NAMAZ VE ONU TERKEDENİN DURUMU

Sunuş

I- NAMAZI TERK EDENİN ÖLDÜRÜLMESİ

Namazı Terkeden Öldürülmez Görüşü

Namazı Terk Edenin Tövbesinin İstenmesi Hakkındaki Görüşler

Bir Kimse Ne Zaman Namazı Terk Etmiş Sayılır?

Abdesti, Guslü Ve Namazın Diğer Rükünlerini Terk Etmenin Hükmü

Cumayı Terk Edenin Hükmü

Orucu, Zekatı Ve Haccı Terk Edenin Hükmü

II- NAMAZI TERKEDENİN MURTED OLUP OLMADIĞI

Namazı Terk Edeni Tekfir Etmeyenlerin Delilleri

Namazı Terk Edeni Tekfir Edenlerin Delilleri

Fasıl

İcmanın Namazı Terk Eden Kimsenin Küfrüne Delalet Etmesi

Tekfire Karşı Çıkanlar

İki Gurup Arasında Hüküm Vermek Ve Bunları Birbirinden Ayırmak

Fasıl

Ehli Sünnetin En Önemli Prensibi

Kişide İmanın Hasletlerinde Birisinin Bulunması Onun Mü'min Olmasını Gerektirmez

Namazı Terkedenin Küfrü Hakkında Tabiin Alimlerinin Ve Sonrakilerin Sözleri Ve Bu Konuda İcma Olduğunu Söyleyenler

III- NAMAZI TERK EDEN KİŞİNİN AMELLERİNİN BOŞA GİTMESİ

Amellerin Boşa Gitmesinin Nevileri

IV- GECE NAMAZINI GÜNDÜZ, GÜNDÜZ NAMAZINI GECE KILMAK

Namazı Kasten Terk Eden Kaza Eder mi?

Kazayı Gerekli Görenlerin Delilleri

Kazayı Gerekli Görmeyenlerin Delilleri

Fasıl

Kazayı Kabul Edenlerin Delilleri

Vaktinden Sonra Kılınan Namaz Sahih Değildir Diyenlerin Sözleri

Unutulan Namazın Hükmü

Vaktin Bir Rekatına Yetişmeyi Delil Olarak Kullanmanın Yanlışlığı

Fasıl

Hendek Günü Namazının Neshi

Tehirde Emre İtaat Etmek

Hatırlanması Halinde Vaktin Kazası

Bile Bile Oruç Bozan

V- CEMAATLE NAMAZIN HÜKMÜ

Cemaatin Vacipliği Görüşünü Savunanlar

Cemaat Vacip Değildir Diyenlerin Sözleri

Cemaatin Vacip Olduğunu Söyleyenlerin Vacip Değildir Diyenlere Verdikleri Cevaplar

Karşı Tarafın Buna Cevabı

VI- NAMAZIN SIHHATİNDE CEMAAT ŞART MIDIR, DEĞİL MİDİR?

VII- KİŞİNİN NAMAZI EVİNDE CEMAATLE KILMASI

VIII- NAMAZI ACELE VE ÇABUK KILMANIN HÜKMÜ

IX- PEYGAMBER (S.A.V)'İN NAMAZININ MİKTARI

Peygamber (s.a.v.)' in Kıyamdaki Okuduğu Şeylerin Miktarı

Rükudan Doğruluş

Secdeler Ve Ondaki İncelikler

Fasıl

Namazdan Selam Vererek Çıkmak

Fasıl

Fasıl

X- PEYGAMBER (S.A.V)'İN NAMAZI

Peygamber (s.a.v.)'ın Rükuu

Peygamber (s.a.v.)'in Rükûdan Doğrulması

Nasıl Secde Ederdi?

Secdelerin Şekli

Fasıl Secdelerden Ve Teşehhüdden Kalkışı

Fasıl Rasulullah (s.a.v.)'in Kunutu

Fasıl Son Teşehhüdde Peygamber (s.a.v.)'e Salavat Getirmek


NAMAZ VE ONU TERKEDENİN DURUMU

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...

 

Sunuş

 

Şüphesiz ki hamd Allah'a mahsustur. O'na hamd eder, O'ndan yardım ister ve O'ndan af dileriz. Nefislerimizin ve

amellerimizin kötülüklerinden O'na sığınırız. Allah kime hidayet ederse onu saptıracak yoktur, kimi saptırırsa onu da hidayete getirecek yoktur. Allah'tan başka İlah olmadığına, sadece O'nun ilah olduğuna ve ortağının olmadığına şahitlik ederiz. Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederiz.

"Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve ka­dınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını ana­rak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir." [1]

"Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin." [2]

"Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve namaz ve onu terkedenin durumu günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasûlüne ita­at ederse büyük bir başarıya ulaşır." [3]

Bu kitap imam İbn Kayyim el-Cevziyye'ye yöneltilen on tane sorunun cevabını ihtiva etmektedir. O, bu sorulara biri di­ğerini takip eden sorularla genişleterek cevap vermiştir. O, bu meselelerde kendisine soru sorulabilecek gerçekten uygun bir ki­şidir. Zihni açıktır, cevaplan ikna edicidir, nasları muhafazada sağlam bir hafızaya ve derin bir anlayışa sahiptir. Alimlerin ve fıkıhçıların mesele hakkındaki görüşlerini de ayrıntılı bir şekilde anlatır, sonra bir görüşü tercih eder, onu benimser ve savunur.

Özellikle bu zamanda insanlar Allah'ın bu ebedî farzını unutmuş veya ihmal etmektedirler. Onlardan bir kısmı Allah ve Rasûlünün namazı terk edenler hakkındaki hükmünü bilmekte, kimisi de bilmemektedir. Halbuki namaz, İslâm'ın bağlarından en sağlam bağdır. Bu bağlar birer birer çözüldüğü için insanlar Allah'ın kitabını ve Peygamber'inin sünnetini de terk ettiler ve başka şeylerle hükmettiler. Sonunda Allah'ın koyduğu sınırlar çiğnendi ve haramlar ihlal edildi. Kötülükler yayıldı, bela ve mu­sibetler yaygınlaştı, hastalıklar çoğaldı. Sadece vücutlar değil, düşünceler de bu hastalıklardan nasibini aldı. Lâ havle velâ kuv­vete İlla billahi'l-aliyyi'l-azîm. Yüce Allah şu âyet-i kerimesinde bu gerçeği şöyle ifade etti:

"Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı zayi ettiler; nefislerinin arzularına uy­dular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çe­kecekler. Ancak tevbe edip, iman eden ve salih amel sunuş (güzel işler) işleyen kimseler hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın cennete girecekler." [4]

Belki bu kitabı okuyan kimse doğruya tekrar döner, Rabbine tevbe eder ve Allah ile münasebetinde O'na tevbe ederek ve yönelerek yeni bir sayfa açar. Kitapta bu farizayı terk eden veya onda tembellik eden ya da edasında kusur işleyen kimsele­ri uyarıcı ve teşvik edici pek çok faydalar vardır. Sonra bu kitap namazın hükmünü açıklamış ve onu eda edenleri teşvik etmiştir. Ayrıca senin bu konuda sevgili Muhammed Mustafa salhllahu aleyhi ve sellem'e tabi olman gerekir. Çünkü o şöyle buyurmuştur:

"Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, namazınızı o şekilde kılın." Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.

Sonra bu kitap Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'ın na­mazını tarif ederek sona ermiştir.

İşte kitap senin önünde ey Müslüman! Namaz konusunda on tane soruyu ihtiva etmektedir. Bunları bu şekilde açık ve ay­rıntılı olarak başka bir kitapta çok az bulursun. Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun.

Benim bu kitap üzerinde yaptığım çalışma şudur:

1- Kur'an âyetlerinin tahricini yaptım. (Ayetlerin bulundu­ğu surelerin adını ve âyetlerin numaralarını tesbit ettim.)

2- Hadislerin tahricini yaptım ve kütübü sitte içindeki yer­lerini tesbit ettim.

3- Hocamız, üstat ve büyük alim Nâsıruddin el-Elbânî'nin tahkikinden, zaman zaman da başka kaynaklardan yararlana­rak hadislerin sahihlik ve zayıflık durumlarına işaret ettim.

4- Kitabın aslında veya hadislerde geçen bazı kelimelerin manalarını tefsir ettim.

5- Bazı şeylerde Prof. Teysir Zater'den yararlanarak kita­bın kullanılışını kolaylaştırıcı fihristler hazırladım.

6- Alfabetik sıraya göre hadislerin baş taraflarının fihrist­lerini çıkardım.

Son olarak Yüce Allah'tan bu çalışmamın kendi rızasına uygun olmasını diliyorum.

Ebû Hafs/Seyyid b. İbrahim Sâdık Amrân

el-Minya/el-Marısûra köyü

Cumada el-Ahıra, 1414 h.

 

Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla

 

Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Allah'ın kendilerini başarılı kıldığı ve onlara doğru yolu gösterip hidayet ettiği çok değerli alimler acaba şu konularda ne diyorlar:

1- Namazı kasıtlı olarak terk eden kimsenin öldürülmesi gerekir mi, gerekmez mi?

2- Öldürüldüğü zaman bir mürtedin ve kâfirin öldürülüşü gibi mi öldürülür -ki onların cenazesi yıkanmaz, namazı kılın­maz ve müslümanların kabristanına defnedilmez- yoksa müslüman olduğuna hükmedildiği halde ceza olarak mı öldürülür?

3- Namazı terk etmekle amelleri boşa gider ve geçersiz olur mu, yoksa olmaz mı?

4- Gündüz namazını gece kılmak, gece namazını gündüz kılmak kabul edilir mi, edilmez mi?

5- Cemaatle namaza gücü yettiği halde tek başına namaz kılanın namazı sahih olur mu, olmaz mı?

6- Sahih olunsa, cemaati terkten dolayı günahkâr olur ve onu terkedenin durumu mu, olmaz mı?

7- Mescitte hazır olmak şart mıdır, yoksa cemaatle nama­zı evde kılmak caiz olur mu?

8- Bir kuşun yerden gagasıyla yem toplaması gibi namazı hızlı kılan ve rükûu ve secdesini tam yapmayanın hükmü nedir?

9- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in namazının mikta­rı/temposu nasıldı? Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in "onla­ra namazı hafif kıldır" sözüyle dikkat çektiği hafifletmenin haki­kati nedir? Peygamber'in Muaz'a söylediği "sen fettan mısın?" sözünün anlamı nedir?

10- Tekbir aldığı andan bitinceye kadar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'ın namazı kısaca nasıl cereyan etmiştir? Bu so­ruyu soranın sanki onu görüyormuş gibi anlaması için bu konu nasıl anlatılır?

Allah Teâlâ doğru yolu göstermek için rehberlik edenlere ve hükümle delili birlikte açıklayanlara gerçeğe ulaşmalarını nasip etsin. Allah Teâlâ ilim adamlarından öğretmeleri ve açıkla­maları için söz almadıkça cahillerden öğrenmeleri için söz al­mamıştır.

Bu soruların cevabını büyük âlim, selefin en son halkası, sünnetin destekçisi, bid'atın engelleyicisi ve dinin güneşi, İbn Kayyim el-Cevziyye namıyla bilinen Muhammed b. Ebî Bekir el-Hanbelî vermiştir. Allah kendisinden razı olsun ve razı etsin ve onun makamını ve varacağı yeri cennet eylesin.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

Şüphesiz ki hamd Allah'a mahsustur. O'na hamd eder, O'ndan yardım ister ve O'ndan af dileriz. Nefislerimizin ve amel­lerimizin kötülüklerinden O'na sığınırız. Allah kime hidayet ederse, onu saptıracak kimse yoktur; kimi saptırırsa onu da hidayete getirecek kimse yoktur. Allah'tan başka ilah olmadığına sadece onun ilah olduğunu ve ortağının olmadığına şahitlik ederim. Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim. Allah'ın salâtı ve sonsuz selamı onun ailesine, ar­kadaşlarına ve eşlerine olsun.

 

I- NAMAZI TERK EDENİN ÖLDÜRÜLMESİ

 

Müslümanlar farz namazı kasten terk etmenin en bü­yük günahlardan birisi olduğunda, onun günahının Allah katın­da adam öldürmek ve hırsızlık yapmak günahından, zina ve al­kollü içki günahından daha büyük olduğunda ve onu terk ede­nin dünyada ve ahirette Allah'ın cezasına, gazabına ve rezil rüsvay etmesine maruz kalacağında görüş birliği içindedirler.

Fakat müslümanlar namazı kasten terk edenin öldürülüp öldürülmeyeceğinde, nasıl öldürüleceğinde ve kâfir olup olmadı­ğında ihtilafa düşmüşlerdir.

Sufyan b. Saîd es-Sevrî, Ebû Umer el-Evzaî, Abdullah b. el-Mubarek, Hammad b. Zeyd, Vekî' b. el-Cerrah, Malık b. Enes, Muhammed b. İdris eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh ve arkadaşları namazı terk edenin öldürüleceğine fet­va vermişlerdir. Sonra bunlar onun nasıl öldürüleceğinde ihtilaf etmişlerdir. Bunların çoğunluğu onun kılıçla boynunun vurulup öldürüleceğini söylerken bazı Şafiîler, namazı kılıncaya veya ölünceye kadar odunla vurulur demişlerdir. İbn Şureyh ise onun ölünceye kadar kılıçla dürtüleceğim, çünkü bunun onun terkini daha iyi engelleyici ve namaza dönüşü için daha umut verici bir yöntem olduğunu söylemiştir. Cumhur, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in: 

"Allah Teâlâ her şeyi güzel yapmayı sever, o halde öldürme işini de güzel yapınız" [5] buyruğunu delil getirmiştir. Boynu kılıçla vurmak en güzel öldürme şeklidir ve canın en sü­ratli bir şekilde çıkmasını sağlar. Allah Teâlâ dinden çıkan kâfir­lerin öldürülmesinde kılıçla dürtmeyi değil, boyunların vurulması kanununu koymuştur. Zina eden evli kadın ve erkeğin ise işledi­ği bu haramın zevki bedeninin tamamına ulaştığı için çekeceği ceza da bütün vücuduna ulaşsın diye taşlanarak öldürülmesi meşru kılınmıştır. Çünkü bu öldürme şekli en kötü öldürme şeklidir. İnsan tabiatında onu zinaya çağıran çok güçlü bir eği­lim/tahrik edici bir unsur vardır. Dolayısıyla bu güçlü çağma­nın karşısına en ağır ceza konulmuştur. Çünkü bu cezada Lût kavminin işledikleri kötülüklere karşılık Allah Teâlâ'nın onları üstlerine taş yağdırarak cezalandırdığı hatırlatılmaktadır.

 

Namazı Terkeden Öldürülmez Görüşü

 

İbn Şihab ez-Zuhri, Saîd b. el-Museyyeb, Ömer b. Abdilaziz, Ebû Hanife, Dâvûd b. Ali ve el-Muzenî ölünceye veya tevbe edinceye kadar hapsedilir, öldürülmez dediler. Bu görü­şün delili Ebû Hureyre radıyallahu anh'ın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den rivayet ettiği hadistir. Bu hadiste Peygamber şöyle buyurdu: "İnsanlarla, onlar Allah'tan başka hiçbir İlah olmadı­ğını söyleyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu dedikle­ri zaman hem canlarını, hem de mallarını benden korumuş olur­lar; ancak bu kelimenin (İslâm'ın) haklarından bir hak karşılığında olması müstesna." [6]

Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. İbn Mesud'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Allah'tan başka ibadete layık ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın muhakkak bir peygamberi ol­duğuma şehadet eden müslüman kişinin kanı ancak şu üç şeyden birisiyle helal olur. Evli olduğu halde zina eden, adam öldüren ve İslâm camiasından ayrılıp dinini terkeden,.." [7]

Bu hadisi Buhârî ve Müslim tahriç etmişlerdir. Onlar dedi­ler ki: Namaz amelî hükümlerdendir. Oruç, zekât ve hac gibi terkinden dolayı kişi öldürülmez.

Namazı kasten terkedenin öldürülmesi gerekir, diyenler ise şöyle dediler: Allah Teâlâ:

"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakala­yın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bıra­kın." [8] buyurmakta ve onları şirklerinden tevbe etmedikleri, namazı kıl­madıkları ve zekâtı vermedikleri takdirde öldürülmelerini emret­mektedir. Namazı terk edenin öldürülmeyeceğini söyleyen kimse, şirkinden tevbe ettiği zaman namazı kılmasa da zekâtı vermese de ölüm cezasının ondan düşeceğini söylüyor, demektir. Bu ise Kur'an'ın zahirine aykırıdır. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde ge­çen bir hadîste Ebû Saîd el-Hudrî şöyle dedi: Ali b. Ebî Talib Yemen'de iken Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e bir miktar altın cevheri göndermişti. Peygamber bunu dört kişiye taksim etti. Ada­mın birisi dedi ki: Allah'tan kork ey Allah'ın Rasûlü! Bunun üzeri­ne Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona:

"Yazıklar olsun sana! Ben, yeryüzündeki insanların Allah'tan korkmaya layık ve (en çok korkan)ı değil miyim?" dedi. Sonra bu kişi arkasını dönüp gitti. Hâlid b. Velid dedi ki: Ya Rasûlallah (izin ver de) şunun kafasını vurayım! Rasûlullah:

"Yok vurma! Bunun da ileride namaz kılan bir kişi olması umulur!" buyurdu. Bunun üzerine Halid:

"Ya Rasûlallah! Namaz kılanlardan öyle kimseler vardır ki, onlar gönülle­rinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler", dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Ben insanların kalplerini açmağa, karınlarını yar­maya memur değilim" buyurdu. [9]

Bu hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onun namaz kılacak olmasını öldürülmesine engel olarak gördü. Bu, namaz kılmayanın öldürüleceğinin delilidir. Bunun içindir ki başka bir ha­diste şöyle buyurdu: "Namaz kılanları öldürmem bana yasaklan­dı." [10] Bu da namaz kılmayanların öldürülmelerinin yasaklandığı­nın delilidir.

İmam Ahmed ve İmam Şafiî Müsned'lerinde Abdullah b. Adîy b. el-Hîyar'dan rivayet ettiler; Ensar'dan bir adam ona an­latmıştı: Bu adam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'le bir meclis­te otururken geldi ve kulağına eğilerek münafıklardan birisini öl­dürmek için ondan izin istedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sesini yükselterek şöyle dedi:

"Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmiyor mu?" Ensarlı adam dedi ki:

"Evet ya Rasûlallah, inanmadığı halde söylüyor." Rasûlullah:

"Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet etmiyor mu?" dedi. Adam:

"Evet, ama inanmadığı halde söylüyor," dedi. Rasûlullah:

"Namaz kılmıyor mu?" dedi. Adam:

"Evet, ama inanmadığı halde kılıyor," dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunun üzerine şöyle dedi: "Bunlar, Allah'ın öldürülmelerini bana yasakladığı kimselerdir." [11] Bu hadis Peygamber'in namaz kılmayanları öldürmesinin ya­saklanmadığının delilidir.

Müslim'in Sahih'inde Ümmü Seleme'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Sizin başı­nıza bir takım yöneticiler gelecek; siz onları tanıyacak ve onlara itiraz edeceksiniz. Kim onlara itiraz ederse vebalden beri olur, kim onlardan tiksinirse kurtulur. Fakat onlardan hoşlanır ve tâbi olursa..." Dediler ki:

"Ey Allah'ın Rasûlü onlarla savaşmayalım mı?" Dedi ki:

"Hayır, namaz kıldıkları müddetçe savaşmayın." [12]

Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bu­yurdu:

"Ben Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik edinceye, namazı dosdoğ­ru kılıncaya, zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa canlarını ve mallarını benden ko­rumuş olurlar. Ancak İslâm'a ait bir hak sebebiyle öldürülürse o müstesna. Hesapları ise Allah'a aittir." Bunu Ahmed ve Sahih'inde İbn Huzeyme rivayet etmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu hadisinde namaz kılıncaya kadar onlarla savaşmakla emrolunduğunu ve onların canlarının ve mallarının ancak kelime-i şehadetten, namazlarını kıldıktan ve zekâtlarını verdikten sonra ha­ram olduğunu, canlarının ve mallarının bundan önce haram değil, mubah olduğunu haber vermektedir. [13]

Enes b. Malik'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiği zaman Araplar(dan bazıları) dinden çıktılar. Ömer dedi ki:

"Ey Ebû Bekir, sen Araplarla nasıl savaşırsın?" Ebû Bekir bunun üzerine dedi ki:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Ben, Allah'tan başka hiçbir ilah ol­madığına ve benim Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik edinceye, na­mazı kılıncaya ve zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum." [14] Bunu Nesâî rivayet etti. Hadis sahihtir.

Kendi görüşlerinin aleyhinde bir delil olmasına rağmen on­ların, namazı kasten terk edenin öldürülemeyeceğine delil olarak ileri sürdükleri mutlak bir hadisin neyi gerektirdiğini bu hadislerdeki kayıtlar beyan etmektedir. Çünkü canı ve malı korumak an­cak İslâm'ın hakkını ödemekle sabit olur/kesinleşir. Namaz ise İs­lâm'ın haklarının kesinlikle en önemlisidir. İbn Mesud'un rivayet ettiği "Müslüman kişinin kanı ancak şu üç şeyden birisiyle helal olur" hadisine gelince bu hadis sözkonusu meselede bizim lehimi­ze bir delildir. Çünkü dinini terk edenleri de kanı helal olanların içinde saydı. Namaz dinin en büyük rüknüdür. Özellikle onun kâ­fir olduğunu da söylersek dini tamamen terk etmiş demektir. Şayet tekfir edilmezse dinin direğini bırakmış demektir. İmam Ahmed şöyle dedi: Hadiste: "Namazı terk edenin İslâm'dan nasibi yok­tur." [15] diye geçmektedir.

Ömer b. el-Hattab taşraya şu mektubu yazmıştı: Bana gö­re işlerinizin en önemlisi namazdır. Kim onu muhafaza ederse dinini muhafaza etmiş olur. Kim onu kaybederse onun dışındakileri haydi haydi kaybeder. Namazı terk edenin İslâm'dan na­sibi yoktur. O şöyle dedi: Her kim namazı hafife alıp önemse­mezse o İslâm'ı hafife alıp önemsememiş demektir. Onların İslâm'dan nasipleri namazdan nasipleri kadardır. İslâm'a karşı arzuları namaza karşı arzuları kadardır.

Kendini iyi tanı ey Allah'ın kulu! Ve sende İslâm'ın kadrû kıymeti olmadığı halde Allah'a kavuşmaktan sakın. Çünkü İs­lâm'ın senin kalbindeki değeri kalbinde namaza verdiğin değer kadardır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hadisinde onun şöyle dediği geçmektedir:

"Namaz dinin direğidir." [16] Bilmez mi­sin, direği düştüğü zaman çadır da düşer ve iplerin/kirişlerin ve kazıkların hiçbir faydası olmaz? Direk ayakta durduğu zaman iplerin ve kazıkların da yararı olur. İslâm'a nazaran namazın durumu da böyledir. Hadis-i şerifte şu ifadeler geçmektedir:

"Kı­yamet gününde kulun amelinden ilk sorulacak şey namazıdır. Namazı kabul edilirse diğer amelleri de kabul edilir, namazı reddedilirse diğer amelleri de reddedilir." [17] Namaz bizim dini­mizin en sonudur. Kıyamet gününde ise ilk sorulacak amelimizdir. İslâm'dan en son gidecek olan şey namaz olunca o gittikten sonra ne İslâm kalır, ne de din kalır. Bunların hepsi İmam Ahmed b. Hanbel'in sözüdür.

Namaz İslâm'ın farzlarının birincisidir ve dinden kaybedi­lecek şeylerin sonuncusudur. Dolayısıyla namaz İslâm'ın evveli ve sonudur. Onun evveli ve sonu gittiği zaman tamamı gitmiş demektir. Hangi şeyin başı ve sonu giderse onun tamamı gitmiş olur. İmam Ahmed şöyle dedi: Sonu giden her şeyin tamamı git­miş demektir. Kişinin de namazı gittiği zaman dinî gitmiş olur.

Abdullah b. Mesud'dan rivayet edilen:

"Müslüman bir kişinin kanı ancak şu üç şey sebebiyle helal olur. Evli olduğu hal­de zina eden, adam öldüren ve dinini terk eden!" [18] hadisinden kastedilen anlam namazı terk edenin öldürülmesi konusundaki en kuvvetli delillerden birisidir.

 

Namazı Terk Edenin Tövbesinin İstenmesi Hakkındaki Görüşler

 

Namazı (kasten) terk edenin öldürülmesi gerektiğini söyle­yenler bazı meselelerde ihtilaf ettiler.

Birinci Mesele: Namazı terk eden kişi (önce) tevbeye davet edilir mi, edilmez mi? Meşhur olan görüşe göre o (önce) tevbeye davet edilir. Şayet tevbe ederse yakası bırakılır, yoksa öldürülür. Bu, Şafiî'nin ve Ahmed'in görüşüdür. Malik'in mezhebindeki iki görüşten birisi de budur.

Ebû Bekir et-Tartûşî ta'lîkında şöyle dedi: Malik'in görüşü­ne göre, namazın vakti devam ettiği sürece ona namaz kıl, denilir. Kılarsa yakası bırakılır, vakit çıkıncaya kadar kılmaktan imtina ederse öldürülür. Tevbeye davet edilir mi, edilmez mi? Bazı arkadaşlarımızın görüşüne göre tevbeye davet edilir, eğer tevbe ederse ne âlâ, tevbe etmezse öldürülür. Bazı arkadaşları­mıza göre ise tevbeye davet edilmez. Çünkü bu ona uyguianacak cezalardan bir cezadır. Tıpkı zina eden ve hırsızlık yapan­da olduğu gibi tevbe onun cezasını düşürmez. Bu, hadden (ce­za olarak) öldürülür diyenlerin sarıldıkları bir görüştür. Çünkü namazı terk etmenin cezası öldürülmek olunca zina ve savaş se­bebiyle ölüm cezasına çarptırılan kimse gibi olur. Cezalan ön­ceden ortaya çıkan sebepler gerektirir. Mahkemeye çıktıktan sonra artık tevbe o cezayı düşürmez.

Namazı (kasten) terk eden kâfir olduğu için öldürülür di­yenlere gelince zaten bu onları bağlamaz (yani tevbeye davet edilmez sözü onlar için geçerli değildir.) Çünkü onlar namazı terk edeni mürtede benzetmişlerdir. Mürtet müslüman olduğu/tevbe edip İslâm'a tekrar girdiği zaman öldürülmez. Tartûşî dedi ki:

"Bize göre taharetin, cenabetin, guslün ve orucun hükmü de böyledir. Bir kimse ben abdest almam, cenabetten dolayı gusletmem ve oruç tutmam dediği zaman, ister bunlar bana farzdır desin, ister bunlar farzıyyetini inkar etsin tevbeye davet edilmeden öldürülür."

Ben derim ki: Tartûşî'nin bazı arkadaşlarından tevbeye davet edilmeden öldürülür diye naklettiği bu söz Malik'ten gelen bir rivayettir. Mürtedin tevbeye davet edilmesi konusunda Ahmed'den iki rivayet, Şafiî'den de iki görüş vardır. Mürtetle na­mazı terk edeni tevbeye davet konusunda birbirirden ayırt edenler ve Malik'ten gelen iki rivayetten birinde olduğu gibi namazı terk edenden değil de mürtetten tevbe istenir diyenler şöyle derler: Bir müslümanın dinde kalmasına mani olacak bir şüphe kendisine ârız olmadıkça dinini terk etmeyeceği açıktır. Dolayısıyla bu şüphenin zâil olacağı umuduyla tevbe etmesi talep edilir. Namazı, kendisine vacip olduğunu bildiği halde terk eden kimse için bir engel yoktur, hiç vakit geçirilmez.

Önce tevbe istenir diyenler şöyle dediler: Bu ölüm kararı, tevbeye davet edilmesi hüküm altına alınmış bir vacibin terki se­bebiyle verilen bir ölüm kararıdır. O halde mürtetlik sebebiyle uygulanan ölüm cezasında olduğu gibi bunda da önce tevbenin istenmesi vaciptir/zorunludur. Onlar dediler ki: Hatta bunda tevbenin istenmesi daha da gereklidir. Çünkü dönme ihtimali daha kuvvetlidir. Çünkü onun İslâm'a bağlılığı kendisini dünya­da ve ahirette cezadan kurtaracak bir tevbeye sevkedebilir. Bu görüş daha sahihtir. Çünkü namazı terkedenin içine düşeceği hallerin en kötüsü -olsa olsa- mürtet gibi olmasıdır. Sahabe de mürtetlerin ve zekât vermeyenlerin tevbelerinin kabul edileceğin­de görüş birliği içindedirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Küfredenlere, vazgeçerlerse geçmiş günahlarının bağışlanacağını söyle." [19]

Namazı terk edenin ölümle cezalandırılmasıyla, zina ve savaş suçu sebebiyle ölümle cezalandırılmak arasındaki fark şu­dur: Namazı terk eden kimse (tevbeyi de reddederse) gelecekte bu terkinde ısrar edeceği ve geçmişte de terk ettiği için öldürü­lür. Zina ve savaş suçu sebebiyle öldürülen böyle değildir. Onun öldürülme sebebi önceden işlediği bir suçtur. Çünkü onun bu suçu telafi etme/sonuçlarını ortadan kaldırma imkanı yoktur. Hal­buki namazı terk edenin, dört müçtehit İmama (Ebû Hanife, Şa­fiî, Ahmed, Malik) ve daha başkalarına göre vakti çıktıktan son­ra onu (kaza ederek) fiilen telâfi etme imkanı vardır. Ahmed'in arkadaşlarından namazın telafisine (kazasına) imkan yoktur di­yenler -ki seleften bir grup 60 bu görüştedir- şöyle derler: Bura­daki (yani namaz konusundaki) öldürme cezası bir terkten dola­yıdır ve bu terk, fiil ile ortadan kalkar. Zina ve savaş suçlarında ki ölüm cezası ise bir fiilden dolayıdır, geçmişteki bir fiil, terk ile zail olmaz.

İkinci Mesele: Namazı terk eden kişi kendisine namaz kıl­ması için bir çağrı yapılıp da imtina etmedikçe (bu çağrıya olumsuz cevap vermedikçe) öldürülmez. Ona yapılacak çağrı sürekli olmaz. Bu sebeple Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem na­mazı vakti çıkıncaya kadar geciktiren idarecilerin arkasında na­file namaz kılmaya izin verdi. [20] Onlarla savaşılmasını emretme­di. Terkte ısrarcı olmadıkları için öldürülmelerine izin vermedi, Çağrı yapıldığı zaman hiçbir mazeret olmaksızın vakti çıkınca­ya kadar İmtina ederse terki ve terkte ısrarı kesinleşmiş olur.

Üçüncü Mesele: Neye göre öldürülür? Bir vakit namazı terk ettiği için mi, iki vakit namazı terk ettiği için mi, yoksa üç vakit namazı terk ettiği için mi öldürülür? Bu konuda insanlar arasında ihtilaf vardır. Sufyan es-Sevrî, Malik ve rivayetlerden birisinde Ahmed dedi ki: Bir vakit namazı terk etmesi sebebiyle öldürülür. Şafiî'nin ve Ahmed'in mezhebinde zahir olan görüş budur. Bu görüşün delili namazı terkedenin katline delâlet eden yukarıdaki hadislerdir.

Muaz b. Cebel, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Kim farz bir namazı kasten terk ederse onun üzerinden Allah'ın himayesi kalkmış olur." [21] Bunu İmam Ahmed Müsned'inde rivayet edilmiştir. Bana Kasım'ın ba­bası (yani Peygamber)

"Namazı terk etmememi, çünkü namazı kasten terk eden kimseden Allah'ın himayesinin kalkacağını" tavsiye etti. [22] Bunu Abdurrahman b. Ebî Hatim Sünen'inde rivayet etti.

(Bu görüşün sahipleri dediler ki: Bir tek vakit namazı terk etmesi öldürülmesi için yeterli sebeptir.) Çünkü o, namazı vak­tinde kılmaya çağırıldığında hiçbir mazereti olmadığı halde "kıl­mıyorum" dediği zaman terkte ısrarcı olduğu açıkça ortaya çık­mış olur, öldürülmesi ve kanının heder edilmesi icâb eder. Na­mazı terk edenin katlinde terkin üç defa tekrarının esas alınma­sının ne Kitap ve sünnet nassından, ne de icmadan, ne de saha­be kavlinden hiçbir delili yoktur. Üçe itibar edilmesi ikiye itibar edilmesinden daha evlâ değildir. Ahmed'in arkadaşlarından Ebû İshak şöyle dedi: Terk edilen namaz kendisinden sonraki vaktin namazı ile cem' yapılabilecek cinsten bir namaz ise -öğle ile ikindi, akşam ile yatsı gibi- ikincinin vakti çıkıncaya kadar öldürülmez. Çünkü iki namazın cem'i halinde ikincinin vakti ay­nı zamanda birincinin de vaktidir. Bu, cezada bir şüphe doğu­rur. Terk edilen namaz kendisinden sonraki ile cem' edilmeyecek cinsten ise -sabah, ikindi ve yatsı namazı gibi- birini terketmesiyle öldürülür. Buradaki tehirde şüpheye sebep olacak bir durum yoktur. Bu görüşü İshak, Abdullah b. el-Mubarek'ten -ve­ya Vekî b. el-Cerrah'tan- nakletmiştir. Bu ikisinden hangisine ait olduğundaki şüphe İshak'tan kaynaklanmaktadır. Ebû'l-Berekât İbn Teymiyye (meşhur İbn Teymiyye'nin dedesidir.) ise şöyle de­di: Bu görüşün her ikisine de ait olması daha sahihtir. Burada namazı terk edenin vakit konusunda mazeretli olanların içine dahil edilmesi doğru değildir.

Ben derim ki: Ebû İshak'ın görüşü daha kuvvetli ve fıkha daha uygundur çünkü bu vaktin toptan her iki vakte de ait oldu­ğu sabit olmuştur. Bu da ölüm cezasını düşürücü bir şüpheyi do­ğurur. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem namazı vaktin­den sonraya bırakan yöneticilerin öldürülmesini yasakladı. On­lar ancak öğleyi ikindi vaktine tehir ediyorlardı, bazan da ikin­diyi son vaktine kadar tehir ediyorlardı. Peygamber'e

"Onlarla savaşmayalım mı?" diye sorulunca şöyle dedi:

"Hayır, namazı kıldıkları müddetçe savaşmayın." [23] Buyurdu. Bu da onların na­maz kılma şeklinin canlarını kurtaracağının delilidir.

 

Bir Kimse Ne Zaman Namazı Terk Etmiş Sayılır?

 

Buna göre bir kimse ne zaman namazı vaktinde kılmaya çağırılır da, ben namazı kılmam der ve vakti çıkıncaya kadar namazı kılmaktan imtina ederse, ikincinin vakti daralmasa bile onun öldürülmesi gerekli olur. İmam Ahmed buna hükmetti, el-Kâdî ve Ebû'l-Hattab ve İbn Akîl gibi arkadaşları dediler ki: Bir sonraki namazın vakti daralıncaya kadar öldürülmez.

Şeyh Ebû'l-Berekât dedi ki: Kim vakti içinde namaza çağı­rılır da, ben kılmıyorum der ve vakti çıkıncaya kadar namazı kıl­maktan imtina ederse, ikincinin vakti daralmasa bile öldürülmesi gerekli olur. Ebû'l-Bereket buna hükmetti. O şöyle dedi: Biz, onun verdiği misalde -yani Ebû'l-Hattab'ın verdiği misalde- ikin­cisinin vaktinin daralmasını esas aldık. Çünkü öldürme birinci­sinden dolayı değil, ikincisini terkten dolayıdır. Çünkü namaza çağırıldığında çağırıldığı namazın vakti artık geçmiştir. Halbuki vakti geçmiş namazları terk eden kimse öldürülmez. Ebû'l-Hat­tab'ın şu sözleri de buna işaret etmektedir: Farziyetini inkar ederek değil de önemsemeyerek namazı tehir ederse namazı kılması için kendisine çağrı yapılır. Daha sonraki namazın vakti daralıncaya kadar kılmazsa öldürülmesi vacip olur. Önemseme­yerek tehir ettiği namaz, vakti çıkıncaya kadar tehir ettiği na­mazdır. Dolayısıyla vakti çıktıktan sonra ona namaz kılması için çağrı yapılır; ondan sonraki diğer vakit de daralıncaya kadar namazı kılmaktan imtina ederse (reddederse), çağırıldığı nama­zı vakti daralıncaya kadar tehir ettiği için öldürülmüş olur. Şeyh Ebû'l-Berekât'tn söylediği şeyler bunlardır. O şöyle dedi:

"Bizim arkadaşlarımız dediler ki, birincisini terk ettiği ve geçirdiği her namazı imkan bulduğunda mazeretsiz olarak kaza etmeyi terk ettiği için öldürülür; çünkü bize göre namazın kazası bekletilme­den hemen yapılmalıdır. Buna göre ikincinin vaktinin daralması­na itibar edilmez." Ebû'l-Berekât dedi ki:

"Birinci görüş daha sa­hihtir. Çünkü Şafiî'ye ve ulemadan bir topluluğa göre geçmiş namazların geniş bir zamanda kaza edilmesi caizdir. Mübahlığı ve yasaklığında ihtilaf edilen bir şeyde ölüm cezası uygulan­maz. Ahmed'den gelen bir diğer rivayete göre ise üç vakit na­mazı terk ettiği ve dördüncüsünün de vakti daraldığı zaman kat­li vacip olur. Şafiî'lerden el-Ustuhrî'nin tercihi de budur."

Bu görüşün gerekçesi şudur: Katli gerektiren şey namazı terkteki ısrardır. Bir kimse tembellikten veya bıkkınlıktan ya da kısa süreli bir meşguliyetten dolayı iki vakit namazı terk etmiş olabilir. Bundan dolayı namazı terkeden/bînamaz olarak isim­lendirilmez. Namaza çağırıldığı halde terki tekrar ettiği zaman bunun ısrarlı bir terk olduğu anlaşılır. Ahmed'den gelen üçüncü bir rivayete göre iki vakit namazın terkiyle katli vacip olur. Bu rivayetin iki dayanağı vardır.

Birincisi: Katli gerektiren terk, ken­disine namazı terk eden denilecek mutlak bir terk değil, tekrar­lanan bir terktir. Bunu kesinleştiren asgari sayı ise, iki defa tek­rarlanan terktir.

İkincisi: Birinin diğeriyle cem' yapılması (birleş­tirilerek kılınması) mümkün olan namazlarda namazı terketme olayı ancak ikincinin vaktinin çıkmasıyla gerçekleşir. İki vakit namazın terki bu sebeple katlin gerekçesi sayıldı. el-Mecmuateyn'de Ebû İshak da bu rivayete tâbi oldu.

 

Abdesti, Guslü Ve Namazın Diğer Rükünlerini Terk Etmenin Hükmü

 

Abdesti, cenabetten gusletmeyi, kıbleye yönelmeyi ve setri avreti terk etmenin hükmü, namazı terk edenin hükmü gibidir. Gü­cü yeten için ayakta durmayı terk etmenin hükmü de namazı terk etmek gibidir. Rükû'u ve secdeleri terk etmek de aynıdır. Farziyyetine inandığı halde namazdaki ihtilaflı rükün ve şartları terk ederse namazı terk edenin öldürülmesise İbn Akîl, onun hükmü de namazı terk edenin hükmü gibidir öl­dürülmesi vacip olur, dememizde bir sakınca yoktur, dedi. Şeyh Ebû'l-Berekât ise, namazı iade etmesi gerekir, hiçbir şekilde öldü­rülmez, dedi. İbn Akîl'in görüşünün izahı şudur: O kendi nefsinde ve inancında namazı terk eden kimsedir. Dolayısıyla zekâtı ve üzerinde icmâ edilen bir şartı terkeden gibi olmuştur.

Ebû'l-Berekât'ın görüşünün İzahı ise şudur: Farz olup ol­madığında görüş birliği olmayan bir şeyi terk etmekle bir kimse­nin kanı mubah olmaz. Bu görüş fıkhın kaynağına daha yakın­dır. İbn Akîl'in görüşe ise usûle daha yakındır. Çünkü bunu terk eden kimse batıl/geçersiz bir namazı kılmaya azimli ve kararlı kimse demektir. Böylece o, üzerinde icma edilen bir şeyi terketseydi tıpkı onun gibi olurdu. Bu, imanın esaslarıyla ilgili derin bir meseledir, kalplerin amellerindendir ve itikadındandır.

 

Cumayı Terk Edenin Hükmü

 

Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet etti­ği bir hadise göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem cumadan geri kalan bir topluluk hakkında şöyle demiştir:

"Vallahi cema­ate namaz kıldırmak üzere birisine emir verip sonra cumaya gelmeyenlerin içinde bulundukları evleri yakasım gelir." [24]

Ebû Hureyre, İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre onlar, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in minberinden şöyle dediğini duymuşlardır:

"Bazı kimseler ya cumayı terk etmekten kesin ola­rak vazgeçerler yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gafillerden olurlar." [25] Bunu Müslim, Sahih'inde rivayet et­miştir.

Ebûl-Ca'd ed-Damrî'den -ki kendisi sahabidir- Rasûlul­lah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Önemsemediği için (mazereti olmadığı halde) üç cumayı terkeden kimsenin Allah kalbini mühürler." [26] İmam Ahmed bunu Câbir'den rivayet etmiştir.

Cuma namazının farzı kifaye olduğu ve bir cemaat eda ettiğinde diğerlerinden düştüğü görüşünü İmam Şafiî'ye nisbet eden yanılmıştır. Çünkü o asla böyle bir şey söylememiştir. Bunu onun bayram namazı hakkında söylediği: Bayram namazı ken­disine cumanın farz olduğu kimselere farzdır, sözü sebebiyle ona nisbet edenlerin yanılgısı. Bilakis bu söz, Şafiî'nin bayram namazının farzı ayn olduğuna hükmetmesi demektir. Bu, delil yönünden sahih bir görüştür. Çünkü bayram namazı İslâm'ın görünürdeki en büyük sembollerinden biridir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabından hiç kimse bayram namazından geri kalmamıştır ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bir defa bile onu terk etmemiştir. Şayet sünnet olsaydı, farz olmadığını beyan etmek için tıpkı Ramazan'da teravihi terk ettiği gibi, her namaz için ayrı ayrı abdest almayı terk ettiği gibi bir defa da olsa onu da terk ederdi.

Ayrıca Allah Teâlâ da cumayı emrettiği gibi bayram na­mazını da emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." [27]

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vakti geçince ve yeni ayın girdiği zevalden sonra kesinleşince sahabilere sabahleyin erkenden kendisiyle birlikte bayram namazı için namazgaha gelmelerini emretti. Kölelerin, kadınların ve hayızlıların da bay­rama çıkmalarını, hayızlı kadınların namazgahın dışında ayrı durmalarını emretti. Cumada böyle bir şey emretmedi. Hocamız dedi ki:

"Bu, bayram namazının cuma namazından daha kuvvet­li olduğunun delilidir."

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in:

"Gece ve gündüz beş vakit namaz kılması Allah tarafından kulun üzerine farz kılınmıştır." [28] Sözü bayram namazının da farz oluşuna aykırı değildir. Çünkü beş vakit namaz gece ve gündüze ait bir görevdir. Bayram namazı ise senelik görevdir. Bu sebeple bazı fıkıhçılara göre farz olan iki rekâtlık tavaf namazı da buna engel değildir. Cenaze namazının farz oluşuna da bu hadis aykırı değildir. Bir namaz olarak görüp ve farz olarak değerlendirenlere göre tilavet secdesinin farzlığı da aykırı değildir, farz olduğu seleften bazılarınca söylenen küsuf namazına da aykırı değildir. Bu ger­çekten kuvvetli bir görüştür. Bununla Şafiî'nin, üzerine cuma namazının farz olduğu kimselere bayram namazının da farz oldu­ğuna hükmettiği kastedilmiştir. Fakat denilebilir ki bundan bay­ram namazının da farz-ı ayn olduğu sonucu çıkarılamaz. Çünkü farz-ı kifayeyi de herkesin yapması gerekir, bazılarının yapma­sıyla da herkesin üstünden düşer ve bunun faydası iki meselede görülür; Birincisi herkes bu fiili işlemeye iştirak ederse farzla il­gisi sebebiyle farzı eda edenlerin sevabına nâil olurlar. Şayet hepsi o füli terke iştirak ederlerse hep birlikte kötülenmeye ve ce­zaya müstehak olurlar. Dolayısıyla Şafiî'nin, kendisine cuma namazı farz olan kimselere bayram namazı da farzdır sözün­den bayram namazının da cuma gibi farz-ı ayn olduğu anlamı­nı çıkarmak gerekmez. Bunu söylemek mümkündür, ancak bay­ram namazını cuma namazına benzetmenin ve cuma namazı­nın farz olduğu kimselerle bayram namazının farz olduğu kim­seler arasındaki eşitliğin zahiri anlamı farziyyetin nev'inde de bunların eşit olduğuna delâlet eder.

Hiç kimse cumanın farz-ı ayn olduğunda ihtilaf etmediği­ne göre bayram namazı da böyledir. Maksat cumayı terk edenin hükmünü beyan etmektir. Ebû Abdillah b. Hâmid dedi ki: Cumanın farziyyetini inkar eden kâfirdir. Farziyetine inandığı halde onu dört rekât olarak kılarsa (böyle bir kimse hakkında) Ebû Abdillah b. Hamid şöyle dedi:

"Cuma da kısaltılmış bir öğ­len namazıdır dersek dört kılan kişi tekfir edilmez, yoksa tekfir edilir."

 

Orucu, Zekatı Ve Haccı Terk Edenin Hükmü

 

Orucu, haccı ve zekâtı terk eden de katlin vücûbunda na­mazı terk edene dahil olur mu? Bu konuda Ahmed'den üç rivayet vardır:

Birincisi: Namazı terk etmekle öldürüldüğü gibi, bunları terk etmekle de öldürülür. Bu görüşün delili, zekât, oruç ve haccın da İslâm'ın temel esaslarından olmasıdır. Bu sebeple namaz gibi bunların her birini terk etmekle de öldürülür. Ebu Bekir es-Sıddîk bunun için zekâtı vermeyenlerle savaşmış ve şöyle demiş­tir:

"Vallahi namazla zekâtı birbirinden ayıranlarla savaşaca­ğım. Şüphesiz ki Allah'ın kitabında zekât, namazın ayrılmaz bir parçası olarak zikredilmiştir." [29] Ve yine bu esaslar İslâm'ın hak­larındandır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e ancak kelime-i şehadete bağlananlarla ve İslâm'ın hakkını verenlerle savaşma­ması emredilmiştir. Ve O, canı korumanın ancak İslâm'ın hakkı­na bağlı olduğunu haber vermiştir. Bu, zekât vermeyi reddeden bir toplulukla savaştır ve öldürmedir. Güç yetirilip yakalanabilen tek kişinin öldürülmesinin sebebi de onun kelime-i şehadetin ve İslâm dininin hukukunu terketmesidir/çiğnemesidir.

İkinci rivayete göre namazdan başka herhangi bir ibadeti terkten dolayı öldürülemez. Çünkü namaz niyabetin girmediği/vekâletin caiz olmadığı bir ibadettir. Çünkü Abdullah b. Şakîk'in söylediğine göre Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı namazdan başka hiçbir annelin terkini küfür olarak görmezlerdi. [30]

Çünkü namaz, başkasında bulunmayan bir takım özellik­lerle diğer ibadetlerden ayrılmıştır: O, Allah'ın ilk olarak farz kıldığı şeydir. Bu sebeple Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tem­silcilerine ve elçilerine kelime-i şehadetten sonra namaza davet­le işe başlamalarını emretmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sell­em Muaz'a şöyle demiştir:

"Sana ehl-i kitap bir topluluk gelecek. Onları ilk önce Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadete davet et ve Allah'ın gece ve gündüz beş vakit namaz kılmayı farz kıldığını söyle." [31] Çünkü kulun ilk hesaba çekileceği ameli namazdır. Na­mazı Allah Teâlâ Miraç gecesi gökte farz kılmıştır. [32] Namaz Kur'an'da en çok zikri geçen farzdır. Cehennem halkına;

"Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?" [33] Diye sorulunca, verdikleri cevabın başına namazı terkten başka bir şeyi koymamışlardır.

Çünkü namaz diğer amellerden farklı olarak aklı başında olduğu müddetçe kulun üzerinden farziyyeti hiçbir durumda düşmeyen bir ibadettir. Diğerleri bazı durumlarda farz olmak­tan çıkar.

Çünkü namaz İslâm çadırının direğidir. Çadırın direği düştüğü zaman çadır çöker.

Çünkü dinden en son kaybedilecek şey namazdır.

Çünkü namaz hür, köle, erkek, kadın, mukim, yolcu, sağ­lam, hasta, zengin, fakir herkese farzdır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem İslâm'a girmeyi kabul eden bir kimseyi namazı kıl­madıkça reddediyordu. Nitekim Katade, Enes'ten naklen şöyle dedi:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ancak namazı kılan ve zekâtı veren kimselerin İslâm'a girmelerini kabul ediyordu."

Çünkü diğer amellerin kabulü namazı kılmaya bağlıdır. Dolayısıyla Allah Teâlâ, namazı terk eden kimsenin ne orucunu, ne haccını, ne sadakasını, ne cihadını, ne de başka bir amelini kabul edecektir. Nitekim Avn b. Abdîllah şöyle demiştir: Kul kabrine girdiği zaman kendisinden ilk sorulacak şey namazıdır. Onun hesabını verebilirse diğer amellerine öyle bakılacak. Na­mazının hesabını veremezse daha sonraki amellerinden hiçbiri­sine bakılmayacak. Müsned ve Sunen'de Ebû Hureyre'nin Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem'den rivayet ettiği şu hadis buna delâlet eder:

"Kulun hesaba çekileceği ilk ameli namazıdır. Bu­nun hesabını iyi verebilirse kurtulmuş ve başarmış demektir. Bo­zuk verirse kaybetmiş ve başaramamış demektir." [34]

Kulun iyi bir ameli kabul edilirse kaybedenlerden ve hüsrana uğrayanlardan olmaz.

Ahmed'den gelen üçüncü rivayete göre zekât ve orucu terketmekle öldürülür, hacc, terk etmekle öldürülmez. Çünkü hac hemen mi yerine getirilmesi gerekir, yoksa geniş bir zaman içinde de yerine getirilebilir mi, bu konuda itilaf vardır. Geniş bir zaman içinde yerine getirilmesi caizdir, diyenler dediler ki, tehirine imkan verilen bir emirden dolayı, ikisi nasıl öldürülür? Bu dayanak gerçekten zayıftır. Çünkü haccı terk ettiği için öldürülen kimse sadece tehirden dolayı öldürülmez. Meselenin şekli haccı terke azmetmiş olması ve: Benim üzerime hac farz ama ben asla hac yapmayacağım demesidir. Bu tartışmalı bir konu­dur Doğrusu, öldürülür, görüşüdür. Çünkü hac da İslam'ın haklarından birisidir. Çünkü ancak hakkına riayet ederek müslüman olduğunu söyleyen kimsenin canı korunur. Hac da İslam'ın en büyük haklarındandır.

 

II- NAMAZI TERKEDENİN MURTED OLUP OLMADIĞI

 

İkinci meseleye gelince o da namazı terk eden muhari­bin ve zâninin öldürülmesi gibi ceza olarak (hadden) mi öldürü­lür, yoksa mürtet ve zındığın öldürülüşü gibi mi öldürülür? Bu ko­nuda alimlerin iki görüşü vardır. Bu ikisi de İmam Ahmed'den ge­len iki rivayete dayanır: Bu görüşlerden birincisine göre mürtedin öldürülmesi gibi öldürülür. Bu, Saîd b. Cubeyr'in, Amir eş-Şa'bî'nin, İbrahim en-Nehâî'nin, Ebû Amr'in, Evzâî'nin, Eyyub es-Sahfiyânî'nin, Abdullah b. el-Mubarek'in İshak b. Rahaveyh'in, Malikîlerden Abdu'l-Melik b. Habib'in görüşüdür. Şafiî mezhebin­deki iki görüşten birisi de budur. Tahavî bunu Şafiî'nin kendisin­den nakletmiştir. Bunu Ebû Muhammed b. Hazm, Ömer b. el-Hattab'tan, Muaz b. Cebel'den, Abdurrahman b. Avf'fan, Ebû Hureyre'den ve diğer sahabilerden rivayet etmiştir.

İkinci görüşe göre kâfir olduğu için değil, hadden (ceza olarak) öldürülür. Bu, Malik ve Şafiî'nin meşhur görüşüdür. Ebû Abdillah İbn Batta da bu görüşü tercih etmiştir.

 

Namazı Terk Edeni Tekfir Etmeyenlerin Delilleri

 

Biz her iki tarafın da delillerini zikredeceğiz! Namazı terk ettiği için onu tekfir etmeyenler dediler ki: İslâm'a girmekle onun için İslâm hükmü sabit olmuştur/müslümanlığına kesin olarak hükmedilmiştir. Onu ancak kesin bir bilgiye dayanarak İslâm'dan çı­karırız. Onlar dediler ki:

Ubade b. es-Sâmit, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Kim Allah'tan baş­ka İlah olmadığına ve O'nun ortağı olmayan yegâne ilah olduğu­na, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna, İsa'nın Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna, onun Meryem'e bıraktığı kelimesi ve ruhu olduğuna, cennetin gerçek ve cehennemin gerçek olduğuna şahit­lik ederse, ameli ne olursa olsun Allah onu cennete sokar." [35] Bu hadisi Buhârî ve Müslim sahihlerinde tahriç etmişlerdir.

Enes'ten rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, devesinin terkisine bindirdiği Muaz'a üç defa:

"Ya Mu­az!" diye hitab etmiş, onun da her defasında:

"Buyur ya Rasûlallah!" diye mukabele etmesi üzerine:

"Bir kimse, Allah'dan başka mâbud olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi ol­duğuna samimi olarak şehadet ederse Allah ona cehennemi ha­ram eder" buyurmuştur. Muaz:

"Ya Rasûlallah, bu müjdeyi hal­ka haber vereyim de sevinsinler" dedi. Rasûl-i Ekrem:

"Söyler­sen onlar buna güvenirler" (yararlı işleri yapmaz olurlar) buyur­du. Muaz (bilgiyi gizlemekteki günahtan korktuğundan) ölürken bunu söyledi. Bu hadisin sıhhatinde ittifak edilmiştir.[36]

Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallal­lahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kıyamet gününde halk içinde şefaatime en ziyade mazhar olacak kimse kalbinden samimi olarak lâ ilahe illallah diyendir." [37]

Ebû Zerr'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazına kadar bir Kur'an âyetini tekrarla­dı ve şöyle dedi:

"Ben ümmetim için öyle bir dua ettim ki, bu dua kabul edildi ve şayet ümmetimden pek çok kimse bunu bil­seydi namazı terk ederlerdi." Ebû Zerr dedi ki: Bunu insanlara müjdelemeyeyim mi? Peygamber:

"Evet müjdele" buyurdu. Ömer dedi ki: Sen gider de bunu insanlara söylersen onlar iba­deti bırakıverirler. Ömer onun arkasından geri dönmesi için ses­lendi. O da geri döndü.[38]

Sabaha kadar tekrarladığı âyet şudur:

"Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlar­san şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin." [39]

Bunu Ahmed, Müsned'inde rivayet etti.

Yine Müsned'de Ahmed, Aişe'den şöyle rivayet etti: Rasû­lullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

"Allah'ın yanında üç ta­ne muhasebe defteri vardır. Defterin birisindeki hiçbir şeye Allah önem vermez. İkincisindeki hiçbir şeyi bırakmaz. Üçüncü defterdeki hiçbir şeyi de affetmez. Defterde yazılı olup da Al­lah'ın affetmediği şey şirktir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti haram kılar." Defterde yazılı olup da Allah'ın önemsemedi­ği şeye gelince kulun kendisiyle Rabbi arasında oru­cu terk etmesi, namazı kılmaması gibi nefsine zul­mettiği şeylerdir. Allah Teâlâ bunları affedecek ve dilerse bunlardan vazgeçecek. Defterde yazılı olup da Allah'ın hiçbir şekilde peşini bırakmayacağı şey ise kulların birbirlerine yaptıkları zulüm ve haksızlık ile kesinleşmiş kısastır." [40]

Yine Müsned'de Ubade b. es-Sâmit'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle dedi­ğini işittim:

"Allah'ın kullarına farz kıldığı beş vakit namaz var­dır, kim bunları kılarsa Allah Teâlâ onu cennete sokacağına söz vermiştir. Bunları kılmayan kimseler için Allah'ın böyle bir sözü yoktur. Dilerse ona azap eder, dilerse affeder." [41]

Yine Müsned'de, Ebû Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Kulun kı­yamet günü ilk hesaba çekileceği şey farz namazlardır. Bunun hesabını tam verirse ne alâ, veremezse: Bakın bir nafilesi var mı? Denilecek. Nafilesi varsa farzı nafilesinden tamamlanacak. Sonra diğer farz amelleri de böyle bir muameleye tâbi tutula­cak." [42] Bunu Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir. Tirmizî

"Bu hadis hasendir," dedi.

Yine dediler ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den şöy­le dediği sabit olmuştur:

"Kimin son sözü la ilahe illallah olursa Allah onu mutlaka cennete sokar." [43] Başka bir lafızda:

"Kim Al­lah'tan başka ilah olmadığını bilerek/inanarak ölürse Allah onu mutlaka cennete sokar." [44] Buyurmuştur.

Sahih'te Itban b. Malik'in hikayesi anlatılır. Orada şu sözler geçer:

"Allah Teâlâ kendi rızasını arzu ederek lâ ilahe illallah di­yen kimseye şüphesiz cehennemi haram kılar." [45] Şefaat hadisinde de şöyle denilmektedir:

"Allah Teâlâ buyurur ki: İzzet ve celâlime yemin olsun ki, kim lâ ilahe illallah demişse onu mutlaka cehen­nem ateşinden çıkaracağım."  [46] Bu hadiste şu ifade de geçer:

"Hiçbir iyi ameli olmayan da cehennemden çıkacak."

Sunen'de ve Müsnedlerde bir kart sahibinin kıssası anlatı­lır. Bu kişinin önüne doksandokuz tane defter (sicil) açılır. Her bir defter göz alabildiğince geniştir. Sonra ona bir kart çıkartılır, kartın içinde kelime-i şehadet vardır. Adamın kötülükleri daha ağırdır [47] ve kartın içinde de kelime-i şehadetten başka bir şey yoktur. Şayet başka bir şey olsaydı şöyle derdi: Sonra iyilikleri­nin sahifeleri çıkarılır ve kötülükleri ağır gelir.

"Hiç bir iyi ameli olmayan da cehennemden çıkacak" sözü bizim için yeterlidir. Şayet namazı terk eden kişi kâfir olsaydı, cehennemde ebedi ka­lırdı ve oradan hiç çıkmazdı.

Bu hadisler ve diğerleri namazı terk edenin tekfirine ve onun ebedi cehennemlik olmasına engeldir. Diğer büyük günah iş­leyenler için beslenen ümidin bunlar için de beslenmesini gerekti­rir. Bu görüşün sahipleri dediler ki: Çünkü küfür, tevhidi, peygam­berliği, ahireti ve Peygamber'in getirdiği şeyleri inkar etmektir. Namazı terk eden ise Allah'ın birliğini kabul ediyor Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik ediyor ve Allah'ın kabirdekileri tekrar dirilteceğine inanıyor. O halde küfrüne nasıl hük­medilir? İman, tasdiktir, zıddı tekzibtîr/yalanlamadır, ameli terk etmek değildir. O halde tasdik eden bir kimse için inkarcı yalanla­yanın hükmüyle nasıl hüküm verilir?

 

Namazı Terk Edeni Tekfir Edenlerin Delilleri

 

Namazı terk edeni tekfir edenler dediler ki: Sizin namazı terk edenin tekfir edilmeyeceğine delil olarak getirdiğiniz bu ha­dislerin rivayet edildiği kimselerin namazı tekfir eden sahabiler-den başkası olmadığı bilinmektedir. Ebû Muhammed İbn Hazm dedi ki: Ömer'in, Abdurrahman b. Avf'ın, Muaz b. Cebel'in, Ebû Hureyre'nin ve daha başka sahabilerin, farz bir namazı vak­ti çıkıncaya kadar kasten terk eden kimse kâfirdir, mürtettir (din­den çıkmıştır) dedikleri rivayet edilmiştir.[48]

Yine dediler ki: Bu sahabilere muhalif başka bir sahabi bilmiyoruz. Kitap, sünnet ve sahabilerin icmaı, namazı terk ede­ küfrüne delâlet etmektedir. Kitaptan deliline gelince,

Birinci delil

Allah Teâlaâ şöyle buyurmaktadır:

"Müslümanları suçlularla bir tutar mıyız hiç? Size ne oluyor, ne biçim hüküm veriyorsunuz? Yoksa size ait bir kitap var da onda mı okuyorsunuz? Beğendiğiniz her şeyi onda mı buluyorsunuz? Yoksa istediğiniz hükmü verebilirsiniz diye diye tarafımızdan size veril­miş kıyamete kadar geçerli sözler mi var? Sor onlara: Bu iddiayı onların hangisi savunacak? Yoksa ortakları mı var onların? Sözlerinde doğru iseler, hadi getirsin­ler ortaklarını! Baldır açıldığı gün secdeye çağrılırlar, fakat güçleri yetmez. Gözleri mahcubiyetten aşağı düşmüş bir halde yüzlerini bir zillet kaplar. Halbuki onlar, sapasağlam iken de secdeye davet ediliyorlardı (fakat yine secde etmiyorlardı). Bu sözü yalanlayanla beni başbaşa bırak; biz onları bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz." [49]

Bu âyetler, Allah Teâlâ'nın müslümanları suçlularla bir tut­mayacağını haber vermektedir. Böyle bir şey zaten O'nun hik­metine ve hükmüne de aykırıdır. Sonra müslümanların zıddı olan suçluların (mücrimlerin) durumlarını anlatmakta ve: "Baldır açıl­dığı gün" buyurulmaktadır ki onlar o gün Rablerine secde etmeye çağırılacaklar fakat kendileriyle onun arasına bir engel konu­lacak ve dünyada namaz kılanlarla birlikte Allah'a secde etmeyi terk etmenin bir cezası olarak orada müslümanlarla birlikte sec­de etmeye güçleri yetmeyecek. Bu onların müslümanlar secdeye kapandıkları zaman sırtları sığırların sırtı gibi dümdüz kalan kâ­firlerle ve münafıklarla beraber olacaklarına delâlet eder. [50] On­lar müslüman olsalardı, müslümanlara izin verildiği gibi onlara da secde için izin verilirdi.

İkinci delil

Allah Teâlâ'nın şu âyetleridir:

"Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir. Ancak sağdakiler başka. Onlar cennetler içindedirler. Gü­nahkârlara: Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? Diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulu doyurmu­yorduk. Bâtıla dalanlarla birlikte dalıyorduk. Ceza gününü de yalan sayıyorduk. Sonunda bize ölüm gelip çattı." [51]

Onları yakıcı ateşe sokan ve suçlulardan yapan şey, bu hasletlerin ya her bindir, ya da hepsidir. Şayet her biri müstakil olarak buna sebep oluyorsa âyet namazı terk etmenin cehen­nemlik olmaya sebep olduğuna açıkça delâlet eder. Şayet bu dört hasletin tamamı buna sebep oluyorsa âyet onların küfürleri­nin ve çekecekleri cezanın şiddetine delâlet eder. Öyle olmasa bile her biri cezayı gerektiren suçlardır. Çünkü cezada hiçbir et­kisi olmayan herhangi bir şeyin cezada müstakillen etkisi olan bir şeye ilave edilmesi caiz olmaz. Malumdur ki namazı terk etmek ve beraberinde zikredilen şeyler din gününü yalanlayanı cezalandırmada şart değildir. Hatta tek başına din gününü ya­lanlamak bile cezalandırma için yeterli sebeptir. Dolayısıyla bu, din gününü (ahireti) yalanlama vasfıyla birlikte zikredilen her bir vasfın da öyle olduğunun (cezalandırma için yeterli olduğu­nun) delilidir. O halde ancak bu dört vasfı birlikte taşıyan kim­seye azap edilir/bu vasıflardan birisi eksik olursa azap edil­mez, denilemez. Bu vasıflardan her birisi suçlu olmayı gerektir­diğine -Allah Teâlâ da suçluları müslümanların zıddı olarak gösterdiğine- göre sanki namazı terk eden bir kimse de cehen­neme giren mücrimlerden birisi olarak gösterilmiş gibidir. Bir başka âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler. O gün yüz üstü ateşe sürüklendiklerinde cehennemin elemini tadın denilir." [52]

Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz suçlular (dünyada) iman edenlere güler­lerdi." [53]

Allah Teâlâ suçluları mümin müslümanların zıddı olarak gösterilmiştir.

Üçüncü delil

Şu âyet-i kerimedir:

"Namazı kılın, zekâtı verin; Peygambere itaat edin ki merhamet göresiniz." [54]

Allah Teâlâ onların merhamet görmelerini bu fiilleri işleme­lerine bağlamıştır. Şayet namazı terk etmek onların tekfir edilme­lerini ve cehennemde kalmalarını gerektirmemiş olsaydı, namaz kılmadan da merhamete muhatap olurlardı. Rab Teâlâ onları bu fiilleri yaptıkları zaman merhamet umudu içinde olabileceklerini belirtmiştir.

Dördüncü delil

Allah'ın şu âyetidir:

"Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar namazla­rını vaktinde kılmazlar." [55]

(Ayette geçen ve namazlarını vaktinde kılmayanlar diye çevirdiğimiz) sehv kelimesinin anlamında selef ihtilaf etmişlerdir. Sa'd b. Ebî Vakkas, Mesruk b. el-Ecda' ve daha başkaları şöyle demişlerdir: Namazı sehveden demek vakti çıkıncaya kadar na­mazı terk eden demektir. Bu konuda bir de merfu hadis rivayet edilmiştir. Bu rivayette Muhammed b. Nadr el-Mervezî şöyle de­di: Bize Sufyan b. Ebî Şeybe haber verdi; o, İkrime b. İbra­him'den; o, Abdulmelik b. Umeyr'den; o, Mus'ab b. Sa'd'den; o da babasından nakletti; babası Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e "Onlar namazlarında sehvedenlerdir" âyetinin anlamını sordu. Peygamber şöyle cevap verdi: "Onlar namazı vaktinden sonraya tehir edenlerdir" buyurdu. [56] Hammad b. Zeyd dedi ki: Bize Asım, ona Mus'ab, b. Sa'd nakletti; Mus'ab dedi ki: Baba­ma şöyle dedim:

"Babacığım "onlar namazlarında sehvedenlerdir" âyeti hakkında ne dersin; hangimiz sehvetmiyor, hangimiz namazda kendi içinden konuşmuyor?" Babam dedi ki:

"O öyle değildir fakat o vakti zâyi etmektir/namazı vaktinde kılmamak­tır." [57] Hayve b. Şureyh dedi ki:

Bana Ebû Sahr haber verdi; o, Muhammed b. Ka'b el-Kurâzî'ye "onlar namazlarında sehvedenlerdir" âyeti hakkında sordu. O şöyle dedi:

"Namazında sehveden, namazı terk eden demektir. Sonra ona "maûn"u sordu. O dedi ki: Maun, malın hakkına mani olandır." [58]

Bu böylece anlaşıldıktan sonra veyl (vay haline, yazıklar olsun) kelimesinin de Kur'an'da sürekli olarak kâfirler için kulla­nıldığı da bilinmelidir. Mesela:

"Ortak koşanların vay haline! Onlar zekâtı vermez­ler, ahireti inkâr edenler de onlardır." [59]

"Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin! O, Al­lah'ın kendisine okunan âyetlerini işitir de sonra bü­yüklük taslayarak sanki onları hiç duymamış gibi (küfründe) direnir." [60] 

"Şiddetli azaptan dolayı kafirlerin vay haline!" [61]

Bunun iki istisnası vardır. Birincisi:

"Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline!" [62] ayetidir, diğeri:

"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi adet haline getiren herkesin vay haline!" [63] ayetidir. Bu âyetlerde veyl kelimesi ölçü ve tartıda hile yapmaya ve arkadan, önden çekiştirip, alay etmeye bağlandı/bu vasıflar için bir tehdit ifadesi olarak kullanıldı. Namazı terk edene veyl denilmesi ise ya kâfirlere veyl denilmesine dahil edilir, ya da fasıklara/günahkârlara veyl denilmesine dâhil edilir. Kâfirlere veyl denilmesinin içinde yer alması iki yönden daha uygundur: Birisi Sa'd b. Ebî Vakkas'tan bu âyet hakkında şöyle dediğinin sahih olarak rivayet edilmiş olmasıdır:

"Şayet namazı terk etse­lerdi kâfir olurlardı, fakat onlar namazı vaktinde kılmadılar." İkincisi onların küfrüne dair zikretmekte olduğumuz delillerdir.

Beşinci delil

Yukardakîni açıklar. O da şu âyet-i kerimedir:

"Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı zayi ettiler; nefislerinin arzularına uy­dular. Bu yüzden ileride ğayy'ya yuvarlanacaklardir." [64]

Şu'be b. el-Haccac dedi ki: Bize Ebû İshak haber verdi; o, Ebû Ubeyde'den; o, Abdullah -b. Mes'ud'dan- nakletti: Abdullah bu âyet hakkında şöyle dedi: Gayy kelimesi cehennemde pis ve çok derin bir nehir demektir. [65] Muhammed b. Nadr şöyle dedi: Bize Ubeydullah b. Said b. İbrahim haber verdi; ona Mu­hammed b. Yezid b. Ziyad; ona Şarkî b. el-Kattamî nakletti. Ona da Lokman b. Amir el-Huzaî anlattı ve şöyle dedi: Ebû Umame el-Bâhilî'ye geldim ve dedim ki: Bana Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den işittiğin bir söz söyle. O şöyle dedi: Rasû­lullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle söylediğini işittim:

"Şayet bir kaya parçası cehennemin kenarından atılsa yetmiş senede varacağı yere varmaz, sonra ğayy ve esam'a ulaşır." Dedim ki:

"Gayy ve esam nedir?" Şöyle buyurdu:

"Cehennemin en altındaki iki kuyudur; içlerinde cehennemliklerin irinleri akar." [66] İşte Al­lah'ın kitabında zikrettiği "onlar ğayy ve esama ulaşacaklar" demesinin manası budur.

Muhammed b. Nadr şöyle dedi: bize el-Hasen b. İsa; ona Abdullah b. Mübarek; ona, İbrahim b. Beşir nakletti. O dedi ki: Bana Zekeriya b. Ebî Meryem el-Huzaî haber verdi ve dedi ki: Ben Ebû Umâme el-Bahilî'nin şöyle dediğini işittim: Cehennemin kenarı ile dibi arasındaki mesafe, onlarca yağlı kemik büyüklü­ğündeki bir taşın -veya kayanın- elli senede düşmesi kadardır.

Abdurrahman b. Malik b. el-Velîd'in azadlısı:

"Bunun altında herhangi bir şey var mı ey Ebû Umâme?" Diye sordu.

"Evet, ğayy ve esam vardır," dedi. Ebû Eyyub b. Beşir, Şefî' b. Mâti'den şöy­le dediğini rivayet etti:

"Cehennemin içinde ğayy diye isimlendiri­len bir vadi vardır, içinde kan ve irin akar. Bu vadi kendisi için yaratılan kimselere aittir." Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Onlar ğayye atılacaklardır."

Bu âyet konuya şu yönden delâlet eder: Allah Teâlâ ce­hennemin bu mekanını namazı zayi eden/vaktinde kılmayan ve nefislerinin arzularına uyan kimseler için yaratmıştır. Namazı terk edenler şayet günahkâr müslümanlarla beraber olsalardı cehennemin tabakalarından daha üst bir tabakada olurlardı ve cehennemin en alt tabakası olan bu bölgede bulunmazlardı. Çünkü cehennemin en alt tabakası, müslümanlann bulunacağı bölgelerden değil, bilakis kâfirlerin bulunacağı bölgelerdendir, âyetten bunun başka bir delili vardır, o da Allah'ın şu sözüdür:

"Bu yönden onlar ileride gayya'ya atılacaklar. An­cak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen kimseler hariç." [67]

Şayet namazı zâyi eden (kılmayan) mümin olsaydı onun tevbesinde iman şartı ileri sürülmezdi. Bu olan bir şeyi istemek olurdu.

Altıncı delil

Allah Teâlâ'nın şu sözüdür:

"Fakat tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerin izdir." [68]

Bu âyet onların müminlerle kardeşliğini namazı kılmaları­na bağladı. Namazı kılmadıklarında kardeş olamazlar, dolayı­sıyla mümin olamazlar. Çünkü Allah Teâlâ;

"Ancak müminler kardeştirler." [69] Buyurmuştur.

Yedinci delil

Allah'ın su sözüdür:

"İşte o, tasdik etmemiş, namazı da kılmamıştı. Aksine yalan saymış ve yüz çevirmişti." [70]

İslâm, haberi tasdik etmek ve emre itaat etmek anlamına gelince, Allah Teâlâ bunun zıddı olarak iki şeyi zikretmiştir. Tas­dik etmemek ve namazı kılmamak. Tasdiğin karşısına yalanla­mayı, namazın karşısına da yüz çevirmeyi koymuştur ve şöyle demiştir:

"Aksine yalan saymış ve yüz çevirmişti." Nitekim yalanlayıcı kâfirdir, dolayısıyla namazdan yüz çeviren de kâfirdir. Yalanlamayla İslâm zail olduğu gibi, namazdan yüz çevirmekle de zail olur. Saîd, Katade'den naklen şöyle dedi: Tasdik etmedi, namazı kılmadı; Allah'ın kitabını tasdik etmedi, Allah için na­maz kılmadı. Fakat Allah'ın âyetlerini yalanladı ve Allah'a itaatten yüz çevirdi.

"Layıktır (o azap) sana, layık! Evet, layıktır sana (o azap) layık." [71]

Bu âyetler peşpeşe bir tehdidi ifade eder.

Sekizinci delil

Allah'ın şu sözüdür:

"Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Al­lah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanlardır." [72]

İbn Cureyc dedi ki: Ata b. Ebî Rabah'tan şöyle dediğini işitti: Allah'ın zikri, farz namazlardır. Bu âyetin konuya delâleti şu yöndendir: Allah Teâlâ, malı ve evladı kendisini namazdan alıkoyan kimselerin kesin hüsranına hükmetti. Kesin hüsran an­cak kâfirler için söz konusudur. Müslüman da her ne kadar gü­nahları sebebiyle hüsranda (kayıpta) olsa, sonunda kazançlı çı­kacaktır. Allah Teâlâ'nın bu âyet-i kerimede namazı terkedenİn hüsranda oluşunu çeşitli vurgularla vurgulaması da bunu açıkla­maktadır. Bu vurgulardan birisi, burada yenilenme ve oluşa de­lâlet eden bir fiil değil de hüsranın kesinliğine ve zorunluluğuna delâlet eden bir isim lafzını kullanmış olmasıdır.

İkincisi ismin isimlendirilenlerde en ileri derecede belirleyici olması için elif lam takısıyla birlikte getirilmiş olmasıdır. Çünkü sen "Zeydün el-Alimu ve's-Salihu" dediğin zaman âlimlik ve salıhlik sıfatlarının onda kemaliyle varolduğunu ifade etmiş olursun.

Üçüncüsü: Allah Teâlâ'nın mübtedayı da, haberi de marife olarak getirmiş olmasıdır. Bu usûl, haberin mübteda ile sınırlı oluşunun alâmetlerindendir. Nitekim Kur'an'da bunun benzeri başka örnekler vardır, mesela:

"Kurtuluşa erenler ancak onlardır." [73]

"Kafirler ancak zalimlerdir." [74]

"İşte onlar gerçek müminlerdir." [75]

Dördüncüsü: Mübteda ile haber arasına zamir-i fasıl so­kulmasıdır. Bunun ayrıca iki faydası vardır: İsnadın gücü ve isnad edilenin kendisine isnad edilene tahsisi. Bunun benzen de Kur'an'da mevcuttur:

"Hakikaten Allah, yalnız O zengindir ve övgüye de­ğerdir." [76]

"Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah'tır." [77]

"Allah çok esirgeyen ve bağışlayandır." [78]

Dokuzuncu delil

Allah'ın şu sözüdür:

"Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük tas­lamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler." [79]

Bu âyetin konuya delâlet yönü şudur: Allah Teâlâ, âyetleriyle kendilerine öğüt verildiği zaman Rablerini hamd ile tesbih ederek secdeye kapanmayan kimselerin imanlarını kabul etme­mektedir. Allah'ın âyetleriyle öğüt vermenin en büyüğü namaz âyetleriyle öğüt vermektir. Kendisine bu âyetlerle öğüt verilip de bu öğütten etkilenmeyen ve namaz kılmayan kimse bu âyetlere inanmamış demektir. Çünkü Allah Teâlâ bu âyetlere inananların sadece secde ehli olduğunu söylemektedir. Konuya en güzel ve en yakın delâlet de budur.

"Namaz kılın."  [80] Ayetine ancak na­maz kılmaya sarılan kimse inanmış olur.

Onuncu delil

Allah'ın şu sözüdür:

"Onlara rükû edin denildiği vakit rükûa varmazlar." [81]

Bu, şu âyetten sonradır:

"Yeyiniz, (dünyadan) faydalanınız biraz! Gerçek şu ki sizler suçlusunuz!" [82]

Sonra Allah Teâlâ onları rükû'u terk etmelerinden dolayı tehdit etmiştir. Rükû ise çağırıldıklarında kılacakları namazdır. Sadece yalanlamalarından dolayı tehdit etmiştir, denilemez. Çünkü Allah Teâlâ sadece namazı terk ettiklerini haber vermiş­tir, tehdit de bu terkten dolayıdır. Gerçi, namazı Allah'ın emret­tiğini tasdik eden bir kimsenin onu terkte asla ısrara olmayacağını söylesek de, genellikle ve normalde bir kimsenin Allah'ın kendisine günde beş vakit namazı farz kıldığını ve bunu terkten dolayı onu şiddetle cezalandıracağını kesin olarak tasdik etmesi ve buna rağmen onu terkte ısrarcı olması mümkün değildir. Bu kesinlikle mümkün olmayan bir şeydir. Namazın farz oluşunu kesin olarak tasdik eden bir kimse onu devamlı terk etmez. Çün­kü iman, sahibine namazı emreder. Kalbinde namazı emreden bir şey olmadığı zaman, onun kalbinde imandan da bir şey yok demektir.

Kalplere ait hükümleri ve amelleri bilmeyen ve bu konuda tecrübesi olmayan kimselere sen kulak verme. Sağlık ve afiyet içerisindeki bir kimsenin onu kılmaya hiçbir engel olmadığı hal­de namazı terke devam ederken, cennet vaadine ve cehennem tehdidine, Allah'ın namazı kendisine farz kıldığına ve terkten dolayı onu cezalandıracağına iman etmenin bir kulun kalbini ıs­lah edip düzelteceğini düşün. Beraberinde vacibin (farzın) yeri­ne getirilmesi ve haramın terk edilmesi olmasa da imanı sadece bir tasdikten ibaret olarak gören kimse bu kadarını anlayamaz. İtaat etmeyi ve masiyeti terk etmeyi ondan istemeyen bir imanın kulun kalbini ıslah etmesi/düzeltmesi en muhal/imkansız olan şeylerden birisidir.

Biz deriz ki iman, tasdiktir fakat tasdik haberciye itaat edip bağlanmaksızın sadece onun doğruluğuna inanmak değildir. Sa­dece tasdik inancı iman olsaydı, İblis, Firavun ve Firavun'un kav­mi, Salih'in kavmi ve Muhammed'in Allah'ın bir peygamberi ol­duğunu kendi çocukları gibi bilen yahudiler de mümin ve tasdikleyici olurlardı.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz onlar seni yalanlamıyorlar."

Yani senin doğruluğuna inanıyorlar.

"Fakat o zalimler açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar." [83]

 (İnkâr etmek diye tercüme edilen) cûhûd kelimesi ancak hakkı tanıdıktan sonra inkar etmek için kullanılır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Kendileri de bunlara yakînen inandıkları halde, zu­lüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler." [84]

Musa aleyhisselam, Firavun'a şöyle dedi:

"Pekâlâ biliyorsun ki bunları, birer ibret olmak üze­re, ancak, göklerin ve yerin Rabbi indirdi." [85]

Allah Teâlâ yahudilerden şöyle söz etti:

"Onlar onu (Peygamberi) kendi öz oğullarını tanıdık­ları gibi tanırlar. Buna rağmen bir grup bile bile ger­çeği gizler." [86]

Bundan daha önemlisi/ ve daha açığı iki yahudinin söyle­diği sözdür. Bunlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e geldikle­ri ve onun peygamberliğine delâlet eden şeyleri kendisine sor­dukları zaman (aldıkları bilgiler karşısında) dediler ki: Biz senin peygamber olduğuna şahitlik ederiz. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki:

"O halde sizin bana tabi olmanızı engelleyen şey nedir?" [87] Dediler ki: Dâvûd, zürriyetinde daima bir peygamber olması için dua etti. Şimdi biz sana tâbi olursak yahudiler bizi öldürürler. Demek ki onlar dilleriyle içlerindeki inançlarına uygun olarak onun bir peygamber olduğunu itiraf ettiler fakat bu tasdik ve itirafla imana girmiş olmadılar. Çünkü onlar Peygambere itaat etmediler ve emrine bağlanmadılar. Ebû Talib'in küfrü de bu nevidendir. Çünkü o da Peygamber'in doğru söylediğini gerçekten biliyordu, bunu diliyle ikrar/ve itiraf edi­yor ve şiirinde de açıklıyordu. Fakat bununla İslâm'a girmiş ol­madı. Demek ki tasdik ancak iki şeyle tamamlanır. Bunlardan birisi doğru olduğuna inanmak, ikincisi kalbin sevmesi ve bağ­lanmasıdır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ İbrahim'e şöyle dedi:

"Ey İbrahim rüyayı doğruladın." [88]

İbrahim gördüğü andan itibaren rüyasının doğruluğuna ina­nıyordu. Çünkü peygamberlerin rüyası vahiydir. Ancak rüyasında emredileni yaptıktan sonra onu tasdik edici/ doğrulayıcı oldu.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sözü de böyledir:

"Tenasül uzvu ise bunu ya tasdik edip gerçekleştirir (fiiliyata dö­ker) yahut (bırakarak) yalanlar." [89] Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kalbin temenni ettiği şeyi tenasül uzvunun yapmasını tasdik, bunu bırakmasını /yapmamasını da tekzib/yalanlama olarak ni­telendirdi. Bu, tasdikin ancak amelle sahih olduğunu açıkça ifade etmektedir.

el-Hasen dedi ki: İman, bir takım temenniler ve süslü-püslü sözler değildir, fakat iman kalpte kesinleşen ve amelle doğrulanan/tasdiklenen şeydir. Bu söz merfû olarak da (yani Peygamber'den de) rivayet edilmiştir. [90] Kastedilen şey şudur: Hem na­mazın farziyetine, kılmaktan dolayı cennet vadedildiğine ve terkten dolayı cehennemle tehdide kesin olarak inanmak, hem de onu terk etmek imkansızdır. Başarı Allah'tandır.

 

Fasıl

 

Namazı terk edeni tekfir edenler, sünneti de çeşitli yönler­den delil olarak kullandılar:

Birinci delil

Müslim'in Sahih'inde Cabir b. Abdillah'tan yaptığı şu rivayettir: Cabir dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kişi ile küfür orasında namazın terki vardır." [91] Bunu Sünen sahipleri de rivayet etti ve Tirmizî sahih olduğunu söyledi.

İkinci delil

Yezid b. el-Habîb el-Eslemî'nin rivayetidir. O şöyle dedi: Rasûlullah sallalhhu aleyhi ve sellem'in şöyle dediğini işittim:

"Bizimle onlar (kâfirler ve münafıklar) arasındaki belirleyici fark namaz­dır. Kim namazı terk ederse kâfir olur." [92] Bunu İmam Ahmed ve Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir. Tirmizî, hadisin sahih olduğu­nu ve isnadının Müslim'in şartına uygun olduğunu söylemiştir.

Üçüncü delil

Rasûlullahın azatlısı Sevban'ın rivayetidir. O şöyle dedi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle söylediğini işittim:

"Kul ile küfür ve iman arasında namaz vardır. Kim namazı terk eder­se müşrik olur." [93] Bunu Hibetullah et-Taberî rivayet etmiş ve şöy­le demiştir; İsnadı sahihtir ve Müslim'in şartına uygundur.

Dördüncü delil

Abdullah b. Amr b. el-As'ın, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den yaptığı şu rivayettir: Bir gün Peygamber sallallahu aleyhi vesellem namazdan bahsetti ve şöyle buyurdu:

"Kim namaza de­vam ederse namaz kıyamet gününde bir nur, burhan ve kurtuluş vesilesi olur. Kim de devam etmezse, onun için nur, burhan ve kurtuluş olmaz ve kıyamet gününde Firavun, Hâmân ve Ubeyy b. Halefle beraber olur." [94] Bunu İmam Ahmed Müsned'inde, İbn Hibbân Sahih'inde rivayet etti. Peygamber, özellikle bu dört kişi­nin ismini andı. Çünkü bunlar kâfirlerin ileri gelenlerindendir. Bunda da güzel bir nükte vardır, o da şudur: Şüphesiz namazı terk eden kimseyi ya malı meşgul eder veya idareciliği meşgul ed­er veya memuriyeti meşgul eder veyahutta ticareti meşgul eder. Bir kimseyi malı meşgul eder de namazdan alıkoyarsa o, kıyamet­te Karun ile beraber olacaktır; mülkü/idareciliği meşgul eder de namazdan alıkoyarsa Firavunla beraber olacaktır; başkanlığı ve bakanlığı (memuriyeti) meşgul eder de namazdan alıkoyarsa Hâmân'la beraber olacaktır; ticareti meşgul eder de namazdan alı­koyarsa o da Ubey İbn Halef ile beraber olacaktır.

Beşinci delil

Ubade b. es-Sâmit'in rivayetidir. O şöyle dedi: Bize Rasû­lullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle tavsiyede bulundu:

"Hiç bir şeyi Allah'a ortak koşmayın ve namazı da bile bile terk etmeyin. Kim namazı bile bile terk ederse dinden çıkmış olur." [95] Bunu Abdurrahman b. Ebi Hatim Sunen'inde rivayet etmiştir.

Altıncı delil

Muaz b. Cebel'in rivayetidir. Muaz dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kim bile bile farz namazı terk ederse Allah'ın himayesinden uzak kalır." [96] Bunu İmam Ahmed rivayet etmiştir. Şayet müslüman olarak kalsaydı İslâm'ın zimmeti (himayesi) de devam ederdi.

Yedinci delil

Ebu'd-Derda'nın rivayetidir. O şöyle dedi:

"Ebu'l-Kasım (Muhammed) sallallahu aleyhi ve sellem bana namazı bile bile terk etmememi tavsiye etti ve kim bile bile namazı terk ederse Al­lah'ın himayesinden uzak olur," dedi. [97] Bunu Abdurrahman b. Ebî Hatim Sunen'inde rivayet etti.

Sekizinci delil

Muaz b. Cebel'in Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den rivayet ettiği şu hadistir. Peygamber şöyle buyurdu: "İşin başı İs­lâm'dır, İslâm'ın direği de namazdır." [98] Bu, sahih ve muhtasar bir hadistir. Bu hadisin konuya delâlet yönü şudur: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem namazın İslâm'daki yerinin bir çadırı ayakta tutan direk mesabesinde olduğunu haber vermiştir. Nite­kim direğin düşmesiyle çadır da düşer. Aynı şekilde namazın gitmesiyle İslâm da gider. Ahmed, bunu aynen delil getirmiştir.

Dokuzuncu delil

Buhârî, Müslim, Sunenler ve Müsnedlerde geçen Abdullah İbn Ömer hadisidir. O şöyle demiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

"İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir. Al­lah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beyti haccetmek ve oruç tutmak." [99] Bunu Ahmed rivayet etmiştir. Bazı lafızlarında "İslâm beş şeydir" ifadesi geçer. Ahmed bunu da zikretmiştir. Bu hadis çeşitli yönleriyle bizim konumuzun delili­dir: Birincisi İslâm'ı beş direk üstünde bina edilmiş bir kubbeye benzetmesidir. Onun en büyük direği düştüğü zaman İslâm'ın kubbesi çöker. İkincisi bu rükünleri İslâm kubbesini ayakta tutar­ken kelime-i şehadeti de bir karinesi/alâmeti kılmasıdır. Şehadet kelimeleri bir rükün, namaz bir rükün, zekât bir rükündür. Diğer rükûnlar olmaksızın rükünlerinin biri düşünce İslâm kub­besi nasıl ayakta kalacak? Üçüncüsü bu rükünleri İslâm'ın kendi­si kılması, İslâm isminin müsemmasına (yani İsmin verildiği şeye) dahil etmesidir. Birden fazla unsurun birlikte bulundukları hale isim olarak verilen bir şey bu unsurlardan birisi gittiği zaman, özellikle bu unsur onun temel olmayan küçük bir parçası değil de mesela bir evin duvarı gibi onun temel elemanlarından biri olduğunda bu müsemma da gider/yıkılır. Çünkü duvar düştüğü zaman evde düşer. Halbuki bir kerpiç, bir tahta parçası veya direk gibi bir şey düştüğü zaman eve bir şey olmaz.

Onuncu delil

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sözüdür:

"Kim bi­zim kıldığımız namazı kılarsa, bizim kıblemize yönelirse ve bi­zim kestiğimizi yerse o müslümandır; bizim lehimize olan onun da lehinedir, bizim aleyhimize olan onun da aleyhinedir." [100] Bu hadis de iki yönden bizim konumuzun delilidir: Birincisi bu üç şeyle birlikte onu müslüman olarak tarif etmesidir, dolayısıyla bunlar olmaksızın bir kimse müslüman olmaz demektir. İkincisi bir kimse -mesela- doğuya doğru namaza dursa, müslümanların kıblesine doğru namaz kılıncaya kadar müslüman olmaz. Hal böyle olunca namazı tamamen terkettiğinde nasıl müslüman olur ki?

Onbirinci delil

ed-Dârimi'nin, Abdullah b. Abdirrahman'dan olan rivayetidir. O dedi ki: Bize Yahya b. Hassan; ona Süleyman b. Karm haber verdi; o, Ebû Yahya el-Kattaf tan; o, Mücahid'den; o, Cabir b. Abdillah'tan, o da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den nakletti; Rasûlullah şöyle buyurdu:

"Namaz cennetin anah­tarıdır." [101] Bu demektir ki namaz kılmayana cennetin kapısı açıl­mayacaktır. Cennet bütün müslümanlara açılacaktır. Dolayısıyla namazı terk eden müslüman değildir. Bu hadisle, "cennetin anahtarı, Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmektir." [102] hadisi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü kelime-i şe­hadet anahtarın kendisidir. Namaz ve diğer rükünler ise o anahtarın kapıyı açan dişleridir. Çünkü cennete girmek anahta­ra ve onun dişlerine bağlıdır. Buhârî şöyle dedi: Vehb b. Münebbih'e, cennetin anahtarı la ilahe illallah değil mi? diye sorul­du. O bu soruya şöyle cevap verdi:

"Evet, fakat bir anahtar an­cak dişleri olduğu halde anahtardır. O halde sen dişli bir anah­tarla gelirsen kapı sana açılır, yoksa açılmaz." [103]

Onikinci delil

Mihcen b. el-Edra' el-Eslemî'nin rivayetidir. O, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir mecliste bulunuyordu. Na­maz için ezan okundu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ayağa kalktı (namazı kıldı) ve sonra Mihcen o mecliste iken geri dön­dü. Ona dedi ki:

"Senin namaz kılmanı engelleyen şey nedir, sen müslüman değil misin?" Mihcen dedi ki:

"Evet, fakat ben evimde kılmıştım." Rasûlullah dedi ki:

"Geldiğin zaman insanlar­la birlikte namaz kıl, önceden kılmış olsan bile." [104] Bunu İmam Ahmed ve Nesâî rivayet etti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem müslüman ile kâfir arasındaki farkın namaz olduğunu söyledi.

Sen de hadisin lafızları altında kendini müslüman olarak bulu­yorsan namazı kılarsın. Bu senin birisine şöyle demen gibidir:

"Niçin konuşmuyorsun, yoksa dilin yok mu? Niçin hareket etmi­yorsun, yoksa diri değil misin?" Şayet namaz olmaksızın da müslümanlık olsaydı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem namaz kıl­madığını gördüğü bir kişiye:

"Sen müslüman değil misin?" Diye sormazdı.

 

İcmanın Namazı Terk Eden Kimsenin Küfrüne Delalet Etmesi

 

Bu konudaki sahabe Semasına gelince İbn Zenceveyh şöyle dedi: Bize Ömer b. er-Rabî; ona Yahya b. Eyyûb anlattı; o, Yunus'tan, Yunus, Şihab'tan nakletti; o şöyle dedi:

Bana Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe şöyle anlattı: Abdullah b. Abbas ona an­lattı: Ömer b. el-Hattab mescitte vurulduğu zaman İbn Abbas onun yanına geldi. İbn Abbas dedi ki:

"Ben ve mescitte benimle beraber olan cemaat onu evine girinceye kadar taşıdık. Ömer, Abdurrahman b. Avf'a insanlara namaz kıldırmasını emretti." Abdullah b. Abbas dedi ki:

Evinde Ömer'in yanına girdiğimizde o ölüm baygınlığı geçiriyordu. Yüzünün rengi açılıncaya kadar baygınlığı devam etti, sonra ayıldı ve dedi ki:

"İnsanlar namazı kıldılar mı?" Biz:

"Evet," dedik. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi:

"Namazı terk edenin müslümanlığı yoktur." Bu haberin başka bir rivayetinde

"Namazı terk edenin İslâm'dan nasibi yoktur." [105] İfadesi geçer. Ömer daha sonra bir abdest suyu getirilmesini istedt, abdest aldı ve namaz kıldı. Ravi daha sonra olayın deva­mını anlatır. İbn Zenceveyh dedi ki:

Bütün bunlar sahabilerin huzurunda oldu ve hiç birisi onun bu sözüne itiraz etmedi. Bu­nun bir benzeri Muaz b. Cebel, Abdurrahman b. Avf ve Ebû Hureyre'den geldi. Sahabilerden bunun aksine bir görüş beyan eden bilinmiyor.

Hafız Abdulhak el-İşbilî -Allah rahmet eylesin- namaz hakkındaki kitabında şöyle dedi: Sahabilerin tamamı ve onlar­dan sonra gelenler, vakti tamamen çıkıncaya kadar bile bile na­mazı terk edenin tekfirine hükmetmişlerdir. Ömer b. el-Hattab, Muaz b. Cebel, Abdullah b. Mes'ud, İbn Abbas, Cabir ve Ebû'd-Derda bunlardandır. Aynı şekilde Ali b. Ebî Talib'ten de bu sahabiler rivayet etmişlerdir. Bunların dışında Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh, Abdullah b. el-Mubarek, İbrahim en-Nehâî, el-Hakem b. Uyeyne, Eyyub es-Sahtiyânî, Ebû Dâvûd et-Tayalisî, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ve Ebû Heyseme Zuheyr b. Harb de bu görüştedirler.

 

Tekfire Karşı Çıkanlar

 

Namazı terk edenin tekfirine karşı çıkanlar şöyle cevap verdiler: Bu hadisleri ve benzerlerini inkar küfrüne değil küfran-ı nimete (nankörlüğe) hamletmek gerekir. (Bunun örnekleri çok­tur.) Mesela Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sözlerindeki küfür kelimeleri nankörlük anlamındadır:

"Kim atıcılığı öğrenir de sonra onu bırakırsa küfr etmiş olur." [106]

"Babalarınızdan yüz çevirmeyin, çünkü bu bir küfürdür." [107]

"Onun az da olsa nesebini kabul etmemesi imandan sonra küfürdür/nankörlüktür." [108]

"Müslümana sövmek fasıklıktır/günahtır, onunla savaşmak küfür­dür." [109]

"Kim kadına dübüründen (makatından) yaklaşırsa Muhammed'e indirilene küfretmiş olur." [110]

"Allah'tan başkasıyla ye­min eden kâfir olur." [111] Bunu Hâkim bu lafızla rivayet etti.

"Üm­metimde iki haslet vardır ki bu hasletleri taşıyanlar kâfir olur: Neseplere saldırmak ve ölünün arkasından bağırıp çağırmak." [112] Bunların benzeri örnekler pek çoktur.

Yine dediler ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zina edenin, hırsızlık yapanın, içki içenin [113] ve münfesihin (kendisini başkasına nisbet edenin) imanının olmadığını söyledi. Bu ismin (imanın) onlarda bulunmaması onların inkâr küfrü içerisinde ol­maları ve cehennemde ebedi kalacakları anlamına gelmez. Aynı şekilde namazı terk eden inkar küfrü ile nitelendirilemez ve cehen­nemde ebedi kalmalarını gerektirmez. Peygamber sollallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur." [114] Hadis, imanı ondan nefyetmektedir/onun imanının olma­dığını söylemektedir. Fakat emaneti terk etmek onu dinden çıka­ran bir küfür ile kâfir olması anlamına gelmez.

"Kim Allah'ın indirdiği şeylerle hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendileridir." [115] Ayeti hakkında İbn Abbas şöyle dedi:

"Benimsedikleri küfürle değil." Tavus dedi ki: İbn Abbas'a bu âyet hakkında soruldu. O şöyle de­di:

"O bununla kâfir olur, fakat Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr eden gibi değil." Yine İbn Abbas şöyle dedi:

"Bu, dinden çıkarmayan bir küfürdür." [116] Sufyan, İbn Cüreyc'den, o da Atâ'dan şöyle dediğini nakletti: Küfrün altında bir küfür, zul­mün altında bir zulüm ve fasıklığın altında bir fasıklık vardır.

 

İki Gurup Arasında Hüküm Vermek Ve Bunları Birbirinden Ayırmak

 

Bu meselede doğruyu bilmek imanın ve küfrün hakikatını bilmeye bağlıdır. Red ve kabul ancak bundan sonra sahih olur. İman ve küfür birbirinin karşıtıdır. Biri kaybolduğu zaman diğeri onun yerini alır.

İman, çeşitli şubeleri olan bir asıl olunca ve her şubesi iman diye isimlendirilince namaz da imandan bir şubedir. Zekât, hac ve oruç da böyledir. Haya, tevekkül, Allah'tan korkmak ve ona yönelmek gibi batınî ameller de imandan birer şubedir. Hat­ta bu şubeler yoldan bir dikeni/taş parçasını uzaklaştırmaya ka­dar ulaşır. Çünkü o dahi imanın şubelerinden bir şubedir. Kelime-i şehadet şubesi gibi bunlardan öyleleri vardır ki onun zail olmasıyla iman da zail olur/yok olur. Yoldan eziyet verici bir şe­yin uzaklaştırılması gibi öyleleri de vardır ki bunların zail olması imanın da zail olmasını gerektirmez. Bu ikisi arasında da birbi­rinden çok farklı şubeler vardır. Bunlardan bir kısmı da sehadet şubesine dahil olur ve ona yakındır, bir kısmı da yoldan eziyet verici bir şeyi uzaklaştırma şubesine dahil olur ve ona yakındır.

Küfrün de aslı ve şubeleri vardır. İmanın şubeleri iman ol­duğu gibi küfrün şubeleri de küfürdür. Haya/utanma duygusu imanın bir şubesidir, hayasızlık da küfrün bir şubesidir. Doğru­luk, imanın bir şubesidir, yalan küfrün bir şubesidir. Namaz, zekât, hac ve oruç İmanın şubelerindendir. Bunları terk de küf­rün şubelerindendir. Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmek imanın şubelerindendir. İtaatlerin tamamı imanın şubelerinden olduğu gibi masİyetlerin tamamı da küfrün şubelerindendir.

İmanın şubeleri iki kısımdır: Kavlî olanlar, fiilî olanlar. Küfrün şubeleri de iki kısımdır: Kavlî olanlar, fülî olanlar. İmanın kavlî şubelerinden öyleleri vardır ki bunların zevali imanın da zevalini gerektirir. Fiilî şubelerinden de öyleleri vardır ki bunla­rın zevali de imanın zevalini gerektirir. Küfrün kavlî ve fiilî şube­leri de böyledir. Nitekim isteyerek küfür kelimesini söylemekle bir kimse tekfir edilir ve bu sözü söylemek küfrün bir şubesidir. Puta secde etmek ve mushafa hakaret etmek gibi küfrün şubele­rinden bir şubesine ait bir fiili işlemek de tekfir sebebidir. Bu bir asıldır/temel bir kuraldır.

Burada başka bir temel kural daha vardır. O da imanın hakikatinin söz ve amelden meydana gelmiş olmasıdır. Söz iki kısımdır: Kalbin sözü ki bu inançtır, ikincisi dilin sözü ki bu da dilin İslâm kelimesini söylemesidir/kişinin müslüman olduğunu diliyle ifade etmesidir. Amel de iki kısımdır: Birincisi kalbin ame­lidir ki bu, kalbin niyeti ve ihlasıdır. İkincisi organların amelidir. Bu dördü zail olduğu zaman iman tamamen zail olur/yok olur. Kalbin tasdiki zail olduğu zaman diğer bölümlerin bulunması hiçbir fayda vermez. Çünkü kalbin tasdiki, faydalı olması için şarttır. Doğruluğuna inanmakla beraber kalbin ameli zâil oldu­ğu/niyet ve ihlas bulunmadığı zaman ne olur? İşte bu konu mürcie ve ehli sünnet arasında tartışılmıştır.

Ehl-i sünnetin tamamı böyle bir durumda İmanın zâil ola­cağı, kalbin sevgisi ve bağlılığı demek olan kalbî amelin olma­ması halinde tasdikin de yararının olmayacağı görüşündedir. Nitekim İblis'e, Firavun'a, Firavun'un kavmine, Peygamber'in doğruluğuna inanan, hatta gizli gizli bunu kabul eden ve o ya­lancı değildir, fakat biz ona tabi olmayız ve iman etmeyiz diyen yahudiler ve müşriklere de fayda vermemiştir. Kalbin amelinin zevaliyle (bulunmamasıyla) iman zail olunca, organların amellerinin en büyüğünün zevaliyle, özellikle bu amelin yokluğu kalpteki sevgi ve bağlılığın bulunmamasını zorunlu kıldığında ima­nın zail olacağı da yadırganmaz. Ki, kalpte sevgi ve bağlılığın yokluğu yukarıda da belirtildiği gibi kesin tasdikin bulunmama­sını zorunlu kılar. Şüphesiz kalbin itaatsizliği organların itaatsiz­liğini gerektirir. Çünkü şayet kalp itaat etseydi, organlar da itaat ederdi ve bağlanırdı. Çünkü iman -yukarıda da açıklandığı gi­bi- sadece tasdikten ibaret değildir.

İman, itaat ve bağlılığı gerektiren bir tasdiktir. Hidayet de sadece hakkı bilmek ve onu açıklamak değildir. Bununla birlikte ona tâbi olmayı ve gereğince amel etmeyi gerektirici bir marifet­tir. Birincisi de hidayet (doğru yolu bulmak) olarak isimlendirilse bile ihtidayı (doğru yola girmeyi) gerektirici tam bir hidayet de­ğildir. Tasdik itikadı da her ne kadar tasdik diye isimlendirilse bile imanı gerektiren bir tasdik değildir. Senin de bu temel kurala müracaat etmen ve onu göz önünde bulundurman gerekir.

 

Fasıl

 

Burada başka bir temel kural daha vardır ki o da küfrün iki çeşidinin olmasıdır. Bunlar amelî küfür ve inkarî/inadî küfür­dür. İnkarî küfür, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Allah'tan getirdiği bilinen şeyleri bile bile ve inat ederek inkar etmektir. Rabbin isimlerini, sıfatlarını ve hükümlerini inkar etmek gibi. Bu küfür her yönden imanın zıddıdır. Amelî küfre gelince bu da imanın zıddı olan ve imanın zıddı olmayan diye iki kısma ayrılır. Puta secde etmek, mushafa hakaret etmek, peygamberi öldür­mek ve ona sövmek İmanın zıddı olan amelî küfürdür. Allah'ın indirdiği şeylerden başkasıyla hükmetmek ve namazı terk etmek ise kesinlikle amelî bir küfürdür. Allah Teâlâ ve onun peygambe­ri bu ismi ona kullandıktan sonra ona kâfir dememek mümkün değildir: Allah'ın indirdiği şeyden başkasıyla hükmeden kâfirdir, namazı terk eden de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in nassıyla kâfirdir fakat o itikadî küfür değil, amelî bir küfürdür. Hem Al­lah Teâlâ'nın kendi indirdiği şeyden başkasıyla hükmedeni kâfir diye isimlendirmesi, Peygamber sallalhhu aleyhi ve sellem'in namazı terk edeni kâfir diye isimlendirmesi hem de bu ikisi hakkında kü­für isminin kullanılmaması mümkün değildir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem zina edenden, hırsızlık yapandan ve şerrinden komşusunun emin olmadığı kimseden de imanı nefyetmiştir/onları iman ile nitelendirmemiştir. Bunlardan iman ismini nefyettiği zaman amel yönünden kâfirdirler. İnkarî ve itikadî küfür bunlar için söz konusu değildir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in:

"Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler haline dönme­yin" [117] da böyledir, bu da amelî küfürdür. Peygamber sallalhhu aleyhi ve sellem'in şu sözleri de bu anlamdadır:

"Kim falcıya gider de onu tasdik ederse ve kim kadına arkasından yaklaşırsa Muhammed'e indirilene küfretmiş olur." [118]

"Bir adam kardeşine ey kâfir dediği zaman bu söz mutlaka o ikisinden birisine ulaşır." [119] Allah Teâlâ kendi kitabının bir kısmıyla amel edip bir kısmıyla amel etmeyen kimseyi amel ettiği şeyin mümini, terk ettiği şeyin kâfiri olarak isimlendirmiştir ve şöyle buyurmuştur:

"(Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceği­nize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz. Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, ara­nızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor, hem de) size esirler olarak geldikle­rinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına İnanıp, bir kısmına küfr mü edi­yorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık, kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta ol­duklarınızdan asla gafil değildir." [120]

Allah Teâlâ onların kendilerine emrettiği misakı kabul et­tiklerini ve söz verdiklerini haber vermektedir. Bu, onların birbir­lerini öldürmeyeceklerine ve birbirlerini yurtlarından çıkarmaya­caklarına dair verdikleri sözü doğruladıklarının delilidir, âyet, daha sonra onların Allah'ın emrine karşı geldiklerini, onlardan bir gurubun diğer bir gurubu öldürdüğünü ve onları yurtların­dan çıkardığını haber vermektedir. Bu, onların kitapta kendileri­ne alınan misakı (sözü) inkar etmeleridir. Sonra âyet onların bu guruptan esir olarak gelenleri fidye verip kurtardıklarını da ha­ber vermektedir. Bu da onların kitapta kendilerinden alınan misakı (sözü) tasdik etmeleri/iman etmeleridir. Böylece onlar ver­dikleri sözden yerine getirdikleri kısmın mümini, yerine getirmedikleri kısmın da kâfiri oldular. O halde amelî iman, amelî küf­rün zıddıdır. İtikadî iman da itikadî küfrün zıddıdır. Peygamber salhllahu aleyhi ve sellem bizim bu söylediğimizi şu sahih hadiste ilan etmiştir: "Müslümana sövmek fasıklıktır/günahtır, onunla sa­vaşmak küfürdür." [121] Peygamber müslümana sövmekle onunla savaşmayı birbirinden ayırdı ve birini tekfir edilmeyen fasıklık/günah, diğerini ise küfür olarak niteledi. Malumdur ki o, iti­kadî küfrü değil, sadece amelî küfrü kasdetmİştir. Bu nev'i küfür onu İslâm dairesinden ve dînden tamamen çıkarmaz. Nitekim zina eden, hırsızlık yapan ve içki içen de her ne kadar iman is­mi kendisinden zail olsa bile dinden çıkmaz.

Bu hassasiyet, ümmet içinde Allah'ın kitabını, İslâmı, küfrü ve bunların gereklerini en iyi bilen sahabilerin görüşüdür. Bu meseleler ancak onlardan alınır/öğrenilir. Sonrakiler onların muradını/maksatlarını anlayamadılar ve insanları iki guruba ayırdılar: Büyük günah işlemeleri sebebiyle dinden çıkardıkları ve cehennemde ebedî kalmalarına hükmettikleri bir gurup ve kâmil iman sahibi müminler diye nitelendikleri diğer gurup. Gu­rubun birisine karşı haksızlık ettiler, diğeri hakkında da aşırı git­tiler. Allah Teâlâ ehl-i sünneti ideal bir yola ve dengeli bir görü­şe ulaşmada hidayetini lütfetti. Mezhepler içinde ehli sünnet, dinler içinde İslâm gibidir.

Burada küfrün altında bir küfür, münafıklığın altında bir münafıklık, şirkin altında bir şirk, fasıklığın altında bir fasıklık ve zulmün altında bir zulüm vardır. Sufyan İbn Uyeyne, Hişam İbn Huceyr'den; o Tavûs'tan; o da İbn Abbas'tan;

 "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir" âyeti hakkında şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bu, onların gittikleri/benimseyip inandık­ları bir küfür değildir. Abdurrezzak dedi ki:

Bize Ma'mer, ona İbn Tavus, ona da babası haber verdi ve dedi ki: İbn Abbas'a

"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir" âyeti hak­kında soruldu. O şöyle dedi:

"O, bununla kâfir olur, fakat Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve peygamberlerini inkar eden bir kâfir gi­bi değildir." Yine ondan gelen başka bir rivayette şöyle dedi:

"Bu, dinden çıkaran bir küfür değildir." [122] Vekî', Sufyan'dan; o, İbn Cüreyc'den o da Atâ'dan şöyle dediğini nakletti: Küfrün altında bir küfür, zulmün altında bir zulüm ve fasıklığın altında bir fasıklık vardır. Atâ'nın söylediği bu söz, Kur'an'daki âyeti anlayan kimse için gayet açıktır. Allah Teâlâ, kendi indirdiği şeyden başkasıyla hükmedeni kâfir olarak isimlendirdi ve Peygamber'ine indirdiği şeyleri bile bile inkar edeni de kâfir olarak isimlendirdi. Kâfirlerin hepsi aynı seviyede değildir.

"Kâfirler zalimlerin ta kendileridir." [123] Ayetinde olduğu gibi kâfiri zalim diye isimlendirdi. Nikahta, ta­lakta, ric'atte ve hulu'da Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyeni de zalim dİye isimlendirdi ve şöyle buyurdu:

"Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur." [124]

Allah'ın peygamberi Yunus şöyle dedi:

"Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ede­rim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." [125]

Allah dostu Adem şöyle dedi:

"Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik." [126]

Allah'ın kelimi Musa şöyle dedi:

"Ey Rabbim doğrusu ben kendime zulmettim, beni bağışla!" [127]

Bu zulüm küfür anlamındaki zulüm değildir. Allah Teâlâ fasığı da kâfir diye isimlendirdi. Nitekim âyet-i kerime'de şöyle bu­yurdu:

"Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır. On­lar Öyle fasıklardır ki, kesin söz verdikten sonra söz­lerinden dönerler." [128]

"Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fasıklar inkar ederler." [129]

Bunun örnekleri Kur'an'da çoktur. Allah Teâlâ mü'mini de fasık olarak isimlendirir; nitekim âyet-i kerime'de şöyle buyurmak­tadır:

"Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber geti­rirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz sonra yaptığınıza piş­man olursunuz." [130]

Bu âyet el-Hakem b. Ebî'l-As hakkında nazil olmuştur. [131] Buradaki fasık, (kâfir anlamındaki) fasık gibi değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremiyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabül etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir." [132] Allah Teâlâ iblis hakkında şöyle dedi:

"O, Rabbinin emrinden dışarı çıktı/fasık oldu." [133] Başka bir âyette de şöyle buyurdu:

"Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihrama girerse) hac esnasında kadına yaklaşmak, fasıklık etmek (günah işlemek) ve kavga etmek yoktur." [134]

Bu âyetlerdeki fasıklık (küfür anlamındaki) fasıklık gibi de­ğildir. İki türlü küfür, iki türlü zulüm ye iki türlü fasıklık vardır. Cehalet de iki türlüdür: Bunlardan birisi küfür cehaletidir, şu âyetteki cehalet bu anlamdaki bir cehalettir:

"Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." [135]

Diğeri kâfirliğin dışındaki cehalettir ve şu âyetteki de bu anlamdadır:

"Allah'ın kabul edeceği tevbe ancak cahillikle (bil­meden) kötülük edip de sonra tez elden tevbe eden­lerin tevbesidir." [136]

Şİrk de iki türlüdür: Birisi dinden çıkaran şirktir ki en büyük şirk budur. Diğeri dinden çıkarmayan şirktir, bu küçüktür ve riya gibi amelî şirktir. Allah Teâlâ büyük şirk hakkında şöyle buyur­muştur:

"Şunu iyi biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa mu­hakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir." [137]

"Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut bir rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir." [138]

Kıya şirki konusunda da şöyle buyurmuştur:

"Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşma­sın." [139]

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sözü de küçük şirke işaret eder:

"Kim Allah'tan başkasının adıyla yemin ederse şirk koşmuş olur." [140] Bu hadisi Ebû Dâvûd ve diğerleri rivayet etmiştir. Malumdur ki Allah'tan başkasıyla yemin etmesi kişiyi dinden çıkarmaz ve onun için kâfirlerin hükmü gerekmez. Bundan dola­yı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Şirk bu ümmetin içinde karıncanın debelenmesi gibi gizlice hareket eder." [141]

Şirkin, küfrün, fasıklığın, zulmün ve cehaletin dinden çıka­ran ve dinden çıkarmayan diye nasıl kısımlara ayrıldığını görü­yorsun değil mi? Münafıklık da iki kısımdır: İtikadî münafıklık, amelî münafıklık. İtikadî münafıklık, Allah Teâlâ'nın Kur'an'da reddettiği ve kendileri için cehennemin en alt tabasını vacip kıl­dığı münafıklıktır. Amelî münafıklık ise Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sahih hadisinde söylediği gibidir:

"Münafığın ala­meti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona ihanet eder." [142] Yine sahih bir hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Dört şey vardır ki kimde bunlar bulunursa hâlis münafık olur. Şayet bu dört hasletten birisi bir kimsede bulunursa onu terk edinceye kadar onda münafıklıktan bir haslet var demektir. Bunlar:

(1) Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet eder;

(2) Söz söylerken yalan söyler;

(3) Söz verdiğinde yerine getirmez;

(4) Bir dava ve duruşma esnasında hakdan ayrılır. (Yalan dolan irkitap eder.)" [143] Bu amelî ni­faktır, bazan imanın aslıyla da beraber bulunabilir. Fakat bun­lar iyice yerleştiği ve kemale erdiği zaman sahibi namaz da kılsa, oruç da tutsa ve müslüman olduğunu da söylese dinden sıy­rılıp çıkmış olabilir. Çünkü iman mümini bu kötülüklerden alıkoyar. Bir kulda bunlar iyice kemale erişir/yerleşir ve onu bunlar­dan alıkoyacak hiçbir şey kalmazsa o artık halis bir münafık ol­maktan başka bir şey değildir. İmam Ahmed'in sözü bunun de­lilidir. İsmail İbn Said eş-Şalencî şöyle dedi:

Ahmed İbn Hanbel'e büyük günahlarda ısrar eden ve bütün gücüyle bu günah­ları işlemek isteyen ancak namazı, zekatı ve orucu da terk etme­yen kimsenin durumunu sordum: Bu durumda olan bir kimse ıs­rarcı olur mu? O bu soruya şöyle cevap verdi:

Bu durumda olan bir kimse, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şu hadisindeki kimse gibi bir ısrarcıdır: "Zina eden, zina ederken mümin ola­rak zina etmez." İmandan çıkar, İslâm'da kalır. Şu hadiste anla­tılanın durumu da onun gibidir:

"Şarap içen, şarap içerken mü­min olarak şarap içmez; hırsızlık yapan, hırsızlık yaparken mü­min olarak hırsızlık yapmaz." [144] İbn Abbas'ın

"Kim Allah'ın in­dirdiğinden başkasıyla hükmederse onlar kâfirlerin ta kendileri­dir" âyeti hakkında söylediği şey de bunun gibidir. İsmail dedi ki:

"Ona bu nasıl bir küfürdür?" diye sordum; şöyle dedi:

"Dinden çıkarmayan bir küfürdür. Mesela imanın da bazısı bazısından aşağıdır. Küfür de böyledir, ta ki ihtilafsız bir duruma geçinceye kadar.

 

Ehli Sünnetin En Önemli Prensibi

 

Burada bir başka temel kural daha vardır, o da şudur: Bir kimsede hem iman, hem küfür; hem tevhid, hem şirk; hem takva, hem fücur (günah) ve hem münafıklık, hem de iman bulunabilir. Bu, ehl-i sünnetin önemli ve temel görüşlerinden biridir. Hariciler, Mutezile ve Kaderiyye gibi bid'at fırkaları buna karşıdırlar. Bü­yük günah işleyenlerin cehennemden çıkmaları ve orada devamlı kalmaları meselesi buna dayanır. Kur'an, sünnet, fıtrat ve saha­benin, icması bunun delilidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler." [145]

Ayet, onların şirkle birlikte mümin olduklarını ifade etmek­tedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Bedeviler iman ettik, dediler. De ki: Siz iman etme­diniz ama müslüman olduk, deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine İtaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir." [146]

Bu âyette Allah Teâlâ onlardan imanı nefyettiği halde, İs­lâm'ı, Allah ve Rasûlüne itaati onlar için ispat etti/mümin değil, müslüman olduklarını söyledi. Allah'ın onlardan nefyettiği (on­larda bulunmadığını söylediği) iman bu ismi kesinlikle almaya müstehak olan mutlak imandır. O da şu âyet-i kerimedeki vasıf­ları taşıyan kimselerin imanıdır:

"Onlar Allah'a ve Rasûlüne iman ederler, ondan sonra asla şüpheye düşmezler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşırlar. İşte doğrular an­cak onlardır." [147]

Bu konudaki iki görüşten sahih/doğru olan görüşe göre bunlar münafık değildirler, bilakis Allah'a ve Rasûlüne itaatleriyle müslümandırlar. Fakat her ne kadar onları kâfirlerden ayı­rıp çıkaracak bir parça imana sahip olsalar da mümin değildir­ler. İmam Ahmed dedi ki: Bu dört büyük günahla gelen veya benzerini ya da daha büyüğünü işleyen -yani zina, hırsızlık, içki ve soygunculuğu kastediyor- kimse müslümandır, fakat ben onu mümin diye isimlendiremem. Bundan daha altındakilerle -yani büyük günahların dışındaki günahlarla- gelen kimseye gelince ben onu imanı eksik mümin diye isimlendiririm. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sözü buna delâlet eder:

"Şayet bunlar­dan bir haslet bir kimsede bulunursa, onda münafıklıktan bir haslet var demektir." [148] Bu hadis, bir kimsede münafıklıkla İs­lâm'ın bir arada bulunacağının delilidir. Rîya da bir şirktir. Bir kimse herhangi bir amelinde/ibadetinde gösteriş yaparsa onda şirk ve İslâm bir araya gelmiş olur. İslâm'a ve onun şeriatına/ hükümlerine bağlı olduğu halde Allah'ın indirdiği şeylerden başkasıyla hükmettiğinde veya Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in küfür diye isimlendirdiği bir şeyi yaptığında bu haliyle o nem küfür işlemiş olur, hem de müslümanlığı devam eder. Bütün itaatler/ve iyilikler imanın şubelerinden birer şube olduğu gibi, bütün masiyet ve günahların da küfrün şubelerinden birer şube olduklarını beyan etmiştik. Bir kul imanın şubelerindeki bir şubeyi veya daha fazlasını yapar ve bu şubeyle bazan mümin diye isim­lendirilir, bazan isimlendirelemez. Aynı şekilde küfrün şubelerin­den herhangi bir şube ile kâfir diye bazan isimlendirilebilir, ba­zan da bu isim kendisine kullanılmaz. Burada iki mesele vardır: Birisi meselenin isim ve lafızla ilgili yönü, diğeri meselenin mana ve hükümle ilgili yönü. Mana yönünden bu haslet bir küfür müdür yoksa değil midir? Lafız yönünden bu hasleti/davranışı taşı­yan/yapan kişi kâfir midir, değil midir? Birincisi tamamen şer'î bir konudur, ikincisi hem lugavî, hem de şer'î bir konudur.

 

Kişide İmanın Hasletlerinde Birisinin Bulunması Onun Mü'min Olmasını Gerektirmez

 

Burada bir başka temel kural daha vardır, o da şudur: Bir kimsenin yaptığı iş her ne kadar imanı ayakta tutan bir şey bile olsa, imanın şubelerinden bir şubeyi yerine getirdiğinden dolayı onun mümin diye isimlendirilmesi gerekmez. Yaptığı iş küfrü ayakta tutan bir şeyi bile olsa küfrün şubelerinden bir şubeyi yaptığından dolayı da kâfir diye isimlendirilmesi gerekmez. Ni­tekim ilmin herhangi bir parçasına sahiptir diye âlim olarak isimlendirilmesi gerekmeyeceği gibi, fıkhın bazı meselelerini bil­mesi veya tıbbın bazı meselelerini bilmesi de onun fakih veya tabip diye isimlendirilmesini gerektirmez. Bu, imanın herhangi bir şubesinin iman diye isimlendirilmesine, münafıklığın herhan­gi bir şubesinin nifak olarak isimlendirilmesine ve küfrün herhangi namazı terk edenin mürted olup olmadığı hangi bir şubesinin de küfür olarak isimlendirilmesine mani de­ğildir. Küfrün herhangi bir şubesini yapan kimseye küfrü -isim olarak değil de- fiil olarak yüklemek mümkündür. Mesela; "Na­mazı kim terk ederse küfretmiş olur" [149] ve "Allah'tan başkasıyla yemin eden küfretmiş olur." [150] hadîsleri bunun örnekleridir. Hadisi el-Hâkim, Sahih'inde bu lafızla rivayet etmiştir.

O halde küfür hasletlerinden herhangi bir haslet kendisin­de görülen kimse hemen/kesin kâfir ismini hak etmez. Aynı şe­kilde bir haramı irtikap eden kimseye de günah işledi, bu ha­ramla doğru yoldan saptı denilir ve bu günah onda galip gel­medikçe/onu alışkanlık haline getirmedikçe onun fâsık diye isimlendirilmesi gerekmez. Zani, hırsız, içkici ve soyguncu da böyledir; her ne kadar beraberinde iman da olsa mümin diye isimlendirilmez. Nitekim küfür hasletlerinden ve şubelerinden herhangi birini yapmış bile olsa kâfir diye de isimlendirilmez. Çünkü itaatlerin/ve iyiliklerin tamamı imanın şubelerinden oldu­ğu gibi masiyet/ve günahların tamamı da küfrün şubelerindendir. Söylenmek istenen şey şudur: Namazı terk eden kimseye İs­lâm ismini vermemek, elinden ve dilinden müslümanların emin olmadığı kimseye İslâm ismini vermemekten daha evladır. Dola­yısıyla namazı terk eden kimse, beraberinde İslâm'ın ve imanın şubelerinden herhangi bir şube bulunsa bile müslüman diye isimlendirilmez. Mümin diye de isimlendirilmez.

Evet, geriye şu soru kalıyor: Bu kişinin beraberindeki ima­nı cehennemde devamlı kalmamasında yararlı olur mu? Bu soruya verilecek cevap şudur: Terkedilen şey kalan kısmın sıhhatinde ve kabulünde şart değilse yararlı olur; terk edilen şey kalan kıs­mın kabulünde şart ise yararlı olmaz. Bundan dolayıdır ki Al­lah'ın birliğine ve O'ndan başka ilah olmadığına iman etmek, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in peygamberliğini inkar eden kimseye hiçbir yarar sağlamaz. Bile bile abdestsiz namaz kılan kimseye namazın hiçbir yararı yoktur. İmanın şubelerinin birbir­leriyle aralarında şart-meşrut (yani kendisine o şartın koşulduğu şey) ilişkisi bazen olur, bazen de bu ilişki olmaz.

Geriye namaz konusunu incelemek kalır, namaz imanın sıhhati için şart mıdır? Meselenin özü budur. Zikrettiğimiz delil­ler ve daha başka deliller namazı olmadıkça kulun hiçbir ameli­nin kabul edilmeyeceğine delâlet eder. Namaz, onun amel def­terinin anahtarıdır, kazancının sermayesidir. Sermayesiz ka­zanç temini imkansızdır. Sermayesini kaybettiği zaman bütün amellerini -sureta yapsa bile- kaybeder. (Ömer'in) şu sözü buna işaret etmektedir:

"Kim namazı zayi ederse (vaktinde eda et­mezse) onun dışındaki şeyleri de zayi eder/kaybeder." [151] (Yah­ya b. Said'in) şu sözü de buna işaret etmektedir:

"Bana ulaşan bilgiye göre, kişinin hesaba çekilmesi esnasında bakılacak olan ilk ameli namazdır. Eğer namazı (kılmış da) kabul edilmiş ise, ondan sonra diğer amelleri gözden geçirilecek, eğer kabul edil­memiş ise başka hiçbir ameline bakılmayacak." [152]

Öyle bir kimse düşünün ki herkesin gözünün önünde -te­pesinde kılıç parlarken, öldürülmek için eli kolu bağlı, gözleri kapatılmış bir vaziyette- namaza davet ediliyor ve kendisine: Ya namazı kılarsın ya da seni öldürürüz, deniliyor; o da:

"Öldürürseniz öldürün, asla namaz kılmayacağım!" diyor. Böyle birinin tekfirinde şüpheye düşülmesi çok tuhaftır. Namazı terk edeni tekfir etmeyenler diyorlar ki: Bu adam mümindir, müslümandır, cenazesi yıkanır, namazı kılınır ve müslüman mezarlığına def­nedilir. Onlardan bazıları da şöyle diyorlar: Bu adam, imanı tam bir mümindir, onun imanı Cebrail ve Mikail'in imanı gibi­dir. Böyle söyleyen bir kimse kitap, sünnet ve sahabe ittifakının küfrüne şahitlik ettiği bir kişiyi tekfir etmeyi reddettiği için utan­mıyor.

 

Namazı Terkedenin Küfrü Hakkında Tabiin Alimlerinin Ve Sonrakilerin Sözleri Ve Bu Konuda İcma Olduğunu Söyleyenler

 

Muhammed b. Nadr şöyle dedi: Bize Muhammed b. Yah­ya; ona Ebu'n-Nu'man; ona Hammad b. Zeyd anlattı; o, Eyyub'un şöyle dediğini nakletti: Namazı terk etmek küfürdür. Bu konuda İhtilaf yoktur. Muhammed b. el-Mübarek'ten şöyle dedi­ğini nakletti: Hiçbir mazeret olmaksızın vakti çıkıncaya kadar, bile bile namazı geciktiren kâfirolur. Ali İbn el-Hasen İbn eş-Şalûk, Abdullah İbn el-Mübarek'in şöyle dediğini söyledi:

"Ben bu­gün farz namazı kılmayacağım diyen kimse eşekten daha kâfir­dir." Yahya İbn Maîn dedi ki:

"Abdullah İbn el-Mübarek'e denildi ki: Onlar, farz olduğunu kabul ettikten sonra ben oruç tutmam, ben namaz kılmam diyen kimsenin iman tam bir mümin oldu­ğunu söylüyorlar (ne dersin?)" Abdullah dedi ki:

"Biz onların dedi­ğini demeyiz; başka bir vakit girinceye kadar sebepsiz yere bile bile namazı terk eden kimse kâfirdir."

İbn Ebî Şeybe şöyle dedi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Kim namaz, terk ederse kâfir olur." [153] Bu sebeple ona:

"Kü­fürden vazgeç denilir. Şayet kılarsa ne alâ, kılmazsa üç gün bekledikten sonra vali tarafından öldürtülür."

Ahmed b. Yesar dedi ki:

"Sadaka İbn el-Fadl'ı dinledim; ona namaz, terk edenin hükmü sorulmuştu," şöyle dedi:

"Kâfirdir, soruyu soran" dedi:

"Hanım, ondan ayrılır mı?" Sadaka dedi ki:

Adam eğer kâfir olur da hanım. ondan boş olmazsa küfür nere­de kaldı, talak nerede kaldı! [154]

Abdullah b. Nasr dedi ki: İshak'ı şöyle derken dinledim: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den sahih olarak sabit oldu­ğuna göre namaz, terk eden kimse kâfirdir." [155] Peygamber sallal­lahu aleyhi ve sellem'den zamanımıza kadar ki ilim adamlar, da mazeretsiz olarak vakti çıkıncaya kadar bile bile namazı terk eden kimsenin kâfir olduğu görüşündedirler.

 

III- NAMAZI TERK EDEN KİŞİNİN AMELLERİNİN BOŞA GİTMESİ

 

Üçüncü mesele soru sahibinin, namazı terk etmekle ameller boşa gider mi, gitmez mi? Sözüdür. Bunun cevabı yuka­rıda geçti. Biz bu meseleyi özelliğinden dolayı müstakil olarak ayrıca ele alıyoruz ve diyoruz ki: Tamamen terk etmekle, tıpkı şirkle birlikte hiçbir amelin kabul edilmemesi gibi onun da hiçbir ameli kabul edilmez.

Çünkü namaz İslâm'ın direğidir. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den sahih olarak böyle sabit olmuştur. İslâm'ın diğer hükümleri kirişler ve kazıklar mesabesindedir. Bir çadırın direği olmadığı zaman diğer elemanlarının hiçbir faydası ol­maz. Diğer amellerin kabulü namazın kabulüne bağlıdır. Na­mazı reddedildiği zaman diğer amelleri de aleyhine sonuçlanır. Bu konudaki delil yukarıda geçti.

Namazı zaman zaman terk etmeye gelince bu konuda Buhârî Sahih'inde Burayde'den şu hadisi nakletmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"İkindi namazını erkenden kılınız. Kim ikindi namazını terk ederse ameli boşa gitmiş olur." [156]

İnsanlar bu hadisin anlamı hakkında konuşmuşlar ve bir netice­ye varamamışlardır.

el-Muhelleb dedi ki:

"Bunun anlamı, vaktini geciktirerek, edasına imkanı olduğu halde vaktinde kılmanın faziletini önem­semeyerek terkeden kimsenin özellikle kılmadığı o namazın se­vabı boşa gider demektir. Yani o kişi, namazı vaktinde kılanın elde ettiği sevabı elde edemez ve onun ameli melekler tarafın­dan Allah katına çıkartılmaz. Bu görüşün özeti, namazı terk eden kişi (diğer) amellerinin karşılığını (sevabını) alır demektir. Hadîsin lafzı ve manası bunu reddeder ve sabit olmuş ve yapıl­mış bir amelin boşa gitmesini ifade etmez. Boşa gitmenin lügat­teki ve şeriatteki hakikati budur. (Yani boşa gitmek demek, bir fiilin boşu boşuna yapılması demektir.) Herhangi bir amelin se­vabını kaçıran kimseye ameli boşa gitti denilmez, bu amelin se­vabını kaçırdı/elde edemedi denilir."

Bir gurup da şöyle dedi:

"Bütün amelleri değil, sadece o günkü ameli boşa gider. Sanki onlar tek bir vakit namazın ter­kinden dolayı geçmişteki bütün amellerin boşa gitmesini zor olarak gördüler. Onlara göre namazı terk etmek amellerin boşa gitmesine sebep olan mürtedlik değildir. Halbuki onlara zor ge­len bu durum o günkü amellerde aynıyla vaki olmaktadır."

Hadisin zahirine göre -ki Peygamber'inin neyi kastettiğini en iyi Allah bilir- terk iki türlüdür:

Birincisi, namazın hiç kılınmadığt küllî terktir. Böyle bir terk bütün amellerin boşa gitmesine sebep olur.

İkincisi muayyen bir gündeki muayyen bir terktir. Bu, o günkü amelin boşa gitmesine sebep olur. Bütün amellerin boşa gitmesi namazın tamamen terk edilmesinin karşılığıdır. Muay­yen bir amelin boşa gitmesi ise muayyen bir terkin karşılığıdır.

Mürtedlik (dinden çıkma) sözkonusu değilken ameller na­sıl boşa gider? Diye sorulursa cevap olarak denilir ki, evet, Kur'an, sünnet ve sahabeden nakledilen şeyler, kötülüklerin iyi­likleri boşa götürdüğüne delâlet ettiği gibi, İyiliklerin kötülükleri giderdiğine de delâlet eder.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanma­dığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle yaptığınız hayır­larınızı boşa çıkarmayın." [157]

"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, peygambere yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz far­kına varmadan amelleriniz boşa gıdiverir." [158]

Aişe, Zeyd b. Erkam'ın annesine dedi ki:

"Zeyd'e söyle; îne yoluyla yaptığı satıştan tevbe etmedikçe, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte katıldığı cihadı boşa gitmiş olacaktır." [159]

İmam Ahmed buna dayanarak şöyle dedi: Bu zamanda bir kim­senin harama bakıp da amelinin boşa gitmemesi İçin dindar ol­ması ve evlenmesi gerekir. Kur'an'daki muvazene âyetleri buna delâlet eder. Nitekim bir kötülük kendisinden daha büyük bir iyilikle gider/yok olur. Bir İyiliğin sevabı da kendisinden daha büyük bir kötülükle boşa gider. Diğer namazlar değil de sadece ikindi namazını terk etmenin amelleri gidereceğinin zikredilme­sinin faydası nedir? Diye sorulacak olursa buna cevap olarak şöyle denilir: Hadis, ikindi namazının dışındaki namazları terk etmenin de amellerin boşa gitmesini reddetmiyor, ancak mefhum-u lakap [160] deliliyle reddettiği sonucuna varılabiliyor. Mefhum-u lakap delili de gerçekten zayıf bir delildir. Hadiste sade­ce ikindi namazının zikredilmiş olması bu namazın öneminden dolayıdır. Bu sebepledir ki o, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sahih ve sarih ifadesiyle orta namazdır. Bunun içindir ki yine başka bir hadiste sadece o zikredilmiştir; o da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sözüdür:

"İkindi namazını geçiren ki­şi sanki ailesini ve malını kaybetmiş gibi olur." [161] Yani sanki ailesi ve malt elinden alınmış da ailesiz ve malsız kalmış gibi olur. Bu, ikindi namazını terkle amelinin boşa gideceğinin bir temsilidir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem adeta onun salih amellerini -onlardan yararlanması yönünden- ailesi ve malının kendi nazarındaki konumuna benzetti. İkindi namazını terk ettiği zaman o, ailesi ve malı olmayan kimse gibidir. Ailesi ve malı evde mev­cutken o bir ihtiyaç için evinden dışarı çıkar, sonra geri döner, fakat ailesi ve malı bir fırtına veya selden sürüklenip gitmişlerdir ve onlarsız evinde yapayalnız kalakalmıştır. Şayet salih amelleri yanında kalsaydı böyle bir benzetme uygun olmazdı.

 

Amellerin Boşa Gitmesinin Nevileri

 

Boşa gitme iki türlü olur: Genel ve özel. Genel olanı, mürtetlik (dinden çıkma) sebebiyle bütün iyiliklerin geçersiz olması ve tevbe ile de bütün kötülüklerin geçersiz olmasıdır. Özel olanı ise kötülüklerin ve iyiliklerin bazısının bazısını geçersiz kılması­dır. Bu, mukayyet ve cüz'î bir boşa gitmedir. Kur'an'ın, Sünne­tin, sahabelerden gelen rivayetlerin ve müçtehit imamların gö­rüşlerinin buna delâlet ettiği yukarıda geçmiştir. Küfür ve imanın her biri diğerini iptal edip yok edince bunlardan birinin herhan­gi bir şubesinin de diğerinin şubelerinden bir kısmının iptalinde ve boşa gitmesinde etkisi ve rolü olacaktır. Şube büyük olursa karşılığındaki geçersiz kılacağı şube de büyük ve çok olacaktır.

İne satışını helal gören kişi hakkında müminlerin annesi Aişe'nin söylediği şu sözü düşün:

"O, Rasûlullah ile birlikte katıl­dığı cihadını boşa gidermiş olacaktır." (İne satışı faizli bir mu­amele olduğu için) irtikap edenin Allah ve Rasûlüne karşı harp ilan etmiş sayılacağı ve bu yüzden kâfirlerle (daha önce) yaptığı cihadın (sevabının) boşa gitmesine yol açacak bu şubenin ne kadar güçlü bir şube olduğunu düşün. Tıpkı düşmanlarına karşı yürüttüğü ve kendisini mutlu kılacak/sevimli bir muharebenin, iğrenç bulduğu/sevimsiz bir muharebenin sonuçlarını/ vebalini iptal etmesi gibi, iğrenç/sevimsiz bir savaş da sevimli/kutsal bir savaşın sonuçlarını/sevabını iptal eder. Allah yardımcımız ol­sun.

 

IV- GECE NAMAZINI GÜNDÜZ, GÜNDÜZ NAMAZINI GECE KILMAK

 

Dördüncü Mesele, gece namazını gündüz kılmak, gün­düz namazını gece kılmak kabul edilir mi, edilmez mi? sorusu­dur. Bu meselenin iki şekli/iki yönü vardır:

Birinci şekli, Kur'an ve sünnetin nassı ile ve icma ile kabul edilen şeklidir ki, bir kimse gündüz kılacağı bir namazı uyku ve unutkanlıkla geçirdiği zaman gece kılabilir, aynı sebeple gece geçirdiği bir namazı gündüz kılabilir. Nitekim Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde Enes İbn Malik'den nakledildiğine göre Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

"Her kim namazı kılmayı unutursa veya namazdan gafil kalıp da uyuyakalırsa onun keffareti hatırladığında kılmasıdır." [162]

Bu hadisin lafzı Müslim'e aittir. Müslim'in yine Enes'ten rivayet ettiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur:

"Biriniz uyuyakalır veya gaflete dalar da namazını geçi­rirse hatırladığında kılsın." [163]

Çünkü Allah Teâlâ;

"Hatırladığında namazı kıl." [164] Buyurur. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hayber'den dönü­şünde gece yürüdü, yorulunca mola verdi. Bilal'e:

"Gece bize göz kulak ol!" dedi. Bilal kılabildiği kadar namaz kıldı. Rasûlul­lah sallallahu aleyhi ve sellem ve arkadaşları da uyudular. Bilal, tan yeri ağarmaya yaklaşınca, sabahı beklerden sırtını devesine da­yadı. Derken o vaziyette o da uyuyakaldı. Ne Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ne Bilal, ne de ashabtan hiç kimse güneş yüz­lerine vuruncaya kadar uyanmadılar. İlk uyanan Rasûlullah sal­lallahu aleyhi ve sellem oldu, telaşa kapıldı ve: "Ey Bilal!" diye ça­ğırdı. Bilal cevap verdi: Anam babam sana feda olsun ey Al­lah'ın Rasûlü! Senin ruhunu alan, benimkini de aldı. Katade de­di ki:

"Develerini biraz sürdükten sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem abdest aldı. Bilal'e kamet getirtti ve onlara sabah nama­zını kıldırdı. Namazı kaza ettikten sonra şöyle buyurdu:

"Kim namazı unutursa hatırladığı zaman kılsın! Çünkü Allah Teâlâ: (Hatırladığında namazı kıl!)" buyurdu." [165] Buhârî ve Müslim'in Sa­hihlerinde bu kıssanın bir benzeri İmran İbn Husayn'den naklen anlatılır.

Müslim'in Sahih'inde Ebû Katade'den şöyle dediği rivayet edilir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e, uyudukları için na­mazdan gafil olduklarını söylediklerinde o şöyle buyurdu:

"Namazın uykuda geçmesi ihmal/ve kusur değildir. Asıl kusur/ve ihmal, namazı diğer vakit girinceye kadar kılmamaktır." [166] İmam Ahmed'in Müsned'inde Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Hudeybiye'den geceleyin döndü. Düz ve yumuşak bir arazide konakla­dık. Rasûlullah: Bizi kim gözetleyecek?" Diye sordu. Bilal:

"Ben," dedi. Rasûlullah:

"O zaman sen uyursun," dedi. Bilal:

"Hayır," dedi. (Fakat) güneş doğuncaya kadar uyudu. Filan ve filan şahıslar uyandılar. İçlerinde Ömer de vardı. Ömer:

"Aşağıya inin" dedi. Bu esnada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem uyandı ve dedi ki:

"Daha evvel yaptığınız gibi yapın" (yani daha önce sabah na­mazını kılıyorsanız aynı şekilde yapın). Öylece yaptıkları zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:

"Sizden uyuyan ve­ya unutan kimse böylece yapsın." [167] Bu, ümmet arasında üzerin­de ittifak edilen bir konudur.

Ancak iki meselede ihtilaf ettiler: Birincisi meselenin lafzî yönüdür, ikincisi hükmî yönüdür. Lafzî yönü, bu namaz eda di­ye mi isimlendirilir, yoksa kaza diye mi isimlendirilir? Bu konu­daki ihtilaf tamamen lafzî bir ihtilaftır. Bu, Allah'ın onlara farz kıldığı bir şeyin kazasıdır. Uyuyan ve unutanla ilgili vakte itibar edildiğinde/bu vakit dikkate alındığında bu bir edadır. Çünkü onlara göre namazın vakti, hatırladıkları ve uyandıkları andır. Namazı onlar kılınmasını emredildiğimiz bir vakitten başka bir vakitte kılmamışlardır. Ancak fıkıhçıların kitaplarında zikrettikle­ri "hatırladıkları zaman onu kılsınlar; çünkü bu, o namazın vaktidir" sözüne gelince ben bu ilaveyi hadis kitaplarında bulama­dım ve senedini de bilmiyorum fakat Beyhâkî ve Darekutnî'nin rivayetine göre Ebû'z-Zinad, el-A'rec'ten; O da Ebû Hureyre'den Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle dediğini nakletmiştir:

"Her kim namazı unutursa onu hatırladığı zaman kılsın." [168]

Meselenin hükmî yönüne gelince, uyanınca ve hatırlayın­ca hemen kılmak gerekir mi yoksa tehir etmek caiz olur mu? Bu konuda iki görüş vardır: Bunlardan en sahih oianına göre he­men kılmak vaciptir. Fakihlerin cumhuru bu görüştedir. İbrahim en-Nehâî, Muhammed b. Şihab ez-Zührî, Rabîa b. Ebî Abdirrahman, Yahya b. Saîd el-Ensârî, Ebû Hanife, Malik, İmam Ahmed arkadaşları âlimlerin çoğunluğu bunlardandır. Şafiî mez­hebinin hâkim görüşüne göre ise geniş bir zamanda kılmak ca­izdir.

Bu görüşün sahiplerinin delili şudur: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem namazı uyuduğu mekanda kılmadı. Bilakis onlara emretti, develerini başka bir mekana sürdüler ve namazı orada kıldı. Ebû Katade'nin rivayet ettiği hadiste şu ifadeler geçer: Uyandıkları zaman:

"Binin" dedi. Bindik, güneş yükselinceye kadar yürüdük. Binitinden indi, sonra abdest alacak bir su kabı istedi, abdest aldı. Sonra Bilal'e namaz için ezan okumasını em­retti. İki rekât namaz kıldı. Sonra öğle namazını kıldı. Bu görüşün sahipleri dediler ki: Namazı hemen kaza etmek vacip olsay­dı namazı orada kılmadan bulunduğu yerden ayrılmazdı. Dediler ki;

"Orası şeytanın bulunduğu yer olduğu için orada namazı kılmadılar diye mazeret ileri sürmeleri geçerli değildir. Çünkü bir yerde şeytanın bulunması vacibi tehir etmenin mazereti ola­maz." Şafiî dedi ki:

"Şayet kılınamayan/geçen namazın kaza sü­resi dar olsaydı şeytanın yüzünden namazı tehir etmezdi. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şeytanı boğarak namaz kılmış bir kişidir." [169] Şafiî dedi ki:

"Namaz için şeytanın boğulması şeyta­nın bulunduğu vadide boğulmasından çok daha önemlidir." De­diler ki: "Çünkü namaz vakti belirlenmiş bir ibadettir. Bu sebeple ramazan orucu gibi onun da vakti geçince hemen kaza edilmesi gerekmez. Hatta geniş vakitte kaza edilebilme imkanına namaz daha layıktır. Çünkü namazın eda zamanı geniştir/kendisine ayrılan zamanın herhangi bir bölümünde kılınabılir. Halbuki orucun eda zamanı geniş değildir/o kendisine ayrılan zamanın tamamını kaplayacak şekilde/şafağın sökmesinden güneşin bat­masına kadar tutulur. Namazdaki bu genişlik onun kazasında daha evladır."

Ebû İshak el-Mervezî dedi ki: Eğer bir mazeretten dolayı tehir ettiyse (ruhsata delâlet eden) hadisten dolayı geniş bir za­manda kaza etmesi caizdir. Şayet mazeretsiz olarak tehir ettiy­se ihmal ve hatasına bir ruhsat verilmediği için onu hemen kaza etmesi gerekir.

Cumhur, Müslim'in Sahih'inde Ebû Katade'den rivayet ettiği şu hadisi delil getirdi. Sahabiler, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e uydukları için geçirdikleri namazın durumunu sordu­lar. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Uykuda ihmal yoktur. Sizden biriniz unuttuğu veya uyudğu için namazı geçirirse hatırladığı zaman onu kılsın. Onun bundan başka keffareti/felafisi yoktur." [170]

Yine Müslim Sahih'inde, Ebû Hureyre'den şu hadisi rivayet etti: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:

"Kim namazı unutursa, hatırlayınca kılsın. Çünkü Allah Teâlâ; "Beni hatırlamak için namaz kıl" buyurdu."[171]

Darakutnî'deki bir hadiste ise şöyle geçer:

"Kim namazı unutursa, onun vakti, onu hatırladığı zamandır." [172]

Bu lafızlar namazın hemen kılınmasının vacipliğini açıkça ifade ediyor. Onlar (Cumhur) dediler ki:

Sizin namazın tehirinin cevazına delil olarak getirdiğiniz şeyler ancak sahibini namazın kazasını ihmal eden veya terke den bir kişi haline getirmeyen ba­sit/kısa süreli bir tehire delâlet eder. Muhtemeldir ki O, namazı daha mükemmel kılmak için bir yeri başka bir yere tercih etmek ve namazın sevabını artırmaki çin arkadaşlarını veya cemaati beklemek gibi namaza yararlı olacak veya onu daha mükemmel hale getircek çok az bir geciktirmede bulunmuştur. Namazın ya­rarı için yapılan bu kadarcık basit bir geciktirmeden senelerce geciktirmenin cevazı nasıl çıkartılabilir? İmam Ahmed, namazın geciktirilmeden kılınmasının vacip olduğu görüşüne sahip olmasına rağmen, konu ile ilgili haber (hadis) sebebiyle yolcu olan kişi evinde uyurken namazı geciktirdiği zaman, oradan başka bir ye­re intikal ederek o namazı kaza etmesinin müstehap olduğuna hükmetmiştir. Allah ve Rasûlü'nün (namazın hamen kılınmasını emreden) mutlak emirleri namazın hemen kılınmasına delâlet edince, (hatırlandığı zaman kılınmasına delâlet eden/hatırlama kaydını koyan) mukayyet emirlerinin hali nice olur? Bu sebeple namazın hemen kılınmasını emreden muhayyet emirler, namazın tehirini yasaklayan mutlak emirlerden daha güçlü bir vücubu (zorunlluğu) ifade eder. Namazın kazasını ramazan orucunun kaza­sına kıyas edenlere gelince, buna da iki şekilde cevap verilir:

Bi­rincisi: Sünnet iki durumu birbirinden ayırmıştır. Ramazan kaza­sının tehirine cevaz vermiş, unutulan namazın hatırlandığında kı­lınmasını emretmiştir. Sünnetin birbirinden ayırdığı/ayrı ayrı hü­küm verdiği şeyleri bizim birleştirmemiz olmaz.

İkincisi: Bu kıyas, onların aleyhine delildir. Çünkü ramazanın kazasının tehiri sade­ce diğer ramazan gelinceye kadar caizdir. Halbuki onlar geçen namazların kazasının tehirini üzerinden pek çok namazın vakti geçse de caiz görüyorlar. O halde kıyas bunun neresinde?

Onların namazı bekletmeden kaza etmek vacib olsaydı şeytan sebebiyle tehir etmek de caiz olmazdı, demelerine gelin­ce bunun cevabı yukarıda arz edildi. Bu, namazı bekletmeden kaza edilmesini vacip görenlerin namazın daha iyi kılınmasına yararı olacağı için az bir tehire cevaz vermeleridir.

Onların fevriliğin (namazı bekletmeden kaza etmenin) vacipliği görüşünü iptal etmek için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in namaz kılarken şeytanı boğup etkisiz hale getirmesini kullanmaları ise tuhaf bir iptal şeklidir. Çünkü şeytanın bulunduğu yeri terk etmek için az bir tehirle namaz terk edilmiş olmuyor, bununla namazın vakti çıkmıyor ve namazı kılan kişi de bundan dolayı namazını yarıda kesmiyor. Halbuki namaz kılarken ken­disine şeytan musallat olan kişi bundan dolayı namazı bırakmış olsa namazını iptal etmiş olur ve namaza girdikten sonra onu yarıda kesmiş olur. Belki de ikinci defa musallat olsa namazı ke­ser ve tamamen bırakır. Bu iki meseleden biri nerede, diğeri ne­rede? Doğrusunu en iyi Allah bilir.

 

Namazı Kasten Terk Eden Kaza Eder mi?

 

(Beşinci meselenin) ikinci şekline gelince namazı vakti çı­kıncaya kadar bile bile/kasıtlı olarak terk etmektir. Bu, insanla­rın tartıştıkları önemli bir meseledir; Namazı mazeretsiz olarak kasten terk eden kimseye onu kaza etmesi fayda verir mi, bu ondan kabul edilir mi, yoksa fayda vermez ve onu hiç bir za­man telafi çaresi yok mudur? Ebû Hanife, Şafiî, Ahmed ve Malik dediler ki:

"Onun bu namazı kaza etmesi gerekir. Kaza ondan namazı geciktirme günahını kaldırmaz, bilakis o Allah affedinceye kadar cezaya müstehaktır."

Seleften ve haleften (öncekilerden ve sonrakilerden) bir gurup da şöyle dedi: Tehirine cevaz veren bir mazereti olmadığı halde namazı bile bile vaktinden tehir eden kimsenin bunu telafi etmesi imkansızdır, bunu hiçbir zaman kaza edemez, (kaza etse de) bu ondan kabul edilmez. Her iki gurup arasında samimi/içtenlikli bir tevbenin faydalı olacağı konusunda ihtilaf yoktur. An­cak tevbesini, kasten terk ettiği bu geçmiş namazları kaza ede­rek tamamlaması gerekli midir, eğer gerekli ise o namazları ka­za etmedikçe tevbesi sahih/geçerli olmayacaktır veya tevbe ka­zaya bağlı değil de sadece gelecek namazları eksiksiz kılmalı ve geçmişi telafi mümkün olmadığına göre bol bol nafile mi kıl­malıdır? Bu bir ihtilaf konusudur. Biz her iki tarafın da delillerini zikredeceğiz.

 

Kazayı Gerekli Görenlerin Delilleri

 

Kazayı gerekli görenler şöyle dediler: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem mazur oldukları ve ihmalkâr olmadıkları halde uyuyan ve unutanlara kazayı emrettiğine göre ihmalkâr ve gü­nahkâr olanlar haydi haydi kaza etmeleri gerekir. Şayet namaz ancak vaktinde sahih olsaydı uyuyan ve unutanın vaktinden sonra namazı kaza etmesinin hiç bir yaran olmazdı. Yine dedi­ler ki:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve arkadaşları Hendek günü ikindi namazını akşamdan sonra kılmışlardır." [173] Kesin ola­rak bilinmektedir ki onlar ne uyuyarak, ne de unutarak namazı geçirmişlerdi. Bazıları unutmuş olsa bile hepsi unutmamışlardır. Dediler ki:

"Namazı tehir edenle ihmalkâr davrananın du­rumu mazeretli olandan nasıl daha iyi olur ki (kaza gerekmez denilerek) ihmalkârın yükü hafifletiliyor, mazeretliye de (kaza etmesi gerekir denilerek) yükü ağırlaştırılıyor?" Dediler ki:

"Allah Teâlâ, Peygamber'ini ve sahabileri sadece namazı geçirenin hükmünü ve vakti geçen namazın ondan düşmediğini, bilakis daha sonra onu telafi edeceğini ümmete beyan etmek için uyut­muştur." Dediler ki:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ramazanda cinsel ilişkiye girerek orucunu bozan kimseye onun yerine bir gün kaza etmesini emretmiştir."[174] Dediler ki:

"Kıyas, kazanın vacip olmasını gerektirir. Çün­kü emir bir yükümlünün ibadeti vaktinde yapmasına yöneliktir. Vaktinde yapmayı ihmal eder, terk ederse bu, ondan ibadet fiili­ni düşürecek değildir."

 

Kazayı Gerekli Görmeyenlerin Delilleri

 

Diğerleri dediler ki: Rab Teâlâ'nın emirleri iki türlüdür: Bi­rincisi vakte bağlı olmayan mutlak emirler. Bu emirler her vakit yerine getirilebilir. Diğeri bir vakte bağlı, sınırlandırılmış emirler. Bu da iki türlüdür:

Birincisi: Oruç gibi vakti fiilin miktarı kadar olan emirler.

İkincisi namaz gibi vakti fiilin miktarından geniş olan emirler. Onun emredilmiş bir ibadet olması için bu kısmın vaktinde eda edilmesi şarttır. Çünkü o ancak bu vasıfla emredil­miştir. Başka bir vasıfla/başka bir vakitte yerine getirmekle ibadet olmaz. Dediler ki: Allah Teâlâ'nın vakfe bağlı olarak emretti­ği bir şeyi, emredilen kişinin vakti çıkıncaya kadar terk etmiş ol­ması, o vakitten sonra hissî/fizikî olarak mümkün olsa bile -bel­ki fizikî olarak da mümkün olmayacaktır- şer'î olarak yapması­nı İmkansız kılar. Çünkü vakti çıktıktan sonra onu yerine getir­mesi meşru değildir. Dediler ki:

" Bu sebepledir ki vakti çıktıktan sonra onu yerine getirmesi meşru değildir. Dediler ki: Bu sebep­ledir ki vakti çıktıktan sonra cumayı kılmak, vakti çıktıktan sonra Arafat'ta vakfe yapmak mümkün değildir."

Onlar dediler ki:

Ancak Allah'ın meşru kıldığı şey meşru­dur. Allah Teâlâ namaz kılmayı, oruç tutmayı ve haccetmeyi an­cak kendilerine ayrılan vakitlerde meşru kılmıştır. Bu vakitler geçtiği zaman meşru değildir. Allah Teâlâ cumayı cumartesi gü­nü kılmayı, Arafat'ta vakfeyi zilhiccenin onuncu günü yapmayı ve başka aylarda haccetmeyi meşru kılmamıştır. Beş vakit na­maza gelince Kur'an ve sünnetin nassı ve icma ile sabit olmuştur ki uyumak, unutmak ve aklını kaybetmek gibi mazeretlerle na­mazı terk eden kimse mazereti ortadan kalktığı zaman namazı­nı kılar. Ramazan orucu da böyledir; Allah Teâlâ hastalık, yol­culuk ve hayız mazeretinden dolayı onun kazasını meşru kılmış­tır. Aynı şekilde Allah Rasûlü de, yolculuk veya hastalık veyahutta birleştirilmesini mubah kılan bir meşguliyet sebebiyle maze­retli olan kimse için bir vakitte ortak iki namazın cem edilmesi­ni/birleştirilerek kılınmasını meşru kılmıştır. Bunların mazeretli­ler için kendilerine mahsus vakitten başka bir vakte tehir edilme­leri caizdir, başkaları için ittifakla caiz değildir. Hatta Ömer b. el-Hattab'ın dediği gibi büyük günahlardandır, O şöyle demiştim:

"Mazeretsiz olarak iki namazı cem etmek büyük günahlardarıdır." [175] Fakat mazeretlinin bunu ikinci vakte tehir etse bile bu şekilde yapması gerekir. Çünkü o bu vakitte topluca yapılır. Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem namazı vaktinden sonraya bıra­kan idarecilerin arkasında namaz kılmayı emretmişti. Ona denildi ki: Onlarla savaşalım mı?

 "Namaz kıldıkları müddetçe ha­yır" buyurdu. [176] Onlar özellikle öğleyi ikindi vaktine kadar tehir ederlerdi. Namaz kılan için nafile olduğu halde Peygamber on­ların arkasında namaz kılmayı emretti. Peygamber soruyu sora­na namaz vaktinde kılmasını emretti ve onlarla savaşılmasını menetti. Dediler ki: "

Gündüz kılacağı namazı gece kılan, gece kıla­cağı namazı gündüz kılan kimsenin bu yaptığı şey kendisine emredilen şey değildir, Allah ve Rasûlünün meşru kıldığı şey de­ğildir. Bu sebeple sahih ve makbul de değildir."

Dediler ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem;

"Her kim ikin­di namazını terk ederse ameli boşa gider.[177] Buyurdu ve:

"İkindi namazını geçiren kimse sanki ailesini ve malını kaybetmiş gibi­dir." [178] Buyurdu. Şayet o namazı telafi etme imkanı olsaydı ameli boşa gitmezdi. Amellerinden birini kaybetmiş olarak ailesini ve malını kaybeden kişinin durumunda olmazdı.

Dediler ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den sahih ola­rak rivayet edildiğine göre o şöyle buyurmuştur: "Her kim güneş batmadan önce ikindi namazından bir rekâte yetişirse, ikindiye yetişmiş demektir." [179] Yine aynı şekilde güneş doğmadan önce sa­bah namazından bir rekâte yetişirse sabah namazına yetişmiş demektir. Şayet güneş battıktan sonra ve güneş doğduktan sonra kıldığı bir namaz mutlak olarak sahih olsaydı ister bir rekâtına yetişsin, ister daha az rekâte yetişsin, isterse hiçbir kısmına yetiş­mesin yine de müdrik olurdu (yani namazı vaktinde kılmış olur­du). Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bir rekâte yetişirse hiç gü­naha girmeden namazı sahih olur, demek istemedi. Çünkü na­mazın eksiksiz olarak kılınmasını engelleyecek dar bir vakite sı­kıştırılacak şekilde geciktirilmesinin helal olmadığında ümmet arasında hiçbir endişe yoktur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu sözüyle namazın sahih ve caiz olacağını söylemeyi murat etti. Halbuki size göre namazdan tekbir kadarına bile yetişse veya hiçbir şeye yetişmese yine sahih ve caiz olur. Bu duruma göre si­zin nazarınızda hadisin hiçbir anlamı yoktur. Dediler ki:

"Allah Teâlâ her namaz için başlangıcı ve sonu belli bir vakit tayin etti. Vakti girmeden önce ve vakti çıktıktan sonra kılınmasına izin vermedi. Vaktinden önce ve vaktinden sonra yapılan iş meşru değildir. Şayet namazın sıhhatinde vakit şart olmasaydı vaktinden önce kılınmasıyla vaktinden sonra kılın­ması arasında sıhhat yönünden hiçbir fark olmazdı. Çünkü her iki namazı da vaktinin dışında kıldı. Acele ederek kusur işleyen­den kabul edilmediği halde vaktini geçirerek kusur işleyenden nasıl kabul edilir?" Dediler ki:

"Namazı her ne olursa olsun vaktinde kılmak vaciptir. Hatta bütün vacipler ve şartlar vakit için terk edilir. Abdestten, elbise ve beden temizliğinden, setri avretten veya fati­hayı okumaktan veya kıyamdan vakti içinde aciz kaldığı, bir namazı bunlarla birlikte kılmaya ancak vaktinden sonra imkan bulabildiği zaman, onun, vakti içinde bunlarsız kılacağı namaz, Allah'ın meşru kıldığı namazdır. Bu vacip şartların kemâliyle birlikte vaktinden sonra kılması gerekmez. Vakit şartının Allah ve Rasûlünün nazarında bütün vaciplerden/(ve şartlardan) önce geldiği bilinmektedir. İki şeyden sadece birisi olduğu zaman bu vacip şartlar olmaksızın da namazı vaktinde kılmak gerekir. Vakti çıktıktan sonra namazın telafisi mümkün olsaydı bütün va­cip şartları tamamlayarak vaktinden sonra kılmak bunlar olmak­sızın vaktinde kılmaktan daha hayırlı ve Allah'a daha sevimli olurdu. Kur'an ve sünnetin nassı ile ve icma ile bu batıldır.

Dediler ki: Allah Teâlâ namazın vaktini geçirenleri, nama­zı terk edenleri korkuttuğu gibi korkuttu. Şöyle buyurdu:

"Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar namazla­rını sehvederler." [180]

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı namazı sehvetmeyi onu vaktinden sonraya tehir etmek olarak yorumladılar. Nitekim Sa'd b. Ebî Vakkas'tan böyle rivayet edildi. Bu konuda merfû bir hadis de vardır.[181]

Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı zayi ettiler, nefislerinin arzularına uy­dular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çe­kecekler." [182]

Sahabiler ve tabiîler namazın zayi edilmesini vaktinin ge­çirilmesi olarak yorumladılar. Namazı zayi etmenin, onu terketmeyi, vaktini terk etmeyi, vaciplerini ve rükünlerini terk etmeyi içine aldığı kesindir. Ve yine onu bile bile vaktinden sonraya tehir eden kimsenin onu vaktinden önceye alan kimse gibi Al­lah'ın koyduğu sınırları çiğnediği de bir gerçektir. O halde baş­ka bir sınır tecavüzüyle birlikte kılınan namaz kabul edilmediği halde bu tür bir sınır tecavüzüyle birlikte kılınan namaz niçin kabûl edilsin?

Dediler ki:

"Namazı kaza İle telafi eden kimseye biz deriz ki: Söyle bakalım, kılınmasını emrettiğin bu namaz Allah'ın em­rettiği bir şey midir, yoksa başka bir şey midir?" Eğer o:

"Aynen öyledir," derse ona denilir ki:

"O zaman namazı kasıtlı olarak terk eden kişi günahkâr/asi olmaz. Çünkü o Allah'ın kendisine/farz-ı ayn olarak emrettiği bir şeyi yapmıştır, dolayısıyla o günaha düş­müş olmaz ve ayıplanmaz; bu kesinlikle batıldır." Eğer, bu Allah'ın emrettiği bir şey değildir derse ona denilir ki: Bu emredilen bir şey değildir diye bizi desteklediğin zaman bu da bizim sana karşı en büyük delillerimizden birisidir. Sonra yine deriz ki: Vakti çıkıncaya kadar kasten namazı geçiren ve sonra kılan kimse hak­kında ne dersin; onun bu namazı bir itaat midir, yoksa masiyet midir? Bu bir itaattir, bununla itaatkâr olmuştur, derlerse icmâa, Kur'an'a ve sahih sünnete muhalefet etmiş olurlar. Yok, eğer bu bir masiyettir, derlerse onlara denilir ki: Allah'a masiyetle nasıl yaklaşılır, masiyet nasıl itaatin yerini alabilir? Namazı kılmakla itaatkâr, tehir etmekle isyankârdır, yani itaat olan fiille Allah'a yaklaştığı zaman itaatkârdır, masiyet olan terkle değil derseniz, size denilir ki:

"İtaat, emre razı olmak ve emredildiği şekilde hare­ket etmektir; Allah ve Rasûlünün emri nerede, namazı bile bile geçirip vakti çıktıktan sonra kılan nerede ki bununla Allah'a itaat etmiş olsun? Eğer bu sabit olsaydı meselede tartışma olmazdı."

Dediler ki:

"İbadetler kendilerine ait vakitlerin dışında hiç­bir şekilde kabul edilmezler. Mesela, gece tutulan oruç kabul edilmez. Hac aylarının dışında hac kabul edilmez. Cuma vakti­nin dışında cuma namazı kabûl edilmez. O halde ben gündüz yerim, gece oruç tutarım diyen veya ben ramazanı bu şiddetli sıcakta tutmam, onun yerine bahar mevsiminde bir ay tutarım diyen veya ben haca zilhicce ayında değil, muharrem ayında yaparım diyen veya ben cuma namazını yatsıdan sonra kılarım veya bayram namazlarını ay ortasında kılarım diyen kimse ile ben gündüz namazını geceye, gece namazını gündüze tehir ederim diyen kimse arasında hangi fark vardır? Hiç kimse bun­ların arasını ayırabilir mi?" Dediler ki:

"Allah Teâlâ ibadetler için mekânlar, zamanlar ve nitelikler belirlemiştir. Bu sebeple Arafat, Müzdeüfe, Mina, taşlama ve geceleme yerleri, Safa ve Merve gibi Allah'ın ibadet­ler için belirlediği mekanların yerini başka mekânlar alamaz ve Allah'ın ibadetler için vacip kıldığı vasıfların/şekillerin yerini de başka vasıflar alamaz. Hal böyle olunca Allah'ın namazlar için belirlediği zamanın yerini başka bir zaman nasıl alır?" Dediler ki:

"Kur'an ve Sünnetin nassı ve icma, namazı bile bile vaktinden tehir edenin namazının vaktini geçirmiş olacağı­na delâlet eder. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve selem:

"İkindi namazının vaktini geçiren kimse ailesini ve malını kaybetmiş gibidir." [183] Buyurmaktadır. Geçip giden vakte tekrar ulaşmak ke­sinlikle mümkün değildir. Şayet ona ulaşmak mümkün olsaydı "fait" yani geçmişte kalan/mazide kalan zaman diye isimlendi-n'lmezdi. Bu, dil ve örf yönünden hakkında şüphe olmayan şey­lerdendir. Din yönünden de böyledir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Arafe günü fecr doğuncaya ka­dar haccın zamanı geçmez." [184] Görmüyor musun, vakti geçmek­le onu kaçırılmış bir ibadet olarak değerlendirdi. Çünkü artık ona bu günden sonraki bir günde ulaşmak artık mümkün değil­dir. Halbuki unutularak ve uyku sebebiyle geçirilen namaz vakti geçmiş bir namaz olarak isimlendirilmemiştir. Bu sebeple Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem'in "İkindi namazının vaktini geçi­ren kimse sanki ailesini ve malını kaybetmiş gibidir" hadisindeki hükme dahil değildir.

Dediler ki:

"Ümmet, vakti çıkıncaya kadar namazı bile bile terk eden kimsenin o namazın vaktini kaçırmış olacağında gö­rüş birliği içindedirler. Vaktinden sonra da kabul edilseydi ve sahih olsaydı onun vakti geçmiş bir namaz olarak isimlendiril­mesi yanlış ve geçersiz olurdu. Erişilen bir şey nasıl kaçırılmış olur?"

Dediler ki:

"Geçen zamanı telâfi etmek hiçbir zaman müm­kün olmadığı gibi farzını ve vasfını telâfi etmek de mümkün değildir."

Dediler ki:

"Bu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in Ahmed ve diğerlerine rivayet edilen hadisteki şu sözünün anlamıdır:

"Her kim mazereti olmadığı halde ramazanda oruç tutmazsa, bir sene oruç tutsa bile onun sevabını elde edemez." [185] Bu söz nerede, sizin istediği ayda o günün orucunu kaza eder, sözü­nüz nerede?"

Dediler ki:

"Allah Teâlâ müslümanlara düşmanlarının kar­şısında duruyorlarken korku namazını emretti: Bu emre göre on­lar böyle bir durumda namazın rükünlerini kısaltırlar ve namaz içinde pek çok şeyler yaparlar; namazda kıbleye arkalarını dö­nebilirler, imamdan önce selam verirler. Hatta yürüyerek ve binitli olarak kılabilirler. Hatta ima ile kılmaktan başka İmkân bu­lamazlarsa vakti içinde, binitlerinin üstünde, kıble dışına yönelerek ima ile de kılabilirler." [186] Şayet vaktinin dışında namaz onlar­dan kabul edilseydi ve sahih olsaydı onun güvenlikli vakte ve kılınabilme imkanına kadar tehiri de caiz olurdu. Bu, namazın vakti çıktıktan sonra caiz olmayacağının ve Allah yolunda ve düşmanlarıyla cihad ederken kendilerine isabet eden bu maze­rete rağmen kabul edilmeyeceğine delâlet eder. Sağlıklı, mukim, hiçbir mazereti olmayan ve Allah'ın davetini açıkça duyduğu halde vakti çıkıncaya kadar kılmayıp da daha sonra başka bir vakitte kılan kimseden nasıl kabul edilir? Aynı şekilde hasta için de namazı vaktinden sonra tehir etmesine fırsat verilmemiştir. Bilakis aciz olduğu zaman ayağa kalkmadan secdesiz ve rükûsuz olarak yattığı yerden ima ile kılması emredilmiştir. Şayet kabül edilmiş olsaydı ve vaktinin dışında da sahih olsaydı sağlı­ğına kavuştuğu zamana kadar onu tehir etmesi caiz olurdu. Bi­ze haber verin, hangi Kur'an âyeti veya sünnet veya sahabe ha­beri namazı tehir eden ve Allah'ın kılınmasını emrettiği vakti bi­le bile geçiren kimsenin vakti çıktıktan sonra kıldığı namazın Al­lah'ın kabul edeceğini, bu namazın sahih olacağını, borçtan kurtulacağını ve farzını eda edenin sevabını alacağını söyledi? Vallahi kıyamete kadar böyle bir şey bulamazsınız.

Biz size söylediklerimizin benzerini ve sizin görüşünüzün aksini Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabından temin edebiliriz.

Ebû Bekir es-Sıddık'ın sahabeden hiç kimse tarafından reddedilmediği bilinen bir sözü vardır. Abdullah İbn el-Mübarek dedi ki: Bize İsmail b. Ebî Halid haber verdi, o Zeyd'den naklet­ti: Ebû Bekir, Ömer b. el-Hattab'a şöyle dedi:

"Şayet muhafaza edersen sana bir vasiyetim var: Şüphesiz Allah'ın gündüzde hakkı vardır, onu gece kabul etmez; gecede hakkı vardır, gün­düz kabul etmez. Şüphesiz farz eda edilmedikçe nafile kabul edilmez. Kıyamet günü mizanları ağır çekenlerin mizanları, dünyada iken hakka tabi olmaları ve hakkın onlar üzerindeki ağırlığı sebebiyle ağır çeker. Mizanın hakkı, hakkın onun kefesi­ne ağırca konmasından başka bir şey değildir. Kıyamet günü mizanları hafif çekenlerin mizanları (dünyada) bâtıla tâbi olma­ları ve bâtılın onlar üzerinde hafifliği sebebiyle hafif çeker. Mi­zanın hakkı, bâtılın onun içinde hafif bulundurulmasından baş­ka bir şey değildir. Şüphesiz Allah Teâlâ cennet ehlini ve onla­rın salih amellerini anlattı ve günahlarını affetti. Ben onları hatırladığım zaman onlardan olmamaktan korktum. Cehennem ehli­ni ve onların amellerini de anlattı. Ben onları hatırladığım za­man da onlardan olmaktan korkarım dedim. Mümin, isteyen ve korkan olsun da Allah'tan haktan başka bir temennide bulun­masın ve kendi eliyle kendini tehlikeye atmasın diye rahmet âyetini de zikretti, azab âyetini de zikretti. Şayet benim sözümü iyi tutarsan ileride başına gelecek şeylerin en sevimlisi ve en ge­reklisi ölüm olacaktır. Şayet vasiyetimi (tavsiyemi) tutmazsan sa­na ölümden daha sevimsiz başka bir gayb de olamaz ve sen onu asla engellemeyeceksin." [187] Hennad b. es-Sirrî dedi ki:

"Bize Abde anlattı; o, İsmail İbn Ebî Halid'den; o, Zeyd el-Yemani'den nakletti; o şöyle dedi: Ebû Bekir vefat edeceği zaman... ve bunu anlattı." Dediler ki:

"Allah gündüzün amelini gece kabul etmez, ge­cenin amelini gündüz kabul etmez, sözünü Ebû Bekir söyledi. Bu meselede bize muhalefet edenler açıkça buna aykırı söz söyle­miş olurlar ve yatsıyı öğlenin sıcağında, ikindiyi günün ortasın­da kabul eder (derler)." Dediler ki:

"Bu, Ebû Bekir'in, Ömer'in, oğlu Abdullah'ın, Sa'd b. Ebî Vakkas'ın, Selman el-Farisî'nin, Abdullah b. Mes'ud'un, el-Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekir'in, Bedîl el-Ukaylî'nin, Muhammed b. Sirîn'in, Mutarrif b. Abdillah'ın, Ömer b. Abdilaziz'in -Allah hepsinden razı olsun-ve diğerleri­nin görüşüdür. Şube, Ya'la b. Ata'dan, o Abdullah b. Harraş'tan şöyle dediğini nakletti: İbn Ömer bir sahifenin içindekile­ri okuyan bir adam gördü. Ona dedi ki:

"Bu nedir ey okuyucu? Vaktinde namaz kılmayanın namazı yoktur. Namazı kıl, sonra istediğin kadar oku." [188]

Dediler ki:

"Bunu namazı tam değildir diye tevil etmeniz çeşitli yönlerden doğru değildir.

Birincisi: Nefy (olumsuzlamak/yoktur demek), müsemmanın (isimlendirilen şeyin) hakika­tinin nefyini (olmamasını) gerektirir. Müsemma burada tertiptir ve tertibin hakikati müntefidir (tertip gerçekten yoktur). Lafzın gerçek manası budur. Bu mananın dışına çıkmayı gerektiren şey nedir?

İkincisi: Siz müstehap kemâlin nefyini (ideal bir mükemmelliğin bulunmamasını) kastediyorsanız, bu da bâtıldır. Çünkü şer'î hakikat (namazın meşru varlığı) ondaki ideal mükemmelli­ğin (müstehap olan unsurların) bulunmaması sebebiyle yok ol­muyor. Ancak onun temel unsurlarından bir unsurun (rükünle­rinden bir rüknün) ve parçalarından bir parçanın bulunmaması sebebiyle yok oluyor.

Bir şeyin şer'î hakikati hakkında gelen bütün olumsuzlama ifadeleri böyledir. Mesela Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sözlerinde ifade edildiği gibi:

"Emaneti olmayan (güvenilmeyen) kimsenin imanı yoktur."[189]

"Abdesti olmayan kimsenin namazı da olmaz." [190]

"Niyeti olmayan kimsenin ameli de olmaz."[191]

"Geceden oruca niyet etmeyen kimsenin orucu olmaz." [192]

"Fatiha suresini okumayan kimsenin namazı olmaz."[193]

Şayet bazı müstehaplanmn bulunmaması sebebiyle namazın hakikati de olmamış olsaydı, on­ların cinsinden onlardan daha önemli ve Allah'a daha sevimlileri bulunmadıkça hiçbir ibadet (geçerli) olmazdı. Vaktin namazın va­ciplerinden (şartlarından) birisi olduğu konusunda siz de bizi des­teklediniz. Buna göre namazda vacibin bulunmaması yüzünden namaz müntefî olursa o namaz sahih ve makbul olmaz.

Üçüncüsü: Müsemmanın hakikati bulunmadığı (yani namaz vaktinde kılınmadığı) zaman sahih ve kabul edilir olmaması, kemâini temin eden müstehap bir unsurun bulunmadığı zamandan daha yakın bir ihtimaldir.

Muhammed İbn el-Müsenna dedi ki:

"Bize Abdu'l-A'lâ ha­ber verdi; o, İbn Mes'ud'dan; o, Said İbn Arûbe'den; o, Katade'den şöyle dediğini nakletti: Bize, Abdullah İbn Mes'ud'un şöyle dediği söylendi: Haccın vakti gibi namazın da bir vakti vardır. O halde namazı vaktinde kılın."[194] Bu Abdullah, namazın da hac gibi bir vaktinin olduğunu açıklamaktadır. Vaktinin dışında hac yapılmayınca, vaktinin dışında namaz niçin caiz ol­sun?

Abdurrezzak, Ma'mer'den; o, Bedîl el-Ukaylî'den şöyle dediğini söyledi:

"Bana ulaşan bilgiye göre bir kul namazı vak­tinde kıldığı zaman o namaz yayılan bir nuru olduğu halde se­maya yükselir ve der ki: Sen beni korudun, Allah da seni koru­sun. Kul onu vaktinin dışında kaldığı zaman eski bir elbisenin dürülmesi gibi dürülür, sonra onunla yüzüne vurulur." [195]

 

Fasıl

 

Kazayı Kabul Edenlerin Delilleri

 

Namazı vaktinden sonra kılmayı kabul edenler ve zimmeti namazı borcundan bununla kurtaranlar lafzı Ebû Ömer İbn Abdilber'e ait aşağıdaki sözleri söylediler. O, bu meselede tam bir taraf olmuştur. Biz onun sözünü aynen zikredeceğiz. O, el-İstizkâr'da en-Nevmu ani's-Salât bölümünde şöyle dedi:

Ben Abdu'l-Varis'e şunu okudum: Onlara Kasım haber verdi ve dedi ki: Bize Ahmed İbn Zuheyr; ona, İbn el-Esbehanî; ona, Ubeyde İbn Hâmid haber verdi. O, Temim b. Seleme'den; o, Mesruk'tan; o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletti:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve seüem bir yolculukta bulundu. Gecenin sonunda mola ver­diler. Güneş doğuncaya kadar uyanmadılar. Bilal'e emretti, ezanı okudu. Sonra iki rekât namaz kıldı." İbn Abbas dedi ki: "Dünya ve içindekiler beni bu ruhsatın sevindirdiği kadar sevin­dirmedi." [196]

Ebû Ömer dedi ki:

"-Doğruyu en iyi Allah bilir- ben de bu görüşteyim. Çünkü bu olay, onu ümmetin diğer fertlerine tebliğ edecek sahabilere Allah'ın namaz konusunda kullarından -her ne kadar namaz belli bir vakte bağlı olsa da- onu vaktinde kıl­mayan kimseler ister unutarak kılmamış olsunlar, ister uyuyarak kılmamış olsunlar, isterse/kasten bile bile terk etsinler hatırladık­ları zaman ölünceye kadar kaza etmelerini istediğini öğretmek için bir vesile olmuştur." Görmüyor musun, Malik b. Enes bu ko­nuda İbn Şihab'dan; o da Said b. el-Museyyeb'ten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kim namazı unutursa hatırladığı zaman onu kılsın." [197]

Nisyan (unut­mak) arap dilinde kasten terk için de kullanılır, hatırlamanın zıddı olarak da kullanılır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu." [198]

Yani onlar Allah'a itaati ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in getirdiği şeylere imanı terk ettiler, Allah da onları rahme­tinden terk etti. Bu, hakkında ihtilaf olmayan ve Kur'an'ın tevili konusunda asgari düzeyde bilgisi olan bir kimsenin dahi bilece­ği şeylerden birisidir.

Şöyle bir soru sorulabilir: Başka bir hadiste de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Uyuduğu veya unuttuğu için namazı kıl­mayan kimse onu hatırladığı zaman kılsın" [199] buyurmaktadır. Acaba niçin sadece uyuyan ve unutan kimseyi zikretmiştir? Bu soruya şöyle cevap verilir: Unutmak ve uyumakla günahkâr sa­yılmayacakları için onlardan namaz borcunun da düşeceği ku­runtusunu ve zannını ortadan kaldırmak maksadıyla sadece uyu­yan ve unutanı zikretti. Böylece Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem uyuyandan ve unutandan günahın düşmesi prensibinin farz na­mazdan onlar için zorunlu şeyi düşürmeyeceğini, hatırladıkların­da her ikisine de vacip olduğunu vakti çıktıktan sonra hatırladık­ları zaman her ikisinin de onu kaza edeceklerini beyan etmiştir. Kasten terk edeni o ikisiyle birlikte zikretmeye ihtiyaç duymamış­tır. Çünkü unutan ve uyuyan hakkında var olduğu zannedilen il­let/sebep ve gerekçe onun hakkında söz konusu değildir ve hatırladığı zaman namazından üzerine vacip olan farzı (yani na­mazın kazasını) terk etmede onun hiçbir mazereti yoktur.

Allah Teâlâ, Peygamber'inin dilinden vakte bağlı namazın hükmü ile vakte bağlı ramazan orucunun hükmü arasında eşitli­ği sağlamıştır, her ikisinin hükmünü de aynı seviyede tutmuştur. Artık bunlardan her biri vakti çıktıktan sonra kaza edilecektir. Yukarıda da anlattığımız gibi uyuyarak ve unutarak namazı ge­çiren hakkındaki hükmünü bildirmiştir. Hastanın ve yolcunun orucu hakkındaki hükmünü de bildirmiştir. Farz olduğunu bildiği halde sadece şımarıklığı ve önemsememesi sebebiyle tutmayıp terk eden sonra tevbe eden kimsenin bu orucu kaza etmesi ge­rektiğinde ümmet icma etmiş olup bunu herkes nakletmiştir. Na­mazı kasten terk eden de böyledir. Kasıtlı ve unutkan, her ne kadar günahta farklı olsalar da namazın ve orucun kazasında aynıdırlar. Tıpkı kasten ve unutarak mala zarar veren kimse gibi! Her ikisi de aynıdır/o malı tazmin etmeleri gerekir, sadece günah konusunda farklıdırlar. Bu tür ibadetlerde (yani vakte bağlı ibadetlerde) hüküm böyle olmakla birlikte haçta şeytan taşlamanın hükmü böyle değildir. Kasten ve unutarak vaktinde taş atmayan kimse bunu başka bir vakitte kaza edemez. Çünkü bunun yerine kurban kesmesi vaciptir. Udhiye kurbanı da böyle değildir. Çünkü udhiye kurbanları (yani kurban bayramı günle­rinde kesilen kurbanlar) farz değildir. Namaz ve orucun her iki­si de farzdır ve sabit bir borçtur. Kendileri için belirlenmiş olan vakit çıkmış olsa bile her zaman eda edilir. Rasûlullah soilallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Allah'a olan borç, ödenmesi gereken bir haktır." [200] Uyuyan ve namazı unutan -her ikisi de mazur olduğu halde- vakti çıktıktan sonra onu kaza ettiklerine göre, namazı bile bile terk eden kimse bu fiilinden dolayı günahkâr olur. Onu yerine getirmeye mahkum edilse bile şayet reddederse namaz farzı ondan düşmez. Çünkü namazı bile bile terk günahından tevbe etmek demek, geçmişte vaktinde kılmadı­ğı için duyacağı pişmanlıkla birlikte onu eda etmek ve kılmak demektir. Zahirîlerden birisi kendi başına hareket etti ve müslümanların alimlerinin cumhuruna ve müminlerin yoluna muhale­fet cüretini gösterdi ve dedi ki: Namazı vaktinde kılmayı bile bile terk eden kimsenin onu başka bir vakitte kılması gerekmez. Çünkü o uyuyan ve unutan bir kişi değildir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sadece:

"Uyuyarak veya unutarak namazını terk eden kimse hatırladığı zaman onu kılsın." [201] Buyurmuştur. (Bu zahirî) dedi ki: Kasıtlı, unutan ve uyuyan değildir. Kasıtlıyı o iki­sine kıyas etmek bize göre caiz değildir. Nitekim (ihramlı iken unutarak) avı öldüren kimse de bize göre ceza ödemez. Böylece o, iki meselede alimlerin cumhuruna muhalefet etti. Muhtemeldir ki bu konuda müslüman âlimler cemaatinden ayrı kalan bazı ta­biîlerden gelen şâz bir rivayetin arkasına sığındı. Halbuki bu âlimlerin sözleri delil kabul edilir ve onlara uyulması emredil­miştir. Bu zahirî, akıl ve mantık yoluna da muhalefet etti ve ülke­lerin âlimler topluluğundan ayrıldı. Bu konudaki görüşüne dair akla yatkın hiçbir delil getirmedi.

Her ne kadar ayrılanın geri dönmesinin ve onların yolu­nun dışına çıkılmamasının emredildiği ümmetin icmaı bu konu­ca başka bir delili gerektirmese de namazın kılınacağının ve vakti çıktıktan sonra aynen oruç gibi kaza edileceğinin delille­rinden birisi de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sözüdür:

"Her kim güneş batmadan önce ikindi namazından bir rekâta yetişirse, ikindiye yetişmiş demektir. Ve her kim güneş doğma­dan önce sabah namazından bir rekâte yetişirse sabah namazı­na yetişmiş demektir." [202] Kasıtlıyı unutkandan istisna etmedi. Her­kes Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in güneş batmadan önce ikindi namazından bir rekâtı kılmaya yetişen kimsenin güneş battıktan sonra ikindi namazının tamamını kılacağını söylediğini haber verdi. Bu, herkesin anladığı manaya göre vakti çıktıktan sonra kılmak demektir. Kasten veya unutarak ya da ihmal ede­rek ikindi namazının tamamını vaktinden sonraya tehir edenle bir kısmını tehir eden arasında ne akıl, ne de mantık yönünden hiçbir fark yoktur.

Bir başka delil şudur: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı Hendek savaşında müşriklerin meşgul etmesi sebebiyle güneş batıncaya kadar öğleyi ve ikindiyi kılmadılar. O gün ne uyumuşlardı, ne de unutmuşlardı. Müslümanlarla kâfirler arasın­da o gün göğüs göğüse devam eden bir savaş da yoktu. Öğle ve ikindiyi geceleyin kıldı.

Bir başka delil de şudur: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Hendek'ten ayrıldığı gün Medine'de ashabına şöyle dedi:

"Sizden hiç kimse Benû Kureyza'ya varmadan ikindiyi kılmasın." [203]

Bunun üzerine gecikmeden hemen oradan çıktılar. Bazıları ikindi namazının bilinen vaktinin çıkmasından korktukları için Benû Kureyza'ya varmadan kıldılar, bazıları da ancak güneş battık­tan sonra Benû Kureyza'da kılabildiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem iki gruptan da hiç kimseye sert bir şey söylemedi. Hiç birisi unutmuş da değildi, uyumuş da değildi. Bazıları vakti çı­kıncaya kadar namazı tehir etmişler sonra kılmışlardı. Rasûlul­lah sallallahu aleyhi ve sellem de bunu biliyordu ve onlara namaz vaktinin dışında kılınmaz ve vakti çıktıktan sonra da kaza edil­mez demedi.

Bir başka delil şudur: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:

"Benden sonra bir takım emirler (idareciler) gelecek ki bunlar namazları vaktinden geciktirecekler." Dediler ki: On­larla beraber namaz kılalım mı? Rasûlullah:

"Evet" diye cevap verdi. (Ebû Ömer dedi ki:) Bize Abdû'l-Varis İbn Sufyan haber verdi. Ona Kasım İbn Esbağ; ona, İshak İbn el-Hasen el-Harbî; ona, Ebû Huzeyfe Musa İbn Mes'ud; ona, Sufyan es-Sevrî; ona Mansur; ona, Hilal İbn Yesaf; ona, Ebû Müsenna el-Hımsî haber verdi ve şöyle dedi:

Bana bu haber Ubade İbn es-Samit'in hanı­mından geldi, o da Ubade İbn es-Samit'in hanımından geldi, o da Ubade İbn es-Samit'ten şöyle dediğini nakletti: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yanında bulunuyorduk, o şöyle dedi:

"Benden sonra başınıza bir takım idareciler gelecek. Onları öyle şeyler meşgul edecek ki namazları bile vaktinde kılmayacaklar." Dediler ki:

"Ya Rasûlallah, onlarla birlikte/onların imamlığında namaz kılalım mı?" Rasûlullah:

"Evet" buyurdu. [204] Ebû Ömer dedi ki:

"Ebû Mûsenna el-Hımsî el-Emlûkî güvenilir bir ravidir. Bu hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vakti çıktıktan sonra namazı mubah görmektedir ve namaz sadece vaktinde kılınır dememiştir. Emirlerin vakti çıkıncaya kadar namazı gecik­tirmeleri konusunda gerçekten pek çok hadis vardır. Emevî hali­feleri ve onların ekserisi cuma namazını güneş batarken kılar­dı." [205] Halbuki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştu:

"Kusur ve ihmal, namazı başka bir vakit girinceye kadar kılma­maktır." Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ashabına öğlen na­mazının vaktinin hazarda (yolculuk dışında) ikindi vaktinin girince kadar ki süre olduğunu öğretmişti. Bu hadis Rasûlullah sal­lallahu aleyhi ve sellem'den muhtelif sahih yollarla rivayet edilmiştir. Ben bunların bir kısmını kitabın başında, yani "el-İstizkar fi'l-Mevâkît'te zikrettim. Bize Abdullah İbn Muhammed İbn Raşid; ona, Hamza İbn Muhammed İbn Ali; ona, Ahmed İbn Şuayb en-Nesevî; ona, Suveyd İbn Nadr; ona Abdullah İbn el-Mubarek; ona, Süleyman İbn Muğire; ona Sabit; ona Abdullah İbn Rebâh; ona, Ebû Katade haber verdi; Ebû Katade Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle dediğini nakletti:

"Uyku sebebiyle namazı vaktinde kılmamak kusur ve ihmal değildir. Asıl kusur ve ihmal namazı başka bir vakit girinceye kadar kılmayan kimse­nin yaptığıdır." [206]

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle yapan kimseyi ku­surlu ve ihmalkâr diye isimlendirdi. İhmalkâr, mazur değildir ve mazeret yönünden hiç kimse nazarında uyuyan ve unutan gibi değildir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun ihmaline rağmen namazını kılmasına cevaz vermiştir. Yine Ebû Katade'nin rivayet ettiği hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Yarın olduğu zaman namazı vaktinde kılarsınız." [207] Bu hadis, namazı ihmal edenin hatırladığında ve hatırladıktan sonra kıl­masını çok açık bir şekilde ifade ediyor. Bu Ebû Katade hadisi­nin isnadı sahihtir. Ancak bu mana İmran b. el-Husayn hadisiyle çelişmektedir. İmran b. el-Husayn'ın rivayet ettiğine göre Pey­gamber bir yolculuğu esnasında sabah namazını uyku sebebiy­le vaktinde alamamıştı. Ona dediler ki:

"Yarın da onu vaktinde kılmayalım mı?" O şöyle buyurdu:

"Hayır, Allah Teâlâ size ribayı yasaklayıp da sonra kabul edecek değildir." [208] Ebû Hureyre'den de benzeri bir hadis rivayet edilmiştir. Biz bunların hepsinin isnadlarını mukaddimede zikrettik. Abdurrahman b. Alkame es-Sekafî, ki o sahabiler içinde zikredilmiştir, şöyle dedi: Sakîf heyeti Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına geldi ve ona sorular sormaya başladılar. Bu yüzden o gün öğleyi ancak ikindiyle bir­likte kılabildi. [209] Bu rivayetten en azından onun bir meşguliyet se­bebiyle namazını her zaman kıldığı vakitten geciktirerek kıldığı anlaşılır. Abdurrahman İbn Alkame güvenilir tabiîlerdendir ve onların büyüklerindendir.

Alimler namazı vakti çıkıncaya kadar kasten terk eden kimsenin Allah'a asi olduğunda icma etmişlerdir. Bazıları bunun büyük günahlardan birisi olduğunu söylemişler ve pişmanlık du­yarak ve bir daha ona dönmeyeceğine inanarak günahından tevbe etmesi gerektiğinde icma etmişlerdir. Allah Teâlâ şöyle bu­yurmaktadır:

"Ey müminler! Hep birlikte Allah'a tevbe edin ki kur­tuluşa eresiniz." [210]

Kimin üzerinde Allah'a ait veya kullarına ait bir hak var ise onu ödemesi gerekir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Al­lah'ın hakkını insanların hakkına benzetmiş ve

"Allah borcu ödemeye daha layıktır" [211] buyurmuştur. Bu zahirînin mezhebinin aslına/temel kuralına cahilce itiraz etmesine ve ondan ayrılmak istemesine şaşılır. Onun mezhepdaşlarının da kabul ettiği temel kurala göre icma ile sabit olan bir farz ancak onun gibi bir ic­ma ile veya kabulünde ihtilaf edilmeyen sahih bir sünnet ile düşer. Farz namazlar icma ile sabittirler. Sonra bütün alimlerin görüşlerinin dışına çıkan farklı görüşler ortaya çıktı bu zahirî de bu konuda rivayet edilen herhangi bir sünnet olmaksızın bunun peşine düştü, bununla üzerinde icma edilen bir farzı düşürdü, kendi aslıyla çelişti ve kendini unuttu.

(Ebû Ömer) daha sonra Davud'un ve arkadaşlarının, bir kimsenin namazı kasten geçirdiği zaman kaza etmesinin vacip olduğu görüşünde olduklarını söyledi. Sonra şöyle dedi: Dâvûd'un görüşü budur. O, Zahirîlerin önde gelen bir şahsiyetidir. Ben bu zahirîyi önceki ve sonraki alimlerinin görüşünün dışına çıktığını, bütün fıkhî mezheplere muhalefet ettiğini ve onlardan ayrıldığını görüyorum. Şaz bir görüşe tutunan kimse ilimde ön­der olamaz. Kitabında bilmiyormuş gibi yaparak sahabi ve ta­biînden daha önce kendi görüşünde olanların bulunduğu zannına kapıldı. İbn Mes'ud'dan, Mesrûk'tan ve Ömer İbn Abdilaziz'den Allah'ın

"Onlar namazı zayi ettiler" [212] ayetinin "onlar namazı vaktinde kılmadılar" anlamına geldiğini rivayet etti. Onlar namazı terk etmiş olsalardı bu terkleri sebebiyle kâfir olurlardı. Halbuki bu zahirînin kendisi, namazı kasten terk edenin onu kılmadığı zaman tekfir edileceğini ve bunu ikrar etti­ğinde öldürüleceğini söylemiyor. Böylece onlara muhalefet etmiş oluyor. O halde muhalefet ettiği kimseleri nasıl delil gösteriyor? Bi­lindiği üzere namazı kaza eden kimse daha önceki terkinden tevbe etmiş olur. Allah Teâlâ tevbe edenler hakkında şöyle buyur­maktadır:

"Muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra (böylece) doğru yolda giden kimseyi bağışlarım." [213]

Nasıl ki insanlara ait bir borcun tevbesi o borç ödenme­dikçe kabul edilmezse, namazı terk edenin tevbesi de ancak onu eda etmekle kabul edilir. İhmal ettiği bir namazı kaza eden Kimse, tevbe etmiş ve salih bir amel işlemiş olur. Allah Teâlâ salih amel işleyenin ecrini zayi etmez.

(Bu zahirî), Süleyman'dan şöyle dediğini rivayet etti:

"Namaz bir ölçüdür. Kim onu tam yaparsa karşılığını tam alır. Kim onu eksik yaparsa ölçüyü eksik tutturanlar hakkında söylediği şeyi biliyorsunuz." [214] Bu söz bu konuda delil olamaz. Çünkü bu­nun görünürdeki manası eksik yapan kimsenin namazı vaktinde kılsa bile rükûsunu, secdelerini ve diğer unsurlarını tam yapma­yan bir kimse olabileceğidir.

İbn Ömer'in de şöyle dediğini nakletti:

"Namazı vaktinde kılmayanın namazı olmaz." [215] Biz yine deriz ki bunun manası, onun namazının parçaları tam olmaz demektir. Nitekim başka rivayetlerde şöyle ifadeler geçmektedir:

"Mescide komşu olan kimsenin ancak mescidde kıldığı namaz olur." [216]

"Emaneti olma­yanın imanı olmaz."[217] Namazı kaza eden kimse onu kılmış sayı­lır ve onu terk ederek amelini unutan kimse bununla tevbe etmiş olur. Zahirî'nin bu konuda söylediği şeylerin hiçbirisi doğru de­ğildir, kendisine hiçbir şekilde delil olamaz. Çünkü teviline aykı­rı görünmektedir.

 

Vaktinden Sonra Kılınan Namaz Sahih Değildir Diyenlerin Sözleri

 

Vaktinden sonra kılınan namazın sıhhatine ve kabulüne karşı çıkanlar şöyle dediler:

Siz korkuttunuz ve tehdit ettiniz. Bizim görüşümüzü anlatırken ne geçmiş mezhepleri naklimizde, ne de delillerimizde gerektiği şekilde bize karşı adaletli olmadınız. Çün­kü ne biz, ne de müslümanlardan hiç kimse namazın vakti çıkma­sıyla onun zimmetten düştüğünü ve bize layık gördüğünüz şeyler ve ettiğiniz iftiralar gerçekleşinceye kadar zimmet üzerindeki vücûbunun devam etmeyeceğini asla söylemedik. Bilakis namazı geciktiren ve vaktinde kılmayan kimse aleyhinde bizim söylediğimiz ve kendilerinden rivayette bulunduğumuz sahabilerin ve tabiîlerin sözleri sizin sözlerinizden daha şiddetlidir/daha ağırdır. Çünkü onun cezalandırılması gerekir. O, günahı yüklenmiştir, sonradan yapacağı fevbeden ve yeniden başlayacağı amelinden başka ça­resi yoktur. Sizin reddedemeyeceğiniz deliller zikredilmiştir. Bu delillerin reddine bir yol bulursanız nerden ve kimden olursa olsun ilme saygımız vardır.

Maksat sadece Allah ve Rasûlüne itaat ve onun getirdiğini öğrenmektir. Biz sizin sözlerİnizdeki şeylerin kabul edilecek ola­nını da, reddedilecek olanını da açıklarız. İbn Abbas'ın güneş doğduktan sonra kıldığı bu namazla sevinmesinin sebebini izah ederken söylediğiniz şeyler sadece sizin zannınızdır. Siz şöyle demiştiniz: Çünkü bu olay, onu ümmetin diğer fertlerine tebliğ edecek sahabilere, her ne kadar namaz belli bir vakte bağlı ol­sa da, ister unutarak, ister uyuyarak, isterse kasten namazı terk edenin onu kesinlikle kaza etmesini Allah'ın kullarından istediği­ni öğretmek için bir vesile olmuştur. Siz İbn Abbas'ın bu maksat­la sevindiğini zannettiniz. İbn Abbas'ın sözünün hiçbir şekilde buna delâlet etmediği ve bunu hissetmediği malumdur. Belki İbn Abbas'ın bu büyük sevinci sadece onu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve onun ashabı ile birlikte kılmış olmasından, onların yaptığı şeyin aynısını yapmış olmasından ve sahabenin elde ettiği gibi kendisinde iki hisse sevap elde etmesinden dolayı duydu­ğu bir sevinçtir. Bunun güneş doğduktan sonra kuşluk vakti kılın­mış olmasına rağmen eksik ve sevabı olmayan bir namaz oldu­ğunu zannetmesin diye dinleyiciyi uyarmak için özellikle bu na­mazı örnek verdi ve bu beni dünya ve içidekilerden fazla sevin­dirdi dedi. Sizin İbn Abbas'ın sözünden anladığınız şey bu an­layıştan daha evlâ/daha tercihe layık bir anlayış değildir. Belki de o bunun, namazı uyku sebebiyle geçiren ve onu geciktirerek ihmal etmeyen kimsenin örnek alması için ümmete Allah'ın bir rahmeti olduğunu söylemek istemiştir. İbn Abbas'ın bu sözü, na­mazı kılmayan ve gece namazını kasten gündüze, gündüzü ge­ceye tehir eden kimsenin namazının sahih ve makbul olacağına ve zimmetinde borç olmaktan çıkacağına delâlet ettiği için bu namazla sevindiğine nereden delâlet edecek? İbn Abbas'ın sö­zünden bu anlaşılırsa gerçekten şaşılacak bir şey olur. Söyleyin bize, onun sözünden bu anlamı nasıl ve hangi yolla çıkardınız?

 

Unutulan Namazın Hükmü

 

Sizin nisyan (unutmak), Arap dilinde;

"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu." [218] Ayetinde olduğu gibi terk etmek anlamına da geldiğini söyleme­nize gelince evet, Kur'an'da unutmak iki anlamda kullanılır: Terk unutması, dalgınlık unutması. Fakat hadisin kasten terk unutması anlamına geldiğini iddia etmek dört sebepten dolayı geçersizdir:

Birincisi hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in "Hatır­ladığı zaman onu kılsın" demesidir. Bu, hadisteki unutmanın kasıt­lı unutmaya yani terke değil, dalgınlık unutmasına delâlet ettiğini açıkça ifade eder. Böyle olmasaydı "hatırladığı zaman" demesi faydasız bir söz olurdu. Unutmak hatırlamanın karşıtı olarak kullanıldığı zaman sadece dalgınlık unutması anlamına gelir. Nite­kim âyette:

"Unuttuğun zaman Rabbini hatırla." [219] Buyurulur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de:

"Unuttuğum zaman bana hatırlatın." [220] Buyurmuştur.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in: "Onun keffa­reti hatırlandığı zaman kılınmasıdır" demesidir. Malumdur ki namazı kasten terk edenin onu vaktinden sonra kılması, namaz vaktini geçirme günahının keffareti olamaz. Bu, ümmet arasında hakkında ihtilaf olmayan şeylerden birisidir. Bunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e nisbet etmek caiz değildir. O zaman hadi­sin manası şöyle olur: Her kim namazı vakti çıkıncaya kadar kasten terk ederse onun günahının keffareti vakti çıktıktan sonra onu kılmaktır. Bu sözün çirkinliği, bu namazın ona hiçbir fayda­sı olmaz ve ondan kabul edilmez sözünü bizim aleyhimize kötü­leme malzemesi olarak kullanmanızın çirkinliğinden daha bü­yüktür. Bu nerede, sizin sözünüz nerede?

Üçüncüsü: Hadiste unutanı uyuyanla karşılaştırmasıdır. Bu karşılaştırma, unutanın dalgın olmasını gerektirir. Nitekim ehl-i şeriatın tamamı uyuyan ve unutanın muaheze edilmeyeceğini/cezalandırılmayacağını söylerler.

Dördüncüsü: Şarî'in (yasa koyucunun) kelâmında hüküm­ler unutanla ilişkilendirildiği zaman bununla dalgın unutkandan başkası kastedilmez. Bu, onun bütün sözlerinde değişmeyen ge­nel bir kuraldır. Mesela Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

"Kim unutarak yer veya içerse orucunu tamamlasın. Çünkü onu Allah yedirmiştir." [221]

Sizin kendinize delil olarak söylediğiniz şeylerden birisi de şudur: Allah Teâlâ, Peygamber'inin dilinden vakte bağlı na­mazın hükmü ile vakte bağlı ramazan orucunun hükmü arasın­da eşitliği sağlamıştır, her ikisinin hükmünü eşit kılmıştır. Artık bunlardan her biri vakti çıktıktan sonra kaza edilecektir. Yukarı­da da anlattığımız gibi uyuyarak ve unutarak namazı geçiren hakkındaki hükmünü bildirmiştir. Hastanın ve yolcunun orucu hakkındaki hükmünü de bildirmiştir. Farz olduğunu bildiği halde sadece şımarıklığı ve önemsememesi sebebiyle tutmayıp terk eden ve sonra tevbe eden kimsenin bundan sonra orucunu kaza etmesi gerektiğinde ümmet icma etmiş ve bunu herkes nakletmiştir... v.s.

Sizin bu sözünüze çeşitli yönlerden cevap verilir: Birincisi sizin, Allah Teâlâ ikisine de -yani kasıtlıya da, unutkana da- aynı hükmü vermiştir demeniz hiçbir kayıt koymadan (mutlak manasıyla) alınırsa bâtıl/geçersiz bir sözdür. Çünkü Allah Teâlâ kasıtlı ile unutkanı asla bir tutmamıştır. Bu kasıtlı kişi hakkında biz, asi, günahkâr ve aşırı ihmalkâr deriz. Namaz ve oruçta Al­lah bunlara aynı hükmü nerede verdi? Siz diyorsunuz ki, yukarı­da da anlattığımız gibi uyuyarak ve unutarak namazı geçiren hakkındaki hükmünü bildirmiştir. Sözü edilen unutmaya hiçbir şekilde kasıtlı unutma anlamının verilmesinin doğru olmadığı ve hadiste ifade edilen unutmanın uykunun bir benzeri olan dal­gınlık unutması olduğu da yukarıda geçti. Halbuki kasıtlı için dalgınlık söz konusu değildir. Hasta ve yolcunun orucu hakkın­daki hükme gelince bu ikisi her ne kadar bilerek/kasten oruç tutmasalar da kasten namazı terk edenin hükmünü almaları mümkün değildir. Allah ve Rasûlü namazı kasten vakti çıkıncaya kadar terk edenle bir hastalık veya yolculuk sebebiyle terk edeni bir tutmamışlardır ki biri diğerinin hükmünü almış olsun.

Hastalık ve yolculuk sebebiyle orucu tehir eden kimse uy­ku ve unutkanlık sebebiyle namazı tehir eden kimse gibidir. Bu ikisi, Allah ve Rasûlünün aynı hükmü verdiği kimselerdir. Allah Teâlâ hastalık ve yolculuk sebebiyle oruç tutmayanların maze­retli olduklarına hükmetti. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem de uyku ve unutma sebebiyle namaz kılmayan kimselerin mazeretli olduklarına hükmetti. Böylece her ikisi de oruç ve namazda aynı hükme tâbi oldular. Fakat günahkâr ve ihmalkâr kasıtlının hük­mü ile mazeretli kabul edilen hasta, yolcu, uykucu ve unutkanın hükmü nerede aynı oldu? Bunların aynı olmadıklarını açıklayan şeylerden birisi de şudur: Orucun kendisine yasak olduğu du­rumlarda hastanın oruç tutmaması bazan vacip olabilir. Yolcu­lukta oruç tutmamak seleften ve haleften bir guruba göre vacİp" veya diğerlerine göre oruçsuz olmak oruçlu olmaktan daha faziletlidir veya aynıdır veya başka bir guruba göre oruç kendi­sine meşakkat vermeyen kimselere yolculukta oruç tutmak daha faziletlidir. Her halükârda kasten ve düşmanlıkla namaz ve oru­cu terk edeni buna dahil etmek en kötü muamelelerden ve en batıl kıyaslardan biridir. Bu, her ilim sahibinin bildiği bir ger­çektir.

Siz, şımarıklığı veya önemsememesi sebebiyle kasten ra­mazan ayında oruç tutmayıp sonra tevbe eden kimsenin bunu kaza etmesinin gerekliliğinde ümmetin icma ettiğini ve bunu herkesin naklettiğini söylediniz. Bu sözünüze karşılık size şöyle denilir: Bize Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabından ve onların daha aşağısından bunu açıkça söyleyen on kişi bulun. Bunu asla bulamayacaksınız. İmam Ahmed ve Şafiî gibi imam­lar ve daha başkaları İhtilaf yoktur bilgisini veren değil, ihtilafın olup olmadığı konusunda hiçbir bilgi vermeyen bu tür İcma id­dialarını reddetmişlerdir. Çünkü Rasûlullah'ın getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin dışında böyle bir icmanın meydana gel­miş olması imkansızdır. Hakkında şer'î deliller getirilen şeye gelince hiç kimsenin kimin söylediğini bilmeksizin onun hükmünü reddetmesi caiz değildir. Çünkü delil medlulüne uyulmayı (dela­let ettiği şeye tabi olmayı) gerektirir. Ne söylediğini bilmeden ona herhangi bir şekilde karşı çıkmak doğru değildir. Kendileri­ne uyulan bütün imamların izlediği yol budur. İmam Ahmed oğ­lu Abdullah'ın bir rivayetinde şöyle dedi:

Kim icma iddiasında bulunursa o yalancıdır. Belki insanlar ihtilaf etmişlerdir. Bu, Bişr el-Merîsi'nin ve el-Esam'ın bir iddiasıdır. Fakat kendisine farklı bir görüş ulaşmadığı zaman:

"Ben bu konuda insanların ihtilaf ettiğini bilmiyorum" der. el-Mervezî'nin rivayetinde şöyle dedi:

Bir adamın "İcma ettiler" demesi caiz değildir.

"İcma ettiler" de­diklerini duyduğun zaman onları itham et.

"Farklı görüşte olanı bilmiyorum" derse bu daha doğru olur. Ebû Talib'in rivayetinde dedi ki:

"İcma iddiasında bulunmak bir yalandır. İnsanların ic­ma ettiklerini ona bildiren bir şey mi var?" Fakat

"Ben bu konu­da bir ihtilaf bilmiyorum" der. Bu, İnsanlar icma etti demesinden daha güzeldir. Ebû'l-Hâris'in rivayetinde şöyle dedi:

"Hiç kimse­nin icma iddiasında bulunması gerekmez. Belki de insanlar ihti­laf etmişlerdir."

İmam Şafiî, Muhammed İbn el-Hasen ile tartışması esna­sında şöyle dedi: Onların bütün ülkelerde icma ettiklerini bilme­den bir kimsenin "icma ettiler" demesi caiz değildir. Yurdu onla­ra uzak olanın veya yakın olanın sözleri üzerine böyle bir iddia kabul edilemez. Ancak bir topluluğun bir topluluktan vereceği haberle kabul edilir. Bana dedi ki: Bunu çok daraltıyorsun. Ona dedim ki: O, bu darlığıyla birlikte mevcut değildir. (İmam Şafiî) başka bir yerde icma iddiasının zayıflığını beyan etti ve kendi­siyle tartışan kişiden yerine getiremeyeceği isteklerde bulundu. Tartışmacı ona dedi ki:

"O halde icma diye bir şey var mıdır?" Dedim ki: (Yani Şafiî dedi):

"Allah'a hamd olsun, herkesin bildiği farzlarda pek çok icma vardır. Bu öyle bir icmadır ki sen "in­sanlar icma etti" dediğin zaman sana "bu icma değildir" diye­cek kimseyi bulamazsın. Bu metod, bu konuda icma iddiasında bulunacak kişinin tasdik edilip edilmeyeceğini ortaya çıkaracak bir metoddur." (İmam Şafiî) yaptığı tartışmayı uzun uzun anlattık­tan sonra şöyle dedi:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den senin zamanındaki insanlara kadar kimsenin ihtilaf etmediği konuların dışında hiç kimseden icma iddiasının rivayet edilmemiş olması icmanın eksikliğini sana yeterince anlatmıyor mu?" Tartış­macı ona dedi ki:

"Bazılarınız bu iddiada bulundular." Ben dedim ki:

"İddia ettiği şeyi övdün mü?" Dedi ki:

"Hayır." Dedim ki:

"Sen kendi metodunca -ki bu metod icma iddiasını terk etmektir- İcma ile istidlali ayıpladığın pek çok şeyde nasıl oldu da kendi id­dialarının kapsamına girer hale geldin? Bu icmadır dediğin za­man sana iyi bakılmaz ve etrafında sana, bunun icma olmasın­dan Allah'a sığınırız diyenleri bulursun." Şafiî Risale'sinde dedi ki:

"Hakkında ihtilaf olup olmadığı bilinmeyen şey, icma değildir. Gördüğün gibi icma konusunda ilim ehli müçtehit imamla­rın sözleri bunlardır." Şimdi maksadımıza döneriz ve deriz ki:

Namazı vakti çıkıncaya kadar hiçbir mazereti olmaksızın kasten terk eden kimseye vaktinden sonra bu namazın faydası vardır, kabul edilir ve zimmetinden düşer diyen sahabi kimdir? Allah bilir, ben onlardan bunu söyleyen bir tek sahabi bulamadım. Sahabiler ve tabiîlerden yaptığımız nakiller yukarıda geçti, el-Hasen bizim söylediğimiz şeyleri açıkladı: Muhammed İbn Nadr el-Mervezî namaz konusundaki kitabında şöyle dedi:

Bize İshak; ona en-Nadr anlattı. en-Nadr, el-Eş'as'tan, o da el-Hasen'den nakletti. el-Hasen şöyle dedi:

"Bir kimse kasten bir na­mazı terk ettiği zaman onu kaza etmez." [222] Muhammed dedi ki:

"el-Hasen'in sözü iki anlama gelir.

Birincisi: Namazı kasten terk etmekle o tekfir edilirdi, bu sebeple onun kaza etmesi gerekli görülmezdi. Çünkü kâfir, terkettiği bir farzı küfrü esnasında ka­za etmekle mümin olmaz.

İkincisi: O, namazı terk etmekle kâfir olmaz ve o Allah Teâlâ'nın namazı ancak bilinen vakitte kılmasını emrettiği görüşündedir. Dolayısıyla vakti çıkıncaya kadar onu terk ettiği zaman yapılması emredilen vakitte farzı terk ettiği için masiyet işlemiş olur. Bundan sonra onu kıldığında emredilmediği bir vakitte kılmış olur ki emredilen vakit yerine emredil­meyen bir vakitte kılmasının ona faydası olmaz. Alimler aksine icma etmiş olmasaydı bu yadırganacak bir görüş olmazdı." (Mu­hammed İbn Nadr el-Mervezî) dedi ki:

"Bu görüşte olan bir kimse, namazı vakti çıkıncaya kadar unutan ve aynı şekilde uyuyan kimse hakkında şöyle diyecektir:

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den:

"Namazı uyuyarak veya unutarak geçiren kimse uyandığında onu kılsın" dediğini ve onun sabah namazını uyuduğu için geçirdiği ve bu yüzden vakti çıktıktan sonra onu kaza ettiğini haber almış olmasaydı akıl ve mantık açısından ona bu namazı kaza etmesi de gerekli olmayacaktı. Ancak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den bununla ilgili haber gelince onun bu namazı kaza etmesi vacib oldu ve akıl yürütmeye ihtiyaç kalma­dı." Muhammed (İbn Nadr el-Mervezî) bir ihtilafın varlığını açık olarak nakletti ve ümmetin bu ihtilafa rağmen icma ettiğini zan­netti. Bu, iki anlama gelir:

Birincisi: O, icmanın ihtilaftan sonra gerçekleştiği görüşündedir.

İkincisi: Bir kişinin farklı görüşte ol­masının İcmaya zarar vermeyeceği kanaatindedir. Her iki mese­lede de bilinen tartışma vardır.

"Peygamberden gelen bir haber olmasaydı kıyas, uyuyan ve unutanın kaza etmemesini gerekti­rirdi demesine gelince sizin zannettiğiniz gibi değildir. Çünkü uyuyanın ve unutanın namaz vakti uyandığı ve hatırladığı vakittir; onun için bundan başka bir vakit yoktur. Nitekim yukarıda geçti. En iyi bilen Allah'tır."

Sizin, şımarıklığı ve önemsememesi sebebiyle ramazan ayında oruç tutmayan kimsenin bunu kaza etmesinin geretiğinde ümmetin icma ettiğini ve bunu herkesin naklettiğini söyle­menize gelince, Rasûlullah salbllahu aleyhi ve sellem'ın ashabından böyle bir haber geldiyse hani nerede bu haber? Halbuki ondan ehli sünnetin ve Müsned'inde İmam Ahmed'in Ebû Hureyre vası­tasıyla rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır:

"Hiçbir maze­reti olmadığı halde ramazanda bir gün oruç tutmayan kimse bütün yıl oruç tutmuş olsa bile onu kaza etmiş sayılmaz." [223] Bu, bilinen bir rivayettir. Ondan ve ashabından: Ramazanda veya onun bir kısmında oruç tutmayan kimse onun yerine başka gün­lerde aynısını tutması yeterlidir, rivayeti hani nerede?

Sizin, namaz ve oruç sabit bir borçtur, belirlenmiş vakitle­ri çıksa bile her zaman edâ edilirler. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem

"Allah borcu ödenmeye daha layıktır" [224] buyurmuş­tur, demenize gelince biz, sizin bu sözünüze karşılık şöyle deriz: Bu delil iki mukaddimeye dayanır.

Birincisi: Namaz ve oruç on­ları kasten terk eden kimsenin zimmetinde sabit bir borçtur.

İkin­ci mukaddime: Bu borç, ödenmeye elverişlidir, o halde ödenme­si gerekir. Birinci mukaddimede hiçbir ihtilaf yoktur. Biz ilim adamlarından hiç kimsenin tehirle namazın onun zimmetinden düştüğünü söylediğini bilmiyoruz. Belki de siz bizim aleyhimiz­de bunu bizim söylediğimiz zannında bulundunuz ve bizim aleyhimizde bir iftira ve fitne malzemesi olarak kullandınız. Böyle bir şeyi ne biz söyledik, ne de müslümanlardan birisi söyledi. İkinci mukaddimeye gelince bu tartışmalı bir konudur. Siz buna bir delil getiremediniz. Sizin iddianız, aynıyla tartışma ko­nusu olan bir meseledir. Siz bunu delilin bir mukaddimesi ola­rak kabul ettiniz ve onunla hüküm ispatında bulundunuz. Halbu­ki sizin karşıtlarınız diyorlar ki: Mükellefin bu geçen namazı te­lafi etmesi için hiçbir yol kalmamıştır. Allah Teâlâ ancak vaktin­de ve meşru kıldığı vasfıyla/özelliğiyle bu hakkın edasını kabul eder. Muarızlarınız bunun için yukarıda dinlediğiniz delilleri de getirdiler. O halde bu hakkın şer'an belirlenen vaktinin dışında da edaya elverişli olduğunun ve onun vakti çıktıktan sonra da bir İbadet olduğunun delili nedir? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sell­em'in:

"Allah'a borcunuzu ödeyiniz, çünkü Allah borcu ödenme­ye daha layıktır" ve "Allah borcu ödenmeye daha layıktır." [225] Sözlerine gelince bunu o sadece mazeretli hakkında ve ihmalkâr olmayan hakkında söylemiştir. Böyle bir borcun kazasının kabul edileceğini biz de söylüyoruz. Bunu da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem belirli bir vakti olmayan mutlak bir adak hakkında söy­lemiştir: Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde İbn Abbas tarafından rivayet edilen bir hadiste ifade edildiğine göre bir kadın şöyle dedi:

"Ya Rasûlallah, benim annem üzerinde adak orucu borcu olduğu halde vefat etti, onun yerine bu orucu ben tutabilir mi­yim?" Rasûlullah şöyle dedi:

"Ne dersin, annenin bir borcu olsay­dı da sen ödeseydin bu borç ödenmiş olurdu değil mi?" Kadın:

"Evet" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah;

"O halde annenin orucu­nu da tut." [226] Buyurdu.

Bir başka rivayette şöyle geçer: Bir kadın denizde yolculuğa çıktı ve Allah kendisini bu yolculuktan sağ salim kurtarırsa bir ay oruç tutacağını adadı. Allah onu kurtardı fakat ölünceye kadar'da orucunu tutamadı. Kadının yakını Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve durumu anlattı. Rasûlullah:

"Onun oru­cunu tut" buyurdu. [227] Bunu Sünen sahipleri rivayet ettiler.

Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den ömür bitmedik­çe vakti geçmeyen hac hakkında bu borcun kaza edilmesi emri geldi. Müsned'de ve Sunenlerde Abdullah İbn ez-Zubeyr'in rivayet ettiği bir hadiste o şöyle anlattı: Has'âm kabilesinden bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve şöyle dedi:

"Ba­bam müslüman oldu ve binite binemeyecek kadar da ihtiyardır. Hac da üzerine farz oldu. Onun yerine hac yapabilir miyim?" Rasûlullah dedi ki:

"En büyük oğlu sen misin?"

"Evet," dedi.

"O halde onun yerine hac yap" buyurdu. [228] İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cüheyne kabilesinden bir kadın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve şöyle dedi:

"Benim annem hac yapmayı adadı, fakat ölünceye kadar hac yapmadı. Onun yeri­ne hac yapabilir miyim?" Rasûlullah şöyle buyurdu:

"Evet, onun haccını yap. Annenin üzerinde bir borç olsaydı onu ödermiydin? Allah'a borcunu da öde. Çünkü Allah ödemeye daha layık­tır." [229] Bu hadisin sıhhatinde ittifak edilmiştir.

Yine İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir adam Peygamber sallallahu aleyhi ve seltem'e geldi ve şöyle dedi:

"Benim babam hac borçlusu olarak vefat etti. Onun yerine hac yapayım mı?" Rasûlullah şöyle buyurdu:

"Ne dersin, baban bir borç bıraksaydı, sen de onu ödeseydin, bu geçerli olur muydu?" Adam:

"Evet," dedi. Rasûlullah:

"O halde babanın haccını da eda et." [230] Bunu da Darekutnî rivayet etti. Biz de bunun gibi ödemeye elverişli borç hakkında deriz ki: Allah'a olan borç ödenmeye daha layıktır. Bu hadislerde sözü edilen kaza başı ve sonu belli bir vakte bağlanmış ibadetin kazası değildir. Allah Teâlâ öyle bir ibadetin vaktinin geçirilmesinin masiyet olduğunu açıkça söylemiştir. Bu borcun hakkı ancak meşru kılındığı/ve belirlendi­ği vasfıyla ödenir. Bunu başka bir vasıfla kaza ederse ona fay­dası olmaz.

Sizin, unuttuğu ve uyuduğu için namazı kılmayan kimse -ki bunlar mazeretlidirler- vakti çıktıktan sonra bunu kaza ettiğine göre kasten terkedenin kaza etmesi daha evladır/daha gereklidir, demenize gelince bunun cevabı da çeşitli yönlerden verilir.

Birincisi: Mukayese yapılacaksa ondan daha sahih olanla veya onun gibisiyle yapılır. Burada söylenecek olan şey şudur: Allah ve Rasûlüne itaatkâr, O'nun emrini yerine getirmede ve kabulde ihmal ve kusur göstermeyen mazeretli bir kişinin vakti çıktıktan sonra kaza ettiği bir namazın sahih ve makbul olması, Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen, emrine itaat etmeyen, kas­ten ve düşmanlıkla O'nun hakkını terk eden bir kişinin kaza etti­ği namazın da sahih ve makbul olmasını gerektirmez. Bir ibadetin sıhhati, kabulü ve zimmetten düşmesi konusunda bunun ona  edilmesi en fasit/geçersiz kıyaslardan birisidir.

İkincisi: Uyku veya unutma mazereti olan kişi namazı vak­tinin dışında değil, bilakis Allah'ın onun için belirlediği vakitte kılmıştır. Çünkü onun için namazın vakti/uyandığı ve hatırladığı vakittir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

"Her kim namazı unutursa onun vakti, hatırladığı za­manki vakittir." Bunu Beyhâkî ve Darekutnî rivayet etmiştir ve yukarıda geçmiştir. İki türlü vakit vardır. Birisi seçilen/ve belirle­nen vakittir, diğeri mazeret vaktidir. Uyku veya dalgınlık maze­reti olan kişinin vakti hatırladığı ve uyandığı vakittir Demek ki o da namazı vaktinde kılmış olmaktadır. O halde bu kişi, namazı kasten ve düşmanlıkla başka bir vakitte kılan kişiye nasıl kıyas edilir?

Üçüncüsü: Şeriatte kasıtlı ile unutan, mazeretli ile mazeret­siz arasında hükümler açısından fark vardır. Bu bilinen bir şey­dir. İki türden birini diğerine dahil etmek caiz değildir.

Dördüncüsü: Biz kasıtlı ihmalkârdan namazı düşürüp de ırıazeretliye onu emretmedik ki söylediğiniz şey bizim aleyhimize delil olsun. Üstelik biz ihmalkâr ve haddi aşan kişiyi öyle ağır bir cezaya lâyık gördük ki onu telafiye bile imkân bulamadı. Bunun yanında ihmalkâr olmayan mazeretlinin de onu kaza etmesine ce­vaz verdik.

 

Vaktin Bir Rekatına Yetişmeyi Delil Olarak Kullanmanın Yanlışlığı

 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in;

"Her kim güneş bat­madan önce ikindi namazından bir rekâte yetişirse ikindiye yetişmiş demektir." [231] Sözünü delil olarak kullanmanıza gelince ha­disten sizin söylediğiniz sonucu ben çıkaramıyorum ve bu hadisi sizin görüşünüz için uygun bir gerekçe olarak görmüyorum. Çünkü siz diyorsunuz ki: İkindi namazının vaktinden hiçbir şeye yetişmese bile o, sahih ve zimmetinden düşmüş bir şekilde kıl­mıştır anlamında müdriktir (namazı vaktinde kılmıştır). Şayet na­maz -sizin bu söylediğiniz gibi- vakti çıktıktan sonra da sahih olsaydı müdrikliği (namaza yetişmiş olmayı) bir rekâta yetişmiş olma şartına bağlamazdı. Malumdur ki Peygamber sallallahu aley­hi ve sellem ikindiden bir rekâta yetişen kimsenin namazının hiçir günah olmaksızın sahih olduğunu kasdetmedi. Bilakis o bu­nu kasıtlı yaptığı için günahkârdır, bunda hiç ihtilaf yoktur. Hep­sinin vaktinde kılınması emredildiyse bilinir ki bu yetişme (bir rekâte yetişme) günahı ortadan kaldırmaz, bilakis o günahkâr bir müdriktir. Şayet güneş battıktan sonra sahih olsaydı bir rekâtlık akte yetişmekle o vaktin hiçbir kısmına yetişmemek arasında bir fark olmazdı. Şayet sizi güneşin batışından sonraya kadar tehir ettiğinde daha büyük günah olur derseniz, size denilir ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem günahın azlığı veya çokluğun­da bir rekâta yetişmekle yetişmemek arasında bir fark görmedi. Ancak namaza yetişmiş olmak ve olmamak konusunda bu ikisi arasında fark gördü. Şüphesiz namaz vaktinin tamamını geçi­ren onun çoğunu geçirenden daha fazla günahkârdır. Onun ço­ğunu geçiren de bir rekâtlik vakti geçirenden daha fazla günah­kardır. Biz soruyoruz ve diyoruz ki: Bu bir rekâte yetişmekle elde edilen şey nedir? Günahın ortadan kaldırılması mı? Ki bunu kimse söylemiyor. Yoksa namazın sıhhatine ulaşma fırsatı mı? Bu açıdan rekâtların tamamını geçirmekle bir rekâtın dışındakileri geçirmek arasında fark yok mudur?

 

Fasıl

 

Hendek Günü Namazının Neshi

 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Hendek savaşında uyku ve unutma mazereti olmaksızın namazı tehir etmesini ve sonra onu kaza etmesini [232] gerekçe/delil göstermenize gelince vallahi gerçekten hayret doğrusu. Böyle bir şeyi biz söylemiş ol­saydık kıyameti koparırdınız ve bize söylemedik bir şey bırak­mazdınız. Allah'ın en itaatkâr, emrine en iyi uyan, O'nun en çok razı olduğu bir kulunun O'na itaat ederken ve rızasını ka­zanırken namazı tehir etmesini nasıl olur da Allah'a isyan eden günahkâr ve O'nun koyduğu sınırları çiğneyip cezasını hak eden birinin namazı vaktinde kılmamasına gerekçe ve delil göste­rirsiniz?

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bu tehiri ya unuttuğu için olmuştur veyahutta kasıtlı olarak/bile bile tehir etmiştir. Her iki durumda da hiçbir şekilde sizin lehinize bir delil değildir. Çünkü eğer unuttuğu için kılmamış he zaten biz ve ümmetin diğer fertleri onun gereğini söylüyoruz ve unutan hatırladığı za­man namazını kılar diyoruz. Eğer bile bile/kasten yapmış ise bu, namazı bir vakitten izin verilen başka bir vakte tehir etmek demektir. Tıpkı yolcunun ve mazeretlinin öğleyi ikindi vaktine, akşamı yatsı vaktine tehir etmesi gibi.

Düşmana karşı savaşla meşgulken namaz vaktine erişen kimse hakkında insanlar üç görüşe ayrılmışlardır:

Birinci görüşün sahipleri Hendek savaşında yapılan na­mazın tehir edilmesi uygulamasının mensuh/hükmünün kaldırıl­mış olduğunu söylerler ve derler ki savaş halinde savaşın duru­muna uygun olarak namaz kılınır, namaz tehir edilmez. İmam Şafiî ve İmam Mâlik bu görüştedir. İmam Ahmed'in mezhebin­deki meşhur olan görüşü de budur.

İkinci görüşe göre Hendek savaşında Rasûlullah sallollahu aleyhi ve sellem'in tehir ettiği gibi namaz tehir edilir. Bu, Ebû Hanife'nin görüşüdür. Birinciler buna, Rasûlullah'ın bu tehirinin kor­ku namazının meşru olmasından önceye rastladığını, korku na­mazı meşru kılındıktan sonra Rasûlullah'in hiçbir savaşta nama­zı tehir etmediğini söyleyerek cevap verirler. Hanefîler korku na­mazının ancak sıcak çatışma olmadığı müddetçe meşru olduğu­nu söyleyerek buna cevap verirler. Onların korku namazını Al­lah'ın emrettiği gibi iki saf halinde kılmaları mümkündür. Saffın birisi namazı kılarken diğer saf bekçilik/ve gözetleyicilik yapar. Sıcak çatışma halinde bu da mümkün olmaz. Tehir, savaşla Meşguliyet halinde söz konusu olur. Korku namazı ise savaşla Meşguliyetten önce düşmanla karşı karşıya iken meşrudur. O'nun yeri ayrıdır, bunun yeri ayrıdır. Gördüğün gibi ikinci görüş de budur:

Üçüncü gurubun görüşü de şudur: Savaşın durumuna uygun olarak (korku namazı formatında) kılmakla onu kılmaya imkan buluncaya kadar tehir etmek arasında muhayyerdir. Şamlı­lardan bir gurubun mezhebi budur. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten birisi de budur. Çünkü sahabiler bunu yapmışlardır. İnsaallah bundan sonra anlatacağımız gibi Benû Kureyza kıssa­sında olan da budur. Her üç görüşe göre de bu konuda Allah'ın cezasını ve namazı geçirme günahını hak eden ihmalkâr asinin lehine olacak hiçbir delil yoktur. Başarı Allah'tandır.

 

Tehirde Emre İtaat Etmek

 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Benû Kureyza'ya var­madan hiç kimse ikindiyi kılmasın" [233] dediği zaman sahabîlerin güneş battıktan sonraya kadar ikindiyi tehir etmeleriyle istidlal etmenizin cevabı da böylece ortaya çıkmış oldu. Bu sahabilerden bir topluluk namaz vaktine yolda yetiştiler ve: Bizden nama­zın tehiri istenmedi dediler, namazı yolda kıldılar. Diğer bir grup da Benû Kureyza'ya varmadıkça namaz kılmayı reddettiler ve bu sebeple ikindiyi yatsıdan sonra kıldılar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu iki gruptan birine kızmadı. Çünkü namazı tehir edenler, bu tehirin vücubuna ve namazı kılmayı emredildikleri vaktin Benû Kureyza'da gireceğine inanarak Allah Rasûlü sallalhhu aleyhi ve sellem'e itaatkâr oldular. Allah'ın sınırlarını te­cavüz eden bir asi, O'nun emrine uyan bir itaatkâra nasıl kıyas edilir! Bu, dünyadaki en bâtıl ve en bozuk kıyaslardan birisidir. Alimlerden bir grup, namazı Benû Kureyza'ya tehir edenleri, namazı yolda kılanlardan daha faziletli olarak görmüşler ve şöyle demişlerdir: Çünkü onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in emrine hakiki olarak uydular. Diğerleri tevil ettiler ve namazı yolda kıldılar.

 

Hatırlanması Halinde Vaktin Kazası

 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in namaz vaktini geçirip de başka bir vakitte kılan yöneticilerle birlikte nafile namaz kı­lınmasını emretmesiyle istidlalinize gelince (sizin için) bunda da bir delil yoktur. Çünkü onlar gündüz namazını geceye, gece na­mazını gündüze tehir etmiyorlardı. Belki öğlen namazını ikindi vaktine tehir ediyorlardı, bazan da ikindiyi güneşin sarardığı vakte kadar erteliyorlardı. Biz deriz ki: O (yöneticilerden her­hangi birisi) mazeretli değilse bile cemedilen iki namazdan biri­ni ne zaman diğerinin vaktine ertelemiş olsa onu ikincinin vak­tinde mutlaka kılmış olurdu. İkindi namazını güneşin sararması­na kadar hatta ondan ancak bir rekâtı kılabilecek bir zaman kalıncaya kadar ertelediğinde de böyledir, onu da nassa (delile) dayanarak böyle yapmıştır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Medine'de herhangi bir korku ve yağmur olmaksızın na­mazları birleştirerek kıldı ve bununla ümmetine kolaylık sağlamayı gaye edindi. [234] Bu tehir, namazın sıhhatine mani değildir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem öğlen namazını vakti çikıncaya kadar bile bile ihmal ederek ikindi vaktine tehir eden kimsenin namazına cevaz vermiştir derseniz cevap olarak deriz ki, o vaktin tamamı her iki namaz için de ortak bir vakittir. Peygam­ber sallallahu aleyhi ve sellem Medine'de herhangi bir korku ve hastalık olmadan da bu iki namazı cem etmiştir (birleştirerek kılmış­tır). Bunda bir ihtilaf yoktur. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem uyku ve unutma olmaksızın sabah namazına kuşluk vaktin­de cevaz verdi mi?

Sabah namazını uyuduğu için geçiren kimse hakkında Ra­sûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in:

"Yarın olduğu zaman onu vak­tinde kılsın." [235] Dediği Katade tarafından rivayet edilmiştir, demeni­ze gelince bu da namazı geçiren kimsenin bunu hatırladığında ve hatırladıktan sonra eda edeceğini açıkça ifade etmektedir. Bu, is­nadı sahih bir hadistir. Allah için hayret doğrusu. Bu hadisteki delâlet yollarından nassın veya zahirinin veya imasının delâletin­den hangisi, namazı vaktinde kılmayarak Allah'ın koyduğu sınır­ları çiğneyen bir günahkârın vaktinden sonra kılacağı namazın sahih olacağına, zimmetinden (borcundan) düşeceğine ve kabul edileceğine nereden delâlet eder? Rasûlullah'ın "Yarın olduğu za­man onu vaktinde kılsın" sözünü sanki siz, o namazı yarına kadar tehir etsin diye anlamışsınız. Bu kesinlikle bâtıldır, Rasûlullah böy­le bir şeyi kasdetmemiştir, hadis bu anlayışın geçersizliğini açıkça ifade etmektedir. Çünkü o, uyandığı veya hatırladığı zaman na­mazı kılmasını emretmiştir. Sonra bu ziyade, yani "yarın olduğu zaman onu vaktinde kılsın" ilavesi hadisin tamamlanması babın­da rivayet edilmiş olup bunun sıhhatinde ve manasında insanlar ihtilaf etmişlerdir. Bazı hadisçiler bu ilavenin, hadisi Ebû Kata de'den rivayet eden Abdullah İbn Rabah'dan veya ravilerden biri­sinden kaynaklanan bir algılama hatası olduğunu söylemişlerdir. Buhârî'den Peygamber'in "Hatırladığı zaman yarın onu vaktinde kılsın" hadisinin başka bir mütabİînin (değişik bir rivayetinin) ol­madığını söylediği rivayet edilmiştir.

İmam Ahmed, Müsned'inde İmran İbn Husayn'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile bir­likte bir gece yolculuğu yaptım. Gecenin sonu olduğu zaman mola verdik/istirahate çekildik fakat güneş üstümüze vuruncaya kadar uyanmadık. Bir adam şaşkınlıkla abdest almaya başladı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara sakin olmalarını emret­ti. Sonra hareket etti. Yürüdük ta ki güneş yükseldiği zaman ab­dest aldı. Sonra Bilal'e ezan okumasını emretti. Sonra sabah namazın farzından önceki iki rekâtı kıldı. Sonra ikâmet getiril­mesini emretti ve namazı (sabah namazını) kıldık. Dediler ki:

"Ya Rasûlallah bunu yarınki vaktinde tekrar etmeyelim mi?" Rasûlul­lah şöyle buyurdu:

"Rabbiniz Teâlâ ribayı yasaklayıp da (sonra) sizden kabul eder mi?" [236] Hafız Ebû Abdullah Muhammed b. Abdulvahid el-Makdisî dedi ki: Bunda Buhârî'nin söylediği şeyin delili vardır. Çünkü İmran b. el-Husayn orada bulunuyordu ve Abdullah b. Rabah'ın, Ebû Katade'den naklen söylediği şeyi zikretmedi. Bana göre iki hadis arasında hiç bir çelişki yoktur ve Allah sallallahu aleyhi ve sellem o namazın iadesini emretmeiştir, sadece ikincisinin vaktinde kılınmasını emretmiştir. Vakit, uyku ve unutma ile düşmez bilakis uyandığı ve hatırladığı âna  avdet eder. Allah en iyi bilendir.

Abdurrahman b. Alkame es-Sekafî'nin rivayet ettiği, Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem'e Sakîf'ten bir heyetin gelmesi, ona soru sormaya başlamaları ve Peygamber'in bu yüzden o gün öğleyi ancak ikindi ile birlikte kılması [237] meselesine gelince bunun ve benzerlerinin cevabı daha önce defalarca geçti. Bu erteleme Allah'a bir itaat ve yakınlıktır. Gayesi müslümanların önemli bir işiyle meşguliyet sebebiyle iki namazın birleştirilmesidir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyenin durumunun buna dâ­hil edilmesi nasıl sahih olur. Böyle bir şeyle desteklenen bir me­sele zayıflatılmış olur.

Alimlerin cumhuruna göre namazı vakti çıkıncaya kadar bile bile kasten terk etmek büyük günahlardan değildir sözüne cevap olarak şöyle denilir: Vallahi hayret doğrusu. Bu mesele hiç tartışma kabul eder mi? En büyük günahlardan birisi de bu değil mi? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ikindi namazının ge­çirilmesini amelin boşa gitmesine sebep olan bir durum olarak gördü. Namazın geçirilmesinden başka hangi büyük günah ameli geçersiz kılabilir? Ömer İbn el-Hattab radıyallahu anh maze­ret olmaksızın iki namazı birleştirmenin büyük günahlardan ol­duğunu söylemiştir ve hiçbir sahabi de bu konuda ona karşı çık­mamıştır. Hatta sahabilerden sabit olan haberlerin hepsi bunu onaylamaktadır. İki namazın arasını birleştiren kimse bir maze­ret sebebiyle ikisini birinin vaktinde kılmaktadır. Peki kasıtlı ve haddi aşarak sabah namazını kuşluk vaktinde, hiçbir mazereti olmaksızın ikindiyi gece yarısında kılan kimse hakkında ne diyeceğiz? Ebû Bekir es-Sıddık bu namazı Allah'ın kabul etmeye­ceğini açıkça söylemiş ve hiçbir sahabi de ona itiraz etmemiştir. Allah Teâlâ namazını sehveden ve vaktinde kılmayan kimseyi "veyl/yazıklar olsun ona" ve "ğayy/cehennemin en ait tabasına atılacak" diye tehdit etmiştir. Önceden de anlatıldığı gibi ümme­tin içinde Allah'ın âyetlerinin tefsirini en iyi bilen sahabiler na­mazı sehvetmenin onu vaktinde kılmayıp ertelemek olduğunu söylemişlerdir. Vallahi hayret! Hangi büyük günah ameli geçer­siz kılan ve kişiyi evinden barkından ayırıp yapayalnız bırakan büyük günahtan daha büyüktür? Gündüz namazını geceye, ge­ce namazını gündüze mazeretsiz olarak tehir etmek büyük gü­nahlardan sayılmadığı zaman ramazan ayında özürsüz olduğu halde orucu tutmamak ve onun yerine şevval ayında oruç tut­mak da büyük günahlardan sayılmaz.

Biz deriz ki: Hatta bu Allah'a ortak koşmaktan sonraki en büyük günahtır. Kulun Allah'a ortak koşmak hariç hangi günah­la Allah'ın huzuruna varırsa varsın bu, onun mazeretsiz olarak, kasten ve haddi aşarak gündüz namazını geceye, gece namazı­nı gündüze tehir etme günahından daha hayırlıdır. Hişam b. Urve babasından, o Süleyman b. Yesar'dan, o da el-Misver İbn Mahreme'den rivayet etti: Ömer b. el-Hattab vurulduğu zaman el-Misver b. Mahreme, İbn Abbas'la birlikte onun yanına girdi. İbn Abbas dedi ki:

"Ey müminlerin emiri, namaz(ını kılabilir misin?)" Ömer dedi ki:

"Evet, kılarım. Şüphesiz namazı terk edenin İslâm'da nasibi yoktur." [238] İsmail b. Aliyye, Eyyûb'tan, o Muhammed b. Sîrîn'den şöyle dediğini nakletti: Bize haber verildiğine göre Ebû Bekir ve Ömer insanlara İslâm'ı şöyle öğretirlerdi: Al­lah'a ibadet eder ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmazsın ve Al­lah'ın farz kıldığı namazı vakitlerinde kılarsın. Çünkü namazı ihmal etmek, helak olmaktır.

Muhammed b, Nadr el-Mervezî şöyle dedi: İshak'ı şöyle derken dinledim: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den namazı terk edenin kâfir olduğu sahih olarak rivayet edilmiştir. [239] Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem'den günümüze kadar ilim adam­ları da namazı vakti çıkıncaya kadar hiçbir mazereti olmaksızın kasten terk edenin kâfir olduğu görüşündedirler. Vaktin çıkması, öğleyi güneş batıncaya kadar, akşamı şafak sökünceye kadar tehir etmesidir. Namaz vakitleri bu zikrettiğimiz şekilde belirlen­miştir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Arafat ve Müzdelife'de, yolculukta iki namazı birleştirdi ve birini diğerinin vaktinde kıldı. [240] Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem duruma göre iki namazdan birincisini diğerinin veya ikincisini birincinin vak­tinde kılınca mazeret halinde her ikisinin vakti de tek bir vakit haline gelmiştir. Nitekim hayızlı bir kadın güneş batmadan önce temizlendiği zaman öğleyi de, ikindiyi de kılması, gecenin so­nunda temizlendiği zaman akşamı da, yatsıyı da kılması emre­dilmiştir. Anam-babam feda olsun Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ifadesiyle ikindi namazını güneş şeytanın iki boynuzu arasında oluncaya kadar geciktiren kimsenin namazı münafığın namazı olunca [241] onu yatsıdan sonra kılan kimse için kim bilir ne söylerdi? Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Eğer yasakladığınız büyük günahlardan sakınırsa­nız, sizin küçük günahlarınızı örteriz/affederiz." [242]

Bir kimse yasaklanmış büyük günahlardan sakındığı ve sabah namazını kuşluk vakti, ikindi namazını yatsıdan sonra kıl­maya devam ettiği zaman -sizin görüşünüze göre- affedilir ve kesinlikle günahkâr olmaz. Bunu hiç kimse söylemez.

Bu zahirinin kendi aslına/mezhebinin temel kuralına nasıl ters düştüğüne şaşılır, çünkü bu kurala göre icma ile düşer, sö­züne gelince buna şöyle cevap verilir: Sonuçta sizin muhalifiniz bir çelişkiye düşmüştür. Onun çelişkisi sizin görüşünüzü doğrulamaz. Siz bununla istishâbı [243] delil olarak kullanmayı murad ediyor ve namazın icma onun zimmetinde olduğunu ve ancak icma ile zimmetten düşeceğini söylemek istiyorsanız -ki böyle bir icma yoktur- size denilir ki: Tehirle onun zimmetten düşeceğini ve onun namaz borcundan kurtulacağını söyleyen kim? Kim bunu söylerse delile ihtiyaç duymayacağımız kadar açık bir bâ­tılı söylemiş olur. Sizin muhalifiniz olan zahirinin söylediği şey şudur: Namaz onun zimmetine öyle yerleşmiştir ki onu ancak bu vaktin aynen geri dönmesiyle telafi ve eda edebilir ki bu da im­kansızdır. Sonra biz bu icmaya ancak onun gibi veya ondan daha kuvvetli bir icma ile karşı çıkarız ve deriz ki: Müslümanlar onun namazı vaktinde kılmayı ihmal etmekle günahkâr, haddi aşmış ve kusurlu olduğunda icma etmişlerdir. Bu icma ancak onun gibi bir icma ile ortadan kalkar. Halbuki vaktinden sonra kılmakla ondan günahın kalktığında icma etmemişlerdir. Bu ic­ma ancak onun gibi bir icma ile ortadan kalkar. Halbuki vaktin­den sonra kılmakla ondan günahın kalktığında icma etmemişlerdir. Hatta bunu hiç kimse söylememiştir. İki tarafın tartışmasıyla ilgili durum budur. Bizim bunun ötesinde başka bir maksadımız yoktur. Bu meselede kimin kitap, sünnet ve selefin görüşleriyle mutlu olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır. Allah yardımcımız olsun.

 

Bile Bile Oruç Bozan

 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ramazan günü bile bile oruç bozana iki yerde kazayı emretmiştir denilirse buna karşılık verilecek cevap aşağıdadır: (Önce bu emrin geçtiği hadisleri zikredelim:) Orucun kazasını gerektiren şeylerden birisi cinsel ilişki, ikincisi kendisini zorlayarak kusmaktır. Sunenlerde Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre ramazanda hanımı ile cin­sel ilişkide bulunan bir adam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve helak olduğunu söyledi. Ebû Hureyre adamla Pey­gamber arasında sürüp giden konuşmayı naklettikten sonra şöy­le dedi: O esnada Peygambere içinde onbeş ölçek hurma bulu­nan bir sepet getirildi. Peygamber orucunu bozan adama:

"Al bunu sadaka olarak dağıt" dedi. Adam:

"Ya Rasûlallah benden fakir kimse var mıdır?" Deyince, Peygamber güldü ve:

"Al bunu, çoluğunla çocuğunla ye ve bir gün oruç tut, Allah'tan da bağış­lanma dile" [244] buyurdu. İbn Mace'de: "Onun yerine bir gün oruç tut" [245] ilavesi vardır.

Sunenlerde ve Müsned'de Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

"Kim oruçlu iken elinde olmayarak kusarsa ona kaza gerekmez. Kim kendisini zorlayarak kusarsa kaza etsin." [246] De­nildi ki: Bu iki hadis illetlidir, sağlam/kesin değildir. Ramazan­da cinsel ilişki kıssasını Sahih sahibi hadisçiler de rivayet etmiş­lerdir [247] fakat hiçbirisi "onun yerine bir gün oruç tut" ilavesini zikretmemişlerdir. Bu ilavenin zikredildiği rivayet de delil olarak kullanılamaz. Çünkü o, Abdulcebbar b. Ömer el-Eylî'nin bir rivayetidir, onu da hadis imamları zayıf görmüşlerdir. Yahya İbn Maîn şöyle dedi: O bir şey değildir, hadisi (alınıp da) yazıl­maz. Mürre, onun zayıf olduğunu söyledi. Ebû Zur'a, es-Sa'dî ve Nesâî de aynı şeyi söyledi. Buhârî:

"Kuvvetli bir ravi değildir; kendisindeki şeyler münker rivayetlerdir," dedi. İbn Adiy dedi ki:

"Rivayet ettiği şeylerin geneline muhalefet edilmiştir, rivâyetlerindeki zayıflık çok açıktır." İbn Şihab'tan rivayette bulunan Malik gibi imamlar da bu hadisi rivayet etmiştir fakat "Onun yerine bir gün oruç tut" ilavesini zikretmemişlerdir. Bu hadisi Ebû Mervan el-Osmanî, İbrahim b. Sa'd'dan, o Leys'ten, o İbn Şi­hab'tan, o Humeyd'den, o da Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem o adama:

"Onun yerine bir gün kaza et" demiştir. Aynı şekilde Diraverdî'den, o İbrahim b. Sa'dî'den, o da Leys'ten rivayet etmiştir. Beyhaki: İbrahim'in bu hadisi Zühri'den bu kelime olmaksızın rivayet ettiğini söylemiştir. [248] Bu hadisi Haccac b. Ertae, İbrahim b. Amir'den, o İbn el-Museyyeb'ten, o Zührî'den, o Hu­meyd'den, o da Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir. Bu hadisi Haccac, Amr b. Şuayb'ten, o babasından, o da dedesinden rivayet etmiştir. Amr bu rivayetinde şöyle dedi: Onun yerine bir gün oruç tutmasını ona emretti. Hişam İbn Sa'd, Zührî'den, o Ebû Seleme'den, o da Ebû Hureyre'den rivayet etti ve bu rivayet­te Peygamber:

"Onun yerine bir gün oruç tut ve Allah'tan af di­le" buyurdu. Hişam, Ebû Seleme'den rivayetinde insanlara muhalefet etti. Hadis, Humeyd'e aittir ve Ebû Hureyre'den Humeyd rivayet etmiştir. Bu hadisi İbn Ebî Uveys de rivayet etti ve şöyle dedi: Bana babam haber verdi, ona İbn Şihab haber verdi. İbn Şİhab, Humeyd'den nakletti. Ona Ebû Hureyre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ramazanda oruç bozan kişiye onun yerine bir gün oruç tutmasını emrettiğini anlattı. Fakat bu İbn Şihab'ın arkadaşlarının rivayetine aykırıdır. Çünkü onlar bu İlaveyi zik­retmediler. Şafiî dedi ki:

Bize Malik haber verdi. O Atâ el-Horasani'den, o da İbn el-Museyyeb'ten şöyle dediğini nakletti: Bir köylü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve başından ge­çeni anlattı... Sonunda Rasûlullah dedi ki:

"O halde başına ge­len şeyin yerine bir gün oruç tut." [249] Bu hadis mürseldir, fakat İbn el-Müseyyeb'in mürsellerindendir. Bunu Dâvûd b. Ebî Hind, Atâ'dan rivayet etti ve "onun yerine bir gün oruç tut" ilavesini zikretmedi. Atâ'yı, İbn el-Müseyyeb yalancılıkla itham etti. İbn Hibban dedi ki: O hafızası zayıf bir kişidir, yanılır ve bilmez. Onu delil olarak kullanmak bâtıldır.

Kasten/kendini zorlayarak kusanla ilgili hadise gelince bu Ebû Hureyre'nin Peygamber sallallahu aleyhi ve seltem'den rivayet ettiği bir hadistir. Peygamber bu hadiste şöyle buyurmuştur:

"Kim elinde olmayarak kusarsa ona kaza gerekmez. Kim kendi­ni zorlayarak kusarsa kaza etmesi gerekir." Tirmizî dedi ki: Bu hadis hasen-garîbtir. Buhârî dedi ki: Bu hadisi mahfuz (korun­muş, ezberlenmiş) bir hadis olarak görmüyorum. Ebû Dâvûd de­di ki: Ahmed b. Hanbel'in bu hadiste (delil olacak) bir şey gör­müyorum dediğini duydum. Tirmizî, Kitabu'l-İlel'de şöyle dedi:

Ali b. Hacer haber verdi dedi. O Hişam b. Hısan'dan, o îrîn'den, o da Ebû Hureyre'den Peygamber sallallahu aleyhi sellem'in şöyle dediğini nakletti:

"Kim elinde olmayarak kusar­sa kaza gerekmez. Kim kasten kendisini zorlayarak kusarsa kaza etsin." Tirmizî dedi ki:

"Ben bu hadisi Muhammed b. İsmail el-Buharî'ye sordum, onun sadece İsa b. Yunus, Hişam İbn Hısan, b. Şîrîn, Ebû Hureyre yoluyla gelenini tanıdı ve dedi en bunu mahfuz (ezberlenmiş) bir hadis olarak görmüyorum." Dedi ki:

"Yahya b. Ebî Kesir, Ömer b. el-Hakem'den Ebû Hureyre'nin kusmayı oruç bozucu olarak görmediğini rivayet etti. Hadis sahih olarak kabul edilse bile kasden oruç tutmayanın kaza ile borcundan kurtulacağının delili olamaz. Çünkü bununla mazur olan kişi kastedilmiştir, o ya kusmanın caiz olduğuna inanmaktadır veyahutta zorla kusmaya ihtiyacı olan bir hasta bu yüzden kendisini kusmaya zorlamıştır. Çünkü genelde zorlama yoluyla kusmak bir mazeretten dolayı olur. Yoksa aklı başında bir kişi hiçbir gereği yok iken kendisini kusmaya zorlamaz. İlaç içseydi nasıl tedavi olacaksa kendisini zorlayarak kusan bir hasta da bununla tedavi olmuş olur. Böyle bir kimsenin orucu kaza etmesi makbuldür veya ittifakla bu emredilir.

Fıkıhçılar, ramazan günü cinsel ilişkide bulunan kişinin bu orucun keffaretini yerine getirdiği zaman, bozduğu orucun yeri ayrıca bir gün kaza tutması da gerekir mi, gerekmez mi? Bu nuda ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda Şafiî'nin üç görüşü vardır: Birincisi gerekir, ikincisi gerekmez, üçüncüsü keffaret olarak şayet köle azat etmiş veya yemek yedirmişse ona kaza da gerekir. Şayet keffaret olarak oruç tutmuşsa ona ayrıca bugünün kazası gerekmez.

 

V- CEMAATLE NAMAZIN HÜKMÜ

 

Beşinci Mesele: Cemaatle namaz kılmaya gücü yettiği halde tek başına namaz kılan kimsenin bu namazı sahih olur mu, olmaz mı? Bu mesele iki temele dayanır:

Birincisi cemaatle namaz farz mıdır, yoksa sünnet midir? Buna farzdır dediğimiz zaman cemaat, namazın sıhhati için şart mıdır, yoksa cemaati terk eden günahkâr olmakla beraber cemaatsiz namaz da sahih olur mu? Bu, iki meseledir.

 

Cemaatin Vacipliği Görüşünü Savunanlar

 

Birinci meselede fıkıhçılar ihtilaf etmişlerdir. Ata b. Rebah, el-Hasen el-Basrî, Ebû Amr el-Evzâî, Ebû Sevr ve mezhebindeki hakim görüşe göre Ahmed cemaatin vacib olduğu görüşünde­dirler. Muhtasaru'l-Müzenî'de Şafiî de buna hükmetmiştir ve şöyle demiştir:

"Cemaate gelince ben bir mazeret olmaksızın bu­nun terkine ruhsat vermiyorum." İbn'l-Münzir, Kitabu'l-Evsat'ta şöyle dedi:

"Evleri mescitten uzak bile olsa körlerin de cemaatte bulunmaları gerektiği bildirildi. Bu da cemaatte bulunmanın mendup değil vacip olduğunun delilidir." Sonra İbn Ummî Mektum hadisini zikretti. O şöyle demişti:

"Ya Rasûlallah, benimle mescit arasında hurmalıklar ve ağaçlar var. Ben namazımı evimde kılabilir miyim?" "İkâmeti işitiyor musun?" diye sordu. İbn Ummu Mektum:

"Evet," dedi. Peygamber:

"O halde cemaate gel" buyurdu. [250] İbn'l-Münzir dedi ki:

"Sabah ve yatsı namazlarında cemaatte hazır bulunmayanın münafıklığından korkulduğu zik­redildi. Sonra konuyu anlatırken şöyle dedi: Zikredilen haberler mazereti olmayan kimselere cemaatın farz olduğuna delâlet etmektedir. Âmâ olduğu halde İbn Ummi Mektum'a;

"Senin için bir ruhsat görmüyorum" [251] demesi de bunun delillerinden birisi­dir. Âmâya ruhsat olmayınca gözü görene ruhsat olmaması da­ha uygundur." (İbn el-Munzir) dedi ki:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in evlerinde namaz kılıp cemaatten geri kalanların evle­rini üzerlerine yakmayı bile düşünmesi cemaatın farz olduğunu açık bir şekilde ifade ediyor." [252]

Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bir menduptan ve farz olmayan bir şeyden geri kalanı tehdit etmesi caiz değil­dir. (İbnû'l-Münzir) dedi ki:

Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği şu ha­dis de bunu destekliyor: Müezzin ezanı okuduktan sonra bir adam mescidden çıktı. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle dedi:

"Bu adam Kâsım'ın babasına (Peygamber'e) isyan etmiştir." [253] Şayet bir kimse cemaati terk etme veya cemaate katılma konusunda serbest olsaydı hazır bulunması vacip olma­yan bir şeyden geri kaldığı için isyankâr denilmesi caiz olmazdı.

Yine Allah Teâlâ'nın sadece korku halinde cemaati emret­memesi bunun güvenlik halinde vacip olduğunun delilidir. Ma­zeret sahiplerine cemaatten geri kalmalarına ruhsat babında zikredilen haberler, mazeret sahibi olmayanlara cemaatin, farz olduğunun delilidir. Mazeret hali ile mazeretsiziik hali aynı ol­saydı mazeretlilere cemaatten ayrı kalma ruhsatının verilmesinin bir anlamı olmazdı.

Cemaatin farz olduğunu kuvvetlendiren delillerden birisi de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sözüdür: "Kim çağrıyı/ezanı işitir de icabet etmezse onun namazı olmaz." [254] Sonra bu konudaki hadisi zikretti, sonra şöyle dedi: Şafiî dedi ki:

Allah Teâlâ ezanı namazla birlikte zikretti:

"Namaza çağırdığınız zaman..." [255]

"Cuma günü namaza çağırıldığı zaman hemen Al­lah'ı anmaya koşun." [256]

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de ezanı farz namazlar için sünnet kıldı. Anlattığım şeyler -mukim olsun, yolcu olsun bir cemaatin cemaatle namazdan uzak kalmaması için sanki bütün farz namazların ancak cemaatle kılınmasının helal olaca­ğını ifade ediyor gibidirler. Bu sebeple ben de mazereti olma­dıkça cemaatle namaz kılmaya gücü yeten bir kimsenin cemaati terketmesine ruhsat vermiyorum. Şayet bir kimse cemaatten ayrı kalır da tek başına namaz kılarsa ister imamdan önce kılsın, is­terse sonra kılsın onu iade etmesi gerekmez. Ancak cuma na­mazı bunun dışındadır. Bir kimse cuma günü imamın namazın­dan önce öğleyi kılarsa onu iade etmesi gerekir. Çünkü cuma namazı farzdır. Bunların hepsi İbn Münzir'in sözleridir.

Hanefîler ve Malikîler namazın cemaatle kılınmasının müekked sünnet olduğunu söylediler. Fakat onlar müekked sünnet­leri terk edeni günahkâr saymazlar cemaatsiz namazın sahih olduğunu söylerler. Onlarla bunun vacip olduğunu söyleyenler arasındaki ihtilaf lafzıdır. Onların bazıları da bunun vacib oldu­ğunu açıkladılar. Vaciptir diyenler şöyle dediler:

Birinci delil

Allah Teâlâ buyurdu ki:

"Sen içlerinde olup da onlara namaz kıldırdığın za­man, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dur­sunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan (bu) diğer gurup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar." [257]

Bu âyeti çeşitli yönlerden cemaatle namazın vacipliğine delil göstermek mümkündür: Allah Teâlâ onlara namazı cemaatle kılmalarını emretti. Sonra bu emri arkadan gelen ikinci gu­rup hakkında ikinci defa tekrarladı ve

"Sonra henüz namazını kılmamış olan ikinci gurup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar" buyurdu. Bu, cemaatin farz-ı ayn olduğunun delilidir. Çünkü Allah Teâlâ birinci gurubun cemaatle namaz kılmasıyla ikinci guruptan bunu düşürmedi. Şayet cemaat sünnet olsaydı, korku mazereti bunu düşürmeye en uygun mazeret olurdu. Şa­yet farzı kifaye olsaydı birinci gurubun bu farzı yerine getirme­siyle ikinci guruptan düşerdi.

Bu âyette cemaatin farz-ı ayn olduğuna üç yönden delil vardır: Bunu birinci defa emretmesi, ikinci defa emretmesi ve korku ortamında terkine ruhsat vermemesidir.

İkinci delil

Allah'ın şu âyetidir:

"O gün baldırdan açılır ve secdeye davet edilirler; fakat güç yetiremezler. Gözleri horluktan aşağı düş­müş bir halde kendilerini zillet bürür fakat onlar sa­pasağlam iken de secdeye davet ediliyorlardı (fakat yine secde etmiyorlardı.)" [258]

Bu âyetin konuya delâleti şu yöndendir: Dünyada ve sec­deye davet edilip de davetçiye icabet etmedikleri için kıyamet gününde Allah Teâlâ onları secde ile aralarına engel koymakla cezalandırdı. Bu sabit olunca davetçiye icabet etmek, evinde tek başına secde yapmak değil, cemaatte bulunarak secde etmektir. Peygamber sallallohu aleyhi ve sellem de icabeti böyle tefsir etti.

Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e amâ bir adam geldi ve dedi ki:

"Ya Rasûlallah beni mescide getirecek bir yardımcım yoktur." Adam peygamberden ruhsat istedi. Peygamber de ona ruhsat verdi. Adam arkasını dönüp giderken onu çağırdı ve:

"Ezanı işitiyor musun?" diye sordu. Adam,

"Evet" dedi. Bunun üzerine Peygamber:

"O halde icabet et" buyurdu. [259] Peygamber ezanı işittiği zaman evinde namaz kılmakla onu icabet eden olarak nitelendirmedi. Bu, emredilen icabetin cemaate katılmak için mescide gelmek olduğunun delilidir. İbn Ummî Mektum ha­disi de buna delâlet eder. O dedi ki:

"Ya Rasûlallah, Medine'nin yırtıcı kuşları ve hayvanları çoktur." Rasûlullah şöyle dedi:

"Hayye ale's-salâh ve hayye ale'l-felah'ı işitiyor musun?"

"Evet," dedi. Rasûlullah:

"O halde bunlara icabet et" buyurdu. Bunu Ebû Davûd ve İmam Ahmed rivayet etti/Bu emre icabetin cemaatte bulunmakla mümkün olduğu ve cemaatten ayrı kalanın emre icabet etmediği açıktır.[260]

Seleften birden fazla kişi Allah Teâlâ'nın:

"Fakat onlar sa­pasağlamken de secdeye davet ediyorlardı" âyetinin tefsiri hak­kında şöyle dediler: Bu davet, müezzinin "Hayye ale's-salâh ve hayye ale'l-felah" demesidir. Bu delil iki mukaddimeye dayanır:

Birincisi: Bu icabet vacibtir.

İkincisi: Bu icabet ancak namazı ce­maatle kılmakla gerçekleştirilir. Ümmetin en iyi bilen ve en iyi anlayanları olan sahabilerin icabetten anladıkları budur. İbn'l-Munzir, Kitabu'l-Evsat'ta şöyle dedi: İbn Mes'ud ve Ebû Musa'dan şöyle dediklerini rivayet ettik:

"Kim ezanı işitir de sonra icabet etmezse bir mazereti olmadıkça onun namazı başını geç­mez (Allah'a yükselmez)." [261] (İbn'l-Munzir) dedi: Aişe'nin şöyle dediği rivayet edildi:

"Ezanı duyduğu halde icabet etmeyen ken­disi iyiliği arzu etmediği gibi, kendisi hakkında da iyilik murad edilmez." [262]

Ebû Hureyre şöyle dedi:

"Adem oğlunun iki kulağına erimiş kurşun dökülmesi ezanı işitip sonra ona icabet etmemekten kendisi için daha hayırlıdır." [263] Bu ve diğer sahabenin icabeti ce­maatte bulunmak diye anladığının ve cemaatten geri kalanın icabet etmemiş, dolayısıyla asi olacağının delilidir.

Üçüncü delil

Allah Teâlâ'nın şu âyetidir:

"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû eden­lerle birlikte rükû edin." [264]

Bu âyetin konuya delâlet yönü şudur: Allah Teâlâ onlara rükûu emretti. Rükû namazdır. Namazdan rükû diye söz edil­miştir. Çünkü o, namazın rükûnlerindendir. Namazdan rükûnleriyle ve vacipleriyle (farzlarıyla) söz edilir. Nitekim Allah Teâlâ namazı secdeler, Kur'an ve tesbih diye de isimlendirmiştir.

"Rü­kû edenlerle birlikte" sözünün bir başka faydasının daha olması gerekir. Bu ancak namaz kılanlar cemaatiyle birlikte yapılır. Be­raberlik bunu ifade eder. Bir vasıfla veya bir durumla kayıtlandırılmış olan bu emir sabit (kesin) olduğu zaman, emredilen kişi onu ancak bu vasıfla ve durumla yerine getirmekle emre uymuş olur. Buna şöyle itiraz edilebilir. Bu, Allah Teâlâ'nın;

"Ey Meryem Rabbine divan dur, secde et ve rükû edenlerle birlikte rükû et." [265] âyetiyle çelişmektedir. Cemaatte hazır bulunmak bir kadının üze­rine vacip değildir. Bu itiraza karşı şöyle denilir: âyet bütün kadın­ların bu emri tutmasına delâlet etmez.

"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin" âyetinin aksine sadece Meryem bununla emredilmiştir. Meryem'in başka kadın­larda olmayan bir özelliği vardı. Çünkü onun annesi onu Allah için, O'na ibadet için ve mescidde kalması için azadlı bir kul ol­masını adamıştı. O mescidden ayrı değildi ve ailesiyle birlikte sec­de etmesi emredilmişti. Allah Teâlâ onu seçtiği, tertemiz yarattığı ve bütün dünya kadınlarına tercih ettiği zaman, diğer kadınlardan ayrı sadece ona mahsus bir emirle ona itaati emretti. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurdu:

"Hani melekler demişlerdi: Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya ka­dınlarına tercih etti. Ey Meryem! Rabbine ibadet et, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber sen de rü­kû et!" [266]

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun." [267] ayeti gibi onların yaptıklarının benzerini/aynısını yapmaya delâlet eden bir delil sebebiyle, rükû edenlerle birlikte rükû et­melerinin emredilmiş olması da onlar rükû halindeyken onlarla birlikte rükû etmelerinin vacipliğine delâlet etmez; çünkü bera­berlik fiilde ortaklığı/aynı fiili yapmayı gerektirir, yoksa aynı zamanda yapmayı gerektirmez, denilirse buna cevap olarak denilir ki: Beraberliğin hakikati önceki ile sonrakinin biraraya nelmesidir. Bu beraberlik, ortaklığın da ötesinde, özellikle na­mazda ilave bir değeri de ifade eder. Dolayısıyla cemaatle na­maz kıldı veya cemaatle namaz kıldım denildiği zaman, bun­dan namazı birlikte kılmalarından başka bir mana anlaşılmaz.

Dördüncü delil

Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde geçen ve lafzı Buhârî'ye ait olan Ebû Hureyre'nin naklettiği şu hadistir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Canım elinde olan Allah'a yemin olsun, içimden öyle geçiyor ki, emredeyim odun yığılsın. Sonra namaz için ezan okunmasını emredeyim de birine cemaate imam olsun diyeyim. Sonra o cemaatı bırakıp (namaza gelmeyen) kimselerin üzerlerine gidip evlerini (kendileri içeride iken) yakıvereyim. Canım elinde olan Allah'a yemin olsun ki bunlardan birisi (burada) semiz etli bir kemik parçası yahut iki güzel paça bulacağını bilse hemen yatsıya gelir." [268]

Yine Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Münafıklara en ağır gelen namaz yatsı namazı ile sabah namazıdır. Eğer bu namazlardaki fazileti bilselerdi emekleyerek bile gelir ve onları eda ederlerdi. İçimden öyle geçiyor ki namazı emretsem de kamet getirilse, son­ra emretsem bir adam insanlara namazı kıldırsa. Ben de bir takım adamlarla gidip odun toplasam ve varıp cemaate gelmeyenlerin evlerini başlarına yaksam." [269] Bu hadisin sahihliğinde ittifak edil­miştir. Lafzı Müslim'de geçer. İmam Ahmed'in de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle bir rivayeti vardır: "Evlerde oturan ka­dınlarla çocuklar olmasa yatsı namazını kılar ve kendi adamları­ma evlerdekileri ateşle yakın diye emrederdim." [270]

 

Cemaat Vacip Değildir Diyenlerin Sözleri

 

Namazları cemaatle kılmanın vacip olmadığını söyleyen­ler şöyle dediler: Bu, çeşitli yönlerden cemaatle namazın vacib olmadığına delâlet eder.

Birincisi: Bu tehdidin Cuma gününde cemaatten geri kalanlar hakkında yapıldığının delili Müslim'in Sahih'inde Abdullah İbn Mes'ud'dan naklettiği şu hadistir: Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem cuma namazından geri kalanlar hakkında şöyle dedi:

"İçimden öyle geçiyor ki bir adama emre­deyim, İnsanlara namazı kıldırsın. Sonra ben de cumadan geri kalan kimselerin üzerine evlerini yakayım." [271]

İkincisi malî cezalar caiz olduğu zaman bu da caizdi. Son­ra malî cezaların nesholunmasıyla bu da nesh edildi/hükmü kaldirildi.

Üçüncüsü: İçinden geçirdi fakat yapmadı şayet yakmak caiz olsaydı vacib olurdu. Çünkü cezanın iki tarafı eşit olmaz, bilakis ya vacip olur ya da haram olur. Peygamber bunu uygu­lamadığına göre demek ki caiz değildir. Dediler ki: Hadis, ce­maatin farz olmadığının delilidir. Çünkü Peygamber cemaatten arkada kalmayı aklından geçirmiştir. Halbuki o bir vacibi terk etmeyi aklından geçirmez. Yine onlar dediler ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onların evlerini cemaatten geri kaldıkları için değil, münafık oldukları için yakmayı aklından geçirmiştir.

 

Cemaatin Vacip Olduğunu Söyleyenlerin Vacip Değildir Diyenlere Verdikleri Cevaplar

 

Namazın cemaatle kılınmasının vacib olduğunu söyleyen­ler şöyle dediler: Sizin anlattığınız şeylerde hadisin delâlet ettiği hükmü düşürecek bir şey yoktur. Tehdidin sadece cumayı terk edenler hakkında olduğunu söylüyorsunuz. Evet, tehdit hem cu­mayı terk edenler, hem de cemaati terk edenler hakkındadır. Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği hadis, tehdidin cemaati terk eden­ler hakkında olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu, hadisin ba-Şmda da, sonunda da gayet açıktır. İbn Mes'ud'un rivayet ettiği hadis ise cumayı terk eden hakkında da bir tehdidin olduğunu açıkça ifade ediyor. Dolayısıyla iki hadis arasında bir çelişki yoktur.

Mensuhtur sözünüze gelince; bu ispatı çok zor bir iddi­adır. Neshin şartları nerede, güçlü ve daha sonra ortaya çıkması gereken neshedici nerede? Ne siz, ne de dünyada hiç kimse sadece bir iddia ile bunu ispat etmeye asla imkan bulamaya­caksınız. İnsanlardan pek çoğu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den sabit olan sünnetlerin çoğunu iptal etmek için nesh id­diasını basamak olarak kullandılar. Bu kolay değildir. Ümmetin kendisinden sonra naklettiği ve ezberlediği açık ve sağlam/sa­hih bir neshedici bulununcaya kadar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in hiç bir sahih sünneti icma iddiasıyla ve nesh iddiasıyla terk edilmez. Çünkü ümmetin korumak/ve ezberlemek mecburi­yetinde olduğu bir neshediciyi kaybetmesi/unutması ve amel edilmesi iptal edilmiş ve dinde hiçbir hükmü kalmamış mensuhu da muhafaza etmesi imkansızdır/muhaldir. Pek çok fanatik yeni yetme kendi mezhebine aykırı bir hadis gördüğü zaman hemen onun tevilini alır ve ona imkan bulduğu müddetçe zahirinin hila­fına bir mana yükler. Onları mağlup edecek bir şey karşılarına çıktığı zaman bunun aksine bir icmanın olduğu iddiasına sığı­nırlar. İcma iddiasını imkansız kılacak farklı bir görüş gördükleri zaman mensuh olduğu görüşüne sığınırlar. Müslüman müctehitler'ın yolu bu değildir. Bilakis müslüman müctehit imamların hep­si bu yolun tersi bir yoldadırlar. Onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem m sahih ve açık bir sünnetini buldukları zaman onu tevil ile icma ve nesh iddialarıyla iptal etmezler. Şafiî ve Ahmed Al­lah'ın yardımıyla bunu reddeden insanların en büyüklerindendir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem aklından geçeni sadece haber verdiği maniden dolayı yapmadı. O mani de evlerde kendilerine cemaatin vacib olmadığı kadınların ve çocukların bulunmamasıdır. Şayet üzerlerine evleri yakmış olsaydı kendisi­ne cemaatin vacip olmadığı kimseyi de cezalandırmış olurdu ki bu caiz değildir. Nitekim hamile bir kadına ceza uygulamak gerektiği zaman cezadan karnındaki çocuğun zarar görmemesi icİn doğuruncaya kadar bu ceza uygulanmaz. Rasûlullah sallal­lahu aleyhi ve sellem yapılması caiz olmayan bir şeyi asla aklından geçirmez. [272] Bazı ilim adamları buna başka bir cevap verdiler. O da şudur: İnsanlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in söyleye­ceği böyle bir sözü işitmekten çok korkuyorlardı. Sonra cemaate gitmemekte de ısrar ediyorlardı.

Hadis, cemaatin farz olmadığının delilidir. Çünkü Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem bu hadiste cemaati terk etmeyi düşündüğünü de ifade etmektedir, diyorsunuz. Sizin bu sözünü­ze de iltifat edilmez. Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine vacip kıl­madığı bir sünneti terk etmeleri sebebiyle müslümanlardan bir gurubu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ateşle ve evlerini yakmakla cezalandırmayı aklından geçirmiş olması düşünüle­mez. (Yani farz olan bir şeyi terkettikleri için bu cezayı aklından geçirebilir demek istiyor. -Çeviren-) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tek başına namaz kıldığını da söylememiştir. Bilakis o ve bu evlere beraberinde gidecek yardımcıları cemaat halinde na­maz kılmışlardı. Yine de namazı tek başına kılmış olsaydı bura­da iki tane vacib olurdu: Cemaate katılma vacibi ve günahkâr-'arın cezalandırılması ve onlarla mücadele vacibi, iki vacibten derecesi yüksek olanı yerine getirebilmek için derecesi düşük olanı terk etmek korku namazındaki duruma benzer. (Korku na­bzında da bazı vacipler terk edilir).

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onların evlerini cemaatten geri kaldıkları için değil, münafık oldukları için yakmayı ak­lından geçirmiştir, diyorsunuz. Sizin bu sözünüz de iki sakıncayı içerir.

Birincisi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in kabul ettiği ve hükmü ilişkilendirdiği cemaati terk suçunun ortadan kaldırıl­masıdır.

İkincisi de Peygamber'in ilga edip kaldırdığı bir anlayışı kabul edip itibar etmektir ki o da şudur: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem münafıkları münafıklıklarından dolayı cezalandır­mıyordu, aksine onların açıktan işledikleri şeylere itibar ediyor, içlerinde gizledikleri şeyleri ise Allah'a havale ediyordu.

Müslim'in sahihinde rivayet ettiği şu hadistir: Ama bir adam geldi ve: Ya Rasûlallah beni mescide getirecek bir kılavu­zum yok dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den ruhsat istedi. Rasûlullah ona bu ruhsatı verdi. Fakat arkasını dönüp gider­ken onu çağırdı ve dedi ki:

"Ezanı işitiyor musun?" Adam:

"Evet," dedi. Rasûlullah:

"O halde icabet et" buyurdu. [273] Bu adam İbn Ummi Mektum'dur. İsminde ihtilaf edilmiştir. Abdullah'tır denilmiş, Amr'dır denilmiştir. İmam Ahmed'in müsnedinde ve Ebû Davud'un süneninde Amr İbn Ummi Mektum'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Ya Rasûlallah dedim, ben evi uzak kör bir adamım. Benimle uyumlu olmayan bir kılavuzum var. Evimde namaz kılmama bir ruhsat bulabilir misin?" Rasûlullah:

"Ezanı işitiyor musun?" diye sordu.

"Evet," dedi. Rasûlullah şöyle buyur­du:

"Senin için bir ruhsat bulamam." [274]

 

Karşı Tarafın Buna Cevabı

 

Namazın cemaatle kılınması vacip değildir diyenler şöyle dediler: Bu müsfehap bir emirdir, vacib bir emir değildir.

"Senin için bir ruhsat bulamadım" sözü cemaatin faziletini arzu eder­sen, demektir. Dediler ki: Bu mensuhtur. Cemaat vaciptir görü­şünde olanlar dediler ki: Mutlak emir vücub ifade eder. Şeriatın sahibi/hüküm koyan Peygamber, kendisine uygun bir kılavuzu olmayan, evi uzak amâ bir kul için bu emri yerine getirmemesi­ne bir ruhsatın olmadığını açıkça ifade ettiği zaman bu emir na­sıl müstehaplık ifade eder. Eğer kul tek başına namaz kılmakla cemaatle namaz kılmak arasında serbest olsaydı bu amâ gibi bu serbestliğe İnsanların en layık olanı olurdu.

Ebû Bekir b. el-Münzir dedi ki: Evleri mescitten uzakta bile olsa körlerin de cemaatte bulunmalarının vacip olduğunu hatır­lattı. Bu, cemaatte bulunmanın mendup değil, vacib olduğunun delilidir. Âmâ olduğu halde İbn Ummi Mektum'a:

"Senin için bir ruhsat bulamadım" buyurunca gözü görenler için bu ruhsatın olmaması daha evladır.

Altıncı delil

Ebû Davud'un, Ebû Hatem'in ve İbn Hıbban'ın Sahih'inde 'on Abbas'tan rivayet ettiği şu hadistir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kim ezanı işitir de bir mazeret onu ica­betten engellemezse..."

"Mazeret nedir?" dediler.

"Korku veya hastalıktır onun kıldığı namaz kabul edilmez." [275]

Cemaatin vacip olmadığını söyleyenler buna karşı şöyle cevap verdiler: Bu hadiste iki illet vardır:

Birincisi bunun ravileri içinde Mearik el-Abdî vardır ve bu onların nazarında zayıf bir ravidir.

İkincisi bu hadisin İbn Abbas'tan mevkuf olarak rivayet edildiği bilinmektedir.

Cemaatin vacip olduğunu söyleyenler şöyle dediler: Ka­sım b. Esbağ kitabında dedi ki: Bize İsmail b. İshak el-Kadı şöy­le anlattı, ona Süleyman b. Harb, ona Şube anlattı. Şube, Hubeyb b. Sabit'ten, o Said İbn Cubeyr'den, o İbn Abbas'tan Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle dediğini nakletti:

"Kim ezanı işitir de mazeretsiz olarak icabet etmezse onun namazı yoktur." [276] Bu isnadın şahinliği senin için yeterlidir. Bunu İbn'l-Münzir rivayet etti ve şöyle dedi: Bize Ali b. Abdulaziz, ona Armr b. Avf, ona Huşeym İbn Şube anlattı. Huşeym, Adiy b. Sabit'ten, o Said b. Cubeyr'den, o da İbn Abbas'tan merfu olarak nakletti.

 Dediler ki: Büyük ve ulu bir kişi olmasına rağmen Ebû İshak es-Sûbeyî de bu hadisi Mearik el-Abdî'den nakletmiştir. Bu hadis merfu değil de mevkuf olsa bile (yani peygamber sözü değil de sahabi sözü olsa bile) başka bir sahabenin karşı çık­madığı bir sözdür.

Yedinci delil

Müslim'in sahihinde Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettiği şu sözlerdir:

"Kim yarın Allah'a müslüman olarak kavuşmaktan hoşlanırsa, ezan okunduğu yerde bu beş vakit namazı kılmaya devam etsin." Bunlar Sunen-i Hûda'dandırlar. [277] Şüphesiz Allah, Peygamber'inize Sunen-i Hüdayı teşri buyurmuştur/emretmiştir. Eğer siz cemaatten uzak durup evinde namaz kılan kişi gibi na­mazlarınızı evlerinizde kılarsanız Peygamber'inizin sünnetini terk etmiş olursunuz. O sünneti terk ederseniz delâlete düşerse­niz. Bir kimse tertemiz ve güzel bir abdest alıp da bu mescidlerden birine gitmek üzere yola çıkarsa, Allah ona, attığı her adı­ma karşılık bir sevap yazar, bir derecesini artırır, bir de günahı­nı düşürür. Bizim zamanımızda nifakı bilinen münafıktan başka hiç birimiz cemaati terk etmiyordu. (Hatta hasta olan) bir kimse iki kişi arasında; ayakları yerde sürünerek (mescide) getirilir de safta durdurulurdu." [278] Bu rivayetin başka bir lafzında Abdullah b. Mes'ud şöyle dedi: Allah'ın Rasûlü bize Sunen-i Hûda'yı öğ­retti. Ezan okunan mescidler de namaz kılmak da Sunen-i Hû­da'dandır. [279] Bu rivayet cemaatle namazın gerekliliğine şu yönden delâlet eder: Cemaati terk etmek, münafıklıkları bilinen münafık­ların alametlerinden birisi olarak görülmektedir. Ne müstehap olan bir fiili terk etmek, ne de mekruh olan bir füli terk etmek, ne ae mekruh olan bir füli yapmak münafıklığın alametlerinden değildir. Sünnetteki nifak alametlerini inceleyen bir kimse onların ya farz olan bir fiili terk etmek veya haram olan bir şeyi yapmak ol­duğunu görür. Abdullah b. Mes'ud'un şu sözü de bunu destekler mahiyettedir: Kim, yarın Allah'a müslüman olarak kavuşmaktan hoşlanırsa ezan okunduğu yerde bu beş vakit namazı kılmaya devam etsin. Abdullah b. Mes'ud, namazı evinde kılıp cemaati terk eden kimseyi, Peygamber'in üzerinde bulunduğu ve ümmeti­ne din olarak sunduğu yol olan sünneti terk eden kimse olarak isimlendirdi. Bununla kastedilen şey, dileyenin yaptığı, dileyenin terk ettiği sünnet değildir. Çünkü kuşluk namazını, gece namazını ve pazartesi ve perşembe orucunu terk etmek gibi o tür sünnetleri terk etmek ne bir sapıklıktır, ne de münafıklık alametidir.

Sekizinci delil

Müslim'in Sahih'inde Ebû Said el-Hudrî'den rivayet ettiği şu hadîstir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Üç kişi oldukları zaman birisi onlara imam olsun. Onların imamlığına en layık olanı en iyi okuyanıdır." [280] Bu hadisin delil olmasının sebebi ise cemaati emretmiş olmasıdır. Onun emri vücub ifade eder.

Dokuzuncu delil

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in safın arkasında tek başı­na namaz kılan kimseye namazı iade etmesini emretmiş olması­dır. Vabısa b. Ma'bed, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in safın arkasında tek başına namaz kılan bir kişiyi gördüğünü ve ona na­mazını tekrar kılmasını emrettiğini rivayet etti. Bunu İmam Ahmed, Sünen sahipleri ve Ebû Hatim b. Hibban Sahih'inde rivayet etti,

Tirmizî de hasen olduğunu söyledi. [281] Ali b. Şeyban'dan şöyle de­diği rivayet edildi: Biz, yola çıktık ve nihayet Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına vardık. Ona biat ettik ve arkasında namaz kıldık. (Ali b. Şeyban sözünün devamında) dedi ki: Sonra onun arkasında başka bir namaz kıldık. Namazı bitirdi ve safın arka­sında tek başına namaz kılan bir adam gördü. Adam namazı biti­rinceye kadar başında durdu ve dedi ki:

"Namazını yeniden kıl, safın arkasında namaz kılanın namazı olmaz." [282] Bunu İmam Ah­med ve İbn Hibban rivayet etti. Ahmed'in rivayetinde şu ifadeler vardır: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in arkasında namaz kıl­dım. Safın arkasında tek başına namaz kılan birini gördü. Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem, adam namazı bitirinceye kadar başında bekledi ve ona dedi ki:

"Namazını yeniden kıl. Çünkü sa­fın arkasında tek başına namaz kılanın namazı olmaz." [283] İbn'l-Münzir dedi ki: Bu hadisi Ahmed ve İshak sahih olarak rivayet et­tiler. Bu hadisin delil olmasının sebebi, cemaatin içinde olduğu halde saftan ayrı tek başına namaza duran kimsenin namazının geçersiz (bâtıl) olduğunu söylemesi ve sadece özel bir mekanda münferit namaz kılmasına rağmen ona namazını iade etmesini emretmesidir. Dolayısıyla cemaatten ve mekandan ayrı münferit namaz kılanın namazı geçersiz olmaya daha layıktır. Bu hadis, saftan ayrı kalan kişinin gayesinin münferit namaz kılmak olduğu­nu açıklıyor. Münferit namaz kılan kişinin namazı sahih olsaydı, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o kişinin namazının olmayacağına hükmetmezdi. Rasûlullah böyle namaz kılan kişiye namazını iade etmesini emretti.

Namazın cemaatle kılınmasının vacip olmadığını savunan­lar dediler ki: Siz bu hadisi ancak safın arkasında tek başına na­maz kılan kişinin namazının geçersiz olduğunu ispat ettikten sonra delil olarak kullanabilirsiniz. Halbuki bu görüş, ilim adam­larının cumhuruna/çoğunluğuna aykırı şaz bir görüştür. [284] Bir ka­dının safın arkasında tek başına kıldığı namazın sahih olduğun­da İnsanların icma etmiş olmaları erkeğin de aynı şekilde kılaca­ğı namazın sahih olduğuna delâlet eder. Rasûlullah sallallahu aley­hi vesellem, Cebrail'in arkasında namaz kılmıştır. Cabir İbn Abdillah'ın rivayetine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e Cebrail namaz vakitlerini öğretmek üzere gelmişti. Cebrail öne geçti, Ra­sûlullah sallallahu aleyhi ve sellem arkasına durdu, İnsanlar da Rasûlullah'ın arkasına durdular. Güneş tepe noktasını geçince öğleyi kıldırdı. Gölge kendisinin büyüklüğü kadar dibaca tekrar geldi. Daha önce yaptığı gibi yaptı; Cebrail öne geçti, Rasûlullah sallal­lahu aleyhi ve sellem onun arkasına durdu. İnsanlar da Rasûlullah'ın arkasına durdular. Bunu Nesâî rivayet etti. [285]

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Cebrail'in arkasında ona uyarak namazını kılmıştır. Dediler ki: Ebû Bekre safın arka­sında tek başına iftitah tekbirini aldı, sonra saffa girinceye ka­dar yürüdü, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona namazı iade etmesini emretmedi. [286]

Dediler ki: İbn Abbas, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in solunda tekbir alarak namaza girmişti. Peygamber onun elini tut­tu ve sağına doğru çekti. [287] Peygamber ona namazı tekrar etmesi­ni emretmedi. Hatta İbn Abbas'ın tek başına tekbir alıp namaza başlamasının dahî sıhhatine hükmetti. Bu olay, nafile bir namaz­da olmuştu. Cabir'in rivayet ettiği hadiste geçen olay ise farz bir namazda olmuştu: Cabir Rasûlullah'ın solunda namaza durmuş, bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun elinden tut­muş ve sağ tarafında namaza durdurmuştu. [288] Namazın cemaatle kılınmasının vacip olduğunu söyleyenler dediler ki: Bunun gibi şeyleri açıklayan sahih hadislerin birbiriyle çelişmesi şaşılacak bir durum olur. Bu sebeple hadisler arasında hiçbir çelişki yoktur. Siz diyorsunuz ki bu (yani saffın arkasında tek başına namaz kılan kişiye namazını iade ettirmesi) şaz/istisnai bir durumdur. Allah'a yemin olsun ki bu şaz/istisnai bir durum değildir. Terk edenler ederse etsin. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve onun sahih ve açık sünnetleri bu uygulamanın yanındadır. Sünnetler, onları terk edenlerin o sünnetleri bilmemesi sebebiyle ve başkasına o sünneti terk ruhsatını veren bir nev'i teville terk edilmezler. Bu sünneti terk edenin terki nasıl sünnetin kendisine tercih edilir?

Tabiînin büyüklerinden bir topluluk bu sünneti savunmuş­lardır. Said b. Cubeyr, Tavus ve İbrahim en-Nehâî bunlardan­dır. el-Hakem, Hammad, b. Ebî Leyla, el-Hasen b. Salih ve Vekî gibi küçük tabiler de bu görüştedirler. el-Evzâî -Tahavi ondan nakletmiştir- İshak b. Rahaveyh, İmam Ahmed, Ebû Bekir b. el-Münzir, Muhammed b. İshak, İbn Huzeyme de aynı şeyi söyle­mişlerdir. İşte bu görüşte olanlar ve işte sünnet; hani nerede farklı görüşte olanlar?

Kadının saf düzenindeki konumunu gerekçe göstererek mu­halefet etmeniz ise çok bozuk bir muhalefettir. Çünkü kadının bu konumu kendisi için meşru bir konumdur, hatta erkeklerle aynı safta namaza durursa Ebû Hanife'ye göre ve İmam Ahmed'in bir görüşüne göre arkasındakilerin namazını bozar. Bir kadın, kadın­lar safının arkasında tek başına namaza durmuş olsa namazı sa­hih olur denilirse, hayır öyle değildir denilir. Bilakis tıpkı tek başı­na erkekler safının arkasında duran bir erkeğin namazı gibi, ka­dınlar safının arkasında tek başına namaza duran bir kadının na­mazı da sahih değildir. Kadı Ebû Yala, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in

"Safın gerisinde tek başına duran kimsenin namazı ol­maz" sözünün genel anlamına bir yorum getirerek şunu söylemiş­tir:

"Bu konudaki sahih hadisten dolayı erkeklerin gerisinde bir kadın tek başına namaza durduğu zaman hüküm bunun dışında­dır (yani kadının namazı sahihtir). Bunun dışında saf gerisinde tek başına namaza duranlar yukarıdaki hadisin genel hükmünün için­de kalır (yani namazları sahih değildir)."

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in Cebrail'in arkasında, sahabilerin de onun arkasında namaz kılmaları olayına gelince buna da şöyle cevap verilir: Bu olayın İslâm'ın ilk dönemlerinde Cebrail ona namaz vakitlerini öğrettiği zaman cereyan etmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in safın gerisinde namaz kılan kişiye namazını iade etmesi olayı ise bundan sonra son dönemlerde olmuştur. Bu doğru bir cevaptır. Benim bu konuda başka bir cevabım daha vardır, o da şudur: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem müslümanların imamı idi ve onların önünde bulunuyor­du. Sadece Peygamber Cebrail'e uymuştu. Cebrail'in önde bu­lunması öğretim açısından yanda bulunmasından daha elverişli bir durumdur. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem insanlar kendisine tâbi olsunlar ve nasıl namaz kıldığını öğrensinler diye onlara minberin üstünde de namaz kıldırdı. [289] Bundaki gaye de öğretmektir. İnsanlara imamlık yaptığı zaman imamın onlardan daha yüksek bir yere durması Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yasağının içine girmez. [290]

Ebû Bekre olayına gelince bu rivayette Ebû Bekre'nin safa girmeden önce başını rükûdan kaldırdığına dair bir ifade yok­tur. Bu kesin ise (yani başını rükûdan kaldırmadan safa yetişmişse) buna sarılmak mümkündür. Fakat bunun kesin olup ol­madığı bilinmiyor. Safa yetişmeden rükûya varıp sonra rükû ha­linde yürüyen ve imam başını rükûdan kaldırmadan safa yetişen kimsenin durumu hakkında İmam Ahmed'den gelen rivayetler muhteliftir. Bu konuda ondan üç rivayet gelmiştir:

Birincisi: Mut­lak olarak sahihtir. Bu rivayetin delili Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Ebû Bekre'ye namazını iade etmesini emretmemesi ve ondan kendisi başını rükûdan kaldırmadan önce mi yoksa son­ra mı yetiştiğinin açıklamasını istememesidir. İkisinin durumu tarklı olsaydı bu açıklamayı ondan isterdi. Said İbn Mansur'un Sunen'inde Zeyd b. Sabit'ten rivayet ettiğine göre Zeyd b. Sabit de safa girmeden önce rükûya varır, sonra rükû halindeyken yürür ve safa ulaşsın veya ulaşmasın o rekâta yetişmiş sayardı. [291] Ahmed'den gelen ikinci rivayete göre bu, sahih değildir. İbra­him İbn el-Hâris'ten ve Muhammed b. el-Hakem'den gelen rivayette buna hükmetti. Ahmed, bu rivayette geçen görüşünde imam rükûda iken safa yetişen ile yetişemiyeni birbirinden ayır­dı. Çünkü o (ikincisi) rekâtına yetişeceği bir safa yetişemedi. Böylece o, secde ederlerken saffa yetişmiş gibi oldu. Ahmed b. Hanbel'in arkadaşları nazarında en sahih rivayet budur. Ah­med'den gelen üçüncü rivayete göre ise eğer o kişi yasağı bili­yorsa namazı sahih değildir, bilmiyorsa Ebû Bekre kıssası sebe­biyle namazı sahihtir. Çünkü o kıssada Rasûlullah sallallahu aleyhi ve seltem ona namazı iade etmesini emretmemiş, fakat "bir daha böyle yapma" demiştir. Yasaklama yasaklanan fiilin fesadını gerektirir/geçersiz kılar. Fakat bilmeyen kişiyi namazın iadesini ona emretmeksizin serbest bırakmıştır. Ebû Bekre'nin durumu budur. İbn Abbas ve Cabir'in kıssasındaki kişilere gelince onlar da safın gerisinde tek başlarına namaza başladıkları halde na­mazın başlangıcında kendilerine müdahale edilmemesinin sebe­bi, önce onlar henüz namaza girmiş değillerdi. Ancak Peygamber'in soluna durmuşlardı, Peygamber de onları duruşlarının başlangıç kısmında sağına çekmişti. Onların bu vaziyette iken tekbir alıp namaza başladıkları düşünülse, safın gerisinde tek başına tekbir alan kimsenin başlangıç tekbiri ve namaza giriş sahihtir/geçerlidir; onun rükûya da tek başına gidip gitmediğine ne bakılır. Rükûdan önce bir başka kişi daha gelip onun yanına durursa namazı sahihtir. Şayet imama uyanların hepsinin aynı anda tekbir almalarını kabul edecek olursak, tekbirin başında ve sonunda herkesin yanındakiyle zaman birliği olmadıkça hiç kimsenin başlangıç tekbiri sahih/geçerli olmaz. Bu ise çok bü­yük bir zorluk ve meşakkat olur. Bu sebeple hiç kimse böyle bir şey söylememiştir. Allah en iyi bilendir.

Onuncu delil

Ebû Davud'un süneninde, İmam Ahmed'in müsnedinde rivayet ettiği şu hadîstir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Bir köyde üç kişi bir arada olur da eğer o köyde ezan okunmaz ve namaz kılınmazsa anla ki şeytan onlara üstün gelmiştir. Bu nedenle sen cemaatten ayrılma! Çünkü kurt, sürü­den ayrılan koyunu kapar." [292] Bu hadisin delil olma yönü şudur: Hadis, cemaati terk etmekle şeytanın onlara galip geleceğini ha­ber vermektedir ki, ezan ve namazın ikamesi cemaatin sembolü­dür. Şayet cemaat, kişinin yapıp yapmamak arasında serbest olduğu bir mendup olsaydı, cemaati ve onun sembollerini terk eden kimselere şeytan galip gelemezdi.

Onbirinci delil

Müslim'in Sahih'inde Ebû'ş-Şa'sa el-Muharîbî'den yaptığı şu rivayettin Bir gün mescitte oturuyorduk. Müezzin ezanı okuyunca Dlr adam mescidde ayağa kalktı ve yürüdü gitti. Ebû Hureyre, o adam mescitten çıkıncaya kadar takip etti ve şöyle dedi:

"Bu adam Ebû Kasım'a (peygambere) asi olmuştur." [293]

Bir rivayette de şöyle geçer: Ebû Hureyre'den duydum; ezandan sonra mescidin dışına çıkan bir adam görmüştü. Ona şöyle dedi: Bu adam Ebû Kasım'a isyan etmiştir. Bu hadisin delil olması, ezandan sonra mescitten çıkmakla cemaati terk ettiği için adamı Rasûlullah'a asi olmakla nitelendirmesidir. Cemaat menduptur diyen kimse ezandan sonra mescitten çıkıp tek başına na­maz kılan kişi için Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiştir demez. İbn'l-Münzir kitabında cemaatin vacipliğine bu hadisle delil getirmiştir. Şayet kişi cemaati terk etmekle cemaate katılmak arasında serbest olsaydı üzerine vacip olmayan bir şeyde hazır bulunmadığından dolayı isyan etmiş olmazdı. Cemaat menduptur, isterse katılır, is­terse terk eder diyen bir kimse, müezzin namaz için kamete başladığı halde bir adamın mescitten dışarı çıkmasını da caiz görür, hatta orada oturmasını da caiz görür. Dolayısıyla bu adam imamla birlikte namaz kılmaz, onlar kıldıkları zaman kalkar ve tek başına namazını kılar, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve as­habı böyle yapan birisini görselerdi şiddetle reddederlerdi. Hatta o, bundan daha hafifini bile reddetmiş ve binitinde kıldığı nama­zını yeterli görüp de cemaatle birlikte namaza katılmayan kişiye şöyle demiştir:

"Niçin bizimle namaz kılmıyorsun? Sen müslüman bir adam değil misin?" [294] Namazını kıldıktan sonra mescide gelen kişiye gelenlere de cemaatle namaza katılmalarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Binitlerinizde namazı kıldıktan sonra mescide çeldiğinizde onlarla birlikte de namaz kılın. Şüphesiz bu sizin için bir nafiledir." [295]

Onikinci delil

Allah kendilerinden razı olsun, sahabilerin bu konudaki icmalarıdır. Biz onların sözlerini hatırlatacağız. İbn Mes'ud'un sözü daha önce geçmişti. O şöyle dedi: Bizim zamanımızda nifakı bili­nen münafıktan başka hiç birimiz cemaati terk etmiyordu. İmam Ahmed şöyle dedi: Bize Vekî haber verdi, ona Süleyman İbn Muğîre haber verdi. O Ebû Musa el-Hilali'den, o da İbn Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletti:

"Her kim müezzini işitir de hiçbir mazereti olmaksızın ona icabet etmezse onun namazı yoktur." Yine Ahmed dedi: Bize Vekî', ona Mes'ar anlattı. O Ebû'l-Husayn'den, o Ebû Berde'den, o Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet etti, o şöyle dedi:

" Her kim ezanı işitir de mazeretsiz icabet etmezse onun namazı yoktur." Ahmed şöyle dedi: Bize Vekî' anlattı, o Sufyan'dan, o Ebû Hayyan et-Teymî'den, o babasından, o da Alî radıyallahu anh'den şöyle dediğini nakletti: Mescide komşu olanın namazı ancak mescitte olur.

"Mescide komşu olan kimdir?" Diye soruldu. Şöyle cevap verdi:

"Müezzini işitendir." [296] Said İbn Mansur şöyle dedi: Bize Huşeym anlattı. Ona Mansur haber verdi. Mansur, Hasen İbn Ali'den şöyle dediğini nakletti:

"Her kim ezanı işitir de mazereti olmaksızın Ona gelmezse, namazı başının üstünü geçmez." Abdurrezzak, Enes'ten, o Ebû İshak'tan, o Hâris'ten, o da Ali'den şöyle dediğini nakletti.

"Mescidin komşularından her kim ezanı işitir de sağlıklı ve mazeretsiz olduğu halde gelmezse onun namazı yoktur." Vekî', Abdurrahman b. Husayn'dan, o Ebû Necîh el-Mekkî'den, o da Ebû Hureyre'den şöyle dediğini nakletti:

"Adem oğlunun kulakları­nın erimiş kurşunla dolması, müezzini işitip de sonra ona icabet etmemesinden daha hayırdır." İmam Ahmed dedi ki: Bize Vekî', Sufyan'dan, o Mansur'dan, o Adiy b. Sabit'ten, o da Aişe'den şöyle dediğini nakletti:

"Her kim müezzini duyar da hiçbir özrü ol­madığı halde icabet etmezse ne iyilik bulur, ne de hakkında iyilik murad edilir." Vekî', Şûbe'den, o Adiy b. Sabit'ten, o Saîd İbn Cübeyr'den, o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletti:

"Kim ezanı işitir de hiç bir mazereti olmaksızın icabet etmezse onun namazı yoktur." [297] Abdurrazzak, Leys'ten, o Mücahid'den şöyle dediğini nakletti: Bir adam İbn Abbas'a sordu ve şöyle dedi:

"Bir adam gündüz oruç tutuyor, gece namaz kılıyor fakat ne cumada bulunu­yor, ne de cemaatte bulunuyor?" İbn Abbas şöyle dedi:

"O cehen­nemliktir." Ertesi gün geldi ve aynı soruyu yine sordu, İbn Abbas:

 "O cehennemliktir", dedi. Adam, bir ay boyunca birbirine yakın muhtelif zamanlarda aynı soruyu sormaya geldi. İbn Abbas her seferinde:

"O cehennemdedir," diye cevap verdi. [298] Bütün bunlar sahabilerin sözleridir. Hepsi sahihtir, meşhurdur ve yaygındır. Bu­nun aksini söyleyen hiçbir sahabî gelmemiştir. Bu haberlerin hepsine tek başına bile meselede müstakil bir delildir. Birbirini destekledikleri zaman nasıl delil olmasın? Başarı Allah'tandır.

 

VI- NAMAZIN SIHHATİNDE CEMAAT ŞART MIDIR, DEĞİL MİDİR?

 

Altıncı Mesele: Namazın sıhhatinde cemaat şart mıdır, değil midir? Cemaatın vacip olduğu görüşünde olanlar bu konuda iki guruba ayrılmışlardır:

Birinci görüşe göre cemaat farzdır, terk eden günahkâr olur, tek başına kılmakla namaz borcundan kurtulur. Hanbelî mezhebinin sonraki âlimlerinin çoğu bu görüştedir. Hanbel'in rivayetinde Ahmed de buna hükmetmiş ve şöyle demiştir: Na­maza çağırana icabet etmek farzdır. Şayet bir kimse bu bana göre sünnettir, ben vitir ve diğer namazlar gibi bunu da evimde kılarım, derse namazı sahih olmakla beraber hadise muhalif olur.

Ahmed'ten, Ebûl'l-Hasen ez-Za'feranî'nin Kitabu'l-İkna'da zikrettiği ikinci bir rivayet daha vardır ki bu rivayete göre cema­at, namazın sıhhati için şarttır ve tek başına namaz kılan kimse­nin namazı sahih değildir. Bunu el-Kadî bazı Hanbeli'lerden nakletmiştir. Ebû'l-Vefa İbn Akîl ve Ebû'l-Hasen et-Temîmî de bunu tercih etmiştir. Dâvûd ve arkadaşlarının görüşü de budur. İbn Hazm şöyle demiştir:

"Bizim bütün arkadaşlarımız (zahirîler) bu görüştedir."

Biz her iki tarafın da delillerini zikredeceğiz: Cemaatin şart olduğunu söyleyenler şöyle dediler: Cemaatin vucubiyeti hakkında zikrettiğimiz bütün deliller bunun şart olduğuna delâlet eder. Çünkü bu, vacip olduğu zaman mükellef onu terk eder de emredilen şeyi yapmazsa emir onun uhdesinde kalır. Bunlar dediler ki: Şayet cemaatsiz namaz sahih olsaydı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı onun namazı yoktur, de­mezdi. Şayet cemaatsiz namaz sahih olsaydı Peygamber sallal­lahu aleyhi ve sellem:

"Her kim müezzini işitir de sonra ona icabet etmezse kıldığı namaz ondan kabûl edilmez" demezdi. [299] Nama­zın kabulü cemaate bağlandığı zaman onun şart olduğuna delâlet eder. Nitekim namazın kabulü abdest almaya bağlandı­ğı zaman abdest namazın şartı olduğuna delâlet eder.

Dediler ki: Kabul edilmemesi ya bir rüknün veya bir şartın yerine getirilmemesinden dolayıdır. Bu, kaçak kölenin [300] ve şarap içenin kırk gün boyunca  [301] namazının kabul edilmemesiyle çeliş­mez. Çünkü buradaki kabul edilmemezlik namazla birlikte ha­ram kılınmış bir fiilin işlenmesinden dolayıdır. Bu fiil, o namazın ecrini/sevabını iptal eder.

Dediler ki: Şayet tek başına namaz kılanın namazı sahih olsaydı İbn Abbas onun cehennemde olduğunu söylemezdi. Dediler ki: Şayet namazı sahih olsaydı vacip olmazdı ve emredilen şeyi yapanın ibadeti sahih olurdu. Cemaatin vücubiyetine dair yeterli delilleri zikretmiştik.

Cemaatsiz namaz sahihtir diyenler de üç gruba ayrıldılar. Bir kısmı sünnettir, dilerse cemaatle kılar, dilerse cemaati terk eder dediler. Bir kısmı, farz-ı kifayedir, bazıları kıldığında di­ğerlerinden düşer dediler. Bir kısmı da farz-ı ayndır fakat cema­atsiz namaz sahihtir, dediler.

Cemaatsiz namazın sahih olduğunu söyleyenler dediler ki: Buhârî ve Müslim'de, İbn Ömer'in rivayet ettiği şu hadis geç­mektedir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Cemaatle namaz, tek başına namaz kılmaktan yirmiyedi dere­ce daha faziletlidir." [302] Yine Buhârî ve Müslim'de, Ebû Hureyre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle nakletmektedir:

"Kişi­nin cemaatle namaz kılması, evindeki veya çarşısındaki nama­zından sevapça yirmibeş kat fazladır. Çünkü o güzelce abdest alıp sadece mescitte namaz kılmak niyetiyle çıkarsa, attığı her adıma karşılık bir derecesi yükseltilir, bir de günahı silinir. Na­maz kılarken namazgahında bulunduğu müddetçe melekler de­vamlı olarak onun için şöyle istiğfar ederler: Allah'ım, onu ba­ğışla, Allah'ım onu esirge. Biriniz namazı beklediği müddetçe namazdaymış gibi olur." [303] Dediler ki: Tek başına namaz kılanın namazı geçersiz olsaydı cemaatle kılınan namazla onun arasın­da derece farkı olduğu söz konusu edilmezdi. Çünkü sahih ile bâtıl arasında derece farkı olmaz.

Muslimin Sahih'inde Osman b. Affan'dan rivayet edilen bir hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmakta­dır:

"Her kim yatsı namazını cemaatle kılarsa sanki gecenin yarısını namazla geçirmiş gibi olur. Sabah namazını da cemaatle kılarsa bütün geceyi namazla geçirmiş gibi olur." [304] Dediler ki: Namazı cemaatle kılmayı vacip olmayan bir şeye benzetti. Ben­zetilen hakkındaki hüküm tekit konusunda kendisine benzetile­nin hükmü gibidir.

Dediler ki: Yezid b. el-Esved'in şöyle dediği rivayet edil­miştir:

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in haccında onunla be­raber bulundum. Hayf mescidinde onunla birlikte sabah nama­zını kıldım. Namazını bitirince eğilip baktı ve topluluğun sonun­da namaz kılmayan iki adam gözüne çarptı. Dedi ki:

"Şu iki kişiyi bana getirin." Getirildiler. Adamlar korkudan titriyorlardı. Rasûlullah dedi ki:

"Bizimle birlikte namaz kılmanızı engelleyen şey nedir?" Dediler ki:

"Ya Rasûlallah biz çadırımızda (daha ön­ce) kılmıştık." Dedi ki:

"Öyle yapmayın. Binitinizde namazınızı kıldığınız ve daha sonra da mescide geldiğiniz zaman onlarla birlikte de kılınız; bu sizin için nafile olur." Bu hadisi Sünen sa­hipleri rivayet ettiler. Ebû Dâvûd'daki rivayette şu lafızlar geçer:

"Sizden biriniz evinde namazı kılıp da sonra imama yetiştiği zaman onunla birlikte de namaz kılsın. Çünkü bu onun için na­file olur." [305]

Dediler ki: Birincisi sahih olmasaydı, ikincisi nafile olmazdı. Mihcen b. el-Edra'dan şöyle dediği nakledildi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e gelmiştim. Namaz kılınacak oldu ve kıl­dı. Yani ben kılmadım. Bana dedi ki:

"Sen kılmadın mı?" Dedim ki:

"Ya Rasûlallah, ben evde kıldım, sonra buraya geldim." Rasûlullah şöyle buyurdu:

"Geldiğin zaman namaz kıl, onu da nafile yap." [306] Bunu Ahmed rivayet etti. Bu konuda Ebû Hureyre'den, Ebû Zer'den ve Abdullah b. Ömer'den de gelen rivayetler var­dır. İbn Ömer'in, Meymune'nin azatlısı Süleyman'dan rivayet ettiği hadisin lafzı şöyledir: Süleyman dedi ki: Bolat'ta iken İbn Ömer'in yanına geldim. İnsanlar mescitte namaz kılıyorlardı. Dedim ki: İnsanlarla birlikte namaz kılmaktan seni engelleyen şey nedir? Şöyle cevap verdi: Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle dediğini duydum:

"Bir günde iki defa namaz kılma­yın." [307] Bunu Ebû Dâvûd ve Nesâî rivayet etti.

Cemaatin vacib olduğu görüşünde olanlar şöyle dediler: Birinin diğerinden daha faziletli olması ister mutlak olsun, ister mukayyet olsun zimmetin her yönden borçtan kurtulmasını ge­rektirmez. İki şeyden birinde hiçbir fazilet bulunmadığı halde de diğeri için daha faziletlidir, denilebilir. Mesela Allah Teâlâ cen­netle cehennemi karşılaştırırken şöyle buyurur:

"O gün cennet halkının kalacakları yer daha iyi, din­lenip safa sürecekleri yer daha güzeldir." [308]

"De ki: Bu mu daha iyi, yoksa ebedi cennet mi?" [309]

(Bu mukayeseden cehennemin -az da olsa- iyi olduğu sonucu çıkmaz. Çünkü cehennem hiç iyi değildir, -Çeviren-) Bu örnekler çoktur. Dolayısıyla tek başına kılınan namazın birlikte kılınan namazın yirmiyedi de biri olması cemaatin farziyetinin düşmesini ve onun herhangi bir şekilde mendup olmasını gerektirmez. Na­mazın gayesi her ikisi ile de vacibin eda edilmesidir. Fakat ara­larında çok büyük fazilet farkı vardır. Mesela iki adam aynı safta namaz kılarlar fakat ikisinin namazı arasında fazilet yönünden yerle gök arasındaki fark gibi fark vardır. Sunen'de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Kul namazını kılar fakat ona sevabının sadece yarısı, üçte biri, dört­te biri beşte biri yazılır." [310] Hatta bu onda birine kadar düşer. Farz namazı kılan iki kişi düşünüldüğünde, bunlardan birisinin namazı diğerinin namazından on kat daha faziletlidir. Halbuki her ikisinin namazı da farz namazdır. Aynı şey tek başına kılı­nan namazla cemaatle kılınan namaz hakkında da düşünülebi­lir. Peygamber'in şu sözü bunu daha güzel ifade etmektedir: "Senin namazından elde edeceğin ecir ve sevap ondan aklettiğinden (bağlanıp bilincinde olduğundan) başkası değildir." [311] Bir kimse namazının sadece bir bölümünü bilinçli/kendisini na­maza bağlayarak kılmışsa, namaz borcundan kurtulsa bile elde edeceği sevap bu bölümün sevabı kadardır. Tek başına namaz kılan da böyledir, borcundan kurtulsa bile bir parça sevap dahi alamaz. Böyle bir namazı fıkıhçılar namaz diye isimlendirseler bile sâri' (dinin koyucusu) sahihtir diye isimlendirmez. Çünkü mutlak manada sahih, üzerine eseri terettüp eden (sonunda bir sevap elde edilen) ve kendisiyle maksada ulaşılan şeydir. Bu tek başına kılınan namazın sevabının çok büyük bir kısmı elde edi­lememektedir ve maksadın büyük bir kısmına ulaşılamamakta­dır. Bu sebeple sıhhatten çok uzaktır, en iyi hali cezanın ondan kalkmasıdır. Bir sevap elde edilse bile bu (çok küçük) bir parçadır. Bu, cemaati namazın sıhhati için şart görmeyenlerin görüşü­ne göre böyledir. Cemaati namazın sıhhati için şart görenlere göre ise cemaatsiz namaz sahih değildir.

Cemaati namazın sıhhati için şart görenlerin fazilet muka­yesesi konusundaki cevaplarına gelince o da şudur: Hadiste sa­dece sahih iki namaz fazilet yönünden mukayese edilmektedir. Tek başına kılınan namaz ancak mazeret sebebiyle sahih olur. Sahabilerin de dediği gibi mazeretsiz tek başına namaz kılan kişinin namazı yoktur/sahih değildir. Bunlar böyle cevap verir­lerse muhalifleri de derler ki: Mazeretlinin sevabı zaten eksiksiz verilir. Diğerleri buna karşılık şöyle derler ki: Mazeretli tek başı­na namaz kılmakla bir parça sevabı hak eder. Sevabının tamamlanması/yirmi yedi kat olması, fiilinden dolayı değil, niye­tinden dolayıdır. Daha önce cemaatle namaz kılmayı kendine adet edindiği zaman, hastalanır veya yolculuğa çıkar veya hap­sedilir de cemaate gitme imkanını bulamazsa cemaat sevabın­dan mahrum bırakılmaz. Allah Teâlâ onun niyetinin cemaate gitmeye gücü yetseydi cemaati terk etmemek olduğunu bilir. Amel olmaları yönüyle cemaatle namaz, onun tek başına kıldığı namazdan daha faziletli olmasına rağmen bu niyet onun seva­bının eksiksiz verilmesine sebep olur.

Dediler ki: Bu bellidir ve zorunludur. Çünkü naslar ezanı işitip de sonra kendi başına namaz kılan kimsenin namazının olmayacağını açıkça ifade etmektedir. Dolayısıyla kendisine se­vabın yirmiyedide biri verilecek olan kişi, namazı kabul edilen mazeretli kişi demektir. Dediler ki: Allah Teâlâ muaheze etmese de/sorguya çekip cezalandırmasa da, gücü yeteni gücü yetme­yenden üstün tutmuştur. Bu, Allah Teâlâ'nın dilediğine bahşettiği bir lütfudur. Buhârî'nin sahihinde İmran b. Husayn'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e bir kimsenin oturarak kıldığı namazı sordum. Şöyle cevap verdi:

"Her kim ayakta namaz kılarsa daha faziletlidir. Her kim otura­rak namaz kılarsa ayakta kılanın alacağı sevabın yarısını alır. Her kim de yan yatarak kılarsa oturarak kılanın sevabının yarı­sını alır." [312] Bu sadece mazeretli olan kişi hakkında söylenmiş bir sözdür. Yoksa mazeretli olmayan kişi farz namazı oturarak kıl­dığı zaman hiçbir sevap alamaz. Şayet kıldığı namaz nafile ise yan yatarak kılması caiz değildir. Çünkü ne Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ne de her türlü ibadeti ve iyiliği yapmaya son de­rece hırslı olmalarına rağmen sahabilerden hiç birisi hiçbir gün yatarak nafile namaz kılmamışlardır. Bu sebeple ümmetin cum­huru bundan men etmişlerdir. Biz de yan yatarak namaz kılma­yı ancak oturarak namaz kılamayan kimse için caiz görürüz. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, İmran b. Husayn'a;

"Ayakta kıl, gücün yetmezse oturarak, ona da gücün yetmezse yan yatarak kıl" buyurdu. [313] İmran b. Husayn her iki rivayetin de ravisidîr ve her iki durumu da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme soran odur.

Osman b. Affan'ın rivayet ettiği;

"Her kim yatsı namazını cemaatle kılarsa sanki gecenin yarısını namazla geçirmiş gibi olur." [314] hadisiyle istidlalinize gelince bu en bozuk/geçersiz is­tidlallerden birisidir. Sizin bu istidlalinizi geçersiz kılacak en açık şeylerden birisi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şu sö­züdür:

"Her kim ramazan orucunu tutar, arkasından şevval ayından da altı gün oruç tutarsa bütün yılı oruçla geçirmiş gibi olur." [315] Yıl boyu oruç tutmak vacib olmadığı halde vacip olan oruç ona benzetilmiştir. Hatta sahih olan görüşe göre yılın ta­mamını oruçla geçirmek mekruhtur. Vacip olan ramazan orucu ona benzetilmiştir. Dolayısıyla az miktardaki bir vacibin sevabı, çok miktardaki müstehabbın sevabına ulaştığı için az miktardaki vacibe verilecek kat kat sevab konusunda vacibin müstehabba benzetilmesi mümkündür.

Yezid b. el-Esved, Mihcen b. el-Edra', Ebû Zerr ve Ubade tarafından rivayet edilen hadisle istidlalinize gelince onlardan hiç birisinin rivayet ettiği hadiste bir adamın cemaate katılmaya gücü yettiği halde tek başına namaz kıldığı ifade edilmemiştir. Şayet Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e böyle bir şey haber verilseydi onu asla onaylamaz ve reddederdi.

İbn Ömer de cemaate gücüm yettiği halde namazı tek başına kıldım, demedi. Biz diyoruz ki: Cemaati terk eden kimse ona gücü yettiği halde terk etmiş değildir. Rasûlullah ashabının dediği gibi biz de diyoruz ki gücü yettiği halde cemaati terk edenin namazı yoktur. Bunların namazları olduğuna göre bura­da iki şeyden birisinin olması gerekir: Ya bu cemaatin dışında başka bir cemaatle namazı kılmışlardır veya namaz vaktinde mazeretlidirler. Mesela bir kimse teyemmümle namaz kılsa, son­ra vakit içinde suyu bulsa veya hastalık sebebiyle oturarak namaz kılsa sonra vakit içerisinde iyileşse veya çıplak olarak na­maz kılsa sonra vakit içerisinde bir örtü bulsa mazeretli hallerin­de kıldığı namazları tekrar kılması gerekmez.

Dediler ki: Şeriatın hükümleri cemaatle namazın herkese farz olduğuna delâlet etmektedir. Bu delâlet çeşitli yönlerden kendisini göstermektedir:

Birincisi: Yağmur sebebiyle namazları birleştirmek (cem etmek) caizdir. [316] Caiz oluşunun sebebi cemaati muhafazadan başka bir şey değildir. Öyle olmasaydı, herkesin evinde tek ba­sma kılması mümkün olurdu. Cemaat-vacib değil de- mendub olsaydı sadece mendub olan bir şey için vacibin terk edilip de namazın vaktinden önce kılınması caiz olmazdı.

İkincisi: Hasta, cemaat içinde ayakta durmaya gücü yet­mezse veya tek başına namaz kıldığı zaman ayakta durabili­yorsa kıyamı terk ederek namazı cemaatle kılar. Sadece men-dup olan bir şey için namazın rükünlerinden birinin terk edilme­si imkansızdır.

Üçüncüsü: Korku ortamında kılınan namazda cemaat imamdan ayrılıyor, namaz içinde pek çok şey yapıyorlar ve na­maz ortasında imamı tek başına bırakıyorlar. Bunların hepsi ce­maat sevabını tahsil etmek içindir. Bunların hiçbirisi olmaksızın tek başına namazı kılmak mümkündür. Dilerse yapacağı dilerse yapmayacağı mendup bir iş için bunu ve başka şeyleri yapması muhaldir/düşünülemez.

 

VII- KİŞİNİN NAMAZI EVİNDE CEMAATLE KILMASI

 

Yedinci Mesele: Cemaatle namazı evinde kılabilir mi yoksa mescit zorunluluğu var mıdır? Bu konuda âlimlerin iki gö­rüşü vardır.

Birincisi: Evinde cemaatle kılabilir görüşüdür. Hanefiler ve Mâlikîler bu görüştedirler. Şafiîlerin iki görüşünden birisi de budur.

İkincisi: Mazereti olmadıkça evinde cemaatle kılması caiz değildir, görüşüdür. Bu konuda üçüncü bir görüş daha var­dır ki ö da mescidde kılması farz-ı kîfayedir, görüşüdür. Bu Şafi­îlerin ikinci görüşüdür. Birinci görüşün delili çadırlarında namaz kılan iki kişinin rivayet ettikleri hadistir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara mescidden cemaate katılarak nafile namaz kıl­malarını emretti ve çadırlarında kıldıkları için onları azarlama­dı. Mihcen İbn el-Edra ve Abdullah İbn Ömer hadisi de bu gö­rüşün delilidir. Bu hadisler daha önce geçmiştir.

Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde Enes İbn Malik'ten rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem insanların ahlakça en güzeli idi. Bizim evimizde iken bazan namaz vakti girerdi. Altına bir sergi getirilmesini emreder, onu ters çevirir, temizler, sonra kalkar, biz de arkasın­dan kalkarız ve bize namaz kıldırırdı. [317] Buhârî ve Müslim'de yine Enes İbn Malik'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem attan düşmüş ve sağ tarafı tahriş olmuştu/eti ezilmişti. Geçmiş olsun demek için yanına girdik. Bu sırada na­maz vakti girdi ve oturarak namaz kıldı. [318] Yine Buhârî ve Müs­lim'de, Ebû Zerr'den şöyle dediği rivayet edildi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangi­si olduğunu sordum. Şöyle cevap verdi:

"Mescid-i Haram'dır, sonra Mescid-i Aksa'dır. Sonra namazı nerede idrak eder­sen/vakit nerede girerse orada kıl. Orası da bir mescittir." [319] Rasûlullah sallallahu aleyhi ve seilem den sahih yolla gelen bir rivayette şöyle buyurmuştur:

"Temiz olan her yer benim için hem mescit, hem de temizleyici/teyemmüm etme yeri kılındı." [320] Cemaatin va-cipliğine delâlet eden yukarıda geçmiş bulunan hadislerden ikinci rivayet mescitlere gitmeyi de açıkça ifade etmektedir. İmam Ahmed'in Müsned'inde İbn Ümmi Mektum'dan şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün mescide geldi ve cemaatin az olduğunu gördü. Bunun üzerine şöyle dedi: "Düşünüyorum, insanlara bir imam tayin edeyim, sonra çıkayım ve evinde namazdan geri kalan kimi bulursam evini ba­şına yakayım." [321] Ebû Davud'un rivayetinde şu lafızlar vardır:

"Sonra hiçbir hastalığı olmadığı halde evlerinde namaz kılanla­ra gideyim ve evlerini üzerlerine yakayım." [322] İbn Ummi Mektum -âmâ bir adam idi- Peygamber'e dedi ki:

"Namazı evimde kıl­mam için bana bir ruhsat bulur musun?" Rasûlullah ona şöyle de­di:

"Senin için bir ruhsat bulamam." [323] İbn Mes'ud şöyle dedi:

"Şa­yet evinde namaz kılıp da cemaatten geri kalan şu adam gibi kılarsanız Peygamber'inizin sünnetini terk etmiş olursunuz. Şayet Peygamber'inizin sünnetini terk ederseniz sapıtırsınız." Cabir b. Abdillah'tan şöyle dediği rivayet edildi:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve seilem bazı kimselerin namazda olmadıklarını fark etti. Dedi ki:

"Sizi namazdan engelleyen şey nedir?" Dediler ki:

"Aramızda su engeli vardı." Şöyle buyurdu:

"Mescide komşu olanın mescit­ten başka yerde namazı olmaz." Bunu Darekutnî rivayet etti.

Bu anlamda sözler Afi b. Ebû Talib ve diğer sahabtlerden de rivayet edilmiştir. Bİr kimse mescitten geri kalır ve hiçbir ma­zereti olmaksızın evinde cemaatle kılarsa onun namazının sıh­hati konusunda iki görüş vardır: Ebû'l-Berekât şerhinde şöyle dedi: Mescide gelmeyip de namazı evinde cemaatle kılarsa İbn Akîl'in, cemaati terk eden, yasaklanmış bir fiili işlemiş olur diye tercih ettiği görüşten dolayı, herhangi bir mazereti olmadıkça namazı sahih değildir. Bunu "Mescide komşu olanın mescitten başka yerde namazı olmaz" hadisi de destekler.

Evde cemaatle kılınan namazın sahih olduğunu söyleyen görüşün delili şu hadistir: "Bir kimsenin cemaatle kıldığı namaz evinde veya çarşısında kıldığı namazdan yirmibeş kat daha faziletlidir." Bu hadisle "Mescide komşu olanın mescitten başka yerde namazı olmaz" hadisinin arasını birleştirmek/uzlaştırmak için bu ikincisi namazı tam olmaz diye yorumlanır.

(Ebû'l-Berekât) dedi ki:

"Birinci rivayet bizim arkadaşları­mızın tercihidir. Mescitte bulunmak vacip değildir. Rivayet zahi­rîne yorumlanırsa bana göre uygulaması çok zordur. Şüphesiz mescitte namaz kılmak dinin sembollerinden ve alametlerindendir. Onun tamamen terk edilmesi kötülüklere ve namazın etkile­rinin silinmesine yol açar. Öyle ki sonunda insanların çoğu fiilin aslını işleme (yani cemaat için mescitlere gelme) konusunda is­teksiz hale gelirler. Bu sebeple Abdullah İbn Mes'ud şöyle dedi: Şayet evinde namaz kılıp da cemaatten geri kalan şu adam gibi kılarsanız Peygamber'inizin sünnetini terk edersiniz. Şayet Peygamber'inizin sünnetini terk ederseniz sapıtırsınız."

(Ebû'l-Berekât) dedi ki:

"Bu rivayetin manası -Allahu a'lem-mescitlerde namaz kılındığı zaman tek tek insanların evlerinde de cemaatle namaz kılmaları caizdir. Dolayısıyla bu rivayete göre namazı mescitte kılmak farz-ı kifayedir." Diğer rivayete göre farz-ı ayndır.

Dedi ki: Mescitteki cemaate katılmanın farz-ı ayn olduğu­nun delillerinden birisi de yağmur sebebiyle iki namazın birleşti­rilmesinin caiz olmasıdır. Namazın mescitte kılınması değil de sadece cemaat farz olsaydı, bu sebepten dolayı namazları bir­leştirmek caiz olmazdı. Çünkü İnsanların çoğu evlerinde de ce­maatle namaz kılabilirlerdi. Çünkü genellikle bir insanın yanın­da evde eşi veya çocuğu veya bir arkadaşı ya da başka birisi bulunur ve onlarla birlikte namazı cemaatle kılmak mümkündür.

Sünnet için şartı terk etmek -ki namazı vaktinde kılmak şarttır- caiz değildir. Namazları birleştirmek caiz olunca, ister farz-ı kifaye olsun, ister farz-ı ayn olsun mescitlerdeki cemaatin de farz olduğu anlaşılır. Bu, onun (Ebû'l-Berekât'in) sözüdür.

Sünneti hakkıyla düşünen bir kimse açıkça görür ki nama­zı mescitlerde kılmak, cumayı ve cemaati terki caiz kılan bir se­bep olmadıkça farz-ı ayndır. Mescitlerde bulunmayı mazeretsiz terk etmek, cemaatin aslını mazeretsiz terk etmek gibidir. Hadis­lerin ve haberlerin tamamı bu görüşle ittifak etmektedir. Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiği ve onun vefat haberi Mekkelilere ulaştığı zaman Süheyl İbn Amr [324] onlara bir hitabede bulundu. -Attab İbn Esîd  [325] Mekke valisi idi ve Mekkelilerden korktuğu için gizlenmişti.- Süheyl İbn Amr'ın konuşması Mekkeliler üzerinde etkili olmuş ve onları (Peygamber'in vefatından olumsuz etkilenmelerini engellemiş ve) İslâm üzere sebat etmele­rini sağlamıştı. Bunun üzerine Attab da ortaya çıkmış ve Mekke­lilere hitaben şunları söylemişti:

"Ey Mekkeliler! Vallahi içinizden birinizin mescidde kılınan namaza iştirak etmediği haberi bana gelirse onun boynunu vurdururum." Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı onun bu davranışına teşekkür ettiler ve onların gözlerinde Attab'ın değeri daha da arttı. Biz de Allah'ın dinine göre hiçbir mazereti olmadığı halde bir kimsenin mesciddeki ce­maatten geri kalmasının caiz olmadığına inanıyoruz. Doğrusu­nu Allah bilir.

 

 

VIII- NAMAZI ACELE VE ÇABUK KILMANIN HÜKMÜ

 

Sekizinci Mesele: Namazı, tavuğun yem topladığı gibi alelacele kılan ve rükûsunu ve secdelerini tam yapmayan kimsenin hükmü hakkındadır. Bu mesele hakkında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yeterli bilgiyi vermiş ve uyarılarda bulunmuştur. Ondan sonra sahabileri de aynı uyarıları yapmışlardır. Artık kendi iyiliği­ni isteyen bir kimsenin bu konuda sünnetin getirdiği şeylerin dışı­na çıkması mümkün değildir. Biz bu konuda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ve ashabının izlediği yolu sözleriyle birlikte nakledeceğiz.

Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallal­lahu aleyhi ve sellem bir gün mescide girdi, arkasından bir adam mescide girdi ve namaz kıldı. Adam namazı kıldıktan sonra geldi ve Peygambere selam verdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onun selamını aldı ve ona dedi ki:

"Geri dön ve namazını tekrar kıl, çünkü sen namazını kılmadın." Adam geri döndü, az önce kıldığı şekilde bir namaz kıldı. Sonra geldi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yine aynı şeyi söyledi ve bu durum üç defa tekrarlandı. Bunun üzerine adam dedi ki: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, bundan daha güzel kılmasını bilmiyorum, bana öğret. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle buyur­du:

"Namaza kalktığın zaman güzelce abdest al. Sonra kıbleye yönel ve tekbir al. Sonra Kur'an'dan ezbere bildiklerinden kola­yına gelenleri oku. Sonra yere tam paralel eğilinceye kadar rükûya var. Sonra ayakta dimdik oluncaya kadar başını kaldır. Sonra secde azaların yere tam yerleşinceye kadar secdede kal. Sonra dimdik oturuncaya kadar başını kaldır. Sonra aynı şekil­de tekrar secde yap. Sonra bunu namazının tamamında böyle­ce yap." [326] Bu hadisin sıhhatinde ittifak edilmiştir. Bu lafızlar Buhârî'ye aittir. Bu hadis, namaza girmek için tekbirin zorunlu olduğuna ve başka hiçbir şeyin onun yerine geçemeyeceğine, ayrıca abdestin ve kıbleye yönelmenin zorunlu olduğuna ve kı­raatin vacipliğine delildir. Kıraatin kolay olanla sınırlandırılmış olması başka bir delilin de varlığı sebebiyle Fatiha'nın zorunlu­luğuna aykırı değildir. Çünkü bunu söyleyen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu sözleri de söylemiştir:

"Fatiha'nın okunmadığı her namaz eksiktir." [327]

"Fatiha'yı okumayan kimsenin namazı ol­maz." [328] Onun sünnetleri/hadisleri birbirini çürütmez.

Bu hadiste namazı sükûnet içerisinde kılmanın vacipliğinin de delili vardır. Kim namazı sükunet ve ciddiyet içerisinde kıl­mazsa kendisine emredilen şeyi yapmamış demektir ve emri ye­rine getirmesi talep edilen kimse olarak kalır. Rükûya tam ola­rak eğilmeyi ve rükûdan başını kaldırınca dimdik olmayı emrettiğini düşünmelisin. Demek ki rükûdan başı kaldırma rüknünde dimdik ve tam olarak doğrulmadıkça sadece sükûnet (acelesizlik) yeterli değildir. Biz dedik ki: Rükûya varıp sonra başını kal­dırmadan rükûsundan secdeye vardığı zaman namazı sahihtir diyenlerin aksine sükûnetle itidalin (acele etmeksizin tam olarak kalkmanın) bir arada olması gerekir. Namazı farz kılan, na­mazda dimdik olacak şekilde sadece başın rükûdan kaldırılmış olmasını yeterli görmedi. Başka bir delilin varlığı sebebiyle bu, secdelerdeki ve rükûdaki tesbihleri ve rükûdan kalkınca söylene­cek semiallahu limen hamideh demenin gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Onu söyleyen ve emreden, rükûdaki tesbihi de emretmiş ve "Öyleyse ulu Rabbini tesbih et" [329] âyeti nazil olunca "Bu tesbihi rükûlarınızda yapınız" buyurmuş­tur. Rükûdan başı kaldırınca da tahmidi emretmiş ve şöyle de­miştir:

"İmam semiallahu limen hamideh, deyince siz de Rabbe­na ve leke'l-hamd deyin." [330] O bize rükûyu ve rükûda sükuneti (acele etmemeyi), teşbihi ve tahmidi de emredendir. Secdeler­den başı kaldırma konusunda da şöyle buyurmuştur:

"Sonra dimdik oturuncaya kadar secdeden başını kaldır." Sükunet ve itidal gerçekleşinceye kadar kılıcın yüzü gibi sadece secdeden başın kaldırılmış olmasıyla yetinmedi. Hadiste hem başın secde­den kaldırılması emredildi, hem de bu esnada sükunet (acelesizlik) ve itidal (dimdik oturma) emredildi. İmamlardan birisinin nazarında vacib olan bir şeyin düşürülmesi için bu hadîste zikre­dilmeyen bir şeye sarılmak mümkün değildir. Mesela İmam Şa­fiî'ye göre Fatiha, son teşehhüd ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e salavat getirmek vaciptir fakat hadiste bunlar zikredilmemiştir. Ebû Hanife'ye göre teşehhüd miktarı oturmak ve namaz­dan namaza aykırı bir fiille çıkmak vacibtir fakat bunlar hadiste zikredilmem iştir. İmam Ahmed rükûda ve secdelerde tesbihi, rükûdan başı kaldırınca semiallahu limen hamiden demeyi ve "Rabbiğfirlî" demeyi vacip görmüştür fakat bunlar hadiste zikredilmemiştir. İmam Malik'e göre teşehhüd ve selam vaciptir fakat bunlar da hadiste zikredilmemiştir. Dolayısıyla hadiste zikredil­meyen şeylerin hiçbirisini hiç kimsenin düşürmesi mümkün değil­dir. Şayet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun bu namazını iki defa onayladı, eğer batıl/geçersiz olsaydı onaylamazdı, çünkü o batılı onaylamaz denilirse buna karşılık denilir ki: Rasûlullah satlallahu aleyhi ve sellem ona:

"Geri dön ve namazını tekrar kıl, çünkü sen namazı kılmış değilsin" diyorken onu nasıl onaylamış oluyor. Ona tekrar namaz kılmasını emretmiş ve önceki yaptığı­nın ona tarif ettiği namaz olmadığını söylemiştir. Hangi red bundan daha açık ifade edilir? Şayet namazın içindeyken onu engellemedi denilirse, buna cevap olarak da şöyle denilir: Evet onu ürkütmemek ve ona öğretme imkanını ortadan kaldırmamak için namazın içinde müdahale etmemiştir. Nitekim mescidin içi­ne işeyen kişiye de sonra ona öğretilmesi gereken şeyi öğretmiş­tir. [331] Bu onun şefkatinin, üstün öğreticiliğinin ve iyiliğinin bir so­nucudur. Şayet Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona namazın içindeyken "bırak bu şekilde namaz kılmayı" demesi gerekmez miydi? Denilirse denilir ki: işeyen kimseye de "bırak işemeyi" de­medi. Bu daha uygundur. Evet, şayet onun kıldığı bu namazın şer'î bir namaz olmadığını söylemeseydi bunda sizin için bir tu­tamak olurdu. Şayet Peygamber'in "sen namaz kılmadın" sözü namazı tam olarak kılmadın anlamına gelir, denilirse ancak ba­zı müstehapları terk edilmiş bir namazın onun için sahih olması imkansızdır. Sonra ona; "Dön namazını tekrar kıl, çünkü sen namaz kılmadın" diyor, bu ise namazın bâtıl/geçersiz oluşunun en açık ifadesidir.

Rufâa b. Râfi'den rivayet edildi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün mescitte otururken köylü tipli bir adam çıkageldi. Hafif/çabucak bir namaz kıldı. Sonra namazdan ayrılıp Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e gelerek selam verdi. O, se­lamını aldı ve dedi ki:

"Geri dön, namazını kıl, çünkü sen na­maz kılmadın." Bunu iki veya üç defa yaptı. Her seferinde Pey­gamber'in yanına geliyor, ona selam veriyor, Peygamber sallal­lahu aleyhi ve sellem de ona:

"Geri dön, namazını kıl, çünkü sen namaz kılmadın" buyuruyordu. İnsanlar bundan bayağı endişe­ye kapıldılar ve hafif namaz kılanın namazının olmayacağı on­lara ağır geldi. Adam sonunda geldi ve dedi ki:

"Bana göster ve öğret çünkü ben bir insanım; doğru da yapabilirim, yanlış da yapabilirim." Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Evet namaz kılacağın zaman Allah'ın sana emrettiği gibi abdest al. Şehadet getirip kamet getir. Eğer Kur'an'dan ezberinde bir şey varsa onu oku, yoksa elhamdülillah, Allahukber ve la ilahe illallah de. Sonra rükûya var ve sükunet için- etmeden rükûyu yap. Sonra rükûdan başını kaldır ve tam olarak doğrul. Sonra secdeye var ve secdede aceleci değil itidalli ol. Sonra otur ve otururken aceleci değil, sakin otur. Son­ra ayağa kalk. Bunu böyle yaparsan namazın tam olur. Eğer bundan bir şey eksik olursa namazın da eksik olur." [332] Râvi dedi ki:

"Bu onlara birincisinden daha ehven geldi. Çünkü bu tarife göre, namaz eksik yapıldığı zaman, namazın tamamı gitmiyor, sadece eksik yapılmış oluyor." Bunu İmam Ahmed ve sünen sa­hipleri rivayet etmişlerdir. Ebû Davud'un rivayetinde şu lafızlar geçer:

"Sonra Kur'an'dan dilediğin şeyi okursun, sonra Allahu ekber dersin." Ahmed'in rivayetinde şu lafızlar geçer: "Namaz kılmak istediğin zaman güzelce abdest al, sonra kıbleye yönel ve tekbir al, sonra Fatiha'yı oku, sonra dilediğini oku. Rükûya vardığın zaman avuçlarını dizlerinin üstüne koy. Sırtını (yere paralel) uzat ve rükûunu tam yap. Başını kaldırdığın zaman ke­miklerin mafsallarına dönünceye kadar belini doğrult. Secdeye vardığın zaman secdenin hakkını ver. Secdeden kalktığın za­man sol baldırının üstüne dayan/otur. Sonra her rekât ve secde­de böyle yap." Bu hadisteki "Allah'ın emrettiği gibi abdest al" sözünü Safa ve Merve hakkındaki "Allah'ın başladığı şeyle baş­layın" [333] hadisiyle birlikte düşündüğün zaman abdestte Allah'ın zikrettiği tertibe uymanın vacib olduğu anlaşılır. Hadisteki "Fati­ha'yı oku, sonra dilediğini oku" sözü, Peygamber'in "Kur'an'­dan ezbere bildiklerinden kolayına gideni oku" sözündeki mut­lak ifadeyi takyit etmektedir. Bu, hadisteki "Kur'an'dan dilediğini okursun" sözünün de anlamıdır. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:

"Eğer Kur'an'dan ezberinde bir şey varsa onu oku, yoksa elhamdülillah, Allahuekber ve la ilahe illallah de" buyurdu. Hadisin lafızları birbirini açıklar. Bunlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in muradını beyan eder. Bunlardan bir lafza bağlanıp da diğerlerini terk etmek caiz değildir. Peygamber'in "Sonra Al­lahuekber dersin" sözünde başka bir lafzın değil, bu lafzın söy­leneceği ortaya konmuştur. Bu, "namazın tahrimi/namazı baş­latan şey tekbirdir" [334] sözündeki bilinen tekbirdir. Peygamber'in;

"Başını -rükûdan- kaldırdığın zaman kemiklerin mafsallarına dönünceye kadar belini doğrult" sözü rükûdan sonra başı kal­dırmanın, dimdik olmanın ve bunları sükunet içerisinde yapma­nın açık bir ifadesidir. Ebû Mes'ud el-Bedrî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

"Rükû ve secdelerde sırtını doğrultmadıkça (belini düz tutmadıkça) kişinin namazı yeterli olmaz." [335] Bunu İmam Ahmed ve Sünen sahipleri rivayet ettiler. Tirmizî;

"Hadis hasen, sahihtir," dedi.

Bu hadis rükû ve secdelerden başı kaldırmanın, dimdik durmanın ve bunları acele etmeden/sükunet içinde yapmanın bir rükün olduğunu ve bu rükün yerine getirilmedikçe namazın sahih olmayacağını açıkça ifade eden bir nastır. Ali b. Sey­han'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yola çıktık ve nihayet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına gelip ona biat ettik ve arkasında namaz kıldık. Secdelerde ve rükûda belini düzgün tutmayan bir adama gözü ilişti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sell­em namazı bitirince şöyle dedi:

"Ey müslümanlar topluluğu! Rü­kûda ve secdelerde belini düzgün tutmayan kimsenin namazı ol­maz." [336] Bunu İmam Ahmed ve İbn Mâce rivayet etti. "Namazı olmaz" sözü namazı yeterli olmaz anlamında söylenmiştir. Bu manaya geldiğinin delili şu hadistir:

"Rükû ve secdelerde sırtını doğrultmadıkça kişinin namazı yeterli olmaz." Bu hadisin Ahmed'deki lafzı şöyledir: "Allah Teâlâ rükû ve secdelerinde belini doğrultmayan kimseye bakmaz." Ebû Hureyre'den, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Rü­kû ve secdelerinde belini doğrultmayan kimsenin namazına Al­lah bakmaz." Bunu Ahmed rivayet etmiştir. Beyhaki'nin süneninde Cabir İbn Abdillah'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ra­sûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Bir kimsenin rükû ve secdelerde belini doğrultmadığı namazı yeterli değildir." [337]

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namaz kılan kimsenin -ta­vuğun yem toplaması gibi- acele acele namaz kılmasını yasakladı ve bunun münafıkların namazı olduğunu haber verdi. Müsned'de ve sünenlerde Abdurrahman İbn Şibl'den rivâyet edilen hadiste o şöyle demiştir:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (namazda) karga gibi yem toplamaktan/yırtıcı hayvan gibi yere yayılmaktan ve de­venin bir yere yerleşmesi gibi (mescitte) belli bir yere yerleşmekten men etti." [338] Bu hadis namazda hayvanların hareketlerine benzer hareketler yapmayı yasaklamaktadır: Bunlar karganın yemi ga­gasıyla toplaması gibi çabuk çabuk namaz kılmak, secdelerde yırtıcı hayvanlar gibi kollarını yaymak ve devenin bir yere yer­leşmek gibi mescitte belli bir mekana yerleşmesi ve orayı hiç kimseye vermemektir. Bir başka hadiste tilkinin sağa sola bak­ması gibi sağa sola bakmak, köpeğin oturması gibi yayışarak oturmak ve at kuyrukları gibi elleri kaldırmak yasaklanmıştır. [339] Namaz kılarken bu altı hayvanın hareketlerine benzer hareketler yapmak yasaktır. Yem toplar gibi çabuk çabuk namaz kılmayı münafıkların namazı olarak nitelendirmesine gelince bu Müslim'in sahihinde geçmektedir. Müslim, el-Alâu İbn Abdirrahman'dan şöyle nakletmiştir: O, öğle namazını kıldıktan sonra Basra'daki evinde Enes İbn Malik'in yanına girmiştir. Enes'in evi mescidin ya­nındaydı. Enes ona sordu: "İkindiyi kıldınız mı?"

"Hayır! Daha şimdi öğleyi kıldık," dedi. Enes,

"Haydi ikindiyi kılın!" dedi. Anlatan dedi ki:

"Bunun üzerine kalktık. İkindiyi kıldık. Namazı bitirdikten sonra bize şöyle dedi: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyur­duğunu duydum:

"Güneşi bekleyip de şeytanın iki boynuzu ara­sında olduğu zaman kalkar, tavuğun yem topladığı (gagaladığı) gibi (alelacele) dört rekât namaz kılar, Allah'ı pek az anar. İşte böyle bir namaz münafığın namazıdır." [340] İbn Mes'ud'un şu sözü daha önce geçmişti:

"İçimizden münafıklığı bilinen kimselerden başkasının cemaatten geri kalmadığını görürdük." Allah Teâlâ şöy­le buyurmuştur:

"Münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki o, kendi oyunlarını başlarına geçirendir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar." [341]

Namazdaki şu altı vasıf, münafıklığın alametlerindendir:

1- Namaza kalkarken üşene üşene kalkmak,

2- Namazı insanlara gösteriş için kılmak,

3- Namazı geciktirmek,

4- Kuşun yemi gagaladığı gibi çabuk çabuk kılmak,

5- Namazda Allah'ı az zikretmek,

6- Namazı cemaatle kılmamak.

Ebû Abdillah el-Eş'arî'den şöyle dediği rivayet edildi: Ra­sûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabıyla birlikte namaz kıldı. Sonra onlardan bir grubun içine oturdu. Derken bir adam girdi ve namaza durdu. Rükû ve secdeleri tavuğun yem toplaması gibi acele acele yapıyordu. Rasûlullah da ona bakıyordu. Dedi ki:

"Şunu görüyorsunuz; şayet ölürse Muhammed'in dininin dışında ölmüş olur. Karganın kanı gagalaması gibi namazını çabuk ça­buk kılıyor. Namaz kılan fakat secdelerinde eğilmeyen kimsenin misali bir iki hurma yiyen aç kimsenin misali gibidir. Yediği hur­malar onun açlığını gidermez. Abdesti hakkını vererek alın. -İyi yıkanmayan- topukların cehennemde vay haline! Rükû ve secdeleri tam yapın." [342] Ebû Salih dedi ki: Ebû Abdullah el-Eş'arî'ye dedim ki: Bu hadisi sana kim anlattı:? Şöyle cevap verdi: Ordu komutanları: Halit b. el-Velid, Amr b. el-As, Şurahbil b. Hasene ve Yezid b. Ebî Sufyan. Bunların hepsi bunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den dinlediler. Bunu Ebû Bekir b. Huzeyme Sahih'inde rivayet etti. Peygamber namazı tavuğun yem toplaması gibi çabuk çabuk kılan kimse şayet ölürse İslâm'ın dışında ölür diye haber verdi. Buhârî'nin Sahih'inde Zeyd b. Vehb'in şöyle dediği rivayet edildi: Huzeyfe rükû ve secdelerini tam yapma­yan bir adamı görünce dedi ki:

"Sen namaz kılmadın; şayet sen -bu kıldığın namazla- ölürsen Allah'ın Muhammed'i yarattığı fıtratın dışında bir fıtrat üzere ölmüş olursun." [343] Şayet çabuk ça­buk namaz kılan kişinin namazının sahih olduğunu bildirseydi onu bu davranışından dolayı İslâm fıtratının dışına çıkarmazdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazdan çalan hırsızın mal çalan hırsızdan daha kötü olduğunu söyledi. Müsned'de Ebû Katade'den şöyle dediği nakledildi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"En kötü hırsız namazından çalan hırsızdır" buyurdu. De­diler ki:

"Ya Rasûlallah! Namazından nasıl çalar?" Dedi ki:

"Rükûunu ve secdelerini tam yapmaz -veya dedi ki:- Rükû ve secde­lerde belini düz tutmaz." [344] Bu hadis, onun mal çalan hırsızın du­rumundan daha kötü bir durumda olduğunu açıklamaktadır.

Şüphesiz dini çalan hırsız dünyayı çalan hırsızdan daha kötü­dür. Müsned'de Salim b. Ebî'l-Ca'd, Selman el-Farisî'nin Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellemden şu sözü naklettiğini rivayet et­ti:

"Namaz bir ölçüdür. Kim onun hakkını verirse ölçüyü tam yapmış olur. Kim eksik yaparsa Allah Teâlâ'nın ölçüyü eksiltenler hakkında ne söylediğini biliyorsunuz." [345] Malik dedi ki: Her şeyde tam yapmak da vardır, eksik yapmak da vardır. Allah Teâlâ malları eksik ölçen ve tartanları yazıklar olsun onlara diye tehdit ettiğinde namazı eksik kılanlar hakkında ne yapacağını sen düşün! Ebû Cafer el-Ukaylî, el-Ahvas b. Halûm'den; o Halid İbn Ma'dan'dan, o da Ubade b. es-Samit'ten şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

"Kul güzel­ce abdest aldığı, sonra namaza kalktığı, rükûunu, secdelerini ve kıraatini tam yaptığı zaman namaz ona der ki: Beni koruduğun gibi Allah da seni korusun. Sonra bu namaz abdestinin nuruyla birlikte semaya yükseltilir. Semanın kapıları o namaz Allah'a ulaşıncaya kadar açılır ve sahibine şefaat eder. Abdestini iyi almadığı; rükûsunu, secdelerini ve kıraatini tam yapmadığı za­man namaz ona der ki: Beni kaybettiğin gibi Allah da seni kay­betsin. Sonra o namaz semaya yükseltilir ama semanın kapıları onun önünde kapanır. Sonra eski bir elbisenin dürülüşü gibi dürülür ve sahibinin suratına çarpılır." İmam Ahmed, Mühenna İbn Yahya eş-Şamî'nin rivayeti hakkında dedi ki: Hadis:

"Abdest al­dığı ve güzelce namaz kıldığı zaman" diye geldi. Ahmed bu ila­veyi ona bağlı olarak zikretti.

 

IX- PEYGAMBER (S.A.V)'İN NAMAZININ MİKTARI

 

Dokuzuncu Mesele: Rasûlulullah'ın namazının miktarı­dır. Bu, meselelerin en yücesi ve en önemlisidir. İnsanların bunu öğrenmeye olan ihtiyaçları yemek ve içmeye olan ihtiyaçların­dan daha fazladır. Enes İbn Malik radıyallahu anh'ın zamanından itibaren insanlar bunu kaybettiler. Buhârî'nin Sahih'inde Zührî'den şöyle dediği nakledildi: Dımaşk'te Enes İbn Malik'in yanı­na girdim. O ağlıyordu.

"Ona neye ağlıyorsun?" Diye sordum. Şöyle dedi:

"Şu gördüğüm namaz manzarasından başka beni ağlatan bir şey bilmiyorum. Bu namazın hakkı artık verilmez hale geldi." [346] Musa İbn İsmail dedi ki: Bize Mehdi anlattı, o Gaylan'dan, o da Enes'ten nakletti, Enes şöyle dedi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in zamanındaki olanlardan bir şey bulamıyo­rum. Denildi ki:

"Namaz da mı?" Dedi ki:

"Onda da yapacağınızı yaptınız değil mi?" [347] Buhârî bunu Musa'dan tahriç etti. Enes radıyallahu anh uzun bir ömür sürdü ve namazın rükünlerinin vakitlerinin, rükû ve secdelerindeki tesbihlerinin kaybedilmesi, için­deki intikal tekbirlerinin tam yapılmaması gibi hoşlanmadığı şeylere şahit oldu. İnşaallah aşağıda ayrıntılı olarak üzerinde duracağın gibi bunların Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine aykırı olduğunu haber verdi. Buhârî'nin ve Müslim'in Sahihlerinde Enes'ten rivayet edildiğine göre o şöyle dedi: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hem kısa hem de eksiksiz bir na­maz kılardı." [348] Buhârî ve Müslim'in yine ondan rivayet ettiklerine göre o şöyle dedi:

"Ben hiçbir imamın arkasında Peygamber sal­lallahu aleyhi ve sellem'in namazından daha hafif ve eksiksiz namaz kılmadım." Buhârî şunu da ilave etti:

"Bir çocuğun ağladı­ğını duyarsa annesinin kafasının karışacağından/vesveseye dü­şeceğinden korktuğu için o namazı hafifletirdi/uzatmazdı." [349]

Enes, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namazını kısa ve eksiksiz olarak nitelendirdi. Kısalık nisbi/görece, bir kavramdır. Ölçüsü/dayanağı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünneti­dir, imamın ve arkasındakilerin arzusuna bırakılmaz. Sabah namazında altmış âyetten yüz âyete kadar okuduğu zaman bu, alfıyüz âyetten bin âyete kadar okumaya göre kısa olur. Akşam A'raf suresini okuduğu zaman bu Bakara'ya göre kısa demektir. Enes'in bizzat kendisinin söylediği şey bunun delilidir. Enes'in bu sözlerini Ebû Dâvûd ve Nesâî Abdullah İbn ibrahim İbn Keysan'dan rivayet ettiler. O dedi ki:

"Bana babam haber verdi. O Vehb İbn Me'nus'tan nakletti. Vehb, Said İbn Cubeyr'den dinle­diğini söyledi. Said İbn Vubeyr, Enes İbn Malik'in şöyle dediğini duydum" dedi.

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den sonra hiç kimsenin arkasında şu gençten başka Rasûlullah'ın namazına benzeyen bir namaz kılmadım. Yani Ömer İbn Abdilaziz'den başka kimsenin arkasında kılmadım." Râvi dedi ki:

"Biz onun rükûunda on tesbih, secdelerinde on tesbih bulunduğunu tahmin ettik." [350] Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği şu sözü söyleyen de Enes'tir:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bize nasıl namaz kıl­dırdı ise size de öyle namaz kıldırmaktan vazgeçmeyeceğim." Sabit İbn Eşlem el-Bünanî dedi ki:

"Enes, namazda öyle bir şey yapardı ki onu sizin yaptığınızı görmüyorum. Başını rükûdan kaldırdığı vakit kendisini gören "unuttu galiba" diyecek kadar ayakta dikilirdi. Secdeden başını kaldırdığı vakit onu gören kim­se "unuttu galiba" diyecek kadar beklerdi."[351]

Bu sözü söyleyen kişi Enes'tir. Aynı Enes şu sözün de sahi­bidir:

"Hiç bir imamın arkasında Rasûlullah'ın namazından da­ha hafif ve daha tam bir namaz kılmadım." Hadisler birbirini tekzib etmezler. Ebû Davud'un süneninde Hammad İbn Seleme'den rivayet ettiği şey de bizim söylediğimiz şeyleri açıkla­maktadır. Hammad bunu Sabit'ten, o Humeyd'den, o da Enes İbn Malik'ten şöyle dediğini nakletti:

"Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem'den daha mükemmel ve daha kısa namaz kıldıran birinin arkasında hiç namaz kılmadım.

"Semiallahu li men hamideh" dedikten sonra o kadar ayakta dururdu ki galiba yanıldı derdik. Sonra tekbir alıp secdeye varırdı. İki secde arasında o kadar uzun otururdu ki, galiba yanıldı derdik." [352] Enes'in sözleri­nin akışı budur. Enes radıyallahu anh bu sahih hadiste Rasûlullah'ın namazının hem kısa olduğunu hem de eksiksiz olduğunu haber vermekte ve Peygamber'in rükûdan ve secdeden doğrulduğunda kendisini gören kimseye galiba yanıldı ya da unuttu diye zannettirecek kadar uzun uzun beklemesinin onun namazı­nın mükemmelliğinin bir göstergesi olduğunu beyan etmektedir. Hadiste her iki durumu da bir arada zikretmektedir.

"Rasûlullah'tan daha kısa ve daha mükemmel/eksiksiz/tam namaz kıldıranı görmedim," diyen odur. Dolayısıyla kısalık kıyama ait bir vasıf gibi görünüyor, mükemmellik ve tamlık da rükûya, secdelere ve bu ikisi arasındaki uzun dik duruşlara ait bir vasıf gibi görünü­yor. Çünkü kıyam hemen hemen daima tam olur. Bu sebeple rü­kû ve secdelerin ve bu ikisi arasındaki dik duruşların aksine kı­yamın (namazda ayakta durmanın) tamlıkla vasıflandırmasına ihtiyaç yoktur. Meselenin özü, kıyamın kısalığıyla, rükû ve sec­delerin ve ikisi arasındaki duruşların uzunluğuyla bir namazın mükemmel hale gelmesidir. Çünkü kıyamdaki kısalığı, rükû ve secdelerin uzunluğu dengelemekte ve bunlar birbirine yakın sü­relerde eda edilmektedir. Bu da namazı mükemmel hale getir­mektedir. Enes'in şu sözü bunu doğrulamaktadır: "Rasûlullah sal­lallahu aleyhi ve sellem'ın namazından daha kısa ve daha mükem­mel/tam başka bir namaz görmedim." Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in namazında uyguladığı ölçü budur. (Kıyamı kısaltmak, rükû ve secdeleri uzatarak aralarındaki dengeyi sağlamak ve bunları birbirlerine yaklaştırmak). Demek ki o, kıyamını, rükû ve secdelerini ve bunlar arasındaki duruş ve bekleyişlerini dengele yerek namazını mükemmel hale getirmiştir,

Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde el-Bera b. Azib'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in namazını izledim; kıyamını, rükûunu, rükûudan doğruluşunu secdesini, iki secde arasındaki oturuşunu, ikinci secdesini, selam ile namazdan kalkıp gitmesi arasındaki oturuşunu hemen hemen birbirinin aynı buldum." [353] Buhârî ve Müslim'de geçen bir başka lafızda el-Bera şöyle dedi:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namazında kıyamı, rükûu, rükûdan başını kaldırdığı zaman duruşu, secdeleri ve iki secde arasındaki oturuşu hemen hemen aynı idi." [354] Bu, Buhârî'nin şu hadiste rivayet ettiği şeye aykırı değildir:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in rükûu, secde iki secde arası, rükûdan başını kaldırışı, kıyam ve ka'de'nin dışında hemen hemen birbirine eşitti." [355] Bunu da söyleyen, onu da söyleyen Bera'dır. Hadisin birinci şevkinin içine bunda kıraat kıyamı ve teşehhüd oturuşunu da dahil etmiştir. Kastettiği şey, kıraat kıyamının ve teşehhüd oturuşunun surelerinin, rükû ve secdelerinin sureleri kadar olduğunu söylemek değildir. Böyle bir maksatla söylemiş olsaydı birinci sevkle, ikinci sevk birbiriyle çelişkili olurdu. Söylemek istediği şey, kıraat kıyamının ve teşehhüd oturuşunun uzunluklarının rükû ve secdeler ile bunlar arasındaki doğruluşlarının uzunluğuyla aralarında uzunluk ve kısalık yönünden büyük bir farklılık oluşturmayacak şekilde uyumlu ve orantılı oluşudur. Nitekim sünneti bilmeyen pek çok kimse kı­yamı fazlasıyla uzatır, rükû ve secdeleri de kısa kısa yapar. Pek çokları da teravih namazlarında böyle yaparlar. Halbuki bu Enes'in:

"Rasûlullah'ın namazından daha hafif ve daha mükem­mel/eksiksiz bir namazı hiçbir imamın arkasında kılmadım" sö­züyle reddettiği bir şeydir. Çünkü onun zamanındaki yöneticile­rin çoğu kıyamı fazlasıyla uzatıyorlar, bu da imama uyanlara ağır geliyordu. Rükûu, secdeleri ve bunların arasındaki duruşla­rı da o kadar kısaltıyorlardı ki namaz tam olmuyordu. Enes'in, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'ın vasıflandırdığı bu iki duruma da zamanın yöneticileri aykırı davranıyorlardı. Bu -yani rükû ve secdeler arasındaki duruşların kısaltılması- sembol haline gel­mişti. Hatta bazı fıkıhçılar bunu müstehap gördüler ve uzatılma­larının mekruh olduğunu söylediler. Bu sebeple Sabit el-Bünânî dedi ki:

"Enes namazda sizde görmediğim şeyler yapardı; başını rükûdan kaldırdığı zaman o kadar çok ayakta kalırdı ki onu gö­ren kimse herhalde unuttu," derdi. Beğenmeyen istediği kadar beğenmesin, Enes'in bu yaptığı şey, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in de yaptığı şeydir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellern'in sünneti uyulmaya daha layıktır ve daha evlâdır. el-Berâ'nın hadisin diğer şevkinde söylediği "kıyam ve kadenin dışında" sözü kıraat ve teşehhüd rüknünün diğer rükünlerden daha uzun oldu­ğunu beyan etmektedir.

Bazıları onun bununla rükûdan doğrulduktan sonraki kı­yam ile iki secde arasındaki oturmayı kastettiğini zannettiler. İs­tisnanın bunların kısaltmasına ait bir istisna olduğunu söylediler ve ikisinin kısa tutulmasının sünnet olduğu hükmünü bunun üzerine bina ettiler. Hatta bunları aşırı uzatanların namazlarının bâtıl/geçersiz olacağını söylediler ki bu bir yanılgıdır. Çünkü hadisin lafzı ve akışı onların görünüşünü iptal ediyor. el-Berâ'nın rivayetinin lafzı şöyledir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sell­em'in rükûu, secdesi, iki secde arası ve rükûdan başını kaldırışı, kıyam ve kadenin dışında hemen hemen aynı idi. Bunu söyleyen el-Bera, nasıl başını rükûdan kaldırdığı zaman başını rükûdan kaldırmasından başka ne der? Bu kesinlikle bâtıldır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in uygulamasına gelince bu konudaki Enes hadisi daha önce geçmişti. Enes'in bu rivayetine göre Ra­sûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara namaz kıldırmıştı ve rükû­dan sonra görene galiba unuttu dedirtecek kadar ayakta kal­mıştı. Başını rükûdan kaldırdıktan sonra şöyle derdi:

"Allah kendisine hamdedeni işitti. Allah'ım bütün hamdler sanadır. Gökler dolusu, yer ve göklerle yer arasındaki mesafe dolusu ve bundan sonra dilediğin şeyler doluşunca (hamd sana­dır) ey övgü ve şeref sahibi! Bir kulun -ki hepimiz senin kulunuz-söylediği en doğru söz şudur: Allah'ım! Senin verdiğine kimse engel olamaz, senin vermediğini de kimse veremez. İtibar sa­hiplerine senin yanında itibarları fayda vermez." [356]  Bunu Müslim, Ebû Said el-Hudri'den rivayet etti. Ayrıca İbn Ebî Evfa'dan da şu şekilde rivayet etti:

"Allah kendisine hamd edeni işitti. Allah'ım bütün hamd­ler sanadır. Gökler dolusu, yer ve göklerle yer arasındaki mesa­fe dolusu ve bundan sonra dilediğin şeyler doluşunca hamd sa­nadır. Allah'ım beni kar ile dolu ile soğuk su ile temizle. Allah'ım beni günahlardan ve hatalardan temizle. Tıpkı beyaz el­bisenin kirden temizlenmesi gibi."[357]

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in gece namazındaki sünneti de böyle idi; kıyamına yakın bir rükû yapar ve başını kaldırdıktan sonra rükûu kadar ayakta dururdu. Secdesinin mik­tarı da bu kadar olurdu ve İki secde arasında da aynı miktarda otururdu. Güneş tutulması esnasında tuttuğu namazda da böyle yapardı; rükûdan sonraki duruşunu hemen hemen kıraat kadar uzatırdı. Sanki Peygamber'in yapıyorken görür gibi olduğun sünneti işte budur. Ondan sonraki gelen raşit halifeler de böyle yaptılar. Zeyd b. Eşlem dedi ki:

 Ömer kıyamı ve ka'deyi hafif tu­tar, rükû ve secdeleri tam yapardı. Enes'ten gelen hadislerin hepsi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in rükûu, secdeleri ve ikisi arasındaki duruş ve oturuşları uzattığının delilidir. Ayrıca çok azı hariç müçtehit imamların tamamına yakın çoğunluğu böyle yapardı. Enes, kıyamı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem in yaptığından fazla uzatanlardan hoşlanmazdı ve şöyle derdi:

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in namazı(nın rükünleri) birbi­rine yakındı. Bu, el-Bera b. Azib'in;

"Onun namazı hemen he­men aynı idi" şeklindeki rivayetine de uygundur. Bu konudaki sahabe hadisleri de birbirini tasdik eder mahiyettedir.

 

Peygamber (s.a.v.)' in Kıyamdaki Okuduğu Şeylerin Miktarı

 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in kıraat için ayakta ne kadar durduğu meselesine gelince Ebû Berze el-Eslemî dedi ki:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kılardı ve bir kimse namazdan çıkar çıkmaz yanında oturan kişiyi tanırdı. O, iki rekâtta veya birinde altmış ile yüz âyet arasında okurdu." [358] Bu hadisin sıhhatinde Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Müs­lim'in sahihinde Abdullah b. es-Sâib'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke'de bize sa­bah namazı kıldırdı. Müminun suresini okumaya başladı. Musa ve Harun'un ismi geçen âyete gelince (ravi şüphe ederek yahut İsa'nın ismi geçen dedi) kendisini bir öksürük tuttu ve derhal rükûa gitti." [359] Müslim'in Sahih'inde Kutbe b. Malik'ten rivayet edil­di. O, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sabah namazında âyetini okuduğunu işitti. Belki de (Kâf) suresini dedi. [360]

Yine Müslim'in sahihinde Cabir b. Semura'dan şöyle rivayet edildi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sabah nama­zında (Kâf) suresini okurdu ve sonraki namazı hafif olurdu. [361] Sonraki namazı hafif olurdu sözü, sabah namazından sonraki namazda hafif/daha kısa okurdu, demektir. Bununla daha son­raki sabah namazında Kâf'tan daha kısa okudu demek isteme­di. Müslim'in sahihinde rivayet ettiği bir başka hadis bunun de­lilidir. Bu hadisi Şu'be, Semmak'ten, o da Cabir b. Semura'dan rivayet etti. Semura dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem öğ­len namazında Leyl suresini, ikindi namazında onun gibisini, sabah namazında ise ondan daha uzun bir sureyi okurdu.[362]

Müslim'in Sahih'inde Zuheyr'den rivayet edildi. Zuheyr, Semmak b. Harb'ten şöyle dediğini rivayet etti: Cabir b. Semura'ya Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namazını sordum, şöy­le dedi:

"Onun namazı hafifti, şu adamların namazı gibi değil­di." Ravi dedi ki:

"Cabir bana Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sabah namazında Kâf suresini ve benzeri sureleri okuduğunu haber verdi." [363] Cabir, Rasûlullah'ın namazı hafif kılmasının bu şekilde olduğunu haber verdi. "Bundan sonraki namazı hafifti" sözünün sabah namazından sonraki namazları hafif kılardı an­lamına geldiğini bu da beyan etmiş olmaktadır. Çünkü bu hadiste hem Rasûlullah'ın namazını hafif olarak nitelendirdi, hem de bu namazda Kâf ve benzeri sureleri okuduğunu söyledi.

Sahih bir rivayette sabit olmuştur ki Ümmü Seleme, Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem'in veda haccında sabah namazı­nı kılarken az bir kısmı hariç Tur suresini okuduğunu işitmiştir. Tur suresi hemen hemen Kâf suresi kadardır.'[364]

Abdullah b. Abbas'tan rivayet edildi, o şöyle dedi: An­nem Ümmü'l-Fadl bir defasında benim Mürselat suresini okudu­ğumu işitti. Bana dedi ki:

"Yavrucuğum bu sureyi okumakla der­dimi aklıma getirip depreştirdin. Bu sure Rasûlullah sallallahu aley­hi ve sellem'in akşam namazında okuduğunu işittiğim en son sure­dir." [365] Ümmü'l-Fadl bunu akşam namazında okurken Rasûlullah'tan dinlediği en son sure olduğunu söyledi. Ümmü'l-Fadl, muhacirlerden değil, hicret etmeye imkan bulamayan çaresizler­dendi. Nitekim İbn Abbas: "Ben ve annem Allah'ın mazur gör­düğü çaresizlerden idik" dedi. Dolayısıyla bu işitme kesinlikle Mekke'nin fethinden sonra idi.

Buhârî'nin sahihinde Mervan b. el-Hakem'in, Zeyd İbn Sabit'e şöyle dediği rivayet edildi: Niçin akşam namazında kısa sureler okuyorsun, halbuki ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in akşam namazında en uzun iki surenin uzununu okuduğu­nu işittim. İbn Muleyke bunu ravilerinden birine sordu: İki uzun surenin uzunu nedir? Râvi kendi fikrince şöyle dedi:

"Maide ve Araf'tır." [366] Bu tefsirin doğruluğunun delili müminlerin annesi Aişe radiyallahu anha'nın şu sözüdür: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem akşam namazını, iki rekâtında ikiye bölmek suretiyle Araf sure­sini okuyarak kıldırdı. [367] Bunu Nesâî rivayet etti. Yine Nesâî, İbn Mes'ud'dan, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'ın akşam nama­zında Duhan suresini okuduğunu rivayet etti.[368] Sahihlerinde Cubeyr b. Mut'ım'den şöyle dediği rivayet edildi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in akşam namazında Tûr suresini okuduğu­nu işittim.[369]

Yatsı namazına gelince el-Bera b. Azîb dedi ki:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yatsı namazında Tîn suresini okuduğu­nu işittim ve ondan daha güzel sesli hiç kimseyi dinlemedim." Bu hadisin sıhhatinde Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir. [370] Yine Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Ebû Rafi'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ebû Hureyre ile birlikte yatsıyı kıldım. Namaz­da İnşikak suresini okudu ve (secde yerinde) secde etti. Ona ni­çin secde ettiğini sordum. Dedi ki:

"Ben Ebu'l-Kasım'la birlikte namaz kılarken o bu âyette secdeye vardı. Ben de ahirette ona kavuşuncaya kadar bu sureyi okurken hep secde edeceğim." [371] Müsned'de ve Tirmizî'de Bureyde'den şöyle dediği rivayet edil­di: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yatsı namazında Şems, Duha ve benzeri sureleri okurdu. Tirmizî dedi ki: "Bu hadis hasendir." [372] Muaz dedi ki:

"Yatsı namazında Şems, el-A'la, Alak ve Leyi surelerini okuyorum." Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.[373]

Öğle ve ikindi namazlarına gelince bu konuda Müslim'in Sahih'inde Ebû Said el-Hudri'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Öğle namazına durulurdu. Bizden birisi Bakî'a gidip işini gör­dükten sonra ailesine gelir, abdest alır, sonra birinci rekâtte iken mescide dönerdi." [374] Ebû Katade radıyallahu anh'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bize na­maz kıldırırdı. Öğle ve ikindi namazlarında ilk iki rekâtte Fatiha ile iki sure okur ve bazan okuduğu âyeti bize işittirirdi. Öğle namazının birinci rekâtında uzun okur, ikinci rekâtında kısa okur­du Son iki rekâtte (sadece) Fatiha'yı okurdu." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir. [375] Lafızlar Müslim'e aittir. Buhârî'nin rivayetinde şu ifadeler geçer:

"Sabah namazının bi­rinci rekâtını uzatır, ikincisini kısa tutardı. Ebû Davud'un rivayetinde şöyle dedi:

"Biz, onun İnsanlar birinci rekâta yetiş­sinler diye böyle yaptığını zannederdik." [376] Ahmed'in müsnedin-de Abdullah b. Ebî Evfa'dan şöyle rivayet edildi:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem öğlen namazının birinci rekâtında ayak seslen kesilinceye kadar kıyamda dururdu." [377] Sa'd b. Ebî Vakkas, Ömer'e dedi ki:

"Ben ilk iki rekâtta uzatırım, son iki rekâtte hafifletir/kısaltırım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e uyduğum müddetçe böyle yapmaktan vazgeçmeyeceğim." Ömer dedi ki:

"Ben de senin hakkında böyle düşünüyordum." [378] Bunu Buhârî ve Muslim rivayet etti. Ebû Said el-Hudrî dedi ki:

"Biz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in öğle ve ikindi namazlarındaki kıyamı­nın miktarı hakkında tahmin yürütüyorduk. Öğlenin ilk iki rekâtındaki kıyamını secde suresini okuyacak kadar bir zaman ola­rak hesapladık. Son iki rekâttaki kıyamını ise ilk iki rekâttaki kı­yamının yarısı kadar bir zaman olarak hesapladık. İkindinin ilk iki rekâtındaki kıyamının da bunun yarısı kadar olduğunu tah­min ettik." Bir rivayette "secde suresi" yerine "otuz âyet kadar, son iki rekâtte on beş âyet kadar" ifadeleri geçer. Bu lafızların hepsi Müslim'deki lafızlardır. [379] Son iki rekâtte Fatiha'dan sonra sure okunmasının müstehab olduğunu söyleyenler bununla delil getirdiler. Ebû Katade hadisi gelmemiş olsaydı bu hadis onların görüşüne açıkça delâlet ederdi. Fakat Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği Ebû Katade hadisine göre ilk iki rekâtta hem Fati­ha, hem de sureler okunur, son iki rekâtta ise sadece Fatiha okunur. Surelerin ilk iki rekatta okunacağının zikredilmesi ve son iki rekâtta sadece Fatiha'nın okunması her rekâtta sadece zikredilen şeylerin okunacağının delilidir. Sa'd b. Ebî Vakkas hadisi, Ebû Katade'nin söylediği şeye de ihtimal verir, Ebû Said el-Hudri'nin söylediği şeye de ihtimal verir. Ebû Said el-Hudri hadisinde son iki rekâtta da sure okunacağı açıkça söylenilme-mektedir, sadece tahmin yürütülmektedir. Câbir b. Semura dedi ki:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem öğlen namazında Leyl su­resini, ikindi namazında bunun bir benzerini, sabah namazında ise bundan daha uzununu okurdu." Bunu Müslim rivayet etti. [380] Yine ondan şöyle rivayet edilmiştir:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem öğlen namazında Ala suresini, sabah namazında ise bundan daha uzununu okurdu." [381] Bunu da Müslim rivayet etmiştir. Yine ondan rivayet edilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem öğlen ve ikindi namazlarında Buruc, Târik ve benzeri sure­leri okurdu. Bunu Ahmed ve sünen sahipleri rivayet etti. [382]

Sunen-i Nesâî'de el-Bera'dan şöyle rivayet edildi:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize öğlen namazını kıldırdı. Ondan Lok­man ve Zariyat surelerini âyet âyet duyardık." [383] Sunenlerde İbn Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem öğle namazında (kıyamda iken okuduğu bir secde âyetin­den dolayı) secdeye varır, sonra ayağa kalkar ve (kıraati ta­mamladıktan sonra) rükûa varırdı. Böylece onun secde suresini okuduğunu anlardık." [384] Bu rivayette gizli okunan namazda sec­de âyeti okumanın mekruh olmadığının, imamın secde âyeti okuduğu zaman secde ettiğinin ve arkasındakileri bu konuda ona uymakla uymamak arasında serbest olmadıklarının, bilakis ona uymalarının vacip olduğunun delili vardır. Enes dedi ki:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'le birlikte öğlen namazı kıl­dım. Bize şu iki sureyi, Ala ve Gaşiye surelerini okudu." Bunu Nesâî rivayet etti. [385] Allah kendilerinden razı olsun, sahabiler kı­yamı aşırı uzatanı, rükünleri, özellikle rükû ve secdeler arasın­daki duruş rüknünü hafîfleteni, tekbiri tam yapmayanı, namazı son vaktine kadar geciktireni ve namazı cemaatle kılmayanı hoş karşılamazlardı. Onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ölün­ceye kadar kılmaya devam ettiği namazını anlattılar ve onlar­dan hiçbirisi onun hayatının sonunda namazını eksilttiğini söyle­medi ve onun kıldığı bu namazın mensuh olduğunu zikretmedi. Aksine onun raşit halifeleri diğer konularda onun izinden gittikleri gibi namaz konusunda da onun izinden gitmişlerdir. Ebû Bekir es-Sıddîk sabah namazında Bakara suresinin tamamını okumuştu. Namazı bitirince dediler ki:

Ey Rasûlullah'ın halifesi! Güneş (neredeyse) doğacaktı. Dedi ki: Şayet doğsaydı bizi ga­filler olarak bulmazdı. [386] Ömer sabah namazını Nahl, Yunus, Hud, Yusuf ve benzeri surelerle kılardı. [387]

Namazı hafifletenler dediler ki:

Siz namazı uzatma konu­sunda sünnete sarılırsanız namazı kısaltma ve hafifletme konu­sunda sünnet bizi daha çok destekler. Çünkü bununla ilgili çok sayıda sahih hadîs vardır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kısa ve hafifliği emretmiş, uzatanlara fazlasıyla kızmış, onlara öğüt­ler vermiş ve onları nefret ettiriciler olarak adlandırmıştır. Ebû Musa'dan rivayet edildiğine göre bir adam dedi ki:

"Ya Rasûlul­lah! Namazı bize uzattığı için falan adamdan dolayı sabah na­mazından geri kalıyorum. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'ı o güne kadar hiç bu şekilde öfkeli vaaz verdiğini görmemiştim," şöyle dedi:

"Ey insanlar! İçinizde nefret ettirenler var. Hanginiz İnsanlara namaz kıldırırsa namazı kısa kıldırsın. Çünkü onların içinde zayıf vardır, ihtiyar vardır, ihtiyaç sahibi vardır." Bunu Buhârî ve Müslim rivayet etti. Buhârî'nîn rivayetinde şöyle bu­yurdu:

"Onların içinde ihtiyar vardır, zayıf vardır, ihtiyaç sahibi vardır." [388] Ebû Hureyre'den Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivayet edildi:

"Biriniz İmam olduğunuz zaman namazı hafif kıldırsın. Çünkü onların içinde küçük, yaşlı, zayıf ve hasta olanlar vardır. Tek başına namaz kıldığı zaman diledi­ği şekilde kılsın." [389]  Bunu Buhârî ve Müslim rivayet etti. Lafız Müslim'indir. Osman İbn Ebi'l-As es-Sakafî'den nakledilmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona dedi ki:

"Kavmine imamlık yap." Şöyle dedim: Ya Rasûlullah ben kendimde bir şeyler his­sediyorum. Rasûlü Ekrem: "Yaklaş" buyurdu. Beni önüne oturttu. Sonra avucunu göğsüme iki mememin arasına koydu, sonra

"Dön" dedi. Sonra avucunu iki omuzunun arasında sırtıma koy­du. Sonra şöyle dedi:

"Kavmine imam ol. Kim kavmine imam olursa namazı hafif kıldırsın. Çünkü onların içinde yaşlı vardır, onların içinde hasta vardır, onların içinde zayıf vardır, onların içinde ihtiyaç sahibi olan vardır. Biriniz kendi başına namaz kıl­dığı zaman dilediği şekilde kılsın." Bunu Müslim rivayet etti.

"Bir topluluğa İmam olduğun zaman onlara namazı hafif kıldır." [390] Enes b. Malik dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem namazı kısa ve mükemmel kılardı. Bir başka lafızda:

"Kısa ve tam kılardı," buyurdu. Bunu Buhârî ve Müslim rivayet etti. [391] Yine Enes şöyle dedi:

"Hiçbir imamın arkasında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namazından daha hafif ve daha tam bir namaz kılma­dım. Bir çocuğun ağladığını işitmiş olsa annesinin kafasının ka­rışacağı korkusuyla hemen namazı kısaltırdı." Buhârî ve Müslim bunun üzerinde ittifak etmişlerdir, lafız Buhârî'ye aittir. [392] Osman b. Ebî'l-As'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ya Rasûlullah beni bunu ya tasdik eder veya tekzip eder. Göz zina eder, el, ayak, vücud, lisan ve cinsel organ bunu ya tasdik eder veya yalanlar.

Sehl b. Ebî Umame'yi Yahya b. Maîn ve diğer hadisçiler güvenilir buldular, Müslim ondan rivayette bulundu. İbn Ebî'l-Amya'a gelince o, Beytu'l-Makdis halkındandır. Her ne kadar durumu bilinmeyen bir şahıs da olsa Ebû Dâvûd ondan rivayette bulunmuş ve hakkında bir şey söylememiştir. Bu, Enes'in nama­zın imamlar tarafından fazlaca uzatılmasından hoşlanmadığına delâlet eder. Yoksa Enes hadisleri birbiriyle çelişkili olurdu. Bu­nun içindir ki o kısalık ve tamlığı bir arada zikretmiştir. Onun:

"Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den başka hiçbir imamın arkasında daha hafif/kısa ve daha tam başka bir namaz kılma­dım" demesi namazın uzatılmasından hoşlanmadığının açık ifa­desidir. Bu, bizzat Enes tarafından tefsir edilerek gelmiştir.

Nesâî, el-Attaf İbn Halit'ten, o Zeyd b. Eslem'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Biz bir defasında Enes b. Malik'in ya­nına gitmiştik. Enes:

"Namazı kıldınız mı?" diye sordu.

"Evet," de­dik. Dedi ki:

"Ey Cariye, bana abdest suyumu getir. Ben hiçbir imamın arkasında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namazına sizin şu imamınızın namazından daha çok benzeyen başka bir namaz kılmadım." Zeyd dedi ki:

Ömer b. Abdilaziz (yani Enes'in sözünü ettiği imam) rükûu ve secdeleri tam yapar, kıyamı hafif tutardı/uzatmazdı. Bu sahih bir hadistir. [393] Bunu İmran İbn el-Husayn, Basra'da Ali'nin arkasında namaz kıldığı zaman şöyle açıklamıştır:

"Bu namaz bana Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namazını hatırlattı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in namazı mutedil/orta bir namaz idi, kıyamı ve ka'deyi kısa/hafif yapar, rüku ve secdeleri uzatırdı.." Bu hadis sahihtir.

Sahihi-i Buhari ve Sahihi-i Müslim'de Cabir b. Abdullah'tan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in, yatsı namazında kıyamını uzattığı zaman Muaz'a şöyle dediği rivayet edilmektedir:

"Ey Muaz sen fettan mısın?" bunu üç defa söyledi; [394]

"Keşke A'la, Şems ve Leyl'i okusaydın. Çünkü senin arkanda büyük, küçük, zayıf ve ihtiyaç sahibi kimseler namaz kılarlar."[395]

Muaz b. Abdillah el-Cüheni'den rivayet edilmiştir. Cüheyne'den bir adam ona Peygamber'i sabah namazının her iki rekatında da Zilzal suresini okurken işittiğini haber verdi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sabah namazında Leyl suresini okurken işittiğini rivayet etti. Ukbe b. Amir'den şöyle dediği rivayet edildi:

Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in devesini götürüyordum. Bana dedi ki;

"Sana benzeri hiç okunmamış iki sureyi öğreteyim mi?"

Dedim ki:

"Evet, öğret." Bunun üzerine Felak ve Nas surelerini öğretti. Benim bu kadar memnun olduğumu hiç görmemişti. Sabah namazı için konakladığı zaman bu sureleri okudu, sonra dedi ki:

"Nasıl buldun ya Ukbe? Bir rivayette bu hadis şöyle geçer:

"Sana okunan en hayırlı iki sureyi öğretmiyeyim mi?" Dedim ki:

"Evet, öğret." Dedi ki:

"Kul eûzû bi rabbi'l-felak, Kul eûzû bi rabbi'n-nas" sonra konakladığında bu surelerle sabah namazını kıldı ve dedi ki:

"Nasıl buluyorsun ya Ukbe?" Bunu Ahmed ve Ebû Dâvûd rivayet etti.[396]

Ahmed'in müsnedinde ve Nesâî'nin süneninde Ammar b. Yasir'den rivayet edilmiştir: O bir namaz kılmıştı ve bunu 60 kı­sa sürede eda etmişti. Onun namazı çabuk bitirmesine itiraz ettiler/eleştirdiler. Bunun üzerine Ammar dedi ki:

"Rükû ve secde­leri tam yapmadım mı?"

"Evet, tam yaptın"dediler. Yasir dedi ki:

Bununla beraber ben namazda Rasûlullah'ın okuduğu şu duayı da okudum:

"Allah'ım! Gayb ilminle ve yaratma kudretinle hayatın benim için hayırlı olduğunu bildiğin müddetçe beni yaşat. Ölümün benim için hayırlı olduğunu bildiğinde de beni vefat ettir. Gizli ve aşikâr senden korkmayı, öfke ve memnuniyet anında hak sözü söylemeyi, zenginlik ve fakirlikte itidalli olmayı, yüzüne bakmanın lezzetini ve sana kavuşmanın özlemini senden dilerim. Zarar ve­rici bir hastalıktan ve saptırıcı bir fitneden sana sığınırım. Allah'ım! Bizi iman ziyneti ile süsle ve bizi hidayete ermiş doğru yolun rehberleri kıl." [397]

Dediler ki: Sıhhat, çokluk ve açıklık yönünden bu hadislerin yeri neresidir, namazı uzatmaya delâlet eden hadislerin yeri neresidir? Her ikisine de delâlet eden hadisler olduğuna göre o zaman namazı uzatmaya delâlet eden hadislerin namaz kılan­ların sayısının az olduğu İslâm'ın ilk dönemlerinde ifade edildi­ğini söylemek gerekir. Namaz kılanlar çoğaldığı, İslâm'ın alanı genişlediği zaman namazın hafif kılınması meşru kılındı ve em­redildi. Çünkü o kabule ve ibadetin sevilmesine daha çok vesile olur. Namaza istekle girer ve iştiyakla/şevkle çıkar, bu şekildeki namazda vesvese daha az olur. Çünkü namaz uzadığı zaman böyle bir namazda namaz kılana vesveseler hakim olur, ecri noksanlaşacağı için uzatmasının sevabını elde edemez.

Yine dediler ki: Başka imamlar Rasûlullah'a nasıl kıyas edilir? Kıyas edilemez çünkü sahabenin Rasûlullah'a karşı bir sevgisi vardır. İndiği gibi Kur'an'ı onun sesinden dinlemek için seslerini kısarak arkasında kıyama dururlar. O topluluğun dîne karşı büyük bir rağbeti vardır, kalpleri Allah'a yönelmiş ve sade­ce Ona kulluk için hazırlanmıştır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sell­em başka imamlarla kıyas edilemeyeceği için

"İçinizde nefret etti­riciler var" demiştir. Halbuki onlar hiçbir zaman Rasûlullah sallal­lahu aleyhi ve sellem'in namazının uzunluğundan şikayetçi olmamış­lardır. Sahabenin onun arkasında namaz kılarken duydukları haz ve huzur -onun namazı uzun bile olsa- kalplerinde ve be­denlerinde bunu hafif hissetmelerine sebep olmuştur. Çünkü İmam kalbiyle, namazdaki huşûuyla, sesiyle ve tavrıyla cemaatin taşıyıcısıdır. İmam bütün bunlardan yoksun olduğu zaman cema­ate bitkinlik/yorgunluk ve ağırlık verir. Dolayısıyla namazda ce­maate ağırlık veren bir imam, onları namazdan soğutmamak mümkün olduğunca namazı hafifletmeli/kolaylaştırmalıdır.

Dediler ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dindeki inatçı­lıkları ve ibadetleri zorlaştırmaları sebebiyle Haricileri kötülemiş ve şöyle demiştir:

"Herhangi biriniz onların namazı yanında kendi namazını, onların oruçları yanında kendi orucunu küçük görür." [398] Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kolaylığı ve ko­laylık göstereni övmüş, Allah'ın onu sevdiğini ve sertlik ve zorlu­ğa vermediği şeyi ona vereceğini haber vermiştir. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bu din kolaydır; kim dini zorlaştır­maya çalışırsa ona yenik düşer." [399]

"Bu din metindir. Onda yu­muşaklıkla davranın." [400] Dinin tamamı yöntem ve uygulamada mutedil/kolay bir özelliğe sahiptir. Allah Teâlâ bir kulun devam­lı yaptığı amelleri sever. Orta bir namaz, uzun kılınan namazın zorluklarını taşımadığı için devamlı olmaya daha elverişli bir namazdır.

Namazın hafifleştirilmeden tam ve mükemmel kılınmasını savunanlar dediler ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den ge­len her şey hoş geldi, safa getirdi. Hepsinin başımız gözümüz üstünde yeri var. Biz ona uymaktan, onun sünnetini ve onun hi­dayetini izlemekten başka bir şey mi söylüyoruz? Biz sünnetin bir kısmını bir kısmıyla vurmuyoruz. Kolay olanını alıp, tembel­lik, kararsızlık ve dünya meşgalesi sebebiyle zor olanı terk etmi­yoruz. Namazla mutlu olmak yerine kalpleri dolduran ve organlara egemen olan dünya ile mutlu olmanın peşinde değiliz. Mut­luluğu ve huzuru namazda değil de dünyevî meşguliyette ara­yınca namazı hafifletmek konusundaki ruhsat hadisleri nefsanî arzuları ve isteksizliği besleyen bir şüpheye dönüşmüştür. Na­mazın hafifleştirilmeden tam ve mükemmel kılınmasını savunan­lar hizmette nasihat için gayret sarfetmek arzusuyla bunları söy­lediler ve dediler ki: Onlar, Allah Teâlâ'nın hakkının ödenmesi­nin kolay olduğunu söylediler ve O'nun cömertliğini ve zenginli­ğini bu hakkın ihmalinde, terkinde ve yeminlerin kolayca bozul­masında en büyük şüphelerinden biri olarak gördüler. Cömert asla hakkını aramaz sözünü ve Allah'ın hakkı müsamaha, ko­laylık ve affa dayanır, kulların hakkı ise cimriliğe, ihtiyaca ve araştırmaya/aramaya dayanır sözünü dillerinden düşünmediler. Yaratıklara hizmeti sanki yumuşak yataklar ve rahat gemiler üzerindeymiş gibi/kolayca yaptılar. Rablerine ve yaratıcılarına hizmeti ise sanki yakıcı bir ateş parçası üzerinde bulunuyorlarmış gibi yaptılar. Kuvvetlilerin ve zamanlarının fazlasını/artanı­nı Rablerinin hakkına tahsis ettiler, nefisleri için payın tamamını eksiksiz verdiler. Sünnetten sadece

"Sen fitneci misin ey Muaz?"

"Ey insanlar, sİzîn içinizde nefret ettiriciler var" hadisini ezberle­diler ve bu hadisi de yerli yerince kullanmadılar, öncesini sonra­sını düşünmediler. Gözünün aydınlığını, mutluluğunu, sevincini, lezzetini kalbinin diriliğini ve gönlünün ferahlığını namazda aramayan bir kimseye ancak bu hadis ve benzerleri uygundur. Hatta bu hadis ancak namazdan çalan ve karganın yem topla­ması gibi çabuk çabuk namaz kılan kimseye uygun bir hadistir. Karganın yem toplaması gibi çabuk çabuk namaz kılmak onun için Rab Teâlâ'nın hizmetinde tüm gücünü sarfetmekten daha evlâdır. Onun anlayamadığı "Sen fitneci misin ey Muaz?" hadi­si, ona göre Ebû Said'den gelen "öğle namazına durulurdu. Bizden birisi Bakîa gidip işini gördükten sonra ailesine gelir, abdestini alır, sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hala birinci rekâtta iken mescide dönerdi" hadisinden daha evlâdır. "Rasû­lullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazında felak ve nas sure­lerini okurdu -ki bu yolculukta olmuştu-" hadisi ona göre "Rasû­lullah sallallahu aleyhi ve sellem (mukim iken) sabah namazında yüz ile ikiyüz âyet arası okurdu" hadisinden daha evlâdır. Sadece İbn Mace'nin rivayet ettiği "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve seilem kul huvallahu ehad ve kul ya eyyuhe'l-kâfirun süreleriyle sabah na­mazı kıldı" hadisi ona göre Buhârî'nin rivayet ettiği "Rasûlullah sabah namazında iki uzun surenin en uzununu -ki Araf süresi­dir-" hadisinden daha evladır. Demek ki o sünnete değil kendi­sine münasip olana meyleder ve sünnetten kendisine münasip olana meyleder ve sünnetten kendisine uygun olanını alır. Ken­disine muhalif olan şeyi tevilde sert ve kaba davranan ve o mu­halefeti en iyi ortadan kaldıran kimseye iyi ve nazik davranın.

Böyle bir yola girmekten biz Allah'a sığınırız ve bu yolun sahiplerinin mübtela oldukları hastalıktan bizi korumasını Al­lah'tan dileriz. Biz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den sahih yollarla gelen hadislerin tamamıyla Allah'a kulluk ederiz ve bunların bir kısmını lehimize bir kısmını aleyhimize görüp de le­himize olanlarını zahirî üzere kabul edip aleyhimize olanları zahirine aykırı olacak şekilde tevil etmeyiz. Bilakis bu hadislerin tamamı bizim lehimizedir; onun sünnetlerinden hiçbirisi arasın­da ayırım yapmayız; hepsini kabul ile karşılarız; işitir ve itaat ederiz; bizi nereye götürürse götürsün onu izleriz; onun çadırı nereye kurulursa kurulsun biz de onunla birlikte konaklarız. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetinin bir kısmı alınıp da bir kısmı terkedilemez, bilakis tamamı alınması gerekir. Hepsi kendi konumunda ve kendi şartlarında değerlendirilir. Allah'ın izniyle biz şöyle deriz: Namaz konusunda emredilen kısaltma ve kolaylaştırma ve yasaklanan uzatma ve zorlaştırma ne bir grubun, belde halkının ve mezhep mensuplarının adetine, ne cemaatin arzusu ve rızasına ne de insanlara namaz kıldıran imamların içtihadına ve bu konudaki görüşlerine bağlıdır. Çün­kü bunun bir kuralı yoktur. Bu konuda görüşler ve iradeler çok büyük bir çarpışma içindedir. Bu görüş ayrılıkları namazın ko­numunu bozar ve namazın miktarını insanların arzu ve hevesle­rine bağlı hale getirir. Din, kargaşaya yol açacak böyle bir ser­bestlik getirmemiştir. Bilakis bu konuda namazı ümmete emre­den bu emri Allah katından onlara getiren ve onun hukukunu, hududunu, şeklini ve rükünlerini onlara öğreten Rasûlullah sallal­lahu aleyhi ve sellem'e ve onun hakemliğine müracaat edilir. Onun arkasında zayıf, yaşlı, çocuk ve ihtiyaç sahibi/herkes namaz kı­lıyordu. Medine'de ondan başka da bir imam yoktu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem insanlara yasakladığı şeyi yaparak onlara aykırı davranmayı isteyecek bir kimse değildir. Rasûlullah'ın sahabilerinden birisine onun namazı hakkında sorulmuştu. Soruyu soran kişiye o şöyle dedi:

Bunda senin için bir yarar yok (yani sen onun kıldığı gibi bir namaz kılamazsın). Soru sorulan sahabi bu sözü bir defa daha tekrarlandıktan sonra şöyle dedi:

Öğle namazına durulurdu da bizden birisi Bakî'a gider, ihtiyacını giderir, sonra evine gelerek abdest alır ve mescide dönerdi. Rasû­lullah sallallahu aleyhi ve sellem hala birinci rekâtte olurdu. Rasûlullah'ın namazının uzun sürmesinden dolayı böyle olurdu. Bunu Müslim Sahih'inde rivayet etti. Bu, Ebû Said el-Hudri'nin, Enes'in, İmran b. el-Husayn'ın ve el-Bera b. Azib'in namazın kı­saltılmasına ve Rasûlullah'ın yaptığı şeylerden sadece bir kısmı­na bağlı kalınmasına karşı çıktıklarının delilidir. Bu sebeple Enes onlara namaz kıldırdığı zaman şöyle dedi:

"Size Peygamber sal­lallahu aleyhi ve sellem'in namazı gibi namaz kıldırmaktan asla vazgeçmeyeceğim." Sabit (b. Eşlem el-Bünanî) dedi ki:

"Enes, namazda öyle bir şey yapardı ki onu sizin yaptığınızı görmüyo­rum. Başını rükûdan kaldırdığı vakit kendisini gören kimse "unuttu galiba" diyecek kadar ayakta dikilirdi. Secdeden başını kaldırdığı vakit onu gören kimse "unuttu galiba" diyecek kadar beklerdi."

Enes, rükû ve secdeleri kısalttıkları zaman imamlara nasıl karşı çıkmışsa bu iki rüknü kısalttıkları için de karşı çıkmıştır. Namazı Rasûlullah'ın namazına en çok benzeyen imamın Ömer İbn Abdulaziz olduğunu haber vermiştir. Onlar Ömer İbn Abdulaziz'in rükû ve secdelerde onar defa Allah'ı tesbih ettiğini tahmin etmişlerdir. Onun bu teşbihleri tefekkür etmeden hızlı ve süratli okumayacağı da malumdur. Onların durumu bundan da­ha yücedir.

Enes, tıpkı Rasûlullah'ın cehri namazda besmeleyi terk et­tiğini rivayet ederken tahmininde yanıldığı gibi bundaki tahmi­ninde de yanılmıştır.[401]

Dediler ki: Yaşı küçük olduğu için safların arkasında namaz kılıyordu ve Rasulullah'ın cehrî (açıktan okuduğu) namazı duymuyordu. (Bu sebeple besmeleyi de duymamış olabilir.) Ni­tekim Enes, Rasulullah'ın hac ve umreye birlikte ihrama girmesi konusundaki zannında da yanılmıştır. Dediler ki: Rasûlullah'tan uzakta idi, onun ihramını duymuyordu. Hatta onlara dedi ki:

"Siz beni sadece bir çocuk olarak kabul ediyordunuz. Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in devesinin karnının altında bulu­nuyordum. Onun her ikisi için de tehlil getirdiğini duydum." Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine'ye geldiğinde Enes on yaşlarında idi. Rasulullah'ın hizmetinde bulunuyor ve ondan hiç ayrılmıyordu. Onun aile fertlerinden biri olarak kabul edilmişti. Akıllı ve zeki bir delikanlı idi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiği zaman yirmi yaşında olgun bir kişi idi. Bütün bunlara rağmen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in kıraati, namazının miktarı/ölçüsü ve ihramının keyfiyeti konularında yanılmıştır. Yanılgısı daha sonra raşit halifeler döneminde de devam etmiş ve onlardan hiçbirinin kıraatini duymayacak şekilde mescidin son bölümünde namazına devam etmiştir. Sahabiler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem in namazının mutedil (ne uzun, ne kısa) bir namaz olduğunda ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla onun rükûu, secdeleri, rükûdan sonraki doğrulusu ve iki secde arasındaki oturuşu kıyamına uygun idi. Sabah namazında yüz âyetle altmış âyet arasında okuduğu zaman rükûu ve secdeleri de buna uy­gun olmalıdır. Bu sebeple el-Bera b. Azib dedi ki: Rasûlullah'ın namazında bunların hepsi hemen hemen aynı idi. İmran İbn Husayn dedi ki:

"Rasûlullah'ın namazı ne uzun ne kısa idi/mute­dil bir namazdı. Gece namazı da böyle idi, küsuf namazı da böyle idi." Abdullah b. Ömer dedi ki:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi peygamber (s.a.v.)'in namazının miktarı sitem bize namazı hafif kıldırmamızı emrederdi, kendisi bize Saffat suresini namazda okuyarak imamlık yapardı." Bunu İmam Ahmed ve Nesâî rivayet etmiştir. [402]

Bu, onun emridir, şu da onu açıklayan uygulamasıdır. Yoksa yanılan bir kimsenin zan ve tahmin sonucu söylediği bir şey değildir. Şüphesiz hatalı bir kimse onlara namazı hafiflet­melerini emrederken kendisi emrettiği şeyin aksini yapmış olur­du. Halbuki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem imamlara insanla­ra kendisinin kıldırdığı gibi namaz kıldırmalarını emretmiştir. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Malik b. el-Huveyris'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz yaşça birbirine yakın gençler ola­rak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e gelmiştik. Onun yanında yirmi gün kaldık. Rasûiullah sallallahu aleyhi ve sellem çok merha­metli ve çok nazik idi. Bizim ailelerimizi özlediğimizi zannetti ve geride bıraktığımız ailelerimizin durumunu sordu. Biz de anlat­tık. Bunun üzerine dedi ki:

"Haydi kendi ailelerinizin yanına dö­nünüz. Onların içinde bulununuz. Onlara öğretiniz. Onlara em­rediniz; filan namazı filan vakitte, filan namazı da filan vakitte kılsınlar. Namaz vakti gelince içinizden biri size ezan okusun. En yaşlınız da size imam olsun. Benden gördüğünüz gibi nama­zı kılınız." [403] Bu hadisi Buhârî sevk etmiştir. Bu emir sadece imamlara mahsus olmasa bile onlara kesin bir talimattır. Onlara kendi namazı gibi namaz kılmalarını emredince ve onlara na­mazı hafif kıldırmalarını emredince ve onlara namazı hafif kıldırmalarını emredince zorunlu olarak bilinir ki bunu yapan kim­se ile bunu emreden kimse aynı kişidir. Buradan anlaşılmaktadır ki genelde her bir fiil kendisinden daha uzun olana nisbetle ha­fif/kısa diye isimlendirilir ve kendisinden hafif olana nisbetle de uzun diye isimlendirilir. Bunun lügatte temel alınacak bir sınırı yoktur. Namaz, hirz gibi, kabz gibi ve ihyau'l-mevat gibi örfe dayanan fiillerden değildir, ibadetler asıllarında şeriate dayan­dıkları gibi miktarlarında, sıfatlarında ve şekillerinde de şeriate dayanırlar. Bu konuda insanların örfüne göre hareket edilmiş olsa, namazın hafifletilmesi ve kısaltılmasında onların adet ve gelenekleri esas alınsa miktar ve mahiyet yönünden birbirinden çok farklı namazlar ortaya çıkar ve namazı bir kurala ve disipli­ne bağlamak mümkün olmaz. Allah'ın kalplerine hastalık verdi­ği bazı kimseler namazın hafifletılmesiyle ilgili emri olabildiğin­ce hafifletmek olarak anlayınca namazın kısaldıkça ve hafifle­dikçe daha faziletli olacağına inandılar. Sonunda onlardan pek çoğu namazı bir okun yaydan fırlayışı gibi süratli kılar hale gel­diler, rükûda ve secdelerde "Allahu ekber"den başka bir şey söylemezler, neredeyse secdeleri rükûlarını geçer, kıraatleri sec­delerini geçer. Bazen tek bir tesbihle yetinmenin üç defa tesbih söylemekten daha faziletli olduğu bile zannedilir. Böylelerinden birisinin ağır ağır sükunet içinde namaz kılan bir genci görünce ona vurarak şöyle dediği anlatılır: Hükümdar seni bir işe gön­derse o işi de böyle yavaş yavaş mı yaparsın!

Hırz, bir malm muhafaza maksadıyla koruma altında tutulması demektir. Hır­sızlık cezasının uygulanması için malın koruma altında bulunması gerekir.

Kabz: Bir malı feslim almak demeklir.

İhyau'l-Mevat: Ölü arazileri diriltmek, kullanılır hale getirmek demekfir. Bü­tün bunların örfe dayanan fıkhî kuralları vardır, -Çeviren-

Bütün bunlar namazı oyuncak etmektir, onu işlevsiz hale aeti mektir, şeytanın bir tuzağıdır ve Allah Rasûlünün emrine muhalefettir. Çünkü Allah Teâlâ;

"Namazı ikame edin." [404] buyurmaktadır. Namazı ikame etmek, onun kıyamını, rükûunu ve zikirlerini tam yapmak demektir. Allah Teâlâ namaz kılan bir kişinin kurtuluşunu namazındaki huşûuna bağlamıştır. Kim namazı huşu içinde/saygılı bir şekilde kılmazsa kurtuluşa erenler­den olmaz. Acele ve tavuğun yem toplaması gibi kılınan bir na­mazda huşûa ulaşmak kesinlikle mümkün değildir. Hatta huşu ancak sükunetle kılınan bir namazla elde edilir. Sükunet arttıkça huşu da artar. Huşûu azaldıkça acelesi artar, sonunda ellerinin hareketi de beraberinde ne huşu, ne kulluğa yöneliş, ne de kul­luğun hakikatini kavrama özelliği bulunmayan boş bir oyun ha­line gelir. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Namazı ikâme edin/tam kılın."

"Onlar ki namaz­larını tam kılarlar." [405]

"Namazı ikâme et." [406]

"Huzura kavuştuğu­nuzda namazı tam kılın." [407]

"Namazı dosdoğ­ru kılanlar..." [408]

İbrahim aleyhisselam şöyle dua etti:

"Ey Rabbim beni ve soyumdan gelenleri namazı dos­doğru kılanlardan eyle." [409]

Allah Teâlâ Musa aleyhisselam'a şöyle dedi:

"Bana kulluk et, beni anmak için namaz kıl." [410]

Kur'an-ı Kerim'de namaz kelimesinin namazın ikâmesiyle bitişik olarak zikredilmediği bir yeri neredeyse hiç bulamazsın.

İnsanların içinde namaz kılanlar azdır. Namazı hakkıyla ikâme eden ise daha da azdır. Ömer radiyallahu anh'ın dediği gibi hacı az, kalabalık çoktur. Amel edenler sözlerini yerine gefirmek için kendilerine emredilen amelleri acele olarak yaparlar ve derler ki: Bize o ismin verileceği şeyin en azı yeterlidir, biz keşke onu ye­rine getirebilsek. Keşke bu adamlar kıldıkları namazları meleklerin Rab Teâlâ'nın huzuruna çıkaracağını ve insanların meliklerine ve büyüklerine arz edecekleri hediye yerine Allah'a bunu arz edecek­lerini bilselerdi. Elinden gelen şeylerin en iyisini yapmaya çalışıp gücü yettiğince bunları süsleyen ve güzelleştiren, sonra da ümit beslediği ve korktuğu bir makama bununla yaklaşan bir kimse, elindekinin en düşüğünü ve kendisine en kolay geleni yapmaya çalışıp kendisini bununla rahatlatan ve bunu katında bir mevki edinemediği/itibar kazanamadığı bir makama gönderen kimse gibi değildir. Namaz kalbinin baharı, hayatı, huzur ve rahatı, gözü­nün aydınlığı, hüznünün ilacı, gam ve kederinin gidericisi, bela ve musibetlerinde sığınağı olan kimse, namaz kalbinin azabı, azala­rının bağı, kendisine yük ve meşakkat, üzerine ağırlık olan kimse gibi değildir. Namaz bunlara zor ve ağırdır, diğerlerine ise göz aydınlığı/mutluluk ve rahattır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphe­siz O, Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında her­kese zor ve ağır gelen bir görevdir. Onlar kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini dü­şünen ve kabullenen kimselerdir." [411]

Namaz bunların dışındaki kimselere ağır gelir. Çünkü on­ların kalplerinde Allah sevgisi, O'nu büyükleme ve O'na saygı duygusu yoktur. Bu konudaki istek ve arzuları da azdır. Bir ku­lun namazdaki huzuru, huşuu/tevazuu, onu eksiksiz kılması ve onu tam olarak eda etmek için elinden geleni yapması Allah'a olan rağbeti/ve bağlılığı miktarıncadır. İmam Ahmed, Mühenna b. Yahya'nın rivayetinde şöyle dedi:

Onların İslâm'daki payları, namazdaki paylan kadardır (namaza ne kadar önem veriyor­larsa o kadar müslümandırlar.) İslâm'a düşkünlükleri namaza düşkünlükleri kadardır. Kendini iyi tanı ey Allah'ın kulu ve yanında İslâm'ın değeri olmaksızın Allah'a kavuşmaktan da sakın. İslâm'ın senin kalbindeki kıymeti namazın senin kalbindeki kıy­meti kadardır. Allah sevgisiyle, korkusuyla, O'na olan bağlılıkla ve saygıyla dolu bir kalbin namazdan alacağı pay/elde edece­ği mükafaat, bunlardan boş ve harap bir kalbin alacağı pay gi­bi değildir. İki kişi namazda Allah'ın huzurunda durduğu za­man bu şahıs mütevazi, Allah'a saygılı, O'na yakın ve kötülü­ğün muhalefetinden uzak, her tarafı heybetle ve imanın nuruyla dolu, nefis perdesinin kaldırıldığı ve ihtiras dumanının dağıldığı bir kalp ile durur. Neticede Kur'an'ın anlam bahçelerinde yük­selir, kalbi isim ve sıfatların hakikatlerine, yüceliğine, güzelliğine ve mükemmelliğine imanın neşesiyle dolar, yüceliğine ve kemali­ne ait vasıfların sadece Rabbine ait olduğuna inanır. Böylece bütün dikkat ve ihtimamını Allah yolunda toplar. Onunla mutlu olur ve Allah'a benzersiz bir yakınlık hisseder. Kalbi O'na sığı­nır ve bütün varlığıyla O'na yönelir. Onun bu yönelişi Rabbinin iki yönelişi arasındadır. Önce Rabbi ona yönelir ve bu yönelişle onun kalbini kendine çeker. Rabbine yönelince de Rabbinden birincisinden daha güzel bir yönelişe nail olur. Kalbi Kur'an'ın manalarını kavrayan ve bu manalara imanın neşesiyle dolan kimse, işte burada her bir isim ve sıfatın namazdaki yerini ve mahallini görecek şekilde Allah'ın isim ve sıfatlarının harikulade tecellilerini müşahede eder. Rabbinin huzurunda kıyama durdu­ğu zaman kalbiyle O'nun kayyum olduğunu müşahede eder. "Allahuekber" dediği vakit O'nun büyüklüğünü müşahede eder. "Subhanekeflahumme ve bı hamdike ve tebarekesmük ve teala ceddük ve la ilahe gayruk" (Allah'ım! Sana hamd ederek, seni tüm noksanlıklardan tenzih ederim; İsmin mübarek, şanın yücedir ve senden başka İlah yoktur) [412] dediği vakit O'nun bütün ayıplardan münezzeh ve bütün noksanlıklardan uzak ve her tür­lü övgü ile övülmüş bir rab olduğuna kalbiyle şahit olur. O'na hamd etmesi, O'nu her türlü mükemmellikle vasfetmesini de ihti­va eder. Bu ise O'nun bütün noksanlıklardan beri olmasını ve is­minin mübarek olmasını gerektirir. O ancak çoğalttığı bir azdan dolayı anılır. O ancak geliştirdiği ve bereketlendirdiği bir hayır­dan dolayı anılır. O ancak giderdiği bir afetten dolayı anılır. O ancak reddettiği kovulmuş şeytandan dolayı anılır. İsmin kemali müsemmanın (isimlendirilenin) kemalini gerektirir. Onun isminin durumu bu olunca, -ki O'nun ismiyle yerde ve gökte hiçbir şey zarar veremez- müsemmasi bundan daha yücedir ve üstündür. "Onun şanı yücedir." Yani O'nun büyüklüğü çok yüksektir ve her türlü büyüklüğün üstündedir. Onun şanı her türlü şanın üs­tündedir. O'nun gücünün ve otoritesinin galibiyeti her türlü güç, otoritenin galibiyetinin üstündedir. O'nun şanı, mülkünde ve rububiyetinde veya uluhiyetinde veya fiillerinde veya sıfatlarında beraberinde bir ortağı olmaktan uzaktır. Nitekim mümın bir cin şöyle demektedir:

"Gerçek şu ki Rabbimizin şanı çok yücedir. O, ne eş, ne de çocuk edinmiştir." [413]

Bu kelimelerde, hakikatlerini inkar etmeksizin isim ve sıfat­ın kabul eden kimsenin kalbinde onların hakikatlerine ait nice celliler vardır

"Eûzû billahi mine'ş-şeytanirracim" (Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım) dediği zaman, kendisini Rabbinden koparmak ve çok kötü bir duruma düşmesi için O'nun yakınından uzaklaştırmak isteyen düşmanına karşı çok sağlam bir sığınağa, O'nun üç ve kuvvetine sığınmış olur.

"Elhamdulillahi Rabbi'l-alemin" (Her türlü övgü ve sena alemlerin Rabbinedir) dediği zaman biraz durur, Rabbinin ona Kulum bana hamd etti" diye cevabını bekler. "er-Rahmani'r-ahim" dediği zaman Rabbinin "Kulum beni övdü" diye cevabını bekler. "Maliki yevmiddin" dediği zaman Rabbinin "Kulum beni yüceltti" [414] cevabını bekler. Rabbinin üç defa "kulum" demesi onun kalbine lezzet, gözüne aydınlık, kendisine mutluluk ve sevinç verir. Allah'a yemin olsun ki kalbin üzerinde şehvet dumanları ve nefis bulutları olmasaydı Rabbinin, yaratıcısının ve mabudunun "Kulum bana hamdetti, kulum beni övdü, kulum beni yüceltti" otoritenin galibiyetinin üstündedir. O'nun şanı, mülkünde ve rubûbiyetinde veya uluhiyetinde veya fiillerinde veya sıfatların­da beraberinde bir ortağı olmaktan uzaktır. Nitekim mümin bir cin şöyle demektedir:

"Gerçek şu ki Rabbimizin şanı çok yücedir. O, ne eş, ne de çocuk edinmiştir." [415]

Bu kelimelerde, hakikatlerini İnkar etmeksizin isim ve sıfat­lan kabul eden kimsenin kalbinde onların hakikatlerine ait nice tecelliler vardır

"Eûzû billahi mine'ş-şeytanirracim" (Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım) dediği zaman, kendisini Rabbinden koparmak ve çok kötü bir duruma düşmesi için O'nun yakınından uzaklaş­tırmak isteyen düşmanına karşı çok sağlam bir sığınağa, O'nun güç ve kuvvetine sığınmış olur.

"Elhamdulillahi Rabbi'l-alemin" (Her türlü övgü ve sena alemlerin Rabbinedir) dediği zaman biraz durur, Rabbinin ona "Kulum bana hamd etti" diye cevabını bekler. "er-Rahmani'r-Rahim" dediği zaman Rabbinin "Kulum beni övdü" diye cevabı­nı bekler. "Maliki yevmiddin" dediği zaman Rabbinin "Kulum beni yüceltti" [416] cevabını bekler. Rabbinin üç defa "kulum" deme­si onun kalbine lezzet, gözüne aydınlık, kendisine mutluluk ve sevinç verir. Allah'a yemin olsun ki kalbin üzerinde şehvet dumanları ve nefis bulutları olmasaydı Rabbinin, yaratıcısının ve mabudunun "Kulum bana hamdetti, kulum beni övdü, kulum beden, azleden, tutan ve yayan, sıkıntıları gideren ve darda ka­lanlara yardım eden O'dur.

"Göklerde ve yerde bulunan herkes O'ndan ister. O, her an yaratma halindedir." [417]

Onun engellediğini kimse veremez, O'nun verdiğini kimse engelleyemez. O'nun hükmünü kimse değiştiremez, O'nun emrini kimse geri çeviremez. O'nun kelimelerini kimse değiştiremez. Melekler ve Cebrail O'na yükselir. Günün başında ve sonunda ameller O'na arz edilir. Kaderleri o belirler, vakitleri o tayin ed­er. Sonra bunların hepsinin idaresini, muhafazasını ve yararla­rını yerine getirerek takdir ettiği şeyleri kendi zamanlarında gerçekleştirir.

Sonra "Rahman" ismini zikrettiği zaman O'nu yaratıkları­na her türlü iyiliği yapan, çeşitli nimetlerle onlara kendini sevdi­ren bir Rab olarak müşahede eder. Rahmet ve ilmiyle O her şeyi kuşatmıştır. Nimet ve lutfunu bütün yaratıklara bol bol vermiştir. O'nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır. O'nun nimeti bütün canlılara ulaşmıştır. O'nun rahmeti ilminin ulaştığı her yere ulaşmıştır. Ya­ratıkları rahmetiyle yaratmış, kitaplarını rahmetiyle indirmiş, peygamberlerini rahmetiyle göndermiş, şeriatleri (dinleri) rahmetiyle koymuş, cenneti rahmetiyle yaratmış, cehennemi rahme­tiyle yaratmıştır. Çünkü cehennem O'nun mümin kullarını cenne­tine sevk ettiği ve muvahhitleri günahlarının kirlerinden temizle­diği bir kamçısıdır ve yaratıklarından kendisine düşman olanları hapsettiği bir hapishanesidir. O'nun emrindeki, nehyindeki, tavsiyelerindeki ve öğütlerindeki sonsuz rahmeti ve nimeti ve onların rahmet ve nimetlerle dolu olmasını düşün. Rahmet kullarını O'na bağlayan sebeptir. Kulluk da O'nu kullarına bağlayan se­beptir. Kulları O'na kulluk ederler, O da kullarına rahmetini ulaştırır. Namaz kılan kişinin rahmetten nasibini müşahede etmesi ise bu ismin en özel tecellilerinden birisidir. Çünkü kul, nasibi­ne düşen bu rahmet sayesinde Rabbinin huzurunda kıyama du­rur, O'na kulluk yapmaya ve yalvarıp yakarmaya ehil olur. Al­lah başkasına vermediği bu nasibi ona vermiştir, onun kalbine yönelmiş, başkasının kalbinden yüz çevirmiştir. Bu, Rabbinin ona bir rahmetidir.

"Maliki yevmi'd-din" (Din gününün sahibidir) dediği za­man burada gerçek ve apaçık melikten başkasının layık olmadı­ğı bir yüceliğe şahitlik eder. Onun, yaratıkların kendisine boyun eğdiği, yüzlerin yöneldiği, büyüklüğünden dolayı zorbaların zil­lete düştüğü ve her izzet sahibinin O'nun izzetinden dolayı ken­disine itaat ettiği üstün bir melik olduğuna şahitlik eder. Sema­nın üzerinde hükümran olduğuna, güç ve kudreti sebebiyle koruyup gözetleyici olduğuna kalbiyle şahitlik eder; bütün yüzler O'na yönelir ve O'na secdeye kapanır: Melik sıfatının hakikati inkar edilmediği zaman isim ve sıfatlarının hakikatlerine şahitlik etmeyi ona öğretir. İsim ve sıfatların hakikatlerini inkar et­mek/onların hakiki anlamlarının olmadığını iddia etmek, Al­lah'ın melik/malik olmadığını iddia etmek, O'nu inkar etmek demektir. Çünkü gerçek ve tam melik, diri olur, kayyum olur/kendi kendine var olur/varlığında bir başkasına muhtaç olmaz, işitir, görür, yönetir, güç kudret sahibidir, konuşur, emreder, yasaklar, ülkesinin tahtına kurulmuştur, ülkesinin en uzak köşelerine kadar emirlerini ulaştırır, rızasını hak edenlerden razı olur, onu mükafatlandırır. İkram eder ve ona yaklaşır, gazabı­na/öfkesine müstehak olanlara gazap eder, onu cezalandırır, onu hor ve hakir duruma düşürür ve ondan uzaklaşır, dilediğine azap eder, dilediğine merhamet eder, dilediğine verir, dilediği­ni yaklaştırır, dilediğini uzaklaştırır. Azap yurdu yani cehennem de O'nundur, büyük mutluluk yurdu, yani cennet de O'nundur. Bunlardan herhangi bir şeyi iptal eden veya onun hakikatini in­kar eden kimse O'nun melikliğinde kusur bulmuş ve O'nun tam ve kamil manada bir melik oluşunu kabul etmemiş demektir. Ay­nı şekilde O'nun kazasının ve kaderinin umumi olduğunu/her şeyi kapsadığını inkar eden kimse, O'nun melikliğinin umûmi ol­duğunu/egemenliğinin her şeyi kapsadığını ve tam bir melik ol­duğunu da inkar etmiş demektir. Dolayısıyla "maliki yevmi'd-din" (din gününün malikidir) sözüyle namaz kılan kimse Rab Teâlâ'nın yüceliğine şahitlik etmektedir.

"İyyake na'budu ve iyyake nesteîn" (yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım isteriz) dediği zaman, bunda yaratmanın, emrin, dünyanın ve ahiretin sırrı vardır. Bu söz, ga­yelerin en yücesini ve vesilelerin en üstünü ise O'nun yardımıdır. O'ndan başka ibadete müstehak mabud yoktur ve O'na ibadet­te (kullukta) O'ndan başka yardımcı yoktur. O'na kul olmak, gayelerin en yücesidir ve O'nun yardımı bu gayeye ulaşmada en değerli vasıtadır. Allah Teâlâ yüz dört kitap indirmiş, bunların hepsinin manalarını dördünde toplamıştır. Bunlar Tevrat, İncil, Kur'an ve Zebur'dur. Bunların manalarını Kur'an'da toplamış, Kur'an'ın manalarını mufassal surelerde, onların manalarını Fatiha'da, Fatiha'nın manasını da "iyyake na'budu ve iyyake nesteîn" âyetinde toplamıştır. Bu kelimeler tevhidin iki nevini de yani rububiyet tevhidini de uluhiyet tevhidini de ihtiva eder. Bu kelimeler Rab ismiyle de Allah ismiyle de ibadet etmeyi ihtiva eder. Ona İlah olduğu için ibadet edilir, Rab olduğu için O'ndan yardım istenir. O, rahmetiyle doğru yola iletir. O'na kullu­ğu, O'nun yardımını ve hidayetini talep eden için uygun olsun diye surenin başında O'nun Allah, Rab ve Rahman isimleri zik­redilmiştir. Bunların tamamını sadece O verebilir. O'na kullukta başkası yardım edemez ve O'ndan başkası da hidayet edemez.

Sonra "ihdina's-sırata'l-müstekîm" (Bizi doğru yola hida­yet et) sözüyle dua eden kimse bu meseleye olan şiddetli ihtiya­cına ve zaruretine şahitlik eder ki başka hiçbir şeye asla ondan daha fazla muhtaç değildir. Çünkü o her nefeste ve her an buna muhtaçtır. Bu duadan talep edilen şey ancak Allah'a götüren yola hidayetle/o yolu göstermekle ve o yolda rehberlikle ger­çekleşir. Bu hidayet, Allah'ın o yolu ayrıntılı bir şekilde tanıtması ve o fiili yapma gücünü yaratmasıdır, onu irade etmesidir, mey­dana getirmesidir, Rab Teâlâ'nın istediği şekilde gerçekleşmesi İçİn onay vermesidir ve fiil esnasında ve sonrasında onu ifsat edici/bozucu şeylerden korumasıdır. Kul, yaptığı ve terkettiği şeylerin tamamında her durumda bu hidayete muhtaç olunca Allah Teâlâ da ona en iyi durumunda/namazlarında bu hida­yeti istemesini emretmiştir. Öyle şeyler vardır ki kul bunları ken­disine hidayet edildiği şekilde yerine getirmezse bunlardan do­layı tevbe etmeye muhtaçtır. Öyle şeyler vardır ki bunların ayrıntılarına değil, aslına hidayet edilmiştir veya bir yönden hida­yet edilmiştir de başka bir yönden hidayet edilmemiştir, o za­man kul hidayetin artması için o işlerde hidayetin tamamlanma­sına muhtaçtır. Öyle şeyler vardır ki kul geçmişte onlarda nail olduğu hidayete gelecekte de nail olmaya muhtaçtır. Öyle şeyler vardır ki kul o konularda (sağlam) bir inanca sahip olmaktan uzaktır ve buna hidayet edilmeye muhtaçtır. Öyle şeyler de vardır ki bunlara gerçek bir şekilde inanması ve doğru bir şekilde yapması için de hidayet edilmiştir, bunlarda da sebatlı olmaya muhtaçtır. Bunların dışında da daha pek çok hidayet çeşidi var­dır. Kul bütün bu konularda ve daha başka konularda hidayete muhtaç olduğu için Allah gece gündüz bu hidayeti istemesini ona emretmiştir. Sonra bu hidayete ehil olanların kendilerine gazap olunanlar ve sapıtanlar değil, kendilerine nimet verilenler olduğunu beyan etmiştir. Gazap edilenler hakkı tanıyıp da hak­ka tabi olmayanlardır. Sapıtanlar ise bilgisizce Allah'a ibadet edenlerdir. Her iki grup da Allah'ın yaratması, emri, isim ve sı­fatları konusunda bilgisizce söz söylerler. Kendilerine nimet ve­rilenlerin yolu ise ilim ve amelce batıl ehlinin tamamının yolun­dan ayrıdır.

Bu övgü, dua ve tevhidi bitirdiği zaman bunu gökteki me­leklerin amin demesine denk gelecek bir amin mühürü ile mühür­lemesi emredilmiştir. Nasıl ki intikal tekbirleri esnasında elleri kal­dırmak namazın süsü/ziyneti ise bu amin demek de namazın ziy­netidir, sünnete uymaktır, Allah'ın emrine saygıdır, ellerin O'na ibadetidir ve bir rükünden diğer rükne geçmenin sembolüdür.

Sonra Rabbine O'nun kelâmıyla ve o kelâmı imamdan inleyerek sessizce kalp huzuru ile ve ona şahitlik ederek müracata başlar. Namazdaki zikirlerin en faziletlisi kıyamdaki zikirdir. Namaz kılanın en güzel görünümü kıyam halindeki görü­cüdür. Bu sebepledir ki kıyam hali hamd ve senaya, Rab Teâlâyı yüceltmeye ve O'nun kelamının okunmasına tahsis edil­miştir. Bu sebepledir ki rükû ve secdelerde Kur'an okunması ya­saklanmıştır. Çünkü bu iki durum boyun eğme, alçalma ve eğil­me halidir. Bu sebeple bunların görünümüne uygun zikirler em­redilmiş olup rükû edenin eğilmesi ve alçalması esnasında Rabbinin büyüklüğünü zikretmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ büyük­lüğüne ve yüceliğine zıd vasıflarla vasıflandırılmadan münez­zehtir. O ancak büyüklük vasfıyla vasıflandırılır. Bu sebeple rükû eden kimsenin mutlak olarak "Subhane Rabbiye'l-Azîm" demesi daha faziletlidir. Çünkü Allah Teâlâ kullara bunu emretti ve kullarıyla kendisi arasında O'nun emirlerini tebliğ eden elçi "Yüce Rabbinin adını tesbih et" âyeti nazil olduğu zaman rükû mahal­lini bu zikir için tahsis etti ve

"Rükûnuzda subhane Rabbiye'l-Azim deyin" buyurdu. İlim adamlarından pek çoğu bu teşbihi kasten terk eden kimsenin namazının geçersiz olacağını ve unu­tarak terk edenin ise sehiv secdesi yapması gerektiğini söyledi. İmam Ahmed'in ve ona uyan hadis ve sünnet imamlarının görü­şü budur. Bununla ilgili emir, namazın son oturumunda Rasûlullah sallalhhu aleyhi ve sellem'e salavat getirme (salli-barik dualarını okuma) emrinden daha aşağı değildir. Bu zikrin vacipliği na­maz kılan kişinin yüz ve ellerle namaza başlamasının vacipliğinden daha aşağı değildir. Özet olarak rükû, Rab Teâlâ'ya kalp ile kalıp ile ve söz ile saygı göstermektir diye tefsir edilmiş­tir. Bu sebeple Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

"Rükû'da Rab Teâlâ'yı tazim ediniz." [418]

 

Rükudan Doğruluş

 

Sonra sözünün en güzeline tekrar dönerek başını kaldırır. Allah'a hamd ve sena ve O'nu övmek bu rüknün sembolü haline getirilmiş olup bu sembol "semiallahu limen hamideh" sözüyle açılır. Yanİ Allah Teâlâ hamd edeni işitti, kabul etti ve icabet etti demektir.

Sonra şu sözünü ilave eder:

"Rabbimizsin ve hamd sana­dır. Gökler ve yer dolusu ve bu İkisi arasındaki mesafe dolusu ve dilediğin şeyler dolusu hamd sanadır."

"Rabbena ve leke'l-hamd" sözündeki bu "vav"ın durumu ihmal edilemez. Çünkü Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde bu zikrin bu şekilde söylenmesi tavsiye edilmiştir. Bu vav, kelamı müstakil iki cümle haline getirir. "Rabbena" sözü anlam olarak "Sen Rabsın, meliksin ve bütün iş­lerin kontrolü senin elindedir ve her şey sonunda sana döner" de­mektir.

"Ve leke'l-hamd" sözü "Rabbena" sözünden anlaşılan bu manaya atfedilir ve bu da muvahhidin "mülk ve hamd O'na mahsustur" anlamını ihtiva eder.

Sonra bu hamdin durumunu, miktar ve vasıfça büyüklüğünü haber verir ve şöyle der:

"Gökler ve yer dolusu, bu ikisi arasında­ki mesafe dolusu ve dilediğin şeyler dolusu hamd sanadır." Yani ulvî ve süflî alem ve bu ikisi arasındaki boşluk kadar hamd de­mektir. Bu hamd mevcut yaratıkları doldurur. Bundan sonra yarat­mayı dileyeceği şeyleri de dolduracaktır. Onun hamdi bütün varlıkları doldurmuştur, var olacak şeyleri de doldurmuştur. Dolayı­ma bu iki takdirin en güzelidir. Denilmiştir ki: Alemin ötesinde bilediğin şeyler dolusu hamd, demektir.

"Bundan sonra dilediğin şeyler doluşunca hamd" ifadesindeki "bundan sonra" anlamında­ki "ba'du" sözü birinci takdire göre zaman ifade eder. İkinci tak­dire göre mekan ifade eder.

Sonra bu sözü "ehle's-senâi ve'l-mecdi" (ey övgü ve yüce­lik sahibi) ifadeleri takip etti. Böylece rekâte başlarken namaz nasıl Allah'a hamd, övgü ve O'nu yüceltme ile başlamışsa re­kâtın sonunda da aynı şeyler söylenmektedir.

Sonra Allah'a hamdi, övgüyü ve O'nu yüceltmeyi takrir etmek/bunların nasıl yapılacağını anlatmak için "Bir kulun söy­lediği en doğru söz şudur" ifadeleri bunu izlemiştir, Sonra bunu itiraf ve kulluk ifadeleri takip etmiştir. Bu, bütün kullar için genel bir hükümdür. Bundan sonra şu sözü söyleyecektir:

"Allah'ım senin verdiğine kimse mani olamaz, senin vermediğini de kimse veremez. İtibar sahiplerine senin yanında itibarları fayda ver­mez." [419] (Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem) bu duayı namazı bitir­dikten sonra da söylerdi. O, bunu bu iki yerde O'nun birliğini ve bütün nimetlerin O'ndan geldiğini itiraf etmek için söyler. Bu dua pek çok şeyi ihtiva eder:

Birincisi verecek ve engelleyecek olan sadece Allah Teâlâ'dır.

İkincisi, Allah Teâlâ verdiği zaman hiç kimse O'nun vermesini engelleyemez. Engellediği zaman da hiç kimse O'nun engellediğini veremez.

Üçüncüsü, Ademoğlunun sahip olduğu hiçbir varlık, mal, mülk, makam, mevki, baş­kanlık ve zenginlik Allah katında ona fayda vermez, O'nun azabından onu kurtarmaz ve O'nun iyiliklerine yaklaştıramaz. Onun katında onlara ancak Allah'a itaatle yaklaşmaları ve O'­nun rızasını tercih etmeleri fayda verir.

Sonra bu duayı şu sözlerle bitirir:

"Allah'ım beni hatala­rımdan su ile kar ile ve dolu ile temizle." [420] Rekâta bu dua ile başlandığı gibi bu dua ile bitirilir. Nitekim namazın başında da, ortasında da, sonunda da istiğfar (Allah'tan bağışlanmayı dile­me) vardır. Bu rükün zikirlerinin en faziletlisini, duaların en fay­dalısını, Allah'ı hamd etmeyi, O'nu yüceltmeyi, övmeyi, O'na kulluğu ve tevhidi itiraf etmeyi, günah ve hatalardan dolayı O'n­dan af dilemeyi ihtiva eder. Kastedilen rükündeki kastedilen zi­kir budur. Rükû ve secdeler olmaksızın (namaz) olmaz.

 

Secdeler Ve Ondaki İncelikler

 

Namaz kılan kişi sonra ellerini kaldırmaksızın tekbir geti­rip Allah'a secdeye kapanır. Çünkü eller secde etmek için yüzün yere inmesi gibi yere inerler. Onlar kullukları sebebiyle yere inerler. Dolayısıyla bu, onların kaldırılmasına ihtiyaç bırakmaz. Bu sebeple secdelerden başın kaldırılması esnasında da ellerin kaldırılması emredilmemiştir. Çünkü onlar başla beraber yere kondukları gibi başla beraber yerden kaldırılırlar. Secdelerin en güzel şekilde ve bedenin her bir parçasının ibadetten nasibini alması için diğer organları da içine alacak şekilde yapılması emredilmiştir. Secdeler namazın sırrıdır, onun en büyük rüknü­dür ve rekâtın son bölümüdür. Bundan Önceki rükünler mukaddimeler gibidir. Bu, hacdaki ziyaret tavafına benzer. Çünkü o, haccm gayesi, Allah'ın huzuruna girme mahalli ve o mahallin ziyaretidir. Ondan öncekiler ise onun mukaddimeleri gibidir. Bu sebeple bir kulun Rabbine en yakın olduğu hal secde ederken bulunduğu haldir. Onun en faziletli hali Allah'a en yakın olduğu haldir. Bu sebeple bu mahaldeki dua icabete en yakın mahaldir. Allah Teâlâ kulu topraktan yarattığı zaman onun aslından çık­maması daha uygun olurdu. Belki nefis ve mizaç ondan çıkmak istediği zaman ona dönmesi gerekir. Çünkü kul kendi mizacına ve nefsinin güdülerine terk edilirse kibre kapılır ve yaratıldığı aslından dışarı çıkar, Rabbinin büyüklük ve azamet hakkına çulla­nır ve bunlarda onunla rekabet etmeye kalkar. Kul, Rabbinin ve yaratıcısının büyüklüğüne boyun eğmesi, O'na saygı gösterme­si, O'nun huzurunda alçalması ve pişmanlık duyması için secde etmesi emredilmiştir. Bu boyun eğiş, saygı ve alçalış onu kulluk hükmüne tekrar döndermiş olur ve onu aslından uzaklaştıran günah, gaflet ve yüz çevirmelerin kaybettirdiği şeyleri telâfi ed­er. Böylece secde onun yaratıldığı toprağın hakikatini temsil ed­er. Kul, secde ederken en değerli ve en yüksek organı olan yü­zünü -toprağa- koyar ve yüce Rabbinin huzurunda boyun eğdi­ği, O'na saygı duyduğu ve büyüklüğü ve gücü karşısında guru­ru kırıldığı için en yüksek organı en alçak organı haline gelmiş­tir. Bu zahiri saygının (maddi, bedeni saygının) en yükseğidir. Allah Teâlâ onu, ayaklarla çiğnendiği için küçük görülen topraktan yaratmıştır, orada görevlendirmiş, ona tekrar göndermiş ve ondan tekrar çıkmayı vadetmiştir. [421] Toprak onun annesidir, babasıdır, aslıdtr, faslıdır. Onu diri olarak sırtında, ölü olarak karnında taşır. Toprak onun için bir temizlik aracıdır ve secde mahallidir. Bu sebeple kul secde ile emredilmiştir. Çünkü secde zahiri saygının en yükseğidir ve diğer organlar için kulluğun en kapsamlı şeklidir. Tevazu, itaat ve boyun eğerek, ellerini yere koyarak yüzünü toprağa bular. Mesruk, Said İbn Cubeyr'e şöy­le dedi:

"Şu toprakta yüzümüzü (secdede) toza toprağa bula­maktan başka arzu edilen bir şey kalmadı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kasten yüzünü yerden sakınmazdı. Hatta toprağa yüzünü değdirerek secde etmek durumuyla karşılaştığı zaman -çekinmeden- bunu yapardı. Bu sebeple su ve toprak içinde secde yaptı." [422] Bunun İçindir ki secde şu yedi organ üzere yapıl­dığı zaman vacip olan secde tam olarak yapılmış olur: Yüz, el­ler, dizler ve ayak uçları. Bu Allah ve Rasûlünün farz kıldığı ve Peygamber'in ümmetine tebliğ ettiği bir farzdır. Vacip veya müs-tehap secdenin tam olması için namaz kılan kişinin bunu doğru­dan yüzünün derisiyle yapması, başının ağırlığını hissedecek kadar onu yere dayaması ve vücudunun alt kısımlarını üst kısım­larının üzerine yükseltmesi gerekir. Secde bunlarla tamam olur. Bedenin her bir organının secde halindeki itaatten payına düşe­ni yerine getirecek şekilde secdeye katılması da onu tamamla­yan unsurlardandır. Dolayısıyla karnı baldırlarından yukarıda, baldırları bacaklarından yukarıda olur. Kollan ve pazularını yanlarından uzak tutar. Her bir organın ubudiyette müstakil ol­ması için kollarını arzın üstüne yaymaz. Bu sebeple şeytan Ademoğlunu Allah'a secde ederken gördüğü zaman ağlayarak bir köşeye çekilir ve şöyle dermiş:

"Yazıklar olsun! Ademoğluna secde emredildi, hemen secde etti ve cennetlik oldu. Secde bana da emredildi, ben de isyan ettim ve cehennemlik oldum." Bu sebeple Allah Teâlâ, kelamını işittiklerinde secdeye kapananları övdü, bu esnada secde etmeyenleri kötüledi. Bu sebeple bunu vacip gören­lerin görüşü delilce kuvvetlenir. Sihirbazlar Musa'nın doğru söyle­diğini öğrendiklerinde Rablerine secdeye kapandılar. Bu onların ilk mutlulukları ve sihirle geçen ömürlerinin bağışlanma sebebi ol­du. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ bütün yaratıkların kendisine sec­de ettiklerini haber vermektedir ve şöyle buyurmaktadır:

"Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün me­lekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler. Onlar üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendile­rine ne emrolunursa onu yaparlar." [423]

Ayet-i kerime onların Allah'ın yüceliğine ve üstlerinde ol­duğuna inandıklarını ve saygıdan dolayı O'na secde ederek ita­at ettiklerini haber vermektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Görmez misin göklerde olanlar, yerde olanlar, gü­neş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve İn­sanların birçoğu Allah'a secde ediyor, birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve ha­kir kılarsa, artık onu değerli kılacak kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediğini yapar." [424]

Üzerine azap hak olan, Allah'a secde etmeyendir. Al­lah'a secdeyi terketmekle o, Allah tarafından küçük düşürülecek­tir. Onu değerli kılacak kimsenin olmadığı haber verilmektedir.

O, Allah'a secde etmediği için Rabbini küçük görüyor demektir Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Göklerde ve yerde bulunanlar da, onların gölgeleri de sabah akşam İster istemez sadece Allah'a secde ederler." [425]

İnsanın kemalinin gayesi kulluktur. Onun Allah'a yakınlığı da kulluktan nasibi kadardır. Kulluğun birbirinden farklı çeşitle­rini de namaz ihtiva eder. Hal böyle olunca kulun amellerinin en faziletlisi namazdır, onun İslâm'daki yeri direğin çadırdaki yeri mesabesindedir, secdeler ise namazın fülî rükünlerinin en faziletlisidir ve onun farz kılınışının sırrı ve sebebidir. Onun na­mazda tekrarlanması diğer rükünlerin tekrarlanmasından fazla­dır. Rekâtın sonu ve gayesidir. Secdenin rükûdan sonra yapıl­ması emredilmiştir. Çünkü rükû, secdeye bir hazırlıktır ve onun mukaddimesidir. Secdede Allah'a ona uygun bir övgü zikrinin söylenmesi emredilmiş olup o da kulun "Subhane Rabbiye'l-A'la" demesidir. Söylenecek şeylerin en faziletlisi bu sözdür. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem "Bunu secdelerinizde söyle­yin" [426] dediğinde bu zikirden başkasını emretmemiştir. Secdede bu zikri kasten terk edenin namazı pek çok ilim adamına göre bâtıldır/geçersizdir. İmam Ahmed ve daha başkaları bu görüş­tedir. Çünkü bunu kasten terk eden kimse kendisine emredilen şeyi yapmamıştır. Allah Teâlâ'nın secde halinde yücelikle nitelendirilmesi, yüzüstü yere kapaklanan secde edicinin haline son berece uygundur. O, rükû ederken boyun bükme halinde nasıl Allah'ın büyüklüğünü zikretmişse yere düşmesi halinde de Rabbinin yüceliğini zikretmektedir ve büyüklüğüne ve yüceliğine ay­kırı, O'na layık olmayan şeylerden Rabbini tenzih etmektedir.

Sonra secdelerin tekrarlı olması emredilince iki secde ara­sında bir bölümün olması da zorunlu olur. İki secdenin arası bir rükünle ayrılmış olup bu bölümde de ona uygun bir duanın ya­pılması meşru kılınmıştır. Uygun olan dua ise kulun mağfiret, rahmet, hidayet, afiyet ve rızık istemesidir. [427] Şüphesiz bu istekler dünya ve ahiret iyiliklerini elde etmeyi ve dünya ve ahiret kötü­lüklerini defetmeyi ihtiva eder. Çünkü rahmet, hayrı/iyiliği mey­dana getirir; mağfiret, şerden/kötülükten korur; hidayet ise her ikisine de ulaştırır. Rızık, bedenin ayakta durmasını sağlayan yi­yecek ve içecek ile ruhun ve kalbin dayanağı olan ilim ve imanın verilmesidir. Daha önce Allah'ın rahmeti O'na hamdu sena ve O'nun huzurunda eğilmek geçtiği için bu duanın mahalli olarak da (iki secde arasındaki) fazla oturum hali belirlenmiştir. Bu otu­rum, dua eden kimse için bir vesiledir, ihtiyacını dile getireceği açık bir mukaddimedir. Bu rüknün, içindeki dua ile birlikte yerine getirilmesi kast edilmiştir. Bu rükün af, mağfiret ve rahmeti talep etmek için konulmuştur. Çünkü kul namazda kıyamı, hamdi, öv­güyü ve yüceltmeyi yerine getirdiği, sonra Rabbinin huzurunda eğildiği, O'nu tenzih ettiği ve tanzim ettiği, sonra hamde ve se­naya tekrar döndüğü, sonra bunu tam bir tevazu ve itaat İçinde tamamladığı zaman, geride ihtiyacını istemesi, özür dilemesi ve günahlarından affını istemesi kalır. Bu sebeple kendisini hizmet içinde göstermesi ve efendisinin önüne kendisini atmış itaatkar bir kölenin yaptığı gibi dizlerinin üstüne çökerek, ümit ve korku içinde ondan özür dileyerek ve kötülüğü emreden nefse karşı on­dan yardım isteyerek oturması emredilmiştir. Sonra bu ubudiyyetin (tapınmanın) dörde tamamlanıncaya kadar her rekâtta arka arkaya tekrarlanmasına hükmedilmiştir. Nitekim zikrin de arka arkaya tekrarlanmasına hükmedilmiştir. Çünkü bu, maksada da­ha ulaştırıcıdır ve tevazu ve itaate daha uygundur.

Namazın rükûunu, secdelerini, kıraatini, tesbihlerini ve tekbirlerini tamamladığı zaman, namazının sonunda saygılı, mütevazi ve itaatkar bir kimsenin oturuşuyla dizlerinin üstüne çökerek oturması ve bu oturuşta birbiriyle karşılaştıkları ve bir­birlerinin yanına girdikleri zaman mahlukun mahluka verdiği selama karşılık selamlamaların en güzelini ve en faziletlisini ye­rine getirmesi emredilmiştir. İnsanlar, meliklerini ve büyüklerini kalpten gelen çeşitli selamlarla selamlarlar. Kimisi hayırlı sabah­lar der, kimisi mutlu bir yaşam senin için olsun der, kimisi Allah sana uzun ömür versin der, kimisi bin yıl yaşa der. Kimisi melik­lerine secde eder, kimisi de onlara selam verir. Onların kendi aralarındaki selamları, selam verenin söz ve fiillerini ihtiva eder. Müşrikler de putlarını selamlarlar. el-Hasen dedi ki:

Câhiliye nalkı putlarına ellerini sürerler ve "sen çok yaşa" derlerdi. İslâm dediği zaman bu selamlamaların en güzelini, en temizini ve en faziletlisini Allah'a yapmaları emredildi. Buradaki selam, bir kulun ölümsüz diriye verdiği selamdır. Yüce Allah bu selamlamalara kendisinin dışındaki her şeyden daha layıktır. Çünkü bu selam dirilik, ebedilik ve devamlılık temennilerini ihtiva eder. Bu temennilere de ölümsüz ve saltanatı sonsuz ebedi, diri olan Al­lah'tan başka hiç kimse layık değildir.

"es-Salâvatu" (salâtlar/namazlar) sözü de böyledir. Çün­kü Allah'tan başka hiç kimse için salât layık değildir. O'ndan başkası için salât etmek (namaz kılmak) en büyük küfürdür ve O'na şirk koşmaktır.

"et-Tayyibat" (Güzel şeyler) sözü de böyledir. Bu kelime bir sıfattır, mevsufu hazf edilmiştir. Yani güzel kelimeler, güzel fiiller, güzel isimler ve güzel sıfatlar sadece Allah'a aittir." O güzeldir, fiilleri güzeldir, sıfatları en güzel sıfatlardır, isimleri en güzel isimlerdir. İsmi güzeldir, O'ndan ancak güzel şeyler sadır olur, O'na ancak güzel şeyler yükselir, O'na ancak güzel şeyler yaklaşır. Hepsi güzeldir. O'na güzel kelimeler yükselir. O'nun füli güzeldir, O'na güzel ameller yükselir. Bütün güzellikler onun içindir, O'na izafe edilir, O'ndan sadır olur ve O'na ulaşır. Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah Teâlâ iyi­dir/güzeldir. İyiyi/güzeli sever." [428] Ebû Davud'un ve diğerlerinin rivayet ettiği hastanın okunarak tedavi edilmesi hadisinde Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Sen iyilerin Rabbisin." [429] Kullarından ancak iyi olanlar O'na yakın olurlar.

Nitekim cennet halkı için şöyle denilecektir:

"Selam size iyi (hoş) geldiniz. Artık ebedi kalmak üzere girin buraya." [430]

Allah Teâlâ iyilerin iyiler için olduğuna hükmetti. Allah Teâlâ mutlak olarak iyi ve temiz olduğuna göre iyi kelimeler, iyi fiiller, iyi sıfatlar ve iyi isimler de tamamen O'na aittir. O'nun dı­şında hiç kimse bunların hepsine birden müstehak olamaz. Belki bir şey ancak O'nun iyileştirmesiyle iyi olabilir. O'nun dışındaki her şeyin iyiliği O'nun iyiliğinin bir eseridir. Bu güzel selamlama da ancak O'nun için uygundur. Selam tahiyyenin (yani dirlik temennisinin) bir çeşididir. Müslüman kendisine hayat verene dua eder. Allah Teâlâ kendisine kul olma meziyetini bahşettiği ve razı olduğu kimseleri selamlamasını müsîümandan istemektedir. İs­lâm'ın anahtarı olan şehadet kelimeleriyle bu selama kullarının en iyisinden kendisine en sevgili ve yakın olanından başlamaları­nı emretmiştir. Hal böyle olunca da namazın selamla bitirilmesine hükmedilmiştir. Kul namaza tekbirle, hamd ve sena ile temcidle (Allah'ı yüceltmeyle), Allah'ın rablİğİni ve ilahlığım birlemekle gi­rer ve şehadet kelimeleriyle onu bitirir. Namaz iki rekâttan fazla olduğu zaman iki secde arasındaki oturuma benzemesi için bu tahiyye namazın ortasında meşru kılınmıştır. Namaz kılan kişi bu fasılla birlikte son iki rekâtı daha zinde ve güçlü karşılamak için dinlenmiş olur. Rekâtler peşpeşe olduğu zaman böyle değildir. Bu sebeple nafileleri ikişer ikişer kılmak daha faziletlidir. Şayet nafi­leyi dört rekât olarak kılarsa ortalarında oturur.

 

Fasıl

 

Namazın son bölümündeki tahiyyatın sözleri bir iş ve ihti­yaç öncesi irad edilen hutbe mesabesindedir. Namaz kılan kişi namazını bitirdiği zaman ihtiyacı olan şeyleri Rabbinden istemek için ümit ve korkuyla oturur. Taleplerinin bir mukaddimesi olarak önce selam ve dileklerini O'na arzeder. Sonra ümmetten bu nimet ve saadete nail olanlara dua eder. Namaz kılan kişi adeta Allah'a kulluğuyla sonra O'na olan övgüyle ve kelime-i şehadetle sonra Peygamber'ine salâvat ile tevessülde bulunur. Sonra ona denilir ki, istediğin şekilde dua etmekte serbestsin, bu senin görevin ve hakkındır.

Peygambere salâvat getirirken onun ailesine ikramda bu­lunarak ve onlara da salâvat getirerek Peygamber'in mutluluğu­nu tamamlamak için ailesine de salâvat getirilmesi, ayrıca atası İbrahim'e ve ailesine ve İbrahim'den sonra soyundan gelen bü­tün peygamberlere de salâvat getirilmesi/dua edilmesi emredil­miştir. Bunun için İbrahim'e, ondan sonraki bütün peygamberle­re ve onun soyundan gelen müminlere yapılan salâvat gibi Al­lah Rasûlü Muhammed sallaliahu aleyhi ve sellem'e de salâvat geti­rilmesi istenmiştir. Bu sebepledir ki -namazın sonundaki oku­nan- bu salâvat, (Allahumme salli..., diye başlayan dualar) Ra-sûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e getirilen salâvatların en güzeli ve en faziletlisidir.

Namaz kılan kişi bunları yerine getirdiği zaman her türlü kötülükten Allah'a sığınması emredilmiştir. Şüphesiz kötülük ya ahiret azabıdır, ya da bu azaba sebep olan şeylerdir. Azap ve sebeplerinden başka bir kötülük (şer) yoktur. Azap da iki türlü­dür: Berzah alemindeki azap, ahiretteki azap. Azabın sebepleri fitnedir ve fitne de büyük ve küçük olmak üzere iki türlüdür: Bü­yük fitne deccal fitnesi ve ölüm fitnesidir. Küçük fitne ise ölüm ve deccal fitnesinin aksine tevbe ile telafisi mümkün olan hayatın fitnesidir. Çünkü ölüm ve deccal fitnesine maruz kalan kişi bun­ları önleyemez.

Sonra namaz kılan kişinin dünyası ve ahireti için yararlı olan istediği duaları yapması meşrudur. Bu mahalde selamdan önce yapılan dua selamdan sonraki duadan daha faziletlidir ve dua eden için daha yararlıdır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in dualarının geneli böyle idi. Namazın başından sonuna kadar hep dua ederdi. Namazın başlangıcında, rükûda, başını rükûdan kaldırdıktan sonra, secdelerde, iki secde arasında ve selamdan önce teşehhüdden sonra çeşit çeşit dualar ederdi. Ebû Bekir es-Sıddık'a namazında yaptığı duayı öğretti. (Torunu) Hasan'a vitir kunutunda yaptığı duayı öğretti. Bir topluluğa dua ve­ya beddua edeceği zaman onu namazda rükûdan sonra yapar­dı. Bundan dolayıdır ki namaz kılan kişi selamını vermeden ön­ce Rabbinin huzurunda yalvarıp yakaracağı ve O'na yaklaşa­cağı bir konumdadır. Bu halde iken istemesi, Rabbinin huzurundan ayrıldıktan sonra istemesinden kabule daha elverişli ve ya­kındır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e hangi duanın fazla kabûle şayan olduğu soruldu, şöyle cevap verdi:

"Gecenin orta­sında ve her farz namazın ardından yapılan dualar." [431] "Nama­zın ardı" diye tercüme ettiğimiz kelimeler metinde "Dûbure's-Salât" şeklinde geçer -çeviren-. Namazın dübürü, hayvanın dübürü, duvarın dübürü gibi onun son parçası demektir. Bazan bir karine ile (ipucu ile) namazın dübürü ile namazın bitişinden sonrası da kast edilebilir. Mesela bir başka hadiste şöyle geçer:

"Onlar her namazın arkasından otuzüçer defa Allah'ı tesbih ederler, O'na hamd ederler ve O'na tekbir getirirler." [432] Bu hadiste bunların namaz bittikten sonra yapılacağının kastedildiği açıktır. Bu, "belirlenen surenin sonu" tabirine benzer. Bu tabirle o sürenin henüz sona ermeden önceki zaman da kastedilir, o sürenin bitiminden sonraki zaman da kastedilir.

 

Namazdan Selam Vererek Çıkmak

 

Daha sonra selam verilerek namaza son verilir. Namaz kılan kişi, hacceden kişinin ihramdan çıkışı gibi selamla birlikte namaz yasaklarından çıkmış olur. Namazın sonundaki selam İmamın arkasındakiler için bir selamet (kurtuluş) duasıdır. Sela­met, hayrın/iyiliğin aslı ve esasıdır. Arkasındakilerin de ima­mın selamla namazdan çıkışı gibi selam vererek namazdan çık­maları hükme bağlanmıştır. Bunda hem kendisinin, hem de ken­disiyle birlikte namaz kılanların selamette olmaları için dua var­dır. Sonra bu, tek başına da olsa bütün namaz kılanlar için emredilmiştir. Tıpkı tekbirle namaza başlamaktan daha güzel bir başlangıç olmadığı gibi selamla namazdan çıkmaktan daha gü­zel bir çıkış yoktur. Tekbirle namaza girmek Allah Teâlâ'yı her türlü kemal sıfatlarla vasıflandırmak, her türlü noksanlık ve ayıp­tan tenzih etmek, sadece O'nun böyle olduğunu söylemek ve O'nu büyültüp yüceltmektir. Tekbir, namazdaki bütün fiilleri, sözleri ve şekilleri ihtiva eder. Namaz başından sonuna kadar "Allahuekber" (Allah en büyüktür) cümlesinin manasının açıkla­masıdır. Hangi türlü bir başlangıç ihlas ve tevhidi ihtiva eden bu başlangıçtan daha güzeldir? Namazdan bu şekilde çıkış da mümin kardeşlerine yaptığı bir iyilik ve ihsanı ihtiva eder. Demek namaz ihlasla başlamakta, iyilik ve ihsanla sona ermektedir.

 

Fasıl

 

Namazın aceleye getirilmeden tam ve mükemmel kılınma­sı gerektiğini savunanlar şöyle dediler: Namaz bu minval ve bu tertip üzere tarif edilmiştir. Herbiri namazın değerinden ve hakikatından küçük bir parça olan sözünü ettiğimiz gayelerin ger­çekleşmesi ancak onun Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'ın kıldı­ğı şekilde tam, eksiksiz ve sükunetle kılınmasıyla birlikte müm­kün olur. İmam ve imamın arkasındakilerin arzu ve isteklerine dayanan hafifleştirilerek ve yem toplar gibi kılınan namazla bu zikrettiğimiz şeylerin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu özel namazı kılmak isteyen kimsenin daha fazla uzatması gerekir. Meşakkatli namaza gelince o buna dayanmaz. Namazın kısaltı­larak hafif kılınmasını emreden hadisleri delil getirmenize gelin­ce bu kısaltma ve hafifletmenin onun uyguladığı ve yaptığı bir kısaltma olduğunu ve Allah onun ruhunu alıncaya kadar buna devam ettiğini beyan ettik. Dolayısıyla başka bir şekilde kısaltma kesinlikle caiz değildir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sabah namazında feak ve nas surelerini okumasına gelince, hadiste de açıklandığı gibi bu sadece yolculukta olmuştur. Yolcunun yolculuk meşakkatinden dolayı namazı kısaltması mubahtır veya vaciptir. Dolayısıyla namazın rükünlerini kısaltması da mubahtır. Yolcu değil­ken sabah namazında yüz âyet okurdu rivâyetiyle amel etseydin ya! Onun sabah namazında Tekvir suresini okuduğu rivayetine gelince eğer bunu yolculukta yapmışsa bu rivayette sizin lehini­ze bir delil yoktur, şayet bunu hazarda yani yolcu değilken yap­mışsa bunu rivayet eden ravi, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sabah namazında altmışla yüz âyete kadar okuduğunu, Kaf ve benzeri sureleri okuduğunu da rivayet etmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem uzun bir namaz kılmak arzusuyla namaza girer fakat (cemaatinden bir kadının) çocuğunun ağlamasından veya başka bir engelden dolayı o namazı kısa keserdi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in rükû ve secdelerdeki teşbihleri üçer defa söylediği rivayetine gelince bu rivayet sağ­lam değildir. Sahih hadisler bunun aksine delâlet etmektedir. Sağlam olmayan rivayetin sahibi olan es-Sa'di kendisi ve duru­mu bilinmeyen meçhul bir ravidir. Enes şöyle demektedir: Ömer İbn Abd'ilaziz'in namazı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in na­mazına en çok benzeyen namazdı. Onun rükû ve secdelerinin miktarı onar tesbih kadardı. Enes bunu, şayet rivayet sabit ise es-Sa'dî'nin babasından veya amcasından daha iyi bilir. Tam on yıl boyunca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'le birlikte na­maz kılan bir kişinin -Enes'in- bilgisi nerede, onunla sadece bir defa veya çok az namaz kılan kişinin bilgisi nerede?! Çünkü bu es-Sa'di'nin babası veya amcası, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namazının niteliğini ve miktarını haber veren Enes, el-Bera b. Azib, Ebû Said el-Hudrî, Zeyd b. Sabit ve daha başkaları gibi devamlı Rasûlullah ile beraber bulunan meşhur sahabilerden değildirler. Nasıl olur da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem rüku'da tesbihi üç defa söylediği halde rükûdan sonra onlara "galiba unuttu" dedirtecek kadar uzunca bir süre ayakta durup bu duru­şu rükûda beklediği sürenin kat kat fazlası yapar ve yine nasıl olur da iki secde arasında "galiba yanıldı" dedirtecek kadar oturur?! Siz bunları uzatmayı mekruh da görseniz, sizin aşırıla­rınız bunları uzatmak namazı iptal eder de dese, Rasûlullah'ın rükûunun ve secdelerinin sürelerinin rükûdan sonra ayakta du­ruşu kadar olduğu, iki secde arasındaki oturuşunun secdede ka­lışı kadar olduğu kesindir. el-Bera İbn Azib onun rükûunun ve secdelerinin kıyamı kadar olduğuna şahit olmuşlardır. Bunun miktarının üç teşbih miktarı kadar olması muhaldir. Belki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir sebepten dolayı hafifletilmiş/kısaltmış olabilir. Onu da es-Sa'di'nin babası veya amcası gör­müşler ve gördüklerini haber vermişlerdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kişinin namazının uzun olmasının dindeki anlayışı­nın derinliğine alamet olduğuna hükmetmiştir. Buna aykırı olan şey batıl ve haksız bir hükümdür. Müslim sahihinde Ammar b. Yasir'in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki kişinin namazı uzun, hutbeyi kısa tutması anlayışlı olduğuna alamettir. O halde siz namazı uzun tutun fakat hutbeyi kısa kesin." [433] Namaz hırsızları­na göre namazda acele, anlayışın alametlerindendir; rükûundan, secdelerinden ve rükünlerinden çaldıkça bu onun faziletinin ve anlayışının alameti olur. İbn Hıbban'ın sahihinde ve Nesaî'nin süneninde Abdullah b. Ebî Evfa'nın şöyle dediği rivayet edilir;

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çok zikreder, boş konuşmazdı, namazı uzatır, hutbeyi kısa keserdi, zayıf ve kimsesiz kadınları ve yoksulları reddetmez, onların ihtiyaçlarını karşılar­dı. [434] Bu onun fiilidir.

İnsanların toplandıkları cuma namazı gibi şeylerde de böyleydi. O namazlarda Cuma ve Münafikun surelerinin tama­mını okurdu. [435] Bir cumada bu surelerin sadece sonlarındaki üçer âyeti okumayı asla yeterli görmezdi. İnsanların çoğu onun sün­netlerini ihmal ettiler, sadece bunların sonunu okuyup hepsini tam olarak hiç okumadılar. Aynı şekilde cuma gününün sabah namazında da iki rekatta "Secde ve İnsan" surelerinin tamamını yavaş yavaş, acele etmeden, teenni ile okurdu. [436] İmamların pek çoğu bunu ihmal ettiler ve iki rekâtta bu surelerden sadece birini okumakla yetindiler. İki surenin tamamını okuyanlar da bunları süratle okudular. Bu, bir İmam için mekruhtur. Bunların hepsi Rasûlullah sallaüahu aleyhi ve sellem'in sünnetinden kaçmaktır. Alışık oldukları ve adet haline getirdikleri bir şeye aykırı sahih bir hadis­le karşılaştıkları zaman hemen bu mensuhtur veya icmaya muha­liftir, derler. Onlara göre ölçü, kendi görüşlerine muhalefettir (yani kendi görüşlerine aykırı olan şey ya mensuhtur ya da ic­maya aykırıdır). Şayet namazda kıraati uzatmayla ilgili hadisler mensuh olsaydı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sahabileri bunu daha iyi bilirlerdi, onunla amel etmeyenlere karşı bu hadisleri delil getirmezlerdi ve bu ümmetin en bilgilisi olan raşid hali­feler bunlarla amel etmezlerdi. Mesela müslümanların halifesi Ebû Bekir es-Sıddık, arkasında çocuk, ihtiyar ve ihtiyaç sahibi kimseler olduğu halde bir sabah namazında Bakara suresini ba­şından sonuna kadar okudu. Dediler ki: Ey Rasûlullah'ın halifesi, neredeyse güneş doğayazdı. O şöyle dedi: Şayet güneş doğsaydı bizi gafiller olarak bulamazdı. Raşid halife Ömer İbn el-Hattab da onun yolundan gitti. O, sabah namazında Nahl, Yusuf, Hûd, İsra ve benzeri sureleri okurdu. Abdullah İbn Ömer'den şöyle bir hadis geçmişti; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem nama­zın hafif kılınmasını emrederdi ve bize Saffat süresiyle imamlık yapardı. Onun yaptığı şey, emrettiği şeydir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in rükûdan doğrulduğunda söylediği zikir ve du­alar yukarıda geçti. O, arkasındakilere, galiba unuttu dedirtecek kadar bu rüknü uzatırdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in öğle namazına girişi hakkındaki Ebû Said hadisi yukarıda geçmişti. (Bu rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem öğlen namazı­na durduğu zaman) bir kişi Baki'a gider, işini gördükten sonra ailesine gelir, abdestini alır, sonra mescide gelir ve Rasûlullah hala birinci rekâtta iken ona yetişirdi. Ona tabi olmayı haram kı­lan veya mekruh gören bir anlayışa gerçekten hayret edilir. Biz deriz ki, hayır, onu hak ile gönderene yemin olsun ki onu terk eden terk etse bile ona tabi olmak bu konuda ona tabi olmak Al­lah ve Rasûlünün razı olduğu bir şeydir. Said İbn Abdurrahman ibn Ebi'l-Amya'nın rivayet ettiği hadise gelince ki onda şöyle an­ılmaktaydı:

"Sehl İbn Ebî Umame bir defasında Enes'in yanına girmişti. Bİr de ne görsün, Enes sanki yolcu namazı gibi hafif bir namaz kılıyor. (Enes namazdan sonra) dedi ki: Bu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namazıdır. Bu, İbn Ebî'l-Amya'nın tek ba­şına rivayet ettiği şeylerdendir ve o durumu meçhul bir kişiye benzemektedir. Enes'ten gelen sahih hadislerin tamamı buna ay­kırıdır. Enes, rükû ve secdelerde onar defa tesbih eden Ömer İbn Abdilaziz için namazı Rasûlullah'ın namazına en çok benzeyen kişidir diye söz ettiği halde böyle bir şeyi nasıl söyleri1 O, galiba unuttu denilinceye kadar başını rükûdan kaldıran kişidir. O, sec­delerde de aynı şekilde yapardı ve size Rasûlullah'ın kıldırdığı gibi namaz kıldırmaktan geri durmayacağım derdi. O, insanla­rın namazı zayî etmelerinden dolayı ağlayan kişidir. Senedine hiç kimsenin itiraz etmediği ve hangi manaya geldiğinde hiç kimsenin şüphe etmediği yukarıda geçen açık ve sahih hadisler İbn Ebî'l-Amya'nın rivayet ettiği hadisi reddetmede yeterlidir, İbn Ebî'l-Amya'nın hadisi sahih olsa bile -ki sahih olmaktan çok uzaktır- Rasûlullah'ın bu namazını onun devamlı ashabıyla birlikte kıldığı namazlara değil, sabah, akşam ve yatsı namazları­nın sünnetleri gibi revatip sünnetlere ve tahiyyetü'l-mescit gibi namazlara hamletmek gerekir. Bu rivayetin geçersizliği kesindir ve açık ve sahih hadisler bunu reddeder. Şüphesiz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazının sünnetini çok hafif kılardı, hatta müminlerin annesi Aişe:

"Acaba Fatiha'yı okudu mu?" Diye kendi kendine sorardı. [437] Yolculukta namazı o kadar hafif kılardı ki bazen sabah namazında Felak ve Nas surelerini bile okurdu. Çocuk ağlaması işittiği zaman da namazı hafif kılardı. Sünnet onun hafif kıldığı durumlarda hafif kılmak, uzattığı yerlerde uzatmak, genellikle de ne uzatmak, ne kısaltmak/orta bir namaz kılmaktır. Enes'in reddettiği şey, kişinin namazı hafif kılma­ya ihtiyacı olmasına rağmen hafifletmeyip kendisini zorlamasıdır. Kuşkusuz bu, Rasûlullahın sünnetine aykırıdır. Muaz hadisi­ne ve Rasûlullahın ona:

"Sen fitneci misin?" demesine gelince namazdan çalan kimsenin sadece bu kelimelerle ilgisi vardır. Namazın daima hafif kılınması gerektiğini söyleyip bu hadisi delil gösterenler hadisin öncesini ve sonrasını iyi düşünmediler. Şimdi sen Muaz kıssasını iyi dinle:

Cabir b. Abdillah'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir adam su taşıyan hayvanlarla birlikte gelmişti. Gece oldu. Na­maz kılan Muaz'a rastladı. Su taşıdığı hayvanlarını bırakarak Muaz'a yöneldi. Muaz namazda ya Bakara suresini veya Nisa suresini okuyordu. Adam bunun üzerine çıkıp gitti. Daha sonra adamın kulağına Muaz'ın kendisini kötülediği haberi ulaştı. Adam, Rasûlullah sallollohu aleyhi ve sellem'e gelerek Muaz'ı ona şikayet etti. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mu­az'a dedi ki:

"Sen fitneci misin?" Bunu üç defa söyledi ve şöyle devam etti:

"A'la, Şems ve Leyl surelerini okusaydın ya! Senin arkanda yaşlı, zayıf ve ihtiyaç sahipleri namaz kılar." [438] Bunu Buhârî ve Müslim rivayet etti. Lafız Buhârî'nindir.

İmam Ahmed'in Müsned'inde, Enes İbn Malik'in rivayeti Şu şekilde geçer: Muaz İbn Cebel kendi kavmine (namaz kıldır­mak için) imam olurdu. Bir defasında Hizam isimli zat da onun namaz kıldırdığı topluluğa katıldı. Namaz'dan sonra hurmasını sulamak istiyordu. Toplulukla birlikte mescide girdi. Muaz'ın battığını görünce namazını kısa kesti ve hurmasını sulamaya gitti. Muaz namazı bitirince bunu kendisine anlattılar. Muaz de­di ki: Şüphesiz o münafıktır. Hurmasını sulamak için namazda acele mi edilir? Enes dedi ki: Hizam yanında Muaz olduğu halde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve dedi ki:

"Ya Rasûlallah! Ben hurma ağaçlarımı sulamak istiyordum. Bu arada cemaatle birlikte namaz kılmak için mescide girdim. Namazı uzatınca ben kısa kestim ve hurmalarımı sulamaya gittim. Böyle yaptığım için Muaz benim münafık olduğumu iddia etmiş." Bu­nun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Muaz'a dedi ki: "Sen fitneci misin? Namazı onlara uzatma! Ikra', sebbihisme Rabbike'l-a'la ve veşşemsi vezuhaha gibi sureleri oku." [439]

Muaz İbn Rufâa el-Ensari'den, o da Seleme oğullarından Süleym isimli bir adamdan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Süleym, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e gelerek şöyle dedi:

"Ya Rasûlallah! Muaz b. Cebel biz uyuduktan sonra yanımıza geli­yor. Biz gündüzleri işlerimizde oluyoruz. Namaz için ezan oku­yor, biz de yanına çıkıyoruz fakat o bize namazı uzatıyor." Bu­nun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Ey Muaz! Sakın fitneci olma. Ya benimle namaz kıl ya da kavmine namazı hafif kıldır." Sonra şöyle dedi:

"Ey Süleym! Kur'an'dan ezberinde ne var?" Süleym şöyle dedi:

"Ben Allah'tan cenneti is­tiyorum" veya şöyle dedi:

"Ben Allah'tan cenneti isterim ve ce­hennemden O'na sığınırım. Vallahi Muaz'ın değil, senin mırıl­danman ne güzel. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:

"Benim mırıldanmam da, Muaz'ın mırıldanması da Allah'tan cenneti istememiz ve cehennemden O'na sığınmamızdan başka bir şey midir?" Süleym dedi ki: Allah dilediğinde insanlar karşı karşıya geldikleri zaman yarın (ne olacağını) görecekler. Ravi dedi ki: İnsanlar uhud savaşına hazırlanıyorlardı. Süleym de sa­vaşa katıldı ve şehit oldu. Allah rahmet eylesin. Bunu İmam Ahmed rivayet etti. [440] Bir kimse şöyle diyebilir: İmam Ahmed'in bu konuda Bureyde'den de rivayet ettiği bir hadis var. Bu rivayete göre Muaz İbn Cebel arkadaşlarına yatsı namazı kıldırdı ve o namazda "ıkterabeti's-sâa" suresini okudu. Bir adam namaz bitmeden kalktı ve namazını kılıp gitti. Muaz, o adamın aleyhin­de ağır sözler söyledi. Adam (bunu duyunca) Rasûlullah'a gel­di, özür diledi ve dedi ki:

"Ben hurmalarımı sulamaya çalışıyor­dum. Suyun aksamasından korktum. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunun üzerine (Muaz'a) şöyle dedi:

"Veşşemsi ve duhaha" ve benzeri surelerle namaz kıldır." [441]

Bunu söyleyen kimseye cevap olarak Muaz'ın başından böyle bir olayın bir kaç defa geçtiği söylenebilir fakat bu cevap doğruyu ifade etmekten çok uzak olur. Çünkü Muaz Allah'ın di­nini çok iyi bilen anlayışlı bir kimse idi. Böyle bir kimse Rasûlullah'ın kendisine yasakladığı bir şeyi tekrar yapmaz. Buna verile­cek en iyi cevap şu olabilir: Muhtemeldir ki Muaz birinci rekatta Bakara suresini, ikinci rekatta ıkterabe suresini okumuştur. Birin­ci rekâtın bir bölümünü onunla beraber kılan kişi de Bakara su­resini duymuştur ve bu sebeple Bakara suresi ile namaz kıldırdı demiştir. Bazıları da onun ikinci rekâtteki kıraatini duymuştur da bundan dolayı ıkterabe suresi ile namaz kıldırdı demiştir. Sahihu Buhârî ve Sahihu Müslim'de Bakara suresini okuduğu geç­mektedir; bazı raviler tereddüt etmişler ve Bakara ve Nisa sure­sini okudu demişlerdir. Ikterabeyi okuması olayı sahihte zikredilmemiştir. [442] Sahihte geçen ondan daha sahihtir. Sahihteki hadisi Cabir muhafaza etmiş ve şöyle demiştir: "Muaz, Peygamberle birlikte yatsı namazını kılar, sonra kavminin yanına gelir ve on­lara İmam olarak Bakara suresini okumaya başlardı." Cabir olayı zikretti. [443] Dolayısıyla Cabir, Muaz'ın bunu bir defa yaptı­ğını ve Bakara suresini okuduğunu haber verdi ve tereddüt et­medi. Bu hadisin sıhhatinde ittifak edilmiştir. Buhârî ve Müslim tahriç etmişlerdir. Allah en iyi bilendir.

 

Fasıl

 

Bununla açıklığa kavuşmuştur ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yasakladığı müşkülpesentlik, inatçılık ve zorlama, onun sünnetine, ashabının sünnetine ve uygulamasına aykırı olan şey­dir. Cahiller bilmese ve yüz çevirse de, onun yaptığı ve ondan sonraki halifelerinin yaptığı şeyleri yapmak tamamen ona uymak demektir. Müşkülpesenttik ve inatçılık ise onun getirdiği şeye mu­halefettir, onu terk etmektir ve onda aşırıya kaçmaktır. Onu ihmal etmek ve eksik yapmak da bir hatadır, sapıklıktır, doğru yoldan, doğru yöntemden ve aşırılık ile gevşeklik arasında bir denge ku­ran Allah'ın dininden sapmaktır. Ali kerremallahu veçhe şöyle de­di:

"İnsanların en hayırlısı ılımlı olanlardır. Onlar öyle kimselerdir ki aşırı giden onlara geri döner, onları izleyen onlara katılır." Bu sözü İbn'l-Mübarek, Muhammed b. Talha'dan, o da Ali'den nak­letti. Aişe de şöyle dedi:

"Allah Teâlâ kullarına neyi emrederse bu konuda şeytanın iki yönlü tahrikiyle karşı karşıya kalırlar: Ya aşırı­lığa tahrik eder, ya da ihmale tahrik eder." Seleften bazıları dedi­ler ki:

Allah'ın dini onda aşırı gidenlerle, ondan uzak duranların arasındadır. Allah Teâlâ yüce kitabında birden fazla yerde iki aşı­rı uç arasındaki ılımlıları övmüş ve şöyle demiştir:

"Onlar harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik eden­lerdir. Onların harcamaları bu ikisi arasında dengeli bir harcamadır." [444]

"Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kı­nanır ve çaresiz kalırsın." [445]

"Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, takat saçıp savurma." [446]

Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını vermemek ma­lı tutma yönünde bir sapmadır, saçıp savurma ise malı sarfetme yönünde bir sapmadır. Allah'ın rızası bu ikisinin arasındadır. Bu sebeple ümmet orta bir ümmettir, bu ümmetin kıblesi bozulmuş, iki kıble arasında orta bir kıbledir. Orta, daima etrafın (çevrenin, ke­narların) himayesi/koruması altındadır. Kenarlara/uçlara gelince onların içine hızla girilebilir. Nitekim şair şöyle demektedir:

 

O, korunan bir orta/merkez idi;

Olaylar onu kuşattı da çevre oldu.

 

Rab Teâlâ'nın şeriatı ve kaderi işlerin en hayırlılarının or­talar yani dengeli işler olduğunda ittifak etmiştir. Sahabilerin Allah'in Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemi, onun sesini ve okuyuşunu sevmeleri, onun namazı uzatmasına tahammül etmelerine sebep olur ve bundan dolayı bir meşakkat duymazlar sözüne gelince Allah'a yemin olsun ki durum gerçekten de böyledir. Hatta onla­rın peygambere karşı duydukları sevgi, canlarını onun uğrunda ve onun kıymetli canını koruma uğrunda feda etmeye sevk eder. Onlar sevgilisinin rızasını kazanmak için seven kişinin ölüme atılışı gibi ölüme atılırlardı. Allah'a yemin olsun ki bundan son­ra kıyamete kadar ki tabilerinin durumu da böyledir. Hiçbir kınayıcının kınaması onları Peygamber'in sünnetine tabi olmaktan alıkoyamaz. Hiçbir azarlayıcınin azarlaması onları engelleye­mez. Onlar peygambere tâbi olmada ve onun rehberliğini ken­dilerine rehber edinmede kınayıcıların kınamasına, kötüleyicile­rin kötülemesine ve cahillerin saldırısına tahammül ederler.

O cahiller ki Peygamber'in sünnetine karşılık şahısların gö­rüşlerini tercih ederler, bu görüşlere sımsıkı sarılırlar ve ayrılmak istemezler. Kur'an ve sünnetin naslarını -askerleri sultana arz ed­er gibi- şahısların görüşlerine arz ederler. Dolayısıyla bu görüşle­re uygun nasları kabül ederler, bu görüşlere aykırı nasları çeşitli tevillerle sinsice reddederler. Bazen bunun zahiri manası terkedilir derler. Bazen bunu söyleyen bilinmiyor derler. Bazen bu mensuhtur, derler. Bazen, bizim liderimiz/önderimiz bunu bizden daha iyi bilir, o neye muhalefet etmişse mutlaka onun yanında muhale­fetini gerektirici sağlam bir şey vardır, derler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in izinden gidenler bu fırkalarla azimle ve sebatla mücadele ederler ve onun sünnetine tabi olmaktan hiç ayrılmaz­lar. Peygamber'in şahsı gözlerinden kaybolsa bile onun izlediği dosdoğru yolu basketleriyle müşahede ederler.

 

X- PEYGAMBER (S.A.V)'İN NAMAZI

 

İşte sana Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in kıbleye yönelişinden ve "Allahuekber" deyişinden selam verişine kadar kıldığı namazın seyri... Sanki sen ona görerek şahit olacaksın sonra kendin için dilediğini seçebilirsin:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namaza kalktığı, kıbleye yöneldiği [447] ve namaz kılacağı yerde durduğu zaman ellerini ku­laklarının altına kaldırır [448] parmaklarıyla kıbleye yönelir, onları açar ve "Allahuekber" [449] derdi. Bundan önce:

"Niyet ettim Allah rızası için filan vaktin farzını imam olarak kılmaya, döndüm kıbleye..." gibi sözler söylemezdi. Namazın başından sonuna ka­dar hiçbir yerinde buna dair tek bir kelime söylemezdi. Sahabileri namazda sakalının titremesine varıncaya kadar onun her hareketini ve şeklîni naklettiler, hatta bir defasında kızının kızını namazda sırtında taşımasını bile naklettiler, onu dahi ihmal et­mediler. Hal böyleyken öncekilerden sonrakilere kadar sahabilerin hepsi namaza girişin sembolü olan bu önemli şeyin naklini terkte nasıl birleştiler? Allah'a yemin olsun ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den buna dair tek bir kelime sabit olsaydı, ona bu konuda ilk uyan ve uygulayan biz olurduk.

Sonra sol elini sağ eliyle ve eklem yerinin üstünden tutar onun üzerine koyardı. [450] Sonra onu göğsüne koyar [451] ve şöyle derdi:

"Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Allah'ım! Doğu ve batının arasını açtığın gibi beni günahlarımdan uzaklaştır. Al­lah'ım! Beyaz elbisenin kirden temizlenişi gibi beni günahlarım­dan temizle. Allah'ım beni günahlarımdan kar ile su ile ve dolu ile arındır." [452]

"Yüzümü, hakka meylederek gökleri ve yeri yaratana çe­virdim. Ben müslümanım. O'na ortak koşanlardan değilim. Şüp­hesiz ki benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alem­lerin Rabbi olan Allah'a aiddir. O'nun ortağı yoktur. Bununla emrolundum ve ben müslümanlardanım. Allah'ım! melik sensin.

Senden başka ilah yok. Sen Rabbimsin ve ben senin kul Nefsime zulmettim. Günahımı da itiraf ettim. Bütün günahla bağışla. Günahları senden başka bağışlayacak yoktur. Beni ah­lakın en güzeline eriştir. Onun en güzeline ancak sen eriştirirsin Kötü ahlakı benden uzaklaştır. Onu senden başka benden uzak­laştıracak kimse yoktur. Buyur Allah'ım buyur! Bütün iyilikler se­nin elindedir. Kötülük sana ulaşmaz. Biz seninle varız ve sana döneceğiz. Mübareksin, yücesin. Senden mağfiret diler ve sana tevbe ederim." [453] Fakat bunu sadece gece namazında okuduğu ifade edilmiştir. Bazan da şöyle derdi:

"Allah büyüklükte en büyüktür (üç defa). Allah'a çokça hamd olsun (iki defa). Sabah ve akşam Allah'ı bütün noksanlık­lardan tenzih ederim." Bazan şöyle derdi:

"Allah büyüktür, Allah büyüktür. Senden başka ilah yok­tur. Senden başka ilah yoktur. Allah'a hamd ederek O'nu tüm noksanlıklardan tenzih ederim." Sonra şöyle derdi:

"Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım." Bazan da şöyle dedi:

"Kovulmuş şeytandan, kibirinden, yalanından ve vesvese­sinden Allah'a sığınırım." [454]

Sonra Fatiha suresini okurdu. [455] Şayet cehri (sesli) namaz olursa kıraatini onlara duyurur, besmeleyi duyurmazdı. [456] Besme­leyi okuyup okumadığını en iyi Rabbi bilir. Kıraatini âyet âyet kesintili okur, "Rabbi'l-âlemin" der ve durur, sonra "er-Rahmani'r-Rahim"der ve durur. Sonra "maliki yevmi'd-din"der, yavaş yavaş ve tertil üzere okur, Rahman ve Rahim'in medlerini uygu­lar, "maliki yevmi'd-din"i elifli okurdu. Sureyi (Fatiha'yı) bitirdiği zaman sesli olarak ve sesini uzatarak "âmîn" derdi. [457] Arkasın­dakiler de sesli olarak "âmîn" derlerdi, hatta sesten mescit titrer­di. [458] Fatiha ile sure okuması arasında susar mıydı yoksa hepsi­nin okunmasından sonra mı susardı bu konuda ondan gelen rivayetler muhteliftir. Yunus el-Hasen'den, o da Semura'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Aklımda iki sekte yaptığı, yani iki yerde sustuğu kaldı. İmam tekbir aldığı zaman kıraate başlayın­caya kadar susmak, ikincisi Fatiha'yı ve sureyi bitirdiği zaman rükû esnasında susmak! Ubey b. Kab da onu tasdik etti. [459] Yunus Eş'as el-Hamranî de el-Hasen'in şöyle dediğini rivayet ederek ona katılmıştır: Namaza başladığı zaman susmak ve kıraatin ta­mamını bitirdiği zaman susmak. [460] Katade ise onlara muhalefet etmiş ve el-Hasen'den naklen şöyle demiştir: Semura İbn Cundub ile İmran İbn Husayn konuyu müzakere ettiler. Semura, Ra-sûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den aklında iki sekte kaldığını söyledi. Birisi tekbir aldığı zamanki susması, ikincisi gayri'l-mağdubi aleyhim vele'd-dallin'den sonraki susması. Semura bu bilgiyi muhafaza etmiş fakat İmran b. Husayn bunu kabul etmedi. Her ikisi birlikte bu konuyu Ubey İbn Kab'a yazdılar. Mektu­bunda Semura'nın aklında kalan şey vardı. [461] Katade de el-Hasen ve Semura kanalından onların Rasûlullah'tan öğrendikleri iki sekte/susma yeri olduğunu söyledi: Namaza girdiği zaman ve kıraati bitirdiği zaman. Katade daha sonra şöyle dedi:

"Gayril mağdubi aleyhim veleddallin" dediği zaman (susardı). [462] De­mek ki namazda sadece iki tane sükût yeri vardır:

Birincisi baş­lama sükûtu (iftitah tekbirinden hemen sonraki sükût), ikincisi hakkında ihtilaf edilmiştir.

İkincisi Fatiha'dan sonradır diyen Katade'dir. Bunda Semura iki farklı şey söyledi. Bir defasında bu­nu söyledi. (Fatiha'dan sonra susulur dedi). Bir defasında da kı­raati bitirdikten sonra susulur, dedi. Yunus ve Eş'as ise kıraatin tamamının bitirilişinden sonra susulacağı konusunda ihtilaf et­mediler. Allah bilir ya tercihe en layık görüş bu sonuncudur.

Özet olarak, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden ne sahih bir isnadla, ne de zayıf bir isnadla Fatiha'dan sonra arkasındaki cemaat de okuyuncaya kadar sükût ettiğine dair her­hangi bir şey nakledilmedi. Bu mahaldeki sükûtu hakkında gör­düğün gibi ihtilaflı bu hadisten başka bir rivayet yoktur. Şayet burada Fatiha okunacak kadar uzun bir sükûtu olsaydı bunu sahabiler mutlaka bilirlerdi ve bu bilgileri ve nakilleri başlangıç sükûtundan daha önemli olurdu.

Fatiha'dan sonra yukarıda zikredilen hadislerde de ifade edildiği gibi bazen uzun bir sûre, bazen kısa bir sûre, bazen de orta bir sûre okurdu. Sûrenin ortasından ve sonundan başla­mazdı. Ancak başından itibaren okurdu; bazen başladığı sure­nin tamamını okurdu -ki çoğunlukla böyle yapardı-, bazen bir kısmını okur, kalanını ikinci rekâtte tamamlardı. Hiç kimse on­dan sabah namazının sünnetinin dışında bir sureden bir âyet veya diğerinden bir âyet okuduğunu nakletmedi. Sabah nama­zının sünnetinde şu iki âyeti okurdu:

"Deyin ki biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub...'a indirilene iman ettik.." [463]

"Deki: Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin." [464]

Bazen iki rekâtta bir sûre okur, bazen aynı sûreyi ikinci rekâtta tekrar eder, bazen bir rekâtte iki sûre okurdu. Birincisine örnek Aise'den rivayet edildi. Aişe, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir akşam namazında Araf suresini iki rekâta bölmek su­retiyle okudu. [465] İkincisinin örneğini bir sabah namazında verdi ve her iki rekâtta da Zilzal suresini okudu. [466] Her iki hadis sünenlerdedir. Üçüncüsünün örneği İbn Mes'ud'un söylediği şu söz­dür: "Vallahi ben Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in benzer sûrelerden hangilerini bir araya getirdiklerini biliyorum." İbn Mes'ud bunu dedikten sonra her rekâtta ikişer sûre olmak üzere mufassal surelerden yirmi sûre saydı. Bu sahihaynda mevcut­tur. [467] Sabah namazının kıraatini diğer namazlardan daha fazla uzatırdı. Yolcu değilken bu namazda okuduğu ondan akılda ka­lan en kısa sureler Kâf ve benzeri surelerdir. [468] Sabah namazın­da ve akşamla yatsının ilk iki reâtında kıraati sesli yapar, diğer­lerinde gizlilik (içinden) okurdu. Bazen gizli okuyuşun da da âyeti onlara işittirirdi. [469] Cuma gününün sabah namazında elif, lam, mim-secde ve hel-eta-İnsan surelerinin tamamını okurdu. [470] Bunlardan sadece birisiyle yetinmez, sadece birinden bir bölüm, diğerinden bir bölüm şeklinde okumazdı. Cuma namazında Cu­ma ve Münafikun surelerinin tamamını okur, bunların sadece son bölümlerini okumazdı. [471] Bazen el-A'la ve el-Gaşiye sureleri­ni okurdu. Bayram namazlarında Kaf ve Kamer surelerinin ta­mamını okurdu, bunların sadece sonlarını okumazdı. Bazen içinden okuduğu namazda secde suresini okur, secde âyetine geldiğinde secde eder, arkasındakiler de onunla beraber secde ederlerdi. Öğlen namazında secde suresi ve otuz âyet kadar okurdu. Bir seferinde A'la-Leyl-Buruc-Tarık ve benzeri sureleri okurken, başka bir seferinde Lokman ve Zariyat surelerini okurdu. Namazın birinci rekâtında hiç ayak sesi duyulmaymcaya kadar (namaza gelenler kesilinceye kadar) kıyamda dururdu. Aynı şekil­de her namazın birinci rekâtını ikinci rekâtından daha uzun kılar­dı. İkindi namazının ilk iki rekâtında her bir rekâtta onbeş âyet kadar okurdu. Akşam namazında bazen Araf suresini, bazen Tur suresini, bazen Mürselat suresini, bazen Duhan suresini okurdu. Akşam namazında Kâfirun ve Kulhuvallahu ahad surelerini oku­duğu da rivayet edilmiş, fakat İbn Mâce bu rivayette tek kalmıştır. Belki de raâvilerden birisi onun akşam namazının sünnetinde bun­ları okumuş olmasını yanlışlıkla akşam namazında okurdu diye rivayet etmiştir. Veya "sünnet" kelimesi nüshadan (yazılırken) düş­müştür. Yine de doğrusunu Allah bilir. Yatsı namazında Tin ve İze's-semaunşekkat surelerini okur, arkasındakilerin hepsi secde âyeti gelince onunla birlikte secde ederdi. Yatsı namazında Şems ve benzeri sureleri de okurdu. Kıraati bitirdiği zaman kendine gel­mek için az bir süre sükût ederdi.

 

Peygamber (s.a.v.)'ın Rükuu

 

Sonra iftitah tekbirinde kaldırdığı gibi ellerini kulaklarının alt ucu hizasına kadar kaldırırdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in rükû için tekbir aldığı nasıl sağlam yollarla bize kadar rivayet edilmişse bu da ondan sahih yolla rivayet edilmiştir. Hat­ta burada ellerini kaldırdığını rivayet edenler ilk tekbiri rivayet edenlerden daha fazladır.

Sonra "Allahuekber" der ve eğilerek rükûa varırdı. Ellerini dizlerinin üzerine koyar ve onlarla dizlerinden iyice kavrardı. Parmaklarının arasını açar, dirseklerini yanlarından uzaklaştırır­dı. Sonra dik ve yere paralel vaziyette durur, başını sırtının hi­zasında tutar, başını kaldırmaz ve aşağı doğru da indirmezdi. Sırtını uzatır onu toplamazdı. Sonra "Subhane Rabbiye'l-Azim" (Büyük Rabbimi noksanlıklardan tenzih ederim) [472] derdi. "Subhane Rabbiye'l-Azim ve bihamdihi" dediği de rivayet edilmiştir. [473] (Büyük Rabbime hamdederek O'nu bütün noksanlıklardan ten­zih ederim, demektir.) Ebû Dâvûd dedi ki:

"Korkarım ki bu fazla­lık iyi muhafaza edilmemiştir. Bazen bir kimsenin bunu on defa söyleyeceği kadar rükûda dururdu. Bazen bundan daha fazla, bazen daha az dururdu." Bazen rükûda şöyle derdi:

"(Allah'ım sana hamdederek her türlü noksanlıktan tenzih ederim. Allah'ım beni bağışla.)" Bazen şöyle derdi:

"O çokça teşbihe ve çokça takdise layıktır. O meleklerin ve Cebrail'in Rabbidir." Bazen şöyle derdi:

"Allah'ım sana rükû ettim. Sana iman ettim. Sana teslim oldum. Sana tevekkül ettim. Kalbim, kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim alemlerin Rabbi Allah için saygıyla eğil­di." Bazen de şöyle derdi:

"Kudret, hükümranlık, büyüklük ve yücelik sahibini tüm noksanlıklardan tenzih ederim." Onun rükûu uzunlukta ve hafif­likte kıyamıyla uyumlu idi. Bu, diğer hadislerde de açıktır.[474]

 

Peygamber (s.a.v.)'in Rükûdan Doğrulması

 

Sonra "semiallahu limen hamideh" (Allah kendisine hamd edeni işitti) diyerek başını rükûdan kaldırdı. [475] Ellerini rükûya va­rırken kaldırdığı gibi rukûdan kalktığı zaman da kaldırırdı. [476] Ayakta doğrulduğu zaman "Rabbena leke'l-hamd" (Rabbimiz hamd senin içindir) derdi. [477] Bazen de şöyle derdi:

"Allah'ım! Ey Rabbimiz! Gökler dolusu, yeryüzü dolusu ve bundan sonra dilediğin şeyler dolusu hamd sanadır. Ey övgü ve şeref sahibi! Bir kulun -ki hepimiz senin kulunuz- söylediği en doğru söz şudur: Allah'ım! Senin verdiğine kimse mani olamaz. Senin engellediğini kimse veremez. İtibar sahiplerine senin ya­nında itibarları fayda vermez." [478] Bazen de şunları ilave ederdi:

"Allah'ım! Beni karla, dolu ile vesoğuk su ile temizle. Al­lah'ım beni günahlarımdan ve hatalarımdan beyaz elbiseyi kir­den temizlediğin gibi temizle." [479] Bu rüknü o kadar uzatırdı ki hatta onu gören birisi galiba unuttu derdi. Gece namazında bu rükünde "li Rabbi'l-hamdu, li Rabbi'l-hamdu" (Hamd Rabbim içindir, hamd Rabbim içindir) derdi. [480]

 

Nasıl Secde Ederdi?

 

Sonra tekbir afır ve secdeye kapanırdı. Ellerini kaldırmaz­dı. Dizlerini ellerini koymadan önce koyardı. Vail İbn Hucr [481] ve Enes İbn Malik [482] ondan naklen böyle dediler. İbn Ömer, onun ellerini dizlerinden önce koyduğunu söyledi. [483] Ebû Hureyre'den gelen rivayette ihtilaf edildi. Sunenlerde geçen Ebû Hureyre ha­disinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Biri­niz secdeye giderken dizlerinden önce ellerini koysun, deve çö­küşü gibi çökmesin." [484] el-Makberî'nin Ebû Hureyre'den rivayeti­ne göre ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Bi­riniz secdeye vardığı zaman ellerinden önce dizleriyle başla­sın." [485] Ebû Hureyre'den gelen rivayetler çelişkilidir. Vail İbn Hucr ile İbn Ömer'in rivayetleri arasında da çelişki vardır. Bir grup insan İbn Ömer hadisini, bir grup insan da Vail İbn Hucr hadisi­ni tercih etmiştir. Bir grup da nesh yolunu tutmuş ve şöyle demiştir: Başlangıçta ellerini dizlerinden önce koyuyordu. Sonra bu önce dizlerin konulması şeklinde nesh edildi. Secdeye giderken önce ellerin konulması emri mensuh, ellerden önce dizlerin ko­nulması emri nasihtİr görüşünü delillendirirken İbn Huzeyme'nin tuttuğu yol budur. İbn Huzeyme sonra bunu İsmail İbn İbrahim b. Yahya b. Seleme b. Kuheyl'den; o babasından, o da Mus'ab b. Sa'd'dan rivayet etti. Mus'ab şöyle demişti: Biz elleri dizler­den önce koyardık, fakat dizleri ellerden önce koymamız emre­dildi. [486] Şayet bu rivayet kesin ve doğru ise bu konuda yeterli bir delildir. Fakat Yahya b. Seleme b. Kuheyl'in münkerleri olduğu­nu Buhârî söyledi. Yahya b. Main onun kendisinden hadis yazıl­maya değecek bir kişi olmadığını söyledi. Nesâî onun hadisinin metruk olduğunu söyledi. Bu kıssada Yahya ve diğerleri yanıldı. Ancak babası kanalından Mus'ab b. Sa'd'dan öğrenilen şey el­lerin dizler üzerine konulmasıyla rükûdaki uygulamanın neshi­dir. Ravi bunu muhafaza edemedi ve dizlerden önce ellerin ko­nulması mensuhtur dedi. Ellerin önce konulmasını savunanlar şöyle dediler: İbn Ömer hadisi sahihtir, çünkü onu Ubeydullah, Nafi'den, o da İbn Ömer'den rivayet etmiştir. İbn Ebî Dâvûd de­di ki: Bu, hadisçilerin görüşüdür. Dediler ki:

"Onlar bunu başka­larından daha iyi bilirler. Çünkü bu sadece bir nakildir." Dediler ki:

"Bu, Medine'lilerin rivayet ettiği bir sünnettir. Onlar bunu baş­kalarından daha iyi bilirler." İbn Ebî Dâvûd dedi ki:

"Onların bu konuda iki senedi vardır.

Birincisi Muhammed b. Abdillah b. Hasen'in Ebu'z-Zinad'dan, onun el-Arac'dan, onun Ebû Hurey­re'den rivayetidir.

İkincisi ed-Diraverdi'nin Ubeydullah'tan, onun Nafî'den, onun İbn Ömer'den rivayetidir" Dediler ki:

Vail b. Hucr hadisi de iki kanaldan gelmiştir, ikisi de illetlidir. Bunlar­dan birisinde Şerik vardır. Şerik rivayetinde tek kalmış bir kişi­dir." Darekutnî dedi ki:

"Şerik tek başına rivayet ettiği şeyde kuv­vetli değildir. İkincisi Abdulcebbar b. Vail'in babasından yaptığı rivayettir. Halbuki o, babasından onu işitmemiştir."

Dizlerin önce konulmasını savunanlar ise şöyle dediler: Vail b. Hucr hadisi, Ebû Hureyre ve İbn Ömer hadisinden daha kesindir/sağlamdır. Buhârî dedi ki: Ebu'z-Zinad'ın, el-A'rac'tan, onun Ebû Hureyre'den rivayet ettiği hadisin mütâbii yoktur (yani aynı hadisi başka bir sahabiden rivayet eden başka bir ravi yoktur). Hadisin senedinde Muhammed b. Abdillah b. el-Hasen'in Ebû'z-Zinad'dan hadis dinleyip dinlemediğini bilmiyo­rum. el-Hattabî dedi ki: Vail b. Hucr hadisi ondan daha sağlamdır. Dedi ki:

"Bazı âlimler onun mensuh olduğunu söylediler. Bu sebeple Tirmizî onu hasen olarak nitelendirmedi, garib olduğuna hükmetti. Vail'in hadisini hasen olarak nitelendirdi." Dedi­ler ki:

"Peygamber sallollahu aleyhi ve sellem, Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği hadiste "devenin çöküşü gibi çökmesin" dedi. Deve çöktü­ğü zaman dizlerinden önce ellerini (ön ayaklarını) yere koyma­ya başlar. Bu yasaklama, ellerini dizlerinden önce koysun sözü­nü problemli hale getiriyor. Hatta ona aykırı düşüyor. Bu aykırı­lık, ilave sözün iyi muhafaza edilmediğinin delilidir. Belki de ila­ve cümledeki eller ile dizler kelimelerinin yerleri bazı ravilerce yanlışlıkla değiştirilmiş olabilir. [487] Dediler ki: Bunun tercih edilmesinin iki ayrı nedeni daha vardır:

Birincisi Ebû Davud'un rivayet ettiği İbn Ömer hadisidir. İbn Ömer, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in kişinin namazda ellerine dayanmasını yasakladığını rivayet etmiştir. Lafızda, kişinin namazda (ayağa) kalkarken elleri­ne dayanmasını yasakladı, ifadesi vardır. [488] Kuşkusuz dizlerinden önce ellerini yere koyduğu zaman onlara dayanmış olacaktır. Böylece namazın bir bölümünde ellerine dayanan kişi durumuna düşmüş olacaktır. Secdeye varırken ellerine dayanması ile yerden kalkarken dayanması benzer ve aynıdır.

İkincisi, namaz kılan kişi yere inerken onun azalarından önce yere yakın olanı iner, sonra üstteki azası iner, sonra onun üstündeki iner böylece vücudunun en üstündeki azaya kadar -ki yüzüdür- sırayla yere indirir. Başını secdeden kaldırdığı zaman önce vücudunun en üstündeki azasını kaldırır, sonra onun altındaki azasını kaldırır, neticede en son kal­dırdığı azası dizleri olur. Allahu alem.

 

Secdelerin Şekli

 

Sonra alnı, burnu, iki eli ve ayaklarının ucu üzerine secde eder, ellerinin ve ayaklarının parmaklarıyla kıbleye yönelirdi. [489] Avuç içlerine dayanır/yere koyar, dirseklerini kaldırır, koltuk altlarının beyazı görününceye kadar pazularını yanlarından uzaklaştırır, karnını baldırlarından, baldırlarını bacaklarından uzaklaştırırdı. Secdelerinde itidalli olurdu/ne aceleci, ne de ya­vaş olurdu. Sarığın sargısı üzerine secde etmeyecek şekilde doğrudan yüzünü namaz kıldığı yere iyice yerleştirirdi.

On tane sahabi kendisini dinlerken Ebû Humeyd es-Saidî şöyle dedi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namaza kalktığı za­man ayakta dimdik durur, ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırırdı. Rükûa varmak istediği zaman (da) ellerini omuzları­nın hizasına kadar kaldırır sonra "Allahuekber" diyerek tekbir alırdı. Başını ne aşağıya indirir, ne de yukarı kaldırırdı, mutedil bir şekilde tutardı. Ellerini dizlerinin üzerine koyardı. Sonra "Semiallahu limen hamiden" der ve her organ kendi yerine dönünceye kadar itidalli bir şekilde (ne hızlı, ne yavaş) başını kaldırır ve doğrulurdu. Sonra

"Allahuekber" diyerek secdeye inerdi. El­lerini yanlarından uzak tutardı. Pazularını karnından açardı. Ayak parmaklarını açar, sonra (sol) ayağını yayar, üzerine otu­rur ve her kemik yerine yerleşinceye kadar itidalli bir şekilde doğrulurdu. Sonra (tekrar)

"Allahuekber" diyerek secdeye kapa­nırdı. Sonra ayağını yayar ve her organ yerine yerleşinceye ka­dar üzerine otururdu. Sonra kalkar ve ikinci rekâtta da bunun aynısını yapardı. Nihayet iki secdeden kalktığı zaman tekbir alır ve namaza başlarken yaptığı gibi ellerini iki omuzlarının hizası­na kadar kaldırırdı. Sonra namazı bitireceği rekâta kadar aynı şeyleri yapar, son rekâta oturduğunda sol ayağını geriye alarak makatı üzerine otururdu." [490]

Secdelerinde "Subhane Rabbiye'l-A'la" derdi. [491] Buna "Ve bi hamdi"yi ilave ettiği de rivayet edilmiştir. [492] Bazen secdelerde şöyle derdi:

"Allah'ım! Sana secde ettim. Sana iman ettim ve sana tes­lim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan ve şekil veren, kendisine göz ve kulak açan (Allah'a) secde etti. Yaratanların en güzeli olan Allah, yüceler yücesidir." [493] Şöyle dediği de olurdu:

"Allah'ım sana hamdederek, seni tüm noksanlıklardan te­niz ederim. Allah'ım beni bağışla." [494] Şöyle de derdi:

"Allah'ım sana hamdederek seni tüm noksanlıklardan ten­zih ederim. Senden başka ilah yoktur." [495] Bazen şöyle derdi:

"O çokça teşbih ve takdis edilendir. O, meleklerin ve Ruh'un Rabbidir." [496] Bazen şöyle derdi:

"Allah'ım günahlarımızı, hepsini, küçüğünü, büyüğünü, öncesini, sonrasını, gizlisini ve aşikârını bağışla." [497] Bazen de şöyle derdi:

"Allah'ım! Gazabından rızana, cezalandırmandan affına, senden yine sana sığınırım. Sana olan övgüleri sayamam. Sen kendini övdüğün gibisin." [498] Secdelerini kıyamına uygun bir şekil­de yapardı. Sonra ellerini kaldırmaksızın "Allahuekber" diyerek başını kaldırırdı. Sonra sol ayağını yayar, onun üzerine oturur, sağ ayağını diker ve ellerini uyluklarının üzerine koyardı. Sonra şöyle derdi:

"Allah'ım beni bağışla ve bana merhamet et. Beni doğru yola ilet ve bana yardım et. Bana rızık ver ve beni yücelt." [499] Ha­disin bir başka lafzında "vecburni" (bana yardım et) yerine "ve afini" (bana afiyet ver) kelimesi geçer. Bu hadisi İbn Abbas rivayet etmiştir. Huzeyfe dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem iki secde arasında "Rabbiğfirli" (Rabbim beni affet) derdi. [500] Peygamber iki secde arasında o kadar çok otururdu ki onu gö­ren kimse "galiba unuttu" veya "galiba yanıldı" derdi.[501]

 

Fasıl Secdelerden Ve Teşehhüdden Kalkışı

 

Sonra ellerini kaldırmaksızın tekbir alır ve secde eder. İkincisinde de birincide yaptığı gibi yapar. Sonra tekbir alarak başını kaldırır, dizlerine ve uyluklarına dayanarak ayaklarının ucu üzerinden ayağa kalkar. Malik b. el-Huveyris dedi ki:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazın tek rekâtlarında (rekâtı tamamladığında secdelerden sonra) bir müddet oturmadıkça ayağa kalkmazdı." [502] Buna istirahat oturması denilir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bunu yaptığı kesindir. Fakat bunu elleri­ni yanlarından uzaklaştırması ve diğerleri gibi namazın sünnet­lerinden ve unsurlarından biri olarak mı yapardı, yoksa yaşlan­dığı ve şişmanladığı için bir ihtiyaçtan dolayı mı yapardı? [503] İki sebepten dolayı ikincisi daha kuvvetli bir ihtimaldir. Birincisi bu­nunla Vail İbn Hucr'un rivayet ettiği "Rasûlullah secde ettiği za­man ellerinden önce dizlerini koyardı, ayağa kalkarken de diz­lerinden önce ellerini kaldırırdı" [504] hadisi ile Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği "Rasûlullah ayaklarının sırtı ile kıyama kalkardı" hadisi [505] uzlaştırılmış olmaktadır (yani muhtemeldir ki birincisini sağlıklı iken, ikincisini yaşlı iken yapardı). İkincisi onun namaz­daki fiillerini ve davranış şekillerini gözlemlemeye çok istekli olan sahabiler de ayaklarının sırtı ile kıyama kalkarlardı. Abdullah İbn Mes'ud namazda ayaklarının sırtı ile kıyam eder ve oturmazdı. Bunu ondan Beyhaki rivayet etti. Bunu Beyhaki, Atıyye el-Avfî kanalından İbn Ömer'den, İbn ez-Zubeyr'den ve Ebû Said el-Hudri'den de rivayet etmiştir. İbn Mes'ud'dan yaptığı rivayet sahihtir. [506] Bu kalkışta ellerini kaldırmazdı. Kalkışını ta­mamladığı zaman beklemeden hemen kıraate başlardı. Kıraate de elhamdulillahi rabbi'l-alemini okuyarak başlardı. İki secde arasında oturduğu gibi birinci teşehhüdde de (sol ayağını) ya­yarak oturduğu zaman sol elini sol dizinin üzerine, sağ elini sağ uyluğunun üzerine koyar, şehadet parmağıyla işaret eder, orta parmağını halka şekline getirerek baş parmağını onun üzerine getirir, şehadet parmağını hafif eğerek kaldırır ve onunla Rabbinin birliğine şahitlik ederdi. Ebû Davud'un İbn Abbas'tan rivayet ettiği bir hadiste, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:

"İşte ihlas böyledir" ve "işte dua böyledir." Peygamber bunu söylerken başparmağından sonraki parmağıyla işaret ediyordu. Sonra ellerini omuzlarının hizasına kadar uzatarak kaldırdı ve "İşte yakarış böyledir" buyurdu. Bunu söylerken elerini uzatarak kaldırdı. Ebu Dâvûd bu hadisi mevkuf olarak rivayet etti.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem daha sonra şöyle dedi: [507]

"Selamlar, dualar ve bütün güzel şeyler ancak Allah'adır. Ey Peygamber! Selam sana, Allah'ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Selam bize ve Allah'ın salih kullarına. Allah'dan başka ilah olmadığına, O'nun bir olduğuna, ortağının olmadığına şahitlik ederim ve Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim." [508]

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sahabilerine Kur'an'ı öğrettiği gibi bunu da öğretiyordu. Şöyle de diyordu:

"Mübarek selamlar, dualar ve bütün güzel şeyler ancak Allah'adır." [509] Bu, İbn Abbas'in teşehhüdüdür. Birincisi İbn Mes'ud'un teşehhüdü olup daha tamdır. Çünkü İbn Mes'ud'un teşehhüdü değişik cümleleri ihtiva eder. İbn Abbas'in teşehhüdü ise bir cümleyi ihtiva eder. İbn Abbas'in teşehhüdü ise bir cüm­leyi ihtiva eder. Ve yine Buhârî ve Müslim'de vav ilavesi olduğu halde rivayet edilmiştir. Bunu da sahabilerine Kur'an'ı öğrettiği gibi öğretirdi. İbn Ömer bunu Rasûlullah'tan "et-tahiyyatu lillahîssalavatu't-tayyibat" şeklinde rivayet etmiştir. [510] Bu konuda da­ha başka çeşitler vardır, hepsi caizdir. Bu oturumu gayet kısa keser hatta sanki kızgın bir taşın üzerinde otururmuş gibi olur­du. [511] Sonra tekbir alıp ayağa kalkar, üçüncü ve dördüncü rekât­ları kılar ve bunları İlk iki rekâttan daha hafif/daha kısa tutardı. Bunlarda Fatiha'yı okurdu, bazen Fatiha'ya (başka surelerden) ilavede bulunurdu.

 

Fasıl Rasulullah (s.a.v.)'in Kunutu

 

Bir topluluğa dua edeceği veya bir topluluğa beddua edece­ği zaman kunutunu (duasını) son rekâtta başını rükûdan kaldırdık­tan sonra yapardı. Humeyd, Enes'ten naklen şöyle dedi: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir ay boyunca namazda rükûdan sonra Ri'l ve Zekvan kabilelerine beddua etti." [512] İbn Şîrîn dedi ki:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve seliem sabah namazında mı kunut yaptı?" Enes dedi ki:

"Evet rükûdan biraz sonra" [513] İbn Şîrîn, Enes'ten nak­len şöyle dedi: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir ay boyunca sabah namazında rükûdan sonra Usayye kabilesine beddua ede­rek kunut yaptı." [514] Bu hadisin sıhhatinde Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Bunlar Enes'i en iyi bilen kimselerdi. Onun rükûdan sonra kunut yaptığını haber verdiler. Humeyd, Enes'ten rivayet etti ve dedi ki: Enes'e kunut sorulmuştu. O şöyle cevap verdi: "Biz rükû­dan önce ve rükûdan sonra kunut yapardık." [515] Bu kunutla kast edi­len şey kıyamın uzatılmasıdır. Enes'in haber verdiği şeyin aynısını Ebû Hureyre şöyle haber vermiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem rükûdan sonra kunut yaptı; "Semiallahu limen hamîdeh" dediği zaman secdeye varmadan önce şöyle dedi: "Allah'ım! Ayyaş b. Rabia, el-Velid İbn el-Velid, Seleme İbn Hişam ve güçsüz müminle­ri kurtar." [516] İbn Ömer, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sabah namazının son rekâtında başını rükûdan kaldırıp "semiallahu limen hamideh Rabbena ve leke'l-hamd" dedikten sonra "Allah'ım! filan ve filan şahıslara lanet et" dediğini söyledi. [517] Hadis onun rükudan sonra kunut yaptığı ve ortaya çıkan bir durumdan dolayı kunut yapıp sonra bunu terk ettiği konusunda ittifak halindedir. Sonra Enes akşam ve sabah namazlarında kunut yapıldığını söyle­di. Bunu Buhârî rivayet etti. [518] el-Bera dedi ki:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah ve akşam namazlarında kunut yapardı. Bunu Müslim rivayet etti. [519] Ebû Hureyre öğle, yatsı ve sabah namazları­nın son rekâtlerinde "semiallahu limen hamideh" dedikten sonra müminlere dua ederek ve kâfirlere lanet okuyarak kunut yaptı ve şöyle dedi:

"Size mutlaka Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in na­mazına yakın bir namaz kıldıracağım." Bunu Buhârî anlattı. [520] Ahmed dedi ki: İkindi namazı yatsı namazının yerinedir. İbn Abbas dedi ki:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hiç aralık vermeden öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının ardında, son rekâtte "se­miallahu limen hamideh" dedikten sonra, birbiri ardınca tam bir ay süreyle kunut yaptı. Bu kunutunda Suleymoğullarından bir kabi­leye beddua etti. Arkasındakiler de onun bedduasına amin dedi." Bunu Ahmed ve Ebû Dâvûd rivayet etti. [521] Gördüğün gibi bütün ha­disler kunutun son rekâtte rükûdan sonra yapıldığında ve düzen­li/devamlı değil, gelip geçici olduğunda ittifak etmişlerdir.

Müslim'in, Enes'ten rivayetine göre Rasûlullah sallallahu aley­hi ve sellem Arap kabilelerinden bazı kabilelere beddua ederek ku­nut yaptı, sonra bunu terk etti. [522] İmam Ahmed'deki rivayete göre bir ay boyunca kunut yaptı, sonra bunu terk etti. [523] Ebû Malik el-Eşcaî dedi ki:

"Babama şöyle demiştim: Babacığım, şüphesiz sen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in, Ebû Bekir'in, Ömer'in, Os­man'ın ve burada Kûfe'de Ali'nin arkasında yaklaşık beş sene namaz kıldın, onlar kunut yaparlar mıydı?" O şöyle cevap verdi:

"Ey oğulcuğum! Bu sonradan ihdas edilmiş bir şeydir." Tirmizî dedi ki:

Bu hadis sahihtir. Bunu Nesâî şu lafızlarla rivayet etti: (Ebû Malik el-Eşcai'nin babası dedi ki:) Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in arkasında namaz kıldım, kunut yapmadı. Ebû Bekir'in arkasında namaz kıldım, kunut yapmadı. Ömer'in arkasında na­maz kıldım, kunut yapmadı. Osman'ın arkasında namaz kıldım, kunut yapmadı. Ali'nin arkasında namaz kıldım, o da kunut yap­madı. Sonra şöyle dedi:

"Ey oğulcuğum! Bu bir bid'attir." [524] Sabah namazında kunut yapılmasını mekruh görenler bu hadislerle ve Enes'in

"Sonra onu terk etti" sözüyle delil getirdiler ve sabah na­mazında kunut yapmanın mensuh olduğunu (hükmünün kaldırıl­dığını) söylediler. Rükûdan önce kunut yapılmasının müstehap ol­duğunu söyleyenlerin delili sahabilerden ve tabiîlerden gelen bu­nunla ilgili haberlerdir. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî dedi ki: Bize Said b. Ebî Arûbe haber verdi, o Ebû Recâ'dan, o Ebû Miğfel'den onun sabah namazında rükûdan önce kunut yaptığını rivayet etti. [525] Malik, Hişam b. Urve'den, o da babasından naklen dedi ki: Hişam'ın babası rükûdan önce kunut yapardı. Esbağ b. el-Ferac, el-Haris b. Miskîn ve İbn Ebî'l-Ömer dediler ki: Bize Abdurrahman İbn el-Kasım anlattı ve şöyle dedi:

"Malik'e sabah namazındaki kunut soruldu, yani bu sana tuhaf gelmiyor mu?" denildi. O şöyle cevap verdi: "İnsanların eskiden beri rükûdan önce kunut yaptıklarını gördüm. Dedim ki: Sen kendin hangisini alıp uyguluyorsun?" Dedi ki:

"Rükûdan önceki kunutu." Dedim ki:

"Vitirdeki kunuta ne dersin?" Dedi ki:

"Onda kunut yoktur."

Kunutun rükûdan sonra yapılmasını müstehap görenler, onun rükûdan sonra yapılması gerektiğini açıklayan hadislerin ta­mamının sahih olduğu kanaatine varmışlardır. el-Esram dedi ki:

Ebû Abdillah'a şöyle dedim:

"Bir adam Enes'in rivayet ettiği hadis hakkında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in herhangi bir musi­bet olmaksızın rükûdan önce kunut yaptığını söylüyor (ne der­sin)?" Ebû Abdillah şöyle dedi:

"Buna muhalefet eden ondan başka kimseyi bilmiyorum." Dedim ki:

"Hişam, Katade'den, o da Enes'ten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in rükûdan sonra kunut yaptı­ğını nakletti. Eyyub, Muhammed'den şöyle dediğini nakletti. Eyyub, Muhammed'den şöyle dediğini nakletti: (Kunut konusunda) Enes'(in ne yaptığını) sordum, Hanzale es-Sudûsî, Enes'ten dört çeşit rivayette bulundu. Ebû Abdillah'a denildi ki: Diğer hadisle­re göre kunut sadece rükûdan sonradır değil mi?" Dedi ki:

"Evet, fakat hepsi de önemsizdir, onlar nerede, Ebû Hureyre nerede?" Ebû Abdillah'a dedim ki:

"O zaman kunut rükûdan sonradır diyen hadisler sahih olduğu halde rükûdan önceki kunuta niçin izin ve­rildi?" Dedi ki:

"Sabah namazındaki kunut rükûdan sonradır. Vitir­deki kunutu rükûdan sonra yapmayı tercih edebilirsin. Kim vitrin kunutunu rükûdan önce yaparsa Rasûlullah'ın ashabı yaptığı ve bu konuda ihtilaf ettikleri için bunda bir beis yoktur. Sabah na­mazındaki kunuta gelince bu rükûdan sonradır, Rasûlullah'ın bu namazda yaptığı kunut bir musibet sonucu yaptığı kunuttur, da­ha sonra bunu terk etmiştir. Yapılması da sünnettir, terk edilmesi de sünnettir. Bütün hadisler buna delâlet eder, sünnet de bununla ittifak halindedir." Abdullah b. Ahmed dedi ki: [526] "Babama hangi namazda kunut yapılır?" Diye sordum. Dedi ki:

"Vitirde rükûdan sonra yapılır. Bir kimse Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den rivayet edilene uymak için sabah namazında kunut yaparsa za­yıf ve güçsüzlere dua etmek için kunut yapar, bunda da bir beis yoktur. Bir kimse İnsanlara dua etmek ve Allah'tan onlara yar­dım istemek için kunut yaparsa bunda da bir beis yoktur." Ebû Sevr'i, Ebû Abdillah Ahmed b. Hanbel'e şöyle derken işittim:

"Sa­bah namazında kunut yapmak hakkında ne dersin?" Ebû Abdîllah dedi ki:

"Kunut sadece sıkıntı ve musibetler sebebiyle yapılır." Ebû Sevr ona dedi ki:

"Hangi musibet, bizim şu içinde bulundu­ğumuz musibetten daha büyüktür?" Dedi ki:

"Böyle olduğu zaman kunut yapılır." el-Esram dedi ki:

"Ebû Abdillah'a sabah namazın­daki kunutu sordum." Dedi ki:

"Evet, meydana gelecek bir olay se­bebiyle (sabah namazında kunut yapılır.) Nitekim Rasûlullah sal­lallahu aleyhi ve sellem de bir topluluğa beddua etmek için kunut yapmıştır." Ona dedim ki:

"Sesini yükseltir mi?" Dedi ki:

"Evet, arkasındakiler de amin der. Peygamber böyle yapmıştır." el-Esram dedi ki:

"Ebû Abdillah'ın sabah namazındaki kunut rükûdan son­ra yapılır dediğini işittim. Ona sabah namazındaki kunut sorul­duğu zaman şöyle dediğini duymuştum: Müslümanların başına bir iş geldiği zaman imam kunut yapar, arkasındakiler de amin derler." Sonra şöyle dedi:

"Şu kâfirin yani Babek'in yüzünden İn­sanların başına gelen şey gibi." Abdus b. Malik el-Attar dedi ki:

"Ebû Abdillah Ahmed b. Hanbel'e sordum ve dedim ki: Ben Bas­ra'da garip bir adamım. Bizim burada bir topluluk bir takım şey­lerde ihtilaf ettiler. Onların ihtilaf ettikleri konularda senin görü­şünü öğrenmek istiyorum." Dedi ki:

"İstediğini sor." Dedim ki:

"Bas­ra'da bir topluluk kunut yapıyor, kunut yapanın arkasında na­maz kılmayı nasıl görürsün?" Dedi ki: "Müslümanlar kunut yapan­ların arkasında da, kunut yapmayanların arkasında da namaz kılarlardı. Kunuta bir harf bile ilave ederse ya da inna nesteînuke veya azabe'l-ciddi ve nahfidu gibi bir dua ile ederse, sende namazda olursan hemen onu kes/bırak." [527]

 

Fasıl Son Teşehhüdde Peygamber (s.a.v.)'e Salavat Getirmek

 

Peygamber (s.a) ümmetine namazlarının son teşehhüdünde kendisi için saiâvat getirmelerine ve şöyle demelerine hükmetti:

"Allah'ım! İbrahim'e ve İbrahim'in ailesine salât ettiğin gi­bi Muhammed'e ve Muhammed'in ailesine de salât et. Şüphesiz sen çokça hamdedilen, şan ve şeref sahibisin. Allah'ım! İbrahim'i ve İbrahim'in ailesini mübarek kıldığın gibi Muhammed'i ve Muhammed'in ailesini de mübarek kıl. Şüphesiz sen, çokça hamdedilen, şan ve şeref sahibisin." [528] Peygamber, onlara ce­hennem azabından, kabir azabından, ölümün ve hayatın fitne­sinden ve Mesih Deccal'in fitnesinden Allah'a sığınmalarını em­retti. [529] Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Ebû Bekir es-Sıddık'a namazında şöyle dua etmesini öğretti:

"Allah'ım! Ben nefsime çok zulmettim. Günahları ancak sen affedersin. Katından bir mağfiretle beni bağışla ve bana merhamet eyle. Şüphesiz sen gafursun (çok affedicisin) ve ra­himsin (çok merhametlisin)." [530] Teşehhüdle selam arasında söyle­diği en son şeylerden birisi de şudur:

"Allah'ım! Yaptığım ve yapacağım, gizli ve aşikâr işledi­ğim, aşırı gittiğim ve benden daha iyi bildiğin günahlarımı ba­ğışla. Sen mukaddimsin (öne alansın) ve muahhirsin (geciktiren­sin). Senden başka ilah yoktur." [531] Sonra "es-selamu aleyküm ve rahmetullahi" diyerek sağı­na selam verir ve "es-selamu aleykum ve rahmetullahi" diyerek soluna selam verir. [532] Bu, yirmibeş sahabiden rivayet edilmiştir. Selam verdiği zaman şunları söylerdi:

"Allah'tan mağfiret dilerim (üç defa). Allah'ım! Sen selamsın, selamet sendendir. Ey celal ve ikram sahibi! Sen yüceler yücesisin." [533]

"Allah'tan başka ilah yoktur. O, tektir ve ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. O herşeye gücü yetendir. Al­lah'ım verdiğine mani olabilecek, vermediğini de verebilecek kim­se yoktur. İtibar sahibine itibarı senin katında fayda vermez." [534]

"Allah'tan başka ilah yoktur. Ancak O'na ibadet ederiz. Nimet O'nun, fazilet O'nundur. Güzel övgüler O'nadır. Al­lah'tan başka ilah yoktur. O, tektir ve ortağı yoktur. Kâfirler hoşlanmasa da dini yalnız O'na has kılarız." [535]

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin namazdan sonra subhanallah, elhamdülillah ve Allahuekber demelerine hükmetti. [536] Ukbe İbn Amir'e her namazdan sonra Felak ve Nas surelerini okumasını emretti. [537] Nesâî, Ebû Hureyre'den Peygamber'in sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dediğini rivayet etti:

"Kim her namazdan sonra âyete'l-kürsi'yi okursa onun cennete girmesini ölümden başka hiçbir şey engelleyemez." [538]

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem daima öğlen namazının farzından önce dört rekât farzından sonra iki rekât namaz kılardı.[539]

Herhangi bir gün meşguliyetinden dolayı bunları kılmadığı zaman ikindi namazından sonra bunları kılardı. Öğleden sonra kıldığı iki rekâtın dörde tamamlanmasının müstehap olacağını söyledi ve şöyle dedi:

"Öğleden önce dört rekât, öğleden sonra dört rekât kılmaya devam edene Allah cehennemi haram eder." [540] Tirmizî bu­nun sahih bir hadis olduğunu söyledi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ikindi namazının farzından önce bir namaz kıldığına dair kendisinden sahih bir hadis nakledilmedi. Bununla beraber sünenlerde onun şöyle söylediği rivayet edildi:

"İkindiden önce dört re­kât kılan kişiye Allah merhamet etsin." [541] O, akşamın farzını kıldık­tan sonra iki rekât, yatsıdan sonra iki rekât ve sabah namazından önce de iki rekât kılardı. [542] Böylece farzlara bağlı olarak kıldığı sünnetlerin toplamı on iki rekâttir. Farzların toplamı ise onyedi rekâttır. Geceleyin on rekât namaz kılardı. Bazen de oniki rekât kı­lar bir rekât da vitir kılardı. [543] Farzlar, bunların sünnetleri, gece na­mazı ve vitr olmak üzere günde devamlı kırk rekât namaz kılardı. Sabah ve ikindi namazlarından sonra dua etmek onun sünneti de­ğildir. [544] Yukarıda da geçtiği gibi onun sünneti, namazın içinde ve selamdan önce dua etmektir. En iyi bilen Allah'tır.

 

 

[1] Nisa: 4/1

[2] Ali İmrân: 3/102

[3] Ahzab: 33/70-71

[4] Meryem: 19/59-60

[5] Müslim, Sayd (c.3, hadis no: 1955, s. 1548); Ebû Dâvûd (c.3, hadis no: 2715); Tirmizî (c.4, h. no: 1409); İbn Mâce (c.2, h. no: 3180); Nesâî (7/229). Şeddad İbn Enes'ten rivâyet edilmiştir.

[6] Buhârî, Zekât (c.3, h. no: 1399 Feth); İstitabe (c. 12, h. no: 6924); Müslim, İman (c. 1, h. no: 20, s. 51); Tirmizî (c. 5, h. no: 2608); Ebû Dâvûd, (c. 3, h, no: 640); Nesâî (5/14); İbn Mâce, (l/h. no: 71); Ahmed, Müsned (1/11, 78) Bu hadisi Ebû Hureyre rivayet etmiştir.

[7] Buhârî, Diyat (c. 12/ h. 6878/ Feth); Müslim, Kasame, (c. 3/ h. 1676/ s. 1302); Nesâî (7/90); Tirmizî (c. 4/ h. 1402); İbn Mâce (c. 2/ h. 2534)

[8] Tevbe: 9/5

[9] Bu hadisi el-Heysemî "Mecmâu'z-Zevâid'de (1/296) zikretti ve şöyle dedi: Bunu Taberânî el-Kebir'de rivayet etti, senedinde Amir İbn Yesaf vardır, onun rivayet ettiği hadis münkerdir.

[10] Buhârî, Meğazi (c. 7/ h. 4351 / Feth) Ebû Said el-Hudrî hadisi. Müslim, Ze­kât (c. 2/ 144/ s. 742). Ahmed, Müsned (3/4)

[11] Ahmed, Müsned (1/432, 433). Mâlik, Muvatta, Kasri's-Salâti fi's-Sefer (1/84/s. 171) Ubeydullah b. Adiy rivayet etmiştir. İbn Abdilber dedi ki: Bunu Muvatta'ın diğer râvilerî de mürsel olarak rivayet ettiler, Ubeydullah Peygamber'e (s.a.) ulaşmadı.

[12] Müslim, İmara (c. 3/63/ s. 1481) Ümmü Seleme'den. Tirmizî, Fiten (c. 4/h. 2265) Ümmü Seleme'den, Ebû İsa dedi ki: Hadis, hasen-sahihtir. Ebu Dâvûd (c. 4/ h. 4760) Ahmed, Müsned (6/295-302) Ümmü Seleme'den.

[13] Bu hadîsin sahihliğinde ittifak edilmiştir. Tahrici daha önce geçmiştir. Müelli­fin de işaret ettiği gibi bu hadisi İbn Huzeyme de rivayet etmiştir. (Bak: İbn Huzeyme, c. 4/h. 2248)

[14] Nesâî, (7/76). Bu hadisin tahrici daha önce geçli.

[15] Malik, Muvatta, Taharet (c. 1/51/s. 40) Ömer İbn el-Hattab'tan mevkuf olarak rivâyet edilmiştir.

[16] Bunu eş-Şeyh el-Elbânî "Zaîfu'l-Câmi"de 3569 numarada zikretti ve zayıf olduğunu söyledi.

[17] el-Heysemî, Mecmaû'z-Zevâid, (1/291, 292) Dedi ki: Bunu Taberanî el-Evsat'ta rivayet etli. Senedinde el-Kasem b. Osman vardır. Buhârî dedi ki; Önem verilmeyen hadisleri vardır, İbn Hibban onu sika raviler içinde zikretti ve ba­zen hata eder, dedi. (Ben derim ki) evet Taberanî el-Evsat'ta (c. 2/ h. 1880) tahriç etti. el-Elbânî "es-Silsiletu's-Sahîha'da zikretti, (c. 3/h. 1357).

[18] Bunun tahrici daha önce geçti.

[19] Tevbe: 9/38.

[20] 7 nolu dipnota ve ilgili hadise bakınız. -Çeviren-

[21] Ahmed, Müsned (5/238) Muaz İbn Cebel rivayet etmiştir. Heysemi, Mecmâu'z-Zevâid'de (c.1/295) Ümmü Eymen'den rivayet etti ve dedi ki: Bunu Ahmed sahih bir isnatla rivayet etti. Ancak Mekhul, Ümmî Eymen'den bir şey işitmedi. Allah en iyi bilir.

[22] İbn Mâce, Fiten, (c. 2/h. 4034) Ebu'd-Derda'dan rivayet etti. Mecmâu'z-Zevaîd'de: İsnadı hasen olarak geçer. İhtilaflı bir şöhreti vardır. (Ben derim ki) bu hadisin kendisinden önce geçmiş şahidi vardır. Onu kuvvetlendirir. İnşallah hasendir.

[23] Tahrici daha önce geçti.

[24] Müslim, Mesâcid ve Mevadıu's-Salât, (c.l/h.653/s.452) Abdullah İbn Mes'ud rivayet etmiştir. Ahmed, Müsned, (1/204, 461). Hâkim, Müstedrek (1/292) O dedi ki: Ebû Dâvûd et-Tayâlisî bunu Züheyr'den rivayet etmiş olup tahriç etmedikleri halde Buhârî ve Müslim'in sarflarına uygundur. On­lar diğer namazları zikrederek tahriç etmişlerdir. (Ben derim ki): Hayır, bilakis Müslim Sahih'inde yukarıda geçtiği gibi aynı lafızlarla tahriç etmiştir. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî Müsned'inde (c.l /s.42) İbn Mes'ud'dan tahriç etti.

[25] Müslim, Cûmua (c.2/h.865) Abdullah İbn Ömer ve Ebû Hureyre'den riva­yet edilmiştir. Nesaî (3/88), İbn Abbas ve İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Ahmed, Müsned (1/335). Münzirî, et-Terğib ve't-Terhîb (1/508)

[26] Tirmizî, Cumua (c/h.500) Ebû'1-Ca'd ed-Damri'den rivayet edilmiştir. Ebû İsa dedi ki: Ebû'l-Ca'd'in hadisi hasendir. Ebû Dâvûd, (cl/1052), Nesâî (3/88). İbn Mâce (c.1/1125). Hakim, Ahmed, İbn Hibban, İbn Huzeyme, el-Elbânî Sahihu'l-Cami (6143)'de zikretti ve sahihtir, dedi.

[27] Kevser: 108/2

[28] Ebû Dâvûd (c.2/h.l420) Ubade İbn Sabit rivayet etmiştir. Nesâî (1/230), İbn Mâce (1/401). Ahmed, Müsned (5/315). Malik, Muvatta (c.1/14/s.l23). el-Elbânî, Sahihu'l-Cami, 3242, 3243

[29] Buhârî, Zekât (c.3/h.l400/Feth), î'tisam (c.13/7284, 7285/Feth). Hadis, Ebû Hureyre rivâyet etmiştir. Müslim, İman (c. 1 /32/h.20/s. 51)

[30] Tirmizî, İman, (c.5/h.2622). Abdullah İbn Şakîk el-Ukaylî mevkuf olarak rivâyet etmiştir. Hâkim'in Müstedrek'inde (1/7) mevsûl olarak Ebû Hureyre'den naklen geçer ve Hâkim hadisle ilgili bir şey söylemez. Zehebî der ki: Bu hadisin aleyhinde konuşulmamış olup, isnadı salihtir/iyidir,

[31] Buhârî, Zekât (c.3/h.l458./Fetih) İbn Abbas rivayet etmiştir. Müslim, İman (c.l/29/h.l9/s.50)

[32] Buharî, Bed'u'l-Halk (c.6/h.3207/Fetih) Bu hadisi Enes İbn Malik, Malik İbn Sa'saa'dan rivayet etmiş olup içerisinde miracın ve peygamberlerle karşı­laşmanın anlatıldığı uzun bir hadisiir. Bu hadiste Peygamber şöyle demekte­dir:

"Daha sonra bana elli vakit namaz farz kılındı. Musa ile karşılaştım, de­di ki: Ne yaptın?..." Hadis bu şekilde devam eder. Müslim, İman, (c.l/h.l62/s.l45) Tirmizî, Nesâî ve diğerleri.

[33] Müddessir: 74/42.

[34] Tirmizî, Ebvâbu's-Safâh (c.2/413). Nesâî (1/232). Ahmed, Müsned (2/290, 425) el-Elbânî, Silsiletu's-Sahîha (c.3/344, 345) Elbânî hadisin hasen olduğuna işaret etmiştir.

[35] Buhârî, Ehadisu'l-Enbiya, (c.6/h.4535/Fetih). Müslim, İman, (c.l/s.57). İbn Hibban, sahih (c.l/h.207)

[36] Buhârî, İlim (c.l/128/Fetih). Müslim, İman (c.1/53, s. 61)

[37] Buhârî, İlim (cl/h.99/Fetih). Ahmed, Müsned (2/373)

[38] Ahmed, Müsned (5/170) Bu hadisi Ebû Zerr yukarıdaki lafızlarla rivayet et­miştir. İbn Mâce (c.l/h.1350), Zevâid'de bunun isnadının sahih, ravilerinin güvenilir olduğu zikredilir. Nesâî (2/177). Hâkim, el-Müstedrek (1/241) Ebû Zerr'den daha kısa lafızlarla rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Hadîs sa­hihtir fakat Buhârî ve Müslim tahriç eimemişlerdir. Zehebî, sahihtir demiştir.

[39] Maide: 5/118.

[40] Ahmed, Müsned, (6/240) Hâkim, Müstedrek (4/575) Hâkim dedi ki: Hadi­sin isnadı sahihtir, fakat Buharî ve Müslim rivayet etmemiştir. Zehebi bunu tenkit ederek dedi ki: Bu hadisin zayıf olduğunu söylediler, İbn Bebnus ta­nınmayan bir kişidir. Hocamız hadisçi el-Elbânî de hadisin zayıf olduğunu söyledi. (Zaifu'l-Câmi/3022)

[41] Bu hadisin tahrici daha önce geçti geçti.

[42] Tirmizî, Ebvabû's-Salât (c.2/h.413) Ebû İsa: "Hadis, hasen, garibtir" dedi. İbn Mâce (c.1/1425), Ahmed, Müsned (4/65, 103). İbn Ebi Şeybe el-A'yan, h. no: 102, el-Elbânî isnadı sahihtir, dedi.

[43] Ebû Dâvûd, Cenaiz, (c.3/h.3116). Ahmed, Müsned (5/233, 247). Hâkim, Müstedrek (1/351), Hâkim "bu hadis için sahihtir" dedi. Zehebî de onu onayladı.

[44] Muslim, İman (c.l/h.26/s.55) Osman rivayet etti, İbn Hibban, sahih (l/h.201)

[45] Buhârî, Salât(c.1/h.425/Fetih), Müslim (c.l/s.61). Ben derim ki: Bilgi ver­mek babından 'Itban b. Malik kıssasını Buhârî'nin rivâyet ettiği şekilde an­latmayı uygun gördüm. Buhârî şöyle dedi: Mahmud b. er-Rabi' el-Ensâri şöyle haber verdi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabından ve Bedir'de hazır olan ensardan 'Itban b. Matik bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e gelip:

"Ya Rasûlallah gözlerimde hayır kalmadı. Halbuki kavmime namaz kıldıran benim. Yağmurlar yağdığı vakit onlarla benim aramda olan dere akar da mescidlerine gidip namaz kıldıramaz olurum. Ya Rasûlallah gönlüm ister ki bana gelip evimde namaz kıldırasın da senin namaz kıldığın yeri namazgah edineyim" dedi. Ravi der ki: Rasûlullah (s.a.v) 'Itban'a:

"İnşaallah yaparım" diye vaat etti. 'Itban der ki: Ertesi gün Rasûlul­lah sallallahu aleyhi ve sellem ile Ebû Bekir gün yükseldiği vakit bana geldi­ler. Rasûlullah eve girmek için izin istedi, ben de izin verdim. Eve girdiğinde oturmadı. Sonra evinin neresinde namaz kılmamı istersin diye sordu. 'Itban der ki: Evin bir tarafını ona gösterdim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namaza durup tekbir aldı. Biz de arkasına durup saf olduk, iki rekât kıldırıp selam verdi. 'Itban der ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisi için pişirdiğimiz etli çorbayı "hazireyi" yemesi için alıkoyduk. Yurdumuzun aha­lisinden birçok kimseler Rasûlullah'ın teşrifini haber alarak birer birer evi­mize gelip doldular. İçlerinden biri Malik İbn Duhayşin yahut İbn Duhşun nerede diye sordu, içlerinden birisi o Allah'a ve Rasûlüne muhabbeti olma­yan bir münafıktır dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona görmüyor musun ki la ilahe illallah diyor ve bunu Allah için söylüyor buyurdu. O söy­leyen de Allah ve Resûlü bilir dedi. 'Itban der ki: Rasûl-u Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in münafıklar hakkında hep böyle iyimser görürdük. Sonra Rasûl-u Ekrem şöyle buyurdu:

"Allah'ın rızasını arayarak la ilahe illallah di­yen kimseye cehennemi Allah haram etmiştir."

[46] Müslim, İman (c.l/326/s.l82-184) Sonundaki "hiçbir iyi ameli olmayan da cehennemden çıkacak" sözü müellife aittir. Ayrıca Buhârî, Tevhid (c. 13/7510/Fetih) Enes hadisinden rivayet etti.

[47] Tirmizî, İman (c.5/h.2639). İbn Mâce (h/4300). Ahmed, Müsned (2/213). Hâkim, Müstedrek (1/529). Hâkim bunun sahih olduğunu söyledi, Zehebî de onu onayladı. el-Elbânî bunu es-Silsiletu's-Sahîha'da 135 notu hadis olarak zikretti. Ben derim ki: Teysir Za'ter kardeş bu hadisin tahricinde ya­nıldı ve Buhârî ve Müslim'in sahihlerine nisbet etti. Bu bir hatadır. Doğrusu, yukarıdaki bildirilendir...

[48] Bak: Şevkânî, Neylü'l-Evtar (2/11-12) Babu "Huccetu men keffera Târike's-Salâti"

[49] Kalem: 68/35-45

[50] Buharı bu hadisi Tefsirde (c.8/4919/Fetih) İbn Said'den şu lafızlarla riva­yet etmiştir: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini işittim:

"Rabbimiz onların işini zorlaştıracak. Her mümin erkek ve kadın O'na sec­de ederken dünyada gösteriş için secde edenler ortada kalacak. Secdeye gitmek isteyecekler fakat sırtları tek bir tabakaya dönecek/eğilemeyecekler."

[51] Müddessir: 74/38-47

[52] Kamer: 54/47-48

[53] Mutaffifin: 83/29

[54] Nur: 24/56

[55] Maun: 107/4-5

[56] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid (7/143) el-Heysemî dedi ki: Bunu Taberânî, el-Evsat'ta rivayet etti. Senedindeki İkrime İbn İbrahim gerçekten zayıftır.

[57] el-Munzirî, et-Terğib ve't-Terhib, (c. 1/387) dedi kî: Bunu Ebû Yala hasen bir isnadla rivayet etti.

[58] Tâberî, Tefsir, (c.12/30/200) İbn Abbas, Mücahid ve İbn Ömer'den ben­zerini nakletti.

[59] Fussilet: 41/6-7

[60] Casiye: 45/7-9

[61] İbrahim: 14/2

[62] Mutaffifin: 83/1.

[63] Hümeze: 104/1.

[64] Meryem: 19/59.

[65] İbn Cerir et-Tâberî bunu "Tefsirinde (c.8/16/75) İbn Mes'ud'dan mevkuf olarak tahriç etti.

[66] el-Heysemî bunu "Mecmau'z-Zevâid"de (10/389) nakletti ve şöyle dedi: Bunu Tâberanî rivayet etti. İçinde zayıf raviler var, fakat İbn Hibban onların güvenilir kimseler olduğunu ve (zayıftır iddiasında bulunanların) yanıldıkla­rını söyledi. el-Münzirî de bu hadisi "et-Terğib ve't-Terhib"te zikretti. (4/472) ve dedi ki: Bunu Tâberanî ve Beyhaki merfu olarak, diğerleri Ebû Umame'den mevkuf olarak rivayet ettiler. En doğrusu budur.

İbn Kesir, Tefsîr'inde (3/128) dedi ki: Bu hadis garîbtir, merfû olanı ise münkerdir.

[67] Meryem: 19/59- 60.

[68] Tevbe: 9/11.

[69] Hucurat: 49/10.

[70] Kıyame: 75/31-32.

[71] Kıyame: 75/34-35.

[72] Münafikun: 63/9.

[73] Bakara: 2/5.

[74] Bakara: 2/254.

[75] Enfal: 8/4.

[76] Hac: 22/64.

[77] Maide: 5/76.

[78] Şûra: 42/5.

[79] Secde: 32/15.

[80] Bakara: 2/43-83-110, Yunus: 10/87, Nur: 24/56, Rum: 30/31, Müzzemmil: 73/20.

[81] Mürselât: 77/48-49.

[82] Mürselat: 77/47.

[83] En'am: 6/33.

[84] Neml: 27/80.

[85] İsra: 17/102.

[86] Bakara: 2/146.

[87] Tirmizî, İstizan (c.5/2733) Safvan İbn Assal rivayet etti. Ebû İsa et-Tirmizî dedi ki: Bu hadis hasen-sahihtir. Tirmizî bu hadîsi ayrıca Kitabu't-Tefsîr'de tahriç etti. (c.5/3144) Tirmizî dedi ki: Bu hadis hasen-sahihtir. Ahmed bu hadisi Müsned'de (4/240) Safvan'dan rivayet etti.

[88] Saffat: 37/105.

[89] Buhârî, İsti'zan (c.l l/h.6243) Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir. Kader (c.l l/h.6612/Fetih) yine Ebû Hureyre'den ve su lafızlarla rivayet edilmiştir: "Allah Ademoğluna zinadan nasibini takdir etmiştir. Hiç şüphesiz o mukad­der olan bu akıbete erişecektir. Şimdi göz zinası, harama bakmaktır. Dil zi­nası da konuşmaktır. Nefsin de temenni ve arzuları vardır. Tenasül uzvu ise bunları ya tasdik edip gerçekleştirir yahut bırakarak yalanlar." Müslim, Ka­der (c.4/20/s.2046)

[90] Hadis, el-Hasen'den mevkuf olarak rivayet edilmiş olup İbn Ebî Şeybe Kitabu'l-İman'da (s.38/h.93) tahriç etmiştir. Ondan yapılan bu rivayet sahih değildir. Çünkü isnadında Zekeriyya İbn Hâkim el-Habtî vardır. Zehebrye göre bu kişi makbul birisi değildir.

Merfu hadise gelince hocamız el-Elbânî, es-Silsiletu'z-Zaife'de (c.3/134) dedi ki: Hadis merfudur. İsnadında zayıflık vardır. Seneddeki Yusuf İbn Atıyye es-Safâr el-Ensârî, Buhârî'ye göre hadisi reddedilen bir kişidir; en-Nesâî ed-Dulâbî'ye göre ise hadisi terk edilir/alınmaz. Nesâî buna ilaveten "güvenilmez" dedi. Ayrıca hadisin senedindeki Abdusselam İbn Salih'i -ki Ebû's-Salt el-Herevî'dir Zehebî "ez-Zuafa"da (zayıf raviler içinde) zikretmiş ve pek çok kişinin onu yalancılıkla itham ettiğini söylemiştir. Rafızî'dir diyen bile vardır.

[91] Müslim, İman (c.1/1 34/s.88) Cabir'den şu lafızlarla rivayet etmiştir: "Kişi ile şirk ve küfür arasında namazın terki vardır." Ebû Dâvûd (4/4678). Tirmizî (c.5/2620) dedi ki: Hadîs hasen, sahihtir. Ebû'z-Zübeyr'in İsmi Muhammed İbn Müslim İbn Tederrus'tur, tedlisle meşhurdur. İbn Mâce (1/1078). Darimî (c. 1 /1233/Rayyan). Ahmed, Müsned (3/370)

[92] Tirmizî, İman, (c.5/h.2621) dedi ki: Hadis, hasen, sahih, garibtir. Nesai (1/231). Ahmed (5/346). Hâkim, el-Müstedrek (1/7) sahihtir, dedi ve Zehebî'ye muvafakat etti. İbn Ebî Şeybe, İman (s. 26/h.46)İbn Hıbban (c.3/h.l452) Bunların hepsi bu hadisi Burayde'den rivayet etmişlerdir, el-Elbânî Sahihu'l-Cami' (4143)'de zikretti ve sahihtir, dedi.

[93] el-Münzirî, et-Terğib ve't-Terhib (c.l/3791'da zikretti ve Hibetulah et-Taberî'nin sahih bir senetle rivayet ettiğini söyledi.

[94] Ahmed, Müsned (2/169). Taberânî, el-Evsat (2/1788) Abdullah İbn Amr'dan muhtasar olarak rivayet etmiştir. Darimî (2/2721 /Rayyan). İbn Hıb­ban, Sahih (c.1/1465). el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid (1/292) el-Heysemi dedi ki: Bunu Taberânî, el-Kebir ve el-Evsat'ta rivayet etmiştir, Ahmed'in ravileri güvenilir kimselerdir. el-Münziri, et-Terğib ve't-Terhib (1 /386) el-Münzirî dedi ki: Bunu Ahmed, ceyyid/iyi bir senedle rivayet etmiştir.

[95] el-Münzirî, et-Terğib ve't-Terhib (1/379); o şöyle dedi: Bu hadisi Taberânî ve Muhammed İbn Nadr, Kitabu's-Salât'ta Ubade b. es-Samit'ten sakıncasız iki senetle rivayet etmişlerdir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid (4/216); o şöyle de­di: Bunu Taberânî rivayet etti ve senedinde Seleme İbn Şureyh vardır, Zehebi bu kişinin tanınmadığını fakat diğerlerinin sağlam kişiler olduğunu söyledi. (Ben derim ki) hadisin Ebû'd-Derda hadisinden şahidi vardır. Onu da İbn Mâce (2/4034) tahriç etmiştir. el-Elbânî, Sahihu'l-Cami'de (7339) zikretmiştir.

[96] Tahrici daha önce geçti.

[97] Tahrici daha önce geçti.

[98] Tirmizî İman (5/2616) Muaz'dan nakletti. Uzun bir hadisin bir bölümüdür. Ebû İsa el-Tirmizî, bu hadis hasen-sahîhtir dedi. İbn Mâce (2/2973)

[99] Buhârî, İman (c. 1 /60/Fetih) Müslim, İman (c.l/19-22/s.45) İbn Ömer'den rivâyet etmişlerdir. Ahmed, Müsned (2/26, 93, 1 20). Nesâî, Tirmizî.

[100] Buhârî, Salât (c. 1 /391 /Fetih), Enes b. Malik'ten rivayet etmiştir. Nesâî (7/86), Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Ahmed de ondan rivayet etmişlerdir.

[101] Ahmed, Müsned (3/340) Cabir'den rivayet etti. Tebrizî, el-Mişkatu'l-Mesa-biri (1/294); o da Cabir'den fakat şu lafızlarla rivayet etti: "Cennetin anah­tarı namazdır, namazın anahtarı temizliktir." el-Elbânî dedi ki: Senedi za­yıftır. Senedindeki Süleyman b. Karm ve Ebû Yahya el-Kattat zayıf hafızalı kişilerdir.

[102] Ahmed, Müsned (5/242). el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid (1/16) Muaz İbn Cebel'den rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Bunu Ahmed ve Bezzar rivayet et­miş olup senedinde Muaz'la-Şehr arasında kesinti vardır. İsmail b. Ayyaş'm Hicazlılardan rivayeti zayıftır. el-Elbânî, es-Silsiletu'z-Zaife (3/1311)

[103] Buhârî, Cenaiz (3/s.l31/Rayyan) İbn Hacer, Fethu'l-Bari'de dedi ki: Bu bir haberdir, müellif yani Buhârî bunu mevsul olarak Tarih'inde ve Ebû Nuaym el-Hilye'de rivayet etmiştir.

[104] Ahmed, Müsned (4/34, 338), Nesâî (2/112). Malik, Muvatta, Salât (c. 1 /3/s. 132). Hâkim, Müstedrek (1 /244), sahihtir dedi.

[105] Bunun tahrici daha önce geçti.

[106] Ebû Dâvûd (3/2513) Şu lafızla: "Kim öğrendikten sonra atışı bırakırsa bir nimeti bırakmış olur -ya da şöyle dedi: -nankörlük etmiş olur." Ukbe'den ri­vayet etli. Nesâî (6/223). Hâkim (2/95), sahihtir dedi. Zehebi de onu onayladı.

[107] Buhârî, Feraiz (c. 12/6768/Fetih). Müslim, İman (c.1/113/62) Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[108] İbn Mace (2/2744). ed-Darimi (2/2861/Rayyan). Ahmed, Müsned (2/215). Heysemi, Mecmau'z-Zevaid (1/97) dedi ki: Ahmed, Müsned'de; Taberani ise es-Sağir ve el-Evsat'ta rivayet etti; Amr İbn Şuayb babasından o da dedesinden rivâyet etti; ben isnadı sahihtir derim.

[109] Buhârî, iman (c. 1 /48/Fetih) Vail'den rivayet etti. Müslim, İman (l/16/64/s.81) İbn Mes'ud'dan rivayet etmiştir.

[110] Ebû Dâvud (4/3904). Tirmizî (1/135) dedi ki: Bu hadisin ancak şu yolla gel­diğini biliyoruz: Hâkimu'l-Esrem, Ebî Temime el-Huceymi'den, o da Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir. Muhammed bu hadisin isnadını zayıf bulmuştur. Ahmed, Müsned (2/408, 476). İbn Mace (1/639). Nesâî, Uşratu'n-Nisa, no: 131, el-Elbânî bu hadisi İrvau'l-Ğalil'de (3006) sahih olarak nitelendirdi.

[111] Ebû Dâvûd (3/3251) İbn Ömer'den şu lafızla: "Allah'tan başkasıyla yemin eden müşriktir." rivayet etti. Tirmizî (4/1535), şöyle dedi: Hadis hasendir. Ahmed, Müsned (1/47), Ahmed Şakir'in numaralandırmasıyla no: 329. İbn Hibban, el-İhsan (6/4343). el-Elbani, Sahihu'l-Cami, no: 6204

[112] Müslim, iman (c. 1/121/67) Ebû Hureyre'den "insanlar arasında iki haslet vardır..." lafzıyla rivayet edilmiştir.

[113] Buhârî, Mezalim (c.5/2475/Fetih), Müslim, A'yan (c.l/100/57/s.76) namazı terk edenin mürted olup olmadığı 

[114] Ahmed, Müsned (3/135, 154, 210, 251) İbn Hıbban, el-İhsan (1/194). Beyhaki, eş-Şuab (4/4354). İbn Ebî Şeybe, İman "vela dine lîmen la ahde leh" ilavesi olmaksızın müellifin lafzıyla, no: 7. el-Elbânî, Sahihu'l-Cami, no:7179.

[115] Maide: 5/44.

[116] Hâkim, Müstedrek. (2/313) İbn Abbas'tan mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Hâkim dedi ki: isnadı sahih bir hadistir fakat Buhârî ve Müslim tahriç efmemişlerdir. Zehebi bunu onayladı.

[117] Buhârî, Hac (c.3/1739/Fetih) Müslim, Kasame (c.3/29/s.l305, 1306) İbn Hıbbân, İhsan (1/187) Beyhakî, Şuabu'l-İman (4/5320) İbn Ömer'den rivâyet edilmiştir.

[118] Tahrici daha önce geçti.

[119] Buhârî, Edeb (c.l0/6104/Feth) Abdullah İbn Ömer'den şu lafızlarla rivayet etmiştir: "Her kim, kardeşine ey kafir derse, bu söz mutlaka ikisinden birisi­ne ulaşır." Müslim

[120] Bakara: 2/84-85.

[121] Tahrici daha önce geçti.

[122] Tahrici daha önce geçti.

[123] Bakara: 2/254.

[124] Talâk: 65/1.

[125] Enbiya: 21/87.

[126] Araf: 7/23.

[127] Kasas: 28/16.

[128] Bakara: 2/26-27.

[129] Bakara: 2/99.

[130] Hucurat: 49/6.

[131] Ben derim ki: Suyûtî, "Esbabu'n-Nüzul" isimli kitabında onu el-Haris b. Dırar el-Huzafye gönderdiği zaman el-Velid İbn Ukbe hakkında nazil oldu­ğunu zikretti ve dedi ki: Bunu Ahmed tahriç etti, isnadına güvenilir. Baki', Esbabü'n-Nûzul/l 80. Ben derim ki: Bunu Heysemî, Mecmau'z-Zevaid'de zikretti. (7/109) ve Ahmed ve Taberî'nin rivayet ettiğini, Ahmed'in senedi­nin güvenilir olduğunu söyledi.

[132] Nur: 24/4.

[133] Kehf: 18/50.

[134] Bakara: 2/197.

[135] A'raf: 7/199.

[136] Nisa: 4/17.

[137] Maide: 5/72.

[138] Hac: 22/31.

[139] Kehf: 18/110.

[140] Tahrici daha önce geçti.

[141] Ahmed, Müsned (4/403) Ebû Musa'dan rivayet etmiştir. Heysemi, Mecmau'z-Zevaîd (10/223) Ebû Musa'dan rivayet etti ve şöyle dedi: Bunu Ah­med, Taberânî el-Kebir ve el-Evsat'ta rivayet etti; Ahmed'in ravîleri Ebû Al­î'nin dışında sağlamdır, onu da İbn Hıbban güvenilir bulmuştur ve Aişe'ye ait bir hadis olarak zikretmiştir (10/223) ve şöyle demiştir: Bunu Bezzar rivâyet etti, içinde Abdu'l-A'la b. A'yûn vardır ve zayıftır.

[142] Buhârî, İman (c.l/33/Fetih) Ebû Hureyre'den rivayet etti. Müslim, iman (c. 1/107/59)

[143] Buhârî, İman (c.l/34/Fetih). Müslim, İman (c.l/100/58) Abdullah b. Amr'dan rivayet edilmiştir.

[144] Tahrici daha önce geçti.

[145] Yusuf: 12/106.

[146] Hucurat:49/14.

[147] Hucurat: 49/15.

[148] Tahrici daha önce geçti.

[149] Tahrici daha önce geçti.

[150] Tahrici daha önce geçti.

[151] Malik, Muvatta (c.l/6/s.6) Vükûtu's-Salât, Ömer İbn el-Hattab'ın valilerine yazdığı mektuptan bir parçadır. İsnadı sahihtir.

[152] Kitabın aslında bu sözün kaynağı belirtilmemiş fakat ben bu rivayeti Malik'in Muvatta'ında Kasri's-Salâti fi's-Sefer'de buldum. (c.l/h.no:89/s.173) -Çeviren-

[153] el-Münzirî, et-Terğib ve't-Terhib (c.1/386) İbn Ebî Şeybe'ye isnad etti. Ben derim ki: Bu manada pek çok hadis vardır. Yukarıda geçti.

[154] Yani bu işin bir ciddiyeti var ise hanımının boş olması gerekir demek istiyor. -Çeviren-

[155] el-Münzirî, et-Terğib ve't-Terhib (1/380) Muhammed İbn Nasr el-Mervezi yoluyla gelmiştir.

[156] Buhârî, Mevakîtu's-Salât (c.2/553/Fetih) Burayde'den rivayet etti. Nesâî (1/236) Burayde'den rivayet etti.

[157] Bakara: 2/264.

[158] Hucurat: 49/2.

[159] Dârakutnî, es-Sunen (3/52) Aişe'den rivayet etti. Dârakutnî dedi ki: Hadisin senedindeki Ummü Muhammed ve el-Aliye meçhul kişilerdir. Bunların hadi­si delil olarak kullanılamaz. İbnu'l-Cevzî şöyle dedi; Dediler ki el-Aliye meç­hul bir kadındır, onun verdiği haber makbul değildir ve delil olarak kullanıl­maz. Biz deriz ki: Hayır, o bilinen ve değerli bir kadındır. İbn Sa'd, Tabakat'ta onu anlattı ve şöyle dedi: el-Aliye binfi Enfa' İbn Şurahil, Ebû İshak es-Subey'i'nin hanımıdır, Aişe'den hadis işitmiştir. Bak: et-Ta'lîku'l-Muğni ale'd-Darekutnî, 3/53

Ben derim ki: Fakat bu hadis Ebû İshak'a danayır, o da tedlis yapan ve öm­rünün sonunda duyduklarını karıştıran bir adamdır, İbn Hacer et-Tehzîbu't-Tehzib'te böyle dedi.

[160] Mefhum-u Lakap: Bir hükmün cins veya özel bir isme mahsus olarak zikre­dilmesi ve bu hükmün zikredilen isim hakkında sabit olması, bunun dışında­kilerde sabit olmamasıdır. Bunu sadece Şafiî ed-Dekkak ve bazı Hanbeliler bir delil olarak kabul etmişlerdir. Alimlerin cumhuru/çoğunluğu bunun delil olarak kullanılmasına karşı çıkmışlardır. Çünkü mefhum-u lakap, lügatten veya akıldan veya dinden hiçbir dayanağı olmayan kusuru ve zayıflığı açık bir delâlet şeklidir.

[161] Buhârî, Mevakitu's-Salât (c.2/552/Fetih) Müslim, el-Mesacid (c.l/200/h.626) İbn Ömer'den nakledilmiştir.

[162] Buhârî, Mevâkitu's-Salât (c.2/597/Fetih) Enes'ten benzer şekilde rivayet et­miştir. Müslim, Mesacid (c.l/3I4/h.684)

[163] Müslim, Mesacid (c. 1/31 ö/s.477) Enes'ten rivayet etmiştir.

[164] Taha: 20/14.

[165] Müslim, Mesacid (c.l /309/K.680)

[166] Müslim, Mesacid (c.1/31 l/h.681) Ebû Katade'den nakletti.

[167] Ahmed, Müsned (1/386, 464). Ebû Dâvûd, Sünen (1/447) Abdullah Mes'ud'dan nakletti.

[168] Darekutnî (1/423) Ebû Hureyre'den rivayet etti. Senedinde Hafs İbn Ebîl-Attaf var: Bunu Buhârî ve Nesâî zayıf gördüler. Fakat bu konuda sahih sa­hiplerinin tahriç erliği sahih ve sabit başka hadisler de var. Heysemî, Mecmau'z-Zevaid (1/322) dedi ki: Bunu Tebarânî, el-Evsat'ta rivayet etti: Senedinde Hafs İbn Ömer İbn Ebîl-Attaf var. Bu da çok zayıf bir ravidir.

[169] Buhârî, Salât (c. 1/441/Fetih) Müslim, Mesacid (1/39/541) Ebû Hurey­re'den rivayet edilmiştir.

[170] Tahrici daha önce geçti.

[171] Tahrici daha önce geçti.

[172] Tahrici daha önce geçti.

[173] Buhârî, Mevakitu's-Salât  (c.2/596/Fetih) Müslim, Mesacid (c. 1 /209/h.631) Cabir İbn Abdillah'tan rivayet etti.

[174] Ebû Dâvûd (2/2393)~Malik, Muvatta, Siyam, Said İbn el-Müseyyeb'ten mürsel olarak rivayet etti.

[175] Ben derim ki: Tirmîzî'de bu hadis İbn Abbas'tan merfu olarak rivayet edil­miştir. Ebû İsa dedi ki: Senedindeki Hasen İbn Kays, hadisçilere göre zayıf­tır. Ahmed ve diğerlerine göre de zayıftır. Prof. Ahmed Şakir de bu hadise düştüğü notta onun zayıf olduğunu söyledi.

Yine ben derim ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den sahih olarak rivayet edildiğine göre o, Medine'de hiçbir korku ve yağmur olmadığı za­man da öğle ile ikindiyi, akşamla yatsıyı birleştirerek kıldığı olmuştur. Bunu, Muslini, Salâtu'l-Müsafirin (c.1/54/h.705); Tirmizî (c.l/h.187) İbn Abbas'tan şu lafızlarla rivayet etmişlerdir: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem korku ve yağmur olmaksızın Medine'de öğle ile ikindiyi, akşam ile yat­sıyı birleştirmiştir." Vekî, İbn Abbas'a sormuş: Peygamber niçin böyle yaptı? İbn Abbas dedi ki: Ummeline zorluk olmasın diye (Ebû Muaviye hadisinde): İbn Abbas'a denildi ki: Bununla maksadı ne idi? Dedi ki: Ümmetine zorluk olmamasını istedi...

[176] Tahrici daha önce geçti.

[177] Tahrici daha önce geçti.

[178] Tahrici daha önce geçti.

[179] Buhârî, Mevakitu's-Salât (c.2/579/Fetih).  Müslim, Mesacid (c.1/163/h.608/s.423) Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir.

[180] Maide: 5/4-5.

[181] Tahrici daha önce geçti.

[182] Meryem: 19/59.

[183] Tahrici daha önce geçti.

[184] Malik, Muvatta (1 /390) İbn Ömer'den mevkuf olacak rivayet etti, isnadı sa­hihtir. Heysemî, Mecmau'z-Zevaid (3/255)'de İbn Abbas'tan rivâyet etti ve dedi ki: Bunu Taberânî, el-Kebir ve el-Evsat'ta rivayet etti. İsnadında Ömer İbn Kays el-Mekkî vardır, o zayıf ve metruktur.

[185] Ahmed (2/386), İbn Mace (1/1672), Ebû Dâvûd (2/2396), Tirmizî, Darimi... Buhârî Sahihinde Ebû Hureyre'nin sözünden ta'lîk olarak zikretti ve Ebû Hureyre'den merfu olarak rivayet edildiğini söyledi..., sonra hadisi zik­retti. İbn Hacer şerhederken hadisin zayıf olduğunu söyledi ve zayıflık se­beplerini üç kelimede özetledi: Izdırap, cehalet ve şek. Bak: el-Fetih (c.4/s.190-191/Rayyan). el-Elbanî bunu Zaîfu'l-Cami'de 5471 numarada zikretti ve zayıf olduğunu söyledi.

[186] Ben derim ki: Buhârî korku namazı için müstakil bir bölüm açarak "Kitabu'l-Havf" diye isimlendirdi. Orada bütün zamanlarda kılınacak korku namazı­na ait hadisleri zikretti. (Fethu'l-Bari, c.2/s.497/s.508/Rayyan) Müslim, el-Müsafirin (c. 1/309/h.841 /s.575) Sehl İbn Ebî Hayseme'den rivayet etti.

[187] İbn'l-Mübarek bunu "ez-Zühd"de 914 numarada rivayet etti.

[188] Ben derim ki: Bunun isnadı zayıftır çünkü senedinde Abdullah İbn Harraş vardır. el-Hafız "et-Takrîb"te de "onun hakkında zayıftır ve yalancıdır," dedi.

[189] Tahrici daha önce.

[190] Ebû Dâvûd (1/101) Ebû Hureyre'den. İbn Mace, Taharet (1/998) Ebû Said İbn Zeyd'den, Ahmed, Müsned (2/418). Hâkim (1/146) Bunda şu ilave vardır: "Allah'ın ismini zikretmeyen kimsenin abdesti olmaz." el-Elbânî, Sahihu'l-Cami, 7514

[191] Bu, Sahîhu Buhârî ve Müslim'de geçen "ameller niyetlere göredir, herkes için niyet ettiği şey vardır" hadisinden kastedilen şeydir. Bunu Buhârî, Bed'u'l-Vahiy (c.l/1/Feth); Müslim, imara (c.3/155/h.l907)'de Ömer İbn el-Hattab'tan tahriç etmişlerdir.

[192] Ebû Dâvûd (2/2454). Tİrmizî (3/730). Nesâî (4/196), Darimî (2/1698/Rayyan), Hafsa'dan. el-Elbânî, Sahihu'l-Camî, no: 6535, sahihtir, dedi.

[193] Buhârî, el-Ezan (c.2/756/Fetih) Müslim, Salât (c. 1/34/394) Ubade İbn es-Samit'ten rivayet edilmiştir. Hadis, Buhârî ve Müslim'in üzerinde ittifak ettik­leri bir hadistir.

[194] Abdürrezzak, el-Musannef (c.2/3747) İbn Mes'ud'dan mevkuf olarak.

[195] Abdürrezzak, el-Musannef (c. 1 /2234)

[196] Ahmed, Müsned (1/259) Heysemî, Mecmau'z-Zevaîd (1/321) O dedi ki: Bunu Taberanî, el-Evsat'ta Bezzar ve Ebû Ya'la rivayet etti, Ebû Ya'la'nın ravileri güvenilir kimselerdir.

[197] Malik, Muvatta (c. 1/25/13, 14) Kitabu Vukûtû's-Salât, Said İbn el-Müseyyeb'ten mürsel olarak rivayet etmiştir.

[198] Tevbe: 9/67.

[199] Tahrici daha önce geçti.

[200] Buhari, Savm (c.4/1953/Fetih) Müslim, es-Sıyam (c.2/154/1 148) İbn Abbas'tan.

[201] Tahrici daha önce geçti.

[202] Tahrici daha önce geçti.

[203] Buhârî,  el-Meğazi  (c.7/41 1 9/Fetih).  Müslim, Cihad ve Siyer, (c.3/69/1770) İbn Ömer'den rivayet edildi, ancak Müslim'de "ikindi" yerine "öğle" lafzı vardır.

[204] Ahmed, Müsned (3/314, 315)

[205] Abdu'r-Rezzak el-Musannef'te (2/3795) Atâ'dan nakletti. Atâ dedi ki: Hali­fe el-Velid bir seferinde cumayı akşama kadar geciktirdi. Oturmadan önce öğleyi kıldım, sonra o hutbe okurken oturduğum yerde ima ile ikindiyi kıldım...

[206] Tahrici daha önce geçti.

[207] Muslim, Mesacid (c.1/31 l/h.681) Ebû Kafade'den.

[208] Ahmed, Müsned (4/441) İbn Hacer el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid (1 /322) dedi ki: Bunu Taberânî el-Evsat'ta rivâyet etti. Senedinde Kesir İbn Yahya vardır ve zayıftır.

[209] Nesâî (6/279)Abdurrahman İbn Alkame es-Sakâfî'den rivâyel etti. Bunun senedinde durumu meçhul iki kişi vardır. Bunlar: Ebû Huzeyfe -ki Yahya İbn Hâni'nin hocasıdır- ve Abdulmelik İbn Muhammed İbn Nesir'dir. Hadis, Allahu alem zayıftır.

[210] Nûr, 31.

[211] Tahrici daha önce geçti.

[212] Meryem, 205.

[213] Taha: 20/82.

[214] Abdurrezzak, el-Musannef (2/3750) şu lafızla: "Namaz bir ölçüdür. Kim bu ölçüyü tam tutturursa karşılığı tam ödenir. Kim eksik tutturursa eksik ya­panlar için olan şeyi bilirsiniz."

[215] Tahrici daha önce geçti.

[216] el-Elbânî, "es-Sîlsiletu'z-Zaîfe" no: 183; Darekutnî, "Hâkim ve Beyhaki'ye nisbet etti ve zayıftır," dedi.

[217] Tahrici daha önce geçli.

[218] Tevbe: 9/67.

[219] Kehf: 18/24.

[220] Müslim, Mesacid (1/89/572) Abdullah'tan rivayet etti.

[221] Buhârî, Savm (4/1 933/Fetîh) Ebû Hureyre'den "unuttuğu ve yediği za­man..." lafzıyla rivayet etmiştir. Müslim, Siyam, (c.2/171/1 155) Ebû Hu­reyre'den.

[222] Mevkuf bir hadistir.

[223] Tahrîci daha önce geçti.

[224] Tahrici daha önce geçti.

[225] Tahrici daha önce geçti.

[226] Tahrici daha önce geçti.

[227] Nesâî (7/20), Ebû Dâvûd (3/3308) İbn Abbas'tan.

[228] Ahmed, Müsned (4/5) Abdullah İbn Zübeyr'den. Nesâî (5/11 7) Abdullah İbn Abbas'tan.

[229] Buhârî, el-A'yan ve'n-Nüzur (c. 1 1/6699/Felh) Müslim, Hac (c.2/408/1 335) İbn Abbas'tan.

[230] Darekutnî, Sünen (c.2/s.260/1 1 1) İbn Abbas'tan.

[231] Tahrici daha önce geçti.

[232] Tahrici daha önce geçti.

[233] Tahrici daha önce geçti.

[234] Müslim, Salâtu'l-Müsafirin (c.l/54/705/s.490-491), Tirmizî (1/178), Ebû Dâvûd (2/1211), Nesâî (1/290)

[235] Tahrici daha önce geçti.

[236] Tahrici daha önce geçti.

[237] Tahrici daha önce geçti.

[238] Tahrici daha önce geçti.

[239] Tahrici daha önce geçti.

[240] Buharı, Hac (c.3/1673, 1674/Fetih) Müslim, Hac (c.2/h.no: 1288/s.937) Abdullah İbn Ömer'den.

[241] Müslim (c.l/h.622/s.434) el-Alâ İbn Abdirrahman 'dan rivayet etti. O, öğle namazını kıldıktan sonra Basra'daki evinde Enes İbn Malik'in yanına gir­miş. Enes'in evi mescidin yanındaymış. Enes ona sormuş;

"İkindiyi kıldınız mı?"

"Hayır, daha şimdi öğleyi kıldık demişler."

"Haydi ikindiyi de kılın" demiş. Anlatan dedi ki: Bunun üzerine kalktık, ikindiyi kıldık. Namazı bitirdikten sonra bize şöyle dedi: Rasûlullah'ın şöyle dediğini duydum:

"Güneşi bekle­yip de şeytanın iki boynuzu arasında olduğu zaman kalkar, tavuğun yem topladığı gibi (alelacele) dört rekât kılar, Allah'ı pek az anar. İşte bu müna­fığın namazıdır." Ebû Dâvûd (1/413), Tirmizî (1/160), Nesâî (1/254), İbn Hibban (l/h.260/ihsan) Enes'ten.

[242] Ni­sa: 4/31.

[243] İstishab delili: Var olduğu bilinen bir durumun aksine bir delil olmadıkça varlığının devam ettiğine hükmetmektir. -Çeviren-

[244] Tahrici daha önce geçti.

[245] İbn Mâce, Siyam (c.1/1671) Ebû Hureyre'den

[246] Tirmizi (1/1676), Ahmed, Müsned (2/498), Halcim, Darekutnî ve İbn Hibban, Ebû Hureyre'den nakletmişlerdir. el-Elbânî, Sahîhu'l-Cami no: 6243'de bunun sahih olduğunu söyledi.

[247] Buhârî, Savm (c.4/1936/Fetih) Müslim, Siyam (c.2/8T/h.l 1 II) Ebû Hu­reyre'den.

[248] (Ben derim ki) İbn Hacer el-Feth'de (4/204/Rayyan) şöyle dedi: Bu hadiste­ki kaza emri Ebû Uveys'in, Abdülcebbar'ın ve Hişam İbn Sa'd rivayetinde geçmekledir. Hepsi de Zühri'den rivayet etmişlerdir. Beyhaki bu hadisi İbra­him İbn Sa'd yoluyla Leys'ten, o da Zühri'den rivayet etmiştir, İbrahim İbn Sa'd'in Sahih'te Zühri'nin kendisinden yaptığı rivayetle bu ilave yoktur, Sahihayn'de Leys'in Zühri'den yaptığı rivayette de yoktur. Bu ilave Saîd İbn el-Müseyyeb'in, Nafi' İbn Cubeyr'in, el-Hasen'in ve Muhammed İbn Ka'b'ın mürsellerinde de vardır. Bu yolların tamamıyla bilinir ki bu ilavenin bir aslı vardır.

[249] Malik, Muvatta, Siyam (c. 1/29/297) İbn el-Müseyyeb'ten mürsel olarak ri­vayet etti.

[250] İbn Hacer el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid (2/42) dedi ki: Bunu Ahmed riva­yet etti, isnadı sahihtir.

[251] Ebû Dâvûd, Salât (c.1/552), İbn Mace, Mesacid (c.l/251/h.651) Ebû Hureyre'den

[252] Buhârî, Ezan (c.2/644/Fetih) Müslim, Mesacid (c.l /251/H.651) Ebû Hırreyre'den

[253] Müslim, Mesacid (c.l/258, 259/h.655) Ebû Hureyre'den. Aynı hadis Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Ahmed'de de vardır.

[254] İbn Mâce (1/793), Ebû Dâvûd (1/551), Hâkim (1/425), İbn Hibban, el İh­san (3/h.2061). Hepsi de İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Müellifin buna bir ilavesi vardır: "Mazereti olmadıkça" el-Elbânî "Sahihu'l-Cami"de bu ziyade ile birlikte hadisi sahih görmüş ve bu ziyadeyi de işaret edilen kaynaklara nisbet etmiştir. Bak: Sahihu'l-Cami, 6300 nolu hadis.

[255] Maide: 5/58.

[256] Cuma: 62/9.

[257] Nisa: 4/102.

[258] Nun: 68/42/43.

[259] Müslim, Mesacid (c. 1 /255/h.653) Ebû Hureyre'den

[260] Ahmed, Müsned (3/423), Ebû Dâvûd (1/553), Nesâî (2/110), İbn Ummi Mektum'dan rivayet edildi. Bir benzeri 242 nolu dipnotta geçti.

[261] Tahrici daha önce geçti.

[262] Gazali, el-İhya (1/149) Fakat Aişe'den değil İbn Abbas'tan rivayet edildi.

[263] Gazali, el-İhya el-lraki bunun hakkında sükût etti.

[264] Bakara: 2/43.

[265] Alî İmran: 3/43.

[266] Alî İmran: 3/42-43.

[267] Tevbe: 9/119.

[268] Tahrici daha önce geçti.

[269] Tahrici daha önce geçti.

[270] Ahmed, Müsned (2/367) Ebû Hureyre'den rivayet etti. Senedinde Ebü Ma'şer vardır. Ebû Ma'şer "Necih b. Abdurrahman'ın lakabıdır. Hafız et-Takrib'te onun için zayıftır" dedi.

[271] Tahrici daha önce geçti.

[272] Ben derim ki bizim araştırmamıza göre bu hadisin zayıf olduğu yukarıda geçti. Zayıf bir hadisin hükümlerde delil olarak kullanılması caiz değildir.

[273] Tahrici daha önce geçti. 

[274] Tahrici daha önce geçti.

[275] Tahrici daha önce geçti.

[276] Geçen hadise bak.

[277] Bir tasnife göre sünnetler iki kısma ayrılır:

1- Sünnet-i Ade,

2- Sünnet-i Hüda. Sünnet-i Ade (Adet sünnetleri) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in bir beşer olarak içerisinde bulunduğu toplumun geleneklerinden ve yaşadığı ortam­dan da etkilenerek ortaya koyduğu davranış kalıplarıdır. Giyim-kuşam tarzı, yemek yerken çatal kaşık kullanmamış olması gibi. Bunlara uyulması dinin bir gereği değildir. Sünnet-i Hûda (Hidayet sünnetleri) ise, Peygamberin dinin bir gereği olarak ve İnsanların hidayetine vesile olan davranış kalıplarıdır, pren­sipler ve kanunlardır. Cemaatle namaz kılması, kurban kesmesi, gusletmesi, sünnet namazlar ve pazartesi ve perşembe oruçları gibi. -Çeviren-

[278] Müslim, Mesacid (1 /257/s.453) Abdullah İbn Mes'ud'dan.

[279] Müslim, Mesacid (c.1/256/654).

[280] Müslim, Mesacid (c.l/672/s.464) Ebû Said el-Hudri'den

[281] Ahmed, Müsned (4/228), Ebû Dâvûd (1/682), Tirmizî (c.l/h.231). Ahmed Şakir, hadisin isnadı sahihtir, dedi. İbn Hibban, el-İhsan (c.3/h.2196) Vabısa'dan.

[282] Ahmed, Müsned (4/23). İbn Hibban, Sahih (c.3/h.2199) Ali b. Şeyban'dan.

[283] Bu hadisin tahricî önceki hadiste geçti.

[284] Bu mesele hakkında bak: "Neylu'l-Evtar" (4/63) Bunda cevap vardır. İmam Ahmed bu meselede namazın bâtıl olduğu görüşündedir.

[285] Nesâî (1/249, 250) Ebû Hureyre'den.

[286] Buhârî (c.2/783/Fetih) Nesâî, Ebû Dâvûd.

[287] Buhârî, Ezan (c.2/699/Fetih), Müslim, Satâtu'l-Musafirin, B. ed-Duau fi Salâti'l-Leyli ve Kıyamuhu (c.l /525) Pek çok yolla İbn Abbas'tan rivayet edil­miştir.

[288] Müslim, Zühd (c,4/h.3010/2305) Cabir'den rivayet edilmiştir. Ebû Dâvûd (c. 1/263).

[289] Buhârî, Salât (c.l/377/Feiih). Müslim, Mesacid (c.l/44/h.544) Sehl İbn Sa'd'den.

[290] Ebû Dâvûd, Salât (c.1/597). Hâkim, Müstedrek (1/210) Sahihtir, dedi; Zehebi de onu onayladı.

[291] Malik, Muvatta (c. 1/64/165) Kasru's-Salâti fi's-Sefer, B. ma yefalû men cae ve'l-İmamu Râkiun. İsnadı sahihtir.

[292] Ebû Dâvûd (c. 1/547) Ahmed, Müsned (5/196), Nesâî (2/106, 107), Hâkim, Müstedrek (1/246) sahihtir dedi, Zehebi de onu onayladı, İbn Hib-ban, sahih (c.3/h.2O98). Bunların hepsi hadisi Ebû'd-Derda'dan rivayet et­mişlerdir. el-Elbânî, Sahihu'l-Camî, h: no: 5701

[293] Tahrici daha önce geçti.

[294] Ahmed, Müsned (4/34), Nesâî (2/112), Muvalta (1/132), Hâkim, d rek (1/244). Hâkim ve Zehebi rivayet hakkında bir şey söylemediler

[295] Ebû Dâvûd (1/575), Ahmed (4/160, 161), Nesâî (2/112, 113), Tîrmizt (1/219) hosen ve sahihtir dedi.

[296] Tahrici daha önce geçti.

[297] Tahrici daha önce geçti.

[298] Tirmizî (c. 1/218) Ahmed Şâkir dedi ki: Bunun isnadı sahihtir. Bu hadis za­hiren İbn Abbas'a mevkuf ise de hükmen merfudur/hükmen peygambere dayanır. Çünkü bu gibi şeyler akılla bilinemez. Ehl-i kitap ve diğerlerinden nakledilen kıssalardan da değildir. İbn Abbas inşaallah Peygamberden bir haber almadıkça gündüz oruç tutup gece ibadet eden bir kimsenin cehennemlik olduğunu kesin ifadelerle söylemez.

[299] Tahrici daha önce geçti.

[300] Tirmizî (c.2/h.360) Ahmed Şakır dedi ki: İsnadı sahihtir.

[301] Tirmizî (c.4/1862), Ebû Davûd (c.3/3680), İbn Mace (c.2/3377), el-Elbânî, Sahihu'l-Cami, 2/1081, 1082.

[302] Buhârî, Ezan (2/645/Fetîh), Müslim, Mesacid /c. 1/249/h.650) İbn Ömer'den.

[303] Buhârî, Ezan (c.2/647/Fetih) Müslim (c. 1/649) Ebû Hureyre'den.

[304] Müslim, Mesacid (c.l/260/h.656) Osman İbn Affan'dan.

[305] Ebu Dâvûd (1/575), Tirmizî (1/219), Nesâî (2/112, 113). Ebû İsa dedi ki: Hadis hasen, sahihtir.

[306] Tahrici daha önce geçti.

[307] Ebû Dâvûd (1/579), Nesâî (2/114), Ahmed (2/19), İbn Ömer'den el-Elbânî, Sahihu'l-Cami (7350)

[308] Furkan: 25/24.

[309] Furkan: 25/15.

[310] Ebû Dâvûd (1/796), Ahmed İbn Hibban, el-Elbânî, Sahihu'l-Cami (1626). Ammar İbn Yasir'den şu lafızlarla rivayet edilmiştir:

"Kişi namazını bitirir fakat ona kıldığı namazından sadece onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri ve yarısı yazılır.

[311] Gazalî, "el-İhya" (1/159). el-lrakî dedi ki: Ben bunu merfû olarak bulamadım.

[312] Suhârî, Taksiru's-Salât (c.2/1 115/Fetih), Tirmizî, Ebvabu's-Salât (c.2/h.371). Ebu İsa dedi ki: Bu hadis hmen, sahihtir. Ebû' Dâvûd (c l/951), Nesâî (3/223, 224)

[313] Buhârî, Taksiru's-Salât (c.2/1117/Fetih) İmran b. Husayn'den. Ebû Dâvûd ve Tirmizî.

[314] Tahrici daha önce geçti.

[315] Müslim, Siyam (c.2/204/h.l 164) Ebû Eyyûb el-Ensârî tarafından rivayet edilmiştir. Ahmed, Ebû Dâvûd, Tirmizî.

[316] Malik, Muvatta (c. 1/4/144), Kitabu Kasri's-Salâti fi's-Seferi. Ebû Dâvûd (c.2/1210) İbn Abbas'tan.

[317] Buhârî, Edeb (c. 10/6203/Fetih), Müslim, Mesacid (c. 1 /267/659) Enes İbn Malik'ten.

[318] Buhârî, Ezan (c.2/689/Fetİh), Müslim, Salat (c. 1/77/411) Enes İbn Ma­lik'ten.

[319] Buhârî, Enbiya (c.6/3366/Fetih), Müslim, Mesacid (c. 1/1/520) Ebû Zerr'den.

[320] el-Elbânî, Sahihu'l-Cami (3100) Enes'ten rivayet etti ve İmam Ahmed'in müsnedine ve Ziya'ya isnat etti. Bak: el-İrva/152.

[321] Tahrici daha önce geçti.

[322] Tahrici daha önce geçti.

[323] Tahrici daha önce geçti.

[324] Süheyl İbn Amr İbn Abdi Şems, Kureyş eşrafından, onların akıllılarından, hatiplerinden ve ileri gelenlerinden birisidir. Bedîr'de esir edildi. Çok iyi ko­nuşurdu. Ömer dedi ki:

"Ya Rasûlallah şu adamın dişini sökeyim de bir daha senin aleyhinde konuşamasın." Rasûlullah dedi ki:

"Bırak onu ey Ömer, belki ileride senin beğeneceğin bir makama gelir." Gerçekten de daha sonra o makama geldi. Bk: Usdu'l-Gabe, 2/480

[325] Aftab b. Esîd b. el-Ays b. Umeyye el-Kuraşî el-Emevî, künyesi Ebû Abdurrahman, Mekke'nin Fethi günü rnüslüman oldu. Peygamber onu fetihten son­ra Huneyn savaşına giderken yirmi yaşlarında iken Mekke'ye vali yaptı. At­tab iyi ve salîh bir insandı. Bak: Usdu'l-Gabe, 3/556.

[326] Buhârî, Ezan (c.2/757/Fetih). Müslim, Sâlât (c. 1 /45/397) Ebû Hureyre'den.

[327] Müslim, Salât (cl/41/s. 397) Ebû Hureyre'den.

[328] Buhârî, Ezan (c.2/756/fetih), Müslim, Salât (c. 1/34/394) Ubade İbn Sabit'ten rivayet edilmiştir.

[329] Vakıa: 56/74.

[330] Buhârî, Ezan (c.2/796/Fetih), Müslim, Salât (c.l/71/409/s. 306) Ebû Hu­reyre'den. Malik, Muvatta (c.1/s.88).

[331] Buhârî, Vudû (c.l/219/Fetih), Müslim, Taharet (c.l/l00/h.285) Enes İbn Malik'ten.

[332] Tirmizî, Ebvabu's-Salât (c.2/302), Ebû Dâvud (1 /859), Nesâî (2/1 93). Darimî, Ahmed ve İbn Hıbban.

[333] Müslim, Hac (c.2/147/h.l 218) Cabir'den gelen uzun bir hadisten alınmış­tır. Tirmizî (c.3/862) Ebû İsa dedi ki: "Bu hadis hasen, sahihtir."

[334] Tirmizî, Taharet (c.1/3), Ebû İsa: "Hadis sahihtir," dedi. Ebû Dâvûd (1/60), İbn Mace (1/275), Ahmed, Müsned (1/23/129), el-Elbânî, Sahihu'l-Cami (5875) Ali'den rivayet edilmiştir, hadis sahihtir.

[335] Tirmizî, Ebvabu's-Salât (c.2/265), Ebû Mes'ud el-Ensârî'dendir, hadis hasen sahihtir. Ebû Davûd (el/855), Ahmed, Müsned (4/122), İbn Mace (1/870), İbn Hibban, Sahih (c.3/1889, 1890)

[336] İbn Mâce (c.1/871), Ali İbn Seyhan'dan. Ahmed, Müsned (c.4/23), el-Elbânî, Sahihu'1-Cami (7/977) hadis sahihtir

[337] İbn Hıbban, Sahih (c.3/h.l 889), İbn Mes'ud'dan, el-Elbânî, Sahihu'1-Cami (7225), Beyhaki'ye nisbet etti ve sahihtir dedi.

[338] Ebû Dâvûd (c.l/h.862), İbn Mâce (c.l/h.1429), en-Nesâî (2/214), Ah­med, Müsned (c.4/428, 444), Abdurrahman İbn Şibl'den, el-Elbânî, Sahihu'l-Cami (6982) hasendir, dedi.

[339] Elimdeki kaynaklarda bu lafızlarla bir hadise rastlamadım. Ancak "ilca'dan men etti" değil de "akfâ'dan men etti" lafzıyla bir hadis buldum. Onu Heysemî, Mecmau'z-Zevaîd'de (c.2/136) zikretti ve Taberânî'nin el-Kebir'de bunu rİvâyet ettiğini söyledi, içinde Selam İbn Ebî Hayra vardır, o da metruktür.

[340] Tahrici daha önce geçti.

[341] Nisa: 4/142.

[342] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevaid (c.2/121) dedi ki: Bunu Taberânî, el-Kebir'de ve Ebû Yola hasen bir senetle rivayet etti.

[343] Buhârî, Ezan (c.2/791 /Fetih) Zeyd İbn Vehb'den. Nesâî (3/58, 59).

[344] Ahmed, Müsned (5/310) Ebû Katade'den. Malik, Muvatta (1/72/167) Nu'man İbn Mürre'den mürsel olarak rivayet etti, hadis sahihtir. Hâkim, el-Müstedrek (c. 1/229), Ebû Katade'den rivayet etti, sahihtir dedi, Zehebi de onu onayladı.

[345] Abdurrezzak, el-Musannef (c.2/3750) Selman'dan.

[346] Buhârî, Mevakitu's-Salât (c.2/530/Fetih) Enes'ten.

[347] Buhârî, Mevakitu's-Salât (c.2/529/Fetih) Enes'ten.

[348] Buhârî, Ezan (c.2/706/Fefih), Müslim, Salât (c. l/1 88/h.469) Enes'ten.

[349] Buhârî, Ezan (c.2/807/Fetih), Müslim, Salât (c. 1/1 90/s.342) Enes'ten.

[350] Ebû Dâvûd (c. 1 /888), Ahmed, Müsned (3/162, 163), Nesâî (2/225) Enes, İbn Malik'ten. İsnadında Vehb İbn Me'nus vardır. Hafız, et-Takrîb'te şöyle dedi: "Bu şahısın durumu kapalıdır."

[351] Buhârî, Ezan (c.2/821 /Fetih). Müslim, Salât (c.l/1 95/472) Enes'ten.

[352] Ebû Dâvûd (c. 1 /853) Enes İbn Malik'ten.

[353] Müslim Salat (c.1/,93/471) Müellifin lafzıyla rivayet edilmiştir. Buharî, Ezan (c.2/801/Fetih) yine Bera'dan rükûu ve secdeleri..."                                            

[354] Müslim, Salât (l/194/s.344) Buhârî, yukarıdaki gibi.

[355] Tahrici 56 nolu dipnotta Buhârî'nin lafzıyla geçti.

[356] Müslim, Salât (1/205/277) Ebû Said el-Hudri'den.

[357] Müslim, Salât (l/204/s.346) Abdullah İbn Ebî Evfa'dan.

[358] Buhârî, Ezan (c.2/771 /Fetih), Müslim, Mesacid (1 /235/648) Ebû Berze el-Eslemî'den.

[359] Müslim, Salât(c.l/163/h.455) Abdullah İbn Saib'ten. Buhârî bunu muallak bir hadis olarak zikretti (c.2/Ezan/Babu'l-Cem beyne's-Sureteyni fi'r-Rekâti)

[360] Müslim, Salât (c.l/166/s.337) Kutbe İbn Malik'ten.

[361] Müslim, Salat (c.l/h.457)

[362] Müslim, Salât (c.1/l70/h.459) Cabir İbn Semura'dan.

[363] Müslim, Salât (c.l/170/h.459)

[364] Buhârî, Ezan, Babu'1-Cehr li Kıraati'l-Fecr. Ümmü Seleme'den muallak ola­rak rivayet etti. Sonra muttasıl bir senetle Kitabu'l-Hac'da nakletti. (c.3/1619/Fetirt) Ümmü Seleme'den.

[365] Müslim, Salât (c. 1/173/462) İbn Abbas'tan. Buhârî, Ezan (c.2/763/Fetih)

[366] Buhârî, Ezan (c.2/764/Fetih) Zeyd İbn Sabit'ten. Ebû Dâvûd, Salât (cl/h.812), Nesâî (2/169, 170)

[367] Nesâî (2/170) Aişe'den.

[368] Nesâî (2/169), Abdullah İbn Utbe İbn Mes'ud'dan. İsnadında Muaviye İbn Abdullah İbn Cafer var. Hafız el-Takrib'te onun için makbuldür, dedi.

[369] Buhârî, Ezan (c.2/765/Fetih), Müslim (cl/h.463) Cubeyr İbn Mut'im'den.

[370] Buhârî, Ezan (c.2/769/Fetih), Müslim, Salât (c.l/1 77/s.339) Bera İbn Azib'ten .

[371] Buhârî, Ezan (c.2/766/Fetih), Müslim, Mesacid (c.l/1 l0/s.407).

[372] Tirmizî, Ebvabu's-Salât (c.2/309) Bureyde'den. Ebû isa dedi ki: Bureyde hadisi hasendir. Ahmed, Müsned (5/355), Nesâî (2/1 73) isnadı sahihtir.

[373] Buhârî, Ezan (c.2/705/Fetih) Musİim, Salât (c.l/179/s.340) Cobir İbn Abdillah'tan.

[374] Müslim, Salât (c.l/162/s.335) Ebû Said el-Hudri'den.

[375] Buharı, Ezan (c.2/776/Fetih), Muslim, Salât (c.l/155/s.333) İbn Katade'den.

[376] Ebû Davûd, Salat (c.l/h.800) Ebû Katade'den. İbn Hacer bunu Fetih'te (c.2/s.285/Rayyan) da zikretti.

[377] Ahmed, Müsned (4/356) Abdullah İbn Ebî Evfa'dan. İsnadında ismi belirsiz bir kişi vardır.

[378] Buhârî, Ezan (c.l/880/Fetih), Muslim, Salât (c.l/159/s.335) Cabir İbn Semura'dan.

[379] Müslim, Salât (c.l/157/s.334) Ebû Said el-Hudri'den. Ebû Dâvûd, Salât (l/n. 804) aynısını rivayet etti.

[380] Müslim, Salât (l/170/h.459), Ebû Dâvûd (1/806), Nesâî (2/166) Cabir İbn Semura'dan

[381] Müslim, Salat (c.1/171/h.460).

[382] Tirmizî, Ebvabu's-Salât (c.l/h.307) hadis hasen, sahihtir dedi. Ebû Dâvûd (1/805), Nesâî (2/166), Ahmed, Müsned (5/103).

[383] Nesâî (2/163) Bera'dan rivayet etti. İsnadında Ebû İshak es-Subeyî vardır.

[384] Ebû Dâvûd, Salât (c.l/h.807) İbn Ömer'den rivâyet etti. İsnadında Umeyye vardır. Hafız, Umeyye'nin Mücliz'den rivayetinin meçhul olduğunu söyledi. Bak: et-Takrib.

[385] Nesâî (2/163, 164) isnadında Ebû Bekir İbn Nadr var. Hafız, et-Takrib'te onun durumunun kapalı olduğunu söyledi.

[386] Malik, Muvatta (1/33A.82) Kitabu's-Salât. Abdurrezzak, el-Musannef (c.2/h.2711) Enes'ten.

[387] Malik, Muvatta (c. ) /82). Abdurrazzak, el-Musannef (2/2710)

[388] Buhârî, Ezan (c.2/h.704/Fetih), Müslim, Salât (c. 1 /182/h.466), Ebû Mes'ud el-Ensari'den rivayet edilmiştir.

[389] Buhârî, Ezan (c.2/703/Fetih), Müslim, Salât (c.1/1 83/h.467) Ebû Hurey­re'den.

[390] Müslim, Salât (d/186/h.478) Osman İbn Ebi'l-As'tan.

[391] Tahrid daha önce geçti.

[392] Tahrid daha önce geçti.

[393] Nesaî (2/166) Enes'ten. İsnadı sahihtir.

[394] Fettan, bozguncu, fitneci demektir.-Çeviren-

[395] Buhârî, Ezan (c.2/705/Fetih), Müslim, Salât (c.1/178/h.465) Cabir İbn Abdullah'tan.

[396] Ebû Dâvûd (2/1462), Nesâî (8/252, 253). Ahmed, Müsned (4/114, 115) Ukbe b. Amir'den. el-Elbânî, Sahih el-Cami'de Taberânî'den şu lafızlarla nakletti: "Sığınanların söyleyeceği en faziletli şeyi sana haber vereyim mi: Kul eûzû bî rabbi'l-felak, kul eûzû bi rabbi'n-nas" (Bak: Sahihu'l-Cami/2593)

[397] Ahmed, Müsned (4/264), Nesâî (3/54), İbn Hibban, Sahih (c.3/h.l 965) Ammar'dan isnadı sahihtir.

[398] Buharı, Fedailu'l-Kur'an (c.8/718/Fetih). Ebû Said el-Hudri'den. Müslim, Zekât (c.2/148/744) Ebû Said'den.

[399] Buhârî, iman (c.l/39/Fetih) Ebû Hureyre'den. Nesâî (7/121), Alımed, Müsned (4/422), (5/350, 351)

[400] Ahmed, Müsned (3/199) Enes'ten. el-Elbanî, Sahihul-Cami, no: 2246, ha­dis hasendir.

[401] Buhârî, Ezan (c.2/743/Fetih) Enes'ten. Müslim, Salât (c.l/50/h.399) Enes'ten.

[402] Nesâî (2/95) Ahmed, Müsned (2/26, 40) Abdullah İbn Ömer'den rivayet edilmiş olup, isnadı sahihtir.

[403] Buhârî, Ezan (c.2/631/Fetih), Müslim, Mesacid (c.1/292/h.674) Malik İbn el-Huveyris'ten.

[404] Bakara: 2/43.

[405] Maide: 5/55; Enfal: 8/3; Neml: 27/3; Lokman: 31/4.

[406] Ankebut: 29/45.

[407] Nisa: 4/103.

[408] Nisa: 4/162.

[409] İbrahim: 14/40.

[410] Taha: 20/14.

[411] Bakara: 2/45-46.

[412] Müslim, Salât (c.l/52/s.299) Ömer İbn el-Hattab'tan.

[413] Cin: 72/3.

[414] Müslim, Satât (c.l/38/h.395) Malik, Muvatta (c.l/39/s.84) Salât.

[415] Cin: 72/3.

[416] Müslim, Salâf(c.l/38/h.395) Malik, Muvatta (c. 1/39/V84) Salât.

[417] Rahman: 55/29.

[418] Müslim, Salât (c.l/207/h.479). Ebû Dâvûd (l/h.876). Nesâî (2/189). Ahmed, Müsned (1/155/219). Dârimi (cl/h.l 326/Rayyan) İbn Abbas'tan.

[419] Müslim Salât (c.l/194/s.343). Nesâî (2/799) Bu hadisi Nesâî, Ebû Said'den, Müslim, Ebû Ubeyde İbn Abdîllah'tan rivayet etmiştir.

[420] Müslim, Salât (c. 1/204/346) Abdullah İbn Ebî Evfa'dan.

[421] Bu, şu âyetin anlamıdır: "Sizi topraktan yarattık; yine sizi oraya döndürece' ğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız." Taha: 20/55.

[422] Buhârî, Ezan (c.2/813/Fetih) Ebû Saîd el-Hudri'den. Bu rivayette şu ifadeler vardır: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize namaz kıldırdı, sonunda onun yüzünde ve burnunun bir tarafında rüyasını doğrulayacak şekilde toprak ve su izi gördük." Müslim, Siyam (c.2/s.824, 825) Ebû Said el-Hudri'den.

[423] Nahl: 16/49-50.

[424] Hac: 22/18.

[425] Ra'd: 13/15.

[426] Ebu Dâvûd (c.l/h.869). İbn Mace (1/887). Ahmed, Müsned (4/155). Darimî (c.l/h.l305). İbn Hibban, sahih (c.3/h.l895/İhsan) Ukbe İbn Amirden.

[427] Ebû Dâvûd (c.l/h.850). Tirmizî (c.2/284). İbn Mâce (1/898). Hâkim, Müstedrek (î/262, 271). Hâkim bunun sahih olduğunu söyledi, Zehebi de onu tasdik etti.

[428] Müslim, Zekât (c.l /65/h.1015) Ebû Hureyre'den.

[429] Ebû Dâvûd (c.4/3892). Ahmed, Müsned (6/21) Ebû Derda'dan rivayet edilmiştir. el-Elbânî onu Zaîfu'l-Cami'de no: 5430'da zikretmiş ve çok zayıf olduğunu söylemiştir.

[430] Zümer: 39/73.

[431] Tirmizî (c.5/h.3499). Nesâî, "Amelu'l-yevm ve'l-leyle" (s.51/h.l08) Ebû Ümame'den rivayet edildi. Ebû İsa "bu hadis hasendir" dedi.

[432] Müslim, Mesacid (c.l/146/h.597). Malik, Muvatta (c.l/22/s.210) Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir.

[433] Müslim, Cumua (c.2/47/869) Ammor'dan rivayet edilmiştir.

[434] Nesâî (3/108, 109), Darimî (c.l /h.74/Rayyan), İbn Hıbbân, Sahih (c.8/h.63S9, 6390) Abdullah İbn Ebî Evfa'dan. el-Elbânî, Tahricu'l-Mişkat'ta (5833) sahihtir dedi.

[435] Müslim, Cuma, Babu Ma Yukrau fi Salâti'l-Cumua (c.2/s.597, 599), Ebû Dâvûd (c.l /h.1124), Tirmizî (c.2/519) hasen, sahihtir, dedi.

[436] Müslim, Cuma, Babu Ma Yukrau fi Yevmi'l-Cumua (c.2/s.599), Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî.

[437] Buharı, Teheccüd (c.3/h.1 1 63/Fetih) Müslim, Salâtu'l-Müsafirin (c.l/92/s.501) Aişe'den rivayet edilmiştir.

[438] Tahrici daha önce geçti,

[439] Ahmed, Müsned (3/1 24)

[440] Ahmed, Müsned (5/7A) Selemeoğullarından Süleym hadisidir. İsnadında meçhul bir kişi vardır.

[441] Ahmed, Müsned (5/74) Selemeoğullarından Süleym hadisidir. İsnadında meçhul bir kişi vardır.

[442] Ahmed, Müsned (5/355) Bir önceki hadistir.

[443] Buhârî, Ezan (2/701 /Fetih), Müslim, Salât (c.1/178/h.465) Cabir'den rivayet edilmiştir.

[444] Furkan: 25/67.

[445] İsra: 17/29.

[446] İsra: 17/26.

[447] (Ben derim ki) bu konudaki mütevatir rivayetler ve "Yüzünü Mescid-i Haram'a dön" âyetinin delâleti ve "Namazı unutan kimse" hakkındaki hadis sebebiyle -ki bu hadisin tahrici daha önce geçti- kıbleye yönelmek kesin bir emirdir.

[448] Müslim, Salât (c.l/26/s.293) Ebû Dâvûd, Nesâî, Ahmed. Malik İbn Huveyris'ten rivayet edilmiştir.

[449] Müslim, Salât, 8. RaPu'l-Yedeyn Hazvel-Menkıbeyn mea Tekbirati'l-ihram ve'r-Rükû (c.l/s.292). İbn Mace. el-Elbânî dedi ki: Bu hadis, Peygamberin "Neveytu en usalliye" gibi bir sözle namaza başlamadığına hatta bunun itti­fakla bid'at olduğuna işaret etmektedir. Ancak bunun bid'at-ı hasene mi yoksa bid'at-ı seyyie mi olduğunda ihtilaf ettiler. Biz deriz ki: Rasûlullah'ın "Her bîd'at sapıklıktır, her sapıklık cehennemdedir" hadisinin genel hükmü sebebiy­le ibadet konusundaki her bid'at sapıklıktır. Bak: Sıfatu Salâti'n-Nebiyyi, s. 66

[450] Ebû Dâvûd, Salât (c.l/h.757), Nesâî (2/126)

[451] Ebû Dâvûd, Salât (c.l/h.759) Tavas'tan rivayet etti. el-Elbânî bu Sıfatu Salâti'n-Nebîyyi s. 68, 69 zikretti.

[452] Buharı, Ezan (c.2/744/Fetih) Müslim, Mesacid (c.l/147/h.598) Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir.

[453] Müslim, Salâtu'l-Müsafirin (c.l/201/h.771) Ali İbn Ebî Talib'ten rivayet edilmiştir. Ebû Dâvûd, Nesâî.

[454] Ahmed, Müsned (4/80/85). Ebû Dâvûd, İbn Mace, İbn Hıbban. Hâkim, el-Müstedrek. el-Elbânî bunu Sifatu Salâti'n-Nebiyyi'de s. 86'da zikretti.

[455] Buhârî, Ezan, B. Vûcubi'l-Kıraati lil-İmami ve'l-Me'mum (c.2/756/Fetih). Müslim (c.l/h.394/s.295) Ubade İbn es-Samit'ten.

[456] Buhârî, Ezan (c.2/h. 743/Fetih). Müslim, Salât (cl/h.399) Enes rivayet et­miştir. Lafzı şöyledir:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Bekir ve Ömer namaza elhamdülillahi rabbi'l-âlemin ile başlıyorlardı." (Lafız Buhâri'ye aittir)

[457] Tirmizî (c.2/h.248) Vail İbn Hucr rivayet etmiştir. Ebû İsa et-Tirmizî dedi ki: Vail İbn Hucr'un hadisi hasendir. Bu hadisi Ebû Dâvûd, Darekutni ve İbn Hıbbân, Sufyan es-Sevrî yolundan rivayet etmişlerdir. Hafız, et-Telhis'te bu­nun senedinin sahih olduğunu söylemiştir.

[458] Bunu el-Elbânî "es-Silsiletu'z-Zaife" (c.2/952)'de zikretmiştir. Hadisin tahricinde el-Elbânî'nin zikrettiği başka şahitler vardır. Oraya müracaat et. İnşaallah faydalı olur.

[459] Ebû Dâvûd, Salât (1/777) Semura rivâyet etti.

[460] Ebû Dâvûd, Salât (1/778)

[461] Ebû Dâvûd, Salât (1/779), Tirmizî, EbvabuVSalâf (c.2/h.251). Ahmed, İbn Mace. Ebû İsa et-Tirmizî dedi ki: Hadis hasendir. Prof. Ahmed Şakir dedi ki: Hadis sahihtir, ravileri güvenilirdir.

[462] Ebû Dâvûd (c l/780) İbn Hıbban, sahih (c.3/h.l804) Semura İbn Cündüp rivayet etmiştir. Ebû Hatim dedi ki: el-Hasen, Semura'dan hiçbir şey İşitme­di, bu haberi İmran İbn Husayn'dan dinledi. Biz bu konuda İmran İbn Husayn'dan gelene itimad ederiz. El-İhsan (3/137)

[463] Bakara, 136.

[464] Hadİsİ Musüm, Salâtu'l-Müsafirin (c.l/99/h.727)'de İbn Abbas'tan rivayet etti. Ayrıca Ebû Dâvûd rivayet etti. Alî İmran: 3/64.

[465] Tahrici daha önce geçti.

[466] Ebû Dâvûd, Salât (c.l/h.816) Muaz b. Abdillah el-Cuhenî rivayet etti. el-Elbânî, Sıfatu's-Salât'ta zikretti ve dedi ki: Senedi sahihtir. Sonra şöyle dedi: Peygamber'in bunu bir hüküm koymak için yaptığı açıktır. (Sıfatu's-Salât/90)

[467] Buhârî, Ezan (c.2/775/Fetih) İbn Mes'ud rivayet etti.

[468] Tahrici daha önce geçti.

[469] Tahrici daha önce geçti. "

[470] Tahrici daha önce geçti.

[471] Tahrici daha önce geçti. Ben derim ki: Bu hadisler ve bundan sonrakilerin tahrici "Peygamberin Kıyamdaki Kıraatinin Miktarı" başlığı altında geçti.

[472] Tirmizî (c.2/261). Ebû Dâvûd (1/886). İbn Mace, Darakutnî, Tahavi, Bezzar ve Taberânî "el-Kebir'de" bunu yedi sahabiden rivayet etmişlerdir. Bu hadis, İbn'l-Kayyim ve diğerleri gibi teşbihleri üçle sınırlı olarak rivayet edil­diğini kabul etmeyenleri reddeder. Bunu el-Elbânî "Sıfatu Salâti'n-Nebiyy" isimli kitabında söyledi. Bak: s. 1 13.

[473] Ebû Dâvûd (1 /870) Ukbe İbn Amir rivayet etti. el-Elbânî "Sıfatu Salâti'n-Nebiyyi" s. 1 13'te dedi ki: Bunu Ebû Dâvûd, Darakutnî, Ahmed, Taberânî ve Beyhaki rivayet etti, sahihtir.

[474] Ben derim ki: Bu hadislerin tamamı Sahihi Buhârî ve Sahihu Müslim'de veya bunlardan birinde mevcuttur. Bak: Sıfatu Salâti'n-Nebiyy, s. 114

[475] Müslim, Salât (c.l/202/h.476) Ebû Dâvûd, Tirmizî.

[476] Buhârî, Ezan (c.2/736/Fetih). Müslim, Salât (c.l/21/h.390) İbn Ömer rivayet etti.

[477] Buhârî, Ahmed, el-Elbânî, Sıfatu Salâti'n-Nebiyyi, s. 116'da zikretti.

[478] Müslim, Salât (c.l/204/s.477) Ebû Said el-Hudri rivayet etti.

[479] Müslim, Salât (c.l/204/s.346)

[480] Ebu Dâvûd (c.l/h.874). Nesâî (2/231). Huzeyfe rivayet etti. el-Elbânî, Sıfa­tu Salâti'n-Nebiyyi bunun isnadı sahihtir dedi.

Uyarı: el-Elbânî, Sifatu Salâti'n-Nebiyyi (s. 16,17)'de şöyle dedi: Bu hadis imamın arkasındakilerin "semiallahu limen hamideh" derken imama iştirak et­meyeceklerine delâlet etmez. Nitekim cemaat "Rabbena ve leke'l-hamd" der­ken imamın onlara iştirak etmeyeceğine de delâlet etmez. Çünkü bu hadis İmamın ve cemaatin bu rükünde neyi söyleyeceğini beyan için değil, cemaatin ancak İmamı işittikten sonra "Rabbena ve leke'l-hamd" diyeceğini beyan için sevk edilmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in de imam olduğu halde bu kelimeleri söylemesi bunu teyit eder. Aynı şekilde Rasûlullah'ın "Benim na­maz kılışımı gördüğünüz gibi namaz kılın" sözünün genel hükmü cemaatin de imam gibi "semiallahu limen hamideh" demesini gerektirir...

[481] Ebû Dâvûd (1/838). Tirmizî (2/268) Ebû İsa et-Tirmizî dedi ki: Bu hadis hasen ve garîbtir. Bunu Serik'ten bu şekilde rivayet eden başka hiç kimseyi bil­miyoruz. Nesâî (2/207). el-Elbânî, bunun senedi zayıftır, dedi. Bak; "es-Silsiletu'z-Zaîfe/2/929"

[482] Hâkim, el-Müstedrek (1/226) dedi ki: Bu hadîsin senedi Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir, ben bunun herhangi bir illetini bilmiyorum. Buhârî ve Müslim bunu tahriç etmemişlerdir. Zehebî de, Hâkim'in görüşüne katılmıştır. Darakutnî (c.l/s.345) dedi ki: el-Alâ b. İsmail bunu Hafs'tan bu isnatla tek başına rivayet etmiştir. Allah en iyi bilendir.

el-Elbânî dedi ki: el-Alâ b. İsmail meçhul bir kişidir. Nitekim İbnu'l-Kayyim ez-Zâd'de (1/81) ve ondan önce Beyhâkî böyle demişlerdir, İbn Hacer de et-Telhiş'te aynı şeyi söylemiştir. İbn Ebî Hatim ise el-İlel'de (1/1 88) bu ha­dis münkerdir, dedi.

el-Elbânî, Hâkim ve Zehebi'nin bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir demesinin büyük bir gaflet olduğunu çünkü el-Ala'dan bunların hiç rivayetinin olmadığını söyledi.

[483] Hâkim, Müstedrek (1 /226), Buhârî ve Müslim'in sarflarına uygundur, sahih­tir dedi.

[484] Ebû Dâvûd (1/840, 841). Nesâî, Tirmizî, el-Elbânî, es-Silsiletu'z-Zaife, (c.2/s.331)

[485] Beyhaki, Sünen (2/100) İsnadındaki Abdullah b. Said ei-Makburî İbn Hacer'e göre mefruktur/hadisi alınmayan bir kişidir. Bak: et-Takrib

[486] İbn Huzeyme, Sahih (628). Senedinde İsmail b. Yahya b. Seleme var­dır, o da metruktür. Oğlu İbrahim zayıftır. el-Hafız, et-Takrib'te böyle söylemiştir.

[487] Büyük âlîm Ahmed Şâkîr dedi ki: Her iki hadisin izahında âlimlerin sözlerin­den Ebû Hureyre hadisinin sahih ve Vail hadisinden daha sahih olduğu anlaşılır. Bu, kavlî bir hadistir, fiili hadise tercih edilir. Bazı lafızlarında "Biriniz sec­deye giderken dizlerinden önce ellerini koysun, deve çöküşü gibi çökmesin" geçer. Bu çok açık bir nasfır. Bununla beraber bazı âlimler -ki İbn'l-Kayyim de bunlardandır- bu hadisi garip bir illetle illetlendirmeye/sakat ve çelişkili göstermeye çalışmışlardır. Metninin ravilerce (yanlışlıkla) yer değişikliğine uğratıldığını, belki de sahih lafzın "dizlerini ellerinden önce koysun" şeklin­de olabileceğini iddia etmişlerdir. Sonra sözlerini garip bazı rivayetle destekleme yoluna gitmişlerdir ve şöyle demişlerdir: Deve çöktüğü zaman dizle­rinden önce ellerini (yani ön ayaklarını) koyar, dolayısıyla ona benzemekten nehyin gereği, secdeye giden kişinin ellerinden önce dizlerini koymasıdır. Bu doğru ve geçerli bir görüş değildir. Çünkü yasaklanan şey, devenin çöküşü gibi çökmektir. Deve yere bütün gücüyle abanır. Bu da ancak önce dizleriyle indiği zaman olur. Deve de böyle yapar. Fakat onun dizleri ellerinde yani ön ayaklarındadır, arka ayaklarında diz yoktur. Lisanu'l-Arab'ta böyle ifade edilmiştir. Yoksa İbn'l-Kayyim'in iddia ettiği gibi lugatçiler/dilciler böyle bir şeye hükmetmemişlerdir. (Ahmed Şâkir'in Sunen-i Tirmizî, c.2/s.58'de) söy­lediği sözler burada sona erdi.

Hocamız, büyük âlim el-Elbânî de buna benzer sözler söyledi ve Sıfatu Salâti'n-Nebîyy isimli kitabında konuyu uzun uzun anlattı. İbn'l-Kayyim Zadu'l-Mead isimli eserini tahrİç ederken Şuayb ve Abdulkadir (el-Arnavud) da ay­nı şeyi söylediler.(Ben derim ki): Onların tamamının da dediği gibi sahih ve doğru olan, bu konuda varid olan sahih hadislere de uygun olarak kişinin dizlerinden önce ellerini yere indirmesidir. Allahu alem.

[488] Ebû Dâvûd (1/992). el-Elbânî bunu es-Silsiletu'z-Zaife (c.2/967)'de zikretti ve münkerdir dedi. Ayrıntılı bilgi için oraya bak. Faydalıdır. Ben derim ki Prof. Teysir Za'fer, hadisin tahkikinde isnadı sahihtir, derken yanılmıştır. 

[489]  (Ben derim ki:) Bu, Rasûlullah sallallohu aleyhi ve seliem'ın üzerine secde ettiği yedi azadır: Eller, dizler, ayaklar, alın ve burun. O şöyle buyururdu: "Kul secde ettiği zaman onunla beraber yedi aza da secde eder: Yüzü, elleri, dizleri ve ayakları." (Müslim, Ebû Avâne, İbn Hıbban)

[490] Buharî, Ezan (c.2/828/Fetih) Ebû Humed es-Sâiclî rivayet etti. Ebû Dâvûd, Tirmizî.

[491] Ebû Dâvûd (1 /869). İbn Mace (1 /887). Darimi ve diğerleri. İsnadı sahihtir.

[492] Ebû Dâvûd (1/870). Ahmed, Darakutnî, Taberânî, Beyhakî. el-Elbânî, Sıfalu Salâti'n-Nebiyyi, s. 127'de bunun sahih olduğunu söyledi.

[493] Müslim bunu Ali İbn Ebû Talib'ten merfu olarak tahriç ettiği uzun bir hadiste rivâyet etti. Bu hadiste kıyam, rükû ve secdelerin zikirler, selamdan önce ve teşehhüdden sonraki duaları zikredildi. (c.l/h.771/s.534) Nesâî (2/222) kısa olarak. Ebû Avane, Tahavi ve Darakutnî, el-Elbânî bunu Sıfatu Salâti'n-Nebiyyi s. 128'de zikretti.

[494] Buhârî, Ezan (c.2/817/Fetih), Müslim (l/217/h.484) Ebû Dâvûd, Nesâî.

[495] Müslim, Salât (c.1/221/h.485) Aişe'den. Nesâî, Ebû Avane, İbn Nasr.

[496] Müslim, Salât (c. i /223/h.487). Ebû Dâvûd, Nesâî. Aişe'den.

[497] Müslim 0/216/h.483/s.350). Ebû Dâvûd, İbn Hıbban. Ebû Hureyre rivayet etmiştir.

[498] Ebu Dâvûd (c.1/879). Müslim, Salât (c.1/h.486). Tirmizî, Malik, Muvatta. İbn Hıbban, Sahih, h.no: 1929

[499] Ebû Dâvûd (1/850). Tirmizî (2/284). İbn Mace, Hâkim. el-Elbânî, Sıfatu Salâti'n-Nebiyyi, s. 135'de bunun sahih olduğunu söylemiştir.

[500] İbn Mace (1/897). Ebû Huzeyfe'den. el-Elbânî bunun Sıfatu Salâti'n-Nebiyyi'de isnadının sahih olduğu ve İmam Ahmed'in bununla dua etmeyi tercih ettiğini söyledi, ishak İbn Rahaveyh dedi ki: Dilerse bunu üç defa söyler, dilerse bir defa "Allahummağfirli" derdi.

[501] Buhârî, Ezan (c.2/h.821). Müslim (c.l/h.472). Ebû Dâvûd (al/853)

[502] Buhârî, Ezan (c.2/823/Fetih). Malik İbn Huveyris'ten. Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî.

[503] Bel-Elbânî dedi ki: Mesailu'l-Mervezi'de, İshak İbn Rahaveyh şöyle dedi: İs­ter yaşlı olsun, ister genç olsun ellerine dayanarak ayağa kalkmak Peygam­ber sallallahu aleyhi ve sellem'in bir sünneti olarak geçmektedir. Bak: Sıfatu Salâti'n-Nebiyyi, daha önce geçti,

[504] Tahrici daha önce geçti.

[505] Tirmizî (c.2/h.288). Ebû Hureyre'den rivayet etti ve isnadmdaki Halit b. ilyas hakkında şöyle dedi: Hadisçiler nazarında zayıf bir kişidir. Prof. Ahmed Şâkir bu hadisin bab başlığı altında şunları söyledi: Bu Halit'in zayıf birisi olduğun­da hadisçiler görüş birliği içindedirler. Hatta İbn Hıbban dedi ki: Güvenilir kişilerin ağzından pek çok hadis uydurmuş ve onun bir uydurmacı olduğu kanaati hakim olmuştur. Onun rivayet ettiği bir hadis ancak bir şaşkınlığı ifade etmek için yazılır. Ahmed Şâkir'in sözü burada bitti. Tirmizî (2/s.80/hamiş;4)

[506] Abdurrazzak el-Musannef (c.2/2966)

[507] Nesâî (351 3). el-Elbânî, Sıfatu's-Salât (1 38)'de bunun senedinin sahih oldu­ğunu söyledi.

[508] Buhârî, Ezan (c.2/831/Fetih). Müslim, Solât (c. 1/55/402) Abdillah İbn Mes'ud'dan rivayet ettiler. Ebû Dâvûd, Tirmizî, Ahmed ve diğerleri.

[509] Müslim, Salât (c.l/60/h.403). İbn Abbas'tan rivayet etti.

[510] Ebû Dâvûd (c. 1 /h.971). Darakutnî (c. 1 /6/s.351) İbn Ömer'den rivayet ettiler.

[511] Ebû Dâvûd (c.l/h.995). Tirmizî (c.2/h.366) Ebû İsa et-Tirmizî dedi ki: Bu hadis hasendir, ancak Ebû Ubeyde babasından hadis işitmemiştir. Ahmed Şâkir dedi ki: Yanı bu hadis munkatı'dır. Ahmed bunu Ebû Ubeyde'den baş­ka senetlerle rivayet etmiştir. Hadis Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mace, Şafiî ve Hâkim'de de mevcuttur. Tirmizî (c.2/s.202/hamiş: 5) özetlenerek alınmıştır. Ben derim ki sanki sahih gibidir.

[512] Buhârî, Vitir (c.2/1001/Fetih). Müslim, Mesacid (c.l/299/s.468) Enes b. Malik'ten rivayet etmiştir.

[513] Buhârî, Vitir (c.2/1001 /Fetih) Enes'ten rivayet etti.

[514] Müslim, Mesacid (c.2/3000/s. 468, 469) Enes'ten rivayet etti.

[515] İbn Mace (c.l/h.l 183) Enes'ten rivayet etti. İbn Hacer, el-Fetih'te bunun is­nadının kuvvetli olduğunu söyledi.

[516] Buhârî, Tefsir (c.8/4598/Fetih). Müslim, Mesacid (c.l/295/s. 467, 468), Nesâî ve diğerleri.

[517] Buhârî, Tefsir (c.8/4560/Fetih). Ebû Hureyre'den rivayet etti. Tirmizî ve Nesâî.

[518] Buhârî, Vitir (c.2/1004/Fetih) Enes'ten rivayet etti.

[519] Müslim, Mesacid (c.l/3O6/s.470) el-Bera'dan rivayet etti. Tirmizî, Nesâî, Ahmed.

[520] Buhârî, Ezan (c.2/797/Fetih). Müslim, Mesacid (c.l/296/h.686). Ebû Hu­reyre'den rivayet ettiler. Ebû Dâvûd, Nesâî, Ahmed.

[521] Ebû Dâvûd |c.2/h.l443). Ahmed, Müsned (1/301). İbn'l-Kayyim, ez-Zâd'de bunun sahih bir hadis olduğunu söyledi. Onun dediği gibidir.

[522] Müslim, Mesacid (c.l/304/s.469). Enes'ten rivayet etti.

[523] Ahmed tahriç etti. (232) nolu hadiste geçti.

[524] Tirmizî (2/402). Nesâî (2/203). Ebû Maİik el-Eş'ari'den rivayet etti. Tirmizî dedi ki: Bu hadis hasendir, sahihtir. Ahmed, İbn Mâce ve İbn Hıbban.

[525] Bunu İbn Hacer el-Askalânî, el-Metalibu'l-Aliye'de Aişe'nin bir hadisi olarak zikretti ve bunun gibi olanları reddetti. Bunda zayıflık vardır, dedi.

[526] Bak: Mesailu'l-İmam Ahmed b, Hanbel Rivâyetu İbn Abdillah İbn Ahmed no: (324/s.92)

[527] Mesailu'l-İmam Ahmed (s.92, 93)

[528] Buhârî, Enbiya (c.6/3370/Fetih). Ebû Dâvûd, Nesâîve diğerleri.

[529] Buhârî, Cenaiz (c.3/1 377/Fetih) Ebû Hureyre'den. Müslim, Mesacid (c.l/128/h.588) Ebû Hureyre'den rivayet etti. Ebû Dâvûd, Nesâî ve diğerleri.

[530] Buhârî, Ezan (c.2/834/Fetih). Müslim, Zikir ve Dua (c.4/48/2705) Ebû Be­kir (r.a)'dan rivayet edildi.

[531] Müslim, Müsafirin (c.1/201/h.771) Ali İbn Ebî Talip'ten rivayet edildi. Tirmizî'ye Ebû Dâvûd.

[532] Tirmizî (c.2/h.295). Ebû Dâvûd (c.l /h.996). Nesâî (3/63). Tirmizî dedi ki: Bu hadis hasen sahihtir.

[533] Müslim, Mesacid (c.)/l 35/H.591) Sevban rivayet etti. Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî

[534] Buhârî, Ezan (c.2/844/Fetih) Müslim, Mesacid (c.l/137/h.593) ei-Muğire İbn Said rivayet etti.

[535] Müslim, Mesacid (c.2/h.594/s.416), İbn Zübeyr rivâyel etti. Ebû Dâvûd ve Nesâî.

[536] Müslim, Mesacid (c. 1 /) 44/h.596) Ka'b İbn Ücra rivayet etti.

[537] Ebö Dâvûd (c.2/h. 1523). Nesâî (3/68) sahihtir.

[538] Nesâî, Amelu'l-Yevm vel-Leyle, h.no: 100. İbn Hibban. el-Elbânî, Sahihu'l-Cami, 6464 sahihtir dedi.

[539] Tirmizî (c.2/h.424) Ali rivayet etti. Ebû İsa dedi ki: Bu hadis hasendir.

[540] Tirmizî (c.2/428). Ebû Dâvûd (c.2/1369). İbn Mace, Nesâî, Ahmed, Hâkim, Ummü Habibe'den rivayet ettiler. el-Elbânî sahihtir dedi.

[541] Ebû Dâvûd (c.2/1271), Tirmizî (c.2/430), Ahmed (2/117), İbn Hibban (c.4/h.3444) İbn Ömer rivayet etti, sahihtir.

[542] Buhârî, Teheccüd (c.3/1169/Fetih). Müslim, el-Müsafirin (c.1/104/h.729) İbn Ömer rivayet etti.

[543] Buhârî, Teheccüd, B, Keyfe Salâtu'n-Nebiyyi (c.3/25, 26/Rayyan) Müslim, el-Müsafirin, B. Salâtu'l-Leyli ve adedu Rakeati'n-Nebiy fi'l-Leyli (c.l/s. 508, 510)

[544] İbn el-Kayyim, büyük eseri Zadu'l-Mead'da (c. 1/257, 258)'de şöyle dedi: Duayı ikindi ve sabah namazlarına tahsis etmeyi ne Peygamber, ne onun halifeleri, ne de onun yoluna irşad edenler yapmamışlardır. Bu sadece bu namazlardan sonra sünnet kılmmadığı için bunu sünnetten bedel olarak görenlerce müstahsendir. Allahu alem.