İSLAM ve TOPLUMSAL KALKINMA

Sunarken

BİRİNCİ BÖLÜM

Giriş

İKİNCİ BOLÜM

MÜSLÜMANCA DÜŞÜNMEK

îslâmî Düşüncenin Dayanakları

Kainat, Yaratıcı, Peygamberlik, Ahiret ve İnsan

İslâmî Düşüncenin Özellikleri

Dindarlık

Tutarlılık Sabitlik

Değişim Evrim

Kapsam

Denge

Gözetim Denetim

Gerçekçilik

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İSLÂM VE KALKINMA

Kalkınmada İnsanın Rolü

İnsan Hakları ve Kalkınma

İnsanlar Arası Eşitlik

Hak Eşitliği, Sorumluluk ve Ceza

İş Hukukunda Eşitlik

İktisadi Hayatta Eşitlik

Birincisi:

İkincisi:

Üçüncüsü:

Dördüncüsü:

Mülk Edinmede Eşitlik

Kişisel Özgürlük Hakları

Dîni Özgürlük Haklan

Düşünce Özgürlüğü Hakları

Siyasi Özgürlük Hakları

Yaşama Özgürlüğü Hakları, Can Güvenliği

Mal ve Can Güvenliği Haklan

Uluslararası Barış Hakkı

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

İSLÂM DİNİNDEKİ EVRENSEL DÜZENLERİN KALKINMADAKİ YERİ

Giriş

İsl M'da İbadet Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

İslam'da Toplumsal Düzen Ve Kalkınmadaki Yeri

İslam'da Siyaset Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

  1. Hürriyet / Özgürlük:
  2. Sömürülmeme:

İslâm'da İktisat Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

Yöntem Hakkında:

Birinci Uyarı:

İkinci Uyarı:

Üçüncü Uyarı:

Dördüncü Uyarı:

Beşinci Uyarı:

Fransız iktisatçısı Jacques Austrie:

İslam'da Yargı Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

İslam'da Ceza Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

İSLÂM'DA SAVAŞ-BARIŞ DÜZENİ VE KALKINMADAKİ YERİ

İslam'da Egıtim-Öğretım Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

İslâm'da Ahlak Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

Kaynaklar


İSLAM ve TOPLUMSAL KALKINMA

 

Dr. Muhsin Abdülhamid

Bağdat Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tefsir Öğretim Üyesi

Tercüme Dr. Mehmet Çakır

Dr. Muhsin Abdülhamid

1938 yılında Kerkük'te doğdu. Bağdat Üniversitesi Eğitim Fakülte-si'ni bitirdi (1959). Kahire Üniversitesi'nde 1967 yılında mastır yaptı 1972 yılında da aynı üniversiteden Doktor sıfatını aldı

Halen Bağdat Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde Tefsir, Hadis ve Kelam Öğretim Üyesidir.

Yazarın İslâm Kültürü ve Çağdaş Fikir Akımları üzerine birçok makale ve araştırmaları vardır. Bunlardan birkaçı-

  1. Tefsir Usûlü Hakkında Dersler
  2. İslâm'da Sosyal Değişim Yöntemi
  3. İslâm Düşüncesi ve Kültürel Değişim
  4. İslâm Karşısında Günümüz Aydınlan

 

Sunarken

 

Allah'a sonsuz şükürler olsun! Son Peygamber'e, aile efradına ve tüm ashabına salat ve selâm!

Yirminci yüzyıl insanının sosyal ve kültür hayatında çok hızlı ve büyük gelişmeler olmuştur. Sanat, edebiyat ve sayısız icatlar yam-sıra insanoğlu esasen kainatta var olan madde kanunlarının sırları­nı sürekli aramış, bilimsel çabalarının sonucu olarak da bugünkü ileri teknoloji aşamasına ulaşmıştır. Şüphesiz bütün bunlar her alanda İnsanın mutluluğu için yapılmıştır. Araştırmacılar, insan ha­yatında meydana gelen bu müthiş maddi gelişmenin sadece yüzey­sel verilerini ele alıp, insanlığın tüm yazılı tarihi içerisindeki geliş­me hızı ile karşılaştırmışlar ve son yıllarda görülen bu inanılmaz büyümenin tarih boyunca elde edilenden kat kat fazla olduğu so­nucuna varmışlardır  [1]

Bu hızlı büyümenin sonucu olarak korkunç bir sosyal ve kültü­rel patlama olmuş ve bu durum dış dünyaya çok ilgi duyan insanı pek etkilemiş, fert ve toplum yaşantısı adeta alt üst olmuştur: Madde harekatı gölgesinde ilerleyen gelişmenin yaşandığı toplum­larda insan, gelişmesine paralel olarak bu parlak sonucu elde eder­ken, açlık, hastalık ve cehalete karşı açılan savaşın kazanılması ve refah seviyesinin artmasıyla hayatın değişmez kurallarım da tama­men hakimiyeti altına almıştır.

Fakat günler geçmiş, bütün bu sonuçların, insanın iç tepkilerini hiç de tatmin etmediği ve içinde korkunç boşluklar meydana getir-diği görülmüştür. Gerçekten insan yalnız maddi değil, çeşitli iç tepkileri dahil olmak üzere çok yönlü ihtiyaçlar içerisindedir. Maddeye olan ihtiyacı yanısıra, insanı bilhassa diğer yaratıklar ve canlılar ale­minden ayıran farklı özelliği, duygusal bir yapıya sahip olmasıdır.

Bu nedenle modern gelişme, insana hizmeti yanısıra beraberin­de yine insan için son derece tehlikeli kişisel, ruhsal ve sosyal bu­nalımlar da getirmiştir. Yani modern gelişme sayısız maddi imkan­larına rağmen insanın gerek kendisi gerek din, düşünce, renk ve azınlık konularında diğer kardeşleriyle ilgili sorunlarını çözeme­miştir. Bunun sebebi de insan unsurunun iç ve dış boyutlarıyla bir bütün olarak ele alınmamasıdır.

Başka bir ifade ile yalnız maddeye sırtını dayamış olan modem gelişme, sahibine ve kendi varlığına hiç saygı göstermediği gibi, in­sanı tanımak için ciddi bir çaba da sarfetmemiştir  [2]

Bu konuda Fransız bilgini Alexi Carel şunları söylüyor: "Her-şeyde insanın, esas ölçü alınması gerekir. Fakat gerçek tam bunun aksi olmuştur. Ne yazık insan, yarattığı dünyasmda bir yabancı gi­bidir. Kendi iç dünyasını kuramamış, kendi doğal yapısını şöyle bi­limsel olarak tanıyamamıştır... Öte yandan ruhsuz doğa bilimleri­nin canlılar alemine galebesi ile sonuçlanan bu korkunç ilerleme, insanın maruz kaldığı bunalımın yegane sebebidir. Kendi zeka ve icatlarımız sonucu meydana gelen çevre ne boyumuza ne poşumu­za yakışmaz durumdadır. Ahlaki değerler ve kafa yapjmız itibariy­le çökmüşüz, durumumuz gerçekten yürekler acısı.... Dikkat ettiy­seniz, sanayi alanında zirveye ulaşmış ileri ülkeler tam bir çaresizlik içerisindedir. Bunların barbarlık ve vahşete dönüşleri di­ğerlerinden çok daha hızlı olacaktır. Fakat bunu idrak edemiyorlar. Maalesef çevrelerinde ilmin dikip yükselttiği dev surlara karşı ken­dilerini koruyacak birşey de yok"  [3]

Şüphesiz modern gelişmenin insanı mutlu etme uğruna içine düştüğü bunalımın gerçek sebebi, toplumun arkasında, sırtını mad­deye dayayarak bekleyen, insanı da diğer canlılar gibi bu gelişim nazariyelerinden -asırlar boyu bin parça olmuş şu toplum nazari­yelerinden- etkilenecek sanan şu medeniyet canavarıdır. Bundan dolayıdırki modern gelişmeyi yönlendiren bu medeniyet nizamı birçok batılı düşünür ve filozoflar tarafından tenkid edilmiştir. Bunlardan biri olan Garoudy, batı medeniyeti hakkında şunları söylüyor:

-Bu medeniyet, kazanmak, icabında zorla almak için savaşan tamamen kişisel bir iradeye bel bağlamıştır. Kıtaları ve medeniyet­leri yok etmek için bilim ve teknik olarak ne varsa kullanmaktan çekinmemiştir.

-Akhn her problemi çözeceğine, diğer problemlerin tamamen uydurma ve din kökenli olduğuna inanan laiklik nazariyesine bel bağlamıştır.

-Bu medeniyet şimdiye kadar ne insanın gerçek hedeflerini be­li rleyebilmiş, ne de insanı bu hedeflere ulaştıracak vasıtaları disip­line edebilmiştir.

-Yani bu medeniyet, insanı işe ve tüketime göre programlamış, düşünceyi otomatiğe bağlamış, insanın inancını, sevgisini ve duy­gusallığını çalmış, sonsuzluğu rakama dökmüştür. Bu medeniyet intihar etse yeridir.

Garoudy, bu medeniyetin daha nice karekteristik özelliklerini bilimsel kıyaslamalarla uzun uzun anlattıktan sonra sözlerini sana­yi toplumlarının yaşamakta olduğu bu gelişmeyi "insanlığı çıkmaza sürüklüyor" kanaatıyla bağlıyor  [4]

Batıdaki gelişmenin sadece maddeye yönelik olduğu, bütün dik­katin sadece iktisadi hayata çevrildiği, dini prensiplerin tamamen ihmal edildiği, insanın sosyal ve ahlaki yönünü insancıl bir yakla­şımla ele alıp geliştirecek projeler üretmediği, kapitalist dünyada tekelci azgınlığın kahir ekseriyete hakim olduğu, komünist sistem­de devletin iktisadi hayatı kontrolünde tuttuğu, özel mülkiyeti ya­saklayıp, kişinin doğal kabiliyetini körelttiği yakinen bilinirse, batı­nın gelişme modellerinin ithali ile İslâm aleminde ne büyük krizlerin doğacağı anlaşılacaktır. Çünkü kalkınma ile ilgili kapalı kutu nazariyesi İslâm dünyasına bütün hataları ve kusurlarıyla gir­miş, çeşitli toplumlarda sistem olduğu gibi tatbik edilmiştir. Birçok düşünür ve uzmanlar yıllarca uyanda bulunmuşlar ancak, meseleyi net görememeleri, kendilerinin de aynı sistem içerisinde yetişmiş olmaları ve gelişme projesini sadece prensip olarak kabul etmek eğiliminde olmaları sebebiyle İslâm ülkelerinin yapı, hayat anlayışı ve dini inançlarına tıpatıp uyan kalıcı, köklü ve mükemmel bir kal­kınma yoluna girilememiştir.

Son yıllarda İslâm kültürü ve bu kültürün başına gelenlere ilgi duyan bazıları, bu hatalı basma kalıp yöntemlerin değiştirilmesi için, İslâm'ın temel ilke ve hukukundan, ayrıca tarih boyunca İslâm düşüncesini oluşturan kaynaklardan hareketle birtakım aydınlatıcı girişimlerde bulunmuşlardır.

Ben de son yıllarda bu faaliyetlerin yoğunluğunu ve yapılan bazı hataları dikkate alarak ilmi çalışmalarımı, değişim, yenilik ve kalkınma konulanna kaydırdım ve: "İslâm'da Sosyal Değişim Yön­temi", "İslâm Düşüncesi ve Kültür Değişimi", "İslâm Karşısında Aydınlar Sorunu", "îslâmî Düşüncede Yenilik" gibi birçok araştır­malarda bulundum.

Bu araştırmalardan sonuncu serinin, İslâmî gelişme ilkesi üzeri­ne olmasını ve mümkün mertebe bu saha ile ilgili hukuk sistemleri­ni ve İslâmî anlayışın vardığı çizgiyi vermek istiyordum ki; sonuç olarak elinizdeki bu kitap ortaya çıktı. Kitapta konulan İslâmî ve usûlcü bir yaklaşımla ele aldım. Mümkün mertebe geleneksel dü­şüncenin kapalı tarzından, bu meyanda geçmişin ferdiyetçi görüş ve ictihatlanndan, fikri ayrımcılıktan uzaklaşmaya çalıştım. Mese­leyi iki müslümanın, İslâm'ın temel kurallarında ihtilafa düşmeden Kitap ve sünnetin değişmez gerçeklerini anlayabilecekleri şekilde serdetmeye çalıştım.

Sonuç olarak demek istiyorum ki:

Sosyal kalkınma ne kadar kapsamlı ele alınırsa İslâm toplum lan hedeflerine o nispette çabuk vanr. Çünkü bu yol, asırlardır toplu­mumuza hükmeden olumsuz engelleri aşma yoludur. Hedefimiz medeni, ileri, bilime, akılcılığa ve günümüz insanının kılı kırk yaran hassasiyetine sahip bir toplum oluşturmaktır. Allah'a şükür İslâm'ın kökleri hâlâ sağlam ve güçlüdür. Çünkü İslâm inanç ola­rak, medeniyet olarak, ahlaki ve ruhi değerler olarak içimizdedir. Halkı, hayatın her alanında ve her kesiminde inançlı yetiştirmek, ona İslâm'ın gerçek yüzünü anlatmak, onu İslâm'ın hukuk, medeni­yet, bilimsel yöntemleri ile bilinçlendirmek, hayatı ağ gibi saran sistemleri ile, yüce ahlaki değerleriyle donatmak zorundayız. Onu asaletine döndürmek, kımıldatmak, her alanda cihat ruhuyla tutuş­masını sağlamak zorundayız. Toplumsal ve Kültürel kalkınmanın başarıya ulaşabilmesi için, halkı mutlaka uyarmalı ve eski saygınlı­ğını hatırlatmalıyız. Dengede durmasını sağlamak, etrafına bakın­masını ve dünya hareketlerinden kendi fikir birliği ve bağımsız medeniyetini kurmaya yarayacak şeylerin en güzelini almasını sağlamalıyız.

Müslümanlar durmadan çalışmanın ibadet olduğunu kavradık­larını, her gün dinen birşey yapmakla sorumlu olduklarını, gevşek­lik göstermelerinden dolayı sorguya çekileceklerini idrak ettikleri an gürleyecekler, gerekeni yapacaklar, her alanda yepyeni bir kal­kınma sergileyeceklerdir.

Dr. Muhsin Abdülhamid

Bağdat-Hadra-Kifaat Mahallesi 12 R. Evvel 1406 h. 17 Haziran 1986 m.

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

 Giriş

 

Yaşadığımız asır insanlık tarihinde görülmedik hamlelerin ya­pıldığı bir çağdır. Gerçekten günümüz ihsanı, çeşitli dış etkiler se­bebiyle hem iç hem de dış dünyasını sürekli olarak değiştirme ça­bası içerisindedir.

Dünyada meydana gelen tehlikeli olaylara paralel olarak insa­nın hayatı (içinde bulunduğumuz çağda eğri büğrü, kör topal da olsa) büyük ilerlemeler kaydetmiştir.

Olayları dış görünüşüne bakarak değerlendiren bir bilim adamı ister istemez insanın fiil ve davranışlarını belirleyen doğa ve top­lum kanunlarıyla yüzyüze gelecektir. Buna bağlı olarak incelemesi de yüzeysel olacaktır.

Bu yüzeysel veriler üzerinde çalışan bir bilim adamı herhalde bunlarla yetinmeyecek, daha derinlere dalıp, kabuğun altında yatan gerçeği yakalamak, varlığın davranış biçimleri ve etkileri, tepkileri ile ilgili bir takım kanunlar ve kurallar çıkarmak isteyecektir.

Bir bilim adamından beklenen de budur. Çünkü tüm sistemin kendi davranışlarına hükmeden aşağı yukan zerreden kürreye bütün işlerini düzenleyen toplum kanunlarına, önce itaat etmesi sonra da huysuzlukla damgalayabilmek için, kanunlara karşı geli­yor, kural tanımıyor, ıslaha da yanaşmıyor diyerek bilinen bilinme­yen daha nice sebepten ötürü aynı toplumu sistemden çıkarması düşünülemez.

Bu toplum gerçeğine ilgi duyan yalnız modern çağ değildir. Konu ile ilgili olarak İslâm düşünürleri de nefis şeyler yazmışlar-dır..Bunlann en meşhuru olan İbni Haldun bakın neler söylüyor:

"Tarih, milletlerin ve nesillerin değiş tokuş ettiği, atlıların at koşturduğu, ilgili ilgisiz herkesin merak ettiği, kralların, prenslerin çekiştiği, bilgili bilgisiz herkesin anlamak İstediği bir sanattır. Çünkü harpleri, devletleri ve eskileri anlatırken olayların dış gö­rüntüsünü abartmaz. Olaylar anlatılırken sözler büyür, efsaneleşir, gözler ister istemez ona çevrilir, dağılınca meclis, halifenin başına neler gelmiş, devletler dalga dalga nasıl genişleyip yayılmış, yeryü­zü nasıl imar edilmiş, geri dönüş nasıl olmuş, hükümranlık ne zaman sona ermiş hepsini birer birer sayıp döker. Tarihin iç yüzü­ne ise daha hassas bir bakış, gerçekleri arayış, onların temeline iniş, olayların neden ve nasıl olduğunu derinlemesine biliş vardır. Bunun içindir ki tarih varlık biliminin soylu ve köklü kaynağıdır. Bu yüzden kainat bilimlerinden sayılmaya değer ve layıktır."  [5]

Yazar tüm mukaddimesi boyunca hep bu derin yorum metodu­nu sürdürmüş, olayların göz alıcı dış görüntüsü yanısıra asıl bunla­rın gerisinde pusu kurmuş hayatın değişmeyen kanunlarını gözler önüne sermiştir. Bu nedenle müslim ve gayri müslim bilim adam­ları, konulan çağdaş bir yaklaşımla ele alması sebebiyle O'nu tarih filozofu ve sosyoloji biliminin kurucusu saymışlardır.

Kur'ân-ı Kerim, toplum hayatının tarihi seyrini gözler önüne se­rerek, insanların daha baştan sapıtmamaları, gerek kişisel gerek toplum yaşantılarında iyi bir başlangıç yapmaları için, birçok ayet-i kerimede toplum hayatının bu evrensel gelişimine yer vermiştir.

Kur'ân-ı Kerim insanları daima olaylardan ibret almaya ve bun­ların özünde yatan manayı irdelemeye çağırır. Bu ise sadece akıl ve düşünce nimetinin isabetli kullanılmasıyla elde edilebilir.

Allah-ü Teala Medine yahudilerinden Nadir Oğulları'mn başına gelenleri arzederken: "Kitap sahibi oldukları halde inkar edenleri ilk defa olarak yurtlarından sürüp çıkaran O'dur. Çıkarılmaz sanmistiniz. Onlar da Allah'a karşı kalelerinin kendilerini koruyacağı­nı sanmışlardı, Allah ise hiç beklemedikleri yerden gelip kalplerine korku salmış, inananların da yardımıyla evlerini kendi elleriyle yık­mışlardır. Biraz sonra da ayet "Ey aklı başında olanlar, artık varın ibret alın [6]sözüyle son buluyor.

Kur'ân-ı Kerim insanlığa, Allah'ı körlemenin toplumlar aleyhine kötü sonuçlar doğuracağını daima hatırlatıyor, çünkü insan doğal olarak inanma kabiliyetinde yaratılmıştır. Bu kabiliyeti bozmak insan doğasını yozlaştırmak, toplum ve fert olarak hastalıklara gar-ketmek, soysuzlaştırmak demektir. Bunun misali Kur'ân'da şöyle gelmiştir: "Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık verenlere ve kendi milletine verimsiz toprakları reva görenlere bakın [7]Kur'ân insanlığı haksızlığa karşı da uyarıyor, haksızlığın yaygınlaşması so­nucu geride kalan taş yığınlarını gözler önüne seriyor: Adaletin tat­bik edilmediği, hakkın gözetümediği toplumlarda, çalkantılar, te­melden sapmalar derken, sonu başıbozukluk ve hüsranla biten kurumsal çöküşler görülür.

Allah-ü Teala hayatın bu değişmez kanunundan bahisle diyor ki: "Biz bir şehri imha etmek istedik mi onun refah hayatı sürenleri­ne emrederiz, onlar da şehir halkını içten çürütürler, beklenen sonuç alınınca da orayı harabeye çeviririz [8]Şu ayette durum daha açıktır: "Şu şehrin halkını, kendilerine süre tanıdığımız halde haksızlıklarına devam ettikleri için imha ettik." [9]

"Rabbinin hışmı böyledir işte! Haksızlıkta direnen şehir halkım böyle suçüstü yakalayıverir. Gerçekten O'nun yakalaması pek müt­hiş ve acı olur [10]

İnsanın şahsı ile ilgili değişmez doğa kanununa gelince, Kur'ân'da bu son derece açıktır: "İnsanları, kendi doğal safiyetlerini bozmadıkça Allah milletlerin düzenini bozmaz." [11]

Zenginlik ve refah azgınlığa yol açabilir kuralı, Kur'ân-ı Kerim'in birçok ayetlerinde yer alan önemli sosyoloji kanunların­dan biridir. O halde dönüşü olmayan bir yola sapmadan onun ha­reketini kontrole almak ve dengelemek lazım gelir. Kur'ân bu top­lum gerçeğini şöyle açıklıyor: "İnsan kendisini yeterli görünce azabilir [12]

Başka bir ayette: "Allah kullarına rızkı bolca verirse yeryüzünü talan ederler, Allah kullarını çok iyi görüp gözettiği içindir ki iste­diği kadar veriyor." [13]

Malı tekelinde tuttuğu için toplumun büyük kesimini tehlikeye atan zenginlerin azgınlığı ve bunun neticeleri şöyle açıklanıyor: "Allah'ın peygamberine nasip ettiği savaş ganimeti, Allah, peygam­ber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolcular içindir. Zenginler ara­sında döner sermaye olması için değildir. Peygamberin size verdi­ğini alın, yasağına da uyun, Allah'tan da sakının çünkü Allah'ın sorgulaması pek fena    [14]

Burada maalesef Kur'ân'da yer alan hayatın değişmez kanunla­rına işaret eden ayetlerine teker teker kıyas tatbik etme imkanımız yoktur. Altını çizerek demek istiyoruz ki, insan topluluklarına yön veren bu kanunlar, tarihi boyunca İslâm düşüncesinin şaşmaz reh­beri olmuştur. Çünkü İslâm uleması bu kanunları tamamen Kur'ân ve hadisten çıkarmış, ayrıca inişli çıkışlı toplum olaylarını gözle­miş, izlemiş, üzerinde düşünmüş ve kıyasın sonucunun doğruluğu­nu ispatlamıştır.

Buna dayanarak diyebiliriz ki bir müslüman, olayların sebep ve sonuçlarını eşelemeye, kültür değişikliğinin nedenlerini, imar ve iskan hareketlerinin hikmetini öğrenmeye herkesten çok ilgi duy­malı, hayatın önemsiz ayrıntıları üzerinde yeterince durdum deme­meli, bilakis bu ayrıntılara daha da dikkat etmeli, olaylar arasında dengeler ve bağıntılar aramalı, meseleyi sadece derinlemesine in­celemekle kalmamalı, geniş, toplumsal boyutta ele almalı, Kur'ân ve hadise çakılı son derece net görülen sınır taşlarıyla tüm İslâmî sistem açısından bakmalı, bir taraftan toplumların gelişimine ve bunun için takip ettikleri yola dikkat edip öğrenirken, hayatın de­ğişmez kanunlarından azami ölçüde istifade etmeli, bütün ayrıntı­larıyla bir medeniyet kurup yerleştirirken insanlığın tecrübelerin­den en iyi şekilde yararlanmaya çalışmalıdır.

Burada şunu belirtmeliyim ki, bir müslüman her asırda sosyo­kültürel gelişmelerin tüm bilimsel ayrıntılarını bilme konusunda herkesten çok şeref payına sahip olmuştur. Bugün ise yalnız ayrıntı değil, ayrıntının da ayrıntısına inmek zorundadır.

Ben bir araştırmacı olarak şunu derim: Çağdaş müslüman top­lumları bugünkü ilerlemenin yarınki hayatını altüst edeceğinin far­kındadır. Yakın geçmişte kaçırdığı fırsatı yakalamak için her halde birşeyler yapacaktır. Fakat bir müslümanın esrarengiz güç ve enerjsini harekete geçirebilmek için yapılması icap eden şey; son derece sağlam ve toplumsal temellere dayalı toplumsal kalkınma projeleri yapıp buna göre hareket etmektir. Gerek kendi hayatını gerek toplum hayatını yeniden kurarken net ve güçlü bir katılım için bunu yapmak şarttır.

Bu asırda yaşayan bir müslümanın bu rolü üstlenirken sön dere­ce akılcı olması ve tutarlı hareket clınesi gerekir. Kişisel, toplumsal ve kültürel yapıyı kurarken maddi manevi güçleri birleştirebilecek bir plan ve proje yapmak elzemdir, kaçınılmazdır.

Biz bu kitabımızda kapsamlı bir sosyal kalkınma ve gelişme için İslâm'ın rolü üzerinde önemle duruyorsak, bu halkın ona inanma-sındandır ve yaşam asındandır, aynca İslâm'ın da bu milletlerle uzun bir beraberliği vardır. Onu çölden çıkarmış, kış uykusundan uyandırmış, dağınıklıktan kurtarıp medeniyete kavuşturmuş, ona enerji vermiş, birliğini sağlamıştır. Onu inancı, hukuku ve medeni-yetiyle yepyeni bir kalıba sokmuştur. Bu inancı sayesinde, her alan­da ortaçağın şahit olduğu en büyük komutan olmuş, en müthiş top­lumsal kalkınmasını başarmış, en muhteşem medeniyeti yaşamıştır. Netice itibariyle İslâm Medeniyeti'ni kurmuş, yalnız İslâm alemi için değil, tüm insanlık için büyük hizmet ifa etmiştir . [15]

Bilimsel gerçeklere ters düşmeden şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İslâm'ın ve onun değerlerinin yapıp çerçevelediği iktisadi, içtimai ve kişinin ruh yapısıyla ilgili tüm hedefler, bu toplumlarda gerçek­leştirilen kalkınmanın temeli ve hareket noktalan olmuş, m üsl li­manları bu çok yönlü gelişme yoluna şevke t m iştir.

O halde şayet İslâm'ın kalkınma ile ilgili görüşünü araştırıp is­patlamak istiyorsak; Kur'ân'ın ve Sünnet-i Şerifin getirdiği temel kural ve bilgileri çağdaş toplumsal olaylar ışığında yeniden ele al­mamız gerekir. Bu araştırma sayesinde, geçmişte böylesine güçlü iktisadi ve içtimai kalkınma sağlamış olan bu inancın gücünü, kanun ve ahlaki değerlerin sağlamlığını, bu değerlerdeki esneklik ve hoşgörüyü bir ihtimal yakalamamız mümkündür. Zaten halkın ne durumda olduğunun araştırılması tarih boyunca İslâm'ın en büyük hedeflerinden biri olmuştur. Hatta İslâm hukukçulan şu meşhur kuralı koymuşlardın "Halkın durumu neyi icap ettiriyorsa kanun ona göre yapılır [16]

Tüm dünya müslumanlarının, hayatlarını altüst eden büyük kal­kınma çağını behemehal yakalaması gerekir. Ancak bu hareket çok geniş anlamda İslamcı bir anlayışla olmalı, sistemden seçmeler ya­parak değil. Çünkü: "Kalkınma, zincirleme (entegre) bir işlemdir. İslâm'da da öyle olması gerekir. Mesela İslâmî sistemler içerisinden sadece İslâm ekonomisini alıp uygulamaya koymak beklenen sonucu vermez [17]

Yani söz konusu olan, İslamcı anlayış ve düşüncedir. Toplumun dertlerine deva olacak reçete bu anlayıştadır. Müslüman topluluk­ları arasında beklenen kalkınmayı bu anlayış ateşleyebilecek tir. Zaten kalkınma denen şey bu anlayışın yabancısı değildir, eskiden beri buna aşinadır. Çünkü onda doğmuş, onun kucağında serpilip büyümüştür.

Dünyanın, şaşmaz bir kanun olarak kabul edilip, bütün medeni­yetler tarafından ister istemez tatbik edilen bir seri felsefî düşünce­ler sayesinde geliştiğini sanmak yanlış olur. Yani bu anlayış bizi

tüm medeniyetlerin tek rotası olduğu inancına götürür. Halbuki bi­limsel kıyas metodu, her medeniyetin ya da medeniyetler gurubu­nun, nihayet insan eseri olmaları birçok yerde el emeğine ve insan gücüne ihtiyaç göstermeleri itibariyle diğer medeniyetlerle müşte­rek bağlantılarına rağmen, yine de kendine has, herkesçe bilinen bir damgası olduğunu göstermiştir.

Aynı toplumun, aynı kültürün eseri olan iki insan arasında fiziki yaratılış olarak bir fark gördüğümüzde yadırgarız da bu farkı, dü­şüncesi farklı, kıyafeti farklı, gelenekleri farklı, çevresi, iklimi, yaşam biçimleri çeşit çeşit yüzmilyonlarca insanı içine alan dev medeniyetlerde gördük mü kabul edemeyiz.

Dünya medeniyetler topluluğunun bir çizgide ya da aynı tarihi gelişim süresi içinde olduğunu farzetsek de, yinede, İslâm Medeni-yeti'ni bunun dışında tutmak gerekir, çünkü İslâm Medeniyeti di­ğerlerinden özde ve muhtevada farklıdır.

İslâm Medeniyeti Tevhid Dini'nin komuta ettiği yegane medeni­yettir. Diğer medeniyetler ise şirk medeniyetleridir. Yani şirk, sade­ce sistemi bürümekle kalmamış, bütün organlarına işlemiştir.

İslâm Medeniyeti, hayat görüşü, insani ve ahlaki değerleri ve amaçlan ile başka medeniyetlerden hiçbirine benzemez. İslâm Me-deniyeti'nin, İslâm çizgisinden tamamen farklı gelişen diğer mede­niyetlerden en önemli farkı özdedir [18]

İslâm Medeniyeti'ni, batı medeniyeti çerçevesinde ele almak eğilimi, İslâm alemindeki sosyoloji ve eğitim uzmanlarının yaptığı en büyük hata olmuştur. Öncül önermede yapılan hatanın sonucu da hatalı olmuş, geriliğin sebebini belirlemek için yıllarca süren onca çaba ve titizlik boşa gitmiş, beklenen gelişme sağlanamamış­tır.

Profesör Münir Şefik diyor ki: "Bizim toplumumuz, Avrupa'dan alındığı sanılan evrensel kanunlan kendine has bir biçimde de olsa zaten biliyordu diyen bir söylenti var. Bir yandan da bu kurallara sıkı sıkıya sarılıp uygulanması isteniyor. Yani beşeri ilimlerin veri­lerini ve yabancı felsefeleri ilmin ekseni yapıp sonra bizimle ilgili özelliklerini dikkate alarak, yapıyı bunun üzerine kurmamız isteni­yor ki, kabul edilmesi mümkün değildir. Biz burada birbirine tama­men zıt iki öneri ile karşı karşıya bulunmaktayız: Birincisi onaltıncı asırdan günümüze kadar yukarıda söz konusu edilen (milliyetçilik, toplumsal sınıflar, üretim araçları, ideoloji v.s. gibi) çeşitli fikirler hakkında yabancı düşüncenin eseri olan tüm verilerin hem bilimsel hem evrensel kabul edilmesi, bir yandan da "kendine has bir biçim'in anlaşılması için yeni yeni nazariyeler oluşturulması, ikinci öneride ise, doğu batı stilleri arasındaki farkın, kelimelerin tam an­lamıyla, tonda, özde ve temelde olduğu iddia ediliyor. Tabii bun­lardan herbirinin kendine özgü bir çizgisi ve iç mantığı var. Mese­le, birinciyi ikinciye tatbik etmek değil bilakis ikinciyi uygulama dışt bırakmaktır. Bu, her bilimsel metodun İzlediği en iyi yöntem­dir. Ayrıca onu, bu kendine özgü davranış biçimini, iç mantığını ve bilimsel kabul edilen tüm veriler paketini sınırlama söz konusudur. Ayrıca tarihi, sosyal, iktisadi ve kültürel yönleri, bir de bütün bun­ların birbirleriyle ilişkilerinin sınırını belirleme söz konusudur".  [19]

İslâm aleminin müstakbel projesini teşkil edecek olan bu toplu kalkınma programının, halkımızın inanç, kültür ve farklı tarihi ge­lişim direnci ile tam bir uyum göstermesi gerekir. Yoksa tam bir hüsranla bitebilir. Çünkü kalkınma projesi harfîyyen nakledilirse halkımızın bedenine hiç uymayacak en azından sancılı doğmuş ve çeşitli medeniyetlerin şemsiyeleri altında yaşamış diğer milletlerin, müslüman topluluklarında, ileri gittin geri kaldmlar yüzünden çıkan problemlerden çok çok farklı yaralan deşilip karşılıklı kültür düelloları başlayabilecektir.

Bir İslâm düşünürü olan Malik bin Nebi bu nazariyenin iktisadi yönünü'İktisat Dünyasında Müslüman" [20] adlı eseriyle Endonezya toplumuna uygulamış ve meşhur Alman iktisat doktoru Schacht ta­rafın tan İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'da tatbik edilen ve Almanya'da büyük gelişmeye sebep olan bu kalkınma progra-8minin Endonezya'da tam bir başarısızlıkla sonuçlandığım ve kayda değer bir gelişme görülmediğini ispatlamıştır. Sebep, toplum farkı­dır. Çünkü toplumlardan her birinin diğerinden son derece farklı bir uygarlık sistemi ve medeniyet anlayışı vardır.. Yirminci yüzyıl İslâm dünyası ülke ülke gezilip dolaşılırsa buralarda uygulanan ba­tılı kalkınma projesinin gözle görülür kapsamlı bir ilerleme sağla-madiği görülür. Sebep yine kültürler arasındaki problemlerin kay­nağı olan öz (cevher) çatışmasıdır. Çünkü her bir medeniyet ya da toplum diğerine tamamen ters bir tarihi yapıya sahiptir.

Bir takım İslâm ülkeleri de kalkınmanın, her alanda batı mede­niyet ve sosyal nizamını taklit etmekle geleceğini zannedip, kültür ve sosyal alanda uygulamaya başladılar. Sosyal hayat uygulaması tam bir hüsranla sona erdi, bilimsel alanda da çok geri kaldı.

Hint düşünür Vahiduddin Han bu konuda Türkiye'yi misal veri­yor ve diyor ki: "Yarım asır önce Türk yöneticileri şapka giydirebil-mek için kendi vatandaşlannı asıyorlardı. Bu sırada Rusya bilimsel kitapları tercüme ile meşguldü. Türkiye ve Rusya devrimleri birbi­rine çok yakın tarihlerde olmuştur. Türk Devrim Lideri Kemal Atatürk (1881-1938), Rus Devrim Liderinden (1870-1924) onbeş yıl daha uzun yaşamıştır. Şayet Atatürk, Lenin'in yaptığı gibi teme­li doğru atsaydı, Türkiye bugün en büyük güçlerden biri olurdu. Bugün Rusya fezaya füzeler yolluyorken Türkiye hala yabancı mallarla dopdolu."  [21]

Giriş bölümünü toparlayacak olursak: Kalkınma iki yönlüdür: Yönlendirici çerçeveyi teşkil eden düşünsel yaklaşım (ideoloji). Tasarlama, yürütme ve geliştirme aşamasında, yaşam ve evren­sel kanunlarından en çok istifadeyi sağlayacak bilgi yanı..

Biz bu kitabımızda birincisini ele alacağız. Zira insanın doğru yola kavuşması Vahy-i İlahinin tatbik edilmesine bağlıdır.

İkinci (bilgi) yanı ise, doğa kanunlarının sırlarını çözen, kalkın­mayı düşünceden eyleme dönüştürmek suretiyle tabiata hükmetme kabiliyetinde olan aklın faaliyet sahasına girer.

Metod, aklın ve bilginin kölesi olan maddeyi yönlendirmede baş yönetmendin Maddenin esasını, kuralım, ya da medeniyet içindeki yerleşim düzenini belirler.

Gelişme ve kalkınmanın bilgi yanından söz etmek bu kitapta bizim görevimiz değil. Bunu ulemaya, bir çok alanda uzmanlaşmış müslüman tasarımcılara bırakıyoruz.

 

İKİNCİ BOLÜM

 

MÜSLÜMANCA DÜŞÜNMEK

 

Kalkınma programlanın tasarlayıp yapan düşünür ve araştırma­cılar, kalkınma ile ilgili bir temel düşüncenin ve medeniyet anlayı­şının gerekliliğine işaret ediyorlar.

Yani toplumsal ya da kültürel gelişme mutlaka son derece açık bir düşünce temeline oturmalı ki kalkınma kendi konusunda etkili olabilsin. Ayrıca kalkınma projesinin de halkın kültürüne ters düş­memesi gereklidir. Bilhassa halk, inançlarını, öz kültürlerini koru­mak istiyorsa.

Diyelim ki herhangi bir milletin kalkınma ve medeniyet modeli­ni beğendin, eğer bu medeniyeti bütün sistemi ile, özelliklerini asla göz önüne almaksızın kendi halkına tatbik edersen, ister iste­mez onu geçmişinden koparacak ve genç kuşaklara tamamen başka bir milletin özelliklerini taşıyan bir hedef göstereceksin. Bu da milletinin sonu olur.

Bu varsayım gerçekleşebilir; eğitim Öğretim yoluyla olabilir, da­hili ve harici baskılar yoluyla olabilir farketmez.

Bunun örnekleri tarihte çok görülmüştün Mesela İspanyol ve Portekiz sömürgecileri, Güney Amerika'yı işgal edince bunu yaptı­lar, ora halkının medeniyetini bir daha var olmamak üzere yok et­tiler. Ne inanç ne dil ne de iz bıraktılar. Kimbilir bu sömürgeleştir­me harekatı ne acılara ne vahşetlere ne aşağılayıcı baskılara malolmuştur.

Sanırım, milletini iyi tanıyan aklı başında hiç bir müslüman buna olur diyemez, hatta milletini din, dil, inanç gibi kültür bağla­rından mahrum edip, şanlı tarihinden kopararak ne idüğü belirsiz kendine yabancı bir millet yapmayı aklına bile getirmez. Zira bunu düşünmek bile, milleti doğru bildiği inancından, güç kaynakların­dan, sahip olduğu güzel haslet ve erdemlerden hatta sağlam kültür yapısından edebilir.

Halkımız, tarihi boyunca, kendini rotasından çıkaracak, kendi kafa ve vücut yapılarına uymayan din ve medeniyet değişikliği tek­liflerini kesinlikle reddetmiştir. Buna bir örnek verelim. Mesela İs­panyol ve Portekiz sömürgecileri İberik Yarımadası ile Güney Amerika arasındaki onca uzaklığa rağmen, ora halkının geçmişle alakalarını kesip medeniyetlerini yok ettiler, öte yandan (Endülüs) İspanyası ile Mağrib arasındaki sadece on millik mesafeye rağmen, hatta bazı bölgeleri yüz sene işgalleri altında tuttukları halde, müs­lüman Mağrib Medeniyet'ini imha planları tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Belli ki bu kesin reddin temel sebebi halkımızın inandığı İslâm Dini'dir. Hem de tüm İslâm ülkeleri arasında ufacık bir toprak par­çası oldukları halde. İslâm, uzun tarihi boyunca halkımızı, tevhid inancı, hukuk ve ahlak sistemi ile bütünleştirmiş ve değerlerine değer katmış, ona hareket gücü, büyüklük ruhu ve en üstünlük duygusu vermiş, yüce hedefler göstermiştir. Bu nedenledir ki halkımız, en adiyi asla en iyi ile değişmemiş, hep bu erdemini korumak için dövüşmüş, kur­banlar vermiş, acılar çekmiş, yaralar almış, Mağrib ve Meşrik'de Kuzey ve Güney'de dağlara derelere sığmamıştır.

Şayet milletimizin başına gelenlerin sebebini derinlemesine araştırmak istiyorsak, dinle millet arasına giren düşmanlarımıza karşı böyle ölü gibi duruşumuzun sebeplerini öğrenmek istiyorsak, öncelikle bilmeliyiz ki sebep, diğer milletlerin cam e kan I a rina koyup da selam durdukları gibi İslâm'ı da öyle müzelik kabul eden anlayışta değildir.

Asıl sebep halkımızın kendi dinine karşı tutumundadır. Acaba halkımız, sosyal gelişme ve kalkınma projelerine mutlaka İslâm'ın komuta etmesi gerektiğine aklen ve kalben tam olarak ikna edilmiş midir? Çünkü İslâm'ın başkalarına benzemeyen çok geniş kapsam­lı bir medeniyet anlayışı vardır. Bu anlayış tamamen hayat gerçeklerine, yaşam kurallarına, insanın doğal tepkileri olarak da ifade edilen, yaradılışında var olan güçlerinden güç alır ve o kaynaktan doğar.

Toplumları şu veya bu yönde sevkeden düşüncelerin nicelik ve nitelikleri üstüne yapılan metodik bilimsel araştırmalar bizim şu büyük gerçeği görmemizi sağlamıştın Bir düzen kurmak, medeni­yeti yönlendirmek ve insanı bu çerçeve içerisinde eğitmek için İslâm'ın benimsediği düşünce ve hayat anlayışı, eşyanın tabiatına ve insanın doğal yapısına uygun olup, hayatın beklenmedik süpriz-lerine karşı koyabilecek en mükemmel düşüncedir. Bu en mükem­mel düşünce tarzıdır ki, kendinden başka hiçbir düşünce tarzının üretmediği kadar değerler, düşünceler üretmiş, toplumla son dere­ce uyumlu medeni eserler bırakmıştır. Öyle ki bu eserlere bir kişilik verip tasvir etmek mümkün değildir. Çünkü hiçbiri belli şartlarda bir araya gelip kenetlenmiş toplumsal bir tecrübe, bir azınlık, bir sınıf Özelliği taşımaz. Hatta insana, bakma yanarsın dedirtecek kadar hatalarla dolu yetersiz bilgiden kaynaklanan kişisel bir görüş özelliği de göstermez. Bilakis Kainat'ın Yaratıcısı, değişmez doğa kanunlarının yürütücüsü, gerçek Varlığa doğrudan bağlı ezeli haki­katleri aksettirir.  [22]

Bu gerçek, İslâmî hayat anlayışının tüm ayrıntılarını araştıranla­ra yeterince ışık tutmalıdır. Biz şimdi adı geçen kitabımızı tekrar­dan çok, meselenin özünü göstermek için bazı iktibaslar yapmak istiyoruz:

 

îslâmî Düşüncenin Dayanakları

 

Kainat, Yaratıcı, Peygamberlik, Ahiret ve İnsan

 

-İçinde yaşadığımız kainat sabit değildir, değişkendir. Düşün­mek, bir takım sonuçlar çıkarmak ve faydalanmak için yaratılmış­tır. Kötülük için değil yüce maksatlar için var edilmiştir. Onu akılcı ve deneyci bir yaklaşımla gözlememiz, yorumlayıp sonuca varma­mız gerekir. İnsandan istenen, yeryüzünde bir yer bulup orada mü­kemmel ve dengeli bir medeniyet kurmaktır. Tüm kainat parçalan birbirini tamamlayacak şekilde tam bir uyum üzere yaratılmıştır. Yani insanı Yaradaha götüren muhteşem bir uyum. Kainatta çeliş­kinin olmadığı ayetle sabittir.  [23]Modern ilmin vardığı sonuç da budur.  [24]

-Eğer kainat anlatıldığı gibiyse, sınırsız bilgi ve güç sahibi bir yaratıcı söz konusudur. Bunun içindir ki İslâm sürekli O'na ve O'nun birliğine iman etmeye, O'na ibadete, O'ndan başka birşeye tapmamaya davet eder. Allah'ı birleme inancı, evrensel doğa ka­nunlarına da uygundur. Çünkü modern bilim ışığında Allah'ın var­lığına ve birliğine inanmak, peşinden bu kaçınılmaz kanunu getire­cektir. Çünkü kainatı ve onun verilerini dikkatle incelemek yaratılışın tesadüflere bırakılamayacağı inancına götürür, sebep, hareket, düzen ve sonuç kanunlarım temelinden yıkan kendinden oluşum nazariyesinin geçersizliğini kesinlikle reddeder.  [25]

-Kainatın görünen maddi kısmı (şuhud alemi) aklın konusudur. Bu kainatı önemli parçalarıyla bir bütün olarak yönetmek, görün­meyeni ve görünmeyen alemi çevreleyeni bilmek, İlahi bîr bilgi gerektirir ki bunu Allah Peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildi­rir. Peygamberlik ise insanlık için bir zorunluluktur. Bunun böyle olduğu hem akıl yoluyla hem de bilimsel olarak ispatlanmıştır. Peygamberliğin sona ermesi insan aklının iadesidir.

Peygamberliğin sona ermesiyle İslâm, diğer dinlerin hayati öneme haiz değerlerini ve inançlarının özünü korumaya almış, bir yandan da İslâm'dan önce insanlığın maruz kaldığı zaman ve yer değişikliğine paralel olarak safiyetini yitirmiş geçmiş şeriatleri ge­çersiz kılmıştır.

-Bu hayat daim değildir. Burası kalıcı başka bir hayat için imti­han yeridir. İnsan bu dünyada iyilik ve kötülük olarak ne yaptıysa orada ya cehennemde yanacak ya da cennetle ödüllendirilecektir. O halde insan varacağı yerle ilgili olarak büyük bir sorumlulukla yüz yüzedir: Allah kıyamet günü şaşmaz terazisini koyacak, kimse­ye haksızlık edilmeyecektir. Çünkü ahiret günü dünyada yapılan hataya karşı Allah'ın büyüklüğünü göstereceği bir gündür.

Allah'a O'nun kainattaki eserlerini görerek inanan herkes hak­kın galip, batılın geçersiz olacağı bu güne de inanması gerekir.

Ahiret sorumluluğu dünyadaki sorumluluğu iptal etmez. Çünkü her ikisinin de insan ve toplum için önemi vardır. Birinci sorumlu­luk, ikinci sorumluluğun öncüsüdür.

-İnsan, hem sorumlu hem de sorumluluğu yerine getirmekle yükümlüdür. Ayrıcalıklı, seçkin ve de saygın yaratılmıştır. Allah onu birçok yaratığından üstün tutmuştur. Yeryüzünde O'nun tem­silcisidir. Orada hayat ve medeniyet kurmakla görevlendirilmiştir. Vatanı dünyadır. Başka bir yer değil.

Bütün bunların gerçekleşebilmesi için insan, akıl, beden ve ruh gücüyle takviye edilmiştir. Bu güç insanın doğal yaradılışı çerçeve­sinde ilerleyebilmesi için kusursuz bir kabiliyetle donatılmıştır. Bu­rada insanın kendisiyle çevresi arasında, kainata egemen olabilme­si, görevini en iyi şekilde yapabilmesi, önce Allahü Teala'nın izni sonra aklını kullanarak medeniyet harekatını başarabilmesi için müthiş bir denge mevcuttur.

İnsan, Halik'ına kulluk borcunu ödedikten sonra bilgi basamak­larını kullanarak yükselişe çağrılmıştır. Fakat bu çağrılışta önce kendisini sonra çevresini tanımak, insanı köleleştirip taşlaştıran putlardan kurtarmak ve kendini kaybedercesine Allah'a ibadet etmek gibi manalar gizlidir.

Bu tür ibadetten insanın doğal yapısıyla son derece uyumlu ve insanın davranışlarını çekip çeviren ahlaki bir nizam doğar.

 

İslâmî Düşüncenin Özellikleri

 

İslâmî düşüncenin, bütün beşeri düşüncelerden farklı özellikleri vardır. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

 

Dindarlık

 

Dindar olma özelliği insana Yaratıcısından geçen bir his olup, temelinde inanç vardır. İnancı hayata doğrudan bağlı olan akıl des­tekler, aklın kaynağı ise vicdanıdır. Bu duygu, insan, kainat ve Ya­ratıcı Güç arasında bir köprüdür. Batıl dinler ile uydurma mezhep­ler arasında kalan insanı sadece bu duygu bile yetersizlik, cehalet ve havaîlikten kurtarabilir. İnsanın idrakine ve özüne girerek insa­na ve Yaratıcı'sına yaklaşımını sağlayabilir [26]Konu ile ilgili ben­zer araştırmalar bunu açık bir şekilde ortaya koymuştur. [27]

 

Tutarlılık Sabitlik

 

Akıl sabit bir eksen etrafında döner, aynca aklın içinde düzenli, ölçülü, maddeden öte rotası belli bir hareket vardır. Sabit eksen İlahi varlık hakikati çevresinde döner ki, bu kendisine ibadet ettiği­miz Yaratıcı güçtür. İnsan, Halik'ın yeryüzündeki saygı değer tem­silcisidir. Tüm insanlık bir köktendir. İnsan, ibadet etmek, takva ve yararlı işler işlemek için yaratılmıştır. İnsanın değeri bağlı bulun­duğu şeydedir. Cins, millet, vatan, renk, sınıf veya yaptığı işte de­ğildir. Dünya deneme, ahiret hesap sorma için var edilmişlerdir. Tutarlılığın değeri, insanın davranışlarına hakim olmasında yatar. İnsanın duygu, düşünce, tasarım ve yaşama düzeninde hata etme­mesi, deli gönlüne uymaması, düzmece şeylere kanmaması, dış gö­rünüşün büyüleyici güzelliğine kapılmaması tutarlı olmaya bağlı­dır.

 

Değişim Evrim

 

Merkezdeki bu tutarlılığa rağmen, İslamcı düşünce özde değil de sadece yüzeysel çerçevede olmak üzere Kainat'ta ve insan top­luluklarında genel bir başkalaşım ve değişim olduğuna inanmakta, asıl değişimin ise insanın dış dünya ile temasında olduğunu kabul etmektedir. Gerçek manada değişim de budur. Eşyanın öz yapı özellikleri ise, mevcut kainat şartlarında ve değişmez evren kanun­ları çerçevesinde asla değişmeyecektir. İnsan toplumunda meydana gelen değişim, insanın dış dünya ile ilişkisinde daha net göze çar­par. İslâm da bunu kabul eder ve insanlığı yaşam ve doğa kanun­larının sırlarım çözmeye, insanın mutluluğunu ve medenî gelişimi­ni sağlamak için evrene hakim olmaya daveti yanısıra buna da çağırır.

Doğa evrim kanununun izlenmesi sonucu, insan aklının ufukları genişlemiştir. Bundan böyle adı geçen sabit ekseni meydana geti­ren genel kurallar çerçevesinde artık daha rahat hareket edip çalı­şabilecektir.  [28]

 

Kapsam

 

 İslâmî düşünce, yer, zaman ve davranışlarla sınırlı insan düşün­cesinden doğmuş değildir. Tam aksine bu düşünce ezeli, ebedi ve mutlak (önsüz, sonsuz ve varlığı kesin) bir tann iradesine dayanır. Bu güç Kainat'ı yaratmış, ruhsuz maddeye can vermiştir. Muazzam kainatı muhteşem bir uyumla yaratmıştır. O'nun iradesi tüm varlık­larla bağlantılıdır. İnsan kendisini bu alemde yitik, şaşkın ve çevre­sinden kopuk göremez. Bilakis tam bir gönül rahatlığı içerisinde hisseder. Çünkü kainatın tüm ipleri O mutlak gücün gözetiminde, denetiminde ve yönetimindedir. Dönüp giden bu evren içerisindeki bu uçsuz bucaksız meydan insanoğluna kendini kaybetsin, sapıtıp saçma sapan şeylere sığınsın, sonunda da delirip otursun diye veril­memiştir. İnsan kendisini ilahi gerçeklere böylesine kapsamlı bir teslimiyetle bağlarsa ister istemez geniş kapsamlı bir birliğe doğru gidecektir; Yaratıcı birliğine, evrenler birliğine, insan birliğine, iba­dette yön birliğine, Tek İlah anlayışında köken birliğine.

insanlığın oluşumu her alanda hakikate böylesine uygun bir ko­numda olunca, insan kendi beden ve zihni gücünden başka kainat sisteminin de üstünde bir yere sahip demektir. Hal böyle olunca, insan unsurunun o ilk ve muhteşem yaradılış birliğindeki ölçülerine uygun ve de anlamlı bir değişimi söz konusu olabilir. Çünkü zaten kainat tüm hareketi ile kendisini yoktan var eden Yaratıcısına karşı bir seri ibadet düzeni içerisinde sürekli değişip durmaktadır [29]

 

Denge

 

İslâm düşüncesinde bilgi kaynağı yönünden müthiş bir denge vardır. Aklın bilinmeyeni çözemediği yerde hemen vahy devreye girer. Aklın mantığa başvurduğu yerde hemen amel imdada yetişir. Ne akıl, gayb alemine girip kahin olur, ne de amel insan hareketini kısıtlayıp hurafe ve masala teslim olur. Bunda insanlığın, bilinen bilinmeyen, anlayamadığı göremediği, keşfedemediği, Yüce Halik'in yüceliğini hissetmek isteyip de hafsalasının almadığı, Allah katında insanın kadr'ü kıymetini bilmek isterken beynin bit­kin düştüğü sahalarla ilgili olarak tüm arzularına dürüstçe bir çağn vardır. Allah'ın yaratılması icab eden, eyleme kadir insanı yaratma iradesi ile insan arasındaki bu müthiş denge, insanın serbestçe seçim yapabilmesini sağlamak, sorumluluk alanını belirlemek ve iki irade arasında var sayılan tezatı gidermek içindir. Keza insanın acı duyması ile Ahiretteki azabı hissetmesi arasında, Allah'a mut­lak yaklaşım arzusu ile insanın kainattaki bilinen üstünlüğü arasın­da da böyle bir denge vardır. Ve bu denge sayesindedir ki putlaş-mayan bir insan varlığı doğacaktır.  [30]

 

Gözetim Denetim

 

Gözetimcilik, İslâm düşüncesinde Yaratıcı'nın kainatla ilgisi ve onun her zerresine itina etmesi, tüm yaratıkları sınırsız ilim ve kud­reti ile görüp gözetmesi açısından ortaya atılmıştır. Allah'ın kainatı gözetiyor olması insanlığın tüm ahlaki değerler ve ölçülerini de içine alır. Yine insan toplumlarının kümeleşmeleri ile insanca faali­yette bulunmaları arasında, zaman zaman meydana gelen bölün­meleri ile bitmek bilmeyen çabalan arasında bir ortak noktadır bu. Sağır, dilsiz ve duygusuz bir tanrıya inanan ile, herşeye kadir, herşeyi görüp gözeten, dilediğini yapma gücüne sahip bir tanrıya inanan arasında büyük fark vardır.

İkinci konu ise: Kendi varlığının manasını bir ameller tablosu haline getirmek için daimi hareket halinde olan beşer hayatına gösterilmesi gereken özenle ilgilidir. İslâm'a inanan bir insan iman ateşi daha içine düşer düşmez onun, hem kendisi, hem çevresi üze­rindeki etkin ve tesirli gücünü derhal hisseder. Allah'ın kendisini gözetliyor olması onu dehşete düşürür. 8u yüzden dur durak bil­mez, bir mucize beklentisi içinde de olmaz, bilakis kendi imanlı iç dünyasını kurmak için durmadan yenilenmeye çalışır. Artık, tek amacı Allah-ü Teala'nın rızasına erebilmek ve azabından kurtulup cennetine girebilmektir.  [31]

 

Gerçekçilik

 

İslamcı düşünce tamamen gerçekçidir. Çünkü bu düşüncenin asıl amacı, inanan insana yaratanı, kendini; kainattaki yerini, yer­yüzündeki temsilciliğini onu maddi hayat kanunları ve gerçekleri ile yüz yüze bırakarak öğretmektir. Aynı zamanda insan, olumlu fiil ve davranışlarda, hayranlık uyandıran eserlerde kendini göste­ren ilahi hakikatlerle iç içedir, ayrıca etkileyici ve duygulandıncı görüntülerde kendini gösteren kainat gerçekleri ile yüz yüzedir ve yine insan şu ölümlü dünya insanlannda kendini gösteren insancıl gerçeklerle karşı karşıyadır. İnsan ve çevre unsuruyla daimi temas sonucu meydana gelen bu gerçek, insanın değişmez huyu, kabiliye­ti, dayanıklılığı, büyüklüğü, aşağılığı, güçlülüğü ve zayıflığı çerçe­vesinde ortaya çıkar. Sonuç olarak gerçekçi insan, kötü niyet besle­mez, dünyadaki görevini küçümsemez, değerini düşürmez ve hangi sıfatla olursa olsun kendini putlaştıramaz. [32]

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

İSLÂM VE KALKINMA

 

Doğal yeteneği ve toplumsal yapısı sebebi ile insan, şüphesiz kalkınmanın hem tasarımcısı hem de itici gücüdür. İslâm da kal­kınma ve gelişim konularında insanı odak yapmıştır. İnsanın dur­ma siy la hayat durur, ilerleme olmaz ve tüm gelişme hayalleri de suya düşer.

 

Kalkınmada İnsanın Rolü

 

İslâm Dini insana büyük değer vermiş, beden ve beyin gücü se­bebiyle, kendini yenileyebilen kabiliyeti nedeniyle onu hayatin temel taşı saymıştır. İnsanın sorumlu ve yükümlü tutulması bunun delilidir: Nitekim insan, Allah'ın yeryüzündeki temsilcilik görevini gerçekleştirebilecek üstün özelliklere sahip yegane yaratıktır. Allah insanoğluna yeryüzündeki yaşamı, atılımı ve gelişimi için gerekli olan herşeyi bağışlamıştır:

"O gün Rabbin meleklere : "Yeryüzünde beni temsil edecek bir temsilci yaratacağım".  [33]"O, yeryüzündeki herşeyi sizin için yarat­mıştır [34]"Göklerdekileri de sizin emrinize vermiştir".  [35]

"Yerdekileri de sizin emrinize vermiştir".[36]  Allah yeryüzünde bu emaneti başkalarına değil, sadece insana vermiştir. Bunun için de insanın öncelikle kendini çok iyi tanıması ve büyük zeka gücü­nün, yükümlülük kaynağı olduğunu bilmesi gerekmektedir.  [37]

Bunun sonucu olarak etrafına bak in ip Allah'ın her yana serpil­miş harikalarını ve çeşitli biçimlerde karşımıza çıkan doğa ve evren kanunlarını bulması, bunlardan faydalanmak, esrarını çöz­mek ve onu emri altına alabilmek için harekete geçmesi gerekmek­te, dünyaya bir çekidüzen verip medeniyetler kurması, güç birliği edip kainat hakimiyetini ele geçirmesi istenmektedir.

Ayrıca insanın yenilik yapması, alıp satması, atılımcı olması, yapıcı olması mucizeler beklentisi içinde olmaması icabetmektedir. Çünkü insan çağlar boyu sürüp gelen yenilik ve üretim hareketinin tek kahramanıdır. [38]

Kur'ân-ı Kerim, şu toplumsal gerçeğe dikkatimizi çekiyor

"Bunun sebebi şu ki, bir millet içerden bozulmadıkça Allah da kendilerine verdiği nimeti geri alacak değildir, çünkü Allah her şeyi en iyi duyar ve bilir" , [39]

"Bir millet, içerden bozulmadıkça Allah da onların düzenlerini bozmayacaktır". [40]

Ve örnek veriyor:

"Ve Allah, inançlı, huzur içinde, her yerden bereket yağan, so­nunda Allah'ın nimetini körleyen, Allah'ın da yaptıklarına karşılık açlık ve korku tattırdığı bir kasabayı örnek veriyor". [41]

Bu kanuna sınır çiziliyor: "Biz bir kasabayı helak etmek istedikmi zenginlerine emrederiz. Onlar da kasabaya her türlü pisliği ge­tirirler. Artık vakit gelmiştir. Yıkar geçeriz." [42]

Bu ayet başka bir ayetle şöyle yorumlanmıştın

"Senin Rabbin, herhalde halkı uyum içinde yaşayıp giden kasa­baları helak edecek değildir". [43]

"Biz onlara haksızlık etmedik, ama onlar kendilerine yazık etti­ler". [44]

Bu yıkım, ıslaha yanaşmayan, gelişim göstermeyen, gelecekteki yaşamlan için iyileştirme plan ve programlan olmayan hasılı ha­yatın tabii akışına engel olanlara karşı toplumsal yıkım kanunudur. Aslında insanın, yeryüzünde Allah'ın temsilcisi olma hadisesi, ha­yatın pusulanna ve oyunlarına karşı sürekli diri durmanın ifadesi­dir. Çünkü Kur*ân-ı Kerim, esasen hayatta kendisine verilen görev­le ilgili olarak hayatın tabii akışına mani olan bu olumsuzluklara karşı insanı uyarmıştır.

Kur'ân-ı Kerim diyor ki:

"Ey insanlar! Yeryüzündeki yiyecekleriniz helal ve de temiz olsun".  [45]

"Ey inananlar! Verecekseniz malınızın temiz kısmından verin". [46]

"Ey insanlar! Camiye girerken kendinize çeki düzen verin, israf etmeden yiyip için". [47]

Allah'ın helal ettiği tertemiz şeylerden kendinizi mahrum etme [48]

Toplumun sosyal, iktisadi ve  siyasi problemleri karşısında

İslâm'ın değişmeyen, yerine göre de değişebilen tutumunun özü budur.

Bu tutum, insanın evrensel gelişimine yukarıdan bakıldığında her açıdan insanın kendisini yenilemesine yönelik bir tutumdur. Ne kölelik ve körü körüne itaat, ne kadercilik ve kendini bırakma, ne de suskunluk ve taklit değildir. Bilakis İslâm'ın bu tutumu, yapısı itibariyle hep hukuktan yana olmuş insan için insan haklan yoluna ışık tutan bir tutumdur. Halbuki İslâm'dan önce haklar değil sadece kabile, aile, belli bir ırk ve topluma yönelik haklar söz konusu idi.  [49]

İslâm'ın sorumluluk taşıyan insana bakışındaki bu olgun mantık sebebiyledir ki nübüvvet noktalanmıştır. Bu bakış, artık insanlığın olgunluk çağına erdiğinin, yeteneklerini geliştirdiğinin, hayat ve madde kanunlarını keşfedip hakimiyeti altına almak bilincine erdi­ğinin, son Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği ahlak ve toplum düzenine yönelik olarak kendinden beklenen medeni kalkınmayı sağlayabile­ceğinin en açık ispatıdır. Şu ayetler bizi bu manaya götürüyor.

"Artık insan, kendi kendine yetecek olgunluğa ermiştir [50]"Seni yaratan, biçimleyip dengeleyen [51]

 

İnsan Hakları ve Kalkınma

 

Çok eski toplumlarda insanın temel hakları diye birşey yoktu. Sadece güçlülerin hoşgörüsü vardı. Yani hak güçlünün ve galip ge­lenin idi. Hele kişisel özgürlük hiç bilinmiyordu. Hakimiyet tama­men belli kesimin elindeydi. Büyük çoğunluğu teşkil eden halk zalim ve sömürücüler tarafından köleleştirilmişlerdi. Çalışma hür­riyeti sınırlı idi. Kadın ise tamamen köle hayatı yaşıyordu. İnsanın, insan olarak ne değeri ne de itibarı vardı. Ne var ki durum yavaş yavaş değişti. İnsan toplulukları giderek gelişti. Nebiler ve peygam­berler geldi. İnsanoğlunun bir kökten geldiğini haykırdılar. İnsanla­rı Tek Allah'a ibadete çağırdılar. Toplumlara Allah'ın her kulunun bir takım haklan olduğunu söylediler.

Bu ve benzeri akılcı ve yüksek fikirler zamanla toplumsal bilin­ce dönüştü. Ötede beride açıkça insan haklarından söz edilir oldu. Ancak insanlık felsefesiyle, kurallarıyla ve de toplum olarak hala eski fikirlerden kurtulamıyordu. Her milletten peygamber ve elçile­rin getirdiği hukuk, ilke ve kuralların etkisiyle Hamburabi, Solon ve Oniki Levha Kanunları çeşitli toplumlarda birtakım hakların teslimine bir nebze çare olduysa da, kölelik, sınıf düzeni, bilhassa kadına karşı aşşağılayıcı tutum İslâm'dan önceki toplumların belir­gin özelliği oldu [52]

İslâm*dan sonra ise, insan haklannı tesbit açısından hiç şüphesiz ve tartışma götürmez bir şekilde kişi daha da bilinçlendi. Başta Rasulullah (s.a.v.) olmak üzere Dört Halife ve ilk müslüman savaş­çılar, İslâm'ın bu yüksek hukuk düzenine hayat verdiler. Onu müs-lümanlara ve gayri müslimlere son derece titizlikle tatbik ederek bizlere en güzel ve en kalıcı üç örnek bıraktılar:

A - Müslümanlar arası hukuk.

B - Müslümanlarla ehli kitap arası hukuk.

C - Müslü­manlarla diğer insanlar arası hukuk.

İslâm hukuku, insan hakları alanında kimsenin -en azılı düş­manlarının bile- inkar edemiyeceği kadar büyük değişiklikler yap­mıştır. Hatta inanmayanlar, sözleri batıl da olsa, bu hukukun tatbi­ki lehinde son derece hevesli olduklarını gösteren olumlu yorumlar yapmışlardır.

Şüphesiz İslâm'ın getirdiği ve Haçlı Seferleri ile Avrupa'ya geçen hukuk düzeni, insan haklan kurmaylarının en büyük kaynağı olmuş, bir çok düşünür ve filozofu hatta bazı kilise adamlarını, insan haklarının üçlü (soylular, derebeyler ve kilise) ittifak boyun­duruğu altında ezilen toplumlarda kabulünü sağlamak için propa­gandaya sevketmiştir.

Avrupa topluluklarında, haksızlıkların artması ve insan hakları­na ve bu hakların kabul edilmesine yönelik feryatlar çoğalınca -bilhassa İngiltere, Amerika ve Fransa'da - İslâm hukukunu destek­leyen kanun ve belgeler yayınlanmıştır [53]

Sömürgeci zulüm güçleri ile mağlup halklar arasında insan hakIannı benimseme ve mazlum milletleri fert veya millet olarak toplu katliamlardan, vahşetten, azınlık ayrımcılığından, şiddetli baskıdan, hürriyet kısıtlılığından, savaş ve yok olmaktan kurtarma sürtüşmeleri insan haklan komisyonu tararından hazırlanan İnsan Haklan Belgesi çıkana kadar (1948) ^ sürüp gitmiştir. Nihayet üye ülkeler bu haklan benimseyip bunu özgürlük, hoşgörü, insana haysiyetinin iadesi olarak görmüş ve çağdaş medeni gelişmenin alamet-i farikası saymışlardır. Hatta Birleşmiş Milletler SÖzleşme-si'ne bunu kabul etmeyen ülkenin üyeliğe alınmayacağına dair bir madde bile konmuştur. Hatta bununla da kalınmamış, "yasağa uy­mayanların cezalandınlması" ve benzeri maddelerle kabule~zorlan-mışlardır.

Fakat bu ilana rağmen, insanlık her yerde hâlâ sömürgeci güç­ler vasıtasıyla, sosyal adaletsizlik, azınlık ayrımcılığı, insanın say­gınlığını hiçe saymak gibi birçok olumsuzluklarla yüz yüzedir. Bunlann bilhassa sözleşmeye ilk imza atanlardan olması acıdır. Amerika Birleşik Devletleri'nin Güney Amerika'daki yüz karası davranışlan, Sovyetler Birliği'nin Müslüman Cumhuriyetlerine, Af­ganistan'a ve Doğu Avrupa halklanna yaptığı zulümler daha dün gibi gözlerimiz önünde duruyor. Dünya yahudilerinin süper güçler desteğinde, Müslüman Filistin halkına gösterdiği korkunç tarihi düşmanlık ise yürekler acısı. Bilhassa Amerika gibi bir devlet hem de modern bir çağda, elinde Dünya Haçlı Bayrağını taşıyarak bu desteği sağlıyor. Etopya ve Filipinler'de müslümanlara karşı göste­rilen şiddet hareketleri, beyaz Güney Afrika Hükümeti'nin çoğun­luktaki siyahlara karşı sert tepkisi ve nihayet Bulgaristan'ın kendi ülkesindeki müslüman azınlıklara yaptığı zulüm ve baskılar.

Bütün bunlann yanısıra ülkeyi yönetenler tarafından ihtilali en­gellemek ve emniyeti sağlamak v.s. gibi bahanelerle insan haklan-na hiç mi hiç aldırmadan kendi öz halkına her alanda en acımasız işkenceyi reva görüp onlan adeta köleleştirenlere ne demeli.

Şüphesiz İnsan Haklan Sözleşmesi ne yazık ki kağıt üzerinde kalmıştır. Çünkü Hak hâlâ güçlünündür. Halklar, cemaatler ve fertler hâlâ zalimlerin ve gözü dönmüşlerin esiridir.

Bunun sebebi son derece açıktın Çünkü İnsan Haklan Sözleş-mesi'nde Alemlerin Rabbine samimi bir yaklaşım sergilenmemiştir. Peygamberlerin talimatlarına ve koyduğu değerlere yürekten sahip çıkılmamıştır. Bilhassa bütün insanları, kendilerini yaratıp besleyen Yüce Allah'ın kullan olarak kabul eden gelenek yanlısı ve de ger­çekçi (hanif) İslâm Dini göz ardı edilmiştir. Hem de kullar arasın­da zulmün, haksızlığın her türlüsünü yasaklayıp, amele, gerçeğe, iyilik ve güzelliğe çağıran din. İnsan Haklan Belgesi'ni okur, maddelerini bir bir yoklarsak, orada İslâm'ın getirdiklerine ilave edilecek tek bir yenilik bulama­yız. Ne var ki bu haklar tamamı ile Asr-ı Saadet'te (Peygamber ve Dört Halife Devri) ve onu takip eden yıllarda uygulanmış haklar­dır. Hem de tüm insanlığın uyulası ve rehber olası tek örneği ola­rak. Şimdi sizlere İslâm'ın insana nasıl baktığını, haklarını nasıl tes­lim ettiğini ve bu konularla ilgili İslâm'ın temel kurallarını sunmak istiyoruz.

 

İnsanlar Arası Eşitlik

 

İnsanlığın kökeninin tek insan olduğunda İslâm'ın görüşü kesin­dir. İlk insanın tek olarak yaradılışı biyolojik esaslara dayanır. Uzunluk, kısalık, renk v.b. dış arazların bu yaradılışta herhangi bir etkisi olmamıştır. Bu tek varlığın fizik olarak görüntüsü Adem ve Havva olup insanlık bu ikisinden çoğalmış, imar etmek, kutsal ve şerefli bir hayat düzeni kurmak ve temsilcilik görevini yapmak için yeryüzüne yayılmıştır:

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık, birbiriniz-le tekrar tanışmanızı sağlamak için de çeşitli millet ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz şüphesiz O'ndan en çok sakına­nınızda-".[54]

"Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan, O'ndan eşini ve o iki­sinden nice erkek ve kadını yaratan Rabbinizden sakının", [55]

Görüldüğü gibi insanlığın kökeni birdir. Fertler arasında mey­dana gelen anlaşmazlıklar bu gerçeğe gölge düşüremez. Erkeği ka­dını, amiri memuru, işçisi esnafıyla tüm insanlar, sırf tabiata hakim olabilmek ve yardımlaşmanın gereğine inanmış medeni bir toplum yapabilmek için oynanan anlamlı, içeriği zengin tekamül oyunu­nun sadece göze görünen figüranlarıdır.

Bu noktadan hareketle, Allah-ü Teala'nın saygıdeğer kıldığı ve birçok yaratığa tercih ettiği, medeniyetler kurmuş bir varlık olarak insan [56]kendi öz kardeşini eze m ez, horlayamaz, temel haklarını elinden alıp zulmedeni ez:

"Ademoğlunu saygıdeğer kıldık. Karada ve denizde ona sorum­luluklar yükledik. İçine sinesi temiz şeyler verdik ve onu yaratıkla­rımızdan birçoğuna fevkalade tercih ettik".  [57]

Eşitlik hakkında sünnetin kesin hükmüne gelince Rasulullah (s.a.v.) Veda Hutbesi'nde şöyle buyurmuştun

"Ey insanlar Rabbiniz Tek, babanız birdir. Hepiniz Adem'in ço­cuktansınız. Adem ise topraktandır. Ne arabın yabancıya, ne ya­bancının araba, ne kızıl derilinin beyaza, ne de beyazın kızıl derili­ye bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva ile olur. Tebliğ ettim mi? Şahid ol Allah'ım [58]

Bu temel prensipten hareketle, kadın veya erkek herhangi bir in­sandan sadır olan yararlı bir amel, ahlaki açıdan makbuldür, geçer­lidir. Bu yüzdendir kî, İslâmî ve insani ilkeler çerçevesinde kalmak sureti ile yeryüzünde insanın şahsiyetini rencide edecek bir tavır alınamaz. Allah'ü Teala şöyle buyurmuştur

"Rableri onlara cevaben dedi ki: Hepiniz birbirinizden türemiş olmanız sebebiyle ben, sizden erkek olsun kadın olsun kimsenin amelini geçersiz sayamam". [59]

İslâm Dini, bütün bu yüksek insani değerleri getirdiği sıralarda uydurma dinlere mensub ve de medeni sayılan diğer milletlerin bu değerlerden haberleri bile yoktu. Bu değerlere sahip olmamak top­lum hayatında şu sonuçlan veriyordu:

-Hint Brahman inancında ayrımcı sınıf düzeni hakimdi.

-Eski Yunan milleti efendi diğerleri hep köleydi. Bu düzeni ünlü yunan filozofu Aristo bile "siyaset" kitabında benimsemiştir.

-Romalılar, kendilerinden başka kimseye hak tanımıyorlardı. Çünkü kendilerini üstün ırk görüyorlardı.

-İsrailoğulları ise kendilerini Allah'ın seçkin kullan, başkalarım da kendilerinin hizmetkan görüyorlardı.

-Cahiliye araplan kendilerini insanlığın süzmesi olarak kabul ediyorlar, başkalanna insanlığı yakıştıramıyorlardı. Sözgelimi kiz-lannın başkalanyla evlenmelerini onaylamıyorlardı.

İşin garibi şu ki her millet bu aynmcı yaşam düzenine ait felse­fesini kendi tarihinde bir takım efsanelere dayandınyordu/ [60]

Sonunda İslâm Dini yegane medeni düzen olarak insanlığın bu vazgeçilmez hakkını teslim etme şerefine nail olmuştur. Çünkü bö­lünemez bir medeniyet anlayışına sahip olan İslâm, insanlığın doğ­rudan ortak derdini hedeflemiş, sadece bir aile, bir millet, bir sınıf hatta yalnız erkekler veya kadınlar arasında ufak tefek gerginlikler sonucu çıkan dar kapsamlı olaylan esas almamıştır/ [61]Bu özlü il­keleridir ki İslâm'ı, insancıl bir din, yani insanlığın her zaman ve mekanda sonsuza kadar devam edecek dini yapmıştır.

Bunun doğruluk ölçütü Allahu Teala'nın Resul-ü Ekrem'ine hitabındadir, "Biz Seni tüm kainata sadece rahmet olarak gönderdik" [62]

İslâm usulcülerinin bu ve benzeri ayetlerle, hadislerden çıkar­dıktan ana tema şudur: "İslâm insanlar arası düzeni sağlamak için gelmiştir [63]

 

Hak Eşitliği, Sorumluluk ve Ceza

 

İnsanın, bağımsız yargı karşısında biricik hakkı elbette tam eşit muamele olmak lazım gelir. Yargı, insanın saygınlığını ortaya koy­malı, korkuya yol açan, tereddüte ve ikileme sevkeden etkenleri yok etmeli, hukuk ve ahlak kuralları çerçevesinde rolünü oynarken serbest iradesini beyan edebilmelidir.

Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i Şerife, bu önemli konuya yalnız müslüman açısından değil bilakis tüm insanlık açısından dikkat çe­kiyor ve insanlık kişiliğinin korunmasını istiyor:

"Ey insanlar! Adaleti titizlikle tatbik ediniz. Kendinizin, aile ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa Allah için şahitlik yapınız. Zengin veya fakir olsalar da Allah onların velisi olacaktır. Adalet ederken sakın başınıza buyruk olmayın. Eğer ağız değiştirir ya da dönerse­niz , Allah şüphesiz sizin yaptıklarınızı en ince ayrıntısına kadar bilmektedir".  [64]

Kur'ân-ı Kerim, adaletin, değerli ahlak kuralları çerçevesinde tecellisi için yüksek makamlar vadediyor. Bunlar, adaletin net ola­rak gerçekleşmesinin sağlayacağı yüce makamlardır:

"Bir milletin saçma sapan sözleri sakın sizi adaletsizliğe sevket-mesin, adil olunuz. Bu kendinizi kollamanız için daha uygundur. Allah'tan sakının, çünkü Allah, yaptıklarınızı en ince ayrıntısına kadar bilmektedir".  [65]

"Allah, emanetleri sahiplerine vermenizi, aynca insanlar arasın­da hakemlik yaparken eşit olarak karar vermenizi emrediyor.

Allah'ın size verdiği öğütler pek anlamlıdır".  [66]

Sünnet-i Şerife bu konuyu daha da perçinlemiş ve Resulüllah (s.a.v.) eşit davranmak hususunda çok kapsamlı örnekler vermiştir. O'nun şerefli hayatı adeta adaletin timsali olmuştur. Hem de en ufak bir kapalılığa meydan vermeyecek şekilde. Çünkü Resulüllah, kainatın gelmiş geçmiş en büyük en kusursuz gerçeği olup Allah-ü Teala O'nun adım ve dinini ebedi kılmak, O'nunla insanlığı içine düştüğü aşağılık durumdan kurtarmak için kendisini son peygam­ber olarak göndermiştir. Şayet Resulüllah olmasaydı insan da in­sanlığı da neredeyse yok olup gidecekti.

Resulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur

"Sizden öncekiler, sırf güçlü çalınca bıraktıkları, zayıf çalınca cezalandırdıkları için helak olmuşlardır. Vallahi Kızım Fatma çal-saydı derhal keserdim elini".  [67]

O'nu izleyen Danışmanlar Kurulu -şûra- kanalıyla iş başına gelen Dört Halife de bu eşitlik geleneğini sözleriyle ve davranışla­rıyla aynen yaşatmışlardır. Hatta biz bugün yargı eşitliği açısından bu kısa devre hakkında bir hükme varırken "İslâm'ın yüce hedefle­rini gerçekleştiren, öncümüz, övüncümüz, olaylar karşısında mi­henk taşımız hatta, kalkınma yolunda rehberimiz olan muhteşem örnek" diyoruz.

Ebu bekir Sıddik (r.a.) diyor ki:

"Sözlerime dikkat edin! Kendisinden hakkımı alamadığım en güçlü, benim nazarımda daima en zayıftır, hakkını veremediğim en zayıf ise benim yanımda daima güçlüdür". [68]Haklan, toplumun en büyük olayı haline getiren bu ve benzeri olaylar Hz.. Ebu Bekir'den sonraki Halifelerin (Ömer, Osman, Ali, Ömer b. Abdülaziz, Allah hepsinden razı olsun) hep tekrar edegeldiği örneklerdir.

 

İş Hukukunda Eşitlik

 

İş, üretimin ana unsurlarından biridir. Toplumlar, işlemek sayesinde gelişip kalkınırlar. Bu arada İnsanoğlu bir taraftan Allah'ın yeryüzündeki temsilcilik görevini yapar ve yüklendiği bu büyük so­rumluluğun hakkını vermeye çalışırken yine yaptığı iş sebebiyledir ki kendi kişiliğini ispatlar. İslâm Dini, yapabilecek durumda olanla­ra iş işlemeyi farz kılmış ve bizzat bir iş sahibi olmaya teşvik et­miştir. Çünkü Allah insanı yaratırken kendisine iş yapabilecek ve sonuçlarını alabilecek kabiliyet ve güç de vermiştir. [69]

"Allah, yeryüzünü sizin emrinize vermiştir. Onun engebelerinde dolaşıp rızkınızı arayınız". [70]

Bu İslâmî hakikatten hareketle bir İslâm devletinin, hayatı düze­ne koyma, çalışabilecek yaş ve kabiliyette olan herkese iş temin etmek suretiyle toplum kalkınmasını temin etmek gibi sorumluluk­ları olduğu sonucuna varıyoruz. Çünkü iş yapma hakkı insanın vazgeçilmez haklarındandır. Bu hak, yalnız müslüman toplumlar­daki müslümanların değil, dinlerine, ırklarına ve dini geleneklerine saygı gösterilen ve müslümanlar içerisinde yaşayan gayri müslim-lerin de hakkıdır. [71]

İslâm Dini, her türlü medeni haklarda olduğu gibi, öğrenme, öğ­retme ve iş hukukunda da kadın-erkek eşitliğini getirmiştir. Bu eşitlik, kadının özel yaradılışına ters düşmeyecek, ev ve aile eğiti­mini aksatmayacak, ayrıca İslâm'a yaraşır bir kıyafet içerisinde, yabancı bir erkekle başbaşa kalmayacak ve de kadınlık ihtişamına gölge düşürmeyecek şekilde çalışması şartlarına bağlanmıştır. İleri sürülen bu şartlar, toplumun ancak şerefli ve dürüst bir hayat süre­rek varabileceğine inandığı kutsal hedeflerden sapmaması için İslâm'ın koyduğu ahlaki değerlerdir. [72]

 

İktisadi Hayatta Eşitlik

 

İnsanın, İslâm Düşüncesi çerçevesinde en mükemmel medeni­yeti kurmak için yeryüzünde temsilci olduğunu biliyoruz. İktisadi faaliyet ise bu temsilcilik gönevini en iyi şekilde yapabilmenin en güzel yolu ve alanıdır. Öte yandan fizik kanunlarının tek bileni ola­rak insan kültürel ve sosyal kalkınmanın temel taşıdır. Ne var ki ik­tisadi gelişme tek bir insanın görevini tam yapmasıyla başarılabile­cek birşey değildir. İnsanlığın bütün güçlerini ister bedenen ister aklen birleştirmesi şarttır. Bu nedenledir ki îslâm, toplumların iler­leyebilmesi ve gelişmesi için eşit haklar ilkesini getirmiştir. Zira zulüm ve haksızlık yalnız yıkım getirir.

Bu, bilimsel olarak ispatlanmış bir toplum kuralıdır. Kur'ân-ı Kerim birçok ayetinde buna dikkat çekmiştir:

"Biz şu kasabaları, sırf haksızlık ettikleri için helak ettik. Ve on­ların helaki için bir takvim belirledik."  [73]

Toparlayacak olursak İslâm, eşitliği sağlayabilmek ve eşitlikle ilgili bu haklan toplumda iyice yerleştirebilmek için iktisat düzeni­ni şu sağlam temellere oturtmuştun

 

Birincisi:

 

Toplumda cins, sınıf, renk ve din farkı gözetmeden fırsat eşitli­ği. Yani insan, bütün gayretini çok geniş kapsamlı bir sosyal geliş­meyi sağlayabilmek için karşılıklı iş birliğinin gerekli olduğuna vermelidir. Bu alanda en ufak bir ayrımı insandaki potansiyel gücün giderek zayıflamasına yol açacaktır. Bu gücün azalması ora­nında toplum geri kalacak, güzelliklerden mahrum olacaktır.

 

İkincisi:

 

Sömürme caiz değildir. Çünkü sömürü başkasına ait olan bir hakkı zorla alıp karşılıksız olarak bir başka hakka ilave etme de­mektir. Emeğin çalınması netice itibariyle servetin dengesiz dağılı­mına yol açar. İslâm Hukuku, malın Allah'a ait olması ve sosyal bir görevi olması itibariyle, Hakka tecavüzün önlenmesi ve emeğin korunması için mal edinmede bir takım kısıtlamalar getirmiştir. El­bette mal edinmenin de, masrafların da, toplum içerisindeki men­faatlerin de hukuki bir dayanağı olması gerekir. Mal edinmede her­kesin iktisadi haklarını korumanın en önemli sonucu haklan kullanımda baskıya mani olmaktır. Çünkü baskı sömürmek için en

güzel yoldur. Hele bir de sosyal baskıdan da destek görüyorsa.

 

Üçüncüsü:

 

Toplumda tabii olmayan farkları yok etmeye çalışmak. Çünkü buna bile bile göz yummamız, birbirinin haklarına saygı gösterme­yen hatta hiçe sayan haksız kazançlarla zengin olmuş şımarık ve zalim bir topluma yataklık etmemiz anlamına gelir. Bu durumda tüm hukuk kurumlan, İslâm devletini, iktisadi durumla ilgili olarak, zayıflan sömüren zalim ve acımasız zenginler sınıfının doğmaması için duruma vaziyet edip görev yapmaya çağırır. Bilindiği gibi ka­pitalist sistemlerde büyük şirketler küçükleri som ürür. Komünist ülkelerde ise devletler bürokrasisi ayakta durabilmek ve üretimin kaymağını yiyebilmek için halkı inim inim inletmektedir.

 

Dördüncüsü:

 

İslâm topluluklannda sosyal güvence, haksızlıklan önlemek ve sözkonusu haklan alabilmek için en son ve en önemli çaredir. Me­sela çalışamaz durumda olanlara yardım etmek, ihsan ve iyilikte bulunmak, toplu kalkınma iskeletinde meydana gelen çeşitli boş­lukları doldurmak için zekat, sosyal güvence alanında çok önemli bir yere sahiptir.  [74]

 

Mülk Edinmede Eşitlik

 

İslâm dini ferdi mülkiyet hakkını getirmiştir. Bu hakkı gerek şahsın sağlığında gerek Ölümünden sonra son derece titiz bir koru­maya almıştır, ilerde herhangi bir haksızlık ve baskı aracı olmama­sı, menkul ve gayrimenkul malların sömürgen bîr azınlık eline düş­memesi için de her türlü tedbiri almıştır.

Keza İslâm dini, toplumsal mülkiyet hakkını da getirmiştir.

Rasulullah (s.a.v) bu tür mülkiyete örnek olmak üzere dört şey saymıştır: Bunlar su, otlak, yakıt ve tuzdur.  [75]İhtiyaç duyulduğu zaman bu dört unsurdan birine kıyas yapılabilir. Nitekim İmam Malik yeraltında bulunan katı ve sıvı madenleri bu hadis metni ile kıyaslamış ve mülkiyet hakkının hazineye ait olduğu görüşüne va­rarak bir fert veya toplumun tapulu arazisi içinde de olsa toplum­sal mülkiyet gurubuna sokmuş ve bu hükmünü şöyle savunmuştur: "Arazi sahibi arazinin üstüne sahiptir altına değil. Çünkü madenler Allah'ın tüm kullan için yerin altında sakladığı hazineleridir. Hiç kimsenin tekelinde olamaz. Çünkü toplumda herkesin menfaatini ilgilendirir. Çünkü sadece belli yerlerde bulunur ve de herkesin ona ihtiyacı vardır. İslâm hukuk bilginlerinden çoğunun görüşü bu isti­kamettedir. İslâm hukuku amaç ve kurallarına uygun olan da budur".  [76]

Mülkiyet hukukunda dengeyi bozmamak için müslüman çoğun­luğun menfaati söz konusu ise devlet, mal sahiplerini mağdur etme­den ve de hukuk kuralları çerçevesinde olmak şartı ile özel mülki­yeti kamulaştırabilir. İslâm hukuku devlete bu yetkiyi vermiştir. [77]

Allahu Teala Haşir suresinde şöyle buyurmuştur: "Allah'ın fetih ganimeti olarak Rasulüne nasib ettiği mallan: Allah'a, Rasulüne, yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış yolculara aittir. Yoksa zenginlerin alıp döner sermaye yapmalan için değildir". [78]

Bunun Sünnet-i Rasulden (s.a.v.) delili ise Peygamberin Naki' bölgesindeki boş bir araziyi toplum yaranna ordunun at ve devele­rine ayırmış olmasıdır. [79]

Yine bu konu ile ilgili olarak Hz. Ömer (r.a.) Rebze arazisini korumaya almış ve toplumun istifadesine sunmuştur.  [80]

Bütün bunlar toplumun her kesimini ilgilendiren ve toplumdaki iktisadi dengeyi sağlamaya yönelik örneklerdir. Böyle bir toplum­da, açlık, çıplaklık, açıkta kalmak, insanın insanlığını ve saygınlığını zedeleyen hayvanca yaşamak gibi dertler olmaz. Çünkü insan, saygınlığını becerikli bir siyasi ortamda tek başına ve huzurlu oldu­ğu zaman koruyabilir. Mali yönden zayıf bir kimsenin saygınlığım yitirmesi daima mümkündür.

Peygamber efendimiz bu dengeyi bulmak için Ensarı, Muhacir­lerle kardeş ilan etmiş, Nadir Oğullarından elde edilen ganimeti sa­dece Muhacirlere (göçmen) pay etmişti. [81]

Yine bu dengeyi sağlamak içindir ki, büyük servetleri gelecek nesillere de ulaştırmak için miras sistemi getirilmiştir. Kur'ân-ı Kerim, haklardan yararlanma aşamasında hertürlü baskıyı "zarar vermeden* [82]sözüyle yasaklamıştır.

Sünnette ise Rasulullah'ın (s.a.v.) Sümre b. Cündeb'e yaptığı bir muamele, iktisadi denge açısından ilginç bir tespittir: Sümre'nin bir hurmalığı varmış fakat hurmalık Ensardan bir adamın bahçesi içe-risindeymiş, Sümre çoluk çocuğuyla bahçeye girip çıkarlarmış. Bu durum bahçe sahibini rahatsız etmiş ve Rasulullah'a başvurmuş. Peygamber (s.a.v.) Sümre'yi çağırtıp: "hurmalığını ona sat" demiş, Sümre de "olmaz" demiş, Peygamber "öyleyse kes" demiş, Sümre yine "olmaz" demiş. Bu sefer Peygamber "Ona bağışla, aynısını cennette bulursun" demiş, Sümre yine de "olmaz" deyince Efendi­miz (s.a.v.): "Sen zararcı aksinin tekisin" dedikten sonra bahçe sahi­bine dönüp "git onun hurmalarını sök" buyurmuş.  [83]

Yahya b. Adem'in rivayetine göre Dahhak b. Halife el-Ensari'nin bir arazisi varmış, buraya su, Muhammed b. Mesle-me'nin bahçesinin içerisinden geçerek geliyormuş. Muhammed de arsasından su geçsin istemiyormuş. Dahhak Hz. Ömer (r.a.)'e baş­vurmuş, Ömer Muhammed b. Mesleme'yi çağırtıp: "Bahçenden su geçmekle bir zararın var mı? diye sormuş, Muhammed "yok" de­yince Hz. Ömer: "Bana bak" demiş karnından başka yerden çıkış bulamasaydım ben de karnına basar geçerdim".  [84]

Yine Rasulullah (s.a.v.)'ın Bilal b. Haris el-Mazini'ye yaptığı da buna benzer bir örnektir. Rasulullah kendisine büyükçe bir arazi vermiş. Ebu Übeyd de Hz. Ömer zamanında Bilâl'e demiş ki: "Ra-sulullah sana bu araziyi halkı mahrum edesin diye vermedi bilakis işleyesin diye verdi, ondan imar edebileceğin kadarını al gerisini bırak" [85]

 

Kişisel Özgürlük Hakları

 

Kişisel özgürlükle, kişiye yargılanabilir bir sıfat veren, bir takım sorumluluklar yükleyen, geliri, malı olan ve de sahip olduğu malı üzerinde serbertçe tasarrufta bulunabileceği durum kastedilmekte­dir. İslâm Dini, çocuğu, deliyi ve şaşkını (sefih) bunun dışında tut­muştur. Bu sıfatlan taşımayan kadın-erkek, müslim-gayri müslim arasında hiçbir fark gözetmemiş ve medeni hakların kullanımı (ta-sarrufat) ile ilgili olarak şu temel kuralı getirmiştir: "Müslümanla­rın lehine olan gayri müslimlerin de lehinedir, aleyhine olan onla­rın da aleyhinedir". Bunun Kur'ân ve Sünnet'te birçok delili vardır:

"Allah, dininizden dolayı size karşı savaşmayan ve de sizi yurdu­nuzdan çıkarmayanlara iyilik etmenizi, kendilerine eşit muamele et­menizi yasak etmiyor, bilakis Allah eşit muamele edenleri sever." [86]

Köleye gelince, İslâm Dini, alım-satıma iştirak etme, mal edin­me, evlenip yuva kurma ve boşanma gibi medeni haklarını kabul etmiştir. [87]

Ayrıca köleye, sahibinin kendisine eziyet etmesi, takatinin üs­tünde iş buyurması gibi hallerde hakime başvurmasına müsade etmiş, kısas meselesinde hürle bir tutmuş, azab edildikten sonra kendisini günün sosyal şartlarım da göz önüne alarak, efendinin aile efradından biri saymıştır. [88]

Hatta, hüriyetini satın almak için bir yazılı sözleşme talep eder de sahibi bunu reddederse hakim, efendiyi sözleşme yapmaya zor­layabilir.

 

Dîni Özgürlük Haklan

 

Din, kalp ve vicdanı ilgilendiren bir olaydır. Bu yüzden herhan­gi bir dış baskı olmaksızın tamamen kişisel bir kanaate dayanması gerekir. Çünkü kul ibadet esnasında Allahü Teala ile yüzyüze ola­caktır. Dinin en önemli belirtisi ise samimiyet, sevgi ve itaattir. Bunun içindir ki İslâm Dini, din hürriyetini vicdanlara bırakmış ve insanlara m üs! uman olmaya zorlamamıştır.

Allahü Teala şöyle buyurmuştun "Dinde hiçbir zorlama yoktur, artık akıl saçmalıklardan kurtulmuştur". [89] Bu nedenledir ki Ehl-i Kitap (hıristiyan ve yahudiler) müslümanlar arasında yüzyıllar bo­yunca dinlerine tam bir bağlılık ve serbesti içerisinde yaşayıp gel­mişlerdir. Vatandaşlık haklarından istifade ile hayatın her alanında faaliyette bulunmuşlardır.  [90]O derece ki, müslüman koca, hıristi­yan karısını dinini terke zorlamamış ya da kendince ibadetten alı­koyanı a m ıştır. Herşey, Kur'ân-ı Kerim'in, "Ehl-i Kitap ile en güzel şekilde mücadele edin"  [91]çağrısına uygun olarak cereyan etmiştir.

 

Düşünce Özgürlüğü Hakları

 

İnsana bir takım sorumluluklar ve yükümlülükler yüklenmesi ister istemez beraberinde fikir hürriyetini de getirir. İnsanoğlunun kişiliğini ispat edebilmesi, düşündüğünü ifade edebilmesi, fikir biri­kimlerini somut birşeylere dönüştürebilmesi, medeniyet yansına duraklamadan katılabilmesi buna bağlıdır.

İslâm Dini insanı, fikrini korkmadan açıkça belli etmeye teşvik etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'in hemen bütün ayetleri düşünmeyi, kafa yormayı, ibret almayı anlatır ve fikir hürriyetinin mevcudiyetini kesinlikle ispat eder.

Rasulullah (s.a.v.) sahabeyi böyle yetiştirmiş ve kendilerini daima iyi bir araştırmacı gözlemci olmaya ayrıca karşılıklı fikir alışverişinde bulunmaya hatta kişisel kanaat ifade etmeye (ictihad) teşvik etmiş ve kendisinden sonra bunun net anlaşılır bir sistem olarak kalmasını istemiştir.

Resulullah'a (s.a.v.) sağlığında doğru sandıklan ya da öyle oldu­ğuna inandıkları konularda öylesine çok itiraz edilmiştir ki! Saha-be-i Kiram'ın Hudeybiye Seferi'nde, Peygamber'in geri çekilmesine karşı çıkmaları, birinin namaz esnasında çıbanbaşı Abdullah b. Ubey aleyhine iddialarla efendimize karşı çıkması, insanlığın temel haklarından olan bu düşünce hakkına İslâm'ın ne derece değer ver­diğinin ispatıdır.

Sahabe-î Kiram, bir peygamber olarak Rasulullah (s.a.v.)'ın hu­zurunda böylesine açık fikirli oldularsa, müslümanlar birbirlerine karşı niçin daha açık ve serbestçe olmasınlar.

Sonra İslâm Dini özgürce din seçmeyi böylesine hoşgörü ile karşılasın sonra da içtihadla ilgili meselelerde fikir hürriyetine taş at­maya çağırsın, olacak şey değildir.

Halbuki İslâm, tabiat kanunlarının esrarını çözmek için bilimsel düşünce özgürlüğüne bilhassa kefil olmuştur. Çünkü bu din, bilim alanında kendisini ilim vekili ya da güvencesi olarak görmez. İlim, tamamen Kur'ân-ı Kerim'in de ifade ettiği gibi bilinmeyeni ortaya koymak için gözlem ve düşünceye dayanan bir akıl ve muhakeme işidir:

"Yerleri ve gökleri yöneten o gizli güçlere ve de Allah'ın basit gibi görünen yaratıklarına hiç dikkat etmezlermi?[92]

"Göklerin ve yerlerin yaratılmasında, geceyle gündüzün değişip durmasında, insanlık yararına denizlerde süzülüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirdiği ve sayesinde ölü toprağa can verdiği su­larda, canlanır canlanmaz üzerine binlerce hayvanın üşüştüğü top­raklarda, rüzgarların ve yerle gök arasında hizmet gören bulutların yönlendirilmesinde akıllı insanlar için bir takım ip uçları vardır." [93]

Böylece İslâm, ilahi bir kaynağa dayalı son derece serbest bir düşünce imkanı vererek, hayatın aksamaması bilakis her geçen gün biraz daha iyiye gitmesi için insana, aklını kullanabileceği çok geniş bir meydan bırakmış oluyor.

 

Siyasi Özgürlük Hakları

 

Siyasi özgürlük haklan ile, halkın yönetimde tam söz sahibi ol­masını kastediyoruz. Yönetim kadrosunu seçme hakkının vatan­daşların elinde olması, yönetimde söz sahibi olabilmesi için halkın sahip olması gereken en önemli haklardandır. Kur'ân-ı Kerim'de iyilikte yardımlaşma, karşılıklı fikir alışverişinde bulunma ve hal­kın yönetici seçimine iştiraki konularında birçok ayet vardır  [94]

İbni Teymiye (r.a.) diyor ki: "Sünni anlayışına göre devlet baş­kanlığı, halkına söz geçirebilen güçlü halk temsilcileri (ehl'üş-şevke) tarafından onaylandıktan sonra halkın ittifakıyla belirlenip atanır. Bir iki kişinin muhalefeti ittifakın itibarını zedelemez. Aksi halde hiçbir zaman seçilemez. Zaten güçlü halk temsilcileri böyle tek tük muhalefet parlamalarına göz yummazlar."  [95]

Mısır'ın sabık müftülerinden Muhammcd Bahid de şöyle söylü­yor: "Devlet başkanlığı (halife) tayini sadece güçlü halk temsilcile­rinin (elılü'l hail ve'I-akd), başkanı tanıyıp kabullenmesiyle olur. Devlet başkanı (halife) sadece halkın temsilcisidir. Halk kendisine yönetim görevini vermiştir. Bu nedenle başkanın güç kaynağı gene halktır ve yönetim işinde de başkan, yine halktan destek alır. Müs­lümanlar böylece, "yönetim kaynağı halktır" diyen ilk millet olmuş oluyorlar".  [96]

İlk Dört Halife seçiminde durum böyle olmuştur. Bu konuda İbni Teymiye usulcü bir anlayışa temel teşkil eden ittifaka (icına) delil olarak diyor ki:

"Ebu Bekir, güçlü halk temsilcilerinin 'olur'uyla başkan olmuş­tur. Şayet Ebu Bekir'e Ömer ve gurubu olur desede diğer sahabe çekimser kalsaydı, başkan olamazdı. Demek oluyor ki halkın deste­ğiyle başkan olmuştur. Bunun içindir ki Sa'd'ın muhalefetinin bir zararı olmamış çünkü başkanlık seçiminde tehlike arzetmemiştir. Ömer'in oylamada acele etmesine gelince şüphesiz "her onayın bir öncüsü" vardır, yani asnn diliyle adayı.

İbni Teymiye devamla: "Keza Ömer de aday gösterilmek ve onaylanmak suretiyle devlet başkanı (halife) olmuştur. Herhalde Ebu Bekir örneği olmasaydı Ömer, başkan olamazdı [97]

Halk başkanını seçtikten sonra onu denetleme hakkına da sahip­tir. Yeniden Dört Halife'nin ittifakla seçimine yönelip onların de­netleme hakkındaki görüşlerini alalım.

Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.) diyor ki:

"Sizin en iyiniz olmadığım halde beni başkan ettiniz. Beni doğru çizgide görürseniz destek olun. Şayet beni yanlış bir yerde görürse­niz düzeltiniz. Allah'a itaat ettiğim sürece bana itaat edin. O'na karşı gelirsem artık bana itaat etmeyiniz". Ya da:

"Hiç de becerikliniz olmadığım halde beni seçtiniz, hep doğru gidersem bana uyunuz. Saparsam beni düzeltiniz" demiştir.

Ömer (r.a.) bir gün: "Ey ahali, kim bende bir eğrilik görürse lüt­fen hemen onu düzeltsin" buyurmuş, biri yaklaşarak:: "Sende bir eğrilik görseydik zaten kılıcımızla onu düzeltirdik" deyince Hz. Ömer (r.a.) ileri atılıp: "Şükür Allah'a ki Ömer'in halkı içerisinde onun hatalarım kılıcıyla düzeltecek birileri var" karşılığını vermiş.

Osman (r.a) şöyle söylüyor: "Bundan böyle pişman olup tevbe edeceğim, müslümanların bende gördüğü hataya bir daha dönme­yeceğim. Rasulullah'ı şöyle derken duymuştum: "Sürçü lisan eden tevbe etsin, hata eden tevbe etsin ve hatasında ısrar etmesin. Çünkü hatasında ısrar eden giderek sapıtır ve çıkmaza girer."  [98]

Ali bin Ebi Talib'e (r.a.) gelince, Malik bin el-Eşter'e gönderdiği uzun mektubunda bu tehlikeli konunun altını çizerek yöneten ve yönetilenin haklarını bir bir sayıp dökmüştür.

İslâm Dini'nde şûra (danışmanlık), yönetim özgürlüğü hakları­nın en nazik ilkesidir. Çünkü halkın, başkan seçtiği kimseyle zaman zaman görüşüp, dini hükümlerin ne derece işletildiğini, çe­şitli dünya işleri için ne gibi tedbirler alındığını başkanın ağzından duyması en tabii vazgeçilmez hakkıdır. Bölünme ve soğukluk olmaması, devlet başkanının giderek bir büyüklük kompleksine ka-pılmaması ve hep benim görüşüm doğrudur saplantısına düşmeme­si için halk-başkan görüşmesi elzemdir. Öte yandan istişareye gerek var mı yok mu tartışması da yapılmıştır. Hatta öz ve uygula­ma açısından istişarenin hikmeti inkar bile edilmiştir.

Kur'ân ve Sünnet'te istişarenin bir gerçek oluşu ya da yokluğu halinde doğacak tehlikelerle ilgili olarak birçok ayet ve hadis yer almıştır.

İstişarenin hikmet ve gerekliliğini en iyi şekilde ortaya koymak her zaman görevimiz olmalıdır. Toplum çıkarlarının heder olma­ması, halkın asırlardır İslâm aleminde sosyal yıkımlara sebep olan zalim yönetimlere kul olmaması istişarenin güzel anlaşılmasına bağlıdır.

 

Yaşama Özgürlüğü Hakları, Can Güvenliği

 

İslâm Dini, Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi saygın varlık olan insan hayatına son derece titizlenmiştir: "Ey gözü ve gönlü açık olanlar! Kısasta sizin için hayat vardır, artık kollayın kendinizi."  [99]

"Onlara orada cana can diye yazdık."  [100]

Sünnete gelince Rasulullah (s.a.v,) bir müslümanı, ülkesinde ya­şayan bir kafir ile denk tutuyor ve: "Ben, İslâm yurdunda yaşayan yabancılara sıcak davrananlann en ha ki kati i.s iyi m" [101] diyordu.

Hasılı İslâm, bir din olarak ancak bu kadar güvenceli ve bu kadar candan olabilir. İslâm, yaşayan insanın yaşama hakkını gök­lere çıkarmış, katili ise toplum hayatının anlamlı bir parçasını teş­kil eden insanı korumak için ölümle tehdit etmiştir.

Müslümanlar, insan hayatında titizlenmede o kadar ileri gitmiş­lerdir ki, bütün ayet ve hadisleri taramışlar bu ikisinden elde ettik­leriyle, tek bir cana kıyan topluluğun, tamamının öldürüleceği ka­naatine varmışlardır. Ömer (r.a.) Yemen'de bir kişi yüzünden bir gurubun bütün fertlerini öldürmüş ve şöyle demiştir: "Şayet bu cinayeti bütün Sana halkı işleseydi hepsini göz kırpmadan öldürür­düm".  [102]

Katilin cezası yalnız dünyada öldürülmesiyle bitmiyor. Kur'ân'ın birçok ayetinde katillerin ahirette göreceği cezanın dün-yadakinden bin beter olacağını ifade ediyor: "Bilerek bir müslüma-nı öldürenin cezası ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona hem öf­kelenmiş, hem lanet etmiş hem de müthiş azap hazırlamıştır".  [103]

İslâm'ın hata ya da bilmeden ölüme sebebiyet verenler hakkın­daki hükümleri ise çok çeşitli olup, bunların çoğu herhangi bir fiili tecavüz olmadan araya girmek gibi aslında insan hayatına olan saygıyı dile getiren hükümlerdir.

 

Mal ve Can Güvenliği Haklan

 

Yukarıda da arz ettiğimiz gibi İslâm, hukuk kuralları ve sağlıklı kaynaklar çerçevesinde olmak kaydıyla mülk edinmeye müsade et­miştir. Malın saygınlığının korunması meselesine gelince, mesela hırsız için katı hükümler getirmiştir. Bu hükümler çalınan malın ya aynı ile ya değeri ile, doğrudan hırsızın kendisi veya mal sahibi ile bazen de her ikisi arasındaki kan bağlan ile ilgili olarak değişik de­ğişiktir. Bazı hükümler de şahitlerle ilgilidir. Yalnız had cezasının düşmesi hemen hırsızın beraatını gerektirmez, bilakis hırsız, suç iş­ledi ihtimali ile mahkemeye çıkarılır, hakim karan n a göre şu veya bu şekilde cezalandırılır. [104]

İslâm, yol kesen, ayrılıkçılar, şiddete başvuran (terör) ve toplu­mun genel güvenliğini bozanlar için de sert hükümler getirmiştir. Bu gibi tehlikeli durumlarda ölüm, çarmıha germe veya ikisini de içine alan cezalar tatbik edilebilir, şayet gasp ile birlikte öldürme de olmuşsa. Sadece Öldürmüşler, mal gasbında bulunmamışlarsa sadece ölüm cezasına çarpılırlar. Sadece gaspta bulunmuşlarsa gaspa iştirak edenlerden her birinin sağ elleri ve sol bacakları kesi­lir. Bir cana kıymadan ve gasp olayını gerçekleştiremeden yakalan-mışlarsa hapisle cezalandırılırlar. Hukukçular arasında bilhassa aynntılarda olmak üzere görüş ayrılıkları vardır. [105]

Bu konu ile ilgili olarak Allah-ü Teala şöyle buyuruyor

"Allah ve Rasulü'ne karşı savaşanlar, yeryüzüne ayrılık tohumu saçanlar, öldürülmek, idam edilmek, el ve ayaklan çaprazlama (sağ el sol ayak) kesilmek ve de sürgün edilmek suretiyle cezalan­dırılacaklardır. Bu onlar için dünya hayatında ne kadar küçültücü birşeydir. Ayrıca kendilerini bir de Ahiret azabı bekliyor".  [106]

Silah ve tehdit yoluyla mal alan gaspçıya gelince, kendisinden gasp ettiği malı ya aynen ya da -harcamışsa- değerini iade etmesi istenir. Her hal ve durumda kınama ve ihtar cezası tatbik edilir [107]

Tabii ilaveten Ahiret cezası, nitekim Rasulullah (s.a.v.): "Bir araziyi sahibinden zor kullanarak alanı Allah, öfke ile karşılaya­caktır", [108] buyurmuş, bir başka sözünde şöyle demiştin

"Müslüman bir kişinin malını zorla alan kimseye Allah, Cennet'i haram edecek Cehennemi gösterecektir".  [109]

İslâm, mal sahibine malını savunma hak ve yetkisi vermiştir. Öldürürse katil olmaz. Öldürülürse şehit olur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Bir müslüman malı için döğüşür de ölürse şehittir".  [110]

İslâm Dini, mülk edinme hukukundan ziyade beden ve akıl gü­cünün iş olarak somutlaştığı emeğin korunmasını önemsemiştir. Çünkü emeği, üretimin temel unsurlarından biri olarak kabul et­miştir.

Sonuç olarak İslâm, işçiye karşı insaflı olunmasını yinelemiş emeğine göz dikilmemesini istemiştir. Bu sözün doğruluk Ölçüsü Efendimiz (s.a.v.)'in şu ifadesidir: "Yüce Allah buyurdu ki: Ben kı­yamet günü üç kimsenin amansız düşmanıyım: Önce verip sonra lafını eden, her bir kimseyi satıp parasını yiyen, işçi tutup fiyatta anlaştıkları halde ücretini tam ödemeyen".  [111]

 

Uluslararası Barış Hakkı

 

İslâm Dini devletler arası iyi ilişkiler yasasının esaslarını belirle­miş, karşılıklı görüşmeler yoluyla anlaşmayı, en güzel şekilde mü­cadele etmeyi, düşmanlan ortadan kaldırıp barıştan yana olmayı, haksızlığa uğrayanları savunmayı, daima ileri gitmek, medeniyet­ler kurmak ve dini inanç hürriyetim muhafaza etmek için milletler arası iş birliğinin gereğine işaret etmiştir. Savaş ve esirlerle ilgili olarak insancıl esaslar getirmiş, uzlaşma aşamasında iki yüzlülüğü, hertürlü hasmane tutum ve davranışı menetmiş, çocukları ve yaşlı­ları öldürmeyi yasaklamış, yeryüzünde hertürlü fitne ve fesada, te­rörün yayılmasına ve toplu katliama şiddetle karşı çıkmıştır.

İslâm, insanlara iyi muamele esasını getirmiş ve bunu şu ayetle insanlığın değiştirilmez hakkı saymıştır: "Allah, dininizden dolayı size karşı savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik etmenizi ve kendilerine eşit davranmanızı yasaklamıyor, çünkü Allah, eşit davrananları sever; tam aksine Allah, dininizden dolayı, size karşı savaşanlara, sizi yurdunuzdan çıkaranlara ya da çıkarıl­manıza yardımcı olanlara yaltaklanmanızı yasaklıyor. Onlara yal­taklanıp dostluk numarası yapanlar varya işte onlar zalimlerin ta kendileridir". [112]

Uluslar arasında kurulması gereken güvenli dengeye gelince, İslâm bunun gerçekleşmesini iyilikte yardımlaşma esasına bağla­mıştın "İyilikte ve Allah'a candan bağlılıkta yardımlasın, kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmayın[113].

Milletleri kardeş olmaya çağırmıştır: "Sizi tekrar tamşasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık" [114] Sözleşmelere sadık kalmaya ça­ğırmıştır: "Sözünüzde durunuz. Çünkü söz de sigaya çekilecektir".[115]  İslâm, harbide istenmeyen ilan etmiştir; Ona, sadece nefsi mü-dafa, dini müdafa ve de inanç hürriyetini müdafa için başvurmuştur: "Sizin için istenmeyen birşey olduğu halde savaşmanız gereke­bilir".  [116]İslâm, topluca cezalandırmayı da yasaklamıştır: "Hiç bir suçlu başkasının da suçunu çekemez".  [117]

Bu nedenledir ki rahmetli el-Evzaî, Abbasi Valisi Salih bin Ali'nin Lübnan dağlarında yaşayan bazı yöre halkına kestiği toplu cezaya itiraz etmişti: Valinin köylülerden birinin işlediği bir suç yü­zünden bütün köylüleri sürgün etmesi üzerine el-Evzaî:

"Allah-u Teala'nın "Hiç bir suçlu başkasının da suçunu çeke­mez" hükmü var iken, bir veya birkaç kişinin işlediği suç yüzünden bir topluluk nasıl olur da cezaya çarptırılır, yerlerinden yurtların­dan ve de mallarından edilebilirler. Herhalde Allah-u Teala'nın sözü en doğru ve uyulasidır. Tavsiyelerin en hakikatlisi ise bellen­mesi ve dikkat edilmesi gereken Rasulullah'ın vasiyetidir. Efendi­miz (s.a.v.) demiş ki: "Emri altındakilere haksızlık eden ve takatinin üstünde sorumluluklar yükleyenle bizzat ben görüşeceğim [118] şek­linde sert çıkmıştır".

Bütün bunlar giderek gelişen insanlığın sahip olduğu haklar de­meti olup hepsini de İslâm Dini getirmiş ve müslümanlar asırlarca tatbik etmişlerdir. O müslümanlar ki yargılarında en adil yargıç, fetihlerinde en merhametli fatih idiler. Medeniyetleri insancıl idi her asırda insanlığı mutlu ettiler. Onlar şu sözünü ettiğimiz haklar manzumesine bilgi maddesini katıp zavallı, şaşkın ve de kör cahil insanlığa adeta hediye olarak bizzat tatbik edip örnek olmuşlardır. Gerçekten de insanlığın gözü açılmış, giderek bu haklan ister ol­muşlardır. Artık insanoğlu gözü dönmüş zalimlerden, insanlık düş­manlarından, ahlaki değer katillerinden kurtulmayı yürekten iste­mektedir.

Hazır, insan haklan sözleşmesi ve heryerde atılan hürriyet nara­ları gündemdeyken bizim de çıkıp: "Şu sözleşmelerde yer alan en önemli maddeler bizden çalınmaydı artık tekrar bize iade edildi" demeye ve insanlığı ana sözleşmeye çağırmaya hakkımız vardır. Ama, lütfen dikkat davetimiz, İslâm'ın evrensel boyutları çerçevesinde ve de yürekten olsun. Ne idüğü belirsiz, maddeci ve insanlığı yaradılış amacından saptıran ve insanı dünyanın beş para etmez şirk batakhanelerine götürüp, Alemlerin Rabbi Kainat'ı yoktan var eden Allah'a itaatten uzaklaştıran laik ideolojiler çerçevesinde ol­masın.

Şayet İslâm Dini'nin savunduğu şu paha biçilmez haklar, İslâmî toplumlarda bugün tatbik edilmiş olsaydı, herhalde müslüman olan da olmayan da insanlığın farkına varır, kendisiyle gurur duyar, kendi halkına güveni artar, onun yaptıklarına daha çok saygı duyar, gizli güçleri ortaya çıkar ve netice itibariyle çağımızdaki toplumsal kalkınmanın, medeniyet yolunda İlerlemenin en büyük itici gücü olurdu.

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

İSLÂM DİNİNDEKİ EVRENSEL DÜZENLERİN KALKINMADAKİ YERİ

Giriş

 

Şüphesiz her medeni toplumun, gerek fert gerek toplum açısın­dan fiil ve davranışlarına çeki düzen verecek, toplum kurumlarıyla fert arasında tam bir denge ve etkileşim kurabilecek, sonuç olarak istenen verimi alıp her alanda ilerleme ve kalkınmayı sağlayabile­cek bir yasa düzenine ihtiyacı vardır.

İslâm'ın getirdiği evrensel ilkelerle insan yapımı yasa düzenle­meleri arasında yapılan modern kıyaslama göstermiştir ki İslâm hukuk düzeni, temel ilkeleri, kuralları, önerileri; içtihada yer veren esnek çıkış noktalan ve daha nice düzenlemeleriyle, kaynak ve hedef birliği ile, bütünü oluşturan parçalar arası ahengi ile, insanın doğal yapısına sahip çıkması ile, insanın zaman ve mekanla sınırlı her türlü fiil ve davranışlarına son derece uygun olan esnek bir ya­pıya sahip olmasıyla, beşer yapımı uydurma yasalardan üstünlüğü­nü ispatlamıştır.

Bu kitapta tetkike çalıştığımız İslâm düşüncesinin özellikleri ve hareket noktalarını dikkatle inceleyen herkes, bunu gayet açık bir şekilde görecek ve bizim iddia ettiğimiz şeylerin gerisinde yatan gerçek sebepleri farkeclecek ve İslâm hukuk düzeninin uydurma yasalarla telifi imkansız nice evrensel özellikleri olduğunu anlaya­caktır.

İslâm hukuk düzeninin mükemmelliğini, dürüst ve bilimsel ola­rak gözler önüne seren ve bu sistemle ilgili olarak son derece önemli kararlar alıp neşreden uluslararası yasa kongrelerinin tes-bitlerinden birkaç örnek verelim:

  1. 1938   yılında  Lahey'de  yapılan  Mukayeseli  Uluslararası Lahey Yasa Kongresi Karan: "İslâm hukuk düzeni, evrensel hukuk kaynaklanndan biri kabul edilmiştir. Bizzat uygulanmakta olan, esnek ve gelişmeye elverişli kabiliyeti ile hukuk, tamamen orjinal olup başka hukuk düzenlerinden alınma değildir".  [119]
  2. 1948 yılında yine Lahey'de yapılan Uluslararası Avukatlar Kongresi Kararı: "Kongre, İslâm Hukuk Düzeninde Uluslararası Barolar Birliğinin, üzerinde bilimsel araştırma yapmasını gerektire­cek kadar önemli bir konuma ve esnekliğe sahib olduğunu itiraf eder".  [120]
  3. 1951 yılında Paris'te yapılan Uluslararası Mukayeseli Hukuk Kongresi aşağıdaki karan almıştır: "Biz kongre üyeleri, İslâm Hu­kuku Haftası boyunca sunulan ve üzerinde tartışılan bildirilere da­yanarak şu sonuçlara vardığımızı açıkça ifade ediyoruz:
  4. İslâm Dini'nin hukuk prensipleri, görmezlikten gelinemez hu­kuki değerlere sahiptir.
  5. Bu büyük hukuk çatısı altında doğan hukuki görüşlerin zen­ginliği, bu sistemin, hayranlık uyandıran usul, muamele ve hoşgörü kaynaklarına sahip olduğunu gösterir. Herhalde İslâm Hukuku sahip olduğu bu sağlam zemin sayesinde modern hayatın tüm is­teklerine ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek güçtedir".[121]
  6. 1974 yılında Bağdat'ta yapılan Hukuk Fakülteleri Dekanları Zirvesi'nin yayınladıkları tavsiye karan:

"Zirve, islâm Hukuku'nun, yüzyılların tecrübesine sahip kap­samlı bir yasa düzeni olarak tüm arap ve İslâm ülkelerinde yargı yetkisine sahip olduğunu, modern teknolojilerin çıkışından sonraki duraklamasının yargı yetersizliğinden değil, bilakis kendi kabuğu­na çekilme olayının tamamen sömürge yasalarının bir müddet şeri­at yasalarının yerini alıp zorla tatbik edilmesinden kaynaklandığım tesbit ve ikrar etmiştir. Nitekim, İslâm Hukuku, kısıtlı da olsa tüm arap ülkelerinde bazı alanlarda uygulanagelm iştir. Bu durum, İslâm Hukuku hükümlerindeki esnekliğin ve gelişme karşısındaki yeteneğinin açık göstergesidir".  [122]

Sonuç olarak biz, bu özaraştırmamızda, İslâm hukuku içerisinde yer alan evrensel düzenlemelerden her bir düzenin, toplu kalkın­mayı gerçekleştirme ve kalkınmanın insanla ilgili dengesini koru­ma aşamasındaki yeri ve görevini sunmaya çalışacağız.

 

İsl M'da İbadet Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

 

İslâm düşüncesinin güç kaynaklarına inecek olursak, ibadet pı­narlarının berrak tevhid kaynağından beslendiğini görürüz. Çünkü bir müslüman, Alemlerin Rabbi'ne sadece kuru kuruya inanmakla kalmaz, bilakis tevhid gerçeğinden hareketle başka bir bölmeye geçer ve burada ortaksız tek tanrısıyla başbaşa kalır. Kalbi O'ndan başkasını görmez. Açık veya gizli şirkin her türlüsünü reddeder.

Müslüman böyle olmasaydı Allah'ına gönülden yakaramazdı. İster istemez başkasına yönelir. Yaratıklardan birini veya bir nes­neyi O'nunla bir tutardı.

Gerçek şu ki ibadet hissi insanın içine yerleştirilmiş tabiatında var olan bir kabiliyettir. Bunun delili Allah-ü Teala'nın şu sözüdür: "Senin Rabbin daha insanları ana rahmine düşmeden babalarının bellerinde bir zerre iken karşısına alıp: Ben sizin Rabbiniz değilmi-yim? diyerek varlığını onlara ikrar ettirmiş, onlar da tamam ya

Rab Rabbimizsin demişlerdi".  [123]

Bu ayete göre ibadet, insanın rahmani yönünü temsil eder. Pey­gamberlerin, düzen kurucuların ve istikamet komutunu nebilerden alan eğitimcilerin görevi ise insanın bu yanını dürtelemek ve onu daima uyanık tutmak olmuştur. Çünkü insan, içindeki hayvani yön itibariyle her an sapabilir, Şeytan'ın dürtelediği, kötülüğü emreden nefse uyup yoldan çıkabilir. İnsanın rahmani yönü şayet bu bunalı­mı aşamazsa başı büyük derde girer. Allah-ü Teala bu durumda bizi uyarıyor: "Allah da onlara dedi ki: Birbirinizin düşmanları ola­rak hepiniz terkedin cenneti. Artık bundan böyle benim tarafımdan size sadece birtakım doğru rehberler gelecektir. Rehberlerime uyan sapmaz ve başı derde girmez. Ama benim adımı anmayanlann çok berbat bir yaşamları olacaktır". [124]İnsanın rahmani yönünün galip gelmesi, gururunu yenmek, gereksiz çıkıntı ve pürüzleri gidermek suretiyle asli insanlık konumuna dönüşümünün ifadesidir.

Buna göre ibadetin amacı bunalım içindeki insanı yönlendir­mek, başka bir deyişle insanı, yapısında bulunan madde ve ruh ça­tışmasından ve bu çatışma sonucu meydana gelen ızdıraptan kur­tarmak, daima iyiye ve kemale doğru itelemek, yüklendiği sorumluluk görevini yerine getirmesini sağlamaktır.

İşte kişiyi mutlu eden, iç huzuru veren, ruhsal ve bedensel den­gesini sağlayan budur. Yahudilik bunu sağlayamaz çünkü insanın maddeci yönünü putlaştırmıştır. Hıristiyanlık da sağlayamaz çünkü boş yere insandan melek yapmaya çalışıyor. îslâm Dini'nde ise iba­det, yeryüzünde Allah'ın temsilcilik görevini üstlenen insanın, bu yüce makama nail olabilmek, ilahi sorumluluğunu en iyi şekilde yapabilmek için her geçen gün daha ileriye gitmesini sağlayacak mükemmel bir nizamdır.

Bence İslâm'daki ibadet düzeni hayattan kopmaya yol açmaz. Çünkü insan, ruhsal düzenini kurunca yalnız bu hayatla yetinme­yip bedenini temizleyip paklamak, onu ins ve cin tuzağından koru­mak için maddi hayata da yönelecektir.

Peygamber Efendimiz, semalara yükselirken, bu O'nun için en anlamlı ruhsal bir eğitimdi. Orada çok kalmadı, dönüşte, tarihin güçlü devletlerine hakim olmak ve bu güçleri kuracağı yepyeni dünya için yönlendirmek heyecanıyla dopdolu olarak zaman tüne­linde ilerlerken adeta kabına sığmıyor, bir an evvel hedefine var­mak için çıkış arıyordu.  [125]

Ayrıca asırlardır İslâm alemine giren ve müslümanların ha­yatını harabeye çeviren inzivacı (ruhbani) ruhsalcılığı ağır basan -spritüralist- düşünce sistemi, tamamen, eğitim, öğretim, yapım ve davranıştan ibaret olan İslâm'ın ruhsal düzenine ters düşmüştür. Çünkü İslâm'a göre insan, hayatını, birtakım vehimler üzerine ku­rulmuş ruhlar aleminde değil, bizzat bu dünya üzerinde sürdürmek zorundadır. "Ben yeryüzünde beni temsil edecek bir varlık (halife) yaratacağım".  [126]

Bu da gösteriyor ki ibadet, insanı asla toplumsal bir uzlete sev-ketmez. Çünkü bu dinde ibadet, sebep sonuç ilgisine dayalı tama­men akılcı bir sistemdir. Varoluşçu (existencialisme) anlayışının İslâm'da yeri yoktur.

Bazıları zannediyor ki İslâm Dininde ibadet düzenlemesi sade­ce namaz, oruç, hac v.s. gibi bildiğimiz farzlardan ibarettir. Yine de bu farzlar düşünüldüğünde çok önemlidir,  [127]çünkü farz iba­detler, insana çeki düzen verir, varlığına kişilik kazandırır, Allah'a kulluğun zevkini tattırır, birçok faziletleriyle çevresinde saygı uyandırır, hayatını huzurlu kılar, hayvani istek ve arzularını fren­ler, özünü, benliğini korur, safsatalar, kayıplar, çeşitli acılar ve ız-diraplar karşısında kişi ile olay arasına girerek destek olur. Ne var ki İslâm'da ibadet sadece bu feraizden ibaret değildir. İslâm'daki ibadetin, insan hayatının bütün ayrıntılarına girecek kadar kapsamlı bir manası vardır. Dünya işleri veya ahiret işleriy­le ilgiliymiş farketmez. Şimdi bu gerçeğe açıklık getirmek için so­ruyoruz: İbadet ne demektir? Deriz ki ibadet, Abd  [128]kökünden gelen bir isimdir. Sözlük manası Kulluk (iteat, boyun eğme), demek olur.

Dini bir terim olarak manasına gelince: Allah-ü Teala'ya, emir­lerine uymak, yasaklarından kaçınmak, aklı, fikri ve zihni hep onunla meşgul etmek, O'nun gitmemizi istediği yola isteyerek ve severek gitmek, daima tedbirli olmak suretiyle candan bağlılık ve itaat içinde olmak demektir. İbadetin iki unsuru vardır: Hayranlık ve bağlılık, yani aşk ve kulluk.  [129]

Durum böyle olunca Allah-ü Teala neyi yapmayı emrettiyse bu emri yerine getirmek itaattir, kendini vermektir, yakınlıktır. Allah-ü Teala -yukarıda da söylediğimiz gibi- insanı, kendisinin yeryü­zündeki temsilcisi -halife- yapmış ve büyük sorumluluklar vermiş­tir:

"Biz, doğruluk ve dürüstlükten ibaret olan emaneti göklere, yer­lere ve dağlara tekif ettik, hepsi de korkup onu üstlenmek istemedi­ler. İnsan ise bu sorumluluğu üstlendi. Çünkü haksızlık yapmada ve bilmezlikten gelip umursamazlıkta insanın üstüne yoktur". [130]

Toplumla ilgili bir işi gerçekleştirmek için çırpman, Allah'a gö­nülden bağlanarak Allah'ın temsilcilik makamına erme çabasında olan her insan Allah'a her an ibadet ediyor sayılır. Bir işçi düşünün -Allah'ın emridir düşüncesiyle- üretimi artırmak için var gücü ile ve de içtenlikle çalışır, işte bu işçi her an ibadet içindedir. Biraz daha fazla ürün almak ve halkın istifadesine sunmak için toprağını eken köylü ibadettedir. Devletin güvenip, milyonlarca lira değerin­deki bir işi yapmakla görevlendirdiği mühendis kendisini işine ve­rerek çalışır işçilerin veya ustaların hıyanetine meydan vermez ise ibadettedir. Öğretmen, doktor sanatkâr, zenaatkâr vs. de böyledir. Allah'a inandıkları, işlerinde dürüst oldukları, daima toplum yararı­na çalıştıkları sürece, Allah'ın tabiat kanununu gerçekleştirme yol­lunda birer nefer olarak gerçekten daimi bir itaat ve ibadet içinde­dirler.

Bu demektir ki, şayet işten maksat Allah'a itaat ise, kişisel ve toplumsal fayda olarak mümkün mertebe en iyiye ulaşmak gayre­tiyle hayatta her an herşeyi ibadete dönüştürmemiz mümkündür. Bu kuralın delili de Allah-ü Teala'nın şu sözüdür:

"Allah'a inanıp yararlı işler işleyenler, Firdevs Cenneti'ne konuk edileceklerdir."  [131]

Resulullah (s.a.v.) da konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Müslümanlar arasında iyi bir işe önayak olanlar hem kendi ki­şisel sevablarını hem de kendisinden sonra bu işi devam ettirenle­rin ödüllerini kesintisiz alacaklardır".  [132]

Yine buyurmuştur ki:

"Bir adam yolda yürürken dikenli bir dal parçası bulur da onu kenara atarsa Allah O'na teşekkür eder ve bağışlar".  [133]

Birçok hadİs-i şerifte, tebessüm etmenin sadaka olduğu söylen­miştir. Sağıra anlatmak, köre rehber olmak, şaşkına akıl vermek, birşey soranın sorusuna cevap vermek, velhasıl yeryüzünde iş ola­rak ne varsa bunları işlemek ibadettir ve de temiz yerinden veril­miş mal kadar temiz bir sadakadır.

Bir müslüman kendi halkı içerisinde bu şekilde yaşar, hep iyilik pınarı, bereket kaynağı olur, darda olanın imdadına koşar, kara günde ileri atılır, bütün işlerinde samimi ve dürüst olur. Çünkü müslüman Allah'a itaat ve kulluğun, kullara hizmetle mümkün ol­duğunu bilir. Bilir ki bir gün hesap verecek ve sorgulanacaktır. Bilir ki o gün, mal ve evlat, sadece temiz kalpli, dürüst müslümanlann işine yarayacaktır.

İslâm tarihinin ilk ve onu izleyen çağlarına bakarsak görürüz ki müslümanlar hep bu yüce maksatlar için daima bu hayata yönelik hareket etmişler, önce dünya hayatını sağlama almaya yönelmişler, dünyanın her bir yanına yayılıp, fizik kanunlarına hakim olmuşlar, bunları başta müslümanlar olmak üzere tüm insanlığın hizmetine arzetmişler ve çağa damgasını vuran İslâm Medeniyetini kurmuş­lardır.

Dürüst ve aydın müslümanlar, bu muazzam çıkışın gür kayna­ğını çok iyi biliyorlardı:

"Biz Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne sadece dürüst kul­larımın varisci olacaklarını yazmışızdır".  [134]

İslâm Dini, kamu oyu oluşturmak için ibadetin kullanılmasına kesinlikle karşıdır. Duygusallıkla ilgili olarak çok sağlam kurallar koyan İslâm, doğru bir görüş sahibi olabilmek için dürüstlükten -İhlas- başlamayı Önermiştir. Duygusallığın toplumu tahrik edip sürekli diri tutmada büyük bir yeri olduğu muhakkaktır. Allah'a itaat etme, sevabını umma, ahiretteki cezasından korkma gibi er­demler ise her toplumsal yenilik hareketinde gerekli olan duyarlılı­ğın sağlanması için esas yönlendirici ve yapıcı unsurlar olagelmiş­tir. Çünkü, sosyal dayanışmaya, başka bir ifade ile toplumsal sorumluluğa yol açan toplumsal vicdan bu erdemlerden doğar. Toplumsal sorumluluğun esaslarım ise Kur'ân-ı Kerim koymuştun

"İyilik yapıp dünya ahiret kendinizi emniyete alma -takva- hu­susunda yardımlasın, kötülük ya da düşmanlık yapmak için yar­dı mlaşmay in".  [135]

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) konu ile ilgili olarak:

"Dikkat edin hepiniz çobansınız, herkes kendi sürüsünden so­rumludur. Emir -bey- halkının çobanı olup ondan sorumludur. Erkek ailesinin çobanıdır ve ondan sorumludur. Kadın, kocasının, evinin ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Evet her­kes çobandır ve sürüsünden sorumludur".  [136]

Buradan şunu biliyor ve anlıyoruz ki tüm halkı, din, kültür, eği­tim ve öğretim kurumlarıyla İslâmî bir ibadet düzeni içinde yetişti­rip eğitmek, halkı inançta, sosyal sorumlulukta, yükümlülükte ve iyilikle yardımlaşıp dayanışmada, fert ve toplum ahlakını tehdit eden ahlaki düzeni sağlamak hususlarında tek vücut yapacak ve müslümanları bu sayede, son yıllarda olduğu gibi içine düştüğü din, inanç ve davranış ikileminden kurtaracak, toplumu selamete götüren, çok geniş kapsamlı ve hızlı kalkınmayı sağlayacak ve Öz­lemini çektikleri medeniyetlerine kavuşturacaktır.

 

İslam'da Toplumsal Düzen Ve Kalkınmadaki Yeri

 

Beşeri toplulukların, fertleri arasındaki birlik ve beraberliği sağ­layabilmeleri, bir düzen ve medeniyet yolunda onları dayanışma ve ortak kararlar almaya sevkedebilmeleri için, insanlığın geçirdiği tecrübelerden faydalanmış, gelenekleri, görenekleri, ihtiyaçları bir, o milletin kendi öz tarih ve gelişmesinden doğmuş, ortak bir görüş ve düşünce sistemine sahip olmaları gerektiği sosyoloji ilmince bi­linen gerçeklerdendir.

İslâm, çeşitli çevre ve baskı engellerine rağmen tüm müslüman-ları bir nokta etrafında toplayan tevhid inancına başka bir ifadeyle evrensel İslâm düşüncesi esasına dayalı bir toplum inşa ederken yepyeni birşey getirmiyordu. Bundan anlaşılan şudur: Müslümanla­ra İslâm hukuku yön vermiştir. Bu hukuk toplumun dini ve toplum­sal birliğini sağlamış, sonunda onu insanlığım koruyup devam etti­recek, parçalanmasını önleyecek gevşekliğe, inkâra ve bunalıma düşmesine engel olacak, kalkınmasını sağlayacak, her türlü güven, haklarının elinden alınacağı her türlü şeref ve haysiyetinin hiçe sa­yılacağı vahşi bir toplum haline dönüşmesine meydan vermeyecek ahlaki özelliklerle bezemiştir. Tek Allah'a inanan güçlü bir toplum meydana getirmek için İslâm, durum ne olursa olsun adaletin mut­laka gerçekleşmesini istiyor ve diyor ki:

"Ey inananlar! Kendi aleyhinize de olsa, anne babanız veya ak­rabalarınızın aleyhine de olsa, Allah şahiddir diyerek daima adil olun",  [137]

"....insanları yargılarken adaletle yargılayın." [138] "Sakın etrafın dedikodusu sizi adil olmaktan alıkoymasın. Daima eşit davranın. Çünkü dünya ahiret selameti için en iyi davranış budur". [139]

Toplumda dengeyi korumak, yoldan çıkıp uçuruma uçmalarını önlemek için de "iyiliği emret kötülüğü yasakla" kuralını getirmiş­tir.

"İçinizde, iyilik yapmaya çağıran, her konuda hassas ve nazik olmayı emreden, kötülüğü yasaklayan bir millet olsun".  [140]

İslâm, aile ocağının güçlendirilmesine olabildiğince titizlik gös­termiş, aile fertlerinin görev ve haklarını belirleyen çok hassas dü­zenlemeler getirmiştir. Mesela, evlenme, boşanma, nafaka, miras, çocukların eğitilmesi, aile fertleri arasında sevgi, şevkat ve feda­karlık duygularının yerleşmesi gibi konuları çeşitli esaslara bağla­mıştır. Çünkü ailenin güçlendirilmesi, aile fertlerinin davranışları­na çeki düzen verilmesi, toplumun sağlama alınması, onun hareketlerinin kontrolde tutulması, insanlığın yüce ahlaki değerleri­nin herkese tek tek aşılanması demektir. Böyle bir toplum, elbette her türlü alışkanlıklardan, çalkantılardan ve ahlaki çözülmelerden uzak olacaktır.

İslâm'da toplumsal düzen konusunda bu iyi niyetli araştırma bizi şu kesin gerçekle yüz yüze getirmiştir: Bir defa İslâmî toplum kapalı bir toplum değildir, tam aksine tamamen açık bir toplum­dur.

Çünkü İslâm'da sosyal ilişkiler açısından azınlık, cemaat ve dini gerginlik söz konusu değildir. Bir müslüman bilir ki bütün insanlar Allah'ın çocukları gibidir. Hepsi de Allah karşısında eşittir, kimse­nin kimseye üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece dürüstlük -takva-ve yararlı işler yapmakla olur, müslüman-kafir İslâm hukuku karşısında daima eşit hak ve yetkilere sahiptir. Sevse de sevmese de in­sanın kardeşidir: "Ey insanlar! Sizi birtek candan var eden Allah'tan sakının".  [141]

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve kadından yarattık, sonra sizi tekrar tanışıp görüşmeniz için milletler ve kabileler haline getirdik. Allah katında en saygın olanınız ise en dürüst olanınızdır".  [142]

"Dinde zorlama yoktur. Artık akıl saçmalıklardan kurtulmuştur".  [143]

Bu ayetler de gösteriyor ki İslâm Dini, fırsat eşitliği ilkesini ge­tirmiştir: Kimsenin gücünü ve kabiliyetini kullanmasına ve bu ka­biliyetini halkın istifadesine sunmasına mani olmaz, çünkü yararlı iş yapmayı isteyen dinin bizzat kendisidir. Yararlı olarak nitelendi­rilen iş ise -amel-i salih-, insanlığın beyin gücünün patlamasından doğar. İnsana kabiliyetini kullanma hususunda fırsat verilmezse Allah vergisi bu yeteneğin hiçbir değeri olmayacak, yarış da insan­ca bir yarış olmaktan çıkacaktır. Bu hususta Allah-ü Teala şöyle söylüyor: "Yarışmacılar, mutlu son için yarışsınlar".  [144]

"İnsan sadece yaptığının karşılığını alacaktır".  [145]

Bilindiği gibi İslâm Dini bu yarışı ve uğraşı sadece müslümanla-rın tekeline vermemiştir. Bilakis o toplumdan olan müslim gayr-i müslim herkesi toplum kalkınmasına katkıda bulunmaya, insanlık medeniyetini kurmaya çağırmıştır. Çünkü yeryüzünde temsilcilik görevi tüm insanlara verilmiştir, yalnız müslümanlara değil.

Allah-ü Teala şöyle buyurmuştur:

"Sizi yeryüzüne yerleştirdik, orada size geçimlik de verdik, doğ­rusu pek az şükrediyorsunuz".  [146]

İmam Razi bu ayeti şöyle yorumlamış: "Yani size yeryüzünde hem yer hem de güven verdik, istediğiniz şekilde kullanım yetkisi verdik ve geçiminizi sağladık".  [147]

Bu ayete göre söz konusu olan, herhangi bir ayırım gözetmeden yerleştirilen, tüm insanlıktır.

Tarih şahittir ki, müslüman toplumlar, asırlar boyu daima in­sanlık numunesi olmuşlardır: İslâm Medeniyeti tarihine göz gezdi­recek olursak müslümanlar gayr-i müslimlerle toplumsal yapının oluşmasında daima müşterek hareket etmişler ve varlıklarını ispat etmek becerilerini gösterebilmek için her alanda daima eşit fırsat­lara sahip olmuşlardır. Adam Methz diyor ki: "İslâm hukukunda müslümanlarla yanyana yaşayan gayr-i müslimlerin iş yapma im­kanları kısıtlanmamıştır. Bol kazanç sağlayan işlerde istedikleri şe­kilde çalışmışlar, kuyumcu olmuşlar, çiftlik sahibi olmuşlar, dok­torluk yapmışlardır.

Şam'daki gayr-i müslimler adeta teşkilatlanmışlardı: Kuyumcu ve kumaş tüccarlarının çoğu yahudilerden, doktor ve devlet me­murlarının çoğu da hıristiyanlardandı".  [148]

Önemli bîr toplumsal mesele de kadındır. Bu konuya da değin­mek ve bu hususta îslâm'ın görüşünü ortaya koymak zorundayız: Kadın meselesi ve kadının toplumsal kalkınmadaki yerine lütfen dikkat buyurun, çünkü toplumun yan nüfusunu temsil etmesi itiba­riyle kadının yeri ve görevi inkar edilemez.

Yalnız, üzülerek söylemeliyim ki kadınla ilgili İslâmî hakikatler çok yanlış yorumlara ve de maksatlı saptırmalara maruz kalmıştır. Çünkü birçok insan bu meseleyi, kökenleri çok eskilere varan, sakat, bilinçsiz ve köhne bir zihniyetle ele alıp hüküm yürütüyorlar. Zihniyet o kadar eski ki araştırırsak, körü körüne ilerlerken tesadü­fen çıkmış halk geleneklerine ve kabile adetlerine dayalı kör dü­şüncelerden tutun da ilkelliğin medeniyet, acizliğin inanç olduğu çağlara kadar vanr.

İslâm Dini ise, güçlü bir aile ocağının sağlam temellerini atmış, ailenin kalkınma ve gelişme karşısında kudretli olabilmesi için ev­lilik bağlarının sağlamlığından kan koca ilişkilerine hatta çocuk terbiyesine kadar tüm aile efradını sigortalamıştır.

İslâm, evlilik için sağlam öneriler getirmiş, tarafların rızasını evliliğin temeli saymış, mehir ve diğer merasim masraflarında ko­laylıklar gösterilmesini tavsiye etmiş, evlilerin görev ve haklarına sınırlamalar getirmiş, aile ocağının sönmemesi, toplum kalkınması­nı etkilememesi, amacından sapmaması için evrensel bir aile gele­neği haline gelecek sağlam ahlaki kurallar koymuştur. Boşanmayı en sevimsiz helal saymış, vukuu halinde çeşitli cezalar getirmiştir. Kur'ân ve Sünnet'te yer alan teaddüd-ü zevcat hakkındaki ayet ve hadisler ise İslâm'ın bunu genel bir kural saymadığını bilakis zaru­ret halinde kullanılması gereken bir izin olduğunu fısıldamaktadır. "Zaruretler değeri kadar değerlendirilir" İslâm hukukunda bir ku­raldır.

Kadının konumunu yükseltmek için İslâm'ın getirdiği en önemli

ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:

¦İslâm, kadına insanlığını ve saygınlığını iade etmiştir. *tslâm, kadına bağımsızlığını vermiş kişiliğini kazandırmıştır. *İslâm, kadına din ve ibadet hürriyeti getirmiştir. ¦İslâm, kadına erkek kadar ticaret hakkı tanımıştır. ¦İslâm, kadına sosyal faaliyetlere katılma hakkı sağlamıştır.

¦İslâm, kadına kadınlığına yaraşır işlerde çalışma hoş görüsünü getirmiştir.

¦İslâm, kadına mirastan pay vermiştir.

*İslâm, kadının ev, aile işleri idaresiyle çocuk eğitimine iştiraki­ni sağlamıştır.

¦İslâm, kadına nazik davramlmasım ve kişiliğine saygı gösteril­mesini emretmiştir.

¦İslâm, kadını mal ve sözleşme yapma hususunda tamamen er­kekle bir tutmuştur.

¦Ve de kadına bağımsız yargı yetkisi vermiştir/ [149]Şayet bugün İslâm ülkelerinde, hayatın her alanında kadın, kalkınma ve geliş­meye engel teşkil edecek bir ilkellik arzediyorsa bunun sebebi müslüman toplulukların her alanda olduğu gibi bu hususta da İslâmî prensiplere tamamen ters düşen bir yaşam sergilemiş olma­larıdır. İnsan ilişkilerine hükmeden eski ve köhne geleneklerin hâlâ terkedilmemiş olmasıdır. İslâm'ın parlak dönemlerinde kadının ko­numu ile ilgili ufak bir araştırma bile söylediklerimizin doğruluğu­nu ispatlayacaktır.

 

İslam'da Siyaset Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

 

İslâm'ın en çok ilgi gören ve benimsenen siyaset anlayışı, vaz­geçilmez danışmanlık -şûra- esasına dayanır. İster imam, ister hali­fe, ister devlet başkanı olsun danışmanlar kurulunda muhalefete engel olmak, yönetimin baskı ve şiddet bataklığına saplanmasını önlemek için çoğunluk olan görüşe uymak zorundadır.

Bu siyaset anlayışına göre halk yönetimine bizzat iştirak eder, temsilcisini ve -Halik'in değil- halkın vekili olan devlet başkanını seçer. Devlet başkanı İslâm Hukuku'nun hükümlerini yürürlüğe koyar, yönetim için gerekli olan düzenlemeleri yapar, hayatın her alanında toplum hareketine yön verir,  [150]

Devlet başkanı, Halik'in değil halkın vekilidir sözümüzle İslâm siyasetinde "teokrasi" ya da eski ve orta çağlarda hakim olan tanrı iradesine dayalı yönetim anlayışına yer olmadığını anlatmak isti­yoruz.  [151]

Devlet başkanının halkın vekili ve temsilcisi olması, İslâm hu­kuku esaslarına uymadığı, azıttığı, dini yozlaştırdığı, temsilcilik gö­revi şartlarını ihlal ettiği durumlarda görevden alınabileceğini ifade eder. Çünkü temsilcilik görevi verenler görevden alma hakkı­na da sahiptir.  [152]

Önemli esaslardan biri de İslâm devletinin kelimenin tam anla­mıyla bir hukuk devleti oluşudur.

Bu devletin anayasası, gücünü Kur'ân-ı Kerim, sünnet, icma, kıyas ve değişen hayat şartlarında araç görevi yapan; problemler karşısında uygun çözümler getirmek için sürekli içtihatlarda bulu­nan diğer yan kaynaklardan oluşan İslâm hukukundan alır ki bu hukuk, ilerleyip kalkınmaya elverişli, toplum menfaatine müsait yönetim ve denetim düzenlemelerine sahiptir.

Bir devlet yönetimi için gerekli olan kanun yapma, yürütme, uy­gulama üçlüsü İslâm hukukunda son derece açık bir şekilde çerçe­velenmiş ve toplumun tüm kesimleri için tam adaleti sağlayacak hassas ilkelere dayandırılmıştır.

İslâmî siyasetin yasama düzeni, fertler arasında herhangi bir ayırım yapmaksızın kendi halkının haklarına ve çok yönlü istekle­rine cevap verecek özelliklere sahiptir.

Bu yasanın hükümleri ise insanın toplum içerisindeki saygınlığı­na, fert ve toplum güvenliğine olabildiğince yer vermiştir. Zira ancak böyle bir ortamda yaşayan insan hür teşebbüste bulunabilir, siyasete atılabilir, kalkınmasını sağlamak için kendisini topluma adayabilir. Toplum içinde cebren iş yapmaya zorlanan, insanlığı hiçe sayılan ve şahsiyetine önem verilmeyen insan, manen çökmüş, şaşkın ve korkaktır. Böyle bir insan toplum yapısına var gücü ile iş­tirak edemez. Siyasetin toplumsal gücü, benimsenmesi, danışman­lık müessesesinin çalıştırılması ve toplum içerisinde saygınlığının artması ise yine insanın insanlığına değer vermekle mümkündür. İnsana değer vermek ise sadece iki ilke ile sağlanabilir:

 

1. Hürriyet / Özgürlük:

 

Yukarıda Kur'ân-ı Kerim'in insanı yükümlü ve sorumlu kıldığı gösterilmişti. Söz konusu sorumluluk ise herhangi bir seçim karşı­sında insanın kişiliğini ortaya koyabileceği son derece hür bir or­tamda gerçekleşebilir. Yoksa sorumluluk niye doğsun. Hürriyetin de çeşitleri var: Düşünce ve inanç hürriyeti, mülk edinme hürriyeti, doğal yeteneğini her alanda gösterebilme hürriyeti gibi.  [153]

Hürriyet sınırsız -mutlak- değildir mesela inanç hürriyeti baş­kalarının inançlarına tecavüzü caiz görmez. Mülk hürriyeti başka­larının mülküne, kesinlikle zararı caiz görmez. Doğal kabiliyet ve yeteneğini sergileme hürriyeti, de başkalarının gizli yeteneklerini çarçur etmeye müsade etmez.

 

2. Sömürülmeme:

 

Çünkü insanın başka biri tarafından sömürülmesi onun şahsiye­tini katletmek, enerjisini imha etmek anlamına gelir. Bu durum ki­şilik açısından insana, çalınıp çırpılan güçlerinden istifade edilmek suretiyle de topluma yapılan en büyük zulümdür, haksızlıktır. Böyle bir toplum, efendiler ve köleler haline dönüşür. Kur'ân-i Kerim'in reddettiği ve daima her hayırlı yeniliğe karşı çıkan Kur'ân'ın ifadesiyle şatafatlı ve gösteriş düşkünü bir toplum ortaya çıkar. Kur'ân şöyle diyor: "Biz ne zaman bir kasabaya bir elçi gön-dersek gösteriş meraklılarının cevabı hazırdır: Biz sizin getirdikleri­nize inanmıyoruz". [154]

Şayet, tarihlerinin parlak dönemlerinde müslüman toplulukları­nın çehresine şöyle bîr bakabilseydik, İslâm'ın fikir ve inanç hürri­yetini benimsemesinin, işin çeşidi ne olursa olsun ferdin son derece serbest bir şekilde herhangi bir baskı ve murakabe söz konusu ol­madan görev yaparak medeniyet alanında ve de toplum kalkınmasında ne büyük rolü olduğunu görür ve anlardık. Şark ve Garp kü­tüphanelerinde bulunan ilim, felsefe, edebiyat ve sanatla ilgili milyonlarca yazma ve neşredilmiş eser, İslâm'ın ilim hareketi ve fikir hürriyeti şemsiyesi altında gelişen İslâm Medeniyeti'nin açtk delilidir,  [155]Yalnız burada önemli bir konuyu tartışmamız gereki­yor. Zira müslüman toplumlarda bilhassa kültür çevrelerinde çokça tartışılır oldu. Mesele, İslâm'daki şûra -danışma- sistemini batı de­mokrasisi ile bir sayma meselesidir! Ben buna cevap olarak diyo­rum ki: İnsanlık üzerine yapılan çağdaş bilimsel çalışmalar da gös­teriyor ki şu asırda kullanılan medeni terimi medeniyet sistemini tam olarak ifade etmekte ve manasını, iç dokusunu teşkil eden kar­maşık bağlantılı parçalardan almaktadır. Bu yüzden terim sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Terimin sistemden çıkarılması ve tek başına başka bir medeniyet sisteminde kullanılması kargaşaya sebep olur. Mantığı alt üst eder. Şüphesiz her medeniyetin, birbirleriyle bağlantılı ve belli çıkış noktalarına sahip "medeniyet görüşü", ken­dine has "ideolojisi" ya da "anlayışı" vardır. Bütün bu medeniyet nazariyeleri ancak kendi terimleriyle açıklanabilir. Medeniyet ve terimleri ayrılmaz bir bütündür. Yalnız bir medeniyeti söküp par­çalamak, rotasını değiştirmek ya da yeniden yapmak istersek durum değişir.

Batının şu tehlikeli medeniyet sistemi, bütün medeniyet nazari­yelerinin kördüğüm olduğu modern çağda anlaşıldığı kadar anla­şılmamıştı vaktiyle. Tam anlaşılması ise kullandığı terimlerin kö­kenine inmekle mümkün olacaktır.

Şüphesiz, asılları ve tarihi gelişimleri içerisinde çelişkilerle dolu terimlere pek dikkat etmeyen toplumlarda yapılacak bir medeniyet ve toplumsal yenilik hareketi, topluma kör topal gittiği yönünü de kaybettirecek, dehşetli bir fikir ve uygulama keşmekeşine itecektir. Böyle bir kalkınmanın dengeli olmasına imkan yoktur. Böyle bir yenilik girişimi fasit daire içerisinde dönüp duracak ve umulan ne­ticeyi de vermeyecektir.

Zikre değer bir konu da mü si i m gayr-i müslim birçok yazarımız yirminci asrın ortalarına kadar -herhalde müslüman toplumların o günlerdeki sancılarından olacak- bu medeniyet gerçeğini tam kav­ramış değillerdi. Çünkü onlar en iyi şekilde savunmaya çekilmiş­lerdi. Batı medeniyetindeki her parlak modele, medeniyet nazariye­lerinin ve bununla ilgili terimlerin dayandığı temel yapıya uygunluğuna bakmadan şeklen bir yakınlık ve benzerlik kurarak İslâm'da da bir benzer, bir örnek bulmaya çalışıyorlardı.

Bu kısa girişten sonra artık diyeceğimi diyebilirim:

Batı demokrasisinin, İslâm Dini'ndeki şûra -danışma kurulu sis­temiyle aynı olduğunu söylemek konuyu hafife almak olur. Bu görüş konu ile ilgili çok yönlü mukayeseler yapmayı gerektiren üs-tünkörü bir genellemeden ibarettir. Çünkü bunu söyleyenler bir medeniyetin terimini kendi tabii ortamından alıp diğer medeniyet terimi yerine monte ediveriyorlar. Her iki çevrenin uygunluğuna bakmıyorlar. Bütünü oluşturan küçük parçaların uyup uymayacağı­na aldırmıyorlar. Hele o terimi doğuran çevreyi ve mantğı hiç he­saba katmıyorlar.

Doğru dürüst bir araştırma ile derinlere inemediği, dış görünüşe aldandığı için bu düşünce tarzı sakattır, sancılıdır.

Bizler, demokrasiyi, ne de olsa toplumun yönetime iştiraki esa­sına dayanıyor düşüncesiyle İslâm'ın şûra sistemi yerine koymayı hayal ediyoruz. Ne var ki İslâm'ın istediği bu değil. İslâm'ın insan hakkındaki düşüncesi, insanın hürriyetini elinden alıp katleden, kö-leleştiren, saygınlığını ayaklar altına alan çapulcu zihniyetten kur­tarmak suretiyle kişiliğini koruma ve insanlığına saygı esasına da­yanır. Daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm siyaseti, imam ya da devlet başkanını halkın temsilcisi saymıştır, Allah'ın temsilcisi değil. Seçmenlerle devlet başkanı arasında akdedilen sözleşme şartlarının ihlal edilmesi halinde sözleşme akdi derhal iptal edile­bilir. Bu konu bilhassa hadislerde olmak üzere İslâm Siyaset Huku­kunda [156] ayrıntılarıyla ele alınmıştır.

Ayrıca İslâm Dini, hür düşünceyi harekete geçirebilmek için dünya işlerini sağlama almaya -tedbir- da geniş yer vermiştir. Hal­kın devlet yönetimine iştirakini bizzat sağlamak için, böyle bir se­çimin iyi bir organizasyon ile her zaman yapılabilmesi hem aklen hem de uygulama olarak mümkündür. İslâm tarihi baştan sona daima bu tür yapıcı [157] nezih ve açık tartışma esasına dayalı yöne­timlere tanık olmuştur. Rasulullah (s.a.v.) hakkında vahiy bulun­mayan durumlarda, ashabının çoğunluğunun ortak görüşüne baş­vururdu. Uhud Savaşı arafesinde böyle olmuş ve şu ayet nazil olmuştu: "Dünya işlerinin yönetiminde halka danış, karar verince de artık Allah'a güven".[158]

İbnü Merduveyh'in, Hz. Ali (r.a) den naklettiği bir hadise göre, Hazretleri demiş ki: "Rasulullah'a azm'i sordular. Şöyle buyurdu "Görüş serdedebileceklere danışmak ve onların görüşlerine uymak­tır".  [159]

İmam Ahmed'in Abdurrahman bin Ganem'den naklettiği hadis bunu teyid ediyor; Bu hadise göre Rasulullah (s.a.v,) Ebu Bekir ve Ömer (r.a.)'e demiş ki: "Görüşmenizde ittifak sağladıysaniz size karşı çıkmam".  [160]

66

İslâm tarihinde bazı hukukçular "Şiftin" olayından sonra hayal kırıklığına uğradıklarını itirafla halife ya da devlet başkam seçi­minde danışma kurulu -meclisi şura- ya da, atama kurulu -ehlu hal ve akd- nun çoğunluk oyuna başvurmama nazariyesini, düzme se­naryolarla, kitap, sünnet ve sahabe yaşantısından uzak yorumlarla adeta yasalaştırdılar. Biz, bu asırda onlara elbette bağlanacak deği­liz. Çünkü vahiy masumdur, zaman ve mekanın, insan ve tarihin dışındadır. İnsan ise davranışlarında isabetli de olabilir hatalı da.

İslâm'da siyasi düzen üzerine kafa yoran bilhassa çağımız araş­tırmacılarının çoğu, tarihin büyük bir bölümünde müslüman halkın saygınlığını hiçe sayıp ayaklar altına alan ve koca İslâm Medeni-yet'ini can evinden vuran, yürekler acısı hadiselerin tek sorumlusu olan kişisel duygu ve arzuların hakim olduğu bu zorba nazariyeyi insanı kahreden bir talihsizlik olarak nitelemişlerdir.

Bu noktada saygıdeğer okuyucumuz sorabilir: Bir taraftan şûra, demokrasiye hem de daha güzeline çağırıyor diyorsun bir taraftan da demokrasi sözcüğünü şûra sözcüğü yerine koymamakta ısrar ediyorsun, neden? Cevaben derim ki:

Bütün bunlara rağmen iki terim arasında büyük fark vardır. Her iki kelime sözlük olarak bir defa birbirinin eş anlamlı karşılığı de­ğildir. Şûra, evrensel İslâm düşünce sisteminin siyasetle ilgili bir te­rimidir. Demokrasi ise bazı yazarlarımızın zannettiği gibi siyasi ama evrensel özelliği olan bir düşünce değildir. Bilakis batı mede­niyeti şemsiyesi altında yer alan karmaşık sistemin bir parçasıdır. Bilindiği gibi batı medeniyeti genelde inanç, hukuk düzeni ve ahla­ki değerler açısından İslâm Medeniyeti'nden farklıdır. Yani Batı Medeniyeti "ideolojilerinin kainata bakışı İslâm Düşüncesi'nin ba­kışından başkadır.

Kosdorov'un dediği gibi: "Her kültür düzeni, kendi içinde oluşan Allah, insan ve dış dünya ve bu üçlü sacayak arasında kurduğu sis­temle ilgili düşünce yapısına bağlı olarak şekillenir."  [161]

Bu anlayışa göre, demokrasi sistemi içerisinde oluşan hukuk an­layışı ve ahlaki değerler, tamamen halkın malıdır. Çünkü erbabın­ca yapılan tarife göre demokrasi: "Halkın kendi kendini ya doğru-

dan doğruya ya da millet meclisindeki vekilleri vasıtasıyla yöneti­mi"  [162]demektir.

Bu anlamdaki bir demokrasinin oluşturduğu toplum düzeni din ve devlet işlerinin ayrıldığı tam bir laik düzendir. Bu ise, İslâm Dü-şüncesi'nin gerek inanç gerek hukuk olarak benimsemediği bir dü­zendir. İslâm Düşüncesi'nin eseri olan bütün sistemlerin Kur1 ân ve sünnet metinlerine dayanması gerekir. Müslüman milletlerin Allah'ın kesin hükümlerini değiştirmeye baklan yoktur. Bir müslü-man evrensel İslâm Düşüncesi'ni bırakıp da "ideoloji" eseri tama­men keyfi bir görüş peşine takılamaz. İslâm Düşüncesi evrenseldir, zira değişen hayat şartlarında ayrıntılar üretmeye müsaittir. Bu ay­rıntılar da ictihad erbabınca bilinen esaslar çerçevesinde kitap ve sünnete dayalı dil, mantık ve insanlığın ortak yanı olan akıl yoluyla bulunur. Bütün bunları bile bile İslâmî bir sisteme nasıl olurda de­mokratik sistem diyebiliriz. Ya da yeni medeniyet terimlerinden hangi tonu beğenebiliriz? Neden "İslâm Şûra Sistemi" deyip duru­yoruz? Maddeci, laik ve inandığımız din ile bağdaşmayan sapık batı medeniyetinin terimlerini habire kullanıp durmamızıın man­tıksal sebebi ne? Biz şayet, İslâm'ın temel ilkelerine anlayışla, usul-cü ve de çağdaş yaklaşımla yaklaşırsak, terimleri sınırlamada anla­şabilir, fikren birleyebilir, tezatlar ve aldatmacalarla dolu anlamsız ve rahatsız edici fikir ve mefhumlardan kurtulabiliriz.

Demokrasi terimini, İslâmî şûra yerine kullanan, üstüne üstlük bir de kalkıp aslını esasını bilmeden şerh etmeye kalkan yazarları­mız mesela şu konularda ne diyebilirler?

  1. Demokraside din ve devletin işlerini ayırmak meselesine acaba inanıyorlar mı? Demokratik sistem içerisinde İslâm hukuku­nu uygulamak mümkün mü? - Şartlara göre değişen hukuk siste­mini kastetmiyorum - Acaba demokrasi şemsiyesi altında olup da bugün İslâm hukukunu şeklen de olsa en azından şu şu hususlarda taklit edenler var mı, bunu söyleyebilirler mi?
  2. Prensipleri İslâm inancına, kurallarına ve hayat görüşüne ters düştüğü halde bu sistem içerisinde İslâmî partiler kurulabilir mi?
  3. Çeşitli rezaletlerin sahnelendiği ve devletlerin İslâm ahlakı düzenine hiç mi hiç sahip çıkmadığı bu fert ve toplumsal özgürlük denen şey acaba terim olarak girerken beraberinde demokratik dü­zenin tüm abur cuburu ile mi geliyor, yoksa fertler özgürlüklerini kendileri mi ayarlıyorlar?

Şayet diyorlarsa ki biz inanç, hukuk düzeni ve ahlaki değerler olarak dini devletten ayırmakla birlikte yine de şûra yerine demok­ratik nizamı koyacağız, buna İslâm'ın temel ilkelerinden azıcık da olsa nasibi olan her hangi bir müslümanın teslim olacağını sanmı­yorum. Çünkü İslâm'ın tam bağımsız, hayatın akışı içerisinde kendi yolunu bulabilen ileri bir sistem olduğu son derece açıktır. Yok derlerse'ki: Hayır, biz toplumda "İslâm hukukunu güçlendirmek is­tiyoruz, inandığımız demokratik sistemin şemsiyesi altında dinsiz, laik partiler kurmak istemiyoruz.

Ben de derim ki: Peki aramızda sözel bir ihtilaf kalmadı. O zaman karışıklık doğuran, fikirleri bulandıran, kavram anarşisine sebebiyet veren şu demokrasi sözcüğünü de kullanmaya gerek yok. Çünkü, kişisel baskı yönetimine karşı koymaya, insanın insanlığını su yüzüne çıkarmaya, yönetime gerçekten iştirak etmeye, millet meclisinin oluşturulmasına, yapıcı muhalefete, nezih ve hür basına ve İslâmî şûra sistemi içerisinde mevcut daha nice güzel şeylere çağıranlar birşey kaybetmeyeceklerdir.

Fakat asıl önemli problem, müslüman toplumlarda oldukları halde, kullandıkları terimleri her türlü donanı mlanyla batı medeni­yeti zihniyeti içerisinde yaşayan aydınlar olup bunlar, ne yazık an­laşmanın ancak beraber büyüdükleri terimlerle olabileceğine inanı­yorlar.

Peki ne zaman kendi deyimlerimizi kullanacağız? Kimliğimize ne zaman kavuşacağız? Müslüman olduğumuz halde bizi kollarına almayan medeniyetimizin özelliklerine ne zaman döneceğiz? islâm düşüncesinin hakim olduğu bir sisteme ne zaman varacağız?!

Biri çıkıp şöyle diyebilir Kullandığın bu yöntem bizim daha da boğulmamıza ve de modern bir medeniyete açılmamıza engel olmaz mı?

Derim ki: Hayır, hiç de değil. Çünkü şuurlu olarak yapılacak bir medeni açılım, hür ve öz malı olan bir görüşe sahip olmadan, kişi­liğini ispat etmeden, kupkuru hazır terim ve deyimleri alıp naklet­mekle olmaz. Bilakis medeniyeti araştırıp öğrenmek, onun ilim, bilgi, düzen ve tükenmez kültür hazinesinden en iyi şekilde fayda­lanmak için, yapıcı ve de akılcı bir medeniyet anlayışı ile bütünleş­mek ve onunla daima beraber olmakla olur.

 

İslâm'da İktisat Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

 

Yöntem Hakkında:

 

İlmi çevrelerce de bilindiği üzere, iktisat meselesi tarihin en eski devirlerinden günümüze kadar, insanın fiil ve davranışları üzerinde en önemli ve en tehlikelisi diyemesek de sosyal hayatın en önemli konularından biri olmuştur. Bunun içindir ki gerçekçi bir din olarak İslâm, konunun nezaketine dikkat çekmiş ve meselenin çözümü ol­duğu için, İslâm'ın evrensel düşünce sisteminden hareketle insan hayatını son derece hassas bir şekilde çekip çeviren, barış ve mut­luluğa erdiren diğer ileri sistemlerle iç içe bir yapıya sahip iktisat düzenini, ana hatlarıyla gerçekçi temellerine oturtmuştur.

Ancak, İslâm'ın bu dengeci yapısına rağmen, uzun geçmişi içe­risinde Dört Halife devrinden sonra çok büyük çalkantılar olmuş, hedeflere doğru dürüst isabet kaydedilememiş, netice itibariyle me­selenin kökenine inecek, yıkılan direkleri kaldırıp sağlam bir iskelet kuracak şekilde sağlıklı bir tatbikat gerçekleştirilememiştir. İslâm'ın iktisat sistemiyle oynamak, Asr-ı Saadetteki nazari ve tat­biki örnekleri göz ardı etmek, hele hele güvenli bir hayat kurmak için getirdiği eşitlik ilkelerini inkar etmek hiç de kolay değildir. İslâm iktisat tarihi, diğer milletlerin iktisat tarihleri ile mukayese edilince bizim tarihimizin diğerlerine oranla daha adil olduğu ve İslâm'daki eşitlik ilkesi tesirinin ta çöküntü dönemlerinde bile son derece net görüldüğü ilim erbabınca tesbit edilmiştir.

Bazı düşünür, hukukçu ve iktisatçıların İslâm iktisat düzenine bir çeki düzen verme yolunda samimi çabalan var. Ama tarihten gelen şahsi garazlar hâlâ sürüp gidiyor. Okudukları karşısında doğ­ruyu arayan insaf sahibi bir aydının elini vicdanına koyarak hakkım daima teslim ettiği İslâm'ın o hassas nizamına, karşı öneriler ge­tirmediği halde yine de karalamaktan geri durmayan, yeni yeni fikir engellerine rağmen bilhassa üniversite çevrelerinde bu sistemi tüm ayrıntılarıyla bilimsel bir çerçeve dahilinde ele alıp şimdilik ayağa kaldırmaya çalışan, pek yakındada görkemli iktisat nazari­yelerini safdışı edecek proje çalışmaları var.

Biz bu araştırmamızda İslâm iktisat düzeninin ayrıntılarını geniş kapsamlı hassas ve bilimsel bir yapıya kavuşturmaya çalışır­ken karşımıza çıkabilecek yöntemle bir takım pürüz ve engelleri arz edip ilgilileri uyarmak istiyoruz:

 

Birinci Uyarı:

 

Bu konuda araştırma yapacaklann kesinlikle bir fikir saplantısı içinde olmaması gerekir. Aksi taktirde bu saplantıdan kurtulama­yacak ve doğruyu bulamayacaktır.

Öyle araştırmacılar var ki, sözgelimi Kur'ân-ı Kerim ve Hadis­lere müracaatla kendi görüşlerini destekleyen ayet ve hadisleri bul­maya çalışıyorlar. Buldular mı ayetlerin zahiri manasına bakıp se­viniyorlar. Derhal kahraman edasıyla kalkıp biraz terbiyesizce biraz da içgüdüsel bir atılım karışımı duygularla hasmın canına okumak için fikirlerini beyan ediyorlar, ayetlerin zahiri manalarını delil olarak kullanıp kesin sonuçlara varıyorlar. Halbuki biraz insaf etseler, gerçek bilimsel yöntemi kullansalar, yorumlara bakıp me­tinlerin şer'i neticelerine vakıf olsalardı büyük hata ettiklerini anla­yacaklardı. Ne yazık onlar, bu kadara k ilimleriyle sadece kelime oyunu yapıyorlar ve müsteşrik usulü bir metin anlayışı içinde fikir­lerini tek yanlı olarak ilan ediyorlar.

Herhangi bir konu ile ilgili şer'i metinleri anlayabilmek için Ön­celikle metni dil ve usul yönünden dikkatle incelemek, ona çeşitli açılardan bakmak, söyleniş amaçlarını araştırmak, mutlaka yapıl­ması gereken işlerdendir.

Usulsüz ve yöntemsiz -metod- yaklaşım, İslâm iktisadı üzerine çağımızda yapılan bazı çalışmaları, dönüşü olmayan yollara götür­müştür. Öyle ki bu çalışmaların kimliği ve dayandığı temelin ne ol­duğu neredeyse bilinmez olmuştur.

Her araştırmacı, kendi hedefi ile ilgili olarak herhangi bir iktisa­di görüşün etkisinde kalabilir. Bu görüşle yazılmış eserlerin metin­lerine özel bir ilgi duyup bunları diğerlerinden üstün tutabilir. Sa­vunduğu fikre bunların büyük destek olacağına inanabilir. Bütün bunlar normal de ancak araştırmacımız bu çalışmasını İslâm ikti­sadına yabancı terimlerle yapmaya çalışıyorsa bu yanlış olur. İşte o zaman herşey çorbaya döner. Çünkü günümüzde kullanılan terim­lerin anlamlan o derece sınırlı, toplumsal, kişisel ve iktisadi du­rumlarla Öylesine iç içedir ki, anlaşılması ancak o terimin kendi havasına ve kendi çevresine girmekle mümkündür.

 

İkinci Uyarı:

 

Araşırmacılar tarafından da bilinmiş olması gerekir ki İslâm ik­tisadı, İslâm Dini'nin diğer şer'i sistemleri gibi evrensel bir yapıya sahiptir. Bu düşünce tarzı defalarca belirttiğimiz gibi çağdaş mad­deci "ideolojilerden öz olarak farklıdır. Bu nedenle İslâm iktisadım araştıranların mutlaka bir müslüman toprağından, İslâm'ın ilahi, berrak hukuk kuralları usulünce kalkış yapmaları gerekir. Kendisi­nin iktisatla ilgili ilgisiz görüşü ne olursa olsun, bu kalkış mutlaka İslâm düşüncesi çerçevesinde, usullere ve kurallara riayet edilerek olmalıdır. Hareket tarzı bu olunca zaten çağdaş iktisat "ideolo­jilerine iltifat edilmez. Misal olarak müslüman bir araştırmacının kapitalizmi ve tarihi gelişimini, klasik marksist bir yaklaşımla ele almaktan kaçınması gerekir. Aksi de olabilir. Yani marksizmi kla­sik kapitalist yaklaşım ile ele almamız da hata olur.

İslâm'ın, yöntemle ilgili bu dengeci kuralına uymamız, yalnız zerrece İslâmî bir mantığa sahip olmayan şu çarpıcı fikirlere kapıl­mamıza mani olmakla kalmayacak; meselelere farklı yaklaşım, esnek ve değişik yorumlar getirmemizi de mümkün kılacaktır. Bir kere İslâm düşüncesine uygun ve doğru bir çıkış yapmak, bizim hem kendi kendimizle barışmamızı hem de bilhassa günümüz ikti­sat anlayışına mutlaka hakim olması gereken temel ve evrensel ku­ralları daha net anlama ve anlatmamızı sağlayacaktır

 

Üçüncü Uyarı:

 

Bu da yine araştırmacılarla ilgilidir. Bakıyorum da günümüz araştırmacı   hukukçularından   bazıları   -fikirlerini   serdederken- daima belli bir asır üzerinde ya da birkaç fakih üzerinde duruyor­lar. İslâm hukuku İle değişen zaman ve mekan arasındaki kaçınıl­maz ilişkiyi gözardı ediyorlar.

Şüphesiz İslâm iktisat düzeni diğer İslâmî yasa düzenleri gibi evrensel bir sistemdir. Her asır kendi zeka ve kültür seviyesi ora­nında bu sistemden yararlanagel mistir. Nakıs beşer aklının her asırda İsla mı tam olarak anlaması düşünülemez. O dönemin kültür düzeyi ve eğilimine bağlı olarak meydana gelen değişiklik ve uygulamalara bakıp da İslâm iktisadını sigaya çekmek ya da sistemin biricik temel taşı saymak doğru olmaz.

Şimdi biraz da İslâm iktisadını bırakıp, İslâmî fetihleri müteakip meydana gelen medeniyet kaynaşmasından sonra İslâm medeniye­tine kültür ve uygulama yoluyla sızan İslâm dışı tarihi tuzaklardan ve bunlardan nasıl kurtulacağımızdan söz edelim.

İçinde yaşadığımız çağ şüphesiz, iktisat ve sosyoloji kanunları­nın tamamen bilimsel hale geldiği keşifler icatlar çağıdır. Artık bugün çok hassas eğitim araçlarıyla yoğun bilgi sahibi olabiliyo­ruz. İslâm'ın, zaman ve mekan şartlarını dikkate alan hareketlilik özelliği, bizi eşyaya hakim olmaya, sadece geçmişe çakılıp kalma­maya çağınyor. Öyleyse geçtiğimiz asırları ve şartlarını, tenkid ederek ve yaptığı hatalardan ders alarak, İslâm iktisat sistemini, İslâm'ın evrensel kuralları ve usullerine uygun olarak sağlıklı bir yapıya kavuşturmak için araştırmalar yapmak zorundayız.

Bazı araştırmacılar da Kur'ân-ı Kerim'in, bize önerdiği gerçek bilimsel yöntemi görmezden gelerek her eski şeye sabır ve direnç timsali olarak bakıyor hatta kutsallık atfediyor.

Gerçekçi bir metod, eskilere eskiliğinden dolayı bir kutsallık ve­remez. Allah'ü Teala bu konuda şöyle diyor; "Bilakis" dediler "biz atalarımızı böyle bulduk ve de onların yolunda yaşayıp gidiyoruz". Uyarıcı: "Peki ya atalarınızdan daha doğru bir yöntem getirdiysem" deyince de: "Hadi işine biz sizin getirdiğiniz şeylere inanmıyoruz" derler"  [163]

Çağımız düşünür ve fıkıhçılannın, günümüz medeniyet şartlanna uymayan geçmiş zaman iciihailanın aşmak için yeterince cesur olmaları lazımgelir. Toplum yararına olabilecek birşey gördülermi hemen eski hukukçularımızın -r.anhum- uyguladığı kurallar ve usuller çerçevesinde konunun icabına bakmaları gerekir.

Şüphesiz icma usulünün ispat yöntemini ve hakkında deKİ bu­lunmayan diğer konularla ilgili içtihat yöntemlerini yine usulcüler bilir. Bu durumda toplumun daha güçlü, daha ileri bir toplum ol­masına engel teşkil eden bir pürüz varsa İslâmî usul ve kurallara uygun olarak duruma müdahale edilmeli ve gereği yapılmalıdır. İmam Ebu Hanife (r.a.) nin: "Sahabe herhangi bir konuda icma et­mişse teslim oluyoruz da İkinci Nesil - Tabiun- bir konuda icma etmişse hemen hücuma geçiyoruz" demesi doğrusu çok düşündürü­cüdür. Keza İmam Ahmed'in: "İcma Peygamberin ve Ashab.nın ge­tirdiklerine uymaktır. Tabiinin bması da geçerlidir" demesi de.  [164]

Sonra bir bakıyoruz hicri 15. asırda yaşayan yazar ve fakihler, bir fakihin, bir mezhebin veya bir takım ulemanın görüşünü nass yerine koymuşlar, bunlar da kutsanıp tartışılmaz olmuşlar, böylece dinin aslını ve ayrıntılarını anlama, insanlığın tabii gelişimini kav­rama ile ilgili İlerici -Selef-i Salih- yönteme muhalif olarak ietihad kapısıda kapanmış.

Engelleri bitirmeden söylememiz gereken birşey daha var: Zaman zaman Burada "Yetkin İslâm İktisadı" adıyla birşeyler oku­yoruz. Burada "yetkin" kelimesi kapalıdır, açmak gerekir. Bununla İslâm'ın evrensel usul ve kuralları "yeterlidir"! kasdediyorlarsa doğ­rudur, İslâm prensiplerini bilenler bunu tartışamazlar. Fakat mak­sat, "İslâm iktisadı, yalnız temel prensipler yönünden değil ayrıntı­larıyla ya da ayrıntı vasıtalarıyla da yetersizdir, yada yeterlidir amma tarih boyunca ietihad gerektiren bazı konularda görüşe meydan vermemiştir" ise doğru değildir. Çünkü her asırda birtakım hükümler çıkarılabilir, ilaveler yapılabilir haîta tamamen iptaller yapılabilir. Biz de, İslâm fıkhının güncel hayatın gelişmesi ile doğ­rudan irtibatlı olan ayrıntılar konusunda kıyamete kadar yeterli olacağını iddia edemeyiz. Yoksa İslâm hukukundaki "ietihad" sözü abes olurdu.

 

Dördüncü Uyarı:

 

Peygamber (s.a.v.) zamanındaki iktisadi şartları bilmek gereki­yor. Çünkü konu ile ilgili metinleri anlamak, amaçlarını kavramak için sağlıklı bir yaklaşım olur. Eski hukukçularımız bunu yaparlar­dı. Bir bakıma onlar, şu yeni yetme yazarlardan daha dikkatli idi­ler. İslâm'ın özünü ve amaçlarını anlamaya daha hevesliydiler. Şeyhülislâm ibni Teymiye'nin (r.a.) pahalılık ile ilgili hadisi yorum tarzı bunun örneğidir. Enes (r.a.) rivayetinde demiş ki: "Rasulullah (s.a.v.) zamanında fıatlar arttı. Peygambere gelip: "Ya Rasulullah fiatlara tarife koysana" dediler. Bunun üzerine Efendimiz: "Malı alan da dağıtan da, veren de, fıatlayan da Allah'tır, ben Yüce Allah'ım kimse gelip bana şikayette bulunmadan, ben de mal ve can hususunda kimseye haksızlık etmeden birşeyler gönderir diye bekliyorum" [165]İbni Teymiye Medine'yi kasıp kavuran iktisadi şart­ları araştırmış, bu hadisin zahirine bakarak fıatlara müdahele yasa­ğının doğru olmadığı manasını çıkarmış ve demiş ki: "Bu, özel bir meseledir. Genelleme ifade etmez. Metinde satmak zorunda oldu­ğunu satmaktan, yapmak zorunda olduğunu yapmaktan kaçınan, aşırı talepte bulunan bir kimse yok. Bilindiği gibi insanlar fazla ödemeye razı olursa mal sahibi de ticaret geleneğine göre malını satabilir. Burada artış, aşın talepten kaynaklanmıştır. Bu yüzden de bir ayarlamaya gidilmemiştir. O sıralar Medine'de ençok satılan dı­şardan gelen yiyeceklerdi. Ekin satılırdı. Hassaten arpa yetişirdi. Alıcı satıcı diye bir sınıf oluşmamıştı. Kimse kimsenin malına ve parasına muhtaç değildi. Bu nedenle kimse kimseyi bir işe veya sa­tışa zorlayamazdı. Herkes aynı durumdaydı, müslümandı. Hepsi Allah için cihad ediyorlardı. Müslümanlardan yetişkin, savaşabilir olup da savaşa çıkmayan yoktu. Herkes malıyla canıyla ya da aldı­ğı sosyal yardım, ganimet ve başkaca techizatıyla savaşıyordu. Sa­tıcıları, mallarını belli bir fiata satmaya zorlamak haksız bir zorla­madır. Onları mal alırken zorlamak nasıl caiz değilse fiat takdirinde de zorlamak caiz değildir".  [166]

Profesör Muhammed el-Mubarek diyor ki: "İbni Teymiye'nin Peygamber döneminde Medine ve çarşısının durumuyla ilgili tahli­li iktisadi hayatı etkileyen etkenleri iyi anlamaya ve kavramaya yöneliktir. İbni Teymiye, zaman zaman satıcılar lehine dalgalanmalar olduğu, bu yüzden arasıra müdahale ve fiat ayarlamalarının yapılabileceği ve de dengenin sadece mal miktarına bağlı olduğu, ka­palı piyasa ile dışa ya da dahilde üretilen ekin v.s. gibi gıda madde­lerine bağlı açık piyasa arasındaki farkı göstermiştir. Kendisinin de ifade ettiği gibi o sıralarda gıda maddelerinin çoğu Medine'ye dışa­rıdan geliyordu. Bu tahlilde yazar, konuya yaklaşımı, amilleri ve iktisadi sonuçlarını dikkate alışı, metnin zahiri manasına değil de asıl varmak istediği amaçlara göre hüküm yürütmesi ile gerçekten dikkat çekmiştir".  [167]

 

Beşinci Uyarı:

 

İslâm iktisadını, İslâm'ın temel amaçları ışığında ele almak ge­rekir. Çünkü tarihi ve kişisel bir takım pürüzler, İslâm iktisadiyi a ilgili meselelere çözüm getirmeye çalışan bazı yazarların, dinin asıl amaçlarını anlamazlıktan gelmelerine, dolayısıyla konudan uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Bunlar zahirde var olan bir takım metinleri sanki yok farz etmişlerdir. Bilindiği gibi dinin amaçlan: İnsanların dünya işlerini düzene sokmak, toplum yararına olan iş­leri kişisel işlere tercih etmek, zaruri ihtiyaçları Ön plana almak, in­sana saygı gösterilmesini sağlamak, ne suretle olursa olsun sömü­rülüp istismar edilmesini önlemek, hak talebinde zorbalığa meydan vermemektir.

İslâm'ın bu yüce maksat ile amaçlan şer'i metinlerde gün gibi ortada iken maalesef bazılan hâlâ münferit nasslara dayanan yü­zeysel bir anlayışla bu temel amaçlara ihanet edip duruyorlar. Hem de Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin, Sahabe-i Kiram'in, eski büyük fakihlerin bu amaçlara ne kadar özen gösterdikleri ve insan yaşantısına ne kadar önem verdikleri gün gibi ortadayken.

Şimdi, bu yüce amaçlan nasıl daha iyi anlayabileceğimizle ilgili açıklayıcı bir kaç misal verelim:

Resulullah (s.a.v.), müslümanların dünya işlerini düzene sokmak için sağlığında güzel bir örnek verdi: Medine'ye yirmi fersah uzaklıkta "en-Nakiy" denilen bir yeri korumaya alıp kamulaştırdı. Bunu da müslümanlann savaş atlan, yani ordu yaranna yaptı ve dedi ki:

"Nakiy Koruluğu Allah yolunda savaşacağımız atlar için kamu­laştırılmıştır".  [168]

Sonra Ebu Bekir (r.a.) geldi, o da zekat olarak toplanan develer için "ez-Zübde* arazisini kamulaştırdı. Sonra Ömer b. el-Hattab (r.a.) ordu donatım malı olarak yetiştirilmek üzere at ve develer için üçüncü bir araziyi "Naki'ül-Hadamat"ı kamulaştırdı [169]

Hz. Ömer, zenginlerden çok fukaranın bu koru arazisinden isti­fade etmesini düşünmüştü, Heniy isimli kölesini korulukta görev­lendirmiş, kendisine: "Heniy! Halka kucağını aç, mazlumun ahın-dan sakın, zira onun ahi tutar, yolculara ve hayvan sahiplerine iyi davran, hele İbni Avf ile İbni Affan'ın hayvanlarına dokunma, bu ikisinin sürülerini ürkütürsen hurmalıklara ve ekili araziye dalarlar. Şu zavallının sürüsünü kişelersen, çoluk çocuğu ile gelip: "Ey Emir! Gözünü seveyim, şunları sokağa mı atayım" diye başlar bağırıp ça­ğırmaya".  [170]

Toplum yararına yapılan işler cümlesinden biri de Hz. Ömer (r.a.)'in Irak'ta bir araziyi halka kullandırarak haraciye olarak ayır-masıydı.  [171]

Hz. Ömer buna benzer bir şeyi de Şam'da yapmış ve araziyi Muaz bin Cebel'e teslim ederken sadece sahabiye mahsus o ince duyarlılığını göstermiş ve demiş ki: "Şayet taksim edersen halkın elinde giderek büyük bir kıymet olur, giderek tek bir adamın veya kadının malı olur. Daha sonra gelenler jsîâmî bir çare ararlar ama birşey yapamazlar. Bu nedenle öyle bir şey düşün ki önü de sonu da ferahlık olsun".  [172]

Hz. Ömer'in hukuk bilgisi Kur'ân ve Sünnet'i son derece iyi anlamış olmasından kaynaklanıyordu. Servetin azınlığı teşkil eden bir zümrenin elinde toplanmasını istememesi bunu gösteriyor.

Ebu Abid şöyle diyor: Hz. Ebu Bekir, Talha bin Ubeydullah'a bir arazi ayırdı. Bir de sözleşme yaptı... Talha Ömer'e getirdi ve: "Şahid olarak şuna bir mühür bas" dedi Ömer: "Mühürlemem! Bunun hepsi senin mi yani, seninse diğerlerinin günahı ne" dedi. Talha kızarak Ebu Bekir'e döndü: "Vallahi halife sen misin Ömer mi anlamıyorum" deyince Ebu Bekir: "Ömer'di ama istemedi" ce­vabını verdi.

Buna benzer olay Hz. Ömer'le Uyeyne bin Hısn arasında geç-mİştir. [173] Cihad'a iştirak, yoksulluk v.b. sebeplerle arazi tahsisi -ikta- işlerinde Hz. Ömer, kendine özgü bir yol takip etmiştir. Bu, kendisinin naslara hakimiyetinin ifadesidir: Bir hadise göre Rasu-lullah (s.a.v.) Bilal bin Haris'e bir arazi verdi, o da araziyi çitleyip bıraktı. Hz Ömer (r.a.) halife olunca kendisini çağırıp: "Şüphesiz Rasulullah sana bir araziyi insanlardan koruyasın diye vermedi bi­lakis işleyesin diye verdi, ondan imar edebileceğin kadarını al kala­nını bırak hazineye iade et."

Yahya bin Adem'in rivayetine göre Ömer şöyle demiş: "Bilal! Rasulullah'tan arazi payı istedin O da verdi... Galiba hepsiyle baş edemiyorsun" dedi. Bilal de: "Evet haklısın" deyince Ömer: "Bak şimdi, yapabileceğin kadarını elinde tut, yapamayacağını bize iade et müslümanlara dağıtalım" dedi. Bilal: "Olmaz onu bana Rasulullah verdi" diye itiraz etti. Ömer de: "Elbet olur..." deyip O'nun işle­temediği yeri alıp müslümanlara dağıttı.  [174]

Daha sonra bu yöntem mezheb imamlarınca bir gelenek haline getirildi. Hatta "el-Muğni" yazarı şöyle demiştir: "Devlet başkanı ölü araziden -mevat- ancak işletebilecek kadarını şahıslara tahsis ve temlik edebilir. Çünkü gereğinden fazlasını tahsis etmek, üze­rinde herkesin bir hakkı bulunan bir arazinin gelir getirmemesi se­bebiyle halka baskı yapmak demek olur".  [175]

Bunun gibi toplum yararına daha nice işlerde bu titizliği gör­mek mümkündür. Ebu Said el-Hudri (r.a.) diyor ki: "Peygamber (s.a.v.) efendimizle bir seferde idik. Atlı bir adam geldi. Sağa sola bakınmaya başladı. Rasulullah buyurdu ki: "Üzerinde fazla ev eş­yası olanlar olmayanlara versin. Yanında fazla yiyecek maddesi olanlar olmayanlara versin..." Neyse mallar bir bir sayıldı, sonunda gördük ki kimsenin fazlası falan yok".  [176]

Rasulullah (s.a.v.) yine konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuş­tur: "Uhud dağı kadar altınım varken üç misli daha verseler, yine de bu durum, üzerimde başkasının göz koyduğu bir dinan borç bil­mem kadar beni sevindiremez".[177]

Müslim'in Sahih'inde yer alan bir hadise göre Efendimiz (s.a.v.): "Onlar vallahi zarardadır" deyince Ebu Zer: "Ya Rasulullah onlar da kim?"demiş. Buyurmuş ki:" Çok malı olanlar, onlar önlerindeki-lere arkalanndakilere sağdan soldan habire "şöyle şöyle" diyerek emirler yağdırırlar".  [178]

El-Balazuri rivayet ediyor: "Rasulullah, (s.a.v.) Beni Nadir'in mallarını teslim alınca Ensara şöyle seslendi: "Biliyorsunuz muha­cir kardeşlerinizin malı yok... Bunlarda sizin de hakkınız olmakla beraber, isterseniz bunları yalnız onlara dağıtayım". Ensan "Olur onlara dağıtın, bizim mallarımızdan da istediğin kadarını onlara ver"  [179]dediler. Haklan kullanma hususunda hak sahiplerine baskı yapılamayacağına ve toplum yararına olarak fert hürriyetinin kısıt­lanabileceğine dair kitap, sünnet, dini amaçlar ve hukuk kuralların­dan oluşan deliller bu gibi hadislerden çıkarılmıştır. Mesela mu­bahlardan faydalanmak, topluma zarar vermemek şartına bağlanmıştın Sözgelimi kimsenin tapulu malı olmayan nehirlerden başkasına zarar vermemek şartıyla herkes tali kanallar açabilir, ancak suyun tamamının kesilmesi caiz değildir. Keza maden çıkar­mak, odun etmek, av avlamak için bir araziyi, balık tutmak için gölü çitlemek yasağı, yukarıda belirttiğimiz genel ihtiyaçlar sebe­biyledir. Yine toplum yararına hizmet etmesi gereken bir araziye dokunulmamasi: Mesela sel yatağı olan vadilerin ihya edilmemesi görüşü, kaynağını bu delillerden alır. Vadilerin ihya ve İslah edil­mesini isteyenler ise toplumun genel menfaatine zarar verilmeme­sini şart koşmuşlardır.  [180]

Başka bir kişinin ya da topluluğun menfaatine zarar vermesi ha­linde ferdi mülkiyet gelirlerine engel olunması da bu deliller çerçe­vesine girer. Faizin, tekelciliğin, hilenin, dolandırıcılığın ve aşın kazancın haram sayılması bu temel kurala dayanır. İslâm'ın serve­tin bir elde toplanmasını önlemek için sürekli bölünmesine yönelik hassas miras hukuku yasası bu delillere dayanır.

Devlet hazinesinin yetersiz olduğu ve devlet kurumlarının, sa­vunma harcamaları, tabii afetler, yoksullara konut edindirme gibi zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için mala ve paraya ihtiyaç duydu­ğu zamanlarda, zenginlerden, zekatın üstünde gereği kadar tahsilat yapılması.  [181]

Keza fıkıh bilginlerinin ittifakla haram saydığı servetin bekletil­memesi bilakis toplumsal görevini yapması için işletilmesi şartı bu delillerin sonuçlarındandır.  [182]

Mülkiyet hakkının nizah hale gelmesi durumunda devletin top­lum yararına hak talep etmesi de bu delillerle mümkün olmuştur. Genişlemesi gereken bir caminin etrafında bulunan tapulu arazinin sahibinden bedelini Ödemek şartıyla isteği dışında satın alınması, halkın genişletilmesini istediği bir yolun yönetim tarafından istimlaki, ki sahabe, sahiplerinin isteksizliğine rağmen Kabe civarındaki evleri satın almak ve arsaları Kabe'ye tahsis etmek suretiyle bunun örneğini vermişlerdir. Bu durum hem Ömer hem de Osman (r.a.) zamanlarında yapılmıştır. Temeli ise Rasulullah (s.a.v.)'ın "zarara zararla mukabele edilmez"  [183]sözüne dayanır.

İslâm'da malın dokunulmazlığı kesindir gibi bir itiraz geçersiz­dir. Çünkü malın dokunulmazlığı, hırsızlık, gasp, benzerini taklit etme v.s. gibi durumlarda söz konusudur. Halk ve halkın menfaati söz konusu olduğunda değil.[184]

Gerçek şu ki günümüzde insanların iktisadi hayatlarına müda­hale, İslâm'ın hiçbir asırda olmadığı kadar teslim ettiği bir iş haline gelmiştir. Çünkü eskiden insanların mal, alet, edevat konulannda imkanları sınırlıydı. Toplum gelirine oranla fert geliri gerçekten çok küçük ve kıymetsizdi.

Bugün ise ilmin bahşettiği korkunç imkanlar kişinin tek başına toplum servetinin önemli bir bölümünü oluşturacak kadar muaz­zam hatta toplum fertlerinin iktisadi hayatlannı altüst edebilecek kadar müthiş servet sahibi olabilmelerine fırsat vermiştir. Elbette bu tehlikeli durum karşısında servetin bu denli tekelde toplanmasına engel olacak ciddi tedbirler alınması gerekir. Kur'ân-ı Kerim'in "Sadece zenginler arasında döner sermaye olmaması için..."[185]  ayeti, bu tedbiri zorunlu kılan açık bir delildir.

Kur'ân-ı Kerim bize insan hayatının tarihi mukayesesini ya­parak son derece önemli bir kuralı işaret ediyor ki buda toplumsal çöküntü, azgınlık ve içten çürümenin başlıca sebebi olduğudur. "Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yezyüzünde azarlardı, kulla­rının durumunu en ince ayrıntısına kadar bildiği içindir ki yeteri kadar veriyor"[186] Çünkü onları kendisi yaratmıştır, onların esrarını, kabiliyetlerini ve yaradılış özelliklerini de kendisibilir. İnsanoğlu­nun bu zaafinı başka bir ayette şöyle ifade ediyor "Yo hayır! insan kendini yeterli gördümü azacaktır".  [187]

Kur'ân, Sünnet ve de İslâm'ın kesinlik kazanmış kurallarındaki bu son gerçeklerini bile bile eli koynunda duramayız. İsteriz ki İslâm iktisadı, sosyal adaleti gerçekleştiren, kardeşin kardeşi sö­mürmesine engel olan, toplumda doğal olmayan farkları yok eden, toplumun tüm fertlerine fırsat eşitliği sağlayan, servetin azınlık bir zümre elinde birikmemesine çalışan, servetin, gösteriş, sefahat, ahlak bozukluğu ve yeryüzüne hakimiyet yerine toplumun maddi manevi güçlenmesi için harcanmasına yönelen bir yol takip etsin.

Bu ise ancak yeryüzündeki üretimin kontrolünün devlete veril­mesi ve üretilen mal ve servetin fertlere akılcı iktisadi yöntemler çerçevesinde dağıtılması ile gerçekleşebilir. Böyle bir kontrol dü­zeni içerisinde halk güç ve kabiliyetini hem kendi hem de toplum menfaatine olarak üretimi artırma yönünde kullanacaktır. Böyle bir sistemde İslâm devleti iktisadi alanda varlığını hissetirecek, önce­likle aşın servetin tekelde birikmesine meydan vermeyecek, zengi­ni azdırmayacak, fertlere iktisadi hayatı canlandırmaları, sanayi kurma I an, çeşitli iktisadi teşebbüste bulunabilmeleri için planlı projeler çerçevesinde yeteri kadar iş alanı açacak, fertlerin tutum ve davranışlarıyla belli olan iktisadi sapma ve yozlaşmalarına İslâmî ölçüler dahilinde derhal müdahale edecek, İslâm'ın yaptığı gibi ani yasaklar ve hassas kurallar getirecek, faizi, tekelciliği, stok­çuluğu, gereksiz fıat artışlarını ve düşürmeleri yasaklayacak, yol­suzluk, kaçakçılık ve sahtekarlıkla savaşacaktır.

Bizim öncelikle İslâm'ın temel prensiplerinden oluşan şu ger­çekleri teslim etmemiz gerekiyor, çünkü birçok müslüman ülkeler İslâm'ın bu temel ilkelerini habire yok etmeye, toplumsal servetle­rini habire tüketmeye ve yerine İslâm'ın dengeci iktisat yasalarına son derece yabancı yan kapitalist bir sistem getirmeye çalışıyorlar. Halbuki bizim İslâm Hukuku, ya da Açık İslâm İktisat Düzeni de­diğimiz bu sistemin bugün dünyada yaygın olan iktisat sistemlerin­den herhangi bir alıntısı yoktur. Ve de biz İslâm iktisat hukukunun, herbirinin maksadı başka, çıkış sebebi başka esasta ve ayrıntıda İslâmî görüşten tamamen farklı terimler potasında eriyip gitmesini istemiyoruz.

İslâmî iktisat düzeni eşsiz ve benzeri olmayan bir sistemdir. Çünkü temel ilkeleriyle ve aynntılanyla -usul/fiıru- bu sistem, ken­disinden daha geniş bir sistem içerisinde hareket etmektedir. Yani bütün hayata doğal yapısını bozmadan Alemlerin Rabbi'ne tam bir kulluk anlayışı içerisinde çeki düzen veren evrensel İslâmî sistem içerisinde hareket etmektedir.

Yukanda bazı veçhelerini açıklamaya çalıştığım yöntem, büyük bir esnekliğe sahip İslâm iktisat sisteminin hareket noktasını belir­leyecektir. Zira bu yöntem hareket ve değişim kanununu daima dikkate alacak ve İslâm iktisat sisteminin son evrensel bir kanun olduğunu gösterecektir.

İslâm iktisat sistemi üstün esneklik kabiliyetine sahiptir. Çünkü toplumsal hareketin sebebini bir etkene bağlamaz, katı bir kalıba sokmaz, maddi bir sebebe dayamaz, sırf manevi sebeplere de has­retmez, bilakis hareketin sebebini doğa kanunu çerçevesinde ele alır, maddi ve manevi etkenleri toplumsal bir etkileşim içerisinde inceler. Bütün bu işlemlerde değişiklik tabiatında olan insanın büyük rolü olduğunu dikkate alır. İnsanın üstün kabiliyeti, sürekli hareketi ve kainattaki yerini son derece iyi kavramış olmasıyladır ki toplumlar yücelir, tabii bunun aksi de olabilir.

İslâm, her asırda bu sistemi insanın kendi tabiat ve menfaatine uygun bir şekilde işletebilmesi için bir takım usuller ve iktisadi ku­rallar getirmiştir. Şayet durum, herhangi bir zamanda ferdin gem-lenemez arzularını tatmin için toplu bir yenilik gerektiriyorsa, İslâm devletinin münasip bir yaklaşımla bunu halletmesi gerekir. Başka bir durumda ferdî hareketin çemberini biraz genişletmek ge­rekebilir. Zaman ve zemin uygunsa, temel prensip olan toplum menfaati çerçevesinde olmak şartıyla ipler yavaşça bırakılabilir. Zaten İslâm, hep bu toplum menfaati sebebiyledir ki ferdi harekete böylesine serbesti tanımış, müslümanlan asırlardır, katı bir düzen içinde tutmamıştır. Toplum bilimcileri, İslâm tarihi boyunca top­lum menfaatinin ön planda tutulduğunu ve bunun da insana değer vermek demek olduğunu bilirler.

İslâm iktisadını genel hatlarıyla gözden geçirecek olursak ilk olarak benimsenen iktisat prensibinin ferdî mülkiyet olduğunu gö­rürüz. Çünkü fert doğal olarak çalışmaya, teşebbüse ve rekabete meyyaldir. Netice itibariyle ferdî üretimin artması milli gelirin art­masını sağlar. Fakat İslâm Dini fertleri tamamen de başı boş bırak­mamıştır. Herkes kendi mülkünü canının istediği gibi kullanamaz, gerek sağlıklarında gerekse öldükten sonra mülkün kullanımı birta­kım sağlam esaslara bağlanmıştır. Mal nasıl kazanılır, yatırım nasıl yapılır, bunların yolu yordamı, yönü yöntemi belirlenmiştir. Top­lumsal fayda sağlamayacağı anlaşılan ya da emekçi, yoksul ve düş­künlerin büsbütün ezilebileceği düşünülen mali yatırım ve mülk edinmelere bir takım engeller getirilmiş, ambargolar konmuştur.  [188]

Ferdî mülkiyet yamsıra İslâm, kamu mülkiyetine ve devlet mül­kiyetine de hak tanımış ve devlete birçok durumlarda mesela sö­mürme aracı haline geldiği zaman fert mülkiyetine müdahale ede­bilme hakkı vermiştir.

Üretim işlerine gelince, İslâm iktisadı "üretim ve kalkınma he­defleriyle millî gelirin eşit dağıtımı arasında sağlam bir bağlantı kuruyor Üretimi de kalkınmayı da gerçekleştirecek olan insanlar temelde insan olarak kardeştir, birbirlerini kollamak zorundadırlar. Bu yüzden birbirlerini aç sefil, işsiz güçsüz bırakamazlar, hastayı hastalığı ile başbaşa bırakamazlar, okumak isteyeni geri çevire-mezler, bütün bu ahlaki ve toplumsal anlayış ve değerler çerçeve­sinde düşünülecek olursa üretim ile millî gelirin eşit dağılımı mese­lesi birbirlerini tamamlar durumdadır".  [189]

İslâm Dİni, evrensel ilkelerinde gerek teknoloji gerek düzenle­me açısından üretim güçleriyle tam bir uyum içerisindedir. Üretim teknolojisi ilim ve bilgi ile gelişir, İslâm ise ilim tahsiline önem vermiş, bilgi edinmeye teşvik etmiştir. Allahü Teala'mn şu sözü bunun kanıtıdır "...Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?".  [190]

"Allah inanıp da ilim sahibi olanların derecelerini yükseltecek­tir".  [191]İlimle İslâm arasında herhangi bir aksilik olmadığı son de­rece açıktır. Bilakis insanlık yararına tam bir uyum ve kaynaşma sergiler. İlmin, araç gereç alanındaki verileri, elektrik ve atom ala­nındaki keşifler İslâm'ın her zaman can yoldaşıdır.

Üretimin yönetimine gelince İslâm bunu da en hassas bir şekil­de düzenlemiştir. Üretimin güç kaynaklarıyla üretim araçları ara­sındaki ilişkiye dayalı bir düzenleme bilhassa İslâm'ın iş ve serma­ye görüşünde belirginleşir.[192]

İş açısından İslâm'ın görüşü, işleyenin yeryüzündeki temsilcilik düşüncesinden kaynaklanır. Çünkü bu düşünce sadece hareket, de­ğişim ve iş ile gerçekleşebilir. Bunun doğruluk ayan da Kur*ân-ı Kerim'dir: "Sonra onlar gidince sizleri yeryüzünde temsilci yaptık, bakalım nasıl çalışacaksınız [193]

"Yeryüzünü sizin emrinize verdik, artık dere tepe dolaşıp Allah'ın rızkından yiyin".  [194]

İslâm, çalışmayı hayatta olmanın temel göstergesi yapmıştır. İslâm'a göre insanın bedeni ve fikri gayretinden doğmayan her türlü mal reddedilmiştir [195]Miras, hibe, güçsüzlere yardım, nafaka v.b. özel durumlar bu hükmün istisnasıdır. Çünkü Allah'ın yeryü­zündeki temsilciliği görevini üstlenen insan, gerçek varlığını ve in­sanlığını çalışmak suretiyle ispat edebilir. İslâm başkalarının sırtın­dan geçinmeyi insana haram etmiştir. Zira bu emeğin boşa gitmesine, verimsizliğe yol açar, medeniyet yolunda ilerleme hare­ketine büyük zarar verir.  [196]

Aslında, İslâm'ın canlı ve hareketli bir toplum meydana getir­meye bu derece özen göstermesi esasen tartışılmaz şu iktisat yasa­sından kaynaklanıyor: "Üretim ferdi mülkiyetle temsil edilen ser­mayeye olduğu kadar emeğe de muhtaçtır. Bunun içindir ki çalışmayı her zaman kutsal saymış, ibadeti iş yapmaya engel gör­memiştir. Bu hususta Allahü Teala'nın buyruğu şöyledir:

"Namaz kılınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütftından istediği­nizi isteyin".  [197]

İslâm toplum geleneğinde çalışmak, hem bir hak, hem de bir görevdir. Fakat kendisine iş imkanı sağlamak zorunda olan top­lumdan önce ferdin hakkıdır, aynca yine toplumdan önce ferdin görevidir.

Toplumun her mükellefe iş temin etmesi zorunluluğu, ferdin de toplum için iş yapması zorunluluğu bu anlayıştan kaynaklanır. Müslüman toplumlarda baskı ya da keyfi olarak da olsa boş oturmaya yer yoktur. Çünkü gücü kuvveti yerinde olan her insanın mutlaka üretim ve kalkınma hedeflerinin aşılması için hizmette bu­lunması ve ilerlemeye yol açması gerekir. Şayet toplum işçiye iş te­mininde elbirliği etmemişse devleti temsilen tüm cemaat suç işle­miş olur. Çünkü ferdin güç ve kabiliyetini sergileyebileceği ve bu suretle Halık'ın kendisine yüklediği sorumluluğu yerine getirebile­ceği uygun ortamın hazırlanmasında kusurlu davranmıştır.

Enes (r.a.)in rivayetine göre Ensardan bir adam Peygamberi­mizden yardım talebinde bulunmuş. Efendimiz (s.a.v.): "Evinizde birşey yok mu?" demiş. Adam; "Evet, birazını Örtündüğümüz bira­zını yere serdiğimiz bir çulla su içtiğimiz bir çanak olacak" demiş. Efendimiz: "Onları getirsene" demiş. Adam gidip getirmiş. Efendi­miz iki üç kere: "Artıran var mı? "diye seslenmiş. Biri: "Ben ikisine iki dirhem veririm" demiş. Efendimiz de onları o adama vermiş, iki dirhemi de alıp Ensari'ye vermiş ve: "Bir dirhemle yemek al ve ai­lene götür, diğeriyle de bir balta al bana getir" demiş. Ensari balta­yı getirmiş. Rasulullah (s.a.v.) baltaya kendi eliyle bir sap geçirmiş ve : "Hadi git, odun et ve sat, seni onbeş gün gözüm görmesin" demiş. Ensari gidip odun etmiş ve satmış, sonunda on dirhem ka­zanmış, onun bir kısmıyla elbise bir kısmıyla yiyecek alıp gelmiş. Efendimiz kendisine: "Bu durum, kıyamet günü yüzünde kapkara bir dilenci damgası ile gelmenden daha hayırlıdır. Dilenip istemek üç yerde geçerli olabilir. Sefalet, ağır borç, ağır hastalık"  [198]demiş.

İslâmiyet'in, çalışmayı etkili ve itici bir ibadet sayan görüşü in­sanı dürüst ve sağlam iş yapmaya sevkeder. Aldırmaz, umursamaz olduğu ya da görevini istenen şekilde yapamadığı zaman ise insan yetersiz demektir.

Toplum içerisinde insanın bu müthiş özelliği üretimde artış sağ­lar. Zira; çalışmak suretiyle Allah'a daha yakın olacağına, sevgisini kazanıp azabından kurtulacağına olan inancıyla da derinlerinden gelen bir ses kendisini daima daha çok çalışmaya, daha çok üret­meye sürükleyecektir. Sermaye: İslâm Dini sermayenin iyi korun­masını ve çoğaltılmasını istemiş, dikkatsiz kullanılmasını, israfını yasaklamış, sermaye ile elde edilen hasıladan ihtiyaç sahiplerinin ve toplum yararına çalışan kurumların hakkı olduğunu ifade etmiştir. Allah'ü Teala bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Yakın­lara hakkını ver, yoksullara yolda kalmışlara da. Gereksiz yere saçıp savurma, Savurganlar şeytanın kardeşleridir. Şeytan ise nan­körün tekidir",  [199]

"Ellerini koynuna kilitleyip durma, sonunda perişan olmamak için öyle sonuna kadar da açma".  [200]

Buna göre İslâm, sermaye oluşumuyla ilgili temel tutum ve dav­ranışları belirlemiş, tüketimde savurganlıktan kaçınmayı gerekli görmüş, sermayenin yatırımlarla çoğaltılma zaruretine işaret et­miştir.

İslâm İktisadı bir lüks ekonomisi değildir. Ekonomik ihtiyaçla­rın, zaruri ihtiyaç malları, lüks tüketim mallan ve yenileştirme mallan arasında dönüp durduğu doğrudur. Ancak, her zaruri ihti­yaç malını ya da her lüks tüketim malını ille de alıp kullanmak ge­rekmez. İslâmî sistem toplum servetini bunu vurgulayarak koruma­ya çalışıyor. Yani İslâm iktisadı, şunu vermeye çalışıyor: İnsan, içine sinesi güzellikleri yaşamak için yaratılmıştır. İnsan ancak böyle yaşamakla kendi varlığının farkına varabilir ve de temsilcilik görevini yapabilir. Buna göre İslâm iktisadını, kanaat iktisadı yani "mevcutla yetinme iktisadıdır" diyebiliriz. Çünkü mevcut malı en iyi ve en akılcı bir şekilde kullanmayı teşvikle İslâm "yokluk efsa­nesini yok ediyor. Böyle bir ortamda gerçekten iktisat problemi diye birşey olmayacaktır. Çünkü inançlı bir ahlak yapısına uygun olan gerçek ve de tabii bir tüketim anlayışı çerçevesinde yapılacak sağlıklı bir mal tasarrufu "gerekli üretim akılcı tüketim" anlayışını yerleştirecektir.

Kendisini bugünkü mevcut medeniyet yapısına, medeniyet anla­yışına göre ayarlamış, onun eseri olan plan ve projelerle hareket etmeye alışmış maddeci bir toplumda İslâm iktisat tedbirlerinin et­kili olması mümkün değildir. Bu tedbirler, şayet toplumun fertleri, doymak bilmez arzulan tatmine değil de Allah'ın emirlerine itaate çağıran, bütün insanlan kardeş ilan eden acımasız insanlıktan, in­sanlığın şu koca dünyadaki yüce amaçlanndan habersiz sırf hayva­ni duygulanın tatmin için birbirlerini yemek suretiyle sergilediği insanın insana tapınmasına değil de yalnız Allah karşısında eğil­meye davet eden tevhid şemsiyesi altında bir eğitime tabi tutulur ve toplum tamamen îslâmî bir ahlak yapısına kavuşturulursa ancak o zaman meyvesini verebilir ve faydalı olabilir.

Müslüman, haram değil de helal kazanç ortamında yetişirse toplum onun elinde çiçeklenecek, kaynaklar hiç tükenmez olacak, zira ihtiyaçları, hayvani dürtüler baskısından kurtulmuş, İslâm'ı temsil eden bir vücutla, evrensel ilahi bir düzen içerisinde, Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olan gerçek insan varlığına doğru yol alır­ken, gerçek dengesini bulacak, oturup oturaklaşacaktır. Eser: İslâm, yapımcı: İslâm'ın dengeci iktisat düzeni.

Bunlar, günümüzde tatbik edilmekte olan iktisat sistemlerinden tamamen farklı, İslâm iktisat anlayışından birkaç alıntı olup tatbi­kiyle toplumsal kalkınma da üçüncü modeline kavuşmuş olacaktır: Ne sadece kâr otomatiğine bağlı model, ne de sadece iktisadi ye­terlilik modeli, bilakis dürüst, insancıl, insanın tüm ihtiyaçlarına cevap verebilecek harika bir model,

 

Fransız iktisatçısı Jacques Austrie:

 

"İktisadi kalkınma modeli sadece bilinen kapitalist ve sosyalist anlayıştan ibaret değildir. Ağırlığı olan üçüncü bir model daha var ki o da İslâmî İktisat anlayışıdır" diyor ve devam ediyor: "Bu anla­yış geleceğin dünyasına hakim olacağa benzer çünkü, tam hayata göre biçilmiş bir kaftan",  [201]

 

İslam'da Yargı Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

 

İslâm Dini, temel ilkeleri ve kuralları ile gerçekçi bir düzen olup daima insanların hayrına olan işleri gerçekleştirmek ister. Her va­tandaşı kendisine sahip olan, hak ve görevlerini bilen, sırf Allah'ın rızasını kazanmak için görev yapan, kendi haklarını savunabilen erdemli ve dürüst bir toplum oluşturmak için teklifler getirir. Fert ve toplumun tutum ve davranışlarına çeki düzen vermek, sapmalar karşısında kesin tavır aldığını göstermek için bir takım esaslar koyar. Ayrıca sapmalara engel olacak, suça mani olacak, şahıslar ve toplumsal kurumlar arasında çıkan sürtüşmeleri halledecek yargı düzenlemeleri yapar.  [202]

Bu durum karşısında müçtehidler yargı işinin farzı kifaye cin­sinden bir ibadet olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu iş insanın hukuki temsilciliği çerçevesine giren görevlerdendir. İnsanlar ara­sındaki husumeti giderecek ve hakikati ortaya dökmek, batılı ge­çersiz kılmak, zalimi haklamak, mazlumu aklamak, hakkı sahibine teslim etmek, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak, toplumda dü­zeni hakim kılmak için hırsızın elini vurmak suretiyle İslâm'ın yargı hükümlerini infaz edecek bir gurup insanın bu görevleri yap­ması gerekir ki herkes canından ve malından, ırz ve namusundan emin olsun, üretim artsın, ülke kalkınsın, medeniyet gelsin, insanlar doğru dürüst işlerine baksın.  [203]

Müslüman toplumlarda nezih ve adil bir yargılama yapılabilme­si için İslâm, sağlam esaslar getirmiştir:

  1. Tam Bağımsızlık:İslâm hukuku esasları dahilinde ve de ada­let hükümlerinin ugulanmasında, herhangi bir kişi, kurum ya da yönetimin adaletin seyrini etkilememesi için yargı organının tam bağımsız olması şarttır.  [204]

İslâm tarihi, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında Dört Ha­life ve ondan sonraki asırlar boyunca, dürüstlük, doğruluk ve eşitli­ğin gerçekleşmesini sağlayan bu kurumun bağımsızlığına daima şahit olmuştur.  [205]

  1. Yeterlilik:İslâm hukukçuları kitap, sünnet ve Hulefai Raşidin örneklerine bakarak yargıyı üstlenecek kimsede bulunması gereken bir takım şartlar tesbit etmişlerdir. Bunlara göre yargıç, yaşı yetkin, akıllı, hür, isabetli ve sağlam bir düşünce yapışma sahip olmak so­rundadır.

el-Maverdi diyor ki: "Konu ile ilgili temel bilgilere sahip olmak, bu bilgileri sorumlulukla birleştirip akla yaslamak yeterli değildir. Yargıcın, ince fikirli ve ayırdetme yeteneğine sahip olması, bön ve hoppa olmaması, müşkülen halledecek, ayrıntıları farkedecek bir zeka yapısına sahip olması da gerekir". [206]

Yargıcın, müslüman, ietihad yapabilir, İslâm hukukunu bilen, saygınlığım zedelemeyecek bir adalet üzere olması gerekir.  [207]

Adalet el-Maverdi'nin dediği gibi "Şahsın, ağzı düzgün, güven veren, namuslu, günahtan kaçınan, kendinden emin, sevinçte tasa­da güvenilir, kişilik sahibi olmasıyla"  [208] gerçekleşebilir.

Cumhur ulema göz, kulak ve dil sağlıgmı da şart koştular. Sağı­rın atanması caiz olmaz zira tarafların sözünü duyamaz. Körün atanması da geçersizdir zira suçlu ile suçlayanı tanıyamaz, yazanı yazılanı, lehte ve aleyhte tanıkları göremez. Dilsizin atanması da mümkün değildir zira o da ne verilen hükmü sözel olarak ifade edebilir ne de halk onun işaretlerini anlayabilir. Cumhur ulema, bu sakatlıkların doğrudan tanık celbine engel olacağı ve yargılanma­nın iyi yapılamayacağı kanaatiyle buna karar vermişlerdir. Çünkü tanıklık özel, yargı ise genel bir temsilciliktir.  [209]

îslâm hukukunun esnekliğine bir örnek olmak üzere Hanefıler, müslüman idaresindeki gayri-müslimlerin, -durumu daha müsait biri bulunamadığı zaman- yargıçlarının da kendilerinden olabilece­ği kanaatine varmışlardır. Buna göre bir gayri müslim kendi dinin­den olan yerli ya da yabancı uyruklu gayri müslimleri yargılayabi­lir. Yargılayabilirle, tanık olabilmeye bağlandığına göre, gayri müslim tanık olabilir öyleyse yargıç ta olabilir. Amr bin As'm kendi dindaşlarını yargılamak üzere Kıpti yargıçlar ataması Ömer'in (r.a.) de bunu onaylaması bu fikri desteklemektedir [210]

Yine bir esneklik örneği olarak Hanefıler, tanıklığa kıyasla had ve kısas cezalan dışında kadının da yargıç olabileceğine kani ol­muşlardır. Çünkü kadın, cinayet dışındaki adli olaylarda tanıklık ya­pabilir. Öyleyse tanıklığa yetkili olan yargıya da yetkili olabilir.  [211]

Taberi ise, "Fetvada erkeklik şartı aranmaz" [212]"İbnü Hazm böyle söyledi" [213] lerden hareketle, fetva verebilen kadının, istisna­sız her yargı olayını yargılayabileceğim söylüyor.

3- Yetki: islâm hukukunda yargıca geniş yetkiler verilmiştir. Buna göre yargıç halife, sultan gibi devlet başkanlarını yargılaya­bilir. Kendisini atayan devlet başkanını, gerek iddia makamında gerek sanık sandalyesinde olarak yargılamaya yetkilidir.  [214]

Maverdi şöyle demiştir: "Şayet devlet başkanı hasmını yargılat­mak isterse onları yargıçlarına yargılatabilir. Çünkü yargıçlar, yet­kiyi devlet başkanından alsalar da müslümanların hukukunu gözet­mekle yükümlüdürler". [215]

Tarihi olaylar da bunu doğrulamaktadır: Çünkü Ali (r.a.) bilinen o meşhur -hakem- olayı için kendisi bir yargı hakemi tayin etmiş sonra da huzurunda muhakeme edilmişti. Bir yahudi Abbasi halife­si Harun er-Reşid aleyhine, Ebu Hanife (r.a.)'nin arkadaşı Kadı Ebu Yusuf nezdinde bir dava açtı. Ebu Yusuf, kendisini yargı ma-

kamına atayan Harun er-Reşid olmasına rağmen, yahudİnin kendi­sine olan husumetini dinledi/ [216]

  1. İnanç:İslâm Dini, yargıcın inancına verdiği önem açısından diğer insan yapımı sistemlerden  [217]tamamen farklıdır: Çünkü inan­cı, yargıcı Allah'a kul edecektir, başkalarına değil. Bundan dolayı­dır ki müslüman bir yargıç nefsinin arzularına uyamaz, hep adalet­ten, haktan ve rahmetten yana olur,
  2. Bağımsızlık ve Denetim:Hüküm verirken yargıcın bağımsız olması tabii hakkıdır. Zaten bundan başkası da olamaz. Çünkü kendisi, Allah'ın kullan hakkındaki emrini uygulamaktadır.

Devlet başkanının yargıcın kararına müdahale etmesi caiz de­ğildir. Başkan bunu yapmaya kalkışırsa suçlu durumuna düşer, zira Allah'ın yasasına karşı gelmeye hakkı yoktur. Bilakis, insanlar ara­sında verilecek kararlann adilane olmasına yardımcı olması gere­kir.

Yalnız şu var ki devlet başkanı, İslâm hukukuna ters düşen bir-şey olup olmadığını araştırmak amacıyla yargıçların verdikleri ka­rarlan denetleyebilir. Bu da mantıklıdır. Çünkü yargıç, yargı husu­sunda devlet başkanının vekilidir. Bu nedenle başkanın, yargı işlerini denetlemek, yargıçları aydınlatmak, yargı işlerine çeki düzen verip kolaylaştırmak, adaletin ve doğru kararın tahakkukunu sağlayacak bir takım yönlendirmeler yapmak için gerekli genelge­ler çıkarmak suretiyle İslâm hukukunun doğru şekilde infaz edil­mesinden emin olmak istemesi elbette hakkıdır. [218]

  1. Yöntem:Yargı sistemiyle ilgili kitaplan inceleyenler, İslâm hukukçularının Kitap ve Sünnet'ten, Hulefai Raşidin ve sahabe Ör­neklerinden bulup çıkardıkları hassas yargı düzenini hemen farke-deceklerdir. Bir dava nasıl açılır, usulleri nelerdir, hakime nasıl başvurulur, nasıl dinlenir, isbat yöntemleri nelerdir, duruşma nasıl cereyan eder, karar nasıl verilir; karann gerekçesi, çıkışı, reddi, du­yurulması ye infazı aşamaları gibi daha nice şaşırtıcı şeyler bula­caklardır. İslâm hukuku, İslâm'ın temel prensip ve kurallarından

hayatla hemhal olmuş günlük uygulamalardan hareketle, adaletin günyüzüne çıkarılması ve insanlar arasındaki husumetin giderilme­si için insanlığa tarihin en büyük yargı sistemini sunabilmiştir. Yani toplum fertleri arasında harika bir denge sağlayıp, asırlar boyu insanları menfaat ve saygınlıklarıyla başbaşa olarak huzur içinde yaşatan sistemi.

Bu sistemde bulunan uygulanabilir ya da sözel delil ve ipuçlan kesinlikle şunu ispat ediyor: İslâm, kalkınmanın en büyük savunu­cusudur.

İslâm'ın evrensel düşünce tarzını, yine İslâmî nıetod ve yöntem­lerle inceleyip araştıranlar, şu sonuca varacaklardır: İslâm yargı düzeni, imanlı, faziletli ve adaletçi bir toplum oluşturmak için, kural, amaç ve uygulamalarındaki esnekliği sebebiyle kendini yeni­leme yolunda asla dara düşmeyecektir.

Biz bu noktada, halife ya da müslüman devlet başkanlarının kendi dönemlerindeki yargıçlarına yazdıkları birkaç mektuptan söz etmek istiyoruz. Bunlar, şu özlü yazımızda ifade ettiklerimizin doğ­ruluğunu ispatlayacaktır.

Hz. Ömer (r.a.) in, Ebu Musa el-Eşari'ye yazdığı mektup bun­lardan biridir. İslâmî yargı usul, kural ve sistemlerinden söz eden bu mektup sanki bir yargı yasasıdır. Günümüzün modern adli du­ruşma usulleri ve insan yapımı kanun hükümlerinin öncüsü olan bu mektupta Hz. Ömer şöyle diyordu; "Sadede gelelim: Şüphesiz ha­kimlik, kitap ve sünnetle sabit bir emr-i ilahidir. Bu sebeple sana ifade edilmek isteneni iyi anla, çünkü yerini bulmayan bir adalet­ten söz etmek anlamsızdır. Sohbet ederken, yüz yüze konuşurken, yargılarken insanlara daima olumlu yaklaş ki itibarlı kişiler seni yanlış değerlendirmesin, zayıf da adaletinden şüphe etmesin. Suçlayan delil getirmek, inkar eden de yemin etmek zorundadır. Müs­lümanlar arasında daima barış hüküm sürmelidir. Fakat haramı helal, helali haram sayan bir barıştan söz etmiyorum. Kim gizli veya açık delil getireceği iddiasında bulunursa, ona bunu yapacak kadar bir süre tanı, ispatlarsa hakkını verirsin, başaramaz ise mese­leye aleyhte bir çözüm getirebilirsin, çünkü bu seni mazur göstere­cek en son çare, ulema nezdinde de en parlak çözüm olacaktır. Şayet verdiğin karan tekrar düşünür de aklın başına gelirse sakın

kararımdan dönmem deme. Çünkü hakikat eskimeyen bir değerdir. Hiçbir şey onun değerini düşüremez. Hakka dönüş batılda ısrardan daha hayırlıdır. Müslümanlar birbirlerine şahitlik edebilirler, ancak, yalancı şahitliği ispatlanmış, had cezasına çarptırılmış, bir de yakın akrabalığı ve varisliği olanların şahidliği geçersizdir. Çünkü Allahü Teala kullarının sırlarım üstlenmiş, yeminler ve isbat yöntemleri dışında tüm günahlarını gizlemiştir. Ama sana gelen Kur'ân ve Sünnette yeri olmayan şikayet ve başvurulan iyi değerlendir. Da­vaya bakarken emsal durumları dikkate al sonra Allah'ın en çok hoşuna gideceğini sandığın ve gerçeğe en yakın bulduğun karan ver. Halka korku, sıkıntı ve eziyet vermekten sakın, husumetleri görmezlikten gelme/ [219] Adalet Allah'ın verdiği ödül ve övgüye layık olarak mutlaka yerini bulmalıdır. Hakikatin ortaya çıkma­sında -kendi aleyhinde de olsa- samimi davranan kimsenin diğer­lerine karşı kefili Allah'tır. Olduğundan başka görünenin cezasını da yine Allah verecektir. Çünkü Allah, kullarından sadece samimi ve içtenlikle yapılan amelleri kabul edecektir. Acil nzk ve rahmet talep ederken Allah'tan başka kimseye bel bağlama. Daima sela­mette ve Allah'ın rahmetinde olasın [220]

İbnü'l-Kayyim bu mektubu naklettikten sonra diyor ki: "Bu, ulema tarafından fevkalade ilgi gören, yargı ve duruşma usullerine esas olan müstesna bir mektuptur. Hakimden müftüye herkesin okuması, düşünmesi ve anlaması gerekir".

Hz. Ali (r.a.)nin el-Eşter en-Nehai'ye yazdığı mektup da takri­ben aynı mealdedir. Aşağıda bu mektuptan kısa bir alıntı veriyo­ruz:

"Halk arasında hakemlik yapacak birini seçerken elini vicdanına koy. Seçeceğin aday halkının en iyisi olsun. Bunalımlı biri olmasın, kin gütmesin, uysallıkta ısrar etmesin, işin aslını öğrenince kararın­dan dönebilsin, herhangi bir şeye düşkünlüğü olmasın, başka seçe­nekler de varken bir fikirle yetinmesin, şüpheli konularda çok dik­katli olsun, delil getirirken en doğruyu yakalayabilsin, tarafların görüşünü alırken usanç duymasın, meseleyi araştınrken sabırlı olsun, kararı açıklarken, gururlanıp alkışlardan şımarmasın, kesin kararlı ve de vakarlı olsun. Şu sonuncu biraz az bulunur. Birini yar­gılarken olabildiğince özen göstersin. Delillerini sayıp dökecek kadar fırsat ver ki başkalarına muhtaç olmasın. Kendi yakınlarına gösterdiğinden fazla değer ver kendisine ki yanındaki adamların şerrinden emin olsun [221]

 

İslam'da Ceza Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

 

İslâm Dini, sadece öğütlerden ve tavsiyelerden ibaret değildir. İslâm, insanın tüm hal ve davranışlarını didik didik ele alan hü­kümleri, birbirleriyle bağlantılı evrensel bir anlayışla hareket eden ve tüm hayatı bir ağ gibi saran ileri sistemler topluluğudur.

İslâm, insanlığı sadece bu sisteme çağırmakla kalmamış, bunlan insanın son derece gerekli bulup bizzat tatbik ettiği, tatbikinden de büyük zevk duyduğu eğitim ve öğretim yoluyla kalplere, gönüllere ve kafalara yerleştirmekle yetinmemiş; yanlış yönlendirmeler, aşa­ğılık eğitimlerle insanların tabii yapısını bozanların sisteme karşı gelmemelerini teminen bir takım zorlayıcı ve cezai hükümler de getirmiştir.

Bunun için de mümkün mertebe anında müdahale edebilen ve de caydıncı bir düzen getirmiştir. Mesela hastalığın, peteğin diğer temiz kesimlerine sirayetini önleyecek, toplum içerisinde olması muhtemel her türlü sapmaları ve cinayetleri kökünden halledecek olan adil kısas uygulaması, fertlerin ve toplumların fiil ve davranış­larını dengelemeye yönelik bir düzendir. Sosyoloji bilginlerinin de belirttiği gibi toplumun dengeli tutum ve davranışı sosyal güvenli­ğin yayılmasına, güvenlik istikrara, istikrar da kalkınmaya yol açar, derken iyilikler çoğalır, güzelliklerden faydalanma oranı artar, sos­yal hayat gelişir ve mutluluk her bir yana saçılır.

İslâm ceza hukuku sadece Kitap ve sünette yer alan metinlerle, özel ve genel mahiyetteki kurallara dayanmaz. Buna bir de nazari­yeler, ilkeler ve binlerce uygulamayla dolu muazzam fıkıh'ı eklemek zorundayız. Hatta konu ile ilgili bir araştırmacı kendi çalışma­sına dayanarak; kanun kitapları üzerinde araştırmalar yapmış, bu araştırmasında, batılı kanun koyucularından batı ceza hukukunda önemli yere sahip Emile Garçon, Garraud, He Lie, Chaveau ve Lambert'Ierin yaptıkları gibi herhangi bir ölçüsü ve kalıbı olan bir nazariyeye rastlamamış, ancak bunların, mü si uman hukukçular ta­rafından bilinen asılları olduğunu ve şu kanun koyucularından asır­lar önce müslüman hukukçuların bu nazariyeleri açıkça ya da üstü kapalı da olsa ifade ettiklerini belirtmiştir [222]

Bu noktada İslâm hukukunun batı ceza yasalarında bulunmayan bir takım üstünlüklerinden söz etmek yerinde olacaktır;

  1. Herşeyden önce İslâm hukuku, tamamen ahlaki kurallara ve kaynağını dinden alan üstün değerlere dayanır. Batı kanunlarında ise sadece zararı doğrudan fertleri ve toplum güvenliğini tehdit et­tiği zaman bu değerlere temas edilmiştir.

İslâm hukukunda zina fiiline derhal ceza tatbik edilir. Zira zina üstün ahlakın kaynağı olan insanlığın yaradılış cevherine ters düşen çirkin bir harekettir. Sosyal, iktisadi ve sağlık üzerindeki et­kileri açısından düşünülürse zina, toplumun bozulmasına ve çök­mesine yol açan son derece tehlikeli bir suçtur.

Beşeri kanunlar mesela içki içeni, sağlığına zarar verdiği, israfa yol açtığı, ahlakı bozması ya da içkinin her türlü pisliğin anası ol­ması itibariyle cezalandırmaz, bilakis içki içeni, davranışlarıyla bir başka kişiye zarar verdiği ya da toplum düzenini bozduğu için ce­zalandırır.

İlahi kanun ile beşeri kanun arasındaki fark ve bu farkın kişi üzerindeki etkisi gayet açıktır: Beşeri yasalarla idare edilen top­lumlarda ahlaki suç oranı giderek artarken, İlahi kanun idaresinde­ki toplumlarda ahlaki değerlere, erdemlere bağlılık ve buna bağlı olarak ahlak seviyesi yükselmektedir.

Asırlardır devam eden İslâmî toplulukların yaşantısı bunun en güzel delili ve şahididir. Hatta İslâmiyet'ten hayli uzaklaşmış olmalanna rağmen günümüz müslüman toplumlarının durumunu, batı toplumlarıyla mukayeseli olarak incelenirse batıdaki ahlaki suç oranlarının İslâm ülkelerindekinden daha kabarık olduğu görüle­cektir.

Merhum Abdülkadir Avde (Üde) şöyle söylüyor: "Beşeri kanun­ların, ahlakı bu denli zayıflatmasının sebebi, bu kanunların dini bir temele dayanmaması, tamamen hadiselere bel bağlaması, halkın, din kurallarını tamamen örf adet olarak kabul etmesidir. Fenome-nistler -olaycilar-, kendi yapımları olan bu kanun ve kuralları top­lum yöneticileriyle bir olup yaparlarken, gelip geçici heveslerinin -kapris- ve beşeri yetersizliklerinin etkisinde kalmaları, birtakım kayıtlardan kurtulma eğiliminde olmaları gayet normaldir. Bu durum, toplumun keyfine göre yapılmış olmaları sebebiyle bu ku­ralların, her an değişebilir veya değiştirilebilir cinsten olduğunu gösterir ve de beşeri kanunların ahlaki meseleleri giderek daha çok ihmal edeceği sonucuna götürür. Hal böyle olunca bir zaman gele­cek hoşgörünün kendisi bizzat kural, ahlaki erdemler de bu kuralın bir istisnası olacak. Allah vere de beşeri kanunları uygulayan ülke­ler şu günlerde sınıra varmış olsa [223]

  1. İslâm hukukunun kaynağı Allahü Teala'dır. Beşeri huku­kun kaynağı ise beşerin kendisidir. İnsanların o günkü menfaatine, kapris ve yaşantılarına uygun olarak yapılabilir. Bazen bir tek asrın bazen bir ferdin bazen de bir sınıfın menfaatine göre düzenlenebi­lir.

Bundan şu iki önemli sonuç çıkar:

  1. Yönetim, ister bir şahsın veya sınıfın elinde olsun, ister kral­lık veya cumhuriyet olsun, ister istibdat ister demokrasi olsun, İslâm hukuku usul ve kurallarına harfiyyen sahip çıkmak: Çünkü bu usul ve kurallar, bir şahsın, bir zamanın, bir millet veya sınıfın hayatta olmasına bağlı değildir. Tam aksine herkesin dini olan İslâm'ın yaşamasına bağlıdır. Kurtuluşa erebilmesi için tamamen İslâmîdir ya da İslâm'dan izler taşıyor denebilmesi için her eserin, her yöneticinin inanması gereken Din'e bağlıdır.
  2. Yöneteni ve yönetileniyle herkesin Allah'ın emri olduğuna inandığı İslâm Hukukuna can-ı yürekten inanarak saygılı olmak: Çünkü bu hukuk düzeni kendisine itaat edenleri dünyada ve ahiret-te hayra götürecektir. Karşı gelenleri ise dünyada yerin dibine ge­çirecek ahirette de ateşe itecektir.

Şurası muhakkak ki yeryüzündeki her hukuk düzeninin değeri fertlerin ona bağlılıkları ve saygılanyla ölçülür. Saygı ve bağlılık ikilisi her faaliyette istikrarı getirir, hayat şartlarında iyileşmeye, iyilik takva ve toplumsal faydası ağır basan hayır işlerinde yardım­laşmaya götürür.

Halkın beşeri yasalara olan saygısını ilahi yasalara olan saygıy­la kıyaslamak mümkün değildir. Çünkü beşer yasası çatışan men­faatlere göre sürekli değişmek zorundadır. Bu ise yasaya hürmet­sizliği doğurur, ilgisizliğe yol açar ve giderek gözden düşmesine sebep olur, hayat düzeni temelinden sarsılır, sosyal yaşantı alt üst olur.

İslâm Ceza Sisteminin kalkınmadaki yerine gelince, sistemin öz yapısını incelerken ayan beyan ortaya çıkacaktır: Çünkü bu düzen, toplumu harabedip. başına onanlmaz yaralar açan tehlikeli suçla­rın kökünü kazıyacak kesin tedavi yöntemine sahiptir. Bu yöntem, her türlü sapkınlık, çözülme, vurdum duymazlık ve kabalıktan uzak nezih bir toplum meydana getirmek isteyen İslâmî ahlak an­layışıyla son derece uyumlu doğal bir yöntemdir. Her iki sistemin de tek amacı sağlıklı bir toplum ortaya koymaktır: Ahlaki sistem, ruhsal ve dinsel ağırlıklı eğitim ve öğretim yoluyla, cezai sistem de insanlığı, hastalıkların kökünü kazımak için el ve gönül birliği ile mesai sarfetmeye çağırarak toplum yapısında beliren çatlakları tamir etmek ya da en azından sosyal bir dert haline gelmesine engel olmak suretiyle bunu yapacaktır. İslâm düşüncesinin konu ile ilgili sloganı ise "Koruyucu önlem, tedaviden daha hayırlıdır" olacaktır. Yani önce vicdanlar ardından duygularla savaşacaktır. Böylece suç işleme oranı en aza indirgenecek ve sonunda insanlık kazanacaktır.

Zina suçuna bir göz atacak olursak İslâm'ın bu konudaki hükmü zani evli ise recm -taşla öldürme-, bekar ise celd -dayak- şeklinde­dir. Her iki cezanın tatbik edilebilmesi için de dört güvenilir şahi­din olayı bizzat görmeleri ve tanıklık etmeleri şartını getirmiştir.

Bu tutumuyla İslâm, toplumun ana yoldan çıkıp çıkmaza girmesi­ne, hoşgörü, derken açık fuhuş bataklığına düşmesine engel olmuş­tur. Çünkü açık fuhuş, recm ve celd ile kesilip al ilnı azsa toplumda giderek sevimli hale gelebilecek bu da toplumların hepten helakine ve yok olmasına sebep olacaktır. Batı toplumlarının sosyal yaşantı­sına göz gezdirenler zina suçunu hoşgörü ile karşılamalarını ve bunu önleyici, yapanları cezalandırıcı yasal tedbir almayışlarının sonucu olarak halkın ahlaken ve ruhen çöküşüne sebeb olan felaket izlerini hemen göreceklerdir/ [224]

Milyonları tehdid eden tehlikeli cinsel hastalıkların yayılması, eş cinseliğin çoğalması, aile dengesinin bozulması, analık duygularını yitiren kadının istikrarsız durumu v.s. açık fuhşun ilk planda göze çarpan olumsuz etkilerinden birkaçıdır [225]

Hırsızlığın cezası ise, Kur'ân-ı Kerim'e göre hırsızın elini kes­mek şeklindedir. Bu ceza şeklini derinlemesine ele alır, hikmetini ve şartlarını araştınrsak bunun da yine hırsızlığın tedavisi için, fert ve toplumun huzur, güven ve menfaatini tehdit eden etkilerini orta­dan kaldırmak için kesin etkili bir ilaç olduğunu hemen anlar, ger­çek kalkınmayı sağlayacak en sağlıklı ve en kestirme yol olduğunu farkederiz. Çünkü güç, şayet güven varsa ve halkın emeği çarçur edilmeyecekse harekete geçirilebilir.

İslâm tarihini şöyle bir süzmek, bugün bu ceza usulünü tatbik eden birkaç İslâm ülkesinin durumuna bir göz atmak bizim haklılı­ğımızı gösterecektir.

Buna karşılık dünyanın dört bucağında yaşayan diğer milletlerin durumlarına bir göz atılırsa birkaç yıllık hapis cezasının bu suçu önleyemediği, üstelik hırsızların büyük çoğunluğunun -istatistik ra­porlara göre- eşraftan uzak olduğu kesinkes anlaşılacaktır [226]

İslâmî cezalardan herbirini aynı şekilde ele alıp bütün ayrıntıla­rıyla verecek olursak, herbir cezanın, insanın öz yapısına ve ger­çekçi yaşam biçimlerine uygun olarak sağlam bir zemine oturdu­ğunu görürüz. Buna göre islâm hukuku, toplumu içinde her türlü sapıklık suç ve rezaletin kol gezdiği uçurumun ağzından çekip çı­karan bir kurtarıcı, suçlu ile suç arasında -toplum güvenliğini boz­mak, Allah'ın emirlerine karşı gelmek gibi suçlar arasında- bir aracı rolündedir. Zaten peygamberler de insanın dünya ahiret men­faatini temine çalışan aracılar değil midir?

İslâm ceza yasası sadece had'lerden ibaret değildir, daha çeşit çeşit cezalar var, Kitap ve sünnette yer alamayan anlaşmazlıklar ve suç biçimleri hakkında çeşitli kınama  [227]cezalan var. İslâm bu hususta hakimlere, İslâm hukuku usul ve kuralları çerçevesinde olmak üzere tam yetki vermiştir. Yeter ki şu ayetin istediği gerçek­leşsin:

"Şüphesiz Allah, adaleti, karşılık düşünmeden iyilik yapmayı, yakınları kollamayı emrediyor. Fuhşun her türlüsünü, iğrençliği ve kabalığı da yasaklıyor, kendinize çeki düzen veresiniz diye de siz­lere öğütler veriyor [228]

 

İSLÂM'DA SAVAŞ-BARIŞ DÜZENİ VE KALKINMADAKİ YERİ

 

Hayat olayını ele alan bir din olarak İslâm, gerçeği gün yüzüne çıkarmak, bâtılı iptal etmek, adaleti savunup haksızlığı reddetmek için zaman zaman zorunlu olarak kuvvete başvurmayı da benimse­miştir. Bir insan başka birini haksız yere öldürdü mü, öldürülen ta­rafa, karşı taraftan intikam alma hakkı doğar hatta gerekir, aksi takdirde bir başkasının da ikide bir horozlanması önlenemez, daha­sı insan toplumu, içinde hayvanların içgüdüsel olarak dolaşıp dur­dukları orman toplumu haline gelebilir. Bir cemaat bir cemaate, bir millet başka bir millete saldırır, diğeri barış için mecburen karşılık verir böylece öteki milletlere saldırılmasını önlerse durum yine aynı olur. Kur'ân'ı Kerim, bu sosyal kanunu ikrar edip şöyle diyor

"Ey gönül erleri! Yaşayabilmeniz için öldürmeniz gerekebilir. Artık kendinizi kollayın [229]

"Şayet Allah, insanları başkalarına karşı savunmaya zoriama-saydı dünya berbat olurdu [230]

Eğer İslâm'da insancıl gayelerle ve toplumsal fayda temini için saldırıya güç kullanarak karşı koymak ve savaşmak emredilmişse bu, İslâm'da savaşın bizzat amaç olmadığını gösterir. Bu nedenle müslümanlar asla savaşa ilk başvuranlar olmamışlar bilakis mec­bur edilmişlerdir.

Şeyh'ul-İslâm İbnu Teymiye (r.a.) şöyle diyor "Resulullah (s.a.v.) andlaşma yaptığı küffar ile savaşmamıştır, siyer, hadis, tef­sir, fıkıh ve megazi kitaplarının hepsi böyle der böyle söyler. Efen­dimiz hiçbir küffar ile savaşı kendisi başlatmamıştır. Şayet Allah kendisine her kafiri öldürmeyi emretmiş olsaydı, elbet onlara karşı savaşı başlatan kendisi olur savaşır öldürürdü [231]

Kur'ân-ı Kerim, Adem'in çocuklarından öz kardeşine karşı ilk saldırıya geçeni horlamış bu sebeple Allah-u Teala İsrail oğulları­na: "Birini herhangi bir suçu yokken, haksız yere öldüren tüm in­sanlığı öldürmüş gibi olur"  [232]buyurmuştur.

O halde canın korunması istenmiştir, toplumun güvenliği isten­miştir. Tüm insanlar arasında barışı korumak insanın insanlığına ve saygınlığına saygı göstermek bir görevdir bir zorunluluktur.

Bu İslâm'ın son derece açık bir ilkesidir. Özetle fert ve tpplum-lar arası ilişkilerin temeli harbe dayanmaz. Bilakis, yardımlaşmak, güzel güzel tanışıp geçinmek, şayet sefer gerekiyorsa bunu da sırf insanın yeryüzündeki saygınlığım ortaya çıkarmak için yapmaktır.

Bunun kesin delili Allah-u Teala'nın şu sözüdür:

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık. Sonra sizi, karşılıklı görüşüp tanışmanız için milletler ve kabileler haline ge­tirdik. Allah katında en saygın olanınız ise Allah'a karşı kendisini en çok kollayıp gözeteninizdir".  [233]

Buna göre Kur'ân-ı Kerim tüm nıüslümanlara saldırgan olma­mayı farzetmiş, kendilerine bir saldırı olursa karşılık vermeye mü­saade etmiştir. Bunun deüli ise şu ayettir:

"Sizinle savaşanlara karşı Allah için savaşın, saldırganlık etme­yin. Çünkü Allah saldırganları sevmez".  [234]

Müslümanların niçin savaş yaptıklarının genel ilkesini, Kur'ân şöyle açıklıyor

"İnananlar Allah için savaşırlar, inanmayanlar da şeytan için sa­vaşırlar".  [235]

Sebeblerin birincisi, İslâm'a, onun yayılmasına, onun tüm peygam­berlerin dini olduğuna, tüm insanlara rahmet için gönderilmiş, insan­lığı şirkten, fesattan, eziklikten ve kula kul olmaktan kurtarıp saygın­lığa kavuşturmak için gelmiş insancıl bir din olduğuna inanmayan zalim güçlere karşı koymak, taşkınlıklarına göz yummamaktır.

Yani İslâm Dini, insanlığın kendisine inanmasını şiddetle arzu etmektedir. Çünkü bu inancı, dünya-ahiret onun kurtuluşu olacak­tır. Bu rahmet ve hidayet diniyle savaşan güçler aslında insanın in­sanlığı ile savaşıyor, onu iyilikten ve insana has duygularından ko­parmak istiyor. Bu savaş, tüm insanlık İslâm'a inanıp inanmamak hususunda tam bir serbestliğe kavuşana kadar da devam edecektir. Açıkçası İslâm, kendisine inanmadığı için beşeriyetle savaşacak değildir, bilakis İslâm, beşeriyeti yanıltan, İslâm'ı serbestçe seçme imkanından mahrum eden güçlere karşı savaşını sürdürecektir.

Şu ayetin manası da böyledir: "Dinde zorlama yoktur, artık akıl, saçmalıklardan kurtulmuştur. Bundan böyle şeytanı reddedip Allah'a inananlar sağlam ve de kopma tehlikesi olmayan kulpa tu­tunmuşlardır [236]Yani şiddet yanlısı zalim güçler insanlığın önün­den çekilmeli ki insanlar kendi kendilerine mantıklı, isabetli ve de insanca bir düşünce şemsiyesi altında karar verebilsinler.

Ancak, "bu anlamdaki cihad ile, cihadı, insanlan İslâm'a zorla­ma ya da dini zorla kabul ettirme vasıtası saymayı birbirine karış­tırmamak gerekir. Aslında bu hem insan tabiatına hem de aklına ters birşey olur. Çünkü inanç gibi şeyler kalplerde bir şenlik yap-mamişsa, kana kana içilip s indiril m e m işse, onu insanın içinde tut­mak mümkün değildir [237]

Bir müslim, ganimete konmak, başkalarının arazisini işgal edip halkını köleleştirmek için kendini ateşe atmaz, kahramanlık göster­mek ve gücünün ihtişamını göstermek için de savaşmaz. Bilakis sa­pıkları yola getirmek, doğruyu öğretmek, insan olarak saygınlığım göstermek için savaşır.

Rasulullah (s.a.v.) efendimize sordular: Ya RasuluIIah adam var ganimet için savaşıyor, adam var şöhret olmak için savaşıyor, bun­lardan hangisi Allah için savaşıyor demektir? Aleyhisselam Efen­dimiz buyurdu ki: "Allah'ın adı en yukarıda olsun için savaşan Allah için savaşıyor demektir". [238]

Allah'ın adı yücelere çıkarken insanlık da onun sayesinde batıl dinlerin cefasından İslâm'ın sefasına, kullara kul olmaktan Allah'a kul olma mertebesine erişir. İnsan insanlığının farkına varır, hürri­yetin doruğuna ulaşır, Allah'tan başkasına eğilmez, sadece O'ndan çekinir, sadece O'ndan bekler ne beklerse.

Şu ayet bunu dile getiriyor "Aldatmaca oyunları bitene ve din Allah'ın olana kadar onlarla savaşın. Oyunlarına son verilirse artık haksızlık edenlerden başkasına saldırmak yok'. [239]

Yani, dini sömürüye son verilene kadar onlarla savaşın, bütün insanlar dîni hür, vicdanı hür hale gelene kadar, gerçekten din, yal­nız Allah'ın olana kadar onlarla savaşın ki din, zalimlerin çıkarları için zoraki inanılan birtakım hurafe ve safsatalar haline gelmesin. Aksi takdirde insanlar, hak dini farkedemezler ve maruz kaldıkları akli ve ruhi çöküntüden, sosyal ve iktisadi bunalımdan kurtulamaz­lar.

Din, vicdan, kültür, mal, ırz ve namus saldırısına uğrayan zayıf müslüman topluluklarıyla, biçare müslümanlara yardım etmek de fitne ile savaş kapsamına girer.

Allah-u Teala diyor ki: Ta Rab! Bizi şu zalim milletin elinden kurtar diye feryad eden şu biçare kadınlar, erkekler ve çocukları kurtarmak için neden harekete geçmiyorsunuz Allah aşkına!!".  [240]

Biçare dediğimiz şu insanların ille de müslüman olması şart de­ğildir, gayri müslim oldukları halde bir haksızlığa bir saldırıya uğ­ramış olabilirler. Şayet müslümanlar kendilerinde bunları savuna­cak güç bulabiliyorlarsa, "İslâm tüm alemlere rahmet olarak gelmiştir" ilkesinden hareketle, içinde bulundukları durumdan ken­dilerini kurtarmak müslümanlar için mutlak bir görev olur.

Şu ayet bunun delilidir

"Müslümanları, şayet yeryüzünde güçlü kılarsak namazı ihya ederler, zekat verirler, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayabilirler!"  [241]

Bu ayete göre İslâmî cihad, sebeb ve amaç açısından harpten farklıdır. "Kanun adamlarına göre harp sırf maddi sebebler yüzün­den ve de devletin çıkan öyle gerektirdiği için başvurulan bir yön­temdir. Devlet bir başka devlete sırf öyle değerlendirdiği ya da ma­cera, hakimiyet sevdası ve iktisadi destek almaya yönelik bir çıkar uğruna harp ilan eder. Cihad ise düşman tarafından bir saldın ha­linde kullanılan İslâmî bir terimdir. Sebeb saldırıya karşılık vermek ve müslümanlan korumaktır [242]

Birçok batılı yazar ve tarihçi İslâm'ın savaş politikasını tasvip etmiştir. Gustave le Bon şöyle diyor

"Arap fetihlerini ve başanlannin sebeblerini araştırdığımız bu yazımızı okuyanlar, maddi gücün İslâm'ın yayılmasında etkin ol­madığını göreceklerdir. Çünkü Arap fatihler, mağlublan dinlerin­de serbest bırakmışlardır. Bazı hıristiyan milletler İslâm'a kucak açınca hemen arapçayı benimseyip öğrenmişlerdir. Sebebi arapla-nn kendilerine, önceki efendilerinden tamamen farklı adil yakla­şımlarıydı, İslâm'ın inanılmayacak kadar pratik bir din olmasıydı. Tarih bir dinin halka zorla benimsetilemeyeceğini göstermiştir. Hı­ristiyanlar Endülüs araplanna hakim olunca müslümanlann aksi­ne, öldürmeyi ya da sürmeyi hıristiyanlaştırmaya tercih ettiler. İslâm ise kılıçla yayılmamıştır bilakis sadece çağn yöntemiyle ya­yılmıştır" [243]

Thomas Arnold ise şöyle diyor "Kılıcın, İslâm'ın yayılmasına etken olduğu şeklindeki yaygın kanaatin yanlış olduğu ve kılıcın ancak zaman zaman dini desteklemek için çekildiği artık anlaşıl­mıştır. Çünkü davet ve ikna yöntemi, -kuvvet ve zaaf değil- islâmî çağn faaliyetinin iki ana ilkesi olmuştur". [244]

Harp, İslâm'da hiçbir zaman bir amaç olmamıştır. Buna muka­bil banşa, gerçeği gün yüzüne çıkarmak, haksızlığı ortadan kaldır­mak, toplumlar arası güveni yaygınlaştırmak için bir yöntem ola­rak daima olumlu yaklaşılmıştır.

"Şayet banşa yanaşırlarsa sen de yanaş Allah'a güven, çünkü O

herşeyi en ince ayrıntısına kadar görür ve bilir [245]Yani vuruştuğun düşmanın sana banş elini uzatırsa, harp istemediğini söylerse sen de uzat ya Muhammedi!

Şayet İslâm'ın tutumu başka olsaydı, yani savaş asıl amaç olsay­dı, İslâm barışa da talip olmaz, yeryüzünde bu katı tutumuyla düş­manını ezebilir, ülkesini işgal edip halkını köleleştirebilir ve tüm gelirlerine el koyabilirdi.

Tarih şahittir ki İslâm tarihinde böyle birşey hiç olmamıştır. Müslümanlar daima fethedilen ülke arazilerini sahiplerine terke t-misler, halkından cizye, araziden haraç almakla yetinmişlerdir.

Allah-ü Teala başka bir ayette konuyu şöyle vurguluyor:

"Size dokunmazlar, sizinle savaşmazlarsa ve de size banş öne-rirlerse bilin ki Allah size onlara karşı olumsuz bir tavır alma hakkı vermemiştir [246]ve;

"Sizi rahatsız ederler, banş teklif etmezler, yakanızı bırakmaz­larsa onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Artık onlara hakim olmanız için Allah size tam yetki vermiştir". [247]

ve: "Size dürüst davranırlarsa siz de dürüst davranın" [248]

Bütün bu ayetler, İslâm devletlerinin başka devletlerle ilişkile­rinde asıl amacın banş olduğunu harp olmadığını pekiştirmektedir. Şu ayet de bu mealdedir:

"Allah, sizinle din için savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkar­mayanlara iyilik etmenizi ve eşit davranmanızı yasaklamıyor, çünkü Allah eşit davrananlan sever, bilakis Allah, sizinle dininiz için savaşan, sizi yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardımcı olanlara yaltaklanmanızı istemiyor, onlara karşı yaltaklananlar son derece haksız bir davranış içindedirler" [249]

Bu nedenledir ki îslâm, devletler arası ilişkilerde barışçı yakla­şım prensibini benimsemede modern beşeri yasaları çoktan solla­mıştır.

Ayrıca İslâm, bansın gerçekten işler hale gelebilmesi için söz­leşme esasına dayalı bir takım düzenlemeler yapılmasına, barışı korumak için, sınırları, limanlan korumak, herhangi bir saldın ihti­maline karşı hazırlıklı olmak gibi tedbirler almak gereğine de işa­ret ediyor. [250]

el-İmam-er Razi "Düşmana karşı güç ve askeri donanım itiba­riyle olabildiğince hazırlıklı olun" ayetini tefsir ederken diyor ki;

"Allah-ü Teala mühimmat hazırlığına işaretle: "Bununla sizin ve Allah'ın düşmanlarını ürküteceksiniz" buyurmuştur: Çünkü kafirler, müslümanlan cihada karşı daima hazırlıklı, asker ve mühimmat açısından tam donanımlı görürlerse bu kendilerini korkutur". [251]

Birçok İslâm hukukçusuna göre devletlerarası ilişkilerin temeli harptir. Bu durum, tüm müslümanlarca bilinen tarihi olaylarla da sabittir. Yani, savaşa karar verip saldırmaya kalkışan İslâm düş-manlanna gerekli cevabı verebilmek için savaş, kaçınılmaz bir yöntem olabilir. Ancak bir gün gelir de harbin yıkıcı ve olumsuz etkilerini dikkate alır, kan dökmemek ve evrensel bir banş tesis etmek için sözleşmeler ve ittifaklar yoluyla aralannda anlaşır ve kalıcı bir banş çağnsında bulunurlarsa İslâm bunu, -tarafların söz­lerinde durmalan şartıyla- saygıyla karşılar [252]Bilhassa İslâm'ın ça­ğımızda, dünyanın her yerinde ve her alanda mantık ve ikna yoluy­la yayılma imkanlan varken bu kaçınılmaz bir fırsat olur. Şayet İslâm'ı dünya milletlerine tam bir serbesti içerisinde ulaştırabilecek bir güven ortamı hazırlanırsa bu hedefe varmak için ciddi bir engel kalmaz. Başka bir ifadeyle, İslâm'la mazlum milletler arasındaki şeytani güçlerin, "çağdaş dünya" kavramında en azından dünyanın büyük bölümünde yeri ve önemi de kalmaz.

Öncelikle İslâm ülkeleri arasında olmak üzere diğer devletlerle yapılacak, banş esasına dayalı milletler arası ilişkilerin kurulması, toplum kalkınmasında, İleriye dönük kalkınma projelerinin başarıl­masında köklü değişiklik ve yapılanmaya gidebilmek, kaçırılan fır­satları telafi edebilmek için ileri ülkelerden azami ölçüde istifade etmek hususlarında müslüman ülkelere büyük faydalar sağlayacak­tır.

Bu evrensel prensip, İslâm ülkelerinin, işgalci ve ezici güçlere karşı topyekün hazırlıklı olmalarına da engel değildir. Ayrıca böy­lesine bir banş ittifakı, saldırganlığı önleyecek, İslâm ülkelerinin itibarını artıracak, oyuna gelmelerine mani olacak, hem dinin hem de müslumanların özünü ve mayasını koruyacaktır.

 

İslam'da Egıtim-Öğretım Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

 

Bütün eğitimciler, vatandaşlann her birini kendi kendine yeterli, vatanına bağlı, tek vücut bir toplum haline getirebilmek için, güçlü, kültürlü ve üretken bir toplum içerisinde sağlam birer yapı taşlan olmalarını sağlayabilmek için eğitim ve öğretimin vazgeçilmezli­ğinde birleşmişlerdir. Aynldiklan tek nokta ise, yöntemdir. Yani eğitim ve öğretim toplumun geleneksel hayat anlayışına göre mi yoksa gelişme ve kalkınmaya yön veren bir medeniyet anlayışına göre mi yapılmalıdır?

Bir müslüman eğitimciye göre İslâmî eğitim ve öğretimin ilkele­ri şüphesiz, maddesiyle manasıyla, insanıyla toplumuyla evrensel İslâm düşünce sisteminden çıkar.

Buna göre, İslâm düşünce sisteminin ilk ilkesi tevhid dinine bağlı bir insan kalıbı dökmektir. Yaratıcısını hem düşünce olarak hem de bilimsel olarak yakinen bilip tanıyan, O'ndan başkasının önünde diz çökmeyen kişilikli bir insan meydana getirmektir. Çünkü yalnız gönüllerde kalan kuru bir inanç, dürüst bir hayat tarzı için yeterli değildir. Bunun yanında Halik'ına ibadet etmesi ve O'na hiç bir şeyi eş koşmaması da gerekir.

İslâm Dini, bir m üsl umanın tek Yaratana inanmasını, yüzünü yalnız O'na döndürmesini, her hareket ve davranışını O'na göre ayarlamasını, O'na kulluk etmesini, emrine amade kıldığı doğa ka­nunlarından ibaret olan ilahi yasasına uymasını, kalkınma yolunda bu kanunlardan yararlanmasını ve hayatına çeki düzen verecek olan toplumsal yasaya tabi olmasını sağlamak suretiyle birlik te­masını güçlendirmiştir.

Tevhid inancına sahip olan müslüman, tannsıyla başbaşa kalır­ken kendisine ibadet ettiği gerçek varlığı farkeder, topluca yaptığı ibadetlerde ise kulluğun Özüne iner.

Bütün bunların sonucunda müslüman, kötülüğü emreden huysuz ve sapık olarak ifade edilen nefsin hevasına kapılmadan yaptığı ibadetiyle kendine (nefis) tapmaktan kurtulur. Çünkü nefse tapın­mak, mutlak surette helaka sebeb olur ve insana hayatı zindan eder, gözleri kör eder, bütün bilgi yollarını tıkar, sahibini kör cahil bırakır.

Tevhid inancına göre yapılan ibadetle müslüman yalnız nefsine kulluk etmekten kurtulmakla kalmaz başkalarına kulluk etmekten de kurtulur. Çünkü Allah'tan başkasına yapılan kulluklarda akıl ve ruh boşa alınır, maddi güç üretimi durur, yasa dışı hizmetler put-laştınlır, toplumsal sorumluluk işlemez hale gelir.

Ayrıca insan kendisini madde dünyasının gösterişine de kaptır­maz, mal, şahıs, mevki, makam gibi putlara da kul olmaz. Çünkü gösterişe kapılmak insanlar arasında şiddetli bunalım ve sürtüşme­lere yol açar. Önce kişisel sapmalar olur giderek toplumsal saplan­tılara ve nihayet yıkıcı savaşlara dönüşür, ahlaki ve insani değerler birbir kaybolur. Bu durumda tabii haline döndürebilmek için yapı­lacak en iyi şey eşyayı şu veya bu şekilde ele alıp tabiatını bozma­dan ve de insanlığın çıkarını ön planda tutarak hedef ve araç belir­leyen şaşmaz ilahi yöntem ayarına sokmaktır.

İslâm düşüncesinin ilkelerinden biri de daha önce açıkladığımız gibi insanın yeryüzündeki temsilcilik görevidir. Allah kendisine diğer mahlukattan daha fazla değer vermiş, onu yeryüzünü imarla ve orada faziletli bir toplum oluşturmakla görevlendirmiştir. Bu da Allah-ü Teala'nın, kendisine lütfettiği üstün yeteneği sayesinde diğer canlılardan farklı olarak gerek fikir gerek toplumsal alanda ilerleme kaydedebileceğini gösterir.

Ayrıca İslâm, insanı, temsilcilik görevinin iyi şekilde yapılıp is­tenen sonucun alınabilmesi için kendi iç dünyasında hiç bir yana ağdırmayacak şekilde ruh, beden ve akıl yönünden tam bir denge kurmaya davet ediyor.

Şayet insanın bu üstün yeteneği kontrollü ve düzenli bir şekilde yönlendin lebi I irse ilerleme için sürekli güç kaynağı olur: Bunlardan bedensel yeteneği akıl yönlendirir, duygu biçimlendirir, düşünce sa­pıklığını vicdan yola getirir, ruhsal bozukluğu ilahi vahy düzeltir, düzen çıkarır ve ona kendisini kollamayı ve savunmayı öğretir.

İslâm düşüncesi ilkelerinden biri de kainatı herhangi bir ayınm yapmadan bir bütün olarak ele almasıdır. Bu bakış tarzı, tabii bi­limlerin insanın inancı ile ilgili görevinin gerçekleşmesini sağlar, çünkü bu ilimler, Allah'ın kainattaki esrarını gözler önüne sererler.

Bu bakımdan İslâm medeniyeti, şu dinle, şu da dünya ile ilgili­dir diye bir ayırıma gitmemiş tam aksine tüm kainatı, netice itiba­riyle insanı Allah'a götüren daha ileri bir düşünce üretmek için, muhteşem bir uyum içerisinde ilahi kanunlardan oluşmuş bir bütün sayarak daima Bir'lik düşüncesiyle ele alıp incelemiştir.

İşte İslamcı eğitimde istenen bilgi birliğinin aslı budur. Çünkü bu eğitim düzeni, tabii ilimleri insanı imanlı kılmak, maddi manevi mutlu etmekle görevlendirir; sosyal bilimleri de İslâm'ın öngördüğü şekilde insan için uygun çevre geliştirme işiyle görevlendirir. Bütün bunlar elbette İslâm'ın temel ilke ve kurallarına, Kur'ân-ı Kerim'de son derece girift ve de batı medeniyeti sisteminde yapılanın aksine birbirinden ayrılamaz bir bütünlük içinde yer alan, kainat, hayat ve insanla ilgili görüşlerine uygun olarak ele alınır. Batı medeniyetinin aksine diyoruz çünkü batının bu, dinle ilim, dinle devlet işlerini ayırma hastalığı maalesef İslâm alemine de geçmiştir.

İslâmî eğitim anlayışı, örnek bir millet temsilcisi olacak kişiyi tam bir medeni yapıya kavuşturma, inanç, zevk, fikir ve madde ba­kımından çok yönlü bir kişilik verme yönünde özetlenebilir. Böyle bir eğitimle müslüman, daha çocukluğundan itibaren, gençliği ve olgunluğu süresince, toplumdaki yeri ve mevkiine göre, eğitimin verdiği ruhla, yaptığı işi en iyi yapmaya, yaratırcasına çalışmaya, milletini yeni buluşlarla biraz daha ileri götürmeye, "Hayatın her kadamesinde, çeşitli güçlük ve zorluklara karşı olabildiğince hazır­lıklı olmalı" emri ilahisini yerine getirmeye çalışacaktır.

Eğitime genel hatlarıyla böylece temas ettikten sonra biraz da İslâmî eğitim konusunu ele alalım. İslâmî eğitimin temel ilkelerini şöyle özetlemek mümkündür:

-Akıl, ruh, beden kapsamlı bütüncül eğitim: "Bedenin sende hakkı vardır, ruh ve aklın sende hakkı vardır, ailenin sende hakkı vardır, öyleyse her hak sahibinin hakkını ver". [253]

-Dünya-ahiret çizgilerini birleştiren dengeci eğitim: "Allah'ın sana ahiret yurdunu vermesinin hikmetini düşün, dünyadan da na­sibini unutma [254]

-Lafta kalan -nazari- eğitim değil bizzat yaşanabilir, ahlaki konularda ve her türlü hayat şartlarında uygulanabilir bir düzen ta­raftarı olan gerçekçi insanı yetiştirecek bir eğitim: "Namazlarını tam bir huşu ve teslimiyetle kılanlar, boş şeyler üzerinde durma­yanlar, zekatı verenler kurtulmuşlardır, ayıp yerlerini koruyanlar -eşleri (cariyeleri) hariç zira bunlar yadırganmazlar, bundan öteye gidenler ise sınırı aşmış sayılırlar- emanetlerine ve sözlerine sahip olanlar, namazlarını kaçırmayanlar da kurtulmuşlardır. İşte bunlar, ebedi kalacakları Firdevs cennetinin varisleridir". [255]

-Fazilet amaçlı kişisel eğitim, karşılıklı dayanışmadan yana toplu eğitim: "İyilik ve dürüstlük üzerinde yardımlasın, günah ve saldırganlık üzerine yardimlaşmayın [256]Peygamber (s.a.v.) Efendi­miz buyuruyor ki: "Karşılıklı sevgi, şefkat ve ilgi içerisinde bulunan mü'minler, bir vücut gibidirler, vücudun bir uzvu rahatsız oldu mu diğer uzuvları da yanıp tutuşur [257]

-Ferdîn fiil ve davranışlarını gözetim altında tutmak için vic­dan eğitimi: Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor "Nerde olursan ol, Allah'tan kork, kötülüğü, hemen yapacağın iyilikle tamir et, insan­lara karşı da son derece nazik ol"/ [258]

-Ne fazla ne de az fakat tam dengeye oturulmuş tabii bir eği­tim: "Allah'ın insanları yoğurduğu öz mayaya dikkat et, çünkü Allah'ın yaratırken verdiği bu temel duygu asla değiştirilemez, seç­kin din budur ama, çoğu insan bunu bilemez [259]

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuş: "Her çocuk ana­sından temiz duygularla doğar, onu yahudi, hıristiyan ve mecusi yapan anne-babasıdir [260]

-İnsanı, Önce kendisinin, ailesinin, halkının, ve tüm insanlığın iyiliğine çalışacak adaleti sağlayacak şekilde yönlendirme: "İçiniz­de, iyiliğe çağıran, nezaketi emredip kabalığı yasaklayan bir millet bulunsun. Böyleleri gerçekten kurtulmuşlardır [261]

İmamı Gazali diyor ki: "Faydalıyı alıp zararlıyı atmak Allah'ın da muradıdır, geleceğe yönelik tasarılarının gerçekleşmesi için halkın da yararınadır. Lakin biz, dinin halktan istediği faydalı -maslahat-kelimesiyle beş şeyi kasdediyoruz: Dinlerine, kendilerine, akılları­na, nesillerine ve mallarına sahip çıkmaları. İşte bu beş esasın içer­diği herşey faydadır, maslahattır. Bu beşin dışında kalan herşey ise zarardır, zararın defi ise faydadır" [262]

İslâmî eğitim, belli bir çizgide durmayan sürekli bir eğitimdir. Evde, toplumda, okulda, camide daima işlek kanalları vardır.

-İslâmî eğitim, soylu, çağdaş, yönlendirme ve değişiklik gibi her türlü güzel yönteme açıktın "Bilgi mü'minin yitik malı gibidir, onu nerede bulursa bulsun, herkesten çok hak sahibi odur" [263]

-İslâmî eğitim, evrensel ve insancıl bir eğitimdir. Hudut tanı­maz. Bölge, gurup, azınlık tanımaz, ayrılık kabul etmez. Nerede olursa olsun insanın hizmetindedir. Onun iyiliğine çalışır ve insanlar arasında sevgi tohumlan saçar. Kısaca İslâm kendisine inananların evlatlarını insanca eğitir. AUah-ü Teala şöyle buyuruyor "Ey insan­lar! Biz sizi bir anadan bir babadan yarattık sonra sîzi tekrar görü­şüp tartışabilmeniz için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katın­da en saygın olanınız kendisini en iyi kollayıp gözeteninizdir [264]

İslâmî eğitim ile batılı eğitim arasındaki fark da buradadır. Çünkü batılı eğitimin en son hedefi sadece ülkesinin çıkandır, in­sanlığı düşünmez. Çünkü batılı, sadece kendi ülkesinde hırsızlık yapmamak, çapulcu olmamak, gaspetmemek, yalan söylememek, hile yapmamak üzere eğitilir. Ülke haricinde iken, mesela sömür­gelerinde bencilliğe açgözlülüğe, hile, hurda, yalan dolan, çalıp çırpmaya ve yağmaya hasılı kendi millet ve ülke çıkarları için her türlü ahlaki değerleri ayaklar altına almaya izinlidirler [265]

İslâmî eğitimin temel ilkelerini böylece tanıdıktan sonra şimdi de amaçlarını ele alalım. Bunlan şöyle özetleyebiliriz.

-İslâm Dini, kendi ilke ve hukuk düzeni çerçevesinde geniş kapsamlı ilahi bir eğitim öngörmektedir Amacı ise, doğal kabili­yet ve davramşlan istikametinde inançlı bir yapıya kavuşturarak, insanın nezih, dürüst ve her saniyesi dolu bir ömür sürmesini sağ­lamak. İnsan, böyle bir eğitim ile olgunluğun ve kendini bilmenin -takva- doruğuna erince ister istemez hayatına ışık tutacak ve çev­resinde olup biten şeylerle doğrudan temasım sağlayacak olan ger­çek ilim yoluna girecektir. Konu ile ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyuruyor "Allah'a karşı kendinizi sağlama alın. Allah size öğreti-yor [266]

-Allah-û Teala insana, Kendisinin yeryüzündeki temsilcisi ola­rak yapmakla görevlendirdiği işinde üstün basan sağlayabilmesi için fiziki varlıklar arasındaki farkı farkedebilecek akıl da vermiş­tir. Bu sebeble Kur'ân-ı Kerim insanı, isabetli bir sonuca varabil­mesi, eşya arasında gerekli ilgiyi kurabilmesi için kainatın keşfine

esas olmak üzere ısrarla aklını kullanmaya çağırıyor. Bunun örnek­leri Kur'ân-ı Kerim'de o kadar çoktur ki: "Düşünen milletler için", "Bunda akleden milletler için ibretler vardır", "Şayet kafa yorarsa­nız", "Artık ibret alın! Ey akıl sahipleri..."

Zaten mantıklı bir düşünceye sahip olan insan, her türlü hurafe­yi reddeder ve kainatın boşyere yaratılmadığını kabul eder.

-Şüphesiz Allah'a yürekten inanıp ibadet etmek, mutlaka ha­yırlı fiil ve davranışlara yol açar, hayırlı işler de hayatı her yönüyle yaşamaya değer kılar. Erdem, üstün değerler ve mutluluklarla do­ludur Evet, eğitimin gerçek hedefi insanın fiil ve davranışlarım faydalı -amel-i salih- hale getirmektir. İnsanı insan yapan da bu güzel davranışlardır. Ayrıca ameli salih insanı sonu ilkelliğe kadar varabilen azgın şehevî bunalımlardan korur.

Kur'ân-ı Kerim, sürekli olarak ameli salih ile insan arasında bir köprü kurarak, bizim bu yüce hedefe varmamızı kolaylaştırmak is­tiyor:

"Şüphesiz inanıp yararlı fiil ve davranışlarda bulunanların güzel davranışlarını ödüllendireceğiz [267]

"Şüphesiz inanıp yararlı fiil ve davranışlarda bulunanların ko­naklan Firdevs cennetidir [268]

Salih amel, samimi iman eseri olduğu kadar, Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin fiil ve davranışlarıyla sergilediği istikametin de eseridir "Ben, faydalı fiil ve davranışları tamamlamak için gönderildim [269]

-İnsanı mümkün olan en yüksek olgunluk derecesine çıkarmak. Bu da üç şekilde olur:

  1. Önce ferdi, ruh, beden, akıl, duygu ve çevreye uyumu açısın­dan kendi kendine yeterli olarak eğitmek,
  2. Müslüman aile ve müsfüman bir toplum için yararlı bir va­tandaş olacak şekilde eğitmek,
  3. Tüm insanlığa yararlı olabilecek şekilde eğitmek.[270]

İnsan olgunluk -kemal- derecesine erince her iki alanda da mutluluğa ulaşır: Dünyada çalışkan, inançlı, kendini bilen, fedakâr kişiler yetiştirerek, Ahirette ise Allah'ü Teala'mn rızasına erip cen­netine nail olarak.

-Kendi iç dünyasında ifrat ve tefrite kaçmadan bir denge kura­bilmesi için insanın doğuşta beraberinde getirdiği kabiliyetini zor­lamadan yönlendirmek. Çünkü insandaki bu doğal yapının yerin­den edilip zorlanması, Özün bozulması ve asıl varmak istediği hedefi şaşırması demek olur. Elbet her sapma başka başka pürüzler doğurur. Bu şekilde fertle başlayan bozulma giderek bütün hayata bulaşır. İslâmî eğitim hayatın her kademesinde insanın doğal yapı­sını çocukluğundan Allah'ın takva siperine girene kadar korumaya özen gösterir.

-Güçlü, beraberlikten yana, inançlı bir millet yapmak, İslâm eğitiminin en büyük amaçlarından biridir. Bu da toplum fertlerini tek bir inanç yani İslâm inancına göre eğitmek, ibadette tek tanrı­ya, tek kıbleye, tek ahlak sistemine yöneltmek suretiyle olur.

Böyle bir toplumda fertler birbirleriyle kaynaşır ve en sonunda Allah'u Teala'mn tasvir ettiği mutlu millet tablosu ortaya çıkan "Siz insanlık için yaratılan en hayırlı bir milletsiniz." [271] "Şüphesiz bu, tek bir millet olarak sizin milletinizdir, Ben ise sizin Rabbini-zim, artık bana ibadet edir [272]

Sonuç olarak, İslâmî eğitim sisteminin ilkeleri üzerinde araştır­ma yapan insaflı bir araştırmacı, bu sistemin eğitim öğretim konu­sunda bütünüyle ileri bir yöntem oluşturduğunu, İslâm'ın evrensel prensip, kural ve hayat felsefesinden hareketle elde edilen son de­rece açık ilke ve amaçlan olduğunu, insanı melek yapmaya kalkış­madan insanlık sınırında tutup, giderek hayvanlaşmasına müsaade etmediğini anlayacaktır. Daha önce de söylediğimiz gibi İslâmî eğitim, insanın ta derinlerinde var olan o ısrarlı ve atılımcı yapısıy­la bağlantılı olarak kurduğu o müthiş dengeyi koruyup gözetir.

İşte sadece beden ve akla önem verip insanın en önemli ruhsal yanını önemsemeyen çağdaş eğitim ve usulleri arasında bulup çı­karmaya çalıştığımız İslâm eğitim sistemi.

Dr. İshak el Ferhan diyor ki: "İnsanın ruhsal gelişmesi vazgeçil­mez bir ihtiyaçtır. Psikoloji ilminde, gelişmenin evrelerini, duygu­sal, toplumsal, akı İsal ve bedensel gelişme olarak dörde ayıran psi­koloji uzmanları yanılıyorlar. Çünkü ruhsal gelişme diğerlerinden çok daha gerekli ve önemlidir [273]

Eğitim konusunun özü ise Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin işaret ettiği şu problemde gizlidir 'Lütfen dikkat buyurun vücutta bir et parçası var; bu, iyi oldu mu bütün vücut iyi olur. Bozuklumu bütün vücut bozulur/.'! Lütfen dikkat buyurun kalp'tir bu [274]

 

İslâm'da Ahlak Düzeni Ve Kalkınmadaki Yeri

 

İnsanı zihinsel, bedensel ve toplumsal yönleri ile ele alıp incele­yen dürüst bir araştırmacı neticede onun ikili bir yapıya sahip oldu­ğunu görecektir İçgüdüsel olarak hayvansal davranışlar sergileyen maddî yönü, doğuştan sahip olduğu yüksek duygular ve iyilik yapma öğesi ile insana daima Allah'ı hatırlatan rahmani ve manevi yönü. İnsandaki bu iki zıt yön sürekli bir sürtüşme halindedir Biri daima ötekine galip gelmeye çalışır. Çekişmeyi madde yönü kaza­nırsa insana içgüdüleri hakim olur ve giderek hayvani aşır. Ruhsal ve manevi yönü galip gelirse bu da insanı hayattan uzaklaştırır, kendisini tarikatlara teslim eder ve içindeki şeytani dürtülerle sü­rekli bir mücadeleye girer.

Şüphesiz iki taraftan hangisi olursa olsun birisinin galip gelmesi insanı özünden uzaklaştırır ve bunalıma iter.

Öyleyse insanın insanlığını ifrat ve tefrite kaçmadan koruyabil­mesi için insanın güvenle üzerine çıkıp tartıl ab ileceği doğal ve sağlıklı yapısını bozmayacak, şu veya bu tarafa kaydırmasına meydan vermeyecek ahlaki bir sisteme ihyitaç vardır. İnsanın yeryüzündeki ilahi temsilcilik görevini hakkıyla eda edebilmesi, yüklendiği şu muazzam emaneti yerine getirebilmesi için böylesi bir düzene olan ihtiyacı tartışılamaz:

"Biz, doğruluk ve dürüstlükten ibaret olan emaneti göklere, yer­lere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de korkup onu üstlenmek isteme­diler. İnsan ise bu sorumluluğu üstlendi, çünkü haksızlık yapmada ve bilmezlikten gelip umursamazlıkta insanın üstüne yoktur [275]

İnsanın tüm fiil ve davranışlarını yönlendirme görevi de dahil olmak üzere son din olarak gelen İslâm, ahlaki örnek sistemiyle iman tabiatında var olan bu iki yönü dengeleme hareketine bir çeki düzen vermek için bizzat müdahale ediyor. Çünkü İslâm'ın amacı insanı, yaratılışındaki o gerçek safiyetine yükseltmektir. Zira İslâm, Allah'ın insana verdiği cinsel ve bunun gibi tepkileri ve gerginlikle­ri görmezlikten gelmiyor. Bunları öldürmekde istemiyor. Bilakis, ikide bir şu yada bu yana sallanıp durmaya dengeli bir toplum meydana getirmek yolunda görevini hakkıyla yapabilmesi için bu iç tepkileri yönlendirmeyi ve terbiye etmeyi planlıyor.

Toplumu çekip çeviren bu ahlak düzeninin yokluğu, toplumu bu tür içgüdüsel davranışların normal seyrine mani olan baskı ve zulme götürür, çatışma çıkar, güçlü zayıfı ezer, adalet gerçekleş­mez, terazinin ayan bozulur, hiçbirşey doğru dürüst yerine oturtul­maz. Artık toplum düzeni helak kanunu gereğince yok olmaya mahkumdur:

"Biz bir milleti yok etmek istedik mi, şatafatlı zenginlerine em­rederiz, onlarda milleti içten çürütürler. Artık Allah'ın kanunu yeri­ne gelir, orayı yerle bir ederiz" [276]

"Şu şehirleri de haksızlık edince helak ettik, oysa kendilerini teh­likeden haberdar etmiştik [277]Zalim bir toplum yaşantısındaki yüzlerce misalden biri de rüşvettir. Rüşvet salgını dahi değişmeyen ilahi helak yasasının doğru­luğunu beyan eder. Yani rüşvetin yaygın olduğu toplumda adalet çarkı işlemez olur Rüşvet alan hem kendine, hem başkasına, hem de toplum düzenine haksızlık etmiş olur.

Değerini düşürmek, saygınlığını yitirmek, adaleti hiçe saymakla kendine; zarar vermek, hakkım başkalarına geçirmekle başkasına; toplumun birliğini sağlayan düzene güvensizlik tohumu attığı için de topluma zarar verir.

Hedefi, ferd ve toplum içerisinde denge sağlamak olan İslâm ahlak sisteminin iki temel özelliği vardırd [278]

  1. Bu sistem geniş kapsamlıdır. Yani İslâm ahlakının çemberi, insanın gerek kendisi gerek başkası ile ilgili tüm fiil ve davranışla­rını kapsar. Başka kelimesinin manası ferd de olabilir, toplum da, devlet de.

Devletlerin ikili ilişkileri bu çerçeveye girer. Zaten hayatın ta­mamı bu tür muamelelerin sergilendiği bir alandır.

  1. İslâm ahlakı değişken -nisbi/göreceli- bir yapıya sahip değil­dir. Bilakis vahy-i ilahiye dayanan sonsuza kadar devam edecek bir kaynaktan beslenmektedir. Bu görüş esasen İslâm'ın kainat görüşü ile aynzdır. İslâm'ın kainat görüşü ise tamamen karşılıklı iletişim ve denge esasına dayanır. Değişmez gerçek yoktur varsayımıyla beşer ahlakını kah bu yana çekip duran tezatlar ilkesine dayanmaz[279]

"Allah'ın yaratmasında her hangi bir kusur göremezsin [280] ayeti söylediklerimizi doğrular. Ayrıca modern fizik ilminin, atomun bi­leşiminde ve kainatın yapısında tenakuz olmadığını isbat etmesini de buna ilave edebiliriz/ [281]

İslâm, insanı tamamen içgüdülerinin hakimiyetinde bırakma­mak ve hayvani dürtülerin kendisini ilkel bir yaşama itip sağlıklı öz yapısını bozmamak için gerçekten insanın hem maddi hem manevi yönden tüm fiil ve davranışlarına istikamet vermek istemektedir.

Allah-u Teala, istikameti övmüş, fiil ve davranışlarıyla bu sıfata layık olan insanı yüce makamlarla taltif etmiştin "Rabbiniz Allah'tır dedikten sonra fiil ve davranışlarında istikamet -doğruluk, dürüstlük- üzere olanlara cümle melekler inip destek olurlar "Korkmayın, ümitsizliğe kapılmayın, size vaad edilen cennet yo­lunda olduğunuzu bilin, biz hem dünya hem ahiret hayatında sizin yanınızdayız." diye telkinlerde bulunurlar" [282]İstikamet ise sadece ve ancak Allah'a samimi olarak inanmak, O'na itaat etmek, O'nun emri ve yasaklarına mutlak teslimiyetle gerçekleşebilir.

Samimi olarak inanmak ise takva ile tamamlanır. Kur'ân-ı Kerim'e göre takva, ferd ile halk, ya da ferd ile Halik arası ilişkileri sağlama alma demek olan bir erdemdir. Yani, Rabbin hoşlanmadı­ğı, insanın hem kendisine hem başkasına zararlı olan şeylerden ko­runması demektir. İstikamet ve takva benliğin aklanması ve er­demlere yaslanması suretiyle ortaya çıkar.

Allah-ü Teala buyuruyor ki: "İçini temizleyen kurtulmuş, bulan­dıran mahvolmuştur"/2) islâmiyet benliğin aklanıp paklanması için namaz, oruç, hac, zekat, Kur1 ân okuma ve sürekli hayır duada bu­lunma gibi kulun yüce tanrısına sığınması ve her an kendisinden hidayet talep etmesi demek olan bir dizi ibadet düzeni getirmiştir.

Buna dayanarak İslâm'ın yaşam ve davranışlarımızı sınırlayan ahlak yasasının istenen şekilde gerçekleşmesi ancak ibadet düzeni­nin yönlendirme derecesine bağlıdır dersek abartmış olmayız. İnsa­nı yüce ve ruhani bir yapıya kavuşturmayı garanti eden bu sistem, sadece mükemmellik peşindedir, her türlü küçüklüğün karşısındadır, hele safsataya hiç iltifat etmez.

Ahlak davası tarih boyunca dinlerin en önemli davalarından biri olagelmiştir. Bilhassa Allah'ın en son ve en mükemmel dini olan İslâm'ın da. Bilindiği gibi günümüz maddeci akılcı -rasyonalist-medeniyeti de ahlak düzeni getirememiştir. Getiremez de, zira Allah'ın varlığını inkar etmektedir. Allah'ın varlığını inkar eden ise ne ahlak yasası dinler ne de ibadet düzeni. Onun inandığı tek şey iştir, çıkardır, "amaca ulaşmak her yolu meşru kılar" felsefesi ile hareket eder.

Evet, sırf maddeye dayanan batı sosyoloji ilmi, ahlak için bir sistem getirememiştir. Çünkü onun asıl meselesi toplumun dış yü­zünü tasvir etmek ve yorumlamaktır.

Doldurulması gereken bu boşluk batı medeniyeti toplumlarında dini eğitimin vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Bizim ise, nesillerimizi Allah'a iman esasına dayalı ve yerlerin ve gökle­rin nuru olan bu imandan fışkırmış manevi değerlere sahip ileri ve dengeli bir eğitim sistemimiz var İslâm eğitimi. Evet İslam'ın ah­laki eğitim düzenini, şayet kapsamlı bir şekilde anlayabilir, usulcü bir yaklaşımla ele alabilir, fert ve toplum hayatımıza şöyle doğru dürüst tatbik edebilirsek, bu önemli davayı başarabilecek bir siste­mi ortaya koyabiliriz.

Kişisel gayretler ve şurada burada verilen vaazlar yetmez. Bu davayı üstün ahlaka dayalı halk eğitimi sloganıyla devlet üstlenme­lidir.

Devlet, daima hayatın her safhasında toplum varlığının isbatı demek olan müesseseleri temsil eder.

Çünkü birtakım yetenekler, bu müesseseler içerisinde belli olur. Kabiliyetler gelişir, projeler yapılır, sorumluluklar paylaşılır, fikir­ler üretilir. Geniş imkanlarıyla devletin yönlendirip düzenlendiği toplumsal planlamalarla üretim araç ve gereçleri geliştirilir. Hasılı aklıyla, sezgileriyle yeryüzünün bu muhteşem varlığı insan bu mü­esseseler içerisinde faaliyet gösterir. Kuracağı medeniyetin gelecek nesillerde de devamını sağlamak için üstüne düşeni yapar.

Devletin toplum açısından önemi, eşsiz bir gücü temsil etmesin­den ileri gelir. Çünkü hakları savunacak, haksızlıklara karşı koya­cak, insanoğlunun barış, güven ve mutluluğunu en iyi şekilde sağ­layacak olan en iyi güç odur. Ruhbilimciler, toplumbilimciler ve felsefeciler -birkaç aşırı uç dışında- bu konuda yani insan toplumlaruıın diğer mahlukattan üstünlüğünü gösterebilmeleri için devlet gibi bir teşkilatın çevresinde ittifak etmişlerdir. Çünkü hakkın batılı alt etmesi ancak güç sayesinde olagelmiştir. Çünkü insan yapısı, sadece iyilik ya da sadece kötülük üzere ayarlanmamıştır. İki taraf­tan birinin diğerini yenmesi kişisel ve toplumsal eğitime bağlıdır. Eğitim ise toplumsal bozulmanın yaygınlaşmasını önleyecek, do­ğuştan gelen safiyetini koruyacak, terbiye edilmemiş kötü ruhlu mikropların kötü insanlara sirayetine engel olacak uygun ortamı sağlamakla mümkün olur ki bunu da devlet gücü yapar.

Ahlaki fazilet ölçülerine, değişmez ahlak ölçülerine aldırmayan ve de ahlakın göreceli -nisbi- birşey olduğuna inanan maddeciler ve laisizimciler, peygamberlerin, filozof ve düşünürlerin önerdiği ve beşeriyetin asırlardır sayesinde dengeli ve huzur dolu bir hayat sürdüğü, sağladığı fırsat eşitliği ilkesiyle maddi manevi nice hayra vesile olan, asırlarca adaletin de, hürriyetin de, insan haklan ve gü­venliğinin de anası olan yüce prensiplerin birleşip kök salacağı, uygun ortam hususuna devletin müdahelesini son derece tehlikeli bulmaktadırlar.

Bunlar diyorlar ki: "Toplumsal fiil ve davranışlara çeki düzen verme işine devlet karışmaz". Çünkü onlara göre devlet sadece ye­niler, bakımını yapar, siyasi, idari, askeri ve kültürel alanda faaliyet gösterir. Ahlaki yönlendirmeye karışmadığı gibi devletin ahlaktan boşanmasını ister.

Dinin toplumsal fiil ve davranışları sınırlaması ve insan yapısı­na mükemmel uyum sağladığı için ikide bir değişen şartlara boyun eğmeyen sağlam ve sabit ahlaki örnekleri benimsemesi sebebiyle bizimkiler görüşlerine son şekli verdiler: Dinle devlet ayrılsın.

Aslında devlet, insanlığın dayanılmaz bir gereksinimi sonucu doğmuştur; insanın, kendi fiil ve davranışlarına hakim olamayan hayvansal yapıdan toplum içerisine çıkarılabilecek bir sadeliğe ka­vuşturmak.

Ayrıca insan hayatının birçok yanları daha var ki maddecilere göre bunlar sadece sezgilerle tanımlanabilir. Mesela akıl ve onun yaşanan hayattaki yansımaları. Mesela benlik, "nefis" ve ondan doğan yüce ve aşağılık duyguları ve bu duygular içerisinde düğümdüğüm daha nice dürtüler. Mesela iç ve dış organlarımızın temsil­cisi bedenimiz; bütün bunlar şu insan hayatının çeşitli görüntüleri­dir. Devletin doğuşu ise gerçek bir ihtiyacı gidermeye yöneliktir: Yani bu güçler arası ilişkileri düzenlemek ve biçimlemek, araların­da çok yönlü bir denge kurmaya çalışmak, parçaların birbirleriyle çarpışmasını önlemek gibi. İstenen dengenin sağlanabilmesi için devletin siyasi kadrolar, iktisadi kurumlar, ahlakçı ve toplumcu bir halk, medeni bir kitleden ibaret olan bu güçleri tam olarak görev kapsamına alması gerekir. Çünkü devlet, insan hayatıyla ilgili her-türlü faaliyetin gerçek temsilcisidir. Yaşam bölünmez bir bütündür. Bazı parçalarını sökmek onu rahatsız eder, bununla da insanlığa büyük zarar vermiş olur. Batı medeniyeti insanı dengede tutma yo­lundan sapmıştır. Çünkü onu yapanlar, ona yön veren maddeciler, masonlar ve dinsizler devlet laisizmine inandılar, sadece deneye ve duygulara güvendiler. Sosyal ahlakın, maddi manevi istikrarı temin eden yüksek değerlerin kaynağı olan; hertürlü huzursuzluğun, isra­fın, kin ve aç gözlülüğün kökünü kazıyan iman ve ilim gücünün varlığını hesaba katmadılar.

Bundan şu sonuca varıyoruz: Devletin görevini hayatın belli ke­simi ile sınırlamak insan tabiatına, toplum ve doğa kanunlarına ters düşmek, yakinen bilip durduğumuz insanlık tarihinin gerçekle­rinden kaçmak demektir. Evet devlet her rengi her tonuyla hayatın ta kendisidir. Öyle olmalıdır.

Madem hayat kaçınılmazdır, öyleyse devletin insanları mutlu edecek şekilde yapılanması, hayatı her yönü ve tonuyla görev ko­nusu yapması gerekir. Devletin bu karmaşık hayat denklemini çöz­mek için imdada çağırdığı sistemin de, bu karmaşık işlemi başara­bilecek kadar geniş kapsamlı, dengeli, gerçekçi ve de örnek bir sistem olması gerekir. Bütün bunları en güzel ve en köklü bir bi­çimde gerçekleştirebilecek sistem ise sözü edilen tüm özelliklere sahip olan İslâm'dır.

-Çünkü devlet, kendi nesillerini üstün bir ahlaki sistem çerçe­vesinde eğitmek İçin bir plan yapamamış ve proje üretememişse, aslında kendi görevini yerine getirmek yani insanı alelade bir canlı, bir hayvan değil de saygıdeğer bir varlık olarak kabul eden bir top­lum meydana getirmekten ibaret olan asli görevini asla yapamayacaktır. Öyleyse şunu kabul etmemiz gerekir: İslâm hukuku ve ahla­kını çağdaş devlet görev alanından çıkarmaya çalışanlar büyük hata ediyorlar. Çünkü bu davetleriyle onlar, halkı hayatın her ala­nım içine alan uyumlu, insancıl ve dengeli ilahi ahlak düzeni çerçe­vesinde eğitimden mahrum ediyorlar.

İslâm ahlakını devletten ayırmak ve fertleri kendi hallerine bıra­kıp haydi ne haliniz varsa görün demek: İslâmî prensiplerden ço­ğunun uygulamadan kaldırılması demek olur. Bu durumda müslü-man kişi Allah'ın emirlerini yerine getireceği ortamı bulamayacaktır, dinin hukuk ve ahlaki hükümlerini tatbik edeme­yecektir. Çünkü dini tatbikatlardan bir çoğu en iyi şekilde ancak birlik içinde toplu güç ve fedakarlık içinde mümkündür. Gücü ise devlet temsil eder, başkaca bir kurum değil. Lakin bir cahil ya da Öyle görülen biri çıkıp, bu gericiliktir, insanlığı geriye ve ilkelliğe götürmektir diyebilir. Çünkü şu sıralarda beliren medeniyet prob­lemleri ona göre İslâm'ın içinden çıkamayacağı çağın ruhuna yara­şır çözümler getiremeyeceği kadar karmaşıktır!!

Bizim ise buna verecek cevabımız şudur: Bir defa bu adam İslâm'ın özünü anlamamış, kendisini İslâm'ın ve O'nun getirdiği yasanın sırlarını öğrenmekle yükümlü tutmamış, hele İslâm'ı ger­çek kaynaklar ile sergileyen, sağladığı istikrar ve denge ile yaptığı iyilikler ve gösterdiği yüce değerleriyle İslâm'ın medeniyete ne büyük hizmetler ettiğini ispatlayan modern çalışmalardan hiç ha­beri olmamıştır. Yine denebilir ki: Galiba bu adam, İslâm'ın fert ve toplum rahatsızlıkları için isabetli reçetelerle son derece duyarlı toplumsal bir düzen olduğunu söyleyen, filozofların, kanun koyu­cuların, bilim ve hukuk kongrelerinin görüşlerinden de habersiz. Evet bu adam ve daha nice emsalinin kendilerini bir daha yokla­maları, okuduklarını bir daha gözden geçirip, gerçek bir bilimsel araştırma ruhuyla İslâm'ı yeniden yargılamaları gerekiyor. Fakat sapma ve saptırma olmamalı, muayyen tarihi hadiseler sonucu iç­lerinde çöreklenen kin duygularından kurtulmuş olmalı. İslâmî eser ve belgeleri karalayıp kendi çocuklarını utandıran ve müslümanı İslâm'a karşı savaşır hale getiren sömürgecilik, şarkiyatçılık ve misyonerlik kampanyalarına kanmadan olmalı bu yargılama [283]

Şayet onlar da İslâm'ı diğer hak yolcuları gibi ele alıp inceler-lerse İslâm'ın getirdiği gerçeği mutlaka yakalayacaklar, mükemmel hukuk sistemiyle, gerçekçi ahlaki düzeniyle insanı mutlu edebile­cek yegane ilahi nizam olduğunu öğreneceklerdir. Ayrıca modern ilmin, islâm ahlakına hayranlığını, ruh eğitiminde, toplumsal de­ğerlerin yaygınlaştırılmasında, duygulu, şefkatli, kendilerinin veya başkalarının aleyhine bir durum olduğunda toplum menfaatini ön planda tutan dürüst kişiler yetiştirmedeki korkunç gücünü görecek­lerdir.

Bu Islâmî ve ahlaki olgunluk, maddeci felsefeler ve laik görüşler peşine takılıp giden insanoğlunun arayıpta bulamadığı bir değerdir. Herhalde bunu bulamayışının sebebi insanlığın bir sınavı ve imti­hanı olsa gerek. Herhalde yine bu sebep olacak ki toplum bilimci­ler, düşünürler ve yenilikçiler insanlığa hayır getirmeyen şu sistem­lere karşı yoğun bir saldırıya geçmiş durumdalar.

Artık insanlığın acılarını ve yürek sızlatan durumlarını yakinen görenler, günümüz insanlarında beliren bu problemin ancak devle­tin meseleyi sahiplenerek yitirilmiş olan bu değerlerin, büyük küçük herkesin kalbini yeniden ekilmesi için görev alması ile çö­zümlenebileceğinde nerede ise ittifak etmiş durumdalar. Ortada, İslâm kadar temiz bir vicdan ekimi yapabilecek bir ahlak sistemi de yok. Artık İslâm bir kere daha sahneye çıkıp her itiraza cevap verecek ve gözlerdeki perdeyi kaldıracaktır. Hani dün de öyleydi. Bir insanlık Örneği sergilemişti, bütün insanlığı erdemlere boğan, en üstlere en yukarılara çıkaran. İyilik ve hakikat tohumlarını in­sanlığın en ücra hücrelerine kadar zerkeden gerçek nesillerdi onlar.

 

Kaynaklar

 

  1. Kur'ân-ı Kerim
  2. Abbas   Mahmud   el-Akkad,   "el-İnsan   fi'l-Kur'ân'il-Kerim", (Kur'ân'da İnsan), 1. bsm., Bağdat.

3-Abdülaziz   Fehmi   Heykel,   "Medhal   İla'l-İktisad'il-İslâmî", (İslâm İktisadına Giriş), Beyrut, 1983/1403 h.

  1. Abdülkadir Avde, "et-Teşriu'l-Cinai el-İslâmî", (İslâm Ceza Yasası), el-Kahire, 1964.
  2. Abdülkerim Zeydan, "Nizam ül-Kadai fi'1-İslâm", (İslâm'da İş İlişkileri), el-kahire, 1970.
  3. Abdusselam Harun, "Tehzibu Siret İbni Hişam" Trz. ve Yrz.
  4. Dr. Abdusselam el-îbadi" el-Milkiyye fi'ş- Şeriat il-İslâmiyye" (İslâm Hukukunda Mülkiyet), 1. bsm., el-Kahire.
  5. Adam   Mez,   "el-Hadarat'ül-İslâmîyye   fi'l-   Karn'ir-Râbi'i", (Hicri Dördüncü Asırda İslâm Medeniyeti), Ter. Abdülhadi Ebu Reyde, Beyrut, 1387 h.
  6. Ahmet Atıyyetullah, "el,Kamus'üs Siyasi", (Siyaset Sözlüğü), 2. bsm. el-Kahire, 1968 m.
  7. Dr.    Ahmed    el-Kebisi,    "Ahkam'üs-Serika    fiVŞeriafil-İslâmiyye ve'l Kanun", (İslâm Hukukunda Hırsızlıkla İlgili Hü-

kümler ve Medenî Kanun), 1. bsm. Bağdat.

  1. Ahmet Muhammed el Assai ve Fethi Ahmet Abdulkerim" en-Nizamül-İktisadi fi'1-İslâm", (İslâm'da İktisadi Düzen), 2. bsm. el-Kahire.
  2. Afif Abdulfettah Tabbare, "Ruh'ud Din'il- İslâmT, (İslâm'ın Özü), 2.bsm, Beyrut 1956 m.
  3. Alexi Carel, "el-İnsan Zalik el-Meçhul", (İnsan, Bu Meçhul), Beyrut, 1974.
  4. Ali  Mansur,  "Mukaranatu  Beyne'ş-Şeriat'il-İslâmiyye  ve'l-Kavanin'il-Vadiyye", (Medeni Kanun ile İslâm Hukuku Ara­sındaki Benzerlikler), 1. bsm. Beyrut, 1970/1390 h.
  5. Dr. Ali Abdulvahid Vafı, "Hukuk ül-İnsan fî'1-İslâm", (İslâm'da İnsan Haklan), 1. bsm. el-Kahire.
  6. Dr. Ali Abdulvahid Vafi, "Muhadara fî'1-İktisad il-İslâmî", (İslâm İktsadı Üzerine Bir Konferans), er-Riyat, 1396 h.
  7. Arnold Thomas, "ed-Davetü İla'l-İslâm", (İslâm'a Davet), el-Kahire, 1971.
  8. el-Belazuri, Fütuh'ül-Büldan, 1932/1350 h.
  9. Lc Bon Gustave, "Hadarat*ül-Arap, (Arap Medeniyeti), ter. Komisyon, el-Kahire.
  10. el-Bişra eş-Şurbi, "et-Tes'ir fı'l- İslâm", (İslâm'da Fiatlama), 1393 h.
  11. Ebu Abdilkasim b. Sellam, "el Emval", el-Kahire, 1968
  12. Ebu Abdillah el-Kurtubi, "el-Camiu li Ahkam il-Kur'ân", 1967.
  13. Ebu's-Senai'l-Âlûsî- "Ruh'ül-Meâni", el-Kahire
  14. Ebu Yusuf, "ei-Harac", 3. bsm., 1382 h.
  15. el-Ebani, "Daifül-Camii's-Sahih ve Ziyadetuh", Beyrut, 1972/ 1392 h.
  16. el-Elbani,   "Sahih'ül-Camii's-Sahih   ve   Ziyadetuh",   Beyrut 1972/1392 h.
  17. Dr.   Faruk   Hammade,  "el-Vasıyyet'ül   Muhammediyye   li'l Ümmet il-İslâmiyye", (Uz. Muhammed'in Müslümanlara Vasi­yeti), 1. bsm., Dar'ülbeyda (Kazablanka), 1405 h.
  18. al-Gazali, el-Mustasfa, el-Kahire.
  19. Garoudy, "Hıvar'ül-Hadarat", (Medeniyetler Söyleşisi), Beyrut, 1978 m.
  20. Garoudy, "Meşruü'l-Emel*, (Beklenti Projesi), 1. bsm. Beyrut, 1977 m.
  21. Garoudy,    "Mün'atafü'l-İştirakiyyet'ül-Kebir",   (Sosyalizm'in Büyük Dönemeci), 2.bsm. 1978
  22. el-Hafız el-Munziri, "Muhtasar-u Sahih-i Müslim", tah, el- El-bani, 1. bsm, el-Kuveyt, 1969 m.
  23. Dr. Hasan İbrahim Hasen, Tarih'ül-İslâm es-Siyasi", (İslâm Siyasi Tarihi), 3. bsm. 1953.
  24. el-Huseyb  b.  el-Mubarek,  "et-Tecrid'üs-Sarih,  li  Ahadİs-i Camii's Sahih", 1. bsm., el-Kahire.
  25. 35. İbni Haldun, "Mukaddime", tah. Dr. Ali Abdulvahid Vâfi, 2. bsm., el-Kahire.
  26. İbnül-Kayyim el-Cevziyye, "İ'lam'ül-Muvakkıin", Mısır, 1969.
  27. İbnü Recep, "Camiu'l Ulum ve'1-Hikem", tah. Muhammed el-Ahmedi Ebu'n-Nur, 1. bsm., el-Kahire.
  28. İbnü Teymiyye, "es-Siyaset'üs-Şer'iyye fi Islah'ir-Rai ve'r- Ra-iyye", (Yöneten ve Yönetici Eğitimi Konusunda Dinin Tutu­mu), g.g. Muhammed Abdullah Selman, Bağdat.
  29. Dr. İbrahim Desuki Abaza, "el-İktisad'ül-İslâmî", (İslâm İktisa­dı), Beyrut, 1983 m.
  30. Dr. İbrahim et-Tahtavi, "el- İktisad'ül-İslâmî", (İslâm İktisadı), 1. bsm., el-Kahire.
  31. Dr. İshak el-Ferhan, "et-Terbiyet'ül-İslâmiyye Beyne'l-Asaleti ve'l   Muasıra",   (İslâmî   Eğitim...),   Dar'ül-Furkan,   2.   bsm, 1982m. 14O2.h.
  32. el-Kasani, "Bedaiu's-Sanai", el-Kahire.
  33. el-Merginani, el-Hidaye, el-Kahire, 1937/1356 h.
  34. Dr.  Muhammed  Abdullah   el-Arabi,  "Nizam'ül-Hükm  fi'l-İslâm", (İslâm'da Yönetim Düzeni), 1. bsm. el-Kahire.
  35. 45. Dr.   Muhammed  Abid  el-Cabiri,  "Tekvin  M-Akl'il-Arabi", (Araplığın Oluşumu), Beyrut, 1984.
  36. Dr.  Muhammed  Ammare,  "el-İslâm  ve  Hukuk  ul-İnsan", (İslâm ve İnsan Haklan), el-Kuveyt.
  37. Dr. Muhammed el-Behiy, "el-Fikr'ül-İslâmî el-Hadis ve Sılatu-hu bi'1-îsti'mar il-Garbi", (İslâm'da Yenilik Düşüncesinin Batı Sömürgesi ile Bağlantısı), 1. bsm. el- Kahire.
  38. Muhammed el-Behy, "el-İslâm ve'l- Hadarat'ül insaniyye", (İn­sanlık Medeniyeti ve İslâm), 1. bsm., el-Kahire
  39. Muhammed   el-Cümrüd,   "İnsan'ül-Hadara   fı'1-Kur'ân   il-Kerim", (Kur'ân'da Medeniyet İnsanı), 1. bsm., Bağdat.
  40. Muhammed İkbal, "Tecdid'üt-Teflcir'id-Dini fı'1-İslâm", ter. Abbas  Mahmud,  (İslâm  Düşüncesinde  Yenilik),  el-Kahire, 1968.
  41. Muhammed Kutub "Menhec'üt-Terbiyet'ül-İslâmiyye", (İslâmî Eğitim Yöntemi), 1. bsm., Beyrut. 153
  42. Muhammed     el-Mubarek,     "Zatiyyet'ül-İslâm     Emam'el-

Mezahibi  ve'l  Akaid",  (Mezhepler  ve  İnançlar  Karşısında İslâm'ın Kişiliği), Beyrut.

  1. Muhammed el-Mubarek,"Arau'bnu Teymiyye fî'd-Devle ve Medâ   Tedahhuluhe   fi'1-Mecal'il-İktisadi",  (İbni  Teymiy-ye'nin Devlet ve Devletin İktisadi Hayata Müdahale Bo­yutları),  1. bsm. Dımeşk.
  2. Dr. Muhammed Münir Mursiy, "et-  Terbiyet'ül-İslâmiyye: Usulüne ve Tetavvuruhe fi'1-Bilad il-Arabiyye", (İslâmî Eği­tim), 1. bsm. el-Kahire.
  3. Dr. Muhsin Abdulhamid, "Tecdid ül-Fikr'iN İslâmî", (islâmî Düşüncede Yenilik), el-Kahire, 1986.
  4. Dr.   Muhsin   Abdulhamid,   "Ezmet'ül-Müsakkafin   Ticah'el İslâm", (İslâm Karşısında Aydınlar Problemi), Darulbeyda (Kazablanka).
  5. Dr.Muhsin  Abdulhamid, "Menhec  üt-Tağyir il-îctimai  fi'I-İslâm", (İslâm'da Sosyal Değişim Yöntemi), Beyrut 1983.
  6. Muhsin Halil, "el-Fikr'ül-İktisadi el-İslâmf, (İslâm İktisad An­layışı), 1. bsm., Bağdat, 1985 m.
  7. Dr. Muhyi Hilal es-Serhan, "Edeb'ül-Kadi", Vezaret'ül-Evkaf, Bağdat.
  8. Dr. Münir el-Bayati, "ed-Devlet1 ül-Kanuniyye ve'n-Nizam'üs-Siyasi el-İslâmî", (Kanun Devleti ve İslâm Siyaset Düzeni), l.bsm. Bağdat, 1979 m.
  9. Münir Şefik, "el-İslâm fi Ma'reket'il-Hadara", Medeniyet Ça-tışmasındaki İslâm), Beyrut, 1988.
  10. Mustafa    Arif   Mustafa    Fehmi,    "el-Hudud    fı'ş-Şeriat'il-İslâmiyye ve'l Kanun ül-Vaziyy", (İslâm Hukukunda Hadd Ce­zası ve Beşeri Kanun), Libya, 1972.
  11. Dr. Mustafa es-Sibai, "el-Mer'etü Beyn'el-Fıkhı ve'1-Kanun", (Fıkıh ile Kanun Arasındaki Kadın), 1. bsm. Dımeşk.
  12. 64. Dr. Mustafa es-Sibai, "İştirakiyyet'ül -İslâm", (İslâm Sosyaliz­mi), 2. bsm. Dimeşfc.
  13. 65. el-Musteşar Cemal Sadık el-Mursafavi, "Nizam ül-Kadâi fTi-İslâm", (İslâm'da Yargı Düzeni), er-Riyad.
  14. Dr. Nebil et-Tavil, "el-Emrad'ül-Cinsiyye", (Cinsel Hastalık­lar)^, bsm. 1395. h.
  15. en-Nevevi, "Rryaz'us-Sâlihin", el-Kahire, 1960m.
  16. Nizamuddin AbduJhamid, "el-fbadât ve Asâruhe'n-Nefsiyye ve1] İctimaiyye", (İbadetlerin Kişisel ve Toplumsal Etkileri), Bağdat, 1986 m.
  17. Nizamuddin    Abdulhamid,    "Cinayet'ül-KatJ'iJ-Amdı    fi'ş-Şeriat'Ü-İslâmiyye ve'1-Kanun ül-Vaziyy", (İslâm Hukukunda Amden Öldürme Suçu ve Medeni Kanun), Bağdat, 1395 h.
  18. er-Razi, "Mefatih'ul-Gayb", el Kahire.

7l.Said ez-Zehavi, net-Teassuf fi İstimali Hakkı'l-Müîkiyye", (Mülkiyet Hakkını Kullanmada Baskı), el-Kahire, 1375 h.

  1. Seyyid Kutup, "Hasaıs'ut-Tasavvur'ul-İslâmr, (İslâm Düşünce­sinin Özellikleri), I. bsm., el-Kahire, 1962 m.
  2. Subhi   el-Mahsamani,   "Erkanu   Hukuki'1-İnsan   fi'1-İslâm", (İslâm'da İnsan Haklan Esaslan), 1. bsm., Beyrut.
  3. eş-Şatibi, "el-İ'tisam", el-Kahire,
  4. eş-Şâtıbi, "el-Muvafakat", el-Kahire.
  5. eş-Şeyh Muhammed Ebu Zehre, "Usul'ül Fıkh", el-Kahire
  6. eş-Şevkani, "Neyl'ül-Evtar", 2. bsm., el-Kahire, 1952/1371 h.
  7. eş-Şevkani, "Feth'ul Kadir", (renkli nüshası), Beyrut.
  8. ej-Şevkani, "İrşad'ül-Fuhul", 1. bsm., el-Kahire.
  9. Dr. Şevket Viyan, Kadau'l-Mezalim fi'1-İslâm", (İslâmda Ağır Suçlar Davası), 1. bsm., Bağdat, 1977 m.
  10. et-Tabarani, "el-Mucem'ül- Kebir", tah. Hamdi es-Selefi, Bağ­dat
  11. Vahiduddin Han, "el-İsîâm fı'I-Asr il-Hadis*, (Modern Çağda İslâm), I. bsm., el-Kahire, 1976/1396 h.
  12. Dr. Vehbi ez-Zuhayli, "Asar'ul-Harb fi'1-Fıkh'il-İslâmr, (İslâm Fıkhında Harb İzleri), 2. bsm., Dımeşk.
  13. Yusuf el-Kardavi, "el-İbadet fi'1-lslâm", (İslâm'da İbadet), Bey­rut, 1979/1399 h.

131

 

[1] Garoudy, Sosyalİzm'in Büyük Dönemeci, s. 41.

[2] Daha geniş bilgi için, FransJ2 Filozofu Garoudy'nin müslümfcn olmadan önce batıdaki gelişme ile ilgili olarak yazıp neşrettiği "Beklenti Projesi" adlı eseri, s. 5. v.d. bkz.

[3] İnsan, Bu Meçhul s. 41.

[4] Medeniyet Sohbetleri, Trc. Dr. Adil el- Ava: s. 37 v.d. l.bsm. Beyrut. 1978.

 

[5] Ibn Haldun, Mukaddime, Tah. Dr. Ali Abdülvâhid Vâfi;l/350, 2bsra. Kahire.

[6] el-Haşr;59/2.

[7] İbrahim: 14/28

[8] el-îsra: 17/16

[9] el-Kehf: 18/59

[10] Hud: U/103

[11] Rad: 13/12

[12] el-Alak: 96/6.

[13] eş-Şûra: 42/27.

[14] el-Haşr 59/7.

[15] Lc Bon, Hadarâc'ül-Arap, (Arap MedeniyeüU 455,466,473,479,488.

[16] Usûlü Fıkıh kitapları, islâm Hukuku'nun Amaçlan konusuna bkz. Bilhassa eş-Şeyh Abdülvehhab Hallaf in "Usûl el-Fıkh'ına, aynca eş-Şeyh Muhammed et-Tahir bin Aşur ve el-Üstaz Allel el-Fâsı'nin "Makâsıd üş-Şerîat'il-lslâmİyye" (İslâm Hukukunun Amaçları) kitabına bkz.

[17] Dr. Abdülaziz Fehmi Heykel, Mcdhal ile'l-lktisad'H-lslâmî (İslâm İktisadına Giriş), s. 15.

[18] Bkz. Kitabımız "Menhec'üt-Tagyir'ü-İctimai fi'1-îslâm (İslâm'da Sosyal Deği­şim Yöntemleri) s. 35 v.d. Aynca bkz. Prof. Muhammed cl-Mübarck, "Zatiy-yet'ül - İslâm Emam'el-Mezahibi ve'l-Akaid" (Mczhcblcr ve İnançlar Karşı­sında İslâm'ın Kişiliği), s. 17.

[19] Prof. Münir Şefik, "el-İslâm fi Ma'reket'il-Hadara" (Medeniyet Çaüşmasında tslâm)s. 27, Beyrut, 1981.

[20] a.g.e. s. 46-67.

[21] "el-İslâm fı'1-Asr'il-Hadis", (Modern Çağda İslâm), 1. bsm., Kahire, 1396 h./ 1976.

[22] Bkz. Yazarın "Menhec'üt-tagyir'il- İçtimai fi'1-İslâm* (İslâm'da Sosyal Deği­şim Yönlemi), s. 36 v.d.

[23] a.g.c; Yazarın "Tecdid'ül-Fikr'il-tslâmr (İslâm Düşüncesinde Yenilik) adlı eseri, s. 111. v.d.

[24] Bkz. "le Crısic Maurisson" "Allahü Yetecellâ fi Asr'il-İlnT (ilim ÇağındaAllah'ın Varlığı), "el-İlm yed'ü ile'1-îman" (ilim İmanı Gerektirir); Vahidüddin Han, "el-İslâm Yetehaddi" (İslâm Meydan Okuyor).

[25] Aynı Konuda bkz. a.g. eserler.

[26] Hasais'üt-Tasavvur'ül-Islâmr (İslâmî Düşüncenin Özellikleri), s. 49.

[27] Al-Akkad'ın, "Hakaik'ul-lslâm ve Ebatıylu Husûmihi" (İslâm'ın Gerçekleri ve Hasımların Saçmalıkları) adlı araştırması bunlardandır.

[28] "Menhecü't-Tağyiri'l-İçtimai fi'1-İslâm" (İslâm'da Sosyal Değişim Metodu), s. 17,55.

[29] Hasaisü't-Tasavvur'ül-İslâmi', (fslâm Düşüncesinin Özellikleri); s. 107

[30] a.g.e. s. 134.v.d.

[31] a.g.e.s. 170. v.d,

[32] a.g.e.,s. 190. v.d

[33] el-Bakara: 2/26

[34] el-Bakara: 2/29

[35] Lokman: 31/20

[36] el-Hac: 22/20

[37] Bu konuda bkz. Prof, el-Akkad, "el-lnsan fi'1-Kuran'il-Kerim", (Kur'ân'da İnsan).

[38] bkz. Yazarın "Menhec'üt-Tağyir'il-İctimai fi'I-İslâm", (İslâm'da Sosyal Deği­şim Metodu), s. 12. v.d.

[39] el-EnfaI:8/58.

[40] er-Ra'd:13/I2.

[41] en-Nahl: 16/112.

[42] el-lsra: 17/16.

[43] Hud: 11/117.

[44] en-Nahl: 16/118

[45] el-Bakara:2/168.

[46] el-Bakara: 2/268.

[47] el-A'raf:7/31

[48] el-Maide: 5/87.

[49] bkz. Prof. el-Akkad, "el-însan fi'l Kur'ân il-Kerim", (Kur'ân-ı Kcrim'de İnsan).

[50] el-Kıyâme: 75/14.

[51] cl-İnfitftn 82/7.

[52] Dr. Abdülvahid Vafı, "Hukuk'ul-însan fı'1-îslâm". (tnsan Haklan ve İslâm), s. 15. v.d.

[53] Morris Karniston; "İnsan Haklan", s. 2-22.

[54] el-Hucurat: 49/13.

[55] en-Nisa:4/I.

[56] Bu konuyla ilgili olarak bkz. Prof. Mahmud el-Comerd, "Însan'ül-Hadara fi'l-Kur'ân'il- Kerim" (Kur'ân-ı Kerim'de Medeniyet İnsanı).

[57] el-İsra: 17/7.

[58] Bkz. Dr. Faruk Hammade, "Tahkiku Hutbeti Hiccat iTveda" (Tahkikli Veda Hutbesi).

[59] A'liİmran: 3/195.

[60] Vafı, "Hukuk'ul-İnsan", (İnsan Haklan), s. 11-15.; Yusuf Kerim, Tarih'iil Fel-sefet'il Yunaniyye", (Yunan Felsefesi Tarihi), s. 202-203.

[61] Dr. Muhammed el-Behi, "el-İslâm ve'1-Hadarat'ül-îslâmiyye", ( İslâm ve İslâm

Medeniyeti), s. 33.

[62] el-Enbiya: 21/107.

[63] Muhammed cbu Zehra, "Usûl'ül Fıkh", s. 219.

[64] en-Nisa:4/135.

[65] el-Maide: 5/8

[66] en-Nİsa:4/58

[67] el-Elbani, "Sahih-u Camiu's-Sağir ve Ziyadetuh", 2344. hadis

[68] Dr. Hasan İbrahim Hasan, "Tarih'ül-İslâm es-Siyasi", (İslâm Siyaset Tarihi), 1/ 220.

[69] Yazarın, "islâm'da Sosyal Gelişim Metodu", s. 110.

[70] el-MüIk:67/15.

[71] Cemal el Mürsafavi, "Nizam'ül Kada fi'1-fslâm", İslâm Yargı Düzeni), s. 13.

[72] Geniş bilgi için bkz. Dr.Mustafa es-Sibâi, "el-Mer'etü Beyne'l-Fıkhı ve'I-Kanun", (Fıkıh ve Kanun Arasındaki Kadın).

[73] el-Kehf: 18/59.

 

[74] Dr. Muhammed Şevki el-Fenceri; "el-Mezheb'ül-tktisadi fi'1-lslâm (İslâm'da İktisat Anlayışı) s. 94. v.d.

[75] Ebu Abid; el Emval, s. 413.

[76] eş-Şcyh Ali el-Hafif; "et-Mülkiye fı'ş-Şeriat'il İslâmiyye" (İslâm Hukukunda Mülkiyet): Vafı, s. 50-62.

[77] Geniş bilgi için bkz. Dr. Mustafa es-Sibâi, "İştirakiyyet'ül İslâm" (İslâm Sosya­lizmi); ayrıca bkz. Dr. Faruk en-Nebhan, "es-Serve fi zıll'il-İslâm" (İslâm'ın Gölgesinde Servet).

[78] el Haşn 59/7.

[79] el-Emval;417.

[80] el-Emval;418.

[81] Tezhibu Siret-i İbni Hişam, 1/130,190.

[82] en-Nisa:4/12

[83] Dr. Mustafa es-Sıbâi, "Iştirakiyyet'ül İslâm", (İslâm Sosyalizmi), s. 162.'de Ebu Davud'dan naklediyor

[84] el-Behi el-Huli,, "es-Serve fi Zıll'il-İslâm", (İslâm'ın Gölgesinde Servet), İmam Malik'in "el - Muvatta'ından naklen.

[85] Tel-Emval; 408.

[86] el-Emval; 408.

[87] el-Mümtehine: 60/8

[88] Dr. Muhammed Ammare, "el-lslâm ve Hukuk'ul-însan", (tslâm ve İnsan Hak­lan), s. 18. v.d.

[89] el-Bakara: 2/256.

[90] Bu konu gelecek bölümde daha ayrıntılı olarak ele alınacak.

[91] el-Ankebut: 29/64

 

[92] el-A'raf: 7/185.

[93] el-Bakara:2/164.

[94] cl-Maidc; 5/2, eş-Şûra: 42/38, Ali İmran: 3/159

[95] cl-Müntcka: s. 58, 547, 549

[96] "Hakikat1 ül-îslâm ve Usûl'üİ-Hükm, (islâm Gerçeği ve Yargı Usûlü), Vafı, s. 341 den nakil.

[97] el-Münteka:s. 58.

[98] Vafi: s. 242-245.

[99] el-Bakara: 2/179.

[100] el-Maide: 5/45.

[101] Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed, Züfer, İbni Ebi Leyla, Osman, el-Betti ve Sufyan'üs-Sevri'nin görüşleri, bkz. el-Kurtubi, 2/246; el-Cassas, 1/162.

[102] cl-Kurtubi: 2/251.

[103] en-Nisa: 4/93.

[104] Abdülkadir Udeh, "et-Teşriu'1-Cinaî eMslâmî", (İslâm Ceza Yasası), 2/514. v.d.

[105] et-TeşnuT-Cinai el-Islâmî, (islâm Ceza Yasası), 2/647.

[106] el-Maide: 5/33.

[107] el-Mergİnani, el-Hidaye, 4/9.

[108] et-Tabarani, "el-Mu'cem-ül-Kebir", 22/18, 25. hadis.

[109] Müslim'in rivayeti, bkz. et-Tabarani, 1/249, 797. hadis.

[110] Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, en-Nesai, et-Tirmizi, İbnu Mace'ye göre hadis sahihtir. Bkz. et-Tabarani, el-Haşiye, 1/115.

[111] el-Eibani, "Daif-u CamiuVSağır ve Ziyadetuh, 4/111,4054. hadis.

[112] el-Mümtehine: 60/8,9.

[113] cl-Maide: 5/2.

[114] el-Hucurat:49613.

[115] el-İsra: 17/34.

[116] el-Bakara: 2/216

[117] Fatır:35/18.

[118] Subhi el Mahmasani, "Erkanu Hukuki'I-İnsan", (İnsan Haklan Esasları), s. 86., Ebu Ubeyd'in "el-Emvalinden aynen, s. 465-466.

[119] Muhammcd Yusuf, "Muhadarat fi Tarihi'I-Fıkh-il-tslâmr, (İslâm Hukuk Tari­hi Üzerine Konferanslar), s. 9.

[120] Prof, Mustafa ez-Zerka, "el-Fıkh'ul-îsIâmî fi Sevbihi'l-Cedid", (Yeni Kılığı ile İslâm Hukuku), s. 119.

[121] a.g.e. s. 9.

[122] Arap Üniversiteleri Birliği Genel Sekretcrlİği'nin yayınladığı "14-20 Nisan 1974 miladi yılında Bağdat Üniversitesinde yapılan "Hukuk ve İslâm Hukuku Fakülte Dekanları Zirvesi" adlı kitapçık", s. 3. v.d.

[123] el-AVaf; 7/172.

[124] Taha: 20/124

[125] Muhammet! İkbal, "Tecdid'üt-Tefkir'id- Dini fı'1-îslâm", (îslâmi Düşüncede Yenilik), s. 142.

[126] el-Bakara: 2/28.

[127] Prof.  Nizam'üd-Din  Abdülhamid,  "el-İbade  ve  Asaruhe'n-Nefsiyye  vel-İctimaİyye", (İbadetin Sosyal ve Kişisel Etkileri)

[128] Abd (kul) maddesi için bkz. Lisan -ül Arab, Tac'ül-Arüs, el-Kamus'ül-Muhit

[129] Yusuf el-Kardavi, "el-İbade fi'1-tslânT (İslâm'da İbadet), s. 28.

[130] el-Ahzab: 33/73.

[131] el-Kehf: 18/107.

[132] el-Munziri, Muhtasar-u Sahih-i Müslim; 1. b. s.  144. 1388 h. en-Ncvevi, Riyaz-us Salihin, 1. b. s. 119.

[133] Yusuf el-Kardavİ, "el-İbade fı'1-îslâm' (İslâm'da İbadet), s. 58. den, el-Buhari ve Müslim rivayeti.

[134] el-Enbiya: 21/105.

[135] el-Maie: 5/2

[136] Muhtasar-u Sahih-i Müslim, 2/88.

[137] en-Nisa: 4/124.

[138] en-Nisa: 4/58.

[139] el-Maide: S/8.

[140] Ali İmran: 3/104.

[141] en-Nİsa:4/l.

[142] el-Hucurat:49/13.

[143] el-Bakara: 2/256.

[144] el-Mutaffifin: 83/26.

[145] cn-Nccm: 53/39.

[146] el-A'raf:7/10.

[147] et-Tcfsir'ül-Kcbir, 14/28.

[148] "el-Hadarat'ül-lslâmiyye  fi'1-Karn'ir-Rabii'l-Hicri", (Dödüncü  Hicri  Asırda İslâm Medeniyeti), 1/86.

[149] Bkz. es-Seyyid Muhammcd Reşid Rıza, "Hukuk'ül-Mer'e fı'1-tslâm", (İslâm'da Kadın Haklan); Dr. A1İ Abdulvahİd Vafi, "Hukuk'ül-Mer'e fî'1-tslâm", (İslâm'da Kadın Haklan); Dr. Mustafa es-Sibai, "el- Mer'e Beyn'el -Fıkhı ve'l -Kanun", (Fıkıh ile Kanun Arasındaki Kadın); Prof. el -Behi el -Huli, "el- İslâm ve'l - Mer'etü'l Muasıra", (İslâm ve Çağdaş Kadın).

[150] Dr. Muhammcd Abdullah d-Arabi, "Nizam'ül-Hükm fi'1-İsIâm" (İslâm'da Yö­netim Düzeni), s. 64; el-Müsteşar Ali Mansur, Mukaranat Beyne'ş Şeriat'il-İslâmİyye vc'1-Kavanini'l-Vaziyye (İslâm Hukuku ile Medeni Hukuk Kıyasla­ması); Dr. Münir Hamid cd-Bayati, ed-Dcvlctü'1-Kanuniye vc'n-Nizamu's-Siyasi el-İslâmî (Kanun Devleti ve İslâm Siyaset Düzeni), s. 156.

[151] Teokrasi: Yunancada iki kelimeden ibrcttir:"tco"=dini, "krasi" ise yönetim de­mektir. Teokrasi: Tanrı otoritesine bağlı bir yönetim şeklidir. Yani yöneticiyi Tanrı seçer, o da O'nun adına yönetimde bulunur ve O'nun otoritesinden des­tek alır. Bu tür yönetimde yönetici kahinlerin kıskacındadır. Bunlar Tanrı'yı is­tismar edip halka baskı yapıp sömürürlerdi. Bkz. Ahmet Ayctullah "el-Kamus'üs-Siyasi" (Siyaset Sözlüğü), cl-Kahire, 1968.

[152] Dr.Munir Hamİd el-Bcyati "cd-Dcvletu'1-Kanuniyc vc'n-Nizamü's-Siyasi el-tslâmî (Kanun Devleti ve İslâm Siyaset Düzeni), s. 336.

[153] Yazarın, "Harekefüt-Tağyir'il-İctimai fi'1-Kur'ân" (Kur'an'da Toplumsal Deği­şim Hareketleri), s. 65, 1. bsm, Bağdat.

[154] Sebe': 34/35.

[155] Bu konuda bkz. Dr. Hasan îbrahim Hasan, Tarih'ül-îslâm es-Siyasi", (İslâm Siyasi Tarihi), Adam Methz, "el-Hadarat'Ül-îslâmiyye", (islâm Medeniyeti).

[156] İbnü Tcymiye, "cs-Siyasct'üş-Şeriyye", (tslâmî Siyaset), s. 13.

[157] "Tarih'ul-tslâm es-Siyasi", (İslâm Siyasi Tarihi), 1/268.

[158] Âliİmran:3/159,

[159] eş-Şcvkani, "Feth'ül Kadir", 1/395, Dar'ül Marifc, Beyrut.

[160] el-Alûsî, "Ruh'ul Meânî", 4/106, el-Muniriye, el-Kahire.

[161] Dr. Muhammed el-Cabiri "Tekvîn'ül-Akl'il-Arabi", (Arab Düşüncesinin Olu­şumu), s. 18.

[162] Bkz. Ahmed Aliyye, "d-Kamus'us-Siyasi", (Siyaset Sözlüğü), 2. bs. 1968 m. el-Kahİre, "Demokrasi Sözlüğü".

 

[163] ez-Zuhruf:43/2l,22,23.

[164] Irşad'ül-Fuhul, s. 81, 82. 1. bsm.

[165] el-Buhari, Müslim, Ebu Davut, ve Tirmizî rivayeti, et-Tırmizî hadisi sahih say­mış; Ayrıca bkz. eş-Şevkânî, Neyl'ül-Evtar, 5/232b

[166] "el-Hasebe fı'1-İslâm", (İslâm'da Hesap Uzmanları), s. 35, el Büşra es-Şurbi'nin.-et-Tes'ır fı'1-İslâm", (İslâm'da Fiat Ayarlaması), 1393 h. adlı eserin­den naklen.

[167] "Arâu İbn Teymiye fı'd-Devle ve Medâ Tedahhuluhu fi'1-Mecâl il-İktisadi", (İbni Teymiye'nin Devlet Görüşleri ve Devletin İktisada Müdahale Boyutları), s. 141.; ayrıca bkz. tbnü'l-Kayytm, "et-Turuk ul-Hikemİyye fi's-Siyaset il-tslâmiyye", (İslâm Siyasetinde Davranış Yöntemleri), s. 278, 1961 bsm.

[168] Ebu Abid, el-Emval, s. 298; es-Sibai, "İştirakiyyct ül-İslâm", (İslâm Sosyaliz­mi), s. 160,2. bsm.

[169] el-Behİy el-Hulİ, "es-Scrvc fi'l-İslâm", (İslâm'da Servet), s. 228,2. bsm., 1391. h.

[170] cl-Emval, s. 298.

[171] Ebu Yusuf, "el-Harac", s. 33, 3. bsm., 1382. h.

[172] cl-Emval, s. 59.

[173] el-Emval, s. 276-277

[174] Yahya bin Adem, cl-Harac, "İslâm'da Servet", s. 93 ten nakil.

[175] Bkz. a.g.e. 5/528; "el-ttticah ul-Ccmai fı't-Tesrii'1-İktisadi el-İslâmî", (İslâm İktisat Hukukunda Toplumsal Ağırlık), s. 231,1. bsm., I970m. den naklen.

[176] Sahih-i Müslim, 3/1345, 1728 nolu hadis, bab: Istihbab'ül-Müvasat bi Fudül'il-Mal; Sunen-i Ebi Davud, 2/305, 1663 nolu hadis; Müsned-i Ahmed, 3/34.

[177] el-Munziri, Muhtasar-u Sahih-i Müslim, 523. hadis.

[178] Muhtasar-u Sahih-i Müslim, 506. hadis

[179] Fütuh'ul-Buldan, s. 33, 34.

[180] Dr. Saİd ez-Zehavİ, "et-Tcassuf fi istimali Hakkı'l-Mülkiyye", (Mülkiyet Hakkı Kullanımında Baskı), s. 310, 313, 1. bsm., 1375 h.; Ayrıca bkz. e§-Şatibi, el-Muvafakat, 20-350.

[181] el-Emval, s. 358, eş-Şatibi, el-İ'tisam, 2/104.

[182] Ali el-Hafif, "el-MüIkiyye fı'1-İslâm", (İslâm'da Mülkiyet), 1/44; "et-Teassub fi İstimali Hakkı'l-Mülkİyye", (Mülkiyet Hakkını Kullanmada Baskı), s. 548.

[183] a.g.e., s. 334.

[184] "es-Serve fî'1-İslâm", (İslâm'da Servet), s. 114.

[185] el-Haşir, 59/7.

[186] eş-Şûra, 42/28.

[187] el-A'lak, 96/6.

 

[188] Abd'ül-Vahid Vafî, "islâm İktisadı" üzerine konferans, (1396 h. yılında Riyad'da yapılan İslâm Fıkıh Kongresinde verilmiştir): Aynca bkz. Dr. Ab-düsselam el-İbadi, "el-Mülkiyye fi'ş-Şeriat'il-İslâmiyye", (İslâm Hukukunda Mülkiyet), 1 /133-204,2/36, 254, 255.

[189] Dr. Abdulaziz Fehmi Heykel, "Medhal ila'I-lktisad'Ü-îsIâmf (İslâm İktisadına Giriş), s. 85.

[190] ez-Zümer, 39/9

[191] el-Mücadele,58/ll.

[192] Dr. İbrahim Desuki Abaza, "el<İktisad'ül-İslâmî"; ve Dr. İbrahim et-Tahavi, "el-İktisad'ül- İslâmî", (îslâm İktisadı), 1/85,194,198.

[193] Yunus: 10/14.

[194] el-Mülk:67/15.

[195] Bu gerçeği ispat sadedinde bkz. Muhsin Halil, "el-Fikr'ül-lktisadi el-Arabi el îslâmî", (Arap İslâm tktisad Görüşü), s. 154-234, 1. bsm., Bağdat, 1982. Yazar kitabında bir çok îslâm hukuk bilgininin görüşlerine yer vermiştir.

[196] Yazann, "Hareket'üt-Tağyir el-İçtimai", (Sosyal Değişim Hareketi), s. 88.

[197] el-Cum'a:62/10.

[198] Sünen-i Ebu Davud, 2/293, 1641 nolu hadis; et-Tirmizî, el-Camiu bi'htisar 1218 nolu hadis; İbnü Mace, Ticeret Konusu 198 nolu hadis; en-Nesai, Satış ve Müzayede konusu 105.

[199] el-İsra, 17/26.

[200] el-îsra, 17/29.

[201] Ahmet Muhammed el-Assel ve Fethi Ahmet Abdülkerim, "en-Nizam ül-İktisadi fi'l İslâm ve Mebadiuhu", (İslâm İktisat Düzeni İlkeleri ve Amaçlan), s. 13,14., 2, bsm., 1977 m.

[202] Dr. Abdülkerim Zeydan, "Nizam üI-Kada fı'ş-Şeriat'il-îslâmiyye" (İslâm Hu­kukunda Yargı Düzeni), s. 14-22-

[203] Müsteşar Cemal Sadık el-Mürsafavi, "Nizam ül-Kada fi'I-İslâm" (İslâm'da Yargı Düzeni), Birinci Bölüm, s. 9.

[204] Zeydan, s. 22,

[205] Dr. Şevket Ülyan, "Kada'ül-Mezalim fı'1-îslâm", (islâm'da Ağır Suçların Yargı­lanması), s. 25, 43.

[206] el-Ahkam'üs-Sultaniye, s. 65.

[207] el Kasanı, Bedaiu's-Sanai, 9/4079.

[208] el-Akkam'üs-Sultaniye, s. 64.

[209] el-Mürsafavi, s. 14.

[210] el-Mürsafavi, s. 12., Haşiyet-übni Abidin, 4/329'dan ve Mecmeu'l-Enhur, 2/ 20l'den naklen.

[211] el-Kasani, cl-Bedayi, 9/4079.

[212] İslâm Yargı Düzeni, s. 25.

[213] el-Muhalla, 9/429,430.

[214] Zeydan, s. 49.

[215] Edeb'ül-Kadi, 1/417.

[216] Zeydan, s. 50, el-Feteva el-Hİndiyye, 3/319.den naklen.

[217] el-Mursafavi, s. 44.

[218] el-Mursafavi, s. 53. v.d. s. 113.

 

[219] ya da hasımları: Ebu Abİd şüphe etmiş.

[220] Ibnü'l Kayyım, İ'Iam'ül Muvakkıİn, 1/192, yazar bu mektubunu enine boyuna şerh etmiştir.

[221] el-Mürsafavi, "Nizam'itt-Kada fı'1-tslâm", (İslâm'da Yargı Düzeni), s. 135.

[222] Nİzamüddin Abdüihamid, "Cinayet'ül- Katl'il-Amd fi'ş-Şeriat'il-îslâmiyye ve'l Kanun'ül-Vaz'İy", (İslâm'da Kasdi Öldürme Suçu ve Beşeri Kanun), s. 6.

[223] "et-Teşri'ul-Cinai el-lslâmT", (îslâmda Ceza Yasası), 1/71.

[224] Bkz. "cn-Neşat'ül Cinsi" (Cinsel Etkinlik), s. 159,160,161; "el-Fikr'üMslâmf (İslâmî Düşünmek), s. 122, 123, 131, 149; "el-İslâm ve Müşkilat'ül Hadâra" (tslâm ve Medeniyet Problemleri) s. 77,153,157,158,159.

[225] Bkz. Dr. Nebil et-Tavil, "el-Emraz'ül-Cinsiyye" (Cinsel Hastalıklar); el-Ehram 2.9.1965 m. sayısında yayınlanan bir rapor, en-Nazariyye, 90/106, 109. 114 sayılan.

[226] "Et-Teşri'ül-Cinai" (Ceza Yasası), 1/651; Aynca bkz.. Muhammed Arif-Mustafa Fehmi, "el-Hududu Beyne'ş-Şeria ve'1-Kanun" (Medeni Kanun ile İslâm Arasındaki Sınırlar), s. 145 v.d.; Ahmed el-Kebisi, "Ahkam'us-Serika" (Hırsızlık ile ilgili Hükümler)-Doktora Tezi-.

[227] Bu konuda en geniş eser yukarıda geçen, "et-Teşri'ül-Cinai el-İslâmî" (İslâm

Ceza Yasası)'dır.

[228] enNahl, 16/90.

[229] el-Bakara, 2/179.

[230] el-Bakara,2/251.

[231] "Risalet'il-Kitâl", (Savaş Risalesi), s. 125, Dr. Vehbet'üz-Zuhayli'nin, "Asar'ül-Harb fi'1-Fıkh'il-İslâmr (İslâm Fıkhında Harb İzleri), s. 105,2. bsm. dan nakil,

[232] el-Maide,5/32.

[233] el-Hucurat,49/13.

[234] el-Bakara,2/190.

[235] en-Nisa, 4/76.

[236] el-Bakara, 2/256.

[237] İslâm Fıkhında Harp İzleri, s. 35.

[238] el-Hüseyn Übnü'l-Mübarek, et-Teczid'üs-Sarih li Ahadis il-Camii's-Sahih, II 16.

[239] el-Bakara, 2/193.

[240] en-Nisa, 4/75.

[241] el-Hac,22/41.

[242] Harbin izleri, s. 37.

[243] Hadarat ül-Arab (Arab Medeniyeti), s. 162.

[244] ed-Da'vetu ila'l-İslâm (İslâm'a Çağrı), s. 88.

[245] el-Enfal, 8/61. 129.

[246] en-Nisa,4/89.

[247] en-Nisa, 4/90.

[248] et-Tevbe, 9/7.

[249] el-Mümtchine, 60/7,8.

[250] Asar'ül Harp (İslâm Fıkhında Harp İzleri), s. 137.

[251] er-Razi, Mcfatih'ül-Gayb, 4/377.

[252] Asar'ül Harp (Harp İzleri), s. 131.

 

[253] Sclman bu sözü Ebu'd-Derda'ya (r.a.) söylemiş, Efendimiz (s.a.v.) de: "Selman doğru söylüyor" demiştir. Hadisi Buhari rivayet ediyor. Ayrıca bkz. en-Nevevi, Rıyaz-üs-Salihin, s. 103.

[254] el-Kasas, 28/77.

[255] el-Mü'mİnun, 23/1-11.

[256] cl-Maide, 5/2.

[257] el-Hafız el-Munziri, Muhtasar-u Sahih-i Müslim, 1774. hadis.

[258] İbnü Recep, Camiu'1-Ulum ve'1-Hıkem, 2/131; ct-Tirmİzî bu hadise "hasen" demiştir.

[259] er-Rum, 30/30

[260] cl-Buhari,6/143

[261] Aliİmran,3/104.

[262] el-Mustafa, 1/139, 140.

[263] Muhammcd Münir Mursİ, "et-Terbiyet'ül-İslâmiyye: Usuluhe ve Tatavvuruhe fi'1-Bilad İl-Arabiyyc", (İslâm Eğitimi, Arap Ülkelerindeki Kökleri ve Gelişme­si), i. 38. v.d., 1981, el-Kahire.

[264] el-Hucurat, 49/13.

[265] Muhammed Kutup, "Menhec'üt Terbiyet'il-tslâmiyye" (İslâmî Eğitim Yönte­mi), s. 40.

[266] el-Bakara, 2/282.

[267] el-Kehf, 18/30.

[268] el-Kehf, 18/109

[269] el-EIbani, el-Feth'üI-Kebir, 2345 Hadis, ilaveli Sahih-u Camii's Sağır'dan alın­mıştır.

[270] Dr. îshak Ahmed el-Ferhan, "et-Terbiyet'ül-îslâmiyye Beyne'l-Esale ve'l-Muasıra" (Eski İle Yeni Arasındaki tslâmî Eğitim).

[271] Ali İmran, 3/110

[272] el-Enbiya,2I/92.

[273] "et-Tcrbiyet'ül-İslâmİyye Beyn'el-Esale vel-Muasıra", (Eski ile Yeni Arasında­ki İslâm Eğilimi), s. 33-34.

[274] Peygamberin bu sözünün rivayetinde tam ittifak sağlanmıştır. (Müttefekun aleyh).

[275] el-Ahzab, 33/73.

[276] ei-İsra, 17/16.

[277] d-Kchf, 18/59. 143.

[278] Geniş bilgi için bkz. a) Abdül Kerim Zeydan, "Usul'ud-Da've" (Çağrı Usulü), s. 90; b) Afif Abdül Fettah Tabbare, "Ruh'ud-Din il-İslâmr (İslâm'ın Özü) s. 171; c) Mikdad Yalçın "el-ltticah ül-Ahlaki fi'l İslâm" (İslâm'da Ahlaki Yöne­lim).

[279] "el-Fikr ül-Maddi el-Hadis ve Mevkıf ul-İslâm Minh" (Modern Maddeci Dü­şünce ve İslâm'ın Konu ile İlgili Tutumu), s. 275.

[280] el-Mülk, 67/3.

[281] Dr. İsmet Seyfuddin, "Üsus'ül Iştirakyyet'il Arabiyye", (Arap Sosyalizminin

[282] Fussilet, 41/30.

 

[283] Yazarın bu konu ile ilgili kitabı, "Eztnet'ül Müsakkafın Ticah'el-İslâm fı'l- Asr'il Hadis", (İslâm Karşısında Çağdaş Aydınlar Problemi), el-Kahire, er-Rabat,