İSLÂM HUKUKU TARİHİ

Önsöz

Yazarın Önsözü

MUKADDİME

İslâm Fıkhının Kaynakları:

Bu Devirler:

BİRİNCİ DEVİR

  1. MUHAMMED (A.S.)İN HAYATINDAKİ TEŞRİ

Kitap Ve Sünnet:

Kur'ân-ı Kerîm Nasıl İnerdi?

Mekki Ve Medenî Âyetlerin Özellikleri

Kur'ân'ın Teşri Temeli

Güçlüğün Olmaması:

Tekliflerin Azlığı:

Teşride Tedriç:

Kur’an’ın Delil Oluşu:

Neshin Manası;

Kur'ânın Talep Ve Muhayyer Kılma Üslûbu

Talep (Bir Şeyin Yapılmasını İstemek)

Kur'ân'ın Nehiy (Yasaklama) Üslûbu:

Tahyir

Kur'an'da Bulunan Hükümler

Sünnet

Bu Devrin Teşrî Temeli:

Salât  (Namaz)

Savm (Oruç)

Hacc Ve Umre

Z ekat

Kuranın Açıkladığı İbadetlerle İlgisi Görülen Bazı Hususlar :

Savaş

Bu Hususları Beyan Eden  Âyetler:

Andlaşmalar Ve Sözleşmeler

Savaş Esirleri

Köle Ve Köle Edinme Hakkında Birkaç Söz:

Savaş Ganimetleri

Peygamberin Bizzat Katıldığı  Ve Kur'an'ın Temas Ettiği Savaşlar:

Aile   Nizamı

Boşama

Kocası Ölen Kadının  İddet Durumu :

Aile Nizamı İle İlgili Hususlar:

Miras Nizamı

Muamelât

Ukûbat (Cezalar)

II- Zina Haddi (Cezası):

III- Kazf Haddi (İffetli Bir Kadını Zina İle İtham Edip İsbatlamayan Kişiye Tatbik Edilen Ceza):

IV- Hırsızlık Cezası :

V - Yol  Kesenin  cezası

Ceza Müeyyidelerinde Kuranın Önem Verdiği Hususlar:

İKİNCİ   DEVİR

BÜYÜK SAHABELER DEVRİNDEKİ TEŞRÎ (Hicrî:  11 —40)

İkinci Devirde Kitap Ve Sünnet

İkinci   Devirde  İctihad

Meşhur  Müftüler

İkinci Devrin Meşhur Fetvacıları

Abdullah Bin Mes'ud

Zeyd Bin Sabit

ÜÇÜNCÜ DEVİR

KÜÇÜK (YAŞTAKİ) SAHABİLER DEVRİNDEKİ TEŞRİ' (h. 41 — 100)

Üçüncü Devirdeki Siyasî Durum

Üçüncü Devrin Özellikleri

Birinci Özellik :

İkinci Özellik:

Üçüncü Özellik

Dördüncü Özellik:

Beşinci Özellik:

Altıncı Özellik:

Üçüncü Devirde İçtihad

Kitap Ve Sünnet :

Üçüncü Devrin En Meşhur Müftüleri

  1. A) Medine Ehlinden :
  2. B) Mekke  Ehlinden :
  3. C) Küfe Ehlinden :
  4. D)  Basra Ehlinden :
  5. E) Şam (= Suriye) Ehlinden :
  6. F) Mısır Ehlinden :
  7. G) Yemen Ehlinden:

DÖRDÜNCÜ DEVİR

Genel Siyasî Durum

Dördüncü Devrin Özellikleri

1- Şehircilik Ve Kalkınmada Gelişme:

2- İslâm Şehirlerindeki İlmî Hareket:

3- Hafızların Çoğalması Ve Buna Verilen Önemin Artması:

4- Sünnetin Tedvini :

5- Fıkıh Kaynakları Hususunda Çıkan İhtilâf :

  1. A)  Sünnet Hususunda Tartışma :

El-Leys B. Sa'd'ın İmam Malik'e Yazdığı Mektub :

  1. B) Kıyas, Re'y Ve 1stîhsan Hususunda Çıkan Tartışma:
  2. C) İcma' Hususunda Çıkan Tartışma :

6 - Usul-U Fıkhın Tedvini

7 - Fıkhî Istılah (Terim) Ların Meydana Gelmesi

8 -Üstünlükleri Cumhur Tarafından Kabul Edilen Seçkin Fıkıhçıların Çıkması

Birinci Büyük İmam ( H. 80 – 150 ) Ebu Hanife

İkinci Büyük İmam Mâlik B. Enes B. Ebi Âmir (H. 93-179)

Mısırlılardan Medine'ye Giderek Mâlik'den İlim Alanlar

Afrikalı Ve Endülüslü Olan Mâlikin Başlıca Arkadaşları

Üçüncü Büyük İmam Şafiî   (H. 150 - 204)

Şafiî'nin Arkadaşları Ve Mezhebinin Râvilerî

Şafiî'nin Iraklı Arkadaşlarından Fıkıh Alanlar

Şafiî'nin Mısırlı Arkadaşları

Dördüncü Büyük İmam Ahmed Bin Hanbel  (H. 164 - 241)

Şiilerin İmamları

Cumhurun Reyine Aykırı Olan Bazı Görüşleri

Mensubu Kalmamış Olan Mezhebler

9 - Meselelerin Geliştirilip Çoğaltılması

Hesapla Olan Boşanma:

Yeminler Ve Adaklar:

Hilelere Ait Meseleler:

10 - Ahkâma Ait Kitabların Tedvini

Ebu Hanife Mezhebindeki Kitaplar:

Sanatkârlarla İlgili Tazminat:

Satılan Malın, Muhayyerlik  Süresinde Müşteri Yanında Helak Olması:

Borçlunun Malının Mecburî Satışı:

Şuf'a

Komşuluk  Dolayısıyle  Şüf'a  Hakkı:

İnkârdan Dolayı Yapılan Sulh

Kefalet Ve Havale

Borçlar

Yemin Ettirmek

Miras

Ev Eşyasînda Îhtilâf

Ariye

Kaza (Hüküm)

Nikâh

Zahir-Ür-Rivâye Kitapları

El-Keysâniyyat, Kitab Ez-Ziyadat, Kitab-U-Zlyadet-İz-Zi'yade, Kitab Ün-Nevadir Ve Rivâyet-Ü İbn-İ Rüstem.

Maliki Mezhebine Ait Kitaplar

Namazda Bid'at Ehli Olan Ve Olmayana Uymak Meselesi:

Şafiî Mezhebine Ait Kitaplar

BEŞİNCİ DEVİR

İslâm Âleminin Siyasî Durumuna Genel Bir Bakış

Beşinci Devrin Özellikleri

I- Taklîd Ruhunun Yerleşmesi

II - Münazara Ve Mücadelenin Yaygınlaşması

Münazara Etme Âfetleri

İsmâiliye Mezhebi

III- Mezhep Taassuplarının Başlaması

Beşinci Devrin Fıkıhçıları

Hanefî Âlimlerinden Seçtiğimiz 20 Fıkıhçıyla İşe Başlayalim :

Malikîlerin Büyük Fıkıhçıları

Şafiî Mezhebine Mensûb Büyük Fıkıhçılar

ALTINCI DEVİR

İslam Âleminin Siyasî Durumu

Bu Devirde İctihâd

Gerileme Sebepleri

Kitapların Kısaltılmasında Yapılan Hata

Fıkıhçı Yetiştirmeye İki Engel Vardır


İSLÂM HUKUKU TARİHİ

 

İnsanlığın tarihi Peygamberle başlar. İlk Peygambere Adem Aley-hisselâm, O'na gelen iik kanunlara da SUHUF denir. Bu kanunların yapıcısı Allah'tır. Tatbikatçısı ise Peygamber ve O'nun ümmeti...

Yeryüzünü güzel bîr saray şeklinde yapan elbette kî, burada oturacakların içtimaî şartlarını da temin etmiştir. Bilhassa irade sa­hibi olan insanların, İNSANCA yaşayabilmeleri için onlara temel ka­ideler göndermiş, bu temel kaideler, ANAYASA hükmünü taşımış­tır. Anayasaya dayanarak Peygamberler ve Onların ümmeti içindeki âlimler ceza kanunu, medenî kanun gibi kollarda hukuk nizamını- ge­liştirmişlerdir.

Elinizdeki ki lap, beşerî kanunların zayıfladığı zamanlarda bile kuvvetli ve üstün olduğunu gösteren İSLAM HUKUKUNUN tarihi­dir. İslâm Hukukunun dayandığı temcileri ve bu temellerdeki sütun­ları bu eserde bulmanız mümkün olacak; hukukçular, tarihçiler ve bütün Müslümanlar bundan yeteri kadar faydalanacaktır.

Böyle bir eseri hazırlamak ilme hizmettir, ilme hizmet ise bü­yük bir şereftir. Biz de ilme hizmet edenlere hizmet etmek saade­tine erdiğimiz için bahtiyarız. Eserin muharririne ve siz kıymetli oku­yucularımıza şimdiden teşekkür eder, başarılı olup, faydalı ilimler öğ­renmeyi cümlemize nasip etmesi için Allah'a yalvarırız.

KAHRAMAN YAYINLARI[1]

 

Önsöz

 

Allah Taâla'ya hamd-u sena eder efendimiz Hz. Muharamed'e ve Al-u As­habına Salât ve Selâm sunarım.

Mısır'ın Millî Eğitim Bakanlığı Müfettişi ve Ezher Üniversitesi İslâm Ta­rihi profesörü rahmetli şeyh Muhammed el-Hudatî tarafından yazılan ve 1967 yılında Mısır'da 8 inci baskısı yapılan «Tarih-tit-Teşri-il Islâmî» adlı kitabı okudum. Büyük bir emeğin mahsulü olduğu her yönü ile belli olan bu eserin konusu olan şer-i şerif tarihinin meraklılar için bakir sayılabileceği kanaatına vardım. Çünkü bu konuda Türkçe telif veya terceme olarak yazılmış bir kitap görmedim ve duymadım. Yalnız 30-40 sayfalık bir tercemeye rastladım. Bu iti­barla eseri terceme etmeyi faydalı buldum. Âyetlerin numaralarını yazmadığı için bunları ve kaynaklarım bildirmediği bazı hadîslerin kaynaklarını gösterme­yi uygun buldum. Kaynak sayılan Muvatta', el-Umm ve Sahihayn gibi kitaplar­dan aldığı hadîslerin yerini belirtmeye lüzum görmedim.

Eseri terceme ederken metne sadık kalmaya itina gösterdim. Ayetlerin me­allerini merhum Hasan Basri Çantay'ın tefsirinden almayı münasip gördüm. Çünkü bilindiği gibi çok zatlar tarafından tefsir kitapları yazılmış İse de hiç bi­risinin eksiksiz olduğu söylenemez. Eserde bulunan 300 küsur âyetin meallerini kendim hazırlamış olsaydım, mevcut meallerden daha iyi bir meal yazdığımı söyleyemezdim.

Sayın okuyucularımın, tercemede bir kusur gördükleri zaman beni bağış­lamalarını ve ilmî veya dinî bir hata buldukları takdirde derhâl bana bildirme­lerini umarım.

Tercemeyi, Hazro Müftüsü iken Temmuz 1955 de vefat eden merhum pe­derim M. Nuri Bilici'nin ve diğer üstadlarımın ruhlarına ithaf ederken; hizme­timin ihlâslı ve başarılı olmasını Cenab-i Allah'dan niyaz ederim.

Terceme eden Uşak Müftüsü Haydar HATİPOĞLU[2]

 

Yazarın Önsözü

 

Hamd, sayısız nimetler bahşeden Allah'a mahsustur. Salât ve selâm efendimiz Hz. Muhammed'e ve Al-u Ashabına olsun.

Bu eser, îslâm teşriine ait kısa bir tarih kitabı olup ilim taliplerine takdim ediyorum. Bununla, nezih şer-i şerif uğrunda yapılması gerekli hizmetlerden birisini yapmış olmak ümidindeyim. Sayın okuyucularımın eksiklerimi gördükleri zaman beni bağışlamalarını rica ederim. Çünkü ben, bu konuda daha önce. eser vermiş olan zatların derecesini ihraz et­miş değilim.

Mısır'da ilim ve irfan haşmetinin tekrar canlanması fecrinin doğ­mak üzere olduğu bu günlerde eserin çıkmış olması dolayısiyle yüce Al­lah'a şükrederim.

Kitabı muhterem müctehidlerimizin ve ilmiyle amel eden değerli âlimlerimizin mübarek ruhlarına ithaf eder, Cenâb-ı Allah'dan hayır­lı başarılar dilerim.

Muhammed el-Hudarî[3]

 

MUKADDİME

 

İslâm Fıkhının Kaynakları:

 

  1. Kur*ân-ı Kerim.
  2. Kur'ân-i Kerim'İn açıklaması   durumunda   olan ve «Sünneti denilen Peygamberimizin sözleri ve fiilleri.
  3. Fıkıhçıiann görüşleri. Bu görüşler Kitap ve Sünnete dayanmaktadır. Bununla beraber fıkıhçıiann yaşadıkları asırlarda bulunan  değişik  tesirlerden etkilenen fikirlerin ve her fikıhçının şahsî, ilmî ve tabiî karakterlerinin sonucu­dur. (Ancak bu sonuçlara Kitap ve Sünnetin ışığında varıldığı bir realitedir.)

Fıkıhçıiann görüşlerinde yukarıda belirtilen fikirler ve ilmî karakterlerin etkisi görüldüğünden dolayı fıkıh ve fıkıhçıiann tarih yazarları bu konuda te­reddüt geçirmektedirler. Kimisi fıkhı değişik asırlara dayandırır, kimisi de fıkıh­çıiann değişik ilmî karakterlerini gözönünde bulundurarak fıkhı, müçtehidlerin şahıslarına dayandırmaktadır. Biz birinci görüşe katılıyoruz. Çünki bu değişik asırlar etki bakımından daha kuvvetli ve umumîdir. Fıkıhçıiann ilmî karakter­leri ise ileride açıklanacağı üzere gerçek bir ihtilâfa yol açmamıştır, özellikle muasır fıkıhçılar arasında ilmî karaktere dayalı Önemsenecek ihtilâf görülme­mektedir.

Peygamberimizin risâletle görevlendirildiği günden bu güne kadar İslâm fık­hının tarihî gelişimini okuyucularıma arzetmek isteğiyle bu konuyu ele aldığım­da fıkhın 6 döneme ayrıldığını gördüm. Her devirde yaşayan fıkıhçıiann bize ulaşan görüş ve fetvalarında muasır Müslümanların sosyal durumlarının izleri görülmektedir. [4]

 

Bu Devirler:

 

  1. Resûlüllah'ın hayatındaki teşri. (Bütün fıkıhçılar buna dayandıklarını açıkça belirtmişlerdir.)
  2. Hulefa-i Raşidîn devrinin nihayeti ile son bulan BÜYÜK SAHABE­LER devrindeki teşrî.
  3. Hz. Muhammed (A.S.) zamanında küçük yaşta olup halifeler devrin­den sonra ilim sahasında görülen ashab-i kiram ile onlara muasır tabiîler dev­rindeki teşri. (Bu devir yaklaşık olarak hicrî birinci asrın nihayeti ile son bulur.)
  4. Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri. Bu devirde dînî yetki ve otoritenin güvenle kendilerine verildiği büyük fıkıh âlimleri yetişmiştir. Aynı devirde bu âlimlerin yetiştirdiği fıkıh bilginleri, üstadlarınm ve feyiz al­mış oldukları seleflerinin fıkhî görüşlerini açıklamakla beraber kendi görüşleri­nin ilmî bağımsızlığına da en küçük bir gölge düşürmemişlerdir. (Bu devir hicri üçüncü asrın sonuna kadar devam eder.)
  5. Büyük  eserlerin yazıldığı, fıkhî meselelerin çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî tartışmaların meydana gel­diği teşri. (Bu devir Abbasî devletinin Moğollar tarafından yıkılış, tarihine ka­dar devam eder.)
  6. Taklid teşri. (Bu devir beşinci devrin sonundan başlayarak günümüze kadar devam eder.)

Teşriin altı devre ayrılması keyfiyeti benim uygun gördüğüm bir tasnif olup daha önce başkası tarafından yapılmış bir sıralama değildir.

Eserin tamamlanması için gerekli muvaffakiyeti Cenab-ı Allah'tan dilerim. [5]

 

BİRİNCİ DEVİR

 

HZ. MUHAMMED (A.S.)İN HAYATINDAKİ TEŞRİ

 

Kitap Ve Sünnet:

 

Kitap, Kur'ân-ı Kerİm'dir. Hz. Muhammed'e (A.S.) 22 yıl, 2 ay, 22 günde peyderpey nazil olmuştur. İlk âyetleri Rcsûlüllah'm tefekkür ve ibadet için git­meyi itiyat haline getirdiği Hıra mağarasında doğumunun 41. yılı Ramazan ayı­nın 17. gecesi indi.

İnen âyetler:

(1) «Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Yaratan Rabbımn adıy­la oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Babbın nihayetsiz ke­rem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmedi­ğini O öğretti.» (Alâk: 1-5)

Son âyeti ise doğumunun 63. ve H. 10. yılı Zilhicce'nin 9. Haccı Ekber günü indi.

İnen âyet:

(2) «...Bugün sizin dininizi kemâle erdîrdim, üzerinizde nimetimi tamamladım ve size din olarak müslümanlığı (verip ondan) hoşnud ol­dum.» [6] (Maide: 3)

Kur'ân-i Kerim'in ilk âyetleri kadir gecesinde indi. Bu gecenin önemi hak­kında Kadir sûresi nazil oldu.

(3) «Gerçek, biz onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin (O büyük faz! ve şerefini) sana bildiren nedir? Kadir gecesi bin aydan ha­yırlıdır. Onda melekler ve ruh rablarımn izni ile her bir iş için iner de iner. O (gece) tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır.» (Kadir)

Ayrıca bahis konusu gece hakkında aşağıdaki âyetler nazil oldu.

(4) «Hakikat, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Gerçek, biz (onunla kâfirlerin uğrayacakları azabı) haber vericileriz. (O, bir gece­dir ki) her hikmetli iş, nezd imiz den bir emir ile, o zaman ayrılır...» (Du-han: 3, 4, 5)

Bu gecenin Ramazan ayında olduğunda ihtilâf yoktur. Çünkü Bakara sû­resinin 185. âyetinde; «(0 sayılı günler) içinde Kur'ân indirilmiş olan Ramazan ayıdır... ı bu vurulmuş tur. Hz. Muhammed'in (A.S.) Hıra mağarasında tefekkür, ibadet ve oruçla geçirmeyi itiyat haline getirdiği ay da bu aydır. Nitekim ibn-i îshak, senediyle Umeyr bin Katade el-Leysî'den şöyle rivayet eder: «Resûlül-lah yılın bir ayım Hira'da geçirirlerdi. Kureyş kabilesinin cahiliyet devrinde buna benzer dînî âdetleri vardı. Cenab-ı Allah onu Peygamberlikle vazifelen­dirmeyi dilediği yıla kadar sürdürdüğü âdet üzere o yıl Ramazan ayında Hira'-ya çıktı...»

Vahyin Kadir gecesi indiği bilinmekle beraber Ramazan ayının kaçıncı ge­cesine tesadüf ettiği hususunda ihtilâf vardır. İbn-i Ishak Ramazanın 17. ge­cesine rastladığı görüşündedir. Aşağıdaki âyet bu görüşe işaret eder:

(5) «...Eğer Allah'a (iman etmiş) hak ile bâtılın ayrıldığı gün iki ordunun bir birine kavuştuğu (Bedir) günü kulumuz (Muhammed) e in­dirdiğimiz (âyetlere) inanmışsanız...» (Enfal: 41)

iki ordunun kavuştuğu gün, Müslümanlarla müşriklerin Bedir'de h. s. 2. yjl Ramazan ayının 17. cuma günü savaştıkları gündür. Ayette fürkan günü diye geçen gün Kur'ân'ın inmeye başladığı gündür. Fürkan günü ve orduların karşılaşma günü aynı yılda olmamakla beraber Ramazan ayının 17. cuma gü­nüne rastlamaları nedeniyle aynı gün olduğu anlaşılıyor. Nitekim Haberî, tefsi­rinde senedi ile Hasan bin Ali'den şöyle rivayet ediyor: «Fürkan gecesi iki or­dunun Bedir'de karşılaştığı Ramazanın 17 sidir.» Kastalânî, Buharı şerhin de bu gecenin tesbiti hakkında âlimler arasında bulunan ihtilâfı belirtmiştir. Onun belirttiği görüşlerden biri İbn-i İshak'm görüşüdür. Kastalânî, İbn-i Is-hak'm savunduğu ve İbn-i Ebi Şeybe ile Taberî'nin Zeyd İbn-i Erkam'ın ha­dîsinden rivayet ettiklerini naklettikten sonra aynen şöyle der: «Ben de bu gö­rüşe katılıyorum. Zira değeri çok yüce olan bu gecenin ima yoluyla dahi olsa Kur'ân-t Kerim'de tayin ve tesbitinin ihmal edilmiyeceğinden eminim. Gerçek­ten en münasip yerde ona işaret etmiştir. Çünkü burada Bedir ganimetlerinden bahsedilmektedir. O gün ise Allah'ın Müslümanları aziz ve galip kıldığı ve umulmayan yardımını onlara göstererek kıymetlerini yücelttiği ve lslâmiyeti ha­kim kıldığı gündür. Cenab-ı Allah'ın Hz. Muhammed (A.S.) ı risaletle şeref­lendirdiği gün de aynı güne rastlar. Bu münasebetle Kur'ân'ın burada buna işa­ret etmesi yerinde olur.ı

Kur'ân-ı Kerim'in inişinin tamamlandığı gün ise bu konuda Taberî, Maide sûresinin 3. âyetinin tefsirinde clslâm âlimleri âyette bahis konusu günün, Veda hacema ait arafe günü olduğunu, o günden sonra helâl, haram ve farzlara iliş­kin herhangi bir âyetin inmediğini ve Resûlüllah'ın ondan sonra ancak 81 gün yaşadığını beyan ettiklerimi yazar ve bu durumu İbn-i Abbas, Sediy ve İbn-i Cüreyc'den rivayet eder. Nisaburî de tefsirinde, İbn-i Abbas'in, yanında bir Yahudi bulunurken bu âyeti okuyunca Yahudi: «Eğer bu âyet bize nazil ol­muş olsaydı, iniş gününü bayram kılardık. ı dediğini ve bunun üzerine Yahu-diye cevaben: «Bu âyet cumaya rastlayan arefe günü indiği için o gün İslâm alemince iki bayram kadar değerlidir.» dediğini rivayet eder.

Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerim tedricî olarak inmiştir. Müşrikler tedricî ini­şine karşı neden toptan inmedi diye itirazda bulundular. Kur'ân bu itirazı ve cevabını şu âyetlerde zikreder:

(6) «O küfredenler (şöyle) dedi(Ier) : «O'na Kur'ân bir hamlede, toplu bir halde İndirilmeli değil miydi?» Biz Onu senin kalbine iyice yer­leştirmek için (yaptık) Onu (çok güzel bir nizam ile) âyet âyet ayırdık (ve ahese aheste bildirdik). (Furkan:32)

(7) «Biz Onu bir Kur'ân olmak üzere (âyet âyet)-ayirdik ki insan­lara karşı, dura dura (ağır ağır, tane tane) okuyasın. Biz onu tedricen indirdik.» (İsra: 106)

Kur'ân-i Kerim'in özellik bakımından değişik iki sürede indiği bilinmek­tedir.

  1. Mekke Devri:Peygamberimizin doğumunun 40. yılı Ramazan ayı­nın  17. gününden 54. yılı Rebi-uI'Evvel ayının ilk günlerine kadar. Toplam: 12 yıl, 5 ay, 13 gündür. Bu devirde inen âyetlere tMekkîı denir.
  2. Medine Devri:Onun doğumunun 54. yılı Rebî-ul'Evvel başlangı­cından 63. yılı Zil-Hicce'nin 9. gününe kadar. Toplam : 9 yıl, 9 ay ve 9 gün­dür. Bu devirde inen âyetlere «Medenî» denir.

Mekkî âyetler Kur'an-i Kerim'in 19/30 unu teşkil eder. Kalan 11/30 unu ise Medenî âyetler meydana getirir.

Medenî sûreler:

Bakara, *Al-i îmran, Nisa, Mâide, Enfâl, Tevbe, Hacc, Nur, Ahzâb, Kıtal, Feth, Hucurat, Hadîd, Mücadele, Haşr, Mümtehıne, Saff, Cuma, Münâfikun, Tegabün, Talak, Tahrîra ve Nasr olmak üzere 23 sûredir. Kalan 91 sûre de Mekkîdir.

Kur'ân toplam olarak 114 sûre olup, 1. Fatiha ve sonuncusu Nas süre­sidir.

Sûre, Lüğatta: Bir yüksekliğin mertebelerine denir. Bazıları bu kelimeyi «Su're» olarak kullanmışlar. «Su're» Bölüm anlamına gelir.

Sûrelerin Özel isimleri vardır. Bunların çoğu ismini, girişinde geçen bir kelimeden almıştır. Enfal, îsrâ, Tâha, Mü'minun, Furkan, Rum ve Fatir sûre­leri gibi, 35 sûre de isimlerini, girişlerinde geçraeyip daha sonraki âyetlerde ge­çen bir kelimeden almıştır. Meselâ; İkinci sûre, 65. âyette geçen «Bakara», Üçüncü sûre, 32. âyette geçen «Al-İ îmran», Dördüncü sûre, müteaddit yerlerinde geçen «Nisa» ve Beşinci sûre, 110. âyetinde geçen «Mâide» kelimelerin­den isim almışlardır.

Sûrelerin girişlerinde geçen kelimelerle isimlenişi tabiîdir. Ancak girişinden sonra veya sonuna doğru geçen kelime ile bazı sûrelerin isimlenişi çeşitli sebep­lerle izah edilegelmiş ise de bence umumiyetle bu kelimelerin bulunduğu âyet­ler diğer âyetlerden önce indiği içindir. Çünkü, bilindiği gibi gerek sürelerin ve gerekse her sûrenin âyetlerinin tertibi nüzul sırasına göre olmayıp tevkifidir, (Yani tilâvet bakımından sıralanışı Peygamberin tensip ve direktifi iledir.)

Peygamberimize beşer onar âyet indiği gibi, daha az veya daha çok âyet­ler de- inerdi, lfk olayında ve Müminun sûresinin başında onar âyetin toptan indiği sabittir. Diğer taraftan Nisa sûresinin 95. âyetinden :

kelimelerinin, keza Tevbe sûresinin 28.  âyetinden :

kısmının ayrı indiği sabittir.

Hz. Muhammed (S.A.) ümmî idi. Okuma yazma bilmediği şu âyetle sa­bittir :

(9) «Sen bundan evvel hiç bir kitap okur değildin. Elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı bâtıl söyleyenler elbette şüphelenir(ler)di.» (An-kefaut: 48)

(10) «Onu acele (kavrayıp ezber) etmek için (Cebrail vahyi iyice bitirmeden) dilini onunla depretme. Onu (göğsünde) toplamak, onu (di­linde akıtıp) okutmak şüphesiz bize aittir, öyle ise biz onu okuduğumuz vakit sen onun kıraatine uy. Sonra onu açıklamak da hakikat bize aittir.» (Elkıyame: 16-19)

(11) «...Sana onun vahyi tamamlanmazdan evvel Kur'ân'ı (okuma­da) acele etme, Rabbim, benim ilmîmi arttır, de» (Tâhâ: 114)

(12) « (Habibim) seni okutacağız da (asla) unutmayacaksın. Allah'ın dilediği başka. Çünkü O, aşikârı da bilir gizliyi de. (EI-Âlâ :6-7)

(13) «Kur'ân'ı biz indirdik, biz. Onun koruyucuları da şüphesiz ki biziz.» (El-Hıcr: 9)

Resûlüüah âyetleri melekten hıfzederek aldığı zaman insanlara tebliğ eder ve ayrıca kâtip'erine dikte ederek hurma dallarına, düz taşlara ve deri parça­larına yazdırırdı. Onun tanınmış yazıcıları vardı. Bunların 26 kişi olduğunu söyleyenler vardır. Halesi, SiretüPlrâkrden naklen, yazıcıların 42 kişi olduğu­nu, bunların bir kısmının peygamberlik süresi boyunca, başka bir deyimle bü­tün teşri dönemlerinde ondan hiç ayrılmadıklarını, bununla beraber az veya çok bir süre için kâtiplik yapanlar olduğunu ve en meşhur kâtiplerinin 4 Halife ve Âmir-bin Fuhayre olduğunu söyler. Amir bin Fuhayre, Resûlüllah'ra devlet başkanlarına ve benzerlerine gönderdiği mektuplarım"yazan zat idi.

Tanınmış diğer kâtiplere gelince; Ubeyy-bin Kâab (Medine'de ensardan ilk kâtip. Genellikle vahiy kâtipliği yapardı ve Resûlüllah zamanında meşhur fıkıh bilginlerinden idi.), Sabit bin Kays bin Şemmâs, Zeyd-bin Sabit, Muavİye-bin Ebi Sübyan ve kardeşi Yezid (Muâviye ve Sabit oğlu Zeyd vahye ait olan ve olmayan her çeşit yazı işlerinde ve devamlı olarak peygamberin yanında çalı­şırlardı. Yazışmadan başka şeyle meşgul olmazlardı.), Musire bİn-Şu'be, Zübeyr bin Avvam, Haiid bin Velid, Alâ bin el-Hadramî, Amr bin el-As, Abdullah bin el-Hadramî, Muhammed bin Mesleme ve Abdullah bin Übeyy bin Selûl.

Kur'ân-ı Kerim'den inen âyetler vahiy kâtipleri tarafından yazıldıktan son­ra Peygamberin evine konulurdu. Yazıcılar kendileri için de birer suret alako-yarlardı. Ayetlerin hangi sûrenin neresine yazılacağı hususu Peygamber tara­fından tesbit edilirdi. Ummîlerin hafızaları, yazıcılar nezdinde bulunan nüsha­lar, Peygamberin evinde hıfzedilen sahifeler Kur'ân'ın birçok kimse tarafından sıhhatli olarak ezberlenmesi hususunda yardımlaşırlardı.

Gerek sûrelerin ve gerekse âyetlerin sıralanışının tevkifi oluşu yani pey­gamberin emriyle tertibi konusunda âlimler ittifak halindedirler.

Bu devirde Kur'ân-ı Kerim bir Mushaf içinde toplanmamakla beraber ta­mamını hıfzeden sahabeler çoktu. Abdullah bin Mesud (ilk muhacirlerden olup risalet süresi boyunca Peygambere refakatte bulunmuştur.), Ebu Huzeyfe'nin mevlâsı Salim bin Mi'kal (o da Abdullah bin Mesud gibi ilk Müslümanlardan olup çok refakatte bulunmuşur.), Muaz bin Cebel, Übeyy bin Kâab, Zeyd hin Sabit, Ebu Zeyd, (bu dördü ensardandır.) Ve Ebu Derdâ gibi birçok sahabi Kur'ân'ın tamamını hıfzedenlerden idiler. Ayrıca ashabın pek çoğu Kur'ân-ı Kerim'i kısmen ezberlemişlerdi. [7]

 

Kur'ân-ı Kerîm Nasıl İnerdi?

 

Ahkâm ile ilgili ve teşrii denilen âyetler genellikle İslâm toplumunda vu­ku bulan olaylara cevap olarak Peygambere inerdi. Bu olaylar esbabı nüzul olarak adlandırılırdı. Birçok müfessirler bu olaylara önem vererek buna dair kitaplar yazdılar ve Kur'ân-ı Kerim'in yüce manasının anlaşılmasına bu olay­ları temel kıldılar. (Gelecek devirler bahsinde durumu açıklayacağız.) Bazen de mü'minler tarafından Resûlüllah'a sorulan sorulara cevap olmak üzere inerdi. Bu iki durum dışında teşrii âyetlerin inmesi nâdirdir.

Bir olay veya soruya cevap mahiyetinde inen teşrii âyetlerden Örnekler ve­relim.

  1. Hicretten sonra Mekke'de kalan ve hicret edemiyen zayıf Müslüman­ları müşriklerden kurtararak Mekke'den çıkarmak üzere Resûlüllah tarafından gönderilen Mersed el-Ganevî Mekke'ye vardığında müşriklerden güzel ve zen­gin bir kadın kendisini ona teslim etmek istedi. Mersed ise Allah korkusu ile red cevabı verince kadın yaptığı teklifte İsrar ederek kendisi ile evlenme tale­binde bulundu. Mersed, teklifi kabul etmeyi Resûlüllah'ın iznine bıraktı. Me­dine'ye dönüşünde durumu Resûlüllah'a arz etmesi üzerine şu âyeti kerime na­zil oldu:

(14) « (Ey mü'minler) Allah'a eş tanıyan kadınlarla (Müşriklerle), onlaç imana gelinceye kadar evlenmeyin. îman eden bir cariye, müşrik bir kadından — bu, sizin hoşunuza gitse de — elbet daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de, onlar iman edinceye kadar, (mü'min kadınları) nikahlama­yın. Mü'min bir köle müşrikten — o, sizin hoşunuza gitse de — elbette ha­yırlıdır. Onlar sizi cehenneme çağırırlar, Allah ise, kendi iradesiyle cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara âyetlerini apaçık söyler. Ta ki iyice düşünüp ibret alsınlar.» (Bakara: 221)

  1. Gerek mü'minler, gerekse gayri müslimler tarafından sorulan sorular üzerine inen teşrii âyetler çoktur. Bu nevi âyetlerden bir kısmı şunlardır:

(15) «Sana içkiyi ve kuman sorarlar. De ki: «Onlarda hem büyük günah hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından da­ha büyüktür.» (Yine) sana hangi şeyi nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: «İhtiyacınızdan artanı (verin)* Allah size böylece Âyetlerini (pek gü-«el) açıklar. Olur ki dünya hususunda da, ahiret işinde de iyice düşünür­sünüz. Bir de sana yetimleri sorarlar. Deki: «Onları yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileri ile bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, (yetimlerin) salâhına çalışanlarla (onların mal ve hamlinde) fesad (ve fenalık) yapanları bilir. Eğer Allah dileseydi sizi mu­hakkak zahmete sokardı. Şüphesiz Allah mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.

Sana kadınların ay halini de sorarlar. Deki: «O bir ezadır (pisliktir) onun için hayız zamanında kadınlar(mızla cinsî münasebet)den ayrılın, temizlendikleri vakte kadar kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Her halde Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem çok temizlenenleri sever.»  (Bakara: 219 - 220 - 222)

Bir olay veya soru olmaksızın nazil olan ahkâm âyetleri azdır. Bu neden­ledir ki ahkâm âyetlerini açıklayan müfessirler umumiyetle bunların nüzul se­bebini beyan ederler. Nüzul sebebini beyan etmedikleri ahkâm âyeti pek azdır. [8]

 

Mekki Ve Medenî Âyetlerin Özellikleri

 

Daha Önce Kur'ân'm inişi İçin Mekkî ve Medenî diye iki devre bulundu­ğunu söyledik. Gerek Mekkî ve gerekse Medenî âyetlerde bulunan özellikleri bilen okuyucular, hangi âyetin Mekkî ve hangi âyetin Medenî olduğunu bile­bilirler.

  1. Mekkî âyetler umumiyetle kısa, Medenî âyetler ise uzundur. Bunu şu şekilde isbatlıyabiliriz :

Medenî sûrelerin toplamı Kur'ân-ı Kcrİm'İn 11/30 unu teşkil eder. Bu sû-relerdeki âyetlerin sayısı ise i 456 adet olup, toplam âyetlerin 1/4 ünden biraz fazladır. Bununla Medenî âyetlerin daha uzun olduğu anlaşılır.   ,

kad samıa cüzünün tamamı Medenî olup, 137 âyetten ibaret iken, tamamı Mekkî olan tebareke cüz'ünün 431 âyet ve keza tamamı Mekkî olan amme cüz'ünün 570 âyet oluşları da Medenî âyetlerin uzunluğunu gös­terir.

Mekkî ve Medenî cüzlerin mukayesesi neticesinde belirttiğimiz neticeye varıldığı gibi, Mekkî ve Medenî olup, aynı uzunlukta olan iki sûrenin karşılaş­tırılması halinde de aynı neticeye varılır. Meselâ : Yarımşar cüz'den ibaret «En-ffil» ve «Şuarâ» sûrelerinden Medenî olan «Enfâlı 75 âyetten ibaret iken, Mek­kî olan «Şuarâmın âyet sayısı 227 dir.

Bu özelliği taşımayan âyetlere nadiren rastlanır.

  1. Medenî âyetlerde genellikle hitap    «Ey iman edenler» şeklinde olup, nadiren «Ey naşı tâbirine rastlanır. Mekkî âyetlerdeki hitap şekli ise tamamen bunun aksinedir. Yani genellikle t Ey nas* diye hitap edilir. Mekkî sûrelerde «Ey iman edenler» tâbirine rasüarmyoruz. Fakat Medenî sûrelerde «Ey nas» hitabına yedi yerde rastlanır.

1) Bakara 21, 2) Bakara 168, 3) Nisa 1, 4) Nisa 133, 5) Nisa 1V0, 6) Ni­sa 174, 7) Hucurat 13.

  1. Mekkî âyetler lslâmiyetin ilk amacı durumunda olan; Tevhid, Cenab-ı Allah'ın varlığını ishatlayan deliller, azabından korkutma, âhiret gününün va­sıflandırıl ması ve korkunç durumları ile nimeJeri ve Peygamberin, ikmali için gönderildiği güzel ahlâka teşvik konularını işler. Ayrıca geçmiş peygamberlere muhalefet eden muasır milletlerin uğramış oldukları vahim akıbetleri ibret ve­rici dersler mahiyetinde zikreder.

Ahlâmla ilgili âyetlerin çoğu Medenîdir.

Kur'ân'da bulunan konular üç grup halinde düşünülebilir.

1.Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe iman­la ilgili âyetler. Bunlar usulü din ve kelâm ilmî konularıdır.

2.Duygu, düşünce, niyet ile durum ve davranışlara ilişkin îslâmî ahlâk kurallarına  teşvik edici mahiyetteki  âyetler.  Bunlar  ahlâk ilmi bahisleridir.

  1. Emirler, nehiler, mubah gibi mükellefin fiilleri ile ilgili âyetler. Bun­lar fıkıh konulandır.[9]

 

Kur'ân'ın Teşri Temeli

 

Kur'ân insanların durumunu ıslâh için indirildiğini ilân etmiştir.    Bunun için pek çok emirler ve yasaklar taşımaktadır.

(16) «...O, kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülüklerden nehy ediyor, onlara (nefislerine haram kıldıkları) temiz şeyleri helâl (helâl kıldıkları) murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor...» (Araf: 157)

Teşri'de üç prensibe riayet edilmiştir:

  1. Güçlüğün olmaması,
  2. Tekliflerin az kılınması,
  3. Teşri'de tedriç.[10]

 

Güçlüğün Olmaması:

 

İslâm teşriinin bu prensip üzerine kurulduğunun delilleri çoktur. Bunlar­dan birkaç tanesini sıralayalım:                                        

(17)  «...Onların ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor O.» (Araf: 157)

(18) «Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yükle-mez...» «...Ey rabbimiz bizden evvelki (ümmet)!ere yüklediğin gibi üstü­müze ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz, takat geiiremiyeceğimizi bize yükleme...» (Bakara: 286)

(19)  «...Allah size kolaylık diler. Size güçlük istemez» (Bakara: 185)

(20)  «...Din (İşlerin)de üzerinize hiç bir güçlük de yükîemcdi. .. (Hacc: 78)

(21) «Allah (ağır teklifleri) sizden hafifletmek ister. (Zaten) insan da zaif olarak yaratılmıştır.» (Nisa: 28)

(22) «..Allah sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez...» (Mai-de: 6)

  • Ben dosdoğru ve tolâranslı din ile gönderildim.»[11]

Ayrıca şemaili şerifesinde belirtildiği gibi, .Resûlüliah iki durum arasında mu-ayyer kılınınca günah olmadığı müddetçe en kolayını seçerdi.»    Bu hususta dana pek çok âyet ve hadîs vardır.

Fıkıhçılar bu prensibi Şari'i Hakimin itibar ettiği esaslardan sayarak onun­la birçok hükümler çıkarmışlardır. Bu nedenle güçlüğün olmayışı teşriin kesin prensiplerindendir. Yolcunun oruç tutmaması, abdest yerine teyemmüm etmek, haram olan bir şeyin zaruret halinde helâl kılınması gibi... ruhsat denilen kolaylıklar bu prensibe dayanmaktadır. [12]

 

Tekliflerin Azlığı:

 

Bu prensip «güçlüğün olmayışı» prensibinin ayrılmaz bir neticesidir. Çün­kü tekliflerin çokluğunda güçlük vardır. Kur'ân'la meşgul olanlar ondaki, emir ve yasakları görüp bu prensibi müşahade ederler. Zira bu emir ve yasakların kısa zamanda öğrenilmesi mümkün ve uygulanması kolay olan ve Kurân’a sa­rılmak isteyenlerin zorluk çekmemeleri için gayet veciz ve özlü olduğunu gö­rürler.

(23) «Ey iman edenler, Allah'ın affettiği şeyleri — ki eğer size açık­lanırsa ve siz bunları Kur'ân inerken sorupta hükmü kendinize izhar edi­lirse fenanıza gidecektir— Sormayın. Allah çok yarhğayıcıdir, cezada da aceleci değildir.»

  • Sizden evvel de bir kavm onları sordu da sonra o yüzden kâfir ol­dular.» (Maide: 101-102)

Bu âyet tekliflerin azlığı prensibine delâlet eder. Ayette sorulması yasak­lanan meseleler Allah tarafından yasaklanmamış olan ve insanların serbest bı­rakıldıkları hususlardır. Bu hususları peygambere sormak haram kılınmalarına sebebiyet verir.

Resulüllah haccın farz kılındığım bildirdiği esnada: «Her yıl mı?» diye sorulunca; şu hadîsi buyurdular:

«Eğer evet deseydim her ytl farz olurdu. Ben sizi bıraktığım müddetçe beni bırakınız. Zira sizden öncekiler peygamberlerine çok soru sorma­ları ve onlara muhalefetleri yüzünden helak oldular.»[13]

«Müslümanlar içerisinde en büyük suçlu o kimsedir ki, Müslümanla­ra haram olmayan bir şey sorar ve sormasından dolayı o şey haram kılı­nır.»[14]

«Gerçekten Allah bir takım ibadetleri farz kıldı. Onları zayi etmeyi­niz. Bir takım sınırlar çizdi, onlnn tecavüz etmeyin. Bazı şeyleri haram kıl­dı, onları işlemeyiniz. Ve size olan merhameti dolaysiyle bilerek bazı şey­ler hakkında şer'i hüküm indirmedi, bunlardan bahsetmeyin.»[15]

Sünnet bölümünde Kur'ân'ia olan ilişkisi bahsinde daha açıklayıcı bilgi ve­rilecektir. [16]

                                               .

Teşride Tedriç:

 

Resûlüllah, ArapJarda birçok âdetlerin kökleştiği bir ortamda geldi. Bu âdelerin bir kısmı ümmetin oluşumuna zararlı olmadığı için kalabilirdi. Fakat zararlı olanlar da vardı. Kanun vazu toplumu bu nevi zararlı geleneklerden u?ak tutulmasını irade eyledi. Ancak kesin hükmün konulması yolunda azar azar uzaklaştırma metodunun hikmetlere  binaen  tatbik  edildiğini görüyoruz.

Bu husustaki hükümleri tetkik edenler sonradan gelen bir hükmün bir ön­ceki hükmü iptal mahiyetinde olmadığını, ancak bu metodun uygulanmasının icabı olduğunu göreceklerdir. Bu keyfiyet aşağıda vereceğimiz örnekle açıklığa kavuşur.

Araplar arasında kökleşmiş alışkanlıklardan olan içki ve kumardan ResûUiî-lan a soru sorulunca aşağıdaki âyetle cevap verdi:

(24) «...Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar var­dır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür.» (Bakara: 219)

Ayette içki ve kumardan yekinilme isteği belirtilmemekle beraber teşri sır­rına vakıf olan bilginler bunlardan çekiniîmesine ima edildiğini anladılar. Zira günahı menfaatmdan çok olan bir şeyi işlemek haramdır. Yoksa tamamen şer olan yani hiç menfaati olmayan bir fiil bulunamaz. Bir şeyin helâl veya haram kılınmasında teşriin dönüm noktası; hayır ve şerrin çokluğu- ve azlığıdır.

Sarhoşluk yüzünden şuurunu kaybedenlerin söylediklerini bilinceye kadar namaza yaklaşmaları, bir müddet sonra aşağıdaki âyette kesinlikle yasaklanıyor.

(25) «Ey iman edenler, slı, sorhoşken ne söyleyeceğinin! bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.» (Nisa: 43)

Bu yasak birinci âyetin hükmünü iptal etmez, bilâkis teyid eder. Bundan da bir müddet sonra inen şu âyetle içki ve kumar kesinlikle yasaklanıyor.

(26) «Ey iman edenler, içki, kumaş, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bun (lar) dan kaçının ki muradınıza eresiniz.»

Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşür­mek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz (he­piniz) vaz geçtiniz değil mi?» (Maide: 90 - Öl)

Teşrideki tedriç prensibi üzerine diğer bîr temele rastlanır. O da önce ic­mal sonra tafsilât metodudur. Bu durum Mekkî teşri ile Medenî teşriin karşı­laştırılmasında açıkça görülür. Çünkü Mekkî teşri nadiren tafsilâtlı hükümlere

temas eder.    Genellikle mücmeldir. Medenî teşride ise, Mekkî teşrie nazaran pek çok tafsilâtlı hükümlere yer verir.

Özellikle muamelâta dair Medenî âyetlerde tafsilât durumu apaçık görülür. Bu nedenle şer'i hükümlerin çıkarıldığı âyetlerin çoğu Medenîdir. Allah'ın İsmi anılmadan kesilen hayvanların etinin haramliğı gibi tevhid akidesini koruyucu bazı hükümler dışında Mekkî âyetlerde tafsilâtlı hükümlere rastlanmaz. [17]

 

Kur’an’ın Delil Oluşu:

 

(27) «Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sarılın. Parçalanıp ay­rılmayın...» (Âl-i tmran: 103)

Kur'ân, dinin esası ve kendisine sarılmakla emroîunan Allah'ın muhkem ipidir. Kur'ân'ın dinin temeü oluşu, bir delil ile isbata muhtaç olmayan zaru-râd diniyyeden olduğu için bunun üzerinde durmayacağım. Ancak burada açık­lanmasını gerekli gördüğüm ve okuyucuyu uyarmak lüzumunu hissettiğim hu­sus var, o da;

Sonradan gelen ilâhı bir teklif ile önceden gelen ilâhî bir teklifin iptal edi­lip edilmemesi meselesidir. Başka bir deyimle Kur'ân da mensuh olup amel edilmesi gereği kaldırılan âyetlerin bulunup bulunmaması meselesidir.

Kur'ân, açık hükümlerine sarılmak mecburiyeti olan kesin delil ve dinî kaynak olduğu ve onûnîa amel edilmesi zorunluluğu sabit olduğuna göre bu önemli mesele hakkında konuşmak isteyen kimsenin görüşünü isbatlayıcı kat'î delil göstermesi gerekir. Ben bu meseleyi gereği kadar izah etmek isterim. Al­lah'ın inayetiyle muvaffak olacağımı umarım. [18]

 

Neshin Manası;

 

Nesih, fıkıhçıların İstılahında iki manaya gelir..

1) önce gelen bir nasdan (Ayet-Hadîs) çıkarılan şer'i bir hükmün bilâ-here gelen diğer bir nass ile iptal edilmesidir. Meselâ :

  • Sizi kabirleri ziyaret etmekten men etmiştim. Bundan böyle ziyaret ediniz, (veya edebilirsiniz)»[19]

İlk nass kabir ziyaretini yasaklar.İkinci  nass  ise bu yasağı  kaldırır ve onun yerine kabir ziyaretini mubah veya sünnet kılar.

2)   A)  önceki nassın şümulünün kaldırılması : Buna iki örnek verelim :

(28) I. «Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlen­me müddeti beklerler (beklesinler)...» (Bakara;228)

(29) «...Mümin kadınları nikahlayıp da sonra, kendilerine dokun­madan onları boşadığımz zaman sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur...» (Ahzap: 49)

Birinci nass; kocası ile cinsî teması olan veya olmayan boşanmış bütün kadınları kapsamına almakla umumîdir.

İkinci nass; kocası ile cinsî teması olmadan boşanan kadınlar'a Özel bir hüküm getirir.

(30) II.«Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı ile) iftira atan, son­ra (bu bapta) dört şahid getiremeyenk[20] inıseler(in her birine)de seksen deynek vurun...» (Nur: 4)

(31) «Zevcelerine zina isnad eden ve kendilerinin kendilerinden baş­ka şahidleri de bulunmayan kimscler(e gelince:) onlardan her birinin (ya­pacağı) şabidlik kendisinin hakîkaten sadıklardan olduğunu Allah'a ye­min (ile) dört (defa ifade ve tekrar edeceği)  şahidliktir.» (Nur : 6)

Birinci nass; kadınları zina ile itham edenleri, kim olursa olsun yani ka-dmın kocası oîsun  olmasın hepsini kapsamına alır.

İkinci nass ise, İtham edilen kadınların kocaları için özet bir hüküm gc-tİrerck beş defa yemin etmelerini dört şahit yerine saymak hükmünü koymak­tadır. Bu yeminlerden sonra itham edilen kadın beş defa yemin etmek sure­tiyle zina haddinden kurtulma hakkına kavuşturulmaktadır.

2) B) Kayıtsız nassın kayıtlanması : Buna da bir Örnek verelim :

(32) «Ölü (boğazlanmıyarak Ölen hayvanın eti) ve kan üzerinize ha­ram edilmiştir...»  (Maide: 3)

(33) De ki: «Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yi­yeceği içinde (Sizin haram dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız gerek ölü, gerek dökülen kan...» (En'âm: 145)

Birinci nass; her çeşit kanı haram kılar. İkinci nass ise sadece mcsfuh (akı­tılan) ı haram kılar, bunun dışındaki kanlan mubah kılar. Böylece kayıtsız olan birinci nass'ı kayıtlamış olur.

Yukarıda tarif ettiğimiz ve örneklerini verdiğimiz neshin ikinci çeşidi it­tifakla Kur'ân'da vardır.

Kapsamı geniş veya kayıtsız olan nassların, kapsamı dar veya kayıtlı olan nasslardan önce veya sonra gelmiş olması veyahut sonra gelen nassın önce ge­len nassm hemen akabinde veya aralıklı gelişi neticeye tesir etmez.

Fıkıhçıîarın bir kısmı bir nassın kapsamının diğer bir nass ile daraltılma­sına «tahsis», bazıları da «nesli» demişlerdir. Keza bir nassın kapsamının diğer bir nass ile kayıtlanmasına «takyid» ve bazıları  nnesh» demişlerdir.

Bu deyimler bizce önemli değildir. Takyid, tahsis veya nesh terimlerinden hangisini kullanırsak kullanalım; Şcr'i hükümleri taşıyan nassların iptal edilme­miş olması bizim için kâfidir. Çünkü bu gibi nassların kapsamını daraltan veya kayıtlayan nassların taşıdığı hükümler dışında kalan meseleler hakkında hükümleri yürürlüktedir. Bu durum yani bir nassın diğer bir nass ile takyid veya tahsisi teşri hususunda önceden belirttiğimiz tedriç metodunun bir nevi uygulanmasıdır.

Netice itibarı ile din tamamlandığı ve bir bütün halinde ele alındığı za­man umumî veya kayıtsız nass ile onları takyid veya tahsis eden nasslar tek b'r nass halini almaktadır. Böylece ikinci nassın hükmü istisnaî bir mahiyet taşır.

Kur'ân, bir bütün halinde olduğu için nasslarm hangisinin önce ve han­gisinin sonra geldiğini belirtmeye önem vermemiştir.

Aynı zamanda ashab-ı kiram da bu hususun bilinmesine ehemmiyet ver­memişlerdir.

Birinci çeşit nesh yani şer'i hükmü iptal edilmiş bir nassın, daha uygun bir deyimle hüküm süresi sona ermiş ve sadece tilâvet edilmesi durumu kal­mış olan bir nassın Kur'ân'da varlığı inceleme konusudur. Çünkü sonradan ge­len bir nassm önceki nassı iptal etmesi İki durumdan biri İle mümkündür:

1- Sonraki  nassm önceki nassı iptal ettiğini belirtmesi,

2- Bir nassm diğer bir nass ile takyidi veya tahsisi suretiyle dahi olsa aralarında mevcut tenakuz (çelişki) un kaldıniamıyacak durumda olması. Baş­ka bir deyimle telâfisi imkânsız bir çelişkinin iki nass arasında bulunması.

Kur'ân'da bu durumda nasslar var mıdır?

1.Durum :

Birinci duruma üç yerde rastlanır. Bunlar Kur'ân'da mensuh âyetlerin var­lığını söyleyen cumhurun görüşünü teyid eder. Bu yerler:

  1. a) (34)«Ey iman edenler, (Harb eden) bîr (düşman) topluluğuna çattığınız vakit sebat edin...» (Enfal: 45)

Cenab-ı Allah bu âyette müminlerin düşmanla karşılaşmaları halinde se­bat göstermelerini  emretmektedir.

Ayet-i kerimeye göre; şartlar ne olursa olsun düşmanlar sayı ve kuvvet­çe Müslümanlardan ne kadar üstün olurlarsa olsunlar Müzminlerin kayıtsız şart--sız direnmeleri gerekir. Oysa bunun güçlüğü meydandadır. Mü'minlerin mükel­lef tutuldukları direnmek için bir sınır koymayı dileyen Allah, bu hususta ara­lıklı olarak aşağıdaki âyetleri inzal buyurmuştur:

(35) «Ey peygamber, Mü'minleri harbe teşvik et. Eğer içinizden sabru sebata malik yirmi (kişi) bulunursa onlar îkiyüzc galebe ederler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar anla­mazlar güruhudur.»

«Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti. Bildiki sizde muhakkak bir za'f vardır. O halde eğer içinizden (azimli) sabırlı yüz (kişi) olursa ikiyü-zü yenerler. Eğer sizden bin (kişi) olursa iki bine galebe çalarlar. Allah'ın izni ile. Allah sabru sebat edenlerle beraberdir.» (Enfal: 65 - 66)

Birinci âyet Müslümanların dinî duygularım canlandırmak, savaş için ge­rekli cesaret ve gayretlerini alevlendirmek gayesi ile İslâm ordusunun kendi­lerinden on kat dahi üstün olandüşmanlannı yenebileceğini haber vermek su­retiyle zımnen direnmeyi bu sınıra bağlamıştır.

Hafifletme. haberi ile başlayan ikinci âyette ise direnme sınırı on kattan zımnen iki kata indirilmiştir. Ayette ayrıca yapılan tahfifin sebebinin Müslü­manlarda beliren zafiyet olduğunu açıklar.

Fıkıhta şer'i bir hüküm, geçici bir mazeret dolayısiylc diğer bir şcr'İ hü­kümle hafifletilir. Fıkıh istilâhatmda birinci hükme azimet, ikinci hükme ruh­sat denir. Meselâ: Her abdest alışta ayakların yıkanması farz okluğu hakle mest giyen kimsenin ayaklarını yıkamadan mest üzerine mesh etmesi gibi. Bu­rada ayakların yıkanması azimet, mesh etmek ruhsattır.

Eğer ikinci âyetin birinci âyete nisbetinin, ruhsatın azimete nisbeti mahi? yetinde olduğunu söylersek Müslümanlarda beliren zaaf halinde direnme sınırı, düşman kuvvetinin iki kat olmasıdır. Bu mazeret (zaaf) in kalkması halinde di­renme sının on kata yükselir.

Birinci nassta Müslümanların sabırla vasıflanmış olması bu âyetlerin ruh­sat ve azimet durumunu teyid etmektedir.

Maddî ve manevî kuvvetlerin şart olduğu sabrın müzminlerde bulunması halinde azimet durumunda olan birinci hüküm uygulanır. Sabrın zedelenmesi ve zaafı halinde ruhsat durumunda olan İkinci âyetin hükmü uygulanır.

Buraya kadar izahına çalıştığımız ihtimale göre (ruhsat, azimet) birinci nass mensuh durumunda değildir. Şayet nassın hükmü zaaf haline münhasır ol­mayıp umumî olduğu ihtimalini kabullenirsek birinci nassm hükmü mensuh ol­muş olur. Bu ihtimal zayıftır.

  1. b) (36)«Ey (esvabına) bürünen (Habiîıim) gece(nin) birazından gay­ri (saatlerinde) kalk. (gecenin) yarısı miktarca. Yahut ondan birazım eksilt. Yahut (o yarının) üzerine (ilâve edip) arttır. Kur'ân'i da açık açık, tane tane oku. Hakikat biz sana ağır bir söz vah yediyoruz. Gerçek, gece (yatağından ibadete) kalkan neft (yok mu?) o hem uygunluk itibarı ile daha kuvvetlidir, hem kıraatçe daha sağlamdır. Çünkü gündüz, senin için uzun bir meşguliyet var.» (Müzemmil: 1-7)

(37) «Şüphe yok ki Rabbin senin, gecenin üçte ikisinden biraz ek­sik, yansı, üçte bîri kadar ayakta durmakta olduğunu ve senin maiyyetin-de bulunanlardan bir zümrenin de (böyle yaptığım) biliyor. Geceyi gün­düzü Allah saymaktadır. O, sizin sayamıyacağınizi bildiği için size karşı (ruhsat canibine) döndü. Artık Kur'ân kolay gelenifne ise onu) okuyun. Allah muhakkak bilmiştir ki içinizden (hasta(lanan)lar olacak, diğer bir kısmı Allah'ın fazlından (nasiyp) aramak üzere yer(yüzün)de yol tepe­cekler, başka bir takımı da Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde ondan (Kur'ân'dan size) kolay.geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın. Zekatı ve­rin. Allah'a gönül hoşluğu ile ödünç verin. Önden nefisleriniz için ne ha­yır gönderirseniz onu Allah nezdinde bulursunuz, (Hem) bu, daha hayırlı, sevapça da büyük olmak üzere. Allah'tan mağfiret isteyin. Şüphesiz ki Allah (mü'minleri) çok yarhğayıcı, çok esirgeyicidir.»  (Müzzemmil: 20)

îlk âyetler yaklaşık oiarak gecenin yansını ibadetle geçirmeyi sebebini be­lirtmek suretiyle istemekte ve hitap Peygambere tevcih edilmektedir.

İkinci âyet ise Peygamberin birinci âyetle mükellef olduğu teheccüd göre­vini ifa ettiği ve bir grup mü'minSerin de bu şekilde gecelerini' ibadetle ihya etliklerini belirttikten sonra mü'minlcr arasında âyetle belirtilen üç sınıfın ileride teşekkül edeceği cihetle birinci  âyette verilen emrin hafifletilme hükmünü getirir. Getirilen yükümlülük ise Kur'ân'dan  bir miktarı okumaktır.

Yukarıda belirtilen durum muvacehesinde birinci âyetin emri Peygambe­re münhasır olup, bazı sahabenin tehcccütc kalkışı mükellef olduklarından do­layı olmayıp, sırf Peygambere ittiba için okluğu yorumu kabul edilir. Ve ikinci âyette hükme bağlanan hafifletme işi belirtilen sebeplerle sahabelere inhisar et­tirilirse birinci âyetin hükmü mensuh değildir.

Bilâkis Resûlüllah'a göre hükmü bakidir. İbni Abbas bu görüştedir. Diğer taraftan birinci âyetin hükmü umumî ve ikinci âyetteki hafifletme işinin umu­mî (Peygamberi ve bütün mü'minleri kapsar) olduğunu söylersek birinci âyet mensuh olur.

  1. c) (38)«Ey iman edenler. Siz Peygambere mahrem bîr şeyi arzetmek istediğiniz vakit (bu) mahrem konuşmanızdan evvel sadaka verin. Bu si­zin için daha hayırlı, daha temizdir. Eğer bulamazsanız şüphe yokki Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.» (Mücadele: 12)

(39) «Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vereceğinizden kork­tunuz mu?. Çünkü işte yapmadınız. (Bununla beraber) Aliah sizin tövbe­lerinizi kahul etti. O halde dosdoğru namazı kılın. Zekatı verin. Allah'a ve Peygamberine (diğer emirlerinde de) itaat edin. Allah, ne yaparsanız hak-kıyle haberdardır.» (El-Mücadele: 13)

Birinci âyet Resûİüllah'a mahrem bir iş için müracaat etmek isteyenlerin önce sadaka vermelerini gerekli kılar. İkinci âyet bu gerekliliği kaldırır. Ancak kaldırdığını  tasrih  etmez.

Bir nassm hükmünün sonradan gelen diğer bir nass ile iptal edümiş ol­duğu muhtemel olan üç yeri belirtmiş olduk. Bildiğiniz gibi bu üç yer Kur'ân'-da neshin mevcudiyetini kesinlikle isbatiamaz.

  1. Durum:

İkinci durum, yani Kur'ân-ı Kerim'de herhangi bir yorumla bile kaldırıl­ması imkânsız bir çelişkinin iki âyet arasında bulunması ve bu yüzden birU sinin diğerini nesh ettiğini söylemek Kur'ân'ın azametiyle kabili te'lif değildir. Esasen Kur'ân'da bu durumda olan âyetlere kolay kolay rastlanamaz. Bu nevi mensuh âyetlerin bulunabileceğini söyleyenler olduğu gibi, katiyyetle reddeden­ler de vardır.

Reddedenlerden Ebu Müslim-i îsfahanî'nin bu konuda görüşünü ve sözle- ' rini Jefsirinde nakleden Fahruddin-i Râzi de aynı görüşü savunur. [21]

 

Kur'ânın Talep Ve Muhayyer Kılma Üslûbu

 

Kur'ân bu iki hususta belli bir üslûba bağlı kalmamıştır. Yapılan etüd ticesinde rastlanan değişik üslûpları önünüze sermeyi faydalı buldum. [22]

 

Talep (Bir Şeyin Yapılmasını İstemek)

 

Kur'ân'da talep hakkında kullanılan üslûplar:

  1. Açık emir:

(40) Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, hususiyle) akrabaya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emreder...» (En-Nahl; 90)

41) «Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehil (ve erbab)ina vermeni­zi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmeylemenisi em­reder...» (En-Nisa: 58)

2) Muhataplara bir şeyin yazıldığının (farz kılındığının) bildirilmesi:

(42)  «...Maktuller hakkında size kısas    (misilleme)    yazıldı,    (farz edildi)...» (Bakara: 178)

(43) «Sizden birinize ölüm gelip  çattığı vakit —eğer mal  bsraka-caksaniz— sîze vasiyet yazıldı...»  (Bakara:180)

(44)  «...Sizin üzerinize de oruç yazıldı, (farz edildi.)--* (Bakara: 183)

(45) «...Onların (yeni bîr âdet olmak üzere) ihdas ettikleri ruhban­lığa (gelince) onu üzerlerine biz farz etmedik...» (EI-Hadid: 27)

(46)  «...Üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır.)...» (Nisa: 24)

(47)  «...Çünkü namaz mâ'minler üzerine vakitleri belli bir farz ol­muştur.» (Nisa: 103)

3) Bir işin bütün İnsanlara veya belirli bir zümreye yüklenmiş olduğunun haber verilmesi:

(48)  «...Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyti hacc (ve ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır...» (ÂM lmran :97)

(49) «...Onların (annelerin) ma'ruf veçhile yiyeceği, giyeceği; ço­cuk kendisinin olan (babaya)a aittir... Mirasçıya düşen (vazife)de bunun gibidir...» (Bakara: 233)

(50) «Boşanan kadınların da meşru suretle faidelenmeleri hakları­dır ki, bu, Allah'tan korkanlar için bir vazifedir.» (Bakara: 241)

4) Talep edilen işin kendilerinden iş istenenlere yüklenmesi :

(51) «Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler (beklesinler)...» (Bakara:228)

(52) «İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendi­lerine dört ay on (gün) beklerler...»  (Bakara:234)

Bu üslûpta bazen talebi teyid eden ifadeler bulunur. Bazen de talebin ge­rekli olmadığına delâlet eden cümlelere rastlanır. Aşağıdaki âyet bu nevidendir:

(53) «Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirîrler. (Bu hüküm) em­meyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir...» (Bakara: 233)

5) Kuruluşu İtibarı ile istek için olan ve Arapça gramerinde emr-i hazır ve emr-billâm denilen kelime ile talep :

(54) «Namazlara ve orta namaza (vakitlerinde rükünleri ve şartla­rı ile) devam edin. Allah'ın (divanına) tam huşu ve taatle durun.» (Ba­kara : 238)

(55) «Sonra kirlerini gidersinler. Adaklarım yerine getirsinler ve o Beyt-i atıki tavaf etsinler.» (EI-Hacc: 29)

6) Farz deyiminin kullanılması:

(56) «Öbür (mü'tnin) Itrin zevcclorî ve sağ ellerinin malik olduk­ları (cariyeleri) hakkında uhdelerine ne farz; etmiş olduğumuzu bildir­dik...»» (El-Ahzab: 50)

7)  Bir işin bir şarta bağlanması: (Bu üslûp umumî değildir.)

(57) «...Fakat   (her hangi bir  sebeple  bunlardan)   alıkonursamz  o halde kolayınıza gelen kurban (ı gönderin)...» (Bakara: 196)

(58) «...Artık içinizden kim hasta olur, yahut başından bir eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya sadakadan yahut da kurbandan (biri ile) fidye (vacip olur)...» (Bakara: 196)

(59)  «Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa ona geniş bir zama­na kadar mühlet (verin)...» (El-Bakara : 280)

8)  Bir fiilin hayır ile birlikte bulunması:

(60)  «Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: Onları yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır...» (Bakara: 220)

9)  Bir işin mükâfatla birlikte kullanılması:

(61)  «Kimdir o ki Allah'a güzel bir ödünç versin de (Alah'da) onu kat kat, bir çok arttirsın?..,» (Bakara: 245)

10)  Bir işin iyilik İle veya İyiliğe vesile olmakla vasıflanması :

(62)  «...Fakat birr (taat) Allah'a iman eden...»» (Bakara: 177)

(63) «Siz, sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcaymeaya kadar asla iyiliğe ermiş (birr-ü taat etmiş) olmazsınız...» (Âl-i İmran: 92) [23]

 

Kur'ân'ın Nehiy (Yasaklama) Üslûbu:

 

Kur'ân bu hususta çeşitli üslûplar kullanmıştır.

1)  Açık nehiy (Yasaklama) :

(64) «... Taşlan kötülük(Ier)den, münkerden, zulm ve tecebbürden nehy eder...» (En-Nahl: 90)

(65) «Allah, sizi ancak sizinle din muharebesi yapmış, sizi yurtla­rınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk etmeniz­den men eder...» (El-Mümtehıne : 9)

2) Haram Kılmak:

(66) De ki: «Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açığını, gizlisini, bununla beraber (her türlü) günahı, haksız isyanı, Allah'a hiçbir za­man bir burhan indirmediği her hangi bir şey'i eş tutmanızı, Allah'a bilemeyeceğiniz şeyleri isnad etmenizi haram etmiştir.» (El-Araf: 33)

(67)  De ki: «Gelin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım...» (El-En'am: 151)

(68)  «...Bu (suretle evlenmek) Mü'minler üzerine haram kılınmış­tır.» (Nur : 3)

3) Helâl Olmamak:

(69)  «...Kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onları - tazyik etmeniz helâl olmaz...» (Nisa: 19)

(70) «...(Ey zevçler) onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi (mehri geri) almanız size helal olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırları­nı (evlilik haklarını) ayakta tu t amıyac akların dan korkmuş (ümitlerini kesmiş) olsunlar...» (Bakara: 229) -

(71) «...Allah'ın, kendi rahimlerinde yarattığını (söylemeyerek) giz­lemeleri onlara helal olmaz...» (Bakara: 228)

4) Nehy (yasaklamak) için kurulan fiil : (Ehlinin bildiği gibi bu fiil iki çeşittir ; a) Nehy filleri, b) Emir vezninde olduğu halde nehy anlamım taşıyan fiiller.

a- şıkkına bir, b- şıkkına iki Örnek :

(72) «Yetimin malına, rüşdünc erişineeye kadar, o en güzel olanın­dan başka bîr suretle, yaklaşmayın...» )El-En'âm: 152)

73)  «...Onların ezalarına  (şimdilik)  aldırış etme...»   (Ahzab: 48)

(74) «Günahın açığa çıkanım da, gizli kalanım da bırakın...»  (El-En'am : 120)

5) Bir işin iyilik olmadığı:

(75) «(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz: birr (taat bu) değildir...» (Bakara: 177)

(76) «...îyilik ve taat, evlere arkalarından gelmeniz değildir...» (Ba­kara : 189)

6) Bir işin olumsuz ifade edilmesi:

(77) «...Vaz geçerlerse artık zalimlerden başkasına hiç bîr husumet yoktur.» (Bakara : 193)

(78) «...îşte kını onlarda (o aylarda) Haccı (kendine) farz eder (ih­rama girer) se artık haccda kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga et­mek yoktur...» (Bakara: 197)

(79) «...Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de bir çocuk kendisinin olan (bir baba) çocuğu sebebi ile zarara sokulmasın...» (Bakara: 233)

7) Bir işin günah kazandırması ile birlikte zikredilmesi:

(80) «Artık kim bunu (ölünün bu vasiyyetini) işittikten sonra onu teb-dİl ederse her halde vebalı onu değiştirenlerin üzerinedir...» (Bakara: 181)

8)  Bir işin ceza ile birlikte kullanılması:

(81) «...Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolun­da harcamayanlar (yok mu?) işte bunlara pek açıklı bir azabı muştula.» (Tevbe: 34)

(82) «Riba (faiz) yiyenler kendilerini şeytana çarpmış (birer mec­nun) dan*başka bîr halde (kabirlerinden) kalkmazlar...» (Bakara: 275)

9) Bir işin şer sayılması:

83) «Allah'ın fazl(u kereminden) kendilerine verdiğini (sarf-u in-fakta) cimrilik edenler zinhar bunun, kendileri

çin bir hayır olduğunu sanmasm(lar). Bilakis bu, onlar için bir serdir...» (ÂI-i İmran: 180) [24]

 

Tahyir

 

Bir işi yapmak ve yapmamak hususunda mükellefin serbest kılındığına dair ifadelerde Kurân’ın değişik üslûpları vardır.

  1. I)Helâl deyiminin bir iş hakkında kullanılması:

(84) «...Davarlar  (m etleri)  size helâl edildi...»   (Maide: 1)

(85) «Kendilerine hangi şey'in helal-edildiğini sana sorarlar: De ki: «Bütün iyi ve temiz (nimetler) size helal edilmiştir.» Allah'ın size Öğret­tiğinden Öğretip (terbiye ederek) yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yeyin...»  (Miade : 4)

(86) «Bu gün size bütün iyi ve temiz (nimetler) helal kılındı. Ken­dilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helal olduğu gibi sizin yiyeceğiniz de onlar için helaldir...» (Maide: 5)

  1. II) Bir İşin günah olmaması:

(87) «...Fakat kim bunlardan yemiye muztar kalırsa (kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek miktarı) geçmemek şartı ile onun üzerine günah yoktur...» (Bakara: 173)

(88) «...Kim iki günde («Mina» dan dönmek için) acele ederse üstü­ne günah yoktur. Kim de geri kalırsa önada günah yoktur...» (Bakara : 203)

(89) «Bununla beraber, kim vasiyyet edenin haksızlığa meylinden, yahut günaha gireceğinden endişe edip de (alâkalılarını) aralarını  ona da hiç bir günah yoktur...» (Bakara: 182)

III) Bir işin  sakıncalı  olmaması :

(90) «îman edip de güzel güzel amel (ve hareket) lerde bulunanlar — (bundan sonra haram olan şeylerden de) sakındıkları, iman (larında sebat ile) iyi iyi işlere devam ettikleri, sonra (haram edilen şeylerden daima) sakınıp (haram olduklarına iyice) inandıkları ve yine sakınmak­ta devam ve İsrar ile güzel işler (i arayıp onlar) la iştigal eyledikleri tak­dirde— (haram kılınmazdan evvel) tatdiklarında üzerlerine hiç bir suç yoktur...» (Maide : 93)

(91) «...Bunlardan sonra ise birbirinize dolaşmanızda ne sîzin üze­rinize, ne onların üzerine bir vebal yoktur...> (Nur: 58)

(92) «Şüphe yok ki «Safaa*> île «Merv'e» Allah'ın şeâirindendir. tş-te kim o «Beyt»i (Kâbeyi) hacc veya umre (kasdı) ile ziyaret ederse bun­ları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir beis yoktur...» (Bakara: 158) [25]

 

Kur'an'da Bulunan Hükümler

 

Kur'ân, kulların mükellef oldukları çeşitli amelleri ihtiva eder :

  1. I)Allah ile kul arasında olan muamelelerdir.     Bunlar da niyetsiz sahih olmayan  ibadetlerdir ki, namaz, oruç,  gibi  bir kısmı sırf ibadettir. Zekât gibi diğer bir kısmı da malî ve sosyal ibadettir.  Diğer taraftan hacc gibi bazı iba­detler bedenî, malî ve sosyaldir.  Bilindiği  gibi bu dört ibadet imandan  sonra İslâm'ın esasını teşkil eder.

11) Kulların yek diğeri ile olan muameleleri. Bu da birkaç kısma ayrılır:

  1. a)Savaş gücünün temini ve gerektiğinde yapılacak  savaş  ile  İlgili hü­kümler.
  2. b)Evlenme, boşanma ve miras gibi fert, aile ve cemiyeti ilgilendiren ve islâm cemaatının teşkili ile idamesinin (emini için konulan hükümler.
  3. c)Satış ve kira gibi muamelât adı verilen insanlar arasındaki alış veriş­lerle ilgili vaz edilmiş hükümler.
  4. d)Kısas ve had gibi cezaya ait müeyyideler, ileride bunların izahları yapılacaktır.[26]

 

Sünnet

 

Birinci devir teşriin kaynaklarının Kitap ve sünnet olduğunu belirtmiştik. Kitap hakkında genel bilgi verdikten sonra sünnet hakkında umumî bilgi vere­lim.

Sünnetten maksadımız Peygamberimizin söz, fiil ve takriri (Bir söz veya fiile karşı  susması) dır.

Şüphesiz Peygamber kendiliğinden bir şey yapmayıp, Allah tarafından ve­rilen  emrin tebliğ edicisi  ve  Kur'ân'ın  açıklayıcısıdır.

(93) «Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et...»  (Mai­de : 67)

(94) «...(Habibim) biz sana o Kur'ân'ı indirdik. Ta ki insanlara, ken dilerine ne indirildiğini açıkça anlatasm ve ta ki onlar da iyice fikirlerini kullansınlar.» (Nahil: 44)

Bu nedenle bazen Kur'ân'ın kasdettiği manayı sözle, bazen fiille ve bazen söz ve fulle açıklardı. Meselâ; namaz kılardı ve :

«Beni namaz kılarken bildiğiniz gibi (siz de) namaz kılınız [27]

Hacc ve umreyi yapardı ve:

« Nüsüklerinizi (hacc ve umre yapılışını) benden alınız» [28] der.

Şu halde sünnet, Kur'ân'ın şerhi durumundadır. Kapalısını açar, kayıtsı­zını kayıtlar, müşkilini (Peygamberden başkasınca çözümü güç olanı) de yorum­lardı.

Kur'ân'ın açık veya kapalı olarak delâlet ettiği hususlardan başka ve on­lardan ayrı düşecek hiç bir şey sünnette yoktur.

Kur'ân, sünnette bulunan hükümlere çeşitli yönlerden delâlet eder. Bu yön­lerden birkaçını sıralayalım :

1) Kur'ân'ın sünnetle sabit olan bütün hükümlere umumî delâleti:

(95) «...Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etti ise ondan da sakının...» (Haşr: 7)

(96) «Öyle değil, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.»   (Nisa: 65)

(97) «(Habibim) De ki: «Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sîzi sevsin ve suçlarınızı örtsün. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.» (ÂI-i İmran: 31)

(98) «De ki: «Allah'a ve o Peygambere itaat edin». Eğer yüz çevi­rirlerse şüphesiz ki Allah da o kâfirleri sevmez.» (ÂI-i İmrân: 32)

Yukarıda yazılı âyetler Resûlüllah'a uymayı gerekli kıldığına göre, sün­netle sabit olan bütün hükümlere uyma emri mahiyetindedir.

2) Alimlerce meşhur olan yön:

Namaz, zekât ve bunlara benzer birçok meselelere ait hükümler Kur'ân'da gayet mücmel (kısaca) zikredilmiştir. Bu meselelerin şartlan, rükünleri, mani­leri, sebepleri, keyfiyetleri ve saire hususları Kur'ân'ın beyanı durumunda olan hadîslerle sabittir. Böylece, sünnctdc beyan edilen hususlara Kur'ân müemcîcn (özetle) delâlet etmiş olur.

3) Kur'ân'da,  apaçık helâl kılınan şeyler ile apaçık haram kılman şey­ler dışında kalan ve hangi tarafın hükmüne tabi tutulması gerekliliği içtihada konu edilen şeylere ait delâlet şekli;

Buna ait örnekler:

  1. a)Kur'ân, islâm cemaatının tab'an iğrenç görmediği ve temiz telakki et­tiği hayvanların etini helâl kılarak bunlar için –Tayyıbat -terimini kullan­mış, onların tab'an iğrenç ve pis telakki ettiğinin etini ise haram kılarak bun­lar için –Habais- tabirini kullanmıştır.

Bu durumda islâm cemaatının iğrendiği ve iğrenmediği bilinen hayvan çe­şitleri dışında kalan hatta islâm cemaatmca bilinmeyen birçok hayvanlara ait şer'i hükmün ne olacağı bilinmiyordu. Bunlar, helâl veya haram guruba dahil olabilirdi. Bu nedenle Peygamber azr dişleriyle kapıp avlayan, parçalayan ve kendisini müdafaa eden hayvanların, tirnaklarıyle kapıp avlayan kuşların ve ehli merkebin etlerinin harami ılığını açıklamakla, bunları Kur'ân'da habais tâ­bir edilen hayvanlar grubuna ilhak edildiğini belirtmiş olduk.

Burada da Kur'ân, sünnetle haramlıhğı açıkça sabit olan mezkûr hayvan­ların haramlıiığına habais kelimesiyle delâlet etmiş olur.

  1. b)Kur'ân, sarhoşluk vermeyen meşrubatı helâl; ve sarhoşluk vereni ha­ram kılmıştır. Bu arada Peygamber gerçekten müskir olmamakla beraber sar­hoşluk vermesi endişesi duyulan çeşitli meşrubatı müskirata ilhak ederek içil­mesini ihtiyaten yasaklamıştı. Bilâhcre hanımlığı kesin olmayan bir şeyin helâl olduğu temel kaidesi gereğince, nıüskİr olması endişesi duyulan meşrubat çeşit­lerinin helâl meşrubata tâbi okluğunu şu hadîsle açıkladı :

«Tulumdan başka kablnra konan ve sarhoşluk vermeyen hurma ve üzüm şerbetinden sizi uıenctmişlim. Bundan sonra her kaptan bunu içe­bilirsiniz. Sarhoşluk veren şeyi içmeyiniz.»[29]

Böylece, sarhoşluk verme endişesi bir an için duyulan fakat sarhoşluk ver­meyen meşrubatın helâl olan meşrubata tâbi olduğu sünnetle sabit olduğundan Kur'ânla helâlliği sabit olan meşrubata eklenmiş olmakla buna da Kur'ân de­lâlet etmiş olur.

  1. c)Kur'ân, avcılık için eğitilen (tazı, .şahin gibi) hayvanın yakaladığı ve avcı için tutup dokunmadığı avı helâl kılmıştır. Eğitilmemiş hayvanın yaka­layarak dokunduğu (bir  parçasını yediği) avm haramliği  anlaşılmış oluyor.

Bu iki mesele dışında kalan üçüncü bir durum var.

Şöyle ki : Eğitilmiş hayvanın yakalayarak bir parçasını yediği avın hük­münün ne olduğu açıkça anlaşılmıyor. Hayvanın eğitilmiş olması avın helâlli­ğim gerektirir. Avdan bir parça yemiş olması da avın haramlığını iktiza eder. Sünnet, bu durumdaki avın haramlığını beyan etmiştir.

«Eğer (eğitilmiş hayvan, yakaladığı avdan bir şey) yerse, sen (o av­dan) yeme. Çünkü onu kendisi için yakaladığından endişelenirim.»[30]

Burada da sünnet bu durumdaki avın Iıaramhğını beyan etmekle bunun Kur'ân'Ia haram kılınan avlara ilhak edilmiş olduğunu ifade ettiğine göre Kur'­ân, bu nevi avın hükmüne de delâlet etmiş olur.

  1. d)Kur'ân, ihramda olan bir kimsenin kasıtlı-kasıtsız av hayvanını öldür­mesini yasaklamış ve kasıtlı öldürene maddî cc/a tevcih etmiştir. İhramda ol­mayan kimsenin kasıtlı-kasıtsız av hayvanını öldürmesini mubah kılmıştır. An­cak ihramda olan kimsenin kasıtsız av hayvanını Öldürmesi halinde maddî ce-zariın tevcih edilip edilmeyeceği, Kur'ân'da  belirtilmemiştir. Sünnet, kasıtlı olsun olmasın, ihramda olanın av hayvanını öldürmesi halinde maddî cezanın ge­rekliliğini açıklamıştır.

Bu hususa ait birçok örnek vardır. İleride bir kısmı gelecektir.

4.Usûl ve fürû' arasında cereyan eden kıyasa dayalı delâlet şekli :

Kur'ân'da bazı şeyler hakkında bulunan hükümlere «Usûl» denir. O şey­lerin benzerlerine de  «Fürû' denir.

Kur'ân'da bulunan bu nevi şer'î hükümler temel hükümler mahiyetinde olduğundan, sünnette rastlanan aynı nevi şer'î hükümlere ve bunlara ilişkin me­selelere (fürû'a) delâlet etmiş olur. Dolayısıyle sünnet bir nevi açıklama olur. Peygamberin sünnet ile yaptığı bu açıklamanın, vahye ve kısaya dayalı oldu­ğunu söylememiz neticeyi değiştirmez. Bu çeşit delâlet şekline ait örnekler :

1- Kur'ân, riba (faizcilik ve tefecilik) yi yasaklamıştır. Cahiliyet devrin­den kalma tefecilik denilen riba çeşidi yaygın idi. Tefecilikte karşılıksız bir kazanç temin edildiği için yasaklanmıştı. Ribanın diğer çeşitleri aynı sebepten dolayı sünnet ile yasaklanmıştır.

«Hacım veya tartı (altın, gümüşe ait) bakımından aynı ölçüde ve pe­şin olmak şartiyle altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz tuzla satılabilir. Kim artırırsa veya artır­mak isterse, ribacılık etmiş olur. Bu maddeler değişik olduğu zaman, pe­şin olmak şartıyle istediğiniz gibi satabilirsiniz, [31]

Maddelerin değişik oluşu halinde veresiye satışı da ribadan saymıştır. Çün­kü satışta, maddelerden birisinin ödünç olması karşılıksız bir fazlalığı gerekti­rir. Aksi takdirde elde mevcut olan bir malı günün rayicine göre aynı kıymet­te olan diğer bir mal ile kısa veya uzun bir vade ile satışına kimse razı olmaz.

Peşin bir malın vadeli mal ile satışı halinde, satışı yapılan bu malların altın, gümüş, para ve ipat'umat (yiyecek) maddelerinden olması halinde riba sayılıyor. Nakit ve yiyecek maddeleri dışında kalan maddelerin bu şekilde satışında riba hükmü konulmuyor[32] . Riba hükmüne tâbi olan maddeler ile bu hükmün dışında kalan maddeler arasında müctehitlerce bilinebilecek açık bir farklılığın tesbiti güç olduğu için birçok meselelerin çözümü müctehitlere bırakıldı­ğı halde, riba hükmüne tâbi maddelerin tayin ve tesbiti müctehitlere bırakıl­ımayarak sünnet ile beyan edilmiştir.

2- Kur'ân, bir kadın ile kızını veya iki kız kardeşi bir nikâh altında bulundurmayı yasaklamıştır. Bunun yasaklanmasına ait Nisa' sûresinin 23. âye­tini takib eden 24. âyetinde :

bunların dışında kalanlar ile evlenmenin helâl kılındığı belirtilmektedir.

Bu âyetlerin nüzulünden sonra ResûlüİIah, kıyas yoluyla bir kadının, ha­lası veya teyzesi ile aynı anda bir nikâh altında bulundurulmayacağım ifade et­mekte ve bunun yasaklanma hikmetini, başka bir deyimle illetini şu cümle ile beyan etmektedir :

«Çünkü, bunu yaptığınız zaman, akrabanız arasında bulunan bağları koparmış olursunuz.»

3- Kur'ân, insan öldürmenin diyet cezasını tayin etmiş ise de, bir or­ganı kesme veya yararsız hale getirmenin diyet cezasını tayin etmemiştir. Bu cezanın akıl yoluyla tesbiti güç olduğu için organların diyet cezalarını ana hat­ları ile sünnet beyan etmiştir. Bu da bir nevi kıyaslama durumudur.

Bu kısa izah İle İlâhî teşrî'de kitap; muvacehesinde sünnetin mevkiini an­latmaya çalıştık.

Sahabe, toplu halde ve ayrı ayrı Peygamberden sünneti alırlardı. Namaz, zekât, hac gibi bazı mühim konulan açıklayan amelî sünnetin çoğu birçok sa­habe (Cemmî gafir) tarafından Resûlüllah'dan rivayet edilmiştir. Bunun yanın­da Resûlullah'dan bir veya iki kişinin işittiği sünnetler de vardır. Sahabenin çoğunun okur-yazar olmayışı dolayisı ile umumiyetle Peygamberden İşittikleri sünneti ezberlerdi. Abdullah b. Amr b. As gibi okur-yazar olan bazı sahabe­ler de rivayet ettikleri sünneti yazarlardı. Ahmed b. Hatibe!, Müsned'inde Ab­dullah b. Amr'ın şunu söylediğai rivayet eder: «Ben Resûlüllah'dan işittiğim her şeyi, hıfzetmek için yazardım. Kureyşliler, a Sen Peygamberden işittiğin herşeyi yazıyorsun, halbuki o, normal ve Öfkeli durumlarda konuşan bir beşer­dir.» diyerek beni bu işten vazgeçirdiler. Bilâhare durumu Resûlüllah'a arz et­tiğimde buyurdular ki:

«Yaz. Zira nefsim kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, hakdan başka benden bir şey sadır olmaz.» [33]

 

Bu Devrin Teşrî Temeli:

 

1- Resûlüllah'm  insanlara tebliğ  ettiği ve  onların  ezberlediği, yazdığı Kur'ân'dır. Ahkâm ile ilgili âyetleri üçyüzü pek aşmamaktadır. Bunların çoğuilerde geçecektir.

2- Sünnet denilen ve ResûlüİIah tarafından yapılan (Kur'ân'daki teşriin) açıklamasıdır ki, ashab tarafından Resûlüliah'dan alınarak hıfz edilirdi. Fakat Kur'ân gibi yaygm halde yazılmazdı.

Kur'ân ahkâmının bir kısmı ve cumhurun ittifakla rivayet edip amel ettiği sünnetten buna ilişkin olan bir kısmı ilerde zikredilecektir.

Kur'ân, teşriin temeli olduğuna göre ahkâma ait âyetleri açıklayalım. [34]

 

Salât  (Namaz)

 

Salât kelimesi Islâmiyetten önceki devirlerde Araplar tarafından dua ve istiğfar anlamında kullanılmıştır. Bu kelimenin Kurân-ı Kerim'de de aynı ma­nalarda kullanıldığı yerler vardır.

(99)  «...Onlara duâ et. Çünkü;senin duan onlar için (onların yürek­leri için medar-ı) sükûnettir...» (Tevbe: 103)

(100) «Şüphesiz ki Allah ve melekleri O Peygambere çok salât (ve tekrîm) ederler. Ey iman edenler, siz de ona ,salat edin,tam bir teslimiyetle de selam verin.(Ahzab:56)

İslâm'dan önce Araplar arasında bilinen bir namaz şekli yoktur. Ancak hacc esnasında yaptıkları dua şekli ile aşağıdaki âyetin haber verdiği bir dav­ranışları vardı.

(101) «...Onların Bcyt (-i şerif) huzurundaki duaları ıslık çalmak­tan, el çırpmaktan başka bîr şey değildir.^.» (Enfal: 35)

İbni Abbas, bu üyelin açıklanmasında der ki: «Kureyş, çıplak halde, ıs­lık çalarak ve ellerini çırpanık tavaf ederlerdi.» Mücahid İse: Resullah Ka'be'yi tavaf ve namazla mcşgul iken onu şaşırtmak ve huzurunu kaçırmak için muarızları, etrafında-toplanır, alay eder, ıslık çalar ve ellerini çırparlardı» der.

«İbn-İ Abbas'm rivayetine göre âyette geçen mükâ' ve tasdiye Kureyş'in bir nevi ibadet şekli İdİ. Mücahid ve Mukatilin rivayetlerine göre miika ve tas­diye Peygambere eziyet etmekten ibaret idi. Birinci rivayet âyette geçen salât kelimesine daha yakındır.»  (Razî)

Müfessİrler, müşriklerin Kâ'bc'yi ıslık çalarak, ellerini çırparak tavaf et­tiklerini, içinde günah işledikleri elbise ile Allah'a münacaatta bulunmak iste­mediklerinden dolayı tavafta soyundukları için bu olumsuz âdeti yermek ve Müslümanlara ibadet adabını öğretmek için bu âyetin nazil olduğunu rivayet ederler.

Bu meyanda Müslümanların ibadet esnasında elbiselerini giymeleri şu âyet­le özellikle emrolunmuştur.

(102)  «Ey Adem oğulları, her mesc id huzurunda ziynetinizi alın (gi­yin)...» (Araf: 31)

Müfessirlerin bu rivayeti lbn:i Abbas'ın bu görüşünü te'yid eder. Islâmiyette ilk farz kılınan ibadet namazdır. İlk zamanlarda namaz, sabah ve akşam ikişer rekaftan ibaret olduğu rivayet olunur.

(103) «...Akşam, sabah Rabbine hamd ile (tenzih) ve teşbih et.» (MÜü'min: 58)

Gece ibadeti ise «Müzzemmii» sûresinin ilk âyetlerinde bildirildiği Kur'ân tilâvetine münhasır idi. Hicretten az önce beş vakit namaz farz kılındı.

Kur'ân, namaza verdiği önemi hiç bir ibadete vermemiştir. Değişik üslûp­larla onun farzıyyctini beyan etmiştir. Gâh namaz kılanlardan övgü ile bahse­der, gâh namaz kılmayanları zemetter, gâh açık emirle, kılınmasını ister. Böy­lece, değişik üslûplarla nama/m önemini belirten âyetlere muttali olan kimse­ler namazın İslâm dininin direği olduğunu, namazı terk edenin veya geciktire­nin veyahut münafıklık edenin İslâmiycttcn pek nasibi olmadığını görürler.

Kur'ân,  farz namazların sayısını ve rek'at sayısını  açık olarak  beyan et­memiştir.  Ancak   vakitlerini  kısaca zikretmiştir :

(104) «Haydi  akşama girerken, sabaha ererken,  Allah'ı  tenzih  (ve teşbih) edin (namaz kılın).» (Rûm: 17)

(105) «Göklerde ve yerlerde hamd Onundur. Gündüzün nihayetin­de de öğle vaktine vardığınız vakitdc de (Allah'ı tenzih ve teşbih edin, namaz kılın)». (Rûm: 18)

(106) «Güneşin (zeval vaktinde) kayması anından gecenin karar­masına kadar güzelce namaz kıl. Sabah namazım da (öylece eda et). Çün­kü sabah namazı şahitlidir.» (İsra: 78)

(107) «Gündüzün iki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğ­ru namaz kıl...». (Hûd: 114)

(108) «Namazlara ve orta namaza (vakitlerinde rükünleri ve şart­ları ile) devam edin...». (Bakara: 238)

Ayrıca namazın kılınış şekline de işaret etmiştir:

(109)  «...Allah'ın (divanına) tam huşu ve taatle durun».     (Baka­ra : 238)

 (110) "Ey iman edenler, rüku edin, sücud edin...». (Hacc : 77)

Sünnet, namazların sayısını, her namazın rek'at sayısını ve kılınış şeklini uygulamalı olarak açıklamıştır. Peygamber, beş vakit farz namazı cemaatler halinde Müslümanlara kıldırırdı. Ve onlara : «Ben nasıl kılıyorsam, siz de öy­le kılınız.» buyururdu.

Kur'ân, cuma namazını ayrı zikretmekle ona özel bir önem vermiştir:

(111) «Ey îman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığı(mz) za­man hemen Allah'ı zikretmeye gidin. Alış verişi bırakın,.,» (Cuma: 9)

Sünnet de cuma namazını ve hutbesini uygulamalı olarak açıklamıştır.

Kur'ân, düşmandan korkulduğu zaman Müslümanların kılacağı namaz şek­lini de açıklamakla, korkulu anlarda dahi namazm terk veya te'hir edilemîye-ceğînİ ifadeyle bir kere daha önemini belirtmiştir.

(112) «Sen de içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit onlardan bir kısmı seninle birlikte dursun, silâhlarını (yanlarına) alsınlar. Bu suretle secde ettikleri zamanda arka tarafınızda bulun (up düş­mana karşı dur) şunlar. (Bundan sonra) henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarım alsınlar...» (Nisa: 102)

(113) «...Sükun ve emniyet haline geldiğiniz vakit ise namazı dos­doğru kılın. Çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farz olmuş­tur.» (Nisa : 103)

Kur'ân namaza durmak için taharatı şart  koşmuştur.

(114) «Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi ve başlarınıza mesh edip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp olduysanız boy abdesti alın.. Eğer hasta olmuşsanız yahut bir sefer üzerinde iseniz veya içinizden biri ayak yolun­dan gelmişse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu halde su da bulamamışsanız o vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin, binaenaleyh (niyyetle) ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün...»  (Maide: 6)

(115) «Ey iman edenler, siz, sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolcu olmanız müstesna-gusül edinceye kadar nama­za yaklaşmayın. Eğer hasta olur, ya bir sefer üzerinde bulunursanız ya­hut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut da kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız o vakit temiz bir toprağa teyemmüm edin; Yüzlerini­ze ve ellerinize sürün...» (Nisa:43)

(116)  «Elbiseni   (bundan   sonra   da)   temizle   (mekde   devam   et.»( Müddessir: 4)

Kur'ân, namaz için iyi giyinmeyi gerekli kılmıştır.

(117) «Ey Adem oğulları, her mescid huzurunda ziynetinizi alın (giyinin)...» (Araf: 31)

Sünnet de farz olan Örtünme miktarın!  açıklamıştır.

Kur'ân, namaz kılanın, namazda Mescid'i Haranı'a teveccüh etmesini gerekli kılmıştır. Resûlüllah ilk zamanlarda Mescİd'i Aksa'yı kıble edinmişti. Son­radan Hz, ibrahim ve oğlu tsmail'in bina ettiği ve İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabed olan Mescidi Haram'ı kıble edinmesi şu ayetle emralundu :

(118) «(Evet habibim) hangi yerden çıkarsan (namazda) yüzünü Mescid-i Harama doğru çevir. (Siz de ey mü'min ler) nerede olursanız (olun) yüzlerinizi o yana dönderin...» (Bakara: 150)

Sünnet, farz kılmamakla beraber kılınmasını istediği bazı namazları uygu­lamalı olarak açıklamıştır. Bunların bir kısmı farz namazlar ile beraber kılınan sünnetlerdir. Diğer bir kısmı farz namazlara tâbi değildir. (Cemaatla kılınan bayram namazları gibi.) [35]

 

Savm (Oruç)

 

Savm ve siyam, Arap sözlüğünde «bir şeyi terk etmek ve ondan uzak durmakdır.» Bilinen oruç manasında kullanılan savm ve,siyam kelimeleri de bu manadan alınmıştır.

Oruç Araplarca İslâmdan önce bilinirdi. Buharı: Hz. Âişe'den rivayetle diyor k:i «Kureyş kabilesi cahiliyet devrinde âşûre günü orucu tutardı. Sonra ramazan orucu farz kılınıncaya kadar Resûlüllah aşure günü orucuna devam etti. Ramazan orucu farz olunca Resûlüllah buyurdular ki:

«Dileyen aşure günü orucunu tutsun dileyen tutmasın.» [36]

lbn-i lshak da vahiy başlangıcına ait hadîsde der ki:   «Resûlüllah Pey­gamber olmazdan önce her senenin bir ayını Hîra mağarasında geçirirdi. Kureyş kabilesi cahiliyet devrinde senenin bir ayını bu şekilde bir takım ibadetlerle geçirmeyi İtiyad haline getirmişlerdi. Resûlüllah bu ayı ibadetle geçirdiği gibi fakir ve düşkünlerden yanına gelene yardım  eder ve yedirirdi...

İşle o ay, Kur'ân'm ona indiği ramazan ayıdır. Bundan anlaşılıyor ki, Arapların İslâm'dan Önceki ibadetlerinden biri de oruç idi.

Cenab-ı Allah, Resûlüllah’ın peygamberlikten önceki yıllarda Hîra'da iba­detle geçirdiği ve içinde Peygamberlikle görevlendirildiği bu ayı oruç tutmak için seçerek buyurdular ki:

(119) «Ey iman edenler, gizden evvelki (ümmet) lere yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı, (farz edildi). Ta ki korunasınız.» (Ba­kara : 183)

(120) «(O) sayılı günler(dir). Artık sizden kim (o) günlerde» hasta, yahut sefer üzerinde olur (ve orucunu yemiş bulunur) tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar ihtiyarlığından, yahut şifa bulması ümit edilmeyen bir hastalıktan dolayı oruç tutmaya) gücü yetmeyenler üzerine de bîr yoksul doyumu fidye (lazımdır). Bununla beraber kim gönül isteğiyle bir hayır yaparsa işte bu, onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hakkınızda (yemenizden ve fidye vermenizden) hayırlıdır, bilirseniz.» (Bakara : 184)

(121) «(O sayılı günler) ramazan ayıdır ki Kur’an onda (ki Kadir gecesinde levh-î mahfuzdan senıa-i dünyaya) indirilmiştir. (O Kur'ân ki), insanlara (mahz-ı) hidayettir, doğru yolun ve hak ile bâtılı ayırd eden hükümlerin nice açık delilleridir. Öyleyse içinizden kim o aya erişirse ha­zır olur, (müsafir olmazsa) onu (orucunu) tutsun, kim de hasta olur yalıud bir sefer ürerinde bulunursa o halde başka günlerde, oruç tutamadığı gün­ler sayısınca (orucunu kaza etsin). Allah size kolaylık diler, sîze güçlük is­temez. (Bu kolaylığı istemesi;) o sayıyı (kaza borcunuzu) ikmal etmeniz» Allah'ı sizi muvaffak buyurduğu o şeyden dolayı da - büyük tanımanız içindir. Olur ki şükredersiniz.» (Bakara: 185)

Kanaaümıza göre sünnet, oruç tutanların, ramazan gecelerinde ailelerine yaklaşmalarını yasaklamış olacak ki,

Kur'ân bu zorluğu hafifleterek şöyle bu­yurdular :

(122) «Oruç (günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl edildi. Onlar sizin için, siz de onlar için birer libassınız. Allah nefis­lerinize karşı zaaf göstermekte olduğunuzu bildi de icvfaenizi kabul elti, sizi bağışladı, Artık (bundan sonra geceleri) onlara yaklaşın ve Allah'ın hakkınızda yazdığım isteyin. (Bütün gece) fecr (-i sadık) olan ak iplik ka­ra iplikten size seçilinceye kadar yeytn, için, sonra geceye kadar orucu ta­mamlayın. Mescidlerde i'tikâfda bulunduğunuz zaman kadınlarınıza (ge­celeri de) yaklaşmayın...» (Bakara: 187)

Ramazan orucundan başka Peygamber bazı günlerin orucunu sünnet kıl­mıştır.

Ramazan orucu, hicrî ikinci yılda farz oldu. [37]

 

Hacc Ve Umre

 

Bütün dindar ümmetlerin toplu halde Allah'a ibadet etmek ve ona yaklaştırıcı bir takım malî hayırlarda bulunmak için mukaddes saydıkları muayyen kutsal yerleri vardır,

(123) «Biz her ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık, kendileri­ni nzıklandırdığı dört ayaklı davarlar üzerine (yalınız) Allah'ın adını an­sınlar diye...» (Hacc: 34)

(124) «Biz her ümmete bir ibadet yolu (şeriat) gösterdik ki onlar bu­nun âmilleridir...» (Hacc: 67)

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Hz. İbrahim ve İsmail tarafından bina edilen Mescid-i Haram öteden beri Araplarca kutsal yer olarak kabul edilirdi.

(125) «Hani İbrahim o Beyt'in temellerini (yahut: Duvarlarını), is­mail ile birlikte, yükseltiyordu (da ikisi de şöyle duâ etmişlerdi:) «Ey-Rabbimiz, bizden (şu hizmeti) kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiden ke­mali ile bilen sensin Sen.»

«EyRabbimiz, ikimizi de Sana teslimiyette sabit kıl. Soyumuzdan da (yalnız Sana boyun eğen) müslüman bir ümmet (yetiştir), bize ibadet edeceğimiz yerleri (hacc amellerini) göster (öğret), tevhemizi kabul et. Çünkü tevbeleri en çok kabul eden ve (mü'minleri) hakkıyle esirgeyen Sensin Sen.- (Bakara : 127, 128)

(126) «Şüphesiz âlemler için, çok feyizli ve aytı-ı hidayet olmak Üze­re, konulan ilk ev (mabed) elbette Mekke'de olandır.»

«Orada apaçık alâmetler, İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya gi­rerse (taarruzdan) emin olur...» (Âl-i îmran: 96,

97)

(127) «Hatırla o zamanı ki biz Beyt'in yerini İbrahim'e: (bana hiç bir şey'İ eş tutma, Beytimi tavaf edenler, kıyam ederler, rükû ve sücud edenler için iyice temizle) diye merci yapmıştık.»  ;

«İnsanlar için de hacri ilân et. Gerek yaya, gerek her uzak yoldan gelecek arık develerin üstünde (süvari) olarak sana gelsinler.»

«Ta ki kendilerine ait menfaatlere şahid (ve hazır) olsunlar. Allah'ın rızk olarak kendilerine verdiği dört ayaklı davarlar( kurbanlıklar) üze­rine malûm olan günlerde Allah'ın adını ansınlar. İşte bunlardan yiyin, yoksulu, fakiri de doyurun.»

«Sonra kirlerini gidcrsinler. Adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atiki tavaf etsinler.» (Hacc : 26 - 29)

Hz. İbrahim ve İsmail zamanından, Hz. Muhammed zamanına kadar ge­çen süre boyunca Arap âlemi Mescid-i Haram'a saygı göstermiştir. Fakat, Hz. İbrahim, ve İsmail'in üzerinde bulundukları birçok dinî hususları değiştirmişler­di, putları, Silah’a ortak kılarak Ka'be'nin damına, çevresine, Safa ve Merve tepelerine dikerlerdi. Ve sözde putların  aracılığı  ile Allah'a yaklaşmaya çalışırlardı.   Hatta  bazı  hayvanları  boğazlarken  yüce  Allah'ın  ismini  anmayı  terk ederek  taptıkları  putların isimlerini  anarlardı.

Bütün dinlerden yüz çevirerek tevhid dinine sıkıca sarıldığı Kur’ân ile tescil edilen Hz. İbrahim'in şeriatını yenilemek mahiyetinde olan Hz. Muham-med'in dini zuhur edince Kur'ân Mescid-i Haram'ı Müslüman ümmeti için de kutsal yer kılarak, onun hacc ve umresini emreylemiştir.

(128) «...Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyt-i hacc (ve ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerindebir hakkıdır. Kim küfreder­se şüphesiz ki Allah âlemlerden gani (müstağni) dir.» (Âl-i İmran: 97)

(129) «Haccı da, umreyi de Allah için, tam yapın...» (Bakara: 196)

Kufân, cahiliyet ehlinin Üzerinde bulunduğu şirk ve olumsuz davranışla­rım bırakmayı ve ihlâsli tevhidi emretmiştir.

(130) «...O halde murdardan, putlardan kaçının, yalan sözden çeki­nin. Allah'ın muvahhidlcri, Ona eş tutmayanlar olarak (kaçının, çekinin). Kim Allah'a eş koşarsa o, yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendisini kuş kapmış, yahud rüzgar onu uzak bir yere atmış (nesne) gibidir.» (Hacc: 30 - 31)

Kur'ân, hacc mevsimini ve âdabım açıklamıştır.

(131) «Hacc (ayları) bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda) Haccı (kendine) farz eder (ihrama girer) se arlık hacerîa kadına yaklaş­mak, günah yapmak, kavga etmek yoktur...» (Bakara: 197)

Kur'ân, Mescirî-i Haram çevresinde bulunan mukaddes yerleri ve hacc mü­nasebetiyle yapılacak çeşitli ibadetleri beyan etmiştir.

(132) «Şüphe yok ki «Safa» ile«Merve» Allah'ın şeâirindendir. iş­te kim o «Beyt»i (Kâ'beyi) hacc veya umre (kasdi) ile ziyaret ederse bun­ları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir beis yoktur. Kim gönlünden ko­parak (vacip

olmayan amellerden) bir hayır işlerse (mükâfatını görür). Çünkü Allah tâatlerin ecrini veren, (her şeyi de) hakkıyle bilendir.» Ba­kara : 158)

(133) «...Arafattan (orada «vakfe» den sonra, seiler gibi) boşanıp (el birlik) aktığınız zaman «Meş'ar-i Haram»ın yanında Allah'ı zikredin, O, size nasıl hidayet etti ise sizde Onu öylece anın. (Bilirsiniz ya) siz bun­dan evvel gerçek sapıklardandınız.»

«Sonra insanların-(el'birlik) döndüğü yerden sizde dönün. Aîlah'dan (günahlarınızı) mağfiret (buyurmasını) isteyin. Şüphesiz ki Allah çok yar-lığayıcı, hakkıyle esirgeyicidir.»

«Menasikinizi (hacca ait ibadetlerinizi) bitirince (cahiliyyette) atala­rınızı (böbürlenerek) andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışîa Allah'ı anın.» (Bakara: 198-200)

(134) «Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin (tekbir alın). Kim iki günde («Mina»dan dönmek için) acele ederse üstüne günah yoktur. Kim de gerî gelirse ona da günah yoktur, (fakat bu) takva sahibi için (dir)...» (Bakara :203)

(135) «Bu, budur. Kim Allah'ın şeâirini büyük tanırsa şüphesiz ki bu, kalplerin takvasındandır.»

«Onlardan muayyen bir zamana kadar sizin için menfaatler vardır. Sonra varacakları (kurban edilecekleri) yer Beyt-i Atika müntehidir.» (Hacc : 32, 33)

(138) «Biz, kurbanlık develeri de sizin için Allah'ın şeairinden kıl­dık. Onlarda size hayır vardır. O halde onlar ayakta dur (up boğazlanır) larkcn üzerlerine Allah'ın ismini anın. Yanlan üstü düş (üs öl) dükleri vakit de ondan hem kendiniz yeyin, hem ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyİp dilenen fakir (ler) e yedirin...» (Hacc: 36)

(137) «Ey iman edenler, Allah'ın şeâirine haram olan aya, kurbanlık hediyelere, (onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden hem bir ticaret, hem bir nizaa arayarak Beyt-i Haramı kaydedip gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin...» (Maide : 2)

(138) «AHah Kâ'heyi, O Beyt-i Haramı, o haranı olan ay (îar) ı, (Mekkeye hediye edilecek) kurbanı ve (onların) boyuniarmdaki gerdan­lıkları insanlar (m din ve dünyaları) için bir nizam yaptı...» (Maide: 97)

(139) «...Fakat (her hangi bir sebeble bunlardan) ahkonıırsamz o halde kolayınıza gelen kurban (ı gönderin. Bununla beraber) kurban ye­rine (Mina ya) varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden kim hasta olur, yahut başından bir eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya sa­dakadan yahut da kurbandan (bîri ile) fidye (vacip olur). Emin olduğu­nuz vakit ise kim hacca kadar umre ile faydalanmak (sevaba girmek) is­terse kolayına gelen bir kurban (i kesmek vacip ohır). Fakat (onu) bula­mazsa hacc günlerinde (ihramh olarak) üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere oruç tutmak (vacip olur ki) bunlar tam on (gün eder). Bu, ailesi (ikâmetgâhı) Mescid-i Haramda bulunmayanlara aittir...» (Baka­ra : 196)

Kur'ân, Mekke'yi emniyetli  ve kutsal bir şehir kılmıştır.

(140) «Çevrelerinde insanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olma­sına rağmen (Mekke'yi) korkusuz (ve emin bir yer) yaptığımızı onlar gör­mediler mi?...» (Ankebut: 67)

(141) «...Biz onları tarafımızdan bir nzık olarak her şeyin mahsullerinin gelip toplanacağı korkusuz bir  haremde   yerleştirmedik   mi?... <> (Kasas: 57)

Kur'ân, İhramda olana av avlamayı haram kılmış ve müeyyidelerini vazet­miştir.

(142) «Ey iman edenler, siz, (hacc veya umre için) ihramh bulunur­ken av öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse (üzerine) öldür­düğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır ki Kâbeye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere bunu içinizden adalet sahibi iki adam hüküm (ve takdir) ede­cektir. Yahut bir kefaret vardır ki( o nisbette) yoksulu doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır...»  (Maide: 95)

Hacc, hicretin altıncı yılı farz kılınds. Aynı yıl Peygamber Umre için yola çıktı. Fakat, müşrikler tarafından Mekke'ye girmesi men edildi. Bu yüzden er­tesi yıl Umreyi ifa edebildi.  Hicretin dokuzuncu yılı  Hz. Ebu  Bckr-i Sıddîk Müslümanlarla cemaat halinde hacc yaptı. Hicretin onuncu yılı Resûlüllah, refakatında yüzbini aşkın  Müslüman bulunduğu  halde  meşhur veda  haccını ifa etti. Ve hac esnasında haccın yapılış şeklini tatbikî olarak insanlara beyan etti. Ayrıca:  *hacla ilgili ibadetlerinizi benden alınız»  buyurdu. Hacc nizamında Müslümanlar için birçok faydalar vardır: I) Hacc ve Umre için muhtelif   yerlerden   gelen   ziyaretçilerden   Mekke halkı ekonomik yönden faydalanmaktadır. Bilindiği gibi Mekke, tarıma elverişli olmayan bir beldedir.   

(143) «Ey Rabbimiz, ben evlatlarımdan kimini Senin mukaddes olan evinin yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Yerlilerin ziyaretçilerden maddeten faydalanmaları Hz. lbrah'm'in duasının kabul edilmesinin bir tecellisidir.Sebebi şudur ki, Rabbi­miz, dosdoğru namaz (larıni) kılsınlar. Artık Sen isanlardan bir kısmının

gönüllerini onlara meylettir.Onların şükretmeleri mc'nıul  olduğu için kendilerini bazı meyvalarla rizıklandir.» (İbrahim : .37)

I1. Arap âlemi çeşitli menfaatler sağlar. Ticaret mallarını satar, lüzumlu ihtiyaç maddelerini rahatlıkla temin eder. Hacc mevsiminde Mekke şehri âdeta bir iicaret merkezi olur. Bu mevsimde istihsal maddelerini,  ticaret emtiasını, altın ve gümüşünü Mekke'de bulunduran yerli-yabanci herkes can ve mal emniyeit içindedir. Zira, mukaddes bir beldede ve mukaddes bir aydadır.

III. İnancı, ibadeti, kıblesi aynı olan ve dünyanın çeşitli kıt'alarında ya­şayan   Müslümanlardan  her  yıl  yüzbinlercesinin  bir  araya  gelerek   tanışmaları ilim, din ve dünya ile ilgili çeşitli sahalarda görüşmeleri, yardımlaşmaları, da­yanışmaları, birleşmeleri  gibi  hayatî önemi taşıyan  müşterek dava ve  mesele­lerin halli için Mekke şehri eşsiz bir toplantı merkezi olmakla âdeta İslâm âle­minin  kalbini teşkil eder.

Bu toplantı gününün, yalnız orada toplanan mü'minler için değiî, islâm alemince bayram kılınmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ayrıca, Ramazan bay­ramı Kur'ân'ın yeryüzüne inmeye başlamasının yıldönümü olduğu gibi, Kur­ban bayramı da nüzulünün tamamlanışının yıldönümü durumunda olmakla müs­tesna bîr anma günüdür. [38]

 

Z ekat

 

Zekât kelimesi, Arap dilinde temizlenme, artma, bereketlenme ve övme manalarına gelir. Kur'ân ve hadîste de bu manalarda kullanılmıştır. Ayrıca, zenginin malından sadaka niyetiyle çıkardığı miktar hakkında da kullanılmış­tır. Çünkü, zekât; zenginin malını temizler, arttırır ve bereketlendirir. Kur'ân, bu manada zekât kelimesini kullandığı gibi sadaka kelimesini de kullanmıştır.  Kur'ân, namaza verdiği  önemi zekâta da vermiştir. Çok yerde ikisi beraber zikredilir. Bazen de yalnız zekâttan bahsedilir.

(144) …Vay haline o Allah’a ortak tanıyanların ki onlar zekat vermezler…(Fussilet:6-7)

(145) «Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini (gü­nahlardan) temizlemiş, bununla onların [1]

 (hasenatını) bereketlendirmiş, (kendilerini muhlisler mertebesine yükseltmiş)  olasın onlara duâ et...»(Tevbe:103)

(146) «...Her biri mahsul verdiği zaman mahsulünden yeyin. rildiği ve toplandığı günde hakkını (sadakalarını) verin..» (En'âm : 141)

(147) «İnsanların mallarında artış olması İçin faiz (cinsin) den ver­diğiniz şey (nakt, mal, sadaka ve saire) Allah katında artmaz. Allh'in rı­zasını dileyerek verdiğiniz zekât ise, sevaplarını kat kat artıranlar onlar (onu verenler) dır.» (Rûm : 39)

Kur'un, zekâta tâbi malları ve çıkarılması gerekli miktarı beyan etmemiş­tir. Bu hususlar, Peygamber tarafından, zekât işleriyle görevlendirilen zatlara gönderilen yazıh emirlerde  açıklanmıştır.

Kur'ân,  zekât verilecek  kimseleri  aşağıdaki   âyette belirtmiştir.

(148) «Sadakalar, AHah'dan bir farz olarak, ancak fakirlere, miskin­lere, (sadakaların) üzerine memur olanlara, kalpleri (müslümanlığa) alış­tırılmak istenenlere, kölelere, esirlere, (borcundan fazln nisabı olmayan) borçlulara, Allah yolunda (harcamaya) ve yol oğiursa (yani memleketin­de zengin bile olsa meşr'u bir maksatla seyr-u sefer ederken muhtaç kal­mış olan yolculara) mahsustur. Allah hakkıyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.» (Tevbe: 60)

Zekât; fakirlerin zenginlere karşı kin ve husumet beslemelerini önleyen, kendi güçleriyle ihtiyaçlarını temin edemeyen kimselerin yaralarını saran, Al­lah uğrunda savaşan ve vatan bekçiliğini yapan gazilere kısmen verilen yüce bir nizamdır.

Arapların,  ziraat ve  hayvancılıktan  istihsal  ettikleri  kazançlarının   belirli bir payının sözde Allah için ve diğer bir miktarını da putları için ayırmala­rına dair bir nizamları vardı, ilerde, Arapların helâl kıldıkları ve haram saydıkları   hususlar  açıklanırken  bu  durum  da  beyan  edilecektir. [39]

 

Kuranın Açıkladığı İbadetlerle İlgisi Görülen Bazı Hususlar :

 

  1. I)Yeminler nizamı:

(149) «Allah'ı yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, (fenalıktan) sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah (her şe-yİ) hakkıyle îşidici, kemaliyle bilicidir.»

«Allah, sizi yem inlerin izdeki «Lağv» dan dolayı sorumlu tutmaz. Fa­kat sizi kalplerinizin azmettiği yeminler yüzünden muahaze eder. Allah çok yarlığayıcıdir, halimdir (kullarını günahı sebebiyle rızıklarını da kesi­ci değildir.* (Bakara: 224, 225)

(150) «Alah, sizi yemînlerinİzdeki Iağvdan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin azmettiği yeminler yüzünden muahaze eder. Bunun da kefareti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sindan on yok­sulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahut bir kul azad etmektir. Fakat

kînî (hunları) bulamaz (bulmaya muktedir olamaz) sa üç gün oruç (tut­ması lazımdır). İşte bu andettiğiniz vakit yeminlerinizin kefaretidir. Ye­minlerinizi muhafaza edin. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor. Ta ki şükredesiniz.» (Maide: 89)

(151) «Allah, yeminlerinizin (kefaretle) çözülmesini size farz kılmış­tır...» (Tahrim:2)

  1. II)Helâl ve haram olan yiyecek maddelerinin beyanı:

(152) «(O peygamber) onlara (nefislerine haram kıldıkları) temiz şeyleri helal, (helal kıldıkları) murdar şeyleri de üzerlerine haram kılı­yor...» (Araf: 157)

(153) «Artık Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal ve temiz olarak yeyin, Allah'ın nimetine şükredin, eğer Ona kulluk edecekseniz.»

«O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başkası için kesilmiş olan (hayvanlar) ı haram kıldı, (bununla beraber kim bunlardan yemiye) muztar kalırsa (kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek mik­tarı) geçmemek şartıyle (yiyebilir.) Çünkü Allah hakkıyle yarlığayıcı, kemaliyle esirgeyicidir.» (Nahl: 114, 115)

154) «De ki: «Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yi­yeceği içinde (sizin haram dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız gerek ölü, gerek dökülen kan, gerek domuz eti - ki bu, şüphesiz bir murdardır -, yahud Allah'dan başkasının adına boğazlan­mış bir fısk olmak müstesnadır, (bunlar haramdır. Bununla beraber) kim (bunlardan bir şeyi yemiye) muztar kalırsa (kendisi gibi zaruret halinde­ki bir kimseye) tecavüz etmemek ve (zaruret miktarını) aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü Rabbin çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.» «En'âm : 145)

(155) «Ey iman edenler, size rızk olarak verdiğimiz şeylerin (mad­deten ve manen) en temiz olanlarından yeyin, Allah'a şükredin, eğer (hakikaten) Ona kulluk ediyorsanız.»

«O, size ölüyü (murdar hayvanı), kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başkası için kesileni kat'iyyen haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemiye muztar kalırsa - (kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek miktarı) geçmemek şartıyle — onun üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayicidır, hakkıyle esirgeyicidir.» (Bakara: 172,173)

(156) «Ölü, kan, domuz eti, Allah'dan başkası adına boğazlanan - (henüz canı üstünde iken yetişip) kestikleriniz müstesne olmak üzere - boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan yuvarlanmış, susulmuş, canavar yırtmış olup da ölenler,

ikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlanan (hayvan­lar üzerinize haram edilmiştir...»

«Kendilerine hangi şeyin helal edildiğini sana sorarlar. De ki: «Bü­tün iyi ve temiz (nimetler) size helal edilmiştir. Allah'ın size öğrettiğin­den öğretip (terbiye, ederek) yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuver-diklerinden de yeyin ve üzerine besmele çekin. Allah'dan korkun. Çünkü Allah, hesabı pek çabuk görendir.»

«Bugün sîze iyi ve temiz (nimetler) helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helal olduğu gibi sizin yiyeceğiniz de onlar için helâldir...» (Maide: 3-5)

(157) «Deniz avı yapmak ve onu yemek -kendinize de, müsafire de fayda olmak üzere-sizin için helal edildi...» (Maide: 96)

(158) Artık (o sapanların sözlerine bakmayın da) üzerine Allah'ın ismi anılan (besmele çekilen hayvan) lardan yeyin, eğer O'nun Âyetlerine iman edenler (den) seniz».

«O, size - kendisine kati sûretde muzdar ve muhtaç bulundukları­nız müstesna olmak üzere— neleri haram kıldığını ayrı ayrı bildirmişken üzerlerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yememeniz de ne oluyor ya?..,» (En'âm: 118-119)

(15!))    «Üzerlerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin/Çünkü bu, muhakkak bir fiskdir...» (En'âm: 121)

Meşrubattan şarabı (içkiyi) de yasaklamıştır.

Kur'ân, müşriklerin putları için  ayırdıkları  bazı  yiyecek  maddelerini ha­ram kılmalarını kınar.

(160) «Onlar Allah için Onun yarattığı ekin ve meyvelerle hayvan­lardan, bîr hisse ayırdılar da kendi boş zanlarınca «Şu Allah'ın dedi­ler. Şu da ortaklarımız (olan putlar) in.» Ortaklarına ait olanlar Allah'a ulaşmaz ama, Allah'a ait olanlar, (evet) onlar ortaklarına gider. Hüküm edegeldikleri bu şeyler ne kötüdür.» (En'âm: 136)

(161) «Onlar bâtıl zanları ile dediler ki: «Bu davarlarla ekinler ha­ramdır. Onları bizim dilediklerimizden başkası yiyemez. Şu davarların da sırtları (na binmek) haram edilmiştir.» Bir takım davarlar da vardır ki üzerlerine Allah'ın ismini anmazlar onlar. (Besmelesiz öldürüp veya ölü ufarak yerler. Bütün bunları) O'na (Allah'a) karşı (böyle emrediyor diye) iftira ederek (uydurdular). O (Allah) bunları, yapmakta oldukları iftira­ları yüzünden cezalandıracaktır.»

Bir de (şöyle) dediler : «Şu davarların karınlarında bulunan (yav­ru) lar (canlı doğarsa) sade erkeklerimiz için (helaldir), kadınlarımıza ha­ram kılınmıştır. Eğer o, ölü (doğar) sa onlar bunda ortakdırlar». (Allah) onların (bu helaldir, bu haramdır yollu) vasıflarının cezasını verecektir. Şüphesiz ki O, yegane hüküm ve hikmet sahibidir. Hakkiyle bilendir.»

«Ilimsizlik yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenlerle Allah'ın ken­dilerine ihsan ettiği (helal) rızkı, Allah'a iftira ederek, haram sayanlar muhakkak ki maddî ve manevî en büyük zarara uğramışdır. Onlar şüphe­siz ki sapmışlardır ve (ondan sonra) doğru yolu da bulamamışlardır.» (En'âm: 138-140)

(162) «Davarlardan yük taşıyacak, (tüyünden) döşek yapılacak (hayvan) lan yaratan da O'dur. Allah'ın size (heîal kılıp) rızık yaptığı şeylerden yeyin. Şeytanın izleri ardınca gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmammzdır.»

«(Allah) sekiz çift (yarattı): Koyundan iki çift, keçiden de iki çsft. De ki «(Allah) iki erkeği mi, yahut iki dişiyi mi, yoksa bu iki dişi­nin rahimlerine sarınıp bürünen (erkek ve dişi yavruları) mı, (hangisini) haram etti? (Davanızda) doğrucular iseniz bana ilme dayanarak haber ve­rin.»

«Deveden de iki, sığırdan da iki (çift yarattı). De ki: «(Allah) iki er­keği mi, yahut iki dişiyi mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerine sarınıp bürü­nen (erkek ve dişi yavrular)! mı, (hangisini) haram etti?...» (En'âm: 142 -144)

(163) «Allah ne [Bahıyre] den, ne [Şaibe] den, ne [Vasiyle] den, ne de [Ham] dan hiç birini (meşr'u) kılmamıştır. Fakat o küfredenler Al­lah'a karşı («Bize bunları O emretmiştir.» diye) yalan düzerler. Onların (avamının) ise akılları ermez». (Maide:103)

Arap müşriklerinin İslâm'dan önce ziraat ve hayvancılıktan elde ettikleri kazançlarla ilgili bir nizamları olduğunu yukarıda söylemiştik. Nizamlarının icabı olarak bahis konusu kazançtan Allah için ayırdıkları hayrı, fakirlere ve

düşkünlere tahsis ederlerdi. Diğer taraftan putları için ayırdıkları payı putla-

[40]rın hizmetiyle meşgul olanlara verirlerdi. Putlar İçin ayırdıkları payın korun­masına ve gayesine uygun harcanmasına büyük önem ve titizlik gösterirlerdi. Bir kuruşunun dahi gayesinin dışında harcanmasına müsaade etmezlerdi. Fa­kat, Allah için ayırdıkları paya hiç Önem vermedikleri gibi, zaman zaman bu paydan  putların  bakıcılarına  harcarlardı.

Kur'ân (En'âm: 138) da Allah'dan başkası (putlar) için kılınan davarla­rın ve ekinlerin müşrikler tarafından üçe ayrıldığını beyan eder :

 1) Dilediklerinden başkası  tarafından yenilemeyen hayvanlar,

  1. II)Binilmesi yasaklanan hayvanlar,

 III) Boğazlarken Allah'ın ismini anmadıkları hayvanlar.

Bu üç nevi hayvan (Maide; 103 de) Bahıyre, Şaibe, Vasiyle ve Ham tâ­bir edilen hayvanlardır.

Sonra (En'âm: 139 da) bu davarların karınlarında bulunan yavrular için aldıkları şu karan açıklar :

Davarların karnında bulunan yavrular canlı doğarsa erkekleri içindir. Sü­tünü içerler, etini yerler. Ondan her türlü fayda temin ederler, kadınlarına ha­ram telâkki ederlerdi. Hiç bir surette onları faydalandırmazlardı. Fakat, davar­ların yavruları ölü doğarlarsa erkek-kadm hepsi ortaktılar.

Araplar, bu konuda aldıkları kararları sözde Allah'a atfetmekle böyle bir yola gittiklerini ileri sürüyorlar idi ise de bu iddialarının tamamen asılsız ol­duğunu, herhangi bir ilâhî kanunla ilişkisi olmadığını ve tamamen kendilerinin ihdas ettikleri bir düzen olduğunu beyan eden aşağıdaki âyet onları mantık dışı bu tasarruflarından dolayı yerer.

(164) «...Yoksa Allah size bunu (haram kılmayı) tavsiye ettiği za­man siz hazır mıydınız?...» (En'âm: 144)

Kur'ân’ın yukarıda anlattığı durum Arapların düşkünler içini çıkardıkları sadakalara ait bir nizamları bulunduğunu, ancak bu nizamın Allah'a şerik koş­mak, davarların bir kısmını haram, bir kısmını helâl telâkki etmekle dejenere edildiğini beyan eder.

Kur'ân, bu durum ve nizamı tamamen lağvederek, onun yerine zekât ni­zamını vazeylemiştir.

Zekâtın temelini şu âyet teşkil eder:

(165)  «...Devşirildiği ve toplandığı günde hakkını (sadakasını) ve­rin...» (En'âm: 141)

Kur'ân,   aşağıdaki  âyette  haram  kıldığının  dışında  kalan   bütün  davarları helâl kılmıştır.

(166) «De ki: «Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yi­yeceği içinde (sizin haram dediklerinizden böyle) haranı edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız gerek ölü, gerek dökülen kan, gerek domuz eti -ki bu, şüphesiz lıir murdardır-, yahut Allah'dan başkasının adına boğaz­lanmış bir fisk olmak müstesnadır. (Bunlar haramdır. Bununla beraber) kim (bunlardan bir şeyi yemeye) muztar kalırsa (kendisi gibi zaruret ha­lindeki bir kimseye) tecavüz etmemek ve (zaruret miktarını) aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü Kafobin çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.» (En'-âm: 145)

(167) «İman edip de güzel güze! amel (ve hareket) lerde bulunan­lar—(bundan sonra haram olan şeylerden de) sakındıkları, iman (larında sebat ile) iyi iyi işlere devam ettikleri, sonra (haram edilen şeylerden daima) sakınıp (haram olduklarına iyice) inandıkları ve yine sakınmak­ta devam ve İsrar ile güzel işler (i arayıp onlar) la iştigal eyledikleri tak­dirde- (haram kılınmazdan evvel) tatlıklarında üzerlerine hiç bir suç yoktur. Allah, iyi hareket edenleri sever.»  (Maide :  93)

(168) «...Onlara  (nefislerine haram kıldıkları)   temiz  şeyleri  helal, (helal kıldıkları) murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor.) (A'raf : 157)

Bu âyetin uygulanması mahiyetinde olmak üzere sünnet, bazı hayvanların elini  yasaklamıştır.  Ehli  merkepler,  yırtıcı  hayvanlar gibi... [41]

 

Savaş

 

Hz. Muhamnıcd (A.S.) Peygamber olarak Mekke'de kaldığı 13 yıllık süre boyunca halkı Islâmiyclc çağrıda bulunmuş ve bu nedenle müşriklerden çeşitli hakaret ve eziyyellcr görmüştür. Bunca cviyyet ve hakaretler onun mübarek za­tına reva görüldüğü gibi, iman eden arkadaşlarına da yapılmıştır. Müşrikler, halkı Kur'ûn âyetlerini dinlemekten ve İslâm çağrısına icabet etmekten alıkoymaktaydılar. Peygambere tamamen asılsız ve uydurmadan ibaret iftiralarda bulunmakla da halkı soğutmaya çalışırlardı. Kur'ân, onların yakıştırmaya gayret ettikleri isnadlan sıralamakta ve hepsini şiddetle reddetmektedir. Mekkî sûre­ler bu  hususları gereği kadar açıklamaktadır.

Müşriklerin hiç bir meşru nedene dayanmayan amansız düşmanlıklarını ve insafsızca eziyyetlcrini önlemeye maddeten muktedir olmayan Mekkeli Müs­lümanlar din ve imanlarını korumak için Habeşistan'a göç etmeye mecbur kal­dılar.

Cenab-ı Allah, Ycsrip (Medine) de oturan Evs ve Hazrec kabilelerinin İs­lâm çağrısına icabet etmelerini diledi. Rcsûlüllah onlarla meşhur Akabe söz­leşmesini yaptılar. Hayatî önem taşıyan ve îslâmiyctin etrafa yayılmasının İlk adımı sayılan bu sözleşmeye göre Medineli Müslümanlar kendi canlarını ve çoluk çocuklarını korudukları gibi, Peygamberi (arkadaşları ile birlikte) aynı şekilde koruyacaklarını  taahhüt  ediyorlardı.

Mekke müşrikleri Hz. Muhammeti'i Öldürmeyi İttifakla kararlaştırdıktan sonra Allah'ın emriyle Medinelilerin yanına göç edildi. Medine'ye varıldıktan sonra savaşmak meşru kılındı.

Kur'ân, müteaddit yerlerde; Müslümanlara savaş izni verilmesinin sebebini beyan eder. Bu sebep iki şeyden ibarettir.

1)    Düşrmn saldırısına karşı nefsi müdafaa etmek,

2)  Islâmiyeti tebliğe memur zata ve  İslâm dinine girmek  isteyene engel olmak ve kendi  arzusuyle seçtiği  İslamiyyetten dönünceye kadar çeşitli  işken­celerle eziyyet edilen  kimselere  zulmetmek  gibi  İslâm'ın  yayılmasını köstekle­yici engelleri kaldırmak, vicdan dışı mezâlimi durdurmak ve bu kutsal davetin gerçekleşmesini sağlamak. [42]

 

Bu Hususları Beyan Eden  Âyetler:

 

0    Savaş izni hakkında nazil olan âyetler :

(169) «Kendileriyle mukatele edilen (yani düşmanların hücumuna uğrayan mü'min) lere, uğradıkları o zulümden dolayı, (bil'mukabele har­be) izin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kemâliyle kadirdir.»

«Onlar o( mü'minlerdir ki) haksız yere ve ancak «Rabbimîz Allah'dır» diyorlar diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah bazı insanların  ( şerri­ni diğer) bazısı ile defetmeseydi içlerinde Allah'ın adı çok anılan manas­tırlar, kiliseler, havralar ve Mescidler muhakkak yıkılıp giderdi. (Dinine) yardım edenlere elbet Allah da yardım eder. Şüphesiz ki Allah kavidir, yegane gaaliptir.»

«Onlar (o mü'minlerdir ki) eğer kendilerine yer (yüzün) de bir ik­tidar mevkii verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği em­rederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. (Bütün) umurun akıbeti (nihayet) Allah'a (râci) dir.» (Hacc: 39-41)

(170) «Kim kendine (yapılan) zulmün ardından her halde hakkım alırsa bunlar aleyhinde (mes'uliyyete) bir yol yoktur.»

«O yol ancak insanlara zulmetmekte, yer (yüzün) de haksız olarak te-ğallübe kalkmakta olanlara karşıdır, tşte bunlar (yok mu?) bunların hak­kı pek acıklı bir azaptır.» (Şuuraa : 41, 42)

(171) «Size harp açanlarla, Allah yolunda, siz de döğüşün (müdafaa harbi yapın. Ancak) aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sev­mez.

Onları (size harp açanları) nerede yakalarsanız öldürün, onları sizi çıkardıklar yerden (Mekke'den) çıkarın. Fitne katilden beterdir. Onlar Mescid-i Haram yanında, orada sizinle döğüşünceye kadar, (yani döğüşmedikçe) siz de orada kendileriyle döğüşnıeyin. Fakat (orada) sizi öldürürlerse siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.

Bununla beraber (muharebeden) vazgeçerlerse (siz de bırakın). Şüp­hesiz ki Allah çok yarhğayıcı, hakkıyle esirgeyicidir.

Fitne (den eser) kalmayınca, din de (şunun bunun değil) yalnız Al­lah'ın (dîni diye tanılmış) oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına hiç bir husumet yoktur.

Haram ay, haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların üstünüze saldırdıkları gibi, ona saldırın. (Fakat, daima) Allah'dan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah takvaa sahipleriyle beraberdir.» (Bakara : 190 -194)

(172) «(Yer yüzünde) bir fitne kaîmayıncaya ve din tamamiylc Al­lah'ın oluncaya kadar onlarla mııharche edin. Eğer vazgeçerlerse (onları bırakın). Şüphesiz  ki Allah, ne  yapacaklarını  hakkıyle görücüdür.»

«Eğer yüz çevirirlerse (korkmayın). Bilin ki Allah sizin mevlânizdir. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır, O.» (Enfâl: 39, 40)

(173) «Size ne oluyor ki Allah yolunda -ve acz-ü ızdırap içerisinde bırakılıp: «Ey Rabbimiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketden (kurta­rıp) çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla» diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda- düşmanla çarpış­mıyorsunuz?» (Nİsa : 75)

  1. II)Müslümanlarla savaşmak istemedikleri gibi, kendi kavminden müşrik olanlarla da savaşmak istemeyen ve samimî olarak tarafsız kalmayı tercih eden müşrikler hakkında inen Nisa sûresinin 90. âyetine bakalım :

(173) «Size ne oluyor ki Allah yolunda -ve acz-ü ızdırap içerisinde • ruşmazlar ve barışı size bırakırlarsa o halde Allah onların aleyhinde sizin için (tecavüze) bir yol bırakmamıştır.» (Nisa: 90)

III)    2.  Madde de durumu belirtilen  müşriklerden sözlerinde samimî ol­mayan münafıklar hakkında inen aynı sûrenin 91. âyeti aşağıdadır:

(174) «Diğer bir takımını da şu halde bulacaksını : Onlar hem siz­den emin olmak hem kendi kavimlerinden emin olmak İsterler. Ne zaman fitneye döndürülürler (sevk-ü davet edilirler) se onun içine baş aşağı atılırlar. Öyle ise onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilmezler, barışı size bı­rakmazlar, ellerini çekmezlerse onları nerede bulursanız yakalayıp tutun, onlun öldürün. İşte size onlar hakkında apaçık bir hüccet (ve selâhıyyet) verdik». (Nİsa: 91)

  1. IV)Sulh  hakkında  olan  âyetler :

(175) «(Eğer düşmanlar) barışa meylederlerse sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyle işiden, kemaliyle bilen bizzat O'dur.

Eğer sana hilekârlık yapacakları (tutarsa, bunu) dilerlerse muhak­kak ki sana Allah yetişir, O, seni yardımıyle ve mü'minlerle destekleyen,

Ve onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir...»  (Enfâl:  61-63)

  1. V)Sulh şartlarını bozan  düşmanlarla  ilgili âyetler :

(176) «Eğer ahidlerinden sonra yine andlarını bozarlar ve dininize saldırırlarsa küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünkü onlar (hakikatte) andları olmayan adamdır. (Bu suretle) umabilirsiniz ki (onlara tabi olanlar) vazgeçerler.

(Ey mü'minler,) andlarını bozan, o Peygamberi sürüp çıkarmayı ku­ran ve bununla beraber ilk defa da sizinle kendileri (muharebeye) başla­yan bir kavm ile döğüşmez misiniz?. Onlardan korkacak mısınız? Eğer

(gerçekten) inanmış kimselerseniz kendisinden korkmanıza lâyık olan bir Allah vardır.» (Tevbe : 12 -13)

Bütün bu nasslar; evvelce arzettiğimiz gibi vukubulan savaşların ancak düş­man saldırılarına karşı savunmak ve islâm dini ile davasını güven altına almak için  yapıldığını  teyid  eder.

Medine Yahudilerinin Müslümanlar arasında bulunan münafıklar ve Mek­ke müşriklerİyle gizli bağlılıkları ve temayülleri gözlerden pek kaçmazdı.

Hz. Muhammed (A.S.) ile Medine'li Yahudiler arasında bulunan yazılı an­laşmaları İhlâl eden Yahudiler «Ahzab savaşında Müslümanların bir hayli sar­sılmasına sebebiyet verdiler.

Bu olay üzerine Medine'lİ Yahudiler ile savaşma emri verildi. Buna ait âyeti okuyalım :

(177) «Kendilerine kitap verilenlerden ne Allah'a, ne ahiret günü­ne inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram ta­nımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakıyr kendi el(ler) ile cizye verecekleri zamana kadar, muharebe edin.» (Tev­be : 29)

O ana kadar savaş emri Mekke'li müşriklere ve onlara yardım eden Me­dine Yahudilerine münhasır idi. Arabistan yarımadasında yaşayan kabileler onlarla birleşince hepsiyle savaşma emri aşağıdaki âyetle verildi:

(178) «...(Bununla beraber) müşrikler sizinle nasıl topyekün har-bederlerse siz de onlarla topyekün harbedin. Bilin ki Allah, (fenalıktan) sakınanlarla beraberdir.» (Tevbe: 36)

Mümtehıne sûresinin 8 ve 9. âyetleri Kur'ân'm sulh ruhuna verdiği öne­mi te'yid ve izah eder

                                .    .           .

(179) «Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlara iyilik, onlara adalet (le muamele) etmenizden Al­lah sizi men etmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever.»

«Allah, sizi ancak sizinle din muharebesi yapmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk etmenizden men eder. Kim onları dost edinirse işte bunlar zaalimlerin ta kendileridir.» (Müntehine : 8 - 9) [43]

 

Andlaşmalar Ve Sözleşmeler

 

Kur'ân'm önem verdiği ve ihlâl edilmesini şiddetle yasakladığı hususlar­dan birisi de sözleşmeler ve. andlaşmalardır. Bunlara ait nassların bir kısmı umumî, diğer bir kısmı hususîdir.

A- Umumî olan nassların bazıları:

(180)  «Ey iman edenler,  bağlandığınız  akidleri  yerine  getiriniz...-(Maide: 1)         .      .

(181) «Karşılıklı muahade yaptığınız vakit Allah'ın ahdini yerine getirin. Sapa sağlam ettiğiniz ycminleri bozmayınız. (Nasıl olur kî) üze­rinize Allah'ı kefil yapmışsınızdır. Şüphe yok ki Allah ne yapacağınızı bilir.»

«İpliğini sağlamca büklükten sonra söküp bozan (kadın) gibi olma­yın. «Bir ümmet diğer bir ümmetden (malca ve sayıca) daha çoktur.» diyc yeminlerinizi aranızda bir hîyle ve fesad (mevzuu) edinir misiniz?...» (Nahl: 91-92)

(182)    «...Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahid (den cayanlar) so­rumludur.» (İsra : 34)

B- Hususî olan nasslann bir kısmı:      '        .

(183) «Müşriklerin içinden (kendileriyle) muahade ettiklerinize Allah'dan ve Resulünden bir ültümatomdur .(bu).» (Tcvbe: 1)

(184) «Muahade yaptığınız müşriklerden size (ahidlerinin şartların­da) hiç bir şey eksiklik yapmamış, aleyhinizde (düşmanlarınızdan) hiç bir kimseye yardım etmemiş olanlar (bu hükümden) müstesnadır. O hal­de onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın. Çünkü Allah (haksızlıktan) sakınanları sever.» (Tevbe: 4)

(185) «...Mescid-i Haramın yanında muahade ettikleriniz müstesna­dır O halde bunlar size karşı (ahidlerine sadâkat hususunda) doğrulukla hareket ederlerse sîz de kendilerine öğlece doğrulukla muamele edin. Şüp­hesiz ki Allah (ahde vefasızlıktan) sakınanları sever». (Tevbe: 7)

Bu durum; hiyanet belirlileri kendilerinde görülen veya andlaşmalarını İh­lâl etmiş olan müşriklerin mal ve can emniyetinin kaldırıldığına ve böyleleriyle savaş edilebileceğine, bunların dışında kalan ve ahidlerini bozmayan müşrik­lere  andlaşma süresi  sonuna  kadar savaş açılmayacağına delâlet eder.

Bu hüküm aşağıda yazılı Ayetin hükmünün bir nevi uygulanmasıdır :

(186) «Eğer (muahade eden) bir kavmin hainliğini (ahdine sadakat­sizliğini anlayarak bu cihetten) kat'i endişeye düşersen (evvelâ) hak ve adalet üzere (keyfiyyeti) kendilerine (bildir ve ahidlerini) at. Çünkü Al­lah hâinleri sevmez.» (Enfâl: 58)

Müslümanlar aleyhinde gizli çalışan münafıkların uzaklaştırılması gereklili­ği Nisa sûresinde emredüdiği zaman :

(187) «Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme iltice edenler müstesna...» (Nisa: 90)  diye buyuruldu.

Bu emir, anlaşmalı gayri müslim ülkelere saygı gösterilmesinin gerekliliği­ni ve oraya iltihak edenlere sığınma hakkının dinen tanındığını belirtmektedir.

Bu hüküm de Kur'ân'm  andlaşmalara verdiği Önemi göstermektedir.

Anlaşmalı üike halkından birisini yanlışlıkla öldürme cezası bir Müslümanı o şekilde öldürme cezasının aynıdır.

(188a) «...Şayet kendileri ile aranızda andlaşma olan bir kavmden ist o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir de mümin bir köle azad etmek gerekir...» (Nisa: 92)

(188b) «...Kim bîr mü’nıini yanlışlıkla öldürürse nıü'min bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet (kan bahası) vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar (o diyeti) sadaka olarak bağışlamış olsunlar...» (Nisa : 92)

Diğer taraftan andlaşma olmayan ülkede bir Müslümanı öldürmek halin­de gereken ceza yukarıda belirtilen andlaşmalı ülke halkından bir gayri müslimi öldürme cezasından daha hafif kılınarak şöyle buyurulur :

(189) «,..Eğer (öldürülen) mü'm in olmakla beraber size düşman bir kavimden ise o zaman (öldürenin) mü'min bir köle azad etmesi lâzım­dır...» (Nisa: 92)

Bu hüküm de Kur'ân'ın andlaşmalara verdiği değeri bir kat daha te'yid etmektedir.

Düşman ülkesinde oturan ve İslâm ülkesine göç etmeyen Müslümanlarla il­gili Enfâl sûresinin :

(190) «...(Bununla beraber) eğer onlar din hususunda sizden yar­dım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle arala­rında muahede  bulunan bir kavim aleyhinde değil. Allah yapacaklarınızı hakkıyle görücüdür.» (Enfâl: 72)

Ayeti, anlaşma hakkını her türlü hakkın üstünde tutmaktadır. Kur'ân, yabancı ülkelerle sulh andlaşması hususunda Müslümanlar için sü­re tahdidini koymadığı aşağıdaki âyetten açıkça anlaşılıyor :

(191) «Eğer (düşmanlar) barışa meylederlerse sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyle işiden, kemaliyle bilen bizzat O'dur.» (Enfâl: 61) [44]

 

Savaş Esirleri

 

(192) «...Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman artık bağı sıkı tutun, (ondan) sonra ise iyilik (yapın), yahut fidye (alın). Yeterki harp (erbabı) ağırlıklarını bıraksın...» (Muhammed: 4)

Yukarıdaki âyette Kur'ân, savaş esirlerinin hükmünü sarahaten beyan et­miştir. Ulülemri esirleri fidye karşılığında serbest bırakmak veya karşılıksız olarak afvetme hususunda yetkili kılmıştır. Ancak bu yetki düşman ordusunun iyice yenilgiye uğratılması, zararsız hale getirilmesi ve İslâm hakimiyyetinin sağ­lanması şartına bağlanmıştır. Bu nedenledir ki, bahis konusu şartlar gerçekleş­meden asr-ı saadette esirlerin fidye karşılığında tahliye edilmesi Enfâl sûresinin 67. âyeti ile yerilmiştir:

(193) «Hiç bir peygamberin yer yüzünde ağır basıp (harpedip) za­ferler kazanıncaya kadar (muharip düşmandan) esirler alınması (vaaki) olmamıştır. Siz geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah ahi-retsi (daha çok ahiret sevabım kazanmanızı, ahireti düşünmenizi) ister. Al­lah azizdir (dostlarını düşmanları üzerine galip kılandır.), hakimdir (her hâle lâyık olanı hakkıyle ve hikmetiyle bilendir.» (Enfâl: 67)

Peygamber (A.S.) bazı esirlerin öldürülmesini özel sebepler dolayısiyle em­retmiştir : Bedir savaşında Ukbe b. Ebî Muîd, Uhud'da Ebu İzzeti el-Cemhî'-nin Öldürülmesi bu kabildendir. (Bu şahıs. Bedir savaşında bundan böyle Müs­lümanlar aleyhinde çalışmayacağını ve düşmana yardımcı olmayacağını taahhüd ettiği halde ahdini bozmuştu.) Keza; Mekke fethinden sonra şehir halkından 8 kişi işlemiş oldukları bir takım ağır suçlar dolayısiyle öldürülmüştür. [45]

 

Köle Ve Köle Edinme Hakkında Birkaç Söz:

 

İslâm dini geldiği zaman Arapların elinde köleler vardı. Elinde köleler bulunanların mülkiyet hakkını tanımıştır. Aşağıdaki âyetlere bir göz atalım :

(194) «(Öyle mü'minler)  ki onlar  ırzlarım koruyanlardır.» «Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik olduklarına (kendi cariyelerine) karşı  (olan durumları)  müstesnadır. Çünkü onlar  (bu  tak­dirde) kınanmışlar değildir,» (Mü'minun : 5 - 6)

(195) «...Şayet   (bu suretle  de)   adalet   yapamayacağınızdan  endişe ederseniz o zaman bir (tane ile), yahut malik olduğunuz cariye ile iktifa '.      edin...» (Nisa: 3)

Medine devrinde Müslümanlar savaşlara girdikten sonra Kuı'ân, kölelerin azad edilmesine çeşitli yollarla teşvikte bulunmuş ve gereği kadar önem ver­miştir :

  1. I)Kur'ân; Mekkî olan Beled sûresinde insanoğluna Allah'ın verdiği ni­metler beyan edildikten sonra, şükretmek isteyene düşen gerekli hizmetlerin ba­şında, köle azad etmek olduğunu ve bu hizmetin, kulun Mevlâsına karşı yapa­cağı  şükürlerin başında  geldiğini  aşağıdaki  âyetle  belirtmektedir:

(196) «(11) *Fakat o, sarp yokuşa safdıramadı. (12) Bu sarp yoku­şun ne olduğunu sana hangi şey bildirdi?. (13) (O) kul azad etmektir, (14) yahut (salgın) bir açlık gününde yemek yedirmektir, (15) yakınlığı plan bir yetime, (16) yahut toprakta sürünen bir yoksula. (17) Sonra da (o sarp yokuşu aşıp geçerken) iman edenlerden, birbirlerine sabr (-u sebat) ı tavsiye, (halka) merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. (18) İşte bunlar sağcılardır.» (Beled: 11-18)

11) Kur'ân, işlenen bazı suçlardan dolayı ceza mahiyetinde ödenen birçok kefaretin başında kölelerin hürriyete kavuşturulmaları müeyyidesini koymuştur.

(197)  «...Kim bir mü’min yanlışlıkla öldürürse mü'min bir  köleyi azad etmesi lâzımdır...» (Nisa; 92)

(198) «Kadınlarından zihar ile ayrılmak isteyip de sonra dedikle­rini geri alacaklar (için) birbiriyle temas etmezden ev,yel, bir köle azad etmek (lâzımdır.)...»  (Mücadele: 3)

(199) «...Bunun da kefareti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sinden on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahut bir kul azad etmektir...» (Mâide: 89)

I11) Kur'ân, bazı köleleri zekâta müstahak olan sekiz sınıftan biri olarak kabul etmiştir. Yani devlet, halktan alacağı zekâtın 1/8 ini kölelerin azad edil­mesi yoluna tahsis edecektir.

  1. IV)Kur'ân, kölelerden bir mal karşılığında hürriyete kavuşturulmasını isteyenlerin dileklerini yerine getirmeyi, efendisine emrettiği gibi böyle bir akdin vukuu halinde köleden islenecek meblağın bir an önce ödenmesi hususunda Müs­lümanların yardımcı olmalarını istemektedir.

(200) «...Ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyelerden) mükâtebc isteyenlerin, eğer onlarda bir hayır biliyorsanız, kitabete kesin, onlara Allah'ın size verdiği mallardan verin...» (Nur: 33)

Kölelerin azad edilmesi yukarıda belirtildiği veçhiyle Kur'ân'da istendiği gibi, hadîslerde de aynı istek te'yid ve teşvik edilmektedir. Diğer taraftan Müs-

tumanların elinde bulunan kölelere karşı merhametli olmak, yiyecek ve giye­cek hususunda efendisinin aile efradından ayırdedilmcmesi ve benzeri hususlar da hadîslerde gereği kadar ve defalarca tavsiyeler yapılıyor.

Savaş esirlerinin köle edinilmesi  gerekliliği  hakkında  Kur'ân'da açık bir hükme rastlan amaz. [46]

 

Savaş Ganimetleri

 

Araplar İslâm'dan Önce savaşlardan ganimetler alır ve muhariplere da­ğıtmakla beraber büyük bir kısmı başkana verilmek üzere dağıtım dışında tu­tulurdu. Bazı Arap ediplerinin eserlerinden anlaşıldığına göre ganimetten, en değerli eşya önce başkana takdim edilirdi. Ondan sonra kalanm 1/4 ü" yine başkana ayirdedilirdi. İslâmiyet zuhur ettikten sonra ilk ganimet Bedir sava­şında elde edilince herkes bunun tevzi şeklini öğrenmek istedi. Bu"hususta ön­ce inen âyet:

(201) «(Habibim) sana harp ganimetleri (nin hükmünü) sorarlar...De ki, (bu) ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür...» (Enfâl: 1)

Sonra inen ve tevzi şeklini açıklayan âyet:

(202) «…bilin ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin mut­laka beşde biri Allah'ın, Resulünün, hısımların, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur...» (Enfâl: 41)

Bundan sonra Peygamber, âyette sıralanan sınıflara dağıtmak üzere gani­metin 1/5 ini ayırmaya başladı ve şöyle buyurdular:

«Ganimetinizin ancak beşde biri bana aittir. O da sizlere iade edi­lir.[47]

.Çünkü bunun çoğu sosyal hizmetlere harcanırdı.

Muhariplerin  savaşması  olmadan   düşmanlardan   alınan  ve   «fey1»   denilen malların dağıtım şekline aşağıdaki âyetler işaret etmektedir :

(203) «Allah'ın (fethedilen diğer küffar) memleketler (i) ehâlisiri-den Peygamberine verdiği «Feyi'» «Allah'a, Peygamberine, hısımlara, ye­timlere yoksullara, yolda kalanlara aiddir. Tâki (bu mallar) içinizden (yalınız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın...- (Haşr: 7)

(204) «(Bilhassa o feyi'), hicret eden fakirlere âiddir ki onlar Al-Iah'dan fazl (u inayet) ve hoşnudluk ararlar ve Allah ve Peygamberine (malları ile, canları ile) yardım ederlerken yurdlarmdan ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmıştır. İşte bunlar saadıkların ta kendileridir.»

«Onlardan evvel (Medine'yi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kim­seler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakr-u ih­tiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muradlarına eren­ler onların ta kendileridir.»

«Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: «Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi yarlığa, iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma, ey Rabbimiz, şüphesiz ki Sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.» (Haşr : 8 - 9 -10)

Peygamberin   katıldığı   ve  Kur'ân'ın  kısmen   temas  ettiği  savaşları   sünnet uygulamalı olarak açıklamıştır.

Peygamberin fiilen katılmadan düzenlediği bütün savaşlar Kur'ân ahkâmı­na göre yürütülmüştür. [48]

 

Peygamberin Bizzat Katıldığı  Ve Kur'an'ın Temas Ettiği Savaşlar:

 

1) Bedir Savaşı (H. 2. Yıl)

(205) «(«Bedir» ganimetlerinin taksiminden bazıları nasıl hoşlanmndılarsa) Rabbin seni Hak uğrunda evinden (harbe) çıkardığı zaman dit (hal böyle idi.) Çünkü mü’min lerden bir zümre muhakkak ki isteksiz­diler.- (Enfâl:5)

(206) «Andolsun ki siz (adetçe, silahça, binekçe düşmandan daha) zâîf ve dûn iken Allah size «Bedir» de kat'i bir zafer verdi...» (ÂI-i İm­ran : 123)

2) Uhud Savaşı (H. 3.  Yıl) :

(207) «(Ey mü'minler), gevşemeyin, mahzun olmayın, siz eğer (ger­çekten) mü'min iseniz (düşmanlarınıza gaalip ve onlardan) çok üstünsü-nüzdür...» (Âl-i îmran : 139)

3) Hamraü'l Esed (H. 3. Yıl)"

(208) «Kendilerine yara isabet ettikten sonra yine Allah'ın ve Pey­gamberin davetine icabet edenler...» (Âl-i İmran : 172)

4)Küçük Bedir (H. 4.   Yıl)

(209) «Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine: «(düşmanları­nız olan) insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun» dedi de bu (söz) onların imanını artırdı ve: «Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir» dediler...»

-Bunun üzerine kendilerine hiç bir fenalık dokunmadan Allah'dan nimet (afiyet ve selâmet) ve faz!~(-u ticaret) ile geri döndüler. (Bu sîiret-Ie) Allah'ın rızasına da uymuş bulundular. Allah, çok büyük lûtf-u inayet sahibidir.» (Âl-i İmran : 173 -174)

5) Beni Nadir

 (210)  «O, Ehl-i Kitaptan küfredenleri ilk sürgünde yurdlarından çı­karandır...» (Haşr: 2)

6) Hendek Savaşı

 (211) «Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki (bunca) nimetini ha­tırlayın, o zamanda ki size (düşman) ordular (ı) saldırmişdi da biz onla­ra karşı bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik...» (Ah-zâb: 9)

7) Benî Kurayza (H. 5, Yıl)

(212) «Kitablılardan olupda onlara müzaharette bulunanları da, yü­reklerine korku düşürerek, kal'alanından indirdi. Bİr kısmını öldürüyor­dunuz, bir kısmını da esir ediyordunuz.»

«Onların yerlerine, yurdlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığı­nız diğer araziyede sizi mirasçı yaptı. Allah her şey'e hakkıyle kadirdir.) (Ahzâb : 26 - 27)

8) Hudeybiye Savaşı (h. 7.  Yıl)

(213) «Gerçek, sana bîat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir...» (Feth:10)

9) Hayber Savaşı (H. 7. Yıl)

(214) Andolsun ki Allah mü'mînlerden-seninle o ağacın altında bîat ederlerken-raâzi olmuştur da kalplerindekini bilerek üzerlerine kuvvei mâ'neviyyeyi indirmiş ve onları yakın bir feth i!e ve alacakları bir çok ganimetler ile mükafatlandırmıştır. Allah mutlak gaaliptir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.» (Feth â 18 -19)

10)  Mekke Fethi (H. 8. Yıl)

(215) «...İçinizde fetihden evvel (Allah yolunda) harcayan ve mu­harebe eden kimseler (diğerleri ile) bîr olmaz. Onlar derece itibariyle (o fetihden) sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha büyüktür. (Bu­nunla beraber) Allah (bu iki zümreden) her birine en güzel olanı (cen­neti) va'detti...» (Hadîd : 10)

(216) «Allah'ın nusratı ve fetih gelince.»  (Nasr : 1)

11) Huneyn Savaşı (7ı. 8.  Yit)

(217) «Andolsun ki Allah bir çok (savaş) yerler (in) de ve Huneyn gününde size yardım etmiştir. (O Huneyn günündeki) çokluğunuz o za­man size uçub vermişdi de bu, size (gelecek kazadan) bir şeyi gidermeye yaramamışdı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti. Niha­yet (bozularak) gerisin geri dönüp gitmişdiniz.»

«Sonra Allah; Resulü ile mü'minlerin üzerine sekînetini (kuvve-i mâ'-neyiyyesini) indirdi, görmediğiniz (Melek) orduları (m) indirdi. Ve kâ­firleri azaplandırdı. Bu, o kâfirlerin cezası İdi.- (Tevbe: 25 - 26)

12) Tebûk (Usret) Savaşı (/,, 9.  Yıl): Diğer savaşlara nazaran kur'ân'ın çok yer verdiği bir savaştır. buna ait âyetlerin başlangıcı:

 

(218) «Ey iman edenler, ne oldunuz ki size: «Allah yolunda el birlik  çıkın» denildiği zaman yere (mıhlanıp) ağırlattınız? Ahiretden (vaz geçip yalınız) dünya hayatına mı raazî oldunuz? Fakat bu dünya hayatının faidesi ahiretin yanında pek azdır.» (Tevbe: 38)

Müteakip âyetler de aynı konudadır.

Bütün bu savaşlar yukarıda zikrettiğimiz Kur'ân prensiplerine tamamen uygun olarak cereyan etmiştir. Yani saldırıları def etmek, İslâm davetini sağ­lamak  ve getirmiş olduğu sulha herkesin  saygılı olmasını  gerçekleştirmek.

Arabistan yarımadası halkı İslâmiyet etrafında toplanıp bağlılıklarını ifa­de ettikten sonra Peygamberin dünya hayatı sona erdi. [49]

 

Aile   Nizamı

 

Kur'ân'ın beyan ettiği nizamlardan birisi de âile nizamıdır. Kur'ân, evle­nip yuva kurmayı meşru kılmış ve evlenme akdine, «Ağır Misak» adını ver­miştir.

(219) «...Onlar sizden kuvvetli teminat da aldılar.»  (Nisa; 21)

Kur'ân, karı koca arasında muhabbet  ve şefkat duygusunu yarattığını ve bunun insanoğluna bir nimet olarak verildiğini beyan eder.

(220) «Sîze nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler ya­ratmış olması, aranızda bir sevgi ve esirgeme yapması da O'nun âyetle-rindendîr. Şüphe yok ki bunda fikrini iyi imâl edecek bir kavm için elbet­te ibretler vardır.» (Er-Rûm : 21)

Kur'ân, karı-kocayı yekdiğerine libas (örtü) kılmıştır. Yani karı kocasıyle, koca karısıyla sükûnet buîur.

(221) «...Onlar sizin için, siz de onlar için, birer libassınız...» (Ba­kara: 187)

Kur'ân, evlenmeyi önemle tavsiye etmiştir. Bu teşvikde çeşitli faydalar yanında ümmetin çoğalmasının öngörüldüğü unutulmamalıdır. Zira hadîs-i şerifde şöyle buyurulur:

«Evleniniz, tâ ki çoğalasınız. Çünkü ben kıyamet günü diğer ümmet­ler karşısında sizlerle iftihar ederim.»

Evlenmeyi  teşvik  eden  âyet :                                                      

(222) «İçinizden bekârları ve kölelerinizden, cariyelerinizden sâlih (mü'min) olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah onları (evlenmeleri sayesinde) fazl (-ü kerem) iyle zengin yapar. Allah (ın lütfü) boldur, (O, her şeyi) hakkıyle bilendir.» (Nur: 32)

Erkeğin alacağı zevcelerin sayısı hakkında Araplar arasında belirli bir sı­nır yoktu. Çoğu zaman bir erkeğin nikâhı altında on kadın bulunurdu. Bu ortamda gelen Kur'ân, müteaddit kadınlar arasında adaletsizlik etmekten emin olan kimseler için normal bir sınır vazederek şöyle buyurdu :

(223) «...Sizin için helal olan (diğer kadınlardan) ikişer, üçer, dör­der olmak üzere nikâh edin. Şayet (hu suretle de) adalet yapamıyacağı-nızdan endişe ederseniz, artık bir zevce ile (iktifa ediniz.)...» (Nisa: 3)

Birden fazla kadınla evlenmek hükmünde aşağıdaki hususlar öngörülmüş­tür:

1) Tecrübelerle sabit olduğu  veçhile çoğu zaman bir insanın  tabiî ihti­yaçlarının giderilmesi için  bir kadının yeterli olmayışı.

2) Neslin çoğalması.

Ancak Şart* nazarında, yukarıda öngörülen hususlara hâkim olacak, başka bir deyimle onları gölgeleyecek adaletsizlik korkusunun olmayışı şarttır. Son­ra, birden fazla kadınla evlenmek Sâri' nazarında yapılması gerekli bir prensip

değildir.  Ancak  âyetten  anlaşılacağı  veçhile,  takdiri  mükellefe  racî   mubahlar­dandır. Bu mübahlık da ilâhî sınırlara tecavüz etmemek şartına bağlıdır.

Kur'ân  aralarında kan, sıhrî ve süt yakınlıklarından birisi bulunan erkek ile bazı  kadınların  evlenmelerini  yasak,  kılmıştır.

(224) «Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak (cahiliyet devrinde geçen) geçmiştir. Şüphe yok ki, o, bir hayasızlıkdı. (Al­lah'ın en büyük) hışmı (na bir sebep) di. O, ne kötü bir yoldu.

Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, bi­rader kızları, hemşire kızları, sizi emziren (süt) analarınız, süt hemşirele­riniz, kanlarınızın anaları, kendileriyle (Zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız (la evlenmeniz) size haram edildi. Eğer onlarla (üvey kızlarınızın analanyle) zifafa girmem işse niz (onlarla evlenmenizde) size bir beis yok. Kendi sulbünüzden (gelmiş) oğul­larınızın karıları (ile evlenmeniz) ve iki kız kardeşi birlikte almanız da (keza haram edildi). Ancak (cahiliyet devrinde) geçen geçmiştir. Çünkü Allah hakiykaten yarlığayıcıdır. Çok esirgeyicidir.

Diğer bütün kocalı kadınlar (la evlenmeniz de size haram edildi. Bu hürmetler)... üzerinize Allah'ın farzı olarak yazılmıştır...» (Nisa: 22, 23, 24)

[50]Ayrıca sünnet bir kadın ile halasını veya teyzesini bir erkeğin nikâhı altında beraber bulundurmayı yasaklamıştır. Keza kan yakınlığından nikâhlanamayan kadınların durumunda olan süt yakınlarının da nikâhlanamıyacağını be­yan etmiştir.

Kur'an,   bir   Müslümamn   bir  müşrike   ile   evlenmesini   veya   bir  müşrikin Müslüman  bir kadınla  evlenmesini  yasaklamıştır.

(225) «(Ey mü'minlcr) Allah'a eş tanıyan kadınlarla (müşriklerle), onlar imana gelinceye kadar, evlenmeyin. İman eden bîr cariye, müşrik bir kadından -bu, sizin hoşunuza gitse de – elbette  hayırlıdır. Müş­rik erkeklere de, onlar iman edinceye kadar, (mü'min kadınları) nikah­lamayın. Mümin bir kul müşrikden -o, sizin hoşunuza gitse

de- elbet­te hayırlıdır. Onlar sizi cehenneme çağırırlar. Allah ise, kendi iradesiyle, cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara âyetlerini apaçık söyler, tâ ki iyice düşünüp ibret alsınlar.» (Bakara: 221)

Kur'ân, Müslüman bir erkeğin chl-i kitap olan kadınlarla evlenmesini helal kılmıştır.

(226) «...Namuskâr, zinaya sapmamış ve gizli dostlar da edinmemiş (insanlar) halinde (yaşamanız şartiyle) mü’minlerden hür ve iffetli ka­dınlarla kendilerine sizden evvel kitap verilenlerden yine hür ve iffetli ka­dınlar dahi, siz onların mehirlerini ver (ip nikah ed) ince (size helaldir). Kim imam tanımayıp kâfir olursa her halde bütün yaptığı boşuna gitmiş­tir. Ve o, ahirette en çok ziyana uğrayanlardandır.» (Maide : 5)

Kur'ân, hür bîr kadınla evienme masrafını bulamayan bir erkeğin cariye ile evlenmesini mubah kılmıştır.

(227) «Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse o halde sağ ellerinizin malik olduğu mü'min ca­riyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kimi­nizden (haasıl olmuşsunuz) dur, O halde -fuhuşda bulunmayan, gizli dost­lar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere- onları, sahiplerinin iz­ni ile, kendinize nikahlayın. Ücretlerini (mehirlerini) de güzellikle onlara verîn...» (Nisa: 25)

Sünnet, evlenme akdinin icrası için bazı kayıtlar koymuştur. Kur'ân da er­keğin evleneceği kadına mehir ödemek yükümlülüğünü vazeylemiştir.

(228) «...Onlardan maadası ise - namuskâr ve zinaya sapmamış (insanlar) halinde (yaşamanız şartiyle) mallarınızla (mehir vermek ve­ya satın almak suretiyle) ara (yıp nikâhla) manız için— size helâl edildi. O halde onlardan hangisi ile kayıtlandı iseniz ücretlerini takdir edildiği veçhile verin. O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoş­luğu İle uyuştuğunuz şey (miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyle bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibi­dir.» (Nisa: 24)

Kur'ân, erkeğe nisbeten kadının mevkiini aşağıdaki âyetlerde kısmen açık­lamıştır :

 (229) «...Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gi­bi kadınların da onlar üzerinde (hakları) vardır. (Yalnız) erkekler onlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye mâlikdirler...» (Bakara: 228)

(230) «Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler. O sebeple ki Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlardan) üstün kılmıştır. Bir de (erkekler onları) mallarından infak etmektedirler. İyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah kendi (hak) larını nasıl koruduysa onlar da öylece göze görülmeyeni koruyanlardır. Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız ka­dınlara gelince: Onlara (evvela) öğüt verin, (vazgeçmezlerse) kendilerini yataklar (in) da yalnız bırakın. (Yine kâr etmezse) döğün. Size itaat eder­lerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok yücedir. Çok bü­yüktür.» (Nisa: 34)

(231) «Eğer bir kadın, kocasının uzaklaşmasından (yatağını terket-mesinden, nafakasında ihmal göstermesinden), yahut (her hangi bir su­retle kendisinden) yüz çevirmesinden endişe ederse sulh ile aralarını dü-

zeltmek d e ikisine de vebal yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırlanmıştır. Eğer iyi geçinir, (kadınlara cefadan) sakınırsa­nız şüphesiz ki Allah yapacağınız her şeyden tamamen haberdardır.

Kadınlar arasında adalet (ve müsavatı tatbik) etmenize ne kadar hırs gösterseniz, asla güç yetiştiremezsiniz. Bari (birine) büsbütün meyledip-de ötekini (ne dul, ne kocalı bir durumda) askılı gibi bırakmayın. Eğer (nefsinizi) İslah eder, (haksızlıktan) sakınırsanız şüphe yok ki Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.» (Nisa : 128 -129)

Kur'ân, hukuk bakımından erkek ile kadın arasında eşitlik prensibini vazetmekle beraber aile ocağında erkeği reis kılmıştır. Bunun yanında onun aile efradına, özellikle eşine iyilik etmesini defalarca emrettiği gibi sünnet de buna geniş yer vermiştir. [51]

 

Boşama

 

Kur'ân, evlenme nizamını kurduğu gibi, boşama nizamını da getirmiştir. Boşama işini bazı kayıtlara bağlayarak evlenme akdini, Ani tepkilerin hilcımıu-na maruz bırakmamıştır. Böylece kurulan aile ocağının devamını te'minat altı­na almıştır. Ani kararlarla yuva bozmayı frenlemiştir. Şöyle ki:

  1. I)Eşine karşı nefret duymaya başlayan erkeğin, vicdanına müracaatla eşi­nin iyi yönlerini hatırlaması istenmektedir.

(232) «...Onlarla (kadınlarınızla) iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoş. ianmadınızsa olabilir ki bir şeyi sizin hoşunuza gitmez de Allah onda bir çok hayır takdir etmiş bulunur.» (Nisa': 19)

Aşağıdaki hadîs de aynı mealdedir : [52]                                     .    .

Mü’min bir erkek mü’min bir kadına buğz  etmemelidir Eğer onun bir huyundan hoşlanmazsa diğer bir huyundan memnun olacaktır.

 Kur’an erkeğe bu tavsiyelerde bulunduğu gibi, uzlaşma talebine kadını da teşvik etmiştir

 (233) «Eğer bir kadın, kocasının uzaklaşmasından (yatağını terk et­mesinden, nafakasında ilımal göstermesinden), yahut (her hangi bir suret­le kendisinden) yüz çevirmesinden endişe ederse sulh ile aralarını düzelt­mekte ikisinede veba! yoktur. Sulh daha hayırlıdır...» (Nisa: 128)

  1. II)Kur'ân, karı koca arasında geçimsizlik ye huzursuzluk korkusu halinde tarafları temsil edecek iki hakemin tayinini emretmiştir.

(234) «(Eğer karı ile kocanın) aralarının açılmasından endişeye dü­şerseniz o vakit (kendilerine) erkeğin ailesinden bir hakem, kadının aile­sinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarında (ki dargınlık yerine geçime), onları (uyuşmaya) muvaffak buyurur. Şüp­hesiz ki Allah hakkıyle bilicidir, (her şey'in künhünden) haberdardır.» (Nisa : 35)

Âyetteki hitap bütün mü'minlcre tevcih edilmiştir. Bu emrin İnfazı devle­tin yetkili kıldığı ülûl-emr'in görevidir.

III) «Kur'ân, bir ve ikinci maddede öngürülen emirler uygulandığı halde geçimsizliğin önlenememesi ve başka çare kalmaması halinde yapılacak şeyin, kadının aybaşı âdetinden temiz olduğu süre içerisinde ve henüz cinsî münase-betde  bulunmadan  boşama  işinin yapılmasını emretmiştir. [53]

(235) «Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit iddetierîne doğ­ru boşayın. O iddeti de sayın. Rahbiuiz olan Allah'dan korkun...» Ta­lâk:!)

Rcsıiliillah (S.A.) bu emrin hilâfına ailesini boşayan Hz. Ömer'in oğlunu (Abdullah) kınayarak karısına dönmesini ve bilâhare dilediği takdirde Kur'ân emrine uygun olarak boşama yoluna gidebileceğini emretti.

  1. IV) Kur'ân, boşanan kadının iddet süresince kocası tarafından temin edi­lecek evde kalmasını emreder. Zira, çıkmasını gerektiren bir durum olmadıkça evlilik hâli bir bakıma devam eder.

(236) «...Onları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar. Meğer ki apaçık bir kötülük (meydana) getirmiş olsunlar. Bunlar Allah'ın hudududur. Kim Allah'ın hududunu (çiğneyip) aşarsa muhakkak ki ken­disine yazık etmiş olur. Bilmezsin, olur ki Allah bunun arkasından bir iş peyda ediverir.» (Talâk: 1)

  1. V)Kur'ân, boşanan kadının iddeti sona erince kocasını ona dönmek ve­ya fiilen ve kesin olarak ondan ayrılmak hususunda serbest kılmıştır. Ancak bu iki durumdan birisini iki şahid huzurunda seçmesini emretmiştir.

(237) «Sonra (o kadınlar) müddetlerini doldur (mıya yaklaş) dıkla-rı zaman onları ya güzellikle tutun, yahud güzellikle kendilerinden ayrılın ve içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şâhid yapın...> (Talâk: 2)

Kur'ân, kadının henüz iddeti bitmemiş iken kocasının dilerse ona dönebi­leceğini hükme bağlamakla bir bakıma nikâhın henüz devam ettiğine işaret eder. Dolayısıyle İddet bitmedikçe kadının başkasıyle evlenmesini yasaklar.

(238) «...Kocaları bu bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almaya (herkesten) çok lâyikdırlar...» (Bakara: 228)

  1. VI) Kur'ân,  iddet denilen bekleme  süresini  emreder.  İddet çeşitlidir. Aybaşı âdetini gören kadının iddeti üç tam temizlik halidir.

(239) «Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlen­me müddeti beklerler (beklesinler)...» (Bakara:228)

Aybaşı âdetinden kesilmiş olan kadın ile âdet görme çağına erişmemiş olan kadının iddet süresi üç aydır.

(240) «Kadınlarınız içinden artık âdetten kesilmiş olanlarla henüz âdetini görmemiş bulunanlar (in iddetlerin) de, eğer şüphe ederseniz, on­ların iddeti üç aydır.,.» (Talâk: 4)

Hamile kadınların iddeti ise; doğum yapmasıdır.

(241)    «...Yüklü kadınların iddetleri ise yüklerini vaz'etmeleri (Ie bi­ter).» (Talâk: 4)

Evlendikten sonra henüz cinsî münasebet  vuku  bulmadan önce boşanan kadın iddetten muaf tutulmuştur.

(242) «Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahlayıp da sonra, ken­dilerine dokunmadan, onları boşadığmız zaman sizin için üzerlerinize sa­yacağınız bir iddet yoktur. O sûretde onları faidelendirip  kendilerini gü­zel bir şekilde salıverin.» (Ahzâb: 49)

Kur'ân, erkeğin boşadığı ailesine iddeti süresince şefkatli davranmasını emreder.

(243) «(Boşanan) o kadınları, gücünüzün yettiği kadar, ikaamet et­tiğiniz yerin bir kısmında oturtun. (Evleri) başlarına dar etmek (onları çıkmaya mecbur kılmak) için kendilerine zarar yapmayın. Eğer onlar yük­lü iseler yüklerini koyuncaya kadar nafakalarını verin. Eğer (kendilerin­den olan evlatlarınızı) sizin faidenîze emzirirlerse onlara ücretlerini verin. Aranızda (bu hususta) güzelce müşavere edin. Eğer güçlüğe uğrarsanız o halde (çocuğu onun (hesabına) bir başka (kadın)emzirecektir.

 (Haali, vakti) geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı ken­disine daraltılmış olan (fakir) de nafakayı Allah'ın ona verdiğinden ver­sin. Allah hiç bir nefse, ona verdiğinden başkasını yüklemez. Allah, güçlü­ğün arkasından kolaylık ihsan eder.» (Talâk : 6 - 7)

VII) Kur'ân, nikâh akdinde mehri belirtilmeyen ve zifaf olmadan boşa­nan kadına teselli vesilesi olmak üzere gerekli yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının giderilmesini  dinî  bir  görev olarak   ve  ödenmesi  gerekli  bir  hak  mahiyetinde kocasına yüklemiştir.

(244) «Kendileriyle temas etmediğiniz, yahut kendilerine bir mehir ta'yîn eylemcdiğiniz kadınları boşamışsanız  (bunda) üzerinize veba! yok­tur. Onları — zengin olan (iniz) kudretince, darda bulunan (ınız) da haalin-ce (olmak üzere) — maruf bir. faîde ile faidelendiriniz. Bu, iyilik etmek şiarında bulunanların üzerine bir borçtur.» (Bakara: 236)

(245)    «...O suretde onları faidelendirip kendilerini güzel bir şekilde salıverin.» (Ahzab : 49)

Ayrıca boşanan kadınlara her durumda yardım edilmesi aşağıda yazılı âyet­le istenmektedir :

(246) «Boşanan kadınların da meşru surette faydalanmaları hakla­rıdır ki bu, Allah'dan korkanlar için bir vazifedir.» (Bakara: 241)

Kur'ân, nikâh akdinde mehri tesbit edilmiş olan kadın duhulden önce boşanırsa mehrin yansının ödenmesini kocasına farz kılmıştır.

(247) «Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha evvelden onlara bir melür tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğiniz (o ınehr) in yarısı onlarındır.Meğer ki kentlileri vazgeçmiş olsun­lar, yahut nikah düğümü elinde bulunan kimse bağış yapmış olsun. (Ey erkekler) sîzin bağışlamanız takvaaya daha yakındır. Aranızdaki üstün­lüğü unutmayın . . Şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyle görücüdür.» (Ba­kara : 237)

    Kur'ân, zevcin karısına vermiş olduğu  bir malı  boşama olayından sonra geri  almasını yasaklamıştır.                                                                                               

(248) Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak is­terseniz öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile içinden bir .şey al-uıtıytn. (Kendisine hem) bir iftira ve açık bir günah (yükler, hem) alır mısınız onu?. Onu nasıl alırsınız ki birbirinize karılıp katıldınız. Onlar siz­den kuvvetli te'minat da aldılar.» (Nisa: 20-21)

Ancak Kur'ân, karı koca, evliliğin gerektirdiği dinî yükümlülüklere göre hareket cdemiyccekicri k tuk usu içinde oldukları ve ayrılma zarureti duyduk­ları 7anıan koca, karısından alacağı bir mal karşılığında boşayabilir hükmünü getirmiştir.

(249) «... (Ey zevceler) onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şey'i (mehri Beri) almanız sîze hela! olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarım (evlilik haklarım) ayakta tutamıyacaklarından korkmuş (ümitlerini kes­miş) olsunlar. Eğer bu suretle siz de onları (zevç ve zevcenin), Allah'ın sı­nırlarını hakkiyle muhafaza ve ifa edemeyeceklerinden korkarsaııız o halde (kadının serbest boşanması için) fidye vermesinde (hakkından vazgeç­mesinde de) ikisi üzerinde de vebal yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır.

Onları (çiğneyip) geçmeyin. Kim Allah'ın sınırlarım aşarsa, işte onlar zaa-limlcrin tâ kendileridir.» (Bakara: 229)

  1. IX)Kur'ân, boşamanın tedricî olmasını öngördüğünden ve bir anda âiie hayatının yıkılmasını uygun görmediğinden aralıklı olarak birer talâk ile boşa­manın daha uygun olacağını belirtmiş ve bu nedenle talâk sayısını üçe çıkar­mıştır.

(250) «Boşama iki defadır. (Ondan sonrası) ya İyilikle tutmak, ya güzellikle salmaktır...» (Bakara: 229)

İkinci defa boşama yemini yaptıktan sonra bir defa daha boşama yemini yapan erkeğe ailesi haram kılınarak tamamen boşanmış sayılır. Artık ikisi de kendilerine başka hayat arkadaşlarını arayabilirler.

Boşanan kadın başka bir erkekle evlendikten sonra şayet ikinci kocası ile aralarında çıkan bazı sebepler nedeniyle kocası tarafından yukarıdaki usule gö­re boşanırsa ilk kocası ile evlenmesi yasaklanmamıştır.

(251) «Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boş arsa ondan son­ra kadın kendinden başka bir ere nikahlanıp varıncaya kadar ona (o birin­ci zevcine) helal olmaz. Bununla beraber, eğer bu (yeni) koca da onu boşar da onlar (birinci zevç ile aynı zevce) Allah'ın sınırlarım ayakta tuta­caklarını (tatbik edeceklerini) zannederlerse (iddet bittikten sonra) tek­rar birbirine dönmelerinde (evlenmelerinde) her ikisi hakkında da vebal yoktur. Bunlar bilir, anlar bir kavm için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.» (Bakara: 230)

Sahih-i Müslim'de (4. Cüz, 183. S. İst. h. 1331 baskılı). İbn-i Abbas'tan rivayet edilen bir Hadîs'e göre Hz. Ömer'in hilâfetinin ikinci yılına kadar 3 ta-îâk yemini ile bit talâk düşerdi. Hz. Ömer, halkın bu imkânı iyi değerlendir­memesi üzerine bu yeminle 3 talâkın düşeceğine hükmetti. (Hz. Ali ve Ebu Mu­sa hariç diğer sahabîîerin bu hükümde müttefik oldukları rivayet edilir.

Boşamanın tedricî olması ise üç talâkın birden olmayıp aralıklı zaman­larda yemine konu edilmek suretiyle yapılmasıdır ki,    bu beşama şeklinin iki

tarafın yararına olduğu malûmdur. Bu şekilde olmayıp da üç talâkla yemin etmek halinde bu faydalara imkân kalmadığından böyle bir yeminin yalnız bir talâk hükmünde kabul  edilmiş olduğu  kanaatindeyim. [54]

Kur'ân, cahiliyet devrinde muteber olan kan-koca ayrılma çeşitlerini zik­rederek getirmiş olduğu nizamı beyan eder.

  1. a)   îlâ : Erkeğin karısına yanaşmamaya ait yaptığı yemin :

(252) «Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay bekle­mek vardır. Eğer erkekler (o müddet İçinde kefaret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki Allah cidden yarlığayıcı hakkıyle esirgeyicidir.»

Eğer (o suretle yemin edenler ric'at etmeyip de kadınlarını) boşama­ya karar verirlerse (ayrılırlar). Şüphesiz Allah (onların sözlerini) hakkıy­le işidici( niyetlerini) gerçekten bilicidir.» (Bakara: 22G-227)

Böyle bir kimseye tanınan en çok süreyi tesbit eden âyet, bu süre zarfın­da yeminini bozması halinde bundan dolayı işlediği günahın affedileceğini açıklar:

(253) «Allah'ı, yeminlerinizden dolayı iyilik etmenize, (fenalıktan) sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah (her şe­yi) hakkıyle işidici, kemaliyle bilicidir.»

«Allah, sizi yeminlerinizdeki «lağv» dan dolayı sorumlu tutmaz. Fa­kat sizi kalplerinizin azmettiği yeminler yüzünden muahaze eder. Allah çok yarlığayıcıdır,  halimdir (kııllnrının günahı sebebiyle rızıklarını da ke­sici değildir.)»  (Bakara:  224-225)

  1. b) ZİHAR :Araplarda kadınların kocalarına haram kılınmasının çeşitle­rinden birisi de erkeğin karısına hitaben : «Senin sırtm annemin sırtı gibidir» ve benzeri sözlerle karısını haram kılmak idi ki, buna zihâr denir. Bu konuda aşağıdaki âyetler inmiştir :

(254) «(Hahibim) zevci hakkında seninle direşip duran, (nihayet ha­linden) Allah'a da şikâyet etmekte olan (kadın) in sözünü (umulduğu veçhiyle) Allah dinlemiştir. Allah sizin konuşmanızı (zaten) işitiyordu. Çünkü Allah hakkıyle işitiei, kemaliyle görücüdür.

İçinizden «Zihâr» yapagelenlerin karıları onların anaları değildir. Ana­ları kendilerini doğuranlardan başkası değildir. Şüphe yok ki onlar herhal­de çirkin ve yalan bir laf söylüyorlar. Muhakkak Allah çok bağışlayıcı, çok yarlığayıcıdır.»

«•Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra dediklerini geri ala­caklar (için), bir bîrleriylc temas etmezden evvel, bir köle azad etmek (lâzımdır). İşte size bununla öğüt veriliyor. Allah, ne yaparsanız, hakkıylc haberdardır. Fakat kim (bunu) bulamazsa, (yine) birbiriyle temas etmez­den evvel, fasılasız iki ay oruç (tutsun). Buna da güç yetiremezse altmış yoksul (doyursun). (Kefâretdeki) İm (hafifletme) Allah'a ve Peygambe­rine iman (da sebat) etmekte olduğunuz içindir. Bu (hükümler) Aallah'ın {tayin  ettiği)   hadlerdir.   (Bunları  kabul etmeyen)   Kâfirler  için  ise  ek-m verici azab vardır.»  (Mücadile:  1-2-3-4)

Yukarıda kısaca meallerim beyan elliğimi/, âyetler tetkik edildiği ve ger­çek manada riayet edildiği takdirde her yünü ile hayırlı olduğu en-ülür. /.İra diğer dinlerde ve cahiliyet devri âdillerinde görülen ifrat ve tefriie yer veril­memiştir. Başka bir deyimle aşırı geçimsizlik ve şiddetli nefret olduğu zaman kan kocanın hayat arkadaşlığına devam mecburiyeti getirmediği gibi, boşan­mayı ulu orta, kolay ve tazminatsız bırakmamıştır. [55]

 

Kocası Ölen Kadının  İddet Durumu :

 

(255) - »Sîzden zevceler (ini geride) bırakıp ölecek olanlar eşleri­nin (kendi evlerinden) çıknrıimtyarak yılına kadar faidelcnmesİni (bakıl­masını) vasıyyet (etsinler). Bunun üzerine onlar (kendiliklerinden) çı­karlarsa artık onların bizzat yaptıkları meşru işlerden dolayı size mesuli­yet yoktur. Allah (emr-ü nehyine muhalefet ve ilâhî hududunu tecavüz edenlerden intikam almakta) mutlak ganlihlir, (Teşride ve hükümleri açıklamada da) yüce hikmet sahibidir.» (Bakara: 240)

Müfessİrlcrİrı beyanına göre Islfmıiyetin ük sıralarında kocası Ölen kadının iddet durumu ve kocasının malından istihkakı yukarıda yazılı âyetin hükmü ile tesbit edilmiştir. Ölen erkeklerin terekesinden dul kaian ailesinin bir senelik yi­yecek, giyecek ve mesken masrafı Ödenirdi. Böylece bir yıllık İddet denilen bek­leme süresi konmuştu. Kadinm aldığı masraftan başka miras hakkim haiz de­ğildi. Bilâhare mirasla ilgili inen âyetle bu ûurumdaki kaçlın mirasdan belirli bir pay sahibi kılındı. (1/4, 1/8) Dolayısıyle yukarıda hükme bağlanmış olan bir senelik masraf yükümlülüğü kaldırılmış oldu. Diğer taraftan onun iddet süresi aşağıda yazılı âyetle bir yıldan dört ay on güne indirildi :

(256) «İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendi-Irriııc di*r( ay on (gün) beklerler. İşte hu müddeti bitirdikleri zaman artık mılnrın kendileri hakkında meşru veçhile yaptıkları şeyden dolayı size gü* nnh yoktur. Allah ne işlerseniz (hepsinden) hakkıyle haberdardır.» (Ba­kara : 234)

Kıır'ân, kocasının ölümü dolayısıyla iddctde oian bir kadına herhangi bir erkeğin açıkça talip olmasını yasaklamıştır. Ancak îmâ yollu istekli olmakda bir beis görmemiştir.

(257) -(Vefat iddetini bekleyen) kadınları nikahla isteyeceğinizi çıt­latmanızda, yahut böyle bir arzuyu gönüllerinizde saklamanızda üzerinize bir vebal yoktur. Allah bilmiştir ki siz onları mutlaka hatırlayacaksınız. Ancak kendileriyle gizlice va'dleşmeyin. (Çıtlatma suretinde) meşru bir söz söylemeniz ise başka. (Farz olan iddet), sonunu buluncaya kadar da nikah bağını bağlamaya azmetmeyin ve bilin kİ Allah kalplerinizde olanı muhakkak biliyor. Artık ondan sakının ve yine bilin ki şüphesiz Allah çok yarlığayıcıdır, gerçek hilm sahibidir. (Cezada acele edici değildir.)» (Ba­kara : 235)

Kur'ân, boşanan bir annenin emzikli çocuğunu emzirmesini istemiştir.

(258) «Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler (bu hüküm) em­meyi tamam yaptırmak isteyen (ler) içindir. Onların (annelerin) maruf vech île yiyeceği, giyeceği; çocuk kendisinin olan (babaya) âiddir. Kimse takatından ziyadesiyle mükellef tutulmaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de bir çocuk kendisinin olan (bir baba) çocuğu sebebi ile zarara sokul­masın. Mirasçıya düşen (vazife) de bunun gibidir. Eğer (ana ve baba) aralarında rıza ve müşavere île (biHttifak çocuğu iki sene dolmadan) me­meden kesmeyi arzu ederlerse ikisinin üzerine de vebal yoktur. Çocukları­nızı (başkalarına) emzirtmek isterseniz meşru sûretde verdiğiniz (emzir­me ücretin)i teslim etmek (ödemek) şartıyle yine uhdenize vebal yoktur. AHah'dan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah, ne yaparsanız hukkiyle gö­rendir.» (Bakara: 233) [56]

 

Aile Nizamı İle İlgili Hususlar:

 

  1. I)Yetimlere ve mallarına nezaret edenlere ait tavsiyeler:

(259) «...Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: «Onîars yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, (yetimlerin) salâhına çalışanlarla (onların mal ve haalinde) fesâd ve fenalık yapanları bilir. Eğer AİIah dileseydi si­zi muhakkak zahmete sokardı. Şüphesiz Allah mutlak gaalibtir, Tam hü­küm ve Hikmet sahibidir.» (Bakara: 220)

(260) «Yetimlere (rüşdüne gelince) mallarını verin. Temizi murda­ra rieğişim<yiıı. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir gümıhdır.» (Nisa: 2)

(261) «Yetimleri nikah (çağın)a erdikleri zamana kadar (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir aklî ve salâh gördünüz mü mallarını on­lara teslim edin. Büyüyecekler (de ellerine alacaklar) diye bunları israf ile tez elden yemeyin. (Velilerden) kim zengin ise (yetimin malını yeme­ye tenezzül etmesin) kaçınsın. Kim de fakir ise o halde Örfe göre (bir şey) yesin. Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit karşılarında bir şahit bulundurun. Tam bir hesap sorucu olmak bakımından ise Allah yeter.» (Nisa : 6)

(262) «Arkalarında aciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde on­lara karşı (halleri ne olacak dî"e düşünüp) endişe edenler, (himayeleri al­tındaki yetimler ve diğer mirasçılar hakkında da aynı hissi taşımaktan) saygı ile korksun(lar), Allah'dan sakınsınlar, (gerek vasiler, gerek onla­rın nezdinde bulunanlar hatıra gönüle bakmıyarak) sözü dosdoğru söyle­sinler.»

«Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler ka­rınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşte (Cehenne­me) gireceklerdir.» (Nisa: 9-10).

11- Vasiyyet

(263) «Sizden birinize Ölüm gelip çattığı vakit —eğer mal biraka-enksa— anaya, babaya, yakın akrabaya meşru bir surette vasıyyette bu­lunmak takva sahipleri üzerinde bir hak olarak farzcdildi.»

«Artık kim bunu (ölünün bu vasiyyetini) işittikten sonra onu teb­dil ederse her halde vebali onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz ki Al­lah hakkıyle işitici, kemaliyle bilicidir.»

«Bununla beraber, kim vasiyyet edenin haksızlığa meylinden, yahut günaha gireceğinden endişe edip de (alâkalıların) aralarını bulursa ona da hiç bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcı, hakkıyle esir­geyicidir.» (Bakara: 180-181-182)

Sünnet de vasiyyete ait önemi te'kid etmiştir.

«Malının bir kısmını vasiyyet etmek isteyen miislüman, şahitler hu­zurunda vasiyyetini yapmadıkça gecelememelidir.» [57]

III — Başkasının evine girmek için İzin isteme âdabı:

(264/A) «Ey iman edenler, kendi (ev ve) odalarınızdan başka (ev­lere ve) odalara sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden ve selâm da ver­meden girmeyin. Bu, sizin için daha hayırlıdır. Olur ki iyice düşünür (hik­metini idrak eder) siniz.»

«Eğer orada bir kimse bulmazsanız size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Şayet size «Geri dönün» denilirse dönüp gidin. Bu, sîzin için da­ha temiz (bir hareket) dir. Allah ne yaparsanız hakkiyle bilendir.»

«Meskûn olmayan, içerisinde sizin için bir menfaat (ve alâka) bulu­nan (ev ve) odalara girmenizde size bir vebal yoktur. Açıklayacağınızı da gizliyeceğinizi de Allah bilir.» (Nur : 27 - 28 - 29)

(264/B) «Ey iman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu (köle ve cari­yeleri), bir de sizden olup da henüz bulûğ çağına girmemiş (küçük) ler (şu) üç vakitde, sabah namazından önce, öğle sıcağından elbisenizi çıkara-

cağınız zaman, bir de yatsı namazından sonra (odanıza girecek olurlarsa) sizden izin istesin (ler). (Bu) üç (vakit) sizin için avret (ve halvet vakit­leri) dir. Bunlardan sonra ise birbirinizi dolaşmanızda ne sizin üzerinize, ne onların üzerine bir vebal yoktur. Allah, âyetleri size böylece açıklar. Allah (her şeyi) hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.»

«Sizden olan (hür) çocuklar bulûğ çağına ulaştığı zaman kendilerin­den evvelkilerin izin istediği gibi izin istesinler. Allah size âyetleri­ni böylece beyan eder. Allah (her şeyi) hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.» (Nur: 58-59)

(265) «...(Şu kadar ki) evlere girdiğiniz vakit Allah tarafından mü­barek ve pek güzel bir sağlık (dilemiş) olmak üzere kendinize selâm ve­rin...» (Nur: 61)

Peygamberin haneleri hakkında özel âyet:

(266) «Ey iman edenler, (bundan sonra) Peygamberin evlerine ye­meğe davet olunmaksızın, vaktına (de) bakmaksızın girmeyin. Fakat davet olunduğunuz zaman girin. Yemeği yediğiniz zaman dağılm. Söz söy­lemek veya sohbet etmek için de (izinsiz) girmeyin. Çünkü bu, Peygambere ezâ vermekte, o sizden utanmaktadır. Allah ise hak (ki açıklamak) dan çe­kinmez...» (Ahzâb: 53)

1V. Örtünme adabı iki çeşittir :

  1. a)Kadının kendi giyinişi, süslenişi, erkeğe bakması ve erkeğin ona bak-masiyia ilgili örtünme:

(267) «Mü'min erkeklere söyle: gözlerini (harama bakmaktan) sa-4cınsınlar ve ırzlarım korusunlar. Bu, kendileri için çok temiz (bir hare­ket) tir. Şüphesiz ki Allah, (kullarının ne) yapacaklarından hakkıyle ha­berdardır.   _

Mü'min kadınlara da söyle: gözlerini (harama bakmaktan) sakınsın­lar, ırzlarını korusunlar. Zînetlerini açmasınlar. Bunlardan görünen kıs­mı müstesniî. Baş örtülerini yakalarının üstünü (kapayacak surette) koy­sunlar. Zînet (mahel) lerini kendi kocalarından, yahut kendi babaların­dan, yahut kocalarının babalarından, yahut kendi oğullarından, yahut ko­calarının oğullarından, yahut kendi biraderlerinden, yahut kendi birader­lerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut kendi ka­dınlarından, yahut kendi ellerindeki memlûkelerden, yahut erkeklerden yana ihtiyacı olmayan (yani erkeklikten kalmış bulunan) hizmetçilerden, yahut henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklardan baş­kasına gostcrmesinle'r. Gizleyecekleri zînetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Hepiniz Allah'a tevbe edin, ey mü'minler. Tâ ki korktuğu­nuzdan emin, umduğunuza nail olasınız.» (Nur: 30-31)

(268) »Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadın­larına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu, onların tanınıp czû edilmemelerine daha uygundur. Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyi­cidir.» (Ahzâb: 59)

(267) «Kadınlardan hayızdan, evrat.dnn kesilmiş, artık nikaha ümit­leri kalmamış (olan ihtiyarlara gelince; gizli) zînet (mahalleri) ni erkek­lere göstermemeleri şartiyîe (dış) rubalarını bırakmalarında onlar için bir günah yoktur. (Bıımmla beraber bundan da) snlunmaları (ve örtünmele­ri) kendileri için daha hayırlıdır. Allah, hakkıyle işiden, hakkıyle bilen­dir.» (Nur: 60)

  1. b)Kadının ev dışındaki örtünmesi hususunda Peygamberin hanımlarına hitab edilen âyetler :   .'

(270) «(Vakaar ile) evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyyet (devri kadınlarının kınla döküle, süslerini göstere göstere) yürüyüşü gibi yürü­meyin...» (Ahzâb : 33)

(271) «... Bir de onun zevcelerinden lüzumlu bir şey istediğiniz vakit perde ardından isteyin onlardan. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem onların Klüpleri için daha temizdir. Sizin, Allah'ın Peygamberine ezâ vermeniz (doğru) olmadı (ğı gibi) kendinden sonra zevcelerini nikahla almanız da ebedî (caiz) değildir. Bu, Allah «ezdinde çok büyük (bir günah) dır.» [58]

 

Miras Nizamı

 

Araplar, İslâm'dan Önceki devirlerde kendilerine göre bir mîras usulünü tanırlardı. Bu usule göre yalnız Ölenin en yakın akrabası mirasçı olurdu. O varken, terekeden başka akrabasına hiç bir şey verilmezdi. Ölenin oğlu birin­ci derecede yakını sayılırdı. Ölenin erkek çocukları varken miras hakkı onlara münhasır idi. Çünkü, kılıç kuşanan, savaş elbisesini giyen ve ölüye yardım eden ancak bunlar görünürdü, ölünün kızları dahi hisse alamazdı. Ölünün erkek ço­cuklarından sonra, sırayla babası, yoksa erkek kardeşi, o da yoksa,amcası mi­rasçı kabul  edilirdi.

İslâm geldiği zaman akrabalık bağı yanında Müslüman olmak ve hicret etmiş olmak esasını getirmiş idi. Bu kanunla Mekke'den hicret etmiş Müslü­manlar ile yakınlarından Müslüman olmayan veya Müslüman olduğu halde hic­rete katılmamış olanlar arasındaki yakınlık bağı miras yönünden kopmuş sa­yılırdı. Çünkü, îslâm ümmetinin oluşturulması için fertlerin sımsıkı ve sağlam bağla yek diğeriyle kenetlenmesi zorunlu idi.

(272) «İman edip hicret edenler, Allah yolunda bulunanlar, canla-riyle cihadda bulunanlar, (muhacirleri) barındırıp yardım edenler (yok mu?), işte onlar birbirinin (mirasda) velîleridir. İman getirip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiç bir şey ile velayetiniz yoktur. (Bununla beraber) eğer onlar din hususunda sîzden yardım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle ara­larında muâhade bulunan bir kaym aleyhinde değil. Allah yapacakları­nızı hakkıyle görücüdür.»

(Kâfir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmaz­sanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur.

İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, barındıranlar, yardım edenler: İşte gerçek mü'min olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksız rızık da onlarındır.

Henüz iman edip de hicret ve sizinle beraber cihad edenler (e gelin­ce:) onlar da sizdendir...» (Enfâl: 72-75)

Daha sonra veraset hakkını ölünün yakınlarına verme prensibini koy­muştur.

(273) «...Hısımlar Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar, Al­lah her şey'i hakkıyle bilendir.» (Enfâl: 75)

(274) «...Akraba da Allah'ın Kitabında birbirine diğer mü'minler-den ve Muhacirlerden daha yakındırlar. Şu kadar ki dostlarınız için her hangi bir iyilikde bulunmanız müstesna. Bu, Kitabda yazılıdır.» (Ahzâb : 6)

(275) «(Erkek ve dişiden) her biri için baba ve ananın, yakın hısım-' iann terekelerinden de varisler yaptık (akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere dahi  hîsseIerini verin- Allah, her şeyin üstünde hakiki şahiddir. (Nisa:23)

Bu âyctlcrdcki hükümlere göre ölünün terekesi; usulü, füru'u, kan ve ko­cası gibi yakınlarına bir takım sıralamaya göre ve belirli ölçüler dahilinde tev­zi edilir.

Bir müddet sonra miras hakkının erkeklere münhasır kılınması ve kadın­ların mirasdan mahrum bırakılmasına dair cahiliyyet devrinin usûlünü kökün­den yıkarak kadınları mirasla erkeklere ortak ctmişEir.

(276) «Ana ve baha ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere, ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara azından da, Çoğundan da  farz edilmiş birer nasiyb olarak, hisseler vardır.» (Nisa 7)

Kitabın baş kısmında beyan ettiğimiz veçhile teşri hususunda bu âyeller-de tedriç metoduna riâyet edilmiş, her mirasçının alacağı pay: belirtmeksizin umumî hükümler getirilmiş  oluyor.

Yukarıda zikrettiğimiz vasiyyet âyetini indiren Allah (C.C.) mal sahibine, usul ve furu'una, kan veya koca gibi yakınlarına malının kaçta kaçım vermek istediğini şahsen açıklamasını emretmiştir. Sonra erkek çocuklarından ve diğer yakınlarından her mirasçının alması gerekli payı şahsen açıklamasını ve aynı derecedeki yakınlarından erkeklere daha çok pay ayırması emrini vermiştir.

Ancak aynı derecedeki yakınlar, anne bir kardeşler olduğu takdirde bun­lara eşit  pay verilmesini  istemiştir.

Evlâdın mirası hakkındaki âyet ;

(277) «Allah size (miras hükümlerini şöylece) tavsiye (ve emr) eder: K\ lallarınız hakkında (ki hüküm) erkeğe, iki dişinin payı miktarıdır. Fakat onlar (o evlatlar) ikiden fazla kadınlar ise (ölünün) bıraktığının (terekenin) üçte ikisi onlarındır. (Dişi evlât) bir tek ise o zaman (bunun) yarısı onun­dur...» (Nisa': 11)

Baba ve annenin mirasına dair âyet :

(278) «...(Ölenin) çocuğu varsa ana ve babadan herbirine tereke­nin altıda biri (verilir.) Çocuğu olmayıp da ona ana ve h.ıhası mirasçı ol­du ise, üçte biri anasınındır. (Erkek, dişi) kardeşleri varsa o vakit altıda biri anasınındır...» (Nisa': 11)

Kan koca mirasına dair âyet :

(279) «Zevcelerinizin çocuğu yoksa terekesinin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa size terekesinden (düşecek hisse) dörtde birdir. (Fa­kat bu da) onların (zevcelerinizin) edecekleri vasıyyel (i) ve burç (u cdâ) dan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri onların (zevcelerinizin) dir. Şayet çocuğunuz varsa terekenizden sekizde biri — edeceğiniz vasıyyet ve borç (un edasın) dan sonra— yine onlarındır...» (Nisa': 12)

Anne bir kardeşlerin mirasına dair âyet:

(280) «.. Fğer mirası aranan erkek veya kadın, çocuğu ve babası ol­mayan bir kimse olur ve onun erkek veya kız kardeşi bulunursa her biri­sinin (hakkı) altıda birdir, eğer onlar bu (miktardan) çok iseler o halde

onlar (ölünün) edeceği vasıyyet ve borç (un edasın) dan sonra üçte birde ortakdırlar...» (Nisa': 12)

Asabe durumundaki kardeşlerin mirasına dair âyet;[59]

(281) «(Habîhim) Senden fetva isterler. De ki: «Allah, babası ve ço­cuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmü (şöylece) açıklar: Kğer (erkek veya kız) evlâdı (ve babası) olmayan bir erkek ölür, onun (ana baba bir veya sadece baba bir) bîr tane kız kardeşi kalırsa terekesinin yansı onundur. Eğer (mirasçı) erkek kardeş ise çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin (vefatiyle) bıraktığı (nın tamamını alır). Eğer (aynı şartlarla kalan) kız kardeş iki (veya daha ziyade) ise oğlan kardeşinin bıraktığı­nın üçte ikisi (ni alırlar). Eğer (yine aynı şartlarla mirasçılar) erkek ve dişi kardeşler ise o zaman erkek için dişinin iki hissesi (vardır.) Allah size  şaşırırsınız diye  (dininizin hükümlerini) açıklıyor. Allah her şeyi hakkiyle bilendir.» (Nisa': 176)

Ölen adamın borcu ve bazı şartlarla vasıyyetİ çıkarıldıktan sonra kalan te­rekesi yukarıda belirtilen usule göre yakınlarına taksim edilir. Kur'ân'da zik­redilmeyen amca ve oğullarının bazı durumlarda mirasçı olmaları sünnetle sa­bittir. Zira bir hadîs-i şerifde Resûlüllah (S.A.V.) :

«Belirli payı olan mirasçıların paylarını veriniz. Kalanı en yakın er­keğin hakkıdır.» [60]

Muamelât

 

İnsanların karşılıklı kazanç temini yolunda yaptıkları bü'umum alış veriş ve akidlere muamelât denir.

Kuran, muamelât hususuna gayet özlü temas ederek bir takım umumî kaideler vazetmiştir. Bu kaidelerin tafsilâtını ümmetin müctehidlerine terket-miştir.

Bahis konusu külli kaidelerin bazısı:

1) Kur'ân, biiûmum akidlere bağîı kalmayı ve ah idlere vefa göstermeyi emretmiştir.

(282)  «Ey   iman  edenler,   bağlandığınız   ahidleri   yerine   getirin...» (Mâide: 1)

Ayete geçen Ukûd (akidler) kelimesi kişinin herhangi bir kimseye karşı kabullendiği, yüklendiği veya sözleştiği bütün ahidlere şamildir.

I1) Kur'ân, gayri meşru yollarla başkalarına ait mallan yemeyi ve ye­dirmeyi yasaklamıştır.

(283) «Aranızda (birbirinizin) mallarınızı haksız sebeblerle yeme­yin ve kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmım günah (* mucip suretler) le yemeniz için onları (o malları) hâkimlere aktarma etmeyin.» (Bakara: 188)

Kur'ân, diğer taraftan ticaret suretiyle kazanmayı mubah kılmıştır.

(284) «Ey iman edenler, birbirinizin mallarınızı haram sebeblerle yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızaadan (doğan) bir ticaret (malı) ola...»  (Nisa1: 2!))

Hu ynsakla en ) tıkın akrabaya ait malın bile yenmesinin haranı olduğu sa-nılacağmdan aşağıdaki âyet ile bu zan bertaraf edilmiştir.

(285) «A'maaya giire bir lıareç (darlık ve günah) yok. Topala göre bîr hareç yok. Hastaya göre bir hareç yok. Size giire de (gerek) kendi ev­lerinizden, gerek babalarınızın evlerinden, gerek annelerinizin evlerin­den, gerek biraderlerinizin evlerinden, gerek kız kardeşlerinizin evlerin­den, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek İmlalarınızın evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden, gerek (başkası­na aid olup da) anahtarlarına mâlik (ve (hazinedarı) bulunduğunuz O’-ler) den, yahut da sadık dostlarınız (in evlerinden) yemenizde de (bir hareç yoktur). Hep bir arada toplu olarak da, dağınık dağınık da yeme­nizde dahi hareç yok...» (Nûr : 61)

111) Mal mübadelesi çeşitlerinin en önemlisi satış olduğu için Kur'ân bu­nun ımibahlığına ve ribanın hanımlığına özellikle  temas etmiştir.

(286) «Kübâ (faiz) yiyenler kendilerini şeytan çarpmış (birer mec­nun) dan başka bir halde (kabirlerinden) kalkmazlar. Böyle olması da onların: "Alım satım da ancak ribâ gibidir." deıııelerindendîr. Halbuki Allah, alış verişi helâl, ribâyı  (faizi)  haram kılmıştır.

Allah ribânın bereketini tamamen giderir, sadaka (sı verilen mal) Ia-ri ise artırır, Allah (haramı helâl tanımakta İsrar eden) çok kâfir, çok günahkâr hiç bir kimseyi sevmez.» (Bakara: 275, 27f>)

(287) «Ey iman edenler, (gerçek) Şii’minler iseniz Allah'dan kor­kun, faizden (henüz alınmamış ohıpda) katanı bırakın, (almayın).

İşte (höyle) yapmazsanız Allah'a ve peygamberine karşı .harlı (e gir­miş olduğunuzu) bilin. Eğer (tefeciliğe, murabahacılığa) tevbe ederseniz mallarınızın başları (sermayeleriniz) yine sizindir. (Bu suretle) ne hak­sızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olmazsınız.

Eğer (borçlu) darlık İçinde bulunuyorsa ona geniş bir zamana kadar mühlet (verin). Sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır. Eğere bilirseniz.» (Bakara : 278, 279, 280)

(288) «Ey iman edenler, ribâyı (faizi) öyle kat kat artırılmış ola­rak yemeyin, Allah'dan korkun. Tâki muraadımza eresiniz.» (Âl-i İm-rân: 130)

Bey' ve ribâ (satış ve faiz) kelimelerinin manâları malûm şeyler olduğu için Kur'ân bu kelimelerin tarifini yapmamıştır. Çünkü, o devirde herkes alış­veriş ve çeşitli satışlarla meşgul İdi. Keza, birçok kimse ödünç akidlcrini ya­pardı. Borcun Ödeme zamanı geldiğinde alacaklı kişi borçludan borcu ödeme­sini, aksi takdirde verilecek mehil karşılığında borç miktarını fazlalaştırmasmı isterdi. Borçlu o anda ödemediği takdirde borcu artırılırdı. Meselâ : Borç mik­tarı bir ölçek yiyecek maddesi ise vadesinin uzatılması karşılığında bu miktar iki ölmeğe çıkarılırdı. Keza, borç, bir yaşındaki bir deve ise bu durumda onun yerine değerce üstün olan iki yaşındaki deve ödeme zarureti doğardı.

Kur'ân, İslâm teşriinin temel taşlarından birisi olan müsamaha prensibine ribânın zıd  okluğunu aşağıdaki  âyetde beyan etmiştir.

(289) «İnsanların mallarında artış olması için faiz (cinsin) den ver­diğiniz şey (nakd, mal, sadaka ve şâire) Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise, sevâblarım kat kat artıranlar onlar (onu verenler) dır.» (Ruum : 39)

  1. IV)Kur'ûn, borçların yazılı belgelerle tevsiki nizamını getirmiştir. Aşa­ğıda yazılı Bakara sûresinin son inen, Kur'ân'ın en uzun âyeti bu nizam hak­kındadır.

(290) «Ey îman edenler, ta'yin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın, Kâtib, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmakdan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın (borcunu ikrar etsin). Rabbi olan Allah'dan korksun, ondan (borcundan) hiç bir şeyi eksik bı­rakmasın. Eğer üstünde hak olan (borçlu) bir beyinsiz veya bir zâîf olur, yahut da bizzat yazdırmaya (ve ikrara) gücü yetmezse velisi dosdoğru yaz­dırsın (İkrar etsin). Erkeklerinizden iki de şâhid yapın. Eğer iki erkek bu­lunmazsa o halde ranzi (ve doğruluğuna emin) olacağınız şâhidlerdcn bir erkekle iki kadın (yeter. Bu suretle) kadınlardan biri unutursa öbürünün hatırlatması (kolay olur). Şâhidler (şehâdetî edaya) çağrıldıkları vakit ka-çinmasın. Az olsun, çok olsun, onu va'desiyle beraber yazmaktan üşenme­yin. Bu, Allah yanında adalete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam, şüp­heye düşmemenize de daha yakındır. Meğer ki aranızda (elden ele) devre­deceğiniz ve peşin yaptığınız bir ticaret olsun. O zaman bunu yazmama­nızda size bir vebal yoktur. Alış-veriş ettiğiniz vakit de şâhid tutun. Yaza­na da, şâhidlik edene de asla zarar verilmesin. (Bunu) yaparsanız o, ken­dinize (dokunacak) bir fısk (ve isyan olur). Allah'dan korkun. Allah si­ze herşeyi öğretiyor. Allah her şeyi hakkiyle bilendir. Eğer bir sefer üze­rinde iseniz, bir yazıcı da bulamadınızsa o vakit (borçludan) alınmış re­hinler (de yeter). Eğer birbirinize emîn olmuşsaniz kendisine inanılan adam (borçlu) Rabbi olan Allah'dan korksun da emânetini tastamam öde­sin. Şâhidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse hakiykat şudur ki onun kalbi bir günahkârdır. Allah ne yaparsanız hakkıyle bilendir.» (Bakara : 282,283)

Sünnet, muamelâta dair Peygamberin verdiği birçok hükümleri açıklamış­tır. Verilen bütün hükümler Kur'ân'ın muamelâta ait umumî emirleri uygula­mak, özlü olanı açıklamak ve mutlak olanı kayıtlamaktan ibarettir.

Müctehidler tarafından şer'ı hükümlerin delillerden çıkarılması bahsinde bu konuyu bir nebze anlatacağız. [61]

 

Ukûbat (Cezalar)

 

Kur’an'ın  suçlular hakkında  bildirdiği cezaların  çoğu  âhiret hayatına ait­tir.  Beyan etliği birçok suçlara karşılık  uhrevî cezaları  zikretmiştir. Kur'ân'in vazettiği dünyevî cezalar ise beş çeşittir.

I- Kısas: Bilindiği gibi Arap âleminde İslâm'dan önce taklidçil'ğe ve geleneklere dayalı bir takım kısas ni/amları vardı. Bu cümleden olarak kişi­nin işlediği emayeden dolayı bağlı okluğu kabilenin bütün fertleri sorumlu tu­tulurdu. Ancak kişi kabilesinden ihraç edildiği ve herhangi bir ilişkisinin kal­madığı umumî toplantılarda ilân edildiği takdirde ondan sonra işlediği suçtan dolayı şahsen sorumlu tutulurdu,  kabilesi için bir suçluluk  durumu  kalmazdı.

Bu sebebledir ki, o devirlerde maktul taraftarları yalnız kâlilİ öldürmek cezası İle yetinmezlerdi, özellikle öldürülen kişi kabîte reisi veya ileri gelenle­rinden olduğu zaman ona karşılık birçok kişiyi öldürmekten geri kalmazlardı. Hatta çoğu zaman bu aşırılık, kabileler arasında uzun süreli kin, düşmanlık ve savaşlara sebebiyyet verirdi...

Kur'ân, bir cinayet işlendiğinde sorumluluğun onu işleyene münhasır ol­duğunu, yani kısas yoluyle ancak katilin öfdürülebilcceğini ve nıcnsub olduğu kabile halkından başkasının öldürülemiyeceği hükmünü getirdi.

(291) «Ey iman edenler, maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz edildi). Hür, b.ür ile, köle, köle İle, dişi ,dişi ile (kısas olu­nur)...» (Bakara: 178)

Kur'ân, can emniyeti bakımından kısas nizamının zaruri olduğunu en ve­ciz bir deyimle ifade etmiştir.

(292) «Ey  salim  akıl  sahipleri, kısasıla  sizin  için   (umumî)  bir ha­yat vardır. Tâki (katilden) sakınasınız.» (Bakara: 179)

(293) «...Kim mazlum olarak öldürülürse faiz onun velîsine (miras­çısına m ak tâ kin hakkım taleb hususunda) bir salâhiyet vermişizdir. O da katilde israf etmesin. Çünkü o, cidden (ve zaten) yardıma mazhar edil­miştir.» (îsrâ':33)

Bu âyetden anlaşıldığı veçhile Kur'ân kısas cezasının talebi hakkında mak­tulün velisini yetkili kılmıştır.

Diyetlere ait nizâm keza Araplarca uygulanırdı. Kur'ân bu nizamı İbka ederek şöyle buyuruyor:

(294) «...Fakat kimin (hangi katilin) lehinde maktulün kardeşi (ve­lîsi) tarafından cüz'î bir şey afvolunursa (hemen kısas düşer). Artık Örfe uymak (şer'in ve aklın iyi gördüğünü yapmak, borcu) ona (maktulün ve­lîsine) güzellikle ödemek (lâzımdır). Bu, Rabbinizdcn bir hafifletme ve esirgemedir. O halde kim bu (afivden ve edadan) sonra (katile veya taraf­larına muhâseme ve) tecavüzde bulunursa onun için pek acıklı bir azap vardır » (Bakara : 178)

(295) «Bir mü'min diğer bir mü'mini, yanlışlık eseri olmayarak, Öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse mü'min bir kö­leyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet (kan bahası) vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar (o diyeti) sadaka ola­rak bağışlamış olsunlar. Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber size düşman bir kavimden ise o zaman (öldürenin) mü'min bir köle azad et­mesi lâzımdır. Şayet kendileriyle aranızda antlaşma olan bîr kavimden ise o vakit mirasçılarına bir diyet vermek bir de mü'min bir köle azad etmek gerekdir. Kim (bunları) bulamazsa (bulmaktan âciz ise) Allah (tarafın) dan tevbesi (nin kabulü) için bir biri ardınca iki ay oruç tutması icab eder. Allah, her (şeyi) bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.» (Nisa': 92) Bazı diyetleri katilin yakınla­rına yüklemiştir. Katilin kabilesi ile ilgili tek sorumluluk budur. Bunun dışın­da herhangi bir sorumluluğun İslâm'da bırakılmadığını daha önce belirtmiştik.

Kur'ân, uzuvların kısasına ait Tevrat'ın ağır nizamını aşağıda yazılı âyet-de bildirmiştir.

(96) «Biz onda (Tevrat'da) onların üzerine (şunu da) yazdık: Ca­na can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, (karşıhkdır. Hülâsa bütün) yaralar bir birine kısasdır. Fakat kim bunu (bu hakkım) sadaka olarak bağışlarsa o, kendisine (günahına) kefaret (onun yarlığanmasına vesile) dir. Kim Allah'ın indirdiği (Ahkâm) ile hükmetmezse onlar zalim­lerin ta kendileridir.» (Mâide: 45) [62]

 

II- Zina Haddi (Cezası):

 

Kur'ân, zina edene  100 değnek vurulacağını emretmiştir.

(297) «Zina eden kadınla zina eden erkekden her birine yüzer değ­nek vurun. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız bunlara, Allah'ın dini (ni tatbik) hususunda, acıyacağınız tutmasın. Müzminlerden bir züm­re de bunların azabına (bu cezalarına) şâhid olsun.» (Nur: 2)

Kur'ân, zina eden cariyenin cezasının da hür kadının cezasının yansı ol­duğunu bildirmiştir.

(298) «...Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb ettiler mi o va­kit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir)...» (Nisa': 25)

Sünnet, zina eden kişi muhsan (sahih bîr akidle evlenmiş olan) ise recmedilmesini emretmiştir. Sahih-i Müslim'de Ebü Ishak-ı Şeybânî'nin Abdullah b. Ebî Evfa'ya Resûlüllah'ın zina eden muhsanı recmedip etmediğini sorduğunu, evet cevabını aldığını ve bu uygulamanın Nur sûresi indikten sonra veya önce mi

olduğunu da sorduğunu ve «bilmem» cevabını aldığı yazılıdır. [63]

 

III- Kazf Haddi (İffetli Bir Kadını Zina İle İtham Edip İsbatlamayan Kişiye Tatbik Edilen Ceza):

 

Kur'ân, muhsan'a (fıkıh kitaplarında vasıfları belirtilen iffetli kadın) yi zina ile itham ettiği halde isbat edemeyene seksen değnek vurmakla cezalan­dırılmasını emretmiştir.

(299) «Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı île) iftira atan, sonra (bu babda) dört şâhid getirmeyen kimseler (in her birine) de seksen değ­nek vurun. Onların ebedî şâhidliklerini kabut etmeyin. Onlar fâsıkların

la kendileridir. Meğer ki bu (hareketden) sonra tevbe (ve riicu') ve (hal­lerini) ıslâh edeler. Çünkü Allah çok yarlığayici, çok esirgeyicidir.» (Nûr: 4-5)

Takat, karısını zina ile İtham eden erkek  için özel bir nizam getirmiştir.

(300) «Zevcelerine zina isnad eden ve kendilerinin kendilerinden başka sahicileri de bulunmayan kimseler (e gelince:) onlardan her biri­nin (yapacağı) şâhidlik, kendisinin hakıykatan sadıklardan olduğunu Al­lah'a yemin (ile) dört (defa ifâde ve takrir edeceği) şâhidliktir. Beşinci (şehâdet) de eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti muhakkak kendisinin üstüne (olmasını ifâde etmesi) dır.» (Nûr: 6-7)

Yukarıda belirtildiği gibi kocanın dört defa yeminli şahidliğİ dört şâlıid yerine kabul edildiği gibi, aşağıdaki âyet de zevcenin kendisini temize çıkar­ması  ve  hadden kurtarması yolunu  kapatmamıştır.

(301) «O (kadın) ııı billahi onun (zevcinin) muhakkak yalancılar­dan olduğuna dört (defa) şehâdet etmesi, beşincide de eğer o (zevci) sadık­lardan ise muhakkak Allah'ın gazabı kendi Üzerine (olmasını söylemesi) ondan (o kadından) bu azabı (cezayı) defeder.» (Nûr: 8-9) [64]

 

IV- Hırsızlık Cezası :

 

Kur'ân, hırsızlık edenin elinin kesilmesini emretmiştir.

(302) «Erkek hırsızla kadın hırsızın —o irtikâb ettiklerine bîr kar­şılık ve ceza ve Allah'dan (insanlara) ibret verici bir ukubet olmak üzere — ellerini kesin, Allah mutlak galibtir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.

Fakat yaptığı o haksız hareketinden sonra tevbe (ve rücıı) eder, ken­disini düzeltirse şüphesiz ki Allah onun tövbesini kabul eder. Çünkü Al­lah çok yarlığayıcıdir ve esirgeyicidir.» (Mâide: 38-39) [65]

   

V - Yol  Kesenin  cezası

 

Kur'ân, yol kesenlerin değişik cezalarını (işledikleri suç durumuna göre) beyan etmiştir.

(303) «Allah'a ve Resulüne (mü'minlere) harb açanların, yer yüzün­de (yol kesmek suretiyle) fesadcılığa koşanların cezası, ancak öldürülme­leri, ya asılmaları, yahut (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çaprazvârî ke­silmesi yahut da (bulundukları) yerden sürülmelidir. Bu, onların dünya­daki rusvaylağıdır. Âhirette ise onlara (başka) pek büyük bîr azap da vardır.

Şu kadar ki siz kendileri üzerine kaadir olmadan (kendilerini ele ge­çirmezden) evvel tevbe eden (muhariblerle yol kesen) ler müstesnadırlar.bilinki şüphesiz Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.» (Mâide : 33, 34)

Mezkûr beş çeşit ceza dışında Kur'ân'da bir ceza şekli yoktur. Sünnet, altma bir ceza çeşidini beyan etmiştir. O dr, içki içme cezasıdır. Resûlüllah içki içene ceza tatbik etmiştir. [66]

 

Ceza Müeyyidelerinde Kuranın Önem Verdiği Hususlar:

 

1) Cezaların fazla tesirli olması  için bedenî olması;

2) Halkın  huzur, güven  ve asayişini  sağlamak.

(304) «Ey salim akıl sahihleri, kısasda sizin için (umumî) bir hayat vardır. Tâki (katilden) sakınasmız.» (Bakara179)

3) Suç işleyeni tekrar suç işlemekten alıkoymak. Nitekim, hırsızlık eden erkek ve kadının el kesme cezasını beyan eden âyetde şöyle buyuruluyor :

(305) «.-Ceza ve Allah'dan (insanlara) ibret verici bir ukubet ol­mak üzere...» (Mâide: 38)

Keza, yol kesenlerin cezasına dair âyet-i celîlede de şöyle buyuruluyor:

(306) «...Bu onların dünyadaki rüs vay lığıdır...»  (Mâide: 33)

Sünnet, isnad edilen suçların isbatı hususunda gerekli titizliği göstermeyi, bir suçla itham edilen kimsenin en ufak bir mağduriyete uğramasına meydan verilmemesini emretmiştir. Diğer taraftan gösterilen titizlik neticesinde suçlu­luğu sabit olan kişilerin cezalarının aynen tatbikini ve cezaların suç işlemeyi önleyici ve suçluları te'dip edici olmasını istemiştir.

Hz. Âişe'den rivayet edilen bu hadîsde buyuruluyor ki: «Gücünüz yettik­çe cezayı Müslümanlardan.defedin. Eğer, sanığın kurtuluş yolu varsa (yani su­çu isbat edilmedikçe) onu serbest bırakın. Çünkü, hâkimin affetme hususunda yanılması, cezalandırma hususunda  yanılmasından hayırlıdır.» [67]

Ahkâm ile ilgili olarak Allah tarafından Hz. Muhammed'e vahyedilen ve halka tebliği ile açıklanması emredilen âyetler bunlardır. Hz. Muhammed, emrolunduğu gibi gerekli tebligatı yaptı. Amelî ve kavlî sünnetiyle halka inen emirleri açıkladı. [68]

 

 

 İKİNCİ   DEVİR

 

BÜYÜK SAHABELER DEVRİNDEKİ TEŞRÎ (Hicrî:  11 —40)

 

Bu devirde cereyan eden siyasî olayların özeti:

Resûlüîlah'ın vefatı üzerine Hz. Ebu Bekr, halife seçiliyor. Bu esnada yer yer irtidat vak'alan görülüyordu. Ancak, halife Ebu Bekr'in azmi ve Ensar ile Muhacirinin kalbinde bulunan iman kuvveti İslâm devlet otoritesinin muhafa­zası için en iyi ilâç idi. Nitekim; halife, kurduğu ordu ile İslâm âleminin bir­liğini ve devletin otoritesini sağlamlaştırarak; Peygamberimiz devrindeki huzur ve asayişi iade ettikten sonra îslâm davetinin neşri için askerî birlikler sev­ketti. Bizans ve Sasanî ülkelerinde yapılan savaşların henüz neticesi alınmadan Hz. Ebu Bekr, vefat ediyor onun yerine geçen Hz. Ömer'in eliyle fütuhat ne­ticesi alınıyor. Müslümanlar, doğuda Bizans Ülkesinin çoğunu zaptederek; Cey­hun nehrine kadar ilerliyor, kuzey cephesinde de Suriye ve Ermenistan şehir­lerine hakim oluyorlardı. Batı'da İse Mısır'ın islâm ülkesine katıldığı görülü­yordu. Hz. Ömer devrinde Fustat (eski Mısır), Küfe ve Basra gibi büyük İslâm şehirleri kuruluyor ve aralarında birçok sahâbînin bulunduğu binlerce Müslü­man bu merkezlerde yerleşiyordu. Diğer taraftan Arap olmayan birçok toplu­luklar islâm dinine guruplar halinde İntisap ediyordu. Hz. Osman devrinde de doğu'da ve batı'da fütuhat devam ediyor. Ancak, bilindiği gibi, Hz. Os­man'ın şehadeti olayı, Islara fütuhatını frenlediği gibi, Müslümanların bir­lik ve beraberliğine de gölge düşürdü. O güne kadar tek merkez (Medi­ne) den idare edilen îslâm âlemi (Şam) ve (Küfe) olmak üzere iki merkezden idare edilmeye başlandı, ilâhî takdirin hazîn bir tecellisi olarak Müslümanlar arasında Sıffîn savaşı vuku buldu. Sahabeler arasında cereyan eden olayların içtihada dayandığı ve herhangi bir tarafın aleyhinde bir söz söylemenin vebali mucip olduğu hususunda ehli sünnet mezhepleri ittifak etmişlerdir.

Yahudiler ve Müslümanlar arasına sokulan münafıklar, Peygamberimizin devrinden beri Müslümanları içten yıkmak için gizli ve aşikâr zararlı faaliyet­lerden geri kalmadıkları gibi, bu olaylardan bil'istifade Müslümanların üç si­yasî guruba ayrılmasında da etkili oldukları bir vakıadır.

Bu devrin nihayetinde teşekkül eden guruplar :

1) Cumhur,

2) Şiiler,

3) Haricîler.

Gelecek  devrin  bahsinde  açıklanacağı  veçhiyle  İslâm   teşriinde  bu  fırka­ların özel bir tesiri vardır. [69]

 

İkinci Devirde Kitap Ve Sünnet

 

Birinci devir bölümünde beyan etliğimiz gibi, Kur'ân peyderpey inerdi, Ayetler indikçe Peygamber tarafından Müslümanlara tebliğ edilir, vahiy kâtip­lerine yazdırılır, inen parçanın hangi sûrenin neresine konacağı, şayet inen par­ça tam bir sûre ise hangi sûreler arasına yerleştirileceği tesbit edilirdi. Müslü­manların bir kısmı tebliğ edilen âyetleri hıfzetmekle yetinirken, bazıları da ya­zardı.

Peygamber, vefat ettiği zaman Kur'ân bir mushaf halinde cem edilmemiş­ti. Fakat, vahiy kâtipleri tarafından yazılıp Peygamberin hâne-i saadetlerinde muhafaza edilen sahifeler halinde, keza; vahiy kâtiplerinin kendileri için alı­koydukları nüshalar halinde hıfzedildiği gibi, birçok Müslüman tarafından ta­mamı ezber biliniyordu. Ayrıca binlerce Müslüman Kur'ân'i kısmen ezberle­miş vaziyette idiler.

Hz, Ebu Bekr devrinde vuku bulan Yemame harbinde birçok hafızın şehid olması olayı üzerine endişe etmeye başlayan halife, Kur'ân'ı bir mushaf halinde toplatma lüzumunu duydu.

Sahih-i Buhâri'de Zeyd ibni Sabit'in şöyle dediği rivayet edilmiştir «Yemâme harbinden sonra Halife Ebu Bekr'in daveti üzerine huzuruna çıktığımda, Hz. Ömer, yanında oturuyordu. Kendisiyle Hz. Ömer arasında cereyan eden görüşmeyi Halife bana şöyle anlattı: «Ömer, bana gelerek; "Yemâme harbin­de birçok hafız şehid oldu. Birkaç yerde de böyle olmasından yani kalan ha­fızların da şehid olmasından ve dolayısıyle Ku’ân'ın çoğunun zayi olmasından korkuyorum. Bunun için Kur'ân'ı mushaf halinde toplatmanızı zarurî görüyo­rum." dedi. Ben, "Peygamberin yapmadığı bîr şeyi yapmış oluruz" dedim. Ömer, "Vallahi bu teklif hayırlıdır.» dedi.

Halife bu durumu anlattıktan sonra bana hitaben şöyle buyurdular:

"Ömer bu dileği yerine getirmem için sık sık müracaatta bulundu. Niha­yet ben de bu teklifi yerinde buldum, buna kalbim tatmin oldu. Kur'an'ı bir mushaf halinde toplatmaya karar verdim. Sen, vahîy kâtipliğini yaptın, gençsin, zekâ ve hafızan kuvvetlidir, her bakımdan sana güveniyoruz. Bu toplama işini senden istiyorum."

Vallahi, eğer bir dağı nakletmeyi bana teklif etseydiler, Kur'ân'ı toplama emri kadar bana ağır gelmiyecekti. Ben onlara dedim ki: "Peygamberin yap­madığını nasıl yapacaksınız?" Halife buna karşılık olarak: "Vallahi bu iş hayırdır." dedi. Bundan sonra da sık sık bu işi benden İstemeye devam etti. Ni­hayet Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in kalben tatmin oldukları ve lüzum duy­dukları Kur'ân'ı toplama işini ben de aynı şekilde lüzumlu ve hayırlı gördüm. Bunun üzerine Kur'ân âyetlerini yazılı olduğu hurma dallarından ve taşlardan, keza hafızlardan toplamaya ve bir araya getirmeye başladım. Bu işi titizlikle gerçekleştirdim. Tevbe sûresinin son iki âyetini Ensardan Ebu Huzeyme'nin yanında buldum. Toplama işi bitince, Mushafı halife yanında bulunduruyordu. Vefatından sonra Halife Hz. Ömer'in, onun vefatından sonra da kızı Hz. Hafsa'nın yanındaydı.»

İmamı Suyûtî «ltkan» adlı eserinde Haris el-Muhasibî'nin «Feh-müs-Sünen»  adlı eserinden naklen şöyle rivayet ediyor:

 Kur'ân'ın yazılışı, Peygamber zamanında yapılmamış olan bir şeyi yap­mak demek değildir. Zira; Peygamber Kur'ân'ı yazdırmış idi. Ancak yazdır­dığı Kur'ân deri ve taş parçalan ile hurma dalları üzerinde dağınık halde idi. Hz. Ebu Bekr'in yaptığı iş, sadece yazılı olan Kur'ân âyetlerini bir araya ge­tirmek ve istinsah (kopye) etmekten ibarettir. Ayrıca Peygamberin evinde bu­lunan Kur'ân âyetlerinin yazılı olduğu parçaları bağlayarak; zayi olmaması için yanına alıp muhafaza etmiş olmasıdır.

Zcyd b. Sabit Kur'ân'ın tamamım ezberleyen kuvvetli hafızlardan ve vahiy kâtiplerinden idi. Bununla beraber hafızlığı ve şahsı için alıkoyduğu Kur'ân nüshası ile ytlinmiyerek; diğer hafızlardan vahiy kâtiplerinin kendileri İçin alı­koydukları nüshalardan ve Peygamberin evinde muhafaza edilegelen nüshadan da yardım istemiştir. Muhacirlerden ve Ensardan birer büyük cemaat huzu­runda toplama işini tamamlamıştır.

Allah Tcâlâ, aşağıdaki yazılı âyette bildirdiği gibi, Kur'ân'ı koruma işini üzerine almış ve bunu Ebu Bekr ile Ömer hazretlerinin isabetli tarihî kararları ile gerçekleştirmiştir.

(307) «Kur'ân'ı biz indirdik, biz. Onun koruyucuları da, şüphesiz ki, biziz.» (Hicr: 9)

Böylece toplanan mushaf Hz. Hbu Bekr yanında, ondan sonra Hz. Ömer yanında ve ondan sonra da Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa'nın yanında muha­faza edildi. Üçüncü halife Hz. Osman, İslâm'ın büyük şehirlerinde bu mushafm nüshalarının bulundurulmasını gerekli gördü. Çünkü, Kur'ân'm tamamını ezberlemiş olan hafızlar etrafa giderek şehirlerde Müslümanlara Kur'ân okutu­yorlardı. Bu hafızlar, lehçelerinin değişikliği dolayısıylc bazı Kur'ân harfleri­nin telaffuzu hakkında az bir ihtilâfa düşüyorlardı. Bu ihtilâf bazı kurranın kendi kırâatlerini üstün tutmasına yol açtı.

Bu durum Halife Hz. Osman'a intikal edince ilerde endişe verici bazı du­rumların  çıkması ihtimali karşısında gerekli  tedbîri aldı.

Buhâri'nin Enes'ten rivayet ettiğine göre :

«Suriye ve Irak halkı Ermenistan ve Azerbeycan fethi için savaşırlarken Huzeyfe b. el-Yeman, Halife Hz. Osman'ın yanına gelerek, Suriye ve Irak halkının Kur'ân kıraati hususunda ihtilâfa düştüklerini ve bu basit ihtilâfın Ya­hudiler arasında veya Hıristiyanlar arasında çıkan ihtilâfa benzer bir ihtilâfa dönüşmeden islâm ümmetine yetişmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa'dan yanındaki Kur'ân nüshasını, çoğaltmak ve tekrar kendisine iade et­mek üzere istedi. Hz. Hafsa yanındaki Kur'ân nüshasını halifeye gönderdi. Ha­life, ashabın ileri gelenlerinden Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Saîd ibnül',As, Abdurrahman b. Haris bin Hişam'a bu mushafın teksir emrini verdi ve Kureyş'ten olan hey'etin üç üyesine şu emri verdi: Üçünüz Zeyd bin Sabit ile Kur'ân'ın herhangi bir kelimesinin okunuşunda ihtilâfa düşerseniz onu Kureyş lehçesi ile yazınız. Zira Kur'ân Kureyş lisanı ile inmiştir. Teksir işi tamamla­nınca halife asıl nüshayı Hz. Hafsa'ya iade etti ve her mıntıkaya birer nüsha göndererek bu nüshanın dışında kalan toplu veya dağınık sahifelerin yakılma­sını istedi. Bu teksir işi hicretin 25. yılı yapıldı. Yazılan nüshaların birer ade­dini Küfe, Basra, Dımışk (Şam), Mekke ve Medine'ye gönderdi. Kendisi için de bir nüsha ayırdı.  (el-Mushaf-el-îmam diye meşhur olan nüsha budur.)

Gönderilen mushaflar, merkez; şehirlerin büyük camilerine konuldu. Ar­tık bütün okuyucular ondan okurlar, hafızlar ona müracaat ederdi.

Kur'ân'ın bir harfinde dahi ihtilâfa düşme ihtimali, Hz. Osman'ın yaptır­dığı bu teksir işi ile ortadan kaldırılmış oldu.

Kavlî (sözlü) Sünnet ise bir araya getirilmesi ve yazılması hususunda böy­le bir öneme kavuşturulmamıştır. Bilâkis, rivayetinin azaltılması hususuna gay­ret gösterilmiştir. Bu gayretin bir kısmını belirtelim :

1) El-Ha£ız ez-Zehebi, «Tezkiretü'l-Huffaz» adlı eserinde Ibn-i Ebi Me-like'nin Mürsel hadîslerinden naklen şöyle rivayet ediyor :

Peygamberin vefatından sonra Hz. Ebu Bekr, halkı toplayarak dedi ki: «Siz, ihtilâfa düştüğünüz hadîsler rivayet ediyorsunuz. Bu durumda sizden son­ra gelenler daha şiddetli ihtilâfa düşer. Onun için siz Peyğarnber şöyle söyledi demeyiniz. Size dinî soru soran olursa siz deyin ki aramızda Allah'ın kitabı vardır. O kitabın helâlini helâl, haramını haram kılınız.»

2) Hafız diyor ki: Şu'be ve başkalarının Şa'bî'den rivayet ettiklerine gö­re Kuraza b. Ka'b şöyle söyler: «Hz. Ömer bizi Irak'a gönderdiği zaman Me­dine dışına kadar beraberimizde yürüdü. Bu esnada "Sizlerle buraya kadar gel­memin sebebini bilir misiniz?" diye sorunca, teşyi ve ikram için zahmet etti­ğini söyledik. Kendisi, bununla beraber size su tavsiyede bulunmak isterim: Siz Kur'ân'a son derece düşkün ve ondan feyz alma gayreti içinde bulunan bir belde halkına gidiyorsunuz. Onları bu güzel gayretten uzaklaştıracak hadîslerle meşgul etmeyiniz. Peygamberden az hadîs rivayet ediniz. Daha çok Kur'ân'a Önem veriniz. Sizin sorumluluğunuza ben de iştirak ediyorum.» dedi.

Kuraza, Irak'a vardığında halkın hadîs rivayeti İsteğine karşılık, Hz. Ömer bu hususta bize izin vermedi dedi.

3) İmam  Malik'in  Muvatta  adlı  kitabının   «Tenvir-ül-Havâlik»   şerhinde yazan İmam Süyûtî der kî: Herevi, Urve ibn-i Zübeyr'den naklen rivayet et­tiğine göre Hz. Ömer hadîsleri yazmak istediğini, bu konuda sahabelere danış­tığını ve sahabelerin bu isteği terviç ettiklerini Hz. Ömer'in bir ay kadar bu hususta istihare ettikten sonra şöyle söylediğini yazar:  “ Bildiğiniz gibi sünnet­leri yazmak işinden bahsettim.Sonra düşündüm, sizden önceki ehl-i kitabın bir kısmı Kitabullah ile beraber bazı kitaplar yazdılar. Bu tip kitaplara sarıl­dılar ve Allah'ın Kitabını terk ettiler. Ben Allah'ın Kitabına bir şey karıştır­mayacağıma yemin ederim.» diyerek hadîs yazma işinden vaz geçti.

Ibn-i Sa'd, Tabakat'mda der ki: Kebeyse, senediyle Zührî'den rivayet et­tiğine göre Hz. Ömer hadîsleri yazmak istedi ise de, bir ay istihare ettikten sonra yazmamaya karar verdi. Ve dedi ki: «Bir kavmin kitap yazdığını ve ona yönelerek Allah'ın Kitabını bıraktığını hatırladım.» [70]

4) Buhâr-i Şerifin A'meş'in senediyle İbrahim et-Teymî'den, o da ba­basından rivayet ettiğine göre, Hz. Ali îrad ettiği bir hutbede :  «Allah'ın ki­tabından ve bu sahîfede yazılı olandan başka okunacak  bir kitap yanımızda yoktur,  dedikten sonra işaret ettiği sahifeyi açtı. O sahifede şu hususlar ya­zılı idi:

  1. I)Diyet (tazminat) olarak ödenecek develerin tesbitİ.II)    Medine, Ayr dağından falan dağa kadar haremdir.    Bu kutsal yerde kim bir bid'at ihdas eder veya zulmederse ona Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti olsun. Allah onun farz ve nafile hiç bir ibadetini kabul et­mesin.

III) Müslümanların kâfirlere verecekleri güven ve emniyet birdir. (Müslü­manlardan herhangi bir kimse bir kâfire teminat verdiği takdirde başkasının o kâfire dokunması yasaktır.)

Kadın ve köle gibi Müslümanların en zayıfı sayılan kişiler bile bu güven­liği vermeye yetkilidir. Her kim bir Müslüman’ın verdiği teminatı bozarsa ona Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti olsun. Allah, onun farz ve na­file hiç bir ibadetini kabul etmesin.

  1. Yetkililerin izni olmaksızın bir kavmi veli ittihaz edene Allah'ın, me­leklerin ve bütün insanların laneti olsun.

5) Abdullah  îbn-i Mes'ud'un hâl  tercümesinde, kendisinin az hadîs ri­vayet ettiği ve naklettiği hadîslerden lâfızlar hususunda çok titiz olduğu riva­yet edilir. Ebu Amr eş-Şeybanî'nin şöyle söylediği rivayet edilir: «Ben,bir

yıl ibn-i Mes'ud'un yanında oturdum. Resûlüllah söyle söyledi demezdi. Bir hadîsi rivayet ederken irklir ve «Peygamber buna yakın bir söz söyledin derdi.d Yukarıda İşaret elliğimiz rivayetlerde İsimleri geçen zatlar birer fetva oto­ritesi ve Müslümanların teşrî' konusunda birer önderi durumundadırlar. Onla­rın, yukarıda belirtildiği veçhiyle hadîslerin az rivayet edilmesine taraftarlık­ları kendilerinin sünneti, Kur'ân teşriinin tamamlayıcısı olarak kabul etmele­rine ve sünnete sarılmalarına gölge düşürdüğü bir an için sanılıyor İse de; on­ların sünnete verdikleri itibar ve değere ait rivayetler ve bu konuda yaşanan olaylar, içerisindeki davranışları incelendiği zaman bütün amaçlarının sahih ha­dîsleri diğer hadîslerden  ayırd etmek olduğu  anlaşılır.

Bu konuda,   el-Hafız ez-Zehebi'nin   «Tezkiretü'l-Huffâzdan   rivayet ettiği birkaç örnek verelim :

1)    İbn-i Şihab,   Kubeyse  b.  Züeyb'ten  söyle   rivayet  eder:      «Hz.  Ebu Bekr'e  bir nine gelerek  torunundan  mirasçı  olmak  hakkını   İstedi.     Hz.  Ebu Bekr:  «Ben, Kur'ân'da senin için (yani nine için) bir miras hakkını bulmuyo­rum. Peygamberin de senin bir hakkın olduğunu söylediğini bilmiyorum.» de­dikten sonra orada bulunan sahabelere sordu. Sahabelerden  Muğîre kalkarak; «Resûlüllah nineye südüs (1/6) verdi» deyince Hz. Ebu Bckr; «Senden başka bu hususta bilgisi olan var mı?» diye sordu. Bunun üzerine Muhammet) b. Mesleme aynı şeyi söyleyince Hz. Ebu Bckr nineye südüs hakkını verdi.

2) Cerîrî, senediyle Said'dcn rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer'i ziyaret et­mek isteyen Ebu Musa, kapıdan İçeri girmek için üç defa selâm vermekle izin istediğini, kendisine izin verilmeyince geri döndüğünü ve bunun akabinde Hz. Ömer'in kendisini çağırtarak niçin geri döndüğünü sorunca;    «Biriniz üç defa selâm verdiği zaman cevap alamazsa dönsün» hadîsini Peygamberden İşittiğini, bunun için geri döndüğünü söylediği zaman Hz. Ömer'in kendisinden bu hadîsi isbat etmesini İstediğini, aksi takdirde cezalandıracağını söylediğini  ifade ettik­ten sonra aynen şöyle söyler :  «Ebu Musa heyecanlı ve endişeli bir çehre ile yanımıza geldi.  Endişe sebebini  sorduğumuzda Hz.  Ömer  ile  arasında geçeni anlattı ve:  «İçinizde benim rivayet ettiğim  hadîsi işiden yok mu?»  diye sor­du. Biz, hepimizin bu hadîsi İşittiğimizi söyledik. Bunun üzerine içimizden bir kişi kalkıp kendisiyle beraber Hz. Ömer'e giderek hadîsin sıhhatini bildirdi.»

3) Hişam, babası el-Muğîre b. Şıfbe'den rivayet ettiğine göre : Hz. Ömer, kasden çocuk düşürmenin dünyevî cezası hususunda sahabelerle İstişarede bu­lundu. Muğîre, Peygamberin bu hususda Gurre (beş yüz dirhem nakdî ceza) ile hükmettiğini söyledi. Hz. Ömer ona, «Doğru söylüyorsan bunu bilen bir şahid getir» dedi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme Peygamberin ğurre ile hük­mettiğine şahadet etti.

4) Hz. Ömer, bir hadîs rivayet eden Hz. Ubcyy'den şahid İstedi. Übcyy isbat için Hz. Ömer'in yanından çıktıktan sonra Ensar'dan- bir cemaatle kar­şılaştı  ve  durumu  anlattı.  Cemaat,  hepimiz  bu  hadîsi   Peygamberden  işittik dedi. Bu durum Hz. Ömer'e intikal edince, Übeyy'e dedi ki Ben senden şüp­he çimiyordum. Takat hadisin bence de sabit olmasını arzuladığım için isbatını  istedim.»

5) Osman b. el-Muğîre es-Sakafî, senediyle rivayet ettiğine göre, İbn el-Hakem el-Fezari Hz. Ali'nin şöyle dediğini işittiğini söyler: «ilen. Peygamber­den bir hadîs işittiğim zaman elimden geldiği kadar o hadîsten faydalanmaya çalışırdım. Başkası bana hadîs rivayet ettiği zaman, ona yemin ettirirdim. Ye­min ettiği zaman onu tasdik ederdim», dedikten sonra Hz. Ebu Bekr'deıı işit­tiği şu hadîsi rivayet etti. (Bu arada Ebu Bekr'in doğru söylediğini tasdik elli.): «Müslüman bir kul, işlediği günahdan nedametle güzelce abdest alır, iki rek'at namaz kılar ve işlediği günahın afvı için Allah'a yalvarır, istiğfar ederse (tevbe~ şartlarına riayet etmek kaydı ile) Allah onun tevbesini kabul eder.»

Bu hadîsler, Müslümanların imamları ve liderleri durumunda olan şahsi­yetlerin bu devirde az hadîs rivayetine temayülleri, uydurma veya hatalı ve asıl­sız hadîslerin İntişarından endişe etmekten doğduğunu İsbat eder. Bu sebeple­dir ki; bu şahsiyetler rivayet edilen hadîslerin isbatini ve sıhhatini araştırırlardı.

En az iki sahabînin Peygamberden şahsen işittiklerini ifade ettikleri hadîs­leri Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer gibi zatlar kabul ederlerdi, böyle olmayan ha­disleri ise kabul etmezlerdi. Nitekim yukarda belirttiğimiz gibi Hz. Ebu Bekr, Muğîre b. Şu'bc'den rivayeti hususunda onu takviye edecek başkasını talep ediyor. Keza; Hz. Ömer, Mıığîre'yi, Ebu Musa'yı ve Übeyy'i rivayetlerinde te'yid edecek şahid istiyor. Halbuki Hz. Ebu Bekr ile Hz. Ömer bu zatlara son derece itimad ederlerdi. Bunlar hakkında en ufak bir şüpheleri yoktu. Keza; Hz. Ali hadîs ravisine yemin tevcih ederdi. Bu titizlikten sonra hadîsin sıhha­tine kanaat edip kalben mutmain olan mübarek zatlar, rivayet olunan hadîs­ler gereğince amel ederlerdi ve kat'iyyen hadîse muhalefet etmezlerdi.

Yukarıda belirttiğimiz sebeplerle bu devirde hadîs rivayeti az oluyor ve genellikle bir hadîsin zikredilmesine vesile olacak hadisenin vuku bulması ha­linde iki şahidin şehadetî İle rivayeti sabit olan hadîsler üzerinde duruluyordu. [71]

 

İkinci   Devirde  İctihad

 

İctihad; Kitap ve sünnetten şer'î hüküm çıkarmak için ehlinin olanca gü­cünü sarfetmesidir.

İctihad iki çeşittir :

1) Şer'î hükmü nasslarm zahirinden almaktır. Bu da şer'î hükme konu olan mesele, nasslarm ihtiva ettiği meselelerden olduğu takdirde tahakkuk eder.

2) Bazı nasslar ihtiva ettiği meselelere aid şer'î hükümlerin illetini (se­bep)  açık veya kapalı olarak belirtmektedir.    Bu meseleler dışında kalmakla beraber,    aynı illeti taşıyan başka meseleler hakkında o nassdan şer'î hükmü almakdır. Buna kıyas denir.

Bu devirde Kitap ve sünnetten şer'î hükümleri çıkarmak işiyle pek uğra­şılmıyordu ve geliştirilmesine çalışılmıyordu. Hatta, bir olay çıkmadan veya bir mesele sorulmadan ashab durup dururken herhangi bir konuda görüşlerini açıklamazlardı. Ancak, bir mesele sorulduğu veya bir olay vuku bulduğu zaman ilgili şer'î hükmü Kitap ve sünnetten çıkarmaya çalışırlardı. Bu sebepledir ki; büyük sahabeler devrine ait olup bize intikal eden fetvalar azdır. Onlar fetva­larını Kur'ân ve sünnete dayandırırlardı. Çünkü; Kur'ân, dinin esası ve Müs­lümanların dayanağı idi. Onların ana dili ile inmişti. Onu gayet açık olarak anlıyorlardi. Ayrıca âyetlerin iniş sebeplerini çok yakından bilirlerdi. Arap ol­mayanlar da henüz aralarına girmemişti.

Sünnete gelince; Sahabîler, rivayetin doğruluğundan emin oldukları ha­dîslere uyma hususunda müttefik idiler. Hz. Ebu Bekr'e bir olay intikal ettiği zaman Kur'ân'a bakardı. Olaya ait şer'î hükmü Kur'ân'da bulunca; onunla hük­mederdi. Şayet bulamasaydı sünneti tetkik ederdi. Eğer hükme mesned olacak bir şey bulsaydı ona göre hükmederdi. Gerek Kitapda ve gerekse sünnetde sadre şifa verecek bir hüküm bulmadığı zaman o mesele hakkında Peygam­berin bir hüküm verip vermediğini sahâbîlere sorardı. Bazan, Peygamberin ko­nu hakkında hüküm verdiğini bilenler çıkardı. Sabit olan rivayete göre hük­mederdi.

Hz. Ömer de aynı usûlü tatbik etti. Kendisine intikal eden bir mesele hakkında Kitap ve sünnetde hüküm, bulamadığı zaman selefi olan Hz. Ebu Bekr'in o mesele hakkında hüküm verip vermediğini soruştururdu. Hz. Ebu Bekr'in verdiği bir hüküm bulunursa; aksi sabit olmadıkça onunla hükmederdi.

Hz. Osman ve Hz. Ali de aynı yolu takip ettiler. Daha önce belirttiğimiz gibi hadîslerin sıhhati hususunda hepsi de ihtiyatı ve titizliği bırakmamışlardır.

Zaman zaman ashab-ı kirama bazı meseleler ve sorular intikal ediyordu. Çözüm bekleyen bu meseleler hakkında Kitap ve sünnetde bir nass bulamıyor­lardı. Bunun üzerine re'y tabir ettikleri kıyas yoluna giderlerdi. Hz. Ebu Bekr de böyle yapardı. Çünkü; böyle bir anda Kitapda bir nuss ve ashab yanında bir sünnet bulamayınca ashabı bir araya toplar ve mesele hakkında onlara da­nışırdı. Görüşleri bir noktada toplandığı zaman o görüşle hükmederdi. Hz. Ömer de aynı şekilde hareket ederdi. Hz. Ömer, Hz. Şüreyh'ı Küfe kadılığına tayin ettiği zaman ona şunu söyledi: «Kur'ân'da apaçık bir hüküm bulmaya bak. Şayet böyle bir hükmü bulursan o konuda kimseye bir şey sorma. Fa­kat, Kur'ân'da açık bir hüküm bulmadığın bir meselede sünnete ittiba et. Sün­nette de bir şey bulamazsan re'yinle ictihad et.»

Hz. Ömer, Ebu Musa el-Eş'arîye yazdığı mektupta şöyle diyordu : «Şer'î hüküm, Kur'ân'a veya sünnete dayanan hükümdür. Kitap ve sünnetde bulun­mayan ve kalbinde tereddütlere sebep olan meseleler hakkında zihnini çok dik­katli kullan. Benzer meseleleri ve emsal meseleleri çok iyi tanımaya çalış. Bun­ları çok yakından bilip tanıdıktan sonra bunlar arasında kıyaslama yap.»

Abdullah b. Mes'ud'a; mehri tesbit edilmeden nikâhı kıyılan ve duhûl ol­madan kocası ölen bir kadına verilecek tazminat hususu soruluyor. Kendileri: «Ben, o kadın hakkında kendi görüşümle fetva veririm. Eğer doğru ise Allah'­tandır. Şayet hatalı ise bendendir ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan beridir.» dedi.

Abdullah b. Abbas, Zeyd b. Sabit'e Allah'ın Kitabında sülüs-ü ma yebka (kalanın üçte birisi) dîye bir miras payı var mı? diye sorduğu zaman Zeyd b. Sabit; «Ben görüşümle hükmederim, sen de görüşünle hükmedersin “diyor.[72]

Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre; daha evvel kendisine dinî bir me­sele hakkında müracaat eden adama bilâhare rastladığında ne yaptın? diye so­runca adam; «Hz. Alİ-ve Hz. Zeyd b. Sabit bana şöyle fetva verdiler» diye cevap veriyor. Bunun üzerine Hz. Ömer ona diyor ki: «Eğer sorduğun me­sele hakkında Allah'ın Kitabında veya Peygamberin sünnetinde açık bir hü­küm bulmuş olsaydım, seni ona döndürürdüm. Fakat, ben re'yime göre fetva verdim. Re'y müşterektir» (yani onlar da re'yleri ile hükmetmişlerdir.)

Görüldüğü gibi Hz. Ömer bu İki zatın verdiği fetvayı nakzetmemiştir.

Ashab, görüldüğü gibi re'yle hükmetmekle beraber halkın bilmeden dinî konulardan söz söylemeye cesaret etmemeleri ve dinden olmayan şeyleri dine sokmamaları için re'ye dayanmaktan pek hoşlanmazlardı. Bu sebeple ashabın çoğu rastgele re'yi zemmetmiştir. Ancak, zem ettikleri re'y kendilerinin amel ettikleri re'yler olmadığı açıktır. Onların zem ettikleri re'y, Kitap ve sünnete gerçekten dayalı olmayan şahsî kanaate ve nefsâni arzuya miistcnid görüştür. Makbul ve övgüye lâyık olan re'y ancak Hz. Ömer'in kadısına yazdığı mek­tupta belirttiği şanlar dahilinde beyan edilmiş olan hükümlerdir. Çünkü o tak­dirde verilen hüküm, nassın ruhuna ve gayesine uygun olur.

Bununla beraber bu devirde ashabın re'ye müstenid verdikleri fetvalar cİd-den çok azdır.

Gerek Hz. Ebu Bekr ve gerekse Hz. Ömer, hilâfetleri zamanında şer'î bir hüküm hakkında ashaba danışıp görüşlerini aldıktan sonra varılan hükme bü­tün Müslümanlar uyarlardı. Dolayısıyle kimsenin muhalefet etmesi bahis ko­nusu olmazdı.

Bu şekil re'yin açıklamasına «İcma denilmiştir. O devirde müetehid olan ashab mahsur (sayilabilen) zatlar olduğu için onlarla istişare etmek ve görüş­lerinin neticisine muttali olmak mümkün olduğu için icma' kolayca gerçekle­şirdi.

Yukarıda belirtilen durum sebebiyle şer'î hükümlerin İstinad etliği kay­naklar 4 idi.

1)Kitap, 2) Sünnet, 3) Kıyas (re'y) (Bu kaynak birinci ve ikinci kay­nağa dayalıdır.),    4) İcma'.

Ashabın, vardıkları icma' kaynağında kitap veya sünnetin bir nassına ve­ya kıyasa  istinad  etmiş olmaları zarurîdir,

Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in, halifelik süresince takip ettikleri prensip­lerin bir neticesi olarak bu devirde şer'î hükümlerde çok az ihtilâf görülebili­yor. Çünkü hükümler, ya Kitaptan veya sabit olan sünnetten veyahut istişa­reden sonra icma'dan çıkarılırdı.

Dolayısıyle ihtilafa mahal kalmazdı. Ancak, kıyas ve re'yden sadır olan fetvalar arasında ihtilâf görülebilirdi. Oysa ashabın re'ye dayanmaları çok az idî. Diğer taraftan Hz. Ömer'in heybeti fetva hakkında gerekli hassasiyeti gös­termeyi takviye ederdi. Keza; Ashabın fetva hususunda gösterdikleri takva önemli bir yer işgal ettiği için ashab dinî soruları yekdiğerine havale ederlerdi. Ashab, kıyas yoluyla vardıkları şer'î hükümleri, şer-i şerife dayandırmazlardı. Dolayısıyle verdikleri fetvaya göre amel etmeyi zorunlu telakki etmez­lerdi.

Nitekim Hz. Ebu Bekr, re'yle fetva verdiği zaman : «Bu. benim re'yimdir. Eğer doğru ise Allah'tandır. Eğer hatalı ise bendendir. Allah'dan afiv dile­rim» derdi.

Hz. Ömer'in re'ye müstenid fetvasını yazan-kâtibi: «Bu fetva, Allah'ın ve Ömer'in re'yidir.» ibaresini yazınca Hz. Ömer onu azarladı ve şöyle bu­yurdu : «Bu Ömer'in re'yidir. Eğer doğru ise Allah'dandır. hatalı ise Ömer'den­dir.» Aynca dediler ki : «Sünnet, Allah ve Resulünün tayin ettikleri yoldur. Siz insanlar re'y hatasını ümmet için zaruri bir yo! kılmayın.»

Muhammcd b. el-Hasan, Ebu Hanifc'nin Hammad ve İbrahim en-Nahai senediyle şöyle rivayet ettiğini söyler: «Adamın biri evlendiğinde mehir tesbit edilmemişti. Zifafa girmeden önce öldüğüne göre kadına bir şey verilip verilmeyeceği hususu soruldu. Abdullah b. Mes’ud, kadının akrabası olan hanımların (emsalinin) mehri ne ise eksiksiz ve fazlasız olarak o miktar verilmesi gerekir, diye hükmetmekle beraber, eğer bu doğru ise Allah’dandır,şayet hatalı ise benden ve şeytandandır; Allah ve Resulü bundan beridirler, dedi. Bunun üzerine meclisinde oturanlardan birisi (buz altın ashabtan Ma’kil b. Sinanel-Eşcai olduğu bildiriliyor), yemin ederek ; Sen Resullah’ın Eşca’iye kabilesinden Vaşık’ın kızı Berü hakkında  verdiği hüküm ile hükmettin dedi.Bunun üzerine verdiği hükmün peygamberin hükmüne uygun olduğunu öğrenen Abdullah b. Mes’ud o güne kadar hiç sevinmediği bir derecede sevindi.Hz. Ali ise bu hükümde ona muhalefet ederek dedi ki :”O kadın miras hakkını haizdir.İddet süresince beklemek zorundadır.Mehir (tazminat) hakkına haiz değildir. Kitabullah da hüküm varken; Eşca’ kabilesinden bir kişinin sözü kabul olunmaz.”

(İmam Muhammed b. el Hasa’nın rivayeti burada sona erdi.)

Hz. Ali’nin muhalefetinin sebebi şudur; eğer bu kadın kocası tarafından boşanmış olsaydı ,mehirden (tazminat) bir hak alamazdı.Nitekim Allah (Bakara Suresi,236. ayette) şöyle buyuruluyor:

(308) “Kendileriyle temas etmediğiniz , yahut kendilerine bir mehir tayin eylemediğiniz kadınları boşamışsanız (bunda) üzerinize vebal yoktur.”(Bakara:236)

Bu durumda Hz. Ali , ölümü boşamaya kıyas eder ve hadis hakkındaki fazla titizliği dolayısıyle bir kişinin rivayet ettiği hadisle amel etmez. İbn-i Mes’ud ise, ölümü boşamaya kıyaslamaz ve re’yini Ma’kil’in rivayetiyle te’yid etmiş olur.

Bu devirde büyük müftilerin ihtilafa düşdükleri birkaç meseleyi, ihtilaf sebeplerinin vuzuha kavuşması için zikretmeyi uygun bulduk:

1) Hz. Ömer devrinde boşanan bir kadın henüz iddeti bitmeden evleniyor (Bu ise Kur’an’ın nassı ile yasaklanmıştır.)Bunun üzerine Hz. Ömer , kocasını kırbaçla döverek ondan ayırıyor:”Henüz iddeti bitmeden evlenen bir kadın ,kocası ile zifafa girmeden durum duyulursa; derhal birbirinden uzaklaştırılırlar ve kadın ilk kocasından ötürü kalan iddetini tamamlamak zorunda bırakılır.İddetinin bitmesi neticesinde, iddette iken onu nikahlayan koca, başka erkekler gibi o kadına talip çıkabilir. Şayet iddet esnasında kendisini nikahlayan erkek ile zifafa girmiş ise yine birbirinden uzaklaştırılırlar ve kadın ilk kocasından ötürü kalan iddetini ikmal eder. Sonra, ikinci ko­casından dolayı ikinci bir iddeti doldurmak mecburiyetindedir ve bu iddet de bittikten sonra bile ikinci koca ile ebedî olarak evlenmesi yasaktır. Başkaları ile evlenebilir.

Hz. Ali ise bu meselenin ikinci şıkkında (iddetde iken evlendiği ikinci ko­ca ile zifafa giren kadın meselesi) der ki: «Bu kadın ikinci kocadan uzaklaş­tırıldıktan sonra ilk kocasından dolayı kalan iddetini tamamlayınca hemen ikin­ci koca ile evlenebilir. ı

Görülüyor ki; iddetde iken ikinci bir koca ile evlenip zifafa giren bir ka­dının uzaklaştırıldığı ikinci kocası ile bilâhare evlenip evlenemiyeceği hususun­da Hz. Ömer ile Hz. Ali ihtilâfa düşmüşlerdir. Hz. Ömer'e göre; ilelebed evlencmcz. Hz. Ali'ye göre; iddet hitamında evlenebilir. Kitabın nasslarında bu iki zatın fetvalarını tc'yid edecek bir hüküm yoktur. Ancak Hz. Ömer, ikinci koca tarafından Kur'ân nassı ile yasaklanmış olan bir evlenme işine girişmeyi önlemek ve böyle bir suç işleyeni te'dip ve cezalandırma prensibine uymuştur. Hz. Ali ise umumî prensiplere uymuştur.

2) Hz.  Osman ve Hz. Zeyd b. Sabit'e göre, kölenin nikâhı altında bu­lunan hür bir kadın İki talâkla boşandığı zaman ilelebed o köleye haram olur. Hz. Ali ise; bunlara muhalefet ederek bu kadının ancak üç talâk İle boşanması ha­linde kocasına ilelebed haram olur, der. Fakat, hür bir erkeğin nikâhı altında bulunan  bir cariyenin ise  iki talâk ile haram  olduğunu  ifade etmiştir.  Bu  üç zat da köle ve cariye hakkının, hür erkek ve kadının hakkından az olduğunda ittifak etmekle beraber,    boşama hususunda erkeğin veya kadının durumunun muteber olması ve esas tutulması hususunda ihlilâf etmişlerdir. Hz. Osman ve Hz. Zeyd, talâk sayısı hususunda kocanın durumunu  nazar-i itibara alınışlar­dır. (Koca, hür ise üç talâka sahiptir. Köle ise iki talâka sahiptir.) Çünkü bo­şama işlemini yapmaya yetkili olan kocadır. Hz. Ali ise; talâk sayısı hususun­da zevcenin durumunu esas almıştır. (Zevce hür İse üç talâkla, cariye ise iki talâkla tam boşanmış olur. Çünkü boşama zevce üzerine vakî oluyor.)

3) Hz.  Abdurrahman b; Avf hasta iken  ailesini boşuyor.  İddeti bittikden sonra Hz. Osman onu vefat eden kocası Hz. Abdurrahman'a mirasçı kı­lıyor. Diğer taraftan Kadı Hz. Şüreyh hasta iken ailesini üç talâkla boşa-yan kişinin ölümü halinde boşanmış olan karısının mirasçı olup olamayacağını» yazdığı mektup ile halife Hz. Ömer'e soruyor ve «Boşanmış olan kadının he­nüz iddeti devam ederken kocasının Ölmesi halinde mirasçılık hakkının devam edeceği,  fakat iddetinin bitiminden  sonra  kocasının  ölümü  halinde  mirasçılık hakkının kalmıyacağı» şeklinde Hz. Ömer'den cevap alıyor.

Burada Hz. Ömer ve Hz. Osman, zevcin hastalık halinde karısını boşa­ması, onun (zevcenin) mirasçılık hakkını gidermiyeceği hususunda müttefiktir­ler. Ancak, Hz. Ömer, mirasçılık hakkının devamı için henüz iddeti bitmemiş iken kocasının ölmüş olması kaydını koyuyor. Hz. Osman ise, böyle bir kayıt koymuyor. Bu meselede müracaat edilecek bir nass yoktur.

4) Hz. Ömer,  hâmile  iken kocası vefat eden  zevcenin  iddetinin  doğum yapması olduğunu  söylerken,  Hz. Ali, doğum ile dört ay on günlük iddctlerden hangisi uzun  ise bu kadının iddeti  odur, der. Bu iki zatın  ihtilâf sebebi şudur : Allah, boşanan hamile kadının doğum yapmasını onun için iddet kılmış­tır.  Diğer taraftan kocası vefat eden zevcenin  iddetini dört  ay on gün kılmış­tır. Bu hükümde zevcenin hamilelik durumunu açıklamamıştır. Hz. Ali, kocası vefat eden hamile bir kadının iddeti hakkında verdiği fetvada her İki âyeti de nazar-ı itibare almıştır. Hz. Ömer ise boşama iddeti hakkındaki âyetin, vefat iddeti  hakkındaki  âyeti  tahsis  ettiğini   (kayıtladığı)  kabul   ediyor.   Yani,  boşa­ma  iddetine  ait  âyette  geçen   hamilelik   hükmü   dolayısıyle  vefat   iddetine   ait âyette  öngörülen  dört  ay on  günlük  İddet  hükmü   hâmile  olmayan  kadınlara münhasır kabul ediliyor. Hz. Ömer'in görüşünü te'yiden şu hadisi rivayet eder­ler:  «Haris kızı Sûbey'e el-EsIemiye hâmile iken  kocası  vefat ediyor.     Yirmi beş gün sonra doğum yapıyor.  Peygamber iddetinin bitliğini bildiriyor.)

Bu hadîs rivayet edilmekte ise de  Hz. Ali'nin hadis rivayetinde çok  titiz olduğunu daha önce belirtmiştik.

5) Hz. Abdullah b. Mes'ud ve bazı sahaıbiler karısına yaklaşmayacağına yemin eden zevç, yemini üzerinden dört ay geçtiği halde yemininden rücu' et­mezse karısını bâin  bir talâkla bosamış sayılır dolayısıyle karısı, yeniden usu­lüne göre nikâh kıymakla helâl olur, derler.  Diğer bazı  sahâbiler ise bu fet­vaya  muhalefetle  diyorlar ki :   Yemin  üzerinden  sadece dört  ayın  geçmiş  ol­ması bâin bir talâk ile boşama sayılmaz. Ancak, zevç bu müddet sonunda yak­laşmama yemininden rücu' etmek veya boşamaktan birisini tercih etmek mec­buriyetindedir. Bu konu hakkındaki âyet her iki şekilde yorumlanabilir.

(309) «Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay bek­lemek vardır. Eğer erkekler (o müddet içinde kefaret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki Allah cidden yarlıgayici, hakkiyle esirgeyicidir. Eğer (o suretle yemin edenler ric'at etmeyip de kadınlarını) boşama­ya karar verirlerse (ayrılırlar). Şüphesiz Allah (onların sözlerini) hakkıyle işidici, (niyyetlerini) gerçekten bilicidir.» (Bakara: 226, 227)

6) Boşanan bir kadının, boşandıktan sonra üçüncü defa gördüğü aybaşı âdetinden temizlenmedikçe iddetinin bitmeyeceğine Abdullah b. Mes'ud fetva veriyor. Hz. Ömer de bu fetvayı benimsiyor. Zeyd b. Sabit ise bu kadının üçün­cü defa aybaşı âdetine başlamakla iddetini tamamlamış olduğuna fetva veriyor. Bu ihtilâfın menşe'i ise bahis konusu iddet hakkında varid olan âyette geçen (kur’) kelimesinin temizlik hali veya ay başı hali demek olduğundaki ihtilaftır. Zeyd b. Sabit ve arkadaşlarına göre (kur)kelimesi temizlik demektir. Abdullah b. Mes’ud ve onun görüşünde olanlara göre (kur’) hayızdır.

(7) Hz. Ömer, hayız görme durumunda olan bir kadının boşandıktan hemen sonra hayızdan kesilmesi halinde dokuz ay intizar eder. Bu süre içinde hamilelik hali belirirse iddet meselesi halolmuş olur. Yani, doğum yapmakla iddetten çıkmış olur. Aksi takdirde yani dokuz ay geçmesine rağmen hamilelik durumu görülmezse üç ay daha iddet devam eder. Ondan sonra iddeti tamamlanmış sayılır, der. Başkaları ise  << Hayızdan kesilmiş olan bu kadın, hayız görme ümidi kesilecek yaşa kadar beklemek zorundadır.Bu yaşa varınca; üç aylık iddet süresi sonunda iddetten çıkmış olur.>> derler.

Hz. Ömer’in görüşüne katılmayan bu mübarek zatlar iddet hakkındaki nassların zahirine bakmışlardır. Çünkü;bu kadın boşanırken kur’ sahiplerin (iddeti, üç defa temizlenmek veya üç defa hayız görmek olanlar) den idi. Kur’ sahiplerinin iddeti ise üç kur’ olduğu nass ile sabittir. Bu kadının geçici bir süre için hayızdan kesilmiş olması neticeyi değiştirmez. Başka bir ifade ile bu kadın, hayızdan tamamen kesilme yaşına varmadığından dolayı iddeti üç kur’dan üç aya dönüşmüş olamaz. Dolayısıyle yukarıda belirttiğimiz gibi, o yaşa kadar beklemek ve ondan sonra üç aylık iddetini sürdümek zorundadır.

Hz. Ömer’in fetvasında ise iddet vaz’ının ruh ve gayesi  nazarı dikkate alınmıştır. O da boşanan kadının kocasından ötürü bir hamilelik ihtimalinin ortadan kaldırılmasıdır. Hz. Ömer’in fetvasına göre bahis konusu kadının normal bir doğum süresi olan dokuz ay beklemesi ve ondan sonra da üç ay iddet sürdürmesi neticesinde rahmini boş olduğuna şephe etmemeye mahal kalmamış olur.

(8) Hz. Ömer üç talak ile boşanmış olan kadının iddeti boyunca nafaka ve meskeninin boşayan kocasına ait oldğuna fetva veriyor. Bilahare Kays’ın kızı Fatma’nın üçüncü talak ile boşandığı zaman Peygamber’in ona nafaka ve mesken hakkını vermediği yolunda rivayet olunan hadis ulaşınca Hz. Ömer buyuruyor ki:<< Biz, Rabbimizin Kitabını ve Peygamberimizin sünnetini bir kadını sözü ile terk edecek değiliz. O kadın geçmiş durumu belki unutmuştur.>>

Hz. Ömer in verdiği fetvayı dayandırdığı ayet şudur:

(310) << Onları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar. Meğer ki apaçık bir kötülük (meydana) getirmiş olsunlar...>>(Talak : 1)

Bazı sahabiler ise; üç talak ile boşanmış olan kadını nafaka ve mesken hakkının kalmadığına fetva veriyorlar.Onlar, bahis konusu Kays’ın kızı Fatma’nın hadisine dayanıyorlar. Ayrıca Hz. Ömer’in delil gösterdiği ayetin sonundaki:

(311) <<Bilmezsin, olur ki  Allah bununarkasından bir iş peyda ediverir.>> (Talak : 1)

cümlesinin Hz. Ömer’e delil değil, bilakis kendilerinin fetvalarına delil olduğunu ifade ederler. Çünkü bu cümle boşanmış olan kadın ile onu boşayan erkek arasında ilerde bir uzlaşma olabileceğine işaret eder. Halbuki uzlaşmanın dinen makbul olabilmesi için kadının bir ve ya iki talak ile boşanmış olması şarttır. Üç talak ile boşanmış ise; tekrr evlenmeleri ysak olduğundan dolayı uzlaşmaları bahis konusu olamaz. Bu durum müvacehesinde,<<Belki ilerde uzlaşırlar.>> anlamını  ifade eden ayetin sonu, aynı ayetin ortalarında geçen << onları evlerinden çıkarmayın>> mealindeki hükmün bir ve ya iki talakla boşanan kadınlara münhasır olduğunu gösterir. Dolayısıyle bu hükmün, Hz. Ömer’in üç talak ile boşanmış olan kadın ile ilgili fetvasına delil olamaz.

Diğer bazı ashab ise; üç talak ile boşanmış olan kadının mesken hakkı olduğuna, fakat nafaka hakkı olmadığına fetva vermişlerdir. Nafaka hakkı olmaığı hususunda aşağıda yazılı ayeti delil göstermişlerdir. Bu ayette, hamile olan kadına nafaka verilmesi emrediliyor, onlar hamile olmayanın nafaka hakkı olmadığı hükmünü çıkarırlar

(312) <<…Eğer onlar yüklü iseler yüklerini koyuncaya kadar nafakalarını verin…>>

9) Hz. Ebu Bekr, büyük baba ile beraber bulunan kardeşleri mirascı kılmamıştır. Fakat, Hz. Ömer onları mirascı kılmıştır. Hz. Ebu Bekr büyük babayı baba yerine kabul etmiştir. Baba ile beraber bulunan kardeşlerin mirascı olmadıkları nassla sabittir. Hz. Ömer ise büyük babayı baba yerine kabul etmemiştir. Zeyd b. Sabit de Hz. Ömer’in re’yindedir.

10) İmam Malik, Muvatta’da rivayet ediyor ki; büyük anne Hz. Ebu Bekr:<< Allah’ın kitabında senin için bir şey yoktur. Resullah’ın sünnetinde senin için için bir şey olduğunu bilmiyoruz. Sen git, ben halka soracağım.>> dedikten sonra halka sorduğunda Muğire b. Şu’be : << Ben Resullah’ın huzurunda idim. Büyük anneye 1/6 (südüs) verdi. dedi.>>Hz. Ebu Bekr : seninle beraber kimse var mı? Diye sorunca Muhammed b. Mesleme ayağa kalkarak aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr müracaatla mirascılık durumunu sorunca << Kitabullah’da senin için bir şey yoktur. Hz. Ebu Bekr tarafından hükmedilen südüs hakkı diğerine idi. Ben paylara bir ilâve yapacak durumda değilim. Ancak o südüs vardır. Eğer ikiniz (sen ve Hz. Ebu Bckr'e müracaat eden diğer büyük anne) o siîdüsdc içtima' ederseniz aranızda taksim edilir ve ikiniz onda içtima1 etmeyip hanginize ve­rilmesi gerekiyorsa (ölüye yakınlık ve kuvvet gibi feraiz ilminde belirtilen du­rumlar itibariyle) südüs onadır.»  dedi.

11)  Keza imam Malik, Muvatta'da rivayet ettiğine göre Dahhâk b. Hali­fe, arazisinden itibaren çaya kadar devam edecek su arkını Muhammed b. Mesleme'nin  tarlasından  geçirmek  zarureti hasıl  olunca;  Muhammed  b.   Mesleme buna rıza göstermedi. Dahhâk ona, «Niçin bana mani oluyorsun? Halbuki;'ge­çireceğim sudan devamlı olarak sen de faydalanacaksın ve sana hiç zarar ver­meyecek.» dediyse de Muhammed, bu işten imtina' etti. Bunun üzerine Dah­hâk, konuyu Hz. Ömer'e intikal ettirdi.    Hz. Ömer,    Muhammed b.  Mesleme'yi çağırtarak mani olmamasını istedi. Muhammed aynı şekilde imtina edin­ce; Hz. Ömer: «Neden kardeşinin menfaatına mani oluyorsun? Oysa ki; başın­dan sonuna kadar senin için de yararlıdır ve sana hiç bir zararı yoktur.» de­di. Muhammed ise: «Vallahi ben müsaade etmiyeceğim.» deyince; Hz. Ömer: «Vallahi karnın üstünden bile olsa Dahhâk arkı geçirccektir.ı dedi ve geçir­me emrini verdi.

12)  İmam  Malik,  lbn-i  Şihab'dan  rivayet  ettiğine  göre,   sahibi  bilinme­yen develer Hz. Ömer zamanında beslenir, korunur ve dokunulmazdı. Hz. Os­man halife olunca bu  nevi develerin eşkâlinin  tesbiti  ile durumun  ilânından sonra sahibi çıkmayınca satılmasını ve bilâhare eşkâli tesbit edilmiş olan de­velerin sahibi çıkınca alınan bedellerinin  kendilerine teslimi emrini  verdi.

13) Irak ve Suriye'nin fethinden sonra ortaya çıkan en mühim problem­lerden   birisi de savaş   yoluyle   fethedilmiş   olan   arazi   hakkında   nasıl bir iş­lemin uygulanması  idi.  Eğer nassların zahirine göre hareket etmiş olsaydılar, bu araziyi diğer mallar gibi ganimet saymaları icabederdi ve dolayısıyle bütün bu  arazinin  4/5  ini  gazilere dağıtmalan ve geri kalan 1/5 ni Kitabullah'da zikredilen umumî maslahatlara harcanması gerekecekti.  Fakat Hz.  Ömer hal­kın bu şekil bir taksimatı talep ettiklerini görünce dedi ki;  «Bu arazinin bü­tün tasarrufiyle taksim edilmiş olduğunu ve babalardan evlâda miras kaldı­ğını görecek yarınki Müslümanların durumu ne olacak? Sizin istediğiniz bu tak­simat görüşü bence makul bir görüş değildir.» Bunun üzerine Hz. Abdurrah­man b. Avf ona dedi ki:  «Ya hangi görüş makbuldür? Bu  arazi  ve tasar­rufu, ancak Allah'ın onlara (gazilere) verdiği bir ganimettir.» Hz. Ömer buna karşılık şöyle dedi:   «Ya Abdurrahman!  tamamen dediğin gibidir.  Fakat ben bu re'yi sakıncalı görüyorum. Vallahi benden sonra büyük kazanç verecek bir belde feth edilmeyecektir. Hatta kanaatime göre benden sonra fethedilecek yer­ler Müslümanlara yük olacak. Eğer ben Irak ve Suriye arazisini bütün tasar­ruf hakları ile dağıtacak olursam neyle gedikleri kapatır,  sınırları  muhafaza eder, tehlikeli hudut boylarında tedbir alırım? Keza bu İslâm ülkesinde gelecek nesle ve fakir ailelere ne vereceğim?» dedi. Halk, Hz. Ömer'e isteklerinde İsrarda bulunarak: «Kılıçlarımızla kazandığımız ve Allah'ın bize kıldığı gani­met mahiyetindeki bu araziyi savaşta hazır bulunmayan kavimler ve onların evlâd ve ahfadı için alıkoyuyorsun.» dediler. Hz. Ömer ise bütün bu ısrarlara karşı : «Bu benim re'yimdir.» derdi ve başka bir şey söylemezdi. Nihayet halk kendisinin ashabla istişare etmesini istediler. Bunun üzerine Hz. Ömer Önce ilk muhacirlere danıştı. Onlardan Hz. Abdurrahman b. Avf arazinin sair ga­nimet mallan gibi taksimi görüşünde idi. Fakat onlardan Osman, Ali, Talha ve lbn-i Ömer Hazretleri halifenin re'yini benimsediler. Bu görüşmeden sonra Halife, Evs ve Hazreç kabilelerinin büyüklerinden ve eşrafmdan beşer kişi ol­mak üzere ensardan 10 kişiyi davet ederek onları topladı. Toplantıda onlara hitaben şöyle dedi : «Kamu yararına yüklenmiş olduğum idarecilik emanetinde sorumluluğuma ortak olmanızdan başka bir gaye için sizi rahatsız etmiş değilim. Çünkü, ben sizden farklı bir kimse değilim. Herhangi biriniz gibiyim. Sizler bu­gün hak olanı söyler, kararlaştırırsınız. Sizden önce görüştüğüm zatlardan kimisi bana muhalefet etti, kimisi muvafakat etti. Ben, sizlerin şahsî re'yime uymanızı istemem. Hakkı ifade eden Allah'ın Kitabı beraberinizdedir. Vallahi eğer iste­diğim bir işi söylersem onunla ancak hakkı diliyorum.»

Hz. Ömer'in bu konuşmasından sonra ensar-ı kiram dediler ki: «Ya Emir-el'Mü'minin!  söylemek  istediğini  söyle, dinliyoruz.»

Hz. Ömer: «Haklarına tecavüzle kendilerine zulmettiğimi söyleyen şu hal­kın dediklerini herhalde işittiniz. Ben zulmü irtikab etmekten ancak Allah'a sığınırım. Eğer ben onların hakkı olan bir şeyi kendilerinden esirgeyip başka­larına verecek olursam gerçekten şekavet etmiş olurum. Lâkin benim kanaati­me göre Kisra'nın ülkesinden sonra fethedilecek bir yer kalmamıştır. Cenab-ı Allah Kisra halkının mallarını, arazilerini içindekilerle beraber bize ganimet kıldı. Ben ganimet mallarını gereği gibi hak sahiplerine tevzi' ettim. O gani­metin 1/5 ni mahalline sarfettim ve etmekteyim. Ben bu arada araziyi tasar­ruf hakkıyîe beraber elde tutmayı (dağılmamayı) uygun gördüm. Araziyi zimmîlerin elinde bırakmakla haraç denilen arazi vergisi ve cizye denilen şahsî vergiler tahsil edilir. Alınacak bu haraç ve cizye savaşan Müslümanlara, zürriyetlerine ve onlardan sonra gelen Müslümanlara bir kazanç olur. Siz birçok askerin nöbet beklemesi gereken hudut boylarını ve gedikleri biliyor musunuz? Keza zabıta kuvvetleri ile teçhizi gerekli Şam, Küfe, Basra, Mısır ve el-Cezîre gibi büyük vilâyetleri biliyor musunuz? Bu orduya masraf akıtmak gerekir. Bu arazi, gelirleriyle taksim edilirse İşaret ettiğim bunca masraf nereden temin edi­lecek?»  dedi.

Halife Hz. Ömer'in bu konuşmasını dinleyenlerin hepsi ittifakla dediler ki:  Makbul ve doğru görüş yalnız senin buyurduğun re'ydir. Çok güzel söyledin. Eğer serhatler askerle doldurulmaz, şehirler devlet kuvvetiyle teçhiz edilmez ve orduya gerekli masraflar ve takviyeler yapılmazsa düşmanlar fethedilmiş olan ülkeleri işgal ederler.»

Yukarıda işaret olunan bu istişareler neticesinde Halife Hz. Ömer:  «Me-' sele benim için vuzuha kavuştu-» dedi ve araziyi zımmîlerin elinde ibka ile ha­raç denilen vergi sistemini kararlaştırdı. Onun re'yİ gerçekten çok muhkem bir görüş idi.  Muhalif olanlar ekalliyette kalınca ekseriyetin görüşüne uydular.

14) Hz. Ebu Bekr, Müslümanlar arasında bir malı taksim ederken; her­kese eşit pay ederdi. Ona denildi ki : «Ey Resûlüllah'ın haiifesi, sen malı tak­sim ederken herkesi eşit tuttun. Halbuki, bazı zatlar daha Önce Müslüman ol­makla, büyük hizmetleri sebkat etmekle ve taşıdıkları üstün meziyetlerle di­ğerlerinden farklıdırlar. Bu gibi zatlara üstünlükleri itibariyle biraz olsun farklı pay vermeliydin.»

Hz. Ebu Bekr dedi ki: «Sizin zikrettiğiniz Özellikleri çok İyi takdir ede-rim. Ancak bu özellikler, sevabı Allah'a ait olan şeylerdir. Bu (mal) ise bir maişettir. Bunda eşitlik  prensibi daha hayırlıdır.»

Hz. Ömer halife olup, birçok fütuhat ganimetleri gelince yukarıda işaret ettiğimiz üstünlükleri dikkata alarak farklı mal tevziine başladı ve dedi kî: «Peygambere karşı savaşanları Peygamberle beraber savaşanlar gibi kılmam.» Bunun üzerine «Divan-ül Ceyş» te'sis edildi. Yani, ordu mensuplarının maaş dereceleri sistemi tanzim edildi.

Gayemiz, ne bu devirde fetva verenlerin fetvalarını saymak, ne de onla­rın ihtilâfa düştükleri bütün meseleleri zikretmektir. Maksadımız sadece o de­vir fetvacılarının Pygambere çok yakın olmalarına rağmen yekdiğerine muha­lif fetva vermelerinin sebepleri ve onların şer'î hüküm çıkarma keyfiyetini açık­layan birkaç misal vermektir.

Yukarıda yaptığımız izahtan anlaşıldığı gibi onlar arasında görülen ihti­lâfın başlıca üç sebebi vardır.

1) Bazı âyetleri veya kelimeleri farklı manada anlamaları sebebiyle fet­vaların muhtelif olması. Bu da çeşitli yönlerden oluyor:

  1. A)iki manaya muhtemel kelimelerin kullanılmış olması. Meselâ boşa­maya ait iddet hakkındaki, Bakara sûresinin 228. âyetinde geçen (Ourû') ke­limesinin anlamı hususunda ihtilâfa düşmeleri gibi.

Hz. Ömer ve lbn-i Mes'ud (Ourû') kelimesini hayız (aybaşı âdeti) mâ­nasında anlamışlardır. Zeyd b. Sabit ise, temizlik manasım anlamıştır. İki ma­nayı da te'yid eden deliller vardır. Keza «İlâ'» (erkeğin, eşine yaklaşmamaya yemin etmesi) hakkındaki, Bakara sûresinin 226. âyetinde Cenab-ı Allah (C.C.) îlâ' yeminini yapan erkek için dört aylık bekleme hakkını tanımıştır. Aynı âye­tin devamında ve onu takip eden 227. âyetde yemin eden erkeğe, yemininden rücu' etmek ve ayrılmak imkânını veriyor.

(313) «Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay bekle­mek vardır. Eğer erkekler (o müddet içinde kefaret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki Allah cidden yarlığayicı, hakkıyle esirgeyicidir.

Eğer (o suretle yemin edenler ric'at etmeyip de kadınlarını) boşama­ya karar verirlerse( ayrılırlar). Şüphesiz Allah (onların sözlerini hakkıy­le işidici, (niyetlerini) gerçekten bilicidir.» (Bakara: 226, 227)

Bu nass iki manaya muhtemeldir.

  1. a)Böyle bir yemin  eden zevcin  tanınmış olan  dört aylık  sürenin biti­minde zevcesine yaklaşması veya boşamanın eşi tarafından istenmesi.
  2. b)Bu zevcin tanınmış olan dört aylık süre bitmeden önce yemininden rücu' ile zevcesine yaklaşabilmesİ ve süre bittikten sonra rücu' hakkının kaf-maması, ayrıca sürenin sona ermesiyle boşama işleminin kendiliğinden Vükubltf-i muş sayılması.                                                                                       
  3. B)İnen değişik iki hükmün konulan ayrı olmakla beraber her hıikmün kapsamının diğer hükmün kapsadığı bazı meseleleri içine aldığının 's&kitm'asl ve dolayısıyle iki hükmün kapsamına giren meseleler hususunda zahirî bir çelişkinin  görülmesi. Buna bir misal verelim:                      

Kocasının ölümü dolayısıyle iddete giren kadın hakkındaki J"aycV/. onun dört ay on gün beklemesini gerekli kılmaktadır. Bu âyetin, hâmile olan kadını da kapsadığı sanılmaktadır. Diğer taraftan boşama âyeti hâmile '^adının ''do­ğum yapmasını, iddetinin bitimi kılmıştır. Bu durumda kqc'asfnyciat eden. ha­mile bir kadının iddeti; dört ay on gün mü, yoksa doğum1'yapması mı? Birinci âyetin kapsamına girdiği kabul edilirse, o kadın doğumunu yapsa dahi dört ay on günlük süreyi doldurması gerekecektir. Şayet boşanıp âyetinin.hük­müne göre onun iddeti hamlini vaz'etmek ise dört ay on sürenin dol­durulmasının bahis konusu edilmemesi gerekecektir.

2)Sünnet sebebiyle fetvaların değişik olması.                   

Daha evvel beyan ettiğimiz vechiyle sünnetin bir kısmı ashabtan  Cem-i Gafir (büyük cemaat) huzurunda  Peygamber tarafından apaçık olarak söylenmiş veya yapılmıştır. Bunlar; namaz, namazın.kılınış şekli, rek'atlerin sayısı…vs. gibi. Diğer bir kısmı, bir veya iki kişi huzurunda yapılmış veya söylenmiş olduğundan,  sadece hazır  bulunan kişi veya kişiler tarafından zaptedilmiştir.Kavli sünnetin çoğu böyledir ve ihtilaf menşe’i de bu nevi sünnettir.

Peygamberden  sünnet rivayeti bu devirde yaygın olmadığı, gibi lüzumu

halinde müracaat edilecek bir kitapta bir nass bulmadıkları zaman, konu hakkında Peygamberin verdiği hükme şahit olan kimselerin bulunup bulunmadığını soruştururlardı. Bazen onlara konu hakkında hadîs rivayet edenler

bulunurdu, rivayetin sıhhatine kanaat ettikleri zaman ona göre fetva verirlerdi.Hz. Ömer; raviden, rivayet etliği hadîsi işitmiş olan başka bir şahid islerdi.    Hz. Ali de raviye yemin tevcih ederdi.

Bu müftîler rivayet edilen hadîsin doğruluğuna kanaat etmedikleri zaman o hadîsle amel etmezlerdi. Nitekim daha evvel belirttiğimiz gibi, bir olayda Hz, Ömer: «Biz, Rabbİmi/in Kitabını, Peygamberimizin sünnetini bir kadının sö­zü için terk edecek değiliz. Zira o kadının doğru mu yanlış mı söylediğini, me­seleyi  hatırlayıp hatırlamadığını  bilemeyiz.»  demiştir.

Sünnet rivayetinin yaygın olmayışı ve rivayet edilen sünnetin kabulü hu­susunda gösterilen titizlik ve inceleme, bu. müftîlerin Kur'ân nasslarınm umu­miliğinden anladiklariyle fetva vermelerini gerektirmiştir. Bazen de, bu genel­liği tahsis eden (kayıtlayan) sünnet bulunmuştur, ona göre fetva vermişlerdir. Herhangi bir nass bulamadıkları zamanlar olmuş ki; o vakit re'y ve içtihadla fetva vermişlerdir.

3) Re'y sebebiyle fetvanın değişik olması.

Müftîlerin karşılaştıkları hâdise hakkında Kur'ân'dan veya sünnetten nass bulmadıkları zaman re'y ile fetva verdiklerini anlatmıştık. Onlarca re'y demek; yararlı ve hayırlı gördükleri şeyle amel etmek ve İslâm teşriinin ruhuna en ya­kın olanını seçmek demektir. Nitekim Hz. Ömer, Muhammed b. Mesleme'nin tarlasından komşusunun su arkını geçirmesi emrini Muhammed'in rızası dışın­da veriyor. Çünkü; bu arkın geçirilmesi Muhammed'e hiç zarar vcrmiyeceği gibi, iki taraf için de faydalıdır. Yine, bir kocanın ailesine hitaben : «Sen boş­usun, sen boşsun, sen boşsun.» şeklinde boşama yemini ettiği takdirde, bu ye­minle yalnız bir talâkın gittiği Peygamber zamanında kabul edildiği halde, hal­kın bunu iyi değerlendirmemesi, isi olup bitliye getirmesi, boşamaya acele etmesi ve bir kısım halkın da bunu istismar etmesi üzerine; Hz, Ömer, bir ye­min İle üç talâkın gittiğine fetva veriyor ve bu konuda icrna'a varılıyor.

Yine, iddeti henüz bitmeyen bir kadınla evlenme olayı üzerine Hz. Ömer, evlenenleri birbirinden ayırmakla beraber, böyle suçları önlemeyi ve umumî maslahatları dikkata alarak bu çiftin tekrar evlenemiycceklerini hükme bağlı­yor. Tabiî ki, umumî maslahatlar hususunda fikirler ve görüşler değişik olur. Bunun içindir ki; Hz. Ömer devrinde, onun verdiği rey'e müstenid fetvalara bazı Müftîler muhalif kalmışlardır.

Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekr'in verdiği bazı fetvalara muhalif kaldığı vakîdir. Ölünün büyük babasiyle beraber bulunan kardeşlerinin mirasçı olup olma­ma meselesi, ganimet malının taksiminde mümtaz şahsiyetlerin diğerlerine eşit tutulup tutulmama meselesi gibi... (Bu meseleler yukarıda geçti.)

Hz. Ali de, bazı meselelerde arkadaşlarının verdikleri fetvalara muhalif fetvalar vermiştir. Himayesi altında bulunan yetimlerin malından zekât çıkar­ması gibi... Halbuki, arkadaşları yetimin malına zekât düşmediğine fetva veri­yorlardı.

Bu devirde fetvacılar arasında önemli ve geniş bir ihtilâf olmadığını açıklamış oluyoruz. Çünkü, onların verdikleri hüküm sadece meydana gelen olan­lara münhasır idi ve onların devrinde verilen fetvalar tedvin edilmemiş idi. Bu devirde fıkıh; Kur'ân-ı Kerîmin nasslarından, ittiba edilen apaçık sünnetten ve sahâbilerden olan bazı kişilerin büyük ashaba rivayet ettikleri ve onlarca sabit görülen sünnetten ibaret idi. Çok az fetvalar da, ietihad ve araş turnalardan sonra büyük ashabın re'ylerine dayanırdı. [73]

 

Meşhur  Müftüler

 

İkinci Devrin Meşhur Fetvacıları

 

Dört halife, Abdullah İbn-i Mes'ud, Ebu Musa el-Eş'arî, Muaz İbn-i Ce­be!, Ubeyy b. Kâb ve Zeyd b. Sabit'tir.

Bunlar arasında en çok fetva verenler Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd b. Sabit'tir. (Bu zat, özellikle feraiz hükümlerinde çok fet­va vermiştir.)

Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin hayatından söz etmeye lüzum görmüyorum. Zi­ra, her Müslümanın bunlar hakkında kısa bir bilgisi vardır. Diğerlerini kısaca tanıtalım. [74]

 

Abdullah Bin Mes'ud

 

Hüzelî sülâlesinden Mes'ud oğlu Abdullah, Benî Zühre kabilesinin andlaşmalt dostu idî. İlk Müslümanlardandır. Kendisi; «Benden Önce beş kişi Müs­lümanlığı kabul etmişti. Altıncısı ben oldum.» der. Mekke'de Kur'ân'ı açıktan ilk okuyan kendisidir. Müslüman olunca Hz. Peygamber onu yanına aldı ve ona dedi ki: «Benim sırlarımı işitmeye mezunsun.p Kendisi Peygamberin oda­sına girer, ayakkabılarını giydirir, beraberinde yürür, boy abdesti alırken bek­ler, uykudan uyarırdı.

Habeşistan ve Medine hicretlerine katılmış, iki kıbleye (Kudüs'teki Mescid-i Aksa, Mekke'deki Kabe) doğru namaz kılmış, Bedir, Uhud, Hendek, Biat-ı Rıdvan vs. savaşlarda ve seferlerde Peygamberin beraberinde bulunmuş, ondan sonra da Yermûk savaşma katılmıştır. Ashab ve tabiînden büyük bir cemaat ondan hadîs rivayet etmiştir. Hz. Huzeyfe'ye denildi ki: «Hidayet ve doğru yola rehberlik etmek bakımından Peygambere en yakın olan zatı bize tanıt ki, ondan feyiz alalım ve hadîs dinleyelim.» Huzeyfe şöyle cevap verdi: «Bu yönden Peygambere en yakın olan İbn-i Mes'ud'dur. Ashabın ileri gelen­leri de İbn-i Ümmü Abd (İbn-i Mes'ud) un irşad bakımından Allah'a en ya­kın olanlardan olduğunu bilirler.»

Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre Peygamber (A.S.) şöyle buyurdu : «Eğer ben istişare yapmadan bir kimseyi emir (vali) tayin etseydim, İbn-i Ümmü Abd'i tayin ederdim.»

Hz. Ömer onu Kûfe'ye görevli olarak gönderdiği zaman, Kûfeliere gön­derdiği mektupta şöyle dedi: «Ben, Amnıar b. Yasir'i emir (vali) ve Abdul­lah b. Mes'ud'u öğretmen ve vezir olarak size gönderdim. İkisi de ashabın ileri gelenlerinden ve Bedir savaşına katılanlardandır. Onlara uyunuz. Sözlerini dinleyiniz ve itaat ediniz. Ben Abdullah'ı göndermekle sizleri kendi nefsime tercih ettim.

Abdullah İbn-i Mes'ud, Kûfe'de ikamet etti. Kûfeliler ondan hadîs alır­lardı. Kendisi onlara öğretmenlik ve hakimlik (kadılık) ederdi. Hz. Ali'nin dediğî gibi; o, Kur'ân okur, helâlini helâl ve haramını haram bilirdi. Dinde fakîh idi. Sünneti bilirdi.

Hayatının sonuna doğru Irak'ta beliren fitneler dolayısıylc Hz. Osman ta­rafından Medine'ye çağırıldı. Bunun üzerine Medine'ye dönerek vefatına kadar orada kaldı. Hicretin 32. senesinde vefat edince Halife Hz. Osman cenaze na­mazını bizzat kıldırdı. [75]

 

Zeyd Bin Sabit

 

İsminden anlaşıldığı gibi Sabit b. Dahhâk'ın oğludur. Ensardan Benî Ncccar kabilesindendir. Peygamber, Medine'ye hicret buyurduğunda kendisi onbir yaşında idi. Onun ilk katıldığı savaş Hendek savaşı idi. Neccar oğlu Malik kabilesinin bayrağı, Tebük savaşında Ammare b. Hazm'ın elindeydi. Hz. Pey­gamber bayrağı ondan alıp Zeyd'e teslim etti. Bunun üzerine Ammare: «Ya Resûlallah, bir kusurum mu size ulaştı?» deyince Resûlüllah : «Hayır. Lâkin, Kur'ân'a öncelik tanınmalıdır. Zeyd, Kur'ân'ı senden daha iyi bilir.» diye ce­vap verdi.

Zeyd, vahiyle ilgili olan ve olmayan yazı İşlerinde Peygambere kâtiplik yapardı. Süryanice yazılar * Peygambere gelirdi. Bunun üzerine Peygamberin emriyle Zeyd Süryaniceyi Öğrendi. Peygamberden sonra Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'e de kâtiplik etti. Hz. Ömer Medine'den ayrıldığında onu üç defa ken­disine vekil bıraktı. Hz. Osman da Hacca gittiğinde vekâletini ona verdi. As­hab arasında feraiz ilmini en iyi bilen kendisi idi. Nitekim Peygamber asha­bına : «Feraizi en iyi bileniniz Zeyd'dir.B Buyurmuştur. Genel kültür ve bilgi bakımından da ashabın en bilginlerindendi. Çoluk çocuğu ile başbaşa kaldı­ğında çok tatlı ve hoş sözlü İdi. Halk arasında ise ilmin vekarıni korurdu. Ken­disi, gerek Hz. Osman'ı ve gerekse Hz. Ali'yi çok takdir eder, üstünlüklerini, faziletlerini ve onlara karşı beslediği saygıyı izhâr ederdi. Birçok sahâbî ve ta­biîn ondan hadîs rivayet etmişlerdir. Hz. Ebu Bekr zamanında Kur'ân'ı top­lama işinin tedviri ona tevdî edildiği gibi, Hz. Osman zamanında Kur'ân nüs­halarını çoğaltma işi için tayin edilen hey'ette ona önemli görev yüklenmişti. (Vefatı: h. 45) [76]

 

 

 

 ÜÇÜNCÜ DEVİR

 

KÜÇÜK (YAŞTAKİ) SAHABİLER DEVRİNDEKİ TEŞRİ' (h. 41 — 100)

 

Üçüncü Devirdeki Siyasî Durum

 

Bu devirde İslâm tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi birçok siyasî alaylar vuku buldu. Bu arada bazı savaşların da meydana geldiği bilinmekledir. Hu olaylar neticesinde Müslümanlar arasında bazı bölünmeler ve üç fırkanın zuhuru görülmektedir.

1) Havariç: Bunlar; Hz. Osman, }Hz. Ali ve Hz. Muâviyc'dcn, Ücrİ sürdükleri bazı sebeplerle hoşlanmazlar. Kendilerinin bazı görüşleri vardır. Ko­numuz dışında kaldığı için buna yer vermiyoruz.

2) Şıâ: Bunlar; Hz. Ali'yi ve Ehli Beyti sevmek hususunda ifrat eder­ler. Kendilerine mahsus bazı görüşleri vardır. Onlar da bir takım kısımlara ay­rılırlar.

3) Ehl-i sünnet: Müslümanların ekseriyetini  teşkil  eden  bu cema­at, Havaric ve Şia'nın yolundan gitmemişlerdir. Müslümanların cumhuru Ehl-i Sünnet mezhebine mensuptur. Bunların görüşleri hak olarak bilinir.    Bunlara göre ashab arasında vukubulan olaylar içtihada dayalıdır. Bu olaylardan bah­setmek, unutulmuş olan yaralan deşmek olur. Sonradan gelen  Müslümanlar bu olaylardan sorumlu değil İken; bunun münakaşasını yapmakla kendilerini sorumluluk altına almış olurlar.

Bu devrin sonlarında da (Emevî devleti devrinde) bilinen birçok olaylar ve isyanlar çıkmıştır. Bu isyanlar bastırıldı ise de, Emevî devletinin yıkılması ve yerine Abbasî devletinin kurulması yolundaki çalışmalar gizlice sürdürül­müştür.

Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasî olaylar ve isyanlar konumuzun dı­şında olmakla beraber teşrî faaliyeti üzerinde büyük te'sirleri olmuştur.Biz kendi konumuz bakımından bu devrin özelliklerini özetle tanıtmaya çalışalım. [77]

 

Üçüncü Devrin Özellikleri

 

Birinci Özellik :

 

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Müslümanlar siyasî yönden fırkalara ayrıldılar. Gerek Havaric'in ve gerekse Şia'nın kendilerine mahsus bazı temayülleri vardı. Şia, diğer fırkalara mensup Müslümanların sözlerine ve görüşlerine iti­bar etmezlerdi. Müslümanların kahir ekseriyetini teşkil eden Ehl-i Sünnet ise; ashab arasında hiç bir fark gözetmeksizin hepsinin, rivayeti sahih olmak kaydıyle naklettikleri hadîslerini, sözlerini ve re'ylerini kabul ederlerdi. Şiâ ve Havaric'e itibar etmezlerdi. Ne de olsa bu teşrîde büyük te'siri vardır. [78]

 

İkinci Özellik:    

 

Müslümanların  âlimleri  muhtelif şehirlere  dağıldılar. Ashabın  bir  kısmı yük şehirlerde yerleşen ashab-i kiramdan feyz alan birçok tabiîler yetişti. Ta­biînden ileri gelen alimlerin fetva hususunda yetkili oldukları, muasır sahâbîler tarafından kabul edildi. Bu şehirlerin her birisinde yerleşen ashab ile onlara arkadaşlık eden  ve ilmin zirvesine yükselen  tabiîn, sorulan hususlar hakkında fetva verirlerdi.

Eğer Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere bütün Müslümanlarda takdis edilen kutsal merkezler olmasaydı ve ırkı, mezhebi, temayülü  ne olursa olsun Mekke’de bulunan Kabe’nin tavafı dini bir vecibe telakki edilmemiş olsaydı yekdiğerinden çok uzak olan büyük şehirlerde oturan alimler arasında bulunması zorunlu irtibat kalmamış olacaktı. [79]

 

Üçüncü Özellik

 

Hadîs rivayeti .yaygın oldu. Çünkü, rastgele hadis rivayeti bu devirde kalktı.

İslamiyet süratle etrafa yayıldığı, Müslümanların sayısının çoğaldığı, yeni yeni meseleler çıktığı bu devirde bir çok yeni ihtiyaçlar doğuyor  doğan ihtiyaçlara dair şer-i hükmün ne olduğu soruluyor, karşılaşılan bir çok problemler hakkında  başvurulacak merciler bu devirde henüz vefat etmemiş olan ashab ve onlarla sıkı temasta bulunan tabiinlerin büyükleri idi. Bu nedenle zaman zaman halk nir problemin çözümü için diyar diyar gezerek yetkili zevattan fetva isterlerdi.Keza dini ilimlere aşık olanlar ashabın ve büyük tabiinlerin bulunduğu şehirlere giderek onlardan feyiz almak için haftalarca hatta aylarca yürürlerdi.

Gerek kalan sahabe ve gerekse büyük tabiinin karşılaştıkları  yeni meseleler ve problemler müvacahesinde hıfzettikleri hadislerle fetva verirlerdi.Bu hadislerin bir kısmını bizzat Peygamberden diğer bir kısmını büyük sahabiden işitmişlerdi.Bu devrin müftilerinden rivayet edilen hadisler çoktur.Bir kısmından binlerce hadis rivayet edilmektedir. Okuyucuya bir fikir vermek üzere birkaç örnek verelim :

Ahmed  b.  Hanbelin Müsned’inde Ebu Hüreyre’ye  isnad  edilen hadîsler (313) sahife ve Abdullah b. Ömer'e isnad edilen hadîsler(156) sahifeyi teşkil eder. Bu devirde yaşayan diğer küçük sahabilerden  rivayet edilen hadisler de meblağa yakındır. Diğer taraftan Bz. Ebu Bekr'e isnad edilen hadîsler (84) sa­hife, Hz. Ömer (birinci devrin müfitlerinin imamı) e isnad edilen hadîsler (41) sahife ve Hz. Ali'den rivayet edilen hadîsler (85) sahife teşkil etmektedir.

Yukarıda teşkil ettikleri sahife sayısı belirtilen ve bu zatlara isnad edilen hadîslerin tamamı o devirde herhangi bir şehirde toplu halde bulunmadığı gibi, hepsini içme alan- bir kitap da yoktu. Fetva verme durumunda olan ashab da­ha önce belirttiğimiz gibi muhtelif şehirlere dağılmış vaziyette idiler. Bu se­beple her şehir halkı o şehirde ikamet eden sahâbîden hadîs rivayet ederdi. Dolayısıyle bir şehirde bulunan hadîs diğer şehirlerde bulunmayabilirdi.

Bu devirde Hz. Abdullah b. Ömer, Hz. Âişe ve Hz. Ebu Hüreyre Me­dine'de; Abdullah b. Abbas Mekke'de; Abdullah b. Amr b. el-As Fustat (Es­ki Mısır) da, Enes b. Maîik Basra'da ve Ebu Musa el-Eş'ari, Hz. Ali ile Hz, İbn-i Mesud Kûfe'de idiler. Bu zatların hepsi bildikleri hadîslerle fetva verir­lerdi.

Bu üç maddede belirtilen özellikler fetvada bazı ihtilâfların çıkmasına âmil olmuştur. Bilhassa siyasî ayrılıklar neticesinde Şiâ için ayrı fetvalar, Havaric için ayrı fetvalar ve bunların dışında kalan Cumhur-u Müslimin için de ayrı fetvalar meydana gelmiştir. [80]

 

Dördüncü Özellik:

 

Uydurma hadîsler belirdi. Hz. Ebu Bekr'le Hz. Ömer'in korktuğu şey de bu idi. Bu konuda Müslim'in, Sahih'inin Mukaddimesinde rivayet ettiği aydın­latıcı birkaç delili zikredelim.

  1. a)Tavûsdan rivayet ettiğine göre; Büşeyr b. Kâ'b, İbn-i Abbas hazret­lerine gelerek hadîsleri okumaya başladı. İbn-i Abbas hazretleri biraz dinlen­dikten sonra ona; «Naklettiğin hadîslerden şu ve bu hadîsi tekrarlar mısın? dedi. Büşeyr, o hadîsleri tekrarladı ve başka hadîsleri nakletmeye devam etti. Hz. İbn-i Abbas yine bazı hadîsleri tekrarlamasını istedi.  O da tekrar okuduktan sonra dedi ki:   «Ey İbn-i Abbas, bilmiyorum.     Benim  naklettiğim hadîslerin^ hepsini kabul ettiniz de yalnız tekrarlanmasını istediğiniz hadîsleri mi  kabul etmediniz. Yoksa tekrarlanmasını istediğiniz hadîsler hariç, diğerlerinin hepsini mi reddettiniz?» îbn-i Abbas hazretleri dedi ki: «Uydurma hadîsler belirme­den önce biz Resulü! I ah'in hadîslerini naklederdik.    Halk, doğru-yanlış gözet­meksizin hadîs rivayetine girişince biz bu işi bıraktık.»
  2. b)Mücahid'ten rivayet ettiğine göre; Büşeyr el-Adavî Hz. İbn-i Abbas'a gelerek; «Resûlüllah şöyîe söyledi, Resûlüllah böyle söyledi» diye hadîs nakli­ne girişti. İbn-i Abbas Hazretleri ise onu dinlemedi ve ona bakmadı. Kendisi, İbn-i Abbas Hazretlerine; «Ne oluyor? Ben sana Hz. Peygamberin hadîslerini naklediyorum. Sen ise dinlemiyorsun.»  deyince İbn-i Abbas:     «Bir zamanlar birisi Resûlüllah şöyle söyledi deyince gözlerimizi ona diker, kulaklarımızı açar ve dikkatla onu dinlerdik. Fakat, halk ulu orta hadîs rivayetine başlayınca, bil­diklerimizden başka hadîsleri kimseden  almaz olduk.»
  3. c)İbn-i Ebu Meliyke'dcn rivayet ettiğine göre; kendisi  İbn-i Abbas haz­retlerine  bir  mektup  göndererek,   irsad  edici,     ışık   tutucu   ve  özlü   bir  yazılı tavsiyede bulunmasını  istedi.  İbn-i  Abbas hazretleri mektubu   alınca  bazı  mü­him mcs'eleleri özetle ona yazayım diyerek;  Hz. Ali'nin hükümnamesini  istedi ve onun bazı parçalarını yazdı. Bazı parçalarını da atladı. Bu arada dedi  ki : «Vallahi, Ali  bu  parçalardaki hükümleri vermemiştir. Zira bu  hükümleri  an­cak sapık kimse verir.»
  4. d)Tâvûs'tan  rivayet ettiğine göre; İbn-i  Abbas hazretlerine  Hz.  Ali'nin hükümnamesi getirildi. Kendisi bir zira' (parmak ucu — dirsek boyu) miktarı hariç, hepsini imha etti.
  5. e)Ebu  îshak'dan  rivayet ettiğine göre;     belirli  çevreler  (Rafizî ve  Şİâ) Hz. Ali'den sonra uydurma bir takım rivayetler ve batıl sözleri Hz. Ali'nin hükümnamesine soktukları zaman  Hz. Ali'nin yakın arkadaşlarından  birisi:  «Al­lah onların cezasını versin.  Hazreti  Ali'nin yüce  ilmini  hurafelerle nasıl  boz­dular?»  dedi.
  6. f)Ebu Bekr b. Ayyaş'tan rivayet ettiğine göre; Ebu Bekr, el-Muğîrc'dcn şu sözleri işitmiştir : «Hz. Ali'den hadîs rivayet edenler arasında yalnız Abdul­lah b. Mes'ud'un arkadaşları doğru rivayetlerde bulunmuştur.    Diğerleri doğru söylememişlerdir.»
  7. g)İbn-i  Sîrîn'in  söyle söylediğini rivayet eder :   Eskiden  hadîs  ravilcrinden senedleri sorulmazdı. Fitne ve fesad belirince; senedler ve senedlerde ge­çen zatların  adları sorulmaya başlandı.  Râvüerin,  senedlcrinde  beyan ettikleri şahısların durumları tetkik ediliyordu. Sünnet ehlinden oldukları anlaşılanların hadîsleri alınır, bid'at ehlinin hadîsleri terk edilirdi.
  8. h)Ebuz-Zİnad, Abdullah b. Zekvan'm şöyle söylediğini rivayet eder: «Ben, Medine'de emin ve itimada şayan yüz zata kavuştum. Hepsi güvenilir zatlar olduğu halde onlardan hadîs alınmazdı. Hadîs ehli olmadıkları söyle­nirdi. >
  9. k) Şa'bî'deh rivayet ettiğine göre; kendisi Hars-i A'var bana şöyle hadîs rivayet etti derken Hars-i A'var'ın yalancı olduğunu söylerdi. (Şa'bî gibi tefsir, hadîs, fıkıh, cihad ve ibadet sahalarında zirveye yükselmiş bir zatın ya­lancı olduğunu ifade ettiği Hars-i A'var'a bazı hadîsleri atfetmesi, o hadîslerin uydurma olabileceğine muhtemelen dikkati çekmek  içindir.)[81]
  10. o)Cerîr'den rivayet ettiğine göre; kendisi Câbir b. Zeyd el-Caîliye ka­vuştuğunu, fakat ona itimat etmediğini, {rivayet ettiği hadîsleri kala almadığı­nı) çünkü; kendisi rec'at (Hz. Ali'nin bulutlar arasında yaşamakta olduğu inancına inandığını ifade eder. Züheyr'den naklettiği bir rivayeie göre mezkûr Câhir : «Benim yanımda hiç rivayet etmediğim elli bin hadîs vardır.» dediğini ve bir gün bir hadîs rivayet ederek: «Bu hadîs yanımda bulunan elli bin hadîs­tendir,» dediğini yazar. Diğer taraftan Süfyan'dan şöyle rivayet eder: «Ben, Cûbir'in otuz bin hadîs rivayet ettiğine şahid oldum. Benim hadîs konularında bir hayli bilgim olduğu halde, onun naklettiği hadîslerden hiç birisini zikret­meyi   helâl   görmüyorum.»

Hümam'dan rivayet ettiğine göre; kendisi diyor ki: «Ebu Davud el-A'ma bize geldi ve Zeyd b. Erkam'dan şu hadîsleri ve Berra'dan bu hadîsleri aldım.» der dururdu. Bilâhare biz keyfiyeti Katâde'ye anlatınca Katâde buyurdu ki: «O yalan söylemiş. Kendisi ne Berra ve ne de Zeyd b. Erkam'dan hadîs almamış. Çünkü, kendisinin anlattığı tarihlerde korkunç Taun hastalığı halkı kırıyordu. Kendisi  de  avucu  ile dilencilik  ediyordu.»

1) Ebu Cafer el-Haşimî el-Medenî, birçok hikmetli sözleri ve mana ba­kımından doğru olan cümleleri kurarak hadîs seklinde Peygambere atfederdi.

Müslim'den naklen verdiğimiz hadîs rivayetine ait şu kısa bilgiden, yalan­cıları uydurma hadîs rivayetine sevk eden âmiller ve nedenler anlaşılıyor.

İmam en-Nevevî, Sahİh-i Müslim şerhinde Kadı lyaz'dan naklettiğine gö­re uydurma hadîsleri rivayet eden yalancılar iki kısma ayrılır.

  1. A)Hadîs   rivayetinde  yalancılıkla  tanınmış  olan  gurup:

Bunlar da çeşitli zümrelere ayrılırlar. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1) İslâmiyete hiç saygısı olmayan zındıklar ve benzerlerinden, İslâmiyeti küçük düşürmek gayesiyle Peygamberin hiç söylemediği sözleri ona isnad etmek suretiyle hadîs uyduranlar.

2) Sözde dindarlık, Allah'a yaklaşmak ve başkalarım teşvik etmek mak­sadı ile bir takım ibadetlerin ve hayırlı işlerin fazileti ve sevabı hakkında asıl­sız hadisleri vaz eden cahil dindarlar,

3) Çok hadîs rivayet etmekle sözde başkalarından daha çok hadîs bildi­ğini etrafa yaymak riyakârlığına ve gösterişe düşkün yalancı muhaddisler,

4) Mensubu olduğu mezhebi diğer mezheplerden sözde üstün göstermek maksadı ile hadîs uyduran bid'at ehli ile mezheb mutaassıbları,

5) İslâm'a aykırı yaşayışı sürdüren nüfuzlu bazı çevreleri mazur göster­mek ve arzularına göre dinden fedakârlık ederek fetva veren din istismarcıları,

Bu zümreleri teşkil eden belirli kimseler, hadîs ilminde ihtisas sahibi olan İslâm âlimlerince bilinip tesbk edilmiştir.

6)  Hadîs uydurmayıp, mevcut zayıf hadîsler için meşhur ve sıhhatli sened uyduranlar,

7) Cehaletini  saklamak  veya  dinî  konularda  başkalarına  galebe  çalmak maksadıyle bilerek hadîs senedlerini değiştiren veya senedleri faztalaştiranlar,

  1. B)Yalnız hadîs rivayetinde değil, her sahada yalancılığı itiyad haline ge­tirenler :

Bunlar işitmedikleri şeyleri duyduklarını, görmedikleri kimselerle görüştük­lerini iddia ederek onlardan sahih hadîsleri naklederler. Diğer taraftan bu gu^ ruba dahil olanların bir kısmı da ashabın sözlerini, Arapların vecizelerini ve hikmetli söylerini bilerek Peygambere isnad etmekle onları hadîs olarak tanıt­maya çalışırlardı.

Yukarıdan beri sıraladığımız uydurma hadîs rivayetlerinin çoğu bu de­virde bulundular. «Câbir cl-Cafî» nammdaki şahıs bu devirde ortaya atılarak yanında elli bin, bazı rivayetlerde yetmiş bin hadîs bulunduğunu ve bunların Hz, Hüseyin'in oğlu Muhammed cl-BakırMan rivayet ettiğini iddia ediyor. Uy­durma veya ulu orta hadîs rivayeti yayıldığı gibi İbn-i Abbas hazretlerine inti­kal ediyor, bu büyük zât bu duruma karşı tepkisini izhâr ediyor.

Siyasî ihtilâflar ve mezheplerin taassubu yüzünden ifratçi ve cahil mutaas­sıplar, görüşlerini uydurma bir takım hadîslerle te'yid etmekte kendilerince bir beis görmemişlerdi. Bilindiği gibi o devirde Cumhurun karşısında Şiî ve Hari­cîler vardı. Gerçekten her zümrede yalancı hadîs ravileri bulunuyordu. Hari­cîler arasında yalancı hadîs râvîleri nisbeten az idi. Çünkü; onların inanışlarına göre büyük günah işleyenler kâfir olurdu. Peygambere iftira etmek büyük gü­nahların en büyüğü olduğu için buna cesaret edenlere rastlamak kolay değildi.

Buraya kadar özetle anlattığımız hadîs konusundaki yalancılık cereyanı ge­lecek devrin hadîs âlimlerini müşki! duruma sokmuştur. Ehl-i hadîsin işini cid­den çok zorlaştırmıştır. Hakikî hadîsleri, uydurma hadîslerden temizleme işin­de yüce islâm âlimlerinin büyük gayretlerle nasıl çalıştıklarım ve başarı de­recesini göreceksin. [82]

 

Beşinci Özellik:

 

Bu devrin beşinci özelliği Arap ırkından olmayan birçok İslâm âliminin yetişmesidir.

Bilindiği gibi Türkler, İranlılar ve Mısırlılardan birçok kimse İslâmiyete intisab etti. Araplar kendi ırkına mensub olmayan Müslümanlara (Mevalî) der­lerdi. Gerek savaşlar dolayisı ile esir olanlar ve gerekse bunların dışında kalan binlerce Müslüman ile Araplar arasında meydana gelen ilişkiler neticesinde Kur'-,ân ve sünnet ilmi Arap olmayan Müslümanlar arasında sür'aüe yayıldı. Islâmî ilimlerle genel kültür ve özellikle okuma yazma biliminde yaygın alış verişler ve karşılıklı istifadeler büyük rağbet gördü. Araplardan İslâmiyeti kabul eden cemaatta o an için ırkçılık duygusu bulunduğu halde diğer ırklara mensup ce­maatlardan çıkan büyük ilim adamlarına hürmet etmek, verdikleri fetvalara boyun eğmek ve onlardan hadîs rivayet etmek zorunluğunu duydular. Bu yüce İslâm âlimleri bütün lslâmî şehirlerde bulunarak bazı sahâbîler ve tabiînlerin büyükleriyle görüşüp, öğrenim ve Öğretimde büyük payları oldu. Bir kısmı ara­sında o kadar sıkı temas ve işbirliği kuruldu ki, bir sahâbîden bahsederken ya­kın arkadaşı olan Mevâlî (Arap olmayan) den bahsetmemek  az görülebilirdi.

Meselâ : Genellikle ashâbdan Abdullah b. Abbas ile mevlâsı İkrime, Abdullah b. Ömer ile mevlâsı Nafî, Enes b. Malik ile mevlâsı Muhammed b. Şîrîn ve Ebu Hüreyre ile mevlâsı Abdullah b. Hürmüz el-A'rec beraber zikredilirler. Bu dört sahâbîden herhangi birisinden bahsedilirken; mevlâsımn bahis konusu edilme­mesi çok az görülebilir. Ashab arasında en çok hadîs rivayet eden ve fetva ve­ren bu dört zattır. Mevlâlarının büyük üstünlükleri de inkâr edilmez. Fıkıh ve hadîs rivayeti hususunda Arapların emeğini küçümsemek hata olur. Çünkü; Arap olan ve olmayan İslâm âlimleri bu hususlarda müşterek çalışmışlardır. Her şehirde bu ırklardan çok sayıda âlim bulunurdu. Ancak, bazı şehirlerde mevâlî denilen İslâm âlimleri hâkim durumda idi. Meselâ : Basra'da vaziyet böyie idi. Bu şehirde yaşayan mevâlî âlimlerinin başında Ebu'l-Hasan el-Basrî'nin oğlu Hasan bulunuyordu. Küfe gibi bazı şehirlerde ise Arap âlimleri çoğunlukta idi. [83]

 

Altıncı Özellik:

 

Hadîs ve re'y (kıyas) arasında niza* çıkması ve her iki delilin yetkili İslâm âlimlerinden birçok  taraftar bulması:

Daha önce anlattığımız gibi birinci devirde büyük sahâbîler fetvalarında Kitaba istinad ederlerdi. Kitapda mesned bulmayınca sünnete dayanırlardı. Ki­tap ye sünnette istinad edecekleri bir şey bulmadıkları zaman ise re'yle fetva verirlerdi. Re'y, geniş manasıyla kıyas demektir. Ancak, re'y ile fetva vermek sahasını genişletmeye taraftar değillerdi. Bu nedenle re'yle fetva vermeyi yer­dikleri bir vakıadır. Makbul re'y ile yerilen re'yin nasıl olduğunu daha Önce açıkladık. Bilâhare ikinci devir gelince bu devrin müftîlerinden bir kısmı fet­va verirken hadîs üzerinde durur ve Kitap ile sünnette bir nass bulmayınca fet­va vermekten çekinirdi. Mes'eleler arasında irtibat ve münasebet kurmak iste­mezdi. Diğer bir kısım müftîler Kitap ve sünnetle amel etmek hususunda bi­rinci devir müftîlerine muhalefet etmeyerek mümkün mertebe fetvalarını bun­lara dayandırmakla beraber İslâm teşriînin ruhu, gayesi ve hikmetinin akıl yo-luyle bulunabileceği görüşünde idiler. İlâhî kanun maddelerinin hikmet ve mak­satlarını tesbİt için baş vurulan bir takım kaidelerin varlığını benimserlerdi. Bu usul ve kaidelerin Kitap ve sünnetten anlaşıldığını ve şerîatm bu prensiplere dayandığı kanaatinde oldukları için hakkında nass bulamadıkları mes'elelerde re'y ile fetva vermekten birinci gurup gibi imtina etmezdi. Şer'î hükümlerin vaz'ında öngörülen gayelerin ve nedenlerin bilinmesini ve anlaşılmasını çok ar­zu ederlerdi. Şeriatın usulüne aykırı buldukları hadîsleri kabul etmezlerdi. Hele o usulü te'yid eder mahiyette ellerinde hadîs bulununca buna aykırı düşen ha­dîsleri kesinlikle reddederlerdi. Re'y ehli diye tanınan bu ekol'e dahil olanla-rin çoğu Irak'ta idi.

Tabiînden Medine fıkıhçilanmn büyüğü sayılan Said b. el-Müseyyeb'e Ra-bia b. Ferrûh, kadın parmakları tazminatı hakkında aşağıdaki "soruları sordu ve karşılarında yazılı şu cevapları aldı:

—  Kadının bir parmağının tazminatı nedir?

—  On devedir.

—  Onun iki  parmağının tazminatı nedir?

—  Yirmi devedir.

—  Kesilen parmaklar üç tane ise tazminatı nedir?

—  Otuz devedir.

—  Kesilen parmak dört olursa tazminatı nedir?

—  Yirmi devedir.

—  Şu halde kadının yarası büyüdükçe tazminatı azalır.

—  Iraklı mısın? Bu hüküm sünnetin emridir.

Hazreti Said'İn böyle fetva vermesinin sebebi budur. Kendisi diyor ki : «Tam diyet (tazminat) olan yüz devenin 1/3 ü sülüsü veya daha az miktar tu­tarındaki organ tazminatı hususunda kadın ile erkek ayırımı yoktur. (Meselâ: Erkeğin üç parmağının kesilmesi otuz develik tazminatı gerektirdiği gibi, kadı­nın üç parmağının kesilmesi de aynı tazminatı gerektirir.) Fakat, organ tazmi­natı tutarı tam diyetin İ/3 ünden fazla olunca kadının organ tazminatı erke­ğin organ tazminatının yarısı olur. Erkeğin üç parmağının tazminatı (otuz), dört parmağının tazminatı (kırk) deve olduğu için kadının dört parmağının tazmi­natı (yirmi) deve olur. Bu netice akla uygun gelmemekte ise de, teşrîde nassa karşı akim bir fonksiyonu bahis konusu değildir. Hz. Said bu hükmün sünnete dayandığını ifade ediyor.

Kendisine soru tevcih eden Rabîa, bu sonucun hikmetini bilmediği için Hz. Said'e sorular tevcih ediyor. Son sorusundan Hz. Said hoşlanmayınca «Iraklı mısın?» demekle hoşnutsuzluğunu ve t esriden bir nass bulunduğu halde Rabîa'-nm re'ye yer verdiğini işaret etmiş oluyor.

Irak fıkihçılan ise kadının üç parmağının tazminatının (otuz) deve olması ve dört parmak olunca tazminatın yirmi deveye inmesinin akla uygunsuzluğunu dikkata_ alarak, böyle bir neticeye varmamak için organ tazminatı hususunda kadın için erkek tazminatının yarısını tanımıştır. Hz. Saidi'n sözünde geçen sün­net kelimesi ile Peygamberin sünneti değil, ashabdan Zeyd b. Sahit'in sünneti­nin kasdedildiğini söylerler. Zira, Zeyd b. Sabit'in fetvası bu yolda idi.

Böylece hadîs ehli ve re'y ehiİ diye iki gurup fıkıhçı meydana gelmiştir. F.hl-i hadîs denilen gurup nassların zahirleri (kat'î olmayan nassîar) karşısında •susarak o nassların illet (sebeb) lerini araştırmıyorlar, nadiren re'yle fetva verir­lerdi. Diğerleri ise ahkâmın illetlerini araştırıyor, mes'eleler arasında irtibat kur­maya çalışıyor ve nass olmadığı zaman re'ylc fetva vermekten çek inmiyorlardı. Hicaz ehlinin çoğu ehl-i hadîs ve Irak ehlinin çoğu ehî-i re'y idi. Onun için Rabîa, parmak tazminatı hükmündeki hikmeti sorunca Said b. Müseyyeb ona; sen Iraklı mısın? dedi.

Irak'ın önde gelen fıkıhçılanndan Ebu Hanîfe'nin üstadı Hammad b. Ebu Süleyman'ın hocası ibrahim b. Yezid en-Nahaî (Kûfeli) Irak fıkıhçılanndan re'y ve kıyasla en çok meşhur olanlardan biriydi. Bu zat tabiînin ileri gelenlerinden olan ve İbn-İ Mes'ud'un seçkin arkadaşlarından sayılan dayısı Alkarna b. Kays en-Nahaî el-Kûfî'dcn fıkıh aldı. Kendisi Küfe âlimi ve muhaddisi olan Amir b. Şarâhîl eş-Şa'bî'ye muasır idi. Fakat fetva hususunda ayrı metodları vardı. Çünkü Şa'bî hadîs ve eser ehli idi. Kendisine sorulan bir mes'ele hak­kında nass bulmadığı takdirde fetva vermekten imtina ederdi. Re'yden hoşlan­maz idi.

Kendisi bir ara ehl-i re'ye şöyle soruyor: «Eğer el-Ahncf gibi yüce bir zat ile beraberinde küçük bir çocuk ötdürülürse bunların diyetleri eşit mi ola­cak? Yoksa el-Ahnef'in meziyetleri ve alimliği itibariyle diyeti çocuğunkindcn fazla mı hesaplanır?» Re'y ehli: «İkisinin diyeti eşittir» diye cevap verince kendisi :  «O hakle kıyas bir şey değildir» dedi.

Bunlar arasındaki fark görüldüğü gibi Şa'bî ve onun yolunu benimseyen­ler hadîs ve eser adamları olup sünnet ile fetva verir, hakkında sünnet bulu­nan ve bulunmayan mes'elelerde rc'ylcri ile hükmetmezlerdi. Hakkında nass bulunmayan mes'eleler için müftîlere merci olmak üzere Sâri' tarafından vaze­dilmiş genel kurallar ve (esbit edilmiş maslahatlar yok idi. Şer'î hükümler ara­sında bir bağlantı da bilinmezdi. Nitekim, ehl-i hadîs fıkıhçılannın üstadı sa­yılan Said b. el-Müseyyeb yukarıda anlatıldığı gibi, Rabîa'nın parmak tazminatı hususunda ma'kul olanı sormasından İncinmiş idi. Teessürünü gizlememişti. Me­dine ehli Rabîa'ya, teşriîn illetlerini araştırma ve münakaşa konusu ettiğinden dolayı «Rabîat-ür-rcy» derlerdi. Hatta Abdullah b. Sevvâr el-Küdı bir ara dedi ki: «Ben Rabîa'dan daha çok, re'yi bilen bir kimseyi görmedim.» Ona denildi ki: «Rabîa, Hasan ve İbni Sîrîn'den daha mı çok re'ye düşkündür?» O da, evet, dedi.

İbrahim en-Nahaî ve onun yolunu benimsemiş olan Irak fıkıhçıları ve Me-dinenin bazı fıkıhçıları İse, fetvalarında Kitap ve sünnete dayanırlardı. Ancak onlara göre şeriatın Ön gördüğü bir takım maslahatların (yararlıklar) bulunması gereklidir. Bu maslahatları gözönündc bulundurmak yerinde olur. Bu sebeple hakkında Kitap ve sünnette nass bulamadıkları mes'eleler için maslahatların şer'î hükümlerin çıkarılması yolunda bir esas olarak kabul edilmesini uygun görmüşlerdir. Daha önce aynı yolu takip eden sahabîler, bunlar için iyi selef olmuştur. Çünkü, ashab devrinde kendilerine arz edilen mes'ele hakkında Ki­tap ve sünnette bir hüküm bulmayınca kıyas (rey) la fetva verenler olurdu. Onların  rc'ylcri, bir takım  maslahatları dikkata alma  neticesi  idi.

Hadîs ehli, re'y ehlini, «Kıyas için bazı hadîsleri terk ediyorlar» gerek­çesi ile kınıyorlardı. Oysa bu kınama hatalı idi. Çünkü, re'y ehlinden kıyası, sabit sünnete tercih edeni görmüyoruz. Ancak şu durum oluyordu. Bir hadise hakkında kendisine hadîs rivayet edilmeyen veya rivayet edilen hadîsin sene­dini sağlam görmeyen re'y ehli, re'yle fetva verirdi. Bu durumda verdiği fetva kendisi tarafından bilinmeyen veya bilindiği halde rivayetine güvenmediği ve­yahut da onun nazarında daha kuvvetli bir delile ters düşen bir sünnete aykırı olurdu.

Buna bir misal verelim :

Siifyan îbn-i Üyeyne'nin rivayet ettiğine göre Ebu Hanife ile Evzâî, Mek­ke'de (zahire hanında) buluşuyorlar. Evzâî, Ebu Hanife'ye hitaben: «Rükûa giderken ve rükûdan kalkarken neden ellerinizi kaldırmıyorsunuz?» dedi. Ebu Ha-nîfe: «El kaldırma hakkında Resulü II ah'd an sıhhatli bir şey sabit olmadığı için ellerimizi kaldırmıyoruz!» diye cevap verdi.

Evzâî: «Nasıl sıhhatli bir şeyin sabit olmadığını söylüyorsun? Halbuki bana Zührî, o da Salim'deh, o da babasından (tbn-i Ömer), naklettiğine göre Resûlüllah, namaza başlarken rükûa giderken ve rükûdan kalkarken her iki eüni kaldırıyordu.» dedi.

Ebu Hanife buna karşılık dedi ki: «Bize Hammad, o da İbrahim'den, o da Alkame ve Esved'den, onlar da îbn-i Mes'ud'dan naklettiğine göre: Re­sûlüllah yalnız namaza başlarken ellerini kaldırırdı.»

Evzâî: «Ben, sana Zührî, Salim ve babasından hadîs naklediyorum. Sen; halâ Hammad ve İbrahim'den hadîs rivayet ediyorsun.» dedi.

Bunun üzerine, Ebu Hanife şu karşılığı verdi :

«Fıkıh ümi bakımından Hammad, Zührî'den ve İbrahim de Salim'den üs­tündür. Alkame, lbn-i Ömer'den eksik değildir, tbn-i Ömer'in ashabdan olma fazileti var, buna karşılık Esved'in de çok fazileti vardır, lbn-i Mes'ud'un mev­kii de malûmdur.

Evzâî, bunun üzerine sustu.

Bu iki şahsiyet arasında cereyan eden ilmî sohbet, ehl-İ hadîs ve ehl-i re'-yin yek diğerine nasıl kıymet verdiğini ve iki ekol mensuplarının, sahih hadîs muvacehesinde nasıl eğildiklerini gösterir. Bu yüce iki fıkıhçı arasında geçen konuşmayı  eleştirecek değiliz.

Diğer bir fıkhî mes'elede ehl-i re'y ile ehl-i hadîs arasında geçen ihtilâfı özetle anlatalım.

Süt veren koyunu satın alan bir kimse, bilâhare koyunun memesinde sü­tün satıcı tarafından birkaç öğün sağılmaması suretiyle biriktirildiği ve aslında koyunun verdiği sütün az olduğu anlaşılınca müşteri satış akdini feshedebilir. Bu takdirde müşteri tarafından hayvanın iadesi halinde sağılan süt karşılığında satıcıya verilecek tazminat konusunda, hadîs ehli ile re'y ehli değişik fetva ver­mişlerdi.

Ehl-i hadîs, bu tazminatın bir sa' (3333 gr.) hurma olduğuna fetva vermiş­lerdir. Çünkü, bu konuda Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadîs vardır. On­lar, bu hadîsi esas almışlardır, Re'y ehli ise; bu tazminatın müşteri tarafından sağılan sütün kıymeti olduğuna fetva vermişlerdir. Onlar diyorlar ki: Başkası­na ait olup zayî edilen bir malın tazminatı hakkında şer'î kaide, zayî edilen mal, emsali (benzerleri) bulunan çeşitlerden ise benzerinin ödenmesini âmirdir. Şayet, bir kıymet takdir edilecek maddelerden ise onun için takdir edilen kıy­metin ödenmesini gerektirir. Halbuki, Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği hadîs, za­yî edilen sütü bir sa' hurma ile takdir ediyor, bir sa' hurma ise; ne sütün ben-

zeri ve ne de kıymeti sayılabilir. "Bu durum, hadîsin sıhhati hakkında şüphe uyandırır. Eğer, bu hadîs ehl-i re'ye ulaştığı halde bu şekil fetva vermişlerse, söylediğimiz gibi hadîsin sıhhatindeki şüpheden dolayıdır. Bence, bu hadîs on­lara ulaşmamıştır. Zira, umumî kaidelere muhalif bazı hadîsler ehl-i re'ye ula­şınca, umumî kaideleri terk ederek kendilerine intikal eden hadîslerle amel et­tikleri ve buna «tstihsan» dediklerini görüyoruz.

Hülâsa; bu devirde Cumhur'un müftîlerinin ehl-i hadîs ve ehl-i re'y diye iki kısma ayrıldıklarını ve bu iki ekol'ün meydana gelişinin bu devrin özellik­lerinden olduğunu görüyoruz. Ancak, bu devirde müetehidier için ışık tutacak açık ve malûm bir takım kaideler henüz oluşmamış idi. Zira; fıkıh, bu devirde lâyık olduğu tedvin ve tertip derecesini almamış idi. [84]

 

Üçüncü Devirde İçtihad

 

Kitap Ve Sünnet :

 

Yukarıda anlattığımız veçhiyle, hülefa-i Raşidîn elleri ile Kitabın yazılışı, nüshalannm çoğaltılması ve hıfzı tamamlanmış idi. Artık, Hz. Osman (R.A.) Mushaf'larında yazılı olduğu gibi okunur ve nüshaları çoğaltılırdı. Ashab-ı ki­ramdan ve Tabiinden birçok kimse, Kitabın tamamını hıfzetmekle ve okutmak­la meşhur olmuştu. Onlardan da sayısız Müslümanlar İslâm şehirlerinde Kur'ân-i Kerim dersini alıyorlardı. Bu devrin sonlarına doğru şöhret bulan bir kısım kur-ra, aslında, Kur'ân'ın tamamını hıfzeden ve Kur'ân öğreticiliği yapan deryadan ancak bir damla idî.

Sünnet ise; bu devirde çok rivayet edilirdi. Tabiîn âlimlerinden bir gurup kendilerini tamamen hadîs rivayetine vermişlerdi ve başka işlerle meşgul ol­mazlardı. Buna rağmen hadîs tedvini yapılmadı. Sünnet, Cumhur'un ittifakiyle Kitabın bir nev'i açıklaması durumunda olmakla teşriin tamamlayıcısı iken, tedvin işinin uzun zaman ele alınmayışı düşünülemez. Hicrî ikinci yüzyılın baş­larında Halîfe Ömer b. Abdülaziz, bu boşluğu ilk sezen zat oldu. Bu nedenle devrin Medine valisi Ebu Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm'e bir yazılı talimat göndererek, Resûlüllah'm sünnetini ve hadîslerini araştırıp yazmasını is­tiyor, bu arada İîim adamlarının birer birer vefat etmesi ve ilmin inkirazı (or­tadan kalkması) hususunda duyduğu endişeyi ifade ediyor. Adı geçen halîfe­nin bahis konusu talimatını imam Malik'in «Muvatta» isimli eserinde, Muham­med b. el-Hasan rivayet ediyor. Ayrıca, «İsfahan şehrinde» Ebu Naİm, Ömer b. Abdülaziz'den naklen anlattığına göre; kendisi her tarafa mektuplar yazarak Resûlüllah'm  hadîslerinin   araştırılıp  toplattırılmasın!   istemiştir.

Bu devirde sünnetin en büyük hafızlarından olan,, Muhammed b. Müslim cş-Şihab ez-Zührî sünnet yazmak ve yazdırmakla mümtaz bir yer işgal etmiş­tir. Diğer taraftan yukarıda geçen İbn-i Abbas'tn hadîsinden anlaşılıyor ki, Hz. Ali taraftan olduğunu söyleyen Şia yantnda, Hz. Ali'nin fetvalarını ihtiva eden bir kitap var İdi. Ancak, bu kitabın sıhhatini İbn-i Abbas kabul etmemiş, ço­ğunu imha ederek, «Allah'a yemin ederim Ali, böyle fetvalar vermemiştir» de­diği sabittir. [85]

 

Üçüncü Devrin En Meşhur Müftüleri

 

A) Medine Ehlinden :                               

1) Hz. Aişe (R.A.):

Resûlüllah'ın eşi olup hicretten iki yıl önce nikâh akdi yapılmış, bilâhare Medine'de evlilik hayatı başlamıştır. Resûlüllah, zevceleri arasında adaletin bü­tün inceliklerine riayet etmekle beraber kalbî sevgi bakımından Onun en se­vimli eşi İdi. Ata b. Ebî Rabbah der ki : «Hz. Aişe en iyi fıkıh bilginlerinden idi, insanlar içerisinde en isabetli ve en güzel görüş sahiplerinden idi.» Urve de der ki; «Fıkıh ve şiir bilgileri hususunda Hz. Aişc'dcn daha üstün bir kim­se görmedim.» Kendisi çok hadîs rivayet etmiştir. Onun rivayet ettiği hadîs­ler Ahnıcd b. Hanbel'in Müsned'inin yirmi dokuzuncu sahifesinden ikiyüz sek­sen ikinci sahifesine kadar olmak üzere ikiyüz elli üç sahife tutarındadır. Re­sûlüllah'ın evinde yaptığı ve Fiilî Hadîs diye adlandırılan sünnetin rivayetlerin­de Hz. Aİşe'den nakledilene itinıad edilirdi. Bununla beraber sadece Resûlül­lah'm evdeki hayatı ile ilgili fülî ve kavlî sünnetin rivayetine münhasır kalın­mayarak; fıkhın çeşitli konularının hemen hemen hepsinde Hz. Âişe'den riva­yet edilen hadîsler vardır. Ashabın fıkıhçılan ona müracaat ederlerdi. Birçok sahâbî ve tabiî ondan hadîs rivayet etmiştir. Ondan en çok hadîs rivayet eden­ler Ehl-i Beytten olan yeğenleri Urve b. Zübeyr ve Kasım b. Muhammed'dir. (Vef. h. 57)

2) Abdullah bin Ömer:

Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden Hz. Ömer'in oğludur. Küçük yaşta iken babası İle beraber Müslüman oldu. Bedir savaşı vukubulduğunda küçük olduğu için savaşa katılmadı. Onun katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Cafer b. Ebî Talib ile beraber Mute savaşına katıldı. Ayrıca Yermük savaşında ve Mısır ile Afrika fetihlerinde bulundu. Resûlüllah'm sünneti seniyyesine ziyade­siyle riayet ederdi. Onun konakladığı yerlere iner, namaz kıldığı yerlerde o da Tiamaz kılardı. Resûlüllah'm dinlenmek için bir ara gölgesinde oturduğu ağaca bakar, kurumasın diy£ sulardı. Kendisi Müslümanların önderlerinden ve fetva bakımından otoriter olan şahsiyetlerdendi. Fetva hususunda son derece ihtiyatlı davranır, titizlik gösterir, takva yolundan ayrılmazdı. Şahsî arzu ve emellerinin arkasından  kat'iyyen yürümezdi.     Suriye'liler onun sempatizanı olmalarına ve

Halifelik hususunda ona ziyadesiyle temayül etmelerine rağmen kat'İyyen buna iltifat etmediği gibi, hilâfet konusunda ashab arasında beliren ihtilâftan son derece uzak kaldı. Hz. Ali'nin yaptığı savaşların hiç birisine katılmadı. Bilâ­hare de Hz. Ali'ye bazı savaşlarda refakat etmediğine nedamet ederdi. Câbir b. Abdullah derdi ki: «içimizde dünyaya hiç temayül etmeyen yoktur. Ancak Ömer ve oğlu Abdullah gerçekten bundan müstesnadır,»

tbn-i Ömer, Resûlüllah'dan birçok hadîs rivayet ettiği gibi, yaşça büyük olan ashabdan da hadîs rivayet ederdi. Kendisinden de birçok Tabiîn hadîs ri­vayet etmiştir. Bunlar arasında ondan en çok hadîs rivayet edenler oğlu Sa­lim ve mevlâsi Nâfî'dir. Şa'bî der ki: .«İbn-i Ömer'in hadîsçiliği, fikmçmğından daha üstün idi.» Kendisi Resûlüllah'm vefatından sonra 60 sene halka fetva vermekle iştigal ettikten sonra hicrî 73 de vefat etti.

3) Ebu Hüreyre:

Adı Abdurrahman ve babasının adı Sahr ed-Devsî'dir. Kendisi Hayber savaşından sonra hicrî yedinci yılda muhacir olarak Medine'ye gelip Müslü­man oldu. Resûlüllah'm vefatına kadar daima yanında kaldı. Ondan çok ha­dîs rivayet elti. Ayrıca ashabdan da hadîs rivayet etti. Diğer tııruftım birçok tabiîn kendisinden hadîs rivayet etti. özellikle Said b. el-Müseyyeb ve mevlâsı A'rec, ondan en çok hadîs rivayet edenlerdir. Ebu Hüreyre ilim kaynağı ve fetva imamlarının en büyüklerinden idi. Ayrıca tevazu, ibadet ve takvası çok üstün idi. Ashab arasında hafızası en kuvvetli olanlardan idi. İbn-i Ömer'in kendisine: «Ey Eba Hüreyre! Gerçekten içimizde en çok Resûlüllah'm soh­betinde bulunan ve en çok hadîslerini bilen sensin.» dediği rivayet edilmiştir. (Vef. h. 58)

Bu üç zat Medine'de oturan ashab-i kiramdan en çok hadîs rivayet eden ve en çok fetva veren bu devrin mümtaz simalarıdır. Medine ehlinin ilim mer-cîleridir. Medineli tabiînin ileri gelenleri, bunlardan ilim almıştır. Biz bu ta­biînin en meşhurlarını zikredeceğiz.

4) Said bin el-Müseyyeb el-Mahzumî;

Hz. Ömer'in hilâfetinin üçüncü yılı doğdu. Ashabın büyüklerinden ilim aldı. Geniş ilmi, sağlam diyaneti, hakka bağlılığı, hakkı söyleyişi, fıkihçıhğı ve saygı değerliği ile Önemli bir mertebeye yükselmiştir. Hatta ashabdan .İbn-i Ömer: «Said b. el-Müseyyeb müftîlerdendir.» demekle onu takdir ettiğini İfade eder. Keza Katâde: «Ben, Said b. el-Müseyyeb'den daha âlim bir kimse gör­medim.» der. Diğer taraftan Ali b. el-Medînî: «Tabiîn arasında Said'den daha geniş bilgiye sahib bir kimseyi bilmiyorum. O bence tabîînlerin en yücesidir.» demekle değerinin yüceliğini ifade etmiş olur. Onun meziyetlerinden birisi de Sultanın bahşiş ve hediyelerini kabul etmemesidir. Rivayet ettiği hadîsler genel­likle Ebu Hüreyre'den almadır. Hasan el-Basrî, bir müşkülü olduğu zaman Said b. el-Müscyyeb'e mektup yazmakla müracaat ederek raüşkilinin hallini isterdi.

Vefat tarihi kesinlikle bilinmemektedir. Bir rivayete göre h. 94. yılında vefat etmiştir.

5) Urve bin Ziibeyr bin el-Avvâm el-Esedi:

Hz. Osman'ın halifeliği devrinde doğdu. Birçok Sahâbklen hadis rivayet etti. Teyzesi Hz. Âişe'dcn fıkıh aldı. Kuvvetli hafızlardan ve hadîs âlimlerin­den idi. Peygamberin yaşayışını iyi bilenlerden idi. Kendisinden hadîs rivayet edenlerin başında oğlu Hişam ile diğer oğulları gelir. Ayrıca Medine âlimle­rinden Zührî, Ebu Zinâd vesair zatlar ondan hadîs rivayet ettiler. Zührî onun geniş ilmini anlatırken; «Tükenmez bir derya idi.» der. (Vefatı: h. 94)

6) Ebu Bekir bin Abdurrahman bin el-Hâris bin Hişam el-Mahzumi :

 Hz. Ömer'in halifeliği zamanında doğdu.     Gerek babasından ve  gerekse diğer ashabdan hadîs rivayet etti. Kendisinden de ez-Zührî ve diğer tabiînlcrin yaşça küçükleri hadîs aldılar. Kendisi çok hadîs rivayet eden hadîsçi, fıkihçi, cömert, sâlih, muttaki, zahid ve ilimde hüccet sayılırdı. Zühd-ü takvası dola-yısıyle ona Kureyş rahibi denirdi, (h. 94 yılında Medine'de vefat etti.)

7)  Ali bin el-Hiiseyin bin Ali bin Ebî Talih:

Bu zat İmamiyyc olan Şia'nın dördüncü imamıdır. Zeyncl-Abidin ismiyle tanınır. Babasından, amcası Hz. Hasan'dan, Hz, Âişe'den, İbni Abbas'dan ve başka zatlardan hadîs rivayet etti. Zührî der ki: «Ben Ali bin el-Hüseyin'den daha fıkıhçı bir kimse görmedim. Fakat hadîsçiliği az idi.» Oğîu da der ki: «Hâşîmîler arasında, ondan üstün bir kimse görmedim.» lbn-ül-Müseyyeb de : «Ben, ondan daha muttaki bir kimse görmedim.» der. (Vefatı: h. 94)

8) Übeydullah bin Abdullah bin Vtbe bin Mes'ud :

Hz. Aişe, Ebu Hüreyre, İbni Abbas v.s. zatlardan ilim aldı. Fıkıh ve ha­dîs sahasında imâm olmakla beraber edîb ve şâir idi. Ömer bin Abdül-Aziz'in eğitim ve öğretimi kendisi tarafından yapıldı. Zührî, onun hakkında der ki: .Übeydullah ilim deryalarından idi.» (Vef: h. 98)

9)  Salim bin A bdullah bin Ömer :

Babasından, Hz. Aişe'den, Ebu Hüreyre'den, Said bin el-Müseyyeb v.s. zatlardan ilim ve feyz aldı. Babası kendisini takdir eder ve överdi. Hakkında yazdığı bir şiirde, gözü kadar onu sevdiğini ifade eder. İmam Malik : «Zühd ve fazîlet bakımından selef-i sâlihin'e, Salim kadar benzeyen muasırları yok­tur.» der. Hayatının sadeliği hususunda da babasının izinde idi. (Vefatı: h, 106)

10) Süleyman bin  Yesâr:  Mevlâ  Meymune:

Meymune, Aişe, Ebu Hüreyre, İbn-i Abbas, Zeyd bin Sabit hazretlerinden ve diğer zatlardan hadîs rivayet etti. Hasan bin Muhammed bin el-Hanefiyye, kendisinin Said bin el-Müseyyeb'den daha keskin zekâlı olduğunu söyler. Said bin el-Müseyyeb'in de; fetva soranlara, Süleyman bin Yesar'a müracaat etmeIerini  tavsiye elliği  rivayet edilir.  İmam  Malik  de; onun  âlimlerden  olduğunu beyan eder. (Vefatı : h.   107)

11) Ei-Kasım bin Muhammet! Bin ebi Bekir:

Malası Âişe, Ihn-İ Abbas ve lbn-i Ömer gibi birçok zatdan hadîs aldı. Ha­lası onu yetiştirdi. Yahya bin Said : «Medine'de Kasım'dan üstün bir kimseye yetişmedik.» der.

E:bu ez-Zinad da: «Ben, Kasım'dan daha çok fıkıhçı ve hadîsçi bir kim­seyi görmedim.» der. İbni Uyeync de; onun, devrinin en büyük âünıi olduğunu söyler. Ibnü Said de der ki: "Kasım, ilimde önder, fıkıhda otoriter, takvaca yüce ve çok hadi* bilen bir zat idi.» Ömer bin Abdüfaziz'in de şöyle söyle­diği rivayet edilir: «Eğer birisini yerime halife seçmem icab etseydi Kasım'ı seçerdim.»  (Vefatı:   h.   106)

12) Nûfİ: Mevlâ Abdullah bin Ömer:

Abdullah bin Ömer, Aişe,Ebu Hürcyre ve diğer bazı zatlardan hadîs ri­vayet elti. Mısır halkına sünneti öğretmek üzere Ömer bin Ahdüla/iz tarafın-, dan Mısır'a gönderildi. Kendisi, Salim ( — Abdullah bin Ömer'in oğlu) hayat-da iken fetva vermezdi. Otuz yıl Abdullah bin Ömer'e hizmet etti. Aslen Dey-lemlidir. (Vefatı : h.   117)

13) Muhammed  bin  Müslim :  (İbn  Şihûb  ez-Zührî  adiyle  tanınmıştır.)

  1. 5ü. yılda doğdu. Abdullah bin Ömer, Enes bin Malik, Said bin el-Müseyyeb v.s. den  hadîs rivayet etti. el-Lcys bin Sa'd der ki :     oBen, Zührî'den daha geniş bilgilere sahih bir âlim görmedim. Kur'ân ve sünnetten bahsederse, bu konuları çok iyi bilmekle beraber başka ilim dallarını bu ilimler kadar bil­mez dersin!.. Tarih konularına temas edince bunu çok iyi bilir, başkasını böyle bilmez dersin. Hülâsa; hangi ilim dalına geçilirse, o sahada geniş malûmatı gö­rülür.»   Ömer  bin  Abdülaziz de:   «Zamanına kadar rivayet  edilmiş olan   sün­neti, Zührî kadar bilen bir kimse kalmadı.» der. İmam Malik de:  «Alimler­den Zührî kaldı. Dünyada onun esi yoktur.» der. Keza, Leys; «Zühri'nin çok cömert olduğunu,     halife  Hişam  bin  Abdülmelik'in  çocuklarını eğittiğini,  Hi-şam'ın  meclisine devam  ettiğini,  çocuklarına  hadîs  yazdırması  için   Hişam  ta­rafından  ricada  bulunulduğunu,  bunun   üzerine  dörtyüz  hadîs  yazdırdığını,  bir ay sonra yazdırdığı kitab, zayî oldu diye yeniden hadîs yazması  istenince; ye­niden yazılan kitab, zayî olduğtı söylenen kitapla Hişam tarafından karşılaştırı­lınca  aralarında   bir  harf dahi  değişik   olmadığını»   söyler.     İmam   Malik  de: «İbn  Şihâh  (Zührî)  in,   Medine'ye  geldiği  zaman   Rabîa'nın   elini   tutarak   ilmî sohbette  bulunmak  üzere girdikleri  evde  ikindiye  kadar  oturduklarını,     ikindi zamanı  İbn Şihâb evden ayrılınca:  «Rabîa gibi bir âlimin Medine'de bulundu­ğunu sanmazdım.» dediğini, bir süre sonra Rabîa çıkınca: «lbn-i Şihâbin ulaş­tığı ilim mertebesine, bir kimsenin ulaşabileceğini tahmin etmem.» dediğini ri­vayet eder.

Zührî (İbn Şİhâb) der ki : «ei-Kasım bin Mtıhammcd hu ura bana dedi ki: «Seni ilme çok düşkün görüyorum. Sana ilini kaynağını göstereyim mi?» Ben de: «Çok memnun edersin.» deyince, bana şu tavsiyede bulundu : «Ab-durrahman'ın kızına git! Ondan feyz al. Çünkü o kadın, Hz. Aİşc'nİn yanında yetişip ilim-irfan kaynağı oldu.» Bunun üzerine ben ona gittim, gerçekten onu tükenmez bir derya olarak buldum.»

14) Ebu Ca'fer bin Muhammed bin Ali bin el-Hüseyin :

El-Bakır diye tanınan bu zat, Şia'nın imamiyye kolunun beşinci imamı­dır. Babasından, Câbir'den, tbn Ömer'den ve başkalarından hadîs rivayet etti. Devrindeki  Hâşimîlenn  büyüğü  idi.  (Vefatı:  h.   114)

15) Ebuz-Zinat Abdullah bin Zekvân :

Medine fikıhçısı sayılan bu zat, Enes bin Maiik'den ve birçok tabiînden hadîs rivayet etti. El-Leys bin SaM der ki: «Ben, onun etrafında fıkıh, şiir vesair İlim dallarında çalışan üçyüz talebe gördüm. Bilâhare etrafındaki tale­belerin onu yalnız bırakarak re'y ehlinden olan Rebİa'nın etrafında toplandık­larını gördüm.» Ebu Hanîfe de der ki: «Ben, Ebuz-Zinad ve Rcbîa'yı gördüm. Ebuz-Zinad'm fıkıh ilmine vukufiyeti daha çoktu.» Süfyan da; Ebuz-Zinad'a «Hadîsde "Emiru'l-Mü'minin"» derdi. (Vefatı: h.   131)

16) Yahya bin Said el-Ensarî:

Enes bin Malikden ve birçok tabiînden hadîs rivayet etti. Yahya el-Kattam, kendisinin Zührî'den daha üstün olduğunu söyleyerek, Zührî'ye yer yer muha­lefet ettiği halde, ona hiç muhalefet etmemiştir. Ahmed bin Hanbcl de, kendi­sinin halk içerisinde çok sağlam bir ilme sahip olduğunu söyler. Vehiyb de der ki: «Medine'den dönüyorum. Orada karşılaştığım âlimlerin söylediklerinin bir kısmında hemfikir iken, bazı hususlara itiraz ettim. Fakat, Yahya bin Said'in söylediklerinin hiç birisine diyeceğim yoktur.» (Vefatı: h.  146)

17) Rabıa bin Ebi Abdurrahman Ferruh :

Enes bin Malik'den ve birçok tabiînden hadîs rivayet etti. Hadîste hafız, fıkıhta müetehid ve re'yde keskin görüşlü İdi. Onun için kendisine «Rabîat-ür-re'y» denirdi. Yahya bin Said: «Ben, Rabîa'dan daha zeki bir kimse görme­dim. Savvar bin Abdullah cl-Kadt, Rabîa'dan, re'y hususunda daha âlim bir kimseye rastlamadığını söyleyince ben, el-Hasan ve İbn Sîrîn'den de üstün mü­dür? diye sorunca, evet diye cevap verdiğini» söyler. İmam Malik ibn Enes'İn fıkıh ilmini aldığı yegâne zat budur. (Vefatı: h.  136) [86]

 

B) Mekke  Ehlinden :

 

1)  Abdullah bin Abbas bin Abdiilmutlalib :

Hicretten iki yıl önce doğdu. Fıkıh ve tefsirde âlim olması için Resûlüllah'ın özel duasına mazhar oldu. İbn Mes'ud onun hakkında söyle der: «lbn-i Abbas Kur'ân-ı Kerim'in ne güzel tercümanıdır. Eğer yaşımıza erişmiş olsaydı, ilmî kudreti dolayısıyla huzurda hiç birimiz konuşamayacaktık.» Muammer de: İbn-i Abbas'm bütün ilmi, Ömer, AH ve Ubey b. Ka'b hazretlerine dayanmak­tadır.» der. Hadîs ilmine karşı beslediği iştiyak ve saygıyı dile getirme babın­da kendisinin şöyle söylediği rivayet olunur: «Ben, bir adamın, bir hadîs bil­diğini işittiğim zaman gider onun yolunda oturur, beklerdim. Evden çıkıncaya kadar ordan ayrılmazdım. Çıkınca da ona sorardım. Halbuki isteseydim kapı­sına gider, görüşür ve istediğimi sorabilirdim.» Mekke ehlinin tefsir ve fıkıh ilmi İbn-i Abbas'a dayanır. (Taifte h. 68 de vefat etti.)

2) Mücahid bin Cebr Mevlâ bent Mahzum :

Sa'd, Aişe, Ebu Hüreyre ve îbn-i Abbas'dan hadîs rivayet etti. Bir süre İbn-i Abbas'ın dersine devam ederek tefsir ilmini ondan aldı. İlim kaynaklarından birisiydi. Kendisi der ki: «Ben, Kur'ân-i Kerim'in tamamını üç defa İbn-i Ab­bas'ın huzurunda okudum. Her ayet başında durur, sebeb-i nüzulünü ve ahkâ­mını sorardım.» Katadc de der ki : «Tefsir ilmini bitenlerden kalanların en bü­yük âlimi Mücahid'dir.» Kemlisi: «İbn-i Ömer, benîm alımın dizginini tutardı.» demekle, ilmine hürmeten, Ibn-i Ömer gibi şahsiyetlerin kendisine kıymet verdi-diğini ifade etmiş olur. (Vefatı: h. 103)

3) İkrime Mevlâ İbn Abbas:

İbn-i Abbas'dan, Aişc'dcn, Ebu Hüreyre'den ve başkalarından hadîs riva­yet etti. Fıkıh İlmini İbn-i Abbas'dan aldı. Said b. Cübeyr'e: «Sen kendinden daha üstün bir âlimi bilir misin?» diye sorulduğunda, «Evet, tkrime» diye cevab verdiği söylenir. Şa'bî de : «Kur'ân-ı Kerim'i İkrime'den daha iyi bilen bir kim­se kalmadı.» der. Kendisinin, Havaric'in reyine meylettiği söylendiği için, imam Malik ve Müslim b. el-Haccac, Ikrime yoluyla hadîs rivayet etmediler. (Vefatı: h. 107)

4) Ata bin ebi Rabbah Mevlâ Kureyş:

Hz. Ömer'in halifeliği zamanında doğdu. Aişe, Ebu Hüreyre, İbn-i Abbas ve başkalarından hadîs rivayet etti. Hatib ve kuvvetli âlim idi. Ebu Hanife: «Ben Ata'dan üstün kimse görmedim.» der. Evzaî de: «Ata halk içerisinde her­kesin rızasını en çok kazanan bir zat olarak vefat etti.» der. İsmail b. Umeyye de: «Ata pek konuşmazdı. Konuştuğu zaman bizi mest ederdi.» der. İbn-i Ab­bas da: «Ey Mekke ehli! yanınız Ja Ata gibi bir zat varken ne diye benim et­rafımda toplanıyorsunuz?» demekle onun değerinin büyüklüğünü ifade etmiştir.

5) Ebuz-ZUbeyr Muhammed b. Müslim Mevlâ Hak'ım :

İbn-i Abbas'dan, İbn-i Ömer'den, Said b. Cübeyr'den ve başkalarından hadîs rivayet etti. Yala b. Ata der ki: aEbuz-Zübeyr bize hadîs naklederdi. Kendisi çok zeki ve hafızası çok kuvvetli idi.» Ata da: «Biz, Cabir'in yanına gider on­dan hadîs dinlerdik. Yanından ayrıldığımız zaman dinlediğimiz hadîslerin müzakeresini yapardık. Aramızda hadîsleri en iyi belleyen, Ebuz-Zübeyr idi.» der. (Vefatı: h. 27) [87]

 

C) Küfe Ehlinden :

 

1) AI karne bin Kays En-Nahaî :

Irak fıkıhçısıdır. Resûlüllah hayatla iken doğdu. Ömer, Osman, lbn-İ Mes'ud ve A1İ hazretlerinden hadîs dinledi. Fıkıh ilmini İbn-i Mcs'ud'dan aldı. Onun en_ zeki talebesi idi. İbn-i Mes'ud onun hakkında şöyle söyler: «Alkame benim oku­duğum herşeyi okur ve bildiğim herşeyi bilir.d Kabus b. Ebî Zabyan der ki: «Ben babama neden sahabeleri bırakıp Alkanıe'ye gider, ondan fetva sorarsın? deyince, babam: «Evlâdım ben birçok şahabının Alkame'ye giderek, ondan fet­va istediklerine şahit oldum,» diye cevap verdi. Zehchî de onun hakkında şöy­le söyler: «O, fıkıhçı idî. Had'sçi İdi. Çok güzel kıraati vardı. Hadîs rivaye­tinde titiz idi, hayırsever, zühd ve takva sahibi idi. Durum ve davranışları iti­bariyle ibn-i Mes'ud'a benzerdi.» (Vefatı: h. 62)

2) Mesruk bin el-Ecda' El-Hemedam ;

Fıkıh bayraktarlarından olan bu zat, Amr b. Ma'dikcrih'in yeğenidir. Ömer, Ali ve İbn-i Mes'ud hazretlerinden hadîs aldı. Şa'bî: «Mesruk'tan daha çok il­me meraklı ve istekli bir kimseyi bilmiyorum. Fetva hususunda Kadı Şüreyh'-den daha bilgili İdi. O, Şüreyh'e danışmaya hiç htiyaç duymazken, Şüreyh ba­zı meselelerde ona danışırdı.» der. (Vefatı: h. 63)

3) Übeyde bin Amr ez-Selmarii El-Muradî:

Mekke fethi senesinde, Yemen'de Müslüman olan bu zat, Ali ve îbn-i Mes'ud hazretlerinden hadîs aldı. Şa'bî: «O, hüküm ve fetva bakımından Şüreyh sevi­yesinde idi.d der. İclî de: «Ubeyde, Abdullah b. Mes'ud'un yanında okuyan ve halka fetva verenlerdendi.» demiştir. (Vefatı: h. 92)

4) El-Esved bin Yezid En-Nahaî:

Küfe âlimi idi. Alkame b. Kays'ın yeğeni idi. Muaz, İbn-i Mes'ud ve diğer­lerinden hadîs aldı. (Vefatı: h. 95)

5) Şüreyh bin et-Hâris et-Kindî:         '

Hazreti Ömer, onu Küfe kadılığına tayin etti. Ondan sonra da Hz. AH tekrar Küfe kadılığına atadı ve Haccac b. Yusuf zamanına kadar kadılığına de­vam etti. Vefatından bir yıl önce kadılıktan istifa etti. Kendisinden başka, 60 yıl aralıksız olarak kadılık eden bir kimseyi bilmiyoruz. Kendisi, Ömer, Ali ve İbn-i Mes'ud hazretlerinden hadîs-rivayet etmiştir. (Vefatı: h. 78)

6) İbrahim bin Yezid En-Nahaî:

Irak fıkıhçısı idi. Alkame, Mesruk, el-Esved ve diğerlerinden hadîs rivayet etti. Meşhur fıkıhçt Hammad h. Ebi Seİcme'nin hocası idi. lhfü*lı âlimler­den idi. Şöhretten kaçınır, umera meclislerinde pek oturmazdı. Abdiilmclik b. Ebî Süleyman diyor ki: «Saİd b. Cübeyr; içimizde İbrahim En-Nahaî varken, niçin bana fetva soruyorsunuz? diyerek ilmî kudretini ifade ettiğini duydum.» Kendisine bir mesele sorulmadıkça, ilmî konularda konuşmazdı. (Vefatı: h. 95)

7)  Said bin Ciibeyr Mevlâ Vali be ;

İbn-i Abbas ve İbn-i Ömer ile başkalarından hadîs aldı. Kûfc halkı hacca gittiklerinde, İbn-i Abbas hazretlerini ziyaretle, fıkhı meseleler sordukları zaman; «İçinizde Said b. Cübeyr yok mu ki bana müracaat ediyorsunuz?» derdi. Ya­nında kimsenin gıybet etmesine katiyyen meydan vermezdi. Meymun b. Mch-ram der ki : e Said b. Cübeyr vefat etti ama yeryüzünde onun ilmine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur.» Haccac, İbnü'l-Eş'as olayında onu öldürdü. (Ve­fatı: h. 95)

8) Âmir bin Şeraitti Eş-Şa'M:

Tabiîn allâmesi idi. Hz. Ömer, hilâfeti zamanında h. 17. yılda doğdu. Çok hadîs bilen, kuvvetli hadîsçi ve fıkıhçi idi. Çeşitli ilim dallarında geniş bilgisi vardı. AH, Ebu Hüreyre, İbn-i Abbas, Aişe, İbn-i Ömer ve diğerlerinden hadîs rivayet etti. Ebu Hanife'nin en büyük hocası idi. Küfe kadılığını yaptı. Mekhûl : «Ondan daha bilgili; Ebu Hüseyin de : Ondan daha fıkıhçı kimse görmedim.» diye söylerler. Ayrıca İbn-i Şîrîn, Ebu Bekr El-Hüzclî'ye, «Şa'bi'nin sohbetine devam et, zira birçok sahabi varken fetva için kendisine müracaat edilirdi.» demiştir. İbn-i Ebî Leylâ da: "Şa'bî hadîs ehli ve İbrahim kıyas ehli idiler. Bİr gün Şa'bî, Resûlüllah'ın savaşlarını ve bunlarla ilgili hadîsleri, bir cemaate anlatırken, oraya uğrayan lbn-İ Ömer: «Sen, o olaylarda bizzat bu­lunduğun için bu konudaki hadisleri benden daha iyi bilir ve hatırlarsın dedi. Şa'bî'nİn de şöyle söylediği rivayet olunur: «Selef-i Salihîn fazla hadîs riva­yetinden hoşlanmazlardı. Eğer fırsatlar elimden çıkmamış olsaydı, hayatım bo­yunca, yalnız hadîs ehlinin ittifak ettikleri hadîsleri naklederdim.» İbn-i Avn da : tFetva dışında kalan meseleler konuşulduğu zaman Şa'bî konuşmadan çe­kinir, İbrahim ise açılır, konuşurdu.» demiştir. Ayrıca Şa'bî: "«Gerçekten biz fıkihçılardan değiliz, ancak hadisleri duyduk, onları rivayet ederiz. Fıkıhçı o adamdır ki, ilmiyle amildir.» derdi. Kendisi kıyastan hoşlanmazdı. (Vefatı: h.  104) [88]

 

D)  Basra Ehlinden :

 

1) Enes bin Malik eUEnsarı :

Resûlülah'ın hizmetçisi idi. Uzun zaman O'nun sohbetinde bulundu. De­vamlı surette Resûlüllah'ın yanında bulunduğu için çok hadîs rivayet etti. Hic­retten vefata kadar Resûlüllah'dan hiç ayrılmadı. Vefattan sonra da Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ubeyy hazretlerinden hadîs aldı. Bir asır yaşadı ondan, yal-

nız Buharî 80, yalnız Müslim 70 ve ikisi müştereken 128 hadîs naklettiler. (Ve­fatı :  h.  93)

2) Ebul-Âliye Raff bin Mihrân er-Riyaht;

Tcmim'in Riyah kabilesinden bir kadının mevlâsı idi. Ömer, tbn-i Mes'ud, Ali ve Aişe Hazretlerinden hadîs rivayet etti. Kendisinin şöyle söylediği rivayet olunur: «İbn-i Abbas Hazretleri bana çok iltifat eder, değer verirdi. Alim olma­yan yakınlarına böyle bir kıymet vermezdi. Ve «İlim insanın şerefini bu şekil­de yüceltir, Padişahları tahtlara çikarırp derdi.ı (Vefatı: h. 90)

3) El-Hasan bin Ebİ'l-Hasan  Yesar Mevlâ Zeyd bin Sabit:

 Medine'de  doğdu.     Hz.   Osman  devrinde,   kiiçük   yaşta  Kur'ân'ı   hıfzetti.

Sonra, erginlik çağına erince savaşlara, ilim tahsiline ve hayrat yapmaya devam etti. Tanınmış kahramanlardan idî. Birçok sahâbîden hadîs rivayet etti. İbn-i Sâ'd, onun hakkında der ki: o O, yüce bir âlim, hadîsde güvenilir bir kaynak, zühd-ü takva, geniş kültür sahibi, hitabeti kuvvetli, hakkı söylemekten çekin­mez ve Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından çekinmeyen bir zat İdi.» der. (Vefatı: h.  110)

4) Ebu'ş-Sasâ Câbir bin Zeyd:

İbn-i Abbas'ın refakatmda bulunduğundan, ondan çok feyiz aldı. îbn-i Ab-has'iıı kendisi hakkında şöyle söylediği rivayet olunur : «Eğer Basra halkı Câ­bir bin Zeyd'in sözlerine kulak vererek gereği kadar ondan istifade etmeye ça­lışmış olsalardı, Kur'ân'da bulunan ilimlerle onları teçhiz ederdi.» Başka bir zaman da tbn~i Abbas'a soru soran Basralılara hitaben: «İçinizde Câbir bin Zeyd varken neden bana soru soruyorsunuz? demiştir. Amr İbn-i Dinar'ın da: «Ben, Câbir bin Zeyd'den fetva hususunda daha âlim bir kimse görmedim.» dediği rivayet olunmuştur. İbn-i Ömer de kendisi ile tavafda karşılaşınca ona : a Ey Câbir! sen, gerçekten Basra fıkıhçılarmdan ve fetva sorulan âlimlerdensin, Sakın Kur'ân-i Kerim ve doğruluğu sabit olan sünnetden başka bir şeyle fetva verme. Eğer böyle davranmazsan helak olursun ve halkı helak edersin.» demiş­tir. (Vefatı: h. 93) '

5) Muhammed bin Sîrin Mevlâ Enes bin Mâlik:

Hz. Osman'ın şahadetinden iki sene önce doğdu. Mevlâsı Enes, Ebu Hü-reyre, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer gibi ashâbdan hadîs rivayet etti. Köklü ilme sa­hip, önder bir fıkıhçı, hadîs rivayetinde sağlam bir kaynak durumunda olduğu gibi, rüya tâbirinde çok isabetli yorum yapan ve takvada sİvrilmiş bir zat idi. cl-lclî de: «Ben, İbn-i Şîrîn kadar, fıkıhda takva sahibi ve takvada fıkiha bağlı bir kimse görmedim.» der. El-Hasan'dan yüz gün sonra hicrî 110 da vefat etti.

6) Katâde bin Diâme ed-Devsi:

, Sâid bin el-Müseyyeb ve başkalarından hadîs rivayet etti.    Hafızası kuvvetli bir â'ma idi. İbn-i Şîrîn, onun hafızasının herkesten kuvvetli olduğunu

söyler. Kendisi de; hakkında bir şey duymadığım Kur'ân âyeti yoktur.» demiş­tir. Yâni inen her âyetin hükmü, sebeb-i nüzulü ve özelliklen hakkında sünnet bilgisi vardı. Ahmcd bin Hanbel; Katâde, tefsir ve âlimler arasında bulunan ilmî ihtilâfları ve görüş ayrılıklarını en iyi bilen olduğunu söyledikten sonra; hafızasının kuvvetini ve fıkıhçılığım anlatıp onu çok övmüştür. Katâde de : «Ben, kendi re'yimle yirmi yıldan beri fetva vermiş değilim.d demiştir. Kuv­vetli hafızası ile birlikte Arapça ilimlerde, lügatta ve tarih ilminde bir merci' idi. (Vefatı: h.  118) [89]

 

E) Şam (= Suriye) Ehlinden :

 

1) Abdurrahman bin Ganim el-Eş'arî:

Ömer, Muâz hazretlerinden ve başkalarından hadîs rivayet etti. Halka fı­kıh ilmini öğretmek üzere Halife* Hz. Ömer tarafından Suriye'ye gönderildi. Su-riye'deki Tabiînin fıkıh ilmi genellikle ona dayanmaktadır. Dürüst, faziletli ve çok değerli bir zat idi. (Vefatı: h. 78)

2) Ebu tdris el-Hulâıû Âizullah bin Abdullah:

İlmiyle âmil olan bu zat, Muâz bin Cebel ve birçok sahabîden ilim aldı. Şam vaiz ve kadısı idi. Zuhrî, onun Suriye fıkıhçılarından olduğunu söyler. (Ve­fatı : h. 80)

3) Kubeyse bin Züeyb :

Halife Abdülmelîk'in mühür işlerine bakardı. Ebu Bekr, Ömer hazretle­rinden ve başkalarından hadîs rivayet etmiştir. Zührî; onun, bu ümmetin ule­mâsından olduğunu söyler. Mekhûl de, ondan daha âlim bir kimse görmediği­ni ifade eder. Ayrıca Şa'bî; «Zeyd bin Sâbit'in verdiği hükümleri en iyi bilen Kubeyse'dir.» derdi. (Vefatı: h. 86)

4) Mekhûl bin Ebı Müslim :

Huzeyl kabilesinden bir kadının mevlâsı idi. Aslen Kabinidir. Küçük sa-hâbîler (yalnız çocukluk devrinde Peygamberle buluşabiien) den hadîs rivayet etmiştir. Büyük sahâbîlerden de Tedlis (görmediği râvîden naklen rivayet ettiği hadîsi rivayet ederken, kendisiyle o râvî arasında vasıta olan zatın ismini zik­retmeden hadîs rivayet etmek) yoluyle hadîs rivayet etmiştir, ilim talebi uğrun­da diyar diyar gezerek, bu geziler sayesinde ilimden büyük bir nasip almıştır. Zührî: «Üç büyük âlim vardır. Bunlardan birisi Mekhûl'dür.» derken, Ebu Hâ­kem de: «Suriye'de Mekhûl'den daha bilgili bir fıkıhçı tanımıyorum.» der. (Ve­fatı: h. 113)

5) Recâ bin Hayat ei-Kindı :

Suriye halkının üstadı ve büyük devlet adamıdır. Muaviye, Abdullah bin Ömer, Câbir hazretleri ve başka zatlardan hadîs rivayet etti. Matar el-Verrâk : «Ben, ondan daha âlim, Suriyeli bir fıkıhçı tanımıyorum.»  der.  Mekhûl de:

«Recâ'. Şam halkının efendisidir.» der. lbn-İ Sa'd da:  «Recâ', Fazıl, emîn ve çok ilme sahiptir.» demiştir. (Vefatı:h.  112)

6) Ömer bin Abdiihziz bin Mervan :

Emevîlerin 8. halifesidir. Medine'de doğdu ve Mısır'da büüydü. Ashâb'dan, yalnız Enes bin Malik'dcn ve birçok tabiînden hadîs rivayet etti. Halife olmak­la beraber, müetehid bir fikihçi, şanı yüce bir hadîsçi, binlerce sahih hadîsleri bilmekle Hafız ve Hüccet unvanına sahip, takva ve tevekkülü ile tanınmış bir zat idi. Adalelinde Hz. Ömer'e, zühdünde Hasan-i Basri'ye ve ilminde Zührî'ye benzerdi. Mücahîd : «Biz ondan ilim öğrenmek için yanına gittik ve arzuladı­ğımız ilmi almadan ayrılmadık.» der. (Vefatı: h. 101) [90]

 

F) Mısır Ehlinden :

 

1) Abdullah bin Amr bin el-As :

Peygamber zamanından beri çok oruç tutar, gece namazlarına devam eder, Kur'ân'ı bol bol okurdu. Peygamberden birçok ilimleri öğrenmeye ziyadesiyle meraklı idi. Ebu llürcyrc, onun ilminin çokluğunu itiraf]» : «Gerçekle o. Pey­gamberden öğrendiğini yazardı, fakat ben yazmazdım.» der. Çok hayırlı bir zat idi. Ashab arasında çıkan ihtilâfa babasının katılmasından hoşlanmazdı. Diğer taraftan kendisinin, bu nizalarda babasına iştirak etmediğinden dolayı, ona karşı gelmek vebalinden endişe duyardı. Sıffîn olayında bulunmakla bera­ber kılıcını çekmedi. Hıristiyan ve Yahudilere ait kitapları bulup incelemiş ve onlarda şaşılacak pek çok şey görmüştür. Mısırlılar kendisinden geniş çapta ilim aldılar. Mısır'da h. 65 de vefat etti.

2) Ebul-Hayr Mersed bin Abdullah el-Yez.enî:

Mısır ehlinin müftîsidir. Ebu Eyyub el-Ensarî, Ebu Basra el- Gıfarî ve Ukbe bin Amir el-Cehnî'den hadis rivayet etmiştir. Fıkıh ilmini, genellikle Uk-bc ile Abdullah bin Ömer'den almıştır. İbn-i Yunus : «O, zamanın Mısır halkı­nın müftüsü idi.» derdi. (Vefatı: h. 90)

3) Yezid bin Ebı Habib Mevlâ el-Ezd:

Bazı sahabîlerden ve birçok tabiînden hadîs rivayet etmiştir. Ebu Saîd bin Yunus: «O, Mısır halkının müflisi idi. Çok halim ve zeki idi. İlmî mes'eleleri, helal ve haramı ve ilim dallarını Mısır'da ilk yayan kendisiydi. Ondan önce, sözde ilimle iştigal edenler, savaşlardan, ashab arasında vuku bulan olaylardan ve ibadetlere teşvik konularından bahsederlerdi. İlmî çalışmaları bu konulara ilişkin gayretlerden ibaretti.» demiştir. El-Leys bin Sa'd da: «Yezid, âlimimiz ve büyüğümüz idi.» demekle onun kadrini ifade etmiştir. Halife Ömer bin Ab-dülaziz'in Mısır'da fetva için mercî kıldığı üç zattan birisinin Yezid olduğu söy­lenir. Aslen Sudan'lıdır. Mısır'da yetişmiştir. Seçilen halifeye biat edildiği za­man önce bîat etmesi aranan iki zat, Ubeydullah bin Ebî Cafer ile Yezid bin

I!bi Habib idi. Ebu Lemîa diyor ki : «Bir ara Yezid hastalandı. Mısır genci va­lisi el-Havsere bin Süheyl onu ziyaret ettiğinde; ey Hba Recâ (Yezid)! üzerin­de pire kanı bulunan elbise ile namaz kılma hususunda ne dersin? deyince, Ye­zid ona sırt çevirdi ve cevap vermedi. Biraz sonra vali ondan müsaade isteye­rek kalkınca Yczid ona bakarak : o Sen her gün masum insanları öldürürsün ve bana pire kanı hakkında fetva sorarsın.» dedi. Saîd bin Afîr de şöyle söyler ; o Halife Abdülazizin oğlu Zebban, bir gün, ilmî bir takım mes'eleleri sormak ü/cre Yezid'i yanına çağırttı. Yezid çağırmaya gelen adamla halifenin oğluna gönderdiği cevap şu idi: «Ben sana gelmem, sen bana gel. Çünkü senin bana gelmen, senin için bir ziynet ve şereftir. Benim sana gelmem ise benim için zillet ve lekedir.» (Vefatı: h. 128) [91]

 

G) Yemen Ehlinden:

 

1) Tavus bin Keysan el-Cündî:

Zcyd bin Sabit, Aişe, Ebu Hüreyre ve diğerlerinden hadîs dinledi. İlim ve amlede bir baş İdi. Amr bin Dinar: «Ben Tâvus'un eşini görmedim,» Kays bin Sâid de: s Tavus, İçimizde Basra halkı arasında bulunan Ibn-i Sirîn'in eşi İdi.» Zehebî de: «Tavus, Yemenlilerin büyük ilim adamı, fikıhcısı ve feyiz kay­nağı idi, Onun yüce kadrini bilirlerdi.» derler. Hacca defalarca gitti. Bir se­ferinde Mekke'de vefat etti. (h. 106)

2) Veheb bin Miinebbeh es-Sanâni :

Yemenlilerin âîimt idi. îbn-i Ömer, İbn-İ Abbas, Câbir ve diğerlerinden ha­dîs rivayet etti. Dinlere, Özellikle Ehli Kitaba ait geniş araştırmaları ve derin incelemeleri dolayısıyle malûmatı çok idi. İdî; onun hüküm ve fetva hususun­da itimada şayan tabiîlerin bilginlerinden idi.»  der. (Vefatı: h.  114)

3) Yahya bin Ebi Kesir Mevlâ Tayy:

Enes bin Malik ve birçok tabiîden hadis rivayet etti. Şu'be : «O, hadîs sahasında Zührî'den üstündür.» der. Ahmed de: «Zührî, Yahya'ya muhalefet ettiği zaman, makbul söz Yahya'nındır.» demiştir. (Vefalı: h. 129)

Yemenlilerin âlimi idi. Ibn-i Ömer, Ibn-i Abbas, Câbir ve diğerlerinden ha­mı ve Resûlüllahdan hadîs rivayet eden âlimlerin ileri gelenleridir. Bu devir­de geniş halk kitlelerinin muayyen bir fıkıh alimine intisab İle onun rivayet veya re'yine göre amel ettiği bahis konusu değildi. Bu müftîler, muhtelif şehir­lerde fıkıh ve hadîs rİvayetİyle tanınmışlardı. Fetva sormak isteyen kişi onlar­dan dilediğine müracaatla mes'elelerini sorar, fetvasını alırdı. Başka zaman zu­hur eden diğer bir mes'ele için icabında başka bir müftîye gider ondan fetva alırdı. Böylece aynı şahıs, değşik zamanlarda, ayrı ayrı fıkthçılara baş vurur­du. Kadılar ise görevli oldukları şehirlerde Kitap veya sünnetten anladıkları hükümlere göre karar verirlerdi. Bu iki kaynakta ilgili hükmü açıkça bulama­dıkları zaman kıyas yoluyle durum kendilerince aydınlığa kavuştuğu takdirde

re'y ile hükmederlerdi. Gerektiğinde, şehirde bulunan meşhur fıkıhçılara baş vururlardı: Buna rağmen verecekleri, hüküm konusunda tatmin olmadıkları meseleler hususundu halifeye konuyu iletirlerdi. Ömer bin Abdülaziz devrinde, şer'î nıcs'elelcrin,  kadıları  tarafından  halifeye  intikali  çok olmuştur.

Bu devirde, tarihçilerin Havariç (Haricîler) dedikleri bir fırka çıkmıştır. Btıtuın nüvesini halife Hz. Osman'a karşı ayaklananlar teşkil eder. İsyancılar halifenin idareciliğinin yetersizliğini ve bazı tasarruflarının yersizliğini iddia ede­rek, önce isyan etmeyi sonra onu öldürmeyi mubah telakki ettiler. Aynı gurup Hz. Osman'ın şehadetinden sonra Hz. Ali'ye biat edince; Hz. AH ve Hz. Mu-aviye ile taraftarları arasındaki gerginlik şiddetlendi ve nihayet islâm âleminin belkemiğini teşkil eden iki tarafın Sıffîn'de savaşmasına yol açtı. Hz. Muaviye ve taraftarları «Hakem» vasıtasıyle mevcut ihtilâfın bertaraf edilmesini teklif edince Haricîler fırkası önce buna rıza gösterdiler, sonra hakemlik meselesinin aleyhinde bulunarak bunun küfür okluğunu, zira Allah'dan başka hakem yok­tur; demeye başladılar. Bu söz Haricîlerin şiarı oldu.

Haricîler fırkası ile Hz. AIİ ve taraftarları arasında da bir sürü müessif olaylar cereyan ederek binlerce kişinin ölümüne yol açan harpler oldu. Bu harp­ler dolayısıyle Hz. Ali taraftarları bir hayli sarsıldıkları İçin Hz. Muaviye la-raftarlarma karşı zayıf duruma cYû^t'û. Netice itibariyle de bilindiği gibi Hari­cîlerden Abdurrahmım İbn-i Mülcem eliyle Hz. Ali şehîd oldu. O tarihten iti­baren islâm âleminde Hariciler denilen ve bir takım özel görüşleri ve inanış­ları bulunan bir fırka teşekkül etmiş oldu. Bunlar, aşağıda yazılı âyetten mül­hem olarak Sürat (fedailer) unvanını aldılar.

(314) «İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki Allah'ın rızasını iste­yerek nefsini satın alır. Allah kullarına çok merhametlidir.» (Bakara : 207)

Haricîlerin hepsi Ebu Bekir ve Ömer hazretlerinin halifeliklerini kabul et­mekle beraber sözde Hz. Osman'dan haksız icraatı, Hz. Ali'den de hakemlik mes'elesine rıza göstermesi ve Hz. Muaviye'den de halkın rızası dışında, kuv­vet zoruyle onların başına geçmesi nedeniyle nefret ederlerdi. Hilâfet mes'elesi hakkındaki görüşleri de şu idi:

«Hilâfet ümmete bırakılan bir mes'eledir. Arzu edilen sülâleden halife se­çilir, halifelik Kureyş sülâlesine mahsus değildir. Kur'ân ve sünnetüe tesbit edil­miş olan sınırlar çerçevesi İçinde halifeye itaat etme yükümlülüğü vardır. Bu sınırlara muhalefet eden halifeye karsı ayaklanmak dînen vaciptir. Halife dînî hükümlere karşı bir harekette bulununca, fâsık olur. Fâsik olan kimse kâfirdir. Kâfire ise itaat edilmez.» Onlar bu görüşlerinde bazı âyetlerin zahirine bakar­lar. Kendileri Osman, Ali ve Muaviye hazretlerinden nefret etmeyen kimseleri islâm dininin dışında kabul ederler. Bu durumda onlara göre; ümmetin cum­huru, İslam'ın dışına çıkmıştır. Cumhurla savaşmak ve onları Öldürmek mubah­tır. Cumhurun halifelerine karşı onları ayaklandıran bir takım ileri gelenleri ve elebaşıları vardı. Bu tutumları yüzünden dinî mes'elelerde güç ve çetin bir ta­kım re'yleri vardı. Kur'ân'ın zahiri İle amel ederlerdi, Sünnetden ise, yalnız ken­dilerinin bağlı oldukları kimselerin rivayet ettiği kısmı kabul ederlerdi. Diğerle­rini kabul etmezlerdi. Onlar genellikle Ebu Bekir ve Ömer hazretlerinin devir­lerine ait olduğu bilinen hadîslere ilimad ederlerdi. Aralarında gerçekten bü­yük âlimler ve müftîler çıkmıştır. Dinî mes'elelerde bu âlimlere müracaat eder­lerdi. Fakal gerek Haricîlerin ve gerekse başlarındaki âlimlerin Cumhûr'a karşı tutum ve davranışlarıyle yukarıda işaret edilen görüşleri yüzünden, Cıımhûr'un nefretini kazanmışlardır. O görüşte olanların hiç birisinin hadis rivayetine ve fetvâ vermesine iltifat edilmezdi. Cumhur, Haricîlerden hadîs rivayet etmezdi. Bu nedenledir ki, bazı hadîs imamları Ikrime'nin lbn-i Abbas'dan rivayet elliği hadîsleri almamışlardır. Meselâ; Mâlik bin Encs ve Müslim bin cl-Haccac, Ik-rime vasıtasıyle rivayet edilen hadisleri nazara almamışlardır. Çünkü, Harici­lerin görüşünü benimsemekle itham edilmişti. Keza, Haricîlerin şâir ve fıkıhçılanndan olan İmrâıv binhir itâm'ın rivayeti, aynı nedenle zayıf telakki edil­miştir.

O devirde Şî'â fırkası da doğdu. Bu fırkanın görüşüne göre hilâfet Hz. Ali'nin hakkıdır, Resûlüllah'ın vasıyyetiyle hak etmiştir. Bunun İçin Hz. Ali'­ye «Vasıyys Unvanını vermişlerdi. Onlara göre; Hz. Ali'den sonra hilâfet onun çocuklarının hakkıdır. Onlardan bu hakkı alanlar zâlimdir. Bu görüş bir kısım Şiî'leri, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer aleyhine sürükledi. Şi"â fırkası, ittifakla Hz. Hasan'ı ve ondan sonra da Hz. Hüseyin'i imam tanımışlardır. Hz. Hüse­yin'in şehadetinden sonra iki fırkaya ayrıldılar. Bunlardan Keysâniye ismiyle meşhur olan fırka Hz. Hüseyin'den sonra Muhanımed bin el-Hancfiyye'yİ, Hz. Ali'nin en büyük oğlu olması hasebiyle İmanı kabul etmişlerdir. Emevîlcre ve Abdullah bin Zübeyr'e karşı ayaklanan Muhtar lbn-i Ebî Ubeyd es-Sakafi, bu İmam uğrunda ayaklandığını ve genel halife olmasını gerçekleştirmeye çalış­tığını ileri sürmüştür. Aslında bu ayaklanma dinî değildi. Yukarıda bclirltiği-miz gibi, Haricilerin ayaklanması dine dayalı idi. Muhtar'm ise dünyevî oldu­ğundan dolayı hedefe ulaşmak için yalan söylemekte bir beis görmezlerdi. Kcy-•sâ-.ıler Muhammed  bin  El-Hanefiyye'yi  beklenen   Mehdi»  olarak  tanırlardı.

Şia'nın diğer bir fırkası da hilâfeti yalnız Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan doğan. evlâdına inhisar ettirirlerdi. Doîayısıyle Hz. Hüseyin'den sonra oğlu Ali Zeynel Abidîn'i halife olarak kabul ederlerdi. Zeynel Abidîn bu devrin fıkıh-çılarından birisidir. Vefat ettiği zaman el-Bâkır diye tanınan Muhammed ve Zeyd isminde iki oğlu vardı. Bu fırka, kardeşlerden el-Bûkır'ı İmam seçtiler. EI-Bâkır'tn vefatından sonra bu fırka da ikiye ayrıldı. Bir kısmı el-Bâkır'ın kar­deşi Zeyd'İ halife seçtiler ki bunlara Zeydiye denilir. Diğer bir kısmı el-Bâkır'm

evlâdına  imametin   intikal  ettiğini  söyleyerek,  el-Bâkir'ın  ogiu  Ca'fer-İ  Sadık'ı seçtiler. (Bunlara da Râfiz.î denir.)

Zeydilerin, İmamet konusunda özel görüşleri vardır. Çünkü kendileri Hz.' Bbu Bekir ve Hz. Ömer'in adaletle halifelik yaptıklarına inanarak saygılarını ifade ederlerdi. İmamlığın H/. Fatıma'dan doğma Hz. Ali'nin erkek nesline ait olduğunu söylemekle beraber, bunun vasiyetle tayin ve teshiline karşı ol­duklarını ve bu işin liyâkat esasına dayandığı görüşünde idiler. Ca'feriyye fır­kası  ise bu işin vasiyyet esasına bağlı olduğu görüşünü savunuyorlardı.

Zeydiyye fırkasının görüşüne göre Hz. Ali'nin sülâlesinden imamet evsa­fına haiz herhangi bir erkeğin hilâfet İddiasiyle halka çağrıda bulunması halin­de, ona tâbi olmak ve yardımına koşmak dinî bir vecibedir. Bu görüşten ha­reket eden Zeydiyye fırkası, Hisâm bin AbdÜ'l-Mclİk zamanında ayaklanan Zeynel Abidin oğlu Ali'nin etrafında toplandı. Zeyd vefat edince bu kerre Zeyd oğlu Yahya ile ihtilâl teşebbüsünde bulundular. Yahya'dan sonra da cn-Nefs cz-Zckiyye ünvamyle meşhur olan Muhammed cl-Mehdî bin Abdullah -bin cl-Hasan el-Müsenna bin cl-llastm hin Ali İle Abbasi devletinin kuruluş günleri­ne yakın zamanlarda ayaklandılar.

Bu devinle Şia'nın leşkİl ettiği üç fırka-"doğdu. Bunları; «el-K.eysnüiy\T», • el-tmamiyye Ez-Zcydiyye» ve «el-lmamiyyş el-Cûfcriyye«dir. Her gurup ilmi­ni ve dinini bağlı bulunduğu imamlardan ve o guruba dahil ilim adamlarımdan alırdı. İmamlar hakkında kısmen îtrota^ kaçan jî^ğişik itikatları vardı. Yine bir kısmının Hz. Ali ve Fhl-i Bcyt'e bnğîilık hususimi ta ifrat ve taassuba kaçma­ları, uydurma olduğu Cumhûr'un âlimleri tarafından kesinlikle bilinen birçok hadîsleri rivayet etmeye onları sürükledi. Asılsız hadîslerin Şiâ tarafından riva­yeti unmmîlcştiğinden dolayı aşırı olsun olmasın Şia'ya mensub veya görüşle­rini normal telakki edilen kimselerin rivayet ettiği hadîsleri kabul cime husu­sunda Cumhur tereddüt etmiştir. Kezâ Haricîlerden müfritlerin rivayet ettikleri hadislerde de tereddüt etmişlerdir. Cumhur bu iki fırka mensublarının rivayet ettiği hadisleri tetkik ve tahkik etmeden ve bunların dışında kalan zatlardan rivayet edilmedikçe sıhhatine pek hüküm vermemişlerdir. [92]

 

DÖRDÜNCÜ DEVİR

 

Bu devirdeki teşri, hicrî ikinci asrın başından, dördüncü asrın ortalarına kadardır.

Bu devir sünnet ve fıkhın tedvini ile Cumhurun takdir ettiği büyük imam­ların ve müclehİdlerin çıktığı devirdir, [93]

 

Genel Siyasî Durum

 

Bu devrin baslarında hilâfeti Emevîlerden alıp Abbasîlere vermek için ku­rulmuş gizli cemiyet, hedefine ulaşmıştır. Bu cemiyet, hilâfeti hangi şahsa ver­mek islediğini gizli tutmak gayesiyle halife adayının, Resûlüllah'ın âlinden (Hâ-şimîlerden) er-Riza İsminde bir şahıs olduğunu söylerdi. Bu meçhul şahts na­mına yapılan çalışmalar neticesinde hilâfet, Hz. Abbas sülâlesinden Seffah İâ-kabiylc tanınan Ebü'I-Abbas bin Muhammed bin AH bin Abdullah bin Abbas'a intikal ettirildi. Hilâfet Emcvİİerden Abbasîlere intikal etlikten sonra gerçekten, tarihte benzeri az görülebilen baskı ve şiddet hareketleri, Emevîler hakkında, yeni devlet adamları tarafından reva görüldü. Bu baskılar neticesinde Emevîle-rin ileri gelenlerinden birisi Endülüs'e gitme İmkânını bularak bu yerde bağım­sız bir devlet kurmuştur. Böylece İslâm devleti ve ülkesi ilk olarak fiilen ikiye bölünmüş olduğu  söylenebilir.

Hilâfetin Hz. Abbas'm sülâlesine geçişi muvacehesinde, amcazadeleri olan Hz. Ali'nin evlâdı kendilerini hilâfete daha müstahak gördükleri için vaziyet­ten pek hoşnud kalmadılar. Bilhassa Şiâ fırkası bu duruma seyirci kalmama az­mi içine girince, hilâfeti Abbasilerden almak için ayaklanmaya giriştiler. Alevî­ler büyük gayretler içerisine girmekle bir hayli ilerlediler. Ancak bir takını yan­lış hareketler ve kötü tesadüfler neticesinde Şia'nın halife namzedi durumunda sayılan el-Mansur bin Mehdî'nin, Medine'de ve kardeşi İbrahim bin Mchdi'nin Basra ile Küfe arasında öldürülmeleri neticesinde bu hareket neticesiz kaldı.

Diğer taraftan Mekke dolaylarında cereyan eden bîr çarpışmada Musa el-Hâdî bin Muhammed el-Mchdî bin Ebî Cafer'in öldürülmesi ile Şiâ fırkası ikin­ci bir yenilgiye uğradı. Ancak bundan kurtulan İdris bin Abdullah uzak batıya giderek Bcrberiîcr arasında halifeliğini ilfm etti. Bu şekilde Abbasî hilâfetinden ikinci bir hilâfet daha kopmuş oldu. Buna da «el-Hilâfet cl-Idrisîye» denilir.

Kardeşi Yalna bin Abdullah da doyu mıntıkasına giderek Deylem dolay­larında etrafında geniş bir kitle topladı. O da orada bağımsız bir devlet kura­caktı. Şartlar müsait idi. Fakat Abbasî halifesi Harun er-Reşîd, siyasî dehâsını kullanarak el-Fa/t bin Yahya bin Halİd bin Bermek vasitasıyle onu hilafet da­vasından vazgeçirmeyi başardı. Ona güven verdi ve birtakım vaadlerde bulun­du. Bilâhare vaadini yerine getirmedi.

Harun cr-Reşid, balı,la Idrisiyclilerin hareketlerini durdurucu set mahiye­tinde bir emirliğe şiddetle ihtiyaç duyduğundan, kendi eliyle Afrika'da Benî Ağlcb devletinin temelini kurdurdu. Sonra onun oğlu el-Me'mun da Horasan'­da Tahiriye emirliğini ve Ycmen'de Zeyadiye emirliğini kendi eliyle te'sis ettir­di. Bu emirlikleri kurmakdan gaye, muhtelif ülkelerdeki Şiâ fırkasının isyanla­rını te'sirsiz hale getirmek idi.

îmamiyye olan Şiâ ise ittifakla Muhammed oğlu Cafer'i Sadik'ın halife ol­duğunu söylerdi. Bu zat Şiâ imamlarının altıncısıdır. Ona bağlı olanlar çok ol­duğu halde halifelik istemedi. Vefalından sonra onun tabileri iki fırkaya ayrıl­dılar. Bir fırka, oğlu Musa Kâ/ım'a ve onun evlâdına imametin İntikal elliği­ne inanırlardı. Muscviyye denilen bu fırka on iki İmamı kabul ettiği için onla­ra «tmamiyyc-i îsnfı Aşcrİyyc» denilir. On iki İmam şunlardır: Ali, Hasan, Hüseyin, Zcynelabidîn bin Hüseyin, Muhammed Bakır bin Zeynelbaidîn, Câ-fer-i Sadık bin Muhammed Bakır, Musa Kâzım bin Cafer, AH Rıza bin Musa Kâzım, Cevad Muhammed Tâki bin Ali Rıza, Ali Nakî bin Muhammed Tâki, Hasan Askerî bin Nâkî ve Muhammed Mehdî bin Hasen-i Askerî hazretleridir. Allah cümlesinden razî olsun.

Îmamiyye olan Şia'nın İtikadına göre 12. İmam olan Ebul Kasım Muham­med Mehdî, babasının vefalından sonra h. 260 da gizlenmiş olup. son zaman­larda zuhur edecek, yeryüzü zulümle dolmuş olduğu gibi, kendisi tarafından ada­letle doldurulacaktır. Onlar, şimdiye kadar onun gelişini intizar edegelmişlerdir.

Câfer-i Sadık'ın etbaından olup, vefatından sonra teşekkül eden ikinci fır­ka İse, onun oğlu İsmail'i İmamete liyakatli gördüğünden dolayı bu fırkaya «ts-mailiyye» denilir. Bu fırka, birinci fırkadan farklı olarak hilâfeti elde etmek için çalışmışlardır. Ünce, dâvalarına gizli yolla başladılar. Karşılarında bulunan­ları dahi kendilerine çekici bir takım nıetodlarla faaliyetlerini sürdürdüler. Dâ­valarım çevrelerine iyice benimsetip müsait bir ortamı hazırladıktan sonra, imamları Ubcydullah el-Mehdi, Afrika ülkesinde ortaya atıldı ve kurulan Fa­tımî devletinin başına geçti. Afrika'nın geniş bir muhitini istilâ ederek, Kahi-re'yi merkez edinen kuvvetli bir devleti  te'sis etmiş oldu.

Abbasî devleti, Arap ve Iran halkına dayanıyordu. Abbasî devletinin ku­ruluşunda îran halkının rolü büyük idi. Abbasî halifeleri bu iki milletten iyice istifade etmesini biliyorlardı. Araplardan bir hareket gördükleri zaman İranlı­larla bastırırlardı. İranlılardan bir durum belirince Araplar vasttasiyle problemlerini hallederlerdi. Harun'ür-Rcşîd oğlu Me'mım'un eğitim ve öğretimi tama­men Farsçaya dayanırdı. Kardeşi Muhammed L'nıin'in harekelini de İranlıların eliyle önlemişli. Bu iki nedenle kendisi Arap milletini bırakıp iranlılara dayan­mayı daha uygun buluyordu. Kardeşi el-Mu'tasım halife olunc^, bu iki milleti bırakıp Türklere dayanmayı ve mcs'clclcrini Türkler marifetiyle halletmeyi ter­cih etti. Onun devrinden itibaren Abbasî devletinin hakimiyyeli Türklerin eline geçti denilebilir. El-Mu'tasım'ın oğlu el-Mütevekkil halife olduğunda babasının prensibine ters düşen bir siyasetle Türkleri mühim noktalardan uzaklaştırmayı istedi ise de durumu sezen Türkler, halifenin oğlu el-Muntasır ile ittifak kura­rak el-Mütevekkili saf dışı ettiler. Bu olaydan sonra bütün halifelerin hakimi­yeti Türklerin eline geçmiş, halifeler Türklere boyun eğmiş oldular. Halifeyi seçmek veya görevden uzaklaştırma yetkisi hemen hemen Türklerin elindeydi denilebilir.

Abbasî devletini teşkil eden Türk, Arap ve Acem ırkına mensup halk ara­sında gerekli birlik, beraberlik ve dayanışma arzulandığı gibi uzun zaman de­vamını koruyamadığından doğuda; Maverâünnchir'de Saman oğulları devleti ve İran'da Saffâriye devleti gibi birçok emirlikler kuruldu. Diğer taraftan Büveyh-oğullan, bağımsızlıklarını ilân ederek te'sis etlikleri devlet, kısa zamanda kuv­vetlendi ve nihayet Abbasî devletinin merkezi olan Bağdat'ı bile istila ettiler. Artık, Irak'ta bile hakimiyet Büveyh oğullarının idi. Abbasî devletinin sadece bir ismi kalmıştı. Cidden büyük bir mirası Emevîlerden h. 132 de devren alan Abbasî devletinin durumunu kısaca belirtmiş olduk. Bu devlet, h. 330 tarihle­rinde hakimiyetini ve gücünü yitirmiş Arap hakimiyeti; Türk, Acem, Deylem ve Berberîler arasında dağılmış, Abbasîlerde hilâfetin sadece ismi kalmıştı. Esa­sen, el-Mu*tasim devrinde orSu kademelerinde hemen hemen tek Arap kalma­mıştı.[94]

 

Dördüncü Devrin Özellikleri

 

1- Şehircilik Ve Kalkınmada Gelişme:

 

Ebu Cafer el-Mansur halife olunca, lslâmİ şehirlerine merkez olmak üzere, Bağdat şehrini te'sis etti. Teşkilinde büyük titizlik gösterdiğinden dolayı o de­virde dünyadaki bütün şehirlerden üstün bir şehir haline getirildi. Şehrin kuru­luşu tamamlanınca, İslâm şehirlerinin hepsinden birçok âlimler burada toplan­dığı gibi çeşitli sanatkâr ve tüccarlar da burada yerleştiler. Halifenin devri ka­panmadan önce Bağdat, benzeri çok nadir olan büyük bir merkez oldu. Nüfusu iki milyonu aştı. Dicle nehrinin batı yakasında «el-Mansur» şehri ve karşı ya­kasında «el-Mehdîs şehri uzanmıştı. El-Mansur, şehri inşa ettirirken Arap, İran ve Roma sanatını ve stillerini dikkata aldığı için gayet güze, tarihî değer taşı­yan sanat eserlerini meydana getirmiş oldu.

İslâm memleketinin batı sınırına gidildiğinde, İspanya yarımadasında Endülüs Emevî devletinin kurucusu Muaviye oğlu Abdurrahman'ın nezaretinde «Kurtııha» şehrinin, Bağdat'a nerede ise rekabet eder ve. denk sayılır bir mer­kez olduğu görülür.

Afrika'da da çok önemli bir merkez olan «Kirvaru beldesi bulunuyordu. Diğer taraftan Mısu'ın merkezi olan Fustat beldesi, bir İslâm kültür merkezi durumunda idi. lclihad ve şer'i mes'elclcrin çıkarılmasında en büyük eserler bı­rakan İslâm âlimlerinin halkaları, bu şehrin büyük camiinde ilmî çalışmalarını sürdürüyorlardı. Büyük nuictehidlcrin ve mezheb imamlarının fıkıh ilimlerini ve görüşlerini İslâm âlemine aktaran âlimler, bu tedris halkalarında yetişmiştir. Bun­lardan birkaç tanesini belirtelim.

İmam Malik'in arkadaşlarından lbn Veheb ve İbn el-Kâsım;

imam Şafii'nin arkadaşlarından er-Rabi' ve el-Müzenî  İmam Şafiî'nin ilmini dünyaya yayan Fustat medresesidir.

Hbu Haııife'nin arkadaşlarından Ebu Câ'fcr et-Tahâvî, Fustat'ta yetişmiş­tir. Bütün bu zcvat-ı kiram Fustat'ın eserlerindendir. Bu beldenin tarihini yazan tarihçilerin verdiği bilgiye nıuüalî olanlar onun, ilimde, tiearctle ve san'aüa Bağ­dat'tan eksik olmayan bir kalkınma ve ilerleme kaydettiğini görür.

Dımışk (Şam) a gelince; Hilâfet merkezi olmaktan çıkarılmakla beraber Emcvilcıin bu yere kazandırdığı ilerleme ve kalkınmayı Abbasîler devrinde de devam ettirdiğini görüyoruz. Küfe ve Basra da birer ilim yatağı idi. Abbasî dev­letinin merkezi olan Bağdat'ta yakın oldukları halde parlak gelişmelerini devam ettirmişlerdir. Çünkü Basra, Hint ticareti yolu üzerinde idi. Küfe de Arap mil­letinin yerleşme yeri idi. Doğuya yöneldiğin zaman «Merv» ve «Nİsâbur» gibi büyük şehirleri görürdün. Gözleri kamaştırıcı bu sür'atli ilerleme ve kalkınma; ticaret, san'at ve ziraat alanlarında büyük gelişmeleri sağladı.

İslâm medeniyeti sayesinde, bu devirdeki İslâm ülkeleri, dünyadaki bütün ülkelerden üstün bir ilerleme ve kalkınmaya eriştiği bir gerçektir. [95]

 

2- İslâm Şehirlerindeki İlmî Hareket:

 

Üçüncü devrin sonlarında ilmî hareket başlamış idi. Bu devirde ise başlamış olan ilmî hareket neşv-ü nema bularak büyük bir gelişme kaydettiğini görüyo­ruz. Çünkü bu devirde Arap mütefekkirlerinin eski ve yeni medeniyetleri ve ilim­leri meczettiğini görüyoruz.

İlmî hareketin bu derece inkişâfı iki sebebe dayanmaktadır: Birinci sebep; Arapolmayan milletlerin İslâm dinini kabul etmesidir. Bilindiği gibi Türklerden,  İranlılardan ve  Mısırlılardan çok sayıda  kimse­ler Müslüman oldular. Genç yaşta Araplara karışan bu muhtelif millet mensup­ları Kitap ve sünnete dayalı İslâmî ilimleri miras olarak aldılar. Onlardan bü­yük kurra ve yüce hadiscilcr yetişti. Bunların ilmî yetenekleri Arap olan âlim­lerden eksik değildi. Bu arada yetişmiş ve değişik kültürler almış olan binlerce yabancılar da İslâm'a girince, kendi kültürlerini Araplara miras bıraktılar. Kar­şılıklı fikir teâtîsi ve ilmî görüşmeler neticesinde, iki taraf da büyük ilmî istifadeleri sağladılar. Bu devrin başlanılandan itibaren Arap olmayan Müslüman­ların, siyasette önemli mevkileri vardı. Ü/dlıkle Abbasî devleti, Horasan ve Irak halkını devletin Önemli birçok mevkilerine ycricştirincc, eskiden tamamen Arap milletine dayalı olan devlet dahi, topyekûn Müslümanların ortak serveti haline geldi. Dolayısıyle, Araplar ve «Mevâlî» dedikleri Arap olmayan milletler, devlet alanında ilimde ve siyasette de ortak olmuş oldular.

İkinci sebep; bu devrin başlangıcından itibaren Arapçaya tercüme edilen Farsça kitaplardır.

F.sasen üçüncü devrin sonlarına doğru başlayan bu ,terecine işi, Ahbasıle-rin ikinci halifesi Ebu Cfı'fer el-Manstır devrinde büyük bir önemle hızlandı ve lı 3. asım başlarında işbaşına gelen Mc'ımın devrine kadar hu hızım devam ctlİrdi. Mc'mun Yunan edebiyatına ve Aristotales'in görüşlerine cidden düşkün kii. Onun bu durumu da ayrıca icrccmc işini kamçılıyordu.

Bu eserler geniş çapta yayınlanarak, ketâmaların bilgilerinin oluşmasında büyük te'sirler meydana gelirdi. Kel.muılar Me'mun devrinde, bu nedenle önemli bir yer işgal etliler. Halta hadîs ehlinin işgal elliği önemli mevkilerini nerede ise sarstılar. Çünkü halife Mc'mun kdamalara temayül ediyordu. Bu nedenle onun Hu temayülü neticesinde Kıır'ân'ın «Mahlûk» okluğu mes'elesi etrafımla münakaşalar çıktı ve Me'mıın hadis ehline, Kur'âıı hakkındaki akidelerini de­ğiştirmek İçin baskı yapmaktan jılti kalmadı. Hadis ehlinin öncüleri hakkında h;ılife Memun'un Bağdat valisine yazdığı talimatı tetkik edenler, kelâmcıl.ınn hadis ehli hakkında besledikleri fikrin nasıl olduğunu rahatlıkla görebilir. Zira, 1.ılımada hadis ehlinin öncülerini birer birer ismen belirtiyor, onların fikir ve davranışlarım  ağır bir dille yeriyordu.

Müslümanların halifesi olarak Mc'mun'un bu baskısı, hiç bir zaman tas­vip edilemez, ü/elliklc Cunıhtır'un ihtilâf elliği bir dinî akideye müdahale et­mesi ve âlimlerden bir güruhu, tesbit ettiği bir görüşe zorlamasının büyük bir hata olduğunda şüphe yoktur. Zira en azından onun bu hareketi fikir ve vicdan hürriyetine kelepçe vurmak  İdi.

Halifenin haksız baskısına rağmen hadîs dili, kelâmcıların «Yeni hareket» diye nitelendirilebilecek görüşleri karşısında iuifakla direndiler. Cumhur, hadîs ehli yanında yer aldı. Mu sebeple bi/lc kdâmeılar arasında ilişki kesilmiştir. On­ların görüşlerinden yalnız hadîs chliniı n,ikiciliği kısmı biliyoruz. Kendileri ta­rafından ya/ılmış kitaplardan hemen i. >i u n bir şey görmüyoruz. Bununla bera­ber amelî hükümlerin teşriinde kdânu¦i;,rm etkisi olmuştur. İleride onların sün­net ve kıyas konularında yaptıkları  r.i.n kasaların bîr kısmını anlatacağız.

Amr bin Ubcyd (Vefatı: h. 144), li ı-1-Huzcyl cİ-Allâf (Vefatı: h. 235) ve Amr bin Balır cl-Cahız (Vefalı : h.255) kelamcıların en meşhur reislerindenilirler. [96]

 

3- Hafızların Çoğalması Ve Buna Verilen Önemin Artması:

 

Uu devirde Kur'ân nush ıKırımn her Uuı'ta yayımlanması yanında, hafızkır bütün Müslüman şehirlerinde çok sayıda yetişti. Ancak her mıntıkada yaşa­yan Müslümanlar oradaki meşhur kurranın kıraatini diğer mıntıkalarda bulu­nan meşhur kurralann kıraatlerine tercih eltiler. Böylece değişik kıraatler gö­rüldü. Biz meşhur kurralann isimlerini ve bulundukları mınııkaları kısaca be­lirtmekle yetindim..

A- Medine'de Nafi' bin l.i>i Naîm Mevlâ Cauııe :

ibn-i Abbas'ın yetiştirdiği âlimlerden ders almıştır. Ondan kıraati rivayet edenlerin en meşhurları Kalûn lâkabını alan İsa b. Minâ (Vefatı : h. 205) ve Verş lâkabıylc meşhur olan Ebu Said Osman b. Saîd el-Mısrı (Vefatı : h. 197) dir. Mağrib halkının çoğu Vcrş'in kıraati ile okurlar (Vefatı: h.  167)

B- Mekke'de Abdullah b. Kesir Mevlâ Amr b. Alkame : Aslen İranlı olan bu zat da, İbn-i Abbas'ın yetiştirdiği âlimler yanında okudu. Onun kıraatini rivayet eden en meşhur raviler, Ebu-1-Hasen Ahnıed b. Abdullah el-Bezzî (Vefatı: h. 205) ve Kunbul lâkabını alan Ebu Amr Muham-med (Vefatı: h. 29İ) dir. Bu iki ravi İbn-i Kesir'in yetiştirmiş olduğu âlim­lerden rivayet ederler. (Vefalı: lı.   130)

C- Basra'da Ebu Amr b. el-A'lâ el-Ma/inî: Aslen Kâ/irunhıdur. O d;\ İbn-i Abbas yanında okuyan âlimlerden ders aldı. Ondan rivayet eden en meş­hur ravi Yahya b. Mübarek el-Yezîdi'dir. Yahya'dan da Ebu Ömer Hafs b. Ömer ed-Devrî (Vefatı: h. 246) ve Ebu Şuayb Salih b. Ziyâd es-Sûsî (Vefatı : h. 261) dir. Sudan halkının çoğu onun kıraatini almışlardır, (Vefatı: h. 154) dür.

D- Şam'da Abdullah b. Âmir:

Hz. Osman'ın ilim tezgahında yetişen zevattan ve Hz. Ebu-d-Dcrda"dan kıraat aldı. Ondan kıraat rivayet eden en meşhur raviler Ebu'l-Velid Hişâm b. Ammar ed-Dımışkî (Vefatı: h. 245) ve Ebu Amr Abdullah b. Ahmed b. Bcşir b. Zekvân (Vefatı: h. 242) dir. Her iki ravi de İbn-i Âmir'den vasıtalı olarak rivayet ederler. (Vefatı: h. 118)

E- Kûfe'de,

a)Ebu Bekr Asım b. Ebî-n-Necûd :

Osman, AH, İbn-i Mes'ud, Ubeyy ve Zeyd b. Sabit hazretlerinin talebele-rinden ders aldı. Onun kıraatim rivayet eâen en meşhur raviler, Şu'be b. Ayyaş el-Kûfî (Vefatı: h. 193) ve Hafs b. Süleyman (Vefatı: h. 180) dir. Mısır halkı ve İslâm âleminin çoğu Hafs'm rivayet ettiği Asım kıraatim okur. (Vefatı : h.  128)

  1. b)Hamza b. Habîb ez-Zeyyad :

Ali, îbn-i Abbas ve Osman Hazretleri yolundan okudu. Onun kıraatini rivayet eden en meşhur raviler, Halef b. Hişam el-Bczzar (Vefatı: h. 229) ve Hallâd lâkabını alan ha b. Halid (Vefatı: h. 220) dir. Hamza'mn talebelerin­den ders okudu. (Vefatı: h. 145)

c)Ebü'I-Hasan   AH b. Hamza eî-Kisâî Mevlâ Benî Esed:

Aslen İranlı olup, Hamza b. Habib'den ders almıştır. Onun en meşhur ravileri Ebu'1-Hars el-Leys b. Halid (Vefatı: h, 420) ve Ebu Amr b, el-Alâ'nınravisi ed devri'dir. (Ebu'l-Hasen'in vefatı: h,  179)

Kurra'i Seb'a (yedi kurra) diye meşhur olan bunlar İslâm âiemince kıraat bakımından en üstün olanlardır. Şöhret bakımından bunlardan sonra gelen en meşhur üç kurra da şunlardır.

1-Ebu Ca'fer Yezid b. el-Ka'ka':

Medineli olan bu zatın ravilerİ İsa b. Verdân ve Süleyman b. Cemmaz'djr. (Vefatı: h. 130)

2-Yakub b. îshak ei-Hadramî:

Raviîeri Ruveys ve Ravh'dır. (Vefatı: h. 205)

3- Halef b. Hişâm el-Bezzar : (Hamza b. Habib'in ravisi). Ravileri lshak el-Verrak ve ldris el-Haddad'dır.

Bu üç zat iîe daha önce geçen yedi zata «Kurra-i Aşere» (on kurra) denir. Şöhrette bunlardan sonra gelen dört meşhur kurra daha vardır.

1- Muhammed b. Abdurrahman :

İbn-i Muhaysin künyesi ile meşhur oîan bu zat Mekke'lidİr, Ravileri, îbn-i Kesîr ravisi olan el-Bezzi ile Ebu'i-Hasen b. ŞUnûz'dur.

2- Yahya b. el-Mübarek el-Yezîdî:

Ebu Amr b. el-A'lâ'nıri ravisidir. Ondan kıraat rivayet edenler, Süleyman b. el-Hakem ve Ahmed b. Ferah'dır.

3-  EI~Hasan b. Ebü'l-Hasan eî-Basrî:

Ravileri Belhli Şûca b. Ebî Nasr ve Ebu Amr'm ravisi olan ed-Devrî'dir.

4- El-A'meş Süleyman b. Mihran:

Ravileri el-Hasen b. Saîd ve Ebu'l-Ferac eş-Şenbûzî'dir.

Bu dört Kurrania kıraatleri tevatür (kesin biigi veren cemaatin rivayeti) de­recesine ulaşmadığından dolayı muteber sayılmamıştır. Bunlara tŞaz Kıraat» unvanı verilmiştir.

Yukarıda belirttiğimiz on kıraat arasında çok cüz'i bir fark vardır, ki Hz. Osman zamanında çoğaltılan mushaflarm hattı, bu cüz'i farklı kıraate muhte­meldir. Mahdut kelimelerin kıraatında bulunan farkın, manaya pek değişiklik getirmediğini belirtmek yerinde olur.

Bu devir henüz kapanmadan önce Kur'ân-ı Kerim kıraat ilmi, dinî iliralerin bir dalı durumuna geldi ve kıraat âlimleri, kıraat ve rivayetleri hususun­da kitaplar yazmaya başladılar. [97]

 

4- Sünnetin Tedvini :

 

Bu devir, sünnet bakımından parlak bir devirdir. Çünkü ravileri onun ted-vîn ve tasnif ihtiyacını duymaya başladılar. Tedvin ve tasniften maksadımız; aynı konu hakkındaki hadîsleri bir araya toplayıp yazmaktır". Meselâ : Namazla ilgili hadîsleri derleyip toplamak ve bir bölüm halinde yazmak. Keza; oruçla il­gili hadîsleri aynı şekilde, ayrı bir bölüm haline getirmek... gibi.

Bu fikir islâm şehirlerinin hepsinde yekdiğerine yakın tarihlerde doğduğu için hangi şehir âlimlerinin daha önce bu işe başladığı bilinmemektedir. Biı dev­rin birinci tabakasını teşkil eden hadîs yazarlarının birkaç tanesini belirtelim :

Medine'de İmam Malik b. Enes, Mekke'de Abdülmelik b. Abdülaziz b. Cü-reyc; Kûfe'de Süfyan-ı Sevrî, Basra'da Hammad b. Seleme ve Sâid b. Ebu Urû-be; Vâsıt [98] da Heşîra b. Beşîr; Şam'da Abdurrahman el-Evzâî; Yemen'de Mu­ammer b. Raşid; Horasan'da Abdullah b. el-Mubarek ve Rey'de Cerir b. Ab-dülhamîd.

Yukarıda isimlerini yazdığımız âlimler, H. 140 kusur senelerinde hadîs tedvin işini yapmışlardır. İmam Malik'in Muvattâ' adlı kitabında gördüğümüz gibi bu zatların yazdıkları kitaplarda hadîsler, sahâbîlerin ve tabiîlerin sözleriy­le karışık bir durumda idi.

Birinci tabakadan sonra görülen ikinci tabaka hadîs tedvîncileri (yazarla­rı) yeni bir metodla sadece Resûlüllah'ın hadîslerini yazmayı uygun buldular ve ashâb ile tabiîlerin sözlerini almadan hadîs kitaplarını te'lif ettiler. Bu du­rum h. 2. yüzyılın başlarına rastlar. İkinci tabakanın yazdığı hadîs kitaplarına «Müsnedı ismi verildi. Kûfeli Abdullah b. Musa'nın Müsnedi, Basra'lı Müsed-ded b. MUserhed'in Müsnedi, Misır'U Esed b. Musa'nın Müsnedi, Huzâ'h Nâîm b. Hamd'ın müsnedi, îshâk b. Raheveyh'in Müsnedi, Osman b. Ebî Şeybe'nin Müsnedi ve İmam Ahmed b. Hanbel'in müsnedi bu nevi hadîs kitaplanndandır.

Müsned sahipleri, her sahabîye ulaşan hadîsleri bir arada ve sıra ile yer­leştirmişlerdir. Meselâ: Ebu Bekr-i Sıddîk'm Müsned'ini (ona ulaşan hadîsleri) zikrederek kendisinden rivayet edilen bütün hadîsleri yazdıktan sonra diğer sahabîlerin Müsnedlerini de aynı şekilde yazarlar.

Yukarıda isimleri geçen zatlardan yalnız Ahmed b. Hanbel'in Müsnedi bize kadar gelmiştir.

Bilâhare gelen üçüncü tabaka hadîsçiler, selefleri tarafından önlerine seril­miş bu muazzam serveti görerek seçme hadîs yazma kapısını açtılar. Bunların başında, «Sünnet Şeyhleri» unvanını alan iki büyük İmam vardır. Bunlardan birisi; h. 256 da vefat eden Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail el'-Buharî'dİr. Diğeri ise; h. 261 de vefat eden Müslim b. el-Haccac en-Nisâburî'dir.

Bunlar, rivayetleri derin bir incelemeye tabi tutarak büyük bir titizlikle seç­tikleri hadîslerle «Sahîhayn» adlı iki büyük eser meydana getirdiler. Bunların yanında h. 275 de vefat eden Ebu Davud Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistanî, h. 279 da ,vefat eden Ebu İsa Muhammed b. İsa es-Silmî et-Tirmîzî, h. 273 de vefat ederi ve îbn-i Maceh künyesiyle tanınan Ebu Abdilîah Muhammed b. Ye-zîd el-Kazvînî ve h. 303 de vefat eden Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî de aynı şekilde seçme hadîs kitapları yazmışlardır.

Hadîs âlimleri nezdînde «Kütüb-i Sitte» diye isimlendirilen kitaplar yuka­rıda isimleri geçen zatlar tarafından yazılan hadîs kitaplarıdır. Bunların hadîs rivayetinde büyük bir titizlik ve geniş bir araştırma ile derin bir inceleme gös­termeleri dolayisıyle bütün Müslümanlar üstün bir itimad ve güvenle bu kitap­lara bağlanmışlardır- (Allah onlardan razı olsun) İslâm alemince Kütüb-i Sit­te»; Özellikle Buhârî ve Müslim çok yüce bir mevkî işgal ettüer.

Hadîs yazarları, yukarıda zikredilen âlimlerden ibaret değildir. Onların ya­nında daha birçok hadîs yazarları vardır. Ancak, bunlar o derece meşhur ol­mamışlardır.

Bu devirde âlimlerin bir gurubu, hadîs ravÜerinin durumunu tetkik etmek işiyle meşgul olarak buna gerekli önemi vermişlerdir. Onlar, gerek tabiînden ve gerekse tabiînden sonra gelen hadîs ravilerinin her birinin durumunu ayrı ayrı incelemişlerdir. Her ravinin zekâ, kabiliyet, hafıza, dürüstlük, adalet derecele­rini inceden inceye tetkik ve tahkik neticesinde tesbit etmişlerdir. Çeşitli yön­lerden yaptıkları bu tetkik ve tahkikin neticesinde âdil (itimada şâyân) gördük­leri râvilerin hadîsleri, hadîsciler tarafından kabul edilmiş, bu derecede görme-dikleririn rivayet ettikleri hadîsler ise terk edilmiştir.

Râvilerin durumunu inceleyen âlimlere «Cerh ve Tâdîl Ricali* (yani; me­ziyet ve kusurları tesbit eden âlimler) denmiştir.

Râviler, bu durum muvacehesinde gayet tabiî aynı seviyede görülmemiş­lerdir. Onların bir kısmı tâdil (meziyet) in zirvesine yükselmekle rivayetinin sıh-hatına icma' edilmiştir. Diğer bir kısmı cerh (kusur) in en büyüğü içinde görül­mekle rivayetinin terk edilmesine icmâ' edilmiştir. En yüksek ve en aşağı olan bu iki derece arasında itimad bakımından değişik birçok dereceler vardır.

İsnâdların bir kısmı güneş gibi parlak olduğundan, onu işiten, rivayetinin doğruluğunu kesinlikle kabul eder. Ama böyle olmayan isnadlar da vardır.

Sünnet, bu devirde müstâkil bir ilim haline geldi. Bütün mesaîsini ona harcayan birçok hadîs âlimleri yetişti. Onlar, fıkıhta ve şer'î hükümleri nass-lardan çıkartma kuvvetini hâiz olmamakla beraber, hadîs ilminde gerçekten her türlü takdirin fevkinde büyük bir ihtisas sahibi idiler. [99]

 

5- Fıkıh Kaynakları Hususunda Çıkan İhtilâf :

 

Bu devirde şer'î hükümlerin çıkarıldığı usûl ve kaynaklar hususunda, fıkıhcılar arasında çetin bir tartışma meydana geldi. Bize ulaşan bu tartışmayı bütün detaylarıyla izaha çalışacağız. [100]

 

A)  Sünnet Hususunda Tartışma :

 

Bundan önceki devirlerde sünnet, teşriin bir kaynağı idi. Müftîlcr, Kitap-da bir nass bulmadıkları zaman sünnete müracaat ederlerdi. Ancak, sünnet üze­rinden uzun bir zamanın geçmesi, uydurma hadîslerin etrafta yayılması ve sün­net rivayetine girişenlerin çokluğu sünnet hakkında bir takım ihtilâfların çıkma­sına sebep oldu, öyle bir durum oldu ki; şer'î hükümleri çıkarmak isteyen bir âlim, sahih sünneti inceieme hususunda aşılması güç geçitlerle karşılaşıyordu. Nasslan iyice anlamak ve onlardan şer'î hükümleri çıkarma ile meşgul olmadan önce-kolay kolay fetva veremezdi. Bu nedenle, aşağıda yazılı iki noktada tar­tışma kapısı açılmış oldu:

I- Sünnet, Kitabın tamamlayıcı durumunda olan teşrîîn bir kaynağı mı­dır?

II- Bir kaynak olduğunu söylediğimiz zaman ona itimat etme yolu nedir?

önce birinci nokîa üzerinde duralım:

Bu devirde çıkan bir zümre, sünneti tamamiyle terkederek yalnız Kur'ân'ı fıkıh kaynağı olarak kabul etmiştir. İmam Şafiî «el-Umm» adlı kitabının 7. cüz'-ünde bunlarla ilgili özel bir bölüm ayırmış, bu bölümün başlığında aynen şöyle demiştir:

 Bütün Hadisleri Reddeden Taifenin Sözlerini Nakletme Bölümü: Şafiî Hazretleri, bu bölümde onların sözlerini ve ileri sürdükleri delilleri kendisi ile konuşan bir adamdan naklen alıyor. O adam, Şafiî Hazretlerine ay­nen şöyle hitab ediyor:

—  Sen Arapsın! Kur'ân, mensubu bulunduğun milletin diliyle inmiştir. Sen, Kur'ân'ı ve Arap dilini çok iyi bilirsin. Kur'ân'da Allah'ın emrettiği bir takım Öyle farzlar vardır ki, Kur'ân'ı iyice bilmeyen birisi, onun bir harfinden şüphe ederse, sen, onu tevbe ve istiğfare çağırırsın. Eğer sözünden dönmezse, onun Öldürülmesi gerekir diye fetva verirsin. Allah, Kur'ân'ın her şeyin açık-layıcısı olduğunu bildirmiştir. Bu durumda, Allah'ın farz ettiği bir husus hak­kında sen veya başkası nasıl konuşursunuz? Bir kerre Kur'ân'daki farz umumî­dir, bir başka yerdeki farz hususîdir. Bir yerde verilen emir farzdır, diğer bir yerde ise delâletdir veya mübahlık ifade eder dersiniz. Bu yetkiyi kendinizde veya bir başkası kendisinde nasıl bulabilir? Sonra senin yanında, iki-üç adam aracılığıyle Resûlüllah'a ulaştırdığın bazı hadîsler bulunur. Gerek sen ve gerek­se senin yolunda gidenler ulaştığınız ve hadîs rivayet ettiğiniz insanların yanıl­madan, unutmadan ve hatâ etmekten masum olduğunu her haîde söyleyemezsi­niz. Sizin rastladıklarınızdan benim de gördüklerimin şu söylediğim şeylerden pâk olduğu söylenemez. Hatta, hadîs rivayet edenlerden falan adam bu ha­dîste, filân adam şu hadîste hata ettiğini söylediğinize bile şâhid olduk. Diğer taraftan sizin şöyle davrandığınızı da gördüm; Eğer bir adam, helâl veya haram hükmünü dayandırdığınız bir hadîse itiraz ederek : «Resûlüllah bunu söyleme­miştir. Siz veya size bu hadîsi nakleden hatalısınız. Siz veya size rivayet eden yalan söylediniz» dese, siz, onu, sözünü geri almaya ve tevbe etmeye bile çağır­mazsınız. Sadece ona verdiğiniz cevapta, çirkin ve yersiz konuştun demekle ye­tinirsiniz.

Kur'ân'ın zahiri bir olduğu halde, hükümlerinin değişik şekillerde yorum­lanması caiz olur mu? Siz, durumunu demin konuştuğumuz bir hadîs'e daya­narak, aynı kelimelerle ifade etülen Kur'ân hükümlerini, değişik değerde (umu­mîlik - hususîlik) ve şekilde yorumlamak doğru olur mu? bu şekil yapmakla siz, bazı adamların haberlerini,. AÜah'ın Kitabının yerine koyarak onlarla heiâi ve haram hükümlerini çıkarıyorsunuz.. Onlarda bulunabilen ve yukarıda belirt­tiğim eksiklerle beraber haberlerini kabul etmeye kalkışırsanız, kim sîze bun­ları emretmiş ve o haberleri reddeden kimselere karşı deliliniz nedir? dedikten sonra, yüce İmama aynen şöyle der: e En ufak bir şüphenin bulunabileceği hiç bir hadîsi kabul etmem. Ben, ancak Allah'dan olduğuna şâhidük edebileceğim hükümleri kabuî edebilirim. Kur'ân'ın bir harfinde dahi hiç bir kimsenin şüp­he etme imkân ve ihtimali olmadığından dolayı, buna şahidlik ettiğim gibi bu derecede olan hadîsleri kabul edebilirim.»

Bütün hadîsleri reddeden zümre namına, Şafiî hazretleriyle konuşan ada­mın yukarıdan beri imam tarafından naklen anlatılan sözlerine ve ileri sürdü­ğü gerekçeye bakılacak olursa onlar, mütevatir sünnet gibi kesinlikle sabit olan hadîsleri red etmiyorlar. Zira, gerekçede ravîlerin yanılma, unutma ve hata et­me ihtimali üzerinde durulmaktadır. Fakat, Şafiî hazretleri bu zümrenin iddia­sını çürütürken, bunların bir kısmının sünneti tamamen inkâr ettiğini belirtmek­tedir. Diğer bir kısmının da, Kur'ân nassını açıklama durumunda olan sünneti kabul edip, bunun dışında kalanı reddettiğini açıklamaktadır. Çünkü, Şafiî ay­nen şöyle demektedir:

— «Bu zümre, iki fırkaya. ayrılmıştır. Bir fırka, hiç bir hadîs kabul etmi­yor, her türlü açıklamanın Kur'ân'da mevcut olduğunu iddia etmektedir. Bu iddianın, sahibini nerelere sürüklediği besbellidir. Onu, büyük tehlike arzeden bir neticeye götürür. Çünkü, o adanı diyor ki: «Kur'ân'da, namaz için bîr sayı ve vakit konulmamıştır. Keza; zekât için muayyen bir miktar vaz edilmemiş­tir. Şu halde bir adam, zekât denilebilecek en cüz'î bir miktarı öderse ve bir­kaç günde bir iki rek'at namaz kılsa kendisine farz kılınmış olan İbadeti edâ etmiş sayılır. Allah'ın kitabında olmayan bir şey hiç kimse üzerine farz değil­dir.»

Bu fırkanın, içine düştüğü bataklık böylece anlaşılmış oldu.

Bahis konusu zümrenin diğer bir fırkası ise Kur'ân'da temas edilen hüküm­ler konusunda hadîsleri kabul eimek mümkündür, bunun dışında kalan konu­larda bulunan hadîsler makbul değildir, derler.

Bu fırka da birinci fırkadan pek farklı değildir. Görüldüğü gibi, hadîsleri bir taraftan reddederken diğer taraftan kabul eder. Nâsih, mensûh, hususî ve umumî hükümleri tanımaz.

Yukarıda durumuna işaret edilen zümrenin, iki fırkasının dalâlette olduğu açıktır.

Şafiî hazretleri, burada görüşlerini anlattığı kişilerin ve muhatabının kim­ler olduğunu açıklamadığı gibi, tslâm tarihi de bunları bize tamtmamıştır. An­cak, Şafiî hazretleri kendisiyle re'y ehli arasında cereyan eden ve ileride anla­tacağımız münazara esnasında bu mezheb mensubunun Basrah olduğunu açık­lamıştır. Basra ise kelâmcılann ilmî hareket merkezi ve Mu'tezile mezheplerinin yatağı idi. Mu'tezilenin liderleriyle yazarları bu yerde yetişerek hadîs ehline kar­şı husumet beslemekle tanınmışlardı. Bu durumda Şafiî hazretlerinin anlattığı muhatabının, Mu'tezile'den olduğu kanaatine varılıyor.

  1. 276 da vefat eden Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe'-nin tTe'vîl-ü Muhtelif-il-Hadîst adlı kitabını tetkik ettiğim zaman Şafiî'nin anlattığı şahsın Mutezileden olduğuna dair eski kanaatim kuvvetlendi. Zira, ya­zar, kitabının başında bir arkadaşına hitaben şöyle diyor:

Ey arkadaş! Allah, seni tâat ve bereketiyle mesud etsin. Merhametiyle hakka muvaffak kılsın. Seni hak ehline dahil etsin. Ben sana minnettarım. Çün­kü bana yazdığın mektupla kelâmcılann hadîs ehline karşı olumsuz davranış­larını, onları çekiştirdiklerini, görülmedik hakaretlerde bulunduklarını, yalancı­lık ve çelişik rivayetlerle onları itham ettiklerini ve kitaplarında, insafsızca ha­dîs ehline dil uzattıklarını bana haber vermiş oldun. Değişik mezheplerin türe-diğînİ, lslâmî bağların koptuğunu, Müslümanlar arasında düşmanlığın ve yek­diğerini tekfir etmenin baş gösterdiğini ve her fırkanın, mezhebi için bir takım hadîslere bağlandığını senden duymuş oldum...ı dedikten sonra; yekdiğerine muhalif fırkaların sarıldıkları hadîsleri sıralamıştır. Bundan sonra da kelâmcı­lann ileri gelenlerinden olan Nizâm ve Câhiz'in ifadelerine benzeyen ta'birler-le sünnet ehline .yapılan şiddetli hücumlara yer veriyor.

Şafiî, ayırdığı ikinci bölümde de kelâmcilara hak ettikleri karşı hücum­da bulunarak, onları, herkesten daha çok kendi aralarında düştükleri ihti­lâftan dolayı kınıyor. Kelâmcılar, gerçeğe ulaşmak için lüzumlu fikir araç ve gereçlerini ve kıyas'i bildiklerini iddia ettikleri halde birisinin sözünün diğerİnin-kine zıd olduğunu ağır bir dille yeriyor. Bu arada birkaç tanesini ismen zik­rederek diyor ki: tEbul Huzeyl el-Allâf, Nizâm'a muhalefet eder. Neccar ise ikisine de muhaliftir. Hîşâm b. el-Hâkem de hepsine muhaliftir. Sümâme b. Eş-res de tümüne muhalifdir... Kelâmcılann her ^birisinin özel bir mezhebi vardır. Onun kişisel görüşünü benimseyen tabileri vardır.

Şafiî, bu durumları anlattıktan sonra Nizâm'm uygunsuz ve yersiz sözlü olduğunu ve kendi arkadaşlarının ona atfettikleri kusurları belirttikten sonra, ic-mâ'a muhalif fıkhî mes'elelerini zikrediyor.[101] Nizâm'ın icmâ'a aykırı olarak verdiği fetvalardan birisinin; ıKinâye sözlerle boşama niyeti olsa dahi, boşa­manın vuku' bulmayacağu meselesidir. Diğer bir fetvası da; «Uyku, ne durumda olursa olsun, abdesti bozmaz. ı olduğunu zikreder. Ayrıca Nizâm'ın, fıkıhçı ashab-ı kıram'in büyük müftîlerine dil uzattığını ve onları kınadığını anlatır. Sonra, aynı durumda olan Ebü'I-Hüzeyl'i menfî tutum ve davranışlarıyla tanıtır. Daha sonra da, usûl dâhil her konuda bütün müctehidlerin fetvalarında isabetli olduklarını iddia eden Basra Kadısı Ubeydullah b. el-Hasan'm, Ebü'l-Huzeyl'e benzer, vaziyetini belirtiyor.

Şafiî, bunu'takip eden sahifelerde re'y ehlini zikrederek onları tenkide gi­rişiyor. Re'y ehlinin başmda İmam Ebu Hanîfe'yi göstererek nasslara aykın düşen fetvalarını zikrediyor.

Ondan sonraki bölümde de Câhız hakkında konuşarak; sünnet ehlinin ri­vayet ettikleri hadîslerin çoğu ile istihza ederek onlara yüklendiğini anlatıyor.

Müellif, bunun akabinde hadîs ehlini Müslümanlara; yakışır güzel bir şekil­de medhettikten sonra; «Hadîsçilere hücum edenler, zayıf ve garib hadîsleri araş­tırma ve alma ile itham ediyorlar. Oysa ki; hadîsçiîer bu nev'i hadîsleri haktır diye almıyorlar, önce sahîh olsun olmasın her türlü hadîsi toplarlar, sonra sa­hih olanı seçer, diğerleriyle amel etmezlerdi. Sahîh hadîsleri tutmak için, sıh­hatli olmayan (zayıf ve garib) hadîsleri de bu yönü ile tanıtmak için alırlardı.» diyor.

Bu konulardan sonra, kitabın esas konusuna girişerek, kelâmcılann Ktır'ân'a ters düştüğünü veya yekdiğerini nakzettiğini iddia ettikleri hadîslerle ilgili ge­rekli cevabları veriyor. Kitabın bu kısmında açıkça anlaşılıyor ki; Şafiî'nin *el-Umm» adlı kitabını yazdığı asırda veya ona takaddüm eden günlerde hadîs eh­line yapılan hücumlar kelâmcılar tarafından vukubulmuştur. Kelâmcıların çoğu Basra'da oturduklarından dolayı Şafiî ile münakaşa eden kişinin Basrah kelâm-cılardan olduğuna muhakkak gözü ile bakılır.

Yukarıdan beri belirttiğimiz görüş (sünneti, teşri* kaynağı saymamak) ha­dîs ehlinin kuvvetli sadmeleriyle sinmeye mahkûm oldu ve Kur'ân'dan sonra sünnetin ikinci teşri' kaynağı olduğu mezhebi (görüşü) İslâm alemince benim­sendi. Ancak, sünneti teşri' kaynağı sayan âlimler, hangi çeşit hadîsleri kabul etmek ve sünnete itinıad yolunu tayin ve tesbit etmek hususunda değişik pren­sipleri benimsediler:

I- Fıkıhçıların dilinde «Haber-ul-Vahid» (Mütevatir olmayan hadîs) de­nilen ve kesin bilgi ifade etmeyen sünneti reddedenler.

Şafiî, bu görüşü savunanlar namına şöyle diyor: t Müftîler ve hâkimler, Allah tarafından olduğuna şehadet edilen, zahirde ve batında hak olduğu bili­nen ve «Ihâteı diye nitelendirilen yönde hüküm ve fetva verme zorundadırlar. Kesinlikle ilâhî olduğu bilinen ihâte ise; ancak Kitap, ittifakla kabul edilen sün­net ve bütün Müslümanların, üzerinde içtimâ* ettikleri hükümlerden ibarettir. Bu itibarla, hükümlerin tümü birdir. Söylediklerimizin dışında kalan müftî ve hâ­kimlerin verdikleri fetva ve hükümleri kabul etmemiz gerekmez. Fakat, söyle­diklerimizin istikametinde olanları kabul etmek gereklidir. Meselâ; öğle namazı farzının dört rek'at olduğunu kabul etmek zorunludur.    Zira; Müslümanlardan bu konuda niza'a düşen yoktur. Kimsenin bunda şüphe etmesi mümkün değil» dedikten sonra; uyulması mecburi olan ilmi birkaç bölüme ayırmakla maksadını izaha çalışmıştır:

  1. a)Bütün farzlar gibi Allah ve Resulü tarafından olduğuna şâhidlik edi­len ve büyük camaatler vasıtasiyle bize kadar gelen hükümler...
  2. b)TeVüe muhtemel olan âyetler... Bunda ihtilâf edildiği zaman, zahiri­ne hamletmek zorunludur. Onun açık hükmü te'viî edilemez. Ancak bütün Müs­lümanların icmâı ile muhtemel olduğu bir manaya yorumlanabilir. Müslüman­lar, bir âyeîi değişik şekillerde yorumlaymca hiç bir yorum makbul değildir. O zahirine göre kabui edilir.
  3. c)Bütün Müslümanların ittifak ettikleri ve kendilerinden önceki Müslü­manların da ittifak ettiğini anlattıkları hükümlerdir,..

Bu hükümler, Kitap veya sünnete dayalı olmasa dahi bence ittifak edilen bir sünnet gibidir. Zira, bütün Müslümanların bir hükümde ittifak etmeleri bir görüş mahsûlü olamaz. İş görüşe kalınca ayrılıklar doğar.

  1. d)Mütcvâtir olmayan ve âhad haberi denilen hadîsler ise; hata, yanılma ve unutma ihtimâli bertaraf edilmedikçe (mütevatir durumuna yükselmedikçe) dinî kaynak durumunda olan hükümler olamazlar.

Sünnet bakımından bu görüşün özeîi şudur ki; yalnız mütevâtir olan ha­dîsler delil ve kaynaktır. Bu çeşit hadîsler, büyük kitleler aracılığı ile kuşaktan kuşağa intikal ettirildiği için şüpheye mahal kalmaz. Bunun dışındaki hadîsler, makbul değildir.

Sünnetin tümünü red eden bir önceki görüş gibi bu görüş de Cumhur ta­rafından red edilmiştir.

II-Fikıhçılann dilinde «Mütevâtir» denilen hadîs dışında kalan hadîsler içinde bütün şehirlerde uygulandığı bilinen meşhur hadîsleri kabul eden ve meş­hur olmayanı red edenler:

Bunlara göre âhad hadîsini rivayet ederek onunls hükmeden bîr sahabîye karşı sahabelerin muhalefet etmemesi, o hadîsin bir cemaat huzurunda rivayet edildiğini ve o cemâatin sükût etmesi, onlarca hadîs'in bilinmiş olduğunu göster­mektedir. Dolayısıyle. bu çeşit hadîs bir nevi mütevâtir hadîs durumuna geçer.

Ebu Hanîfe ve arkadaşları gibi Irak fıkıhçiları bu yola temayül ederler. 'İmam Ebu Yûsuf, «Seyr-ul-Evzâî» adlı eseri tenkid konusunda yazmış olduğu kitabın «Binici ve Yayanın ganimet payı babında (bölümünde)* bu görüşü ge­nişçe izah etmiştir. Şafiî de aEl-Umm»de Ebu Yûsuf un yazdığını aynen nak­leder. Burada Ebu Yûsuf şöyle söyler:

«Sen, herkesin bildiği meşhur hadîslere sarılmalısın. Böyle olmayan hadîs­leri almamalısın. Çünkü îbn-u Ebu Kerîme, Ebu Cafer'den, o da Resûlüllah'-dan naklen bize anlattığına göre; Peygamber Yahûdîîeri çağırdı. Yahudiler ko­nuştular. Bir ara Hz. isa'nın söylemediği şeyleri ona isnad ettiler. Bunun aka­binde Resûlülîah minbere çıkarak halka şöyle hitap etti: tBenden, yaygın hal-

de hadîs nakledilecek. Bunlardan Kur'ân'a uygun olanlar bendendir, fakat Kur'-an'a aykırı düşen hadîsler benden değildir.»

Musaâr b. Keddâm ve Hasan b. Ammâre, Amr b. Mürre el-Bahterî'den Hz. Alinin şöyle söylediğini rivayet ederler: «Resûlüllah'dan size bir hadîs geldiği zaman onun en doğru yola yöneltici, takvaya en iyi şekilde götürücü ve en tatlı yaşayışa kavuşturucu olduğunu zannedin.» (Hz. Ali, meşhur olmayan ve kişi­ler tarafından rivayet edilen hadîs'in sıhhati kesinlikle bilinmedikçe inanılması­nın mecburi olmadığına «zannedin» tabiriyle İşaret eder.)

Eş'as b. Sevvâr ve İsmail b. Ebî Hâlid, Şa'bî'den Kuraza b. Kâ'b el-Ensârî'-nin şöyle söylediğini rivayet ederler: «Ben ensardan bir hey'etle Kûfe'ye git­mek üzere Medine'den ayrıldığım zaman halîfe Hz. Ömer bizi falan yere kadar uğurladı. Sonra : «Ey ensar! Sizlerle buraya kadar ne maksatla geldiğimi bilir misiniz? diye sorunca, arkadaşlarım; «Kadirşinaslığınız dolayısiyledir.ı diye ce­vap verdiler. Halîfe şöyle cevap verdi: «Evet, benim üzerimde bir takım hakla­rınız vardır. Sizi uğurlamak görevimdir. Bununla beraber size özellikle şunu söy­lemek isterim. Siz, Kur'ân'a çok düşkün bir kavme gidiyorsunuz. Onlara pek fazla hadîs rivayetine girişmeyiniz. Ben de sizin mesuliyetinizi paylaşıyorum.» Kuraza, Hz. Ömer'in verdiği talimattan etkilenerek, bundan böyle hadîs rivayet etmiyeceğini söyledi.

Bize gelen haberlere göre iki şahid ile tevsik edilmeyen hadîsleri Hz. Ömer kabul etmezdi. Eğer kitabın uzaması endişesi olmamış olsaydı, Hz. Ömer'in bu tutumuna ilişkin senedi aynen naklederdim. Keza Hz. Ali, ravilere yemin ettir­meden hadîslerini kabui etmezdi.

Gerçekten çok hadîs rivayeti vuku buîrnuştur. Bunlar içerisinde meşhur olmayan ve fıkıhçıîarm bilmediği, aynı zamanda Kitap ve sünnete uygun olma­yan hadîsler de vardır. Bu nedenle sen, şâz (pek tanınmayan) hadîslerden sakın. Fıkıhçıların tanıdığı ve camaatın bildiği hadîslere bağlı kal ölçü bu olmalıdır. Kur'ân'a muhalif olan hadîsler rivayet edilse dahî ResûİüHah'dan değildir.

Emîn zatların bize anlattıklarına göre; Resûlüîlah son hastalığında şöyle buyurdular : «Kur'ân'ın haram kıldığını haram kılıyorum.

Yukarıdan beri sana anlattığım gerçekler karsısında sen Kur'ân'ı ve bili­nen (meşhur) sünneti kendine rehber kıl ve buna ittiba et. Kur'ân'da ve meş­hur sünnette sana izah edilmemiş olanları, bu iki kaynakta bulunanlara kıyas­la, (îmam Ebu Yûsuf'un sözü burada bitti.)

Şafiî Hazretleri Ebu Yûsuf'un sözlerini, yukarıda belirttiğimiz gibi el-Ümm adlı kitabına aktardıktan sonra, Ebu Yûsuf'un savunduğu ve Irak fıkıhçılarının benimsediği bu görüşü eleştirerek red eder. Hadîs ehlinin Cumhuru da Şafiî gibi bu görüşe karşıdır.

III- Mütevâtir dışında kalan hadîslerden halkın uygulamadığı âhad ha­dîsini reddedenler:

Bu görüşte olan İmam Mâlik ve arkadaşlar* sünnetin şu iki yönden sabit olduğunu kabul ederek derler ki:

Bize rivayet edilen hadîsi tetkik ederiz. Eğer ashabın ileri gelenlerinin ona uygun bir şey söylediklerine muttali olursak rivayet edilen hadîsi kabul ede­riz ve ancak onunla amel ederiz.

  1. Birinci maddede belirttiğimiz şekilde te'yid edilmeyen hadîste halkın ihtilâfa düşmediğini anlarsak o hadîs de bizce sabittir ve üzerinde ittifak edilmiş sayarız.

Fakat rivayet edilen bir hadîsle ilgili olarak yaptığımız araştırmalar neti­cesinde ashabın ileri gelenlerinin bir sözüne rastlamaz ve halkın onda ihtilâfa düştüğünü görürsek o hadîsi reddederiz.»

imam Mâlik'e göre hadîsin sıhhat! için Medine halkının ittifak etmesi ve uygulaması esastır. İmam Malik Medine fıkihçilarınm bu hadîste ittifak etme­sine ve Medine halkının onunla amel etmesine haddinden fazla ehemmiyet ve­rerek bu durumu hadîsin sıhhat yollarından birisi olarak kabul etmiştir.

İmam Şafiî bu görüşün aslını ve ona ilişkin uygulamayı etraflıca ve gereği kadar tenkid etmiştir.

" Ben bu arada Medine halkının ameline itimadından dolayı tenkid edilen imam Malik'e mektup gönderen o asrın fıkıhçılarının reisi, hatta bütün Müslü­man- şehirlerinde yaşayan fıkıhçıların ilim ve zekft bnkımından efendisi sayılan Mısır fıkihçısı el-Leys b. Sa'd'ın tenkid mahiyetindeki risalesini aynen buraya almayı İstedim. Bu risale imam Malik'in kendisine yazdığı bir mektubun cevabı olduğu anlaşılıyor. Fakat biz imam Malik'in mektubuna bütün araştırmalarımı­za rağmen rastlayamadık. Nakledeceğimiz risaleyi İbn-i Kayyım el-Cevziyye di­ye tanınan Ebu Abdillâh Muhammed b. Ebu Bekr'in «A'lâm-ül-Muvakkiîn» adlî eserinde bulduk. Kendisi de risaleyi Ebu Yûsuf Yâkub Ebu-s-Süfyan'ın Kita-bu-t-Tarih ve-1 Ma'rife adlı kitabından aldığını beyan eder. [102]

 

El-Leys B. Sa'd'ın İmam Malik'e Yazdığı Mektub :

 

Selâm sana. Kendisinden başka ibadete lâyık ilâh olmayan Allah'a hamdol-sun. Allah cümlemize afiyet ve din ile dünya işlerimizde iyi neticeler ihsan ey­lesin.

Mektubunuzu aldım. Durumunuzun iyi olduğunu yazıyorsunuz. Cenab-i Hak daima bol nimetler ve onlara karşı şükretmeyi nasip eylesin.

Gönderdiğim kitapları tetkik ettiğinizi, İçindekilerini tasvip ettiğinizi ve za­tınıza ait eserler olduğunu mührünüzle tasdik ederek iade ettiğinizi bildiriyorsu­nuz. Bu kitablar elimize geçtiğinde size ait olup olmadığını bilemediğimiz için tarafınızdan tetkikini ve neticeyi anlamak istedik. Allah, harcadığınız emeğin mükâfatını ihsan eylesin...

Tarafınızdan gelen bazı görüşleri yerinde gördüğüm için memnuniyetinizi açıklıyorsunuz. Bu arada bir takım nasihatlerde bulunuyorsunuz. Buna memnun oldum. Inşaallah nasîh ati arınızdan istifade ederim. Her halde eskiden hakkım­da hüsnü zan beslediğiniz için nasihatinizi bu güne kadar geciktirdiniz.

Yanınızda bulunan Müslüman cemaatının tatbikatına ters düşen bazı fet­valar verdiğimi, herkesin Medine halkına uymak durumunda olduğunu, zira hicretin bu yere yapılarak Kur'ân'm buraya nazil oîduğunu ve benim, selefime da­yanarak verdiğim fetvalardan dolayı endişe duymamın gerektiğini yazıyorsunuz.

Haklı olduğunuza inandığım bu görüşünüzü paylaşıyorum. Ancak İlim sa­hibi sayılanlar arasında benim kadar, zayıf fetvalardan hoşlanmayan ve Medt-neli eski âlimlerin ittifakla verdikleri fetvaları tercih eden kimseyi bilmiyorum. Bu prensibimden dolayı ortağı olmayan yüce Allah'a hamd ederim. «Resûlül-lah'm Medine'de ikamet ettiği, Kur'ân'ın orada ona indiği, ashabın ondan feyiz aldığı ve bütün Müslümanların onlara tabî olduğu» yolundaki anlattıklarınızı aynen kabul ediyorum.

(315) «İslâmda) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile on­lara güzellikle tabi olanlar (yok mu?) AHah onlardan razı olmuştur. On­lar da Allah'dan razı olmuşlardır. (Allah) bunlar için kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere  altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır.» (Tevbe: 100)

Mektubunuzda yazdığınız bu âyetde övgü ile anılan ilk muhacir ve ensa-rm toplu halde Medinede kalmadıkları bir gerçektir. Çünkü o selef-i Salihînin çoğu Allah rızası için onun yolunda cihâda çıktılar. Silâhlı kuvvetler teşkil et­tiler. Halk onların etrafında toplandı. Kendileri de toplanan halka Allah'ın Ki­tabını ve Resulünün sünnetini açıkça beyan ettiler. Bildiklerinden hiç bir şey saklamadılar. Her şeyi anlattılar. Kurdukları askerî kuvvetlerin her fırkasında, Kitab ve sünneti iyi bUen ve Kitap ile sünnetin açıklamadığı mes'elelerde re'yle ietihad eden bir gurup bulunurdu. Bunlardan önce Ebu Bekr, Ömer ve Osman Hazretleri re'yle fetva vermiştiler. Müslümanların seçtiği bu üç zat, etrafa da­ğılan mücahidlerîe ilişkilerini kesmemişlerdi. Onlardan habersiz kalmamışlar ve­ya onları terk etmemişlerdi. Daima onlarla temas halinde idiler. Müslümanla­rın dosdoğru yola devamlarını sağlamak ve ihtilâfa düşmelerini önlemek için en basit mes'efeler hakkında bile Kitab ve sünnetin emrini onlara yazılı olarak bil­dirirlerdi. Bu üç halife, gerek Kur'ân'ın açıkladığı hükümlerle Peygamberin âmel ettiği mes'eleler ve gerekse Peygamberin vefatından sonra verdikleri emir ve fetvalardan bildirmedikleri veya öğretmedikleri tek bir husus yoktur. Halife­lerden emir gelince; Mısır, Suriye ve Irak'ta bulunan Bütün sahâbîler ona göre hareket ederlerdi. Bunun hilâfına bir şey söylemezlerdi. Vefatlarına kadar ashab bu durumda idiler. Bu kerre tâbi durumunda bulunan erlerin selefleri olan sahabelerin amel etmedikleri bir şeyi ihdas etmelerini uygun bulmuyoruz. Bildiği­niz gibi birçok hususlarda ihtilâfa düştüler. Bunu bildiğiniz için yazıyorum. Eğer bilmeseydiniz, yazmazdım. Ashâbdan sonra tabiîn de bazı hususlarda ihtilâfa düştüler. Saîd b. el-Müseyyeb ve emsali arasında çıkan ihtilâf malûmunuzdur. Onlardan sonra gelenler de İhtilâfa düştüler. Ben Medine'de ve başka yerlerde aralarında çıkan ihtilâfa şahid oldum. O gün için başlarında İbn-i Şihab ez-Zührî ve Rabîa b. Ebî Abdurrahman (Medine fıkmcıları) bulunurdu. Rabîa'nm, se­lefe muhalefet ettiği mes'eleîerden bir kısmı hakkında gerek senin ve gerekse Medine'nin re'y ehlinden Yahya b. Saîd, Ubeydullah b. Ömer ve Kesîr b. Farkad (Rabîa'dan yaşlı idi) m onu tenkid ettiğine şahid oldum. Hatta Rabîa'nm bu tutumunu tasvip etmediğiniz için onun meclisini bile terk etmeye mecbur kaldınız. Bir ara sizin ve Abdullah oğlu Abdülaziz'in huzurunda ben Rabîa'yı tenkid ettim, Siz de beni desteklediniz. Hoşlanmadığım yönlerinden siz de hoş-lanmadtğınızt açıkladınız. Bununla beraber hamdolsun Rabîa, Hatîb, Zekî, fa­ziletli, hayırlı bir zat olup İslâmiyet için iyi çalışır, bütün arkadaşlarına, özel­likle bana karşı samimî bir sevgisi vardır. Allah rahmet ve mağfiretini ihsan ey­leyip amelinden daha iyi bir mükâfatla mükâfatlandırsın.

îbn-i Şihâb (Zührî) tan da çok muhalefet vuku' bulurdu. Kendisi ile gö­rüştüğümüzde ve arkadaşlarımız onunla mektuplaştığı zaman değişik cevaplar verirdi- Üstün re'y ve yüksek ilmine rağmen aynı konuda muhtelif zamanlarda değişik arkadaşların yazdıkları sorulara verdiği cevaplar birbirini tutmuyordu. Sonradan cevap verirken daha önce aynı mes'ele hakkında beyan ettiği rey'i düşünmüyordu. Sen, benim bazı hususları terketmemden hoşlanmadığını bildiri-yorsun. Ben o hususları yukarıda belirttiğim sebeblerle terkettim.

Ben Zühri'yi, verdiği bazı fetvalarından dolayı kınıyorum. Bunların bir kıs­mını biliyorsunuz. Ben onun ve Medine'deki arkadaşlarının verdikleri ve hatalı bulduğum birkaç fetvayı yazayım :

1- Müslüman erlerinden bir kimsenin yağışlı gecede iki namazı (akşam ve yatsı farzları) cem etmesi (bir arada ve akşam vaktinde) hakkındaki fetva-stdir, Şam (Dımışk) çamurunun Medine çamurundan ne kadar fazla olduğunu ancak Allah bilir. Bununla beraber Şam'da hiç br imam herhangi bir yağışlı gece cem-i salât (İki namazı bir arada kılmak) ettiği vâki değildr. Halbuk Şam askerleri arasında Ebu Ubeyde b. Cerrah, Hâlid b. Velîd, Yezîd b. Ebî Süfyân, Amr b. eİ-As ve Muaz b. Cebel bulunurdu.

Resûlüllah'ın şöyle söylediği bize ulaşmıştır :

«Helâl ve haramı en iyi bileniniz Muaz b, Cebel'dir. O, kıyamet günü âlim­lerin önünde ve bir adım ilerde gelir, b

Keza Şarâhbil b. Hasan'a, Ebudderdâ ve Bilâl b. Rabâh da Şam askerleri içinde idiler.

Mısır'da, Ebu Zer, Zübeyr b. Avvâm ve Sa'd b. Ebî Vakkas bulunurdu. Hu-mus'ta Bedir ehlinden yetmiş zat vardı. Irak'ta İbn-i Mes'ud, Huzeyfe b. el-Ye-mân ve jmrân b. Husayn buîunurdu.    Ayrıca halife Hz. Aîi Irak'ta senelerce oturdu. Beraberinde ashrıb da bulunuyordu. Diğer Müslüman şehirlerinde de sa­habeler vardı. Bu sıraladığım mübarek zatlardan akşam ile yatsı farzlarını ya­ğışlı gece cem ettikleri kat'î surette vakî değildir.

2- Hak sahibinin yemini ve bir şahidlc hüküm verme mes'elesidir. Bil­diğiniz Zührî Medine'de bir şahid ve hak sahibinin yaptığı yeminle onun lehin­de devamlı surette karar verirdi. Halbuki Şam, Humus, Mısır ve İrak'ta oturan ashab-ı kiram, bu delilleri" yeterli" görerek hüküm -verdikleri vaki değildir. Hu-lafâ-i Raşidîn de bu durumda hüküm verme hakkında muhtelif şehirlerde otu­ran ashaba bir şey yazmamışlardır. Sonra Ömer b- Abdilaziz haİİfe olduktan bir müddet sonra Ruzayk b.-cl-Hakîm ona: «Sen Medine'de iken bir şahid ve hak sahibinin yeminini yeterli görüyordun.» diye yazdığı yazıya karşılık halife, yazdığı cevapta şöyle diyor:  a Biz Medine'de bununia hüküm ediyorduk. Şim­di Suriye halkının  bununla hüküm etmediklerini gördük.  Artık âdil  iki  erkek veya bir erkek  İle iki kadının  şahidliğiyle hüküm veririz.»  Bu halifenin kuv­vetli İlme, sağlam ve isabetli rey'e sahip olduğunu, Islâmiycfin aynen ve gerçek mahiyetiyle tatbikine gayret eden  ve sünnet-i  seniyyeyi  ihya eden  bir zat ol­duğu malûmunuzdur. Keza kendisi halifeliği süresince hiç bir yağışlı gece cem-i salât etmemiştir.

3- Medine ehli, evlenen kadının, vadesi henüz gelmemiş oian (Müeccel Sıdak) mehrini istemesi halinde derhal ödenmesinin gerekliliği yolunda hüküm vermişlerdi. Irak halkı da onlara muvafakat etmiş ise de Misrr ve Suriye halkı, ashabtan ve tabiînden hiç kimsenin böyle bir hüküm vermediğini ifade ederler. Ancak ölüm veya boşama halinde vadesi gelmemiş olan mehrin derhai öden­mesinin zorunluluğuna ashab ve tabiîn fetva vermişlerdi.

4-  Medine âlimlerinin İlâ' [103] konusunda verdikleri fetva :

Onlara göre Kur'ân'la tesbit edilmiş olan dört aylık îlâ' süresi bitse dahi yemin eden erkeğe, ailesine dönmek veya boşamak için bir müddet verilme­dikçe bir boşama durumu vuku' bulmuş sayılmaz. Erkeğe bu müddeti verme gereğini rivayet eden Abdullah b. Ömer'den Nâfi' vasıutsıyle bana intikal sden fetvaya göre Kur'ân'da zikredilen îlâ' hükmü tesbit edilmiş olan dört ayhfc sü­re hitamında yemin eden erkeğin Allah'ın emrettiği gibi derhal .îilesine dön­mesini veya boşamaya gitmesini emretmiştir. îlâ' eden kişinin başka îürîü dav­ranışını mubah kılmamıştır. Halbuki siz Medine âlimleri «îlâ' eden kişinin Al­lah tarafından tesbit edilen dört aylık süreden sonra boşama veya ailesine dön­me yolunu seçmese bile o ona bu seçme işi için bir süre verilmedikçe ailesini boşamış sayılmaz» diyorsunuz.

Bu fetvanız ashabtan bize intikal eden fetvalara ters düşer. Çünkü Hz. Osman, Zeyd b. Sabit, Kubeyse b. Züeyb ve Ebu Seleme b. Abdurrahman b. Avf’ın îlâ' hakkında şöyle söyledikleri bize ula.şmiştirv  «Dört aylık îlâ' süresi­nin sona ermesi BAÎN [104] talâk ile bir boşamadır.»

Diğer tarafları Sâîd b. el-Müseyyeb, Ebu Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris b, Hişâm ve İbni Şihab (Medine âlimleri) ise dört aylık sürenin bitimi RECİ [105] bir talâktır, diyorlar.

5- Ashabdan Zeyd b. Sabit diyordu ki: tBir adam boşama yetkisini eşine verdiği zaman eşinin kocasını tercih etmesi (= Kocasından ayrılmak is­temediğini beyan etmesi) bir talâkla boşama sayılır. Şayet boşamayı tercih ede­rek üç talâkla kendimi boşadım, dese bu sözle yine bir talâk vuku bulur.»

Halife AbdÜlmelik b.. Mervân bununla hükmederdi. Rabîa b. Abdurrah­man da böyle söylerdi. Diğer taraftan hemen hemen bütün Müslümanlar bu görüşe katılmayarak aşağıdaki fetvada ittifak eder gibidirler:

Kocası tarafından boşama yetkisi verilen kadın, eşini tercih ederse bir talâk bile vuku bulmaz. Eğer bir veya iki talâkla kendini boşamayı tercih ederse rec'î talâk ile boşamış oluyor. Kocası dilerse ailesine dönebilir. Şayet üç talakla boşarsa o zaman tamamen ve üç bain talâkla boşamış oluyor. Artık yeminden dönmek veya nikâhı yenilemekle eşler birbirine helâl olmaz. Ancak kadının bu yetkiye dayanarak üç talâkla boşandım diye yemin ettiği meclisten taraflar henüz ayrılmamış iken erkeğin onu tekzib ederek «ben sana sadece bir talâkla boşama yetkisini verdim* dese o zaman erkeğe yemin teklif edilir. Ye­min etmesi halinde ailesi kendisine teslim edilir.

6- Abdullah b. Mes'ud derdi ki: oBir adam nikahladığı cariyeyi bilâha­re satın alırsa satış akdi üç talâkla boşama hükmündedir.»

Rabîa da böyle söylerdi. Şayet köle ile evlenen hür kadın bilâhare koca­sı olan köleyi satın alırsa durum yine böyledir.

Halbuki sizin kabule şayan olmayan ve hiç de hoşlanmadığımız bir şekil­de fetva verdiğinizi öğrendik. Ben bu konuda sana bir şeyler yazdım. Fakat bana cevab vermediniz. Yazdığım mektubun size ağır geldiği endişesini duy­duğum için o tarihten beri, hoşlanmadığım fetvalarınız hakkında bir şeyler yaz­mayı terk ettim. O mektubumda re'yinize yaptığım, itiraz konusu şu idi:

Bana gelen haberlere göre yağmur namazını kıldırmak isteyen Züfer b. Asım el-Hilâlî'ye önce yağmur namazını kıldırmasını, sonra hutbe okumasını emretmişsiniz. Sizin bu emriniz bana ağır geldi. Çünkü yağmur hutbesiyle na­mazı aynen cuma hutbesi ve namazı gibidir. Sadece şu fark var: Yağmur hut­besinin sonuna doğru hatîb duâ ettikten sonra «Ridâ» (belden yukarı giyilen palto, ceket gibi) sim ters çevirir sonra inerek namaz kıldırır. Ömer b. Abdülaziz, Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm vesair zatların hepsi yağmur na­mazını bu şekilde kıldırmışlardir. Bunun için sizden emir alan Züfer b. Asım'ın yaptığı şekil, herkesin tuhafına gitmiş ve hoş karşılanmamıştır.

7- İki erkeğin her birisinin hissesi  nisâb olmadıkça toplam   sermayeleri nisab olsa bile zekât çıkarmayacaklarını söylediğini duydum.

Halbuki Hz. Ömer'in yazdığı talimatta; «Ortakların toplanı mallan nisab olunca zekât çıkarılır. Herkes hissesine düşeni öder.» hükmü var. Zamanınız­dan evvel, halife Ömer b. Abdülaziz'in valiliği zamanında ve ondan sonraki uy­gulama böyle devam etti. Zamanının en yüksek âlimlerinden aşağı olmayan Yah­ya b. Sâid'in bize verdiği bilgi de bu yoldadır. (Allah Rahmet ve mağfireitiyle mekânını Cennet eylesin.)

8- Sen, Peygamberin ganimet malından Zübeyr b. Avvam'a bir at için iki sehim (pay) verdiğini anlatıyorsun. Bütün insanlar İse Peygamberin Zübeyr'e iki at için dört sehim verdiğini ve üçüncü atı için sehim vermediği hadîsini an­latırlar. Ümmet bu hadîs üzerine ittifak halindedirler. Suriye, Mısır, Irak, Afri­ka halkının tamamı aynı şeyi söylerler. İki kişi bile bunda muhalefet etmez. Bu durumda itimada şayan bir kişiden, başka türlü bir şey duymuş olsan bile bütün ümmete muhalefet etmen uygun olmaz.

9-Bir mal satın aldıktan sonra borçlarının çokluğu dolayısıyle hâkim tarafından mallarına haciz konulan kimse, eğer satın aldığı o malın bir kısmını harcamışsa veya satıcı, sattığı bahis konusu malın bedelinin bir kısmım teslim almışsa, satıcı,  sattığı malından bulduğunu geri  alabilir.  O mal, diğer mallar gibi haciz altına girmiş sayılmaz.» diye fetva verdiğinizi duyduk. Halbuki in­sanların taâmül ve uygulamaları şöyledir:  «Satıcı, bedelin bir kısmını almışsa veyahut müşteri malın bir kısmım eîden çikarmışsa satıcının mal üe ilgisi kal­mamış olur.»

Yukarıdan beri anlattığım mes'elelerin benzerleri de vardır. Fakat onları yazmadım. Ben, senin başarılı ve uzun ömürlü olmanı dilerim. Çünkü Müslü­manların senden istifade edeceklerini umarım. Senin gibilerin gitmesi büyük ka­yıplardan olur. Uzak olsak bile kalben seninleyim.

İşte yanımdaki değerin ve yerin budur. Hakkındaki kanaatim de budur. Buna bilhassa inanınız. Muhabereyi kesmeyiniz. Daima durumunu, aile efradı­nın vaziyetini, senin veya yakınlarının ihtiyacını ve haberlerinizi bildirmenizi beklerim. Çünkü ben bu takdirde çok memnun olurum.

Allah'a hamd olsun bu mektubu yazarken cümlemiz iyiyiz. Sıhhatimiz ye­rindedir. Cenab-ı Allah bizi ve sizi, verdiği nimetlerin şükrünü Ödemeye ve tüm nimetlerine erişmeye muvaffak kılsın. Allah'ın selâmı ve rahmeti üzerinize ol­sun.                                         

Bu mektubun tam metnini almakla Islâmî edeble yazılan tenkidin en güzcl örneğini önünüze sermek istedim. Bundan daha uygun tâbir ve ifadelerle muhalifine tenkid yazısı göndereni görmedik.

Bunun bize iyi bir örnek olmasını dilerim.

Şîâ'nın sünnete karşı davranışına gelince, onlar bağlı bulundukları İmam­ları vasıtasiyle gelen veya onların mezhebine dahil kimseler tarafından rivayet edilen hadîslere ilimad ederler ve bunların dışında kalan hiç bir râvînin riva­yet etliği hadîsleri kabul etmezlerdi. Onlara göre Hz. Alî'ye inandıkları şekil­de bağlanmayan kimseler itimada şayan değillerdir.                   :

Haricîler de ashab arasında çıkan olaylardan Önce rivayet edilmiş olan hadîslere itimad ederlerdi- Genellikle Ebu Bekir ve Ömer Hazretleri devrine ait hadîsleri kabul ederlerdi. Olaylardan sonra Cumhura karşı çıkarak onlara düşman gözü ile baktılar. İddialarına göre, Cumhur, sözde gayri meşru halife­lere itaat etmekle itimad edilme niteliğini kaybetmişlerdir.

Başta Şafiî hazretleri olmak üzere hadîsçüerin Cumhurunun görüşüne göre hadîsin sıhhati, âdil raviierin rivayetine bağlıdır. Resûlüllah'a ulaşıncaya kadar bir hadîsi rivayet eden bütün raviler «Adil» oldukları takdirde onunla amel edi­lir. Senedde riîvi sayısı birer kişiye dahi düşse sıhhatine halel gelmez. Bunun dışında bir şart aranmaz.

Rivayet edilen bir hadîsin sıhhat bakımından değerinin tesbit ve takdiri hususunda, bu noktadan dolayı, fikıhçilar arasında büyük bir ihtilâf çıkmıştır. Meselâ; şöhretinden dolayı, Hanefî fıkihçınm amel ettiği bir hadîsi, senedindeki zayıflık doîayıssyîc Şafiî fıkıhçının terk ettiğini görüyoruz. Keza senedindeki kuv­vet dolayıssyle Şafiî fikıhçmın amel ettiği bir hadîsi,' tatbikat başka türlü ol­muştur gerekçesiyle Malikî fıkıhçımn terk ettiğini görüyoruz.

Büâhare gelen sarihlerle, kendi mezheblerini savunarak diğer mezhebleri tenkid eden tabaka teşekkül edince onların bağlı bulundukları mezheb imamla­rının, yukarıda işaret ettiğimiz usûl ve prensiplerine iltifat etmediklerini görü­yoruz.

İcabında bir mezheb imamının ittihaz ettiği usûl ve şartları taşımadığın­dan dolayı kabul etmediği bir hadîs'e karşı normal davranışının, diğer mezheb âlimleri tarafından büyültülerek, «Senedi sahih olan bir hadîs nasıl dikkate alın­maz?» diye ağır bir dille tenkid edildiğine şahid oluyoruz. Diğer taraftan imam­larının amel etmediği bir hadîs'i zayıf göstermek için senedine veya başka yön­den itirazda bulunanlar vardır. HalbuH bu lüzumsuz itirazları yeıine, rahatlıkla diyebilirlerdi ki; «imamımız bu hadis'i, aradığı şartlan taşımadığından dolayı kabul etmemiştir.» İleride bu hususlarda birçok örnekler gelecektir. [106]

 

B) Kıyas, Re'y Ve 1stîhsan Hususunda Çıkan Tartışma:

 

Ashab-ı kiram ve tabiîler Kitab ve sünnette nass bulmadıkları zaman «Re'y» diye isimlendirdikleri metod ile fetva verirlerdi. Onların fetvalarından anlaşıldığına göre, re'y, dinin umumî kaidelerine binâen hüküm vermektir. Bu umumî kaidelerden iki tanesi Resûlüllah'in şu hadîsleridir :

«Seni şüpheye düşüreni bırak, şüphesiz olanı al.» [107]

«Zarara sokmak ve zarara karşı intikam almak yoktur.» [108]

Onlar fetva verdikleri olayı, belirli bir asla (temel hükme) dayandırmaya ve o hükmün ihtiva ettiği olaya fetva konusu olayı benzetmeye ehemmiyet ver­mezlerdi. Meselâ; ashabdan Muhammed b. Mesleme'nin tarlasından, arzusu hi­lâfına komşusunun muhtaç olduğu a su arkı »m geçirmesine, Hz. Ömer karar veriyor. Çünkü bu karar, tarla sahibine zarar vermiyor ve komşusuna menfaat sağlıyor. Hz. Ömer bu hükmü, belirli bir temel hükme dayandırma ve bir ben­zer olaya kıyaslama yoluyla vermemiştir. Kendisi verdiği fetvayı umumî bir temel kaide olan; «Faydalıyı helâl ve zararlıyı haram kılma» hükmüne dayan­dırmış ve bu karar tarla sahibine hiç bir zarar getirmiyeceği gibi, onu da kom­şusu gibi faydalandıracağı gerekçesine bağlamıştır.

Bu nevi karar gerekçeleri fıkıhçılar lisanında «Mesâlih-İ Mürsele» (belirli bir kaynağa dayanmayan kayıtsız yararlıklar) olarak adlandırılır. Ancak bilin­diği gibi, bu görüşü genişletmek çok sakıncalıdır. Tâbiri caiz ise, böyle yapmak­la, «Kaş yapayım derken, göz çıkarma» olur. Çünkü bu yol icabında birçok hadîsleri terketmeye sebep olur. özellikle bu yolda giden bir fikıhçı, geniş çap­ta hadîs araştırması yapmamışsa derhal hataya düşer. Muhtelif şehirlerde otu­ran âlimlerin yanında bulunan bütün hadîsleri bilebilen herhangi bir fıkıhçımn mevcudiyeti görülmemiştir. Böyle bir fıkıhçımn çıkmasının kolay olmadığı tak­dir edilir. Bu durum muvacehesinde €Mesâlih-i Mürsele» ve «Rey» ile fetva verme sahasını genişleten bir fikıhçı (mezheb imamları asrındaki âlim) bu yolla vereceği fetvanın kendisinin bilmediği ve başkası tarafından bilinen bir hadîs'e ters düşmesinden kat'iyyen emin olamaz. Bu büyük sakıncayı duyan fıkıhçılar, Re'y dairesini daraltmayı lüzumlu gördüler. Bunun için müetehidin re'ye müs-tenid fetvasını belirli bir kaynağa ve asıl'a dayandırmasını şart koştular. Bu kay­nak ve asıl, ancak Kitap veya sünnet olabilir. Fıkıhçıların Kitap ve sünnetten «onra teşri' için üçüncü kaynak kabul ettikleri» Kıyas budur.

Irak fikıhçıları kıyas'a geniş yer vererek bu sahada çok çalıştılar. Bu ara­da, çoğu zaman, kıyas'ı terk ederek «Istihsan» ismini verdikleri metodu alır­lardı. Muhammed b. ci-Hasan «el-Mebsût» adlı kitabının çok yerinde: «Ben kıyas'ı terkeder istihsan'ı alırım* der. Onun istihsanı, bazen kıyas'ın gerektir.diği hükme muhalif bir esere rücû' etmek olur, bazen de eskiden (ashab dev­rinde) re'y denilen, umumî kaidelere dönmek olurdu.

Biz, hadîs ehli ile re'y ehlinin yerini tayin ve tesbit eden özellikleri izah etmekle durumu okuyucularımıza sunmak isteriz.

Hadîs ehline göre sünnet, Kur'ân'ın tamamlayıcısı olduğu itibariyle ve Müs­lümanlığı kabul edenlerin uyması gerekli bir takım kesin deliller olması hase­biyle, taşıdığı hikmetlerle nedenlere bakılmaksızın ve müetehidin müracaat ede­ceği genel ve özel prensipleri nazara almadan dinî kaynak kabul edilir. Bu iti­barla hadîsçiler harfiyyen teşrî'e bağlıdırlar. Şcr'î hükümlerde çok titiz olduk­ları için, sorulan bir mes'ele hakkında bir nass (kesin delil) bulamadıkları za­man susarlardı ve fetva vermekten çekinirlerdi.

Re'y ve kıyas ehli ise, onlar, teşrî hükümlerinin manâ ve gayesi akıl ile çözülebilen şeyler olduğu görüşündedirler. Bu hükümler için Kur'ân'ın ifade et­tiği ve sünnetin te'yid ettiği umumî prensipler vardır. Ayrıca fıkhın her holü­mü için Kitap ve sünnetten aldıkları bir takım kaideleri ele alarak, o bölümde bulunan bütün mes'elelere, hakkında nass olmasa dahi o kaideleri uygularlardı.

Bunlar sünnete karşı hadîs ehli gibiydiler. Sünnetin sağlamlığına inandık­ları zaman sünnetle amel ederlerdi. Ancak onlar, ellerinde bulunan usullere da­yandıkları ve güvendikleri için fazla hadîs rivayet etmezlerdi. Aynı zamanda, daha önce belirttiğimiz gibi, görüşlerine göre sünnetle amel etmek için Onun meşhur olması şartını koşuyorlardı. Bir hadîsi sabit gördükleri zaman edindik­leri usullere aykırı olsa dahi o hadîsle amel etmekten geri kalmazlardı.Bu çeşit hükümlere «Istihsan» derlerdi. Bazen de fıkhın bir bölümüne ait belirli kai­delerine kıyaslamayı bırakarak, genel usullere kıyaslama cihetine giderlerdi. Buna da «Istihsan» derlerdi.

Kıyas'ı kabul eden ve büyük çoğunluğu teşkil eden fıkıhçıların kıyas yo-luyle çıkardıkları şer'î hükümleri tetkik edenler görecekler ki onlar, Ebu Ha-nife hazretleri ve arkadaşlarının «Istihsan» ismini verdikleri manâda fetva ver­mişlerdir. Ne var ki, re'y ehli «tstihsan» kelimesini bazı fetvalarında kullan­mışlardır. Diğerleri ise «Istihsan» terimini kullanmamışlardır. Nitekim İmam Malık «Mesâlih-i Mürseleo İsmini verdiği delil ile hükmetmiştir. Bu delil «Istihsan»ın bir çeşididir. İleride değişik mezhebiere ait olup, bu esasa dayanan birçok mes'eleye rastlayacaksın.

Kıyasçıİar ile İstihsancılar yeni bir delil icad etmiş değillerdir. Onlara bu yolda rehber durumunda olan ashab'dan büyük selefleri vardır. Birinci devirde Hz. Ömer, İkinci devirde Hz. İbn-i Abbas ve tabiîndan Rabîa ve İbrahim En-Nahaî v.s. gibi zatlar bu delili uygulamışlardır.

Bu devirde, bir yönden hadîsçiierle İstihsan ve kıyası delil gösteren re'y ehli arasında niza' şiddetlenirken; diğer taraftan re'y ehlinin iki kolu durumun­da sayılan kıyasçılarla istihsancilar arasında ihtilâf oldukça yayılmıştır.

Hadîsçiler ile kelâmcıîar arasında tartışmalar bulunduğu halde iki ekol men­supları değişik yönlerde re'y ehline hücum ederlerdi. Hadîsçİlerin teşrîdeki go-rüslcrinİ yukarıda anlattık. Kelâmcıîar ise, teşrîî hükümlerin tamamen taabbüdî (hikmeti bilinemez) olduğunu ve bu hükümlerde re'y ve kıyas'ın yeri olmadığını söylerler. Sâri' (teşri' kurucusu) tarafından geldiği kesinlikle sabit olan hükümler­le amel etmeyi gerekli görürler. İlâhî hükümlerin taabbüdî oluşu hususunda ha­dîsçiierle fikir birliğine varmaktadırlar. Fakat sünnetin, teşrî' kaynaklarından olduğunu kabul etmemekle hadîsçilerden ayrılıyorlar.

Her fırka, deliline dayanıyor. Bİz, hadîsçilerden ve kelâmcılardan çıkan ve re'y ehlini hedef tutan birçok kınamalara rastlıyoruz. Bunlar, ayrı ayrı cihet­lerden re'y ehlini yeriyorlar. Hadîsçiler; «teşri', kulların değişik görüşlerine sah­ne olacak durumdan çok uzak ve yücedir. Çünkü Kitap olsun, sünnet olsun ilâ­hîdir. Hata ve ihtilâftan çok uzaktır. Re'y ise kuldandır. Kul, hata etmeye mah­kûmdur. Kulun görüşüne teşrîde yer verildiği takdirde değişik görüşler ve ayrı­lıklar doğar. Halbuki biz Müslümanlar ihtilâf ve ayrılıktan men edilmişizdir.» derler.

Kelâmcıîar da; «İlâhî teşri' değişik mes'eleleri toplayarak aynı veya ben­zer hükümlere bağlamıştır. Diğer taraftan benzer mes'eleleri yek diğerinden ayı­rarak tamamen birbirine muhalif hükümlere bağlamıştır. Bu durumda olan şer-î şerif, re'ylere mahal olamaz.» derler ve bazı hükümleri örnek olarak gösterirler.

Kıyası savunmak ve onu teşrî* kaynağı saymak hususunda gördüğümüz ma­lûmatın en güzeli, İmam Şafiî'nin «er-Risalet-ül-Usuliyye» adlı usul kitabı ve  el-Umm adlı diğer bir kitabındadır. Kıyası terk etme hususunda da en önemli eser, hicrî üçüncü asrın ortalarında görülen Zahiryye İmamı Davut b. Alî'nin yazdığı kitabtır. Kendisi, mezhebini Kitab ve sünnetin zahir (Delâleti zannî olan - ve zayıf bir ihtimal ile başka manâya muhtemel olan delil) lerine göre kurmuş­tur. Te'vili hiç bir surette kabul etmemiştir ve kıyası kesinlikle terk etmiştir.

Bu devrin meşhur fıkıhçılarınm ekserisi kıyası teşri'in kaynaklarından say­mıştır. Bunlar arasında Ebu Hanife ve arkadaşları kıyası herkesten önce delil olarak kabul ettikleri için yalnız kendileri «Re'y ehli» diye meşhur olmuşlardır.

Istihsan'a gelince; İmam Şafiî, gerek risalesinde ve gerekse el-Umm kita­bının yedinci cüz'ünde ona şiddetle hücum etmiştir, el-Umm'de Özetle şöyle söyler :

«Hâkimlik veya müftîlik görevine kendisini ehil gören bir kimsenin vere­ceği hüküm veya fetvasını sabit habere dayandırması zorunludur. Sabit haber de şu dört şeyden birisidir: 1— Kitab, 2— Sünnet, 3— İlim ehlinin ihtilâfa düşmeden söyledikleri sözler, 4—: Bu üç maddede yazılı delillerden birisine kı­yaslamak.

Hakim veya müftînin istihsan İle hüküm veya fetva vermesi caiz değildir.

Çünkü istihsan yukarıda yazılı dört maddenin dışında kalır. Allah şöyle buyu­ruyor :

(316) «İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağım mı sanıyor?» (el-Kı-yâme: 36)

Bildiğim kadarı ile Kur'ân'ı bilen ilim ehli, âyette geçen «Südâ» kelime­sinin herhangi bir emir ve yasakla mükellef olmayan kişi manâsına olduğunda ittifak etmişlerdir. Emredilmemiş olan bir şeyle hüküm veya fetva veren kim­se, kendisinin «Südâ» manasında olduğunu caiz görmüş oluyor. Halbuki yüce Allah onu «Südâ» olarak terketmiyeceğini bildirmiştir. Keza; bu şahıs: «Ben dilediğimle hükmederim.• demekle Kur'ân'in hilâfına, peygamberlerin apaçık yoluna aykırı ve âlimlerin cemaat halinde benimsedikleri prensipler dışında id­dialarda bulunmuş sayılır. «Allah'ın ve Resulünün emri olmaksızın istihsan'la hükmederim.» diyen kişi Allah'dan ve Resulünden bir şey söylemiş değildir. Dolayısıyle, söylediği sözler, dinî hükümler mahiyetini taşımaz ve kabule şayan değildir.

Dinî kaynaklarda yapılması veya yapılmaması hakkında hüküm bulunma­yan bir şeyle hükmederim, diyen bir kimse, kıyas yoluna da gitmeden hüküm verirse onun söz ve hükmünün ne kadar hatalı olduğunu ve kendisinin nasıl bir sorumsuzluk içine girdiği açıktır. Yüce Allah herkesi sorumlu kılmıştır.

Kesin haber veya ona kıyaslama olmadan, hüküm veya fetva vermeyi caiz gören kimsenin «Emredilmemiş olsa bile arzu ettiğimi yaparım» sözünün mana­sı, Kitab ve sünnetin manasına ters düşer. Böylece kendi diliyle herkesin kabul ettiği bir hataya düşmüş olur* O hata nedir diye sorulursa; şöyle cevap verilir:

Hiç bir âlimin, akıl, dirayet ve mantık kabiliyeti en üstün olan herhangi bir şahsa kendi görüşüyle fetva veya hüküm vermesini tecviz ettiğini bilmiyo­rum. Ancak bahis konusu kabiliyetleri yanında kıyasla ilgili durumları bilir, Ki­tab, sünnet ve icma'a vakıf benzer mcs'eleleri iyice seçebilir durumda ise o za­man re'yle fetva verebilir.

Istihsam savunanlar, belirttiğim şartlan taşımadan re'yle fetva verilebile­ceğini sanırlarsa, o zaman onlara denilecek ki; «Öyle ise Kur'ân, sünnet ve fet­va hususunda âlim olanlardan aklen daha üstün olan kişilerin, vuku bulacak bir mes'eîe hakkında Kitab, sünnet ve icma'da hüküm bulunmadığı takdirde söz sa­hibi olmaları niçin caiz olmasın? Onlar, icabında mantık, zekâ, dirayet ve akıl bakımından hepinizden daha üstün olabilirler. ı

Eğer «Onlar, usul ilmini bilmezler» deseniz, size denilecek ki; «Bir asıl'a dayanmadan ve bir asıl'a kıyaslamadan fetva verdiğinize göre usuFü bildiğinizi ne ile isbat edebiliriniz? Usul ilmini bilmeyen akıl sahipleri hakkında duyduğunuz bütün endişe, onların usul ilmini bilmemeleri ve dolayısıyle bilmeden bir takım kıyaslamalara girişmelerinden ibaret değil midir? Sizler, usul ilmini bi­lirsiniz, acaba usul ilmini bilmeniz size o usullere göre kıyas yapmayı kazandır­dı mı? veyahut onlara kıyaslamayı terketmeyi caiz kıldı mı? Eğer, o usulleri bırakmak si2İer için caiz ise onlar için de caiz olmuş olur. Çünkü demin dedi­ğim gibi, onlarla ilgili duyulan endişenin çoğu usullere göre kıyas yapmayı terk etmek veya hataya düşmektir. Sonra bir kimsenin kıyas yapmadan fetva verme­si, övülmeyi gerektiren bîr meziyet ise akıl sahiplerinin mantıklarıyle fetva ver­meleri daha fazla Övünmeyi gerektirecektir. Onlar, size göre daha isabetli olur­lar. Çünkü onlar, bilip de terk ettikleri kıyas yoktur. Hata işlerlerse, size na­zaran daha mahzurdurlar. Bilmedikleri hususlarda hata etmiş olurlar. Sizler, ya­bancısı olmadığınız usullere göre bildiğiniz kıyası terkettiğiniz takdirde, yükle­neceğiniz vebal onlarmkinden daha fazladır.»

Eğer; «Biz, usulü bildiğimiz halde kıyası terk ediyoruz» derseniz size şöy­le söylenecek : «Eğer, kıyas hak ise siz bilerek hakka muhalefet etmiş olursu­nuz. Bunda öyle bir vcbâl vardır ki o vebali bilmezseniz, ilimde kendinizi söz sahibi saymamanız gerekir. Şayet; kıyası terk ederek hatırınıza gelen, hoşunu­za giden ve zihninizde yerleşenle fetva vermeye kendinizi yetkili sanıyorsanız, hiç kimsenin bilmeden fetva veremiyeceği ve yukarıda belirttiğimiz gibi Kitab, sünnet ve İcma'a dayalı konuşma zorunda olduğunu düşünürseniz, bu işten vaz geçersiniz.»

İmam Şafiî, bundan sonra da İstihsan ehline şöyle hitap eder : «Hâkim ve müftî, sorulan bir mes'eleyle ilgili oîarak; «Bu mes'ele hakkında nass ve kı­yas yoktur. Ben, İstihsan'la böyle fetva veririm.» derlerse, başkalarının da onun görüşüne muhalif bir görüşe sahip olması ve aynı şekilde; «Ben, İstihsan'la böy­le fetva veririm.» diyebilmesi her halde normal karşılanır. İstihsan ehlinin bunu caiz sayması gerekir. Böylece, her şehirde oturan hâkim ve müftînin, aynı ko­nuda değişik birçok hüküm ve fetva vermesi muhtemeldir. Zira, muayyen bir usule bağh kalmadan istihsan denilen şahsî görüşlere dayalı çeşitli neticelerle gayet tabiî karşılaşılır. Bunun sonunun nereye gideceğini kimse kestiremez. Eğer, İstihsan ehli olan zat dese ki: «Halk, benim görüşüme uymak zorundadır.» Ona denilecek ki; «Sana itaat etmeyi kim emretti ki, insanların sana uyması mec­burî olsun? Eğer başkası, senin ona uymanın gerekliliğini iddia ederse, ona ita­at edecek misin? Yoksa, ben ancak itaati ile emrolunduğum kimselere itaat ede­rim mi dersin?» Böylece, kimse kimseye itaat etmeye mecbur değildir. İtaat, sa­dece Allah ve Resulünün emrettiği kişilere karşı yapılır. Hak, Allah ve Resu­lünün emrine uymakdadır.»

Şafiî, yukarıdan beri naklettiğimiz sözlerinde sanki Muhammed b. el-Ha-san'ın, «istihsan'la hükmederim, Kıyas'ı terk ederim. Ebu Hanife de Istihsan'ı tuttu ve Kıyas'ı terk etti.» sözlerine bakarak konuşuyor ve onları herhangi bir delile dayanmadan sırf hatırına gelen ve zihninde beliren indî görüşle fetva vermiye kalkışanların yerine koyuyor. Halbuki Muhammed b. el-Hasan'ın sözlerini açıklayanlar, konuşmasından da anlaşıldığı veçhile, Istihsan'in mücerred bir söz olmadığını belirtirler ve îstihsanı şu şekilde tarif ederler : «Istihsan; muayyen bir asıla kıyaslamayı terk ederek varid oian bir hadîs'e veya umumî asıllara dönmektir. Eski fıkıhçılar, buna re'y derlerdi. Veyahut, muayyen bir asıla kıyaslamayı terk edip başka bir muayyen asıla rücıt etmektir.» [109]

Şafiî, bizzat kıyas ehli arasındaki ihtilâfı beyan ederken; aSorulan bir mes'-eie kıyas yoluyle hal edildiği zaman, bazen dayandınlabileceği iki asıl ile ben­zerliği bulunur. Bir kıyasçı onu bir asıla benzetirken, ikinci bir kiyascı mes'eleyi diğer bir asıla benzetir ve bunun neticesinde değişik iki fetva verilmiş olur.s der.

Irak ehlinin Istihsan dedikleri şey; bir mes'eleyi özel veya umumî bir asıla dayandırmaktan başka bir şey değildir. Hiç bir zaman Irak ehli Istihsan'ı keyfî fetva olarak almamışlardır. Bu durumda kıyas ehli i!e Istihsan ehli arasındaki ihtilâf sadece deyimlere münhasır kalır. Bu da mühim bir şey değildir.

Şafiî «er-Red alâ Muhammed b. el-Hasan» adlı kitabında; Muhammed b. el-Hasan'ın fıkıhta takip ettiği usulün, kesin haber veya kıyasla fetva vermek olduğunu açıkça belirtmiştir.

Hülâsa; bu devirde kıyas, geniş çapta destek görerek, teşriin temel kay­naklarından sayılmıştır. Fakat fıkıhçılar şer'î hükümlerin çıkarılmasında kıyas'i diğer kaynaklara nazaran aynı ölçüde kullanmamışlardır. Kiyas'a en çok yer ve­renler Hanelilerdir. Ona en az nüfuz edenler Hanbelîlerdir. Maîikîlerle Şafiîler ise mutedil derecede ona yer vermişlerdir. Şiâ' ve bazı hadîsçiler, Kıyas'tan ka­çınmışlardır. Zahiriye mensupları ise şiddetle Kıyas'a-karşı çıkmışlardır. [110]

 

C) İcma' Hususunda Çıkan Tartışma :

 

Fıkıhçılar Kitab ve sünneti dinin temel kaynağı olarak kabul ettikleri gibi İcma'ı da ayrı bir kaynak saydıklarını görüyoruz. Bazı mes'eleler hakkında ko­nuşurlarken, bu konuda icma' var derler. Onlar, islâm camaâtınm ittifak ettiği hususlara karşı çıkmayı haram kılan Kitab ve sünnetteki nassları, Icma'ın bir kaynak olduğuna delil gösterirler. Bu nasslardan maksadın, bir şeyin helâl ve haramhği hakkında camaâtın vardığı karara uymak olduğunu  söylerler.

Istihsan :   Bir  mes'eleyi  emsalinden  ayırarak  daha kuvvetli  bir delile dayandır­maktır. Açık Kiyas'a karşı olan bu delil, nass, İcma' veya gizli kıyas olabilir. İbn-i Abidîn, Cild :  I, Sayfa:   160, Mısır. ?

(317) «Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygam­bere muhalefet eder. Mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat âhiretde de) kendisini cehenneme ko­yarız. O, ne kötü bir yerdir!» (Nisa' :115)

Şafiî der ki; «Mü'minlerin yolundan başka btr yola uymak, tcma'a muha­lefet etmek demektir.» Kendisi, muhalifleriyle yaptığı ilmî tartışmalarda icma'ın muhaliflerince iddia edildiği gibi fıkhın, derin ve içtihada konu olacak mese­lelerinde icma'm olabileceğini kabul etmemektedir. Ona-göre icma', herkesin bilebileceği namaz ve zekât gibi farzlara ait mes'elelerde ve haram kılman şey­lere ilişkin konularda olabilir. Avam tarafından bilinmemesinde sakınca olma­yan ve fıkıhçılara ait ilmî mes'elelerde, biz ancak şu aşağıdaki iki sözden biri­sini söyleyebiliriz :

  1. a)Fıkıh âlimlerinin ihtilâfa düştüklerini bilmediğimiz ilmî mes'eleler hak­kında deriz ki; âlimlerin ihtilâfa düştüklerini bilmiyoruz.
  2. b)Fıkıhçtların ihtilâf ettikleri konularda da deriz ki; «âlimler ihtilâf ede­rek ictihad etmişlerdir. Onların değişik fetvalarına Kİtab ve sünnetten delil bu­lunmasa bile Kitab ve sünnetin ruhuna en uygun olanını aldık.»    Zaten Kitap ve sünnet genellikle onların ictihad yoluyle verdikleri fetvalara delâlet eder.

Anlattığım şekilde âlimler değişik fetvalar verdikleri zaman şöyle söyle­yebilirsin: «Bu mes'elede iki âlim böyle fetva vermiş, üç âlim de şöyle demiş­ler. Veyahut dört âlim şu şekilde hüküm verirken, beş âlim de bu tarzda ka­rar vermişlerdir. Biz ekseriyetin yanındayız.»

İçtihada konu olabilecek böyle ilmî mes'elelerde varılan kararlar hakkında, «Bu lcma'dır» demeyiz. Çünkü îcma', konu hakkında sükût etmiş ve konuşmuş olsaydı ne söyleyeceğini henüz bilmediğimiz zâtlar dahil, âlimler tarafından va­rılan karar demektir. Hakkında İcma' olduğu iddia edilen bu tür ilmî mes'eter lere muhalif kalanlar da bazen bulunur.

Şafiî, kendisiyle münazara eden başka bir âlime, müctehidlerin şahsiyetiy­le alâkalı bir soru sorarak der ki: «İttifak ettikleri zaman verdikleri karar İcma' sayılacak âlimler kimlerdir?». Münazara eden, «Onlar, her şehir halkının tayin ettiği ve hükmünü kabul ederek tasvip ettiği fi kılıcılardır.» deyince, Şafiî; uzun bir tartışma yaptıktan sonra şöyle söylediğini yazar: «Ben birçok kelâmcılann, şehirlerin çoğuna dağıldıklarım, her yerde bir takım çevrelerin bunları fetva için merci' kabul ettiklerini ve aynen dediğin şekilde birer fıkıhçı gibi tanıdıklarını gördüm. Aslında fıkıhçılardan kabul edilmeyen, fakat fıkıhçı geçinerek böyle tanman kelâmcılann ittifakları icma' sayılabilir mi?«

Şafiî aynı şahsa icma'm nakli hakkında diğer bir soru sorarak der ki: «Sen, bütün şehirlerdeki fıkıhçıların ittifakla vardıkları kararın icma' olduğunu ve böyle olmadıkça fıkıhçılar tarafından varılan kararın delil sayılamıyacağı sözü­ne dikkat et! Sen hepsinin icma'ını tesbit etme imkânına sahip misin? hepsi ile birer birer mülakat yapmadan herhangi birisinin karara katıldığını ileri sürebilir inisin? veyahut tevatür haddini bulan râviler aracılığı olmaksızın şunun ve­ya bunun bir fıkıhçi namına sana getireceği sözlerle o fıkıhçılarm bahis konusu karara muvafakat ettiklerini söyleyebilir misin?» Münazaracı: «Bu şekil bir icma bulunmaz» diye cevap verince, Şafiî şöyle söylediğini anlatır; «Eğer bü­tün fıkıhçılann değil de bir kısmının veya çoğunun kararını ve böyle kararla­rın mahdut şahıslar aracılığı ile naklini kabul edersen, tenkîd ettiğin şeyi ken­din kabul etmiş oluyorsun. Eğer bunu kabul etmezsen umum halkın aracıîiğiyle muasır bütün fıkıhçıların ittifak ettikleri ve tema* dediğin bir karan herhalde bulamiyacağız. Çünkü bütün fıkıhçilar senin için bir yerde toplanmazlar. Sen de hepsinin görüşlerini tevatür haddini bulan halkın aracilığıyle nakîı gerçekleş­tirmeye muktedir değilsin.»

Şafiî, bazı ilmî mes'elelerde icma'm tam manastyle gerçekleşeniiyeceği hu­susundaki görüşünde haklı görülüyor. Çünkü böyle bir icma\ bir asırda bı»!u~ nan müctehİdlerin şahsiyetlerinin tanınması, onların içtihada ehil olduklarının herkesçe itiraf edilmesi, fetvaya konu edilen mes'ele hakkında her müciehidm söylediği sözün nakledilmesi ve nakledilen sözün şüpheye mahal kalrmyacak bi­rer cemaat tarafından rivayet edilmesiyle gerçekleşebilir. Böyle bir İcrna', umum halkın bilebileceği ve «Amme İlmi» denilen konularda tahakkuk edebilir. Farz namazların bdş vakit, sabah namazının farzının iki rek'at olduğu ve benzeri ko­nularda olduğu gibi.                                                   

«Hâssa ilmi» denilen ve fıkıhçılar tarafından tetkik konusu edilebilen ilmî konularda «Bir mes'ele hakkında asrın müctehidlerinin ittifakla şöyle cevap ver­miş olduklarını» söylemek koiay değildir. Çok nadir mes'elelerde böyle bir şey söylenebilir. Bunun için tmam Ahmed'in, «Kim icma'ı iddia ederse yalan söy­lemiş olur» dediği rivayet olunur.

Şafiî, yukarıda belirttiğimiz konularda icma'ın gerçek manada tahakkuk et­tiğini kabul etmemekle beraber seleften nakledilen hüküm hususunda onlar (se­lef) m ihtilâf ettiği bilinmediği takdirde bunu bir hüccet ve dinî kaynak sayar. Kendisinin buna «Ictna'» ismini vermemesi, mana ve değer bakımından netice­yi değiştirmez.

Hanefîler çoğu zaman «Sökûtî îcma'ı» zikrederler. Sükûtî îcma' bir müc-tehidin sorulan hususa cevap vermesi ve diğerlerinin susması demektir. Ancak Hanefîler gördüğümüz gibi bu nevi icma'ı hadîs'in teyidi için bir yol olarak görürler. Sünnet bölümünde bundan bahsetmiştik. Orada anlattığımız gibi, fıkıh­çıların verilen fetva karşısında susmaları, fetvaya mesned gösterilen hadîsin sıh-hatina muvafakat etmeleri anlamına gelir. Dolayısıyle hepsinden alınan hadîs durumuna geçer. Çünkü eğer onların yahında bu delîle muhalif bir delîl bulun­muş olsaydı, fetvaya karşı çıkarlardı.

İmam Malik de «Bizce ittifak edilen bir durumdur» sözünü çok kullanır. Daha önce belirttiğimiz gibi kendisi de hadîs teyidi için bu yolu uygun gör­müştür.

tema* ile ilgili fıkıhçılann görüşlerini özetlersek şu neticeye varırız:

«Hakkında Kitap ve sünnetde hüküm bulunmayan bir mes'ele hakkında se­lef tarafından verilen bir fetvâ varsa ve aralarında bir ihtilâf vuku bulduğu bi­linmezse bütün fıkıhçılar selefin fetvasını dinî kaynak kabul ederler. Bunun di­nî kaynak sayılmasının sebebi de budur ki Selef-i Salihîn'in vardıkları ittifak re'yden mütevellid olamaz. Çünkü iş re'ye kalınca görüşler ayrılır. Selefin bu nevi fetvası hakikatte sünnetle amel etmeye rücu' eder. Bahis konusu fetvâ hu­susunda selef arasında herhangi bir İhtilâfın yokluğu, fetvanın mercii olacak bir sünnetin varlığını gösterir.

  1. d)Dinî sorumluluğun medar (yörünge) ı olan en büyük mes'ele hakkında

çıkan tartışmalar :

I-Dinî sorumluluğun tümü iki kelime üzerine kuruludur. O da yap ve yapmama sözleridir. Birinci kelimeye emir, ikinciye ise nehîy (yasaklama) de­nir. Kur'ân'da emir ve nehîyler vardır. Sünnette de emir ve nehîyler vardır. Bu emirler ve nehîyler, uyulması mecburî olan şeyler midir, değil midir? Eğer mec­burî kabul edilirse, emrolunan şey farz ve nehy edilen şeyler haram olur. Şayet emir ve nehîyler mecburî uymayı gerektirin i yorsa enırolan şeyin farz sayılması için ve nehyedilen şeyin harâmlığı için başka delillerin aranması gerekir.

Emir ve nehîylcrin, zarurî uymayı gerektirdiği kabul edildiği zaman şöyle bîr durum sorulur: «Eğer emrolunan şey İbadet veya muamelâtın herhangi bir mes'elesi ile alâkalı ise emrolunan şeyin yapılmaması alâkalı olduğu mes'eleyi bozar mı? Veya ne derecede zedeler? Keza, yasaklanan şey, diğer bir şeye bağlı ise menedilen şeyin yapılması bağlı olduğu şeye te'sir eder mi? Veya ne dere­ceye kadar te'sirli olur?

Maksadımızı açıklamak için bu mes'eleye âit birkaç misâl verelim:

Emirler :

(318) «Ey iman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu (köle ve cariye­ler), bir de sLden olup da henüz bulûğ çağına girmemiş (küçük) ler (şu) üç vakıtda, sizden izin istesin (ler)...» (Nur: 58)

  1. a)İzin istemeye ait bu emir, başka bir şeyle alâkalı değildir.

 «Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklere kadar ve başlarınıza meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın...» (Mâide: 6)

  1. b) Abdest almaya ait bu emir, namazla alâkalıdır.

(320) «Ey iman edenler, tayin edilmiş bir vakta kadar bir birinize borçlandığınız zaman onu yazın...» (Bakara:282)

  1. c)Senet yazmaya âit bu emir, borcun korunması ile ilgilidir.

(321) «Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit idde ler ine doğ­ru boşayın...» (Talâk: 1)

  1. d)Boşamayı iddetin başlangıcı sayılabilecek bir zamana tahsisini belirten bu emir, boşanacak kadının zarara uğramaması ile alâkalıdır.

Allah'ın yapınız dediği her şeye uymak zorunluluğu ve diğer bir şeye bağ­landığı zaman o şey için şart olduğu, dolayısıyle yapılması istenen, terk edildi­ği zaman alâkalı olduğu şeye te'sir ettiği söylenebilir mi? Eğer söylenirse, ab-destsiz namaz, senetsiz borç ve iddet başlangıcı sayilamıyacak olan aybaşı âdeti esnasında yapılan boşama hükümsüz olur.

Nehiyler :

(322) «Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebeb olmadıkça, kıy­mayın. (İsrâ': 33)

  1. a)Adam öldürmeye âit bu yasaklama, başka bir şeye bağlı değildir.

(323) «Ey iman edenler, siz, sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilince-ye ve cünüp iken de —yolcu olmanız müstesna— gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın.:.» (Nisa': 43)

  1. b)Sarhoş olarak namaza durmaya ait bu yasaklama, münacaat mahiye­tinde olan namazı ayırd etme şuuruna bağlıdır.

(324) «Ey iman edenler, eum'a günü namaz için çağırıldığı (nız) za­man hemen Allah'ı zikretmeye gidin. Alış verişi bırakın...» (Cum'a: 9)

  1. c)Alış veriş'e ait bu yasaklama, namazı muhafaza etmeye bağlıdır.

(325) «Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak is­terseniz Öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile içinden bir şey al­mayın. (Kendisine hem) bir iftira ve açık bir günah (yükler, hem) ahrmı-sınız onu?» (Nisa': 20)

Kadından bir şeyin geri alınmasına ait bu âyetteki yasaklama boşama İle alâkalıdır.

Kur'ân'da yasaklanan her şeyin haram olduğu söylenebilir mi? Haram- sa­yıldığı takdirde başka bir şeye bağlanırsa ona tesir eder mi? Şayet tesir ederse ne dereceye kadar tesir eder? Yani bağlandığı şeyi temelinden bozar mı, onu eksiltir mi?

Yasaklanan şeylerin haram olduğu söylenirse, sarhoş olarak namaz kılmak, cum'a namazı ezan işitildikten sonra alış veriş etmek ve boşanan kadından mal almak haram olur. Ancak, bu haram şeylerin bağlı olduğu mes'elelerin durumu ne olur? Sarhoş olarak kıldığı namazın zedelenme derecesi, cum'a ezanından sonra yapılan ve namazdan gert bırakan alış verisin ve mal kazandıran boşama­nın vaziyeti ne olur? Yani, bunlar sahih midir, değil midir?

Kitabfa olduğu gibi, sünnette de emir ve nehiyler vardır. Bütün bu emir­lerle nehîylere de saygılı olma mecburiyeti var mı? Başka şeylere bağlılıkları varsa, aykırı hareketler halinde etki durumu nedir?

Teşriin temeli olan Kitap ve Sünntteki emirlerle nehiylere ait bu önemli mes'clc  anlattığımız devrin fıkihçıları  tarafından  ittifakla bir neticeye bağlana­mamıştır. Fıkihçılar, bu hususta ihtilâf etmişlerdir.

Şafiî, el-Umm adlı kitabmın beşinci cüz'ünün 127. sahİfesinde şöyle söyler: Kitap ve sünnetteki emir değişik manalara muhtemeldir.

  1. a)Allah, önce bir şeyi haram kılmış sonra onu helâl kılmıştır. Buna ait emir, haram kılınmış olan bir şeyi heiâl kılmak olur.

Misâl:

(326) «...İhramdan çıktığınız vakit  (isterseniz)   avlanın...»     (Mâi-de: 2)

(327) «Artık o namaz kılınınca yer (yüzün) e dağıhn, Allah'ın fazlın­dan (nasıyb) arayın...» (Cum'a : 10)

Ccnab-ı Allah, ihramda olana avlanmayı ve cum'a ezanından sonra alış veriş etmeyi haram kılmıştır. Diğer zamanlarda yapılan alış verişi ve avlanmayı yukarıdaki âyetlerle helâl kılmıştır. Kitap ve sünnette bunların benzerleri çoktur.

Yukarıdaki âyetlerde buyurulan emir mecburiyet manasını taşımıyor. Yanı, ihramda olanların, ihramdan çıkınca avlanmaları ve cum'a namazını kılınca ti­caret isteği ile cemaatin dağılması zorunlu ve farz kılınmıyor.

(328) «İçinizden bekârları ve kölelerinizden, cariyelerinizden sâlih (mü'min) olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah onlan (evlenmeleri sayesinde) fazl (-u kerem) iyle zengin yapar...» (Nûr: 32)

  1. b)Bu âyetteki evlenme emri iki manâya muhtemeldir : Birinci İhtimâl, mecburiyet olmaksızın insanları evlenmek suretiyle iyi yola yöneltmektir. Ayetin son kısmı, bu ihtimali hatıra getirir. Burada, zengin ve if­fetli olma nedenlerine dikkat çekiliyor.

Nitekim, Peygamberimizin şu hadîsi de emir değil, bir irşâddır:

«Yolculuk ediniz (eğer yolculuk ederseniz) sağlamlaşırsınız ve rızık-lamrsımz.» [111]

Bilindiği gibi bu hadisteki emir İle sıhhat ve rızkın talebi için sefere çık­ma mecburiyeti konulmuyor, sadece bu hususta bir yol gösteriliyor.

Evlenme âyetindeki ikinci ihtimal, emrin- mecburiyet manâsına olmasıdır. Allah'ın zorunlu kıldığı her farzda, irşad da bulunduğuna göre bu ihtimalde, hem mecburiyet hem de doğru yola yöneltmek bir arada toplanmış olur.

Bazı âlimler; nKitapdakİ bütün emirler, mubah kılma ve irsâd içindir. Uyul­ması mecburi değildir.» derler. Ancak Kitap veya sünnet veyahut icma' ile bir emrin zorunluluk manâsını taşıdığı sabit olursa, o takdirde emredilen şey farz olur ve terki haram olur. Aşağıda yazılı âyetlerde geçen emirler uyulması zo­runlu olan ve dolayısıyle yapılması farz olduğu sabit olan şeylerdir.

(329) «Dosdoğru namaz kılın, zekât verin...» (Bakara: 43)

(330) «Onların mallarından sadaka al...» (Tevbe: 103)

(331) «Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyt'i Hacc (ve ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır...»  (ÂI-i İmrân : âyet: 97)

Allah'ın nehyettiği şeyler haram kılınmış sayılır. Ancak haram olmamak üzere menedİldİğinİ isbatlayan bir delil varsa o zaman nehyin, irşad veya eğitim veyahut tenzih için olduğu anlaşılır. Resûlüllah tarafından nehyedilen şeylerin durumu da aynıdır.

Ebu Hüreyre'den nakledildiğine göre Resûlüllah şöyle buyurmuştur :

Ben, sizi bıraktığım müddetçe siz de beni bırakınız. Çünkü gerçek­ten sizden öncekiler peygamberlerine çok soru sormak ve ihtilâfa düşmek sebebiyle helak oldular. Size emrettiğim şeylerden takatiniz dahilinde ola­nını [112] yapınız ve sizi nehyettiğim şeylerden sakınınız.» [113]

  1. c)Kur'ân'daki nebîylerde olduğu gibi bazı emirlere de uymak zaruri olur. Yani emredilen şeyin yapılması farz kılınmış olur. Dolayısıyle yapılmaması di­ğer nehyedilen şeyler gibi haram kılınmış oluyor. Ancak emredilen bir şeyin yapılması veya nehyedilen bir şeyin yapılmamasının mecburi olmadığına dair kesin delil varsa o takdirde bahis konusu emir farziyyeti ve nehiy haramlığı ge­rektirmez. Buna göre yukarıda yazılı hadîs-i şerifin aşağıda yazılı emirle ilgili cümlesinin yorumu şu şekilde yapılacak :

«Gücünüzün yettiği işler hakkında olan emirleri yerine getirmek gereklidir.» Çünkü insanlar güçlerinin yettiği şeylerle, mükelleftirler. Bir işin yapılması hususunda gücün yetmesi aranır. Dolayısıyle gücünün yetmediği bir şeyi yap­makla kul mükellef tutulmamıştır. Fakat nehiy emir gibi değildir. Çünkü yapıl­ması istenmeyen her şeyin bırakılması kolaydır. Zira sadece yapılacak iş, ya­saklanan şeyden sakınmaktır.

Şafiî diyor ki: «ilim adamları, Kitap ve sünneti okurken emir ve nehye ait hükümlerden mübahhk, irşad ve mecburiyet gibi muhtemel manâlardan hangi­sinin kastedildiğinin tesbiti için delilleri araştırmak mecburiyetindedir.»

Risale adlı kitabında yine Şafiî: «Nehye ait bir delil bazen mütaaddit ma­nâlara muhtemeldir. Manâlardan birisi Sâri' tarafından kastedilmiş olabilir. Di­ğer manâ İstenmemiştir. Nehyin o manâlardan hangisine ait olduğu başka delil­leri arayıp bulmakla anlaşılabilir.»

Ebu Hüreyre ve ibn Ömer'den, Resûlüllah'ıh şöyle söylediği rivayet olmuş­tur :

«Hiç bîriniz din kardeşinin bir kadına istekli çıkması üzerine (o ka­dına) talip olmasın.» [114]

Şafiî der ki : «Bu hadîsin zahirine göre kıza ilk talip çıkan kişi kızı iste­mekten vazgeçmedikçe, başkasının aynı kıza talip çıkması haramdır. Lâkin bu hadîsin, zahirine göre olmayıp başka manâda yorumlanmasının gerekliliğine de­lâlet eden diğer bir hadîs vardır.

Yukarıdaki hadîs muhtemelen bir soruya cevap olarak özel bir mes'ele hak­kındadır. Hadîsi rivayet eden zat, onun sebebini işitmediğinden olayın bir kıs­mını anlatmış veyahut bir kısmında tereddüt ettiği için şüphelendiği kısmı nak-letmemiştİr. Muhtemelen; bir adam bir kadınla evlenmek istemiş, kadın da bu­na rıza göstererek nikâh akdi için izin verdikten sonra, kadın nezdİnde tercihe şayan diğer bir erkek talip çıkınca birinci adamla evlenmekten caymıştır. Bu olay Peygambere sorulmuş, O da, böyle bir durumda ikinci kişinin kadına istekli çıkmasını yukarıda yazılı hadîsle yasaklamıştır. İcabında kadın, birinci istekli­den vazgeçer, bunun akabinde tercih ettiği ikinci talip de onu almaz, dolayısıyle hem kadının işi, hem de ilk talibin işi bozulmuş olur.»

îmam Şafiî, yukarıdaki hadîsi ve yorumunu İzah ettikten sonra, yorumun delili olan, Kays kızı Fatrma'nın Resûlüllah ile olan mülakatını rivayet etmiştir. Şöyle ki; Patıma, Peygambere Ebu Süfyan oğlu Muavİye ve Ebu Cehm'in ken­disiyle evlenmek istediklerini anlatmış, Peygamber de ona: «Ebu Cehm asasını omuzundan bırakmaz, Muaviye de fakirdir. Onun için, bunlarla değil, Zeyd oğ­lu Üsame İle evlen!» demiştir.

Bu mülakat şuna delâlet eder: «Peygamber Fatıma'yı isteyen iki kişinin talip çıkmasının aynı anda olmayıp, birisinin diğerinden sonra olduğunu bilirdi. Bildiği halde, isteklilerden hangisi daha önce seni istemişse o, isteğinden vaz geçmedikçe diğerinin seni istemesi yasaktır, demedi. Üstelik İki istekli varken, üçüncü şahısla evlenmesini teklif etti. Durum böyle cereyan edince biz, Fatı-ma'nın iki istekliden hiç birisi ile henüz evlenmeye karar vermediğini, eğer bi-rİsİne muvafakat etmiş olsaydı onunla evlenme emri verilmiş olacağını ve Fatı-ma'nın bu istekleri Peygambere danışmak için anlattığını, eğer birisi ile evlen­meye karar vermiş olsaydı danışmaya mahal olmadığını anlarız.

Peygamber, Fatıma'yı Usame'ye istediğine göre bu isteğin yasaklanmış olan istek üzerine istekten tamamen ayrı ve farklı olduğunu anlamış oluruz.

Birinci olayda, istek üzerine İstek yasaklanırken, İkinci olayda helâl kılını­yor. İki olay arasında hiç bir fark yoktur. Ancak kadın, istekliye nikâhını yap-

tırnıak üzere velîsine İzin verip velîsi de uygun görürse, evlenecek erkeğin o ka­dınla nikah akdini yapması an meselesi haline gelmiş olur. İzin verilmezden ön­ce, velî rc'scn nikâh akdini yapmaya yetkili olmadığından, bu işe taraflar olma­sı neticeyi değiştirmez.

Hülâsa, kadının izni ve velîsinin muvafakati gerçekleştikten sonra, evlene­cek erkeğin bir tercih hakkı belirmiş oluyor. Bu iki unsur olmadıkça, yani yal­nız kadının temayül etmesi veyahut onun izni olmadığı halde sadece velîsinin muvafakati yeterli bir tercih sebebi sayılmaz.»

Şafiî'nin iki olay arasında bulunan ilişkiyi kurarak istidlal yoluyle vardığı netice şudur ki; kadın istekli çıkan bir erkekle nikâh akdi için velisine Jzin ve­rerek, velînin yetkili kılınmasından sonra ikinci bir adamın o kadına istekli çık­ması meselesi, «yasaklanmış olan istek üzerine istektir.» Velî, anlatılan yolla nikâh akdi için yetkili kılınmadıkça birden fazla adamın birbiri ardında aynı kadına istekli çıkmalarında bir mahzur yoktur. BöyJece iki manâya muhtemel olan birinci hadîs, Şafiî tarafından Fatıma'nın olayı delil gösterilmek suretiyle belirli bir manâda (kayıtlanmış şekilde) yorumlandığını görmüş oluyoruz.

Bazı fıkıhtılar hadîsteki yasaklamayı, kadının ilk istekliye temayül ettiği kaydına bağlamışlardır. Şafiî ise, gördüğünüz gibi yasaklama işini kadının sa­dece temayülüne değil, bilfiil nikâh akdi için velîsine izin vermesine bağlamış­tır. Ebu Hanîfe ve Malik b. Enes yasaklamayı kadının temayül etmesine bağ­lama görüşündedirler. İmam Maiİk, Muvatta' adlı kitabında, hadîsi rivayet et­tikten sonra diyor ki; «Görüşümüze göre, Resûlüllah'ın sözünün açıklaması bu­dur : Adam, kadına istekli çıkar, kadın ona temayül eder, belli bir, mehir üze­rine nikâh akdini yapmada ittifak ederler, birbirini beğenmiş bir duruma varıl­mış iken ikinci bir şahsın kadına istekli çıkması yasaklanmış oluyor. «Hadîsle yasaklanan, istek üzerine istek» budur. Resûlüllah, bir kadına istekli çıkan er­keğe henüz müsbet bir cevap verilmemiş ve kadın temayül etmemiş iken başka­larının talip çıkmalarını yasaklamayı kasdetmemiştir. Çünkü, böyle bir yasakla­ma insanların huzursuzluğuna sebep olur.»

İki imam, hadîsi kayıtlamak hususunda müttefiktirler. Şafiî, Kays kızı Fa-tıma'nın hadîsini delil göstererek kayıtlar. Malik ise: «Hadîsin kayıtlanmaması huzursuzluğa yol açar.ı gerekçesiyle kayıtlar.

Bazı fıkıhçılar da hadîsteki yasaklamayı kayıtsız bırakarak demişler ki: Bİr kadına istekli çıkan adam isteğinden vazgeçmedikçe başkasının o kadına talip olması caiz değildir.»

Fıkihçılar hadîsi çeşitli şekillerde yorumlayarak farklı hükümler çıkardık­ları gibi, yasağa rağmen ikinci bir istekli ile yapılacak evlenme akdinin sahih olup olmadığı hususunda da ihtilâf etmişlerdir. Ebu Hanîfe ve Şafiî'ye göre akid sahihtir. Bazı fıkıhçılar akdin hükümsüz olduğunu söylemişler. Malik'ten bu iki fetva da rivayet edilmiştir. Ayrıca üçüncü bir rivayete göre cinsî müna-

sebet yapılmadan önce nikâh feshedilir. Şayet cinsî münasebet vukubulursa ar­tık nikâh feshedilemez.

Yapılması emredilerek vacib diye ifade edildiği halde başka deliller dola-yısiyle gerekli ve mecburî olmadığı anlaşılan hükümlere ait bir misâ! :

Ebu Saîd-i Hudrî'den, Peygamberin şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

«Cuma günü boy abdesti almak, bulûğ çağına eren her  adama va-cibtir.»[115]

lbn-i Ömer'den, Peygamberin şöyle söylediği rivayet olunmuştur:

«Biriniz cumaya gelmek istediği zaman boy abdesti alsın.» [116]

Resûlüllah'm, «Cunı'a günü gııslii vııcibtir.» sözü ve gusletmeyi emretmesi iki manâya muhtemeldir. Hadîslerin zahirine bakılırsa gusül gerekli oluyor. Cu­ma namazının sahih olması için yalnız abdest almak kâfi gelmiyor. Cünüp ada­mın namaza durması boy abdestini almaya bağlı olduğu gibi cuma namazına durmak İçin gusletmek şart kılınıyor. Diğer bîr İhtimâle göre cuma namazına gitmek isteyen, temizlik bakımından boy abdesti almalıdır. Nezafet yönünden gereklidir. Namazın sahih sayılması için gerekli değildir.

Şafiî, bunu açıkladıktan sonra Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiği şu ola­yı anlatıyor:

Hazreti Ömer cuma hutbesine çıktıktan sonra Hz. Osman mescide girdi. Hz. Ömer, onun geç kaldığını işaret etmek üzere «saat kaçtır?d diye sorunca Hz. Osman «Ya Emİr'el-Mü'minin, ben çarşıdan eve döndüm. Ezanı işitir işit­mez hemen abdest alarak geldim, başka bir şeyle meşgul olmadım. dedi. Hz. Ömer bu kerre onu ikinci bir noktada tenkid etmek maksadı ile «sen Peygam­berin cuma guslünü emrettiğini bildiğin halde yalnız abdestle mi yelindin?» dedi.

Şafiî bu olayı naklettikten sonra diyor ki: «Hz. Ömer, Peygamberin cuma günü guslünü emrettiğini ve bu emrin Hz. Osman'ın malûmu olduğunu biliyor­du. Bununla beraber Hz. Ömer, ona bu emri hatırlatmıştır. Hz. Osman gusül etmediği halde geri dönmeyerek cuma namazını edâ etti. Hz. Osman'ın gusül emrini unuttuğu söylenemez. Çünkü Hz. Ömer ona hatırlatmıştı. Hz. Osman'ın gusül etmediği halde namazı bırakmaması ve Hz. Ömer'in, gusül için onu geri çevirmemesi gösteriyor ki, ikisi de guslün cuma namazı için şart olmadığını ve

bu konudaki emrin temizlik bakımından bir gereklilik manâsını taşıdığını bili­yorlardı. Zira eğer gusül emri uyulması mecburi emirlerden olmuş olsaydı, Hz. Osman'ın buna muhalefet etmesi ve özellikle bü emri ona hatırlatan Halife Hz. Ömer'in seyirci kalarak Hz. Osman'ın gusülsüz namaz kılmasına göz yumması düşünülemez. Şu halde bahis konusu hadîslerdeki emir ve vaciblik, uyulma zo­runluluğu anlamında değildir.

Hülâsa, Kitap ve sünnetteki emirlerden ve nehîlerden hükümleri çıkarmak yolunda fıkıhçilar arasında ihtilâf vardır. Emirlerin bir kısmı farz, bir kısmı sün­net olarak yorumlandığı gibi, nehîler bazı yerlerde haram, diğer bazı yerlerde mekruh anlamında açıklanmıştır. Bunların dışında kalan bazı emir ve nehîlerin de sadece irşad için olduğu beyan edilmiştir. Tabiî bu farklı yorumlar indî mü­talâalarla yapılmamıştır. Fıkihçilar, deliller göstererek veya karinelere dayana­rak, ya da re'yle ictihad ederek bu sonuçlara varmışlardır.

Fıkıhçıların istinbat (şer'i hükümleri çıkarmak hususundaki) ihtilâfları açık­layıcı birkaç misal verelim :

Sâri, akidleri bir takım hakları kazanmaya vasıta ve sebep kılmıştır. Me­selâ; satış akdini, satılan malın mülkiyet hakkının müşteriye ve satış bedelinin satıcıya intikaline sebcb kılmıştır. Keza rehin ukdini alacaklının rehine konulan mal üzerine hakkını tesbit etmeye vasıta kılmıştır. Öyle ki gerektiğinde diğer alacaklılara tercih edilerek rehine bırakılan maldan onun alacağı öncelikle öde­nir. Daha buna benzer birçok akidler vardır. Böyle akidleri meşru kılan Şâri-i Hakîm'in bazan da akidlere şartlar eklediğinde onu yasakladığını görüyoruz. Fa­izcilik, tefecilik ve satış bedelinin süresiz tecili gibi Özellikler satış akidlerinde bulunduğu zaman bu nevi akidler yasaklanmış oluyor. Bu durumda yapılan bir akid hükümsüz mü, değil mi, bununla mülkiyet hakkının intikali veya herhangi bir hak sabit olur mu, olmaz mı? Bazı fıkıhçılar «böyle akidler hükümsüzdür. Onunla hiç bir hak sabit olmaz. Mülkiyet hakkının intikaline sebep olmaz. • de­mişlerdir. Ebu Hanîfe ve arkadaşları ise bunu ince bir tetkike tabi tutarak de­mişler ki: »Satış akdi mülkiyet hakkının intikali için konulmuştur. Bazı satış­lara girişmenin hararahğı İse, o akde yerleştirilen uygunsuz şartlardan dolayı­dır. Bunlar ayrı şeylerdir, birbirini etkilemez. Yapılan akid muteberdir ve mül­kiyet hakkının intikalini.gerçekleştirir. Fakat yasağa riayet edilmediğinden do­layı taraflar, günaha girmiş sayılırlar. Yalnız mülkiyet intikalini, satılan malın müşteriye ve bedelinin satıcıya teslim edilmiş olması şartına bağlamışlardır. Bu kabil akidlere «Fasid» ismini de vermişlerdir. Girdikleri günahtan kurtulmak için tarafların, akdi muteber saymayarak, malın satıcıya ve bedelinin müşteriye iadesini gerekli görmüşlerdir. Şayet geri verme işini yapmayarak, alıcı, satın al­dığı malda tasarruf edecek olursa, mülkiyet hakkını elde etmiş olduğu malda tasarruf etmiş sayılır. Bu görüşte olan fıkıhçilar diyorlar ki; «Biz, bu görüşü sadece bir re'y gereği olarak benimsemiş değiliz. Şâri-i Hakîm'in boşamaya ait bir hususta aynı prensibi vazettiğini görüyoruz. Şöyle ki: «Boşama, evlenme ak­dini çözmek için konulmuş şer'î tasarruflar ve akidlerdendir. Kadının hayız halinden çıktıktan sonra cinsî temas vukubulmayan bir temizlik süresinde, boşa­ma akdinin yapılabileceğini emretmiştir. Doîayısiyle, hayız halindeki kadını bo­şamak yasaklanmıştır.» Yasağa rağmen Hz. Ömer'in oğlu, hayızdaki ailesini bo-şadığı zaman Resûiüllah, (S.A.V.) ailesine ric'at etmesini (dönmesini) emretti. Bu boşamayı muteber saydığı için ric'at emrini verdi. Eğer hayız halinde oldu­ğundan dolayı yapılan boşama hükümsüz olsaydı ric'at durumu bahis konusu olmazdı. Şu halde, hayız özelliği doîayısiyle boşama haram kılındığı halde hü­kümsüz değildir.

Bu olaydan hareket eden fıkihçtlar şu neticeyi çıkarmışlardır : Arzu edilmeyen bir özellik taşıdığından dolayı bir şer'î tasarruf (akid) un yasaklanması onun geçerliliğini kaldırmaz.

Bazı fıkıhçılar, nehyedilen boşamayı geçerli saydıkları halde, menedilen sa­tış akidlerini muteber saymamışlardır. Halbuki aralarında bir fark yoktur. Bir önceki görüşü savunanların re'yi daha kuvvetli görülüyor.

Zahiriyye mezhebi mensublan yasaklanmış olan bil'umum şer'î tasarrufları geçersiz sayarlar. Bunun için, hayızdaki kadını boşama akdini muteber saymaz­lar. Çünkü yasaklanan bir akid durumundadır, derler. Bunlar demin anlattığımız lbn-i Ömer olayında Resûlüllah'ın yapılan boşamayı muteber saydığına dair sa­bit olan hadîsin sıhhatına da itiraz ederler.

Meşru kılınan bazı akidlerin sağlamlaştırılması için bir takım emirler ve­rilmiştir. Verilen emirlere riayet edilmediği takdirde bir mesuliyet durumu doğar mı, doğmaz mı? Bu hususta da fıkıhçılar arasında ihtilâfa rastlıyoruz. Buna da bir misâl getirelim :

Cenab-ı Allah, borçlar için yazı (senet) yazılmasını emretmiştir. Konu hak­kında inen Bakara sûresinin 282 sayılı âyetini tetkik edenlerin göreceği gibi se­nedin yazılması üzerinde önemle durulmuştur. Bununla beraber, fıkıhçıların ço­ğu borç senedini yazmayı zorunlu görmeyerek, âyetle verilen emrin irşad ve tav­siye mahiyetinde olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Yazı işini yapanlar, ihti­yatlı davranmış olurlar, yapmayanlar ise günaha girmiş sayılmazlar, sadece ken­dileri için ihtiyatı terk etmiş olurlar. Bu fıkıhçılar, emrin, mecburiyet için olma­yıp irşad için olduğunu, âyetin :

(332) «...Eğer birbirinize emîh olmuşsaniz kendisine inanılan adam çlu) Rabbi olan Allah'tan korksun da emanetim tastamam ödesin...» : 283)

cümlesinden çıkarmışlardır.

Bütün emirlerin mecburiyet ifade ettiğini savunan Zahiriyye mezhebi fıkıhçıları burada da muhalif kalarak; borcun yazılmasının mecburî olduğunu ve yaz­mayanın günah işlemiş olduğunu iddia etmişlerdir.

Kitap ve sünnetteki emirlerle nehîler meselesi ve buna bağlı olarak, şer'î hükümlerin çıkarılması hususunda, fıkıhtılar arasında çıkan ihtilâfa dair bahis­ler çok uzun olup hepsini buraya almak mümkün değildir. Nassları Iıarfiyyen dikkate alanlar ile teşriin ruhunu öncelikle nazara alan fıkıhtılar arasındaki far­kı belirtmek ve onlar arasında çıkan ihtilâf scbcblerindcn birisi sayılan, emir ve nehînin değerlendirilmesi hususunda okuyucularıma kısa bilgi vermekle yetini­yorum. [117]

 

6 - Usul-U Fıkhın Tedvini

 

Hükümler hakkında çıkan bu nizâlar, âlimlerin usul-u fıkıh denilen ilimle meşgul olmalarına sebep oldu. Usul-u fıkıh ilmi, şer'î hükümleri kaynaklarından çıkarma durumunda olan her müelehidin uymak zorunda olduğu kaidelerden ibarettir.

Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasan hakkında bilgi veren eldeki kitap­lardan, kendilerinin usul-u fıkıh ilminde kitap yazdıklarını anlıyoruz. Fakat mâ­alesef, onların bu eserlerinden bir şey bize ulaşmamıştır. İmam Muhammed b. İdris eş-Şafıî'nin bize ulaşan «Usul Risalesi» gerçekten bu ilmin sağlam esası ve meraklılar için büyük bir servet sayılır. Kendisi bu risalede şu konulardan bahsetmektedir :

1— Kur'ân ve açıklaması, 2— Sünnet ve Kur'ân'a göre usul-u fıkhın ye­ri, 3— Nâsih ve mensûh, 4— Hadîslerle ilgili tartışmalar, 5— Haber-i vahid, 6— tema', 7— Kıyas, 8— ktihad, 9— Jstihsân, 10— Fıkıhçılar arasındaki ih­tilâf.

Birinci bölümde, Kitap ve sünnetteki beyanların keyfiyetini zikrederek onu şu çeşitlere ayırmıştır :

  1. a)Allah'ın nass (delâleti kat'î olan) larla insanlara beyan ettiği hüküm­ler, (Bütün farzlar bu nevidendir.)
  2. b)Allah'ın, Kitabla farz kılmış olup, şekil ve keyfiyetini Peygamberin di­liyle açıkladığı hükümler, (Namaz sayılan bu çeşittendir.)
  3. c)Kitabda, hakkında nass bulunmayıp sünnetle sabit olan hükümler, (Na­mazın kılınış şekli bu nevidendir.)
  4. d)îetihad yoluyle araştırılmasını  insanlara far2 kılarak,  ictİhad niteliğini taşıyan âlimleri, ietihad vecibeşiyle imtihan ettiği hükümler, (Müctehtdler tara­fından yürünülen ictihadla elde edilen bütün hükümler bu nevidendir,)

Şafiî, bütün bu çeşitler için yeterli misâller vermiştir. Biz bunları almıyoruz. Bu bölümden sonra Kur'ân'ın tamamının Arapça olduğunu ve onda Arap­ça olmayan kelime bulunmadığını anlatarak; Kur'ân'da Arapça olmayan kelimelerin bulunduğunu iddia edenlerle yaptığı münazarayı izah ediyor. Kur'ân'ın tamamen Arapça olduğunu isbatlayarak; Arapların, kendi diilcrinİ anladıkları gıhi Kur'ân'ı anladıklarını beyan ederek diyor ki : «Arapların kullandıkları bazı sözlerin zahiri, umumîdir. Kastettikleri mana da umumîdir. Aşağıdaki âyet bu­nun bir misâlidir.

(333) «Allah hem her şeyi yaratandır, hem her şeyin üstünde nigeh-bân O.» (Zümer: 62)

Onların bazı sözlerinin zahiri umumî olduğu halde, kastettikleri manâ hu­susîdir. Aşağıdaki âyet bu nevidendir.

(334) «Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine: "(düşmanlarınız olan) insanlar size karşı ordu hazırladılar"...» (Al-i îmrân : 137)

Çünkü, anlaşıldığı gibi; gerek söz söyleyenler ve gerekse toplayanlar, in­sanların tamamı değil, bir kısmıdır.

Bazen de onların sözlerinin zahiri, bir manâya delâlet eder, fakat söz ge­lişi, kastedilen manânın başka olduğunu gösterir. Aşağıdaki âyet bunun örne­ğidir.

(335) «(İstersen) içinde bulunduğumuz (ve döndüğümüz) şehir (ya­ni Mısır ahâlisine) de, aralarında geldiğimiz kervana da sor...» (Yûsuf : 82)

Ayetin siyakı, kastedilen manânın, köyün kendisi değil, köy halkı olduğu­na delâlet eder.

Bazen, âyetin zahiri, umumî olup sünnet, onun hususî olduğuna delâlet eder. Miras hakkındaki Nisa' sûresinin 11 ve 12. âyetleri bunun bir misalidir. Ayetin zahirine göre ölünün babası, annesi, çocukları ve eşi mutlaka mirasçı olurlar. Sünnet ise bu mirasçılardan köle veya muris (ölü) in katili olan varsa miras hakkından mahrum olduğunu açıklamakla âyetin umumî olmadığına de­lâlet eder.

Şafiî, bundan sonra sünnete uymanın Allah'ın emriyle farz olduğunu be­yan ederek aşağıda yazılı iki âyette geçen «Hikmet» kelimesiyle sünnet kaste-tJ'ldığhi ifade eder. Sünnetin, hüccet (delil) olduğunu geniş bir şekilde isbat et­tikten sonra Kur'ân'a nazaran sünnetin değişik yerlerini şöylece açıklar:

  1. a)Kitabta bulunan nass (kesin delil) lara ait sünnet tamamen Ona uy­gundur.
  2. b)Kur'ân'da bulunan mücmel hükümlere ait sünnet de, bu hükümlerden kastedilen manâyı açıklayarak umumî veya hususî olduğunu,  mükelleflerin o hükmü nasıl uygulayacaklarını beyan eder.

Bu iki bölüme ait hadîslerde tamamen Kitabüllah'a uyulduğu görülür.

  1. c)Hakkında, Kitabta açık hüküm bulunmayan meselelere  ait sünnetler hususunda âlimler arasında ihtilâf vardır.

Bazı âlimler, Kitabta bulunmadığı halde, doğrudan doğruya sünnetle şer'î hükümlerin konulmasının caiz olduğunu söylerler.

Diğer bazı âlimler ise, bu görüşe katılmayarak, sünnetle konulan hüküm­lerin behemahâl Kitabta dayanak ve aslının varlığını söylemişlerdir. Onlara gö­re; Peygamberin sünnet ile bazı şeyleri helâl veya haram kılması bir teşri' ol­mayıp Kitabta bulunan bir temel hükmü açıklamaktan ibarettir. Kitabla sabit olan namazın kılınış şeklini sünnetle açıklaması bunun bir örneğidir.

Üçüncü bir gurup âlim de, «Sünnetle sabit olan bütün hükümler, risalet ve vahiy yoluyle emredilmiştir.» derler.

Başka bir gurup ise, bu çeşit sünnetin Peygamberin kalbine ilham gelmek neticesinde teşekkül ettiğini söylemişlerdir.

Şafiî bu arada der ki; «Yukarıdaki görüşlerin hangisi olursa olsun netice değişmez. Çünkü Resûlüllah'a itaat ve uymanın farz olduğunu Kitap tevsik et­miştir.»

Bundan sonra nâsih ve mensûh hakkında konuşarak der ki; «Kur'ân'ın bazı hükümleri halka rahmet, kolaylık ve nîmet olmak üzere, bilâhare inen âyet­lerle nesh (hükmün iptali) edilmiştir. Ayetler ancak âyetlerle nesh edilebilir. Sünnet Kitabı neshetraez. Sünnet sadece Kitabta bulunan nasslara uyar. Onla­rın açıklaması olur ve bunun yanında Kitabta geçen mücmel hükümlerin tefsir ve açıklaması durumundadır. Sünnet de ancak sünnet ile neshedilebilir.»

Şafiî'nin «Sünnet ancak sünnet ile neshedilebilir.» sözünden maksadt gali­ba şudur: «Sünnet, kuvvet bakımından, ondan sonra gelen insanların re'yleriyle neshedilmiş sayılamaz ve sünnet, Kitapla neshedildiği zaman onun mensûh ol­duğunu açıklayan diğer bir sünnetin bulunması gereklidir.»

Şafiî'yi bunu söylemeye zorlayan sebep: «Halkın, Kitabın umumî hüküm­lerini alarak, o hükümleri hususîleştiren (kayıtlayan) hadîsleri terk etmeleri ve böylece yanlış bir yola sapmaları hakkında duyduğu endişedir. Çünkü icabında bazı âlimler diyebilirlerdi ki, Kur'ân'ın umumî hükümleri sünnetin hususî hü­kümlerini nesh (iptal) eder.»

Bundan sonra Şafiî, Kur'ân'daki bir nassın, ondaki diğer bir nass ile nes-hedilebileceğini hadîsi delil getirmek suretiyle isbatlayarak bu konuda geniş iza­hat vermiştir. Buna ait getirdiği bir misâl şudur: Vasiyet ve mîras hakkında Kitapta iki müstakil hüküm vardır. Gerek vasiyet ve gerekse mîrasm birer mak­bul hak olduğu bu nasslarla açıkça belirtilmiştir. Bu kerre, mîrasm vasiyeti neshettiğini ve mîrascı durumunda olan ölünün  babası,  annesi ve diğer yakınları için ölü tarafından yapılan mal vasiyetinin muteber sayılarmyacağım, Şafiî:

^Mirasçıya vasiyet yoktur.* hadîsini delil getirerek isbatlıyor. Böylece nass-Iarin yekdiğerini iptal edebildiğini hadîsle isbatlamış oluyor.

Bundan sonra da Allah'ın nass olarak indirdiği farzlara, Resûlüllah'ın nass olarak sünnetle bildirdiği farzlara ve umumî olduğu halde, hususî olduğu sün­netle sabit olan Kitabın nasslarına misâller getiriyor. Bu arada diyor ki: «Ki­tabın nassı ile mîrasçılığı sabit olan ölünün yakınlarından onu Öldürenin mîras-çilık hakkının kalmadığı sünnetle sabit olup, bütün fıkıhçılar ittifakla bu konu­daki sünnetin, Kitabı hususîleştirdiğini kabul ettiklerine göre herhangi bir sün­netin kuvveti konusunda ihtilâf etmemeleri gerekir. Çünkü sünnet Kitapta bu­lunan kat'î ve apaçık delili husıısîlcştircrck mîrasçılık hakkı, o nassla sabit olan­ların bir kısmının (katil ve köle gibi) bu haktan mahrum olduğuna delâlet et­tiği ve bu kuvveti taşıdığı ittifakla kabul edilince, benzeri Kur'ân'da bulunan sünnetleri de aynı kuvvette görmek gerekir. Keza, hakkında Kitapta nass bu­lunmayan konulara ait sabit olan sünneti de aynı seviyede tutmak lâzımdır. Ge­rek Kitaptaki hükümler ve gerekse sünnetteki hükümler arasında bir ihtilâfın bulunmadığını, hepsinin aynı istikamette bulunduğunun gerekliliğinde hiç bir ilim adamının şüphe etmemesi beklenir.»

Şafiî, nâsih ve mensûh bahsini izah ettikten sonra, hadîsler hakkında ya­pılan itirazları ve bu İtirazlara verilen susturucu cevaplan ele alıyor, önce is­mini vermediği bir adamın, yaptığı şu itirazı açıklıyor:

«Biz, birçok hadîsler buluyoruz. Bunların bir kısmı nasslar halinde olup aynı konuda benzer nasslar Kitapta da vardır. Bu çeşit hadîslerin bir kısmının belirttiği hükümleri mücmel olarak Kitapta buluyoruz. Bazı hadîslerin de, Ki­tapta temas edilen konulan çok genişçe ele aldığına şahid oluyoruz. Diğer bir kısım hadîslerin getirdiği hükümlerin hiç birisine Kitapta rastlamıyoruz. Diğer taraftan bazı hadîslerde' ittifak varken, diğer bir kısım hadîslerde ihtilâf vardır. Bir kısmı nâsih ve mensûhtur, bir başka kısımda ise nâsih ve mensûha delâlet yoktur.

Resûlüllah, bazen hadîslerle bir takım şeyleri yasaklıyor. Âlimler, bu ya­sakları çeşitlere ayırıyorlar. Kimisine haram, kimisine mekruh derler. Sonra muhtelif hadîslerin bir kısmından yana çıktığınızı ve onları kıyas kaynağı yap­tığınızı, diğer bir kısmı ise kıyasta dikkate almadığınızı görüyoruz. Kıyasta yap­tığınız bu tercihin sebebi ne? Sonra birbirinizden ayrılıyorsunuz. Bazı arkadaş­larınızın, bir hadîs'i terk ederek onun gibi başka bir hadîsi aldığını görüyoruz.»

Itirazlan böylece sıraladıktan sonra merhum İmam, sünnetin, Peygamberden almış yönünü en güzel bir şekilde açıkladıktan sonra ileri sürülen bütün itiraz­ları gayet açık ve kesin bir dille çürütüyor. Bunu takiben de sünnetin nâsih ve mensûhu hakkında konuşarak bundan bol bol örnekler veriyor. Bu arada za­hiren birbirine muhalif görülen hadîsleri bir araya getirerek, bunlar arasında görülen zahirî ihtilâfın, aslında olmadığını ve gerçek yönlerini beyan ediyor. Sonra zahiren yekdiğerine uymaz yönleri görülen hadîsleri birleştirme, yani, aslında uymaz yönünün olmadığını meydana çıkarmak ve kuvvet bakımından hadîsler arasında tercih yapmak gibi önemli iki noktada müetehidin yapacağı iş­leri ve çalışma metodunu vazetmektedir.

Bu konudan sonra habcr-İ vahid konusunu işleyerek, bunun hüccet (delil) olduğunu çok geniş bir şekilde izah ediyor. Kitabında en geniş beyanı bu ko­nuya ayırmıştır.

Bu konuyu da neticelendirdikten sonra icma' hakkında konuşarak, onun dinî kaynak olduğunu, Resûlüİlah'ın; * Müslümanların cemaatından ayrılmayın mealindeki sabit hadîsi delil göstererek isbatlıyor ve Müslümanların cemaatın­dan ayrılmamanın, onlara sarılmanın tek manâsı; helâl ve haram kıldıkları şeyi aynen kabul etmek ve bu hususlarda onlara uymaktır, diyor.

İcma' konusunu da işledikten sonra, kıyas ve İctihad bölümüne geçiyor. Bunların aynı manâda iki isim olduğunu söyleyerek, kıyası İkİ kısma ayırıyor. Birinci kısımda, kıyasa konu edilen meselenin mukayese edilebileceği tek bir ash (kendisine benzetileni) vardır. Böyle meseleye ait kıyasta ihtilâf düşünülemez. İkinci kısımda, kıyasa konu edilen meselenin, kıyaslanabileceği birden fazla aslı vardır. Bu asılların hepsine benzer yönü vardır. Böyle bîr meseleyi en çok ben­zediği ve daha yakını görülen asla eklemek ve ona kıyasla, aslın hükmünü ona uygulamak gerekir. Bu nevi meselelerde, kıyasçılar arasında bazen ihtilâf vu-kubuluyor. Kıyasın da dinî kaynak olduğunu delillerle isbatlıyarak ictihadtan doğan ihtilâfı genişçe anlatıyor. Bu arada Amr b. el-As'm Resûİüllah'dan ri­vayet ettiği şu hadîs-i şerifi naklediyor:

«Hâkim, hükmedeceği zaman ietihad ederek, içtihadında isabet ettiği zaman onun için iki ecir vardır ve içtihadında hata ettiği zaman onun için bir ecir vardır.»

Bu mevzu'u müteakip Istihsan hakkında konuşarak şiddetle red eder. Is-tihsan, hadîs ve kıyas olmaksızın fetva vermektir. Bu arada, kimin kıyas yap­ma hak ve selâhiyetini taşıdığını beyan ettikten sonra kıyasın şekillerinden şöy­le söz etmektedir.

«En kuvvetli şekil, Kitap veya sünnetle bir şeyin azının haram kılınmış olması mes'elesine ait kıyastır. Böyle bir şey azı haram kılınınca çoğunun da ha-ramlık bakımından, azı gibi veya çokluğu dolayısıyle daha haram okluğu kıyas yoluylc bilinmiş olur. Keza, tâatın azı övüldüğü zaman çoğunun daha da övül­mesi gerekliliği kıyas yoluyle bilinir. Aynı şekilde Kitap veya sünnet bir şeyin çoğunu mubah kıldığı zaman azının daha da helâlliği anlaşılmış olur. Bazı ilim adamları bu nevi hükümlere kıyas demez: «Bunlar Kitap ve sünnette mevcut olan hükümlerin kapsamına dahildir. Hükmün kendisinden anlaşılır bir başka şeye kıyaslanmış sayılmazlar.» der.

Ona göre kıyas, değişik iki asla benzeyen ve ikisine de tabî olması muh­temel olup, benzerlik bakımından daha ilgili görülen asla mukayese etme işi­ne denir. Kıyas ismi buna münhasırdır.

Bunların dışında kalan bütün ilim adamları, Kitap ve sünnetteki nassların dışında kalan ve onların manâsını taşıyan bütün hükümlere kıyas derler.»

Bu bölümden sonra da âlimlerin ihtilâfından bahseder. Burada İhtilâf edil­mesi caiz olmayan meseleleri beyanla der ki : «Kitap veya sünnette kat'î delil­lerle sabit olan hususlar hakkında bilenler için ihtilâfa düşmek helâl kılınma­mıştır. İhtilâf edilmesi caiz olan mes'eleler de vardır. Bunlar, te'vile nıuhtemd olan veya kıyasla neticeye bağlanabilen mes'elelerdir.o dedikten sonra kıyas yoluyla hükümlerini çıkardığı  birçok misaller getiriyor.

Kıyasçılardan kendisine muhalefet edenler var idi. Bunlarla münazara ede­rek, kuvvetli ilminin ağırlığını burada göstermiştir.

Merhum Şafiî'nin eserlerinde çok hoşuma giden yönlerden birisi budur ki, kendisiyle münazara edenlerin sözlerini naklederken ileri sürdükleri delillerin tamamını gayet açık bir dille ifade ederek, onlar için mümkün olan bütün ilmî kuvvet ve kudretlerini tafsilâtlı bir şekilde anlattıktan sonra delillerine dönerek, birer birer gayet güzel ve İkna edici bir şekilde çürütmeye çalışmasıdır. Gerek sünneti kaynak olarak tanımayan hasımlarının delillerini ve gerekse sünnetin dinî kaynak olduğu yolunda beyan ettiği delilleri, Şafiî'nin kitabından daha taf­silâtlı ve isbatlı anlatan bir kitaba rastlamadım.

Bazı müteahhirîn âlimlerin kitaplarında, sünnetin dinî kaynak olduğuna dair bahisleri gördüm. Dikkatle baktım. Hemen hemen diyebilirim ki, bu ko­nuda «Sünnet, zarûrat-ı dîniyyedendir.» sözünden başka bir şey söyledikleri yoktur. Yüce İmam ile bunların konu işleyişleri arasında mukayese edilemiye-cek muazzam fark vardır.

Şafiî'nin Usuî-ü Fıkıh ilminde yazmış olduğu bu Risale gerçekten o devir­den kalma çok değerli bir mirastır. O sırada yaşayan âlimlerin yazı, edeb, mü­nakaşalarda muhaliflere saygı, ilmî münazaralarda Kitap ve sünneti ön plânda almak gibi Önemli meziyyetlerini bize hatıra olarak bildirmektedir. [118]

 

7 - Fıkhî Istılah (Terim) Ların Meydana Gelmesi

 

Kur'ân, yapılmasını dilediği hususları birinci devir bahsinde izah ettiğimiz değişik üslûplarla ister. İsteğin değeri bakımından bir üslûbun diğer üslûbla-ra üstünlüğü yoktur. Sünnet de Kur'ân gibi değişik üslûblarla talepte bulunur. Fikıhçılar gerek Kur'ân ve gerekse sünnet ile yapılan emirleri kuvvet ve değer bakımından sınıflara ayırma görüşüne varınca, her emrin taşıdığı değeri belirt­mek üzere bir takım adlar vererek ıstıîâhî tabirler kullandılar. Emre ait kullan­dıkları ıstılahlar farz, vacib, sünnet, mendub ve müstahab kelimeleridir.

Farz ve Vacib : Behemahâl yapılması mecburî kılman şeylerdir. Ancak Hanefîler bir ayırım yaparak vürûd (geliş) ve delâlet bakımından kat'î olan de­lil ile istendiği sabit olana farz derler. Kur'ân âyetleri ile veyahut mütevatir veya meşhur hadîslerle emrolunan şeyler bu kısımdandır. Vürûd veya delâlet bakımından veyahut her iki yönden de zannî (kafiye yakın) olan delil ile is­tendiği sabit olan hükümlere vacib derler. Herhangi bir namazın iki rek'atinde Kur'ân'dan bir şey okumak farza, okunacak âyetlerin fatiha olması vacibe mi­sâl gösterilebilir. Yine onlara göre farzın terki ibadeti bozmaya sehcb olurken vacib böyle değildir. Vacibin sehven terki secde-i sehvi gerektirir. Bilerek terki ise vakit devam ettiği müddetçe namazın iadesini gerektrir. Eğer vakit çıkarsa İsâe (günah) etmiş olur. Hanefîlerin dışında kalan fıkıhçılar nezdinde farz ve vacib ayrımı yoktur. Zorunluluk taşıyan bütün emirlere farz ve vacib derler. İster kat'î, ister zannî delil ile sabit olmuş olsun değişmez. Onlar yalnız hacc ibadetinde yapılması istenen hususları farz ve vacip diye ikiye ayırarak der­ler ki: «Arefede durmak, İfaze (rükün) tavafı gibi herhangi kurban vesaireyle tamiri mümkün olmayan hususlara farz derken, ihrama girmek gibi yapılma­ması halinde kurbanla tamiri mümkün olan hususlara vacib derler.

Fıkıhçılar, her mükellefin yapmak zorunda olduğu ibadetlere farz-ı ayn, mükelleflerin bir kısmının yapması halinde diğerlerinden sorumluluğu kalkan ibadetlere de farz-ı kifaye derler.

Bİr ibadetin sıhhati için yapılması zorunlu kılınan farz, ibatietin içinde ise rükün, dışında ise şart denir. Meselâ: Kibleye doğru durmak namazın şartı, rüku'a gitmek ise onun rüknüdür.

Hanefîlerin ıstılahında sünnet, Resûlüllah'ın (S.A.V.) genellikle yaptığı ve özürsüz olarak az zaman terk ettiği şeylere denir. Mendub ve müstehab ise, yapılmasına teşvik ettiği, devamlı yapmadığı şeylere denir. Hatta hiç yapma­mış olsd bile yine bu iki tabir kullanılır. Diğer fıkıhçıların ıstılahında sünnet, mendub ve müstahab aynı şeydir. Mecbur kılmamakla beraber yapılmasını istedi­ği şeylere denir. Hanefîlerin sünnet dedikleri hususlara bunlar, Sünnet-i Mü-ekkede, mendub ve müstahab dedikleri şeylere de Sünnet-i Gayri Müekkede is­mini verirler.

Fıkıhçılar sakınılması Sâri' tarafından emredilen şeylere, haram ve mek-

ruh ismini verirler. Hanefîler yanında haram farza, kerahat-i tahrimiyye ile mek­ruh olan da vacibe karşıdır. Kerahet-i tenzihiye ile mekruh olan da sünnete mukabildir. Diğer fıkihçılara göre haram, farz ve vacibe karşıdır. Çünkü yuka­rıda söylediğimiz gibi, farz ve vacib aynı şeydir. Kerahet-i tahrîmiye veya kera­het-i şedide dedikleri mekruhu işe, sünneti müekkedeye karşı kabul ederler. Ke­rahet-i tenzihiye ile mekruh olanı da sünneti gayri müekkede karşılığında tu­tarlar.

Yapılması veya sakınılması Sâri tarafından istenmeyen hususlara da mu­bah ismini vermişlerdir. Fıkhı ıstılahlardan birisi de Fâsid ve Bâtü terimleridir. Bazı fikıhçılara göre bu iki terim aynı manâyı ifade ederler. Bunlara göre, Fâ-sid ve Bâtıl bir iş yapan mükellef, o işi yapmış sayılmaz. Dolayisıyle o İş neti­cesinde beklenen sonuç elde edilmez. Hanefîler, Fâsid ve Bâtıl arasında bîr ayı­rım yaparak : «O işin neticesinde beklenen sonuç elde edilmezse buna Bâtıl de­nir. Çirkin olmakla beraber sonuç elde edilirse Fâsid denir.» derler.

Bir fikir vermek için, biz, burada fıkihçıiarın kullandıkları bazı ıstılahları vermiş olduk. Buraya almadığımız daha birçok ıstılahlar vardır. Fıkıh jcitapla-rına bakıldığında bu konuda geniş bilgi elde edilebilir. [119]

 

8 -Üstünlükleri Cumhur Tarafından Kabul Edilen Seçkin Fıkıhçıların Çıkması

 

İkinci ve üçüncü devir fıkihçılarm sayısı çok ve şanları yüce olduğuna rağmen, fıkhî mes'elelerde vukubulan ihtilâflar meyanmda, onlardan nakledilen sözleri dışında maalesef eserleri kalmamıştır. Gerek sahabîlerin ve gerekse tabiî­lerin fıkıhçılarınm İslâm teşriinde büyük eserleri ve emekleri bulunduğu bir ger­çektir. Zira; onlardan sonra gelen bütün fıkıhçılar için ışık tutmuş selef-i sâlih-tirler. Bununla beraber mezheb imamları gibi büyük halk kitlelerinin onlardan herhangi birisine tabi olarak izini takip edip bütün görüşlerini taklit ettiklerini görmüyoruz. Keza hiç bir mezhep imamı kadar, herhangi birisinin ismi anıl­mıyor. Bu devirde ise cumhur tarafından, imam (otoriter) sayılan, adım adım izleri takip edilen ve görüşlerinin gereği ile amel edilen büyük müctehidler zu­hur etmiştir. Aşağıda yazılı nedenlerle bu yüce müctehidlerin fetvaları Kitab ve sünnetin nasslanndan hemen sonra önemli bir mevki işgal ederek bunların dışına çıkmayı cumhur caiz görmemiştir. Nedenler :

  1. a)Fıkıhçılann bütün fetva ve görüşleri tedvin edildi. Selefin hiç birisinin böyle bir durumu olmadı.
  2. b)Fıkıhçıların sözlerini yayan, görüşlerini  savunan ve fetvalarını te'yid eden birçok tilmiz (talebe) leri yetişti. Onların yetiştirdikleri tilmizler yüce ilim­leri yanında, cemiyet arasında ve devlet "nazarında, yüksek mevkiler aldıkları için benimsedikleri üstadlarınm görüş ve fetvaları haliyle önemli değer kaza­nırdı.
  3. c)Hüküm verme durumunda olan kadıların verdikleri kararların keyfî olmak şüphesinden uzak tutulması ve kadiınn karar hürriyetinin bağlı bulun­duğu mezheb sınırlan içerisinde olduğunun bilinmesine cumhur ihtiyaç duyar­dı. Böyle bir ortamın varlığı tedvin edilmiş olan bir mezhebe kadının intisab etmesiyle mümkündü.

Mezhebleri tedvin edilmiş ve her tarafta mensupları bulunan büyük fıkıh-çılan özellikleriyle kısaca tanıtalım. 

 

Birinci Büyük İmam ( H. 80 – 150 ) Ebu Hanife

 

Adı Numan b. Sabit b. Zûiû'dır. H. 80. yılda Kûfe'de doğdu. Gençliğin­de h. 2. asrın başlarında Hammûd b. Ebî Süleyman'dan fıkıh ilmini aldı. Ta­biîlerden Atâ b. Ebi Rcbâh ve Nâfi Mevlâ b. Ömer gibi zatları dinledi. Fmcr vîlerin yıkılışı ve Abbasilerİn İşbaşına gelişi günlerini idrak etti. Küfe, Abba-sîlerin işbaşına geçmesiyle ilgili olayların meıkezi idi. Ebu'l Abbas es-Seffâh İle burada biat işi tamamlandı, Biz Ebu Hanîfe'nin bu olaylarda İsmini işitmiyo­ruz. Ancak. Halîfe Merviîn b. Mırhrmımcd tarafından Irak valiliğine atanan Ye-zîd b. Hübcyre ona Kadılık teklif etliğini ve kendisi bu teklifi kabul etmeyince bundan dolayı onu dövdürdüğünü görüyoruz. Bir şahsın, kadılığı kabul etme­mesini rahatlıkla anlayabiliriz. Fakat bundan dolayı onun dövdürülmesin! ise bir türlü anlayamıyoruz. Çünkü halifelikten sonra en şerefli mevkiye getirilmek istenen bir şahsın bunu kabullenmesi yolunda, son derece hakaret sayılan kır­baçla dövdürmek, akıllı adamın yapacağı bîr iş değildir. Biz, halifenin kalbinde bu cezayı verdirmeye sürükleyici bir kinin doğmuş olacağım sanmıyoruz, özel­likle Kûfe'de fıkıhçilar bol idi. Vali b. Hubeyre bunlardan arzu ettiğini Ka­dılığa seçebilirdi.

Benim şahsî kanaatıma göre kadılık teklifinden maksat, Ebu Hanîfe'nin, devleti tasvip ve destekleme derecesini anlamak ve onu imtihan etmek idi. Çün­kü âlimler, sevmedikleri devletin herhangi bir hizmetini yüklenmekten, devleti desteklemiş sayılmamak için kaçınırlardı. Bu yıllarda Kûfe'de iki ayaklanma vu-kubulmuştu. Birincisi, Hişâm b. Abdilmelik'in halifeliği ve Yûsuf b. Ömer es-Sakafî'nin Irak valiliği zamanında, Zeyd b. Ali b. el-Huseyn tarafından hicre­tin 122. yılında çıkarılan ve onun öldürülmesiyle neticelenen ayaklanma idi'. İkincisi de; beş yıl sonra Abdullah b. Muâviye b. Abdullah b. Ca'fer tarafın­dan çıkarılan ve Emcvîlerin yıkılış günlerine rastlayan hicretin 127. yılında vukubulan ayaklanmadır. Ebu Hanîfe, hayatını yazanların kendisinden naklet­tikleri veçhiyle ayaklanan, Zcyd'i över ve desteklenmesini ister idi. İkinci ayak­lanmada da tekrar, ayaklananları destekler mahiyette konuşmuş olması müm­kündür. İşte, onun bu tutumu karşısında, deneme mahiyetinde, Emevîlcri des­tekleyip dcsteklcmiyeceğmi gün ışığına çıkarmak gayesiyle, Vali b. Hubeyre, ona kadılık teklifinde bulunuyor ve o bundan imtina edince de dövdürüyor. Vali,  onu, kadılığı  kabullenmemesinden dolayı değil, Emevîierden hoşlanmadığını anlamış olduğundan dolayı cezalandırıyor.

Ebu Hanifc, Kûfe'de elbise ticaretiyle iştigal ederdi. Dürüst muamelesi, hile ve rekabetten nefret' etmesi, güzel yüzlü, tatlı sohbeti ve yardımseverliği ile meşhur idi. Sesi güzel, konuşması tatlı İdi. Ca'fer b. Rebî, «Ben, onun yanında beş sene kaldım. Onun kadar, lüzumsuz konuşmadan kaçınarak genellikle sus­mayı tercih edeni görmedim. Fıkıhtan sorulunca; açılır ve sel gibi akardı. Yük­sek sesle konuşurdu. Kıyasda imam (otoriter) idî.» der. Abdullah b. el-Müba-rek de Süfyan-i Sevrîye : «Ey Ebâ Abdillâh! Ebu Hanîfe, gıybet (başkasının aleyhinde konuşmak) ten ne kadar kaçınıyor? Ben, onun herhangi bir düş­manı aleyhinde konuştuğunu kat'iyyen görmedim. Onun bu haline şaşarım.» dedim. Süfyan-ı Sevrî de bana şu cevabı verdi: «O, hayratım giderici şeyler­den kaçınmayı iyi bilen, çok akıllı bir zattır.»

Onun etrafında çok talebe toplanarak ondan ilim aldılar. Talebeleri, bu arada meselelerin tesbiti ile cevapları hususunda ona çok yardım ederlerdi. Şer'î hükümleri çıkarma hususundaki mezheb ve metodunu, söylediği şu sözlerle ken­disi açıklamıştır: «Ben, Kur'ân'da hüküm bulduğum zaman onu alırım. Bul­madığım zaman sünneti ve emîn ellerde meşhur olan sahîh hadîsleri alırım. Ki­tap ve sünnette aradığım hükmü bulmadığım zaman, o mesele hakkında konu­şan sahabelerden arzu ettiğimin sözünü alır, diğerlerinin sözlerini terk ederim. Sonra, sahâbîlerin sözlerini bırakarak başkalarının sözünü almam. Kat'iyyen sahâbîlerin sözünden çıkmam. Ama, iş îbrahim, Şa'bî, Hasan, İbn-i Sîrin ve Sâid b. el-Müseyyeb (bu arada ietihad eden birkaç zatı îla zikrediyor) e dayanınca ben de onlar gibi ietihad edebilirim.»

Sehl b. Müzahim de, onun hüküm çıkarmadaki prensibini şöyle anlatıyor: «Ebu Hanîfe'nin prensibi, sika (emîn) nm sözlerini almak, uygunsuz sözden kaçınmak, halkın taâmülünü (halkın muamelelerde benimsedikleri usulleri) ve maslahatlarını (halkın yararlıklarını) dikkata almak idi. Birçok mes'eleleri kı­yasla hal ederdi. Yürüttüğü kıyas, arkadaşları ile yaptığı fikir taâtisi neticesin­de uygun görülmediği zaman istihsan ile hükmederdi. Jstihsan ile hüküm etmek uygun görülmediği zaman, Müslümanların yapageldikleri taâmüllerine göre hük­mederdi. Halkm ittifak ettiği meşhur hadîsleri asıl alarak, ona kıyas yapıp ne­ticeye varırdı. Bazen de böyle kıyas yapmaya güvenmeyerek, îstihsan'ı daha emîn bulup ona yönelirdi.[120]

Muhammed b. el-Hasan da ^urumu şöyle anlatıyor: «Ebu Hanîfe kıyas­lamalarda arkadaşları ile münazara ederdi. Bazan onun yanında bazan da kar­şısında yer alırlardı. Fakat îstihsana iş intikal edince, İstihsan ile neticeye bağ­ladığı meselelerin çokluğu dolayisıyle konuşma yapmayarak ona uyarlardı.»

Kendisi.Küfe ehlinin hadîsini ve fıkhını bilirdi. Küfe halkının öteden beri

yapagcldiklcri işlere titizlikle uyardı. Onun devri.îde Kûfe'nin en büyük şu  üç fıkıhçısı vardı.

1-Süfyân b. Saîd es-Sevn :

Hadîs ehlinin imamlarından idi. Diyanet, zühd-ü takvası ve güvenilir olu­suna halk ittifak etmiş durumda idi. Mensupları bulunan müetehid imamlardan birisi idi. Süfyan b. Uyeyne : «Ben, helâl ve haramı Sevrî'den daha iyi bilen bir kimseyi görmedim.»  der.  (h.  97-161)

2- Şerik b. Abdullah en-Nahaî:

Hicrî 95 de Buhârâ'da doğdu. Hafızası kuvvetli, zeki ve âlim ve fıkihçı İdi. El-Mehdî zamanında Küfe kadılığını yaptı. Sonra Musa el-Hâdî tarafın­dan azledildi. Hazırcevap, hükmünde âdil ve kararlarında isabetli idi. Hicrî 177 de Kûfe'de vefat etti.

3- Muhammet b. Abdurrahman b, Ebî Leylâ;

Hicrî 74 de doğdu. Re'y ehlinden idi. kûfe'de, Emevîlcrle Abbasîler dev­rinde 33 sene kadılık etti. Fıkihçı müftîlerden idi. Sevrî; «Fıkıhçılarımız ibn-i, Ebî Leylâ ve îbn-i Şebreme'dir.» derdi. Hicrî 148 de vefat etti.

Ebu Hanîfe ile bu üç fıkıhçının arası yoktu. Sevrî, hadîs ehlinden olduğu için re'y ehli ile arasında anlaşmazlık bulunurdu. İbn-i Ebî Leylâ ise beldenin ka­dısı idi. Verdiği hükümler hususunda zaman zaman Ebu Hanîfe'nin görüşü kişiler tarafından sorulurdu. Kendisi, Kadının verdiği hükme muhalif fetva ve­rince Kadı müteessir olurdu. Hatta bir ara, Ebu Hanîfe'yi fetva vermekten menetmek için valiyi harekete getirdiler. Nahaî ile arasındaki soğukluk meslekî rekabetten olabilir.

Halîfe Ebu Cafer el-Mansûr, Bağdat şehrini kurunca, muhtelif şehirlerde oturan yüksek âlimleri oraya çağırttı. Ebu Hanîfe de halife tarafından getirti­lenler arasında idi. Bu arada tekrar Kadılığın ona teklif edildiği ve reddedince bundan dolayı eziyet edildiği rivayet edilir. Hicrî 150 de vefat etti.

Kendisinin yetiştirdiği ve onun mezhebine mensup talebelerinden geniş il­mî yetki ve fetvaya ehliyet kazananların en meşhurları ise şunlardır :

1-Ebu Yûsuf Yakub b, İbrahim el-Ensarî (h. 212-183):

Gençliğinde hadîs rivayetiyle iştigal ederek Hişâm b. Urve, Ebû lshak eş-Şeybanî, Atâ b. es-Sâib ve onların tabakasındaki zatlardan hadîs aldı. Bilâhare kendisini fıkıh bilgisine verdi, önce İbn-i Ebî Leylâ yanında bir müddet fıkıh­la meşgul olduktan sonra Ebu Hanîfe nezdinde fıkhı çalışmalarını sürdürdü. Zamanla onun en büyük tilmizi ve ilmî çalışmalarında en çok yardım edeni oldu. Keza onun mezhebinde ilk kitaplar yazan, mes'eleleri tesbit ederek neş­reden ve yeryüzüne o (Ebu Hanîfe) nun ilmini yayan kendisidir. Hadîs ehli, re'y ehlini nadiren övdükleri halde birçok hadîsçi onu Övmüştür. Yahya b. Muîn:

«-F.hu  Hanıfe'nin arkadaşları arasında en çok hadis tcshit eden ve en fazla ha­dîs bilen Ebu Yûsuf'tur. O hadîs ve sünnet sahibidir.» der.

2- Zi\\er b. el-Huzeyl b. Kays el-Kûfî (h. 110-157);

Önce hadîs ehlinden idi. Bilâhare rc'y ehlinden oldu. Ebu Hanıfe'nin ar­kadaşları arasında en çok kıyasla iştigal eden kendisidir. Fikıhçılar «Hanefî âlimlerinden Ebû Yusuf en çok hadîs'e uyan, Muhanımed en fazla hükümlerden fer'î meseleler çıkaran ve Zûfcr en çok kıyas yapandır.» derlerdi. Dünya­ya hiç dalmadı. Bütün hayatını ilim ve öğretimle geçirdi. İmamın ilk vefat eden arkadaşıdır. Allah cümlesine rahmet eylesin.

3- Muhanımed B. El-Hasan B. Farkod Eş-Şeybânî (H. 132-189):

Babası el-Hasan, Şam dolaylarında «Haksatîn köyünden idi. Sonradan Irak'a yerleşiyor. Oğlu Muhammcd «Vûsıt» da doğup Kûfe'de büyüdü. Bilâha­re Abbasîlcrin himayesinde Bağdat'da yaşadı. Henüz çocuk iken ilim tahsiline başlayan Muhammcd, önce hadîs rivayctiyle meşgul oldu. Sonra da Irak ehli­nin prensiplerini Ebu Hanîfe'den aldı. Onun ilim meclislerinde pek bulunama­dı. Çünkü henüz onsekiz yaşında iken Ebu Hanîfe vefat etti. Bunun üzerine Ebu Yusuf'tan gereken prensiplerle ilgili bilgileri aldı. Akıl, zeka ve dirayeti çok kuvvetli olduğu için üstadı sayılan Ebu Yusuf henüz hayatta iken kendisi re'y ehlinin mercii oldu. Son zamanlarda Ebu Yusuf'la arasında beliren soğuk­luk Ebu Yusuf'un vefatına kadar devam elti.

Ebû Hanîfe'nin mezhebi yalnız Muhammed'den alındı. Çünkü Hanefî'le­rin elinde, tedvin bölümünde görüldüğü veçhiyle sadece onun kitapları vardır. Şafiî Bağdat'da kendisiyle karşılaşarak 'kitaplarım okudu. Birçok mes'eİede onunla münazara etti. Tedvîn edilerek âlimlerin istifadesine sunulan bu iki za­tın münazaralarının çoğunu bizzat Şafiî'nin veya arkadaşlarının rivayetlerine dayalı olarak okuyoruz. Rey şehrinde Harun er-Reşîd yanında vefat etti.

4-El-Hasan b. Zlyâd el-LıiM el-Kûfî Mevlâ el-Ensâr (h. ? - 204) :

Sırayla Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf ve Muhammed'den ilim aldı. Hanefî mez­hebine ait kitaplar yazdı. Fakat kitapları ile görüşleri, Muhammed'in eserleri ve görüşleri gibi pek itibar görmedi. Hadîs ehli yanında da derecesi düşüktür.

Iraklıların mezhebi (Hanefî mezhebi) ni halka tanıtan ve etrafa yayan, bu dört zattır. Abbasîlerin Ebu Yusuf ve Muhammcd'e verdikleri kıymet ve açık­ça gösterdikleri ilgi dolayısıyle hadîs ehlinden daha ziyade onların sözlerine ön­celik tanındı. Fıkhı mes'elelerle onlara verilecek cevapların tesbit ve tedvininde bunların emeği büyüktür. Onların Ebu Hanîfe ile münasebetleri mukailid (Müc-tchidİn görüşünü taklid eden) in taklid ettiği zatla olan ilişkisi gibi değildir. On­ların münasebetleri, hoca-talebe münâsebetleri idi. Bununla beraber fetvaların­da tamamen müstakil idiler. Üstadlarının fetvalarını kayıtsız şartsız kabul et­meleri bahis konusu değildi., İcabında ona muhalefet ederek başka türlü fetva verirlerdi. Bunun için Hanefî fıkıh kitaplarının, bu dört imamın sözlerini delil­leri ile beraber ayrı ayrı naklettiklerini görürsün. Bazen bir meselede dört şe­kil fetva bulunur. Ebu Hanîfe bir şekilde, Ebu Yusuf başka bir şekilde, Muhammed diğer bir yolda ve Züfer de ayrı bir yolda fetva vermiş olur. Her biri kendisince beliren nedenleri veya mesned sayılan hadîsleri nazara alarak görüşünü belirtmiştir. Bazı Hanefî âlimleri, bunların muhtelif söz ve fetvala­rının hepsinin imama ait olup bilâhare (imamın) bundan döndüğünü söylerler. Fakat bu söz, imamların tarihlerinden, hatta kitaplarında anlatılan hususlar­dan gafletten ileri gelmiş olsa gerek. Çünkü Ebu Yusuf, «Haraç» bölümünde Ebu Hanîfe'nin görüşünü naklettikten sonra kendi görüşünü anlatır. Bu arada kendisinin Ebu Hanîfe'nin görüşüne katılmadığını gerekçesiyle açıkça belirt­mektedir. Keza Ebu Hanîfe ile tbn-i Ebt Leylâ'nın ihtilâf ettikleri meseleler hakkında yazdığı kitapta aynı şeyi yapıyor. Çünkü bazan iki zatın görüşünü belirttikten sonra İbn-i Ebî Leylâ'nın görüşüne katıldığını söylüyor. Muhanı­med de kitaplarında Ebu Hanîfe'nin ve Ebu Yusuf'un sözlerini ayrı ayrı nak­lettikten sonra kendi görüşünü de açıklıyor. Aralarında bulunan ihtilâfı gayet açık bir dille ifade ediyor. Diğer taraftan, eğer o âlimlerin dediği gibi olmuş olsaydı Ebu Hanile'nin rücu' elliği görüşler, onun mezhebinden sayılmazdı. Son­ra Ebu Hanîfe'nin birçok görüşlerinden Ebu Yûsuf ve Muhammed'in ayrılarak Hicaz ehli yanında bulunduğunu öğrendikleri hadîsle amel ederlerdi. Bu durum­lar neticesinde tarihî gerçek şudur ki; Ebu Hanîfe'nin arkadaşları olan imam­lar onun mukallidleri değillerdir. Zaten taklid o tarihte henüz Müslümanlar ara­sında bulunmuş değildi. Müftîler kendilerine zuhur eden delillere dayanarak müstakil bir şekilde fetvalarını verirlerdi. Verdikleri fetvalarında hocalarına mu­halefet etmiş olsun olmasın netice değişmezdi. Ebu Yusuf ve Muhammed'in, il­mî yetki bakımından Ebu Hanîfe'ye karşı durumları Şafiî'nin Malik'e karşı olan durumu gibidir.

Ebu Hanîfe'nin arkadaşlarının kitaplarını nakleden tilmiz (talebe) Jeri: /— İbrahim b. Rüstem el-Mervî (7ı. 211);

Muhammcd b. el-Harun'dan fıkıh ve Malik ile başkalarından da hadîs al­dı. Muhammed'den aldığı bilgileri içine alan «Nevâdiru adlı eseri vardır.

2- Ebu Hafs eî-Keb'ır künyesiyle meşhur olan Buhârâlı Ahmed b. Hafs:

Bu zat da Muhammed b. el-Hasan'dan fıkıh alarak kitaplarını rivayet et­miştir. Benim şahsen gördüğüm Muhammed'in te'lif ettiği tMebsût» adlı kitap, onun eliyle yazılmıştır.

3- Bişr b. Gıyas el-Mensî (h. ? - 288) ;

Ebu Yusuf'tan fıkıh alan en seçkin arkadaşı idi. Zühd-ü takva sahibi idi. Fakat felsefe ilminde meşhur olduğu için halk ondan yüz çevirdi.Ebu Yusuf da felsefe ile iştigali dolayısıyle ondan alâkasını keserek tenkidlerde bulunurdu. Onun Ebu Yusufdan rivayet ettiği birçok mes'eleler ve telifleri vardır. Onun bir sürü tuhaf fetvaları mevcuttur. Bunlardan birisi, merkeb etinin helâl olduğu­nu söylemesidir. Kendisiyle Şafiî arasında bazı münazaralar olmuştur. Mürciye (ehli sünnet olmayan bir mezheb) mezhebinin bir kolu onun unvanına izafeten el-Merîsîye ismini almıştır.

4- Bişr b. el-Velid el-Kindî (h. ? - 237) :

Ebu Yusufdan fıkıh Öğrenerek kitaplarını rivayet etmiştir. Ayrıca Ebu Yu­suf'un dikte ettiği eserleri de yazmıştır. El-Mu'tasım zamanında Bağdat kadılı­ğında .bulunmuştur. Kendisi Muhammed b. el-Hasan'ın fetvalarına şiddetle kar­şı çıkarak ona hücumlarda bulunurdu. Ei-Hasan b. Malik de onu bu davranış­tan vazgeçirmeye çalışarak, a Muhammed şu gördüğün eserleri verdi. Sen, bir mes'ele yapabilir misin?» derdi. Vakıa geniş fıkhî bilgi ve takva sahibi idi.

5- İsâ b. Ebân b. Sadaka eî-Kadı (h. ? - 221):

Muhammed ve el-Hasan b. Ziyad yanında fıkıh okudu. Hadîs ricalinden idi. Basra'da vefat etti.

6- Muhammed b. Samâa (h. 130 - 233):

El-Leys b. Sa'd, Ebu Yûsuf ve Muhammed'den hadîs ve son iki zattan ay­rıca fıkıh aldı. Hasan b. Ziyâd'dan da fıkıh dersini almıştır. Ebu Yusuf ve Mu­hammed'den aldığı meseleleri Nevadır adiı kitapta toplamıştır. Hicrî 192 de Me1-mun zamanında Bağdat Kadılığını yaptı. Vefat ettiği zaman Yahya b. Muîn : «Re'y ehlinden olan fıkıhçıların gülü vefat etti.» dedi.

7- Muhammed b. Şücâ'es-Setcî (h. ? - 267)

El-Hasan b. Ziyâd'dan fıkıh alarak ilimde önemli bir mevkî işgal etti. Za­manın Irak fikıhçısı idi. Zühd-ü takvası yanında, gerek fıkıhta ve gerekse ha­diste muasırlarının başında gelirdi. Kitab-u Tashîh-iI-Asar, Kitab-ün-Nevâdir ve Kitab-ül Mudâraba adlı kitaplar onun eserlerindendir. Mutezile mezhebine te­mayülü vardı. Hadis ehlinin bir hayli tenkid ve hücumlarına muhatap olmuş ve bu yüzden hadis rivayeti bakımından zayıf sayılırdı.

8- Ebu Süleyman Musa b. Süleyman el-Cûzcânı :

Muhammed'den fıkıh dersini alır, söylediklerini yazar, usul ilmine ait me­seleleri tedvinle meşgul olurdu. H. 200. yılından sonra vefat etti.

9- Hilal b.  Yahya b. Müslim-ür-Rey et-Basrî: (h. ? - 245)

Rabiâ'ya reyle çok âmel ettiğinden dolayı Rabiât-ür-Re'y (rey rabiâsı) de­nildiği gibi bu zata da geniş malûmatı ve kuvvetli muhakeme kabiliyetinden ötürü «Re'y» unvanı verilmiştir. Fıkıh ilmini Ebu Yusuf ve Züfer'den aldı. O'nun Şurût ve Vakıf ahkâmı hakkında bir te'lifi vardır.

10- Ebu Cafer Ahmed b. tmrân (h. ? - 280)

Mısır kadılığını yapan bu zat, Muhammed b. Samâa'dan fıkıh ilmini aldı. Kendisi Ebu Cafer et-Tavahî'nin hocasıdır. «El-Hücec» adlı bir eseri vardır.

11- Hassaf  lakabı ile meşhur olan Ahmed b. Ömer b. Müheyr: (h, ? -261)

Hasan b. Ziyad'in tilmizi olan babasından ilim öğrendi. Farâiz ve hesap bil­gisi kuvvetli idi. Ebu Hanîfenin mezhebini iyi bilirdi. Halîfe el-Muhtedî Billâh için «Haraç konusunda bir kitap yazdı. Ayrıca, el-Vasâyâ, eş-Şurut» el-Hiyel ve el-Vakıf adlı kitaplar yazmıştır. Başka konularda da eser vermişti.

12- Bekkâr b. Kuteybe b. Esad el-Kadt : (h. 182 - 290)

Aslen Mısırlı olup Basrada doğdu. Hilal-ür-Rey'den fıkıh ilmini aldı. Mua­sırları arasında Hanefî mezhebini en iyi bilen âlimdi. Başlıca eserleri: Kitab'üş-Şurut, Kitab'ül-Mahâdır ve es-Sicillât.» «Kitab'üi-Vesâir ve el-Ahdo. Ayrıca Ebu Hanîfenin bazı görüşlerini reddeden Şafiî'ye cevap mahiyetinde büyük bir e-seri vardır1.

13- Ebu Hazım Abdullah b. Abdulaziz el-Kadı: (h. ? - 292)

Fıkıh ilmini İsa b. Eban ve Hilal'dan aldı. Eserleri: el-Mahadır ve es-Sicil­lât, Kitab-u Edeb-il Kadı ve Kitab ül-Farâiz'dir.

14- Ebu Saîd Ahmed b. el-Hüseyn el-Berdaî: (h. ? - 317)

Fıkıh ilmini îsmail b. Hammad b. Hanefiyye'den ve ayrıca Ebu AH ed-Dak-kak'tan aldı. Karâmita [121] isyanında öldürüldü. Zahiriyye mezhebinin imamı AH oğlu Davud ile bazı münazaraları olmuştur.

15-Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed b. Selâme el-Ezdt et-Tahâvî: (h. 230 - ?)

Bu devrin «Mütaahhirîn» (son âlimler) in imamı sayılan yüce bir âlimdir. Önce Şafiînin tilmizlerinden dayısı el-Müzenî'den ders aldı. Sonra Ebu Cafer Ah­med b. Ebî Imran el-Kadı'dan fıkıh derslerini almaya devam etti. Bilâhare de Kadı'l Kudat Ebu Hâzİm'Ie Şam'da mülakat yaparak ondan ilim almaya başla­dı. Hadislerde gerçekten imam idi. Eserleri ile muasırlarından üstün bir yer işgal etti. Eserleri bilâhare tanıtılacaktır. [122]

 

İkinci Büyük İmam Mâlik B. Enes B. Ebi Âmir (H. 93-179)

 

Yemende «Zî Asbah» kabilesine mensub dedelerinden birisi Medine'ye ge­lip yerleşmiştir. Ashabtan olan dedesi Ehıı Amir orada oturuyordu. Bedir hariç bütün  savaşlara katılmıştır.  Mâlik de. Medine'de doğmuştur.

Medine âlimlerinden feyz almaya başlayan Mûiik önce Abdurrahman b. Hür­müz'ün yanına devanı ederek bir müddet sadece kendisinden ders alıyordu. Bilâ­hare lbn-i Ömer Mevlâsi Nâfî ve Ibn-i Şihab ez-Zühri'dcn ilim aldı. Fıkihda esas hocası Rebîat-ür-Rey diye meşhur olan Rebta b. Abdurrahman'dır; Ustndları, ha­dis rivayeti ve fıkıh fetvalarını verme yeteneğine sahip okluğuna şehadet edince rivayet ve fetva işine başladı. Kendisi de «70 üstad benim yetkili olduğuma şahid-Iik etmedikçe ben bu işe başlamadım.» demiştir.

Herkes onun hadîs sahasında İmam, rivayetinin sağlamlığı hususunda mev­suk (güvenilir) olduğunda ittifak halindeydiler. Bütün hocaları ve emsali bu it­tifaka katılmışlardır. Hatta onlardan sonra yelen âlimler de bu hususu iliraf et­mişlerdir. Kendisi Öyle bir itimad kazanmıştır ki, bazı hadisçiler hadislerin en sahihi Malik'in şu üç yoldan rivayet ettiği hadislerdir, demişlerdir. Bu yollar:

  1. a)Mâlik,  NâfTden  o da  Ibn-i  Ömer'den  rivayet yolu,
  2. b)Mâlik Zührî'den, o da Salim'den, o da lbn-i Ömer'den aldığı nakil,
  3. c)Mâlik Eb'üz-Zinâd'dan, o da Â'râç'tan, o da Ebu Hüreyrc'den aldı­ğı rivayet,

Vakıdî ve diğerleri şöyle söylerler; «Malik'in meclisi vakar, hîlim, intizam, edeb ve ahenk meclisi idi. Çok zekî ve heybetli bir adam idi. Onun huzurumla lüzumsuz sözler ve yüksek sesle konuşmak olmazdı. Bir mesele sorulduğu za­man cevab verince soran kişi ona : «Bu cevabı nerede gördün?» diye sorma ce­saretini gösteremezdi. Habib isminde kitablarını yazan bir kâtibi vardı. Eserle­rini camaata okurdu. Meclisinde hazır bulunanların hiç birisi ona yanaşamaz ve okunan kitaba bakamazdı. Anlayamadığı kısmın izahını imamın mehabetin­den do'ayı isteyemezdi. Kâtibi Habib okuduğunda hata ettiği zaman Malik biz­zat tashih ederdi. Yazdığı eserlerini başkasına okutmazdı. Bu onun âdeti idi. Yalnız Yahya b. Bükeyr «Malik'den on dört defa Muvatta' kitabını dinlediğini zikreder.» Galiba bunun tamamını bizzat Malik'ten dinlemiş değil. Belki çoğu­nu ondan, kalanını da onun huzurunda kâtibinden dinlemiş olabilir.

Hadîscilerin birçok ileri gelenleri ondan hadîs alırken birçok fıkıhci da ona tabi olurdu. Çünkü o hem hadîsei hem de hüküm çıkaran fıkıhçı idi. Bi­rinci yönünden hadisçiler istifade ederlerdi. Hatta Rabîa, Yahya b. Saîd ve Mu­sa b. Ukbe gibi hocaları ve Süfyan-i Sevrî, el-Leys b. Sa'd, Evzâî, Süfyan b. Üyeyne ve Ebu Hanîfe'nin arkadaşı Ebu Yûsuf gibi emsali ondan hadîs riva­yet ederlerdi. Diğer taraftan Şafiî, Abdullah b, el-Mubarek ve Muhammcd b. el-Hasan eş-Şeybânî gibi tilmizlerinin üstün tabakası da ondan hadis rivayet ederlerdi.

ikinci yönünden de onun mezhebinin imamları sayılan büyük âlimler fık­hı sahada kendisinden İstifade ederlerdi. Bu âlimler ileride gelecek.

Mâlik, fetvalarında önce Kitaba sonra sünnete dayanırdı. Sünnet hususun­da hassasiyet gösterirdi. Hicaz âlimlerinden olan büyük muhaddislcrin rivayet­lerine güvenerek o yolda alınan hadîsleri sabit görürdü. Diğer taraftan Medine halkının, özellikle âlimlerinin taâmüllerine ve yapageldiklerİ uygulamalara bü­yük Önem verirdi. Tabiatiyle Medine âlimlerinin başında Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) Hazretlerinin taâmüllcri başta gelirdi. Bazı hadîsleri, onunla amel edil­memiş gerekçesiyle reddederdi. Bu gerekçe ile red tutumu diğer şehirlerde otu­ran fikıhçıbr tarafından tepkiyle karşılandığı için birçok âlim onunla vnvaa düş­müşlerdir. Biz bu konuda el-Leys b. Sa'd'ın kendisine yazdığı u/un mektubu naklettik. Şafiî de el-Umm adlı kitabında bu konuyu genişçe ele alarak reddet­miştir. Ebu Hanîfe'nin arkadaşlarından Ebu Yusuf da onun bu tutumunu red­dedenlerdendir. Kitap ve sünnette nass olmadığı zaman kıyasla hükmederdi. Ha-nefîler «İstihsâli» ile fetva verdikleri gibi, kendisi de «Masâlih-i Mürselen ile amel ederdi. Masâlİh-i Mürsele'ye «Istİslâh» denirdi. Masâlih-i Mürsele demek kabul veya reddi hakkında muayyen bir nass bulunmayan maslahatlar (yararlık­lar) demektir. Maslahatlar nass veya kıyasa dayalı maslahatlara aykırı düşme­diği takdirde bütün fıkıhçılar onunla amel etmeyi uygun görürler. Bu hususta bir niza yoktur. Şayet dediğimiz gibi delillerle sabit olan maslahatlara gölge dü­şürecek maslahat çeşidinden ise Malik yine bununla amel ederken diğerleri bu görüşe karşı çıkmışlardır. Bunu misâllerle izah edelim :

1-Hırsızlıkla  itham   edilenin   soruşturulması  esnasında  gerçeği   itiraf et­mesi   amacıyla  dövülmesini   Malik,  caiz  görürken  diğerleri  O'na  muhalefet et­mişlerdir. Çünkü dövülmesinde görülen maslahat, hırsız olup olmadığı bilinme­yen kişinin maslahatına aykın düşer. Zira icabında dövülecek kişi masum çıkar. Suçluyu dövmemek, suçsuzu dövmekten ehvendir. Hırsızlıkla itham edilen kişi­nin clövülmemesİ yoluna gitmekle, çalınmış olan malların  meydana çıkarılması güçleşmiş olursa da, itham edilen kişinin dövülmesi yoluna yönelmekle masum kişilere işkence etmek kapısı açılmış olur.

2-Kaybolmuş,  hayatta  olup  olmadığı  haberi   alınamayan  kişinin  karısı senelerce bekleyip kocasız yaşamakla mutazarrır olduğu zaman;    Mâlik'e göre, kocasından haber kesildiği andan dört yıl sonra evlenebilir. Burada Hz. Ömer'in görüşüne katılmış oluyor.

3-Yine Hz. Ömer'in görüşüne katıldığı diğer bir mes'ele de boşanan bir kadının aybaşı âdetiyle hesaplanacak iddeti o'nun senelerce hayız görmemesi yüzünden gecikmiş oluyor. İmam Mâlik, bu kadının normal gebelik müddeti olan 9 ay ile normal üç temizlenme süresi olan üç ay olmak üzere toplam bîr yıllık süre onun için iddet kabul edilerek, ondan sonra evlenmesine cevaz ve­rilir, demiştir. Bir önceki misâl'de kadının maslahatını gözönünde bulundur­dukları gibi bunda da kadının maslahatını aşağıdaki nassa riayet etmeye ter­cihle nass'a muhalefet etmiş oluyorlar. Bu kadın henüz aybaşı âdetinden kesi­lecek yaşa varmadığından dolayı ay hesabıyla iddetinin sayılması mümkün de­ğildir.

(336) «Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler (beklesinler). Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe inanı­yorlarsa Allah'ın, kendi rahimlerinde yarattığını (söylemiyerek) gizlemeleri onlara helâl olmaz. Kocaları bu bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almıya (herkesten) çok lâyıktırlar. Erkeklerin meşru sûretde ka­dınlar üzerindeki (hakları) gibi kadınların da onlar üzerinde (hakları) vardır. (Yalnız) erkekler onlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye malik­tirler. Allah mutlak galibtir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.» (Baka­ra : 228)

Hülâsa; Kitap, sünnet veya icma' ile öngörüldüğü bilinen şer'î bir maksadı korumanın «Masalih-i Mürselede» bulunduğu bir gerçektir. Ancak böyle bir maslahatın dayandınlabileceği muayyen bir delil yoktur. Dağınık emmareler, muhtelif alâmetler ve topyekûn dinî delillerin ruhuna uygun olduğu bilinmek­tedir. Muayyen bir esasa dayandırılmadığmdan dolayı «Mürsel (^= Salıverilen) Maslahat» denilmiştir. Böyle maslahata uymak hususunda fıkıhçılar arasında bir ihtilâf yoktur. Ancak diğer bir maslahata aykırı düştüğü takdirde ihtilâf ko­nusu edilir. Böyle bir durumda, hangi maslahat tercih edilecek?..

Istihsân bahsinde bundan biraz bahsetmiştik. Geniş izahat isteyenler, İmam Gazali'nin «Mustasfâ» adlı kitabının «eİ-Mesâlih'ül-Mürsele» bölümüne müra­caat etsinler.

Biz, Mâliki'n mezhebine ait kitaplar hakkında ilerde bilgi vereceğimiz za­man, onun bazı meselelerini anlatacağız.

Mâlik, Medine'de ikamet ediyordu. Oradan başka bir yere gitmedi. Bun­dan dolayı rivayet ettiği hadîsleri genellikle Hicaz âlimlerinden almıştır. «Mu-vatta'ı adlı kitabında Hicaz âlimleri dışında kalan râvilerden nadiren hadîs ri­vayet ettiğini görüyoruz. Muhtelif şehirlerde oturan âlimler ve halk, Ondan ha­dîs almak, Fıkhı mes'eleleri öğrenmek için Medine'ye giderek ondan istifade ederlerdi.

O'na en çok gidenler Afrika kıt'asından giden Mısırlılar, Mağribliler ve Endülüslüler idi. Zaten Afrika şimalinde ve Endülüs'te o'nun mezhebini yayan­lar da buralardan yanına gidenler idi. Biraz sonra anlatacağımız âlimler vasıta-sıyle de, o'nun mezhebi, Basra, Bağdat ve Horasan tarafına yayıldı. [123]

 

Mısırlılardan Medine'ye Giderek Mâlik'den İlim Alanlar

 

(Bunlar, o'nun mezhebinin umdeleri (direkleri) idiler.)

1- Ebu Muhammed Abdullah b. Veheb Müslim et-Kureşî (7ı. J25-197):

Mâlik, el-Leys b. Sa'd, Süfyan b. Uyeyne, Süfyan-ı Sevrî ve diğerlerinden hadîs rivayet etti. Fıkıh ilmini de Mâlik ve Lcys'dcn aidi. Hicrî 148. yılı Mft-lik'in yanma gelerek, îmam'ın vefatına kadar kalıp, devamlı bir surette ondan feyiz aldı. Kendisi Medine'ye gelmeden Önce Mısır'da ilmî çalışmalar yaptığı esnada, Mâlik'in kendisine yazdığı mektuplarda o'nun hakkında şu tâbirleri kul­lanmakla ilmî kudretini takdir ettiğini anlıyoruz: «Mısır fıkihçısı Abdullah b. Veheb'e...», «Müftî Ebu Muhammed'e...*. Halbuki Mâlik muhabere ettiği bun­ca âlimlere yazdığı mektuplarda böyle bir ifade kullandığına rastlamıyoruz. Ay­rıca ona yazdığı bir mektupta : «Ibn Veheb âlimdir, b cümlesini de buluyoruz, lbn Abd-il-Hâkem de: «O, Mâliki mezhebinde otoriterdir, ve İbn Kasim'dan daha fıkıhçıdır. Ancak takvası fetva vermesine mâni oluyor.» diyor. Esbağ da: «Ibn Veheb, Mâlik'in arkadaşları içerisinde Sünnet'i en iyi bilendir. Ancak be­ğenmediğim yönü, zayıf kişilerden (sika olmayan) de hadîs rivayet etmiş olma­sıdır.» O'na, «Divan-üî-llm» (ilim kütüphanesi) denirdi. Mâlik, diğer arkadaş­larına karşı çok ciddî davrandığı halde, ona karşı olan sevgi ve saygısını açık­lardı.

lbn Veheb bir ara; «Eğer Allah benî Mâlik ve Leys sayesinde kurtarmamış olsaydı, ben dalâlete sapmış olacaktım.» dediği zaman, «Nasıl?» diye soruldu. Kendisi şöyle cevap verdi: «Ben, çok sayıda hadîs öğrenmiştim. Aldığım ha­dîsler beni şaşırtmıştı. Ne yapacağımı bilemez duruma düşmüştüm. Bunun üze­rine durumu Mâlik ve Leys'e arzetmeye koyuldum. Allah razı olsun, bana ışık tuttular; «Şu hadîsi al, falan hadîsi terketı demekle beni içine düştüğüm şaş­kınlıktan kurtardılar.»

2-Ebu Abdilîâh Abdurrahman bin el-Kasım el-ltkî (h. ? - 291): Mâlik, el-Leys, tbn el-Mâcüşûn, Müslim bin Hâlid ve başkalarından hadîs rivayet etti. İbn Vchcb'den on küsur yıl sonra Mâlik'in yanına giderek uzun sü­re onun İlim sohbetinde bulundu. Ondan feyiz aldı ve Mâlik'in ilmine başkala­rının ilmîni karıştırmadı. Sürekli çalışması neticesinde, Maliki Mezhebinde oto­riter oldu. Kendisi ile İbn Veheb'in durumu, bir ara Malik'e sorulduğunda şu cevab alındı ; «ibn Veheb âlimdir. İbn Kasım da fıkıhçıdır.» Arkadaşı İbn Ve-heb, Ebu Sabİt'e; «Eğer sen Mâlik'in fıkhını öğrenmek istersen İbn Kasim'in yanına devam et ve ondan feyiz almaya bük. Çünkü o, devamlı surette Mâlik'in fıkhıyla meşgul olurdu. Biz başkalarının fıkhıyla da iştigal ederdik.» demiştir. Yahya bin Yahya da, «Mâlik'in ilmini en iyi bilen ve Maliki mezhebi konu­sunda en çok güvenilen zat İbn Kasım'dir.» demiştir.

3- Eşheb  bin Abditlaziz el-Kaysi el-Âmin el~Cad\ (h.  140-204):

Malik, Leys ve başkalarından hadis rivayet etti. Fıkhı da Malik, Mcditieh ve Mısırlı âlimlerden aldı. Şafiî: «Ben Eşheb'den daha fıkıhçı kimseyi görme­dim.d demiştir. Ibn-ül-Kasım, Mısır'dan ayrılarak Mâlik'in yanında ikamet ct-tİktcn sonra Mısır'ın en üstün âlimi Eşhcb oldu. Salınun'a, İbn Kasım ile Eş­heb'den hangisinin daha çok fıkıhçı olduğu sorulduğumla; "İkisi yanşan iki at gibi idi. Bazen Kasım Eşheb'i, bazen de Eşhcb Kasım'ı geçerdi.» diye cevab vermiştir.

4- Ebu   Muhammed   Abdullah   b.   Abdulhakem   b.   A'yan   b.   el-Leys (h. 155-224):

Mâlik, ei-Leys b. Sa'd ve İbn Üyeyne ve diğerlerinden hadîs aldı. Salih, sika, fıkıhçı, dürüst, halîm, muhakeme kabiliyeti kuvvetli ve Maliki Mezhebini iyi tatbik eden bir zat idi. Eşheb'den sonra Mısır'ın en büyük âlimi durumuna geçti. Kendisinin mensub olduğu «Abdülhakem» sülâlesi, Mısır'da hiç kimse­nin ulaşamadığı değer ve teveccühe mazhar oldu. Kendisi Şafiî'yi çok sever ve sayardı. Şafiî Mısır'a gittiği zaman ona misafir oldu. Kendisi son derece ona kıymet verdi ve hizmetiyle meşgul oldu. Hatta Şafiî, onun yanında vefat etti. Kendisi Şafiî'den hadîs rivayet eder, eserlerinden birer nüsha eliyle yazarak, gerek kendisi ve gerekse oğlu bunlardan istifade ederlerdi. Bilâhare oğlu Mu-hammed'i tamamen Şafiî'ye teslim ederek feyz almasına imkân sağladı. İbn Ka­sım, İbn Veheb ve Eşheb gibi büyük âlimler halka onu tavsiye ederlerdi.

5- Esbağ bin el-Ferec el-Emevî:

Mâlik'den hadîs almak için Medine'ye 'gittiği gün Mâlik vefat ettiği için ondan İstifade etme fırsatını bulamayınca İbn Kasım, ibn Veheb ve Eşheb'den ilim alarak en üstün talebesi ve arkadaşı olduğu gibi onun en yakını ve kâtibi idi. Eşheb'e; «Senden sonra kimi tavsiye edersin?» diye sorulunca; «Esbağ bin el-Ferec'e gidin.e demiştir. İbn el-Libâd der ki : «Fıkhın bütün yollarını Es-bağ'm prensipleri ile bulabildim.» Eşheb ve diğer hocaları henüz hayatta iken kendisinden fetva sorulurdu, ibn Muîn de diyordu ki: «Mâlik'in Mezhebini ve

görüşlerini Esbağ'dan daha iyi bilen hiçbir âlim yoktur. O, İmamın bütün mese­lelerini birer birer bilirdi.»

6- Muhammed  h.  Abdullah   b.  Abdulhakem  (h.   1K2-26H):

Babası (4. maddede geçen âlim), İbn Veheb, Eşheb, İbn Kasım ve Mâ­lik'in diğer arkadaşlarından hadîs aldı. Babası kendisini Şafiî'ye teslim ederek ders almasını istediği için kendisi uzun zaman Şafiî'nin ilim sohbetinde bulunup ders aldı. Gerek Şafiî'nin ve gerekse Esheb'in fıkhını en iyi bilen bir kimseydi, ibn Haris: «O, intisab ettiği mezhebi ve konuştuğu ilmî mes'eleler hakkında fı-kıhçı bütün âlimlere meydan okurdu. Garbdan ve Endülüs'ten, ondan ilim ve fıkıh almak için âlimler yollara düşerlerdi. Zamanının en büyük Mısır âlimi idi.

7- Muhammed b, İbrahim b. Ziyad el-tskenden (h,  180-269):

«İbn-ül Mevvâz» künyesiylc meşhur olan bu zat İbn el-Macüsûn, İbn Ab-dilhakem ve Esbâğ'dan fıkıh aldı. Genellikle Esbâğ'm yolunu tercih ederdi. Kü­çük yaşta iken İbn el-Kâsım'dan da hadîs rivayet etmiştir. Fıkıh sahasında kuv­vetli bilgiye sahip olduğu İçin, zamanındaki Mısır halkı onun fetvasına itimaıl ederdi. Şam'da vefat etti. [124]

 

Afrikalı Ve Endülüslü Olan Mâlikin Başlıca Arkadaşları

 

1- «Şebtûn*   lakabıyla anılan Ebu Abdillah  Ziyâd b.  Abdıtrrahman el-Kurtubî (h. ? - 193):

Mâlik'den «Muvattam dinlemiştir. nSima-u Ziyâd» adlı kitabında Mâlik'in vermiş olduğu fetvaları toplamıştır. Ayrıca, el-Lcys b. Sa'd ve İbn Uyeyne ve benzeri âlimlerden de hadîs rivayet etmiştir. Mâlik'in «Muvatta» adlı kitabını Endülüs'e idhâl ederek, orada fıkhı çalışmalar yapmıştır. Daha önce Muvatta, Endülüs'te yoktu. Ondan sonra Yahya b. Yahya, «Muvatta »ı Endülüs'te tanıt­tı. Medine âlimleri, Ziyâd'i,  «Endülüs fikıhçısı»  ismiyle anarlardı.

2-  İsa b. Dinar el-EtulüUisî (h. ? - 212):

Endülüs'ten Medine'ye giderek İbn el-Kâsim'dan ilim ve hadîs aldı. Ge­nellikle onun görüşüne bağlandı. Bilâhare Endülüs'e döndü. Zamanında Kurtu-ba'da Öncelikle fetva mercii kendisi idi. Doğudan döndüklen sonra Endülüs fıkıhçılarının riyaseti ona ait olmuş oldu. îbn-ül-Kâsim; onu fıkıh ve takva ile vasıflandırarak, sayar ve yüceltirdi. Emsali arasında Endülüs'te kendisinden da­ha fazla fıkıh ilmini bilen bir kimseyi görmezdi. Ibn-i Eymen; «Ülkemiz halkı­na şer'î mes'eleleri öğreten odur. Yahya bin Yahya, gerçekten yüce bir âlim, saygıdeğer bir şahsiyet olmakla beraber fıkıhta ona erişemezdi.» demiştir. Me­dine'den Endülüs'e döndüğü zaman İbn el-Kâsim kendisini üç fersahlık yol teşyi'  etti.   İbn  el-Kâsım'ın o kadar yol  onu  uğurlamasını  kınayanlar  olunca,

İbrı el-Kûsım onlara şöyle karşılık verdi: «Kendisinden sonra daha fıkihçı ve daha miittakî bir kimse kalmayacak bir adamı uğurlamamı kınıyor musunuz?» Tulaytulâ'da vefat etti.

3-Yahya b. Yahya b. Kesir eî-Leysî (h. 151-234) :

Gençliğinin ilk senelerinde Ziyâd b. Abdurrahman'ın yanında Malik'in «Muvatta'D kitabını okudu. 28 yaşına varınca Malik'in yanına giderek ikinci defa Muvatta'ı okudu. Yalnız «I'tikâf» bölümünü okumadı. Bu bölümde bulu­nan hadîsleri Ziyâd'dan rivayet ederdi. Kendisi, Malik'in vefat ettiği h. 179. yı­lında onunla mülakat yaparak ders almıştı. Bilâhare tekrar Endülüs'ten Medi­ne'ye giderek, bu seferinde yalnız İbn el-Kâsım'dan fıkıh vesâir bilgiler aldı. Ve kuvvetli bir ilimle döndüğü zaman, İsa b. Dinar'dan sonra Endülüs fetva işleri ikinci derecede ona yöneldi. Malik'in Mezhebi, yalnız İsa ve Yahya vasitasıyle Endülüs'te yayıldı. Yahya, ilminden daha çok ameliyle üstünlük kazanmıştı. İbn-u Lübabe; «Endülüs'ün en büyük, fıkıhçısı İsa b. Dînar, en büyük âlimi lbn-i Habib ve en lcuvvctli düşünürü Yahya'dır, d demiştir. Endülüs'teki muasır âlimlerin başında gelirdi.

4- AbdülmeTık b. Habib b. Süleyman es-Silmi (tu ? - 238):

Aslen Tulaytulâ'iı olan bu zatın dedesi Süleyman, Kurtuba'ya yerleşmişti. Bilâhare, babası haricîlerin çıkardıkları fitne esnasında el-Bîre'ye gidip ikamet etti. Kendisi önce Endülüs'te ilim tahsiline başladı. Hicrî 208 de Endülüs'ten Mısır'a geçerek orada Abdullah b. Abdülhakem, Esed b. Musa, Mutarraf İbn el-Macüşûn ve başkalarından sekiz sene hadîs tahsili ile zamanını değerlendir­dikten sonra muazzam bir ilimle h. 216 da Endülüs'e dönerek el-Bîre'ye yer­leşti. İlim ve rivayette sesi her tarafa yayıldı. Bu şöhreti yayılınca Halîfe Ab-durrahman b. el-Hâkem, onu Kurtuba'ya naklederek müftîler tabakasına dahil etti. Müftîler tabakasının başı sayılan Yahya b. Yahya ile beraber ikamet ede­rek, aralarında ilmî tartışmalar, münazara ve fikir taâtisi devam etti. Araların­da bazen çetin ve ciddî münakaşalar vukubulurdu. Yahya vefat edince, müftî­ler tabakasmın riyaseti tek basına ona kalmış oldu. Kendisi, Maliki Mezhebine ait fıkhın hafızı sayılırdı. Fıkıhta bu derece kuvvetli olduğu halde, hadîs saha­sında ilmi yoktu. Sahih ve zayıf hadîsleri birbirinden ayırdedemezdi. Fıkıhta imam (otoriter), olduğu gibi genel kültürü, özellikle edebiyat bilgisi iyi idi. İbn el-Mavvaz, onun ilmini ve fıkhını Övmüştür. «Kitab el-Vadîhe fi-s-Sünen ve-1-Fıkh» adlı kitap onun te'lifidir. Bundan başka muhtelif eserleri vardır. J— Tunuslu Ebu-l-Hasen AH b. Ziyâd (h. ? - 183):

Mâlik, Sevrî, Leys b. Sa'd ve başkalarından hadîs aldı. Afrika'da onun as­rında eşi yoktu. Kendisinden, Esed b. el-Furât, Sahnûn ve başkaları hadîs aldı. Mâîik'den «Muvatta'm ve birkaç kitabı rivayet etti, Sahnûn'a fıkıh öğreten ken­disidir. Sahnûn; Afrikalılardan, ondan daha üstün bir kimseyi tanımazdı. Kay-

ravan'daki âlimler, bir mes'elede ihtilâfa düştükleri zaman doğruyu bildirmesi için ona mektup yazarlardı. Sahnûn; «Eğer, Mısırlılara yapılan talep ve verilen imkân Ali b. Ziyâd için bulunmuş olsaydı, Mısırlıların hiç birisi ona yetişe­mezdi.» derdi.

6- Esed b. el-Furât (h. ? - 213) :

Aslen Nisâbur'lu olup, Diyarbakır'a bağlı Haran'da doğdu. Tunus'da bü­yüdü, önce Ali b. Ziyâd'dan fıkıh dersini aldı. Sonra doğuya giderek Mâlikin yanında tMuvatta'» ve başka kitapları okudu. Bir müddet sonra da Irak'a gi­derek Ebu Hanîfe'nin arkadaşlarından, Ebu Yûsuf, Muhammed b. el-Hasen ve Esed b. Amr'Ia görüşerek onlardan fıkıh ilmini aidi. Ebu Yûsuf da kendisinden Malik'in «Muvatta'»ıni aldı. Kendisi, ilerde bahsedeceğimiz, «el-Müdevvene» adlı kitabın yazandır. Bir askerî birliğin kumandanı ve kadısı olarak bulunduğu «Sarakusta» hisarında vefat etti.

7- Sahnûn lâkabıyle tanınan Abdüsselâm b. Sâid et-Tenûht (h. 160-240);

Aslen Humus'ludur. Babası Humus askerleri arasında Endülüs'e gittiği için Sahnûn, Kayrevân âlimlerinden ilim aldı. Bilhassa Tunus'a gittiğinde lbn-i Zi­yâd'dan çok istifade etti. Bilâhare, oradan da Mısır'a geçtiği zaman, Mısır'da İmam Mâlik ile İlim iştigal edenler arasında köprü görevini yapan ve Malik'in mezhebini Mağrib beldelerine yayan İbn el-Kâsım, İbn-i Veheb ve benzerleri gibi Mısır'ın seçkin âlimlerinden hadîs aldı. Bir müddet sonra oradan da Medi­ne'ye giderek, Malik'in vefatından sonraki döneme rastlayan bu seferinde, Me-dineli âlimlerden ilim aldıktan sonra h. 191. yılı Afrika'ya döndü,

Ebu-1 Arab : «Sahnûn, sika', hafız, fikıhçi ve âlim idi. Başkasınûa zor top-lanabîlen meziyetler onda içtima' etmişti. Başlıca meziyetleri; geniş ve üstün fıkıh ilmi, samimî ve dürüst takvası, hak yolda keskin kılıç olması, maddiyata iltifat etmemesi, giyecek ve yiyecekte sadelik ve cömertliğidir. Pâdişâhtan he­diye kabul etmezdi. Arkadaşları defalarca otuzar dinar gibi bahşişlerle mükâ­fatlanırken, kendisi buna hiç rağbet etmezdi.» der. İbn-u Kasım da; »Afrika'­dan Sahnûn gibi kimse yanımıza gelmedi.» diyor. Afrika'ya geldiği zaman tüm yüzler ona çevrildi. Gönüller onu sevdi. Onun zamanı yeniden ilmin canlanma başlangıcı oldu. Arkadaşları, Kayrevân halkının ışıklan durumuna geçti. Her­kesin güvenle kaynak saydığı «el-Müdevvene» kitabını te'Iif etti. 74 yaşında iken h. 234 yılında Afrika kadılığı (genel kadılık) nı deruhte ederek, vefatına kadar bu görevde kaldı. Kadılığı dolayısıyle, padişahtan ne bahşiş, ne maaş ve ne de herhangi bir nam altında bir şey almış değildi. Fakat, yardımcıları, yazı­cıları ve kadıları için ehl-i kitabın cizyesinden bir miktar alırdı. Sözle düşma­nına eziyet eden veya şahidlere müdahale eden, davacı ve davalıları dövdürür­dü. «Şahidlere taarruz edildiği zaman nasıl ifade vereceklerdir?» derdi. Kadıya müracaat eden taraflardan birisi şahide kusur isnad ettiği veya şahidlik niteli­ğini taşımadığını iddia ettiği zaman; Şâhidlerin durumlarını sen bana sor, hep-

sinin va/iyclini İyi bilirini. Sahicilerin kusurları oiup olmadığı ve gerekli niteliği taşıyıp taşımadığı hususlarına ben senden daha fazla titizlikle önem veririm. Sen, benim kadar ehemmiyet verme imkânına da sahip değilsin.» derdi. Boşa­ltı;! ve köleyi azad cime gibi şeylerle yemin edenleri, te'dip ederdi. «Allah'dan başkasıyle yemin edilmez.» diye bu yolu takip ederdi. Fastklığı gerektiren'suç­ları işleyenleri te'dip ederdi. Pazarlardan1 ve çarşılardan cezaya müstahak olan kişileri yakalatıp başka yerlere sürerdi. HaMt. onun bu prensibini bildiği için, çarşıdan uzaklaştırılmaya müstahak olan kişilerin isimlerini Üste halinde yaza­rak ona sunarlardı. Kendisi de ismi verilen şahısları birer birer çağırtarak, yap­tığı soruşturma neticesinde gerekli cezayı suçlu çıkanlara tatbik eder; mağdur veya mutazarrır olanların da hakkını arardı.

Mağrib beldelerinde Mâlik'in mezhebini neşreden âlimlerin en büyükleri, tanıttığımız zatlardır. Doğu illerinde Mâlik'in görüsüne katılarak, bizzat ken­disinden fıkıh İlmini alan belirli alim çıkmadı. Fakat kendisini görmeyen ve ondan ders almayan birçok üstün âlimler, onun mezhebine intisab ettiler. Do­ğu illerinde onun mezhebini yayan birkaç âlimi tanıtalım :

1- Ahmet b. el-Muazzel h. Gaylan el-Abdî:

Bu zat, Abdulmclîk b. el-Macûş'un ve Muhanımed b, Mesleme'nin arka­daşlarından olup fıkıhçı ve kelâma idi. Malik'in mezhebine ait fıkhı İyi bilen, fasuhat ve münazara kabiliyetiyle tanmmış edebiyatçı, fazilet, dindarlık, takva ve ibadetiyle çevresinde sayılan âlimlerden idi. Irak'ta Malik'in mezhebini on­dan daha iyi bilen, keza Hicaz ehlinin mezhebine onun kadar vakıf olan kim­se yoktu.  Doğu  beldelerinde kendisinin vasıtasiyle Mâliki Mezhebi yayıldı.

2- Ebu İshak ismail b. Ishctk b, ismail b. Haınmad b. Zeyd (h, 200-282):

Basra'da doğup büyüdükten sonra Bağdad'a yerleşti. Orada Ibn cl-Muaz-zePdcn fıkıh ilmini aldı. Ayrıca hadis ilmiyle iştigal etti. Kendisi; «Ben, iki adamla herkese karşı iftihar duyarım. Bunlar, bana fıkıh öğreten Basra'li Ibn el-Muazzel ile bana hadîs öğreten lbn el-Medinî'dir.D derdi. Mâliki olan Irak halkı, fıkhı ondan öğrendiler. Ebu Bekr b. el-Hatîb de «İsmail; fazıl, âlim ve çeşitli ilim dallarına vakıf bir zat idi. Mâliki Mezhebini iyi bilirdi. Mezhebine ait fıkhî mes'eleleri şerh ve izah ederek neticelendirirdi. Onun görüşünü savu­narak delillerini açıklardı. «EI-Müsned» ve Kur'ân ilimlerine ait müteaddit te'-liflcri vardı. Mâlik, Yahya b. Sâid el-Ensarî ve Eyyüb es-Sahtiyânî'nin hadîsle­rini toplamıştı.» der. Ebu ül-Velîd el-Bâcî de ietihad derecesine ulaşan ve muh­telif ilimleri cami' olan âlimleri anlatırken «Bu derece, Malik'den sonra yalnız kadı İsmail'e nasib oldu.» demiştir. İrak genel kadılığım deruhte etmek de he­men hemen yalnız ona nasib olmuştu. Bu arada Medâin ve Nehrevan kadılığı da ona bağlı idi. Bilâhare «Kadı-1 Kudat» makamına getirildi. Ebu Amr ed-Dânî; onun 32 yıl, başkaları da 50 küsur yıl kadılık ettiğini söylemişlerdir. Onun te'liflcri çoktur. Biz, bir kısmını ileride zikredeceğiz.

3- Efru Mervûn AbJülmeUk   h.  Abdülaziz b.  Abdullah  b.  Ebî Seleme el-Maciişün (h. ? - 212) :

Kurevs'len ojan bu zât, Malik'in en büyük arkadaştarmdandır. Macüşûn kelimesi, farscadır. «Gül bahçesip anlamınadır. (Başka manâlara da gelir.) Yü­zündeki kırmızılık dolayısıyle ona bu üııvân verilmiştir. Abdülmelik, fesahati kuvvetli iyi bir fıkıhçı idi. Vefatına kadar fetva mercii idi. Kendisinden önce de babası kuvvetli bir müftî idi. Ebu Mcrvân zamanında Medine halkının, tek müftîsi idi. Fıkıh ilmini babasından, Malik'den ve başkalarından öğrenmişti. Kendisiyle Şafiî konuştuklarında, ne konuştuklarını halk pek anlamazdı. İkisi de kuvvetli edib idiler. Çünkü Şafii, bâdiye (şehir dışında) de oturan Huzcyl kabilesinden, Ebu Mervân da badiye'de oturan Kelb kabilesinden fasih arapça ve edebiyat almışlardı. Yahya b. Eksem -Kadı Abdülmelik derya gibiydi. Ona atılan çamurlar, bulanüırmazdı.» der. Sahnûn da onu övüp, faziletlerini dile getirerek: «Ben, şu kitapları ona arzetmek üzere yola koyulup, yanına kadar gitmek isterdim. Onun, bu kitaplardan uygun gördüğünü ben de uygun görüp, reddettiğini ben de reddedecektim. Ama bir türlü gidip bu ar/uyıı gerçekleşti­remedim.» demiştir, lbn-i Hahib de onu çok överdi. Malik'in arkadaşlarının çoğundan üstün tutardı. Ahıtıed b. el-Mua/zcI. Ibn-İ Habib ve Sahilim gibi imamlar ile geniş bir halk kitlesi onun fıkhından istifade etli.

Yukarıdan beri size tanıtmaya çalıştığımız mübarek zatlar İmam Malik'in yüce arkadaşları olup, mezhebini etrafa yayanlardır. Onların, Malik ile olan münasebetleri, öğrencilerin hocalarına ve ravinin hüküm çıkarana karşı olan münasebetleri gibiydi. Çok az hususlarda kendisine muhalefet etmişlerdir. Ge­nellikle bunlar arasında görülebilen ihtilâf, ya Mâlik'den alınan rivayetteki ih­tilâfa veyahut Mâlik'den rivayet edilmiş olan nassların anlaşılmasındaki fark­lılığa dayanır. Bu ihtimaller dışında çok nâdir olarak, lbn-i Veheb ve İbn-ül Kasım ona muhalif kalmışlardır.[125]

 

Üçüncü Büyük İmam Şafiî   (H. 150 - 204)

 

Ebu Abdillâh Muhammed b. İdris b. el-Abbas b. Osman b. Safi* eş-Şafiî: Onuncu babası Abdi Menâf, Peygamberimizin dördüncü babası olan Abdi Menâf'tır. Annesi YemaiTlı  tEI-Ezd» kabiîesindendir. Annesi fitratan çok ze­ki bir kadın idi.

Askalân'a bağlı Gazze'de doğdu. Gazze, onun baba vatanı değildi. Baba­sı Idris, bir iş dolayısıyle oralara geldiğinde vefat etti. Oğlu Şafiî de bu vesile ile orada doğdu. Doğumundan iki yıl sonra annesi onu alıp baba vatanı Mek­ke'ye götürdü. Annesi yanında yetim olarak büyüdü. Çok küçük yaşta Kur'-ân'm tamamım hıfzetti. Sonra disarda oturan Huzeyl kabilesine gitti. Bu ka­bile Arapların en fasihlerinden idi. Birçok şiirlerini hıfzettikten sonra kuvvetli bir edib olarak döndü. Harem şeyhi ve müftîsi olan Müslim b. Halid ez-Zencî'-nin yanına devam ederek ilmî çalışmalarda bulundu. Ondan fetva iznini aldık­tan sonra, Medine hadîscisi ve imamı, Mâlik b. Enes'e tavsiye mektubunu ho­cası Müslim'den alarak Medine'ye hareket etti. Medine'ye gittiğinde Mâlik'in • Muvatta'» adtı kitabının tamamını hıfzetmişti. Mâlik'in yanına varınca Mu-vatta'ı ezbere okudu. Mâlik ona hayran kaldı.

Bu süre zarfında Müslim b. Halid'in fıkhını ve Hicaz ehlinin hadîs kay­nağı olan iki muazzam âlimin bildikleri hadîsleri aldı, Bunlar, Mekke hadîscisi Süfyân b. Üyeyne ve Medine hadîscisi Mâlik b. Enes'tir. Bunlardan başka di­ğer bazı zatlardan da hadîs aldı.

Şafiî servet sahibi olmadığı için geçimini sağlamak maksadı ile bir iş ara­maya mecbur kaîdı. Yemen kadısı Mis'âb b. Abdullah el-Kureşî, ona Yemen'de uygun bir iş bulduğu için bir müddet orada kaldı. O zamanın halîfesi Harun-u Ueşîd idi. İbn-i Abbas sülâlesinden olanlar ile Hz. AH sülâlesinden olanlar ara­sında rekabet ve hoşnutsuzluk vardı. Halîfe, Alevîlerin hareketlerinden ve yar­dımcılarından şiddetle sakınır, büyük endişe duyardı. Aşırı endişesi dolayısıy­le, evhamlı adam gibi su-i zanlarda bulunurdu. Yemen beldeleri Abbasîlere karşı husumet besleyen ve Şiîlik davasını gerçekleştirmeye çalışanların beşiği idi. Halîfe, Şafiî'yi de Şiîlikle itham ederdi. Yemen tarafındaki Şiîler hakkında yapılan ihbar neticesinde, Halîfe Şiîleri huzuruna celbettirdiği zaman Şafiî'yi de bunlar arasına katarak getirdiler. Bu olay h. 184 de vuku' buluyor. Şafiî'­ye, San'a kadısı Mutarraf b. Mazin tarafından Şiîlik ithamı yapıldığı söyleni-

yor. Şafiî'yi Şiîler araşma katarak Irak'a yollayan ise Yemen valisi Hammad el-Berberî idi. Hatta .halîfenin oturduğu Rakka'ya kadar yakalananların başın­da bizzat geldiği bir gerçektir.

Şafiî, bu itham dolayısıyle büyük bir tehlike ile karşı karşıya idi. Halîfe­nin yakınlarından el-adl b. er-Râbî; Şafiî'yi müdafaa ederek, İthamların asılsız olduğunu savundu.  Durum  anlaşılınca bu  tehlike  atlatıldı.  Şafiî'nin  savunması esnasında Şiîlik  ithamını reddederken  söylediği sözlerden birisi  bu idi :   «Şafiî amcam oğludur.» diyen (halife) i bırakıp da,     «Şafiî benim kölemdir.» diyen (Şiilerin lideri) e gider miyim?» bu söz, halifeye çok tesir ettiği İçin hemen onu serbest bırakarak, üstelik ona maddî yardımlarda bulundu. Bu fırsattan İstifa­de eden Şafiî,    Ebu Hanîfe'nin arkadaşı Muhammed b. Hasan eş-Şeybani ile görüştü. Irak fikıhçılarının kitaplarını görüp tetkik etti. Bu kitaplardaki bilgi­leri, hadîsçıler yolundan aldığı bilgilere kattı. Muhammed b. Hasan ile müte­addit münazaraları oldu. Halîfe  Harun-u Reşid'e kadar intikal eden bu mü­nazaralar onu da duygulandırarak memnun etti. Şafiî'nin kitapları münazara­larla doludur, Şafiî, bîr müddet sonra Mekke'ye dönerek, bir zaman orada ilmî çalışmalarını sürdürdü. Her taraftan «Kabe» ziyareti ve hacc için gelen âlim­lerle tanışıp görüşerek karşılıklı fikir teatisi yapılıyordu. Şafiî, orada da birçok münazaralarda bulundu.  Harun  er-Reşid'in  Ölümünden  sonra halîfe  Abdullah el-Emîn'in halifeliği zamanında h.  135 yılında tekrar Irak'a döndü. Bu kerre iTak  âlimlerinden  bir cemâat onun  etrafında  toplanarak,  ondan  ders  aldılar. «Kadîm» veya «Irakî» denilen mezhebini teşkil eden teliflerini o âlimlere yaz­dırdı. Irak'a yaptığı bu seferinde Muhammed b. Ebr. Hassan ez-Ziyâdî'nin ya­nında konakladı. Burada iki yıl kaldı. O esnada Muhammed b. el-Hasan ve­fat etmişti. Ebu Hanîfe'nin arkadaşlarından olan Iraklıların o esnadaki en bü­yük âlimi «el-Hasan b. Ziyâd el-Lü'lüî» İdi. Şafiî, ilk Irak'a yaptığı seferde ha­yatta olan Muhammed b. el-Hasan İle münazaralar yapmaya önem verdiği hal­de bu defaki gidişinde berhayat olan el-Hasan ile münazara yapmaya ehemmi­yet vermedi. Bir müddet sonra Şafiî, Hicaz'a giderken, Irak âlimlerinin çoğu onun mezhebine intisab etmiş, her tarafta övgü ile anılmış ve iyice meşhur ol­muştu. Hicrî 198 de Irak'a üçüncü defa sefer yaparak birkaç ay orada kaldık­tan sonra Mısır'a geçerek Fustat şehrinde Abdullah b. Abdülhakem'e aziz bir misafir olarak gitti. Abdullah ona çok değer verdi. O esnada Malikî Mezhebi iyice Mısır'da intişar etmiş, Mısırlı âlimlerin ekseriyeti ona mensup idi. Bizzat Mâlik'den ders ve hadîs alan  arkadaşlarından yalnız Şafiî'nin  konakladığı  ev sahibi Abdullah ile Eşheb hayatta kalmışlardı.

Mısır'da Şafiî'nin ilmî kudreti ve verimli çalışmaları büyük sonuçlarla mey­dana çıktı. «Cedide veya «MISRI» denilen mezhebini teşkil eden kitaplarını orada Mısırlı tilmizlerine yazdırdı. Vefatına kadar orada çalıştı. Vefat edince "Ben-î Abdülhakem kabristanına defnedildi. Mısırlılar onun değerini takdir et­tikleri için ölümünden önce ve sonra, onun yüceliğini bildirmişlerdir. Hicâzh olduğu halde onu Mısırlı saymışlardır. Yaptığı seferlerle mezhebini bizzat Hicâz,  inik   ve  Mısıra  yayan,  keza eserlerini  şahsen  yazıp  tilmizlerine yazdıran tek   imanı,  Şafiî'dir.   Diğer  büyük   imamların   höyle  bir şeyleri   bilinmiyor.

Şafii Mezhebinİn esası «Rl-lkuliyye Risalesi»nde tedvin ve tesbit edilmiştir. O, öncelikle Kur'ûn'ın zâhirleriyle amel ederdi. Ancak bir âyetin zahiri murad olmadığı bir delil ile sabit olduğu takdirde, âyetin te'vil ve yorumu ile amel eder. di. Kitaptan sonra ikinci dinî kaynak olarak sünneti kabul ederdi. Haber-i vahid ile amel etmeyi titizlikle savunurdu. Ona göre; râvisi sİkâ' (itimad edilir), al­dığını koruyucu olup, Resûlüllah'a muttasıl (ulaşan) olan hadîs için, başka bir şart aranmaksızın haher-i vahid durumunda olsa bile dikkata alınarak, onun­la amel edilmesi gerekirdi. Hatırlanacağı veçhiyle, haber-i vahid ile amel et­mek için Ebu Hanîfe ve arkadaşları, meşhur olma şartını; Mâliki de, onunla amel edilmiş olma şartını koşmuşlardı. Şafii, amel veya şöhret şartını haber-i vahidde aramazdı. Onun, haber-i vahidi müdafaa etmesi dolayısıyle hadîscİlcr nezdindc büyük bir değeri vardı. Hatta Bağdat halkı ona «Sünnetin yardım­cısı» derlerdi. O, sahih sünnete Kur'ân nazariyle bakardı, ikisine de uymayı gerekli görürdü. Bunlardan sonra üçüncü dinî kaynak olarak icnıa' ile amel ederdi. Onun nazarında icma', konu hakkında muhalefet edildiğinin hilinme-mesiyle oluşur. Çünkü onun nazarında, bir asrın bütün fıkıhçıhırmın konu hak­kında ittifak ettiklerini her müetehidden kesin rivayetlerle bilebilmek ve böyle bir icnıa'ın oluştuğuna vakıf olmak herhangi bir kişi için mümkün değildir. Da­ha önce onun bu husustaki görüşünü izah etmiştik. Kitap, sünnet ve icma'dan soma bir mes'ele hakkında bu üç kaynaktan kat"? delil bulunmazsa kıyas'a yö­nelirdi. Ona göre kıyasla amel etmek için mes'elenin mukayese edileceği mu­ayyen bir asl'ın bulunması şarttır. Irak fikıhçılarınm «îstihsânu dedikleri ve Mâlikîlerin «İstislâh» ismini verdikleri kaynağı şiddetle reddederdi. Kendisi de «İstidlal» ile amel ederdi, istidlal de, îstihsân ve İstislâh'dan pek uzak sayıl­mazdı. Şafiî, Hicâzliların fıkhı ile Iraklıların fıkhını ve Bedevilerin fesahatini haiz olmakla beraber, münazara üstünlüğü ve kuvvetli tahriratı ile eşsiz bir çı­ğır açmıştı. Onun tahrirattaki edebî kuvveti ve belagatı, Cahız ve emsali gibi o asrın en meşhur edebiyatçılarının  seviyesinden aşağı değildi. [126]

 

Şafiî'nin Arkadaşları Ve Mezhebinin Râvilerî

 

Şafiî'nin Iraklı ve Mısırlı arkadaşları vardı. Iraklı  arkadaşlarının bîr kısmını  tanıtalım :

1- Ebu Sevr İbrahim b. Halid b. el-Yemân el-Kelbî el-Bağdâdî (h. ? -240):

Önce re'y ehlinden idi. Iraklıların yolunda giderdi. Şafiî Bağdat'a gidin­ce, ona yöneldi ve ondan ilim aldı. Şafiî'nin mukallidi olmayıp, ona bir delil zuhur ettiği zaman Şafiî'ye muhalefet etmekle beraber yine de Şafiî fıkıhçila-

rından sayılır. Kendisi bazı şahsî görüşleri seçmekle, öze! bir mezhebi olmuş­tur. Bir ara onun mezhebine inlisab edenler de vardı. Fakat uzun süre varlığını devanı ettiremedi. Ebu Amr b. Abdüiberr; «O, güzel görüşlü idi, rivayet ettiği hadîslerde sika idi. Ancak Cumhûr'dan ayrıldığı birkaç meselesi vardı. Onu fı-kıhçılann imamlarından saymışlardır.» der.

Cumhûr'dan veya Şafiî'den ayrıklığı meselelerin bir kısmı :

1- Ölünün borcu, bütün fıkıhçılara göre vasiyyetinden önce ödenir. Yal­nız Ebu Sevr, aşağıda yazılı âyetin zahirini gerekçe göstererek, vasıyyetin borç­tan önce infazının gerektiğini söylemiştir.

(337) «...edilen vasiyyetten veya borçtan arta kalanın...» (Nisa*: 12)

2- Satılmış  olan  bir  malda  müşteri   tarafından  görülecek  sakatlık  dola-yısıyle iade edebilmesini, satış akdi esnasında bu imkânı açıkça söylemeye ve­ya mahallî örf ve âdete göre buna razı olmayı gösteren bir davranışa bağla­mıştır. Şafiî Mezhebine göre ise böyle fiili bir rıza olmasa bile müşterinin mal­da sakatlık gördüğü an geri çevirme yetkisine haizdir. Ancak bu geri çevirmeyi mazeretsiz geciktirirse, bu hakkı kaybeder.

3- Kıble yönünü bilemiyen iki kişinin yön tayinindeki kanaatleri değişik olsa dahi, herkes kanaat ettiği yöne doğru namaza durmak halinde bile, biri­sinin diğerine uyması caizdir. Halbuki ondan başka hiç bir fıkıhçı böyle bir şey söylememiştir. Birisinin diğerine uyabilmesi için kıble yönü tayininde aynı kanaate varmaları şarttır.

İbn-i Halkan, Ebu Sevr'in hicrî 246 da vefat ettiğini söylemiş ise de di­ğer tarihçiler h. 240 da vefat ettiğini yazarlar,

//- Şafiî'nin Iraklı arkadaşlarından birisi de Ahmed b. HanbeVâk. Onu özel bir bölümde tanıtacağız.

///- El-Hasan b. Muhammed b. es-Sabbah ez-Zrfferânt el-Bağdâdî (h< ? -260) :

Şafiî'nin «El-Kadîm» mezhebini rivayet edenlerin en kuvvetlisi ve Irak'ta te'lif ettiği kitaplarının yazıcısı idi. Aynı zamanda Şafiî'nin meclisinde okuma işini yürüten de o idi. Ahmed, Ebu Sevr ve el-Kerâbisî, onun,kıraatim dinle­yenlerden idiler. Aslen «Za'ferâniyye» köyünden olup, Bağdat'ın bir semtinde oturuyordu. Oturduğu semte ona izafeten isim verilmişti. Za'ferânî, Süfyan b. Üyeyne ve başkalarından hadîs dinledi. Buharı ve diğer hadîs İmamları ondan hadîs rivayet etmişlerdir. Yalnız Müslim, ondan hadîs rivayet etmemiştir. Şafiî, onun fesahatinin hayranı idi. Hatta onun fesahati hakkında; «Bağdat'da fesa-hatına hayran kaldığım bir nibtî [127] gördüm. Görüştüğümüz zaman kendimi Nibtî, onu da Arap sanırdım.»  demişti.

1V-Ebu Ali el-Hüseyin b. Ali el-Kerâbisî:

Önce Iraklıların mezhebine ait fıkıh ilmini tahsil ettikten sonra Şafiî fık­hına kendisini vererek ondan ve diğerlerinden hadîs dinledi. Şafiî, Za'ferânî eliyle yazdırdığı te'liflerini okutma icazetini de ona verdi. Kur'ân'ın mahlûk olup olmadığı konusu, Irak'ın aktüalite (günlük) mes'elesi haline geldiği sıra­larda, Kerâbisî; «Kur'ân'ı telâffuz (okuma) etmem işi mahlûktur.» sözünü sar-fettiğinden dolayı Ahmed b. Hanbel'in tenkid ve reddine maruz kaldı. Dolayı-sıyle bu olaydan sonra halk, ondan hadîs rivayet etmekten sakındı. Halkın bu tepkisi haliyle şaşılacak bir şeydir. Şafiî olan Muhammed b. Abdullah es-Say-râfî, talebelerine; «Kerlbisî ve Ebu Sevr'den ibret almiz. Kerâbisî, üstün bir âlim ve kuvvetli bir hadîs hafızıdır. Ebu Sevr ise onun ondabiri kadar âlim değildir. Kerâbisî, Kur'âtı mes'elesinde sarfettiğİ bir söz dolayısıyle Ahmed b. Hanbel tarafından tenkid edilmekle, halkın nazarından düştü. Ebu Sevr ise Ah­med b. Hanbel tarafından övülünce değeri kaî kat arttı,» diye nasihat etmiştir.

V- Ahmed b. Yahya b. Abdilaziz el-Bağdâdt:

Şafiî'nin arkadaşlarının ileri gelenlerinden ve Bağdat'da ondan ayrılmayan­lardan idi. Bilâhare, Ahmed b. Ebî Davut ile arkadaşlık etmeye başlayarak, onun re'yine tabi oldu. Ebu Asım; «O, fetva veren ve ibadetine düşkün hadîs hafızlarından biridir. Fakat Şafiî, onun kötü niyetli olduğunu bildiği için ki­taplarım ona okutmak istemedi. Kelâm ilmiyle meşgul olarak, netice itibariyle Mu'tezile'nin görüşlerine tabi olduğu için ehl-i sünnet nazarından düştü. îbn-i Sibkî; onun tuhaf ve münker bir takım fetvaları olduğunu beyanla der ki; «Ona göre, şarta bağlı boşamalar hükümsüzdür. Çünkü Mit'a (geçici) nikâhı, şarta bağlı olduğu için sahih değildir. Bunun gibi şarta bağlı olan boşama da böyle olmalıdır. Halbuki bu söz icma'a aykırı olup tamamen batıldır. Zahiriyye mez­hebine mensup olanların sözüne benzer. İbn-i Hazm, «el-Mahallî» kitabında açıkça belirttiği veçhiyle, Zahiriyye mezhebine göre bir adam, karısına «aybaşı geldiği zaman Sen boşsun» gibi şarta bağlı boşama yemini yaparsa, böyle bir yeminle kadın, ne o anda ve ne de aybaşı geldiğinde boşanmaz. Böyle bir söz ancak Zahirİyye Mezhebinde görülebilir.» [128]

 

Şafiî'nin Iraklı Arkadaşlarından Fıkıh Alanlar

 

I- Zahiriyye mezhebinin imamı Davut b. Ali: Bunu özel bîr  bolümde tanıtacağız.

II- Ebu Osman b. Sâid el-Emnaû (h. ? - 288):

Müzeni ve Rebî'den ilim aidi. Bağdat'da Şafiî'nin kitapları daha çok bu zât tarafından tanıtıldı, lbn-i Süreye de ondan fıkıh aldı.

III- Ebu-l-Abbas Ahmed b. Amr b. Süreye (h. ? - 306):

El-Hasen ez-Za'ferânî'den ve başkalarından hadîs aaln bu zât, Ebu'l Ha-sen el-Enmatî'den de fıkıh aldı. EI-Müzenî dahil, Şafiî'nin bütün arkadaşların­dan üstün tutulurdu. Eş-Şeyh Ebu Hâmid el-lsferânî; «Biz, fıkhın açık mes'e-lelerînde Ebu-l-Abbas ile başba.şa gideriz. Fıkhın inceliklerine gelince, o, bizi geçerdi. Münazara kapısını açarak haîka ilmî tartışma yolunu öğreten ilk âlim o idi. Dörtyüz kadar eser yazdığı söylenir. Kendisi ile Zahiriyye imamı Davut b. Ali ve oğlu Muhammed arasında meşhur münazaralar cereyan etti.

IV-9İbn-ul Kadît diye meşhur olan Ebu-l-Abbas Ahmed b. Ebî Ahmed et-Tabarânî (h. ? - 335) :

Fıkıh ilmini lbn-i Sürcyc'den aidi. Telhîs, Miftâh ve Edeb-ül-Kadî başta olmak üzere meşhur telifleri vardır. Usul-ül-Fıkıh ilminde de eser vermiş ger­çekten yüce bir imam idi.

V-Ebu Ca'fer Muhammed b. Certr et-Taberî: Bu zâtı da özel bir bölümde tanıtacağız. [129]

 

Şafiî'nin Mısırlı Arkadaşları

 

I- Yûsuf b. Yahya el-Buveyti el-Mısrî (h. ? - 231):

Şafiî'nin Mısırlı arkadaşlarının en büyük âlimidir. Fıkıh ilmini Şafiî'den aldığı gibi, hadîs ilmini de ondan ve ayrıca Abdullah b. Veheb gibi zâtlardan almıştır. Şafiî'nin sözlerini Özetleyerek yazmış olduğu «el-Muhtasâr» adlı eseri meşhurdur. Şafiî, fetva hususunda ona güvenerek, bazı mes'eleleri kendisine havale ederdi. Son hastalığında da, Ölümünden sonra kendi arkadaşlarım kol­lama işini, ona bıraktı. Şafiî'nin vefatından sonra, yetiştirdiği fıkıhçı imamlar, muhtelif şehirlere giderekler tarafta Şafiî ilmini yaydılar.

Kur'ân'm mahluk olup olmadığı mes'elesi ile ilgili çıkan fitne dolayısıyla Bağdat'ta atıldığı zindanda vefat etti.

II- Ebu İbrahim İsmail b.  Yahya el-Müzenî el-Mısrl (h. 175-264):

Gençliğini ilim tahsili ve hadîs rivayetiyîe değerlendirerek h. 199 da Şa­fiî Mısır'a gelince, ondan fıkıh almaya başladı. Ebu lshak eş-Şîrazî; «O, zühd-ü takva sahibi, âlim, müetehid, münazara kabiliyeti kuvvetli, konuşmalarını delil­lere dayandıncı, ince ve derin mes'elelere nüfuz eden bir zat idi.» der. Şafiî de :   «Müzenî, mezhebimin yardımcısıdir.»  demiştir.  Şafiî  Mezhebinin  medarı

(dönüm noktası) onun te'Iif ettiği eserlerdir. Irak, Şam ve Horasan'dan çok sa­yıda âlim  ondan ders  aldılar.

Müzeni, bazı zaman hocasının mezhebine muhalefetle şahsen bir görüş se­çer. Fakat Şafiî âlimleri, onun seçtiği mahdut görüşlerini mezhebte yerleşmiş oları fetvalar olarak saymazlar. Zaten Müzeni, birkaç mes'elede böyle davran­mıştır.

III- Er-RebY b. Süleyman b. Abdiikebbâr el-Murâdî (h.  174-270):

Mısır'ın «el-Cami-ül Atık» adlı camiin müezzinliğini yapan bu zat, Şa­fiî'nin hizmetiyle meşgul iüi. Onun eserlerini rivayet eder, kitaplarındaki ilmî mes'eleleri anlatırdı. Sağlam ve hafızası kuvvetli ravilerden sayılırdı. Hatta ken­disi ile Müzenî arasında bir rivayette ihtilâf olsaydı, Şafiî'nin arkadaşları onun rivayetine öncelikle yer verirlerdi. Halbuki; Müzenî yüksek ilmi, diyaneti ve rivayetinin kaidelere uygunluğu ile herkes tarafından takdir edilen yüce bir değer taşırdı. Şafiî'nin kitaplarından istifade etmek için Rebî' ile görüşmek için her taraftan Mısır yolunu  tutanlar olurdu.

IV- Harmala b. Yahya b. Abdullah et-Tecîbî (h. 166-243):

Şam yüce bir İmam idi. Hadîslerinin çoğunu İbn-i Vcheb'den aldı. Fıkıh ilmini de Şafii'den Öğrenerek, onun mezhebine ait birkaç kitap yazdı. Eşheb onun hakkında; «Bu mescit ehlinin en hayirlisıdır.» derdi.

V- Yunus bin Abdüta'la es Saâefl el-Mtsrî (h. 170-264):

Hadîsleri, Süfyan bin Uyeyne, İbn-i Veheb ve başkalarından aldı. Fıkıh ilmini de Şafiî'den öğrendi. Mısır âlimlerinin başı sayılırdı. Şafiî onun hakkın­da; «Ben Mısır'da Abdüla'la oğlu Yunus'tan daha dirayetli kimseyi görmedim.» demiştir.

VI- Haddad lâkabıyle tanınan Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed (h. 264-345):

Müzenînin vefat ettiği gün o doğdu. Kur'ân hıfzında eşsizdi. Fıkıhda as­rının İmamı ve lügat ilmînde geniş derya idi. Derin manâlara nüfuz etmek ve kıyas yoluyle şer'î hükümleri çıkarmak sahasında, tek adam olduğu hususunda herkes ittifak halinde idi. Hiç kimse ona yetişmemiştir. «Kİtab-ül Bahir fi'l-Fıkh» ve «Kitab-u Edeb-il Kadı» adlı kitaplar onun eserlerindendir. Kadılık il­mini çok iyi bilir, Mısır'ın ziynetiydi.

Tanıttığımız bu zâtlar, yazdıkları eserlerle çevrelerine ve âlimlere, ilmini yayan ve mezhebini tanıtan, onun arkadaşlarının en meşhurlarıdır. Bunlardan başka birçok arkadaşı (talebesi) vardır. Mâlik'in arkadaşları gibi Şafiî'nin ar­kadaşları da ona çok az muhalif kalmışlardır. [130]

 

Dördüncü Büyük İmam Ahmed Bin Hanbel  (H. 164 - 241)

 

Aslen Merûzden Zühlî kabilesinin Şeybân kolundan, Hilâi'm torunu olup Bağdat'da doğmuştur. Heşîm ve Süfyân b. Uyeyne tabakasına dahil olan hadîsciLcrîn en büyüklerinden hadîs aldı. Buharı, Müslim ve onların tabakasından olan hadîsciler de ondan hadîs aldılar. Çok hadîs bilip hıfzettiği için, muasır hadîs ehlinin imamı sayılır. Şafiî: «Ben, Bağdat'dan çıktığım zaman, Ahmed b. Hanbel'den daha âlim ve daha faziletli bir kimse bırakmadım.» der. Şafiî Bağdat'da olduğu zaman, ondan fıkıh alarak Bağdatlı tiimizlerinin en büyüğü durumuna varan Ahmed b. Hanbel, bilâhare müstakil ietihad yapmaya başladı. O da Şafiî gibi senedi sahîh olan haber-i vahidle şartsız amel eden hadîs eh­linin müctehidlerindendir. O, Sahâbîİerİn sözlerini, kıyasa takdim eder. Onu, hadîs ricalinden saymak, fıkıhçilardan saymaktan daha uygun olur. Yazdığı «Müsned», oğlu Abdullah'ın kendisinden rivayet ettiği kirkbin küsur hadîsi İh­tiva eder. Usûl ilmine ait «Kitab-u Taat-ir Resul», «Kitab-ün-Nasihi ve-I-Men-sûh» ve «Kitab-ül-tlel» adlı eserleri vardır.

Onun mezhebini rivayet edenlerin en meşhurlarından birisi «Esreme lâka­bıyle tanınan Ebu Bekir Ahmed b. Muhammed b. Hanî'dir. Hanbelî Mezhebi fıkhına ait «Es-Süneno ve hadîste «Eş-Şevâhid» adlı kitapları biliniyor. Han­belî Mezhebi ravilerinin diğer bir meşhur siması da «Kitab-us Sünen bî Şevâ-hid-il Hadîs» adlı eserin yazan Merûzli Ahmed b. Muhammed b. el-Haccac'dır. Üçüncü meşhur ravisi de arkadaşlarının ileri gelenlerinden olup, «Kitab-us Sü­nen fi-I-Fıkhî» isimli kitabın müellifi MerûzÜ olup İbn-i Rahiveyh künyesiyle bilinen, İshak.b. İbrahim'dir,

Kur'ân'm mahlûk olduğu yolunda halife Me'mun'un yaptığı teklife karşı çıkarak, meşhur direnmeye yılmadan devam eden tek zât, yüce imam Ahmed b. Hanbeldir. Çünkü Me'mun'un çağrısına karşı duramayan bazı hadîs ricali, mahlûk olduğu yolundaki halifenin iddiasına ister istemez boyun eğdiler. Fa­kat kendisi, çağrı ve baskı yapmanın başladığı hicri 218 den 233 e kadar ya­pılan devamlı ısrar, baskı, eziyet ve işkencelere rağmen bu yüce âlim, en ufak bir taviz veya fedakârlık etmeden metanetini korumuştur. Nihayet halife el-Mütevekkil iş başına gelince, halkın îtikad ve inanç hürriyetine saygı göstere­rek, devam edegden bahis konusu teklifi bertaraf etmekle imama baskı yapmak

sona erdi. Onun görüş ve direnişindeki isabet ve hata durumunu nazara almak­sızın, bu olay Ahmed b. Hanbel'i şereflendirerek bütün âlimlerin önünde üstün bîr dereceye yükseltti. Çünkü insanı en yüce şeref mertebesine yükselten en büyük meziyet; iman ve itikadını koruma yolunda her türlü eziyet ve işkence­lere göğüs germektir.

Tedvin edilerek bu güne kadar varlığını koruyan ve Cumhur tarafından tasvip edilerek her tarafta yayılan meşhur dört mezhep imamları saydığımız bu dört zâttır. [131]

 

Şiilerin İmamları

 

Bu devirde Şiilerin Zeydiyye ve îmamiyye isimli iki mezhebi yayılmıştır. Zeydiyye' mezhebine mensup olan Şiîler, Hz. Hüseyin'in oğlu Ali (Zeynel Abİ-dîn Vef: h. 94) nin oğîu Zeyd (h. 80-122) i imam kabul ederler. Bu zât, Kû-fe'de halife Hişâm b. Abdülmelik'e h. 122 de karşı çıkmıştı. Bu mezhebe men­sup Şiîler, zaman zaman Emevîlere ve Abbasîiere karşı ayaklanarak, hilâfet id­diasında bulunmuş ve Tabaristan (İran) bölgesiyle Yemen mıntıkasında bazı başarılar elde etmişlerdir. Bu mezhebin prensiplerinden birisi; halifenin mücte-hid olması şarttır. Bunun içindir ki, onlar arasında fıkıh d a re'y sahibi olarak birçok müctchid imamlar çıkmıştır. Onların en meşhurları şunlardır:

I- Hasan b. Ali b. Hasan b. Yeziâ b. Ömer b. Ali (Zeynel Abidîn):

Zeydiyye Mezhebine ait kitaplar yazarak fıkıh kitaplarındaki sırayı takip etmiştir. Abdest, gusiil, ezan v.s, bölümleri gibi...                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     

II- Hasan b. Zeyd b. Muhammed b. İsmail b. Hasan b. Zeyd (Hz. Hasan'ın oğlu);

Bu zat, iyi âlimlerden idi. Tabaristan bölgesinde h. 250 de halifeliğini ilân ederek h, 270 de vefat edinceye kadar bu mıntıkayı idare etmiştir. «Kutab-ul Beyânı ve fıkıhta «Kitab-ul Camı'» ve. başkaca eser yazmıştır.

III- Yemen'de tSa'dâ* şehrini k. 246 dan 280 e kadar elinde tutan Ka­sım b. İbrahim el-Alevî:

Aslen Küfe dolaylarında Bersî köyünden olup, «Kitab-ül-Eşribe», «Kİtab-ül-Eymân ve-n-Nüzûr» gibi eserleri vardır. Zeydiyye mezhebinin «KASIMIY-YE» kolu ona dayanır.

IV- Yemen'de *Sa'da> şehrini h. 280-290 yıllarında idare eden, el-Hadi Yahya b. Hasan el-Kasım b. İbrahim:

Zeydiyye mezhebinin «HÂDEVÎYYE» kolu ona dayanır. Fıkıhta yazmış olduğu bir eseri vardır. Bu devrin birçok âlim ve hadîsçisi halifelik mes'elesin-de Zeydiyye'nin benimsediği müctehidlik şartına taraftar idiler.

Yemen şehirlerinin çoğu Zeydiyye Mezhebine mensup İdiler. Şiî mezhep­leri içerisinde Cumhûr'un mezheblerine en yakın olanı Zeydiyye Mezhebidir.

Çünkü halifeliğin, Hz. Peygamberden sonra Hz, Ali'nin hakkı olduğu görüşün­de olmakla beraber, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ümer'e pek dil uzatmazlardı.

İmamiyye Mezhebine mensup olan Şiilerin bu devirdeki en büyük imamı Câ'fer-i Sadık (h. 80-148) tır. Bilindiği gibi bunlar on iki imama inanırlar. Câfer-i Sadık, inandıkları on iki imamdan 6.sı ve Ehl-i Beyt-in büyüklerinden-dir. Çok doğru sözlü olduğu için ona «Sâdık» lâkabı verilmiştir. Ebu Hanîfe, Malik b. Enes ve birçok Medîneli âlim, ondan çnk sayıda hadîs rivayet etmiş­lerdir. Fakat Buhârî, ondan rivayet edilen hadîsleri almamıştır. Bu mezhebin fıkhı, kendisiyle babası Muhammcd Bâkır'a dayanmaktadır. Bu devrin en bü­yük yazarları Ebu-n-Nadr Muhammed b. Mes'ud el-Ayyâşî, Ebu Alî Muham-med b. Ahmet el-Cüneydî'dir. Aralarında gerçekten büyük şöhret kazananlar­dan, ZÜrâre b. A'yan, fıkıh, hadîs, kelâm ve Şiîlik bilgileri hakkında onların ileri gelenlerindendir. O, Muhammed Bâkır'm arkadaşlarındandır. Oğullan Ha­san ve Hüseyin de Câ'fer-i Sadik'ın arkadaşlarındandır.

Başlıca görüşleri: «İmamlar, ma'sum (günahsız) durlar. Hz. Ali, Peygam­berin vasisidir. Ona özel mahiyette şeriatın zahirini ve gizlisini bildirmiş, Hz. Ali de o bilgileri kendisinden sonra gelen imama aktarmıştır. Bu nedenle imam­ların sözleri, Sâri tarafından gelen nasslnr gibidir. Hükümlerin rc'y ve ietihad-la bilinmesi mümkün olmayıp; ancak ma'sum imam tarafından bilinebilir. İmam­lardan olmayanların sözlerinin bir değeri olmadığı içm icma', dinî kaynak de­ğildir. Re'yle dinî hükümler bilinemediğinden, kıyas da kaynak olamaz. Düşman tarafından gelecek serden sakınmak için, kişinin hakikî itikadını gizleyerek düş­manın arzuladığı bir inançta görünmesi caizdir. Bu davranış ve görünüşe «Takiyyet» denir.»

Bu mezheb mensupları «Takıyyetni bir prensip haline getirdikleri için, imamlarından yapılan rivayetler muhtelif olunca, Cumhûr'un görüşüne uygun düşen rivayetlerin «Takıyyet» yolu ile söylendiğini kitaplarında yazarlar.

Şer'î hükümlerin çıkarılmasında siyasetin etkili olduğunu, lmamiyye Mez­hebinin, baba anne bir amcaoğlunun mîrası ile ilgili hükümde görüyoruz. Şöyle ki; lmamiyye Mezhebine mensup olanların hepsi, ittifakla derler ki: «Mirasta ölüye yakınlık esastır. Ölüye yakın olan akrabası yarken uzak akrabaya mîras-cılık hakkı verilmez.» Bu noktadan hareketle, ölünün dayısı varken, baba anne bir amcaoğlunu mirasçı kılmazlar. Çünkü dayı, iki derece, amcaoğlu ise üç de­rece ile ölüye ulaşır.

Diğer taraftan baba anne bir amcâoğîunu, baba bit amcaya takdim ede-rek; «O, varken bu,' mirasçı olamaz.» derler. Burada bir önceki mes'elenin ter­sine üç derece ile ölüye ulaşanı iki derece ile ölüye ulaşana tercih ederler. Ge­nel prensiplerine aykın düşen bu hükmü, siyasî mülâhaza ile çıkarmışlardır. Bü­tün maksatları, Peygamberin baba anne bir amcası oğlu olan Hz. Ali'yi, Pey­gamberin baba bir amcası olan Hz. Abbas'a takdimle mîrasçıhk hakkını Hz. Ali'ye verdirmektir[132]

 

Cumhurun Reyine Aykırı Olan Bazı Görüşleri

 

1- Teyze-ycğcn veya hala-ycğen durumunda olan  iki kadın, bir erkeğin nikâhı altında beraber bulunabilirler. F.ğcr ilk kadın teyze veya hala durumun­da ise, yeğen durumunda olan kadını, ikinci kan olarak nikahlamak İçin, ilk karının bu işe muvafakat etmesi şarttır. Şayet bunun tersine ilk karı, yeğen ise ikinci karı olarak teyzesi veya halası ile evlenmek için yeğen olan birinci ka­rının izni aranmaz.

2- Ehl-İ kitab olan Hıristiyan ve Yahudi kadınla evlenmeyi haram sa­yarlar. Evlenmeyi mubah kılan nassın aşağıdaki âyetle mensûh okluğunu iddia ederler.

(338) «...İnkarcı kadınları nikâhınızda tutmayın...»» Münıtahine: 10)

Halbuki bu âyet, mühtedî olanların nikâhı altında bulunan müşrik kadın­ların küfürde İsrar etmeleri halinde, evlilik hallerinin devammin yasaklanması hakkındadır.

3- Hasta adam ailesini boşayamaz. Fakat evlenebilir. Ancak evlenip ger­değe girerse akdedilen nikâh sahihtir. Aksi takdirde o hastalığında ölürse nikâ­hı batıldır, kadına mehir ödeme durumu ve mîras hakkı yoktur.

4- Süt emme dolayısıyle evlenmenin yasakhği aşağıdaki şartların tümü­nün gerçekleşmesine bağlıdır. Şartların tamamı veya bir kısmı tahakkuk etmezse, süt emme evlenmeye engel değildir. Şartlar:

  1. a)Emzirmenin yirmi dört saat süreli veya ard arda onbeş defa tekerrür etmesi;
  2. b)Sütün aynı kadından emilmesi;
  3. c)Süt emziren kadının, kişilere emzirdiği sütünün aynı kocadan olması;
  4. d)a şıkkında belirtilen süre veya sayılar esnasında, başka bir kadının sü­tünün emilmemesi.

Allah'ın kendi Kitabında ve Resulünün hadîslerinde meşru' kıldığı bo­şama, kadmin aybaşı âdetinden temizlendikten sonra cinsî münasebet yapılma­dan âdil iki erkeğin huzur ve şahidliği ile, bir talâk ile boşamaktır. Böyle boşadiktan sonra, kadın üç defa aybaşı âdetini görmedikçe, boşayan erkek, rücu' (boşama -.yemininden  pişmanlık duyarak eşine dönmesi) etme hakkını haizdir. Bu hakkını kullandığı takdirde, kadın, iki talâk ile onun nikâhı altında devam eder. Şayet boşama tarihinden itibaren kadın üç defa aybaşı âdetini görünceye kadar eşi rücu' hakkını kullanmazsa, artık kadın serbesttir. Arzu ederse, bo­şayan erkekle tecdidi nikâh suretiyle yine birleşebîlir, o zaman iki talâkla ni­kâh devam eder. Kadın bunu istemezse, dilediği başka bir erkekle evlenmeye yetkilidir.

Yukarıda belirtilen şekilden başka türlü yapılan boşamalar hükümsüzdür.

6-Boşama, beşinci maddede belirttiğimiz gibi aybaşı âdetinden temizlen­miş ve cinsî münasebet yapılmamış oîan kadına hitaben, âdil iki erkeğin huzu­runda, eşinin «Sen boşsun» veya alddetine başla!  sözü ile gerçekleşebilir. Baş­ka türlü boşama yeminleriyle, kadın boşanmış sayılmaz. Meselâ: «Sen bana haramsın, kesinlikle seni boşamışım, seninle, ilişkim yoktur, sen serbestsin. ı ve benzeri sözlerle yapılan boşamalar hükümsüzdür.

7- Bir mecliste yapılan üç talâkla boşama bir talâk hükmündedir. Şiilerin imamlarının sözlerine atfen bağlı bulundukları görüşlerden birkaç tanesini söylemekle iktifa ediyoruz. [133]

 

Mensubu Kalmamış Olan Mezhebler

 

Fıkha ait bazı mezhe"bler, zamanında revaç görmüş, bir süre ona tabi olan­lar varlıklarını korumuşlardır. Bilâhare tutulan diğer mezhebler çevreye hakim olunca, ekalliyette kalan bu mezheb mensupları da hâkim durumunda olan di­ğer mezheblcre uymakla azınlıkta olan mezheblerin mensupları katmamıştır. Bu nev'i mezheblerin en meşhur imamları:

I- Ebu Amr Abâurrahman b. Muhammed eî-Evzâî (h. 88-157):

Evzâ, Yemen mıntıkasında bir yerin veya Şam'ın Ferâdiz kapısının yolu üzerinde bulunan bir köyün adıdır. İmam Evzâî, oraya bir ara gittiği için bu ismi almşıtır. Sülâlesi, Ayn-ut Temr esirlerindendir. Kendisi Lübnan'ın Bâlebek şehrinde doğmuştur. Gençliğinde hadîsle iştigal ederek, Atâ b. Ebî Rebbah, Zührî ve onların tabakasına dahil zâtlardan hadîs aidi. Hadîsçilerin en büyük­leri de ondan hadîs almışlardır. Evzâî, tahriratı kuvvetli, akıcı üsluplu olup, seçkin risaleler vermiş yüksek bir edebiyatçı idi. Velid b. Mirsed der ki: Kah­kaha ile güldüğünü görmedim.» Evzâî'nİn söylediği bir iki sözünü alalım: «Al­lah, bir kavra için şer dilediği zaman, onlara mücadele kapısını açar ve çalış­madan alıkoyar.» «İbadet maksadı dışında fıkıh öğrenenlere ve şüphelerle ha­ram şeyleri helâl göstermeye çalışanlara yazıklar olsun!»

Abdullah b. Ali, Şam'a gidip Emevîleri katlettiği zaman, çağırttığı Evzâî'-nin, mülakatında gösterdiği cesaret meşhurdur. Şöyle ki: Abdullah b, Ali, as­kerleri başında, kılıçları çekümiş vaziyette Evzâî'yi huzuruna celbettirerek; «Emevîlerin kanlan hakkında ne dersiniz? Bunları öldürmemde bir günah var mı?» diye sorunca, Evzâî: «Onlarla aranda bir takım ahidler vardı. Ahidlere sâdık kalman gerekirdi.» diye cevap verir. Abdullah b. Ali; «Ne münasebet! Ben, hiç bir ahid ve yükümlülük altında kendimi görmüyorum ve böyle bir şey tanımıyorum.» şeklinde konuşunca, Evzâî; ölümle karşı karşıya geldiğini, ölmek istemediğini, fakat o ara, âhiret günü Yüce Allah'ın huzuruna çıkaca­ğını ve uhdesinde taşıdığı manevî sorumluluğu mülâhaza (düşünmek) edince, bi­lâhare anlattığı veçhiyle kendisini tutamıyarak,    ben şöyle söyledim,    diyor:

«Emevîleri öldürmek ve onların kanını akıtmak, sana haramdır.» Bundan son derece öfkelenen, boyun damarları şişen ve gazaptan gözleri tuhaflaşan Abdul­lah : «Vay zavallı! Neden onları öldürmek bana haram olacakmış?» diyerek hiddetini açıkça gösterdi. Evzâî diyor ki, o zaman ona şöyle cevap verdim; «Re-sûlüllah şöyle buyurmuştur:

«Müslümanın kam ancak üç şeyden birisiyle helâl olur; bekâr olma­dığı halde zina eden, adam Öldüren (bazı şartlarla) ve mürted olan.»[134]

Bunun üzerine Abdullah; «Halifelik, dînen bizim hakkımız değil mi?» di­ye sorunca, Evzâî; «Nasıl dînen sizin hakkınız olur?» diyerek hakkın isbatını istedi. Abdullah şöyle karşılık verdi: «Resûluîlah, halifelik mes'elesi hakkında Hz. Ali için tavsiyede bulunmadı mı?» Bunun üzerine Evzâî; «Eğer Resûİül-lah'm Hz. Ali'ye bir tavsiyesi olmuş oîsaydı, o, hakemler işine girişmiyecekti.» şeklinde cevap verdikten sonra Evzâî diyor ki; son derece hiddetlenen Abdul­lah, konuşmasını kesti, ben de başımın hemen uçurularak önüme düşeceğini bekler durumda idi. Çünkü kılıçlar çekilmiş vaziyette parlıyordu. Bir ara bir sessizlik o sahaya hâkim oldu. Biraz sonra eliyle işaret ederek; «Bunu huzu­rumdan çıkarın» demek istedi. Ben de çıktım.

Evzâî, kıyastan hoşlanmayan hadîs ehlinden idi. .Şam ehli, onun mezhe-biyle amel ederlerdi. Şam kadısı onun mezhebine mensup idi. Bilâhare, Eme-vî sülâlesinden Endülüs'e gidenlerle beraber, Evzâî Mezhebi de Endülüs'e in­tikâl etti. Bir müddet sonra onun mezhebi Samda, Şafiî Mezhebi karşısında ve daha sonra Endülüs'te Mâlikî Mezhebi karşısında eridi. Onun mezhebinin men­suplarının kalmâyışı h. 3. asrın ortalarına tesadüf eder.

II- Zahirî lâkabıyîe meşhur, Ebu Süleyımn Davud &. Ali b. Halef el-tsbehâtû (h. 202 - ?) :

Kûfe'de doğup, îshak b. Râhıveyhî, Ebu Sevr ve diğerlerinden ilim aldı. Herkesten daha çok Şafiî'nin hayranı idi. Şafiî'nin faziletleri ve meziyetleri hak­kında iki kitap yazmıştır. Zamanının Bağdat âlimlerinin başında gelirdi. Son zamanlarda kendisine has bir mezheb te'sis etti. Onun mezhebinin esası; Kitab ve sünnetin zahirîyle amel etmektir. Ancak yine Kitab, sünnet veya icma'dan olan bir delil varsa, ilgili âyet veya hadîsin zahirîyle amel etmek terkedilebilir. Ve böyle bir âyet veya hadîsin zahirinin kastedilmediğini bildiren delilin ışı­ğında kastedilen manâ ile amel edilir. Kitab ve sünnette nass bulunmadığı za-

nı:ın icma' ile amel edilebilir. Kıyası kökünden terk etmiştir. O, diyor ki: «Ki-îab ve sünnetin nasslannm umumîliğinde her sorunun cevabı vardır.»

Davud, birçok kitab tasnif etmiştir. -Bunların bir kısmı fıkha aittir. Usûle ait başlıca eserleri: «Kitab-u lbtâl - tt-Taklîd, Kitab-u îbtâ!-iI-Kıyas, Kitab-u Habcr-il-Vahid, Kİtab-uI Haber-iI-Mûcibî Ii-I-llm, Kitab-ül-Hüccet, Kitab-ül Husus vc-1-Unıum, Kitab-ül Mufassal-İ ve-1-Mücmel.»

Ondan ilim alarak mezhebi üzerinde yürüyenlerden birisi de, oğlu Muham-med'dir. O da, çok eser veren, fazıl, şair, edib ve tatlı sözlü bir zât idi.

III- Ebul Hasan Abdullah b, Ahmed b. Muhammed b. el-Muğlis (h. ? -324):

Davud'un mezhebine ait kitaplar yazan tabiîlerinden olup, Zahiriyye Mez­hebinin o tarihlerdeki en büyük âlimi idi. Ondan sonra da onun gibi bir Zahi­riyye âlimi yetişmedi. Alim, fazıl, dürüst, sika ve herkesçe takdir edilirdi.

Beşinci asrın ortalarına kadar Zahiriyye Mezhebinin mensupları vardı. On­dan sonra kalmadı.

Kitap ve sünnetin zahiri ile amel etmeleri ve re'y ile kıyası terk etmeleri neticesinde, Cumhûr'a muhalif bazı söz ve görüşleri vardır. Hicrî 456 yılında Endülüs'te vefat eden Ebu Muhammed Ali b. Ahmed b. Sâid b. Hazm'm a Ki­tab-ül Mahallî» adlı kitabında Zahiriyye'nin Cumhûr'a muhalif mes'delerinin çoğunu buldum. Bunların bîr kısmım anlatalım :

1- Boşama, talâk, firak ve teşrih kelimeleri ve bunlardan türeyen keli­melerden başka kelimelerle vukubulmaz. Bu üç kelimeden birisiyle yemin ettiği zaman boşama niyetiyle söylerse, boşama vukubulur. Aksi takdirde boşama ya­pılmış sayılmaz. Bu üç kelimenin farklı yönleri de vardır. Şöyle ki: Talâk lâf­zı veya ondan türeyen kelimelerden birisini kullanmak suretiyle boşama yemini yaptıktan sonra, «Ben boşama niyetiyle söylemedim.» dese bile, kadı, boşama­nın vukubulduğuna karar vermek mecburiyetindedir. Fakat mahkemeye müra­caat etmeyerek fetva verme kudretinde olan bir fıkıhçıya baş vurduğu takdir­de, boşama niyetiyle söylemediği yolundaki sözü kabul olunur. Şayet «Teşrih» veya «Firak» veyahut bunlardan türeyen bir kelimeyi kullanarak boşama yemi­nini yapan kişi, boşama niyetiyle söylemediğini iddia ederse bu iddia, fetva ve­ren tarafından kabul olunacağı gibi- kadı nezdinde de muteber sayılır ve bu ' yolda karar verilir.

Yukarıda belirtilen kelimelerin dışında .herhangi bir kelimeyi kullanmak suretiyle ve boşama maksadıyle yaptığı hiç bir yeminle boşama işi olamaz. Me­selâ; erkeğin, ailesine: aSen bana haramsın, ben seni serbest bıraktım, ben se­ni baban gile hibe ettim, ben seni falana hibe ettim. Herhangi bir bağla bana bağlı değilsin, ben seni ibra1 ettim. Sen ibra' edilmişsin, sen boşsun ve bunun gibi...» sözleri söylemekle ailesi boşanmış olmaz.

2- Vekâletle boşama yapılamaz.

3- Ailesini, gıyabında boşayan erkek, ailesini boşamtş sayılmaz. Boşa­nan kadın, doğrulayacağı bir kişi aracılığıyla veya mahkemede makbul sayılan bir şahidlik vasıtasıyle, eşi tarafından yapılan boşama haberini  almadıkça, ev­lilik hakları devam eder. Henüz haber almadan Önce taraflardan  birisi Ölürse, gerdeğe girilmiş olsun olmasın mîras v.s. zevciyet hukuku bakîdir. Yapılan ye­min üç talâk veya bir iki talâk üzerinde yapılmış olsa durum değişmez. Yuka­rıda belirttiğimiz gibi, kabule şayan şahidlik veya güvenilir adam  yolııylc, ka­dın, boşama haberini aldığı zaman, eğer hamile ise veya aybaşı âdetinden çık­mış olup bu arada eşi ile cinsî temas yapılmamış ise boşama  işi  kesinleşmiş olur.

4- Boşama niyeti olmaksızın, sürc-ü lisân İle boşama yeminini eden ki­şinin durumu kadfya intikâl eder de yemin ettiğine dair şahidler ifadede bulu­nursa,  kadı,  koşamanın  yapılmış  okluğuna  karar  verir.  Şayet  şahidler  bulun­maz ve bir fıkıhçıya fetva  için müracaat ederek, sürc-ü  lisân  neticesinde  ye­minin ağzından çıktığını beyan ederse boşamanın yapıldığı kesinlik  arz etmez. Yani sürc-ü lisân mazeretinde samimî değil ise hakikatta boşama yapılmış olur, Allah'a karşı mes'uidür. Ama şer'in zahirine göre boşamaya fetva verilmez.

5- Bİr  işi  yapmak  veya  yapmamak  hususunda  Allah  udiyle  yemin  et­mek yerine, talâkla yemin eden kişi, yeminini bozsun bozmasın bununla boşa­ma  vukubulmaz.  Talâk,   ancak   Allah'ın   emrettiği  şekilde  ve  birinci  maddede belirtilen yolda olabilir. Yemin de, Allah'ın emriyle Resûlüllah'in beyan ettiği şekilde muteberdir.

6- Boşamayı bir işe bağlamak da boşamaya yemin etmek gjbi ayrılmayı gerektirmez ve hiç  bir surette  boşama sayılmaz. Bu tip davranışlar batıldır, Allah'ın hududunu tecavüzdür.

7- «Aybaşı geldiği zaman veya falan vakitte sen talik (boş) sin» şeklin­de ailesine hitaben boşama sözünü kullanan kişi, ne derhal ve ne de boşamayı bağladığı zamanın gelmesiyle eşini boşamiş sayılmaz.

8- Koca, boşama yetkisini karısına veremez. Şayet verdim dese ve bu­nun neticesinde  karısı bu  yetkiye  dayanarak,   «Kendimi boşadımn  dese  dahi boşanmış sayılmaz.

9- Bir kadın eşinden hoşlanmadığı için, onun hakkını ödemekten endi­şelendiği veya eşinin ona kıznrak hakkına riayet etmİyeceği kanaatma  varırsa, bedel mukabilinde boşamayı talep edebilir, eşi de ondan alacağı  mal  karşılı­ğında kendi nzasıyle onu boşayabilir. İki tarafın rızası olmadıkça, ne kadın bo­şanmak için mal vermeye ve ne de erkek mal karşılığında boşamaya icbar edi­lemez.  Keza yukarıda  belirttiğimiz gibi  taraflardan  birisinin  diğerinin hakkını ödeyememe endişesi veya iki tarafın da yekdiğerinin hukukunu çiğneme korku­su olmadıkça mal karşılığında boşama akdi yapılamaz. Yapılsa dahi hüküm­süzdür. Yani evlilik hali devam eder, kadından alınan mal istirdat edilir. Erkek aldığı malı geri vermekten imtina ederse, mahkeme yoluyle tahsil edilir.

Yukarıda anlattığımız şekilde makbul sayılan bedel karşılığı boşama ile, bir talâk gitmiş olur. Eğer duhûl olmamış ise kadının ilişkisi kesilmiş olur. Ken­di rızasiyle yeniden evlenme akdi yapılabilir. Şayet duhûl olmuş İse ilişki ke­silmiş olmaz, talâk rec'îdir.Yani yeminden itibaren başlayacak iddet sona er­medikçe erkek yaptığı yeminden dönebilir. Bu dönüşte kadının rızası bahis konusu değildir. Ancak döndükten sonra boşama karşılığı alınan mal geri ve­rilir. Şayet bedel karşılığı boşamadan evvel iki talâkla boşamış ise ve bu bo­şama kalan üçüncü talâk durumunda ise veya bedel karşılığı boşama, aralıklı olarak üç defa tekerrür ederse son boşama akdi ile erkeğin rücu* hakkı kalmaz. Bu takdirde, yapılan boşama akdinden itibaren kadının ilişkisi tamamen kesil­miş oîur.

10- Gerek boşama ve gerekse boşamadan rücu' işi âdil iki şahidin hu­zurunda olması gerekir. Böyle olmayan boşama veya ricat sahih değildir.

Zahirîyye Mezhebine ait olup Cumhûr'a muhalif olan yukarıdaki mes'ele-lerin Irak'ta yetkili mezheb âlimleri tarafından söylenmiş olması Bağdat'da re'y ve şer'î hükümleri çıkarma hürriyetinin tam manâsıyle ilim adamlarına tanın­mış olduğunu ve âlimlerin bu hürriyetten rahatlıkla istifade ettiklerini göster­mektedir. Fıkihçiların ezici çoğunluğuna muhalefet «tmekten dolayı herhangi bir ilim adamına bir eziyet veya baskının yapılmadığı anlaşılır. Bağdat'da böy­le hürriyet varken Endülüs'te tamamen bunun tersi vardır. Çünkü Endülüs fikıhçılannın bağlı bulundukları mezheplerinin görüşlerine muhalefet eden Ibn-Î Hazm onların nefretine hedef tutuldu. Devlet adamlarını İbn-i Hazm aleyhin­de tahrik ettiler. Onları sakmdırmaya çalıştılar. Bunun neticesinde yetkililer İbn-i Hazm'ı tehdid etmeye başladılar. Fakat o korkmadı ve görüşlerinden dön­medi. Jtbiı-i Hazm, ilmine güvenerek kendini büyük bilirdi. Büyük adamların, inançları yolunda büyük eziyetlere katlanmasının gereğine inanırdı. Biz, her­hangi bir re'yi tasvip veya reddetmek istemiyoruz. Bu sözlerimizle Ibn-i Hazm'm görüşlerini tasvip ettiğimiz sanılmasın. Biz, sadece geçmiş zamanlarda vuku-bulan sahnelerden bir tanesini açıklıyoruz.

İbn-i Sibkî'nin yazdığı «Tabakat-üş-Şafüyyes adlı kitabta Zahiriyye Mez­hebi görüşlerine ait özel bir bölümü gördüm. Bu bölümde Zahiriyye Mezhebi­nin füru'a ait meseleler hakkındaki muhalefetlerinin muteber olup olmadığı hu­susu izah ediliyor.

İbn-i Sibkî bu konuda üç rivayeti naklediyor. Fıkıhçılann bir kısmı, tZa-hiriyye'nin fürû'a ait beyan et.kleri ve diğer fikıhçilara muhalif olan görüşleri dikkate alınabilir. Bu görüşlere, açık kıyas'a muhalif olsa dahi itibar edilir.» derler. Sahih oîan da budur. İkinci rivayet, Zahiriyye'nin bu nevi görüşlere, açık kıyas'a uygun olsun olmasın itibar edilmemesi meyamndadır. Üstad Ebu lshak bu rivayetin Cumhûr'a ait olduğunu söylemiştir. Üçüncü rivayet ise, açık Kıyas'a muhalif düşmeyen görüşlerine itibar etmeyi Öngörmüştür. İbn-i Sibkî, babasından naklen anlattığına göre, Zahiriyye Mezhebinin imamı Davud, açık kıyas'ı inkâr etmiyor, yalnız hafi kıyas'ı inkâr ediyor. Yine İbn-i Sibkî adı geçen imamın yazmış olduğu «el-Usûl» adlı risalesinden naklen aldığı paragrafın bir parçasında Davud'un aynen şöyîe söylediğini naklediyor: «Kıyasla hükmet­mek vacip değildir, lstihsanla hükmetmek ise caiz değildir. Peygamber bir şeyi haram etti diye, ona benzeyen herhangi bir şeyi kimse haram kılamaz. Ancak Peyğamber'in haram kıldığı şeyin haramhk illetini (nedenini) bize isbat ederse ve bu illetin benzetme yoluyîe haram kılmak istediği şeyde varlığını meydana koyarsa, o zaman haram kılma işi makbul sayılabilir. Meselâ: «Buğdayı buğ­dayla değiştirmek haramdır. Çünkü buğday mekil (ölçülen) bir maddedir. Şu elbiseyi yıka! Çünkü onda kan vardır. Şu hayvanı öldür! Çünkü öldürülmesi emrolunan zararlı hayvanlardandır.» demek suretiyle hükmü ilietiyle birlikte zikrederse haram kılma işi geçerli olur».

Bundan anlaşılıyor ki Davut, şer'î hükmün illeti Kitap veya sünnette açık­ça belirtilmiş ise, bu illetin bulunduğu meselelerde hükmün uygulanmasına kı­yas demiyor. İlleti belirtilmemiş olan hükümler taabbüdîdir. Yani konulan hük­mün nedeni bilinmemekle beraber Şarî' tarafından konulduğu için olduğu gibi kabul olunur. Hikmeti bilinmeyebilir. Taabbüdî olan hükümler hangi mesele­leri kapsıyorsa onların dışında kalan meselelere teşmili doğru olmaz. O mese­leler hakkında şer'î bir hüküm yok demektir. Davud'un naklen alınmış olan sözlerinden bu netice çıkarılıyor.

3- Ebu Ca'fer Muhammed bin Cerir b. Yezid et-Taberi (h. 224 - ?) :

Taberistan'da doğan bu zat, ilim tahsili için diyar diyar dolaşarak asrının âlimlerinden kimsenin toplayamadığı ilimleri topladı. Kur'ân hafızı idi. Saha­be ve tabiîn'in fetva usulünü iyi bilirdi. Günlük meselelere ve tarihî olaylara va­kıftı. Onun meşhur tarih kitabı Arapça yazılmış tarih kitapları arasında en gü­venilir kaynaktır. Yazdığı tefsir kitabının da gerçekten benzeri tasnif edilme­miştir. Tehzib-üI-Âsâr adlı kitabını tamamlayamamıştır. Ayrıca Mısır kütüp­hanesinde bir kısmı hıfzedilen «Kitab-ü lhtilâMI-Fukahâ» adlı eseri, onun ge­niş bir bilgi ve büyük bir fikir sahibi olduğunu gösterir. Ben, kütüphanede hıf­zedilen kısmı görüp tetkik ettim.

Taberî, ilk zamanlarda Şafiî Mezhebine ait fıkıh ilmini, Mısır'da Rebî' b. Süleyman'dan aldıktan sonra Maliki Mezhebinin fıkhını Yunus b. Abd-üI-Alâ ve Abd-ül-Hakem oğullarından aldı. Irak ehlinin fıkhım da Rey'de Ebî Muka-til'den aldı. Bundan sonra geniş bir ilim sahasını kaplayan Taberî, yazmış ol­duğu fıkıh kitaplarında benimsediği görüşlere ietihad yoluyla vardı. Onun yaz­mış olduğu başlıca eserler:

1-  Ictihadla bulup seçtiği görüşleri içine alan «Lâtif-ül-Kavl»,

2-  Halife el-Müktefî (m. 903-908) nin vezirinin talebi üzerine te'lif ettiği «Kitab el-Hafîf»,

3- Fıkhın çeşitli konularını İçine alan, Özellikle mahkemelerle ilgili me­selelere genişçe yer verdiği «Kitab el-Basît» isimli eseri.

Taberi'nin mezhebine ait fıkıhla iştigal etlen arkadaşlarından birisi Ali b. AbcHila/iz h. Muhammet] cd-Dolâhî'dir.

Zahiriyye Mezhebi imamı Davud'un arkadaşlarından ibn-ül-Muğlîs'in gö­rüşlerini reddetmek konusunda yazdığı «Kitub ür-Rcd alâ ibn-il-Muğlis» adlı cscrİ ve «Kİlnb-u Efâl-in-Ncbiyy» adlı eserleri bilinmekledir. Ebu Bekr Mu-hammed h. Ahmcd b. Muhammcd b. Ebi-s-Sclc el-Kâtib, Ebu-1-Hasen ed-Da-klkî cl-Hilvânî ve Ebu-1-Hasan Ahmed b. Yahya da Taberi'nin ileri gelen ar-kadaşhnmlnndirlar. Sonuncu zat, fıkihçılığı yanında kelâm ve astronomi alimi idi. Tabcri Mezhebi hakkında, «Kitab-üI-Medhal-iIâ Mczheb-it-Taberî ve Nas-rati Mezhchih», «Kitab-ül-lcmâ' fi-1-Fıkhi alâ Mczhcb-İt-Tabcrî» ve «Ki(ab-ür-Reddi al-el-Muhalilm» isimli eserler vermiştir. Taberî'nin Mezhebini muasırla­rı içerisinde en iyi bilen ve kitaplarını hıfzeden, Ebu-1-Fercc el-Muafî b. Zekc-riyya en-Nehrcvânî de meşhur arkadaşlarmdandır. Bu zat, aynı zamanda birçok ilim dalında sivrilmiş, son derece zeki, hafızası kuvvetli ve hazır cevap idi. Bu mezhepte birçok kitap tc'iif etmiştir.

Bu nıçzhcb, h. 5. asrın ortalarına kadar tatbik edilir ve tanınırdı.

Bir süre tatbik edilerek mensupları bulunan ve sonradan bilip tatbik ede­ni bulunmayan, sadece kitaplar içerisinde kalan en meşhur mezhepler bunlar­dır. Ayrıca sayılamayacak derecede çok olan imamlar, şahsen ietihad ederek buna göre hareket ettikleri halde, mezheplerini yayacak mensupları bulunma­mıştır. Mısırlıların imamı ve İmam Malik'in dostu olan el-Lcys b. Sa'd bun­lardan birisidir. Nitekim Şafiî, onun hakkında : «O, İmam Malik'dcn kuvvetli bir fıkıhçi idi. Fakat arkadaşları onu ayakta tutmadılar.» der.

Bu kısa eser içerisinde o imamları tanıtmak mümkün değildir.

Yukarıdan bert izahına çalıştığımız, bu devrin yedinci özelliğini Özetleye­cek olursak, şunu söyleyebiliriz:

Bu devir, yüce ietihad devri idi. Mezhep İmamlarının yetiştirdikleri tilmiz­lerden teşekkül eden birinci tabaka nezdinde taklidin eseri bulunmaz idi. Fakat onlardan sonra gelen tabakalarda, taklid kokusu duyulurdu. Bununla beraber ietihad ve şer'î hükümleri çıkarma kudretini taşıyan yetkili âlimlerin, içtihadı sürdürdüklerini ve re'y hürriyetinin geniş olduğunu görürüz.

Dört mezhebin İslam âlemine yayılmasının ve İslâm Cumhurunun bu mez­heplerin dışına çıkmamasının sebebini müstakil bir bölümde anlatacağız. [135]

 

9 - Meselelerin Geliştirilip Çoğaltılması

 

Bu devrin dokuzuncu özelliği de birçok şer'î meselelerin ele alınarak tartış­ma konusu edilmesidir. Hatırlanacağı üzere, bundan Önceki devirde, fıkhî me­seleler pek gelişmemişti. Çünkü ancak vuku bulan olaylar hakkında şer'î hük­mün beyanı ile yetinih'rdİ. Fikıhçılar, vuku bulmayan ve düşünce mahsulü olan veya ilerde vukuu muhtemel meseleler hakkında verilecek hükmü açıklamaz-lardı.

Bu devirde ise fıkıhçılar, sorulmamış olan meseleleri de ortaya koyarak şer'î hükümleri kaynaklardan çıkarmaya çalışmakla fıkıh ilmini büyük çapta geliştirmişlerdir. Bu alanda açılan yüksek çığırın öncülüğü Irak fikıhçıları ta­rafından yapıldı. Onlar çoğu zaman muhakeme kuvvetine dayanarak binlerce meseleyi halkın bilgisine sunarlardı. Ele aldıkları meselelerin bir kısmı olağan olduğu gibi diğer bir kısmı pek karşılaşılacak meseleler değildi. Hatta denile­bilir ki, kuşaklar gider, asırlar geçer de insanoğlu böyle bir meselenin vnrlıjjım duymaz. Kıyası fıkhın bir kaynağı olarak sayan, muhtelif şehirlerde oturan fı-kıhçılar, bu konuda Irak fıkıhçılarının tabiî ve medyunudurlar.

Binlerce meseleyi üç konu üzerinde te'sîs etmeleri ve bunca mes'eleyİ ce­vaplandırma zahmetine katlanmaları şaşılacak bir şeydir. O üç konu şunlardır: 1— Köle ve onunla ilgili tasarruflar. 2— Zevce ve boşama. 3— Yeminler ve onları bozmak. Bu konular etrafında binlerce meseleyi ve cevaplarını tedvin etmek İçin zahmete katlanmalarının nedenine gelince :

Köleyle ilgili meselelere genişçe yer vermenin sebebi şu olabilir: O devir­de elde mevcut köle sayısı pek çok idi. Onların çokluğu fikihçıların dikkat­lerini üzerlerine topladı. Bu sahada sorulan meseleler yanında, sorulmamakla beraber ileride sorulması muhtemel meseleleri tahlil ve tetkik ettiler. Bu arada sorulması hiç muhtemel olmayan meselelere de dokundular. Muamelâta ait fı­kıh bölümlerini tetkik edecek olursanız, meselelerinin çoğunun köle ve cariye üzerine kurulu olduğunu bulacaksınız. Bunu satış, kira, ortaklık, rehin, vasiyet, köle azad etme ve diğer fıkıh bölümlerinin hepsinde görürsünüz. Böylece köle ve onunla ilgili tasarruflara ait meselelerin çoğaltılması sebebi izah edilebilir.

Kadın ve boşanması meselesine gelince; ben boşama ile ilgili olarak fıkıh-çılarm koydukları bunca meselelere fikirlerini yönelten asıl sebebini meydana çıkarmak için gayret harcadığıma rağmen muvaffak olamadım. Eğer bunların tedvin ettikleri meseleler hastalık ve benzeri sebeplerle şuursuzlanan ve yarı deli gibi kontrolsüz konuşan kişiler tarafından bile yapılması düşünülebilen me­seleler olmuş olsaydı, biz diyecektik ki ileride zuhur edebilecek hâdiselere fıkıhçılar şimdiden gerekli cevapları hazırlamak için bu zahmete katlanmışlar, ta ki ileride bu gibi olaylarla karşılaşacak müftî veya kadı tereddüt etmesin. Durum hiç de öyle değildir, ileride vukuu hayale bile gelmeyen meselelere de yer ver­mişlerdir, Fıkıhçılarm böyle meselelere zaman ayırmaları ve bu konuda emek sarfetmeleri sebebini anlayamadık.

Ben onların yer verdikleri meselelerden vukuu muhtemel olmayan bazı olayları, okuyucularıma bilgi vermek için buraya almayı uygun buldum. İmam Muhammed b. el-Hasan ve imam Şafiî'den birkaç olayı nakletmekle yetinece­ğim.

imam Muhammed b. El-Hasan'm «Kitab el-Camiı adh eserinde şunlar ya­zılıdır :

«Bir adamın Zeynep, ömre ve Hammade adında üç karısı olup, hiç bi­risiyle gerdeğe girmeden önce, Zeynep'e: «Eğer seni boşarsam Ömre boş ol­sun.» der. Sonra ömreye: «Eğer seni boşarsam Hammade boş olsun.» dedik­ten sonra Hammade'ye: «Eğer seni boşarsam Zeynep boş olsun,» diye boşama yemini eder.

Bu adam Zeyneb'i boşayacak olursa, yemine göre Zeynep bir veya daha fazla talâkla boşanmış olur. Bu arada ömre de, boşaması Zcyncb'in boşanma­sına bağlandığı için bir talâkla boşanmış olur. Hammade'ye bir şey lâzım gel­mez.

Eğer Zeyneb'i boşamayip yalnız Ömre'yi boşayacak olursa, yeminine göre ömre, bir veya daha çok talâkla boşanmış olur. Bu arada Hammade de, bo­şanması ömre'nin boşanmasına ta'lik edildiği için bir talâkla boşanmış olur. Zeyneb'e bir şey gerekmez.

Eğer ömre'yi boşamayıp da Hammade'yi boşayacak olursa, yemine göre Hammade bir veya birden fazla talâkla boşanmış olur. Bu arada Zeyneb de boşanması Hammade'nm boşanmasına bağlandığı için bir talâkla boşanmış olur. Ömre de, boşanması Zeyneb'in boşanmasına bağlandığı için bir talâkla boşan­mış olur.

Eğer adam, bu üç zevcesinin hiç birisini ismen boşamaz da onlara: «Di-riniz boştur.» dedikten sonra hangisini kasdettiğini beyan etmeden önce Ölecek olursa, ömre'ye mehrin yansı (çünkü gerdeğe girmeden boşamış oluyor.) gere­kir ve mirastan mahrumdur. Çünkü behemehal ömre boşanmış sayılır. [136]

Zeynep ve Hammade'ye bir tam ve dörtte bir mehîr toplamı verilip eşit olarak aralarında taksim edilir ve zevce veya zevcelerin miras payının yarısı ikisi arasında eşit olarak taksim edilir, kalan yarısı diğer mirasçılara, feraiz-deki reddiye hükümleri  çerçevesinde reddoîumır.

Hammade ve Zeyneb'in ikisine zevcenin mirastaki hissesinin yarısı (İ/4 in yansı veya 1/8 >n yarısı) ve bir tam mehir ile çeyrek mehirra verilmesinin se­bebi şudur :

Erkek yaptığı yeminde ya Hammade'yi kasdetmiş veya diğerlerinden biri­sini kasdetmiştir. Bunu iki hâl olarak ele alalım :

I- Eğer, Hammade kasdedilmiş ise dolayısıyle Zeynep'le ikisi boşanmış olurlar. Bu takdirde ikisine mirastan bir şey verilmez. Duhûlden önce boşan­dıklarından dolayı, yarımşar mehirden, ikisine toplam bir mehir verilir.

II- Şayet yeminde Zeynep kasdedilmiş ise, dolayısıyle Ömre ile birlikte boşanmış sayılır. Hammade ise boşanmamış sayılır. Veyahut ömre kasdedil­miş ise Ömre ile birlikte dolaylı olarak Hammade de boşanmış olacak, Zeynep boşanmamış olur. İkinci hâl'in bu iki İhtimalinde görüldüğü gibi Hammade ve Zeyneb'ten birisi boşanmış oluyor, diğeri boşanmamış sayılıyor. Boşanmış ola­na miras hakkı yok, fakat mehrin yansı vardır. Diğerine (boşanmamış olana) mehrin tamamı ve miras hakkı vardır.    Hammade ile Zeyneb'in ikinci hâlde toplam olarak hak ettikleri kazançlar birlikte ele alınırsa, 1 tam mehir ve zev­cenin miras hakkı (boşanmamış sayılana aittir.) ile yarım mehir (boşanmış sa­yılana aittir.), cem'an 1,5 mehir ve mirasta zevceye ait tam hissedir.

İkinci hâl, kat'î olmadığı için birinci hâl ile beraber mütalâa etmek ve her iki hâl'e taksim etmek gerekir. Bu iki zevcenin birinci hâldeki kazançları, 1 mehirden ibaret idi. Çünkü mirastan istifade edemiyorlardı. Bu durumda, Hammade ile Zeyneb'in iki hâlde elde ettikleri kazançları toplayacak olursak, mirasta zevceye ait, 1 tam hisse ve 2,5 mehir tutuyor. Elde edilen bu kazanç, iki hâle taksim edilince, kazanç haliyle yarıya ineceğinden ikisinin toplam ka­zançları; mirasta zevceye ait hissenin yarısı ve 2,5 mehrin yarısı olan 1 1/4 yapar. Elde edilen bu kazancı, 'Hammade ile Zeyneb aralarında eşit olarak tev­zi ederler.»

imam Muhammed b. Hasan, bu girift meseleleri anlattıktan sonra zevce­lerin sayısını dörde çıkarıyor. Ona göre hesaplar ve kesirler çoğalıyor.

imam Şafiî'nin EI-Umm» adlı iktabmda da hesapla boşama konusunda, aşağıdaki meseleleri yazıyor. [137]

 

Hesapla Olan Boşanma:

 

Merhum Şafiî diyor ki:

Eğer bir adam, ailesine: «Sen evvelinde bir talâk bulunan talâkla boş­sun» ve yahut «Sen, arkasında bir talâk bulunan talâkla boşsun» derse, ailesi iki talâkla boşanmış olur. Böyle yemin eden kişi eğer dese ki: «Ben ettiğim yeminle bir talâka niyet ettim. Evvelinde veya arkasındaki talâk sözüyle ayrı bir boşamayı kasdetmedim» onun bu iddiası kach'mn vereceği hüküm bakımın­dan dikkate alınmaz. Ama kendisiyle Allah'ı  arasında tedyîn [138] edilir.

Eğer karısını bir talâk ile boşar da sonra ricat eder ve bilâhare ona; «Ev­velinde bir talâk bulunan talâkla boşsun» derse ve sorulduğunda, «Ben, evve­linde bulunan talâkla, ricattan önceki talâkı kasdettim.» derse yemin etlirilir. Yemin ederse verilecek hükümde ileri sürdüğü maksat dikkate alınır. Yani, ikinci yemini ile bir talâk gitmiş olur. Ama maksadında samimî değil ise, ma­nevî mes'uliyet kendisine racîdir. Bu meselede, kadı'nın vereceği hükümde ted­yîn edilmiş olur.

Eğer, «arkasında bir talâk bulunan bir talâkla boşsun» dese ve bir ara sükût ettikten sonra: «Ben, "Arkasında bir talâk bulunan" sözüyle, bir müddet sonra işleyeceğim boşamayı kasdettim.» derse, kadının vereceği hükümde, ted­yîn edilmez. Yani, beyan ettiği yorum dikkate alınmayarak, iki talâkla boşa-mış sayılır. Ama kendisi ile Allah arasında tedyîn edilir.

Bir adam, karısına hitaben «Senin bedenin veya başın veya ayağın veya elin veya parmağın veya şu tarafın veyahut herhangi bir uzvunu ismen söyle­yerek; boştur» dese veyahut da «Senin bir parçan veya dörlte birin, onda bi­rin boştun dese karısı boşanmış olur. Talâk parçalanamaz.

 Eğer ailesine ilki yarım talâkla sen boşsun» derse, bir talâkla boşanmış olur. Ancak iki yarım talâk derken, iki talâktaki yarımları kasdederse veyahut «Beher yarım ile, şer'an vuku bulacak boşamayı kasdettim.» dese iki talâkla boşamış olur. Keza «Üç sülüs (üç adet 1/3) talâkla veya dört rübü' (dört adet î/4) talâkla boşsun» derse, bütün bu ihtimallerde bir talâkla boşamış olur. Çünkü her talâk, İki yarım talâkı veya üç adet î/3 talâkı veya dört adet 1/4 talâkı içine alır. Ancak yemin eden kişi, bu kesirleri söylerken birden fazla ta­lâkı niyet ederse, niyet ettiği sayıda talâk olmuş olur.

Ailesinin yanında yabancı bir kadın bulunduğu esnada, ikisine hitaben: «Biriniz boş olsun» derse, hangisini kasdettiği konusundaki beyanı esastır. Eğer ailesini kasdederse, o boşanmış olur. Eğer yabancı kadını kasdederse, aücsİ boşanmaz. Eğer: «Ben, yabancı olanı kasdeftim» derse yemin ettirilir. Yemin­den sonra karısının nikâhı devam etmiş sayılır.

Eğer ailesine «iki talâk içinde bir talâkla boşsun» derse bir talâkla bo­şamış olur. Bu arada kendisine; «İki talâk içindeki sözle ne kasdettiği soru­lur. Eğer hiç bir şey niyet etmedim, derse; demin dediğimiz gibi yalnız bir ta­lâkla boşamış oluyor... Yukarıdan beri sıraladığımız çok az karşılaşılabilen ha­yalî olan bu meselelerin benzerlerini de bu bölümde sıralamaya devam eder. Halbuki  Şafiî'nin   «el-Umm»   adlı  kitabının  çoğu, hayalî  meselelerden  uzaktır.

Muhammed b. cl-Hasan'ın imam Malik'den rivayet ettiği meseleleri içine alan ve Malik'den nakledilen «Kitab-ül-Müdevvene» adh eser de Muhammed b. el-Hasan'm nKİtab-ül~Cami'» ve Şafiî'nin «el-Umm» adlı kitabları gibi ta­lâkla ilgili bir hayli meselelere genişçe yer vermiştir. [139]

 

Yeminler Ve Adaklar:

 

Bunlar da derya gibidir. Bu konuyu işleyen fıkıh kitaplarında müthiş bir sınıflandırmayı görürsün. Sanki fıkıhçılar, akü ve hayale gelebilen, her çeşit yemini düşünerek, hepsini cevaplanylc birlikte zikretmişlerdir. Halbuki bölge ve şehirlerin değişmesiyle, bu meselelerin çoğuna ait örf ve âdetler değişebilir.

Keşke yeminlere, köleleri azad etmeye ve boşamaya ilişkin meselelere bu derece önem  verilmesinin sebebini  bilseydim.

Acaba, h. î. asrın sonlarına doğru meydana çıkan halifelere biat etme yeminlerinin çoğalması ve bir hastalık halini almasının, mezkûr üç konuya iliş­kin fıkhı meselelerin çoğalmasına tesiri olmuş olmaz mı?

  1. 2. asırda alınan bîat ahidnanıelerinin birisinde şu cümleler yer almak­tadır :

Eğer tesbİt edilmiş olan ahidlcrden bir şeyi tebdil veya tağyir ederseniz veya halifenin verdiği emirlere muhalefet ederseniz veya herhangi bir nokta-, da ahdinizden cayarsanız veya halifenin yazdığı bu ahidnamede size yüklediği şartlardan herhangi birisine aykırı hareket ederseniz; Allahtan, Resulünden ve bütün mü'min ve Müslümanlardan alâkanız kesilmiş oîsun! Bugün, herhangi birinizin mülkiyeti altında bulunanlardan veya elli yıla kadar kazanacağınız mal­ların tamamı fakirlere sadaka olsun! Mekke'de bulunan Kabe'yi, elli defa va­cip ve adak olmak kaydiyle haccetmek üzerinize borç olsun! Bunun yerine ge­çecek hiç bir ibadet ve hayratı Allah kabul etmesin! Şu anda mülkiyetinizin altında bulunan ve elli seneye kadar sahip olacağınız bütün köle ve cariyeler hür olsun. Nikâhlarınız altında bulunan bütün karılarınız, hiç bir fetva, yorum ve açık kapı kalmayacak şekilde üç talâkla boş olsun!»

Diğer bir ahidnamede de şöyle denilmektedir :

«Eğer ben bu ahidnameye aykırı hareket edersem; Allah'dan, O'nun din ve yardımından ve Hz. Muhammed (S.A.V.) den olayım! Kıyamet günü kâfir ve müşrik olarak Allah'ın huzuruna çıkmış olayım! Şu anda nikâhım altında bulunan karım ve otuz seneye kadar nikahlayacağım kadınlar hiç bir surette fetvası verilmemek kaydiyle üç talâkla boş olsunlar...»

Yukarıda iki örneğini verdiğimiz halifelere bîat etmekle ilgili ahidnamelere yerleştirilmesi itiyad haline getirilmiş olan yeminler, köleler, adaklar ve boşa­malar, ilgili fıkhı meselelerin çoğaltılmasında etkili olmamış mıdır? Halka böy­le yeminleri ettirenler, zamanın yüce fıkıhçılarını yersiz gayelerine pek âlet ede­memişlerdir. Zira Malik b. Enes ve Hicaz âlimleri, «Yemin etmeye zorlanan kişinin ettiği yemin muteber sayılmaz.» demek suretiyle onlarla savaşmışlardır.

Hatta Malik b. Enes bu fetvasından dolayı olacak ki, halife Ebü Ca'fer el-Man-sur zamanında dövdürüldü, imam Şafiî de «Erkeğin henüz nikahlamadığı ka­dını boşaması hükümsüzdür.» demekle ayrıca mücadelesini sürdürmüştür. Ebu Ca'fer gibi bir müstebîd Şafiî'nin asrında bulunmadığı için verdiği bu fetvasın­dan dolayı Şafiî'nin eziyete maruz kaldığım bilmiyoruz. Davud-ı Zahirî de «Al­lah'tan başkasiyle edilen yeminin hiç bir kıymet ve te'siri yoktur. demekle o da mücadele etmiştir. Diğer birkaç fıkıhçı da «Edilen bir yemin üzerinden bir­kaç gün geçse dahi o yeminden istisna yapmak muteberdir. Yani yemin ettiril­dikten sonra «Inşaallah» gibi bir şartı evvelce yapılan yemine koşmakla, yemin, kesinlik ifade etmekten çıkarılmış olur. Bir değer de taşımaz.  söylemekle, hal­kı yeminlere karşı zorlayanlara, karşı çıkmışlardır.

Bir ara halife Ebu Mansur'a denildi ki; «Ebu Hanife, deden İbn-i Ab-bas'a muhalefet ediyor. Deden, yeminlerde istisna caizdir dediği halde o, ye­minlerde istisna caiz değildir, diyor.» Bu şikâyet üzerine Ebu Ca'fer, durumu imam Azam'a sorunca, imam :

tYeminde istisnayı caiz görenlere göre senin, askerî kumandanlara bîat konusunda ettirdiğin yeminin hiç bir kıymeti yoktur. Çünkü sana bînt ederken yemin ederlerse de; huzurundan ayrıldıktan sonra ettirilen yeminlerden istisna yapmak suretiyle, yeminleri zararsız hale getirilir. • dedi. Halife bu cevaptan son derece memnun kaldı.

Resûlüllah'ın ashâbiyle yaptığı bîata bakarak, onu, bîat dedikleri bu söz­lerle karşılaştırirsan iki devirde yaşayan ümmetin ruhları arasındaki muazzam farkı görürsün. İlk devirde «Sana bîat ediyorum» sözü, her şeyden üstün tutu­lurdu. Artık bîat eden kişi, verdiği sözden caymayı veya muhalefet etmeyi caiz görmezdi. Zira verdiği sözde sadık kalmak ve gereğini yapmak için şerefini re­hine bırakmış olurdu. Fakat halife Ebu Mansur'un ve Haccac'ın düzenlediği bîata iştirak edenlerin verdikleri sözlere itimad edilmezdi. Ancak karılarını bo­şamak, kölelerini azad etmek, mallarını mülkiyetlerinden çıkarmak gibi bir ta­kım ağır müeyyideleri ortaya koymak ve bu müeyyideleri dinî kurallara uydur­mak suretiyle, ahîdlere bağlı kalma güvenini sağlamak yoluna gidiliyordu. Bü­tün bu ağır müeyyidelere rağmen, o devirlerde akdedilmiş olan bîatların çoğu­nun tesirsiz kaldığı ve şartlarına riayet edilmediği görülmüştür. Halkın böyle yersiz ahidlere zorlanmasına karşı, fıkıhçıîann bir kısmı bu manzaraya seyirci kalmamış, tazyik altında tutulmak istenen halka çıkar yolu göstermişlerdir.

O devirlerde görülen baskılar neticesinde, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi fıkıh âlimlerinin bu konulara ilişkin meseleleri çoğaltmış olmaları muhtemeldir. Fıkıh kitaplarını tetkik ettiğimiz zaman, fıkhı meselelerin çoğaltılması iba­detlere ait bölümlerde de görülür. Bugüne kadar karşılaşılmamış ve karşılaşıla­cağı pek düşünülmeyen durumlar hakkında da şer'î hükümler konulmuştur. Rah­metli fıkıhçılar, her halde kendilerinden sonra gelecek âlimleri düşündürmemek ve yormamak için bütün meseleleri tasvir edip, cevaplarını yazmışlardır.

İmam Muhammed'in «Mebsût» adlı kitabı, beher cildi 1000 sahife olmak

üzere altı cildden ibaret olup, cildleri büyük boydadır. Kitabın tümü, sıralanan meselelerle doludur. Dediklerine göre «Muhtasar-üI-Kudürî» adlı bir cildlik ki­tapta 12.000 mesele bulunduğu dikkate alınacak olursa, onun on katından da­ha büyük olan Mebsût'ta kaç mesele vardır? Gerçekten bu eserler, o yüce âlim­lerin harcadıkları gayretlerin miktarına delâlet eden büyük bir hizmettir.

Ben, imam Muhammed'in «Mebsût» adlı kitabı ile imam Şafiî'nin *el-Ümm» adlı kitabının aynı konu hakkındaki iki cildini önüme koyarak karşılaş­tırdım ve şu neticeye vardım:

Şafiî, şer'î hükümleri çıkardığı usûlleri okuyucusuna öğretmek ve okuyu­cusunun da öğrendiklerini başkasına öğretmeyi ister bir şekilde konuyu işler. Aynı zamanda müetehidin ictihadla ulaştığı neticeleri, savunma yollarını izah eder. Okuyucunun da bu İzahı bilip öğretmesini arzu eder. Bunun için, yalnız şer'î meselelerin cevabını Öğrenmekle yetinmek istemeyen ve cevapların dayan­dığı usûllerle, çıkarma yolunu bilmek isteyen okuyucularının kitabı tekrar tek­rar mütalâa etmelerini İsrarla tavsiye eder.

imam Muhammed ise tilmizine meselelerin cevaplarım iletmekle, fer'î me­seleler hakkında geniş bilgi sahibi eder. Talebesi, hatırına gelebilecek her me­seleyi, cevabiyle birlikte burada bulur. Onun için, okuyucunun zamanını pek almaz. Sadece aradığı meselenin cevabım bulmak için harcadığı zaman yeterli olur.                                                                                     

Fıkıha ait fer'î meselelerin fıkıhçılar tarafından çoğaltılmasının lüzumsuz veya lüzumlu olduğuna hükmetmek gibi bir gayem yoktur. Benim maksadım, sadece meselelerin çoğaltılmasının bu devirdeki en belirgin özelliklerden oldu­ğunu ve sahabelerle tabiîler devrinde bu nevî meselelerin gelişmemiş olduğunu ve vukubulmamış olan bir şeye cevap teşkil edecek bir şer'î hükmü beyan et­mek istemediklerini size anlatmaktır. Gelecek iki devir bahsinde, bu devirdeki meselelerin geliştirilmesinin neticesini göreceksiniz. [140]

 

Hilelere Ait Meseleler:

 

Tarihin anlattığı en garip şeylerden birisi de, halkı şer'î hükümlerin sorum­luluğundan sözde kurtarmak için, onlara bir takım meseleleri beyan etmek üze­re fıkıhçi geçinen bir kişinin türemesidir. Beşerin koyduğu kanuna uyan bir avukattan böyle bir şeyin zuhur etmesi anlaşılabilir. Çünkü çok az dahi olsa, onun bir takım hileli yollarla suçluyu cezadan kurtarma gayreti olabilir. İcabın­da bazı çevreler onun bu gayretini bir maharet olarak Övgü vesilesi kılarlar. Bir avukat hileli yollardaki gayretini geliştirerek başkalarına ait haklan iptal etmek sanatını insanlara kolaylaştırdığı zaman onun bu gayreti sorumluluk duygusunun zayıflığını isbatlayan delillerden sayılır. Halbuki o, din olarak tanıdığı bir hük­mün iptali için hile etmiş değildir. Beşer kanunu ile ilgili hile yollarına girişen avukata karşı, sağduyu sahibi kişiler tarafından nefret duyulurken; ilâhî kanun hakkında hile yollarını tutan bir frkıhçiya karşı nasıl bîr nefret ve üzüntü du­yulması gerekir? Evet, maalesef bu devirde böyle fıkıhçı geçinen kişiler de tü­remiştir. Hatla böyle hileler için «Kitab-ül~ffîyeh isminde bir kitab yazarak halk arasına sokan kişi de çıkmıştır. Ama hadîs ehli tarafından şiddetli tepki gösterilerek yazarına «Şeytanc ismi verilmiş, fâcir damgasiyle damgalanmıştır. Ne var ki, bu kitabın yazarının kim olduğu bitinememiştir. Iraklı re'y ehlinden bazısı itham edilmiş ise de, itham edilenin kim olduğu belirtilmemiştir. Bu ki­tabın bazı mes'eleleri, yazarının imanının zayıf olduğunu gösterir. Çünkü bir Müslümana, farz olan zekâtı çıkarmaması kolaylığını göstererek, üzerinde bir senenin geçmesi gerekli mâlın zekâtını ödememesi için «Sene sonu yaklaşınca, malını oğîuna veya karına bir an için hibe et, sonra o sana hibe elsin! Çünkü böyle yaparsan sene eksilmiş olur. Dolayısıyle zekât çıkarmak gerekmez, a de­mek küstahlığından geri kalmayan bir adamın imanı ve din duygusu hakkındaki kanaatin nedir?

Bu misal, suç bakımından hîle mcs'elelerinin basitlerindcmlir. O kitnbta, ŞUF'A hakkını [141] haiz kişinin hakkının düşürülmesi için yapılabilecek İıîîelere ait bir sürü mes'ele vardır. Hele yeminlerden kurtulma hakkındaki hileli mes'e-leler sayılamayacak kudar çoktur.

Karısını mirastan mahrum bırakmak için son hastalığında boşayan erke­ğin yaptığı boşamaya rağmen, gayesinin tam tersine o kadını mirasçı kılan bir yüce Din, her türlü hîİe ve sahtekârlıktan gerçekten son derece uzaktır.

Yüce İslâm fıkıhçılanmn temiz bir yürek ve nezih bir düşünce ile şer'î me­seleleri çoğaltırken; bir takım istismarcılarla, fıkıhçı geçinen imanı zayıf kişi­lerin zuhur etmesi ve onların fetvalarını kötüye kullanmaları hatırlarından bi­le geçmemiş ise de maalesef arzulanmayan hilelerle karşılaşılmıştır.

Biz bu konuya temas ederken, neredeyse konumuzun dışına çıkmış olaca­ğız. Ama okuyucularımızın bizi mazur göreceklerini umuyoruz. Zira yapılan bu hileler tasavvur edilemeyecek derecede hayreti mucip olduğundan elde olmaya­rak bu hususa dokunduk. İbn-i kayyîm el-Cevziyye «A'lâm-ül-Muvakkiîni> adlı kitabında bu konuyu genişçe ele almıştır. Arzu edersen ona müracaat edebilirsin. [142]

 

10 - Ahkâma Ait Kitabların Tedvini

 

Bu devrin onuncu özelliği de ahkâma ait kitapların tedvin işidir.

Tanıtmaya çalıştığımız büyük imamların hepsinin çıkardıkları şer'î hüküm­leri beyan eden kitaplar yazılmıştır. Ancak yazılan kitapların çoğu, imamların talebeleri tarafından ve onların elleriyle yazılmış veyahut talebelerin talebeleri tarafından tedvin edilmiştir. Bazı ktaplan da imamlar bizzat tedvin ederek til­mizlerine dikte ettirmişlerdir. Burada size mezheplerin esasını teşkil eden ki­tapları tanıtacağız. [143]

 

Ebu Hanife Mezhebindeki Kitaplar:

 

Ebu Hani/e'nin tilmizlerinden kitap tedvin eden ilk talebesi İmam Ebu Yûsuf'tur. İbn-i Nedim «El-FihrİsU adlı eserinde, «Onun, usûl hakkında kitap­ları ve fıkhın bütün konularına ait notlan vardır. Ayrıca çıkardığı meseleler hakkında 33 bölümden ibaret notlan vardır ki; bu notlan, kadı Bişr b. Velîd rivayet etmiştir. Bunların dışında «Kİtab-u İhtilâf-İl-Ensâr, Kitab-ür-Red aîâ Malik b. Enes,» Hatife Harun Reşîd için haraç konusunda yazdığı «Risale» ve vezir Yahya b. Halİd (Bermekî) için yazdığı ve kırk bölümden ibaret «Kitab-ül-Cevamî'» isimli te'lifleri vardır. Son eserinde fıkihçılann ihtilâfını ve tutarlı re'-yi anlatmaktadır.» der.

Ebu Yusuf'un yazdığı kitaplardan yalnız haraç konusuna ait risalesi bize kadar gelmiştir. Mısır'da basılmıştır. Risalenin başında diyor ki : «Cizye, ha­raç, öşür ve zekâtı toplamak hususunda amel edilecek geniş bir kitabı te'lif et­memi Emir-ül-Mü'minîn (Harun Reşîd) istedi. Bu istek ile tebâsma zulüm edil­memesini ve onların yararını öngörüyordu. Allah, onu endişelendiği tehlikeler­den korusun, yardımını esirgemesin ve onu muvaffak kılsın. Halife, yazacağım kitabın kendisinin mezkûr konularda uygulayacağı usûlleri ihtiva etmesini ve çalışmalarına ışık tutmasını arzu etti. Ben de gerekli açıklamaları içine alan bu kitabı te'lif ettim.»

Eser, o devrin değerli hatırası ve gerçekten en güzel ve en üstün te'Iifle-rindendir, Ebu Yûsuf'un kitaplarından bir de «Kilab-u lhtilâf-i Ebî Hanîfe ve İbn-i Ebî Leylâ» adlı eseri bize ulaşmıştır. Bu kitapta, Ebu Yûsuf, feyiz aldığı Ebu Hanîfe ve İbn-i Ebî Leylâ'nın ihtilâfa düştükleri birçok meseleyi zikret-

inektedir. Ebu Yusuf bazı meselelerde Ebu Hanîfe'ye muvafakat ederken, di­ğer bazı meselelerde İbn-i Ebî Leylâ'nın görüşünü alır. Şafiî de bu kitabı ele alarak; Ebu Hanife, İbn-i Ebî Leylâ ve Ebu Yûsuf'un görüşlerini rivayet ettik­ten sonra içlerinden tercih ettiği görüşü belirtir. Zaman zaman da onların gö­rüşlerinden başka dördüncü bir görüşü beyan ederek, onu seçer.

Ben bu kitaptan birkaç meseleyi ele alarak okuyucularımın bilgisine sun­mak suretiyle re'ye dayalı şer'î hükümleri çıkarma keyfiyetini göstermiş olurum. [144]

 

Sanatkârlarla İlgili Tazminat:

 

1— Bir adam kumaşını terziye teslim ederek, kumaşından ceket dikil­dikten sonra, aralarında* ihtilâf çıkar. Kumaş sahibi, ceket değil gömlek için kumaşı verdiğini ve bunu açıkladığını iddia ederse, terzi de aksini iddia ederse durum ne olacak?

Ebu'Hanîfe demiştir ki: «Söz kumaş sahibinindir. Terzi kumaşın para­sını ödemek zorundadır.» Ebu Yusuf da bu fetvayı benimser. İbn-i Ebî Leylâ ise Söz terzinindir.» demiştir.

Terzi yanında müşterinin elbisesi zayi' olursa, Ebu Hanîfe'ye göre, terzi ve boyacı gibi sanatkârlar sorumlu tutulmazlar. Ancak sanatkârların su-i tak­sirleri varsa, o zaman kendilerine teslim edilen malların bedelini ödemeye mec­burdurlar, îbn-i Ebî Leylâ ise «İşçiler, yanlarında zayi olan mallardan sorum­ludurlar. Su-i taksirleri olmasa bile, onlara tazmin ettirilir.» demiştir. Ebu Yû­suf da işçileri sorumlu tutarak «Ancak işçiler, karşı koyamayacakları tehlike ha­linde zarara uğrayan mallardan sorumlu değillerdir.» der. Şafiî de diyor ki: «İş­çileri ödeme zorunda tutan fıkihçılar, işçilere teslim edilen malları, âriye [145] ye kıyas ederler. Bir menfaat sağlamak amaciyle başkasına ait malı, muvakkaten teslim alan kişi, ihtiyacını giderdikten sonra o malı (âriye'yi) salimen sahibine iade etmek zorundadır. Herhangi bir zarar ve ziyandan sorumludur.»

Bir elbise temizleyicisinin is yerinin yanması ve bu arada müşterilere ait elbiselerin de yanması neticesinde, îş kadı Şüreyh'e intikal ediyor. Şüreyh, el­bise parasını temizleyiciye ödetince, temizleyici ona (kadı'ya); «İş yerim yandığı halde sen, elbise parasını da bana tazmin ettiriyorsun?» diyerek şaşkınlığını ifa­de edince, Şüreyh ona şöyle karşılık veriyor: «Eğer elbise sahibinin evi yanmış olsaydı, sen ücretini terk edecek miydin?»

Sanatkârları ödeme zorunda görmeyen fıkıhçilar ise, onların yanında bu­lunan mallan, vedîa [146]ya kıyas ederler. Sanatkârın ve ücretle çalıştırılan kişinin alâkalı maldan dolayı tazminata tabi tutulmayacağı fetvası, Atâ b. Ebî Reb-bah tarafından verilmiştir. Ama sanatkârın veya işçinin eliyle zarara uğratılan malın tazminatı, şüphesiz onlara ait olur. Tıpkı vedîa, emanetçinin eliyle veya su-i taksiriyle zayî olması halinde sorumlu olduğu gibi... Esasen hiç bir kimse, işlediği su-i taksirin sorumluluğundan muaf değildir.»

Rebî' diyor ki: «Benim anladığım kadariyle, Şafiî'nin görüşü şudur: Sa­natkârlar, su-i taksirleriyle yanlarındaki malların zayî olmasına sebebiyet ver­medikçe, onlara tazminat yükletilmez.» [147]

 

Satılan Malın, Muhayyerlik [148] Süresinde Müşteri Yanında Helak Olması:

 

2- Satıcıya bir .günlük muhayyerlik süresi tanımak kaydiyle, müşterinin satış akdinden sonra teslim aldığı mal, bu süre içinde helak olursa, durum na­sıl olacak?

Ebu Hanîfe: «Müşteri, aldığı malın satın aldığı fiyatı değil, gerçek değe­rini satıcıya ödemek zorundadır. Çünkü, bir satış akdi neticesinde o malı tes­lim almıştır.» der. Ebu Yûsuf'un görüşü de bu merkezdedir. İbn-i Ebî Leylâ ise, tMüşteri bu durumda emanetçi gibidir. Su-i taksiri olmadığı takdirde, sa­tıcıya bir şey ödetmek mecburiyetinde değildir.» demiştir.

Eğer bu malda muhayyerlik hakkı müşteriye tanınmış olsaydı, yanında he­lak olan bu malın satış bedelini aynen satıcıya ödemesi, gerek Ebu Hanîfe ve gerekse İbn-i Ebî Leylâ'ya göre gerekirdi. Bu takdirde malın gerçek değerini ödemek bahis konusu değildir.

'Şafiî'ye göre: «Her iki ihtimalde, yani müşteri veya bayî' için muhayyer­lik hakkının tanındığı süre henüz bitmemiş iken, satış akdinden sonra müşte­rinin teslim aldığı mal bu esnada helak olursa; müşteri, o malın değerini satı­cıya ödemek zorundadır. Biz satış bedelini ödetemeyiz. Zira satış akdi kesin­leşmiş değildir. Keza; biz, müşteriden tazminat yükümlülüğünü kaldıramayız. Çünkü müşteri o malı bir bedel ödemek üzere yapılmış bir satış dolayısıyle ya­nında bulunduruyor. Bu itibarla o malı, tazminata tâbi kılmak durumundayız. Biz, müşteriyi emanetçi (vedîaci) gibi düşünemeyiz. Zira emanetçi o adama de­nir ki; yanında bulundurduğu mala malik olmuyor ve ne o anda, ne de bilâ­hare o maldan yararlanmıyor. Sadece malın menfaati icabı, yani korumak için onu elde tutuyor. Bu hususlarda muhayyerlik hakkının, müşteri veya bayi'e ve­rilmiş olması neticeyi değiştirmez. Çünkü satış akdi kesinleşmeden mal helak olruuştur. [149]

 

Borçlunun Malının Mecburî Satışı:

 

3- Borcundan dolayı hapsedilerek, kadı  tarafından hakkında İfİâs karan alınan adanı hapishanede iken, yaptığı alış veriş, hibe, sadaka ve köle azad et­mek gibi tasarruflar, Ebu Haııîfe'ye göre muteberdir. Onun borcunun ödenmesi için malından hiç bir şey satılmaz, iflâs kararından başka bir işlem yapılmaz. Zira buylin iflâs eden kişi yarın zengin olabilir. Bunun için borcunu Ödeyinceye kadar hapis durumu sürdürülür. Ibn-İ Ebî Leylâ ise, onun alış verişleri, hibe, sadaka ve köle azad etmek gibi tasarruflarının hiç birisini muteber saymamış­tır. Ona göre, malları satılarak borcu ödenir. Ebu Yûsuf da köle azad etmek işi hariç, diğer hususlarda tamamen lbn-i Ebî Leylâ'nın görüşlerine katılmıştır. Şafiî ise der ki : «Borçlunun borcunu ödemekten imtina ettiği dava edilirse, iti­raf ettiği borçlan veya ishalli olan borçlan meydana çıkınca, kadı derhal ha­ciz işlemini yaparak durumu ilgililere duyurur. Sonra malını tadat ederek günün rayicine göre satılması için, gerek mal sahibine ve gerekse piyasada bu işlerle iştigal edenlere gerekli talimatı verir.     Bundan sonra kadı,  mümkün mertebe ve gücü nisbetinde malını iyi bir fiyatla satarak o şahsın borcunu öder. Bor­cunun tamamı öüendikten sonra kadı haciz işini çözer. [150]

 

Şuf'a

 

4- Bir adam gayri menkûl alarak, orada bina yaptıktan sonra, şuf'a hak­kına sahip olan kişi o gayri menkûle istekli çıkarsa; Ebu Hanîfe demiştir ki:

Şuf'a hakkına sahip olan kişi gayri menkûlü alır, bina yapan müşteri bi­nasını yıktırarak inşaat malzemesini alıp götürür» Ebu Yûsuf da aynı görüşte­dir. Fakat lbn-i Ebî Leylâ, gayri menkulün içinde yapılan bina ile birlikte şüf'a hakkını haiz olana verilmesinin ve buna karşılık, müşterinin gayri menkul İçin ödediği satış bedeliyle inşa ettiği binanın değeri hesaplanarak tutarının onun tarafından müşteriye ödenmesinin gerekliliğini, buna rıza göstermediği takdirde, müşteriden bir hak talep edemiyeceği yolunda hüküm vermiştir.

Şafiî ise şuf'a konusunda demiştir ki: «Gayri menkûlün bir hissesini satın alarak ifraz ettikten sonra kendisine düsen kısımda inşaat yapan kimseye karşı, şuf'a hakkıyla bir adam çıktığı takdirde ona denilecek ki o İstersen müşterinin aldığı hisseyi, aldığı fiyatı ve yapılan binanın bugünkü değerini öde, mal senin olsun; istersen şuf'a hakkını terket». Bundan başka yapılacak bir şey yoktur. Çünkü müşteri mütecaviz olarak bina yapmış değirdir ki, yaptırdığı bina yık­tırılsın.» [151]

 

Komşuluk  Dolayısıyle  Şüf'a  Hakkı:

 

5- Ebu Hanîfe demiştir ki; «Şufa hakkı, şu sırayla muteberdir: Önce ifraz muamelesi yapılmamış gayri menkuldeki hissedara şuf'a hakkı verilir. İkinci derecede bu hak, gayri menkulde ortak olmakla beraber, hissesini ifrazla ayır­mış olana verilir. Ancak gayri menkûlün bu iki hissesinin tek yolunun bulunma­sı şarttır. Ayrı ayrı yollar varsa, bu tercih hakkı lanınnı.ı/. Üçüncü derecede tercih hakkı, gayri menkûle bitişik komşuya aittir. Komşular birden fazla olup, gayri menkûle bitişiklikleri aynı derecede okusa hepsi eşit olarak şüf'a hakkına sahiptirler.b lbn-i Ebî Leylâ da, Ebu Hanîfe'nin görüşünde idi. Halife Ebu-1-Abbas ona mektup yazarak, şüf'a hakkını yalnız gayri menkûlün ifraz yapma­mış ortağına inhisar ettirmesini ve diğer derecelerdeki ortaklara şüf'a hakkını tanımaması gerekliliğini bildirince lbn-i Ebî Leylâ halifenin bu emrini tutlu ve bundan sonra ona göre hüküm vermeğe başladı. Halifenin verdiği emir, Hicaz ehlinin sözü ve Şafiî'nin görüşü idi. [152]

 

İnkârdan Dolayı Yapılan Sulh

 

6- Ebu  Hanîfe demiştir ki:  «İddia edilen hakkı, davalı  inkâr ettiği za­man kendisiyle davacı arasında belirli bir meblağ üzerinde sulh yapmak caizdir.» Ebu Yûsuf'un re'yi de bu merkezdedir, lbn-i F.bî Leylâ ise bunu caiz görme­miştir.  Ebu   Hanîfe:   «Niçin bu caiz olmasın1.'  Sulhun en normali,  iııUir oldu­ğu takdirde yapılan sulhdur. Davalı, İddia edilen hakkı itiraf ettiği zaman sulh vaki olmaz.» derdi. Şafiî ise «Bu sulh, kıyas'a göre batıl olmalıdır. Çünkü biz satışlar için caiz olan helâl ve belli bedeller üzerinde yapılacak sulhu caiz gö­rüyoruz.  Bedel   (bir malın karşılığı) durumunda olmayan veya helâl  olmayan veyahut muayyen olmayan şeyler üzerinde sulha varmak kıyas'a aykırı düşer. Bize göre durum budur. İnkâr halinde sulhu caiz görenler nezdinde, üzerinde sulh yapılan meblâğ, bir ivaz (bedel) hükmündedir. İvazlar ise tarafların ittifak­la itiraf ettikleri  muayyen meblâğ  olmalıdır. Ancak inkâr halinde sulhu caiz görenlerin elinde bir hadîs veya sahâbî sözü varsa o zaman ellerindeki delil kı­yas'a tercih edilir. Ben bu hususta sahih bir hadîsin varlığını bilmiyorum.» der. [153]

 

Kefalet Ve Havale

 

7- Kefalet meselesinde Ebu Hanîfe'nin görüşüne göre, alacaklı şahıs ala­cağını  kefilden veya borçludan  isteyebilir.  Bu  istekte muhayyerdir.  Fakat ha­vale [154] meselesinde alacaklı şahıs alacağını, havale sahibinden isteyemez. Ala­cağının kime havale edilmesini kabullenmiş ise ancak o kişiden hakkını İsteye­bilir.  Çünkü  alacaklı havale işine  rtza göstermekle, esas borçlusunun  borçtan kurtulmasını kabullenmiş oluyor. Artık ondan bir şey istememesi gerekir. Ebu Yûsuf da bu görüştedir.

Ibn-i Ebî Leylâ İse, alacaklının ne kefalet meselesinde ve ne de havale işinde, asıl borçludan hiç bir şey alamayacağını, zira kefalet veya havale işine rıza göstermekle, borçlunun borçla ilişkisini kestirmiş oluyor. Ancak kefil öde­meyecek duruma düşerse o zaman asıl borçludan isteyebilir.

Borçlu ve kefil, yekdiğerine kefalet etmeyi kabullenmiş durumda iseler, her iki imama göre alacaklı şahıs bunların ikisinden de hakkını isteyebilir.

Şafiî de, «Şartsız kefalet meselesinde, alacaklı, hem borçludan hem de ke­filinden hakkını alabilir. Eğer kefalete bir şart koşulmuş ise, şarta uygun olmak kaydiyle kefilden hakkını alabilir. Koşulan şartın dışında ondan 'bir şey isteye­mez. Havale meselesine gelince, en makûlü budur ki; havale, birisine ait hak­kın, yükümlü kişiden başkasına intikal etmesi demektir. Bu hak bir şahsın zim­metinden çıkarak başkasının zimmetine geçtikten sonra tekrar ilk şahsa avdet etmesi caiz değildir. Ancak yeniden yapılacak bir anlaşma ile, bu hak ilk şah­sın zimmetine geçebilir.» demiştir. [155]

 

Borçlar

 

8- Ölüm hastalığında bir borcu itiraf eden şahsın hastalıktan önceki za­mana ait şahitlerle isbatlı borcu varsa ve onun terekesi iki borcu karşılamıyor­sa, bu konuda Ebu Hanîfe demiştir ki: «Sağlığına ait olup bilinen borcu Önce­likle ödenir. Eğer malından bir şey artarsa, hastalık halinde itiraf ettiği borçlara mahsuben orantılı bir şekilde alacaklılara tevzî edilir. (Meselâ: 1000, 2000 ve 3000 TL. olmak üzere üç ayrı şahsa borçlu olduğunu hastalık halinde itiraf edip, sağlık haline ait borçlar Ödendikten sonra, malından 600 TL. kalırsa 100, 200 ve 300 TL. olarak alacaklılara tevzî edilir.) Nitekim ölüm hastalığında olan ki­şi borçlu olup, malı ancak borcunu karşılayabilecek durumda ise, hayrat için vasiyyet etmesi caiz değildir. Borç itirafı da böyledir.» Ebu Yûsuf da aynı gö­rüştedir.

İbn-i Ebî Leylâ ise : «Hastalık halinde itiraf ettiği borç ile sağlığına ait borcu arasında bir fark gözetilmez. Alacaklılar arasında da bir tercih yapılmaz» demiştir. Bu görüşü Şafiî de benimseyerek der ki: «Bütün borçlan, ya aynı se­viyede kabul edilir veyahut hastalık halindeki itirafı, malına haciz konulmuş olan kişinin itirafı gibi hükümsüz telâkki edilir. Başka türlüsü caiz değildir. Has­tanın bir taraftan itirafının kabul edilmesi, diğer taraftan sağlık halindeki borç­lardan farkh gösterilerek taksimatta eşit tutulmaması, mesnetsiz bir tercihtir. Şöyle ki; böyle bir görüşe göre, sağlık zamanına ait isbatlı borcu ve sağlıktaki itirafı ile tahakkuk eden borçlan öncelikle ödenir. Bundan sonra kalan malı hastalık halinde şahitlerle sübûta eren borçlan ödenir. Şahitlerle sûbuta erme-yıp, itirafıyle meydana çıkan borçlan hesaba katılmayacaktır. Sıra bu nevi bor­ca, yani hastalık halinde yalnız itirafiyle meydana çıkmış olan borcuna gelin­ce, deniliyor ki; elde kalan mal varsa bu nevi borçlar hak sahiplerine ödenmedikçe, hastanın yapacağı vasiyet caiz değildir ve ölümü halinde mirasçılar o malı alamazlar. Bu çeşit borç, bir taraftan mîras ve vasiytlere tercih edilerek, borç olarak tanınıyor, diğer taraftan sair borçlara denk tutulmamakla ve Öde­mede diğer borçlarla beraber dikkate alınmamakla borç olarak tanınmamış olu­yor.» diyor.

9- Varislerden birisi, ölen murisin bir şahsa ait borcunu itiraf ettiği za­man eğer o varisin alacağı miras hissesi o borcu karşılıyorsa, Ebu Hanîfe de­miştir ki : o Alacaklı şahıs, alacağının tamamını, itiraf eden mirasçının hissesin­den tahsil eder. Çünkü ölenin borcu ödenmedikçe, varisin miras hakkı bahis ko­nusu değildir, b Ebu Yûsuf da aynı görüştedir.

İbn-i Ebî Leylâ ise : «Borcu itiraf eden varis, hissesine düşecek borç mik­tarını ödemekle mükelleftir.» der. Bu İmama göre, varis murisin borcunu itiraf etmeyip, sadece borç olayının şahidi durumunda ise hüküm aynıdır. Demek ki, bir varis, ister ölenin bir şahsa ait borcunu itiraf etsin, ister alacaklının alacak meselesine şahid olsun, hissesine düşen borç miktarını ödemek zorundadır.

Şayet murisin borçlu olduğunu itiraf eden veya buna şahid olan varis bir değil, iki adil kişi iseler onların sahicilikleri neticesinde, hem Ebu Hanîfe hem de İbn-i Ebî Leylâ'ya göre borcun tamamı öncelikle terekeden çıkarılır, bir şey artarsa mirasçılar arasında taksim edilir. Eğer bu İki varis adil değillerse, bir varisin itiraf veya şahitliği halindeki durum aynen iki varis hakkında tatbik edi­lir. Yani Ebu Leylâ'ya göre bunların hisselerine düşen kısmı ödenir. Ebu Ha-nîfe'ye göre borcun tamamı bunların hisselerinden karşılanır. Şafiî bu iki görü­şü, arkadaşlarından naklen anlatır, fakat kendisi için bir re'y zikretmez. [156][157]

 

Yemin Ettirmek

 

10- Davacı ve davalının meselesi kadıya intikal ettiğinde davacı, gerekli şahitleri getirince; kadı, ona ayrıca yemin ettirmez. İbn-i Ebî Leylâ'ya göre yemin de ettirmesi gerekir. Davacının şahitleri yoksa, o zaman kadı ona değil, davalıya yemin tevcih eder. Şayet davalı: «Ben yemini davacıya bırakırım» derse, kadı, davacıya yemin ettirmez. Ancak ondan (davacıdan) şüphelenirse, ona yenlin ettirir. Şafiî ise; «Davacı, şahitleri getirdikten sonra yemin ettirilmez. Şahitleri bulunmadığı zaman, davalıya yemin tevcih ederiz. Eğer davalı yemin ederse, dava düşmüş olur. Şayet davalı teklif olunan yeminden imtina ederse, biz davacıya deriz ki; davalının yeminden imtinaı ile sana bir şey veremeyiz. Ancak onun imtinaı yanında eğer yemin edersen, dava ettiğin hakkı sana vereceğiz. Eğer yemin etmezsen sana bir şey vermiyeceğiz.» demiştir. [158]

 

Miras

 

II- Ölen adamın ana baba bir erkek kardeşi" ve dedesi [159] kalırsa Ebu Hanîfe demiş ki : «Dede, malın tamamına mirasçı olur. O, öz baba yerine ge­çer. Ölünün kardeşine hiç bir .şey verilmez.» lbn-i Ebi Leylâ ise: «Malın yarısı dedeye diğer yansı kardeşe veriliri» demiştir, Şafii'nin re'yi de budur. Şafiî bu konuda der ki :

«Bu iki görüşün hiç birisi kıyas'a dayalı değildir. Ancak kardeşi dede ile mirastan mahrum etmek, kardeşi dede ile beraber mirasçı kılmaktan; kıyas ba­kımından daha uzaktır. Kardeşi dede ile mirastan mahrum kılmak görüşünde olan bazı fıkıhtılar bana : «Biz, sizlerle İttifak halinde bulunduğumuz üç sebeple kardeşi dede ile mîras hakkından düşürüyoruz :

I- Anne bir erkek kardeşler, baba İle mirastan mahrumdurlar. Siz, bu kardeşleri dede ile de mahrum ettiğinize göre; dede, baba yerine geçmiş olur.

II- Babanın mîras hakkı 1/6 dan aşağı düşmez. Siz dedenin mîras hak­kını ila   1/6 dan aşağı düşürmemekle onu babaya benzetmiş olursunuz.

III- Siz, dedeye baba ismi veriyorsunuz. Bu üç hususta  biz de sizlerle beraberiz. O halde baba, ana baba bir erkek kardeşleri mirastan mahrum etti­ği gibi dede de, onları mahrum etmelidir.» dediler.

Şafiî, onların bu sözlerini reddederek demiştir ki :

I- Biz,  anne  bir erkek  kardeşleri, dede  ile mirastan  mahrum  ederken, dedeyi babaya kıyas etmeyip varid olan hadîs'e dayandık.

Biz anne bir erkek kardeşlen Ölünün oğlunun oğlunun kizıyle mahrum ediyo­ruz. Bildiğiniz gibi bu kardeşler baba ile de mahrum oldukları İçin bu konuda bahis konusu kız, tesadüfen baba gibi etkili olmuştur. Bu meselede kız, baba gibi oldu diye başka yerlerde, ne biz, ne de siz onu baba yerine koymayız.

II- Biz, dedenin mîras hakkını, vakıa  1/6 dan eksiltmeyiz, ancak onun bu durumunu babaya kıyas yoluyle değil, ashabın çoğunun sözüne dayandırı­yoruz. Sonra biz, nenenin mîras hakkını da 1/6 dan düşürmüyoruz. Bu bakımdan durumu babanın durumuna rastladı diye siz veya biz, neneyi baba yerine koyabilir miyiz?

III- Dedeye  baba ismini  vermeye gelince; biz de, siz de Âdem  {A.S.) Peygamberle  aramızda geçenlerin hepsine baba ismini  kullanıyoruz.  Baba is­mini verdiğimiz dededen ölüye daha yakın bir dede olunca, uzak olan baba mî-rasçı olmaz. Keza, baba kâfir olup ölü Müslüman ise veyahut baha katil, ölü rhaktûl ise veyahut da baba köle, ölü hür ise; bütün bu ihtimallerde eğer biz, sadece  baba ismini vermekle  kişileri mîrasçı kılmış olsaydık, mahrum  kıldığı­mız bütün bu şahıslan mîrasçı kabul etmemiz gerekirdi. Biz, dedeleri baba is­minden dolayı değil, sahabenin çoğuna ait habere dayanarak mîrasçı kılıyoruz.»

Bundan sonra Şafiî; anne baba bir kardeşin dede ile mîrasçı kılınmasını, kıyastan uzak ise de onun mahrum bırakılmasının kıyastan daha uzak olduğu­nu isbatlamak üzere diyor ki :

«Dede ve kardeş, ölünün mirasını talep ettikleri zaman, aynı akrabalık yoluyla ölüye ulaşırlar. Dede der ki : «Ben Ölünün babasmin babasıyım.» Kar­deş de der ki: «Ben de ölünün babasının oğluyum.» Eğer ölen kişi, ölünün babası olmuş olsaydı, onun oğlu (bahis konusu kardeş) babasına (bahis konu­su dede) nazaran öncelikle mirasçı olacaktı. Çünkü Ölünün oğlu olduğu için, malın 5/6 sini, diğeri de Öiünün babası olduğu için 1/6 sim alacaktı. Bu du­rumda hangi kıyas ölçüsüne göre, kardeş dede ile mirastan mahrum kılınabi-liyor? Eğer bunlardan birisinin diğerini mahrum etmesi icap etseydi, kardeşin dedeyi mahrum etmesi uygun olurdu. Keza, bu meselede kıyas için bir yer bu­lunsaydı, yukarıda belirttiğimiz nedenle kardeşe 5/6 ve dedeye 1/6 verilecek­ti. Diğer taraftan ana baba bir erkek kardeşler için Allah'ın Kitabında ve Re­sulünün sünnetinde belirli bir hisse vardır. Dede için böyle bir şey yoktur. Kar­deşin dede i!e mahrum kılınması, her bakımdan kuvvetli elanı zayıf olanla dü­şürmek olur.» [160]

 

Ev Eşyasînda Îhtilâf

 

12- Erkek ölüp, karısını ve ev eşyasını bıraktığı zaman ev eşyasının hük­mü fikıhçılar arasında ihtilâf konusudur. Ebu Hanîfe der ki: «Erkek eşyası­nın, ölen erkeğin terekesinden sayılması ve kadınlara ait eşyanın kadının malı sayılması gerekir. Hem erkekler, hem kadınlar tarafından kulianıîan ev eşyası da, ölen koca ile kalan karının müşterek maîi sayılır. Erkeğin ölümü halinde hüküm böyle olduğu gibi, erkeğin karısını boşaması halinde de erkeğe ait eş­ya zevcin, kadınlara ait eşya da zevcenin sayılır. Fakat, erkek ve kadın tara­fından kullanılabilen ev eşyası, boşama halinde erkeğe aittir, b Ebu Yûsuf da ilk zamanlar bu görüşte idi. Sonra dedi ki: aGerck erkeğin ölümü ve gerekse bo­şama işlemi halinde ev eşyasının kadınlara ait kısımdan, o -kadının emsalinin cehiz miktarı yalnız kadına ait sayılacak, eshiz miktarından fazla olan kadın eşyası olsun, diğer ev eşyası olsun bunlar erkeğin malı sayılır. Zira adam tüc­car veya sanatkâr veyahut rehin eşyasını yarında bulunduran bir kimse olabi­leceği için bu veya buna benzer sebeplerle yanında çokça kadın eşyası bulu­nabilir.» lbn-i Ebî Leylâ ise; aAdam Öldüğü veya karısını boşadiği zaman, ev eşyasjirım tamamı erkeğe aittir. Ancak entari, çamaşır ve benzeri eşya kadrna aittir. Fakat şahitlerin beyanı neticesinde birisine ait olduğu anlaşılan mala bir diyecek yoktur,» der. Eğer kadın, kendisine ait bir evde oturduğunda kocası tarafından boşamrsa, adı geçen imamların görüşlerinde bir değişikliğe sebep teşkil etmez. Şafiî de eşler arasında bu konuda çıkan ihtilâfın bütün ihtimal­lerinde hüküm şudur, der: aEğer şahitlerin ifadeleri neticesinde birisine ait ol­duğu anlaşılan mal varsa, sahibine aittir. Böyle olmayan ev eşyası, eşler ara­sında müşterek" olup aralarında eşit olarak taksimi gerekir. İcma'a yapılan kı­yaslamanın tabiî neticesi olan bu hükümden herhangi bir fıkihçının gafil kalması, bence bir özür sayılamaz. Bu mesele, iki erkeğin elinde bulunan ve müş­tereken kullandıkları eşya hakkında ihtilâfa düşmeleri meselesine benzer. Bu­rada gerekli yeminler icra kılındıktan sonra, eşya ikisi arasında eşit olarak tak­sim edilir.» [161]

 

Ariye

 

Arsasında bir süre tayin etmeden ve geçici olarak bina yapmak için bi­risine müsaade eden bir adam, bina yapıldıktan sonra bina sahibini arsasından çıkarmak isteyince; Ebu Hanîfe'ye göre: Arsa sahibi buna yetkilidir. Bina sa­hibinden binasını yıktırması ve enkazını alıp götürmesi istenir. Ebu Yûsuf'un görüşü de bu merkezdedir, lbn-i Ebî Leylâ İse demiştir ki: «Arsasında bina yapmaya müsaade eden kişi, binanın kıymetini ilgilisine ödeyecek ve bina ona kalacaktır.»

Arsa sahibi, inşaat İçin meselâ 5-10 sene gibi belirli bîr süre tayin ettiği halde bu süre dolmadan bina sahibini çıkarmak isterse, mezkûr imamların it-tifakiyle bina değerini ödemekle mükelleftir. Şafiî de bu görüştedir. [162]

 

Kaza (Hüküm)

 

14- Kadı, mahkeme defterine bir mesele hakkındaki ilgilinin itirafını ve şahitlerin şehadetini tesbit ettikten bir müddet sonra o mesele, dava konusu olarak kadıya intikal ettiği zaman, kadı evvelce deftere geçirdiği itiraf ve şe-hadeti hatırlamazsa; Ebu Hanîfe'ye göre: Deftere geçirdiği hususu muteber say­maması ve ona göre hüküm vermemesi gerekir. Mühim olan kadı'nm hatırla-masıdır. O da yoktur, lbn-i Ebî Leylâ ise; kadı, hatırlamasa bile mahkeme def­terine geçirmiş olduğu hususları dikkate alması ve ona göre hüküm vermesi gerekir, der. Ebu Yûsuf da bu görüştedir.

Kadı, mesele ile ilgili İtiraf ve şehadeti hatırlar da onu defterine geçir-memiş ise bilâhare dava ona intikal edince, Ebu Hanîfe'ye göre hatırladığı de­lillere göre hüküm verir.» Ebu Yûsuf'un görüşü de bu merkezdedir. Fakat îbn-i Ebî Leylâ -Kadı, bu delilleri yanında tesbit etmedikçe hatırlasa bile na­zara alamaz.» demiştir.

Şafiî ise: «Kadı, bir adam m başkasına ait bir hakkın itirafına veya başka türlü bir hakkın sübutuna dair malûmatı mahkeme defterine işlenmiş olarak bulduğu zaman,   yazının kendisine veya kâtibine ait olduğunda şüphe etmese

bile o yazıya göre hüküm veremez. Ancak deftere geçirilen hususları hatırlar veya mesele hakkında gösterilen şahitler o yolda ifade verirlerse o zaman hü­küm verebilir. Nasıl ki bir adam yazısını tanıdığı ve buna rağmen şahit olarak evvelce verdiği ifadeyi hatırlamazsa şahitlik yapması caiz değildir.» demiştir. [163]

 

Nikâh

 

15- Ebu Hanîfe demiştir ki, kadının mehr-i .misli onun kız kardeşlerinin ve amcasının kızlarının mehir miktarıdır. Ebu Yûsuf da aynı görüştedir, lbn-i Ebî Leylâ ise kadının annesi ve teyzelerinin mehir miktarı onun mehr-î misli­dir, der. Şafiî de; «Kadının baba tarafından akrabası olan kadınların mehr-i misli esastır. Eğer annesi ve teyzeleri baba tarafından da onun akrabası duru-" munda değillerse onların mehir miktarı dikkate alınmaz.»

16-  Erkek kardeşinin yetim kalmış küçük yaştaki oğlu ile küçük yaştaki kendi kızınm nikâhını kıyan adamın kıydığı bu nikâh Ebu Hanîfe'ye göre ca­izdir. Ancak yeğeni baliğ olduğu zaman dilerse nikâhını feshedebilir. İlk za­manlar Ebu Yûsuf da bu görüşte idi. Bilâhare yeğenin nikâh feshine dair mu­hayyerliği hususundan rücu' etti. Yani yapılan nikâh sahihtir. Yeğen baliğ ol­duğu zaman yapılan nikâha itiraz edemez, lbn-i Ebî Leylâ ise yeğen baüğ ol­madıkça amcası, kızını onunla evlendirmeye yetkili değildir, der. Şafiî de de­miştir ki, küçük yaştaki çocukları yalnız babaları, babalan yoksa büyük ba­balan evlendirebilir.  Başka veliler onları  evlendirme selâhiyetinde değildirler. Şayet nikâh yapılırsa bile nikâh hükümsüzdür ve karı koca durumuna getiril­mek istenen çocuklar birbirinden mirasçı olamazlar.

İmam Ebu Yûsuf'un kitaplarından bize ulaşan diğer bir kitabı da «Ki-tab-u Siyer-il-Evzâîodir. Bu kitap İmam Ebu Hanîfe ile İmam Evzâî'nin ihti­lâfa düştükleri Cihad hakkındaki meselelerin cevaplarını ihtiva eder. Cevaplar­da iki imamın görüşünü aldıktan sonra ekseriyetle Ebu Hanîfe'nin görüşünü destekler. Şafiî de «el-Umm» adlı eserinde bu kitabı naklen alır ve mezkûr imamların görüşlerini aldıktan sonra ilgili her meseleye ait kendi görüşünü be­yan eder. Umumiyetle Şafiî, Evzâî'nin görüşünü benimser. Bu yüce imamlar tarafından verilen cevapların çoğunun dayanağı Sünnettir.

Sünnete ait delillerin imamlar tarafından nasıl tetkik edilerek eleştirildik­lerini okuyucularımın bilgisine sunmak için birkaç meseleyi buraya alıyorum.

1- Ebu Hanîfe'ye göre; savaşta elde edilen ganimet taksim edilirken atlı askere, birisi kendisi, diğeri de atı için olmak üzere iki sehim (pay), yayaya da bir sehim verilir.

Evzâî ise atlıya birisi kendisi ve ikisi atı için olmak üzere üç sehim Re-sûlüllah tarafından verildiğini, ondan böyle Müslümanların bunda ihtilâf etme­diklerini söylemiştir.

Ebu Haııîfe, «Ganimet payı bakımından safkan Arap atı İle diğer cins ıtlar arasında bir fark yokturs demiştir.

Evzâî İse, «Fitneler bclirinceye kadar geçen selef zamanındaki Müslüman­ların başmdakİıer, safkan Arap atının dışında kalan at çeşitleri için ganimet payı ayırmazlardı.» demiştir.

Ebu Yusuf diyor ki: «Ebu Hanîfe, hayvanın Müslüman yayadan üstün tutularak, Müslüman yayaya bir pay verilirken, ata iki pay verilmesinden hoş­lanmaz idi. Fakat, iyi cins olmayan atları diğer atlardan ayird ederek, onlara sehim verme gereğini bilmeyen kimseyi sanmıyorum. Büîün Araplar, çoğu ve­ya tamamı iyi cins olmayan atlardan ibaret sürüye, «Atlar sürüsü» ifadesini kullandıkları herkesçe bilinmektedir. Diğer taraftan savaşta saf Arap kanı ol­mayan atların, başarıya gölge düşürmeyen, uysallığı, yumuşaklığı ve benzen yön­leriyle, birçok binici için daha uygun olduğunu biliriz.

Evzâî'nin, «Geçmişteki Müslümanları idare edenler, bu çeşit aüar için se­him vermezlerdi.» sözü Hicaz halkından dujgılan söze benziyor. Şöyleki: Hi­caz halkı, bazı şer'î hükümleri verirlerdi. «Bu hükmü kimden aldınız?» diye sorulunca «Sünnet bu hükümle devam edegelmiştir.s derler. Çarşıyı idare eden birisi veya benzeri, belki böyle bir hüküm vermiştir. Yahut da fıkıh usulünü bilmeyen, hatta doğru dürüst abdest ve teşehhüdü beceremeyen Şamh bazı yaş­lılar, bu görüşü icad etmiş olabilirler. Bunun neticesinde Evzâî de «Sünnet, böyle cereyan etti» demiştir.

Gerek Resûlüllah'tan ve gerekse ashabından bize kadar gelen bilgiye göre Resûlüllah, atlı askere üç pay ve yayaya bir pay vermiştir. Ben bu görüşteyim.»

Şafiî ise, «Atlıya üç sehim verilmesi yolundaki Evzârnin sözü haktır.» di­yerek, bu hususa ait İbn-i Ömer'in hadîsini rivayet ettikten sonra aynen şöyle söyler: «Ebu Yûsuf'un anlattığına göre, Ebu Hanîfe demiştir ki: aBen, hay­vanı, yaya Müslümandan sehim bakımından üstün tutmam.» At için iki sehim yerilmesi hakkında Resûlüllah'in hadîsi bulunmamış olsaydı bile, bu söz iki yönden hatalıdır. Şöyleki: At sebebiyle Ebu Hanîfe iki sehim verince atı Müs-ümana yine tercih etmiş oluyor. Çünkü Müslümana bir sehim veriyor. Bu du­rumda hayvanı Müsîümana eşit tutmaması, hatta yaklaştırmayarak hayvanı çok ızakta bulundurması gerekirdi.

Diğer taraftan, atlıya üç sehim verilirken, «Birisi ona, diğer İkisi atma-Iır» sözü anlaşılmayacak bir söz değildir. Manâsı budur ki: Atlıya, bir sehim emlisi için, diğer iki sehim de atı sebebiyle yine ona verilir. Çünkü Allah, »niciliğe ve at sahibi olmaya Müslümanları şu âyetle çağırmıştır.

(339) «Siz de onlara  (düşmanlara)  karşı gücünüzün yettiği kadar cuvvet ve (cihad için) bağlanıp.beslenen atlar hazırlayın... (Enfâl: 60)

At sahiplerine, anlattığımız gibi Resûlüllah üç sehim verince; ata ait iki senimi ata değil, sahibine vermiş oluyor. At, hiç bir şeye malik olamaz. Maiik olan onun sahibidir,

Evzârnin, hepsine at denilen hayvanlar arasında ayırım yaparak safkan Arap atını diğer atlara tercih etme meselesine gelince; Süfyan b. Uyeyne, el-Esved b. Kays'dan, o da Alî b. el-Akmâr'dan naklen bize rivayet ettiğine gö­re : «Atlılar Şam'a hücum ettiler, safkan Arap atlan aynı gün, diğerleri ertesi gün Şam'a vardılar. Safkan atlılar arasında el-Münzîr b, Ebî Hûmmasa el-Hemedânî de bulunuyordu. Bu zat, safkan Arap atlarını, ganimet tevzîinde üs­tün tutarak dedi ki:. «Ben, ilk gün hedefe ulaşanları diğerleriyle bir tutmam.» Onun bu hükmü Hz. Ömer'e ulaşınca, verilen hükmün isabetli olduğunu sita­yişle beyan ederek uygulanmasını istedi.» Evzâî ve onun görüşünde olanların bu konuda rivayet ettikleri hadîsler «Munkab'» kısmmdandır. Ebu YûsuFun gösterdiği hüccet ise onun görüşünü isbatlamaz.

Bİz, safkan Arap atı, karışık kan Arap atı ve başka cins atı ayırtetmeme yolunu tutuyoruz. Eğer ayırteden görüş bizce sabit olsaydı ona muhalefet et­mezdik.» demiştir.

2- Bir adam savaşa katılanlar defterine yaya olarak kaydedilerek, düş­man toprağına girdikten sonra bir at satın alıp, atlı haîde savaşırsa ganimet tevzîinde; Ebu Hanîfe'ye göre ona yaya sehmi verilecektir. Evzâî ise; «Resûlül­lah zamanında Müslümanlar için defter tutulmadı. At için Peygamber sehim verirdi. Ondan sonra da Müslümanların imamları buna uygun hareket ettiler.» demiştir. Ebu Yûsuf; Evzâî'nin anlattığı hususta bu şahsa atı için sehim veril­mesini isbatlayan bir delil yoktur. Biz de, atlıya sehim veriyoruz, ancak yaya olarak Peygamberle savaşa çıkan, bilâhare satın aldığı veya emaneten elde et­tiği bir at üzerinde savaşan herhangi bir kimseye Resülüllah'in atlı sehminİ ver­diğini isbatlayan sağlam bir hadîs Evzâî'nin yanında var mıdır? Diğer taraf­tan Evzâî'nin görüşü çeşitli yönleriyle itiraz konusu edilir. Meselâ : Eğer bu adanı, birkaç saat atlı elarak savaştıktan sonra atını başkasına satar, bu, kere satın alan kişi bir saat atlı olarak savaşırsa, aynı at dolayısıyla bunların hep­sine ayrı ayrı atlı sehmi mi verilecektir? Bu doğru bîr yol olamaz. Yayalık ve atlılık mes'elesi için, ordunun savaşmak üzere düşman toprağına girdiği durum esastır. Düşman toprağına atlı olarak giren, atlı ve yaya giren, yaya olarak ka­bul edilir. Nitekim Hz. Ömer'in zamanından bugüne kadar savaş defterleri bu şekilde tutulmuştur,» der.

Şafiî, «Evzâî'nin görüşü isabetlidir. Ebu Yûsuf, sünnetin, dediği veçhiyle cereyan etîiğini söylemiştir. Sabit bir hadîs ve sağlam bir rivayet olmaksızın «Sünnet, böyle cereyan etmiştir.» sözünden dolayı, Evzâî'yi kınayan Ebu Yû­suf aynı suçu işlemiştir. Diğer taraftan Ebu Yûsuf, Hz. Ömer zamanından bu­güne kadar, uygulamanın böyle devam edegeldiğini söylemekle defter işinin Hz. Ömer zamanında ihdas edildiğini, gerek Resûlüllah ile Hz. Ebu Bekr zama­nında ve gerekse Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk zamanlarında defter tutulmadığını ve mallar çoğalınca Hz. Ömer'in defter tutturduğunu kabul etmiştir.    Sünnet, Resûlülîah'a aittir.

Atlıya üç senim ve yayaya bir sehmin Resûlüllah tarafından verildiği sabit bîr sünnet olup bu delil, Evzâî'nin görüşünü isbathyor. Zira Evzâi'ye göre; sa­vaşa katılmayana sehim yoktur. Fiîlen savaşa katılmayan kişi, atlı dahi olsa kendisine seh,im verilmedikten sonra atı için nasıl sehim verilir?

Ebu Yûsuf'un : «Eğer bir adam o at üzerinde bir gün savaşır, ikinci gün bir başka adam savaşırsa... herbirisine bir atlı sehmi verilmesi gerekecek» sö­züne gelince; böyle bir durum Evzâî'nin sözünde yoktur. Bir at için iki yerde ayrı ayrı sehim verilmez. Nasılki iki yerde savaşan askere iki ayrı sehim veril­mez. Ancak her yerin ganimeti ayrı ayrı taksim edilirse, o zaman her yer için şahıslar ve atlar sehim alır. O halde, bir at için birden fazla kişiye sehim ve­rilmesi bahis konusu değildir. Ata ait sehim, onun sahibinedir. Bir iki gün için emaneten alıp üzerinde savaşan kişiye at sehmi verilmez. Mademki at sahibi atlı olarak savaşa fiîlen katılmıştır, o at için yalnız ona verilecektir. Diğer ta­raftan birkaç kişi nöbetleşe aynı at üzerinde savaştıklarından dolayı o at için verilecek sehim bunlar arasında tevzî edilecek olursa, verilecek meblâğı bir atın hissesinden fazlalaştıracak değiliz. Nasıl ki yaya, ona verilen sehmi henüz tes­lim almadan ölürse, mirasçılarına ayrılan senimden başka bir şey .verilmiyecektir. Hatta ölenin sehmi bir deve ise mirasçıları deveyi taksim edeceklerdir.

Ebu Yûsuf'un mezhebinde yürüyen bir fıkıhçı; «Ben, savaş bölgesine atlı olarak giren askere, Müslüman ülkesinden beri katlandığı masrafları için atına sehim veririm.d demiştir. Biz, o fıkıhçıya dedik ki: «Düşman toprağına gir­meden bir saat önce ve savaşçıların defteri henüz işlenmemiş iken, bir at satın alıp bir saat sonra atlı olarak düşman toprağına ayak basan asker için ne der­sin?»

O, «Deftere atlı olarak kaydedildiği zaman atlı sayılır, atlı sehmini alır.» deyince, biz ona, «O halde bir Yemenli veya Horasanlı Müslüman, oturduğu yerden kalkıp atlı olarak yollara koyulur ve düşman toprağına kadar varır da deftere ismi geçirilmeden atı ölecek olarsa ona ne dersin?» dîye sorduk. O, ce­vaben: «Ona at sehmi verilmez, d dedi. Bunun üzerine: a O halde Horasanlı ve Yemenli iki askerin atları için katlandıkları bunca masrafları sen, iptal etmiş oldun. Halbuki bu şahısların masrafları düşman toprağı yakınında ve savaş def­teri işlenişinden bir saat önce at satın alan kişinin masrafından kat kat fazla­dır. Onun masrafım dikkate alarak sehim ayırıyorsun da, uzak mesafeden ge­len ve çok masrafa katlananlar için ndden sehim ayırmıyorsun?» dedik.

3- iki atı bulunan savaşçının yalnız bir atı için sehim verileceğini Ebu Hanîfe söylemiştir. Evzâî ise birden fazla atla savaşa katılan askerin iki atı için sehim verilir de ondan fazlası için sehim ayrılmaz, demiştir, ilim ehli, Evzâî'­nin görüşündedirler. Mezhep imamları da bunu uygulamışlardır. Ebu Yûsuf: «Resûlüllah'ın iki at için sehim verdiği hakkında ne Resûlüllah'dan ne de asha­bından herhangi bir kimseden bize bir şey ulaşmamıştır. Yalnız Âhad hadîsi vardır. Biz Ahad hadîsi ile amel etmeyiz. Evzâî'nin: «imamlar bununla amel etmişlerdir, ilim ehli bu görüştedir.» sözü, Hicaz ehlinin «Sünnet sununla de-vani edegelmiştir» sözüne benzer. Bu sözü cahillerden başkası kabul etmez ve taşımaz. Bununla amel eden imam kimdir? Bu görüşü tutan âlim kimdir? Bize açıklanmalı! Ta ki bakalım ilim adamı mıdır? Ondan ilim almaya ehil raidir? 'Nasıl iki at için sehim verilir de üç at için verilmez, ne fark var? Diğer ta­raftan üstünde savaşılmayan ve yerinde bağlı tutulan at için nasıl sehim veri­lir? Bizim anlattığımızı ve Evzâî'nin söylediklerini iyice anla ve düşün!» de­miştir.

Şafiî; görüştüğüm arkadaşlarımdan bellediğim gerçek şudur ki: «Onlar yalnız bir at için sehim kabul ederlerdi. Ben de bu hükmü tutarım. Süfyân, Hi-şâm b. Urve'den, o da Yahya b. Ubâd'dan naklen bize haber verdiğine göre:

Abdullah b. ez-Zübeyr b. el-Avvâm, Hayber ganimetinden birisi kendisine ve ikisi atına, birisi de annesi Safiye'ye ait olmak üzere dört sehim aldı.ı Mek-hûl ise bu konuda şöyle rivayet ediyor;

«Jbn-i Zübeyr, Hayber günü savaşa katıldı. Resûlüllah ona, birisi kendi­sine ve dördü iki atına ait olmak üzere beş sehim verdi.»  *

Bu iki hadîs muvacehesinde Evzâî, Mekhûl'ün rivayet ettiği «Munkah'ı hadîsi kabul etme yoluna gitmiştir. Halbuki Hişâm b. Urve, tevzî olayını titiz­likle izlemiş olmalıdır. Eğer amcası ve babası durumunda olan İbn-i Zübeyr'e bir at için değil de iki at için sehim verilmiş olsaydı, Mekhûl'den daha iyi bir şekilde tesbit etmiş olması beklenir. Hişâm'ra hadîsi de Mekhûl'ün hadîsi gibi «Maktu'» olduğundan hüccet olamıyor ise de, Hişâm'm İbn-i Zübeyr'in ya­kını olması hasebiyle ondan alınan hadîs'e, nisbeten sağlam nazariyle bakıla­bilir. Ama dediğimiz gibi iki hadîs de maktu'.olduğu için meğazî ehline baş vur­duğumuzda, meğazî ehli, Resûlüllah'm iki at için sehira verdiğini rivayet etme­diklerini ve Resûlüllah'ın Hayber savaşına es-S.ekb, ez-Zurb ve el-Mürtekis isimli üç atla katıldığını ve zatına ait üç at bulunduğu halde yalnız bir at için sehim aldığı hususunda herhangi bir ihtilâfa düşmediklerini, gördüğümüz için biz, savaşta yalnız bir at için sehim verilmesi görüşündeyiz.» der.

Yüce imamların, şer'î hükümlerini kaynaklarından çıkarmak ve ilmî ten-kidlerde bulunmak hususunda izledikleri yolu apaçık bir şekilde bize gösteren gördüğünüz bu üslûp, kitap boyunca devam eder.

Ebu Hanîfe'nin mezhebine ait olup arkadaşları ve talebeleri tarafından yazılmış olan kitaplardan günümüze kadar varlığını muhafaza etmiş kitaplar, îmam Muhammed b. el-Hasan'a ait olanlardır. Bu zat, Hanefî Mezhebine ait görüşleri rivayet etmekle arkadaşlarına nazaran mümtaz bir yer işgal etmiştir.

Kitapları iki çeşittir:

«Zahir-ür-Rivaye» ismiyle bilinen ve tanınan kitapları, kendisinden riva­yet edildiği sabit görülen ve en ufak bir tereddüt duyulmayan eserleridir. Diğer çeşit kitapları 'sağlamlık bakımından bu derece olmayan eserleridir. Biz iki çe­şidi üzeriüde de konuşacağız. [164]

 

Zahir-Ür-Rivâye Kitapları

 

I- El-Cami-üs-Sağir :

Bu kitap îmam Muhammed'in talebelerinden İsa b. Ebbân ve Muhammed b. Semmâa'nın kendisinden rivayet ettikleri meseleleri ihtiva eder. Fıkha ait kırk bölümden ibarettir. Birinci bölümü, namaz hakkındadır. Her bölümü ayrı­ca kısımlara ayrılmamış idî. Bilâhare okuyuculara ve Öğrencilere kolaylık olsun diye, kadı Ebu Tahir Muhammed b. Muhammed ed-Dabbâs tarafından her ki­tap, konularına göre kısımlara ayrılmıştır. İmam Muhammed, eserde yazılı me­seleleri Ebu Yusuf ve Ebu Hanîfe'den rivayet eder. Meselelerin dayandığı de­lilleri ise zikretmez.

2- El-Cami-ül-Kebîr;

Bu da birinci eser gibidir. Ancak bu daha büyüktür.  

3- El-Mebsût :

el-Asl ismiyle tanınan bu kitap, îmam Muhammed'in yazmış olduğu eserlerin en büyüğüdür. Burada Ebu Hanîfe tarafından cevaplandırılan binler­ce mesele bulunmaktadır. Ayrıca Ebu Yûsuf ve kendisinin Ebu Hanîfe'ye muhalefet ettikleri meseleyi de içine alır. Yazar, bu eserde önce temas edilecek ko­nuya ait hadîsleri ve sahâbîlerle tabiîlerin sözlerini alır, sonra meseleleri zik­reder. Umumiyetle her konunun sonunda Ebu Hanîfe ile İbn-i Ebî Leylâ'nın ihtilâfa düştükleri meseleleri zikreder. Bu eser, İmara Muhammed'in talebele­rinden Ahmed b. Hafs tarafından kendisinden rivayet edilen meselelerden iba­rettir. Burada şer'î hükümlerin illetlerim zikretmez.

4- Kitab-üs-Siyer es-Sağîr ; Bu eserde cihada ait meseleler anlatılır.  

5- Kitab'üs Siyer el-Kebîr :

Bu kitap, îmam Muhammed'in fıkıh konusunda yazdığı son eseridir. Ta­lebesi Ebu Hafs Ahmed b. Hafs Irak'tan ayrıldıktan sonra eser te'ttf edildiği için, diğer eserler, adı geçen talebesi tarafından rivayet edildiğine rağmen bu eserde Ebu Hafs'm rivayetine rastlanmamaktadır. İmam Muhammed'in talebe­lerinden olan Muhammed Ebû Süleyman el-Cûzcânî ve İsmail b. Sevvâba tara­fından kendisinden rivayet edilmiştir. îmam Muhammed bu son eserini te'lif ederken, Ebu Yûsuf ile kendisi arasında anlaşmazlık bulunduğu için Ebu Yû-sufun ismini hiç zikretmez. Ondan bir hadîs rivayet etmek ihtiyacım duyduğu zaman «Bir sika'dan aldığıma göre» tâbirini kullanır. Bu tâbiri kullanırken Ebu Yûsufu kasdeder.

Hicrî 4. asrın başlarında görülen ve «el-Hâkim-üş-Şehîd» ünvaniyle tanı­nan, Ebu-1-Fadl Muhammed b. Ahmed eî-Merûzî, te'lif ettiği «el-Kâfî» adlı kitapta îmam Muhammed'in eserlerinde bulunan meseleleri Özetleyerek topla­mıştır. Yazma olan bu güzel eser Mısır kütüphanesinde bulunmaktadır.

imam Muhammed'in eserlerinden birisi de «er-Red alâ Ehl-il-Medîne» adlı kitabıdır. Şafiî el-Umm» adlı kitabında bu eseri ele alarak her mesele akebin-de, ya Medine ehlinin görüşüne katılır veyahut Ebu Hanîfe'nin görüşüne uyar. îmam Muhammed'in bu eseri Ebu Hanîfe'nin Medînelilere muhalefet ettiği me­selelerden ibarettir. Eserdeki meselelerden birisi şudur:

Adamı tutup başkasının onu öldürmesine yardımcı olan kişinin cezası me­selesi;

Adamı tutarak başkası tarafından silâhla öldürülmesine imkân sağlayan kişi, Ebu Hanîfe'ye göre öldürülmez. Ancak dövülür ve hapsedilir. Bil'fiil katil ise kısas yoluyle öldürülür. Medine âlimleri ise, maktulün öldürülmek istendi­ği halde onu tutarak katil tarafından Öldürülmesine yardımcı olduğu için iki­sinin, de kısas yoluyla Öldürülmesine hükmetmişlerdir.

Muhammed b. el-Hasan demiş ki: «Tutan kişi, öldürmediği halde nasıl öldürülür? Katilin maktulü öldürmek istemediği kanaatiyle maktulü tutarsa, tu­tanı öldürecek misiniz? Eğer Medine âlimleri: Hayır! biz, tutan kişi, maktulün Öldürülmek istendiğini sandığı takdirde Öldürülmesinin gereğine hükmederiz.» derlerse, onlara denilecek ki: «Bu sözünüze göre tutanın Öldürülmesi, onun zannma bağlıdır. Halbuki zan isabetli olabileceği gibi hatalı da olabilir...»

Size birkaç şey soralım :

1- Maktulü öldüreceğini bildiği halde katile onu gösteren adamı, mak­tulü tutan adam gibi öldürür müsünüz?

2- Birisine adam öldürme emrini veren kişiyi, katil ile beraber öldürür müsünüz?

3- Kadını tenha bir yere koyup başkasının onunla zina etmesini sağla­yan kişi, zina eden adamla birlikte hadediIİr mi? Yahut yalnız zina eden adam mı hadedilir? Şayet zina eden erkek ile ona kadın temin eden adamın ikisi de evli iseler, ikisi de mi recmedilecek? Katil meselesinde, tutan kişinin Öldürül­mesine hükmeden fıkihçmm bu meselede her iki şahsın hadedilmesine hükmet­mesi gerekir.

4- Birisine şarap içiren kişi, şarap içen gibi hadedilir mi yoksa had yal­nız içene mi mahsustur?

5- İffetli kadını zina ile itham etmek için  adama emreden şahsa, iftira eden kişiyle beraber «kazfj haddi tatbik edilir mi?

Kati meselesindeki fetvanıza göre iftira edenin yanında ona bu işi emreden şahsın da had edilmesi gerekir. Bize, İsmail b. Ayyaş el-Huriıûsî'den, o da Ab-dülmelik b. Cüreyc'den, o da Ata b. Ebî Rebbah'dan, o da Ali b. Ebî Talib'-den rivayet ettiğine göre :

«Hz. Ali, bir adamı kasden öldüren şahıs ve maktulü tutan kişi hakkında hükmederken, katilin öldürülmesine ve maktulü tutanın ölünceye kadar hapse­dilmesine karar vermiştir.»

Şafiî demiştir ki:

«Cenab-ı Allah, insanları işledikleri suçun kendisiyle cezalandırmayı ve katil suçunu işleyenin katledilmesi hükmünü koyarak şöyle buyurmuştur:

(340) «Ey iman edenler maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz edildi)...» (Bakara: 178)

(341) « ..Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velîsine (miras­çısına maktulün hakkını talep hususunda)    bir salâhiyet vermişizdir...» (İsra: 33)

Bu âyeti tetkik edenlerin malûmudur ki; maktulün velisi yalnız katili kısas yoluyla öldürme yetkisine sahiptir.

Bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:

«Bir Müslümam katil olduğundan dolayı öldüren (maktülün velisi) kişi, kendi eliyle kısas cezasını vermiş olur.»

Zina edenler hakkında Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor :

(342) «Zina eden kadınla zina eden erkekden her birine yüzer değ­nek vurun...» (Nûr: 2)

İffetli kadınları zina ile itham edenler hakkında da buyuruyor ki:

(343) «Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı ile) iftira atan, sonra (bu babta) dört şahid getirmeyen kimseler (in her bîrine) de seksen değ­nek vurun...» (Nûr: 4)

Kişi işlediği fiîl ve söylediği sözle cezalandırılırken, bu fiîl ve sözden ta­mamen uzak olan şahısların o suçtan dolayı cezalandırılmalarına rastlamadım. Eğer bir adam bir şahsı hapseder de, başkası tarafından öldürülmesine yardımcı olursa, işlenen bu suçtan dolayı katil öldürülür, hapseden kişi başka türlü ce­zalandırılır. Ben, katili katlinden dolayı öldürürken, hapseden şahsı hapsetme suçundan dolayı, Allah'ın hükmüyle öldüremem. Çünkü hapsetmek suçu öldür­mek suçundan başka bir şeydir. Hapseden şahsı, kâlil gibi öldürten fıkıhçı, Al­lah'ın bu husustaki hükmünün yerini değiştirmiş olur.

Zara Cenab-ı Allah ;

(344) «Ey iman edenler, maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz edildi)...» (Bakara: 178)

buyurmuştur.

Kısas, kişinin, işlediği suçun çeşidiyle cezalandmlmasıdır. Hapsetme su­çunu işleyen şahıs, öldürme suçunu işlemiş midir? Hayır! O, ancak hapsetme suçunu işlemiştir. Hapsetmek bir masiyettir. Bu masiyette kısas durumu yok­tur, ancak tazir [165] vardır. Hapsetme suçu, öldüremek maksadiyle olsun olma­sın, netice itibariyle öldürme çeşidine dönüşmez. Eğer öldürmek niyetiyle işle­nen hapsetmek suçu, öldürmek suçu yerine geçmiş olsaydı hapsetme suçunu iş­leyen şahıs, hapsettiği kişiyi öldürmemiş olsa dahi katil hükmünde telâkkî edi­lerek, kısas yoluyla Öldürülmesi gerekecekti. Çünkü katil yerine geçen suçu, bilfiil işlemiştir. Netice itibariyle görüldüğü üzere durum, arkadaşımız Maîik b. Enes'in dediği gibi değildir. Bu hususta Muhammed b. el-Hasan'ın sözü kıs­men isabetlidir. Muhammed'in arkadaşımıza yaptığı itirazların çoğu yerindedir. Ancak Muhammed başka bir yerde gaflete düşmüştür. Dolayisiyle arkadaşımı­za karşı delil olarak kullandığı bütün hüccetler, onun da aleyhinde olmuş olur. Eğer, Muhammed b. el-Hasan'ın düştüğü gaflet ve bununla ilgili durum nedir? diye sorulursa, denilecek ki:

Muhammed diyor ki: «Bir gurup soyguncu, yol keserek adamları öldür­dükleri zaman soyguncuların işledikleri suçlan uzaktan seyreden ve seslerini işİ-ten arkadaşları varsa, suça iştirak etmemiş olan bu arkadaşları bu suçun işle­neceğine kani olmasalar dahî, soygun ve katii suçuna fiilen iştirak edenler öl­dürüleceği gibi, olaya katılmamış olan ve yalnız seslerim duyan arkadaşlarının da destek durumunda olmalarından dolayı.öldürülmeleri gerekir.»

Şafiî diyor kî:

Ben, Muhammed b. el-Hasan'a : «Verdiğin bu fetva konusunda deîil olabi­lecek herhangi bir şeyi gördün mü?» diye sordum. Fakat o bana herhangi bir rivayet zikretmedi. Bundan sonra ben ona dedim ki:

«Zayıf bir adam, kuvvetli ve güçlü bir adamı öldürmek istediğini güçlü bir şahsa anlatarak; «— Ben zayıf olmasaydım falan adamı öldürürdüm.» de­yince, güçlü şahıs; «— Ben onu tutar yere yatırının ve sana yardımcı olurum!» diyerek adamı yere yatırır, göğsü üzerinde oturur, çenesini kaldırır, boğazlama­ya hazır vaziyete getirir, zayıf adama da bıçak verir. Bunun üzerine zayıf adam da yanaşarak adamı boğazlarsa; senin sözüne göre boğazlayan şahıs öldürülür, Çünkü katildir. Fakat öldürme işini hazırlayan şahsın işlediği suça iltifat etme­yerek dersin ki: «Sebep başka şeydir, işlenen fiil başka şeydir. Allah, insan­ları işledikleri fiiller sebebiyle cezalandırır.»

Sana soruyorum; zayıf adama yardım eden bu şahsın yardımı ile, soygun­cuların desteği durumunda olan arkadaşlarının yardımından, hangisi daha kuv­vetlidir? Diğer taraftan, soyguncuların arkadaşları ile ilgili olarak diyorsun ki: Eğer onlar, soyguncuları destekler ve görür de seslerini İşitmezlerse, bahis ko­nusu oîay dolayısıyle soyguncular Öldürülürken; destekleyici durumunda olan arkadaşları Öldürülmez, ancak tâzir cezası ile cezalandırılırlar. Bu ses İşitme Ölçüsünü kim sana tesbit,.etmiştir?» imam Muhammed bu soruma cevaben:

«Senin arkadaşın (Malik b. Enes) benimle beraberdir. Soyguncuların ar­kadaşları hakkında benim verdiğim fetvayı o da vermiştir.» dedi. Ben ona «Ma-Iik'in sözü senin için bir hüccet olabilir mi? Senin sözün hüccet olmayınca, sö­zünü reddettiğin arkadaşımızın sözü senin için nasıl hüccet olabilir?» dedim. Bundan sonra Muhammed bana dedi ki: «Sen, bu görüşte değil misin?» Ben ona: "Hayır! İyi düşünen bir kimsenin böyle söylediğine rastlamadım. Soygun­cuların olayla ilgili seslerini işiten ve olaya karışmamış olan arkadaşlarının öl­dürülmesine fetva veren kişi, Kitab ve ma'kûl kiyas'ın hükmünden çıkmış olur. Bu konuda dayandığı deliller diğer taraftan onun aleyhinde tecelli eder. Sen bir mesele hakkında delil getirirsen veya başkasının delilini reddedersen, aynı ha­taya düşmezsen senin için çok iyi olur,» dedim.

Bundan sonra Saf» der ki:

Muhammed, delil olarak Hz. Ali'nin, katili Öldürttüğünü ve tutanı ölün­ceye kadar hapsettirdiğini rivayet eder. Halbuki kendisi, tutanı müebbed hapse mahkûm etmez de derhal öldürtür ve böylece rivayet ettiği deliline kendisi muhalefet etmiş olur. İmanı Muhnmmcd'in «er-Rcd Ala-Ehli-i-Medinc» adlı kitabının tamamı bu memeli a kaleme alınmıştır. Tarafların delillerini karşılaş­tırdığı için fıkıhçılara şayanı tavsiyedir. Muhammed'in «Kitab el-Asarn adlı Hİr eseri de vardır. îbn-i Nedim, bunu zikretmemiştir. Biz yazma olan bu eseri Mı­sır kütüphanesinde gördük. Bu kitapta Hanefî imamlarının delil olarak kabul ettikleri sahâbî ve tabiîlerin sözleri toplanmıştır.

İmam Muhammed'in NEVADIR diye tanınan bir kısım kitapları da var­dır ki, bu kitaplar tatmin edici bir yolla rivayet edilmeyen eserleridir. Bu tür eserleri onun fıkıh konusundaki notları olarak kabul edilir. Bunların başlıcalan: [166]

 

El-Keysâniyyat, Kitab Ez-Ziyadat, Kitab-U-Zlyadet-İz-Zi'yade, Kitab Ün-Nevadir Ve Rivâyet-Ü İbn-İ Rüstem.

 

İmam Muhammed, imam Malik'in «Muvatta'» kitabını rivayet edenlerden­dir. Kendisi hadîsleri rivayet ettikten sonra, Ebu Hanîfe'nin amei ettiği ve riva­yet edilen hadıs'e uygun veya aykırı düşen hükümleri ele alır, hadîs'e aykırı ol­duğu takdirde bunun sebebini izah eder.

Ehu Hanîfe'nin eser veren tilmizlerinden birisi de el-Hasan b. Ziyâd el-Lu'Iuî'dİr. Kendisi Ebu Hanîfe'den rivayeten «Kitab-üI-Müccrrcdsİ telif etmiş­tir. Bu kitapta nafaka, haraç, miras, vasiyet gibi çeşitli fıkıh bölümlerine yer verilmiştir. îtimad ve sağlamhk bakımından el-Hasan b. Ziyad'ın Ebu Hanîfe'­den yaptığı rivayetler, Muhammed b. el-Hasan'm rivayetlerinden sonra gelir.

Ebu Hanîfe'nin mezhebinde eser veren zatlardan birisi de Muhammed b. el-Hasan*m tilmizi, Isa b. Ebbân'dır. Onun başlıca eserleri:

Kitab-üİ-Hacc, Kitab-ü Haber-iI-Vahİd, Kitab-ül-Camiî', Kitabu îsbst-il-Kıyas, Kitab-u ictihad-ir-Re'y'dir.

Ayrıca «Hiİâl-ür-Re'y» lâkabı ile meşhur olan Hilâl b. Yahya, Muhammed b. Semmâa (Muhammed b. el-Hasan'ın kitaplarını rivayet edenlerdendir.) vs «Hassâf» diye meşhur olan Ahmed b. Ömer b. Miiheyr gibi yazarlar da vardır. Ahmed b. Ömer'in en meşhur eseri halen piyasada mevcut olaa «eî-Kitab û-l-Evkâf» adlı eseridir.

Bu devir, «Kitab-u ihtilâf-il-Fukaha» adlı 80 bölümden ibaret büyük bir eseri yazan ve maalesef ikmâl edemiyen, tanınmış ya/arlardan olup zamanının fıkıh imamı sayılan Mısırlı Ebu Ca'fer Ahmed b; Muhammed b. Seleme el-Ezdî et-Tahâvî ile kapanmıştır. Bu zat, ayrıca şu eserleri vermiştir: Yaklaşık olarak 2000 sahifeden ibaret olan «Kitab-u Şerh-i Müşkil-il-Ehadîs ve Kitab-u Şerh-i Meâni-1-Âsar». Biz bu kitabı elde ederek tetkik fırsatını bulabildik. Gerçekten bu eserin ilimle dolu, Resûlüllah'ın sünnetini iyice belleyen ve fıkıhçılann fet­valarını mesnedleriyle birlikte tamamen kavramaya muvaffak olan yüce bir âlimin eseri olduğuna şahid olduk. Tahâvî'nin başka kitapları da vardır. İbn-i Ne-dİm, «EI-Fihrist» de hepsini tanıtmaktadır.

Bu devirde' Hanefî Mezhebiyle ilgili olarak te'lif edilmiş olan başlıca eser­ler bunlardır. Bunların başında, Ebu Hanîfe'nin ve arkadaşlarının mezhebinin esasını teşkil eden İmam Muhammed'in kitapları gelmektedir. Gelecek devirde yetişmiş olan Hanefî âlimleri umumiyetle İmam Muhammed'in kitaplarıyle meş­gul olup, ona şerhler yazmaya, açıklamalar yapmaya çalışmışlar ve ona itimat ederek kolaylıkla bol bol istifade etmişlerdir. [167]

 

Maliki Mezhebine Ait Kitaplar

 

Medine imamı Malik b. Enes'in mezhebine ait kitaplar:

 İmam Malik'in a Muvatta'» adh kitabı meşhurdur. Ondan ilim ve feyiz alan birçok ilim adamı, bu kitabı ondan rivayet etmiş ise de, fazlalık ve nok­sanlık bakımından rivayetlerde bazı ihtilâflar vukubulmuştur. En meşhur riva­yet Yahya b. Yahya el-Leysî'nin rivayetidir. Mısır'da basılan ve en çok okunan Muvatta' bu rivayete aittir. Muhammed b. el-Hasan'ın rivayet ettiği Muvatta' da Hindistan'da basılmıştır.

İmam Malik'in bu kitabdaki âdeti şudur:

Her konunun başında önce ilgili hadîsleri, sonra sahâbîlerin veya tabiîle­rin1 sözlerini zikretmektedir. Ancak umumiyetle Medine ehlinden olan ashab ve tabiînin sözlerini alır. Bazen de diğer sahabe ve tabiîlerin sözlerini nakleder. Zaman zaman Medîne halkının amelini veya Medine'de üzerinde ittifak edilen hususları zikreder.

Muvatta'dan örnek verelim :

Hasta Adamın Boşama İşlemi:

Mâlik, İbn-i Şihâb'dan, o da Talha b. Abdullah b. Avf ile Ebu Seleme b. \bdurrahman b. Avfdan rivayet ettiğine göre :

«Abdurrahman b. Avf hasta iken karısını üç talâkla boşadı. Hz. Osman b. Affan boşanan kadını, iddetinin bitiminde kocası Abdurrahman'dan mirasçı kıldı.»

Mâlik, Abdullah b. el-Fazl'dan, o da el-Â'rec'den rivayet ettiğine göre Hz. Osman b. Affan, hastalığında karılarını boşayan İbn-i Mükemmel'in karılarım ondan mirasçı kıldı.

Mâlik diyor ki: «— Ben, Rebîa b. Ebî Abdurrahman'ı şöyle söylerken işittim; «Bana ulaşmış ki Abdurrahman b. Avfın karısı boşanmasını kocasın­dan istedi. Kocası da dedi ki: — Sen aybaşı âdetini görüp temizlenince bana haber ver ki seni boşayayim. Fakat karısı, henüz aybaşı âdetini görmeden, has­talandı. Onun hastalığı devam ederken aybaşı âdetini görüp temizlenen karısı, durumu ona bildirince; hasta olan Abdurrahman, karısını kesin olarak boşadı veyahut kalmış olan son talâkla boşadı. Abdurrahman vefat edince boşadığı ka­rısının iddetinin bitiminde Hz. Osman onu mirasçı kıldı.»

Mâlik, Yahya b. Saîd'den, Muhammed b. Yahya b. Habbân'in şöyle söy­lediğini rivayet ediyor : «Dedem Habbân'ın, birisi Hâşimîlerden ve diğeri ansâr-dan olan iki karısı vardı. Dedem, ansardan olan karısını süt emzirdiği halde bo­şadı. Boşama üzerinden bir sene geçtiği halde, kadın süt emzirdiğinden dolayı henüz aybaşı âdetini görmemişti. Bu arada dedem vefat etti. Boşanan kadın, id­detinin bitmediği gerekçesiyle mîrasçilık hakkına sahip olduğunu söyledi. Ha-şİmî olan diğer kadın bu görüşte olmadığı için meseleyi Hz. Osman'a intikal et­tirdiler. Hz. Osman, boşanan kadının mirasçı olduğuna hükmetti. Haşimî kadın neticeden hoşlanmadığını belirtince; Hz. Osman ona : «Amcan oğlunun uygula­ması budur.ı dedi. Bu sözle, Hz. Ali'yi kasdetti.

Mâlik, İbn-i Şihâb'dan şunu işittiğini söyler :

Hasta iken karısını üç talâkla boşayan adam Ölünce, boşadığı karı ona mirasçı olur.»

Mâlik dedi ki: «— Henüz zifafa girmemiş iken ve hasta İken karısını bo-şaysn adam, mehrin yarısını Ödemekle mükelleftir. Şayet ölürse, boşanan kadın ona mirasçı olur. Zifafa girilmediği için de iddet diye bir bekleme süresi yok­tur. Eğer zifafa girdikten sonra bu durum olursa, mehrin tamamı ödenecek ve raîras hakkı da vardır. Bizce bu kadının bakire veya dul olması neticeyi değiş­tirmez. »

Muvatta'da bulunan hadîsler, İmam Malik'in sahih gördüğü hadîslerin ta­mamıdır.

Sorulan fıkhı meselelere İmam Mâlik tarafından verilen cevaplar da onun tilmizleri tarafından tedvin edilmiştir. Bu sahada ilk eser veren zat, Esed b. el-Fırat'dır. «Metn-u Halil» adlı kitabın şârihi eş-Şeyh Alîş'İn anlattığı veçhiyle; Esed, Irak fıkıhçısı Muhammed b. el-Hasan'dan aldığı sorulan kitap haline ge­tirdikten sonra bunları İmam Mâlik'İn tilmizi Abdurrahman b, el-Kasım'a so­ruyor. İbn-i Kasım da İmam Malik'in görüşüne göre gerekli cevapları veriyor. Verilen cevapları da tedvîn eden Esed, bunları Kayravan'a getiriyor. Orada Sah-nûn da kendisinden naklederek ayrıca yazıyor. Sorularla cevaplan ihtiva eden kitaba ffEl-Esediyye» ismi verilmiştir. Bilâhare h. 188 yılında Sahnûn, bir ara­ya getirdiği bu meseleleri îbn-i Kasım'a getirerek onun tetkikinden geçirip bazı tashihler yaptırdıktan sonra h. 191 yılında tekrar Kayravan'a dönüyor. Sah-nûn'un bir araya getirdiği meseleler, te'lif bakımından Esed b. el-Fırat'm kita­bına uygun sıra takip etmekle beraber, Esed, yazdığı kitaptaki meseleler arasın­da sıra takibini dikkate almadığı ve konulara ait bölüm başlıklarına yer verme­diği halde, Sahnûn bu hususları da dikkate alıyor. Sahnûn'un eserinde konular bölümler halinde sıralanmış, ayrıca ilgili meseleler arasında bir sıralama yoluna gidilmiştir. Bundan başka Sahnûn, İmam Mâlik tarafından verilen cevapların kaynağını teşkil etlen hadîslerle, sahâbî ve tabiîlerin sözlerini de yazmaya baş-lamtşiır. Bu mcyanda İbn-i Vchcb'in MuvaUa'ından ve diğer kaynaklardan da Sahnûn faydalanmıştır. Maalesef S;ıhnûn, başladığı bütün meselelere ait kay­naklan tedvin etme işini tamamlayamamıştır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi ibn-i Kasım'ın rivayeîiyle İmam Mâlik tarafın­dan cevaplandırılmış olan ve Esed b. el-Firat ile Sahnûn tarafından tedvin edil­miş olan eserden bir örnek verelim : [168]

 

Namazda Bid'at Ehli Olan Ve Olmayana Uymak Meselesi:

 

İbn-i Kasım ile İmam Mâlik arasında şöyle bir konuşma cereyan etmiştir: Mâlik : — En â!im adam, durum ve davranışı İslâm'a uygunluğu şartıyle namaz kıklarmahdır. İlimden sonra yaşlılık da tercih sebebi olur.

îbn-i Kasım : — Bundan sonra kıraati en iyi olan namaz kıldırmahdır, değil mi?

—  Hayır! Durum ve davranışı İslâm'a uygun olmayan kişinin kıraati da­ha iyi olabilir.

İmam Mâlik:

tBinek hayvanına sahibiyle birlikte başkası binecek olursa, binek sahibi, eyer'e ve diğeri de terkisine binmcliüir. Keza; bir evde camaatla namaz kılın­dığı zaman, ev sahibi namaz kıldırmahdır. Ancak onun izniyle bu öncelik hak­kı başkasına geçebilir, denilmiştir.» der.

İbn-i Kasım, İmam Mâlik'in başkasına atfen naklettiği bu görüşü tasvip ettiğini gördüğünü söyler.

Esed b. el-Fırat; «Ben, ibn-İ Kasım'a kıraati güzel olan kişinin, olmayan imama uyması hususundaki Mâlik'in görüşünü sordum, şu cevabı aldım.» der:

—  İmam Mâlik demiş ki  «İmam, kıraati  terkettiği  takdirde, hem onun hem de camaatın namazı bozulur. Vakit çıkmış olsa bile namazı iade etmeleri gerekir.»  Kıraati düzgün  olmayanın imamlığı,  kıraati  terkedeninkinden  beter­dir. Zira namaza başlarken hiç kimse, kıraati düzgün olmayan kişiye uymamalıdır.

İbn-i  Kasım :  —  Kaderiyye  mezhebine mensup  imam   arkasında  namaz kılma hükmünü Mâlik'e sordum .

—  Eğer onun Kaderi olduğunu kat'î olarak bilirsen arkasında namaz kıl­ma!

—  Cuma namazında bile ona Uymayayım mı?

—  Evet! Eğer dediğim gi>i, kat'î olarak bilirsen uymamalısın. Ancak be­nim görüşüme göre eğer o imamdan sakınır ve bu yüzden hayatî bir tehlikeye düşmekten korkarsın, cuma namazında ona uy, fakat cuma farzından sonra o günkü öğle farzını tekrar kıl. Nefsin arzularına uyanlar, Kaderîler gibidir.

İbn-i Kasım dedi ki; Ehl-i Bid'attan olan imam arkasında namaz kılan şahsın kıldığı namazı iade etmesinin gerekli olup olmadığı sorulduğu zaman; Mâlik, bu hususta müsbet veya menfî bir şey söylemezdi. Benim görüşüme gö­re vakit çıkmamış ise namazı iade etmelidir.

İbn-i Mes'ûd'un kıraâtıyle okuyan imam arkasında namaz kılanın durumu Mâlik'c soruldu. Mâlik şöyle cevap verdi :

«İktida eden şahıs derhal namazı  terkeder.»

«Bid'at ehlinden kız alınmaz, onlara kız verilmez, selâm verilmez, arka­larında namaz kılınmaz ve cenazelerinde bulunulmaz,! demiştir.

Esed b. el-Fırat diyor ki: «Ben İbn-i Kasım'a sordum : İmam Mâlik'e at­fen yaptığınız beyana göre İbn-i Mes'ûd'un kıraâtıyle namaz kıldıran İmama uyan şahıs, durumu sezince derhal namazdan çıkmalı ve o imamı derhal terk etmelidir. Şu halde İmam Mâlik'in görüşüne göre, uyan şahıs, namazını bitir­dikten sonra farkına varırsa kıldığı namazı iade edecek mi?

Ibn-i Kasım cevaben dedi ki : «— İmam Mâlik, bu hususta bir şey söy­lememiştir. Yalnız, namaz esnasında farkına varan şahıs, namazdan hemen çık­malıdır, dediğine göre benim şahsî kanaatime göre selâmdan sonra durumu an­larsa, vakit çıkmış oisun olmasın o namazı iade etmesi gerekir.»

Yukarıda bir örneğini verdiğimiz soru-cevap şeklindeki bu kitapta 26.000 mesele vardır. Bu eser, Mâliki Mezhebine mensup olanlar için fıkıh ilminin esa­sıdır.

İmam Mâlik'in eser yazan etbaından birisi de Mısırlı Abdullah b. Abdüİ-hakem'dir. Kendisi, Eşheb adlı âlimin kitaplarını Özetleyerek «el-Muhtasâr-ul-Kebîr» adlı kitabı te'lif etmiştir. Ayrıca «el-Muhtasâr-uI-Evsât» ve «el-Muhta-sâr-üs-Sağîr» isimli iki eser daha vermiştir. El-Muhtasâr-üs-Sağîr isimli kitaBı Mu vat ta1 in özeti sayılabilir. El-Muhtasâr-ul-Evsat ise iki kısımdan ibaret olup, bir kısmını el-Karâtisî, diğerini de müellifin oğlu Muhammed ve Saîd b. Has­san rivayet etmiştir. Karatisî rivayet ettiği kısma bazı hadîsler ilâve etmiştir. Adı geçen âlimin te'lif ettiği lel-Muhtasar» adlı üç kitabın büyüğünde 18.000 mesele, küçüğünde 1.200 mesele ve diğerinde 4.000 mesele bulunduğu söylenir.

Yine eser veren Mâlik'in etbaından bir diğeri de Esbağ b. el-Ferec'dir. Ken­disi «Kitab-üI-Usûl» ve 22 bölümden ibaret olan «Kİtab-u Semâih-i min İbni-I-Kasım» isimli iki te'lif meydana getirmiştir.

Abdullah b. Abdülhakem'in oğlu Muhammed de «Kitab-u Ahkâm-iI-Kur'-âns, «Kitab-ül-Vesaik ve-ş-Şurût«, «Kitab-u Adâb-iİ-Kudât» ve «Kitab-üd-Da1-va ve-1-Beyyinât» adlı eserler yazmıştır.

Muhammed b. Ahmed el-Atbî el-Kurtûbî'nin yazdığı «el-Müstahrece» adlı kitapta tutarsız birçok rivayetlere ve bir hayli zayıf meselelere yer verilmiştir. Tuhaf meseleler getirilir, yazarın hoşuna gidince çevresindekilere; Bunlar: el-Müstahrece'ye yazınız, idhâl ediniz.» derdi. îbn-i Vaddâh, el-Müstahrece'de çok hata bulunduğunu söylemiştir. Muhammed b. AbdÜlhakem de: tBahis ko­nusu kitapta bulunan meselelerin çoğu asılsız ve uydurmadır.» demiştir. Ebu Muhammed b. Hazm ez-Zahirî, bu eserden bahisle Afrika'da bulunan bazı çev­relerin esere değer verdiğini söylemiştir. Yahya b. Ömer eUKinânî, el-Müstahre-ce'yi özetleyerek «el-Müntahabe»  adlı kitabı meydana getirmiştir.

Muhammed b. Sahnûn, yaklaşık olarak 60 fıkhı bölümü ihtiva eden ve de­ğerini ilmî meseleleri ele almakla kazanan «el-Catni'ı diye meşhur kitabı te'Iif etmiştir.

Muhammed b. İbrahim b. Abbas da «el-Mecmua alâ Mezheb-i Mâlik ve AshâbihİB İsmini verdiği kitabı yazmış ise de, ölüm tamamlama fırsatını vermedi.

Bu devirdeki Mâiikî Mezhebine mensup yazarların en büyüklerinden olan iki sîmadan birisi şarkta, diğeri de Mısır'da görülmüştür. Şarktar görülen zat «el-Mebsût» kitabını te'Iif eden Kadı İsmail b. îshak'tır. Kendisi ayrıca Ebu Hanî-fe, Şafiî ve Muhammed b. el-Hasan'a karşı reddiye mahiyetinde bir eser yaz­mıştır. Mısır'da çıkan büyük âlim ise «îbn-ül-Mevvâz» künyesiyle tanınan Mu­hammed b. İbrahim b. Ziyâd el-İskenderî'dir. Kendisinin fıkıhta yazdığı kitap güvenilir kaynak bakımından olsun, geniş izah ve çeşitli meselelere yer yerme yönünden olsun, Mâliki Mezhebinde yazılmış olan fıkıh kitaplarının en önem­lisi ve en büyüğüdür. El-Kabisî adlı âlim, İbn-ul-Mevvaz'ın bu kitabına sair kaynak kitapların üstünde bir yer vermiştir. [169]

 

Şafiî Mezhebine Ait Kitaplar

 

İmamlar içerisinde mezhebine intisab edenler için, kaynak sayılan kitapları bizzat te'Iif ettiği bilinen yegâne İmam, Şafiî'dir. Kendisi gerek Irak'ta iken ve gerekse Mısır'da iken, eserlerini tilmizlerine bizzat dikte ettirmek suretiyle mey­dana getirmiştir. Irak'ta yazdığı kitaplarına «Kadîm» (eski) mezhebi ve Mısır'­da yazdığı kitaplarına «Cedîd*-(yeni) mezhebi denilir. Genellikle cedîd mezhebi ile amel edilir.

Başlıca Kitapları:

1- Ahkâmın delilleri hakkındaki t Risale» :

Bu eser daha Önce anlattığımız «Er-Risâlet-ül-Usûliyye» adli kitabıdır.

2- Kitab-ül-Umm:

Bu eser, asrında benzeri yazılmamış eşsiz bir eserdir. Muhakeme kuvveti, meselelerin tahlil ve tetkikiyle her meseleyi gereken itina ile ele almak husu­sunda, gerçekten yepyeni bir üslûp ile kaleme alınmıştır. Muhammed b. el-Ha-san, kitaplarında, daha önce anlattığımız gibi fıkhı meseleleri sıralamış, fakat meselelerin delillerini zikretmemiştir.  El-Umm, böyle değildir. Her meseleyi deliliyle zikreder. Çoğu zaman kendisine muhalif kalan fikıhçılarm görüşlerini de ele alarak, delillerle çürütmeye çalışır.

Değerli okuyucularımıza, el-Umm'dan bir parça almakla eserin üslûbu hak­kında bilgi sunmaya çalışalım.

Namaz Esnasında Konuşmak :

Bu bahsin girişinde, aşağıda yazılı üç hadîsi senetleriyle beraber rivayet et­miştir.

1- Abdullah b. Mes'ud'un şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

«Habeşistan'a hicret etmezden önce Resûlüllah, namazda iken yanına var­dığımızda, biz, Ona selâm verirdik. Kendileri de namaz esnasında oldukları hal­de selâmımızı alırdı. Biz, Habeşistan'dan dönünce, ben, ResûIUIIah'm huzuruna çıktım. Kendisi namazdaydı. Eski alışkanlığımız icabı olarak Ona selâm ver­dim, fakat O, selâmımı almadı. Ben selâmımın alınmamasından dolayı uzaktan yakından hatırıma gelen bir takım evhamlarla endişelenmeye başladım. Hemen durduğum yerde oturdum ve neticeyi korku ile bekledim. Resûlüllah, namazını bitirdiği zamaa, Ona doğru gittim. Bana dedi ki: «Allah, dilediği yeni emirler verir. Allah'ın verdiği yeni emirlerden birisi de, namazda konuşmamanızda.»

2- Ebû Hurcyre'nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir ;

«Resûlüllah, dört rck'atlı bir namazda iki rek'attan sonra selâm vererek na­mazdan ayrıldı. Zülyedeyn Ona; «Ya Rcsûlaüah! Namaz mı kısaldı yoksa sen mi unuttun?» dedi. Rcsûlüllah camûata yönelerek : «Zülyedeyn doğru mu söyle­di?» diye sorunca, camaat: «EvetD cevabını verdi. Bunun üzerine Rcsûlüllah kalktı, iki rek'al daha kılıp selâm verdikten sonra tekbir alarak, sair zamandaki secdeler kadar veya daha uzun iki secde yaptı.»

Ebu Hureyre başka bir rivayette; bu namazın ikindi farzı olduğunu zikret­miştir.

3- lmran b. Husayn'ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir :

«RcsûHillah   ikindi   farzının   üçüncü  rek'atmdan   selâm   vererek   namazdan çıktı ve kalkıp hücre (hâne) sine girdi. Elleri  uzun olan  «el-Hirbâk»  kalkıp; «Ya Rcsûlallah!  namaz kısaldı mı?» diye nida etti. Bunun üzerine Resûlüllah, ridâsını çekerek Öfkeli bir halde hücresinden çıktı ve durumu ordakilere sordu. Üç rek'attan selâm verdiği Ona bildirilince; kalan bir rek'atı da kılarak selâm verdikten sonra, iki secde yapıp tekrar selâm verdi.»

Şafiî, bu üç hadîsi konunun başında senedleriyle beraber naklettikten son­ra demiştir ki :

«Biz, bu hadislerin hepsini alarak onlarla amel ederiz. Bunun için deriz ki: Namazda  olduğunu   hatırladığı  halde  bilerek  hiç  kimse -namaz  esnasında konuşamaz. Şayet  kasden  konuşursa,  namazı bozulur ve yeniden  namaza baş­laması gerekir. Çünkü İbn-i Mes'ud'un hadîsi bunu âmirdir. Benim rastladığım ilim ehlinden kimsenin, bu hükme muhalif kaldığını bilmiyorum.

Namazı tamamladığı kanaatiyle veya namazda olduğunu unutarak, namaz içinde konuşan kişi, durumu anlayınca; kılmış olduğu rek'atlar bozulmamış sa­yılır. Bu nedenle nama/ma devamla, kalan rck'atlan kılmakla namazını tamam­lar ve sonunda sehiv secdesi yapar. Zira Zülycdeyn'in hadîsi bunu gerektirir. Bu durumda konuşan kişi, namaz esnasında olmadığı görüşüyle konuşmuş oluyor. Namaz dışında konuşmak ise mubahtır. Ibn-i Mes'ud'un hadîsi, Zülycdeyn'in hadîsine aykırı değildir. Yani aralarında bir çelişki yoktur, ibn-i Mes'ud'un ha­dîsinde geçen konuşma kelimesi, mücmeldir. Zülyedeyn'in hadîsi, bu mücmel kelimeyi açıklamış oluyor. Çünkü Zülycdeyn'in hadîsinden anlaşılıyor ki, Re­sûlüllah bilerek ve kasden yapılan konuşma ile, namazda olduğunu unuttuğu ve­ya namazını tamamladığına inandığı için yapılan konuşmayı birbirinden ayır­mıştır.

Şafiî sözlerine devamla diyor ki :

Namaz esnasında konuşma hususunda, ilim adamlarından birisi bize mu­halefet ederek, görüşümüzün aleyhinde emsali görülmemiş bir hayİİ delilleri derleyip toplamıştır. Bu zat, başka konulara ait 2-3 meselede de bu gibi gay­reti göstermiştir.

Konumuz olan bu meseleyle ilgili olarak, o zat bana şöyle söyledi:

«Zülyedeyn'in hadîsi, Resûlüllah'tan rivayet edilen sabit, sağlam ve çok meşhur bir hadîstir. Onun sıhhati hususunda bir diyeceğimiz yoktur. Lâkin, mensûhttır.»

İmam Şafiî:

 Ne ile mensuhtur?

—  tbn-i Mes'ud'un hadîsiyle!                   .

—  İki hadîs birbirine aykırı düşerse, bilâhare buyurulbn hadîs ilk hadîsi nesheder, değil mi?

—  Evet!

—  Sen, İbn-i Mes'ud'ım hadîsiyle ilgili şu hususları hatırlamıyor musun? îbn-i Mes'ud; Mekke'de Kabe yanında Resûîüllah'ı bulup Onu ziyaret ettiğini söylemiştir. Sonra Habeşistan'a hicret edip, bilâhare Mekke'ye dönmüştür. Bir müddet sonra da Medine'ye hicret etmiş ve Bedir savaşma katılmıştır.

—  Evet! Bunları aynen hatırlıyorum.

—  O halde, îbn-i Mes'ud'un, hadîste beyan ettiği Resûlüllah ile olan mü­lakatı hicretten önce vuku bulmuştur. Diğer taraftan İmran b. Husayn rivayet ettiği hadîste; ResÛlüllah'ın, mescidine bitişik hücresine girdiğini ifade ediyor. Sen bilmiyor musun ki, Resûlüllah Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra, Medine'deki mescidinde namaz kılmış, hicretten önce Onun, Medine mescidin­de namaz kıldığı iddia edilemez.

—  Evet, îmran b. Husayn'ın rivayet ettiği olay hicretten sonra vuku bul­muştur.

—  O halde, ilk olan Ibn-i Mes'ud'un hadîsinin, Zülyedeyn'İn hadîsine nâ-sih olamıyacağını, îmrân b. Husayn'ın hadîsi isbatlıyor.    Ayrıca Ebu Hureyre diyor ki: «Resûlüllah, bize dört rekâtlı namazı kıldırırken iki rek'attan selâm

verdi...»

—  Ben, Ebu Hüreyre'nin ne zaman ve nerede Resûlüllah ile bu namazı kıldığını bilmiyorum. Onun için, bu bana karşı bir delil sayılamaz.

—  Senin tereddütsüz olarak kabul ettiğin îmran b. Husayn'ın hadîsi, me­selenin aydınlığa kavuşması bakımından yeterlidir. Bununla beraber şunu da söyleyeyim ki; Ebu Hüreyre, Hayber'de Resûlüllah'la sohbet etmiştir ve ken­disi demiş kî: t Ben, Medine'de üç veya dört yıl ResÛlüllah'ın sohbetinde bu­lundum. » (Hadîs Ravisi Rebî', Ebu Hüreyre'nin sohbet süresinde tereddüt et­miştir.) lbn-i Mes'ud'un Habeşistan dönüşünde,    Mekke'de Resûlüllah'la olan mülakatı arasında bir hayli zaman vardır ki, bu zamanın bir kısmını Resûlüllah Mekke'de geçirmiş, bir kısmım da Medine'de geçirmiştir.Bu durumda lbn-i Mes'ud'un hadîsi, bundan sonra vukubulan sohbet esnasında buyurulan Ebu Hureyre hadîsine nâsih olabilir mi?

—  Hayır, olamaz.

—  Eğer dediğin gibi îbn-i Mes'ud'un hadîsi, Ebu Hüreyre'nin hadîsi ile ttnran b. Husayn'ın hadîsine aykırı düşseydi ve namaz esnasında bilerek yap­tığın konuşma ile namazı tamamladığın kanaatiyle veya namazda olduğunu unut­makla yaptığın konuşma arasında bir fark bulunmasaydi, Ibn-i Mes'ud'un hadîsi aykırılık dolayısryle mensûh sayılacaktı ve dolayısıyle namaz esnasında her tür­lü konuşma mubah kalacaktı. Lâkin, aslında lbn-i Mes'ud'un hadîsi, diğer ha­dîslere aykırı değildir. Dolayısıyle ne nasihtir, ne de mesûhtur. Üç hadîsin hük­mü de anlattığım gibidir. Bu üç hadîsten çıkarılan hükümler: evvelce söylediğim gibi namaz esnasında bilerek konuşmak namazı bozar. Ama namazı tamamla­dığı kanaatiyle veya namazda olduğunu unutarak yapılan konuşmanın, kendisi

için mubah olduğunu telâkki ederek, namaz esnasında konuşan şahsın namazı bozulmaz.

—  Siz, Zülyedeyn'İn Bedir savaşında şehid edildiğini biliyorsunuz.

—  Bunu dilediğin gibi kabul et, netice değişmez. Çünkü İmrân b. Hu­sayn'ın hadîsinde bahsedilen ResÛlüllah'ın namazı, Medine'de değil miydi? Bu namaz Medîne'de olunca, îbn-i Mes'ud'un Mekke'de vukubulan olayla ilgili ha­dîsinden sonra olduğu, meydana çıkmış olmaz mı?

—  Evet. îmrân b. Husayn'ın hadîsindeki namaz, lbn-i Mes'ud'un hadîsin-deki namaz olayından sonradır.

—  Zülyedeyn Bedir'de şehid edilmiş ise bunda senin görüşüne yarayacak bir delil yoktur. Çünkü Bedir savaşı, ResÛlüllah'ın Medine'ye hicretinden 16 ay sonra vuku bulmuştur.

—  Kendisinden hadîs rivayet ettiğiniz Zülyedeyn,    Bedir'de şehid edilen Zülyedeyn midir?

—  Hayır! Kendisinden hadîs rivayet edilen zatın isminin tel-Hirbâk» ol­duğu, lmrân'ın ifadesinden anlaşılıyor. Îmrân, onun lâkabının tKasir-ül-Yedeyn veya Medid-ül-Yedeyn» olduğunu söyler. Bedir'de şehid edilen zatın lâkabı ise «Zü-ş-Şirnâleyn»dir. Eğer ikisine de Zülyedeyn Jflkabı verilmiş ise aralarında bir isim benzerliği var demektir.

Bundan sonra muhatabım bir şey söylemedi.

Yukarıda karşılıklı konuşmamızı naklettiğim zatın mezhebine intisab eden bir ilim adamı da, bir ara bana şöyle söyledi:

—  Bizim elimizde başka bir delil vardır.

—  Nedir o delil?                                                -                                  .

—  Muâviye b. el-Hakem, kendisinin namazda konuştuğunu ve bunun üze­rine ResÛlüllah'ın: «Namazda, âderaoğulannm sözlerinden hiç bir şey olamaz.» buyurduğunu söylemiştir.

—  Senin beyan ettiğin bu delil, görüşünün lehinde değil aleyhindedir. Mu-âviye'nin rivayet ettiği hadîs, aynen lbn-i Mes'ud'un hadîsi gibidir. Bunun yo­rumu da anlattığım gibidir. .

—  Eğer Muaviye'nin hadîsi Zülyedeyn'İn hadîsine muhaliftir desem, ne lâzım gelecek?

—  Sen böyle söyleyemezsin. Biz, burada neden söyliyemiyeceğini izah ede­lim; Muaviye'nin durumu, ya Zülyedeyn'İn durumundan öncedir yahut da bera­berinde veya sonradır. Başka bir ihtimal yoktur. Eğer önce ise; iki hadîs ara­sında bir aykırılık olduğunu söylediğinize göre, Muaviye'nin rivayet ettiği hadîs mensûh sayılır ve namazın dışında olduğu gibi namazın içinde de her türlü ko­nuşmanın yapılabileceği neticesi sözünüzden çıkar.

Şayet Muaviye'nin durumu, Zülyedeyn'în durumuyla beraber veya ondan sonra vukubulmuşsa; senin anlattığına göre Muâviye, namazda konuşmanın haram olduğunu bilmiyerek konuşmuş ve namazını iade etmesi için ResûlüIIah'ın ona emir verdiğini söylememiştir. Şu halde Muâviye'nin hadîsinden naklettiğin husus, Zülyedeyn'in hadîsindeki husus gibidir veya bizim için daha kuvvetli de­lildir. Çünkü Muâviye, namazda olduğunu bildiği halde konuşmuştur. Ancak na­mazda konuşmanın haram olduğunu bilmediğini zikretmiştir.

—  Evet.  Muâviye anlattığınız gibi bir durumda konuşmuştur.

—  O halde! Eğer Muâviye'nin hadîsini, dediğin gibi Zülyedeyn'in hadîsine aykırı kabul edersen, yukarıda belirttiğimiz gibi gösterdiğin delil senin aleyhin­de olur. Ve eğer dediğimiz gibi yani, Muâviye'nin hadîsini İbn-i Mes'ud'un ha­dîsi gibi kabul ederek, Züîyedeyn'in hadîsine muhalif görmezsen bile senin işi­ne yarayacak bir yönü yine yoktur.

—  Peki! Sen, bu konuda ne dersin?

—  Ben derim ki: Muâviye'nin hadîsi, İbn-i Mes'ud'un hadîsi gibidir ve Zülyedeyn'in hadîsine muhalif değildir.                 

—  Siz bu konuda şer'î hükümleri çıkarırken, Zülyedeyn'in hadîsine muha­lefet etmişsiniz.

—  Biz Zülyedeyn'in hadîsine, asıl bakımından mı muhalefet etmişiz?

—  Hayır! Tefrî' (şer'î hükümleri çıkarmak) bakımından muhalefet etmiş­siniz.

—  Sen, bu hadîsin nassma muhalefet ediyorsun.    Nassa muhalefet eden kişi, dikkat nazarı ve muhakemesinin zaaflığı dolayısıyle tefrî' işinde hataya dü­şen kişiden sence daha fena bir haldedir.

—  Evet. Nassa muhalif olan, elbette tefrî'de hata edenden daha kötü bir duruma düşer. Fakat bununla beraber hiç birisi mazur değildir.

—  Sen,    Zülyedeyn'in hadîsinin aslına da fer'ine de muhalefet etmişsin. Biz ise, ne fer'ine ne de aslına zerre kadar muhalefet etmemişizdir. Muhalefe­tinle katlandığın vebal sana aittir. Bizim tefrî'de Zülyedeyn'in hadîsine muha­lefet ettiğimize dair iddian, varid değildir.    Tefrî' bakımından da görüşlerimiz ona uygundur.

—  Tefrî'de senin ona muhalefet edip etmediğini iyice bilmek için bazı hu­susları sorayım.

—  Buyur, sor.

—  îmam, dört rek'atlı namazda iki rek'attan selâm verip namazdan ayrıl­dıktan sonra cemaatın bir kısmı, iki rek'attan selâm verdiğini ona hatırlattılar. imam diğerlerine sorar, onlar da; hatırlatan zat doğru söyledi, derlerse... bun­ların kıldıkları namazın hükmü nedir?

—  İmama durumu hatırlatanlar ve onları tasdik edenler namazın bitme­diğini hatırladıkları halde konuştuklarından dolayı, namazları bozulmuş olur.

—  işte sen, ResûlüIIah'ın kalan rek'atları  tamamladığını rivayet ederken, onunla namaz kılanların durumunu hadîste zikretmemenle beraber, onların da kalan rek'atları tamamladıklarını söylüyorsun.    Resûlüllah'a durumu hatırlatan Zülyedeyn ve onu doğrulayan sahâbîlerin kılmış oldukları namazın bozulmadı­ğını ve bunların kalan rek'atları eklemek suretiyle namazlarını ikmâl etliklerini söylediğin halde, sana sorduğum meseleye cevap verirken, bu Iıadîs'e muhale­fetle, durumu imama hatırlatan ve onu doğrulayanların kılmış oldukları namaz­ların bozulduğunu söylüyorsun.

—  Evet!

—  O halde, Zülyedeyn'in hadîsine tefrî'de muhalefet etmiş olursun.

—  Hayır! katiyyen muhalefet etmiyorum. Bizim imamımızın hali, ResûlüI­Iah'ın halinden tamamen farklıdır.

—  Namazda ve imamlıkta, Resûlüllah ile bizim imamımızın halleri nere­de farklı olabilir?

—  Allah, farzları peyderpey Resûlüllah'a indirdi. Daha Önce farz kılma­dığı bir şeyi bilâhare farz kılardı. Bazen de farz kıldığı şeyleri hafifletirdi.

—  Evet!

—  Ne biz, ne sen, ne de hiç bir Müslüman Resûlüllah'ın bahis konusu namazı, tamamlamış olduğu kanaatiyle tamamlamadan ayrıldığında şüphe etmi­yoruz. Herhangi bir kimsenin bunu başka türlü anlaması mümkün değildir.

—  Evet!

—  Resûlüllah; bahis konusu  namazdan  ayrılınca, Zülyedeyn, Allah'dan İndirilen bir emirle namazın kısaldığını mı veya ResûlüIIah'ın mı unuttuğunu bilmiyordu. Zaten kendisinin »Namaz mı kısaldı, Sen mi unuttun ya Resûlal-lah?» şeklindeki sorusu, Zülyedeyn'in durumunu açıkça belirtiyor.

—  Evet!

—  Zülyedeyn'in sözünün doğru olup olmadığı kendisinden sorulan zatlar, ya Zülyedeyn'in Peygambere söylediği sözü işitmemiş olacaklar, bu takdirde on­lar da Zülyedeyn gibi olurlar. Yani, neden Resûlüllah'ın selâm verdiğini bilmez­ler. Yahut da bu zatlar, Zülyedeyn'in sözünü işitmiş olup, Resûlüllah'ın ona verdiği red cevabını işitmiş olacaklar. Bu takdirde de onlar, Zülyedeyn gibi olur­lar. Diğer taraftan bunlar, Peygamberin sorusunu cevaplandırmak zorunda İdi­ler. Verilen cevaplar neticesinde durum anlaşılınca; bilindiği gibi Resûlüllah on­ların sözlerini kabul etti. Ve bundan sonra hiç kimse konuşmayarak, kalan rek'atlan kılmakla namazlarını tamamladılar.

Resûlüllah vefat edince ilâhî farizalar sona ermiş olup, fazlalaşması veya eksilmesi İhtimali kalmamış olur. —. Evet!

—  Resûlüllah  ile,  namaz  kıldıran  diğer  İmamlar  arasındaki  fark  budur. Meclisimizde bulunan zatlar, benim bu sözüm üzerine dediler ki :  'Belirttiğiniz fark gayet açık ve seçik olduğu için, hiç bir âlim buna İtiraz etmez.

—  Arkadaşlarınızın bir kısmı, namaz içinde, namazla ilgili konuşma na­mazı bozmaz, demişlerdir.

—  Başkasının söylediği söz bizi bağlamaz. Bizim söylediklerimiz bizi alâ­kadar eder.

—  Ben, birkaç arkadaşımla görüştüm. Hiç birisi, sîzin burada beyan et­tiğiniz delillere dayanmadı. Onların bütün sözleri; «Uygulama budun demek­ten ibarettir.

—  Daha evvel dediğim gibi, sırf uygulama, bir manâ ifade etmez. Başka­sının sözü de bizi ilzam etmez.

—  Evet!                                                .                                        .

—  Sen, delilin olmayan meseleleri bırak. Sabit olan Zülyedeyn'in hadîsi­ne muhalefet etmekle gerçekten hataya düşmüşsün. Diğer taraftan benim ye be­nim görüşüme katılanların; namazda konuşmayı,  eşlerin sevişmesini  ve şiirler söylemeyi mubah kıldığımızı söylemekle, kendine zulmetmiş olursun. Zira; ne ben, ne de hiç bir arkadaşım bunları mubah kılmış değiliz.

Namazının tamamlanmadığını bildiği halde selâm veren kişinin namazının bozulduğunu, zira; yerinde olmayan selâmın, konuşma sayıldığım söylemişsin. Şayet namazın tamamlandığı kanaatiyll selâm verirse, verdiği selâmla namazına halel gelmediğini, dolayısıyfe kalkıp, kalan rek'atlan kılmakla, namazını tamam­lamasının gerektiğini söylemişsin. Halbuki bu takdirde, yerinde olmayan selâ­mı, konuşma çeşidinden saydığın halde bunun namazı bozmadığını kabullenmiş oluyorsun. Senin görüşün aleyhinde hiç bir delil olmasa bile, bu sözün seni il­zam etmeye yeterlidir. Hadîslere de çok yerde muhalefet etmişsin. Çok şükür bizim böyle bir kusurumuz yoktur.»

Yukarıda aldığımız parçadan anlaşıldığı veçhiyle, Şafiî'nin el-Umm adlı te'lifi, asrının teşri' yolunu ve fıkıhçılar arasındaki tartışmayı okuyucuları tat­min edici ve apaçık bir şekilde tasvir etmektedir. O tarihte yazılmış olan kitap­lar arasında el-Umm gibi, okuyucusunu mütalâaya bağlayıcı ve Selefe hayran­lık kazandırıcı bir esere rastlamadık.

Şafiî, bu te'lifi yanında birçok eser daha vermiştir. Bunların bir kısmını tanıtalım:

1- Ebu Hanîfe ve İbn-i Ebî Leylâ'nın ihtilâf ettikleri meseleler hakkın­da yazmış olduğu; «Kitab-u ma lhtelefe fîhi Ebu Hanîfe ve İbn-u Ebî Leylâ»: Bu kitap, konu hakkında Ebu Yusuf tarafından daha önce yazılmış olan eseri eleştirmektedir.

2- Kitab-u Hilâfi Ali ve İbn-i Mes'ud:

Bu kitap, Irak halkının ashabtan imamları sayılan Hz. Ali ve Hz. Ibn-i Mes'ud'un görüşlerine Ebu Hanîfe ve arkadaşlarının muhalefet ettikleri mese­leleri toplamıştır.

Şafiî, el-Umm'de bu iki imama muhalefet etmenin hata olduğunu anlat­mıştır. İbn-i Nedîm de; «El-Fihrist» adlı kitabında: «Iraklıların Hz. Ali ve Hz. İbn-i Mes'ud'a muhalefet ettikleri meseleler» başlığı altında bu muhalefetin hatalı olduğunu anlatmıştır.

3- Kitab-u Ihtilâf-i Mâlik ve-ş-Şafiî:

Bu kitap, hadîsin kaynak sayılabilmesi için İmam Mâlik'in şart koştuğu; «Medînelilerin onunla amel etmeleri» konusunda, Şafiî'nin Mâlik'in arkadaşla­rıyla yaptığı münazaraları, hadîsle amel etmenin gerekliliğini işler. Bu kitapta, Şafiî'nin hadîsle ilgili şu görüşünü teyid eden bilgilere yer verilmiştir. Şöyle ki: Sika olan râviler vasıtasıyle ve Resûlüîlah'a uîaşan hadîs, sağlam ve sabit sa­yılır. Biz, Resûlüllah'ın herhangi bir hadîsini katiyen terkedemeyiz. Ancak di­ğer bir hadîs'e muhalif olduğu takdirde terk edebiliriz. ResÛ|üüah'dan rivayet edilen hadîs'e uygun olan fakat O'na ulaşmayan hadîs, Resûlüllah'ın hadîsinin kuvvetini artırmaz. Zira, takviyeye muhtaç değildir. Şayet O'na ulaşmayan ha­dîs, ulaşan hadîs'e uygun düşmezse biz, ona iltifat etmeyiz. Öncelikle, ulaşan hadîsi alırız. Resûlülİah'a ulaşan hadîs'e uygun düşmeyen hadîs, kendisinden rivayet edilen zât, durumu bilmiş olsaydı, kanaatımca kendisinin rivayet ettiği hadîsi terkedip, ulaşan hadîs'e uyacaktı.

Şafiî, Mâlik'in bu nevi hadîsi kaynak saymaması ve buna muhalif kalması konusunu etraflıca ele alarak, bunların görüşlerini çürütmeye çalışmıştır.

Kitab-u Cemmâ-iI-ÎIm: Bu kitap da, hadîsle amel etme gerekliliği ko­nusunu işlemektedir.

5-  Irak fıkıhçılanmn amel ettikleri istihsan'ı red etmek konusunda yaz­mış olduğu • Kitab-u îbtal-il-lstihsan».

6-  Kitab-ür-Red alâ Muhammed b. el-Hasan:

Daha önce Muhammed b. Hasan tarafından yazılmış olan ve Medine, eh­linin görüşlerini reddeden kitaba karşılık olmak üzere, Şafiî tarafından yazılan bu kitabta Medînelilerin müdafaası yapılmaktadır, Muhammed b. Hasan ve Şa­fiî arasında cereyan eden ve Şafiî'nin yazdığı bu kitapta ele alınan münazara­larda, Muhammed b. el-Hasan'in nataya düştüğü belirtilen hususlardan birisi, kendisinin, Mâlik'in sözünü, Medînelilerin sözüymüş gibi «Medîneliler şöyle söyledi» demesidir. Şafiî, burada sözün Mâlik'e ait olduğunu ve Medîne halkı­nın çoğunun buna muhalif olduğunu belirtmektedir.

7- EI-Evzâî'nin görüşlerini reddetmek için Ebu Yûsuf tarafından yazıl­mış olan kitaba karşılık olmak üzere, Şafiî'nin yazdığı «Kitab-u Sİyer-il-Evzâî»: Burada Şafiî, Evzâî'yi müdafaa etmektedir. Biz, bu kitapdan daha önce bahset­miştik.

8-  Kitab-u ihtilâf-il-Hadîs:

Şafiî'nin en önemli ve büyük eserlerinden birisi olan bu kitapta, dinî kay­nak bakımından sünnetin yerini ve özellikle Ahad haberinin kaynak sayılması gereği üzerinde duruluyor. Eser bu maksatla te'lif edilmiştir. Şafiî, bu kitabta hadîs hakkında beliren ihtilâflara da değinmektedir. Hatırlanacağı üzere daha evvel bu ihtilâfı anlatırken, bazı kimselerin sünnetin tamamını reddettiğini, diğcr bazı çevre İçirin de hadîsle amel etmek için ravinin sika olma şartı dışında değişik şartlar ileri sürdüğünü belirtmiştik. Şafiî, birbirine muhalif görülen ha­dîsler arasındaki ihtilâfın sebeplerini anlatırken, önce mubah kılma sebebine dayanan İhtilâf üzerinde duruyor. Buna misâl olarak; abdestle İlgili Resûlüllah'-tan rivayet edilen üç hadîsi gösteriyor. Bu hadîslerin birisinde; RcûlülhuYın ab-dest uzuvlarını birer defa, diğer bir hadîste ikişer defa ve ba.şka bir hadiste üçer defa yıkadığı rivayet edilmiştir. Abdestin her üç şekilde de alınabileceği cihetle, hadîsler arasında gerçekte bir ihtilâf olmamış oluyor. Şafiî, mubah kıl­ma sebebinden dolayı aralarında ihtilâf görülen hadîslerin sayısının çok oldu­ğunu belirttikten sonra yekdiğerini nesneden hadîsleri anlatmıştır. Bundan son­ra da birbirinin tefsiri durumundaki hadîsleri ele alarak İzah etmiştir. Ayrıca sünnet hakkında fıkıhçılara çok faydalı olan bilgilere yer vermiştir. Kitap, Şafiî İle başta Muhammcd b. Hasan olmak üzere muhalifleri arasında vukubulan de-ğerii münazaraları kapsamaktadır.

9- El-Miisncd :

Bu kitap, Şafiî'nin el-Umm'da rivayet ettiği hadîsleri İçine alır. Harmcle b. Yahya'nın fıkıh konusunda yazmış olduğu kitap da Şafiî'nin dikte etmesiyle meydana getirilmiştir.

Buveyti'nin, a El-Mııhtasar-ul-Kcbir, EI-Muhtasar-us-Snğîr ve Kitab-ul-Fcrâİd» adlı eserleri de önemlidirler. EI-Müzenî'nin de iki muhtasarı vardır. El-Muhtasar-uI-Kebîr'i tutulmamıştır. Fakat EI-Muhtasar-us-Sağîr'i Şafiî âlimleri taralından  tutularak okunur,  açıklamaları  yapılır ve ona şerhler yazılırdı.

10- Şafiî'nin el-Cami-ul-Kebîr ve el-Camİ-us-Sağîr adlı kitapları da önem­li eserlerdendir.

Sıraladığımız kitaplar dışında Kalan eserleri de vardır.

Şafiî'nin tilmizlerinin yetiştirdikleri yazar âlimlerden birisi, el-Müzenî'nin arkadaşı Ebu İshak İbrahim b. Ahmcd el-Merûzî'dir. Kendisi Müzenî'nin Muh-lasar'ına ait iki şerh yazmıştır. Ayrıca «Kitab-ul-Füsûl fî Marifet-il-Usûl, Kitab-uş-Şurût ve-I-Vesâik, Kitub-uI-Vesâya ve Hisâb-üd-Devr ve Kitab-uI-Husus ve-I-Umûm adlı tc'lifleri bilinmektedir.

Ibn-i Süreye de reddiye mahiyetinde bazı kitaplar yazmıştır. Bunların ba­şında, Muhammcd b. el-Hasan'a ve İsa b. Ebbân'a karşı yazdığı reddiyelerdir. Ayrıca fıkıhta «Muhtasar»! vardır. Bir de «et-Takrîb Beyn-el-Müzenî ve-ş-Şafiî» adlı tc'lifi vardır.

Ebu Bekir Muhammet! b. Abdullah es-Sayrafî fh. ? - 330) nîn de «Kitab-üI-Beyân fi DclâiI-il-Âlâm alâ Usûl-il-Ahkâm, Şerhu Risalet-iş-Şafiî ve Kîtab-ül-FcrâidD  adlı  kitaplar yazmıştır.

Şafiî âlimlerinden bu devirde eser verenler gerçekten çoktur. Fakat maale­sef biz bu kitapları bulamadık.

Diğer mezheplerde yazılmış olan kitapları daha önce imamlarından bahse­derken anlatmıştık. O kitaplardan da bir şey göremedik. [170]

                                                                                   

BEŞİNCİ DEVİR

 

(h. 4. asrın başlangıcı — Abbasî devletinin  yıkılışı olan 657 tarihleri anısı.)

Bu devir, mezheplerin yerleşmesi, âlimleri tarafından desteklenmesi, müna­zara ve ilmî mücadelelerin yaygınlaştığı devirdir. [171]

 

İslâm Âleminin Siyasî Durumuna Genel Bir Bakış

 

Bu devirde İslâm ülkeleri arasındaki siyasî bağlar kopmuştur. Batı'dan başlayarak islâm ülkelerine bir göz attığımız zaman Abbasî devletinin gerile­mesi dolayısıyle Emir-uI-Mü'minîıı diye adlandırılan Abdurrahman cn-Nasir'in Öncülüğünde Endülüs'te bir Emevî devlet (m. 756-1031) nin kurulduğunu gö­rüyoruz. Afrika şimalinde İsmailiyye mezhebine mensup Şiilerin kurdukları Fa-tım1yye Devleti (m. 910-1174) nin basında Emîr-ül-Mii'minîn ismini verdik­leri Ubeydullah el-Mehdî el-Fatımî bulunuyor. Hükümet merkezi Tunus yakı­nında kurdukları El-Mehdiyye beldesidir.

Mısır'da, Ihşid oğulları (M. 934-969) nra başında bulunan Muhammed ve Musul  ile Halep'te bulunan  Hamdan oğullan  Abbasîlerc bağlı  görülüyorlardı.

Yemen'de Zeydiyye olan Şiîler İyice yerleşmişlerdi. Irak dolaylarına hakim olan Buveyh oğulları (m. 932-1055) Abbasîlere sadece bir isim bırakmışlardı. Doğuda, merkezi Buhârâ şehri olan ve büyük bir devlet halini alan Saman oğul­ları (m. 847-999) bulunuyordu.

Yukarıda İşaret ettiğimiz gibi İslâm âlemi çeşitli parçalara ayrılmış, ara­larındaki bağlar kopmuş vaziyette idi. Kurulan bu devletler arasında iyi müna­sebetler bile bulunmuyordu. Yekdiğerine hor gözle bakarlardı. Müslümanlar arasında görülmesi hiç de tasvip edilmeyen en büyük çekememezlik ve ihtilâf­lar, Mısır'a hakim olan .Fatımîler ile Bağdat'ı başkent eden Abbasîler arasında vukubulmuştur.

Fatımîler, çeşitli İslâm ülkelerine elçilerini göndererek halifeliğin onların hakkı olduğunu ileri sürüp, İslâm âlemine hâkim olmak ideallerini gerçekleştir­meye,  çalışırlardı.  Abbasiler de,  Fatımîleri  Hz.   Fatıma'nın  sülâlesinden  uzaklaşlırmaya ve onların seyyid olmak nedeniyle halifeliğe öncelik tanınması yolun­daki çabalarını tesirsiz hale getirmek için toplantılar tertip edip, büyük halk kitleleri huzurunda tanınmış âlimleri ve eşrafı bu yoida beyanatta bulunmaya ve bu iddiayı doğrulamaya zorlarlardı.

Abbsâîler ülkesinde duruma hakim olan Buveyh oğullan, zihniyet bakımın­dan Fatımî'lere benzedikleri halde, Abbasîlerin şeklen devleti idare etmelerinde kendileri için yarar görürlerdi. Çünkü; halifeliği Fatımîlere, başka bir deyimle Alevîlere intikal ettirmiş olsaydılar mevcut nüfuzlarının kırılacağına ve Şiîlik aki­desi itibariyle Alevîlere boyun eğmek mecburiyetinde kalacaklarına inanıyorlar­dı. Buveyh oğulları, siyasî menfaatlarını ön plâna alarak, "akide bakımından ay­nı paralelde olmayan Abbasîlerle iyi geçinmeyi, aynı paralelde olan Fatımîlerin emrine girmeye tercih ediyorlardı. Fakat bu durum pek uzun sürmedi. Selçuk­lular (m. 999-1157) in doğudan hareketleriyle, idare ve hakimiyet Türklerin eli­ne geçti. Selçuklular, ülkede keyfî hareketlerle halka eziyet edenleri zararsız ha­le getirerek, Buveyh oğulları devletine son verdiler. Doğuya ve Irak'a hâkim oldular. Fakat Selçuklularda Şiîlik cereyanı bulunmadığı için Abbasîlere dokun­madılar. Bağdat dolaylarına, Orta Asya'ya ve Arap yarımadasına hâkim oldu­lar. Fatimîîerle karşılaşarak, Suriye'den Fatimîlerİ attılar. Mısır ve ötesinde ka­lan batı beldeleri hariç, bütün İslâm ülkelerini ellerine geçirdiler.

Selçuklular arasında da ihtilâf çıkınca, bir takım iç harplere girişildi. Müs­lümanlar arasında görülen zaaftık ve Selçuklular ile Fatımîİer arasında Suriye'­de meydana gelen nizâları fırsat bilen Hıristiyanlar, h. 5. asrın sonlarında Haçlı seferlerini düzenleme cesaretini bularak, Kudüs'ü istilâ ettiler. Haçlı seferlerinin tarihini tetkik edenlerin malûmu olduğu üzere Hıristiyanlar bununla yetinme­yerek, Müslümanları asırlarca rahatsız ettiler.

Selçuklular arasında çıkan ihtilâflar neticesinde Atabeyl1kler deni­len devletler kuruldu. Bu beylikler, Selçuklulara dayanmakta ve devlet başkan­ları Selçukluların kumandanlarından olmakta idiler. Atabeyiikler, doğu ve batı­ya hâkim oldular. O sülâleden gelen Musul beyi Mahmud Nureddin'in emriy­le Selâhaddin-i Eyyubî Mısır Fatımî devletine son vererek, onun yerine milâdî 1074 de Eyyûbî Devletini kurdu.

Uzak doğuda h. 6. asrın sonlarında kurulan ve merkezi Harzem olan Har-'zemşâh Devleti (m. 1157 veya 1077 1231) bir ara gelişerek Bağdat yakınları­na kadar hükmederdi.

Bu durum da pek uzun sürmedi. Sel gibi akan ve hiç bir kuvvet tarafından durdurulmayan Moğol istilâsı, etrafı kasıp kavurdu, istilânın başında bulunan Cengiz Han, Tatar Birliğini kuran ve merkezi Karakurum olan Tatarlar devletini kurmuştur (m. 1203-1227). Moğolistan ve Türkistan'a hâkim olan Mo­ğollar, h. 7. asrın başlarında istilâya başladıklarında hiç bir kuvvet onları dur­duramadı. Cengiz Han ölmeden önce fethettiği ülkeleri 4 oğlu arasında taksim etti. Cengiz Han, çok geniş ve uzun emeller peşinde koştuğu için bütün dünyaya

evlâd ve torunlarının, hâkim olacağı ümit ve hayalini beslerdi. Cengiz Han, İm­paratorluğunu 4 oğlu arasında şu şekilde :

1- Oğlu  Çağatay'a ülkesinin Kızıldeniz'e kadar uzanan batı kısmını,

2- Oğiu  Tüİî'ye ülkesinin Çin Denİzi'ne kadar uzanan doğu kısmını,

3- Oğiu  Cüci'ye ülkesinin kuzey kısmını,

4- Oğlu  Oktay'a asıl memleketini...

taksim ederek, Çin denizi sahilinden Karadeniz sahiline kadar uzanan memleketi, evlâdlan arasında taksim etmekle dünya hâkimiyetinin evlâd ve torunlarına geçe­ceğine inanıyordu.

Yukarıda belirttiğimiz durum üzerine uzun zaman geçmeden Cengiz Han'ın torunu HULÂGU HAN İslâm âleminin merkezi durumunda olan Bağdad'ı (m. 1258 de) istilâ ederek, son Abbasî halifesi EI-Mu'tasım Biliâh'ı öldürdü. O güne kadar îsîâm âleminde bulunan camilerin çoğunda curn'a hutbelerinde Abbasî halifelerine ismen duâ edilirdi. Hülâgû Han ve askerleri tarafından yıkı­lıp yakılan-Bağdat, o günden sonra semavî hiç bir dini tanımayan bir devletin hükümet merkezi oldu. Bu devlet Hülâgû Han'ın dedesi Cengiz Han tarafından konulan ve «El-Kâse* İsmi verilen kanunlarla idare ediliyordu., Hülâgû Han'ın Abbasî devletine son verme tarihi, eski İslâm tarihinin kapanışı ve orta İslâm tarihinin başlangıcı sayılır. Bu arada Eyyûbî devleti yıkıldı ve yerine Türkler tarafından Memlûk devleti kuruldu. Mısır'.» eline geçirerek, Memlûk devleti (m. 1250-1517) ni kuran Aybey'in oğlu Sultan Baybars, Abbasî sülâlesinden gelen Mustansır Billâh Ebu-1-Kasım Ahmed'i halife- seçmiştir. Bu olay üzerine Kahire şehri, Bağdat yerine Abbasî halifelerinin merkezi haline geçti. Ancak Buveyh oğulları ve Selçuklular, Irak'a hâkim oldukları tarihlerde Bağdat'ta otu­ran Abbasî halifelerinin yetki ve otoriteleri bir isimden ibaret olduğu gibi, Mem­lûk devleti zamanında Mısır'da iş basma getirilen Abbasî halifelerine de bir selâhiyet tanınmıyordu.

Bu devirde İslâm âleminin siyasî durumu özetle belirttiğimiz gibiydi. İslâm âleminin ilim durumuna gelince; bu durum, siyasî durumun aksine süratle iler­leme kaydetmiş, özellikle doğuda Selçuklular devrinde ve Mısır'da Fatımîİer za­manında îsîâm âleminde seçkin ve üstün büyük âlimler ve eşsiz mütefekkirler çıkmıştır. Biraz sonra bu devrin özelliklerini kaydederken onun yetiştirdiği bu âlimlerin İslâm teşrîî konusundaki rollerini ve gayretlerini izah edeceğiz.

İlim sahasında büyük gelişmeler olmakla beraber, siyasî bağımsızlığın ze­delenmesine paralel olarak teşrîde bağımsızlık ruhunun zaafa uğradığı gerçeğini itiraf etmek gerekir. Hatırlanacağı üzere teşrîde bağımsızlık ruhu Ebu Hanîfe, Mâlik, Şafiî, Ahmed, Davud b. Ali, Muhammed b. Cerir et-Taberî ve emsa­linde zirveye yükselmişti. Bu yüce ruh, anlatmakta olduğumuz devirde bir hayli zayıflamıştır. Yine hatırlanacağı üzere bu ruh Ebu Hanîfe'ye selefleri hakkında *Onlar erkektirler, biz de erkekleriz'» dedirtmiş, İmam Mâlik'e de «.Resûlüi-lah'ın sözlerinin hepsi tutulur. Hiç bir sözü terkedilemez. Fakat Ondan başka

hiç bir kimse bu durumda değildir. Diğerlerinin sözlerinin bir kısmı tutulur, bir kısım ise bırakdahilinir.» dedirtmişlir. Bu seviyede olan arkadaşları da benzer sözler söylemişlerdir. Teşriin 5. devrinde ise bunun yerine taklid ruhu yerleşmiştir. [172]

 

Beşinci Devrin Özellikleri

I- Taklîd Ruhunun Yerleşmesi

 

Taklid demek; şer'î hükümleri muayyen bir imamdan almak ve onun fet­valarına dinin nassları imiş gibi uymak gerekliliğini duymaktır.

Gerdekten geçen bütün devirlerde müetehidler ve onları taklid edenler var­dı. Müciclıidler Kitap ve sünneti bilen ve nasslardan şer'î hükümleri çıkarma gücüne sahip olan fıkıhçtlardı. Mukallid denilen taklitçiler de nasslardan şer'î hükümleri çıkarma gücünü elde edecek bir seviyede Kitap ve sünnet ile iştigal elmeyen halk tabakasıydı. Bir olay veya ser'i problem çıktığı zaman ilgili şa­hıslar beldelerinde oturan Çıkıncılardan birisine koşarak mesele hakkında fetva sorarak  problemleri çözerlerdi.

Fakat 5. devirde taklid ruhu yayginlaşarak, fıkıhçılar dahil, bütün Cum­hur laklidle hareket etmeye koyuldular. Bundan önceki devirlerde fıkıh saha­sında bilgisini geliştirmek isteyen fıkıhçıların Öncelikle Kitap ve sünnetle işti­gal etmelerine karşılık, bu devrin fikıhçıları muayyen bir imamın kitaplarıyle iştigal ederek, o İmamın tedvin ettiği hükümleri, çıkarmış olduğu metod ve yo­lunu Öğrenmeye gayret ederlerdi. İmamının bu yolunu ve kitaplarını iyice kav­rayınca o kişi âlim, fıkıhçı sayılırdı. Bunların bir kısmı, imamının verdiği hü­kümler hakkında kitap yazarlardı. Yazdığı kitap, ya evvelce yazılmış olan bir kitabı kısaltmak veya açıklamak durumunda veyahut da muhtelif kitaplarda da­ğınık bir şekilde yazılmış olan hükümleri, derleyip toplamak halindeydi. Bu fı-kıhçılarm hiç birisi, imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendi­leri için caiz görmezlerdi. Hatta bu devirdeki Hanefî fıkıhçılarının ileri gelen­lerinden ve nizasız imamı sayılan Ebu'I-Hasan Ubeydullah el-Kerhî «Bizim 1ı-kıhçilanmıztn vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen âyetler, ya mensûhtur ve­ya te'vile muhtaçtır. Keza bu durumda olan her hadîs, aynı şekilde ya mensûh veya te'vil edilir.» demiştir. Böylece fıkihçilar, serbestlik kapısını kendileri için açık görmemişlerdir.

Bu -devirde büyük fıkıhçılarm bulunduğundan şüphe etmiyoruz. Bunların bir kısmını tanıtmaya çalışacağız. Bu yüce fıkıhçılar, gerek teşri usulü ve ge­rekse şefi nükümleri çıkarma yollan ile ilgili ilim sahasında, kendilerinden ön­ceki devirlerde yetişmiş olan âlimlerden ve seleflerinden noksan olduklarını san­mıyoruz. Aralarındaki fark, sadece teşri hususunda kendilerini hürriyet sahibi görmemeleridir.  Şafiî,  şer'î hükümleri  çıkarmak  hususunda bugün  bir mesele hakkında beyan ettiği finişe ters düşecek diğer bir görüsü yarın açıklamakla ve ona belirecek yeni deliller muvacehesinde yeni görüşlere sahip olmak hürri­yetini kendinde görüyordu. Onun imam arkadaşları da delillere göre yeni gö­rüşler beyim ederlerdi. Onların selefleri olan salıâbîler ve tabiîler de böyleydi. Meselâ; Hz. Ömer, bir yıl farâiz hükümlerinde Ölünün annesi, kocası, birden fa/la anne bir kardeşleri bulunduğu takdirde; anne baba bir kardeşlerin ini-rn-ia nhtmıyacnğina hükmediyor. İkinci ylı anne baha bir kardeşleri, anne bir kardeşlere sülüs (üçle bir) hissesine ortak ederek diyor ki : «deçen yıl verdiğim hüküm eskiden sahip olduğum görüşe dayanıyordu. Şimdi de böyle hükmedi­yorum.

Beşinci devrin âlimleri ise muayyen mezheplere dayanmış durumdaydılar. Bütün güçlerini bağlandıkları mezhebe ait mes'eldere verirlerdi. Halbuki hiç­bir imamın yapmış olduğu içlihad da mutlaka isabetli olduğu iddiası bu âlim­lerin hatırından geçmezdi. Zaten imamlar yanılmalarının mümkün olduğunu ve mu (t ali olmadıkları sağlam hadîslerin bulunabileceğini hi/zat itiraf etmişlerdi. Hatta imamların birkaçının şöyle söyledikleri rivayet edilmiştir: «Sahih bir ha­dis bulunduğu zaman, benîm mezhebim odur. Bu takdirde buna aykırı düşecek sözümü duvarın dibine tttın.n Diğer taraftan demin söylediğimi/ gibi Hanefî fı-kıhçılunııdan el-Kcrlıî diyor ki; arkadaşlarımızın vermiş oldukları fetvalara mu­halif düşen her hadîs ya te'vil edilmiş veya mensûhtur.

tnıam-üi-ilarcmcyn'in babası Ebu Muhammcd Abdullah b. Yusuf el-Cü-veynî'nin hal tercümesini yazan İbn-İ Sibkî, bu eserinde şöyle söyler :

uEI-Cüveynî muayyen bir mezhebe bağlanmamak hakkında bir eser yaz­maya başlamış ve kaleme aldığı kitaba «El-Muhit» adını vermişti. Bu eserinde mezheb taassubuna karşı çıkarak hadisleri de varid olduğu meselelerin dışına çıkarmamaya çalışıyordu. Onun yazmağa başladığı kitabın üç forması EI-Hûfız Ebu Bekir el-Bcyhûkî'nin eline geçti. El-Beyhâkî, bu formalarda yer alan ha­dîslerin bir kısmının zayıf olduğunu, böyle tutarsız hadîslerin dikkate alınma­masının gerektiğini söyleyerek hadîslerin kapsamını gereği gibi tutan zatın, Şa­fiî olduğunu ve Şafiî'nin itibar etmediği ve yazarın eserinde yer verdiği hadîs­lerin sahih olmadığını, bunlardaki sakatlığı hadîs ilmiyle gereği gibi iştigal eden­lerin bilebildiklerini açık bir ifadeyle yazdığı bir mektupla müellif El-Cüveynî'-ye bildirdi. Mektubu alan el-Cüveynî, el-Bcyhakî'ye duû ederek kitabı tamam­lama  işini  terkedip gönderilen  mektubun  ilmin  bereketi olduğunu  söyledi.»

ibn-i Sibkî bu bilgiyi verdikten sonra el-Bcyhâkî'nin, el-Cüveynt'ye yazmış olduğu bu uzun mektubu aynen adı geçen esere geçiriyor.

Eğer Şafiî bu nevi itirazlara kulak vermiş olsaydı, ietihad yapmaması ge­rekecekti. O, bu nevi itirazlara itibar etmezdi. Çünkü kendisi hadislerin sağlam­lığı konusunda, hadîslere hayatını vakfetmiş, sahih hadisi sahih olmayandan İyi­ce ayırd eden hadîs ricaline itimad ederdi. el-Beyhâkî'nin zikrettiği sebep el-Cüveynî'nin başladığı kitaptan vazgeçmesine sebep teşkil etmez, kanaatındayım. Eğer şer'î hükümleri kaynaklardan çıkarma ve ictihad yapma gücünü kendisin­de bulsaydı ve müstakil bir şekilde bu işe şahsını ehil görseydi, başladığı ki­tabı terketmemesi gerekirdi.

Biz, burada bildiğimiz kadarıyla beşinci devrin taklid ruhunun yaygınlaş­ma sebebini anlatmaya çalışacağız:

1- Birinci sebep; İmamların yetiştirmiş oldukları yüksek âlimlerdir: İmamların yetiştirdikleri çok kuvvetli tilmizleri, şer'î hükümleri çıkarma bakımından üstadlannm yolunu takip ederek, metodlannı benimsiyorlardı. Cum-hûr'un takdir ve güvenini kazanan bu tilmizlerin içtenlikle üstadlarma hayran­lıkları, hem onların metod ve çıkardıkları hükümleri tedvin etmelerine, fikirle­rini savunmaya, hem de Cumhûr'un bu görüş ve hükümleri benimseyip, onların fetvalarıyle amel etmelerine sebep olmuştur.

Cumhur, serî' hükümleri alacak ve dinî ilimler sahasında otoriter sayıp gü­venle bağlanacak imamlara muhtaç idi. Mezhepleri bugünedek devam edegelen meşhur imamlar, ilmin zirvesine yükselen ve milletleriyle muasır devlet adam­larının nazarında gerçek değeri bulan kuvvetli tilmizleri yetiştirdiler. Yetiştiri­len bu zatlar, imamlarından almış oldukları hükümleri tedvin ettiler. Ayrıca çok sayıda tilmizler yetiştirdiler. Gerek kendileri ve gerekse yetiştirdikleri bin­lerce tilmiz, imamların çıkarmış oldukları ahkâmı halk arasına yayarak kendi­lerine güvenle bağlanan halkın bu hükümlere uymalarını sağladılar. Devlet adamlarının tilmizlere güveni dolayısıyle, tilmizlerçe ehil ve liyakatli görülen zâtların kadılıklara atanmaları gerçekleştiriliyordu. Padişahlar ve devlet adam­ları son derece itimad ettikleri kişilere danışırlardı. Onların tilmizlere bu önemli işte danışmış olmaları, besledikleri itimadın en canlı delilidir. Diğer taraftan insanoğlu, hemfikir olan şahıslara itimad eder. Devlet- adamları da tilmizlerin görüşlerini paylaştıkları ve üstadlarma son derece saygılı oldukları için iç hu­zuru ile tilmizlere güvenle bağlı idiler. Böyle yüce tilmizlere sahip olmaya mu­vaffak olan imamlara ait mezheplerin sağlam temellere dayanması hususunda bu durumun büyük rolu olmuştur.

Yukarıda belirtildiği veçhiyle üstün tilmizleri yetiştiren imamlara karşı Cum-hûr'un kalbinde güven ve itimad kökleşince yeni bir mezhebi ortaya koyarak halkı buna davet etmek güçleşti. Cumhur böyle bir iddia ile ortaya atılacak ola­nı, cama altın dışında telâkki edebilirdi. Sonra böyle bir dava peşine düşeni çe-kemiyecek şahıslardan ona verilecek zararı da unutmamak icabeder. Esefle söy­leyelim ki; hased denilen hastalığın ateşi hiç bir devirde sönmemiştir. Bu durum karşısında ictihad gücünü kendinde bulan fıkıhçılar, böyle bir teşebbüse giriş-miyerek, sadece bağlı bulunduğu mezhep içinde ictihad etmek ile yetinmiş ola­bilirler. Mezhepte ictihad demek; karşılaştığı meseleler hakkında bağlı bulun-. duğu imam tarafından, verilmiş kesin bir hüküm olmadığı zaman kendisinin fet­va vermesi veyahut herhangi bir mesele, hakkında kendi imamı tarafından beyân edilmiş olan iki görüşten birisini tercih etmesi demektir. Müctehid fi'l-Mez-heb denilen bu nevi müctehidler bu devirde çoktu.

II- İkinci sebep, kadılık meselesidir.

Bundan Önceki devirlerde halifeler, kadıları Kitap ve sünnet ilminde tema­yüz etmiş ve şer'î hükümleri çıkarma gücüne sahip olduğu çevrece bilinen şah­siyetlerden seçerlerdi. Bunları seçerken, nasslarla ve nass olmayan yerde nass-lara en yakın ve ruhuna en uygun görüşle amel etmelerinin gereğini peşînen şart koştuktan sonra, hüküm vermeyi tamamen onlara bırakırlardı.

Nasıl ki Hz. Ömer, tayin ettiği kadı Ebu Musa el-Eş'arî'ye yazdığı bir mek­tupta; tHiiküm, Kitabın nassına veya ittibâ olunan sünnete bağlıdır. Kitap ve sünnette bulunmayan ve kalbinizde tereddütlere yol açan meselelerde emsaline ve benzerlerine kıyaslamak için bu durumu iyi anlamaya gayret et. Bunları iyice kavrayınca, Allah'ın rızasına en yakın ve hakka en çok uygun olanı seç,* der. Kadılar, bir olay hakkında verecekleri hükmün isabetli olup olmayacağı hu­susunda tereddüt ettikleri zaman, beldelerinde oturan müftîlerle istişare ederler­di. Bazan halifelerle muhabere ederek görüşlerini alırlardı. Cumhur, bu kadı­lara son derece itimad ederdi. Fakat içtimaî durum zamanla değişti. Halkın duyduğu itimadı koruyamayan kadılar bulunmaya başladı. Diğer taraftan bazı kadıların verdikleri hükümlerde hataya düşmeleri, fetva soranların verilen hü­kümler hakkında aynı yerde oturan âlimlere baş vurmaları ve o âlimlerin de kadılar tarafından verilen hükümlerin hatalı olduğunu beyan etmeleri, halkın kadılara karşı besledikleri itimadı büsbütün zedeledi. Küfe kadını İbn-i Ebî Leylâ, hükümleri mahallî âlimler tarafından sık sık reddedilen kadılardandı.

Kadılara karşı beslenen itimad ve güven azahnca, kadıların diledikleri müc-tehidlerin görüşlerine keyfî bir tavırla bağlanmalarını ve değişik hükümler ver­melerini önlemek ihtiyacını duymaya başlayan Cumhur; kadıların belirli bir ah­kâma bağlı kılınarak karar vermelerinin lüzumunu hissettiler. Bu sıralarda bazı müctehidlere tabi olan âlimler, imamlarından almış oldukları ahkâmı tedvin edi­yorlardı. Bu tedvîn işi, bütün Müslüman şehirlerinde yaygınlaşarak, ileri ham­lelerle sonuçlandırıldı. Böylece müctehidlerin beyan ettikleri hükümler ayrı ay­rı tedvîn edilmiş oldu. Yukarıda belirttiğimiz sebeplerle, Cumhûr'un duyduğu endişe üzerine halk, kadıların muayyen bir mezhebe bağlanmasını, vereceği hü­kümlerin bu mezhebin sınırlan dışına taşmamasını ve bağlanacağı mezhebin ted­vîn edilmiş mezheplerden olması temayülünü gösterdiler. Bu sebeple, etbâı ta­rafından tedvîn edilmeyen mezhepler sönük kaldı. Ayrıca devlet adamlarının, bağlı bulundukları mezhebe tabi olan âlimlere kadılık görevini tevdî etmeleri, o mezhebin etrafa yayılmasına ve o mezhep hakkında ihtisas kazanan âlimle­rin çoğalmasına geniş çapta sebep oldu. Nitekim doğu illerinde Nizam-ül-Mülk, Mahmud b. Sebüktigİn ve Mısır'da Selâhaddîn-i Eyyubî gibi devlet adamları­nın, Şafiî mezhebinin yayılmasında büyük rolleri olmuştur. Keza, genellikle Ha­nefî mezhebine mensup olan Türklerin devlet adamları, o mezhebin yayılmasına âmil olmuşlardır. Sonra nüfuzlu şahsiyetlerin inşa ettirdikleri medreselerde, mu­ayyen  mezheplere ait tedrisat yaptırmalarının o mezheplerin  gelişmesinde  payı büyüktür.

Şah Vcliyyüllâh ed-Dchlevî; «El-lnsâf fi Bcyân-i Esbah-il-lhtiıûf» adlı ri­salesinde, el-Bclkînî'nin tilmizi Ebû Zer'â'dan şöyle söylediğini nakleder :

«Ben, bîr defa üstadımız imam el-Be!kînî'ye dedim ki: Ustad Takıyyüdclîn es-Sıbkî, içtihada muktedir olduğu halde neden ietihad yapmamış, nasıl taklid etmekle yetinmiştir?» Hocam bu soru üzerine sükût etti. Bunun üzerine ben de­dim ki: «Kanaatıma göre o tarihlerde bütün vazifeler, dört mezhebe bağlı âlim­lere İnhisar ettirildiği ve dört mezhebin dışında kalıp ietihad edenlere hiç bir görev verilmediği, kadılık hakkından mahrum edildiği, halkın onlardan fetva sormayarak bidat damgasını yapıştırmaları sebebiyle imanı Sıbkî, içtihada yönelmemiştir.» Hocam benim bu beyanım karşısında tebessüm etti. Her halde kendisi de bu kanaatte idi.»

Ebu Zer'â, ileri sürdüğü sebebe imam Belkînî'nin katıldığını belirtiyor ise de, insaflı düşünen kimsenin buna muvafakat etmesi mümkün değildir. Çünkü onun ileri sürdüğü nedenler, İliç bir zaman o yüce âlimleri ietihad etmekten alıkoyamaz. îmanı Süyûtî; «Şerh-ul-Mühezzeb» de belirttiği veçhiyle, mutlak ietihad, bir müetehidin bir İmama intisap etmesine mani değildir. O müetehid bir imama bağlı olmakla beraber, zaman zaman mutlak ietihad (müstakil icü-had) da bulunabilir. Nitekim, Ebû tshâk eş-Şirâzî, lbn-üs-Sebbâğ, Imam-ül-Ha-remeyn ve el-Gazâlî gibi zâtlar bu çeşit müctehidlcrdendirler. Böyle zatların bir imama intisap etmeleri demek; ietihadda o imamın yolunda yürümeleri, onun delillerini tesbit ederek sıraya koymaları ve onun içtihadına muvafakat etmele­ridir. Zaman zaman onun içtihadına muhalif kalırlarsa da önemsenmez. Onun yolundan çok az meselede çıkılır. Böyle zatların bu nevi çalışmaları, onların bir imamın mezhebine girmiş olmalarına ters düşmez. Yukarıda adı geçen ve zaman zaman mutlak ietihadda bulunan zatlar, aynı zamanda Şafiî mezhebine mensup idiler.» (Şahı Dchlcvî'nin sözü burada biliyor.)

Dehlevi'nin, Süyûıî'dcn naklettiği sözler, Ebu Zer'â'nın anlattığı hususların tamamen yersiz olduğunu da gerektirmez. Ancak Ebû Zer'â'nın ileri sürdüğü se­bepler; onun dediği gibi umumî bir tarzda kabul etmeye imkân yoktur. Devrin bütün fıkıhçılarının bu nedenle taklid ile yetinerek içtihada yönelmedikleri söy­lenemez. Bazı şahıslar için bu durum söylenebilir.

III- Üçüncü sebep; bazı mezheplerin tedvin edilmiş olmasıdır: Kamu oyunun güvenine mazhar oian âlimler tarafından tedvin edilen mez­hepler gelişmiş ve Cumhur tarafından desteklenmiştir. Diğer mezhepler ise bun­lara nazaran sönük kalmıştır. Nitekim Şafiî, Ebu Leys b. Sa'd hakkında şunu söy­lemiştir :

«Ley*. Mâlik'dcn kuvvetli bir fıkıhçıdir. Fakat arkadaşları onu kalkındıra-madılar.ı Yani, onun görüşlerini tedvin ederek Cumhûr'a sunma hizmetine önem vermediler. Halbuki Mûlik'in arkadaşları, onun görüşlerini tedvin ederek halka sundular. Lcys b. Sa'd'ın fıkıhta emsalinden üstün oluşu, onun mezhebinin ya­yılmasına yeterli değildi. Tilmizleri, onun görüşlerini tedvin etmedikleri için ken­disi, hadîs âlimicrince tazimle yad edilerek çok kuvvetli bir ravî ve güvenilir bir kaynak olduğu ifade edilmekle beraber, mezhep İmamları gibi ietihad ve fıkıh sahasında tanınmamış, görüşleriyle amel edilmemiş ve diğer mezhep imamla­rına karşı ismi çok sönük kalmıştır. Görüşleri ve şer'î hükümleri çıkarma kabi­liyetleri, kendilerinden sonra gelecek nesiller için birer ışık durumunda olan bir­çok sahâbî ve tabiînin ileri gelenleri de, Lcys'İn durumunda kalmışlardır. Bİz, onların devirlerinden bahsederken, bir kısmını tanıtmaya çalışmıştık.

Bu devirde yetişen âlimlerin imamlarına bağlanmaları, onları taklid sınır­lan içinde tutmamıştır. Onlar, derecelerini yükselten birçok çalışmalarda da bu­lunmuşlardır. Bİz onların çalışmalarını kısaca belirtelim :

1- Onlar, imamları tarafından çıkarılmış olan hükümlerin illetlerini açık­lamışlardır ki, bununla iştigal edenlere TAHRÎC âlimleri denilr. Tahrîc demek; şer'î hükmün illet ve sebebini araştırıp bulmaya gayret etmek demektir. Tahric işiyle en çok meşgul olanlar, Hanefi âlimleridir. Çünkü onların kendi imamla­rından rivayet ettikleri hükümlerin çoğu muallel değildi. Yani, illetleri belirtil­memişti. Onun için imamlarının şer'î hükümleri çıkarırken uyguladıkları usul­leri beyan etmek gayreti içerisine girdiler. İlletlerin tahricinde, bazen âlimler ih­tilâfa düşerlerdi. Yani bir hükmün dayandığı illetin tayin ve teshilinde değişik görüşler olabilirdi. Hükümlerdcki illetlerin beyanı, imamlarının nassı bulunma­yan meselelerde fetva verme kapısını açardı. Yani bir mesele hakkında imam­ları tarafından verilmiş olan hükmün illeti meydana çıkarıldığı zaman, aynı il­leti taşıyan ve hakkında imamları tarafından bir hüküm beyan edilmemiş olan başka meseleler hakkında da kendileri fetva verirlerdi.

Yukarıda durumları belirtilen âlimler, ahkâmın illetlerini bulmaya çalışır­larken, FIKIH USOLÜ dedikleri bazı kaideleri vaz'ettiler. Onlara göre İmamları şer'î hükümleri çıkarırken, bu usullere dayanmakta idiler. Ben, yaptığım araş­tırmalar neticesinde, bu hakikate vardığım için «Usul-u Fıkıh» adlı kitabımda bu durumu açık bir ifade ile belirttim. Adı geçen eserimi meydana getirdikten sonra, Şah Veliyyüllah ed-Dchlevî'nin yukarıda anılan risalesinde bu görüşümü teyid eden şu sözlerine rastladım :

«Ebu Hanîfe ile Şafiî arasında veya Ebu Hanîfe ile arkadaşları arasında çıkan ihtilâfların, el-Bezdevî'nin kitabında ve diğer bazı kitaplarda anlatılan bu usullere dayandığı, birçok alim tarafından ileri sürüldüğüne şahid oldum. Ben, bu görüşte değilim. Çünkü ihtilâf sebebi olduğu iddia edilen usullerin çoğu, kendileri tarafından değil, bu devrin âlimleri tarafından konulmuş kaidelerdir. Usul-u Fıkıh ilminde beyan edilen kaidelerin çoğu imamların verdikleri hüküm­ler üzerine çıkarılmış prensiplerdir. Bu prensipler hakkında Ebu Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasan'dan herhangi bir rivayet sabit değildir. Bu

usuller üzerinde titizlikle durmak ve onlara yöneltilen itirazlara cevap vermek için bir takım yükümlülük altına girmek, mütekaddimîn âlimlerin işi değildir. Bezdevî ve benzerinin bu sahada titizlik gösterecekleri yerde, bu usullere mu­halif olan başka usuller için titizlik göstermiş olsaydılar, belki daha iyi iş yap­mış sayılırlardı.» Dehlevî, bundan, sonra bu kaidelerin her birisi için bir misâl getirerek onun hakkında, Hanefî âlimlerine yapılan itirazları ve onların cevap­lamada giriştikleri külfetleri birer birer izah etmektedir. Şafiîler bu sahada pek yorulmamışlardır. Çünkü onların imamı, çıkarmış olduğu hükümlere ilişkin usulleri bizzat tedvin ederek arkadaşlarına yazdırmış idi. Mâlikîlerle Hanbelîler de böyle bir yükün altına girmediler. Çünkü onlar, münazara ve delillerin tar­tışması sahasından uzak kalırlardı.

2- Bağlı bulundukları mezhep içinde bulunan değişik görüşler arasında tercih yapmak işidir. Bu da iki çeşittir;

  1. a)Rivayet bakımından tercih,
  2. b)Dirayet bakımından tercih

Bunları ayrı ayrı kısaca belirtelim:

Rivayet bakımından tercih işine girişmenin sebebi şudur: Her mezhep imamının beyan ettiği görüşlerini müteaddit tilmizleri rivayet ettiği için, bazı meselelerde rivayetlerde ihtilâf görülmüştür. Bildiğiniz gibi Ebu Hanîfe'nin gö­rüş ve fetvalarının bir kısmını Muhammed b. el-Hasan bizzat kendisinden, di­ğer bir kısmını da Ebu Yusuf vasıtasiyle rivayet etmiştir. Ayrıca el-Hasan b. Ziyâd, İsa b. Ebbân ve başkaları da, Ebu Yûsuf aracılığıyle Ebu Hanîfe'nin sözlerini Tİvâyet etmişlerdir. Keza; Muhammed b. el-Hasan'ın kitaplarım, müte­addit tilmizleri ve âlimler rivayet etmişlerdir. Bunlar, zaman zaman rivayette ihtilâfa düşmüşlerdir. İmamların nakledilen sözlerinde ihtilâfa düşme işi, ya nak­ledenlerin bir kısmının hatasından veyahut imamın kendisinin değişik görüşle­re sahip olmasından meydana gelmektedir. İmamların değişik görüşler beyan et­miş olmaları muhtemeldir. Bugün elde mevcut deliler muvacehesinde bir görüş beyan ettikten bir müddet sonra elde edeceği yeni deliller karşısında yeni bir görüş sahibi olabilir. İlk görüşüne şahid olanlar, onu rivayet ederken, yeni gö­rüşüne muttali olanlar bunu rivayet ederler. Böylece, imamdan muhtelif re'yler rivayet edilmiş olabilir. Ebû Hanîfe ve Muhammed b. Hasan'ın sözleri mütead­dit âlimler tarafından çeşitli yollarla rivayet edildiği ve bazı ihtilâflara düşüldü-|'i gibi, Şafiî'nin sözlerinin de; er-Rebî1 b. Süleyman, el-Müzenî, Harmele, el-Buvaytî vesâir âlimler tarafından rivayet edildiğini ve yukarıda belirttiğimiz iki sebeple rivayette bazı ihtilâflara düştüklerini görüyoruz. Mâlik'in de sözlerini [rivayet eden îbn el-Kasım, lbn-i Veheb, lbn-il Macüşûn, Esed b. el-Fırat ve di-jerieri aynı durumdadırlar.

Belli başlı mezhepler yerleştikten sonra, âlimlerin yaptıkları ilmî çalışma-arm bir kolu da, kendi mezhep imamlarının sözlerine ait birden fazla rivayet­lerinden kuvvetli gördüklerini tercih etme işidir. Meselâ; Hanefî âlimleri, Ebu Hanîfe'nin arkadaşları arasında Muhammed'in rivayetini tercih etmişler, imam Muhammed'in kitaplarından olup, Ebû Hafs el-Kebîr ve el-Cûzcânî gibi sıka zatlar tarafından rivayet edilen ve «Zahir'ür-Rivâyet» adı verilen eserlerini, o derece kuvvetli rivayete dayanmayan diğer eserlerine tercih etmişlerdir.

Keza; Şafiî âlimleri, er-Rebî' b. Süleyman'ın rivayetini tercih etmişlerdir. Hatta kendisiyle el-Müzenî'nin rivayetleri arasında bir ihtilâf gördükleri zaman onun rivayetini tercih ederlerdi. Halbuki aynı âlimler, fıkıh ilminde el-Müzenî'­nin çok büyük bir âlim olduğunu hatta er-Rebî'den üstün olduğunu itiraf etmiş­lerdir. Harmele'nin rivayeti şayet el-Müzenî veya er-Rebî'in rivayetlerine mu­halif olursa, Harmele'nin rivayetini zayıf görürlerdi. Malikîler de lbn-i Kasım'm rivayetini, Mâlik'in diğer arkadaşlarının rivayetlerine tercih ederlerdi. Bazan lbn-i Kasım'm yapmış olduğu rivayetler arasında da ihtilâf oluyordu. Maliki âlimleri böyle rivayetlerden de en kuvvetli olanı tercih ederlerdi.

Dirayet yönünden tercih işine gelince:

Bu nevi tercih, kendi imamlarından sabit olan muhtelif rivayetler arasında veyahut o imamın sözüyle onun ashabının sözleri birbirine muhalif olunca, bun­lar arasında tercih vukubulurdu. Bu tercih işini haliyle her âlim yapamazdı. O imamın şer'î hükümleri çıkarma hususunda takip ettiği yolları ve tatbik ettiği usulleri çok iyi bilen fıkıh âlimleri, ancak bu tercihi yaparlardı. Ehliyetli olan âlimler tercih yaparken, bahis konusu usul ve yollara en uygun olanını, şayet uygunluk bakımından rivayetler aynı ise bu kere Kitap, sünnet ve kıyasa en yakın olanı seçerlerdi. Tabiatıyle sağlam çerçeve içerisinde bu işi yapmakla be­raber, bazan aynı neticeye vanlmayabilirdi. Yanı tercihi yapan âlimlerden bir gurup, bir rivayeti tercih ederken, diğer bir gurup ise başka bir rivayeti tercihe şayan görebilirdi. Bir âlimin mezhepte tercih ehlinden sayılması, ona muasır aynı mezhep âlimlerinin kendisinde bu yeteneğin varlığını ve bu işe gerçekten liyakatli olduğunu itiraf ve kabul etmeleriyle mümkün idi.

3- Alimlerin bağlı bulundukları mezhebi tanıtma ve yayma gayretini gös­termiş olmasıdır.

Alimler, bağlı bulundukları mezhep imamının geniş ilme, samimî takvaya ve şer'î hükümleri çıkarmada isabetli görüşe sahip .olduğunu ve Kitap ile sün­nete tam manâsiyle ittibâ' ettiğini etrafa yayarlar, bu sahada kitaplar yazarlardı. Çoğu zaman bu sahada eser veren âlimler, kendi imamlarının diğer imamlar­dan üstün olduğunu savunurlardı. Az dahi olsa bazıları tarafgirlik ederek; on­ların imamına muhalif olan diğer imamları tenkid ederlerdi. Fakat dediğimiz gibi, böyle davrananlar çok azdır. Ayrıca mezhepler arasında ihtilâfa konu edi­len her mesele hakkında, kendi mezhep görüşlerini tercih ederek bu konularda eserler yazarlardı. Hatta Kütüb'ül-Hilaf ismini verdikleri özel kitapları, bahis konusu ihtilaflı meseleleri ele alıp eleştirmek ve kendi mezhep görüşünün her halde isabetli olduğunu savunmak için te'lif etmişlerdi. Haliyle bazı mese­lelere ait mezhep görüşünü savunurken, müşkil durumda kalanlar, yani görüş-

lerİnin  isabetsizliği, savunmalarının zaaflığından  anlaşılanlar da olurdu.   Zaman zaman âlimler arasında şifahî münazaralar da vuku bulurdu. Yapılan bu  türmünazaralar, İlgili devrin önemli olaylarından sayıldığı için müstakil bir  bolüm­de bunu önünüze sereceğiz. [173]

 

II - Münazara Ve Mücadelenin Yaygınlaşması

 

Bu devrin özelliklerinden birisi de, bazı âlimler arasında mücadele ve mü­nazaraların yayılmış olmasıdır.

Bundan önceki devirlerde de bazı münazaralar olmuştu. Şafii, el-Umm adîı kitabında sık sık bunlardan bahsetmekte, özellikle kendisiyle Irak fıkıhçisı Muhammed b. eİ-Hasan arasında cereyan eden münazaralara geniş yer vermek­tedir. Ancak o devirde görülen münazara, âlimler arasında yaygınlaşmamıştı. Ondan bütün maksat ve gaye; şer'î hükümleri çıkarmakta en isabetli neticeye varmak idi. Orada âlimlerin hakka karşı, görüşlerini değiştirmeye hiç bir en­gel yoktur. Çünkü görüşler hususunda hepsi bağımsız idiler. Hiç birisi mıınyycn bir mezhebe bağlı değildi. Bu devirde ise gerek münazaraların yaygınlaşma se­bebi ve gerekse münazara esnasında tarafların savunma ve iılılhıları ile müna­zara neticesi bakımından durum değişti. Hiç de önceki devirlere uygun yapıl­madı.

Bu devirde münazara o derece yaygınlaştı ki; hemen hemen belli başlı bü­tün şehirlerde sık sık toplantılar düzenlenerek,, o yerin iki büyük âlimi arasın­da münazara tertip edilirdi. Özellikle Irak ve Horasan dolaylarında bu iş âdeta hastalık halini aldı.

Yapılan münazaralar, başta vezirler İle ileri gelen devlet adamları olmak üzere o çevrenin bazı âlimleri huzurunda akdedilirdi. Taziyet vesilesiyle yapılan toplantılarda da münazaralara önem verilirdi. Eş-Şeyh Ebû İshâk eş-Şîrâzr'nin yazmış olduğu «Tabakat'üş-Şafiiyye» adlı kitapda bu konuda geniş malûmat vardır.

Ebu'l-Vclîd el-Bacî diyor ki : «Bağdat'ta adamın yakın! vefat edince, bir­kaç gün mahalle mescidinde oturup komşuları ve arkadaşları taziyet için onun etrafında toplanırlardı. Taziyet günleri geçince, etrafındakiler onu teselli ederek işine başlamasını sağlarlardı. Taziyet dolayısiyle camilerde yapılan bu nevi top­lantılar, ya Kur'ân kiraatiyle veya fıkhı meseleler hakkında âlimler arasında tertip edilen münazara ile geçerdi. Bu durum, Bağdat'ın bir âdeti idi.»

Bu devirde münazaraya çok önem verildiği için, münazara kaideleri hak­kında kitaplar te'lif edilerek, buna «İLM-U EDEB'İL-BAHS» ismi verildi. Böy­lece münazara kaideleri, bir ilim dalı haline geldi. Eskiden kelâm ilmi konula­rında münazaralar yapılırdı. Bu sahada sürdürülen münazaralar, zamanla aşırı mezhep taassuplarına, kan dökmeye kadar giden yaygın husumetlere ve çatış­malara sebebiyet verince; bazı devlet adamları yapılagelen münazaraları  fıkıh

mecrasına yönelttiler, Fıkıhta da özellikle Hanefî ve Şafiî mezheplerini münazara konusu etmeyi tercih ettiler. Bundan sonra halk, kelâm ilmi konularına ait mü­nazaraları terkederek, özellikle Hanefî ve Şafiî mezhepleri arasında ihtilaflı olan meseleler hakkında münazaralara yöneldiler. Mâlik, Süfyan, Ahmed b. Hanbel ve diğer müetehidler arasında meydana gelen ihtilâfları münazara konusu etme­diler.

Yukarıda münazaranın yaygınlaşmış olmasını kısaca ifade etmiş olduk. Şim­di de yapılan münazara sebebini belirtelim :

Zamanın devlet adamları, fıkhın inceliklerini aydınlığa kavuşturmak, mez­hep İmamlarının çıkardıkları ahkâmın dayandığı illetleri iyice kavratmak ve fet­va usullerini hazırlamak gibi maksatlarla bu münazaraları tertip etliklerini iddia ediyorlar idiyse de, aslında gerçek sebep, sırf kendi arzularını gerçekleştirmek ve duydukları zevki tatmin elmekdi. Gerçeğin bu olduğunu, Hüccefül-lslâm un­vanını almaya liyakatla hak kazanmış bulunan, Ebu Hâmid el-Gazâlî bizzat ifa­de etmiştir. Onun beyanı gerçek sebebin aydınlığa kavuşması hususunda en kuvvetli delilimizdir. Çünkü kendisi, ilk zamanlarda münazarayı idare eden âlimlerin başında gelirdi, Keskin zekâsı, ikna kudret ve konuşma kabiliyeti ba­kımından o devrin eşsiz âlimiydi. İlk zamanlarda bu münazaraları idare eden Gazali, bilâhare bunun içyüzünü ve gerçek sebebini anlayınca, parlak görülen bu işlerden sıyrılarak Allah'a yöneldi. Bu münazaralar içinde bizzat yaşamış ve gerçek gayesini şahsen müşahade etmiş olan bir zatın vereceği bilgiden daha kuv­vetli, isabetli ve samimî bir bilgiyi elde etmek mümkün olamaz. Gazâlî diyor ki: [174]

Münazaraya katılan âlimler, gerçeği araştırmada yardımlaşmak ve fikir teatisinde bulunmak ilmî bir hizmettir, demekle kendilerini avutmaya çalışırlar­dı. Çünkü yapılacak tartışmaların, dedikleri gayeye uygun olabilmesi için, aşa­ğıda belirteceğim sekiz şartın tahakkuku gerekir:

1- Mükellef olduğu farz-ı aynları yapmadan, farz-ı kifâyelerden sayılan iyi niyetli ilmî münazarayla meşgul olmamak,

Zimmetinde ifası gereken farz-ı ayn varken bunu yapmayıp farz-ı kİfâye ile iştigal eden ve gayesinin, hakkın anlaşılması olduğunu söyleyen kişi, yalan­cıdır. Örneğin : Farz namazı bırakarak, elbise dokumak ve dikmekle iştigal eden ve «Maksadın., avretini sctredccck elbise bulamiyarak avretini örtmeden namaz kılanlara elbise yetiştirmektir.» diyen şahsın, bu davranış ve sözünde samimi­yetsiz olduğu meydandadır. Mezhepler arasında ihtilaflı olan ve cemiyet haya­tında rastlanması nadiren görülebilen lâli derecedeki meseleleri münazara ko­nusu etmek ve çok mühim bir işmiş gibi kıymetli zamanları bununla geçirmek, doğru bir iş değildir. Kaldı ki böyle meseleler hakkında münazara yapmakla iştiğal edenler, bütün mezheplerin ittifakiyle farz-ı ayn olduğu kabul edilmiş olan bazı hizmetleri ihmâl ederler. Böyle bir çalışma, sevap yerine günahı gerektirir. Farzlar arasında dahi, zaman, zemin ve şartlar bakımından bir sıralamanın ge­reğini unutmamalıdır. Yanında bulunan emaneti, ivedilikle ve derhal sahibine iade etmesi gerekirken, bilerek bunu geciktirip en kutsal görevlerden sayılan na­maza başlayan şahıs, bu davranışıyle günaha girmiş olur. Bu itibarla kişinin iba­det etmiş sayılması için, yaptığı işin haddizatında ibâdet türü olması kâfi de­ğildir. İbâdet saydığı işin zamanına, şartlarına ve sırasına riayet etmedikçe, on­dan sevap bekleyemez.

2-  Münazaradan daha önemli bir farz-ı kifâyenin bulunmadığına inan­ması,

Eğer daha önemli farz-ı kifâyelerin bulunduğunu bildiği halde bunlarla meş­gul olmayıp münazaraya girişirse, yaptığı işle günah kazanmış olur. Bunun du­rumu, şu şahsın durumuna benzer; bir gurup insan susuzluktan ölüm tehlike­siyle karşı karşıya gelmiş bir anda, hiç kimsenin bu durumdan haberi yokken bir kişi, vaziyeti bizzat müşahade eder. Onlara su yetiştirme ile derhal ölüm tehlikesini bertaraf etmeye gücü yettiği halde, bunlarla ilgilenmez de hacamat Öğrenmekle meşgul olur ve «— Hacamat bilimi, farz-ı kifâyelerdendir. Bir şe­hirde bunu bilen yoksa bütün şehir halkı tehlikeye girer» diyerek, davranışının iyi olduğunu savunursa; «Şehirde ihtiyacı karşılayacak miktarda hacamat işini bilen çok sayıda kişi vardır. Senin bu işle meşgul olmana ihtiyaç yoktur» de­nildiği zaman, «— Hacamatçıların çokluğu, bu bilimi farz-ı kifâye olmaktan çıkarmaz.» der. Bu durumda hacamat bilimiyle farz-ı kifâye olduğu gerekçesiy­le meşgul olup, Müslüman bir cemaatın susuzluk yüzünden ölüm tehlikesini ge­çirdiğini bildiği halde kudreti dahilinde olan kurtarma işini ihmâl eden şahsın durumu; îslâm memleketinde ihmâl edilmiş tıp (halk sağlığı), emr-i bil'ma'ruf ve nehy-i ani'I-münker gibi bir sürü farz-ı kifâyeler varken, bunlarla ilgilenme­yip zamanını hep münazara ile geçirenlerin durumuna benzer.

3- Münazara edenin kendi re'yi ile fetva veren müetehid olması,

"Şafiî mezhebi, Hanefî mezhebi veya başka mezheplerin görüşüyle fetva ve­recek durumda olmamalıdır. Çünkü kendi re'yile fetva verecek müetehid duru­munda ise diğer mezhep görüşleriyle kendi görüşü münazara esnasında karşi-' laştırıhnca, hak olan görüş gün ışığına çıkabilir. Dolayısıyle onun görüşü, hak olan görüşe uygun değilse kendi görüşünü bırakır, hak olan görüşe katılır. îc-tihad mertebesine ulaşmamış derecede ise (ki bugünkü devrin bütün insanları bu durumdadır) bağlı bulunduğu mezhebin dışında kalan görüşlerle fetva vere-miyeceğine göre, yapacağı münazaradan ne kazanabilir?

Bilfiil vukubulmuş veya genellikle olabilen meseleler hakkında müna­zara etmeli,

Halbuki münazara ile iştigal edenler, halkın genellikle karşılaşabileceği me-

seleleri münazara konusu etmezler de, uzun münakaşalara sahne olabilecek lü­zumsuz bir takım hususları seçerler.

5- Münazarayı tenha yerde yapmayı, büyük halk kitleleri ve özellikle padişahlarla ileri gelen devlet adamlarının huzurunda yapmaya tercih etmeli ve bundan boşlanmah,

Çünkü tenha yerde daha salim bir kafa ile iyi düşünerek, isabetli fikir taâ-tisi yapılabilir. Aynı zamanda daha gerçekçi ve ihlâslı tartışmalar kolaylıkla yürütülür, Camaat huzurunda münazara yapmak, tarafları riyaya ve hak olsun olmasın her taraf kendisini haklı çıkarmaya ve karşısındakini haksız gösterme gayretine sürükleyebilir. Bildiğin gibi münazara yapanların, Özellikle başta dev­let adamları olduğu halde büyük halk kitleleri huzurunda münazara yapmaya ihtiraslı olmaları Allah için değildir. Aynı şahıslar başka yerde uzun zaman ra­kibiyle bir arada bulunduğu halde aralarında ilmî bir konuşma yapılmaz, hat­ta birisinin sorduğu ilmî soruya cevap bile verilmez. Ama münazara meclisi kuruldu mu kuvve'li hatip kesilir, başkasına konuşma sırasını bile kolay kolay vermez,

6- Münazara eden şahıs, kendisiyle münazara ettiği arkadaşına rakip ve hasım gözüye bakmamalı, bilâkis yardımcı bir arkadaş şeklinde telakki etmeli,

Gerçeğin araştırılmasında, kaybettiği malını arayan kişi durumunda" otmahr Aramasına koyulduğu gerçeğin, onun eliyle veya yardımcısı durumunda olan arkadaşının eliyle meydana çıkmasında bir fark gözetmemelİdir... Hatta arka­daşı tarafından hak meydana çıkarıldığı takdirde ona teşekkür etmeli, memnu­niyetini ifade etmeli... Maalesef zamanımızın münazaracilan, rakiplerinin da­vayı kazanmaları halinde yüzleri kararır, utanır, olanca gücüyle anlaşılmış olan hakkı inkâr etmek için didinir ve kendisini yenen şahsı ömür boyunca zem eder.

7- Münazarada rakibinin bir delilden başka bir delile veya çözülmesi güç bir husustan başka bir hususa geçişlerine engel olmamalı,

Halbuki devrin münazaracılan, gerek fikirlerini savunurken ve gerekse kar­şı tarafın fikri aleyhinde konuşurken, mücadelenin hoşlanılmayan bütün incelik­leri sözlerinde yer alır. Meselâ: Şu hususu biliyorum. Fakat onu anlatmak mec­buriyetinde değilim, bu nokta senin ilk sözlerine aykırı düşer ve bu yüzden ka­bul edilmez... gibi sözlere, münazaralarda sık sık rastlanır. Bildiğin gibi bütün münazara toplantıları savunmalar ve mücadelelerle geçirilir.

8—  Kendisinden istifade etmeyi umduğu ilim  adamlanyle münazara et­melidir,

Halbuki genellikle kendilerinden istifade edilecek büyük âlimlerle müna­zara etmekten sakınırlar. Savunacakları fikirler batıl olsa dahi, rakiplerine kabul ettirmek için umumiyetle bilgi bakımından kendilerinden dûn olan kimselerle münazara ederler. Yüksek âlimlerle münazaraya giriştikleri takdirde yenilme endişesi olduğu için buna katiyen yanaşmazlar.»

Gazâlî'nin beyan ettiği münazaranın sekiz şartı, burada sona erdi. Bundan  sonra  Gazâlî, münazaranın  âfetleri konusu  İçin  ayrı  bir  bölümü açarak, bu âfetlerin birkaçını şöyle sıralamıştır. [175]

 

Münazara Etme Âfetleri

 

1- Hased  (çekememezlik),

2- Kibirlenmek ve kendisini halktan üstün görmek,

Münazara İle iştigâl edenler, gittikleri mescitlerde oturacakları yerleri seç­mek ve meclislerin baş kısımlarına yakın veya uzak yerlerde oturmak, girilecek yerlere önce veya sonra girmek... gibi hususlarda bile büyük bir kıskançlık, tâ­bir caizse aşağılık duygusu içerisine girerler. Bu tip nahoş arzuları yolunda, kendilerince kabul edilen sözde bir takım mazeretler beyân ederek, ilmin şere­fini korumak istediklerini, mesleğin şeref ve vckarını korumak gayesini güttük­lerini iddia ederler. Halkı sapıtmak için Islâmî bir meziyet olan, tevazuu, /illet ve hakaret şeklinde, kibirlenmeyi de ilmin vckarı tarzında yorumlamak çaba­sından geri kalmazlar.

3- Kin beslemek,

Münazara eden kişi, umumiyetle rakibi hakkında kin beslemeye başlar. Bu hastalıktan korunan münazaraciya pek rastlanamaz.

4- Gıybet etmek,

Münr.zaracı, rakibinin sözlerini anlatmaktan ve onu yermekten kendisini pek tutamaz. Buna azamî derecede dikkat ettiği takdirde, rakibinin söylediklerini an­latırken, o sözleri eksiksiz ve fazlasız olarak anlatır. Bu takdirde bile anlattığı rakibinin sözlerinde bazı kusurları ve hataları anlatacak ki, yine gıybet etmiş olur.

5- Halkın gizli olan kusurlarım araştırıp bulmak ve açığa vurmak,

 Münazaracı, emsalinin hatalarını ve rakiplerinin kusurlarını takip etmek­ten geri kalmaz. Hatta şehrine bir münazaracmm geldiğini duyduğu zaman, ona haber verenlerden, gelen şahsın durumlarını soruşturur ve elde edeceği ipuçla­rını saklayarak, lüzumu halinde onu mahcup etmek ve halk nazarından düşür­mek için, bir silâh mahiyetinde hazırlar. Bu kişinin durumlarını araştırırken, çocukluktaki davranışlarını ve vücudundaki eksiklikleri bile tesbite kalkışır. Öy­le ki başında bulunacak kellik lekelerini bile ihmal etmez. Bilâhare karşılaşıp yaptıkları münazarada en ufak bir yenilgi alâmetlerini sezince, münazara mec­rasını değiştirerek, sakladığı silâhlarla işi şahsiyata dökmekten hicap duymaz. Bu nevi davranışları seyirciler tarafından da tasvip görür ve onun maharetlerin­den sayılır. Devrimizin ileri gelen münazaracılarmdan bu seviyeye düşenler ol­muştur.

6- Halkın  üzüntülerine  sevinmek  ve  sevinçlerine   üzülımk.

Şüphesiz kendisini başkalarından ustun gören ve ı-öslerenler. emsalini ü/on olaylar onu sevindirir ve sevinçleri onu teessüre düşürür. Anıhırııula beliren öl-ke, kumalar arasında bulunan düşmanlığa benzer. Kumalardan birisi nasıl di­ğerini uzaktan görür görmez, sinirleri gerginleştiği ve rengi sarardığı gibi; mü­nazaracı da rakibini gördüğü zaman rengi değişir, zihni karışır, sanki azgın bir şeytan ve yırtıcı bir hayvan ile karşılaşmıştır.

7- Münafıklık huyuna dalmak,

Münazaracılar bu huya kendilerini kaptırırlar. Çünkü rakiplerine, ahbap­larına ve onlardan yana olanlara rastladıkları zaman, ister istemez dille dost gibi konuşurlar, hürmet eder gibi görünürler, hâl ve hatırlarını sorarlar... Bu davranışların yapmacık olduğunu kendileri bildiği gibi, muhatapları ve bu söz­leri işiten herkes bilir. Dolayısıyle yalancılık, münafıklık ve küstahlık bunlarda yaşanmış olur. Çünkü dille sevişirler, kalben buğzederler.

8- Hak ve doğruyu kabul etmeye yanaşmamak, bundan hoşlanmamak ve hak olduğu bilindiği halde onu   ;ekiştirmek,

M ima/aracının en çok nefret ettiği şey, hakkın rakibi tararından meydana çıkarılmış olmasıdır. Bu tarzda hak tecelli edince, bülün gayretiyle bunu ıcd \e İnkâr etmeye, hileli yollardan mümkün olan bütün çabalarıyle onu karartmaya çalışır. Bu sahada inatçılık ve gerçeği göre göre çekiştirmek, onda tabiî bir hâl olur. Artık duyduğu her söze İtiraz etmeyi gelenek haline getirir. İtiraz ve çe­kiştirmeyi o kadar ileri götürür ki, Kur'ân delilleri vesâir dinî kaynaklara iti­raz etme ve bunlar arsında âdeta bir aykırılık ve çelişki bulma sapıklığı içine girer.

9- Riyakârlık hastalığı,

Münazaracı, sözde dinî bir çalışma içinde kendisini gördüğü halde, hal­kın gönüllerinde iyi, intiba bırakmak, onların dikkatini kendi üzerine çekmek, teveccüh ve iltifatlarına mazhar olmak... gibi dünyevî bir takım maksatlar bes­lemeye başlar. Riya denilen yiyici hastalık, insanı en büyük günahlara sürük­ler. Halk kitleleri huzurunda münazaraya girişen kişi, halkça tanınmak ve on­ların medh-ü senasını almak maksadını güder.»

Gazâlî'nin sözleri burada gitti.

Dinin koruyucusu ve şer-i şerifin hâmisi olan fıkıh âlimlerinin, İşgal ettik­leri çok ulvî seviyeyi muhafaza etmeleri gerektiği halde, nedense bu devirde sa­yıları az dahi olsa bir gurup, laı seviyeden düşerek, cidden hoşlanılmayan bit takım neticelere gidilmiştir. Daha önce belirttiğimiz gibi mnhdut şahısların bu­na kapılmasına, devrin devlet adamları sebep olmuştur. Allah rızası düşünül­meyen bu çeşit münazaralar, bu İşe girişen ilim adamlarının uğradıkları tehli­keli neticeleri, aynı hastalığa tutulmuş ve uzun sürmeden Allah'ın inayetiylc şi-faye kavuşmuş bîr zat  (Gazâlî) tarafından  etraflıca dile getirilmiştir.

İbn-i Sibkî «Tabakat» adlı eserinde diyor ki:

Ebû Habbân et-Tevhîdî, eş-Şeyh Ebû Hâmid'İn Tahir el-Abadâniyye şöy­le söylerken işittim : «— Münazara meclisinde benden duyacağın sözlerin ço­ğuna, İtibar edip sakın yazma. Çünkü münazara meclisinde hasmı yenmek için bir takım mugalatalar ve yersiz konuşmalar cereyan eder. Biz, münazarada ih-lâslı bir şekilde ve Allah rızası için konuşmayız. Eğer böyle bir maksadımız ol­muş olsaydı, konuşmayı uzatmaz, bir an önce susmaya giderdik. Gerçekten biz, bu tip mücadelelerle Allah'ın gazabına müstahak oluyoruz. Bununla beraber Allah'ın bol olan rahmetini umuyoruz. [176]

 

İsmâiliye Mezhebi

 

Şîâ mezheplerinden birisi olan ve Ca'fer-i Sadık'm oğlu İsmail'i imam kabul eden 1SMAİL1YYE mezhebi, bu devirde Mısır ve dolaylarında çıkmıştır. Bu mezhep mensupları Ca'fer-i Sadık'm diğer oğlu Musa Kâzım'ı terketmişler-dir. Ismâiliyye mezhebinin çıkmasıyle, islâm âleminde Şiâ mezheplerinin sayısı üçe çıkmış oluyordu. Bunlar Zeydiyye, on iki imama inanan 1mam1yye ve son olarak zikrettiğimiz 1smaîl1yye adlı mezheplerdir. Bu mezhepler, Şia'ya ait olmakla beraber birbirine muhaliftirler.

Mısır'da Fatımîler devleti kurulunca Kahire'ye gelen el-Muîz lidînillâh, be­raberinde ismâiIİyye mezhebinin en üstün fikıhçısı ve büyük âlimini de getire­rek Mısır'da Kadı'l-kudat görevine atadı. O zamana kadar Mısır'da kadı'l-kudât diye bir makam yoktu. Ondan önceki devirlerde büyük hilâfet merkezi olan Bağdat'da el-Kadi'1-Ekber unvanlı bir makam vardı. Mısır'a tayin edilen kadı'l-kudât, o günden itibaren gerek mîras konularında ve gerekse şâir fıkhî konularda İsmâiIİyye mezhebine göre hükmederdi. Mîras hususnda Ismâiliyye mezhebi, Cumhûr'a aykırı birçok görüşlere sahipti. Cumhûr'a muhalif düşen en mühim meselelerin başmda şunlar gelir:

Mirasta Avl [177] yoktur.

Keza; bir mirasçının diğer bir mirasçıyı Tasîb [178] (asabeleştirme) i yoktur.

Tâsib yerine ölüye yakınlık esasını koyarlar. Yani erkek veya kadın farkı gözetmeksizin, ölüye en yakın olanlar mirasçı olurlar. Bunlar varken daha uzak derecede kalan akrabaya mîras hakkı yoktur. Onlara göre; ölünün babası, an­nesi ve öz çocukları birinci dereceyi... dedeler, erkek ve kız kardeşler ise ikin­ci dereceyi teşkil ederler, ölünün diğer akrabaları buna göre derecelendirilir. Bu sisteme göre ölünün birinci derecede olan mirasçılarından yalnız bir kızı kalmış­sa, malın yarısı pay, diğer yansı da reddiye gereği olmak üzere tamamı kıza verilecek! Böylece kabul ettikleri bu sistemden hareketle, Resûlüllah vefat ettiği zaman birinci derece mirasçı durumunda yalnız Hz. Fâtıma bulunduğuna göre; Resûlüllah'ın terekesinin tamamı onun hakkıdır. Yine onlara göre; ölünün an­nesi varken, ölünün erkek ve kız kardeşlerinden hiç birisi mîrasçı olamaz.

Şiîler, mirasta ölüye yakınlık kaidesini esas aldıkları haide anne baba bir amcaoğlunu, baba bir amcaya takdim ederler. Halbuki ölüye amca, amcaoğlu-na nazaran daha yakındır. Genel kaidelerine ters düşen bu görüşte hak üzerin­de olduğunu iddia ederek, Şiîlerin bu husustaki sözde icmami delil gösterirler. (Çünkü bilindiği gibi Hz. Ali, Peygamberimizin anne baba bir amcaoğluydu. Hz. Abbas da baba bir amcası di. Şiîler, hilâfet meselesinde Abbasîlere bu noktadan hareketle, karşı çıkagelmişlerdir.

Resûlüllah'ın:

«Mirasta belirli paylan, sahiplerine ulaştırınız. Ondan sonra kalan malı, ölüye en yakın olan erkeğe aittir.»[179] mealindeki hadîse uyan Cumhûr'un görü­şüne muhalif düşen Şiîlerin, birçok mîras meseleleri vardır.

Bu devirde Mısır kadılarının verdikleri hükümler, Ismâiliyye mezhebine bağlı tutulduğu gibi, Şiâ âlimleri Mısır'da tesis ettikleri Ezher üniversitesinde de îsmailiyye mezhebini okuturlardı. Bu maksatla bastırılmış kitapları vardı. Onlar, âlimlere ve Öğrencilere geçici vazifeler tevdî ederlerdi. Parlak olan bu görevleri vermekle, onları aşılamak ve kendi mezheplerine kaydırmak maksa­dını güderlerdi. Ayrıca Mısır ve dolaylarında Ismâiliyye mezhebinin benimsetil­mesi için geniş çapta propagandaya devam ederlerdi. Onlar, Cumhûr'u Ismâi­liyye mezhebine çekmek İçin olanca gayretlerini harcarlardı. Fakat harcanan bütün gayretlere rağmen istedikleri neticeye varamadılar. Çünkü Mâliki ve Şa­fiî mezhepleri, Cumhûr'un kalbinde içtenlikle iyice yerleşmişti. Onun için bu iki mezhebi çürütmek veya zayıflatmak hususunda kesin bir işlemin yürütülme­si mümkün değildi. Bu iki mezhep âlimleri, Mısır'ın el-Câmi'ul-Atîk adlı cami­de öğretimlerine devam ederlerdi.

Bu hâl bir ara devam etti. el-Mustansır'in veziri Ebu Ahmed b. el-Efdal, bilâhare bu işi gevşetmeye mecbur kalınca, her biri kendi mezhebine göre hük-

medecek 4 kadılık makamını ihdas elti. Bunlar Ismailiyye, hnamiyye, Mâliki, Şnl'ii kadılıklarıdır. Mısır'da ilk olarak değişik mezheplere göre müteaddit ka­dılar tayin edilmiş oluyordu. Bu olay, hicrî 525. yılında vukubuldıı. Fatmıîyye dcvlcli zayıt'layınca hicri 547 yılında «Ez-Zahâir» adiı kilabm yazarı olup Şa­fiî mezhebine mensup o!an Ebu'l-Mcâlî, tek kadı olarak Mısır'da bülün halka ait hükümleri vermeye başladı.

Seiâhnddin-i liyyûhî Mısır'ı alınca tsmâiliyye (Fatımîler) devletinin koy­muş okluğu tüm esasları kaldırarak, onların son kadısı Celâlüddin Hibclııllah b. Kâmil es-Sûri'yi görevden uzaklaştırarak hicrî 566, yılında Kahire'de kadı'I-kudât  makamına   Şafii  olan   Sadnıddîn   Abdullah   b.   Dirbas   el-Kiirdi'yi   gelirdi.

Selahaddin-i t'yyûbî, Mısır dolaylarında Jsmailiyye mezhebine savaş açarak bu mezhebin izini dahi bırakmadığı için, biz onların fıkha ait olsun olması» hiç bir kitaplarına rastlamamız mümkün olmadı.

Memlûk devleti kuruluncaya kadar Mısır'da kadılar yalnız Şafiî mezhebi­ne göre hükmederlerdi. Memlûk devletinin kurucusu Baybars işbaşına geçince, tekrar Mısır'da müteaddit kadılıklar makamım ihdas etti. Kendisi Cumhûı'un tasvİb ettiği Şafiî, Maliki, Hanefî ve Hanhelî mezhepleri için dört kadı tayini­ni yaptı. Cumhıır'un dışında kalan mc/hepterc itibar etmedi.

Biz, Mısır'da tsmfıiliyyc mezhebinin yayılma derecesini ve ona intişarı eden cemaalm miktarını tesbit etmek imkânına sahip değiliz. Ancak şunu biliyoruz, ki; Isntâiliyyc mezhebi âlimleri akidleri, zihniyetleri durum ve davranışları ili-bariyle Cumhûr'un nefretini kazanmış olduklarından ve devrin fıkıh âlimleri bu mezhebin sapık bir mezhep olduğunu tanıtmalarından dolayı Fatımî devletinin bütün çabalarına rağmen, islâm camaatına pek nüfuz edemedi. [180]

 

III- Mezhep Taassuplarının Başlaması

 

Bu devrin üçüncü özelliği de mezhep taassubunun görülmcsidir. Görüldüğü gibi, bundan önceki devirde değişik mezhebe bağlı âlimler arasında en ufak bir iğbirar ve hoşnulsuzluk yoktu. Üstelik onlara müsamaha, sevgi ve saygı ruhu hakimdi. Bazen aynı şehirde iki veya daha çok müetehid bulunurdu. Bunlar, arkadaşlarının iclihad etmelerini normal karşılar, katiyyen bundan dolayı bir­birini ayıplamaklardı. Onların birbirine karşı yaptıkları bilinen tek şey, herhan­gi bir meselede bir arkadaşın ietihadda yanıldığını söylemeleriydi. Bazan hatalı gördükleri husus için, yazışma yoluyle veya şifahî olarak tenkidlerini ilgili rnüc-tehıde iletirlerdi. İlmî tenkidler yaparken hürmet, muhabbet ve övgülerini be­lirtirlerdi. Biz, daha Önce EI-Lcy's b. Sa'd'ın, Malik b. Encs'e yazmış olduğu mektubu aynen almıştık. Nasıl bir saygı ve sevgi hisleriyle mektubun ele alın­dığını görmüştük. Şafiî, Ebu Hanîfc'nin bazı meselelerini açıkça tenkid etmek­le beraber, onu överken: «İnsanlar, fıkıhta Ebu Hanîfc'nin iyâli (çolıık-çocuk) durumundadırlar.!,  demiştir. Şafiî, sık sık Muhammed  b.  Hasan'ı övdüğü halde, kendisiyle en çok münazara edendir. Ahmed b. Hanbel, Şafiî'nin tilmizi ol­duğu halde Şafiî ona; «Bir hadîs sence sahih görüldüğü zaman, beni haberdar et» derdi. Bu gibi sözler, o yüce imamların birbirine karşı sevgi, saygı ve mü­samaha derecelerini isbatlamaktadır. Onlar, bu tutumlarında selefleri plan as-hâb ve tabiîlerin izini takip ederlerdi.

Bu devirde ise taklid ruhu yaygmlaşınca durum, her mezhep mensupları­nı, kendi imamlarına ait meseleleri savunmaya sürükledi. Devlet adamları, o devrin âlimlerini huzurlarında münazara meydanlarına davet ederek, Gazâlî'yi nefret ettiren vahim akıbetlere sürüklediler. Ayrıca taklîd ve münazara işi, gu­rupları, savundukları fikirlerde taassuba kaçmalarına ve diğer gurupları hasım saymalarına sebep oldu. Hatta bazı iüm adamları işi husumete götürüp, bu işin sempatizanı olan halk arasında da düşmanlıklar meydana getirdiler. Araların­daki husumet ve çatışma, değişik mezheplere mensup kişilerin namazda bir­birlerine iktida etmelerinin nerdeyse haram olduğunu söyleyecek bir raddeye var­dırdı. Ne zaman ve nerede bulunduğunu bilmediğimiz, sözde şu kaideye daya­nıyorlardı : «İktida'da me'mum (İktida eden) un mezhep görüşü esastır. İma­mın mezhep görüşü esas değildir.»

Bilindiği gibi, kan akmakla Şafiî olan şahsın abdcsli bozulmayacağı cihetle, o haliyle kılacağı namaz, Hanefî olan şahsın nazarında sahih değildir. Hanefî olan kişinin, yabancı olan kadına dokunmasiylc abdesti bozulmaz. Namazda fatihayı okurken besmeleyi çekmek zorunda değildir. Böyle bir abdestle namaz kılan veya namazda fatihanın başında besmele çekmeyenin namazı Şafiî olan şahsa göre sahih değildir. Bu ve bunlara benzer bir takım farklı görüşler do-layısıyle, başka mezhebe bağlı imama uyan şahsın kalbinde bir şüphe bulunur. Bu şüpheden dolayı, bunların birbirine uymasının haram olduğu sözünü nere­den çıkardılar? Halbuki, demin söylediğimiz gibi, bu sözleri söyleyenlerin bağlı bulundukları yüce imamlar, ietihadda ve diğer İmam arkadaşların yaptıkları mu­halefette, müsamahakâr idiler. Müctehidin, ietihad neticesinde vardığı neticeye göre hareket edip, onunla amel elmesİ ve ona ters düşecek başka türlü davra­nışta bulunmaması gerekir. Bu durumda, her müctehidin namazını sahih say­mak gerekir. Bunu sahih sayınca, iklida işinde me'mumînin mezhebine değil, imamın mezhebine itibar etmek gerekir. [181] Fakat mezhep taassupları cemaat­lar arasında tefrika açma endişesini doğurdu. Bazı fıkıhçılar, işi ifrata götür­mekle yekdiğerini ithama başlayarak, İmamlarının bazı meselelerde Kitap ve sünnetin nasslanna muhalefet ettiklerini, dolayısıylc bu meselelerde hükmeden kadıların verecekleri hükümlerin muteber sayılamayacağı, çünkü hakkında nass bulunan meselelerin içtihada konu edilemiyeceği gerekçesini ileri sürdüler.

Biz, bu konuyu uzatmak istemiyoruz. Esasen taklidin tabiî neticesi olarak' saydığımız bu-noktayı özetle belirtmek istediğimiz için buna dokunduk. - Eğer denilse ki, anlattığın mezhep taassupları, taklidin eserlerinden değildir, çünkü hicrî 5. asırda yaşayan Endülüslü İbn-i Hazm meydandadır. Kendisi taklidi ter-kederek, mutlak icühad iddiasiyle ortaya atıldı. Bunun yanında muhaliflerine şiddetle çatarak, açıkça mücadele etti. Bu arada *EMhkâm U Usuî-H Ahkâm* ve «El-MahalH jiUFıkh* adlı iki eser verdi.

Biz bu hususa şöyle cevap veririz:

ibn-i Hazm, ictihad davasında bulunmakla beraber hakikî taklidden çık­madı. Çünkü kendisi Davut b. Ali'nin mezhebine halkı çağırmakta ve onun mez­hebini desteklemekte idi. Sonra beldesinde bulunan âlimler, kendisiyle müca­dele ederek onu sıkıştırdılar. Ibn-i Hazm'ın halkı Zahiriyye mezhebine daveti­ne, âlimlerin şiddetle karşı koymalarından huzursuzlanması neticesi kalemine sarılarak, âlimlere cephe aldı, onları yeneceğini sanıyordu. Halbuki kendi şah­sım ve görüşlerini mahkûm etti. öyle bir duruma düştü ki, ne hayatta iken, ne de vefatından sonra hiç kimse onun görüşlerine iltifat etmedi. [182]

 

Beşinci Devrin Fıkıhçıları

 

Bu devirde yetişen fıkıhçılar, mensup oldukları imamların muhtelif riva­yetleri arasında tercih yapmak, imamlarının çıkarmış oldukları meselelerin il­letlerini meydana çıkarmak ve hakkında imamlarının nassı bulunmayan mese­leler için müşterek illetlere dayanarak kıyas yoluyla fetva vermekle, imamları­nın mezheplerini mükemmelleştirmiş sayılırlar. Bunun İçin biz, bu fıkıhçılardan, kitaplar tedvîn edip onlardan sonra gelen âlimlere ışık tutanların en meşhur­larını tanıtmayı gerekli görüyoruz: [183]

 

Hanefî Âlimlerinden Seçtiğimiz 20 Fıkıhçıyla İşe Başlayalim :

 

1-Ebu-1-Hasan Ubeydullah b. el-Hasan el-Kerhî (h. 260-340), Iraklı Hanefî âlimlerin reisi ve onların İleri gelenlerinin üstadı idî. Ken­disi tEl-Muhtasar» adlı kitabı te'lif etti. Ayrıca Muhammed b. el-Hasan'ın yazmış olduğu «El-Camiu's-Sağîr, el-Camiu'l-Kebîr» kitaplarına şerhler yazdı. Kendisi bu devir fıkıhçılarının büyüğüdür. Onu, «Müctehid fİl-Mezheb» olan âlimlerden saymışlardır.

2-Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Razî el-Cessâs,

El-Kerhî'nin tilmizi ve ondan sonra Hanefî âlimlerinin reisidir. El-Kerhî'-nin Muhtasar'ı ile et-Tahâvî'nin Muhtasar'ını ve Muhammed'in «El-Câmîrle-rine şerhler yazmıştır. Ayrıca Usul'ul-Fıkhta ve kadıların adabı hakkında birer kitap yazmıştır, (h. ? - 370)

3-Ebu Ca'fer Muhammed b. Abdullah el-Belhî el-Hindevânî,

Ona «Küçük Ebu Hanîfe» derlerdi. BeüYın imamlarından idi. Hicri 362

de Buhârâ'da vefat etti.

4-Ebu'I-Leys Nasr b. Muhammed es-Semerkandî, İmam'ul-Hüdâ   ünvartıyle   meşhurdur.   EI-Hindevânî'nin   talebesidir.   En-Nevâzil, el-Uyûn, el-Fetâvâ,   Hazânet'ül-Fıkh adlı kitaplar yazmış ayrıca, El-Camiu's-Sağîr'i şerh etmiştir. Hicri 373 de vefat etmiştir.

5- Ebû Abdullah Yûsuf b. Muhammed el-Cürcânî,

El-Kerhi'nm tilmizidir. «Hazânet'ül-Ekmel» adlı 6 cildlik kitap yazmıştır. Bu kitap, Hanefî âlimlerin yazmış oldukları kitaplarda bulunan meselelerin bir çoğunu içine alır. Ayrıca «Ez-Ziyâdât, el-Câmî'ul-Kebîr ve Muhtasar'ul-Kerhî» ye şerhler yazmıştır. Bunun yanında  «Kâfi'l-Hâkİm»,  «cl-Mücerred ve'1-Münte-ka» ve «Uyûn'uI-MesâiU adlı kitapları vardır. Hicrî 398 de vefat etmiştir.

6- EbıTl-Hascn Ahmed b. el-Kudûrî el-Bağdâdı,

Meşhur «El-Muhtasars sahibidir. Bunun yanında Ebu Hanîfe ve Şafiî'nin ihtilâf ettikleri meseleleri içine alan ve ihtilâfın dayandığı delillere yer vermediği «Et-Tecrîd» kitabını yazmıştır. Ayrıca El-Kerhî'nin Muhtasar'ına şerh yazmış­tır. Güzel bir üslûbu vardır. Şafiî olan eş-Şeyh Ebu Hâmid el-lsferânî ile mü­nazara ederdi. Hicrî 427 de vefat etti.

7- Ebu Zeyd Abdullah b. Ömer ed-Debûsî es-Semerkandî,

En önemli eserleri : «EI-Esrâr, Kitab'u Takvîm-il Edilleti ve En-Nazm fi'l-Fetâvâ»dır. Semerka'n-t ve Buhârâ'da seçkin âlimlerle münazaralar yapmıştır. Kendisi, delillerin çıkarılması ve münazara kabiliyeti hususunda darb-ı mesel haline gelmişti. Vefatı hicrî 400 dür.

8- Ebu Abdullah el-Hüseyİn b. Aİi es-Seymerî,

Hanefî fıkıhçılannm büyüklerinden idi. Güzel ifade ve isabetli görüş sa­hibiydi. 436 da vefat etti.

9- Ebu Bekr Cevâhirzâde Muhammed b. el-Hüseyn el-Buhârî, Maverâünnehr âlimlerinin ileri gelenlerinden idi.    aEİ-Muhtasar, et-Tecnîs

ve el-MebsûU adlı eserleri vardır. Kendisi, kadı Ebu Sabit Muhammed b. Ah­med el-Buhâri'nin yeğeni olduğu için ona «Cevâhirzâde» dendiği söylenir. Hic­ri 433 de vefat etti.

10- Şems-ül-Eimme Abdülaziz b. Ahmed el-Hülvânî el-Buhârî, El-Mebsût'un musannifidir. Zamanındaki Buhara halkının imamı idi. Hicrî 418 de vefat etti.

11- Şemsü'î-Eimrae Muhammed b. Ahmed es-Serahsî, El-Hülvânfnin tilmizi olup,  «Müctehid fiI-Mezheb» olan fıkıhçilardan sa­yılmıştır.    Büyük bir imam, kelâm ve usûl ilimlerinde sivrilmiş, ikna kabiliyeti ve münazara kudreti bakımından emsalinden üstündü.. Hakana yaptığı bir nasi­hat sebebiyle zindana atıldı.    Zindanda iken talebeleri zindanın kapısı önünde otururlar, kendisi hiç bir kitabı mütalâa etmeden hatırında tuttuğu fıkhı mese­leler hakkında 15 cildlik el-Mebsût'u yazdırdı. Ayrıca usûl-u fıkıhta eseri var­dır. Es-Seyr'ul-Kebîr ve Muhtasâr'ut-Tahâvîye'ye şerhler yazmıştır.  Onun yaz­dırdığı «El-Mebsût» Mısır'da basılmıştır. Hicrî 5. asrm sonlarında vefat etti.

12- Ebû Abdullah Muhammed b. Ali ed-Damgânî (h. 400-478): Irak'ta muasır Hanefî âlimlerin reisi idi. Es-Seymerî ve el-Kudûrî'nin til-

mîzidir. Dâmgân'da doğmuş, Bağdat kadılığını yapmıştır. Ebu't-Tayyîb eş-Şafiî, övgü ile ondan bahsederken : «Şafiî olan birçok arkadaşlarımızdan daha iyi Şa­fiî mezhebine vakıftır.» derdi. Kendisi, Şafiî olan eş-Şeyh Ebû Ishâk eş-Şirâzî ile münazara ederdi.

13- Ali b. Muhammed el-Bezdevî (h. 400-483),

11 cildlik «El-Mebsût» adlı kitabı tasnif etmiştir. Ayrıca El-CâmiHil-Kebîr ve el-Câmi'üs-Sağîr'i şerh etmiştir. «Usul'ul-BezdevÎB diye meşhur olan, usul-u fıkha ait kitap ile «Gmâü'l-Fukahâ fi'1-Fıkho adlı eserin sahibidir. Hudud'da doğmuştur.

14- Şems'ül-Eimme  Bekr b. Muhammed ez-Zerencerî (h. 427-512), EI-Hülvânî'den ilim alan bu zat, mezhep meselelerini çok iyi hıfzettiği için

bu konuda darb-ı mesel haline gelmişti.

15- Ebû tshâk İbrahim b. İsmail es-Saffâr,

Meşhur kadihân'ın üstazidır. Baba ve dedelerinin hepsi, büyük fıkihçı idİ-ler. 574 de Buhârâ'da vefat etti.

16- Tâbir b. Ahmed b. Abdürreşîd el-Buhârî,

«Hülâset'ül-Fetâvâ» adlı eserin yazarıdır. «Hazânet'ül-Vakiât» da onun te'liflerindendir. Maverâünnehir'deki Hanefî âlimlerinin şeyhi idi. Müctejıid fil— Mezheb durumunda olan fıkıhçılann ileri gelenlerindendir.

17- Zâhiruddîn Abdürreşîd b. Ebû Hanîfe b. Abdürrezzâk   el-Velvâlicî, «El-Vâlicîyye» adlı fetavâsı vardır. Hicri 540 dan sonra vefat etmiştir.

18- Ebu Bekr b. Mes'ud b. Ahmed el-Kâsânî,

Melik'ül-Ülemâ lâkabı verilen bu zat, iyi bîr tertiple yazılmış olan Kitab-ül-Bedâi'in yazandır. Ayrıca, hocası Alâuddîn Muhammed b. Ahmed es-Semer-kandî'nin «Kitabu Tuhfet'ül-Fukahâ» adlı eserini şerh etmiştir. Hicrî 587 de ve­fat etmiştir.

19- Fahruddîn Hasan b. Mansûr el-Üzcendî el-Ferğânî,

«Kadıhân» ismiyle tanman bu büyük imam, halen piyasada bulunan ve is­mine atfedilen Fetavâyı, ayrıca «El-Vakiât», «El-Emâlî» ve «el-MehâdırDin ya­zarıdır. Bunun yanında «Ez-Ziyâdât, el-Câmiu's-Sağîr ve el-Hassâfm «Edeb'ül-Kudât» adlı kitaplara şerhler yazmıştır. Başka da eserleri vardır. Kendisi, müc­tehid fil-mezheb tabakasından sayılır. Kasım b. Kutlubağ «Tashih'ul-Kudûrî» de diyor ki: «Kadıhân'm sahih gördüğü görüş, başkasının sahih gördüğü farklı görüşe tercih edilir. Hicri 592 de vefat etti.

20- Ali b. Ebî Bekr b. AbdüfceM el-Ferğânî el-Mürğînânî, «EI-Hidâye»nin sahibidir.    Hadîste hafız ve fıkıhta imamdır.    «Kitabu'l-

Münteka, Neşr'ül-Mezheb, et-Tecnîs, Menâsik'ül-Hacc, Muhtârât'ün-Nevâzil ve Kitab'ül-Ferâiz»  adlı eserler onun te'liflerindendir. Hicrî 593 de vefat etmiştir. [184]

 

Malikîlerin Büyük Fıkıhçıları

 

1- Muhammed b. Yahya b. Lübâbe el-Endülüsî,

Muasır âlimler içerisinde Mâliki mezhebine ait meseleleri ve dayandıkları illetleri en iyi bilen âlim İdi. Mâliki mezhebi dışında kalan bir takım fıkhı gö­rüşleri ve fetvaları vardı. Fıkıh sahasında yazdığı eserlerin başında «El-Mün-tahabe» ve «Kitab fi'1-Vesâik» gelir, lbn-i Hazm el-Fârisî diyor ki: «Adı ge­çenin el-Müntahabe adlı eseri, arkadaşlarımızın eserleri arasında dengi olmayan bir eserdir.» O eser, Mâlik'in tilmizlerinden Esed b. el-Fırât'ın ei-Müdevvene adlı kitabında bulunan meseleleri açıklamaktadır. Hicrî 326 da vefat etmiştir.

2- Bekr b. el-A'lâ el-Kuşeyrî,

Aslen Basralı olup bilâhare Mısır'da yerleşen ve kadı ismail'in tilmizlerin­den fıkıh ilmini alan bu zatın yazdığı önemli eserlerin başında «Kitab'ul-Ah-kâm» gelir. Bu kitap, îsmail b. İshâk'ın eserinden bazı kısaltmalar ve ilâveler yapmak suretiyle meydana getirilmiştir, önemli diğer eserleri: «Kitab'ür-Red alâ Müzeni, Kitab-u Usûl'U-Fıkh ve Kitab'ül-Kıyâs» adlı eserleridir. Hicrî 314 de vefat etmiştir.

3- Ebû İshâk Muhammed b. el-Kasım b. Sabân el-Ansî,

Zamanında Mısır'da bulunan Malikî fıkıhçılann reisi idi. Malikî mezhebini en iyi bilen İdi. Fakat eserlerinde Malik'le buluştuğu pek bilinmeyen bazı kim­selere atfettiği fetvalar ve ayrıca Malik'e isnâd ettiği garip bir takım görüşlere yer vermiştir. Onun eserlerinde görülen bu görüş ve fetvalar, Mâlik'in güveni­lir arkadaşları tarafından rivayet edilen ve onun mezhebinde yerleşen ahkâmm dışında kalır. Yazdığı kitapların başında tKitab'uz-Zâhî eş-Şabânî fi'1-Fikh» adlı eser gelir. Vefatı h. 355 dir.

4- Muhammed b. Haris b. Esed el-Haşnî,

Önce Kayravân'da fıkıhla iştigal .ettikten sonra Endülüs'e gelip Kurtubâ'da yerleşti. Oranın âlimlerinden feyiz aldı.. Fıkıhta ileri gelen, güzel kıyas yapan bir zât idi. Malikî mezhebine ait ittifak ve ihtilâfa dair bir kitap yazdı. Ayrıca Mâlik'in görüşlerinden, arkadaşlarının muhalif kaldıkları kısmı ihtiva eden bir eser meydana getirmiştir. Fetvalara ait bir kitabı da vardır. Vefatı hicrî 361 dir.

5- Ebu Bekr Muhammed b. Abdullah el-Muaytî el-Endülüsî, Mâlik'in ve ashabının mezhebini en iyi bilen ve fıkhı güzelce kavrayan

bir zattır. Halîfe el-Hakem'in emri üzerine, bu zât ile Ebu Ömer el-Esbîlî ta­rafından tEI-Istîâb» adlı kitap ikmâl edildi. Bu kitap, kadı ismail'in bazı ar-kadaşlan tarafından kısmen telif edilmişti. Bu eserde sadece Mâlik'in görüş ve fetvalarına yer verilmiş idi. Ashabı tarafından rivayet edilmiş ihtilaflı mesele­lere yer verilmemişti. Yazan, kitabın beş ciiz'ünü yazdıktan sonra eseri tamam­lamadan vefat etmişti. Halife bu kitabı görünce çok beğendi, aynı usul ile ik­mâlini hararetle istediği için el-Muaytî ile Ebu Ömer'e bu işi tevdî etti. Onlar

da bu işi üzerlerine alıp, kitabı tamamladılar. Eser 100 cüzden ibarettir. Ve­fatı h. 367 dir.

6-Yusuf b. Ömer b. Abdüiberr,

Zamanındaki Endülüs ulemâsının şeyhi ve bu yer muhaddislerinin büyü­ğüdür. Mâlik'in el-Muvatta* kitabına şerh ve açıklama mahiyetinde olmak üzere yazdığı «el-Istizkâr bi Mezâhibi Ulemâ'il-Emsâr» ve «Kitab'üî-Kâfi fi'l Fıkh» isimli kitapları, eserlerinin başında gelir. Vefatı hicrî 380 dir.

7- Ebû Muhammed Abdullah b. Ebî Zeyd Abdurrahman en-Nefzî el-Kayravânî,

Zamanının Malikî mezhebi imamı ve önderiydi. Mâlik'in mezhebini çok iyi bilir. Onun sözlerini açıklardı. Her taraftan âlimler feyiz almak için ona ge­lirlerdi. Çok sayıda üstün tilmizler yetiştirdi. Malikî mezhebini zayıf rivayetler­den ayıklayarak iyi bir süzgeçten geçirdi. Ona «Küçük Mâliki denildi. Yazdığı eserlerin başında «en-Nevâdir ve'z-Ziyâdât ale'l-Müdevvene, Muhtasar'ül-Mü-devvene, Tehzîb'ul-Utbiyye ve Kitab'ür-Risleı gelir. Vefatı hicrî 386 dir.

8- Ebû Sâid Halef b. Ebî Kasım el-Ezdî,

Berâdiî ünvaniyle meşhur olan bu zât EbÛ Muhammed b. Ebî Zeyd'in ve el-Kubâsî'nin arkadaşlarından ve Malikî mezhebini iyi bilenlerdendir. Onun te'-liflerinin başında el-Müdevvene'yi Özetlemek üzere yazmış olduğu Et-Tehzîb» kitabı gelir. Bu kitapta hocası Ebû Muhammed tarafından yazılmış olan «el-Müdevvenemin kısaltılması yolunu takip etmiştir. Ancak kendisi el-Müdevve-ne'de bulunan bölümler arasındaki sırayı bozmamış bir de Ebû Muhammed'in ilâvelerini çıkarmıştır. Onun yazmış olduğu bu eser Mağrib ve Endülüs bölge­lerinde Malikî mezhebinde en çok müracaat edilen kaynak durumunda idi. Ay­rıca «Kitab'üt-Temhİd- li Mesaili ei-Müdevvene» adh bir kitabı vardır. Bu ki­tabı da «El-Müdevvene»nin Özeti olup Ebû Muhammed'in ilâvelerini de ihtiva etmektedir. Ayrıca ıEl-Vadîha»yı da özetlemiştir.

9- Ebû Bekr Muhammed b. Abdullah el-Ebherî,

Mâliki mezhebinin izahı, savunması ve ona muhalif düşen görüşlerin reddi hakkında te'Iifleri vardır. Asrının Mâliki âlimlerinin imamı idi. Hadîste sika ve fıkıhta meşhur idi. Bağdat'ta fıkıh bilgisini ilerletmiş, îbn-i Abdülhakem'in «Muhtasar-ı Kebîr ve Muhtasar-ı Sağır» adlı kitaplarını şerh etmiş, muhtelif mıntıkalarda Malikî mezhebinin yayılmasında etkili olmuştur, Irak'ta Mâlik'in görüşünü kuvvetle savunmuş, El-Mansûr camiinde 60 sene tedrisat ve fetva işiyle meşgul olmuştur. Irak'ta Malikî âlimlerinden, El-Kadi İsmail'den, sonra, onun kadar kuvvetli tilmizler yetiştiren olmamıştır. Zaten Mâliki mezhebinde bu iki zâta denk âlim pek yetişmemiştir. Yalnız Sahnûn, onların seviyesindedir. Hatta onlardan daha çok ve kuvvetli talebe yetiştirmiştir. Ebherî'nin yukarıda söylediğimiz eserlerinden başka  tEr-Red ala'l-Müzenî, Kitab'ul-UsÛl,     Kitabu

Icmâi ehl-il-Medîne» v.s. eserler vermiştir. Onun vefatından sonra Irak'ta Maliki Mezhebi zayıfladı.  Hicrî 395  de Bağdat'ta vefat etti.

10- Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah,

Ibn-i Ebî Zcmnî el-Bîrî ünvaniyle tanınan bu zât, büyük fıkıhçı ve hadis­elerden idi. El-Müdevvene'nİn İzah isteyen hususlarını açıklayıcı ve önemli nok­talarını belirtici mahiyette bir şerh yazmıştır. «El-Mu'rİb fi'l-Müdevvenec İsmi­ni verdiği bu eserde, Müdevvene'de bulunan rivayetleri tevsik etmeye ve ta'bir-lerini daha rahat anlaşılır cümlelerle ifade etmeye çalışmıştır. Müdevvenenin kı­saltılması ve şerhi konusunda yazılmış olan eserler arasında bunun kadar tutu­lanı yoktur. Ayrıca «Kitab'ul-Müntahab fi'1-Ahkâm ve Kilab'ül-Mühezzeb» gi­bi eserler yazmıştır. Hicri 399 da vefat etmiştir.

11- Ebü'l-Hasan   Ali b. Muhammed b. Halef el-Maâfiri,

 «lbn'ül-Kabisî»   künyesiyle tanınmış,    geniş çapta rivayet bilgisine sahip, hadîs ve ricali ile illetleri konusunda âlim idi. Aynı zamanda Usûl ilmini ve fık­hı çok iyi bilirdi. Yazmış olduğu faydalı teliflerin başında «Kitab'ul-Mümch-hed, Ahkâm'üd-Diyânet ve Kitab-u-Mülahhas'il-Muvattâ'» gelir. Hicrî 403 de vefat etmiştir,

12- EI-Kadı Abdulvahhâb b. Nasr-el-Bağdâdî el-Mâlikî,

Güzel görüşlü, tatlı ifadeli olup, eî-Ebherî'nin ileri gelen ashabından fıkıh bilgisini almıştır, Bağdat dolaylarında Mâliki Mezhebi, kendisiyle yeşerdi. Bi­lâhare Mısır'a geçti. Orada takdirle karşılandı. Yazdığı çok sayıdaki eserlerinin başında şunlar gelir: «Kitab'un-Nasr li Mezheb-i İmafni Dar'il-Hicreo, «El-Maûne li Mezheb-i Alim'ü-Medine», «Kitab'ül-Edille fi Mesâil'il-Hilâf», «Şerh-üI-MüdevveneB ve «Şerhu Risâiet-i İbn-i Ebî Zeydn. H. 422 de vefat etti.

13- «EI-LebîdÎB diye tanınan, Ebü'l-Kasım Abdurrahman b, Muhammed el-Hadramî,

Ibn-i Ebî Zeyd ve el-Kabisî'den fıkıh alarak, Afrika'nın meşhur ulemâsın­dan oldu. El-Müdevvene'nin meselelerinin izahı, ayrıntıları ve yeni bir takım ana misaller ile bazı rivayetlerin ilâvesiyle meydana getirmiş olduğu kitap, 200 cüzden ibarettir. Ayrıca El-Müdewene'yi kısaltmak suretiyle yazdığı esere «El-Mülâhhâs* ismini vermiştir. Hicrî 440 da vefat etmiştir.

14- Ebû Bekr Muhammed b. Abdullah b. Yunus es-Saklî,

Fıkhın bütün konularında, özellikle farâiz konusunda otoriter idi. Müca-hid bir şahsiyet idi. Farâiz ilminde bir kitap yazmıştır. EI-Müdevvene'yi, bazı ilâveler yaparak yeni bir kitap halinde kaleme almıştı. Vefatı hicrî 461 dir.

15- Ebü'l-Velîd   Süleyman b. Halef el-Bâcî,

. Endülüs'te ilmi elde ettikten sonra doğuya geçip orada birçok kişiye ilim öğretti. Sonra tekrar memleketine döndü. Muasır olduğu İbn-i Hazm ile mü­nazaralarda bulundu. İbn-i Hazin: «Maliki mezhebine mensup âlimler içerisinde, kadı Abdulvahhâb'tan sonra cl-Bâcî'nin benzeri yoktur.» demiştir. Çok sa­yıda yazmış olduğu eserlerinin basında şunlar gelir: «Kitab'ül-Istîfa fi Şerh'il-Mııvattâ', Kitab'ul-Müntcka fi Şerh'il-Muvattâ', (ikinci kitap birincinin özeti­dir) Kitab'üs-Sirâc fi llmil-Hicâc, Kitab'u Mcsail'il-Hilâf, Kitab'ül-Mühezzeb fi Jhfisâr'il-Müdevvene, Kitab-u Şerh'il-Müdevvene, Kİtab-u Ahkâm'il-Fusûl fi Ahkâm'il-Usûl. Hicrî 494 de vefat etmiştir.

16- Ebü-1-Hasan Ali b. Muhammed er-Rabî,

«El-Lahamî» ünvaniyle tanınmış olan bu zât, aslen Kayravanh olup Scfa-kis'te yerleşmişti. Oranın üstün âlimi idi. «Et-Tabsire» isminde, el-Müdevvene üzerinde büyük bir haşiyesi vardır. Bu haşiye, faydalı ve güzel bir eserdir. Lâ­kin bazı şahsî görüşlerine ve tahriçlcrİne yer vermiştir. Böylece şahsî fetvaları Maliki Mezhebinin dışına taşmıştır. 498 de vefat etmiştir.

17- Ebu-1-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd el-Kurtubî, Endülüs ve Mağrib mıntıkalarında ona muasır bulunan fıkihçılarm Öncüsü ve reisi durumunda idi. Fıkhî inceliklere, güzel ifade ve isabetli görüşe sahipti. Rivayetten daha çok dirayete yer verirdi. Muhamnıed b. Ahmed cl-Atbî cl-Kur-tûbî tarafından yazılmış olan «EI-Müstahrece» hakkında yazdığı aKitab-ül-Be-yân ve-t-Tahsîl» adlı eseriyle «Kİtab'ül-Mukaddimât li Evâil-i Kütüb'H-Müdev-veTie» adlı kitabı vardır. Ayrıca Yahya b. îshâk tarafından yazılmış olan «EI-Mebsûteıiyi ve Tahâvî'nin kitabım kısaltmıştır. Hicrî 525 de vefat etti.

18- Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Ömer et-Temîmî el-Mazîri es-Saklî,

Afrika ve Mağrib halkının imamı idi. Fıkhî konuların eleştirilmesi ve ieti-had derecesinin tesbiti ile ietihad eden, Afrika âlimlerinin sonuncusu idi. Fıkıh ve usul-u fıkıhta telifleri vardır. «Muslinin kitabiyle, kadı Abdulvahhab'm «Et-Telkîn» kitabını şerh etmiştir. Mâlikî Mezhebinde bunun gibi bir kitap yoktur. imam-ül-Haremeyn'in «eI-Burhân»ını da şerh etmiştir. Bu şerhe «el-Mahsûl min Burhân'il-Usûl»  ismini vermiştir. Hicrî 526 da vefat etmiştir.

19- Ebu Bekr Muhammed b. Abdullah el-Maâfirî el-tşbîlî,

Kendi memleketinde bir hayli ilmini ilerlettikten sonra dofu illerine göç ederek, birçok âlimlerden istifade etmiştir. En çok Gazâlî'den istifade etmiştir. Burada Usuî, Kelâm ve ihtilaflı meseleler hakkında geniş ve sağlam bilgiye sa­hip olduktan sonra Endülüs'e geçti. Orada da ilmî çalışmalarını sürdürdü. Bu arada verdiği eserlerinin başında : «Kitab-u Ahkâm'ii-Kur'an, Kitab'ül-Mesâlik fi Şcrh-i Muvattâ-ı Mâlik ve Kitab'ül-Mahsûl fi Usûl-il-Fıkh» adlı kitaplar bu­lunur. Hicrî 534 de vefat etmiştir.

20-  EI-Kadı Ebu-1-Fadl îyâz b. Mûsâ b. îyâz el-Yahsibî es-Sibti, Hadîs ve tefsirde zamanının imamı olduğu gibi fıkıhçı ve usulcü idi. Mâ-

likî Mezhebine iyi vakıf idi. Onun hocalarından birisi de.lbn-i Rüşd'dür. Fay­dalı eserleri vardır. Sahih-i Müslim'in şerhi olan «İkmâl'ıd-Muallim» ve «Eş-Şifâ bi Tarif-i ^Hukuk'il-Mustafân, «Tertib'ül-Medârik ve Takrib'ül-Mesâlik li Marifet-i A'lâmî Mezheb-i Mâlik» isimli eserler ona aittir. Muvattâ', Buhârî ve Müslim'de bulunan «Garîb» hadîslerin açıklaması hakkında yazdığı tMeşârik-ül-Envânı meşhurdur. Hicrî 541 de vefat etmiştir.

21- İsmail b. Mekkî el-Avfî,

Abdurrahman b. Avfın neslinden olan bu zat, Iskenderiyye'de ilimle meş­hur bir ailedendir. 26 cildh'k ve «EI-Avfiyye» diye bilmen «Şerh'ut-Tehzîb» adlı eser onundur. «Ed-Dibâom yazarı diyor ki: «Ben, bu kitabın 50 cildlik olduğu söylenen takımından bir cildi elde ettim. Büyük sahifeler halinde yazıl­mış olan bu cildden secde-i tilâvet bahsine ait 5,5 formasının 2470 satırdan ibaret olduğunu tesbit ettim. Vefatı hicrî 581 dir.

22- «El-Hafîd» diye meşhur olan Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. Ahmed b. Rüşd,

Rivayetten daha çok dirayete bağlı kalırdı, ilim, kemâl ve fazilet bakı­mından Endülüs'le eşi yoktu. Teliflerinin en güzeli, fıkıhta yazmış okluğu «Ki-tab-u Bidâyet'il-N^üctehid ve Nihâyet'il-Muktesfdo adlı kitaptır. Bu eserde müc-tehidler arasında bazı meselelerde görülen ihtilâfın.sebeplerini anlatıp, halkın faydasına sunmuştur. Zamanında ondan daha-çok ilmi ile çevresine faydalı olan bir kimse bilinmiyor. Kendisi, Usûl ilminde yazılmış olan «EI-Müstesfâ'yı da kısaltmıştır. Hicrî 595 de vefat etmiştir.

23- Ebû Muhammed Abdullah b. Necm b. $as el-Cezzâmî'es-Sâ'dî, «El-Cevâhir'üs-Semîne fi Mezheb-i Alim'il-Medîneı ismini verdiği ve Ga-zâlı'nin «EI-Vecîz» adlı eserinin tertibini uyguladığı kitab, Malikî Mezhebinde yazılmış değerli bir eserdir.    Mısır'da Malikîler onun etrafında toplanır, ondan istifade ederlerdi. H. 610 da vefat etmiştir. [185]

 

Şafiî Mezhebine Mensûb Büyük Fıkıhçılar

 

Çoğu Irak, Horasan ve Maverâünnehir*den olan ve aşağıda tanıtmaya ça­lışacağımız âlimler, bu devirde eserler vermek suretiyle Şafiî mezhebini etrafa yayan, evvelce yazılmış olan kitapları elden geçiren, seçkin ve üstün Şafiî âlim­leridir.

1- Ebu İshâk İbrahim b. Ahmed el-Merûzî,

İbn-i Süreyc'den fıkıh aldı. Fetva ve tedris hususunda asrının imamı idi. Irak'ta İbn-i Süreyc'den sonra âlimlerin başında gelirdi. Birçok eser yazdı. Mü-zenî'nin «Muhtasarıma şerh yazdı. Bağdat'ta yıllarca talebe okutmak ve fetva vermekle meşgul oldu. Çok sayıda talebe yetiştirdi,    ömrünün sonuna doğru

Mısır'a yerleşti. Hicrî 340 yılında orada vefat etti. Şafiî'nin türbesi yakınlarına defnedildi.

2- Ebû Ahmed Muhammed b. Sâid b. Ebi-1-Kadı el-Harzemî,

Bir ilim ocağmdan yetişen bu zât, Ebu Bekr es-Sayrafî, Ebû İshâk ve bun­ların tabakasına dahil zâtlardan fıkıh aldı. Şafiî fıkhına ait eski kitaplardan sa­yılan «el-Hâvî» ve «el-Umden kitaplarının yazandır. Meşhur el-Maverdî ve el--   Fevrânî ondan ilim alanlardandır. Kendisinin usul-u fıkıh hakkında, yazmış ol­duğu cEl-Hediyye» kitabı da kıymetlidir. Hicrî 340 küsur yıllarında vefat etti.

3-  Ebu Bekr Ahmed b. İshâk ed-Dab'î en-Nisâbûrî,

Fıkıhta yüksek bîr dereceye ulaştı. «El-Ahkâm» kitabını yazdı. Vefatı h. 342 dir.

4- Ebu Ali el-Hüseyn b. el-Hüseyn,

İbn-i Ebi Hureyre diye tanınırdı. Şafiî âlimlerin ileri gelenlerinden ve fık-. hin  imamlarından sayılırdı.  Ftkıh ilmini İbn-i Süreyc'den almıştı.  Müzenî'nin Muhtasar'ıpa şerh yapmıştı. Vefatı: h. 345 dir.

5-  Ebu-s-Sâib Utbe b. Ubeydullah b. Musa el-Kadı,

İmam sayılan âlimlerden olup, Şafiî âlimlerinden Bağdat'ta ilk olarak Kâ-dı-1-Kudat görevine getirildi- Hicrî 350 de vefat etti.

6-  El-kadı Ebu Hâmid Ahmed b. Bişr el-Merûzî,

Ebu lshâk!m arkadaşlanndandır. Onun telif ettiği «El-Câmı'a adlı kitap usûl ve fürûa ait meseleleri ihtiva eder. İmamın nasslarını ve arkadaşlarının gö­rüşlerini içine alır. Şafiî âlimleri yanında güvenilir kaynak sayılır. Kendisi el-Müzenî'm'n Muhtasar'ma da şerh yazmıştır. Vefatı hicrî 362 dir.

7- Muhammed b. İsmail ef-Şâşî:                                                       

Kaffâl-i Kebîr olarak isimlendirilen bu zat, Maverâünnehir'de bulunan Şa--: fiî fıkıhçilannm en büyüğüdür. Usul-u fıkıhta eseri vardır, imam Şafiî'nin «Er-Risâleı adlı kitabına şerh yazmıştır/ Şafiî fıkhını Maverâünnehir'de yaymıştır. Vefatı h. 365 dir.

8- Ebu Sehl Muhammed b. Süleyman es-Sa'Iûkî,

Ebu lJıâk el-MerÛzî'den fıkıh dersini aldıktan sonra Nisâbur'a döndü. Ora­da talebe yetiştirmek ve fetva vermekle iştigal eti. Vefatı hicrî 361 dir,

9- Ebü-1-Kasım Abdulaziz b. Abdullah ed-Dârekî,

Ebu İshâk ef-Merûzî'den fıkıh ilmini aldı. Nisâbur'da tedrisatla meşgul ol­du. Bağdat âlimlerinin çoğu ondan ilim aldılar. Vefatı hicrî 375 dir.

10- Ebü-1-Kasım Abdulvâhid b. el-Hüseyn es-Saymarî, Şafiî mezhebini çok İyi bellemiş, güzel telifler yazmıştı. Onun yetiştirdiği âlimler arasında el-Mâverdî de bulunuyordu.    Eserleri başında  «El-lfsâh fi'l Mezheb», «Kitab'ül-Kifâye», «Kitab'ül-Kiyâs ve'l-llel» gelir. Müftî ve fetva so­ranın âdabı hakkında da küçük bir kitap yazmıştır. Vefatı hicrî 386 dır.

11- Ebu Ali el-Hüseyn b. Şuayb es-Sencî,

Irak ve Horasan fıkıhçılannm fetva hususunda izledikleri iki yolu birleş­tiren ilk Horasan âlimidir. Kadılık da yapan bu zâtın, yazdığı «Şerh-üI-Muhta-sar» adlı kitabı çok revâc bulduğu için, imam-ül-Haremeyn, o kitaba «EI-Mez-heb-ül-Kebîr» unvanını vermiştir. Telhîs-u ibn-il-Kas ve Fürû'u ibn-il-Haddâd adlı kitaplara şerhler yazmıştır. Vefatı hicrî 403 dür.

12- Ebu Hâmid b. Muhammed el-Esferâyinî,

Fıkıhta Irak âlimlerinin izlediği yolun üstadı ve Şafiî mezhebinin hafız ve İmamı idi. Ed-Dârikî yanında fıkhî bilgisini ilerleterek otoriter oldu. Bağdat'ta dn ve dünya işlerinde başkan durumuna yükseldi. El-Müzenî'nin Muhtasar'ma şerh mahiyetinde bir eser yazdı. Hanefî mezhebinde asrın imamı sayılan Ebu Abdullah Es-Saymerî ile muasır idi. El-Kudûrî, onun Şafiî'den daha kuvvetli bir fikıhçı ve kıyasçı olduğunu söylemiştir. Vefatı hicrî 408 dir.

13- Ebu-1-Hasan Ahmed b. Muhammed ed-Dabbî, lbn-ul-Mehâmilî künyesiyle meşhur olan bu zat,  12. maddede yazdığımız

Ebu Hâmid'in en büyük arkadaşlarından idi. El-Mecmu', el-Mukannaa ve el-Lübâb gibi kitapları vardır. Hocası Ebu Hamid'den not halinde almış olduğu eseri de vardır. Vefatı h. 415 dir.

14- Küçük Kaffâl diye tanınan Abdullah b. Ahmed,

Horasan fıkıhçılarmtn büyüklerindendir. Onun tilmizlerinin, kendisinden almış oldukları fıkhı meselelere ait izlediği yol, en açık, sıhhatli ve özlü bir yol olarak kabul edilmiştir. Irak dolaylarında Ebu Hamid el-Esferâyinî nasıl âlim­lerin reisi sayılıyor idiyse, Horasan dolaylarında da bu zât âlimlerin başında gelirdi. Vefatı h. 417 dir.

15- Ebu îshak İbrahim b. Muhammed el-Esferâyinî,

Şafiî Mezhebindeki imamlardan birisi idi. Usul-u fıkıhta yazmış olduğu «Talikat»! vardır. Hicrî 418 de Nisabur'da vefat etti.

16- Ebu-t-Tayyib Tâbir b. AbduIIIah et-Taberî,

Zamanındaki Bağdat âlimlerinin başında gelen büyük bir imam idi. Irak­lılar ondan ilim aldılar. Muhtasar'ül-Müzenî'ye şerh yazdı. Mezheb, münazara ve imamlar, arasındaki ihtilaflı meseleler hakkında emsali bulunmayan değerli kitaplar yazdı. Kadı Saymerî'den sonra Kerh'de kadılık yaptı. Hanefî âlimlerin­den el-Kudûrî ve Ebu-1-Hasen et-Talikanî ile münazarlarda bulundu. Vefatı h. 450 dir.

17- Ebu-1-Hasan Ali b. Muhammed el-Maverdî,

Fıkıh konusunda yazılmış olan «El-Havî ve EI-lknâ'« adlı kitapların sa­hibidir.  Ayrıca  «EI-Ahkârn'us-Sultaniyye»  v.s.  eserleri  vardır.     Basra'da  EsSaymerî'den fıkıh ilmini aldıktan sonra Ebu Hâmid el-Esfcrâyinî'ye gidip un­dan feyiz aldı. Basra ve Esferân şehirlerinde tedrisatla meşgul oldu. Vefatı h. 350 dir.

18- Ebu Âsim Muhammed b. Ahmed el-Herevî el-Ubâdî, Ez-Ziyâdât,     el-Mebsût,     el-Hâdî ve Edeb-üI-Kudat adh kitapları  vardır.

Kendisi de üstadı Ebu îshâk gibi ibarelerini girift ve çözümü zor İfadeler halin­de yazmakla tanınırdı. Vefatı h. 458 dir.

19- Ebu-1-Kasım  Abdurrahman  b.   Muhammed  el-Fevrânî  el-Merûzî.

EMbâne, el-Umde ve başka telifleri vardır. Ebu Bekr Kaffal'ın büyük til­mizlerinden idi. Merv şehrinde bulunan âlimlerin üstadı idi. Hicri 461 de vefat etti.

20- Ebu Abdullah Kadı Hüseyin cl-Merûzî,

Kaffâl'dan fıkıh bilgisini aldı. lmam'ül-Haremeyn'in üstadıdır. Hicri 462 de vefat etti.

21-Ebu îshâk İbrahim b. Ali el-Firuzâbâdî eş-Şirâzî,

Fıkıhta «Et-Tcnbîh ile cl-Mühczzeb» ve ayrıca  ihtilaflı meseleler hakkımla «en-Nüket» usul-u fıkıhta «EI-Lem'» ile onun şerhi  ve aEt-Tabsirc» müna/ara ilminde oel-Mülâhhas» ile «el-Meûne» adlı eserleri   vardır. Fesahat ve müna­zara kudreti hususunda kendisi darb-ı mesel haline  gelmişti. Fıkıh hakkında köklü bilgiye sahip ve geniş çapta talebe yetiştirme  hususunda İbn-i Siireyc'in yerini tuttuğu söylenirdi. Hanefî âlimlerinden Ebû Abdullah ed-Damgânî ile münazaraları vardır. Vefatı 476 dır.

22- İbn-i Sabbâğ» künyesiyle tanınmış olan Ebu Nasr Abdusscyyid b. Muhammed,

Eş-Şâmil ve'1-Kâmil, İdet'ül-Âlim ve't-Tarîk'üs-Sâlim, Kifâyet'us-Sâil ile EI-Fetâvâ adlı eserler yazmıştır. Zamanında Bağdat'ta bulunan Şafiî âlimlerinin başında gelirdi. Ebu İshâk-ı Şirâzîye benzerdi. Bağdat'ta inşa edilmiş olan meş­hur Nizamiyye medresesinde ders okutan ilk hocadır. Hicrî 477 de vefat etti.

23- Ebu Sâ'd Abdurrahman b. Me'mun,

Hocası el-Fevrânî'nin kısmen yazdığı «El~lbâne» kitabını tamamlayarak «Tetimme» ismini verdiği eserin yazandır. Bunun yanında, ihtilaflı meseleler hakkında ve ferâiz konusunda İki eser yazmıştır. Eş-Şeyh Ebu İshâk'tan sonra Nizamiyye'de ders okutmuştur. H. 488 de vefat etti.

24- «Imam-ül Haremeyn»     unvanıyla meşhur olan Ebu-1-Meâiî Abdül-melik b. Abdullah el-Cüveynî,

Babasından fıkıh ilmini aldı ve zamanla Nisabur'un en büyük âlîmi, bilâ­hare fıkıh, usûl ve kelâm ilimlerinde şarkın en büyük âlimi oldu. 40 sene Mck-kede oturdu. Bu nedenle kendisine İmam'ül-Haremeyn lâkabı verildi. Nisâbur'a

dönünce Nizâm-ül-Mülk, el-Medreset-ün-Nizamiyye'de ders okutma işini ona tevdî etti. Kendisinin fıkıhta yazmış olduğu aEn-Nihâyen benzeri yazılmamış çok kıymetli bir kitaptır. îbn-i Sibkî, bu kitabı çok takdir ediyor. Usul-u fıkıh­ta yazmış olduğu «EI-Bürhân» da kıymetli bir eserdir. Ayrıca Şafiî mezhebinin tercihi konusunda «Muğîs'ül-Halk» adlı bir kitap yazmıştır. Muasırı olan Ebu İshâk eş-Şirâzî onu çok överdi. H. 487 de vefat etti.

25- Ebü-1-Mehâsin Abdulvahid b. İsmail er-Revyânî,

«El-Bahraın sahibi, mezhebin ileri gelen imamlanndandır. Şafiî Mezhebi­ne ait geniş bilgisiyle örnek olmuştur. Nizam'ül-Mülk, ona hürmet ederdi. Ta-beristan ve dolaylarında kadılık etmişti. Onun yazmış olduğu «El-Bahr» kitabı, El-Mâverdî tarafından daha Önce yazılmış olan «Hâvî»deki meseleler ile baba ve dedesinden Öğrendiği bir kısım meselelerden ibarettir. Hicrî 502 de öldü­rüldü.

26- Hüccet-ül-îslâm Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muham-med el-Gazâlî (h. 450-505),

Tûs'ta doğdu, ImanVül-Haremeyn'den fıkıh dersini aldı ve büyük gayret-ier sarfederck Şafiî mezhebi, imamlar arasındaki ihtilafları, münazara ilmini, usûlün bütün dallarını ve mantık gibi çeşitli ilimlerde eşsiz bir âlim oldu. Hik­met ve felsefe ilimlerini de okudu. lmam-ül-Haremeyn, onu överken: «Gazâlî, bir deryadır.» demiştir. Hocası Imam'ül-Haremeyn'in vefatından sonra Bağdat'a giden Gazâlî, Nizamiye' medresesinin eğitim ve öğretim görevi ona tevdi edil­di. Şafiî Mezhebi hakkında «El-Basît, el-Vesît, el-Vecîz, el-Hulâsa» kitapların» ve Usul-u - fıkıhta «Eİ-Mustasfâ, el-Menkûl, Bidâyet'ül-Hidâye ve el-Meâhiz» isimli kitapları, ihtilaflı meseleler hakkında ise «Şifâ'ul-Alîl fi Beyân-ı MesâıTil-Ta'lil» ismini verdiği kitapları yazmıştır. Muhtelif ilimlere ait birçok eserleri vardır. Tûs'ta vefat etti. Gazâlî'den sonra onun yerini dolduran bir âlim yetiş­medi.

27- Ebu İshâk İbrahim b. Mansûr b. Müslim el-îrâkî,

Mısır'ın fıkıhçısı olarak takdir edilen bu zât, Kahire'nin «El-Câmi'ül-Atîkpmda imam-hatiplik görevinde bulunmuştu. El-Mühezzeb'e şerh yazmıştır. İlim tahsili için bir ara Irak'a gitmiş, sonra yine Mısır'a dönmüştü. Onun için Iraklı olarak biliniyordu. Kahire'de çok saygı toplamıştı. Kahire fıkıhçıiarı on­dan çok istifade etmiştir. Vefatı hicrî 596 dır.

28- Ebu Sâ'd Abdullah b. Muhammed b. Hibetüllah et-Temîmî el-Mev-sî!î,

İbn-i Ebî Asrun künycsiyle bilinen bu zat, Dımışk (Şam) a yerleşti. Ora­da kadfl-kudât görevinde bulundu. Fıkıh ilmini önce Musul'da, sonra Bağdat'­ta öğrendi. Bir ara Musul'da talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Son oîarak Dı­mışk'a yerleşerek hicrî 573 de kadı'l-kudâtlık görevine atandı. Çok eser yazdı, 7 cildlik «Safvet'ül-Mezheb Alâ Nihâyet'il-Matleb»,  tKitab'ül-lntisâr ve'l-Mür-

şîd ve'z-Zerîâ fi Marifetiş-Şerîa», «Et-Teysîr fi'l-HHâf* adlı kitaplar eserleri­nin başında gelir. Yazmaya başladığı «Kitab'ül-lrşâd fi Nasrat'iUMezhebo adlı kitabı tamamlayamadı.

29- Ebu-1-Kasım Abdülkerim b. Muhammed el-Kazvînî er-Rafiî, «El-Vecîz» adlı kitaba büyük bir şerh yazarak ona «El-Azîz fi Şerh'il-Vecîz» ismini verdi. Bazı âlimler bu kitaba «Feth'ul-Azîz» adını verirler. Rafiî'-nin yazdığı önemli eserlerinden ikisi de «Ei-Muharrer» ile Şafii'nin «Müsned»i-ne yazdığı şerhtir. Onun sFeth'ul-Aziz» adlı eşsiz kitabı, ilmî kudretini göster­meye kâfidir. Rafiî muhakkik âlimlerin dayandığı ve muasır Şafiî fıkıhçılarm mercii idi. Mezhebte ictihad mertebesine erişmişti. Vefatı hicrî 623 dür.

30- Muhyiddin Ebu Zekeriyya Yahya b. Şeref en-Nevevî, Hicrî 631 de Neva'da doğdu. Muhakkik âlimlerin sonuncusu idi. Şafiî Mez­hebinde tercih derecesine ulaşmış idi. Rafiî'nin «Feth-ul-Aziz» adlı şerh kitabı­nı kısaltmak suretiyle tEr-Ravde»yi ve yine Rafiî'nin «El-Muharren adlı kita­bım kısaltarak, meşhur «el-Minhâc» adlı kitabı te'lif etmiştir. [186]

 

ALTINCI DEVİR

 

Bu devir Hülâgu Hân'ın Bağdat'ı istilâ ettiği tarih olan (h. 657) den bu­güne kadar devam eden SIRF TAKLİD devridir. [187]

 

İslam Âleminin Siyasî Durumu

 

Bu devrin siyâsî durumuna göz attığımız zaman büyük ve köklü bir ırka mensup olan Türklerin, l^lâm ülkelerine hâkim olduğunu, hemen hemen her ta­rafta devlet İdaresini ellerine geçirdiklerini görüyoruz. Kahir bir güce sahip olan Türkler, îslâm dinine sımsıkı sarılmışlar ve çeşitli alanlarda zaferler kazanmış­lardır. Bati'da bulunan Berberîler devleti hariç Mısır'dan Türkistan'a kadar uza­nan geniş bir sahayı idareleri altına almışlardır. H. 8. asrın başlarında Anado­lu'da kurulan Osmanlı devleti, çevresinde bulunan beylikleri ve küçük devletleri eriterek büyük bir devlet haline geldi.

Bilâhare Avrupa kıt'asına atlayarak, bu kıt'anın büyük bir parçasını ele geçirdiler. H. 9. asrın ortalarında İstanbul'u fethederek o günden itibaren bu beldeyi hükümet merkezi haline getirdiler. Bundan bir müddet sonra da çeşitli memleketleri ülkelerine katarken Bağdat'tan sonra Abbasî halifelerinin merkezi haline gelen Mısır'ı ve dolaylarını aldılar. O günden itibaren hilâfet Türklerin eline ve hilâfet merkezi de Kahire'den istanbul'a intikal etmiş oldu. Aynı za­manda Mısır, Osmanlı împaratorluğu'nun bir eyâleti haline geldi. Osmanlı im­paratorluğunun hükümet merkezi İstanbul olunca, haliyle Kahire, gerek siyâsî ve gerekse ilmî yönden eski Önemini ve değerini kaybetti. Osmanlı İmparator­luğu kuvvet bulduğu günlerde, 8. asır (711-1492) dan beri ilmin önemli mer­kezlerinden sayılan Endülüs beldelerinde İslâmiyet ışığı söndü. Hicrî 13. asrın başlarında M. Ali Paşa Mısır'ın bağımsızlığını ilân etti. Ondan sonraki gün­lerde Kahire tekrar ilmî ve siyâsî bir merkez haline geldi. Son zamanlarda Av­rupa, islâm ülkelerinin bağımsızlığına müdahale etmeye başladı. Müslüman ol­mayan bazı devletler bugün de İslâm ülkelerinin içişlerine karışmaktan geri kalmıyorlar. Öteden beri.devam edegelmekte olan bu nizâın nasıl bir netice doğu­racağını bilemiyoruz. [188]

 

Bu Devirde İctihâd

 

îctihâd hizmeti bu devirde durduğu için bu konuda yazılacak bir şey bul­mak kolay değildir. Bu devrin daha önceki devirlere kıyaslanması da kolay de­ğildir. Çünkü birinci devirde Yüce Allah, şer'î hükümleri vahiy yoluyle Re-sûlüllah'a indirir, O da, Allah'ın indirdiği hükümleri tebliğ ederek beyân eder­di. İkinci ve üçüncü devirlerde ashâb ve tabiîn Kitap ve sünnetten şer'î hüküm­leri çıkarma yollarını ve sıhhatli re'yi açıklarlardı. Dördüncü devirde büyük imamlar ve seçkin fıkıhçılar, şer'î delillerden gerekli hükümleri çıkarırlar ve taf­silatlı bir şekilde tedvin ederlerdi. Beşinci devirde yetişen yüksek fıkıhçılar, se­lefleri tarafından yazılmış olan şer'î hükümleri, muayyen bölümler halinde ve münâsip bir şekilde sıraya koyar, değişik fetvaları kuvvet derecesine göre sıh­hatli bir süzgeçten geçirir, İmamlardan alınan rivayetler arasında ilmî tercih işini yürütürlerdi.

Altıncı devrin bir imtiyazı bulunmadığı için, söylenecek sözleri bulmak bi­le güçtür. Bu devir bize kadar ulaştığı, bizim selef-i salihîn'e uymamız ve ilmî sahada ilerlememiz gerektiği için biz, bu devirde görülen kusurları izah etmek isteriz. Çünkü kusurlar belirdiği zaman fikir ve kudret sahibi olanların, bulu­nan kusurlara çare bulmaları mümkün hale gelir.

Yedi küsur asrı içine alan bu devrin en önemli özelliği; bu devir boyunca yetişmiş olan âlimlerin taklîd prensibine sımsıkı bağlı olmalarıdır. Çok az kişi hariç, onlardan ietihad rütbesine ulaştığı kanaatine varanlar görülmemiştir.

Bu devrin ilk yarısında yani, Kahire'nin ehemmiyet bakımından Bağdat ye­rine geçerek Abbasî halifelerinin merkezi olduğu h. 7. asrın ortalarından 10. asrın başlarına kadar olan süre zarfında ietihad mertebesine ulaşan yüksek fı-kıhçıların yetiştiğine kaniyiz. Bununla beraber kendileri, malûm imamların fet­va ve ictihadlan karşısında duraklayarak ietihad etmeye girişmemişlerdir. Bu devrin ikinci yarısında yani, h. 10. asrın başlarından bugüne kadar geçen sü­rede ise durum tamamen değişmiş, hiç bir fıkıhçının değil ietihad yapması, müetehid imamların müteaddit rivayetleri arasında tercih yapmasının dahi caiz olmadığı ve bunun zamanının kapandığı ilân edilmiştir. Bu sürede yetişen âlim­ler ile eski âevirde yazılmış olan, Mütekaddimîn dediğimiz âlimlerin kitapları arasında irtibat kesilmiştir. Herkes bu süre zarfında yazılagelen kitaplara mü­racaat etmekle yetinmiştir. Hilâfetin Mısır'dan İstanbul'a intikalinden önceki Mısır'ın durumuna göz attığımızda el-Iz b. Abdüsselâm, îbn-i Hâcîb, İbn-i Da-kîk'il-Id, İbn-i Rifâ, İbn-i Teymiyye, es-Sibkî, lbn-i Sibkî, îbn-i el-Kayyım, el-Belkînî, el-Esnevî, el-Kemâl b. el-Hümâra, Celâleddin el-MahalIî ve Celâled-din es-Süyûtî... gibi âlimlerin isimlerine rastlıyoruz. Bunlar malûm dört mezhebe bağlı âlimlerdir. Hilâfetin İstanbul'a geçişinden sonraki Mısır'm durumu­na göz attığımızda, büyük bir âlimin veya yüksek bir fıkıhçmın veyahut iftihar edilecek bir müellifin ismini duymuyoruz. Bilâkis fıkıh sahasında az bilgi ile kanaat eden, kendi mezhebinden başka mezheplere ait fıkıhla, pek meşgul olma­yan ve kendi mezhebiyle iştigal ettiği zaman da, aşırı derecede kısaltılmış olup sanki anlaşılsın diye yazılmamış olan kitaplarla iktifa edenleri buluyoruz. Bu devir, ilim sahasında özellikle dinî ilimler alanında bir gerileme devridir, deni­lebilir. [189]

 

Gerileme Sebepleri

 

1- Ayrı ayrı yerlerde oturan islâm âlimleri arasında bulunması gerekli irtibatın kesilmesi:

Eski  devirlerde yetişen  âlimler,  kendi memleketlerinde  bulunan üstadla-rından aldıkları feyizler yanında diğer yerlerde bulunan âlimlerin yanına gidip onlardan da ilim almadıkça, ona fıkihçı lâkabı verilmez ve o kişi tam hürmet görmezdi. Kendi memleketlerinde kalıp ilmini ilerleten çok mahdut sayıda zât­lar, seçkin fıkıhçi olabilirdi. Büyük imamların ve yüksek hadîsçilerin tarihine bir göz atacak olursak, hepsinin hadîs ve fıkıh almak için diyar diyar dolaş-' tıklarını ve muhtelif yerlerde oturan âlimlerle mülakatta bulunduklarım görü­rüz. Ayrıca yılın muayyen mevsimlerinde Mekke-i Mükerreme onları bir ara­ya getirirdi. Her âlim, Mekke'de görüştüğü zâtların yanında bulunan ilim, ha­dîs ve fikirden istifade ederlerdi. Bu sebeple muasır âlimler arasında tam bir tanışma ve fikir taâtisi bulunurdu. Bu temaslar, tarafların ilim ve irfanını ar­tırır, aralarındaki muhabbeti kuvvetlendirirdi. Uzun mesafeleri katederek ve yol meşakkatlerine katlanırlardı. Bu devirde ise durum değişti, özellikle bu devrin sonlarında muhtelif ülkelerde yetişen âlimler birbirini tanımaz oldular. Mısırlı bir âlim, Hİnd'de yetişen âlimin ismini duymayacak hale geldi. Keza Pakistan'­da bulunan bir âlim Mağrib'de bulunan âlimden habersiz kaldı. Mevcut âlimle­rin birbirinden haberdar olmaları, sadece onlardan eser yazanlar olduğu takdir­de, diğerlerinin o eserleri okumalarından ibaret kaldı. Çoğu zaman yazılan eser­ler bile; diğerlerinin eline geçmezdi.    Çok acı olan şu gerçeği de ifade edelim ki; hacc mevsiminde muhtelif şehirlerden Mekke'ye gelen âlimler birbiriyle gö­rüşüp tanışmaya veya fikir taâtisinde bulunmaya ehemmiyet vermezlerdi ve ha­len de vermezler. Bu yüzden de rivayet ve nakle dayanan selef-i salihın'in bü­yük emekler vererek elde etmiş oldukları bilgiler, özellikle Islâmî ilimler eski haşmetiyle yaşamamıştır. Bir âlimin kitabında olan görüşünden istifade etmek kâfi değildir. Çünkü kitabı konuşturmak mümkün değildir. Alimle mülakat ve görüşme; çeşitli konuların derinliğine inilmesini, gerekli incelemelerin yapılma­sını, tereddüt duyulan yönlerin aydınlığa kavuşturulmasını ve lüzumu halinde yapılacak tartışma sonunda bir hükme varılmasını sağlar.

2-İmamların eserleriyle aramızdaki ilişkinin kesilmesi: Medâr-ı iftiharımız olan selefimizin büyük emekler sarfederek kalemleriy­le meydana getirmiş oldukları muazzam kitaplar, raflara konan ve kullanılmaz birer âsâr-ı atîka haîine gelmiştir. Kimse bu değerli eserleri okumaya, okutma­ya ve cemiyetin İstifadesine sunmaya Önem vermez olmuştur. Muhammed b. el-Hasan, eş-Şafiî, Mâlik b. Enes ve diğer imamlar tarafından yazılmış olan ki­taplar, bunların tilmizlerinin eserleri ve beşinci devirde yetişerek fıkıh sahasın­da birer imam durumuna gelen âlimlerin kitapları, dediğimiz gibi istimalden kaldırılmamış mıdır? Halbuki ruhu gıdajandıran, gayretleri kamçılayan ve kâ­mil fıkıhçı yetiştiren kitaplar bunlardır. Bu değerli eserleri okutan veya mü­tâlâa eden âlime çok az rastlayabilirsin. Hatta bu eserlerin isimlerini bile henüz işitmiyen büyük âlimleri bulabilirsin.  Senin elinde böyle bir kitabı gördükleri zaman, onu okumayı pek Önemsemezler. Genellikle bu devrin âlimleri gerile­me devrinde yazılmış olan kitaplarla yetinirler. Bu nedenle yukarıda belirttiği­miz gibi büyük imamların kitaplarıyla aramızda bulunması gerekli temaslar ku­rulmamıştır. Bahâ biçilmez bu eserlerle temas sağlamak ancak çok gayretli ve meraklı olan bir ilim adamının özel ve umumî kütüphanelere gitmek suretiyle bunları görüp mütâlâa etmesi şeklinde rastlanabilir. Halbuki bu kitapları halen kullanılmakta olan kitaplarla karşılaştırdığınız zaman güzel yazılışı, üslûbunun tatlılığı ve kolaylıkla anlaşılması bakımından aralarında muazzam farklar gö­rürsünüz. Buna rağmen gerekli alâka gösterilmiyor. Eş-Şeyh Muhammed Mah-mud b. et-Telâmis et-Terkezî eş-Şankıtî ile yaptığım ilk mülakatta kendisi:

—  Arap edebiyatını kimden aldın?

—  Kitaplardan aldım, hocam!

—  Kitaplar Öğreticiliğe pek elverişli değildir.

—  Üstâd, peki ne yapayım? Selefimizle aramızdaki bağlar kopuktur. Bu­nun için Öğretmen ve mesnedimiz yok. Sizi görmekle teselli buluyoruz...

Verdiğim cevaptan hoşlanan bu zât, bana yardımlarını esirgemiyeceğini ifa­de etmek maksadıyla;

—  Inşâallâh, inşâallah! dedi.    Bu muhterem zât, durumumu düşünseydi, beni mazur görecekti. Çünkü kapkaranlık olan bir zaman, selefimizle bizler ara­sına girmiştir. Tatmin edici olmayan cüz'î bir irtibat kalmıştır.    Gerçekten bu değerli kitapların uyutuldukları  yerlerden  çıkarılmaları ve  ilimle  iştigal eden­lerin yüzlerinin onlara çevrilmesi gayretine şiddetle muhtacız. Biz onları raflar­dan indirerek okuyup, okuttuğumuz ve mütalaa ettiğimiz takdirde Islâmî ilim­lerde terakki edebilir ve ancak o zaman içimizde fıkıhçılar vardır, demek im­kânını bulabiliriz. [190]

 

Kitapların Kısaltılmasında Yapılan Hata

 

Kitapları kısaltmak işi bu devrin bir icadı değildir. Bu iş, dördüncü de­virde de mevcut idi. Tilmizler kendi imamlarının eserlerini kısaltırlardt. Bu kısaltma işinde pek ihtiyaç duyulmayan meseleleri yazmamak, imamların bölüm­ler arasında sıra takibi gözetmeksizin yazdıkları meseleleri, ait oldukları bölüm­lere dahil etmek ve bölümler arasında sıralama yapmak işini ön görürlerdi. Be­şinci devir ile altıncı devrin ilk zamanlarında yetişen âlimler, bahis konusu til­mizlerin izini takip ederlerdi. Fakat bu devrin son yarısında kısaltma işi çok garip bir mecraya döküldü. Şöyleki; çok meseleleri, kısa cümlelerle ifade etme gayreti içine girildi. Bu işe girişenler, gerçek Arap dili edebiyatının akıcı üslûbu hususunda zayıf olunca sözleri bilmecelere benzedi. Sanki müellif anlaşılmak üzere eserini yazmış değildir. Hanefî, Şafiî ve Maliki mezheplerine ait fıkıh il­mine çalışanların elinde bulunan kitapların en meşhurlarından olup, belirttiğim veçhiyle çok özlü yazıldıklarından dolayı, çözümünde talebelerin güçlük çektik­leri üç fıkıh kitabından, taharet için kullanılabilen ve kullanılamayan sular hak­kında birer paragrafı örnek mahiyetinde bilginize sunacağım :

1- Mâliki mezhebine mensup müelliflerden Halil'in «Muhtasar» adlı ki­tabından alınan parça:

Yazar, yukarıya alınan parçada demiştir ki:

«Abdestsizlik ve necaset hükmü mutlak su ile kaldırılır. Bir kayda (gül su-

yu, et suyu gibi) bağlanmadan su ismi verilen su çeşitlerine «Mutlakı denilir. (Yağmur, pınar, deniz sulan gibi.)

Çiğden toplanan, donduktan, sonra eriyen, hayvanın, cünüp kişinin, hayız halindeki kadının içtikleri sudan artan cünüp ile hayizenin gusül için kullandık­larından artan (az veya çok) su, necasetin karıştığı (sudan ayırdedilemeyen) fa­kat evsafı (rengi, kokusu, tadı) m değiştirmediği veyahut yaptığı değişikliğin zarar verecek derecede olup olmadığı kestirilemiyen çok su.

Yapışkan yağ ve yolcunun kabına sürülen katran gibi suya karışmayan (su­dan ayırdedilmesi mümkün olan) maddeler, sudan teşekkül eden şeyler, su ma­hallinde bulunan tuz ve benzeri maddeler ve su içine atılan toprak veya tuz ile evsafı değişen sular... mutlak su sayılır, dolayısıyle taharet işinde kullanı­lırlar. Racih kavle göre içine atılan tuzla evsafı değişen su, mutlak sayılmaz.

Suya karışan (ayırdedilemeyen) cinsten olan yağ, sakız buharı (ve un, şı­ra) gibi temiz veya necis olan ve genellikle sudan ayrı kalan (sudan uzak tu­tulabilen) bir madde-ıle rengi veya tadı veyahut kokusu bozulan su ile abdest-sizlik ve necaset hükmü kaldırılmaz. Bu durumdaki su, onu değiştirmiş olan madde hükmündedir. (O madde necis ise su da necis sayılır. Şayet temiz ise su da temiz kabul edilir.)

Su çekmek işinde kullanılan kablara takılan iple suyun evsafının açıkça değişmesi zararlıdır. Nasıl ki göl suyunun büyük-küçük baş hayvanın tersi ile değişmesi ve kuyu suyunun ağaç yapraklan veya samanla değişmesi zararlıdır. (Yani böyle sular taharette kullanılmaz.) Mutemed kavle göre; kurak köyler­deki kuyu suyu ağaç yaprakları veya samanla değişse bile taharette kullanıla­bilir.

Suya karışan, evsafı su evsafına uyan (kokusu kesilmiş gül suyu gibi) mad­deleri uymayan (üzüm şırası gibi) maddeler gibi kabul etmek itiraz konusu olur.

Ağıza alınan su; bir kavle göre taharette kullanılır, diğerine göre kullanıl­maz.

Abdest veya gusülde kullanılan az suyu taharette kullanmak mekruhtur. Bu­nun dışındaki işlerde kullanılmış olan suyun taharette kullanılmasında tereddüt vardır.

içine düşen necasetle evsafı değişmeyen veya köpeğin ağzını soktuğu az şu (abdest veya gusül kablarmdaki gibi) yu, taharette kullanmak mekruhtur.

içinde gusül yapılan durgun su... içki içenin artığı durumunda olan veya suyu pislemekten sakınmadığı halde elini soktuğu su da mekruhtur.

Ancak suyun böyle serhoş bir adamdan korunması güç olursa, kerahet yok­tur. Keza onun elini soktuğu kabtaki madde, kaysı gibi katı yiyecek maddesi İse yine kerahet yoktur.

Suyu veya başka yiyecek maddesini ağzına alırken dudaklarında içki görü­lürse durum değişir. Yani artık durumunda kalan madde, necis olmuş olur.

Akıcı kanı bulunan ve karada yaşayan hayvan, durgun suda öldüğü ve o suyun evsafını değiştirmediği zaman, o hayvanın cüssesi miktarınca durgun su­yun çekilmesi menduptur. Fakat öldükten sonra durgun suya düşerse, hüküm böyle değildir. (Necasetten ötürü durum değişir.)

Bir necaset dolayısıyle evsafı değişen sudaki değişiklik kendiliğinden zail olursa, temizleyici durumuna dönüşmesi istihsan ile kabul edilmekle beraber, kuvvetli olan görüşe göre; temizleyici değildir. Fakat mutlak su ilâvesiyle deği­şikliği giderilen su, temizleyici durumuna dönüşür.

Bir suyun temizleyici olduğunu bildiren kişi, o suyu taharette kullanmak isteyen kişinin mezhebine mensup ise veyahut başka mezhepten olmakla be­raber temizleyicilik sebebini de açıklarsa, onun sözü kabul edilir. Şayet başka, mezhebe mensup olup temizleyicilik denenini beyan etmiyecek olursa, imam de­miş ki: «O suyu kullanmaması İstihsana muvafıktır.»

Suyu necaset üzerine dökmek veya necaseti su içine kovmak neticeyi de­ğiştirmez.»

  1. Şafiî mezhebine mensup Zekeriyya el-Ensârî'nin «el-Menhec» adlı ki­tabından alınan parça:

Yazar yukarıya alınan parçada demiştir ki:

Sıvı maddelerden yalnız mutla ksu, hadesi (abdestsizliği) ve necaseti (pis­liği) giderir. Başka sıvılar tahareti sağlayamaz. Kayıtlı (gül suyu gibi) olmaksı­zın su ismi verilen sulara «Mutlak» denilir.

(Zaferân gibi) kolaylıkla sudan uzak tutulabilen bir maddenin bol miktar­da karışması (sudan ayırd edilmemesi) ile iyice değişen ve mutlak su ismi ve­rilmeyen su, tahareti sağlayıcı değildir.

Toprak ve deniz tuzunun karışması veya karıştırılması suretiyle değişen su ise temizleyicidir. (Ancak suyun akıcılığı ve inceliği kalmayarak çamur denecek hale geldiği takdirde temizleyicilik durumu kalmaz.)

Fazla sıcak, fazla soğuk olan veyahut belirli şartlarla güneşte ısıtılan su­yun taharette kullanılması mekruhtur. (Yazarın işaret etmek istediği şartlar; su sıcak iklimde, sıcak mevsimde altın ve gümüşten başka madenî kaba konmuş olacak... kabın madeninden zerrecikler eriyip suya karışacak derecede güneş­te ısıtılmış olacak ve sıcak iken kullanılmış olacaktır. Bu şartların tamamı ta­hakkuk etmedikçe kerahet yoktur.)

Gusûl ve abdestin farzında (vücut veya abdestte yıkanması gerekli uzuv­ların birinci defa yıkanmasında) kullanılmış oları su, kulîateynden az ise bir da­ha taharette kullanılmaz. Kullateyn, Bağdat ölçüsüyle yaklaşık olarak 500 lit­redir. [191]Kullateyn olan su, necis bir şeyin karışmasiyle pislenmez. Eğer o ne­caset suyun rengini veya kokusunu veyahut tadını değiştirirse pislenmiş olur. Taharette kullanılmaz. Ancak bilâhare kendiliğinden veya su ilâve etmek su­retiyle değişikliği giderse tekrar temiz sayılır.

Necaset, kulîateynden az olan suya karışırsa evsafı değişmese bile pislen­miş olur. Nasıl ki diğer sıvı maddeler necasetin karışmasıyla pislenmiş olur.

(Sinek, akrep gibi) akıcı kanı bulunmayan hayvanlar, su ve diğer sıvı mad­delerin içine düşüp ölmesiyle onu pislemez. Fakat ölen bu nevi hayvanlar su veya diğer sıvılara atılırsa onu necis eder. Keza (sineğin ayağındaki necaset gi­bi) gözle görülemiyecek kadar küçük olan necaset de su ve benzerlerini pisle­mez. Necasetin karışmasıyle pislenen az suya temiz suyun ilâvesiyle kullateyn miktarına ulaştırılma bakılır; eğer suyun evsafında bir değişiklik yoksa temiz­lenmiş olur. Etkili olan değişiklik (yukarıda belirttiğimiz gibi) renk, koku ve tatdan birisinin değişikliğidir.

Bir kabta temiz su, diğer bir kabta pislenen su bulunsa da hangisinin te­miz olduğu bilinmezse veyahut bir kabta temizleyici (taharette kullanılabilen) su, başka kabta da pislenen su bulunsa hangisinin temizleyici olduğu bilinmez­se, temiz suyu( yemek içmekte) veya temizleyici suyu (taharette) kullanmak is­teyen kişi, olanca gücü ile gerekli araştırma yapar. Hangisinin temiz olduğuna .veyahut hangisinin temizleyici olduğuna kanaat ederse onu kullanır.

Şayet bir kabta temizleyici su, diğer kabta idrar bulunursa kanaatma gö­re hareket edemez. İkisini de döktükten sonra teyemmüm eder. Eğer idrar ye­rine gül suyu gibi temiz olmakla beraber temizleyici olmayan bir su bulunursa, her iki kabtan ayrı ayrı abdest alır. (Çünkü iki kabtan birisindeki su temizle­yicidir, onunla abdest almış olur. Diğeri de pis olmadığı için onunla abdest al­maktan bir mahzur doğmaz.)

Temizleyici su ile pis suyun bulunduğu meselede, birisinin temizleyici ol­duğuna kanaat eden kişi, diğerini hemen dökmelidir. Eğer dökmez de kanaati değişirse, ikinci kanaatiyle amel etmez, iki suyu birbirine karıştırdıktan veya döktükten sonra teyemmüm edip namaz kılar. Su bulunca o namazı iade et­mesi gerekmez.

Bir suyun pis olduğunu haber veren kimse, o suyu kullanmak isteyen şah­sın mezhebine mensup ve sularla ilgili fıkhı meseleleri bilir durumda olursa, pislenme nedenini açıklamasa bile sözü makbuldür. Başka mezhebe (fıkhı) men­sup ise, pislenme nedenini açıklaması ve rivayeti şer'an kabule şayan (erginlik çağma eren, fasık ve deli olmayan Müslüman) olması halinde sözü kabul olu­nur, aksi takdirde kabul etmek zorunluğu yoktur.»

  1. Hanefî mezhebine mensup en-Neseffnin «Kenz-üd Dakaik» adlı ese­rinden alınan parça:

Yazar, yukarıya alınan parçada demiştir ki:

«Yağmur, kar, deniz, göl/ve pınar suları ile abdest alınabilir. Temiz bir madde (toprak ve un gibi) suya karışmak suretiyle onun üç vasfı (renk, koku, tad) ndan birisini değiştirirse veyahut (hiç bir şey karışmadığı halde) su dura dura rengi ve kokusu değişse bile abdestte kullanılabilir.

İçine düşen fazla yaprakların çürümesiyle değişen (inceliği ve akıcılığı kalmayan) su, içine atılan bir maddenin pişirilmesiyle ıMutlak suı ismini kaybet­miş (et suyu gibi) su, ağaç ve meyveleri sıkmak [192] suretiyle elde edilen su ve içine karıştırılan temiz sıvı madde (gül suyu gibi) nin çoğunlukta olduğu su ile abdest alınamaz. Keza içinde necaset bulunan durgun su, büyük havuz değilse yani, yüzölçümü 100 arşın kareden az ise abdestte kullanılamaz. Eğer büyük havuz ise, akarsu hükmündedir. Yani rengi, kokusu ve tadı değişmemişse on­dan abdest alınabilir. Bir saman çöpünü alıp götüren su akar sayılır.

Sivrisinek, karasinek, eşekarısı, akrep, balık, kurbağa ve yengeç gibi akıcı kanı bulunmayan hayvanların büyük havuz durumunda olmayan az su içinde ölmesiyle suyu pislemez.

Hadesten taharet işinde veya sevap kazanmak niyetiyle abdest üzerine ab­dest almak işinde kullanılan su temizdir. Fakat temizleyici değildir (Hadesten veya necasetten taharette kullanılmaz).                                     '

Kuyu meselesi de «CHTı dir.

Yazarın bu cümle ile işaret etmek istediği hususu açıklamak gerekir. Şöy­le ki:

Bedeni üzerinde herhangi bir necaset bulunmayan cünüp adamın serinlemek veya su çekmek niyetiyle kuyuya inerek suyun içine girmesi işine kuyu mese­lesi denir. Bu meselede adamın ve kuyu suyunun hükmü hakkında lmam-i Azam, Ebu Yusuf ve Muhammed b. Hasan değişik fetva vermişlerdir. Imatn-ı Azam'a göre adamın bedeni ve su necis olmuş olur. Yazar «Necaseti kelime­sinden aldığı «C» harfi ile bu görüşe işaret etmiştir. Ebu Yusufa göre adamın cünüplük hali ve suyun temizleyicilik hali devam eder. Yazar «Hâli kelime­sinden aldığı «H« harfi ile bu görüşe işaret etmiştir. Muhammed b. Hasan'a göre ise adamın tahareti alınmış olur, su da taharet vasfını korur. Yazar «Ta­haret» kelimesinden aldığı «T» harfiyle bu görüşe işaret eder.

içine necaset (hayvan hariç) in düşmesiyle kuyu suyu pislendiği için hep­sinin çekilmesi gerekir. Ancak düşen necaset deve, koyun, serçe kuşu ve gü­vercin tersi ise (az olmak kaydiyle) kuyu suyu necia olmaz.

Eti yenen hayvanların sidiği pistir. (Yani kuyu suyunu pis eder.) Fakat abdesti bozmayan (az kuşku ve yaranın ağzından pamukla alınan kan gibi) şeyler necis sayılmazlar. (Dolayısıyle içine düştükleri kuyu suyunu necis etmez­ler.) Eti yenen hayvanın sidiği hiç bir surette (tedavi için dahi olsa) içilemez. (îmam-ı Azam'in görüşü budur. Ebu Yusuf ile Mubammed'in görüşleri ayrıdır. Tafsilâtını isteyenler eserin «EI-Bahr-ur-Râik» adlı şerhinin, bu parçanın alın­dığı «Taharetd bölümüne baksınlar.)

Kuyunun suyuna düşüp Ölen hayvan fare büyüklüğünde ise 20 kova, gü­vercin büyüklüğünde ise 40 kova suyun çekilmesi ve koyun büyüklüğünde ise bütün suyun çekilmesi gerekir. Büyüklüğü ne olursa olsun düşen hayvan su içinde şişer veya bozulursa yine bütün suyun çekilmesi gerekir. Bülün suyun çıkarılması icap eden hallerde (kuyuya gelen suyun, çekilen sudan fazla oluşu dolayısıyle) kuyunun boşaltılması mümkün olmazsa 200 kova suyun çekilmesi icabeder.

Kuyu suyuna ne zaman düştüğü bilinmeyen bir fare, su içinde görüldüğü zamaa şişmemiş ise o suyun bir gün bir geceden beri, şişmiş ise üç gün üç geceden beri necis olmuş olduğuna hükmedilir.

Canlıların teri (taharet, necaset ve kerahet bakımından) onun artığı hükmün­dedir. (Yani artığı temiz sayılan canlıların teri de temiz; artığı pis sayılan can­lıların teri de pis ve artığı mekruh sayılan canlıların teri de mekruh sayılır.)

însan, at ve eti yenen hayvanların artığı temizdir.

Köpek, domuz, arslan ve kaplan gibi yırtıcı hayvanların artığı necistir. Ke­di, salıverilen tavuk, yırtıcı kuşlar ve evlerde bulunan fare, yılan gibi hayvan­ların artığı (kerahat-ı tahrimiyye ile) mekruhtur. Merkep ve katırın artığı husu­sunda değişik deliller görüldüğünden dolayı başka su bulunmadığı takdirde bu­nunla abdest almakla beraber ihtiyaten teyemmüm de etmelidir. Teyemmüm ile abdestten hangisini önce yapsa olur. Hurma şerbeti böyle değildir. (Yani başka su bulunmadığı takdirde hurma şerbetiyle abdest alınır, teyemmüm edilmez.)[193]

Asnmizda her tarafa yayılmış olan üç mezhepten herhangi birisine ait fı­kıh bilgilerini edinmeye isteklilerin baş vurdukları kitaplar bu tip eserlerdendir. Cümleleri ve ifade tarzı yönünden gördüğünüz gibi anlaşılması kolay değildin Zaten anlaşılması güç olduğu için, onlara şerh yapma ve şerhlere de haşiyeler yazma ihtiyacı duyulmuştur. Bu konunun (sular) iki haftadan aşağı zamanda okunduğunu sanmayın! Böyle bir konunun öğrenci tarafından bilinmesi için har­canan zamanın çoğu, yazarın kasdettiği manânın anlaşılması uğruna harcanır.

ihtiva ettiği şer'î hükümlerin öğrenilmesi için uzun boylu vakit ayırmaya lüzum yoktur. Şunu da belirtelim ki, bu tür kitaplarda hükümlerin dayandırıldığı şer'î delillere yer verilmemiştir. Bu sebeple bu nevi kitapları öğrenen ve öğrenmeyen arasındaki fark; birisinin sırf meseleleri bilmesi, diğerinin bilmemesinden ibaret­tir. İmamın ilgili hükümleri hangi delillerden ve nasıl çıkardığı hususunda bir bilgi elde edilmiyor. Halbuki bu bilgi olmadıkça gerçek manâda fıkıh bilgisi vardır denmez. Haliyle bu eserlerde, imamlar arasında hükümler hususunda çı­kan ihtilâfların izine rastlamak da mümkün olmuyor. Bu durum, ilim taliple­rine güzelce anlama kapısını kapatır.

Yukarıdan beri belirttiğimiz sebepledir ki; asrımızda bulunan fıkıhçıların ilmî dereceleri çok düşüktür. Avamdan pek farkları yoktur. Elde mevcut bazı Hanefî kitapları, yer yer imamlar arasındaki ihtilâfı dile getirmişlerdir. «El-Bidâye» ve onun şerhi olan «El-Hidâye» bunun için örnek gösterilebilir. Şafiî ve Matikî kitaplarında, bu duruma pek rastlamadım.

Şöyle bir soru sorulabilir: Senin de belirttiğin gibi 7 asırdan beri Cumhur, taklid sınırları içinde kalarak bu sınırı açmayı caiz görmemiştir. Fıkıhla iştigal eden bir âlim, ne derece yükselirse yükselsin; mensubu bulunduğu mezhep ima­mına muhalefet etmesi veya mezhepte rivayet edilen iki fetvadan birisini tercih etmesi, imkân ve yetki dahilinde değildir. Bu durumda şer'î delillerle iştigal et­mek veyahut diğer mezhep imamlarının görüşlerini öğrenmek için çalışmanın ne faydası vardır?

Cevap olarak deriz ki: «Fıkıhla iştigal eden şahıs, eğer sadece kendi mez­hebine ait şer'î hükümleri öğrenmek isteyen avamdan ise, dediğin husus nor­maldir! Eğer fıkıhçı olmak isterse; en az imamının, verdiği fetvaları nereden al­dığını bilmesi gerekir. Bunları öğrendikten sonra, bu kere imamına muhalif olan müctehidlerin re'ylerini ve o re'yleri nasıl çıkardıklarını öğrenmeye çalışmalı, böylece ilmini artırmalıdır. Fıkıh bilgilerini, dediğim şekilde ilerleterek gerçek manâda müctehidlerin görüşlerini, dayandırıldığı kaynaklarla birlikte iyice kav­rayan fıkıhçılar, selefleri gibi aynı mezheb içinde gördükleri müteaddit rivayet­ler arasında en kuvvetlisini seçme yeteneğine sahip olmazlar mı? Islâmî ilimle­rin dev adımlarla ilerleyip geliştiği dördüncü ve beşinci devirlerde yazılmış olan kitapların tamamen bertaraf edilmesi, okunup öğretilmemesi, diğer taraftan Arap lisânının za'fa uğratıldığı ve Islâmî ilimler bakımından gerileme devri sayılan altıncı devirde kaleme alınmış olan kitapların, talebelere okutulması ile yetinil-mesi garip değil midir?

lhlâsla bu acı durumu tamir etmek isteyenler, her şeyden önce bahis ko­nusu eserlerden istifade etmek imkânını sağlamalıdırlar. Çok şükür parlak iki devirde yazılmış olan kitaplar cidden çoktur. Ekseriyetle bu eserler, ilim öğ­renmek isteyenlere elverişli, güzel bir lehçe ile kaleme alınmış, talebelerin fi­kirlerini geliştirir niteliktedir. [194]

 

Fıkıhçı Yetiştirmeye İki Engel Vardır

 

1- Elde mevcut olan fıkıh kitaplarıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi .fıkıhçı yetiştirmeye elverişli eserler elde mevcut olanlar değil, beşinci ve daha Önceki devirlerde ie'lif edilmiş olan kitaplardır.

2- öğretim sistemidir.

Bu devirden önceki devirlerde fıkıh ilmini öğrenmek isteyen kişi, şer'î hü­kümlerin çıkarıldığı âyetler ve hadîsleri öncelikle tesbit ederek, bunlar hakkın­da geniş ve derin bir bilgiyi elde cime gayreti içine girerdi. Bunu iyice haz­mettikten sonra, zamanın çoğunu, bağlı bulunduğu mezhep imamının verdiği fetvaları öğrenmeye ayırırdı, öğrenimim bu sahada da ilerlettiği /aman, kentli imamına muhalefet eden tilmizlerin ve mezhep içindeki müctehidlerin muhale­fet nedenlerine muttali' olurdu. Dolayısıyle imamının çıkardığı hükümleri aynı mezhebe mensup diğer müctehidlerin beyân ettikleri ve imamının görüşüne ters düşen görüşleri karşılaştırarak, dayanaklanyla birlikte kuvvet ve isabet derece­lerini araştırma yeteneğine hak kazanırdı. Bu üçüncü dereceye yükselince, yet­kili bir fıkıhçı ve rivayetler arasında tercih yapma kudretine kavuşmuş bir âlim olurdu.

Eski öğretim sistemi, kısaca belirttiğimiz bu şekilde cereyan edegelmişti. Bizim devrimize gelince; işin değiştiğini görürüz. Fıkha yeni başlayanla, bu öğ­renimi sözde bitiren arasında tek fark; birisinin az fıkhı meseleleri, diğerinin de çok meseleleri öğrenmiş olmasıdır. Bu fark, Şafiî mezhebine ait olup, çok meseleleri içine alan «el-Menheco adlt kitap ile, az meseleleri ihtiva eden «Ebû Şücâ» adlı eser arasındaki farka benzer.

Çok meseleleri bilmek, öğrencide fıkıh ruhunu canlandırmaz. Yukarıda belirttiğimiz üçüncü derece (beyân ettiğimiz son derece) ye yükselen fıkıh tali­bi; yalnız fıkıhla meşgul olurdu. Fıkıh ilmini diğer ilimlere karıştırmazdı. Bizim Öğretim sistemimizde ise; ilk Öğretim ile yüksek Öğretim arasında bir fark gö­zetilmiyor, tik ve orta öğretimde çeşitli ilimler okutulduğu gibi, yüksek öğre­timde de aynı durum devam eder. Yüksek öğrenimini tamamlayarak mezuniyet imtihanında başarılı olduğu zaman ne fıkıhçıdir, ne edebiyatçıdır ve ne de fel­sefecidir. O, sadece çeşitli ilim dallarından genel ve İbtidâî bilgiler almıştır. Onun fıkih bilgisi, nahv ve matamatik bilgisinden farksızdır. Hepsinden cüz'î bir şeyler bilebilir.

Tenkid ettiğim bu durum mevzii değil, din eğitimi yaptıran bütün mües­seseler için vâriddir. Diploma alanların okuldan sonraki devirlerde bilgilerini artırma, bilmediği sahalarda bilgi elde etme ve özellikle miictehidler arasındaki ihtilâfları, nedeniyle birlikte öğrenme gayreti içerisine gireceklerini sanma! O, mezuniyet imtihanına girdiği günkü durumuyla kalır. Bu hâl, gerçekten çok üzü­cü ve ilim yoluna girmiş olan kişi için büyük bir kusurdur. Ben, gerçekleri ol­duğu gibi yansıtma durumunda olan bir tarihçiyim. Eğer din eğitiminde yetkili olmuş olsaydım, aşağıdaki prensiplerin uygulanmasını isteyecektim :

1- Bir mezhep hakkında yapılacak ilk öğretimde; çözümü kolay bîr fı­kıh kitabını ders kitabı olarak seçmek ve yalnız o kitabı okutmak.

2- Orta öğretimde; mezhep imamının görüşleriyle, ona muhalefet eden mezhep İçerisindeki müctehidlerle tercih ehlinin görüşlerini ve dayandırıldığı de­lilleri içine alan, oldukça tafsilâtlı bir kitabı okutmak... Zaten, «Kütüb-ül-Hilâf» diye isimlendirilen birçok eser, sadece ihtilaflı meseleler için yazılmıştır. Bu ara­da tefsir ve hadîs dersine de yer verilmeli.

3- Yüksek öğretimde; fıkıh, usul-u fıkıh ve ahkâm ile ilgili âyetlerle ha­dîsleri, mezhep imamları arasındaki ihtilaflı meseleleri ve onların delillere da­yandırma metodlan, okutmak... Bunlardan başka ders okutulmamak. Yüksek öğrenimini bitirecek olan herkese, fıkıhçı derecesi vermemeli... ancak iki veya üç fıkhî meselede yazacağı tezde bu meseleler hakkında mevcut ihtilâfları, ih­tilâf sebeplerini ve her fıkıhçınm beyan ettiği görüşünü dayandırdığı delilleri ve bu delillerden serî' hükümleri çıkarma usûl ve kaidelerini tafsilâtlı bir şekilde beyan eden öğrencinin tez'i kabul edildiği takdirde; ona fıkıhçı unvanı vermeli...

Benîm teklif ettiğim bu prensiplerin uygulanması için, dördüncü ve beşinci devirde yüksek âlimler tarafından yazılmış olan kitapların, ders kitabı olarak seçilmesi yolunda öncelikle öğretim yapan âlimlerin uyarılması gerekir.

Ancak böyle bir yola gitmekle, öğrencilerde fıkıh ruhu ve fıkhî bilgileri geliştirme iştiyakı canlandırılabilir ve bu takdirde biz, seleflerimizin yoluna gir­miş olabilir, fıkıh melekesinin âlimlerde yerleşmesine yardımcı olabiliriz. Yine bu şartla,, istikbâlde sözlerine itimad edilecek fıkıhçilar yetişebilir. Biz, her yıl az sayıda dahi olsa fıkıhçı yetiştirmeye muvaffak olduğumuz gün, geçmiş de­virlere karşı âlimlerimiz ve fikıhçilarımızla iftihar edebileceğiz. İsimlerini açık­lamak istemediğimiz ve günümüzde yaşayan bazı büyük âlimler, ihlâsla bu da­vaya eğilirlerse; Müslümanları arzu ettiğimiz seviyeye yükseltebilir, istediğimiz niteliği haiz fıkıhçıları yetiştirebilirler.

Üstün bir yaşayış içerisine girmek ve islâm dinine muhlisâne hizmet et­meye muvaffak olmayı Cenab-i Allah'dan dileriz. Her şeyde ve her sahada iler­leme ve gelişme görüldüğü halde, bizim, yerimizde durmamız ve kal-u kilden başka bir şeyle meşgul olmamızın bir manâsı yoktur.

Daha hayırlı bir davranış içerisine girmek, az dahi olsa şerefli mazimize rücu' etmek ve böylece istikbalimizi güzelleştirmeye gayret etmemiz gerekir.

Sayın fikıhçılar!

Ben, bu kitabı sizler için yazdım. Bütün maksadım; sizin selef-i salihîni-zin durumunu sîzlere tasvir etmek ve onların izinde yürümeniz için gerekli teş­vikte bulunmaktır. Bundan sonra yazacağım kitapda inşâallâh, fıkha ait tafsi­lâtlı meseleleri ve bu meseleler hakkında fikıhçılar arasında meydana çıkan ih­tilâfları, tarihleriyle ve gerekli açıklamalarla birlikte zikredeceğim. Okuduğunuz bu kitapda zikrettiğim bazı meseleleri örnek mahiyetinde ele aldığım için, de-taylarıyle birlikte onları anlatmak konumuzun dışında kaldığından bu yola git­medim.

Allah (C.C.), cümlemizi hayra muvaffak kılsın. O, işiticidir, duaları kabul edicidir. [195]

 

 

[1] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 3.

[2] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 5.

[3] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 6.

[4] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 7.

[5] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 7-8.

[6] Bu  âyet, ahkâmla ilgili inen son âyettir. ibn-i Abbas'a göre bundan sonra ve Peygamberimizin vefatına yakın günlerde inen en son âyet, Bakara sûresinin 281. âyetidir.

[7] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 9-15.

[8] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 15-17.

[9] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 17-18.

[10] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 18.

[11] Camiu’s-sağir, 1/131, Mısır, h. 1312.

[12] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 18-20.

[13] Müslim, Cüz: 4, Sh. 102, İstanbul 1330

[14] Müslim, Cüz: 7, Sh:  92, İstanbul 1330

[15] El-fütuhat el-vehbiye, Sh: 187, Mısır 1316

[16] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 20-21.

[17] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 21-23

[18] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 23.

[19] Camiü-Sağir, Sh:  178, h.  1286 tsanbul.

 

[21] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 23-30.

[22] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 31

[23] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 31-35.

[24] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 35-38.

[25] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 39-40.

[26] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 41.

[27] Nihayet’ul Muhtaç, Cild:1, Sh: 342, Mısır, h. 1304.

[28] Nihayet’ul- Muhtaç, Cild: 2, Sh: 405, Mısır, h. 1304.

[29] Sahih’i Müslim, Cüz : 6,  Sh:56, İst. h.1331.

[30] Sahih-i   Müslim,  Cüz: 6, Sh :   56, İst.   h.   1331,

[31] Sahih-i   Müslim, Cüz:  5, Sh : 44,   İst.  h.   1331.

[32] Yazar, Şafiî gibi bazı müet ehillerin görüşünü yansıtıyor. Hanefî gibi ba?ı müc-tehıtleıe göre : (Hacım ölçüsü

salât ed in, tam bir teslimi­yetle de selâm verin.» (Ahzab: 56) ile) ölçülen veya tartılan bütün maddelerin

mübadelesinde rıba durumu olabilir. Bu konuda geniş malûmat isteyenler fıkıh kitaplarına müracaat etsin.

[33] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 41-47.

[34] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 47.

[35] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 47-52.

[36] Sahih-i Buhari, Cüz : 226, İstanbul h. 1257.

[37] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 52-54.

[38] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 55-62.

[39] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 62-64,

[40] (*) Bahire i Beşinci batında erkek doğuran devedir. Sâibe: Putlar için adak kılman devedir. Vasiyle: Küçük baş

hayvanın doğurduğu ve putlar için kılınao erkek hayvandır. Hâm; Dölünden on batın doğan erkek devedir.

Bunlardan istifade edilmezdi. Geniş izahı tefsirlerdedir.

 

[41] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 64-73.

[42] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 73.

[43] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 73-79.

[44] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 79-82.

[45] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 83.

[46] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 83-86.

[47] Tac, Cild : 4, Sh :378, Mısır, h. 1382 baskılı nüshada aynı manada hadise rastlandı.

[48] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 86-88.

[49] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 88-92.

[50]    El-Cami’üs-Sağîr, Cildi:   1,  Sh :   333,   İst.  h.   1286.

 

[51] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 93-99.

[52] Sahih-i Müslim, Cüz : 4, Sh : 178, İst. h. 1330.

[53] Bilndiği gibi kadının boşanması halinde başka bir erkekle hemen evlenmesi yasaktır. Onun << İddet >> denilen bir bekleme süresi vardır. İddet çeşitlidir. Bu madde ile ilgili olan çeşidi açıklayalım.

İddet: Aybaşı adeti gören kadının boşanması halinde üç tam temizlik süresidir. Bu nedenle temiz iken kocasıyla cinsi teması vukubulduktan sonra boşanırsa o temizlik, iddet başlangıcı olamaz. Onu takip eden aybaşı adetinden çıktığı temizlik, iddet başlangıcı sayılır. Kadının iddetinin uzaması ve mağdur edilmemesi için boşama işinin temas olmamış bir temizlik halinde yapılması emredilmiştir.

[54] Bu hadisin sıhhati, izahı ve taşıdığı şer’i hükmün değeri, konusu geniş tafsilat istteyen bir konudur. Ancak şunu belirtelim ki, bir adamın ailesine hitaben: <<sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun >> şeklindeki yemin ile bir talak veya üç talakın vukuu fıkhçılara göre muhtemeldir. Fakat,<< Üç talak ile sen boşsun >> ve benzeri yeminler ile talakın vukuu bulduğu icma’ ve dört mezhebin ittifakiyle sabittir. Bu konuda fıkıh kitaplarında geniş malumat vardır. Arapçaya vukufu olmayanlar, merhum Ö. Nasuhi Bilmen’in Hukuk-u İslamiyye ve İslahat-ı Fıkhıyye Kamusu adlı esrinin 2. Cild, Sh : 204, 1968 baskısına müracaat edebilirler.

[55] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 99-109.

[56] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 109-111.

[57] Camiü-s-Sağir, Cild 2, S. 301, İstanbul 1286 h.

[58] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 111-117.

[59] Asabe: Mirasda belirli payı olmayan ve pay sahipleriyle beraber olunca hisse sahipleri hisselerini aldıktan sonra arta kalanı ve yalnız oldukları zaman terekenin tama­mını alan  mirasçılara  «Asabeı  denir.

[60]  Sahih-i Müslim, cüz: 5, sahife: 59. İst. 1330.

Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 118-122.

[61] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 123-127.

[62] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 128-130.

[63] Yazarın naklettiği haber h. 1215 de istanbul’da basılan Sahih-i Buhari’nin 8 inci Cüz’ünün 21 inci sahifesindedir.

Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 130-131.

Aynı sahifede Hz. Ali (R.A.) nın bir Cuma günü bir kadını recmettiğinde: <<Ben Resullah’ın sünnetiyle onu recmettim >> dediği rivayet edilmiştir.

Keza h. 1331 de İstanbul’da basılan Sahih-i Müslim’in 5 inci cüzünün 116 ncı sahifesinde Hz. Ömer (R.A.) in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: <<Resullah recm hükmünü tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. >>

[64] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 131-132.

[65] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 132-133.

[66] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 133.

[67] Cami-üs-Sağir, cüz 1, sahife 32, İst. h. 1286.

[68] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 133-135.

[69] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 135-136.

[70] Et-Talik el-Mümecced’e bak. (İmamı Muhammed’in Muvatta haşiyesi.)

[71] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 136-141.

[72] (*) Baba ve anne, karı veya koca ile beraber mirascı olduğu zaman, Zeyd b. Sabit’e göre; karı veya kocanın hissesi çıkarıldıktan sonra kalanın üçte biri anneye verilir.

[73] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 142-155.

[74] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 156.

[75] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 156-157.

[76] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 157.

[77] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 159.

[78] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 159-160.

[79] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 160.

[80] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 160-161.

[81] Geniş malumat isteyenler Nevevi’nin Müslim şerhinin isnad ve rivayet babına baksınlar.

[82] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 161-164.

[83] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 164-165.

[84] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 165-169.

[85] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 170.

[86] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 171-175.

[87] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 175-177.

[88] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 177-178.

[89] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 178-180.

[90] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 180-181.

[91] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 181-182.

[92] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 182-185.

[93] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 187.

[94] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 187-189.

[95] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 189-190.

[96] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 190-191.

[97] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 191-194.

[98] Küfe ve Basra arasında h. 133 de Yusuf oftlu Haccac tarafından inşa' edilen bir şehirdir.

 

 

[99] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 194-195.

[100] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:195-.

[101] Kinaye: Boşamadan başka bir manâya yorumlanabilen boşama yeminidir.

[102] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 196-202.

[103] İlâ': Erkeğin belirli bir süre boyunca ailesine yanaşmamaya yemin etmesidir.

[104] Bain Talâk: Boşamanın bir çeşididir. 1-2 talâk olursa iddetten sonra tecdİd-İ nikâhla eşler birbirine helâl olurlar.

[105] Rec'î Talâk: Boşamanın bir çeşididir. 1-2 talâk olur henüz iddet de bitmeden tccdid-i nikâh olmaksızın dahî yemin eden şahsın, yemininden dönmesiyle eşler yekdiğe­rine helâl olurlar.

[106] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 202-208.

[107] Cami-üs-Sağîr Şerhi, el-Azîzî, C. 2, Sayfa:  260, Mısır, h.   1306.

[108] Cami-üs-Sağîr Şerhi, el-Azîzî, C. 2, Sayfa: 438, Mısır, h.   1306.

[109] Şafiî, Icma'm bir kaynak olduğuna aşağıda yazılı âyeti delil göstermiştir.

[110] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:208-214.

[111] El-Cami-üs-Sağîr,  C.   2,  S.   5,   istanbul   1286.

[112] Bu arada birkaç misâl vermiştir. Biz konunun aydınlığa kavuşması için bir kısmını buraya almakla yetinelim.

Burada «Takatiniz dahilinde olanı yapınız» emrinden maksat, herkesin yapmak­la mükellef olduğu hizmet ve ibadetlerin tam yapılmasına imkânınız yoksa siz, imkânınız dahilinde olanı yapmakla zorunlusunuz. Diğerinden sorumlu değilsiniz. Meselâ ayakları kesilmiş olan kişinin abdest farzları azalıyor. Keza ayakla duramayanın ayakta namaz kıl­ma zorunluluğu kalkıyor. Oruç tutamayacak derecede yaşlı olan kimsenin oruç tutma yü­kümlülüğü kaldırılıyor. H. H.

[113] Müslim, 4. cüz, sahife:   102, İst.  İ33Ü.

[114] Sahih-i   Buharı, cüz'  6, sn.   137,  İst.  h.   1257.

[115] Buhârî,   1.   cüz,   sahife:   212,   İst.   h.   1257.

[116] Buhârî,   1.  cüz,  sahife:   212,  İst.  h.   1257.

[117] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:214-228.

[118] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:228-233.

[119] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:234-235.

[120] Mevcut bir hükmü, açık sebeplere binâen hakkında nass olmayan meseleye uy­gulamaya Kıyas, kapalı sebebe binâen uygulamaya da İstihsan denir.

[121] Abbasî Halîfelerinden cl-Mutad Billah zamanında, Ebu Saîd Cenabî'nin başkanlı­ğında toplanarak Hicaz, Şam ve Irak'ta olaylar çıkaran bir taifeye verilen isimdir. (H. H.)

[122] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:237-243.

[123] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:244-247.

[124] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:247-249.

[125] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:249-253.

[126] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:254-256.

[127] Nibtî; Basra ile Küfe dolaylarında göçebe halinde yaşayan bir taîfenin ismidir.

[128] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 256-258

[129] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 258-259.

[130] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 259-260.

[131] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:261-262.

[132] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:263-264.

[133] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 265-266.

[134] Müslim,  5. cüz, 106. sah. İstanbul, h.  1331.

[135] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:266-272.

[136] Zira, eğer ömre'yi kasdetmiş ise mesele bellidir. Şayet Zeyneb'i kasdetmiş ise, Zeyneb'in boşanmasına bağlı olarak ömre de boşanmış olur. Eğer Hamnıade'yi kasdetmiş ise Zeynep, boşanması Hammade'nin boşanmasına bağlandığı için boşanmış olur. ömre de, boşanması Zeyneb'in boşanmasına bağlı olduğu İçin boşanmış olur. Böylece boşama yemini eden kişi, hangisini kasdetmiş olursa olsun, her halde ömre boşanmış sayılır.

 

[137] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:273-275.

[138] Yani ona denilir ki; yaptığın yeminin zahirine göre esin iki talâkla boyanmış­tır. Sen gerçeklen içindeki maksadına göre bir talâkı kasdetmîs isen, ailen bir talâk ile bo­yanmış oluyor. Bu İvteki manevî mes'uliyet tamamen sana aittir.

[139] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:275-277.

[140] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:277-279.

[141] Gayri menkûl malda ortak olanlardan birisi hissesini —günün rayicine göre — satmak istediği zaman, ortağı istekli iken yabancıya satamaz. Ortağa öncelik hakkının ta­nınmasına Şüfa denir.

[142] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:279-280.

[143] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:281.

[144] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:281-282.

[145] Sahibi için bir menfaat olmadan başkasına geçici bir süre faydalanıp iade et­mek üzere verilen mala, âriye denir.

[146] Vedîa: Birisine emaneten bırakılan  ve onun faydalanması bahis konusu olma­yan mala, VEDİA denir.

[147] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:282-283.

[148] Muhayyerlik:  Satılan  malın,  satıcı  tarafından  geri  alınabilmesi ve  müşteri  ta­rafından  da. iade edilebilmesidir.

[149] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:283.

[150] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:284.

[151] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:284.

[152] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:284-285.

[153] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:285.

[154] Havale ; Borçlunun ödemek  zorunda  olduğu meblâğı ödeme işini, üçüncü şahsa bırakmasıdır. Ancak  havale işine; alacaklı, borçlu ve üçüncü şahsın mııvafakah şarttır.

[155] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:285-286.

[156] Şafiî mezhebine göre borcu itiraf eden varis bütün terekeyi mîras yoluyle alı­yorsa, borcun tamamı onun hissesindn ödenir. Şayet başka mirasçılar da varsa o, hisse­sine düşeni öder.

[157] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:286-287.

[158] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:287.

[159] Kendisiyle,  ölen muris  arasında bir kadın  geçmiyen  dede,  mirasçıdır.   Babanın babasının  babası  gibi...

[160] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:288-289.

[161] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:289-290.

[162] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:290.

[163] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:290-291.

[164] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:291-296.

[165] Tâzir: Hakkında nass olmayan ve fıkıhçılar tarafından tatbiki uygun  görülen cezadır.

[166] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:296-301.

[167] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:301-302.

[168] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:302-304.

[169] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:304-306.

[170] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:306-316.

[171] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:317.

[172] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:317-320.

[173] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:320-328.

[174] Yazar,  bunu   İhya-u   Ulûmu'd-Dîn   adlı  k'tabın   birinci   cildinin   dördüncü   babın­dan özetleyerek almıştır.

[175] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:328-332.

[176] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:332-334.

[177] Avl: Belirli paylan bulunan mirasçıların paylarının toplamı, ferâiz ilmine ait kaideler gereğince, tereke taksimi için tesbit edilecek olan mesele sayısından biiyük bir sayı teşkil ettiği takdirde meseleyi; payların toplamının tutarı olan sayıya yükseltmeye Avl denir. Meselâ : Teshit edilen mesele 24 sayısı olup, payların toplamı 27 ye ulaşınca; meseleyi 27 ye yükseltmeye Avl denir.

[178] Tâsib: Bir mirasçı, 1/2, 2/3 gibi belirli payı bulunan diğer bîr mirasçıyla be­raber bulununca onu, pay sahibi olmaktan çıkartarak, malın tamamını veya sair pay sa­hiplerinin, paylarını aldıktan sonra, yerde kalan malı belirli bir nisbet dahilinde onunla bölüştürmesidir.

[179] Sahih-i Müslim, cüz 5, sah. 59.

[180] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:334-336.

[181] Fıkıhçılara göre; muhtelif mezhep mensuplarının birbirine iktidâ etmeleri sahih­tir. Ancak farklı önemli noktalarda imamın veya me'mumînin mezhep görüşünün esas oluşu   hususunda   değişik   görüşler  beyan   etmişlerdir.

[182] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:336-338.

[183] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:339.

[184] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:339-341.

[185] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 342-346.

[186] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:346-351.

[187] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:353.

[188] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:353-354.

[189] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:354-355.

[190] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:355-356.

[191] Kullateyn, memleketimizde halen kullanılmakta olan ölçü ile yaklaşık olarak 210 litre sudur.

[192] Üzüm asması gibi bir ağaçtan kendiliğinden damlayan su ile abdest alınabileceği manâsı «Itisâk» tâbirinden anlaşılıyor ise de mutemed kavle göre abdestte kullanılmaz.

[193] Başka su bulunmadığı takdirde hurma şerbetiyle abdest alınabileceğini söyleyen­lere göre şerbet suyuna az miktarda hurma akıtılmış olacak, kaynatılmamış olacak, müs-kir olmayacak, akıcılığını ve inceliğini kaybetmemiş olacaktır. Aksi takdirde hurma şer­beti abdestte k. Hanılmaz. Hanefî mezhebinin mutemed görüşüne göre ve diğer üç mez­hebe göre yukarıda belirtilen evsafı taşısa dahi hurma şerbetiyle abdest alınamaz. Elve­rişli su bulunmadığı takdirde teyemmüm edilir.

NOT: Üç fıkıh kitabından yukarıya alınan parçaların kısa tercemelerini yazdım İse de, yazarın da ifade ettiği veçhile bu parçaların her birisi 15-25 sahifelik açıklama ister. Zaten bu sebepledir ki özlü yazılan bu metinler üzerinde cildler dolusu şerhler ve haşiye­ler yazılmıştır. Ancak şunu ifade edeyim ki, metinleri kısa yazan müelliflerin çoğunun be­yan ettikleri gibi bu kısaltmalardan gaye meraklıların fıkha ait muhtasar bir kitabı hıfzet­melerine imkân vermektir. Parçalar hakkında geniş malûmat edinmek İsteyenler bunların şerh ve haşiyelerine müracaat etsinler.

[194] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:356-364.

[195] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:365-367.