup Mûşikân adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuştur. Kendisi Yod’an ile aynı görüşleri paylaşmasına rağmen muhaliflere karşı silah kullanmayı farz görüyor­du. Nitekim ondokuz taraftarıyla birlikte ayaklanmış ve Kum civarında öldürülmüştür. Mûşikâniyye’den bir topluluğun Allah Resûlü’nün (salkliâ-hu aleyhi ve seilem) Yahudiler dışında bütün insanlığa gönderilmiş bir peygam­ber olduğuna, çünkü Yahudilerin din ve kitab ehli olduğuna inandıkları söylenmiştir.

Mukârebe fırkasından bir grup, Allah Teâlâ’nın bir meleği bütün yarattıklarından üstün kıldığını, peygamberlere de o melek vasıtasıyla hitap ettiğini söylemiştir. Allah Teâlâ’ya ait olduğu ifade edilen ve Tevrat ile diğer kitaplarda zikredilen bütün sıfatlara o meleğin sahip olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre Allah Teâlâ’nın bu sıfatlarla anılması caiz değildir. Bu fırka mensuplarına göre Musa Peygamber (aleyhisselâm) ile konuşan da o melektir. Tevrat’ta adı geçen ağaç da o melektir. Allah Teâlâ insanlarla konuşmaktan münezzehtir. Tevrat’ta zikredilen ru’yet talebi, şifahi konuşma, Allah Teâlâ’nın gelmesi, bulutta zuhur etmesi, Tevrat’ı eliyle yazması, Arş’a oturması, Âdem’in (aleyhisselâm) suretinde olması, kısa tüylü, siyah perçemli olması, Nuh (aleyhisselâm) tufanına gözleri kör olacak derecede ağlama, azı dişleri görünecek kadar gülme gibi hal ve fiillerin tamamı o meleğe yorulmuştur. Ona göre Allah Teâlâ bütünüyle, bütün Özellikleriyle rûhânî bir melek gönderip ona kendi İsmini verebilir ve onun hakkında “Bu, benim elçimdir, sizin için Ben neysem o da odur, sözü Benim sözüm, emri Benîm emrim, aranızda zuhuru Benim zuhurum gibidir.” buyurmuş olabilir. İşte söz konusu meleğin durumu budur.

Mesîh (aleyhisselâm) hakkında “O Tanrı’dır, o âlemin seçilmişidir.” diyen Arinos’un da kendi fikrini bu fırkadan aldığı söylenmiştir. Onlar Arinos’tan dört yüz yıl önce yaşamışlar, zühd ve titizlikle tanınmışlardır.

Bu görüşün asıl sahibinin Bünyamİn en-Nİhâvendî olduğu da söylen­miştir. Rivayete göre o, bu mezhebi onlara takdim etmiş ve Tevrat’taki müteşâbih ayetlerin tamamının tevile muhtaç olduğunu söylemiştir. Ona göre Allah Teâlâ beşerî sıfatlarla tavsif edilemez, yaratılmışlardan hiçbiri­ne benzetilemez. Tevrat’ta bu ve benzeri hususlarda zikredilen ayetler adı geçen büyük melek hakkındadır.

Bu açıklama Kurban için de geçerli olmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ Meryem (aleyhisselâm) hakkında şöyle buyurmuştur: “Ona ruhumuzdan üfle­dik.” (Enbiya/9l) Başka bir yerde de şöyle buyrulmuştur: “Ona ruhumuz­dan Üfledik.” (Tahrîm/12)

Bu ayetlerde ruhu üfleyen Cebrail (aleyhisselâm) olup Meryem’e (aleyhis­selâm) temiz bir çocuk vermek için tam bir insan suretinde görünmüştür.

4- Sâmire

Bunlar Kudüs dağlarında ve bazı Mısır köylerinde yaşayan bir toplu­luktur. Temizlik ve arınmaya, diğer Yahudilerden daha fazla titizlenirlerdi. Musa (aleyhisselâm), Hânin (aleyhisselâm) ve Yu’şâ (aleyhisselâm)’dan sonra gönderilen peygamberlerden sadece birinin nübüvvetini kabul eder, diğer peygamberleri tamamen inkâr ederlerdi. Onlara göre Tevrat, Musa’dan (aleyhisselâm) sonra gelecek tek bir peygamber müjdelemiştir. O da Tevrat’ın getirdiği şeriatı tasdik edecek, hükmüyle amel edecek ve ona asla muhale­fet etmeyecektir.

Sâmire fırkasından el-Elfan adında bir şahıs çıktı. Bu adam nübüvvet iddiasında bulunarak ‘”Musa Peygamberin müjdelediği peygamber benim, Tevrat’ta zikredilen ay gibi ışık saçan yıldız da benim.” dedi. Bunun çıkışı, İsa Peygamber’in (akyhisselâm) zuhurundan yaklaşık yüz yıl önceydi.

Sâmire fırkası, Dostâniyye -ki Elfâniyye de denir- ve Kostâniyye adında İkİ dala ayrılmıştır. Dostâniyye yalancı cemâat anlamındadır. Çünkü bunlar, mükâfaat ve cezanın dünyada olacağını söylemişlerdir. Kostâniyye ise sâdık cemâat anlamındadır. Çünkü bunlar ahiret hayatındaki mükâfaat ve cezayı ikrar etmişlerdir. Bu iki firka şerl hükümler bakımından da ihti­lafa düşmüşlerdir.

Sâmire fırkasının kıblesi Beyt-İ Makdis ile Nablus şehirleri arasında bulunan Gezirîm adında bir dağdı. Rivayete göre Allah Teâlâ Dâvud Pey-gamber’e (aleyhisselâm) Beyt-i Makdis’i Nablus dağı üzerinde bina etmeyi emretmişti. Bu Nablus Dağı, Allah Teâlâ’nın Musa Peygambere (aleyhisse-lâm) hitap ettiği Tür Dağı’dır. Dâvud (aleyhisselâm) İse İliya’ya taşınıp mabe­di orada inşa etti. Bu yaptığıyla da Allah Teâlâ’nın emrine muhalefet etmiş oldu. Sâmire fırkası Beyt-İ Makdis ile Nablus şehri arasını kıble edinmişler­di. Diğer Yahudiler ise Beyt-i Makdis’e yönelmişlerdir. Sâmire fırkasının dili, diğer Yahudilerin dilinden farklıdır. İddialarına göre Tevrat, İbrâni-ce’den ziyade Süryanice’ye yakın olan kendi dillerinde nazil olmuştur.

Yukarıda sıraladığımız dört fırka, Yahudilerin ana fırkalarıdır. Yetmiş bir fırka bu dört fırkanın dallarıdır.

Bütün fırkaların üzerinde ittifak ettikleri husus, Tevrat’ın Musa’dan (aleyhisselâm) sonra bir peygamberin müjdesini ihtiva ettiğidir. Farklılıkları bu peygamberin kimliği ve ilâve başka peygamberlerin varlığı üzerinde yoğunlaşmıştır. Meşîha adı kutsal kitaplarında açıkça geçmektedir. Ahir zamanda ışık saçan bir yıldız gibi birinin çıkacağı da üzerinde İttifak edilmiş bir ihbardır. Yahudiler o zâtı beklemektedir. Onun kutsal günü Cumartesidir. Çünkü Cumartesi, Allah’ın yaratılışı tamamlamasından sonra Arş’a oturduğu gündür.

Yahudiler Allah Teâlâ’nın yaratmayı bitirdikten sonra -hâşâ- bacak bacak üstüne atarak Arş’a oturduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.

Bir Yahudi fırkasına göre Allah Teâlâ’nın gökleri ve yeri yarattığı altı gün altı bin seneye eşittir. Çünkü Allah Teâlâ katmda bir gün, ay yılıyla bin yıla denktir. Adem’den (aleyhissetâm) bugüne kadar geçen süre bu kadardır. Yaratma fiili tamamlandığında emir başlamıştır. Emrin başla­ması Arş’a istiva ile olmuştur. Bu, olup bitmiş bir emir olmayıp gelecekte olacaktır. Günleri yıllarla saydığımızda böyle çıkmaktadır.

Hıristiyanlar

Hıristiyanlar İsa b. Meryem’in (aicyhisselâm) ümmetidir. O, Allah Teâlâ’nın resulü ve kelimesidir. Musa’dan (aleyhisselâm) sonra gönderilmiş ve Tevrat’ta müjdelenmiş hak peygamberdir. Açık mucize ve delilleri vardır. Ölüleri diriltmek, alacalı ve anadan kör olanları iyileştirmek bun­lardan bazılarıdır. Varlığı ve yaratılışı bizatihi doğruluğu İçin çok açık bir mucizedir. Nitekim kendisi nutfe atılmaksızın doğmuştur. Diğer peygam­berlerin tamamına kırk yaşında vahiy İnerken Allah Teâlâ onu beşikteyken konuşturmuş ve otuz yaşında da vahiyle müşerref kılmıştır. Davet süresi üç yıl, üç ay, üç gündür.

Göğe çekildiği zaman Havariler ve diğerleri ihtilafa düşmüşlerdir. Bu ihtilafların kaynağında şu İki husus yatmaktadır:

1- Yeryüzüne inişi, annesiyle ilişkisi ve Kelime’nin onda bedenlenme-si (tecessüd).

2- Göğe çıkışı, meleklerle buluşması ve Kelime ile birleşmesi. İlkiyle ilgili olarak Hıristiyanlar şöyle demişlerdir:   Keüme onda bedenlenmiştir. İttihâd ve bedenlenmenin gerçekleşme biçimiyle ilgili ola­rak farklı görüşler belirtilmiştit. Kimine göre bu, nurun şeffaf bir cisim üzerinde parlaması gibidir. Kimine göre, mumun üzerine kazman nakış gibi ona İşlemiştir. Kimine göre ruhanînin cismânîde tezahürü gibi zuhur etmiştir. Kimine göre Lâhût nâsûtun zırhına kuşanmıştır. Kimine göre Kelime Mesih’in {aleyhisselâm) bedenine sütün suya, suyun süte karışması gibi karışmıştır. Onlar Allah Teâlâ için üç temel vasıftan (=uknûm) bah­setmiş ve şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ tek bir cevherdir. Bununla kas-dettikleri Zâtı ile Kâİm olup belli bir yer ve hacim kaplaması sözkonusu olmayan varlıktır. O, cevheriyet bakımından tek, uknûmiyet bakımından üçtür. Uknum ile kasdettikleri ise varlık, hayat ve ilim gibi sıfatlardır. Bunlara Baba, oğul ve rûhü’l-kudüs adlarını takmışlardır. İlim ise diğer uknumlarda bedenlenmiştir.

Göğe çıkışı hakkında da şöyle demişlerdir: Mesih (aieyhisselâm) katle­dilip çarmıha gerilmiştir. Yahudiler, çekemedikleri, azgınlık ettikleri ve peygamberliğini reddettikleri için onu öldürmüşlerdir. Ama öldürme fiili lâhûtî kısmına tesir etmeyip sadece nâsûtî yani insani kısmına etki etmiş­tir. Onlara göre İnsanın kemâli şu üçündedir: Peygamberlik, imamet ve krallık. Onun dışındaki peygamberler bu üç vasfın tamamı veya bir kısmına sahiplerdi. Mesih’in (aleyhissciâm) ise bunlar üzerinde bir derecesi vardır. Çünkü o, tek oğuldur ve benzeri yoktur. Hiçbir peygamber ona kıyas edilemez. Âdem {aieyhisselâm) tarafından işlenen suç da onun sayesin­de bağışlanmıştır ve insanlar da onun tarafından hesaba çekilecektir.

Onun yeryüzüne tekrar inmesi konusunda ise fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bazılarına göre müslümanların da iddia ettikleri gibi Kıya-met’ten önce İnecektir. Bazılarına göre ise sadece Hesab Günü İnecektir. O, öldürülüp çarmıha gerildikten sonra yeryüzüne inmiş ve Şemon es-Safa tarafından görülmüş, onunla konuşup vasiyetlerde bulunmuştur. Bunun ardından dünyadan ayrılıp göğe yükselmiştir. Şemon es-Safa onun vasisi ve Havarilerin ilim, zühd ve takva bakımından en üstünü idi. Ancak Pavlos onun sözlerini çarpıtmış ve kendisini onun ortağı gibi göstererek birçok tahrifatta bulunmuş, Mesih’in (aieyhisselâm) buyruklarını filozofların sözleriyle karıştırmıştır.

Pavlos’un Greklere yazdığı mektubu ben de gördüm. Şöyle diyordu: “Sizler İsa’yı (aieyhisselâm) diğer peygamberler gibi mi görüyorsunuz? Asla böyle değildir. O, İbrahim Peygamberin (aieyhisselâm) öşür verdiği barış kralı Melkîz Dâk’a benzer. O İbrahim’i (aleyhisselâm)mübarek kılar ve başını sıvazlardı.” İşin tuhaf yanı İndilerden şöyle bir nakilde bulunmasıdır:

“Rab şöyle buyurdu: Muhakkak ki sen tek oğulsun. Tek olan bin, diğer insanlardan biriyle nasıl kıyaslanabilir?”

Bilâhare dört Havârî, İncil adını verdikleri dört ayrı kitap yazmıştır. Bunlar Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’dır. Matta İncili’nin sonu şöyle­dir: “Sizi, babamın beni size gönderdiği gibi bütün ümmetlere elçi gönde­riyorum. Gidin ve insanları Baba, Oğul ve Rûhü’l-kudüs adına davet edin!”

Yuhanna İncili’nin başlangıcı ise şöyledir: “Ezelde Kelime vardı. O, Allah katındaki Kelime sahibiydi. Allah o Kelime’dir. Her şey O’nun elin­dedir.”

Hıristiyanlar daha sonra yetmiş iki fırkaya bölünmüşlerdir. Bu fırka­ların en büyükleri üç fırkadır: 1. Melkâniyye, 2. Nestûriyye, 3. Yâkubiyye. Bunlardan çıkan fırkaların bazıları da şunlardır: İlyâniyye, Belyarisiyye, Makdanusiyye, Sebâliyye, Potinusiyye (: Nautusiyye), Pauliyye.

1- Melkâniyye

Melkâ adında bir şahsın taraftarlarından oluşmuş fırkadır. Melkâ Anadolu’da ortaya çıkarak bölgeyi tamamen istila etmiştir. Anadolu Hıris­tiyanlarının büyük bölümü Melkâniyye fırkasındandır.

Bunlara göre Kelime Mesih’in (aieyhisselâm) bedeni ile ittihâd etmiş ve onun nâsûtî yönüyle mütecessid olmuştur. Kelime’den muratları ilim uknumu, Rûhü’l-Kudüs’ten muratları ise Hayat uknumudur. Bedeıı-lenmeden önce İlim’e ‘oğul’ demezlerdi. Mesîh (aieyhisselâm), kendisiyle tecessüd ettiği şeyle birlikte ‘oğul’ olur. Bunlardan bazılarına göre Kelime İsa Mesih’in (aieyhisselâm) bedeni ile kaynaşmış, sütün suya karışması gibi ona karışmıştır.

Melkânîlere göre cevher uknumların aynı değildir. Bu ikisi, mevsuf ile sıfat gibidir. Bu yaklaşımdan hareketle de teslis fikrine kapılmışlardır. Kur’an-ı Kerîm’de onlardan sözedilirken şöyle buy-rulmaktadır: “Muhakkak ki, Allah üçün üçüncüsüdür diyenler küfre düşmüştür.” (Mâide, 5/73)

Bunlara göre Mesih (aleyhisselâm) cüz’î olarak değil, küllî olarak nâsût-tur. O, kadîm ve ezelîden gelen bir kadîm ve ezelîdir. Meryem (aJeyhisselâm) ezelî bir ilah doğurmuştur. Onun öldürülmesi ve çarmıha gerilmesinin nâsûtî ve lâhûtî yönlerinden her ikisini de etkilediğini söylemişlerdir, Melkânîler cübüwet=babalık’ lafzını Allah Teâlâ, ‘nübüvvet-peygam­berlik’ lafzını ise mutlak anlamda İsa Mesih (aleyhisselâm) hakkında kul­lanmışlardır. Çünkü ellerindeki İncil’de “Muhakkak ki sen tek oğulsun” ayeti yer almaktaydı. Yine Şemon el-Safâ’nın İsa Peygamber’e (aleyhisselâm) “Sen gerçekten Allah’ın oğlusun.” sözünü de duymuşlardı.

Bu, herhalde mecazî bir kullanımdır. Nitekim dünya nimetleri peşin­de koşanlara “ebnâu’d-dunyâ=dünya çocukları”, ahireti talep edenlere ise “ebnâu’l~âhire=ahiret çocukları” denilmiştir. İsa Peygamber (aleyhisselâm) Havarilere şöyle demiştir: “Size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin ve size lanet edenlere esenlik verin. Size buğzedenlere iyi davranın ve size eziyet edenlere salât edin ki gökyüzündeki babanıza layık oğullar olun. O’nun güneşi hem sâühlerin, hem de fâcirlerin üzerine doğar, yağmuru hem iyile­re, hem de kötülere indirir. Böyle yapın İd gökteki babanız gibi siz de tam olun.” Yine o şöyle buyurmuştur: “Sadakalarınızı düşünün ve onları göste­riş için halkın huzurunda vermeyin. Böyle yaparsanız, gökteki babanız katında hiçbir ecriniz olmaz.” Kendisini çarmıha gerecekleri zaman ise şöyle demiştir: “Şimdi babamın ve babanızın yanına gidiyorum.”

Arius adında bir rahip, “Kadîm olan Allah’tır, Mesih (aleyhisselâm) yaratılmıştır.” deyince bütün papaz, kardinal ve büyük din adamları İstan­bul’da imparatorun huzurunda toplandılar. Sayıları 318’di. Bunların hep­si de şu bildiri üzerinde ittifak ettiler:

“İnanırız ki Baba Allah Bir’dir, O her şeyin Mâlikidir. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyin yaratıcısıdır. İsa (aleyhisselâm) O’nun oğludur. Bütün alemlerin zuhurundan Önce babasından neşet etmiştir. Yaratılmış değildir. Kendisinin eliyle alemlerin nizam bulduğu Babasıyla aynı cevherden olup hak ilahtan gelen hak ilahtır. Bizim için, tüm insanlık için ve kurtuluşumuz için gökten inip Rûhu’l-Kudüs ile tecessüd etmiş ve insan olmuş, Bakire Meryem’den (aleyhisselâm) doğmuştur. Philatos

zamanında çarmıha gerildikten sonra toprağa verilmiştir. Üçüncü gün kalkmış ve göğe yükselmiş, babasının sağ tarafına oturmuştur. Ölülerle diriler arasında gidip gelebilecek durumdadır. Tek Rûhü’l-Kudüs’ün, babasından çıkan hak ruh olduğuna iman ederiz. Günahların bağışlanması için tek bir vaftize, tek bir katolik kutsal cemaata, bedenlerimizin tekrar kıyam edeceğine ve ebediyete dek sürecek bir hayata iman ederiz.”

Yukarıdaki metin üzerinde “varılan İttifak, Hıristiyanlar arasında yapılan ilk ittifaktır. Görüldüğü gibi bu metinde bedenlerin diriltilmesine işaret edilmektedir.

Hıristiyanlar arasında bir grup bedenlerin değil yalnız ruhların dirile­ceğini iddia etmiştir. Onlara göre kötü insanları bekleyen son, Kıyamet’ten sonra yaşayacağı ve bilgisizlikten doğan hüzün ve tasadır. İyileri bekleyen son ise, bilgiden kaynaklanan mutluluk ve sevinçtir. Bunlar cennette evli­lik, yeme, içme gibi fiillerin bulunmayacağını da ileri sürmüşlerdir.

Bu grupta yer alanlardan biri olan Mar İshâk şöyle demiştir: “Allah Teâlâ itaat edenlere mükâfaat vaadinde, isyan edenlere de ceza tehdidinde bulunmuştur. O’nun bu vaadinde durmaması caiz değildir. Çünkü bu kerem sahibine yakışmaz. Ancak tehdidinden cayıp âsilere ceza vermeye­cek, böylece herkes mutlu ve sevinçli olacaktır. O, bunu genellemiştir; zira ebedî ceza, cömert ve İyilik sahibi olan Allah Teâlâ’nın sânından olamaz.”

2- Nestûriyye

Halife el-Memûn döneminde ortaya çıkmış bir fırkadır. Fırkanın kuru­cusu Nestûr-i Hakîm adında bir şahıstır. Bu şahıs, incil’de kendi görüşle­riyle tasarrufta bulunmuştur. Hıristiyanlığa mensubiyeti, Mu’tezile’nin İslama mensubiyeti gibidir.

Kendisi şöyle demiştir: “Allah Teâlâ Bir’dir ve vücûd, hayat ve ilim olmak üzere üç uknum sahibidir. Bu üç uknum, Allah Teâlâ’nın Zâtı üzerine zâid de değildir, O’nun Zâtıyla aynı da değildir. Kelime İsa’nın (aleyhisselâm) bedeniyle ittihâd etmiştir. Ama bu İttİhâd, geçişip karışma (imtizaç) şeklinde değildir. Bilindiği üzere Melkânîler ittihadın bu şekilde gerçekleştiğini söylemişlerdir. Yâkûbîlerin iddia ettikleri gibi zuhur etme şeklinde de gerçekleşmemiştir. Ancak bu ittihad, güneşin kristal üzerinde­ki aydınlığı ve nakşın mühür üzerindeki zuhuru gibi gerçekleşmiştir.

Uknumlar (ekânîm) konusundaki görüşü, Mu’rezile” den Ebu Hâşim’in ahvâl konusundaid görüşlerini çağrıştırmaktadır. O da bir şey için farklı özelliklerin olabileceğini söylemiştir. Buradaki “bir” sözünden kastı Allah’tır. Nestûr’un ‘Allah cevher bakımından Bir’dir1 sözünden muradı, O’nun iki ayrı cinsten mürekkep olmayıp basit ve tek oluşudur. İki cevheri sıfat olarak hayat ve ilimden muradı ise, bunların, âlemin mebdei olan iki asıl oluşudur. Nestûr ilmi nutk (düşünme, konuşma) ve Kelime ile tefsir etmiştir.

Sözü nihayet olarak Allah Teâlâ’nın mevcut, hayat sahibi ve nâtık olduğunu tesbit etmeye varır. Filozoflar da insanı tarif ederken bu minval­de konuşmuşlardır; ancak bu mânâlar insan söz konusu olduğunda deği­şikliğe uğrar, çünkü insan Allah gibi basit değil, mürekkeb bir cevherdir.

Fırkanın bazı mensupları Allah Teâlâ’nın kudret ve irâde gibi sıfatlan olduğunu söylemiş, ancak bunları hayat ve İlim gibi uknum olarak görme­mişlerdir.

Kimilerine göre ise üç uknumdan her biri, tek başına diri, nutk sahibi ve ilahtır. Diğerleri İse ‘İlah’ isminin bu üçünden her biri için kullanılama­yacağını iddia etmişlerdir.

Onlara göre oğul, babadan doğmamış olup doğduğu zaman Mesih’in cisminde bedenlenmİş ve onunla ittihâd etmiştir. Hudûs, bedene ve nâsûtî kısma dönüktür. Bunlara göre Mesîh insan ile İlâhın ittihâd ettiği bir varlıktır. Her biri ayrı bir cevher, uknum ve değişik tabiattadır. Biri kadîm bir cevher iken, diğeri muhdes yani sonradan olma bir cevherdir. Biri tam bir insan, diğeri tam bir ilândır. Aralarında gerçekleşen ittihâd, kadîmin kıdemini iptal etmediği gibi, muhdesİn hudûsunu da iptal etme­miştir. Ancak bu ikisi tek bir mesîh ve bir tek tabiat haline gelmiştir. Bun­lar ifadeyi de değiştirerek cevherin yerine tabiatı, uknumun yerine şalisi geçirmişlerdir.

Öldürme ve çarmıha germeye gelince, bu meselede Melkâniyye ve Yakubiyye’den farklı bir görüş belirtmişlerdir. Onlara göre öldürme fiili Mesih’in (aleyhisselâm) lâhûtî yönünü değil nâsûtî yönünü hedef almıştır. Çünkü ilâhın acı çekmesi söz konusu değildir.

Potinus{: Nautus) ve Pavlos eş-Şamşâtî şöyle demişlerdir: Muhakkak ki İlâh birdir. Mesîh (aleyhisselâm) Meryem’den (aleyhisselâm) olmuştur. O, yaratılmış sâlih bir kuldur. Ancak Allah Teâlâ, taatından dolayı kendisini şereflendirmek ve onurlandırmak için evlat edinme anlamında ‘oğul’ ola­rak isimlendirmiştir. Bu oğulluk,’kesinlikle fiziksel doğum veya ittihada dayalı bir husus değildir.

Nestûrîler arasında Musallîn (:Duacılar) adıyla tanınan bir topluluk Mesîh (aleyhisselâm) hakkında Nestûr ile aynı görüşü paylaşmış ancak şunu İlâve etmişlerdir: Kişi ibâdette İleri gittiği, et ve yağ yemeyi bıraktığı, hayvani ve nefsânî şehvetleri terkettiği zaman cevheri saflaşır ve göklerin melekûtuna yükselerek Allah Teâlâ’yı açıktan görür, gaybda olan herşey kendisine açıklanır, göklerde ve yerde hiçbir sır ona gizli kalmaz.

Nestûriyye arasında teşbih fikrini reddederek Kaderiyye fırkası gibi kaderin hayır ve şerrini kula isnâd eden bir grup da çıkmıştır.

3- Yakûbiyye

Yakûb adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bunlar da Allah Teâlâ’nın üç uknumunu ikrar ederler. Ama diğerlerinden farklı olarak Allah Teâlâ’nın Kelimesi’nin ete ve kana büründüğünü söylerler. Böylece İlah, Mesîh (aleyhisselâm) olmuştur ve bedeniyle zahir olan da O’dur. O, O’nun tâ kendisidir. Kur’an-ı Kerîm’de bu topluluğun inançları haber verilerek şöyle buyrulmuştur: “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir diyen­ler küfre düşmüştür.” (Mâide, 5/72)

Bu fırka mensuplarının bir kısmı, İsa Peygamber’in (aleyhisselâm) Allah olduğunu söylemişlerdir.

Bazıları ise şöyle demişlerdir: Lâhût, nâsût İle zuhur etti. İsa Pey­gamber’in (aleyhisselâm) nâsûtu, cevherin tezahür ettiği yer oldu. Fakat bu durum, bir parçanın somut bir şekilde ona hululü (girişi) veya sıfat hükmündeki kelimenin ittihadı (birleşmesi) tarzında olmamıştır. Bilakis O’nun O olması şeklindedir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de Cebrail’den (aley-Dinler ve Mezhepler Tarihi hissdâm) sözedilirken şöyle buyrulmakradır: “Ona tam bir insan suretinde göründü.” (Meryem, 19/18)

Yakûbîlerin çoğunluğuna göre Mesîh (aleyhisselâm) tek bir cevher ve tek bir uknumdur, ancak iki cevherden neşet eder. Kimi zaman da iki tabiattan neşet eden bir tabiat olduğunu söylemişlerdir. Bu nedenledir ki nefs ile bedenin terkibi gibi kadim ilahın cevheri ile mulıdes insanın cevheri de terkip yoluyla birleşip tek bir cevher ve tek bir uknum olmuş­lardır. Bunun sonucu da bir insan ve bir ilah olmaktır. Bütünüyle ilâh, bütünüyle insandır. Bu yüzden ‘insan ilâha dönüştü’ denebilirken ‘ilâh insana dönüştü’ denemez. Tıpkı ateşe atılan bir kömür parçası gibi. ‘Kömür ateşe dönüştü’ denirken ‘ateş kömüre dönüştü’ denemez. Halbuki o, özü bakımından ne ateş, ne de kömürdür. O artık bir kor parçasıdır. Yakûbîler’İn iddiasına göre Kelime insan-ı cüz’î ile ittİhâd etmiş, insan-ı küllî ile ittihâd etmemiştir. İttihadı bazen imtizaç ile bazen de insan sure­tinin parlak bir aynaya hululü gibi hulul İle ifade ederler.

Teslis fikrini benimseyenlerin tamamı, kadîmin muhdes ile ittihâd etmesinin caiz olmayışı üzerinde fikir birliği etmişlerdir. Ama Kelimeden İbaret olan ikinci uknumun ittihâd etmesine karşın diğer uknumların ittihâd etmediklerini söylemişlerdir.

Mesih’in (aleyhissdâm) Meryem’den (aleyhisselâm) doğduğu, öldürülerek çarmıha gerildiği hususlarında da fikir birliği etmişlerdir. Ama bunun nasıl olduğu noktasında İhtilafa düşmüşlerdir. Melkâniyye ve Yakûbiyye fırkalarına göre Meryem’in (aleyhisselâm) doğurduğu ilahtır. Melkâniyye fırkasının inancına göre Mesîh (aleyhisselâm) nâsût-i küllî ve ezelî olduğu için Meryem (aleyhisselâm) insan-ı cüz’îdir. Cüz’î ise külliyi doğuramaz. İsa’yı (aleyhisselâm) doğuran kadîm uknumdur.

Yakûbîlere göre Mesih (aleyhisselâm) iki cevherden biri olduğu, ilah olduğu ve doğmuş olduğu için Meryemin (aleyhisselâm) bir ilah doğurmuş­tu. Allah Teâlâ bunların söylediklerinden tamamen münezzehtir.

Onlara göre öldürme ve çarmıha germe eylemleri de iki cevherden oluşan mürekkep cevher üzerine vâki olmuştur. Eğer bu iki cevherden biri üzerine vâki olmuş olsaydı ittihâd bâtıl olurdu.

Bazılarının iddiasına göre cevher-i kadîmin iki yönü vardır. Mesîh (aleyhisselâm) bir yönden kadîm, bir yönden de muhdestir.

Yakûbiyye’den bazıları şöyle demişlerdir: Kelime, Meryem’den ,aleyhisselâm) hiçbir şey almamış olup suyun oluğa uğraması gibi ona uğramıştır. Mesîh’in (aleyhisselâm) insanların gözlerine zahir olan hayali, ayna üzerindeki suret gibidir. Hakikatte o, tecessüm etmiş kesîf bir cisim değildir. Onun Öldürülmesi ve çarmıha gerilmesi de hayal üzere vâki olmuştur. Bunlara İlyâniyye denmiş olup Şam, Yemen ve Ermenistan’da bulunan bir topluluktur. İddialarına göre İlâh, onları halâsa kavuşturmak için çarmıha gerilmiştir. Bazıları ise şunu iddia etmişlerdir: Kelime bazen Mesîh’in (aleyhisselâm) bedenine dâhil olur ve ondan Ölüleri diriltme, ala­calıyı ve doğuştan körü iyileştirme gibi mucizeler sâdır olurdu. Bazen de ondan ayrılırdı ve o zaman kendisine acılar ve elemler varid olurdu.

Beliares ve taraftarları da bu görüştedir. Onun şöyle dediği nakledil­miştir: İnsanlar melekût-i a’lâya ulaştıkları zaman, bin yıl yer içer ve evle­nirler. Sonra Arius’un vaadettiği ve tamamı lezzet, mutluluk ve sürûrdan ibaret olan nimetlere ulaşırlar. Burada yeme, içme ve evlenme yoktur.

Makedanius İse cevher-İ kadîmin sadece iki uknumu olduğunu söyle­miştir: Biri baba, diğeri oğuldur. Ruh ise yaratılmıştır.

Sebalius ise kadîmin tek bir cevher ve tek bir uknum olduğunu ve üç özelliği bulunduğunu ve bunların tamamıyla Meryem oğlu İsa’nın bede­ninde ittihâd ettiğini İddia etmiştir.

Arius ise Allah Teâlâ’nın bir olduğunu söyleyerek O’nu ‘Baba’ olarak isimlendirmiştir. Mesîh (aleyhisselâm) O’nun seçimi üzere Kelimesi ve oğlu­dur. Mesîh (aleyhisselâm) bütün varlıklardan Önce yaratılmış olup eşyanın yaratıcısıdır. İddiasına göre Allah Teâlâ’nın diğer ruhlardan çok daha büyük, yaratılmış bir ruhu vardır. Bu ruh, baba ile oğul arasında vasıta olup ona vahyi ulaştırır. Yine onun iddiasına göre Mesîh İlk başta latîf bir cevher, katıksız bir rûhânî, dört unsura karışmamış, terkipten tamamen uzak bir varlık olarak vücûd bulmuştur. Onun dört unsura bürünmesi Meryem’den gelen cisimle ittihâd etmesi sırasında olmuştur.

İşte üç mezhep önünde durumu böyle olan Arius, mezhep bakımından farklı düşünmesi sebebiyle üçü tarafından da dışlanmıştır.

3-BAB

Ehl-i Kitap Olma İhtimali Bulunanlar

‘Kitab’ kavramı ile neyin kasdedildiğini ve gerçek kitapla kitap olması muhtemel olanlar arasındaki farkı daha önce beyan etmiştik. İbrahim’e (aleyhisselâm) indirilen sahîfeler (suhuf) kitab olma ihtimali taşımaktaydı. Çünkü bu sahîfelerde birtakım ilmî metodlar ve amelî yollar bulunmak­tadır.

Bu sahîfelerde bulunan İlmî unsurlara Örnek olarak şunlar zikredilebi­lir; Yaratılış ve ibdâ’nın keyfiyeti, mahlûkâtın Allah Teâlâ’nın ezelî hikme­tini izhâr edecek biçimde belli düzen ve nizâma göre biçimlendirilmesi, Allah Teâlâ’nın ezelî İrâdesinin bunların tamamı üzerinde câri olması, bun­lar hakkındaki kader ve hidayetin beyânı, mahlûkâtın bütün türleri için kesinleştirilmiş kaderin çizilmesi, Allah Teâlâ’nın âlemde yürürlükte olan hidâyetini kabullenmeye yönelik istidadın şekli ve benzerleri. Bu sahîfelere göre ilim bir bütün olarak bu iki hususun dışına çıkmaz, nitekim Allah Teâlâ buna şöyle İşaret buyurmuştur: “Yüce Rabbinin İsmini teşbih et! O ki yarattı ve biçimlendirdi, takdir etti ve hidâyeti gösterdi.” (A’fâ, 87/1-3) Allah Teâlâ İbrahim’den (aleyhisseiâm) haber vererek şöyle buyurmuştur: “O ki beni yarattı, bana yol gösteren de O’dur.” (Şuarâ/78) Musa’dan (aleyhisse-tâm) haber vererek de şöyle buyurmuştur: “O ki herşeye yaratılışını vermiş sonra da hidayet etmiştir.” (Tâhd, 20/50)

Amelî unsurlara Örnek olarak da şunları zikredebiliriz: Nefsleri şüphe­lerden arındırmak, ibâdetler yoluyla Allah Teâlâ’yı zikretmek, dünyevî şehvetleri reddetmek, uhrevî saadetleri tercih etmek. Bu sahîfelere göre uhrevî kemâle ulaşmanın yolu şu iki rüknü ikâme etmekle mümkündür: Taharet ve şehâdet. Ameller bu iki türün dışına çıkmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Arınan ve Rabbinin adını zikredip namaz kılan kurtuluşa erdi. Oysa siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (A’lâ, 87/14)

Yine Allah Teâiâ konuyla ilgili birinin ağzından şunu haber vermek­tedir: ”Muhakkak bu, ilk sahîfelerde, İbrahim ve Musa’nın sahıfelerinde mevcuttur.” (A’lâ, 87/19) Böylelikle, söz konusu sahîfelerde bulunan şeyle­rin, bu sûrenin ihtiva ettiği hususlar olduğu beyan edilmiş olmaktadır. Gerçek i’câz da İşte budur.

Mecûsîler, Seneviler, Maneviyye Ve Diğer Fırkalar

Mecûsiyye: En büyük din, en ulu ümmet olarak da anılmıştır. Bunun nedeni, ibrahim Peygamber’den (aleyhisselâm) sonraki peygamberlerin davetleri, onun daveti gibi umumiyet kazanmamış, kudret, krallık ve azamet sahibi olmamıştır. Çünkü Acem krallarının tamamı İbrahim dini üzereydi. Bu krallardan her birinin döneminde yaşayan tebaa krallarının dini üzere olmuşlardır. Acem krallarının başvuru kaynağı olarak gördükle­ri kişiye Mûbed-i Mûbedân denirdi. Bu isim, âlimlerin en âlimi, bilgelerin en büyüğü anlamına geliyordu. Krallar ondan emir alır ve emrine asla karşı çıkmazlardı. Sadece onun fikrine başvurur ve eski krallar gibi tazım ederlerdi.

israil oğullarının daveti, o sıralarda genelde Şam diyarı ve Kuzey Afri­ka’da yoğunlaşmış, Acem diyarına pek fazla nüfuz edememişti.

İbrahim Peygamber’in (aleyhisselâm) devrinde varolan fırkalar iki ana bölüme ayrılmıştı: 1. Sâbiîler, 2. Hanîfler.

Sâbiîler Bunların söylemi şudur: “Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilmek, O’na nasıl ibadet edeceğimizi anlamak, emir ve yasaklarını öğrenmek için bir aracıya ihtiyaç duyarız. Ama bu aracı cismânî değil ruhanî olmalıdır. Çünkü ruha­nîler arınmış ve temiz varlıklar olarak Rabbe herkesten daha yakındırlar. Cismânî ise bizler gibi beşerdir; yediklerimizi yer, içtiklerimizi içer, mad­de ve suret bakımından da bize benzer.” Onların ifadeleri Kur’an’da şöyle nakledilmiştir: “Eğer kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz, o zaman kaybedenler olursunuz.” (Mü’minûn, 23/34)

Hanîfler

Bunların söylemi de şudur: “Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nun emir ve yasaklarını öğrenmek içîn beşerî bir aracıya ihtiyaç duyarız. O, temizlik, masumiyet, ilâhî destek ve hikmet derecesi bakımından ruhanîlerin üstünde­dir. Beşerî özellikleri bakımından bize benzemelerine rağmen rûhâniyetleri bakımından bizden ayrışırlar. Bu boyutlarıyla valiye muhâtab olur, aldıkları vahyi de beşerî boyutlarıyla diğer insanlara aktarırlar.” Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “De ki: Ben de sizler gibi bir beşerim, -fakat-bana vahyediliyor ki sizin İlâhınız ancak tek bir İlâh’dır.” (Kehf, 18/110) “De ki: Rabbimi tenzih ederim, ben ancak bir insan, bir resulüm.” (isrâ, 17/93)

Sâbiîler saf ruhanîlere bizzat yol bulamadıkları, onların varlıklarına yaklaşamadıkları, hakkı doğrudan onlardan öğrenemedikleri için değişik aracılara yönelmişlerdir. Bazıları onları temsil ettiğini düşünerek yedi geze­gene yönelmiş, bazıları ise sabit yıldızlara yönelmiştir. Nabatlar, Persler ve Romalılar arasındaki Sâbiîler yedi gezegene yönelirken Hint Sâbiîleri sabit yıldızlara yönelmişlerdir.

Bunların mezheplerini Allah’ın yardımıyla mümkün olduğunca açıkla­maya çalışacağız. Bunların bir kısmı misali (: ilahî güçleri temsil eden) gök cisimlerinden daha aşağı inerek işitmeyen, görmeyen ve kendilerine hiçbir yararı dokunmayan cisimlere yönelmiştir. Yukarıda anlattığımız gruptakiler yıldızlara tapanlar (abedetü’l-kevâkib), ikinci gruptakiler ise puta tapanlar (abedenfl-esnâm) olarak bilinirler.

Hz. İbrahim her iki grupla da mücadele etmekle ve onlara müsama­ha ve kolaylık dini olan Hanîfliği öğretmekle mükellef kılınmış olduğu için puta tapanlara karşı hem sözle hem de fiille delil getirmiş; putları sözle ve fiille kırmıştır. Bu meyanda babası Azer’e şöyle demiştir: “Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun?” (Meryem, 19/42) Sonunda da “En büyükleri dışında hep­sini parçaladı.” (Enbiyâ, 21/58) Bu, fiilî bir ilzam ifâde ediyordu ve kırma bakımından da muhataplarını çaresiz bırakma girişimiydi, ibrahim (aleyhisselâm) Allah Teâlâ’nın da bildirdiği gibi bu görevi başarıyla tamam­lamıştır: “Bu, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz bir hüccetti. Dilediği­mizi derecelerce yükseltiriz. Muhakkak Rabbin en büyük hikmet ve ilim sahibidir.” (En’âm, 6/83)

İbrahim (aleyhisselâm), davet sürecinde öncelikle yıldızlara tapanların inançlarını geçersiz kılarken muvafakat (uyumlu davranma) üslûbunu kullanmıştır. Allah Teâlâ bunu haber verirken şöyle buyurmaktadır: “İbra­him’e göklerin ve yerin melekûtunu işte böyle gösteririz.” (En’âm, 6/75) Yani ona hücceti verdiğimiz gibi, bu hüccetin dayanağını da göstermişizdir. O da bundan harekede Önce yıldızlara tapanları olumlama cihetine gitmiş, fakat sonunda onlara muhalefet etmiştir. Böylelikle onları daha güçlü bir şekilde ilzam etmiştir. İbrahim (aleyhisselâm) güneş için “Bu benim Rab-bimdir” (En’âm, 6/76) dediği zaman müşrik olmadığı gibi, “Hayır onu en büyükleri yaptı” (Enbiyâ/63) dediği zaman da yalancı değildi. Onun ifadeleri kendini değil karşısındakileri bağlayıcı nitelikteydi. Hücceti gösterdiği ve hüccetin dayanağını açıkladığı zaman, en büyük din ve en yüce şeriatın Hanîflik olduğunu da ikrar etmişti. Dosdoğru din buydu.

Onun neslinden gelen bütün peygamberler, özellikle de Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve selkm) Hanîfliği benimsemiştir. O, bu dini beyanda zirveye ulaşıp nihaî hedefe varmıştır. İşin dikkat çekici yanı tevhidin Hanîfliğin en Özgün esası olmasıdır. İşte bu yüzdendir ki Kur’an’ın Hanîfliğin zikredildi-ği her ayetinde şirkin reddine de yer verilmiştir: “Hanîf ve Müslim olarak. O, müşriklerden değildi.” (ÂH İmrân, 3/67) “Allah için, O’na şirk koşmayan hanîfler olarak,” (Hacc, 22/31)

Seneviyye (İkicilik; Dualizm) Mecûsîlere özgü bir inanıştır. Onlar iki aslın varlığını iddia etmişlerdir. Onlara göre iki tane kadîm müdebbir vardır. Hayır ve şer, yarar ve zarar, salâh ve fesat bunlar arasında ikiye ayrılmıştır. Birine ‘Nur’ diğerine ‘Zulmet’ adını vermişlerdir. Fars dilinde ilkinin adı Yezdan, diğerinin adı de Ehrimen’dir.

Mecûsîlerin inançla ilgili sorunları temelde iki esas üzerinde tezahür etmiştir:

a- Nurun zulmete karışma sebebinin açıklaması.

b- Nurun zulmetten kurtuluşunun izahı. Onlara göre karışma mebde’ (başlangıç), kurtuluş ise varılacak menzil (me’âd)dır.

1- Fasıl

 

Mecûsîler

Daha önce de belirttiğimiz gibi iki asla inanırlar. Ancak gerçek Mecûsîler bu iki aslın kadîm ve ezelî olmasını caiz görmemişlerdir. Onlara göre nur ezelî iken zulmet muhdes yani sonradan olmadır. Ama bunlar da onun hudûsu üzerinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bir görüşe göre zul­met nurdan doğmuştur. Peki nur cüzi bir şerri ihdas edemezken şerrin kay­nağı olan zulmeti nasıl ihdas etmiştir? Yoksa başka bir şeyden mi doğmuş­tur? İhdas ve kıdem bakımından nura ortak olan başka bir şey var mıdır? Mecûsîlerin ihtilafları işte bu meseleler üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Bazılarına göre şahısların ilki (mebde’-i evvel) Geyûmers’tir. Bazıları da bu şahsın Zervân-ı Kebîr, ikinci peygamber Zerdüşt olduğunu söyle­miştir. Geyûmersiyye fırkasına göre Geyûmers Adem Peygamber’dir (aley­hisselâm). Kelime olarak anlamı ‘nutk sahibi canlı’ demektir. Hind ve İran tarihlerinde Geyûmers’in Adem (aleyhisselâm) olduğuna dair bilgiler mevcut­tur ki bu tarihçilerin çoğunluğu tarafından benimsenmeyen bir görüştür.

1- Geyûmersiyye

Geyûmers etrafında toplananlardan oluşmuş bir fırkadır. Fırka, iki aslın varlığını kabul etmiştir. Bunlardan birine Yezdan, diğerine Ehri­men demişlerdir. Bunlara göre Yezdan ezelî ve kadîmdir. Ehrimen ise mulıdes ve yaratılmıştır. İddialarına göre Yezdan kendisine karşı bir raki­binin olması halinde durumun ne olacağını kendi kendine düşünmüştü. Bu, aşağı bir fikirdi ve nurun tabiatına aykırıydı. Bu yüzdendir kİ bu düşünceden karanlık doğdu ve Ehrimen adıyla anıldı. Kötülük, fitne, fesat ve zarar tabiatına sahip olan Ehrimen nurun üstüne çıktı. Tabiatı ve sözü bakımından ona muhalefet etti. Nur askerleriyle Ehrimen askerleri arasında savaş başladı. Bunun üzerine melek ordusu aralarına girerek sulh etmelerini sağladı. Sulh şartı şuydu: Alem-i süflî, yedi bin yıl boyunca Ehrimen’in hükmü altında kalacaktı. Daha sonra orayı boşaltacak ve nura teslim edecekti. Ehrimen bu sulhtan önce dünya üzerinde bulunanları helak etti. İşe Geyûmers adındaki kişiyle Thor adında bir hayvandan baş­ladı. Önce onları öldürdü. Geyûmers’in düştüğü yerden Reybâs adında bir adam çıktı. Reybâs’tan Mîşe adında bir erkek, Mîşâne adında bir kadın zuhur etti. Bunlar, insanlığın ataları oldular. Thor’un düştüğü yerden de hayvanlar türedi.

İddialarına göre Nur, insanları henüz bedenlenmemiş ruhlar halindey­ken şu iki seçenek arasında tercih sahibi kılmıştı: Onları ya Ehrimen’in bulunduğu yerlerden uzak tutacak, ya da beden kisvesine sokup Ehri­men’le savaşmalarını sağlayacaktı. İnsanlar bedenlere bürünüp Ehrimen’le savaşmayı tercih ettiler. Ama bir şartlan vardı, o da Ehrimen karşısında Nur’dan yardım görmekti. Ehrimen’i yenip ordusunu yokettiklerinde Kıyamet kopacaktı.

Bu fırkaya göre Nur ile zulmetin karışmasının ve Nur’un zulmetten kurtulmasının sebepleri bunlardı.

2- Zervâniyye

İddialarına göre Nur, nurdan olan, tamamı nurânî, ruhanî ve rabbânî şahıslar yarattı. Ama bunların en büyükleri olan Zervân yaratılmış şeyler­den biri hakkında kuşkuya kapıldı. Bu kuşkudan Ehrimen yani İblis hadis oldu.

Bazıları ise buna katılmayarak şöyle demişlerdir: Zervân-ı Kebîr kalktı ve bir oğlu olması için 9999 sene dua etti ama olmadı. Sonra kendi kendine konuşmaya ve düşünmeye başladı. ‘Bu ilim hiçbir şey değil1 dedi.

Onun bu derin tasasından Ehrimen doğdu. İlminden ise Hürmüz doğdu. İkisi de aynı karından çıkmışlardı. Ancak Hürmüz çıkışa daha yakındı. Fakat İblis Ehrimen bir hileye başvurarak annesinin karnını yardı ve ondan önce çıkarak dünyayı ele geçirdi.

Denilmiştir ki: Ehrimen Zervân’m kucağına verilip de onun çirkin­lik ve kötülüğünü görünce ona buğz ve lanet edip yanından kovdu. O da gidip dünyayı işgal etti. Hürmüz uzun süre onun tasallutundan uzak yaşadı. Bir kavim onu tanrı edinip taptılar. Çünkü onda iyilik, temizlik ve güzel ahlakın en güzel örneğini görüyorlardı.

Zervâniyye’den bir grup ise şunu iddia etmiştir: Şeytanın kaynağı olan çirkinlik, çirkin bir fikir ya da çirkin ufunet olarak Allah’ın yanında varlığını sürdürüyordu. İddialarına göre dünya her türlü kötülük ve beladan uzak, dünyada yaşayanlar mahza hayır ve nimet içindeydiler. Ancak Ehrimen’in doğusuyla birlikte kötülük ve felaketler ortaya çıkma­ya başladı. O, göğe ulaşamıyordu. Ama bir gün hileye başvurarak göğün kapısını açtı ve oraya tırmandı.

Bazıları ise şöyle demiştir: Ehrimen gökteydi. Yeryüzü ondan uzakta ve güvendeydi. Ama o, bir yol bularak göğü yardı ve bütün askerleriyle birlikte yeryüzüne indi. Bunun üzerine Nur melekleriyle birlikte kaçtı. Şeytan onu takip ederek bulunduğu cenneti kuşattı. Üç bin yıl onunla savaştı. Şeytan, Allah Teâlâ’ya bir türlü ulaşamadı. Sonunda meleklerin aracılığıyla sulh yapıldı. Buna göre İblîs ve ordusu 9000 yıl yeryüzünde kalacak, sonra da geldiği yere dönecekti. Rab Teâlâ onların sözlerini uygun buldu ve İblîs ile askerlerinden gelecek kötülüklerden bir halâs yolu olduğunu düşündü. Sulh için belirlenen süre doluncaya kadar şart bozul­mayacaktı. Bu süre zarfında insanlar sıkıntı, bela ve afetlere maruz kala­cak, ancak bu süre dolduktan sonra nimet ve saadet dolu ilk dönemlerine geri dönebileceklerdi. İblis de bazı şeyleri yapabilmeyi ve her türlü çirkin fiili gerçekleştirebilmeyi şart koştu. Taraflar şartları kabul edince iki âdil iyi bu anlaşmaya şahit tuttular. Kılıçlarım şahitlere doğru uzatıp onlara mt dediler: “Kim bu anlaşmayı bozarsa onu bu kılıçla öldürün!”

Akıldan biraz payı olan kimselerin bunlara inanacaklarını sanmıyo-rurn. Belki bunlar, akılda tasavvur edilen bir şeyin sembolüdürler. Allah Teâlâ’nın celâl ve ululuğunu bilenlerin kalpleri ve kulakları bu tür saç­malıkları işitmez.

Bunlara yakın anlamda Ebu Hâmid ez-Zevzenî şunu nakletmiştir: Mecûsîler iddia ettiler ki Iblİs hâlâ zulmet içindedir ve hava, Allah Teâlâ’nın hükümranlığı dışında kalan bir bölgedir. İblis Nur’u gördükçe türlü hile­lere başvurarak Allah Teâlâ’nın hükümranlığı altında bulunan Nur’un üstüne çullanmaktadır. Bütün kötülük ve âfetleri de bu şekilde dünyaya taşımaktadır. Allah Teâlâ bu dünyayı bir ağ şeklinde yaratmış ve İblis bu ağa takılmıştır. O, kendi krallığına dönemeyerek bu ağda asılı durmaktadır. İblis bu dünyaya hapsedilmiştir. Ancak bu hapis onu çıldırtmakta ve fırsat buldukça insanların üstüne bela ve âfet yağdırmaktadır. Allah Teâlâ’nın can verdiklerini öldürmekte, iyileştirdiğim hasta etmekte, mesut ettiğini üzmek­tedir. Bu durum Kıyamete kadar böyle sürecektir. Şu var kİ Iblis’in gücü günbegün azalmaktadır. Kıyamet koptuğunda gücü tamamen tükenmiş, iktidarı sona ermiş ve bütün ateşleri sönmüş olacaktır. Sonunda hava boşlu­ğuna atılacaktır. Hava, ucu bucağı olmayan bir zulmettir. Bunun ardından bütün din sahipleri diriltilecek ve Allah Teâlâ onları hesaba çekecektir. Şey­tana itaat edenleri cezalandırıp ona karşı durabilenleri ödüliendirecektir.

Meshiyye ise şöyle demiştir: Nur, kendi başına mutlak bir nur iken bir kısmı silinerek zulmete dönüşmüştür. Hurremdînİyye de aynı şekilde iki asla inanmıştır. Ancak bunlarda tenasüh ve hulul fikirlerine eğilim de vardır. Bunlara göre helal, haram diye belirlenmiş hükümler yoktur.

Her ümmette benzer topluluklar ortaya çıkmıştır. İbâhiyye, Mazde-kiyye, zındıklar ve Karmatîler de bunlar gibidir. Dinin karışıp bulanıklaş­ması bunlardan dolayıdır; İnsanların fitneye düşüp çaresiz kalmaları da bunlardan dolayıdır.

3- Zerdüştiyye

Zerdüşt’ün taraftarlarına verilen isimdir. Zerdüşt b. Yûrşeb, Kral Kuş-tasb b. Lehrâseb döneminde zuhur etmiştir. Babası Azerbeycan’dandı, Dağdoye adındaki annesi ise Rey şehrindendi.

Bu fırka mensupları şöyle derlerdi: Bizim peygamberlerimiz ve ilki Geyûmers olan krallarımız vardır. Yeryüzünün İlk kralı da odur. Makamı İstahr şehrindeydi. Sonra Oşheng b. Ferâvek zuhur etti. Hint diyarına indi. Orada davetini tebliğ etti. Ardından Tahomers çıktı. Sâbiîlerin orta­ya çıkışları da bunun saltanatının başlarında olmuştu. Onun ardından kar­deşi Kral Cem zuhur etti. Onun ardından peygamberler ve krallar geldi kİ Bâbil’e inen ve orada ikamet eden Minoçehr bunlardandır. Hz. Musa’nın bunun devrinde geldiğini söylerler. Silsile bu şekilde devam ederek Kral Kuştasb b. Lehrâseb’a kadar gelmiştir. Onun devrinde de Bilge Zerdüşt ortaya çıkmıştır.

İddialarına göre Allah Teâlâ suhuf-İ ûlâ ve en yüce kitabında olan­ların zamanından sonra kendi melekûtundan ruhanî bir halk yaratmıştır. Bunun üzerinden üçbin yıl geçtikten sonra irâdesini, insan suretinde terkip olmuş ışık saçan bir nura yöneltmiştir. Onu yetmiş yüce melek kuşatmıştı. Sonra güneşi, ayı, yıldızları ve arzı yarattı. Âdem oğullan üçbîn yıl hareketsiz kaldılar. Sonra İlliyyûn’un en üstünde bulunan bir ağaçta Zerdüşt’ün ruhunu yarattı. Yetmiş tane yüce melek çevresinde hal­ka oldular. Bu ağacı Yezhar adında Azerbaycan’da bulunan bîr dağın zir­vesine dikti. Sonra Zerdüşt’ün siluetini inek sütüyle karıştırdı. Zerdüşt’ün babası bu sütü içtiğinde önce nutfe, sonra annesinin rahminde bir çiğnem et oldu. Şeytan annesine giderek onu kandırdı. Ama annesi gökten bir nida duydu. Bu ses, onun düzelmesini gerektiriyordu. Nitekim düzeldi ve Zerdüşt’ü doğurdu. Doğduğunda hazır bulunanların anlayacakları biçim­de güldü. Bazı kimseler ona tuzak kurarak henüz bebek olan Zerdüşt’ü ineklerin, atların ve kurtların yolu üzerine koydular. Hangi hayvanın önüne koysalar, o hayvan kenara çekilerek onu koruyordu. Zerdüşt otuz yaşına ulaşınca Allah Teâlâ onu halka nebî ve resul olarak gönderdi. O da Kral Kuştasb’ı dinine davet etti. Kral onun davetine uyarak yeni dine girdi. Dininin özü şuydu: Allah’a kulluk, şeytanı İnkâr, İyiliği emredip kötülükten sakındırma ve çirkin fiillerden uzak durma.

Zerdüşt şöyle demişti: Nur ile zulmet (karanlık) birbirlerine zıt İki asıldır. Yezdan ve Ehrimen de böyledir. Âlemdeki mevcudatın mebdei de bunlardır. Her türlü terkîb, bunların imtizacından oluşmuştur. Suretler de muhtelif terkîblerden hadis olmuştur. Nur ile zulmetin yaratıcısı Allah Teâlâ’dır. O birdir ve ortağı yoktur. Zıddı ve dengi de yoktur. Zervâniyye’nin yaptığı gibi O’na zulmet İzafe etmek caiz değildir. Ancak hayır-şer, salâh-fesât ve temizlik ve kirlilik nur ile zulmetin karışımından oluşmuş­lardır. Eğer onların imtizacı söz konusu olmasaydı, âlemin varlığı da söz konusu olmazdı. Nur zulmete, hayır şerre galip gelinceye kadar aralarında mücadele ve mukavemet söz konusu olur. Bundan sonra hayır, kendi âle­mine yükselir, şer ise kendi âlemine iner. Bu da kurtuluş sebebidir. Allah Teâlâ terkipte bir hikmetin varlığını bildiği için o ikisini karıştırıp meze ettirmiş, nuru asıl kılmıştır. O’nun varlığı hakîkîdir. Zulmetin varlığı ise ikinci olup tıpkı kişiye göre gölgesi gibidir. Gölge var gibi sanılır. Aslında mevcut değildir. Allah Teâlâ nuru varetmiş, karanlık da ona tâbi olarak hâsıl olmuştur. Bunun sebebi, varlıkta tezadın bulunma zaruretidir. Buna göre zulmetin varlığı da zaruridir. Kişiyle gölgesi arasındaki ilişki, burada da geçerlidir.

Zerdüşt’ün kendi yazdığı bîr kitabı vardır. Bazıları o kitabın Zerdüşt’e indirildiğini söylemişlerdir. Kitabın adı Zend Avesta’dır. O, âlemi Mîne ve Kîti olmak üzere iki kısma ayırmaktaydı. Bunlardan ilki ruhanî, ikin­cisi cismânî, ya da ilki ruh, ikincisi şahıs anlamındadır. O, halkı da aynı şekilde iki âleme ayırmıştır. Ona göre âlemde bulunan herşey ikiye ayrılır: Bİri Bahşeş, diğeri Keneş yani takdir ve fiil. Bunlardan her biri diğeri üzerine mukadderdir. Daha sonra mükellefiyetin kaynağı olan insanî hare­ketlerden bahsedip bunları üçe böler: İtikâd, söz ve amel (Meneş, Gûyeş, Keneş). Ona göre mükellefiyet bu üçüyle kemâle erer. Bunlardan herhan­gi birinde kusur eden kimse din ve tâat dairesinden çıkar. Hareketlerini emir ve şeriata uygun olarak yapanlar İse en büyük kazancı elde eder.

Zerdüştîler onun birçok mucizesi olduğunu söylerler. Örneğin Zerdüşt hapiste iken Kral Kuştasb’ın atının ayakları karnına batmış Zerdüşt hapisten çıkarılınca bu durumdan kurtulmuştur. Yine Dînever’de kör birine rastlamış, ‘filan otları toplayın ve sularını sıkıp gözlerine sürün, o zaman gözleri açılır’ demiş ve öyle yaptıklarında adamın gözleri görme­ye başlamıştı.

Aslında bu, Zerdüşt’ün tıbbî bitkileri iyi bildiğini gösterir. Bunda mucizevî bîr taraf yoktur.

Zerdüştlüğü benimseyen Mecûsîler arasında Sîsâniyye ve Behâferîdiyye adlarıyla anılan bir topluluk vardır ki bunların başı Nisâbur’un Havâf denilen nahiyesinden Sîsân adında bir şahıstır. Ebu Müslim döneminde ortaya çıkmıştı. Ateşe tapan bir ateşgede görevlisiydi. Neden sonra bunu rerketti ve Mecûsîleri ateşgedeleri terketmeye çağırdı. Ateşe tapmayı reddetti. Yeni bir kitap oluşturdu. Taraftarlarına saçlarını uzatmalarını emredip, anneleriyle, kızlarıyla ve kizkardeşleriyle evlenmeyi yasakladı. Şarap içmeyi de haram kıldı. Onlara tek diz üzerinde güneşe secde etmeyi emretti. Münzevî yerlere gidiyor, mallarını dağıtıyor, ölü hayvan yemiyor-Jardı. Yaşlanmadıkça hiçbir hayvanı kesmiyorlardı. Mecûsîlerin ateşgede-lerine en fazla kin besleyenler olmuşlardı. O devirde Mecûsî cemaatinin dînî reisi (mûbed) olan şahıs Sîsân’ı Ebu Müslim’e şikayet etti. O da bu adamı Nisâbur’da cami kapısında astırdı. Ama taraftarları onun öldüğüne inanmayarak göğe çekildiğini, bir gün yeryüzüne inip düşmanlarından İntikam alacağını iddia ettiler. Bu fırkanın mensupları Zerdüşt’ü peygam­ber bilir ve onun tarafından tazım edilmiş kralları tazım ederlerdi.

Zerdüşt’ün Zend Avesta’da haber verdiği hususlardan biri de şuydu: Ahir zamanda Eşizrîka ‘Alim Kişi’ denilen biri çıkacak ve dünyayı din ve adaletle dolduracaktır. Onun zamanında Betyâre adında biri çıkacak ve onun davetini ifsâd etmeye çalışacaktır. Bunun hükümranlığı yirmi yıl sürecektir. Daha sonra Eşizrîka onu yenecek ve adaleti canlandırıp zulme son verecektir. Değiştirilmiş yasaları eski haline döndürecek, bütün krallar ona boyun eğecektir. İşleri kolaylaşacak, dine ve hakka yardım edecektir. Onun devrinde huzur ve güven hâkim olup fitne ve huzursuzluklar sükûn bulacaktır.

Zerdüşt’ün Temel İlkelere Dair Görüşü

el-Ceyhânî, Zerdüşf ün temel ilkelerle alakalı şu görüşünü nakletmİş-tir:

Zerdüşt’ün dini, Marsiyân’ın dinine davettir. Onun mabudu Or-mezd’dir. Onun rİsâletlerinde aracı olan melekler de şunlardır: Behmen, Erdibeheşt, Şehriyur, İsfendârmez, Hordâd ve Mordâd. Zerdüşt bu mel­eklerin hepsini görmüş ve onlardan iüm öğrenmiştir. Onunla Ormezd basında vasıtasız gerçekleşen görüşmeler de olmuştur.

Zerdüşt sordu: evvelce gelecekte ve şu an mevcûd olan nedir?

Ormezd cevap verdi: Ben, din ve kelâm. Din Ormezd’in ameli, kelâmı ve imanıdır. Kelâm, onun kelâmıdır. Din, kelâmdan daha üstün­dür. Çünkü amel, sözden daha üstündür. Melekler arasında İlk yaratılan Behmen’dir. Ona din öğretmiş ve mekân olarak nur makamına yerleştir­miş ve onu Zâtı’na kani kılmıştır. Bu görüşe göre ilkeler üçtür.

Zerdüşt sordu: Eşya niçin sonsuz bir zamanda yaratılmamıştır? Nite­kim zamanı, sonlu ve sonsuz olmak üzere iki kısma ayırdın. Eğer eşyayı sonsuz zamanda yaratmış olsaydın hiçbir şey imkânsız olmazdı.

Ormezd cevap verdi: Öyle olsaydı, İblis’in afetlerinin son bulması mümkün olmazdı.

Zerdüşt sordu: Bu âlemi hangi şeyden yarattın?

Ormezd cevap verdi: Bütün bu âlemi kendi nefsimden yarattım. İyileri basımdaki saçlardan, göğü beynimden, tırnakları ve azı dişleri­ni alnımdan, güneşi gözlerimden, ayı burnumdan, yıldızları dilimden, melekleri kulağımdan, arzı ayak tabanımdan yarattım. Bu dini de önce Geyûmers’e gösterdim. O bunun şuuruna vardı ve öğrenme ve çalışma olmaksızın kavradı.

Zerdüşt sordu: Bu dini Geyûmers’e ilhamla, bana sözle öğrettin. Bunun sebebi nedir?

Ormezd cevap verdi: Bu dini öğrenmek ve başkalarına öğretmek zorun­dasın. Geyumers ise kendisini kabul edecek muhataba sahip değildi. Bu yüzden sustu. Böylesi senin için daha hayırlıdır. Çünkü ben konuşuyorum, sen dinliyorsun. Sonra sen konuşacaksın, insanlar da seni dinleyecek.

Zerdüşt sordu: Bu dini, Geyumers dışında benden önce başka birine gösterdin mi?

Ormezd cevap verdi: Evet. Bu dini Cem’e beş köşeli elli yıldız gibi gösterdim. Ama o, ısrarla inkâr etti.

Zerdüşt sordu: Onun kabul etmeyeceğini bile bile niye gösterdin?

Ormezd cevap verdi: Eğer ona göstermeseydim, bu din sana da ulaşmazdı. Bu dini Efridun, Keykavus, Keykubâd ve Kuştâsb’a da göster­dim.

Zerdüşt sordu: Bu dünyayı niçin yarattın ve niçin bu dinin revaç bul­masını istedin?

Ormezd cevap verdi: Çünkü lanetli İfrit’in yokolması âlem yara-tılmaksızın ve din revâc bulmaksızın mümkün değildi. Din revaç bulma­saydı, âlemin düzeni de revaç bulmazdı.

Zerdüşt insanları davet ettiği dini Ormezd’den iyice öğrenip onun­la amel ettiği zaman babasının evinde ibadete başladı. Bu durum İblis’i kızdırıp endişelendirdi. Çünkü o, tabiatı itibarıyla kötüydü, ölüm, korku, bela ve sıkıntıyla doluydu. Hemen kendi şeytanlarını çağırdı. Bu şeytan­ların isimleri şöyleydi: Beridîvânyâh, Devihemânzûş, Nomerbifenârdiyu. İblİs bunlara Zerdüşt’e giderek onu öldürmelerini emretti. Zerdüşt bunu haber alarak okudu ve dua etti. Marsiyân’m ellerine su akıttı. Gelen şeytan­ların hepsi de yenilmiş olarak geri döndüler. Zerdüşt ile şeytanlar arasında başka mücâdeleler de olmuş ve Zerdüşt Avesta kitabından yirmi bir ayetle onları hezimete uğratmıştır. Bundan sonra şeytanlar İnsanlara görünmez olmuştur.

Zerdüşt olgunluk çağı olan kırk yaşma basıp Ormezd ile yedi kez görüştükten sonra Allah’ın dininin bütün esaslarını, farz ve sünnetlerini öğrenmiş oldu. Bundan sonra ona, Kral Kuştasb’a gidip Allah’ın adını anması ve onu davet etmesi emredildi. O, bu emre uyarak kendi bölgesin­de bulunan iki valiye gitti. Biri Forbİmârâ, diğeri Bîvîdcst adındaki bu iki valiyi Allah’ın dinine inanıp şeytanı inkâr etmeye, iyilik yapıp kötülükler­den sakınmaya çağırdı. İkisi de çağrısını kabul etmediler. Gururları onları kötülüğe sevketmİştİ. Bîr rüzgâr gelerek bu ilcisini yeryüzünden kaldırdı ve havada dikili tuttu. Halk toplanmış onları seyrediyordu. Kuşlar başlarına üşüşmüş etlerini yiyorlardı. Çok geçmeden kemikleri yere düşmeye başladı.

Kral Kuştasb’a gittiğinde Ormezd’in kendisine daha önce bildirdiği hapis ve çilelerin tamamıyla karşılaştı. En sonunda atın ayaklarının bede­nime batması hâdisesi gerçekleşti. Kral, bedeninde hiçbir iz kalmadığını görünce hayret etti. Bu olayın ardından Zerdüşt’ü hapisten çıkardı ve durumunu sordu. Zerdüşt ona, şöyle dedi: “Bu olay, ilahım ve halikımın bildirdiği üzere benim doğruluğumun alametidir.’1 Ona ve çevresindekile­re, eğer dua edip de atın ayaklarını çıkarırsa kendisine ve kendisini gönderen Tanrı’ya inanmalarını şart koştu. Allah’ın adıyla dua etti. Atın ayakları olduğu gibi çıkmıştı. Kuştasb bu mucizeyi gördükten sonra iman etti. O donemde Bâbil ve İran’da yaşayan bütün bilginleri çağırarak Zerdüşt ile münazarada bulunmalarını emretti. Sonunda bütün bilginler Zerdüşt’ün üstünlüğünü itiraf ettiler.

Zerdüşt’ün, Marsiyân’ın dininden seçip getirdiği esaslara göre ilahı Ormezd ve onunla beraber bulunan bir şey ezelidir. Ona verdiği isim Esna esneh idi. Bu, üstte olarak herşeyi aydınlatan anlamına geliyordu. İblis ve onunla beraber ezeli olan bir şey vardı ki İblis ona da Asta astah adını vermişti. Bunun anlamı ise Altta olup her şeyi karartan demekti.

Allah Tealâ’nın yarattığı İlk melek Behmen idi. Sonra Erdibeheşt’i, Şehriyur’u, İsfendârmez’i sonra Hordâd’ı, daha sonra Mordâd’ı yaratmıştı. Bunlardan bazılarını bazılarından yaratmıştı. Tıpkı ilkini eksiltmeden çıra­dan çıkarılıp alınan İkinci çıra gibi. Onlara şöyle buyurmuştu: Rabbİniz ve yaratıcınız kimdir? Onlar da ‘Rabbimiz ve yaratıcımız Sensin!’ diye cevap vermişlerdi. Ormezd, İblis’in içinde bulunduğu karanlıktan kalkıp hareket edeceğini Öğrenmişti. Bunu meleklere haber verdi ve dünyayı onun muhte­mel şerrinden korumak için hazırlığa başladı. Kırkbeş günde göğü yarattı ve ona ‘Dünyada yaşayanların vicdanlarının zuhur etmesi’ anlamına gelen Kâhinâzişorem ismini verdi. Onların zikrettiği başka Kâhinâz’lar da vardır. Arzı da aynı şekilde kırkbeş günde yarattı.

Ormezd’İn arza gönderdiği ilk insan Geyûmers idi. O, üçbin sene boyunca nesîmi koklamıştı. Sonra onu üç adam boyunda ayağa kaldırdı. İblis zulmet içinde hareket etmeye başladıktan sonra dikildi ve nuru gördü. Esna Ormezd’i ele geçirip orayı zulmete çevirmek istedi. Göğe girdi ve otuz yıl boyunca Geyûmers’e tuzaklar kurdu. Onun nutfesi üç kısma bölünüyordu. Bir kısmı Tann’nın emriyle arz tarafından korunu­yordu. Bir kısmı melekler tarafından korunuyordu. Üçte biri de şeytanlar tarafından kaçırılıyordu.

Ormezd İblis’in girmeyi başardığı deliklerin iyice tıkanmasını emret­ti. Bu sayede gökte hapsedilmiş olarak kaldı. Gücü giderek azalıyordu. Bir keresinde Ormezd’e karşı durup cennetlere tırmanmak istedi. Bunun üzerine üç bin yıllığına oradan uzaklaştırıldı. Boşuna uğraştığı ve gücünün

yetmeyeceği şeye tamah ettiği kendisine bildirildi. Bitip tükenmeyen müca­deleler sonunda İblis ve askerlerinin dokuz bin yıl boyunca ışık diyarında kalmalarına izin verildi. Bu sürenin yedi bin yıl olduğu da söylenmiştir. Bu süre zarfında dünyada yaşayan insanlar onun vereceği acı ve sıkıntılara katlanacak, yokluk, fakirlik, ölüm ve benzeri elemlere karşı sabredeceklerdi. Bundan sonra cennetteki ebedî hayata tekrar kavuşacaklardı. İblis, kendisi ve şeytanları adına onsekiz şart öne sürdü:

1- Kendi halkının geçimi, Allah’ın yarattıklarından olacaktı.

2- Kendi halkı içinde de Allah’ın yarattıkları gibileri olacaktı.

3- Kendi halkını Allah’ın yarattıklarına musallat edebilecekti.

4- Kendi halkının cevherini, Allah’ın yarattıklarının cevheriyle karıştırabilecekti.

5- Allah’ın yarattıklarında bulu­nan toprağı onun da elde etmesi sağlanacaktı.

6- Allah’ın yarattıklarında bulunan nur, dilediği kadar onda da bulunacaktı.

7- Allah’ın yarattıklarına özgü olan rüzgarlardan onun da olacaktı.

8- Allah’ın yarattıklarında bulu­nan nem onda da olacaktı.

9- Allah’ın yarattı İdari nda bulunan ateş onda da olacaktı.

10- Kötüleri iyilere karıştırmak için Allah’ın yarattıklarında bulunan sevgi ve bağlar onda da bulunacaktı.

11- Kendi halkının yararı ve zararı görebilmeleri için Allah’ın yarattıklarında bulunan akıl ve basi­ret onda da bulunacaktı.

12- Kötülerin payını alabilmek için Allah’ın yarattıklarında bulunan adalet onda da bulunacaktı.

13- Kıyamet gününe kadar İyi veya kötü herkesin ameli gizli kalacaktı.

14- Kötülük ve şer ehli, varlık ve zenginlik bakımından herkesin üstünde olacak ve insanlara sâüh kimseler olarak görüleceklerdi.

15- Kötülerin söyledikleri yalanlar iyi kim­seler nezdiııde kabul görecekti.

16- Dünyada yaşayanlar arasında kötü insanlardan dilediklerini bin hatta üçbin yıl yaşatabilecek, onları İstedik­lerini yapabilecek kadar güçlü ve zengin kılabilecek, şerli kimselerin ver­diklerinin salİhlerin verdiğinden daha cömertçe olduğunu insanlara ilham edebilecekti.

17- Salih insanların yuvalarını dağıtabilecek ve üçyüz elli sene içerisinde onların hatıralarım tamamen unutturabilecekti.

18- Ölüleri diriltme, iyileri baki kılma ve kötüleri nefyetme gücüne sahip kimselerin denetimi Kıyamete kadar onda olacaktı.

Bu şartlar üzere anlaşma yapıldı. Her ikisi de kılıçlarını adaletine güvendikleri iki kişiye teslim ettiler. Hangi taraf şartlan çiğnerse bu kılıçlar la öldürülecekti. Bundan sonra Allah güneş, ay ve yıldızlara emrederek günler, aylar ve yılların bilinmesini sağlayacak şekilde hareket etmelerini emretti.

Zerdüşt’ün metinlerinde âlemin ilâhi bir kuvveti olduğu, âlemdeki her şeyin bu kuvvet tarafından planlandığı zikredilmektedir. Meşasebend adı verilen bu güç Sâbiîler’in dilinde £En yakın müdebbir’, filozofların dilinde ‘Faal akıl’ denen varlıktır ki feyz-î ilâhî ve inâyet-i rabbâniye de bundan kaynaklanır. Mâneviyye’ye göre ‘temiz ruhlar5, Araplara göre ‘melekler’, Kuran dilinde ise er-Ruh’tur: “Melekler ve Ruh -o gecede-inerler. ” (Kadr, 97/5)

Zerdüşt, bunun dışında şeyler de zikretmiştir. Minşâ ve Minşâye, cis-mânî âlemdeki Adem (aleyhissdâm) ile Havva (akyhisselâm), rûhânî âlemdeki akıl ve nefsin karşılığıdırlar.

2- Fasıl

 

Seneviyye

Bunlar Nur ile zulmetin ezelî ve kadîm olduğuna inanırlar. Mecûsîler bunlardan farklı bir inanışa sahiptir. Çünkü onlar zulmetin hadis olduğu­na İnanırlar.

Seneviler zulmetin de nur gibi kadîm olduğunu, ancak cevher, tabiat, fiil, konum (hayyiz), mekân, tür, beden ve ruh bakımından farklı olduk­larını söylemişlerdir.

1- Mâneviyye

Mânİ b. Fâtİk el-Hakîm adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bîr mezheptir. Mânİ, Şâpur b. Erdeşîr devrinde ortaya çıkmış ve Behrâm b. Hücmüz b. Şâpur tarafından öldürülmüştür. Mâni’nin yaşadığı dönem Isa Peygamberden (aleyhissdâm) sonradır. Mecusilikle Hıristiyanlık arası bir dîn ortaya çıkarmıştır. Kendisi İsa Peygamber’in (aleyhissdâm) nübüvvetine inanırken Musa Peygamber’in (ateyiıisselâm) nübüvvetini inkâr ederdi.

Ebu İsa el-Varrâk adıyla bilinen Muhammed b. Hânın asıl iti­barıyla Mecûsî idi. Bu dinin mezhepleri hakkında hayli bilgiliydi. Onun anlattıklarına göre Mâni şöyle derdi: Âlem, kadîm olan iki asıldan yaratılmıştır. Bu iki asıldan biri nur, diğeri zulmettir. Her ikisi de ezelîdir. Ona göre herşey, kadîm olan bir asıldan kaynaklanır. Hadis olan asıllar­dan hiçbir şey varolamaz. Ona göre bu İkisi ezelden beri kavı, idrak edici, hisseden, işiten ve gören olarak varolmaya devam ederler. Buna rağmen nefs, suret, fiil ve tedbîr noktasında birbirine zıddırlar. Konum (hayyİz) halamından ise adam ve gölgesi gibidirler.

Bunların cevher ve fiilleri aşağıda beyan edildiği gibidir:

Cevher:

Nur: Güzel, faziletli, kerem sahibi, saf, duru, hoş kokulu, güzel görü­nümlü

Zulmet: Çirkin, eksik, bulanık, habîs, kötü kokulu, çirkin görünümlü.

Nefs

Nur: İyİ, kerîm, hakîm, yararlı ve bilgili.

Zulmet: Kötü, çirkef, sefih, zararlı ve câhil.

Fiil

Nur: Hayır, salah, yarar, düzen ve uzlaşma.

Zulmet: Kötülük, fesat, zarar, gam, değişim, karışıklık ve ihtilaf.

Konum

Nur: Üst, Kuzey’den üstte, bazılarına göre zulmetin yanında.

Zulmet: Alt, GüneyMen aşağıda, bazılarına göre nurun yanında.

Tür

Nur: Beş türü vardır. Bunların dördü beden, beşincisi ruhtur. Beden türleri ateş, nur, rüzgâr ve sudur. Ruhu ise nesîmdİr ve bu bedenlerde hareket eder.

Zulmet: Beş türü vardır. Dördü beden, biri ruhtur. Bedenleri yangın, zulmet, zehir ve sistir. Ruhu ise duman olup Hâme denir. Bu ruh, dört bedende hareket eder.

2- Sıfatlar

Nur: Canlı, iyi, temiz, arıdır. Bazılarına göre nur, bu âlemin misâli üzere olup kendine ait göğü ve arzı vardır. Nurun arzı, bu arzdan farklı olarak latiftir. Güneşin cismi gibi olup onun gibi ışık saçar. Kokusu, en güzel koku, renkleri gökkuşağı renkleridir.

Zulmet: Ölü, kötü, kirli ve pistir. Bazılarına göre zulmet de bu âle­min misâli üzeredir. Kendine ait bir göğü ve arzı vardır. Zulmetin arzı, bu arzdan daha sert ve koyudur. Kokusu pis ve çok iğrençtir. Renkleri ise siyahın tonlarıdır.

Nur: Bazılarına göre cisimden başka bir şey yoktur ve cisimler üç kısma ayrılır. Nurun arzı kî beş tanedir. Bundan daha latîf bir cİsîm daha vardır ki havadır. O da nurun nefesidir. Ondan da latîf olan bir başka cisim vardır ki nesîmdir. O da nurun ruhudur.

Zulmet: Bazılarına göre cisimden başka bir şey yoktur. Cisimler de üç türdür. Zulmetin arzı, ondan daha karanlık olan havası ve ondan da karanlık olan zehirleridir.

Nur: Nur melekler, ilahlar ve veliler doğurmaya devam eder. Ama bu bilinen anlamda olmayıp bilgeliğin bilgeden doğması, güzel sözün konu­şandan sâdır olması gibidir. Bu âlemin sahibi onun ruhu olup âleminin ortak yanlan hayır, hamd ve nurdur.

Zulmet: Zulmet şeytanlar, ifritler ve habîs cinler doğurmaya devam eder. Bu da bilinen anlamda olmayıp pislikten böcek üremesi gibidir. O âlemin sahibi de onun ruhudur ve ortak yanları kötülük, kınama ve zul­mettir.

Mâneviyye nur ile zulmetin karışımı ve nurun zulmetten kurtuluşu ile bunların sebepleri noktasında ihtilafa düşmüştür. Bazılarına göre nur ve zulmet, kasıt ve tercihle değil tesadüf ve rastlantı sonucu karışmışlardır. Çoğunluğuna göre karışmanın nedeni, zulmet bedenlerinin bir süreliği­ne kendi ruhlarını ihmal etmeleridir. Bu esnada çevresine bakman ruh, nuru görmüş ve bedenleri nurla karışmaya sevketmiştir. Onlar da şerre olan yatkınlıklarından dolayı bunu hemen yapmışlardır. Nur meleği bunu gördüğü zaman kendi emrindeki meleklerden birini beş türüyle birlikte ona göndermiştir. Bunun sonucunda nurun beş türü, zulmetin beş türüyle karışmıştır. Duman nesîme karışmıştır. Bu âlemdeki hayat ve ruh nesîm-den kaynaklanmaktadır. Helak ve âfetler ise dumandan kaynaklanmak­tadır. Bu hâdise sonucunda yangın ateşe, nur zulmete, zehirler rüzgâra, sis suya karışmıştır. Dünyada varolan her çeşit yarar, hayır ve bereket nurun türlerinden, her çeşit zarar, şer ve fesat ise zulmetin türlerindendir.

Nur meleği bu karışmayı görünce meleklerinden birine emir vermiş ve bunun akabinde içinde bulunduğumuz âlem mevcut haliyle yaratılmıştır. Nur türlerinin zulmet türlerinden kurtulması bu sayede olacaktır. Güneş, ay ve diğer yıldızların varlığı da zulmet parçaları içindeki nur parçalarını saflaştırmak içindir. Güneş, sıcağın şeytanlarına karışan nuru ayrıştırırken ay, soğuğun şeytanlarına karışmış olan nuru ayrıştırır. Yeryüzünde bulu­nan nesîm ise yükselmeye devam etmektedir. Çünkü o, tabiatı gereği kendi âlemine dönmek için yükselecektir. Aynı şekilde nurun bütün parçalan da yükseliş içindedir. Zulmetin parçaları ise aşağı doğru çökmektedir. Bu hare­ket devam ettikçe ayrışma ve nurun kurtuluşu gerçekleşecek, karışma son bulacaktır. İşte bu noktada terkîbler çözülecek ve herşey kendi tabiatına geri dönecektir. Kıyamet ve yeniden doğuş da budur.

Mâni’ye göre nurun ayrışmasına ve kurtulmasına yardım eden şeyler, tesbîh, takdis, güzel söz ve İyi işlerdir. Bunlar sayesinde nur parçalan ay feleğine doğru yükselirler. Ay, bu parçalan ay başından ortasına kadar kabul eder, gittikçe dolar ve dolunay olur. Güneş de aynı şekilde ayın sonuna kadar yükselen nur parçalarını toplayarak bunları daha üste iletir. Bu süreç, bütün nur parçalarının en yukarıda bulunan saf nura ulaşmasına kadar devam eder. Bu âlemde hiçbir nur parçası kalmaymcaya kadar böyle olacaktır. Belki güneş ve ay tarafından ayrıştırılamayan birkaç nur parçası kalacaktır. İşte bu noktada yerküreyi taşıyan melek yukarı çıkar ve göğü çeken melek onu bırakır. Kâinat altüst olur. Ardından bir ateş yakılır ve alt üste karışır. Ateş içindeki herşeyi nura dönüştürünceye kadar yanmaya devam eder. Bu yanma 1468 yıl sürecektir.

Bilge Mâni, Şaburkan kitabının Cibille-i Ulâ kısmının Elif Babı’nda şöyle demiştir: Nur âleminin kralı kendine ait arzı kuşatır ve hiçbir şey ondan hâli kalmaz. O, hem zahir, hem bâtındır. Arzının düşman arzına olan uzaklığı bakımından sonu yoktur. Nur âleminin kralı arzının tam

ortasındadır. Ona göre kadîm karışma sıcakla soğuğun, kurulukla yaşlığın karışmasıyken sonraki karışma hayır ile şerrin karışmasıdır.

Mânİ, kendisine inanan kimselere, bütün mallarından öşür (onda bir) vermelerini, gece ve gündüz toplam dört vakit namaz kılmayı ve Hakk’a dua etmeyi emretmişti. Ayrıca yalan söyleme, adam öldürme, hırsızlık, zina, cimrilik, büyü ve putperestliği terk etmeyi de farz kılmış; kendisine yapılmasından hoşlanmadığı bir şeyi bir canlıya yapmamayı da emretmişti.

Peygamberler ve şeriatları hakkındaki inancı ise şuydu: İlim ve hik­metle gönderilen ilk peygamber Adem Peygamber’dir. Ondan sonra gönderilen Şîs’tir. Ardından Nûh (aleyhisselâm) ve İbrahim (aleyhisselâm) gönderilmiştir. Budada’nın (:Budaların) Hind diyarına, Zerdüşt’ün ise İran’a gönderildiğini söylemiştir. Allah’ın kelimesi ve ruhu olan Mesih (aleyhisselâm) Rum ve Mağrib topraklarına gönderilmiş, ardından Pavlus da buralarda vazİfelendirilmiştir. Hâtem-i Enbiya’nm Arap topraklarında çıkacağını da ifade etmiştir.

Bu inancın başlarından biri olan Ebu Sa’îd el-Mânevî, sözünü ettik­leri karışmanın kendi yaşadığı doneme kadar olan süresinin 11700 sene olduğunu, geriye sadece üçyüz sene kaldığını iddia etmiştir. Bunu söyledi­ği tarih, Hicrî 271 yılıdır.

Ona göre karışmanın süresi 12000 senedir. Kitabımızı Hicrî 521 yılında telif ettiğimize göre geriye sadece elli yıl kalmaktadır.

Karışma yakında son bulacak ve nurun kurtuluşu başlayacaktır. Sade­ce elli yıl kaldı!

3- Mazdekiyye

Bunlar Enûşİrvân’ın babası KubâcTın döneminde ortaya çıkan Maz-dek adında birinin taraftarlarıdır. Mazdek, Kubâd’ı kendi inancına davet etmiş, o da bu daveti kabul etmişti. Kral Enûşİrvân Mazdek’in iftiralarını duyunca derhal yakalatarak öldürttü.

el-Varrâk bu konuda şunları anlatır: Mazdekîlerİn iki varlık ve iki asıl konusundaki inançları, Manevîlerin çoğunun inançlarına benzer nitelik­tedir. Ancak Mazdek’e göre nur, tercih ve irâde ile faal olurken, zulmet tesadüf ve rastlantıyla hareket eder. Nur ilim ve his sahibi iken zulmet kör ve câhildir. Bunların karışımı irâde ve tercih üzere değil rastlantı ve tevâfuk üzere gerçekleşir. Kurtuluş İse tercih ile değil tesadüf ile olur.

Mazdek, insanları birbirlerine muhalefet ve buğz etmekten meneder-di. İnsanlar arasındaki kavgalar genelde kadın ve para sebebiyle çıktığı için kadınları herkese helal, parayı ise mubah kılmıştı. Halka su, ateş ve kendiliğinden biten otlarda ortak oldukları gibi bunlarda da ortak olmalarını emretmişti. Serden ve zulmetle karışmaktan kurtulmak için İnsanların kendisini öldürmesini emrettiği de söylenmiştir.

Mazdekîliğe göre asıllar ve temel unsurlar üçtür. Bunlardan biri su, diğeri toprak, üçüncüsü de ateştir. Bu üçünün karışımından hayır ve şer­rin müdebbirleri hâsıl olur. Safî karışımdan çıkan, hayır müdebbiridir. Bulanık karışımdan çıkan İse şer müdebbiridir.

Rivayete göre onun mabudu en yüce âlemde kürsüsü üzerinde otur­maktadır. Bu oturuşu, en alt âlemde Kral Hüsrev’in tahtında oturmasına benzer. Huzurunda dört kuvvet vardır: Temyiz kuvveti, anlama kuvve­ti, hıfzetme kuvveti ve mutluluk kuvveti. Hüsrev’in huzurunda da dört şahıs vardır: En büyük din bilgini (Mûbcz-i mûbezân), Horbed-i Ekber, Esbabed ve Râmşeker. Bu dördü, arkalarında duran şu yedili sayesinde dünyanın işlerini düzenlemektedir: Sâlâr, Pîşkâr, Bâlûn, Perâvun, Kâzerân, Destur ve Gozek. Bu yedili de ayrı bir onikili ruhanînin ortasında yeralır ki şunlardır: Hanende, Dchendc, İstânende, Perende, Hornende, Donde, Hîzende, Kesende, Zenende, Konende, Abende, Şonde ve Payende.

Yukarıda sıraladığımız dört, yedi ve oniki gücü kendinde toplayan her insan âlem-i süflide rabbani olur ve kendisinden mükellefiyet kalkar. Alem-i ulvfnin Hüsrevİ bütün kâinatı, toplamı İsm-i A’zam’ı oluşturan harflerle düzenler. Bu harflerden herhangi birini tasavvur eden kimseye en büyük sır açılır. Bundan mahrum kılman kimseler ise cehalet ve unutulmuşluk içinde kör olur ve dört rûhânî kuvvetin mukabilinde tasa içinde kalır.

Mazdekiyye’nin alt fırkaları şunlardır: Koziyye, Ebu Müslimiyye, Mâhâniyye ve Esbîdhâmekiyye. Koziyye fırkası Ehvaz, Fars ve Şehrezûr civarında bulunur. Diğerleri İse Semerkand, Şâş ve Eylâk bölgelerine dağılmıştır.

4- Deysâniyye

Deysân adındaki şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Nur ve zul­met olmak üzere iki aslın varlığını kabul ederler. Nur; irâde ve tercih ile hayır işlerken zulmet tabiatı ve zorunluluğu gereği şer işler.

Alemde varolan her türlü hayır, yarar, güzellik ve hoşluk nurdandır, Her türlü şer, çirkinlik, zarar ve kötülük ise zulmettendir. İddialarına göre nur; canlı, âlim, kadir, hisseden ve idrâk eden olarak hareket ve hayatın kaynağıdır. Zulmet ise ölü, câhil, câmid ve öldürücüdür. Ne fiil, ne de temyiz gücüne sahiptir. İddialarına göre zulmetten kaynaklanan kötü­lük, onun tabiatı ve kaderidir. Yine iddialarına göre nur tek bir türdür. Aynı şekilde zulmet de tek bir türdür. Nurun idrâki, birleşik bir idrâktir; nitekim onun işitme, görme ve diğer duyuları tek bir şeyden ibarettir. İşitmesi görmesi, görmesi duyularıdır. Ona ‘işiten’ ve ‘gören’ denilme­si terkîpkrindeki farklılıktan olup öz itibarıyla farklı duyular olmaları nedeniyle değildir. Fırka mensuplarına göre renk tat, o koku, o da his­setmedi. Onu renk olarak görmelerinin nedeni zulmetin ona bir şekilde karışmış olmasındandır. Tat olarak görmeleri ise zulmetin karışımının başka bir biçimde olmasındandır. Zulmetin rengi, tadı, kokusu ve hisset­mesi hakkında da aynı şeyleri söylemişlerdir. İddialarına göre nur mutlak beyazlık, zulmet ise mudak siyahlıktır. Onlara göre nur, zulmeti kendin­den aşağı atmaya, zulmet de en üst tarafından nuru almaya devam eder.

Deysâniyye mensupları nur ile zulmetin karışması ve nurun kurtuluşu hakkında farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bazılarına göre nur zulmete dâhil olmuş, zulmet de onu sert ve kaba bir şekilde almıştır. Nur bundan rahatsız olarak onu parçalayıp yumuşatarak kurtulmak istemiştir. Ancak, bu tür bakımından farklı olmalarından dolayı değildir. Onların durumu­nu bir testereye benzetmek mümkündür ki demirden yapılmasına rağmen sapı yumuşak, dişleri serttir. Burada da yumuşaklık nurda, sertlik zulmettedir. Halbuki ikisi de aynı türdendir. Nur, zulmetin gediklerine sızabilmek için yumuşamıştır. Bu da ancak zulmetin sert olmasıyla mümkündür. Varlığın kemâle ulaşabilmesi ancak bu ikisiyle yani sertlik ve yumuşaklıkla mümkündür.

Bazılarına göre ise zulmet, hileye başvurarak nurun alt tarafını yaka­lamış, nur da kendini korumak için ondan kurtulmaya çalışmıştır. Bunu yapabilmek için de ona abanarak güç almayı denemiştir. Bu durum yere düşmüş bir kimsenin oradan kurtulmak için ayağını dibe vurarak çıkmaya çalışmasına benzer ki bu durumda daha da derine düşer. Nurun zulmet­ten kurtulabilmesi ve kendi aleminde tek kalabilmesi için belli bir zamana ihtiyacı vardır.

Bazılarına göre ise nur, zulmetin bazı bölümlerine kendi isteğiyle girmiştir. Amacı onu düzeltip bozuk taraflarını çıkartıp atmak sure­tiyle bulunduğu âleme daha uygun hale getirebilmektir. Zulmet ona yapıştıktan sonra nur birtakım zulüm ve çirkinliklerde bulunmuştur ki bunlar iradî olarak değil kendiliğinden yapılmış zarurî fiillerdir. Nitekim kendine his âleminde tek başına bulunmuş olsa, mutlak iyilikten başka bir şey yapmazdı. Bunlara göre, zarurî olarak yapılan fiille, iradî olarak yapılan fiili birbirinden ayırmak gerekmektedir.

5- Merkiyûniyye

Merkiyûn’un taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Bunlara göre birbi­rine zıt iki kadîm asıl mevcuttur. Bunlar nur ile zulmettir. Ayrıca üçüncü bir asıl daha vardır ki o, birleştirici aracıdır. Nitekim birleştirici üçüncü bir unsur olmadıkça birbirlerinin karşıtı olan iki zıddın birleşmesi mümkün değildir. Onlara göre bu üçüncü unsur, derece bakımından nurdan aşağı, zulmetten üsttedir. Âlem bu üçünün biraraya gelerek karışmasından mey­dana gelmiştir.

Bazılarına göre karışma sadece zulmet ile söz konusu aracı birleş­tirici arasında gerçekleşmiştir. Çünkü bu üçüncü asıl, zulmete daha yakındır. Ondan zevk almak, birtakım arzularını tatmin etmek için onunla karışmıştır. Bunun üzerine nur, karışık âleme mesîhî bir ruh göndermiştir ki o, Allah’ın ruhu ve oğludur. Onu gönderme nedeni, taşlanmış zulmetin ağına düşmüş olan üçüncü asla duyduğu merhamettir. Bu yüzden onu şeytanların iplerinden kurtarmak ister. Bu ruhun takipçileri kadınlara dokunmaz ve dünyevî zevklere yanaşmazlar. Böyle davranarak ona tâbi olanlar zulmetten kurtulurken ona karşı çıkanlar hüsran ve helâka düçâr olacaklardır.

Onların aracı ve birleştirici konumunda bulunan üçüncü bir aslın varlığını kabul etmelerinin bir sebebi de, nuru temsil eden Allah Teâiâ’nm zulmeti temsil eden şeytanlarla karışmasının caiz olmamasıdır. Ayrıca tabiat bakımından birbirlerine taban tabana zıt olan, zât ve nefs olarak birbirlerinden farklı olan iki şey nasıl karışa­bilir ki? Bunların biraraya gelip karışmaları caiz olmadığı için derece bakımından nurdan aşağıda, zulmetin üstünde bulunan bir aracının bulunması şarttır. Karışma onunla gerçekleşecektir. Bu görüş Mâne-viyye’nin görüşlerine uymamaktadır. Gerçi Deysân tarih bakımından Mâni’den daha önce yaşamış ve Mâni onun birçok fikrini benimsemiş­se de üçüncü asıl meselesinde ondan farklı düşünmüştür. Bu görüş, Zerdüşt tarafından da benimsenmemiştir. Deysân, iki zıddın varlığını kabul ederken, bu ikisi arasındaki aracıyı iki hasım arasındaki hakem gibi koymaktadır. İki zıd arasında birleştirici olan unsurun, tabiat ve cevher bakımından zıdlardan birine mensup olması caiz değildir ki bu Allah Teâlâ’dır. O’nun ise ne zıddı, ne de dengi mevcuttur.

Muhammed b. Şebîb, Deysâniyyc hakkında şunu nakletmiştir: Onla­ra göre bu aracı his ve idrâk sahibi bir insandır. Çünkü insan ne mutlak nur, ne de mutlak zulmettir. Anlattığına göre evlilikle gerek ruh, gerek beden için yararlı olan her şeyi haram görmüşlerdi. Acı verme endişesi nedeniyle hayvan kesmekten de sakınmışlardı.

Seneviyye’den bir topluluğun şöyle dedikleri anlatılır: Nur ve zulmet yaşamaktadır. Ancak nur duyu sahibi ve âlim iken zulmet câhil ve kördür. Nur, düzgün ve doğru hareket ederken zulmetin hareketi dengesizdir. Onları bu şekilde açıklamamız şundandır: Zulmetin şeytanlarından bir topluluk nur cemaatlarından birine hücum etmişti. Nur, hiç bilmeden ve farkında olmadan zulmetten bir parçayı yuttu. Bu, köz ile hurma arasında­ki farkı bilmeyen bir çocuğun hareketi gibiydi. Nur ile zulmetin karışma

sebebi işte buydu. Daha sonra en büyük nur, kurtuluş için bir plan yapa­rak bu âlemi inşa etti. Nurun zulmete karışmış kısımları bu âlemde ayrışa­caktır. Nurun kurtuluşunun tek yolu da budur.

6- Keyneviyye, Sıyâmiyye Ve Tenâsuhiyye

Keyneviyye mezhebine göre üç asıl mevcuttur. Bu üç asıl, ateş, top­rak ve sudur. Mevcudat, Seneviyye’nin söylediği iki asıldan değil, bu üç asıldan hadis olmuştur. Onlara göre ateş, tabiatı gereği hayırlı ve nurâ-nîdir. Su ise tabiatı gereği ateşin zıddıdır. Bu âlemde gördüğümüz her hayır ateşten, her şer de sudandır. Toprak ise bu ikisi arasında aracıdır. Bunlar ateş konusunda çok tutucudurlar. Onlara göre ateş ulvî, nurânî ve latiftir. Varoluş onsuz mümkün değildir. Hayat da onun sayesinde devam edebilir. Su ise tabiat ve fiil bakımından tamamen tersidir. Toprak bu ikisi arasında aracıdır. Âlem de bu üç aslın karışımından oluşmuştur.

Sıyâmiyye fırkası güzel rızıklardan imtina ederek kendilerim ibadete veren kimselerden oluşur. Ateşi tazım eder, evlilikten ve et yemekten uzak dururlardı.

Tenasüh (Ruh göçü) Ehli, ruhların bedenler arasında göç ettiğine inanırlar. Bunlara göre kişinin huzur ve sıkıntı gibi hususlarda kendisi­ne arız olan şeyler, daha önceden işlemiş olduklarına göre belirlenir. Bu husus, başka bir bedende iken yaptıklarının karşılığıdır. İnsan, hayatı boyunca iki hâlin dışına çıkmaz. Bunlardan biri fiil, diğeri ise ceza ve karşılık halidir. İnsanda varolan hal, ya fiil işlediği, ya da daha önceden işlemiş olduğu fiilin karşılığını beklediği haldir. Tenasüh ehline göre, cen­net de, cehennem de bedenlerdedir. İlliyyûn’un en üst mertebesi, peygam­berliktir. Esfel-i sâfılîn ise yılanın derecesidir. Nübüvvet ve risâletten daha ulvî bir makam, yılandan daha aşağı bir mertebe yoktur. Onlara göre en yüksek derece meleklerin, en aşağı derece ise şeytanların derecesidir.

Bütün bu görüşleriyle diğer Seneviyyeden ayrılmaktadırlar. Bunlar kurtuluş günlerine özen göstermekte ve bu günlerde nurun birtakım par­çalarının kendi ulvî âlemine döndüğüne, zulmetin değersiz ve kınanmış parçalarının ise kendi âlemlerinde kaldığına inanırlar.

Mecûsiler’in Ateş Tapınakları

İlk ateş tapınağı Afridun tarafından Tûs şehrinde inşa edilmiştir. Diğeri Buhara’da kurulan Berdeson tapınağıdır. Behmen tarafından Sicistân’da mabed olarak kullanılan tapınağın adı Kereko’dur. Buhara tarafında Kubâdâıı isimli, Fâris ile İsfahan arasında Keyhüsrev tarafından inşa edilmiş. Koyse adında birer tapınakları daha vardır. Bir diğeri Komes’teki Cerir tapınağıdır. Kenkeder adında bir tapmak daha vardır ki Doğu Çin’de Siyâvuş tarafından inşa edilmiştir. Bir diğeri Kuştasb’m dedesi tarafından Errecân’da inşa edilen tapınaktır. Bunlar Zerdüşt’ten önce inşa edilmiş tapınaklardır.

Zerdüşt Nişabur ve Nesâ’daki ateş tapmaklarını yenilemiştir. Kuş-tasba, Cem tarafından tazım edilen bîr ateşin getirilmesini emretmiş, bu ateş Harzem şehrinde bulunmuş, Becerd’e getirtilmiştir ve Azerhorre olarak bilinir. Mecûsîler en çok bu ateşi tazîm ederler. Keyhüsrev de Efrâsyâb’la savaşmak için çıkınca bu ateşi tazîm etmiş ve önünde eğil­miştir. Enûşİrvân’m bu ateşi Kirmân’a naklettiği söylenmiştir. Ateşin bir bölümü de Nesâ şehrine taşınmıştır.

Anadolu’da İstanbul şehrinin kapılarından birinde de Şâpur b. Erdeşîr tarafından inşa edilmiş bir ateş tapınağı mevcuttur. Bu tapınak Halife el-Mehdî dönemine kadar ayakta durmuştur. Kudüs yakınlarındaki İstinyâ’da da, Kİsra’nın kızı Boran adına bir ateş tapmağı mevcuttur.

Hindistan ve Çin’de de ateş tapmakları mevcuttur.

Greklere gelince onların da içinde ateş bulunmayan üç tapınakları vardı. Bunları daha önce zikretmiştik.

Mecûsîlerin ateşi tazîm etmelerinin birçok anlamı vardı. Herşeyden önce ateş, ulvî ve yüce bir cevhere sahipti. Ayrıca o, İbrahim Peygamber’i (aleyhîsselâm) yakmamıştı. Diğer taraftan ateşi tazîm etmeleri halinde ahİret-te ateş tarafından yakılmayacaklarına inanırlardı.

Özetle söylemek gerekirse ateş, onların hem kıbleleri, hem de onlar için bir vesile ve işaretti.

Dinler Ve Mezhepler Tarihi” kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek için Ücretsiz pdf olarak almak için aşağıdaki indirme düğmesini tıklayın

Bozuk bağlantıyı bildirin
Siteyi Yardim Et


for websites

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *