MÜ'MİNİN TEMEL ÖZELLİĞİ İNFAK

MÜ'MİNİN TEMEL ÖZELLİĞİ İNFAK

Önsöz

BİRİNCİ BÖLÜM

EKONOMİK FARKLILIK VE İNFÂK KAVRAMİ

  1. Ekonomik Farklılık
  2. İnfak Kavramı
  3. İnfak'ın Sözlük ve Terim Olarak Anlamlan

2-İnfakın Dindeki Yeri ve Önemi

  1. a) İnfâk ve İmân

b-İnfak ve Ahlâk

  1. c) İnfak Ve Kulluk
  2. d) İnfak Ve İslam Kardeşliği

3-İnfaka Engel Olan Ve İnfakı Kolaylaştıran Faktörler

A- İnfaka Engel Olan Faktörler

  1. a) İnançsızlık
  2. b) Cimrilik
  3. c) Şeytan
  4. d) Çevre

B-İnfakı Kolaylaştıran Faktörler

  1. a) Sorumluluk Bilinci
  2. b) İnsanın Değeri
  3. c) Kâinat Bilinci
  4. d) Şükür Bilinci
  5. e) Peygamber (s.a.v.)'i ve Ashabını Örnek Almak

1-Resulullah(s.a.v.)'ın Cömertliği Ve İnfakı

2-Sahabilerin Cömertliği Ve İnfakı

  1. Dört Büyük Halifenin Cömertliği ve İnfakı

b-Diğer Büyük Sahabilerin Cömertliği ve İnfakı

  1. Talha b. Ubeydullah'ın Cömertliği ve İnfakı
  2. Zübeyr b. Avvâm'in Cömertliği ve İnfakı
  3. Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın Cömertliği ve İnfakı
  4. Abdurrahman b. Avf'in Cömertliği ve İnfakı
  5. Hz. Zeyneb'in Cömertliği ve İnfakı

İKİNCİ BÖLÜM

İNFAKIN FERT VE CEMİYET HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ

  1. İnfakın Fert Hayatındaki Yeri Ve Önemi
  2. İnfakın Münfik Üzerindeki Tesiri
  3. a) İnfak Cimrilikten Temizler
  4. b) İnfak Allah'ın Ahlakıyla Ahlaklanmayı Sağlar
  5. c)  İnfak Allah'ın Nimetine Şükrü Sağlar
  6. d) İnfak Kalbi Dünya Sevgisinden Kurtarır
  7. e) İnfak Şahsiyeti Geliştirir
  8. f) İnfak Sevgi Doğurur
  9. g) İnfak Neş'e Verir
  10. h) İnfak Mah Temizler

1) İnfak Malı Artırır

  1. İnfakın, Fakir ve Yoksul Üzerindeki Tesiri
  2. a) İnfak, Muhtacı İhtiyaç Sahibi Olmaktan Kurtarır
  3. b) İnfak, Kin ve Kıskançlıktan Temizler
  4. İnfakın Cemiyet Hayatındaki Tesiri
  5. İnfak ve Sosyal Dayanışma
  6. İnfak ve İktisadî Hayat
  7. İnfak ve Cemiyetin Ruhî-Manevi Değerleri
  8. İnfakın Çözümlediği Problemler
  9. Fakirlik Problemi
  10. Dilencilik Problemi
  11. Sosyal Çatışma Problemi
  12. Umumî Âfetlerin Doğurduğu Problemler
  13. Bekarlık Problemi

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İNFAKIN KISIMLARI

İ. Zorunlu İnfak

  1. Zekat
  2. Zekatın Dindeki Yeri Ve Önemi
  3. Zekat Vermekten Kaçınmanın Ahiretteki Cezası
  4. Zekât Vermekten Kaçınmanın Dünyadaki Zararları
  5. Zekat Vermekten Kaçınmanın Şer'î Cezası
  6. Müessese Olarak Zekât
  7. Zekatın Sarf Yerleri
  8. Fakirler Ve Miskinler
  9. Zekat Memurları
  10. Müellefe-İ Kulûb
  11. Köleler
  12. Borçlular
  13. Allah Yolunda
  14. Yolcular
  15. Zekâtın Taksim Usulü
  16. Zekâtın Toplanması ve Dağıtılması
  17. Fıtır Sadakası (Fitre)
  18. Kefaretler
  19. Zıhâr Kefareti
  20. Oruç Kefareti
  21. Yemin Kefareti
  22. Hac'da İhramlı İken İşlenen Suçların Kefareti
  23. Kurban
  24. Nezir
  25. Gönüllü İnfak

A.Sadaka

  1. Sadakanın Fazileti Ve Önemi
  2. Faziletine Dikkat Çekilen Bazı Sadakalar
  3. a) İt'am (Açları Doyurmak)

b)Yoksulu Giydirmek

  1. c) Fakirlerin Yiyecek Ve Giyecek Dışındaki İhtiyaçlarını Gidermek
  2. Vakif

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

İNFAKIN ADABI VE SADAKA DEĞERİNDE OLAN FİİLLER

  1. İnfakın Adabı
  2. Allah'ın Rızasını Gözetmek
  3. Malın Helâlından, İyisinden Ve En Sevileninden Vermek
  4. Allah'ın Tavsif Ettiklerini Tercih Etmek
  5. Sevaba İhtiyaç Duymak
  6. İnfakın Gizli Olmasına Dikkat Etmek
  7. Verilen Sadakaları Küçük Görmek

7-İtidale Riâyet Etmek

  1. İhtiyaç Fazlasından Vermek
  2. İnfakı Hayatın Son Anlarına Bırakmamak
  3. İnfak Etmede Acele Etmek Bunun İki Anlamı Vardır:
  4. Fakirin İhtiyacım Nazarı İtibare Almak

Sadaka Alanın Görevleri:

  1. Sadaka Değerinde Olan Fiiller

Sonuç

Bibliyografya


MÜ'MİNİN TEMEL ÖZELLİĞİ İNFAK

 

Önsöz

 

Kur'anı Kerim'de belirtildiği üzere yüce Allah kullarına eşsiz kudretini göstermek için kainattaki herşeyi kendi zıttı ve karşıtıyla beraber yaratmıştır [1] İnsanlar, hay­vanlar ve bitkilerdeki iki cinslilik, tabiattaki aydınlık ve karan­lık, sıcak ve soğuk, sağlık ve hastalık, mutluluk ve mutsuzluk vb.

İşte bu cümleden olmak üzere kainat var olalı, varlıklı insanlar yanında sürekli yoksul insanlar da var ola gelmiş ve hep birlikte yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu, gayet normal bir husustur; normal olmayan dinden uzak bazı eski toplum ve devirlerde olduğu gibi [2] fakirlerin kendi hallerine terkedilme-sidir. Bu sebeple başta ilahî dinler olmak üzere bütün dinler fakirlerin kendi kaderleriyle başbaşa bırakılmaması, sıkıntı ve ihtiyaçlarının giderilmesi için bir çok telkin ve tavsiyelerde bu­lunmuşlardır. Ancak bu, teşvikten öteye geçmediği için fakir­lik, İslam gelinceye kadar büyük bir problem olarak kalmaya devam etmiştir. "İslam gelinceye kadar" diyoruz, zira koyduğu müeyyidelerle islâm kadar bu kesimle ilgilenen, sorunlarını çö­zen ve bunu bir hak olarak kabul eden hiçbir din çıkmamıştır. Nitekim Kuran-ı Kerim'in daha ilk inen ayetlerinde iman ve namazdan hemen sonra infak'a vurgu yapılması bunun en açık delillerindendir.

Manevî değerlerin kuvvetli olduğu ve bu sayede infak me­kanizmasının aktif bir şekilde çalıştığı dönemde fakirlik büyük ölçüde bir problem olmaktan çıkarak herkes mutlu bir hayat ya­şar iken; manevî değerlerin zayıflayıp bencilliğin ön plana çıktığı dönemlerde çoğu kez fakirlerin iniltileri duyulmazlıktan ge­linmiş ve durumları içler acısı hale varmıştır.

Bugün insanların bir kısmı son derece rahat ve müreffeh bir hayat yaşarken, bir kısmı ne acı ki ya açlıktan ölmekte ya çöplük vb. yerlerden topladıkları şeylerle, ya da hırsızlık, gasp vb. gayrı meşru yollarla ayakta kalmaya, hayatlarını sürdürme­ye çalışmaktadırlar.

Hayatta kalabilmek uğruna pazar ve benzeri yerlerden sebze ve meyve çürüklerini toplayan çocuklar; yetersiz bes­lenmekten dolayı sararmış masum çehreler; yamalı elbiselerle gezen boynu bükük insanlar ve özellikle de genç kadınlar; es­kiyen kara lastiklerinin ön ve arkasını keserek hasretini çektiği terlik yerine giyen genç kızlar; kış mevsiminde giydiği yazlık elbiseler içinde tir tir titreyen zavallılar; yaz mevsiminde aya­ğına giydiği kışlık botlarda ayakları pişip patlayan garibanlar; köhne evler, her biri mihnet ve sefalet yuvası olan viraneler, fakirlik yüzünden parçalanmış aileler, işleri iyi gitmediği için borç altında kalanlar, faizli kredilerle borçlarını ödemeye çalı­şan ve bunu yaparken battıkça batan çaresiz kimselerin duru­mu ve buna seyirci kalan kimseler vb. bizi, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derinden etkileyerek, İslam'ın muhtaç du­rumda olanların ihtiyaçlarını temin etmek amacıyla emrettiği "infak" konusunu işlemeye şevketti.

Amacımız, İslam'ın yardımlaşma, dayanışma ve insanlar arası ilişkilere verdiği önem ile onun ruhî-manevi bir din oldu­ğu kadar maddî olduğunu da göstermek ve böylece dinî inanç­ların zayıfladığı, toplum değerlerinin örselendiği dolayısıyla da bencil davranışların hakîm olup, toplum sorunlarının gözden uzak tutulduğu günümüzde hem inananların bu konuda kendi­lerine tevdi edilen görevlerini idrâke katkı sağlamak hemde İs­lam'ın bir fazilet dini olduğunu nisbî de olsa ortaya koymaktır. Bunu yaparken yalnız nazarî bilgilerle yetinmedik. Konunun anlaşılması için örnek şahsiyetlerin hayatlarına da yer vermeyi zorunlu gördük.

Çalışmamıza başlamadan Önce böyle bir çalışmanın olup olmadığını araştırdığımız halde -her halde eksik ve yetersiz araştırmamızdan kaynaklanmış olacak ki bu konuda herhangi bir çalışmaya rastlayamadık. Bu sebeple çalışmamıza sahasın­da ilk özgün çalışma özelliğini taşıyacağını düşünerek başladık. Ancak birinci müsveddeyi bitirdikten (mart 2002) çok sonra (Haziran 2003) Nihat Temel beyefendiye ait kısaca "Kur'an'da İnfak" (ifav) adlı bir çalışmanın olduğunu gördük. İlk bakışta bizde çalışmamıza gerek kalmadığı intibaı uyanmakla beraber, çalışmayı inceledikten sonra çalışmamızla arasında bir çok farklılıkların olduğunu tesbit ederek -bazı engellerden dolayı son şeklini veremediğimiz- çalışmamıza yeniden dönerek so­nuçlandırmaya çalıştık.

Bu çalışmamızda genel anlamda infak'ın bütün kısımları ve çözümlediği problemleri dinî, ahlakî, içtimaî ve iktisadî yönleriyle ele almaya gayret gösterdik.

Konuyu ele alırken başvurduğumuz temel kaynak kitap ve sünnet olmakla birlikte, konuyla ilgili bütün nassları kul­lanma yoluna gitmedik. Bilakis mantıkî bir düzen içinde zorun­lu gördüklerimizle yetinmeye ve mümkün oldukça tekrarlardan kaçınmaya çalıştık. Ayrıca başvurduğumuz kaynaklar arasında lügat, ansiklopedi, tefsir, fıkıh, tasavvuf ve ahlakla ilgili eser­ler önemli bir yer tutmakla beraber; felsefe, psikoloji, sosyo­loji ve iktisatla ilgili eserler de zorunlu olarak başvurduğumuz kaynaklar arasındadır. Ayet-i Kerimelerin mealinde daha çok Ali Özek ve arkadaşları tarafından hazırlanan Kuran-ı Kerim ve Türkçe açıklamalı Tercümesini esas aldığımız gibi çalışmanın tertip bakımından hali hazırdaki şekli almasında da en büyük pay Ali Özek ve arkadaşları tarafından hazırlanıp isav tarafın­dan yayınlanan İbadet ve Müessese Olarak Zekat adlı kitabın­dır.

Hiçbir iddia taşımayan çalışmanın, kısmen dahi olsa he­define ulaştığını görürsek kendimizi son derece mutlu ve bah­tiyar hissederek yüce Allah'a şükredeceğiz.

Dört bölüm ve bir sonuçtan meydana gelen çalışmanın birinci bölümünde ekonomik farklılık ve infak kavramım ince­lemeye çalıştıktan sonra, ikinci bölümde infak'ın fert ve cemi­yet hayatındaki yeri ve Önemim, üçüncü bölümünde infak'ın kısımlarını, dördüncü bölümde infak'ın adabı ve sadaka değe­rinde olan fiilleri ele aldık. Sonuçta ise çalışmanın kısa bir öze­tini yapmaya çalıştık.

Çalışmamızın ilk müsveddesini büyük bir sabır ve titizlik­le bilgisayarı ile yazıp temize çeken değerli dostum Hayri Büyükçay beye, eşi Sibel Hanımefendiye, çalışmanın ilk müs­veddesini okuma lutfunda bulunarak değerli tavsiyeleriyle ba­na ışık tutan Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğre­tim görevlisi Doç. Dr. Ali Akpınar beye ve Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim görevlisi Ali Çiftçi beye, maddi-manevi katkıları olan bütün dost, arkadaş ve meslektaşlarıma teşekkürlerimi arz eder, yüce Allah'tan çalışmanın hayırlara vesile olmasını dilerim.

Çalışmak bizden, başarı ve hidayet yüce Allah'tandır.

Kasım Yürekli Konya 2004

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

EKONOMİK FARKLILIK VE İNFÂK KAVRAMİ

 

A. Ekonomik Farklılık

 

İnfak"la ilgili incelememize geçmeden önce "ekonomik farklılığın hikmeti"ne kısaca temas etmemiz gerekmektedir. Çünkü, haddizatında inkar kokan ve çoğu kez istismar maksa­dıyla sorulan bu konudaki sorular herkesin kafasını karıştırabi­lecek niteliktedir.

Şüphe yok ki, Yüce Allah dileseydi bütün insanları zengin yapabilirdi. Çünkü mülkün sahibi O'dur, "Göklerin ve yerin anahtarlan O'nundur. [3] mutlak Kudret ve tasar­ruf O'na aittir. Ancak O, böyle yapmadı. Yaradış, akıl ve yete­nekte olduğu gibi, maddi yönden de insanları farklı, başka bir ifadeyle kimini zengin kimini fakir kıldı. O'nun böyle yapma­sında muhakkak ki, bir çok güzel hikmetler, hayır ve faydalar vardır. Çünkü O, her şeyi bilen ve her şeyi yerli yerince yapan­dır. O'nun yaptığı hiçbir şey faydasız, manasız ve boş değildir. Aksi takdirde kâinatta bugün gördüğümüz nizam ve intizam olmayacaktı, "...çok merhametli olan Allah'ın yaratışında hiç­bir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir bir bak, bir bozuk­luk görebiliyor musun? [4]

İnsanların maddi yönden eşit olmamalarının başta gelen hikmeti; deneme ve imtihandır. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda, sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur.[5] Yoksa bu farklılığın sebebi ne Yüce Allah'ın aczi, ne de cehaleti ve cimriliği değildir.

Çünkü Yüce Allah bu sıfatlardan pak ve münezzehtir.[6] Yüce Al­lah, emir ve yasaklan konusunda kendisine itaat edenle etme­yeni, maldan vermesini emrettiğini verip vermeyeni görmek [7] ve verileni yerinde kullanmak suretiyle şükredip etmeyeni bir­birinden ayırmak için [8] insanlardan bir kısmım zenginlikle imti­han etmiş; zengine verilen her şeyden mahrum olduğu halde, Rabb'inin taksimatına nzâ gösterip, O'na itaat eden sabırlı kimseyi sabırsız kimseden ayırmak için de bazı kimseleri fakir­likle imtihan etmiştir. [9] Çünkü Yüce Allah, imtihan sürecinden geçirdiği insanı sadece emir ve yasaklarla yükümlü tutmakla kalmamış, aynı zamanda onları dünyevî nimetler ve sıkıntılar konusunda da imtihana tâbi tutarak nimet anında şükretmele­rini, sıkıntı anında da sabretmelerini istemiştir. [10] Bu sebeple dünya refah ve nimetini mutlak ikram saymak da doğru değil, nzık darlığım mutlak ihanet ve hakaret saymak da doğru de­ğildir. İkisi de birer İmtihandır.[11] Bu, hem samimi müslümam samimi olmayandan ayırmak için gerekli,[12]  hem de imtihanın bir espirisi olarak müslümanın kemâle ermesi için ihtiyaçtır.[13] Ancak [14] ayetlerinde işaret edildiği üzere insan kar­şılaştığı sıkıntıları genellikle bir imtihan olarak gördüğü halde nimetlerin de bir imtihan olduğunu pek idrak etmemektedir. Oysa Kur'an-ı Kerimden anladığımız kadarıyla nimet ile imti­han daha zor gözükmektedir. [15]

"Nimetle imtihan"ın daha zor olmasından dolayı olmalı ki, Hz. Peygamber (s.a.v.): "Ben (miraç gecesinde) cennet ka­pısında durdum. Bir de, (sorgusuz) cennete girenlerin çoğunun fakirler olduğunu gördüm. Mal sahibi zenginler ise, onların cehennemlik olanlarından başkası (sorgu için cennet kapısında) bekletiliyorlardı. Cehennemlik olanları ise, cehenneme atılma­ları zaten daha önce emr olunmuştu..[16] buyurmaktadır.

Şu halde zenginlik ve fakirlik Allah'ın birer imtihan ara­cıdır ki, bu imtihandan hiç kimse kurtulamaz. [17] Ne varki Al­lah'ın hikmetini kavramayanlar duruma itiraz ederken, bunu anlayanlar sabrederler [18] ki imtihanı kazanıp ilâhî müjdeye mazhar olanlar da bunlardır.[19]

Maddi eşitsizliğin hikmetlerinden biri de; toplumsal den­genin; uyum, iç huzur ve düzenin sağlanmasıdır. Kur'an-ı Ke­rim şöyle buyurmaktadır:

Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yer yüzünde azar­lardı.[20] Yani, şımarıklıktan büyüklük taslar, küs­tahça davranıp, kula gereken hadlerini aşarlardı veya birbirle­rine zulmederlerdi. Çünkü zenginlik şımarıklık ve taşkınlık yapmaya sebep olmaktadır. Nitekim ibret olarak Karun'un hali yeterlidir. Buna işaretle Hz. Peygamber (s.a.v.): Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dünya şa'şaası ve bolluğudur" buyurmaktadır.[21] Bu sebeple Yüce Allah rızkı insanların istedi­ği kadar değil, onların faydalarına olacak şekilde dilediği ölçü­de indirir. Zira dünya nizamı ancak bu şekilde devam edebilir. Her ne kadar bazen zenginden olduğu gibi fakirden de taşkınlık meydana gelmektedir, ama bu, hiçbir zaman bütün insanların zengin olması gibi vehametli bir durum arzetmemektedir. Çünkü eğer bugünkünün aksine Yüce Allah bütün insanları zen­gin yapsaydı, o zaman önü alınamaz büyük taşkınlıklar olur ve dünya nizamı altüst olurdu. İşte dünya nizamının sağlanması için Yüce Allah zenginle birlikte fakiri de yarattı. İlahî sünnet gereği, -bazı istisnalar dışında genellikle zengin fakirden kor­karak zulümden sakınmakta, fakir de zenginin kendisine yardım etmemesinden korkarak taşkınlık yapmaktan çekinmektedır.[22]

Ayrıca "...Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık [23] âyetinde belirtildiği üzere, maddi farklılığın hikmetlerinden biri de, insanların bir­birlerinden yararlanarak ihtiyaçlarını tatmin etmeleridir.[24] Başka bir ifadeyle hizmet, yardımlaşma ve iş bölümüdür. Çün­kü eğer Yüce Allah rızık konusunda bütün insanları eşit kılsaydi, birbirlerine hizmet etmekten imtina ederlerdi. Durum öyle olunca da dünya düzeni bozulur, nizamı alt üst olur [25] ve me­deniyet zinciri kesintiye uğrardı.[26] Çünkü bu ilişkiler, başka bir ifadeyle toplumsal hayat olmadan kültürden, ekonomik faali­yetlerden, milli düşünce gibi şeylerden söz etmek mümkün olmaz. Bunlar olmayınca da kültürel gelişme ve medeni inki­şaftan söz edilemez.[27] Kaldı ki herkes zengin olsaydı bile yine insanlar çalışmak zorunda kalacaklardı. Oysa eğer herkes bü­tün işlerini bizzat kendisi görmeye çalışsaydı, buna gücü yet­meyecek ve perişan olup yok olacaktı. [28]

O halde mutlak anlamda zenginlik şeref ve saadet, fakir­lik de zül ve bedbahtlık olarak kabul edilerek zengin fakirlere karşı böbürlenip onları küçük görmemeli, fakir de aşağılık kompleksine kapılarak kendini harap etmemelidir. Kaldı ki, in­karcılar ve imanda kemâle ermemiş mü'minler için hem zen­ginlik hem fakirlik birer fitne (azdırma) vesilesi oldukları halde gerçek mü'minler için bunların her ikisinde de hayır bulunmak­tadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

Mü'minin durumu, doğrusu hayret edilecek şeydir. Zira onun her hali hayırdır. Bu (meziyet) de yalnız mü'rnine mah­sustur. Mü'min refah, bolluk ve iyi gün görürse şükreder; bu onun için hayır olur; kötü gün, sıkıntı ve darlıkla karşılaşırsa sabreder; bu da onun için hayır olur. [29]

Gerek burada kaydettiğimiz ve gerek daha bilmediğimiz başka hikmetlere binâen İslam'a göre zenginlik ve fakirlik bir realite olarak kabul edilmiş, ancak fertlerin üstünlüğü takvaya ve yüksek ahlaka bağlanmıştır. [30] Bu sebeple, insan, kâinattaki bu düzenlemenin Allah'ın hikmeti gereği olduğunu bilip, onu sorgulamak yerine üzerine düşen görevi yapmalıdır. Fakir için bu görev iman, Salih amel ve sabır; zengin için ise, bunlara ilâveten matından "infak" etmek suretiyle şükretmesidir.

Allah'a kulluğun olduğu kadar, insanlığın da gereği olan infak, hem cemiyeti oluşturan fertlerin barış ve huzur içinde yaşamaları için hem de ahiret saadetini teminde en Önemli faktördür. Bu sebeple peygamberler başta olmak üzere tüm seçkin insanların en ayırıcı özelliklerinden biri olmuştur. O halde bu denli önemli olan infak nedir, sorusuna cevap araya­lım.

 

B. İnfak Kavramı

 

1. İnfak'ın Sözlük ve Terim Olarak Anlamlan

 

Sözlükte "harcamak, bitirmek, tüketmek; fakir düş­mek,[31] malı elden çıkarmak [32] gibi anlamlara gelen infak, dinî ve ahlakî bir terim olarak "Allah rızası için kişinin kendi serve­tinden hayır yollarında harcaması, muhtaçlara karşılıksız yar­dım ve iyilikte bulunması" demektir.[33] Bununla beraber kap­sam olarak, ilim öğretme, Allah için gösterilen çaba, nasihat, irşad, hatta sevgi ve saygı gibi manevi şeyleri de içermekte­dir.[34] Dolayısıyla infak, mal gibi maddi şeylerle olabileceği gi­bi, mal dışında bir takım manevî şeylerle de olabilmektedir.[35]

Ancak biz bu çalışmamızda, daha çok maddî infak üzerinde du­racağımızı belirtmek istiyoruz. Burada şunu da belirtmeliyiz ki infak her ne kadar tanımında geçtiği üzere karşılıksız yardım ve bağışlardan ibaret olarak kabul edilmekteyse de muhtaçla­rın istihdamı; vergisini, dükkan kirasını vb. giderlerini karşıla­makta zorlanan esnafları kalkındırmak da bir nevi infak olup, bu kapsamda mütalaa etmek gerekir.

İnfak; zekat gibi zorunlu olan infakı içine aldığı gibi, gö­nüllü olarak yapılan her türlü hayrı da ihtiva etmektedir. [36] Biz infakın bu iki kısmını çalışmamızın üçüncü bölümünde detaylı olarak zikretmeye çalışacağız.

İnfakın mana ve kapsamını bu şekilde kayd ettikten son­ra, İslam'ın infak ile ilgili bazı emir ve tavsiyelerini arz ederek önemine işaret etmeye çalışacağız.

 

2-İnfakın Dindeki Yeri ve Önemi

 

Yüce Allah, yukarıda zikredilen hikmetlere binaen insan­ları farklı imkanlara sahip kılmakla beraber hiçbir zaman fakir ve muhtaçları kendi hallerine bırakmamıştır. Bilakis bugünkü sosyal güvenlik sisteminin çok üstünde olan bir sistemle onları her zaman korumak istemiştir. Fıkıh kitaplarında [37] açıklanan bu hiyerarşik sistemin bir parçası olarak yüce Allah zenginlere, muhtaçlara yardım ellerini uzatmalarım (infakı) emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

İman eden kullarıma söyle: 'Namazlarını dosdoğru kıl­sınlar, kendisinde ne alış-veriş, ne de dostluk bulunan bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz nzıklardan (Allah için) gizli - açık harcasınlar.[38]

Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve iltimas bulunmayan gün (Kıyamet) gelmeden önce, size verdi­ğimiz azıklardan hayır yapın.[39]

Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın; size ve­rilse gözünüzü yummanız hariç, severek alamayacağınız dere­cede kötü ve değersiz şeyler vererek sakın hayır yapmaya kal­kışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övülmüştür. [40]

Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. [41]

Şüphesiz İslâm'ın infakla ilgili emirleri sadece bunlardan ibaret değildir. Bunlardan başka Kur'an-ı Kerim'de daha birçok âyet-i kerime olduğu gibi,[42] hadis kitaplarında da bir çok hadis-i şerif bulunmaktadır.[43] Ki bu, infakın önemini ortaya koymak­tadır. Çünkü gerek Kur'anda, gerek hadislerde bir kavramın yer alması, onun önemli oluşundandır. Nitekim -ilerde belge­lerle ortaya koymaya çalışacağımız- bu önemden dolayı ilk günden itibaren Hz. Peygamber'in öğretimi, Allah'ın birliği i-nancına, iyilik yapma, başkalarının yardımına koşma ve diğer­kâm olma esasları üzerine oturtulmuş bulunuyordu. [44] Resulullah (s.a.v.)'ın daha islam'ın ilk günlerinden itibaren sahabilerini iyilik yapıp, sadaka vermeye ve "Allah yolunda" yani  sebîlillâh" mallarından bir kısmını bilhassa hâli vakti yerinde olmayan kimseler uğruna harcamaya teşvik etmesi [45] ve ilk inen Kur'an bölümlerinde sırf Allah'ı ve O'nun rızasını göze­terek infâk, zekât ve hayır yapmaya teşvik;cimrilik, mal ve zenginlikle gururlanmak, dünyalıklara, onun şehvetlerine sa­rılmak, hayır ve iyilikten yüz çevirme (gibi eylemlerin) kınan­ması (konularındaki ayetlerdin birbirini takip etmiş olması, in­fakın Allah'a, ahiret gününe iman ve sadece O'na kulluk et­mekten sonra davetin önemli amaç ve ilkelerinden birisi oldu­ğunu göstermektedir.[46] Bu sebeple Mekke'de inen surelerde infakta bulunanlara kurtuluş ve cennet va'd edilip övülürken, in-fakta bulunmayanlar şiddetli azap ve cehennem ile tehdit edi­lerek şöyle buyurulmaktadır: Elif, lâm, mim. İşte bu âyetler, hikmet dolu kitab'ın âyetleridir. Güzel davrananlar için bir hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere (indirilmiştir). Onlar ki namazı dosdoğru kı­larlar, zekâtı verirler ve onlar âhirete de kesin olarak iman ederler. İşte onlar, Rab'leri tarafından gösterilmiş doğru yol üzeredirler ve onlar, kurtuluşa erenlerdir. [47]

Onlar ki, namazlarına kesintisiz devam ederler; isteye­ne ve iffetinden dolayı istemeyenlere mallarında belli bir hak tanıyanlar...İşte onlar cennetlerde ağırlanırlar.[48]

Gerçekten mü'minler kurtuluşa ermiştir;onlar ki, na­mazlarında huşu içindedirler; onlar ki boş ve yararsız şeyler­den yüz çevirirler; onlar ki, zekat(vazifelerini) yerine getirir­ler... İşte asıl vâris olacak bunlardır. Evet, (en yüksek cennet olan) Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada ebedi kalırlar. [49]

Onu yakalayın da, ellerini boynuna bağlayın; sonra a-levli ateşe atın onu! Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire sarın! Çünkü o, yüce Allah'a iman etmezdi, yoksulu do-yurmaya(kendi yanaşmadığı gibi başkalarım da) teşvik et­mezdi. [50]

Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir; an-cak(hesap defteri) sağ yanından verilenler başka; onlar cen­netler içindedir. Günahkarlara; sizi şu yakıcı ateşe sokan ne-dir?'diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler.: Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksulu doyurmuyorduk, (batıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk, ceza gününü de yalan sayıyor­duk, nihayet(bu haldeyken) bize ölüm gelip çattı. [51]

Bu ayetlerde infakta bulunanlara kurtuluş ve cennetin va'd edilmesi, buna karşılık infakta buttınmayan ve bu konuda çaba göstermeyen diğer insanlara aşağılayıcı bir dille tehditlerin yağdırılması, Mekke döneminden itibaren İslam'ın yoksula ve ihtiyaç sahibine yardım etmeye(infak'a) ne denli önem ver­diğini gösterdiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Medine'ye hic­ret ederken yol üzerinde bulunan, Benu Salim mahallesinde kıldırdığı ilk Cuma namazı hutbesinde Özellikle ölümü, ahiret ve hesabı hatırlatarak sadaka üzerinde durması ve müslümanları sadaka vermeye teşvik etmesi de infak'ın öne­mini göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)bu hutbesinde Al­lah'a hamd-u sena da bulunduktan sonra şöyle buyurmaktadır:

"Ey insanlar! Kendiniz için önceden hazırlık yapınız, bili­yorsunuz, vallahi (her) biriniz ölecek, koyunlarını çobansız bı­rakıp gidecek ve Rabbi ile arasında hiçbir tercüman ve hiçbir perde olmaksızın Rabbi ona soracak: Sana Resulüm (elçim) ge­lip emirlerimi duyurmadı mı? Sana mal verip ihsanda bulunma­dım mı? O halde sen kendin için önden ne gönderdin?" Adam sağına ve soluna bakıp hiçbir şey göremeyecek, sonra önüne bakacak cehennemden başkasını görmeyecek. O halde yarım hurmayla da olsa kendini cehennem ateşinden koruyabilenler bunu yapsın, bunu bulamayanlar güzel bir söz ile korunsun. Zi­ra onunla iyilikler on mislinden yedi yüz misline kadar müka­fatla ödüllendirilir. [52]

Bunu kavrayan sahabe-i kiram, zekat farz kılınıncaya kadar herkes gücü nisbetinde olmak üzere infak'ta bulunarak yüce Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmıştır.[53] Hatta rivayete göre, kazanç sahipleri her günkü kazançlarından kendisine ye­tişecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederdi. Altın, gümüş gi­bi nakit sahipleri de bir senelik geçimini ayırır, gerisini sadaka verirdi.[54] Aslında sahabe-i kiramı bu fedakarca davranışa sevk eden iman, ahlak, kulluk ve islam kardeşliği şuurudur. Zira a-şağıda görüleceği üzere infakın bütün bunlarla sıkı ilişkisi bu­lunmaktadır.

 

a) İnfâk ve İmân

 

İman ile diğer ameller arasında sıkı bir ilişki olduğu gibi, iman ile infâk arasında da sıkı bir ilişki vardır. Kur'an-ı Ke-rim'de şöyle buyrulmaktadır; "Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okun­duğunda imanlarını artıran ve yalnız Rab'lerine dayanıp güve­nen kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendile­rine rızık olarak verdiğimizden (fakirlere, hayır müesseselerine ve Allah yolunda savaşan orduya) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek mü'minlerdir. Onlar için Rab'leri katında derece­ler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır. [55]

Ayette görüldüğü üzere infâk gerçek anlamda imân edenlerin temel vasıflanndandır. Bu sebeple kişinin imânındaki samimiyetini ve dindeki ciddiyetini gösteren en kuvvetli ema­relerden biri olarak kabul edilmiştir.[56] Zira kişinin, sahip oldu­ğu servetten infak etmesi, her şeyden önce onun, "Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre miktarı şer iş­lemişse o da onu görür. [57] ayet-i kerimesi gereğin­ce Yüce Allah'ın az veya çok, hayır veya şer hiçbir şeyi karşı­lıksız bırakmayacağına inanmasına, ahiretin fani dünyadan ha­yırlı olduğuna ve daha da önemlisi Allah'ın rızasının her şeyin üstünde olduğuna samimiyetle inanmış olmasına bağlıdır. [58] Bu şekilde inanan bir kimse Allah için yalnız malını değil canını da verir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçek iyilik yüzlerini­zi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o (kim­senin iyiliği) dir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitapla­ra, peygamberlere inanır. Allah rızası için yakınlara, yetimle­re, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk al­tında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar. Namaz kılar, zekat verir. İşte doğru olanlar bu vasıfları taşıyanlardır, muttakilerde onlardır. [59]

Yüce Allah'ın emir ve tavsiyelerinde, koyduğu hüküm ve kanunlarda maslahat (fayda, kazanç) olduğuna, Allah için yapılan ibadet ve taatların ebedi saadete ve cennete girmeye vesi­le olduğuna [60] İnanan kimseye nefse ve bedene ağır gelse bile ibadetleri yapmak kolay olduğu halde, inanmayan kimseye bu son derece zor ve ağır gelir. Meselâ, namazın faydasına inan­mayan dinsiz biri için namaz kılmak zor ve ağır geldiği halde, namaz kılmanın faydalarına, terketmenin de zararlarına ina­nan mü'min için hiç de zor bir iş değildir. Bu, bir hastanın, kendisi için şifa olduğuna inandığı bir acı ilacı tiksinmeden ko­layca içtiği halde; şifa olduğuna inanmayan bir başka hastanın bundan içmemesine benzemektedir. [61] Yüce Allah bu hususu şöyle açıklar: "Gerçekleri yüklenip taşımakta sabır[62] ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o, (sabır ve namaz) kalbi Allah'a saygı ile ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir. İşte o, kalbi Allah'a saygı ile ürperenler, kendile­rinin herhalde Rab'lerine kavuşacaklarım ve O'na dönecekleri­ni düşünen ve kabullenen kimselerdir. [63]

Kur'an-ı Kerim münafıklardan bahsederken de şöyle bu­yurmaktadır: "...onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kal­karlar.[64] Yani, namaz kılmak kendilerine zor ve ağır gelir. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar namaz kılmanın sevabına, terkinin de cezasına inanmamaktadırlar.[65] Konu­muzla ilgili verebileceğimiz başka bir örnek ise şudur:

Hicretin dokuzuncu yılında sıcakların çok olduğu, insanla­rın kuraklık ve kıtlık sebebiyle sıkıntı çektiği bir yaz günü Hz. Peygamber (s.a.v.) mü'minlere Rumlarla savaşmak üzere Tebûk seferi için hazırlık yapmalarını, hali vakti yerinde olanlara ordu­ya yiyecek ve binecek yardımında bulunmalarını emretti. Bunun üzerine hali vakti yerinde olan müslümanlar karşılığını Allah'tan umarak (bol miktarda} mal yükleyip getirirken, [66] malî durumları zayıf olanlardan kimisi bir deve getirip bir veya iki fakir mücâ­hide "Buna, aranızda nöbetleşe binersini" diyor, kimisi de, bir miktar yiyecek getirip onu fakir mücahitlere veriyordu. Yar­dımlar sadece erkeklerle sınırlı kalmadı, kadınlar da, ellerin­den gelen her türlü yardımı yaparak bu kervana katılmaya ça­lıştılar. Ümmü Sinan el-Eslemiyye der ki; "Hz. Âişe (r. anha)'nin evinde Rasulullah (a.s)'ın önüne serilmiş bir kumaş parçası gördüm, üzerinde fil dişinden (veya sedeften) bilezik­ler, pazubentler, halhaller, yüzükler, küpeler, develerin ayak­larını bağlayan kayışlarla kadınlar tarafından gönderilen ve müslümanlann savaşa hazırlanmalarına yarayan bir takım şey­ler bulunuyordu. [67] Bunlardan başka sefere katılmak için binek bulamadıkları ve fakir oldukları için orduya maddi yardımda bulunamadıkları için üzüntülerinden ağlayan fakir ve zayıf müslümanlar da vardı.[68] Sahabe-i kiram bununla da kalmadı bütün zorluklara ve sıkıntılara rağmen canlarıyla da savaşa ka­tıldı. Münafaklara gelince onlar savaşa katılmadıkları gibi mal­larıyla da katkıda bulunmadılar. Bunun sebebi iman ile amel arasındaki sıkı ilişkidir.

İşte iman ile amel arasındaki bu sıkı bağ ve ilgiden dola­yı Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar diğer amel ve iba­detleri bir ceza ve angarya saydıkları gibi, infakı da bir ceza ve angarya sayarlarken, Allah'a ve ahiret gününe samimiyetle i-nananlar diğer amel ve ibadetler gibi infakı da Allah'ın rızasını elde etmeye ve Peygamberin dualarını almaya bir vesile kabul eder, [69] bollukta ve darlıkta Allah rızası için infakta bulunarak Rab'lerinin bağışına ve cennetine koşarlar. Bunun en güzel ör­neğini veren Peygamber efendimiz (s.a.v.)'in Sahabileri ve on­ları izleyen Allah dostları, havsalalarımızın alamayacağı bir fe­dakarlık ve cömertlikle ellerine geçen her şeyi fakirlere dağı­tırlardı.

Nitekim Abdullah b. Zübeyr'in rivayetine göre Hz. Aişe (r. anha) validemiz ile kardeşi Esma (r. anha) böyle idiler. Ab­dullah şöyle diyor: "Annem Esma ile teyzem Aişe kadar cömert bir kimse görmedim. (Çünkü her ikisi de eline geçeni fakirlere dağıtırdı.) Ancak şu farkla ki, teyzem eline geçen şeyleri birik­tirip belli bir miktara ulaştıktan sonra dağıtır, annem ise eline geçeni ertesi güne bırakmadan hemen verirdi. [70]

Selman-ı Fârisî fr.a) de Medâin Valisi iken valilik maaşı olan beş bin dirhemi alır almaz hemen fakirlere dağıtır, kendi ihtiyaçlarını ise sepet yaparak karşılardı. Kendi ifadesine göre bir sepeti üç dirheme satar; bu üç dirhemden birisi ile tekrar sepet yapmak için hurma yaprağı alır, bir dirhemi kendisi için harcar, bir dirhemi de yine sadaka olarak verirdi. [71]

Kıraat ve hadis âlimi olan Ebü'l-Alâ (0.569/1173), maddi durumu çok iyi olmamakla beraber eline geçen parayı biriktir-meyip talebelerinin ihtiyaçlarına harcar, bu sebeple de zaman zaman borçlamrdı. Vefat ettiği zaman evi satılarak borçlan ödendi. [72]

Onlardan biri infak edecek bir şey bulamadığı zaman da üstündeki şalını(omuz atkısı) ikiye bölüp, yarısını muhtaç kar­deşine verirdi. [73] Çünkü sahip oldukları iman bunu gerektirmek­teydi.

Buraya kadar arz etmeye çalıştığımız infak ile iman ara­sındaki güçlü ilişkiye işaret eden Hz. Peygamber(s.a.v.)bir ha­dislerinde "Sadaka bir burhandır [74] yani sahibinin imanına güç­lü bir delildir buyururken, başka bir hadiste, "komşusu aç iken tok yatan (gerçek) mümin değildir [75] buyurmak suretiyle de ümmetini infaka davet ederek imanda kemâle ermelerini is­temiştir.

 

b-İnfak ve Ahlâk

 

İnfâk ile iman arasında sıkı bir ilişki olduğu gibi, infak ile ahlak arasında da sıkı bir ilişki vardır. Şöyle ki ; "Ahlakî fazi­letlerin esası iki şeydinAllah'ın emrine saygı ve Allah'ın yara­tıklarına şefkat [76] Allah'ın emrine saygı infak etmeyi gerektir­diği gibi, şefkat ve anlam bakımından şefkate yakın olan mer­hamet de infak etmeyi gerektirir.

Zira sözlükte, "gönül yufkalığı; kişinin, sevdiği kimsenin başına herhangi bir şeyin gelmesinden korkması, düştüğü du­rumdan dolayı üzüntü ve acı duyması [77] gibi anlamlara gelen şefkat, ahlakî bir terim olarak "insanları içine düştükleri acı durumdan kurtarmak için gayret sarfetmektir.[78] Merhamet i-se, sözlükte "başkalarının durumu karşısında duyulan acıma ve şefkat hissi [79] demek ise de, kuru bir acıma gerçek anlamda şefkat olmadığı gibi, merhamet de değildir. Çünkü "merha­met, iyilik ve yardımda bulunmayı gerektirir.[80] Bu sebeple İmam Gazzali (Ö. 505/1111 )'nin de dediği gibi "gerçek mer­hamet, isteyerek ihtiyaç içinde bulunan muhtaçların yardımına koşup sıkıntılarını gidermektir. [81] Bu da infak etmeyi gerekti-rir. Dolayısıyla "eğer bir insan infak etmiyorsa, ahlak yönün­den eksikliği var demektir."

Ahlakî bir görev olan ve iyi huylardan birçoğuna kaynak­lık eden şefkat, [82] son derece asil bir duygu ve ulvî bir haslet­tir. Bu sebeple, "Şefkat, makam-ı nübüvvete layıktır" denmiş­tir. [83] Buna işaretle Hz. Hatice validemiz (r.anha), kendisine ilk vahy'in gelmesi üzerine paniğe kapılıp: "Ben korkuyorum" di­yen Peygamber (s.a.v.)'e:

Ey amcamın oğlu! sevin ve sebat et. Vallahi ben, senin bu ümmetin peygamberi olacağını umarım.

Hayır, hiç korkma! Vallahi Allah seni, hiçbir zaman mah­cup edip utandırmaz. Çünkü sen, akrabana iyilikte bulunursun. İşini görmekten âciz olanların yüklerim taşırsın, yoksula, kim­senin veremediğini verir, kazandıramadığım kazandırırsın, mi­safirleri ağırlarsın, uğradıkları musibet ve felaketlerde halka yardım edersin.[84] diyerek tesellide bulunmuştu.

Şüphesiz, Allah'a ve ahi ret gününe imandan sonra " amelerin en faziletlisi, iki şeydir: Allah'a saygı göstermenin be­lirtisi olan amellere devam etmek ve insanların faydası için çaba göstermek, Peygamber (a.s.v.)'in ifadesi ile: Allah'ın emrine ta'zim ve Allah'ın yaratıklarına şefkattir. [85]

Şefkat ve merhamet, en yüce ahlakî vasıflardan olduğu için Cenab-ı Hak, Hz. Yahya (a.s.)'yı , Peygamber (s.a.v.) efendimizi ve O'nun ashabını bu vasıfla överek şöyle buyurmak­tadır:

Ey Yahya! Kitab'a (Tevrat'a) kuvvetle sarıl!" (dedik) ve henüz çocuk iken ona hikmet verdik. Tarafımızdan ona kalb yumuşaklığı ve temizlik de (verdik). O, çok sakınan bir kimse idi. [86] "Andolsun size kendinizden öyle bir pey­gamber gelmiştir ki , sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Çünkü O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatli (ve) merhametlidir. [87]"Muhammed Allah'ın Resu-lü'dür. Onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.[88]

Yine, Hz. İsa'nın etbâından bahseden Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "...Ve ona (Hz. İsa'ya) uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk.[89]

Şefkat ve merhamet, Allah'ın isimlerinden "Rauf" ve "Rahim" isimlerinin yansımalarından, peygamberlerin ve onla­ra uyanların en önemli sıfatlarından olduğuna göre, ebedî saadete namzet olan hiçbir mü'min, fakir, muhtaç ve düşkünlerin ihtiyaçlarına karşı kayıtsız kalamaz. Muhtaç insanların içinde bulundukları sıkıntılara karşı vicdanı titreyip, şefkat ve mer­hamet duygulan harekete geçmeyen bir insan, haddi zatında fıtratında var olan bu duyguyu kaybettiği için kendini bedbaht­lardan bilmelidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Mer­hamet, ancak bedbaht (şâkî) kimselerden kalkar [90] buyurmak­tadır.

Ümmetine son derece düşkün, şefkatli ve merhametli olan Peygamber (s.a.v.} Efendimiz, Yüce Allah'ın merhametine mazhar olabilmemiz için bizden başta insanlar olmak üzere bütün canlılara merhamet etmemizi istemektedir:

Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin.[91] Çünkü, Allah'ın kanununa göre ceza ve mükafat, kişinin yaptıklarına uygun olarak verilmektedir.[92] Bu sebeple, "merhamet etmeyene merhamet edilmez [93] Duyurul­muştur.

İslam'ın, meşru olan her işin başında besmeleyi çekme­mizi tavsiye etmesinin [94] sebeplerinden biri de, diyebiliriz ki, pek merhametli" anlamına gelen Yüce Allah'ın " Rahman, Rahim" sıfatlarının bizlere meleke haline gelmesidir. Çünkü in­sanın görevi, fıtratını izin verdiği ölçüde Allah'ın vasıflarıyla vasıflanmaya çalışmaktır.[95] İnsan, bir şeyi sıkça tekrarlamakla onu meleke haline getirir. Bilinçli bir şekilde "Besmele" çeken bir mü'min, kendisine meleke haline gelen merhamet sayesin­de, bir taraftan günahkar kimselere acıyarak onlara cehenne­me girmemeleri için öğüt ve nasihatta bulunup hidayet ve ıs­lahlarına çalışırken, bir taraftan da imkanları nisbetinde çev­resindeki muhtaç insanların ihtiyaçlarını gidermeye çalışacak­tır. Zira, gaflet içinde bulunanları uyarmak Cenab-ı Hakk'ın

Rahman" isminin; muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek de "Ra­him" isminin gereğidir. [96]

Maddi imkanları elveren mü'min, islam ahlakının bir ge­reği olarak muhtaçların ihtiyaçlarını bizzat gidermeli, bu im­kanlardan mahrum ise ihtiyaçlarını gidermek için aracı olmalı, bunu da yapamadığı taktirde, hiçbir şey yapamamanın üzüntü­sü ile kıvranmalı ve bolluğa kavuşmaları için Yüce Allah'a dua etmelidir.[97] Aksi taktirde, onda Cenab-ı Hakk'ın merhametini celbeden şefkat ve merhamet eseri ya bulunmamakta veya ek­sik demektir.

Peygamber (s.a.v.) efendimizin buyurduğu üzere, müslüman müslümanın kardeşi olduğu için, ona zulm etmemesi ve onu düşmana teslim etmemesi gerektiği gibi, [98] onu açlık ve sefaletle de başbaşa bırakmaması gerekir. Müslüman kardeşini yedirip giydirmeye gücü yettiği halde, aç ve çıplak kalmasına seyirci kalan kimse, onu (düşmana) teslim etmiştir.[99] Bu düş­man, Peygamber (s.a.v.)'in, "Fakirlik, küfür olayazdı [100] hadis-i şerifinde belirtildiği üzere, kişinin manevî dünyasını karartan, ebedî saadetini yok eden küfür veya küfür tehlikesi olabileceği gibi; hırsızlık, soygun, gasp veya intihar gibi kötülükler de ola­bilir. Zira bunların her biri birer düşman niteliğindedir. İntihar hayatın düşmanı; diğer kötülükler ise hem şahsiyetin hem de huzur ve barışın düşmanıdırlar. Açlıkla pençeleşen kimse ya Al­lah'a başkaldınp dinden çıkar, ya kendi canına kıyar, ya da başkalarının malına ve hatta canına kıymaya yeltenerek top­lumsal düzeni bozar ve bunun müsebbibi, yardım etmeye güç­leri yettiği halde, yardım etmeyenler olacaktır. Bu sebeple Al­lah dostları bu konuda üzerlerine düşenden çok fazlasını yap­tıkları halde gerçekten görevlerini yapıp yapmadıklarını düşü­nerek titrer ve Allah'tan af dilerlerdi. Nitekim tabiinin büyük­lerinden Üveys el-Karâni,  akşam olduğunda evinde bulunan fazla yiyecek ve elbiseleri sadaka olarak verdikten sonra "Al­lah'ım, açlıktan ve çıplaklıktan ölenlerden dolayı beni ceza­landırma" diyerek Allah'a yalvarır ve adeta kendinden geçer­di. [101] Oysa üstünde avret yerini Örten bir elbiseden başka bir şey de yoktu. Gücü yettiği halde müslüman kardeşini böylesi korkunç tehlikelerle karşı karşıya bırakan ve bunda hiçbir mahzur görmeyen kimse, bir gün, kendisinin de bir ekmeğe muhtaç hale gelerek aynı muameleye tabi tutulabileceğini asla uzak bir ihtimal olarak görmemelidir. Zira zenginlik ve fakirlik değişken şeyler olduğu gibi, iyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün cezası da ona denk bir kötülüktür.

İslam, sadece insanlara karşı değil, yeryüzündeki diğer canlılara karşı da merhametli olmayı emreder. Daha önce de mealini verdiğimiz bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, "... yeryüzündekilere merhamet ediniz ki gökteki-ler de size merhamet etsin [102] şeklinde genel bir ifade kullan­ması, merhametin, geniş bir çerçeveye sahip olduğunu gös­termektedir. Bu sebeple aç insanları yedirmek, merhametin gereği olduğu gibi, aç hayvanları yedirmek ve bu konuda du­yarlı olmak da merhametin gereğidir.[103]

Allah'ın rahmeti merhametli kullarla beraber iken, ga­zabı da başkasının sıkıntılarım dert edinmeyen, katı kalpli, bencil ve acımasız kimselerle beraberdir. Yüce Allah bir kudsi hadiste şöyle buyurmaktadır:

"Benim Rahmetim, kullarımın merhametli olanlarının ya­nındadır. Gazabım(da) katı kalplilerin yanındadır.[104] Nitekim Al­lah Resulü(s.a.v.)'nün bildirdiği üzere, susuzluktan soluyan bir köpeğe su veren günahkar bir adam günahları affedilerek cen­netle taltif edilmiş, [105] buna mukabil, bir kediye merhametsizce davranarak, açlığına aldırış etmeyen ve nihayet ölümüne sebep olan bir kadın da cehenneme duçar kılınmıştır. [106] Ancak burada şunu belirtmeliyiz ki, ahirette sadece hayır işleri kişiyi kurtarma­yacaktır. Bilakis bundan önce kişinin Allah'a iman edip, O'na karşı temel görevlerini yerine getirmesi gerekmektedir. [107]

Merhamet ve onun bir göstergesi olan infak, önemli bir ahlakî esas olduğundan dolayı Allah, Resûlü'nü en yüce ahlakla vasıf landırmıştır. [108] Çünkü Allah dostlarından el-Vasıti (Ö.320)'nin söylediği gibi Resülullah (s.a.v.)dünya ve ahireti verip, sadece Rabbiyle iktifa etti. [109]

 

c) İnfak Ve Kulluk

 

Başkalarının maddî sıkıntılarını gidermek, bu konuda duyarlı olmak bir ahlakî sorumluluk olduğu kadar kulluğun da gereğidir. Zira ahlak gibi kulluğun esası(da), iki şeydir: Birinci­si, Yüce Allah'a saygı, ikincisi Yüce Allah'ın yaratıklarına Şef­kattir. Şefkatin göstergesi ise infaktır.[110] Bu sebeple, Kur'an-ı Kerim'de, Allah'a saygının ifadesi olan "takva" He "infak" ve "takva sahipleri" demek olan "müttakin" ile "infak" birlikte zikredilerek insanın manevî yücelişinin adı olan [111] ve "gerçek dindarlık", "gerçek kulluk" da diyebileceğimiz "takva"ya u-laşmanın yollarından birinin de "infak" olduğuna işaret edile­rek [112] şöyle buyurulmaktadır:

Kendisinde hiçbir (şekilde) şüphe olmayan bu kitap (Kur'an), müttakiter için bir hidayet kaynağı ve yol göstericidir. O müttakiler ki, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz nzıktan infak ederler. [113]

Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki, Allah'a, ahiret gü­nüne, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızası için yakınlar(ın)a, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, di­lencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namazı dosdoğru kılar, zekât verir, andlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir, sıkıntı, hasta­lık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte (imanlarında) samimi olanlar bunlardır, müttakiLer de ancak onlardır. [114]

"Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! 0 takva sa­hipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar. [115] "Şüphesiz ki müttakiler, Rab'lerinin kendilerine verdi­ğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. Çünkü onlar bundan önce dünyada güzel davrananlardı. Gecelerini iba­detle geçirerek) pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi. Mallarında, ihtiyacını açan ve yoksul durumda bulunan için bir hak olduğunu kabul ederlerdi. [116]

İnfak; takvanın, diğer ifadeyle gerçek kulluğun temel unsurlarından olduğu için Allah dostları herhangi bir sebeple infak edemedikleri gün, Allah'a eksik kulluk yaptıklarını düşü­nerek adeta uykuları kaçardı. Nitekim Tunuslu bir kadın sûfî olan Aişe el-Mennûbiyye (Ö. 655/1257) kendisi'için hiçbir şey biriktirmeyip elindekini fakirlere dağıtır, yanındaki bir dirhemi bağışlamadan yattığında, 'Bugün kulluğumuz noksandır' dediği nakledilir.[117] Bu sebeple ne gerçek kulluğu hedef edinerek avuç avuç altın ve gümüş infakında bulunan müslümanlara ne de bü­tün kulluğu namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerden ibaret oldu­ğunu zannederek çaresizlik içinde kıvranan en yakın akraba ve komşularına bir tas çorba, süt veya yoğurt bile veremeyecek kadar cimri davranan müslümanlara şaşmamak gerekir.

 

d) İnfak Ve İslam Kardeşliği

 

İslam, "Şüphesiz mü'minler ancak kardeştirler..[118] düsturundan hareketle bütün müslümanlan kardeş ilan eder. Ancak bu kavram, günümüzde unutulmaya yüz tuttuğu için içi boş ve anlamsız bir kavram olarak değerlendirilmemelidir. Bil'akis, güçlü ve huzurlu bir toplumun teşekkülü için önemli maslahatlardan olan kardeşlik, [119] eşler ara­sındaki evlilik akdi gibi bir akittir. Evlilik akdi, karşılıklı bir ta­kım haklar gerektirdiği gibi, kardeşlik de bir takım haklar ge­rektirmektedir. Bunların başında da maddî destek, yardımlaş­ma ve her hal-ü kârda paylaşma gelmektedir. Paylaşmanın en düşük derecesi, istemeye mecbur ettirmeden ihtiyacından arta kalanı muhtaç kardeşine vermen; ikinci derecesi, onu tama­men malına ortak etmen; üçüncüsü ve en yüksek derecesi ise, onu kendine tercih etmendir.[120] Bunun en güzel örneğini veren sahâbe-i kiram [121] ve onların izinde giden diğer Allah dostları el­lerine bir dirhem(para) veya bir yiyecek geçtiğinde, onu ihti­yaç sahibi kardeşleriyle paylaşmadan rahat edemez ve yerle­rinde duramazlardı. Zira İslam kardeşliği budur. Yoksa alışkan­lık ve görenek gereği karşılaştığında sadece selam verip hal hatır sormak değildir. Hatta Allah dostlarına göre bu, kardeş­likten çok münafıklıktır. Nitekim Ali el-Havvas (Ö. 939) "Eğer birinizin müslüman kardeşine yardım etmeye, sıkıntısını paylaşmaya veya ona dua etmeye niyeti yoksa 'nasılsınız' diye sormasın. Çünkü bu münafıklıktır" demektedir.[122]

Muhtaç din kardeşine infakta bulunarak ihtiyaçlarım gi­deren müslüman, bir yandan bu kardeşinin kendisi üzerindeki kardeşlik hukukunu ifâ ederken, bir yandan da kardeşiyle ül­fet, ünsiyet ve dostluk kurarak veya daha önce aralarında var olan bu değerleri daha da pekiştirerek birlik ve beraberlik için gerekli olan eşsiz bir sevgi, saygı, emniyet ve huzur hâlesi oluşturmuş olur. Çünkü "kalp, tabii yapısı (yaratılışı) gereği, kendisine iyilikte bulunana karşı sevgi besler.[123] Nitekim nak­ledeceğimiz tarihî vaka, bunun en açık delillerinden biridir:

İkinci Haçlı Seferi sırasında Anadolu yoluyla Kudüs'e varmağa çalıştıkları sırada Türkler tarafından acı bir yenilgiye uğratılan Haçlıların bir çoğu içine düştükleri sefalet ve felâketi görüp merhamete gelen Türklerin yaralılarına bakmaları, fakir­lerini cömertçe besleyip sıkıntıdan kurtarmaları kendi dinlerini terkederek müslümanların dinlerini kabul etmeye şevketti. Es­ki Vakanüvislerden Odo de Diogilo bu münasebetle aşağıdaki açıklamada bulunmuştur:

Kendilerine karşı zalimce davranan dindaşlarından sa­kınarak, imansız telakki olunan fakat; haklarında gayet yumu­şak ve şefkatle muamele edenlerin arasına girdiler ve işittiği­mize göre Türkler çekilirken üç bin kadarı da onlara katılmış­tır. Ah merhamet!...Her türlü ihanetten daha zalimsin'. Müs­lümanlar onlara ekmek verdiler; fakat dinlerini gasbettiler. Gerçekte müslümanlar ifa eyledikleri hizmetle yetinerek bun­lardan hiçbirisini dinlerini terketmeye zorlamamışlardı.[124]

Müslümanların, ma'kus talihlerini değiştirip izzet ve şe­refle yaşamaları için kendi aralarında kardeşlik, sevgi, saygı, birlik ve beraberliği yeniden tesis ederek "birbirlerine kenet­lenmiş bir bina" haline gelmeleri gerekmektedir. Bu sebeple de diğer faktörler yanında yapılması gereken en önemli husus­lardan biri, müslüman zenginlerin, daha doğrusu imkanı el ve­renlerin müslüman fakirlere, zengin İslam ülkelerinin de fakir islam ülkelerine yardım etmeleridir. Zira Hasan Basri (r.a)'nin de (özetle) dediği gibi, maddî destek ve yardım, sağlam müna­sebetleri tanzim etmenin en büyük esaslarından biridir. [125]

Burada şunu belirtmeliyiz ki, İslam kardeşliği infakı ge­rektirdiği gibi insan kardeşliği de bunu gerektirmektedir. Bu sebeple muhtaç din kardeşlerimize yardım etmek zorunda ol­duğumuz gibi beraber yaşadığımız gayri müslim düşkünlerine de yardım etmek zorundayız.

İnfakın dindeki yeri ve önemi ile ilgili bu kısa inceleme­den sonra, şimdi de infaka engel olan faktörler ile infakı kolay­laştıran faktörleri incelemeye çalışacağız.

 

3-İnfaka Engel Olan Ve İnfakı Kolaylaştıran Faktörler

 

A- İnfaka Engel Olan Faktörler

 

Bir âlimin dediği gibi, "zaaf ve ihtiyaç durumunu gördü­ğünde rikkat ve rahmetle nefsin, muhtacın acısını hissetmeye yönelmesi, bu tepkiye bağlı olarak bu ihtiyacın acılarından onu kurtarma çabasına girmesi, insanî fıtrattandır.[126] Zira "fıtrat, hep hakka ve hayra yönelen bir istikamet takip eder.[127] Ancak, insanın ilk yaradılışında bulunan bu temiz duygu, bazı sebep­lerden dolayı zamanla bozulabilmekte ve yön değiştirerek ters istikametlere yönelebilmektedir [128] ki, infakta bulunmamak da bunun bir neticesidir. Ferdin muhtaçlara yardım etmesini tamamen veya kısmen engelleyen/zorlaştıran en önemli sebep­leri şöyle sıralayabiliriz:

 

a) İnançsızlık

 

Bu, infakın önündeki en büyük engeldir. İnfak, Allah rı­zası için yapılan ve mükâfatı ahirette alınan bir amel olduğu için, kişinin infakta bulunabilmesi için, daha önce de belirtti­ğimiz gibi, öncelikle hiçbir şeyi karşılıksız bırakmayan bir ilâ­ha, mükâfat ve ceza yeri olan âhiret gününe inanması gerek­mektedir. [129]

Allah yolunda yapılan infak'ın ahirette boşa gitmeyece­ğine, bilakis bire yediyüz ve daha fazla olarak karşısına çıkıp, terazisine konulacağına inanan bir mü'min [130] zikredeceğimiz psikolojik ve dış etkenler gibi bazı etkileri dikkate almazsak, imanının gücüne göre infakta bulunması muhakkaktır. Buna karşı mükafatlandırıp cezalandıran bir ilâha, ceza ve mükâfat yeri olan ahirete inanmayan kimse, sonunda çıkarının olduğuna inanmadığı ve vereceği şeyin boşa gideceğine inandığı için, diger amelleri yapmadığı gibi infakta da bulunmaz. Münafıklar gibi bazen bunu yapanlar olsa bile, bunu gösteriş yapma arzu­su, zihinlerde hayranlık hissi uyandırmak, gurur ve umdukları bir takım dünyevî çıkarlar için yaparlar.[131]

Ayrıca, inançsız kimseler, "Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.[132]ayet-i kerimesinde belirtildiği üzere ilk yaradılışlarındaki temiz duygularını yitirmiş, kötü alışkanlıkla­rıyla onu örten ikinci bir alışkanlık kazanmışlardır. Bu sebeple artık onlar kendi istek ve arzularından, şahsî ve nefsî gayele­rinden başka bir şeye dönüp bakmazlar.[133] Bakmadıkları için de, ne kâinattaki sırları anlayıp imana gelirler, ne de fakir ve muhtaçların durumlarını kavrayıp onlara karşı şefkate gelerek, yardım ederler. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır. "Ve onlara: Allah'ın size rızık olarak verdikle­rinden infak edin' denildiği zaman da, o küfre sapanlar iman edenlere dediler ki: 'Allah'ın eğer dilemiş olsaydı yedireceği kimseyi biz mi yedirecekmişiz! Gerçekten siz, apaçık bir şaş­kınlık içindesiniz.[134]

Anlaşılacağı üzere, bütün çeşitleriyle iyilik ve güzelliğin temelini tevhid ve buna bağlı olan ahiret inancı teşkil ettiği gibi, [135] bütün acımasızlıkların ve kötülüklerin esasını da ahireti inkâr teşkil etmektedir.[136] Bu sebeple inançsız kimselerden di­ğer amelleri yapmaları beklenemeyeceği gibi, infak etmeleri de beklenemez. Kafirlerin bu özelliği Mâûn Suresinde daha a-çık bir şekilde şöyle ifade edilmektedir:

Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmaya ön ayak olmaz. Yani gördünse bilirsin ya, görmedinse de bil! İşte cezaya inanmadığın­dan dolayı öyle dinsiz imansız olan kimselerdir ki yetimi iter, öksüzü zayıf gördüğü ve Allah'tan korkmadığı için insaf ve merhamet etmeyerek kakar, kakıştırır, kahir ve hakaretle ko­var, azarlar. Ve miskin, biçare yoksulun yiyeceğine dâir teşvik­te ve isteklendirmede bulunmaz. Kendisi doyurmadığı gibi, ge­rek kendi akrabalarından ve gerek diğer vakit ve durumu mü­sait olanlardan diğer kimselerin bakıp gözetmesi, doyurması i-çin de kayırmaz, bir yardımda, tavsiyede, teşvikte bulunmaz, çaresizlerin halini düşünmez, fakirlere bakılmasına taraftar olmaz.[137]

Burada şunu da kaydetmek gerekir ki, "Her ne kadar bir insanın dine inanmaması şaşılacak bir şey olsa da, inanmadık­tan sonra o fena huylar ona tabii gibi olacağı için pek şaşılmaz. Asıl şaşılacak taraf, dindar görünenlerin bedenen ve mâlen va­zife ve ibadetlerinden gafleti ve mürailik edip de cüz'î bir yar­dımdan sakınacak derecede cimrilik etmeleridir.[138]

Onun için "Vay haline o namaz kılanlara ki, kıldıkları namazın değerine aldırış etmezler. Gösteriş yaparlar onlar, yardımlığı (zekat ve diğer yardımları) men ederler. [139] buyurulmaktadır. Zira daha önce de geçtiği üzere kul­luğun esaslarından biri, Yüce Allah'ın mahlukatına şefkat iken, dindar geçinen bazı kimseler sadece namaz kılmakla bütün gö­revlerini yerine getirdiklerini zannederler.

"İşte böyle namaz kılar, dindar görünüp de namazların­dan yamlan, mürailik, gösteriş yapıp da ufak bir yardımdan bi­le kaçınan kimselerin bu halleri, dinsizin dini yalanlamasından değil ise de yetimi kakıştırmasından, fakirlere yardım etme­mesinden daha çok şaşmağa değer, yazıklar olsun onlara! [140]

İnançsızlık, iyiliğin önünde en büyük engel olduğu için müslüman olmadan önce her hafta bir genç deve kesecek ka­dar durumu iyi olan Ebu Süfyân, kendisine gelip biraz et iste­yen yetimi asasıyla döverken, [141] en üstün imana sahip olan Sahâbe-i Kiram (r.a) fakirleri doyurmak için ya hamallık eder [142] ya da evlerindeki yiyeceklerini onlara verip kendilerini aç bı­rakırlardı.[143]

Mü'min, Sahâbe-i Kiram gibi olmalı. Mü'min olduğu hal­de böyle olmayan kimse imanını gözden geçirerek kendine çeki düzen vermelidir,

 

b) Cimrilik

 

Cimrilik de infakın önündeki en büyük engellerden biri­dir. Buna işaret eden Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmak­tadır:

Cimrilik edenle infak edenin misâli, üzerlerinde demir­den zırhlar bulunan ve elleri (boyunlarına bağlanmışçasına) memeleriyle köprücük kemiklerine yapışan iki kimsenin misâli gibidir. Hayır sever ve cömert infakta bulundukça, üzerindeki demir zırh genişleyip, aşağı doğru uzar veya vücudunu tamamiyle kaplar. Hatta (ayağının) parmaklarını örter ve ayak izlerini siler. Cimriye gelince, o, her hangi bir şeyi infak etmek istediği zaman, derhal zırhı büzülür ve her halkası vücudunu (şiddetle) sıkar. O bu sıkan zırhını genişletmeye çalışır, ama başarılı olamaz. [144]

Hadis-i şerif infakın ve infaktan kaçınmanın sebebine işa­ret etmektedir. Şöyle ki; Cömert ve semahat sahibi bir insan, infaka ihtiyaç duyulup da infakta bulunmak istediğinde, gözün­de mal değersiz ve hakir bir hal alarak harcaması kolaylaşır; hatta bundan dolayı gönlünde manevi bir huzur ve rahatlama meydana gelir ki, kendisi de, bu iç huzur ve ferahın gönlünü kapladığı, parmaklarına kadar vücudunun her tarafını istilâ etti­ğini nefsinde hisseder. Cimri ise, infakta bulunmak istediğinde, hırs duygusu kabarır, gözünde malın güzelliği canlanarak bütün kalbini istila eder ve infakta bulunmasına engel olur.[145]

Kur'an-ı Kerim bu hususa şöyle değinmektedir: "Onlar­dan kimi de: Eğer Allah, lütuf ve kereminden bize(mal) verirse elbette sadaka vereceğiz ve faydalı insanlardan olacağız!' diye Allah'a söz verdiler. Ne zaman ki Allah kereminden onlaramal verdi, cimrilik ederek, (sözlerinden) döndüler. Zaten onlar, dönek (insan) lardır. [146]

Düşünülürse cimriliğin üç sebebi vardır; birincisi fakirlik ve ihtiyaç korkusu, ikincisi ifrat derecesine varan mal sevgisi, üçüncüsü kötü bir ruhi bünyeye sahip olmaktan dolayı başkası­na bir hayrın ulaşmasını istememek.[147]

Her şeyin tedavisi zıddıyla olduğu için, cimriliğin tedaviisi de fakirlikten korkmamak, mala aşırı sevgi beslememek ve başkasına da hayrın ulaşmasını istemekledir.

Fakirlik korkusu, insanın Allah hakkındaki sûizan-mndan; daha açık bir ifadeyle rızık konusunda Allah'a tam güvenme­mesinden ve infakla malın eksileceğini zannetmesinden kaylaklanmaktadır. Zira kul Allah hakkında hüsnizanda bulunduğu :aman fakirlikten korkmayacaktır. Çünkü o bilir ki yüce Allah infak ettiği şeyin yerini dolduracak ve kendisini yüzüstü bırakıayacaktır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır.

"Siz Allah için ne verseniz, Allah onun yerine (daha iyisini) verir. O, rızık verenlerin en hayırhsıdır.[148] Bir hadis-i Kudside ise, yüce Allah "Ey insan oğlu infak et ki ben de sana infak edeyim" buyurmaktadır.[149] Başka bir hadiste ise Resülullah(s.a.v.)şöyle buyurmaktadır: "Kulun sabaha erdiği hiçbir gün yoktur ki, o günde iki Melek inmesin. Bunların birisi Allah'ım infak edene verdiğinin bedelini ver! diye dua eder. Öbürü de Allah'ım cimrilik edip infak etmeyenin malını yok et! diye beddua eder. [150] Gönlü(kalbi) Allah'ın nuruyla aydınlana­rak Rabbinin zengin ve kerem sahibi olduğunu bilen, O'na gü­venip kalbini O'na bağlayan, O'nun dilediğinin olduğuna, dilemediğinin olmadığına, bütün canlıların rızkına kefil olduğuna, hiç kimsenin rızkını bitirmeden, dünyadan göçmeyeceğine, ha­yatını idâme ettirecek rızkın mutlaka kendisine ulaşacağına i-nanan kimse hiçbir endişeye kapılmadan cömertçe infakta bu­lunacaktır. [151] Nitekim her gün binlerce dinar ve dirhem sadaka olarak veren; vakıflar, imaretler, mescitler, sebiller vb. hayır müessesi kuranlar bunun en güzel örneklendir. Şunu bilmek gerekir ki Karun'un eşi görülmemiş serveti onun yerin dibine batmasına engel olamadığı gibi, Allah tarafından açlıktan öl­mesi takdir olunan kimseyi de serveti asla onu bu ilahi takdir­den kurtaramayacaktır. Bu sebeple şeytanın bir vesvesesi olan bu korkuya kapılarak, infakın o engin feyiz, bereket ve seva­bından mahrum olmamaya büyük gayret gösterilmelidir.

Cimriliğin ikinci sebebi olan mal sevgisine gelince, bu­nun da iki sebebi vardır; Birincisi uzun emel ile birlikte sadece mal ile ulaşılabilen dünyevî zevklere karşı duyulan sevgi, ikin­cisi bizzat malın kendisini sevmektir.

Bizzat malın kendisini sevmek; ahirete, ahiretteki ceza ve sevabın büyüklüğüne imandan başkasıyla tedavisi son dere­ce zor, müzmin bir hastalıktır. Dünya zevklerine duyulan sev­ginin ilacı, aza kanaat ve sabır;uzun emelin ilâcı ise, Ölümü çok hatırlamak;kişinin dost, arkadaş, akran ve emsallerinin ö-lümünü, onların mal toplamak için onca yorulmalarına rağmen malı bırakıp gitmelerine bakması, ayrıca ölümün, genç-yaşlı, yaz-kış, gece ve gündüz demeden her zaman gelebileceğini düşünmektir.[152] Cimriliğin üçüncü sebebine gelince, bunun di­ğer bir adı da bencilliktir.

Hiç şüphesiz bencillik yani kişinin "Sadece kendisi için çalışması, sadece kendi evini ve konforunu düşünmesi de, cim­riliğin sebeplerinden ve dolayısiyle infakın önündeki en büyük engellerden biridir. Nitekim müşriklere, "Allah'ın size nzık olarak verdiği şeylerden infak edin" denildiğinde onların, "Al­lah'ın geçimini sağlayabileceği kimseleri biz mi besleyeceğiz.[153] demeleri bencilliklerinden olduğu gibi, Karun'un, "Allah'ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu da gözet, dün­yadaki payını da unutma. Allah'ın sana yaptığı iyilik gibi, sen de iyilik yap. Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez [154] şeklinde kavminin tavsiyele­rine karşılık, frBu servet ancak bende olan bir ilimden ötürü bana verilmiştir.[155] demesi de bencilliğinden dola­yıdır. [156]

Bencillik ferdi diğer fertlerden ayırır, toplumu parçalara böler, müşterek çalışmayı güçleştirir.[157] Oysa, "Önce kalplerin birleşmesi, ikinci olarak fiillerin birleşmesi hak dinin esasları­nın en büyüklerindendir. 'Ben, kendi başıma, yalnızca dinimi, imanımı koruyabilirim' demek tehlikelidir. Kendi başına kal­mak isteyen fertlerin, iman ve islam üzere hüsn-i hatime (iyi sonuç) ile ahirete gidebilmesi şüpheli olur. Fert zorlama ve baskı altında her şeyini kaybedebilir. [158] Bu sebeple islam, cemaat halinde olmayı emretmektedir. [159] Ancak cemaat, kuru Dİr kalabalık demek değil, aynı duygularla birlik halinde hare­ket edebilen düzenli bir kurul demektir. Bundan dolayı cemaa­tin oluşması sosyal ruha bağlıdır. Sosyal ruh, önce fertlerde yerleşir, kişinin vicdanına ne vakit kardeşlik duygusu girer ve onu kibirden, darlıktan, bencillikten kurtarırsa o oranda bir cemaate aday olur. Bir toplumda insanlar ne kadar bencilleşirse sosyal ruh da o kadar zedelenir, toplumu parçalar, cemaa­tini ve kardeşlerini de o oranda azaltır.[160]

Eğer tarihî bir bakışla dünyaya; dünyayı kirletip huzuru-hu bozan olaylara dikkat ederseniz görünen bütün ihtilâllerin, karışıklıkların ve kötü ahlâkların iki kelimeden doğduğunu gö­rürsünüz. Birisi: "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse Ölsün bana ne. İkincisi: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben ni'metler ve lezzetler içinde rahat edeyim. [161] İslam, bencilli­ği reddederek sevgi, dostluk, yardımlaşma, dayanışma, pay­laşma ve diğerkâmlığı emretmektedir. Peygamberfs.a.v.) efendimiz şöyle buyurmaktadır:

Müslümanların derdi ile ilgilenmeyen onlardan değil­dir. [162]

Kendiniz için istediğinizi, din kardeşiniz için de isteme­dikçe imanda kemâla ermiş sayılmazsınız. [163]

İslam paylaşmayı emretmekle kalmamakta, gereken şartlan taşıyanları isâra (başkalarım kendine tercih etmeye) teşvik etmektedir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "...Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları (müslüman kardeşlerini) kendilerine tercih ederler.[164] Peygam­ber (s.a.v.)efendimizde şöyle buyurmaktadır.

"Kimin canı bir şey arzu eder ve kendi arzusuna aldırış etmeyerek başkasını kendine tercih ederse, Allah Teala onu bağışlar.[165]

Yukardaki hadislerde belirtildiği üzere diğerkâmlık ger­çek imanın ve güzel ahlakın gereği olduğu gibi, insanlığın da gereğidir. Bu sebeple çok haklı olarak: "Kimin gayreti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenîdir. Hem­cinsini düşünmeye mecburdur [166] denmiştir.

Cimrilik, bu dünyanın ahiret saadeti için bir hayır ve harcama yeri olduğunu düşünmeye fırsat vermediği için, Resulullah(s.a.v.)efendimiz hem cimrilikten Allah'a sığınmış, [167] hem de ümmetinin bundan sakınmasını emretmiştir.[168]

İslam'a göre küfür (dinsizlik) ve Allah'a ibadet etmemek suç olduğu gibi, cimrilik yapıp muhtaç ve çaresiz kimselere ih­tiyaç duyduklarını vermemek de suçtur. Kur'an-ı Kerim (mealen) şöyle buyurmaktadır: " (Cennet ehli) günahkarlara, 'Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir' diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksu­lu doyurmuyorduk, (Batıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk. Ceza gününü de yalan sayıyorduk, nihayet bu haldeyken bize ölüm gelip çattı!" [169]

Bu sebeple Kur'an-ı Kerim, müslümanlan bu konuda u-yararak şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın lütfundan kendilerine verdiklerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cim­rilik ettikleri şey de, kıyamet gününde boyunlarına dolanacak­tır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıkları­nızdan haberdardır. [170]

Başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "İş­te sizler, Allah yolunda infaka (harcamaya)çağınlıyorsunuz; ama içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Kim, cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fa­kirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, sonra da onlar sizin benzerleriniz olmazlar. [171]

Cimrilik, kafir ve münafıkların ahlaklarından [172] ve helâka sebep olan [173] en büyük afetlerden biri iken, "Cömertlik Pey-gamberlerin(a.s) ahlaklarından ve kurtuluşun en Önemli esasla­rından biridir. [174] Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmak-tadır:

Bunlar, cimrilik eden ve insanlara da cimriliği tavsiye eden, Allah'ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimse­lerdir. Biz kafirler için alçaltıcı bir azâb hazırladık. [175] Ama buna karşılık;

Her kim de nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunur­sa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.[176]

İnsanî özelliklerin yok olup, hayvanı adet (özellik)lerin ortaya çıkması" diye de tanımlanan cimrilik, [177] hem kişinin di­ni, hem de şahsiyeti için zararlı olduğu için [178] Allah dostları canlan da dahil Allah için hiçbir şeylerini vermekten çekinme­mişlerdir.

Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebe­bidir. Büyük mükâfat Allah'ın katındadır.[179]

"Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür;ölümsüz olan iyi işler ise, Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit etmeye daha layıktır. [180]

Cimrilikten kurtularak cömertlik vasfına sahip olmanın yolu, kişinin nefsine güç gelse de insanlara yardım etmeye kendini zorlamasıdır. [181]

Cimrilikten korunmak, hem kişiyi ahiret azabından kur­tarıp ebedî saadetine vesile olmakta, hem de yoksula yardım yapamamaktan dolayı çektiği gönül azabı ve ıstırabından kur­tararak daha huzurlu yaşamasına vesile olmaktadır.

 

c) Şeytan

 

Şüphesiz şeytan da infaka engel olan en büyük etkenler­den biridir.[182] Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: "Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder(fakir olursunuz diyerek sadaka vermenize mâni olur) ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise size ka­tından bir mağfiret ve lütuf vadeder. Allah, her şeyi ihata e-den ve her şeyi bilendir.[183]

Ayet-i Kerime'de görüldüğü üzere şeytan, insanların in-fak etmelerine mani olmaya çalışır. Bunu yaparken de, onlara nasihat edip iyiliklerini istiyormuş gibi görünür; "Aman infak etmeyin, sonra fakir düşersiniz" der.[184] Fakat, onları kendine uşak ettikten sonra, mallarını dünya ve ahirette kendilerine faydası olmayan içki, kumar, zina, lüks, gösteriş ve israf gibi yasaklarda kullandırarak onları daha da aldatmaya çalışır.[185]

Peygamber(s.a.v.)efendimiz, şeytanın infaka engel ol­maya çalıştığını şu sözlerle ifade etmektedir (mealen):

"İnsan sadaka vermeye kalkışınca, yetmiş şeytan birden çenelerini kırarcasma onunla mücadele edip onu vazgeçirmeye çalışırlar. [186]

Yukarıda mealini verdiğimiz ayette belirtildiği üzere şeytanın bu konuda kullandığı taktik, fakirlikle korkutmadır. Bu sebeple şu soruyu sormak ve cevabını bulmak yerinde ola­caktır:

Gerçekten infaktan dolayı iflas eden varımı dır?

Şurası bir gerçektir ki, sırf infak yüzünden şimdiye kadar iflas etmiş, perişan olmuş hiçbir zengin ne görülmüş ne de du­yulmuştur. Fakirlik ve iflas bir yana, tam aksine bu gibilerin gün geçtikçe servetlerinin daha çok bereketlenerek arttığı gö­rülmüştür. Zira Allah, bu gibilerine "...mağfiret ve kendinden bolluk vaad eder. [187] Nitekim Allah dostların­dan Ubeydullah Ahrâr (Ö. 895/"!490)'ın durumu bunun en güzel delillerinden yalnızca biridir. Kendisi anlatır:

Herât'ta olduğum zaman bir tek kuruşum bile yoktu. Birgün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma gelerek Allah rızası için benden birşeyler istedi. Fakat o an ona verecek hiçbir şe­yim yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhaneye girip aş­çıya:

Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kuru­larsın. Yalnız bunun karşılığında şu aç kişiyi doyur." dedim.

Aşçı, o yoksulu doyurdu;Sanğımı da bana iade etmek is­tedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim ve oradan bu şekilde ayrıldım. [188]

Bir yoksula bir çorba bile ikram edemeyecek kadar fakir olan, ancak bununla beraber infaktan kaçınmayan bu zat, Al­lah'ın lütfuyla çok kısa bir zaman zarfında haddi hesabı olma­yan arazilere, çiftlik, hayvan ve hizmetçilere sahip olunca, kendisine bunun nasıl olduğu soruldu. Bunun üzerine o: "Malla­rımız, fakirlerin emrindedir. Bereketlenip artmak ise bu gibi malların özelliğidir." diye cevap verdi. [189]

Buna karşılık malı eksilmesin düşüncesiyle infaktan ka­çınan veya servetini lüks, israf, içki, kumar ve benzeri yasakla­ra harcayan birçok insanın iflas edip, perişan olduğu ve başka­larına muhtaç hale geldiği hem duyulmuş, hem tarih kitapla­rında kaydedilmiş hem de müşahede edilmiştir: " Fakat zavallı ve gafil insanlar, genellikle hevâ ve heves uğruna faydasız, so­nuçsuz ve anlamsız harcamalar, bir hiç uğruna yapılan israflar­da aşırıya gitmekten sakınmaz da, sıra hayırlı yollara yapılan harcamalara gelince, ... kırkta bir olan zekatını vermekten bi­le kaçınır. Öyleleri vardır ki, kumar ve oyun masalarında avuç avuç paralan havaya savurmaktan korkmaz da, ...karşısında yoksulluktan kıvranan komşusunun, akrabasının kursağına bir lokma ekmek vermekten tiksinir, kıskanır.[190] Yakın dostu şeytan olan kişi, ne kötü dost sahibidir. [191]

Şurası bilinmelidir ki cimrilik yapıp şeytana dost olmak akıllılık değil, akıllılık gerekli ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra servetini cömertçe infak edip Allah'a yakın olmaktır. Çünkü hadis-i şerifte belirtildiği üzere, kişinin gerçek malı, Allah için verdiğidir.[192] Ancak kişinin bunu yapabilmesi için, nefsinden şeytanî vesveseleri uzaklaştırması, bu konuda gerekli çabayı göstermesi, şeytanın, insanın ezelî düşmanı olduğunu aklından çıkarmaması ve içine hayır yapma duygusu doğar doğmaz onu ertelemeden hemen yapması gerekmektedir.

 

d) Çevre

 

Hiç şüphesiz infak hususunda çevrenin, yani, insanın i-çinde doğup büyüdüğü veya yaşadığı toplum ve ortamın da bü­yük etkisi vardır.[193] Bu sebeple islâm bizden çevre seçimi ko­nusunda dikkatli olmamızı istemektedir.[194]

Faziletli bir topluma mensub olan kişinin, varını yoğunu infak etmesi, islam tarihinin şehadet ettiği bir gerçektir.[195] Buna karşılık;

"Faziletli davranışlara düşman olan ve kişilerin kendi şahsi çıkarlarından başka bir endişe taşımayan bir çevre içinde, (iyilikseverlik ruhunu kazanmak bir tarafa) iyiliksever ve faziletli insanlar(bile) boğulup boğulup gitmeye ve bozulmaya mahkum olurlar.[196] Zira, "...Her grub kendilerinde bulunanla sevinip böbürlerımektedir.[197] mealindeki ayette işaret edildiği üzere hak veya batıl her insan veya grub kendi inancını, dünya görüşünü ve davranışını doğru ve güzel gördü­ğü için zıddının gelişmesine sürekli engel olmaya çalışır. Bu sebeple infakın faydasına inanmayan, hatta zararına inanan bir toplum veya çevrede, cömertlik ruhunun gelişmesi mümkün değildir veya oldukça zordur. Zira cimrilik yapan kimseler, cimrilik ruhunun yaygınlaşması için başkalarına da cimriliği emrederek onları kendi potalarında eritmek isterler.

Çevrenin insan hayatındaki bu öneminden dolayı tarih boyunca peygamberler başta olmak üzere pek çok iyi insan, bulundukları olumsuz çevreleri terkederek daha olumlu çevre­lere göç(hicret) etmiş ve bu bir görev, bir ibadet sayılmıştır.

Kur'an-ı Kerim bu hususa işaretle şöyle buyurmaktadır:

Onlar cimrilik ederler, insanlara da cimriliği emreder­ler. Allah'ın fazlu kereminden kendilerine verdiğini gizlerler. Biz de o kafirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışızdır. Onlar mal­larını insanlara gösteriş için verirler, ne Allah'a ne de Ahiret gününe inanırlar, şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne kötü arkadaşı vardır. Onlar Allah'a ve ahiret gününe inansalardı Al­lah'ın verdiği rızıklardan sarf(infak) etselerdi ne olurdu sanki!" [198]

İbn Abbas(r.a)'ın şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Ka'b b. el-Eşref'in müttefiki Kerdem b. Zeyd, Usâme b. Habib, Nâfi'b. Ebi Nâfi' Bahrî b. Amr, Huyey b. Ahtap ve Rufaa b. Zeyd b. Et-Tabût Ensârdan bazı kimselere gelir ve onlara:

Mallarınızı {Allah yolunda) infak etmeyin; çünkü malları­nızın elinizden çıkmasıyla fakir düşmenizden korkuyoruz. (Şa­yet infak edecekseniz de) bu hususta acele etmeyin; çünkü i-lerde ne olacağım bilmiyorsunuz diyerek (güya) nasihatta bu­lunurlardı. Bunun üzerine Allah bu ayeti kerimeleri indirdi.[199] Buraya kadar arz etmeye çalıştığımız engellere rağmen, infakı kolaylaştıran faktörler de vardır. Şimdi, bunlardan Önemli gördüklerimizi sunmaya çalışacağız.

 

B-İnfakı Kolaylaştıran Faktörler

 

Beled suresi'nde (90/11-l6), Köle azad etmek veya sıkıntılı günde perişan insanlara infakta bulunmak, engin bir vadiden yüksek bir dağa doğru çıkan sarp yokuşa benzetilerek bir taraf­tan bu gibi salih amellerin Yüce Allah katındaki yüksek (üstün) değerlerine, bir taraftan da bunları yapmanın zorluğuna işaret edilmiştir.[200] Ancak, yukarıda da arz ettiğimiz gibi, bu zorluk ve engeller yanında infakı kolaylaştıran etkenler de yok değildir.

Daha önce açıklamaya çalıştığımız hususlar yanında Kişi­nin başkalarına karşı sorumluluk duyması, insan değerinin ve kâinatın yaratılış gayesinin bilincinde olması, şükür ile yüküm­lü olduğunu bilmesi, kaliteli bir insan olma özelliğini yakalayabilmek için Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve ashabına uymanın ge­rekliliğine inanması gibi hususlar da büyük ölçüde infakı kolay­laştıran faktörlerdir.

Şimdi bunları kısaca izah etmeye çatışalım:

 

a) Sorumluluk Bilinci

 

Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği üzere [201] insan, yüklendiği emanet( teklif) gereği Yüce Allah'a karşı sorumlu olduğu gibi, Allah'ın yarattığı kullara karşı da sorumlu olduğunu bilmek zo­rundadır.[202] "Çünkü islam dini insanı yalnızca Allah'la ferdî iliş­kisi içinde tanımlamakla kalmaz, onu içtimaî bir varlık alanı i-çinde yüksek değerleri hayata geçirmekle de görevlendirir [203] ki, açlara yiyecek, çıplak ve evsizlere giyecek ve ev vermek bu de­ğer ve görevlerdendir.[204] Peygamber(s.a.v.)efendimiz bu husu­sun hem ahlâki ve vicdanî, hem de dinî bir sorumluluk olduğuna işaret ederek, "içlerinde aç insanların olduğu her hangi bir çev­reden Allah'ın zimmeti(himayesi) kalkar.[205] ve, "Komşusu aç iken tok yatan(gerçek) mü'min değildir.[206] buyurmaktadır.

Anlaşılacağı üzere, hiçbir fert kendisini toplumdaki diğer insanlara karşı sorumluluktan muaf tutamaz. Zira, her insan zorunlu olarak bir çevrede bir takım insanlarla beraber yaşa­makta ve komşuları bulunmaktadır ki, onlara iyilikte bulun­mak, insanoğlunun Allah'a ibadetten sonra muhatab olduğu tekliflerdendir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana, babaya, akraba­ya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, ya­nında bulunan arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanla­ra (köle, cariye, hizmetçi vb.) iyi davranın; Allah kendini be­ğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez. [207]

Dengeli insan, Öteki kişilere karşı kişisel ve toplumsal sorumluluklarını hisseder, böylece onun başkalarına yardıma eğilmesi kolaylaşır, onlara yardım elini uzatır.[208] İmkansızlık yüzünden bunu yapamadığı takdirde ise, sorumlu olmamakla beraber vicdan azabı duyarak yaşar. Nitekim bir gün Bişr el-Hâfî'yHÖ. 227/841) elbisesinden soyunup soğuktan titrerken gören dostları bunun sebebini sorduklarında şu karşılığı almış­lardı: 'Fakir ve düşkünleri hatırladım, onlara yardım edecek kadar zengin olmadığımdan onların acılarını hiç olmazsa bu şe­kilde paylaşmak istedim.[209]

Yine sahip olduğu bu bilinçten dolayıdır ki, iki defa ma­lının tamamını, üç defa da malının yarısını sadaka olarak veren Peygamberimizin sevgili torunu Hz. Hasan(r.a) {gerektiğinde veya hiçbir şey bulamadığında) iki ayakkabısından birini mut­laka sadaka verir ve sadaka vermeden duramazdı.[210]

Unutmamak gerekir ki, sorumluluk duygusu, insanı hay­vanlardan ayıran özelliklerin başında geldiği için, bu duygudan yoksun olan dolayısıyla hemcinsine yardım elini uzatmayan kimse, insanlığını kaybederek en azından hayvan seviyesine düşmüştür ki mal ve evladın fitne olarak nitelendirilmesinin [211] anlamlarından biri de muhtemelen bu olsa gerek.

 

b) İnsanın Değeri

 

İnsan değerinin bilincinde olmak da infakı kolaylaştıran etkenlerdendir. Küçük bir âlem olarak kabul edilen insan, [212] Cenab-ı Hakk'ın antika(eşsiz) bir san'atı, muhterem bir misafi­ri, sevgili bir muhatabı, mahlukatın en üstünü ve Yüce yaratı­cının nazarında en önemli varlıktır.[213] Bu sebeple Yüce Allah, yeryüzünü onun için tefriş etmiş(döşemiş), yeryüzündeki herşeyi, semâdaki ayı, güneşi ve yıldızlan onun emrine vermiş; onun istifadesi için yeryüzünde çeşit çeşit sofralar serilmiş, kendisine türlü türlü ziyafetler verilmiş ve daha da önemlisi, Allah adına hüküm vermek üzere yeryüzünde halife (hüküm­ran) tayin edilmiştir.[214] Bu yüzden Kur'an, insan ile ilgilendiği oranda hiçbir şeyle ilgilenmemiş ve ihtimam göstermemiştir.[215] İşte, insanın, Yüce Allah katında böyle bir mevkii vardır.

Hastalıktan veya açlıktan bîtap düşen bir tavuğu, bir gü­vercin veya kuşu, bir kedi veya köpeği gördüğümüzde mütees­sir otur, onları içinde bulundukları o acıklı durumdan kurtar­maya çalışırız da, "...bir ferdi şâir mahlukatın bir nevi(sınıfı) hükmünde.[216] olan ve yukarıda geçtiği üzere yaratılmışların en şereflisi kabul edilen insanın açlık ve sefaletine karşı nasıl seyirci kalabiliriz?

Böylesi şerefli bir varlığın ızdırabını duymamak için her­halde, insanlıktan istifa edip, duyarsız varlıklardan herhangi bir sınıfa girmiş olmak gerekir. Zira, akıl ve fehim(anlayış, kav­rayış) ile mücehhez olan insan, bu vasıta ile kendi dışındaki hemcinslerinin durumlarını da anlaması gerekir ki, insanı hay­vandan ayıran en önemli özelliklerden biri de bu kabiliyet­tir.[217] Kişi bu insanî hassayı' kaybettiği zaman kendisinde sade­ce nebâtî(bitkisel) ve hayvanî hassalar kaldığı için [218] ya bitkiler gibi hiçbir şeyi düşünüp anlayamaz veya hayvanlar gibi yalnız­ca kendi midesi ile şehvetini düşünür. Dolayısıyla bunlar "...görünüş itibariyle insan olsalar bile gerçekte ne insan sayı­lırlar, ne de nisnâs(maymun). [219]

İşte, bu sebeple insanın değerini kavrayan ve insanî has­salarını kaybetmeyen bir kimsenin, hemcinslerinin sıkıntılarına karşı kayıtsız kalması, onları elindeki imkanlardan yararlan­dırmaması hiçbir zaman düşünülemez.

 

c) Kâinat Bilinci

 

Kâinatın ve kâinatın bir parçası olan dünyanın imtihan için yaratıldığının bilincinde olmak da infakı kolaylaştıran en büyük etkenlerdendir.

Dünya, büyük bir imtihan salonu veya müsabaka sahası olup kimin daha güzel amel işlediğinin görülmesi için yaratılmıştır.[220] Burada insanlardan istenen, ahiret için güzel amel işlemeleri ve bunun için yarışmalarıdır.[221] Ancak, yüce Allah, in­sanlardan bunları isterken onları mal ve evlat gibi riskli birtakım şeylerle imtihan ederek bu konudaki samimiyetlerini ölçmek is­temiştir. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'in ifade ettiği gibi, mal ve evlat birer fitnedir. [222]yani kişinin samimiyetini ölçmek için birer imtihan aracıdırlar.[223] Bilhassa mal daha da büyük bir fit­nedir.[224] Bu yüzden ayette önce mal zikredilmiştir. Zira, tarih boyunca birçok kimsenin dünyadaki imtihanı kaybetmelerinin başta gelen sebebi, ya mala gönül bağlayıp Allah'ı unutmaları olmuş ya da Cenab-ı Hakk'ın cennet karşılığında satın almak is­tediği malı O'na satmamaları (O'nun yolunda harcamamaları) dolayısıyla imanın yüklemiş olduğu görevleri yerine getirmeme­leri olmuştur.[225]

Kâinata imtihan için gönderdildiğine, mal ve evladın bi­rer fitne yani imtihan olduğuna inanan kimse fıtrat gereği bun­lardan zevk alsa bile, bu, asla onu gerek Allah'a, gerekse fert ve topluma karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmekten alıkoymayacak ve Yüce Allah'ın deneme maksadıyla kendisine emanet ettiği malını yine O'na satarak imtihanı başarıyla ta­mamlamaya gayret gösterecektir.

Unutmamak gerekir ki, mülkün gerçek sahibi Allah'tır. Mutlak tasarrufta O'nun elindedir.[226] Dilediğini mülkünde kul­lanan veya kuvvet verip mülke mazhar eden de ancak O'dur.

Verdiklerine de büsbütün ve asaleten müebbed surette ver­mez. Mülkünü kendi elinden çıkarmaz. Belki yalnız niyâbeten (vekaleten) ve muvakkaten verir, dilediği zaman da, kendisinden alıverir.[227]

Karşılığında cennet gibi bir fiat verilen bu emaneti ger­çek sahibine sattığın (O'nun yolunda infak ettiğin) takdirde, fani mal, beka bulur. Şayet cimrilik yapar O'nun yolunda har­camazsan, "o kadar sevdiğin mal ve evlâd, perestiş ettiğin (taptığın) nefis ve hevâ, meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak. Fakat günahlarını ve cezasını sen çekecek­sin.[228] ki, bu ne büyük bir kayıptır.

 

d) Şükür Bilinci

 

Şükür de, büyük ölçüde infâkı kolaylaştıran etkenler­dendir.

Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği üzere, "...insan, zayıf ola­rak yaratılmıştır.[229] Bu sebeple sahip olduğu hiçbir nimeti kendi kuvvet, beceri ve maharetıyle elde etmiş değil­dir. Bilakis, nimet olarak ona ulaşan ne varsa, hepsi Allah'tandır. [230]

Bîr ilim adamının ifadesiyle:[231] irâde, ihtiyar ve çapımıza göre cüz'î bir kudretimiz olsa bile, kâinat çapında teşhir edilen tecelliler içinde bize düşen pay, milyonda bir bile değildir.

Mesela, her gün menşeini ve akıbetini hiç düşünmeden yediğimiz bir lokma ekmekteki payımız ne kadardır? Herşey den önce, o lokmanın ana kaynağı toprağı var eden ve ekime müsait hale getiren kimdir? Toprağa atılan buğday tanesini ya­ratıp, ona çimlenme, başak verme ve nihayet ekmek olma yo­lunda nemi, havayı, bulutu, yağmuru, rüzgarı, ısı ve ışığı halkeden kimdir? Hatta tanenin toprak altındaki macerasını; toprakla içli-dışlı olmasını, gübreyle tanışmasını, bakterilerle dost ve kardeş olmasını tanzim eden kimdir.? Sonra, toprağı sürme, ekip biçme, ürün alma ve taneyi un haline getirip ek­mek yapma ilmini, kabiliyet, güç ve kuvvetini bize kim verdi; kim öğretti? Öğrenmek ve bütün bu işleri yapmak için lüzumlu aklı, düşünceyi, beyni, kas ve kemikleri bize hediye eden kim? Allah'a inanan her mü'min Hz. Süleyman(a. s) gibi dü­şünmelidir:

"(Süleyman Sebe Melikesi'nin ta Yemen'deki) tahtını yanına yerleşmiş görünce dedi : Bu, Rabbimin fazlındandır; Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek istiyor!.[232]

Bu ayet-i kerime'de Hz. Süleyman'ın diliyle insanlara nimetin kim tarafından ve niçin verildiği öğretilmektedir. Buna göre, insanoğluna verilen bütün nimetler Allah tarafından ve­rilmiş, karşılığında ise şükretmeleri istenmiştir. [233]Ancak Allah'ın emri ve kulluğun gereği olan şükür, sadece kuru laftan ibaret değildir. Gerçek şükür, nimetlerin gerçek sahibi­nin Allah olduğuna inanmak ve onları O'nun rızası için O'nun sevdiği yerlere kullanmaktır,[234] Buna göre, malın şükrünü eda etmiş olmak için bir kısmını Allah yolunda ve düşkünlere ver­memiz gerekmektedir.

Cenab-ı Hakk'ın bir emaneti olan malı  Kârûn gibi "O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi [235] dercesine fakirlerden esirgeyen kimse nankörlük edip kendini Cenab-ı Hakkın azabına müstahak ederken, gönlün­den koparak infakta bulunan kimse malının şükrünü ifa etmiş ve kendini büyük mükafatlara namzet hale getirmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Her kim gönüllü olarak bir iyilik ya­parsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.[236]

"Kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp hakka boyun eğmez, en gü­zeli de yalanlarsa, biz de onu en zora yöneltiriz . Öylesi çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez..[237]

Şükrün bir görev olduğuna, dolayısıyla gereğine ve mü­kafatına inanan bir mü'minin Yüce Allah'ın verdiği maldan yine O'nun rızası için infak etmekten imtina etmesi ve böylece kendi eliyle kendisini tehlikeye atması asla düşünülemez.

 

e) Peygamber (s.a.v.)'i ve Ashabını Örnek Almak

 

Kaliteli bir Mü'min ve insan olma özelliğini yakalayabilmek için Hz. Peygamberi ve Ashabını örnek almanın gerekliliğine inan­mak da hiç şüphesiz infakı kolaylaştıracaktır. Zira diğer bütün fiil ve davranışlannda olduğu gibi, infak konusunda da en önde olan Resulullah (s.a.v.)ile Ashâbını(r.a) örnek almak, onların bu vasıfını beğenerek onlara benzemeye çalışmak demektir. Allah sevgisinin belirtisi, Resulullah (s.a.v.)'a uymak olduğu gibi, Allah sevgisine mazhar olmanın, O'nun rızasına, af ve mağfiretine nail olmanın yo­lu da yine Resulullah'a uymaktır. [238]

Resulullah (s.a.v.)'dan sonra, her müslümanın örnek a-lacağı yegane hayat tarzı, başta Hulefâyi raşidîn olmak üzere Sahâbe-i Kirâm'ın hayatıdır. Bu sebeple Resulullah'a uymak Yüce Allah'ın rızasına vesile olduğu gibi, Sahabe-i Kiram'a uy­mak ta Allah'ın rızasına nail olmaya bir vesiledir. [239]

Bu kısa izahtan sonra artık Resulullah (s.a.v.)ile ashabı­nın cömertliklerinden ve infak hususundaki hassasiyetlerinden bazı örnekler vererek konumuza ışık tutmaya çalışabiliriz.

 

1-Resulullah(s.a.v.)'ın Cömertliği Ve İnfakı

 

İlahî infak mesajım insanlığa getiren Hz. Peygamber (s.a.v.} bu konuda da en güzel ve en anlamlı örnekler sunmuş­tur bizlere.

Bütün Sahabilerin, Tabakât ve siyer müelliflerinin ittifa­kıyla Resulullah (s.a.v.), insanların en cömerdi idi. Öyle ki, Hz. Aişe'nin ifadesiyle "Resulullah (s.a.v.) hayırda, esen rüzgardan  (bile) daha cömert idi [240] Bu sebeple Abdullah b. Ömer "Resulullah aleyhi-s-selamdan daha cömert bir kimse görme­dim", demektedir. [241]

Peygamberimizde cömertliğin her türlüsü; Allah için O'nun dinini açıklamak, O'nun kullarını doğru yola iletmek, aç­larını doyurmak, cahillerine öğüt vermek, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak (borç vb) ağır yüklerini yüklenmek gibi her yolla onlara faydalı olmak suretiyle ilim, mal ve nefis cö­mertliğinin hepsi mevcut idi.[242] Ancak biz, burada sadece onun(s.a.v.)konumuzu ilgilendiren mal konusundaki cömertli­ğinden bazı örnekler vermekle yetineceğiz.

Hz. Peygamber (s.a.v.)öyle cömert idi ki, kendisinden is­tenilen hiçbir şeye "yok!" demezdi.[243] İstenilen şey, yanında bulunursa, verir bulunmazsa vereceğine sözverir idi.[244]

Hz. Ömer(r.a). anlatıyor:

Bir adam, Resulullah(s.a.v.)'a gelerek yardım isteğinde bulundu."Resulullah(s.a.v.)ona az bir yardımda bulunduktan sonra:

(Şu anda) yanımda (bundan başka) hiçbir şey bulun­mamaktadır. Fakat git, (sana ne lazımsa) benim adıma satın al, (Allah tarafından) bana bir şey geldiği zaman senin borcunu ben öderim, dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer(r,,a):

Ya Rasulullah! ona (gücün yettiği kadarını) verdin. Al­lah, seni gücünün yetmediği bir şeyle sorumlu tutmamıştır, dedi. Ömer'in bu sözünden Resulullah(s.a.v.)'ın hoşlanmadığı­nı fark eden Ensardan birisi de:

Ya Resulallah ver. Korkma, arşın sahibi olan Allah seni hiçbir zaman güç durumda bırakmayacaktır, dedi. Bunun üze­rine sevinen Resulullah(s.a.v.)tebessüm ederek:

İşte ben bununla emr olunmuşumdur, dedi. [245]

Rasulullah (s.a.v.), Allah'ın kendisine ganimet vesâir yollardan ihsan ettiği nzıktan ancak yıllık yiyeceğini karşılaya­bilecek kadar küçük/önemsiz bir miktar hurma ve arpa alır, gerisini ise Allah yolunda harcardı. [246]

"Efendimiz, tasavvur edilemeyecek kadar bir infak sahi­bi idi. Düşünülemeyecek derecede infak zevki yaşardı. Hiçbir şeyi bir dostuyla paylaşmadan yemezdi. O'nun bu özelliği o kadar maruf olmuştu ki, bir tek hurma gelse, 'Bir mü'min gel­se de hurmayı paylaşarak yesek' derdi. Tek başına yemek ye­meyi kendisine ve dostlarına yasaklamıştı. [247]

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eşsiz cömertliğini ve infakım an­lamak için O'nun, Hz. Hatice validemizle evlendikten sonra sahip olduğu onca mala rağmen borçlu olarak vefat etmesi yeterlidir:

Hz. Peygamber, Hz. Hatice ile evlendikten sonra çok mala kavuşmuş zengin olmuştu. Kur'an-ı Kerim'de :

"Allah, seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Fakir iken seni zengin etmedi mi?" buyurulur. [248]

Fakat O, Hz. Hatice tarafından kendisine hediye edilen bu mala yenisini ilave etmediği gibi onu muhafaza etmeyi de düşünmemiş, bilakis hepsini Allah yolunda sarf etmiş ve vefat ettiğinde borçlu olarak vefat etmiştir.[249]

 

2-Sahabilerin Cömertliği Ve İnfakı

 

Sahabileri örnek almak da infakı kolaylaştıracaktır. Zira ashabı, birer fazilet abidesi haline getiren vasıflardan biri de onların cömertliği ve büyük malî yardımlarda bulunmaları­dır.[250]

Bir hadisi şerifte, "Peygamberler müstesna, Cenab-ı Hak, Ashabımı bütün insanlara faziletli kılmıştır. Ashabım için­den de dört kişiyi; Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi faziletli kıldı. Onları Ashabımın en hayırlısı yaptı [251] buyrulduğu için biz de, önce Hulefây-ı râşıdîn (Dört büyük halifej'in infakından, sonra da diğer bazı büyük sahabilerin infakından bahsedece­ğiz," zira burada bütün sahabilerin cömertlik ve infakından bahsetmemiz mümkün değildir.

 

a. Dört Büyük Halifenin Cömertliği ve İnfakı

 

İman, şecaat, haya, edep ve Allah korkusu konularında eşsiz kimseler olan dört büyük halife, infak konusunda da eşle­ri olmayan kimselerdi.

Servetini Allah yolunda harcayıp eski elbiseler giydiği için "Zü'l-hilâl", çok şefkatli ve merhametli olduğu için "Evvah" la-kaplanyla da anılan [252] Hz. Ebû Bekir hem çok zengin, hem de bir defada bütün mal varlığını Allah yolunda harcayacak kadar cömert bir insandı. Hz. Ömer şöyle anlatır:

Bir defasında Resulullah (s.a.v.)sadaka vermemizi em­retti. Bu, servetimin çok olduğu bir zamana rast geldi. (İçim­den), Eğer bir gün Ebu Bekr'i geçebilirsem bugün onu geçebili­rim dedim ve malımın yansını getirip Resulullah'a teslim et­tim.

Resulullah (s.a.v.)'Ailene ne bıraktın, (ey Ömer)' dedi.

Getirdiğim kadarını da aileme bıraktım' dedim

(Biraz sonra gelen) Ebu Bekir ise malının tamamını ge­tirdi. Resulullah(s.a.v.)ona da, 'Ailene ne bıraktın, ey Ebû Be­kir' dedi. Hz. Ebû Bekir:

Onlara da, Allah ve Resûlü'nü bıraktım! dedi."

Ben, bunun üzerine, 'Vallahi hiçbir hususta Ebu Bekir'i geçemem' dedim. [253]

Ticaretle meşgul olan ve müslüman olduğunda kırk bin dirhem serveti olan Hz. Ebubekir, bunun bir kısmını satın alıp azad ettiği kölelere, bir kısmını da İslam'ı ve müslümanları güçlendirmek için harcamış ve Medine'ye hicret ederken ya­nında yalnızca beşbin dirhemle gitmişti. Sonra aynı şeyi Medi­ne'de de sürdürdüğü için vefat ettiğinde geride ne bir dinar ne de bir dirhem bıraktı. [254]

Hz. Ömer'e gelince o da yukarıda geçtiği üzere sadece bir defasında malının yansını verecek kadar cömert bir şahsi­yetti.

Hz. Osman'da çok cömert bir zat idi. Sadece Tebûk Gazvesinde 1000 dinar para ve 300 adet de deve yardımında bulundu. Peygamberimiz onun bu cömertliğini görünce, 'bun­dan sonra yapacağı hataların hiçbirisi Osman'a zarar vermez' buyurarak onu müjdeledi.[255] Hz. Osman, malın şükrünü edâ etmek için muhtaçlara bol bol ikramlarda bulunur, fakat ken­disi gayet sade ve mütevazı yaşardı.

Medine'de Hz. Ebubekir'in halifeliği sırasında bir kıtlık olmuştu. Halk bu sıkıntıdan kurtulmayı beklerken Hz. Os­man'ın, (Şam'dan) yüz deve yükü buğday ve yiyecek geldiği müjdesini verdiler. Sahabe-i Kiram satın almak için yanına koş­tular. Sıkı bir pazarlıktan sonra onlara: "Sizden daha fazla kâr veren var Yani Allah, şahit olun bu yüklerin hepsi Medine fakir­lerine sadakadır.' deyip hepsini Allah rızası için bedava dağıt­tı.[256]

Hz. Ali'de çok cömert bir şahsiyet idıV'Hz. Ali, kendi ih­tiyacı olduğu halde yanındaki yiyeceği fakirlere vermiş ve hak­kında İnsan Suresinin 5-10. âyetleri inmiştir. İbn Abbas (r.a.)'ın rivayetine göre Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (r.a.) hastalanmıştı. Hz. Ali ile Hz. Fatıma (r.a.), onları ziyarete giden peygambe­rimizin ve bir grup sahabenin tavsiyesi üzerine çocukları iyile-şirse Allah için üç gün oruç tutacaklarını adadılar. Yüce Allah çocukları sağlıklarına kavuşturunca adaklarını yerine getirmek üzere oruca başladılar. Akşam olup iftar vakti gelince kapıya bir yoksul gelip yiyecek istedi. Yiyecek olarak sadece bir Yahudiden ödünç aldıkları ve ancak kendilerine yetecek kadar arpa ekmekleri olan Hz. AU(r.a.) bu ekmeği o yoksula verip kendileri su ile iftar ettiler. İkinci ve üçüncü gün de bir yetim ve esir geldi. Yine yiyeceklerini onlara verdiler. Sabah olunca çocukların elinden tutarak Peygamber efendimizin yanına git­tiler. Renklerinin solgunluğu Peygamberimizin dikkatini çekti ve 'Ey Ali, gördüğüm sizdeki bu kötü durum nedir?' diye sordu. Hz. Ali başlarından geçeni anlattı. Derken Cebrail (a.s.) aşağı­daki ayetleri indirdi:

İyiler ise, kâfur katılmış bir kadehten(cennet şarabını) içerler. Bu, ) Allah'ın has kullarının içtikleri ve istedikleri yere akıttıkları bir pınardır. O kullar, verdikleri sözü yerine getirir­ler; fenalığı oldukça yaygın olan bir günden korkarlar. Onlar, kendi canlan çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. 'Biz size Allah rızası için yemek yediriyoruz; binâenaleyh, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, sert ve belâlı bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkanz'(derler). [257]

Günümüz müslümanı kendini aç bırakıp, yiyeceğini baş­kasına vermesi bir yana çocuklarına ve hatta torunlarına birik­tirmeğe çalıştığı malın bir kısmını vererek de iyiler kervanına katılabilir.

 

b-Diğer Büyük Sahabilerin Cömertliği ve İnfakı

 

Burada, dört büyük halifeden sonra eşsiz faziletleriyle Allah ve Resulü'nün sayısız iltifatlarına mazhar olan Talha b. Ubey-dullah, Zübeyr b. Avvâm, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Abdurrahman b. Avf ve Zeynep binti Cehş'în cömertliğine ve infakına temas edeceğiz.

 

1.  Talha b. Ubeydullah'ın Cömertliği ve İnfakı

 

Hz. Tatha çok varlıklı bir insandı. Varlıklı olduğu kadar da cömert idi. Cömertliğinden dolayı Reslullah (s.a.v.) tarafın­dan "Talhatü'l-Cûd (cömert Talha)" vb. isimlerle isimlendiri­len Hz. Talha, her gün Allah rızası için bin dirhem veya dinar sadaka verirdi. Sadaka veremediği gün ise uykusu kaçardı. [258]

Hz. Talha (r.a.) kendisinden istenmeden bol bol infakta bulunan, özellikle akrabalarım benzeri görülmemiş derecede kollayan ender şahsiyetlerden biridir.

Nitekim mensup olduğu Beni Teym kabilesinden fakir o-lup ta çoluk çocuğunun geçimini üzerine almadığı, evlenmesi gerekip te evlendirmediği, işsiz olup ta iş vermediği ve borçlu olup ta borcunu Ödemediği hiçbir kimseyi bırakmamıştır.[259]

 

2.  Zübeyr b. Avvâm'in Cömertliği ve İnfakı

 

Ticaretle meşgul olan ve bu konuda gayet şanslı olan Hz. Zübeyr son derece cömert ve eli açık sahabilerdendi. Öyle ki devletin diğer vatandaşlar gibi kendisine de bağladığı maaşı hiçbir kuruşunu alıkoymamak şartıyla hepsini Allah için sadaka verdiği gibi, kölelerinin -ki bin kölesi var idi- kendisine ödedik­leri haracın tamamını da aldığı gibi tasadduk ederdi. [260]

 

3.  Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın Cömertliği ve İnfakı

 

Cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Hz. Ebu Ubeyde de son derece cömertti. Nitekim bir defasında Hz. Ömer kendisine dört bin dirhem ile dörtyüz dinar gönderdi, el­çiye de, 'Dikkat et bakalım, parayı ne yapacak' diye tenbih et­ti Elçi parayı verir vermez Hz. Ebu Ubeyde hepsini muhtaçlara dağıttı. [261]

 

4. Abdurrahman b. Avf'in Cömertliği ve İnfakı

 

Cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Abdur­rahman b.Avf, "bütün servetini Allah yolunda fakir ve muhtaçla­ra verebilecek kadar cömert ve fedakâr bir sahabi idi. Bu cüm­leden olmak üzere sadece bir defasında kendisine ait bir araziyi kırk bin dinara satmış ve mensubu bulunduğu zühre oğullarının fakirlerine, ihtiyaç sahibi müslümanlara ve peygamber efendi­mizin hanımlarına dağıtmıştı.[262] Ebu Ubeyde'nin eşsiz cömertli­ğini gösteren hadiselerden biri de aşağıdaki hadisedir:

Habib b. Ebi Merzuk'un (r.a.) rivayetine göre, birgün Medine'de sarsıntı gibi birşeyler oldu. Hz. Âişe(r.a.) 'Nedir bu?' diye sordu, 'Abdurrahman b. Avf'ın kervanıdır' diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle dedi: 'Resululah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duydum: 'Abdurrahman b. Avf'ı Sırat'tan bir sendeleyerek bir de kurtulmak için doğrulmaya çalışıp da doğrulmakta zorlandığı bir halde geçerken gördüm.

Bu söz Abdurrahman'a ulaşınca, 'kervanı -ki beşyüz deve idi- bütün yükleriyle Allah yolunda harcamak üzere sadaka ola­rak verdi. [263]

Son olarak, Peygamber (s.a.v.) efendimizin eşlerinden Hz. Zeyneb (r. anha)'in cömertliğine işaret ederek bu konuyu noktalamak istiyoruz.

 

5. Hz. Zeyneb'in Cömertliği ve İnfakı

 

Hz. Âişe ve Hz. Ümmü Seleme'nin bildirdiklerine göre, Hz. Zeyneb, ... el işleri yapan bir kadındı; deri dabaklar, dikiş diker ve bunlardan kazandıklarının hepsini Allah yolunda yok­sullara sadaka olarak verirdi. [264]

Kısaca, onlar sırf sadaka vermek için çalışıp mal kazanır ve "Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları (ihtiyaç sahiplerini) kendilerine tercih ederler [265] ayetinde tavsif edildikleri gibiydiler,

Peygamber(s.a.v.)'i ve onun birer yıldız gibi olan sahabilerini [266] kendilerine örnek edinen müslümanlann da tıpkı onlar gibi cömertçe infakta bulunmalarına hiçbir şüphe yoktur. Nitekim Sahabe-i Kiram müslüman olduktan sonra sadaka ver­mek için hamallık yaptığı ve kapılarına gelen yoksulları boş çe­virmemek için sofralarındaki ekmeği, sırtlanndaki gömleği ve ayaklarındaki ayakkabılarını verdikleri gibi, onları örnek alan nice Allah dostu da [267] sırf yoksullara vermek için ticaret yapar ve mal kazanırdı. Onlara göre infak yapmadan cennet sevgisi iddiasında bulunmak yalancılık olduğundan onlardan biri, kapı­sına gelen yoksula verecek hiçbir şey bulamazsa giydiği ayak­kabıyı veya gömleği ve hatta bindiği atı veya merkebi verip gönderirdi.

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

İNFAKIN FERT VE CEMİYET HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır."Allah'a ve Resulü'ne iman edin. Sizi kendisine halife kılıp harcama yetkisi verdiği şeylerden harcayın. Sizden iman edip de (Allah rızası için) har­cayan kimselere büyük mükafaat vardır.[268]

Malım Allah yolunda infak eden müslüman, öncelikle Yüce Allah'ın emrini yerine getirerek O'na ibadet etmiş, bu sayede O'nun rızasını kazanarak O'na yaklaşmış ve va'd ettiği büyük mükafaatlara ehil hale gelmiş olur.

İnfakın ibadet yönünden [269] başka birçok ruhî, ahlakî, fer­dî, sosyal ve iktisadî hedefleri de bulunmaktadır. Çalışmamızın bu bölümünde, kısa da olsa bunları biraz daha yakından gör­meye çalışacağız. Ancak, Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bah­sedeceğimiz hedeflerin genellikle zekatın gerçekleştirdiği he­defler olarak gösterilmesi, infakın zekat dışındaki diğer kısım­larının bunları gerçekleştiremeyeceği anlamına gelmemekte­dir. Zira, bizim bu çalışmadaki infaktan kasdımız infak kapsa­mına girmekle beraber daha çok dilencilerin eline sıkıştırılan ve hiçbir derde çare olmayan cüz'î infaklar değil, fakirin ihti­yacına göre, başka bir ifadeyle fakiri ihtiyaçtan kurtaracak ba-ğışlar(ihsanlar)dır. Söz konusu hedeflerin gerçekleşmesinde en büyük pay, zekata ait olmakla beraber, belirttiğimiz miktarda yapılacak diğer infaklar sayesinde de bir çok büyük yaraların sarılacağı muhakkaktır. Nitekim, infakın müesseseleşmiş şekli olan vakıfların, zamanla ve özellikle de Osmanlı Döneminde gerçekleştirdiği hizmetler bunun en kuvvetli delillerindendir.

Bu sebeple konular işlenirken vurguladığımız husus göz önünde bulundurularak işlenmiştir.

 

1. İnfakın Fert Hayatındaki Yeri Ve Önemi

 

A. İnfakın Münfik Üzerindeki Tesiri

 

Şüphesiz infakın faydası, ilk akla geldiği gibi sadece kendisine infakta bulunulan fakirle sınırlı değildir. Bilakis, in­fakın faydası öncelikle münfik'e, yani infakta bulunana aittir, ki bunların başında onun bu sayede maddenin esaretinden kur­tularak saf tevhide ulaşması gelmektedir. Bilindiği üzere insan ilâh olarak yalnızca Allah'ı tanımakla ve sadece ona kulluk yapmakla yükümlüdür. Bu ise en büyük sevginin Allah'a ait ol­masını gerektirmektedir. Oysa malı Allah gibi sevmek, bu hu­susu ihlal etmektedir.[270] İnfakta bulunan kimse malım vermekle ilk olarak kalbini, -kulluğa ve kulluğun esası olan tevhide ters düşen-, şirk de dahil "bütün günahların başı olan dünya sevgi­sinden [271] arındırarak Cenab-ı Hakk'ın emrettiği halis bir tevhi­de sahip olur.[272] Bunun yanında münfik, malını Allah için harca­makla, yine fakirden önce kendi kalbini nice inşam helak eden gurur, cimrilik ve mal hırsından kurtarmış olur. Bu sebeple, as­lında "Hazreti İsa, zengin delikanlıya verdiği öğütte, 'Git, bü­tün varını sat ve fakirlere dağıt [273] demekle fakirleri değil, zen­ginliğin çürüttüğü delikanlının ruhunu düşünüyordu..[274]

Yüce Allah, infakın münfik üzerindeki bu tesirini şöyle açıklar:

"(Ey Peygamberim!) onların mallarından sadaka (ve zekat} al ki, bununla onları (günahlardan) temizleyesin, onla-rın(sevaplarını, şereflerini) artırıpyüceltesin..[275]

Her türlü temizleme ve yüceltmeyi içine alan âyetteki bu iki kelime çerçevesinde konuyu biraz daha yakından görmek istiyoruz:

 

a) İnfak Cimrilikten Temizler

 

Kur'an-ı Kerim'de ifade edildiği üzere "insan pek cimri­dir.[276] Bu, onun yaradılışında bulunan [277] ve nefis tezkiyesini olumsuz yönde etkileyen bir hastalıktır. Ancak, biraz sonra arz edeceğimiz gibi, bu, tedavisi mümkün olmayan bir hastalık de­ğildir. Cimriliğin insanlar hakkında düşünülebilen en kötü huy­lardan olduğuna işaret eden Hz. Peygamber (s.a.v.):

İki huy vardır ki, bunlar bir mü'minde bulunamaz: Cimrilik ve kötü ahlak.[278] "Bir kulun kalbinde asla cimrilik (duygusu) ile îman bir arada bulunamaz. [279] buyurmakta ve "Allahım! Korkaklık­tan ve cimrilikten sana sığınırım [280] diye dua etmektedir.

Hz. Peygamber müslüman olan her kabileye içlerinden birisini yeniden başkan tayin ederdi. Benî seleme kabilesinden bir heyet huzuruna geldiğinde de onlara başkanlarının kim ol­duğunu sormuş; onlardan, "Ced b. Kays'tır, ancak biraz cimri-cedir." Cevabını alınca bu durumdan memnun kalmayan Hz. Peygamber, "Hangi hastalık vardır ki o cimrilikten daha elem verici olsun! Hayır, sizin başkanınız Ced b. Kays değil, Bişr b. Berâ'dır.[281] diyerek Ced b. Kays'î cimriliğinden dolayı azlet­miş, onun yerine Bişr b. Berâ'ı getirmiştir.

Cimriliği ahlâkî ve Psikolojik bir hastalık olarak kabul eden islam ahlakçıları, diğer kötü ahlaklar gibi bunun da ilim ve amel yoluyla tedavi edilebileceğini söylemişlerdir. İlim yo­lu, cimriliğin ahlâkî, dinî ve içtimaî bakımdan zararlarını ve bundan kurtulmanın yollarını araştırıp öğrenmek; amel yolu ise, daha önce de geçtiği üzere insanların dertleriyle ilgilen­mek, nefse güç gelse de insanlara yardım etmeye kendini zor­lamaktır.[282] Zira bir hadis-i şerifte [283] belirtildiği gibi, kişi cömertlik yapıp infak ettikçe mal hırsının ve cimrilik duygusunun baskısı gittikçe azalır. Aynı zamanda başkalarının sıkıntılarını hafifletmiş olmaktan dolayı da huzura kavuşur.[284]

İşte bu anlamıyla infak, kişiyi bu kötü huydan temizleye­rek daha asil bir duygu olan cömertliğe alıştırır. "Ancak, kişi­nin bu kötü huydan temizlenmesi, cömertliği ve Allah için yap­tığı infaktan zevk ve mutluluk duyması ile doğru orantılıdır.[285]

 

b) İnfak Allah'ın Ahlakıyla Ahlaklanmayı Sağlar

 

Yüklendiği Sorumluluk gereği Allah'a doğru yükselme gayreti içinde olması gereken insanın,[286] şüphesiz bu yolda ata­cağı adımlardan biri de, Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmasıdır. [287]

İnfak sayesinde cimrilikten kurtulup cömertliği alışkanlık haline getiren müslüman, gittikçe Cenâb-ı Hakk'ın ahlakıyla ahlaklanmaya ve kemâle doğru yol almaya başlar. Zira, şefkat, merhamet, iyilik ve cömertlik Cenab-ı Hakkın ahlaklarından (sıfatlarından) olup [288] kemalin da temel esaslarındandır. Zira, Razi'nin(Ö. 606/1209)-özetle- belirttiği gibi, insanın kemali, iki şeyledir: Birincisi, Allah'ın emrine saygı ve bağlılık, ikincisi ise, Allah'ın yaratıklarına şefkat edip onlara iyilik yapmakta­dır. Hz. Peygamber(a.s.v.)'in "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurması da bu sırra binâendir.[289]

 

c)  İnfak Allah'ın Nimetine Şükrü Sağlar

 

Daha önce de belirtildiği üzere, insan herşeyini; varlığı­nı, bilgi, beceri, nzık, mal ve servetini Allah'ın sınırsız rahme­tine borçludur. "Bu da demektir ki insan, yaşamının her anında kendisine göstermekte olduğu iyilik karşılığında Allah'a karşı minnet beslemek görevini, yani şükr etmeyi üstlenmiştir.[290] Her nimetin şükrü kendi cinsinden olduğu için, "bedenî ibadet­ler beden nimetinin; malî ibadetler de mal nimetinin şükrü olması [291] hasebiyle malının hiç olmazsa bir kısmını Allah rızası için infak eden müslüman, malının şükrünü edâ ederek, sorum­luluktan kurtulmuş olur. Çünkü şükür, daha önce de geçtiği üzere sadece dil ile "el-Hamdu lillah" vb. sözler söylemekten ibaret değil, "Şükrün manası, nimeti, Yüce Allah'ın istediği yerde kullanmaktır. [292]

 

d) İnfak Kalbi Dünya Sevgisinden Kurtarır

 

Amaç ve gaye edinilmeye değer yanlan olmamakta birlikte insan, tabiatı gereği dünya ve mal sevgisine son derece düşkün bir varlıktır.[293] Bu sebeple bu sevgiyi tamamen onun kalbinden sö­küp atmak mümkün olmadığı gibi, böyle bir çaba içine girmek de faydadan çok zarar getirir. Ancak bu sevgiyi dengelemek gerekir. Zira daha Önce de geçtiği üzere Allah'a kulluk ve kulluğun esası olan tevhid bunu gerektirmektedir. Oysa malı hayatın yegane amacı olarak görerek Allah'ı sever gibi sevmek, onu Rab edinmek demektir. Zira kişinin mabudu, en çok sevdiği şeydir.

İşte, kişide var olan bu tutkuyu kırmak, kalbin tamamen mala yönelmesini engellemek ve insanın saadetinin mal topla­makla meşguliyette değil, malı Allah'ın razı olacağı yerlere harcamakta olduğunu bilmeleri (anlamaları) için Yüce Allah, mal sahiplerini, mallarından bir kısmını ayırıp gösterdiği yerle­re harcamakla mükellef tuttu. [294]

Bu mükellefiyetini yerine getiren insan, böylece dünyaya son derece düşkün olduğu halde, ruhunda Cenab-ı Hakk'a ve e-bedî âleme (ahirete) karşı bir iştiyak hissi uyanacak ve Yüce Al­lah'ın, "Seçkin kullanm arasına kanş ve cennetime gir! [295] dediği Salih kimselerin derecesine yükselmeği haketmiş olacaktır.

 

e) İnfak Şahsiyeti Geliştirir

 

Şüphesiz, insanı basit bir biyolojik birey olmaktan kurta­rarak meleklerden daha üstün bir varlık haline getiren, ne o-nun güzel şekli, ne bedeninin gücü, ne giyim-kuşam ve rengi, ne de sahip olduğu mal ve servetdir.[296] İnsanın üstünlüğü, edin­diği üstün niteliklerden, yüksek ahlakî değerlere sahip olduğu üstün kişiliğinden dolayıdır. [297]

Başta zekât olmak üzere infak, insana bu üstün kişiliği kazandırır. Zira Allah yolunda yapılan infak, "kalbi (kötü ahla­kın en çirkinlerinden olan) cimrilikten arıtır, ruhu yüceltir. Şeytanın ileriye sürdüğü fakirlik vesvesesinden uzaklaştırır. Al­lah'ın nezdindeki mükafata güvenmeyi temin eder.[298]

Zamanı geldiğinde zekâtını ve fitresini veren, zaruret hasıl oldukça gönüllü infakta bulunan müslüman, gün geçtikçe daha mükemmel bir şahsiyet kazanır. Zira " İyi ve kötü işlerin, değişik zamanlarda, uzun zaman tekrarı, zamanla insanın şah­siyetini belirli şekilde güçlendirir..[299]

Buna karşılık, kendini infaka (vermeye) alıştırmayan cimri ve bencil kimse, ileri yaşta bir erişkin olsa bile, kişilik yönünden gelişmediği için ruhen çocuk sayılır. Zira cimrilik ve boş vermişlik gibi özellikler, iki yaşlarındaki çocukların özelliklehndendir.[300]

 

f) İnfak Sevgi Doğurur

 

Toplumun hayatiyetini sürdürmesi, sosyal ve ekonomik yönden gelişmesi; toplumu meydana getiren fert, grup ve ce­maatlerin bir bütün meydana getirecek şekilde birbirlerini ta­mamlamalarına ve birbirleriyle kaynaşmalarına bağlıdır.[301]

Toplumu meydana getiren unsurların birlik, beraberlik ve kaynaşmalarını sağlayan sevgi; bu bütünlük ve kaynaşmayı bozan ise düşmanlıktır. [302] Düşmanlığın sebebi ise ya kin ve nef­ret veya kıskançlıktır.

İbn Hibbân el-Büstî (Ö. 354/965) gibi bazı İslam âlimle­rinin söylediği gibi, düşmanlıkları önlemenin en etkili yolu, sevgiyi yaygınlaştırmaktır. Çünkü seven kıskanmaz; kıskanma­yan da düşman olmaz. [303]

Hiç şüphesiz sevgiyi temin eden en önemli unsurlardan biri, iyilik yapmaktır. Bir hadiste buyurulduğu üzere "kalp, ta­bii yapısı gereği, kendisine iyilikte bulunana karşı sevgi; kötü­lük yapana da nefret duyar. [304]

Bu yolla meydana gelecek sevgi, sıradan bir duygu değil; "insan, iyiliğin kölesidir" Arap atasözünde vurgulandığı gibi, aşırı derecede bağlılık özelliğini taşıyan güçlü bir duygudur. Zi­ra, "insan kendi nefsine olan aşın sevgisinden dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd (kul) ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir. [305]

İşte infak, bahsettiğimiz bu sevgiyi doğurur, fakiri zen­gine baslar. [306]

 

g) İnfak Neş'e Verir

 

İnfak, yalnızca ihtiyaç sahibine neş'e ve sevinç vermekle kalmamakta, aynı zamanda "Bir İyilikte bulunana daha

fazla­sıyla karşılık verilecektir..[307] âyet-i kerimesinde belirtildiği üzere bu sevinç, neş'e ve zevki belki daha fazlasıy­la infakta bulunana tattırmaktadır.[308] Bu sebeple Said Nursî, Al­lah için verenlerin psikolojik durumlarını " Her bir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur; her bir mu­habbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlûkları sevindirmekle se­vinir; her bir âlicenab zât, başkasını mes'ud etmekle lezzet alir.[309] ifadeleriyle değerlendirirken, başka bir ilim adamımız Allah için verenlerle, bencillikleri yüzünden vermeyenlerin psikolojik durumlarını şu ifadelerle değerlendirmektedir:

İlâhî emirlere uyarak zekâtını ve sadakasını verenler, bu dünyada bile mutluluğa ererler. Onların gönülleri sevgi dolu, iç dünyaları aydınlık, ruhları huzur ve sükûn içindedir. Hayatları endişesiz ve rahat, ömürleri bereketlidir. Herkes tarafından sevilip sayılırlar, bu yüzden cennet bahçelerinin güllerini daha dünyada dermeye başlamışlardır. Zekâtım verebilecek cömert­liği gösteremeyen mutsuzlara gelince; onların nasibi, hırs ve kıskançtık ateşiyle kavrulmak ve sürekli bir sinir gerginliği için­de olduklarından sağlıklarını her an kaybetme tehlikesiyle kar­şı karşıyadırlar.[310]

 

h) İnfak Mah Temizler

 

İslam'a göre, malın mülkiyet hakkı her ne kadar çalışıp kazanan kimseye aitse de, "Onların mallarında yoksul ve di­lencilerin hakkı vardır,[311] âyet-i kerimesinde belir­tildiği üzere yararlanma hakkı sadece mal sahiplerine âit değildir. Bilakis, ihtiyaç sahiplerinin de onda, belirli miktarda haklan vardır [312] Zira "Hiçbir kişisel kazanç düşünülemez ki, ona toplumun bir etkisi ve başkalarının bir kazanç ilişkisi bu­laşmamış olsun. (Dolayısıyla) tok, kendi sofrasında karnını tıka basa doyururken, o sofradan geçen bir aç insanın hakkı bulun­madığı iddia edilemez".[313]

Mal sahibi, "yakınına, düşküne ve yolcuya hakkını ver,[314] emrine uyarak bu ve buna benzer ayetlerde açıklanan hak sahiplerine, tayin edilen haklarını vermekle yükümlüdür. Böy­lece hem kendi nefsini cimrilikten korumuş olur, hem de malını başkasının hakkından temizlemiş olur. Aksi takdirde, başkalarının hakkını gasbetmiş sayılacağından malını kirletmiş olur.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, fakirlerin zenginle­rin mallarındaki hakları sadece zekâtla sınırlı olmayıp, Pey­gamber (s.a.v.)'ın: "Kişinin malında( Allah'ın ve kullarının) ze­kattan başka haklan da vardır.[315] Hadis-i şerifinde belirtildiği üzere bazı durumlarda bundan başka haktan da vardır. Bu se­beple Zekat, fakirlerin ihtiyaçlarını karşılayamadığı takdirde zenginler, mallarının bir kısmım daha(ihtiyaçlannı karşılayacak kadar) fakirlere vermek zorundadırlar ki bu konuda alimlerin ittifakı vardır.[316] Nitekim, !bn Ömerfr. anhüma)'in görüşü de bu yöndedir. "İbn Ömer'e göre: 'Zekat, fakirlerin ihtiyaçlarım karşılamaya yetmezse o vakit fakirlerin durumunu iyileştirmek o kasabanın zenginlerinin vazifesi olur." Aksi takdirde Hz. A-li'nin de bir sözünde belirttiği gibi Allah'ın gazabına uğrarlar.[317]

 

1) İnfak Malı Artırır

 

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz her­hangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar(sevapların) ve mallarım) kat kat arttıranlardır. [318] "Allah faiz (karışan mal)'ı mahveder. Sadakaları ise ço­ğaltır..[319] Yani; malı artırır sanılan "Ribâ (faiz) i-çinde ayın on dördü gibi görünen servetleri, hilâl gibi küçülte küçülte nihayet gözle görünmez hale getirir de buna karşılık; malı eksiltir sanılan sadakaları...gitgide büyütür ve çoğal­tır.[320] Bunun sebeplerinden bir tanesi şudur: Faiz alan kimse fakir ve çaresiz kimselerin bedduasını alırken, sadak a veren kimse hem fakirlerin hem de meleklerin hayır dualarını almak­tadır. Beddua, bereketin zevaline, malın elden gitmesine se­bep olurken; hayır dualar malın bereketlenmesine ve artması­na sebep olmaktadır.[321] Her gün, "Allahım! İnfak edenin malım artır.[322] diye dua eden meleklerin duasının reddedilmesi hiç mümkün müdür?

İnfakın malı artırdığım açıklayan Yüce Allah şöyle buyu­ruyor:

Siz Allah için ne verseniz, Allah onun yerine(daha iyisi­ni) verir. 0, rızık verenlerin en hayırlısıdır.[323]

Hadis olarak rivayet edilen bir sözde de şöyle Duyurulmaktadır:

"Sadaka veriniz. Çünkü Sadakada, üçü dünyada üçü de âhirette olmak üzere altı hususiyet vardır. Dünyadaki hususi­yetleri şunlardır: Rızkı artırır, malı çoğaltır, memle-ket{ülke)leri bayındır hale getirir. Ahiretteki hususiyetleri ise: Ayıpları örter, kişinin başının üstünde gölge olur ve cehennem ateşinden korur. [324]

Diğer taraftan infak sayesinde alım gücü arttığı için tica­ret, sanayi ve diğer iş faaliyetleri genişleyerek ekonomik dur­gunluk önlenmiş olur ki, bu da, sermayenin büyümesi ve malın artması demektir.[325]

Görüldüğü üzere infakın faydası öncelikle sahibine aittir. Zira infak, bir yandan sahibinin psikolojik değişim, gelişim ve kalitesini sağlarken, bir yandan da sermayesinin daha da bü­yümesine sebep olmaktadır.

 

B. İnfakın, Fakir ve Yoksul Üzerindeki Tesiri

 

İnfakın, münfik üzerindeki tesiri yanında, kendisine in-fakta bulunulan kimseye de önemli etkileri bulunmaktadır. Bundan dolayı olmalı ki infak, zekat ve sadakadan bahsedilince ilk akla gelen, fakir ve muhtaç kimseler olmaktadır.

İnfakın fakir ve yoksul üzerindeki etkilerini daha yakın­dan incelediğimizde aşağıdaki hususlar göze çarpar.

 

a) İnfak, Muhtacı İhtiyaç Sahibi Olmaktan Kurtarır

 

Hz. Ali(r.a.) şöyle der:

Allah, zenginlere, mallarından, fakirlerin ihtiyaçlarına yetecek kadar, vermelerini emretti( farz kıldı); eğer fakirler yiyecek ve giyecek bulamıyorlar ve sıkıntı çekiyorlarsa, bu, zenginlerin vazifelerini yapmadıklarındandır.[326]

Gerçekten zenginler, sadece mallarının zekatlarını hak­kıyla verselerdi, bugün ne bu kadar sefalet, ne bu sefalet yüzünden meydana gelen bu kadar dramatik olaylar, gayr-i ahlâ­kî hadiseler ve ne de en zor ve en kötü şartlarda sadece karın tokluğuna çalışan bunca çaresiz insanlar olacaktı.

Biraz sonra kaydedeceğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere, aslî ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak kadar fakir olan kimselerin, yalnızca hakkıyla verilecek zekat sayesinde zaman­la fakirlikten kurtulmaları, hatta küçük te olsa bir sermaye ve iş sahibi olmaları bile mümkündür.

"Mesela, Zekât olarak hayvan verildiği zaman, hayvanı olmayan fakir çiftçi ve köylüler kısa sürede bir sürü oluşturabi­lirler. Bunlar az bir zamanda zekât alır durumdan zekât verir duruma geçebilirler. Böylece her yıl, zekât alanların sayısı azalır ve buna karşılık zekât verenlerin sayısı gittikçe ar­tar.[327]

Daha kapsamlı bir örnek verecek olursak; sanatkar, tüc­car ve çiftçi gibi çalışmağa, kazanmağa ve kendi kendini ge­çindirmeğe gücü yettiği halde sanat aletleri, ticarî sermayeleri olmayanlara işlerini kurabilecek kadar bir sermaye; çiftçiye devamlı olarak geliri kendisine yetecek bir tarla yahut böyle bir tarladan bir hisse satın alabilecek bir miktar verilmekle; her hangi bir mesleği olmadığı halde çalışmağa gücü yetenlere zekat malından fabrika ve atölyeler kurularak iş imkanlarına kavuşturulmalanyla; kör, kötürüm, yaşlı, dul, çocuk vb. gibi çalışmaktan aciz olanlara ise maaş bağlanmakta fakirlikten kurtulmaları veya en azından bir orta sınıf oluşturmaları müm­kündür.[328] Ancak şunu belirtmeliyiz ki, zekatın bu fonksiyonu başlı başına icra edebilmesi için, -daha önce de işaret ettiği­miz gibi- tüm zenginler tarafından hakkıyla verilmesi, devlet veya güvenilir müesseselerce toplanıp âdil bir şekilde dağıtıl­ması ve olağanüstü durumların olmaması; böyle durumlarda veya zekatın yeterli gelmediği hallerde, infakın diğer kısımla-rıyla takviye edilerek desteklenmesi gerekmektedir.

 

b) İnfak, Kin ve Kıskançlıktan Temizler

 

İnfak, bir taraftan fakirin ihtiyacını gidererek onu haya­ta bağlarken, Öbür taraftan zengine kin, nefret ve düşmanlık beslemesine mani olarak toplumsal çözülmeyi önlemekte ve zenginle daha dostça ilişki kurmasını sağlamaktadır.[329] Zira da­ha önce de geçtiği üzere "Kalp, tabii yapısı gereği kendisine i-yilikte bulunana karşı sevgi besler".[330] Sevginin olduğu yerde ise kin, nefret ve kıskançlığın barınması mümkün olmadığı gibi, bir çok şer kapısı da kendiliğinden kapanmış olur.

Bunun yanısıra, infak, gerek zenginin gerekse fakirin ya­pısında meydana gelebilecek biyolojik bir çok düzensizliğin Önüne de geçerek her iki tabakanın daha sağlıklı kalmalarını sağlamaktadır. Şöyle ki; Sefalet içinde yaşayan fakirin, -Cenab-ı Hakk'ın bir çok nimetine sahip olduğu halde- kendisine yardım elini uzatmayan zengine kin ve nefret duyması; zenginin de, kendisine duyduğu kin ve nefretten dolayı fakirden korkması ve buna bağlı olarak çeşitli evhamlara kapılması, şüphesizdir, ki, bunların ikisi de yani hem kin ve nefret, hem de korku ve buna bağlı evhamlar iki tabakanın yapısında biyolojik bir çok düzensizlikler meydana getirir.

Korku, bir yandan dayanılmaz ateşlerin pençesine atar. Çeşitli ruhî bunalımlar ve maddî hastalıklar (mide ülseri, kalp damarı spazmları, felçler hatta kanser...) yaratır. Diğer yan­dan ise tam bir moral paniğe kaptırır ki, insan böylece bitme­yen mutsuzluk ve acıların kazanında kaynar durur. [331]

Kin ve nefret ise, bir taraftan insanın moral ve bedensel yapısını büyük ölçüde tanzim eden hormon sistemini tahrip ederken, diğer taraftan kalbi ve hücreleri perişan etmekte­dir.[332]

Yüce Allah'ın emrettiği hükümlerde hiç hikmetsizlik olur mu? O halde "Gerçek mü'minler için Allah'ın hükmünden daha güzel hangi hüküm, tasavvur olunur?.[333]

 

2. İnfakın Cemiyet Hayatındaki Tesiri

 

Cemiyet, fertlerden meydana gelen bir dokudur. Fertleri birbirine bağlayan, aralarındaki bağları kuvvetlendiren her şey, hiç şüphesiz cemiyeti de kuvvetlendirecek ve sosyal düze­nin daha sağlam temeller üzerine oturtmasını sağlayacaktır.

İşte bu açıdan bakıldığında infakın, cemiyet hayatı üze­rindeki etkisi kendiliğinden anlaşılacaktır. Ancak, bununla be­raber konuyu, biraz daha ayrıntılı ve yakından görmekte fayda mülahaza etmekteyiz.

 

A. İnfak ve Sosyal Dayanışma

 

Ünlü İslam alimi Dihlevî' nin ifadeleriyle:

"İnsan, yaratılış itibariyle medenidir; yaşantısını düzgün biçimde sürdürebilmesi için mutlaka aralarında yardımlaşma olması gerekir. Yardımlaşma ise, ancak aralarında olacak ül­fet ve merhametle mümkündür. Ülfet ise, iyilik ve karşılıklı saygı sonucu oluşur..[334] Bunu sağlayacak "en büyük âmiller­den biri de maldır.[335] Zira "Bir aç ile bir tokun bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi mümkün olmadığı gibi [336] böyle bir toplumun haset, kin, nefret ve bunla­rın sonucu olarak da fesat ve anarşiden kendilerini kurtarmala­rı da mümkün değildir. İşte bu açıdan bakıldığında, gerçekten infak, sosyal dayanışmanın oluşmasında önemli bir yer işgal etmektedir. Bu sebeple Mekke'de inen ilk ayetlerde "infak" vb. kavramlar ön plana çıktığı gibi , Hz. Peygarnber'in Mek­ke'den Medine'ye hicreti sırasında Küba'da verdiği ilk Cuma hutbesinde "Bir hurma parçacığı ile de olsa kendisini ateşten kurtarabilen kurtarsın. Bunu da bulamayan, bunu güzel bir söz­le yapsın." buyurmak suretiyle infaka öncelik verdiğini gör­mekteyiz. [337]

 

B. İnfak ve İktisadî Hayat

 

İnfakın ferdî, içtimâi ve ahlakî faydaları yanında iktisadî bir takım faydaları da bulunmaktadır. Aslî ihtiyâçlarını bile karşılayamayan, alım güçleri olmayan insanların ne üretim ve ne de tüketim açısından iktisadî hayata bir yarar getirmezler. Bu bakımdan ya bunlara iş verilip emeklerinden faydalanmalı veya gelirlerin belli bir kısmından onlara pay ayırarak üretim faaliyetinde bulunmaları sağlanmalıdır. Şu kadar var ki, yapı­lan yardımlarla birden sermaye sahibi olmaları mümkün değil ise de, devamlı yapılacak yardımlar sayesinde bunların küçük tasarruflarla bir sermaye sahibi olmaları mümkündür. Özellikle zekât ve diğer devlet gelirlerinin çoğalmasıyla bunların millî gelirden alacakları paylar da çoğalacağından sermaye oluştur­maları çok daha kolay ve çabuk olacaktır.

Verilen zekatlar sermaye oluşturmalarını sağlayacak miktarda olmasa bile en azından üretimin hedefi olan tüketimi artıracaktır ki, bu da iktisadî hayat için son derece önemli ve faydalıdır. Zira, tüketimin artmasıyla üretim de hızlanacaktır. [338] Bu şekilde hem ticâret, sanayi ve diğer iş faaliyetleri geniş­leyecek hem de üretim ve tüketim arasında denge sağlanarak ekonomik durgunluk önlenecektir.[339] Ayrıca infak, sermayeyi muattal olmaktan kurtararak işletmeye sevk etmektedir ki, bu da iktisadî büyüme için önemli bir husustur. Şöyle ki:

Atıl vaziyette tutulan ve üretim için işe yatırılmayan pa­ra...zekata tabidir ki, bu hüküm paranın harekete geçirilmesi­ni sağlayacaktır. Eğer sahibi parasını işletmezse her yıl zekat sebebiyle %2. 5 oranında parada azalma olacaktır. Bu durum, para sahiplerini dâima paralarını çalıştırmak zorunda bıraka­caktır.

Gelir dağılımı ve dolayısıyla refahın yaygınlaştırılması i-çin alınan %2. 5'luk miktar ise ana paranın tembel tutulmasına karşılık tüketim veyahutta üretim faaliyetlerinde kullanılmak üzere alınmaktadır. Fahruddin Razî [340] bu duruma dikkati çeker ve der ki: " kişi, aslî ihtiyâçlarından arta kalan malını evinde alıkoyarsa onu muattal bir duruma getirip yaratıldığı gayesin­den uzaklaştırmış olur. Bu, caiz değildir. Tamamiyle muattal olmaması için, Allah, malın bir kısmını fakire verilmesini emr etti. [341]

 

C. İnfak ve Cemiyetin Ruhî-Manevi Değerleri

 

İnfakın gerçekleştirdiği hedeflerden bir tanesi de, cemi­yeti ayakta tutan ruhî-manevî değerleri korumaktır.

Hiç şüphesiz cemiyetleri ayakta tutan yalnızca servet, iktidar ve sayısal üstünlükleri değil, belki bunlardan önce ma­nevî değerleridir. Nitekim, maddî üstünlük ve zenginliklerine rağmen helak olan milletlerin serüveni bunun en büyük kanıtı­dır. [342]

Kur'an-ı Kerim bu hususa şöyle değinmektedir: "Apaçık âyetlerimiz kendilerine okunduğu zaman, kâfirler iman eden­lere: 'mü'min ve kâfir iki gruptan hangisi mevkii yönünden da­ha güzeldir?' derler. Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik ki, Onlar servet ve gösteriş yönünden kendilerinden daha iyi idiler. [343]

Bu ayet-i kerime'de olduğu gibi "Kur'an, Sosyal dejene­rasyon ve siyasal yıkıma karşı maddî kuvvet ve servetin hiçbir güç oluşturmayacağını oldukça açık ifadelerle ortaya koymak­tadır. [344]

Dünya Sevgisi, mal ve servet çokluğu manevî değerlerin ruhu olan Allah ve Âhiret inancından uzaklaştırarak haddi aş­maya, nefsin isteklerine uymaya, dolayısıyla ahlakî yasaları ih­lal etmeye sebep olabildiği gibi,[345] fakirlik de küfürle karşı kar­şıya getirebilmekte,[346] İslam düşmanlarıyla iş birliği yapmaya sevk edebilmekte, hırsızlık ve benzeri kötülükler işlemeye se­bep olabilmektedir.[347]

İşte gerek zenginliğin gerekse fakirliğin sebep olabilece­ği manevî tahribatlara karşı İslâm, başta zekât olmak üzere, infakı emrederek bir taraftan manevî değerlerin esası olan in­sanların Allah'a teslimiyetlerini sağlamak istemiş, bir taraftan insanların gayret ve himmetlerini iyiliklerin yayılması yönüne sevketmek istemiş, bir taraftan da insanda var olan fıtrî özel­likleri temizleyip yüceltmek istemiştir.[348] Zira infak, sözü edi­len değerlerin korunması için en etkili yollardandır.

Ayrıca müslümanlann can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslam ülkelerine ve İslamî de­ğerlere yönelik saldırıları önlemek amacıyla meşru kılınan ci­hâdın yapılmasında malî imkanların başat rol oynadığını göz önünde bulundurduğumuzda, infakın manevî değerlerin ko­runmasında, dolayısıyla cemiyet hayatında ne kadar önemli ve etkili olduğunu anlamamızı kolaylaştıran diğer bir husustur.

 

3. İnfakın Çözümlediği Problemler

 

A. Fakirlik Problemi

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından pey-gamber'ine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, (Peygam-ber'in) yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Ta ki o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet(servet) olmasın..[349]

İslam toplumunun veya devletinin ekonomik politikasının temelini teşkil eden kurallardan biri de, Kur'an'ın vazettiği bu önemli esastır. Yani zenginlik tüm topluma yayılmalıdır. Servet sadece zenginler arasında dolaşmaman veya zenginler günbe­gün daha da zenginleşirken, fakirler daha da fakirleşmemeli-dirler. Kur'an sadece mücerret bir prensip ortaya koymakla kalmamış, bunun yamsıra faizi haram kılıp, zekâtı emretmiştir. Ayrıca ganimetlerden beşte birinin verilmesini emrederken sa­dakaya ek olarak tekrar tekrar, çeşitli kefaretler vasıtasıyla zenginliğin akışının fakirler tarafına olması için infak edilmesi­ni telkin etmiştir.[350]

Gerçek şu ki, şayet Kur'an-ı Kerim'in bu telkinlerine ku­lak verilseydi, daha önce de vurguladığımız gibi İslâm alemin­de şu ân var plan sefalet olmayacaktı veya en azından bu ka­dar olmayacaktı. Zira, zekât müessesesini inceleyen bir Hindu yazarın da (J. M. Datta) özetle ifade ettiği gibi, şiddetli kıtlık ve savaş hali müstesna, normal bir toplumda tek başına zekat bile fakir kesimlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterlidir.[351] Bu sebeple "Servet, zenginlerden aynı toplumun fakir fertlerine maişet temini için hakka riâyet ederek alınırsa, fakirlerin ha­yat seviyelerini birkaç yılda yükseltmeye yeterli gelecektir.[352] Böylece fakir, hem ihtiyaç ve sıkıntı içerisinde yaşa­maktan kurtulacak, hem de cemiyete ve Allah'a karşı vazifelerini daha iyi yapabilecektir. Aynı zamanda o kendisini cemiye­tin dışına atılmış bir varlık olarak değil, kendisine cemiyette değer verilen, sıkıntıda kaldığı zaman yardım edilen, cemiye­tin bir parçası olarak görecektir.[353]

Ancak, burada bir kez daha belirtmeliyiz ki, infakın bu fonksiyonu icra edebilmesi için, en önemü kısmı olan zekatın bütün mükelleflerce verilmesi, bizzat devlet veya güvenilir müesseseler tarafından toplanması ve yine devlet tarafından âdil bir şekilde dağıtılması, ve zekatla beraber yapılacak diğer infakların fakirin ihtiyacım karşılayacak miktarda olması ge­rekmektedir.

 

B. Dilencilik Problemi

 

Bir hadis-i şerifte buyurulduğu üzere, "Mü'minin izzeti, insanların elindekine tenezzül etmemesidir.[354] Zira, kişinin fa­zileti mürüvvetine; mürüvveti, kendi şerefini korumasına; bu ise, başkasının elindekine göz dikmemesine ve minnetsiz ya­şamasına bağlıdır.[355]

Bu sebeple, "Bana öğüt ver" diyen bir adama, Resulullahfs.a.v.): "İnsanların elindekine göz dikme, hırs ve açgözlülükten sakın çünkü bu, (kişinin izzeti için) bir eksiklik­tir.[356] buyurdu.

Mü'minlerın, kendi izzet ve şereflerini korumaları için Hz. Peygamber (s.a.v.)bir taraftan en temiz kazancın el emeği ve haram ve hileden uzak bir alışveriş yoluyla sağlanan kazanç olduğunu [357] vurgulayarak onları çalışmaya, alışveriş ve ticarete teşvik etmiş, diğer taraftan dilenciliğin uhrevî cezasına dikkati çekerek ahlâki faziletlerle bağdaşmayan bu tür küçültücü dav­ranışlardan sakınmalarını istemiştir:

"Her kim {ihtiyacı olmadığı halde sadece) malını ço­ğaltmak için {avuç açıp) dilenirse, cehennem ateşinden bir kor istemiştir..[358]

"Dünyada yüzsüzlük ederek dilenenler, kıyamette yüz etleri soyulmuş olarak Allah'ın huzuruna çıkacaklardır.[359]

Sahâbe-i Kiram, Hz. Peygamber'in dilencilik ile ilgili bu ve buna benzer sözlerinden son derece etkilendiği için "Onlar­dan birinin kamçısı yere düşse herhangi bir kimseden kamçısını kendisine vermesini bile istemediği [360] gibi, büyük âlimler ve Allah dostları da kuru ekmekle, ekmekle beraber tuz veya sir­ke ile yetinir, ama hiçbir zengine iltifat etmezlerdi. Hatta zengine yüzsuyu dökmek bir yana, kendilerine verilmek iste­nen binlerce dinar ve dirhemleri bile kabul etmezlerdi.[361]

Ancak, dilenciliğin son derece çirkin ve kötü olması, prensip olarak islam tarafından caiz görülmemesi, hiçbir za­man fakir ve yoksulların kendi hallerine terkedilmesi anlamına gelmemektedir. Bu sebeple İslam'ın farz kıldığı zekatla ilk ko­runanlar, fakir ve yoksullar olmuştur.[362]

"Devlet vatandaşların emniyet, hürriyet ve refahlarını temin, muhafaza ve geliştirme sebebiyle kurulmuş bir teşkilât olduğuna göre.[363] fakir ve yoksulları korumak, insanca yaşa­malarını sağlamak, öncelikle devletin görevidir. Devletin ye­tersiz kalması durumunda ise, böylelerine yardım etmek zen­ginler için farz mertebesinde bir borçtur.[364] Ancak burada şunu belirtmeliyiz ki, öncelikle devletin, devletin yetersiz kaldığı durumlarda zenginlerin bakmakla yükümlü oldukları fakirler, yakın veya uzak akrabaları olmayan kimselerdir. Akrabası olan­lara gelince, onların bakımı varlıklı akrabalarına aittir.[365]

Anlaşılacağı üzere devlet ve toplum üzerlerine düşeni yaptıkları takdirde dilencilerin de ortadan kayb olmaları mu­hakkaktır. Nitekim eski Türkiye'nin azamet devrinde memle­ketimizi yıllarca tetkik etmiş, batılı yazarların Türkler içinde dilenci olmadığını tesbit etmekte ittifak etmiş..[366] olmaları, bunun en büyük kanıtlarından sadece bir tanesidir. Mesela bu yazarlardan A. de la Motraye ile Corneille Le Bruyn'a göre bu­nun başlıca sebebi, Türklerin hayrat ve hasenata çok düşkün olmalarıdır. Meşhur Fransız Seyyahlarından olan Motraye yaz­dığı büyük seyahatnamesinde şöyle demektedir:

Hayrat ve hasenat yalnız Kur'an ile Türk imamları tara­fından iyice telkin ve teşvik edilmiş olmakla kalmayıp halk ta­rafından da o kadar sadakatle ve öyle bir el birliği ile tatbik edilir ki, bütün Türkiye ile Tataristan'da(Kınm'da) dilencinin veyahut dilenciliği meslek ittihaz (meslek)edinmiş, fukaranın ne olduğu bile malûm değildir.[367] Bruyn ise, Motraye'nin göz­lemleyip kaydettiği bu hususu şöyle ifade etmektedir; "Türkle­rin hayrat ve hasanâta çok düşkün olduklarını ve hatta Hiristiyanlardan çok fazla hayrat vücuda getirdiklerini inkara imkan yoktur. Türkiye'de pek az dilenciye ki bunlar da başka milletlere mensup kimselerdir-] tesadüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de işte budur.[368]

İslam'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi infak mekanizma­sına canlılık kazandınldiğı takdirde, islam aleminde fakirlik ve dilencilikten eser bile kalmayacağına inanıyoruz.

 

C. Sosyal Çatışma Problemi

 

İnsanlık âleminin dirlik-düzenlik ve huzur içinde yaşama­sının temel esaslarından bir tanesi de, hiç şüphesiz karşılıklı yardımlaşmadır.   Yardımlaşmanın   olmadığı   yerlerde   dirlik düzenlik ve huzurun da olması mümkün olmayacak kadar güç­tür. Zira, Said Nursî(rh. a)'nın da vurguladığı gibi içtimaî haya­tı koruyan en büyük âmillerden biri, toplumu meydana getiren tabakalar arasında kopukluğun olmaması, zengin tabaka ile fa­kir tabaka arasındaki bağların güçlü olmasıdır. Bunu te'min eden âmil ise, zekât ve diğer yardımlardır. Buna riâyet edil­mediği taktirde, bahsi geçen tabakalar arasındaki ilişkiler git­tikçe gerginleşerek kopma noktasına gelir ve nihayet bir gün kopu verir. Bu yüzden de, fakir tabakadan zengin tabakaya karşı saygı, itaat ve sevgi yerine ayaklanma sesleri, hased na­raları, kin ve nefret çığlıkları yükselir; zengin tabakadan da fakirlere karşı merhamet, iyilik ve gönül almaftaltif) yerine zu­lüm ateşleri, tahakküm ve hakaretler yağar. Tarihte, bunun is­tenmeyecek kadar delil ve şahitleri mevcuttur. [369] Nitekim, uzun zaman çekilen açlık yüzünden bazı Avrupa ülkelerinde fa­kirlerin zenginlerin mallarına saldırıp yağmalamaları bunun de­lillerinden sadece bir tanesidir. [370]

Gerçek anlamda inanan bir İslam toplumunda fakir ta­baka ile zengin tabaka arasında bir kutuplaşma ve çatışma söz konusu olmasa bile, -günümüzde olduğu gibi- dinî inançların zayıfladığı toplum ve yerlerde iki tabakanın hayat tarzları ara­sındaki farklar ve sosyal mesafeler, gizli de olsa bir zıtlaşma­ya; fakirlerin zenginlere kin beslemelerine sebep olacağı mu­hakkaktır. Nitekim, zaman zaman görüldüğü üzere -başka elbi­sesi olmadığı için- her gün aynı elbiseyle dolaşan birisinin, gündelik kıyafet değiştirerek her gün ayrı ayrı elbiselerle be-zenip kuşanan kimsenin elbisesine veya ayakkabısına jilet, at­ması, onu giyilmez hale getirmesi bunun bir neticesi ve göster­gesi olsa gerek. Yine her gün kuru ekmekle yetinen, sürekli ancak bulgur pilavı veya makarna ile karmnı doyurabilen bir kimsenin, etsiz yemek yemeyen, sürekli mangal yapan, ızgara ve şişlerle tıkabasa midesini dolduran kimsenin evini taşlama­sı, yoluna pislik atması, arabasını çizmesi de yine bunun bir sonucu olarak görmek pek de uzak bir ihtimal olmasa gerek.

Hiç şüphesiz zengin ile fakir arasındaki bu zıtlaşma ve çatışmayı Önleyerek aralarında barış, sevgi ve saygıyı tesis ve te'min etmenin yolu, zenginin vereceği sadaka ve infak ile fa­kirin hayat tarzım değiştirip refaha kavuşturmaktır.

Evet, 'Tabakalar arasında musalahanm(barışın) te'mini ve münâsebetin te'sisi, ancak ve ancak erkân-ı islamiyeden olan ze­kât ve zekatın yavruları olan sadaka ve teberruatın hey'et-i-içtimaiyece yüksek bir düstûr ittihaz edilmesiyle olur. [371] Bu se­beple ekonomik sıkıntı yüzünden bugün sosyal patlama ile karşı karşıya gelmelerinden korkulan İslam ülkelerinin yapacağı şey, bir zekat fonu kurup başka şekilde sahip çıkamadıkları fakirlere bu yolla sahip çıkmaları ve böylece hem iktisadî dar boğazı aşmaya çalışmalı hem de sosyal patlamaları önlemeleridir.

Jack Ostry'nin dediği gibi "Müslümanların, İslam'ın biz­zat kendisine dönmeleri ve kalkınma ufuklarına ulaşmaları için yoldaki engelleri kaldırarak , kör taklit yerine kendindeki gizli kabiliyetleri anlamaya çalışmaları gerekir.[372]

 

D. Umumî Âfetlerin Doğurduğu Problemler

 

De ki: 'Allah, size üstünüzden (gökten) veya ayakları­nızın altından (yerden) bir azap göndermeğe yada sizi parti parti birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadirdir.[373] mealindeki âyet-i kerimede işaret e-dildiği gibi, insanın elinde olmayan bir takım tabii âfetler so­nucunda bugün zengin olan bir kimsenin fakir hale gelmesi mümkündür. Mesela, şiddetli yağmur ve onun sonucu olarak meydana gelen seller neticesinde tarım alanlarının sular altın­da kalması veya yağan dolu neticesinde ürün alınmaması veya şiddetli bir deprem sonucunda tüm konut ve iş yerlerinin yerle bir olması ve böylece kişinin her şeyini kaybederek üç kuruşa muhtaç hale gelmesi mümkündür. Bunun gibi, tabii olmayan çeşitli sebeplerden dolayı da -mesela iflas neticesinde- yine kişinin muhtaç hale gelmesi her zaman mümkündür.

İşte bu gibi durumlarda devlet; devletin olmadığı / ilgi­lenmediği yerlerde halk, mecburî bir infak olan zekat fonun­dan, zekat yalnız başına yeterli gelmediği taktirde infakın di­ğer kısımlarıyla bu gibi felâketzedelerin yaralarını sararak eski durumlarına getirmeleri mümkündür.

 

E. Bekarlık Problemi

 

Kur'an; insanların huzur ve sükûnu, neslin devamı, insa­nın kemâline mâni olan zina ve diğer ahlaksızlıkları önlemek maksadıyla evliliği teşvik ederek şöyle buyurmaktadır:

Kaynaşmanız için size kendi(cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun (varlı­ğının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır. [374]

Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyeleri­nizden iyi davranışlı olanları evlendirin. Eğer onlar fakir iseler Allah kendi fazlından onları zenginleştirecektir. Allah lütfü ge­niş olan ve (herşeyi) bilendir. [375]

Hz. Peygamber(s.a.v.)de: "Ey gençler! Sizden evlenme­ye güç yetirenler evlensin; çünkü evlilik gözü haramdan sa­kınmak ve namusu korumak için en iyi yoldur. Kimin de evlen­meye gücü yetmiyorsa, o da oruç tutsun; çünkü oruç şehveti kırar.[376]

Evlenme geçmiş peygamberlerin sünnetlerinden olduğu [377] gi­bi, peygamber(s.a.v.) efendimizin de sünnetidir. Bu sebeple kendi­lerini tamamen ibadete verip, eşlerinden uzak kalmak isteyen sahâbilere Peygamber(s.a.v.): 'Vallahi ben, sizin Allah'tan en çok korkanınız ve en çok sakınanızım. Bununla beraber bazen(nâfile) oruç tutar, bazen yerim; bazen(gece kalkıp) namaz kılar, bazen de yatar uyurum, kadınlarla da evlenirim. Her kim benim sünnetim­den yüz çevirirse, o benden değildir [378] buyurarak onlan eşleriyle beraber olmamaktan ve evlenmemekten men etmiştir.

Hiç şüphesiz mazeretsiz olarak evlenmekten kaçınmak, fıtratı cezalandırmaktır. Zira, karşı cinse ilgi duymak ve şehve­ti tatmin etmek fıtratta var olan bir ihtiyaçtır. [379] Bu sebeple tabii olan bu ihtiyacı yine tabii yolla (meşru evlenme ile) karşı­lamak gerekir. Zira, "bir takım ihtiyaçların normal yolla karşı­lanmaması, ferdi patolojik (sağlıklı olmayan) davranışlara it­mekte ve bu isteğin tatmini için, normal olmayan yollara baş­vurmasına sebep olmaktadır.[380]

İşte bu sebeple İslam, toplumda evlenmemiş kimsenin kalmaması için bir taraftan evlenmeye davet ederken, diğer ta­raftan da toplumu maddî imkansızlığından dolayı evlenemeyen­lere yardım etmeye davet etmektedir. Bu yardımın en önemli kaynaklarından birisi zekattır. Diğer müesseselerle birlikte bu fon gerçek anlamda çalıştırıldığı zaman fakir kimse kalmayacağı gibi evlenmeye elverişli olan hiçbir bekar kimse de kalmayacak­tır. Bugün bazı bölgelerimizde gençleri evlendirme maksadıyla kurulan bazı vakıfların sınırlı imkanlarına rağmen yüzlerce kişiyi evlendirmeleri bunun canlı örneklerindendir.

Konunun sonuna gelirken şunu belirtmeliyiz ki, İslam, İn-fak'ı, fakirlere yardım etmeyi emir ve teşvik ederken hiçbir za­man bunu diğer dinler gibi tamamen ferdin arzusuna ve vicdanı­na bırakmamıştır. Bu sebeple İslam'da infak iki kısma ayrılır.

  1. Zorunlu-Vacip,İnfak
  2. Gönüllü-Mendup, İnfak.

Birincisi devletin ve toplumun hakkı olduğu için "Zorun­lu" olarak nitelendirilirken, ikincisi kişinin gönlünden kopan bir ihsan olduğu için "gönüllü" olarak nitelendirilmektedir.

Çalışmamızın üçüncü bölümünde inşallah, infakın bu kı­sımlarını izah etmeye çalışacağız.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

İNFAKIN KISIMLARI

 

Yukarıda da arz ettiğimiz gibi islam, infakı emrederken tamamen onu fertlerin arzusuna ve vicdanına bırakmamıştır. Bir kısmını gönüllü yani vicdanlara ve kişilerin isteklerine bıra­kırken bir kısmını da zorunlu kılmıştır. Değerli bir islam alimi­nin de ifade ettiği gibi:

Bu taksim, hikmetlidir. Çünkü insanlar, iki bölüktür. Bir bölük, iyilik yapmaya, tabiatındaki cömertlik, iyilik sevgisi ve yakınlık gibi dürtülerle yönelir. Bir başka bölük ise, kendiliğin­den yönelmez, zorlamak, mecbur etmek ve ceza korkusu gibi dürtülerle iyilik yapar. [381]

 

İ. Zorunlu İnfak

 

A. Zekat

 

1. Zekatın Dindeki Yeri Ve Önemi

 

İnsanlığın öteden beri uğraşa geldiği sorunlardan biri de, hiç şüphesiz, fakirlik problemidir. İslam'dan önce bu problem­le ilgilenenler olmuşsa da bu, bir tavsiye ve teşvikten öteye geçmemiştir. Bu sebeple "fakirlerin, içinde bulundukları kötü durum insanlığın alnında bir leke olarak kalmağa devam etmiş­tir.[382]

İslam'a gelince; Kur'an, tekrar tekrar dünyanın yer altı ve yerüstü kaynaklarından elde edilen ne varsa hepsinin, tümüyle insanın çalışmasının sonucu olmadığını vurgulamaktadır. Üretimde Allah'ın da eli vardır. İnsanın kendisine boyun eğdir­diği doğa güçleri, ilâhî işbirliğinin açık işaretlendir. İşte bu yüzden Allah, insanla birlikte riş yapmaktadır'. Hatta aslında işi yapan O'dur. Bu nedenle, üretilen her şeyde Allah'ın bir payı olduğu bilinmelidir. Kur'an , bu payın kendi başlarına ge­çimlerini temin edemeyen yetimler, dul kadınlar, maluller, miskinler, yolda kalmışlar, geçimlerini temin etmekte zorlanan veya çeşitli felaketler yüzünden muhtaç duruma düşenler, hürriyetlerine kavuşmak isteyen köleler ve borçluların hakkı oldu­ğunu [383] ve bu gruplara zekat vermenin ilâhî bir so­rumluluk, bir farz olduğunu bildirir. [384]

İslam, zekat üzerinde o denli hassasiyetle durur ki, ilk halife Ebu Bekir döneminde, bazı müslüman Arap kabileleri zekat vermeyi reddettiğinde, halife, zekatı verinceye kadar onlara savaş ilan etmiştir. Zira, "bütün içtimaî farizalarda ol­duğu gibi, zekatın verilmesi de itaatin bir nişanesidir. Zekat vermeğe kudretli olduğu halde kaçınmak da, temerrüd ve is­yanın bir işaretidir.[385] Bu sebeple, "İslam dairesine dahil olanların kelime-i şehadet ile birlikte namaz kılmaları ve zekat vermeleri farzdır. Kişinin Allah'a inandığını isbat edebileceği yegane münasip yol budur. Müslüman olduğuna dili ile şehadet eden fakat zekat ödemeyen bir kişi hakiki müslüman olarak kabul edilemez". [386] İşte bu anlamda Abdullah b. Mes'ud: " Ze­kat vermekten kaçınan, müslüman değildir, zekatım vermeyen kimsenin namazı yoktur. Yani namazı kabul olunma  [387] demek­tedir.

Zekat, İslam'ın beş şartından ve ideâl müminin özellikle­rinden biridir:

Mü'minler, ancak, Allah anıldığı zaman yüreklen titre­yen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artı­ran ve yalnız Rab'lerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar, namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiği­mizden (fakirlere, hayır müesseselerine ve Allah yolunda savaşan orduya) infak eden (harcayan) kimselerdir. İşte onlar ger­çek mü'minlerdir.[388]

Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin ve­lileri (dostları ve yardımcıları) dırlar, O'nlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekat verirler, Allah ve Resulü'ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet ede­cektir. Çünkü Allah, Azizdir, hikmet sahibidir. [389]

Gerçekten mü'minler kurtuluşa ermiştir; onlar ki, na­mazlarında huşu içindedirler; onlar ki, boş ve yararsız şeyler­den yüz çevirirler; Onlar ki, zekat( vazifelerini) yerine getirir­ler.[390]

Bu ve benzeri birçok ayet-i kerime'de zekat mü'minlerin bir sıfatı olarak zikredildiği gibi, zekat vermemek de kafirlerin ve müşriklerin bir sıfatı olarak zikredilmektedir:

Ortak koşanların vay haline! Onlar zekat vermezler ve ahireti inkar edenler de yalnız onlardır. [391]

Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Çünkü onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkorlar ve ellerini sıkı tutarlar (AUah için harcamak hususun­da cimrilik gösterirler.[392]

Şayet onlar(müşrikler) tevbe eder, namaz kılar ve ze­kat verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir.[393]

Meşhur Cibril hadisinde geçtiği üzere, Cebrail (a.s) Hz. Peygamber(s.a.v.)'e sordu:

İslâm nedir? Resulullah(s.a.v.) cevap verdi:

İslam, Allah'tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, Mu-hammed'in O'nun kulu ve resulü olduğuna şehadet getirmen, namazı kılman, zekâtı vermen, ramazân orucunu tutman, git­meye muktedir olursan haccetmendir.[394]

Hz. Peygamber(s.a.v.) bu hadis-i şerifte kişiyi küfür dâi­resinden çıkarıp İslâm dâiresine sokan esasları zikretmiştir. Bu esasların tamamını gerçek anlamda yerine getiren, kâmil müslüman; bir kısmını yerine getirip bir kısmım ihmâl eden fâsık; tamamım veya bir kısmını inkar eden ise kafirdir. Bu se­beple Peygamber(s.a.v.) efendimiz:

Allah'tan başka ilâh bulunmadığına, Muhammed'in Al­lah elçisi olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıncaya, zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.[395] bu­yurmaktadır.

İşte bu öneme binâen, zekat, Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde iman ve namazla birlikte zikredilmektedir. [396]

Namaz ve zekatın imanla olan sıkı ilişkilerinden dolayı Hz. Peygamber(s.a.v.)bazı sahâbilerinderı bîat (itaat ve bağlı­lık sözü)alırken, öncelikle namaz kılmalarını, zekat vermeleri­ni ve müslümanlara nasihat etmelerini istemiştir. [397] Bugün Hz. Peygamber'le yüz yüze gelip O'na biat et­memiz mümkün olsaydı, herhalde bizden de öncelikle bu iki ibadet hususunda bîat alacaktı. Zira bugün müslümanlann en başta ihmâl ettikleri ibadetler maalesef namaz ve zekattır.

 

2. Zekat Vermekten Kaçınmanın Ahiretteki Cezası

 

Mal ve serveti yığıp, aşırı cimrilik yüzünden zekatını ve­ya verilmesi zorunlu olan diğer hakları vermeyenleri, Yüce Al­lah cehennem azabıyla tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:

Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcama-yanlara hemen acıklı bir azabı müjdele! (Bu paralar) Cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki:) İşte bu kendiniz için biriktirdiginiz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın. [398]

Resulullah{s.a.v.)efendimiz de şöyle buyurmaktadır:

"Allah bir kimseye bir mal verir de o kişi zekatını ver­mezse, kıyamet gününde o mal onun önüne, gözlerinin üstü noktalı, {fazla zehirden dolayı)tüysüz, son derece korkunç yaş­lı bir erkek yılan olarak çıkarılır. Bu yılan o kimsenin boynuna dolanır, avurtlarından yakalar sonra adama, 'ben senin malı­nım, ben senin hazinenim' der. Sonra Resulullah (s.a.v.) "Al­lah'ın lütfundan kendilerine verdiği mallarda cimrilik edenler sanmasınlar ki o mal kendileri için hayırlıdır. Bil'akis bu onlar için büyük bir serdir. Cimrilik ettikleri şey de kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. [399] ayetini okudu. [400]

Diğer mallan da kapsayacak şekilde daha geniş bir ha­dis-i şerifte ise Resulullah(s.a.v.) efendimiz şöyle buyurmakta­dır:

Hakkı(zekatı) verilmeyen altın ve gümüşler kıyamet gününde demir sütunlar haline getirilir, sonra bunlar ateşte kızdırılır. Sonra o kızgın demirlerle zekatını vermeyenin yüzü, böğürleri ve sırtı dağlanır. Uzunluğu elli bin sene olan kıyamet gününde insanlar hesaba çekilip herkes cennete veya cehen­neme giden yolunu görünceye kadar bu azap devam eder. Sığı­rı ve koyunu olup da zekâtını vermeyen kimseye gelince, kı­yamet gününde zekâtı verilmeyen hayvanlardan her biri getiri­lir ve tırnaklarıyla sahibini çiğner, boynuzlarıyla süser, onu hayvanlardan birisi bırakır diğeri alır, bu azap sizin saydığınız günlerden elli bin sene kadar uzunluğu olan kıyamet gününde Allah kullarını hesaba çekip herkes Cennet veya Cehenneme giden yolunu görünceye kadar devam eder.[401]

Hz. Âişe (r. anha) der ki: "Resulullah (s.a.v.) yanı­ma/evime geldi. Parmaklanmdaki gümüşten yapılmış taşsız büyük yüzükleri görünce:

Ey ÂişeîBu nedir? diye sordu. Ben:

Ey Allah'ın Resulü! Bunları sana karşı süsleneyim diye yaptırdım dedim. Resulullah(s.a.v.):

Onların zekatını ödüyor musun? diye sordu . Ben:

Hayır! (Ama)Allah dilerse öderim! dedim. Bunun üzeri­ne Resulullah (s.a.v.):

Bu, cehennem ateşi olarak sana yeter, buyurdu. [402]

Son olarak şunu belirtmek isteriz ki, "Tâ. Sin. Bunlar, Kur'an'ın ve belagatlı kitabın âyetleridir. Namazı kılan, zekat veren ve ahirete de kesin olarak iman eden mü'minler için hi­dâyet rehberi ve müjdedir." (Nemi 27/1-3) Mealindeki âyet-i ke-rime'nin işaret ettiği gibi, Kur'an-ı Kerim'in "müjdelerine mazhar olabilmek için imandan sonra en az namaza devam e-dip zekât vermek şarttır. Gerek fert gerek cemiyet için namaz, dinin direği zekat da köprüsü olduğundan namazı ve zekatı za­yi edenler bu müjdeyi kaybederler.[403]

 

3. Zekât Vermekten Kaçınmanın Dünyadaki Zararları

 

Mallarının zekatını vermeyenlerin uğrayacakları uhrevî azap yanında, kendilerini dünyevî birtakım zarar ve âfetler de beklemektedir. Hz. Peygamber {s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

Ümmetim şu işleri yaptığında başlarına belâ yağar:

Devlet malı bir kısım kimselere verilip, diğerleri bundan mahrum bırakılırsa, kendilerine bırakılan emânet, ganimet sa­yılırsa, zekat vermek, zarar telakki edilirse..[404]

Peygamber (s.a.v.) zekatı vermemekten dolayı başa ge­lecek bu felâketlerden bazılarını aşağıdaki hadislerde şöyle açıklamaktadır:

Zekatı vermeyen bir milleti Yüce Allah mutlaka kıtlık ve açlıkla imtihan eder. [405]

Mallarının zekatını vermeyenler gökten inen yağmur­dan mahrum kalırlar. Şayet hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmeyeceklerdi. [406]

Sadaka yahut zekat, karıştığı her malı mutlaka fesada (helâka) götürür. [407]

Şu veya bu, her ne suretle olursa olsun mallarının çok cüzî bir kısmını Allah yolunda vermeyenlerin, uğrayacakları za­rarların, vermediklerinden katbekat fazla olacağından kimse­nin şüphesi olmamalıdır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın tarih boyunca değişmeyen kanunudur. Nitekim, biraz sonra meallerini vere­ceğimiz âyetlerde, Yüce Allah, bunu gayet açık bir şekilde an­latmaktadır.

Rivayete göre, Sakif kabîlesinden bir zâtın Yemen'in şimdiki başkenti San'a yakınında üzüm, hurma ve ekin bahçesi vardı. Mahsul toplama zamanında fakirlere de mutlaka hem de bol miktarda bir pay ayırırdı, derken adam vefat etti , bahçe çocuklarına kaldı. Fakat çocukları "Ailemiz kalabalık, mal az. Fakirlere bir şey vermeyelim" dediler. Bunun üzerine Yüce Al­lah da bahçelerini yakıverdi. [408]

Kur'an-ı Kerim, bu cezanın sadece onlarla sınırlı olmadı­ğını, bilakis her zaman uygulanabilir bir ilahî kanun olduğuna değinerek şöyle buyurmaktadır:

"Biz, vaktiyle "bahçe sahiplerine" belâ verdiğimiz gibi, bunlara (mekke halkına) da belâ verdik. Hani onlar (bahçe sa­hipleri), sabah olurken (kimse görmeden) onu(n mahsullerini) devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisna da etmiyorlar (Allah dilerse biçeriz demiyorlar)dı. Fakat onlar daha uykuday­ken Rabbinin tarafından gelen bir âfet (ateş) bahçeyi sarıverdi de, bahçe kapkara kesildi. [Bir şeyden haberleri olmayan bah­çe sahipleri] Sabahleyin, 'Haydi, devşirecekseniz erkenden mahsulünüzün başına gidin diye birbirlerine seslendiler. Der­ken, "Aman, bu gün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın" diye fısıldaşa, fısıldaşa yola koyuldular. {Evet, yoksullara yar­dıma) güçleri yettiği halde, (böyle sözlerle) erkenden yola düştüler. Fakat bahçeyi gördüklerinde, 'Mutlaka yolumuzu şa­şırmış olmalıyız. !' dediler. (Yanlış yere gelmediklerini anla­yınca da şöyle dediler:) "Yok yok, doğrusu biz mahrum bıra­kılmışız!" Ortancaları, 'Ben size demedim mi, Rabbinizi teşbih etmeniz gerekmez mi, diye söylemedim mi?" dedi. Rabbimizi teşbih ederiz; doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz! dediler. Ardından kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar. (Nihayet) şöyle dediler: 'yazMar olsun bize! Gerçekten biz az­gın kimselermişiz. Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisi­ni verir. Çünkü biz (artık) Rabbimizin hoşnutluğunu) arzuluyoruz". İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise, elbette da­ha büyüktür. Keşke bilselerdi. [409] Çünkü ahiretteki azap, "Mala değil canadır. Geçici değil ebedîdir. [410]

Said Nursî (rh. a): "...Zekat, her şahıs için sebeb-i bere­ket ve dâfi-i beliyâttır. [411] Zekatı vermiyenin herhalde elinden zekat kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir; ya bir musibet gelip alacaktır." dedikten sonra, birinci dünya sava­şı sırasındaki açlık ve kıtlığın hikmetini şöyle îzah etmektedir:

Hakikatli bir rü'ya hayâliyyede, Birinci Harb-i Umumî­nin beşinci senesinde, bir acip rü'yada benden soruldu:

Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiatı mâliye ve me-şakkat-ı bedeniye nedendir?

Rü'yada demiştim:

Cenab'ı Hak, bir kısım maldan onda bir [412] veya bir kısım maldan kırkta bir [413] kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve haset­lerini men'etsin. Biz hırsımız için tamâ'karlık edip vermedik. Cenab-ı Hak, müterâkim(birikmiş) zekatını, kırkta otuz, onda sekizini aldı. Hem her senede yalnız bir ayda yetmiş hikmetli bir açhk(oruç tutmayı) bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; mu­vakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenab-ı Hak ceza olarak yetmiş cihetle belâlı bir nevî o orucu beş sene cebren bize tut­turdu...Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nûrânî ve fâideli bir nevî talimât-ı Rabbâniyeyifnamaz kılmayı) biz­den istedi. Biz tenbellik edip, o namazı ve niyazı yerine getir­medik. O tek saati diğer saatlere katarak zâyî ettik. Cenab-ı Hak , onun keffareti olarak beş sene tâlim ve talimat ve koş­turmakla bize bir nevî namaz kıldırdı demiştim. [414]

İşte bu sebeple ümmetine son derece düşkün; şefkat ve merhamet âbidesi efendimiz (s.a.v.) ümmetini uyararak: "Mal­larınızı zekatla koruyunuz..[415] buyurmaktadır. Çünkü "...Sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir.[416]

 

4. Zekat Vermekten Kaçınmanın Şer'î Cezası

 

Gerek Kur'an-ı kerim'deki gerekse Hadis-i şeriflerdeki tebşir (sevindirici haberler) ve tehditlere rağmen "cimriliğin­den dolayı zekatını vermeyen kimseden zekat (devlet gücü ile) alınır ve ta'zir cezasına çarptırılır.[417]

İslam bununla da kalmaz, fakirlerin hakkını korumak maksadıyla " Silah kullanmayı, gücüne güvenip zekatını vermemekte ısrar eden her topluluğa karşı savaş ilanını gerekli görür. [418]

Nitekim, gerek daha önce arz ettiğimiz Hz. Peygamber'in: "Allah'tan başka ilâh bulunmadığına, Muhammed'in Allah elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namazı kılıncaya, zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.[419] mea­lindeki hadis-i şerifleri, gerekse Hz. Peygamber'den sonra sa­dece namaz kılmakla yetinmek isteyip de zekat vermek iste­meyen bazı Arap kabilelerine Hz. Ebu Bekr'in savaş ilan etme­si, bunun açık delillerindendir.

Olayı Ebu Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

Resûlûllah (s.a.v.) vefat edip, Hz. Ebu Bekir halife ol­duğu, Araplardan zekâtı inkâr edenler ortaya çıktığı vakit, (Hz. Ebu Bekir onlarla savaşmaya karar verdi. Buna karşı çıkan) Hz. Ömer, Ebu Bekr'e : Resûlûllah (s.a.v.) fLâ ilahe illallah' deyin­ceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Onu söyledik­leri takdirde, diğer haklar hariç, kanlarını ve mallarım benden korumuş olurlar. (Bundan sonra) artık onların hesabı Allah'a aittir." dediği halde sen insanlara karşı nasıl savaşırsın? dedi.

Hz. Ebu Bekir şöyle cevap verdi:

Allah'a yemin olsun ki, namaz ile zekat arasında ayırım yapanlara karşı mutlaka savaşacağım. Çünkü zekat malın hak­kıdır. Vallahi eğer Resûlûllah'a verdikleri bir dişi oğlağı (veya zekat hayvanının başına bağladıkları bir ipi) bana vermek istemezlerse bundan dolayı da onlara karşı savaşırım. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a):

Vallahi bildim ki, mürtedlerin katli hakkındaki Halifenin bu hükmü, Allah'ın Ebu Bekr'in gönlünde yarattığı genişliğin eserinden başka bir şey değildi ve çok geçmeden onun takip ettiği yolun hak olduğunu anladım [420] diyerek Hz. Ebu Bekr'i tastık etti.

Burada şunu belirtmeliyiz ki , İslam'a göre kan dökmek büyük bir günah olduğu halde Hz. Ebu Bekr'in zekat vermeyen­lere karşı savaş ilan etmesi, zekatın toplanması ile elde edile­cek yararların daha çok ve büyük olduğunu göstermektedir. Zira "şer'î yol, yararların ve zararların en üstününe öncelik ver­mektir. Bütün yönleriyle eşitlik durumu ortaya çıkınca, hüküm (kural) seçimli olmaktır (tahyir). [421]

Bütün bunlar bir taraftan zekâtın İslamdaki yerini ve ö-nemini, diğer taraftan İslam'ın temel esaslarının yerine getirilmesinde devletin varlığının ne kadar zaruri olduğunu gös­termektedir. Zira zekatta olduğu gibi birçok maslahatın ger­çekleşmesi devlet otoritesine bağlıdır.[422]

 

5. Müessese Olarak Zekât

 

Zekât, başta dinî olmak üzere mâlî , iktisadî, içtimaî, ahlâkî, ve siyasî bir müessesedir.

Zekât; İslam devlet hazinesinin en önemli gelirlerinden birisi olması, bir taraftan muhtaçların ihtiyaçlarına sarf edil­mesi, diğer taraftan sermayenin yatırıma dönüşmesini sağla­ması bakımından mâlî ve iktisâdı bir nizam; sosyal adaleti, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı gerçekleştirerek fertler ve zümreler arasındaki çekişmeleri, kin ve düşmanlığı önlemesi bakımından içtimaî bir nizam; cimrilik ve bencilliği kırarak ru­hu temiz bir hale getirmesi yönünden ahlâkî bir nizam; devlet eliyle toplatılıp yine devlet eliyle dağıtılması, vermeyenlere çeşitli müeyyidelerin uygulanması, sarf yerlerinin arasında "müellefe-i kulûb [423] sınıfının bulunması yönünden de siyasî bir nizâm ve müessesedir. [424]

Zekatın dinî bir vazife olması ise, her müslüman tarafın­dan bilindiği için izaha gerek bulunmamaktadır.

 

6.  Zekatın Sarf Yerleri

 

Yüce Allah, Hicretin ikinci yılında farz olan zekatın sarf yerlerini şöyle açıklamaktadır:

Sadakalar ( zekatlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, fakirlere, miskinlere, zekat toplayan memurlara, gönülleri Is-lam'a ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolun­da olanlara ve (harçlıksız kalmış) yolculara mahsustur. Allah alîm ve hakimdir. [425]

Bu ayet-i kerimeye göre kendilerine zekat verilecek olanlar sekiz sınıftır. Şimdi bunları kısaca izah etmeye çalışalım:

 

1. Fakirler Ve Miskinler

 

Ayette öncelikle zikredilen bu iki sınıf, tabii ve zaruri ih­tiyaçlarını temin edemeyenleri ifade etmekte ve hanefilere göre şu iki grupta toplanmaktadır:

  1. Hiçbir kazancı ve malı olmayan kimseler.
  2. Malı ve kazancı (geliri) olduğu halde bunlarla ihtiyaç­larını karşılayamayan veya nîsab miktarından daha az malı bu­lunan kimseler.[426]

Fakir ve miskin terimlerinin daha iyi anlaşılabilmesi için bunların karşıtı olan "zengin" terimini de ele almak gerekmek­tedir.

Hanefiler'e göre şer'an zengin sayılmanın ölçüsü nisabdır. Zenginliğin şartı temel ihtiyaçlardan fazla olan nisab miktarı mala sahip olmak olduğu için zenginlik şu iki durumda sabit olmaktadır:

  1. Kişinin hangi neviden olursa olsun, nisab miktarı artıcı vasıftaki zekâta tâbi mallardan birine sahip olması. Mesela 85 gram altın yahut bunun karşılığı paraya sahip olan zengin sayı­lır. Aynı şekilde beş deveye veya kırk koyuna, yahut otuz sığıra mâlik olan da zengin sayılır. Bütün bunlar zekât mükellefidir.
  2. Kişinin temel ihtiyaçlarından fazla "artıcı" özellikte olmayan nisab miktarı mala sahip olması. Bu durumdaki kişinin zekât vermesi olmamakla beraber:

a- Zekât alması haramdır.

b- Fitre vermesi vaciptir.

c- Kurban kesmesi vaciptir.

Temel ihtiyaçlarından fazla mal varlığı olmayan kişiye bu malların değeri ne olursa olsun, zekat verilebilir.[427] Çünkü temel ihtiyaçlar zekât hukuku yönünden yok farzedilir.

Sonuç olarak temel ihtiyaçlar dışında ister artıcı vasıfta olsun ister bu vasfı taşımasın herhangi tür maldan nisaba sahip olan kimseye zekat verilemez. Nisab miktarından az mala sa­hip olan kişiye sağlıklı ve kazancı da olsa zekat verilebilir. Çünkü nisab'ın altında mala sahip olanlar fakir, üstünde mal varlığı olanlar ise zengin sayılır. Ancak artıcı özellikte nisab miktarı mala sahip olmak, zekât almaya engel teşkil ettiği gi­bi, kişiyi diğer şartların da bulunmasıyla zekat vermekle de mükellef kılar. Bu vasfı taşıyan nisab miktarı mala sahip olmak ise, zekât vermeyi gerektirmemekle beraber zekât almaya mani olur.

Şafii, Mâliki ve Hanbeliler'e göre ise zenginlik ölçüsü "kifaye" yani kişiye ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere yetecek kadar mala sahip olmaktır. Bu görüşe göre:

  1. İster artıcı vasıfta olsun ister olmasın, kendisine ve bakmakla mükellef olduğu kişilere yetecek kadar mala sahip olan kişinin zekat alması caiz değildir.
  2. Nisabın üstünde malı olduğu halde bu varlığı kendisi­nin ve aile fertlerinin geçimini sağlıyamıyorsa, o kişinin zekât alması caizdir. Meselâ, nisabın çok üstünde ticarî sermayesi olan bir kimse, ticarî hayattaki durgunluk veya başka bir se­bepten dolayı geçim sıkıntısına düşmüş ise onun zekât alması caizdir. Zekât almayı engelleyen ölçüyü "kifaye" (yeterlilik) olarak kabul eden fakihlerin çoğunluğu, vücudu sağlam, çalış­ma imkan ve gücüne sahip olduğu halde çalışmayan tembel kisilere zekât vermenin caiz olmadığı görüşünde birleşmişler­dir.[428]

Allah'a ve âhiret gününe inanan, Allah'ın verdiğine ka­naat etmesi, zaruret olmadıkça gerçek yoksulların hakkı olan zekât almaya yanaşmaması, daha mağdur olanlar var ise onları kendine tercih etmesi, bu konuda Allah'tan korkarak şer'î hile­lere başvurmaması ve hele "isteme" gibi bir zillete asla düş­memesi gerekmektedir.

 

2.  Zekat Memurları

 

Zekatın üçüncü sarf yeri, devlet tarafından zekatı topla­yıp dağıtmakla vazifeli olarak kurulan zekat teşkilatının her ka­demesinde çalışan ve "âmil" denen zekât memurlarıdır. Allah Teâlâ onların ücretleri için de zekâttan bir pay ayırmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bu sınıfın ayrıca zikredilmesi ve fakir ve mis­kinlerden sonra sıralamada bunlara üçüncü olarak yer verilmesi, zekâtın İslâm dininde fertlere bırakılmış bir vazife olmadığını, bilakis devletin kontrol ve idaresi altında îfâ edilmesi gereken bir vazife olduğunu, bir başka ifadeyle İslam devletinin vazifele­rinden birisi olduğunu ortaya koymaktadır.[429] Nitekim Hz. Peygamber'in uygulaması bunun en canlı ve en güzel örneğidir.

 

3. Müellefe-İ Kulûb

 

Müellefe-i kulub, kalpleri İslâm'a ısındırılmak veya kötü­lüklerinden emin olunmak istenen veyahut da herhangi bir şe­kilde İslâm cemaatine faydası dokunması ümit edilen kimse­lerdir.

Günümüz fıkıh bilginlerine göre [430] bu gruba girecek kim­seleri şu şekilde sıralamak mümkündür.

  1. Kendisine ihsanda bulunulmakla, kendisinin, ailesinin ve kavmininİslama girmesi ümit edilenler.
  2. Kötülük yapmasından çekinilen ve kötülüğünü def et­mek için ihsanda bulunulan kimseler.
  3. İslâm'a yeni girmiş olup İslâm'da sabit kadem olması için kendisine yardım edilen kimseler.
  4. Müslüman oldukları halde bulundukları mevkii itiba­riyle kendilerine yapılacak ihsan ve yardım, başkalarının da müslüman olmasına tesir edecek kimseler.
  5. Henüz İslâm'a girmiş bir kavmin, bir cemaatin sözü dinlenen liderleri.
  6. Sınır   bölgelerinde   yaşayan   ve   düşmanın   müslü-manlara yapacağı hücumu ilk anda göğüslemesi ümit edilen kimseler.
  7. Cemiyetteki nüfuz ve tesirleriyle zekatın toplanma­sında yardımı görülen kimseler.

Bütün bu sayılan kimseler müslüman olsun, gayri müslim olsun müellefe-i kulûb sınıfına girerler.

Bu sınıfa zekatın verileceğini kabul ettiğimiz takdirde, asrımızda bunların hissesi nasıl ve nereye sarf edilecektir?

Bu, bugün bazı müslüman olmayan devletlere maddî destek sağlayarak onların müslümanlann saflarında yer alma­larını sağlamak şeklinde olabileceği gibi, bazı cemiyet, heyet ve kabilelere yardım ederek onları müslüman olmaya teşvik etmek şeklinde de olabilir. Keza bazı söz ve kalem sahiplerini satın alarak onların İslâm ve müslümanların problemlerini mü­dafaa etmelerini temin etmek şeklinde de olabilir. Aynı şekil­de yeni müslüman olanları takviye etmek maksadıyla bu fon­dan desteklemek gerekir.

Bugün dünyanın her yerinde misyonerlik teşkilatlan bü­yük faaliyet göstermekte, hiristiyanlaştırdıkları kimselere maddî-manevî büyük destek sağlamaktadır. Bu teşkilatlarda kilise ve hristiyan devletler tarafından finanse edilmektedir. Halbuki İslâm bugün âdeta kendi kendine yayılmaktadır.

Bugün bir taraftan misyoner faaliyetleri, diğer taraftan Siyonizm ve komünizm, Afrika Kıtası'nı dinî ve siyasî anlamda ele geçirmek için var güçleriyle çalışmaktadır. İşte buralardaki ve diğer yerlerdeki kâh baskıyla kâh maddî yardımla İslâmdan uzaklaştırılmak istenen kitlelere müslümanların el uzatması, bunları teşvik etmesi ve İslam'da sabit kadem olmaları için desteklemesi onların en önemli vazifesi ve bu durumdaki müslümanlar da müellefe-i kulûb fonundan en fazla destek­lenmeye layık olan kimselerdir.

 

4.  Köleler

 

Bu sınıf üç grubu içine almaktadır;

  1. Zekat gelirleriyle bir köle ve câriye satın alarak onları hürriyete kavuşturmak.
  2. Bu parayı sözleşmeli köleye vermek. Yani, hürriyetine kavuşmak için belirli bir para mukabilinde efendisi ile sözleş­me yapan köleye ödemekle yükümlü bulunduğu parayı zekat fonundan vererek hürriyetine kavuşturmak.
  3. Köle olmakla karşı karşıya bulunan müslüman esirlerin serbest bırakılması için zekat geliri kullanmak.

Günümüzde kölelik kalmadığına göre bu fonun müslüman savaş esirlerinin kurtarılması [431] ve insan haklarının iyileştirilmesinde kullanılmasının uygun olduğu söylenebilir.[432]

 

5.  Borçlular

 

Zekatın sarf yerlerinden altıncısı borçlulardır. Kendi ih­tiyaçları için yüklü bir borç altına giren veya kamu yararı için borçlanan kimselere de borçtan kurtulmaları için zekat fonun­dan pay ayrılır. [433]

İslâm, Öncelikle müslümanlara iktisadî esaslara riayet ederek yaşamalarını tavsiye etmektedir. Ancak "hayatın getirdiği şartlar sonucu borçlanmak mecburiyetinde kalanları da kazanıp bir an önce borçlarını ödemeye teşvik etmekte, zor­lamaktadır. Bütün bunlardan sonra, bir müslüman borcunun bir kısmını veya tamamını ödemekten âciz olursa, o vakit de du­ruma devlet müdahale etmekte, onu borçtan ve borcun insana yüklediği zilletten kurtarmaktadır."

İslâm, borçlunun borcunu ödemek suretiyle şu iki gayeyi gerçekleştirmiş olmaktadır:

  1. Borçlunun borcunu ödeyerek gece gündüz onu yoran, ezen sıkıntıdan kurtarmak. Alacaklının istemesinin, mahkeme­lere, hapis ve şâir sıkıntılara düşmesinin önüne geçmek.
  2. Borç verene verdiği miktarı ödeyerek onun zarar gör­mesine mâni olmak. Dolayısıyla kişileri birbirlerine karşı yar­dımcı olmaya, borç vermeye teşvik etmek. Kimseden borç a-lamayanların  faizle  borç  alma  mecburiyetinde  kalmalarına mâni olmak.

Böylece İslam borçlunun elinden tutmakta, onun borcu­nu ödemek uğruna ev bark gibi en aslî ihtiyaç maddelerini satmasına ve büyük sıkıntı içersine düşmesine mâni olmakta­dır. Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz valilere şöyle yazmıştı: 'Borçluların borçlarını ödeyiniz. 'Birisi ona' öyle adamlar var ki evi, hizmetçisi, atı ve eşyaları var'(Buna rağmen borçlu. Ne yapalım?) diye yazmıştı. Ömer b. Abdülaziz ona şu cevabı ver­di: "Müslüman bir kişinin oturacağı bir evi» işini göreceği bir hizmetçisi, düşmana karşı cihâd edeceği bir atı ve evinde eşya­ları olması zarurîdir. Evet onun borçlarını da ödeyiniz. Çünkü o da borçludur.[434]

Zekatın, -günümüzde olduğu gibi devlet eliyle toplan­madığı zamanlarda, bizzat sahipleri tarafından borçlulara ulaş­tırılarak onları bu zilletten kurtarmaları gerekmektedir. Zira aslında borçlunun içinde bulunduğu zillet, yalnızca ona ait de­ğil, içinde yaşadığı toplumu da kapsamaktadır. Bu sebeple böyle bir şeye gönlü razı olmayan bir zamanın müslümanı borçluyu bulup kurtarmak için büyük çaba gösterdiğini bize ta­rih bildirmektedir. Nitekim meşhur seyyah Motraye müslüman Osmanlı halkının hayırseverliği ile ilgili verdiği izahatın bir bö-lümünde-ki bunun ilk paragrafını daha Önce de kaydettik-şöyle demektedir:

Hayrat ve hasenat yalnız Kur'an ile Türk imamları tara­fından iyice telkin ve teşvik edilmiş olmakla kalmayıp halk ta­rafından da o kadar sadâkatle ve öyle bir el birliği ile tatbik edilirki, bütün Türkiye ile Kırım'da dilenciliğin veyahut dilenci­liği ittihâz etmiş fukaranın ne olduğu bile malûm değildir.

Hakikî ve maddî bir te'diye (ödeme) imkansızlığından ve alacaklısının te'cil(erteleme) kabul etmemesinden dolayı borç­lunun biri hapse mi atılmıştır? Hemen zenginler gidip kurtarır­lar ve borcunu tesviye ederler. Bir başkasının evi yanıp ekseri­yetle görüldüğü gibi bütün aile efradının dünyâda nesi varsa hepsi kül olup gitmiş midir? Ne kadınların hıçkırıkları, ne ço­cukların ağladıkları duyulabilir. Bütün servetleri işte böyle mahvolmuş kimselerde bilakis mukadderata karşı tam bir te­vekkül görülür ve hayrâtperver ahâli derhal evin yeniden inşa­sıyla yeni mefruşat alınmasına kâfi gelecek yardımda ve hatta bazan lüzumundan fazla muavenette(yardımda) bulunur. [435]

 

6. Allah Yolunda

 

Zekâtın verileceği yerlerden yedincisi, Allah yoludur. Bundan maksat, eskiden beri müfessir ve hukukçuların anladığı cihaddır. Ancak cihadı askerî bir savaş manasında anlayacak şekilde daraltmak doğru değildir. Cihad, silahla olduğu gibi, dil ve kalemle de olur. O halde Allah'ın ismini yüceltmek için maddeten ve fikren, bir başka ifadeyle silahla ve fikirle müca­dele edenlerin muhtaç oldukları levazım ve mühimmat için ze­kat verilebileceği gibi, zekatın haricinde yardım da müslümanların bir vazifesidir.[436]

İslam, adından da anlaşılacağı üzere barış dinidir. Bu se­beple kötülüğü öncelikle va'z ve nasîhat yoluyla ortadan kal­dırmayı tercih eder. Bu yolla defolunmayan bazı kötülükten ise İ savaş ile defetmeyi emreder. İlmî ve aklî delilleri anlayan, ilme saygı duyan ve insafı olanlar için va'z ve nasihat en iyi yol iken, bunları tanımayan, fırsat bulduğu zaman hakkı ve mukaddesatı çiğneyen ve çiğ­nemek için bekleyenlerin bozgunculuğunu önlemek, ancak kı­lıçla mümkün olur. Bunun için aslında iyi bir şey olmayan savaş ilim ve akıl, öğüt ve irşâd dinlemeyen ve sırf şehvetlerden, ga­razlardan doğan büyük büyük fitnelere göre şerrin en zararsızı olur. Böylece itibarî bir güzellik kazanır. İcabına göre müdafaa, icabına göre taarruz savaşlarına girişmek, dinî bir vazife ve gü­zel görünen bir şey bile olur.

Gerçi savaşta öldürme vardır ve öldürme kötü bir şeydir. Ancak Âyet-i Kerimede belirtildiği üzere "Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. [437] Çünkü öldürme­nin zahmet olması çabuk geçer, fitneninki devam eder. Öl­dürme, insanı yalnız dünyadan eder. Fitne ise hem dinden, hem dünyadan eder. Bunun için fitneye tutulmaktan ise o fit­neyi çıkaranları öldürmek veya Ölmek, yahut da çıkardıkları fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette daha iyidir. ffEhven-i şerreyn(iki şerrin en zararsızı) tercih edilir" kaidesi de bu gibi nasslardan çıkarılmıştır.[438]

Anlaşılacağı üzere müslümanların kendilerini, dinlerini ve mukaddesatlarım korumaları için bazen savaş kaçınılmaz olmaktadır. Ancak günümüzde fikrî savaş parasız olmadığı gibi savaş ta parasız ve malsız olmamaktadır. Bu sebeple yüce Al­lah, gerektiği zaman cihadı emrettiği gibi, bu yolda mal har-camayı(infakı) da emretmekte [439] ve bunu sadakanın en fazilet­lisi olarak kabul etmektedir.

Zekât zikredilen sınıflardan herhangi birisine verilebil­mekle beraber, Bakara 273. ayetinde işaret edildiği üzere, Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için halka hizmet uğruna kendini vakfeden ve bu durumda malı mülkü olmayan, geçimini kazanmaya vakit bulamayan veya vakit bul­duğu halde gücü yetmeyen, yoksul ve fakir müslümanlar, ne­rede ve ne zaman, yaşamış olursa olsunlar (...) infak ve sada­kaların verilecek en güzel yeri olarak tercih sırasında daima başta gelirler. [440]

 

7. Yolcular

 

Zekatın sarf yerlerinden sonuncusu yolculardır. Parasız­lık sebebiyle yolda kalmış kimselere bunlar kendi yurtlarında zengin de olsalar zekât verilir.[441] Ama bunlar arasında "Bil­hassa ilim öğrenmek maksadıyla yola çıkmışlar tercih edilir.[442] Zekâtın verileceği yerleri böylece zikrettikten sonra, zikredilmesi gereken iki önemli konu daha vardır. Bunlardan biri zekatın taksim usulü, diğeri de zekatın toplanması ve dağı-tılmasıdır.

 

7. Zekâtın Taksim Usulü

 

Bu konuda müçtehid imamlar ve âlimler farklı farklı dü­şünce ve görüşler ileri sürmüşlerdir. Ancak bütün bu görüş ve düşüncelerden şu neticeleri çıkarmak mümkündür.

  1. Zekât malı çoksa, zekât verilmesi gereken bütün sı­nıfları bu maldan nasiplendirmek gerekir.  İhtiyacı ve hakkı varken bir sınıfı bundan mahrum etmek doğru değildir.
  2. Sekiz sınıfın her birine eşit miktarda zekât vermek şart değildir. İhtiyaca ve zekât alacaklıların adedine göre uy­gun bir tercihle verilmelidir,
  3. Zekât mallarını ihtiyaç gerektiriyorsa münhasıran bu sınıflardan birisine veya birkaçına vermek de mümkündür.
  4. Zekâtta önceliği olan sınıflar fakirler ve miskinlerdir. Onların ihtiyaçlarının giderilmesi ve müstağni hale getirilmele­ri zekâtın ilk hedefidir...
  5. İmam Şafi'nin görüşü de zekât memurlarının paylarını ayırırken nazarı itibara alınmalıdır. Bir başka ifade ile zekât olarak toplananların sekizde birinden fazlasını zekât memurla­rına tahsis etmemek gerekir.
  6. Zekât malının az olması, meselâ bir tek kimsenin ze­kâtı olması durumunda ise zekâtı bir sınıfa veya bir tek ferde vermek gerekir. Bu küçük parçanın birkaç sınıfa veya şahıslara pay edilmesi zekâttan umulan faydanın gerçekleşmesine mâni olur.[443]

 

8. Zekâtın Toplanması ve Dağıtılması

 

Asi olan zekâtın hepsini devlet başkanı veya onun tara­fından tayin edilen kimsenin toplamasıdir.[444] Çünkü fakirlerin onurunun korunması, ihtiyaca göre dengeli, yerinde ve sürekli bir dağıtımın yapılabilmesinin en emin yolu budur. Ancak bu­nunla beraber "bu, zekâtın herhangi bir şartı değildir. Devlet toplamadığı, ya da topladığı halde tahsîsî sarf yerlerine dağıt­madığı zaman dahi, mükellef zekâtını vermek zorundadır.[445]

Günümüzde devlet tarafından toplanmadığına göre müslümanlar ne yapmalıdır? Bizce bugün yapılacak en iyi yol müslümanlann sadece bu işi (zekât toplama ve dağıtmayı) ya­pacak dernek ve vakıfları kurmak, [446] zekat sandıkları ve fonları oluşturmaktır.

 

B. Fıtır Sadakası (Fitre)

 

İslâm alimlerinin büyük bir ekseriyetine göre farz veya vacip olduğu için fıtır sadakası (fitre) da zorunlu infaktan sa­yılmıştır. Bu sebeple Hür, köle, erkek, kadın, büyük, küçük her müslüman, ramazan bayramında fitresini vermekle mükellef tutulmuştur. Aksi taktirde ahirette azaba müstahak olacağını bilmesi gerekmektedir. Zîra, fitre de bir nevi zekâttır. [447] Şu farkla ki, zekât, mala mutaallik (malın zekatı) bir ibadet oldu­ğu halde fitre, nefse mutaallik (nefis veya baş zekâtı) bir iba­dettir. "Ayrıca zekat malı temizleyen bir ibadet iken fitre, in­san ruhunu temizleyen, onu ilk fıtratındaki temizliğe, kirlen-memişliğe götüren bir ibâdet olarak telâkki edilmiştir. [448]

Bütün ibadetlerde olduğu gibi fitrede de ferdî, içtimaî, maddî-manevî hikmetler vardır. Bu konuda İbn Abbas şöyle der: "Resulullah fitreyi, oruç tutanı anlamsız ve çirkin davra­nışlardan temizlesin, fakirlere de yiyecek bir lokma olsun diye farz kılmıştır.[449] Bazı alimler, bu sözdeki mananın ilhamıyla fitreyi namazın eksiklerini telafi eden revatip sünnetlerine benzetmişlerdir. [450] Öte yandan mahiyetinde sevinç ve neşe bu­lunan bayramı toplumdaki her ferdin ortak şekilde yaşayabil­mesi için muhtaç kimselerin kısmen de olsa ihtiyaçları gideri­lerek sosyal dayanışmanın güzel bir örneği verilmiş olur. Bu dayanışmayı azami seviyeye çıkarmak ve daha çok insana yar­dım etme zevkini verebilmek için fitre miktarı asgari ölçüde tutulmuş ve ödeme kolaylıkları sağlanmıştır.[451] Diğer yönden herkes vermenin tadını tadacak, devamlı alan olma ezikliğin­den bir an için dahi olsa kurtulacak, fakirler zenginlerin yedik­lerinden yeme imkanı bulacak ve onlara karşı sevgi duyguları besleyecek, bütün toplumda bir kaynaşma ve sevişme ortamı oluşacaktır. [452]

Bir fitrenin, bir kişinin bir günlük yiyeceğini temin etti­ğini göz önüne aldığımızda bu miktarın fakir için azımsanma-yacak bir miktar olduğunu görürüz. Bunu zekat ve diğer şadakatarla birlikte düşündüğümüzde dikey olarak yani zenginden fakire büyük miktarların transfer olduğunu görürüz.

 

C. Kefaretler

 

Bir yönüyle ibadet manasını da taşıyan [453] "kefaret, Allah-u Teâlâ'mn emirlerine muhalif olan bir şeyi irtikap eden kim­seye şeriat tarafından takdir edilip verilen bir cezadır.[454]

Bu cezalar ile bir taraftan kişiyi tedirgin eden, içini tırma­layıp huzursuz eden düşüncelerin bastırılması ve aynı suçların tekrarlanmaması hedeflenirken, [455] diğer taraftan da fakirlerin gö­zetilmesi hedeflenmiştir. Zîra kefaretlerde "Zekat toplandıktan sonra, mevcut bir içtimaî noksanlığın kapatılması veya Devlet rei­sinin, her ne kadar bilmesi gerekiyorsa da, durumlarını bilmediği fakirlerin ihtiyaçlarının giderilmesi mevzubahistir.[456]

Bu kefaretler şunlardır:

 

1. Zıhâr Kefareti

 

Zıhâr, kişinin karısına : "Sen benim anamın sırtı gibisin" demesidir ki anam bana nasıl haram ise sen de bana öyle ha­ramsın demektir. Araplar böyle denilen bir kadını ana gibi sa­yarak bir daha nikah edilmemek üzere hemen ayırırlardı. Kur'an zıhâr olmak üzere söylenen sözün İslâm'a yakışmaz çir­kin bir yalan olduğunu, bu sebeple önce bundan sakınılması gerektiğini, bununla beraber söylendiği takdirde de bir kefaret ile telafi edilmesinin gerektiğini açıklamıştır. [457]

Cahiliye dönemindeki boşanma çeşitlerinden biri olan zıhâr ile kişi günahkar olduğu gibi, kefaretini ödemedikçe karı­sıyla temasta bulunması da haramdır.

Zıhârın kefaretini Yüce Allah şöyle açıklamaktadır: "Hanımlarından zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin onlarla temas etmeden önce bir köleyi hürriyetine kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah , yaptıklarınızdan haberi olandır. Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutma­lıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur..[458]

Ayette, diğer bazı kefaretlerde de geçerli olan oruç-ki bu nefis terbiyesi için gereklidir -bir yana kefaret olarak köle azat etmek ve fakirlerin doyurulması gibi sosyal amaçlı ibadet­lerin emredilmiş olması, İslam'ın insan hürriyetine ve sosyal adaletin sağlanmasına verdiği önemin açık bir göstergesidir.

 

2.  Oruç Kefareti

 

Ramazan orucunu tutarken, hiçbir özrü olmadığı halde bilerek(kasden) cinsel ilişkide bulunan (Ebu Hanife ve Malik'e göre yiyip içen) kimse günahkar olup orucu bozulduğu gibi, kendisine büyük kefaret de gerekir ki, bu, köle âzâd etmektir. Bunu yapamaz ise zıhârda olduğu gibi, aralıksız iki ay oruç tu­tar. Buna da gücü yetmezse altmış yoksulu doyurur.[459]

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği üzere "...(ihti­yarlık veya şifâ umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazere­ti olup da) oruç tutmağa güçleri yetmeyenlere bir yoksulu do­yuracak kadar fidye gerekir.[460] ki bu da yukarıda geçtiği üzere sosyal amaçlı bir telâfi şeklidir.

 

3. Yemin Kefareti

 

Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminleri­nizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız ye­minlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti, aileni­ze yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle âzâd etmektir. Bun­ları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdir­de yeminlerinizin kefareti işte budur.[461]

Oruç kefaretinde oruç tutmanın ön sıraya alınıp fakiri doyurmanın bundan sonraya alınması, orucun kasten bozulma­sının yine oruç tutularak telâfi edilmesi, suçun ve cezanın aynı türden olması, kişinin nefsini eğitmesine öncelik verilmesi gibi gaye ve hikmetlere sahiptir. Yemin kefaretinde ise fakiri do­yurma ve giydirme ön planda tutulmuş, buna imkan bulama­yanların oruç tutması istenmiştir. Bu da İslam'da üçüncü şahıs­ların hukukunun gözetilmesinin ve sosyal amaçların taşıdığı öncelik sebebiyle olmalıdır. [462]

 

4. Hac'da İhramlı İken İşlenen Suçların Kefareti

 

İhram yasaklarının ihlâli fıkıh literatüründe "cinayet" diye adlandırılmış, müeyyide olarak bedenî ve malî bazı mü­kellefiyetler öngörülmüştür. İhram yasaklarının ihlâli, yasağın ve ihlâlin ağırlık derecesine göre hac veya umrenin fâsid olma­sı ve kazasının gerekmesi, büyük baş hayvan...yahut koyun ve­ya keçi...kesme, fıtır sadakası (fidye) kadar bağışta bulunma, bedelini ödeme, sadaka verme, oruç tutma gibi farklı sonuçlar doğurur. İhlâllerin müeyyidesi olarak ibadet cinsinden fiillerin seçilmesi ferdi ıslah etme ve ihlâl dolayısıyla uğraması muh­temel mahcubiyeti giderme, ayrıca bu vesileyle toplumsal da­yanışmayı güçlendirme gibi amaçlar taşımaktadır. [463]

Görüldüğü üzere İslam kefaretlerle bir yandan günah iş­leyen müslümana tövbe kapısının kapanmadığını, dolayısıyla ümitsizliğe kapılmaması gerektiğim öğretirken, bir yandan da onu tekrar aynı hataya düşmemesi için sosyal içerikli veya ne­fis terbiyesinde etkili olan ibadetlerle yükümlü tutarak hem ferdin ıslahını hem de toplumsal adaletin sağlanmasını hedef­lemiştir.

 

D. Kurban

 

Zorunlu infaktan biri de kurban bayramında kesilen kur­bandır. Ancak bu kurbanın zorunlu infaktan olması, imam Ebu Hanife (rha)'ye göredir. Diğer müçtehidlere göre ise müekked sünnettir. Ebu Hanife'ye göre belirli şartlara hâiz olanların kurban kesmeleri, zorunlu bir yükümlülüktür. Zira Kur'anda Hz. Peygamber'e hitaben "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes [464] buyrulması ümmeti de kapsamakta ve gerek­lilik bildirmektedir. [465] Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.) bir çok hadislerinde kurban kesmeyi emretmektedir. Nitekim aşağıda­ki hadislerde şöyle buyurmaktadır:

Kim imkânı olduğu halde kurban kesmezse bizim mes­cidimize yaklaşmasın. [466]

Ey insanlar, her sene, her ev halkına kurban kesmek vaciptir. [467]

Kurban gerek fert gerekse toplum açısından çeşitli ya­rarlar taşıyan malî bir ibadettir. Kişi kurban kesmekle Allah'ın emrine boyun eğmiş ve kulluk bilincini koruduğunu canlı bir bi­çimde ortaya koymuş olur. Mü'minler her kurban kesiminde Hz. İbrahim ile oğlu İsmail'in Cenab-ı Hakk'ın buyruğuna mut­lak itaat konusunda verdikleri başarılı sınavın hâtırasını taze­lemiş ve kendilerinin de benzeri bir itaate hazır olduğunu sim­gesel davranışla göstermiş olmaktadır.

Kurban toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutar. Sosyal adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunur. Özellikle et satın alma imkânı hiç bulamayan veya çok sınırlı olan yoksulların bulunduğu ortamlarda onun bu ro­lünü daha belirgin biçimde görmek mümkündür. Zengine malı­nı Allah'ın rızası, yardımlaşma ve başkalarıyla paylaşma yolun­da harcama zevk ve alışkanlığını verir, onu cimrilik hastalığın­dan, dünya malına tutkunluktan kurtarır. Fakirin de varlıklı kullar aracılığıyla Allah'a şükretmesine, dünya nimetinin yer­yüzündeki dağılımı konusunda karamsarlık ve düşmanlıktan kendini kurtarmasına ve kendini toplumunun bir üyesi olarak hissetmesine vesile olur. [468]

 

E. Nezir

 

Kurban ve tasadduk şeklindeki nezir(adak) de zorunlu infaktandır.

Kişinin mubah olan bir şeyi Allah rızası için kendi nefsi­ne vacip kılması [469] demek olan nezir, tarifinden de anlaşılaca­ğı üzere kişinin kendi sözüyle kendini mecbur ettiği bir amel­dir. Bu sebeple yerine getirilmesi başta Kur'amn emridir. Yüce Allah "Adaklarını yerine getirsinler [470] buyurmaktadır.

Nezir (adak)de bulunan kişi nezrini yerine getirmekle bir taraftan kendine vacip kılmış olduğu kulluk görevini yerine ge­tirmekte, bir taraftan da sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya katkıda bulunmuş olmaktadır.

Buraya kadar zikretmeye çalıştığımız "zorunlu infak" konusunu burada noktalayarak şimdi de gönüllü infaka temas etmeye çalışacağız.

 

II. Gönüllü İnfak

 

İsminden de anlaşılacağı üzere bu, zekât ve fitre gibi hukuken mecburi olmayan, miktarı ve veriliş tarzı tamamen verene ait olan hayırlardır.

Bu hayırlardan maksat, zorunlu infakta olduğu gibi hem fertler arasındaki kardeşliği güçlendirmek, hem de bu sayede ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidererek onların insanca ya­şamalarını sağlamaktır. Bu sebeple burada asıl maksadımız da­ha önce de vurguladığımız gibi, fakirlere verilen cüz'î hayırlar­dan ziyade, fakirlerin ihtiyaçlarını giderecek büyük hayırlardır. Hiç şüphesiz ileride zikredeceğimiz âyet ve hadislerde küçük miktarlardaki sadakalara da teşvikler bulunmakta ve yerine göre bunların da yapılması gerekmektedir. Ancak bu gibi hayır­lar istenilen hedefleri gerçekleştiremezler. Şu kadar ki kuru­lacak vakıf, dernek, sandık vb. kurumlar vasıtasıyla bir havuz­da biriktirilecek olan küçük miktarlar söylediklerimizin dışın­dadır. Zira havuz sistemi sayesinde önemsemediğimiz miktarların büyük yekûn teşkil etmesi ve birey olarak verilen nice büyük miktarları geçmesi mümkündür.

Bu hayırların en meşhuru ve halk arasında en çok biline­ni sadaka olduğu için biz de bundan başlamak istiyoruz.

 

A.Sadaka

 

Sadaka, kişinin Allah'a yaklaşmak maksadıyla karşılıksız olarak fakir ve yoksullara verdiği malın, yaptığı yardımların adıdır. [471]

Doğruluk ve Sadakat anlamındaki "Sıdık"dan gelen sada­ka; kişinin imanındaki doğruluğuna ve samimiyetine, Yüce Al­lah'a olan sevgisine ve sevabına olan inancına bir delil olduğu için bu ismi almıştır.[472] Bu yüzden gönül hoşnutluğuyla sadaka verenin olgun mü'min olduğuna hükmedilirken, sadakaya pek önem vermeyenin iman yönünden olgunlaşmadığına hükmedi­lir.

Sadaka, "Allah rızası için halisane verildiği takdirde, Al­lah'a ibadet ve O'nun lütfuna karşı bir hediye mesabesindedir.[473] Şüphesiz sadaka vermeyi müslümamn en bariz meziyet­lerinden birisi haline getiren, tabi olduğu kitap ve sünnetteki emir ve teşviklerdir. Bu sebeple konuyla ilgili bazı nasslar daha önce geçmekle beraber önemine binaen bazı ilavelerde daha bulunmak istiyoruz.

 

1. Sadakanın Fazileti Ve Önemi

 

Daha Önce de geçtiği üzere Kur'anı-Kerim bir çok ayet-i kerimesinde infakı dolayısıyla sadakayı teşvik ettiği gibi, Hz, Pey­gamber (s.a.v.) de bir çok hadislerinde müslümanlan buna teşvik etmektedir. Hatta sahâbilerden İmrân b. Husayn diyor ki "Resulullah (s.a.v.)'m bize hitap ettiği hiçbir konuşması yoktur ki, onda bizlere sadakayı emredip, işkenceden de neyh etmesin. [474]

Bu, İslam'ın sadakaya verdiği önemi apaçık ortaya koyan en büyük delillerden bir tanesidir.

Resulullah (s.a.v.)' m bu konudaki hadislerinden bazıla­rının meâlı şöyledir:

Bir hurmayla da olsa tasaddukda bulununuz. Çünkü sa­daka, açı doyurur ve suyun ateşi yok ettiği gibi günahları yok eder. [475]

(Kıyamet gününde) sizden , arada hiçbir tercüman ol­maksızın Allah ile konuşmayacak hiç kimse yoktur. Kişi, sağına bakacak ancak önceden gönderdiğini görecek, soluna bakacak ancak önceden gönderdiğini görecek, önüne bakacak, ateşten başkasını göremiyecek. O halde bir hurmanın yansıyla da olsa kendinizi ateşten koruyunuz. [476]

"Sadaka veriniz. Çünkü öyle bir zaman gelecek ki, kişi sadakasını verecek kimse bulamayacak..[477]

Yüce Allah'ın ve Hz. Peygamber'in bu konudaki emir ve tavsiyelerine uyarak sahâbilerden varlıktı olanların bir kısmı sahip oldukları paralarının yarısını, bir kısmı sahip oldukları hurma yığınlarının yarısını, bir kısmı evlerinde bulunan bir ve­ya yarım sa [478] tasadduk ederken, hiçbir şeyleri olmayan sahabiler de sadakanın faziletinden mahrum kalmamak için çarşıpazarda hammallık yaparak, sırtlarında yük taşıyarak ka­zandıklarını gelip veriyorlardı. Ebu Mes'ud et-Ensâri nakledi­yor: "Resulullah (s.a.v.) bize sadakayı emredince, çarşıya gi­der, para karşılığında hammallık yapar, sırtımızda yük taşırdık. Sonra kazandığımız bir müdd'ü [479] getirir sadaka olarak verir­dik.[480]

Bir hadis-î şerifte belirtildiği üzere "mü'min, cennete girinceye kadar hayırdan doymaz.[481] Doymayacağı için de, Al­lah tarafından tezkiye edilip cennetle müjdelenen sahabilerin hayırdan hayıra koşmaları, mecbur olmadıkları halde bütün imkanlarım zorlamaları gibi, bütün imkanlarını kullanarak hay­ra iştirak etmek için büyük gayret göstermelidir.

Mal, dünya hayatını sürdürmek için Allah tarafından ve­rilmiş büyük bir nimet ve süstür. Ancak Yüce Allah'ın yanındaki mevki ve makamlar daha güzel, daha kalıcı oldukları için cim­rilik yaparak bunlardan mahrum olmak, merhum Elmalılı'nın ifadesiyle büyük budalalıktır.[482] Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekin­lerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için beze-nip süslendi. Halbuki bunlar dünya hayatının metaldir. Nihayet varılacak güzel yer Allah'ın huzurudur. (Resulüm!) De ki size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rab'leri yanında içinden ırmaklar akan ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah'ın hoş­nutluğu vardır. Allah, kullarını çok iyi görür. [483]

Peygamber (s.a.v.) efendimiz de, "Cennette, yay kadar az bir yer, üzerinde güneşin doğduğu veya battığı her şeyden daha hayırlıdır.[484] buyurmaktadır. Yani, bütün dünya sizin ola­cağına, cennette az bir yerinizin olması daha hayırlıdır. Bun­dan da üstünü, Yüce Allah'ın cemâlidir. Said Nursî (rh. a) de şöyle diyor:

Dünyanın bin sene mes'ûdâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmiyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi , bir saat rü'yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir cemil-i zülcelât'in dâire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan cennete çağrılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlıyarak değil gülerek giri­niz..[485] Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği üzere gülerek cennete koşmanın yollarından biri de Allah yolunda infakta bulunmak­tır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takva sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için infak ederler (harcarlar); öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. [486]

Burada özellikle belirtmeliyiz ki, Mealim verdiğimiz âyet-i kerime'de dikkat çekilen en önemli hususlardan biri de, sorumluluklarının bilincinde olan takva sahiplerinin birinci va­sıflarının, infak olmasıdır. Bu sebeple imam Şa'ranî (rh. a)'nin de dediği gibi, din önderleri olarak görülen âlim ve Salih kim­selerin bütün hayırlarda olduğu gibi, infak ve sadaka konusun­da da gösterecekleri Cömertliklerle herkesten önde olmaları gerekmektedir. [487] Tıpkı Peygamber (s.a.v.) efendimizin, selefi salihinden olan âlim ve mutasavvıfların yaptığı gibi. Ebu Zer(r.a)' in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) uhud dağı­na bakarak şöyle buyurdu:

"Ya Ebâ zer! (Gördüğün) şu uhud dağı altın olsa, borcum için alakoyacağım dinar hariç, üç geceden fazla bir tek dinarın yanımda kalmasını istemem.[488]

Bir batılı yazarın deyimiyle "Kur'an'a iman edenlerin zi-hinleriyle hafızalarına derinden derine nakş olan bu düstûrlar, onları yeryüzündeki milletlerin en insaniyet perverleri ve en hayır severleri haline getirmiştir.[489]

Müslüman, az da olsa, aksatmadan günlük sadaka ver-meyi-ki bunların nakit olanlarını bir kutuda biriktirip toplu vermesi de mümkündür- kendine şîâr edinmelidir. Zira, bir ha-dis-i şerifte belirtildiği üzere, "Güneşin doğduğu her günde in­sanın her mafsalına bir sadaka gerekir. Buna gücün yet­mezse iki kişiyi adaletle barıştırırsın, bu da bir sadakadır, buna da gücün yetmezse  Kişiye, binitine (arabasına) biner­ken veya eşyasını yüklerken yardım edersin, bu da bir sadaka­dır. [Buna da gücün yetmezse, güzel söz söylersin. Çünkü] güzel söz de bir sadakadır. Namaza gitmek için attığın her a-dım bir sadakadır. Yoldan, (insanlara) eziyet veren şeyleri kal­dırırsın bu da bir sadakadır.[490]

Gerek nefis terbiyesinde, gerekse toplum düzeninin ko­runmasında etkin rol oynayan sadaka,[491] hem işlenen günahlara keffâret olur, hem de nefsin taşkınlığı sebebiyle kaçırılan şey­leri telafi eder.[492]

Buraya kadar yaptığımız bu kısa izahtan sonra, şimdi de kısaca faziletine dikkat çekilen bazı sadakalardan bahsetmek istiyoruz.

 

2. Faziletine Dikkat Çekilen Bazı Sadakalar

 

Hz Ömer'den rivayet edilen bir hadisde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Amellerin en faziletlisi (üstü­nü); giydirerek veya karnım doyurarak veya (bunların dışında her hangi bir) ihtiyacını gidererek mü'mini sevindirmendir.[493]

Bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (s.a.v.), en ilkel in­sandan en medenî insana kadar herkesin birinci derecede ihti­yaç duyduğu yiyecek, giyecek ve genel anlamda diğer bütün ihtiyaçlara dikkati çekerek müstümanları bu konuda duyarlı olmaya teşvik etmektedir.

Biz de bu hadîs-î şerifi esas alarak özellikle bu konulara dikkat çekmeye çalışacağız.

 

a) İt'am (Açları Doyurmak)

 

Başta Beyhakî olmak üzere bir çok muhaddisin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.):

Sadakanın en faziletlisi, aç olan her hangi bir canlıyı doyurmandır.[494] buyurmaktadır.

Abdullah b. Âs {r. Anhüma)'ın rivayetine göre, adamın biri Resulullah (s.a.v.)'a: "İslam'ın (tavsiye ettiği amellerin) en üstünü hangisidir? diye sordu. Resulullah (s.a.v.) da:

Yemek yedirmen; tanıdığına, tanımadığına selam ver-mendir" buyurdu. [495]

Abdullah b. Selâm (r.a)'ın rivayetine göre, Hz. Peygam­ber (s) Medine' ye vardığı zaman Medinelilere yaptığı ilk tavsi­yelerinden biri de, "...Yemekyediriniz.[496] olmuştur.

Buharı'nin rivayet ettiği bir hadiste de:

Köleleri azad ediniz, açları doyurunuz, hastalan ziyaret ediniz. [497] buyurulur. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu tavsiyelerle kalmamış, imkanları nisbetinde ihtiyaç sahibi fakirleri de do­yurarak ümmetine bu konuda en güzel örneklen sunmuştur. [498]

Yoksul ve muhtaçlara yemek yedirmek, Cenab-ı Hakk'ın iyi ve has kullarının Özelliklerindendir. Kur'an-ı Kerim şöyle der:

"İyiler ise, Kâfur katılmış bir kadehten (cennet şarabını) içerler. (Bu) Allah'ın has kullarının içtikleri ve istedikleri yere akıttıkları bir pınardır. O kullar, verdikleri sözü yerine getirir­ler; fenalığı oldukça yaygın olan bir günden korkarlar. Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz, size Allah rızası için yemek yediriyoruz; binâen aleyh, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, sert ve belâlı bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkarız!" (derler). İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gö­nüllerine) sevinç verir. [499]

Yemek yedirmenin bu faziletine binâen Hz. Ali (r.a): "Bir arkadaşımı bir sabah yemeğe davet etmek, benim için bir köleyi satın alıp Allah yolunda hürriyetine kavuşturmaktan da­ha sevimlidir [500] derken; İbn Ömer (r.a) kendisiyle beraber yemek yiyecek bir yoksul olmadan sofraya oturup yemek yemezdi. [501]

Yine yemek yedirmenin fazilet ve öneminden dolayı müslümanlardan hali vakti yerinde olanlar sürekli yemek ye­dirmeyi istemiş, zenginler ise birçok faydalı işler arasında dar anlamıyla aşevleri demek olan imaretler yaptırıp fakirlerin karnım doyurmayı kendileri için birer âhiret azığı saymışlardır. Nitekim fethedilen her yerde imaret sitelerinin kurulması kısa bir müddet sonra öyle bir artış gösterdiki, XVIII. Asrın sonların­da, sadece İstanbul imaretleri her gün 30 binden fazla insanı doyurmaya yetiyordu.[502] Şüphesiz bu müslümanların, fakirleri doyurmaya ne kadar önem verdiklerini isbata yeterlidir.

Yüce Allah gönülden inanan bir insanın veya toplumun açlıktan, yetersiz beslenmekten rengi solmuş, dizlerinin tâkâtı kesilmiş, hastanelere düşmüş fakir ve aç kimsenin bu sıkıntısı­na karşı kayıtsız kalması düşünülemez. O , hiç olmazsa hafta­nın bir-iki gününde oruç tutar veya günde sadece iki öğün ye­mekle yetinip, yemediği öğünü fakir fukaraya yedirerek bir nebze de olsa onlara bu konuda yardımcı olmaya çalışır. Belki de Hz. Peygamberin "İki kişinin yiyeceği üç   kişiye, üç kişilik yemek te dört kişiye yeter.[503] hadisinin manalarından biri de budur. Yani günde üçer Öğün yemek yiyen iki kişi birer ö-ğünlerini bir fakire verdiklerinde üçüncü bir kişi daha doymuş olacak ki, bütün toplumda bu durum yaygınlaştığı takdirde aç insanların mevcudiyetinden de söz edilemeyeceğine inanmak­tayız. Yine mealini verdiğimiz hadisten hareketle diyebiliriz ki günde üç kez tıka basa yiyen iki kişi normal ölçülere riayet e-derek yediklerinde üçüncü bir kişi daha doymuş olacaktır. Ay­rıca çöp tenekelerine atılan ekmek ve yemek artıklarını da hesaba kattığımızda açlığın büyük ölçüde sorun olmaktan çıka­cağı muhakkaktır. Zira bu sayede besin kaynaklarının aç insan­lara ulaştırılması, bununla da onları doyurma imkânı sağlanacaktır.

İslam'ın bu hususa verdiği önemi farz kıldığı oruçtan da anlamak mümkündür. Zira, İslam'ın beş şartından biri olan o-rucun farz olmasının hikmetlerinden bir tanesi de oruç tutan kimsenin kendisinde hissedeceği açlıkla fakirlere acıyıp onları yedirmeye(doyurmaya) teşvik etmektir.[504] Zira açlığı tatmayan bir kimsenin aç kimsenin halinden anlaması pek düşünülemez. Bu sebeple Hz. Yusuf (a.s.) zaman zaman kendini aç bırakmak­taydı. O'na Hazinenin başında olduğun halde niçin kendini aç bırakıyorsun? dediklerinde, "fakirleri unutmamak için" diye cevap verirdi.[505]

Diğer hikmetleri yanında fakir ve aç insanların unutul­maması, sürekli akıllarda tutulması için İslam, Ramazan orucundan başka haftanın ve her ayın belirli günlerinde de müstümanlara oruç tutmayı tavsiye etmiştir.[506]

Burada şunu belirtmeliyiz ki, yoksulu yedirmenin gönüllü infaktan(mendup) olması normal zamanlardadır. İnsanların aç­lıktan ölümle burun buruna gelmeleri gibi bir durum söz konu­su olduğunda bu husus gönüllü olmaktan çıkarak zorunlu hale gelir. Bu sebeple bir hadis-i şerifte [507] işaret edildiği üzere, ça­resiz insanları açlıkla başbaşa bırakanlar, islâmın diğer emirle­rinden dolayı hesaba çekilecekleri gibi, bundan dolayı da he­saba çekileceklerdir. Zira çaresiz insanların hatta bütün canlı­ların hem karınlarını doyurmak, hem hayatî önem arz eden di­ğer ihtiyaçlarını gidermek de bir vecibedir.[508] Bu sebeple bu vecibeyi yerine getirmeyenler suçlu olarak kabul edilmişlerdir. Kur'an-ı Kerim bu hususa şöyle değinir:

(Cennet ehli) günahkarlara, 'sizi, şu yakıcı ateşe sokan nedir' diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: "Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksulu doyurmuyorduk, (batıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk, ceza gününü de yalan sayıyor­duk. Nihayet {bu haldeyken) bize ölüm gelip çattı. [509]

"Onu(kitabı sol eline verilen kimseyi) yakalayın da, (el­lerini boynuna) bağlayın; sonra alevli ateşe atın (katın) onu! Sonra da onu, yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire (sarın)!. Çünkü, O, büyük olan Allah'a iman etmezdi. Yoksulu doyurma­ya (kendi yanaşmadığı gibi başkalarını da) teşvik etmezdi. Bu sebeple bugün burada onun herhangi bir candan dostu yoktur. Ancak günahkarların yediği kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur. [510]

Ayrıca bu ayet-i kerimelerden anlaşılacağı üzere aç ve yoksulu doyurmak mü'minin özelliği olduğu gibi, yedirmemek de ahireti inkar edenlerin sıfatlarından ve cennetin önündeki en büyük engellerden biridir.

Burada bir hususu daha belirmekte fayda görüyoruz, o da şudur: Açları doyurmak, onları kendi soframıza veya bir lo­kantaya davet etmek veya sürekli yemek yiyecekleri bir lokan­ta göstermek şeklinde olabileceği gibi, evlerine sıcak yemek veya kuru gıda maddelerini göndermek suretiyle veya kurulan aş evlerine yapacağımız yardımlar şeklinde de olabilir. Burada önemli olan, fakirin karnını doyurmak ve bu vesileyle sevgi, kaynaşma ve dayanışmayı sağlamaktır. Ancak fakir açısından en yararlı olanı tercih etmek en doğru ve yerinde olanıdır.

 

b)Yoksulu Giydirmek

 

Yemek gibi giyinmek de her insanın zarurî ihtiyaçların­dan olduğu için İslam, fakirleri yedirmeye teşvik ettiği gibi on­ları giydirmeye de teşvik etmekte, hatta yemin keffaretinde olduğu gibi bazı durumlarda günahların bağışlanması için bunu zorunlu kılmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.v.): "Bir müslümana bir elbise giydi­ren kimse, giydirdiği elbiseden bir iplik kalıncaya kadar Al­lah'ın koruması altında bulunur." buyurmaktadır. [511]

Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmaktadır:

"Hangi müslüman, çıplak olan herhangi bir müslümana bir elbise giydirirse, Allah da ona cennetin yeşil (süslü) elbise­lerinden giydirir. [512]

Hz. Peygamber (s.a.v) aç insanları görünce müteessir olduğu gibi, üstü başı yırtık ve pejmürde olan kimseleri gördü­ğünde de son derece üzülür ve mümkün oldukça kendi imkan­larıyla, bu mümkün olmazsa müslümanlar vasıtasıyla onları giydirerek sevindirmeye çalışırdı.

Münzir b. Cerir babasından naklederek şöyle diyor:

Bir gün erken saatlerde Resulullah (s.a.v. )'ın yanında bulunuyorduk. Derken, ResuLullah'ın yanına çoğunluğu, hatta tamamı mudar kabilesinden olan yalın ayak, çıplak, yırtık elbi­seli, kılınçlarını kuşanmış bir grup insan geldi. Onlardaki yok-suUuğu görünce Resulullah (s.a.v.)'ın yüzünün rengi değişti. Girdi çıktı.[513] Sonra Bilâl'a ezan okuyup kamet getirmesini em­retti. Namaz kıldıktan sonra (orada bulunanlara) hitaben:

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşi­ni yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bu­lunduğunuz Allah'dan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir. [514] [mealindeki ayetle] Haşr süresindeki "Ey iman edenler! Al­lah'tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın. Al­lah'tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.[515] [mealindeki] ayetleri okuduktan sonra şöyle buyur­du: "Herkes yanında bulunan dinarından, dirheminden, elbise­sinden, (yanındaki bir) sa [516] buğdayından ve hurmasından (hatta şöyle buyurdu}: "yarım hurmayla da olsa mutlaka sada­ka versin."

Râvî derki: Bunun üzerine Ensâr' dan bir adam neredey­se eline sığmayacak, hatta eline sığmayan bir kese getirdi. Sonra diğer insanlar onu takip etti. Nihayet iki yığın yiyecek ve giyecek toplanarak Resulullah (s.a.v.)'ın yüzünün sevinçten parıl parıl ışıldadığını gördüm. [517]

Hz. Peygamber (s.a.v.)Hicretin sekizinci yılında da Hevâzinlerden esir alınan altı bin kadın ve çocuğa yeni elbise­lerin giydirilmesini emretmiş ve bu emri yerine getirilerek bunlara Mısır bezinden mamul yeni elbiseler giydirilmiştir. [518]

Müslüman, imkanları nisbetinde Peygamberimizin ve Sahâbilerinin gösterdiği ihtimam ile bu konuya ihtimam gös­terdiğinde birçok insanın çıplaklıktan kurtulacağı görülecektir.

Şunu da belirtmeliyiz ki Allah dostları son derece sade giyinir, pahalı giysilere verecekleri paralan ise fakirlere vere­rek hem onların bu husustaki ihtiyaçlarını hem de diğer ihti­yaçlarını gidermeye çalışırlardı.[519]

 

c) Fakirlerin Yiyecek Ve Giyecek Dışındaki İhtiyaçlarını Gidermek

 

Yüce Allah : "Hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz. [520] buyurmaktadır.

Aç insanların karınlarını doyurmak , çıplaklarını giydir­mek; hastane masraflarını karşılayamayan, ilaçlarını alamayan veya doktora muayene olamayan kimselere bu konuda yardım­cı olmak ; kitap alamayan ilim adamlarıyla öğrencilere kitap almak; kirada oturanlardan ev kirasını tamamen veya kısmen almamak veya kira masraflarını karşılamak veya en iyisi kendi­lerini kendilerine ait bir meskene kavuşturmak, ziraat için din kardeşine meccanen(kirasız) tarla vermek, sütü olmayana sü­tünden istifade etmesi için sağmal hayvan vermek, su ihtiyacı olan yerlere su götürmek, borçluya borcunu bağışlamak veya vadeyi uzatmak, para dışında şeyleri ödünç vermek, bahçedeki belirli ağaçların meyvelerini vermek, işçi tutamayan komşunun inşaatında çalışmak vb. hayır olduğu gibi, maddî imkansızlıklar yüzünden mesleklerini ve sanatlarını icra edemeyenlerin işle­rini kurmaları için destek olmak da hayır kapsamına girmek­te [521] ve Yüce Allah kurtuluşu buna bağlamaktadır.

Peygamber (s.a.v.) efendimiz, müslümanlan birbirleri­nin ihtiyaçlarıyla ilgilenmeye teşvik ederek şöyle buyurmakta­dır:

Her kim (müslüman) kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyaçlarını giderir. Her kim de bir müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da ona karşılık onun Kıyamet gü­nündeki sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir.[522] Başka bir hadisin bir parçasında ise şöyle buyurur: "...Kul, müslüman kardeşinin yardımında bulunduğu müddetçe Allah da onun yar­dımında bulunur. [523]

Genel anlamda bütün hayırları, özel anlamda ise yoksul­lara yardım etmeyi mukaddes bir vazife olarak gören müslümanlar, sevaplarının devam etmesi için en çok sevdikleri malı Allah için vakfetmiş ve bu konuda birbirleriyle kıyasıya yarışa girmişlerdir.

 

B. Vakif

 

Gönüllü infakın kısımlarından biri olan vakıf, sadakanın da en üstünüdür. Şöyle ki: Birincisi, Hz. Peygamber(s.a.v.) şöy­le buyurmaktadır: "İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amelleri ke­silir. Ancak, devam eden sadaka (sadaka-i câriye), faydalanı­lan ilim ve kendisine dua eden sâlih bir evlât bırakanlannki kesilmez.[524] Hadisçilere göre buradaki sadaka-i cariyeden maksat vakıf olup, sadaka devam ettiği müddetçe sevap ta de­vam eder. İkincisi, İnsan, Allah yolunda pek çok mal harcayabi­lir, sonra tükenir. Muhtaç olan fakirlerin ise ihtiyacı bitmez ve onlar tekrar muhtaç olurlar. Arkadan gelen diğer yoksullar ise, mahrum kalırlar. 8u durumda hem yoksullar, hem de toplum için vakıf usulünden daha güzel bir şey olamaz.

Vakıf, mülkün aslı mâlikin mülkünde kalmak şartıyla, ge­lirlerinin fakirlere, yolda kalmışlara...tahsis edilmesi ve böyle­ce sürekli olarak onların ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçla­yan bir kurumdur.[525] Ancak İslam Dünyasının hemen her yerin­de rastladığımız vakıfların zamanla el uzatmadıkları hiçbir sa­ha yoktur. Mesela bunlardan bazıları şunlardır. Fakirlere, dul­lara, öksüzlere, borçlulara para yardımı yapmak; öğrencilere elbise ve yemek vermek; evlenecek genç kızlara çeyiz hazır­lamak gibi; her günün ihtiyaçları yamsıra efendileri azarlama­sın diye kâse ve bardak gibi kapkacak kıran hizmetçilere ve­rilmek üzere para vakfı yapan hayırseverler, sadece bununla da iktifa etmiyorlardı. Onlar, divitinde mürekkep kalmayanla­rın divitlerine mürekkep koymaları için kurulan 'Mürekkep Vakfı'm da tesis etmişlerdi. Halka meyve ve sebze verilmesi, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımı için vakıf tesis edilmesi, çocukların emzirilmesi gayesiyle kuru­lan vakıflar, şehirlerdeki yol ve sokakların temiz tutulması için arkalarında kül olduğu halde caddedeki tükrük ve balgam gibi insanı tiksindiren şeylerin üzerini kapatmak gayesiyle dolaşan­lar, oyuncağı bulunmadığı için arkadaşları ile oynayamayan ço­cuklara oyuncak alınması ile ilgili vakıfları tesis edip meydana getiren hayırseverlerin yaptıkları bu kadar da değildir.[526]

"Vakıf müessesesi, uzun asırlardan beri, bütün İslâm memleketlerinde çok büyük ehemmiyet kazanmış, içtimaî ve iktisadî hayat üzerinde derin te'sirler yapmış dinî-hukukî bir müessesedir. [527]

"İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan (vakfedilen), vakfın en hayırlı­sı da halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır" anlayı­şıyla hareket eden gerek devr-ı saadetteki müslümanlar gerek bu asırdan sonra ki müslümanlar ve "çok muazzam servetlere mâlik olan hükümdarlar, hükümdar ailesine mensup şahsiyet­ler, büyük rical ve emirler, zengin tacirler ve büyük toprak sa­hipleri, [yukarıda da arzettiğimiz gibi] birbiriyle rekabet eder­cesine türlü türlü vakıflar te'sis ettiler. [528]

Câbir (r.a): "Resulullah (s.a.v.)'ın ashabından imkanı o-lup da vakıf yapmayan hiç kimse yoktur" derken, İmam Şafii (r.a) de, " Bana ulaştığına göre Ensâr'dan seksen sahâbi vakıf yapmıştır" demektedir. [529]

Mesela, "Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcama-dıkça (en) iyiye (en üstün sevaba, Allah'ın rahmet ve rızasına) eremezsiniz..[530] mealindeki âyet-i kerimesi in­diği zaman Ensâr'dan Ebu Talha (r.a)'nın mescidi Nebevî'nin karşısında bulunan ve içindeki tatlı suyu Hz Peygamber tarafından beğenilen Beyruhâ adlı bahçesini vakf etmesi [531] Hz Osman'ın Rume kuyusunu, [532] Hz. Ömer'in Hayber'deki arazisi­ni,[533] Sa'd b. Ubâde'nin annesi adına bir su kuyusu ile bir bah­çesini; [534] Enes b. Mâlik ile Zübeyr b. Avvam'ın kendi evlerini ve Abdullah b. Ömer'in Hz. Ömer'den varislerine kalan evin payına düşen hissesini vakfetmeleri, [535] şahabının vakıflarından sadece bazılarıdır.

XVIII. asır sonlanyla XIX. asır başlarında bu müessesenin islam hayatındaki ehemmiyetini anlatmak için, o devirlerde yaşamış bazı batı müellifleri, Osmanlı imparatorluğundaki gay­ri menkul servetin büyük bir kısmını hatta bazılarına göre bu­nun dörtte üçünü vakıfların teşkil ettiğini; Fransız işgali altına düştüğü esnada, Cezayir şehirlerindeki gayri menkullerle şehir­ler civarındaki araziden hemen yarısının vakıf olduğunu, Tunus arazisinin hemen üçte birinin vakfa ait olduğunu söylerler. Mı­sır, Fas, İran, Hindistan, Türkistan gibi islam kültürünün asır­larca hakim olduğu bölgelerle bugün Türkiye'nin her köşesinde rastlanan vakıf eserlerini de bunlara ilave ettiğimizde, vakıf müessesesinin önemini ve İslam Dünyasında ifâ ettiği muazzam rolü kolayca anlayabiliriz. [536]

"Vakfın XVIII. yüzyıl Türk toplum hayatındaki etkilerini belirlemek için yapılan bir araştırmada, bu yüzyılda vakıf gelir­lerinin neredeyse devlet gelirlerinin yarısına eşit olduğu ortaya konulmuştur. Bu gelirlerin %37.75'i din alanına, %28.16'sı eğitim ve Öğretime, % 10.51'i sosyal hizmetlere, % 6.50'si askeri har­camalara ayrılmıştı. [537]

Konuyla ilgili tespitlerden de anlaşılacağı üzere "yalnız dinî müesseseler değil,  bugünkü telakkiylere göre doğrudan doğruya devletin en mühim vazifelerinden olan maârif (eğitim-öğretim), nafıa, [538] içtimaî yardım işleri de, vakıf sistemi saye­sinde mükemmel bir surette idare ediliyordu. [539] Ne var ki islam dünyasının yükseliş devirlerinde bu müessese başarıyla dinî - hayrî vazîfelerini icra ederken, İslam Dünyasının siyasî ve iktisadî gerileyişi bu müesseseyi de zamanla geriletmiş ve soysuzlaştırmıştır. [540]

Allah'ın rızâsına nail olup, sevaplarının devam etmesini arzulayanlar, yüksek değer ve önemi hâiz olan bu müesseseyi yeniden canlandırmaları gerekmektedir.

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

İNFAKIN ADABI VE SADAKA DEĞERİNDE OLAN FİİLLER

 

A. İnfakın Adabı

 

Buraya kadar aktardıklarımızdan infakın ne kadar yüce bir ibadet olduğunun anlaşıldığına inanıyoruz. Ancak şurası bi­linmelidir ki, bu yüce ibadetten gerçek anlamda istifade edi­lebilmesi için bazı hususlara riayet edilmesi gerekmektedir. İn­fakın âdabı olarak nitelendirilen bu hususlardan bazıları infa­kın kabul olmasının, bazıları da kemâlinin şartları olup en önemlileri şunlardır:

 

1. Allah'ın Rızasını Gözetmek

 

Yüce Allah şöyle buyurur:

"Allah yolunda mallarını infak edip de, sonra başa kak­mayan, alanların gönlünü kırmayan (onlara iyi davrananlar için Rab'leri katında kendilerine has mükafatlan vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir. Bir tatlı dil ve kusurları bağışlamak, arkasından başa kakılan, gönül incitilen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değil­dir, halimdir (yumuşak davranandır). Ey iman edenler! Malını gösteriş için hayra veren, gerçekte Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiy­le yaptığınız hayırlarınızı iptal etmeyin. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunun kayaya benzer, sağnak yağan bir yağmur isabet eder de onu sert kaya haline getiriverir (toprağı gider kaya kalır). Yaptıklarını bu şekilde Allah için yapmayan­lar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, nankör kimselere doğru yolu göstermez. Allah'ın rızasını kazanmak ve gönüllerindeki imam kuvvetlendirmek için mallarını hayra har­cayanların durumu ise, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağınca iki kat ürün verir. Bol yağmur yağmasa bile en azından bir çisinti düşer {de yine bol­ca ürün verir). Allah yaptıklarınızı görür. Hiç biriniz ister mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, arasından sular akan ve i-çinde her türlü meyveden bir miktar bulunan güzel bir bahçesi olsun, tam bu durum elde edilmişken bir taraftan ihtiyarlık bastırsın, diğer taraftan da bakıma muhtaç çocuklar bakım is­terken içinde ateş bulunan bir kasırga gelip o bahçeyi yakıp kül etsin! (Elbette bunu kimse istemez) İşte Allah size âyetleri bu şekilde açıklar, umulur ki, düşünür, gerçekleri anlarsınız.[541]

Ayet-i Kerimelerden anlaşılacağı üzere infakın kabul ol­masının ve dolayısıyla va'dedilen mükafatı kazanmanın birinci şartı infakı Allah rızası için yapmaktır. Allah rızası için yapıl­mayan infak kabul olmadığı, başka bir ifade ile boşa gittiği için sahibi de hiçbir sevap ve mükafat kazanmayacaktır. Bu sebep­le infakta bulunmak isteyen kimse bunu sırf Allah rızası için ve kulluk şuuruyla yapmalı; gösterişten, yaptığı-yapacağı iyiliği başkasına duyurmaktan uzak durmalıdır. Ayrıca yoksulun başı­na kakmaktan, onurunu kıracak davranışlardan ve yapılan iyili­ği bir üstünlük aracı olarak kullanmaktan da özenle sakınmalı­dır. Zira gösteriş Allah'ın rızasına ters düştüğü gibi yoksulun başına kakıp onurunu rencide etmek te Allah'ın rızasıyla bağ­daşmamaktadır. Gösterişin sebebi genellikle övülme arzusu ol­duğu için bundan kurtulmanın yolu, insanların kendisine fayda vermiyeceklerini düşünerek kendisini onların taltiflerini bek­lemekle meşgul etmemesi; yoksulun başına kakıp onurunu ren­cide etmekten kurtulmanın yolu ise, nimetin gerçek sahibinin Allah olduğuna, kendisinin sadece bir kepçe vazifesi gördüğü­ne, ayrıca kendisine Cennet yolunu açtığı için aslında yoksulun kendisine iyilik yaptığına inanmasıdır. Gerçekten düşündüğü­müz takdirde fakir minnet edilecek biri değil, asıl minnet du­yulacak kimse ve şayet caiz olsaydı zenginin fakire değil, faki­rin zengine minnet etmesi gerekirdi. Zira zengin fakiri geçici dünya sıkıntılarından kurtarırken, fakir, zengini zekat ve sada­kasını kabul ettiği (aldığı) için cehennem ateşinden kurtarmak­tadır, ki bu iki sıkıntı arasında kıyaslanamayacak kadar büyük fark vardır. Bu sebeple Yüce Allah, zengini zekatını vermekle mükellef kıldığı gibi, kendisine zekatını verecek fakiri araştırıp bulmasını da farz kılmıştır ki, bu mükellefiyetten ancak bu sa­yede kurtulabilir. Bu konuda büyük müfessir Râzî şöyle der:

Zenginin, zekat verecek bir fakir bulmaya mecbur edil­mesi şu manaya gelir: Cenab-ı Allah, güya fakire şöyle der: Ey fakir! Ben seni her ne kadar bir çok mal ve nimetlerden mah­rum ettimse de, kendimi senin tarafından borçlu kıldım. Zen­gine de her ne kadar çok mal verdimse de, ben onu senin pe­şinde koşmaya mecbur ettim. Sen zenginin zekatını kabul ede­rek cehennem ateşinden kurtarmakla, asıl zenginin kendisine ikramda bulunmuş gibi oluyorsun. Ey fakir! De ki: Dünyada kö-tülenmekle ardan, âhirette de azaptan kurtarmakla aslında belki ben sana ikram ediyorum. [542]

Kaldı ki; yukarıda da işaret ettiğimiz gibi zengin­ler... (sadece) Allah'ın birer tevzi memuru ve ihsan ettiği malın bekçileridir. Çünkü zenginlerin ellerindeki mallar, gerçek ma­nada Allah'ın malıdır. Eğer Cenab-ı Allah o malı zenginlere vermeseydi bir habbeye dahi sahip olamazlardı. Çok akıllı ve zeki insanlar vardır ki, bütün şiddetiyle çalışmalarına rağmen ancak karınlarını doyuracak kadar rızık bulabilirler. Bununla beraber, öyle aptal, cahil kimseler de vardır ki, dünya nimet­leri fazlasıyla ayaklarına gelir.[543] bu sebeple bekçinin mal sa­hibi adına verdiğini başa kakmasının hiçbir anlamı olmadığı gi­bi, aynı zamanda son derece komik ve abestir de.

Hz. Peygamber(s.a.v.) şöyle buyurur.

Üç kişi vardır ki, kıyamet günü Allah onlarla konuşma­yacak, yüzlerine bakmayacak, kendilerini temize çıkarmaya­caktır ve onlar için acı bir azap vardır."

Resulullah(s.a.v.)'ın bu sözleri üç defa tekrarladığına şahit olan Ebu Zer(r.a):

Hüsrana uğrayan bu kimseler kimlerdir ey Allah'ın Re­sulü!" diye sordu.

Resulullah (s.a.v.):

Elbisesini (kibir ve gururdan dolayı kurula kurula) sü­rüyen, verdiğini başa kakan ve malını yalan yeminle pazarla­yan!..." buyurdu. [544]

Anlaşılacağı üzere verdiğini başa kakan, sevap bir yana, karşı tarafın onurunu zedelediğinden dolayı ağır bir suç işlemiş olarak kabul edilmekte ve bundan dolayı da cehennemle ceza­landırılacağı belirtilmektedir.

Hz. Mevlânâ'nın dediği gibi: "Yoksul kişi nasıl cömertli­ğe, iyiliğe muhtaç ise, cömertlik ve [545] iyilik de yoksul kişiye muhtaçtır. Güzeller [güzelliklerini seyretmek için] nasıl toz-suz, passız, parlak ayna ararlarsa, cömertlik de yoksulları, za­yıfları öyle aramaktadır. Güzellerin yüzleri ayna ile süslenir, güzelleşir. Ayna olmazsa güzellik meydana çıkmaz. İyiliğin, cömertliğin yüzü de yoksula bakmakla görülür. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak Ve'd-Duhâ' süresinde; Ey Muhammed, sakın fa­kirleri azarlama!' diye buyurdu. Mademki yoksul cömertliğin aynasıdır, sakın aynaya karşı gönül kırıcı sözler söyleyerek ay­nayı buğulandırma. [546]

 

2. Malın Helâlından, İyisinden Ve En Sevileninden Vermek

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden[ve helâlından] infak ediniz. Kendinizin göz yummadan, isteyerek alamayacağı­nız derecede kötü ve değersiz şeyler vererek hayır yapmaya kalkışmayın. Biliniz ki Allah sadakalarınıza muhtaç değildir ve övülmeye layık olandır. [547]

Ebû Mâlik'in Berâ'dan Rivayetine göre, [başlangıçta sa­daka ile ilgili emirleri bildiren âyet indiği zaman] ashabdan herkes hurma ağaçlarının çokluğuna ve azlığına göre hurma salkımlarını getirir, muhtaç olanlar yesin diye Mescid'e asar­lardı. Hayra pek istekli olmayan bazı kimseler de döküntü, bo­zuk, çürük çarık şeyler getirmişlerdi. Bunun üzerine bu ayet indi". Hadisin ravisi olan Berâ der ki: "Ayetin nüzulundan son­ra, artık biz sadece yanımızda bulunan iyi şeyleri sadaka ola­rak veriyorduk. [548]

İnfakın malın iyisinden yapılmasının önemi şundan dola­yıdır: Çünkü Allah takva sahiplerinin içten coşarak Allah için verdikleri iyi şeyleri kabul eder. Bunun en güzel örneklerinden biri Hz. Adem'in iki oğlu Hâbil ile Kabil'dir. Kurbanla emrolunan bu iki kardeşten biri koyun sahibi, diğeri ekin sahi­biydi. Koyun sahibi olan Hâbil, koyunlarının içinden en kıymet­li, en semiz ve en güzelini seçerek gönül rızası ile kurban et­mişti. Ekin sahibi olan Kabil ise, ekinlerinin en kötüsünü, iste­meyerek Allah'a sunmuştu. Yüce Allah, HâbiTin kurbanını ka­bul ederken Kabil'in verdiğini yüzüne çarpmıştı. Bunun üzerine kıskanan Kabil, kurbanı kabul edilen Hâbil'e: "Seni öldüreceğim" demişti. O da: "Allah ancak takva sahiplerininkini kabul eder" dedi.[549]

Ancak sadece malın iyisini vermek yetmemekte, bununla beraber malın helâl yollardan kazanılmış olması da gerekmek­tedir. Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz [550] âyet-i kerimesinin anlamlarından biri de budur. Hz. Peygam-ber(s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır:

"Her kim ki helâl kazancından bir hurma değerinde bir şey sadaka olarak verirse-ki, Allah ancak helâl maldan verilen sadakayı kabul eder Allah onun bu sadakasını sağ eliyle kabul eder. Sonra o tek hurma değerinde olan sadakayı, dağ gibi oluncaya kadar, sizin birinizin tayını büyüttüğü gibi sadaka sa­hibi için(özenle) büyütür. [551]

Ayrıca hayrın ve iyiliğin kemâli için infakın, malın en çok sevileninden yapılmasına da özen göstermek gerekir. Çünkü Yüce Allah: "Siz sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz.. [552] buyurmaktadır. Bu sebeple Selef, bir şeyi sevdiklerinde, onu Allah için vakıf/infak ederlerdi. Nitekim bu âyet-i kerime indiğinde Ebû Talha (r.a) hemen Rasulullah (s.a.v.)'ın yanına gidip şöyle dedi:

Ey Allah'ın ResulüîYüce Allah :'Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz' buyuruyor. Mallarımın içinde en çok Beyruhâ hurmalığını seviyorum. Onu Allah yolunda infak ediyorum. Allah katında makbule geçmesi­ni ve bana azık olmasını umuyorum. Onu Allah'ın emrettiği yer ver."

Peygamber efendimiz(s.a.v.) onun bu hareketinden son derece memnun kalarak şöyle buyurdu:

Söylediğini duydum. Onu akrabaların arasında taksim etmeni uygun buluyorum.

Ebu Talha(r.a): Ey Allah'ın Rasulü! Buyurduğun gibi ya­parım, dedi ve en sevdiği hurma bahçesini akrabalarına bir rivayete göre Hassan b. Sabit ile Übeyy b. Ka'b arasında- sada­ka olarak bölüştürdü. [553]

 

3. Allah'ın Tavsif Ettiklerini Tercih Etmek

 

Zekat hariç, kafir de dahil bütün fakirlere infak Caiz ol­makla beraber Cenab-ı Hak'ın tavsif ettiklerini tercih etmek infakın kemal ve daha çok değer kazanması için daha iyidir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allah yolunda cihada adamış, Allah'a taattan başka bir düşüncesi olmayan, o sebep­le yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkan bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı onlarca zengin sayılan fakirlere verilmelidir. (Habibim!) Sen onları gö­rünce yüzlerinden tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek in­sanlardan istemezler. Yaptığınız ve yapacağınız hayırlarınızı Allah eksiksiz bilir ve karşılığını verir. [554]

Sadakaların kimlere verileceğini bildiren bu âyet "Ashab-ı Suffe" adı verilen fakir muhacirler hakkında nazil ol­muşsa da, hükmü, umuma ait olduğu için Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen, Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için halka hizmet uğruna ken­dini vakfeden ve bu durumda malı, mülkü olmayan, geçimini kazanmaya vakit bulamayan veya vakit bulduğu halde gücü yetmeyen, yoksul ve fakir müslümanlar, nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsunlar bu âyetin kapsamı içine girerler. Bun­lar infak ve sadakanın verilecek en güzel yeri olarak tercih sı­rasında dâima başta gelirler.[555] Bunlara, ayrıca yakın akrabaları ve takva ehli kimseleri de ilave etmemiz gerekmektedir. [556]

Yakın akrabalardan fakir olanlara tasadduk ve yardımın, başkalarına yapılacak yardımdan hayırlı olduğu yukarıda Ebu Talha ile ilgili aktardığımız hadisten anlaşılmakla beraber, ko­nunun önemine binâen Devr-i Saadette geçen şu hadiseyi de nakletmek istiyoruz:

Râita binti Abdullah diyorki:Abdullah b. Mes'ud'un eşi Zeynep, sanatkar bir kadın idi. Abdullah b. Mes'ud ise fakir idi. İbni Mes'ud'un ve oğlunun geçimini Zeynep sağlıyordu. Ve:

Seninle oğluna bakmak, beni sadaka vermekten men ediyor, sizinle beraber dıştaki fakirlere sadaka vermeye gücüm yetmiyor, diye şikâyet ederdi. Abdullah b. Mes'ud da cevaben:

Bize yaptığın infak ve yardımdan dolayı mükafat alıp sevap kazanmazsan, ben de senin bu ihsamnı(bağışını) iste­mem, demişti. Bunun üzerine Zeynep ve İbn-i Mes'ud Resul-i Ekrem'den:

Ya Rasulallah! Ben sanat sahibi bir kadınım. El emeğimi satar, kazanırım. Oğlumun ve eşimin bir şeyleri yok. Bunları ben geçindiriyorum. Bunların maişetinden artırıp dışardaki yoksullara sadaka veremiyorum. Bunların, geçimini ve iaşeleri­ni sağlamamdan dolayı bana bir ecir ve sevap varmıdır? diye sordu. Resul-i Ekrem:

Evet, bunlara yaptığın infaktan dolayı sevap kazanıyor­sun, sen eşine ve oğluna infak et! buyurdu. [557]

Hz. Peygamber(s.a.v.) efendimiz bu gibi infaklar hak-kında:"Akrabalara verilecek sadakada iki ecir vardır: Sılâ-i ra­him ve akrabalık ecri, sadaka ecri" buyurmaktadır. [558]

Alimlere göre akrabalar arasında da şu sıraya dikkat et­mek gerekir: Efdal olan birinci derecede infakta bulunanın kardeşleri, sonra kardeşinin çocukları, sonra amcaları ve hala­ları, sonra dayıları ve teyzeleri, sonra da diğer akrabalarıdır. Bunlardan sonra da komşular ve daha sonra oturduğu yerdeki diğer yoksullar gelir ki günümüz ahlak felsefecileri de sosyal yardımlaşmanın bu tertip dairesinde verilmesini savunuyor­lar. [559]

Takva ehlini tercih sebebine gelince, çünkü onlar bunu iyi yolda kullanacaklardır. Oysa fasıkın bu sadakalarla günah işlememesini hiç kimse temin edemez. Bu sebeple Hz. Pey­gamber (s.a.v.): "yemeğini takva ehlinden başkası yemesin [560] buyurmaktadır.

Ancak bununla beraber kişi hayır maksadıyla günahkara yapacağı  infaktan  da  sevap kazanır.   Nitekim  Ebu  Hüreyre  (r.a.)'nin rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

[İsrailoğullarından] Bir adam: Ben , [bu gece] bir sada­ka vereceğim, diye nezrederek sadakasıyla (evinden) çıkmış ve (bilmeden) sadakasını bir hırsıza vermiş. Sabah olunca halk: (Tuhaf şey) Hırsıza sadaka veriliyor. (Bu caizmi?) diye söylenir­ler. Sadakayı veren(bu yanlış işten üzülmeyerek):

Ya Rab! Yalnız sana hamd edilir, (Sadaka verdiğim için hamd ederim) dedi ve elbette sadaka veririm, diye yemin etti ve (gece evinden sadakasıyla çıktığındafbu defa da) bilmeye­rek sadakayı bir fahişeye verir. Sabah olduğunda herkes: Bu gece de bir fahişeye sadaka verilmiş diye söylenirler. Sadaka veren adam: Allahım! Fahişeye verdiğim sadakadan dolayı sana hamd olsun! der ve (yine): sadaka vereceğim (der) ve bu sefer de sadakasını (yine bilmeyerek) bir zengine verir. Yine sabah olduğunda herkes, bir zengine sadaka verilmiş diye dedikodu ederler. Adam: Allahım! Hırsıza, fahişeye ve zengine verdiğim sadakalardan dolayı sana hamd olsun, dedikten sonra kendisi­ne gelen bir seste şöyle denildi: Sadakaların kabul edildi. Çün­kü umulur ki hırsız, bu sayede hırsızlıktan vazgeçer. Fahişeye gelince, umulur ki o da bu sayede fahişelikten vazgeçer. Zen­gin ise, umulur ki bundan ibret alarak Allah'ın kendisine verdi­ği servetten fakirlere infak eder. [561]

Anlaşılacağı üzere Cenab-ı Hak hayır maksadıyla yapı­lan hiçbir hayırlı ameli boşa çıkarmaz. Zira diğer amellerde olduğu gibi,  bu konuda da iman, niyyet ve ihlas önemlidir.

 

4. Sevaba İhtiyaç Duymak

 

İnfakın en önemli adaplarından biri de, infakta bulunan kimsenin fakirin, sadakasına olan ihtiyacından daha çok, ken­disinin sadakanın sevabına ihtiyaç duymasıdır. Zira zengin, verdiği sadaka ile fakiri geçici dünyevî sıkıntılarından kurtardı­ğı halde, kendisi bu sayede cehennem ateşinden korunmuş o-lur. Bu sebeple Şa'bî : "Kendini sadakanın sevabına fakirin, sadakasına duyduğu ihtiyaçtan daha fazla ihtiyaç duymayan kimse, sadakasını iptal etmiş ve yüzüne çarpmıştır." demekte­dir.[562] Zira daha Önce de işaret edildiği gibi, gayesi Allah rızası olmayan ve sevaba ihtiyaç duymayan kimse büyük ihtimalle yaptığı hayrı gösteriş ve prestij için yapmıştır ki, sevabın yok olması için bunlar yeterli sebeplerdir.

 

5. İnfakın Gizli Olmasına Dikkat Etmek

 

Gerçek mü'min gücünün yettiği kadar, her zaman ve her halükarda infakı bir huy haline getirmesi gerekmektedir. Çün­kü yüce Allah gerçek mü'minleri anlatırken şöyle buyurmakta­dır. "Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infak edenler yok mu, işte onların Rab'leri katında ecir ve mükafatları var­dır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur, onlar hiçbir zaman mahzun da olmayacaklardır. [563]

Ancak gösteriş ve şöhretten uzak olması, ayrıca fakirin kendini küçük ve ezik hissetmemesi için infakın gizli yapılma­sında büyük yarar vardır. Nitekim mealini verdiğimiz ayette buna bir işaret olduğu gibi, başka bir ayette daha açık bir şe­kilde şöyle açıklanmaktadır: "Sadakaları açıktan verirseniz, bu güzel bir şeydir. (Fakat) onları fakirlere gizlice verirseniz, sizin için daha hayırlı olur. [564]

Hz. Peygamber(s.a.v) de: "Sadakanın en faziletlisi, az bir şeyi olanın, fakire gizlice verdiği, gücünün son yettiğidir. [565] buyuruyor. Yine bir meşhur hadiste, "Allah'ın gölgesinden baş­ka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, Allah Teâlâ'nın kendi gölgesiyle gölgelendirdiği yedi sınıftan biri de, bir sada­ka verip de sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyen kimsedir.[566] buyurmaktadır.

Sadakayı gizli vermek, riyadan ve "desinler" düşünce­sinden uzak kalmak için önemli olduğu gibi, fakirin şeref ve haysiyetini korumak açısından da son derece önemlidir. Bu sebeple yukarıda mealini verdiğimiz ayetten hareketle müfessir-lerin çoğunluğuna göre zekat gibi farz sadakalarda açıklık, na­filelerde gizlilik evlâ {daha iyi)dir. Bazı alimler ise, farz veya mendup bütün sadakalarda gizliliğin daha faziletli olduğunu söylemişlerdir.[567] Zira mealini verdiğimiz  [568] ayetin so­nunda belirtildiği üzere Allah yapılan her şeyden haberdar ol­duğu için, Allah'a bildirmek için sadakalarınızı dünyalara ilan etmeye kalkışmakta bir mana yoktur, gizlemek daha samimi olur. [569] Çünkü eğer maksadınız Allah'ın rızası ise o, gizliği ve açığı bildiği için zaten bu hasıl olmuştur.

Sadakalardaki gizliliğin faziletine binâen, İslam büyükle­ri arasında sadakalarını verecekleri fakire bile kendilerini bil-dirmemeye çalışan kimseler çoktur. Kimi, sessiz sedasız bir a'manın eline bırakır; kimi, fakirin geçeceği veya oturacağı ye­re onun görebileceği şekilde gizlice koyar, fakat kendini göstermez; kimi, fakir uyurken, onun cebine koyar veya elbi­sesine bağlar; bir kısmı da başkalarının aracılığıyla fakirlere ulaştırırlardı,.[570]

Yukarıdan beri vurgulamaya çalıştığımız hususun en can­lı şahitlerinden biri de, hiç şüphesiz İstanbul başta olmak üze­re Anadolunun bazı yerlerinde hala mevcut olan "Sadaka taşla n"dır. Mesela Üsküdar da Doğancılar Caddesi üzerinde bulunan sadaka taşı şöyle tarif ediliyor:

"Sadaka taşı, iki metre boyunda mermer bir sütün. Üs­tünde bir çukur var. Geçen asırda, yolu buraya düşenlerden hâl ve vakti yerinde olanlar, mermerin üstündeki çukura birer miktar para bırakırmış. Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir ihtiyacı olunca oradaki parayı alır. O günkü ihtiyacı bir kuruş mu? Yüz paramı? Onu ayırır, kalanını kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi icabı çukuruna kor ve meçhul sadakacıya  içinin  memnunluğunu  kalbinden   ulaştırır ve  dönermiş. [571]

Ancak bir insan sadakasını açıktan vermekle halkın da kendisine uyup sadaka vereceklerini ve bu yüzden fakirlerin faydalanacağını bilirse bu durumda açıktan vermesi gizli ver­mesinden daha faziletli olabilir. [572]

 

6. Verilen Sadakaları Küçük Görmek

 

İnfakm adaplarından biri de, ne kadar büyük olursa ol­sun verdiğini küçük görmektir. Abbas b. Abdulmuttalip şöyle der:

"İyilik, ancak şu üç şeyle tamam olur; yaptığı iyiliği kü­çük görmek, vermekte acele etmek ve gizlemek. [573]

Zira bu, hem kişinin kolayca vermesini ve dolayısıyla fa­kirlere daha çok yardım etmesini sağlayacak, hem de kişinin fakirlere karşı büyüktenmekten uzak kalmasını sağlayarak se­vabının daha da artmasına vesile olacaktır.

 

7-İtidale Riâyet Etmek

 

Kur'an-ı Kerim, hali vakti yerinde olan mü'minleri gece, gündüz, gizli ve açık infaka teşvik etmekle [574] beraber, hiçbir zaman kişinin bütün mal varlığını harcamasını öngörmemekte­dir. [575] Tam aksine daha yukarıda geçtiği üze­re "Sana Allah yolunda ne harcayacağını soruyorlar. De ki: 'ih­tiyaçtan fazla olanı [576] ayetinin anlamı gereğince farz olan sadakalarda nisabın dikkate alınacağı gibi; nafile olan sadakalarda da o kazancın devamını sağlamaya yarayan serma­ye, tezgâh, işletme masrafları gibi şeylerle, ihtiyat sermayesi gibi şeyler söz konusu infakın dışında tutulacak ve bu husus hiçbir zaman gözden uzak bulundurulmayacaktır. [577]

İzutsu'nun ifadesiyle "Cömertlik bir erdemdir. Ne var ki, eğer müsriflik derecesine varırsa, bu erdemliğini kaybeder ve hatta bayağı bir kötülük halini alır. [578] Bu sebeple, Yüce Allah şöyle buyurur: "Yakınlarına, yoksullara ve yolculara hakkını ver. Ama israfta bulunma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridirler. Şüphesiz şeytan ise Rabbine karşı son derece nankördür. [579]

Cimrilik kötü bir ahlak olduğu gibi , israf da kötüdür. Bu sebeple İslam bu konuda da itidali emrederek şöyle buyurmak­tadır:

"Elini boynuna bağlama, iyiden iyiye (büsbütün) açık ta tutma. Sonra kınanır, pişmanlık duyarsın. [580]

"Merhamet sahibi Allah'ın gerçek kulları ...onlardır ki, infak ettiklerinde ne israf eder, ne de pintilik yaparlar. (Bila­kis) ikisi arasındaki (orta) yolu izlerler.[581]

Demek oluyor ki, infakta bulunurken, Ölçülü ve aşırılık­tan uzak olunmalıdır. Ancak merhum Elmalılı'nın dediği gibi, zaman olur ki evlâdu iyâl, din ve millet uğrunda bütün mal varlığının harcanıp infakı gerekir ve böyle yapmak iktisat ku­rallarının bile çerçevesine girer. Sonra mal edinilen şey, olsa olsa canın bir yongasıdır. Halbuki Allah yolunda canını bile fe­da etmekten çekinilmemesi gerekli olan öyle görev zamanlan vardır ki, bu gibi durumlarda infak-ı külli adı verilen her şeyini harcamak bile hafif kalabilir. İşte bundan dolayıdır ki, "hayır­da israf olmaz" dahi buyurulmuştur. [582] Önemli olan; sabır, me­tanet, yaptığı hayra sonradan pişman olmamak, din ve şahsiye­tini tehlikeye sokmamaktır.

 

8. İhtiyaç Fazlasından Vermek

 

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan fazlasını infak edin..[583] Yani, infak etmek istediğinizde kendinizin, aile ve çocuklarınızın gerekli ih­tiyaçlarına yeterli olanından fazlasını yukarıda açıklanan yerle­re ve hayır yerlerine harcayınız. Dolayısıyla hayır yapacağız di­ye kendinizi ve bakmakla yükümlü olduğunuz ailenizi (ehlü ıyâl) nafakasız bırakmak caiz olmaz. Hayır yerlerine harcama bunla­rın fazlasından yapılır. [584] Hz. Peygamber(s.a.v) "Sadakanın en üstünü, kişinin malından kendi ve aile efradının ihtiyacına yetecek miktarını ayırdıktan sonra verdiği sadakadır ve tasadduka, bakmakla yü­kümlü olduğun kimselerden başla [585] buyurmaktadır.

Ensârdan Câbir b. Abdullah diyor ki: (Bir gün) Resulullah(s.a.v.)'ın yanında iken bir adam, peygamber(s.a.v.)'e bir yumurta büyüklüğünde bir attın getirip;

Ey Allah'ın Resulü! Ben bunu bir maden(ocağın)da bul­dum, buyur al, sadaka olsun, bundan başka da bir şeyim yok dedi. Resulullah (s.a.v.) adamdan yüz çevirdi. Sonra adam Resulullah'ın sol yanından gelerek aynı şeyi söyledi. Resulullah yine adamdan yüz çevirdi. Sonra adam Resulullah'ın sağ ya­nından gelerek (aynı şeyi söyledi), Resulullah yine adamdan yüz çevirdi. Sonra arkasından geldi (aynı şeyi söyledi), bunun üzerine Resulullah(s.a.v.) adamın getirdiği altını alıp adama fırlattı ki, eğer adama değseydi şüphesiz onu acıtırdı veya ya­ralardı. Sonra Resulullah(s.a.v.) şöyle buyurdu:

Biriniz sahip olduğu şeyi(varım yoğunu) alıp getirerek bu sadakadır der sonra da oturur, insanlara el avuç açar (dilencilik yapar. Halbuki) sadakanın en üstünü, kişinin kendi ma­lından kendisine ve ailesine yetecek miktarını ayırdıktan sonra verdiğidir, buyurdu. [586] Daha geniş bir hadisde Peygam-ber(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

Önce kendi nefsinden başla, yanında bulunanı kendine harca, şayet(kendi ihtiyacını gördükten sonra) bir şey artarsa onu da ailene harca. Ailenden bir şey artarsa, onu da akraba­larına tasadduk et. Şayet akrabalarından (onların ihtiyaçların­dan) bir şey artarsa, bunu da sağındaki, solundaki komşularına tasadduk et! [587]

Hz. Ebu Bekir ve Ensâr-ı Kiram gibi sabır ehli, temiz ruh­tu müslümanlar hariç, öncelikle sadaka veren kimsenin ne kendisi ne de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin muhtaç olmamaları ve üzerinde borç bulunmaması gerekmektedir. [588] Zira insanın kendi hayatını idâme ettirmesi ve bakmakla yü­kümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını temin etmesi farz olduğu için, nafile olan sadakaya takdim etmesi gerektiği gibi "üze­rinde kul borcu olan kimse için de vacip olan, evvela borcunu vermektir. Bu, farzdır. Sadaka vermek nafiledir. [589]

Alimlerin çoğunluğu, sıhhati, akıl ve şuuru yerinde olan bir kimsenin üzerinde kul borcu olmaması, fakirliğin getirdiği sıkıntılara sabretmesi, bakmakla yükümlü olduğu ailesinin ol­maması, veyahut ailesi bulunup da kendisi gibi sabır ehli olma­sı durumunda bütün malını sadaka olarak vermesinde herhangi bir sakınca görmemiştir.[590] Hatta Hz. Peygamber(s.a.v.) bu gibi muhtaç kimselerin sadakalarım en faziletli sadaka olarak vasıf­landırdığı gibi, [591] Kur'an-ı Kerim de bu gibilerinden övgüyle bahsetmektedir.[592] Bu sebeple peygamberfs.a.v.) efendimiz bü­tün malını getirip tasadduk eden Hz. Ebu Bekir'in [593] bu duru­muna ve Ebu Talha'nın, evindeki yiyeceği misafirine ikram e-dip çocuklarını uyutmasına ses çıkarmadığı halde [594] kendisine sadaka olarak verilen iki elbiseden birini sadaka vermek iste­yen bir kişinin bu sadakasını kabul etmemiştir. [595]

Bir hadis-i şerifte belirtildiği üzere, kişinin Allah yolunda infak ettiği de, köle azadı için harcadığı da, yoksullara sadaka olarak verdiği de, bakmakla yükümlü olduğu aile efradına sarfettiği de en faziletli amellerdendir. Ancak sevap bakımın­dan bunların en faziletlisi, kişinin kendi ailesine harcadığıdır. [596] Buna karşılık kişinin muhtaç olan Ailesini (ve akrabalarını) görmezlikten gelerek ihmal etmesi de yeterli bir günah olarak telakki edilmiştir. [597]

"Şüphesiz müslüman sevabını umarak ailesine infakta bulunduğu zaman(bu, aynı zamanda) onun için bir sadaka olur. [598]

Akrabaya verilen sadakanın da "İki ecri vardır: Akrabalık (sıla-i rahim) sevabı ve sadaka sevabı [599] Bu sebeple daha önce de geçtiği üzere Hz. Peygamber(s.a.v.), Medine'deki en güzel ve en çok sevdiği bahçesini sadaka olarak veren Ebu Talha'nın bu bahçesini onun akrabaları ve amca çocukları [600] arasında taksim etmişti. [601] Zira, sağlıklı ve güçlü bir toplumun oluşması, öncelikle aile fertleri ve akraba­lar arasındaki güçlü bir dayanışmaya bağlıdır. Aile fertleri, ak­rabalar ve komşular arasında güçlü bir dayanışmanın olmadığı bir yerde birbirlerine sevgiyle bağlanıp kenetlenmiş bir top­lumdan bahsetmek mümkün değildir. Bu sebeple kendi aile fertlerini veya akrabalarını ihmal edip daha uzaktaki insanlara infakta bulunan kimse haddi zatında kin, nefret ve düşmanlık duygularını daha da körüklemiş ve dolayısıyla günah kazanmış olmaktadır. İşte bunu önlemek gayesiyle olsa gerek Hz. Pey-gamber(s.a.v.) yukarıda arz ettiğimiz gibi, bir taraftan akrabaya verilen sadakanın iki kat daha faziletli olduğunu belirtirken, diğer taraftan akrabalar arasındaki kırgınlıkların bertaraf edi­lip kaynaşmanın sağlanması amacıyla, "Sadakanın en faziletli­si, düşman olan akrabaya verilen sadakadır [602] buyurmaktadır.

İşte infakta bulunurken bütün bu durumları göz önünde bulundurarak hareket etmek gerekir. Aksi takdirde sevaptan çok günah söz konusu olabilir.

 

9. İnfakı Hayatın Son Anlarına Bırakmamak

 

İnfakın adaplarından biri de ölüm döşeğine düşmeden vermektir.

"Ebu Hüreyre(r.a)'nin rivayetine göre, adamın biri Peygamber(s.a.v.)'e gelip:

Ey Allah'ın Resulü! Sevap bakımından en üstün sadaka hangisidir, diye sorar. Peygamber(s.a.v.):

Sağlam(sıhhatın yerinde), yaşama ve mal hırsıyla dolu olduğun, fakirlikten korkup zenginliği arzuladığın, ruh boğaza gelip de mal varislere intikal edeceği sırada falana şu kadar, falana da şu kadar diyeceğin ana bırakmadan vereceğin sada­kadır.[603] buyurmaktadır.

Bu hadiste bir taraftan kişinin kendi sağlığında, yaşama arzusu taşırken verdiği sadakanın sıhhatnı kaybedip ölüme yak­laştığını hissedip vasiyet ettiği sadakadan daha üstün olduğu açıklanırken, diğer taraftan cimrinin sadakasının üstünlüğüne vurgu yapılmıştır.

Yine Hz. Peygamber: "kişinin kendi hayatında sadaka o-larak vereceği bir tek dirhem, ölüm esnasında vereceği yüz [dirhem] den daha hayırlıdır.[604] "Ölüm esnasında köle azad eden veya sadaka veren kimsenin misali, doyduktan sonra ba­ğışta bulunan kimsenin misali gibidir.[605] buyurarak kişinin kendi sağlığında verdiği sadakanın üstünlüğünü açıkça belirtmiş­lerdir. "Bunun sırrı şudur: kişinin (halı hazırda) ihtiyaç duyma­dığı, (ölümünü beklediği için) ilerde de ihtiyaç duyacağını bek­lemediği şeyi infak etmesi, (makbul) cömertliğe dayanmamak­tadır [606] Oysa yaşama hırsıyla dolu olan kimse, hal-i hazırda ihtiyacı olan ve ilerisi için de ihtiyaç duyduğu malı tasadduk etmektedir. Bu sebeple ölüm döşeğinde bulunan kimsenin sa­dakası o kadar faziletli kabul edilmemiştir.[607]

Yüce Allah da ölüm gelmeden önce infakta bulunmayı teşvik ederek şöyle buyurmaktadır:

"Sizden birinize ölüm gelip de: 'Rabbim! Benim ecelimi yakın bir süreye kadar ertele de sadaka verip salihlerden ola­yım' demeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. (Çünkü) Allah, eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi (ece­lini) kesinlikle ertelemez. Allah, yapmakta olduklarınızdan hakkıyla haberdar olandır. [608]

Tabiîn neslinin meşhurlarından Meymûn b. Mihrân (rh.a)

Hişâm b. Abdülmelik'in eşi Rukiyye ölmüştür, ölürken de bütün kölelerini âzâd etmiştir, denildiğinde bu haberi şu sözleriyle karşılamıştır:

Bu gibi kimseler mallarında iki kere Allah'a isyan eder­ler:

Birincisi, mallarında tasarruf hakları varken cimrilik ede­rek, ikincisi; o malların başkasına, vârislere intikali sırasında da israf ederek. [609]

Ancak bununla beraber, İslam, kişinin kendi hayatında ihmâl ettiği hayırlardan tamamen mahrum kalmaması ve daha çok sevap­la ahirete gitmesi için malının bir kısmını Allah nzası için verilmesi için vasiyette bulunmasını tavsiye etmeyi de ihmâl etmemiştir. [610]

Hz. Peygamber (s.a.v.)vasiyet edeceği malı olmadığı için vasiyette bulunmamışsa da, [611] "Sahâbe-i Kiram (r.a.) Allah'a yaklaşmak maksadıyla mallarının bir kısmını bu, en fazla malın üçte biri olabilir-vasiyet etmişlerdir.[612] Ki Sa'd b. Ebi Vakkas bunlardan bir tanesidir. [613]

Cimriliğinden dolayı kendi hayatında ve sağlığında infak­ta bulunmayan veya vasiyette de bulunmayan veya vasiyet etme imkanı bulamayan kimsenin, sadakanın sevabından mah­rum kalmaması için, varislerinin, ölümünden sonra ölünün adı­na sadaka vermeleri tavsiye edilmiştir. Zira, Ölü adına verilen sadakanın sevabı da ölüye ulaşacağını Hz. Peygamber (s.a.v.)ifade etmişlerdir. Nitekim, Ebu Hüreyre(r.a.)'nin riva­yetine göre, adamın biri Peygamber(s.a.v.)'e:

Babam vasiyet etmeden öldü, geride de bıraktığı mal var. Onun adına sadaka verirsem ona (günahlarına)kefaret olur mu?diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.v.): "Evet", buyurdu. [614]

Cimrinin verdiği sadakanın, diğerlerinin sadakalarından daha üstün olduğunda da tereddüt edilmemiştir. Çünkü cimri, nefsinde cimrilik gibi fazilete mâni bir engelin mevcudiyetin­den dolayı canın yongası sayılan malını ayırıp da bir fakire ve­rebilmek için müthiş surette nefsi ile mücahede etmiştir. Bu mücahede ise Cenab-ı Hakk'ın emrine ziyadesiyle itaatten kaynaklanmıştır. Bu sebeple cimrinin sadakası, başkalarının sadakasından daha faziletlidir.[615]

O halde infakm kemâli için sağlığımız yerinde iken infak­ta bulunmaya gayret göstermeliyiz...

 

10. İnfak Etmede Acele Etmek Bunun İki Anlamı Vardır:

 

Birincisi, herhangi bir ihtiyaç sahibinin durumunu gördü­ğü zaman, başka zamana ertelemeden derhal onun ihtiyacını gidermek. Nitekim daha önce de geçen: "Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infak edenler yok mu, işte onların Rab'Leri katında ecir ve mükafatlan vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur, onlar hiçbir zaman mahzun da olmazlar [616] ayetinin manalarından biri de budur. Zira ayetin nüzul sebebine dâir anlatılan çeşitli rivayetler arasında tercihe şayan olanı, ayetin bütün zamanlar ve bütün durumlar içinde sadaka veren ve herhangi bir ihtiyaç sahibinin durumunu gör­düğü vakit, hiç gecikmeksizin derhal onun o ihtiyacını gideren ve başka bir zamana ertelemeyen kimseler hakkında, bütün müslümanları hayra koşmaya teşvik için indiği görüşüdür. [617]

İkincisi, refah yaygınlaşıp ta sadaka alacak kimse bulu­namayacağı zaman gelmeden infakta acele etmektir. Zira Ömer b. Abdülaziz dönemi gibi bazı dönemlerde refahın yaygın­laşması neticesinde sadaka alacak fakir bulunamadığı gibi, âhir zamanda da böyle bir dönemin olacağını Hz. Peygam­ber. bizlere haber vererek şöyle buyurmaktadır:" (Ey ümmetim!) Sadaka verme konusunda acele ediniz! Zira öyle bir zaman gelecek ki, kişi sadakasıyla (sokak sokak) dolaşır da onu kabul edecek bir kimse bulamaz. (Sadaka verilmek isteni­len) herkes: 'Dün bu sadakayı getirseydin muhakkak onu kabul ederdim. (Çünkü ihtiyacım vardı). Ancak bu gün benim buna ihtiyacım yoktur' der. [618]

 

11. Fakirin İhtiyacım Nazarı İtibare Almak

 

Fakirin ihtiyacını nazarı itibare almakta infakın adapla­rında biridir. Bunun anlamı infak ederken, en az fakirin bir günlük ihtiyacını karşılayacak miktarda vermektir. [619]

İnfakta bulunanın hayır ve iyiliğinin kabulü ve kemâli için Önemli görüp zikrettiğimiz âdapları burada noktalarken, kendisine infakta bulunulan kimsenin riayet etmesi gereken bazı hususları da kısaca zikrederek konuyu bitirmek istiyoruz.

 

Sadaka Alanın Görevleri:

 

1- Verilen sadakanın, gönül huzuruyla kulluk etmesi için Allah tarafından gönderilen bir ihsan olduğunu bilmek.

2- Sadakayı verene teşekkür etmek, dua etmek ve öv­mek.

3- Verilen mala dikkat etmek. Helal olduğuna kanaat et­tiğini almak; haram veya şüpheli olduğuna kanaat ettiğini ise almamak/almamaya çalışmak.

4- Sadakaya muhtaç ve müstahak olduğunu bilmedikçe almamak. Buna kanaat getirdikten sonra ise ancak kendisine yetecek kadarım alıp, gerisini diğer fakirlere göndermek.

5- Sadaka verenin niyet ve maksadına dikkat etmek. Ya­ni, eğer sadaka verenin maksadı Allah rızası ve sevap kazan­mak ise sadakasını almak, aksi takdirde (mesela riya, başa kakma vb. kötü maksatlarının olduğuna kanaat ettiğinde) al­mamak.  [620]

Âdaplarına riâyet edilerek yapılan infak, maddî ve ma­nevî bir çok yarar sağladığı için İslam, imkanı el verenlere im­kanları ölçüsünde infak etmeyi emrederken, imkanları elver-meyenlere manen buna iştirak etmeleri için sadaka değerinde bazı fiiller tavsiye etmektedir. Şimdi kısaca bunları arzetmeye çalışacağız.

 

B. Sadaka Değerinde Olan Fiiller

 

Ebû Zer(r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.v.)'ın ashabından bazıları Peygamber(s.a.v.)'e: Ey Allah'ın Resulü! Zenginler(bütün) sevabı alıp götürdüler. (Çünkü) biz namaz kıldığımız gibi onlar da namaz kılıyor, biz oruç tuttuğumuz gibi onlar da oruç tutuyor. (Ancak) onlar ihtiyaçlarından arta kalan mallarını sadaka olarak veriyor(ki fakir olduğumuz için biz bu­nu yapamıyoruz. Bizim halimiz ne olacak? dediler. Peygamber (s.a.v.) :

Allah sizin için de sadaka vermiş gibi ameller koymamış mıdır? Şüphesiz her teşbih bir sadakadır. Her tekbir bir sadaka­dır. Her tahmid bir sadakadır. Her tehlH bir sadakadır, iyiliği emretmek bir sadakadır, kötülükten men etmek bir sadakadır. (Salih bir evlada sahip olmak veya namusunuzu korumak niyetiy­le) eşinizle birleşmeniz bir sadakadır.[621] Ayrıca günahlarınızdan dolayı pişmanlık duyarak Allah'tan af dilemek, insanlara eziyet veren bir taşı, dikeni, kemiği ve benzeri şeyleri insanların yo­lundan kaldırıp atmak, [622] zulme uğrayan çaresiz ve mazlum kim­seye yardım etmek, insanlara eziyet etmemek, [623] dargın olan iki kişinin arasını adaletle bulmak, hayvanına (arabasına) binmek isteyene binmesinde veya eşyasını bindirmesinde yardımcı ol­mak, güzel söz söylemek, namaza gitmek (ilim vesâir hayırlar) için atılan her adım [624] İnsan ve diğer canlıların istifadesi için a-ğaç dikmek, ekin ekmek, [625] meramını güzel ifade etmeyene ter­cüman olmak, yol bilmeyenlere/soranlara yol gösterip kılavuz­luk yapmak, karşılaştığınız kimselere selâm vermek, öğrendiği­niz ilmi müslüman kardeşinize Öğretmek, hayırlı hizmetlere ara­cı olmak, [626] hatta müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak gibi küçük de olsa [627] "her iyilik bir sadakadır. [628]

"Nev'i beşerin(insanlığın) en büyük meselesi, cehennem­den kurtulmak" olduğu için, malî imkanı bulunan kimsenin ya­rım hurmayla da olsa kendini cehennem ateşinden korumaya ça­lışması, [629] buna gücü yetmeyen ise yukarıda bahsedilen iyilikler yoluyla kendini cehennemden kurtarmaya gayret göstermesi [630] gerekmektedir. Ne o, ne de bu yolla bu konuda hiçbir çabası olmayan mü'minde hiçbir hayrın olmadığını belirtmek gerekir.

 

 

Sonuç

 

Yüce Allah, insanları yaratış, akıl ve yetenekte olduğu gibi ekonomik yönden de farklı kılarak öncelikle onları imtihan etmek istemiştir. Buna binâen İslâm'a göre zenginlik ve fakir­lik bir realite olarak kabul edilmiş, ancak fertlerin üstünlüğü ahlâki manalarda tanınmıştır. Bu sebeple imtihanın kazanılma­sı için fakire düşen; iman, salih amel ve sabır; zengine ise, bunlara ilaveten elindeki maldan "İnfak" etmek suretiyle şük-retmesidir.

Allah rızası için kişinin kendi servetinden hayır yolların­da harcaması, muhtaçlara karşılıksız yardım ve iyilikte bulun­ması" demek olan infak ile iman, infak ile ahlâk, infak ile ger­çek kulluk ve infak ile İslâm kardeşliği arasında sıkı ilişki var­dır. Bu sebeple kitap ve sünnetin bir çok yerinde infaka yer ve­rilerek önemine işaret edilmiştir. Ancak infakın bu yüksek de­ğer ve Önemine işaret eden bunca nasslara rağmen bazı iç ve dış etkenlerden dolayı cimrice davranarak infakta bulunma­yanlar varola geldiği gibi, dünya imtihanını başarıyla verip, Al­lah'ın rahmetine mazhar olmanın yollarından birinin de infak olduğuna inanıp cömertçe davrananlar da varola gelmiştir.

Gerçek imanın, dindarlığın ve şükrün bir ifadesi olan "infak"; yoksulu ihtiyaçtan, borçluyu borçtan kurtarması vs. yanında infakta bulunan kimseye de bir çok yarar sağlamakta­dır. Hatta diyebiliriz ki infakın en büyük faydası öncelikle in­fakta bulunana aittir. Zira infak dünyada sahibini -en kötü huy­lardan biri olan- cimrilikten kurtararak Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmasını sağlamakta, kalbini Allah sevgisine mani olan Dünya sevgisinden kurtarmakta, şahsiyetini geliştirmekte ve onu insanlık gereği muhtaçların perişan halleri karşısında duy­duğu   vicdan   azabından   kurtararak   huzura   kavuşturmakta, ahirette de Cennete ve Allah'ın cemalîna nail olup en mesud hayata kavuşmasını temin etmektedir.

Ayrıca malım temizleyip, düşünülenin aksine her gün bi­raz daha bereketlenerek artmasını, fakir ile zengin arasında sevgi ve saygı bağlarının oluşmasına, var olan bu bağların güç­lenmesini sağlamakta ve böylece toplumun birbirine perçin­lenmesini temin etmekte ve toplumun ruhî-manevî değerlerini korumaktadır.

Aynı zamanda iktisadî hareketliliği de sağlamakta olan infak, samimi mü'minlerin ve salih kimselerin temel özellikle­rinden olduğu için faziletçe üstün olan müslümanlar sadece in-fakla kalmamış en çok sevdikleri malı infak ederek gerçek iyi­liğe ve Allah'ın rızasına ulaşmak istemişlerdir. İnfak edecek mallan olmayanlar ise infakın sevabından mahrum olmamak i-çin hamallık yaparak kazandıkları iki avuç hurmadan birini ai­lelerine diğerini de Allah için infak etmişlerdir. Yine kadınlar­dan zengin olanlar ellerindeki bilezik ve diğer süs eşyalarını in­fak ederken fakir kadınlar da el işleri yapıp bundan elde ettik­leri kazancı infak etmişlerdir.

Kafir, münafık ve Cehennemliklerin sıfatlarından biri o-lan cimrilikten sakınılıp gerçek anlamda infak mekanizması ça­lıştırıldığında bugün görülen sefalet ve yoksulluğun büyük öl­çüde yok olacağına ve en azından bir orta sınıfın oluşacağına şüphe yoktur. Nitekim yozlaşmasına ve kıt imkanlarına rağmen bugün İslam alemindeki bazı vakıfların icra ettikleri fonksiyon­lar bunun en açık delillerindendir.

Devlet fakirlere bakmakla yükümlü olduğu halde bu va­zifesini yerine getirmediğinde yükümlülük topluma düşmekte­dir. Bu sebeple herkes imkanı nisbetinde infak etmeli zengin bolca, fakir de imkanları ölçüsünde...Unutmamak gerekir ki şeref, yemekte değil yedirmektedir.

İnfaka güçleri yetmeyenler ise-mallarının olmadığına değil-infak edemediklerine üzülmeli, bir taraftan fakirlere dua etmeli, bir taraftan da sadaka değerinde olan fiilleri yaparak manen infa­kın sevabına nail olmaya gayret göstermelidirler.

Nerde buldun bu ihtişamı? Halkın mı, senin mi, Hâlık'ın mı? Allah'ın ise eğer bu servet, Bizler de O'nun kuluyken, elbet. Bir pay talebinde hakkımız var... İnsaf olamaz bu hakkı inkâr. Halkinsa şu bî-nihâyet ernvâl^ Ver, etme hukûk-ı gayn pâmâi. Yok; böyle de olmayıp da kendi Mâlın İse -çünkü fazla- şimdi. Bî-vayelere tasadduk eyle...

 

Bibliyografya

 

Abdutlatif Seyyid, Kur'an'ın Zihni İnşası, çev. Mehmed Kürşad

Atalar, İst. 1995. Abdülbaki M. Fuad, el-Mu'cemü'l-müfehres li elfâzi'i Kur'an'i-l Kerim, İst. 1990.

Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü'l-hafâ, Beyrut, 1418/199"? Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi(Hz. Muhammed Sallallan, Aleyhi Vesellem), trc. Heyet, İst. 1996. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut, ts. AkbuLut Fahrettin, İLim Gözüyle İslamiyet, İzmir, 1981. Akçay, Mustafa, Çağdaş Dünyada İnsan ve Dinî Sorumluluğu

(Fetret Ehli Örneği), İzmir, 2000. Altıkulaç Tayyar, "Ebü'l-Alâ el-Hemedânî" md. DİA, İst. 1994. Âlûsî, Şihabuddîn es-Seyyîd el-Mahmûd, Rûhu'l-meânî, Beyrut, 1417/1997. Arnold, T. W.  İntişar-ı İslâm Tarihi, çev.  Hasan Gündüzler, Ank. 1982. Aydın, Mehmed S.   "İnsan-ı Kâmil" md. DİA, İst. 2000. Beşer Faruk, İslam'da Sosyal Güvenlik, İst. 1988. Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin, Şuabü'l-îmân, Beyrut, 1410/1990. Beyzâvî, Nâsırüddîn Ebû Saîd(Ebü Muhammed)Abdullâh b. Ömer b. Mumammed, Envârü't-tenzîl ve esrârü't-te'vil, İst. 1303. Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu's-Sahîh, İst. 1401/1981 Buhârî,   Muhammed   b.   İsmail,   el-Edebü'l-müfred,   Beyrut, 1410/1990.

El-Butî, Muhammed Saîd Ramazan, Kur'an'da İnsan ve Medeni­yet, Çev. Resul Tosun, İst. 1987. Can, Şefik, Konularına Göre Mesnevi Tercümesi, İst. 2002. Carrel,  Alexis,   İnsan  Denen Meçhul,  Çev.  Refik Özdek,   İst.

1973.

Carrel, Alexîs, Başarının Sırlan, Çev. Refik Özdek, İst. 1981. Carrel, Alexis, Yarınlara Doğru, Çev. Refik Özdek, İst. ts. Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ank. 1997. El-Cezîrî,      Abdurrahman,      el-Mezâhibü'l-erbaa,      Beyrut, 1406/1986. El-Cürcânî, Seyyîd Şerif Ali b. Muhammed, et-Ta'rifât, yy. ts. Çağrıcı, Mustafa, "Düşmanlar", DİA, İst. 1994. Çağrıcı, Mustafa, "Hayır", DİA, İst. 1998. Çapra, Ömer, İslam'da İktisadî Nizâm, trc. Hulusi Yavuz, İst. 1993.

Çetin, Osman, "Vakıfmd. , SBA, İst. 1990. Danişmend, İ. Hami, Eski Türk Seciyye Ve Ahlakı, İst. ts. Danişmend, İ. Hami, Tarihi Hakikatler, İst. 1979. Dârimî, Ebu Muhammed Abdullah b. Abdurrahman, Sünen, İst. 1981.

Derveze, İzzet, et-Tefsirü'l-hadis, çev. Heyet, İst. 1998. Ed-Dimeşkî, Abdurrahman, İslam Fıkhı Ve Müctehidlerin Farklı Görüşleri, trc. Mustafa Özcan, İst. 1993. Ed-Dihlevî,    Şah   VeliyuUah,    Hüccetullahi'l-baliğa,    Beyrut, 1418/1997. Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş'as, es-Sünen, İst. 1981. Ebû Hayyân, Muhammed b. Yûsuf b. Ali b. Yûsuf, el-Bahrü'l- Muhît, Riyâd, ts. Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdullah b. İshâk el-İsfahânî, Hilyetü'l- Evİiyâ, Kahire, 1351-1357/1932-1938. Ebû Yûsuf, Yakûb b. İbrahim, Kitabü'l-haraç, çev, Ali Özek, İst. 1973. Ebû Zehra, Muhammed, İslam'da Sosyal Dayanışma, çev. E ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, İst. 1976. Ebû Zehra, Muhammed, Zekat Hukuku, çev. Osman Şekerci, yy, 1978. Efendioğlu, Mehmet, "Fezâilü's-Sahâbe", DİA, İst. 1995. ElmalUı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser neşriyat; İst. 1971. Elmahlı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Dağıtım, İst. ts. Erdem, Husameddin, Ahlâk Felsefesi, Konya, 2002. Er, İzzet, "Sosyal Bütünleşme", SBA, İst. 1990. Erkmen, Osman, Hasan-ı Basrî Hazretleri ve Hikmetli Sözleri, Ank. 1978. Fayda, Mustafa "Ebû Bekir", DİA, İst. 1994. Fîrûzâbâdî,   Ebû  Tâhir  Muhammed   b.   Yakûb,   el-Kâmûsü'l-muhît, Beyrut, 1413/1993. Gazzâlî,  Ebû Hâmid Muhammed,  İhyâu ulûmi'd-dîn,  Beyrut, 1411/1990. Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed, el-Maksadü'l-esnâ, Beyrut, ts. Gündüz, İrfan,  "Âişe el-Mennûbiyye", DİA, İst. 1989. Hâkim, Ebu Abdullah en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ale's-Sahiheyn, Beyrut, ts. Hamidullah, Muhammed, İslâm'a Giriş, trc. Kemâl Kuşçu. Ank. 1961. Hamidullah, Muhammed,  İslâm Peygamberi, çev.  Salih Tuğ, Ank. 2003. Harrîsorı,   Paul,   3.   Dünyanın  Batıhlaştırılması,   çev.   Cevdet Cerit, İst. 1991. Hâşimî, Abdülmunim Abdurrâdî, Fukahâri-Medine'ti's-Sab'aa, Beyrut, ts. El-Hatip Muhammed eş-Şerbîrıî, Muğni'l-muhtaç, Beyrut, ts. Herevî, Ati b. Hüseyin, Reşehâtu ayni'L-hayât, Diyarbakır, ts. Heysemî, Ebü'l-Hasan Nûrüddîn Ali b. Ebi Bekr b. Süleyman, Mecmau'z-zevâid, Beyrut, 1967. Hicazı,  M.   Mahmut,   et-Tefsîrü'l-Vâzıh(Furkan  Tefsiri),   çev. Mehmet Keskin, İst. ts. Hindi, Alâüddin Ali el-muttakî b. Husamüddîn, Kenzü'i-ummâl, Halep, 1391/1971. Hindî, Alâüddin Ali el-muttakî b. Husamüddîn, Kenzü'l-umrnâl, Beyrut, 1419/1998. Hökelekli, Hayati, "Enâniyet", DİA, İst. 1995.

Huart, Cl,   "İmaref'İA, Eskişehir, 1997. Izıtsu,  Tashihiko,   Kur'an'da  Dinî ve Ahlâkî  Kavramlar,  çev. Selahaddin Ayaz, İst. 1997. İbn  Abidin,   Muhammed   Emin,   Hâşiyetu   Reddi'l-Muhtar  ala dürri'l muhtar, İst. 1984. İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir, Tefsîru't-tahrîr ve't-tenvîr, Tu­nus, 1984. İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir, İslâm Hukuk Felsefesi, çev. Vecdi Akyüz-Mehmet Erdoğan, İst. 1987. İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir, İslâm İnsan ve Toplum Felsefe­si, çev. Vecdi Akyüz, İst. 2000. İbn Hacer el-Heytemî, Ahmet, Fethü'l-mübîn, İst. 1418/1998.

İbn Hişam, Abdülmelik, es-Sîretü'n-nebeviyye, Beyrut, 1418/1997. İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Bekir, Zâdü'l-meâd, yy. ts. İbn Kesîr,  Ebu'l-Fidâ İsmail, Tefsîru'l-Kur'ani'L-azîm,  Beyrut, 1402/1982. İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid, es-Sünen, İst. 1981. İbn Manzûr, Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem,  Lisânü'l- Arab, Beyrut, 1410/1990. İbn Sa'd, Muhammed, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut, 1417/1996 İmam Mâlik, el-Muvatta, İst. 1981. İncil, İst. 1996. İSAM, İlmihal, İst. 1998. Kara, Mustafa, "Bişr el-Hafî", DİA, İst. 1992. Kara, Mustafa, "Dâvûd et-Tâî", DİA, İst. 1994. Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İsiam Hukuku, İst. 2003. Kardâvî, Yûsuf, Fakirlik Problemi ve İslâm, trc. Abdülvehhap Öztürk, Ank. 1975. Kardâvî, Yûsuf, İslâm Hukukunda Zekât, trc. İbrahim Sarmış, İst. 1984. Kastelânî, Mevâhibü'l-ledünniye, Mısır. 1281. Kaya, Süleyman, Kur'an'da İmtihan, İst. 2003. Kazıcı,   Ziya,   İslâm  Medeniyeti  ve Müesseseleri  Tarihi,   İst. Kınalızâde, Alî Efendi, Ahlâk-ı Alâî, nşr. Hüseyin Algül, yy. ts. Köprülü, Fuat, "Vakıf Müessesesinin Hukukî Mahiyeti ve Tarihî Tekâmülü", Vakıflar Dergisi, Ank. 1942, C. II, Sy. Kurtubî,   Ebû Abdullah Muhammed b.  Ahmed el-Ensârî,  el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut, 1405/1985. Kuşeyrî, Ebu'l-Kasım Abdulkerîm, Risale, trc. Ali Arslan, İst. 1980. Kutluer, İlhan, "İnsan", DİA, İst. 2000. Kutup, Seyyîd, Fîzılâli'l-Kur'an, Beyrut, 1391/1971. Mâverdî,   Ebu'l-Hasan Ati  b.  Muhammed b.   Habîb  ef-Basrî, Edebü'd-dünya Ve'd-dîn, Beyrut, ts. Mevdûdî, Ebu'lA'lâ, Tefhîmu'l-Kur'an, trc. Heyet, İst. 1996, Mutahharî, Murtaza,  İnsan-ı Kâmil,  çev.  Şeyhmus okur,  İst. 1989. Münâvî, Şemseddîn Muhammed Zeynüddîn Abdurrâif, Feyzü'l-Kadîr, Beyrut, 1391/1972. Münzîrî, Zekiyüddîn Abdulazîm b. Abdulgâvî, et-Terğîb ve't-terhîb, 1388/1986. Müslim, Ebu'l-Hüseyin, b. Haccâc, el-Câmiu's-Sahih, İst. 1981 Necati, M. Osman, Hadis ve Psikoloji, trc. Mustafa Işık, Ank. 2000. Nesâî, Ebu Abdurrahman, es-Sünen, İst. 1981. Nîsâbûrî,   Nizâmeddîrı,  Garâibü'l-Kur'an ve regâibü'l-furkân, Beyrut, 1416/1996. Nurbaki, Haluk, Kur'an-ı Kerim'den Âyetler ve İlmi Gerçekler, Ank. 1989. Nurbaki, Haîuk, Peygamber Çizgisinde Yaşamak, İst. 1999 Nursî, Said, Hutbe-i Şâmiye, İst. 1994. Nursî, Said, İşârâtü'l-İ'câz, İst. 1986. Nursî, Said, Lem'aİar, İst. 1986.

Nursî,  Said,    Mesnevî-Î Nuriye,  trc. Abdülmecîd Nursî,   İst. 1984. Nursî, Said, Muhâkemat, İst. 1977. Nursî, Said, Sözler, İst. 1985. Öğüt, Salim, "İhram", DİA, İst. 2000. Özek, Ali(vdğr.), Kur'an-ı Kerîm ve Türkçe Açıklamalı Tercü­mesi, Medine-i Münevvere, 1407/1987. Özek, AU(vdğr.), İbadet ve Müessese Olarak Zekât, İst. 1984. Râğıb, el-İsfehânî, İnsan, İki Hayat İki Saadet, trc. Mevlüt F. İslamoğlu, İst. 1996. Râğıb,   el-İsfehânî,   el-Müfredât   fî   garibi'l-Kur'an,   Beyrut, 1418/1997. Razı,   Fahreddîn,   Mefâtîhu'l-gayb(et-Tefsîrü'l-keb'ir),   Beyrut, 1415/1995. Rıza, Muhammed Reşîd, Tefsırü'L-menâr(Tefsîrü'l-Kur'an'il-hakîm), Kahire, 1366/1947.

Sabık, Seyyid, Fıkhü's-Sünne, Beyrut, 1407/1987. Serahsî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Ebû Sehl, usulü's-Serahsî, İst. 1984. Sıddıkî, Mazharuddın, Kur'an'da, Tarih Kavramı, trc. Süleyman Kalkan, İst. 1982.

Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, İst. 1990, "Kişilik"md. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, İst. 1990, "Sosyal ÇÖzülme"md. Şahin, A. Fettah, İnancın Gölgesinde, İzmir, 1992. Şa'rânî, Abdulvehhâb b. Ali el-Ensârî, Levâkihu'L-envâri'l Kudsiyye, yy. ts. Şa'rânî, Abdulvehhâb et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut, ts. Şa'rânî, Abdulvehhâb Tenbîhu'l-muğterrîn, yy. 1423/2002. Şentürk, HâbiL, İbadet Psikolojisi, İst. 2000. Taberî, Muhammed b. Cerîr, Câmiu'l-beyân, Mısır, 1373/1954. Taberî, Muhib, er~Riyâdü'n-nadire, Beyrut, 1405/1984. Tecrid Tercemesi, Ahmed ez-Zebîdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, MU (trc. Ahmed Naim);IV-Xll(trc. Kâmil Miras), Ank. 1969. Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali, Keşşâfü Istılâhati'l-fünûn, İst. 1984, Tirmızî, Ebû İsa, Sünen, İst. 1981. Tirmizt, eş-Şemâil, yy. 1303. Topçu, Nurettin, Ahlâk Nizâmı, İst. 1999. Uğur, Mücteba, "A'rneş", DİA, İst. 1991., Ulvan, Abdullah, İslâm'da Sosyal Dayanışma, trc. İsmail Kaya, Konya, 1990.

Uysal, Muhittin, Tasavvuf Kütüründe Hadis, Konya 2001. Ünver, A. Süheyl, "Sadaka Taşlan", Hayat Tarih Dergisi, Aralık 1967, C. İH, sy. 11, s. 12. Vâkidî, Muhammed b. Ömer b. Vâkıd, Kitâbu'l-Meğâzî, Beyrut, 1404/1984. Wensinck, A. J, Miftâhu Künûzi's-Sünne, trc. M. F. Abdülbâkî, Beyrut, 1403/1983. Wensinck,   A.   J,   el-Mu'cemü'l-müfehres   li-elfâzi'l-hadîsi'n-nebevîİst. 1988. Yavuz, Y. Vehbî, "Fitre", DİA, İst, 1996. Yazgan, Turan, Görüşler, İst. 1977. Yeniçeri, Celâl, İslâm İktisadının Esasları, İst. 1980. Zehebî,   Muhammed   b.   Ahmed,   A'lamü'n-nübelâ,   Beyrut, 1410/1990. Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşâf, Beyrut, ts. Zuhaylî,   Vehbe,    el-Fıkhü'l-İslamî   ve   edilletuhu,    Dımaşk, 1425/2004.

 


[1] zariyat 51/49

[2] Bkz. Ali Özek ve arkadaşları, ibadet ve Müessese olarak Zekat , 5, 3 vd.

[3] Zümer 39/63

[4] Mülk 67/3

[5] En'am 6/165

[6] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb, XIV, 15

[7] Taberî, Câmiu'l-beyân, VIII, 114

[8] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, III, 2116

[9] Taberî, XVIII, 194

[10] Râzî, XXII, 170 (özet)

[11] Elmalıtı, VIII, 5808, Bkz. Fecr 89/15-16; Mevdûdî, Tefhimu'l Kur'an, VII 112, 119

[12] Râzî, XXVII, 249

[13] Süleyman Kaya, Kur'an'da imtihan, s. 238

[14] Fecr, 89/15-16

[15] Mesela bkz. Zuhruf 43/31-39; Atak 96/6-7, Hümeze (104); Tebbet (111). Ayrıca Râzî, XXVII, 210-214; XXXI, 170-171.

[16] Buharı, Nikah, 87; Müslim, zikir, 93. Bkz . Tecrid Tercemesi IX, 40-41

[17] Hıcâzî, et-Tefsîrü'l-Vâdıh (Trc. Mehmet Keskin), VI, 519

[18] Seyyid Kutub, Fi zilâli'l-Kur'an, VI, 150

[19] Bkz. Bakara 2/155

[20] Şûra 42/27

[21] Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 404; AlusîXXV, 59

[22] Alûsî, Ruhu't-meâni, XXV, 59-60 (özet) bkz.

[23] Zuhruf, 43/32

[24] Ebû Hayyân, Bahrü'l-muhit, VIII, 13

[25] Razi, XXVII, 172 bkz.

[26] Nîsâbûri, Garâibü'l-Kur'an, VI, 77-78

[27] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, II, 494 "Medeniyet" md.

[28] Ebu Hayyân, VIII, 13

[29] Müslim, Zühd, 64

[30] Bkz. Hucurat 49/13; Tirmizi, Menâkıb, 55

[31] îbn Manzur, Lisan'ül-Arab, "nfk"md; Fimzâbâdî, et-Kamusu'l-muhit, "nfk" md.

[32] Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi'l-Kur'an, I, 178; Râzî, II, 35

[33] Bkz. Âlûsî, I, 195; Cürcâni, et-Ta'rifât, "İnfak" md.

[34] Elmalılı, (Azim), I, 180; II, 227

[35] Râğıb el-İsfehâni, el-Müfredât, "nfk"md.; Âiûsi, Ruhu'l-meânî, I, 195

[36] Râğıb, "nfk" md.

[37] Mesele bkz. Zubayli, el-Fıkhü'l-islamî, X, 7370; H. Karaman, Mukayeseli is­lam Hukuku, III, 267.

[38] İbrahim 14/31

[39] Bakara 2/254

[40] Bakara 2/267

[41] Kasas 28/77

[42] Bkz. M. Fuad Abdulbaki, el-Mu'cemu't-müfehres "nfk", "zekat" ve "sdk" md.

[43] Bkz. Wensincik, Miftâhu Künûzi's-sünne (Trc. M. Fuad Abdulbaki), "İnfâk", "Tasadduk", "Zekat", "Sadakat, " Miskin" md.

[44] M. HamîduUah, İslâm Peygamberi, I, 188

[45] M. HamîduUah, a.g.e. II, 962

[46] İzzet Derveze, et-Tefsirü'l-hadis(trc. Heyet), I, 147

[47] Lokman 31/1-5

[48] Meâric 70/23-25, 35

[49] MÜ'minûn 23/1-4, 10-11

[50] Hakka 69/30-34

[51] Müddessir 74/38-47

[52] İbn Hişam, M, 343-344

[53] Kurtubî, I, 179

[54] Tecrid Tercemesi, XI, 371; Kurtubî, İli, 62

[55] Enfâl 8/2-4

[56] M. Reşid Rızâ, Tcfsiru'l-menâr, I, 130 

[57] Zîizâi 99/7-8

[58] Bkz. Razî, VII, 60-61

[59] Bakara 2/177

[60] Bkz. Nahl 16/97. Gâfir 40/40

[61] Razî, III,54 (özet).

[62] Buradaki sabır oruçla da tefsir edilmiştir. Bkz. Razî, l!l,53; Kurtubî, el-cami'li ahkami'L-kur'an, I, 372.

[63] Bakara, 2/45-46

[64] Nisa, 4/142

[65] Razî, XI, 85.

[66] Vâkıdî, Meğâzî, III, 991; İbn Hişâm, İV, 291-294; İbn Sa'd et-Tabakât, II, 332.

[67] Vâkıdî, Meğâzî, III, 991-992.

[68] Bkz, Tevbe 9/92; Vâkıdî, a.g.e., III, 993; İbn Hişâm, IV, 293-294, İbn Sa'd et-Tabakât, li, 332.

[69] Bkz, Tevbe 9/98-99.

[70] Buharı, el-Edebü'l-müfred, S. 92, (nr. 280).

[71] İbn Sa'd, et-Tabakât, IV, 362-363.

[72] Tayyar Attıkulaç, DİA, "Ebü'l-Alâ et-Hemedârrî"md.

[73] Gazzatî, İhya, II, 958.

[74] Müslim, Taharet, 1.

[75] Beyhakî, Şuabu'liman, VII, 76.

[76] Razî, xxv, 206.

[77] İbn Manzur, Lîsanü'l-Arab, "şfk" md.

[78] Cürcânî, et-Ta'rifât, "Şef kat "md.

[79] İbn Manzur "rhnV'md.

[80] Rağıp, "rhm"md. Beyzâvi, I, 6.

[81] Gazzali, el-Maksadü'l-esnâ,41 bkz.Ayrıca, Elmahlı(Azim yay.) İ, 50, 85

[82] Dihtevî, Hüccetullahi'l-baliga, II, 70.

[83] Said Nursi, Mektubat, 8. Mektup, s. 30 bkz. .

[84] Razî XII, 57

[85] İbn Hişam, I, 406; Buharî, Bed'u't-vahîy, 3

[86] Meryem 19/12-13

[87] Tevbe 9/128

[88] Fetih48/29

[89] Hadid 57/27

[90] Ebu Davöd, Edeb, 66; Tirmîzî, Birr, 16.

[91] Ebu Davud, Edeb 66, Tirmizi, Birr, 16.

[92] Bkz. Nebe' 78/26, 36.

[93] Buharı, Edeb, 18; Müslim, FezâH, 65.

[94] Kurtubî, I, 97.

[95] S. Abdutlatif, Kur'an'ın Zihni İnşasıjtrc. M. Kürşat Atalay), s. 43.

[96] Gazzâli, el-Maksadü't-esnâ, s. 42

[97] Bkz. İsrâ 17/28; Zemahşerî, II, 358-59; Kurtubî, X, 248-49; Gazzali, a.g.e, 42-43.

[98] Buharî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58.

[99] Seyyid Sabık, Fıkhü's-sünne, I, 370.

[100] Hindî, Kenzu'l-ummâl, VI. 492, (16682); Aclunî, Keşfu'l-hafâ, II, 99(nr. 1917).

[101] Ebu Nuaym, Hilye, II, 87.

[102] Zehebî, A'lâmü'n-nübelâ, IV, 30. Ayrıca bkz. İbn Sa'd, et-Tabakât, IV, 445; Ebu Nuaym, Hilye, II, 84.

[103] Ebu Davud, Edeb, 58; Tirmizi, Birr, 16.

[104] Münâvî, Feyzü'l-kadir, I, 539-540.

[105] Ebu Davud, Cîhâd, 47, Buhârî, Bed'ül-halk, 17, Musâkât, 9.

[106] Bkz. Buhari, Bed'ül-halk , 17; Musâkât, 9; Müslim, Birr, 135

[107] Bkz. Hûd 11/15-16; İbrahim 14/18; Derveze, i, 355, 341; IV, 93-94.

[108] Bkz. Kalem 68/4.

[109] Kuşeyri, Risâle{trc. A. Arslan), 289.

[110] RazîXXXI, 188.

[111] S. Kaya, Kur'an'da İmtihan, s. 190 bkz.

[112] Bkz. Ibn Aşur, et-Tahrîr ve't-tenvir, !,234-7.

[113] Bakara, 2/2-3

[114] Bakara, 2/177

[115] Al-i İmran, 3/133-134

[116] Zâriyât, 51/15-19

[117] İrfan Gündüz,  DİA,  "Âişe el-Mennûbiyye"md. Ayrıca bkz. Mustafa kara, "Davud et-Tâî" md.

[118] Hucurât, 49/10

[119] ibn Aşur, İslam Hukuk Felsefesi, 269

[120] Gazzali, İhya, M, 261-262(özet). Ayrıca bkz. İbn Aşûr, a.g.e. aynı yer; İslam İnsan ve Toplum Felsefesi, 156-60.

[121] Bkz. Zemahşerî, Keşşaf, IV, 82; Kurtubî, XVIII, 24-29.

[122] Bkz. Şa'rânî, Tenbihü'l-muğterrtn, s. 179-180, 253 vd.

[123] Aclûni, Keşfü'l-hafâ, I, 395.

[124] T. W. Arnold, Intişâr-ı İstam Tarihi, s. 100-101 bkz.

[125] Osman Erkmen, Hasan-ı Basri Hazretleri ve Hikmetli Sözleri, s. 208.

[126] İbn Aşûr, İslam insan ve Toplum Felsefesi, s. 179.

[127] Elmalılı, VI, 3823(Sadeleştirerek).

[128] Bkz. Dihlevî, I, 131 vd.; Mustafa Akçay, İnsan ve Dini Sorumluluğu, s. 58-59.

[129] Razî, VIII, 148.

[130] Bkz. Bakara 2/261-264.

[131] Bkz. Razî, VII, 48-49, 59-61; İzutsu, Kur'an da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 111-122.'

[132] Bakara 2/7

[133] Elmalılı, VI, 3823(Sadeleştîrerek).

[134] Yasin 36/47

[135] Dihlevi, I, 137.

[136] Âlusî, XXIII, 44; İzutsu, a.g.e. s. 245.

[137] Elmahlı (Azim), IX, 502.

[138] Ejmalılı, (Azim), IX, 503

[139] Mâûn, 107/4-5

[140] ElmalıüfAzim), IX, 505.

[141] Kurtubî, XX, 210.

[142] Bkz. Tecrid Tercemesi, V, 156.

[143] Bkz. Tecrid Tercemesi, X, 15-17.

[144] Buharı, zekat, 28;dhâd, 89; Müslim, zekat, 75-77;Nesâî, zekat, 61.

[145] Dihlevî, II, 74;Tecrid Tercemesi, V, 193-4 (Özet). Bkz.

[146] Tevbe 9/75-76

[147] Kınâlızâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî, s. 300.

[148] Sebe'34/39

[149] Buhari, Tefsir, 2; Nefekât, 1;Tevhid, 35; Müslim, Zekat, 36, 37; İbn Mâce, Keffârât, 15.

[150] Buharı, zekat, 27; Müslim, zekat, 57.

[151] Kurtubî, I, 253; Gazzalî, İhya, V, 71, 155; Âlûsî, XII, 3-5; XXII, 219-220.

[152] Gazzalî, IV, 41-42; VI, 85.

[153] Yasin 36/47

[154] Kasas 28/77

[155] Kasas 28/78

[156] Bkz. Hayati Hökeleklı, DİA, "Enâniyef'md.

[157] A. Carrel, Yarınlara Doğru, s. 399. Ayrıca bkz. İnsan Denen Meçhul,155-156

[158] Elmalılı(Azim), II, 405.            

[159] Bkz. Al-i İmran 3/103-105.

[160] Elmahlı(Azim) I, 114-115(özet).

[161] S. Nursi, İşârâtu'l İcaz, 45. bkz.

[162] Heysemi, Mecmau'z-zevâid, X, 248.

[163] Buhari, iman, 7; Müslim, İman, 71, 72; Tirmizi, Kıyamet, 59;Nesâı, İman, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 9.

[164] Haşr 59/9

[165] Hindî, Kenz'ül-ummâl, XV, 332{nr. 43105).

[166] S. Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 65. Âynca bkz. Mutahhari, İnsan-ı Kâmil, s. 191-193.

[167] Buharif Daavât, 36; Müslim, Zikr, 50.

[168] Müslim, Birr, 56;Ebu Davud, Zekat, 46.

[169] Müddessir 74/41-47

[170] Al-i İmran 3/180

[171] Muhammed 47/38

[172] Mesela bkz. Nisa 4/37.

[173] Bkz. Müslim, Birr, 56(2578).

[174] Gazzali, İhya IV, 19.

[175] Nisa 4/37

[176] Ayetin tefsiri için bkz. Elmalılı Vil, 4844-47.

[177] E. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 162. Ayrıca bkz. Dihlevî, II, 69 vd.

[178] Bkz. Gazzati, İhya, IV, 40-41.

[179] Enfâl 8/28

[180] Kehf 18/46

[181] Gazzalî, III, 183. Ayrıca bkz. IV, 42.

[182] Bkz. Kurtubi, III, 328.

[183] Bakara 2/268

[184] Zemahşeri, I, 162.

[185] Bkz. Razî, X, 196; Âlûsî, XV, 90, 259-261.

[186] Ahmed, V, 350.

[187] Ayrıca bkz. Sebe' 34/39;Bakara 2/276.

[188] Herevı, Reşehât, s. 171.

[189] Herevî, a.g.e. s. 173-174. Geniş bilgi için bkz.

[190] Elmalılı(Azim) II, 232. bkz.

[191] Nisa 4/38

[192] Buhari, Rikâk, 12. Ayrıca bkz. Müslim, Zühd 3-4 ;Tirmizi, Zühd, 31; Nesâî, Vesâya, 1.

[193] Bkz. Dihlevi, I, 80. Ayrıca. Mustafa Akçay, Çağdaş Dünyada İnsan ve Dini Sonumluluğu, 208, vd;A. Carrel, Yarınlara Doğru, 342.

[194] Bkz. Furkan 25/27-28; Zuhruf 48/67;Buhari, Buyu, 38;Ebu Davud, Edeb, 16; Tirmizi, Zühd, 45, 56.

[195] Bkz. Ebu Davud, Zekat, 39(1673-75).

[196] Elmalılı (Azim), II, 231 bkz.

[197] Mü'minûn 23/53

[198] Nisa 4/37-39

[199] Taberî, V, 86.

[200] Bkz. Zemahşeri, IV,. 213; Razi, XXXI, 184-185; Âlûsî, XXX, 245,

[201] Bkz. Ahzap 33/72.

[202] Bkz, Razi, XXXI, 188; XXVI, 85; XXVIII, 234;X,144; Nisâbûrî, 11,433; İbn Ke­sir, Tefsirü'l-Kur'ani'l-azim, I, 515.

[203] Bkz. İthan Kutluer, DİA, "İnsan" md. kaynak için bkz.

[204] Hüsameddin Erdem, Ahlâk Felsefesi, 187. Kaynak için bkz.

[205] Ahmed, II, 33.

[206] Ahmed, Müsned, I, 55; Buhari, Edebü'l-müfred, S. 46(nr. 112).

[207] Bkz. Razi, X, 98-102.

[208] M. Osman Necati, Hadis ve Psikoloji (trc. M. Işık) s. 298.

[209] Kuşeyri, Risale, S. 299; Mustafa Kara, DİA "Bişrel-Hâfî"md.

[210] Ebû Nuaym, Hilye, II, 37-38.

[211] Enfâl 8/28

[212] Bkz. Kurtubi, XX, 114.

[213] Bkz, İsrâ, 17/70;Tin, 95/4;S. Nursi, Mektubat, 233.

[214] Bkz. Bakara 2/22, 29, 30; En'am 6/165;Nahl 16/12, 14; İbrahim 14/32; Câsiye 45/13.

[215] Ramazan el-Bûtî, Kur'an'da İnsan ve Medeniyet(trc. R. Tosun), 41.

[216] S. Nursi, İşarat ul-icaz, 57; Muhakemat, 152;Lem'alar, 119.

[217] Bkz, S. Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 207.

[218] Bkz. Razı", XXI, 13.

[219] Rağıp, İnsan, (trc. mevUit F. İslamoğtu)18. bkz.

[220] Mülk67/2

[221] Bkz. Elmalılı, VII, 5154-5161; Sâffât 37/61; Mutaffıfîn 83/26.

[222] Enfâl 8/28

[223] Zemahşeri, , II, 123;Kurtubî, VII, 396;İbn Kesir, II, 301. bkz.

[224] Alûsi, IX, 284.

[225] Bkz. Münâfikûn 63/9; kasas 28/76-82; Kurtubî, XVIII, 129.

[226] Bkz. ÂH imrân 3/26;Mıilk 67/1,

[227] ELmalılı, VII, 5154 (özet).

[228] S. Nursi, Sözler, 27-28 (özet).

[229] Nisa 4/28

[230] Nahl 16/53

[231] A. Pettah Şahin, İnancın Gölgesinde, !, 228 bkz.

[232] Nemi 27/40

[233] Zümer 39/66

[234] Gazzâlî, İhya, IV, 343; Razi, XVI, 105.

[235] Kasas 28/78

[236] Bakara 2/158

[237] Leyi 92/5-11

[238] Âliimrân3/31

[239] Tevbe 9/100

[240] Buharı,   Bed'ul-vahiy,   5;Müsiim,   Fedâil,   48;Tirmizi,   cihad,   15;   Nesâî, Sıyâm, 2; ibn Mâce, cihad, 9.

[241] İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 180.

[242] Kastalânî; Mevâhibu'l-ledünniye, I, 398.

[243] Buharı, Edeb, 39; Müslim, Fedâil, 56.

[244] Buhari, Edebu'l-müfred, s. 92(nr. 278).

[245] Tirmizî, eş-Şemâil, s. 60.

[246] Buharı, Nefakât,3; Müslim,cihad, 50.Ayrıca bkz.Tirmizî,eş-ŞemâH, s. 60.

[247] H. Nurbakî, Peygamber çizgisinde yaşamak, 92.

[248] Bkz. Râzî, XXXI, 219; ÂEûsî, XXX, 292,

[249] İbn Sa'd, et-Tabakât, 1, 239; II, 407-408.

[250] Mehmet Efendioğlu, DİA, "FezâHü's-Sahabe"md.

[251] Muhib-et-Taberi, er-Riyâdün'-nadire, I, 47.

[252] DİA, Mustafa Fayda, "Ebû Bekir" md.

[253] Tirmizî, Menâkıb, 16.

[254] İbn Sa'd et-Tabakât, III, 91, 104; Suyûtî, Târîhü'l-Hulefâ, 41.

[255] Tirmızi, Menâkıb, 19; (3700-3701) Ayrıca bkz. Muhib et-Taberi, III, 16-18.

[256] Muhib et-Taberi, III, 43-44, (Özet).

[257] Zemahşeri, Keşşaf, IV. 169. Ayrıca bkz. Kurtubî, XIX, 130 vd. ; Muhib et-Taberi, III, 208-209.

[258] Muhib   et-Taberî,   er-Riyâdü'n-nadire,   IV,   249,   261-263;   Şa'ranî,   et-Tabakat, I, 21

[259] İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 117-118, Muhib et-Taberî, IV, 262.

[260] Muhib et-Taberî, a.g.e. IV, 285-286; Şa'ranî, a.g. e. I, 21.

[261] İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 220.

[262] İbn Sa'd, et-Tabakat,

[263] Bkz. Aciûni, Keşf'ûl-hafâ, 1, 118(Hadis no:381).

[264] İbn Sa'd! et-Tabakât, VIII, 296, 299. Bkz.

[265] Haşr 59/9

[266] Bkz. Aciûni, Keşf'ûl-hafâ, 1, 118(Hadis no:381).

[267] Mesela bkz. Tecrid Tercemesi, V, 156; VII, 55-56; Şa'rânî, et-Tabakât, I, 80;Tenbîhü'l-muğternn, s. 246, 263, 267; Abdülmünim, Fukahâi'l-Medineti's-Sab'a, s. 39, 49.

[268] Hadid 57/7

[269] Bkz. Atevdudi, Tefhim, VI, 130

[270] Kuşeyrî, Risale (trc. Alı Arslan) 247, 345; Elmalılı, I, 572 vd.

[271] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 308

[272] Konu "İnfak, kalbi dünya sevgisinden kurtarır "başlığı altında biraz daha geniş olarak ele alınacaktır.

[273] Matta, 19/21-22; Markos, 10717-31; Luka, 18/18-30.

[274] Nurettin Topçu, Ahlâk Nizâmı, 110. Bkz.

[275] Tevbe9/i03

[276] İsrâ 17/100. Ayrıca bkz. Nisa 4/128.

[277] Bkz. Zemahşerî, IV, 84; Râzî, XXI, 64; Âlûsî, XV, 261.

[278] Buharı, el-Edebü't-müfred, s. 93(nr. 282); Tirmizî; Birr, 41 {nr. 1963).

[279] Ahmed, II, 256, 340; Nesâî, Cihâd, 8.

[280] Buhârî, Cihâd, 74.

[281] Hakim, 111,219.

[282] Bkz. Gazzâlî, İhya, III, 183; IV, 42.

[283] Buharı, Cihâd, 89; Müslim, Zekat, 75.

[284] Dihlevî, Hüccetullahi'l-balUğa, II, 74.

[285] Gazzali, İhya, I, 284.

[286] Bkz. Razı, XXVIII, 229.

[287] Bkz. Mehmet S. Aydın DİA, "İnsan-ı Kâmil" md.

[288] Mesela, Bkz. Bakara 2/143, 207; Fatiha 1/2; En'am 6/54,133,147; Rahman 55/27,78; At-i İmran 3/8; Sâd 38/9,35.

[289] Razi, XVI, 104{özet)Râzîfnin hadis olarak aktardığı ve daha çok Tasavvuf kitaplarında yer alan bu söz anlam olarak doğru olmakla beraber, bu şek­liyle hadis olarak sabit değildir. Bkz. Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s. 305.

[290] İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlaki Kavramlar, 166.

[291] Gazzali, ihya, I, 284.

[292] Gazzali, IV, 343;Razi, XVI, 105.

[293] Bkz. Al-i İmrân 3/14; Fecr89/20 Âdiyât100/8.

[294] Razi, XVİ, 103(özet)bkz.

[295] Fecr 89/29-30.

[296] Bkz. Ragıb, İnsan, s. 86.

[297] Bkz. SBA "Kişilik" md.

[298] Afzalurrahman, Siret Ans. M, 377, bkz.

[299] Rağıb, insan, s. 194. Ayrıca bkz. Dihlevî I, 69.

[300] Bkz. SBA "kişilik" md. Ayrıca, A. Carrel, Başarının Sırtarı, 26; İnsan Denen Meçhul, 15-16(önsöz)

[301] Bkz. İzzet Er, SBA, "Sosyal Bütün leşme"md. ve SBA "Sosyal Çözülme"md.

[302] S. Nursi, Hutbe-i Şamiye, 55-57(özet).

[303] Mustafa Çağrıcı, OİA "düşman!ık"md. (özet). Bkz.

[304] Aclûni, Keşf ül-hafâ, I, 295(nr. 1061).

[305] S. Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 185.

[306] Bkz. Razi, XVI, 105; Mâverdî, Edebü'd-dünya ve'd-din, s. 98.

[307] Nemi 27/89

[308] Bkz. Dihlevî, II, 74.

[309] S. Nursi, L.e:n'a(ar, 348, bkz.

[310] F. Akbulut, ilim Gözüyle İslâmiyet, 175.

[311] Zâriyât 51/19

[312] Bkz. Razî, XVI, 105-iO6;Yusuf el-Kardâvî, İslam Hukukunda Zekâtftrc. İbra­him Sarmış), I, 68-69.

[313] Elmahlı, (Azim), II, 233.

[314] İsrâ 17/26

[315] Ebû Dâvûd, Zekat, 3;Tirmizi, Zekat, 27;İbn Mâce, Zekât, 8;Dârimî, Zekat, 13.

[316] Bkz. Kurtubî, II, 241-242;TecritTercemesi, II, 544.

[317] Afzalurrahman, Siret, II, 354. Bkz.

[318] Rûm 30/39

[319] Bakara 2/276

[320] Elmalıh (Azim), II, 251.

[321] z. Razı, VII, 103-104.

[322] Müslim, Zekât, 17.

[323] Sebe 34/39

[324] Razi, III, 48 Elimizdeki hadis kitaplarında bulamadık. Ancak hadis değilse bile anlam olarak doğruluğunda asla şüphe yoktur.

[325] Bkz. Afzalurrahman, II, 360, 380 vd.

[326] S. Sabık, Fıkhü's-sünne, I, 371. Taberânî'nin rivayetine göre bu sözler, Hz. Ali'nin  "merfû" olarak Peygamber(s.a.v. (efendimizden rivayet ettiği bir hadis-i şeriftir. Bkz. a.g.e. I, 287-288.

[327] Celat Yeniçeri, İslâm İktisadının Esâstan, 112, Ayrıca bkz. 442.

[328] Bkz. Cevzî , Zadu'l-meâd, 1, 181; Kardan Fakirlik Problemi karşısında İs­lam, {Trc. A. Vehhap Öztürk) 126-139.

[329] Bkz. Mâverdi, Edebü'd-dünya ve'd-dîn, 98;Râzî, XVI, 105.

[330] M   Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, I, 395.

[331] H. Nurbaki, Kur'an-ı Kerim'den Âyetler ve İlmî Gerçekler, 221.

[332] Haluk Nurbaki, a.g.e. 222-223, 293'den özet.

[333] Mâide 5/50

[334] Dihlevî, li, 256.

[335] Bkz. Abdullah Ulvan, İslâm'da Sosyal Dayanışma (Trc. İsmail Kaya), 57.

[336] Bkz. Elmahlı (Azim), I, 180-181; M. Ebu Zehra, İslam'da Sos. Dayanışma, (Fığlalı, Eskici oğlu) 27-29.

[337] Bkz. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 962 vd.

[338] Celâl Yeniçeri, a.g.e. 107{özet).

[339] Afzalurrahman, II, 360(özet). bkz . Ayrıca 376-78.

[340] Râzî, XVI, 105-106.

[341] Celal Yeniçeri, a.g.e. 104-105.

[342] Meselâ bkz. Fecr 89/6-13.

[343] Meryem 19/73-74

[344] Mazharuddin Sıddiki, Kur'an'da Tarih Kavramı{trc. S. Kalkan), s. 57.

[345] Bkz.Aiak 96/6-7.

[346] Bkz. Keşf'ül-hafâ, II, 99(1917).

[347] Razı, XVI, 106(özet).

[348] Bkz. Zekât (Dr. Ati Özek ve diğerleri), 195-196.

[349] Haşr59/7

[350]  Mevdûdî, Tefhim, VI, 208. Bkz.

[351] Bkz. Afzalurrahman, II, 404.

[352] Afzalurrahman, M, 403. Bkz. Ayrıca Paul Harnson, 3. Dünyanın Batılılaşma­sı (trc. C. Cerit), s. 330; İ. H. Danişmend, Eski Türk Seciyye ve Ahlakı, 117.

[353] Ali Özek (ve Diğerleri), Zekât, 192. bkz.

[354] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, II, 56.

[355] Bkz. Mâverdî, Edebü'd-dünya ve'dîn, s. 307-322.    

[356] Mâverdî, a.g.e. 316. Ayrıca bkz. Aclunî I, 244 (nr. 857).

[357] İbn Mace, Ticaret, 1; Ahmed, Bezzâr, Taberânî; Hâkim'den rivayetle Hin-dî, Kenzü'l-ummât, IV, 4.

[358] Müslim, Zekat, 35(105).

[359] Buharı, Zekat, 52;Müslim, Zekat, 35(103-104).

[360] Turan Yazgan, Görüşler, s. 12-13.

[361] Müslim, Zekât, 35(1O8)Bkz. Ayrıca Ebu Davud, Zekât, 27; İbn Mâce Cihâd, 41; Râzî, VII, 88-90; Kurtubî, M!, 342-6; XX, 101-2; İbn Kesir, I, 324-25.

[362] Mesela bkz. Şa'rânî, et-Tabakât, I, 27, 54; Tenbîhü'L-muğterrin, s. 12-13, 135; Mücteba Uğur, DİA, "A'meş"md.

[363] Bkz. Tevbe 9/60; Bakara 2/273.

[364] Bkz. Elmaltlı, VIII, 5906; Ömer Çapra, İslm'da İktisadî NizamfTrc. Hulusi Yavuz, 35).

[365] Bkz. İbnAbidfn, III, 627 vd.; Zuhaylî, X, 7370; Karaman, III, 267.

[366] İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, I, 45-46. Kaynak için bkz.

[367] İ. Hami Danişmend, Eski Türk Seciyye ve Ahlakı, s. 216.

[368] İ. Hami Danişmend, a. g. e, s. 217

[369] S. Nursi, İşârâtû'l-İ'câz, 45-46(özet). Bkz. Ayrıca, Büyük Sözler, 408-409, 708-709; Mektubat, 273-274.

[370] Bkz. İ. Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, II, 37.

[371] S. Nursi, İşaratûl-İ'caz, 46.

[372] A. Ulvan, İslam'da Sosyal Dayanışma (trc. !. Kaya), s. 50.

[373] En'am 6/65

[374] Rûm 30/21

[375] Nur 24/32

[376] Buharı', Nikâh, 3;MüsUm, Nikâh, 1.

[377] Bkz. Tirmizi, Nikâh, 1;Ahmed, V, 421.

[378] Buhari, Nikah, 1. Ayrıca bkz. Müslim, Nikah, 1(Hadis:5-8).

[379] Bkz . Elmalılı, II, 1273; Dihlevi, II, 215. 

[380] Hâbil Şentürk, İbadet Psikolojisi, s. 7(önsöz).

[381] M. Tahir b. Aşûr, İslam ve Toplum Felsefesi, 181.

[382] Dr. Ali Özek (ve diğerleri), Zekat, 3.

[383] Tevbe 9/60

[384] Mesela bkz. Bakara 2/267; Haşr 59/7; ErTam 6/141

[385] M. Ebu Zehra, İslam'da Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma, 187.

[386] Afzalurrahman, II, 380

[387] Ebu Yusuf, et-Harâc, (trc. Ali Özek) 137

[388] Enfâl 8/2-4

[389] Tevbe 9/71

[390] Mü'minûn 23/1-4

[391] Fussilet 41/6-7

[392] Tevbe 9/67

[393] Tevbe 9/11

[394] Müslim, İman, 1 (Hadis, 1).

[395] Bkz. Bulıan, Zekat, 2.

[396] Buhari, İman, 17; Zekât, 1; Salât, 38; Müslim, İman, 8(32);Ebu Davud, Ze­kât, 1;Cihâd,95;Tirmizi, İman, 1-2; Nesâî, Zekât, 3; İman, 15; İbn Mace,Fiten, 1.

[397] Bkz. M. Fuad Abdülbaki, el-Mu'cem, "Zekat"md. iman, namaz ve zekat a-rasındakı ilişki için bkz. Elmalılı, I, 192-94.

[398] Tevbe 9/34-35

[399] Al-ümran 3/180

[400] Buharı, zekat, 3. Hadis-i Şerifle ilgili bir yorum için bkz. Dihlevi, II, 73.

[401] Müslim, Zekat, 24 (Özet). Bkz. 24-28. Ayrıca Buhari, zekat 3.

[402] Ebu Davud, Zekat, 3(1565). Ayrıca bkz. 1563. Burada şunu belirtmek gere­kir ki, ziynet eşyalarındaki zekatı(nisaba ulaştığı takdirde)sadece Hanefiler savunmaktadır. Diğer üç mezhebe göre bunların zekatı yoktur. (Bkz. Cezîrî,  el-Me-zâhibü'l-erbaa, I, 601-602).

[403] Elmalılı, V, 3655 (Sadeleştirerek).

[404] Tirmizi, Fiten, 38 (nr. 2210. Ayrıca bkz. 2211).

[405] Münzırî, et-Terğib vet'terhib, !, 270.

[406] İbnMace, Fiten, 22(4019).

[407] Heysemî, Mecmau'z-zevâid, ili, 64.

[408] Bkz. Râzî, XXX, 80; Âlûsî, XXIX, 50.

[409] Kalem 68/17-33.

[410] ELmalılı, VIII, 5284.

[411] Yani, bereket sebebi ve de belâları uzaklaştırır.

[412] Mesela her sene buğday gibi mallardan onda bir oranında Öşür alınır.

[413] Mesela ticarî malların zekatı gibi.

[414] Nursî, Mektûbat, 273

[415] Adûnî, I, 321 (nr. 1146).

[416] Tevbe 9/128

[417] Abdurrahman ed-Dımaşkî,  İslam Fıkhı ve Müctehidlerin Farklı Görüşleri (trc. Mustafa Özcan ), 124. Geniş bilgi için bkz. Ayrıca M. Ebu zehra, Zekat Hukuku, 76 vd; Kardâvî, Fıkhü'z-zekât, II, 778-79.

[418] Dr. Ali Özek (ve diğerleri), Zekat, 22.

[419] Buharî, iman, 17; Müslim, iman 32;Ebu Dâvûd, cihâd, 95; Tirmizi, iman, 1: Nesâî, Cihad, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 9.

[420] Buharı, i'tisâm, 2; Müslim, İman, 32; Ebu Davud, zekat, 1;Tirmizi, İman, 1 Nesâî, zekat, 3;el-Muvatta, 30.

[421] İbn Aşur, İslam Hukuk Felsefesi, 136. Bkz.

[422] Bkz. Dihlevî, II, 258.

[423] Kalpleri İslama ısındırılmak istenenler demektir. Daha sonra açıklanacak.

[424] Ali Özek ( ve arkadaşları) Zekat, s, 27-28 (özet).

[425] Tevbe 9/60

[426] Cezîrî, el-Mezâhibü'L-erbaa, I, 621. Ayrıca bkz. Kurtubî, VIII, 168-175; Ali Özek (ve arkadaştan), a.g.e. 111-112; M. Hamidullah, İslam'a Giriş, 114-115.

[427] Ancak böyie bir kimseye zekatın verilebilmesi, asla onun zekat ve sadaka isteyebileceği anlamına gelmemektedir. Zira insanın izzetini herşeyin üs­tünde tutan İslam'a göre bedenini örten elbisesi ve bir günlük yiyeceği o-lan kimsenin böyle bir istekte bulunması helâl değildir. {Cezîrî, I, 621; Tecrid tercemesi, V, 322.)

[428] İSAM, İlmihal, I, 480-482 (kısaltılarak). Ayrıca bkz. Ali Özek (v. dğr), Zekât, 111-11

[429] Ali Özek {ve arkadaşları), a.g.e. 113.

[430] Ati Özek {ve arkadaşları) a.g.e. 117-123 {özet) Ayrıca bkz. M. Ebu Zehra, Zekat Hukuku, 92 vd.

[431] M. Ebu Zehra, Zekat Hukuku, 99 (özet) bkz. Ayrıca, Ati Özek (ve arkadaşla­rı), a.g.e. 124 vd.

[432] Bkz. İSAM, İlmihal, 1,485.

[433] Ali Özek (ve arkadaşları) a.g.e. 127vd. M. Ebu Zehra, Zekat Hukuku, 100 vd. M. Hamidutlah, İslama Giriş, 116.

[434] Ali Özek fve arkadaşları), 128-129 (özet).

[435] Danişmend, Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, s. 124 Ayrıca bkz. s. 116.

[436] Ali Özek (ve arkadaşları) a.g.e. 138-139 (özet). Bkz. Kurtubî, VIII,185-7; Cezîrî, I, 621 vd;Tecrid Tercemesi, V, 334-36

[437] Bakara 2/19

[438] Elmalıh, II, 687 vd.

[439] Bkz. Bakara 2/190-193.

[440] Elmalılı (Azim), 11,227.

[441] Ali Özek (ve arkadaşları) a.g.e. 138-139 . Bkz.

[442] Ebu Yusuf, Haraç, 139.

[443] Ali Özek (ve arkadaşları) a.g.e. 144.

[444] M. Ebu Zehra, Zekat Hukuku, 76.

[445] Faruk Beşer, İslamda Sosyal Güvenlik, 130 (kaynak için bkz.). Ayrıca M. Ebu Zehra, İslamda Sosyal Dayanışma, 154.

[446] Bkz. M. Ebu Zehra, Zekât Hukuku, 76 vd; Ali Özek (ve arkadaşları) Zekât 157 vd.

[447] Bkz. Elmalılı, IV, 2573.

[448] Ali Özek (ve ark. ), a.g.e. 207. Ayrıca daha geniş bilgi için Bkz. Faruk Be­şer, a.g.e. 162 vd.

[449] Ahmed, V, 432.

[450] Bkz , Dihlevi, II, 79.

[451] Y. Vehbi Yavuz, DİA "Fitre"md.

[452] Faruk Beşer, a.g.e. 166.

[453] Bkz. Serahsi, Usul, II, 295;el-Cezirî, el-mezâhibü'l-erbaa, IV, 511; ELma-hh, III, 1802.

[454] M. Ebu Zehra, İslam'da Sos. Dayanışma, 192.

[455] Dihlevi, II, 246.

[456] Elmalılı, VI, 3869; VII, 4778.

[457] M. Ebu Zehra, a.g.e. s. 192.

[458] Müca­dele 58/3-4

[459] Bkz. Buharı, Savm, 30; Müslim, Sîyâm, 14(81); Abdurrahman ed-Dımaşkî, a.g.e. 153, 155.

[460] Bakara, 2/184

[461] Mâide 5/89

[462] İSAM, İlmihal, II, 17.

[463] Satim Öğüt, DİA "ihram" md.

[464] Kevser 108/2

[465] Bkz. Elmalılı, IX, 6196 vd.

[466] İbn Mâce, Edâhî, 2; Ahmed, II, 321.

[467] Tirmizî, Edâhî, 18; İbn Mâce, Edâhî, 2.

[468] İSAM, İlmihal, II, 2.

[469] Tecrid Tercemesi, XII, 227, 229.

[470] Hac 22/29

[471] Bkz. İbn Manzur, Lisan'ül-Arab, "Sdk"md. ; Râğıb, el-Müfredat, "Sdk" md.; Cürcânî, Ta'rifât, "Sadaka" md.; Tehânevî, Keşşaf, "Sadaka" md.

[472] İbn Hacer el-Heytemî, Feth'ul-mübîn, 187(Özet).

[473] Mevdudî, Tefhim, VI, 130.

[474] Darîmî, Zekat, 24.

[475] AclÛnî, I, 273 (nr. 980)

[476] Buhari, Zekat, 9; Müslim, Zekat, 20 (67).

[477] Buhari, Zekat, 9 ; Müslim, Zekat, 18 (58).

[478] Sâ', bir hacim ölçüsü birimi olup 2. 75 litredir, (yaklaşık 3 kg).

[479] Müdd, bir ölçek olup "yuvarlak hesap ile iki avuç açılarak aldığı miktar ka­ba denilir" (Tecrid Tercemesi, V, 155.)

[480] Buharî, zekat, 10; Müslim, zekat, 21 (72). Ayrıca bkz. Kurtubî, VIII, 215; Tecrit Tercemesi, V, 156.

[481] Tirmîzi, İlim, 19.

[482] Bkz. Elmalılı, , II, 1050-1052.

[483] Al-i imran 3/14-15

[484] Buharî, Cihâd, 5; Bed'ü'l-halk,8; Müslim, Cennet,6; Tirmizî, Cennet, 1.

[485] S. Nursi. Mektubat, 228.

[486] At-imran 3/133-134

[487] Abdulvehhâb eş-şa'rânî, Levâkih'ül-envâr'it-kudsiyye, I, 163 (özet) bkz.

[488] Buhari, Temenni, 2; Müslim, zekât, 9(32) Aynca bkz. M. Asım Koksal, XI, 52

[489] H. Danişmend, Eski Türk Seciyye ve Ahlakı, 99. Geniş bilgi için bkz. 98.

[490] Buharî, Sulh, 11; Cihâd, 128; Müslim, Zekât, 16(56) Ayrıca bkz. (54-55)

[491] Dihlevî, I, 258.

[492] Dihlevî, II, 197.

[493] Münzirî, Terğîb, III, 394.

[494] Beyhakî, Şuabü'l-imân, III, 217;Münzirî, II, 66;Hindî, Kenzü'l-ummâl, VI, 180(nr. 16355).

[495] Buharı, İsti'zân, 9; Müslim, iman, 14 (63); Ebu Davud, Edeb, 142 (5194); İbnMâce, Et'ime, 1 (3253).

[496] Ahmed, Müsned, V, 451; Tirmîzi, Kıyamet, 42 (2485); İbn Mace, Et'ime, 1 (3252).

[497] Buharı, Cihad, 171.

[498] Bkz. İbn Sa'd, et-Tabakât, i, 198.

[499] İnsan 76/5-11

[500] Buharı, Edebu'l-müfred, s. 172 (nr. 566).

[501] Buhari, Et'ime, 12; Müslim, Eşribe, 34.

[502] Ziya  Kazıcı,   İslam  Medeniyeti  ve  Müesseseleri  Tarihi,   s.   311;İ,   Hami Danişmend, Eski Türk Seciyye ve Ahlakı, s. 122-123. Cl, Huart, İA, "İma­ret" md. V/2, 985.

[503] Buhari, Et'ime, 11; Müslim, Eşribe, 33.

[504] Mâverdî, Edebü'd dünya ve'd-din, 97.

[505] Maverdi, a.g.e. 97 bkz.

[506] Meselâ bkz. Buharı, Savm, 55; Müslim, Sıyâm, 181, 197.

[507] Bkz. Müslim, Birr, 13(43).

[508] Bkz. Razı, V, 45; Tecrid Tercemesi, VII!, 405; XI, 376; IX, 72.

[509] Müddessir 74/40-47

[510] Ayrıca bkz. Beled 90/11-16; Mâûn 107/1-3.

[511] Tirmizi, Kıyamet, 41 (2484).

[512] Ebu Davud, Zekat, 41(1682);Tirmizi, kıyamet, 18(2449): Ahmed, III, 14.

[513] Bu cümlenin (girdi-çıktı) manası için bkz. Nesâî, zekât, 64. deki Suyu-tinin açıklamasına.

[514] Nisa 4/1

[515] Haşr 59/18

[516] Sa, Bir ölçek adı olup şer'de 2, 917 kg. dır.

[517] Müslim, Zekat, 69; Nesâî, Zekât, 64.

[518] Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, III, 943; İbn Sa'd, et-Tabakat, II, 326.

[519] Meselâ bkz. Şa'rânî, et-Tabakât, I, 18, 19, 57.

[520] Hac 22/77

[521] Bkz. Razi, XXIII, 72 ; Mustafa Çağrıcı, DİA "Hayır" md; Tecrid Tercemesi. VII, 156, 157, 224vd;VIII, 51-52, 55.

[522] Buharî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58. 

[523] Müslim, Zikr, 38.

[524] Müslim, Vasiyye, 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 14;Tirmizî, Ahkâm, 36.

[525] Dihlevî, I!, 204.

[526] Kazıcı, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, s. 302. Geniş bilgi için bkz.

[527] Fuat Köprülü, "Vakıf Müessesesinin Hukukî Mahiyeti ve Tarihî Tekâmülü", Vakıflar Dergisi, sayı, il, 1.

[528] Fuat Köprülü, a. g.mk. II, 25.

[529] Muhammed Şerbînîel-Hatib, Muğni'l-muhtaç, II, 376. Bkz.

[530] Al-i-imran, 3/92

[531] Bkz. Buharı, Vekâie, 15; Vesâyâ, 10; Müslim, Zekat, 42, 43;Ebu Davud, Ze­kat, 45.

[532] Bkz. Muhib et-Taberî, III, 18.

[533] Buhari, vesâyâ, 22; Müslim, Vasiyet, 15; Ebu Dâvud, Vesâyâ, 13(2878).

[534] Bkz. İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 311.

[535] Bkz. Buharı Vesâyâ, 33.

[536] Fuat Köprülü, a. g. mk. VD, II, 1(özet) bkz.

[537] Osman Çetin, SBA, "Vakıf" md. Bkz.

[538] Nafia:yol, köprü vb. işleri yürüten kurutuş, bayındırlık. Bu konuda yapılan faaliyetlerin tamamı.

[539] Fuat Köprülü, a. g. mk. VD, II, 25. Bkz.

[540] Fuat Köprülü a. g. mk. VD, II, 32(özet)bkz. vakıflar hakkında geniş bilgi i-çin bkz. Ziya Kazıcı, İslamî ve Sosyal açıdan vakıflar, Marifat yay. İst. 1985.

[541] Ba­kara 2/262-263

[542] Razi, XVI, 106-107.

[543] Razi, XVI, 106-107.

[544] Müslim, İman, 171.

[545] Kitabın aslında "ve" kelimesi yerine "de"geçmektedır

[546] Şefik Can, Konularına Göre Mesnevi Tercümesi, I, 168.

[547] Bakara 2/267

[548] Tirmizi, Tefsir, 3 (nr. 2987); Nesâî, Zekât, 27.

[549] Taberî, VI, 187; Kurtubî VI, 133-134.

[550] Bakara 2/267

[551] Buharı, Zekat, 8; Müslim, Zekat, 63; Tirmizî, Zekat, 28; Nesâî, Zekat, 27. 48; İbn Mâce, Zekat, 28.

[552] AH İmran 3/92

[553] Buharı, Zekat, 44; Müslim, Zekat, 42, 43; Ebu Davud, Zekat, 45; Tirmizî, Tefsir, 5; Nesâî, Ahbas, 2; Darimî, Zekat, 23; Muvatta, Sadaka, 2. Ayrıca bkz. Zemahşerî, Keşşaf, I, 202; Âlûsi, III, 359.

[554] Bakara 2/273

[555] Elmalılı , II, 941.

[556] Bkz. Gazzâlî, İhya, I, 289-292.

[557] Tecrid Tercemesi, V, 239.

[558] İbn Mâce, Zekat, 24; Ahmed, III, 502, VI, 363.

[559] Tecrid Tercemesi, V, 346.

[560] Ebu Davud, Edeb, 19; Tjrmizî, Zühd, 55; Ahmed, III, 38.

[561] Müslim, Zekat, 78; Ahmed, II, 322.

[562] Gazzali, İhya, I, 300.

[563] Bakara 2/274

[564] Bakara, 2/271

[565] Ebu Davud, Vitr, 12; Zekat, 40; Nesâi, Zekat, 40; Dârimî, Satât, 135.

[566] Buharı, Ezan,  36; Zekat,  16; Rikâk, 24; Hudud, 19; Müslim, zekat, 91; Tirmizi, Zühd, 53;Nesâî, Kudât, 2.

[567] Bkz. Razi, VII, 78-83; Kurtubî, III, 332-34; İbn Kesir, !, 322-23; Elmalılı, II, 933 vd; Gazzali, İhya, I, 300.

[568] Bakara, 271

[569] Elmalılı, II, 934. 22  

[570] Razi, VII, 79;Elmalılı, II, 934-935. Aynca bkz İ. Hami Danişmend, Eski Türk Seciyye ve Ahlakı s. 133.

[571] A. Süheyl Ünver, "Sadaka Taşlan", Hayat Tarih Dergisi, Aralık, 1967, C. İti, sy. 11, s. .12.

[572] Etmalılı, II, 936.

[573] Kurtubi, III, 334.

[574] Bakara, 274.

[575] Muhammed 47/36-37

[576] Bakara, 2/9

[577] Elmalılı (Azim), II, 229 bkz.

[578] İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, s. 114.

[579] îsrâ 17/26-27

[580] İsra 17/29

[581] Bkz. Kurtubi, XIII, 72-74.

[582] Elmalılı (Azim), II, 230. Bkz.

[583] Bakara 2/219

[584] Elmalılı (Azim), II, 92 (Kısaltılarak)bkz.

[585] Buharı, Zekat, 18; Müslim, Zekat, 95; Ebu Davud, Zekat, 39 (1676); Nesâî, Zekat, 60.

[586] Ebu Davud, Zekat, 39(1673).

[587] Nesâî, Zekât, 60. Ayrıca bkz. Müslim, Zekat, 41; Ebu Davud, Zekat, 45 (1691).

[588] Bkz. Buhari, Zekat, 18.

[589] Tecrid Tercemesi , V, 179. Bkz.

[590] Tecrid Tercemesi, V, 180{özet).

[591] Bkz. Ebu Davud, Zekat, 40(1677).

[592] Bkz. Haşr 59/9.

[593] Buhari, Zekat, 18; Ebu davud, Zekat, 40; Tirmizi, Menâkıb, (nr. 3676).

[594] Bkz. Kurtubi, XVIII, 24-29.

[595] Bkz. Ebu Davud, Zekat, 39(1675).

[596] Müslim, Zekat, 39{Özey. Ayrıca bkz. (38).

[597] Bkz. Müslim, Zekat, 40.

[598] Buharı, Nefekât, 1; Müslim, Zekat, 48.

[599] Müslim, Zekat, 14(45) Bkz; Buharı, Zekat, 44.

[600] Hassan b. Sa­bit ve Übey b. Ka'b

[601] Bkz. Buharı, Zekât, 42-44; Müslim, Zekât, 14; Ebu Davud, Zekât, 45(nr. 1689).

[602] Aclûnî, Keşfû'l-hafâ, I, 142(468).

[603] Buharı, Zekât,  11; Müslim, Zekât, 92-93; Ebu Davud, vesâyâ, 3 (2865);-Nesâi, zekat, 60, vesâyâ, 1; Ahmed, II, 231, 250.

[604] Ebu Davud, vesâyâ, 3(2866).

[605] Ebu Davud, îtâk, 15; Nesâi, vesâyâ, 1.

[606] Dihlevî, HucceUıllahil-baliga, II, 83.

[607] Bkz. Tecrid Tercemesi, V, 163.

[608] Münâfikûn 63/10-11

[609] Tecrid Tercemesi, V, 163.

[610] Bkz. Bakara 2/180; Mâide 5/106; Buharı, Vesâyâ, I; Müslim, Vasiyyet, I; Ebu Davud, Vesâya, I; İbn Mâce, Vesâyâ, 2 (2699-2702), 5(2709-10) Dârimî, Vesâyâ, 1-2.

[611] Bkz. Buharî, vesâyâ, 1; Müslim, vasiyyet, 18.

[612] Sabık, Fıkhus-sünne, III, 419.

[613] Bkz. Buharî, Vesâyâ , 2-3;MüsLim, vasiyyet, 5;Ebu Davud, vesâyâ, 3.

[614] Müslim, Vasiyyet, 11. Ayrıca bkz. Hadis no:12.

[615] Tecrîd  Tercemesi,  V,   161   (Sadeteştirerek).   Ayrıca  bkz.   Âlûsî,   II, Nisâburî, I, 476-7.

[616] Ba­kara 2/274

[617] Râzî, VII, 91.

[618] Buhârî, Zekat, 9; Müslim, Zekât, 58; Nesâî, Zekât, 64.

[619] Tecrid Tercemesi, V, 348.

[620] Gazzâtî, Ihyâ, I, 295-298, V, 68 vd. Geniş Bilgi için bkz

[621] Müslim, Zekat, 53.

[622] Müslim, Zekat, 54 (özet).

[623] Müslim, Zekat 55 (özet); Buharı, Zekat, 3O;Nesâi, Zekat, 56.

[624] Müslim, Zekat 56{özet).

[625] Buhari, Edeb, 27; Müslim, Müsâkât, 7-12.

[626] Bkz. Wensinck, el-Mu'cem, "Sadaka" md.

[627] Müslim, Birr, 144.

[628] Müslim, Zekat, 52.

[629] Müslim, Zekat, 66 (özet).

[630] Müslim, Zekat, 54 (özet).