Okuyucularımıza

Önsöz

Tezîn Takihçesî :

Îkînci Bölüm

İRTİDÂDEV TA'RİFİ, ŞARTLARI VE İRTÎDÂDI MUCİP KİLLER

Bîrîncı     Fasıl

1- Îrtîdâd'ın Lügat Ma'nası

Kür'ân'da Îrtidâd

Bakara Süresindeki Ayetin Tefsiri

Mâîde Suresi Âyetinin Tefsîrî

Kur'ân'da İritîdadın Anlam Olarak Zikri

3 -  Sünnet'de İrtîdâd'la İlgili Hadîsler

4- Fıkıhda  İrtidâd   Île  Îlgîlî   Bahisler Ve Hükümler

İRTİDADIN ŞARTLARI

Birinci  Bahis: Erginlik

1- Sabinin İslamlıgı

Çocuğun İslamlığını Sahih Bulmayanlar

2- Sabî'nin Îrtîdadı

Sabî'nin Îrtidadını Doğrulayanlar

Sabinin" İrtîdâbınî Doğrulamayanlar

Mürtedd Bülûğden Önce Öldürülmez

İkinci  Bahis: Akıl

1- Delinin İrtidadı

2- Sarhoşun Îrtîdadı

Üçüncü Bahis: İhtiyar

1- Baskı  Karşısında İrtidâd  Eden

2- Baskı Karşısında Müslüman Olan

Üçüncü  Fasıl «İrtîdâd Ne İle Hâsıl Olur»

1- Allah-U Teala Hakkında  Îrtîdâdı Mucip İtikat:

2- Kuran  Hakkında  İrtidâdı   Mucip İtikat:

3- İrtîdadı  Gerektiren İtikadı Meseleler :

Komünîzm'e  İnanmak  Îrtidâd  Mıdır?

A- Komünizm Ve Dînler :

Komünizm'e Göre Dînlerin Doğuşu :

2- Komünîzm'in İbahiyyesî:

KAVLİ  ÎRTİDÂD

1- Allah'a  Yalan  Yere  Yemîn Ve Allah'dan Başkasına Yemîn

2- Allaha Sövmenin Hükmü

3- Peygamber (S.A.V.)'E Söven

Sövgü Nedir?

Peygamber (S.A.V.) E Sövmenin Hükmü

4 - Peygambere Sövmek İrtîdâddır: "

5- Peygamber'in Hanımlarına, Dört  Halîfeye Ve Sahabeye Sövmek:

6- Başkasına Kafir Diye Hitap Eden Kafir Olur Mü?

Tenbih:

7- Kavlî İrtidâddan Sayılanlar :

Üçüncü Bahis Amelî İrtidâd

Dördüncü Bahîs Terk İrtidadı

Mürteddîn İşlediği Suçlar

Mürteddin Suçları

Hata Yoluyla Öldürme

Iı- Mürtedin Başkalarını Yaralaması

lll- Mürteddîn Irza Tecâvüzü:

Iv - Mürteddîn Mala Zarar Vermesi :

V - Hırsızlık Ve Yol Kesme

Vı- Mürtedîn Mürted Olmadan Önceki Suçlardan Mesul Tutulması

Vll- Mürteddin Düşman Ülkesine Kaçması Ve Bunun, Suçlarına Tesiri:

Toplu Hâlde Îslâmı Terk Etme Ve Mürteddlerîn Suçlarından Mesuliyetleri :

I- Cana Tecavüz

Mürtedd İçin Verilecek Diyetin Miktarı :

II- Öldürmenin Dışında Mürtedde Yapılan Tecavüz :

III- Mürteddîn Irzına Tecâvüz

Iv- İslâm Ülkesinde, Başkalarının Mürteddin  Mallarına Zarar  Vermeleri :

İrtidadı Sebebiyle Mürteddin Cezalandırılması:

I- Îrtidadın Tesbitî

II- Mürteddin Tevbeye Davet Edilmesi

Tevbeye Davet Edilmemesine Hükmedenlerin Delîlî  :

Tevbeye Davetin Müddeti Ve Adedî :

III- Mürteddin Tevbesi :

I- Tevbesi Kabul Edilmeyen

2- Tekrar Tekrar  Îslâmı Terkedenin Tevbesî :

Iv - Mürtedd Erkek Ve Kadının Öldürülmesi :

A - Mürtedd Erkeğin Öldürülmesi:

Mürtedd  Öldürülünce Ne Yapılır?

b-  Müktedd Kadının Öldürülmesi :

1- Mürtedd Kadının Öldürüleceği Görüşünde Olanlar :

Mürtedd Kadının Öldürülmesini Îleri Sürenlerin Delili

2-  Mürtedd Kadının Hapsedilmesi  :

Mürtedd Kadının Öldürülmemesîne Hükmedenlerin Delilleri

MÜRTEDDE AİT MALÎ HÜKÜMLER

I - Mürteddîn Borçları

B- Mürteddln, Borçlarını Kabul Etmesi :

Mürteddin Alacakları

II- Mürteddin Malları :

İttifakla Muteber Olan, -Hiç Muteber Olmayan- İttifakla Durdurulan Tasarrufları :

İhtilaflı Tasarrufları

B-  Îslamı Terk Halinde, Mürtedin Malına El Konur:

Mürtedîn  Tasarruflarının   Durdurulacağına Hükmedenlerin Delîlî

C- Mürtedd Müslüman Oldugu Takdirde Malı Kendisine İade Edilir?

III- Mürteddin Akitleri

I- Vekalet

Kadının Vekaleti

2- Rehin:

3- Alım Satım Ve Şuf'a:

Şuf'a Hakkı Olan Mürtedd Olursa Ne Olacaktır

Mürtedd Kadının Şuf'a Hakkı

4- Mürteddin Bağışları:

5- Mürteddin Kefaleti

6- Kollektîf Şirket Ve Mudarebe  :

A- Mubârebe ;

Îslâmı Terk Halînde Evlilik Aktînîn Durumu

Bîr Komünistin Evliliği Batıl Mıdır?

Mürtedîn Çocuklarının Durumu

Ebeveyni Öldüğü Takdirde  Kafir Çocuğuna Müslüman Denilebilir  Mi

Mürtedin Mirası

Mürtedin Malları Hazînenindir. (Beyt-Ül-Malindir)  

Mürted Kadının Malları

Mürteddin Vasiyeti

I- Amelin  Boşa  Gitmesi

Amellerin Boşa Gitmesi Ve Ölümle Alâkası

Iı- İslamı Terk Edişin Mürteddîn ' İbâdetlerine Tesiri

1- Hac

2- Namaz

3- Oruç Ve Zekat

4- Abdest

Murteddin Kestiği Hayvan Yenir Mi, Yenmez Mi?

Kitaptaki Meselelerin Özeti

KİTABIN TELİFİNDE FAYDALANILAN KAYNAKLAR

I- Tefsir Kitapları

Iı- Hadîsi Şerif Kitapları

Iıı- Fıkıh Kitapları

A - Hanefi Fıkhı (Yazmalar)

Hanefî Fıkhı. (Matbular)

b -) Şafiî Fıkhı (Yazmalar)

c -) Hanbelî Fıkhı (Yazmalar)

ç -) Hanbelî Fıkhı (Matbular)

d -) Maükî Fıkhı (Yazmalar)

Maliki Fıkhı (Matbular)

e -) Zahiriyye Fıkhı (Yazmalar)

f -) Şia'dan İmamiyye Mezhebinin Fıkhı (Yazmalar)

Şia'dan İmamiyye Mezhebinin Fıkhı (Matbular)

g -) Zeydiyye Fıkhı (Yazmalar)

Zeydiyye Fıkhı   (Matbular)

h -) İbaziyye Mezhebinin Fıkhı (Matbular)

i- Ismailiye'nin Behre kolunun Fıkhı

k - Fıkıh ile iligili eserler

1 - Kavait ve Lügat Mecmuaları

m - Yeni Yayınlanan Eserler

n - Mecmualar ve Gazeteler


Okuyucularımıza

 

Bn bitabın Arapça     aslından Türkçeye     tercümesi.   Birinci Bâb, 4 - 150. sayfalar arası Osman Zeki Soyyiğit.

İkinci Bâb   151   den     sonuna  kadar     Ahmet  Tekin      tarafından yapılmıştır. Naşir.

Dizgi, baskı: Fatih Matbaası Tel. : 27 23 72 İSTANBUL - 1970

İslâm fıkhında Mürtedd'e ait hükümlerin başhcalan-m içine alan bu kitab Bağdat Üniversitesinde Doçent olan N. Abdürrezzak es-Samarraî tarafından Doçentlik tezi olarak hazırlanmıştır.

Zamanımızda maddi düşünüşün tesiri altında kala­rak, İsîâm'm doğru yolunu ve açık hükümlerini araştır­maya bir bakıma vakit bulamayan veya buldurulmayan; bir bakimdanda araştırmayı lüzumsuz ve faydasız say­dığı için yapmayan, nüfus kâğıdındald «Dini îslâm» kay­dım kendisi için yeter görenlere bu eser gereken bilgiyi verecektir.

Eseri O. Zeki Soyyiğit ve Ahmet Tekin tercüme ettiler. Onu, Türk okuyucularına sunan Sönmez Neşriyat ve Matbaacılık A. Ş. ilmî ve dinî bir hizmette bulunmakta­dır. Çalışıp, hazırlayıp sunmak bizden, okuyup öğren­mek, okutup öğretmek sizlerden, Tevfik ve İnayet Allah'tandır.[1]

 

Önsöz

 

Hama olsun alemlerin Rabbi Allah'a. Salât-ü selâm olsun efendimiz Muhammed (S-A.V.)'e ve cümle âline ve ashabına... [2]

 

Tezîn Takihçesî :

 

Bu tezin, 885. Hicret yılında irtihâl eden imam Bnrhanüddin EI-Bikaî hakkında olması umulmakta idi Bu zat'ın şahsı ve eserleri hakkında malûmat topladım. Bu nıeyandaki çalışmalarım takriben 6 ay sürdü. Elde ettiğim ma'lûmâttan onun ismi ile anılan ve büyük bir tefsir kitabı olup henüz basılmamış olan Nazmu-d'Dü-rer [3] adlı eserinin tahkiki için bir önsöz meydana ge­tirmek niyetinde idim.

Bu eşsiz ilmî şahsiyeti etüt ederken onun bir mih­nete düştüğünü ve anlayamadığım bir yönden küfür ile ittihâm edildiğini gördüm,  [4]

Aradan altı ay'ı mütecaviz bir zaman geçmişti ki Bağdat Üniversitesi tslâmî Araştırmalar Enstitüsü, ko­nuyu değiştirmekliğim ve intihap edeceğim yeni konu­nun ya Fıkıh veya Ahkâm ayetleri ile ilgili olmak şartı ile «Tefsir» olması gerektiğini bana bildirdi.

Bu arada Bağdat Vakıflar Kütüphanesi'nde bir yaz­ma kitap elime geçti. Gazalî'nin İmam-u'l-HaraTneyn'den ders arkadaşı El-Keyya El-Herrasî'ye (450 - 504 H.) ait olan bu kitabı, üzerinde durulmaya ve neşredilmeye de­ğer bir eser olarak buldum. Bu defa El-Herrasî hakkında ma'lûmât toplamaya başladım. Fakat Şam Üniversite­sinden bazı hocaların aynı kitabı tetkik etmekte olduk­larını ve bu meyandaki çalışmalarının sona ermek üzere bulunduğunu öğrenince bundan da sarf-ı nazar ettim.

Aradan üç aydan fazla bir zaman geçmiş ve ben bu konuda oldukça ma'lûmât toplamış bulunuyordum. Bu adamın da küfür ile ittihâm edildiğine rastladım. Hattâ o devrin Abbasi Halîfesi, Hoca'yı muhakkak bir Ölümden kurtarmak için onun lehinde şehâdet etmek zorunda kal-mışdı. Ona da tevcih edilen töhmeti tahkik edemedim. Bu iki âlimin küfür ile ittihâm edilmelerinin yankı lan içinde 3. turda îslâm Fıkhına yöneldim. îslânıî Araş­tırmalar Enstitüsü'ne Fıkh'a dâir bir kaç konu takdim ettim. Bunların arasından «İslâm şeriatında mürteddin hükümleri» adlı konu tercih edildi. Bunun üzerine hemen Mısır'a gittim. Mısır kütüphanelerine aylarca mülâze-met ettim. Bu kütüphanelerin yazma eserleri arasında  tezimin konusu ile ilgili ve oldukça istifade etti­ğim batezimin konusu ile ilgili ve oldukça istifa­de ettiğim bazı    eserler, Muhyiddin    El-HanefV [5] nin Yahn Kılıç) Bedr-ür-Reşid El-Hanefî'nin Yalın Kılıç risalesi)    E&'Subkî es'Şafiî'nin  Yalın Kılıç) îbn-ü Teymiye'nin  = Yalın Kiltç) adlı kitablar el?me geçti.

Sonra, matbu' eserlere yöneldim. Ön çalışmalarımı denetleyen olmadığı için çalışma metodumu kendim ta­yin ettim. Konuyu önce Kur'an'da inceledim. Sarahaten veya dolaylı bir şekilde irtidaddan bahseden ayetleri bul­dum. Tefsir kitaplarına müracaat ederek bu âyetlerin izahlarını çıkardım. Sonra Hadîs kitaplarına yöneldim. Daha sonra da Fıkıh kitaplarına. Tezimin konusunu dört mezhepte olduğu gibi Zâhiriyye, îmâmîyye, Zeydiyye ve îbaziyye mezheplerinde de inceledim.

1- Bütün Fakîhler (islâm hukuk adamları) «Mür­teddin hükümleri»  konusuna temas    etmişlerdir. Ancak bu konuya kimi az yer vermiş kimi de çok. Kimi küfrü sınırsız olarak kullanmış [6], kimi de: «Ancak beni tek­fir edeni tekfir ederim»   [7] demiştir.   «Devrimizin hü­kümdarına âdil diyen kâfir olur»  [8] şeklinde fetva ve­ren ve bu gibi mütâlâalarda bulunanlar da olmuştur.

Konu, ilmî yönden dağınık durumda idi. Derli top­lu bir şekilde işlenmemiş ve bu meyanda eser verenlerin hepsi de konuyu bir veya bir kaç yönden ele almıştır. Bu i'tibârla konu, toparlanma ve vuzuha kavuşturulma ihtiyacında idi. Oysa her müslüman için küfürden sakın­mak, ancak küfrü îcâb ettiren hususları bilmek, ayni za­manda mürteddin öldürülmesi, karısından ayrılması, mal ve çocuklarının kaderi gibi irtidâd üzerine terettüp eden hükümler hakkında yeteri kadar ma'lûmât sahibi olmak­la kaabildir.

2- Konuyu  toplama   işinde  bir   hayli güçlüklerle karşılaştım. Öyleki mevzu' bir çok fıkıh kitaplarına da­ğılmıştı. «Namaz babı» ndan «Ahvâl-i Şahsiyye bâbı»na, «Muamelât» «Cinayet» ve diğer fıkıh bâblarma kadar.. lbn-ü Hacer Heytemî [9],.bu yolların geçilmez hâle so­kulduğunu, hattâ taşkınlığın -müşkülât şöyle dursun va-zihatta bile- ilme mensup kişilere şahdamanndan daha yakın olduğunu ileri sürmekte ve konunun derlenme ve toplanmaya şiddetle muhtaç olduğunu belirterek şöyle de­mektedir:

«İmamların irtidâd hakkındaki görüş ve ifâdelerine gelince; bunlar, oldukça karışık ve "çelişiktir. Bu vâdîde Çoklarının ayağı kaymıştır. Gerek zâtı ve gerek hüküm­leri i'tibâriyle büyük bir ehemmiyeti hâiz olan bu konu­nun başlı başına bir telif olmak elbette hakkıdır...». Bs-San'ânVye [10] göre; âlimlerin çoğu, şeriatın nasslarını doğru anlayamadıkları ve bütün yönleriyle mevzuu ihâ-tâ edemediklerinden başkalarını tekfirde ağır hatâya düşmüşlerdir.

Karşılaştığım güçlüklerden biri belki en önemlisi, yazma risalelerden nakil meselesi idi. Bunlar, unvanı ve fihristi bulunmayan, çoğu da «Fankale»  türünden eserlerdir. Mevzu' ile ilgili kısımları çıkarabilmek için bütün bir kitabı baştan sona kadar okumak gerekir.[11] Ba-zan da araştırmacının, başından sonuna kadar okuduğu risalede konusu ile ilgili olarak bir şey bulamadığı da vâki'dir. Eski el yazılarının okunaklı olmayışı ve sayfalann numarasız oluşu da nakl işini ayrıca güçleştirmek­tedir.

3- Ben, gerek tefsîrei, gerek hadîscî ve gerek hu­kukçu olsun, şeriat bilginlerinin gerçeğin taliplileri, ze­kâ ve mevhibelerini istihdam ederek Kur'ân'dan ve Sün-net'den gerçeği istinbât    etmek çabasında    olduklarına inanmıştım ve hâlâ  inanmaktayım.  Fakat *zekâ ve  an­layışların ayni seviyede olmasına imkân yoktur. Bu yüz­den ve diğer bazı sebeblerden ötürü bilginler arasmda ih­tilâfın vuku* bulmasını kaçınılmaz bir gerçek olarak ka­bul ediyorum.

İşte bu açıdan hareket ettim. Hiç bir kimseye taraf­girlik etmek veya muayyen bir mezhebin görüşünü be­nimsemek teşebbüsünde bulunmadım. Gücüm yettiği ka­dar Şeriat'ın ardından yürümeye ve hükümlerini pürüz­süz olarak umûmî efkâra aksettirmeye çalıştım. Çünkü «Şeriat bâbı»nda yazı yazmak ve te'lif vermenin yarın huzur-i Rabb-i 1-Âlemîn'de ağır hesabı vardır.

Müctehidlerin kavillerini -hasb-el-ittilâ'- kaydettim. Tercihe şâyân gördüğüm kavilleri tercih ettim. Bazıla­rını da, onlara İlâve edecek bir şey bulamadığım veya rüchaniyet tarafını anUyamadığımdan aynen zikretmek­le yetindim. Nakl hudutlarım aşmamakla beraber yeni meseleler hakkında, görüşlerimi açıkladım. Bu konuyu daha da genişletmek arzusunda idim. Fakat bir takım kaahir sebebler, bu arzumun tahakkuk etmesine engel oldu.

4- Bu risalede takib ettiğim metoda gelince, ön­söz, İki bölüm ve sonsöz olarak tezimi başlıca dört bölü­me  ayırdım.   Önsöz'ü,  te'lifde ta'kib   ettiğim     metodun îzâhma tahsis ettim. Birinci bölüm ise üç fasıl ihtiva et­mektedir. Birincisinde îrtidadd'm lügat ve şer'î ma'nâlarını açıkladım. Bütün sözlükler  Mürted) kelimesini, «İsîâmdan donen» anlamında kullandıkları için bu hususta fazla nakl yapmaya lüzum görmedim. Kur'-ân-ı Kerîm'de «îrtidâd» dan kimi yerde sarahaten ve ki­mi yerde dolayh bir şekilde bahsedildiğinden irtidâd hak­kındaki bütün âyetleri, çeşitli tefsirlere müracaat ederek araştırdım. Bu arada mürtedd hakkındaki ölüm cezası­nın Kur'ân'da değil yalnız Sünnet'de varit olduğu nazar-ı dikkatimi çekti.

Aynı zamanda Sünnet'in, konuya geniş yer verdiği­ne ve irtidâdı bütün yönleri ve hükümleriyle açıkladığı­na şâhid oldum. îslâm hukukçuları ise Kitab ve Sünnet'den çikarılabildikleri kadar hüküm çıkarmışlar ve aralarmda tabiî olarak ihtilâf vuku' bulmuştur.

İkinci fasılda «îrtidâd»m şartları yer almaktadır. Bunlar üçtür: Bulûğ, akl ve ihtiyar. İrtidâd eden bir müslümanın küfrüne hüküm verebilmek için bu şartları hâiz olması gerekir.

«Bulûğ bahsi» nde, önce çocuğun müslümanlığmdan bahsetmeyi gerekli buldum. Çünkü çocuğun mürtedd olabilmesi, «Müslümanlığa girmiş olmasının» kabul edil­mesine bağlıdır. Şayet islâmı sahih değil ise, îslâm sebkat etmemişse, irtidâd olamaz. Sonra da irtidâdından bah­settim.

«Akl bahsi» nde de delinin ve sarhoşun irtidâdından söz ettim. Zîra delilik ve sarhoşluk, insan aklına taallûk eden meselelerdendir.

«İhtiyar bahsi» nde zorlamadan ve cebir karşısında irtidâd eden kişinin irtidâdınm doğru olup olmadığından söz ettim. Cebir ve zorlama ile müslüman olan fakat da­ha sonra ilk dinine bağlılığı meydana çıkarılan kişinin, mürtedd sayılıp sayılmıyacağı meselesine de temas ettim.

Üçüncü fasılda, mürtedd olmayı gerektiren husus­lardan söz ettim. Gerçekten bu fasıl, risalenin en önemli

ve en ağır faslıdır. Biz bu fasılda önce müslümanın mür-teddliğine hüküm verecek sonra da kanının heder edil­mesi, malına el koyulması, karısından ayrılması, kestiği­nin etinin yenmemesi... gibi hükümleri sıralayacağız. Bu fasıl, âdeta akla karayı seçtirdi bana. Çünkü aralarında münâsebet bulunmayan bir takım meseleleri, birbirine eklenmiş ve i'tikadî meseleleri, ayırt edilmeden ve bölüm-lenmeden kavlî ve fi'lî mesaile karıştırılmış ve genel ka­ideler ile cüz'î meseleleri, bir araya getirilmiş olarak bul­dum. Birinci vazifem, bu dağınık ve yaygın meseleleri bir çember içine almak ve sonra bölümlemek oldu. Bu mesaili, dört bölümde toplamış bulunuyorum:

1- İ'ükatta irtidâd,

2- Kavide îrtidâd,

3- Amelde îrüdâd,

4- Terk mürteddliği.

1, 2, 3. bölümler, bazı İslâm hukukçuları tarafından zikredilmiştir. Sonuncu bölüm ise (Terk Mürteddliği), başlı başına bir sınıf teşkil ettiğinden onu da önceki bö­lümlere eklemeyi uygun buldum.

Bu bölümlerin birbiri içine girebileceklerini söyle­mek zaittir. Her hangi bir şeye itikat eden kişi, bu iti­kadını ya dili veya hareketlerinden biri ile ifâde edebilir ve bölümler arası tedahül (iç içe girme) buradan ileri gelir.

«î'ükatda irtidâd» bahsinde Allah'a, Kur'ân'a ve di­ğerlerine karşı irtidâdı gerektiren sapık inançlardan söz ettim. Bahsin sonunda Komünizm'i ve ona i'tikat eden bir müslümanın mürtedd olup olmıyacağı mesele­sini inceledim. Ehliyet şartlarını hâiz olup Komünizm'e akide olarak inanan müslümanın mürtedd olduğu sonu­cuna varmış bulunuyorum.

«Kavide irtidâd» bahsinde söz dallanıp budaklandı ve uzadı. Öyle ki bu bahsi yedi ara bölüme ayırmak zo­runda kaldım:

1- Yalan yere Allah'a yemin etmek.

2- Allah'a sövmek.

3- Peygamberimize sövmek^

4- Peygamberlere sövmek.  (S.A.)

5- Peygamberimizin ailelerine  sövmek.

6- Başkasına kâfir demek.

7- Geçen bölümlerden ayrılan sözler.

Aynı zamanda ( Devrimci ideoloji, = inkılâp İde­olojisi) adlı eseri, irtidâd kaidelerini onun üzerinde uy­gulayarak okudum.

Kendisinde yukarıdaki mevzuatı inceleme payı bu­lunan bazı eserlere, ayrıca işaret ettim.

Sonra «Mushafı necasete atmak» ve «put'a secde et­mek» gibi «Amelde irtidâd» dan bahsettim. Daha sonra «Terk mürtedliği» nden, bir müslümanm veya müslüman hükümdarın, İslâm'ın ber hangi bir hükmünü uygula­maktan imtina' etmesinden söz ettim. [12]

 

Îkînci Bölüm

 

İkinci bölüm ise dört fasıl ihtiva etmektedir:

1-  Mürteddin işlediği ve  mürtedde  karşı  işlenen cinayet,

2-  Mürteddin medeni hükümleri,

3-  Mürteddliğin ibâdetler üzerindeki etkisi,

4 - Mürteddin kestiği.

Birinci fasılda mürteddin cana, bedene, ırza ve mala karşı cinayetlerinden, irtidadtan önceki sorumluluk­larından, düşman ülkesine sığınmasından ve toplu irti­dadtan söz edilmektedir. Mürteddin canına, beden, ırz ve malına karşı işlenen cinayetlerden de söz edilmiştir. Bunu müteakip Mürteddin İslâm'daki cezasından bah­settim. Söze, irtidâdm sabit olma keyfiyetinden başladım, îrtidâd sabit olunca mürteddin tövbeye çağırılacağını, tövbe etmediği takdirde boynunun vurulacağını belirt­tim. Böylece önce istitabeden (tövbeye da'vetten), sonra tövbeden ve daha sonra haddin ikame edilmesinden (ce-zâmn uygulanmasından) bahsetmiş oluyorum. Cinayet­te tabiî teselsül de budur. Sonra kadın mürteddin katli meselesini ele aldım ve bu konuda bütün tarafların gö­rüşlerini, delilleriyle beraber uzun uzun naklettim.

îkinci fasıl, mürteddin malî ve şahsî meselelerinden doğan medenî hükümlerin beyânına tahsis edilmiştir.

«Malî hükümler bahsi» nde mürteddin borç ve mal­larından ve bunların kime intikal edeceğinden ve vekâ­let, rehin, ticâret, şüf'a, hibe, kefalet ve mudârebe (bir yandan sermaye, öte yandan da emek konularak kuru­lan şirket)   gibi bağlantılarının neticesinden bahsettim.

«Şahsî meseleler bahsi» nde nikâhdan, karı-kocadan birinin veya ikisinin irtidâd etmesiyle nikâhın irtidadtan Önceki ve sonraki durumlarından ve mürteddin, irtidad­tan önce veya sonra doğan çocuklarının kaderinden söz ettim. Bahsin nihayetinde mürteddin mirasının kime, vâ­rislere mi yoksa devlet hazinesine mi intikal edeceğini açıkladım ve vasiyetinin geçerli veya geçersiz olması hususuna da temas ettim.

Üçüncü fasılda, irtidâdm müslüman iken yapılan ibâ­detler üzerindeki etkisinden, Kur'ân-ı Kerîm'de varit olan

 oL~- )    «amellerinin hükümsüz olması»

ta'birinden ve mürtedd, tövbe ettiği takdirde eski İbâdet­lerini iade edip etmemesi meselesinden bahsettim.

Dördüncü ve sonuncu fasılda, mürteddin kestiği hay­vanlardan söz ettim. Mürtedd, hiç bir dine mensup ol­madığından kestiği etten yemenin zinhar caiz olmadığı üzerinde tam ve kâmil bir ittifaka varıldığına şâhid ol­dum.

Risale, bir hatime ile nihayet bulmaktadır. Bu son-sözde, risalede yazılanların ve kendi istintaçlarımın -bir dereceye kadar- özetini çıkardım. [13]

 

İRTİDÂDEV TA'RİFİ, ŞARTLARI VE İRTÎDÂDI MUCİP KİLLER

 

Bîrîncı     Fasıl

1- Îrtîdâd'ın Lügat Ma'nası

 

1- (Cemheretü'1-lûga)  [14]

İrtidâd) arapça bir kelime ve kö­künden türevdir. Onu reddettim, Ya'ni ge-ri çevirdim. oj' : Onu reddederim. Geri çevir­mek, O geri çevrilmiştir. Çirkin yüzlü olan hakkında denir: Onun yüzünde redde (baktığı zaman gözü tiksindirip geri çeviren çirkinlik) var Bir işdeıı mcü' etmek. İslâm'dan dönmek.

2- (Lisânü'l - Arab) [15]

Ondan yüzçevir(ü. Kur'ân'da  denilmiştir [16] (Sizden her Idm dîninden dönerse.,.) İrtidâd anlamında isimdir ^M- İslâm'dan dönüm. Müslüman iken kâfir olan kişi hakkında denir: Fi­lân dîninden döndü......

Es-Sihah [17] Tâcül-Arûs [18] Mu'cem metnü'l - lûğa [19] ve El-Mu'cemül-vasît [20] gibi diğer lügat kitap­ları da irtidâd maddesinden ayni şekilde bah­setmektedirler. Bundan anlaşılacağı veçhile bütün söz­lükler İrtidâd) dan isim olan Riddenin, İslâm dininden dönme anlamını ifâde ettiği üzerinde mutabık kalmışlardır. [21]

 

Kür'ân'da Îrtidâd

 

irtidâd),  İslâm'dan dönme     anlamında sarahaten ve kendi lâfzı ile Kur'ân-ı Kerîm'in iki yerinde zikredilmiştir. Biri, Bakara sûresinde:

«Sizden her kim dîninden döner ye kâfir olarak ölür ise, işte onların dünyâ ve âhirette amelleri geçer­siz ve kendileri de cehennem ehlidir. Onlar cehenne­min ebedî sakinleridir [22].» îkincisi de Mâide sûresinde:

«Ey îmân edenler! Sizden her kim dîninden dö­ner ise (bilmiş olsun ki) Allah, ileride bir kavın getire­cektir ki onları sever ve o'nlar da Onu severler, mü'-m inlere karşı son derece mütevazı, kâfirlere karşı iz­zetlidirler, Allah yolunda cihâd ederler ve kınayanın (hiçbir)   kınamasından  (Dedikodusundan) korkmazlar.

Allah'ın lûtfudur bu. onu dilediğine verir. Ve Allah lûtfu bol ve ilmi derin olandır [23]

Bu iki âyetten her birinin tefsiri için birer müstakil bahis ayıracağız. Kur'ân-ı Kerîm'in diğer âyetlerinde ir-tidâd, lâfzı ile değil ma'nâsı ile varit olmuştur. İleride bu âyetlere de temas edeceğiz. [24]

 

Bakara Süresindeki Ayetin Tefsiri

 

KurtuU'âe [25] Sizden her kim dinînden dönerse): îslâm'dan küfre  dönerse.   işte onların amelleri geçersizdir):

Bâtıl ve fasittir. maddesinden gelen JaJ-1 hay­vanların fazla ot yemelerinden mütevellit iç organlarının şişmesi ve karınlarının bozulmasına denir ki bu hâl, ba-zan hayvanın ölümüne sebebiyet verir. Âyet, İslâm dinin­de sebat etmeleri için müslünıanlara bir ihtardır.»

Zemahşerî'de [26]Sizden her kim dînininden döner ise): Sizden her kim dîninden onların dînine döner ve onlara perestiş ederse  (Şiddetli sevgi duyarsa) ve akabinde kâfir olarak ölür ise): İrtidâd üzere ölürse.

İşte onların dünyâ ve âhirette amelleri    geçersizdir):

Çünkü irtidâd etmekle İslâm'ın dünyada müslünıanlara âit semerelerinden ve Âhirette büyük ecir ve sevabından kendilerini mahrum etmişlerdir.»

Neysaburî' (Nişdburî) de [27]

Sizden her kim dininden döner ve akabinde   kâfir olarak    ölür ise): Mürtedd olarak ölürse İşte onlarm   dünyâ ve âhirette amelleri   geçersizdir):

Dünyada ise İslâm'ın âcil menfaatlerinden mahrum olur. Ele geçerildiğinde boynu vurulur. Kovuşturulur. Mü'min-lerin destek, yardım ve sevgisini kaybeder. Ailesinden ayrılır. Mirasdan mahrum edilir.     Âhirette ise Allah-ü Teâlâ'nm  İşte on­lar cehennem ehlidirler, onlar cehennemdin ebedî sa­kinlerdir) sözü, mürteddlerin vahim akıbetlerini tasvire kâfidir...».

«Tabarsî» de [28]

«... Bu, irtidadın nihayette azaba müncer olacağı beyan edilerek yapılan bir sakındırmadır. ve akabinde kâfir olarak Ölür ise):       Küfrü üzere ölürse İşte onların dünya ve âhîrette amelleri geçersizdir): Zîrâ bu amel­ler, işlenmesi emrolunan şekilde imlenmediğinden işlenme­miş hükmündedir...».

Kaasimî'de [29]

Sizden her kim dînin­den döner İse): İslâm'dan irtidâd ederse. Burada (jU"j! = îrtidad)  fi'Hnin tekellüfü    muş'ir    sığası   ile   gelmesi,   hak   dîne   mübaşeret   eden   kişi­nin ondan zahmetsiz ve külfetsiz   ayrılmasının   uzak ol-

duğuna işarettir.  

İşte onların dünyâ ve   âhîrette   amelleri   geçersizdir):

Onların,   kendilerine   faydalı    olacak   bütün   mesaileri boştur.» Âlûsî'de [30]

Onların ıdlâl ve iğvası veya düşmanlık­larından   korkarak   hak olan   dininden   irtidâd ederse.

Ve akabinde kâfir olarak ölür ise): Tövbesiz giderse.   İşte onlar): Şile'nin hayyizinde gelen irtidâd ve küfür üzere ölüm ile mutta-sıf oluşu itibariyle, Mevsul'e işarettir. Uzaklık ifâde eden işaret zamirinin kullanılması da,   mürteddin şer ve fesatta yerinin uzaklığını iş'ar içindir. Çoğulluk ve tekil­lik ise lâfız ve ma'nâ itibariyledir............».

. Bütün bunlardan anlaşılacağı veçhile (îrtidad), genel olarak İslâm'dan küfre intikal anlamın; taşımak­tadır. Mürteddin başka bir dine girmesi ile hiç bir dîn kabul etmemesi arasında fark yoktur. Âyet'ten arta ka­lan «Amellerin geçersizliği» kısmını, özel bir bahisde ele alacağız. [31]

 

Mâîde Suresi Âyetinin Tefsîrî

 

«Ey îmân edenler! Sizden her kim dîninden dö­ner ise (bilmiş olsun ki) Allah ileride, bir kavm getire-çektir ki onları sever ve o'nlar da Onu severler, Mü'-minlere karşı son derece mütevazı, kâfirlere karşı iz­zetli (dirler) Allah yolunda cihat ederler ve kınayanın (hiçbir) kınanmasından (dedikodusundan) korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lûtfudur, onu dilediğine verir ve Allah, Lûtfu bol ve ilmi derin olandır» [32]

Müfessirler, bu Âyet-i Kerîme'nin tefsirinde Pey­gamber (S.A.V.)'m irtihâlinden sonra vuku bulan irti­dâd    hareketinden,    irtidâd    eden      topluluklardan    ve Allah, ileride bir kavim getirecektir ki onları sever ve onlar da onu severIer) Âyetinden maksadın ne olduğundan bahsederek bu me-yanda bir çok isimler ve yığın yığın haberler zikretmek­tedirler. Burada onları zikretmeye lüzum görmüyoruz. Ancak tefsirin diğer yönlerinden birer nebze zikretmekle yetineceğiz.

Tdberî'&e [33]

«Allah Celle Celamhü, kendine ve    Resulüne    îmân edenlere diyor ki: Ey iman edenler):

Allah ve Resulünü tasdik eden ve peygamberleri Muham-med (S.A.V.)'in getirdiklerini ikrar edenler. 

- Sizden her kim   dîninden   döner ise):

Sizden her kim bugün üzerinde bulunduğu ve hak olan dîninden döner de küfre, Hıristiyanlık, Yahudilik ve küf­rün diğer sınıflarından birine girerek İslâm'ını tebdil ve tağyir ederse, Allah'a hiç bir şekilde zarar vermiş olmaz.

Allah ileride bir kavm getirecektir ki onları sever ve onlar da onu   severler):

Allah, dînlerini tebdil ve tağyir etmeyen mü'minlere, teb-dîl ve tağyir edenlerden daha hayırlı, sevdiği ve kendile­ri tarafından da sevildiği bir kavm verecektir. Bu, Alla hu Tealâ'mn, Peygamber (S.A.V.)'in irtihalinden sonra irtidât edeceklerini bildiği kimselere ve dinlerini tebdîl ve tağyir etmeyen mü'minlere va'didir. Peygamber (S.A.V.)'in irtihalinden sonra Arap yarım adasında ba­zı gpçebe ve köylüler irtidâd edince, Allah, onların ye­rine daha hayırlı bir kavm getirerek    mü'minlere olan va'dini yerine getirdi ve mürtedler hakkındaki vaîdini icra etti».

NeysabûH' (Nişaburî) de [34]

«............: Sizden her kim, kâfirler ile    birlik olur ve dininden dönerse bilmiş olsun ki Allah, bu dîne en beliğ şekilde hizmet edecek olan bir kavm getirecektir. El-Hasan diyor ki: «ÂUah, Peygamber (S.A.V.)'in irti­halinden sonra bazı grupların İslâm'dan irtidât edecek­lerini bildiğinden ileride; «sevdiği ve kendileri tarafından da sevildiği bir kavm» getireceğini onlara haber verdi. Âyet, gaybden ihbardır ve aynen vuku' bulmuş olduğun­dan mu'cize olur.» «El-keşşâf» tefsirinde irtidâd eden grupların Onbir   fırka olduğu kaydedilmektedir............

kelimesi in çoğul şeklidir. Güç­lüğün karşıdı den gelen kelimesinin çoğul şekli ise değil ancak dir. Buradaki ta'birinden,    onların mü'minler katında değersiz ve itibarsız oldukları kasdecül-, memiştir. Ancak mü'minlere kargı    yumuşak huylu    ve alçak gönüllü oldukları ifâde edilmektedir, Zelîl) vasfı burada kibirlenme ve yükselme vasfının kar-şıdıdır. Ayni zamanda kelimesi ile değil de Alâ) ile taaddi ettiğinden şefkat ve atıfet ma'nâsmı mütezammmdır. Böylece onların nıü1-Ktinlere karşı şefkatli ve âtıfetli oldukları belirtilmekte veya şerefli ve üstün kişiler olmakla beraber tevazu' fazfletini de ahlâkî meziyetlerine eklemek için, mü'minlere kanad gerdikleri kaydedilmektedir. Kâfirlere karşı izzetlidirler): Onlara sertlik ve yü­celik gösterirler. yenmek ve üstün gelmek an­lamında olan dendir. = Kâfirlere karşı sclîd ve kendi aralarında merha­metlidirler) âyeti de bu anlamdadır.   kavlîndeki ya  Haliye içindir: yâ'ni onlar cihat ederler ve cihattaki durumları, Yahudi dostlarının kınamasın­dan korkan münafıkların durumlarından başkadır. Veya Atıf iğindir............».

Kurtubî'de [35] Sizden her kim dîninden döner ise) cümlesi şartıye ve  Allah ileride bir kavın getirecek) cümlesi onun ceva­bıdır. Şam ve Medîne ehlinin kıraati ile diğerlerinin idgam   iledir. Âyet, Kur'ân'm mu'cizelerinden birini teşkil eder. Peygamber (S.A.V.)» kendisinden sonra vuku' bulacak bir hâdiseyi önceden haber vermiştir ki bu gaybden ihbardır ve bir müddet sonra aynen vâkf olmuştur.  İbn~ü îshak diyor ki:

 (KesülüUah (S.A.V.) irtihâl edince Arap yarını adasın­da Üç, Mescidden maadası irtidâd etti. Bunlardan biri Medîne Mescidi, biri Mekke Mescidi, biri de Cüâsâ Mes­cididir. (Cüâsâ, Bahreyn'de bir kalenin adıdır. Hadisde varit olduğuna göre, Medine'den sonra ilk Cuma namazı orada kılınmıştır; En-Nihaye'den).».

«irtidâd edenler iki kısım idi: Bir kısmı, Şeriat'ı ta­mamen reddetmiş ve ondan ayrılmıştı. Bir kısmı da yal­nız Zekât farizasını reddediyor ve diyordu ki: Oruç tu­tarız, Namaz kılarız fakat Zekât vermeyiz; Halîfe Ebu-BeMr, cümlesine kargı savaş açtı ve Hz. Hâlid Bin El-Velid'i islâm orduları başında onların üzerine gön­derdi İslâm ordusu onlardan bir kısmını kati ve foir kısmını esir etdi. Hadis, siyer ve tarih kitaplarında bu savaşın tafsilatı genişçe vardır.

Zemah§erî'de [36]

Imam'ın nıushafmda iki iledir. Bu, Kur'ân'da vuku'undan önce haber verilen hâdiselerdendir. İrtidâd eh­linin Onbir fırka olduğu ve bunlardan üçünün Peygam-ber (S.A.V.)'in devrinde irtidâd    ettiği ileri    sürülmüştur Allah ileride bir kavm getirecektir ki onları sever ve onlard a O'nu se­verler): Kulların Rabblerine kargı sevgileri O'na itaat % etmek, rızâsını araştırmak ve gazabını mucip hareketler­den sakınmaktan ibarettir. Allah'ın, kullarına karşı sevgisi de onları, itâatlan mukabilinde en iyi şekilde mü­kâfatlandırmaktır. Allah, kullarını yücelttir, onları över ve onlardan razı olur. Fakat, Sûf (Tasavvuf) nâmı altında bir fırka teşkil edenlerin inançlarına gelince kelimesi in Cem'idir. ün cemi ise dir. Onun, güçlüğün karşıdı kökünden geldiğine zâhib olanlar, meselenin hakîkatına erememişlerdir. Zîrâ ün çoğul şekli, değil -az önce belirttiğimiz gibi dir. Sonra nin neden ile taaddi ettirilerek denmediği hakkında iki vecih vardır: Ya kelimesine şefkat ve atıfet anlamını yük­lemek suretiyle onların tezellül ve tevazu' şeklinde mü'­minlere karşı şefkatli ve âtıfetli olduklarını belirtmek, ya da şerefli, yüksek tabakadan ve üstün meziyetli kişi­ler olmakla beraber mü'minlere kanad gerdiklerini ifâ­de içindir

Er~Râzî'de [37]

Râzî diyor ki: «Ayet'in ma'nâsı şöyledir: Ey îmân edenler! Sizden her kim kâfirler ile birlik olur ve dînin­den irtidâd ederse bilmiş olsun ki Allah, bu dîne en be-lîğ şekilde yardım edecek bir kavm getirecektir. El-Hasan diyor ki: Allah, Peygamber (S.A.V.)'in irtihâlinden sonra bir takım kişilerin dinlerinden irtidâd edeceklerini bildiğinden, sevdiği ve kendileri tarafından da sevildiği bir kavm getireceğini onlara haber verdi. Bu takdirce, Âyet, gaybden ihbardır ve aynen vuku' bulmuş olduğu­na göre mu'cize olur;  .........».

TdbersV&e  [38]

Tabersî diyor ki: «Allah-ü Tealâ, münafıkların hâ­lini, mü'minlere karşı husûmetlerini ve dâima pusuda ol­duklarını beyân ettikten sonra, Peygamber (S.A.V.)'in irtihâlini müteakip onlardan bir kısmının dinlerinden ir­tidâd edeceklerini, fakat umduklarına nail olamıyacak-larım ve insanlar arasından üstün vasıfları hâiz bir kavmi, İslâm dînine yardımcı kılacağım haber    veriyor ve diyor ki:

 Ey îmân edenler! Sizden her kim   dîninden   döner ise): Sizden ve sizin topluluğunuzdan her kira îmân iz­hâr ettikten sonra küfre dönerse Allah'a hiç bir şekilde zarar vermiş olmaz. Çünkü Allah,   dînini hamisiz ve yardımcısız bırakmayacaktır.  Allah, ileride bir kavm getirecektir ki onları seyer ve onlar da onu sevsrler): Allah onları sever ve onlar da Allah'ı severler Mü'minlere karşı 'son derece mütevazı, kâfirlere karşı izzetlidirler): Mü'minlere karşı şefkati; ve merha­metli, kâfirlere karşı »la sert ve   katıdırlar. 

yumuşaklık ma'nâsına olan dendir. Aşağılık" ma'nâsma olan den değildir ............». [39]

 

Kur'ân'da İritîdadın Anlam Olarak Zikri

 

«Onlar ki îmândan sonra kâfir oldular ve küfür yönünden ilerlediler (küfürlerinde sebat ederek onu takviye ettiler) Onların tövbeleri   kabul   edilmeyecek ve işte onlar sapıkların ta kendileridir» [40]

Kurtubî  [41] bu âyetin tefsirinde, çoğu Yahûdî ve Hıristiyanlar hakkında, kimi de diğer milletler hakkın­da olmak üzere bir çok görüşler kaydetmektedir. Fakat biz, lâfzın genel anlamım nazar-ı i'tibâre alırsak, âyetin, müslümanlardan irtidâd edenlere de şâmil olması müm­kündür. Dîninden irtidâd eden müslüman da îmandan sonra kâfir olmuş sayılır. Hattâ küfürde sebat ederek kâfirliğini geliştirebilir1. O hâlde onunda tövbesi kabul edilmez ve o da sapıklardandır.     

«Kimi yüzlerin ak ve kimi yüzlerin kara olduğa günde, yüzleri kara olanlara gelince (onlara denilir ki:) Siz îmân ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Şimdi, kâ­firlik ettiğinizden dolayı azabı tadın bakalım» [42]

Kurtubî  [43] bu âyetin tefsirinde de bir  kaç görüş nakletmektedir. Bunlardan Katade'nin görüşüne göre Âyet, mürtedler hakkındadır. Ayni zamanda Ebû Hü-reyre (R.A.)'den bir hadîs rivayet etmekte ve bu hadî­sin, âyetin mürtedler hakkında olduğuna gâhid olabilece­ğine işaret etmektedir. Hadîs şudur :[44]

- Kıyamet gününde ashabımdan bir grup havuza gelecekler fakat havuzun başından dağıtılacaklardır: Ey Rabbim; diyeceğim, Benim ashabım onlar. Hemen di­yecektir ki: Onların senden sonra neler ihdas ettiklerini bilmiyorsun sen. Onlar irtidâd ederek gerisin geri küfre döndüler;

«Onlar ki iman ettiler sonra kâfir oldular sonra iman ettiler sonra kâör oldular ve sonra küfürlerini arttırdılar. Allah onları affetmiyecek ve doğiu yola ilet-miyecektir» [45]

Kurtubî [46], bu âyetin Yahûdî, Hıristiyan ve diğer milletler hakkında olduğunu naklediyor ve sözlerinin nihayetinde şöyle diyor: «............ Âyet, ayni zamanda mürteddlerin hükmünü de mütezammındir. Mürteddlerin hükmü Bakara sûresinde Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölür ise) âyetinin tefsirinde geçti.». Hatırlanaca­ğı gibi bu âyetin tefsirini   orada nakletmiş bulunuyoruz.

«Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde icbar edi­len müstesna, velâkin her kim îmânından sonra Allah Teaîâ'yı inkâr eder de küfre sîne açarsa işte onların üzerine Allah'tan bir gazâb vardır ve onlar için pek bü­yük bir azap da vardır.» [47]

Eurtubî [48] diyor ki: âye- Ahilerinizi te'kitledikten sonra bozmayınız) âyetine bağlıdır. Bu da: Peygamber (S.A.V.)'"i bey'atinden irtidâd etmeyiniz; anlamındadır. Ya'ni her kim îmândan sonra kâfir olur ve irtidâd ederse Allah'ın gazabı onun üzerinedir.....».

«İnsanlardan kimi de Allah'a eğreti olarak ibâ­det eder. İyilik gördümü gönlü mutmain olur ve bir musibete uğradı mı (İslâm'dan) yüzçevirerek dünyâ ve âhiretinı kaybeder. İşte bu, apaçık hüsrandır» [49]

Eurtubî [50]   diyor ki:............. Müfessirler, bu âyetin bedeviler hakkmda nazil olduğunu söylüyorlar. Peygamber (S.A.V.)'e gelerek müslüman olurlar, fakat bolluk gördükleri müddetçe müslüman kalırlar ve darlık görünce de irtidâd ederlerdi. Bu âyetin, En-Nadr-ubn-ü Haris hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür......».

tedibini Şart üzerine) diye tefsir edenler de olmuştur. Şöyle ki; Şeybet-ü Bn-ü Rebia, durumu meydana çıkmadan önce, Peygamber (S.A.V.)'e (Benim için Rabbine duâ et) dedi, (Bana pa­ra, deve, at ve evlât versin ki ben de sana îmân edeyim ve dînine gireyim). Peygamber (S.A.V.) ona dua etti. Cenâb-ı Hak,istediklerini verdi ona. Sonra Allah, onu iptilâ ve imtihan etmek istedi. Oysa ne hâlde olduğunu biliyordu. Müslüman olduktan sonra ona verdiklerini geri alınca hemen irtidâd etti, Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

= İnsanlardan kimi de   Allah'a eğreti   olarak ibâdet eder):   Ya'ni   gart   üzerine ve    şartlı   olarak ............

Hayır gelirse ona): Beden sağlı­ğı ve geçim bolluğu gelince memnun olur ve dînini de­vam ettirir. Belâ gelirse ona); îptilâ ve imtihan şekillerinden birine uğrarsa. 

Yüzçevirir -İslâm'dan-):    ya'ni   irtidâd eder ve küfür üzere olduğu eski hâline avdet eder ......».

«Allah, îmân ettikten ve Peygamberin hak oldu­ğuna ye beyj inat ile geldiğine şehâdet ettikten sonra küfreden bir kavmi nasıl hidâyete erdirir (muvaffak eder) ? Allah, zâlimler güruhunu hidayete götürmez. [51]

Kurtubl'nuı [52] naklettiğine göre, tbn-ü Abbas (R.A.) bu âyetin Ensâr'dan bir müslüman hakkında na­zil olduğunu söylemiştir Bu kimse, irtidâd edip müşrik­lere iltihak ettikten sonra nadim oldu ve Medine'deki kavmine haber göndererek tövbe etmek istediğini bil­dirdi. Onlar da durumu, Peygamber (S.A.V.)'e aksetti­rince îmân et­tikten sonra kâfir olan bir kavmi Allah, nasıl hidayete erdirir (muvaffak eder) ? âyeti nazil oldu. (Hadîs, En-Nesaî tarafından tahric edilmiştir.)

«Küfretmiş ve kâfir oldukları hâlde ölüp gitmiş kimseler, her hâlde bunların her biri kendini kurtar­mak için dünyâ dolusu altın verecek dahî olsa hiç bi­rinden kabul edilin ek ihtimali yoktur, bunların hakkı elîm bir azâbdır ve kendilerini kurtaracak da yoktur».[53]

Bu âyetin tefsiri, ileride «irtidâddan sonra ibâdet­lerin durumu» bahsinde gelecektir. İslâm hukukçuları­nın bu Âyet-i Kerîme'den mürtedd hakkında ne gibi hükümler istintaç ettiklerini orada göreceğiz.    KurtuH [54] ise, lâfzı ve cümlesi­nin başındaki harfi ile kendini bir hayli meş­gul etmektedir.

«İmânı bırakıp küfrü satın alan onlar, Allah'a hiç bir şeyle zarar veremezler. Onlar için pek acıklı bir azâb vardır» [55]

KurtvM [56]  Satın alma) kelimesini Mübadele.) üe tefsir ediyor ve diyor ki:

«îbn-ü Abbas, bu âyetin tefsirinde, [dalâleti aldılar ve hidâyeti terkettiler]   diyor. Bunun ma'nâsı mübadele ve

küfrü îmâna tercihtir.  lâfzının kullanılması ise tevessü' içindir. Zîrâ şirâ ve ticâret mübadele­ye râci' hususlardır. Araplar, her çeşit mübadelede (Şi­râ) lâfzım kullanırlar.»

Onlar ki küfrettiler ve Allah yolundan saptılar ve hidâyeti tebeyyün ettikten sonra Peygambere karşı isyan ettiler, Allah'a hiç bir şeyle zarar veremiyecekler ve Allah onların amellerini geçersiz kılacaktır» [57]

Bu Âyet'in kâfirler veya münafıklar hakkında olma­sı muhtemeldir.[58] Çünkü önceki âyetlerin siyakı, bu iki husustan birine delâlet etmektedir. Ayni zamanda bu, rahmetli Şehit Seyyit KutuVun görüşüdür . [59]

 

3 -  Sünnet'de İrtîdâd'la İlgili Hadîsler

 

«İrtidâd» lâfzının Sünnet'de çok yerde zikri geçmek­tedir. Bazan ıstılahı ma'nâsı olan İslâm'dan küfre intikal etme anlamı ile [60]. Bazan da lügat ma'nâsı ile [61]. Fa­kat ekseri hadislerde «Küfür» lâfzı ile varit olmuş  [62] ayni zamanda «Tebdils lâfzı üe [63],ve kimi vakit «Dîni­ni terkeden ve cemâatten ayrılan» ta'biri ile  [64] gelmiştir. Birinci Nevin. Misali :

îbn-ü Abbas (R.A.)'dan rivayet edilmiştir. Dedi ki: «Peygamber (S.A.V.), bir gece beyt-i makdis'e (Kudüs) iletildi ve o gece döndü. Kureyş'e bu gidişini, Beyt-i Makdis'in alâmetini ve yoldaki kervanlarını haber verin­ce Hasan dedi ki: (iki râviden birinin adı) Bazıları: Biz Muhammed'in söylediğine nasd inanırız; dediler ve İs­lâm'dan irtidâd ederek kâfir oldular. Allah, Eb-u Cehil ile beraber onların da boyunlarım vurdu.»  [65]

ikinci Nev'in Misali :

Fatıma Bint-ü Kays'm hadîsinden: « ............ Peygamber (S.A.V.) dedi ki: Senin onda nafaka ve mesken hakkın, onun da sende dönüş hakkı yoktur. Sana iddet lâzım gelir, hemen ümm-ü şerik'in ya­nma taşın ...............». [66]

Bu hadîsde İrtidâd'tan   ' isim olan «Ridde»,   lûğâvî ma'nâsmda ya'ni «dönüş» anlamında kullanılmıştır.

Üçüncü Nev'in Misali:

îbn-ü Ömer (R.A,)'dan rivayet edilmiştir: «Peygam­ber (S.A.V.) buyurdu M:

- Bir adam din kardeşine: yâ kâfir; derse, küfür onlardan birinin üzerinde kalır. Kendisine kâfir denilen kişi gerçekten kâfir ise (küfür yerini bulmuştur). Şayet değil ise; söyleyene döner.» [67]

Dördüncü Nev'in Misali:

îkrime (R.A.)'den rivayet edilmiştir, Diyor ki: «İbn-ü Abbas dedi ki: Peygamber  (S.A.V.):

- Dînini tebdü edeni (değiştireni) öldürün; buyur­du.» [68]

Beşinci Nev'in Misali:

Abdullah (R.A.)'den rivayet edilmiştir: «Peygam­ber (S.A.V.) dedi ki:

- Bir Müslümamn kam ancak üç şeyden biri ile he­lâl olur: Kvlendikten sonra zînâ eden, cana kıyan (kısas) ve  dînini  terkedip  cemâatten  ayrılan». [69]

Hadis-î Şerif:

-  Dinini değiştireni öldürün.

En-Nesâî, bu hadîsi Sünen'inde rivayet ediyor. İs­lâm hukukçuları, bu hadîs ile çok istighâd etmiş, fakat ma'nâsı hakkında aralarında hayli ihtilâf vuku' bulmuş­tur. Kimi, hadîsi zahir ma'nâsı üzere alarak İslâm diya­rında din değiştiren her insanın Öldürülmesini söylemiş, kimi de bu hükmün yalnız muslumanlara mahsus olduğu­nu belirterek, «bir müslüman dîninden irtidâd ederse o öldürülür, fakat kendisinden islâm'ı kabul etmesi mat-lub olan gayr-i müslim nasıl Öldürülür?» demiştir.

Bu hadîs, ayrıca İslâm hukukçularının, kâfirlerin millet-i vahide mi (tek millet) yoksa müteaddit millet­ler mi olduklarından söz etmelerine zemin hazırlamıştır. Şayet küfrü, bir millet olarak kabul edersek, bir gayr-i müslimin, dinini değiştirerek İslâm'dan başka bir dîne girmesinde, değişen bir şey yok demektir.

Kimi de Katolik ve Protestan gibi ayni dinde birbi­rini tekfir eden mezheplerin bulunduğunu ileri sürerek, Katolik olan bir Hıristiyanın Protestan mezhebine geç­mesine mâni' olmak lâzım gelir mi?, muslumanlara nis-beten bunun faydası nedir?, ya da İslâm dînini kabul et­meye mecbur edilmeli midir? gibi meselelere temas et­mişlerdir.

El-Huraşî El MâMâ'nin görüşü [70]

«(Bir kâfirin başka bir küfre intikalini ikrar ede­riz) : Bir kâfirin başka bir küfre intikal etmesine i'tirâ-zımız yoktur. Küfr, bir millet olduğuna göre onun bu hareketini ikrar ederiz:

- Dînini değiştireni Öldürün; hadîsi ise şer'an nıu'-teber olan İslâm dinine mahmuldür. (Bir kâfirin...) sö­zünden anlaşılacağı veçhile bir müslünıanın küfre inti­kali tasvip edilmez. Ancak kâfir, îslâm dînine intikal ederse ikrar olunur.»

«El-Kurtubî» nin görüşü [71]

Kurtuin, tefsirinde diyor ki: «...Küfürden küfure intikal eden hakkında ihtilâf vardır. îmam Mâlik ve Cüm-hur-u Fukaha ona ilişilmez diyorlar. Çünkü başlangıçta, sonradan intikal ettiği küfür üzere olsaydı gübhesiz ikrar edilecekti. îbn-ü Abdİlhakem'ûen rivayet edildiğine göre îmam Şafiî, Öldürülmesine hüküm vermiştir. Zîrâ:

- Dînini değiştireni öldürün; hadisi, müslüman ile kâfiri ayırt etmemektedir.

îmam Mâlifo'e göre söz konusu hadîs İslâm'dan küfre intikal eden hakkındadır. Küfürden küfre intikal edene şumûlü yoktur. Bu, aynı zamanda cumhurun     sözüdür.

El-Muzenî ve Er-Rabti'm rivayetlerine göre îmam Şâ/iî'nin bu bâbda meşhur olan kavli şöyledir: imam (İslâm Hükümdarı), Zimmîlerden dînini değiştireni hu­dut dışı etmek ve ona harbîler (gayri müttefik düşmanlar) gibi muamele edilir. Zîrâ îslâm devletinin zimmî-leri himâyesi, muahedenin akdinde bulundukları din üze­re kaaim olmaları esasına bağlıdır.»

«Kadın mürtedd hakkında da ihtilâf edildi. îmam Malik, El-Evzâî, îmam Şafiî ve El-Leys-ü îbn-ü Saad «Kadın nıürtedd, erkek mürtedd gibi öldürülür» dediler. Delilleri:

-  Dînini değiştireni öldürün;  hadîsinin zahir ma'nâsıdır. Hadîs'de kişi anlamına gelen ( -y, ) kullanıl­mıştır ki bunun zevil-ukûlden erkeğe de kadına da şumû­lü vardır. İmam Es-Sevrî, İmam Ebû Hanîfe ve arkadaş­ları ise; «Kadın mürtedd Öldürülmez» demişlerdir. Bu, aynı zamanda İbn-ü Şübrüme'nin kavlidir. îbn-ü Aliyye'-nin görüşü de bu merkezdedir. Atâ ve El-Hasan da bu görüşü savunmuşlardır. Bunların mezheplerinin delili şudur: îbn-ü Abbas  (R.A.), Peygamber  (S.A.V.)     den:

-  Dînini değiştiren kimseyi öldürün; hadîsini  ri­vayet ettiği halde kendisi, kadın mürteddi öldürmemiştir. Mutlaka hadîsin onca ma'lûm olan bir    te'vili vardır... Öncekiler de Peygamber (S.A.V.) in:

-  Müslüman kişinin kanı ancak üç şeyden biri ile helâl olur; îmândan sonra kâfir olan...; hadîsini delil ola­rak göstermektedirler. Bu hadîs, îmândan sonra küfre­den her insana şâmil olmakla öncekilerin mezhebi daha sahîhtiir.»

Zâhiriyye'den (îbn-ü Hazm) in görüşü [72]

Nassm zahirî ma'nâsına şiddetli temessükü ile ma'-ruf olan îbn-ü Hazmım, bu meselede îmam Şafiî'nin ya­nı başında yer alması kadar tabiî ne olabilir. îbn-ü Hazm da'vayı, fukahâ arasında çekişme mahalli olan kâfirin yeni bir küfre intikal etmesi açısından ele almaktadır. Çünkü müslümamn küfre intikal etmesi ve kâfirin İs­lâm'a girmesi meselelerinde ihtilâf yoktur. Bu i'tibarla etüdlerine yalmz bu açıdan başlamakta ve şöyle demek­tedir :

«...Başı boş bırakılmaz. Hattâ ondan ancak İslâm kabul edilir veya kılıç.. Yoldaşlarımız da böyle söyle­mişlerdir...».

Sonra -kendine has üslûbu ile- iki tarafın da de­lillerini serdediyor, fakat hilâfına olarak bu meselede yalnız hasmının delillerini çürütmekle yetinmiş ve ken­dinden, gerek naklî ve gerek aklî bir deiîl getirme te­şebbüsünde bulunmamıştır.

İnsan, her İki tarafın görüşlerini inceleyince zih­ninde şöyle bir soru belirebilir:

- Dînini değiştiren kimseyi öldürün; hadîsi, genel anlamını muhafaza etmekte midir? Böyle ise müslüman olan gayr-i müslimi de, dînini değiştirdiği için öldürmek gerekecektir. Fakat böyle değildir ve hadîs tahsis edil­miştir. O, dîninden dönen müslüman hakkındadır Ve çün­kü gayr-i müslimin islâmı matluptur. AHah-u Tealâ, İs­lâm'dan maada din kabul etmiyeceğini bildirerek diğer dinleri adem-i kabulde eşit kılmıştır. Ayni zamanda in­sanları iki zümreye ayırarak buyurmuştur ki:

«Müslümanları mücrimler gibi mi kılalım..»  [73]

Küfrün tek bir millet olduğu, hadîsde de varit    olmuş­tur:

.__ Küfr bîr millettir; Hâl böyle iken bir Hıristiyanın Yahûdî veya bir Yahudi'nin Hıristiyan olmasının ve Protestanın Katolik veya bir Katoliğin Protestan olma­sının müslümanları ilgilendiren tarafı nedir? [74]. Onu müslüman olmaya zorlama meselesine gelince hem lü­zumsuz bir hareket olur hem de zımmîlik andlaşmasina aykırıdır.

Hadîs, bütün tarafların ittifakı ile genel anlamında olmadığına göre yalnız müslümanlar hakkındadır. îr-tidâd hakkında varit olan diğer hadîsler de bu hususu takviye edici mâhiyettedir.

Hadis-i şerif:

- Bir miislümanin kanı ancak üç şeyden biri ile helâl olur...

Çok istişhâd edilen hadîslerden biri de şu aşağıdaki hadîstir:

Osman (K.A.) diyor Jd: «Peygamber (S.A.V.) den duydum, buyurduki:

- Müslüman kişinin kam ancak üç şeyden biri ile îıelâl olur: Evlendikten sonra zi&â eden, bunun cezası recimdir. Kasden adam öldüren, bunun cezası kısastır. Müslüman olduktan sonra irtidâd eden, bunun cezası idamdır.[75]

Belki de bu hadîsin fukâha tarafından çok istişhâd edilmesinin sebebi, üç hadde müştemil olmasıdır. Baka­lım bu hadîsin şerhinde neler var?

«Eş-Şevkânî» nin [76] görüşü:

Şevkânî, bahis konusu hadîsi muhtelif lâfızlar ile naklettikten sonra  şerhediyor.  Hadis'in  nassı  şöyledir:

Ibn-i Mes'ûd (K,A.) den rivayet edilmiştir: «Pey­gamber (S.A.V.) buyurdu

- Lâ ilahe illa-llah, Muhammö-ü rrasûl-ü İlah, di­yen müslüman bir Idşinin kanı ancak üç şeyden biri île mubah olur: evlendikten sonra zina eden, kana karşı kan (kısas), dînini terkedeııı ve cemaattan ayrdan;

Peygamber (S.A.) in Dinini terke-den) sözü, irtidâd küfrün hangi çeşidi ile olursa olsun cezasıniiî Ölüm olduğunu meydana koymaktadır. Cemaat­tan murâd, İslâm cemâatidir. Ancak şakilik, bid'at ve benzeri hâllerle islâm cemaatından ayrılmak irtidâdı mu­cip değildir. Buna her ne kadar (ayrılmak) ismi ıtlak olunursa da hadîsdeküllî ayrılmak kasdedilmiştir ki bu ancak küfr iledir. Sonra islâm cemaatından ayrılma, dinî hasletlerden birini terketmeden ileri geliyorsa, islâm'ın her hangi bir hasletini terkederek âsi olan kişinin öldü­rülmesinin caiz olmadığı üzerinde ittifak vardır. Evet şa­kilerin ve haydutların, serlerini def için öldürülmeleri, keza müslüman fertlerden birinin, canına veya malına kasdedeni öldürmesi caizdir. Fakat bunlar, bahis konu­su hadîsin sahay-i şümulüne dâhil değillerdir. Hadîs yalnız dînini terkederek cemaattan ayrılan kâfirler hak­kındadır. Başka bir     hadîsde Peygamber   (S.A.V.)  in Veya müslüman olduktan son­ra kâfir oldu) sözü, ayni zamanda   Marndan çıkar) sözü, buna delalet eder...».

«Es-San'ûm» nin [77] görüşü:

topHını) dan murâd, İslâm toplu­mudur. Bu toplumdan ayrılmak ancak irtidâd ile olur. Erkeğin kanının mubah olmasının bir sebebi de irtidâd-tır. Fukahâ (İslâm hukukçuları) bu hususta müttefik­tirler. Fakat kadın mürteddin öldürülüp öldürülmeyece­ği meselesi  üzerinde  ihtilâf  etmişlerdir...

cemaattan ayrılan)   sözünden icmâ-ı ümmet'e   (müc-tehitlerin sözbirliği)   muhalefet eden,  anlamı çıkanlabilir ve bu, «îcmâ-i ümnıet'e muhalefet eden kâfir olur» diyenler için bir delîl teşkil edebilir. Nitekim bazılarına bu yüzden, kâfir denmiştir. Oysa bu kolay bir mesele değildir.. İcmâ' meselelerine gelince, bunlara bazan te­vatür eşlik eder. Namazın farz olması gibi. Bazan da et­mez. Birinci bölümden olan meseleleri inkâr eden, icmâ'a muhalefet ettiğinden değil tevatüre muhalefet ettiği için kâfir olur. İkinci bolüm, kâfir olmayı gerektirmez. Ma'-kulatta akıldâne olduklarını iddia eden bazı felsefe bozun­tuları, hudûs-i alem (alemin sonradan yaratıldığı) me­selesinde muhalefetin, icmâ'a muhalefet kabilinden ol­duğunu zannediyorlar ve İcmâ'a muhalefet eden kâfir olmaz kaidesine dayanarak bu meselede de muhalefetin küfrü mucip olmadığım ileri sürüyorlar. Oysa bu söz, tamamen sakıttır... Çünkü hudûs-i alem, icmâ' ve teva­türün ittifakıyle sabit olmuş bir meseledir. Buna mu­halefet eden, icmâ'a muhalefet ettiğinden değil, tevatüre muhalefet ettiği için kâfir olur. Ayni zamanda bu hadîs ile istidlal edilerek, namaz kılmayan kişinin öldürülme­sinin caiz olmadığı söylenmiştir. Çünkü Peygamber (S.A.Y.), müslüman kişinin kanının mubah olmasını üç yerde toplamış bulunmaktadır.» [78]

 

4- Fıkıhda  İrtidâd   Île  Îlgîlî   Bahisler Ve Hükümler

 

Kimi Fukahâ, irtidatın ta'rifini ihmâl etmiş, belki bilindiği ve çekişme mevzuu olmadığı için buna lüzum görmemiştir. Çünkü bu meyanda fukahâ arasındaki ihti­lâf, irtidâdın kendisi üzerinde olmayıp onun tahakkuk etme şartları ve benzeri gibi hususlar üzerindedir.

Fukahâ arasından irtidâdı ta'rif edenler de olmuş­tur. Bu ta'riflerin bazıları şunlardır:

 (El-Hwreşî El-Mâlikî'nin ta'rifi [79]

«...El-Karafî'ye göre, irtidât, mükelleften İslâm'ı kesmekten ibarettir. (İbn-ü Arafe/ye göre irtidâd, şe-hâdeteyni (şehâdet kelimesinin iki tarafı) getirmek ve . hükümlerini iltizam etmek ile takarrür eden (yer­leşen) İslâm'dan sonra kâfir olmaktır. (El-Hureşî) nin kendisi de irtidâdı şöyle tarif ediyor: İrtidat, islâmı takarrür eden bir müslümanm kâfir olmasıdır. Ergine de ve ihtilaflı olarak ergin olmayana da şâmildir. îslâ-mm takarrür etmesi, ancak şahâdeteyni getirmek ve hü­kümlerini iltizâm etmek iledir. Bu kayd, şahâdeteyni getirip hükümlerini iltizâm etmeden önce dönen kimse­den ihtiraz içindir. O- yalnız te'dip edilir. Müslüman kay­dı ile de, Yahûdînin Hıristiyan olması veya Hıristiyanın Yahûdî olması gibi gayr-i müslimlerin din değiştirmele­rinden ihtiraz edilmiştir ki onların bu hareketleri ikrar olunur,»

(Alîş El-Mâlikî) nin ta'rifi  [80]

«İrtidâd,  bir müslümamn  sarih  bir  ifâde  ile veya irtidâdı gerektiren söz veya hareketle kâfir olmasıdır.»

(îbn-ü KuMma El-Haribelî) nin ta'rifi  [81]

«Mürtedd,  İslâm'dan küfre  dönen     kimseye  denir. Allah-u Tealâ.

Sizden her kim dînînden döner ve aka­binde kâfir olarak ölürse işte onların dünyâ ye âhirette amelleri geçersizdir. İşte onlar cehennem ehlidirler. Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır) buyurmuştur.

Peygamber (S.A.V.) de, . Dibihi de­ğiştiren kişiyi öldürün) buyurmaktadır...».

(îbn-ün-Neccar El-Haribelî) nin ta'rifi [82]

«Mürtedd, -Mümeyyiz de olsa- müslüman olduk­tan sonra gerek şaka ve gerek haklı zorlama ile olsun gönüllü olarak küfrü kabul eden kimseye denir...».

(Osman El-Hanbeli) nin ta'rifi [83]: Mürteddi §öyle ta'rif ediyor:     «Mürtedd,     lûgatta mürteci' ma'nâsmadır.         (Mâide 21) âyet-i kerîmesinde bu ma'nâda kullanılmıştır. Mür-teddin şer'î ma'nâsı ise, Müslüman olduktan sonra küfrü îcap ettiren bir harekette bulunan kimsedir...».

(Kalyûbî Eş-Şafiî) nin ta'rifi [84]

«İrtidâd, küfür niyeti veya küfür kavli veya fi'li ile islâm'dan kesilmektir. Küfrü gerektiren sözün §aka veya inat olması ile bir inanç eseri olması arasında fark yok­tur.»

 (El-Bâcûrî Eş-Şâfiî)'nm Ta'rifi  [85]

«irtidâd, küfür niyeti veya küfür kavli veya puta secde etmek gibi küfür fi'li ile, gerek şaka, gerek inat ve gerek inanç kabilinden olsun, islâm'dan kesilmektir.»

(Ömer Berakât Eş-Şafiî)'mn Ta'rifi [86]

«İrtidâdın lügat ma'nâsı, bir şeyden başka bir şeye rucu' etmektir. Şer'î ma'nâsı ise, talâkı sahih olan kişi­nin kesin niyet, söz veya fiil neticesi kâfir olmasına de­nir.»

(Semerkandi El-Hanefî)1 nin Ta'rifi   [87] «irtidâd, îmândan rucu etmekten ibarettir.»

(îbn-ü Teymiye)'nm Ta'rifi   [88]

Mürteddi şöyle ta'rif ediyor: «Müslüman olduktan sonra küfrü kabul edene denir. Allah'a, şirk koşan veya rubûbîyetinİ inkâr eden veya sıfatlarından birini tanı­mayan, kitaplarından veya peygamberlerinden birine inanmayan veya Allah'a, söven kâfir olur...».

(Et-Tûsî El-îmamî)'nln Ta'rifi   [89]

Et-Tusl, Eb-û Ca'fer'in mürtedd hakkındaki ta'rifini nakletmekte    ve şöyle    demektedir:   «Muhammed-übn'ü

Müslim'den rivayet edilmiştir. Diyor ki: Ebû Ga'fer'e mürtedd kimdir diye sordum. Dedi ki: Müslüman olduk­tan sonra islâm'dan yüzçeviren ve Peygamber (A.S.V.)'e indirilene inanmayandır...».

(ffl-Meraği)'nm Ta'rifi [90]

«İrtidâdın ma'nâsı, islâm dîninden rııcû' «ıraaaam um umi, etmektir

trtidâdın rüknü, îmândan sonra el-iyazübillah küfür ke­limesini dile almaktır.»

Bu ta'riflerin en ekmeli, Şafiî mezhebinden Kalyubî'-nin ta'rifidir. Çünkü o, irtidâdı bütün yönleri ve nevi'le-ri ile.tanıtmıştır. [91]

 

İRTİDADIN ŞARTLARI

 

Müslümanın mürtedd olması, kendisinde bazı şart­ların tahakkuk etmesine bağlıdır. Bunlar. büîûğ (ergin-ii), akıî ve ihtiyar (serbest irâde) dir. [92] ileride bu şart­ları birer birer tartışacağız. [93]

 

Birinci  Bahis: Erginlik

 

îslâm hukukçuları, erginlik bahsinde çocuğun irtidâ-dmdan ve ayni zamanda İslâmlığından söz etmektedirler. Zîrâ islâm ile irtidâd arasında belli bir miilâzemet olduğu gibi, îslâm sebkat etmemiş irtidâd tasavvur edilemez, O hâlde biz de sabinin islâramdan söze başlıya hm. [94]

 

1- Sabinin İslamlıgı

 

Haııfoelî mezhebinden îbn-ü Kudâme [95], sabinin is­lâmlığı konusunda şöyle diyor: «... Sözün özeti, sabinin is­lâmlığı umumiyetle sahihtir. Ebû Hanîfe, İmameyn -Ebu Yusuf ve Muhammed- [96], tsha~k, îbn-ü Ebi Şeybe ve Ebu Eyyup sahih olduğunu söylemişlerdir. Şafiî [97] ve Züfer, bulûğa erinceye kadar sabinin İslâmlığının sa­hîh olmadığını ileri sürmektedirler. Çünkü Peygamber (S.A.V.)   - Kalem, üç kişiden kaldırılmışta-: Sabiden, bülûga erinceye kadar... buyurmuştur. Hadîs hasendir. Çünkü îslâm, kendisi ile hüküm sabit olan bir ikrar olduğundan, sabinin hibesi sahîh olmadığı gibi islâmı da sâhîh de­ğildir. Çünkü o, kalemin kaldırıldığı üç kişiden biridir. Delilinin ve uykuda, «Müslüman oldum» diye sayıklayanın islâmlığı sahîh olmadığı gibi onun da islâmlığı sahîh ol­maz. Çünkü o, mükellef olmadığından, sinn-i temyizin dû-nunde olan küçük çocuğa benzer.»

«Bizim delilimiz Peygamber (Ş.A.V.) in,

- Lâ Uâhe illa-llah diyen cennete girer: ve:

- Müşriklere karşı savaşmakla emrolundum, tâ ki «lâ ilahe illallah» diyeler. Bunu söyledikleri zaman can­larını ve mallarını elmıden kurtarırlar, ancak hakkı ile -mutalebe edilirler- ve hesabları Allah'a havale edilir; sözlerinin genel anlamlarıdır.   Yine Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:

- Her çocuk fıtrat üzere doğar ve akabinde anr.e ve babası onu yahûdîleşürir veya hıristiyanlaştırırlar. Neticede lisanı,, ya mü'min veya kâfir olarak onöasi Iıa-ber verir; Sabî, bu hadîslerin genel anlamına dâhildir. Ve çünkü İslâm, ibâdet-i mahza (sırf ibâdet) olduğundan, müemeyyiz olan çocuğun namazı sahih olduğu gibi islâmlı­ğı da sahîhdir. Çünkü Allah, kullarını Dar-us'Selâma da'vet etmekte ve icabet etmeyenleri ateş ve acıklı bir azâb ile tehdit etmektedir. Hâl böyle iken Allah'ın da'vetine icabet etmek ve tarîk-ı Hakk'a sülük etmek isteyen ço­cuğa mâni olmak, Allah'ın ateşinden ve azabından kur­tulmak istediği halde onu azaba bağlamak ve ateşe mah­kûm etmek caiz değildir. Çünkü bizim zikrettiğimiz hu­sus (çocuğun islâmlığının sahîh olduğu) icmâ'a dayanmak­tadır. Nitekim Mz. Ali (Kerremellahü Veçhen), çocuk­ken nrüslüman oldu.. Urve (Iİ.A.) diyor ki:

«Ali ve Zübeyr, Sekiz yaşında müslüman oldular. Siîbeyr'in oğlu, Yedi veya Sekrâ yaşında Peygamber (S.A.V.)'e bey'at etü. Peygamber (S.A.V.) ise, küçük ve büyüklerden kimsenin imânını reddetmiş değildir.»

Peygamber     (S.A.V.)'in    = Kalem üç kişiden kaldırıldı: Çocuktan, ihtîlam olunca­ya kadar...) hadîsine gelince; bu hadîsde onlar için hüccet yoktur. Zîrâ hadîs, çocuğun aleyhin­de olan durumlarda kalemin işlemiyeceğini ikti­zâ    etmektedir.    Oysa    islâm,    onun    aleyhinde    değil lehindedir. Dünyâ ve âhiret saadeti İslâm iledir.    Keza sahibinin, üzerine farz olmadığı hâlde kıldığı namaz ve diğer mahza ibâdetler sahîh olduğu gibi islâmı da sahih­tir.  Gerçi   malında  zekât ve müslüman     akrabası  için nafaka lâzım gelir,  kâfir  akrabasının mirasından mah­rum olur ve nikâhı feshedilir. Zekâta gelince;  sevabın­dan maada malının artması ve nemâdar olmasına vesîle olduğundan çocuğa menfaattir.  Miras ve nafaka mese­lelerine  gelince  bunlar   hayâl   çeşidinden   şeyler   olmak­la beraber,  müslüman  akrabalarından  miras   alması ve kâfir akrabaları için nafakanın düşmesi ile telâfi edilir. Sonra bu zarar, dünyâ ve  âhiret mutluluğunu elde et­mesi, iki cihanın kutsuzluğu ve cehennem azabının son­suzluğundan kurtulması yanında     sönük ve  silik kalır. Böylece yediği yemek  sebebiyle malında hâsıl olan  za­rar ve bu uğurda bedenen, harcadığı enerji derecesine in­dirilir ki, devam ve bekası için gerekli olan şeyi yapmak zarar sayılmaz.  Meselemizde  elde  edeceği  menfaat,  ha­sıl olacak zarardan kat kat üstündür.»

«Mesele aydınlatılmış oldu ise El-Harakî, sabinin isiâmınm sahih olması için iki şart koşmaktadır:

A- On yaşını doldurmuş olması. Çünkü Peygam­ber (S.A.V), on yaşını dolduran çocuğun namaz için dö­vülmesini emrediyor.

B- İslâm dînini anlamış olması [98]. Ya'ni Rabbinin Allaİı olduğunu, şeriki olmadığını ve Muhammeâ (S.A.V.) in onun kulu ve Resulü olduğunu bilmesi. Bu şartın ge­rekli olduğunda ihtilâf yoktur. Çünkü mümeyyiz olma­yan çocuktan İslâm inancı tahakkuk etmez. Onun sözü ancak laklaka (boş ve ma'nâsız lakırdı) dan ibarettir. Çocuğun On yaşını doldurmuş olması şartına gelince; is-lâmmın sahîh olduğunu söyleyenlerin çoğu, İbn-ü Mün-sit'iıi îmam Ahmed'den rivayet ettiğine göre ne bu şartı koşmuş ne de bir yaş haddi tayin etmiştir. Bunlara göre, maksûd ne zaman hâsıl olursa fazlasına ihtiyaç yoktur. îmam Ahmed'den gelen diğer bir rivayete göre, çocuk Yedi yaşını doldurmuş ise islâmlığı İslâmlık'dır.    Çünkü Peygamber   (S.A.V.)  

- Yedi senelik (Yedi yaşını doldurmuş) çocuklara -namaz kılmayı emredin: buyurmuştur. Böyîece çocuğun ibâdetlerinin sahîh olması için bir yaş haddi koyulmuş­tur. Bu hadd, islâmlığının sahîh olması için de geçerli olur. İbn-ü Ebi Şeyhe, Beş yaşındaki çocuğun İsiâmınm sahîh olduğunu söylemektedir. Belki Uz. Ali (K.A.)'m Beş ya­şında müslüman olduğu kanâatindedir. Çünkü onun, El-lisekiz yaşında irtihal ettiği de rivayet edilmiştir. Bu' takdirde Beş yaşında iken müslüman olmuştur...»

«Ebu Eyyub diyor ki: Üç yaşındaki çocuğun islâmlığı tecviz edilmiştir. Küçüklerden veya büyüklerden gerçeğe ternâs edenleri biz de tecviz ederiz. Oysa bu yaş­taki sabi İslâm'ı anlayamaz, ne söylediğini bilmez ve sözü ile hüküm sabit olmaz; Fakat müslüman olduğunu söyler de sözleri ve hareketleri İslâm'ı tanıdığını ve onu fehmettiğini gösterirse, başkaları gibi onun-da islâmı sahîhdir. AHah-u A'lem.»

îbn-ü Kudâme'nin mufassal olarak takdim ettiği bahis budur. Hanefî mezhebinden Es-SeraJısî bu görüş­leri tartışmakta, bazı ilâveler yapmakta ve ta'lil etmektedir. Onun önemli görüşlerini özetleyeceğim. Fazla ma'lûmat isteyenler, Serahsînin Mebsuttaki kelamının tamamını mutalea edebilirler [99]

Es-Serahsî'ye   göre mümeyyiz olan çocuğun bulûğ­dan önce islâmlığı, kıyasen değilse de istihsânen sahihtir.

Çünkü Peygamber   (S.A.V.), - lisanı, ya mü'min veya kâfir olacak ondan haber verinceye kadar) buyurmuştur. Onun lisanı, burada mü'min olduğunu belirtmiştir. Artık kâfir kılın­maz Ali (R,A.), çocukluğunda müslürnan oldu. Çocuk, İs­lâm için ehildir, islâm dünyâ ve âhirette sırf menfaat olduğundan (kazanmanın ve ebedî saadetin yegâne sebebi olduğundan) çocuk ile İslâm arasına girihnemesi gerekir. [100]

 

Çocuğun İslamlığını Sahih Bulmayanlar

 

Geçen bahisde îbn-ü Kudâme3 İmam §â/iî'mn vg Hanefiîerden Züfer'in, çocuğun islâmlığını sahîh bulma­dıklarını (doğrulamadıklarını) belirterek onların bazı delillerini zikretti. Serâfısî de [101], bu meyanda ayrıca bir takım hüccetler zikrediyor. Bunları da kaleme al makta fayda mülâhaza    etmekteyim.  Serahsî diyor ki:

«... Çocuğun islâmlığı, dünyâ hükümleri bakımından kıyâsen sahîh değildir. Züfer ve İmam Şafiî'nin kavlidir

  1. Çünkü Peygamber (S.A.V.),

- Üc kişiden kalem kaldırılmıştır.

Çocuktan, ilıtilanı oluncaya kadar...» buyurmuştur. Dün­yevî hükümler, kalemi kaldırılmış olan kişinin sözü üze­rine bina' edilmez. Çocuk, sinn-i bulûğa ermedikçe mu­hatap değildir. Telkin edilen şeyi anlamadan tekrar ede­ne benzer ki islâmmın sahîh olduğuna hüküm verilmez. Meselenin tahriri birkaç yöndendir:

1- Bulûğdan Önce çocuğun aklı mu'teber değil-' dir. Din ve vatan meselelerinde gayr-i âkil derecesinde başkasına tâbidir. Şöyle ki ebeveyninden bîri müslüman olsa, kendisi küfrü mu'tekid olsa bile islâmma hüküm ve­rilir. Böylece çocuğun öz inanç ve bilgisi, sabit olan bir şeyin (küfrünün) devamın da mu'teber olmadığı hâlde mevcud olmayan bir hususu (islâmlığını) isbât için nasıl mu'teber olur? Onun bir hükümde asıl olması ile bizati­hi tâbi olması arasında zıddiyet tarikiyle mugayeret vardır.

2- Çocuğun îslâmda müstakil bir varlık olduğu­nu söylemek imkânsız olduğuna göre, onun kendi başına islâmlığı sahîh olsa, müslümanlığın onun hakkında farz olması ve farz olması zaruretinden çocuğun muhatap (mükellef) olması gerekir. Oysa çocuk, ittifakla muha­tap değildir. O halde sahîh kılınması farz olmayınca as­len de sahîh olmaz. Şâir ibâdetler böyle değildir. Onlar, farziyet ile nefil arasında gidip gelmektedir. Velisine tâ­bi' olarak müslüman kılınması da başkadır. Çünkü asılda farsiyet sıfatı, tâbi'de itibarını gerektirmez. Lisan ile ikrar ve kalb ile i'tikad meselesinde olduğu gibi. Ve çün­kü çocuğun aklının buîûğden önce itibarı, ona ihtiyaç zarureti içindir. Bu ise, başkası tarafından çocuk için tahsili mümkün olmayan şeylere mahsustur. Ama baş­kası tarafından onun için tahsili mümkün olan işlerde, onun aklının itibarına ihtiyaç olmadığından mu'teber değildir. Bunun delîli, çocuk   âkil olduktan sonra İslâm'ı vasfedemese karısı İle kendisi arasında beyııûnet vâki olmaz. Dinde aklı mu'teber olsaydı, nitelendirmeyi be­ceremediği takdirde beynûnet lâzım gelirdi. Bulûğden sonra olduğu gibi. Çünkü İslâm'ın dünyevî hüküm­leri onun kavli üzere raebnîdir. Kavli İse ya ikrar veya şehâdettir ki şâir ikrar ve şehâdetler gibi ona şer'in hük­mü taallûk etmez. Ama kendi ile rabbi arasında söyle­diğine inancı varsa, âhiret ahkâmı bakımından müslü-man olduğunu teslim ederiz.,.».

Serahsî   [102]'nin kendisi bu delilleri tartışmakta ve şöyle     demektedir:      «Bizim     hüccetimiz,     Peygamber (S.A.V.)'m .     - Lisanı, ya mü'min veya kâfir oiarak ondan haber ve­rinceye kadar) hadîsidir. Burada mü'min olduğunu belirtmiştir M artık onu kâfir kılanlayız Hz. Ali (K.V.), gocuk iken müslüman oldu ve islâmlığı güzeldi.. Sonra çocuk, peygamberlik için ehil olduğuna göre tslâm için de Biz ehildir. Cebnâb-ı Hak, mü -peygamberliği- çocuk ikesı verdik) [103] buyurmuş­tur. Bundan çocuğun İslâm için ehil olduğu, ister iste­mez anlaşılmaktadır. Sonra bir husus gerçekten var ol­duktan sonra onun i'tibardan düşmesi ya Şeriatce hacir sebebiyledir ki, bunun burada yeri yoktur. Çünkü bütün insanlar İslâm'a da'vet edilmişlerdir. İslâm'dan hacir ise küfürdür. Ya da çocuğun aleyhinde olacağı düşünülerek islâmmın sahîh olduğuna hüküm verilmez. Bu da İslâm dini hakkında vârid değildir. Sîrâ İslâm, kazanmanın ve ebedî saadetin yegâne sebebi olduğundan dünyâ ve âhirette sahibine sırf menfaattir. Kâfir olan müverrisînin mirasından mahrum olmasının ve kâfire karısının beynunetinin sebeb ve illetini, çocuğun müslüman olma­sına değil, onların habasetine atfetmek gerekir. Başka­sına tâbi kılındığında da bu hükmün sabit olduğu gö­rülmektedir. Tebaiyet meselesine gelince bu, zarar şa­ibesinin karışmadığı mahza menfaat olan hususlarda geçerlidir. Bu yüzden çocuğun, anne ve babasından biri müslüman olursa ona tâbi' kılınması, ancak kendisine menfaat te'mini içindir... Tebaiyet ve asalet ma'nâları-nın 'arasını birleştirmek, ancak aralarında tezadlık olur­sa mümkün değildir. Fakat biri diğerini takviye edici mâhiyette ise bu birleşim doğrudur... Ebebeyninden bi­rinin müslüman olması yanında çocuğun öz inancının mu'teber olmaması, çocuğun menfaati îcâbı olduğundan, anne ve babası kâfir iken müslüman olan çocuğun inan­cının mu'teber olması da menfaati icâbıdır. Şu kadar var ki çocuk, edâ ile muhatap değildir. Bu da, edadan im­tina1 ettiği takdirde güçlükle karşılaşmasını önlemek içindir... Nitekim seferi olan kimse, Cuma namazını kıl­makla mükellef değildir. Fakat kılarsa farz yerine ge­çer...»,

Geçen görüşlerin muvâzenesinden anlaşılacağı vec-hîle sabinin islâmlığı sahihtir. Onun için bir yaş haddi ta'-yin etmek gereksizdir. Çünkü çocuklar anlayış, zekâ ve bilgi bakımından eşit seviyede değillerdir. Böylece küçü­ğün İslâm'ı vasıflandırması, kendisinde telkin olmayan gerçek anlayışa dayanıyorsa, islâmlığın kabul edilmesine engel olacak mâni' nedir? Peygamber (S.A.V.)'in, küçük veya büyük hiç kimsenin islâmlığı reddetmediğini öğren­miş bulunmaktayız. Bu yüzden çocuğun uğraması muh­temel olan zararlara gelince bunlar, islâmlığı üzerine te­rettüp eden dünyâ ve âhiret menfaatleri ile kaabili kı­yas  değildir. [104]

 

2- Sabî'nin Îrtîdadı

 

Sabinin kendi başına veya anne ve babasına tâbi' olarak islâmından uzunca bahsettik. Çocuk, bülûğden önce irtidâd ederse onun irtidâdı mu'teber midir, değil midir? Mu'teber ise küçükken Öldürülür mü, yoksa er­ginlik çağma erinceye kadar bekletilir mi? İslâm hukuk­çuları, sabinin islâmlığı bahsinde, kabul edenler ve etme­yenler olarak ikiye ayrıldıkları gibi burada da ikiye ay­rılmışlardır. Bir kısmı da, ileride geleceği gibi çocuğun islâmlığını kabul ve irtidâdmı reddetmiştir. [105]

 

Sabî'nin Îrtidadını Doğrulayanlar

 

Muhammed B. Abdurrahman [106]  diyor ki: «... Mü­meyyiz olan sabinin irtidâdı sahîh midir, değil    inidir? îmam Ebû Ranîfe, evet sahihtir diyor   [107]. îmam Mâ-Zifc'in mezhebinden zahir rivayet ve    îmam Ahmed'&en [108] meşhur olan kavil de budur, imam Şafiî [109], çocu­ğun irtidâdınm sahîh olmadığına kaail olmuştur. Bu an­lamda bir rivayet de îmam Ahmed'âen [110] yapılmıştır..». Hanbelî mezhebinden îbn-ü Kudâme [111], bu meyan-da şöyle diyor:   «...Sabi müslüman     olduğunda ve  biz onun aklına ve delillerine dayanarak islâmlığının sahîh ol­duğuna hüküm verdiğimizde döner de ne söylediğimi bilmiyorum derse, sözü makbul değildir ve önceki islâmlığı bâtıl olmaz. îmam Ahmed'den, sözü kabul edilir ve İs­lâm'a zorlanmaz dediği rivayet edilmektedir. Ebu Be­kir [112] de, îmam Ahmed'in sözüne ihtimâl vermekte ve şöyle demektedir: Sabi, eksiklik şübhesi içinde olduğun­dan doğru söylemiş olması mümkündür. Oysa amel, birinci kavil üzeredir. Çünkü sabinin islâmlığı anlayıp kavrama­sı, râşitler gibi davranıp onlar gibi konuşması ile sabit olmuştur. Onun aklının derecesini ölçmek ancak bununla kaabildir. Nitekim bülûğden sonra onun râşitliğine, fiil ve hareketlerine bakarak hüküm vermekteyiz. Delinin deliliğini ve akıllının akıllılığım, her birinden saadır olan fiil, söz ve durumlara göre tanıyoruz. Bildiğimiz ve kanâat getirdiğimiz bir husus, onun yalın iddiası ile zail olmaz. Böylece her kim, İslâm'ı telâffuz ettikten ve­ya kendisini müslüman olarak tanıttıktan sonra, bilerek söylediğini inkâr ederse, inkârı kabul değildir ve mür-tedd sayılır. îmam Ahmed, bunu bir kaç yerde kesin* likle belirtmiştir.»

«Mesele aydınlatılmış oldu İse, irtidâdd eden sabi­nin irtidâdı sahihtir. îmam Ebû Hanife'nin kavli ve îmam Mâlik'in mezhebinden zahir rivayet budur. îmam Şâfi'nin indinde sabinin islâmlığı da irtidâdı da sahîh de­ğildir. İmam Ahmed, bir rivayete göre, islâmlığının sahîh olduğunu, fakat irtidâdınm sahîh olmadığını söylemiş­tir. Çünkü Peygamber (S.A.V.),   

Kalem üç kişiden    kaldırılmıştır:

Çocuktan, ihtilâm oluncaya kadar...) buyurmuştur. Bu, çocuğun Üzerine günah nâmına bir şey yazılmamasını iktizâ eder. Çocuğun irtidâdı sahîh olsa, elbet onun üze­rine yazılacaktır. İslâm ise sabinin aleyhinde değil lehin­de yazılmaktadır. Sonra irtidâd, katli mucip olan bir me­seledir. Sabinin hakkında zinanın hükmü sabit olmadığı gibi irtidâdın hükmü de sabit olmaz. İslâmlığının sahil; olması ise, İslâm'ın onun hakkında sırf menfaat olduğun­dan ileri gelmektedir. İrtidâd ise, sırf mazarrat ve mef-sedettir. Bu yüzden sabinin irtidâdmm sahîh olması lâ­zım gelmez. Böylece irtidâd eden sabi, irtidât etmemiş kimse hükmündedir. Bulûğa erdikten sonra küfrü üze­rinde İsrar ederse işte o zaman mürtedd sayılır.» [113]

 

Sabinin" İrtîdâbınî Doğrulamayanlar

 

Haaefî mezhebinden Serahsî [114] diyor ki: «Mümey­yiz olan çocuk irtidâd ederse, Ebû Yusuf, irtidâdmm sa­hîh olmadığını söylüyor. Bu, îmam Ebû Hanîfe'den bir rivayettir ve aynı zamanda kıyastır. Çünkü irtidâd, çocuğa zarar verir. Oysa çocuğun bilgisi ve aklı, ancak kendine faydalı olan yerde mu'teber ve zarar veren yer­de mu'teber değildir. Nitekim hibeyi kabul etmesi sahîh ve reddetmesi ise bâtıldır..»

Şafiî mezhebinden tbn-ü Hübeyre diyor ki [115] «Mümeyyiz olan çocuğun irtidâdmm sahîh olup olmadı­ğı üzerinde ihtilâf edildi. Sahîh olduğunu söyleyenler ol­du, îmam Şafiî, sahîh değildir dedi. îmam Ahmed'den de böylece rivayet edildi.»

Hanbelîler'e gelince; onlar, dava hakkında müte-addid    görüşlere    ayrılmışlardır. BaJU, mezhebinin    gÖrüşlerini [116] şöyle kaydediyor: «...bunlardan biri de ço-. cuğun islâmı ve irtidâdı meselesidir. Zahir mezhebe gö­re sabinin islâmlığı da, irtidâdı da sahihtir. İmam Ahmeâf-den, ikisinin de sahîh olmadığı rivayet edilmiştir. Diğer bir rivayete göre islâmlığı sahîh fakat irtidâdı sahîh değil­dir.»

Zeydiye mezhebi de bu konuda birden fazla görüşe sahiptir. (El-Bahr-uz-Zahhar) müellifi [117] diyor ki: «Ebû Talip, Şafiî ve Züfer'e göre kuvvetli olan, sabinin islâmmm ve irtidâdmm sahîh olmamasıdır. Peygamber

(S.A.V.) kalem üç kişiden kaldı­rılmıştır...) buyurmuştur. îmam Ebû Hanîfe ve Muham-med El-Bettî'ye göre, islâmlığı da irtidâdı da sahihtir. Fa­kat bulûğdan Önce aklının kemâle ermesi mümkün ol­duğundan, bulûğa erinceye kadar öldürülmez. Ebül-Ab-bas ve Ebu Yusuf'a, göre, islâmlığı sahîh, fakat irtidâdı sahih değildir. Nitekim Peygamber (S.A.V.), Ali (K.V.) nin bülûğden önce islâmlığına hüküm vermiştir. Fakat Ebû Talip, Ebül-Abbas'm tahricini zayıf bulmuş ve ha­dise dayanarak sabinin islâmımn ve irtidâdmm sahih olmadığını söyleyen Hâdi'nin görüşünü doğrulamıştır.

îmam Yahya diyor ki: Sabinin islâmlığı ve irtidâdı dînen (akide olarak) sahîh ise de ger'an (kanun naza­rında) sahîh değildir. Fakat müslüman olan sabi ile kâ­fir olan ebeveyni arasında girilerek onu azdırmalarına engel olunur.» [118]

 

Mürtedd Bülûğden Önce Öldürülmez  

 

Sabinin irtidâdının sahîh olduğuna kaail olan fakîh-ler [119] onun bülûğden önce öldürülmeyeceği üzerinde mutabık kalmışlardır. Hanbelî mezhebinden îbn-ü Kudâ-me [120] bu konu hakkında şöyle demektedir.

«...Bulûğa erinceye ve bulûğunun üzerinden üç gün geçinceye kadar Öldürülmez. Eğer küfrü üzere sebat ederse o zaman öldürülür.

Konuyu şöylece Özetleyebiliriz: Sabi, irtidâdı sahîh olsa da olmasa da öldürülmez. Çünkü sabinin fi'li üzeri­ne ceza terettüp etmemektedir. Nitekim zina ve hırsızlık gibi haddi mucip olan hükümlerin çocuğa taallûku yok­tur. Sabi, kısas yoluyla da öldürülmez. Ancak sinn-i bulûğa vardığında irtidâdı üzere sebat ederse, irtidâ-dının hükmü o zaman sabit olur ve üç gün müddetle töv­beye da'vet edilir. Tövbe etmediği takdirde Öldürülür, îster bülûğden önce mürtedd olduğu söylensin ister söy­lenmesin, îster esas dîni İslâm olduğu halde irtidâd et­sin, ister kâfirken çocukluğunda müslüman olup aka­binde irtidâd etmiş olsun hepsi birdir.»

imam Şafiî [121] bülûğden önce veya sonra irtîdât eden sabinin öldürülmesine hüküm veriyor ve diyor ki: «Bülûğden önce -mümeyyiz de olsa- mü'min olduğunu ikrar eden, sonra bülûğden önce veya sonra irtidâd eden sonra da bülûğden sonra tövbe etmeyen kimse öl­dürülmez. Çünkü onun îmânı, erginlik çağında vuku' bulmamıştır. Ancak ona îmân etmesi emrolunur ve bu uğurda Öldürülmeksizin baskı yapılır...».

Bilindiği üzere İmam Şâ/iî'nin görüşü şudur: mü­meyyiz olan çocuğun bülûğden önce islâmlığı da, irtidâdı da sahîh değildir. Sabi, bülûğden önce irtidâd ederse onun irtidâdını kabul etmediği aşikârdır. Çünkü islâm sebkat etmemiş irtidâd olmaz. Şafiî'nin nazarında bura­da îslâm sebkat etmemiştir ve irtidâd yoktur. Fakat işkâl, bülûğden sonra irtidâd eden kimsededir. Neden irtidâdını kabul etmemiştir Bülûğden sonraki irtidâ­dını, büiûğden önceki islâmına atfettiği için mi? Oysa kendisi bülûğden önce İslâmlığın sahîh olmadığına kaail-dir [122]

Bunu kabul edilmiş farzedelim. Fakat müslüman olarak baliğ olan ve bir müddet sonra irtidât eden kimse hakkında ne buyuruluyor? Bulûğdan sonraki ve irtidâda kadar uzanan müddet zarfından müslüman ola­rak kalmış olması doğru değil midir? O hâlde irtidâdını kabul etmesi lâzım gelir [123]

Mümeyyiz olan sabinin islâmlığını tercih ediyoruz, çünkü Peygamber (S.A.V.), kimsenin îmânını reddetme­miş ve çünkü İslâm, insan oğlu için hayır, bereket ve mutluluktur. Ama sabi, müslüman olduktan sonra dö­ner de irtidât ederse -hukukçularımızın söyledikleri gi­bi- bekletilir ve şübhelerinin izâlesine çalışılır. Çünkü sabi, hüküm giyenlerden değildir. [124]

 

İkinci  Bahis: Akıl

 

Akıl, teklifin sebeî) ve vesilesidir. Aklı olmayan ki­şi mükellef değildir. «Verdiğini alınca vacip kıldığını dü­şürür» sösü bu gerçeğin ifadesidir. İnsanın kesbi, akıl ve irâdesine dayanır. Şayet akimi -meselâ delirmek su­retiyle- tamamen kaybederse, o zaman kesb de yoktur, hesap da. Fakat sarhoş edici veya uyuşturucu bir mad­de tenavül etmek suretiyle aklını kısmen kaybeden kim­se, sorguya çekilir mi? yoksa çekilmez mi? Delilik veya sarhoşluğu sırasında irtidâd ederse, bu irtidâdm neti­cesi nedir? [125]

 

1- Delinin İrtidadı

 

Delinin ve deli hükmünde olan her şahsın islâmlığı da irtidâdı da salıîh değildir [126]. Ancak islâmî hüküm­lerin mef'ulü, onun hakkında sâri olarak kalır. îmam Şafiî [127] bu meyanda şöyle diyor:

«içkili olmamak şartı ile, aklına mağlûp olarak ir-tidâd ederse, îmam tarafından hapsedilmez. O durumda ölmüş olsa, mirası müslüman vârislerine kalır. Çünkü irtidâdı, kaleminin kaldırıldığı bir durumda vuku' bul­muştur,.. Ayık olarak [128] irtidâd ettikten sonra bayıl-sa veya birsama (hayalî hislere) kapılsa veya aklını oy-natsa, tekrar ayılıncaya kadar öldürülmez ve akabinde tövbeye da'vet edilir, gayet aklı başında olarak tövbe etmekten kaçınırsa öldürülür. Aklı kaçık durumda töv-besiz Ölürse bütün malı devlet hazinesine intikal eder.»

Makdîsi [129], İrtidâd eden deliyi Öldüren kaatildir ve hakkında kısas lâzım gelir diyor: «Deliliği sırasında irtidâd eden deliyi Öldüren kaatüin cezası kısastır...». Makdîsî, delinin irtidâdını mu'teber saymadığından, onun kaatiline, bir müslümanı Öldürmüş gibi ceza kesmekte­dir. Müslümanı öldürenin cezası ise, kısas yoluyla öl­dürülmektir.

Kimi vakit deli ve kimi vakit aklı başında olan kişi hakkında hüküm nedir? Buna Hanefî mezhebinden Kâ-şânî [130] cevap veriyor ve diyor ki: «Kimi vakit deli ve ki­mi vakit aklı başında olan kişi, deliliği sırasında irtidâd ederse, irtidâdı sahîh değildir. Fakat aklı başında olduğu sırada irtidâd ederse, sahihtir. Bunun nedeni, dönme de­linin iki durumdan birinde bulunup diğerinde bulunma­masıdır...» [131]

 

2- Sarhoşun Îrtîdadı

 

Sarhoş edici bir maddeden içen ve sonra irtidâd eden kimsenin irtidâdı, hiç içmeyen gibi sahîh midir? Yoksa kuvâ-yi akliyesi muattal olmuş, ayılıncaya kadar sözlerinin itibarı olmayan ve ayılınca ya Islâm'ın'a döner ve mesele halledilir veya irtidâdı ihtiyar eder ve hak­kında irtidâdm hükümleri uygulanır kimse olarak mı kabul edilmelidir?

Hanbelî mezhebinden îbn-ü Kudüme, meseleyi tar­tışmakta ve şöyle demektedir [132]

«Sarhoş olarak irtidâd eden kimse, ayılıncaya ve ir-tidâdınm üzerinden tam üç gün geçinceye kadar öldü­rülmez. İrtidâdı sırasında ölürse, kâfir olarak öldüğüne hüküm verilir.» îmam Ahmed'den [133] rivayetler muhte­liftir. Bir rivayette, sarhoşun irtidâdımn sahîh olduğu belirtilmektedir. Ebül-Hattab diyor ki: iki rivayetten en zahir rivayet budur. Ayni zamanda bu, İmam Şafiî'­nin [134] mezhebidir. îmam Ahmed'den diğer bir rivayete göre [135], sahîh değildir. Ebû Hanîfe de [136] sahih olma­dığına kaail olmuştur. Çünkü irtidâd,  kasıt ve  itikada taalluk eden bir meseledir. Oysa sarhoşun, bunamışlar gibi akdi de kasdi de sahîh değildir. Çünkü sarhoş, aklı zail olmuş kişidir. Uyku içinde irtidâd eden kimseye ben­zer ki irtidâdı sahîh değildir. Çünkü sarhoş, gayr-i mü­kelleftir. Deliler gibi onun da irtidâdı sahîh olmaz. Gayr-i mükellef olduğunun sebebi ise, akıl teklifte şart­tır. Bu şart, sarhoşda tahakkuk etmediğinden mürtedd olmaz ve tövbeye çağırılması gerekmez.

Bizim delilimiz, Sahabe (R. Anhiim) iftira mazan-nasını (şübhesini) iftira yerine ikame ederek, sarhoş hakkında müfterinin haddini vacip kılmışlar ve demiş­lerdir ki:    

= Sarhoş olunca saçmalar ve saçmalayınca iftira eder. Siz de onu, müfterinin haddi ile nadlandırın.) Ve nitekim sarhoşun talâkı sahihtir. Ayık kimse gibi irtidâdı da sahîh olur. Mükellef değildir sözünü kabul etmeyiz. Namaz ve İslâm'ın sair rükünleri sarhoşun üzerine farzdır ve ha­ram olan şeyleri irtikâp etmekle günahkâr olur. Bizce teklifin anlamı budur. Sarhoşluk ise onun akimi tama­men izâle etmez. Mahzurlu şeylerden korunur. Sevindi­rici hâllerde sevinir ve can sıkıcı hallerde bozulur. Sar­hoşluğu da uzun sürmez. Bu yüzden uyuklayan ve pi­nekleyen kişiye benzer. Uyuyan ile deliren böyle değil­dir. Fakat aklının tamamen avdet etmesi, söylenenleri anlayabilmesi ve şübhelerinin izâle edilmesi için tövbeye Çağrılması ayıklık zamanına kadar geciktirilir, gayet küf­rü mu'tekit olarak söylemiş ise. Nitekim çok susama ve çok acıkma durumlarında da tövbeye çağrılması, susuz­luğunun ve açlığın giderilmesinden sonraya bırakılır. Çocuk ise, sinn-i bulûğa erinceye ve aklı olgunlaşincaya kadar geciktirilir. Çünkü öldürmek, zecir içindir. Sarhoş­luğu anında öldürülmesiyle zecir hâsıl olmaz. Keza sarhoş iken onu öldüren kaatil, kanını tazmin etmez. Zîrâ onun, irtidâd sebebiyle ismeti zail olmuştur.

Ölür veya Öldürülürse vârislerine miras düşmez. îr-tidâdının üzerinden üç gün geçmeden de öldürülmez. Şa­yet sarhoşluğu üç günden fazla sürerse, kendine gelin­ceye kadar öldürülmez ve kendine geldikten sonra töv­beye çağrılır. Tövbe ederse bırakılır Etmez ise bekletil­meden öldürülür. Sarhoşluğu sırasında müslüman olanın islâmlığı sahihtir. Ancak ayıldıktan sonra ona sorulur. İs­lâmlığı üzere sebat ederse, kabul ettiği andan i'tibâren müslümandir. Küfrederse, o andan itibaren kâfir sayılır. Çünkü islâmlığı sahîhdi ve sadece istihzar kabilinden so­rulmuştu. Sarhoş olarak müslüman olduktan sonra ölürse, müslüman olarak öldüğüne hüküm verilir. Sarhoşun, ge­rek aslen kâfir olsun ve gerek mürtedd olsun, sarhoş iken islâmlığı sahihtir. Çünkü sırf mazarrat ve bâtıl sÖ2 olmasına rağmen irtidâdı sahîh olursa, sırf menfaat ve hak söz olan islâmlığının öncelikle sahîh olması gerektir, gayet «ne söylediğimi bilmiyorum» diyerek islâmmdan dönerse, sözüne iltifat edilmez ve İslâm'a zorlanır. Eğer müslüman  olursa  bırakılır,   olmazsa   öldürülür...».

Sözü, Hanefî mezhebinden Serâhsî'ye [137] bıra­kalım. Sarhoşun irtidâdmın sahîh olmadığına dâir görü­şünü açıklasın ve delillerini göstersin. Serahsî diyor ki:

«Sarhoş irtidâd ederse kıyâsen karısı ile kendisi arasında beynûnet vâki' olur. Çünkü sarhoş sözlerinin ve fiillerinin mu'teberliği bakımından ayık kimse gibi­dir. Hattâ karısını bogasa kendisinden boş olur. Satsa veya bir şeyi ıkrâr etse, satışı da ikrarı da sahihtir. Fa­kat  (İmam)   istihsânen  karısının  kendisinden  boganmadığını söylemiştir. Çünkü irtidâd, itikat üzere mebnî bir husustur. Oysa biliriz ki sarhoş, söylediklerinin mu'teki-di değildir. Sonra sarhoş, âdeten sarhoşluğu sırasında küfür kelimesini telâffuz etmekten kurtulamaz. Bu hük­mün menşei şuradan geliyor: Rivayet ediliyor ki, içki henüz yasaklanmamış iken Ashâb'ın ileri gelenlerinden biri sarhoş oldu ve Peygamber (S.A.V.)'e yanındakilere  Siz benim ve atalarımın ancak köleleri  olabilirsiniz)   dedi.  Peygamber   (S.A.V.), onun   bu   sözünü   küfür   olarak   saymadılar.   Sarhoşun biri   de,   Akşam   namazında   El - kâfirûn) surelerini    okurken   'ları    düşürerek    okudu. Bunun üzerine şu Âyet-i Kerîme nazil oldu:

«Ey îmân edenler! sarhoş olduğunuz hâlde nama­za yaklaşmayın, tâ ki -ayılıp- ne söylediğinizi bilin-ceye kadar.» [138] Bunda sarhoşun ve ayni zamanda deli­nin irtidâdına hüküm verilmediğine dair delîl vardır. O hâlde karısı da kendisinden boş düşmez.»

Görülüyor ki Hanefîler'in istihsalimi, gönül rahat­lıkla kabul ediyor. Bunun sebebi; sarhoş olup ta saçma­lamayan hemen hemen yoktur. Ekseriya sarhoşun dilin­den, ayıklık anlarında irtidâdı mucip olan lâkırdılar bo­şanır. Sonra sarhoşda, söz ve irâde esası üzerine ku­rulan itikadın varlığını tasavvur etmek imkânsızdır. Bu yüzden Hanefîler'in istihsanı yerindedir. [139]

 

Üçüncü Bahis: İhtiyar

 

irtidâd, ancak sahibinin ihtiyar ve hürriyetiyle vu­ku bulursa mu'teberdir. Bu takdirde zor kullanılarak ve baskı yapılarak irtidâd ettirilen müslüman, mürtedd sayılır mı veya sayılmaz mı?

Baskı karşısında kalarak müslüman olan ve sonra küfrünü açığa vuran kimse, mürtedd mi sayılır yoksa önceki küfrünün devam edip geldiğine mi hüküm veri­lir? [140]

 

1- Baskı  Karşısında İrtidâd  Eden

 

Önce baskının kendisinden söz etmek isteriz. Baskı probleminin muhtelif şekilleri var. Üstad Berdîsî [141], bunları üç bölümde toplamaktadır:

Â- Zorlayan baskı: Hoşnutluğu idam eder ve ih­tiyarı bozar. Canın tehlikeye maruz kalması, vücut or­ganlarından birinin telef olma tehlikesine maruz kalma­sı ve ağır dayak gibi. Bu, baskı probleminin en ağır şek­lidir.

B- Zorlamayan baskı: Malın kısmen itlafı meya-nmda yapılan tehdit ve uzvun telef olmasma sebebiyet vermeyecek şekilde dayak gibi. Fakat tehdit, bütün ma­lı telef etme cihetine yönelirse bu takdirde onu birinci bölümden kılmak mümkün olur.

C- Edebî baskı: Hoşnutluğun tamamını kaldırır, fakat ihtiyarı bozmaz. Usûl ve Furûdan olan akrabala­rı hapsetme tehdidi gibi.

Berdîsî, bu taksimin Hanefî mezhebinden Falvr'ul-İsîâm'm görüşü olduğunu, belirtmekte ve üçüncü bölü­mün, âlimlerin çoğu tarafından reddedildiğini ve baskı­nın nevi'lerinden sayılmadığını sözlerine eklemektedir. Hanbelî mezhebinden îbn-ti Kudâme [142] diyor ki: «Bir kimse, baskı kargısında küfür kelimesini telâffuz etse kâfir olmaz.» îmam Mâlik [143] İmam Ebû Hanîfe [144] ye İmam Şafiî [145] de kâfir olmadığına kaail olmuşlardır. Muhammed B. El-Hasan, «zahirde kâfirdir» diyor. Karı­sı kendisinden talâkı bain ile boş olur. [146] Müslümanlar ondan miras yemezler ve öldüğü zaman namazı kılınmaz, ancak Allah ile kendi arasında müslüm andır. Zîrâ küfür kelimesini telâffuz etmesiyle muhtar olan kişiye benze-mistir. Bizim delilimiz ise Allah-u Tealâ'nın:

Ancak baskı yapılarak -irtidat    ettirilen ye kalbi îman İle mutmain olan değil, fakat gönülleri küfre   açılanlar kî   Allah'ın   gazabı işte   onlaradır»

kavl-i şerifidir [147]. Müşriklerin, Ammar (K.A.)'e işken­ce yaparak istediklerini ona söylettikleri rivayet edil­miştir. Ammar (K.A.)j hâdiseyi müteakip Peygamber (S.A.V.)'e gelerek     durumu     bildirince Peygamberimiz ona

- Şayet dönerlerse sen de dön -Onlar işkenceye dönerlerse sen de istediklerini söylemeye dön- buyur­dular. Keza müşrikler, hamisiz müslümanlara işkence yaparlardı. Cümlesi, müşriklerin isteklerine cevap ver­mek zorunda kalmış, fakat yalnız Bilâl (R.A.),- birdir bir) diyerek tevhidinde İsrar etmiştir. Ayni za­manda  Peygamber   (S.A.V.)   şöyle     buyurmuşlardır:

- Ümmetimin yamlarak, unutarak ve basla altın­da kalarak işledikleri bağışlanmıştır. Sonra o, haksız ye­re zor kullanılarak ve baskı yapılarak söyletilmiş sözdür. Zorla alman ikrar gibi hükmü sabit olmaz. Fakat haklı olarak dayatılmış ise, iki husus arasmda muhayyerdir. Hangisini ihtiyar ederse hakkında onun hükmü sabit olur. Ancak kâfir olmadığı tebeyyün ederse, baskı du­rumu kalktıktan sonra, islâmlığını izhâr etmesi emrolunur ona. İzhâr ettiği takdirde, islâim üzere bakî olduğunas aksi takdirde küfrü telâffuz ettiği saatten itibaren küf­rüne hüküm verilir. Zîrâ küfrü, isteyerek ve gönül açı­larak kabul ettiğini böylece tebeyyün etmiş oluruz. Kü­für kelimesini küffâr nezdinde mahpus veya tutuklu ola­rak durumunda telâffuz ettiğine dâir beyyine (delil) ka-aim olursa, irtidâdma hüküm verilmez. Zîrâ bu durumun, baskı cinsinden olduğu aşikârdır. Eğer küfrü nutketti-ğtnde güven içinde olduğuna şahadet ederse -ya'ni ka­rısı- o zaman irtidâdnıa hüküm verilir. Şayet vârisle­ri, onun İslâm'a döndüğünü iddia ederlerse, bu iddiala­rı beyyinesiz kabul olmaz. Çünkü asıl olan, bulunduğu hâl üzere bakî kalmasıdır.»

Zevaller de, yukarıda geçen Âyet-i Kerîme ve Ha­dîslere dayanarak, baskı karşısında irtidâd eden kişinin ırtidâdınm sahîh olmadığına kaail olmuşlardır [148]

 

2- Baskı Karşısında Müslüman Olan

 

Baskı kargısında islâmlığını i'lân eden adanı, baskı kalkdıktan sonra müslüman olmadığını söylerse sözüne ku­lak verilir mi? Yoksa mürtedd sayılarak tövbeye mi ça­ğırılır? Bu hususta zimmî (İslâm devletinin uyruğu olan gayr-i müslim), müste'men (İslâm ülkesinde ikametine müsaade edilmiş kişi) ve harbîler (İslâm devletinin gayr-i müttefik düşmanı) eşit midirler yoksa aralarında fark var mıdır?

Hanefî mezhebinden Serahsî [149], baskı ile müs­lüman olup, sonra irtidâd eden kişinin Öldürülmemesine kaail olmakta ve şöyle demektedir: «...Baskı ile müslü­man olan kimse irtidâd ederse istihsanen öldürülmez. Çünkü zahire bakarak islâmlığına hüküm vermiş idik. Oy­sa İslâm, inançsız tahakkuk etmez. Fakat onun kılıç kor­kusu ile müslüman olması inançsız olduğunu gösterir ki bu durum, katlin kendisinden düşürülmesi için şübhe eder. Buna rağmen bütün ahvâlde İslâm'a zorlanır. MÜslüman olmadan önce  öldürülse  kaatiline bir şey lâzım gelmez.»'

Haabelî mezhebinden îbn-ü Kudâme [150], müste'men ve zimmîlere baskıdan söz ederek diyor ki:

«Zimmî ve müste'men gibi zorlatılması caiz olma­yan kişi, İslâm'a zorlatüır ve müslüman olursa, gönül­lü olarak İslâm'ı kabul ettiğini gösteren bir durum ol­madıkça islâmlığının sahih olduğuna hüküm verilmez. Me­selâ baskı kalkdıktan sonra İslâm dini üzere sebat etmesi gibi. Baskı süresi içinde ölürse kâfir hükmünde­dir. Küfre dönerse öldürülmesi de ve İslâm'a zorlatıl­ması da caiz değildir. Bu, ayni zamanda ÎTnam Ebû Ha-nîfe ve îmam Şafiî'nin [151] kavilleridir. Muhammed B. El-Hasan diyor ki: Zahirde müslüman olur. İrtidâd eder ve İslâm'a dönmeyi kabul etmezse öldürülür. Peygam­ber (S.A.V.)'in

- Müşriklere karşı savaşmakla, emrolundum tâ ki lâilahe üla-llah diyeler. Bunu söyledikleri zaman canla­rını ve mallarını elinden kurtarırlar, ancak hakkı ile -muteber edilirler- ve hesaplan Allah'a havale edilir;

sözünün umumî anlamı, bunu ifade eder. Ve çünkü hak sözü söylemiştir ki hükmünü iltizâm etmesi gerekir. İs­lâm'a zorlatılan harbî gibi

Bizce o, zorlatılması caiz olmayan şeye zorlatılmıştır. Küfre dayatılan müslümanın küfrü sahih,    olmadığı gibi onun da islâmlığı sahîh değildir. Allaiı-u Taalâ'nın:

«Binde zorlama yoktur» kav-li §erîfi [152], zorla­manın haram olduğuna delildir. Nitekim ilim adamları, âmmîlik vecîbelerine riayetkar olan zimmî ile ikamet şartlarını ihlâl etmeyen müste'menin antlaşmasını boz­manın veya onları iltizâm etmedikleri bir hususa zorla­manın caiz olmadığı üzerinde mutabık kalmışlardır. Har­bî ise, baskı karşısında müslüman olduktan sonra irti-dâd ederse irtidâdı sahihtir. Baskının zevalinden önce ölürse, müslüman hükmündedir. Çünkü zorlama, haklı olarak yapılmış olduğundan islâmlığının sahîh olduğuna hüküm verilir. Bu bir müslümanı zorlayarak ona na­maz kıldırmak gibidir. Fakat iç i'tibâriyle Allah ile ken­di arasında İslâm'a inanarak gerçekten müslüman ol­muş İse o, Allah katında müslümandır ve gönüllü olarak İslâm'ı kabul edenlerin ecir ve sevabına nail olur. Şayet İslâm'a inanmamış ise, küfrü üzere bakidir ve İslâm'dan nasibi yoktur. Bu hükümde, zorlatilmasi caiz olan da olmayan da müsavidir. Çünkü itikadı olmayanın İslâmlığı da olmaz. Nitekim münafıklar, müslüman olduklarını söyledikleri ve hattâ İslâm'ın vecîbelerini yerine getir­dikleri hâlde müsiüman sayılmamışlardır.»

Mâlikîler'e [153] gelince; baskı ile müslüman olan ki­şinin irtidâdı hakkında ihtilâf ettiler. Bazılarına göre öldürülmez, fakat müslüman olması emredilir ve hapse­dilir. Bazılarına göre de serbest bırakılır.   Zeydüer [154], gerek müste'men ve gerek harbî olsun, baskı ile müslü­man olanın islâmlığını kabul etmektedirler. Bu i'tibarla bunlardan mürtedd olan hakkında irtidâdm hükümleri câri olur. Ancak zimmîye göre hüküm değişiktir. Do­kunulmazlığı nedeniyle zimmîyi îslâma zorlamak caiz ol­madığından, islâmlığı sahîh değil ve dolayısiyle irtidâdı da sahîh değildir.

Her şeye rağmen îmân, serbest inanç ve tam ihtiya­rın eseri olmalıdır. İhtiyarını kaybetmiş, zorlatılan ve irâdesi selbedilen   kişinin îmânı olmaz. Allah-u Teâlâ,

«Dinde ikrah yoktur» ve «İnsanları   mü'min olmaya sen mi zorlayacaksın?» [155] buyurmuştur. Bu itibarla zorlatılmış kişinin islâmlığı, her ne kadar kendisi hakkında hayır vesilesi ise de, hoşnutluk ve kabul gös­termediği takdirde mu'teber değildir. Fakat gönül hoş­nutluğu ile ve İslâm'ı tanıyarak müslüman olup bilâhare irtidâd eden kimseyi islâm'a zorlamak veya Öldürmek, nass ile sabit olan bir hükümdür ki burada içtihadın ye­ri yoktur. [156]

 

Üçüncü  Fasıl «İrtîdâd Ne İle Hâsıl Olur»

 

İhtimâl bu bölüm, risalenin en önemli ve en ince bahsidir. Çünkü bu bölüm, bütün diğerleri için asıl teş­kil etmektedir. Çünkü biz, önce bir şahsın irtidât edip et­mediğine hüküm vereceğiz ve sonra onun hakkında irti-dâd maddesinin hükümlerini tatbik edeceğiz. Veya ir-tidâd da'vasmı reddedecek ve onu, irtidâd hükümlerinin mahall-i  tatbiki olmaktan kurtaracağız.

Güçlük, bu kuralların teferruatlı bir şekilde sınır­landırılmış olarak bırakılmış olmasındadır. Şöyle ki; da'-va, kimi vakit direnmelere ve kimi vakit tesahüllere ko­nu ola gelmiştir. İrtidâd ne ile hâsıl olur? Bir müslüman ne zaman mürtedd olur?

İslâm hukukçularından bazıları, konuyu bölümlere ayırma işlemine baş vurmuş, fakat diğerleri -ki bun­lar ekseriyeti teşkil etmektedirler-, sahibinin irtidâdın-dan maada aralarında her hangi bir münâsebet bulun­mayan bir çok cüz'î mesâil hakkında hüküm vermekle yetinmişlerdir.

Konuyu, itikadı irtidât, kavlî irtidat, amelî irtidat ve terk irtidadı olarak Dört bölüme ayırabiliriz. Bu bö­lümler arasında bazan tedahül (iç içe girme) meydana geldiğine gâhid olacağız. Burada son yılların getirdiği ve bazı müslüman çocukları tarafından benimsenen ve savunulan bir takım prensip ve fikir akımlarına dair sözle­re, bunları söz kaynaklarına ve sahiplerine irca ederek temas edeceğiz. [157]

 

1- Allah-U Teala Hakkında  Îrtîdâdı Mucip İtikat:

 

İslâm hukukçuları Allah'a şirk koşan veya Allah'ı inkâr eden veya sabit sıfatlarından birini bilerek nef-yeden veya Allah'a oğul isnat etmek gibi O'nun «yok» dediğine «var» diyen veya ölümden sonra dirilmek hesap, cennet, cehennem, melekler ve azâb gibi O'nun «var» de­diğine «yok» diyen, kimsenin kâfir olduğu üzerinde müt-tefikdirler [158]. Gerek ciddî ve gerek gayr-i ciddî bir şe­kilde Allah'ı hafifsemek, küfrü muciptir. MâHkîler [159], âlemin ezelî veya ebedî olduğunu söyleyen veya bunda şüphe eden kimsenin kâfir olduğunu kaydederek şu de­lilleri ileri sürmüşlerdir:

 Zat-i sübhânisinden maada her şey fânidir) [160]

 Onun -dünyânın-    üzerin­dekilerin cümlesi fânidir)  [161]

Şafiî mezhebinden Hısnî'nin [162] kavli de budur. İbn-ü DaMk [163] ise, konuyu başka bir açıdan ele almak­ta ve şöyle demektedir:

«îcmâ' meselelerine gelince bunlara bazan tevatür eşlik eder. Namazın farziyeti gibi. Bazan da etmez. Bi­rinci bölümden olan meseleleri inkâr eden, icmâ'a muha­lefet ettiğinden değil tevatüre muhalefet ettiği için kâ­fir olur. îkinci bölüm meselelerin inkârı, küfrü mucip olmaz. Ma'kulâtta akıldâne olduklarını iddia eden bazı felsefe bozuntuları, hudus-i alem (âlemin sonradan ya­ratılmış olması) meselesinde muhalefetin, icmâ'a muha­lefet kabilinden olduğunu zannediyor ve «icmâ'a muha­lefet eden kâfir olmaz» sözüne dayanarak bu meselede muhalefetin küfrü gerektirmediğini ileri sürüyorlar Oy­sa bu söz, tamamen sakıt ve bâtıldır. Ya basiret kör­lüğünden veya kara cehaletten ileri gelmektedir. Çünkü hudus-i alem, icmâ' ve tevatürün ittifâkiyle sabit olmuş bir meseledir. Buna muhalefet eden, icmâ'a muhalefet ettiğinden değil tevatüre muhalefet ettiği için kâfirdir.»

AEah'a inanmayan kişinin, alemin kadîm  (ezelî)  olduğunu söylemesinin yadırganacak tarafı yoktur. Bu âlemin bir yaratıcısı bulunduğuna inanmadığından, insa­nın kâinat tasavvurundan doğan problemin onca çözüm şekli, âlemin veya maddenin kadîm olmasıdır. Fakat Allah'a kâinatın ve kâinattaki bütün varlıkların hâliki, mükevvini ve mucidi olarak inanmış kimsenin, âlemin kadîm olduğunu söylemesi elbette apaçık küfürdür. Çün­kü bu söz, bir tarafdan kâinatın yaratıcısı bulunmadığı, diğer taraftdan da kadîmlerin taaddüt etmesi lüzumu, anlamındadır. Oysa bunu ne akıl kabul eder ne de nakil. Hanbelîler [164], Allah ile kul arasında aracılık me­selesini ele almakta ve bu konuda aracılığa taraf-girlik edenin küfrüne kaail olmaktadırlar. Bu meyanda Mak-disî [165] şöyle diyor: «... Veya Allah ile kendisi arasında aracı bulundurur, ona bel bağlar, duâ eder ve ondan dilekte bulunursa, ittifakla kâfir olur.» [166]

 

2- Kuran  Hakkında  İrtidâdı   Mucip İtikat:

 

Bilindiği üzere Kur'â-n'ın tümünü veya bir kısmını [167] inkâr eden kâfir <»lur. Bazıları bir kelimesini [168] bazıları da bir harfini [169] inkâr etmekle küfrü sınırlan­dırmış bulunmaktadır. Keza Kur'ân'ın çelişik ve karı­şık olduğu itikadı, veya i'câzmda ve benzerinin getirile­mez olduğunda şübhe etmek, veya dokunulmazlığını kal­dırmak [170] veya ona bir şey ilâve etmek, küfrü mucip hâllerdendir.

Kur'ân'm tefsîr ve te'viline gelince bu, yanılan ve isabet eden beşerin fi'linden mütevellit ictihâdî bir mese­le olduğu için inkâr ve reddi küfrü mucip değildir.

Hanlteîî mezhebinden İbn-ü Kudâme [171], Hâriciler' in yaptıkları gibi, Kur'ân-ı Kerîm te'vil edilerek ma'sum kişilerin kan ve mallarının mubah kılınmasının küfrü mucip olmadığım nakletmektedir. Belki de bu istihlâl (mubah kûma hareketi), küfrü gerektirmeyen yanlış ic-tihâdın [172] eseri olduğundan bu hükme bağlanmıştır. [173]

 

3- İrtîdadı  Gerektiren İtikadı Mese­leler :

 

Bir kimse Peygamber  (S.A.V.)'in AUah'dan    haber verdiği  şeylerin bir kısmında  yalancı  olduğuna     kaaü olur [174] veya zina etmek ve şarap içmek gibi haram ol­duğu üzerinde ittifak edilen bir hususun helâl olduğunu i'tikat ederse [175]  kâfir ve mürtedd sayılır. Zâhiriyye'den İbn-ü Hazm [176] diyor ki: «İslâm'dan olan bir şeyin, siyah ve kırmızı her ke­sin anlayabileceği zahir ma'nâsmdan başka bir de bâtın ma'nası, bulunduğunu her kim söylerse kâfirdir ve mut­lak surette öldürülür. Çünkü AUah-ü Taalâ:

«Ancak elçimizin vazifesi apaçık tebliğdir» [177] ve «İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için.»

[178] buyurmuştur ki buna muhalefet eden   Kur'ân'ı tek­zip etmiş olur.»

Şâfiîler'den bazıları [179], gelecekte kâfir olmayı tasarlayan kimsenin, şimdiden kâfir olduğuna kaail olmuşlar­dır. Hanefîler'den Bedr'ür-Reşid de [180], küfür üzerinde mütereddit olan kimsenin kâfir olduğunu kaydetmektedir.

Şia mezhebinin îmamiyye kolundan bazıları, bir ta­kım hususatı mu'tekit kimsenin küfrüne münferit ola­rak hüküm vermektedirler. Bunlara göre:

«El-Gadîr» hadîsini inkâr eden kâfirdir [181]

Takiye, [182] zaalimler devletinde üzerimize farz ve lâ­zım olan bir vazifedir. Bunu terkeden Îmamiyye dînine muhalefet etmiş ve ondan ayrılmış olur [183]

Takiyye'yi terkeden Namazı terkeden gibidir [184]

İmam Ali ve İki oğlunun velayetinden çıkanlar ye onlara itaat etmeyenler, takva sahibi olsalar da kâfir­dirler[185]

İmam Ali'nin düşmanları, kendi dinlerinde her ne kadar âbit, zahit ve müttakî kişiler olsalar da cehennem­de ebedî kalacaklardır [186]

Ali (K.V.)'ye inananlar, durumları her ne olursa olsun cennette ebedî kalacaklardır  [187]

Ali'ye ve onun evlâdına düşmanlık nasbeden kişi kâ­firdir, kanı mubahtır ve mü'minlerden onu öldüren kim­seye kısas lâzım gelmez  [188]

Ayni zamanda tmam Ali (K.V.)'den şöyle bir ha­dîs rivayet etmektedirler:

«Peygamber  ($.AoV.)Jden rivayet edilmiştir: - Murcie, Kaderiye, Haruriye    -havari c-,    beni Umeyye ve nâsıb  -düşmanlık  besleyen-  kâfirdir.   İş­te bunların islâm'dan hazz-u nasibi yoktur» [189]

 

Komünîzm'e  İnanmak  Îrtidâd  Mıdır?

 

Bir vatandaş, Ezher'in Fetva Komisyonuna soruyor ı Komünist olarak tanınmış ve komünistliği üzerinde İsrar eden, bir genç, müslüman olan kızıma talip oldu. Bu genç ayni zamanda İslâm adını taşımakta ve Müslüman bir aileden gelmektedir. Bu izdivacın tamamlanması, îslâm nokta-i nazarından doğru mudur?

Fetva Komisyonu, bu soruyu şöyle cevaplandırıyor: Komünizm, Allah'a inanmayan, bütün dinleri inkâr eden ve hurafe sayan materyalist bir doktrindir. Ko­münist olarak tanınmış ve hâlâ komünistliği üzerinde musir olan kişi, İslâm kurallarına göre mürtedd hük­mündedir. İslâm, müslime bir kadının müşrik bir erkek ile evlenmesine cevaz vermiyorsa,  hiç bir dîne mensup olmayan bir erkeğe nisbeten bunun yasak olması, elbet daha evlâdır  [190]

Fetva komisyonunun bu mütâlâası yerindedir. Irak âlimleri de bu şekilde fetva vermişlerdir. Biz, bunun doğ­ru olduğunu iki yerde delillerle isbât edeceğiz:

Birincisi, Komünizm'in genel olarak dinler ve özel olarak Allah hakkındaki tutumu.

İkincisi, Zina hakkındaki tutumu. Filvaki' bu, ko­münizm'in dinleri inkâr etmesinden müteferri' bir mese­ledir. [191]

 

A- Komünizm Ve Dînler :

 

Komünizm'in dinlere karşı düşmanca tutumu tabiîdir. Çünkü din nazariyesi ile Komünizm teorisi ara­sında temel ayrılık bulunmaktadır. Dinler Allah'a, rûhi-yât ve gaybiyâta inanırken Komünizm yalnız maddeye ve maddenin kudretine îmân eder. İşte onların akideleri­ni temsil eden sözleri, bizzat kendi kitaplarından aynen iktibas ediyoruz:

«Dindar kişinin siyâsî bağımsızlığı, ancak devletin Yahudilikten, Hıristiyanlıktan ve genel olarak dinden kurtulması ile kaaimdir...» Kari Marx  [192]

«Devlet, bütün dinleri ilga ve iptal etme derecesine kadar gitmelidir. Devletin buna muktedir olduğu bedi-hîdir...» Kari Marx [193]

«Biz hangi anlamda ahlâk ve sülûkun karşısında­yız? Biz burjuvanın (zengin tabaka) Allah'ın öğütlerin­den türetip tebşir ettiği anlamda ahlâk tanımıyoruz. Bu sadedde tabiî olarak Allah'a inanmıyoruz da deriz...» Lenin [194]

«Devlet için dînî bir kayıp varsa o da dînin mevcut olmasıdır. Dînin genel hayatta tecellî etmesi ile özel ha­yat yaşaması arasında fark yoktur. Hattâ insanları if­sat eden din, Özel hayat yaşayan dindir.. Genel olsun ve­ya Özel olsun dîne bağlı olan devlet, gerçek ve vakiî bir devlet değildir. Mutlaka bir yönden bozuk olacaktır» Kari Marx [195]

«Siyâsî bağımsızlık zaruretinden başlamalı ve dînin kaldırılması zaruretine kadar varmalıyız. Sadece genel dînin değil özel dinin de kaldırılması gereklidir...» Kari Marx [196]

«Dînin kaldırılmasının zarurî olmadığını zanneder­sek yanılıyoruz demektir. Çünkü dînin kaldırılması vaz­geçilmez ve elzem bir meseledir» Kari Marx [197]

«Sadece dînin kaldırılması ile mücâdele sona ermiş olmaz. Çünkü pasif izâle şeklini ancak genel dîn hakkın­da tasavvur edebiliriz. Oysa gerçek mücâdele, vicdanlar­da dîni yaratan sebeplerle karşı amansızca savaşmaktır» Kari Marx   [198]

«Biz, hususiyetle dîni toptan kaldırmadıkça, sadece devleti dinsiz yapmamızda bir fayda yoktur. Kari Marx [199]

 

Komünizm'e Göre Dînlerin Doğuşu :

 

Komünizm'in, dinlerin doğusunu tefsir eden bir nazariyesi vardır. Bu nazariyeyi de ekonomik güce bağla­maktadır. Böylece ekonomik münâsebetlerin gelişmesiy­le dînlerin âtisinin ilga ve iptal olmak olduğu sonucuna varıyor. îşte Friedrich Engels, [200] bu teoriyi takdim ederken şöyle diyor:

«Din, bir takım acâib kuvvetleri insanların zihnin­de aksettiren ve onların günlük yaşayışlarına musallat olup tahakküm eden bir in'ikâsdan ibarettir. Fecr-i târih-de (tarihin başlagıcmda) en evvel in'ikâs eden şey ta­biattır. Sosyal kuvvetin tabiat kuvvetleri ile yanyana bu in'ikâs içinde çalıştığı devir uzak değildir. Birbirini ta­kip eden gelişme merhaleleri mecrasında sayısız ilâhlara isnat ettirilen içtimaî ve tabiî değerlerin tümü, daha son­ra tek ve kaadir ilâh'a intikal etmiştir. İşte eski Yunan felsefesinde aşırı gitmenin en son neticesi olan tevhîd diyanetinin menşe'i budur... Burjuva cemiyetinde dinî in'ikâsın fi'lî tesiri, hâlâ müstahkem mevkidedir: Diller­de dolaşan «Tebdîr insanın, takdir ise Allah'ındır» me­seli [201], hâlâ tesirini icra etmektedir. Ancak cemiyet, bü­tün istihsâl vâsıtalarını ele geçirdiği ve onları sistemli bir şekilde çalıştırmaya başladığı zaman kendini ve ço­cuklarını, bugün içinde bulunduğu bütün kayıtlardan kurtaracaktır, insanın vazifesi, ne zaman sadece tefkîr olmaktan kurtulur ve ayni zamanda tedbîre şâmil olur­sa işte o zaman dînî in'ikâsın en son kuvveti izmihlal edecek ve onun izmihlali ile dînî esaslar da Önemini kay­bedecektir..» [202]

 

2- Komünîzm'in İbahiyyesî: [203]

 

Önce Komünizm'in dinlere karşı tutumundan söz et­tik. Şimdi de Komünizmin ibahiyyesi ile ilgili ikinci şıktan bahsedeceğiz.

Komünizm'in aile ve fuhuş hakkındaki görüşleri ne­lerdir?

Kari Marks [204] diyor ki:

«...Aile, kâmil varlığı ve tamam bünyesi ile ancak burjuvada bulunur. Fakat bunun daha ekmeli, Proleter-ya'ya nisbeten bütün ailelerin cebrî ilgası ve bunu müte­akip alenî fuhuştur.»

KAKL MARX  [205]  diyor ki:

«...Bu takdirde Komünistlere tevcih edilecek en bü-, yük ittiham şu olacaktır: Onlar, riya ve kuruntu altında gizlenen kadın işâasini, açık ve resmî işâaya tahvil et-ınek istiyorlar.» [206]

Friedrich Engels  [207] diyor ki :

«  ............... Özei mesken idaresi, genel hidmet ve çocukları koruma ve büyütme işlemi   genel da'va hâline gelir. Cemiyet, izdivaç eseri olan veya olmayan bütün çocukları eşit seviyede yetiştirmeyi deruhte eder. Böy­lece zamanımızda sosyal, ekonomi ve ahlâk bakımından en önemli âmil olan bir takım neticeler yüzünden genç kızların kalblerini saran ve sevdikleri erkeklere teslim olmalarını engelleyen korku ve endişe de sırra kadem basmış olur. îki cins arasında serbest vuslatın tedricî bir şekilde başlaması için kâfi    bir sebeb    değil midir

bu? ...............».

Engels [208] diyor ki :

............   Kendisinden son  derece  emîn  olduğumuz bir husus varsa o da kıskançlığın, oldukça son devirler­de türemiş olmasıdır. Mahrem düşüncesi hakkında da ayni şeyi söyleyebiliriz. Kendi aralarında karı-koca gi­bi yaşamak, sadece kardeş ve bacıya has bir şey değil­dir.[209] Hattâ müteaddit milletlerde çocuklar ile aileleri ara­sında da cinsî münasebetler günümüze kadar hâlâ de­vam etmektedir».[210]

 

KAVLİ  ÎRTİDÂD

 

1- Allah'a  Yalan  Yere  Yemîn Ve Allah'dan Başkasına Yemîn

 

Allah'dan başkasına yemîn eden    veya yalan yere Allah'a yemîn eden müslüman, mürtedd olur mu? Mirza Hüseyin El-İmamî [211]  diyor ki: «Ebû Abdullah (R.A.), bir adamın diğer bir adama: Senin aziz hayatın hakkı için şöyle ve şöyle oldu; dedi­ğini duydu. Ebû Abdillâh (R.A.): O adama gelince o kâ­firdir, dedi, çünkü onun hayatından hiç bir şeye mâlik değildir».

Şevkânî Ez-Zeydî [212] de, İslâm milletinden baş­kasına yemîn etme hakkında Peygamber (S.A.V.)'den iki hadîs rivayet etmekte ve ayni zamanda bu hadîsleri açıklamaktadır. Birinci Hadîs:

Sabit Bin    Dahhâk'dan    rivayet    edilmiştir.     Pey­gamber (S.A.V.) buyurdu ki:

Her kim, İslâm'dan başka bir millet   ile bir §ey üze­rine yalan yere yemin ederse o, söylediği   gibidir; Ebû Dâvûd müstesna, cemâat tarafından rivayet edilmiştir». İkinci Hadîs :

Büreyde (K-.A.)'dan rivayet edilmiştir. Peygamber (S.A.V.) buyurdu ki :

- Her Mm, ben islâm'dan beriyim derse, yalancı ise o, söylediği gibidir. Doğru ise İslâm'a sali­men dönemez; îmam Ahmed, Nesâî ve îbn-ü Mâce tarafından rivayet edilmiştir).

Açıklama:  «........ Burada iki    türlü    yemin şekli vardır :

1-  Âtiye taallûk eden yemin.  «Şöyle     yaparsam Yahûdî olayım» sözü gibi.

2- Maziye taallûk eden yemin «Yalan söyledimse Yahûdî olayım» sözü gibi ...... Mazi şeklinde yapılan ye­minden ancak ta'zîm kasdedildiği    takdirde    kâfir olur. Bu meselede   Hanefîler arasında   ihtilâf vardır.    Çünkü bu sözde incâz ma'nâsı bulunduğundan, «Ben Yahûdîyinı» demek hükmündedir.     Bazılarına göre bu sözün yemin olduğunu bilmiyorsa    kâfir olmaz. Fakat hanîs olmakla kâfir olacağını biliyorsa    kâfirdir.    Çünkü küfrü kabul ederek bu    fi'le ikdam etmiş    olmaktadır.    Şâfiîler'den bazıları, hadîsin zahirine göre «Yalan söylüyorsa küfrüne hüküm verilir», demişlerdir. Oysa meselenin tahkikin­de tafsile lüzum vardır: Eğer zikrettiği şeyin ta'zîmini kasdetmiş ise kâfirdir. Fakat maksadı sadece ta'lik ise o zaman bakılır. Şayet onunla muttasıf olmayı mürâd et­miş ise; kâfirdir. Çünkü küfrü murâd küfürdür. Eğer maksadı ondan uzaklaşmak ise kâfir olmaz. Fakat bu, haram mıdır yoksa tenzihen mekruh mudur? Meşhur olan ikinci kavildir».[213]

 

2- Allaha Sövmenin Hükmü

 

İslâm hukukçularının kısm-ı âzami [214] gerek şaka, gerek ciddî ve gerek alay tarzında Allah'a sövmenin, küfrü mucip olduğu üzerinde mutabık kalmışlardır. Al-Iah-ü Taalâ, bunun hakkında buyuruyor ki :

«Onlara sorarsan, elbette dalıyor ve eğleniyorduk diyecekler. Söyle -o gafillere- Allah'ı, onun âyetlerini ve peygamberlerini mi eğlenceye alacaksınız! Özür dilemeyin. Siz, îmândan sonra kâfir oldunuz bile» [215]

Bâzı fukahâ, müslim veya gayr-i müslim [216] olsun Allah'a söven kimsenin katline kaail olmuştur. Bu ki­şinin tövbesi kabul müdür yoksa değil midir? Muhyittin Hanefî [217]tövbesinin kabul olduğuna zâhip olmak­ta ve bunu şöyle ta'lil etmektedir :

«...... Bir kimse Allah'a söver ve sonra tövbe eder­se, tövbesi sebebiyle katli zail olur. Çünkü Allah ayıp­lardan münezzehdir (beridir). Peygamber (S.A.V.)'e nisbeten hüküm değişiktir. Allah'ın mükerrem kıldığı kişi olması başka, fakat beşer cinsinden olduğu için ona utanç ulaşır. (Şifâ) kitabında deniliyor ki: Âlimlerden bazılarına göre, Müslüman olan kişi, sövmek sebebiyle tövbeye çağrılıncaya dek öldürülmez. Yahûdî ve Hı­ristiyan da böyledir. Eğer tövbe ederlerse, tövbeleri ka­bul edilir. Fakat istinkâf ederlerse öldürülürler. Ve bu irtidâddır ......».

İbn~ü Kuââme El-Earibelî [218] «tövbe edip yeni­den müslümanlığmı ilân etse bile te'dip edilmesi ve ceza­landırılması zarurîdir» diyor.

Hureşî El-MâliJâ [219], müslüman kişinin tövbeye çağırılması üzerinde âlimler arasındaki ihtilâfı anlattık­tan sonra, tövbesinin kabul edilmesi hususunu tercih ediyor.

İbn-i Muflih El-Hanbelî [220], sövme, üç defa teker­rür etmemiş ise tövbesinin kabul edilir olduğunu rivayet etmektedir.

Bu hususta îbn-ü Teymiye'den iki söz nakledilmiş­tir: «tövbesi makbuldür» ve «değildir» diyor. Allah'a sövmek ile Peygamber'e sövmek arasında fark yoksa, tövbe de yoktur. Fakat birbirinden ayrı ise, Allah'a sö-venin tövbesi kabul, lâkin Peygamber'e şovenin tövbe­si kabul değildir. îbn-ü Teymiye [221], bu hususu şöyle îzâh etmektedir :

«...... Allah'a sövmek ile Peygamber'e sövmek ara­sında fark gözetenler diyorlar ki: Allah'a sövmek dos­doğru küfürdür ve o, Allah'ın hakkıdır. Gerek aslî ve ge­rek irtidâdî olsun mücerret küfrün tövbesi bü-ittifak makbul ve sahibinden ölüm cezasını kaldırıcıdır. Nite­kim Hıristiyanların, «Üçün üçüncüsü» diyerek ve O'na oğul isnat ederek     Allah'a sövmeleri de buna     delâlet eder......  O'nun, tövbe eden kulundan kendi hakkını iskat ettiği, zât-ı sübhânîsinden öğrenilmiştir. Kişi, yer dolusu küfür ve ma'sıyet işler ve sonra Allah'a tövbe ederse, O'nun tövbesini gene kabule şâyân kılar. Sövüp sayma ile O'nun zât-ı sübhânîsine ne bir alçalma, ne de bir utanç ulaşır. Sövüp saymanın zararı, bizzat sahibine döner. Kulların gönüllerindeki Allah saygısı, bir müc-terînin cür'etinin onu ihlâl edebilmesinden daha büyük ve daha yücedir. Allah İle Peygamber arasındaki fark, bununla tecellî ediyor. Oradaki sövme, insan hakkına taalûk etmektedir. İnsan hakkının gerektirdiği ceza ise, tövbe ile saakıt olmaz. Peygamber beşerdir. Sövme se­bebiyle ona utanç ve horluk ulaşır. O'nun saygısını ya­şatmak ve gönüllerdeki yerini takviye etmek için O'na dil uzatanı haşlamak gerekir. Zîrâ Peygamber'e tevcih edilen yergi ve sövgüTar, bir çokları nezdinde O'nun say­gısını azaltabilir. Bu konu, saygısızları cezalandırmak suretiyle hıfz-u himaye edilmezse, iş çığırından çıkar ve bozuntuya doğru yönelir ......». [222]

 

3- Peygamber (S.A.V.)'E Söven

 

îbn-ü Teymiye Yalın Kılıç) adlı eserini bu konuda te'lif etmiştir. Bu eser, bir nasrânînin Peygamber (S.A.V.)'e sövmesi üzerine kaleme alındı. îbn-ü Teymiye, kılıcını çekerek onun ardmdaD yürümüş ve sonunda onu öldürmüştü. O, bu eserinde müslim ve gayr-i müslim kişilerden Peygamber (S.A.V.)'e söven kimsenin hükmünü beyân etmektedir. Bu kitapta, dört mesele ele almıştır ve kitabın bütün fasılları bu dört me­seleden ibarettir:

1- Söven kimse, müslüman veya kâfir olsun, öldü­rülür. Bu mesele, kitabın 224 sayfasını doldurmuştur.

2- Sövücü, Zimmî   de olsa mutlak surette öldürü­lür. Bu mesele 51 sayfa doldurmuştur.

3- Sövücü öldürülür ve tövbeye çağırılmaz. Bu me­sele, 218 sayfa sürmüştür.

4- Sövücünün küfrü ve sövgü ile mücerret irti-dâd arasındaki farkın beyanı. Bu da 78 sayfa almıştır.

Eser, bu meseleyi bütün yönleriyle inceleyen objektif bir etüddür. Konular üzerinde, başkasına nasîb olmayan bir dikkat ve hassasiyetle durulmuştur. Müellifin, Kitab ve Sünnet hakkındaki geniş bilgisi, bu eserin meydana gelmesinde şüphesiz önemli    bir rol    oynamıştır.    Şâfsî mezhebinden Takıyyüddin Es-Sübkî de bu konuda Peygamber (S.A.V.)'e Sövene Çeîdlen Kılıç) adlı bir eser vermiştir. Bu eserde sövücünün öldürülmesi gerektiğini kaydederek, Kitab, Sünnet ve Kıyas'dan deliller getirmekte ve bunları birer birer tartışmaktadır. Ayni zamanda Tövbe ve Tövbeye çağırılması meselesine de temas etmektedir. Bu konuda eser verenlerden biri de Hanefi mezhebinden Muhyiddin'dir. Peygamber'o Sövene ve Zındığa Çekilen Kılıç) adlı eserinde yukarda-ki konuları ele almıştır. Biz de konuya, Önce sövgünüıı tarifi ile başlayıp sonra hükmüne geçelim. [223]

 

Sövgü Nedir?

 

îbn-ü Teymiye [224] sövgüyü ta'rif ederek diyor ki: «Sövgü, kendisinden değerden    düşürme ve hafifse­me kastedilen sözdür. O, muhtelif     akidelere  sâhib in­sanların akıllarında    tel'in, takbih ve benzeri gibi sövgü anlamını ifâde eden sözdür. O, AİIah-u Tealâ'ıun:

«Allah'dan başkasına tapanlara sövmeyin. Onlar da haddi   aşarak   nadanlıkla   Allah'a   söverler» [225]

kavl-İ şerifinin delâlet ettiği anlamdır. Sövgü, dilin te-fevvüh ettiği (kullandığı) en ağır sözdür. Gerçekte ve hükmen sövgü olduğu hâlde kimi insanlar tarafından dîn olarak itikat edilip, doğru ve gerçek görünen ve kendişinde alçaltına ve ayıplama olmadığı sanılan söze ge­lince bu da küfrün bir nevidir ve bu sözün sahibi, ya ir-tidâdını meydana koyan mürtedd veya nifakını gizleyen münafık hükmündedir......».

Sübkî [226], Peygamber (S. A. Y. )'e söven, onu veya diğer peygamberlerden birini istihfaf eden kimse­nin bil-ittifak kâfir olduğunu naklettikten sonra, söv-günün ta'rifine geçmekte ve şöyle demektedir :

«...... Kaadı îyaz diyor ki: Bilmiş ol ki Pey­gamber (S.A=V.)*e her kim söver veya ta'yip eder, veya gerek kendine, gerek nesebine, gerek dînine ve gerek hasletlerinden birine noksanlık izafe eder veya ta'rizde bulunur veya sövgü, hakaret, şanını küçültme ve alçalt­ına ve ayıplama yolu ile O'nu her hangi bir nesneye ben­zetirse Peygamber (S.A.V.)'e sövmüş olur ve katîi lâ­zım gelir ...... Keza Peygamber  (S-A.V.)'i    tel'in    eden veya beddua eden veya kötülük dileyen veya zemm ta­rikiyle, makamına lâyık olmayan bir şeyi izafe eden ve­ya safsata, kaba, çirkin ve yalan sözlerle mübarek has­letlerinden birini taşlayan veya mihnet ve meşakkat anlarında başından geçenlerden biri ile ta'yip eden veya hasbel-beşeriye ma'hûd ve câri olan arızalardan biriy­le tahkîr eden kimse de öldürülür. Bütün bunlar, Saha­be (R. Anlıüm) devrinden bu yana âlimlerin ve fetva imamlarının ittifakına dayanmaktadır ......

îyaz diyor ki: Bâzı âlimlerimize göre, ulemânın bir kısmı, Peygamberlerden birine veyl veya çirkin ve müstehcen bir kelime ile dil uzatan kimsenin,    tövbeye çağrılmadan öldürülmesi  üzerinde ittifak     etmiştir......

Keza ben de, her hangi bir Peygamberi kasıtlı    olarak tahkir eden ve çobanlık veya yanılmak ve unutkanlık veya sihir veya bâzı ordularının uğradığı hezimet veya düşmanından gördüğü eziyet ve kadınlarına meyli ile ta'yir eden kimsenin hükmünün katil olduğunu kaailim». Mâlikîler'den Behram [227] ise, peygamberliği üzerin­de ittifak edilen bir Peygambere şovenin,istitabesiz (töv­beye davet edilmeksizin) öldürüleceğinden söz ettikten sonra, (Peygamberimiz (S.A.V.)'e sövüp sayma bahsine geçiyor ve diyor ki:

«...... Keza O'na söver veya ayıplar veya iftira eder veya hakkını istihfaf eder veya sözü ile Peygamber (S.A.V.)'in sözünü reddetmeyi kasdeder veya O'na kara derili, kısa boylu veya sakalı uzamadan öldü; der veya yanılmak, unutmak, sihir, bâzı ordularının hezimeti, yok­sulluk şiddeti veya kadınlarından bazılarına meyli se­bebiyle noksanlık izafe eder veya mertebesini ve ilmi­nin veya zühdünün çokluğunu düşürür, lâyık veya caiz olmayan bir şeyi zemm yolu ile O'na isnâd eder veya ya­nında: Peygamber hakkı için; denildiğinde O'na söver ve çirkin lâflar eder ve evvelkisinden daha ağır olarak tek­rar ederse...... Keza kâfir kişi, küfrünün iktizâsı olma­yan başka bir şeyle O'na söverse......   Miskin Muhammed, güya cennettedir, diyen veya: O bize değil yalnız size gön­derildi, bizim Peygamberimiz Musa veya İsa'dır; diyen veya: O, peygamber değildir, Kur'an da Allah kelâmı de­ğil, O'nun düzmesidir; diyen ve bu gibi münasebetsiz lâ­kırdılarda bulunan kâfirin katli vaciptir».[228]

 

Peygamber (S.A.V.) E Sövmenin Hükmü

 

îslâm hukukçularının çoğu [229], Peygamber (S.A.V.) e söven kimsenin küfrüne hüküm vermiştir. Kimi de, bu hususta ittifaka  [230]  varıldığını rivayet etmektedir.

A- Peygamber (S.A.V.)'e söven irtidâden mi yok­sa hadden mi öldürülür?

Peygamber (S.A.V.)'e söven, bil-ittifak öldürülür. Fa­kat mürtedd olduğu için mi yoksa hadden mi öldürül­mektedir. Sonra öldürülmesinin sebebi, mücerret irti-dâd mıdır yoksa dahası da var mıdır?

1- Siibkî [231], iki görüşü cem'ederek, «mür­tedd olur ve hakkında hadd lâzım gelir» diyor:

«......  Kati, irtidâdın umumu veya sebebin hususu veya   birarada ikisi için midir? Hukukçunun tedkik nok­tası işte burasıdır. Küfrün umumuna gelince hayır... Irtidadın, gerek îemâ' ve   gerek nusûs ile katli mucip   ol­duğunda şüphe yoktur. Sebebin hususu ise    tu.". Her ldm, bir Peygambere söverse onu Öldürün; ha­dîsine binâen sebbin  (sövmenin)     mûcebidir ki hükmün (katlin) eza üzerine ve vasfın hususu üzerine terettüp etmesi ile kendisinin illet olduğunu muş'irdir. Sövücü müslüman ise onda her iki ma'nâ da yâni irtidad ve sebeb (sebb) mevcuttur. Böylece katlini gerektiren iki illet bir araya gelmiş olur. Eu illetlerden her biri, başlı başına katli muci'btir ve kati, bunlardan herbirini had-didir. Nitekim bir ma'lülde iki hukukî sebebin bir araya gelmesi vâkidir. Sövgünün kâfirden saadır olmasında, bu bahsin belli bir etkisi vardır. Bu takdirce   sebb (sövgü), irtidâddan ayrılmaktadır......».

Bu arada Subkî [232], müteaddit, görüşler naklet­tikten ve bunları tartıştıktan sonra dönüp müslüman sövücü hakkındaki görüşünü ve onun kaderini açıklıyor ve diyor ki :

«...... Biz bu konuda bast-ı kelâm ederek   (açık ve seçik konuşarak) deriz ki: Bunu (Peygaml>er (S.A.V.)'e sövmeyi irtidâd olarak görmeyen de, onun, hadden katlini vacip kılmakta ve bunu iki ayrıntı ile söylemek­tedir. Ya aleyhinde isbât edilen da'vayi inkâr ederek bundan el çektiğini ve tövbe ettiğini açıklar. Bu takdir­ce Peygamber (S.A.V.) hakkında ondan küfür kelime­si sabit olduğundan ve Allah'ın ta'zîm ettiğini tahkir et­tiği için hadden Öldürülür...... Veya hâl ve durumu,   bu sövgüyü mübâh kabul ettiğini     gösterir. Bu     takdirce küfründe şüphe yoktur...... Şayet tövbe ederse o zaman hadden öldürülür ve gerisi    Allah'a bırakılır......  Fakat tövbe izhâr etmediği ve aleyhinde sabit olan da'vâyı iti­raf ettiği takdirde Allah'ın dokunulmazlığını ve Pey­gamber (S.A.V.)'rn dokunulmazlığını ihlâl etmeyi he­lâl ittihâz ettiği için bilâ-hilâf (ihtilafsız) kâfir olarak öldürülür......».

2- îbn-ü Teymiye'nin görüşü :

Konuyu bütün yönleriyle ele alan îbn-ü Teymiye [233], müslim ve zimminin Peygamber (S.A.V.)'e sövme­si meselesinde zimmînin mutlak surette katline hüküm vermekte ve müslüman hakkında tafsil yapmaktadır. Biz burada onun son görüşünü kaydedeceğiz. Diyor ki: [234] «..... Sonra meselenin maksûduna dönelim ve diye­lim ki: Kanı mubah kılan her sebb-ü şetim küfürdür, fa­kat her küfür sebb değildir......».

3- îbn-ü Huzm'in görüşü :

îbn-ü Hazm'e gelince sövücüyü mürtedd olarak ka­bul etmiş ve sövücü hakkında mürteddin hükmünü uygu­lamıştır. Fakat tövbe da'vâsını ihmâl etmektedir. Oysa ihtilâfın cevherinin zahir olduğu mecal, tövbe da'vâsı-dır. Çünkü sövgü, mücerret irtidâd ise tövbesi kabuldür. Ama irtidâd ve dahası ise, o zaman tövbesi    reddedilir

ve katli lâzım gelir. Ebu Muhammed  [235] diyor ki:

«...... Peygamber (S.A.V.)'e şovenin küfrü, bu­nunla sabittir......  Sövücü,    böylece kâfir ve    mürtedddir ve hakkında mürteddin hükmü uygulanır......».

B- Peygamber (S.A.V.)Je Şovenin Tövbesi Kabul müdür ?

Bu meselenin sövücünün hükmüne bağlı olduğu geçti. Peygamber (S.A.V.)'e söven kimse yalnız mür-tedd midir yoksa irtidâdmın dahası da var mıdır? Şöy­le ki; islâmlığını ilân etse bile Peygamber (S.A.V.)'in hak­kı üzerinde kalır. Bu ise kul hakkıdır ve hak sahibi­nin hakkından tenâzül ettiği bilinmemektedir. Bu ci­hetle hakkında kazif haddi lâzım gelen kişiye benzer ki, meselâ bu adam irtidâd ettikten sonra tekrar müslüma/ı olsa, islâmlığını müteakip gene hadd ikame edilir.

Sövücünün tövbesinin makbul veya gayr-i makbul olduğunu söyleyenlerin hepsinin de nakli ve aklî delille­ri var. îbn-ü Teymiye Yalın Kılıç) adlı eserinde bütün bu görüşleri delilleriyle bera­ber kaydetmeye çalışmış ve bunlar, kitabının 210 sayfa­sını doldurmuştur. Yalnız sövücünün istitabesiz (tövbe­ye çağrılmaksızın) öldürülmesine dâir kaleme aldığı de­liller bahsi tam 54 sayfa sürmüştür. -Ayni kitabın 298. sayfasından 350. sayfasına kadar- Aşağıda onun meseleyi incelemesinin bir Örneğini veriyoruz. Diyor ki [236] :

«......  O, gerek müslüman    ve gerek    kâfir    olsun tövbeye çağrılmaz. îmam Ahmed b. Haribel rivayetinde diyor ki: Her kim Peygamber (S.A.V.)'e söver ve ona noksanlık izafe ederse müslüman olsun veya kâfir olsun öldürülür. Ben de öldürülmesini ve tövbeye çağrılma­masını doğru görüyorum......».

Sonra Hanbelîler'den, tövbeye çağmlmamasma kaail olanların sözlerini serdetmeye başlıyor ve her görüşü tevcih etmeye çalışarak diyor ki [237]

«Peygamber (S.A.V.)'e şovenin tövbeye çağrılma­sına kaail olan kimse de bunun küfrün bir nev'i olduğu­nu söylemektedir. Zira Peygamber'e söven veya pey­gamberliğini inkâr eden   ......   bütün bunlar,     dînlerini değiştirmiş, onu terketmiş ve cemaatten ayrılmışlardır ki başkaları gibi onlar da tövbeye çağırılır ve tövbele­ri kabul edilir. Nitekim Hz. Ebu Bekir (R.A.)'in söven kadın hakkında muhacirlere yazdığı    mektupta:

(Peygamberlerin haddi başka haddlere benzemez, bunu bir müslüman yaparsa mürteddir veya bîr mütte­fik yaparsa düşmandır) sözü, tövbesinin kabul edilme­si hususunu teyit etmektedir. İbn-ü Abbas (R.A.)'den rivayet edilmiştir :

(Hangi müslüman, Allah'a veya peygamberlerden birine söverse, Peygamber (S.A,V.)'i tekzip etmiş olur. Bu ise irtidâddır. Tövbeye çağırılır ve tövbe etmediği tak­dirde öldürülür.)

Ayni zamanda sövücünün öldürülmesi ya müslüman iken kâfir olduğundan veya sebebin hususundan (söv­mesinden)  ileri gelmektedir.    İkincisi    ise caiz değildir.

Çünkü Peygamber (S.A.V.)  

«Lâ ilahe illâ-llah diyen bir müslüman kişinin kanı ancak üç şeyden biri ile mubah olur: İslâm'dan sonra kâfir olan veya evlendikten sonra zina eden veya adam öldüren ki cinayeti sebebiyle öldürülür;» buyurmuştur.

Bu, müteaddit yönlerden doğrudur. Çünkü bu adam zina etmemiş ve adam öldürmemiştir. İslâm'dan sonra kâfir   olduğu   için   öldürülemiyorsa   katli    mümtenidir.

Böylece İslâm'dan sonra kâfir olduğu için Öldürüldüğü meydana çıkmaktadır, İslâm'dan sonra kâfir olanın töv­besi ise makbuldür. Allah-u Teâlâ:

«A İS ah, îmândan sonra kâfir  olan  bir kavmi na­sıl hidayete erdirir....... Ancak ondan sonra tövbe eden ve ıslah olanlar......) [238] buyurmaktadır. Ge­çen deliller de, mürteddin tövbesinin kabul edilmesini naatıktır. Ayni zamanda   Allah-u Tealâ'nın;

«Söyle kâfir olanlara, eğer vazgeçerlerse    -küfürlerin­den- Onlara geçmiş -günahları- bağışlanır)  [239]    kavl-i

şerifinin umumu (genel anlamı) ve   Peygamber (S.A.V.İ in Müslim tarafından rivayet edilen:

«.....îslâm, makablini keser ve islâm, kendisinden ön­celeri yıkar;» hadis-î şerifi de, müslüman olan kişinin geç­miş bütün günahlarının bağışlandığının kesin bir ifade­sidir......AUaJı-u Tealâ'nın

«Eğer tövbe ederlerse haklarında hayırlı olur, fakat yüz çevirirlerse Allah onlara azâb-ı elim ile bir azâb eder»   [240]  kavl-i şerifi  ise İslâm'dan sonra kâfir olan ve sonra tövbe eden münafığın, dünyâ ve âhirette azab-i elim ile muazzep olmayacağım (ağır cezaya çarptırılma­yacağım) ifâde etmektedir. Kati, ağır ceza olduğundan onun öldürülemiyeceği anlaşılmıştır».

2- Sübkî ve Kelvezânî'nin görüşü [241] : Sövücünün tövbesinin kabul edilip edilmediği hak­kında geçen görüşleri delilleriyle   birlikte sunmuş fakat bunlara her hangi bir ilâvede bulunmamışlardır. Ancak SubMj daha sonra Kaadî îyaz'm görüşüne    dönerek bu görüşe muvafakatini kaydediyor ve diyor ki [242]

«...... Kaadî    îyaz'm    sözünü    nakletmekten    kasdımız, mürtedd ve sövücünün bu hükümde müsavî ol­dukları hakkındaki açıklamasıdır. Arkadaşlarımızın genel ifâdelerinin muktezası da budur, trtidâdı lâfızlar­la temsil ederken sövmeyi de bu lâfızlardan saymışlar­dır. Sonra mürteddin tövbeye çağrılmasından söz et­miş ve bunu kesinleştirmişlerdir......».

3- Nahavî Ez-Zeydî'mn Görüşü [243]

Nahavî, irtidâdı gerektiren çeşitli hâllerden söz etmekte, Peygamber (S.A.V.)Je sövmeyi irtidâttan say­makta ve «Bunlar tövbe ederlerse, tövbeleri kabul edi­lir» demektedir.

4- Mirza Hüseyin îmamî'nm Görüşü [244]: Peygamber (S.A.V.)'e veya ehli beytine veya   peygamberlerden birine şovenin mürtedd olduğunu belirte­rek hakkında irtidâdın hükümlerini uygulamakta ve şöy­le demektedir: «Rivayet ediliyor ki efendimiz Muhanı-med (S.A.V.)'i ve ehli beytinden (Aleyhim-u s-Selâm) birini, makamlarına lâyık olmayan bir sözle anan veya taan eden kimsenin katli vaciptir......»

îmam Aliyy-uı'Rıza Rivayeten isnad ettiği «Sahîfeci'ğin-de ataları... (Aleyhimus-Selâm)'dan rivayet ediyor. Pey­gamber (S.A.V.) buyuruyor ki

- Her kim bir Peygambere söverse öldürülür ve Peygamberin arkadaşına söverse celbedilir Sâdûk, «Eî-Mukni» adlı kitabında söyle diyor: Maı-lûm ola ki islâm'dan irtidâd edip Muhammed (S.A.V.)'-in nübüvvetini (peygamberliğini) inkâr ve O'nu tekzip eden bir müslim oğlu müslimin kanı, bunu onun ağzın­dan her kim işitirse ona mubahtır ve irtidâd ettiği an­dan itibaren karısı kendisinden   boş olur. Artık ona yaklaşamaz...... Eğer   îmam'ın    (îslânı Hükümdarı) yanına getirilirse tövbeye çağirmaksizın onu    öldürmesi    gere­kir.»

Mirza Hüseyin, [245] daha önce îmam Ebu Ca'fer (R.A.)'dan :

«Taraf-ı ilâhîden gönderilmiş bir Peygamberin nü­büvvetini inkâr edenin kanı mubahtır;» hadîsini rivayet etmekte ve şöyle demektedir: Ebu Ca'fer (K.A.)'a sor­dular. «Bu durumda sizin imamlardan birini inkâr edenin hâli nicedir?». « Oda kâfirdir» dedi «Ve bu durumda onun da kanı mubahtır. Ancak Allah'a döner de söyle­diğinden tövbe ederse...»

Bundan İmam'ı inkâr eden, ondan ve onun dîninden berî olduğunu söyleyen mürteddin tövbesini, kabul etti­ği anlaşılıyor. Oysa Peygamber (S.A.V.)Ji inkâr edeni de mürtedd saydığı hâlde onun tövbeye çağrılmaması­na hüküm vermiştir. Lâkin tövbe ile geldiğini farzede-lim, bu durumda tövbesi kabul edilir mi yoksa öldürü­lür mü? Mirza Hüseyin bu hususa temas etmemektedir.

5- Züîmecdeyn Bl-İmamVrân görüşü   [246]

Peygamber (S.A.V.)'e söven kişinin müslüman veya zimmî olsun derhâl ödürülmesine hüküm vermekte ve onu mürtedd olarak adlandırmaktadır. Diğer mezheplerden de nakil yapmaya çalışmışsa da bu hususta yeteri kadar muvaffak olamamıştır. Diyor ki:

«...Peygamber (A.S.)'e söven kişinin derhal Öldü­rülmesine yalnız tmamiyye kaail olmuştur. Diğer hukuk­çular buna muhalefet etmişlerdir.» [247]... Sonra diğer mezheplerin görüşlerini anlatmaya başlıyor ki bunların ekserisi onunla ayni görüştedir. Züîmecdeyn, daha sonra mezhebinin doğruluğunu isbât için delîl getirmektedir. Onun «Derhal öldürülür» sözünden, sövücünün tövbeye çağrılmaması ma'nâsı anlaşılıyor. Fakat şayet tövbe eder­se Zülmecdeyn'e göre tövbesi kabul edilir mi veya edilmez mi? Burası bizce ma'lûm değildir. Çünkü kendisi bu husu­su açıklamamıştır.

6- Muhyi Eî-Hanefî'rdn görüşü [248]

Mürteddin tövbeye çağrılmaması" görüşünde olan Hanefîler'in, Peygamber (S.A.V.)'e şovenin tövbesini red­dedecekleri tabiîdir. Çünkü onlara göre bu meselede hem irtidâd hem de kul hakkına taallûk eden sÖvgü var.

Muhyittin El-Hanefî, mezhebinin görüşünü böylece naklediyor ve diyor ki:

«... Sövücüye gelince El-Bezzaz'm «Fetevâ» 'sında Peygamber (S.A.V.)'e veya peygamberlerden birine sö-venin hadden öldürülmesi gerektiği ve onun için tövbenin mevzu-u bahs olmadığı kaydedilmektedir. Ele geçirildik­ten,ve suçu sabit olduktan sonra tövbe etse veya kendili­ğinden tövbe ederek gelse de hüküm aynıdır. Tövbe, va­cip olan bir haddi düşüremez ve kimsenin buna muhalefet etmesi de tasavvur edilemez. Çünkü bu, kul hakkına ta­allûk eden bir haktır ki şâir insan hakları ve kazif haddi gibi tövbe ile saakıt olmaz. Bu, imam A'zam'm ve ayni zamanda Ebu Bekir Es-Sıddîk'ın mezhebi, bu da onun ibâ-residir. Rum-Ili âlimleri, günümüze kadar böylece fetva vermişler ve Osmanlılar bu fetvayı kabul etmişlerdir. Bu hüküm, katlin illetinin Peygamber (S.A.V.)'İ ve dolayısiy-le ümmetini incitme olduğu esasına dayanmaktadır. Töv­be, ancak mahza (sırf) Allah hakkı olan yerde kabul edi­lir. Fakat bu hakkı olan yerde tövbenin geçerli olabilme­si, o kulun hayatta iken rızâsına bağlıdır. Nitekim Pey­gamber (S.A.V.), İslâm'ın başlangıcında hikmet ve mas­lahat îcâbı bir çoklarını affetmiştir. Fakat   kendisinden sonra rızâsına dâir kesin foir delîl bulunmadığından katli lâzım gelir..' Ma'lûm ola ki âlimler, hâkimin bu meselede bu kabîl müstehcen kelimâtı isti'mal eden kişinin duru­muna, onun ağzından bu gibi mesmuâtın çokluğuna, dînde müttehem olması, sünneti tanımaması ve ilhada da'vet et­mesi gibi hususlara ve yanılmak veya dil kayması gibi durumlara bakarak münasip bir hüküm vermesi gerek­tiğine kaail olmuşlardır...».

7- îbn-ül Davyan El-HanbelVnin görüşü[249]

Tövbeleri kabul edilmeyen, kişilerden söz ettikten sonra, Peygamber (S.A.V.)'e söven kimseden bahsederek bunun da tövbesinin kabul olmadığını belirtmekte ve şöy­le demektedir:

«... Veya Allah'a veya O'nun Resulüne veya meleği­ne söverse günâhının cidden büyük olması, onun akidesi­nin fasit olduğuna delâlet eder. îmam Ahmed, Peygam­ber ($.A.V.)'e söven kişinin tövbesinin kabul olmadığını söylemiştir...». Bunu müteakip, Peygamber (S.A.V.)'e sövdükten sonra nıüslüman olan kâfirden söz ediyor ve diyor ki: «...Ve öldürülür. Hattâ kâfir iken nıüslüman olsa bile. Çünkü onun katli, Allah ve Peygamber'e kargı kazfinin cezası olduğundan, başkalarını kazfi gibi bu da tövbe ile sakıt olmaz...».

Bence bu görüşte garabet vardır ve öyle tahmin edi­yorum ki bu görüşün naklî bir delili yoktur. Hattâ aksini isbât eden delîl mevcuttur. Şayle ki Peygamber (S.A.V.), irtidâd eden bâzı kimselerin [250] kanlarını mubah kıldıktan sonra, îbn-ü Ebi-s Şerh gibi [251] onlardan tövbe eden­lerin tövbesini kabul etmiş bulunmaktadır  [252]

Bütün bu geçenlerden sonra diyebiliriz ki, Peygam­ber (S.A.V.)'e söven kişinin kâfir olduğuna delâlet eden bir çok hâdiseler bulunmaktadır. O kimse, eğer müslüman ise tövbeye çağrılmaksızm katli caizdir. Fakat kendiliğin­den tövbe ederse, tövbesi kabul edilir. Nitekim bu, Kur'-an-ı Kerîm'de varit olan müteaddit nasslarm genel anla­mına uygundur: ondan sonra tövbe eden ve ıslah    olanlar müstesnadır-»   [253]

lerinden e kâfir olanlara, eğer vazgeçerleree gecnıls günâhları onlara tıafrelsuıın[254]

«Eğer tövbe ederlerse haklarında hayırlı olur, fa-yüzçevirirlerse Allah onlara azab-ı elimi île ağır ceza verir-» [255] Ve bu anlamda buna benzer âyetler vardır. Peygamber (S.A.V.)'in: İslâm, makablini keser -kendinden önceki suç­ları genel affa uğratır- ibaresi ve emsali hadîsleri de bu hususu teyit eder mâhiyettedir. Bu arada Hanen mezhe­binden Muhy'ittin'in sövücünün durumu ile ilgili hususla­rın nazar-ı i'tibâre alınması hakkında ki görüşüne de bu­rada yer vermek gerekir. Hâkim, tövbenin kabulüne veya adem-i kabulüne karar verirken elbet Sünnet'den ve İslâm dîninin âdil ruhundan dışarı çıkmayacaktır. [256]

 

4 - Peygambere Sövmek İrtîdâddır: "

 

Alimlerimizin mahall-i ittifakı olan Peygamberlerden birine sövmek, kendi Peygamberimiz (S.A.V.)'e sövmek gibidir. Peygamberimize söven kimse kâfir olduğu gibi, peygamberliği kesinleşmiş olan bir peygambere söven kim­se de kâfirdir. Bu, îbn-ü Teymiye [257] . MalîM'den Beh-ram [258], Hanefî'den Muhyittin [259] ve îbazîyye'den Atfîş'in    [260]  kavlidir.

Şayet Peygamberliği kesinleşmemiş ise ona söven ki­şiyi sıkmak, te'dip etmek ve işkence etmek gerekir, fa­kat öldürülmez. Bu, İbaziyye'den Atfîş [261]. ve Hanefî'den Muhyittin'in [262] kavlidir.

îbn-ü Hazm [263], her hangi bir peygambere söven veya onunla alay eden kimsenin mutlak olarak küfrüne hüküm vermektedir. îmamiyye'den Mirza Hüseyin [264] ve Şafiî'den El-Hısnî [265] de mutlak olarak küfrüne kaail olmuşlardır.

Lâkin açıklamamış olsalar da «peygamberliğinin ke­sinleşmiş olmaması» kaydını onların sözlerinden anlamak mümkündür. Zîrâ peygamberliği kat'îleşmemiş olan bir peygamberde, peygamber olmama şübhesi vardır ki bu gübhe, sövücünün öldürülmesine mâni'dir. [266]

 

5- Peygamber'in Hanımlarına, Dört  Halîfeye Ve Sahabeye Sövmek:

 

Hukukçularımızın kism-i âzami, Âişe (Ayşe) valide­miz (R. Anhâ)'ya. söven veya onu yeren kimsenin kâfir olduğu üzerinde mutabık kalmıştır [267]. Bunun delili, Kur'an-ı Kerîm'den Hz. Âişe validemiz hakkında Âyet na­zil olmasıdır. Bu durumda O'nu yeren kimse, Kur'ân'm sarahatini tekzip etmiş ve dolayısiyle kâfir olmuş olur. Allah-ü Tealâ, ifk (iftira) hâdisesinde Hz. Âişe validemi­zi tebriye ettikten sonra «Allah îkaz ediyor   sizi, onun -o   hâdisenin- benzerine bile asla dönmeyesiniz, eğer mii'min   iseniz»

[268] buyurmuştur. Her kim dönerse mü'nün değildir. tbn-ü Teymiye [269], Hz. Âişe validemizi yerenin öldürüldü­ğüne dâir müteaddit hâdiseleri kaleme almıştır.

Peygamber (S.A.V.)'in diğer hanımları da Hz. Âişe hükmünde midir, bu hususta ihtilâf vardır. îbn-ü Teymiye [270], onların da Hz. Âişe hükmünde olduklarını nakletmek­tedir. Allah-u   Tealâ'nın

«Kötü kadınlar, kötü erkeklerin ve kötü erkekler, kötü kadınların, iyi kadınlar, iyi erkeklerin ve iyi erkek­ler, iyi kadınlarındır. İşte bunlar, onların -kötü kadm ve erkeklerin- söylediklerinden beridirler. Onlar için mağfiret ve mutlu maişet vardır» [271] kavli gerîfi ile bu bâbta istidlal mümkündür. Ve hem Peygamber (S.A.V.) m hanımlarını yermekten bizzat Peygamber'in kendisini yermek, O'nu ta'yir etmek ve incitmek lâzım geleceğinden bütün bunlar memnû'dür.

İkinci görüşe göre onlar, sair Sahabe hükmündedir-ler. Onlara sövme, kazf olduğu için her kim söver ise da­yak cezası verilir.

Îbn-ü Hazm [272], birinci görüşü benimsemiştir. Hanefî'den Muhyittin ise iki görüşün ikisini de almış fakat birincisini tercih etmiştir. Şafiî'den Es-subkî [273] Han-belî'den El-Makdisi [274] de birinci görüşü tercih etmek­tedirler. Mâükî'den El-Hure§î [275] Hz. Âişe (K.A)'ya if­tira edenin veya Sahabeyi veya Dört Halîfe'yi tekfir ede­nin kâfir olduğunu nakletmekte ve şöyle demektedir:

«...Hz, Âişe, AUa& tarafından tebriye edildiği hal­de, zina etti diyerek ona iftira eden veya Ebû Bekir'in Sahâbeliğini inkâr eden veya Aşere-i mübeşşere'nin is-lâmını veya bütün Sahabenin islâmmı reddeden veya Dört halîfe'yi veya onlardan birini tekfir eden kâfirdir.» Es-SubM [276] İkinci Halîfe Hz. Ömer'in, Ashâb'dan bi­rine söven bir adamın dilini kestiğini rivayet etmekte­dir. Diyor ki:

«...Ömer Bin El-Hattab'dan rivayet ediliyor: Ubey-dullah Bin Ömer'in, Eî-Mikdad Bin EI-Esved'e sövdüğü için dilini kesti. Bu hususta kendisine müracaat edildi­ğinde: (Bırakın beni) dedi (Onun dilini keseyim ki bir daha Muhammed (S.A.V.)'in   Ashabına dil   uzatmasın.)

Burada şunu da kaydetmek gerekir ki Hz. Âişe'yi ancak Kur'ân'ın tebriye ettiği hususla yermek, küfrü müstelzimdir. Çünkü ancak bu takdirce Kur'ân'ı tekzip etmiş olmaktadır. Fakat bunun hâricinde yapılan seb-ü şetimde Hz. Âişe ile Peygamber (S.A.V.)'in diğer ha­nımları arasında hüküm bakımından fark yoktur. [277]

 

6- Başkasına Kafir Diye Hitap Eden Kafir Olur Mü?

 

İbtm-ü Ömer  (R. anhumâjdan     rivayet     edilmiştir: Peygamber (S.A.V.) buyurdu ki:

- Bir adanı -din- kardeşine «yâ kâfir» derse iki­sinden biri mutlaka Jtüfür ile döner. -Kendisine kâfir denilen adam gerçekten kâfir ise,. küfür yerini bulmuş­tur. Eğer değilse söyleyenin kendisine döner[278]

Şafiî'den îbn-ü Hacer El-Heysemî [279], bu hadîs üze­rinde uzun uzun durumuş ve âlimlerin görüşlerini nakle­derek bunları eleştirmiştir. Kendi görüşünün özeti şöyledir: Bir müslümana te'vilsiz olarak «yâ kâfir» diyenin ken­disi kâfir olur. Çünkü o, İslâm'ı küfür diye adlandırmış­tır ve bu, küfrü müstelzimdir. İhn-ül Hacer, «Es-Zevadr» adlı eserinde de ayni da'vadan, ayni görüşü iltizâm ede­rek ve meseleyi açıklayarak bahsetmekte ve şöyle de­mektedir[280]

«... Bir insanın bir müslümana (ey kâfir) veya (ey Allah'ın düşmanı) diye hitap etmesi, İslâm'ı küfür ola­rak adlandırmak suretiyle onu tekfir etmeyi düşünme­miş ve yalnız bu sözden mücerret sövgü kasdetmîş ise, küfrü mucip değildir.

Buhârî ve Mmim tarafından bu konuda tahrîc edi­len hadislerin birinde:

-  Bir kimse, bir adamı «kâfir» diye çağırır   veya ona «Allah'ın düşmanı» derse ve o adam da böyle değil­se, mutlaka bendine döner»; yani söylediği söz kendine âit olur buyurulmuştur. Gene Buhârî ve Müslim'den bir rivayette,   Bir mü'miııi küfür ile ittihâm etmek onu öldür­mek gibidir» buyurulmaktadır. [281]

 

Tenbih:

 

Bu, yâni küfrün veya Allah düşmanlığının veya gü­nah bakımından Öldürmek gibi olmasının söyleyene dön­mesi ağır bir vaîddir. Bu i'tibarla bu iki sözden her biri ya küfürdür veya kebîredir. Şayet bir znüslümanı, islâm vasfını hâiz olduğu için «kâfir»  veya «Allah düşmanı» diye adlandırmış ise bu takdirce islâm'ı Allah'ın düşman­lığım iktiza eden küfür olarak tesmiye etmiş  olduğun­dan kâfirdir.  Eğer  bunu kasdetmemiş  ise  bu  takdirce küfrün veya Allah düşmanlığının kendisine avdet etme­si hususu, cezasının ve günâhının    ağırlığından    kinaye olur ki bu, kebîrenin emârelerindendir. Böylece bu iki sö­zün kebâirden sayıldığı da meydana çıkmış    oldu. Buna daha önce raslamamıştım. Fakat sonraları bâzı   âlimlerin, bir müslümanm küfür ile ittihâm edilmesini    kebâirden saydıklarını gördüm. Bir müslünıana, «Allah imanını yok etsin» demek ve buna benzer sözlerde bulunmak, müte-ehhhirîn ulemâsından bazılarına göre küfürdür.»

«Sünnefden Seçmeler» [282] heyeti, Allah'dan başka­sına yemin etmek, birisine piçlik izafe etmek, nesebe dil uzatmak, ölü üzerine ağlayıp sızlamak, mü'mine karşı savaşmak ve sövüşmek gibi bir çok hadîslerde varit olan küfür lâfzım, irtidâd ve şirk küfrü olarak değil yalnız küfran-i ni'met olarak tefsir etmiştir.

Şeltut, bunun benzeri olan bir da'vayı başka açıdan incelemekte ve şöyle demektedir   [283]

«Âlimlerden çoklarının, hadd-i şer'.înin ahâd (tek râvili) hadîslerle sabit olmadığı ve kam mubah kılan hu­susun küfrün kendisi değil, müslümanlara karşı savaş­mak, onlara saldırmak ve onları dînlerinden bozmaya çalışmak olduğu görüşünde olduklarına dikkat edilirse bu meselede nokta-i nazar değişebilir...»

îbn-ü Dakîk'm [284] namaz kılmaktan kaçman kim­se meselesinde: «Müslümanlara karşı savaşmadıkça öl­dürülmez» sözü, Şeyh §eltuFun bu görüşünü yâni kam mubah kılan nesnenin küfrün kendisi değil, müslüman­lara karşı savaşmak olduğu, görüşünü takviye edici bir mahiyet arzetmektedir. İbn-ü Dakîk diyor ki:

«...Bir şey üzerine mukatele (vuruşma) ile kati (vurma) arasında fark vardır. (Mufâale) babından ge­len mukatele, ancak iki tarafın da birbirine karşı silah çekmesi ile hâsıl olur. Bu i'tibarla Namaz üzerine mu-katelenin mubah olmasından katlin mubah olması lâ­zım gelmez. Fakat namazı terkederek bunun üzerine vuruşmaya hazırlanan bir kavme kargı savaşın meşru' oldu­ğunda işkâl yoktur. İhtilâf, bir insanın vuruşmayı ta-sarlamaksızın Namâz'ı terketmiş olmasındadır. Bu se-bebden dolayı öldürülür mü veya öldürülmez mi? Na­maz üzerine vuruşma ile vurma arasındaki farkı ve Na­maz üzerine vuruşmanın mubah olmasından vurmanın da mubah olması lâzım gelmediğini düşünün.»

Es-San'ânî [285] ; geçen bahis hakkında bir yorumda bulunmakta ve şöyle demektedir:

«Onun (İbn-ü DaMk'ı kasdediyor), [... farkı düşün] sözüne cevaben derim ki: Evet bu söz doğrudur. Fakat burada vuruşmadan vurma kasdedîldiği ve Peygamber (S.A.V.)'in ta'birini vurma anlamında kullanıldığı da söy-lenebilir.Nitekim bu ma'nâ, AUah-u Taalâ'nın

«Müşrikleri nerede bulursanız öldürün... Ancak tövbe eder ve namaz kılar ve zekât verirlerse, -o za­man-- Bırakuı yollarını» [286] kavli şerifine muvafık­tır. Âyet, müşriklerin Öldürülmesi için bir emirdir. An­cak üç şeyi: Şirkten tövbe, namaz kılma ve zekât ver­meyi yaparlarsa kurtarırlar. Bunu teemmül et.»

Bence bu meyanda, zekât vermekten kaçınan kim­se ile istişahd etmek daha evlâdır. Zekât, ondan cebren alınır. Fakat silâh kaldırmadıkça vurma ve vuruşma, yoktur.

Eî-Maîöâisî [287]  ortalama   bir çözüm şekli koymak­ ta ve şöyle demektedir: «gâri' (kanun vâzn), başkaları­na piçlik izafe etmek, fal baktırmak ve falcının söyledik­lerine inanmak gibi hâllerde bir kimsenin mutlak ola­rak küfrüne hüküm verirse bu küfür, İslâm'dan çıkaran küfür değil, sadece teşdittir......».

Hanefî'den Semerkandî [288], söyleyicinin tekdir edilmesine hüküm veriyor ve diyor ki: «Tekdir ise (Ey kâfir) veya (Ey fâsık) veya (Ey fâcir) gibi haddi mucip olmayan suçlarda lâzım gelir....:.». [289]

 

7- Kavlî İrtidâddan Sayılanlar :

 

îslâm hukukçularının, küfrü mucip sözlerden uzun uzun bahsettiklerini görüyoruz. Hattâ bu konuda «Bed-rü'r-Reşîd» ve şerhi [290] «Es-Seyfül-Meşhûr» [291], «Es-Seyfül-Meslûl [292], «El-İ'lâm Bi-KavaWil-îslâm [293] ve «Es'Saarİm'ül-Meslûl» [294] gibi kitap ve risaleler kaleme alınmıştır. Bu arada cüz'iyyâttan fazlaca bahsedilmiş fakat konu, derli toplu bir şekilde ele alınmamış oldu­ğundan, da'valarm en önemlisi olan tekfir da'vasmda, bâzan yersiz hükümler, bâzan da sü-i istimaller olmuş­tur. Oysa Peygamber   (S.A.V.),

- «Bir adam -din- Kardeşini tekfir ederse, ikisin­den biri mutlaka küfür ile döner» [295] buyurmuştur.

Bütün bunlara rağmen derlediğim malûmatı, der-li toplu bir şekilde aksettirmeye çalıştım. Meselelerin iç-içe girmiş olması hususuna nazaran, tekrardan mümkün olduğu kadar kaçındım.

inanç bakımından mürtedd  olan  kimse,     irtidâdını dili ile açıklarsa kavlen mürtedd sayılır. Fakat   gizlerse o, münafıktır ve irtidâdını   meydana   koyuneaya kadar ona müdahale edilmez.     Hukukçular, muhtelif mezhep­lerden olmalarına rağmen Peygamber     (S.A.V.)'e    söv­menin yukarıda gördüğümüz gibi   küfür ve irtidâdı   mu­cip olduğunu açıklamışlardır.    Hanbelîler  [296] Peygam­ber (S.A.V.)'e buğzetmenin   de küfrü mucip     olduğunu kaydetmişlerdir.     Mâlikîler'den       bazıları,     Peygamber (S.A.V.) i öksüzlük [297],    çirkinlik    ve    yakışıksızlıkla niteleyen veya adalete, evliliğe, çocuk öğretmenine, Arab'a ve  Hâşim  oğullarına   [298]   la'net  eden  kimsenin  katline hüküm vermişlerdir. Hanefîler'den bazıları   da   [299], mü-tevâtir haberleri inkâr edenin küfrüne    kaail   olmuştur. Peygamber'in Hadîsini reddeden kişi de -bazılarına göre mütevâtir olmak şartı ile- kâfirdir.    Mâlikîler'den bazı­ları  [300]  Peygamber    (S.A.V.)'in yalnız Arab'a    gönde­rildiğini veya Sahabenin tümünün kâfir    olduğunu söy­leyenin küfrüne hüküm vermektedirler.

İbn-ü Kudâme diyor ki [301]

«Bir kâfir, Kelîme-i    Şahadeti    getirdikten    sonra, müslüman olmayı    kasdetmedim derse    mürteddir......»

Fakat bunu müteakip îmam Ahmed'den, onun mürteci olduğunu doğrulamayan ikinci bir görüşü nakletmekte­dir.

Hanbelî'den ibn-ü n-Neccar [302] ve başkaları zina­nın ve domuz etinin haram olması veya meselâ ekmeğin helâl olması gibi açık ve keskin bir hükmü inkâr edea veya bunda şüpheye düşen kimse hakkında şöyle di­yorlar: Eğer bu, cehaletten ileri geliyorsa öğretilir ve öğretildikten sonra gene isrâr ederse o zaman öldürü­lür, îmamiye'den Mirza Hüseyin [303], hakkı inkâr ede­nin kâfir olduğunu nakletmiştir. Zeydiyye'den «El-Bahr-u z-Zahhar» yazarı [304], Mueyyed'in şu sözünü naklet­mektedir: «İhtiyarî olarak küfür kelimesini ağzına alan kimsenin, buna inancı olmasa da küfrüne hüküm verilir ve karısı, talak-ı bâin ile kendisinden boş olur». Yazar, El-Mueyyed Bi-llah'm sözünü açıklayarak diyor ki: «Onun. küfür olduğunu biliyor ve onu bir baskı veya bir mak­sada binâen söylememiş ise, tslâm'ı mühimsemediğin-den dolayı buna evet derim. Fakat bilmiyorsa veya bu mesele onun ilmî seviyesinin üstünde ise veya nikâhı bozmak gibi belli bir maksada dayanıyorsa, hayır. Çün­kü küfre gönlü açılmamıştır. Bu ise şarttır ».

Şafiî'den tbn-ü Hacer [305] diyor ki: «Bir müslüman. diğer bir müslümana (dinsiz) diye hitâb ederse, eğer ikinci şahsın üzerinde bulunduğu dînin, din sayılmadığı­nı kasdediyorsa kafirdir. Tövbe etmediği takdirde öldü­rülür. Şayet muamelâtta ve diğer hususlarda dinsizce hareket ettiğini kasdetmiş ise kâfir olmaz».

Es-Sübkî [306] sözleriyle   milleti tadlîl eden    (şaşır­tan)  kimsenin    kâfir olduğunu nakletmektedir.

Bu, cidden Önemli bir meseledir,    "ünkü zararı, bü­tün ümmete gâmil olacak   derecede büyüktür.    Onun ci­nayeti de buradan gelmektedir. Kavlî Irtidâddan bir örnek : «Inktlâp İdeolojisi» [307]

Bu Mtap, 1030 sayfadan müteşekkildir. Müellif, -isimden de anlaşılacağı gibi- bu kitabta Inkilâp ideolo­jisini etüt etmektedir. Müellife göre bu ideoloji, dünya­nın her tarafında birdir ve ayni kanun gereğince yürü­mektedir. Bilmezlikten gelinmesi, atlatılması, tahvil ve­ya tebdil edilmesi gayr-i kaabil bir gerçektir bu. Sonra bu ideolojinin, dînin bütün anlam ve etkilerini bünyesin­de toplayan bağlı başına bir din haline geldiğini kayde­diyor. Müellif, bu anlamı münâsebet geldikçe tekrarla­mıştır [308]. Meselâ diyor ki: «...... Inkilâp ideolojisi, in­sanların gönüllerine sahip olmakta eski dinlerle boy öl­çüşen yeni bir dîni temsil etmektedir. Bu itibarla onun bizzat  hayatı,   dinlere  karşı kaydedeceği  kesin     zafere bağlıdır......» [309]. Kitabın başka bir yerinde şöyle diyor:

«......  Modern ideolojiler, dîni baltalamalarına    ve dîne karşı mukavemet etmelerine     rağmen,    gerçekte onlar

da     birer yeni     dîndir......»   [310]  Ve sonra diyor ki: «......   Modern ideolojiler ve inkılâplar,  yeni     dînlerdir

veya dînin fizik ötesi tabiatına sahiptirler......»  [311]

O hâlde müellif, yeni bir din olabilecek kaabiliyet-te yeni bir ideâl tebennî etmek istemektedir. Fakat içinde yaşadığı ortamın kendine göre bir ideâli bulun­duğundan, önce bunu yıkmak ve sonra onun yerine ye­ni bir ideâl yani yeni bir dîn getirmek istiyor. Kitabın önsözünde diyor ki:   «.......   İnkılâp  düşüncesinin birinci vazifesi, aklı eski düşünce ve inançların pençesinden kurtarmak, bu düşünce ve inançları yıkmak, bunların sürüp gitmesine veya yetişen nesilleri etkilemesine mey­dan vermemektir...»   [312]

Kitabın bütün hedefi, işte budur. O, eski dînin atıl­ması ve onun yerine yeni bir dînin tebennî edilmesi için yapılan bir çağrıdır. Eğer istintacım (vardığım netice) doğru ise kitap, bu anlamı ile İslâm'ın atılma­sına ve onun yerine ayni kudsiyet ve ayni saygıya sa­hip yeni bir akidenin yerleştirilmesine davet ediyor. Bir adamın kalbinde iki dînin barınmasına imkân yoktur.

Müellif, bu arada Allah-u Tealâ'dan da söz etmek­te ve O'nu arazî (eğreti) bir varlık olarak göstermek­tedir. Bu meyanda şöyle diyor: «Fizik ötesi bir gerçe­ğin veya ilmin haricî bir konusu olduğu gibi dînin de haricî bir konusunun    bulunduğunda şübhe yoktur. Fakat bu konunun, dinlerin kısmı âzamına oranla ilâhî bir varlık olması, felsefî yönden bir anlam ifâde etmez ve bu, sadece arazî (eğreti) bir meseleden ibaret­tir......»  [313]

Müellif, bununla da yetinmeyerek dünyâ mülhidle-rinin (dinsizlerinin) genel olarak dinler ve özel suret­te Allah hakkında bütün kötüleme ve çekiştirmelerini kitabında toplamakta ve bunları, gûyâ belirli şartların mantıkî bir neticesi imiş gibi göstermeye çalışmakta­dır. Bilindiği üzere küfrün nâkili, küfürden memnun ise kâfirdir, değilse kâfir değildir. Müellif, başkalarından naklen diyor ki: «...... Tann'nın varlığı, insanın mutlu­luk, haysiyet, karakter, ve hürriyeti ile bağdaşamaz. Tanrı -eğer mevcut ise-, hürriyet ve insan da'vasma saygı gösterebilmesi için tek bir yol vardır. O da kendi varlığını  feshetmesidir......» [314]

Ve diyor ki:  «...... Tanrı da'vası,    onun varlığının

veya yokluğunun meselesi değil, aklı ondan kurtarma meselesidir. Şayet    Tann'nm mevcut olduğu    doğru ise

du durumda onu    öldürmemiz gerekir......  Ve sen    ey Tanrı, ey çaresizleri istibdâd ve zilletin pençesine tes­lim eden, seni tel'in ederim»   [315]

Ve diyor ki:  «......  Tevhîd    dînlerinin,   [316]  insanların gönüllerini ve kafalarını bozduğu devirler istisna edi­lirse, târihin bütün devirleri insanî yönden mutlu geç­miştir......» [317]

 

Üçüncü Bahis Amelî İrtidâd

 

Muhtelif mezheblerden fakîhler, Mushafı [318] ve­ya Mushahn bir parçasım [319] çöplüğe atmanın veya O'nu pisliğe bulamanın müslüman kişi hakkında küfrü mucip olduğunu kaydetmişlerdir. Hadîs-i Kudsi [320] ve Hâdîs-i Nebevi de Mushaf gibidir. Keza Kar'an-ı Ke-rîra'i küçümseyen kimse [321], hakkı ta'zîm olunmak olan Allah kitabına hor baktığı için kâfirdir. Peygam­ber (S.A.V.)'in Hadîsini de küçümseyen kimse kâfir olur. Çünkü onu tahkir etmek, akidenin bozuk ve sö­nük olduğuna delâlet eder ki bu durumda küfrüne hü­küm vermenin hayretâmiz tarafı yoktur. Ayni zaman­da bâzı fakîhler, küfre rızâ gösteren veya    başkasının kâfir olmasından haz duyan ve buna sevinen [322] veya islâm'ı ve ehlini tahkir edip küfrü ve ehlini ta'zînı eden [323] kimsenin küfrüne kaail olmuşlardır. Zîrâ bu kimse, böylece küfrünü ve İslâm'dan yüzçevirmiş olduğunu meydana koymaktadır. Puta veya güneşe veya aya sec­de edenin [324] veya dinle alay tarzında [325] sarih bir söz veya harekette bulunanın kâfir olduğu üzerinde Fu-kahâmn goğu müttefiktir. Çünkü secde, yalnız Allah için meşru'dur. Alla-h'dan. başkasına secde eden kimse, onu ta'zîm etmiş olur. Bu ise, İslâm'a kargı çıktığının delilidir. Alay etme hususuna gelince Allah-u Tealâ, kâfirlerden  söz  ederek  buyuruyor  ki:

«- Söz verdikten sonra antlaşmalarım bozar ve dînimize dil uzatırlarsa küfrün sergerdelerine -elebaşlarma- karşı savaşın. Hem onlar antlaşması ol­mayan -antlaşmalara karşı saygı göstermeyen- Kişiler­dir ve belki -onlara karşı savaşırsanız kiifürlerine-sonverirler» [326] Böylece dine dil uzatılması, savaş­mayı gerektiren sebeblerden biri olarak sayılmıştır. Ve AJlah-u Tealâ buyuruyor ki:

«Söyle -onlara-, Allah ve onun âyetleri ve Pey­gamberi ile mi alay edecektiniz......» [327]

Bâzıları, haşişi (esrar) mubah gören [328] kimsenin ihtilafsız kâfir, olduğunu nakletmektedirler. İhtiyarî olarak harp diyarına [329] kaçan ve müslümanlara kar­şı savaşan kimsenin de küfrüne kaail olmuşlardır. Çün­kü Peygamber (S.A.V.), düşmanlara iltihak eden kişi­den berî olduğunu bildirmiş ve bunu yasaklamıştır. Ke­za Peygamber (S.A.V.)'in, isnadında şüphe olmayan bir hükmünü inkâr eden de kâfirdir. İkinci Halîfe (Hz. Ömer) (R.A.), Peygamberin hükmüne boyun eğmediği için adamın  birini  öldürmüştür  [330] Allah-u  Tealâ'nm «Senin    Rabbin hakkı    için küçük veya büyük- Baş gösteren her anlaşmazlıkta senin hükmüne müracaat edip, verdiğin hükme kar­şı gönüllerinde kırgınlık duymayarak tam teslim ol­madıkça Mü'nıin olamazlar» [331] Kavl-i şerifini buna delîl  göstermek  mümkündür.

îmamiyye, bâzı hususlarda faillerin küfrüne mün­ferit olarak hüküm vermektedir. Nitekim Îmamiyye fakîhlerinden    bâzılarına göre hilâfet    konusunda İmam Ali  (Kerremellahu    Veehe)'yi    çekiştiren    kimse kâfir­dir. Bu meyanda şöyle bir hadîs iddia etmektedirler.

- Hilâfet konusunda Ali (K.V.) ile çekişen kimse kâfirdir [332]

Keza âdil bir hükümdara karşı savaşmayı» ona isyan etmeyi ve itaattan ayrılmayı bizzat Peygamber (S.A.V.) e kargı   gelme hükmünde sayarak   bu kimsenin de küf-,, rine hüküm vermişlerdir [333]

Bu arada îmam Ali (K.V.)'den [334] kendine karşı savaşanları, aşağıdaki Âyet-i Kerîme ile iştighat ederek' tekfir etiğini iddia etmektedirler :

«...... Allah dileseydi Peygamberlerden sonra üm­metleri vuruşmazlardı ...... Fakat ihtilâf ettiler ve onlar­dan kimi Mü'min İdmi de kâfir oldu» [335] «İhtilâf vu­ku' bulunca biz Allah Azze ve Celle hazretlerine, O'nun dînine, Peygamber (S.A.V.)'e, Kur'ân'a ve hakka daha yakındık. îman edenler bizleriz. Küfredenler de onlar­dır. Allah, bizden onlara karşı savaşmamızı diledi. Biz de O'nun meşîeti ve irâdesi ile savaşa girdik», derler. [336]

 

Dördüncü Bahîs Terk İrtidadı

 

İbâdetleri ve özellikle Namazı terkeden kâfir olur mu?

Meseleyi bütün yönleriyle en iyi şekilde etüd eden, aklî ve naklî bütün delilileri tartışan yazarın, «Namaz ve Namazı terkedenin hükmü» adlı eserinde îbn-ül-Kayyim olduğunu söyleyebiliriz.

ibâdetlerin terki, ya tembellikten veya inkârdan ileri gelir. Önce bunu ele alalım.[337]

1- Namazdan ve diğer ibadetlerden imtina eden:

Zekât vermek ve namaz kılmaktan imtina eden kimse, ya inkarcıdır veya değildir. Eğer namaz ve ze­kâtı inkâr ediyorsa kâfirdir. Fakat ikrar ettiği hâlde tembellikten ileri geliyorsa kâfir olmaz. Buharı Şârihi Bedrüddin Mahmud-ül Aynî bu hükmü belirterek şöyle diyor:

«...... Farz olduğunu ikrar ettiği hâlde zekât ver­mekten kaçınan kimse, eğer aramızda yaşıyor ve bize kargı silâh çekmiş ve harp istemiş değilse, zekât, on­dan cebren alınarak fakirlere verilir ve öldürülmez. Ebû Bekir (R.A.)'ın zekât vermeyenlere karşı savaş­ması ise, onların kılıç çekmiş ve ümmete kargı harp kur­muş olmalarından ileri gelmiştir. Bir farzı veya ta­hakkuk eden bir kul hakkını yerine getirmekten imtina ederek harp kuranlara karşı savaşmanın meşru' oldu­ğu üzerinde bütün âlimler müttefiktirler. Bu durumda onlara kargı savaşmak vaciptir. Eğer vuruşmadan vaz­geçmezlerse kanları mubahtır. Namaza gelince, cemâ­atin mezhebine göre namazın farziyetini inkâr ederek cerkeden kimse mürteddir. Tövbeye çağrılır. Tövbe ederse bırakılır, etmez ise öldürülür. Şâir farzları in­kâr eden de böyledir. Fakat tembellik yüzünden nama­zı terkeden ve «kılmayacağım» diyen kimse hakkında ulemâ arasında ihtilâf vardır, imam Şafiî'ye göre, bir vakit namazını terkeden ve onu vaktinden yani zaru­ret vaktinden çıkaran kimse, tövbeye çağrılmasını mü­teakip terk üzerinde isrâr ederse öldürülür. Şafiî'de sa-hîh olan, hadden Öldürülmesidir, küfren değil, imam Mâlik?in. mezhebine göre, vakit içinde namaz kılması emredilir ona. Eğer vakit çıkıncaya kadar namaz kılma­mak üzerinde İsrar ederse öldürülür.

Yine ulemâ arasında ihtilâf vâki' oldu. Kimi, «Tövbeye çağrılır ve tövbe etmediği takdirde öldürü­lür» diyor. Kimi de doğrudan doğruya öldürülmesine hüküm veriyor. Çünkü bu, ikame edilmesi gereken bir haddir. JNfamâz kılarak tövbe etmesi ile bu hadd saakıt olmaz. Fakat kâfir olarak değil de zina eden ve adam öldüren gibi faasık olarak öldürülür. İmam Ahmed'e göre, namazı terkeden kâfir ve mürteddir. Malı dev­let hazînesine intikal eder ve müslümanlarm mezarlı­ğında defnedilir [338] Namazı inkâr ederek terketmesi ile tembelliği yüzünden terketmesi arasında fark yoktur.

î?nam Ebû Hanlfe, Es-Sevrî ve    El-Muzenî'ye göre, öldürülmez ve durumu Allah'a bırakılır. İmam Ebû Hanîfe'mn mezhebinde meşhur olan, namaz kılmcaya kadar ta'zir (tekdir) edilmesidir. Bazı arkadaşlarımız da, derisinden kan çıkıncaya kadar dövülmesine hüküm, vermektedirler.»

El-Merdâvî [339], Hanbelîler'den rivayet ederek di­yor ki :

«...... Bir kimse, Beş ibâdetten birini, ihmal kabi­linden terkederse kâfir olmaz. Yani onu hiç yapmama­ya azmederse, mürtedd gibi vücûben tövbeye çağrılır. Bu durumda eğer İsrar ederse yine kâfir olmaz, fakat had­den öldürülür...... Bir rivayette Hacc farizasının gay­risinde kâfir olur. Haccı her ne suretle tehir ederse etsin kâfir olmaz..... Bir rivayette hepsinde de kâ­fir olur...... Bir rivayette küfür, yalnız Namâz'a mah­sustur.  Mezhepde sahîh olan rivayet budur ve  cumhur bu kavil üzeredir......  Bir rivayette küfür,  Namaz    ve Zekât'a mahsustur. Eğer İmanı (İslâm Hükümdarı), Namaz ve Zekât üzerine savaşıyorsa...... Ve bir riva­yette de yalnız Oruc'un ve Haccın terki ile kâfir ol­maz ve öldürülmez.»

Hainbelî'den    îbn-ü Rudâme [340], diyor ki:

«Namazı terkeden kimse, üç gün namaza da'vet edilir. Kılarsa bırakılır. Kılmazsa, namazı inkâr etmiş olsa da olmasa da Öldürülür.

Namâzm farziyetini bilerek inkâr eden kişinin küfrü hakkında ulemâ  arasında ihtilâf yoktur.     Fakat yeni nıüslüman olmuş veya küfür diyarında büyümüş veya kasabalardan uzak, çölün ücra bir köşesinde kalmış kimse gibi namazın farziyetini bilmeyerek in­kâr ederse ulemâ, bu adamın küfrüne hüküm vermemek­tedirler. Ancak öğrendikten ve namazın farziyetine da­ir delilleri bildikten sonra inkâr eder ise o zaman kâfir olur. Ama namazı inkâr eden kimse kasabalarda ve İlim adamları arasında yaşıyorsa mücerret inkârı ile kâfir olur. İslâm'ın diğer rükünleri hakkında da ayni hüküm varittir. Zekât, Oruç ve Hacc gibi. Çünkü bun­lar îslâmm temel rükünleridir. Kitap ve sünnet bu rü­künlerin farziyetine dâir delillerle dolu. İcma-î ümmetin ittifakı), bu rükünlerin farziyeti üzerine münakit-tir. Hâl böyle iken bu rükünleri iltizâm etmekten kaçman kimse İslâm'a karşı muannit, Allah'ın kita­bını, Peygamberinin Sünnetini ve ümmetin icmâ' (it­tifak)  mı kabul edici değildir».

Hanbelîler'den Eî-Makdisî [341] ve İbn-ü Kudâme [342]' nin görüşleri de bu merkezdedir. Hanbelî'den îbn'ün-Neccar [343], namazı inkâr eden veya namaz kılmaya çağ nldığı halde ihmalkârlık edip reddeden kimsenin öl­dürülmesi gerektiğine hüküm vermiştir. îbn-ün- Necar'a, göre şâir ibâdetler arasından yalnız namazdan veya na-mâzm bir şartından veya üzerinde ittifak edilen bir rüknünden imtina eden kişi kâfir olur [344].

îbn-ü l-Kayyim'e gelince bu konuda şöyle diyor [345]:

....... Bir kimse namazın farziyetini inkâr etmediği

hâlde tembelliği yüzünden onu geciktirirse namaz kıl­ması emredilir. Sonraki namazın, vakti daralmcaya kadar namaz kılmamak üzerinde isrâr ederse o zaman katli -vacip olur. Bir rivayette üg namaz terketmesi ve dördüncünün vaktinin daralması ile katli vacip olur. Ve katli vacip olduktan sonra üç gün müddetle tövbeye Çağrılır......».

Hanefîler*den Bedr'ru-reşîd [346], namazı inkâr eden kişinin kâfir olduğunu nakletmektedir. îbn-ü Hübeyre [347], namazın farziyetini inkâr ederek terkeden kimse­nin mürtedd olduğu üzerinde ittifaka varıldığını, fakat farz olduğuna inandığı hâlde terkeden kimse hakkında ihtilâf edildiğini naklediyor. îmâmiyye'den Et-Tûsî [348], namazı inkâr ederek terkedenin kâfir ve inkârsız olarak terkedenin de fâsık olduğuna hüküm vermekte­dir. El-Bahrânî [349]ve El-Âmilî  [350]de, namazı inkâr edenin katline kaail olmuşlardır.

Mirza Hüseyin [351], namazı inkâr veya kasden ter­kedenin ve ayni zamanda   Zekâtı   men'edenin [352] mürtedd olduğunu naklediyor.   Zeydiyye'den   îmam Ahmed de, inkâr edenin kâfir olduğunu söylüyor [353].

Bütün bunlardan anlaşılacağı veçhile namazı inkâr eden kimsenin küfrü hakkında fukâha arasında ihtilâf yoktur. Çünkü inkarcının küfrüne dair bir çok deliller, vardır. Peygamber (S.A.V.)'in, Abdullah Bin Ömer'den rivayet edilen  :

- Müşriklere karşı savaşmakla emrolundum, tâ id La ilâh e illallah Muhanımedür-Resûlüllah deyip namaz kılalar ve zekât vereler. Bunu yaptıkları zaman canları­nı ve mallarını benden kurtarırlar. Ancak İslâm'ın hakkı ile -mutâlebe edilirler-. Ve hesapları Allah'a havale edilir; hadîs-i şerifi, bu delillerden birini teşkil eder. [354]

Keza namazı inkâr edenin küfrü, icmâ'-ı ümmet ile sabittir. Ve çünkü namazın her dîndeki yeri, gözden kaybolacak nitelikte değildir. Bu itibarla namazı in­kâr, dînden bizzarûra ma'lûm olan bir hükmü inkârdır ve onu inkâr eden mükâbir ve mürteddir. Fakat işkâl, farziyetini ikrar eden kişinin bu meyanda ihmalkârlık göstermes indedir. Biz burada onun öldürülmesi veya hapsedilmesine dâir görüşleri, delilleriyle beraber sı-rahyacağız.

2- Namazı terkedenin katli :

Tembellik ederek namazı terkeden kimsenin öldü­rülüp öldürülmeyeceği hakkında, fukahâ arasında ih­tilâf edildiğini gördük, İbnü-1-Kayyim [355], iki tara­fın da adlarım tahdîd    etmekte ve şöyle    demektedir :

«......  Sonra katlinde ve küfründe ihtilâf ettiler.     Süfyan Bin Saîd Es-Sevri, Ebu Amr El-Evzâî, Abdullah Bin El-Mübârek, Harrvmad Bin Zeyd, VeW Bin Eî-Cer-rah, Mâlik Bin Enes, Muhammed Bin İdris Eş-Şâfiî, Ahmed Bin Haribel, İshak Bin Raheveyh ve arkadaşları katline fetva veriyorlar......».

Ölüdürülür diyenlerin hücceti  :

Namazı terkedenin öldürülmesine kaail olanlar, müteaddit naklî ve aklî delîllere istinat etmektedirler. İbn-üla-Kayyim [356], «Namaz-» adlı eserinde bu delille­ri toplamıştır. Biz burada, bunların en Önemlilerini zikredeceğiz.

A- Allah-ü Tealâ buyuruyor ki   :

- «Müşrikleri -gerek haremde ve gerek haremin dışında- Nerede bulursanız öldürün, -esir- alın, mu­hasara edin ve geçiş yollarını gözetleyin. Eğer tövbe eder namaz kılar ve zekât verirlerse bırakın yollarına»

[357] Bu, tövbe edip namaz kılıncaya ve zekât verinceye ka­dar müşriklere karşı savaşma emridir...

B- Sahîh-i Müslim'de   Ümmü Seleme (K. Anhâ)' dan rivayet ediliyor. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor ki :

- Başınıza bir takım devlet ricali getirilecek, -kimini-tanıyacak    -kimini    de-    tanımayacaksınız.    Tanımayan kimse berî ve hoşlanmayan kinişe selâmettedir.    Fakat her kim rızâ gösterir ve -onların kafilesine- eklenirse...

Dediler ki: Ya Resûlellah! Onlara karşı savaşmaya­cak mıyız? Buyurdu ki:

-  Namaz kıldıkları müddetçe  hayır...»

C- Ebû Hüreyre   (R.A.)'den  rivayet     edilmiştir. Peygamber  (S.A.V.)  buyuruyor ki:

- Müşriklere karşı savaşmakla emrolımdnm. Tâ ki îâ ilahe illa 1-Iah Muhammed-ü r-resûlüllâh deyip na­maz kılalar ve zekât \ereler. Sonra canları ve malları bana haram olur ve Allah tarafında nisaba çekilirler;

Hadîsi, îmam Ahmed ve îbn-ü Huzeyme rivayet etmiş­lerdir. Peygamber (S.A.V.), namaz kıhncaya ve zekât verinceye kadar savaşmakla emrolunduğunu, canları ve mallarının masuniyetinin, kelîme-i şahadeti getirip namaz kılma ve zekât vermelerine bağlı bulunduğunu ve bundan önce kanlarının da mallarının da mubah ol­duğunu haber vermektedir.

3- Namazı terkeden, hadden mı yoksa küfren mi öldürülür?

Namazı terkedenin katline kaail olanlar, onun had­den mi yoksa küfren mi öldürüleceği üzerinde ihtilâf etmişlerdir. îbn-ül-Kayyim [358], da'vayı tartışmakta ve şöyle demektedir  :

«...... Kaatil ve zâni gibi hadden mi öldürülür yok­sa mürtedd ve zındık gibi küfren mi öldürülür? Mese­lede ulemânın iki kavii vardır ve bu iki kavil de îmam AJımed'deiı rivayet edilmiştir. Birine göre mürteddin öldürüldüğü gibi öldürülür. Bu ise Saîd Bin Cübeyr, Âmir Eş-Şa*b% ibrahim En-Nahaî^ Ebû Amr El-Evzâî, Ebu-s Bıhtiyan, Abdullah Bin El-Mübârekj îshak Bin Rahaveyh ve Mâlikî'den Abdülmelik Bin Habîb'in kav­lidir Şafiî mezhebinde iki rivayetten biri de budur. Tahavî, bunu îmam Şafiî'nin bizzat kendisinden riva­yet etmektedir. Ebû Muhammed Bin Hazm de bunu Ömer Bin El-Hattab, Muaz Bin Cebel, Abdurahman Bin Avf, Ebû Hüreyre ve diğer sahabîlerden rivayet et­miştir. İkincisine göre küfren değil, hadden öldürülür. Bu, Mâlik ve Şafiî'nin kavlidir. Ebû Abdillah Bin Bat­ta da bu rivayeti    ihtiyar etmiştir.

Birinci Kavi : Namazı terkeden kâfir olarak Öldü­rülür.

Bunun ihtilaflı bir mesele Uduğunu gördük. Zey-diyye'den Eş-ŞevMnî [359], bu daVâyı ve kendisinden, namazı terkedenin öldürülmesi ma'nâsı anlaşılan Ha­dîsleri [360] ilmî ve dakîk bir şekilde etüd etmektedir [361].

Ayni zamanda îbn-ü Kayyım [362], söz konusu da'-vâyı Kitab, Sünnet ve İcmâ'dan gelen bütün delille­riyle ele almıştır îtâle-i kelâmdan sakınarak burada onun özetini zikretmekle yetineceğiz. Diyor ki  [363] :

«...... Maksuda gelince namazı terkedenden îmâ­nın selbedilmesi, kehâir işleyenden selbedilmesinden daha evlâdır ve ondan İslâm isminin kaldırılması, di­linden ve elinden müslümanlara zarar gelenden kaldı­rılmasından daha elyaktır. Namazı terkedene ne müs-lüman nede mü'min denir...... Namaz kılmamak üzerin­de isrâr eden, başının ucunda kılıcın parladığım gör­düğü ve ölüm sephâsma getirildiği ve gözleri bağlan­dığı hâlde ona «ya namaz kılarsın veya seni öldürece­ğiz» denildiğinde, «Öldürün beni, asla namaz kılmam» diyen bir kimsenin küfründe §üphe etmek, doğrusu hay­ret vericidir......»

îbn-iÜ-Kayyim, na mazı terketmenin küfrü mu­cip olduğunu söylemekte ve namazı terkedenin küfren Öldürülmesine hüküm vermektedir. îbn-ü Hubeyre [364], İmam Ahmed'in, namazı terkedenin katline hüküm verdiğini rivayet ediyor. Fakat hadden mi yoksa küfren mi öldürülür? İmam. Ahmed'den. bu meyanda iki rivayet vardır. îbn-ü Kudâme [365], îmam AhmeÖf-den böylece nakletmektedir. Bl-Merdâm de iki rivayeti naklettikten sonra: «Kâfir olarak öldürülmesi mez-hebimizdir» diyor. îbn-ü l-Kayyim de îmam Ahmed'den böylece rivayet ediyor  [366].

îldnci Kavi : Namazı terkeden hadden    öldürülür..

Âkil ve baliğ olan bir §ahıs, namazın farziyetini ikrar ettiği halde namazı terkederse, îmam Ahmed'den bir rivayete göre küfren değil hadden öldürülür. /bn-ü Kudâme [367], bu meyanda şöyle diyor:

«...... İkinci rivayete göre, İslâmlığına hüküm ver­mekle beraber evlenmiş olarak zina eden gibi hadden öldürülür. Bu rivayeti ihtiyar eden Ebû Abdillah^ küf­rüne hüküm verenlerin sözünü reddetmiştir ve mezhe­bimiz bu hüküm üzeredir. Namaz kılmayanın kâfir ol­madığı hakkında mezhebimizde ihtilâf yoktur. Ayni zamanda bu, Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şafiî gibi fukahâ-nm ekserisinin kavlidir.     Nitekim Peygamber  (S.A.V.),

- Allah'ın rızâsını kasdederek Lâ ilahe ilîa-llah diyen kimse ateşe haramdır; buyurmuştur. Ubâdet-ü bmi Saamit'den rivayet edilmiştir. Peygamber ( buyuruyor ki:

- Allah'dan başka ma'bud-ı hakîki olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna, isa'nın Allah'ın kulu ve Meryem'e ilka edilen kelimesi ve O'n-dan bir ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna şahadet eden kimseyi Allah, yaptığı amel üzere cennete koyacaktır; Enes    ( E. A, )'den     rivayet Peygamber

 (S.A.V.) buyuruyor ki  :

edilmiştir.    La ilahe illa-llah diyen ve kalbinde onunla tar­tılacak kadar hayır olan kişi  cehennemden  çıkar......;

Bu hadîs   müttefekun Aleyh'dir......    Keza namazı    terkedenin kâfir olmadığı icmâ-ı ümmetle sabittir. Çünkü namaz kılmayanların çokluğuna rağmen hiç bir de­virde namaz kılmayanın cenazesinin yıkanmadığını, namazının kilmmadığını, mirasından mahrum edildik­lerini ve karı-kocadan birinin namazı terketmesi ile aralarının ayrıldığını daha bilmiyoruz. Eğer kâfir olsaydı, bu hükümlerin onun hakkında sabit olması ge­rekirdi. Sonra namazı terkeden kimse hakkında geçirdi­ği namazların kazası lâzım geldiği meselesinde müslü-nıanlar arasında bir ihtilâf görmedik. Oysa mürtedd hakkındaki ihtilâfları meydandadır. Kendisinden küfür ma'nâsı anlaşılan hadîslere gelince bunlardan teşdit ve küffâra teşbih kasd edilmiştir...... Şeyhimiz, iki kav­lin en doğrusu budur diyor». İbn-ü l-Kayyim de [368], ay­ni delilleri zikretmekte olduğundan tekrara lüzum yok­tur. Eş-Şevkânî [369] ise bu delilleri zikrettikten son­ra bunlara bâzı yenilerini eklemiştir. Fazla ma'lûmat isteyen ona müracaat edebilir.

Eî-Kalyûbî'ye gelince, namazı inkâr edenin kâfir olduğunu ve tembellik ederek    namaz    geçirenin   kâfir olmadığını,   fakat  hadden  öldürülmesi  gerektiğini açık­lamakta ve şöyle demektedir [370]:

«Namazın farziyetini bilerek inkâr eder ve terke-derse, dînden bizzarure ma'lûm olan bir hükmü in­kâr ettiği için kâfir ve hakkında mürteddin hükmü ca­rî olur.- Henüz müsîüman olmuş kişinin, namazın farzi­yetini inkâr etmesi, öğrenmemiş ve bilmiyor olması ih­timaline hamlen küfrü mucip değildir. Veya tembellik ederek namazı terkederse bu takdirce küfren değil de hadden öldürülür. Nitekim Peygamber (SAV.)» Buha­rı ve Müslim rivayetinde

- Müşriklere karşı savaşmakla emrolundum.     Ta ki lâ ilahe illa İlah Muhammedür-Resûlüllah    diyeler ve namaz kılarlar......; buyurmuştur.    Ve diğer bir Hadîs-i şerifinde şöyle buyurmaktadır   :

- Allah, kullarına beş vakit namaz farz kılmış­tır. Bunları getiren ve küçümseyerek onlardan hiç bir şey zayi' etmemiş olan kimse Allah katında cennete girmeye hak kazanır. Fakat bunları getirmeyenin Allah katında bir hakla yoktur. Allah, dilerse ona azâb eder ve dilerse cennetine koyar; Ebû Dâvud ve îbn-ü Hibban taraf mdan rivayet edilmiştir......».

Şafiî'den El-Hısnî'mn  [371]  görüşü de bu     merkezdedir.

4- Namazın farziyetini inkâr etmeyerek terkeden kimse öldürülmez  :

Fukâhanın bir kısmı da, namazı terkeden kişinin öldürülmesine dâir görüşleri reddederek hapsedilmesine kaail olmuştur. îbn-ül-Kayyİm'e göre [372]. Ibn-ü Şihab, Saîd Bin El-Museyyib, Ömer Bin Abdülazi^ Ebû Ha-nlfe, Dâvud Bin Ali ve El-Mtızenî hapsedilmesine kaail olan fakıhlerdendir. Nitekim Ebû Hureyre (B.A.)'den şöy­le rivayet edilmiştir: Peygamber (S.A.V.) buyuruyor ki:

- Müşriklere karşı savaşmakla emrolundum, ta ki lâ ilahe illallah diyenler. Bunu söylediklerinde kanla­rını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak frsldu ile -mutalebe edilirler-;    Buharı ve Müslim    tarafından rivayet edilmiştir.

îbn-ü Mesûd (K.A.)'den rivayet edilmiştir: Peygamber (S.A.V.)  buyuruyor ki:

- Allah'dan başka ma'bûd-i lıaidki olmadığına ve benim Allah'ın Resulü olduğuma şehâdet eden müslü-man kişinin kanı ancak üç şeyden biri ile mubah olur: Evlendikten sonra zina eden, kana karşı kan ve dînini terkederek cemaattan ayrılara; Buharı ve Müslim, ta­rafından tahrie edilmiştir.

Yukarıda adları geçen faküıler bu Hadîslere isti­naden ve namaz, amelî ibâdetlerden olduğu için, Oruç, Zekât ve Hacc gibi terkinin katli mucip olmadığına kaail olmuşlardır».[373]

 

Mürteddîn İşlediği Suçlar

 

Mürtedd, bir başkasına karşı ya kasten veya ha-tâen suç işler. Her iki hâlde de, ya bir müslümana, ya bir zimmîye, ya bir mülteciye veya kendisi gibi bir mürtedde tecâvüz eder. İşlenen suç, ya bir öldürme hadisesidir, ya bir yaralama hadisesidir; zina ve kazf [374] gibi ya ırza tecâvüzdür. Hırsızlık ve yol kesicilik gibi ya mala tecâvüz­dür. Bütün bu suçlar, bazan İslâm ülkesinde cereyan eder. Sonra mürtedd düşman ülkesine {dar-ı harp) kaçar veya kaçmayabilir. Suç, düşman ülkesinde işlenir. Sonra mür­tedd İslâm ülkesine döner.

Mürtedd, suçu ya müslümanken veya mürteddken iş­leyebilir. Mürteddlikte devam eder veya tekrar İslâm'a döner. Mürtedd tek başına bu suçu işleyebilir, bir cemâ­atle beraber işleyebilir, bir şehir halkı ile beraber işleye­bilir. Bu konu, ülkenin durumuna bağlıdır. Acaba, ülke düşman ülkesi mi sayılır, yoksa İslâm ülkesi olarak mı devam eder? Bir başkasının mürtedde karşı işlediği cina­yette de, bütün bunlar göz önüne getirilebilir. [375]

 

Mürteddin Suçları

 

I- Mürteddin Bir Şahsı Öldürmesi :

  1. a)Bir mürted, bir müslümanı kasten öldürürse du­rum ne olur?

Mürted, bir müslümanı kasten öldürürse, ona kısas lâzım gelir. Hanbelîler'den İbn-i Kudame [376] ve Makdı-sî  [377]bu görüştedirler. Her ikisi de, denk olma şartını ileri sürerler. İmam Şafii [378] ve Malikîler'den AIîş [379] de aynı görüştedirler. Fakat İmamı Şafiî der ki: «Farz olan kısastır. Dinsizlik sebebiyle öldürülmesi ise dolayısıyla ye­rine getirilmiş olur. Mürtedken Öldürülmesi, Allah'ın em­ridir. Kısas ise kul hakkıdır. Kul hakkı, Allah'ın hakkın­dan önce gelir. Bu sebeple, kısasdan dolayı öldürülmesi gerekir.

îmamiyye'den Hıllî ise [380], hemen kısasdan dolayı öldürülmesini belirtmiştir. Eğer öldürülenin velîsi afve-derse, dinsizliği sebebiyle öldürülür. Kelvezarû [381] hepsi­ni özetler ve der ki: «... Mürteddin, mala ve cana verdiği zarar kendisine tazmin ettirilir...»

Yukardakilerin hepsinden anlaşılan şudur: Mürted, bir müslümanı kasten öldürürse, kısas olarak o da öldü­rülür. Dinden çıkmasının cezası olarak değil. Kabul edi­len görüş budur. Çünkü, ölümü hak eden bir şahsın, do­kunulmazlığı olan bir şahsa tecâvüzü vardır. Bu sebeple, mürteddin öldürülmesi farzdır.

b- Mürtedd, bir zımmî veya müste'meni [382] kas-den öldürürse durum ne olur?

Mürtedd bir zımmî veya bir; müste'mene tecâvüz eder ve onu öldürürse; ceza olarak mürtedd öldürülür mü, öl­dürülmez mi? Fukahânm çoğunluğu, öldürüleceği görü­şündedir. Bir kısmı ise öldürülüp öldürülmeyeceği husu­sunda görüşlerini ileri sürmemişlerdir. Hanbelîlerden îbn-î Kudame [383] ve Makdisî, öldürüleceği görüşünde­dirler.

Makdisî [384] der ki: «Zimmiyi öldüren mürted de, kı­sas olarak Öldürülür. Kısas, (öldürdüğünün cezası) İslâ-mi terki sebebiyle öldürülmesinden önce gelir. Eğer, ve­lîsi kısası diyete çevirirse, mürteddin, maktulün diyetini vermesi gerekir...» tbn-i Teymiye [385] de şöyle der: «Zımmîye bedel olarak, mürtedd öldürülür...» îmam Şafiî'­nin [386] bu meselede iki görüşü vardır. Bu iki görüşünü delîllendirmeye çalışır ve der ki: «Bir müslüman, İslâm'ı terk etse ve bir zımmîyi öldürse; îslâm'a dönmeden Önce veya döndükten sonra - İkisi arasında fark yoktur - maktulün ailesi kısas isteseler, durum ne olur? Bu hususta iki görüş var: Birincisine göre kısas gereklidir. Doğru olanı da budur. Çünkü, katil, müslüman değil, mürteddir. İkinci görüşe göre kısas gerekmez. Ya tekrar islâm'a dö­ner kurtulur veya İslâm'ı terkinden dolayı öldürülür.

Şafiî fakihlerinden Sabbağ [387] meseleyi açıklamaya ve delîllendirmeye çalışır ve der ki: «Bir mürted, bir hıristiyanı öldürse, sonra tekrar îslâm'a dönse, her iki hâlde de iki görüş vardır:

Birincisine göre, kısas gerekir. Doğru olan da budur. Meselenin özeti şudur: Mürtedd, bir hristiyam öldürse, kısas gerekir mi? Bu hususta iki görüş vardır: Birisi, kısas gerekir. Bu îmam Şafiî'nin ve İmam Müzenî'nin ka­bul ettiği görüştür.

İkincisi ise, mürtedd ister islâm'a dönsün, ister îs­lâm'a dönmesin takdirde kısas gerekmez, imam Şafiî El «Ümm» adlı kitabında der ki: İslâm'a dönmesi ile dön­memesi arasında fark yoktur. Eğer, kısas gerekmez der­sek, mürted, îslâmın icaplarıyla mükelleftir, demektir. Kendisine ibâdetler farzdır. Girdiği dinde bırakılmaz. îs­lâm'a davet edilir.

İkinci görüş, öldürdüğü zimmî karşılığında öldürül­mesidir. Çünkü, her ikisi de kâfirdir. Üstelik, mürted kâfir olarak bırakılmaz, öldürülür. Zimmî böyle değildir. islâm'ın icaplarıyla mükellef olması, ne kanın akıtılma-masmı gerektirir, ne de dokunulmazlık sağlar. Suçu sabit olduğu takdirde, ne de kısasa mâni' olabilir. Eğer, kısas gerekmez, dersek, diyet gerekir... Biz her ne kadar Öl­dürülür, diyorsak da yine de velî serbesttir. Dilerse, öl­dürülmesini ister. İşlediği cinayetten dolayı, kısas olarak öldürülmesi, islâm'ı terki sebebiyle öldürülmesinden ön­cedir. Çünkü kısas kul hakkıdır.»

Burada ikinci görüşün tercih edildiği açıktır. Sabbağ birinci görüşün delillerini çürütmüş ve iptal etmiştir. Zımmî'nin dokunulmazlığı ve dîninde bırakılması sebe­biyle, mürtedden üstün olduğunu meydana çıkarmıştır. Mürteddin, İslâm'ın icaplarıyla mükellef olmasına gelin­ce, bu dikkat ister: Kaldı ki, İslâm'a göre Zımmî de İs­lâm'a davet edilir. Hattâ usul âlimlerinden bir kısmı, kâ­firin, dînin usul ve fürûuna muhatab olduğu görüşünde­dirler.

İmamiye'den Hiilî [388] de, Şafiîler gibi iki görüşe sa­hiptir. Ve onun gibi, görüşlerinin illetini bildirir. Der ki: «Bir mürtedd, bir zımmîyi öldürdüğü takdirde, kısas ola­rak mürtedin öldürülmesinde tereddüt vardır. Dayanağı da, mürteddin, manen müslüman sayılmasıdır. Küfürde müsavi oldukları için öldürülme tarafı daha kuvvetlidir. Nasıl bir yahûdî karşılığında, hıristiyan öldüıülürse, ay­nen bu da böyledir. Küfür, ne çeşit olursa olsun, hepsi bir millet sayılır. Burada «Tereddüt yönü» açıkça îzâh edilmemiştir. Mürteddia, manen müslüman sayılması ifa­desinden de bir şey anlamıyoruz. Çünkü, dokunulmazlığı­nın kaldırılmasında ittifak vardır. O kadar ki, herhangi bir kimse, hâkimin izni olmadan mürteddi öldürse, öldü­rülen kimseye tazir [389] cezası verilir.

Hillî, bu görüşünü, «Şerâiu-1-îsîâm» [390] adlı kita­bında yazmıştır, ikinci görüşü ise, «mürteddin kısas ola­rak öldürülmesidir.» Bu daha güzel. Çünkü zimmî ile mür­tedd küfürde müsavidir. Bu sebeple, mürtedd öldürülür.

Mâlikîler'den Behram [391] der ki: Eğer bir mürtedd, bir zimmî öldürürse, malından diyet alınır: (Bir mür­tedd, köle veya zimmî öldürürse, sahîh olan görüşe göre, malından diyet ahnır). Mâlikîler'den Huraşî [392] de bu görüştedir.

c- Bir mürtedd, diğer bir mürteddi kasten ve ha-tâen öldürürse netice ne olur?

Fukahâ, mürteddin çeşitli suç ihtimâllerini, kendisi­ne yapılan tecâvüzleri genişçe inceledi. Fakat, -bana göre- mürteddin, kendisi gibi bir mürtedde kargı tecavüzü hususunda tafsilât vermediler.. Her hâlde, meselenin açık olması sebebiyle bununla uğraşmadılar. Çünkü, bir müslüman Islâmı terkederse kanı helâl olur. Fakat öl­dürülmesi îslâm devlet başkanına veya vekiline aittir [393]. Eğer bir başkası onu öldürürse ona ta'zir cezası veri­lir [394]. Hem katil hem de maktul mürteddse, öldürül­mesi îcâbeden bir kimse, kendisi gibi bir kimseye karşı suç işlemiştir. Katil -eğer tevbe etmemişse- İslâm'ı ter­kinin cezası olarak öldürülür. Eğer, îslâm devlet baş­kanının veya vekilinin izni ile öldürülmüşse, hiç bir şey gerekmez. İzinsiz öldürülmüşse ta'zir cezası verilir. Bu, kasten Öldürme durumuna göredir. Eğer hatâen öldü­rürse, katilin öldürülmesinden daha tabiî bir şey ola­maz. Çünkü diyetin şartı, dokunulmazlıktır. [395] Halbuki mürteddin de dokunulmazlığı yoktur. [396]

 

Hata Yoluyla Öldürme

 

a- Mürtedd hatâen bir müslümam öldürdüğü tak­dirde durum ne olur?

Mürtedd, bir başka şahsı veya kuşu nişan alır da ha­taen bir müslümam öldürürse, bu maksatlı bir öldürme-değildir. Şu âyete göre, bu türlü öldürmede, katilin di­yet vermesi gerekir:

«Kini hataen bir mü'mini öldürürse, mü'min bir köle azâd etmesi ye kısasdan vazgeçtikleri takdirde ak­di  Blrabasma diyet vermesi gerekir.» [397] Diyet, katilin ma­lından mı ahrnır, yoksa, âkilesinin [398] mi vermesi gerekir? Fukahâ bu hususta farklı görüşlerdedir. Haabelîler'den îbn-i Kudâme [399], katilin malından alınacağı görüşünde­dir. «... Eğer kazara öldürürse, diyetin, malından alınma­sı gerekir. Çünkü mürtedd katilin, âkılesi ile alâkası ke­silmiştir.» Hanefîler'den İmam Muhammed b. Hasan [400] ve îmam Serahsî [401], Şâfîler'den İmam Sabbağ [402], Han-belîler'den İmam Makdisî, [403], îmâmiyye'den Etili [404] de bu görüştedirler. îmam Şâfi' [405], mevzu'u açıklar ve der ki: «Eğer sug, kazara işlenmişse, diyet, aynen akilesinden alındığı gibi, katilin kendi malından alınır. Eğer katil Öl­müşse, âkilesi, onun mürteddken işlediği cinayetten do­layı diyet ödemez. Mürtedd, bir adam öldürdüğü takdir­de, diyet, malından üç sene taksitle ahnır. Mürteddken öldürülür veya ölürse, bu da ayrı bir durumdur...» îmam Muhammed [406] de, katilin âküesine hiç bir şey gerekme diği görüşündedir.

Çünkü mürteddin âkilesi yoktur. Der ki: «- Mürtedd, kasten veya kazara bir cinayet işlerse, diyetini âkilesi mi öder?

-  Hayır

-  Niçin?

-  Çünkü, kani helâldir. Düşman sayılır.» Mâlikîler'den Huraşî [407], Hataen, hür bir müslümana karşı işlenen cinayetin diyetini, devletin ödeyeceğini nak-letmiştir.

b- Mürtedd, bir zinımî veya müste'meni yanlışlıkla öldürürse durum ne olur?

Mürtedd, yanlışlıkla, bir zimmî veya müste'meni öldü­rürse diyet vermesi gerekir. Şu âyet, buna delildir:

«Eğer maktul, aranızda andlaşma olan bir millet-tense, ailesine diyet verilir ve bir de nıü'min köle azâd edilir».[408]

Şöyle ki, her ikisinin de dokunulmazlığı var­dır. Onlara karşı cinayet, diyeti îcâbettirir. Hanefiler'den İmam Kâsânî [409], bu sebeple diyetin şartlarından bahse­derek bunu ortaya kor ve der ki: «Diyetin farz olmasının asıl şartı iki çeşittir: Birisi dokunulmazlıktır. Yani, mak­tulün dokunulmazlığının olmasıdır. Düşman ve İslâm dev­letine isyan edenin öldürülmesi sebebiyle diyet gerekmez. Çünkü, dokunulmazlıkları yoktur. İslâm, ne katil, ne de maktul, için, diyeti îcabettiren şartlardan değildir. Katil veya maktul, ister müslüman, ister zimmî isterse müste'men olsun aralarında diyet verme bakımından bir fark yoktur. Diyet vermek hepsinin üzerine vaciptir...»

Mâlikîler'den Behram [410]diyor ki: «Mürtedd, zimmî yi kasten öldürdüğü takdirde, diyet malından alınır. Ka­zara  öldürdüğü takdirde,   -tevbe  etmemişse-  Hazineden alınır. Eğer tevbe etmişse, burda bir kaç görüş vardır.

 (... Mürted, bir köle veya zimmî'yi kazara öldürmüşse ve tevbe de etmemişse, diyeti hazine öder. Eğer tevbe et­mişse diyet malından alınabilir, âkilesinden alınabilir; müslümanlardan alınabilir; kendi gibi mürteddlerden alı­nabilir.) Mâlikîler'den Hureşi [411]: «Diyeti, devlet öder» der. Mürtedde kargı işlenen cinayette de, diyeti devle­tin ödemesi gerektiği gibi. [412]

 

Iı- Mürtedin Başkalarını Yaralaması

 

a- Bir müslümanı, kasten yaralaması: Mürtedd, bir müslümanı yaraladığı veya bir organını kestiği takdirde, bunun hükmü nedir? Bir cemaat, mutlak olarak tazmin edileceği görüşündedir. Çünkü, müslüman olması ve İslâm'ı itiraf etmesiyle, İslâm hükümlerini ka­bullenmiştir. İslâm'ı terki veya inkârıyla bu hüküm düş­mez. [413] Buna, kabullendikten sonra borcunu inkâr ede­ni misâl verirler. Hanbeliler'den İbn-ü Kudame [414] ve Kel-vezânî [415] bunlardandır. Şâfiîler'den Sabbağ [416] tek başı­na işlediği suçla, topluluk içinde işlediği suçu birbirinden ayırmıştır. «Sadece tek başına işlediği suçları Ödetilir.^ der.

Mâlikîler'den Aliş [417] de, mürteddin, hür olmayan köle ve zimmîye karşı işlediği suçun para cezası olarak tazmin, ettirilmesini söyler. «... Mürtedd, kasten bir köle veya zimmî'yi öldürdüğü takdirde, diyeti malından alınır. Mürtedd, onlara bedel olarak öldürülmez. Çünkü, köleye; hürriyeti sebebiyle, zimmîye de; hükmen üstündür. Bu sebeple diyet gerekir. îrtidadı sebebiyle, diyetten vaz geçilemez. Bu, Ebû Kasım'm (Muvaziye) isimli kitabın­daki görüşüdür. Hiç bir müslümanda durum böyle de­ğildir. Çünkü, bu durumda kısas gerekir. îrtidadı se­bebiyle öldürülmesi ise dolayısiyle olur. Eğer, tekrar is­lâm'a dönerse, trtidadı sebebiyle Öldürülmesi düşer. Kı­sas olarak Öldürülür.»

Aliş'in yukardaki sözlerinden ne kasdetdigini anlamı­yoruz. «... Her ikisine bedel olarak da, katil mürtedd öl­dürülmez. Çünkü, köleye hürriyetiyle, zimmîye de hük­men üstündür.» diyor. Haydi, köleye üstünlüğünü kabul edelim. Fakat, zimmîye hükmen müslüman sayılacağını mı kastediyor. Çünkü, mürtedd, İslâm'ın dışındaki dîn­lerde bırakılmaz, Tevbe etmesi muhtemeldir. Eğer bunu kastediyorsa yine kabul edemeyiz. Çünkü, mürtedd, İs­lâm'ı terkettikten sonra, İslâm ile ilişiği kesilmiştir. O kadar ki, can emniyeti varken kaldırılmıştır. Buna göre, öldürülmesinin caiz olması gerekir.

Sonra, mürteddin zimmî'ye üstünlüğünden maksat nedir? Bir defa zimmî'nin dokunulmazlığı vardır, dîninde bırakılır. Hâlbuki mürtedd girdiği dinde bırakılmaz. Eğer Alİş'in maksadı başka ise, nedir?

b - Mürteddin, bir zimmî veya müste'meni kasten veya hatâen yaralaması:

Umûmî hükümlere ve mürteddin, can [418] ve mala yaptığı bütün zararları ödeyeceği kaidesine göre, mürtedd, zimmî ve müste'mene verdiği zararları öder. Ancak, mür­tedd, îslâmı terkten önce bir suç işlemişse, hüküm deği­şir. Sabbağ  [419], kısasın gerekmediği görüşündedir.  Sebep de, yaralama sırasında, yaralayanın, yaralanana denk olmamasıdır. İmamiye'den HüB [420] de aynı görüştedir. Aynı sebebi ileri sürer.

Malikîler'den Ali§ [421]. meseleyi başka bir yönden ele alır. Mesele gudur: Mürtedd, zimmîye tecâvüz ettikten sonra, tekrar islâm'a döndü veya dönmedi. Netice ne olur? Aliş der ki: «İbn-i Araf e, îsa b. Kasım'd&n mürtedd hakkında şunları rivayet etmiştir: Mürtedd, İslâmı terki sırasında bir hıristiyam öldürür veya yaralar, akabinde de müslüman olursa, öldürdüğü hıristiyana bedel olarak ne öldürülür, ne de yaralamasına karşılık olarak kısas icra edilir. Çünkü, mürtedd öldürmesi veya yaralaması sırasında hiç bir dîn üzere bırakılmaz. Eğer müslüman olmuşsa, müslümanm tâbi olduğu muameleye tabidir. Bir müslümanı yaralarsa, kısas îcâbeder. Bir hıristiyam öl­dürürse, onun kargılığında öldürülmez. Eğer onu yaralar­sa, kısas da îcâbetmez.»

îbn-i Teymiye [422]. meseleyi, tam tersine îzâh ediyor Şöyle ki: Mürtedd bir zimmî'yi yaralar; yaralı ölmeden Önce veya sonra mürtedd müslüman olursa, mürtedd, ona bedel olarak öldürülür.» .,. Bir zimmî veya bir mürtedd, bir zimım'yi, bir köle bir köleyi yaralar, sonra, yaralanan ölmeden önce veya sonra yaralayan müslüman olur, köle âzâd edilirse, mütecaviz öldürülür. Bu katidir. Öldürül­mez de deniliyor...»

«Öldürülür» diyenler, cânî mürteddin kanının helâl olmasına bakarlar. «Öldürülmez,» diyenler de, mürteddin müslüman olacağını göz önünde bulundururlar.

c- Mürteddin, bir mürteddi kasten veya hatâen yaralaması:

Mürtedd, kendisi gibi bir mürteddi kasten yaralar ve yaralanan, mürteddken ölür veya öldürülürse, cânîye higbir şey gerekmez. Çünkü, can emniyeti kalkan birisini öldürmüştür. Cinayet, hatâ yoluyla da işlense durum ay­nıdır.

Cinayete maruz kalan, müslüman olarak ölür, cânî de mürtedd olarak kalırsa, durum ne olur? Cânî olan miir-tedd kısas olarak mı, yoksa mürtedd olduğu için mı öl­dürülür ?

Cinayet sırasında caniyi ve tecâcüze uğrayanı ele alan kimse, cânîye hiçbir şey lâzım gelmeyeceğini soy-ler. Çünkü, cinayet sırasında, ölenin kanı helâldir. Ci­nayete kurban gidenin tevbe edip, tekrar müslüman ola­cağı ihtimâlini göz önüne getiren ise, cânînin öldürül­mesine hükmeder. Eğer cânî İslâmı terki sebebiyle öldü-rülmüşse, kısas sebebiyle öldürülmüş sayılır. Çünkü kı­sas diğerinden öncedir. Kısas, kul hakkı, İslâmı terkin cezası ise Allah hakkıdır.

Burada, bir başka mesele ortaya çıkıyGr. O da, mür­teddin kendisi gibi birisinin bir yerini kesmesidir. Câtıî, tekrar İslâm'a döner cinayete maruz kalanda mürtedd olarak ölür veya İslâmı terki sebebiyle öldürülürse, câ­nîye hiçbir ceza terettüp etmez. Çünkü, dokunulmazlığı kalkan bir şahsı Öldürmüştür. Bu kasten yapıldığına gö­redir. Hatâen olursa haliyle netice değişmez.

Olması muhtemel olan bir başka mesele de: Mür­teddin yine kendisi gibi birisini yaralaması, yarala­yanın ve ölmeden önce, yaralananın İslâm'a dönmesidir. Bunda da yukardakiler gibi ihtilâf vardır. [423]

 

lll- Mürteddîn Irza Tecâvüzü:

 

Irza tecâvüz, ya zina veya kazif şeklinde olur.

a- Zina:

Mürtedd zina ederse, cezalandırılır. Zimmînin zim-ğ cezalandırılmasına mâni' olmadığı gibi, mürted­din de, irtidâdı, haliyle, cezalandırılmasına mâni' değil­dir. Mürtedd, tecâvüzü sırasında ya evli veya bekâr olur. Eğer, bekârsa, dayak cezasına çarptırılır.

Eğer evli iken zina ederse, evliliği ortadan kalkıp, bekâr sayılarak dayak cezasına mı çarptırılır.? Yoksa, evliliği devam eder de recm [424] cezasına mı çarptırılır? Bunda görüş ayrılığı vardır. İhtilâf, ihsanın şartlarmdaki ihtilâftan ileri gelmektedir. Acaba, İslâm ihsanın şart­larından mıdır, değil midir? Hanefîler, [425] Mâlîkîler, [426] bir görüşte Zeydfler [427] gibi, Islâmm, ihsanın şartı ol­duğunu ileri sürenler derler ki: «İslâmı terkedenin ihsa­nı bâtıl olur, Ancak tevbe eder, ikinci defa evlenirse, ih­sanı tekrar geri gelir.»

İslâmı ihsan şartlarından saymayanlar: «Mürtedd zina ederken evli de olsa,   ihsanı bakidir»    derler. Mürtedd evli iken zina ederse recmedilir. İmam Şafiî [428] ve HaribeMler [429] de böyle derler.

Hanefîler'den Semerhandî [430] meseleyi açıklıyarak der ki: «İhsan, bize göre yedi şeyin bir araya gelmesi demektir: a) Bulûğ, b) akıl, c) İslâm, d) hürriyet e) sa­hih nikâh, f) inzalsiz guslü icabettirecek cinsî münâsebet, g) münasebette bulunan her iki şahsın da evli bulunması.

tmam-ı Ebu Yusuf'tan rivayet edildiğine göre, İs­lâm, ihsanın şartı değildir. Bu Şafiî'nin görüşüdür. Ke­za, ona göre, cinsî münâsebet de şart sayılmaz. Cinsî mü nâsebet ihsanın vasıflarına dâhildir.. O kadar ki, müs-lüman bir erkek, kâfir bir kadınla cinsî münâsebette bulunsa, erkek yine muhsan sayılır. İhsanın şartların­dan biri    bulunmazsa     reem     değil:  dayak     îcâbeder,

«Onlardan herbirine yüzer sopa vurun» [431].

Hem sopa hem de recm cezası birlikte verilemez.» «î§ârât»m yazarı delilleri en güzel şekilde karşılaş­tıran ve münâkaşasını yapan zâttır. Der ki [432]: «Zina eden erkeğin müslüman olması ihsanın varlığı için şart­tır; EM Yusuf buna zıt görüştedir. Hanefîîer'den EM Yusuf ve İmam Şafiî buna muhaliftir. Ne sebepten mu­halif olduklarını bilmiyoruz. Yalnız, her ikisi de aynı görüştedir. Birisinin görüşünü reddetmek, diğerini de red sayılır.

O der ki: Recm cezasının gerekmesi için evlilik na-zar-ı i'tibâre alınır. Çünkü, zînâ fiilinin tam olması iğin evlilik lüzumludur. Eğer, bekâr olsaydı, recm değil de, yüz sopa vurulacaktı Evli olunca, recmedilir. Çünkü, evlilik hâlinde, dîne râcî' olan şeyler, recm cezasının ge­rekmesi için şart sayılır. Çünkü evlilik, helâl olması se­bebiyle zinaya ihtiyaç bırakmaz. Evliliğin helâllik vasfı sebebiyle, zinadan men' hususunda tesiri vardır. Evlilik, zinadan müstağni olmak için bir sebep sayılmıştır. Ev­lilik meşru' olunca zinadan müstağni olmak asıldır. Din, zinadan men edici olması sebebiyle nazar-ı i'tibâre alın­mıştır. Zimmînin dîni de, inandığından dolayı, müslüma-nın dîni gibi, zinadan men edicidir. Her ne kadar dîn ba­kımından ayrılıyorlarsa da, kâfirle-Zimmîyi kasdediyor-müslüman dînlerince zinadan men' edilmelerinde müsâvî-dirler.

Biz deriz ki: Men' edici dîn, suçun tam olmasının şartı sayılmıştır. Şöyle ki: Din İşlenen fiilin çirkinliğinin artmasında müessirdir. Suçun tam olmasında, işlenen fi­ildeki fazlalığın tesiri vardır. Bu inkâr edilmeyen bir prensiptir.

Fiilin, çirkinliğinin artması da, ni'nıetlerin tam ol­ması sebebiyledir. Üzerinde Allah'ın fevkalede nimetleri olan kimsenin işlediği suç çok çirkindir. Her ne kadar kafirin de kendisini men' eden bir dîni varsa da o, bir ni'met değildir. Müslümanm dîni ni'mettir. Suçun tam olmasında, bu vasfm tesiri olduğunu anlattık.»

Geri kalan fukahanın yukardakilerden fazla bir de-lîlini bulamadık. Bunlarla iktifa edeceğiz.

Zina edenlerden biri evli değilse durum ne olacak­tır?

Bu, evlilik hükmünün bir tarafının açıklanmasını hedef tutan bir meseledir. Evlilik, her şahsın,    müstakil olarak kendisine âit olan bir meseledir. Zina evli bir er­kekle, bekâr bir kadın arasında veya bunun aksine cere­yan etmiştir. Hiçbirinin diğerine tesiri olmaz. Bilâkis, herbiri, bekârlık ve evli olma durumlarma göre cezalan­dırılırlar Hanefîler'den Kâşânî [433], Şâfitter'den Hısnî [434], Mâlikîler'den Aliş [435] bunu kesinlikle belirtmişlerdir. Bu, caiz ve kabul edilen bir görüştür.

b- Mürteddin, başkasına iftirası:   (Kazfi):

Mürtedd, bir başkasına iftira ederse iftirası sebebiy­le, ittifakla cezalandırılır. Ancak, bu suçu düşman ülke­sinde (Dar-ul-Harpde) [436] işlemişse, burada, İslâm ka­nunları uygulanamadığından cezâîandırılamaz. Hüküm iftiranın şartlarına göre verilir. O şartlar da iftira edi­lenle eden arasında çeşitlidir. Sekiz tanedir. Üçü iftira edene aittir: Baliğ olmak, akıllı olmak, iftira edilenin ba­bası olmamak. Bu üç şart içinde islâm şartı yoktur. Mür­tedd, ne zaman şu şartları taşıyan birisine iftira ederse cezalandırılması gerekir. O şartlar: İslâm, Bulûğ, Akıl, hürriyet ve iffettir. Ş&fiîler'den HısnS [437], Hanefîler'den Kâsâni [438] de böyle der.

Mürtedd, İslâm ülkesinde bir şahsa iftira eder, düş­man ülkesine (Dar-ûl-Harbe) kaçar, sonra yakalanır, îslâm ülkesine iade edilirse, cezalandırılır. Çünkü iftira kula tecavüzdür.

îftirâda, iftira edilenin ve ailesinin şerefi mevzuba-hisdir. Çünkü Zillet ve tecavüze maruz kalmışlardır.

Mâlikîler'den Huraşî [439] de katiyetle bunu söyler.

Başkalarına iftira atan mürtedd, irtidadmda ısrar eder ve ölümüne karar verilirse, önce iftirasının ceza­sını çeker. [440] Çünkü bu kul hakkıdır. Allah hakkından önce gelir. İftira edilen temize çıktıktan sonra iftira eden öldürülür. Bu daha önce de, geçmişti. [441]

 

Iv - Mürteddîn Mala Zarar Vermesi :

 

îrtidâd hiçbir zaman bir imtiyaz olamaz. îslâm ül­kesinde, mürtedd bir kimsenin malına tecâvüz eder ve zarar verirse, verdiği zararı ödemesi gerekir, Haııbelîler-den îbn-i Kudame [442] ve Kelvezanî [443] Mâlikîlerden Hureşî [444] ve Aliş [445] Şâfiîler'den Sabbağ [446] imâmîler'-den Hıllî  [447] aynı görüştedirler.

Aliş [448] der ki: «Mürtedd, müslümanken ve mürtedd-Hği sırasında işlediği suçlardan sorumludur.» Kelvezanî [449] der ki: «Mürteddin, müslümanken veya mürteddken başkasına verdiği  zararlar,  malından  alınarak  ödenir.»

Hanbelîler'den Kelvezanî, mürteddin tek başına veya cemâat içinde işlediği suçlar neticesinde yaptığı zararla­rı Ödeyeceğini nakletmiştir. Der ki: «Mürteddin, mür-tedken mala veya cana verdiği zararları ödemesi gerek­tir. Tek başına olmakla, cemâat halinde irtidât    etmek arasında fark yoktur. Cemâat hâlinde olan irtidâd, İslâm Devleti tarafından harple men edilir. Harp hâlinde müteddlerin verdiği zararların ödenmeyeceği muhtemeldir.» Şâfiîler'den Sabbağ meseleyi genigçe açıklamıştın [450] Der ki: «Mürteddin, cana ve mala verdiği zararlar tazmin ettirilir. Mürtedd, bir insanı yaralar veya bir ma­la zarar verirse bakarsın: Kuvvetli değilse tazminat ver­mesi gerekir. Eğer kuvvetli ise ve zararı da harpten önce veya sonra vermişse, gene tazminat verir. Eğer müslü-nıanlarla yaptıkları harp sırasında vernıişse, tazminat vermesi hususunda iki görüş vardır:..» [451]

 

V - Hırsızlık Ve Yol Kesme

 

Bir müslümanın bir malı çalmasıyla, bir mürted'in çalması arasında fark var mıdır.?

Fukahânm saydığı hırsızlığın şartlarını görenler, bu şartlar arasında îslâm şartına rastlamazlar. Bu se­beple, hırsızlığın cezasında müslünıanla mürtedd eşit­tir. Çünkü hırsızlık, bir başkasının malına, meşru olma­yan bir yolla tecâvüzdür. Ne zaman bu hâdise meydana gelir ve şartları tamam olursa eezâ gerektir. Hırsızın, muslüman veya mürtedd olması arasında fark yoktur.

Şartlar  [452].

1-  Bulûğ olmak

2-  Akıl,

3-  Nisâb  [453]

4- Çalman malın muhafazalı olması,   (Hırz)

5- Başkasının malı olmak ve kendisine ait oldu­ğunda şüphe olmak. Ne zaman bu şartlar tamam olursa, hırsız cezâlandırırlır.

Yol kesme: Bu da hırsızlık gibidir. îslâm, yol kes­menin şartlarından değildir. İslâm ülkesinde yol kesen ister muslüman ister mürtedd olsun cezalandırılır. Fu-kahâ arasında, «öldürme» «öldürme ve asma» «sadece kesme» gibi, âyetin tatbikinde ihtilâf vardır.

Ancak, bir hususta mürteddin diğerlerinden farklı bir durumu vardır. Mürtedd tevbe etmezse öldürür. Öl­dürme cezası yol kesmeden dolayı değil başka bir se­beple verilir. Bu mesele sürüp gelen ihtilâf gibi. [454]

 

Vı- Mürtedîn Mürted Olmadan Önceki Suçlardan Mesul Tutulması

 

Bir muslüman suç işledikten sonra îslâmı terkeder, mürtedd olur. Ya mürtedlikte devam eder veya tevbe edip tekrar Islama döner. Her iki hâlde de durum nedir. ?

a-  Mürteddin, irtidâdından önceki suçları ve mür-teddlikte devamı:

Bir muslüman bir suç i§ler, akabinden de mürted olduğunu i'lân ederse hükmü nedir? Müslümanken do­kunulmazlığı olan birine tecavüz etmiş cinayetten sonra islâmı terk ettiği için kanı mubah kılınmıştır, cinayeti­nin hükmü nedir?

îmam §âfiî [455] mutlaka suç işleme anına bakar: Cinayet taammüden, ölen ve öldüren de müslümansa kı­sas gerekir. Eğer hataen öldürmüşse akilesinin di­yet vermesi gerekir. Çünkü, katil, müslümanken cina­yet işlemiştir. Eğer öldürülen zimmî ise, kısas gerekmez. Çünkü, katil, mü'minken onu öldürmüştür. Fakat kendi malından diyet vermesi ve ta'zir edilmesi gerekir. Öldürülmesi kısastan dolayı değil, mürtedliği sebebiyle­dir.

Hanbelîler''den Makdisî [456] de, zimmî hususunda Şa­fiî'nin görüşündedir. Der ki: «Kâfir bir zimmîye muka­bil, köle de olsa ve İslâmı da terketse gene bir müslü-man öldürülmez...» Aynı zât bir taraftan da, zimmî kar­şılığında mürteddin öldürüleceğini söyler. Şu sözüne ba­kınız [457]:

«Mürtedd, zimmiye bedel olarak öldürülür. Kısas, mürtedliği sebebiyle öldürülmesinden Önce gelir...» Yine der ki: Katilin kasten öldürmesi neticesinde durum böy­ledir. [458] Mürtedliği sebebiyle öldürülmesi önce de ola­bilir, sonra da olabilir. Maktulün velîsi, ölümünü iste­mekle afvetmek arasında muhayyerdir.

MâlihMer'den Aliş [459] de yukarıdaki görüştedir. Hür bir müslümanı amden öldürene kısas; köle veya zim-mîyi amden öldürene diyet gerektirdiğini söyler ve der ki: «Mürteddin, bir köleyi veya zimmîyi, teammüden öldürmesinin diyetini alırını. Çünkü mürtedd, bu ikisi karşılığında öldürülmez. Köleye hürriyetiyle, zimmîye de hükmen üstün sayılır. Gerekli diyeti mal olarak vermesi gerekir. îslâmı terki sebebiyle de, bu borcundan kurtulamaz. Hür bir müslümanı öldürmesi, böyle değil­dir. O zaman kısas gerekir. Mürtedliği sebebiyle Öldü­rülmesi, dolayısıyla yerine getirilmiş.» Hane filer'den îmam Serahsî [460] de, amden; hataen öldürmede, aynen Şafiî'nin görüşündedir, ve onun delillerini ileri sürer. îmamiyye'&en H%U% [461], Şâfiiler'den Sabbağ [462] zimmî hakkında da aynı şeyi söylerler. Fakat Sabbağj, cânî mür­teddin akilesinin olmadığı görüşündedir. [463] Bir müslü-man oku atar, sonra İslâmı terkeder, ok da herhangi bir vatandaşı öldürürse, katilin âkilesi, onun diyetini öde­mez. Çünkü, katil, okun öldürmesi sırasında, mürteddir. (Yâni İslâmı terki ve yakınlarıyla ilişkisinin kesilmesi dolayısıyla,  hiç kimse  onun diyetini vermez).

b-  Müslümanm irtidad etmeden önce işlediği suç­lar ve tekrar İslama dönmesi:

Bir müslüman bir suç işler, İslâmı terkeder ve son­ra tevbe ederse, suçları sebebiyle kendisine nasıl bir ceza verilecektir.? Mürtedlik araya girmesi sebebiyle suçla­rım cezasız mı bıraktıracak, yoksa bıraktırmayacak mı­dır?

Mürteddin, müslümanken işlediği suçlardan bahse­derken Aliş [464] der ki: «Cânî mürtedd, tekrar İslama girerse, mürtedliği sebebiyle ölümü düşer. Kısas tatbik edilir. Çünkü o, müslümanken cinayet işlemiş, sonra, tekrar Islama dönmüştür. İşlediği suçun hesabını ver­mesi gerekir. Irtidat hiç bir zaman, işlenilen suçu orta­dan kaldıramaz.» İbn-i Kudame [465] de bu fikirdedir: «Kim bir cezaya çarptırılır, sonra îslâmı terkeder, sonra İs­lama girerse, cezası infaz edilir. İmam Şafiî de böyle der. Mürteddken, düşman ülkesine sığınmasıyla, sığınmaması neticeyi değiştirmez.

Katâde der ki: Bir müslüman bir suç işledi, sonra Bzansa kaçtı ve daha sonra yakalandı, îslâmı terketmiş-se cezalandırılmaz. Terketmemişse cezalandırılır, imam Ebu Hanîfe ve îmam Bevri de bu görüştedir. Ancak, in­san haklarına tecâvüzü cezasız bırakılmaz. Çünkü bir müslümanın îsîâmı terki amelleri mahveder. Üzerindeki, Allah'a ait hakları da düşürür. Bütün amelleri, müşrik bir insanın amelleri gibidir. Ve İslâm, kendisinden önce yapılan her şeyi siler, süpürür.

Bize göre, nıürtedd cezaya hak kazanmıştır. Kul hakları gibi suçlarının cezası hiçbir zaman düşmez. Ve müşrikken işlediği fiillerden de ayrıdır. Zîrâ müşrikken yaptığı amellerin hükmü yoktur. (İslâm, kendisinden öncekileri siler süpürür) derken, bir insanın kâfirken yaptığı ameller kastediliyor. Eğer, îslâmı terkten önce­ki suçlar kastedilseydi, îslâmı terkin -o en büyük gü­nahtır- affettirmesi gerekirdi. Ve o zaman, çok suç iş­leyip cezalandırılması gereken bir kimse, telâmı terke­der, sonra müslüman olurdu. Dolayısıyla günahları af-volumır cezaları düğerdi.»

İslâmı terkedip sonra tevbe eden bir şahsa, müslü-manken işlediği suçundan dolayı ceza vermek, daha doğ­rudur. Eğer böyle olmazsa, cezalandırılmaktan kurtul­mak için bir kapı açılmış olur. Çünkü, herkes, Îslâmı ter­kedip, sonra tevbe edebilir, dolayısıyla, cezadan kurtu-muş olur. îbn-i Kudame'nin dediği gibi, îslâraı terk bir imtiyaz olur. Günâhlarının afvina sebep olmuş olur. Eu tehlikeyi önlemek için cezayı hak eden bir kimsenin tekrar İslama dönse de cezalandırılması gerekir. Allah'ın haramlarına saygısızlığı önlemek için de cezalandırılma­sı gerekir.

îmam Şafiî, meseleyi bir başka yönden tasvir edi­yor. Faraza, bir müslüman, diğer bir müslümanı ağır ya-ralasa, cânî îslâmı terk etse ve sonra tevbe edip ölse, da­ha sonra da yaraladığı kimse\ölse, katilin âkilesinin sa­dece, diyetinin yarısını vermesine hükmedilir.

îmam Şafiî der ki [466]: «Bir kimse müslümanken suç işlese, birisinin elini kesse, sonra Îslâmı terkedip, tekrar müslüman olsa ve ölse, daha sonra eli kesilen öl­se, katilin âkilesi diyetin yarısını öder. Ölümün diyetini ödemezler. Çünkü, suçlu îslâmı terketmiştir. Dolayısıy­la, âkilesinin diyet ödemesi düşer. Bu, mürteddken suç işleyen bir kimsenin âkilesinin diyet ödeme mükellefiye­ti olmamasına benzer. Mürteddin tecâvüzünden doğan zarar, kendi malından alınarak tazmin edilir. (İmam Şa­fiî der ki) Bir de işlenen cinayet karşılığında, katilin âkilesinin diyet ödeme durumu vardır. Cinayet ve ölüm, o müslümanken meydana gelmiştir. İmam Reb% bana göre doğru olanı bu ikinci görüştür; der.

îmam Rebî'in kabul ettiği görüşün daha doğru ol­duğu gözüküyor. Çünkü cinayetin başlangıcına bakılırsa, eânî müslümandır. Hataen işlediği cinayette âkilesine diyet gerektiği gibi, teammüden islediği cinayette de ken­disinin diyet vermesi gerekir. Cinayetin neticesine, ba­kılırsa, cani gene müslümandır. İslâmı terkin araya gir­mesine bakılmaz. Eğer îslâmı terk, tecâvüze uğrayan taraftan olursa, bu husus da dikkat ister ki, ilerde an­latılacaktır. [467]

 

Vll- Mürteddin Düşman Ülkesine Kaçması Ve Bunun, Suçlarına Tesiri:

 

Bir müslüman Islâmı terkeder, düşman ülkesina kaçarsa, hükmü ne olur?

Müslümanken, İslâm ülkesinde bir suç işler, sonra düşman ülkesine kaçarsa hükmü ne olur?

îslâmı terkeder, İslâm ülkesinde suç işler, sonra düş­man ülkesine kaçarsa, hükmü ne olur?

îslâmı terkeder, düşman ülkesine kaçar ve orada suç işlerse hükmü nedir?

a-  Bir müslüman Îslâmı terkeder düşman ülke­sine kaçarsa hükmü ne olur?

Bir müslüman îslâmı terkederse, öldürülmesi ge­rekir. Fakat bu iş islâm devlet reisine veya vekiline aittir. Herhangi bir kimse, bunların izni olmadan öldü­rürse, ona ta'zir cezası verilir. Ancak, mürtedd, düş­man ülkesine kaçarsa, herkesin onu öldürme ve malları­nı alma hakkı vardır.

îbn-i Teymiye [468] der ki: «İslâm devlet reisinin iz­ni olmadan mürteddi öldürene ta'zîr cezası verilir. Mür­tedd düşman ülkesine kaçarsa, tevbeye dahî davet et­meksizin herkes onu öldürebilir ve beraberinde bulunan mallarını alır.»

b-  Mürtedd, cinayet işler, sonra düşman ülkesine kaçarsa hükmü ne olur?

Bir mürtedd, îslâm ülkesinde suç işler, sonra düş­man ülkesine kaçarsa hükmü nedir? MâlikUer'den Beh-rwm, [469]der ki: «Kasten, bir müslümanı öldürdükten sonra, düşman ülkesine kaçsa, maktulün ailesi kısastan vazgeçmiş de olsalar- diyet olarak mürteddin malından hiçbir şey alamazlar. Sahîh olan görüş budur. Eğer, mürtedd, bir köle veya zimmîyi [470] öldürüp de kaçmış­sa, sahîh olan görüşe göre, bu ikisinin diyeti, mürted­din malından alınır.»

Hür müslümanm velîleri, kısasdaıı vaz geçmiş de olsalar, gerekli olan, mürteddin malından, maktulün ai­lesine diyet verilmesidir. Çünkü velî kısasla diyet ara­sında muhayyerdir. Katil mürteddin düşman ülkesine kaçmasıyla kısas imkânsızlaşırsa, kısas diyete çevri­lir. Köle ve zimmî için diyetle hüküm verildikten sonra, hür bir müslüman için haydi haydi verilir. Çünkü, ka­til mürtedd, bu ikisi karşılığında öldürülmez. Düşman ülkesine kaçan mürtedd, imkânsızlık sebebiyle öldürü-lemeyen bir kimse durumundadır.

îbn-i Kudame [471] özellikle bu meseleden bahseder­ken der ki: «...Mürteddin, düşman ülkesine kaçmadan Önce işlediği suçlar sebebiyle cezalandırılması gerekir.

Cana ve mala yapılan tecâvüzler gibi, insan hakla-larıyla ilgili cezalar, tatbik edilir. Çünkü, cânî mürtedd îslâm ülkesindedir. Zimmî ve müste'mene karşı işlediği suçların cezasını görür. Bir de, zina, içki içme ve hırsız­lık gibi, sadece AUah'ı ilgilendiren cezalar vardır. Eğer mürtedd, irtidâdı sebebiyle öldürülürse, diğer cezalar, kendiliğinden düşer, ölüm cezası ile bir başka ceza bir-leşirse ölüm cezası ile yetinilir. Mürtedd, tekrar İsla­ma dönerse, zina ve hırsızlık cezası infaz edilir. Çünkü, İslâm ülkesi halkmdandır.    Mürtedde, içki içme cezâsınm tatbik edilmeme ihtimali vardır. Çünkü mürtedd kâ­firdir. Diğer kâfirler gibi, kendisine sarhoşluk cezası tatbik edilmez. Mürteddin, sarhoşluğu sebebiyle cezalan­dırılma ihtimali de vardır. Çünkü mürtedd, İslâmı terk etmeden önce, lalamızı hükümlerini kabul etmiştir. Bu ceza da îslâmın hükümlerindendir. islâmı inkârıyla, ce­za düşmez.

Mürtedde, içki içtiğinden dolayı ceza verilmemesi daha doğru olsa gerek. Çünkü, bu suçu mürteddken iş­lemiştir. Sonra, zararı da kendisinedir. Zina ve hırsızlık suçları gibi değildir. Zina ve hırsızlığın zararları baş-kasmadır. Zina ve hırsızlık suçundan dolayı hem müs­lüman hem zimmî cezalandırılır. Mürteddin de içki içme suçu müstesna, diğerlerini işlediği takdirde, mantıken cezalandırılması gerekir.

İmâmiyye'den Hüll [472]: Umûmî ve mutlak bîr hü­küm vermiştir. İster İslâm ülkesinde, ister düşman ül­kesinde olsun mürtedd zarar verdiği her şeyi öder. Hülî der ki: «Mürtedd, bir müslümana verdiği her türîü za­rarı öder. Düşman ülkesinde veya islâm ülkesinde bu­lunması, harp ve mütareke hâli olması neticeyi değiş­tirmez. ..»

c-  Mürteddin, düşman ülkesine kaçtıktan sonraki suçları :

Bir mürtedd, düşman ülkesine kaçsa, sonra orada bir takım suçlar işlese, hakkmda nasıl hüküm verilir. Bu suçlar, ya bir kâfire veya bir müslümana karşı iş­lenmiş olabilir. Eğer, kâfire karşı işlenmişse tabii olan, islâm devletince sorumlu tutulmamalıdır. Çünkü suç, İslâm ülkesi dışında, kendisi gibi bir kâfire karşı işlen­miştir. Fakat asıl   müşkül bir   müslümanı   öldürdüğü; malına zarar verdiği veya ona bir başka şekilde tecâvüz ettiği takdirde gözükür. Acaba, mürtedd sorguya çeki­lir mi çekilmez mi?

İbn-i Kudame'mn naklettiği gibi, İmam Ahmed'e göre mürtedde hiçbir şey lâzım gelmez. Çünkü o müş­riktir. Ibn-i Kudame [473] der ki: «îmam Ahmed'e sor­dum: Bir müslüman İslâmı terketti. Düşman ülkesine kaçtı. Orada bir müslümanı öldürdü. Sonra tevbe edip müslüman olarak İslâm ülkesine dündü. Öldürülenin velîsi de onu yakaladı. Katile kısas gerekir mi?

İmam Ahmed dedi ki: Gerekmez. Çünkü, müşrik­ken bu susu işlemiştir. Müşrikken hırsızlık yaparsa da durum böyledir; sonra durakladı: Bu hususta bir şey söyleyemiyeceğim, dedi.»

İmam Ahmed'in, mürteddin cezalandırılmamasına illet olarak, müşrikliğini ileri sürmesi yetersiz gözükü­yor. Çünkü, müşrik, İslâm ülkesinde bir müslümanı öl­dürürse, öldürülmesine hüküm verilmeyecek raidir? Hır­sızlık yapsa, elinin kesilmesine karar verilmeyecek mi­dir?

Fakat îmam Ahmed, «Cinayet, müslümanlarm ek­seriyetini teşkil etmediği, islâm kanunlarının tatbik edil­mediği düşman ülkesinde işlenmiştir» delilini ileri sür-seydi daha iyi olurdu. Ancak İbn-i Kudame [474], bundan Önce, düşman ülkesinde, bir müslüman öldürene kısas gerektiğini nakletmiştir. Der ki: «Kısasın gerekmesi için, cinayetin İslâm ülkesinde işlenmesi şart değildir. Bilâkis, ne zaman, düşman ülkesinde bir müslümanı kas­ten, müslüman olduğunu bile    bile   öldürürse ona kısas gerekir. Maktulün oraya göçmesiyle, göçmemesi arasın­da fark yoktur. Şafiî de böyle der. Ebû Hanîfe de der ki: İslâm ülkesi dışında işlenen öldürme suçu sebebiyle kı­sas gerekmez. Eğer maktul göçmemişse, ister kasten, isterse hataen öldürsün, ne kısas ne de diyet lâzım gelir. Eğer îslâm ülkesine sığman iki müslüman gibi, biri ar­kadaşını Öldürmüşse, diyetini öder. Kısas îcâbetmez. îmam Ahmed'den de böyle bir rivayet nakledilmiştir. Düşman ülkesinde bir müslüman esiri, kasten veya ha­taen öldürse ancak diyetini öder. Bizim delilimiz âyet ve hadîslerdir. Kendisine denk olan birisini zulm olarak kasten öldürse, kısas gerekir. İslâm ülkesinde Öldürme­si gibidir. Devlet başkanı olan her ülkede kısas tatbik edilir. Eğer devlet başkanı yoksa, İslâm ülkesindeki du­rum gibidir.»

Hanbelîler'deiı îbn-i Müflih [475] aynı hükmü ve delili nakletmiştir. îmamîye'den HıM [476] ise, cinayet is­ter İslâm ülkesinde ister düşman ülkesinde vuku bulsun umûmî bir tazminat ileri sürmüştür. Der ki: «Mürtedd, müslümana. verdiği her türlü zararı, düşman ülkesinde veya îslâm ülkesinde, harp ve sulh hâllerinde tazmin eder. Düşman böyle değildir. Çok kere, borç sebebinde eşit oldukları için her iki hâlde de zaruretler buna mâni olur.» [477]

 

Toplu Hâlde Îslâmı Terk Etme Ve Mürteddlerîn Suçlarından Mesuliyetleri :

 

a- Toplu irtidâd ne demektir?

Müslüman bir cemâatin veya bir şehir halkının Is-lâmdan ayrılmasıdır. Aynen ilk Halîfe Ebû Bekir (R.A.) zamanında olan hâdise gibidir.

Eğer böyle bir hâdise meydana gelirse, onların hük­mü ne olacaktır? Onlarla savaşılacak mıdır, savaşılma­yacak mıdır? Mallarının durumu ne olacak? Aldıkları ganimetler ne olacak? Öldürdükleri müslümanlar ne olacak? Ülkeleri düşman ülkesi olacak mı, olmayacak mı?

Mürteddlerle savaşın vücubu üzerinde Fukahâ müt­tefiktir. [478] Bu husustaki delilleri de, ilk Halîfe Ebû Bekir'in, mürteddlere yaptığı muameledir. Sadece, İs-lâmı terkle, ülkelerinin düşman ülkesi olup olmayacağı üzerinde ihtilâf halindedirler. Yoksa, düşman ülkesi ol­ması için bir takım şartları mı vardır?

b- Mürteddlerin yaşadığı bölge düşman ülkesi sa­yılır mı? Sayılırsa ne zaman?

îmam Şafiî, îmam Ahmet, îmam Mâlik, İmam, Ebû Yusuf ve îmam Muhammed derler ki: Halkı îslâmı ter-keden veya hâkimiyeti onlar tarafından ele geçirilen bölge, düşman   ülkesi   sayılır.    Bu   hususta Şâfiiler'den İbn-i Hübeyre [479]. der ki: «Fukaha, bir şehir halkının Islâmı terkedip, orada hükümrân olmasında ihtilâf et­tiler. Acaba, onların bulunduğu memleket düşman ül­kesi sayılır mı? İmam Ebû Hanîfe sayılmayacağını söy­ler... îmam Mâlİkî'nm mezhebinden anlaşılan ise, bir şehirde, küfür kanunlarının yürürlüğe girmesiyle, ora­sı düşman ülkesi sayılır. İTnam Şafiî ve îmam Ahmed'in görüşü de budur...»

îmam Ebû Hanîfe'mn muayyen şartları vardır. İs­lâm ülkesinin düşman ülkesi sayılması için o şartların tahakkuk etmesi gerekir.

îmam Serahsî [480] der ki: «...Bir topluluk îslâmı terk etti. Müslümanlarla harp edip, şehre hâkim oldu­lar. Ebû Hanîfe'ye göre, şehirlerinin düşman ülkesi sayılması için üç şart lâzımdır:

1- Küfür diyârma bitişik olmalı. Bu ikisi arasın­da İslâm ülkesi bulunmamalıdır.

2- Orada, kendilerine    inanan    hiçbir   müslüman veya zinımî bulunmamalıdır.

3- Orada şirk kanunlarını tatbik etmelidirler. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e    göre ise, orası, şirk kanunlarının yürürlüğe girmesiyle düşman ülkesi sayılır. Çünkü bir ülke, kuvvet ve üstünlük i'tibâ-riyle bizim veya onların olur. Her nerede ki girk kanun­ları geçerlidir, orada kuvvet müşriklerindir. Bu durum­da orası, düşman ülkesi sayılır. Ve her nerede ki İs­lâm kanunları geçerlidir, orada da kuvvet müslümanla-rmdır. Fakat   Ebû Hanîfe, üstünlük   ve kuvvetin tamaraini nazar-ı i'tibâra alıyor. Çünkü bu ülke, İslâm ül­kesine dâhildir ve müslümanları muhafaza eder. Bu ko­ruma işi ancak, üstünlüğün tamamının müşriklerin eli­ne geçmesiyle ortadan kalkar. Bu da üç şartın bir araya gelmesiyle olur.

Yukarda yazılanlardan îmam Ebû Yusûflz, İmam MuTıammed'in düşman ülkesi sayılması için tek bir şart koştukları anlaşılıyor. O da, orada şirk kanunlarının ge* çerli olmasıdır. Şirk kanunları orada yürürlüğe girin­ce, orası küfür diyarı sayılır. Orada, o kanunların hük­mü geçer.

c - Mürteddelerin toplu olarak suçları ve mesuli­yetlerinin sınırları:

Mürteddlerin yurdunun düşman ülkesi sayılıp sa­yılmamasından bahsettik. Şimdi de, onlar müslümanlar-dan birini Öldürdükleri veya müslümanlarm mallarını ele geçirdikleri takdirde, nıüslünıanlar onları mağlûp et­tikten sonra, öldürme hâdisesinin neticesi ne olacaktır. Kısas gerekecek midir ? Ellerine geçirdikleri müslü­manlarm malları sahiplerine iade edilecek midir, ele geçi­rilen onların mallarının durumu ne olacaktır, bunlardan bahsedelim.

Fukahâ, mürteddlerin mallarının ganimet olaca­ğında müttefiktir. Fukahâmn çoğu bunu [481] nakletmiş-tir. îbn-i Hübeyre'mn [482] naklettiği gibi, fukahâmn bu hususta icmâ'ı vardır.

Mürteddlerin zarar verdikleri müslümanlarm mal­larının ödenmesinde fukahâ farklı görüşlere sahiptir.

İmam Şafiî der ki [483]. «Mürteddlerin irtidâdları sırasında veya tevbe ettikten sonra, savaşta -kuvvetleri varken- savaşın dışında, ayaklanmada veya diğer bir hareketle müslümanlara zarar vermeleri arasında fark yoktur. Aynen müslümanlarm uğradıkları cezaya çar­pılırlar. Diyette, kısasda, yaptıkları zararı tazminde ih­tilâf yoktur. Bu hususta üstün olup olmamaları tevbe edip etmemeleri arasında da fark yoktur. Katiyyen de­ğişmez.»

Fakat bu umumî hüküm bu şekliyle aşağıda açık­lanacağı gibi, kabul edilemez.

Haribelîler''den Kelvezani [484]. hem tazmin edilmesi­ni hem de, edilmemesini söyler. Yine Hanbelîler'den İbn-i Kudame, mürteddlerin verdiği zararları Ödemeleri gerektiğini nakletmiştir. Der ki -[485] «Bir topluluk İs-lâmı terkeder, müslümanlarm mallarına zarar verirse, verdikleri zararı ödemeleri gerekir. Üstün olmaları, kuvvetli olup olmamaları neticeyi değiştirmez. Bbü Be-kir Hallâl böyle söyler. Kadı: bu, İmam Ahmed'in sö­zünün açık mânâsıdır. Şafiî der ki: Can ve mala zarar veren mürteddlerin göreceği muamele, âsîlerin göreceği muamele gibidir. Mürteddlerin tazminat ödemeleri, tek­rar îslâma dönmemelerine sebeb olur. Bu bakımdan âsî­lere teşbih etmişlerdir; der.

Bizim delilimiz Ebû Bekir (R.A.)'den gelen rivayet­tir. Mürteddler İslama dönünce Ebû Bekir (R.A.) onla­ra dedi ki:

«- Bizden aldığımızı bize geri vereceksiniz. Biz siz­den aldığımızı size geri vermeyeceğiz. Siz bizim ölüleri­mizin diyetini vereceksiniz. Biz sizin Ölülerinizin diyetini vermeyeceğiz; Onlar:

-  Kabul ey Allah'ın Resûlü'nün   Halîfesi;    dediler. Ömer (R.A.) dedi ki:

-  Bütün dediklerini kabul ediyorum. Ancak, bizim ölülerimizin diyetini vermelerini kabul etmiyorum. Çün­kü ölenlerimiz, Alîaİı yolumda öldürülüp, şehîd   oldular.»

Ve onlar, savaşta müslümanları Öldürdüler. Zimmüere benzetildiler. Ölülere gelince, ölüler sebebiyle onlara ve­rilecek hüküm, âsîlere verilen hüküm gibidir. Buna de-lîl olarak Ebû Bekir ve Ömer (E.A.) 'nın yaptıklarını gösterebiliriz. Ayrıca, Esed kabilesinden Tuleyha, aynı kabileden Ukkâşe b. Mulısin ile Sabit b. Esrem'i öldür­müş, onların diyetleri ödettirilmemiştir. Beni Hanife Ye-mâme'de bir çok müslümanları öldürmüş, onlara da hiçbir şey ödettirilmemiştir.

İmam Ahmed'in sözünün şöyle anlaşılma ihtimâli vardır: Malların Ödenmesi sözünden kasıt harcadıkları değil de, ellerinde olanın, kuvvetsizken ve harp dışında verdikleri zararın Ödenmesi demek olur. Harpte verdik­leri zararı Ödemeleri gerekmez. Onlar kuvvet kazandık­ları zaman, kâfir sayılırlar. Düşmana benzetilirler. Ebû Bekir (R.A.) sözünün, ellerinde kalan mallara dâir ol­ması muhtemeldir. Bu durumda, bu hususta İmam Ah-med'le Şafiî'nin mezhebleri bir olur. İnşallah daha âdil ve daha doğru olan da budur.»

İbn-i Kudâme'nin kabul ettiği görüş hakîkaten gü­zel gözüküyor. Özellikle, elinde, ilk Halîfe'nin mürtedd-lere tatbik etiği, naklî ve tatbikî deliller var.

ÎJm-i Teymiye [486] ve «Kâfi) adlı kitabında İbn-i Kudame [487] zararların tazmîn etirilmiyeceğinden bah­sederler. Hâlbuki, tbn-% Kudame «Muğni» adlı kitabında malların tazmîn ettirilmesi gerektiğini kabul ediyor. Fakat «Kâfi» de anlaşıldığına göre, îbn-i Kudame riva­yetin bir kısmını alıyor, geri kalanını bırakıyor. Firuz âbâdî [488] ise meseleyi genişçe ele alıyor. Eğer tecâvüz, savaş dışında olmuşsa müslümamn can ve malına ve­rilen zararın tazmîn etirilmesi gerekir. Eğer zarar sa­vaşta olursa iki görüş nakleder:

Birincisi, âsiler gibi muamele görürler.

ikincisi ise yapılan zararlara tazminat verilmesidir. Sonra, birincisinin sahîh olduğunu söyler. Mürteddlerin olayında Tarık b. Şihâltfm rivayetine dayanarak ve­rilen zararın tazmîn etirilmesi gerektiğini kabul eden FiruzâbâdViim İbn Kudâme'nin yaptığı gibi bir şey­ler ilâve etmeksizin, sadece sahabenin sözlerini delîl ka­bul ettiği gözüküyor.

Şâfiîler*den Sabbağ [489] meseleyi açıklamaya uğra­şıyor. Çeşitli yönlerden inceliyor. Yapılan zararların taz-nıînâtı hususunda iki görüşte karar kılıyor. Aynen âsî­ler için verilen hükümde olduğu gibi. Bu, suçun harp sırasında işlendiğine göredir.

îmam Muhammed b. Hasan [490] ise: İslâm ülkesin­de değil de, düşman ülkesinde mürteddin müslümanlar ve zimmîlere karşı işlediği cinayetleri anlatıyor ve di­yor ki:

«__ Bir topluluk îslâmı terketti. Şehre hâkim oldu.

O şehirde müslümanlardan ve zimmîlerden kimse kalma­dı. Yerleri küfür diyarı oldu, düşman topraklarına ilti­hâk ettiler. Orada, müslüman ve zimmüerin mallarına el koydular. Düşmandan esir aldılar. Sonra, ellerinde olanın hepsiyle îslâma girdiler. Ellerindekinin hepsi kendilerine mi aittir?

- Evet.» [491]

 

I- Cana Tecavüz

 

a- Bir müslümanm mürteddi öldürmesi : îslâmı terkeden birinin kanının helâl oluşunda fu-kalıâ [492] söz birliği etmiştir. Herhangi bir müslüman, devlet başkanının veya vekilinin izniyle onu öldürebilir. Bir kimse onu izinsiz öldürürse, ta'zîr cezasına çarptırı­lır. Çünkü bu hareketi îslâm devlet başkanının selâhi-yetine tecâvüzdür. Cezalandırmak ve infazı ona aittir. O hâlde, izinsiz onu Öldürene devlet başkanı ta'zîr ceza­sı verir.

b- Bir zimminin mürteddi öldürmesi : Mürteddin kam helâldir, islâm devlet başkanının izniyle onu birisi öldürse, öldürene hiçbir şey lâzım gel­mez. Eğer onun izni olmadan öldürürse, devlet başkam ona ta'zîr cezası verir. Eğer öldüren zimmî ise, bu husus­ta ihtilâf vardır. Hanbelîler'den Sîerdâvi [493] kısas icâ-betmediğini söyler. «(Katil zimmî de olsa, düşmanı, mürtedd, zina eden eviiyi öldürmesiyle kısas îcâbetmez.)

Tutulan yol budur. Fukahâmız da bu görüştedir. Riâyede der ki -Pürûda da bu görüşü kabul eder-: Zim-mînin öldürülmesi muhtemeldir. Bazı âlimlerimiz de bu­na işaret ederler. Bunu Teraib de söyler. Ceza bize ait­tir. Devlet başkanı bir vekildir. Fürûda da bunu nakle­der. Mezhebimize göre zimmîye diyet de gerekmez. Mu­harrerde, Vecizde, Fürûda ve diğerlerinde, bu kesinlikle söylenmiştir.

Mezhebimize göre bunu yapan, Devlet başkanının emrine tecâvüz ettiği için kendisine ta'zîr cezası veri­lir. Aynen düşmanı öldüren bir kimse gibidir.»

Şâfiîler'den Sabbağ [494] bu meselede bir kaç görüş nakleder. Ve der ki: (Bir hıristiyan, mürteddi öldürürse, bu hususta üç   görüş vardır):

1- Ebû Ali b. Ebû Hubeyre'den edilen rivayete gö­re, katile kısas icâbeder. Eğer velîsi kısastan vaz geçer­se diyet gerekir. Çünkü onu   öldürme işi,   mürteddliğin-den dolayı müslümanlann hakkıdır. Hakkı olmayan biri­si onu öldürse kısas îcâbeder. Aynen, kısası hak    eden birisim", maktulün velîsinden başkasının öldüıme hâlinde olduğu gibidir.

2- Ebû Tayyîb b. Seleme -der ki: Kısas    gerekir, Eğer kısas düşerse, öldüren hıristiyana   diyet icabetmez. Çünkü hıristiyanm, inancından dolayı kısas edilmesi ica-beder. Mürtedd ona denktir. Ve kanı muhafaza edilmiş­tir. Diyet gerekmez. Çünkü, mürteddin kanının kıymeti yoktur.

3- Ebû îshak der ki: Kısas da diyet de   gerekmez. Çünkü mürteddin kanı  (öldürülmesi)   mubahtır. Harpte düşmanı öldüren gibi, onu öldürene kısas îcâbetmez.

Ebû Hübeyre, mürteddi öldürmek [o, Müslümanlara gerekir] diyor, [müalümanlarm fertlerine gerekir] de­mesi lâzımdı. Çünkü öldürme işi İslâm devlet başkanına aittir. Sonra onların inançları nazar-ı itibâre alınmaz. Ancak, İslama göre, bedel vermesi nazar-ı ftibâra alı­nır. Aynen, savaş dışında bir düşman öldürmesi gibidir.

Biz üçüncü görüşü uygun buluyoruz. İkinci görüşe gelince: hüküm parçalanmaz. Mürteddin ya kanı he­lâldir, kısas ve diyet gerekmez; yahûd can emniyeti vardır, kısas îcâbeder. Mürteddin ailesi kısasdan vazge­çerse, katilin onlara diyet vermesi gerekir. Kanı helâl olduğu sabittir. O hâlde hükmü parçalamaya mahal yok-> tur. Hıristiyanm inancı nazar-ı i'tibâre alınmaz. Çünkü o, müslümamn kanının helâl olduğuna inanır. Bu da ka­bul edilir mi? Bu hususta fiiline bakılır, inancına değil.

Şâfiîler'den Ebû Ali Hüseyin [495]: mürteddi Öldü­ren zimmînin tazminat vermesi gerekir; der. MâliMler3-den Behram [496] ise, bir mürteddi öldürdüğü takdirde, hıristiyanm öldürülmemesini söyler. îmâmiyye'den HıM [497] ise mürteddi öldüren zimmînin öldürülmesini söyler: «Bir zimmî, bir mürteddi öldürürse ona bedel olarak zimmî de öldürülür. Çünkü mürteddin zimmîye göre kanı muhafaza edilmiştir...»

Anlaşıldığına göre, HıM, sadece müslümanlara göre mürteddin kanını helâl sayıyor. Müslümanlardan başkasına göre ise kanı ma'sumdur. Bunun kaynağını bilmiyoruz. Acaba naklî midir yoksa aklî midir? Keşke delillerini de söyleseydi. [498]

 

Mürtedd İçin Verilecek Diyetin Miktarı :

 

Bir şahıs mürteddi öldürür -kabul edenlere göre-diyet de îcâbederse, miktarı ne olacaktır?

Malikîler [499], bir müslümana verilecek diyetin on-beşte birini kabul ederler. Dinlerine geçtiği kimselere verilen diyet kadar da, diyenler vardır.

Bir müslümanın diyeti memlekette alış-verişte kul­lanılan mallara göre değişir. Bu sebeple, Fukaha, çöl halkının diyet olarak yüz deve, Şam ve Mısır'da bin di­nar, Irak ve iran'da ise oniki bin dirhemdir, derler. [500]

 

II- Öldürmenin Dışında Mürtedde Yapılan Tecavüz :

 

Bir şahıs -katlin dışında? mürteddi yaralar ve ya­ra ölüme sebep olmazsa, hükmü ne olacaktır? Bir kimse mürteddi yaralar, fakat yara ölümüne sebep olur ve mürtedd tevbe edip müslüman olarak Ölürse hüküm ne olacaktır ?

a- Tekrar İslama giren veya girmeyen mürteddî yaralamak :[501]

İmam Muhammed'e göre her iki hâlde de mürteddi yaralamak helâldir. Çünkü tecâvüz anında kanı helâl olduğu için, mürteddi yaralamak da helâldir. İmam Mu-hammed [502] der ki:

«- Bir kimse îslâmı terketti. Bir adam da, kasten veya hataen onun elini kesti veya gözünü çıkardı, yâhûd bir başka yerini yaraladı. Bir mesuliyeti var mıdır? Ne dersiniz?

-  Hayır, yoktur.

-  Niçin?

-  Çünkü, kanı helâldir. Elini ayağını kesmesi, yaralanıası veya bir başka şekilde tecâvüzü     neticesinde ona hiçbir şey lâzım gelmez.

__Böylece yaralı olan kimse müslüman olsa, sonra,

o yaradan ölse netice ne olur?

- Bunu yapana, hiç bir şey lâzım gelmez.» Çünkü, îmom, Muhammeâfe göre, mürteddin, cinayet anındaki hâline bakılır.

İmam Şafiî [503], Hanbelîler'den Makdisî [504], îbn-i Teyitliye [505] de bu görüştedirler. Delilleri de, İmam Muhammed'in ileri sürdüğü delildir.

b- Yaralanan bir müslümanın mürtedd olarak ölmesi :

Bir müslüman yaralanır, sonra yaralanan müslü­man, îslâmı terkeder ve mürtedd olarak ölürse, hük­mü ne olur? Yaralayana kısas mı, diyet mi lâzım gelir? Yoksa hiçbir şey gerekmez mi?

Hanefîler'den İmam Serahsi [506] der ki: «... Kasten eli kesenin malından, elin diyeti verilir. Hataen kes-mişse, kesenin âkiîesi diyeti verir. Çünkü el kesmek tazminat îcâbettirir. îslâmı terk neticesinde can emni­yetinin kalkmasıyla, ölüme sebebiyetin cezası düşer.

Ölüme sebep olmayan elin kesilmesinde olduğu gi­bidir.

Hanefîler'den Kâşâni [507]. yaralandıktan sonra, İs-lâmı terkeden ve ölen bir müslümanın kanın;n helâl ol­duğunu söyler. Der ki: «Bir kimse, bir müslümanı yara­lar, sonra yaralı İslâmı terkeder ve mürteddken ölürse, onun kanı helâldir. Çünkü önceki yara ölümüne sebep ol­muştur. Ve îslâmı terk ile hükmen durum değişmiştir. Cinayetin başlangıcında işlenen fiilin öldürme kastı yok­tur. Aynen, cinayetin başlangıcında yaralananın hakîka­ten mürtedd olması gibidir.

Mâlikîler'den Behraın [508] da, Hanefîler gibi yalnız ele kısas gerektiğini söyler.

Hanbelîler'den Makdisî [509] orta bir hâl çâresi ileri sürer. Yaralayana kısas gerekmediğini fakat en azından bir insan diyeti kadar vermesi gerektiğini söyler.

İmâmîyye'den Hdlî [510] ise bu meselede iki görüş zikreder: Birincisi İmam Muhammed'in görüşü [511] gibi­dir. İkinci görüşe göre ise, ne kısas ne de diyet lâzım ge­lir. Bunu da şöyle ta'lil eder. «Azaların, kısası ile diyeti birbirine karışmıştır» der.

Bir uzvu kesme hususunda, Şâfiîler'den Sabbağ [512] hem kısas yapılmasını, hem de yapılmamasını nakleder. Der ki: «Bir şahıs, bir müslümanın bir yerini keser, son­ra yaralı îslâmı terkeder ve bu hâlde ölürse, ne kısas, ne diyet, ne de keffâret gerekir. Çünkü yaralı mürtedd olarak ölmüştür. Bu sebeple, can masuniyeti kalkar. Bir uzvu kesmede, kısas gerekir mi, gerekmez mi? Burada, kısas îcâbeder. «Ümm» adlı kitabında İmam Şafiî de böyle der... Ancak mesele şu iki görüşle bilinir.

1- Kısas gerekmez. Bu Ebû Abbas'm kabul etti­ğidir. Şöyle bir muhakeme yapar: El,    insan demektir.

Madem ki insan için kısas yapılmıyor. O hâlde, el için de yapılmaz.

2- Kısasın gerektiğini kabul edersek, yara ölüme

sebep de olmasa, kesme hadisesiyle kısas îcâbeder. Bu sebeple, yara ölüme sebep olursa, ölenin velîsi, suçlunun, Önce elinin kesilmesini, sonra da öldürülmesini isteyebi­lir. Ancak, canın diyeti verilince, azaların da diyeti îcâ-betmez.

îbn~i Kudame [513] tafsilât vererek, hiç bir şey lâ­zım gelmeyeceğini söyler: «Bir müslümanın eli kesilse, sonra îslâmı terkedip, yaranın tesiriyle ölse, ne kısas, ne diyet, ne de keffâret gerekir. Çünkü ölen mürteddir, can emniyeti yoktur, tazminat da verilmez... Ele gelince, sahîh olan görüşe göre ona da kısas gerekmez. Kâdî ele kısas gerekmesi hususunda bir başka görüş ileri sürü­yor. Kesmenin hükmü, ölüme sebep olmasıyla kesinleşi­yor. Bunu, bir azayı kesip de sonra Öldürmeye benzeti' yor. Yahûd bir başka şey yapıp da, sonra öldürene ben­zetiyor. İmam Şafiî'nin de kısasın gerekliliği hususunda iki görüşü vardır.»

Bizim üzerinde duracağımız ölüme sebep olan bir kesme hadisesidir. Bu sebeple, bir karşılık olsrak ne öl­dürme ne de kesme îcâbeder. Aynen eklem yerleri dışın­daki kesme suçları gibidir. Kısas yaptıkları şey arasın­da da fark vardır. Çünkü kesme ölümle neticelenmemiş­tir.

Kesilen uzva diyet gerekir mi? Bu hususta iki görüş vardır:

Birincisi, diyet gerekmez. Çünkü, cinayetin can ma­suniyeti olmayan birisine karşı işlendiği meydandadır.

İkincisi: Diyet gerekir. Yaranın ölüme sebep olma cezasının düşmesi, diyetinin düşürülmesini îcâbettirmez. Aynen, bir şahsın bir uzvunun kesilmesi ve sonra bir başkası tarafından öldürülmesi gibidir.

Bu durumda, kesilen yerin diyeti ile beraber tazmi­natı mı gerekir?. Yoksa, diyet ve tazminatın en azı mı gerekir?

Bu hususta da iki görüş vardır:

Birincisi; kesilen yerin diyeti gerekir. Bir kimse, bir müslümanın ellerini ve ayaklarını kesse, sonra müslü-man, îslâmı terketse ve ölse, İki diyet gerekir. Çünkü, îslâmı terk, ölüme sebep olma cezâsmı ortadan kaldır­mıştır. Ölüme sebep olma hükmünün ortadan kaldırılma sı, yaranın iyileşmesine, veya yaralının bir başkası tara­fından öldürülmesine benzetilmiştir.

İkinci görüşe göre ise, diyet ve tazmînâtm en azı ge­rekir. Çünkü eğer îslâmı terketmemiş olsaydı, bir insa­nın diyetinden daha fazlası olmayacaktı. İslâmı terkle, haliyle daha fazla olmayacaktır. Ölümle neticelenen bir kesip yaralamada, diyetten fazlası verilemez. Aynen, İslâmı terketmeden önceki hâli gibidir. Birincisi ile ara­sında fark vardır. Birincisi ölümle neticelenmemiştir. İyileşme ve bir başkasının öldürmesi, yaranın Ölüme se bep olma durumuna mâni'dir. îslâmı terk, yaraya tazmî-nât verilmesine mâni'dir. Yaranın öldürmeye sebep olma­sına mâni' değildir.»

c- Bîr müslümanın yaralanması, İslâmı terketme-si, sonra tekrar İslama girip müslüman olarak ölmesi :

Bir müslüman yaralanmış, fakat îslâmı terketmiş, sonra İslama girmiş ve müslüman olarak ölmüş. Burada ona karşı tecâvüz, müslümanken olmuş, ve aynı durum­da ölmüştür. Fakat araya îslâmı terk hâdisesi girmiştir. O nasıl bir hüküm verilecektir?.   

îmam Serahsî [514] meseleyi münâkaşa eder ve der ki: «Düşman ülkesine geçmeden önce îslâma girse ve bu yaradan ölse, İmam Ebû Hanîfe ve imam Ebû Yusuf'a, göre, istihsan yoluyla., ölene diyet verilmesi gerekir, îmam Muhammed ve İmam Züfer'e göre, kıyas yoluyla ancak kesilen elin diyeti verilir, ölenin diyeti verilmez. Çünkü ölüme sebep olma cezası, İslâm'ı terkin, can ma­sumiyetinin ortadan kaldırmasıyla, hükümsüz kalmıştır. Sonra, tekrar İslama dönüşle dokunulmazlığının yok ol­madığı kesin değildir. Ölüme sebep olmanın cezası kalk­tıktan sonra, tekrar yürürlükte olamaz. Bu yara yüzün­den ölmesiyle, bir başka sebepten ölmesi arasında fark yoktur. Görmüyor musunuz?. Düşman ülkesine geçse, sonra ikinci defa dönse bu yara yüzünden de ölse, yarala­yan ancak elin diyetini verir. Düşman ülkesine geçmeden önceki durum da böyledir. Yaralamanın ve ölüme sebep olmanın nazar-ı i'tibâre alınması, İslâm'ı terkle, hakkı­nın kaybolmasından sonra kesinlik kazanır. Bu durum­da o, yarası ölüme sebep olmayıp iyi olan kimse gibidir... Ölüme sebebiyetin cezasında, İslâm'ın varlığı, aynen yok­luğu gibidir.

îmam Ebû Hanîfe ile îmam Ebû Yusuf derler ki: Kabul ettiğimiz üzere, îslâm'ı terkle onun hakkı durdu­rulmuştur, îslâma girmesiyle bu durdurma ortadan kal­kar ve araya giren şey -irtidâd- sanki hiç olmamış gibi kabul edilir.»

Hanbelîler''den Makdisî [515] ölüm neticesinde kısası kabul eder.

Şâfiîler'den Sabbağ [516]   mevzuu genişçe açıklar. Ve der ki: «Bir kimse bir müslümanı yaralasa, sonra yaralı İslâm'ı terketse, sonra tekrar müslüman olsa ve ölse, di­yet ve keffâret lâzımdır. Bunun özeti şudur: Bir kimse, bir müslümanı yaraladı. Yaralanan islâm'ı terketti. Son­ra tekrar İslâm'a girdi ve öldü. Bakarım: Mürtedlikte bir müddet kalmış, yara kendisi kadar genişlemişse, kı­sas îcâbetnıez. Kısas, yara ve bütün vücûda sirayetle ge­rekir. §öyle ki: bir kimse, mürtedden yaralanır, sonra İslâm'a girerse, kısas îcâbetmez. Müslümanken yarala­nır, sonra İslâm'ı terkeder ve ölürse durum yine böyle­dir. Kısası îcâbettirmeyen bir durumda, kısası icabetü-ren bazı şeyler meydana gelirse hepsi düşmez. Aynen ba­zı hak sahiplerinin afvederek kısasdan vazgeçmesi gibi­dir. Ama, Mürtedlik süresi, yaranın, ölümüne sebep ol­ması için, kendisi kadar büyümesine sebep olmamışsa; bu hususta iki görüş vardır:

1- Kısas gerekmez. Çünkü, ölmüş olsaydı, kısası îcâbettirmeyen, bir hâl İle neticelenecekti. O hâlde, yara sebebiyle kısas gerekmez. Bu aynen bir kimsenin, hasta­lığında karısını üç talâkla boşanmasına,   sonra  kadının İslâmı terketmesine, kocanın ölmesine benzer. Kadın, ko­casının vârisi olamaz.

2- Mutlaka  kısas  gerekir.  Çünkü,     yaralama ve yaranın ölüme sebep olması müslümanken meydana gel­miştir. Araya irtidat girmeyen bir hâle    benzetilmiştir. Yukarıdaki kadın misaline benzetilmez.    Çünkü, islâm'ı terk,  kadının nikâhım düşürmüştür.  Hâlbuki  miras  ni­kâhlıya verilir. Şafiî'de bir konuda,    bunun benzeri bir meselede iki görüş üzerinde durur. Mesele şudur:

Bir Müslüman, diğerinin elini kesti; Kesen İslâmı terketti; O mürteddken yara genişledi. Kesen islâm'a girdi. Eli kesilen de öldü. Birinci görüşe göre, diyetin ya­rısı âkilenin, yarısı da suçlunun malından alınması gerekir. Çünkü mürteddin cezasını âküesi ödemez, ikinci görüş ise, diyetin tamamını âkilesinin vermesidir. Çün­kü içinde bulunulan hâle i'tibâr edilir.»

d- Karşıdaki hedef mürteddken mermi silahtan çı­kar, müslümanken isabet ederse netice ne olur?.

Bazı fukahâ farazi bir mesele ortaya atıyor. Meselâ bir adam mürteddin tarafına bir mermi sıktı. Mermi ken­disine isabet etmeden önce mürtedd müslüman oldu. Acaba, atan suçlu mudur, değil midir?

Atış anı nazar-ı i'tibâre alınırsa vurulacak olan mür-teddir. Kam da mubahtır. Atana hiç bir şey lâzım gel­mez. Netice nazar-ı i'tibâre alınırsa, bir müslümana te­câvüz vardır. Bunu yapanın tazminat vermesi gerekir. Bu, fukahâ arasmda ihtilaflı bir meseledir.

İbn-i Teymiye [517] ve Makdisî'den [518] her biri, vura­nın tazmînât vermeyeceğini söylemişlerdir. Mâlikîîer'den Behram/da, [519] vuranın, müslümanm diyetini vermesi gerektiğine hükmetmiştir. İmam Şâfü [520] ise, vurulan mürtedd olduğu zaman, diyetin gerekmediğini söylerken, şunu da ilâve eder:

«Bir adam islâmı terketti. Bir başkası da onu vur­du. Mürted, müslüman olunca, kurşun ona isabet etti. Vurulması sebebiyle Öldü. Yâhûd kurşunla onu yaraladı. Vurana kısas gerekmez. Çünkü atış, vurulanın diyet ve kısas hakkı olmadığı zamanda meydana gelmiştir. O an­da öldüğü takdirde, vuranın, kendi malından diyet ver mesi gerekir. Eğer o anda ölmemişse yaranın tazminatı gerekir. Çünkü kasıt vardır. Diyet düşmez. Hedef mür­teddken kurşun silâhtan çıkmıştır. Bu aynen şuna benzer:[521]

Bir adam, birisine atmış olsa sonra ihrama girse, İhra­ma girdikten sonra ok bir av hayvanına isabet etse, atan o hayvanı öder . [522]

 

III- Mürteddîn Irzına Tecâvüz

 

Mürteddin ırzına tecavüz ya zina suretiyle veya kazf suretiyle olur.

a- Mürtede zina suretiyle tecavüz ;

Mürtedd bir kadınla zina, aynen bir başka kadınla zi­na gibidir. Bu ikisi arasında fark yoktur, ihtilâf edilen husus, yukarda geçtiği gibi, mürteddin ihsanının olup olmamasındadır. Kim, mürtedd bir kadınla zina ederse, evli değilse, kadına dayak atılır. Eğer dul ise, mürteddin ihsanındaki [523] ihtilâf gibidir. «İhsanı yoktur» diyenle­re göre, dayak atılır, «ihsanı bakîdir» diyenlere göre de recmedilir. Bunun sebebi, kadının kadınlığından istifade­dir. Dinle hiçbir ilgisi yoktur, işte bu bakımdan Allah Teâlâ, zina âyetini mutlak olarak indirmiştr.

«Zina eden kadın ve zina eden erkek...» [524].

b- Mürtedde İftira (kazf) :

Bir şahıs mürtedd kadm veya erkeğe iftira ederse, cezalandırılmalı mıdır,  cezalandırılmamalı mıdır?.

iftira edilenin şartlarına bakınca beş tane olduğunu görürüz.[525]

1- İslâm,

2- Bulûğ,

3- Akıl,

4- Hürriyet,

5- İffet.

Bu şartlardan bir?si eksik olursa, kazf bozulur. İfti­ra eden cezalandırılmaz, ta'zir cezası ile yetmilir. Bu hu­susta Hanefîler'den Kaşânî [526] der ki: «İftira edilene ait olan iki şeydir: Birisi, kadm olsun, erkek olsun muh-san olmasıdır. İftiranın, ihsan şartları beştir: Akıl, bu­lûğ, hürriyet, islâm, iffet. Çocuk, deli, köle, câriye, kâfir ve afif olmayanlar, iftiraları sebebiyle cezalandırılmaz­lar... İslâm ve zinadan korunma şu âyet sebebiyle şarttır:

«İffetli, namuslu, gafil mü'min kadınlara iftira edenler.» [527] Bu âyette zikredilen, hür, zinadan koru­nan, kötülük bilmeyen mü'min kadınlardır. Bu âyet, îmâ­nın, zinadan korunmanın (iffetin), hürriyetin şart oldu­ğuna delâlet ediyor. Allah'ın Resûlü'nün şu hadîsi de böy­ledir:

-« Kim Allah'a şirk koşarsa, o muhsan değildir;» Bu da, Islâmın şart olduğuna delâlet eder. Ceza, aneatî iftira edilenden zinanın utancını gidermek için îcâbeder. Kâfirdeki küfrün utancı ise daha büyüktür.

imam Şafiî [528] mürtedd kadına iftira edenin ceza­landırılmayacağım açıkça belirtmiştir. Ancak, İbn-i Hazm naslarm zahirine bakarak kâfir kadına iftira ede^ nin cezalandırılmasına karar vermiştir. Islâmı ihsanın şartlarından saymamıştır. Aynı hükmün mürtedde de tatbik edilip edilmemesinden niçin bahsetmediğini anlı-yaraıyoruz. Çünkü, mürtedd de, kafirler zümresindendir. Fakat bazı hükümlerde onlardan ayrılır.

îbn-i Hazm'm [529], bu hususta söylediklerine kulak verelim: «... AUah teâlâ    buyurur ki:

«Namuslu, kötülük bilmeyen kadınlara iftira edenler yok mu? Onlar Dünyâda ve âhirette lanetlen­mişlerdir.»

Ebû Muhammed der ki: ...Câriye ve hür kadına if­tira eşit şekilde, bu âyetin içine girer. Çünkü, Allah hiç­bir mü'min kadım, diğerinden ayırmamıştır. Geriye kâ­fire iftira kalıyor. Allah'ın şöyle buyurduğunu görüyo­ruz:

«İffetli kadınlara iftira atıp da, sonra dört şahit getiremeyenler yok mu? İşte onlara seksen sopa vuru­nuz.» [530] Bu umûmî bir âyettir, içine kâfir kadın da mü'min kadın da girer. Tevbe eden müstesna, onlara if­tira eden fasıktır. O, bundan sonra der ki: [531] «Ebû Mu­hammed der ki: Biz kâfire iftira edenin cezalandırılma­sının gerektiğini zikrettik.»

Üstelik, kâfir, kendisi gibi bir kâfire iftira ettiği takdirde yine cezalandırılacağı görüşündedir. [532] Çünkü bu, Kur'ânın nassıyla sabittir. [533]

 

Iv- İslâm Ülkesinde, Başkalarının Mürteddin  Mallarına Zarar  Vermeleri :

 

Gelecek bölümde, mürteddin mallarının durumun­dan bahsederken bu husustaki ihtilâfı göreceğiz. Tevbe-sini i'lân edinceye kadar bekletilip, kendisine mi verile­cektir.? Yahut mevcut ihtilâfa göre, vârislerine veya ha­zineye intikali bakmamdan öldürülünceye veya ölünceye kadar bekletilecek midir? tekrardan kaçınmak için bu hususları yeri geldiğinde açıklayacağız.

Mürteddin tevbe edip, mallarına kavuşmasıyla, öl­dürülüp veya mürteddken ölmesi arasında fark yoktur. Hiç bir fakîh, mürteddin malının mubah olduğunu, iste­yenin alabileceğini söylememiştir. Bu sebeple ne şekilde olursa olsun, bu mallara tecâvüz yasaktır. Verilen zarar ödetilir. Bu sebeple, mürteddin malına zarar veren her­kesin, verdiği zararı ödemesi normaldir. Çünkü, mala te­câvüze şer'an izin verilmediği gibi, caiz de değildr. Bun­ların hepsi «Miirtedin mallarının dununu» bahsinde açık­lanacaktır.

Bu konunun, mürteddin mallarının durumu bahsin­de işlenmesi doğru idi. Fakat, mürteddin mallarına ya­pılan bir tecâvüz olması bakımından burada zikrettim. [534]

 

İrtidadı Sebebiyle Mürteddin Cezalandırılması:

 

Yukarda geçtiği üzere belli şartlar tahakkuk edin­ce, mürteddin irtidadi sebebiyle öldürülmesi îcâbeder. Bu îrtidadm tesbit edilmesi lâzımdır. Sonra tevbeye davet edilmelidir. Belki tevbe eder, belki de mürteddlikte ısrar eder. Bu sebeple tevbeye davetten söz etmemiz lâzımdır. Bir de tevbe etmesi vardır. Tevbenin, öldürülüp öldürül-memesi üzerinde tesiri de vardır, o hâlde konuyu dörde böleceğiz:

1- îrtidâdm tesbiti,

2- Tevbeye davet,                     

3- Tevbe etmesi,

4- Ceza olarak mürteddin öldürülmesi. [535]

 

I- Îrtidadın Tesbitî

 

Islâmı terk yani irtidâd, ya mürteddin kendi ikrarı veya bu husustaki şahitlerle tesbit edilir. Eğer, mürtedd, îslâmı terkettiğini ikrar ederse, bu ikrar en iyi delildir. Aşağıda tevbeye davet konusunda geleceği gibi, bu ko­nuda bazı mühim hususlara dikkat edilmesi îcâbeder. Eğer hakikaten terketmişse, yukarda geçtiği gibi, Öldü­rülme şartlarını taşıyorsa -erkekse- ölüm cezâsma çarp­tırılır. Kadmsa, aşağıda geleceği gibi, ölümle, hapis hu­susunda ihtilâf vardır. Eğer, Islâmı terk, şahitlerin şe-hâdeti yoluyla tesbit edilecekse, bunun bazı şartları vardır.

a- Şahitlerin sayısı :

îrtidâdın tesbitinde şahitler kaç tane olacaktır? iki mİ dört mü olacaktır? îmam Hasan hâriç, îbn-i Kuda-mG [536] fukahânın iki şahitle yetinilmesinde ittifakını nakleder. Ve der ki: «Âlimlerin çoğunun görüşüne göre, îslâmı terkin tesbitinde iki âdil şahit kabul edilir.» îmam Mâlik, Bvs:âi> Şafiî veEshab-ı Rey bu görüştedirler. îbn-i Münzir der ki: İmam Hasan'dan başka bunlara muhale­fet eden bilmiyoruz. îmam Hasan der ki: Öldürme cezası ancak ve ancak dört şahitle infaz edilir. Çünkü, öldürme cezasını îcâbettiren bir hususta, şahitlik mevzuu bahs-dir. Bu hususta, zinaya kıyas edilerek ancak dört şahit kabul edilir.»

Bizim için zinanın dışındaki şahitler esastır. Hırsız­lığa şahitlikte olduğu gibi, iki âdil şahit kabul edilir. Bunun zinaya kıyası doğru olamaz. Bekârın zinasındaki durumu delîl kabul edilerek öldürme cezasında da ölüm sebebin­den dolayı dört şahide lüzum yoktur. Bir defa zinada öl­dürme hâdisesi mevcut değildir. Dört şahide sebep zina­dır. Bu da, îslâm'ı terk hâdisesinde yoktur. Sonra ara­larında fark vardır. Bir kimseye; zina etti; diye iftira et­mek seksen sopayı îcâbettirir. Bu: İslâm'ı terketti, diye edilen iftiranın tam aksinedir.

b- Taisilâth şahitlik :

îslâmı terki îcâbettiren hallerdeki, fukahânın ihti­lâfı sebebiyle, her şahidin tafsilâtlı şahitlik yapması za­rurîdir. İrtidad sayılmayan bir hâlin, irtidaddır, kanâa­tinden kurtulunması için bu şarttır.

Mâlibîler'den AHş [537]  bu hususa dikkati çekmiş ve demiştir ki: «Bu husustaki şahitlik, bir miislümanın kâ­fir olması hakkındaki şahitliktir. Bu şahitlikle, müslüma-mn kanı dökülecek, dokunulmazlığı kalkacak, malı hacze­dilecek, vârisleri mirasından mahrum edilecektir. Bura­da âdil bir şahidin: Ben gehâdet ederim ki, o kâfir oldu ve Islâmı terketti; demesiyle yetinilmez. Küfrü îcâbetti-ren hallerdeki ihtilâftan dolayı, neyi inkâr ettiğini açık­lamalıdır. Şâhid, küfür sayılmayan bir hususta, onu kü­fürle itham edebilir. Sözün zahiri, şahidin tafsilâtlı şe­kilde anlatmasının lüzumudur. îbn-i Şâş da, tafsilât ol­madan, îslâmı terkteki şahitliğin kabul edilmemesi ge­rektiğini söyler. Çünkü, birisinin kâfir olduğu hususun­da hüküm vermek, mezhepler arasında ihtilaflı bir mev­zuudur. »

Zeydiyye'den İmam. Ahmed, [538] tafsilâtsız olduğu takdirde, mürted hakkında yapılan şahitliğin kabul edil­meyeceğini söyler. Der ki: «Şahidin, küfrü îcâbettirme-yen şeye, küfrü îcâbettirir, diye inanması ihtimâlinden dolayı, mürteddilİk hususundaki tafsilâtsız şahitlik kabul edilmez.»

Mâlikîler'den Hure§î [539] böyle bir görüş ileri sür­mektedir.

c- Mürtedd, kendisine yapılan isnadı kabul etme­diği takdirde durum ne olar?

Şahitler, bir şahsın Islâmı terkettiğini söyleseler, o da, mürtedd olduğunu kabul etmese, o şahsın sözüne gü­venilir, müslümandır. Bunu îbn-i Teymiye [540] nakleder. İmam Ebû Hanîfe, İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e ait ol­duğunu ileri sürer. Hanbelî mezhebinden îbn-i Müflih [541] de buna benzer bir görüş nakleder. Şâfiîler'den Sabbağ genişçe îzâh eder ve İslama muhalif olan bütün dînlerden uzaklaşmayı şart koşar. Aynen, bir kadının kocasının Is­lâmı terkettiğini iddia etmesi, kocasının da bunu kabul etmeirfesinde olduğu gibi, meseleyi münakaşa eder, der ki [542]: «İki şahit, onun İslâmı terkettiğine şahitlik etse, o da kabul etmese, ona, şöyle demesi teklif edilir: Allah'-dan başka ilâh olmadığını, Muhammeâ*'in Allah'ın Resu­lü olduğunu, İslama muhalif olan bütün dînlerden uzak­laştığını kabul edersen, bize yeter.

Sözün kısası, mürteddle kâfirin İslama girmesi ara­sında fark yoktur. İmam, Şafiî [543] burada, İslama mu­halif olan bütün dînlerden sıyrılmayı şart koşmuştur. Bir başka yerde de şart koşmamıştır... Bir kimsenin İs­lâmı terkettiği sabit olduğu zaman yukardakileri aynen söylerse, başka bir şey istemem. îslâmı terkine dâir delîl getirilir, hanımı zifaftan önce, Islâmı terket­tiğini iddia ederse, -Müslümandır, müslümanm vasıfla­rını hâizdir diye hüküm de verilse- ayrılığa karar veril­mesi gerekir. Çünkü bu durum kadının hakkıyla alâkalı­dır.» [544]

 

II- Mürteddin Tevbeye Davet Edilmesi

 

Bir müslüman îslâmı terkedince, îslâmı terki sabit olduktan sonra öldürülür mü, yoksa, tevbeyc mi davet edilir? îslâmı terkte ısrar ederse, öldürülür mü, yoksa mühlet mi verilir?

Tevbeye davet konusunda, tevbeye daveti kabul et­meyenle eden fukahâ arasında büyük ihtilâf vardır. Bunlarm hepsini DımeşJcî [545] özetlemiştir. Dipnotta, onun sözlerini te'yit eden, mezheplerin kitaplarına işaret ede­ceğim. «İmamlar, îslâmı terkedenin öldürüleceğinde müt­tefiktirler. Sonra, acaba hemen öldürülecek midir? Yok­sa, öldürülmesi tevbeye davete mi bağlıdır? Tevbeye da­vet farz mıdır? Yoksa müstehâb mıdır? Tevbe etmezse, mühlet verilir mi, verilmez mi? Bu hususlarda ihtilâfa düştüler. İmam Ebû Hanîfe [546] der ki: Tevbeye davet edilmesi gerekmez. O anda Öldürülür. Ancak, mühlet is­terse, üç gün mühlet verilir; Ebû Hanîfe'nm. esbabından: mühlet verilir, diyenlere [547] göre; mühlet istemese de, vermek daha iyi olur. îmam Mâlik [548] der ki: Tevbeye davet edilmesi gerekir. O .anda tevbe ederse, tevbesi ka­bul edilir. Tevbe etmezse, tevbe edebilir ümidiyle üç gün mühlet verilir. Yine de tevbe etmezse öldürülür.

İmam §âfUJmn [549] tevbeye davetin lüzumunda iki görüşü vardır. En çok tutulanı, tevbeye davet edilmesi­nin gerekliliğidir. Yine îmam Şafiî'nin, mühlet verilmesi hususunda da iki görüşü vardır. En çok tutulanı, istese de mühlet verilmemesi, bilâkis, mürteddlikte ısrar ettiği takdirde, hemen öldürülmesidir. İmam Ahmed'ten [550] de iki rivayet vardır: Birisi İmam MâMk'in görüşü gibidir. İkincisine göre ise, tevbeye davet gerekmez. Mühlet ver­meye gelince; üç gün mühlet verilmesi gerektiğinde, mez­hebi ihtilâf halindedir. Hasanlı Basri'den [551], mürteddin tevbeye davet edilmeyeceği, hemen öldürülmesi gerektiği rivayet edilmiştir. Atâ [552] der ki: Eğer müslüman ola­rak doğmuş, sonra İslâmı terketmişse, o tevbeye davet edilmez. Eğer kâfirken müslüman olmuş, sonra îslâmı terketmişse, bu, tevbeye davet edilir. Sew*'den [553] de, ebedî olarak tevbeye davet edileceği rivayet edilir. Aca­ba mürtedd kadın, aynen mürtedd erkek gibi midir, yok­sa değil midir?

İmam Mâlike İmam Şafiî ve İmam Ahmed, erkekle kadının, islâmı terkle doğan neticelerde müsâvî olduğu­nu, İmam Ebû Hanîfe ise, kadının öldürülmeyip, hapse­dileceğim söylerler.

Mürtedd  kadının  öldürülmesi  veya  hapsi  meselesi, mürtedd erkekle kadının öldürülmesinden bahsederken, tafsilatıyla zikredilecektir,

İmânüyye'den Tusî [554], mürtedd erkeğin iki defa tevbeye davet edileceğini ileri sürmüştür. Önce tevbeye davetin lüzumunu söyler, sonra bu fikrinden cayar. Ve sadece mürtedd kadmm tevbeye davet edileceğini söyler. Tevbeye davetin müddetinden bahseder, müddetle tahdîd olunmamasını söyler. Bu hususta der ki: «Beşinci mese­le: Tevbeye davet gereklidir. Altıncı mesele: Tevbeye da­vet edilen mürtedd hakkındadır. Mezhebimizin fakihleri, tevbeye davet süresini tahdit etmemişlerdir... Bize göre, tahdidle sınırlamak delile muhtaçtır. Aynı zamanda IV. Halife Hz. Ali'den şöyle bir rivayet vardır.

«Bir müslüman hıristiyan oldu. Onu çağırdı ve İs­lama dönmesini söyledi. O da, Islama dönmedi. Hz. Alî, onu öldürdü. Bekletmedi.» Bu hareketinin mânâsı, tev­beye davet müddetinde bir tahdid olmamasıdır. Peygain-ber'den şöyle rivayet edilir: Buyurur ki:

- «Kim dînini değiştirirse ona öldürünüz.» Bu ha­dîsin açık mânâsı da, mürteddin tevbeye davet edilme­den öldürülmesidir. Ancak tevbeye davetini gerektiren bir delilin bulunması müstesna bir haldir.[555]

Fakat Tusî, bir başka yerde, üç gün mühlet verile­ceğini söylüyor. Diyor ki: [556] «Sehî b. Ziyâd.. Mü'min-lerin halifesi der ki: Mürtedden karısı ayrılır. Kestiği yenmez. Üç gün tevbeye davet edilir. Tevbe etmezse dördüncü gün öldürülür;    Tusî tevbeye    davetle   etmemeyi böyle naklediyor.

Nahvî, [557] Zeydiyye'den Siyağî [558] üç defa tevbeye davet edilmesi gerektiğini söylüyorlar. [559]

 

Tevbeye Davet Edilmemesine Hükmedenlerin Delîlî  :

 

îbn-i Teymiye [560], mürteddin tevbeye davet edilme-mesindeki delîl hususunda şöyle der: «Çünkü, Peygam­ber'(S.A.V.) dînini değiştireni, dînini terkederd, cemâat­ten ayrılanı öldürmeyi emretmiştir. Mürteddin tevbeye davet edilmesini emretmemigtir. Allah Teâlâ da, tevbeye davet etmeksizin müşriklerle savaşmayı emretmiştir. An­cak, tevbe ederlerse, biz onlara dokunmayız. Bu da, mür­teddin, kâfirden, küfürde daha katmerli olduğunu te'yid eder. Tevbeye davet edilmeden düşman esirimin öldürül­mesi caiz olursa mürtedin öldürülmesi evleviyyetle caiz olur. Bizim, kâfiri, tevbeye davet etmeden öldürmeyi ca­iz görmemiz Hz. Muharomed'in, îslâma davetinin, kendi­sine ulaşmama ihtimâlinden dolayıdır. Islâmdan haberi olmayan bir kimsenin öldürülmesi caiz değildir. Mürtedde ise, İslama davet ulaşmıştır. Kendisine davet ulaşan kim­senin kâfir gibi, öldürülmesi caizdir. îşte bu, tevbeye dave­ti müstehâb sayanların delilidir. îslâma davet kendilerine ulaşmış olsa da, harp sırasında, kâfirleri Islama davet etmemiz müstehâbdır. Mürtedd de, böyledir. Hem kâfi­rin, hem de mürteddin tevbeye davet edilmesi gerekli de­ğildir. Evet, mürtedin, tekrar îslâma dönüşün caiz olduğunu bilmediği farz olunsa, bu durumda    tevbeye davet zarurîdir. Peygamber'in, Mekke'nin fethinde Abdullah b. 8ad b. Ebi Serh'in, Makis b. Sababe'nm Abdullah b. Ha~ tal'm öldürülmesini emretmesi buna delâlet eder. Bunlar mürteddiler. Bunları tevbeye davet etmedi. Bilâkis ikisi­ni öldürdü, İbn-i Ebi Serh'le de, beyat etmekten çekindi. Belki, müslümanlardan biri onu    öldürebilirdi. Bundan, müslüman olmadıkça öldürülmesinin caiz olduğu, tevbe-ler.  Bu sebeple,  aslen kâfir,  zina  eden,  yol  kesen v.s. yapıp, ölümü icabettiren bir şeyle İslama terkeden Ura-nîler'i cezalandırdı.   Onları   tevbeye davet etmedi.   Çün­kü onlar, kanlarını mubah kılan sebeplerden birini işledi­ler. Bu sebeple, aslen kafir, zina eden, yol kesen ve v.s. gibi, mürtedd tevbeye davet edilmeden önce öldürülür.* Mürteddin, aslen kâfir olan gibi düşünülmesi, kabul edilemez.  Çünkü, her     birinin  ayrı     hükümleri vardır. Kanları, malları ve tasarrufları bakımından birbirinden farklıdırlar. Kâfirden cizye alınır, emniyet içinde yaşar. Mürtedd ise, ya islâm olur veya Öldürülür. Bu ikisinden başkası kabul edilmez.   Cizye ve fidyeleri kabul edilmez. Mürteddin mallarında ise, ihtilâf vardır. İslama döndü­ğü takdirde malları kendisine ait olur.    Öldürülür veya mürteddken Ölürse, vârislerine veya müslümanlara kalır. Kâfirin malı böyle değildir.

Peygamber'in «öldürme» emri çıkardığı îslâmı ter­keden dört kişi, aynı zamanda, Peygamber'e ve İslâm'a sövmüşler ve onlara dil uzatmışlardır. Bununla beraber hepsini Öldürmemiş, bazılarının tevbesini kabul etmiştir. Ureynelilel'e gelince,  [561]  onlar,    müslüman olan bedevîlerdendi. Allah'ın Resulü, sütlerini içmeleri için, onları zekât develerinin yanma bıraktı. Fakat onlar, İslâmı ter-kettiler, çobanları öldürdüler, develeri götürmeye kalktı­lar. Peygamber, peşlerinden adam gönderdi. Onları öl­dürttü. Onlar sadece,    mürtedd değildiler.    Hem çobanlan Öldürmüşler, hem de, soygun yapmışlardı. Yol kesici­ler durumuna düşmüşlerdi. Bu sebeple, Peygamber, on­ları tevbeye davet etmeksizin öldürttü.

Mürtedd yol kesici gibi değildir. Herbirinin kendisi­ne has hükümleri vardır. Mürtedd zina eden evli gibi da değildir. Çünkü, zina eden evli, cezası belli olan bir suç işlemiştir. Bu suçu işledikten sonra, tevbesi mümkün de­ğildir. Bu iki suç arasmda hiçbir bakımdan benzerlik yoktur. îbn-i Kudame [562] şöyle derken haklıdır: «...Mür-teddin İslahı mümkündür. Islâhına çalışmadan öldürül­mesi caiz değildir...» [563]

 

Tevbeye Davetin Müddeti Ve Adedî :

 

Mürteddin tevbeye davet edileceği görüşünde olan fukahâ, üç kere tevbeye davet edileceğini, üç gün mühlet verileceğini söylerler. Bu hususta HanefîIerMen İmam Serahsi [564] der ki: «...Ancak, mürtedd, mühlet isterse, üç gün mühlet verilir. Anlaşılan, kalbine şüphe girdiği için Islâmı terketmiştir. Bu sebeple, kalbindeki şüphesi­ni gidermemiz gerekir. Veya, hakkı anlayabilmek için düşünmeye muhtaç olabilir. Bu da ancak, kendisine müh­let vermek suretiyle olur. Eğer mühlet isterse, hâkimin mühlet vermesi gerekir. İslâm hukukunda, muhayyerlik müddetinde olduğu gibi, düşünme müddeti de üç gündür. Bu sebeple, mürtedde üç gün mühlet verilir. Bundan faz­la verilmez... Bu hususta bir de rivayet vardır. Bir zât, [565] Ömer b. Hattab'ın huzuruna çıkmış ve Hz. Ömer ona 

__ Mağribeden haber var mı? demiştir.

__ Evet, İnandıktan sonra inkâr eden bir adam.

-   Ona ne yaptınız?

-  Onu yakaladık. Boynunu vurduk.

-  Keşke üç gün hapsetseydiniz.   Her gün de birer kuru ekmek verseydiniz. Belki tevbe eder, tekrar hakka dönerdi; Sonra Hz. Ömer ellerini kaldırdı:

-  AHahun, ben, ne bu hâdiseye şâhid oldum ne de, duyduklarımdan hoşlandım; dedi.

Bu hadîs, başka bir tarîkla    da rivayet edilmiştir. Hz. Ömer:

-  Eğer sizin yerinizde ben olsaydım, onu üç gün tev­beye davet ederdim. Tevbe etmediği takdirde öldürürdüm; demiştir. Bu hadîs, mühlet vermenin müstehâb olduğunun delilidir...»

İbn-i Hazm, hâdiselerin özetini sunmuştur. Bir kıs mında Üç günde, üç defa [566] tevbeye davet, var. Bir kıs mmda bir defa  [567] tevbeye davet vardır. Bir diğerinde de, Halîfe Hz. Ali, bir nıürteddi, bir ay [568] tevbeye da­vet etmiştir. Mürtedd inadında    ısrar etmiş, Hz.- Ali de onu öldürmüştür.

Yukarıda geçenlerin hepsine bakarak şöyle diyebili­riz: Tevbeye davet hususunda Hulefâ-i Râşidîn zamanın­da, halifelerin görüşleri ayrı ayrıdır. Bu görüş ayrılıkla­rı, fukahâ arasmda da cereyan etmiştir. Fakat tevbeye da­vet, hangi hâl olursa olsun, zarurî gözükür. Çünkü, îmân eden bir kimsenin, ikinci defa küfre dönmesi uzak bir ih­timâldir. Ancak bir hususta kalbine şüphe girebilir. Müh­let verilip, şüphesi giderildiği takdirde, mürteddin tevbe

etmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu da, yeteri kadar, ona mühlet verilmesini gerektirir. En iyisi, müddet için sınır koymamak ve işi hâkime bırakmaktır. Duruma ve mür-teddin şüphesine göre, müddeti hâkim tayin etmendir. Naklî delillere göre müddet üç günden aşağı olamaz.

Eğer İslâmı terkeden bir kişi değil de, bir cemâai olursa ve mühlet isterlerse, maksatları da müslümanlan oyalamak ve vakit kazanmak olmazsa, mühlet verilme­sinde higbir mahzur yoktur. Belki harp etmeden,  tevbe edebilirler. Eğer, mühlet    istemekten     kasıtları müslü-manian oyalamak, kendilerini derleyip toparlamak, müs-lümanlarla savağa hazırlık ise, onlara mühlet vermemek en iyisidir. Bunların hepsi devlet bagkanma bırakıhnıstır. Çünkü bu iğde bütün    nıüslümanlarm menfaati vardır. Devlet başkanı da bu menfaatlerin    koruyucusudur. Bu hususta Hanefîler'den İmam Serahsi  [569]  der ki: «Eğer, düşünmek için mühlet isterlerse,  bunda müsiümanların menfaati varsa, müsiümanların onlarla karşılaşacak güç­leri de yoksa, mühlet vermekte hiç mahzur yoktur. Çün­kü, kalplerine şüphe girdiği için islâmı terketnıişlerdir. Düşündükleri vakit, şüpheleri gidebilir.» Mürtedde, müh­let istediği vakit mühlet verileceğini    açıkladık. Ancak, müsiümanların,     onların, başlarını    ezebilmeleri için üç günden fazla mühlet verilmez.

Müslümanların onlarla savaşacak güçleri olmayabi­lir. Bu durumda, müslümanlarm kuvvetlerini muhafaza etmeleri, onlara mukavemet edememeleri sebebiyle, nıür-teddlerin istediği mühleti vermekte mahzur yok. Eğer müsiümanların, onlarla savaşacak güçleri varsa ve harp, müslümanlar için daha hayırlı ise, onlarla harp ederler.

Onlarla müslüman oluncaya kadar savaşmak farzdır. Al­lah Tealâ:

«Savaşırsınız yâhud müslüman olurlar.»    buyur­muştur. Kudretli iken farzı yerine getirmeyi geciktirmek caiz değildir.» [570]

 

III- Mürteddin Tevbesi :

 

Mürtedd tevbe etmek isterse mutlak olarak tevbesi kabul edilir mi? Tevbesi kabul edilmeyen de var mıdır?

Nasıl tevbe edilir?

Önce İslâmı terk sebebini ve hangi sebeple İslâmı terk ettiğini tayin etmek lâzımdır. Çünkü mürteddin tev­besi, ancak, inkâr ettiğinden vaz geçmesi, onu kabul et­mesiyle makbul olur. Üçüncü kısımda da geçtiği gibi, İs­lâmı terk gerçekten bir takım fullerle meydana gelir.

1- Mürtedd belli bir şeyi inkâr ettiği zaman, tev-besinin sahîh olması için, inkâr ettiği şeyi kabul etmesi gerekir. Şehâdet getirmesi kâfi gelmez. Bu hususta, Han-beiîler'den îbn-i Kudame [571] der ki: «Kim şehâdetin dı­şında bir şeyi inkâr ederse, ancak inkâr ettiğini tekrar kâdî önünde tasdik ettiği takdirde İslama girmiş olur. Bir kimse Muhammedi (S.A.V.)'in Peygamberliğini tas-dîk eder bütün dünyâya gönderildiğini inkâr ederse, Mu-hammed'in bütün mahlûkata peygamber olduğunu tas-tik etmedikçe, müslüman olamazlar.

Yahûd, gehâdetle beraber, îslâma muhalif olan bü­tün dînlerden uzak olmadıkça, müslüman olduğu kabul edilmez. Muhammed (S.A.V.)'in Allah'ın Resulü olduğu­nu kabul eder, son peygamberi olduğunda şüpheye varır­sa Kadıyanî'l&r gibi-; getirdiği dînin Allah'ın son dîni ve kendisinin de son peygamberi olduğunu tasdik etmesi gerekir. Yalnız kelime-i şehâdetle yetinirse, kendi inan­dığını kasdetmesi ihtimali vardır.

Bir müslüman bir farzı inkâr etmek suretiyle İslâmi terkederse, inkâr ettiği farzı tasdik etmedikçe, kelime-i şehâdet'i tekrarlamadıkça, müslüman olamaz. Çünkü, inandığı şey sebebiyle Allah ve Resûlü'nü yalanlamı§tır. Bir peygamberi, Allah'ın Kitabından bir âyeti, kitapla­rından bir kitabı, Allah'ın melekleri olduğu kat'î bilinen meleklerden birisini inkâr ederse, yâhûd bir haramı helâl sayarsa; müslüman kabul edilebilmesi için, inkâr ettiğini tasdik etmesi gerekir...»

2-  Mürtedd Kelime-i gehâdet getirdiği takdirde durum ne olur?

Bir şahsın Islâmı terkettiği tesbît edilir, mürtedd, Kelime-i Şehâdet getirirse, Cumhur-u fukahâ, tevbesinin sahîh olduğunu söyler. Kelîme-i Şehâdetle kâfirin müs­lüman olması sahîh olur. O hâlde' onunla mürteddin tev-besi de sahîh olur. Hanefîler'den, İmam Muhammed [572], îffiam Serahsî [573], Şâfiîler'den İbn-i Hâcer [574], Sab-bağ [575], Hanbelîler'den Merdavi [576], Makdisî [577], İbn-i jSfeccar [578], Kelvezani [579], Osman [580] İbn4 Davyan [581], İfm-i Kudame [582] ve îmamiyye'den HıUî [583] aynı gö-rüştedirler.

Bu hususta İbn-i Kudame [584] der ki: «Delîl veya başka bir şeyle, bir müslümanm îslâmı terk ettiği tesbît edilirse, mürtedd, Allah'dan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederse, bunun üzerine başka bir şeyi açıklaması istenmez. Ser­best bırakılır. Hz. Peygamber'in şu hadîsine dayanarak, tasdik ile mükellef tutulmaz:

«- Ailah'dan başka ilâh yoktur deyinceye kadar, insanlarla savaşmaya emrolundum. Kelime-i Tevhidi söyledikleri zaman, benden canlarını ve mallarını emni­yet altına almış olurlar. Ancak haksızlıklarının cezaları­nı görürler. Hesapları da Allah'a kalmıştır.» [585] Hadîs nıüttefekun aleyh'dir.

Kelime-İ Tevhîd'le, aslen kâfir olan müslüman olu­yor. Mürtedd de olur. Müslüman olması için Islâmı terk sebebini açıklamaya lüzum yoktur. Mıkdât (R.A.) riva­yet ediyor. Diyor ki:

-  Ey Allah*in Resulü!  Kâfirlerden birisiyle karşı­laştım. Benimle doğuştu. Kılıcı ile elimin   birisine vurdu ve kesti. Sonra bir ağacı bana karşı siper aldı. Ve: «Müs­lüman oldum.» dedi. Bu sözü söyledikten sonra ben onu öldürebilir miyim? Ne dersiniz?

-  Onu öldüremezsin. Eğer onu öldürürsen, o, öldür­meden önce senin durumuna yükselir. Sen de, onun keli­meyi   söylemeden   önceki   durumuna   düşersin;    dedi.»

Bir mürtedd müslüman olduğunu iddia eder, kelime-i gehâdeti söylemezse, müslüman sayılmaz. Çünkü o, müslüman olduğunu iddia edip, kelime-i gehâdeti söyle­memekle, canını korumak istiyor. Hanbelîler'den Makdisî [586]  de bu görüştedir.

3- Mürtedd kelime-i şehâdet getirmez, yâhûd müs­lüman olduğunu iddia etmez. Fakat namaz kılarsa, buna, «nıüslüm andır» denilebilir mi? Merdavî [587] Hanbelî mezhebine göre; «müslümandır» diye hüküm verileceği­ni, nakleder. Der ki: «Kâfir, namaz kılarsa, İsJâma girdi­ğine hüküm verilir. Bu mezheb, mutlak olarak bunu ka­bul etmiştir. Fakihlerimiz de bu görüştedir. Onlardan çoğu bunu kesinlikle belirtmişlerdir. Bu hüküm, mezhe­bin kabul ettiği bir meseledir. Teym kabilesinden Ebû Muhammedi «İrşâd Şerhi» nde, tek basma değil de, ce­mâatle namaz kıldığı takdirde, kâfirin müslüman olduğu­na hüküm verilir. Demiştir. Fâik'ta. der ki: Namaz kıl­dığı için mi, yoksa namazın kelime-i şehâdeti ifâde et­mesi dolayısıyla mı, müslüman olduğuna hüküm verilir? Bu hususta iki görüş vardır...» [588]

 

I- Tevbesi Kabul Edilmeyen

 

Bazı büyük hadîs kitaplarında [589] zikredilmiştir. Müslümanlardan biri, Peygamber zamanında îslâım ter-ketmiştir. Sonra pişman olmuş ve tevbe etmiştir. Pey­gamber, bunun tevbesini kabul etmiştir. Bu, her îslâmı terkedenin, tevbe edince, tevbesinin kabul edileceğini ifa­de eder mi?

Kanbelîler'den îbn-i Kudame  [590], zındîk'ın  [591]  tevbesinin kabul edilmeyeceğini açıkça belirtmiştir, -zındık, küfrünü gizlemek ister- Çünkü eski hâlinden hiçbir şey değişmemiştir. Küfrünü gizleyerek müslüman görün­müştür. Tevbe ettiğini iddia ettiği zaman, bunun üzerine fazla bir şey ilâve etmemiştir.

Ancak, Şâfiîler'den Sabbağ [592], zındîk'ın tevbesinin kabul edileceğini nakletmiştir. Der ki: «Açık veya gizli sızdıklıktan ne çeşit inkârla îslâmı terkederse etsin, son­ra tevbe ederse, öldürülmez. Hülâsa: Bir kimse, İslâmı terkeder sonra tekrar, İslama dönerse, müslüman sayı­lır... Küfrü ister açık, ister zındıklık gibi gizli olsun far-ketmez...»

Zeydîyye'den îmam Ahmed, [593] bir görüşünde, zın-dıkın tevbesinin kabulünün caiz olduğunu    nakletmiştir.

Bu ince ve dikkat isteyen bir meseledir. Zmdîk za­yıf, bencil bir şahıstır. Onun tevbe edip etmediğini ner-den biliriz? Hayatının gizli ve açık olmak üzere iki yönü vardır. Bu hâlde yaşar. Bu hâli yüzünden, fukahâ ara­sında, tevbesi hususunda ihtilâf devam ederken, çok ke­re en ihtiyatlı olanı, bu hususu, mahkemeye ve kadının kanâatine terketmektir.

Hanbelîler'den Merdavi [594], İbn-i Kudame [595], îbn-i Neocar [596], İbn-i Davyan [597], Hanefîler'den îbn-i İs­rail [598], Allah ve Resûlü'ne şovenin tevbesinin kabul edil-miyeceğini nakletmişlerdir.

Allah'a şovenin tevbesinin kabul edilmemesi husu­sunda dikkat gerekir. Allah her türlü incinmekten uzak­tır. O, kullarına kargı lütûfkârdır. Kendisiyle ilgili hak­larda müsamahakârdır. O'nu ayıplamak, insanlarda ol­duğu gribi, hiç bir zaman Allah'ı küçültmez. Of çok müsa­mahakârdır. :

«Allah kendisine şirk koşulmasını afvetmez. O-nun dışındaki şeyleri dilediği kimse için afveder.» [599]

Tevbesi kabul edilmeyenlerden birisi de sihir yapan ve büyücüdür. Ancak uzun bir müddet sihiri terkerîerse. tevbesi kabul edilir. Hane filer'den Bedr-ûr-Reşîd [600], Şâfiîler'den LHmeşkî [601] bu hususu kesin olarak be­lirtmişlerdir. [602]

 

2- Tekrar Tekrar  Îslâmı Terkedenin Tevbesî :

 

Bir defa îslâmı terkedip,. sonra tevbe edenin tevbe­si kabul edilir. Bu gayet makuldür. Belki şüpheye düş­müş, şüphesi, onu, İslâmı terke sürüklemiş olabilir. Fa­kat, birden fazla İslâmı terkedip, tevbe etmişse, tevbesi kabul edilir mi, edilmez mi?

Fukahâ bu hususta, ikiye ayrılıyor. İbn-i Kudame [603] bu husustaki görüşleri özetler ve der ki: «...Mürtedd tevbe ettiği zaman tevbesi kabul edilir. Ne çeşit bir in­kâr olursa olsun, öldürülmez... Bu Şafiî ve Hanbelî mez­hebinin görüşüdür. Bu, Hz. Ali ve tbn-i Mesud'dan riva­yet edilir. îmam Ahmet'den gelen iki rivayetin biridir. Ebû Bekir HaîlâVm kabul ettiği görüştür. Ve Ebû Be-hir, Ebû A'bdııTla'h'm mezhebinde, bunun tercih edildiğini söylemiştir. Diğer rivayet de, zındık'ın ve birkaç de­fa îslâmı terkeden kimsenin tevbesinin kabul edilmeye­ceğidir. Bu, Mâlik'in, Leys'in, İshak'm görüşüdür. Ebû Hanîfe'den de, aynen böyle iki rivayet vardır. Bir kaç defa îslâmı terkedip, tevbe edene gelince; Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Şunlar ki iman ettiler, sonra tuttular kâfre git­tiler, sonra yine iman ettiler, sonra yine küfre gittiler, sonra da küfürde ileri gittiler. Allah onları mağfiret edecek de değil, doğru bir yola çıkaracak da değildir»[604]

Esrem, Zabyan b. İmare'ye isnâd ederek rivayet eder: Benî Sa'd dan bir zât, Benî Hanîfe Mescidine uğ­radı. Bir de ne görsün, Müseyleme'nin safsatalarını oku­muyorlar mı? Hemen Îbn4 Mesudy& gitti, vaziyeti ona anlattı. îbn-i Mesud, onlara adam gönderdi ve getirtti. Hemen onları tevbeye davet etti. Onlar da tevbe ettiler,. İbn-i Nevaha denilen biri müstesna, diğerlerini bıraktı. Dedi ki:

- Seni bir defa daha getirtmiştim, Tevbe ettiğini id­dia etmiştin. Görüyorum ki, gene geldin; İbn-i Mesud onu öldürdü. İlk rivayetin dayanağı şu âyettir:

«İnkâr edenlere de ki: İnkârlarına nihayet verir­lerse, geçmiş günâhlarının hepsi affolunur.» [605]

Bir zâtın, Peygamber'e, biri hakkında bir şeyler fı­sıldadığı rivayet edilir. Peygamber de onu açıkça söyler. Meğer, müslümanlardan birini öldürme hususunda izin istermiş. Peygamber buyurur ki:

«- Allah'dan bagka ilâh olmadığını kabul etmi­yor mu?

-  Evet. Fakat inanmayarak söylüyor.

- Namaz kılmıyor mu?

- Evet, fakat hakikî namaz değil.

-  Onlar, Allah'ın beni Öldürmekten men ettiği kim­selerdir.»

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«Münafıklar cehennemin en alt derekesindedirler. Onlara asla hiçbir yardımcı bulamazsın. Tevbe edenler müstesna» [606] İbn-i Mesud'un hadîsi,   onların küfürlerini gizlemelerine rağmen, tevbelerinin kabulü hususunda delil­dir. İbn-i Nevahâ'yı  Öldürmesine gelince; her hâlde tevbe-sinde yalan olduğu belli olmuştur. Çünkü, o açıkça   tevbe etmiş, küfründe de ısrar ettiği açığa çıkmıştır. Herhalde, İbn-i Mesud, Müseyleme'nin elçisi-geldiğinde, Peygamber'in söylediği şu sözünden dolayı öldürmemiştir:

- Elçiye zeval olsaydı, seni öldürürdüm; Onu, Pey­gamberin bu sözüne dayanarak öldürmemiştir. Bu sebeb-ten öldürmediği rivayet edilmiştir...

Birkaç defa îslâmi terkedip, tevbe edenin tevbesinin kabul edileceğini, Şâfiîler'den Sübki [607] de nakleder. Der ki: «...Böylece ,daimî olarak tevbeye davet edilir. Her îs-lâma dönüş ve terkedişte, Peygamber, İslâmı terkeden Key-yan'ı dört veya beş defa tevbeye davet etmiştir. Bu îmam Şafiî ve învam Ahmed'in görüşüdür. îbn-i Kayyım de bunu söyler. îmam îshaft, dördüncü defasında Öldürüle­ceği görüşündedir...»

Sâfiîler'den îmam Şafiî   [608] ve  Sabbağ  [609]   Hanefî-Zer'den îmam Muhamed [610] bunu nakleder.

Hanbelîler, bir kaç defa İslâmı terkedip tevbe edenin, tevbesinin kabul edileceğini kabul etmezler. îbn-i Kudame [611] îbn-i Neccar [612], Osman [613] ve îbn-i Davyan [614] bunu rivayet ederler.

Delilleri îbn-i Davya'mn [615] anlattığı gibidir. O da, şu âyet:

Şunlar İd iman ettiler, sonra tuttular küfre gittiler, sonra yine iman ettiler, sonra yine küfre gittiler. Sonra da küfürde ileri gittiler. Allah onları mağfiret edecek de de­ğil, doğru bir  yola  çıkaracak da  değildir.» [616]

Ve şu âyettir.

«İnandıktan sonra inkâr edenler, sonra inkârda ile­ri gidenler yok mu? Onların tevbesi ebediyyen kabul edilmeyecektir» [617]

Çünkü, tekrar tekrar islâmı terk, inançlarının bozuk-luluğunu, İslâm ile ilgilerinin azlığını gösterir. [618]

 

Iv - Mürtedd Erkek Ve Kadının Öldürülmesi :

A - Mürtedd Erkeğin Öldürülmesi:

 

İslâmı terkedip,    tevbe    etmeyenin kanı helâl olur. Öldürülmesi de, İslâm devlet başkanına veya vekiline ait­ti) tir. Şâfifler'den Ömer Berekât [619], Zeydîler'den İmam Ahmed [620], Haııbelîler'den İbn~i Neccar [621] ve İbn-i Ku-dame [622] bu görüştedirler.    Ibn-i Kudâme  [623]  der ki:

«Mürted,, dinsizlikte ısrar ederse, kılıçla öldürülür. (Öl­dürdüğünüz zaman, eziyet çektirmeyin) hadîsine göre kılıçla öldürülür. îslâm devlet başkanından başkası onu öldürenıez. Çünkü, Aîîah hakkından dolayı gereken bir öldürmedir. Bu da, zina edeni öldürme hadisesi gibi, îs­lâm devlet başkanına aittir. İzinsiz olarak, devlet başka­nından başkası onu öldürürse, kötü bir hareket yapmış . olur. Ona ta'zîr cezası verilir. Çünkü devlet başkanının vazifesine tecavüz etmiş olur. Diyet vermez. Çünkü, do­kunulmazlığı kalkan birisini  öldürmüştür.

Ancak, mürtedd kâfirlerin elçisi olursa öldürülmez. Çünkü Peygamber (S.A.V.) Müseyleme'nin elçilerini öl­dürmemiştir [624].

Bazılarına göre, mürteddi Öldürme meselesi, ağır gözüküyor. Fakat, harp meydanında da olsa, insanın, Kelime-i Tevhidi söyleyerek canını korumasının mümkün olduğunu görünce, büyük sayılmaz. Bir insanın, İslama girdiği gibi çıkması da tabiîdir. Bu hususta tesbit etiği-miz en iyi şekil, Mikdâd ile Peygamber arasında geçen şu konuşmadır, îbn-i Kudâme [625] bunu, şöyle nakleder. «Mikdâd dan. Mikdâd der ki  :

- Ey Allah'ın Resulü, kâfirlerden   biriyle karşılaş­tım. Bana hücum etti. Kılıcıyla elimin birisine vurdu ve kesti. Sonra bana kargı bir ağacı siper edindi ve «Müslü­man oldum» dedi. Bu sözü söyledikten son^a, onu öl­dürebilir miyim, ne dersiniğ Ya Resûlüllâh?

- Onu öldüremezsin. Eğer onu öldürürsen o, öldür­meden önceki senin durumuna yükselir. Sen de, bu sözü söylemeden önceki onun derekesine düşersin, dedi.

Sadece müslüman olduğunu ilân etmek dokunulmaz­lık sağlarsa, İslâmı Kabul etmeme de dokunulmazlığı kaldırır. Verebilen, alır da.

Sonra, İslâm, sadece bir din değildir. Aynı zamanda bir vatandaşlık bağıdır. îslâmdan çıkmakta, îslâm milli­yetinden ayrılmak da düşünülür. Bu da, bir hıyanetir, vatan severlikten, düşmanlığa geçmektir. Şeyh Ahmed ib­rahim [626] bunu aynen böyle açıklar. Mürtedd, haliyle, Islâmın iyi olmadığını anlatarak, başkasının imanını za­yıflatır. Başkalarının, İslama girmelerine mani olur. Za­rarı, sadece kendisine değil, hem kendisine, hem de baş­kasına dokunur. Sonra, küfründe devam edebilir. Bazan, bir sebep veya başka bir şeyden dolayı insanların önünde mazur olabilir. Fakat, mürtedd, îslâmı tanıyıp, yarata­nı anladıktan sonra, ne özrü olabilir? Seyyit Kutub [627] der ki: «İmandan önceki küfür afvedilir. Batıl içinde bo­calarken İslâmı görmeyen özürlü sayılır. Fakat, inandık­tan sonra küfür, işte o büyük günahtır. Ne affedilir, ne de, o hususta mazeret ileri sürülür. Küfür bir perdedir. O perde düştüğü an, insan yaratanına kavuşur, yolunu kaybeden, kafileye ulaşır, kökler su kaynaklarına kavu­şur. Bundan sonra İslâmı terkedenler, ancak, yaratılı­şa karşı geliyorlar, kasten zulme dalıyorlar. İsteyerek sapıklığa gidiyorlar.

Bundan sonra ne af, ne de hidayet var. Onlar, ken­dilerini zorla ölüme sürüklediler. Özellikle, imandan sonra küfür, tekrarlanırsa. «Şunlar ki iman ettiler, son­ra tuttular küfre gittiler, sonra yine iman ettiler, sonra yine küfre gittiler, sonra da küfürde ileri gittiler. Allah onları mağfiret edecek de değil, doğru bir yola çıkaracak da değildir.» [628] Onların küfürde ileri gitmeleri, bu ge­rilemenin, hidayetten sonra delâletin, tabiî bir neticesi­dir. Bu kesin ve adil neticeye son hazırlayıcıdır. [629]

 

Mürtedd  Öldürülünce Ne Yapılır?

 

Mürtedd, tevbe etmez, sonra öldürülür veya mürtedd-ken Ölürse, o müslüman değildir. Şafiîleı^den Hısnî'nin [630] dediği gibi, şöyle hareket edilir: «...Yıkanmaz, na­mazı kılınmaz, müslümanlarla beraber gömülmez. Çün­kü, o kâfirdir. Ona saygı gösterilmez.» [631]

 

b-  Müktedd Kadının Öldürülmesi :

 

Tevbe edip etmemesi hallerinde mürtedd erkekten bahsedildi. Sıra mürtedd kadına geldi. Eğer Islâmı terke-der ve tevbe ederse, hiçbir şey lâzım gelmez. Fakat, tev­be etmez, dinsizlikte ısrar ederse, erkek gibi öldürülür mü? Yoksa, sadece hapis mi edilir?

Bu hususta fukaha muhtelif görüşlere sahip. İhti­lâflarının sebebi, bu konudaki mevcut rivayetlerdir. Bir kısmı, mürtedd kadının Peygamber zamanında öldürül­düğünü bildiriyor. Bir kısmı da, harpte, kadınların öl­dürülmesinin men edildiğini bildiriyor. Bunlara bir de, nasslan anlayışlar,    iıasslann    etrafında    söylenilenler,

her tarafın dayandığı aklî delililer ilâve ediliyor. Bu me­selede her görüşü savunanı, delüleriyle beraber anlata­cağız. [632]

 

1- Mürtedd Kadının Öldürüleceği Görüşünde Olanlar :

 

Şâfiîler [633], Hanbeffler [634], Zeydîler [635], Malikîier [636] tevbe etmediği takdirde, mürtedd kadının öldürüle­ceği görüşündedirler. Malikîier öldürülmesi iğin kadının hayzdan temizlenmesini ileri sürerler. Eğer emzikte ise, çocuğun emeceği başka bir kadın bulununcaya kadar öldürülmez. Hanefîler'den İmam Serahsi de [637] eğer ka­dın, ileri gelen söz sahibi idareci birisi ise öldürüleceği görüşündedir.

İmam Şafiî [638] der ki: «... Doğurmadıkça hamile kadın öldürülmez. Sonra tevbe etmediği takdirde öldü­rülür..» Hanbelîler'den Makdîsi  [639]   de aynen böyle der. [640]

 

Mürtedd Kadının Öldürülmesini Îleri Sürenlerin Delili

 

Eserlerini gördüğüm müctehidler içinde, mürtedd kadının öldürülmesini, en iyi şekilde delîllendiren, Ha-nefîler'den îmam Serahsi'dir. Bu sebeple, onun ileri sür­düğü delilleri nakledceğim. İmam Serahsi ikinci defa bu konuya döner, öldürülmemesi hususunda Hanefîler'in ile­ri sürdüğü delilleri anlatırken, ilk delillerini çürütür.

îmam Serahsi  [641]    der ki:    «Şafiî,    Peygamberin: (Kim dinini değiştirirse, hemen onu Öldürün) [642]  hadî­sini delîl olarak ileri sürdü. Bu hadîs, erkekleri de kadın­ları da içine alır. Aynen (Sizden kim Ramazan ayına şa­hit olursa, oruç tutsun)   [643]  âyeti gibidir. Ölümü gerek tiren şeyin dini değiştirmek olduğu açıkça gözüküyor. îl-leti açıklamak için, Kur'an'daki âyeti misal getirdi. Din değiştirmenin hükmü tahakakkuk etmiştir. Bir hadîste, Peygamberimizin, Üramü Mervan denilen bir kadını Öldür­düğü sabittir. Ebû Bekir'in de, Ümmü Firlsa denilen bir ka­dını öldürdüğü rivayet edilir. Çünkü, bu kadın, batıl ol­duğunu bile bile, batıl bir dine inanmıştır. Mürtedd er­kek gibi öldürülür. Öldürme, dinsizliğin cezasıdır. Hakkı tasdikten sonra inkâr, en büyük günahtır. Bu    sebeble, mürteddi öldürmek sadece Allah hakkıdır. Sadece   Allah hakkının ihlâli de,  cezasız    bırakılmaz.     Zina,  hırsızlık, içkinin cezalarında olduğu gibi, diğer suçların cezasında da erkeklerle    kadınlar    müsavidirler. Böylece,     îslâmı terk halinde işlenen cinayet, kâfirken işlenen cinayetten daha ağırdır.    Çünkü hakkı tasdikten sonra inkâr, baş­langıçta küfürde ısrardan daha    kötüdür. Aynen diğer haklarda olduğu gibidir. Mürtedd kadının suçu ağır ol­madıkça öldürülmez. Bu, tamamen suçu ağır olunca öl dürülür manâsına da gelmez. Kâfirliğinde yaptığı hare­ketler gibi. Mürtedd kadın, savaşçı, sihirbaz veya orduyu savaşa teşvik ve sevk eden hükümdar olursa, öldürülür. İslâmı terk ettikten sonra da aynı muamele yapılır. Bu­na da delîl, islâmı terkten sonra hapsedilmesi, cezalan­dırılması ve İslama zorlanmasıdır. Bunlar kâfir bîr ka­dına yapılmaz. İhtiyarlar, inzivaya çekilenler, rahibler de böyledir. İslâmı terk ettikten sonra öldürülürler. Kâ­firken Öldürülmezler. Körler gibi özür sahipleri kötü-rümler de böyledir. Kâfir elinde köle olmak da öldürme­ye manidir. Esirin köle edilmesiyle böyle bir hadise mey­dana gelir. îsîâmı terk durumunda hiç birisi öldürmeye mani değildir. Sonra aslî küfürde kendi başına bırakıl­maz. Müslümanların yararına köle yapılır, islâmı terkten sonra da, kendi başına bırakılmaz. Öyleyse öldürülür.

Aynî [644] der ki: «Abdullah h. Ömer, Muhammed b. Müsüm-îz-Zünrî, îbrahim-un-Nehaî derler ki: Mürtedd kadın öldürülür. Buna göre mürtedd erkekle, mürtedd kadın arasında fark yoktur. Her ikisi de, hükümde müsa­vidirler. İbn-i Ömer'in görüşünü îbn-i Ebi Şeybe Veîâ,-den, o Ebû Süfyan'dan, o Abdülkerim'den, o da İbn-i Ömer'i dinleyenden nakletmiştir. Telvih'in müellifi (Sa­dettin Teftezânî) der ki: «Mürtedd kadının öldürülmesi doğrudur» diyene göre, Buharî'nin kestirip attığına iti­bar edilir. Zühri'nin kadın hakkındaki görüşü: Abdur-razzak, Mussanefinde, Ma'mer'den, o da Musannefm.de. Zührî'den rivayet etmiştir. Bir kadın İslama girdikten sonra, dönüp kâfir olmuştur. Ne dersin? Zührî der ki: Tevbeye davet edilir. Tevbe etmezse öldürürüm. İbrahim Nehaî'nin görüşü de aynen bunun benzeridir

Yine Abdurrazzak Ma'mer'den, o Said b. Ebî Urve-den, O Ebi Ma'şer'den, o da, İbrahim Nehaî'den. İbra­him'den rivayette mürtedd kadının öldürülmeyeceğini söylersen, (Ubeyde zayıftır) derim. Birinci rivayet da­ha doğrudur...» Şihabüddîn Ahmed Kastalâni [645] derki: «...İbn-i Ebi Şeybe kanalıyla gelen rivayette Abdullah b. Ömer, Abdurrezzak kanalıyla gelen rivayette Muham-med bin Müslim-iz-Zührf ve İbrahim-ün-Nehaî» tevbe et­mediği takdirde mürtedd kadının öldürüleceğini söyler­ler. Ebû Hanîfe'nin İbn-i Abbas'dan getirdiği rivayette, İslâmı terkettikleri takdirde, kadınların öldürülmeyeceği vardır. Bu görüşü İbn-i Ebi Şeybe ve Dâre Kutni riva­yet etmişlerdir. Hadîs hafızlarından bir cemâat, metnin lâfzında, onlara muhalefet etmişlerdir. İbn-i Münkedir kanalıyla, Cabir'den gelen rivayeti Dare Kutni naklet-miştir: Bir kadm, Islâmı terketti Peygamber (S.A.V.) de onun öldürülmesini emretti. Askalânî Feth-ül-Bari'de, tbn-i Kilâ'm Ahkâm bahsinde nakletiği rivayeti kabul etmeyerek der ki: O, Peyganıber'in, (S.A.V.) mürtedd bir kadını öldürdüğünü rivayet etmemiştir.»

Kastalâni [646], İbn-s Abbas'm, kadının öldürülme-mesi hususundaki rivayetine cevap vermiştir. Der ki: «...îbn-i Abbas, burada hadîsin ravîsi olması hasebiyle cevap verildi. Mürtedd kadının öldürüleceğini söylemiş­tir. Ebû Bekir, (R.A.) Hilâfeti sırasında, telâmı terke­den bir kadını öldürmüştür. O vakit bunu gören ve duyan Sahabe de çoktu. Fakat, hiçbiri ona bu hususta itirazda bulunmadı. Muaz b. Cebel'in (K.A.) hadîsinde. Peygam­ber (S.A.V.) kendisini Yemen'e vâlî gönderirken demiş­tir ki: «Islâmı terkeden hangi erkek olursa oisun,    onu tekrar Islama davet et. Dönmezse, boynunu vur. İslâmı terkeden hangi kadın olursa olsun, onu tekrar îslâma da­vet et. Dönmezse boynunu vur.» Feth-ül-Bari de İmam İbn-i Hacer der ki: Senedi hasendir. Bu, ihtilâf konusun­da (Mürtedd kadının öldürülüp öldürülmemesi hususun­da) bir delildir. Bunu kabul etmek gerekir. [647]

 

2-  Mürtedd Kadının Hapsedilmesi  :

 

Hanefî fakihleriyle [648] İmamiyye fakihleri [649] mür­tedd erkekle mürtedd kadmı hüküm bakımımdan ayırdı­lar. Derler ki: Mürtedd erkek, tevbe etmezse öldürülür. Mürtedd kadına gelince, öldürülmez, tevbe edinceye ka­dar hapsedilir. Harplerde, harp bölgesinde bulunup da harbe iştirak etmeyen kadınların öldürülmesini mene-den hadisleri delîl olarak gösterdiler. Nakledilen hadîs­ler ve haberler, mürtedd kadının öldürülmesini söyleyen­lerin delilleri, onları kadınları da Öldürmeye mecbur et­mesine rağmen, onlar bu görüştedirler. Ben İmam Se-rahsi'yi seçtim. O, meseleyi, bütün incelik, derinük ve genişliğiyle inceleyecek tek insandır. Böylsi çok az bu­lunur. [650]

 

Mürtedd Kadının Öldürülmemesîne Hükmedenlerin Delilleri

 

Yukarıda, mürtedd kadının öldürülmesine hükme­denlerin delilleri geçti. Bu delilleri Hanefîler'den İmam Serahsi ileri sürmüştü. Burada da bu hususta geçen bütün münakaşalarla beraber, öldürülmeyeceğinin de­lillerini ileri sürüyor. Der ki: [651] «...Bizim bu husustaki delilimiz, Peygamberin (S.A.V.) kadınları öldürmekten men etmesidir. [652] Bu hususta iki hadîs var. Onlardan birisi, Eebah b. Rebia'nın rivayet ettiği hadistir. Pey­gamber (S.A.V.) bir savaşta, bir şey etrafında toplanan bir gurup görmüş, niçin toplamldığmı sormuştur. Öl­dürülmüş bir kadma baktıklarını söylemişlerdir. Pey­gamber (S.A.V.) birisine:

-  Halid b. Valide yetiş ve de M: Katiyven işçileri ve çoluk çocuğu öldürmesin.

İkinci hadîs, İbn-i Abbas'ın    hadisidir.    Peygamber (S.A.V.) ölmüş bir kadın görmüş.

- Bunu kim öldürdü demiştir. Bir zât :

-  Ben, ey Allah'ın Resulü. Onu terkime bindirdim. Beni öldürmek için, kılıcıma sarıldı. Ben onu Öldürdüm.

«- Kadınları öldürmek de ne oluyor? Onu defnet ve bir daha yapma.» demiştir. Peygamber (S.A.V.) Mekke' nin fethinde, öldürülmüş bir kadın görünce, «bu savaşmı­yordu ki», demiştir. [653] Bu hadisede, savaşanın ölümü hak ettiği gözüküyor. Buna göre, kadınlar öldürülmez­ler. Çünkü onlar savaşmazlar. Ve yine burda, kâfirlik­le, mürteddlik arasmda fark yoktur. Rivayet edilen hadîs zahirine göre yerinde değildir. Değiştirmek -yani kim dinini değiştirirse, onu hemen öldürün, hadisi- İslama gi­ren, kâfir hakkında söylenmiştir. Bu hadîsin umumî ol­duğunu biliyoruz. Bir hadiseden dolayı o, hususî kılın­mıştır. Zikrettiğimiz delile göre, bu hadîs erkeklere ait­tir deriz. Öldürülen mürtedd kadın -ki bu İmam Şafiî'nin delillerine bir red teşkil etmektedir- savaşan kadındır. Ümm-ü Mervan, hem savaşıyor hem de savaşa teşvik ediyordu. Orduda sözü dinlenen bir kadındı. Ümü Mrkâ'-nın da otuz oğlu vardı, onları müslümanlarla savaşa teş­vik ediyordu. Onun öldürülmesiyle oğullarının cesareti kırılır. Her halde Ebû Bekir (R.A.), bunları müslüman-ların faydası ve ibret-i âlem için yapmıştır. Peygamberin (S.A.V.) ölümüne sevindiklerini anlatmak için def çalan kadınların elinin kesilmesini de bu maksatla emretmiş­tir. [654] Bu hareketinin manâsı o kâfir bir kadındır. Asıl kâfir kadın gibi öldürülmez. Bu öldürme hadisesi, Islâmı terkin cezası değildir. Bilâkis o ceza, küfürde ısrar neti­cesinde verilmiştir. Baksanıza, eğer müslüman olsa, dinsizlikte İsrar etmediği için cezası düşer. Hak edilen bir ceza, hadlerde olduğu gibi düşmez. Tevbe sebebi, Kâ-dî önünde ortaya konduktan sonra ceza tevbe ile düşmez, Yol kesicilerin cezası, tevbe ile düşmez. Onların tev-besi, yakalanmadan Önce malı sahibine iade etmektir. Bundan sonra kâdî önünde sebep açıklanmaz. Din değiş­tirmek ve küfür, en büyük suçtur. Fakat kul ile Allah arasmda olan bir suçtur. Cezası da öbür âleme bırakıl­mıştır. Canı korumak için verilen kısas cezası, malı korumak için verilen hırsızlık cezası, namusu ve nesli korumak için verilen iftira cezası, aklı korumak için ve­rilen içki cezası gibi, dünyada verilen cezalar meşru bir gaye gütmekte ve islâmin bekasını hedef tutmaktadır. Küfürde İsrarla bir kimse, müslümanlarla savaşan biri sayılır. Bu sebeple, savaşı önlemek için öldürülür. Allah teâlâ Kur'an'da bazı yerlerde, şu sözüyle savaşın illetini belirtmiştir: (Eğer sizinle savaşırlarsa onları öldürün.) [655] Bazı yerlerde de illet şirktir. Öldürmek için savaş nazar-ı itibare alındığına ve kadının da savaşacak bir bünyesi olmadığına göre, o halde kadın ne kafirken, ne. de mürtedken öldürülür. Fakat kadın hapsedilir. Ka­firken kadını hapsetmek meşrudur. Ona cariye muame­lesi yapılır. Ona cariye muamelesi yapmak haps etmek demektir. Sonra hapis, hapsi icabettiren diğer suçların cezalarında olduğu gibi, kabul ettiğini inkâr eden herke­se, meşru olması sebebiyle verilmiştir, küfrü ve savaş­ması sebebiyle değil. Cinayetin ağırlığı iddiası da kuv­vetli değildir. işlenen cinayette, delil ortaya konduktan sonra, kabulden dönüş, inkârda ısrar cinayetle, müsavi­dir, ısrar bir bakımdan da ağırdır. Çünkü, İslâmı terk­ten sonra inandığı hiçbir şeyde bırakılmaz. Tasdikten ön­ceki bir şey tasdikten sonrakinden daha zayıftır.

Cinayetin ağırlığını kabul etsek bile, ancak, küfür diyarında, cinayeti büyük görülen kimse ile mukayese edilir. O kimse de, müşrik arap kadındır. O öldürülme­diği gibi bu kadın da öldürülmez. Eğer mürted kadın, savaşçı; melike veya sihirbaz olursa, zararlarını önlemek için öldürülür.

Burada, kadını öldürmeden; hapsetmek, İslama zor­lamak suretiyle de maksat hasıl olabilir. Kölelik, kâfir­ken onları öldürmeye mani değildir. Köleler de, hürler gibi öldürülür. Ancak köle muamelesi yapmak onlara emniyet sağlamak demektir. Zimmilik anlaşmasıyla, ken­ dilerinden cizye alınması caiz olan kimselerle savaşıl­maz Kendilerinden cizye alınması caiz olmayan kimse­lerle savaşılır. Aynen Arap müşrikleri gibidir. Mürtedd-lerden de cizye alınmaz. Bu sebeple zimmilik anlaşmasıy­la, onlarla yapılan savaşa nihayet verilmez. İhtiyar, ile­ri gelen söz sahibi birisi ise kâfirken öldürülür. îslâmı da ancak düşünebilen birisi terkedebilir. Zaten, Islâm-dan sonra ruhbanlık iddiası kabul edilmez. Çünkü, hak dine yardım için çalışmak her müslümana farzdır. Pey­gamberimiz: (Mâmda ruhbanlık yoktur) buyurmuştur. Ruhbanlık olmayınca, hükmü de olmaz.

Alimlerimiz, Arap müşriklerinden Özür sahipleri hakkında ihtilâf ettiler. Bir kısmı, küfürleri sebebiyle öl­dürülürler, der. Çünkü, özürlü olmak zimmilik anlaşması gibidir. Özür sebebiyle savaş ortadan kalkar. Kafirken, zimmilik anlaşmasıyla, öldürülmesinden vazgeçilmeyen bir kimse nasılsa, özürlü de aynen böyledir. Bu görüsna göre, özürlü mürteddler öldürülürler. Özürlülük kadınlık mesabesindedir, deniliyor. Çünkü, özürlünün savaşacak sağlam bünyesi yoktur. Bu görüşe göre de, İslâmı terk­ten sonra mürteddler öldürülmezler. Küfürleri sebebiyle öldürülmedikleri gibidir. Mürtedd kadının öldürülmeye­ceği katileşince. deriz ki, düşman ülkesine iltica ettiği takdirde cariye muamelesi görür. Bu hususta sahabenin ittifakı vardır. Beni Hanife kabilesi îslâmı terk ettiği va­kit, Ebu Bekir (R.A.) kadınlarını köle yapmıştı. Bu esirlerden bir cariyeyi de Hz. Ali aldı. Bu cariyeden Hz. Alinin Muhammed b. Hanefiyye isimli bir oğlu doğdu.

Asım, Ebu Rezin'den, o da îbn-i Abbas'dan kadın­lar hakkmda şöyle bir rivayet zikretmiştir. Kadınlar, îslâmı  terkettikleri  zaman   esir  edilirler,   öldürülmezler.

Böylece onlar, düşmana  (harbiye)  benzetilmiştir.     Düş­manı köle yapmak da meşrudur.   (Sabiler müstesna)

Rivayetin zahirinde- Kadın, İslâm ülkesinde bulun­duğu müdetçe köle muamelesi görmez. Çünkü mevcut hürriyeti, İslâmı terkle yok olmaz. Ve kendisinin köle edilmesine manidir. İslâm ülkesi kölelik diyarı değildir. Nevâdir'de [656] İmam Ebu Hanife'den bir rivayet var: Kadın cariye edilir. Kadını, mağlup düşman mesabesin­de kabul edince, emniyette değil demektir. Dolayisiyle köle edilir. [657]

 

MÜRTEDDE AİT MALÎ HÜKÜMLER

 

I - Mürteddîn Borçları

 

a- Mürteddin Borçlarının Ödenmesi

Mürtedd ölür veya öldürülür, borçları da olursa, Ön­ce bu borçları ödenir. Hanbelilerden îbn-i Kudame [658] bu hususta der ki: «Mürtedd, öldürülür veya mürtedd-ken ölürse, önce borçları, suçlarının cezaları, karısının ve yakınlarının nafakaları verilir. Çünkü bu türlü hakla­rın geciktirilmesi caiz değil. Mevcut malından almaya hak kazanan bunlardır.»

Piruzâbâdi [659] Merdavi [660], Hanefilerden İmam Mu-hammed [661] de bunun benzerine kabul ederler,

Hanefiler, borçların Ödenmesi meselesini münakaşa et­mişler ve bu hususta görüş birliğine varamamışlardır. Aca­ba, borçlar mürteddin, müslümanken kazandığından mı alınıp ödenecektir? Veyahut her iki kazancından mı alınıp ödenecektir? Bu meselenin ortaya çıkışının se­bebi, Hanefilerin, mürteddin müslümanken kazandığı ile tnürteddken kazandığı malları hususunda ihtilâf et­meleridir. İmam Serahsi [662] bu hususta der ki: «...Mürteddin borçlarının ödenmesi hususunda, İmam Ebu Hani-feden gelen rivayetler . muhtelif tir. İmam Ebu Yusuf, İmam Ebu Hanifeden mürteddin borçlarının, mürtedd-ken kazandığı malından Ödeneceğini rivayet etmiştir. Eğer mûrteddken kazandığı malları borçlarını Ödeye-mezse, bu takdirde, müslünıanken kazandığından açığı kapatılır. Çünkü, müslümanken kazandığı varislerinin hakkıdır. Varislerinin, mûrteddken kazandığından hakla­rı yoktur. Mûrteddken kazandığı, sadece kendisinindir. Bu sebeple, öldürülünce hazineye kalır.

Borçlarının sadece kendine ait olan mallardan Öden­mesi de en iyisidir. Buna göre deriz ki: Rehin akti de, bor­cunu ödemek içindir. Mûrteddken kazandığı mallarından borçları veya rehinli borçları ödenirse, yapılması icabe-den şeylerin ta kendisi yapılmış olur. Bu sebeble, bu iş­lem muteberdir. Hasan b. Ziyâd İmam Ebu Hanİfe'den rivayet eder: Önce müslümanken kazandığı mallarından borçları ödenmeye başlanır. Bu kâfi gelmezse, bu takdir­de mûrteddken kazandığından alınır. Çünkü borç, borç­lunun malından Ödenir. Müslümanken kazandığı kendi malıdır. Bu sebeple, önce borçları Ödenir. Borçları kapa­tıldıktan sonra, geri kaJan varislerinindir. Mûrteddken kazandığı ise kendi malı değildir. Borçları, bu mallardan ödenmez. Ancak diğer mallarından Ödenemiyorsa, bu mal­lardan ödenir. Buna göre, müslümanken kazandığı mal­ları borçlarını karşıladığı takdirde, mûrteddken kazan­dığı mallarından rehin ve borçlarının ödenmesi hususun­daki tasarrufu muteber değildir.

İmanı Züfer, İmam Ebu Hanİfe'den rivayet etmiştir: Müslümanken edindiği borçları müslümanken kazandı­ğından ödenir. Mûrteddken yaptığı borçları da mûrtedd­ken kazandığı mallarından ödenir. Çünkü, her iki halde de, borcu    ieabettiren sebebe bakılır. Yapılan her borç. hangi halde yapılmışsa, o halde kazanılandan ödenir. Böylece borç, alacağa denk olur. İmam Züfer bunu ka­bul eder.

Mürtedd bir suç işlese âkilesi diyet vermez. Çünkü, âkilesinin diyet vermesi, suçluya yardım gayesini gü­der. Halbuki mürtedd âkileden kuvvet alarak suç işleye­bilir. Hiç kimse mürtedde yardım edemez. Yahut âkile-nin diyet vermesi, hata sebebiyle suçlunun suçunu ha­fifletme gayesini güder. Mürtedd, cezanın hafifletilme­sini hak eden birisi değildir. Bu sebeple suçunun cezası kendi malından alınır. Gasp ettiği ve zarar verdiği malla­rın tazminatı da kendi malından alınarak ödenir. Çün­kü hepsi kendi borcudur. Eğer malı yoksa, mûrteddken kazandığı ile borçları ödenir. Çünkü, bu da onun kazancı­dır. Mükâtebin [663] kazancı gibi, hepsi borçlarına mahsub edilir.

Hanefilerden Kasanı [664], ve Merginânî [665] de bu görüştedirler.

Mûrteddken ettiği borçları, mürteddin malından ödenir mi, ödenmez mi? îbn-i Teymiye [666] mûrteddken yaptığı tasarruflarda olduğu gibi, bu hususta da ihti­lâf nakleder. Mûrteddken yaptığı harcamaları caiz gö­renler, borcunun, malından ödenmesini söylerler. Caiz görmeyip de, malının hazineye ait olduğunu kabul eden­ler, borçlarının ödenmiyeceği görüşündedirler. [667]

 

B- Mürteddln, Borçlarını Kabul Etmesi :

 

Mürtedd, Islâmı terkten önceki, senetli borçlarını mutlaka öder. Müslümanken veya mürteddken ettiği is-bat edilen borçlarını da öder. Borcunu kabul etmesi de muteberdir. Bu hususta imam Şafiî [668] der ki: «Eğer mürtedd, müslümanken senetli bir borç yapmış, sonra Islâmı terk etmişse, o borcunu hemen ödemesi icabedi-yorsa, hemen öder. Bir vadesi varsa, o vade dolunca borcunu öder. Ancak mürtedd ölürse, vade bitmiş olur. Eğer Isîâmı terkten önceki borcun senedi yok ve kabul de etmemiş fakat birisine, müslümanken borcu olduğu­nu sÖylemişse, bu beyanı senet hükmündedir. Mürtedd­ken, borcunu ikrarından başka bir delil bilinmiyorsa, ik­rarı muteberdir. Maundaki tasarrufu durdurulmadan önce mürteddken yaptığı borçlarına gelince, eğer bir şey satın almışsa, iade edilir. Faizsiz bir borç yapmışsa el konur. Mürteddken ölürse, borçları düşer. Tekrar Is­lama dönerse, borçlarını öder. Çünkü, tekrar İslama dön­mesiyle,    malının elinden çıkmadığını biliyoruz.»

Hanefilerden îftiharuddin [669] der ki: «Mürtedd­ken bir borç yaptığını, bu borca karşılık, müslümanken veya mürteddken kazandığı bir malı rehin verdiğini ka­bul eder, sonra müslüman olursa, ikrarı muteberdir. Eğer mürteddken öldürülür, paraya çevrilebilen rehin de, rehni alanın yanında zayi olursa mürteddin müslü­manken kazandığını satar, o rehni öder. Yani kıy­metini varislere verir. Borcu, mürteddin daha     sonraki kazancından Ödenir. Rehinli alacaklı, mürtedd olmadan önceki kazancından ister. Bu, imam Ebu Hanife'nin gö­rüşüdür, imam Ebu Yusuf'la imam Muhammed derler ki: «Mürteddken kazandığı ile daha önceki kazancı arasında fark yoktur. Hepsi varislerine kalır. Rehni, alış verişi, köle âzâd etmesi hasılı bütün işleri muteberdir. Ancak kestiği yenmez. Nikâhı muteber olmaz.»

Zeydiyeden imam Ahmed [670] der ki: «Mürtedd­ken, borçlunun, ettiği isabetli ikrar sahih olur. Bu husus dikkat ister...»

İmam Muhammed [671] der ki: «Mürtedd, borcunu, gasp ettiği malı; verilen vedia veya aldığı ariyeti ikrar ederse, îmanı Ebu Hanife der ki: Müslüman olursa ikra­rı muteberdir. Eğer mürteddken öldürülür ve düşman ülkesine kaçarsa, müslümanken kazandığı malları husu­sunda ikrarı muteber değildir. Mürteddken kazandığın­da muteberdir. İmam Ebu Yusuf der ki: Mürtedd Öldü-rülse, ölse veya İslama girse, her türlü halde bütün ikra­rı muteberdir. Alacaklılar, mürtedde müslümanken ver­dikleri borçları alırlar, imam Muhammed der ki: Mür­teddken öldürülür veya ölürse, mürteddken borcunu ka­bulü hastanın ikrarı mesabesindedir. Önce müslüman­ken yaptığı borçları ödenir. Malı artarsa, mürteddken ettiği borçları ödenir. Kanı helâl olunca hasta mesabe­sinde kabul edilmiştir. Baksanıza karısı kendisinden ay­rılıyor ve iddeti içinde de ona varis oluyor. Çünkü mür­tedd hasta durumundadır, imam Ebu Hanife, imam Ebu Yusuf ve imam Muhammed'e göre, bunlarm hepsi kadın hakkındadır.    İmam Ebu Hanife der ki: Mürtedd kadınm ikrarı da muteberdir, Mürtedd erkek mürtedd kadı­na benzemez.

Bir mürtedd kendisini borç altına sokan bir şeyi ik­rar etse; müslümanken kadının nikâhlı olduğunu ik­rar etse, İmam Ebu Hanife'ye göre hiçbiri muteber de­ğildir. Mürtedd Öldürülse, ölse veya düşman ülkesine kaçsa, îmam Ebu Yusuf'a göre caizdir. İmam Muham-nıed'in görüşü de budur. Öldürülen veya düşman ülkesi­ne kaçan hasta bir müslümanm ikrarı mesabesindedir.

Mürtedd bir kadın veya erkek, iftiranın, hırsızlığın veya zinanın cezasını ikrar etse, bu muteberdir. Bu hu­susta hür bir müslümana verilen ceza bunlara da verilir. İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, kadının, kasten veya hataen yaralaması hususundaki ikrarı da böyledir. [672]

 

Mürteddin Alacakları

 

Yukarda anlattıklarımız mürteddin borçlarıyla alâ­kalıydı. Eğer mürteddin başkalarında alacağı olursa ne olacaktır? İmam Şafii [673] der ki: «Eğer mürteddin he­men alınması icabeden bir alacağı varsa alınır ve malı­nın içinde durdurulur. Eğer vadeli bir alacağı varsa va­desi doluncaya kadar kalır. Alınınca da hazineye intikal eder.

Bu görüş, îmam Şafi'nin, mürteddin malları husu­sundaki görüşüne dayanmıştır. Şöyle ki: Mürteddin mallarına el konur. Tekrar İslama girerse, malı kendisi­ne iade edilir. Eğer Öldürülür veya mürteddken ölürse, malları ganimet olarak müslümanlara kalır (Mürteddin malları ve tasarrufları bahsinde anlatılacaktır.) [674]

 

II- Mürteddin Malları :

 

a- Mürteddin Mallarının Durumu ve Tasarrufları­nın Neticesi :

Fukaha, mürteddin mallarına ve mallarındaki ta­sarrufa özel bir itina gösterdi. Mürtedd İslama girer; Öldürülür, mürteddken ölür veya düşman ülkesine ilti­ca ederse mallar kime kalacaktır? Mürteddin malların­dan bahsetmeyen hiçbir âlim kalmamıştır. Çok kerre, bir çokları, mürteddin diğer durumlarını ihmal etmişlerdir. Bu sebeble, bu hususta çok söz söylenmiş, birçok ihtilâf­lar olmuş, konu dallanıp budaklanmıştır. Allah'ın iz­niyle görüşleri bir araya getirmeye bir çok farazi kısım­ları terkederek, görüşleri ehemmiyet derecelerine göre sıralamaya çalışacağız.

Önce malından başlayalım. Sadece îslâmı terkle ma­lının mülkiyeti elinden çıkar mı? îslâmı terkle dokunul­mazlığının kalkıp kalkmaması gibi midir? Yoksa, tek­rar İslama döneceği nazar-ı itibare alınarak, kendisine iade edilmesi için malları bekletilir mi?

Sözü, Şafiilerden Firuzabâdi'ye [675], bırakalım. Me­seleyi münakaşa eder ve der ki: «Bir kimse İslâmı terke-dince, malı varsa, bu hususta üç görüş var :

1- Malının mülkiyeti bakidir. Bu İmam Müzeni'nin kabul ettiği görüştür. Çünkü kanını helâl kılan sebepten başka bir sebep mevcut değildir. Bu da, katil olması   ve zina etmesi gibi, malının mülkiyetinin elinden çıkmasını gerektirmez.

2- Malının mülkiyeti elinden çıkar. Sahih olan da budur. Delil, Tarık b. Şihab'm Ebu Bekr'in Büzâha ve Ga-tafan heyetlerine şöyle dediğine dair rivayet ettiği hadiştir: Bizim sizden aldıklarımız ganimettir. Siz ise biz­den aldıklarınızı iade edeceksiniz. Çünkü can ve mal ma­sumiyeti İslâm ile sağlanır. Sonra, îslâmı terketmesiyle müslümanlar kanma sahip olurlar. Dolayısıyla, Îslâmı terkiyle mallarına sahip olmaları gerekir.

3- Malına el konarak bekletilir. Eğer tekrar İs­lama girerse, malının mülkiyetinin elinden çıkmadığına hükmettik. Öldürülür veya ölürse, malının mülkiyetinin elinden çıktığına hükmettik. Çünkü malı, kanıyla bera­ber sahihtir. Sonra, tevbe edinceye kadar öldürülmesi durdurulmuştur. Dolayısıyla malına el konarak, mülki­yetinin elinden alınması gerekir.

Buna göre, av, alış veriş ve başka suretlerle mür-teddin mülkiyetine giren malları üzerinde üç görüş var­dır. Birincisi mülkiyetine sahip olur. İkincisi, sahip ola­maz. Üçüncüsü de el konarak bekletilir. Eğer, Islamı terkle malının mülkiyetinin elinden çıkacağını kabul edersek, malı müslümanlara ganimet olur, hazineye ko­nur. Eğer mülkünün elinden çıkmayacağını veya el ko­nup bekletileceğini kabul edersek, kısıtlanır, nalındaki tasaruflarmdan men   edilir.

Çünkü o malında müslümanların hakkı vardır. Mür-tedd, o hakkı kaybetmekle itham edilmektedir. Sefihin malı gibi, mürteddin ki de muhafaza edilir. Malmdaki ta­sarrufuna gelince, kısıtlamadan sonra tasarrufu sahih değildir. Çünkü kısıtlama, kâdî kararıyla sabittir. Kı­sıtlanan sefihinki gibi, mürteddin maîmdakı tasarruf da sıhhatli değildir. Eğer mürteddin tasarrufları kısıt­lamadan önce ise, bu hususta üç görüş vardır. Bu gö­rüşler, malmm mülkiyetinin devammdaki görüşlere da­yanmıştır. 1 - Muteber olan tasarrufları. 2 - Muteber olmayan tasarrufları. 3 - El konan tasarrufları.»

İkinci görüşün -Ki, ilk halîfenin, mürted Arapların mallarında yaptığı muameleyi delil edinerek mürteddin malının mülkiyetinin elinden çıkması idi- delili sağlam gözükmüyor. Çünkü bu, savaşan mürteddlerin malla­rının ganimet olarak alınacağının delilidir. Fakat geri kalan ve ganimet olarak alınmayan mallarım, Halife Ebu Bekir (R.A.) almayı emretmemiştir. Bilakis sahiple­rine kalmıştır, gafiilerden Sabbağ [676] da Firûzabâdi'nin görüşündedir.

Hanefilerden İmanı Serahsi [677] mürteddin tasarruf­larını dörde ayırır. Der ki: «Mürteddin tasarrufları dört çeşittir: 1 - İttifakla muteber olan tasarrufları 2 - Hiç muteber olmayan tasarufları, 3 - İttifakla durdurulan tasarufları, 4 - İhtilaflı tasarrufları. [678]

 

İttifakla Muteber Olan, -Hiç Muteber Olmayan- İttifakla Durdurulan Tasar­rufları :

 

İttifakla muteber olan tasarrufu, bir kimsenin ken­di çocuğu olduğunu kabul etmesidir. Cariyesi bir çocuk dünyaya getirir, mürtedd de, kendisinin o çocuğun ba­bası olduğunu iddia ederse, çocuğun babası olmuş olur. Bu çocuk, diğer varisleriyle beraber miras alır. Cariye de, onun ümm-ü veledi [679] olur. Çünkü, çocuğun, babası­nın malmdaki hakkı, babanın, çocuğu doğuran cariye­deki hakkından daha kuvetlidir. Bir babanın, birisinin, kendi çocuğu olduğunu kabul etmesi sahilidir. Mürted-din de, birisinin, kendi çocuğu olduğunu kabul etmesi ha­liyle sahihtir. Hiç muteber olmayan tasarrufu ise, nikâ­hı ve kestiği hayvandır. Bu ikisinin helâl olması dine bağlıdır. Mürteddin de, dini yoktur. Şöyle ki, bulundu­ğu dini terketmiştir. Yeni girdiği dinde de bırakılmaz. İttifakla durdurulan tasarrufu ise girdiği kollektif ortak­lıktır. Mürtedd bir başkasıyla, bir ortaklığa girerse, it­tifakla ortaklık vasfı durdurulur. Asıl şirketin bütün, islerine el konulması hususunda   ihtilâf edilmiştir. [680]

 

İhtilaflı Tasarrufları

 

Bazı tasarruflarında da, ihtilaf edilmiştir, imam Ebu Hanife'ye göre, yukarıdaki tasarruflarının dışındaki tasarufları ya tekrar İslama girmesiyle muteber olur, yahut, ölür, mürteddken öldürülür veya düşman ülke­sine iltica ederse, batıl olur. İmam Ebu Yusuf'la, İmam Muhammed'e göre ise bu türlü tasarrufları da muteberdir. Ancak İmam Ebu Yusuf der ki: normal bir insanınki gi­bi muteber olur. Bütün malını bağışlaması bile muteber­dir. İmam Muhammed'e göre, hastanın tasarrufları gi­bi muteber olur. Her iki İmamın da bu husustaki delili, mürteddin tasarrufa ehh'yetli olmasıdır. Kendi malın­dan tasarruf yapmaktadır. Haliyle muteber olacak. Bu­nun manası: Tasarruf bir sözdür. Tasarrufa ehliyet ise, İslâm hukukuna göre, o sözü söylemesi demektir. Bu da Islâmı terkle yok olmaz. Bir mala hürriyetle sahip olunur. Mal sahipliği vasfı da, Islamı terkle ortadan kalk­maz. Ancak, Islâmı terk, kanını mubah kılar. Recm ve kısas cezası giyen bir kimse gibi, mürteddin de Islanu terki mülküne tesir etmez. Buna delil şu: Mükâtebiıı Islamı terkten sonraki tasarufu ittifakla muteberdir. Tasaruf hususunda,, hürün durumu, hürriyete kavuşacak birisinin durumundan üstündür. Islâmı terk mademki, hürriyete kavuşacak birisinin mal sahibi olmasına mani bir sebep teşkil etmiyor, tasarrufu muteber oluyor. O halde hürün mal sahibi olmasına da mani olmaz. Tasarru­fu da muteberdir.

Ancak İmam Muhammed der ki: Mürtedd pek ya-kmda öldürülecektir. Malmdaki tasarrufunda, bir hasta durumundadır. Görmüyor musunuz, «Kaçak» kararı ve­rilerek, karısı ona varis oluyor. Bu da, ancak hastada tahakkuk eder. İmam Ebu Yusuf da der ki: Mürted tek­rar İslama davet edilmesi sebebiyle, kendisini Ölümden korumaya muktedirdir. Hasta gibi kabul edilemez. Ken­disini bir dağın zirvesinden atmaya niyet eden bir kim­se, hükümde hastaya eşit olamaz. İmam Ebu Yusuf izah eder: Recm ve kısas cezalarını giyen bir kimse hapis­te oldukça, hasta gibi değildir. Çünkü, iftiraya uğra dıklarını iddia ederek ölümden kurtulabilirler. Mürtedd de haliyle kurtulur.

İmam Ebu Hanife de der ki: Islamı terkle bir kimse­nin malı ehliden gıkar. İslama girmesiyle, kendisine ia­de edilmek üzere bekletilir. Tasarrufu da malına bağlı­dır. Malına el konmasıyla tasarrufu da durdurulur. Bu­nun delili: Mülk sahibi olmak kudret ve üstünlük demek­tir. Bu da, ancak hükmen masum olmakla sağlanır. Gör­müyor musunuz, şeriat can ve mal masumiyetini tek bir sebebe bağlamıştır. Can masuniyeti İslamı terkle orta­dan kalkar. O kimse öldürülür. Malının masuniyeti de böyledir. Bunun delili: Mürtedd hükmen ölmüş sayılmak­tadır. Eğer ölüm hakiki olsaydı, mal sahibi olmaya bir engel teşkil ederdi. Malına el konması, hak sahibi olma­sına mani değildir. Borcu ödeyebilen bir miras gibidir. Hükmen ölüm    de böyledir. îslamı terkin, mülk sahibi olmaya mani oluştaki tesiri, köleliğin tesirinin üstünde­dir. Kölelik, mal sahibi olmaya mani olur. Fakat, evlen­meye mani değildir, lalamı terk, her ikisine de engel teş­kil eder. Bu, recm ve kısas cezası giyenin tam tersinedir. Bu iki cezaya çarptırılanın, can ve mal masuniyeti ba­kidir. Ancak, can ve mal masuniyetine tecavüz sebebiy­le, bu cezaları hak etmişlerdir. Malının masuniyetinden dolayı, gerçekten masuniyeti mevcuttur. Fakat Islamı terk halinde masuniyet ortadan kalkmıştır. Can masuni­yeti varsa, mal masuniyeti de vardır. Mal masuniyeti can masuniyetine tabidir.

Mürteddin malındaki    tasarrufu, mükâtebin malın-daki tasarufunun aksinedir. Mükâtebin tasarrufu, akitle-dir. îslamı terkin buna tesiri yoktur. Görmüyor musu­nuz, tabii ölüm, bir meblağ karşılığında, kölelikten âzâ-dm devamına mani değildir. Hükmen ölüm de    haliyle mani olmaz. Bu sebeple   mükâtebin   düşman ülkesine il­ticasından sonraki tasarrufları muteberdir. Halbuki, İs-lamı terk halinde, düşman ülkesine iltica eden mürteddin malındaki tasaruflari ittifakla muteber değildir. Bilakis malındaki    tasarrufları durdurulur. Düşman ülkesine il­ticasından önceki durum da böyledir. Mürteddin Ölümü, düşman ülkesine ilticasıyla değil, îslamı terkiyledir. Ka­bul etiğimiz gibi, mirasının intikali de, îslamı terkine gö­redir.  Şöyle ki:  Müslümamn müslümana     varis  olması için, miras intikali, îslamı terkten önceki duruma   daya­nır. Buna da sebep o, İslamı terketmekle düşman olmuş­tur. Bu sebeple   öldürülür. Elimizde olan, mağlup düşma­nın ise, aynen esirler gibi tasarrufu durdurulur. Ancak, esirlerin farklı bir durumu var: Ya köle edilir, ya öldü­rülür veya îslamin bir. lütfü olarak serbest bırakılır. îs-lamı terkeden   ise ya tekrar Islama girer veya öldürülür. Sonra esirlerin durumları belli olmadığı için, tasarrufları da durdurulur., Mürteddin ki de böyledir. Bir mürtedd kölesini azad ederse, oğlundan başka varisi de olmazsa her ikisinin azadı da muteber değildir. Mürtedd âzad edemez. Tasarruflarına el konmuştur. Ölümüyle tasar­rufu batıl olur. Varis de âzad edemez. Çünkü, mürtedd ölmeden Önce varis onun malına konamaz. Mülk mürted­din hakkı olmak üzere bekletilir. Varisin tasarrufu mu­teber değildir. Bu, borca gömülmüş bir terekenin tam ak­sinedir. Varis, bir köleyi âzad ettiği zaman borç düşer çünkü, varis olma sebebi tamam olmuştur. Tasar­ruflarına el konması ise, alacaklıların hakkından dolayı­dır. Mülkiyet sebebinin tamam olmasından sonra, âzad işlemi durdurulamaz. Burada, asıl sebep, îslamı terkle meydana gelmiştir. Fakat, meseleyi gerçekten ve hük­men halletmek için tamam değildir. Vekil, asıl yokken muteberdir.

Bu sebeple, bundan sonra sahip de olsa, varisin ta­sarrufları muteber değildir. Çocuk âzadlı bir köle ve babasını bırakarak ölür; sonra babası da, âzadlı birisini bırakarak ölürse, babanın mirası çocuğun değil, babanın âzadlısına kain1. Açıkladığımız gibi, asıl sebep her ne kadar îslamı terkle meydana gelmişse de, sebebin ta­mamlanmasından Önce, baba öldümü, bu batıl olur. Çün­kü, sebebin, tamam olma anma kadar devamı şarttır. Bu kısımdaki muhtelif rivayetleri açıkladık. Mürteddin İs­lamı terk halinde kazandığı, imam Ebu Hanife'ye göre, ganimettir, imam Ebu Yusuf'la, İmam Muhammed, mür­teddin, mürteddken kazandığı mallarındaki tasarrufunun muteber olduğu hususunda, îmam Ebu Hanifeye karşı deh'l ileri sürerler. Mürtedd, îslamı terk halinde kazandı-ğmdan borcunu Ödese veya rehin verdiği şeyi kurtarsa, bu muteberdir. Müslümanken kazandığı da böyledir.   Bizim mezhebimizin fukahâsı arasında kabul eden ve ih­tilâfla uğraşanlar vardır. Derler ki: Mürteddken kazan­dığı servetteki tasarrufunun muteber oluşu, mülkü ol­duğu için değil, kazancı olduğu için muteberdir. Çünkü İslamı terk mülk edinmesine mani olur. Müslümanken kazandığındaki tasarufunun muteber oluşuna gelince, mülkü olduğu için muteberdir. Malına el konmasını açık­ladık. Doğru olan, imam Hanife'ye göre, her iki halde de, bütün tasarruflarına el konur. Ölümüyle, bu ortadan kalkar.» İmam Serahsi'nin görüşü sona erdi. Bu mesele­yi, diğerlerinin bu kadar derin ve açık olmayan münaka­şalarından kurtulmak için genişçe naklettik.

Hanbelilerden îbn-i Kudame [681] sadece İslamı ter­kiyle mürteddin malının mülkiyetinin elinden çıkmaya­cağını nakleder. Ancak, ya ölümü veya mürteddken Öl­dürülmesiyle elinden çıkar. Der ki: «... Ekseri ulemaya göre, sadece İslamı terkle mürteddin malmm mülkiyeti­nin elinden çıkacağına hükmedilmez. îbn-i Münzir der ki: Kendilerinden ilim öğrendiğimiz alimlerin hepsi bunda birleşmiştir. Buna göre, öldürülür veya ölürse, malmm mülkiyeti elinden çıkar. Eğer tekrar İslama gi­rerse, mülkü kendisinindir. İmam Ebu Bekir Hallâl der ki: îslamı terkiyle mülkü elinden çıkar.

Eğer tekrar Islama dönerse, yeni bir mülk olarak malı kendine iade edilir. Çünkü can ve malının masuni­yeti, ancak İslam ile mevcuttur. İslamı terki, can ve mal masuniyetini yok eder. Aynen düşman ülkesine ilticası gibidir. İslamı terkiyle, müslümanlar onu öldürmek hak­kına sahiptirler. Aynı hadise sebebiyle malına da sahip olmaları gerekir... Bize göre İslamı terki, kanını mubah kılan bir sebeptir. Mülküne tesiri olmaz. Aynen, bir evlinin zinası, kendisine denk olan bir kimseyi kasten öl­dürme gibidir. Masuniyetinin kalkması, mülkünün de elinden çıkmasını gerektirmez. Buna da delil, zina eden bir evlinin, savaşta adam öldürenin ve düşmanın malının elinden çıkmamasıdır. Onların masuniyetleri olmamasına rağmen, mülkleri mevcuttur...»

Yukarda da geçtiği gibi, imam Serahsi'nin sözleri bi-ır   kâfi gelmiştir.

Imamiyeden Tusi [682] ise, doğuştan müslüman elanla, sonra müslüman ola.ni birbirinden ayırmıştır. Der ki: «Eğer mürted, doğuştan bir müslümansa, malının mülki­yeti elinden çıkar ve tasarrufu da batıldır. Eğer mürted, küfürden Islama geçen birisi ise, malmm mülkiyeti elin­den çıkmaz. Tasarrufu da muteberdir.... Birinci açıkla­maya delilimiz: Bir kısım ulemanın, mürteddin öldürül­mesine, malının varisleri arasında taksimine, karısının iddetini doldurmasına karar vermeleridir, ikinci açıkla­maya delilimiz: Mülkünün elinden çıktığı hususunda bir delil yoktur. O halde aslolan mülkünün devamıdır. Kim mürtedin mülkiyetinin elinden çıktığını iddia ederse, de­lil göstermesi gerekir.»

Bu, delili eksik olan bir ayırımdır. Bir tarafın deli­linin olmaması, diğerinin delili olamaz ki.

îbn-i Teymiye [683], bu meselede, bütün görüşlerin özetini nakletmiştir. Der ki: «Mürted, mülkünde ve ta­sarrufunda aynen müslüman gibidir. O halde onun mira­sını müslüman varisleri veya dinlerini seçtiği kimseler alır, deriz.

Eğer, malı ganimet sayılır dersek, mürted olarak ölümünden itibaren bu hüküm yürürlüğe girer. O görüşlerden biri de, sadece îslamı terkle malının ganimet sayı­lacağıdır. İmam Ebu Bekir Hallâl de bunu kabul etmiştir. O görüşlerden biri de, mürted olarak Ölmesiyle İslanu terk anından itibaren, malının, ganimet olduğu görüşü­dür. Birincisine göre, malları elinde bırakılır. Malından ödediği borçları muteber olur. Bağışları durdurulur. Mür­ted olarak ölürse, yapılmış olan ve ölüme bağlı olan ba­ğışları üçte biri geçmese de, kabul edilmez. Şufa hakkı olan bir şahsa satışta da bulunmuş olsa, sattığı şey alı-nır. İkinci görüşe göre malı hazineye kalır. O maldaki tasarrufu muteber olmaz. Fakat tekrar İslama girerse, yeni bir mülk olarak malı kendisine iade edilir. Üçüncü görüşe göre, malı, hakim korur, bütün tasarruflarını dur­durur. Eğer tekrar Islama girerse tasarrufları muteber­dir. Girmezse değildir. Ancak ikinci rivayete göre nafa­kasını vermesi icabettiği kimselere nafaka verilir, borç­ları ödenir. Hakikatte, Îslamı terk halinde, ne kimseye nafaka verir, ne de, o müddet içinde yaptığı borçları öde­nir. Bir kimseye tecavüzde bulunmuşsa ödettirilir. İsla­ma girerse maundan tasarruf eder. İmam Ebu Bekir Hallâl der ki: bunu, düşman ülkesinde veya kuvvetli mür­ted bir cemaatin içinde yaparsa Ödettirilmez. İslama gir­diği takdirde, sadece Allah hakkının tazminatı istenmez deniliyor.» [684]

 

B-  Îslamı Terk Halinde, Mürtedin Malına El Konur:

 

îmam Ebu Hanife, mürtedin malına el konması su­retiyle elinden çıkacağı görüşündedir. Eğer tekrar İsla­ma girerse, mab. kendisine verilir. Mürtedin malının mül­kiyetinin elinden çıkmayacağı hususunda, İmam Ebu Yu-sufla îmam    Muhammedin görüşü yukarda    geçmiştir.

Hanbeliler [685] der ki: Sadece Islamı terkle niürtedn* mülkü elinden çıkmaz. Yalnız el konur. Eğer tevbe eder­se, tasarrufu muteberdir.

Öldürülür veya mürtedken Ölürse tasarrufu mute­ber değildir. Fakat borçları ödenir. Kendisine ve nafaka vermesi icafeedenlere, malından nafakası verilir. Cinayet­lerinin tazminatı da malından ödenir, iddeti içinde boşan­mış karısının nafakası verilir. İmam Şafii'den [686] gelen rivayete göre, o da malına el konması görüşündedir. Fa­kat, acaba bütün hallerinde kısıtlanmış bir kimse gibi midir? Yoksa ondan farklı mıdır.? Bu hususta iki görüş var. Birisi, durdurulmadığı takdirde mürtedin tasarruf­larının caiz olduğunu söyleyenlerinki gibidir: «Bir kimse îslamı terk ettiği takdirde malına el konmaz Islamı terk­ten önceki yaptığı tasarrufları gibi, malından yaptığı bü­tün tasarrufları caizdir. Malına el konduğu takdirde, bu devam ettiği müddetçe, ne bir karşılık ne başka bir se­beple malından hiçbir şey harcamaya, kendisi için im­kan yoktur.» Malikilerden Aliş [687] der ki: Böylece, sa­dece Îslamı terkle, mürtedin mallarındaki tasarrufu dur durulur. Tevbeye daveti sona erinceye kadar böylece de­vam eder. Hanefiler mürtedin tasarruflarını dörde ayır­mışlardı. Birisi de ittifakla durdurulan tasarrufu idi ki, o da mürteddin girdiği kollektif ortaklıktır. [688] Hanbelilerden İbn-i Kudame [689] der ki: Mürteddin mülkiyeti elin­den çıkmaz. Ona el konmuştur. Fakat İbn-i Kudame mül­kiyetinin muteber olduğunu belirtmiştir. Der ki: «Bir kimse İslamı terkettİğİ takdirde mülkiyeti bakidir. Çün­kü îslamı terk, kanını mubah kılan bir sebeptir. Zina eden bir evlininki gibi mülkü bakidir. Eğer, av veya satın al­ma gibi, mülk edinmeyi icabettiren bir sebep mevcutsa o sebeple bunları mülk edinebilir.

Kadının, malından el çektirmediği ve malındaki ta­sarruflarına mani, olmadığı müddetçe de durum böyle­dir..» [690]

 

Mürtedîn  Tasarruflarının   Durdurula­cağına Hükmedenlerin Delîlî

 

Mürteddin tasarruflarının durdurulacağı hususun­daki îmara Ebu Hamf e'nin görüşü yukarda geçti. Bu hu­sustaki delilleri îmam Serahsi'nin [691] anlattığı deliller kadardır. Burada bazı fukahamn ileri sürdüğü bir takım deliller daha vardır. Onlar, ibn-i Kudame'nin [692] bu hu­susta  anlattığı şeyleri delillendiriyorlar:   «.....  Çünkü,  o

kimsenin îslamı terkiyle, malında İslam cemaatinin hak­kı vardır. Bu, hastanın varisine yaptığı bağışa benzetil­miştir...» [693]

 

C- Mürtedd Müslüman Oldugu Takdir­de Malı Kendisine İade Edilir?

 

Mürteddin malındaki tasarrufu birkaç halle netice­lenir. Ya tekrar İslama döner, ya öldürülür, ya mürtedd-ken ölür veyahut düşman ülkesine iltica eder.

Eğer tekrar Islama dönerse, fukaha malının kendi­sine iade edileceğinde ve tasarrufundaki hürriyetinde müttefiktir. Fakat, acaba bu durum maniin [694] ortadan kalkmasıyla mı meydana gelmektedir? Yoksa, yeniden [695] mülk edinme yoluyla mı meydana gelmektedir? Bu hususta görüş ayrılığı var.

Bazıları  [696] daha ileri gider, tevbe de etmiş olsa, mür­teddin mallarının kendisine iade edilmeyeceğini söylerler.

Delillere bakanlar, fukahanın ekseri görüşünde, mürteddin kanma göre malmı muteber saydığını görür­ler. Kanı helal olduğu zaman mahndaki tasarruflarmdan men edilmiştir. Eğer tevbe eder, tekrar İslama girerse, can masumiyeti de geri döner. Malının tamamının veya elde mevcut olanın kendisine iadesi de tabiidir. Çünkü mâni - ki küfürdür - ortadan kalkmıştır. Bilindiği gibi, mâni ortadan kalkınca yasak edilen avdet eder. [697]

 

III- Mürteddin Akitleri

 

Mürteddin tasarruflarından ve mallarının durumun­dan bahsettik. Yine fukaha arasında müslüman olup, malı kendisine iade edilinceye kadar, yahut öldürülüp, malı hazineye ganimet olarak intikal edinceye kadar veyahut ihtilafa göre, varislerine geçinceye kadar tasarruf­larına el konacağını söyleyenlerin bulunduğunu açıkladık. Bu hususta, Hanbelilerden Ibn-Kudame [698] der ki: «Mürtedd mülk edinmeyi icabettiren bir fiil işlese, me­sela avlansa, bir şeyler toplasa, hibe alsa, bir şeyi satın alsa, ücretle veya bir ortaklıkta çalışsa, bunların mülki­yetini elde etmiş olur. Çünkü mülk edinme hakkına sahip­tir. Böylece malları da kendisinin olmuş olur. Malının elinden çıkacağını, mülkünün kendisinin olmayacağını söyleyenler de var. Çünkü mürtedd, mülk edinme hakkı­na sahip değildir. Bu bakımdan mevcut malları da elin­den çıkar. İslama dönse de, yine de, kendisinin hiçbir şeyi olmaması muhtemeldir. Çünkü, sebebin hükmü mev­cut değildir. Bu takdirde, mülkün, kendisinin olması muhtemeldir. Sebep mevcuttur. Ancak, ehliyetsizliğinden dolayı, hüküm verilememiştir. Ehliyeti olursa, şart ger­çekleşmiş olur. Bu taktirde mülk kendisinindir. Ehliyet­sizliği sırasında elinden çıkan malları da kendisine verilir. Buna göre, ölür veya Öldürülürse, mülk, malın kendisine intikal ettiği kimsenindir.

Hanefilerden Merginânî [699], bu tasarruflarını anla­tır. Sonra, bu tasarruflar hakkında, mezhebin görüşünün bir yönünü aksettirir. Der ki: «(mürteddken, sattığına, satın aldığına, azâd ettiğine, hibe ettiğine, rehin olarak verdiğine, veya malından yaptığı tasarruflarına el konur. Islama girdiği takdirde, bu akitleri sahih olur. Ölür, öl­dürülür veya düşman ülkesine iltica ederse, akitleri batıl olur.) Bu, İmam Ebu Hanife'ye göredir. îmanı Ebu Yu­suf ve İmam Muhammed derler ki, her iki türlü yaptığı da caizdir.

Mürteddin tasarrufları kısımlara ayrılır: İttifakla muteber olan tasarrufları, bir çocuğun babası olduğunu iddia etmesi, ve boşaması gibi: Çünkü, bu iki şey ne ger­çek mülke ne de velayetin tümüne muhtaçtır. İttifakla batıl olan tasarrufları, nikahı ve kestiği hayvandır. Çün­kü, bu türlü tasarruflar dine dayanır. Halbuki mürteddin de dini yoktur. İttifakla durdurulan tasarrufları, kollek-tif şirkette ortak olması gibi. Çünkü bu türlü şirket eşit­liğe dayanır. Mürtedd müslüman olmadığı müddetçe, bir müslümanla bir mürtedd arasında eşitlik yoktur. Durdu­rulması ihtilaflı olan tasarrufları. Bunları yukarda say­dık. İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhamnıed'e göre sıh­hat, ehliyete, mürteddük, mülk sahibi olmaya dayanır. Mürtedd, nıuhatab olduğu için de, ehliyetinin varlığında bir gizlilik yoktur. Keza, daha önce de söylediğimiz gibi, ölümünden Önce idaresi üzerinde olduğu için mülkü de vardır. İmam Ebu Hanife'ye göre, malına el konmasında, tasarruflarının dudurulmasında, kabul ettiğimiz üzere, mürtedd, hükmümüz altında elimizdeki bir düşmandır. Buna göre, mürtedd bir düşman gibi kabul edilmiştir. Ülkemize, anlaşmasız olarak giren, yakalanan, cezalan­dırılır, hapsedilmesi sebebiyle de tasarrufları durduru­lan bir düşman gibidir. Öldürülmeyi hak etmesi, her iki halde de, masuniyet sebebinin batıl olması yüzündendir. İslamı terk ehliyette de bir kusur meydana getirmiştir....»

Zeydiler de, İmam Ebu Hanife'nin görüşündedirler. İmam Ahmet [700] der ki: «Kasîmîler - Zeydilerden bir gurup - İmam Ebu Hanife, bir görüşünde îmanı Şafii, ve îmanı Malîk derler ki: Mürteddin ölümünden ve düşman ülkesine ilticasından önceki, Allah'a yaklaştıran ameller-deki akitleri muteber değildir. Bunun dışındakilerde sahihtir. Satış ve hibe akitleri gibi durdurulmuştur. Dur­durulan her akit gibi, bunlar da ölümü veya öldürülme­siyle batıl olur.

İmam Muhammed der ki: Hastanın tasarrufu gibi, üçte biri geçmeyen tasarrufları muteberdir. Deriz ki: Hasta, mürtedin aksine, üçte biri geçen tasarruflarından kısıtlanamaz. Hastanın hiç bir kaydı yoktur. İmam Ebu Yusuf der ki: Bilakis, mürtedd mal sahibi olduğu için, bütün mallarındaki tasarrufu muteberdir. Deriz ki: İs­lama döndüğü takdirde evet, mürtedd olarak öldüğü tak­dirde, hiçbir hakkı yoktur.»

Zeydîlerden îbn-i Miftan [701], yukarıdaki açıklamayı aynen nakleder. Allah'a yaklaştıran amelleri hükümsüz sayar. Diğer akitleri de durdurulur. Başkası namına, se-lahiyetli olmadığı halde yaptığı akit gibi. Eğer müslü-man olursa, muteberdir. Ölürse batıldır. Ancak birisinin kendi çocuğu olduğunu kabul etmesi ile köle a zad etmesi istisna teşkil eder. Bunlar, bütün hallerde mutebrdir.

Kısaca, akitlerindeki ihtilafı Öğrendikten sonra, ge­nişçe, birer birer açıklamaya başlıyacağız. Önce vekalet: [702]

 

I- Vekalet

 

Bir şahsın diğeri yerine tasarufta bulunmayı taah­hüt etmesidir. Eğer mürted böyle bir vekâlet verirse ya İslam ülkesinde veya düşman ülkesinde yapmıştır. Düş­man ülkesine ilticasından sonra yapmışsa, vekaleti ba­tıldır. Çünkü, düşman ülkesine ilticasından sonra, mal­larında tasarruf etmeye hakkı yoktur. Bu sebeple, veka­leti de sıhhatli olmaz.

Bu hususta İmam Muhammed [703] der M: «Mürtedd, düşman ülkesinde iken bu hususta vekil tayin eder ve İs­lam ülkesindeki malından bir şeyin satılmasının vekale­tini verirse, bu caiz değildir. Mürtedd nıüslüman da olsa, bu vekalet caiz değildir. Çünkü, mal sahibi olmadığı hal­de vekalet vermiştir...» Ama, bu durumun dışındaki, ve­kaletinin hükmü, mürteddin geri kalan tasarruflarının hükmü gibi ihtilaflıdır. Bu hususta Şafiilerden Sab-bağ [704] der ki: «.... Mürtedd, maundaki tasarrufa bir müslümanı vekil tayin ederse, bu hususta üç görüş var­dır: Mülkünün elinden çıktığını veya çıkmadığım fakat tasarruflarının sahih olmadığını kabul edersek, vekaleti de sahih olmaz. Mülkü baki, tasarrufu da muteberdir, dersek vekaleti de sahihtir. Malına ve tasarrufuna el konduğunu kabul edersek, vekaletine de el konmuştur. Bir nıüslüman diğer bir müslümanı vekil tayin eder, son­ra vekalet alan îslamı terkederse, vekalet, yukarda an­lattığımız görüşlere tabidir.»

İmam Muhammed [705], Hanefilerin prensiplerine gö­re vekaleti mütalea eder. Mürteddin müslüman olma ve olmama durumuna göre, vekaletin durdurulması ve batıl olmasına hükmetmiştir. Der ki: «Mürtedd, alım, satım, rehin.... alacaklarını almak veya borçlarını ödemek için bir vekil tayin eder, o sırada mürtedd müslüman olursa, bütün hususlardaki vekaleti caizdir. Nikahı, boşaması, azâd etmesi, vereceği bir karşılıkla karısını boşaması, bir meblağ karşılığında köle azâd etmesi hususunda bir vekil tayin eder, mürteddken ölür; Öldürülür; düşman ülkesi­ne iltica ederse, bunların hepsi batıldır. Ne mürteddi, ne de, varislerini borç altına sokar. Borç altına sokan ve sokmayan bütün hususlarda vekil, köle, mûkatep, hür, zimmi, kadın, cariye [706], müdebber [707] anlaşmalı bir düş­man veya mürtedd obuası neticeyi değiştirmez.

Bir kimse, birisini, kendisini belli bir kadınla ever­mesi için vekil tayin eder, sonra, müvekkil İslâmı ter-kedip, düşman ülkesine iltica eder, vekil de, evliliğin, o müslümanken meydana geldiğini iddia eder, varisler de vekili yalanlarsa, kimin sözü kabul edilecektir.?

imam Muhammed [708] der ki «Bir kimse birisini, belli bir kadınla evermesi hususunda vekil tayin eder, sonra müvekkil, îslamı terkedip, düşman ülkesine iltica eder, vekil de; onu müslümanken everdim der, varisler de bunu yalanlarsa, varislerin sözüne itibar edilir. Ne kadının, ne de vekilin sözü kabul edilmez. Hepsi de delil ileri sürerse, kadının delili nazar-ı itıbare alınır. Çünkü, ö iddia sahibidir. Erkek müslüman olsa, kadınla da bu hususta aralarında anlaşmazlık olsa bu husustaki sözs birinci babtaki söylenilen gibidir. Nikahı sabit de olsa kadın miras alamaz. [709]

 

Kadının Vekaleti

 

Mürtedd bir kadın bir şahsı, alacaklarını tahsil için tayin ederse erkekten bir farkı var mıdır. ?

Kadın hakkında, fukahanın ikiye ayrıldığını biliyo­ruz. Cumhur, kadının Îslamı terkedip, tevbe etmemesi halinde, öldürüleceği görüşündedir. Buna göre, diğer hü­kümlerde de, mürtedd kadın mürtedd erkek gibidir. Ve­kalet de bu hükümlerden birisidir.

Hanefiler, kadının öldürülmeyip, hapsedileeeği gö­rüşündedirler, îmamiye de bu görüştedir. Bu sebeple, mürtedd kadınla, mürtedd erkek arasında fark vardır. Vekaletinde de fark vardır. îmanı Muhammed [710] düş­man ülkesine iltica etmediği müddetçe vekaletinin sahih olduğunu söyler: «Mürtedd bir kadın, davacı veya davalı olarak, aralarında düşmanlık olan bir kimseden, hakkı olan alacağını alması için bir vekil tayin ederse, bu caiz­dir. Vekil işi tamamlamadan önce, mürtedd kadın düş­man ülkesine iltica ederse, vekalet bozulur. Düşman ülkesine ilticasından sonra vekil işi tamamlar­sa, gene caiz ve muteber değildir. Kadın, eğer düşman ül­kesine ilticasından önce mürtedd olarak ölürse, vekalet batıl olur. Onun ölümünden sonra vekilin yaptığı hiçbir §ey muteber olmaz. Eğer vekil, ben, o hayatta iken al­dım, sattım, alacakları topladım, borçlarımı Ödedim derse, harcadığı şeylerdeki tasarrufu kabul edilir. Harcan­mayan şeylerdeki tasarrufu kabul edilmez. Vekilin, an­cak delil getirdiği hususlardaki sözleri kabul edilir...»

Mürtedd bir kadın, birisini, ahm-satım, borç ödeme, kiralama, teslim alma ve vedia hususlarında vekil tayin ederse, hepsi caizdir. Çünkü, mürtedd kadın öldürülmez, imam Muhammed [711] der ki «Mürtedd bir kadın, kendi köle veya cariyesini satma, satm alma; borç Ödeme, re­hin verme, kiralama, âzâd etme; belli bir meblâğ karşı­lığında bir köleyi kölelikten kurtarma hususunda vekil tayin ederse, caizdir. Bu hususlarda, mürtedd kadın, mürtedd erkek gibi değiidir. Çünkü, erkek müslüman ol­mamakta ısrar ederse, Öldürülür. Kadın Öldürülmez. Bu hususlarda mürtedd kadın, aynen mürtedd olmayan bir kadın gibidir. Mürtedd bir kadın, mürteddken birisini, kendisini evlendirmesi için vekil tayin eder, vekil de bu kadmı evlendirirse, bu batıldır. Müslüman oluncaya ka­dar onu evlendirmese de, sonra evlendirse, bu caizdir [712] Birincisi batıldır. Çünkü mürtedd kadının nikahı caiz de­ğildir. Mürted bir kadın alım-satım, bir meblağ karşılı­ğında kölelikten âzâd etme, , mutlak âzâd etme; rehin verme, kiralama hususunda bir vekil tayin etse sonra ls-lamı terketse ve tekrar müslüman olsa, vekil de bunların hepsini yapsa caizdir. Kadının İslamı terki bu hususlar­daki vekâleti ne fesada uğratır, ne de, bozar. Mürtedd bir kadın alım-satım hususunda bir vekil tayin eder, ya­hut, bir müslüman o kadmı, bu hususlarda vekil tayin ederse, caizdir. Mürtedd kadından başkalarında caiz ol­duğu gibidir.» [713]

 

2- Rehin:

 

Bu da vekalet gibidir. Mürteddin mallarının ve ta­sarruflarının durumundaki umumi prensiplere tabidir. Bu sebeple, Hanefilerden İftiharuddin [714] der ki: «Mür­tedd, bir müslümana, bir zimmiye veya bir mürtedde bir şey karşılığında rehin bıraksa ve çok geçmeden müslü­man olsa, caizdir. Mürtedd olarak öldürüldüğü takdirde batıldır. Rehin, rehni alanın yanında helak olsa, borç ve rehinde, mürteddin, müslümanken kazandığından ol­sa, rehnin en azından kıymeti hesabedilir, borçtan dü­şülür. Bir müslümandan rehin alsa, sonra mürtedd ola­rak ölse veya düşman ülkesine iltica etse, rehin batıldır. İslama girse rehin caizdir.»

Kadına gelince, birincisi Öldürülmez. İkincisi de mal­ları ya kendisinin veyahut varislerinindir. Bu sebeple, re­hin vermesi de alması da - Hanef îlere göre - caizdir. Ha-nefîlerden İftiharuddin [715] der ki: «Mürtedd kadının re­hin vermesi de alması da caizdir. Çünkü öldürülmez...» [716]

 

3- Alım Satım Ve Şuf'a:

 

Mürteddin alması, satması caiz midir.? Düşman ül­kesine iltica ettiği takdirde, satışlarının neticesi ne ola­cak.? Kadınla erkek arasında bu hususta bir fark var mıdır. ?

imam Muhammed [717] der ki: «Mürtedd bir ev satın alır, sonra mürteddken Öldürülür veya Ölür, yahut düş­man ülkesine iltica ederse, bu muamele batıldır. Komşu­nun da bu evde şûf'a hakkı caiz değildir. Görmüyor musunuz, mürtedd müslüman olsa, satın alma işlemi caiz oluyor. Şûf'ada muhayyerlik vardır. Satan mürtedd (öl-dürülse, ölse, veya düşman ülkesine iltica etse, satın al­ma işlemi batıldır. Komşunun da, bu malda, şûf'a hakkı yoktur. Her ne kadar satan muhayyerse de durum böy­ledir. Eğer müslüman olsa ve düşman ülkesine iltica et­mese satış caizdir. Komşunun da bu evde §üf'a hakkı vardır.

Düşman ülkesine iltica etse, sonra dönüp müslüman olsa, ve İslama tekrar girişi de düşman ülkesine ilticasından ve mirasın taksiminden sonra olsa, komşunun bu evde şûf'a hakkı yoktur. Çünkü satış işlemi, düşman ülkesine iltica anmda bozulmuştur. İmam Ebu Yusuf ve imam Muhammed derler ki: Biz mürteddin alım-satımının caiz olduğunu görüyoruz. Öldürülse, ölse veya düşman ülke­sine iltica etse yine caizdir. Komşunun da Şûf'a hakkı vardır.»

İmam Muhammed  [718]   alım satımın ne zaman caiz olacağım anlatmıştır. Ne zaman caiz olmaz? Der ki:

-  Bir adam İslamı terketti.  Mürteddken  sattı ve satın aldı; hibe etti; kendisinin bir kölesini âzâd etti ve­ya o kölenin hürriyete kavuşmasını Ölümüne bağladı; bir cariyesi vardı, onunla münasebette bulundu,  cariye on­dan hamile kaldı ve çocuk iddia etti; bir köleyi belli bir meblağ karşılığında azad etmek için anlaşma yaptı, veya bir mal karşılığında onu âzâd etti. Sonra İslama girdi. Bunların hepsi caiz görülür mü?

- Evet.

-  Öldürülse düşman ülkesine iltica  etse,  malı da taksim edilse, alım satımını, köle azadını, hibesini, tedbirini [719] ve belli bir meblağ karşılığında köle azadını caiz görür müsün.?

-. Bunlardan hiçbirini caiz görmem. Birisinin, kendi oğlu olduğunu iddia- etmesi müstesna. Ben bu çocuğun ne sebebini tesbit ederim. Bu çocuk diğer varislerle beraber varis olur.....» [720]

 

Şuf'a Hakkı Olan Mürtedd Olursa Ne Olacaktır

 

Birisi bir ev satın aldı. O evde, gûf'a hakkı olan da mürteddi. Ya varisleri bu haktan vaz geçer. Yahut, mür­tedd mürteddken öldürülür. Veya düşman ülkesine iltica eder. Mürteddin veya varislerinin Şûf'a hakkı var mıdır?

İmam Muhammed [721] der ki: «Birisi bir ev satın aldı. Orada şûf'a hakkı olan, mürteddi. Mürtlddin varis­leri şuf 'a hakkından vazgeçti.

Sonra mürtedd, müslüman olmadan öldürüldü veya öldü. Satış meydana geldiği günde, mürtedd hayatta iken, va­risler şuf'a hakkını alamazlar. Şuf'a varislerine düşmez. Mürtedd Öldürülür veya ölürse, şuf'a batıl olur. Mürtedd düşman ülkesine iltica etse, sonra mirasın taksiminden önce ev satılsa, daha sonra da, miras taksim edilse, mi­rası hak ettikleri andan itibaren şuf'a varislere aittir. Görmüyor musunuz, mürteddin kafir bir oğlu olsa, baba, düşman ülkesine İltica ettikten sonra oğul müslüman ol­sa, çocuk miras alamaz. Düşman ülkesine iltica anından itibaren miras diğer varislerinindir. guf'a da onlarındır.»

Mürtedd şuf'adan vazgeçse,   sonra müslüman olsa, şuf'a hakkı düşer. İmam Muhammed der ki [722]: «Birisi bir yer satın aldı. O yerde, şuf'a hakkı olan da miirterddi. Şuf'adan vazgeçti.  Sonra    nıüslüman oldu.  Şuf'a hakkı

yoktur. Müslüman olmasa da durum böyledir......»

Mürtedd, şuf'a isterse, durum ne olacaktır.? Kaadî guf asını iptal eder sonra mürtedd müsliinıan olursa, du­rum ne olacaktır.? imam Muhammed [723] der ki: «Şuf'a hakkı olan mürteddse, mürteddken şuf'a hakkına daya­narak, yeri de almak istiyorsa, ancak, İslama girdiği tak­dirde arzusuna uygun karar verilir. Kaadî, şuf'a hakkını iptal etmiş, bundan sonra da mürtedd müslüman olmuş­sa, şuf'a hakkından istifade edemez. Eğer kaadî, mühlet vermek için şuf'ayı durdurmuş, sonra da mürtedd müs­lüman olmuşsa o yeri alır. Eğer şuf'a hakkım istemez, günler geçer, sonra müslüman olursa, satışı öğrendiği andan itibaren şuf'a hakkı düşmüştür.» [724]

 

Mürtedd Kadının Şuf'a Hakkı

 

Mürtedd kadının şuf'a hakkı sabittir. Şuf'a daki du­rumu diğer akitlerdeki durumu gibidir, imam Muham­med [725] der ki: «Mürtedd kadın, mürteddken bir ev alıp satarsa, bu caizdir. Şuf'a hakkı da olsa alabilir. Bu hu­susta, kadın erkek gibi değildir. Bu imam Ebu Hanife'nin görüşüdür. Şuf'a hakkını alır.

Mürteddken ölürse yahut düşman ülkesine iltica ederse, bu yer varislerine kalır. Eğer daha parasını ödememişse borcuna sayılır. Mirasın taksiminden önce bu ödenir.» [726]

 

4- Mürteddin Bağışları:

 

Mürtedd bir şey bağışlarsa, bu bağış muteber mi­dir.? Neticesi öğrenilinceye kadar durdurulur mu? Müs­lüman olunca muteber olur mu? Mürteddken öldürülün­ce batıl mıdır.? imam Ebu Hanife, ictihad usulüne göre, mürteddken öldürülmesi veya ölmesi yahut düşman ül­kesine ilticasına hüküm verilmesiyle, bağışları batıldır der. Bu hususta Merginanî [727] der ki: «Mürteddken sat­tığı, satın aldığı âzâd ettiği, bağışladığı., şeylere el ko­nur. Müslüman olduğu takdirde akitleri sahihtir. îmanı Ebu Hanİfe'ye göre, Ölür, öldürülür veya düşman ül­kesine iltica ederse, akitleri batıldır. îmanı Ebu Yusuf ve imam Muhammed, her iki halde de yaptıklarının caiz ol­duğunu söylerler.

imam Muhammed [728] de, bunun benzerini söyler.

Hanefilerden İftiharuddin [729], hibeden ve hibedeki karşılıktan bahsederken der ki: «Mürtedde hibe verilse, mürtedd de karşılık verse, veren ve alan teslim alsalar, sonra mürtedd müslüman olsa caizdir. Her ikisi de akit-lerinden dönemez. Mürtedd olarak öldürülse, düşman ül­kesine iltica etse, hibe caizdir. Mürteddin verdiği karşı­lık caiz değildir, islam devlet reisi huzurunda mürteddin varisleri bağışlayandan o karşılığı alırlar, imam Yakup, (imam Ebu Yusuf) müslümanm verdiği karşılık gibi, mürteddin verdiği karşılığın caiz olduğunu söyler. Varis­leri onu alamaz, imam Muhammed de, verdiği üçte hit karşılık caizdir, der. Hasta müslümanınkinin caiz olması gibidir. Bağışlayan mürtedd olsa, bağışı alan da kargılık verse, sonra murtedd öldürülse, yahut düşman ülkesine iltica etse bağışı, varislerine geri verilir. Kargılık da har-canmamışsa sahibine iade edilir.

Eğer harcanmışsa, mürteddin malından alınır. Diğerinin, onun murtedd olduğunu bilip bilmemesinde fark yoktur. Murtedd müslüman olmadıkça, kaadî huzurunda hibesi caiz değildir. Hibe teslim edilmemişse, diğeri de karşılık­tan dönebilir. Murtedd bundan sonra müslüman olsa, an­lattığımız üzere, bütün yaptıkları caizdir...»

Zeydiyelerden îmanı Ahmed [730]: Murtedd tarafın­dan yapılan bağışa el konacağını nakleder. Ve der ki: Ka-sîmiler, imam Ebu Hanife, bir içtihadında İmam Şafii ve imam Malik derler ki: Bütün durdurulan akitlerinde ol­duğu gibi, hibe de, mürteddin öldürülmesi veya ölmesiy­le batıl olur. imam Muhamnıed der ki: Hastanın tasarru­fu gibi, mürteddin de üçte bir tasarrufu muteberdir. Biz deriz ki, hasta, mürteddin aksine malının üçte biriyle kı­sıtlanamaz. Onun hiç bir kaydı yoktur, imam Ebu Yusuf der ki: O mal sahibi olunca, bütün malmdaki tasarrufu muteberdir. Yine biz deriz ki, Islama döndüğü takdirde, evet. Murtedd olarak ölürse, hiç hakkı yoktur....»

Bu, onlarm, mürteddin tasarruflarının durdurulması görüşüne dayanmıştır.

Kadına gelince, onun bağışı caizdir. Çünkü, malları kendisinindir. Hanefilerin nazarında da müslümandır. îmanı Muhammedin [731]  söyledikleri bunlardır. [732]

 

5- Mürteddin Kefaleti

 

Murtedd bir şahsa kefil olursa kefaleti sahih midir.? Murtedd olarak öldürüldüğü veya düşman ülkesine iltica ettiği takdirde hükmü nedir.? Şahsa kefalet, mala kefa­let gibi midir.?

imam Taberi [733] buna şöyle cevap veriyor: «Mur­tedd, mÜ3Îüman bir kimsenin şahsına veya mal borcuna kefil olur, sonra murtedd öldürülürse, kefalet borcu, ha­yatta iken kendisinden istenmeınişse, kefaleti sebebiyle mürtedin malından, alacaklı olana hiç bir şey verilmez. Hayatta iken alacaklıdan başkası tarafından istenmiş fakat kefil, gerekeni ödememişse, öldürülmesinden sonra malından Ödenir. İşte buna sebep, hayatta iken böyle bir borç altına girmesidir. Hayatta iken borçlandığı çoluk çocuğun nafakası mesabesinde bir borçtur, öldürülme­sinden sonra malından ödenir. Şahsa kefaletine gelince, murtedd ölünce batıl olur.

imam Ebu Hanife der ki: Ne mala ne de şahsa ke­faleti caizdir, imam Ebu Yusuf der ki: Mala kefaleti caizdir. Mürteddken öldürülürse, malının üçte birindeki kefaletinin durumu, hastanınki gibidir.îmam Ebu Hani­fe ve eshabı derler ki: Öldürülmeden önce, İslama girse kefaletinin hepsi caizdir. (Bizim görüşümüz de, Hanefi-lerinki gibidir.) ister müslümana ister zimmiye, ister mürtedde kefil olsun, farketmez. (Bizde de, Hanefilerde de öyledir.) Yaşayan, Islama dönen veya mürteddken öl­dürülen murtedd erkek ve kadının kefaleti (bize göre de) müsavidir. Bu, murtedd erkekle murtedd kadının, kefil oldukları takdirde, kefaletleri sebebiyle, borç altına gir­meleri hususunda imam Malik ve Şafii'nin sözlerinin kıya­sının neticesi müsavidir. (Bize göre) murtedd kadın da, murtedd erkek gibi öldürülür. (İmam Ebu Hanife ve es­habı derler ki): Murtedd kadının mala kefaleti caizdir. Öldürülmeden  önce,   mürteddken  ölse  de,   kefaleti   yine caizdir. Yine (derler ki): Eğer düşman ülkesine iltica ederse, esir edilir. Bu takdirde kadının şahsa kefaleti batıldır. Şahsa kefil olan cariye mesabesindedir. Derler ki) Mala kefaleti, bıraktığı malındaki bir borçtur. Bir gün âzâd edilse şahsa ve mala kefaletinin karşılığı alın­maz. Esirlik, bütün kefaleti ve bütün hakları yok eder. Çünkü, esir ganimet sayılır. Şu kadar var ki, mala kefa­leti, düşman ülkesine iltica ettiği takdirde malından alınır. Bize göre, şahsa veya mahdut bir meblağ ile mala kefil olan bir kadın hakkında sözün doğrusu; öldürülün-ceye kadar, düşman ülkesine ilticası ile İslam ülkesinde ikameti arasında fark yoktur. Şahsa ve mala kefaleti muteberdir.

Hayatta iken kefil olunan kimse, kefalet bedelini is­terse, hepsi alınır. Ölümünden sonra, şahsa kefaleti ba­tıl olur. Mürteddken ölür veya öldürülürse, hayatta iken vermesi icabeden kefalet bedeli, onun malından alınır. Hiç kimsenin onu ödemesi caiz değildir. Mürtedd kadı­nın düşman ülkesine ilticası neticeyi değiştirmez.)

imam Muhammed [734] kadının kefaletinin caiz oldu­ğu görüşündedir. Der ki: «imam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf ve imam Muhammed'e göre, mürtedd kadının ma­la kefaleti caizdir. Öldürülmeden önce ölse de, gene böy­ledir. Düşman ülkesine iltica ederse esir edilir. Şahsa kefaleti de batıl olur. Şahsa kefil olan cariye mesabesin­dedir. Mala kefaleti, bıraktığı malından alınacak bir borçtur. Eğer, bir gün esirlikten kurtulsa ne şahsa, ne de mala kefaletinin bedeli alınır. Esirlik kadın tarafın­dan olan her türlü vecibe ve kefaleti düşürür. Çünkü kadın, ganimet sayılır. Fakat mala kefalet, düşman ül­kesine iltica ettiği takdirde, malından alınır.»

Mürtedd, bir müslfımana malıyla kefil olur, sonra kefil olduğu kimse Islâmı terkeder; daha sonra her iki­si de,, müslünıan olur veya mürtedd kefil müslüman olursa, mal ödenir, imam Muhammed [735] bu hususta der ki: Bir müslüman mürtedde kefil olur, sonra mür­tedd düşman ülkesine iltica ederse, hükmü ne olacaktır? Bütün bu hususlarda imam Muhammed der ki: «Bir müslüman, borçlu bir mürtedde kefil olsa, mrütedd düş­man ülkesine iltica etse yahut, kefaleti kabulde rnüslü-manken, kefaletten sonra Islâmı terketse, düşman ülke­sine iltica etse, kefil yine kefildir. Borçlu kayıpken, ke­fil onu bulup getirmedikçe, kefalet borcunu ödemek mec­buriyetindedir. Borçlu ölürse, şahsa kefaletinden kurtu­lur. Şahsa kefalette, kefil, borçlunun düşman ülkesinde Islâmı terk ettiğini öğrenirse, kefile, bulunduğu yerden oraya gidip gelinceye kadar bir mühlet verilir. Bu müd­det içinde, borçluyu getirmediği takdirde kendisinden kefalet bedeli alınır. İmam Muhammed der ki: Kefil borçluyu getirmeye muktedirse, bir görüşe göre yakala­nır. Eğer buna gücü yetmiyorsa bırakılır, onu getirince­ye kadar hapsedilmez. Mala kefil olan biri durumunda­dır. Buna gücü yetmediğini itiraf ederse, buna gücü ye-tinceye kadar serbest bırakılır.

Borçlu îslâmı terkeder, düşman ülkesine iltica eder­se, kefil kefaletten kurtulamaz. Çünkü borçlu Ölmemiş-tir. İmam Muhammed [736] imam Ebu Hanife'den bunu nakletmiştir. Fakat, mala ve şahsa kefil olan mürteddse, sonra düşman ülkesine iltica etmişse durum ne olacak­tır?

îmanı Taberî, meseleyi izah eder ve der ki [737]: «Bir mürtedd mala veya şahsa kefil olur, sonra mürteddken düşman ülkesine iltica ederse, alacaklı, borçludan    önce mürtedden bunu istemişse, mürtedd kefil   islâm ülkesin­de ev, akar veya başka çeşit mallar birakmışsa alacak­lının da borçludaki alacağı sabitse, mürtedd de buna ke­fil olmuşsa, kaadînin bunun malından ödenmesine karar vermesi gerekir. Eğer islâm ülkesinde mal veya başka bir şey bırakmamışsa îslâm ülkesine döndüğü takdirde, bunların hepsinin alınmasına hükmedilir.    Veya yakala­nınca da bu olabilir. Düşman Ülkesine   ilticası   yukarda-kilerden hiçbir şeyi batıl etmez. Çünkü iltica, hükmü de­ğiştirmez. O îslâm ülkesinde ikamet ederken de, mevcut olmayan bir sebeple hesaba çekilmez. İmam Ebu Hanife der ki: Şahsa ve mala kefil olan, mürtedd olarak düş­man ülkesine iltica ettiği takdirde, bunların hepsi    batıl olur. îmanı Ebu Yusuf'a gelince, o der ki: Kefalet bedeli olan mal, malından alınır. O, şahsa kefilmiş, gibi muamele görür. Eğer öldürülürse, İmamların hepsine göre, şahsa kefaleti batıl olur. Müslüman    olarak    dönerse,    İmam Ebu Hanife ve esbabına göre, şahsa kefaletini   yerine ge­tirir. İmam Ebu Hanifeye göre, mala   kefaleti de   avdet eder ve onu öder. Bir müslüman nıürteddin üzerindeki borca kefil olsa, mürtedd düşman ülkesine iltica etse ve­yahut, mürtedd müslümanken, kefaletten    sonra îslamı terketse, onu getirinceye kadar,    kefil yakalanır. Yaka­lamaya muktedirse böyle yapılır. Yakalanmazsa, bu tak­dirde de gene kefil mesul olur...»

Kefil mürteddse,   mürteddliği     yüzünden     öldürül-müşse, mesele, mürteddin bilinen tasarruflarmdaki   ihtilâf gibidir. îmam Muhammed [738] der ki: «Mürtedd müslüman bir kimsenin kendisine veya malına kefil olur, sonra, irtidâdı sebebiyle öldürülürse, îmam Ebu Hanife der ki: Ne mala, ne de şahsa kefaleti caiz değil­dir, îmam Ebu Yusuf der ki: Mala kefaleti caizdir. Ay­nen hür bir müslümanm malı imiş gibi onun malından alınır. îmam Ebu Hanife der ki: Öldürülmeden önce müs­lüman olursa, her türlü kefaleti caizdir. İmam Ebu Yu­suf ve İmam. Muhammed de aynı şeyi söylerler...» [739]

 

6- Kollektîf Şirket Ve Mudarebe [740] :

 

Bir kollektif şirkette, mürtedd de bir ortak olursa, bu caiz olur mu?

Hanefiler, mürteddin ortak olduğu kollektif şirkete, ittifakla el konulacağına hükmettiler. İmam Serahsi [741] böyle nakletmiştir. Her halde, buna da sebep, kollektif ortaklığın tam bir müsavatı gerektirmesidir. Mürtedd-le müslüman arasında ise, ne mal, ne can, ne de din bakı­mından eşitlik'var. Müslümanın kanı ve malı masundur. Mürteddin ise kanı da malı da helâldir. Onun ancak müs­lüman olması kaibul edilir. Din bakımından farksa, çok açıktır.

Kollektif şirket, ya iki müslüman ortak tarafından kurulur, biri îslâmz terkede,r, yahut biri düşman ülkesi­ne iltica eder, yahut bir mürteddle bir müslüman tara­fından kurulur. Her türlü şekilde durum ne olacaktır?

İki müslüman tarafından kurulur sonra birisi îs-lamı terkederse, İmam Muhammed [742] der ki: «tki or­taktan biri îslâmı terkedip, düşman ülkesine iltica ettiği takdirde, şirket inkıtaa uğramış olur. Kaadî onun îslâ­mı terkettiğinİ ve düşman ülkesine iltica ettiğini tesbite karar vermeden önce, o müslüman olarak geri dönerse, ortaklık devam eder. İslâm ülkesinde de bulunsa, kaâdi-nin kararından önce İslama girerse, ortaklık yine devam eder. Düşman ülkesinde iltica edince, hakim de onun ilticasına ve ölü mesabesinde olduğuna karar verse, or­taklık dağılır. Müslüman olarak dönse de, ortaklık tek­rar devam edemez.

Görmüyor musunuz? îslâmı terkedip, düşman ülke­sine -iltica etse, hakim bu hususta karar verip, onu ölü saymadıkça, müdebberi azâd edilemez, borcu hemen ödenmez. Ortaklık da böyledir... îmanı Ebu Hanife der ki: İki ortaktan birisi îslâmı terkeder sonra tekrar müs­lüman olursa, şirket devanı eder. Eğer öldürülürse, ay­rılık meydana gelir. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre: öl­dürülmediği, düşman ülkesine iltica etmediği, hakim il­ticasına karar verip, ölü saymadığı müddetçe, mahdut iş ve mesuliyetli bir ortaklık olarak, ortaklık devam eder.» [743]

 

A- Mubârebe ;

 

Mal sahibi mürtedd olduğu takdirde, durum ne ola­caktır? Mal sahibi sanki müslümannıış gibi, şirket    bu halde devam eder. îmam Muhammed [744] der ki: «Mür-ted birisi, müslüman bir kimseye çalıştırması için mal verse, alıp satar, kazanır veya zarar eder sonra mürtedd Öldürülür düşman ülkesine iltica eder; Ölür, öldürülme­den Önce müslüman olursa, her türlü halde bir müslü­man durumundadır. Müslüman birisine ticaret için mal ve­ren, malı verdikten sonra îslâmı terkeden birisi gibidir. Bunların hepsi müsavidir. Her iki hâlde de durum anlat­tığım gibidir.»

B- Mal sahibi îslâmı terkettiği takdirde, durum ne olacaktır? Ortaklık müslümanken kurulup, sonra mal sahibi İslâmı terkettiği takdirde ortaklık caizdir. îmam Muhammed der ki: [745] «Bir kimse, birisine, ticareti ya­rı yarıya olmak üzere mal verdiği takdirde, mal sahibi İslâmı terkeder, parayı çalıştıran alır, satar, kazanır ve­ya zarar eder. Sonra mürtedd öldürülür veya müslüman olmadan önce ölürse, yahut düşman ülkesine iltica eder­se, daha sonra da, çalıştıran malı kaadıya teslim ederse, hakim bu çalıştırmayı caiz görür. Sermayeyi ona tazmin ettirir. îmam Ebu Hanife'nin kavline kıyasen kazanç ve ya zarar, çalıştırana aittir. Ebu Yusuf ve İmam Muham­med'e göre ise sermayeyi çalıştıran verir. Kazanç, ileri sürdükleri şartlara göre pay edilir.

Zarar maldan ödenir. Bütün bunlarda mesuliyet ça­lıştıranındır. Eğer, çalıştıran mal sahibinin malını, o, düşman ülkesinden müslüman olarak dönünceye kadar, hakime teslim etmezse, mal sahibi adına alım satım caiz­dir. Tabii hal üzere devam eder. Kazanç ileri sürdükleri şarta göre taksim edilir. Zarar maldan ödenir. Mal sahibi öldürülmeden veya Ölmeden    önce müslüman olsa, mal sahibi namına, çalıştıranın yaptığı bütün tasarruflar ca­izdir. Ortaklık devam eder. Kazanç ortaya koydukları şarta göre, zarar da maldan ödenir.»

C- Parayı veya malı çalıştıran îslâmı terk ettiği takdirde durum ne olacaktır?

Parayı ve malı çalıştıran Îslâmı terkettiği takdirde alım satım caizdir, imam Muharnmed [746] der ki: «Birisi diğerine kârı yan yarıya ortak olmak üzere sermaye verir, sonra çalıştıran İslâmı terkeder; parayı işletir, ka­zanır veya zarar eder, sonra mürteddliği yüzünden öldü-rülürse, mal sahibi namına parayı işletmesi ve serma­yede olan değişiklik caizdir. Zarar mal sahibine, kazanç ortaya koydukları şarta göre ortaktır. Sattığı şeylerden bütün mesuliyet İmam Ebu Hanife'nin kıyasma göre, mal sahibine aittir. Çalıştıranın mesuliyeti yoktur. Çünkü mürtedd olarak satmış ve satın almıştır. Sonra Îslâmı terki yüzünden öldürülmüştür. Bunun mesuliyeti yoktur. Görmüyor musunuz, birisi mürtedde kendi kölesini sat­masını emretse, o da satsa, sonra mürtedd olduğu iğin öldürülse, satış caizdir, mesuliyet emredenindir. Bir müslüman bir müslümana, kölesini satmasını emretse, emredilen Îslâmı terkedip köleyi satsa sonra öldürülse satışı caizdir. Bu husustaki mesuliyet emredene aittir. Parayı işleten de böyledir. İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, bu caizdir. Zarar mal sahibine ait­tir. Kazanç kendisinin ileri sürdüğü şarta göredir. Me­suliyet mürtedde aittir. Mürtedd irtidâdı yüzünden öl-dürülmezse, fakat mürteddken eceliyle ölse, yahut düş­man ülkesine iltica etse, onların bu husustaki görüşleri, irtidâdı yüzünden Öldürülen mürtedd hakkındaki görüş­leri gibidir.

Parayı işleten, alıp satsa, zarar veya kâr etse, son­ra müslüman olsa, bu husustaki görüşleri tektir. Ahm-satım caiz, mesuliyet çalıştıranın, zarar mal sahibine ait, kazanç şartlarına göre pay edilir.»

D- Parayı çalıştıran Îslâmı terk edip, düşman ül­kesine iltica ederse durum ne olacaktır?

Parayı çalıştıran, îslâmı terk edip, İslâm ülkesinde durmuyor. Mallarla beraber düşman ülkesine iltica edi­yor. Orada ticaret yapıyor, müslüman olarak dönüyor. Hakkında nasıl hüküm verilecektir? İmanı Muhammed [747]der ki: Parayı çalıştıran îslâmı terkedip, düşman ülkesine iltica etmiş, malı da beraberinde götürmüş, orada sermayeyi çalıştırmış, sonra mallarla beraber müs­lüman olarak dönmüşse, bütün kazancı kendisinindir. Hiç bir şeyi tazmin etmez. Çünkü, düşman ülkesine gir­dikten sonra muhalefet etmiştir. Düşman ülkesinde de, ona tazminat gerekmez. Görmüyor musunuz, mürtedd olarak düşman ülkesine iltica etse, sonra dönse, malı al­sa ve harcasa, ödemez. Bu da böyledir.»

Bu Hanefilerin görüşüdür. Mezhepler arasında, üze­rinde ittifak edilen bir mesele değildir.

E- Parayı işleten veya mal sahibi kadın olur, ve îslâmı terkederse ne olacaktır?

Mal sahibi mürtedd bir kadın olursa, Hanefilere gö­re, müslüman bir kadın gibidir. İmam Muhammed [748] der ki: «Mürtedd kadın, çalıştırması için bir müslümana sermaye verirse, bu , kadın, aynı gaye ile birine serma­ye verip, sonra İsiâmı terkeden bir müslüman kadın me­sabesindedir. Her ikisi de ıbu hususta eşittir.   Çünkü, kadinin ortaklıktan önce veya sonra İslâmı terki arasında fark yoktur.»

Parayı çalıştıran kadın, fakat İslâmı terketmiş; alım satımı caizdir. İmam Muhammed [749] der ki: «Bir kimse, bir kadına, çalıştırması için sermaye verir, kadın İslâmı terkeder, parayı çalıştırır, kazanır veya zarar eder, son­ra Ölür veya düşman ülkesine iltica ederse, mukaveleye gö­re alım satımı caizdir.

Kazancı şartlarına göre, aralarında taksim edilir. Zarar sermayeden ödenir. İmam Ebu Hanife, imam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, mesuliyet kadma ait­tir. İmam Ebu Hanife'ye göre, kadınla erkek arasında bir benzerlik yoktur. Çünkü, ona göre, erkek öldürülür, ka­dın öldürülmez. İmam Ebu Yusuf ve îmam Muhammed'e göre ise her ikisi de müsavidir.» [750]

 

 

Îslâmı Terk Halînde Evlilik Aktînîn Durumu

 

Bir müslüman, ya evli iken islâmı terkeder, ya be­kârken terkeder, sonra evlenir. Yahut karısıyla beraber aynı anda terkeder, veya sadece karısı terkeder.

a- Bir müslüman, evli iken İslâmdan döndüğünde, karısı kendisinden talak-ı bâin ile boş olur. Bu hususta, İslâm fıkhında muhalefet eden hiçbir fakihe raslamiyo-ruz. Hanefiler [751], Şâfiiler [752], Hanbeliler [753], Malikîler [754], îmamîler [755], Zeydiler [756], hatta İsmailîler'in Behre kolu [757] bu görüştedirler.

Bu hususta, Hanefîlerden İmam Serahsi [758] şöyle der: «Eğer bir müslüman, dininden dönerse, karısı ken­disinden Talâk-ı bain ile boş olur. Karısı, ister müslü­man, ister ehl-i kitaptan olsun, ister onunla münasebette bulunsun, isterse bulunmasın, bize göre katiyyen ona yaklagamaz. İmanı Şafii der ki: Eğer onunla evlilik ha­yatı yaşamamışsa durum böyledir. Ancak, evlilik hayatı yaşamışsa, nikâhın bozulması, islâm kısmında açıkladı­ğımız gibi zifafla nikâhın katileşip, katileşmeyeceği ara­sındaki fark bahsinde belirttiği prensibine göre, üç ha­yız müddetinin dolmasına bağlıdır. İmam Şafii, dinden dönme ile, sadece din ayrılığım kastediyor. Hanımın da ayrı olacağını değil. Nikâh katileştikten sonra, dinden dönmeye ilave edilen bir başka sebep yoksa, sadece din­den dönme, hemen ayrılığı gerektirmez. Nitekim, karı-kocadan birinin İslama girmesinin ayrılığı gerektirmedi­ği gibi. İbn-i Ebi Leyla der ki Zifaftan önce veya sonra, karı-kocadan birinin îslâmdan dönmesiyle ayrılık meydana gelmez. Mürtedd, tevbeye davet edilir. Eğer tevbe eder, tekrar İslama girerse, eski karısı yine karışıdır. Eğer koca ölür veya öldürüliirse, karısı ona varis olur. Bu, yukarda açıkladığımız gibi, karı kocadan birinin İslama girmesine kıyas edilmiştir. Fakat bizim fikrimiz şudur: Îslâmdan dönme evliliğe manidir. Evlen­meyi haram kılan sebepler gibi, evliliğe mani bir sebe­bin bulunması, doğrudan doğruya ayrılığı gerektirir. Din ayrılığı, evliliğe engel teşkil etmez. Bir müslüman erkekle ehl-i kitaptan bir kadın arasında evlilik akti ca­izdir. Evlilik büyük bir nimettir. Ve ancak İslâm ile bu nimet korunmuş olur. Bu sebeple, karı ve kocanın ısrarı üzerine ancak hakim kararıyla boşanma işlemi yapılır. Îslâmdan dönen koca karısıyla evlilik hayatı yaşamamış­sa, ayrılık neticesinde mihrin yarısını verir. Karısıyla ev­lilik hayatı yaşamışsa iddet içinde kadının nafakasını da verir.

Hanbelî Mezhebinden îbn-i Kudame, Hanefilerle Şa-fiiler arasındaki görüş ayrılığının   faydasını   şöyle açıklar: «Eşlerden biri veya her ikisi birden dinden dönerse, aralarında evlilik hayatı yasak edilir. Eğer iddet içinde münasebette bulunmuşlarsa, -boşanmanın hemen tahak­kuk edeceğini kabul edersek- kendisine nikâh düşen bi­risiyle cinsî münasebette bulunduğu için, erkek, kadına, akranlarının mihri kadar1 bir mihir ödemekle mükellef­tir. Çünkü erkek nikâhsız bir kadınla münasebette bu­lunmuştur. Dolayısıyla kadına akranlarının aldığı mihir kadar bir meblâğ ödemesi gerekir. Boşanmanın, iddetin dolmasına bağlı olduğunu kabul etsek, eşlerden îslâmı terkeden veya her ikisi birden iddet içinde tekrar müslü­man olsalar, Îslâmı terkeden de kadın olsa, bu münase­betten dolayı, erkek kadına mihir vermekle mükellef de­ğildir. Çünkü nikâh hâlâ mevcuttur. Ve erkek, karısıy­la münasebette bulunmuştur. Eşlerden biri veya her iki­si, İddet doluncaya kadar İslama tekrar girmemekte di-renseler, bu münasebetten dolayı, erkek, kadına, akran­larının aldığı mihir kadar bir mihir ödemekle mükellef­tir. Çünkü erkek, nikâha benzeyen nikâhsızlık içindeyken cinsî münasebette bulunmuştur. Dinlerin ayrıldığı an­dan itibaren boşanma meydana geleceğinden, nikâh düşer.

Hanefiler der ki: Mürteddin tevbe etmesi ve İslama girmesiyle ayrılık ortadan kalkmaz. Çünkü ayrılık, erke­ğin Îslâmı terkiyle meydana gelmiştir. İslama girmesiy­le de ortadan kalkmaz. Hanefilerden Kaşâni [759] der ki: «Müslüman olmakla ayrılık ortadan kalkmaz.»

Zeydiyye de bunun gibi bir görüşe sahiptir.  [760] îmanı Şafii'ye [761] gelince, iddetin dolmasını nazar-i itibare almıştır. Eğer koca iddet doluncaya kadar Islâma girmezse, kadın talakla değil, evlilik aktinin feshiyle boş olur. Bu hususta şöyle der: «Kocanın, tevbe edip İs­lama dönmesinden önce, kadının iddeti dolmadıkça eş­ler arasmda ayrılık meydana gelmez. Kocanın tevbesin-den önce kadının iddeti dolarsa, kadın boş olur. Kati­yen onunla cinsi münasebette bulunamaz. Kadının boş olması, talâkla değil, evlilik aktinin feshiyledir. Kadın tasdik edilecek bir şekilde iddetin dolduğunu iddia eder­se kabul edilir. Erkek yeniden îslâma da dönse, katiyen karısıyla münasebette bulunamaz.»

Malikîler [762] de imam Şafiiye yakın bir görüşte­dirler.

İmamiye gelince, onlar da şöyle derler: Kişinin Islâ-mi terk etmesi, karısının ayrılığını gerektirir. Bu husus­ta Hanefilere yakındırlar. Fakat diğer hususlarda, onla­ra zıt görüştedirler. Tusî [763] der ki: «Bir erkek İslâmı terkederse, üç talâkla boşanmış gibi karısı boş olur. Ve kadın aynen, talakla boşanan gibi bekler. Eğer İslama döner ve evlenmeden önce tevbe ederse, eski karısına ev­lenme teklifinde bulunabilir. Kadının, eski kocasıyla evle­nebilmesi için iddetini doldurmasına lüzum yoktur. An­cak bir başkasıyla evlenebilmesi için beklemesi gerekir, îddet dolmadan önce koca ölür veya öldürülürse, kadın, kocası ölen bir hanım kadar bekler.

Iddet içinde kocasına varis olur. Eğer kadın ölür­se, İslâmdan dönen kocası, ona varis olamaz,

b- Bir müslüman, İslâmdan döner sonra evlenirse fnkaha indinde evliliği sahih ohnaz. Çünkü o bir dinsiz­dir. Dinsiz bir kimsenin de, ne bir müslüman, ne bir kâfir ne de bir dinsizle evlenmesi caiz değildir. Hanefiler [764], Şafiiler [765], HanbeÜler [766], Malildler [767], İmami-ler [768], bu görüştedirler Aynea kızını veya velisi olduğu bir kadını, velayetindeld kusurundan dolayı evlendire-mez. îmam-i Şafii [769], İmamiyye [770], Hanefiler [771], HanbeÜler [772] bu görüştedirler. [773]

 

Bîr Komünistin Evliliği Batıl Mıdır?

 

Bir müslüman, kızım isteyen müslüman gözüken bir komünistin, [774] kızıyla evlenip evlenmeyeceğine dair İslâmın görüşünü, Ezher Üniversitesi Fetva heyetine sormuştur. Cevap: «Evlenemez. Çünkü o bir mürted-dir.» olmuştur.

Ehram gazetesi, Ezher Üniversitesi Fetva heyeti­nin fetvasını yayınlamıştır. Bu fetva ile müslüman gö­züken bir komünistin, bir mürtedd sayılacağına hükmedümiştir. Ve gazetede şu metin yayınlanmıştır. [775] «...Komünistlik, maddî bir ideolojidir. Allah'a inanmaz, dinleri inkâr eder ve hurafe sayar. Komünistliğiyle tanı­nan ve koministlikte İsrar eden bir kimse, islâm naza­rında mürtedd sayılır, islâm, değil bir dinsizin, Allah'a sirk koşan (yani batıl da olsa, bir nevi dini olan) birisi­nin müslüman bir kadınla evlenmesini haranı kılmıştır. Bu sebeple dinsizin, birisiyle evlenme yasağından daha tabii bir şey olamaz ki.»

c - Eşler beraber İslâmı terkeder ve tekrar beraber Islama girerlerse evlilik batıl olur mu, olmsz mı? Bu hususta görüş ayrılıkları vardır.

Hanbeliler ve Maliküer, evliliğin batıl olacağı gö­rüşündedirler. Hanbelilerden İbn-i Kudame, bu hususta der ki [776]: «Eşler beraber İslâmdan dönerlerse bunun hükmü, eşlerden birinin, zifaftan önce İslâmı terketme-sinin hükmü gibidir. Hemen ayrılık tahakkuk eder. Eğeı zifaftan sonra olursa, ayrılık hemen tahakkuk eder mi? Yoksa iddetin dolmasına mı bağlıdır? İki rivayet var: îmam-ı Şafii'nin görüşü: İbn-i Mansur'un rivayetinde Ahmet der ki: Eşler beraber îsîâmdan dö­nerlerse veya birisi dönerse, her ikisi birden veya dönen tevbe ederse iddet dolmadığı müddetge, karısı, halen ka­rısı olmakta devanı eder. İmam Ebu Hanife der ki: Is-tihsan yoluyla nikâh fesholmaz. Çünkü aralarında din ayrılığı olmamıştır. Bu durum beraber müslüman olan eşlerin durumuna benzetilmiştir. Bize göre, dinden dön­me nikâha sonradan arız    olan bîr    durumdur.    Dinden dönmeye bağlı olarak, nikâhın feshi gerekir. Eşlerden birinin islâmı terk etmesi halinde olduğu gibi. Bir kim­se tek başına İslâmdan dönünce nasıl her şeyinden mah­rum edilirse, kendisiyle beraber başka birisi de îsîâm­dan dönünce, aynı haklardan mahrum edilir. Malından mahrum edildiği gibi. Onların söylediği şey, müsîümar; bir koca ile yahudi karısının hıristiyanlığa girmelerine göre nikâhın batıl olmasıdır. Nikâhları feshedilir. Ka­rı koca ;bir dine geçmişlerdir. Fakat karı-koca beraber müslüman olurlarsa, her ikisi de Hak Dine girdiklerin den durum değişir. Dinden dönmenin aksine olarak, evli' üklerine devam   ederler.

Hanefilerden imam Serahsî der ki [777]: «Eşler bera­ber İslâmdan dönerlerse, bize göre, istihsan yoluyla ev­liliklerine devam edebilirler. Kıyas yoluyla, aralarında ayrılık gerekir. Bu îmam-ı Züferin görüşüdür. Çünkü, eşlerden birisi değil, ikisi birden dinden dönmüştür. Eşlerin İslâmı terketmeleri, evliliğe mani olursa, evliliğin devamına da mani olur. Fakat biz, sahabenin icmauıdan dolayı, kıyası terkediyoruz. Beni Hanife kabilesi zekatı vermemek için islâmı terkettiler Hz. Ebu Bekir, onları tevbeye davet etti. Tevbeden sonra, nikâhlarının yeni­lenmesini emretmedi. Eshabdan da hiçbiri böyle bir fi­kir ileri sürmedi. O kabileden bazıları, diğerlerinden önce İslâmdan döndü denilemez. Zaten Hz. Ebu Bekir bunun üzerinde durmamıştır. Her iki durum da, tarihen bilin­mediğine göre, ikisi beraber olmuş kabul edilir. Bunun manası şudur: Eşlerden birinin islâmı terk etmesi halinde, ayrılık hadisesinin meydana gelmesi, tertemiz müslü-manla,  kirli mürtedin münasebetine engel olma gayesini güder. Eşler beraber İslâmı terkettikleri takdirde, bu durum ortadan kalkar. Netice: Eşlerin ns dinlerinde, ne de yurtlarında farklılık yoktur. O halde, münasebet­leri eskisi gibi devam eder. Bu, iki kafir eşin müslüman olmasına benzer. Başlangıca göre devam nazariyesi fa­sittir. Çünkü, iddet evliliğe manidir. Evliliğin devamına mani değildir. Bu ikisi arasında fark yoktur. Eşlerden birinin İslâmı terki, münasebetin yasak olmasını gerek­tirir. Fakat bu yasak ebedi değildir. Eşlerden biri müs­lüman olsa, diğeri de dinsizlikte ısırar etse aralarında ay­rılık olur. Çünkü, evlilik hayatıyla biri temiz diğeri pis iki eşin karşılaşmaması gerekir. Kadın zifaftan önce müslüman olsa, erkeğin ona mihrin yarısını vermesi ge­rekir. Eğer müslüman olan koca ise, hiç bir şey lâzım gelmez. Çünkü boşanmaya dinsizlikte ısrar eden sebep olmuştur. Birinin İslama tekrar girmesinden sonra, di­ğerinin dinsizlikte ısrarı, yeniden îslâmı terk etmek gibi­dir.

Maliki mezhebinden Behram [778], bu meselede Han-belilerin görüşüne yakın içtihatlar nakletmiştir «...Bir koca, karısını üç talak ile boşasa o kadın tekrar eski ko­casına dönemez. Koca tevbe ederse, ancak kadın bir baş­ka erkekle evlenip, boşandığı takdirde, sonra eski koca­sıyla evlenebilir. Fakat dinden dönmede, durum böyle-değildir. Eşler beraber İslâmı terkedip beraber müslü­man oldukları takdirde, koca, doğrudan doğruya eski ka­rısıyla evlenebilir.»

Bunun, şöyle anlaşılması mümkündür. Eşler, bera­ber İslâmı terkettikleri takdirde, ayrılık talak-i bain gibi değil, talak-ı nc'i [779] gibidir. Şöyle ki: Kadın bir başka erkekle evlenmeden, eski kocası doğrudan doğru­ya, nikah tazelemeden, onunla birleşir. İslâmı terk edip, karısını üç talak ile boşarsa, karısı bir başka erkekle ev­lenip boş anmadıkça, kendisi de tevbe edip müslüman ol­madıkça, eski eşi kendisine helal değildir.[780]

Eşler beraber İslâmı terkettikleri takdirde, Hane-filerin, istihsan yoluyla eşlerin boşanmayacağı görüşü gayet güzeldir. Çünkü, din bakımından aralarında bir fark meydana gelmemiştir. Bu hususta, Beni Hanife ka­bilesinde cereyan eden olayı ve eshabın icmaını, açık bir delil sayabiliriz. Eshabtan hiç bir kimse, bu hususta Hz. Ebu Bekri tenkit etmemiştir.

d- Sadece karı, İslâmı terk ettiği takdirde durum nedir. ?

Kadının Islanıl terk etmesi, zifaftan önce veya son­ra olabilir.

1- Zifaftan önce îslâmı terk ettiği takdirde, Ha-nefilere göre, kadının irtidadı devam ettiği müddetçe ko­casından talep edecek hiç bir hakkı yoktur. Şayet koca da îslâmı terkederse o zaman kadına mihrin yarısını verinekle mükelleftir. Bu hususta İmanı Serahsi der ki: [781] «Eğer, koca, zifaftan önce îslânu terketmişse, karışma mihrin yarısını vermekle mükelleftir. Eğer, zifaftan son­ra îslâmı terketmişse karısına iddet boyunca nafaka da verir. Eğer zifaftan önce kadın îslâmı terketmişse koca kendisine mihir vermekle mükellef değildir. Zifaftan son­ra da iddet içinde nafaka vermesi gerekmez.»

Hanbelilerden İbn-i Kudame de, bu görüştedir. [782] imam Şafii der [783]: Zifaftan önce, eşlerden biri Is-lamı terkederse, evlilik akti bozulur. Kadın için de, id­det gerekmez. «Koca, zifaftan önce îslâmı terketmişse karısı kendisinden Talak-ı bain ile boş olur. Zira kadın için iddet gerekmez. Koca Islâmdan yüz çevirdiği takdir­de, mihrin yarısını vermesi gerekir. Çünkü, ayrılığa ken­disi sebep olmuştur. Kadın îslâmı terkederse, kendi le­hine hiç bir hak taleb edemez. Çünkü ayrılığa sebep ka­dın olmuştur...»

2- Kadının, zifaftan sonra îslâmı terk etmesi: Cinsi münasebetten sonra, îslâmı terkeden kadınsa, iddet gerekir, fakat nafaka alamaz. Hanefiler [784] de bu görüş­tedirler: «Eğer îslâmı terkeden kadınsa ve eşler henüz evlilik hayatı yaşamamışlarsa kadına mihir verilmez. Boşanma zifaftan önce olmuşsa nafaka da verilmez.»

imam Şafii der ki: [785] Ancak, kadın imandan yüz çevirmişse, iddet içinde ve dışında, erkeğin malından kadına nafaka verilmez. Çünkü, bu kadın, kendi kendini er­keğe haram kılmıştır.»

Hanbeliler de, yukarıdaki görüştedirler, ibn-i Kuda­me der ki [786] «Kadın, cinsi münasebetten sonra Îslâmı terketmişse, nafaka hakkı yoktur, iddet doluncaya ka­dar tekrar Islama girmemişse nikahı bozulur.»

İmam Ahmet'ten gelen rivayete göre: Eşlerden bi­rinin, cinsi münasebetten sonra îslâmı terketmesinde, kafir iki eşden birinin Islama girmesinde olduğu gibi ih­tilaf vardır, ilk rivayete göre, hemen boşanma işlemi ya­pılır, imam Ebu Hanife ve İmam Malik; Hasan, Ömer Bin Abdülaziz, sevri, Zufer, Ebu sevr, îbn-i Münzir'den böyle rivayet etmişlerdir. Çünkü, nikahın feshini gerek­tiren şeyin, zifaftan önce ve sonra mevcut ol­ması arasında bir fark yoktur. Süt kardeşliğinde olduğu gibi.

İkinci rivayete göre, boşanma iddetin bitmesine bağ­lıdır. Eğer mürted iddet dolmadan önce tekrar Islama girerse nikah bakidir, iddet bitinceye kadar müslüman olmazsa dinlerin ayrılmasından itibaren aralarında ta­lak-ı bain meydana gelir. Bu imam şafiinin görüşüdür. Çünkü bu, boşanmaya sebep olan bir hadisedir. Dinden dönme olayı zifaftan sonra meydana gelmişse, boşan­ma, talak-ı nc'ide olduğu gibi bekleme süresine bağlıdır. Hemen evlilik aktinin bozulmasını gerektirmez. Meselâ: Bir harbinin [787] karısının müslüman olması gibi. Dinden dönmenin, eşlerden birinin İslama girmesine ben­zetilmesi, süt kardeşliğine benzetilmesinden daha yakındır. Nafakaya gelince, eğer hemen boşanmanın tahakkuk edeceğine hükm edersek, kadının nafaka hakkı yoktur. Çünkü kocasından talak-i bain ile boştur. Boşanmanın, iddetin dolmasına bağlı olduğuna hükmedersek ve Islâmı terkeden de kadın olursa gene nafaka hakkı yoktur. Çün­kü kocası, ne karısına dönebilir ne de evlenebilir. Bu du­rumda iddetten sonra olduğu gibi kadının nafaka hakkı yoktur. Eğer Islâmı terkeden koca ise nafaka vermesi gerekir.

Hanefilerden îşarat'ın yazarı [788], irtid&dın boşan­ma meydana getirip getiremeyeceğinin münakaşasını ya­par ve der ki: «İmam Ebu Hanife, şöyle demiştir. Er keğin dinden çıkması, kadının dinden çıkması, gibi talak sayılmaz. Çünkü erkekle kadın arasında din bakımından meydana gelen ayrılık nikâhı ortadan kaldırır. Zaten is-lamı terk erkeğin kadın üzerindeki bütün haklarını yok-eder. O halde süt kardeşlik ve nikaha sonradan engel teşkil eden diğer sebepler gibi, nikaha mani bir sebeple nikah yok olur. Koca, Islama girmemekte direnirse imam Ebu Hanife'ye göre, kadın boş olur. Zira boş yere kadını nikâh altında tutmakla zulmetmiş olur. Hadım olması ve zina sebebiyle boşandığı gibi hemen boşanması gere­kir. Kadın tarafından boşanma olamaz. Ayrılık, kadın tarafından olursa boşanma sayılmaz. Çünkü boşanma ne onun elinde, ne de, ona aittir. İmam Ebu Yusuf der ki: Kocanın Islama girmemekte ısrarı dinden dönüşünde ol­duğu gibi boşanmaya lüzum kalmadan karısı boş olur. Çünkü tslam eşlerin müşterek vasıflarındandır. Ayrılık, eşlerin müşterek vasfı olan İslama göre düşünüldüğünde, îslâma girmemede direniş talakı gerektirmeyip, doğrudan doğruya boş olmayı gerektirir, imam Muhammed der ki:

Koca tarafından gelen her ayrılık, boşanma meydana geti­rir. Islâmı terkle İslama girmemekte direnme arasında fark yoktur. Çünkü ayrılığa erkek sebep olmuştur. Boşa­mak ona aittir. Dolayısiyle bu ayrılık boşanma meydana getirir.»                 

3- Iddet süresi içinde, mürted öldürüldüğü veya bir düşman ülkesine sığındığı takdirdeki durum:

Kadının iddet süresi içinde, mürted koca öldürülürse kadın kocasına mirasçı olur. Düşman ülkesine sığındığı takdirde de, durum böyledir. İmam Muhammed [789], bu konuda şöyle der:

-  Karısını, ona varis kılabilir misin?

-  Karısı iddet içinde iken koca öldürülür veya düş­man ülkesine sığınırsa bu durumda karısını,  ona varis kılarım. Fakat, kadın iddetini doldurduktan sonra, koca öldürülürse hiç bir şekilde, kadını, ona varis kılamam.

-  Koca, kadınla evlilik hayatı yaşamamişsa, kadın ondan miras alabilir nü? Kadının beklemesi icap eden id-deti yok mudur.?

-  Alamaz ve iddet gerekmez.

-  İddet gerekenle, gerekmeyen arasındaki fark ner-den ileri geliyor. ?

- Kadın iddetini doldurunca, evlenmesi helal olur. Görmüyor musun dilerse evleniyor. Bir başkasıyla evli iken nasıl ilk kocasının mirasına sahip olabilir? Fakat, iddete riayet ederse mirasçı olabilir. Çünkü, iddetini dol­durmadıkça, evlenmesi helal değildir.» [790]

 

Mürtedîn Çocuklarının Durumu

 

îslâmı terkeden bir müslümanin hanımı ve çocukları olabilir. Bu gocuklar, henüz babaları müsliimanken dünya ya gelmiş olabilir. Yahut babaları müslümanken ana rahmine düşmüş, mürtedliğinde dünyaya gelmiş olabi­lir. Veyahut, ana rahmine düşmeleri de doğumları da, babalarının mürtedliği sırasında olabilir.

Mürted, mürtedliği sırasında öldürülür veya Öldü­rülmez. Bütün bu hallerde, çocuğun durumu ne olacaktır. ?

a- Ailesi müslümanken doğan çocuk da, müslü-mandır:

Ailesi müslümanken doğan çocuk da, müslümandır. Çünkü o, müslüman ana babadan dünyaya gelmiştir. Do­layısıyla, çocuk da, müslümandır. Ebeveynin irtidadıyla çocuk ta irtidat etmiş olmaz. Bu hususta, İslâm fıkhın­da ihtilafa Taslamıyoruz. [791] Hanefilerden Kaşani der ki [792] «Mürtedin çocuğu, ya ebeveyni müslümanken, veya mürtedken doğmuştur. Çocuk, ebeveyni müslümanken doğmuş da, sonra ebeveyni İslâmı terk etmişlerse, İslâm ülkesinde bulunduğu müddetçe, çocuk miirteddir, diye hüküm verilmez. Çünkü, doğduğu zaman, ana babası müslümandi.»

Ebeveynin îslâmı terketmesiyle çocuk da İslâmı terk-etmiş olmaz. Ancak, bu durumda ebeveyne değil de, va­tana tabi olmuş olur. Ebeveyne tabi olduğu sırada, va­tan başlangıçta, her ne kadar tabiiyeti isbat için elverişli değilse de, tabiyetin devamı için elverişlidir.  Çünkü tabüvetin devamının isbatı, yeniden kazanılmasının isbatın-dan daha kolaydır. [793] Müslüman vatanında kaldığı müd­detçe, vatana tabi olarak, müslüman hükmüyle yaşar. [794]

b- Ebeveyni müslümanken, ana rahmine düşüp; mürteddken dünyaya gelen çocuğun durumu:

Ebeveyni müslümanken ana rahmine düşen fakat mürteddken dünyaya gelen çocuk, ebeveyni müslümanken doğan çocuk gibidir. Çünkü, ebeveyni müslümanken ana rahmine düşmüştür. Şafiilerden Sabbağ, bu hususta şÖy-le der: [795]» ...Mürted ebeveynin çocukları ana babaları­nın irtidatlarmdan önce dünyaya gelir veya çocuk ana rahminde iken îslâmı terkederlerse, çocuklar müslüman-dırlar. Ebeveynlerine tabi değildirler. Çünkü, İslâm her şeyden üstündür. îslamda ebeveynlerine tabi olurlar da, küfürde onlara tabi olmazlar.»

Zeydiyye mezhebinden İmamı Ahmet b. Yahya der ki [796]: «Ebeveyni müslümanken ana rahmine düşen ço­cuklar, şu ayetle hükümlendirilir: (Zürriyetlerini de on­lara tâbi kıldık.) Artık ebeveynin İslâmı terkiyle çocuk­lara da «mürtedlik» damgası vurulamaz.» gafillerden Firuzabadî de böyle der [797]

c- Ebeveyni mürtedken ana rahmine düşen ve do­ğan çocuğun durumu:

Ebeveyni mürtedken ana rahmine düşen ve    doğan çocuk hükmen kâfirdir. Çünkü o, kafir ana babadan dün­yaya gelmiştir. Bu hususta, görüş ayrılığına raslamıyo-ruz. Ancak, Merdavinin, [798] çocuğun küfürde devam edip etmemesine dair rivayetini biliyoruz. Sonra o da, Hanbeli mezhebinin, çocuğun küfürde devam ettiği fikrim kabul etmiştir.

Malikîlerden Behram [799] bir rivayetinde, çocuğun îs-lamı kabule zorlanacağını söylüyor. Baba tek basma İs-lamı terkeder, ana nıüslüman olarak kalır, îslâmı terk ettikten sonra da olsa bir çocuk doğurursa çocuk müs-lümandır. Eğer kadın ehl-i kitaptan olsaydı, çocuk kafir olurdu. Bu hususta, Şeyh Ahmet ibrahim şöyle der [800]: «Mürted bir babanın, müslüman karısından, İslâmı terk ettikten sonra hamile olduğu bir çocuğu dünyaya gelirse bu çocuk, annesine tabi olarak müslüman sayılır. Mür­ted baba ölürse, çocuk, ona mirasçı olur. Çünkü, müslü­man mrütedde varis olabilir. Eğer anne ehl-i kitap-yahu-di veya hıristiyan - ise çocuk, babasına tabidir. Babası îs-lamı terk ettikten sonra da çocuk, ona varis olamaz. Çünkü çocuk, bu durumda anneye değil, babaya tabidir. Buna da sebep mürtedin Islama daha yakın olmasıdır. Çünkü mürted Islama dönmeye zorlanabilir. Bu sebep­le çocuk, mürted hükmündedir. Mürted, mürtede ve baş­kalarına varis olamaz. Eğer anne kitabî ve çocuğa da, babası islâmı terk etmeden önce hamile olmuşsa, çocuk müslüman sayılır. Annesinin, çocuğa hamile olduğu an­dan itibaren, babasına tabidir...> Safilerden Firuzaba-dî  [801]   der ki:  «islâmı terkinden sonra babanın hıristivan yahut yahudi karısından bir çocuğu olursa, çocuk kafirdir. Çünkü iki kafirden dünyaya gelmiştir...»

d- Mürted baba öldürülürse çucuğu müslümandır.

Mürted ya tevbe eder, tekrar Islama döner, yahut irtidatta İsrar eder ve Öldürülür. Çocuğun babası, din­sizliğinden dolayı öldürülürse küçük çocuğun durumu ne olur?

Babasına tabi olarak kafir midir? yoksa müslüman mıdır?. Malikîler der ki: İster islâmı terkinden önce, isterse sonra doğsun çocuk müslümandır. Bu hususta Malikîlerden Huraşi der ki: [802] «Çocuğu müslüman ola­rak kalır.» yani, mürted, mürtedliği dolayısıyla öldürü­lürse çocuğu müslüman olarak kalır. Mürtedlik hususun­da, babasına tabi olmaz. Ancak, baba hak din üzerine olursa, tabiiyet babaya aittir. Yukarıdaki ifade ile, an­latılmak istenen şudur: Çocuk müslüman olarak kalır. Yani, bu mezhebe göre, îslâmı terkten önce veya sonra doğan, küçük veya büyük çocuk müslümandır.»

Malikîlerden Aliş [803] ve Karâfi [804] de bu görüşte­dirler. [805]

 

Ebeveyni Öldüğü Takdirde  Kafir Çocuğuna Müslüman Denilebilir  Mi

 

Bu mesele, islâm ülkesinde yaşıyan kafir bir baba öldüğü taktirde, çocuğu müslüman mıdır, değil midir? esasına dayanır. İslâm ülkesinin, bu meselede, tesiri var mıdır, yok mudur?

Hanbelilerden İbn-i Kudame [806] şöyle der:.,. Ana babadan biri kafirken ölürse, çocuk, miras hakkını alır. Ebeveynden birinin ölmesiyle de, çocuk müslüman olur» yani kafir ebeveynden biri öldüğü takdirde, çocuk onun ölümüyle müslüman olur, hissesine düşen mirası da alır. Fukahamn çoğunluğu, ebeveynden birinin veya ikisinin ölümüyle çocuğun, müslüman sayılamayacağı görüşünde­dir. Çünkü küfrü, ebeveynine tabi olarak mevcuttur. Ço­cukta, hiç bir islâm belirtisi de yoktur. Tabi olduğu kim­se de, müslüman değildir. O halde, içinde bulunduğu hal üzere devamı gerekir. Çünkü, ehl-i kitaptan birisinin ba­bası ölünce, İslama zorlanacağına dair ne peygamber (S.A.V.) den, ne de halifelerinden (R.A.) bir rivayet nakledilmiştir. Üstelik, o devirde ehl-i kitaptan yetimler de eksik değildi.

Biz peygamber (S.A.V.) in şu sözüne bakarız. «Her doğan islam fıtratıyla doğar. Ebeveyni onu yahudileş-tirir, hıristiyanlaştırır, mecusileştirir.» Müttefekun aleyh bir hadistir. Çocuk ebeveyni vasıtası ile kafir olur. Ebe­veyninden birisi ölünce, tabiiyetlerinden çıkar. Bu durum­da, doğduğu andaki fıtrat üzerine devamı gerekir. Babası islâm ülkesinde ölen hakkında böyle olması farzdır. İs­lam ülkesi demek, halkı müslüman olan ülke demektir. Bu sebeple, bu ülkede bulunana, raüslüman hükmünü ve­ririz. Ancak, kafir ebeveyni olan çocuk kafirdir. Ebevey­nin ikisi birden veya birisi yok olursa, yaşadığı ülkenin hükmü üzere bırakılması gerekir. Çünkü, Islâmı inkar eden islâm, tabiyetinden de çıkmıştır. Çocuk, miras­tan hissesini alır. Çünkü, çocuğun müslüman ahkamıyla muamele görmesi, mirasına hak kazandığı kafir babası­nın ölümüyle tahakkuk eder. Bu hem müslüman olmahem de, mirasa hak kazanmasının sebebidir. Bu­rada islâm, mirasa hak kazanmasına mani olamaz. Ölü­me bağlı hürriyet, mirası icabettirmez. O halde, ölüme bağlı müslüman olmak da mirası almaya mani olmaz. gu çocuğun islâm ülkesinde yaşadığı duruma göredir. Çünkü, çocuk ebeveyninden birinin veya her ikisinin ta­biiyetinden çıkınca, ülkenin hükmü tahakkuk eder.

islâm ülkesinde gayri müslim.-mrütedd değil-ebevey-ni ölünce, küçük çocuğunu müslüman saymamız en ma­kul olanıdır. Çocuğa, küçüklüğü ve korunması; küfre dönmemesi için ülkenin hükmünü veririz. Fakat ebevey­ninden biri öldüğü takdirde, nasıl çocuğa müslüman hük­münü veririz. Çocuk, ebeveyninden sağ kalanın tabiiye­tinden çıkmış mıdır.? Sonra bu hususta nerede nakli de­liller? Ancak, ebeveynden birinin değil, ikisinin vefatını içine alması ihtimali olan rivayet, bunun dışındadır. Özel­likle nass, (hadis-i şerif) birisinin değil, ikisinin tesirini ifade ediyor: «...Ebeveyni onu, yahudileştirir, hıristiyan-laştmr, mecusileştirir.»

Bu sebeple, ebeveyninin ikisinin birden vefatıyla çocuğun müslüman olduğunu kabul edersek, birisinin vefatıyla, bunu kabul edemeyiz. Çünkü, bunda zorlama vardır, Ve zorlama da, dinen yasaktır. [807]

 

Mürtedin Mirası

 

a- Mürted öldürülür veya mürtedken ölürse du­rum nedir?

Mürted tevbeyi kabul etmediği takdirde, ya mürted-lik cezası olarak öldürülür veya, eceliyle mürtedken ölür.

Mallarının durumu ne olacaktır? Varislerine mi, fey olarak [808] hazineye mi kalacaktır? Yoksa bir kısmı hazineye, bir kışımı varislerine mi kalacaktır?

Rahmet-ül-Ümme'nin müellifi, bu meseleyi açıklar ve der ki [809]: «Mürtedd öldürülür, veya mürteddken ölür­se, mallarının durumu hususunda birbirinden farklı üç gö­rüş vardır.

1- Bütün malları, ganimet olarak hazineye kalır. Bu îmam Malik, îmam Şafii ve İmam Ahmet'in görüşü­dür.

2- Müslüman varislerine kalır.  Müslümanken ve­ya murtedken kazandığı mallar arasında bir fark gözetil­mez. Bu imam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in   görü­şüdür.

3- Müslümanken kazandığı, müslüman    varisleri­ne aittir. Murtedken kazandığı hazinindir. Bu da,   îmam Ebu Hanifenin görüşüdür.

Mesele belli bir prensibe dayanır: O da: Müslüman kafire mirasçı olabilir mi, olamaz mı?

Müslümanın, kafire varis olmasını doğru kabul eden­ler derler ki: Mütedin malı varislerine kalır. Sonra, mür­tedin müslümanken kazandığı ile murtedken kazandığı arasında, fark gözetildi. Bazıları, böyle bir ayırım yap­madılar. Mirası varislerden men' eden, İmam Ebu Hanife ve eshabımn dışında kalanlardır. Bu durumda, tabii olan, mürtedin malının hazineye kalmasıdır. Aşağıdaki esasla­ra göre, mürtedin mallarına dair bu iki meselenin müna­kaşasını yapacağız. Miras kime kalacak?

1- Müslüman kafire varis olamaz.

Müslümanın, kafire mirasçı olamıyacağına hükme­denler, Ölümünden sonra, mürtedin mallarının da, va-riserine intikal edemiyeceğine hükmetmeleri gerekir. Bunların, hem akli, hem de nakli delilleri vardır.1 îbn-î Kudame der ki [810]: «Eshabm ve fukahanın ekseriyeti, müslümanın kafire varis olamıyacağı görüşündedirler. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Usame b. Zeyd. ve Cabir b. Abdullah (r.a.) hazretlerinden böyle rivayet edilir. Ömer b. Osman, Urve, Zühri, Ata, Tavus, Hasan, Ömer bin Abdülaziz, Amr Bin Dinar, Sevri, İmanı Ebu Hanife ve eshabı îmam Malik, İmam Şafii, ekseri fukaha bununla amel edilmesine hükmederler. Ve yürürlükte olan da bu­dur. İmam Ahmet: «Müslümanın kafire varis olamıyaca­ğı hususunda fukaha arasında ihtilaf yoktur» der.

Biz, Üsame bin Zeydin (r.a) Peygamber (S.A.V.) den ettiği rivayeti nazarı itibara alırız. Buyurmuştur, ki: «Kafir müslümana, müslüman kafire varis olamaz.» [811] Müttefekun aleyhdir bu hadis, Ebu Davut Ömer bin Şu-aybden, o babasından, o da dedesi Abdullah Bin Arar­dan rivayet etmişlerdir. Der ki: Allah'ın Resuli, şöyle buyurmuştur: «Farklı dinlere mensup kimseler, birbirle­rine mirasçı olamazlar.» Müslümanla kafir arasındaki alâka kesilmiştir. Kafir, müslümana mirasçı olamadığı gibi, müslüman da, kafire mirasçı olamaz.

Diğerlerinin  dayandığı şu  hadistir.   «İslâm     artar, eksilmez» Bu hadisle, Islama girenler, fethedilen ülkeler­le İslâmın artacağını, îslâmı terkeden kimselerle İslâmın eksilmiyeeeğini kastetdikleri muhtemeldir. Çünkü, din-sizleşenler az, İslama girenler çoktur. Onların hadis­leri mücmel, [812] bizimki müfesser, [813] olanların delili, olan hadisin naklinde ittifak yok, bizim ki müttefekun aleyhdir. O halde, bizimkinin nazarı itibare alınması ge­rekir. Hz. Ömer den sahih olarak rivayet edildiğine göre, buyurur ki: «Diğer din mensuplarına mirasçı olamayız. Onlar da bize varis olamazlar.» Eg'asm halası hak­kında der ki, «Kendi dinin mensupları ona varis olabilir.»

Buhâri Sarihi Ayni der ki [814]: «Müslüman kafirden miras alabilir mi, alamaz mı? Sahabenin ekseriyeti ala­maz, der. Bizim alimlerimiz ve İmam Şafii de, bunu ka­bul etmişlerdir. Bu, istihsan yoludur. Kıyasen varis ola­bilir. Bu da Muaz Bin Cebel ve Muaviye bin Ebi Sûfya-nin görüşüdür. Mesruk, Hasan, Muhammed b. Hanefiy-ye, Muhammed bin Ali bin Hüseyin de, bunu kabul etmiş­lerdir. Müslüman, mürtedin, müslümanken kazandığı ma­lından miras alabilir. İmam Ebu Hanife der ki Müslü­man mürteddin, müslümanken kazandığına varis ola­bilir. Mürtedden kazandığına değil.

Zerkani nakleder: [815] «...Allah'ın Resulünün şöyle buyurduğu, Zeyd bin Üsameden (r.a.) rivayet edilmiştir:

Müslüman, kafire mirasçı olamaz.» kafir de, müslümana, Hadisin geri kalan kışımı böyledir. İbn-i Abdil-Berr der ki: Eshabm ve tabiinin geri kalan kısmının belli başlı ilim merkezlerindeki İslâm âlimlerinin üzerinde ittifak ettiği hüküm müslümanm, kafire varis olmıyacağıdır. Bu hadis­le amel edildiği için, haliyle kafir de, müslümana varis olamaz. Müslümanların ihtilafa düştükleri hususta, delil, Allah'ın kitabıdır. Eğer bu hususta, o bir açıklamada bu-lunmamışsa, o taktirde, delil sünnettir. Peygamber (S.A.V) den de, güvenilir hafız âlimlerin rivayetiyle «Müslüman kafire varis olamaz» hadisi meydandadır. Buna muhalif olan herkese, bu hadis delil getirilir. Üzerinde birleşilen görüş, tereddüd edilmeyen sünnet, memleketimizdeki alimlerin kanati yakınlık veya bir alâka ile müslümanm kafire varis olamıyacağidır. (Müslüman kafire varis ola­maz, kaidesine göre akrabalık alakasıyla da, miras alına­maz.

İbâziyye'den Etfeyş [816] ve müfessirlerden Kurtubî [817] bu görüştedirler. îbn-i Hazım da mürtedin oğlunun, babasının malından miras alamıyacağmı, açıkça yazdı. Çünkü çocuk müslümandır. Müslüman kafire varis ola­maz, îbn-i Hazm der ki [818]: «Ebu Muhammed der ki: İhtilaf ettikleri zaman bu hususta bakarız. Peygamber­den (S.A.V.) rivayet edilen, müslümanm kafire varis ola-mıyacağı delili, mürted babanın malından, çocuğun mi­ras almasına manidir. Çünkü, baba kafir, çocuklar müs-lümandırlar... Usame Bin Zeyd (r.a.) den, Peygamber­den, (S.A.V.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Ne müslüman kafire, ne de, kafir,  müslümana varis olabilir.» Bu, Peygamberin (S.A.V.) ortaya koyduğu umumi bir kaidedir. Kafirden başka, mürtedi de, özellikle zikret­medi. Allah teâlâ «Rabbin hiçbir zaman unutmaz» buyu­rur. Eğer Allah, mürtedi de özellikle zikretmeyi dilesey-di, ne unutur ne de ihmal ederdi. Allah, mürteddin, kafir­lerden olduğunu açıkça bildirmiştir. «Sizden kim onlarla dost olursa, o da onlardandır.» Ibn-i Teymiye [819] de bu görüştedir.

Mürtedin mallarına varisleri mirasçı olamazsa, bu mallar kime aittir? Ya hazineye aittir. [820] Yahut kendi gibi mürteddlere aittir. Bu mesele, Cessas'm naklettiği görüş­ler arasında yer alır [821]

 

Mürtedin Malları Hazînenindir. (Beyt-Ül-Malindir)   [822]

 

Bir müslüman, İslamı terkeder, bu sebeple öldürülür veya mürtedken eceliyle ölürse malı hazineye kalır. Rabîa bin Abdülaziz [823] Ibn-i Ebi Leyla, İmam Malik  [824] imam Şafii [825] bu görüştedirler.

imam Şafii, bu hususta der ki: «Mürtedin, mürted­ken kazandığı ile, müslümanken kazandığı arasında fark yoktur. Hepsi ganimet sayılır. Çünkü Allah canı, islam ile teminat altına almıştır. Ve yine İslâm ile, mal emniye­tini sağlamıştır. Bir kimse, İslâm dairesi dışına çıkarsa, küfrü sebebiyle, can emniyeti kalkar. Can emniyeti orta­dan kalktığı gibi, mal emniyeti de ortadan kalkar. Malı­nın mubah olması, kanın mubah olmasından daha kolay­dır. Çünkü, mal emniyeti, can emniyetine tabidir. Can masuniyeti yok olunca, mal emniyeti, haydi haydi yok olur. Mürtedi, Islâmı terkettiği için öldürmemiz ne zina, ne savaş, ne de muharebede öldürmemiz gibidir.. Bunlar cezadır. (Haddir) Bunlarla, onu, İslâm dairesinin dışın­da bırakamayız. O, bu durumda, hem varis, hem de mev-rustur. Bu işleri yapmadan önceki durumu gibidir. Fa­kat, mürted böyle değildir. Üsame bin Zeyd'den riva­yet edildiğine göre, Allanın Rasuli şöyle buyurmuştur. «Müslüman kafire varis olamaz. Kafir de müslümana» İmam Şafii der ki: Mürteddi; kafir mi, müslüman mı sayı­yorlar?. Cevaben Hayır, hayır, kafirdir. Biz de, deriz ki: Allah'ın Rasulu, müslümanın kafire, kafirin müslümana varis olamıyacağmı bildirmiştir.»

tbn-i Kudame [826] ve Kelvezani [827] îmam Ahmetten üç görüş naklederler:

1- Ölümünden itibaren, mürteddin malları hazine­ye kalır. Merdavinin [828] söylediği gibi bu bir görüştür.

2- Müslüman varislerine kalır.

3- Dinlerine girdiği,  kafir varislerine kalır. îmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed derler ki:

Mürtedin, mürtedken elde ettiği malları öldürülmesinden veya mürtedken ölmesinden sonra hazineye kalır.

II- Müslümanın kafirden Miras alması :

Cumhuru fukaha [829] müslümanın kafire varis kılı-namıyacağı görüşündedirler. Şeyh Ahmet İbrahim [830] der ki: «Miras bahsinde, din ayrılığının mirasa engel teş­kil ettiğine hükmedilmiştir. Fakat bu umumi prensipten, mürtedin mirası istisna edilmiştir.»

Ayni [831], bu meselede, sahabenin bir kısımdan caiz olacağım, çoğundan da caiz olamıyacağmı    nakletmiştir.

«...Müslüman, kafirden miras alabilir mi, alamaz mı? Es-kabın ekserisi alamaz, der. Bizim alimlerimiz ve imam Şa­fii de bunu kabul etmiştir. Bu intihsan yoludur. Kıyas yoluyla mirasını alabilir. Bu da, Muaz bin Cebel, Muavi-ye bin Ebi Süfyamn görüşüdür. Mesruk, Hasan, Muham­med bin Hanefiye, Muhammed bin Ali bin Hüseyn de bunu kabul etmişlerdir. Müslümanın mürtedden miras alma durumuna gelince, mürtedin, müslüman olma du­rumuna göre değişir. Bu sebeple îmam Ebu Hanife der ki: Müslüman, mürtedin, müslümanken kazandığından miras alabilir. Mürtedken kazandığından değil. Mürted, mürtedken, kendisine bir ceza olmak üzere müslüman-dan miras alamaz.

Minhat-ül-Ma'bud'da [832] Muaz b. Cebel, müslüman bir çocuğu, gayri muslini babasına varis kıldığı yazılıdır. Bize rivayet etti. Eb-ül-Esved-id-Duelîden, dedi ki: Mu­az bin Cebel, gayri müslim olarak ölen, müslüman bir çocuk bırakan bir adamın evine uğradı. Muaz çocuğu babasına varis kıldı. Ve dedi ki: Allahm Rasulünün şöyle buyurduğunu işittim: «İslâm artar eksilmez» Şeyh Ah­met Ibrahimin dediğine, Ayninin naklettiği kıyasa, hadis-i şerife, Sahabeden Muazın görüşüne göre, İstisnai olarak müslümanın mürtedin mirasını alacağına dair yukarıda bahsedilen bilgi doğru ise, müslümanın, mürtedin mira­sını alması makbuldür. Şimdi meseleyi araştıralım.

Mürtedin Malları Müslüman Varislerinindir.

Bu meseleyi, enine boyuna inceleyenlerden biri de Cessas dır. [833] Cessas bu meseleyi hakkıyla incele­miş, açıklamış ve delillendirmiştir. Der ki: «Selef, mürte-din müslümanken kazandığı mallarınm veraseti hususun­da üç ayrı görüşe sahiptir. Hz. Ali, [834]  Abdullah, Zeyd bin Sabit, Hasan-ül-Basri  [835]   Saîd bin-il-Müseyyeb  [836] îbrahim-ün-Nahaî, Cabir bin Zeyd, Ömer bin Abdülaziz [837], Hammad bin-il-Hakem, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Mu-hammed, Züfer, îbn-i Şübrüme [838], sevri [839], Evzaî [840] ve Şureyk derler ki: Mürted, mürtedken öldüğü veya öl-dülrüldüğü takdirde,  müslüman varisleri onun  mirasını alır... Sonra, mürted olarak öldüğü veya öldürüldüğü tak­dirde, mürteddken kazandığı mallarda görüşleri ayrıldı. Ebu Hanife ve Sevrı derler ki: Mürtedken kazandığı ga­nimettir. İbn-i Şübrüme, Ebu Yusuf, Muhammed, iki ri­vayetten birinde de Evzâi derler ki:  Mürtedken kazan­dığı da müslüman varislerinindir. Ebu Bekir de der ki: «Allah, çocuklarınız hakkında size tavsiyede    bulunur.» Miras ayetinin zahiri, müslümanm mürtedden miras ala­bileceğini ifade eder. Çünkü ölmüş bir müslümanla hük­men ölmüş sayılan mürted arasında fark yoktur. Eğer, Usame bin. zeydin «Müslüman kafire varis olamaz» diye rivayet ettiği hadis, kafirin müslümana mirasçı kılınaca­ğını tahsis ettiği gibi, bu ayeti de tahsis eder, denilirse, biz de deriz ki, her ne kadar bu âhad bir hadis ise de, Ulema bunu kabul etmiştir. Bunu, kafirin müslümandan miras alamıyacağı hususunda kullanmıştır. Dolayısıyla bu hadis mütavatir derecesine yükselmiştir. Çünkü mi­ras ayeti bilittifak hâstır. Ahâd hadis ise, böyle ayetleri tahsis etmekte makbuldür. Usamenin hadisinde «İki ayrı din mensupları birbirilerine varis olamaz. Müslüman ka­fire varis olamaz» deniliyor. Bu hadisin anlatmak iste­diği, iki ayrı din mensupları arasmda veraseti ortadan kaldırmaktır. îrtidat başlı basma bir din değildir. Çünkü, bir müslüman hıristiyanlığa veya yahudiliğe geçse, o din­lerde bırakılmaz. Yani, yeni girdiği dinin mensuplarının tâbi olduğu muameleye tabi değildir. Hiç duymadın mı? Hıristiyanlık veya yahudiliğe girenlerin kestikleri yen­miyor. Eğer kadınsa evlenmesi caiz olmuyor. Böylece görülüyor ki, irtidat bir din değildir. Usamenin hadisi ise iki ayrı din mensupları arasmda, veraset intikalinin olamıyacağına mahsustur. Bu durum, yukarıdaki hadisi tefsir eden bir hadisde açıklanmıştır. O da, Haşim'in Zûh-riden rivayet ettiği hadistir. Der ki: Ali bin Hüseyin, Amr bin Osmandan, o da, Usame bin Zeydden rivayet ede­rek bize nakletti. Zeyd, Allahın Rasulünün şöyle buyur­duğunu söyler: «Farklı iki dine mensup kimseler birbir­lerine varis olamazlar. Müslüman kafire, kafir de müs­lümana varis olamaz» Bu hadisle Peygamber (S.A.V.) in farklı din mensuplarının, birbirlerinin mirasını alamıyacağma işaret etmiştir. İmam Ebu Hanife, prensip olarak, der ki: Mürteddin malları Islamı terketnıesiyle elinden çıkar. Ölür veya öldürülürse, varislerine geçer. Bu sebeple, nıürtedin müslümanken kazandığı mallarını har­camasına müsaade etmez. Müslümanlardan birisini miras­çı eder. Bu durumda, mürted hayatta iken ona nasıl va­ris tayin edebilir denilirse, cevaben, hayattakine varis tayin etmek yasak değildir, denilir. Allah teala «Ben sizi onların yerlerine ülkelerine, mallarına mirasçı kıldım» [841] buyurmuştur ki, bu ayet nazil olduğu zaman, onlar hayatta idi. Kanaatimizce biz malı, ölümden sonra varis­lere intikal ettirdik.

Bunda, diriye varis tayin etme diye bir durum yok­tur. Buna itiraz edene şöyle cevap verilir: Sen, bu du­rumda, mürtedin malını hazineye bırakıyorsun. Bütün müslümanları ona varis ediyorsun. Bir defa, onlara mu­ris yaptığın kafirdir. İkincisi de, mürted olarak düşman ülkesine sığındığı takdirde hayattadır. Ama onun malına müslünıan akrabalarını varis ettiğin takdirde, varisler için hem akrabalık hem de islâm vasıfları birleşmiştir. Kendilerinin varis olabilmeleri için iki sebep birleştiğin­den, mürtedin mirasına daha lâyıktırlar. Halbuki, mürte­din malı, bütün müslümanlara miras olduğu takdirde, mi­rasın intikali için tek bir sebep olacaktı. Varisler için İslâm ve nesep yakınlığını nazarı itibare almak, bu duru­mu ölen ve varisleri bulunan müslümanların durumuna benzetmek olur. Haliyle, hem müslüman olan, hemde ne­sebi yakın olanlar, nesebi uzak olanlara göre mirasına da­ha çok hak kazanırlar. Birisi, bu sebep müslümanın zimmi-nin malına varis olmasını icabettirir derse, ona, icabetti-mez deriz. Çünkü, zimminin malı ölümünden sonra islâm sebebiyle miras olarak hak edilemez. Zimminin kendi di­ninden olan veresenin müslüm anlardan önce geleceği ic-raa ile sabittir. Mürtedin malının, müslüman olmamız ha­sebiyle miras olarak hak edeceğimize dair belli başlı ilim merkezlerindeki İslâm âlimlerinin ıcmaı vardır. Bir kısmı der ki bütün müslünıanlar mürteddin malından miras his­sesini alır. Bir kısım da, sadece müslüman veresesi alır, der. Madem ki mürteddin malı, müslüman   olmakla elde ediliyor. Bu mirasın, ölmüş bir müslümanın mirasından farkı nedir?. Mürteddin malı, müslümanlık sebebiyle, müslüman varislerine geçtiği takdirde, verasete hak kazanmaları iki sebebe dayanıyor: îslâm ve nesep yakınlığı. Müslüman va­risler, haliyle, mirasa islâm cemaatinden daha çok hak kazanmış olacaklar. Bir gayri müslim ölse, mal da bırak­mış olsa, müslüman akrabaları olduğu halde, gayri müs­lim varisleri olmasa malı îslâm cemaatine aittir. Müslü­man akrabaları, bu mala hak kazanmaya, İslâm cemaa­tinden daha lâyık değildirler, denilirse, cevaben zâmmînin malına müslüman olmakla hak kazanılmaz. Buna da delil: Eğer onun zımmî varisleri olsaydı müslümanlar mirası­nı alamazlardı, denilebilir. Zımmî varisleri olmadığı tak­dirde müslüman olmakla, zımnıînin malından alınan mi­ras müslüman akrabalarına geçer, belki de varisleri ol­mayan müslümanın mirası gibi, bütün müslümanlara ge­çebilir. Bu da, zimminin varisleri olmadığı takdirde müslüman varislerinin alamıyacağına delalet eder. Malı hazineye kalır. Hakim bu mala İslâm memleketinde bulu­nup da, sahibi bilinmiyen bir buluntu (lukata)  [842] muamelesi yapar. O mal, Allah'ın rızasına uygun, hayır işler­de kullanılır. İmam Ebu Hanife, mürteddin mürteddken kazandığı ganimet sayılır ve hazineye kalır, demiştir. Bu, ta'lili bozar ve muarızın görüsüne delalet eder, denilirse, cevaben, hayır ne bozar, ne de bu muarızın görüşünün doğruluğuna delalet eder. Çünkü, mürteddken kazandığı, düşman malı mesabesinde sayılır. Mürtedd ona tam ola­rak sahip olamaz, denebilir. Ölümünden sonra veya önce mürteddin malını hazineye devretsek, savaşta kazandığı­mız ganimetler gibi ganimet durumuna geçer. Ganimet olarak elde edilen de, hazineye kalmaz. Onda savaşanla­rın hakkı vardır. Ganimetten alabilmek için müslüman olma şartı yoktur. Buna da delil, bir zimmî savaşa işti­rak etse, ganimetten payını alır. Bundan anlaşılıyor ki, düşmanın ve mürteddin, mürteddken kazandığı malı ga­nimettir. Bundan alabilmek için de, müslüman olmak şart değildir. Bunda ne nesep yakınlığına, ne de müslüman ol­maya itibar edilir. Müslümanken kazandığı malda, İslâm şartı nazar-ı itibare alınmıştır. Çünkü, mülkü o zaman meşru idi. Islâmı terk etmesi ile, mülkü elinden çıktı. Müslümanken kazandığına, varisleri ancak miras yolu ile sahip olabilir. Mirasda da, islâm ve nesep yakınlığı na­zar-ı itibare alınır. Mürteddin mürteddken kazandığı malının hükmü, elinden çıkması bakımından ölen bir kim­senin malının hükmü gibidir. Çünkü ölüm gibi mürteddin mürteddliği de malının elinden çıkmasını gerektirir. Bu, mürteddin, müslümanken kazandığı malına esas olamaz. Çünkü o zaman kazandığı, ölümle elinden çıkıncaya kadarki gibi meşru idi. Mürteddken kazandığı mal, düşma­nın malı mesabesindedir. Mürteddken kazandığı malı meşru değildir. Çünkü, kanı mubahken o malı kazanmış­tır. Ne zaman müslümanların eline geçerse, emansız bize sığınan düşmamnki gibi ganimet kabul edilir. Onu, malı ile beraber yakalarız.

Malı ganimet olur. Mürtedin de, mürtedken kazandığı malının durumu böyledir,

...Birisi, mürtedin malınnı ganimet sayılmasını ka­bul ediyorum dese ona, şöyEe denilir: mürtedken kazan­dığı ganimettir. Müslümanken kazandığının ganimet sa­yılması caiz değildir. Düşmanın malı gibi, mürtedken el­de ediliş yolları sahih olmadığı için mürteddin malı ga­nimet olarak alınır. Mürteddin müslümanken kazandığı mülkü sahihtir. Ganimet olarak alınması caiz değildir. Na­sıl ki, doğru dürüst kazandıkları takdirde diğer müslü-manlarm mallarına dokunulmadığı gibi buna da doku­nulmaz. Mürtedin malının, îslâmı terkiyle elinden çıkması ölümle elinden çıkmasından farksızdır. Öldürülmesiyle, ölümle, düşman ülkesine iltica ile, mürtedin, malı ile alakası kesilir, müslümanken kazandığına, varisleri hak kazanır. Çünkü diğer müslümanlar, ganimet olduğu için değil de, müslüman olmakla, o malı almaya hak kazanır­larsa doğru olmaz. Bir malın ganimet olabilmesi için te­melde sakatlık olmalıdır..» Hanefilerden Cessasm dedik­leri (muhtasar olarak) böylece sona eriyor. Her ne kadar uzunsa da, meseleyi içine alıyor. Yeni ve faydalı bir görüş­tür. Buna tnıam Serahsinin görüşünü ilave edersek faydalı olacağı kanaatindeyim. O da, hiç bir zaman bilgisizliği ileri sürülemiyecek derece, bu sahanın adamıdır.

2- Hanefilerden, İmam Serahsinin [843] görüşü «...Eğer mürted tekrar İslama girmezse öldürülür. Alim­lerimizin belirttiği gibi, Allah'ın emri üzerine, mirası, müslümanlar arasında taksim edilir.. Bu hususta deli­limiz, şu ayetin zahiridir: «Bir kimse ölür, çocuğu da bulunmaz bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yansı kız kardeşine kalır...» [844] Mürted ölmüş sayılır. Çünkü, Öldürülmeyi icabet ettiren bir suç işlemiştir. Dolayısiyle ölmüş sayılır. Abdullah bin Übey bin Selul öldüğü zaman, Allahm Rasûlü onun malını, müslüman varislerine inti­kal ettirmişti. Her nekadar münafıksa da, o mürteddir. İmandan sonra, onun küfrüne Allah şahittir. Şu ayet de, onun hakkında inmiştir. «îman eden, sonra kafir olanlar..» [845] Hz. Ali, Müstevrid-il-Ieliyi Islâmı terki se­bebiyle Öldürtmüş, malını, da, müslüman varisleri ara­sında taksim etmiştir. Bu, İbn-i Mesud ve Muaz'dan (r.a) rivayet ediür. Bunun manası o, malının sahibi olan bir müslümandı. Öldürülünce, ölen bir müslüman gibi, malı­nın basma varisleri geçmiştir. Bunun gerekçesi: İrtidât ölümdür. O halde bir kimse irtidad sebebiyle düşman sayılır. Düşmanlarsa, müslümanlar nazarında ölü sayı­lır. Gerçek ölümü ise, ya öldürülmesi veya eceliyle ölme-sidir. Ölünce müslümanken kazandığı mallarının, veraset muamelesi yapılır. Müslüman varisi onun malını alır. Bu, müslümanı müslümana varis kılmak oluyor. Şöyle ki, muhayyer kılmak şartıyla  [846]  yapılan satış muameleşi gibi, hüküm, ilk sebepten itibaren yürürlüktedir. Muhayyerlik kalktığında, mal, akit anından itibaren alıcıya geçmiştir. Satın alan, o mürddet içindeki, bitişik ve ayrı bütün fazlalıklarıyla kazanır. Bu metoda göre, burada, müslümanı müslümana varis yapma durumu vardır.

Mürtedin mülkü, müslümanken elinden gidebilir. Islâmı terkettiği sırada elinden gidebilir. Islâmı terkten sonra eh'nden gidebilir. Hüküm sebepten ileri geçemez. Sebeple beraber olamaz. Bilakis sebebden sonra gelir. Is-lamı terkten sonra o kafirdir denilirse, deriz ki: Evet, Mülkünü elinden çıkaran irtidadıdır. Aynen müslümanın ölümünün mülkünü elinden çıkardığı gibi. Bundan sonra ölüm, başına geldiği dirinin mülkünü elinden çıkarır, ölü­nün değil. İrtidat da böyle olduğundan müslümanın mül­künü elinden çıkarır. İrtidat, malı mürteddin elinden çıkar­dığı gibi, kişi dokunulmazlığını da ortadan kaldırır. Doku­nulmazlık, dokunulmazlığı olandan kaldırır, olmayandan değil, bu yolla, müslümanı müslümana mirasçı kılmak gerçekleşiyor. Bu sebebple kafir varisleri onun mirasın­dan alamaz. Çünkü müslümana varis olmak müslüma­na hâstır. Kafir müslümana varis olamaz. Bu bizim de-lilinıizdir. Müslüman olma sebebiyle iki hüküm meyda­na geliyor: Birincisi, kafir varislerini mirastan mahrum bırakması. İkincisi müslümanken varislerini mirasçı kılmasıdır. Sonra, dinden çıkınca, bu iki hüküm baki­dir. Birincisi, terkten önce müslümanlığı gözönüne alına­rak, kafir akrabası mirasını alamaz. Yine müslüman na­zarıyla bakılarak müslüman akrabası mirasını alır: Mür­ted irtidat cinayetinden dolayı hiçbir kimseye varis ola­maz. Aynen katil gibidir. Katil de cinayetinden dolayı (aralarında akrabalık olduğu takdirde) maktule varis olamaz. Katil,  maktulden  önce ölürse,  maktul,     katile varis olabilir. Mürtedin malını, hazineye devretmeye hiçbir sebep yok. Bu mal, İslâm ülkesinde muhafaza edi­lir. Bu muhafaza işi, islâmı terkiyle ortadan kalkmaz. O kadar ki, hayatta iken ganimet olarak bile alınamaz, is­lâm ülkesinde muhafaza edilen mal ganimet sayılamaz. Böylece, bu maldaki varislerin hakkının varlığı açığa çıkmış olur. Sağlığında, malının, ganimet olarak alınma­sı, malda hakkı olduğu için değil - Zira hakkı kalmamış­tır- bilakis, varislerin hakkı olduğu içindir. Ölümden sonra da böyledir.

Müslümanlara dağıtılmak üzere, kayıp bir mal ka­bul edildiği için hazineye konur derlerse, biz de deriz ki: Müslümanlar müslüman oldukları için buna hak kaza­nıyorlar. Varisleri, müslüman olmakta, diğer müslüman-larla müsavidirler. Akrabalıkla da onlara tercih edilir­ler. Verasete iki sebeple istihkak kesbedenler malda hak iddia etmekte, bir sebeple istihkak kesbedenlere tercih edi­lirler. Verasetin varislere intikali en doğru olanıdır.

Murtedken kazandığı, îmanı Ebu Hanifeye göre fey'-dir. Hazineye konur. îmam Ebu Yusufla İmanı Muham-mede göre, o da mirastır. Müslüman varislerine kalır Çünkü, müslümanken kazandığı, tekrar İslama girer ümidiyle kendisine teslim edilmek üzere, muhafaza edi­lir. Ölümden sonra, müslümanken kazandığı mallar gi­bi, malına varisleri sahib olur. [847] Müslümanken kazan­dığı mallar, ile murtedken kazandığı malları aynı hüküm­de birleştirmemiz bir mani teşkil etmez. Çünkü, mürted Ölüme mahkumdur. Aynen ölmek üzere olan bir hasta gi­bidir.  Hastanın,   ölüm hastalığında  kazandığı  mallarıyla sıhhatli iken kazandığı malları arasında nasıl miras olma bakımından bir fark yoksa, mürtedin, müslüman­ken kazandığı ile murtedken kazandığı mallar arasında-da miras olma bakımından bir fark yoktur.

imam Ebu Hanife der ki: Mürteddin mülkü varislerine kalır. İrtidat, mülkiyetin devamına manidir. Haliyle, mülkiyeti yeniden kazanmaya da manidir. Müslümanken kazandığının mülkiyeti kendisine aittir. Mürteddin ma­lıyla alâkası kesilince, malı varislerine geçer. Mürteddken kazandığı ise, kazandığı sırada mülkiyetine mani bulun­duğu için, kendisinin mülkü olamaz, İslama girdiği tak­dirde, ancak mülkiyetine hak kazanır. Varis, böyle mala sahip olamaz. Bu, ölümünden sonra buluntu mal muame­lesi görür. Hazineye geçer. İrtidada geçiş sırasında kaza­nılanı, müslümanken kazandığına ilâve ederek miras ola­rak intikal ettirmek mümkündür. Zira, İslâm, müslüma-mn miras almasına sebeptir. İrtidada geçiş sırasında da müslümanlığa bitişiktir. Mürteddken kazandığını miras olarak intikal ettirmek mümkün değildir. Çünkü bu türlü kazançta mülkiyetin mahalli sayılan müslümanbğı yok­tur. Eğer, miras intikalini kabul edersek, kazancı sıra­sında kafir olduğu için hüküm eksik sayılır Müslüman, kafire varis olamaz. Bu durumda, malları, müslüman ol­masıyla kendisine teslim edilmek üzere bekletilir. Bu hal­de, ölmesi veya öldürülmesiyle, dokunulmazlığı olmayan düşman malı gibi, müslümanlara ait olmak üzere hazine­ye bırakılır.

Yukarıdakilerden  anlaşılan şu:   Umumi  olarak  Ha-nefiler [848] derler ki: Mürteddin müslümanken kazandıği mal, mürteddken öldüğü veya öldürüldüğü takdirde, müslüman varislerine aittir. İmam Ebu Hanife ve bir ri­vayetinde imam Muhammed tek kaldılar, Onlara göre, mürteddin mürteddken kazandığı malları tevbe etmeden ölür veya öldürülürse, fey' sayılır.

3- Imamİyyenin görüşü:

İmamiyye der ki: Mürteddin malları, öldürülür veya mürteddken Ölürse varislerine kalır [849] Müslümanken kazandığı ile mürteddken kazandığı [850] arasında fark yoktur. İntişar [851] m müellifi, muhaliflerin görüşünü çü­rüterek tenkit ediyor. Biz sadece Hanefileri tenkidini nak­letmekle yetineceğiz.

Kummi [852], bu mezhebin delillerini ileri sürmüştür. Biz bir kısmını nakletmekle yetineceğiz [853] Der ki: «İki ayrı din mensubu birbirine varis olamaz. Müslüman ka­fire varis olamaz. Kafir de müsîümana varis olamaz. Te­mel prensip, müşriklerin malı, müslümanlar için fey'dir. Müslümanlar bu malları elde etmeye, müşriklerden daha layıktırlar. Allah, kafirlere, küfürleri sebebiyle bir ceza olarak mirası haram kılmıştır. Katile maktul varisi ise katlinin cezası olarak mirası    haram kıldığı gibi.  Ama müslüman hangi suç ve cezadan dolayı mirastan mah­rum edilir? İslâm nasıl müsîümana kötülük yapar? Yapa­maz çünkü:

1- Peygamber  (S.A.V.):  «îslâm artar, eksilmez.*buyurmuştur.

2- Yine Peygamber:   (S.A.V.)     «Islâmda  ne  za­rara uğramak    ne de zarar vermek var»    buyurmuştur, islâm, müslümanın iyiliğini arttırır.     Kötülüğünü artır­maz.

3- Yine Peygamber    (S.A.V.)   «İslâm    yüksektir. Onun üstüne çıkılmaz. Kafirler, ölü mesabesindedir. Ne mirasa engel teşkil edebilirler. Ne de varis    olabilirler.» buyurmuştur.

4- Eb-ül-esved-id-Düeli'den rivayet edildiğine gö­re Muaz b. Cebel Yemen Valisi idi, Onun etrafma toplan­dılar ve dediler ki: Bir Yahudi öldü. Hayatta Müslüman bir kardeşi var. Muazda dedi ki: Allanın Resulünün şöyle buyurduğunu işittim «İslâm artar eksilmez». Müslümam ölen yahudi kardeşinin mirasına varis kıldı.

5- Muhammed bin     Sinan,     Abdurrahman     bin Uayn'dan, o da Ebu Ca'fer'den rivayet etmiştir. Müslü­man bir çocuğu olan bir hıristiyan Ölür, der ki: Allah İs­lâm ile ancak bizim şerefimizi yükseltmiştir. Biz onlara varis oluruz. Onlar bize olamazlar.

6- Zûra, Sumaa'dan o da Ebu Abdullah'dan riva­yet etmiştir. Der. ki: Müslümanın müşrikten miras alıp alamayacağını    sordum. Cevaben: Evet.    Fakat müşrik müslümandan miras alamaz dedi.

7- Hasan bin Ali-il-Hazzaz,    Ahmed bin Âid'den. o Ebu Hatice'den, o da Ebu Abdullah'dan rivayet etmiş­tir. Der ki: «Kâfir, müsîümana varis olamaz. Müslüman, kafirden miras   alabilir.   Ancak,  müslüman     kafire  bir hususta vasiyet edebilir.

8- îbn-i Ebi Umeyr, ibrahim bin Abdülhamit'den rivayet etmiştir. Der ki: Ebu Abdullah'a dedim ki: Bir hıristiyan müslüman oldu. Sonra tekrar Hıristiyanlığa geçti ve öldü. «Mirası, hıristiyan çocuklarına aittir» de­di. Bir müslüman hıristiyan oldu sonra öldü dedim» Mi­rası, müslüman çocuklarına aittir.» dedi.

Gördüm ki, Tusî, «Istibsar» adlı kitabında bu mesele hakkında Âl-i-beyt ve diğerlerinden deliller ileri sürüyor. Eğer, mezhebe uyamyan bir delil bulursa, onu tekiyyeden sayıyor [854] Bundan bir şey anlamadım. Ona gereken tekiyyedendir diye iddia edeceğine, meseleyi tartışarak neticeye varmasiydi. Böyle hareket etmeyince, mesele tekiyyeden olupla olmamak arasında kaynayıp gidiyor. Hem de tekiyyeyi bu şekilde anlamak, kötü bir kapı aç­mak olur. Bir delili beğenmeyen fakih bu tekiyyedendir der ve münakaşasını yapmaz. Bu hakikaten çok tehlikeli­dir.

4- Zeydiyenin Görüşü:

Zeydiye de İmamiyyenin görüşündedir. Mürted, öl-dülülür veya mürtedken Ölürse, malı, varislerine [855] in­tikal eder. Müslümanken veya mürtedken [856] kazandığı arasında fark yoktur. «Müslüman kafire varis olamaz» hadisi, nıürtedde değil, kafir düşmana delalet eder, derler.

5- Muhtar olan görüş:

Mürtedin malları üzerinde,  diğer  yönleriyle  delüleri araştıran görür ki: Hanefilerden imam Ebu Yusuf ve imam Muhammed, İmamiye ve Zeydiyenin görüşü, mür­tedin mallarının müslüman varislerine geçmesidir. Mev­cut nasslar ve İmam Serahsi'nin dediği gibi veraset için iki sebebin, islâm ve akrabalık sebeplerinin bir araya gelmesi sebebiyle kabul edilen görüş budur. Mürtedin malları ha-zmeye devredildiği takdirde, bütün müslümanlar miras­çı edilmiş olur. Onlar arasmda akrabaları da vardır. Mürted mürtedken cinayet işlemiş olsa, kısas sebebiyle cinayeti kendisine raci olmuş olur. Kâadi onu başkaları­nın mirasını almaktan meneder. Müslümanı mürtedd olan akrabasının mirasmı almaktan menetmekte, onun için apaçık bir zarar vardır. Allah'ın Resulü «Ne zarar gör­mek ne de zarara uğratmak var» buyurur. Müslüman hiç bir suç işlemediği halde cezaya çarpılıyor. Niçin onu mi-rasdan menediyor? Malın, islâm devletinin hazinesine devri görüşünde olanlar derler ki:, [857] «Kazım helal bu­lunması malının verasetini gerektirmez..» Akla uygun olanı, malı, varislerden hak kazanana vermektir. «Müs­lüman, bir kafire varis olamaz» nassı mürtede değil, as­len kafire delalet eder. Çünkü, mürtedle kafirin görece­ği muamele arasında fark vardır.

Mürtedin mürtedken kazandığı ile, müslümanken ka­zandığı arasmda fark olmadığını görüyoruz. Çünkü, mürtedken, tasarruflarında ehliyet sahibidir. Dolayısıy­la tasarrufları meşru olur. Tasarrufları meşru olunca, ondan doğan neticeler de meşru olur. Bu hususta, kendi­sine kısas veya reem cezası gerekenden farkı yoktur Ço­ğunluk mürteddin tasarruflarının bir kısmını meşru kı­lınca, diğer hususlarda niçin duraklıyoruz? Mürtedd aynı mürtedd değilimdir.? derler.

Bu sebeple, îmanı Ebu Yusuf'un îmam Muham-med'in îmamiyye ve Zeydiyenin, müslümanken kazan­dığı ile mürtedken kazandığını ayırmamalarının yerinde olduğunu görüyoruz, imam Ebu Hanife'den başkası da, ayırım yapmamıştır. Onun da nakli delili yoktur. Bu du­rumda bîr diğer mesele kalıyor. O da, bir müslüman is-lâmi terkeder sonra düşman ülkesine sığınırsa malları­nın durumu ne olur?

b- Mürted düşman ülkesine sığındığı takdirdeki durum:

Mürted düşman ülkesine iltica ettiği takdirde çe­şitli ihtimaller göz önüne getirilebilir. Mallarını berabe­rinde götürebilir. İslâm ülkesinde bırakabilir. Bir kıs­mını götürür bir kısmını bırakır. Ya orada devamlı ka­lır, hiç dönmez, Veya müslüman olarak, ülkesine döne­bilir.

Düşman  ülkesine  iltica  ettiği   takdirde  Hanbeliler-den îbn-i Kudame [858] ye göre oradaki durumu, îslâm ülkesindeki  durumu  gibidir.   Der  ki:   «Mürted, düşman ülkesine iltica ettiği takdirde, mallarının durumu, İslâm ülkesinde bulunan bir mürtedin  mallarının  durumu gi­bidir.  Ancak,  beraberinde   olan  mallarım,   onun elinden almaya gücü yeten  alabilir. Aynen öldürülmesi gibidir: Fakat islâm ülkesinde bulunan menkul veya gayr-ı men­kul mallarına dokunulmaz. Devlet reisi onu uygun gör­düğü şekilde harcayabilir.. Bize göre, o hayatta ise, asıl düşman gibi,  malı varislere taksim  edilmez.  Öldürülme asıl düşmanı delil ittihaz ederek, malının da    varislere intikalini icabettirmez. Ancak, beraberinde olan malı müs-lümanlara helâl kılınır. Çünkü dokunulmazlığı kalkmıştır. Kendi ülkesinde yaşayan bir düşmanın malına benzemiştir. İslâm ülkesinde bulunan malının dokunulmazlığı mev­cuttur. Bu durum aynen, sermayesiyle îslâm ülkesinde or­taklık yapan veya malını emanete teslim eden bir düş­manın malının durumu gibidir.

Hanbelilerden îbn-in-Neccar [859] ile Makdisi [860] de derler ki: Mürted, düşman ülkesine sığındığı takdirde, kendisi düşman, beraberinde olan malı da düşman malı gibidir. îslâm ülkesinde bıraktığı malı ise ölümünden iti­baren fey' sayılır.

Hasan-i Nahvî [861] îbn-i Miftah [862] Zeydiyyeden İmam Ahmet [863] şöyle naklederler. Mürtedd, düşman ül­kesine sığındığı takdirde, malından borçları Ödenir. Ken­disinden çocuğu olan cariyesi âzâd edilir. Eğer karısının iddeti dolduktan sonra veya zifaftan önce düşman ülkesi­ne sığınmışsa karısı mirasını alamaz.

Hanefilerin görüşü:

Hanefîler, mürtedin düşman ülkesine ilticasını kâa-di kararıyla hükmen ölüm sayarlar. Ölümü üzerine yapı­lan bütün işlemleri bu durumda da yaparlar. Hanefilerden îmamı Serahsi [864] der ki: «Mürtedd, düşman ülkesine il­tica ederse, hükmen ölümüne karar verilir. Devlet reisi, mirasını, varisleri arasında taksim eder. Düşman ülkesi­ne ilticası, ölümü demektir. îmam Şafiiye göre, ilticasından önce olduğu gibi sonra da, malına el konarak bekle­tilir. Çünkü onun düşman ülkesine gidişi bir çeşit gaiplik­tir. Aynen, mürteddin İslâm ülkesinde bulunması gibi, malının durumu düşman ülkesine gidişiyle değişmez. Fa­kat biz diyoruz ki: O hem gerçekte hem de hükmen düş­man olmuştur. Düşman ülkesine ilticası ile müslümanlara karşı çıktığı için kendi kendini mahvetmiş demektir. Düş­manın kendi ülkesinde, (dar-ı harpte) İslâm hukukuna göre ölüden farkı yoktur. Allah teâlâ? «O ölü değil miydi? Biz ona, hayat verdik» [865] buyuruyor. Biz bunu, nikâh bahsinde, iki ülkenin farkını açıklarken yazdık. Çünkü, mürted gerçekten ve hükmen devlet reisinin elinden çık­mış oluyor. Eğer elinde olsaydı, Öldürtür, ölümü de haki­ki olurdu. Devlet reisi, elinden çıkması sebebiyle bunu ya-pamiyacağma göre, hükmen ölümüne karar verir. Malını varisleri   arasında taksim eder.

Eğer devlet reisi mürteddin gaipliği sırasında herhan­gi bir sebebe binaen hiçbir şey yapmaz, mürted de'tev-be ederek dönerse, malları kendisinindir. İmam Ahmet [866] îmam Serahsi [867], Kaşanî [868], Semerkandi [869], Hanefi -lerden böyle naklederler.

c-  Malı taksim edildikten sonra, mürted düşman ülkesinden müslüman olarak dönerse, durum ne olur.?

Devlet reisi mürteddin hükmen ölümüne karar ver­miş, mirasını taksim etmiş, sonra da, mürted düşman ül­kesinden, tevbe edip müslüman olarak çıkagelmiş. Durum nedir? îmam Muhammed [870] der ki: «Dedim ki? Düşman ülkesine iltica eden şu mürtedd tekrar islâm memleketine dönmüş. Borçları ödenmiş, mirası da varisleri arasında taksim edilmiş olsa, eski mallarına tekrar sahip olabilir mi, ne dersiniz.? Dedi ki: «Hayır, hiç bir §ey ala­maz. Ancak miras olarak dağıtılanı alabilir. Onun da, va­rislerin elinde harcanmıyanlarım alır.»

Kaşâni, [871] İmam Serahsi [872], Semerkandî [873], de böyle derler. Zeydiyye [874] de der ki: Mürtedd müslüman olarak dönerse harcanmıyan ve helak olmayan malları iade edilir. Eğer varisleri harcamışlarsa, ödemeleri ge­rekmez. Çünkü onu şeriatın izniyle kullanılmışlardır. Ibâ-ziyeden Etfeyş [875] de böyle der.

d- Taksim edilmeden önce ve taksim edildikten sonra, mürted müslüman olduğu takdirde, başkasının mi­rasını alabilir mi?

Mürteddin, islâmı terki sebebiyle, alakası kesildiği için, müslümanlardan ve kafirlerden hiçbir kimseye va­ris olamıyacağında   [876],  ulema arasında hilaf     yoktur.

Çünkü mürted, girdiği dinde de bırakılmaz. Kendisi gibi bir mürtede de varis olamaz. Çünkü her biri irtidat et­mekle cinayet işlemişlerdir. Dinleri de yoktur. Mürted, murisin ölümünden sonra, mirasın da taksiminden Önce müslüman olursa, miras alabilir mi? Bir grup alır, di­ğerleri de alamaz derler.

1- Mürted, mirasın taksiminden önce müslüman-olursa, mirastan payını alır:

îbn-i Kudame [877] bu husustaki ihtilafı nakleder ve der ki: «Müslüman murisinin, mirasının taksiminden önce îslâma giren hakkında ihtilaf vardır. Esrem ve Muham-med bin Hakem miras alabileceğini naklederler. Ömer, Osman, Hasan bin Ali ve İbn-i Mes'uddan (r.a) da buna benzer bir rivayet var. Cabir bin Zeyd, Hasan, Mekhul, Katade, Humeyd, İyas bin Müaviye ve îshak da buna hük­mederler. Buna göre malın bir kısmmın taksiminden son­ra İslama giren, henüz taksim edilmeyen maldan payını alır. İmam Hasan da böyle der. Ebu Talip, murisin ölü­münden sonra, îslâma girenin miras alamıyacağmı nak­leder. Miras, mirasa ehil olana verilir. Bu meşhur söz Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Said bin-il-Müseyyep, Ata Tavus, Zûhri, Süleyman bin Yesar, Nehâî, Hakem, Eb-tız Zinat, Ebu Hanife Malik, Şafii ve âmmetül fukaha bu ğÖ-rüşe sahiptirler. Bunların delili, Peygamber (S.A.V.) in «Kafir müslümana varis olamaz.» hadisidir. Bu sebeple mallar, ölümle nıüslümanlara intikal eder. Onların pay­laştığı gibi, tekrar îslâma giren, onlara ortak olamaz, miras alamaz. Aynen, azadedilen bir köle ve küfürde de­vam eden bir kimse gibidir.

«Kim bir şey üzerine müslüman olursa o onundur» hadisi bize delil teşkil eder. Said iki yolla onu rivayet et­miştir. Urveden ve İbn-i Ebi Müleykeden, onlar, da, pey­gamber (S.A.V.) den. Ebu davut îbn-i Abbas dan rivayet etmiştir. îbn-i Abbas Allah'ın Rasulünün şöyle buyurdu­ğunu söyler: «Cahiliyet devrinde, o devrin adetlerine gö­re yapılan taksim muteberdir. İslâm devrinde de, îsla-mm emirlerine göre yapılan taksim muteberdir.» İbn-i Abdülberr, Temhidde, Zeyd bin Katedet-ül-Anberîden şöyle rivayet eder: Ailesinden birisi gayr-i müslim ola­rak öldü. Ben değil, onun dininde olan kızkardeşinı ona varis oldu. Sonra dedem müslüman oldu. Peygamber (S.A.V.) ile Huneynde bulundu. Bir sene sonra öldü. Mi­ras da bırakmıştı. Sonra kız kardeşim de müslüman ol­du. Hakkımda mirasla ilgili, Hz. Osman dava açtı. Ab­dullah bin Erkanı, Hz. Osmana, Hz. Ömerin «Mirasın tak­siminden önce, miras almak için İslama giren payını alır» diye hükmettiğini söyledi. Hz. Osman da davayı aynı hük­me bağladı. Kız kardeşim davayı kazandı. M\rasda bana ortak oldu. Bu hüküm yayıldı. Kimse tenkit etmedi. Böy­lece icma hasıl oldu. Bir kimse hayatta iken bir ağ kursa ve ölse, ağa da yeni avlar düşse ölenin mülkü sayıln?. Bir kimse, birinin kazdığı kuyuya düşse kazan da ölmüş ol­sa, kuyuya düşenin tazminatı onun bıraktığı malından ödenir. İslâmı terkten sonra, tekrar îslâma girenin, yeni­den varis olma hakkını elde etmesi, îslâma teşvik gaye­sini güttüğü için caizdir. Fakat, miras taksim edilmiş, her varis hakkını almış, sonra da mürted müslüman ol­muşsa hiç birşey alamaz. Eğer varis tekse ve bırakılan mirasını da tamamen harcamışsa, bu malın taksimi de­mektir.

Hanbelilerden Merdavi [878], Makdisi [879] de böyle derler, îbn-i Teymiyye [880] iki rivayet nakleder: Varis, alabilir ve alamaz. Bu ikisi arasında tercih yapmaz. İbn-i Kudamede, Muknî [881] adlı eserinde aynen bu iki rivayeti nakletmiştir.

İmamiyye [882] de, taksimden önce müslüman olursa ortak olur. Taksimden sonra olursa hiç bir şey alamı-yacağıni açıklamıştır.

II- Mirasın taksiminden önce, müslüman da olsa miras alamaz.                                                                ;

Hanefiler, murisin vefatmdan sonra mürted İslama girse ve miras da taksim edilmemiş olsa yine mirasa hak kazanamamış, derler. Hanefilerden Cessass [883] der ki: «Selef, Mirasın taksiminden önce İslama giren hakkında ayrı ayrı görüşlerde bulunmuştur. Ali bin Ebi Talip (r.a) der ki: Ölen bir müslümanm, mirası taksim edilmeden Önce, kafir oğlu İslama girse veya kölesi azâd edilmiş ol­sa, mirasından bir gey alamazlar. Ata, Said bm-il-Miisey-yep, Süleyman bin Yesar, Zühri, Ebi-z-Zanad, Ebu Hani-fe, Ebu Yusuf, Muhammed, Malik, Evzâî ve Şafii bu gö­rüştedirler.

Ömer bin-il-Hattab ve Osman bin Affandan (r.a.) rivayet edilir. Derler ki: Miras taksim edilmeden önce, mirasdan pay almak için müslüman olan, mirasa iştirak eder. Bu İmam Hasan ve Ebu-Ş-Şifanm görüşüdür. Bu durumu, cahiliyet devrinde taksimi yapıhnayan bir ve­raset işinin, İslâm geldikten sonra, onun emirlerine göre taksimine benzetirler. Ölüm anında, bu, muteber sayıl­maz. Öncekilere göre durum böyle değildir. Çünkü, mi­rasın hükmü, Şeriatta belli esaslara göre tesbit edilmiş­tir. Allah Teâlâ: «Siz, hanımlarınızın bıraktığının yansı­nı alırsınız.» [884] ve «Bir kimse ölür, çocuğu olmaz, bir laz kardeşi olursa, kız kardeş, onun bıraktığının yansım alır.» Kız kardeş, ölümle mirasa hak kazanıyor, ölümün meydana gelmesiyle, taksim şart koşulmaksızın, kız kar­deş ve koca için, mirasın yarısını alacaklarına hüküm ve­riyor. Ancak mevcut malda taksim gerekir. Mirasa hak kazanmada, taksimin bir rolü yoktur. Çünkü taksim, mülk olursa yapılır. Durum böyle olunca, oğlunun müslü­man olmasıyla, kız kardeşinin hakkının kaybolmaması gerekir. Aynen taksimden sonra kızkardeşinin payının kaybolmadığı gibi. Cahiliyet devrinde miras taksimi Şeri­at hükümlerine göre yapılmamıştır. İslâm gelince, şeriat esaslarma göre yapılmıştır. Şeriat gelmeden Önce, mi­ras taksiminde tutulan yol, kararlaştırılmış ve tesbit edilmiş değildi. Cahiliyet devrinde yapılan taksimler ol­duğu gibi kabul edilmiştir. Ancak taksim edilmeyen mi­raslar, şeriat hükmüne göre taksim edilmiştir. Faiz gibi. Alınan, faiz olduğu gibi bırakılmış, faizi haram kılan nas-sm gelmesinden sonra, almmayan faizler şeriat hüküm­lerine göre lağvedilmiştir. îslâmm miras taksimi tesbit edilmiş, hükmü de karara bağlanmıştır. Nesh edilmesi de caiz değildir. O halde, nıirasda taksime ve taksim edil­memesine itibar edilmez. Nasıl ki, faizin, haram kılın­masından, hükmünün karara bağlanmasından sonra, islâm devrinde alınmıyanm hükümlerinde, batıl olma ba­kımından bir farklılık göze çarpmadığı gibi. Biz de, bir mirasa konup da, taksiminden önce ölen bir kimsenin miras payının varislerine intikal edeceğinde, müslüman-lar arasında görüş ayrılığına raslamıyoruz. Islâmı terke-den bir kimsenin durumu da böyledir. Hakettiği mirastan mahrum edilmez. Çünkü o, ölüm anmda mürted mesa­besinde değildir. Ölümden sonra, taksimden önce îslâ-ma giren veya azadedilenin mirasda hakkı yoktur. Muhtar olan görüş:

Şeyh Keşkî, Cumhurun görüşüne tâbi olmuştur. O da, murisin vefatından sonra, Islama girenin, miras tak­sim edilmemiş de olsa, mirasa hak kazanamamasıdır. Der ki [885]: «Kabul edilen Cumhurun görüşüdür. O da, varis, murisin vefatından sonra Islama girse, miras taksim edilmemiş de olsa, miras alamaz. Bütün ulema indinde, mirasın şartı terekenin taksimi sırasında değil, ölüm anın­da mirasa engel teşkil eden bir mani bulunmamasıdır. Yok­sa, mirasın erken ve geç taksiminde ihtilafa düşülür. Bu da, müslüman oldum iddiası ile mirasdan hisse alabil­mek için varisler arasında huzursuzluğa ve hileye sebe­biyet verir.»

e- Varisler, murislerinin müslüman veya mürted olduğunu iddia ederlerse durum ne olur.?

Mürtedin, varisleri, onun, vefatından önce tekrar Islama girdiğini iddia ederlerse mallan kime kalır.? Va­rislerinin hepsi veya biri murisin mürted olarak öldüğü­nü iddia ederse mallar kime kalır.?îmanı Şafii derki: [886] «Mürtedin müslümanken varisleri, murisin ölmeden Önce Islama girdiğini söyleseler, onlardan delil istenir.

Delili getirdikleri takdirde miras payları kendilerine ve­rilir. Eğer delil getiremezlerse, tevbe ettiği katileşinceye kadar, mürted sayılır. Eğer şahit onun varislerinden olur­sa kabul edilmez. Bir kimse vasiyet etse, öldüğü zaman falana ve filana şu kadar verin dese, sonra ölse, kendi­lerine vasiyet edilen kimseler onun tekrar İslama girdi­ğine şehadet etseler, kabul edilmez. Çünkü, İslâmı terkle batıl olan vasiyeti sahih göstermeye çaşılaşarak kendile­rine yontarlar. Bir mürted, tevbe etse ve ölse; islâmı terk etti ve mürted olarak öldü dense, tevbeden sonra Islamı terkine dair şahit getirilmedikçe tevbesi kabul edilir. Çünkü, herhangi bir şeyle tanınan kimse, aksini isbat eden bir delil getirilmedikçe o şey üzerinedir. Kâdi her iki halde de (tevbe ve islâmı terk hali) bir kimse ölünce malını taksim etse, tevbe ettiği bilinse, sonra tevbe et­tiğine dair şahit getirilse, kâdi o malları verdiği yerler­den olduğu gibi geri alır, varislerine iade eder. Kâdî tev­be ederek ölen bir mürtedin malını taksim etse, tevbeden sonra îslâmı terkine ve mürted olarak öldüğüne şahit ge­tirilse, kââdî malları veresesinden olduğu gibi geri alır. Vasiyetlerini yerine getirmez. Verdiklerini geri alır. Böy­lece mallar hazineye ve müslümanlara intikal eder»

Hanefilerden imanı Serahsi [887] ve imam Muham-med [888] genişçe açıklamıyarak imam Şafüye yakın gö­rüştedirler. İmam Serahsi der ki: «Mürtedin varisleri, onun nıürtedken kazandığını isteseler ve ölmeden önce îslâma girdiğini söyleseler, bu hususta, onlardan delil is­tenir, îmam Ebu Hanifeye göre de böyledir. Çünkü İmam Ebu Hanife müslümanken kazandığı ile, mürtedken ka­zandığı arasında fark gözetir. Yani, varisin,     mirastan mahrumiyet sebebi açıktır. O da, murisin malını kazan­dığı anda mürted olmasıdır. Onlar, murisin ölümünden önce Islama girerek müslüman olması gibi, arızî bir se­bebin bunu giderdiğini iddia etseler, delille isbat etme­leri gerekir.»

Şafiilerden, Kalyubi [889] bu meseleyi bir başka şe­kilde canlandırır ve der ki: «Bir kimse iki müslüman ço­cuğunu bırakıp müslüman tanınarak ölse, iki çocuğun­dan birisi; (İslâmı terketti sonra kafir olarak öldü) de­se, puta secde gibi küfür sebebini de açıklasa babasının mirasından alamaz. Sebebini açıklamasa da gene alamaz. Babasının kafir olduğunu kabul ettiği için hissesi gani­mettir. İkinci çocuk kendine düşen hissesini alır. Çünkü o, babasının kâfir olduğuna inanmıyor. Veciz'de olduğu gibi. Asl-ur-Rav'da da bir üçüncü görüş daha var. Bu görüş daha geniştir. Eğer çocuk, babasının küfrünü söy­lerse malı ganimet sayılır, kafir olmadığını söylerse mal kendisine verilir. Muharrer'de ilk ikisiyle yetinilmiş Şer-hü-Sağır'de ise son ikisi zikredilmiştir. Üçüncü görüş ter­cih edilmiştir.» [890]

 

Mürted Kadının Malları

 

Söz mürted kadma gelince, Hanefiler, onun hapse-dileceğine, öldürülmeyeceğine hükmederler. Bu sebeple, bunu mürted erkeğin mallarından bahsederken değil de, müstakil bir konuda yazdılar. Hanefilerin dışındaki fa-kihler mürted kadının da, mürted erkek gibi öldürülece­ği görüşünde olanlar, veraset intikalinde her ikisini de eğit saydılar.

Hanefiler kendisinden veraset    intikalinde mürtedd kadını ayırırlar. îmam Muhammed der ki [891].

-  Mürted kadının mallan ne yapılır.?

-  Kendisine aittir.

-  Hapiste öldüğü veya düşman ülkesine iltica etti­ği takdirde, malları ne yapılır.?

-  Allah'ın emrine göre varisleri arasında    taksim edilir.

-  Mürtedken kazandığının hepsi böyle midir?

-  Evet.

-  Kocasına mirası düşer mi?

-  Hayır

-  Niçin?

-  Çünkü kadın, tslâmı terkinden itibaren kocasın­dan ayrılmıştır.

-  Kocanın suçu ne ki, İslâmı terkedince    karısını ona mirasçı    yapıyorsun da,  onu niye karısına mirasçı yapmıyorsun?

-  Görmüyor musun, bir adam hasta iken, karısını üç  talakla  boşasa,   karısı  iddetini   doldurmadan kocası vefat etse, karısı ona varis olur. Eğer kadın Ölse, koca ona varis olamaz. Bana göre de mürtedd, hastalığında, karısını üç talakla boşayan bir kimse durumundadır.

-  Kadın hasta iken islâmı terk etse ve iddet için­de de ölse, kocası mirasını alabilir mi?

-  Iddet içinde öldüğü takdirde evet.

-  Kadının, hasta iken islâmı terki ile, sıhhatli iken Islâmi terki arasındaki fark nerden ileri geliyor.?

-  Kadın, hasta iken islâmı terk ettiği takdirde, ba­na göre, eşini mirasından mahrum etmek isteyen birisi durumundadır. Ama ölmeden Önce iddetini doldurursa, karısından miras alamaz...»

Kaşanî [892], Mürtedd kadının, mahnın mülkiyetinin elinden çıkmıyacağmı nakleder ve der ki: «Mürtedd ka­dının malının mülkiyeti, katiyyen elinden çıkmaz. Malın­da yaptığı tasarruf icma ile caizdir. Çünkü, öldürülmez. Hem de, İslâmı terki, malının mülkiyetinin elinden çık­masına sebep teşkil etmez.»

Mergînani [893] mürtedd kadının, malından bahseder ve der ki: «Mürtedd kadının mirası, varislerinindir. Çün­kü kadın, düşman sayılmaz. Dolayısıyla, malının fey sa­yılması için, hiç bir sebep yoktur. İmam Ebu Hanifeye göre, mürtedd erkek böyle değildir. Müslüman kocanın karısı, hasta iken İslâmı terkederse, -Kocasını mirasdan mahrum etme gayesini güttüğü için- ona varis olur. Eğer sıhhatli iken kadın İslâmı terkederse, kocası mirasını ala­maz. Çünkü öldürülmez. Mürtedd erkeğin aksine, mül­kiyetinin elinden çıkması, îslâmı terkine bağlı değildir.

Letaif-uI-İşarat'm    müellifi de  [894]   böyle der. Şeyh Ahmet İbrahim [895] der ki: «...... Mürtedd kadının, ister müslümanken, ister islâmı terk halinde kazandığı bütün malları varislerine intikal eder. Bu hususta İmam Ebu Hanife ve eshabı arasında görüş ayrılığı yoktur. İddet içinde, mürtedd koca öldüğü takdirde, müslüman karısı onun mirasını alır. Koca, karısına varis olamaz. Ancak, kadın hasta iken, kocasını mirastan mahrum etmek için islâmı terkederse, iddet dolmadan Ölür ve bu kasıtlı ha­reketine karineler bulunursa koca bu durumda, onun mirasını alır.» [896]

 

Mürteddin Vasiyeti

 

Mürteddin vasiyeti de, malında yaptığı diğer tasar­ruflardan farklı değildir. Şu kadar ki, vasiyet ölüme bağlı bir tasarruftur. Mürteddin tasarrufundaki ihtilaf, vasi­yetinde de göze çarpar. Çünkü, vasiyet mala tabidir. Bu hususta Ibn-i Kudame [897] der ki: «Mürtedin* mürteddken alış veriş.... vasiyet ve buna benzen tasarrufları bazı şart­lara bağlıdır. Tekrar Islama girerse tasarrufu şahindir. Mürteddken öldürülür veya ölürse tasarrufu batıldır. Bu, imam Ebu Hanifenin görüşüdür. Hanbelilerden Ebu Be-kire göre tasarrufu batıldır. Çünkü, malının mülkiyeti, îslâmı terkiyle elinden çıkmıştır. Bir diğer görüşü de, hacredilmeden önce yaptığı tasarruflar, üç görüşe daya­nır. Hacreden sonraki tasarruflar sefihin tasarrufu gibi sahih olmaz. Bize göre, malı elinde kaldığı müddetçe, o malda başkasının da hakkı vardır. Bu bakımdan, hasta­nın bağışı gibi mürteddin tasarrufu da durdurulur.»

Ibn-i Hazm [898] da başka türlü bir ayırım yapmış­tır. Der ki: «Müslümanken veya mürteddken, meşru' ve makul bütün vasiyetleri, öldürülmedikçe, el konmayan mallarından almarak yerine getirilir. Çünkü mal kendi­sinindir. Hükmü de geçerlidir. Öldürüldüğü veya öldüğü takdirde, mallarına el konmadan önce vasiyetleri yerine getirilir. Fakat ölümünden Önce mallarma el korsak hepsi müslümanlara aittir. Vasiyeti yerine getirilmez. Çünkü, ölümüyle vasiyet gerçekleştiği zaman, malı yoktur. Elin­de malı olmayan bir kimsenin vasiyeti yerine getirilmez.» imam Muhammed der ki: [899]

-  Bir mürtedd,  müslümanken vasiyet etmiş  olsa» onu yerine getirirmisin?

-  Hayır, yerine getirmem.

-  Vasiyetle tedbir arasındaki fark nereden ileri ge­liyor. ?

-  Vasiyetten dönebilir. Onun îslâmı terki, bana göre, vasiyetinden vaz  geçmesidir.   Malının mülkiyeti  elinden gidiyor. Tedbirde ise asla dönemez.»

Behram [900], mürtedd, tevbe de etmiş olsa, vasiyetin batıl olacağım nakleder Huraşi [901] de bu görüştedir. [902]

 

I- Amelin  Boşa  Gitmesi

 

«Sizden kimler dinlerini terkeder, kafir olarak ölürse, işte onların, dünyada ve ahirette amelleri mah­volur. Onlar cehennemlikdirler. Orada ebedi kalır­lar» [903] Bu ayetin tefsirinde müfessirler (Habt = Mah­volma, boşa gitme) in manasından bahsederler. İrtidat-tan önceki ibadetlere, tesiri olup olmadığının münaka­şasını ederler. Amellerin mahvolmasının, mürteddken öl­meye mi, yoksa mücerret irtidada mı bağlı olduğunu izaha çalışırlar.

Acaba, işlenen ameller sahihti de Islamı terk mi on­ları fesada uğrattı? Yoksa aslında fasitti de, İslamı terk mi bunu meydana çıkardı?

Müfessirler de, fakihler gibi, bunu anlayışta, grup­lara ayrıldılar. Önce müfessirlerin anlayışlarını görelim.

1- Ruh-ul-Meânî saMbi Alusi [904] der ki: «(Onla­rın amelleri boşa gitmiştir.) yani, müslümanken yaptık­ları güzel ameller, hiç yapılmamışcasına mahv olmuştur.

Asıl «Habt»: «Hubat» İsimli zarlı bir otu yiyen hay­vana arız olan hastalıktır. «Nihaye»de, Allah onun ame­lini habt etti yani batıl etti denilir. Halk arasında da «Onun işi boşa çıktı, işi mahvoldu, falan filanı mahvetti denir. Hayvan mahvoldu» demek: İyi bir otlakta yayıldı. Şişinceye kadar çok yedi. Ve öldü demektir.

Dünya ve ahirette tasavvur ettiklerine ulaşamıya-cakları için; dünyada îslâmın nimetlerinden faydalana-mıyacakları için ahirette de sevaba nail olamıyacakları için: «Dünyada ve ahirette amelleri mahvolur» buyu-rulmuştur. «Onlar cehennemliktirler ve ovada ebedi kalacaklardır» diğer kafirlerden farkları yoktur. İsla-mı terkten Önceki imanları onlara hiç bir şekilde fayda vermiyecektir.»

2- İmamiyyeden Tabersî [905] amellerin    mahvı hakkında der ki: «İşte onların amelleri dünya ve ahiret­te hoşa çıkmıştır) ayetinin manası, emredilenin    aksine yapıldığı için sanki hiç yapılmamış kabul edilmiştir. Çün­kü, amelin boşa çıkması ve batıl olması, kulun sevabı hak edeceği tarzın aksine yapılmasından    ibarettir.    Burada maksat, onlar, amelleri sebebiyle sevabı hak ettiler de sonra mahvoldu    demek değildir.     Çünkü nass   (âyet), amellerin bu tarzda yok olacağının caiz olmadığını belirt­miştir.

3- Cemdlûddin Kasımı [906] der ki: «....(İşte onla­rın amelleri mahvolmuştur) yani bütün faydalı çalışma­ları boşa gitmiştir. Mal ve can emniyetleri   kalktığı için «Dünyada», sevaba nail    olamıyacakları, iyi amelleriyle mükafaatlandırılmıyacakları için de «ahirette» kayıtları getirilmiştir. Bununla da yetinilmez. (Onlar cehennem-likdirler. Orada ebedi kalırlar.)

Hal böyle iken, nıürteddin müslümanken yaptığı amellerinin durumu nedir? Sahihti de, îslamı terk mi onu     fesada     uğratmıştır?     Yoksa     fasitti     de,     bu fesadı îslamı terk mi açığa çıkarmıştır.? Amellerinin mahvında, îslamı terk halinde ölüm şart mıdır, değilmidir?

Alûsînin görüşü, sonradan mahvolmuş merkezinde­dir. Yani, ameller önce sahih olarak meydana gelmiştir. Sonra îslamı terk, bu amelleri boşa çıkarmıştır. Tabersî ise, amellerin, kulun sevabı hak edeceği emredilen tarzın aksine meydana geldiği görüşündedir. Ona göre ameller kulun mükaf aat hak edeceği şekilde sahihti de, sonradan îslamı terk neticesinde mahvolmuş değildir. Ona göre bu caiz değildir.

4- Fahrüddİn-i Razi  [907] bu meselede    iki   görüş ileri sürer, der ki:  «....Amellerin mahvını ileri sürenler derler ki: (Kim İmandan kaçınırsa, ameli boşa   gider)

Ayetinin maksadı, küfrün cezası, kulun mü'minken ka­zandığı sevabı yok eder. Amellerin mahvolmasını kabul etmeyenler de derler ki: bu ayetin manası, kişinin, iman­dan kaçınmasından sonra işlediği ameli boşa gider, kay­bolur demektir. Çünkü, İmandan kaçınmadan sonra İşle­diği amellerin, imandan daha hayırlı olacağına inana­rak işler. O halde durum değişir. Bilakis ameli kaybol­muş ve batıl olmuş olur. Bu ameller, aslında batıldır. (Onun ameli mahvolur) âyetinin manası budur.

5- Nizamûddin Nişaburî'nin görüşü:  [908]. Ni§aburi; Razî'nin ileri sürdüğü iki görüşten oldukça uzak başka bir görüş ortaya atar. Ve der ki: «Amelin mahvolmasından maksat bizzat amelin yok olması değil­dir. Bunda da şüphe yoktur. Çünkü, amel bir şeydir. îşle-nilir ve yok olur. Ortadan kalkar. Yoku yok etmek mu­haldir. Amellerin mahvım ve küfrü kabul edenler, Islâmı  terk hadisesinin cezasının terkten Önceki imamn sevabını yok edeceğini söylerler.... Amellerinin mahvolacağını ka­bul etmeyenler, Kur'andaki mahvolan amellerden maksat mürteddin mürteddken işlemiş olduğu amellerdir. Zaten dini terk karşılığında sevab sağlayan hiç bir amel işleme­si mümkün değildir, Onun amelinin hiç bir faydası yok demektir. Üstelik büyük zararı vardır. Yahut bu âyetin asıl maksadı, önceki amellerin Şer'an nazarı itibare alın-mıyacağım açıklamasıdır, derler...» [909]

 

Amellerin Boşa Gitmesi Ve Ölümle Alâkası

 

Amellerin mahvında, mürtedd olarak ölmek şartmı-dır? Yoksa mücerret mürteddlik de amelleri mahveder mi? Sonra bu farklı görüşlerin faydası nedir?

1- {Âlûsî [910] der ki «îmam Şayfi% bir kimsenin, Mürteddken ölmedikçe, amellerinin mahvolmıyacağma bu ayeti delil olarak gösterdi [911] Eğer ameller mutlak ola­rak mahvolsaydı, (kafir olarak ölürse) kaydının hiç bir manası kalmazdı. Kaydın faydasını kabul etmekle, hiçbir amel kalmaksızın bütün amellerinin mahvının küfür üze­re ölüme bağlı olduğunu kabul etmektir. Mümin olarak ölse ne iman ne de o imanla işlenen amelleri mahvolur. Bu, mürteddken işlediği manasız amellernı, mücerret mürtecUikle boşa gideceği hükmüne aykırı değildir. Çün­kü ayetteki amellerden maksat, mürteddken işlenen amel­lerdir, îşlenmiyen amelin mahvolması manasızdır. Bu takdirde ayet açıktır. Amellerin mahvında    mürteddken ölüm şart kılınırsa, şart ortadan kalkınca meşrut da yok olur deniliyor. Buna itirazedilir. Şöyle ki, nahvî ve ta'lîkî şart bu manada değildir. Ancak, sebebiyet ve melzumiyet olabilir. Sebebin veya melzumun yok olması, müsebbep ve lâzımın yok olmasını gerektirmez. Çünkü sebepler bir­den fazla olabilir. Eğer, ayet bu manada şartsa, şart an­layışında ihtilaf tasavvur edilemez.

İmamımız Ebu Hanife [912] «Kim imandan kaçınırsa, amelî mahvolur.» [913] ayetiyle mücerret irtidadın, amel­lerin mahvını gerektireceği görüşündedir. îmam Şafiî'nin delili maksatta sarih değildir. Çünkü «Onlar cehennem­liktirler» cümlesi, şarta affedilirse ancak o zaman tamam olur. Eğer cevaba atfedilirse, amellerin mahvı, cehennem­de ebedi, kalış, mürteddken ölüme bağlıdır. Biz de bunu olduğu gibi kabul edemeyiz.

«İki delille amel ederek, İmam Ebu Hanife'nin mut-lakı, mukayyede katması gerekir» diye iddia eder ve İmam Ebu Hanife'ye İtiraz ederse şöyle cevap verilir: Mutlak mukayyede ilâve etmek, îmam Ebu Hanife'ye gö­re aynı hüküm ve hadisede, mutlakın ve mukayyedin bulunmasıyla şarttır. Fakat burada, sebepde, mutlakın da mukayyed gibi sebep olması caiz olduğu için, mutlak mukayyede ilâve edilemez.

Farklı görüşlerin faydası: Ayni vakit içinde, namaz kılan, sonra îslamı terkeden sonra tekrar müslüman olan­da gözükür. İmam Ebu Hanifeye göre namazın kazası lâ­zım gelir. îmam Şafiî bu görüşe muhaliftir. Hac da aynı vaziyettedir. Şafiiler, îslâmı terkten sonra tekrar İslama giren hakkında ihtilaf etmişlerdir. Acaba, sevabıyla beraber amelleri de kendisine döner mi? Yoksa dönmez mi? Bir kısmı, amelin sevaptan ayrı olarak döneceği görüşün­dedir. Ekseriyet de amellerinin sevapsız döneceği görü­şündedirler. Beraberlikle, ayrılık arasında fark yoktur. Mezhepde de itimat edilen görüş bu olsa gerek.»

2- KurtubVnin Görüşü:

tmam Kurtubî [914] der ki; «....tmam Şafii der ki: Is-lâmı terkeden, sonra tekrar îslâma dönen kimsenin amel­leri mahvolmadığı gibi, ihramından çıktığı haccı da boşa gitmez. Eğer mürteddken ölürse işte o zaman amelleri boşa gider. îmam Malik de, bizzat İslâmı    terkle amel­ler mahvolur, der. Bu farklı iki görüş    hacceden, sonra îslâmı terkeden, sonra tekrar îslâma    giren bir müslü-manda açığa çıkar. îmam Mâlik: Tekrar hac vazifesini ifası gerekir. Çünkü ilk haccı boşa gitmiştir, der. imam Şafiî de: İadesi gerekmez çünkü ameli bakidir der. Bizim alimlerimiz ise: «Eğer sen şirk koşsaydm mutlaka senin amelin boşa giderdi» [915] ayetini delil kabul ederler. Der­ler ki: bu hitap Peygamberedir ama asıl ümmeti kastedi­liyor. Çünkü peygamberin asla îslâmı terki mevzu baha olamaz. Şafiîler derler ki: Bilakis hitab asıl peygambere­dir, îşin ehemmiyetini ümmete   belirtmek için bu ifade kullanılmıştır. Derecesi en yüksek olan    peygamber de şirk koşsa, ameli boşa gider. Sizin ki ne olmaz ki? Ama o vazifesi icabı Allah'a şirk    koşmaz. Şu ayet de buna benzer: «Ey peygamber hanımları, sizden ldm bir kötülük işlerse, onun azabı iki misli olur.» [916] Azaplarının iki misli olması, mevkileri icabıdır. Ancak böyle bir şey yapmaları tasavvur edilemez. Onlar şerefli kocalarından do­layı korunur. Ebu Bekir (Îbn-Ül-Arabi)

Alimlerimiz burada Allah'ın ölümü şart kıldığım söylerler. Çünkü ceza olarak cehennemde ebedi kalış, Ölü­me bağlıdır. Kim kafir olarak ölürse, Allah, bu ayette be­lirttiği gibi, onu ebedi, cehennemde bırakır. Allah'a şirk koşanın ameli de, diğer ayette belirtildiği gibi, boşa gider Bu iki ayet iki ayrı hüküm ve iki faydalı mana ifade edi­yor. Peygambere yapılan hitab, iîmmetinedir. Ancak pey­gambere has olduğu belirtilen ayetler böyle değildir. Peygamberin kadınları hakkında gelen ayetler onlara ait­tir. Onların böyle bir fiili işlemelerinin iki saygısızlık olacağım açıklar. Birisi dine, diğeri peygamberedir. Her saygısızlığın cezası vardır. Bu, haram aylarda, mukad­des ülkede, Mescid-i Haram da isyan eden kimseler hak­kında nazil olan âyetler gibidir. Allah'ın haramlarına saygısızlıkları sayısınca azapları kat kat olur.»

3- Fahruddin-i Razinin görüşü: [917]

«....Bu âyete dayanarak ikinci bir soru: Bu âyet, içinde zikredilen bütün hükümler için, mürteddken Ölü­mün şart olduğuna delalet eder. Bu sebeple biz deriz ki, cehennemde ebedi kalış da bu hükümlerdendi t. Bu da an­cak mürteddken ölüm şartıyla sabit olur. îhtilaf ameller hakkındadır. Ayette, mürtedken ölümün şart olduğuna bir delalet yoktur.

Cevap: Bu mutlak ve mukayyed bahsine aittir. Bir ve iki şarta bağlılık konusundan değildir. Çünkü bir ve iki şarta bağlılık, ancak, şartlardan birinin diğerine en­gel teşkil etmediği takdirde sahih olur. Problemimizde mücerret îslâmı terki,  amellerin mahvına tesir ettirirsek, amellerin mahvında mürteddken ölümün hiç bir te­siri kalmaz. Buradan öğreniyoruz ki, bu bir ve iki şarta bağlılık konusundan değildir. Mutlak ve mukayyet ko-nusundandır. İkinci soruman cevabı: Ayet, îslâmı terkin, ancak, mürteddken ölmek şartıyla amellerin mahvım ge­rektireceğine     delalet eder.  Buna göre sual  hükümsüz kalır.

Üçüncü Mesele: Amellerin dünyada mahvı, yakalan­dığı anda Öldürülmesidir. Yakalanıncaya kadar onun ta­kip edilmesidir. Mü'minlerle dostluk kuramaz, yardım alamaz. Adı da anılmaz. Hanımı kendisinden ayrılır. Müslümanlardan miras alamaz. «Dünyadaki amellerinin hepsi lx>şa giders demek, îslâmı terkten sonra müslüman-lara yapmak istedikleri zarar, îslâm aleyhindeki kötk pro­pagandaları hepsi boşa gider demektir. Allah müslüman-larla îslâmı kuvvetlendirdiği için, îslâm aleyhinde çalışma­larından hiçbir şey elde edemezler. Bu tevile göre, boşa gi­den amellerden maksat, îslâmı terkten sonra yaptıkları amellerdir. Ahirette amellerin mahvı: Mahvı kabul eden­lere göre, İslâmı terk, terkten önceki amellerden hak edi­len sevabı, yok eder. Mahvı kabul etmeyenlere göre îs­lâmı terkten dolayı, ahirette ne sevap ne de fayda elde edebilirler. Bilakis büyük zarar görürler, sonra bu za ran açıklar ve buyurur ki: «Onlar cehennemlikdirler. Orada ebedi kalırlar.» [918]

 

 

Iı- İslamı Terk Edişin Mürteddîn ' İbâdetlerine Tesiri

 

Bundan önGeki konularda, müfessirlere göre, «Mah­volma» nm manalarından bahsettik. Fukahanın da bu konuyu tartışmaları tabiidir. Yine bu meselede çeşitli görüşlere sahip olmaları da tabiidir. Mücerret İslâmı terk, bütün amelleri yok eder, diyenlere göre, mürteddin, müs-lümanken tuttuğu oruç, kıldığı namaz, ettiği hac gibi iba­detlerin iadesi gerekir. Mürteddken ölümü şart koşanla­ra göre, iade lâzım gelmez. Çünkü onlara göre, ibadetler sahih olarak meydana gelmiştir. Kul, her ne kadar İslâ­mı terketmişse de, mürteddken ölmemiştir. Fakat o, mür­teddken yapmadıklarını yerine getirir. Çünkü, onlarla mükelleftir.

Bu meselede, her mezhebin ne dediğini öğrenmek için bu ibadetleri teker teker inceleyelim: [919]

 

1- Hac

 

Bir müslüman haccını ifa etse sonra îslâmı terk etse, sonra tekrar İslama girse, haccını iadesi gerekir mi, gerekmez mi? Hanefîler. [920], Malîküer [921], Zeydî-ler [922], mürtedd tevbe edince, haccmı iadesi gerekir, derler. Hanbelilerin [923] bu meseledeki görüşü ihtilaflıdır. îbn-i Hazım,. [924] iadesi gerekmiyeceğini söyler, Ha-nefilerden îşârat [925] in müellifi de der ki: «...Farz olan haccını ifa etmişse, iadesi lâzımdır.» imam Şafiî der ki: ladesi lâzım değildir. Çünkü vaktin vazifesini yerine ge­tirmiştir. Sıhhat şartları bulunduğu için de edası sahih olur. Yok olan fiillerin sahih olduğuna hükmetmenin ba­tıl olacağını söylemek aklen reddedilmiştir. Ancak seva­bının olmayacağı doğrudur. Sevapda, sıhhatten ayrıdır. Riyakarlık, giybet ve zina ederek namaz kılan oruç tutan bir kimsenin, ibadeti sıhhatli, fakat sevabı yoktur. Çün­kü sevap, Allah'ın kullarına lütf olarak fazla bir va'didir. bin olmaması, fiilin sahih olmasına mani değildir. Seva­bın olmaması, fiilin sahih olmasına mani değildir. Mut­lak olarak, katiyyetle sevabın batıl olmasına mani olabi­lir. Üstelik, sevabın batıl olması, mürteddken ölüme bağ­lıdır. İmam Ebu Hanifemn, mürteddin tasarruflarına el konması konusunda söylediği gibi, mürtedd başıboş İs-lâmı terk halinde bırakılmaz. Kur'an buna işaret eder (Sizden, kimler dininden döner, kâfir olarak ölürse işte onların amelleri mahvolur.) [926] Mahvolma bu iki şarta bağlanmıştır. Mutlak âyet buna ilâve edilir. «İmandan kaçınanın, ameli boşa gider» [927] âyeti bize delil olur. Amelin boşa gitmesi bir şarta bağlanmıştır. Bu şartla be­raber, bir başka şarta da bağlanması, tek şarta bağlan­masına mani değildir. Amellerin mahvının, mürteddken ölüme bağlanmasının ehemmiyeti yoktur. Çünkü nass, amellerin mahvolacağım, vakte bağlamaksızm kestirip atıyor. Ortada küfür var. Kafirken yapılan amellerin boşa gitmesi, mürteddliğe bağlı değildir. Ancak rjüslümanken yapılan amellerin mahvı mürteddliğe bağlıdır. Zira, müs-lümanm yaptığı amellerin sıhhati, îslâma devamına bağ­lıdır. Diğer tasarruflar ise mülkle ilgilidir. Küfür de mülkiyeti yok etmez. Ancak, küfür başka bir delile bağ­lılığı giderir. Küfürle, amelin mahvolacağı sabit olunca, amelin mahvolması sevabın mahvolması demek olacağın­dan bizzat amel de mahvolmuş demektir. Çünkü ibadet­ler, ancak, kulların maslahatı için onlara merhameten emredilmiştir. Bu da, ahirette, sevaba sebep olmasıdır. Biz bunun, Allah'ın bir lütfü olduğunu inkar etmiyoruz. Fa­kat diyoruz ki: Allah, sevapla, kuluna, amelinden dolayı mükafat lütf etmiştir. Allah'ın kuluna ibadetleri emret­mesi, başka şey için değil, onu mükafatlandırmak içindir. Kul bunu reddetse mükafata ihtiyacı olmadığını söylese, katmerli kafir olur. Bundan dolayı biz .sevabın kesin ola­rak mahvolacağını söylesek, bunun doğru olduğuna yakı-nen inansak, kulun ameli, maslahatına uygun olmamış olur. Bu maslahata uygun olmayışta da apaçık bir fesad vardır.

Gıybet ve benzeri şeyler işliyerek tutulan oruca ge­lince, kesin olarak, sevabı yok olur diyemeyiz. Çünkü, bu husustaki haber, âhâd [928] haberlerdendir.

Hac da, hemen işlenmesi gereken farzlardan değil­dir. Ömürde bir defa işlenir. Fukaha, sahih olması ve içinde hiçbir şüphe bulunmaması için iadesine hükmeder­ler. Bakalım namaz hususunda ne dediler.? [929]

 

2- Namaz

 

Namaz, ya ilk vaktinde eda edilir. Sonra, namaz kı­lan Islâmı terkeder, kıldığı namazın vakti dolmadan tek­rar İslama döner. Yahut, müslümanken namazlarını kıl-marnıştır. Veyahut da mürteddken namazları kılmamış olur.

Birincisinde, Hane filerin görüşü aynen hacdaki gibi­dir. Delilleri de aynı delildir. îşarâtm müellifi [930] der ki: «Aynı vakit içinde namaz kılsa, İslâmı terk etse, sonra tekrar İslama girse, bize göre namazı iadesi gerekir.»

Şafiîlerin görüşü de hac daki görüşleri gibidir. Yani iadesi gerekmez.

Malikîlerden Aliş [931] de tslâmı terkten önce kılınma­yan namazların kazasında değil de, namazını kılıp İslâ­mı terk ettikten sonra, aynı vakit içinde tekrar İslama girdiği takdirde, kıldığı namazın kazası meselesinde. Ha-nefilerin görüşündedir.

İslâmı terkten önce kılınmayan namazların kazasına gelince, Hanbelilerden îbn-i Teyrniyye [932] ve Merda-vî [933], kaza edilmesi görüşündedirler. Malikîlerden Beh-ram [934]: tslâmı terkten önce kılınmıyan namazlar, kaza edilmez, der. Malikîlerden Karâfi [935] ve Huraşî [936] de böyle derler. Delilleri de, İslâm kendisinden öncesine şa­mil değildir. Mürteddin İslâmı terkten sonraki tevbesiyle terkten önceki mükellefiyetleri ortadan kalkar.

Geriye mürteddlik süresinde kılınmıyan namazlar kalıyor. Kalyubî [937] der ki: İmam Şafiî ve îhn-i HacerÂl-Heytemi [938] mürteddin, kılmadığı namazları ceza olarak kaza etmesi gerekir derler. İmamiyyeden Bahranî [939] de böyle der. Hanbelilerden Ba'li [940] de kazanın hem ge­rektiğini hem de gerekmediğini söyler. Mezhebi ise kaza gerektirmediği görüşündedir. Hanefiler de [941], mürtedd­ken geçen namazların kaza edilmiyeceği görüşündedirler. [942]

 

3- Oruç Ve Zekat

 

Oruçda da, aynen namazdaki gibi ihtilaf vardır. An­cak, îbn-i Müflihin şu sözleri kesindir. Der ki: [943] «....îslâmı terk orucun sıhhatine manidir. Bir gün içinde îslânıı terk etse, sonra aynı gün veya bir sonraki gün İs­lama, girse, yahut bir gece islâmı terk edip, aynı gecede tekrar İslama gir3e, üstad, kazasını emreder. Muharrann Müellifi da [944] iki rivayete dayanıyor.»

Zeydiyyeden îbn-i Miftah [945] mürtedd tekrar İslama döndüğü takdirde, zekat ve fitrenin kaza ediîmeyeceğini açıkça söylemiştir. [946]

 

4- Abdest

 

Müslüman abdestli olur, sonra Allah'a ve Resulüne sövmek gibi mürtedd olmayı gerektiren bir şey yaparak, îslâmı terkederse, mürteddliği abdestini bozar mı? Han-belilerden Merdavi [947] şöyle der: «İslâmı terk, sahih olan görüşe göre, abdesti bozar. Bu tek bir rivayettir. Tek ri­vayet olduğu halde, Cumhur bunu kabul etmiştir. Es-habdan bir gurup da abdesti bozmayacağını söylerler. îbn-us-Zaguni de bu hususta iki rivayet zikreder.» [948]

 

Murteddin Kestiği Hayvan Yenir Mi, Yenmez Mi?

 

Mürteddin kestiği hayvanın yenmiyeceği hususunda fukaha arasında ihtilaf yoktur. Çünkü onun ne bir dini vardır, ne de geçtiği dinde bırakılır. Bu hususta, Hanbe-lilerden îbn-i Kudame [949] der ki: «Ehl-i kitabın dinlerine de girse, mürteddin kestiği hayvanın eti haramdır.» Bu, îmam Malik, imam Şafiî ve Hanefilerin görüşüdür. İshak da der ki: Ehl-i kitabın dinine girse, kestiği hayvanın eti helâldir. Evzaiden de böyle rivayet edilir. Çünkü Hz. Ali, kim bir kavimle dost olursa, o onlardandır, buyurur. Bize göre, mürtedd kafirdir. Girdiği dinde bırakılmaz Putpe­rest gibi kestiği de yenmez. Çünkü, ehl-i kitabın dînine girdiği zaman onların tâbi olduğu muameleye tabi değil­dir. Şöyle ki/ cizye alınmaz. Köle ve cariye olamaz. Ka­dınsa evlenemez. Hz. Ali «O, onlardandır.» demekle bütün hükümlerde söylediğimiz delillere göre, onlar gibi olaca­ğını kastetmiyor. Çünkü Hz. Ali, beni Tağlib hıristiyan-lannm ne kestiklerini ne de kadınlarının evlenmesini helal sayıyordu. Halbuki, onlar, hiristiyanlarla dost ol­muşlar, onların dinlerine girmişler,  anlaşmalarını kabul etmişlerdi. Bunun mürteddler hakkında uygulanması ha­liyle doğru olmaz.»

Hanbelilerden îbn-un-Neccar [950], Merdavi [951], Ha-nefilerden İmam Muhammed [952], Zahiriyeden îbn-i Hazm [953], İmam Şafiî [954] İmamilerden Mirza Hüse­yin [955] bu görüştedirler.

Mürteddin kestiğinin caiz olmadığına göre, izinsiz bir başkasının koyununu kesse öder. Çünkü zarar vermiş­tir. Sahibinin izniyle keserse ödemez. [956]

 

Kitaptaki Meselelerin Özeti

 

1- Ridde: Bir müslümanın İslâmdan   dönmesidir. Mürteddin, yeni bir dine girmesiyle, girmemesi arasında fark yoktur.

2-  İrtidat Kur'anda ve Sünnette mevcuttur. İrti-dadm hükümleri, Kur'an ve sünnetten,    kıyastan, bazan açık çoğu zaman da sükuti icmadan çıkarılmıştır.

3-  İrtidadın şartları: Buluğ, akıl ve ihtiyardır. Mümeyyiz bir çocuğun müsluman olmasında ihtilaf vardır. Biz müsluman obuasını tercih ettik. Aynı ihtilaf, çocuğun mürtedd olmasında da nakledilir. Biz mürtedd olamıyacağmı tercih ettik. Çünkü çocuk, daha hiçbir şey­le mükellef değildir.

Delinin ve sarhoşun Islâmı terkinin kabul edilmeye­ceğini tercih ettim. Çünkü, irtidatta akıl ve irade rol oy­nar. Delinin ne aklı ne de iradesi vardır. Sarhoş ise, akıl ve iradesine hâkim değildir. Peygamber zamanında, şarap mubahken bazılarının içtiği, sonra saçma sapan konuş­tukları ve sarhoş olmasalar, kafir olacaklardı diye riva­yet edilir.

İhtiyarda, fukaha zorlamadan bahseder. Ve onu, kısımlara ayırırlar. Tazyikli zorlama, tazyiksiz zorlama. Tazyikli zorlamada müsluman mürtedd sayılmaz. Çünkü ne iradesi, ne de ihtiyari elindedir. Fakat tazyiksiz zorla­ma böyle değildir. Islâmı terkederek ilk dinine geçen bir kimse, müslüman olmaya zorlansa, eski dinine bağlılığı görülürse o mürtedd sayılmaz. Zira aslen müslüman ol­mamıştır. Onu İslama zorlamaya da kimsenin hakkı yok­tur. Yüce Allah «Dinde zorlama yoktur» buyuruyor.

4-  îrtidat nasıl meydana gelir: Bir çok haller var. Bunlardan birisini müslüman işlerse   mürtedd olur. trti-dadı icabettiren şeyler, itikadı olabilir, kavli olabilir, fiilî olabilir. Bazı fakihler, mürteddin tarifinde bunlara işa­ret etmişlerdir. Ben, Allah'ın emirlerini    terkeden mür­tedd diye, bir sınıf mürtedd daha kabul ediyorum. Bir müslüman, Allah'ın farz kıldığı şeylerden birini yapmak­tan kaçınırsa, Allah'ın emrini terkeden mürtedd olur.

5- Küfrü icabettiren inançları araştırırken, komi-nizmi de bir inançmış gibi inceledim.    Kominizin Allah'ı inkar ettiği için, küfrü icabettirir. Ayrıca, kendine göre bir inancı var. Aileyi ortadan kaldırmayı ve kadınların ortamaiı olmasını istiyor. İkinci şeklin gerçekleşmediğini görerek, kominizm bunları yapmamıştır, denilirse, küfrü icabettirmek için inancıkafidir, derim. Henüz komünizm şu ana kadar, hiç bir yerde tamamiyle tatbik edilmiş de­ğildir. Müslümanlardan, kominizmi kabul eden, mürtedd sayılır.

Söylenilen sözlerin küfrü icap ettirip ettirmeyece­ğini anlamak için «Devrimci İdeoloji» kitabını inceledim. Söylenilen sözlere, irtidach icapettiren esasları uygula­dım ve gördüm ki, müslüman da olsa, bu sözleri söyleyen, kafir olur. Sadece söyleyen değil, müsiümanlardan söyle­nilenlere inanan da kafir olur. Çünkü bu sözler yeni bir, dine davet ediyor. Diğer dinleri yıkmayı hedef tutuyor. Topluma, ikisinden birisinin elbette hakim olması gere­kir.

6-  Bir müslüman, Allaha ve Resulüne    sövemez. Bu sebeple söven kafir olur. Tevbesi kabul edilir mi, edilmez mi? Bu, fukaha arasında ihtilaf konusudur. Ben ka­bul edileceğini tercih ettim. Çünkü Allah'ın Rasulü, îs-lâmı terkeden ve kendisine sözle eziyet edenlerden bir kısmının kanlarım helal kılmıştı. Tevbe ettikleri zaman, onların tevbesini kabul etti.

7-  Mü'minlerin annesi, Peygamberin hanımı, Ebu Bekrin kızı Hz. Aişeye sövmek, ona iftira atmak-ki Al­lah onu, Kur'an da temize çıkarmıştır. - da küfrü gerek­tirir. Şöyleki, yüce Allah onun suçcuz olduğunu, şerefli Kur'an'm muhkem ayetlerinde bildirmiştir. Aigeye ifti­ra eden, apaçık Kuran ayetini yalanlamış, büyük Pey­gamberi incitmiş olur. Çünkü Allah şöyle buyurur. «Pis kadınlar, pis erkeklere, pis erkekler de pis kadın­lara, temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yakışır. Onlar söylentilerden uza k d ir-lar. Onlar için at ve teiniz rizık vardır» [957].

8- Bana göre, Sübkînm fetvalanndaki, tbn-i Ha­cetin Alamındaki görüşleri yerindedir: Sözleriyle, İslâm Cemaatını dalalete sürükliyen herkes mürteddir, kafir­dir. Çünkü, zararları aşikardır. Bir defa, bütün ümmete şamildir. Ümmetin birliğini bozar, inancım öldürür, par­ça parça bölük bölük yapar.

9- Kur'an ve îslâmı küçümseme, onlarla alay et­me, müslümanları hakir görme,  küfrü ve  kafirleri bü­yültme, bütün bunlar, küfrü icabettirir.    Çünkü müslü-manlar, böyle şeyler yapmaz. Ancak, imanı sönmüş di­ninden ayrılmış olanlar, düşmana yaltaklık edenler bunu yapar.

10- Mürtedd, bir müslümamn    hakkına    tecavüz ederek, onu Öldürürse mürtedd irtidadımn cezası olarak değil, kısas cezası uygulanarak Öldürülür. Çünkü kul hakki, Allah hakkından önce gelir. Eğer öldürülen bir zinımi veya bir müstemen ise, mürtedd kısas tatbik edilerek öl­dürülür mü, öldürül mez mi? Bunda ihtilaf var. Ben her ikisinin karşılığında da öldürülmesini tercih ettim. Çün­kü., mürteddin kanı helaldir. Zimmı ve müte'menin can emniyeti vardır. Bu sebeple, mürtedden üstündürler.

Öldürme, hata yüzünden olursa, mürteddin diyet ver­mesi gerekir.

Mürtedd, iftira ve zina gibi suç işlerse, cezalandırı­lır. İrtidat -O da bir suçtur- bu cezayı ortadan kaldırmaz. Eğer, mürteddlere ceza tatbik edilmezse, her suçlu, ceza­dan kurtulmak için îslâmı terkeder. Sonra tekrar İslama döner ve tevbe eder.

Eğer, öldürülen mürtedd, Öldüren de müslümansa, bunu hakimin izniyle yapmışsa bir §ey gerekmez. Değilse, hakim ona ta'zir cezası verir. Eğer öldüren zimmi ise, fu-kaha arasında ihtilaf vardır: Bir kısmı, mürteddin, müs-lüman olabileceğini hesaba katarak, zimmiye kısas uygu­lanır derler. Çünkü mürtedd İslama dönmeye zorlanır. Sanki zimmî, hükmen de olsa, bir müslüman öldürmüş, sayılır. Bir kısım da, hata olarak meydana gelen Öldürme gibi, diyet lâzım gelir derler. Başkaları da, ne kısas ne de diyet lazım gelir derler. Çünkü, mürtedd düşman sayılır. Ben son görüşü tercih ettim. Çünkü Öldürme tecavüzü kanı helal edilmiş bir şahsa karşı yapılmıştır. Eğer ifti­ra edilen mürteddse, iftira eden cezalandırılır mı? Bun­da ihtilaf var. Bu ihtilaf, fukahanm, iffetin şartları ara­sında, aceba İslâm şartı var mıdır, yok mudur, ihtilafın­dan doğmuştur. îslâmı iffetin şartlarından sayanlar kafir ve mürtedde iftira eden cezalandırılmaz derler. İslâmı if­fetin şartlarından kabul etmeyenler, -Îbn4 Hazm gibi-kafire iftira edenin, cezalandırılması gerektiğini söyler­ler. Aynı şekilde kafir de iftira ederse, aşağıdaki ayetin umumi olması sebebiyle, ona da ceza gerekir. «İffetli hanımlara iftira atanlar, sonra dört şahit getirmezlerse, onlara seksen sopa vurun» [958].

11- İrtidadın tesbiti: irtidat, ya şahitle, ya mür­teddin itirafiyle veya her ikisiyle tesbit edilir. Şahitlikte, geniş açıklama şarttır. Çünkü irtidadı icabettiren husus­larda fukahanm ihtilafı vardır. Şahitlerin    adedinde de ihtilaf vardır. İki midir, dört müdür?

Bir kimse irtidadını itiraf edince, şüphelerinin gide­rilmesi gerekir. Tevbeye davet edilir. Tevbeye davetin sayısında ve verilecek mühlette ihtilaf vardır. En çok üç defa tevbeye davet edilir. Üç gün de mühlet verilir.

Eğer, kelimei şehadet getirirse yahut namaz kılarsa, can emniyeti sağlanır, tevbesi kabul edilir.

12- Mürtedd tevbeye davet edildiği mühlet veril­diği takdirde, yine de irtidadında ısrar ederse; irtidadın şartları olan, akıl, bulûğ ve ihtiyarı haiz olursa; bütün şüpheleri de giderilmişse, kanının helal olması gerekir. Bunda ısrar ederse öldürülür. Onun    öldürülmesi, İslâm devlet reisi veya vekiline aittir. O, irtidadı sebebiyle hain­dir. İslâm ülkesinde bulunduğunda, islâm tabiyetinden çı­karılır. İster düşman ülkesinde, isterse İslâm ülkesinde bulunsun, fark etmez. Bir vatandaşken,    devlete millete, dine düşman olmuştur. Öldürülmesi gerekir.

Bütün yukarıdakiler, mürteddin erkek ojmasma gö­redir. Eğer mürtedd kadın olursa, öldürülmesinde ihti­laf vardır. Sebebi de, mevcut bütün nasslardır. Ben, kadı­nın öldürülmemesini tercih ettim. Çünkü kadın, yaratılışı icabı düşman olamaz.

13-  Mürteddin, irtidadı sırasındaki hukuki duru­munda ve malların tasarrufunda ihtilaf vardır. Çoğunluk, tasarruflarına el konacağı görüşündedir. Tekrar îslâma girerse, tasarrufları sahih olur. Mürteddken öldürülür veya ölürıse batıl olur. Bir kısım fukaha da, mürteddken, tasarruflarının sıhati ve netice doğuracağı görüşündedir­ler.

Hanefiler mürteddin, mallarındaki tasarrufunu dört kısma ayırdılar:  :

1- İttifakla netice doğuran tasarruflar.    Cariyesinden

doğan gocuğun babası olduğunu kabul etmesi.

2-  Anında batıl olan tasarrufları, nikah gibi.

3-  İttifakla, durdurulan tasarrufları. Bu da ticari şirketler gibi.

4-  İhtilaflı olan diğer tasarruflar. Yerinde açıklandığı

gibi,  yalnız  hanefiîer  aralarında ihtilaf  edilmiştir.

14- Mürtedd erkek gibi mürtedd kadının da öldü­rüleceğini söyleyenler kadının durumundan pek fazla bah­setmediler. Fakat Hanefiler, kadının hapsi ve öldürülme-meşini söyledikleri için her konuda başlı başına bunu ele almaya mecbur oldular. Kadın mürteddin de erkek mür-tedden ayrı olarak hükümleri vardır. Bu, onları, mürtedd erkeklere ve mürtedd kadınlara ait olan hükümleri ayrı ayrı açıklamaya mecbur etti.

15- İrtidat, evlilik aktiiü bozar. îrtidai. ister evli­likten Önce ister sonra, isterse   beraber olsun fark etmez. Kadının müslüman kitabî ve mürtedd olması da neticeyi değiştirmez.  Ancak,  beraber,  Islâmı     terkedip,  beraber tevbe ederlerse durum değişir. Çünkü, beni Hanife kabi­lesi toptan İslâmı terkedip, toptan tevbe ettiler. Hanım-larıyla araları ayrılmadı.    Kominist de mürtedd olduğu için evlenmesi caiz değildir. Eğer, bir müslüman hanımla evlenirse, nikahı sahih değildir. Evlenmişse, evliliği ba­tıldır. Yerinde açıklandığı gibi, Ezher Fetva    heyetinin kararı vardır.

16- Bir kafir çocuğun babası İslâm ülkesinde ölse, çocuk müslüman olur. Şöyle ki: Her doğan İslâm fıtratı Üzere doğar. Ebeveyni, cnu, yahudileştirir, hiristiyanlaş-tırır. mecusüeştirir. Peygamber (S.A.V) aynen böyle bu­yurmuştur.    Mâni - ki ebeveynidir - ortadan    kalkınca tertemiz kalır ki, o da îslâmdır. «Allah'ın fıtratı olan dî­nini tut   ki, halkı bu   fıtrat üzere   yaratmıştır.» [959] Buna ülkenin hükmü de ilâve edilir. Dolayısıyla, çocuk müslüman olur. Fakat. Ebeveynden birisi ölürse, bunda ihtilaf vardır. Ben, çocuğun dini üzere kalmasını terciih etim. Çünkü hadis, ikisinin tesirini belirtiyor, birinin de-ğl, eğer birisi ölürse, sağ kalanın tesiri mevcuttur.

17-  Mürtedd ölür veya,  mürteddken  öldürülürse, mallarının durumunda ihtilaf vardır. Varislerine mi ait­tir? Hazineye-mi attir? Dinlerine geçtiği kimselere mi aittir? Ben, müslüman varislerine ait    olacağını tercih ettim. Çünkü müslümanlar tek bir sebeple buna hak ka­zanırlarsa, varisleri iki sebeple - îslâmı ve nesep yakın­lığı - haydi, hak kazanırlar. Yerinde açıklanmıştır.

18- Bir müslüman İslâmı terk ettiği takdirde geç­miş ibadetleri ne olacaktır.? gene fukaha arasında ihti­laf vardır. Sebebi de, ayetteki (habt - Boşa gitme, mah­volma) nın tefsiridir. Bir kışımı der ki: Mücerret irtidat ameli mahveder. Diğerleri de amellerin mahvolması için mürteddken ölümü, şart koşarlar. Bu onları,    irtidattan Önce yapılan ibadetten bahsetmeye sevketmiştir. irtidat ibadeti mahvetmiş midir? şöyle ki: iadesi gerekir mi, ge­rekmez mi?

Mürteddin boğazladığı hayvanlar    fukahanm ittifa-kıyle haramdır. Çünkü, kesmek için din şarttır. İslâmdan bir başka dine de geçse, mürteddin dini yoktur. Çünkü geçtiği yeni dinde bırakılmaz.

19- Komünistlik ve benzeri inançlar, batıl dinler­dir. Komünistliğe her dinden girmiş gerekli veya gerek­siz bir çok şeyler var, yağma var, aldatma var, dinlerde olmayan şeyler de var. Üstelik, masonluk gibi bir kısmı dinlerden daha çok kendilerini ayinlere bağlarlar.

20- İslâm için en büyük tehlike, sağlam bir inane-mış gibi tutunan fikrî irtidattır     (dinsizliktir.)   Büyük alim Nedevi [960] bunu görüyor ve diyor ki: «Fikri dinsiz­lik tohumunu ekiyor. Geniş hürriyet havasından istifade ederek, yeni, zararlı ideolojik akımlara, müslüman millet­ler içinde cirit attırıyor. Fikrî dinsizliği, îslâmi akideden, îslâmi hayattan, dini düşünce ve duygudan söküp atmak en az, îslâma karşı olan diğer dinleri söküp atmak kadar önemlidir. Üstelik, bu hususta, bütün dinlere üstün geli­yor. Ve o, kendisine boyun eğen, kendisine yapışanı dine hücum ettiriyor, dine düşman yapıyor. Bütün ahlakî te­mellere dini törelere saldırtıyor. İslâm milletleri içinde, iç çatışmaları alevlendiriyor.  Sonra,  bu türlü  dinsizlik, İslâm toplumunda, nefret, huzursuzluk ve çalkalanma da yaratmıyor. Sezilmiyor bile. Çünkü, fikri    dinsizler, İs-lâmdan ayrıldıklarım açıkça söylemiyorlar. Kiliseye veya bir başka ma'bede gitmiyorlar. Bir başka topluma karış­mıyorlar. İşte, İslâm cemaatiyle savaşan dinsizlik  (irti-dat) budur. İslâm ailesini yıkan dinsizlik budur.. Ve bu, İslâm aleminde çok süratli yayılıyor... İşte bu, en büyük tehlike. Çünkü, cemaat halinde bir dinsizleşmedir. Ancak vakit geçtikten sonra bunun farkına    varıyorlar. Daha önce kimsenin kılı kıpırdamıyor.

21- Tezimi bitirirken Sayın Hocam, muhammed Keskiye (Bağdat, Yüksek Îslâmi Araştırmalar Enstitü­sünde Şeriat Prof.) sonsuz şükranlarımı arzetmekten ken­dimi alamıyorum. Bana yardımlarım esirgememişlerdir. Doktor Abdülkerim Zeydana (Bağdat Üniversitesi Hukuk Fakültesi Şeriaat Doçenti) da şükranlarımı sunarım. El yazmalarını, bulmada ve okuma da lutuflarım esirgeme­mişlerdir. Tezimin münakaşasında bulunan değerli ze­vata da şükranlarımı arz ederim. Heyette bulunan Zevat:

1- Doktor Abdülaziz Duri   (Bağdat    Üniversitesi Rektörü)

2- Prof. Muhammed Şefik Ani (Irak Temyiz Mah­kemesi Reisi)

3- Şeyh Muhammed Keşkî   (Ezher     Üniversitesi Şeriat Fakültesi sabık Dekan Vekili)

4- Muhammed Takıyy-ül-Hakîm     (Necef    Hukuk Fakültesi Dekanı)

5 -Prof. Abdülmaksut Şeltut  (Bağdat Şeriat Fa­kültesi Şeriat Prof.)

6- Doktor Sefahattin Nahi  (Bağdat, Hukuk    Fa­kültesi Prof.)

Mısır Kütüphaneleri el yazması eserleri mesul mü­dürü sayın Fuat Beye de teşekkür ederim. Arkadaşları ve kendileri yardımlarını benden esirgemediler. Bağdat Şeriat Fakültesi ve Yüksek İslâm Araştırmaları Ensti­tüsü kütüphaneleri idarecilerine de sonsuz teşekkürler. Son sözümüz: Alemlerin Rabbi Allah'a şükürler olsun.

Numan Abdürrazzak-es'Samarraî»[961]

 

KİTABIN TELİFİNDE FAYDALANILAN KAYNAKLAR

 

I- Tefsir Kitapları

 

1- Ahkâm'ül   Kur'an:      İmanı   Ebî   Abdullah      Muhammed b. îdrisi el-Şafü   (İrtihali:     H. 214). Kitabı    derleyen     «Sünen-ül Kübra» sahibi Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî el-Nisabu-rî.   (İrtihalî H.  458).   Birinci baskısı   <H.   1371 - M.   1952)     yılında yapılmıştır.   Tashih  eden  Seyyid   îzzet   el-Attar  el-Hüseyin.

2- Ahkâm'ül Kıir'an:  İmam Ebi Bekir Ahmed  b.  Aliyyur' Razî. «Cessas» ismiyle tanınmıştır, (irtihali H. 370). Kitap H. 1347 senesinde Matbaat-ül Behiyye't-il Misriyye'de basılmıştır.

3- Tefsirül Kebir:  imam Fahrüddin Ebî Abdullah  Muham­med     b.      Ömer     b.     Hüseyin     b.     Aliyyü't     -      Taberistanî.

fîrtihali H. 606) Birinci baskısı  (H. 1357 - M. 1938)  yılında Mat-baat'iil Behiyye't-il Mısriyye'de yapılmıştır.

4- El-Camiu   li   Ahltâm'il   Kur'an:   Ebi   Abdullah   Muham­med b. Ahmed ei-Ensârı el-Kurtubî.   (îrtihali H.  761).  Darül Kü~ tüb'i! Mısriyye'de M. 1952 yılında yapılan ikinci baskısı.

5- RuJı'ül Maanî Fi Tefsir'il Kur'an'il Azim ve's-Seb'il Me-sanî:   Şihabüddîn   is-Seyyid  Muhammed  il-Alusî   el-Bağdadi.   (İrti­hali H.  1270). Tahkikini Muhammed  Ziihrî en - Neccar  yapmıştır. Müessese't-ül Halebî,  Dar'ül  Kavmiyye  Matbaasında neşretmiştir.

6- Garaib'ül   Kur'an   ve      Regaib'ül   Furkan:      Nizamiiddin ül-Hasan b. Muhammed b. Hüseyin Ül-Kummî ül-Nİsaburî.  {îrtiha­li   H.   728)   Matbaat'ül  Emiriyyet'ül Kübra'da   basılan      Tâberînin «Cami-ül Beyan» adlı kitabının kenarındaki nüsha.

7- El-Keşşaf an HaJıaik-it  - Tenzil  ve Uyun'ül     AKavil fi Vec-h'it-Te-vil:   Ebü'l   Kasım   «CaruIIah»   Muhammed   b.   Ömer'ül Zemahşerî el-Harzemî.   (îrtihali H. 538). H. 1367 - M. 1948 tarihin­de  Mısır'da Şirket ve  Matbuat-il  Babi'de  basılan  nüsha.

8- Mecma'ul Beyan Fi-Tefsir'il Kur'an: Ebî Ali Fadl b. el-Hasan Tabersi. Tahran'da 6. yüzyılda yaşamıştır. İmamiye'nin büyüklerindendir.  Ofset'ül İslâmiye,  matbaasında basılmıştır.

9- Mehasin'üt-Te'vil     Muhamnıed      Cemalüddin      el-Kasıın. (İrtihali H. 1332). Tahkikini Muhammed Fuad Abdülbaki yapmış-tır. Isa Bâbî Halebî ve ortaklan tarafından M. 1957 yılında yapı­lan birinci baskısı.

10- Fi ZilâTil Kur'an: Seyyid Kutb. İsa Babı Halebî ve Or­takları  tarafından yapılan  ikinci  baskısı. [962]

 

Iı- Hadîsi Şerif Kitapları

 

11- İrşad'üs-Sârî  li- Şerhi   Sahih-il  Buharî:   Kastalânî Şafiî. (İrtihali  H. 923).   Ahmed   el-Bâbî   el-Halebî   tarafından     Mısır'da H.  1308 de Meymeniyye Matbaasında bastırdığı nüsha.   (Ebu Ab­dullah Muhammed b. ismail el-Buharî. îrtihali H. 256)

12- Sünen-i Darimî: Ehu Mohaınmed Abdullah b. Abdurrah-man b. Fadl b.  Behram ed-Darimî.   (trtüıali H.  255).     Şam'daki 1'tidal Matbaasında H. 1349 yılında basılan nüsha.

13- Sünen-i İbni  Mâce:   Hafız  Ebu  Abdullah     Muhammed b. Vezid el-Kazvinî.   (İrtihali H. 275). Tahkikini Muhammed Fuad Abdülbaki yapmıştır.  H.   1373 - M.   1953  yıimda îsa Bâbî     Halebî tarafından bastırılan nüsha.

14- Sünen-i Nesaî bi şerh-i Celaleddîn-is'Süyutî ve Haşiye-i İmam üs'Sindi: Ezher semtindeki Mısriyye Matbaasında     basılan nüsha. Ebu Abdurrahman Ahmed Ali b. Şuayb b. Sinan b. Bahr b.  Dinar.   (İrtihali H. 303).  Ceiâlûddin Abdurrahman b. EM Bekr is-Süyutî  (îrtihali H. 911).

15- Şerh-iz   Zerkânî   Alâ   Sahih   il-Muvatta      el-Muhammed Zerkânî: Ebu Abdullah Malik b. Enes b. Malik b. Ebi Amir et-Teymî el-Asbahî  el-Himyerî.   (İrtihali H.   179).   Kitabı Ebi'l  Vefa   Horîni Şafiî tahkik ve tashih etmiştir. H.  1279 da Mısriyye.'t-il Kastiliy-ye Matbaasında basılan' nüsha.

16- Minhat'ül   Ma'bûd  Fi   Tertib-i      Müsned'it-Tayalisî   Ebî Davud:  Kitabı fıkıh bablanna  g'öre   Şeyh Ahmed     Abdarrahman iü-Benna   tertip   etmiştir.   Müsnedi   te'Iif   eden   Ebu  Davud   Süley­man b.   Davud  el-Cârûd el-Farisî   (Âli   Zübeyr  el-Tayalisî  el-Bas-rî'nin kölesi),   (irtihali H. 204). Ezher semtindeki Müniriyye Mat-baasmda  H.   1372   senesinde  yapılan   birinci baskısı.

17- El-Udde Alâ İhkâm-iT Ahkâm şerhi ümdet-il Ahkâm: Muhammed b. İsmail el-Amir üs-San'anî. Kitabı Ali b. Muham­med   el-Hindî tahkik  etmiştir. H.   1379   senesinde  basılan  nüsha.

18- Umdet-ül' Kari' Şerh-i Sahih'il Buharı: Bedrüddin Ebi Muhammed Mahmud b. Ahmed'ül Aynî. (İrtihali H. 855). Mısır'­da  Matbaat'ül  Müniriyye'de  basılan  nüsha.

19- El-tfsah   an   Maani's - Sihah:      Yalıya   b.      Muhammed b.  Hübeyre.   Halep'te   Muhammed   Ragıb'ın   neşrettiği   nüsha.

20- Müntehab  nün  es-Sünne:   Kahİre'de H.   1382   tarihinde Vezaret'ül Evkafın neşrettiği  nüsha. [963]

 

Iıı- Fıkıh Kitapları

A - Hanefi Fıkhı (Yazmalar)

 

21- Eİ-Asar:   Muhammed   b.   El-Hasan   Eş-Şeybanî.   Dar'iil Kütüh No:  43.

22- Et-Tahrir: Cami'ül Kebir şerhi. İftiharüddin-Abdulmut-talib b. el-Fadl el-Haşimî. (îrtihali H. 616). Dar'ül Kütüb No: 1029

23- Seyf'ül Meşhur Alâ Zmdıyk  Sâbb  er-Reşul:  Muhyiddin (Ehaveyn   ismiyle   meşhurdur.)   Dar'ül   Kütüb   No:    {M.   150)

24- Şerh-i   Kisalet-i   Bedr'ür-Reşid   Fi'l   Elfaz   el-Mükeffire: Dar'ül Kütüb No:  1676   (Müellif Hattı)

25- El-Asl   (El-Mebsut).   Muhammed   b.   el-Hasan.      Dar'ül Kütüb   (Kavala 200)   No:  33, 34.

26- Letaifül   îgarat:   Bedrüddin      Mahmud   b.   İsrail   (tbni Kâdî Semâvene isimiyle maruftur.)   Dar'ül Kütüb No:   706. [964]

 

Hanefî Fıkhı. (Matbular)

 

27- Bedayi'üs Sana'i Fi Tertib-iş Şeraî: Alâeddin Ebu Be­kir b. Mes'ud el-Kaşanî el-Hanefi (Melîk'ül Ulema). (İrtihali H. 587). Matbaat'ül Cemaliyye M. 1910 - H. 1328 senesinde bası­lan nüsha.

28- Tnhfet'ül Fukaha:   Alâeddin   Semerkandî.   Dımeşk   Üni­versitesinde  M.   1909 - H.   1379  da basılan  nüsha.

29- El - Mebsut:   Şems'ül   Eiirnne   Ebu   Bekir      Munammed es-Serahsî   {trtihali H. 490)

30- El-Hidaye   Şerh'ül   Bidayetü-I'   MÜbtedî:   Şeyh'til   İslâm Barhaneddin Ebü'l Hasan fa. Ebu Bekr b. AbdülcelÜ     er-Rüsdanî el-Mergınânî.   (İrtihali H.   593).   1936  yılında Matbaa-i  Babî'I  Ha-lebî'de basılan nüsha. [965]

 

b -) Şafiî Fıkhı (Yazmalar)

 

31- Es-Seyf'ül Mesltil Alâ Men Sebb'er-Resul:   Takıyyüddin Ebü'l Hasan Ali b. Abdülfc&fî es-Sübki eş-Şafiî.   (trtihali H.  756). Dar'ül Kütüb No:   342.

32- El-Esrar:   Kadı   Ebu   Ali      el-Hüseyin   b.   Muhamined. H. 823 yılında yazılmıştır. Dar'ül Kütüb No:  1638

33- Eş-Şamil:  Ebu Nasır     Abdüsseyyîd b. Muhammed Ab-dülvahid b. Es-Sabbağ. Dar'ül Kütüb No: 139

34- Fetavaa   Ibni  Hater:      Şihabüddin   Ebu   Abbas   Ahmed b.  Muhammed b.  AH b.  Hacer Heysemî.   (İrtihali   H.   974).   Bağ­dat! Evkaf Kiitübhanesi No:  3984, 3742.

35- El-İzah  ve't-Tebyin Fi   İhtilâf'il Eimmet'il  Müçtehidin: Yahya b.  Hübeyre.  Dar'ül Kütüb  No:   1102,

Şafiî Fıkhı (Matbular)

36- El-Ümm:   Muhammed   b.   İdris   b.   Abbas   b,  Osman   b. Safi* b. es-Saib b. Abd. Yezid b. Haşim b. Muttalib b. Abd Menaf el-Haşimî   el-Kureşî.   (irtihali.   H.   204).   Bulak'ta .Emiriyye   Mat­baasında H.  1325 yılında basılan nüsha.

37- El-l'Iâm   bi   Kavatı'il   îslâm:   Ebu'I   Abbas      Ahmed   1». Mnhammed b. Ali I>. Hacer el-Mekkî el-Heysemî. 1951 yılında Bâ-bî'I   Halebî   matbaasında   basılan   «Kitab'üz-Zevacir   an   iktiraf'ül Kebair» adlı kitabın kenarındaki nüsha.

38- Ez. Zevacir an Iktiraf'i! Kebâir L'ibni Hacer:   (37. No. da  bahsedilen kitap)

39- Haşiye'tül Baeûrî Alâ Şerh'ibni Kasım'il Gazzî: M. 1288 de İstanbul'da Kağıthane Matbaasında basılan nüsha.

40- Fey'iil   İlâh   il-Malik   fi   HaUi   Elfazi-Umde't'is   -   Salik Avdet'ün   - Nasik:   Ömer  Berekât   (Merhum   Seyyid     Muhammed

Berekât  eş-Şâmi   el-Bukâi).   Kahire'de   H:   1358   yılında     Mustafa Muhammed matbaasında basılan nüsha.

41- Fetava-is   Sübkî:  İmam   Ebü'l   Hasan   Takıyytiddîn   Ali b. Abdiilkâfî es-Siibkî.   (trtihali H.  756.)   Kahire'de H.   1355 Mek-tebet'ül  Kudsî'de  basılan nüsha.

42- Kalyûbî   ve   Umeyre   Alâ   Metni   Minhac'üt-Talibîn.   El-Nevevî,   Hâşiyetân   eş-Şihabüddîn   el-Ralyûbi,       eş-Şeyh   Umeyre.

Muhammed Ali  Sübeyh matbaasında basılan  nüsha.

43- Kifayet-ül   Ahyar  fi   Halii   Ğayet'il   İhtisar:   Takıyyüd­din   Ebu   Bekr   Mnhammed   b.   Muhammed      el-Htiseyni   el-Hısnî ed-Dımeşkî eş-Şafiî'nin te'Iifidir.

44- Mühezzeb fi Fıkh'il İmam eş-Şafiî: Ebu İshak İbrahim b. Ali b.  Yusuf el - Firuzâbâdî el-Şirâzî.   (îrtİhaU H. 476)   Mustafa el- Bâbî el-Halebî şirketi tarafından basılan nüsha. [966]

 

c -) Hanbelî Fıkhı (Yazmalar)

 

45- Teshil ül-Muttalib fi Tahsil-il-Mezahib: Şemsüddin Ebül' Ferec Abdurrahman b. Ömer b. Muhammed b. Ahmed b. Rudâme el-Makdısî el-Hanbelî.  (İrtihalî H. 682). Dar'ül Kütüb No: 44

46- El-Furu': Şemsüddin Ebu Abdullah Muhammed b. Müf-lih'ül HaJibelS.   (îrtihali H. 763). Dar'ül Kütüb.

47- Keşftil   Mesail   Min      Kütub'il   Kavaid:      Alâeddin   Ali b. Abbas el-Balî el-Hanbelî. Dar'ül Kütüb'de 2 nüsha vardır. No: 10 (H. 808 senesinde yazılmıştır) ve No: 74

48- EI-Hidaye:   (tmam)   Ebu   Abdullah  Ahmed   b.   Muham­med b. Hanbel'in mezhebine   dair:   Neran'ül Hûda  Ebu'I     Hattab Mahfuz b. Ahmed b. el-Hasan el-Kelve zânî. Bağdad'daki mektebe-tül Evkaf Kütüphanesi No: 3926[967]

 

ç -) Hanbelî Fıkhı (Matbular)

 

49- El-Adab'üs - Şer'iyye ve'l Mineh'il Mer'iyye: tbni Muf-lih el-Makdisî el-Hanbelî. Eseri Muhammed Reşid Kıza tahkik edip   yazmıştır.   Mısır'da  Menar Matbaasında  basılmıştır.

50- Es-Salât ve Hükmü Tarikiha. Şemsüddin Ebu Abdullah Muhammed b. Ebu Bekir     b. Eyyub b. Sad     b. Hariz'tiz-Zer Ali ed-Dımegld.   «İbni Kayyim'il  Cevzi  el-Hanbelî»   adıyla   tanınır.

51- Umdet'il Fıkıh:   Ebu Muhammed Mnvatfak'üd-Din  Ab­dullah  b.  Ahmed  b. Muhammed  b.   Kudame  el-Makdisî.   (İrtihali H.  620).   Birinci baskısı Menar matbaasında H.   1352  yılında  ya­pılmıştır.

52- El-lkna:     Ebu'n-Neca     Şerefüddin     Musa     el-Haccavî el-Makdısî.   (irtihali.   H.   968).   EI-Ezher Matbaasında  H.   1351   yı­lında basılan nüsha.

53- El-Kâfi  Fi  Fıkh-ı   İmanı  Ahmed  b. Hanbel:   Ebu   Mu-hamraed Muvafık'üd-Din b. Kudame el-Makdisî   (İrtihali H.  620). Mekteb'ül  îslâmî  neşriyatından.

54- EI-Muğnî:  Ebu Muhammed Muvafık'Üd-Dîn b.   Kudame el-Makdisî. Tashihini Doktor Muhammed Halil  el-Harras  yapmış­tır.   Mısırda   Sakafe't'ül  Islâmiyye   Matbaası   neşriyatından.

55- Mtintehe'l İrâdât Fi Cemî il-Mukni el-Fütuhî el-Hanbelî el-Mısrî:   îbni Neccar.  Mekteb'ül islâm neşriyatından.

56- El-Muknî Fi Fıkhi İmam Ahmed b. Hanbel:  Ebu Mu­hammed Muvafık'üd-Djn b. Kudame. Mısır'da Matbaat'ül Selefiyye neşriyatından.

57- EI-Menar'üs   -   Sebil   Fi   Şerh'id-Delil:   Şeyh      İbrahim b Muhammed b. Salim b. Davyan. Mekteb'ül îslâmî de H. 1378 de neşredilmiştir.

58- El-Insaf Fi Marifet'ül Reca Min el-Halef: (Hanbelî Mezhebi hakkında). Alâeddin Ebü'l Hasan Ali b. Süleyman el-Mer-davî el-Hanbelî. M. 1957 senesinde Matbaat'ül Sünne't'el Muham-mediyye'de basılmıştır.

59- Hidâye't'ül Kagıb: Osman Ahmed Necdî el-Hanbelî. (İrtihali H. 1100). Tahkikini Hasanîn Mahlüf yapmış, Matbaat'ül Temeddün1 de basılmıştır. [968]

 

d -) Maükî Fıkhı (Yazmalar)

 

60- Ez-Zahîre:   Şihabüddin   Ebu   Abbas       Ahmed   b.   îdris es-Sanhaeî el-Mısrî  (Kurâfî adıyla tanınır.) îrtihali H. 684.

61- El-Şamil  Fi Futu'   el-Malikiyye:     Behrâra b.  Abdullah ed-Dimeşkî el-Malikî.   (trtihali H.  805).   Eser H.   1074     senesinde yazılmıştır.   Mektebe't'ül  Ezher No:   2963   (386) [969]

 

Maliki Fıkhı (Matbular)

 

62- Şerh'ül Hureşî Alâ Muhtasar'ül  Celîl:  İmam Ebu Ziya Seydî Halil. Ebu Abdullah Muhammed el-Hureşî  (İrtihali H. 1101). H. 1317 senesinde Matbaat'ül Bulak'ta basılan nüsha

63- Şerhü Minehil-Celîl Alâ Muhtasarı Halil):     Muhammed Aliş. H. 1294 senesinde basılan nüsha. [970]

 

e -) Zahiriyye Fıkhı (Yazmalar)

 

64- Elr-lhtiyârât   ül-İlmiyye  Fi   İhtiyârâti      Şeyh'ül      İslâm tbni Teymiyye:  Takıyyüddin Ebu'l Abbas Ahmed b.     Abdülhalim b. Abdiisselâm b. Abdullah b. Ebu'l Kasım el-Namîrî  el-Harrânî. ((îrtihali H. 728). Dar'üi Kütüb No: 46

65- El-Muharrer:   MecdüddUı     Ebü'l  Berekât     Abdiisselâm b. Abdullah b. Ebül Kasım b. Muhammed b. Teymiyye el-Harânî. (İrtihali H- 652). Dar'üi Kütüb No: 28

Zahiriyye Fıkhı (Matbular)

66- ikâmet'uTDeül  ve'l     Burhani  Alâ Tahrimi      Ahz'H-Ecr Alâ Tilâvet'il Kur'an: Şeyh Muhammed b. Abdülaziz el-Manî' Mek-tebet'ül Islâm'm H. 1383 senesi neşriyatından.

67- Şerh'ül Şürutil - Ömeriyye Mücerred Min Kitabi Ahkâ-mi Ehl'iz-Zimme:   Şemsüddin Ebu Abdullah!     Muhammed b. Ebu Bekr b. el-Kayyım'il Cevziyye. Dımeşk "Üniversitesi neşriyatından.

68- El-Sânm üi-Meslûl  Alâ     Şatim'ir-Besûl:     Takıyyüddin Ebü'l  Abbas Ahmed  b.   Abdülhalim   el-Harrânî.   «tbni     Teymîye» adıyla tanınmıştır. Haydarabat'da basılmıştır.

69- El-Muhallâ: Hafız Ebu Muhammed Ali b. Hazm el-En-dülüsî.  (İrtihali H. 456). Matbaat'ül îmam'da basılmıştır. Tashihini Ezher'de  Usul'üd-Din hocası  olan   Muhammed  Halil   Harras   yap­mıştır. [971]

 

f -) Şia'dan İmamiyye Mezhebinin Fıkhı (Yazmalar)

 

70- Bidayet'ül Hidaye;   Muhammed  el-Amülî.  Dar'ül  KütübNo: 5[972]

 

Şia'dan İmamiyye Mezhebinin Fıkhı (Matbular)

 

71- Tehzib'ül Ahkâm Fi Şerh'il Mukanna ÎA Şeyh'il Müfîdt Ebu Cafer Muhammed b. el-Hasan et-Tüsî.   (İrtihali H. 460). Tah­kikini   Seyyid   Hasan   el-Mevsuyî   yapmıştır.      Matbaat'ül   Nu'man el-Necef'de M.  1962 - H.  1382 de basılan nüsha.

72- EI-Hadaik'ül      Nazire   Fi      Ahkâm      il-Itret-it-Tahire: Şeyh Yusuf el-Behranî.   (îrtihali H.   1186).   Tahkikini   Muhammed Takî İyrâvani yapmış, Matbaat'ül Necef'de H.  1332 senesinde ba­sılmıştır.

73- EI-Hilaf'üt-Tusî:  İrtihalî.  H.   460). Dâr'ül' MaarifÜl Is-lâmiye şirketi neşretmiştir.

74- El-İhtisas:     Ehu Abdullah     Muhammet!  b.  Muhammed b.  el-Nu'man el-Ekberî el-Bağdâdi.     Bağdat'ta H.   1379   senesinde Mektebe't'ül - Saduk'da basılan nüsha.

75- El-îstibsâr   Fîmâ  İhtilâf  Min   el-Ahbâr:   Et.Tûsî.   (İrti­hali H. 460). Tahkikini Seyyid Hasan el-Horasân yapmış, M. 1957-H. 1376 senesinde Matbaat'ül Necef'de basılmıştır.

76- Şerai'ül İslâm Fî Fikh'ül İslâmî el-Caferî: El-Muhakkik_ el-HılH.   Tahkikini  Muhammed   Cevâd  Muğnî   yapmış.   Beyrut'taki Mektebet'ül Hayat'ta basılmıştır.

77- Müstedrek   el-Vasâil:   Elhac      Mirza   Hüseyin      el-Nûrî

el-Tabersî.  H.   1382 yılında Mektebet'ül îslâmiye   tarafından  Mat­baat'ül îsîâmiye'de basılmıştır.

78- El-Moknî:   Ebu   Cafer      es-Sadtık      Muhammed   b.   Ali b.  el-Hüseyüı  b.   Babaveyh  el-Kummî.   (îrtihali  H.   381).   H.   1377 yılında Tahran'da Matbaat'ül   îslâmiyye'de   basılmıştır.

79- Men Lâ Yahdurııhu el-Fakih: Ebu Cafer es-Saduk Mu­hammed b. Ali b. Huseyn b. Babaveyh el-Kummî. (îrtihali H. 381). Tahkikini es-Seyyİd el-Harsan yapmıştır. H. 1378 senesinde Necef Matbaasında yapılan 4. baskısı.

80- El-İııtisar Li Mesail İnfiradat'ül îmamiyye. Vema Zun-ne  İnfiraduha  Minel  Mesail   el-Fıkhiyye:   Ebû'l   Kasım  Zü'l  Mecdeyn   A'lem'ül  Hûda   ismiyle     tanınmıştır.   H.   1315      tarihli   İran. baskısı. [973]

 

g -) Zeydiyye Fıkhı (Yazmalar)

 

81- El-Tezkiret'ül Fahire Fi Fıkh'ül Atıret'üt-Talılre: El-Ha­san b. Muhammed  el-Nahvî.  Dar'ül Kütüb   (Mahtutat)   No:   10[974]

 

Zeydiyye Fıkhı   (Matbular)

 

82- El-Bahr'üz-Zahhâr   li-Cem'il   Mezahib   A'lam'ül   Emsar: İmam Afamed b. Yahya b. el-Murtaza   (îrtihali H. 840)  M. 1947 -

  1. 1366 yılında Matbaat'ül Saadet'te basılan nüsha.

84- Şerh'ül İzhâr el-Müntezi'  Min-el'  Gays-il'Midrar-il  Me£-tahi-li  Vemaim-H'Ezher.   Fi   Fikh-il'Ethar.   Ebü'l   Hasan   Abdullah b. Miftah  (İrtihali H. 877) H. 1358 senesinde Matbaat'ül Hicazî'de basılan nüsha

85- Neyl'il Evtar Şerh Münteka el-Ahbar Min Ahadis Sey-yid'el Ahyar: Muhammed b. Ali b. Muhammed es-Şevkânî.   (îrti­hali H.   1250).   M.   1952 - H.   1371   yılında  el-Bâbî     el-Halebî  mat­baasında basılan nüsha. [975]

 

h -) İbaziyye Mezhebinin Fıkhı (Matbular)

 

86- El-Esrar'üİ Nûrâuî Alâ Manzûme't'ir-Râî:   Şeyh Abdiil-

aziz el-Mesâbî. H. 1306 yılnıda Matbaat'ül Bârünî'de basılan nüsha.

87- Şerh'ül Neyi ve Şifa'ül Alil: Şeyh Muhammed b. Yusuf Atfiys. Metn, İmam Ziyaüddin el-Hıfzî (îrtihali H. 1223)  ye aittir. H. 1343 de Matbaat'ül selefiyye'de basılan nüsha. [976]

 

i- Ismailiye'nin Behre kolunun Fıkhı

 

88- Deaiın'ül İslâm ve Zikr'ül Helâl ve'l Harâro ve'l Kaza-yâ ve'! Ahkâm Fi Ehi-i Beyt Kesûlüllah Aleyhi ve Aleyhim EfdaTüs Selâm: Kâdî el-Nu'man b. Muhammed b. Mansur et-Temimî. Tah­kikini Âsaf b. Ali Asfar Feyzi. M. 1960 - H. 1379 yılında Mısır'da Dar'ül Maarif baskısı. [977]

 

k - Fıkıh ile iligili eserler

 

89- Ahkâm'il   Şeriat'ül   îslâmiyye   Fî'l      AhvâPÜş-Şahsiyye:

Ömer Abdullah. Birinci bakısı 1956 yılında yapılmıştır.

90- ihtilâf'ül      Fukahâ:      îmam   Ebu   Cafer      Muhammed b.   Cerîr'üt-Taberî.   (İrtihalî     H.     310).     Matbaat'ül     Mevsuat'ta M. 1902 - H. 1320 de Birinci baskısı yapılmıştır.

91- El-Teşri'ül  îslâmî  li   Gayr'il   Müslimîn:   Abdullah   Mus-tafel Meragi. Nümuzeciye Matbaası neşriyatından.

92 - El-îslâm  akidet'ün   ve   Şeria:   Prof.      Mahmud      Şeltut Matbaat'il  İdaret'ül Amme  İi's-Sekafet'il  İslâmiyye   neşriyatından M.  1959

93- El-Miras'ül  Mukarin:   Şeyh  Muhammed     Abdülkerim'il Keşla.  ikinci  baskı Matbaat'ül Halîf'de H.   1383 - M.  1963   de  ya­pılmıştır.

94- Huccetü-llah-il   Balîga:   Şah   Veliyullah   b.   Abdürrahim

ed-Dehlevî.   Dar'ül Kütüb'ül  Hadîs  baskısı.   Tahkik   Seyyid  Sabık.

95- Rahmet'ül   tîmme   Fi'İhtilâf'ül   Eimme:   Ebu   Abdullah Muhammed   b.   Abdurrahman   ed-Dimeşki     el-Osmanî   eş-Şafiî,   S. hicri   asır   alimlerinden.   1.   Tab'ı   Mustaf'el   Babî   Halebî'de   yapıl­mıştır. M. 1960 da. [978]

 

1 - Kavait ve Lügat Mecmuaları

 

96- Tac'ül   Arus Min   Cevahir'il  Kâmûs:   Muhibbüddin   Ebu el-feyz el-Seyyid Murtaza el-Hüseyni el-Vasıtî el-Zebidî el-IIanefî.

Birinci baskısı Matbaat'ül Hayriye'de H.   1306 yılında yapılmış.

97- Cemberet'ül Iâiga:  Ebu  Bekir  Muhammed   b.   eî-Hasan b. Düreyd'il Ezdî. H. 321 yılında Bağdat'ta irtihal etmiştir. Birin­ci baskısı H.  1344 yılında Haydarabad'da yapılmıştır

98- Es-Sihah:   Ebu  Nasr     İsmail b.   Hammad      el-Cevherî. Dar'ül Kitab'ül Arabî baskısı.

99- Lisan'ül   Arab:   Ebü'l   Fadl      Cemaleddin.      Muhammed b.  Mükerrem.  tbni  Manzur  adıyla  tanınmıştır,   (trtihali  H.   711). Birinci baskısı H.  1300 de Bulak'da yapılmıştır.

100- EI-Mu'cem'ül Vasît; Kahire'de Mecma'üi LÜga tarafın­dan Mısır'da ki Şeriket'ül MüsaMme'de M.   1960 - H.   1380 yılında basılmıştır.

101- Mu'cema Metn'il LUga:   Şeyh Aymed Rıza.   M.   1958 -H.   1377 yılında Beyrut'ta Mekteb'ül Hayat'ta basılmıştır. [979]

 

m - Yeni Yayınlanan Eserler

 

102- Asl'ül Aile: Engels. Şam'da Dar'üt Takaddüm de basıl­mıştır.

103- El-İdeolociye   el   İnkilâbiyye:  Doktor      Nedim   Beytar.

Müessese't'ül Ehliyye neşriyatmdandır. Birinci baskısı M. 1964 yı­lında Beyrut'ta yapılmıştır.

104- El-Beyan el-Şuyuî: Tercüme Halid Bekdaş. Dar'ül Fa-rabî neşriyatmdan.

105- Tefkir Kari Marks: Tercüme:   Sami Durûbî ve  Cemâl el-Attasî. Matbaat'ül Cumhuriye neşriyatmdan.

106- Zıd   Duhrenk   Engels:   Tercüme      Davud   Sayığ - Mat­baat'ül Rabıta neşriyatından.

107- El-Mes'elet'ül Yahudiye:   Tercüme Muhammed İytanî*-nindir. Beyrut'ta Dar'ül Keşşafta basılmıştır.

108- Mühimmat Mnnazzamat el-Şebab: Lenin'in 1920 yılın­da  yaptığı   bir   konuşmanm      tercümesidir.      Beyrut'taki      Dar'ül Nidâl neşriyatmdan. [980]

 

n - Mecmualar ve Gazeteler

 

109- 9 - 8 -1965   tarihli,   28   731   sayılı   «Sahifet'ül   Biram» gazetesi.

110 - Mekke'de çıkan «Kabıta't'ül âlem el-îslâmî» mecmuası.

111- Kahire   Üniversitesi   tarafından   çıkarılan   «El-Kanun ve'l İktisad» mecmuası. [981]

 

 

 

[1] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi:3.

[2] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 5.

[3] Nazmu-d'Dürer   fi   Tenasübi   -   I'Âyi   ve-s      Suver.   Kitap Hakkında BaK:   Küşfûzumın   c.   II.   st.   1961.

[4] Şeyh-x Ekber     Muhyiddin-i     Arabî  ve  Aşık-ı  İlahi  Amr ibnül'Farîz-ı   tekfir   etmesinden  dolayı  kendi  aleyhine   bir kıyam vuku bulmuş ve mihnete bu  yüzden     düşmüştür. Naşir.

[5] Bak. Kesfü-z'Zünun.   (c. 2.  shf-3-1019)

[6]   İmâmiyye   mezhebinden   Şeyh  Müfîd'in   «El-ihtisas»   adlı eseri. Sayfa: 6 ve 64.

[7] Es-San'ânî'nin «EI-udde» adlı eseri. Cilt: 4 Sayfa: 285

[8] Eb-u  Rtansûr  El-Matüridi.   «Bedrür - Reşîd»   risalesinden naklen. Yazma ve sayfaları numarasız.

[9]  îbn-ü Hacer'in  «El - AVlam M   Kavatii-l'îslâm» adlı eseri Cilt:   2 Sayfa:   3-5

[10] Es-San'ânî'nin «El-Udtle» adlı eseri. Cilt: 4 Sayfa: 280

[11] Bütün meseleleri «...der isen, derim...» şeklinde inceleyen eser.

[12] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 5-12.

[13] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 12-14.

[14] El-Ezdi'nin lügat bitabı. Cilt: I,  Sayfa:   72

[15] İbn-ü Manzûr'un  lügat  kitabı.  Cilt:   4,   Sayfa  153-155

[16] Bakara sûresi. Âyet: 317

[17] Cevherî'nin lügat kitabı.   Cilt:   I,   Sayfa:   470

[18] Zebîdî'nin Iûgat kitabı. Cilt: 2,  Sayfa: 351

[19] Ahmed Riza'nın Iûgat kitabı.  Cilt:  2,  Sayfa:   571

[20] Arap   Dil  Kurumu'nun   Iûgat   kitabı.   Cilt:  I,   Sayfa:   338

[21] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 17-18.

[22] Bakara sûresi, Âyet: 217

[23] Mâiıle sûresi,  Âyet:  54

[24] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 19-20.

[25] Kurtubî'nin  «El-Câmi1»  adlı eseri.   Cilt:   3,   Sayfa:   46

[26] Zemahşerî'nin «El - Keşşaf» Tefsiri. Cilt: I, Sayfa: 271

[27] Neysaburî'nin   «Garâibü'l -Kur'ân»   kitabı.   Cilt:   2,    Say­fa:   318.

[28] Tabarsl'nîn (Mecmaül - Beyân» kitabı. Cilt: I, Sayfa: 313

[29] Kaasimî'nin «Mehâsinut - Te'vil» kitabı. Cilt: 3, Sayfa: 549

[30] Alüsî'nin «Ruh'ül - Maânî» kitabı.  Cilt:   2,  Sayfa:  157

[31] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 20-23.

[32] Mâide sûresi. Ayet: 54

[33] Taberî'nin  «Câmiü'l  - Beyân»  kitabı.   Cilt:   6   Sayfa:  182

[34] Neysaburî'nin «Ğarâibü'I - Kur'âm»  kitabı.   Cilt:   6,   S.   162

[35] Kurtubî'nin «EI-Câmi'Ii Ah kâm i11 - Kur'an» kitabı. Cilt: 6 Sayfa 219 ve Kastallânî'nin «îrşâdü's - Sâri» kitabı. Cilt: 10 Sayfa: 75

[36] Zemahşerî'nin «El - Keşşaâf» kitabı. Cilt: I Sayfa: 466

[37] Râzî'nin «Et - Tefsîrü'l - Kebîr» kitabı.  Cilt;  12  Sayfa:  17

[38] Tabersî'nin «Mecma'ül - Beyân» kitabı. Cilt: 3 Sayfa 280.

[39] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 23-29.

[40] Al-i İmran sûresi, Âyet: 90

[41] Kurtubî'nin «El - Cami'» kitabı. Cilt: 4 Sayfa: 130

[42] Al-i Imran sûresi, Ayet: 106

[43] Kurtubî'nin «El-Cami'» kitabı. Cilt: 4 Sayfa: 166

[44] Buharı.   El'Camiu-üs'Sahih.   Cilt:   8   Sayfa:   120. Matbaa-i Âmire Tab'ı.

[45] En-Nisa sûresi, Ayet: 137

[46] Kurtubî'nin «El-Cami'» kitabi. Cilt: 5 Sayfa: 415

[47] En-Nalıl sûresi, Âyet: 106

[48] Kurtubî'nin «El - Oâmi'» kitabı. Cilt: 10 Sayfa: 180

[49] El-Hacc sûresi, Âyet; H

[50] Kurtubî'niu «El - Cami'» kitabı. Cilt: 12 Sayfa: 17

[51] ÂI-i İmran sûresi. Ayet: 86

[52] Kurtubî'nin «El-Cami'» kitabı, Cilt: 4, Sayfa:  129

[53] Al-i İmran sûresi. Ayet: 91

[54] KurtubS'nin «El - Cami»» kitabı, Cilt: 4, Sayfa: 131

[55] Al-i İmran sûresi. Ayet 177.

[56] Kortabî'nin «El-Cami» kitabı,  Cilt:  4,  Sayfa:  210

[57] Muhammett (S.A.V)   sûresi, Âyet: 32

[58] Seyyit Kutub «Fi zılâl el - Kur'ân» Cilt: 16 Sayfa: 75

[59] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 30-36.

[60] Buhârî «Kitâbü'I - Muharibin» Cilt:  8      Sayfa 201. Bnhârî-El - Mümtahiııe sûresinin tefsiri. Cilt: 6    Sayfa: 186. İmam Ahmed'in  Müsned'i.   Cilt:   I       Sayfa: 374. Müslim. Cilt: 18 Sayfa: 24. İbn-ü Mâce. Cilt: 2 Sayfa: 847. Tirmizî. Cilt: 9 Sayfa: 2

[61] İmam Ahmed'in  Müsned'i.   Cilt:   6      Sayfa 414. İmam Ah­med'in  Müsned'i.   Cilt:   3   Sayfa:   361,   Cilt:   4   Sayfa:   55, Cilt: I Sayfa: 409. Es-Nesaî. Cilt: 8 Sayfa: 147 ve Cilt: 7 Sayfa: 151.

[62] Elbennâ »Minhatü'l-Ma'bûd fi tertîb    Müsned-i Ebi Dâvûd» Cilt: I Sayfa: 296. Müslim. Cilt: I Sayfa; 56, Cilt: 1 Say­fa: 61, Cilt: I Sayfa: 58 ve Cilt: I Sayfa: 59

[63] «Sünenü'n - Nesâî» Süyûtî şerhi. Cilt: 7 Sayfa: 103/ «Şer-hü'l - Hııreşî     el-Mâlikî»     Cilt:   8   Sayfa:      69/Kurtubî-«El-Câmi'» Cilt:  3  Sayfa:  47.

[64] El-Bennâ - «Minhatü'l - Mabûd»  Cilt:   I Sayfa:   296/ İmam Ahmed'in Müsned'i. Cilt:  6 Sayfa:  181/ En-Nesaî Cilt: 7 Sayfa:  91/Ibn-ü Mâce.  Cilt:  2 Sayfa:  487.

[65] İmam Ahmed'in Müsned'i. Cilt:   1  Sayfa:   374

[66] İmam Ahmed'in Müsned'i.. Cilt:  6 Sayfa:  414

[67]  (Minhatü'l-Ma'bûd. Cilt: I, Sayfa: 296).

[68] SÜyûtî Şerhi, Cilt: 7 Sayfa: 103)

[69]  (El-Bennâ'nın   Müıhatü'l-Mab'ûd   adlı   eseri.   Cilt:   1   Say­fa: 296).

[70] «Şerhü'l - Hureşî» Cilt; 8 Sayfa: 69

[71]  Kurtubî'nin «El- Cami'» tefsîri. Cilt: 3 Sayfa: 47

[72] îbnü Hazm. El'MnhalIâ, Cilt. 2 Sayfa: 234-237.

[73] Kalem sûresi, Ayet    35

[74] İslâm diyarında din değiştirme vak'alarında, müslümanları ilgilendiren bir husus olmadığı iddia edilemez. Çünkü bu gibi vak'alar, ekseriya geniş çapta girişilen propaganda hamleleri neticesinde meydana gelir. Oysa İslâm diyarında her hangi bir din tarafından böyle bir kampanyanın açıl­ması mahzurlu olduğundan müsaade edilmemelidir, islâm, devleti, bu hareketi önlemek için tedbîr almak zorundadır. Mesele, yazarın huiada anlatmak istediğini aksine İslâm siyasetini yakından ilgilendirmekte ve o devrin müslüman-ları için hayatî önem taşımaktadır.  (Mütercim)

[75] «Sünenü'n - Nesâî» Süyûtî'nin şerhi. Cilt: 7 Sayfa: 7

[76] Şevkânî'nln «Neylü'I-Evtâr» adlı eseri. Cilt:7 Sayfa: 7

[77] San'anî'nin «El-Udde alâ Ihkâmi'l-Alıkâm» C: 4 S: 299

[78] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 36-46.

[79] «Şerbül-Hureşî» Cilt: 8 Sayfa: 62

[80] «Mineh-ÜI-CeKl».   Cilt: 4 Sayfa: 461

[81] «Ei-Mugnî». Cilt: 8 Sayfa: 540

[82] «Mııntehâl-îradât». Cilt; 2 Sayfa: 498

[83] Hidayet-ür-Kâgıb:  Osman 537

[84] Kalyûbî ve Umeyre 4/174 Serh-uUJsûl: Ataullah, el yazması 3

[85]  (Hâgiyetü'l-Bâcûrî).  Cilt:   2   Sayfa:   328.

[86]  (Feyzül-Üâh). Cilt: 2 Sayfa:  304

[87] Semerkandî  (TuhfetüI-Fuliafaâ.).   Cilt:   7  sayfa:   134.

[88] îbn-ü Teymiye'nin  (El - Muharrar» adlı yazma eseri. Yap­rak:   153  ve   (El-lhtiy&râtü'l  - îlmiyye)   adlı kitabı.   Say­fa: 404.

[89]  (Tehzîbü'l - Ahkâm». Cilt: 10 Sayfa:  136.

[90]  (Et - Teşriü'l - îslâmî» Sayfa: 38

[91] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 46-50.

[92] Hanefî     mezhebinden  Kâsânî'nin      (Bedâiu's-Sanâyî)   adlı eseri: Cilt: 7 Sayfa: 134, Fîyroz Âbâdz'nm (El-Muhezzeb) adlı eseri:     Cilt:   2   Sayfa:   222,   Şafiî  mezhebinden  Ömer Berekât'ın  (Feyzu'1-ilâh» adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 305 ve Hanbelî      mezhebinden lbn-ü   Mufliîı'in    (EI-Furu')      adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 160

[93] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 53.

[94] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 53.

[95] îbn-ü   Kudâme'nin   (El-Muğnî)   adlı   eseri:   Cilt:   8   Say­fa: 549/551

[96] Mergınâm'nin    (EV - Siidâye)   kitabı:    Cilt:    2   Sayfa.   126, Kâsânfnin  (Bedâiu's - Sanâyî)     kitabı: Cilt: 7 Sayfa:  135 ve   Semerkandî'nin   (Tuhfetü'l - Fukahâ)       kitabı:   Cilt   4 Sayfa:  530

[97] İbn-ü Hübeyre'nin   (El-izâh~u ve't-Tebyîn)     yazma    eseri: Numarasız  ve  Muhammed Bin     Abdurrahman'm      (Rah-raetü'l - ummc)  kitabı: Sayfa: 269

[98] Bu şart, aşağıda zikri geçen Hanbelî kitaplarının hepsin­de de mevcudtur: İbn-ü Davyan'ın (Meııârü's - Sebîl) ki­tabı: Cilt: 2 Sayfa: 407, Merdâvî'nin (El-İnsa£), adlı eseri: Cilt: 10 Sayfa: 329, îbn-ii MuSüı'in (El-Furu1) adlı yazma eseri: Cilt: 2 Yaprak: 160 ve îbn-ü n-Neccar'-m{Müntehel-lrâdât)  adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 500

[99] Serahsî'nin (El-Mebsût) adlı eseri: Cilt: 10 Sayfa: 120-121

[100] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 53-58.

[101] Ayni kaynak:  Cilt: 10 Sayfa:  120

[102] Serahsî,   (El - Mebsût)   Cilt: 10 Sayfa:  121-122

[103] Meryem sûresi, Ayet: II

[104] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 58-61.

[105] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 62.

[106] Muhammed   B.   Abdurahman'in       (Rahmetti I - Ümmeti   fi İhtilâf-i el-Eimme)   adlı eseri:  Sayfa:  296

[107] Kâsanî'nin   (Bedâius' Sanal)   kitabı:  Cilt 7 Sayfa:  135 ve '     Serahsî'nin   (El-Mebsût)   kitabı:  Cilt:  10 Sayfa:  122.

[108] îbn-ü Kudame'nin  (El-Muğm), adlı yazma ve numarasız eseri ve Ömer Berekât'm (El-însâi)     adlı    eseri: Cilt: 2 Sayfa:  305

[109] Şafiî'den  İbn-ü   Hübeyre'nin   El'iyzah      ve-t'Tebyİn      adlı yazma  ve   numarasız      eseri  ve   Ömer   Berekat'ın   (Feyz urîlâh)   adlı eseri C. 2 S. 305.

[110] Hanbfelî'den   El-Ba'Iî'nin   Keşffi'l -Mesâil)       kitabı:   Yap­rak: 18

[111] tbn-ti Kudâme'nin (El - Muğnî) kitabı: Cilt: S Sayfa: 551

[112] İmam Ahmed b. Hanbel (R.H.) mezhebinde üç Ebu Be­kir adlı îmam vardır. Biri, Ahmed b. Mehmed b. Hanî Ebu Bekri-l'Akrem diğeri; Ahmed b. Mehmed b. El' Haccac Ebu Bekri-l'Mervezî ve bundan İmam-ı Ahmedin îctihadatmi nakleden ve büyük bir kitab meydana geti­ren Ahmed b. Mehmed Harun Ebu Bekri-1 Hallâl'dır ki. kitabda geçen Ebu Bekrin hangisi olduğ-unu müellif tasrih etmemiştir.

[113] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 62-64.

[114] Sarahsî'nin (El - Mebsût) kitabı: Cüt: 10 Sayfa: 122

[115] tbn-ü Hübeyre'nin   (El-tzah-u ve't - Tebyîn,>   adlı  yazma ve numarasız eseri.

[116] EI-Ba'lî'nin   (Keşfii'l - Meşâil)   adlı     yazma   eseri:      Yap­rak:   18

[117] İmam Ahmed'in   (El - Bahru'z - Zahhar)      kitabı     CİH:   5 Sayfa:   423   ve   Zeydiye'den   İbn-ü   Mİftah'm   Şerhü'I-Ez-hâr) kitabı: Cilt: 4 Sayfa: 575

[118] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 64-65.

[119] Hanbelî'den   tbn-ü   Davyan'm   (Menârü's - Stbîl)       kitabı: Cilt: 2 Sayfa; 407, Merdâvî'nin (El-İnsaf) kitabi: Cilt: 10 Sayfa 320, Muhammed'İn  (El-Mebsût)   adlı yazma eseri: Yaprak:   144,  Sarahsî'nin   (El-Mebsût)   kitabı:     Cilt:   10. Sayfa:   122,   Semerkandî'nin   (Tuhfetü'I - Fukahâ)   kitabı: Cilt:  4  Sayfa:  530 Kâsânî'nin   (Bedâiu's - Sana'l)     kitabı: Cilt: 7 Sayfa:  135 ve Merginânî'nin   (El-Hîdâye» kitabı: Cilt:  2 Sayfa:  126

[120]  (El - Muğnî)   Cilt: 8 Sayfa: 551.

[121] İmam Şafiî'nin (El - Ünün), adlı eseri: Cilt: 6 Sayfa: 149-

[122] Yazar,   bu   itiraza   bir   zühul   neticesi   tevessül      etmiştir. İmam   Şafiî'nin   sözüne  dikkat   edilirse  o,   irtidâdm   sahîh olabilmesi   için   îmânın   erginlik   çağanda   vuku'   bulmasını şart koşmaktadır.  Bülûğden sonra  irtidâd  eden kimsenin irtidâdmı   kabul   etmemesi,   o   kimse   hakkında   bu   şartın tahakkuk   etmemiş      olmasından   ileri   geliyor.   Aynı   za­manda  Şafiî,  bu meselede  irtidât     kelimesini   şer'î anla­mında   değil,   lügat   ma'nâsmda   kullanmaktadır.   Böylece işkâl zail olur. (Mütercim)

[123] Bu itiraz da yersizdir.  Çünkü imam Şafiî,  onun müslü­man  olarak  baliğ;  olduğunu  kabul etmiyor  ki  bülûğden sonra     müslüman olarak kaldığını     kabul  etmesi lâzım, gelsin.   (Mütercim)

[124] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 66-68.

[125] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 69.

[126] Sâşânî'nin (Bedâra'3 - Sana'î) adlı eseri: Cilt: 7 Say­fa : 134, Haaıbelî'den Makdisî'nin (El - İkna), adlı eseri: Cilt 4 Sayfa: 301, Hanbelî'den îbn-ü Kudâme'nin (El-Kâfi) adlı eseri: Cilt: 3 Sayfa: 155, Şafiî'den Fiyruz Abâ-dî'nin (El-Muhezzeb» adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 222, İmam Şafiî'nin (El-Ümm) adlı eseri: Cilt 6 Sayfa: 148 Şafiî'den Sabbağ'ın (Eş - Şâmil) adlı yazma eseri: Cilt: 6 Yap­rak: 120, Şafiî'den Kalyubî ve Umeyre: Cilt: 4 Sayfa: 176 ve

Şafiî'den Ömer Berekât'm (Feyzü'l - İlâh» adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 305.

[127] İmam Şafii'nin    (El-Ümm)   adlı eseri:  Cilt:  6 Sayfa: 14S

[128] Makdisfnin   (ES-İkna)   kitabı:   Cilt:   4      Sayfa:   301   ve Behram'm   (Eş - Şâmil)   adlı  yazma  eseri:   Cilt:   2     Yap­rak:   159  veîbn-ii Kudâme'nin      (El-Muğnl)   adlı     eseri: Cilt:  8 Sayfa: 564

[129] Hanbelî  mezhebinden   Makdisî'nin   (El - tknâ1)   adlı   eseri' Cilt: 4 Sayfa: 301

[130] Hanefî      mezhebinden      El-Kâsânî'nin       (Bea&iu's-Sana'î) adlı eseri:   Cilt:   7  Sayfa:   134

[131] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 69-70.

[132] İbn-ü Kudâme'nin   (El-Muğnî)   adlı  eseri:     Cilt:   8  Say­fa: 563

[133] Hanbelî   mezhebinden   Merdâvl'nin   (El - tnsaf 1   adla   eseri; Cilt: 10 Sayfa: 331

[134] îmam Şafiî'nin (El-Umm) adlı eseri:: Cilt 6. Sayfa: 148, Sabbağ'ın (Eş - Şâmil) adlı yazma eseri: Cilt: 6 Yap­rak: 102, Ömer Berekât'ın (Feyzü'l-İlâh) kitabı: Cilt: 2 Sayfa 305 ve Kalyubî ve Umeyre: Cilt: 4 Sayfa. 176

[135] Fiyruz Abâdî'nin (El-Muhezzeb) kitabı: Cilt: 2 Say­fa: 222 ve Kalyubî ve Ümeyre: Cilt: 4 Sayfa. 176

[136] Semerkandî'nin (Tubfetü'l -Fukahâ) kitabı: Cilt: 4 Say­fa: 532, Kâsânî'nin (Bedâiu's - Sana'î) kitabı: Cilt: 7 Say­fa: 134 ve Serahsî'nin (El - Mebsût) adlı eseri: Cilt: 10 Sayfa:  123

[137] Es-Serahsî'nin   (El - Mebsût)   adlı   eseri:      Cilt:      10   Say­fa: 123

[138] En-Nisa' sûresi, Ayet: 43

[139] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 71-74.

[140] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 75.

[141] Mısır resmî gazetesi. Sayı: 2 Yıl: 30 Berdîsî'nin makale­sinden ve Mısır resmî gazetesi; Sayı: 1 Yıl: 1 Ustad Ahmet İbrahim'in makalesinden.

[142] îbn-ü Kudâme'nin  (El-Muğni)  kitabı:   Cilt:  8 Sayfa 561 ve Makdisî'nin   (El - îknâ)   adlı eseri:   Cilt:   4   Sayfa:   306

[143] Mâliki mezhebinden Alîş'in (Minehü'I - Ceîîl Şerhi): Cilt: 4 Sayfa: 470

[144] Hanefî mezhebinden Es-Serahsî'nin (El - Rleb&îıt) adlı ese­ri: Cilt: 10 Sayfa: 123

[145] Şafiî'nin (El-Mebsût) kitabı: Cilt 6 Sayfa: İ52 ve Sab-bağ'm  (El-Şâmil)   adlı yazma eseri: Cilt: 6 Yaprak:  148

[146] Es-Serahsî'nin (El - Mebsût) kitabı: Cilt: 10 Sayfa: 123 (Fakat Muhammetî'in (El-Mebsût) adlı eserinde, «kıyas beynuneti gerektiriyorsa da, beynunet hükmü verilmez» deniliyor. Bu yazma eserin 144. yaprağına bakınız.)

[147] En-Nahl sûresi; Ayet: 106

[148] İmam Ahmed'in  (El - Bahrü'l - Zahhar)   adlı eseri:  Cilt:  5 Sayfa: 424

Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi:75-78.

[149] Es - Serahsî'nin   (El-Mebsût)   adlı   eseri:      Cilt:   10   Say­fa: 123

[150]  (EI-Muğnî):   İbn-ü   Kudâme::   Cilt:   8      Sayfa:      560 ve (El-İkna): Makdisî: Cilt: 4 Sayfa: 304.

[151]  (Eş-Şâmil): Sabbağ: Cilt: 6 Yaprak:  148..

[152] Bakara sûresi: Ayet: 256.

[153] «Menhü'I - Celîl  Şerhi):  Alî§:   Cilt.  4  Sayfa.  470.

[154]  (Şerhü'l-Ezhâr): İbn-ü Miftah: Cilt: 4 Sayfa: 578.

[155] Yunus «üresi: Ayet: 99.

[156] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 78-81.

[157] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 85-86.

[158] Hanbelî'den İbn-ü Muflih'in   (El-Furu')   adlı yazma eseri: Cilt:  2 Yaprak:     159, İbn-ü Teymiye'nin   (El-Muharrar) adlı   yazma   eseri:   Yaprak:   153,   Hanbelî'den   Makdisî'nin (El-Iknâ)   kitabı:   Cilt:   4  Sayfa:   297,  Hanbelî'den İbn-ü Kudâme'nin   (Umdetü'I - Fikh)   eseri:      Sayfa:   151,   Han­belî'den   Merdavî'nin   (El - İnsaf)   kitabı:   Cilt:   10      Say­fa:   326,Hanbelî'den  İbn-ü Kudâme'nin   (El - Muğnî)   kita­bı: Cilt: 8 Sayfa: 565, Şafii'den Ralyubî ve TJmeyr: Cilt: 4 Sayfa:   174,   Malîkî'den   Behram'in   (Eş - Şâmil)   adlı   yaz­ma eseri: Cilt: 2 Yaprak: 17, MaliM'den Allş'in (Minehü-'l-Celîl   Şerhi)   adlı   eseri:   Cilt:   4   Sayfa:   461,   Zeydiye'den Hasan  Nahavî'nin   (Et -Tezkîretü'l -Fâhira)      adlı   yazma eseri:   Son   yaprak   ve İbaziyye   mezhebinden   Mns'abî'nin (El - Esrâm'n - Nûrâniyye)   adlı eseri:  Sayfa: 72

[159] Alîş'in   (Minehü'l-Celîl   Şerhi)    kitabı:   Cilt:   4   Sayfa:  462 veBehram'm   (Eş - Şâmil)   adlı yazma eseri:   Cilt:   2  Yap­rak: 102.

[160] Rasas sûresi: Âyet:  88

[161] Er-Rahman süresi: Ayet: 26

[162] EI-Hisnî'nin    (Kifâyetü'l - Ahyâr)   adlı eseri:  Cilt:  2 Say­fa: 202

[163] Ibn-ü  Dakîk'm    (El - Udde   Ala    İhkami'l - Ahkâm)      adlı eseri:   Cilt:   4 Sayfa:  300

[164] Merdâvî'nin (El-İnsaJf)  kitabı: Cilt: 10 Sayfa: 327, tbn-ü Teymiye'nin    (El - thtiyâratii'l - İlmiyye)       kitabı:       Say­fa:   404,   İbn-ü Muflih'in   (El-Fnru1)   adlı     yazma   eseri: Cilt:2   Yaprak:      159,   tbn-ü   Davyan'ın   (Menârü's - Sebil) adlı eseri: C. 2 Sayfa. 404 ve Makdisî'nin El'İkua adlı eseri Cilt: 4 Sayfa: 297

[165] Makdisî'nin  (El-îknâ')  adlı eseri: Cilt 4 Sayfa: 297

[166] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 86-88.

[167] Merdâvî'nin (El-İnsaf) kitabı: Cilt: 10 Sayfa: 326, Mak-disî'nin   (El-İkna)   kitabı:   CÜt:   4     Sayfa:   297   ve   Şafiî mezhebinden SûbK'nm   (Fetavâ)sı adlı eseri: Cilt: 2 Say­fa: 577

[168] Hanefî mezhebinden   (Bedrür - Reşid)   risalesi  şerhi:   Yaz­ma eser,  Yaprak: 4

[169] Şafiî'den tbn-ü Hacer'in (El-î'Iâm) kitabı: C   2. Sayfa: 42 Zahiriye'den Ibn-i Hazm'm El'Muhallası C. 1 S. 15. İbazî-ye   mezhebinden   Mus'abî'nin   El'Esrarün-Nuraniyye   S.   72 ve.. Mani'm (İkametü'd-Delîl Ve'1-Btırhan) adlı eseri S. 139

[170] Hanbelî'den İbn-c Muflih'in (El - Futu')  adlı yazma eseri: Cilt:   2   Sayfa:      159,   HanbelI'den   Makdisî'nin   (El-lknâ) adlı  eseri:   Cilt:   4     Sayfa:   297  ve İbn-n  Muflih'in   (El-Âdab-u Şer'iyye)   adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 298

[171] İbn-ü Rudâme'nin   (El-Muğnî)   adlı  eseri: Cilt:   8      Say­fa: 548

[172] İctihad, hakikati meydana koymak için aklî ve nakil de-lîller üzerinde yapılan gayretli çalışmaya denir. Bu çalış­ma sonucu varılan hüküm, müctehidin kendine göre doğ­rudur.   Ancak diğer müctehîdlere  göre  yanlıg   addedilebi­lir. Bu itibarla yanlış ictihâddan asılsız ve mesnetsiz ic-tihâd   anlamı   çıkarılmamalıdır.   Bu   gibi   ictihâdîar,   indî görüşler  hükmündedir  ki   şer'î   hükümler     üzerinde   tesir icra edemez   (Mütercim)

[173] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 88-89.

[174] tbn-ü   Miftah   Ez - Zeydî'nm   (Şerhü'I - Ezhâr)    adlı   eseri: Cilt:  4 Sayfa: 575.

[175] İbn-ü Kuöâme El-Hanbelî'nin   (El-Muğnî)   hitabı:  Cilt:  2 Sayfa   548,   Mabdisî'nin   (El-İkna')   kitabı:   Cilt:   4   Say­fa:      297,   tbn-ü   Hacer   Eş-Şâfiî'nin   (El-İ'lâm)      kitabı: Cilt: 2 Sayfa 50 ve Şeltût'un (El-lslâm akîdetü'n Ve Şeria) adlı eseri:  Sayfa: 251 ve Şafiiyye'den Subkî'nin Fetavası., C.   2   Sayfa.   577.

[176] îbn-ü   Hazm   Ez - Zâhirî'nİn   (El - Muhallâ)       adlı      eseri: Cilt: 7 Sayfa: 371

[177] Mâide sûresi, Ayet:  95

[178] En-Nahl süresi,  Âyet:   44

[179] Ömer Berekât Eş-Şâfiî'nin   (Feyzü'l - İlâh)     adlı     eseri: Cilt: 2 Sayfa: 305, Kalyubl ve Umeyre: Cilt: 4 Sayfa: 174, İbn-ü  Hacer  Eş-Şâfiî'nin   (El-Î'lâm),   adlı   eseri:   Cilt:   2 Sayfa:  31 ve EI-Hısnî'nin    (Kifayetti! - Ahyâr)   adlı eseri: Cilt:  2 Sayfa,:  202

[180] Bedrur-Reşîd risalesi:  Yazma eseri: Yaprak:  2

[181] Mirza   Hüseyin  El-îmamî'nin   (Müstedrekü'I -Vesâil)   adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 247

[182] Takiyye: İman ve itikadını, yerine ve zamanına göre, sakhyarak başka türlü itikat ve başka biçim iman izhar etmek, diğer bir tarifte; olduğu gibi görünmemek, g-öründüğü gibi olma­mak yerinde kullanılır bir ıstılahtır. Hassaten Şiîler, sûnnîlerle karşılaştıkları ve maksatlarına ermek iğin o yolda göründükleri zaman bu yolu tutarlar. Takiyye; Cemi etkiya gelen «takiyy» in nıüermesidir. Takıy; lügatte Allah'tan korkup haram işlemekten çekinen perhizkâr davranan kimse demektir. Bir de yine sakınma, ihtiraz mânasına olarak «tukye» lügati vardır. Istılahın İfade et­tiği manaya göre o makamda bunun kullanılması lâzım gelmekte­dir. Çünkü lügatte bu kelime iğin «bir mezhebe müntesip olan ada-mm o mezhebe intisabı olduğunu kimseye sezdirmemek için ihti­yar eylediği muvazaaya ıtlak olunur» izahatı mevcuttur.

[183] Es-Sadûk  El-Kumnıî'nin (El - Hidâye)   adlı   eseri:   Cilt:   3 Sayfa: 9

[184] Geçen kaynak.

[185] Mirza Hüseyin'in (Müstedrekü'I - Vesâil) adlı eseri: Cilt: 3 Sayfa:   344

[186] Gegen kaynak:   Cilt:   3  Sayfa:   245

[187] Geçen kaynak.

[188] Geçen kaynak: Cilt: 3 Sayfa: 359

[189] Geçen Kaynak: Cilt: 3 Sayfa 347

Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 89-92.

[190] Mısır'nı El-Ahram gazetesi:  Sayı:  28731 Tarih:  9/8/1965 Baş gayfa,   birinci sütun.

[191] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 92-93.

[192] Muhammed Aytânî'nin   (Yahudilik Mes'elesi)   adlı     tercü­mesi:  Sayfa: 17, aynı mevzu'da Misel Aflâk'ın  (Fi Sebil El-Baas)   kitabı  Sayfa:   223

[193] Yahudilik Meselesi: Sayfa: 26

[194]  (Mühimmat mtmazzamâtü'ş - Şebâb)   =   Gençlik     Kolları­nın Görevleri:  Sayfa:   15

[195]  (Tefkîr Kari Marks) = KABL, MARK'in İdeali: Sayfa: 15

[196] Geçen Kaynak: Sayfa: 78

[197] Geçen Kaynak: Sayfa: 78

[198] Geçen Kaynak.

[199] Geçen Kaynak.

Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 93-94.

[200] Davûd   Es-Saığ'm   Engels'den   (Zıd Duhrenk)   adlı   tercü­mesi:  Cilt: 3 Sayfa:  106-109

[201] Engels,  bu sözün bütün dinler hakkında sahîh olduğunu sanıyor. Oysa islâm'da tedbîr kulun ve takdîr Allah'ındır. Takdîr ma'lûm olmadığından tedbîr almamıza hiç bir Şekilde mâni değildir. Yani müslüman, tedbîr alına husu­sunda kayıtsız ve şartsız bir sebestiye sahiptir. Engels gibi sözüm ona doktrin sahibi olacak bir adamın, bu sözü bütün dînlere teşmîl etmesine cehalet ini demek lâzım yoksa belahet mi? Artık bunu okuyucuların takdirine bı­rakalım.   (Mütercim)

[202] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 94-95.

[203] Dinlerin haram kıldığı şeylerin yapılmasını  mubah  say­ması.

[204] Hâlit   Bektaş'ın   (El - Beyânü'l - Şuyu'î   =   Komünist   Ma­nifestosu)   adlı tercümesi:   Sayfa:  47

[205] Geçen kaynak:  Sayfa: 48

[206] Geçen Kaynak Sayfa: 47

[207] Engels'în «Ailenin Esası)  adlı eseri: Sayfa: 814

[208] Engels'in   (Ailenin Esası)   adlı eseri:  Sayfa:   814

[209] Geçen Kaynak: Sayfa: 14

[210] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi:96-97.

[211] Mirza Hüseyin'in (Müstedrekü'I - Vesâil) adlı eseri: Cilt: 3 Sayfa:  347

[212] Eş-Şevkânî'nin   (Neylü'l - Evtâr)   adlı   eseri:   Cilt:   8   Say­fa: 194-195                                                                      

[213] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 98-100.

[214] îbn-ü Kudâme'nİn   (El - Muğnt)   kitabı:   Cilt8   Sayfa:   565, İbn-ü  Muflih'in   (EI-Furû')   adlı  yazma      eseri:   Cilt:   2. Yaprak.     160    El - Hureşî'nin     (Şerhü'I - Hureşî)     kitabı: Cilt: 8 Sayfa: 75, Mnhyittin El - Hanefî'nin  (El-Seyfü'l-Meşhûr)   adlı  yazma   eseri:   Y.   2,   îbn-ü   Haznı'in   (El -Muhallâ) kitabı: C. H S. 500, Geçen Kaynak: C. II S. 489, İbn-ti   Kayyim'in    (Eş - Şurûtu'I - Umeriyye)   kitabı:    Say­fa:      141      ve   îbn-ü   Teymiye'nin   (Es - Sarimü'l - Mealûî) adlı eseri: Sayfa: 550

[215] Tövbe sûresi: Ayet: 66

[216] îbn-ü Muhlif'in (El-Furû') adlı yazma eseri: C. 2 Y. 160, Mtdıyîttin   El - Hanefî'nin   (Es - Seyfü'l - Meşhur)      kitabı: Yaprak:   2,  El - Hurşfnİn     (Şerhü'I -Haresi)   kitabı:   C.   8 S. 74 ve îbn-ü Kayyim'in   (Eş - Şurûtn'l -Umeriyye)     adlı eseri: Sayfa: 141

[217] Muhyittin El - Hanefi'nin   (Es - Seyfü'l-Meşhur)   adlî yaz­ma eseri: Yaprak: 2

[218] îbn-ü   Kudâme'nin   (El-Mugni)   adlı   eseri:   Cilt:   8   Say­fa: 565

[219] EJ-Hureşî'nin    (Şerhü'l - Hureşî)    adlı   eseri:   Cilt:   8   Say­fa: 74

[220] îbn-ü Muflih'in (El-Forû') adlı yazma eseri: Clt: 2 Yap­rak: 160

[221] İbn-ü  Teymîye'nin   (Es-Sârimli'l-Meslûl)      adlı      eseri: Sayfa: 550

[222] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 100-103.

[223] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 103-104.

[224] İbn-ü   Teymiye'nin   (Es - Sarimü'I - Meslûl)       adlı      eseri: Sayfa: 556

[225] En'âm sûresi, Âyet: 108

[226] Es-Sûbkî'nin   (Es - Seyfü'l - Meslûl)    adh      yazma      eseri: Yaprak: 79

[227] Behram'ın   (Eş - Şâmil)   adlı   yazma   eseri:   Cilt:   2   Yap­rak: 171

[228] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 104-106.

[229]  (Fetavâ es - SubM es - Şafiî)   Yazma eseri:     C. 2 Y. 573, Es-Sübkî'nin   (Es - Seyfü'l - Meslûl)      adlı   yazma      eseri: Y.  4 - 11,  Mirza Hüseyin'in   (Müstedrekü'l - Vesâil)      kita­bı: C. 3 S. 243, EI-Kummî El-tmamî'nin (EI-Hidâye) ki­tabı: C. 1 S. 76,Es-Siyağî Ez-Zeydî'nin (Er-Ravz en - Na-zîr) kitabı: C. 4 S. 245, Eş-Şevkânî Ez-Zeydî'nin (Neylü'l -Evtâr)   kitabı:   C.   7   S.  200,  îbn-ü Kayyim'in   (Eş - Şurû-tü'l - Umeriyye)   kitabı:   S.   214,   îbn-ü  Hazra'in   (EI-Mu-hallâ)  kitabı:  C. 11 S. 500, îbn-ü Teymiye'nln   (Es - Sâri-mu'I - Meslûl)   kitabı:  S.   4  ve  Es-Sul)kî'nin   (Fetavâ  es-Subld) adlı yazma eseri: C. 2 T. 569-594

[230] Es-Subkî'nin   (Fetavâ  es - Subki)   kitabı:      C.   2   Y.   573, Es-Subkî'nin   (Seyfü'l - Meslûl)   adlı   yazma      eseri:   Yap­rak:  4, îbn-ü Teymiye'nin   (Es-Sârimu'l - Meslûl)   kitabı: Sayfa: 245 ve geçen kaynak: Sayfa: 4

[231] Es-Snbkî'nin   (Es - Seyfü'l - Meslûl)   adlı     yazma     eseri; Yaprak: 2.

[232] Gegen Kaynak:  Yaprak:  15

[233] îbn-ü   Teymiye'nin   (Es - Sârimn'l-Meslûl)   kitabı:   S.   53, 245, 293, 423.

[234] Geçen Kaynak: Sayfa: 527

[235] İbn-ti Hazm'in  (El - Mulıali-ı)   kitabı: C.ll S. 500

[236] tbn-ü  Teymiye'nin   (El - Sârimn'l - Meslffl)      adlı      eseri: Sayfa: 296

[237] tbn-ü Teymiye'nin   (El-Sârimu'l-Meslûl)   adi?  eseri:  Say­fa: 222

[238] AI-i Imrân sûresi: Âyet: 86.

[239] El-Enfal sûresi: Ayet: 12.

[240] Tövbe sûresi: Âyet:70.

[241] Es-Subkî'nin   (El - Seyfii'l - Meslûl)   adlı     yazma      eseri: T. 14-19 ve Kelvezânî'nin (El-Hidâye) adlı yazma eseri: Yaprak: 202

[242] Es-Subkî'nin   (El - Seyfü'l - Meslûl)   adlı   yazma      eseri: T. 29.

[243] En-NehavS'nin   (Et - TezMretti'l - Fabire)   adlı     yazma  ve numarasız eseri.

[244] Mirza Hüseyin'in (MÜstedrekü'l - Vesâü) adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 244.

[245] Mirza  Hüseyin'in   (Mtistedrekü'l - Vesâil)      kitabı:      C.   2 S. 243

[246] Zülmecdeyn'in  (El-İntişâr) adlı eseri:  Cilt: 2 Sayfa:  178

[247] îbn-ti    Teymiye,     (EsSârimu'l -Meslül     =     Yalın    Kılıç) adlı eserinin 4. Sayfasında müslüman veya zimmî olarak Peygamber (S.A.V.)'e söven kişinin haddinin öldürülmek olduğu üzerinde ehl-i ilmin ittifak ettiğini nakletmekte veEbû Bekir El - Fârisî'nin bu meselede müslümanlarm ittifakını rivayet ettiğini söylemektedir.    

[248] Muhyittin El - Hanefî'nin  (E31 - Se*yfti'I - Meşhur)   adlı yaz­ma eseri; Yaprak: 2

[249] Hanbell   mezhebinden   îbn-ti   Davyan'm   (Menârü's - Sebîl) adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 409

[250] Siinen-ü n-Nesaî: C 7 S. 105 ve tbn-ii Teymiye'nin   (Es Sârimul - Meslûl)   adlı eseri:   Sayfa:   108

[251] Sünen-ü EM Davûd: C. 2 S. 441 ve Sünen-ü n-Nesai: C. 7 S. 105

[252] Müellif,   bir  zühul  neticesi   bu   itiraza   tevessül     etmiştir, Çünkü itiraz  edenle  edilen arasında     münasebet  yoktur. îbn-ü Davyan, Peygamber  (S.A.V.)'e söven kimsenin, kâ­fir iken müslüman olsa da kul hakkına taallûk eden su­çuna nisbeten tövbesinin kabul olmadığını ve katli  lâzım geldiğini   söylerken   müellif,    bu   sözden   irtidâdma   veya küfrüne  oranla tövbesinin  kabul olmadığı anlamım   anla­mış olacak ki bunda garabet görmüştür.   (Mütercim)

[253] Bakara sûresi: Âyet:  160.

[254] El-Eııfâl sûresi: Âyet: 38.

[255] Et-Tövbe sûresi: Âyet: 75

[256] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 107-119.

[257] îbn-ü îeymiye'nin (Es - Sârimu'l - Meslûİ) adlı eseri: Say­fa: 570

[258] Behram   SSl-Mâlikî'nin    (Eş-Şâmil)    adlı       yazma   eseri: Cilt: 2 Yaprak: 171

[259] Mîihyittin El - Hanefî'nin   (Es - Seyfü'l - Meşhur)   adlı yaz­ma eseri: Yaprak: 2

[260] Atfîş'in  (Şerhü'1-Nil)   adlı eseri: Cilt:  8 Sayfa:  266

[261] Geçen Kaynak.

[262] Muhyittin'in     (Es - Seyfü'l - Meşhur)     adlı  yazma     eseri: Yaprak:  2

[263] Jbn-Ü Hazm'in (El-MuhaUâ) adlı eseri: Cilf 11 Say-fa: 500                                                                          

[264] Mirza Hüseyin'in (Müstedrekü'l - Vesâil) adi. eseri- Cilf 2 Sayfa: 243

[265] El-Hzsnî'Bİn      (Kifâyetü'I - Ahyâr)      adlı     eseri:      Cilt:   3 Sayfa: 200

[266] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 119-120.

[267] İbn-Ü Hazm'in (El-Muhallâ) kitabı: C. n S 502 îbn-ü Teymiye'nin (Es - Sârimu'l -Meslûl) kftata: S. 57İ Mâ-hluden   (Şerhü'l-Hureşî):  C.   8  S.   74,   Makdisî'nin   (El-, fiaıA) kitabı: C. 4 S. 299 veEs-SnbkTnin «Fetavâ»'sı: Cilt: 2 Sayfa: 592

[268] En-Nftr: sûresi: Âyet: 17

[269] îbn-ü   Teymiye'nin   (Es - Sârimu'l - Meslûl) Sayfa: 571

[270] Geçen Kaynak.

[271] En-Nûr sûresi: Âyet: 26

[272] Îbn-ü  Hazm'in   (El - Muhallâ)   adlı   eseri:      Cilt:   II   Say­fa: 502

[273] Muhyittin    El - Hanefî'nin       {Es - Seyfti'l - Meşhur)       adlı yazma esen:  Yaprak: 2

[274] Es - Subkî'nin   (Es - Seyfü'I - Meslûl)   adlı     yazma     eseri: Yaprak: 82

[275] Makdisî'nin   (Şerhü'i -îknâ'»   adlı      eseri:      Cilt:   4   Say­fa: 299

[276] Es-Subkî Eş-Şâfiî'nin   (Fetâvâ)'sı:   Cilt:   2   Sayfa:   581

[277] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 120-122.

[278] El-Benna'mn  (Minhatti'i - Ma'bûd)   adlı eseri: Cilt:  1 Say­fa: 296 ve SaMh-i Müslim: Cilt: 1 Sayfa: 56, 58, 59, 61.

[279] îbn-ti Haccr'İn   (El- İPlâm bi Kavati'il - İslâm)   adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 6-17

[280] tbn-ü Hacer'in (Ez-Zevâcir) adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 118

[281] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 123-124.

[282] Mısır Yüksek Kültür Konseyi yayınlarından   (EI-Munte-hab-n mine'a - Sünne) = Sünnet'ten Seçmeler) kitabı: C. 3 S. 116-8

[283] Mahmut   Şeltut'un   El-Islama   akidetü'n   ve   Şeri'a)    - İslâm Dîn Vu Hukuktur) adlı eseri: Sayfa: 251

[284] îbn-ü Dakîk'ın  (Jthkamü'l - Ahkâm şerh-u umdetü'l - Ah­kâm) adlı eseri: Cilt: 5.Sayfa: 304

[285] San'ânî'nin  (El-Udde alâ lhkami'1 - Ahkam)   Cilt: 4 Say­fa: 304

[286] Tövbe sûresi: Âyet: 5

[287] Makdisî'nin «El-tknâ» kitabı C. 4 S. 297 ve İbn.ü Muf-lih'in (El-Fora')  adlı yazma eseri: Cilt: 2 Yaprak: 161

[288] Es-Semerkandî'nin «TuMe» adlı eseri: Cilt. 3 Sayfa. 231

[289] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi:124-127.

[290] Yazma ve numarasız.

[291] Hanefî'den Muhyiddin'in.

[292] Sübkî'nin.

[293] tbn-ii Hacer El - Heysemî'nin.

[294] îbn-ü Teymiye'nin.

[295] Sahih-i Müslim: C. I S. 56.

[296] Ilbn-ü Muflih'in (EI-Furû1)  adlı yazma eseri: C. 2 Y. 159 ve ftlakdismin  (El-îknâ1)    kitabı; C. 4 S. 297.

[297] Behram'm  (Eş-Şâmil) adlı kitabı: C. 2. S. 172.

[298] Geçen kaynak -El-Hurşî diyor ki; Zâlimlere lanet ettiğini iddia ederse te'dip edilir, yoksa öldürülür - (Şerh-ü 1-Hurşî): C. 8 S. 73.

[299]  (Bedrurreşîd Risalesi Şerhi): Y. 2.

[300]  (-Es - Şâmil) : C. 2 T. 170.

[301]  (El-Mugnî): C. 8 S. 559.

[302]  (Müntehel-îrâdât): C. 2 S. 498.

[303]  (Müstederekül - Vesâil): C. 2 S. 247.

[304] Ahmed. b. Yahya. b. El'Mnrtaza ez'Zeydi. El'Bahrür'Zah-har C. 5 S. 42S

[305] İbn-ü   Hacer'ln   (EI-1'Iâm   Bi-Kavati'-i   1-İslâm)      feitabı: C. 2 S. 23.

[306] Es-Sübkî'niıı   (Fetâvâ)'sı:   C.   2   S.   577 ve tfm-ü Hacer'în (El-I'lâm) hitabı: C. 2 S. 140.

[307] Doktor   Nedim  BI-Bitar'in   (El-Idyolociyyetül-Înkilâbiyye) Kitabı.

[308] Geçen Kaynak: S. 723-809.

[309] Geçen Kaynak:  S.  746.

[310] Geçen Kaynak: S. 749.

[311] Geçen Kaynak: S. 750.

[312] Geçen Kaynak: S. 24.

[313] Geçen Kaynak:   Sayfa:   757

[314]  (El-îdyelociyyetül-înlulâbiyye)   S.   726

[315] Geçen Kaynak:  S. 730-731.

[316] Geçen Kaynak:   S.   72S.

[317] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 127-132.

[318] Mâlikî'den   Alîş'in    (Şerh-u   Mlnahil-CelH)       kitabı:   C.   4 S.  461.  ftlâlikî'den   (Şerhul - Hurşî):   C.  8  S. 62,  Hanbeîl'-den, İbn-ti Davyan'ın   (Menârûs-Sebil)   kitabı:   G. 2 S. 404 Zeydiyye'den îbn-ü Miftah'm  

(Şerhul-Ezhâr» kitabı:  C. 4 S. 575, Şafiî'den (Kalyûbî ve Umeyre): C. 4 S. 174, îbn-ü Hacer'in   (El-î'Iâm Bi-Kavatı'il-İslâm)   kitabı:  C.   2   S.   38 ve  Şafiî'den El-Husni'nin   (Kifayetül-Ahyar)   kitabı:   C.   2 S. 201.

[319] Alîş'in (Şerh-u Minahil-CeM) kitabı: C. 4 S. 461, El-Hurşî Şerhi):  C.   88 S.  61 ve İbn-ü Hacer'in   (El-Î'lâm)   kitabı: C. 2 S. 38.

[320] Geçen Kaynaklar.

[321] Hanefî mezhebinden Muhyittin'in  (Es-Seyfül-Meşhûr)   adlı yazma eseri: Y. 2 ve tkametüd-Delil Vel-Burhan): S. 139.

[322] {Bedrur-Reşîd   risalesi)    şerhi:   Y.   2   ve   Şafiî'den   îbn-ü Hacer'in   (El-İ'lâm)   kitabı:   C.   S. 57.

[323] Şafiî'den Kalyûbî ve Umeyre:   C.  4   S.   174,     HanbeK'den Merılâvî'nüı   (El-lnsaf)   kitabı:   C.  10 S. 326,  Zeydiyye'deı Nahvî'nin   (Et-tezkiretüI-Fâhire)   adlı   yazma     eseri:   Son yaprak ve Behram'm (Eş-Şâmil) kitabı: C. 2 Yaprak: 170

[324] Dehlevî'nin   (Hüccetüllahil-Bâliğu)  kitabı:  C. 2 S. 772.

[325] İbaziyye'den  Atfiş'in      (Şerhun-Nîl)   kitabı:   Cilt:   9   Say­fa: 295.

[326] Et-tövbe sûresi: Âyet: 12

[327] Et-Tövbe sûresi: Âyet: 65

[328] Hanbelî'den  EI-Makdisî'nin   (El-Iknâ')   adlı  eseri:   Cilt:   4 Sayfa:  299

[329] İbn-ü Hazm'in (El-Muhallâ) adlı eseri: Cilt: II Sayfa: 241

[330] îbn-ü Teymiye'nin   (Es-Saarimül-Meslûl)   adlı   eseri:   Say­fa: 39

[331] En-Nisâ sûresi Âyet: 64

[332] Mirza Hüseyin'in   (Müstedrekül-Vesâil)   adlı eseri:   Cilt:   2 Sayfa: 247

[333] Zül-Mecdeyn'nm (El-istibsar) adlı eseri: Cilt: 2 Sayfa: 177

[334] Mirza Hüseyin'in   (Müstedrekül-Vesâil)   adlı eseri:   Cilt: 2 Sayfa: 247

[335] EI-Bakara sûresi: Âyet: 233

[336] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 133-136.

[337] El-Aynî'nin Umdetül-Kaari' adlı eseri:  Cilt:  24 Sayfa:  81

[338] Bu ibareden baskı hatası olarak (Gayr) kelimesi düşmüş olabilir. Bu takdirde ibare (Müslüman mezarlığının gay­risinde defnedilir)   olur.   (Mütercim)

[339] Merdâvî'nin   (El-însaf)   adlı eseri:   Cilt:   10 Sayfa: 327 ve Cilt:  1 Sayfa:  401

[340] İbn-ü   Kudâme'nin    (EI-Muğnî)   adlı   eseri:   Cilt:   8   Say­fa: 547

[341] Makdisi'nin  (El-İbnâ)  adlı eseri: Cilt:  1 Sayfa: 71

[342] Ibn-ü  Kudânıe'nin   (Teshîlül-Matlab)   adlı   eseri:      Yazma. Cilt:, 1 Sayfa numarası yok.

[343] İbnü  n-Neccar'ın   (Müntehal-İdâdat)   adlı      eseri:   Cilt:   1 Sayfa: 52

[344] Geçen Kaynak:   Cilt:  2 Sayfa:  299

[345] İbn-ü   Teymiye'nin   (El-Muharrar)      adlı   eseri:      Yazma. Yaprak:  7

[346]  (Bedrurreşîd risalesi şerhi): Yazma. Yaprak: S

[347] Ibn-ü Hubeyre'nin   (El-îzâh ve-t Tebyîn)   adlı yazma ese­ri: Yaprak: 8

[348] El-Tûsî'nin   (EI-Hilâf)   adlı eseri: Cilt:  10 Sayfa:   173

[349] El-Bahrânî'nin  (El-Hadâik-u n-Nâdıra)  adlı eseri: Cilt: 11 Sayfa:  14

[350] Muhammed El-Âmilî'nin   (Bidâyet-ti 1-Hidâye)   adlı  eseri-Yazma. Yaprak:  10

[351] Mirza Hüseyin'in (Müstedrek-ül I-Vesâil) adlı eseri: Cilt: 1 Sayfa:  175

[352] Geçen Kaynak: C. 1 S. 509.

[353] îmam Ahmed'în   (EI-Bahr-u z-Zahhâr)   adlı eseri:   Cilt:  1 Sayfa: 147

[354] Sünnet'den Seçmeler: Cilt: 3 Sayfa:  110

[355] tbn-ül l-Kayyim'in -(Es-Salât) adlı eseri: S. 31

[356] Ibn-ü l-Kayyim'in (Es-Salât)  adlı eseri: S. 32-34.

[357] Tövbe sûresi, Ayet: 6.

[358]  (Es-Salât): S. 42

[359] Eş-Şevkânî'nin   (Neyl-ü 1-Evtar)   adlı eseri:   Cilt:   1   Say­fa: 315-318

[360] Geçen Kaynak:  Cilt:  1  Sayfa:  311-315

[361] Geçen Kaynak: Cilt: 1 Sayfa: 316  (Bir namazı terkeder-se katledilir dedi)                                       

[362] İbn-ü   l-Kayyim'in   (Es-Salât)   kitabı:   Sayfa:   44-63

[363] Geçen Kaynak:   Sayfa:   62-63

[364] İbn-ii Hubeyre'nin   (El-lzâh ve-t Tebyîn)   acili yazma ese­ri:  Yaprak: 8

[365] İbn-ü Kudâme'nin   (Teshîl-ü  1-Matlab)   adlı  yazma  eseri: Cilt: 10 Sayfa numarası yok.

[366] El-Merdâvi'nin (El-tnsaf) adlı eseri: Cilt: 1 Sayfa: 404

[367] îbn-ü   1-Kayyim'in   (EI-Muharrer) adlı     yazma     eseri : Yaprak: 7

[368] îbn-ü I-Kayyim'in   (Es-Salât)   adlı eseii:   Sayfa:   42-44

[369] Es-Şevkânî'ûin   (Neyl-ti  1-Evtar)   adlı  eaeri:   Cilt:   1  Say­fa: 318-322

[370] KalyûM ve Umeyre: Cilt: 1 Sayfa: 319

[371] El-Hısnî'nin   (Kifâyet-ül-Ahyâr)   adlı   eseri:   Cilt:   2   Say­fa:   204

[372] İbn-ü l-Kayyim'in   (Es-Salât)   adlı  eseri:   Sayfa:   31

[373] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 137-150.

[374] Kazf : Bir kimseye zina isnat etmek yerinde kullanılan bir tabirdir. Muhtelif nevilere ayrılır:

Kazf bi tarîk-ıl-kinâye: Bir kimseye kinayeli bir tabir ile zina isnâd etmek yerinde kullanılan 'bir tabirdir. Haddi ieabetmez.

Kazf - i Muallak: Bir şarta ta'lîk suretiyle vuku bulan kazf hakkında kullanılan bir tabirdir. Haddi ieabetmez.

Kazf -1 Muzâf: Bir vakte izafe suretiyle vuku bulan kazf hakkında kullanılan bir tabirdir. Haddi iea­betmez.

Kazf-ı Sarih: Sarahaten zamanı müş'îr lafız yerinde kullanılan bir tabirdir. «Filan zânîdir) denilmesi gibi. Nesebi nefyetmek suretiyle olan ikazf sarih bir kazf sayılır.   (Mütercim)

[375] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 153-154.

[376] El-Muğnî:   İbn-i Kudâme 8/255,   554

[377] El-îkna: Makdisî 4/306

[378] El-Umm: Şafiî 6/153

[379] Şerh-u-Mineh-il-Celit:   Aliş   4/467

[380] Şeraiul-I-îslâm:  Hıllî 261

[381] El-Hidaye: Kelvezanî el yazması 202

[382] Müste'men:   İslâm  Devleti  ile   Sulh   halinde     bulunan,  ve ahidlere   müsteniden   memleket   içinde   yaşayan   ecnebiler hakkında kullanılan bir tabirdir.  (Mütercim)

[383] EI-Muğzü: îbn-i Kudâme 8/255

[384] El-îkna: Makdısî 4/175

[385] El-Muharrar:  Ibn-i Teymiye el yazması  134

[386] El-Ümm: Şafiî 6/33

[387] Eş-Şamil:  Saibbag  el yazması 6/14

[388] Şerâiu-1-îslâm:   Hülî  274

[389] Ta'zir: Hakkında muayyen Mr seri ceza olmayan suçlar­dan  dolayı ülülemr  veya  naibi   tarafından  tatbik   edilen " cezalar hakkında kullanılan bir tâbirdir.

Ta'zîrin mahiyeti, cürmün mahiyetine ve mücrimin haline göre tebeddül eder. Cürüm gerek hakkullaha ve gerek hukuku ibada (müteveccih olsun. Ta'zîrı dövmekle, hapisle hatta katil ile olabileceği gibi, azarlama, sert lâkırdı veya bakış veya herhangi bir tavır ve vaziyetle de olabilir. Dövmek suretiyle tâ'zîr 39 değ­nekten fazla olamaz. Para almak suretiyle de  ta'zîr caizdir.  Bu kelime nusret iane takviye, tevkîr ve ta'zîm manalarını da ifade eder.

  1. A)  Ta'zîr-i   ahîssa:   îctimâî   vaziyetleri     düşkün.      sefillerden ma'dut   kimseler   hakkındaki   ta'zîrdir.   Hem   mahkemeye   celbedi-Ierelî ilam suretiyle, hem de darp ve hapis suretiyle yapılır.
  2. B)  Ta'zîr-i  eşraf:   Ümerâ,   yüksek tüccar,  köy âyânı gibi  şe-refil kimseler hakkındaki ta'zîrdir.  Ta bil vasıta     ilâm  suretiyle veya mahkemeye celbedilerek ihtar suretiyle yapılır.
  3. C)  Ta'zîr-i   eşraf-ül-eşrâf:   Şurefâ  ve  ulema   gibi,   zevat  hak­kında yapılacak ta'zîrdir. Bilvasıta ilâm suretiyle olur.

Ç) Ta'zîr-i evsât: içtimaî mevkileri orta halde bulunan kim­seler hakkındaki ta'zîrdir. Hem mahkemeye bilcelp ilâm suretiyle, hem de hapis suretiyle yapılır.

  1. D)  Ta'zîr-i  te'dîb:  Âkîl baliğ  olduğu halde,  henüz mükellefi­yet çağında bulunmıyan bir çocuğun yaptığı bir cürümden dolayı hakkında te'dîb ve ta'zîb maksadıyla yapılan ta'zîrdir.
  2. E)  Ta'zîr-i ukubet: Mükellef bir şahıs tarafından irtikab olu­nup da,  şer'an muayyen bir cezası bulunmıyan bir eürümdan do­layı ukubeten yapılan ta'zîrdir. Suçlunun müslüm ile gayr-ı müs-lüm, hür ile köle, erkek ile kadın olması müsavidir. (Mütercim)

[390] Şerâiu-1-îslâm:   Hıllî 274-275

[391] Eş-Şamil: Behram el yazması 2/171

[392] Şerh-ul-Huraşî 8/67

[393] KâfI:   îbn-i  Kudâme 3/161

El-Bahr-uz-Zehhar: îmam Ahaned 5/427

[394] El-Muğnî: tbn-i Kudâme 8/255

[395] Bedaiilu-s-Sanâî: Ka§ânî:  7/252

[396] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 155-160.

[397] Nisa sûresi, Ayet: 92

[398] Akile AMle: Diyeti tahammül edip ödeyen asaba, agiret, ehl-i divan vesairedir. Bunlar, kendi efradından birinin şüphe-i amd veya hata suretiyle yaptığı cinayetin diyetini, veya «Gurre» denilen taz­minatını tediye etmekle mükellef bulunurlar.   (Mütercim)

[399] El-Muğnî:  tbn-i Kudâme 8/554

[400] El-Mebsut:   Muhammed   el  yazması   142

[401] El-Mebsut:   Serahsî  1/108

[402] Eş-Şamil: Sabbağ-, el yazması 6/66 

[403] El-îknâ: Makdisî 4/306

[404] Seraiu-1-îslâm: Hillî 261

[405] El-Ümm: Şafiî 6/153

[406] El-Mebsut: Muhammed, el yazması 142

[407] Şerh-ul-Huraşî: 8/66

[408] Nisa sûresi, Âyet: 93

[409] Bedaiu-s-Sanai: Kâgâni 7/252

[410] Eş-Şamil: Behram el yazması 2/171

[411] Şerh-uI-Huraşi:  8/66

[412] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 160-163.

[413] Bl-Ümm:  Şafiî 6/154

[414] El-Kâfi: tbn-i Kudame 3/163

[415] El-Hidaye: Kelvezani el yazması 20

[416] Eş-Şamil: Sabbağ: el yazması 6/102

[417] Şerh-u-Mineh-ıl-Celil:  Aliş 4/467

[418] El-Hidaye: Kelvezani el yazması 202

[419] Eş-Şamil:  Sabbağ: el yazması 6/14

[420] Şeraiu-İ-İslâm: Hıllî 274

[421] Şerh-u Mineh-il-Celil: Ali§ 4/467

[422] El-Muharrar îbn-i Teymiye el yazması 134

[423] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 163-166.

[424] Şer'an zânî  ile Zâniye hakkında  tatbîk     olunan   en  ağır neticesi ölüm olan bir cezadır. Bu cezaya müstahak olan­lar, açılan bir çukura beline kadar gömülür.  Orada hazır olanlar tarafından atılan taşlarla öldürülür. (Mütercim)

[425] Tuhfet-ûl-Fukaîıa:   Semerkand* 3/215

El-Işarat:  El yazması, numarasız yazarı belli değil. Şerh-ul-Mineh-il-Celil: Aliş 4/472

[426] Şerh-ul-Huraşi 8/68

[427] El-Bahr-uz-Zehhar:  îmam Ahmed 5/426

[428] Kifayet-ûl-Ahyar:   Hısni  2/179 Eş-Şamil:   Sabbağ:  El yazması 6/15

[429] Bl-lnsaf: Merdâvî 10/337 El-Hidaye: Kelvezani el yazması 204

[430] Tuhfet-uI-Fukaha:   Semerkandî   3/215

[431] Nûr: 2

[432] El-İşaret: El yazması Hanefilere ait. Sayfa numarası yok yazan belli değil.

[433] Bedaiu-s-Sanai: Kâsânî 7/38

[434] Kifayet-ül-Ahyar: Hısnî 2/181

[435] Şerh-u Mineh-il-Celil: Alîş 4/472

[436] Bedaiu-s-Sanaî: Kâsâni 7/45

[437] Kifayet-ül-Ahyar:  Hısnî 2/184

[438] Beda iu-s- Sanâî: Kasanı 7/40

[439] Şerh-ul-Huraşi 8/66

[440] Ez-Zehira Karafî  el  yazması  2/214

[441] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 167-171.

[442] El-Kâfi: îbn-i Kudame  3/163

[443] Ei-Hidaye: Kelvezanî el yazması 202

[444] Şerh-ul-Huragt 8/66

[445] Şerh-u-Mineh-il-Celil: Aliş 4/467

[446] E§-Şamü:   Sabbağ el yazması 6/102

[447] Şerâiu-1-îslâm: Hıllî 260

[448] Şerh-u-Mineh-il-Celil 4/467

[449] El-Hidaye: Kelvezanî el yazması 202

[450] Eş-Şâmil:  Sabbağ el yazması 6/102

[451] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 171-172.

[452] Kıfayet-ül-AJıyar:  Hısnî 2/188

[453] Nisab:     Zekât g^bi     vaciplerin,  hâdd-i     sirkat  gibi  bazı cezaların viicübuna alâmet olmak üzere,  Şâri-i hakim ta­rafından nasbedilen muayyen bir miktardır. Zekâta naza­ran iki yüz dirham gümüşün nisato olmsı gibi.

[454] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 172-173.

[455] El-Ümm:   Şafiî:   6/153

[456] El-îknâ:  Makdisî 4/175

[457] El-tkna:  Makdisî 4/175

[458] El-lknâ:   Makdisî 4/306

[459] Serh-u-Mineh-il-Celil: Alîş 4/467

[460] El-Mebsût:  Serahsî 1/108

[461] Şerâiu-1-İslâm:  Hıllî 274

[462] Eş-Şamil: Sabbağ el yazması 6/14

[463] Eş-Şamil: Sabbağ el yazması 6/14

[464] Serh-uMineh-il-Celil:  Alîş 4/467     .

[465] El^Muğni:  tbn-i Kudame 8/564

[466] El-Ümm:   Şafiî 6/42

[467] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 173-177.

[468] El-Muharrar: îbn-i Teymiye el yazması 154

[469] El^Şamil: Behrara

[470] Zimmî: Müslüman ahid ve emanına girmiş;  islâm hükü­metinin  usûlü dairesinde     tabiiyyetini  kabul  etmiş  olan gayr-i müslim yerinde kullanılır bir tabirdir. (Mütercim)

[471] Şeraiu-Uslâm: Hillî 260

[472] El-Mugni: îfon-1 Kudame 8/564

[473] El-Muğni:  îbn-i Kudame 8/564 El-Kâfi: İbn-i Kudame 3/162

[474] Geçen Kaynak

[475] El-Fürû:  îbn-i Müflih el yazması 2/161

[476] Şeraiu-1-îslâm: Hıllî 260

[477] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 178-182.

[478] El-Muğni: İbn-i Kudame 8/539,  554 Neyl-ül-Evtâr:  Şevkânî 7/218 El-Müîıezzeb: Firuzâbâdi 2/225 El-Ümm:   Şafiî 6/32 EI-Mebsut:   Serahsi   10/113 - 114

[479] El-tfsâlı Maani-s-Sıhâh 348 El-îzâh Vet-Tebyin:  tbn-i Hubeyre el yazması rakamsiz El-Mufnî: îbn-i Kudame 8/554 îhtilaf-ûl-Eimme: Dımışkî 270

[480] El-Mebsut:   Serahsî  10/113

[481] El-Ifsah:  îbn-i Hübeyre 348 Rahmet-ül-Ümme:   Muhammed   b.   Abdurahman   270 EI-Füru: îbn-i Müflih el yazması 2/161 EI-Mugnl:   îbn-i   Kudâme:   8/554,   564 EI-Mebsut: Muhammed el yazması 144

[482] El-îzâh vet-Tebyin:  îbn-i Hübeyre el yazması sayfa nu­marası yok

[483] EI-Ümm: Şafii 6/32

[484] El-Hidaye: Kelvezani el yazması 202

[485] El-Mugni: İbn-i Kudâme 8/539

[486] El-İMiyârât-ül-îlmiyye el yazması 405

[487] El-Kâfi: tbn-i Kudame 3/163

[488] El-Mühezzeb: Firuzâbâdi 2/225

[489] Eş-Şâmil:   Sabbağ; el yazması 6/102

[490] El-Mebsut:  Muhammed 143

[491] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 183-189.

[492] El-Ümm;  Şafiî 6/154 Bg-gâmil:   Sabbag  el yazması  1/101 El-Mebsut: Muhammed el yazması 142 El-însâf:  Merdâvi 9/462 Eş-Şâmil: Berham EI-Muharrar: Ibn-i Teymiye el yazması 134 Şerâiu-1-Islâm:   Hillî   275 El-Mebsût:   Serahsi   10/106

[493] El-lnaaf: Merda^ 9/462

[494] E§-Şâmil: Sabbag el yazması 6/14

[495] El-Esrar: Ebu Ali Hüseyin el yazması 108

[496] Es-Şâmil:  Behram el yazması 2/158

[497] Şeraiu-l-lslâm: Hıllî 274

[498] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 193-195.

[499] Eş-Şâmil:  Belıram el yazması 2/164

[500] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 195-196.

[501] Şerh-ul-Hurasjt:   Baraşî  8/67

[502] El-Mebsût: Muhammet! el yazması 142

[503] El-Üram:  Şafiî 6/154 E§-Şâmil:   Sabbağ el yazması 1/101

[504] El-lknâ:  Makdîsî  4/174

[505] El-Muharrar:  îbn-i Teymiye el yazması 134

[506] El-Mebsut:  Serahsi 10/107

[507] Bedaıu-s-Sanâi: Kaşânî 7/253

[508] Eş-Şâmil: Behram el yazması 2/159

[509] El-İknâ: Makdisî 4/174

[510] Şeraiu-1-îslâm:  Hillî 273

[511] Eş-Şâmil:   Sabbağ:  el yazması  6/9

[512] Tazminat icabeder.  Çürikü  cinayet  anında  müslümandı.

[513] El-Muğni:   İbn-i Kudâme 8/253

[514] El-Mebsut:  Serahsî 10/107

[515] El-İknâ: Makdisî:  4/174

[516] Eş-Şâmil:   Sabbağ el yazması 6/8

[517] El-Muharrar:  İbn-i Teymiye el yazması 134

[518] El-îknâ:  Makdisî:  4/174

[519] Eş-Şamil Behram el yazması 2/158

[520] El-Umm:   Şafiî 6/42

[521] Burada «öder»   den   anlaşılan.

[522] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 196-204.

[523] El-Insâf: Merdâvi 10/377

[524] Nur: 2

[525] Kifayet-üI-Ahyâr: Hisnî 2/184 Bedaiu-s-Sanâi: Kasânî 7/40 Tuhfet-ül-Fukaha:   Semerkandî   3/225      El-însaf:   Merda-vî 10/202, 203

[526] Bedaiu-s-sanâî: Kaşanî:  7/40

[527] Nur: 23

[528] El-Umm: Şafiî 6/151

[529] El-Muhallâ:  İbn-i Hazm 11/324

[530] Nur: 4   .

[531] EI-Muhallâ: îbn-i Hazm 11/331

[532] El-Muhallâ: İbn-i Hazm 11/332

[533] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 204-206.

[534] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 206-207.

[535] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 208.

[536] El-Mugnî:  îbn-i Kudame 8/557

[537] Şerh-u-Mineh~il-CeIil:  Alig   4/465

[538] Elbahr-uz-Zehhar: Ahmed 5/428

[539] Şerh-ul-Huraşi: 8/64

[540] El-îhtiyarat-ül-îlmiyye:  îbn-i Teymiye el yazması 405

[541] El-Fürû: Ibn-i Müflih el yazması 2/160

[542] Eş-Şamil:  Sabbaf el yazması 6/102

[543] El-Umm: Şafiî: 6/149

[544] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 208-211.

[545] Rahmet-ül-Ümme   fi-htiIaf-il-Einıme:   Muhammed   b.   Ab-durrahman Duneşkî 269

El-lzah vet-Tebyin:  tbn-i Hubeyre  el yazması rakamsız

[546] TuMet-ül-Fukahâ:   Semerkandî 3/530 Bedaiu-s-Sanai:  Kaşânî:   7/134 EI-Hidaye:   Mergînâni  2/122 Latâif-ül-îşârât: tbn-i İsrail, el yazması 136 Tefsîr-ül-Câmî: Kurtubî 3/47

[547] El-Hidaye:  Merginani 2/122 EI-MebsÛt:  Serahsî 10/98

[548] Şerh-u-Huraşi:  8/65 Şerh-u-Mineh-il-Celil Alig 4/465 E§-Şamil: Behram. el yazması 2/17 Tefsir-ül-Kurtubi 3/47

[549] El-Ümin: Şafiî 6/32 El-Mühezzeb: Pİrûzâbâdi 2/223

[550] El-lnsâf:  Merdavl 10/328 Hidayet-ur-Ragıb:   Osman  538 El-Hidaye: Kelvezâni el yazması 202 Müntehe-1-İrâdât:   İbn-i Davyan  2/405

[551] Eş-Şarail: Sabbağ; el yazması 6/100 Kurtubi,   tefsirinde,   mürteddin   yüz   defa   tevbeye   davet edileceğini Hasandan rivayet etmiştir.   (Kurtubi 3/47)

[552] Eş-Şamil:   Sabbag el yazması 6/100

[553] El-Hilâf: Tusî 3/172 Es-Sârim-ül-Meslül: İbn-i Hacer 317 Es-Seyf-ül-Meslül:      Sübkî   el  yazması  29   (Nahaî   ebedi tevbeye davet edileceğini söyler. Sevri de bunu kabul et­miştir.)

[554] El-Hilaf: Tusî 3/172

[555] Umdet-ül-Kârı  24/78  Amir-i   Şa'toi   Ali'den   mürteddin   üç defa tevbeye davet edileceğini söylediğini nakleder, sonra şu âyeti okur:

«iman edenler,   sonra küfredenler,   sonra iman edenler....»

[556] Tehzib-ül-Ahkam:   Tusî  10/138 Men la yahduruhtı-1 Fakih: Kummî 3/89

[557] Et-Tezkirat-üI-Falıire:   Muhammed  Nahvi  el yazması  ra-kamsız

[558] Er-Ravd-un-Nadir:   Siyagi   3/224,   244

[559] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 211-215.

[560] Es-Sârim-ül-Meslül: îbn-i Teymiye 317

[561] TJreyne Kıssası: Uki ve Ureyne kabilelerinden yedi, sekiz kişi Resûlül-îah (S.A.V.)'İn yanına gelerek îslâm üzere bîat ve kelime-i Tev-hid'i telâffuz ve müslüman olduklarını izhar ettiler. Bu adamlar,

Med'ne'ye geldikleri vakit hasta, benizleri sararmış, karınları §i§-mig bir halde idiler. Ve:

-  «Ya Kesûlâ'llah, biz fakiriz. Bizi barındır, yedir, içir.» diye istirhamda bulundular. Hz. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) onları Ashâb-ı Suffe arasına dahil ettiler. Biraz ikâmetten sonra Medine'nin ha­vası ve suyu mizaçlarına tevâfuk etmediği için Hz. Peygamber (.S.A.V.)   Efendimize:

-  Yâ Besûla'llah biz çölde yaşamağa alışmış koyun, deve sa­hipleri idik. Çayırı, çimeni, bağı, bahçesi bol yerlere alışık değiliz. Medine'de ikâmet hoşumuza gitmiyor. Develerinizin bulunduğu ye­re çıkmamıza izin verseniz» dediler.  Resûlüllah   (S.A.V.)   bunların ihtiyacını gidermek için çobaniyle beraber bir deve sürüsü tahsis edilmesini   emrettiler,   Develer,   sadaka   develeri,   Beytü'1-mâle   âid idi. Bu adamlara da:

-  Develerin bulunduğu yere gidip sütlerini ve bevillerinî içe­rek tedâvî ediniz.» buyurdular. Bunlar oraya gittiler ve tedâvî edip kesb-i sıhhat  ettiler.  Vücutları  sağlamlaşınca irtidâd   ederek  Ne-biyy-i Mükerrem   (S.A.V.)  Efendimizin çobanı Yesâr   (R.A.)'ı kat­ledip     develeri     önlerine katıp     götürdüler. Bu  Yesâr,     Resûlül­lah   (S.A.V.)'in  âzatüsi idi. Hâin. herifler onu katlettikleri zaman müsle yaptılar, yâni elini,  ayağını kestiler ve gözlerine diken ba-tırdılar. Diğer bazı Siyer kitaplarına göre dilinin altına ve gözle­rine diken batırıp    ölünceye kadar o hâl üzere bıraktılar. Vak'a hakkında Medine'ye haber  gelince  Resûlüllah   (S.A.V.)   onları ta-kib etmeğe yirmi atlı me'mur ederek üzerlerine Gürz b. Câbir el Fehrî'yi  emir  nasbeyledi.   Gürz  b.   Câbir   (R.A.)   onları yakalayıp Resûlüllah   (S.A.V.)'in   huzurunda   getirdi.   Resûlüllah   (S.A.V.)'de irtidâd, küfrân-i ni'nıet, kat'i tarîk ve katl-ü işkence gibi fiillerine kısas olmak üzere ellerinin, ayaklarının kat' olunmasını ve gözleri­nin çıkarılmasını emrettiler. Tecrîd-i Sarih. Cilt. 1. Sht: 184

[562] M-Muğni:  Ibn-i Kudame 8/540

[563] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 215-218.

[564] El-Mebsût:   Serahsî  10/98-99

[565] El-Muhallâ:  Ibn-i Hazm 11/231

[566] El-Muhallâ: îbn-i Hazm 11/230

[567] El-Muhallâ:   Ibn-i   Hazm 11/229

[568] El-Muhallâ: îbn-i Hazm U/230

[569] El-Mebsût:   Serahsî  10/117

[570] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 218-221.

[571] El-Muğ^ai: Ibn-i Kudame 8/557

[572] EI-Mebsut: Muhammed el yazması 143

[573] El-Mebsut:   Serahsi 10/112

[574] Fetâvl-1 İbn-i Hacer el yazması 1

[575] Eş-Şamil:  Sabbag el yazması 2/171

[576] El-İnsaf:   Merdavî   1/335

[577] El-îknâ: Makdisî 4/303

[578] Müntehâ-1-irâdât: îbn-i Neccar 2/501

[579] El-Hidaye: Kelvezanî el yazması 203

[580] Hidayet-Ûr-Ragıb: Osman 538

[581] Menar-us-Sebil:   Ibn-davyân  2/407

[582] El-Kâfi:   îfcra-i  Kudame   3/160

[583] Şeraiu-1-îslâm: Hülî 260

[584] El-Mugni: İbn-i Kudame 8/557

[585] Sünen-i Nesâi 7/76 Müsned-i Ahmet 1/35

[586] El-îknâ: Makdisî 4/303

[587] El-însaf: Merdavi 1/394

[588] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 221-224.

[589] Umdet-ûl-Kârî:   Sahih-i Buhan  Şerhi 24/77 îrşâd-ûs-Sârî:   Kastalânî 10/75 Sûnen-i Ebu Davut 2/441 Sünen-i şerh-is-Süyuti: 7/107

[590] El-Kâfi: Ibn-i Kudame 3/159

[591] Zmdîk:   Seneviye taifesinden  olan şahsa denir.  Bir kavle göre, nur ve zulmete kail olan, bir görüşe göre, iman ve rububiyete iman ve itikadı olmayan dinsize denir.  Bazı­larına  göre  küfrünü  gizleyip  sureta  müslüman.  görünen. münafığa denir.  Zmdîk     kelimesi   (Burhan-ı     Kaatı'da) Zend'in farscadan Arapçaya geçmig şekildir.   (Mütercim)

[592] Eş-§amil:  Sabbağ el yazması 6/100

[593] El-Balır-uz-Zehhar:  İmam Ahmed b. Yahya 5/426

[594] El-însaf:   Merdavi   10/332

[595] El-Kâfi: İbn-i Kudame 3/159

[596] Müntehe-1-lrâdât:   îbn-i   Neccar   2/500

[597] Menar-üs-Sebil:  îbn-i Davyan 2/4090

[598] Es-Seyf-ül-Meşhur: îbn-i îsrâil el yazması 1

[599] Nisa:  47

[600] Er-Risâle: Bedr Reşid el yazması sayfa numarası yok

[601] Ftahmet-üI-Ümme   Fihtüaf-lI-Eimme:   Muhammed   b.   Ab-durrahman Dimeşki 267

[602] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 224-226.

[603] El-Mug-nî: İbn-i Kudame 8/543

[604] Nisa:  137

[605] Enfâl: 40

[606] Nisa:  144

[607] Es-Seyf-tiI Meslül:   Sübki el yazması 29

[608] El-Ümm:  Şafii:   6/147-148

[609] Eg-gamil:  Sabbağ el yazması 10/148

[610] El-Mebsut: Mulıammed el yazması 144

[611] El-Kâii: îbn-i Kudame 3/159

[612] Müntehe-1-lradat 2/500

[613] Hidayet-ur-Ragıb:   Osman   539

[614] Menar-üs-Sebil:   İbn-i Davyan  2/409

[615] Menar-Us-Sebil:   İbn-i Davyan 2/409

[616] Nisa:   137

[617] Al-i îmran: 90

[618] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 226-229.

[619] Feyz-ul-îlâh: Ömer Serekât 2/305

[620] El-Bahr-uz-Zehhar: İmam Ahmet 5/426

[621] Miintehe-1-lrâdât:   Ibn-i   Neccar   2/499

[622] El-Kâfi:   Ibn-i   Kudâme   3/161

[623] El-Kâfi: Ibn-i Kudâme 3/161

[624] EI-FÜrÛ: Ibn-i Müflih 2/159

[625] EI-Muğni:   İbn-i Kudâme 8/557

[626] Mısırda çıkan Kanun Mecmuası sene 1, sayı 1

[627] Fi Zilal-iI-Kur'an: Seyyit Kutub 5Î83

[628] Nisa:  137

[629] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 229-232.

[630] Kifâyet-üI-Ahyâr:   Hısnî  2/204                                          

[631] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 232.

[632] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 232-233.

[633] El-tîmm:   Şafii     6/148-149     Eş-Şamil:      Sabbag-   el  yaz­ması 6/100 EI-Mühezzeb:   Fİrazâbâdî   2/223  

[634] El-Kâfi:   îbn-i   Kudame   3/57   Menar-üs-Sebil:.   Ibn-i Dav­yan 2/404

[635] El-Bahr-uz-Zehhar: Ahmet 5/424 Er-Ravd-un-Nadir:   Siyâgî   4/325

[636] Şerh-u-Mineh-il Celil:  Ali§ 4/466 Şer-ul-Huraşi S/65

[637] El-Mebsut:   Serahsi   10/108   Mısırda   çıkan   Kanun   Mec­muası sene: 1 Sayı: 1 Şeyh Ahmed îbrahimin makalesi

[638] El-Ümm: Şafii 6/149

[639] El-lknâ:   Makdisi 4/302

[640] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 233.

[641] El-Mebsut: Serahsi 10/108

[642] Sünen-i Nesâî:   Şerh-u Süyutî 7/103

[643] Bekara: 186

[644] Umdet-ul-Kâdri Şerh-ul Buharî: Ayni  24/77

[645] irşad-ûs-Sarî:  Kastalânî 1/74

[646] îrşad-ûs-Sari:   Kastalânî  10/77

[647] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 234-237.

[648] El-Mebsut: Muhammed el yazması 142-144 Letaif-ûl-îşarat:  îbn-i îsrail  136 Bedaiu-s-Sanaî:   Kasânl   7/135 EI-Hidaye: Merginanı 2/122 El-Mesut:   Serahsi   10/108 Tuhfet-ül-Fukahâ:  Semerkandİ 4/530

[649] El-HİIâf:   Tusî   3/170 Tehzib-ül-   Ahkâm:   Tusi 10/137 Men îâ Yahduruhu-I-Fakih: Kanımi 3/89-90 El-Hadâik-un-Nadira:   Bahrani   4/14 Müstedrek-ul-Vesail:   Mîrza   Hüseyin   2/243     -

[650] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 237.

[651] EI-Mebsut:  Serahsi 10/108-109

[652] Sahih-u-Müslim:   144

[653] Ez-Zerkâni Alâ Muvatta-i Malik 2/295

[654] El-Vesaik-us-Siyasiyye:   Muhammed   HamiduIIah   279

[655] Bakara  : 191

[656] NEVÂDÎR : İmam Muhammedin yazmış olduğu Keysa-niyyat, Haruniyyât, Cürcaniyyat, Rakkıyyat adlı kitap­larda münderic olan mesâilden ibarettir. Bunlar da îmam -A'zam ile traam Ebu Yusuf'un ve îmam Muham-med'in  akvâl-i fiklnyyesini muhtevidir.

[657] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 238-242.

[658] El-Muğni  : îbn-i Kudame 8/545

[659] El-Mühezzeb   :   Fîruzâbâdl   2/224

[660] El-însaf   :   Merdâvi   10/342

[661] El-Mebsut  : Muhammet! el yazması 142

[662] El-Mebsut   :   Serahsi 10/106

[663] Mükâtep   :   Efendisi ile     yaptığı     andlaşma ile,   belli  bir meblâğ   mukabilinde   kölelikten   kurtulacak   olan   birisi.

[664] Bedâiu-s-Sanâî:   Kâşani  7/139

[665] EI~Hidaye   :   Merginam   :  124

[666] El-Muharrer  : îbn-i Teymiye el yazması 154

[667] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 245-247.

[668] El-Ümm   :   Şafii 6/153,   154

[669] Et-Taîırir   :   îftiharuddin   el   yazması   2/   sayfa  numarası yok.

[670] El-Bahr-uz-Zehhar   :  îmam Ahmed 5/427

[671] El^Mebsut   :  Muhammed  el yazması 177-178

[672] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 248-250.

[673] Sl-Ümm   : Şafii  : 6/155

[674] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi:250.

[675] El-Mühezzeb   Firûzâbâdî  2/224

[676] Eş-Şamil:  Sabbag el yasması 1/101

[677] El-Mebsut:  Serahsi 10/104 Bedaiu-s-Sanai: Kaşâni 7/136 Tuhfet-ûl-Fukaha:  Semerkandi  4/532 El-Hidaye: Merginani 2/122 Et-Teşriu-1-lsIârai:  Meraği 39

[678] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 251-253.

[679] Ümm-ü Veled:   Efendilerinin  firâşmdan   (yatağından)   ik­rarlarına  mukârin  olarak  çocuk  doğurmuş     olan  cariye hakkında kullanılan bir tabirdir.   (Mütercim)

[680] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 253-254.

[681] Bl-Mugni   : îbn-i Kudame 8/545

[682] El-Hilaf: Tusî 10/172

[683] El-Muharrer:  tbn-i Teymiye  el yazması 154

[684] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 254-260.

[685] El-Hidaye: Kelvezani el yazması 203 El-lnsaf:   Merdavi   1/339   . Muntelıe-1-îradat: îbn-i Neccar 2/503 El-İkna:  Makdisî 4/305 El-Fürû: îbn-i Müflih  el yazması 2/160

[686] El-Umm:  Şafii 6/151, 153 Eş-Şamil Filfürû:   Sabbağ el yazması  1/101

[687] Şerh-u-Mineh-ü Celİl: Aliş 4/469

[688] El-Mebsııt:   Serahsi  10/104

[689] El-Kâfi:  tbn-i Kudame 3/161

[690] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 260-262.

[691] El-Mebsut:  Serahsi 10/104

[692] El-Kâfi: İbn-i  Kudame  3/161

[693] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 262.

[694] El-Hidaye:  Merginâni 2/122 Bedaiu-s-Sanai: Kaşani 7/136 El-însaf:   Merdavi   10/339 El-tkna: Makdisi 3/161 El-Ümm:   Şafii 6/151

[695] El-Hidaye: Kelvezani el yazması 403 El-Füru: îba-i Müflih el yazması 160

[696] Eş-Şamil:  Behram  2/171 Şerh-u-Mineîı-il-Celil:   Aliş   4/469 El-Muhallâ:   îbn-i   Hazm   9/371   Fakat   îbn-i   Hazm,   bu malı elde  etmeyi  şart koşmuştur.

[697] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 262-263.

[698] El-Muğni:   İbn-i Kudame 8/547

[699] El-Hidaye:   Mergînânî  2/124

[700] El-Bahr-uz-Zehhar:   imam   Ahmet   5/427

[701] Şerh-ul-Ezhar:   Eb-ul-Hasan   Abdullah   b.   Miftah   4/579

[702] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 263-266.

[703] Bl-^Mebsut:  Muhammed   el  yazması  445

[704] Eş-Şamil:   Sabbağ   el   yazması   3/Rakamsız

[705] El-Mebsut: Muîıammed el yazması 445

[706] Cariye: Dar-ı harpten harp neticesinde esir edilen veyahut para ile satın alınan kadın ve kızlara cariye denilir. İslâm devri­nin zuhuruyla beraber karşılaştığı en zorlu, ıslah ve ilgası en güç meselelerden birisi de köle ve cariyelik adetidir. İslâm hukukuna göre insanlar doğuştan hürdür, hür doğarlar ve eşit haklara sahip olarak hür yaşarlar,  islâm dinin bu  düsturlarını  duyan bu  maz­lum beşer zümresi, grup grup gelerek îslâmm halaskar harimine siğınıyor ve ondan kurtuluş umuyordu. Habbab, Bilâl, Siiheyb gibi köleler, Lebihe, îtunneyre, Nehdiyye, Ümnı-î Abbas gibi  cariyeler müslümanlarm  ilk   saf fini  teşkil   etmişlerdi.   Böyle  olduğu   halde, îslâmm neden bunu,  cezri bir hareketle hemen     kökünden söküp atmamasına   gelince,   bunda   köle  ve cariyeler   için   büyük  masla­hatlar vardır geniş     izahat için bak:   tslâm - Türk Ansiklojedisi 2/176, Er-Rikk-u Fı-1-îslâ.m,  Ahmet  Zeki  Paşa İkdamcı     Ahmet Cevdet tarafından Türkceye tercüme olunmuştur.  (Mütercim)

[707] Müdebber: Azatlığı, melasının Ölümüne bağlı bulunan köle hakkında kullanılan bir tabirdir. Cariyenin bu türlüsüne müdebbe-re denilir.   (Mütercim)

[708] El-Mebsut: Muhammed el yazması 445

[709] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 266-269.

[710] El-Mebsut;  Muhammed el yazması 445

[711] EI-Mebsut:  Muhammed el yazması 445

[712] Mürtedd kadın müslümanken bir vekil tayin eder, îslâmı terkedip  sonra müslüman  olursa îslâmı  terki,  vekili ve­kaletten çıkarır.   (Mebsuta bak: 445)

[713] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 269-270.

[714] Et-Tahrir: îtiharuddin -il-Haşimi el yazması 2/Rakamsiz

[715] Et-Tahrir: İftiharuddin -il- Haşimi el yazması 2/Rakamsız

[716] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 271.

[717] EI-Mebsut:   Muhammed  el  yazması 686

[718] El-Mebsut: Muhammed 142

[719] Tedbir  (yukarda geçen müdebber'e bak)

[720] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 271-273.

[721] El-Mebsut:  Muhammed el yazması 686

[722] El-Mebsut: Muhammed 686 el yazması

[723] El-Mebsut: Muhammed 686 el yazması

[724] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 273-274.

[725] El-Mebsut: Muhammed 686 el yazması

[726] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 274.

[727] Bl-Hidaye:   Merginanî 2/124

[728] El-Mebsut:   Muhammed  142

[729] Et-Tahrir:   îftiharuddin  el yazması 2/Rakamsız

[730] El-Bahr-uz-Zehhar:   Ahmed 5/427

[731] EI-Mebsut:  Muhammed 143

[732] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 275-276.

[733] ihtilaf-üî-Fukaha:   Taberi   89-91

[734] El-Mebsut   :   Muhammed   el  yazması  345

[735] El-Mebsut Muhammed  el yazması  345

[736] El-Mebsut Muhammed  el yazması 345

[737] îhtiIâf-ül-Fulcaha   :  Taberi 91

[738] EI-Mebsut   :   Muhammed  el yazması 345

[739] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 276-281.

[740] Mtidarabe: Bir taraftan sermaye, diğer taraftan, çalışma ol­mak üzere   aktedilen   şirket hakkında kullanılan  bir tabirdir,   iki türlüdür:

A - Mudarabe-i mutlaka B - Mudarabe-i mukayyede

1  - Mudarabe-i mnklaka:  Zaman;   mekan;   bir türlü ticaret; satıcı, alıcı tayini ile mukayyed olmayan mudarabedir.

2  - Mudarabe-i mukayyetle:   Zaman;   Mekan;   bir   nevi   tica­ret; satıcı veya alıcı tyini ile mukayyed olan mudarabedir. (Müter.)

[741] Bl-Mebsut   :  Serahsi 10/104

[742] El-ıMebsut   :   Muhammed el  yazması 289

[743] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 281-282.

[744] El-Mebsut:   Muhammed   el   yazması   289

[745] El-Mebsut   :   Muhammed   el   yazması  288

[746] El-Mebsut   :  Muhammed el yazması 288

[747] EI-Mebaut Muhammed   el   yazması   288

[748] ElnMebsut Muhamed el yazması 289

[749] El-Mebsut   ;   Muhammed  el yazması 288

[750] D ve E  bencilerinde anlatılanlar farazî birer     meseledir. Bir müslüman îslâm dâiresinden çıktığı an,  İslâm hükü­metince   sorguya   çekilir.   Katiyyen   geciktirilmez.     Tevbe edip   Islama   tekrar dönmediği   takdirde,   cezası   Ölümdür. Bu  bakımdan  bir  mürteddin  bu kadar  işlerle  uğraşacak imkânı ve  zamanı  yoktur.   Ancak irtidat  hadisesi,     bazı imkânsızlıklarla İslâm devlet makamlarına     geç     intikal etmiş  olabilir.   Fetvalar,   bu   türlü  hadiseler  düşünülerek verilmiş olsa gerek   (Mütercim)

Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 282-286.

[751] El-Mebsut  : Muhammed el yazması 332 EI-Mebsut  : Serahsi 5/4

[752] El-Ümm   : Şafii 6/149-150

[753] El-Muğni  : îbn-i Kudame 7/99

[754] E-Zehira : Karâfi el yazması : 2/218

[755] Tehzip-Ül Ahkâm   : TÛsi  10/142

[756] Şehr-ül Ezhar : îbn-i Miftah 4/577 El Bahr-uz-Zehhar : îmam Ahmet 5/426

[757] Deâîm-üî İslâm  : Kadı Numan 2/479

[758] El-Mebsut  :  Serahsi 5/49

[759] Bedaiu-s-Saaai   : Kâgâni 7/136

[760] El-Bahr-Uz   Zehhar   :   İmam   Ahmet   5/426

[761] El-Umm   :   Şafii 6/149-150

[762] Ez-Zahira  : Karafi  : 2/213 El yazması

[763] Tehzib-ül-Ahkâm   : Tusî 10/136,   142

[764] BI-Mebsut   :   Serahsi   5/48.     Mebsut   :   Muhammed     142, 143,  313 el yazması.

[765] El-Ümm   :   Şafii 5/51,   6/155  Eş-şanril   :   Sabbağ 5/102   el yazması.

[766] El-Muğni   :   İbn-i  Kudame   8/546

[767] Ez-Zehira   :  Karafi 2/213 El yazması

[768] Şeraiu-1 îslâm   :   260

[769] El-Umm  : Şafii  : 6/155

[770] Şeraiul İslâm 260

[771] El-Mebsut   :   Serahsi 5/48

[772] El-Mugni îbn-i Kudame 8/546

[773] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 289-293.

[774] Müslüman ismiyle çağrılır, Mâmla lıiçbir alâkası yoktur.

[775] Ehram Gazetesi.  Kahire.  Sene:   91   sayı 28731  9.VIII.1966 Pazartesi.

[776] El-Muğni:   İbn-i   Kudame   8/99,   6/347 El-tkna  : Makdisî 2/204 Müntehe-1-îradet:   Futuhî  2/198

[777] Bl-Mebsut:   Serahsi;   5/49 El-Mebsut:   Muhammed el yaz­ması 313

[778] Eş-Şamil:   Behram  el  yazması 25,   171

[779] Talak: Nikâhı, elfâzı mahsusadan biriyle hâlen ve meâlen ref*   etmek yerinde kullanılan bir tabirdir. Talak çeşitleri:

1)  Talak-ı bâin: Derhal zevciyyeti izale eden talaktır,

2)  Talak-ı ric'î:   Karının  iddeti içinde     kocasının   vaz   geçme hakkı olan talaktır.

[780] Talak-ı selâse: Üç talakla vaki olan talaktır.

ilk iki talakta tekrar nikah yâpılabildiğ-i halde, üçüncü ta­lakta, ancak kadının başka biriyle evlenip ayrıldığı takdirde, eski kocasıyla evlenmesi caiz olabilir.   (Mütercim)

[781] El^Mebsut:   Serahsi 5/49 EI-Mebsut:   Muhammed  el  yazması  313

[782] El-Mugni:   İbn-i Kudame   8/98

[783] El-Umm:  Şafii 6/150

[784] El-Mebsut:   Muhammed:   El   yazması   331,   332 '

[785] El-Umm:   Şafii   6/150   El-Mebsut:   Serahsi:   5/49

[786] El-Mugni:   İbn-i  Kudame   7/98

[787] Harbî: İslâm devleti ile harp halinde bulunan, daha doğru­su henüz muahede yapmamış olan devletlerin tebaası hakkında kul­lanılan, bir tabirdir «Harp»ten gelir.    (Mütercim)

[788] îşarat: El yazması, Yazan belli değil, sayfa numarası yok

[789] El-Mebsut:  Muhammed: El yazması 14

[790] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 293-301.

[791] Burada   küçük,   ebeveyninin   islâm   ve   küfür      halindeki durumuna   tabi   olur,    kaidesi   umumimileşmiştir.    Zeydi-yenin görüşüdür. Er-Ravd-un Nadir Sibâgı c: s: 326      

[792] Bedai-us-Sanâî-Kaşanî  7/139

[793] Meşhur  bir   fıkıh   kaidesine   işaret   var:   (Başlangıçta   sa­hih   olmayan,   devamda   sahih   olur.)

[794] Firuzabadinin görüşü de bu:  2/224 Eş-gamil:   Sabbağ   6/101   El-Hidaye:   Ergüzani   204 Behram   bu   meselede  ihtilaf  nakleder:   Eş-Şamil   2/171

[795] Eş-Şamil: Sabbağ el yazması 6/101

[796] EI-Bahr-uz-Zehhar:   imam   Ahmed   5/426

[797] El-Mühezzep:   Firuzabadi   2/224

[798] El-însâf:   Merlavi   10/347

[799] Eş-Şamil:  Behram  el yazması 2/171

[800] Mısır da çikan Kanun mecmuası:   Sene 1 Sayı:  1 Sayfa 13

[801] El-Mühezzet>:   Firuzabadi:   2/224

[802] Şerh-ul-Huraşi: 8/66

[803] Şerh-u Mineh-il-Celil:  AH3 4/466

[804] Ez-Zehira:   Karafl El-  Yazısı  2/214

[805] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 302-305.

[806] El-Mugni: Îbn-I Kudame S/555

[807] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 305-307.

[808] Fey':   Zekât ve ganimetler dışında kalan  mallar  hakkında kullanılan bir tabirdir. Şeriat bütçesinde fey'in tarifi şöyledir: «Mu­harebe  yapmaksızın  ve   arkasından     koşulmaksızm   müşriklerden kendi kendine gelen mal» îslâmm müstehak olduğu mallar üçtür. Fey', ganimet, sadaka, Gayr-i müslimden afven alnan mala «Fey'». kahren alınan mala da «Ganimet» denilir. (Mütercim)

[809] Rahmet-ül-Ümme:  Muhammed  bin     Abdurrahman  191 Mısır da çıkan kanun mecmuası Yıl: 1 Sayı: 1 Sayfa: 14

[810] El-Mutni: îbn-i Kudame 6/340

[811] Minhat-ül-Mabud 1/283  Sünenü Ebi Davut  2/113 Sünen-üd-Daremi 2/370 Sünenü îbn-i Mace 2/910

[812] Mücmel: Hakkında beyan varid olmadıkça manası anlaşı­lamayan bir lâfızdır. Müşkilden daha mübhemdir.   (Mütercim)

[813] Müfesser: Beyan-ı tefsir veya beyan-ı takrir sebebiyle ma­nası nasstan daha vazıf olan sözdür. Nesihten başka bir şeye ihti­mali bulunmaz. Meselâ «Seni âzâd ettim» sözü bir nasstir, «Seni kö­lelikten âzâd edip, hürriyete

kavuşturdum» sözü müfesserdir. (Müt.)

[814] Ummet-ül-Kari:   Ayni  23/260

[815] Ez-Zerkani alâ muvatta-i Malik:  2/376

[816] En-Neyl  Veg-Şifa-ul-Alil:   Etfeyş   8/260

[817] El-Cami:  Kurtubi:   3/49

[818] El-Muhallâ:   îbn-i Hazm:   4/329

[819] El-Muharrar-ul-Veciz.   îbn-i Teymiyye el yazması  75

[820] Ahkam-ül-Kuran:   Cessas   2/123

[821] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 307-312.

[822] Beyt-üI-Mâl: Lügat manası mal evi demek olan bu tâbir, ha-zine-î hassa, devlet hazinesi, maliye dairesi yerinde kullanılan bir ıstılahtır.

Kamus-u Osmanî'de: «Istılah-ı §er'îde hazine-i maliye, ha-zine-İ millet, umumun mahzen-i emvali demektir» suretinde izah olunur. Değerli Ppofösör Eb-ul-ülâ Mardin şöyle izah ediyor: Bu tabir, hem maliye iğlerinin idare edildiği binaya, hem de dev­let maliyesine delâlet eder. Beyt-ül-mâli devlet «islâm devleti» elinde toplanan malların bütününü ihtiva eden hazinedir. İlli za­manlar mücerret bir mefhum iken Halife Hz. Ömer devrinde müşahhas bir mahiyet  almıştır.   (Mütercim)

[823] Ahkâm-ül-Kur'an:  Cessas:  2/263

[824] Önceki kaynak ve Şerh-u-Mineh-il-Celil: Aliş 4/466 Eş-Şamİl:   Behram   el  yazması  2Î171 §ehr-ul-Huraşi  8/66

[825] El-Ümm:   Şafii   7/330,   6/151.   Eş-Şamil:   Sabbağ   el  yaz­ması 6/101

El-Esrar: Ebu Ali-Hüseyn-iş-Şafîi:  108. İzah ve açıklama tbn-i Hubeyremndır. Sayfa numarası yoktur.

[826] El-Muğni:   İbn-i  Kudame   6/346

[827] El-Hidaye: Kelvezanî el yazması 203 El-Muharrer:  îbn-i Teymlye el  yazması  75

[828] El-Inaaf:  Merdavi 10/339, 7/352 El-îkna:   Makdisi 4/305 Münteh-el-îradat:   İbn-i   Neccar  2/503

EI-Fürû: tbn-i Müflih,  el yazması 2/71 El-Muharrar:   tbn-i   Teymiyye   el   yazması   154 EI-Mukni: İbn-i Kudame 2450

[829] Ez-Zerkani  alâ   Muvatta-i  Malik   2/376 El-Muğrü:   tbn-i  Kudame 6/340

En-Neyl eş-Şifa-ül-Ali:  Etfey§-til~Ebadi 8/260 El-îrs-ül-Mukârin: Keşkî 54

[830] Mısırda çıkan kanunu mecmuası: Yıl: 1 Sayı: 1 Sayfa 14

[831] Ümdet-ül-Kâri:  Ayni 23/260

[832] Mmhat-ül-Mabud:  Benna  1/283

[833] -AJıfcâm-ul-Kur'an: Cessas 2/123

[834] Sünen-ud-Dârimi 2/384 Tefsir-ül-Kurtubî 3/49

[835] Tefsir-ul  Kurtubî 3/49   El-Muhallâ:   îbn-i   Hazm   9/371

[836] Tefsir-ül-Kurtubi   3/49   El-Muhallâ:   tbn-i   Hazan   9/371

[837] Tefsar-üI-Kurtubi   3/49   El-Muhallâ:   îbn-i   Hazm   9/371

[838] Tefsir-uI-Kurtubi   3/49

[839] El-Muhallâ:   İbn-i Hazm 9/371

[840] El-Muhallâ:   îbn-i  Hazm 9/371

[841] Ahzab  27

[842] Lukata: Sokakta bulunup alman ve sahibi malum olmayan şey demek olan lukata, ıstılah olarak, başkasının kaybettiği bir şeyi muhafaza etmek için almaktır. Lukata emanet hükmünde­dir. Bulan'ın elinde lukata telef olursa, tazminat lâzım gelmez, Lukatayı bulan ve saîıibi çıktığı zaman vermek üzere saklamak iğin alan kimse: «Ben böyle bir mal buldum. Arayan olursa, bana gönderiniz» diye bulduğu yerde birkaç kişiye söylemesi ve buldu­ğu şeyi biraz tarif eylemesi lâzımdır. Böyle yapmazsa o mal elin­de lukata olmaz. Bu takdirde şayet telef olur, ve sahibi de çıkar­sa tazmin etmesi icabeder. Lukata hayvanlardan ise, bulan kimse kâdînin izni olmadan yem verirse bedelini bilahare sahibinden alamaz. Kâdî izin verirse alabilir. Hatta bu masrafı vermeden malı sahibine teslim etmese hakkı vardır. Kâdî ve beyt-ül mal memuru lütakayı başkasına icar eder ve satar. İşte bu gibi muha-

fazası masrafa bağlı olan lukatalar Kâdî'nm izni olmadıkça infak îaşe, bey' ve icar edilemiyeceğinden bunların her nevinin muha­fazası hükümete alınmıştır. Kâdî ilân eder, sahibi çıkmadığa tak­dirde artırma ile satarak, bedelini, bu hususta ihtiyar edilmiş mas­raf varsa, düştükten sonra, hazineye teslim ederdi.  (Mütercim)

[843] El-Mebsut-Serahsi 10/100-101

[844] Nisa: 176

[845] Nisa:   137

[846] Şart-ı hıyar: Alım satımda ya alan veya satan veyahut her İkisinin pazarlığı bozmak veya icra etmek için şart koşmalanyla tayin olunan müddet zarfında muhayyer olmaları yerinde kulla­nılan bîr tâbirdir.   (Mütercim)

[847] Önce îmam Muhammed de, mürteddin malının hazineye kalacağı kanaatinde idi. Bak: El-Mebsut 142 sonra bu içtihadını değiştirmiştir.

[848] El-Mebsut:   Muhammed  el yazması  142 Tuhfet-ül-Fukahâ:   Semerkandî   4/532 Bedâi-us-Sanâi:   Kaşanî 7/138

[849] Men Lâ  Yandurun-ul-Fakin:   Kummî  4/242-243 El-Hidaye:   Kummi  1/87,  Müsdetrek-ül-Vesail:   Mirza   Hü­seyin 2/152, 155, El-Mukni:  Saduk-ul Kummi 1/179. Tehzib-ül-Ahkam: Tu-si: 10/143 El-Hılaf: Tusi 3/173

[850] Önceki kaynak.

[851] El-İntişar:   Zî-1-Mecdeyn 2/215-217

[852] Men lâ Yahduruh-üI-Fakih:   Kummi  4/243-245

[853] Kitaptaki   sıralamayı   muhafaza   ederek,   delilleri   kısalta­cağız.

[854] El-îstibsar:  Tusi c:   4,  Mesail.   13,   17 Takiyye: Gerçek durumu gizlemek

[855] Er-Ravd-un   Nadir:   Siyagı:   4/324-325 Şehr-ul-Ezhar:   İbn-i  Miftah  4/577 Tezkirat-ül-Fahira: Nahvi El yazması Son baskı EI-Bahr-uz-Zehhar:   iman  Ahmed   5/427

[856] Yukardaki Kaynak.

[857] El-Muğni:   îbn-i   Kudame   8/547

[858] El-Mugni: îbn-i Kudame 8/547

[859] Münteh-el-irâdat: İbn-ün Neccar 3/503

[860] El-lkna  Makdisi:   4/305

[861] St-Tezkirat-ul-Fahira   el   yazması,   kitabın   son  kısmı

[862] Şerh-ul Eziıar: îbn-i Miftah 4/577

[863] El-Bahr-uz Zehhar:   Îmam-Ahmet 5/427

[864] El-Mebsut:   Serahsi 1/102   Bedaı-us-Sanaî:   Kaşânî   7/136 Tuhfet-ul-Fukaha:   Semerkandî 4/532

El-Mebsut:  Muhammed el yazması 142

[865] En'am: 122

[866] Bl-Mebsut: Muhammed el yazması 142

[867] El-Mebsut:  Serahsi 10/104

[868] Bedaı~us-Sanai: Kaşani 7/136

[869] Tuhfet-ul-Fukaha:  Semerkandi 4/532

[870] Bedai-us-Sanai: Kaşâni 7/13

[871] Bedaiu-s-Sanai: Kasanı 7/13

[872] Tuhfet-ul-Fukaha:  Semerkandi 4/532

[873] Bl-Mebsut:   Serahsi  10/103

[874] El-Bahr-uz-Zehhar:   îmam Ahmet 5/428 Şerh-uI-Ezhar:   İbn-i  Mlftah  4/578 St-Tezkirat-ul-Fahire: Nahvi el yazması kitabın sonu.

[875] Şerh-un-Neyl: Etfeyş 8/264

[876] El-Mugni: îbn-i Kudame 6/343-344 üU-Fürû: îbn-i Müflih el- yazması 2/71 Seram- 1-îslâm: Hılli el îmami 181

El-Mukni:  Ibn-i Kudame 2/450 El-însaf:  Merdavi:  7/351 El-îkni: Makdisi 3/115

[877] El-Muğni: ibn-i Kudame 6/344 El-Mukni:  îbn-i Kudame 2/450

[878] El-însaf: Merdavî 7/351

[879] El-îkna: Makdisi 3/115

[880] El-Muharrer:  İbn-i Teymiye el yazması 75

[881] EI-Mukni: îbn-i Kudame 2/448

[882] Şerai-ul-îslâm:  Hilli 181 Müstedrek-ül-MesaİI: Mirza Hüseyin 2/155

[883] Ahkam-ül-Kur'an:   Cessas  2/126-İ27

[884] Nisa: 12

[885] El-îrs-Ül-Mukarta:   Şeyh Keski:   54

[886] El-Ümm:   Şafii 1/151-152

[887] El-Mebsut:   Serahsi   10/124

[888] EI-Mebsut: Muhammed, el yazması 145

[889] Kalyubi   ve   TJmeyra   4/176

[890] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 312-340.

[891] El-Mebsut:   Muhammed el   yazması  142

[892] Bedai-us-Sanâî 7/138

[893] El-Hidaye:   Mergînani 2/132

[894] Letaif-ul-îşaret:  Bedreddin el yazması 136

[895] Mısır da çüîan Kanun mecmuası Sene: 1 Adet 1 Sayfa 15

[896] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 340-342.

[897] El-Mugni: îbn-i Kudame 8/546

[898] El-Muhallâ: İbn-i Hazm 11/239

[899] El-Mebsut:  Muhammed el yazması 142

[900] El-Şamil:   Behram 2/171

[901] Şerh-ul-Huraşi: 8/68

[902] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 343-344.

[903] Bakara: 217

[904] Ruh-ul-Meâni: Alusi 2/157

[905] Mecmeu-1-Beyan:   Tabersî   1/313

[906] Mehasin-üt-Tevil: Kasımı 3/549

[907] Et-Tefsir-üI-Kebir:  Fahr-ur-Razİ 11/148

[908] Garaib-oI-Knr'an: Nişaburi  2/319

[909] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 347-350.

[910] Ruh-ıü-Meani: Alusi 2/157

[911] El-Keşşaf:   ZemaJışeri   1/271   TJmdet-til-Kari:   Aynî   24/79

[912] El-Keşşaf:  Zemahşeri 1/271 İrşad-üs-sari:  Kastalani  10/76 

[913] Maide: 5

[914] El-Camü: Kurtubi 3/48

[915] Zümer 65

[916] Ahzâp: 30

[917] Et-Tefsir-ül-Kebir: Kazi

[918] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 350-354.

[919] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 355.

[920] El-îşarat: Yazarı belli değil el yazması 23

[921] Eş-Şamil: Betaram el yazması 2/171

[922] Şerh-ul-Huraşi: Huraşi 8/68

[923] El-tnsaf: Merdavî 10/338,  342, 393

[924] El-Muhallâ:   tbn-i Hazm  7/322

[925] El-lşarat: Yazarı belli değil 23

[926] Bakara:  217

[927] Maide: 5

[928] Âhad veya «Haber-i Vahid»  isnad bakımından Mütevatir olmayan hadis-i     şerife denir.     Hadis İlmi  «Mütevatir»i değil, bunları ele alır. «Selamet Yolları C. 1, Sh. 2».

[929] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 355-357.

[930] El-îşarat:   Yazarı  belli değil   23

[931] Şerh-u Mineh-ii-Celil: Aliş 4/472

[932] El-Muharrar: îbn-i Teymiye El yazması 7

[933] El-însaf: Merdavi 1/391

[934] Eş-Şamil: Behram el yazması 2/171

[935] Ez-Zehira,: Karafi el yazması 2/214

[936] Şerh-uI-Huraşi 9/68

[937] Kalyubî ve umeyra: Kalyubî 1/121

[938] El-îslâm: îbn-i Hacer 2/98

[939] El-Hadaik-un-Nazıra,:  Bahrani 11/15

[940] Keşf-ul-Mesail: Ba'lî el yazması 32

[941] El-îşarat: Yazarı belli değil, el yazması 24

[942] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 358-359.

[943] El-FUrû: İbn-i MÜfHn el yazması 1/88

[944] EI-Muharrar: İbn-i Yeymiyye el yazması 7

[945] Şerh-ul-Ezhar: îbn-i Miftah 4/58

[946] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 359.

[947] El-lnsaf: Merdavi 1/219

[948] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 360.

[949] El-Muğni:  İbn-i Kudame S/549

[950] Münteh-el-îradat:   ibn-un-Neccar   2/513

[951] El-lnsaJE: Merdavî 10/389

[952] El-Mebsut: Mu&ammed el yazması 142-143

[953] EI-MuhalIa: Ibn-İ Hazm: 7/535

[954] El-Ümm: Şafii: 6/155, 7/331

[955] Müstedrek-ul-Vesail:  Mirza Hüseyn 2/243

[956] El-Muğni:  İbn-i Kudame 8/549

Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 361-362.

[957] Nur: 26

[958] Nur: 4

[959] Rum:   30

[960] Rabitat-uI-AIem-il îslâmi  mecmuası  sene:   3,   1965     sayı2 sayfa:   16

[961] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 363-371.

[962] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 373-374.

[963] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 374-375.

[964] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 375.

[965] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 375-376.

[966] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 376.

[967] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 376-377.

[968] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 377.

[969] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 377-378.

[970] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 378.

[971] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 379.

[972] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 379.

[973] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 379.

[974] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 380

[975] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 381.

[976] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 381.

[977] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 381.

[978] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 381.

[979] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 381.

[980] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 383.

[981] Dr. Numan A. Es. Samerrai, Mürted'e Ait Hükümler, Sönmez Yayınevi: 383.