FIKIH USULÜ

TAKDİİM

GİRŞ

FIKIH USÛLÜNÜN TARİFİ, DOĞUŞU, GELİŞMESİ, KONUSU ve GAYESİ

  1. Tarifi ve Konusu

Fıkıh Usûlünün Konusu

  1. Fıkıh  Usûlünün Gayesi
  2. Fıkıh Usûlünün Doğuşu, Tedvini ve Gelişmesi

BİRİNCİ BÖLÜM

ŞER'Î DELİLLER

BİRİNCİ DELİL

KUR'ANI KERİM

Kur'an-ı Kerîm'in Tarifi

Kur'an-ı Kerîm'in Hüccet Oluşu

İcaz Yönleri

Kur'an'in Hükümleri

Ayetlerin Hükümlere Delâlet Etmesi

Kur'an'da Beyan Üslûbu

İkinci Delil

SÜNNET

Sünnetin Tarifi ve Çeşitleri

Sened Bakımından Sünnetin Kısımları

Sünnetin Hükümlere Delâleti

Sünnetin Yeri

Sünnetin Hüccet Oluşu

Haber-i Vahid Hakkında Âlimlerin Görüşleri

Mürsel Hadis

Peygamberin Fiilleri

ÜÇÜNCÜ DELİL

İCMÂ

İcmânın Tarifi

İcmânm Rükün ve Şartları

İcmânın Müstenedi

İcmâmn Hüccet Oluşu

İcmâmn hüccet oluşuna Kur'an ve Sünnetten deliller:

İcmânın Çeşitleri

İcmanın  Oluşma İmkanı

Fiilen İcmânın Vaki Oluşu

Sırf İctihadî Meselelerdeki İcmâ

DÖRDÜNCÜ DELİL

KIYAS

Kıyasın   Tarifi

Rükünleri

Kıyasın   Hüccet  Olması

Kıyası Kabul Etmeyenlerin Delilleri:

Kıyasın   Şartları

Aslın hükmünün şartları:

Aslın hükmünde aranan şartlar dörttür

Fer'in Şartları:

İlletin Şartlan:

İlletin Şartları dörttür

İlleti Bulma Yolları

1-  Nass

2- İcmâ

3- Sebr ve Taksim

4- Münâsebe

Münasib Vasfın Çeşitleri

4-  Mülga münasib:

5-   Tenkîhu'l-Menat

Tenkîhu'l-Menat ile Sebr ve Taksim arasındaki fark:

Tenkîhu'l-Menat, Tahkîku'l-Menat ve Tahrîcii'l-Menât arasındaki farklar:

Kıyasın   Kısımları

BEŞİNCİ DELİL

İSTİHSAN

Tarifi

Çeşitleri

ALTINCI DELİL

MASLAHAT-IMÜRSELE

Tarifi

Muteber Maslahatın Çeşitleri

Hüccet Olması

Maslahatla amel etmenin şartlan:

YEDİNCİ DELİL

ÖRF

Tarifi

Çeşitleri

Hüccet Oluşu

Tatbikatı

SEKİZİNCİ DELİL

ÖNCEKİ ŞERİATLER

Tarifi

Kısımları

Hüccet Olması

DOKUZUNCU

DELİL SAHABE MEZHEBİ

Manası

Sahabe Mezhebi Hakkında Alimlerin Görüşleri

ONUNCU DELİL

ŞEDDİ ZERÂYİ'

Tarifi

Zerîa ile Mukaddime Arasındaki Fark

Zerîanın Çeşitleri

Sedd-i Zerayi' Hakkında Alimlerin Görüşleri

ONBİRİNCİ DELİL

İSTİSHAB

Tarifi

Çeşitleri

Hüccet Oluşu Hakkındaki Görüşler

İstishaba Bina Edilen Fıkıh Kaideleri

İKİNCİ BÖLÜM

AHKÂM-I ŞER'İYYE (ŞER'Î HÜKÜMLER)

Tarifi

Hükmün  Kısımları

/- Teklîfî hüküm:

2- Vaz 'î hüküm:

Teklifi Hüküm ile vaz'îhüküm arasındaki fark:

TEKLİFİ HÜKMÜN ÇEŞİTLERİ

Teklîfî hüküm beş çeşittir:

VACİB

MENDUB

Çeşitleri: Mendub üç kısma ayrılır

HARAM

MEKRUH

MUBAH

VAZ'Î HÜKÜM VE KISIMLARI

Çeşitleri:

Sebebin Hükmü:

2- Şart

Şartın Çeşitleri:

3- Mani'

4, 5- Sahih ve Bâtıl

6, 7- Azîmet ve Ruhsat

HAKİM

MÜKELLEFİN FİİLLERİ

(El-MAHKÛMÜ FÎH)

Tarifi

Teklifin  Şartları

Meşakkatli Fiillerle Mükellef Kılma:

el-Mahkûmü fîh'in Kısımları:

MÜKELLEF (el-MAHKÛMÜ ALEYH)

Tarifi                             .         "          .

Ehliyetin Safhaları

Ehliyete Arız Olan Haller (Avârız-ı Ehliyye)

DELALETLER YAHUT DİLE AİT TEMEL KURALLAR

BİRİNCİ KAİDE

NASSIN ŞER'Î HÜKME DELÂLET YOLLARI

1- Nassın İbaresi

2- Nassın İşareti

3- Nassın Delâleti

Bu Delâletlerin Hükümleri:

İKİNCİ KAİDE

MEFHÛMU'L-MUHÂLEFET

Mehfumu'I-Muhalefetin Çeşitleri:

ÜÇÜNCÜ KAİDE

DELALETİN AÇIK OLMASI VE MERTEBELERİ

  1. Zahir

2- Nass

  1. Müfesser

4- Muhkem

Bunların  Tearuzu (Çatışması):

Muhkemle nassın tearuzuna misal:

Muhkemle zâhirinteâruzuna misal:

DÖRDÜNCÜ KAİDE

DELALETİ AÇIK OLMAYAN LAFIZLAR VE MERTEBELERİ

1- Hafî

2- Müşkil

  1. Mücmel
  2. Müteşâbih

BEŞİNCİ KAİDE

MÜŞTEREK VE DELÂLETİ

Hükmü

ALTINCI KAİDE

ÂMM VE DELÂLETİ

Umum Lafızları

Âmmın Delâleti

Âmmın Çeşitleri

Tahsis ile Nesh Arasındaki fark:

Tahsis Delili

Müstakil Olmayan Muhassıs (Tahsis delili)

YEDİNCİ KAİDE

HAS VE DELÂLETİ

Has Lafız

Hassın Hükmü

Sîgasına göre hassın çeşitleri

  1. Emir
  2. Nehy

BİRİNCİ KAİDE: TEŞRİ'DE GAYE VE HEDEFLER

Maslahatın Çeşitleri

  1. Hâciyyât
  2. Tahsîniyyât
  3. Tamamlayıcı Hükümler

Makâsıd-ı şer'iyye ve bunlarla ilgili hükümlerin tertibi

"Def-i zarar esası"mn kaideleri

"Haracın (güçlüğün) kaldırılması" esasına ait kaideler

İKİNCİ KAİDE: ALLAH HAKKI, KUL HAKKI

ÜÇÜNCÜ KAİDE: İÇTİHADIN CAİZ OLDUĞU HUSUSLAR

İctihad Ehliyeti veya Şartları

DÖRDÜNCÜ KAİDE: HÜKMÜN NESHİ

Nesih ile Tahsis Arasındaki Fark

Neshin   Çeşitleri

Nesih ya sarih olur veya zımnî olur:

Nesih külü veya cüz'î olabilir:

Nassa İlave Yapmak Suretiyle Nesih

BEŞİNCİ KAİDE: TEARUZ VE TERCİH

Tearuzun Mahalli

Tearuzu Gidermenin Yolları


FIKIH USULÜ

 

TAKDİM

 

İnsanı yaratan ve ona beyanı (konuşmayı) öğreten Allah (c.c.)'a hamd, Allah (c.c.)'ın kendisine Kur'an-ı Kerimi indirdiği ve bu sebeple ilmin, nurun, hidayetin ve hayrın kaynağı olan ümmî nebî Muhammed Mustafa'ya salât ve selâm ederim:

Fıkıh usûlü ilmi, ilimlesin en güzidesi ve alimlerin dezdinde en sevimlisidir. Çünkü bu ilim, müctehidlerin ictihad ve istinbat için koydukları bir esastır. Şer'î hükümleri bu esasa göre kaynaklarından ve delillerinden istinbat ederler. Dolayısıyle fıkıh usûlü ictihad esaslarının ince kaidelerini ihtiva eden, şeriatı anlamada temel, -ister nasla ister kıyasla sabit olsun hükümleri anlamada hüccet olan bir ilimdir. Bu yüzden ne âlim ne ilim yolunda olan, ne fakih ne de fakih olma yolunda olan hiç kimse bu ilimden müstağni kalamaz. Bu ilim onları müctehidlerin nazariyeleriyle zenginleştirir, hükümleri nasıl anlayacaklarını öğretir, istinbat metodlarını gösterir ve kişiyi şeriatın ufuklarına, anahtarlarına, küllî ve cüz'î kaidelerine hâkim; şeriatın üzerine bina edildiği temelleri ve maslahatları idrak edecek seviyeye getirir.

Fakültelerde öğrencinin durumunu ve öğretim süresini göz önünde bulundurmak zorunda olduğumuz için bu kıymetli ilmi bütün incelikleriyle ele alamıyoruz. Bu sebeple meseleleri basitleştirmek ve bunlar için genel çerçeveler koymak, usûl'e ait kavramlarının tariflerine ve bunların amelî ve nazarî olarak tatbikî taraflarına ağırlık vermek zorunda kalıyoruz.Bu da ancak ne çok uzun ne de maksadı hâsıl etmeyecek derecede kısa olmayan orta bir programla mümkün oluyor.

Bu kitap, Libya-Tarablusgarb'daki Davet Fakültesinde bulunan muhterem meslektaşlarımızın arzusu üzerine çeşitli İslâm ülkelerinde bulunan İslâm Davet Fakültelerinin şubeleri için hazırlanmıştır.

Allah (c.c.)'dan bizi hidayet, hayır ve rüşd olan her şeyde muvaffak kıl­masını, talebe kardeşlerimizin başka milletlerde benzeri olmayan bu ilmin se­meresinden istifade etmelerini niyaz ederim.

Prof. Dr. Vehbe Zuhayli

Şam Üniversitesi İslâm Fıkhı ve Mezhepleri.

 

GİRİŞ

 

FIKIH USÛLÜNÜN TARİFİ, DOĞUŞU, GELİŞMESİ, KONUSU ve GAYESİ

 

1. Tarifi ve Konusu

 

Usûlü'l-Fıkh, fıkhın delilleri demektir. Bunlar müctehidin şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden istinbat etmekte esas aldığı kaidelerdir. Kaideler, cüz'î hükümlere şâmil olan küllî-umumî esaslardır. Meselâ "emir vücub içindir" bir kaidedir. Buna göre "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin"[1] emirleri namazın ve zekâtın farziyetine delâlet eder. "Nehiy tahrim içindir" kai­desine göre "Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın"[2] "Zinaya yaklaşmayın[3] nehiyleri amden, düşmanlıkla adam öldürmenin ve zinanın haram olduğuna delâlet eder.

"Müctehid", ictihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp deliller­den istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir.

"Ahkam", istinbatın neticesi ve semeresidir ki bunlar ubudiyyetini şeriate göre yapan mükelleflerin fiillerine taalluk eden hükümlerdir. Şeriat bunları ya, meselâ namazın farziyeti gibi "icab", veya faizin, zinanın ve içkinin haram kı­lınmasında olduğu gibi "tahrim" veya normal hallerdeki yeme içme, alış-veriş ve kira da olduğu gibi "tahyir ve ibaha" veya borcu yazma, alış-verişi şahitler huzurunda yapmada olduğu gibi "nedb" veya güneşin doğuşu ve batışı sıra­sında namaz kılma, sünnetleri ve âdâb-ı şeriyyeyi terketmede olduğu gibi "ker­ahet" diye vasıflandırır. Bunlara "amelî hükümler" denir. Bunlar, Allah'a, O'nun birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman etme gibi itikâdî hükümlerin; doğruluğun vacib olması, yalanın haram olması gibi ahlâkî hükümlerin mukabilindeki hükümlerdir ve "amelî hükümler" sözüyle bunlar tarifin dışında bırakılmıştır.

"Tafsilî deliller" den maksat muayyen bir mesele ile ilgili olup sadece o meselenin hükmüne delâlet eden cüz'î delillerdir. Meselâ: "Anneleriniz size ha­ram kılınmıştır"[4] ayeti sadece anneleri nikahlamanın haram oldu­ğuna;

"... o halde o putlardan, o pislikten kaçının, yalan sözden kaçının."[5] ayeti sadece putperestliğin ve yalan şahitliğin haram olduğuna de­lâlet eder. Bu "cüz'î deliller"in mukabilinde bir de "icmâlî" veya "küllî deliller" vardır ki bunlar yalnız muayyen bir mesele ile ilgili olup muayyen bir hükme delâlet etmez. Meselâ: "Şer'î hükümlerin kaynağı Kitap, Sünnet, İcmâ, Kıyas birer külli delildir. İşte usûlcünün araştıracağı deliller bunlardır. Tafsîlî deliller ise fakihin meselesidir.

Şu halde usûlcünün yaptığı kendisini cüz'î hükümleri istinbâta götürecek küllî kaideleri araştırmaktır. Fakihin işi ise cüz'î hükümleri cüz'î delillerden, yani her hükmü o konuda vârid olan kendi delilinden istinbât etmek suretiyle bu usûl kaidelerini istinbât sahasında tatbik etmektir. Yani usûlcünün sahası küllî deliller ile, fakihin istinbatına yardımcı olacak küllî kaideleri koymak için küllî bir hükme delâlet eden delilleri araştırmaya münhasır olduğu halde fakihin sa­hası cüz'î deliller ve bunun delâlet ettiği cüz'î hükümlerle sınırlıdır.

 

Fıkıh Usûlünün Konusu

 

Fıkıh usûlü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbât vasıtası olarak şer'î deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer'î hükümler. İstinbatın neticesi olarak şer'î hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usûlcülerin cumhurunun tezidir -ki racih olan da budur- zira onlar: "Usûlü fıkhın konusu delillerle sabit olması açısından şer'î hükümlerdir" demektedirler.

"Fıkıh" ise: "Tefsili delillerden istinbât edilen şerî-amelî hükümleri bilmek" veya "tafsili delillerinden istinbât edilen şer'î hükümlerin toplamıdır" diye tarif edilir. Bu manasıyle "fıkıh" vacib, mendub, haram, mekruh, mubah olarak bilinen hükmün bütün çeşitlerini, ferde ve aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet, vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır. "Fakih" ise bu usûl kaidelerini cüz'î meselelere tatbik eden meselâ "Namazı kılın"[6] delilinden namazın farz olduğu hükmünü, "Erkek ve kadın hırsızlık yapanın elini kesin"[7] delilinden hırsızlığın haram olduğu hükmünü çıkaran kişidir.

Fıkhın konusu, hakkında şer'î hükümlerin sabit olması açısından "mü­kellefin fiili" dir. Fakih de, alış-veriş, kira, rehin, vekalet, namaz, oruç, ikrar, şahitlik, vasiyet, vakıf, öldürme, iffetliye iftira, hırsızlık, zina, haram yoldan mal yeme... gibi mükellefin fiil ve faaliyetlerinin hükmünü araştıran kişidir.

 

2. Fıkıh  Usûlünün Gayesi

 

Fıkıh usûlü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden istihraç edebilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkâ­nım hazırlamaktır. Kim ictihad ehliyetine tam sahip olursa usûl kaideleri yar­dımıyla şer'î nasları -açık olsun kapalı olsun- anlayabilir ve delâlet ettiği hü­kümleri ortaya koyabilir; kıyas, istihsan, ıstıslah, istishab ve diğer delilleri, ortaya çıkan yeni meselelerin hükümlerini bulmakta kullanabilir.

İçtihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbât yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalanna dayanarak benzeri yeni me­selelerin hükümlerini bulmak, çeşitli içtihadı meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.

Fıkıh ilminin gayesi ise mükelleflerin fiillerinin helâl ve haram olanını açıklamak için şer'î hükümleri o fiillere tatbik etmektir. Bu sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve fiillerin, niza' ve ihtilafların şer'î hükmünü öğrenmek için âlimin, hâkimin ve müftinin müracaat kaynağıdır.

 

3. Fıkıh Usûlünün Doğuşu, Tedvini ve Gelişmesi

 

Alimler bu ilmi, Kelâm ilminden ve şer'î hükümlerin cüziyyatından değil bilakis ruhundan ve tasavvurundan istifade ederek ortaya koymuşlardır. Çünkü Kur'an ve Sünnete uymaya mecbur etme ancak bu ikisiyle amel etmeye mecbur edenlerden sadır olabilir ki o da Allah (c.c.)'dır. Yine âlimler bu usûlü ortaya koyarken iki asıl hüküm kaynağı Kur'an ve sünnetin de dili olan Arap dilinin istinbât kaidelerinden de çokça istifade etmişlerdir. Meselâ biz bu dilin yardımıyle Şeriatın gaye ve maksadını anlayabiliyoruz, bu dil yardımıyle müctehidin hakikati, mecazı, sarihi, kinayeyi, umumu, hususu, müştereki, mutlakı, mukayyedi, mantuku, mefhumu anlaması mümkün oluyor. Bütün bunlar dilin konularıdır.

Fıkıh usûlü ilmi Hulafa-i Râşidîn ve kendilerine yeni meselelerin fetvası sorulan diğer sahabilerin zamanında ortaya çıkan ictihad hareketi ile beraber doğmuştur. Sahabeden müctehid olanlar meselenin şer'î hükmünü önce Kur'an-ı Kerim de sonra Sünnet-i Nebevî'da arıyor, bulamazsa

"Ey basiret sahip­leri ibret alın"[8] ayet-i kerimesinin emri gereğince kıyasa yani şeri­atın ruhuna ve mefhumuna uygun görüş ortaya koyarak içtihada gidiyorlardı.

Aralarında içtihadın sınırları konusunda farklı anlayışlar olmakla beraber bu usûl tabiîn ve tebe'-i tabiîn zamanında da bu şekilde devam etmiştir. Farklı anlayış ise şudur:

Bazıları hükmü hakkında nas bulunmayan meseleyi hak­kında nas bulunana katarak kıyasla ameli daraltırken bazıları şeriatin ruhuna uygun olmak şartıyla maslahatla amel etme taraftarıydı. Hepsi de sahabi kavlini kabul ediyorlardı. Said b. Müseyyib, Urve b. Zübeyr, Kâdî Şurayh ve İbrahim en-Nehâî tabiîn asrının ictihad sembollerinden bazılarıdır.

Sonra ikinci hicri asırda, mezheb imamları arasında usûl ilmi netleşti, ve kıyas, istahsan, mesâlih-i mürsele, sahabe kavli, önceki şeriatler, sedd-i zerâyi Medine ehlinin ameli gibi ıstılahlar ortaya çıktı. Bu asırda iki ekol görü­lür: Hicazda ehli hadis, Irak'ta ehli re'y. Her ikisi de sahih hadis ve doğru ictihadla amel edileceği üzerinde ittifak etmektedirler. Ancak Hicaz ehli şeriatın kaidelerine ve küllî esaslarına uygun da olsa re'y ile amel etme yerine daha çok hadisle amel ederken Irak ehli nas bulunmadığı yerde re'y ile amel etmeyi tercih ediyordu.

Mütekâmil bir şekilde Fıkıh usûlü ilminin tedvini, 204 Hicri tarihinde vefat eden İmam Şafii'nin Risale adlı kitabıyla başlar. Bu ilimde ilk telif edilen kitap budur. Ancak bu ilmin kaideleri sahabe, tabiîn ve diğer müctehidlerin ictihadlarında zaten bulunmaktaydı. Bazan onların ictihadları, mütenâkız deliller arasında tercih yapma konusunda esas sayılabilecek fer'î usûlî kaideler ih­tiva etmekteydi. Meselâ Hz. Ali (r.a)'nin sarhoşun cezasını, zina iftirasında bulunanın cezasına kıyas etmesi, İbni Mesud'un içtihadına göre sonra gelen nassın önce geleni neshetmesi veya tahsis etmesi bu kabildendir. îbni Mesud'a göre kocası vefat eden hamile kadının iddeti doğumu ile sona erer. Çünkü bu hükmü ifade eden Talak sûresi, kocası ölen kadının "dört ay on gün beklemesini" emreden Bakara süresindeki ayetten sonra nazil olmuş, dolayısıyle önce geleni neshetmiştir. Yine aynı şekilde mütevâtirin âhâd habere, hâssın amma, tahrimin ibâhaya tercih edilmesi, hâssın âmmı tahsis etmesi; "Size meyte ve kan haram kılınmıştır." [9] ayetindeki mutlakın, En'am 145. ayetteki "akan kan" mukayyedine hamledilerek sadece "akan kan" ın haram kılınması hep bu cümleden misallerdir.

Artık İmam Şafii'den sonra âlimler bazan muhtasar bazan mufassal "Usûl İlmi"nde kitap telifine devam etmişlerdir. Bu konuda iki yol takip edil­miştir: Mütekellimînin yolu (metodu) -ki usûlcülerin cumhurunu teşkil eder, Hanefî'lerin yolu. İki metod arasındaki farklılığın esası "Usûl kaidelerinin takrir keyfiyeti"dir: Bütün felsefî nazariyelerde olduğu gibi önce kaide konulup sonra furû' ve tatbikat mı gelsin yoksa mezheb imamından nakledilen fer'î ictihâdî meseleler asıl kabul edilsin de nazariye (kaide) ona mı tâbi olsun?

Mütekellimînin metodunun özelliği şudur:

Fıkhî meseleleri bir kenara bı­rakarak aklî, kelâmî ve lugavî delillerin gerektirdiği şekilde usûl kâidellerini koymak. Şu halde bu ekolun başlıca üç özelliği vardır: Mücerred aklî istidlal­lere dayanmak, muayyen bir fıkıh mezhebine bağlı kalmamak, fıkha dair fer'î meseleleri sadece açıklama ve misal için zikretmek.

Bu ekolün imamı, fıkhından önce usûlünü koyan İmam Şafiîdir. Bu usû­lün bayraklaşan ismi ise Ebubekir Bâkıllânî'dir. Bu metodla yazılan kitapların en meşhurları şunlardır:

el-Umde, Kâdî Abdulcebbâr el-Mu'tezilî

el-Mu 'temed, Ebulhuseyn el-Basrî el-Mutezilî el-Cuveynî ve babası Ebu Muhammed

el-Mustasfâ, Ebu Hâmid el-Gazâlî

el-Mahsul, Fahruddin er-Râzî

el-lhkûmfı üsûli'l-Ahkâm, Ebu Hasan el-Âmidî

el-MinhâcBeyzâvî ve bunun şerhi el-İsnevî

Bu esasa göre yazılan eserlerde önce mantıkî ve lugavî tarifler sonra şer'î hükümler sonra deliller ve lafızların delâletleri en sonunda da ictihad ve taklid konulan zikredilir.

Hanefî metodu: Bu yolun özelliği, mücerred nazarî deliller esas alınmak­sızın usûl kaidelerinin, mezhep imamlarının fer'î meselelere dair ictihadlarından hareket edilerek ortaya çıkarılmasıdır.

Bu yüzden fer'î meselelerle usûl kaideleri bir insicam içinde bulunur. Yine bu sebepledir ki Hanefî fıkıh kitaplarında fer'î meselenin yanında ona uygun kaidelerin de zikredildiği ve imamlarından nakledilen ictihadlar esas alına­rak usûl kaideleri tesbit edildiği çokça görülür. Bu da fer'î mesele ile kaide ara­sında tearuz görüldüğü takdirde fer'î mesele ile insicam sağlanabilmesi için usûl kaidelerinin lafızlarında düzeltmeye gidilmesine sebep olmuştur. Meselâ Hanefîlerin "Müşterek umumî olmaz" sözünde "müşterek" ten maksat onun birkaç manasından biridir. Bu kaydı, vasiyet babında geçen şu fer'î meseleyi esas ala­rak getirmişlerdir:

Bir kişi mevâlisi için vasiyette bulunsa, onun da hem âzâd ettiği köleleri hem de kendisini âzâd eden efendileri olsa, eğer vasiyyeti hangilerine yaptığını beyan etmeden ölürse vasiyet bâtıl olur. Çünkü "mevlâ" kelimesi hem âzâd eden efendi hem de âzâd edilen köle için kullanılan müşterek bir lafızdır. Sonra yemin konusundaki şu meseleye muttali olurlar: "Birisi "Vallahi senin mevlân ile konuşmayacağım" diye yemin etse, muhatabın da aynı şekilde hem âzadlı kölesi hem de kendisini âzad eden efendisi bulunsa ve bunlardan herhangi biriyle konuşsa yemini bozulur." Birinci meselenin aksine bu son meselede "mevlâ" kelimesinin her iki manada beraberce kullanıldığını görünce "Müşte­rek umumi olmaz" kaidesini bu son meseleye uyacak şekilde değiştirerek "Müşterek umumi olmaz, ancak nefiyden sonra bulunursa umumi olur" şeklinde düzeltmişlerdir. Buradaki son mesele de nefıy halindedir.Bu ekolün üç özelliği vardır:

  1. a)Usûl ile furûu birbirine bağlama esası üzerine oturmuş amelî (pratik) bir yoldur,
  2. b)Usûl ile furûu güzel bir üslûp ile meczetmiştir,
  3. c)Cedel ve münazara metodlan konusunda, fer'î meseleleri usûle göre tahric etmede, küllî fıkıh kaidelerinin yazılmasında kıymetli telifler vererek fıkha hizmet etmiştir.

Ebu Mansur el-Maturîdî'nin öncülerinden sayıldığı bu üslûbun mühim kitaplarından bazıları şunlardır:

Usulü'l-Cessâs, el-Râzî

Takvîmü'l-Edille ve Te'sisu'n-Nazar, Ebu Zeyd ed-Debûsî

Teınhîdu'l-Fusûl fil-Usûl, Serahsî

Usûlü Fahri'l-islâm, el-Bezdevî

el-MenârNesefî. Bu kitap üzerine yazılan en güzel şerh Mişkâtü'l-Envâr ve îbni Abidin'in Haşiyetü Nesemâtü'l-Eshâr adlı eserleridir.

Bu ekolün telifteki metodu şöyledir: Usûl ilminin tarifi, sonra üzerinde ittifak edilen ve ihtilaf edilen şer'î deliller.

Sonra müctehidlerin halleri, sonra teârüz ve tercih ve en sonunda hükmü şer'î bahisleri.Bu ikisini birleştiren müteahhir âlimlerin yolu:

Fıkıh usûlü telifinde yedinci hicrî asırda yeni bir üslûb ortaya çıktı. Bu, Hanefî metodu ile mütekellimîn metodunu kaynaştıran bir yoldur. Bu üslûb ile usûl telif edenlerin metodu, önce usûl kaidelerinin tahkiki ve bunlar delillerle isbat etme, sonra bu kaideleri fıkıhtaki fer'î meselelere tatbik etme şeklindedir. Bazı Hanefî ve Şafiî usûlcüler bu üslûbla, eser yazmışlardır. Bu yol "müteahhirîn yolu"diye anılır.

Bu yolun en mühim kitapları şunlardır:

  1. Bedîunnizam el-Câmiu  beyne  Kitabeyi'l-Bezdevî ve'l-İhkem, Muzafferuddin Ahmed b. Ali es-Sââtî el-Hanefî (v. 694 H.) Bu eserde Hanefflerden Bezdevî'nin kitabı ile Şafiîlerden Âmidî'nin kitabı meczedilmistir.
  2. Tenkîhü'l-Usûl ve bunun şerhi Tavzih, Sadruşşeria Ubeydullah b. Mesud el-Buhârî el-Hanefiî (v. 747 H.) Bu kitapta hanefîlerden Bezdevî usûlü, Şafiîlerden Râzî'nin Mahsûl'u, Malikilerden İbni Hâcib'in Muhtasar'ı olmak üzere üç kitabı birleştirmiştir. Bunu da Şafiîlerden Sadüddin Taftazânî (v. 793 H.) et-Telvih adıyle şerhetmiştir.
  3. Cemu'l-Cevâmi, Tâcuddin es-Sübkî (v. 771 H.). Bunu Celâlüddin el-Mahallî şerh etmiş, Hasan el-Attar da bu şerh üzerine Haşiyetü'l-Attâr âlâ Cemi'l-Cevâmi ismiyle bir haşiye yazmıştır.
  4. et-Tahrîr, İbni Hûmâm (v. 861 H.). Bu kitap üzerine yapılmış şerhler vardır. İbni Emiru'l-Hâcc'ın (v. 879 H.) et-Tahrir ve et-Tahbîr adlı eseri bunlardan biridir.
  5. Hindli Muhibbullah bin Abdüşşekûr'un (v. 1119 H.) telif ettiği Müselleımü's-Sübût adlı eser bu sahadaki en dakik kitaplardan biridir. Abdül Ali Muhammed bin Nizamüddin el-Ensârî Fevâtihurrahamût bi-Şerhi Müsellemü's-Subût adıyla bu kitabı şerhetmiştir.

Daha sonra yeni telifler ortaya çıkmıştır. Şeyh Muhammed Hudarî'nin Usûlü Fıkh'ı, Şeyh Abdurrahman el-Mehlâvî'nin Teshîlü'l-Vusûl ilâ İlmi'l Usûl adlı kitabi, Abdulvahhab Hallâfın, Muhammed Ebu Zehra'nın, Şeyh Zekiyyüddin Şaban'ın Usûlü'1-Fıkh adlı eserleri, Dr. Vehbe Zuhaylî'nin iki ciltlik Usûlü'l-Fıkh'ı bunlardan bazılarıdır. Bu kitapların hepsi de hanefî ve şafiî (mütekillimîn) yolunu cem' eden kolaylaştırılmış kitaplardır. Bu yol hem ilmen hem amelen tercih edilen metoddur.

Bu kitabın planına gelince:

Usûl konuları çok ve karmaşık konulardır. Âlimlerimizin kitapları bir cedel ve münazara meydanıdır. Bu kitaplar usûl ilmi ile alâkası olmayan, dillerin aslı tavkîfî midir yoksa vaz'î midir, ibâha teklifî midir değil midir, Rasûlullah (s.a) in peygamberlikten önce semavî bir dine göre ibadet edip etmemesi gibi belki sadece kelâm ilminin veya dil ilminin bahsedeceği pek çok mesele ihtiva etmektedir.

Benim planım ise şu dört bölümde sadece usûle ait konulan ele almakdir:

Birinci bölüm: Şer'î deliller

İkinci bölüm: Şer'î hükümler

Üçüncü bölüm: Lugavî Usûl kaideleri

Dördüncü bölüm: Teşrî'î Usûl kaideleri.

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

 ŞER'Î DELİLLER

 

"Delil" lügatte -maddi olsun manevî olsun, hayır veya şer olsun- herhangi bir şeye doğru irşad eden, yol gösteren demektir. Usûlcülerin ıstılahında ise: Üzerinde doğru bir mantıkla düşünüldüğünde kendisiyle matlub bir habere ula­şılması mümkün olan şeydir. Meselâ: Bu âlemin değişme, intikal ve fânî olma­sı gibi hallerini düşünerek sonradan var olduğunu bulmak, "Namazı dosdoğru kılın"[10] ayeti gibi şer'î naslar üzerinde düşünerek namazın farz olduğu hükmüne varmak gibi. Zira bir "emir" olarak bunun çeşitli durumları üzerinde düşünüldüğünde matlub bir habere ulaşmak mümkün olmaktadır ki o da bu emrin vücub ifade ettiğini tasdik etmektedir. Çünkü bu, namazın kılın­masına dair bir emirdir, onun kılınmasını emretmek vacib (farz) olduğunu ifa­de eder. İşte "âlem" ve "namazı kılın" dan her biri âlimlere göre birer delildir.

Şer'î delil ise: İster kat'î (yakınî) ister zannî (yani zann-ı galib) bir yolla olsun kendisinden şer'î amelî bir hüküm istinbât edilen her şey şer'î delildir. Bunun için delil, delâleti kat'î olan ve zannî olan olmak üzere iki kısma ayrılır.

Deliller iki kısımdır:

  1. a)Âlimlerin cumhuru tarafından kabul edilen müttefekun aleyh (üzerinde ittifak edilen) deliller -ki bunlar Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyastır.
  2. b)Muhtelefun fîh (üzerinde ihtilâf edilen) deliller. Bunların da en meşhurları İstihsan, Mesâlih-i mürsele veya İstislah, İstishab, örf, Sahabe mezhebe, önceki şeriatler ve Şeddi zerâyi' olmak üzere yedi tanedir.

Müttefekun aleyh (üzerinde ittifak edilen) deliller uyulması farz olan delillerdir. Ancak bunlarla istidlal yapılırken şu tertibe riâyet edilir: Önce kitap, sonra sünnet, sonra icmâ, sonra kıyas. Bu delillere uyulmasının vacib olduğuna dair delil şu ayeti kerimedir:

"Ey iman edenler! Allah'a (c.c.) itaat edin, Rasûle ve sizden emir sahiplerine itaat edin: Herhangi bir şeyde anlaşmızlığa düşersiniz -eğer Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız- onu Allah'a ve Rasûle havale edin"[11]

Allah'a ve Rasûle itaati emretmek Kur'an ve Sünnet'e itaati emretmektir. İlim ve din alanında söz sahibi müslümanlara uymayı emretmek müctehidlerin ittifak (icmâ) ittiği hükümlere uymayı emretmek demektir. Munâzaalı olayları Allah'a ve Rasûl'e havale etmeyi emretmek, hakkında nass ve icmâ olmadığı takdirde onu kıyasa havale etmeyi emretmek demektir.

Bunlarla istidlal ederken aralarında tertip olduğuna dair delil Bağavî, İbnü Abdilber ve daha başkalarının Muaz b. Cebel'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Rasûlullah (s.a.) onu Yemen'e gönderirken

"Sana bir mesele arz olunduğunda nasıl hükmedeceksin?" diye sordu. O da

"Allah'ın Kitabına göre hüküm veririm" dedi. Rasûlullah (s.a.)

"ya Allah'ın Kitabında bulamazsan?" dedi. O da

"Rasûlullah'ın sünnetiyle" diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.)

"ya Rasûlullah'ın sünnetinde bulamazsan" dedi. Muaz da

"İctihad ederim ve kusur etmemeye çalışırım" deyince Rasûlullah (s.a.) onun göğsüne vurarak

"Allah Rasûlünün elçisini, Allah Rasûlünü memnun edecek şekilde muvaffak kılan Allah'a hamdederim" diye şükretti.

Yine Bagavî'nin Meymûn bin Mehrân'dan rivayet ettiği haberde şöyle deniliyordu:

"Ebubekir, kendisine davacılar geldiği zaman cevabı Allah'ın kitabında arar, orada bulabilirse ona göre hükmünü verirdi. Kitap'ta bulamaz­sa, Rasûlullahtan bu hususta bir sünnet biliyorsa ona göre hükmünü verirdi. Sünnette de bulması mümkün olmazsa insanların ileri gelenlerini ve seçkinlerini toplar istişare eder, görüşleri bir noktada birleşirse onunla hükmederdi. Hz. Ömer de aynı şekilde yapardı. Diğer sahabiler de onların bu hareketini tasvib ederlerdi. O halde bu tertip icmâ olmuştur.

Ayrıca deliller ya naklî olur veya aklî olur. Naklî deliller: Kitap, sünnet, icmâ, örf, önceki şeriatler ve sahabe mezhebidir. Aklî deliller ise kıyas, mesâ-lihi mürsele, istihsan, istishab ve şeddi zerâyi'dir. Naklî ve aklî delillerden her biri diğerine muhtaçtır. Meselâ naklî delile dayanmayan ictihad muteber değil­dir. Çünkü sadece aklın hüküm koymada yetkisi yoktur, naklî delilleri kullanmak için ise düşünme ve tefekküre ihtiyaç duyulur.

Bu deliller hüküm koymada ya kendi başına müstakil bir esas olur, hükmü isbat ederken bir başka şeye ihtiyacı olmaz -ki Kur'an, Sünnet, İcmâ ve İstihsan, örf ve sahabe mezhebi gibi bunlara bağlı olanlar böyledir- veya kendi başına müstakil bir asıl olmaz ki, bu da kıyastır. Zira kıyasın, bu yolla hüküm isbat etmek için nasıl makîsun aleyh olan aslın hükmünün illetinin bilinmesine ihtiyacı varsa aynı şekilde Kitab'da veya sünnette veya icmâda varid olan bir asla da o kadar ihtiyacı vardır. İcmâ'nın bir mesnede ihtiyacı olması ise o  oluşması ve in'ıkadı içindir, icmâyı delil almak için değildir.

 

BİRİNCİ DELİL KUR'AN-I KERİM

 

Kur'an-ı Kerîm'in Tarifi

 

"Kur'an" lügatte kırâet = okuma manasına bir masdardır. Meşhur olma­sına ve bilinmesine ve Allah (c.c.) in ona Kitap, Mushaf, Tenzil, Furkan ve Zikir gibi bir çok isim vermesine rağmen usûlcüler onu başkalarından ayırmak için şöyle tarif etmişlerdir:

"O, en kısa süresiyle dahi mu'ciz olarak Arap lisanıyle Rasûlullah'a indirilen, mushaflarda yazılı olan, tevatür yolu ile nakledi­len, okunarak ibadet edilebilen, Fatiha süresiyle başlayıp Nâs süresiyle biten Allah (c.c.) in kelâmıdır"[12]

 

Özellikleri

 

Yukarıda geçen tariften Kur'an-ı Kerîm'in şu özelliklere sahip olduğu görülüyor:

1- O, lafzı ve manasıyle Allah kelâmıdır. Kur'an-ı Kerîm'in icazı yani beşer takatinin fevkinde üstün belagata sahip olması buna delildir. O halde kendisine itaat edilmesi vacib olan bir kaynaktan geldiği için delâlet ettiği hü­kümler ilzam edici (bağlayıcı) olmalıdır. Kur'an'ın bu özelliği ile -isterse kudsî hadis olsun veya normal hadis olsun- Allah kelamı olmayanlar tarifin dışında kalmaktadır. Çünkü bunlara "Kur'an" denilemez. Zira hadislerin manaları Allah'tandır, ancak lafızları ve cümle kuruluşları Rasûlullah (s.a.) dendir. Rasûlullah onu Allah'a isnad ederse "kudsî hadis" denilir. Hadis, hüccet olma açısından Kur'an mertebesinde değildir. Hadis okunarak namaz kılınmaz, tilâ­vet edilerek ibadet edilmez.

2- Kur'an-ı Kerîm'in tamamı Arapçadır, onda Arapça olmayan dillerden bir şey yoktur[13]. Dolayısıyle, ne kadar delâlette aslına uygun olursa olsun Kur­'an-ı Kerîm'in tefsiri ve başka dillere tercemesi "Kur'an" olamaz. Çünkü Kur­'an-ı Kerîm Arapçadır, lafzı ve manasıyla Allah tarafından indirilmiştir.

3-  Kur'an-ı Kerîm nesilden nesile tevatür yoluyla nakledilmiştir. Yani Rasûlullah'dan itibaren her nesilde Kur'an ezberleyen büyük bir kitle vasıtasiyle nakledilmiştir. Tevatür, yakinî ilim ve rivayetin sıhhati hakkında katiyyet ifade eder. Cebrail'in Kur'an'ı Resulullah'ın kalbine indirdiği andan itibaren insanların onu ezberlemesinin yanında yazı ile tesbit etmesi daha sonraki nesillere tevâturen ulaşmasına yardımcı olmuştur. Bu özelliğin bir neticesi olarak şaz kıraatler, kudsî hadisler gibi mütevâtir olmayan şeyler Kur'an'dan sayılmaz.

Şaz kıraatler, âhâd haberler şeklinde bize nakledilen kıraatlerdir. Meselâ orucun kazası konusunda "başka günlerde peşpeşe tutarlar" şeklinde gelen Ubey b. Ka'b'ın kıraati ile, yemin keffareti konusunda "... bunu bulamayan üç gün peşpeşe oruç tutar" şeklinde gelen İbni Mesud'un kıraatleri şazdır. Zira buralardaki "peşpeşe" ziyadeliği mütevâtir değildir, dolayısıyle Kur'an'dan sa­yılmaz. Yine annelerin nafakası konusunda nazil olan Onun benzeri (nafaka) mahrem akrabalarının üzerine de vacibdir ayetindeki "mahrem akrabaları" zi­yadeliği mütevâtir değildir.

Şaz kıraatler hüccet olmaz, zira bunlar ne Kur'an ne de sünnettir diye nakledilmediği için ne Kur'an ne de sünnet sayılmaz[14]. Yine bazı âlimler şaz kı­raatlerin sünnet gibi zannî delil olarak da olsa delil saymanın sahih olmayacağı görüşündeler, çünkü sünnetin mutlaka Rasûlullah'tan işitilmiş olması lâzımdır. Rasûlullah'tan işitilen her şey hüccettir[15]

Besmeleye gelince: Neml sûresinin içinde bulunan besmele müslümanların ittifakıyle bir ayettir. Sûrelerin başında bulunan besmeleler ise hanefîler ve şafiîler gibi bazı mezheplere göre yine Kur'an'dan bir ayettir. Çünkü bunlar her sûrenin başındaki ayetlerle beraber Rasûlullah'a nazil olmuş ve Rasûlullah'ın emriyle her sûrenin başına Kur'an hattı ile yazılmış, böylece tevatür edip gel­miş. Kur'an-ı Kerîm'i Kur'an olmayan şeylerden korumakta çok titiz davranan sahabeden hiç biri besmelenin yazılmasına karşı çıkmamıştır.[16] Makul olan da sudur.

Bir başkaları da besmelenin ayet olmadığı görüşündedir. Ne Fatiha'dan ne de diğer sûrelerden bir ayet değildir. Malikîlerin görüşü budur. Delilleri ise, Ayşe (r.a.) den gelen şu rivayettir:

"Rasûlullah (s.a.) namaza tekbirle ve "elhamdülillahi rabbilâlemin" ile başlardı"[17] Yani besmelesiz başlardı.

 

Kur'an-ı Kerîm'in Hüccet Oluşu

 

Kur'an-ı Kerîm bütün insanların kendisiyle amel etmesi farz olan bir hüccettir. Çünkü o, sıhhatinde şüphe bulunmayan kat'î bir yolla kendilerine nakli sabit olan, Kur'an olduğu şüphe götürmeyen Allah'ın kelâmıdır. Bunun öyle olduğuna kat'î delil Kur'an'ın icazıdır.

İcazın manası, aynısını veya benzerini veya en kısa sûresinin benzerini getirmekte başkalarının aczini ortaya koymaktır. İcazın manası ancak şu üç şeyle tamam olur:

  1. a)Meydan okuma, yani karşılaşma ve muâraza istemek.
  2. b)Muarızı karşılaşmaya sevkeden gerekçenin var olması.
  3. c)Muarızın karşı koymasına mani bir halin bulunmaması.

Bu sebeplerin üçü de Kur'an-ı Kerîm'de tam olarak mevcuttur. Çünkü Rabbinin emriyle Rasûlullah (s.a.), Kur'an-ı Kerîm'in benzerini getirmeleri için meydan okudu, Rasûlullah (s.a.)'ı tekzib eden Arabların, bu iddialarının doğruluğunu isbat etmek için sebeb de mevcut idi, onlar belagat ve beyan ustalan oldukları için karşılaşmalarına mani bir hal de yoktu.

"Meydan okuma" Kur'an-ı Kerîm'de birçok ayeti kerimede mevcuttur. Bazıları şunlardır:

"(Rasûlüm!) De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz. Allah ka­tından bu ikisinden (bana ve Musa'ya inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım."[18]

"De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere in ve cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler."

Muarızlar Kur'anın tamamının benzerini getirmekten aciz kalınca benzeri on sûre getirmeleri için onlara meydan okumuş ve şöyle demiştir:

"Yoksa"Onu (Kur'anı) kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki:

"Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerini çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin." [19]

Bunu getirmekte de aciz kalınca sadece benzeri bir sûre getirmeleri için meydan okuyarak şöyle dedi:

"Eğer kulumuza indirdiklerimizden her hangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'dan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın."[20]

Araplar açısından karşı çıkma sabep ve gerekçesinin var olması şartına gelince, bunun varlığı, bilhassa kendisine peygamberlik vazifesi verildikten sonra Rasûlullah'ın siretinde açıkça görülmektedir. Zîra O, onlara Allah'ın elçisi olduğunu bildirdi. Onlara putperest dinlerini, baba ve dedelerini taklid etmelerini bâtıl sayan bir din getirdi. Allah'ın Kitab'ına dayanarak onların akıllarını sefih saydı, putlarıyla alay etti, putlara ibadet etmeleriyle istihza etti. Onun bu iddialarını mutlaka çürütmeleri, O'nun Allah'tan getirdiklerinin boş şeyler olduğunu isbat etmeleri ve neticede ona galip gelmeleri gerekiyordu.

Kur'an-ı Kerîm'e karşı koymalarına engel bulunmaması şartına gelince, o Araplar hakkında zaten vardı. Çünkü Kur'an onların dilinde ve onların üs­lûbu üzre indi, onların kullandığı harflerden meydana geliyordu, manaları

aşinâ oldukları şeylerdi. Başkalarına karşı fesahatleriyle, belagat ve beyanlarıyle iftihar eden onlardı. Nesir ve şiirde şöhretli bir mevki sahibiydiler. Zaten hitabet ve şiirleri onların akıllarının kemâlini, yapılarının safiyetini, kavrayıştaki süratlerini, basiretlerini, hayat tecrübelerindeki maharetlerin, göstermektedir. Diğer taraftan Kur'an-ı Kerîm'in muâraza için onlara zaman sınırı koymadığı, bir defada inmediği, bilakis onlara muâraza ve hazırlık imkanı vermek için yirmi üç sene zarfında parça parça, bölüm bölüm indiği de bilinen bir husustur. Neticede, ins ve cinden dilediklerini yardıma çağırsalar dahi ebediyyen onların Kur'an-ı Kerîm'e muârazada âciz ve zayıf oldukları sabit olmuş ve istenilen hedefe ulaşılmıştır ki bu Kur'an-ı Kerîm'in beşer sözü olmadığı, onların seviyesinde bir şey olmadığı, onun ancak Allah katından geldiği hakikatidir.

İşte bu, Allah'ın Rasûlu Muhammed bin Abdullah'ın insanlara tebliğ ettiği şeyin Allah'ın kelâmı ve O'nun hükümleri olduğu hususunda Peygamberliğinin doğru olduğuna kesin bir delildir.

 

İcaz Yönleri

 

Kur'an-ı Kerîm lafzî, manevî ve ruhî olmak üzere bir çok yönden Arapların aczini ortaya koymuş onlar da muârazadan vazgeçmişler ve aklın dil, beyan 'e manâ yönünden Kur'an-ı Kerîm seviyesine ulaşamadığını ve de asla ulaşamayacağını anlamışlardır. Asırlar boyu beşer şunu yakînen anlamıştır ki Kuran-ı Kerîm'in icaz yönlerini saymak mümkün değildir, çünkü devamlı yenileri ortaya çıkmaktadır. Kur'an ayetleri üzerindeki düşünceler arttıkça, kâinatın esrarına dair ilmî keşifler peşpeşe geldikçe, Kur'an'ın Allah (c.c.) katından geldiği, na kadar zaman geçerse geçsin onun, Rasûlullah (s.a.) in nübüvvetinin doğruluğuna delâlet eden bir mucize olduğu ortaya çıkmaktadır.

İcaz çeşitlerinden bazıları şunlardır:

1- Lafız ve manaları arasındaki insicam, hüküm ve gayelerindeki şumûl:

Kur'an-ı Kerîm itikat, ahkam, ahlâk ve kıssalar gibi çeşitli konularda nazil olmuş altıbinden fazla ayetten meydana gelmektedir. Onda kâinat, toplum, ahlâk ve  vicdan hakkındaki pek çok ilmî nazariyelere dair bir işaret vardır. Yirmi üç senede nazil olmasına rağmen Kur'an-ı Kerîm'de ne birbiriyle çelişen mana, nede birbirini nakzeden hüküm bulmak mümkün değildir.

Yine aynı şekilde ibarelerinin arasında ne belagat seviyesinde ne de ifadedeki fesahatta herhangi bir farklılık görmüyoruz. Bilakis Kur'an-ı Kerîm'in hepsi fesahatta ve muktezayı hale uygunlukta aynıdır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Halâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'­tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı."[21].

Kur'an'ın üslûbu muktezayı hale (durumun gereklerine) uygundur.Meselâ: Hüküm bildiriyorsa lafız ince ve keskin, beyan sakindir, akide veya sadet konusunda ise üslûp insanı sarsacak ve duyguları harekete geçirecek şekilde müessirdir.

Bazı ayetler arasında ilk bakışta var gibi görünen tearuz (çelişki) insanların kavrayışlarına dayanır, biraz teemmül ve tedebbürle gerçekte tearuz olmadığı görülür.

2- Kesinleşmiş bilimsel keşiflerle uygunluğu: Kur'an-ı Kerîm bir kanun, bir hidayet kitabı, bir ibadet ve ahlak düstûrudur. Bir takım bilimsel nazariye­leri beyan etmek onun gayelerinden değildir. Yerlerin ve göklerin yaratılma­sından, yıldızlarla gökyüzünün süslenmesinden, insanın, bitkilerin ve hayvan­ların yaratılmasından bahsetmesi ise sadece Allah'ın varlığını ve birliğini isbat etmek için olmakla beraber yine de eski ve yeni kabul edilmiş bilimsel keşiflerle uygunluk gösteren bir takım kevnî ve ilahî kanunların beyanına yönelik bazı işaretler görebiliriz. Meselâ: "Biz rüzgarları, aşılamayı sağlayan vasıtalar olarak gönderdik" [22]ayeti aşılama kanununu beyan etmek için nazil ol­muştur.

"İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken onları birbirlerinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi.?"[23] ayetinde dünyanın bugünkü halini alış sürecindeki gaz bulutu nazariyesine işaret vardır.

"Sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler, (Bu) herşeyi sapasağlam  yapan Allah'ın sanatıdır." [24] ayetinde arzın döndüğüne işaret vardır.

"Bizim yeryüzüne gelip onu uçlarından eksiltiğimizi görmediler mi.?"[25] ayeti arzın tam yuvarlak olmadığına delâlet etmektedir.

"Geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü gecenin üzerine sarıyor."[26] ayetinden yerin yuvarlak olduğu anlaşılıyor. Çünkü "sarmak" yuvarlak bir cismin üzerine dolamak demektir.

"İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar." [27] ayetinde aynı yerde oldukları halde tuzlu su ile tatlı suyun karışmadığına delâlet vardır.

"Andolsun biz insanı çamurdan, bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta nutfe haline getirdik. Sonra bu nutfeyi bir kan pıhtısı haline soktuk, müteakiben kan pıhtısını bir lokmacık et yaptık, bu bir lokmacık eti kemiklere çevirdik, bu kemikleri etle kapladık. Sonunda onu bambaşka bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp-'aratanların en güzeli olan Allah pek yücedir."[28] Bu ayetler insanın yaratılmasındaki merhalelere delâlet etmekte ve bu, en son tıbbî buluşlara da uygun düşmektedir.

3- Gâiblerden haber vermesi: Kur'an-ı Kerîm Allah'tan başka hiç kimse­nin bilemeyeceği istikbalde olacak hâdiselerden haber vermiştir. Meselâ:

"Elif, Lâm, Mim. Rumlar en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Halbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir."[29] ha­berinden sonra haber verilen müddet içinde Rumların zaferi gerçekleşmiştir. "Andolsun ki Allah elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz."[30] haberinden sonra Hicretin sekizinci yılında Mekke­'nin fethi tamamlanmıştır.

Kur'anda, Kur'anın Allah'tan geldiğine delâlet eden, Kur'an dışında varlığından bahsedilmeyen Âd, Semûd, Tübba ve Lût kavimleri gibi kendile­rine dair hiç bir ize rastlanmayan eski kavimlerin kıssaları hakkında bilgiler vardır.

Yine Allah (c.c.) şu ayet-i kerimede Rasûlullah (s.a.)'a

"Musa'nın Tûr-ı Sînâ'da kendisine yaptığı nıünâcâtı haber vermektedir: (Musa'ya) seslendiğimiz zaman da, sen Tûr'un yanında değildin. Bilakis, senden önce kendilerine peygamber gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdi). Belki onlar düşünüp öğüt alırlar."[31]

Kur'an-ı Kerîm icazın bu nevine şu ayet-i kerimede işaret etmiştir:

"İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin."

4- Yüksek belagatı: Kur'an-ı Kerîm'in kelime olsun cümle olsun bütün lafızları, bir insicam ve intizam içinde tesir kuvvetini, ifade belagatını ve söz fesahatini kendinde toplayan en üstün bir belagat seviyesine sahiptir ve beşer sözünde çok rastladığımız rekâket, düşüklük, zafiyet onda asla bulunmaz. Çünkü Kur'an mutlak kudret sahibi Allah'ın kelâmıdır. Halbuki beşer âcizdir zayıftır; bazan başardığı hiciv, medih ve tasvir hariç öyle çok muhkem ifadeler ortaya koyamaz.

Bizim bu konuda delilimiz Nadr b. Haris, Velid b. Muğire gibi Kureyşin ileri gelenlerinden Kur'an düşmanı kişilerin itiraflarıdır. Velid b. Muğire Kur­an hakkında şöyle demişti:

 Vallahi onda bir tatlılık var, üzerinde parlaklık, ta­zelik var, dalları meyva ve kökü bol su verir, o yücelecek ve başka şey ondan yüce olmayacak, o bir beşer sözü değildir." Fakat o inat etti, küfrün, şirkin ve putperestliğin önderlerinden ayrılmayarak küfründe devam etti ve Kur'anı "sihir" diye vasıflandırdı.

Hiç kimse Kur'an-ı Kerîm'in kalplere tesirini, gönüllere hâkim oluşunu inkâr edemez. O halde onun Allah'ın kelâmı olduğunu kabul etmek iz'an gere­ğidir.

 

Kur'an'ın Hükümleri

 

Kur'an'ın hükümleri, ister din, ister dünya, ister âhiret hakkında olsun birini diğerinden ayırmadan İslâm'ın yapısı ve mesajına uygun olan her şeye amildir. Bunlar üç nevidir.

1- İtikada ait olanlar: Bunlar Allah'ın varlığı, birliği, melekler, kitaplar, peygamberler ve âhiret günü hakkında inanılması insana farz olan eseslarla ilgili hususlardır.

2- Ahlâka ait olanlar: Bunlar mükellefin bezenmesi lazım gelen faziletler ve uzak durması lazım gelen bayağılıklarla ilgili olanlardır.

3- Ameller: Bunlar mükelleften sadır olan sözler, fiiller, akideler ve tasar­ruflardır. Kur'an'ın fıkhı işte budur. Bunlar da şu iki nevi içine alır:

  1. a)Namaz, oruç, hac, zekat, nezir, yemin, kurban gibi insanın, Rabbi ile olan alâkasını tanzim eden ibadetlere ait hükümler.
  2. b)Akidler, tasarruflar, cinayetler, cezalar gibi insanlarla olan alâkasını tanzim eden muamelata ait hükümler. Bu gurupta şu hükümler bulunur:

Evlenme, boşanma, nafaka gibi aileye ait hükümler (el-Ahvâlü'ş,Şahsiyye hükümleri),

Alış-veriş, kira, rehin ve şirket gibi mâlî akitlere ait hükümler (el-Ahkâmü'l-Medeniyye),

Cinayetler ve cezalara ait hükümler (el-ahkâmü'l-cinâiyye)

Davalar, deliller, yeminler gibi mahkeme huzurunda tamamlanan medenî veya cezaî icrââtlara ait hükümler (Ahkâmü'l-Mürâfaât).

Devletin yapısını, fertlerin devletle münasebetlerini ve insan haklarını tanzim eden temel hükümler (Anayasaya ait hükümler).

İslâm devletinin harpte ve sulhte diğer devletlerle olan münasebetlerini, gayri müslimlerin İslâm ülkesinde İslâm devleti ile olan münasebetlerini tanzim eden hükümler (Ahkâm-ı devliyye).

İktisadî ve mâlî hükümler: Bunlar fertlerin mâlî haklarını ve fertlerin devlete karşı yükümlülüklerini, devlet hazinesinin gelir ve giderlerini, ganimet­ler, öşürler, haraca ve madenleri gibi devlete ait umumî ve husûsî malları tan­zim eden hükümler, zekât, sadaka, nezir, teberru ve ödünç paralar gibi cemiyete ait malları tanzim eden hükümler, nafaka, miras ve vasiyetler gibi aileye ait malları tanzim eden hükümler, diyet, fidye, keffaret ve kâr gibi fertlere ait mal­ları tanzim eden hükümler.

Kur'an-ı Kerîm bu hükümleri beyan ederken bunlardan ibadetler, aileye ve mirasa ait hükümler gibi bir kısmını tafsilatlı olarak verdiği görülür, çünkü bunlar taabbudîdir (akıl ile bulunmaz). Muamelâta ait hükümlere gelince: Bunlarda akla ve âlimlerin ictihadlarına, maslahat ve mefsedetin, ihtiyaçların mukayesesine mecal bırakıldığı için icmâlî (genel hükümler) olarak vermekte­dir.

 

Ayetlerin Hükümlere Delâlet Etmesi

 

Daha önce de geçtiği gibi Kur'an-ı Kerîm bize tevatür yolu ile nakledil­diği ve bu yol nakledilenin sıhhati hakkında katiyet ifade ettiği için "sübûtu kat'îdir". Ancak hükümlere delâleti, kat'î olabilir zannî de olabilir.

Delâleti kat'î olan nass: Vârid olduğu şekilde anlaşılan ve sadece bir tek manaya ihtimali olan Kur'an lafzıdır. Meselâ: Miras ayetleri, hadler ve keffaret-lerle ilgili ayetler böyledir. Miras hakkında:

"Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki misli (vermenizi) emreder..." [32].

Hadler hakkında: "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin"[33],

"Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun" [34],

"Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra dört şahit getiremeyenlere seksen sopa vurun." [35]

Keffaret hak­kında: "Kadınlardan zihâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönen­lerin kanlarıyla temas etmeden önce bir köleyi azad etmeleri gerekir" [36] buyurulmaktadır. İşte bunlar miras hisselerine, el kesilmesin, zinada yüz sopa, zina iftirasında seksen sopa vurulacağına, zihâr keffaretinde köle azad edileceğine veya oruç tutulacağına veya fakir duyurulacağına "kat'î" olarak delâlet eden nasslardır.

Delâleti zannî olan nass ise birden fazla manaya ihtimali olan Kur'an lafızlarıdır. Meselâ "Boşanmış kadınlar bizzat kendileri "üç kuru" beklesinler"[37] ayetindeki "kuru" lafzı (müşterek lafız) bu kabildendir. "Kuru" lafzı lügatte hem "hayız" hem "temizlik" manasına gelen müşterek bir lafızdır. Bu bakımdan bu lafzın bu iki manadan birine delâleti zannî olur kat'î olmaz. Aynı şekilde

"Size meyte = ölmüş hayvan ve kan haram kılınmıştır"[38] ayetinden "her türlü meyte"nin haram olduğunu anlamak mümkün olduğu gibi "deniz meyte" lerinin dışındakilerin haram olduğunu anlamak da mümkün­dür, çünkü "meyte" lafzı umumîdir. Ayetteki "kan" lafzı da böyledir. Çünkü bundan pıhtılaşan ve akıcı haldeki kanlar kastedilmiş olabileceği gibi hayvan kesildiğinde sadece dışarı akan kan (dem-i mesfuh) da kastedilmiş olabilir. Şu halde müşterek veya umumi veya mutlak lafızlar delâlet ettiği manalardan başka manalara da delâleti muhtemel olduğu için "delâleti zannî" lafızlardır.

 

Kur'an'da Beyan Üslûbu

 

Kur'an-ı Kerîm ebedîdir, Allah'ın himayesiyle kıyamete kadar mahfuz­dur. Ebedî oluşu, beşeriyetin kitabı ve ebedî düsturu oluşu onun çoğunlukla beyanlarının cüz'î değil küllî olmasını, tafsîlî değil icmâlî olmasını gerektirir. Ta ki mürûnet (esneklik ve yumuşaklık), şümul ve umûm vasfıyle muttasıf olarak devam etsin, her asır ve zamanda ihtiyaçlara cevap verecek zenginlikte olsun ve tefekkür ve tedebbür için ümmetin akıllarının önünü açsın.

Beyanları küllî ve icmâlî olduğu içindir ki Kur'an-ı Kerîm, kapalı kalan lafızlarını açıklaması ve şerhetmesi için kendisini beyan etmesi konusunda sünnete ihtiyaç duymuştur. Meselâ: Namazların rekatlarının sayısı, zekât miktarları, hac ahkamı, nikâh ve diğer akidlerdeki şartlar... Bunlar ancak Rasûlullahtan varid olan sünnet sayesinde bilinebilmiştir.

Belagatının icabı Kur'an-ı Kerîm, mu'ciz ve teşvik edici olması, bıkkın­lık ve usanç vermeden kabulüne sebep olması için, ahkamı beyan ederken, emrin yapılmasını, nehyin terkini isterken çok çeşitli üslûplar kullanmıştır. Meselâ bazan "İnfak edin, savaşın, ihsan edin" siğalarında görüldüğü gibi ta­lebini emir siğasıyle ifade eder, bazan "Allah yeminlerinizi çözmenizi size farz  (meşru) kılmıştır"[39]

"Oruç sizin üzerinize yazıldı" [40]

"Muhakkak namaz müminler üzerine vakitli olarak farz kılınmıştır"[41] ayetlerinde olduğu gibi "farz" ve "yazılma" lafızlarıyle, bazan "Takva elbisesi ise daha hayırlıdır" [42]

"Kim bir iyilik işlerse onun sevabını artırırız" [43]

"Güzel amel edenlere daha güzel mükâfat, bir de fazlası vardır"[44] ayetlerinde olduğu gibi yapılan işin sonu­cunda gelecek hayır ve sevabı dile getirerek, bazan da

"Yol bakımından gidebi­lenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır"[45] ayetinde olduğu gibi lügat açısından icbar edici ifade kullanarak talebini bildirmektedir.

Kur'an-ı Kerîm'in bir şeyin terkini veya bir fiilden ve haramdan uzak du­rulmasını istemesi bazan "nehiy" sığasıyle olur. Meselâ "Kendinizi öldürme­yin." [46]

"Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." [47]

"Zinaya yaklaşmayın"[48] ayetlerinde olduğu gibi. Bazan da o fiilin şer olduğunu veya iyi olmadığını haber vermesi suretiyle olur. Meselâ:

"Allah'ın kereminden kendilerine verdikleri ile cimrilik yapanlar sanmasınlar ki o kendileri için hayırlıdır, tersine bu onlar için serdir." [49]

" Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz bir (iyilik) değildir." [50]

"Evlere arkalarından girmeniz asla iyilik değildir." [51] ayetlerinde olduğu gibi. Bazan da

"İşte lanet onlar içindir ve kötü yurt onların­dır."[52]

"Sonunda Allah'ın ayetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbetleri pek fena oldu."[53]

"Yüzü ko­yun cehennemde toplanacak olanlar var ya, işte onlar yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır."[54] "Bu böyle, ama azgınlara kötü bir gelecek vardır."[55]

"Bu, adaletten ayrılmamanız için en iyi yoldur."[56] ayetlerinde olduğu gibi yapılan işin sonunda bir kötülük, bir şer ve bir za­rar olduğunu beyan etmekle nehyini bildirir. Kur'an-ı Kerîm meşru olup olma­yan hususları beyan için başka üslûplar da kullanmıştır. Meselâ:

1- Allah (c.c.) in büyük gördüğü veya medhettiği veya sevdiği veya kar­şılığında bir hayır vadettiği veya doğru = müstakim dediği veya kendisiyle yemin ettiği her fiil meşrudur, vücûb ile nedb arasında müşterektir.

2- Allah (c.c.) in terkini talep ettiği veya zemmettiği veya lanet ettiği veya onu işleyenleri hayvana veya şeytana benzettiği veya ceza tehdidinde bulunduğu veya necistir, fasıklıktır dediği her fiil gayri meşrudur, haram ile mekruh ara­sında müşterektir.

3- Allah'ın helâl kıldığı, izin verdiği veya kendisinden günah kaldırıp beis görmediği herşey mubahtır, şer'an izin verilmiştir.

 

İKİNCİ DELİL SÜNNET

 

Sünnetin Tarifi ve Çeşitleri

 

Sünnet lügatte alışılmış yol demektir. Usûlcülere göre ise Rasûlullah'tan (s.a.) den sadır olan her türlü söz, fiil ve takrire denir. Bu tarif sünnetin üç çe­şidine de işaret etmektedir:

1- Kavlî sünnet: Bu, Rasûlullah (s.a.)'in çeşitli maksat ve münasebetlerde söylediği hadisi şeriflerdir. Meselâ: "Ameller niyetlere göredir", "Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yoktur", "Mer'ada otlayan hayvanda zekat vardır", "Vârise vasiyet yoktur", deniz suyundan abdest almanın hükmünü so­rana cevap olarak söylediği "Onun suyu temiz, meytesi helaldir" gibi sözleri bu kabildendir.

2-  Fi'lî Sünnet: Bu, Rasûlullah (s.a.)'in yaptığı fiilerdir. Meselâ:

Beş vakit namazı kılması, haccı eda etmesi, müddeînin yemini ve bir şahitle hüküm vermesi, hırsızın sağ elini bileğinden kesmesi gibi.

3- Takrîrî Sünnet: Bu, Rasûlullah (s.a.) in yanında meydana geldiği veya zamanında meydana gelip de haberdar olduğu halde sükût ettiği veya açıkça "olur" verdiği veya kendilerinden onu güzel bulduğuna ve memnun olduğuna delâlet edecek bir tavrın sadır olduğu şeydir. Meselâ:

Sahabeden iki kişi su bu­lamamış teyemmüm etmişlerdi. Daha sonra su buldular, birisi abdest alıp na­mazını iade etti diğeri etmedi. İade etmeyene "Sünnete uygun hareket ettin, kıl­dığın namaz kâfidir" demesi, diğerine de "Sen de iki kere ecir aldın" demesi bir takrîrî sünnettir. Aynı şekilde: Rasûlullah'ın sofrasında kertenkele yenmesi, Muaz bin Cebel'in Yemen'e giderken nasıl hükmedeceğini beyan sadedinde "Önce Kur'anla, sonra sünnetle, sonra ictihad ile" hükmedeceğini söylediğinde bunu uygun bulması, Üsâme ile Zeyd'in ayaklarına bakarak "bunlar birbirindendir" diye hükmeden kişinin bu hükmünden çok memnun olması... hep takr­îrî sünnettir. Bu hâdiseden sonra "kıyâfe" (insanların eline? ayağına, yüzüne, şekline bakarak hangi kabileye, hangi ırka ait olduğunu bilme) nesebin isbatı için bir yol olarak kabul edilmiştir. Hanefîlerin dışında fukahanın cumhurunun görüşü budur.

 

Sened Bakımından Sünnetin Kısımları

 

Sünnet senedi bakımından cumhura göre iki kısımdır: Mütevâtir sünnet, âhâd sünnet[57]. Hanefîlere göre ise üç kısımdır: Mütevâtir sünnet, meşhur sün­net, âhâd sünnet[58]

Mütevâtir sünnet: İlk üç asırda[59] yalan üzerine ittifakı âdeten mümkün ol­mayan bir topluluğun Rasûlullah (s.a.) den rivayet ettiği hadistir. Meselâ:

Abdest, namaz, oruç, hac, zekat, ezan, ikamet gibi şeâir-i İslâm'dan olup Rasûlullah'tan rivayet edilen amelî sünnetler

"Kim benim üzerime yalan söylerse ce­hennemdeki yerine hazırlansın",

"Ateşte yanacak ökçelere yazık" gibi hadisi şerifler mütevâtirdir. Muhammed bin Cafer el-kettânî'nin en-Nazmü'l-Mütenâsir fi'l-Hadisi'l-Mütevâtir adlı kitabında belirttiğine göre mütevâtir hadislerin sayısı 309 kadardır.

Mütevâtirin hükmü: Mütevâtir, Rasûlullah'tan kat'î olarak sabit olan ha­distir. O halde kesin bilgi ve yakîn ifade eder, inkâr eden kâfir olur.

Hadis mütevâtir olması için rivayet edenlerin sayısı konusunda tercih edilen ölçü şudur:

Muayyen bir sayı sınırlaması koymadan, kişide haber veren­lerin sözleri hakkında kat'î ilim ve yakîn hasıl eden mikdardır.

Meşhur sünnet: Rasûlullah'tan rivayet edenlerin sayısı -bir veya iki kişi olabilir- mütevâtirde aranan sayıya ulaşmayan, fakat sahabeden sonra ikinci hicrî asırda yayılıp yalan üzerinde ittifakları mümkün görülmeyen bir mütevâtir rivayet topluluğunun nakledegeldiği sünnettir. Üçüncü hicrî asırdan sonra meş­hur olması muteber değildir. "Ameller niyetlere göredir", "İslâm beş esas üzere bina edilmiştir", "Zarar vermek, zarara zararla mukabele etmek yoktur", hadis­leri, mesh üzerine meshetmek hadisi, Recm hadisi, meşhur hadislerdendir.

Tevatürle bunun farkı şudur: Tevatürde şart koşulan topluluk mütevâtir sünnette ilk üç asrın her birinde mutlaka bulunmalıdır. Halbuki meşhur sün­nette bu mikdarın ilk halkada bulunması şart değildir.

Meşhur sünnetin hükmü: Bu sünnetin, onu rivayet eden sahabeden nakledilişi kat'îdir, ancak Rasûlullah (s.a.) den rivayet kat'î değildir. Dolayısıyle itminan ve yakîne yakın zan ifade eder, inkar edenler fasık olur. Mütevâtir sün­nette olduğu gibi meşhur'la da Kur'an-ı Kerîm'in umûmu tahsis, mutlakı takyid edilebilir.

Âhâd sünnet: Rasûlullah'tan (daha sonraki asırlarda da) rivayet edenlerin sayısı, bir veya ikiyi geçmeyen veya tevatür seviyesine ulaşmayan hadistir. Hadislerin pek çoğu âhâddır. Buna haber-i vâhid denir. Hükmü: Bu sünnet zan ifade eder. İtminan veya yakîn ifade etmez. Bu hadisin Rasûlullah'tan sudûru zannîdir. Ancak, sübûtunda şek  olduğundan itikadı vacib olmasa bile onunla amel edilmesi vacibtir. Alimlerin cumhurunun görüşü budur. Çünkü sahih ha­dis râvilerinde adalet, zabt ve itkan sıfatları kamilen mevcut olması sebebiyle bu zan, vukuu râcih (Yani Rasûlullah'ın bu hadisi söylemiş olması kuvvetle muhtemel) olan bir zandır. Bu da bu hadisle amel etmenin vacib olması konu­sunda kâfidir.

 

Sünnetin Hükümlere Delâleti

 

Eğer başka manaya tevil ihtimâli yoksa, sünnetin ahkâma delâleti kat'î, varsa zannî olur. Sünnet bu hususta Kur'an gibidir. Ancak farkı, Kur'an-ı Kerîm'in tamamı sübûtu veya vurûdu kat'îdir. Sünnet ise, mütevâtir sünnetin dışında sübûtu veya vurûdu kat'î değildir. Şu halde sünnet sübûtu kat'î olan, sübûtu zannî olan olmak üzere iki çeşittir. Ama delâlet açısından o aynen Kur'an gibidir. Kur'an-ı Kerîm ve sünnetten her birinin delâleti kat'î de olabilir zannî de olabilir.

 

Sünnetin Yeri

 

Hüccet olması açısından sünnet, Kur'an-ı Kerîm'den sonra ikinci dere­cede gelir. Çünkü Kur'an-ı Kerîm sübûtu kat'î, sünnet ise sübûtu zannîdir. Kat'î olan, zannî olandan önce gelir. Çünkü sünnet Kur'an'ın beyanıdır, beyan beyan olunana tâbidir. Yukarıda geçen "Ne ile hükmedeceksin ey Muaz" hadisi de buna delâlet etmektedir.

İçinde varid olan hükümler açısından sünnetin yeri dört kısımdır:

1- Sünnetin Kur'anı teyid etmesi: Namaz kılmayı, zekat vermeyi, rama­zan orucunu tutmayı, hacca gitmeyi emretmesi, Allah'a şirk koşmayı, yalan şahitliği, ana-babaya âsî olmayı, haksız yere adam öldürmeyi nehyetmesi Kur'an'ı teyiddir. "Hiç bir müslümanın malı gönül rızası olmadan helal olmaz" hadisinde olduğu gibi başkasının malını yemeyi nehyeden bu hadis

"Ey iman edenler, aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyin"[60] ayetini, "Ka­dınlara hayrı tavsiye edin" hadisi "Onlarla iyi geçinin" [61]ayetini te­yid etmektedir.

2- Sünnetin Kur'anı beyan etmesi: Bu beyan üç çeşittir:

  1. a)Kur'an'ın mücmelini beyan etmesi: Meselâ kavlî ve fiilî sünnetler iba­detlerin şeklini, muamelâtın esaslarını beyan etmiştir.
  2. b)Kur'an'ın âmm (umumi olan) lafızlarını tahsis etmesi: Meselâ

"Kadın, ne halası ne teyzesi, ne erkek kardeşinin kızı, ne kız kardeşinin kızı üzerine nikahlanmaz"  hadisi

"... bunların gerisindekiler size helâl kılınmıştır.[62] ayetini tahsis etmiştir.

  1. c)Kur'an'ın mutlakını takyid etmesi: Meselâ: Rasûlullah (s.a.) in hırsızın elinin bilekten kesileceğini bildirmesi"Erkek hırsızın ve kadın hırsızın ellerini kesin." [63] ayetinde mutlak gelen "el" i takyid etmiştir.

3- Sünnetin Kur'anı neshetmesi: Meselâ "Vârise vasiyyet yoktur" hadisi;

"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir şekilde vasiyet vardır." [64] mealindeki vârise vasiyeti emreden ayeti nesh etmiştir. Şâfıî hariç cumhurun görüşü budur.

4- Kur'an-ı Kerîm'in sukut ettiği hususlarda sünnetin yeni bir hüküm ge­tirmesi:

Meselâ, muhsan (evli) olan zâninin recmedilmesi, bir şahid ve bir ye­minle hükmedilmesi, erkeklere ipek ve altın kullanmanın haram olması, sadaka fıtır, âkile (katilin akrabaları) üzerine diyet yüklenmesi, ehlî eşek etinin haram olması, esirlerin kurtarılması gibi haberler bu cümledendir.

 

Sünnetin Hüccet Oluşu

 

Kur'an-ı Kerîm gibi şer'î hüküm istinbât edilmesi hususunda sünnetin de uyulması vacib ve ahkam için ikinci kaynak olduğu üzerinde âlimler ittifak et­mişlerdir. Buna dair Kur'an'dan icmâ ve makul (aklî delil) den pek çok delil vardır.[65]

 Kur'andan deliller. Allah (c.c.) peygamber (s.a.a) itaat edip ona uy­mayı müminlere farz kıldı, peygamberine itaati kendine itaat saydı, aralarında çıkan nizaları Allah ve Rasûlüne havale etmelerini müslümanlara emretti. Allah ve Rasûlünün verdiği hüküm de erkek olsun kadın olsun hiç bir mümine ter­cih hakkı bırakmadı, pek çok ayet-i kerimede peygamberin hükmünü kabul et­meyenin imanı olmayacağını beyan etti. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sa­hiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûlüne götürün, bu hem ha­yırlı hem de netice bakımından daha iyidir." [66]

"Kim Rasûle itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." [67] Hayır:

"Rabbine andolsun ki arala­rında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hüküm­den içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam manasıyle kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." [68]

"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur." [69]

"Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan dâ sa­kının." [70]

"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız buna uyunuz ki Allahda sizi sevsin." [71]

"Bu sebeple onun emrine aykırı davrananlar, başkalarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azab isabet et­mesinden sakınsınlar."[72]

Bu ve benzeri ayet-i kerimeler, sünnetinde Rasûlullah (s.a.)'e uymanın farz olduğuna kesin şekilde delâlet etmektedir.

2- Kur'an-ı Kerîm'den sonra sünnetle amel etmenin farz olduğunda ashab-ı kiram ittifak etmiştir. Kur'an-ı Kerîm'in emirler ve "Allah'ın kitabında bulamazsam, Rasûlullah'ın sünnetine göre hükmederim" diyen Muaz'ı Rasûlullah (s.a.)'in tavsib etmesi buna delildir. Muaz bin Cebel'in bu sözü, hükmü Kur'an-ı Kerîm'de bulunmayan hâdiselerin fetvasında ashab-ı kiramın takip ettiğği bir metod haline gelmiş, tabiîn ve zamanımıza kadar geçen müteakip nesiller de bu yol üzere yürümüşlerdir.

3- Makul: Sünnetin beyanı olmadan, mücerred Kur'an-ı Kerîm'de vârid olan icmâlî hükümlerle amel etmek mümkün olmaz. Zira ancak şu iki şeyle Ra­sûlullah'ın tebliği Rabbinin vahyi olur: Kur'an-ı Kerîm'i okutması ve onu be­yan etmesi. Böylece şeriat Kur'an-ı Kerîm ve Sünnetle beraberce şekillenmiş­tir. Bunların birisinin diğerinden müstağni olması mümkün değildir. Buna delil

"Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin."[73]

"Oruç size yazılmıştır." [74]

"Yol bakımından gidebilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın in­sanlar üzerinde bir hakkıdır" [75]"Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kıldı." [76]

"Bunların ötesindekiler sizin için helâl kılındı." [77]

"Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesin." [78], ayet-i kerimeleri gibi beyan ve izaha ihtiyacı olan ayetlerdir. Rasûlullah (s.a.) nama­zın, zekatın, orucun nasıl yapılacağını, haccın nasıl eda edileceğini, sahih bir alış-verişin şartlarını, haram olan faizin çeşitlerini, mahremlerin dışındaki ka­dınların nikahının hangi şartlarda sahih olduğunu, hırsızın elinin nereden kesi­leceğini beyan etmiştir.

"İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için sana da bu Kur'anı indirdik."[79], ayetinin emrine göre de Rasûlullah (s.a.) in Kur'an-ı Kerîmi beyan etmesi vaciptir.

Sünnet bu hükümleri beyan etmeseydi bunların tatbiki mümkün olmazdı. İster Kur'an hükümlerinin mücmel olanını beyan veya mutlakını takyid etmiş olsun, isterse Kur'an-ı Kerîm'in sükût ettiği yeni bir hüküm ortaya koysun, her hususta sünnete uymak vacib olmuştur. Çünkü neticede sünnet ilâhî vahye dayanır. Nitekim Allah (c.c.) da bunu şu sözüyle ilan etmiştir:

"O, kötü arzularına göre de konuşmaz. O (nun konuşması) vahyedilenden başkası değildir." [80]

 

Haber-i Vahid Hakkında Âlimlerin Görüşleri

 

Sahabe, tabiîn ve sonrakiler âhad yolla Rasûlullah'tan rivayet edilen sün­netlerle amel etmenin vacib olduğunda ittifak etmişlerdir. Haberi vahid, tevatür hadis veya meşhur hadis derecesine ulaşamayıp, yalnız bir veya iki kişinin ri­vayet ettiği hadistir. Mezhep imamları, rivayetin araştırılması ve sahih olmayanlırının ayrılması maksadıyle, haberi vahidle amel edilmesi için bazı şartlar koymuşlardır.

Hanefîler haber-i vahidle amel etmek için şu üç şartı getirmişlerdir.[81]

1- Râvi rivayet ettiğinin hilâfına amel etmiş olmamalı. Amel etmiş ise rivayetiyle değil görüşü ile amel edilir. Çünkü hilafına amel etmesi, rivayet etti­ğini nesneden bir habere muttali olduğunu ve ona dayandığını gösterir. Bu se­beple Hanefîler, Darakutnî'nin de rivayet ettiği gibi "Ebu Hureyre köpeğin sun­duğu kabı üç defa yıkamakla yetindi" diyerek yine onun rivayet ettiği "Yedi defa yıkanması lazım geldiği" ne dair rivayetle amel etmemişlerdir.

2- Hadis, çok vuku bulan ve herkesi ilgilendireni bir konuda olmamalı. Çünkü böyle olursa onun tevatür veya şöhret (meşhur hadis) yolu ile rivayet edilmesi için sebepler mevcut olduğu halde âhâd tariki ile rivayet edilmesi hadi­sin sübûtu hakkında şüphe uyandırmaktadır. Bu sebeple namazda rükûya gi­derken ellerin kaldırılmasına dair rivayetle amel etmemişlerdir.

3- Eğer ravi fakih değil ise rivayet ettiği haber şer'î esaslara ve kıyasa muhalif olmamalıdır. Bu sebeple Hanefîler Ebu Hüreyre'nin sütü sağılmadan bir kaç gün beklettikten sonra "bol sütlü" zannedilerek satın alınan koyun sağıldıktan ve sütsüz olduğu anlaşıldıktan sonra bir sa' hurma ile beraber geri verileceğine dair rivayet ettiği hadisle amel etmemişlerdir. Bu hadis "musarra olanlar misli ile, kıyemî olanlar kıymetiyle tazmin edilir" şeklindeki tazmin ka­idesine muhaliftir. Ayrıca bu: Bir malın kâr ve geliri onun mülkiyeti ve tazmin riski mukabitindedir, yani nimet külfet mukabilindedir, hadisine ters düşmek­tedir. Çünkü bu hadis, malın mülkiyeti kimde ise, helak olduğu zaman kimin hesabına gidecekse gelirini de ona vermektedir.

Aslında Hanefîlerin bu hadisle amel etmeyişlerinin,sebebi sahabe hakkın­daki ta'nları değildir, bilakis burada hadisin "muddarib" olması (aynı ravinin hadisi değişik lafızlarla rivayet etmesi) veya mansuh olması veya onların naza­rında zayıf olması gibi başka sebepler vardır.

İmam Malik de haber-i vahidle amel edilebilmesi için hadisin Medine ehli­nin ameline muhalif olmamasını şart koşmuştur. Çünkü ona göre Medine ehli­nin ameli Rasulullah'tan rivayet ettikleri hadis derecesindedir. Bir topluluğun rivayet ettiği ile amel etmek bir kişinin rivayet ettiği ile amel etmekten evlâdır. Bu sebeple Malikîler, Medine ehlinin icmâına muhalif olduğu için "hıyar-ı mec­lis" hadisi ile amel etmemişlerdir[82].

İmam Şafiî de haber-i vahid ile amel etmek için şunları şart koşmuştur[83]:

"Râvinin, dininde güvenilir, doğru, yaptığı rivayeti anlayan ve iyi zabteden birisi olmalı ve ilim ehlinin (aynı konudaki) hadisine muhalif olmamalıdır demiştir." Bu şartların neticesi haber-i vahidi kabul etmemektir.

İman Ahmed bin Hanbel de İmam Şafiî gibi senedin sıhhati dışında heber-i vahidle amel etme hususunda başka şart koşmamıştır.[84]

 

Mürsel Hadis

 

Usülcülerin ıstılahında mürsel hadis, ister munkati' veya mu'dal veya muallak olsun Rasûlullah'la görüşmemiş âdil kişinin "Rasûlullah şöyle dedi" şeklinde rivayet ettiği hadistir.

Sahabenin mürselinin kabul edileceğinde ihtilaf yoktur. Çünkü sahabenin hepsi adi sıfatına sahiptir. Sahabenin haricindekilerin mürsellerine gelince Şafiî hariç Cumhurun nezdinde makbuldür. Çünkü âdil ve sika (güvenilir) olan râvi bir hadisi Rasûlullah'ın söylediğine kesin inanmadıkça irsal yapmaz ve rivaye­tini caiz görmez.[85]

İmam Şafiî aşağıdaki beş şeyden birisiyle takviye edilmedikçe mürsel hadisi kabul etmez:

1- Said bin Müseyyib, Zührî, Hasan el-Basrî, Şa'bî ve İbni Şîrîn gibi tabiînin büyüklerinin mürsellerinden olmalıdır.

2- Müsned bir hadisin onu mana yönünden teyid etmesi lazımdır.

3- Âlimler nazarında makbul olan bir mürselin ona muvafık olması la­zımdır.

4- Bir sahabe kavli onu teyid etmelidir.

5- Âlimlerin çoğunluğunun fetvasıyle takviye edilmiş olmalı.

İmam Şafiî'nin delili şudur: Ravinin haberinin kabulü onun âdil olarak bilinmesi şartına bağlıdır. Halbuki mürselde aslın adaleti bilinmemektedir, zira onun ismi ve vasfı bilinmiyor. Bunları bilmiyorsak bu rivayetin reddinden başka yol yoktur. Yukarıda geçen beş şeyden biriyle teyid edilmiş olursa râvinin doğruluğu yalan söyleme ihtimaline tercih edilir ve o hadisle amel etmek caiz olur.[86]

 

Peygamberin Fiilleri

 

Peygamber (s.a.) in fiilleri üç çeşittir[87]

2-Fıtrî hareketleri: Bunlar oturup kalkma, yeme, içme, uyuma, yürüme gibi insan olmanın gereği zat-ı âlilerinden sadır olan fiillerdir. Bunlar kendisi için mubah hareketler olduğu gibi ümmeti için de mubah hareketlerdir, dolayısıyle bunları yapmak ve bu davranışlarında Rasûlullah'a ittiba etmek bize vacib değildir. Ama meselâ sağ elle yemek gibi mendup veya sünnet olduğuna dair hakkında delil varsa o şer'î bir hüküm olur.

Dünya işlerindeki tecrübesi ve bilgisi gereği kendilerinden sadır olan ticaret, ziraat, harp idare etmesi, bir hastaya ilaç tarif etmişi gibi hareketleri de bu kabildendir, şer'î bir hüküm sayılmaz. Çünkü bunlar ilâhî vahy ile değil şahsi ictihad ve tecrübe ile yapılan fiillerdir. Bu sebepledir ki Bedir gazasında Rasû­lullah (s.a.) orduyu muayyen bir yere yerleştirme yönünde görüş beyan edince Habbab bin Münzir kendisine "Ya Rasûlallah bu yer Allah'ın sana gösterdiği bir yermidir yoksa kendi reyiniz veya harp ve taktik icabı mıdır? Rasûlullah:

"Bu, görüş harp ve tatbik icabıdır" buyurdular. O zaman Habbab: "Konaklanacak yer burası değildir" diyerek su kaynağına yakın başka bir yeri işaret etti, ordu oraya indi.

Rasûlullah (s.a.) Medine halkının hurma ağaçlarını tohumladığını.[88] gördüğünde onlara bunu yapmamalarını tavsiye etti, onlar da bıraktılar. O yıl hurmalar olmadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onlara.

"Siz dünyanızın işle­rini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.

2- Sadece Rasûlullah'a ait olduğu sabit olan fiiller.

Meselâ: İftar etmeden oruca devam etmek, kuşluk namazının, kurban kesmenin, vitir ve teheccüd namazlarının ona vacib olması, dörtten fazla kadınla evlenme, bir davanın isbatında yalnız Huzeyme'nin şahitliğini yeterli görmesi Hasâis-i Nebî'den (Rasûlullah'a mahsus fiillerden) sayılır. Bunların hükmü şudur: Hasâisde Rasûlullah'a tabi olunmaz, kendine mahsus sayılır.

3- Yukarıda geçenlerin dışında olup dinî bir hüküm kastedilen fiiller.

Bunlar uymamız istenilen fiillerdir. Bunların vücub veya nedb veya ibâha ifade edip etmediği aşağıdaki şartlarla anlaşılır:

  1. a)Eğer bu fiiller Kur'an'daki bir mücmeli beyan veya bir mutlakı takyid veya bir umûmu tahsis için sadır olmuş ise onun vücub ve nedb bakımından hükmü beyan ettiğinin hükmü gibidir. Bu fiillerin beyan olup olmadığı ya me­selâ: Rasûlullah (s.a.) in namaz hakkında"Namazı benden gördüğünüz gibi kı­lın", hac hakkında da "Hac hükümlerinizi benden alın" hadislerinde olduğu gibi sözle açıkça ifade buyurmasından veya beyana ihtiyaç duyulduğu sırada sadır olan ve beyan sayılabilecek fiillerde olduğu gibi karinelerden anlaşılır. Veya meselâ Rasûlullah (s.a.)ın hırsızın elini bilekten kesmesi "...onların elini kesin" ayetinin bir beyanıdır. Yine teyemmümde dirseklere kadar meshetmesi "...yüzlerinizi ve ellerinizi mesnedin" ayetinin bir beyanıdır. Beyan vücub, nedb ve ibaha konusunda beyan edilene tâbidir.
  2. b)Bu fiiller herhangi bir şeyi beyan için değil de müstakil vârid olmuşsa bakılır: Vacib veya nedb veya ibaha gibi bir hüküm ifade ettiği biliniyorsa bunu yapma konusunda ümmet de Rasûlullah gibidir. Çünkü:

"Peygamber size ne verdiyse onu alın size ne yasakladıysa ondan da sakının" [89] ve.

"Andolsun ki,Rasûlullah'da sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar, için en mükemmel bir örnek vardır" [90] ayet-i kerimeleri bunu emretmektedir. Ayrıca ashab-ı kiram pek çok olayda delil olarak Rasûlullah'ın fi­ilini esas alıyorlardı. Meselâ Hz. Ömer Haceru'l-esved'i öpme konusunda şunu söylemişti: "Ey taş, Vallahi iyi biliyorum ki sen kimseye zararı ve faydası do­kunmayan bir taşsın, Rasûlullah'ın seni öptüğünü görmeseydim öpmezdim"

Şayet şer'î bir hüküm ifade ettiği bilinmiyorsa bakılır: Devamlı olmaksı­zın bazan iki rekat namaz kılması gibi insanı Allah'a yaklaştıracak şekilde iba­det sıfatı olduğu anlaşılırsa da bu o fiilin mendub olduğuna delâlet eder.

Alış-veriş ve ziraat ortaklığı gibi kendisinde ibadet sıfatı bulunmadığı anlaşılırsa ibâha (yapılması mubah) ifade eder. Âlimler nazarında râcih olan görüş budur. Çünkü bu fiilin ibâha ifade ettiği kesindir. Bunun üstünde (daha kuvvetli) bir hüküm ifade etmesi ancak delil ile olur, delil de yoktur. Bir başka izaha göre de Rasûlullah'ın onu yapması mendup olduğuna delâlet eder. Çünkü bu fiilin mutlaka ibadet için yapılmış olması gerekir, ibadet için yapılanın da en aşağı hükmü menduptur.

Özetle söylersek: Resûlullah'tan bir insan olması hasebıyle sadır olan fiiller ve tecrübeleri, dünyevî işleri ve kendine mahsus (hasâis-i Nebî) olan fiiller şer'î hüküm sayılmaz, ve yapmamız matlup bir sünnet değildir. Ama bunlar Peygamber olma vasfıyla kendisinden sadır olup umumi olarak hüküm ifade etmesi kastedilmişse bu, ümmetin uyması lazım gelen şer'î bir hükümdür.

 

ÜÇÜNCÜ DELİL İCMÂ

 

İcmânın Tarifi

 

İcmâ lügatta ya bir şeye azmetme manasınadır. Meselâ "filan şu iş üzerine icmâ etti" demek ona azmetti karar verdi manasına gelir.

"Siz de ortaklarınızla beraber yapacağınıza icmâ edin." [91] ayetindeki icmâ da azmedin, karar verin manasınadır. Veya ittifak manasınadır. Meselâ: "Bir topluluk şuna icmâ etti" demek "onun üzerinde ittifak ettiler" manasına gelir.

Usülcülerin ıstılahında icmâ: "Ümmet-i Muhammed'den müctehidlerin Peygamberin vefatından sonra her hangi bir asırda bir şer'î hüküm üzerinde ittifak etmeleridir." Yani icmâda mutlaka her hangi bir şey üzerinde ittifak vardır. Ayrıca bu ittifakın mutlaka ictihad ehliyetini hâiz müctehidler tarafından yapılmış olması lazımdır. Dolayısıyle avamdan kişilerin ve şer'î hüküm istinbâtında ehil olmayanların sözüne itibar edilmez. Mevcut bütün müctehidlerin çoğunluğunun ititfakı bağlayıcı bir icmâ sayılmaz. Yine sadece Medine halkının veya Mekke ve Medine halkının veya Basra ve Küfe halkının veya Ebubekir ve Ömer'in ittifakı veya yalnız dört halifenin veya Âli Beyt'in (Hz. Ali, Fatma, oğulları Hasan ve Hüseyin) ittifakları icmâ sayılmaz.

Yine müctehidlerin ümmet-i Muhammed'den olması şarttır. Buna göre başka dinlerden olanların ittifakı şer'î bir icmâ sayılmaz. Çünkü şeriatin delil­lerinde icmâ, hatadan masum olduğu sabit olan ümmet-i Muhammed'e aittir.

Yine Rasûlullah hayatta iken icmâ vaki olmaz. Çünkü eğer Rasûlullah icmâ edenlere katılmışsa o taktirde bu hüküm icmâ ile değil sünnetle sabit ol­muş demektir. Onlara muhalefet ederse onların ittifakı düşer geçersiz olur.

Yine icmâ ancak vacib, haram, sahih, fasid gibi şer'î bir hüküm üzerinde olur. Buna göre meselâ "Fe harfi takib içindir" gibi lügatla ilgili bir şey veya bu âlemin sonradan var olması gibi aklî bir şey veya mükelleflerin fiilleri ile ilgisi olmayıp örf ve âdetten kaynaklanan harp gibi halkın işlerinin düzenlenmesi gibi dünyevî bir şey üzerindeki ittifak icmâ sayılmaz.

 

İcmânın Rükün ve Şartları

 

"Rükün" kelimesinin gerçek manasıyle icmânın sadece bir rüknü vardır o da "müctehidlerin ittifakı"dır. Aralarında ittifak hasıl olmadıkça icmâ oluşmaz.

İcmânın altı şartı vardır:

1- İcmâda yer alan müctehidlerin sayısı ikiden fazla olmalıdır. Bir müctehidle icmâ gerçekleşmez, çünkü "ittifak"ın manası birkaç âlim arasında ta­savvur edilebilir. Herhangi bir asırda sadece bir veya iki müctehidin bulun­muşsa şer'an icmâ oluşmaz.

2- Şer'î hüküm üzerinde bütün müctehidlerin ittifakı hasıl olmalıdır. Dolayısıyle muhalefet edenlerin sayısı ne kadar az, ittifak edenlerin sayısı da ne kadar çok olursa olsun müctehidlerin çoğunun ittifakı icmâ sayılmaz. Çünkü icmâda Daru'l-İslam'ın bütün müctehidlerinin ittifakı lazımdır. Müctehid olma­yanların sözü muteber değildir.

3- Hâdise meydana geldiği esnada islâm âleminin çeşitli bölgelerinde bu­lunan bütün müctehidlerin ittifakı olmalıdır. Hicaz veya Mekke-Medine veya Mısır veya Irak gibi muayyen bir bölgedeki müctehidlerin ittifakı icmâ sayıl­mayacağı gibi meselâ sadece "Âli Beyt'in ittifakı da icmâ sayılmaz.

4- İster sözle ister fiille olsun, ister bir arada ister ayrı yerlerde bulunsun­lar ittifak müctehidlerin herbirinin hadise hakkında açıkça görüş beyan etmeleri suretiyle meydana gelmiş olmalıdır.

5- Bu ittifakın, adalet sıfatını taşıyan ve bid'atlardan uzak duran ictihad ehlinden sadır olması lazımdır. Çünkü icmânın hüccet oluşuna delâlet eden nasslar bunu göstermektedir.

"Adalet sıfatı" cumhura göre şarttır. Çünkü icmânın hükmü ancak müc­tehidin şehâdet ehliyetini haiz olmasıyle bağlayıcı olur, şehadet ehliyeti de.

"Sizden, iki âdil kişiyi şahit tutun" [92]ayetinde sarahaten ifade edildiği gibi ancak adalet sıfatını haiz kişilerde olur.

"Müctehid bidatlerdan bütünüyle uzak olmalıdır" şartına gelince: Eğer bid'at kişiyi küfre düşürecek cinsten ise onu kabul eden gayrimüslimdir. Küfre götürecek cinsten değil ama insanları ona davet ediyorsa, bu delilsiz batıl taassubu sebebiyle adalet sıfatı düşer ve bu ümmetin icmâında onun sözü alınmaz. Bu sebebten Hz. Ebubekir ve Hz.Ömer'in halifeliği hususundaki icmâda Râfizîlerin muhalefetine itibar edilmez. Aynı şekilde Hz. Ali'nin halifeliği konusunda da Havâric'in muhalefeti dikkate alınmaz.

6- İcmâ edenlerin, icmâlarında nasdan veya kıyastan şer'î bir müstenede (dayanağa) dayanmaları şarttır. Çünkü müstened bulmadan fetva vermek hatadır ve din babında ilimsiz söz söylemektir. Bu da.

"Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme." [93] ayetiyle nehyedilmiştir. Ayrıca icmâ edenlerin sadece akıllarına dayanarak şer'î hükümler ortaya koymaları caiz değildir.

 

İcmânın Müstenedi

 

İcmânın müstenedi müctehidlerin üzerinde icmâ ettikleri meselede dayan­dıkları delildir. Yukarıda da geçtiği gibi bu icmâda mutlaka bulunmalıdır[94]. Müstenedsiz icmâ tahakkuk edecek olsaydı bu, Rasûlullah'tan sonra bir din ortaya koymaya kapı açardı ki buda batıldır. Sonra ittifakı gerektirecek ve görüşleri birleştirecek bir sebep bulunmadan müctehidler arasında ittifakın meydana gelmesi de âdeten çok uzakdır. Onların görüşlerini birleştiren, dinin sınırlarını aşmalarına mani olan da işte bu müsteneddir. İcmânın müstenedi ya nastır veya kıyastır.

İlham, dinî hususlarda delil olmaz, çünkü din peygamberden alınır, pey­gamber bizzat kendisi de din hakkında konuşmamıştır. O halde ümmetin delilsiz zaten konuşmaması lazım gelir. Delilsiz veya sırf akılla, arzu ve hevese göre hüküm vermek bid'at ve dalâlet erbabının işidir.

Âlimlerin çoğuna göre müstened ya Kur'andan veya mütevâtir sünnetten kat'î bir delil olur, bu takdirde icmâ onu takviye ve teyid eder veya zannî bir delil olur ki bu da haberi vahid ve kıyasdır. Bu takdirde icmâ ile verilen hüküm zan mertebesinden kat'ıyyet ve yakîn mertebesine yükselir.

Masâlih-i mürsele de icmâya müstened olabilir. Maslahat değişirse icmâya muhalefet etmek ve yeni maslahata münasib yeni bir hüküm vermek caizdir. Buna dair delil şudur:

Sahabe asrında câri olan hüküm "tesîr (fiyatların devlet tarafından tesbiti) caiz değildir." şeklinde olduğu halde Medine'nin "yedi fakihi" bunun cevazına fetva vermişlerdir. Asıl şer'î hüküm, Hâşim oğullarına zekat helâl değildir şeklinde olduğu halde Beytülmal değişince İmam Malik ve İmam Ebu Hanife bunun cevazına dair fetva vermişlerdir. Mezhep imamları "insanların haklan zayi olmasın" maslahatına binâen eşler ile usûl ve fürûun birbirleri lehinde şahitlik yapmalarını men etmişlerdir. Halbuki sahabe arasında bu caiz idi.

Müstenedi masalih-i mürsele olan icmâya başka misaller de verilebilir: Beytülmale devamlı bir gelir kaynağı olması, ordu, kaleler, nehirler, köprüler, hakimler, valiler ve muhtaçlar gibi umumun maslahatına olan cihetlere harcan­ması; hiç kimseyi ayırt etmeden geçmiş ve gelecek bütün müslümanların bir hakkı olarak kalması için Hz. Ömer zamanında ashab-ı kiramın silah zoruyle fethedilen arazinin taksim edilmeyip bu araziye "haraç" (topraktan kalkandan belirli oranlarda alınan vergi) konulması üzerinde icmâ etmeleri, Kur'an-ı Kerîm'in bir mushafta toplanması, bilhassa mescidden uzak oturanların cumayı kaçırmamaları gayesiyle namaz vaktini insanlara duyurmak için Hz. Osman zamanında cuma namazı için üçüncü bir ezanın ilave edilmesi üzerinde icmâ etmeleri... İşte sahabenin buradaki müstenedi maslahattır yani işin Hz.Peygamber (s.a.), Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanında olduğu gibi devam etmesi halinde gelebilecek mefsedeti defetmektir.

İcmâ, meydana gelen bir olay üzerinde olabileceği gibi herhangi bir nassın tevil veya tefsiri veya nassın hükmünün ta'lili üzerinde de olabilir.

 

İcmânın Hüccet Oluşu

 

Bir mesele hakkında müctehidlerin tamamının görüşlerinin bir hüküm üzerinde ittifak etmesi suretiyle yukarıda matlup olduğu şekilde icmâ meydana gelirse bu hüküm bağlayıcı olur, uyulması vacibdir, muhalefeti caiz olmaz. Daha sonra herhangi bir asırda âlimler onu bozamaz. Çünkü artık o şer'î hü­küm, ne muhalefete ne de neshe mecal bırakmayacak şekilde kat'î bir hüküm olmuş, Kur'an ve Sünnet gibi icmâdan da yakînî bir şekilde maksad hasıl ol­muştur.

Ancak icmâ delili kat'î olursa, icmâ müstakil bir hüccet olmaz, belki o delili takviye etmiş olur. Eğer icmâ delili zannî olursa icmâ müstakil bir delil olur, yani sadece icmâyı delil almak kâfidir, icmâmn müstenedi olan delili araştırmaya hacet yoktur. Bu icmâ kendi başına şer'î hüküm koyuyor manasına gelmez. Çünkü gerçek manada teşri (hüküm koyma) kaynağı dindir.

îcmâ, âlimlerin çoğuna göre kat'î bir hüccettir. Öyle ki eğer icmâ bize te­vatür yoluyle nakledilmişse muhalefet eden tekfîr edilir veya dalâlette veya bid'at içinde olduğu kabul edilir. Ama bize âhad yolla gelmişse veya sükûtî icmâ ise bu, o hüküm hakkında kat'iyyet değil zan ifade eder.

Âmidî, Cüveynî, İsnevî ve İbni Hâcib gibi bazı âlimler nazarında da icmâyı inkâr eden tekfir edilmez. Ancak beş vakit namaz, tevhid inancı, peygamberlik gibi hak arasında meşhur zarûrat-ı diniyyeden bir şey olursa inkâr eden tekfir edilir. Veya kişi icmâyı ve icmâ edenlerin doğruluğunu kabul ettikten sonra icmâ ettikleri hükmü inkâr ederse yine tekfir edilir. Çünkü bu inkar ve tekzip dini tekzibe götürür. Kim dini tekzip ederse kâfir olur.

 

İcmânın hüccet oluşuna Kur'an ve Sünnetten deliller:

 

1- Kur'an'dan deliller: Kur'an-ı Kerîm'de icmâ-yı ümmetin hüccet oldu­ğuna delâlet eden ayet-i kerîmeler vardır. Bunlar şunlardır:

"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve ce­henneme sokarız, o ne kötü bir yerdir." [95]. Yani Allah (c.c.) müslümanların yolunda başka yol seçmeyi Allah ve Rasûlüne düşmanlık yapma gibi kabul etmiştir. Çünkü her ikisine de aynı cezayı vermiştir ki o da, bu kişiyi o fâsid tercihi ile başbaşa bırakıp ceza olarak onu cehenneme koymasıdır. Al­lah ve Rasûlüne adavet haram olursa müminlerin yolundan başka yolu seçmek de haramdır. Müminlerin yolundan başka yola tabi olmak haram ise onların yolundan ayrılmamak vacib olur. Bu da icmânın bir hüccet olmasını iktiza eder. Çünkü kişinin yolu demek onun tercih ettiği söz veya fiil veya itikad de­mektir.

"Ey iman edenler Allah'a itaat edin, Rasûle ve sizden olan emir sahihle­rine itaat edin" [96]. Allah (c.c.) burada kendisine ve Rasûlüne itaati emrettiği gibi, müminlere ve ülülemre itaati de emretmiştir. "Ulülemr" ile ida­reciler kastedildiği gibi dinde fetva ve ictihad hususunda da müctehid âlimler kasdedilmiştir.

O halde içtihada ehil âlimler şer'î bir hüküm üzerinde ittifak ederlerse o hükme uymak ve amel etmek Kur'an nassıyle vacibdir. Zira ayet-i kerimede:

"Halbuki onu Rasûle veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi on­ların arasından işin iç yüzünü anlayanlar onun ne olduğunu bilirlerdi." [97] buyrulmaktadır.

2- Sünnetten deliller: Müctehidlerin ittifak ettiği şey aslında ümmetin hükmüdür. Çünkü onlar bu konumda ümmetin temsilcileridirler. Rasûlullah (s.a.) dan ümmetin hatadan masum olduğuna delalet eden nice sahih hadisler varid olmuştur. Bu rivayetler her ne kadar Iafızlarıyle ve her biri kendi başına tevatür derecesine ulaşmasalar bile bunlardan "ümmetin hatadan masun yani korunmuş" olduğuna dair hasıl olan ortak mana mütevâtirdir. İşte manevî tevatür budur. Manevî tevatür delâlet ettiği şey hakkında kat'î ilim ifade etmesi açısından lafzı mütevatir gibidir.

Bu hadislerden bazıları şunlardır:

"Benim ümmetim hata üzerinde ittifak etmez.", "Allah (c.c.) ümmetimi bir dalâlet üzerinde toplamaz". "Allah'ın eli (yardımı) cemaatle beraberdir." "Ümmetimden bir zümre Hakk üzre (Hakka) yardımcı olarak devam edecektir. Onlara muhalefet eden onlara zarar veremez. Allah'ın emri gelinceye kadar böyle devam edecektir", "Kim cemaatten bir karış ayrılır ve o halde ölürse an­cak cahiliye ölümü ile ölmüş olur.", "Şeytan tek kişi ile beraberdir. îki kişiden uzaktır." (Ümmet toptan bir hata ve dalâlet üzerinde ittifak etmeyeceğine göre onun temsilcisi âlimlerden de böyle bir ittifak olmaz. O halde icmâ hak üzere­dir).

 

İcmânın Çeşitleri

 

İcmâ tekevvün (oluşum) yollarına göre iki çeşittir: Sarih icmâ sükûtî icmâ.

  1. a)Sarih icmâ:Müctehidlerin, muayyen bir meseledeki hüküm üzerinde söz veya fiil halinde görüşlerinin ittifak etmesidir. Bu, âlimlerin bir mecliste toplanıp her birinin o mesele hakkında görüşünü açıklaması ve görüşlerin bir hüküm üzerinde birleşmesi şeklinde veya o mesele hakkında ayrı yerlerde de olsalar her âlimin aynı fetvayı vermesi ve fetvaların tek bir şey üzerinde birleşmesi şeklinde olur. Bu ihtilafsız bütün alimler nazarında bir delildir.
  2. b)Sükuti icmâ:Bu, bir mesele hakkında aynı asırdaki müctehidlerden bazılarının bir hüküm söylemesi, buna muttali olan diğerlerinin bunu reddet­meyerek sükût etmesi şeklinde olur. Bu icmâ hakkında âlimlerin çeşitli görüş­leri vardır, en önemlileri şu ikisidir[98]:

Malikî ve Şafiîlere göre bu ne bir icmâ ne de bir hüccettir.

Hanefî ve Hanbelîlere göre ise bu bir icmâdır ve kat'î bir hüccettir[99]

Sükûtî icmâyı kabul etmeyen birinci görüş sahihleri görüşlerini şu esasa dayandırdılar: Diğer müctehidlerin susması, duydukları o hükmü kabul ettikle­rine dair bir karine sayılmaz. Zira bu sükût, belki meselede ictihad etmedikleri veya fetvayı verenden çekindikleri veya görüşünü açıkladıkları takdirde bir za­rar geleceğinden korktukları veya "Her müctehid isabet eder" görüşünde olduk­ları için sükût etmiş olabilirler. Bu ihtimaller mevcud olduğundan diğerlerinin sükûtu verilen fetvaya muvafakat ettikleri manasına gelmez ve icmâ vaki olmuş sayılmaz.

Sükûtî icmâyı kabul eden ikinci görüş sahiplerinin delilleri de şunlardır:

1- Her müctehidin görüşünü sarahaten duymak âdeten mümkün değildir. Çünkü âdet, âlimlerden birinin fetvasına diğerlerinin sukut etmesi şeklindedir.

2- Yine âdet bir asırda bir meselede âlimlerin büyüklerinin fetva vermesi küçüklerinin de bir teslimiyet ve muvafakat olarak susması şeklindedir. Bu se­beple sükût zımnî bir muvafakattir.

Görünen o ki rızaya ve muvafakata dair bir isabet bulunduğu; müctehidin araştırmasını bitirmemiş olması veya takiyye olarak veya gönül kırmamak için veya bir otorite sahibinden korktuğu için susmuş olması gibi sükûtun kabul manasına alınmasına mani olan ihtimaller ortadan kalktığı takdirde sukûti icmâ da bir hüccettir. Çünkü sahabenin icmâlarının çoğunu ancak bu şekilde anlamak mümkün olacaktır: Birisinin görüşünü açıklayıp ilân etmesi diğerlerinin sükût etmesi. Şayet verilen hükme razı olduğunu gösteren karine bulunmazsa o takdirde sükûtî icmâ sadece zannî bir hüccet olur.

 

İcmanın Oluşma İmkanı

 

Nazzam ile Mutezile ve Şiadan bazılarına göre icmânın oluşması âdeten mümkün değildir. Çünkü icmânın var olması her hangi bir asırdaki müctehid­lerin ittifakına bağlıdır. Bunun gerçekleşmesi için de şu iki hususun bulunması lazımdır:

  1. a)Mesele ortaya çıktığında İslâm âleminde bulunan müctehidlerin bi­linmesi
  2. b)Bunların tamamının görüşlerinin bilinmesi. İkisi de mümkün değil­dir. Çünük müetehidi müctehid olmayandan ayırt edecek tespit edilmiş bir ölçü bulunmamaktadır: Ayrıca âlimler bir beldede toplu olduğu halde değil her tarafta dağılmış vaziyette bulunurlar, dolayısıyle bunları toplamak güvenilir şe­kilde görüşlerini öğrenmek mümkün olmaz.

Diğer taraftan icmâ edenlerin delili ya te'vile ihtimal bırakmayacak şekilde kat'î olur ve o takdirde icmâya ihtiyaç kalmaz veya zannî olur, o takdirde de itti­fak mümkün olmaz. Çünkü zannî delil, müctehidlerin bakış açılarının ve zekâ seviyelerinin farklı olması, her birinin nazarında kendisini bu hükme götüren şahsî ve mezhebî sebeplerin farklı olmasının yanında hak olanı kabul etmedeki farklılıkları sebebiyle de ihtilâf kaynağıdır.

Bu delillere verilecek cevap şudur:

Bunlar, fiilen vaki olmuş bir şey (icmâ) hakkında mücerred şüphe ve tereddütlerdir, itibar edilmez.

Âlimlerin cumhuru âdeten icmânın mümkün olduğuna onun fiilen vaki olmasını delil gösterdiler, mümkün olduğuna vukuundan daha kuvvetli bir delil ise olmaz. Nitekim sahabe, zekat vermeyenlerle harp edilmesi, Kur'an-ı Kerîm'in bir mushafta toplanması, altı sınıf eşyada faizin carî olacağı, müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle yaptığı nikâhın batıl olması, mehir tespit etmeden yapılan nikahın sahih olması, bir kadının teyzesi veya halasıyla aynı nikah altında birleştirilmesinin haram olması, domuzun iç yağının da haram olması, ninenin mirasta hissesinin altıda bir olması, yine mirasta oğulun, oğlun oğlunu hacbedip mirastan mahrum etmesi, satın alınan buğdayın kabzedilmeden satılmaması gibi bir çok ahkâm üzerinde icmâ etmişlerdir.

Bugün de, her İslâm ülkesinde isim yapmış ictihad ehliyetine sahip olan kişilerin şer'î esaslara uygun olarak titizlikle seçilmiş olması şartıyle hükümet­lerinin veya kurumlarının düzenlediği kongreler ve konferanslar yoluyla icmâ­nın oluşması mümkündür.

 

Fiilen İcmânın Vaki Oluşu

 

İbni Hazm'ın Meratibü'l-îcmâ adlı kitabında da açıkça ifade edildiği gibi âlimlerin cumhuruna göre sahabe ve diğer asır âlimlerinden pek çok icmâ vaki olmuştur. Meselâ: Mirasda nineye altıda bir hisse verilmesi, satın alınan buğdayın kabzedilmeden satılmaması, domuzun etine kıyas edilerek iç yağının da haram olması, gasbedilen malın ya misli ile veya kıymeti ile tazmin edilme­sinin vacib oluşu, müslüman bir kadının gayrimüslim erkekle yapacağı nikâhın batıl olması, mehir konuşulmadan nikâh akdinin sahih olacağı, bir kadını teyzesi veya halası ile aynı nikah altında toplamanın haramlığı, kocanın ölümü sebebiyle iddetin vacib olması gibi şer'î bir nassa dayanan bu icmâlar icmânın fiilen vaki olduğunu gösterir. Bunu araştırmaya dahi gerek yoktur.

 

Sırf İctihadî Meselelerdeki İcmâ

 

İctihadî meseleler üzerinde icmâ vaki olduğunu iddia etmek kolay değil­dir. Bu konuda söylenmesi mümkün olan şey şudur:

Bir takım görüşler vardır ki o hususta sahabe ve başkaları arasında her hangi bir ihtilâf bilinmemektedir.

Bu çeşit icmâya mudârebenin meşruiyeti üzerinde vaki' olan ittifakı misal göstermek mümkündür. Zira âlimler bunun cevazı üzerinde ittifak etmişlerdir. Halbuki buna dair sahih bir nass yoktur. Bilinen tek şey Rasûlullah (s.a.) za­manında insanların mudârebe ortaklığını yapıyor olup Rasûlullah'ın da bunu menetmeyerek tasvip etmiş olmasıdır.

İmam Şafiî: "Hakkında ihtilâf olduğu bilinmeyen şeye icmâ denilmez" demiştir. Ahmed bin Hanbel'in "Kim icmâ iddiasında bulunursa yalancıdır" sözünden ne kastedildiğine gelince: Bu, icmâlarm naklinde ve vaki olup olmadığında insanları araştırmaya sevketmek, muttali olmadan, naklin sıhhatine ve haberin doğruluğuna dair başkalarının da muvafakatini araştırmadan icmâ iddiasında bulunmamaları içindir. Yoksa maksadı icmânın vukuunu inkar etmek değildir.

 

DÖRDÜNCÜ DELİL KIYAS

 

Kıyasın Tarifi

 

Kıyas lügatta bir kaç manaya gelir:

"Takdir" manası: Benzerlerine göre bir şeyin miktarını bilmek. "Kumaşı metre veya zira ile kıyas ettim" demek, "metreye veya ziraya göre onun mikta­rını öğrendim" demektir.

"İki şeyin arasını maddî ölçülere göre eşitlemek" manası: Meselâ: Bu tahtayı şu tahtayla kıyasladım" demek "bunu onun hizasına getirdim ve denk­ledim" demek olur.

Kıyas "iki şey arasını manevî olarak eşitlemek" manasına da gelir. "Filan kişi filan ile kıyaslanamaz" demek ilimde fazilette ve şerefte ona eşit olamaz" demek olur.

Usûlcülerin ıstılahında kıyas: Aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunmayan şer'î hükmü, hakkında nass bulunan bir hükme ilhak etmektir. İlhakın manası var olan hükmü açmak ve ortaya çıkarmak demektir. Zaten yok olan bir hüküm çıkarmak değildir. Çünkü hüküm aslında şer'an sabittir, ancak bunun ortaya çıkması, müctehidin illet vasıtasiyle bunu beyan ettiği vakte kadar gecikmiş olması demektir. Şu halde kıyas var olan hükmü ortaya çıkarır yoktan var etmez. İllet hükmün temelidir. Müctehidin yaptığı, hükmün illetindeki ortaklıklarından dolayı asılda var olan hükmün fer'de de var olduğunu ortaya koymaktan ibarettir.

Yani muayyen bir meselenin hükmü üzerine Kur'an'da veya sünnette bir nass varid olsa veya icmâ bulunsa, sonra müctehid bu hükmün şeriatte meşru kılınmasına sebep olan illeti tesbit etse, sonra aynı illeti hakkında nass bulunan meseleye benzer başka bir olayda bulsa, bu iki olayın o hükümde ortak oldu­ğuna dair zanni galip hasıl olsa hakkında nass bulunmayanı, hakkında nass bulunana ilhak etse işte bu ilhaka "kıyas" denir. Hakkında nass bulunana asıl veya makisun aleyh, hakkında nass bulunmayana fer' veya makîs, hükmün meşru kılınmasına sebep olan manaya da illet denir.

Kıyasa misaller çoktur. Bunlardan bazıları şöyledir:

1- Allah (c.c.) "Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." ayet-i kerimesinde iç­kinin (hamr) haram olduğunu sarahaten söylemiştir. Hamr taze üzüm suyundan elde edilmiş ve kaynatılmamış sarhoşluk veren içecektir. Müctehid bunun ha­ram kılınmasının illetinin aklı gideren sarhoş edici vasıf olduğunu tespit etseki şüphesiz bunda insanların arasına düşmanlık ve kin sokmak, içene tıbben tespit edilmiş zararlar vermesi gibi dinî ve dünyevî sağlık ve toplumu ilgilendi­ren pek çok zararlar vardır- sonra müctehid bu "sarhoş etme" özelliğinin diğer meyva ve hububattan elde edilen içeceklerin içilmesiyle de görüldüğünü tesbit etseki bunlara nebiz = şıra denilir- böylece içilmesi haram olması açısından nebiz de şaraba ilhak edilmiş olur. Bu kıyasın rükünleri: Hamr = şarab asıl, nebîz,fer'dir. Hakkında nass bulunan aslın hükmü: Haram olması, asıl ile fer' yani makîs ile makısun aleyh arasındaki ortak vasıf "sarhoş etmesi" dir.

2- Rasûlullah (s.a.) "Katil miras alamaz" sözüyle katili mirastan men et­miştir. Bunun illeti "vakti gelmeden bir şeyi elde etmede acele etmesi" dir. Dolayısıyla bundan mahrum edilerek cezalandırılır. Bu illet kendisine vasiyet ya­pılan şahsın vasiyet edeni öldürmesi hadisesinde de mevcuttur, bu sebeple Şafiîler hariç cumhura göre bu vasiyet mirastaki öldürmeye kıyas edilerek vasi­yetle mal alacak olan şahıs, katil vârisin mirastan menedildiği gibi bu vasiyetten men edilir.

3- Rasûlullah (s.a.) "Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine pazarlık, dünürü üzerine dünür yapmasın" hadisiyle dünür üzerine dünürlüğe gitmeyi haram kılmıştır. Bunun illeti müşterinin ve ilk dünürün rahatsız edilmesi, kin ve düşmanlığının kazanılmasıdır. Bu mal satış akdinde olduğu gibi kira ve diğer akidlerde de mevcuttur. Dolayısıyle hükmün illetinde müşterek oldukları için dünür üzerine dünür gitmenin haram olmasına kıyas edilerek bu hareket diğer akidlerde de haram olur.

4- Kur'an-ı Kerîm:

"Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı za­man hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın." [100] ayetinde cuma ezanı okunduğu sırada alış-verişi haram kılmıştır. Bunun illeti alış-verişle meşgul olurken namaz kılamamasıdır. Hanbelîler hariç cumhura göre bu mana kira ve rehin gibi herhangi bir akid ve işde de mevcuttur, dolayısıyle alış­verişin nehyine sebep olan illet o akidlerde da bulunduğu için onlar da haram olur.

 

Rükünleri

 

Kıyas dört rükün üzerine oturur: Asıl, fer', asıl ile fer'i birleştiren vasıf ki bu illettir, ve aslın hükmü.

1- Asıl: Nass veya icmâ ile sabit olan hükme konu olan şeydir. Şaraba kı­yas edilerek nebîzin de haram kılınması misalindeki şarap asıldır.

2- Fer': Hakkında herhangi bir nass veya icmâ bulunmayandır ki yu­karıdaki misalde bu nebîzdir.

3- İllet: Aslın hükmünün üzerine bina edildiği vasıftır. Yukarıdaki misaldeki "sarhoş etme" vasfı illettir.

4- Aslın hükmü: Asıl hakkında varid olan nass veya icmânın ifade ettiği ve fer'a nakledilmesi istenilen şer'î hükümdür. Geçen misaldeki "şarabın haramlığı" aslın hükmüdür.

Kıyas yolu ile fer'de sabit olan hükme gelince -ki bu, yukarıdaki misalde nebîzin haram olmasıdır- bu kıyasın neticesidir, kıyasın bir rüknü değildir.

Bir başka misalle kıyası şöyle açıklayalım:

Hadis-i şerifte belirtildiği gibi altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz dan ibaret olan altı sınıf mal kendi cinsleriyle takas edildiğinde birinin ölçek miktarı diğerinden fazla olursa faiz olur ve haramdır. Bunlar asıldır. Mısır, pirinç, bakla gibi bu altı sınıfa kıyas edilenler ise fer'dir. Hüküm ise bunlarda faizin haram olmasıdır. İllete gelince: Hanefî ve Hanbelîlere göre illet aynı cins olmasının yanında ölçü veya tartı ile satılır olmalarıdır. Şafiî ve Malikîlere göre ise illet altın ve gümüşte semeniyet (değer ölçüsü), geri kalan dört yenilir maddede ise illet Şafiîlere göre yenilir şey olmaları, Malikîlere göre de aynı cins olmanın yanında depolanıp bozulmadan bekletilebilir olmalarıdır.

 

Kıyasın Hüccet Olması

 

Kıyasın hüccet olup olmadığında iki meşhur görüş vardır: Cumhura göre kıyas amelî hükümler çerçevesinde şer'î bir hüccettir ve Şeriatın asıllarından biridir. Şer'î deliller arasında dördüncü sırada yer alır. Bunlar kıyası hüccet olarak kabul edenlerdir.

Mu'tezileden Nazzam'a, Şia'dan İmamiyye'ye ve Zahirî mezhebine göre kıyas ahkam için şer'î bir hüccet değildir. Bunlar da kıyası kabul etmeyenler­dir.

 

Kıyası kabul eden Cumhurun delilleri:

 

Cumhur, kıyasın hüccet olduğuna dair Kur'an, Sünnet, İcmâ ve makul'den olmak üzere dört delil getirdiler.[101]

Kur'anda kıyasın hüccet olduğuna dair pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1"Ey akıl sahipleri! İbret alın."[102] Allah (c.c.) Benî Nadîr yahudilerinin inkârlarından, Rasûlullah'a ve müminlere verdikleri sıkıntılardan dolayı başlarına gelenleri haber verdikten sonra "ibret alın" buyurmuştur. Yani "kendinizi onlarla kıyaslayın, onların başına gelen şeyin benzerinin, benzeri bir cezanın sizin başınıza da gelebileceğini unutmayın, çünkü siz de onların yap­tıklarının benzerini yaptınız" demektir.

2"Bir şeyde, anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Rasûlüne havale edin." [103] Hakkında nass bulunmayan meseleyi, hükmün illetinde eşit olmaları sebebiyle hakkında nass buluna meseleye ilhak etmek onu Allah'a ve Rasûlullah'a havale etmektir ki kıyasın manası da işte budur.

3"De ki, anları ilk defa yaratmış olan diriltir."[104] Allah (c.c.) bu manayı bizim daha iyi kavramamız için, mahlukatın tamamen yok ol­duktan sonra tekrar yaratılmasını onun ilk defa yaratılmasına kıyas etti. Çünkü onu yoktan yaratmaya kadir olan öldükten sonra diriltmeye elbette kadir olur, bilakis bu daha kolaydır. İşte bu bir kıyastır.

Sünnetten deliline gelince:

Sünnette hem kavlî hem amelî olarak kıyasa delâlet eden deliller vardır. Kavlî delili: Rasûlullah (s.a.) in kıyasla amel etmeyi tasvip etmesidir. Muaz'ı Yemen'e vali olarak gönderirken ona "Sana bir mesele arzolunduğu zaman nasıl hükmedersin" diye sormuştu. O da "Allah'ın kitabına göre hükmederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'ın sünnetine göre hükmederim. Onda da bulamazsam ictihad eder re'yimle hükmederim, elimden gelen gayreti de esirgemem" diye cevap verince Rasûlullah (s.a.) mübarek elini Muaz'ın göğsüne vurarak:

"Allah Rasûlünün razı olacağı şekilde muvaffak kılan Allah'a hamdederim" buyurmuştur. Görüşüyle ictihad etmek kıyası da şamildir.

Sahih olarak gelen amelî sünnete gelince: Rasûlullah (s.a.) pek çok mese­lede kıyas yapmıştır, bazıları şunlardır:

1-Has'am kabilesinden bir adam -bir rivayette kadın Rasûlullah'a gelip: "Babam çok ileri yaşlarında İslâmla müşerref oldu, binek üzerinde duramıyor, hac da üzerine farz oldu, onun yerine haccedeyim mi? Rasûlullah ona: "En bü­yük çocuğu sen misin?" buyurdular. O da "Evet" dedi. Rasûlullah da ona:

"Ne dersin, babanın borcu olsaydı da onun adına sen ödeseydin ödenmiş olur muydu?" dedi. O da "evet" dedi. Rasûlullah ona "O halde onun yerine hac yap" buyurdular. Bu, borcun ödenmesinin vacip olduğu hususunda Rasûlullah'tan sadır olan Allah'a olan borcu kul borcuna benzeten bir kıyastır.

2- Hz. Ömer oruçlu kişinin inzal,boşalma olmadan hanımını öpmesinin hükmünü sordu. Rasûlullah (s.a.) ona "Ne dersin, oruçlu iken su ile ağzını çalkalasan" diye sordu. O da "Bir şey olmaz" dedi. Rasûlullah ona

"O halde bu telaş niye" buyurdular. İşte bu, cinsî temasın başlangıcı olan öpmenin su içmenin bir başlangıcı olan ağıza su alma üzerine yapılan bir kıyastır. Zira bunlar herbiri asıl fiile götüren ve orucu bozmayan hareketler almaları bakımından aralarında benzerlik vardır.

3- Fezar kabilesinden bir adam hanımı siyahı bir çocuk doğurunca ço­cuğu reddetti. Rasûlullah onu ikna için şöyle buyurdu: "Senin develerin var mı?" adam "Evet" dedi. Rasûlullah "Renkleri nedir?" diye sordu. Adam "Kır­mızı" dedi. Rasûlullah "İçlerinde boz renkli de var mı?" diye sordu. Adam "Evet" dedi. Rasûlullah

"Peki bu nereden geldi?" deyince adam "Belki bir damar çekmiştir" diye cevap verdi. Rasûlullah o zaman

"belki bu çocuk da çekmiştir" buyurdular.

İcmâya gelince: Sahabe tarafından defalarca kıyasla amel edilmiş ve hiç kimseden itiraz gelmemiştir ki bu haber manevî tevatürle sabittir. Dolayısıyla onların bu fiili, kıyasın amel edilmesi vacib olan bir hüccet olduğu üzerinde icmâ ettiklerini gösterir.

Meselâ onlar Hz. Ebubekir'e biat etmek için hilâfeti namazdaki imamete kıyas ederek şöyle dediler:

"Rasûlullah Hz. Ebubekir'den dinimiz için razı oldu, biz dünyamız için razı olmayacak mıyız?". Bir kişiyi öldüren bir gurubun hepsine kısas yapılır hükmünü verirken bunu, ortaklaşa bir hırsızlık yapanları hepsinin elinin kesilmesine kıyas ettiler.

Hz. Ebubekir "kelâle" yi çocuk ve babanın dışındaki mirasçılar diye tefsir etti. Çünkü "kelâle" lügatte "yan yol" manasınadır; "kelâle" de bunun gi­bidir.

Hz. Ömer Ebu Musa el-Eş'arî'ye Basra'ya vali olarak tayin ettiği zaman yargı konusunda ona yazdığı meşhur mektupda şöyle diyordu:

"Benzerlikleri iyi bil ve olayları görüşünle (benzerlerine) kıyas et."

Hz. Osman ölen bir kişinin geride dedesi ve kardeşleri kalması halinde kardeşlere miras verilip verilmemesi konusunda Hz. Ömer'e şöyle demişti: "Kendi görüşünle amel eder, dede kardeşleri hacbeder" dersen doğrudur, ken­dinden öncekilerin görüşlerine tabi olur kardeşleri dedeye ortak edersen... bu ne güzel görüştür.

Hz. Ali: "Aklı başında insanlar nazarında hak mukayese ile bilinir." de­miştir.

İbni Abbas, dedenin ölen kişinin kardeşlerini hacbedip mirastan mahrum etmesi meselesini oğlun oğlunun onları hacbetmesine kıyas etmiş ve şöyle de­miştir: "Zeyd bin Sabit Allah'tan korkmaz mı? Oğlun oğlunu oğul kabul ediyor da babanın babasını baba kabul etmiyor. Yani dedenin ve kardeşlerin her iki­sinin de ölene bir vasıta ile bağlı olmaları konusunda birbirlerine benzediklerini kabul etmediğini ifade ediyor.

Ashabın büyüklerinden sadır olan bu ve benzeri meseleler kıyasın amel edilmesi vacib olan bir delil olduğunu göstermektedir.

Makulden delillere gelence, bunlar çoktur, en mühimleri şunlardır:

1- Dinin bütün hükümleri, aklen anlaşılır, "maslahata riayet" esasına bina edilmiş hükümlerdir. Hükümlerin konulmasındaki nihâî gaye insanların masla­hatlarının gerçekleşmesidir. Meselâ iki hâdise mazınne-i maslahat (maslahatı gerçekleştirmesi muhtemel) olan hükmün illetinde eşit olurlarsa Cenabı Hakkın hüküm koymadaki maksadı olan maslahatın hasıl olması için hükümde de eşit olurlar. Maslahatın hasıl olması konusunda müctehidin nazanndaki zannı galip yeterlidir ve o zanla amel etmek vacip olur. İnsan aklının ve sağlığının muhafazası isteniyorsa sadece sarhoş edici şarabı haram kılıp da yine sarhoş edici nebîzi mubah kılmak makul değildir. Aynı şekilde insanların yiyecekleri ve eşyanın bedeli (para) ile oynanmasına mani olmak maksadıyla haram kılman faizi sadece altı sınıf (altın; gümüş, buğday, arpa, hurma, tuz) mala hasredip

meselâ pirinç, darı ve bakla gibi benzerleri yiyeceklerde mubah kılmak makul değildir.

2- Vahiy sona erdiği için Kur'an-ı Kerîm ve Sünnet-i Nebeviyye'nin nasları mahduttur. Halbuki hadiseler sınırlı değildir. Sınırlı olan sınırsız olanı kuşatamaz. Hakkın da nass bulunan hükümlerin konulmasına sebep teşkil eden illetler anlaşılıp benzerlerine tatbik edilmedikçe sınırlı olan nasslar sınırsız hadiseleri kuşatamaz. İşte, ortaya çıkan yeni hadiselerin hükmünü öğreten, hüküm koymada bize kaynak olan kıyasın manası budur.

3- Fıtrat-ı selime, akıl ve mantık kıyasla amel edilmesini gerektirir. Zira insanların haksız yere malının yenmesine zulme ve hakka tecavüze sebep ol­duğu için bir fiili yasak eden insan, içinde zulüm ve haksızlık olan her şeyi o file kıyas eder.Meselâ kokmuş bir yiyeceğin yenmesi veya zehirli içeceğin içil­mesi yasaklanmışsa, bundan zaruri olarak kokmuş olan her yiyeceği yemekten, her zehirli içeceği içmekten kaçınmak lazım geldiği anlaşılır.0 takdirde şeriatın her zaman ve mekâna uygun olduğuna ve ebediyete kadar insanların ihtiyacına ve maslahatına cevap vereceğine teminat verebiliriz.

 

Kıyası Kabul Etmeyenlerin Delilleri:

 

Şia, Nazzam ve Zahiriyyye mezhebi kıyasın meşru olmadığına şu dört şeyi delil göstermişlerdir[105]

1- Kur'an-ı Kerîm: Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"Biz kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık."[106]

Yani Allah'ın kitabı her şeyi ihtiva et­mektedir, dolayısıyle kıyasa ihtiyaç yoktur. Bunun cevabı şudur: Kur'an-ı Kerîm herşeyi ihtiva etmektedir, ancak tafsilatlı şekilde değil anahatlarıyle ih­tiva etmektedir.Bunun da delili şudur: Pek çok şer'î hüküm hakkında nass bulunmamaktadır. Bu sebeple Kur'ın-ı Kerîm'in ahkama delâleti ya doğrudan doğruya nassla olur veya bir vasıta ile olur ki bu da kıyastır.

Kıyası kabul etmeyenler ikinci delil olarak şu ayet-i kerimeyi zikrederler:

"Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme."[107] Kıyas da sadece zan ifade ettiğine, kat'î ilim ve yakın ifade etmediğine göre onunla amel etmek nehyedilmiş olmaktadır, hüküm isbat etmek için uygun bir yol değildir, çünkü bu zanna tabi olmaktır.

Buna verilecek cevap şudur: Burada nehyedilen şey akaidde zanna tabi olmadır. Şer'î amelî hükümlere gelince: Alimlerin ittifakıyla burada zan kâfiider. Âhad haberlerle, iki kişinin şahitliğini kabul etmek gibi zandan öte bir şey ifade etmeyen şeylerle amel etmekle mükellef oluşumumuz buna delildir.

2- Sünnet: Sünnette de kıyasla amel etmeyi nehyeden deliller vardır. Me­selâ: "Bu ümmet bir zaman kitapla bir zaman sünnetle bir zaman da kıyasla amel edecek, işte bunu yaptıkları zaman delâlete düşmüşlerdir." Buna verilecek cevap da şudur: Bu hadisin sahih olduğunu farzetsek dahi, bu muteber olmayan fasid kıyas manasınadır[108] Fasid kıyas, bir delile dayanmayan veya delile mu­arız kıyastır. Sahih kıyas ise makbuldür. Sahih kıyas kitap ve sünnete ters düşmeyen, dil kaidelerine uygun, farazî ve tahminî şeylere dayanmayıp bilakis şer'î naslardan istidlal edilen veya meselâ "Masâlih-i mürsele" esasına binaen yapılmış şeriatın ruhuna uygun olan kıyastır.

3- İcmâ: Ashabı kiramdan bazılarının kıyasla ameli zemmetmeleri, onla­rın bu sözlerine karşı diğerlerinin sükût etmesi kıyasın aleyhine bir icmâdır. Meselâ: Hz. Ebubekir"e "Kelâle" nin manası sorulduğunda "Ben Allah'ın kitabı hakkında kıyas ve içtihadımla bir şey söylersem beni hangi yer taşır, hangi sema gölgeler." dedi. Hz. Ömer de: "Sakının kıyas ehlinden, zira onlar sünnet düşmanıdırlar. Hadis ezberlemek zor gelince görüşleriyle (kıyasla) hü­küm vererek hem kendileri sapar hem başkalarını saptırırlar" Şu söz de ona aittir: "Sakının mukâyeleden". "Mukâyele nedir?" denildiğinde "mukayesedir" dedi.

Hz. Ali (r.a)'de şöyle demiştir: "Bu din re'y (kıyas) le olsaydı meshederken altını meshetmek üstünü meshetmekten daha uygun olurdu." İbni Abbas da şöyle demiştir: İçinizdeki kurrâlannız ve sâlihleriniz gider, insanlar da cahilleri başa geçirirler, onlar da işleri kendi reyleriyle kıyas ederler."

İşte ashabı kiram, kıyasla ameli kabul etmediler, bunlara itiraz eden de olmadı. O halde bu kıyasla amelin caiz olmadığı üzerinde ashabın icmaldir.

Buna şöyle cevap verilir: Bu rivayetler sahih değildir. Sahih olsa bile, daha önce zikrettiğimiz kıyasla amelin caiz olduğuna delâlet eden rivayetlere zıttır. Kıyas aleyhindeki bu sözlerin maksadı kıyası reddetmek değil belki nassa veya şeriatın ruhuna dayanmayan görüş ve kavilllere fırsat vermemek veya nassa muhalif olarak yapılmış, sıhhat şartlan bulunmayan fasid kıyas hakkında söylenmiştir. Veya ictihad ehli olmayanlar hakkında veya Kur'an-ı Kerîm'in tefsir edilmesi gibi kıyas cereyan etmeyen hususlarda re'yine göre konuşanlar hakkında söylenmiş sözlerdir. Şer'î nasslara uygun sıhhat şartlan tam olan sahih kıyas ise caizdir, yasak veya reddedilmiş değildir.

4- Ma'kul'den delilleri: Hükümlerin illetini tesbitte görüşler farklı olacağı için kıyas müctehidler arasında niza ve ihtilafa sebep olur. Nitekim ictihadla sabit olan meselelerde durum budur. Bu ise ihtilafın, taâruz ve tenakuzun kay­nağıdır. Halbuki dinde taâruz ve tenakuz (çelişki) yoktur. Allah (c.c.)

"Niza yapmayın sonra (harpten) korkarsınız da gücünüz gider."[109] buyurmaktadır. Buna da şöyle cevap verilir. Burada nehyedilen niza ve ihtilaf, zem edilen tearuz ve tenakuz, akide ve dinin esaslanna veya mesela devlet idaresi ve harp işleri gibi umuma ait işlerdeki niza ve ihtilaftır.

Şer'î amelî hükümlerdeki niza ve ihtilaf ise kaçınılmazdır. Çünkü bunda ne zarar vardır nede mefsedet vardır. Bilakis bu rahmet ve maslahattır ve ümmete genişliktir. Ayrıca şer'an matlub olan içtihadın neticesinde, vahyin kesil­miş olması, her meselede Allah'ın bizzat muradı olan hükmün bilinmesine im­kan olmaması, peygamberin dışında hiç kimsenin masum olmaması gibi sebeplerle ihtilaflara düşülmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyle müctehidler ve onların içtihadını taklid eden herkes bu konuda mazurdur.

 

Kıyasın Şartları

 

Kıyas sahih olması için kıyasın rükünleri olan asıl, fer, aslın hükmü ve illetten her biri için muayyen şartların bulunması lazımdır.

Asılda aranan şartlar: Asıl, hakkında nas veya icmâ varid olan hükmün mahallidir. Usûlcüler bu asıl hakkında bir takım şartlar zikrederler ki bunlar gerçekte aslın hükmünün şartlarıdır.[110] Bir şart hariç, sadece asla mahsus her hangi bir şarta rastlamadım. O bir şart da aslın başka bir aslın fer'i olma­masıdır. Çünkü mantık, esas olan asla kıyas ederek hüküm verir, asıl kabul edilen fer'e kıyas ederek değil.

Bu sebebledir ki meselâ "riba'l-fadl"ın haram olması meselesinde her ikisi de yenilecek şeydir diye ayvayı elmaya kıyas etmek sahih olmaz. Çünkü zaten elma kendisi, altı sınıf eşyanın haram olduğuna delâlet eden hadis içinde zikredilen "hurma" ya kıyas edilen bir fer'dir.

Yine aynı şekilde, darının darı ile takas yapılacak satışında birinin fazla olması durumunda faiz olması meselesinde darıyı pirince kıyas etmek sahih olmaz. Çünkü zaten pirinç nassda zikredilen buğdaya kıyas edilerek "riba'l-fadl" câri olur hükmü verilmiş bir fer'dir. Bunun da illeti Şafiîlere göre buğdayın da pirincin de "yenilir" vasfının bulunması, Malikîlere göre "gıda ve (uzun müddet) saklanabilir" olması veya Hanefî ve Hanbelîlere göre "ölçekle satılır" olmasıdır. İkinci asıl olarak kabul edilen pirinç ile buğday arasında illet birliği olmasına rağmen pirinç üzerine kıyas edilmez. Çünkü bu faydasız bir uzatmadır. Keza her ikisi de "taharet" tir diyerek her ikisinde de niyeti şart kılmak için abdestin teyemmüme kıyas edilmesi sahih olmaz. Çünkü teyemmümde niyetin şart olması hükmü her ikisi de ibadet olması hasebiyle namaza kıyas edilerek verilmiştir. Bu sebeple abdestin teyemmüme kıyası sahih olmaz. Çünkü abdestin teyemmüme kıyasındaki illet ile teyemmümün namaza kıyasındaki illet farklıdır: Birincisinde illet "taharet" ikincisinde "ibadet" tir. İlletin farklı olması birinci kıyası geçersiz kılar. Çünkü hakkında nas bulunan asıl -yani namaz- ile fer' -yani abdest- arasında ortak vasıf bulunmamaktadır. Bu sebeple kıyasın rükünlerinden biri olan illet bulunmadığı için kıyas batıl olur.

Namaz, teyemmüm ve abdest arasındaki ortak vasıf olan "ibadet olma" illet alınacak olsa, yukarıda geçen iki faiz misallerinde de gösterdiğimiz gibi faydasız bir şekilde kıyas uzamış olur.

 

Aslın Hükmünün Şartları:

 

"Aslın hükmünün nasla veya icmâ ile sabit olmuş şer'î bir hüküm olması şarttır" demeye gerek yok. Çünkü biz burada zaten şer'î kıyastan bahsediyo­ruz. Neshedilmemiş halen devam eden bir hüküm olmalıdır demeye de gerek yok, çünkü eğer hükmün aslı neshedilmiş olursa, bununla amel edilme sona erdiği için o hükmü fer'a nakledip fer'in hükmünü o asla bina etmek mümkün olmaz.

Aslın hükmünde aranan şartlar dörttür.

1- Aslın hükmünün sadece kendi mahalline mahsus olmaması lazımdır. Çünkü kıyas yapabilmesi için aslın hükmü fer'a intikal edebilmelidir, şayet başka bir delil ile hükmün asla mahsus olduğu sabit olursa bunun aktarılması mümkün olmaz. Meselâ iftar etmeden oruca devam etmenin mubah olması, dörtten fazla kadınla evlenmenin helâl olması, mehirsiz nikah, ganimetlerden dilediğini alma, ramazan günü hanımıyle münasebette bulunan kişinin oruç keffaretini ev halkına sarfetmesine izin vermesi gibi ruhsatlar Rasûlullaha ait hususlardır.

Hükmü Rasûlullah'a ait hususlardan diğer bazıları şunlardır: "Huzeyme kimin lehinde şahitlik yaparsa o yeterlidir" hadisi şerifinde ifade buyurdukları gibi tek başına Huzeyme'nin şahitliğini kabul etmesi. Bununla "Erkeklerinizden iki şahidin şahitliğini isteyin."[111] ayeti tahsis edilmiş oluyor. Yani şahitler ikiden az olmaz, Huzeyme'nin istisna edilmesi onda, başkalarında bu­lunmayan bir anlayış kabiliyeti olduğu içindir. Dolayısıyle takvada, anlayışta ve doğrulukta onun gibi veya daha üstün olan bir başkası ona kıyas edilemez, bu ona has bir hükümdür.

2- Aslın hükmü kıyas kaidelerine muhalif şekilde sabit olmuş olmamalı­dır. Yani umumî kaidelerden veya kıyas kaidelerinden müstesna bir şekilde meşru kılınmış olmamalıdır. Çünkü kıyasa muhalif şekilde sabit olan hükme başkası kıyas edilemez.

Bunun manası şudur: Aslın hükmünün manası makul olmalıdır. Yani aklın idrâk etmesi mümkün olan bir illeti bulunmalıdır. Çünkü illet kıyasın esasıdır. Bu sebeple namazların rekatleri, zekatların miktarları, zina ve kazf haddinde vurulacak sopaların sayısı ve keffaretler için ödenecek şeylerin mik­tarları gibi taabbudî olan hükümlere kıyas yapılmaz. Çünkü bu hükümlerin il­letlerini aklın idrak etmesi mümkün olmaz.

Aynı şekilde illeti anlaşılır olsa bile umumi kaidelerden müstesna bir şe­kilde sabit olan hükme de kıyas yapılmaz. Meselâ hadis-i şerifte varid olduğuna göre unutarak yiyen kişinin orucunun sahih olması hükmü. Aslında "oruç bo­zan şeylerden oruç müddetince kendini tutması" kaidesine muhalif olarak boğazından içeriye bir şey girdiği için umumi kaideye göre orucunun bozulması lazım gelirken, illeti anlaşılır bile olsa kolaylık olması ve meşakkatin defi için orucun sıhhatine hükmedilmiştir. Çünkü unutan kişi yasak ve haram olanı irtikap etme niyetinde değildir. Öyleyse hata ile oruç bozan bir şey yiyen kişi buna kıyas edilmez. Namazda unutarak konuşan kişinin namazı da unutanın orucuna kıyas edilmez. Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Çünkü unutma hatanın aksine, kaçınmak mümkün olmayan bir haldir. Namaz oruçtan farklıdır, namaz hali ibadeti hatırlatıcı bir sebeptir. Oruçta ise hatırlatacak bir hal yoktur. Onun için namazda unutma mazeret kabul edilmez.

3- Fer'in hükmü hakkında nas bulunmamalı: Yani aslın hükmüne delâlet eden delil fer'in hükmüne de delâlet edip ona da şâmil olmamalı. Zira delil fer'in hükmüne de şâmil olursa o takdirde fer'in hükmü kıyasla değil aslî delil ile sabit olmuş sayılır, dolayısıyle kıyasa ihtiyaç kalmaz. Meselâ, şarabın haramlığına ayetle değil de "Her sarhoş edici şey haramdır." hadisi delil alınırsa bu nass aynı zamanda nebîz = şıranın haram olduğuna da delâlet eder, kıyasa hacet kalmaz.

4- Aslın hükmü fer'in hükmünden önce meşru kılınmış olmalıdır. Yani, fer'in hükmü kıyasla ortaya çıkarılmak isteniyorsa aslın hükmü fer'in hük­münden önce meşru kılınmış olup ondan sonra sabit olmamalıdır. Binaena­leyh, niyetin şart olması meselesinde her ikisi de taharettir diyerek abdest te­yemmüme kıyas edilmez. Çünkü bu takdirde abdest fer' teyemmüm ona asıl yapılmış olur. Halbuki abdest hicretten önce teyemmüm sonra meşru kılınmıştır.

Lakin fer'in kıyastan başka bir delili varsa bu kıyasın yapılmasına bir mani yoktur. Çünkü bu takdirde fer'in hükmü iki delil ile sabit olmuş demektir: Kıyas ve diğer delil. Bu delil meselâ "Ameller niyetlere göredir" hadisi şerifi olabilir, zira bu abdeste de teyemmüme de şâmil olur.

 

Fer'in Şartları:

 

Fer'de dört şart aranır:

1- Fer'de de aslın illetine benzer bir illet bulunmalıdır. Bu benzerlik ya zatından veya cinsinden olur. Meselâ: Sarhoş edicilik vasfından dolayı nebîzin şaraba kıyas edilmesi gibi. Nebîzde mevcut olan bu illet haramlığı hakkında nas varid olan şaraptaki illetin aynısıdır. Halbuki herbirinde bulunan "cinayet" vasfından dolayı cana yapılan tecavüz sebebiyle katile kısasın farz olmasına kıyas edilerek azalara yapılan tecavüzlerde de kısasın farz olması misalinde, illetin zatında değil de cinsinde eşitlik mevcuttur.

Bu şart tahakkuk etmeden yapılan kıyasa "kıyas maa'l-fârık" denilir. Me­selâ: Yarım, üçte bir dörtte bir gibi muhtelif hisselerle bir mülkte ortak olan kişilerin şuf a yolu ile elde ettikleri bir mülk, cumhura göre sahip olunan bir mülkün geliri ve semeresine kıyas edilerek hisseleri oranında aralarında taksim edilir. Hanefîlere göre ise bu kıyas, "kıyas maa'l-fârık"tır. Çünkü gelir ve se­mere mülkten doğar, haliyle her ortak mülkünden çıkan kadarını alır. Halbuki şuf a yolu ile elde edilen şey mülkün geliri değildir. Dolayısıyle hisselerine göre değil, eşit taksim ederler.

2- Aslın hükmü fer'de değişmemelidir: Bundan dolayı zıhar yaptığı' hanımından tekrar istimtâda bulunabilmesinin haram olması konusunda Hanefîler zimminin zıharını müslümanın zıharına kıyas edilmesine cevaz vermemişlerdir. Çünkü asıl hakkındaki -yani müslümanın zıharındaki haramlık Mücadele suresinin başındaki zıhar ayetlerinde beyan edildiği gibi muvakkattir, keffaretle sonar erer. Halbuki fer'de ki -zimminin zıhanndaki haramlık daimidir, çünkü kâfir keffaret verme ehliyetine sahip değildir, zira keffaret ibadettir veya ibadet manası ağır basmaktadır ve keffaretten maksat kişiyi günahtan temizlemektir. Halbuki kafir bu haliyle ibadet eda etme ehliyetine sahip değildir. Zira onun bütün ameli dünyada da âhirette de boşa çıkacaktır. Dolayısıyle Hanefîlere göre zimminin zıhan bâtıldır. Şafiîlere göre ise sahihtir, zira fakir doyurmak veya köle azad etmek suretiyle keffaret ödemesi mümkündür.

3- Kıyas neticesinde fer'in aslın önüne geçmesi gibi bir hal olmamalıdır. Meselâ:

Niyetin şart olması konusunda abdesti teyemmüme kıyas etmek sahih değildir. Çünkü teyemmümün meşru oluşu abdestten sonradır. Böyle bir kıyas yapılacak olursa asılda hükmün sübûtu illetinden önce olacaktır ki daha önce de gördüğümüz gibi illetin hükmünden sonra bulunmuş olmaması da bir şarttır.

4- Fer' hakkında kıyasa muhalif bir hükme delâlet eden bir nass veya icmâ bulunmamalıdır. Zira bu takdirde kıyas, nas veya icmâya ters düşer ki buna fasid kıyas denilir. Bu sebepledir ki Hanefîlere göre kati keffaretine kıyas edilerek yemin keffaretinde azad edilecek kölenin de müslüman köle olmasını şart koşmak sahih değildir. Çünkü böyle bir şart yemin keffareti hakkındaki

"... veya bir köle azad etmek." [112] şeklinde mutlak olarak gelen Kur'an nassına muhalif olur. Çünkü burada "köle" lafzı mutlak gelmiş, kölenin mümin olma şartı getirilmemiştir. Halbuki hata ile öldürmenin keffareti hak­kında gelen ayet-i kerimede.

"Kim bir mümini hata ile öldürürse mümin bir köle azad etsin."[113] şeklinde gelmiş ve kölenin mümin olmasını şart koş­muştur. Şu halde yemin keffaretini kati keffaretine kıyas etmek fasid olur, çünkü bu, aslın hükmünün değişmesine sebep olmaktadır.

Ve yine her ikisinde de seferîlik var diye, seferde orucu terketmenin caiz olmasına kıyas ederek namazın da terkine cevaz vermek âlimlerce sahih görül­memiş, âlimlerce batıl sayılmıştır. Zira bu kıyas sefer halinde namazın terkinin helal olmayacağına dair vaki olan icmâya muhalif düşer.

 

İlletin Şartları:

 

İlletin şartlarından önce illetin tarifi ve buna dair meselelerden bahsede­ceğiz.

İlletin tarifi, illetle hikmet ve sebep arasındaki fark ve kendisiyle ta'lilin sahih olacağı vasfın beyanı:

İllet, kıyasın üzerine bina edildiği esastır. Usûlcülerin ıstılahında illet: Maslahatın tahakkuku için kendisi bulunduğu yerde hükmün meşru olduğu şeydir. Veya hükmü tarif eden vasıfdır. İllete, hükmün menâtı, sebebi ve emaresi de denir.

İllet kelimesi, tahakkuku arzu edilen bir maslahatın elde edilmesi veya ka­çınılması gereken bir mefsedetin defi gibi hükmü meşru kılmaya sevkeden hikmet için de kullanıldığı olur. Meselâ: Alış-veriş yapanların menfaatinin alış­verişin mubah kılınmasına; insan hayatını, aklını, nesebini ve malını koruma gayesinin kasten öldürmenin, içkinin, zinanın ve hırsızlığın haram kılınmasına sebep olması; meşakkati defetme hikmetinin namazları kısaltma, ramazanda oruç tutmama ruhsatına sebep olması bu kabildendir.

Şer'î hükümler iyice düşünüldüğündü şu sonuç çıkmaktadır: Allah (c.c.) kulları için bir hüküm koymuşsa mutlaka ya onların maslahat ve menfaatini gerçekleştirmek veya onlardan zarar ve mefsedeti uzaklaştırmak için koymuştur.

"Bize seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."[114] ayet-i kerimesi de buna işaret etmektedir.

Hemen akla gelen şey şudur: Şer'î hükümler hikmetlerle bağlantılıdır. Çünkü hükümden asıl maksad hikmetinin tahakkukudur. Ancak hikmet gizli, görünmez yani duyulardan biri ile anlaşılamaz olabilir, o takdirde varlığı veya yokluğunun kesinlik kazanması mümkün olmaz. Hikmet bazan gayri münzabit yani duruma ve şahsa göre değişen bir şey olabilir. Meselâ alış-verişin mubah kılınmasının hikmeti ihtiyaç olabilir, ama bazan ihtiyaç olmadan da alış-veriş yapılabilir, o halde hikmet gizli bir şeydir. Ve yine seferde oruç tutmamanın caiz olması için bazı durumlarda, bazı şahıslara göre veya bazı zamanlarda "meşakkat" var olabileceği gibi diğer bazı şartlarda bulunmayabilir.

Çoğunlukla içkinin zararı içenlerde görüldüğü halde bazı güçlü insanlarda görülmeyebilir. Şüf'a meselesinde belki komşunun veya ortağın zararı def edilmiş olabilir. Katile kısas yapılmasının meşru kılınması insan hayatının ko­runmasına sebep olabileceği gibi -ki çoğunlukla böyle olur- olmayabilir de.

İşte bazan ahkamın hikmetinin gizli olmasına ve gayri münzabit oluşuna bakarak usûlcülerin cumhuru açık veya münzabit (duruma ve şahsa göre değişmez) bile olsa ahkâmın hikmetle ta'lilini (yani illet sayılmasını) kabul etmemişlerdir. Çünkü eğer teklif (kişiyi mükellef sayma) hikmet üzerine oturtulacak olsaydı her halde ve her şahısta aynı olmazdı. İşte bu yüzden âlimler şu kaideyi koymuşlardır: Hükümler hikmetlere değil illetlere bina edilir.

Buna binaen maşakkat bulunmasa bile sefer, oruç tutmamak ve namazı iki rekat kılmak için bir illettir. Bu yüzden fırıncı, ocakçı, maden işçisi, tarla­daki işçilerin durumunda olduğu gibi çalıştığı iş meşakkatli dahi olsa seferî ol­mayan mukimin durumu, hasta olmayan sağlamın durumunun sefer haline veya hastalık haline kıyas edilmesi caiz olmaz. Çünkü hikmet olan meşakkat bulun­masına rağmen cevazın illeti olan sefer hali veya hastalık bulunmamaktır.

İlletle hikmet arasındaki fark: Hikmet şârii hüküm koymaya sevkeden asıl âmil ve ondan hedeflenen nihâî gayedir ki o da hüküm koyucu (sâri') nun hüküm koyarken tahakkukunu veya ikmalini istediği maslahat veya ortadan kalkmasını veya azalmasını istediği mefsedettir.

İllet ise üzerine hükmün bina edildiği, var olduğunda hüküm de var olan bulunmadığında hüküm de bulunmayan, hükmü tarif eden zahir ve munzabit bir vasıftır. Hükmü bu vasfa bağlamakla hüküm koymaktan beklenen maksada ulaşılmış olur. Meselâ sefer hali veya hastalık, ramazanda oruç tutmamanın caiz olmasının illetidir. Yine sefer hali, dört rekatli farzları iki kılmanın caiz olmasının illetidir. Yine sefer hali, dört rekatli farzları iki kılmanın caiz olma­sının illetidir. Çünkü sefer hali hükmün kendisine bağlanabileceği zahir ve munzabit bir vasıftır. Ancak sefer hali aynı zamanda yukarıdaki cevaz hüküm­lerinin konulmasındaki hikmetin gerçekleşmesi muhtemel olan bir vasıftır. Çünkü yolculuk meşakkatten hali değildir. İşte bu sebepten dolayı yolculara hafiflik ve kolaylık olsun, meşakkat olmasın diye oruç tutmama, namazlarını kısaltma hükmü meşru kılınmıştır. Şu halde sefer illet, meşakkatin defi hik­mettir.

"Sebep"e gelince usûlcülerin cumhuruna göre sebep delâlet bakımından illetten daha umumidir. Buna göre, her illet sebepdir ama her sebep illet değil­dir. Eğer hüküm ile vasıf arasında akılla idrak edilebilecek bir münasebet (maslahat) varsa o vasfa hem illet, hem sebep denilir. Şayet bu münasebet akılla idrak edilir cinsten değil ise bu vasfın adı sadece "sebep" olur. Meselâ: Mülkiyetin intikaline razı olunduğunu gösteren satış akdi illet ve sebeptir. Öğle namazının vaktinin girmiş olması için güneşin zevale gelmesi ise sebeptir. Buna illet denilmez.

İlletin Şartları dörttür:

1- İllet hükme münasib bir vasıf olmalıdır. Yani hükmün konulmasın­daki hikmetin tahakkuku muhtemel bir vasıf olmalıdır. Bu ihtimal zann-ı galibdir. Hikmet de maslahatın celbi mefsedetin veya zararın defidir.

Meselâ: Sarhoş etme, alkolün haram edilmesi için münasip bir vasıftır. Haram hükmü verilmesi sebebiyle insanların akılları ve bedenleri eza ve zarar­dan korunarak gelecek mefsedet veya zarar def edilmiş olur. Hırsızlık, hırsı­zın elinin kesilmesi hükmünün konulması için münasib bir vasıftır. Çünkü hükmün bu vasfa bağlanması yolu ile insanların malı muhafaza edilmiş olmak­tadır.

Seferîlik ramazanda oruç tutmamanın caiz olması hükmüne münasip bir vasıftır. Çünkü buna cevaz verilmesi suretiyle kolaylık sağlanmış ve meşakkat giderilmiş olmaktadır. Kasten öldürme kısas hükmünün vaz edilmesine mü­nasib bir vasıftır. Çünkü bu sebeble canlar korunmuş kanlar heder edilmemiş olur. Bu vasıf aynı zamanda, "Katil öldürdüğüne vâris olamaz" hadisindeki mi­rastan mahrum kalma hükmüne münasip bir vasıftır. Çünkü bu hüküm öldür­meye teşebbüsü önler.

Hükmü, ona münasip olmayan vasıfla ta'lil etmek sahih olmaz. Meselâ alkolün haram kılınmasını onun kırmızı bir sıvı olması veya şişeye doldurul­muş olması ile ta'lil etmek, hırsızlıkta el kesmenin farz olmasını hırsızın zengin veya ahlaksız veya bir mevki sahibi veya esmer renkli olması, malı çalma­nın fakir ve cömert olması ile ta'lil etmek; seferi halde oruç tutmamanın caiz olmasını yolcunun yaya olması ve kısa boylu olması veya kadın olması veya ârâbî olması ile ta'lil etmek bu hükümleri münasib olmayan vasıflarla ta'lil et­mek olur. Bu vasıflara "Evsâf-ı Tardiyye" veya hükümle aralarında kabule şa­yan aklî bir alaka bulunmayan "Evsaf-ı İttifakıyye" denilir.

Aslında münasib olup da bu münasebetin bozulmasına sebep olacak bir durum arız olan vasıflarla da ta'lil sahih olmaz. Meselâ tehdit altında yapılan satış akdi ile mecnunun akdi mülkiyetin intikali için illet sayılmaz. Nikah akdi yapıldıktan sonra bir araya gelmedikleri sabit olan kadının nikahlı oluşu ne­sebin sübûtu için illet sayılmaz.

2- İllet açık bir vasıf yani duyulardan biri ile varlığı anlaşılabilen bir va­sıf olmalıdır. Çünkü illet orada hükmün varlığını gösteren bir vasıf olmalıdır. O halde hem asıl da hem fer'de varlığı anlaşılabilen açık bir vasıf olması lazım gelir. Meselâ: "Sarhoş etme" vasfı şarapta ve başka sarhoş edici herhangi bir nebîzde varlığı hissedilebilen bir vasıftır. Yaşın küçüklüğü çocuk üzerinde vel­ayetin sabit olması konusunda anlaşılabilen açık bir vasıftır. Kedinin evde aramızda dolaşması gözle görülen bir vasıftır o halde bu, onun artığının temiz sayılması için bir illettir. Altı cins ribevî mal ve diğer benzerlerinin kendi cinsIeriyle takas edilmesi durumunda faiz carî olmasının illetinin aynı cins olmala­rının yanında kile ve kilo ile satılır olmaları hepsinde müşterek olan anlaşılabi­lir bir vasıftır.

Eğer bu vasıf hafi (gizli) olursa hükmün onunla ta'dil edilmesi isabetli olmaz. Çünkü bu takdirde o vasfın var olup almadığını tesbit etmek mümkün olmaz. Buna göre alış-veriş yapanların "rızasının" her iki malın mülkiyetinin intikali için illet sayılması sahih olmaz, çünkü "rıza" kalbde bulunan, anlaşıl­ması mümkün olmayan bir şeydir. Anlaşılabilen ve "rıza" nın da varlığını gösteren şey ancak icab-kabuldür. Cima gizli olması hasebiyle nesebin subûtu için münasib bir vasıf değildir. Dolayısıyle açık olup gözle görülen nikah ak­dinin bu hüküm için münasib bir vasıf sayılması lazım gelir. Bulûğ çağına gelmenin illeti aklın olgunluğu değildir, çünkü bu anlaşılmaz bir haldir, onun için bulûğ, görülebilen ve aklın kemalini de gösteren bir vasıfla ta'lil edilir ki bu, kişinin 15 yaşına gelmesi veya hayız görmesi, meni gelmesi gibi ihtilam al­âmetlerinden birinin ortaya çıkmasıdır.

3- İllet munzabit bir vasıf olmalıdır. Yani şahısların ve durumun değişmesiyle büyük değişiklik göstermeyen mahdut ve muayyen bir hakikati olan bir vasıf olmalıdır. Çünkü kıyasın esası asıl ile fer' arasındaki illet eşitliğidir. Bu da illetin durumun değişmesiyle değişmeyecek mahdut ve munzabit bir vasıf olmasını gerektirir. Aksi halde kıyas olmaz.

Meselâ kati = öldürme, katilin mirastan mahrum edilmesi konusunda muayyen ve mahdut bir vasıftır.O halde vasiyet de ona kıyas edilebilir. Bir insanın başka birinin satış pazarlığının üstüne pazarlığa girmesindeki haksızlık muayyen ve mahdut bir vasıf sayılır. Bir şahsın başka birinin kiralama pazarlığının üzerine pazarlığa girmesi de buna kıyas edilir. Sarhoş edici olan, şarabın haram kılınması hususunda mahdut bir vasıftır, o halde sarhoşluk veren her şey buna kıyas edilebilir. Bu içeceklerin az veya çok sert olmasındaki basit farklılıklar dikkate alınmaz, çünkü aralarındaki fark basit bir farktır, şartların ve şahısların değişmesiyle açık farklılıklar arzeden gayri munzabit veya muzdarip (kararsız) olan vasıflarla hükmü ta'lil etmek sahih olmaz. Meselâ, "meşakkat" seferî olan kişinin ramazanda oruç tutmaması için illet kabul edilemez, çünkü meşakkat şartlar ve şahıslara göre değişir. Bilakis munzabit olan bir vasıftda ta'lil edilmelidir ki o da seferdir.

4- İlletin müteaddî (intikal edici) olup sadece asla ait bir vasıf olmamalı­dır. Yani illet çeşitli hallerde tahakkuku mümkün olan ve aslın dışında da bulunan bir vasıf olmalıdır. Eğer illet sadece asla ait bir vasıf olursa onun üzerine kıyas yapmak sahih olmaz. Çünkü illetin böyle kasır olması onun fer'de da bulunmasına mani olur. Halbuki kıyasın temeli fer'in asla hükmün illetinde ortak olmasıdır. Bu ortaklık tahakkuk etmezse kıyas sahih olmaz.

Bu sebeple şarabın haram kılınmasını onun keskinleşmiş üzüm suyu ol­ması ile ta'lil etmek sahih olmaz. Çünkü bu illet başkasında bulunmaz. Ama sarhoş edici olması ile ta'lil edilebilir çünkü bu vasıf şarapta da başkasında da , bulunur. Yine aynı sebebten, Hanefîlere göre altın ve gümüşte faizin haram olmasını bunların semen (yani eşyanın değer ölçüsü) olması ile ta'lil etmek sahih olmaz. Çünkü semen olma vasfı başkasında bulunmayan kasır bir va­sıftır. Dörtten fazla hanımla nikahlanma, vefatından sonra hanımlarının başkalarıyle evlenmesinin caiz olmaması gibi.Rasûlullah'a ait (hasâis-i nebî) hüküm­lerin ta'lili ile sahih olmaz.

Şu da unutulmamalıdır ki: Alimler nass veya icmâ ile sabit olan illetlerle kasır da olsa ta'lil yapılabileceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Meselâ sefer ve hastalık ramazanda oruç tutmamanın cevazı için birer kasır illettir. Ama illet ictihad ve istinbatla tesbit edilmişse kıyas için bunu ta'lil etmenin bir faydası ol­madığından Hanefîlere göre hüküm bu illetle ta'lil edilmez. Diğer mezhebler bunda kıyastan başka faydalar bulunduğu için ta'liline cevaz vermişlerdir. Me­selâ altın ve gümüşte faizin haram olmasını bunların para veya semen olması ile ta'lil edilmesi bu kabildendir. Şu halde illet cumhura göre iki çeşittir:

  1. a)Müteaddî illet: Bu, bulunduğu mahalden başka mahallere geçen, başka­larında da bulunabilen illettir.
  2. b)Kasır illet: İster nasla ister istinbât yoluyle tesbit edilmiş olsun bulun­duğu mahalden başkasına geçmeyen illettir.

 

İlleti Bulma Yolları

 

Bundan maksad müctehidi illete ulaştıran yollardır. En önemlileri şunlar­dır.

 

1- Nass

 

Yani her hangi bi vasfın bir şer'î hükmün illeti olduğuna dair Kur'an-ı Kerîm'de veya sünnette varid olan nasdır. Bu nevi illete "mansus illet" denir. Nass bu illete ya açıkça veya imâ ve işaret yoluyla delâlet eder.

  1. a)Sarih illet: Nasda "şunun için, şu sebeple, şu illete binâen" gibi Arapçada ta'lil lafzı olarak kullanılan lafızların ifade ettiği illettir. Meselâ Haşr süre­sindeki fey' ganimetin kime ait olduğunu beyan eden ayette olduğu gibi:

"Al­lah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından peygamberlerine verdiği ganimet­ler, içinizden yalnız zengin olanların arasında dolaşmaması için Allah, pey­gamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir."[115] ayet-i kerimesinde sarih illet "sadece zenginler arasında dolaşan bir (mal) olma­ması için" kısmıdır.

Ve diğer misaller.

"İnsanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmaması için müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gön­derdik. " [116] Adem (a.s.)'ın iki oğlunun kıssası nakledildikten sonra işte bu yüzdendir ki İsrailoğulları'na şöyle yazmıştır:

"Kim bir cana veya yer­yüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur."[117]

"Yahudilerin zulmü sebebiyle kendilerine helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık."[118]

"Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: o bir ezadır. Ayhalinde olan kadınlardan uzak durun." [119]

Rasûlullah (s.a.) de: "İhtiyaç duyulduğu için sizi kurban etlerini beklet­mekten nehyetmiştim, şimdi bekletebilirsiniz" buyurmuştu. Yani kurban gün­lerinde sahralardan Medine'ye gelen (misafir)lere rahatlık olsun (onlara ikram edilsin) diye nehyetmişti. Yine Rasûlullah (s.a.) başkasının evine izinsiz göz atmanın haramlığını ta'lil ederken "izin istemek göz için emrolunmuştur" bu­yurmuşlardır. Ve yine Rasûlullah (s.a.) kedinin artığının temiz olduğunu ta'lil ederken: "Kedi aramızda dolaşan hayvanlardan biridir." buyurmuştur.

Ta'lil ifade eden nas ya "Şunun için, o takdirde, bu sebeple şundan do­layı" gibi sadece ta'lil kastedilen ve bunun için tayin edilmiş kat'î lafızlar olur veya hem ta'lil hem de başka mana için kullanılabilen bir lafız olur. Bu takdirde nassın illete delâleti zannî olur." harfleri bu kabildendir. Mesela:

"Ben cinni ve insi ancak bana kulluk için yarattım."[120]

"Al­lah'tan gelen bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın."[121]

"Mal ve evlad sahibi olmak için." [122],  ye misal: "O (kedi) sizin aranızda dolaşıp duran hayvanlardan biridir."

  1. b)Nassın îmâ ve işaret yolu ile delâlet ettiği illet. Bu bir suâle verilen cevabın içinde bulunabilir. Meselâ: Ramazanda gündüz hanınmıyla mukarenette bulunan kişinin bunun hükmünü sorduğunda Rasûlullah (s.a.)'ın "Bir köle azad et."demesi gibi. Hükmü bir vasıfla beraber söyleyip hükmü ona bina etme şek­linde olabilir. Meselâ Rasûlullah (s.a.) in "Hakim öfkeli iken hüküm vermez." hadisi şerifinde olduğu gibi. "Takib fasl" ile hükmü bir vasfa bina etme şeklinde olabilir:

"Hırsız erkek ve kadının ellerini kesin."[123] ayetinde ve "Kim bir ölü araziyi ihya ederse o onundur." hadisi şerifinde olduğu gibi. Bir vasıf (özellik) zikredilerek iki şeyin hükümde ayrı olduklarını göstermek şeklinde olabilir. Meselâ, ganimet taksiminde "yayaya bir hisse süvariye iki hisse" hadisinde olduğu gibi.

 

2- İcmâ

 

Bu icmânın muayyen bir vasfın şer'î bir hükme illet olduğuna delâlet et­mesidir. Meselâ: Velinin küçük çocuğun malı üzerindeki velayet illetinin "kü­çük olması" olduğunda âlimler icmâ etmişlerdir. O halde evlendirme konusun­daki velayeti de buna kıyas edilir. Mirasta ana-baba bir erkek kardeşin baba bir erkek kardeşten önce gelmesinin illetinin onda iki neseble ölene bağlı olma özelliğinin bulunması yani hem anne hem baba yolu ile bağlı olması olduğu üzerinde icmâ etmeleri de bu kabildendir. O halde nikah velayetinde de öz kar­deş önde gelir.

 

3- Sebr ve Taksim

 

"Sebr" lügat imtihan etmek, denemek demektir. Yaranın derinliğini ölçen alete de "misbar" denir. Taksim: İllet olması muhtemel olan vasıfları tesbit etmek demektir. Sebr ve Taksim: Asılda illet olduğu zannedilen vasıfları topla­yıp herbirini ayrı ayrı gözden geçirmek ve aralarında illet olması uygun olan vasfı seçmektir.

Burada müctehidin ameli: zahîr, munzabit, müteaddî, ve hükme münasib bir vasıf olma gibi illetin şartlarının tahakkukunu dikkate alarak, asılda mevcud vasıfları araştırıp illet olamayacakları ayıkladıktan sonra zannına göre "illettir" diye tercih ettiği bir vasfı illet olarak bırakmaktan ibarettir.

Bu usûl tamamen istinbat esasına dayanır, nas veya icmâdan bir delile dayanmaz. Buna şu misali verebiliriz: Müctehid, bulûğa ermemiş ehliyeti kasır (tam olmayan) bir kız çocuğunu velisinin evliliğe icbar etme velayetinin illetini araştırır. Ve burada illetin ya bakire olması veya küçük olması lazım geldiğini tesbit eder. Şafiî mezhebinden ise "Küçüklük" illet olamaz, aksi halde velinin küçük dul olanı da icbar edebilmesi lazım gelir. Bu da "Dul, kendisi üzerinde velisinden daha çok hak sahibidir, bakirenin izni sorulur, onun da izni susmasıdır." hadisi şerifine ters düşmektedir. Dolayısıyle burada icbar illeti "küçüklük" değil "bakire" olmalıdır der. Hanefî ise "bakire" olmasını illet ka­bul etmez, çünkü din bu vasfa her hangi bir hükümde illet olarak itibar etme­miştir. Dolayısıyle geriye "küçüklük vasfı" kalmaktadır. Çünkü din malî vela­yet konusunda bu vasfa illet olarak itibar etmiştir.

Başka bir misal: Müctehid der ki: Şarabın nasla haram kılınması, ya onun üzüm suyundan yapılmış olması veya akıcı olması ve sarhoş edici olma­sından dolayı olabilir. Sonra birinci vasıf kasırdır, müteaddî değildir, ikincisi her sıvıda bulunur, münasip değildir. Geriye sarhoş edicilik vasfı olan üçüncü vasıf kalmaktadır" der ve onun illet olduğuna karar verir.

Üçüncü bir misal: Müctehid, hadis-i şerifte zikredilen ribevî mallarda ribel-fadl ve ribennesîe'nin illetini araştırır, der ki: "Bu hükmün illeti ya bu ribevî malların miktarının ölçek ve tartı ile bilinen mallardan olmasıdır veya yenilir şey olmasıdır veya rızık olarak saklanabilir olmasıdır". Bu noktada kişi Hanefî ise der ki yenilir şey olması illet olmaz. Çünkü altın ve gümüş yenilmediği halde onların satışında riba cereyan etmektedir. Rızık olması da değildir. Çünkü tuz (buğday gibi) bir rızık olmadığı halde tuzun tuzla takasında riba cereyan eder. Geriye ölçek veya tartı ile satılır olma vasfı illet olarak kalmış olur. Bu sebepten ölçek veya tartı ile satılan her şey, hakkında nas bulunan bu altı maddeye kıyas edilir, ve kendi cinsleriyle takas edildikleri zaman hem ribelfad hem de ribennesie cereyan eder.

 

4- Münâsebe

 

Bu, hüküm ile vasıf (illet) arasında uygunluk bulunmasıdır, tâ ki o vas­fın olduğu yerde hüküm de bulunarak ya şer'î bir maslahat elde edilsin veya bir mefsedet def edilsin. Meselâ sarhoş edici olma vasfı. Bu, şarabın haram kılın­ması hükmüne uygun bir vasıftır. Halbuki akıcı olması veya filan renkte ol­ması, tadının şöyle olması gibi vasıflar münasip olmayıp sadece sarhoş edici olma vasfı haram kılınmasına uygun bir vasıftır.

"Küçük yaşta olma" babanın küçük kızını nikahlama konusunda velayet hakkı sabit olması için münâsib bir vasıftır. Çünkü bu yaş onun kendi masla­hatını idrakten aciz olduğu bir yaştır. Velayetin sübutunda âciz kişiye gelecek zararı defetme gayesi vardır. Zararın defi de şâri'in (hüküm koyan merciin) hedeflediği bir maslahattır.

Müctehid ancak vasfın illet olduğuna dair nas veya icmâ bulunmadığı takdirde bu yola başvurur.

 

Münasib Vasfın Çeşitleri

 

Münâsebet, din ona itibar etmedikçe veya münâsip olduğuna dair delil bulunmadıkça ta'lil için bizatihi bir şey ifade etmez. Münasib vasıf, dinin onun münasip olup olmadığına delâlet etmesi açısından dört çeşittir:

 

1- Müessir Münasib:

 

Bu, dinin bir nas veya icmâ ile ona itibar ettiğini gösterdiği münasib vasıftır. İttifakla bu vasıfla ta'lil yapılması sahihtir. Meselâ

"Sana kadınların hayız halini sorarlar. De ki: o bir ezadır. Hayız halinde kadınlardan uzak durun."[124] ayetindeki "hayız", "Katil varis olmaz" hadisi şerifindeki "kati = öldürme".

"Evlilik çağına gelinceye kadar ye­timleri deneyin, eğer onlarda bir olgunlaşma görürseniz hemen mallarını kendi­lerine verin."[125] ayet-i kerimesinde mâlî velayetin sübutu için illet kabul edilen "küçüklük"... bütün bu vasıflar münasiptir, çünkü din bu vasıflara bu hükümlerde itibar etmiştir. İşte bu münasib vasfın en yüksek derecesidir.

 

2- Mülayim münasib veya muteber münasib:

 

Bu, şâri'in üzerine herhangi bir hüküm bina ettiği, ancak bu vasfın bizzat o hükme illet olduğuna dair her hangi bir nas veya icmânın bulunmadığı, lâkin o hükmün cinsine illet olduğu sabit olan veya o vasfın cinsinin muayyen bir hükme veya o hükmün cinsine illet olmasına şâri'in itibar ettiği sabit olan vasıf­tır.

Şâri'in, müctehidin illetini araştırdığı hükmün cinsinden bir hükmün illeti olarak itibar ettiği muteber mülayim vasfa misal: Küçük yaştaki kızı evlendirme velayetinin baba hakkında sabit olmasının illeti "küçüklüktür". Müctehid, kü­çüğün malı üzerindeki velayeti babında Şâri'in "küçüklük vasfına" itibar etti­ğini tesbit eder. Mâlî velayet ile nikah velayetinden her biri kişi üzerindeki vela­yet hallerinden biridir. İkisi de velayet cinsindendir.

Şâri' Taâla küçüğün malı üzerindeki velayet konusunda "küçüklük" vasfını illet itibar edince sanki velayetin her çeşidinde ona illet olarak itibar etmiş demek olur. Nikah velayeti de velayet çeşitlerinden biridir. O halde bu bizzat vasfın aynına itibardır.

Şâri'in, müctehidin illetini araştırdığı hükmün illeti olarak kendi cinsin­den bir vasfa itibar ettiği münasib vasfa misal, yağmurun mukim iken de iki vakti cem etmenin cevazı için sebep sayılmasıdır. Müctehid bunun hükmünü araştırmış ve seferi halde iken meşakkat olmasın diye, dinin iki vaktin cem'ine cevaz verdiğini görmüştür. Sefer ve yağmur her ikisi de meşakkat ihtimali bu­lunması açısından aynı cinse dahildir. Din iki vaktin birleştirilmesinin cevazı için sefer haline illet olarak itibar edince sanki onun cinsinden olan her vasfa bu cevaz için illet olarak itibar etmiş demek olur. Dolayısıyle yağmur da seferi ol­mayanların iki vakti birleştirmelerinin cevazına illet olmaktadır. Bu da vasfın cinsine itibardır.

Müctehidin illetini araştırdığı hükmün cinsine illet olan vasfın cinsine iti­bar edilişine misal, hayzın, hayız günlerinde namazı iskat etmişidir. Müctehid bu iskatın illetini araştırır ve hayızlı o günlerde geçen çok sayıda namazı kaza etmekle mükellef tutulsa bunun meşakkat olacağından hayzın bu iskata müna­sip vasıf olduğunu tesbit eder, sonra hayzı bu meşakkatin yerine koyar. Çünkü hayız zahir ve münzabit bir vasıftır. Sonra fer'î hükümlerde bu görüşünü teyid edecek bir meselenin olup olmadığını araştırır, bakar ki, şâri', meşakkate se­bep olduğu için sefer halini namazların kısaltılmasına ve (bazı mezheplere göre) iki vaktin birleştirilmesine illet saymıştır. Sanki şâri' böylece meşakkat ve sıkıntı getirmesi muhtemel olan her vasfa kolaylaştırma ve hafifletme yapılmak istenen her hükümde illet olarak itibar etmiştir. Hayız halinde namazı iskat etme, seferde namazları kısaltma ve birleştirme... Bunların hepsi bir cinse da­hildir ki o da teysir (kolaylaştırma) ve meşakkati kaldırmadır. Dolayısıyle me­şakkat ihtiva eden seferi namazların kısaltılması ve birleştirilmesinde itibar edilmesi, bu vasfın cinsine itibar edildiğinin bir şahididir ki işte bu vasıf müc­tehidin illetini araştırdığı hükmün cinsindeki meşakkattir.

 

3- Mürsel Münasib:

 

Bu, şâri'in ne itibar ne de ilga ettiği bilinmeyen münsib vasıftır. Bu vasıf münasibtir yani bir maslahat getirir, lakin mürseldir yani ne itibar ne de ilgasına dair delil yoktur. "İstıslah" veya "masalih-i mürsele"den de bu kasdedilir. Kur'an-ı Kerîm'in tedvini ve benzeri amellerde dayandıkları masalih işte bu kabildendir.

Bu ihtilaflıdır; çünkü Hanefî ve Şafiîlere göre bu vasıfta ta'lil caiz olmaz ve hüküm bina edilmez. Çünkü şâri'in buna itibar ettiğine dair delil yoktur. Al­lah (c.c.)

"Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme."[126] buyur­maktadır.

Malikî ve Hanbelîlere göre bu vasıfta ta'lil sahih olur ve üzerine ahkam bina edilir. Çünkü sâri' bu vasıfta amel etmeyi ilga etmemiştir. Amel etmek için hükme münasip görmeyiş kâfidir. Bizim mükellef olduğumuz şey sadece vas­fın münasip olduğunu anlamak için gayret sarf etmektir. Zann-ı galibe göre de bu vasıf bu hükme illet olabilir. Zan ile amel etmek vacib olur.

 

4- Mülga Münasib:

 

 Bu, müctehidin nazarında maslahat celbedecek derecede olup lâkin fer'î hükümlerde şâri'in onu ilga ettiğine ve itibar et­mediğine dair delil bulunan vasıftır. Bununla ta'lil sahih olmayacağında âlim­lerin ittifakı vardı. Meselâ, ölenin oğlu ve kızı evlad olma vasfında müşterektirler, bu mirasta eşit olmaları için münasip bir vasıf sayılır. Ancak Allah (c.c.)

"Allah size çocuklarınız hakkında erkeğe kadının payının iki misli emreder."[127] ayet-i kerimesiyle miras hükümleri konusunda bu vasfın itibarını ilga etmiştir. Talak hakkının eşlerden her ikisine de verilmesi için evliliğin itibara alınması münasib bir vasıftır, zira nikâh akdi iki tarafın rızasıyla yapılmaktadır. Ancak şâri' "Talak yalnız baldırı tutanın hakkıdır." hadisi şerifiyle bu vasfı ilga etmiştir. Ramazanda oruç bozan zengin kişiyi, keffaret olarak köle azad etmeğe değil de iki ay peşpeşe oruç tutmaya mecbur etmek, keffaretin gayesi olan caydırıcılığın gerçekleşmesi bakımından münasip bir vasıftır. Çünkü köle azad etme fakir doyurma ona göre kolaydır. Ancak şâri' mükellefler arasında zenginliği sebebiyle rahatça köle azad edebileceği için zarar görmeyecek olanı ayırt etmeden, keffareti önce köle azadı, sonra iki ay peşpeşe oruç tutma, sonra altmış fakiri doyurma, şeklinde tertip ederek farz kılmak suretiyle bu vasfı ilga etmiştir.

 

5- Tenkîhu'l-Menat

 

Tenkîhu'l-Menat, nas veya icmâ ile sabit olan bir hükmün illet olabilecek vasıflarının içinden, hükme tesiri olmayanlarını ayıklamak suretiyle nassın mecmuunun işaret ettiği illeti tayin etmek için yapılan ictihaddır. Meselâ ramazanda bilerek hanımıyle temasta buluna bedevi hadisindeki oruç bozma keffaretinin ta'lili bu kabildendir. Bu hadis, imâ yolu ile bu bedevinin üzerine keffa­retin farz olmasının illetinin "temas" olduğunu göstermektedir. Temasta bulu­nanın bir bedevi olması, bu hanımın onun eşi olması gibi başka vasıfların ise müctehid tarafından hükme tesiri olmadığı tesbit edilmiştir. Çünkü hükümler konulurken eğer hususî olduğuna dair bir delil yoksa fertler arasında fark gö­zetilmez. Hanımı ile temasta bulunana keffaret farz olursa yabancı ile bulunana evleviyetle (daha öncelikli ve gerekli olarak) farz olur. Çünkü yabancı gece olsun gündüz olsun mutlak haramdır. Halbuki hanımı ramazanda gündüz haram ise de gece helaldir. Bu sebeple bedevî olma, kadının onun eşi olması vasıfları mülgadır, keffaretin farz olmasında bunların tesiri yoktur. Burada müessir olan ramazanda gündüz bilinçli ve kasden yapılan cimadır. Şafiî ve Hanbelîlere göre keffaretin vacip olmasındaki illet budur, yeme-içme gibi şâir vasıflar değildir.

Hanefî ve Malikîler yeme-içmeyi cimaya kıyas ederek her iki halde de keffaret farzdır demişlerdir. Onlara göre keffaretin farz olmasında müessir olan şey kasten oruç bozucu bir şey yapma suretiyle ramazanın hürmetini çiğnemek­tir.

 

Tenkîhu'l-Menat ile Sebr ve Taksim Arasındaki Fark:

 

Tenkîh, hükmün illetine bir nassın delâlet ettiği, ancak bu illetin başka vasıflarla karışmış halde bulunup illetlikle alakası olmayan şeylerden tam tem­yiz edilmemiş olduğu hallerde yapılır. Sebr ve taksim ise, hükmün illeti hakkında herhangi bir nassın bulunmadığı hallerde yapılır. Sebr ve taksim illet olacak vasfı diğerlerinden temyiz etmek için değil illetin ne olduğunu öğrenmek için yapılır.

Doğrusu "Tenkîhu'l-Menat" başlıbaşına illeti bulma yollarından bir yol sayılmamalıdır. O hakkında nas bulunan illetlere mahsus bir yoldur. İstinbât edilen illetler hakkında bulunmaz.

 

Tenkîhu'l-Menat, Tahkîku'l-Menat ve Tahrîcü'l-Menât Arasındaki Farklar:

 

Tenkîhu'l-Menat: Nasda zikredilen vasıflar arasından, illet olmayacak muteber kabul edilmeyen vasıfları çıkartarak şâri'in hükmü üzerine bina ettiği illeti tayin etmektir.

Tahkîku'l-Menât: Aslın illeti ister nasla sabit olsun ister istinbât edilerek bulunmuş olsun, asıl üzerine kıyası istenen fer'î meselelerden her birinde illetin var olup olmadığını anlamaya çalışmaktadır. Meselâ:

Şarabın haram kılın­masının illeti olan iskâr = sarhoş edici olma vasfının hurma veya arpadan ya­pılmış başka herhangi bir nebîz  şırada bulunup bulunmadığı tahkik etmek, Nebbâş = kefen hırsızının, ceza tatbik edilmesi için hırsız sayılıp sayılmadı­ğını tahkik etmek, hayız halinde kadınlardan uzak durulmasının illeti olan "eza"nın nifas halinde mevcut olup olmadığını tahkik etmek gibi.

Tahricü'l-Menât ise: Münasebet veya sebr ve taksim gibi illeti bulma usûllerinden birin kullanarak, hükme illet yapmak için, hakkında nas veya icmâ bulunan hükme münasip olan vasfı istinbât etme hususunda düşünmek ve ictihad etmektir. Bu da istinbât yoluyla bulunan illetlere mahsustur. Meselâ sebr ve taksim yoluyle meşhur "riba hadisi"nde geçen altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuzda faizin haram olmasının illeti olarak bunların yenilir olması veya azık olması veya ölçülür olması gibi vasıfları bulup çıkarmak, aniden öldürmenin kısasın farz olmasına illet olabilmesi için cinayetin bıçak, kılıç ve benzeri kesici şeylerle işlenmiş olmasını isbat etme konusunda ictihad edip araştırmak hep bu kabildendir.

 

Kıyasın Kısımları

 

Kıyas önce evlâ kıyas, ednâ kıyas ve müsâvî kıyas diye üçe ayrılır. Ayrıca celî kıyas ve hafî kıyas diye de ikiye ayrılır.

Birinci taksim: Kıyas illetin açıklık ve gizlilik derecesine ve bu illetin fer'de kamilen bulunup bulunmamasına göre evlâ kıyas, ednâ kıyas ve müsâvî kıyas kısımlarına ayrılır.

1- Evlâ Kıyas: İllet daha kuvvetli olduğu için fer'in hükme asıldan evlâ olmasıdır. Meselâ, "eza verme" vasfında müşterek olmaları sebebiyle ana-babaya vurmayı, öf demeye kıyas etme meselesinde, vurma fiilinde eza daha ağır olduğu için onun evleviyetle haram olması lazımdır.

"Onlara öf deme."[128] ayet-i kerimesinde öf denilmesi nehyedildiğine göre vurmak evleviyetle nehyedilmiş demektir. Buna Şafiîlerde "asıl manasında kıyas", Hanefîlerde ise " delaletü'n-nas" veya "mefhumü'l-muvâfaka" denilir.

2- Müsâvî kıyas: Bu, tercih edilmeksizin fer'in hükümde asla müsâvî ol­duğu kıyastır. Meselâ, her ikisinin de "itlaf" vasfında müşterek olması sebe­biyle yetimin malını yakmayı yemeye kıyas etme böyledir. Yakmak da yemek gibi haramdır.

"Cariyeler bir fuhuş yaparlarsa onlara hür kadınların cezasının yarısı (uygulanır)."[129] ayet-i kerimesi gereğince cezanın yarılanması konusunda haddi gerektiren bir suç irtikap ettikleri zaman erkek kölelerin, cari­yelere kıyas edilerek cezalarının yarıya indirilmesi de musavî kıyastır.

3- Ednâ kıyas: Bu da, fer'in hükmün illetinde asıldan daha zayıf olmasıdır. Yani fer'in hükümle irtibatı asıldan daha az olması, illetin asılda daha kuvvetli, fer'de daha zayıf olmasıdır. Ribe'l-fadlın haram olması meselesinde her ikisi de yenen şey olması vasfında müşterek olmaları sebebiye elmanın buğdaya kıyas edilmesi, içilmesi haram olması ve haddi icab etmesi hususunda nebîzin şaraba ilhak edilmesi bu kabil kıyastır.

İkinci taksim: Kıyas, kuvvetli ve anlaşılır olması bakımından da celî ve hafî kıyas diye iki kısma ayrılır. Şafiî ve Hanefîlere göre bunların tarifleri farklılık gösterir.

Şafiîlere göre celî kıyas: İlleti nasla sabit olan veya nasla sabit olmasa da asıl ile fer' arasındaki farkın hükme tesirinin şâri' tarafından ilga edildiğinde kesinlik bulunan kıyastır. Meselâ, "Kim ortak köledeki hissesini azad eder, elinde de kölenin kıymeti kadar malı olursa onun hesabına kölenin kıymeti bi­çilir (ve azad olur) hadisi şerifinde bir kısmı azad olan erkek kölenin tamamının azad olmasına cariyenin de kıyas edilmesi buna misâldir. Çünkü burdaki fark erkeklik ve dişiliktir, bu farkın da şer'an azad etme hükümlerinde bir tesiri yoktur. Yukarıda geçen ana-babaya vurmanın haramlık noktasında öf demeye kıyas edilmesi de böyledir.

Bu celî kıyas yukarıda geçen müsâvî ve evlâ kıyasa da şâmildir.

Hafî kıyas: İlletin aslın hükmünden istinbât edilmesi halinde asıl ile fer' arasındaki farkın hükme tesirinin şâri' tarafından ilga edildiğinde kesinlik bu­lunmayan kıyastır. Odun ve taş gibi ağır bir şeyle vurarak öldürmeyi -her iki­sinde de öldürme kastı bulunması sebebiyle- kılıç gibi keskin bir şeyle öldürmeye kıyas ederek ağır şeyle vurarak öldürmede de kısası farz kılma "kıyas-ı hafî" ye bir misaldir. Zira burada ağır şeyle vurmakla keskin şeyle vurmak arasındaki farkın hükme tesirinin şâri' tarafından ilga edildiğinde kesinlik yoktur, bilakis bu farkın müessir olması mümkündür. İşte bu sebepten Ebu Hanife ağır bir şeyle vurarak öldürmede kısası farz görmemiştir. Hafî kıyas sadece "ednâ kıyasa" şâmildir.

Hanefîlere göre ise celî ve hafî kıyasın manaları farklıdır. Şöyle ki:

Celî kıyas: İlletin açık olması sebebiyle hemen anlaşılan ve aklın kabul ediverdiği kıyastır.

Ednâ kıyas: Buna "istinsah" da denilir. Bu, illeti kapalı olup hemen zihne gelivermeyen kıyastır. Celî kıyasa tekabül eder.

Misâl: Kira akdinin caiz oluşu istihsan delili ile sabittir. Kıyasa göre caiz olmamalıdır. Çünkü kira akdi, akid esnasında mevcut olmayan bir şey üzerine yapılır. Zira intifa zamanının geçmesiyle peyderpey elde edilir. Selem ve is­tisna akidleri de yine kıyasa muhalif olarak istihsanen sabit olmuşlardır. Çünkü bunlarda da akid "olmayan şey" üzerine yapılır. Olmayan şeyin satışı ise bâtıl­dır. Ancak Selemin cevazına dair nass bulunmaktadır. İstisna da buna kıyas edilmiştir.

 

BEŞİNCİ DELİL İSTİHSAN

 

Tarifi

 

İstihsan lügatte bir şeyi güzel bulmak demektir. Usûlcülerin ıstılahında ise: Bir delile binaen hafî kıyası celî kıyasa tercih etmektir. Veya istisnayı ge­rektiren hususî bir delile binaen cüz'î bir hükmü küllî bir hükümden veya umumi bir kaideden istisna etmektir. Meselâ yırtıcı kuşların, karga, doğan ve dölengeç kuşlarının artıkları temizdir. Çünkü bunlar havadan süzülerek suya inerler (yani gagalan pisliğe bulaşmaz). "Olmayan şeyin üzerine yapılan akid batıldır" hükmünden istisna olarak selem, istisna, kira, mudâraa ve musâkât akidlerinin sıhhatine hükmetmek de bu cümledendir.

Bu ince bir fakahate, düşüncedeki derinliğe ve meseleleri anlama kudre­tine delâlet eder. Bu, aklına, heva ve heveslerine göre hüküm koymak değildir. Çünkü bu ancak uzak görüşlü, ufku geniş, tefekkürü derin bir kişinin farkedebileceği kuvvetli bir delille amel etmektir.

İstihsan kıyastan ve masalih-i mürseleden farklıdır. Çünkü gördüğümüz gibi kıyas naslarda veya icmâda benzeri veya misli olan olaylarda cereyan eder. Halbuki istihsan benzeri olan fakat bir delilden dolayı umumî bir hükümden is­tisna edilen bir meselede cereyan eder. Masâlih-i mürsele ise dinde üzerine kıyas edilebilecek bir benzeri olmayan olayda tatbik edilir. Masâlih-i mürselede hüküm ancak bazı nasların tamamından elde edilen manaya veya küllî esaslara uygunluğuna binaen müstakil olarak sabit olur.

 

Çeşitleri

 

Dayandığı delile göre istihsan çeşitlere ayrılır. Bu delil, nas veya icmâ veya zaruret veya hafî kıyas veya örf veya maslahat olur.

1- Delili nas olan istihsan: Bu, umumî delil ile sabit olan küllî hükme veya umumi kaideye muhalif olarak, bir mesele hakkında bir hüküm ifade eden mu­ayyen bir nassın bulunmasıdır. Bu nas ya Kur'andan olur veya sünnetten olur.

Nassın Kur'an'dan olmasına misal vasiyettir. Kıyasın veya umumi ka­idenin gereğince vasiyet caiz olmamalıdır. Çünkü vasiyet mülkiyetin bittiği an olan ölümden sonrasına izafe edilerek temlik etmektir. Ancak vasiyet "yapılacak vasiyetten ve borçtan sonra."[130] ayet-i kelimesiyle bu umumi ka­ideden istisna edilmiştir. "Malım sadakadır" diyen kişi bu sözüyle malının ta­mamını tasadduk etmiş olması gerekir, kıyas bunu gerektirir. Ancak "Onların mallarından zekat olarak al."[131] ayet-i kerimesi gereğince istihsan onun bu sözüyle zekata tabi mallarını kastettiğine hükmeder.

Nassın sünnetten almasına misal, unutarak yeme-içmenin orucu bozma­yacağı hükmüdür. Kıyasın yani umumi kaidenin muktezası orucun bozulması­dır. Çünkü "oruç bozan şeylerden kendini tutmak" esasına muhalif olarak içeriye bir şey girmiştir. Ancak bunun bir istisnası olarak

"Kim unutarak bir şey yer veya içerse orucunu tamamlasın, Allah ona yedirmiş ve içirmiştir." hadis-i şerifiyle orucun devamına hükmedilmiştir.

Selem akdinin cevazı. Umumi delilin muktezasına göre bu caiz olmama­lıdır. Çünkü selem olmayan şeyi satmaktır. Rasulullah (a.s.) insanın elinde olmayan şeyi satmasını nehyetmiştir. Ancak selem husûsi bir delille bundan is­tisna edilmiştir ki o da: "Kim bir meyvada selem yaparsa ölçeği belli tartısı belli olsun." hadisi şerifidir.

Hıyârı şart akidlerdeki "lüzum = bağlayıcılık esasına ters olmaktadır. Ancak Hibbân ibni Münkız hadisi ile, ona üç güne kadar hıyar = tercih etme hakkı verilmek suretiyle buna cevaz verilmiştir.

Arâyâ satışı yani beş vesk = 653 kg.'ı aşmamak şartıyle eski kuru hurma ile taze hurmayı takas etme şeklinde yapılan satış faiz karıştığı için caiz değil­dir. Ancak insanların ihtiyacına binâen, kolaylık olsun, sıkıntıya sebep olma­sın diye Rasulullah (s.a.) tarafından ruhsat verilmiştir.

2- Delili icmâ olan istihsan: Bu şer'î bir meselede icmâ hasıl olması se­bebiyle kıyasın muktezasının terkedilmesidir.

Alimlerin istisna akdinin cevazı üzerine icmâ etmeleri buna misaldir. İs­tisna bir zanatkarla muayyen bir ücret mukabili bir şey yapmak üzere anlaşmak­tır. Kıyasa göre bu akit batıl olmalıdır, çünkü yapılacak eşya akid esnasında mevcut değildir. Ancak insanların buna olan ihtiyacına ve her devirde yapılagelmiş olmasına binaen icmâ ile buna cevaz verilmiştir.

3- Delili örf olan istihsan: Bu, insanların ihtiyaçların zorlaması altında kıyasa veya umumî kaideye muhalif olarak bir şeyi örf haline getirmeleridir. Meselâ: Kullanılacak su mikdan ve içerde ne kadar kalacağı belli olmadığı halde ücretle hamama gitmek. Kıyasa göre bu caiz olmamalıdır, çünkü bu bazı unsurları meçhul bir kira akdidir. Ancak insanları sıkıntıya sokmamak için ihtiyaçtan dolayı cevaz verilmiştir.

Helake maruz bulunduğu için menkul bir şeyin vakfedilmesi kıyasa göre caiz değildir çünkü vakıflarda aslolan ebedi olmaktır.ancak ihtiyaca ve örfe binaen istihsan yoluyla cevaz verilmiştir.

4- Delili zaruret olan istihsan: Bu, müctehidi kıyası terkedip zaruretin veya âdeten zaruret derecesine gelen ihtiyacın gereğince amel etmeye sevkeden bir zaruretin bulunmasıdır. Meselâ içine necaset düşen kuyularda ve havuzlarda kıyasa göre kalan suyun kaynayan su ile karışması ve kovanın devamlı necis suya temas etmesi sebebiyle kirlendiği için suyun tamamının veya bir kısmının çekilmesiyle temizlenmiş olmaması gerekir. Ancak âlimler zaruretten dolayı kıyası terkederek istihsanen, bir miktar su çekilmesiyle kuyunun temizlendiği hükmünü vermişlerdir.

Şahin, doğan, kartal gibi yırtıcı kuşların artığının temiz olması hükmü de istihsanendir. Çünkü bu hayvanlar necis şeyleri gagalarıyla yerler, gaga ise kemiktendir, kemik temizdir. Bilhassa sahralardaki insanların su kaynaklarını bunlardan korumaları mümkün olmaz. Bu sebeple zaruri olarak bunların hükmü arslan, kurt, pars, kaplan gibi yırtıcı hayvanların hükmünden farklıdır. Çünkü bunlar suyu ağızlarıyle içerken salyaları suya karışır ve suyu kirletirler.

5- Delili kıyas-ı hafi olan istihsan: Kıyası hafî kıyası celîye tekabül eden kıyastır. Meselâ ziraate müsaid arazinin vakfedilmesinde bu iki kıyas iki ayrı hüküm verir. Kıyası celîye göre vakıf, mülkiyetten vazgeçme olduğu için sa­tışa benzer, dolayısıyle geçme hakkı, yol hakkı, sulama ve fazla suyu dışarı atma yolu hakkı gibi irtifak haklan dahil olmaz. Yalnız vakfeden bunları açıkça zikrederse satış akdinde olduğu gibi dahildir. Kıyası hafiye göre ise vakfetme kiraya vermeye benzer, çünkü her ikisi de eşyanın aynından intifa hakkını ifade eder. Dolayısıyle vakfeden açıkça zikretmese de kira akdinde olduğu gibi irtifak hakları da vakfa dahil olur. Burada kıyası hafî kıyası celîye tercih olu­nur. Çünkü vakıftan maksat intifadır, istifade etmektir. Bu da ancak irtifak haklarıyla beraber mümkün olur. Dolayısıyle bunlar açıkça zikredilmese dahi hükmen arazi vakfına dahil olur.

Müşteri ve satıcı semenin mikdarı (anlaştıkları fiyat) üzerinde ihtilaf etse­ler, istihsana göre her ikisine de yemin ettirilir. Kıyasa göre ise satıcı yemin etmez çünkü o fazlalık iddia ediyor, meselâ yüz liraya sattığını iddia ediyor müşteri de bunu inkar ederek semenin doksan olduğunu iddia ediyor. Kaideye göre beyyine (delil) iddia edene yenin inkâr edene düşer. O halde satıcıya ye­min gerekmez. Halbuki istihsanen her ikisi de yemin eder. Çünkü her biri hem müddei hem münkir durumundadır. O halde ikisi de yemin edecektir. Çünkü satıcı fazlalık iddia ediyor ve müşterinin malı teslim alma hakkını inkar ediyor. Müşteri de fazlalığı inkar ediyor malın fiyatı olan doksanı verdikten sonra malı teslim alma hakkını iddia ediyor.

6- Delili maslahat olan istihsan: Bu, meseleyi umumi bir esastan ve küllî bir kaideden istisna etmeyi gerektiren bir maslahatın bulunmasıdır. Meselâ: sefihliğinden dolayı hacr altında bulunan kişinin hayırlı bir vasiyet yapması ha­linde kıyasa veya küllî kaideye göre bu kişinin teberruları sahih olmamalıdır,çünkü bu malı dağıtmaktır.Ancak maslahat bunun caiz almasını gerektirir.Çünkü vasiyet ancak hayırlı kişinin vefatından sonra temlik ifade eder.

Bu sebeple o kişiye de sevap kazanma imkanı verilmesi ve hali hayatında kendisine zarar verilmemesi için bu vasiyet umumi kaideden istisna edilmiştir.

Bir başka misal: Hâşimî olana zekat verilmesi. Rasûlullah'ın nehyi ol­duğu için kıyas buna cevaz vermez. Ancak Ebu Hanife (r.a.), bunlara Beytulmalden bir şey verilmediği bir zamanda perişan olmamaları için maslahatları icabı onlara zekat verilmesini müstahsen görmüştür.

Başka bir misal: Zanaatkara veya gündelikçi işçiye (ecîr-i müşterek) ver­diği zararı tazmin ettirmek. Kıyasa göre ödenmemesi gerekir. Çünkü kendile­riyle icare akdi yapılması sebebiyle emin kişilerdir. Emin kişi, korumada ihmali veya kastı görülmedikçe telef olan şeyi tazmin etmez. Ancak bunların ihmalkar­lığını önlemek ve iş sahiplerinin mallarını koruma altına alabilmek için istihsanen tazmin etmeleri gerekli görülmüştür. Lakin yangın, sel gibi afetlerde tazmin etmezler.

İşte bu misallerde bir delile dayanılarak cüz'î bir maslahat küllî bir hü­kümden istisna edilmiştir. İşte ıstılahta buna istihsan denir.

İstihsanın hüccet olması ve bu husustaki alimlerin görüşleri:

İstihsan konusunda âlimler iki gruba ayrılmışlardır: Cumhura göre istih­san şer'î bir hüccettir. Şafiî, Şia ve Zahiriyyeye göre istihsan hüccet değildir. Hatta İmam Şafiî: "istihsanla amel eden kendiliğinden din icad etmiştir" demiş­tir.

Cumhurun bu husustaki delilleri şunlardır:

1- İstihsanla amelde zorluğu bırakıp kolaylığı alma vardır ki bu da dince bir esastır. Allah (c.c.) ayet-i kerimede "Allah size kolaylık ister zorluk istemez."[132] buyurmaktadır.

2- İstihsanın varlığı müttefekun aleyh bir delile dayanmaktadır. Bu delil daha önce de geçtiği gibi ya nasdır veya icmâdır veya zarurettir veya kıyası hafidir veya örftür veya maslahattır. Bütün bunlar kıyası hafinin kıyası celiye tercihini, küllî hükümden cüz'î istisna yapılmasını gerektirir ki bu şer'an makbuldür.

İstihsanı kabul etmeyenlerin delilleri de şunlardır.

1- Ancak nassla veya nassa kıyas yapılarak hüküm vermek caiz olur. Çünkü böyle olmazsa bu heva ve hevese göre hüküm vermek olur. Halbuki Allah (c.c.)

"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma." [133] buyurmaktadır.

2- İstihsanın temeli akıldır, âlim-cahil bunda müsavidir. O halde her in­sanın yeni bir din getirmesi caiz olmalıydı.

3- Rasûlullah (s.a.) istihsanla fetva vermez vahyi beklerdi.

Bu delillerin heva ve hevese göre hüküm koymayı reddetmeye dair olduğu görülmektedir ki bu ittifakla caiz değildir. İstihsanı benimsemeyenlere göre ise istihsanm hakikati iki delilden daha kuvvetli olanı ile amel etmektir ki bunda ihtilafa söz konusu değildir. Alimler hepsi az veya çok bunu yapmıştır. Aslında istihsan kıyas veya maslahat gibi delillerle amel etmek olduğundan müstakil bir hüküm kaynağı sayılmaz.

 

ALTINCI DELİL MASLAHAT-I MÜRSELE

 

Tarifi

 

Mürsel maslahat, mutlak menfaat demektir. Usûlcülerin ıstılahında: Dinin tasarruf ve gayelerine uygun olup muteber olduğuna veya ilga edildiğine dair herhangi bir delil bulunmayan hükmün kendisine bağlanmasıyla celb-i menfaat veya def-i mefsedet hasıl olan vasıftır. Sahabenin Kur'an-ı Kerîm'i bir mushafta toplanması, divan (devlet daireleri) ve hapishane kurulması, para basılması, fethedilen ziraî arazinin sahiplerinin elinde bırakılarak haraç alınması gibi hükümleri hep maslahata binaen verilmiş hükümlerdir.

 

Muteber Maslahatın Çeşitleri

 

Maslahatlar bazı şer'î hükümlere esas olur ve onlara bu hükümlerin illeti olarak itibar edildiğine dair bir delil bulunursa bunlara şer'an "muteber masla­hatlar" ismi verilir. Muteber maslahatlar üç mertebedir:

1- Zarûriyyat: Bunlar, insanların din ve dünya hayatı için elzem olup bu­lunmadığı zaman dünya hayatının alt-üst olmasına, âhirette de cenneti kaybe­dip azaba düçar olmasına sebep olan şeylerdir. Meselâ şu beş zaruretin muhafa­zası bu cümledendir ki bunlar: dinin, canın, aklın, nesebin ve malın muhafaza­sıdır. Dinin korunması için cihad meşru kılınmış ve dinden dönenin öldürül­mesi emredilmiş, insanların hayatının korunması için amden (bilerek) öldürene kısas yapılması, aklın muhafazası için içki içene had vurulması, nesebin korunması için zina ve iftira (kazif) cezaları meşru kılınmıştır. Malın muhafazası için de hırsızlık haram kılınmış ve hırsızın eli kesilmesi meşru kılınmıştır; Dinden dönme, kasden öldürme, alkollü içki içme, kazf ve iftira... Bunların her biri bir maslahatın gerçekleşmesine sebep olan münasib birer vasıftır ve şer'an muteberdir. İşte sâri'in itibar etme derecesine göre müessir veya mülayim münasib budur.

2- Haciyyet: Bunlar, bir takım sıkıntıların giderilmesi için insanın muh­taç olduğu, yokluğu halinde de hayatın nizamı bozulmadan sıkıntı ve meşak­kate düştüğü şeylerdir. Alış-veriş, kira gibi muamelata dair çeşitli akidler, sefer halinde namazların kısa kılınması, (bazı mezheplere göre) iki vaktin birleşti­rilmesi, hamile ve emzikli kadının ve hastanın ramazanda oruç tutmaması, hayızlı ve nifaslı kadınların namaz kılmaması, mesh üzerine mesh yapmak, küçük yaştaki kız çocuğunun velisi tarafından dengi ile nikahlanmasının caiz olması gibi çeşitli ruhsatlar bunun için meşru kılınmıştır. Bütün bunlar, bun­larla ilgili olarak meşru kılınmış hükümler için münasip vasıflardır.

3- Tahsiniyyat: Bunlar, namazlar için yapılan temizlikler, giyim-kuşam ile süslenme, yenilecek şeylerden temiz olmayanların haram kılınması, nazik ve iyi davranmanın emredilmesi, kadınları velileri evlendirerek onların doğrudan nikah akdi yapmamaların sağlama gibi güzel ahlak ve âdetlerin muhafaza edil­mesi hedeflenen maslahatlardır. Bunlar da meşru kılınan ilgili hükümler için münasip vasıflardır. Vahyin kesilmesinden sonra ortaya çıkan ve haklarında sâri tarafından muayyen hükümler konulmayan, muteber veya mülga olduğuna dair bir delil de bulunmayan maslahatlara gelince bunlara "mürsel münâsip" veya "mürsel maslahat" denir. Nikah akdinin resmi bir vesika ile tespitinin şart olması, mülkiyetin nakli için gayri menkul satış akdinin tescilinin şart koşul­ması gibi hususlar bu kabildendir.

 

Hüccet Olması

 

Mesâlih-i mürsele hakkında âlimlerin iki görüşü vardır: Şafiî, Şia ve Zahiriyyeye göre hüccet sayılmaz. Malikî, Hanefî ve Hanbelîlere göre ise hüccet­tir.

Hüccet olarak kabul etmeyenlerin delilleri özetle şunlardır:

Şeriatın birliğini muhafaza etmek vacibtir, o halde hükümler nesilden nesile değişmemelidir. Şeriatın kudsiyeti muhafaza edilmelidir. Öyleyse şeriat hakkında arzulara, heva ve heveslere göre bir şey söylenmez. Ayrıca din mesâlihi mürseleye, itibar çeşitlerinden hiç biriyle itibar etmemiştir.

Bu delillere şu şekilde cevap verilebilir: Hükmün sebebi veya maslahatın değişmesi hükmün değişmesini gerektirir ki bu şer'an güzel bir ameldir. Mesâ­lih-i mürsele ile amel etmek râcih (kuvvetli) bir maslahatla amel etmektir. Bu, kişinin hevesâtına göre hüküm koyma değildir. Çünkü maslahatla amel edile­bilmesi için bununla dinin maksatları ve hedefleri arasında mülayemetin= uygunluğun bulunması şarttır.

Maslahatı hüccet kabul edenler de buna dair pek çok delil gösterirler, en mühimleri şunlardır:

1- Hayat devamlı bir gelişme içindedir, insanların maslahatları her zaman değişir. Bu maslahatlara uygun hükümler konulmayacak olursa sıkıntıya düşerler, çeşitli yer ve zamanlarda maslahatlarını kaybedebilirler, teşri' zamana, gelişmelere ayak uyduramaz, masâliha riayet edemez olur. Bu ise dinin, insanların maslahatlarını gözetme ve bunu gerçekleştirme gayesine ters düşer.

2- Şer'î hükümler, bir rahmet olarak maslahatlara itibar edip riâyet etme ve onları gerçekleştirme esası üzerine bina edilmiştir. Nitekim bir ayet-i kerimede Rasûlullah'a hitaben.

"Ben ancak seni âlemlere rahmet olarak gönderdim." [134] buyrulmuştur. Diğer bir ayette,

"Allah size kolaylık ister, size zorluk istemez."[135] buyrulmuştur. Umumiyetle hükümlerde maslahatın cinsine itibar edilmiş olması, hükümlerin ta'lilinde bu maslahatların cinsinden olan her maslahata itibar edildiği zannı ile hareket etmeyi vacib kılmaktadır. Çünkü zan ile amel etmek vaciptir.

3- Sahabe, tabiîn ve müctehid imamların ictihadlarında, maslahata kıyas­tan daha geniş bir şekilde riayet edilmiştir. Öyle ki bu artık icmâ derecesine gelmiştir. Buna dair pek çok delil zikredilebilir:

Hz. Ebubekir (r.a.) Hz. Ömer (r.a.)'ın işaretiyle dağınık sayfalarda bu­lunan Kur'an-ı Kerîmi bir mushafta toplamış ve ".Vallahi bu İslâm için hayır ve maslahattır" demiştir.

Yine Hz. Ebubekir zekat vermeyenlerle harp etmiş, kendisinden sonra Hz. Ömer'i halife tayin etmiştir. Daha önce bu yaptıklarına delil sayabileceği benzeri bir şey olmamıştı. Bütün bunlara "maslahat" tan başka bir mesned yoktur.

Hz. Ömer müslümanların umumi maslahatını düşünerek, fethedilen arazileri sahiplerinin elinde bırakmıştı. İslâm kuvvetlendikten sonra artık telif (ısındırma) e ihtiyaç kalmadığı gerekçesiyle müellefe-i kulûba zekat vermedi. Kıtlık senesinde umumî bir fakru zaruret bulunması sebebiyle hırsızlara hırsızlık cezası uygulamadı. Divan (Dosya ve kütükler) ve hapishaneler ihdas etti. Talakın çok kullanılmasına mani olmak için bir kelimede söylenen üç talakı üç saydı. Kısastan kaçma yolunu kapatmak için tek kişiyi öldüren gurubun hepsinin öldürülmesini emretti. Başka bir kocadan iddet bekleyen bir kadınla nikahlanan erkeğe bu kadını haram kıldı. Maksadı böyle bir fiile mani olmak ve onun bu niyetini aleyhine çevirerek cezalandırmaktı.

Hz. Osman (r.a) Kur'an-ı Kerîmi bir harf (lehçe) üzere yazıp çoğaltarak mühim merkezlere gönderip diğer mushafları imha etti. Cuma namazı için ilk ezanı ileve etti. Ölüm hastalığında hanımını mirastan mahrum etmek maksa­dıyla üç talakla boşayan kocanın bu niyetini aleyhine çevirerek hanımını ona varis kıldı. Ve buna "Firar talakı" ismini verdi.

Hz. Ali (r.a.) kendisini ilahlaştıran Şia'nın aşın kolu râfızîleri yaktırmıştı. Halkın malları zayi olmaması için zanaatkarın (usta ve işçinin) elinde telef olan malı ashabı kiram tazmin ettirmişler ve Hz.Ali (r.a.) "İnsanları ancak bu ıslah eder" demişti.

Hanefîler cahil doktoru, fâsık müftüye, iflas etmiş kervancı (nakliyeci) ye hacir koymuşlar, Malikîler, ikrar ettirebilmek için zan altındaki kişinin hapsedi­lip tazir uygulanmasına cevaz vermişlerdir. Hanbelîler izin almak mümkün ol­madığı takdirde ihtiyaç durumunda başkasının malında tasarruta bulunmaya cevaz verdiler.

Şâfiîler ve diğer âlimler, bir kişiyi öldüren gurubun hepsine kısas yapıl­masını farz kılmışlardır. Şâri' tarafından itibar edilmiş olması şartıyle İmam Şafiî'nin maslahatla amel ettiği pek çok cemaat tarafından nakledilmiştir.

İşte bütün bunlar münasib mürsel veya mesâlih-i mürsele ile amel etmek­tir. Çünkü bu, sâri' tarafından ilga edildiğine dair bir delil bulunmayan ve şer'î hükümlerin maslahatlarına da uygun olan bir maslahattır. İmam Gazalî şöyle der: "Maksud olduğu kitap, sünnet ve icmâ ile bilinen şer'î bir maksadı muhafaza etmeye matuf her maslahat bu asılların haricinde değildir. Ancak buna "kıyas" değil maslahat-ı mürsele denir. Maslahatı "dinin maksudunu = gayelerini muhafaz etmek" şeklinde tefsir ettiğimiz zaman bununla amel etmeğe muhalefet etmenin hiç bir izahı yoktur, bilakis onun hüccet olduğunu kat'î ola­rak kabul etmek vacib olur."

 

Maslahatla Amel Etmenin Şartları:

 

Masâlih-i mürseleyi hüccet kabul edenler bununla amel etmek için şu üç şartı getirmişlerdir:

1- Maslahat şâri'in maksadına uygun olmalıdır. Yani dinin esaslarından birine, bir nassa veya kat'î delillerden birine ters düşmemeli, bilakis şâri'in mu­radı olan maslahatlardan birinin cinsinden olmak suretiyle ona muvafık olmalı, husûsî bir delil onu muteber olduğuna delâlet etmese de tamamen uzak olma­malı. Buna göre, ramazanda gündüz hanımıyle mukârenette bulunan zengin bir kişiye keffaret olarak, daha caydırıcı olur diye köle azad etme yerine iki ay peşpeşe oruç tutmasına fetva verme gibi özel durumlara göre fetva vermek caiz olmaz. Zira bu, keffaret hakkındaki nassa muhaliftir.

2- Maslahat, maslahat esas alınarak konulan hükümle yarar sağlayacak veya bir zararı defedecek şekilde hakikaten mevcut ve anlaşılır olup vehim mahsulü olmamalı. Meselâ: Yapılan gayri menkul satışlarının ilgili dairede resmî olarak tescil edilmesi yalan şahitliğini azaltacak ve muamelata bir istikrar getirecekse bunu vacip kılmakta şer'an bir mani yoktur. Aynı şekilde gerekli görüldüğünde fiyatların devlet tarafından tesbiti, fiyatlardaki aşırı aldanmaya engel olma, halka gelecek zarar ve sıkıntıyı defetme ve maslahatlarını koruma gibi faydaları varsa bunun yapılmasında şer'an bir mani yoktur.

3- Bu, şahsî bir maslahat değil umuma ait bir maslahat olmalıdır. Çünkü şeriat bütün insanlara gelmiştir. Bundan dolayı özellikle bir emîrin veya başkanın veya bunların yakınlarının maslahatı göz önünde bulundurularak verilen bir hükümle amel etmek caiz olmaz. Aynı şekilde bir kaledeki düşmanın bir müslümanı siper edinmesi halinde onları muhasara etmek mümkün oldukça ve onların müslüman topraklarına musallat olmalarından korkulmadıkça o müslümanın öldürülmesine fetva verilmez.

 

YEDİNCİ DELİL ÖRF

 

Tarifi

 

Örf insanların âdet haline getirip yaşattıkları her şeydir. Bu yaygın hale gelmiş bir fiil veya dilde kullanımına alışılmamış özel bir manada kullanılan ve işitildiği zaman başka mana akla gelmeyen bir söz olabilir. Bu tarif amelî örfe de kavlî örfe de şâmildir. Birincisine misal: İnsanların her hangi bir söz konuşmadan yaptıkları alış-veriş (bey'ul-muâtât), mehri müeccel ve muaccel diye taksim etmeyi âdet haline getirmiş olmaları, buğday, pirinç, koyun ve sığır eti yemenin âdet olması gibi fiillerdir.

Kavlî örfe misal: insanların "veled" kelimesini kız için değil sadece erkek için kullanmaları, "et" kelimesini balık için kullanmamaları, "dâbbe" kelimesini sadece at için kullanmaları buna misaldir.

İcmâ ile Farkı: İcmânın esası ümmetin müctehidlerinin ittifakıdır. Ama örfte böyle bir ittifak şart koşulmamıştır. Avamdan ve havastan insanların içinde bulunduğu ekseriyetin yapagelmiş olması kâfidir.

 

Çeşitleri

 

Amelî ve kavlî kısımlarıyla örf yaâm olur veya hâs olur.

Örf-i âm: Her hangi bir zamanda belde ahâlisinin çoğunluğunun örf haline getirdiği şeydir. Meselâ: İstisna akdini örf haline getirmeleri, "haram" kelime­sini nikah akdine son verdiği için "talak" manasına kullanmaları, içeride ne ka­dar kalınacağı belirlenmediği halde ücretle hamama girmenin yaygın hale gel­mesi gibi.

Örf-i hâs: Bu bir belde veya bölge halkının veya belirli bir gurup insanın adet haline getirdiği şeydir. Meselâ dâbbe kelimesinin Irak ahalisi arasında sadece "at" için kullanılması, tüccarın tuttuğu defterlerin borç isbatı için bir hüccet sayılması gibi.

Dinin kabul edip etmemesi açısından ise örf, örf-i sahih ve örf-i fâsid olmak üzere iki kısma ayrılır.

Örf-i Sahih, bir haramı helâl veya bir helâli haram yapmadan insanların örf haline getirdiğidir. Meselâ: İstisna' akdinde kapora verilmesi, hanımın mehrinden birazını almadan kocasının evine gitmemesi, mehrin müeccel ve muaccel diye iki kısma ayrılması, erkeğin nişan döneminde kız tarafına takdim ettiği şeylerin mehirden sayılmayıp hediye sayılması gibi.

Örf-i fâsid: Bazı haramların helâl, bazı helâllerin haram sayılarak örf haline getirilen şeylerdir. Meselâ: Faiz yemek, faizli bankalarla faiz muame­lesinde bulunmak, merasimlerde kadın-erkek karışık bulunması, ziyafetlerde içki takdim edilmesi, düğün merasimlerinde dans edilmesi, merasimler esnasında namazların terkedilmesi gibi.

 

Hüccet Oluşu

 

Şer'î delillere ve hükümlere ters düştüğü için örf-i fâsidle amel edilmez. Bu sebeple, şeriatın naslarıyle çatıştığı için faizli veya garara = aldanmaya se­bep olan akidlere şer'an müsamaha gösterilmez.

Örf-i sahihe gelince bu hüküm koymada, kazâî meselelerde ve ictihadda makbuldür. Çünkü şer'î hükümlere muhalif olmaz ve şer'î esaslara ters düş­mez. Onun için âlimler "Şer'î hükmü isbat için örf hakem kılınır" ve "Örfle sabit olan nasla sabit olmuş gibidir" demişlerdir.

Örf-i sahih ile amel edilebileceğine dair delil, onun insanların ihtiyaçlarına uygun olması ve meşakkat ve sıkıntılarını izale etmesidir. Aksi halde sıkıntıya ve darlığa düşerler. İslâm, kendi prensipleri ve umumi kaideleri ile çatışmayan bazı arap adetlerini kaldırmamıştır. Meselâ, hata ile öldürmelerde diyeti âkileye yüklemek, evlilikte denkliliğe riayet etmek, mirasta ve velayette asabe olan ak­rabaların takdim edilmesi gibi.

Fasid ve zararlı örfe gelince şeriat bunları kaldırmıştır. Meselâ, faiz, kumar, kızları diri diri toprağa gömmek, kadınları mirastan mahrum bırakmak bunlardan bazılarıdır.

Örf başlıbaşına bir delil değildir. Çoğu zaman örfle amel maslahatı mürsele ile amel etmektir. Nasların tefsirinde ona müracaat edilerek meselâ âmmı tahsis edilir, mutlak takyid edilir. Bazan örf alınarak kıyas terkedilir, ortaya çı­kan yeni meseleler hakkında ictihad yapılırken örfün muktezası alınır.

Bu sebeple fukaha şunu söylemiştir: Nasların mutlak vârid olduğu her meselede, o nassda ve dilde herhangi bir sınırlayıcı kaide de yoksa örfe müra­caat edilir. Meselâ: Hırsızlıktaki hırz = malın koruma altında olması meselesi, alış-veriş akdinin bitmiş olması için "ayrılma"dan ne anlaşıldığı, teslim ve te­sellüm, hayız zamanı ve miktarı, ölü araziyi ihya, gasbda "istîlâ" dan ne anla­şıldığı gibi meseleler bu kabildendir.

 

Tatbikatı

 

Fukaha örfle bir çok meselede amel etmişlerdir. Bazıları şunlardır:

"Yok olan şeyi satmak" demek olmakla beraber halkın ihtiyacı olduğu ve örf haline geldiği için istisna'ya (bir işin, ürünün imâli için siparişe) cevaz verilmesi, zifaftan önce satın alınan ev (cehiz) eşyasının hanımın sayılması, ev satışında çatıdan yukarısının da satışa dahil olması, carî olan örf icabı akitte zikredilmese dahi irtifak haklarının dahil olması hep örfle ameldir.

Bir kısmı henüz mevcut olmadığı için yok olanı satmış olmakla beraber, zaruretten dolayı, örfle amel edilerek karpuz, incir, üzüm, patlıcan, kabak gibi sebze ve meyvaların bir kısmı meydan çıkmışsa dalları üzerinde satışları caiz­dir.

Şartlı satış hakkında şer'an yasak bulunmakla beraber anlaşmazlığa da sebep olmadığı için yine örfle amel edilerek buzdolabı, saat, radyo, çamaşır makinesi gibi bir takım aletler muayyen bir müddet içinde bozuldukları takdirde tamir masraflarının satıcı hesabına şart koşulması sahihtir.

Vakıf yapanların sözleri zamanlarında carî olan örfe göre anlaşılmalıdır. Hanefîlerde vakfın ebedî, kalıcı olması vakfın gereği olmakla beraberki bu şart sadece gayri menkule uygundur. İmam Muhammed örfle amel ederek akara tâbi olmasa da menkul bir eşyanın vakfına cevaz vermiştir.

 

SEKİZİNCİ DELİL ÖNCEKİ ŞERİATLER

 

Tarifi

 

Bizden önceki şeriatlardan maksat, İbrahim, Musa, Davud ve İsa aleyhimüsselam gibi peygamberler vasıtasıyle Allah (c.c.) in geçmiş ümmetlere gön­derdiği hükümlerdir. Burada sadece bu hükümlerin bizim şeriatımızın bir par­çası olup olmadığından, dolayısıyle bizim de bunlarla mükellef olup olmadı­ğımızdan bahsedilecektir.

 

Kısımları

 

Geçmiş peygamberlerin şeriatleri iki kısımdır:

Birinci kısım: Bizim şeriatımızda -ne Kur'anda ne de sünnette- zikredil­memiş olan hükümler. İttifakla biz bunlarla mükellef değiliz.

İkinci kısım: Kur'anda ve sünnette zikri geçen hükümler. Bunlar üç çe­şittir.

1- Bizim şeriatımızda neshedilip, hükmü sona erenler. İttifakla biz bun­larla mükellef değiliz. Meselâ:

"Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram et­tik. Sırtlarının yahut bağırsaklarının taşıdığı ya da kemiğe karışan yağlar ha­riç, sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Böylece onları isyanları yü­zünden cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz."[136] ayet-i kerimesinde deve, kaz, ördek gibi tırnaklı hayvanlar ve pençeli kuşların yen­mesi, bağırsak yağları hariç diğer iç yağlarını yenilmesi haram kılındığı halde bunlar şu ayet-i kerime ile neshedilmiştir:

"De ki, Bana vahyolunanda onu yiye­cek kimse için leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti ki pisliğin kendisidir yada Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş bir şey bulamıyorum."[137]

Savaşta düşmandan alınan ganimet mallarının haram olması da böyledir. Yani Rasûlullah (s.a.) in "Ganimet bana helal kılındı, halbuki benden önce hiç kimseye helal kılınmamıştı" hadisi şerifi ile bizim şeriatımızda helal kılınmış­tır. Tevbe için kişinin kendini öldürmesi, elbisesinin necasetten temizlenmesi için necasetin bulaştığı yerin kesilmesi de aynı şekilde bizden kaldırılmıştır.

2- Bizim şeriatımızda ibka edilen hükümler. Bunlarla biz de müükellefiz. Meselâ oruç. Allah (c.c.)

"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş üm­metlere yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı."[138] buyurmuştur. Kurban konusunda da Rasûlullah (s.a.):

"Kurban kesin çünkü o ceddiniz İbrahim'in sünnetidir" buyurmuştur.

3- Red veya kabul edildiği beyan edilmeksizin Allah (c.c.) in Kur'anı Kerîm'de kıssa halinde naklettiği veya Rasûlullah'ın lisanıyla anlatılan hüküm­ler. İşte bunlar ihtilaflıdır. Meselâ yahudilerin şeriatmdaki kısas ayeti: "Tevratta onlara şöyle yazdık. Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da kısastır." [139] Suyun Salih (a.s.) ile kavmi arasında taksim edildiğini beyan eden ayet-i kerime:

"Onlara, suyun aralarında paylaştırıldığını haber ver. Her içene düşen miktar hazır kılınmıştır."[140] buyurulmuştur.

 

Hüccet Olması

 

Bu son kısmın hüccet olup olmamasında âlimlerin iki görüşü vardır.[141]

Hanefî ve Malikîlerin çoğunluğu, Şafiîlerden bazıları ve Ahmed bin Hanbel'den gelen râcih kavle göre, eski ümmetlerin tahrif edilmiş kitapları yoluyle değil de Rasûlullah (s.a.) a gelen vahiy ile bize sahih olarak ulaşan eski ümmet­lerin hükümleri bizim için de geçerlidir. Onlarla amel edilir ve onlara ittiba et­memiz vacibdir. Meselâ Hanefîler ayet-i kerimede kısas ile ilgili "cana can" lafzını, zimmîyi öldüren müslümanın, kadını öldüren erkeğin kısâsen öl­dürülmesinin caiz olduğuna delil saymışlardır.

Şafiîlerde râcih olan görüşe ve Eş'arî, Mu'tezile ve Şîaya göre biz önceki şeriatlerle mükellef değiliz.

Birinci görüşün delilleri şunlardır:

O da Allah'ın indirdiği şeriatlerden bi­ridir, neshedildiğini gösteren bir delil de yoktur. Allah (c.c.) ın nakletmesi onun zımmen ikrar ettiğine delildir. Öyleyse onunla amel etmek vacip olur. Şu ayet-i kerimeler de bunu ifade etmektedir:

"İşte o peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy."[142]

"Sonra da sana "doğru yola yönelerek İbrahim'in dinine uy, zira o müş­riklerden değildir diye vahyettik."[143]

"Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye din olarak Nuh 'a tav­siye ettiğini sana vahy'ettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve isa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için de din kıldık."[144]

İbni Abbas (r.a.)'ın Sâd süresindeki.

"Davud kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah'a yöneldi."[145] ayetini okuduğunda secde yaptığı ve delil olarak da.

"İşte o peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir, sen de onların yoluna uy."[146] ayet-i kerimesini okuduğu sabittir.

Rasûlullah.

"Kim bir namazı unutur veya uyursa hatırladığı zaman kılsın" dedikten sonra "Beni hatırladığın zaman namaz kıl."[147] ayet-i kerimesini okumuştu. Alimler farz namazların kazasının da farz olduğuna bu hadisi ve ayeti delil kabul etmişlerdir. Halbuki ayet-i kerimede hitap Musa (a.s.) yadır. Rasûlullah (s.a.) önceki şeriatlarla da muhatap olmasaydı onun bu ayet-i kerimeyi okumasının bir faydası olmazdı.Yine Rasûlullah (s.a.) zina eden evli bir yahudinin recmedilmesi kıssasında Tevrat'a müracaat etmiştir.

Fukaha, Salih (s.a.) m şeriatı hakkında varid olan.

"Onlara, suyun arala­rında paylaştırıldığını haber ver. Her içene düşen miktar hazır kılınmıştır"[148] ayet-i kerimesini "mühâyee" (bir şeyi sırayla kullanma) yolu ile ortak malın taksim edilmesinin caiz olduğuna delil saymışlardır.

Yine Yusuf (a.s.) un kıssasında varid olan.

"Kralın su kabını getirene bir deve yükü (bahşiş) var."[149] ayet-i kerimesini fukaha ödül vaadetmenin caiz olduğunu delil kabul etmişlerdir.

Hanbelîler de menfaatin = emeğin mehir olabileceğine Şuayb (a.s.)ın şe­riatı hakkında varid olan şu ayet-i kerimeyi delil kabul etmişlerdir: Dedi ki:

"Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyo­rum."[150]

"Önceki şeriatlerle biz mükellef değiliz" diyenler ise şu ayet-i kerimeyi delil getirdiler:

"... Her birinize bir şeriat bir yol verdik."[151] Yani Allah (c.c.) her ümmete o ümmete mahsus müstakil bir şeriat vermiştir. "Bizim şeriatımızda da ibka edilenler müstesna, bizim şeriatımız geçen bütün şeriatları neshetmiştir. Bunda icmâ vardır" dediler. Bunlara şöyle cevap verilebilir: Bizim şeriatımız sadece muhalif olanları neshetmiştir. Ama neshetmeyip sükût ettik­leri zımnen bizim için de şeriattır, çünkü o da ilâhî bir hükümdür. Ve Kur'an-ı kerim daha önce gelen Tevrat ve İncili tasdik etmektedir. Kısasın, zina ve hır­sızlık cezası gibi cezaların meşru olarak kalması da buna bir delildir.

Yazarların çoğu birinci görüşü tercih etmektedirler. Ancak ben ikinci gö­rüşü benimsiyorum Çünkü bu geçmiş hükümlerin bizim için de meşru kılın­ması ya Kur'an'da veya sünnett-i Nebevî'de varid olan müstakil delillerle olmuştur.

Bizden önceki şeriatların müstakil teşri' delillerinden bir delil olmadığı, bilakis bunun Kur'an veya sünnetin muktezası ile amel etmekten ibaret olduğu unutulmamalıdır. Çünkü bunlarla amel edilebilmesi için Allah (c.c.) ın ve Rasûlünün, red etmeden veya neshetmeden onu bize kıssa etmiş olması şarttır. Dolayısıyle aslında bu Kur'ana veya sünnete dayanır.

 

DOKUZUNCU DELİL SAHABE MEZHEBİ

 

Manası

 

Sahabe mezhebinden maksad Rasûlullah'ın ashabından birinden nakledi­len ictihadî görüş ve fıkhî fetvaların toplamıdır. Usülcülere göre sahabi mümin olarak Rasûlullah'ı gören ve uzun bir müddet beraber bulunan kişidir.

Görüş ve içtihada mecal olmayan hususlarda sahabe kavlinin (görüşünün) delil olarak alınmasında âlimlerin ittifakı vardır. Çünkü bu Rasûlullah (s.a.) tan  nakledilen tevkifi haber kabîlindendir.

Yine açıkça sahabenin icmâ ettiği veya meselâ ninenin mirasta altıda bir alması meselesinde olduğu gibi her hangi birinin muhalefet ettiği bilinmeyen hususların alınmasında da ihtilaf yoktur.

Aynı şekilde ictihadla söylenmiş bir sahabe kavlinin bir başka sahabe kavline karşı hüccet olmayacağında da ihtilaf yoktur. Çünkü sahabe pek çok meselede ihtilaf etmişlerdir. Birisinin sözü diğerine karşı hüccet olsaydı arala­rında bu farklı görüşler meydana gelmezdi. Âlimlerin ihtilafı, sadece tabiîn ve sonrakiler açısından sahabinin sırf ictihadıyle verdiği fetvaların şer'î hüccet sayılıp sayılmayacağı üzerinedir.

 

Sahabe Mezhebi Hakkında Alimlerin Görüşleri

 

Sahabe kavli ile amel edip etmeme hususunda iki meşhur görüş vardır:

Şafiîlere, Eş'arî, Mu'tezile ve Şia'nın cumhuruna ait olan birinci görüşe göre sahabe mezhebi hiç bir şekilde hüccet değildir.

Hanefî, Malikî ve Hanbelîlere ait olan görüşe göre sahabe kavli şer'î bir delildir.[152]

Birinci gurup görüşlerine şu delilleri serdettiler: Sahabe kavli, masumiyeti olmayan bir kişiden sadır olan mücerred ferdî ve ictihadî bir görüştür, her müctehidin hata etmesi ve yanılması mümkündür. Sahabe-i kiram tabiînin ictihadlarını tasvib ederlerdi. Halbuki tabiînin sahabe mezhebine muhalif görüşleri bulunabilirdi. Sahabe kavli başkalarına karşı delil sayılsaydı tabiînin bu ictihadları yapması caiz olmazdı ve sahabe onun muhalefetine karşı çıkardı. İşte Hz. Ali (r.a.), bir yahudinin elinde gördüğü kalkanı hakkında kendi tayin ettiği kadısı Şurayh'a dava açtığında kâdî Şurayh, yakınlığından dolayı oğlu Hasan'ın babası lehindeki şahitliğini kabul etmeyerek Hz. Ali'ye muhalefet etti. Halbuki Hz. Ali oğulun babası lehinde şahitliğinin caiz olduğ görüşünde idi.

Çocuğunu kurban etmeyi nezretme konusunda Mesrûk, İbni Abbas'a mu­halefet etmişti: İbni Abbas bu kişi nezrini ifa için yüz deve kesmesi vacib olur dediği halde Mesrûk "Onun çocuğu Hz. İsmail'den daha hayırlı değildir" diye­rek sadece bir koyun kesmesi vaciptir demiş. Neticede İbni Abbas da onun gö­rüşünü kabul etmiştir.

Enes bin Malik'e bir mesele sorulduğunda "Onu efendimiz Hasan Basrî'ye sorun" der idi. Bu da gösteriyor ki sahabe kavli bir başkasına karşı delil değildir.

İkinci görüş sahipleri de şu delilleri serdettiler. Sahabe, her ne kadar diğer müctehidler gibi içtihadında hataya maruz ise de ancak o, dili çok iyi bilmesi, adalet ve fazilet sahibi olması, ayet-i kerimelerin nüzul, hadisi şeriflerin vürûd sebeplerine muttali olması, Rasûlullah (s.a.) in tasarruflarına şahid olması, şeriatın yüce maksadlarını bilmesi gibi sebeplerden dolayı çoğunlukla onun sözü hakka ve doğruya uygun olur. Halbuki onun bu özellikleri başka bir müctehidde bulunmaz. Bu sebeple onun sözü diğer müctehidlere nisbetle râcih olur dolayısıyle onunla amel edilir.

Buradan şu anlaşılıyor ki sahabe kavli bir içtihadı diğerine tercih etme hususunda tercih sebebidir, ancak Kitap ve Sünnet gibi kendisiyle amel edilmesi farz olan şer'î bir hüccet sayılmaz. Çünkü "hüccet olma" Kur'andan veya Sünnetten açık bir delil ister. Sahabe kavline ittiba etme hususunda Kur'anda ve sünnette bir delil bulunmamaktadır. Yukarda da geçtiği gibi tatbikat ferdî ictihadlarında tabiînin sahabeye muhalefet ettiğini göstermektedir. Sahabe mezhebi bir hüccet olsaydı tabiînin ona uyması vacib olurdu ve muhalefet ettikleri takdirde günahkar olmaları icab ederdi.

 

ONUNCU DELİL SEDDİ ZERÂYİ'

 

Tarifi

 

Zerîa lügatta kendisiyle bir şeye ulaşılan vasıta demektir. Usûlcülere göre zerâyi': Mefsedet veya mazarrat ihtiva edene, yasak olana ulaştıran her şeydir. Buna göre nasıl ki vacibe vasıta olan vacib ise harama vasıta olan da haramdır. Meselâ zina haramdır, zinaya vasıta olduğu için yabancı kadına bakmak da ha­ramdır. Hac farzdır, hac için Beytullah'a ve hac yapılan mekanlara gitmek de farzdır. Çünkü şâri' kulunu bir şeyle mükellef kılmışsa ona vasıta olarak taay­yün eden her şeyi taleb etmiş demektir. Aynı şekilde bir şeyi haram kılmışsa ona götüren her şeyi haram kılmış demektir.

 

Zerîa ile Mukaddime Arasındaki  Fark

 

Bir şeyin mukaddimesi o şeyin varlığı kendisine bağlı olan şeydir. Mu­kaddimede aslolan, maksadın elde edilmesi kendisine bağlı olması ve o ol­mazsa hiç kimsenin varılmak istenen hedefe varmasının mümkün olmamasıdır. Zerîa ise bir şeye ulaştıran vasıtadır. Bunda aslolan hüküm yolu ile maksada ulaştırma ve götürme manasının bulunmasıdır. Meselâ duvarın temeli duvarın mukaddimesidir, çatıya ulaştıran merdiven ise zerîadır.

Buna göre.

"Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar."[153] ayet-i kerimesi mukaddime kabilinden değil zerîa babından bir ayettir. Çünkü erkeğin kadının fitnesine kapılması ayakla vur­maya bağlı değildir, ancak bu o fesada bir vasıtadır. Çünkü ayakla vurma ge­nelde o fesada sebep olabilir.

Yine.

"Onların Allah'ı bir tarafa bırakarak taptıkları (putları) na sövme­yin, sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler."[154] ayet-i kerimesi bir mukaddime değil bir zerîadır. Çünkü müşriklerin Allah'a sövmesi, mümin­lerin onların ilah ve putlarına sövmelerine bağlı değildir, ancak onların ilahla­rına yapılacak bu sövme, müşriklerin Allah'a sövmelerine sebep olabilir.

 

Zerîanın Çeşitleri

 

Şâtıbî zerîayı neticeleri ve getireceği zarar veya mefsedetleri itibarı ile üç çeşide ayırmıştır:[155]

Birincisi: Mefsedete sebep olması kesin olan. Meselâ kapının arkasına çukur kazma bu kabildendir, zira içeri girenin ona düşeceği kesindir. Bu yasak­tır ve verilen zarar tazmin ettirilir.

İkincisi: Nadiren mefsedete sebep olan. Meselâ: İçine birinin düşme ihti­mali çok az olan bir yere çukur kazmak, çoğu zaman kimseye bir zararı olma­yan gıda maddelerini satmak gibi. Bunlara şer'an izin verilmiştir, çünkü sâri' hükümleri maslahatın nadiren görülmesine değil çoğu zaman bulunur olmasına bina etmiştir. Zaten âdeten mefsedetten tamamen arınmış bir maslahat bulun­maz.

Üçüncüsü: Çoğu zaman mefsedete sebep olan, Meselâ: Harbîye silah satma, şarap imal eden kişi ve kuruluşlara yaş üzüm satma bu kabildendir. Gü­nah ve masiyette yardımlaşmaya sebep olduğu ve zannı galib kat'iye dahil olduğu için bu satışlar nehyedilmiştir.

Büyû'l-âcâl da bu cümledendir. Büyû'l-âcâl şartları itibariyle sahih olan fakat aslında haram olan ve nehyedilen bir neticeye ulaşmak için vesile yapılan alış-verişlerdir ki bunlar çoğu zaman faize götürdüğü için Malikî ve Hanbelîlere göre haramdır. Nitekim bu vasıfta olan pek çok fiil haram kılınmıştır. Meselâ: Sırlı desti gibi içine konulan şırayı çoğu kere şaraba çeviren kaplarda nebîz yapmanın nehyedilmesi, yabancı kadınla halvetin haram kılınması, bir kadının yanında mahremi olmadan yolculuk yapmasının haram olması, kabirler üzerine mescid yapılmasının, kabre doğru namaz kılmanın nehyedilmesi, bir kadını halası ve teyzesiyle aynı nikah altında bulundurmanın, iddet bekleyen kadına evlilik teklif etmenin ve bu halde onu nikahlamanın nehyedilmesi, vefat iddeti bekleyen kadının koku sürünmesi, süslenmesi gibi evlenme tekliflerini celbedici filleri yapmasının haram kılınması, ödünç para verme şartıyle satış, borç­lunun alacaklısına hediye vermesi, bayram günü oruç tutmanın nehyedilmesi, katilin mirastan mahrum edilmesi... hep bu kabildendir.

Mefsedete götüreceği hakkında kesin bilgi veya zan bulunmadığı için İmam Şafiî (r.a.) "büyû'l-âcâl" in zahirde sıhhatine hükmetmiştir. Çünkü bu­rada mücerred mefsedetin vaki olup olmaması ihtimalinden başka bir bilgi, bu ihtimallerden birini tercih ettirecek herhangi bir karine bulunmamaktadır. Ay­rıca kişinin amelini, niyet etmediği, kaçınma için ihtiyatta kusur etmediği bir mefsedetten dolayı, günaha hamletmemiz sahih olmaz. Çünkü bu mefsedet her ne kadar çoğu kere vaki olsa da kesine yakın değildir.

 

Sedd-i Zerayi' Hakkında Alimlerin Görüşleri

 

Maliki ve Hanbelîlere göre şeddi zerâyi' fıkıh usûlünün esaslarından biridir. îmam. Ebu Hanîfe ve İmam Şafiî de bazı hallerde kabul edip amel etmişler diğer bazı hallerde amel etmemişlerdir.[156]

Sedd-i zerâyi'i asıl kabul edenler Kur'andan ve sünnetten şu delilleri ge­tirmişlerdir:

Allah (c.c.).

"Ey iman edenler! (Hz. Peygambere) "Râınâ" demeyin "unzurnâ" deyin. Söylenenleri dinleyin."[157] buyuruyor. Çünkü "râınâ" kelimesini yahudiler sövmek için kullanırlardı. Ve yine ayet-i kerimede:

"Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk."[158]

Sünnetten delilleri ise şu hadisi şeriflerdir:

"Seni şüpheye düşüren şeyi şüpheye düşürmeyeni yap!",

"Koruluğun (haramın) etrafında dolaşan kişinin oraya düşmesi yakındır.",

"Kişinin ana-babasına lanet etmesi büyük günahların en büyüklerindendir." Denildi ki:

"Ya Rasûlallah kişi anasına babasına nasıl lanet eder?" Buyurdular ki:

"Birisinin babasına söver, o da onun babasına söver; annesine söver o da onun annesine söver".

Kur'an'dan ve sünnetten gösterilen bu delillerde ittifak vardır.

Ayrıca âlimler şu hususlarda da ittifak etmişlerdir: Günah ve zulümde yardımlaşma asla caiz değildir. Umuma ait yollar üzerine kuyu açmak, yiyeceklerine zehir atmak gibi müslümanlara eziyete sebep olacak bir şey yapmak haramdır.

"Onların Allah'ı bir tarafa bırakarak taptıklarına sövmeyin, sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler."[159] ayet-i kerimesinden dolayı müşriklerin önünde putlara sövmek caiz değildir, tâ ki bu sövme Allah'a sövmeye bir sebep olmasın.

Şunda da ittifak ettiler: Yapılan amel hayra da şerre de sebep olacak cins­ten ise bakılır. Bağ yetiştirme gibi yapılması insanlara bir menfaat getiriyorsa şarap imaline sebep olsa da haram olmaz. Çünkü onu yetiştirmekteki asıl gaye bu değil idi. Ondan elde edilen fayda meydana gelen zarardan daha büyüktür. İtibar galibedir. Zinaya sebep olması konusunda evlerin bitişik olması da buna bir başka misaldir.

İhtilaf ettiklerine gelince: Bu, Şatıbî'nin de beyan ettiği gibi, zahiri itiba­riyle caiz olan vesilelerin bir harama ulaşmak için kullanıldığı töhmeti kuvvet kazandığı takdirde bunların hükmü hakkında ihtilaf edilmiştir. Meselâ îne veya ecel satışı. İne şudur: Satıcı bir malı veresiye on dirheme satar, sonra bunu

hemen peşin beş dirheme müşteriden satın alır. Böylece satıcı beş dirhemi ödünç vermiş olur. Sonra ondan on dirhem geri alır. İşte bu iki fiyat arasındaki fark faiz olur. Cumhura göre "büyû'l-âcâl" ile "îne" satışı arasında fark yoktur. Ancak Malikîler bu ikisini ayrı mütalaa ettiler ederek demişlerdir ki:

"Büyû'l-âcâl" şudur: Müşterinin satın aldığı şeyi satıcısına veya vekiline veresiye satmasıdır: "îne" satışı: Birinin diğerine "benden peşin on dirheme bir mal satın al, ben onu senden on iki dirheme veresiye geri alayım" demesidir ki bu haramdır. Çünkü bunda bir menfaat için ödünç verme töhmeti vardır.

Malikîler ve Hanbelîler bu satışları batıl sayarlar. Çünkü bizzat akid faiz niyeti olduğu delilini taşımaktadır. Yani bu akdin sonucu, peşin beş dirhemi veresiye on dirheme satmaktır, aradaki mal lüzumsuz ve manasızdır. Dolayısıyle bu akid, fasid ve haram olduğunda icmâ edilen zerâyia kıyas edilerek ha­ramdır denilir. Çünkü her ikisinde de bu akdi yapmaya sevkeden şey fâsid gaye ve maksâdlardır.

Ebu Hanîfe her ne kadar "sedd-i zerâyi'" kaidesi ile amel etmese de şu esasa binaen bu akidlere cevaz vermemektedir, "kabzedip temellük tamamlan­madan bir şeyde tasarruf caiz değildir".

İmam Şâfiîye gelince o bu satışları hukukî olarak şeklen sahih kabul et­mekte, niyet ve gizli maksat tarafını ise günaha ve uhrevî cezaya bırakmakta­dır. Yani bu akid haramdır veya nehyedildiği için mekruhtur, ancak bu nehiy, kişinin haram olan faizi elde etme niyetiyle bunu yaptığına dair delil bulunma­dıkça akdi batıl yapmaz.

Şu rivayetler de birinci görüşü teyit etmektedir: Rasûlullah îne satışını nehyetti. Ayrıca bu satış muamelesinde bulunu Zeyd bin Erkam hakkında Hz. Ayşe (r.a.): Eğer tevbe etmezse Rasûlullah'la beraber yaptığı cihadını iptal etmiştir." demişti.

 

ONBİRİNCİ DELİL İSTİSHAB

 

Tarifi

 

İstishab lügatta beraber olmayı istemektir. Usûlcülere göre: Geçmişte bir şeyin var veya yok olduğuan binaen -değiştiğine dair delil bulunmadıkça- hali hazırda da varlığına veya yokluğuna hükmetmektir.

Meselâ bir şeyin var olduğu sabit olduktan sonra yok olup olmadığında şüphe edilse onun devam ettiğine hükmederiz. Bir şeyin yokluğu sabit olduktan sonra varlığında şüphe edilse yok olduğuna hükmederiz. Bundan dolayı bir akdin veya tasarrufun hükmünü öğrenmek istesek, hükmüne delâlet eden bir nas da bulunmasa "Eşyada aslolan ibahadır" kaidesine binaen mubah olduğuna hükmederiz. Bir canlının veya bitkinin veya cansızın veya yemeğin, içilecek şeyin veya herhangi bir işin hükmünü öğrenmek istesek, naslarda hükmüne dair de bir delil bulunmasa mubah olduğuna hükmedilir, çünkü aslolan ibâha (mübahlık)'tır. .

Kızlarda aslolan bakire olmalarıdır ki, aksi bir iddia ancak beyyine ile kabul edilir. Avcı kuşlarda aslolan eğitilmemiş, olmalarıdır, eğitilmiş olduğu ancak bir beyyine ile sabit olur.

Eşyada aslolanın ibaha olduğuna dair delil:

"O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı."[160] ayet-i kerimesi ve "Kainatta var olan her şeyin insanın hizmetine verildiğini" ifade eden diğer ayet-i kerimelerdir. Özellikle in­sanın zikredilip onun hizmetine verilmesi ancak bunlar ona mubah kılınırsa bir mana ifade eder.

 

Çeşitleri

 

İstishabın çeşitleri vardır, en mühimleri şunlardır.[161]

1- Haram olduğuna dair herhangi bir delil bulunmayan eşya hakkında asi olan onun mubah olmasıdır. Yani usûlcülerin cumhurunca kabul edilen esas şudur: Nasıl ki zararlı şeyler hakkında aslolan haram olmaları ise faydalı şeyler hakkında da aslolan ibahadır. İbahanın delilleri:

"O, yerde ne varsa hepsini si­zin için yarattı."[162]  

"De ki Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı.?"[163]

"Bu gün size tayyib olanlar he­lal kılındı"[164] gibi ayet-i kerimelerdir. Tayyibden maksad gönlün hoşlandığı şeylerdir, mubahlar değildir. Zararlı olanlar hakkında aslolan haram olduğunun delili de "Zarar vermek yoktur, zarara zararla mukabele etmek yok­tur" hadisi şerifidir. Yani mutlak surette zarar vermek caiz olmadığı gibi zarara zararla mukabele etmek de caiz değildir.

Bu kısım âlimler tarafından ittifakla kabul edilmiştir.

2- Berâet-i zimmet esastır: Meselâ: Mükellef sayıldığına dair şer'î şer'î bir delil bulunmadıkça insanın zimmetinin şer'î mükellefiyetlerden ve bunlara terettüp eden haklardan uzaktır. Buna göre bir şahıs diğerinde alacağı olduğunu iddia etse onun zimmetinin bu borçlu meşgul olduğuna dair delil getirmesi gerekir. Bunu ispat edemezse o şahsın zimmeti beri olur. Din bize beş vakit namazı farz kılmışsa altıncısı vardır demek aslın hilafına bir sözdür, ondan delil istenir. Din bize ramazan orucunu farz kılmışsa şevval ayında da oruç farzdır diyen aslın hilâfına bir söz söylemiştir, ondan buna delil istenir. Ortak, şirketin malı kar etmemiştir diye idda etse, kâr ettiği bir delil ile sabit olmadıkça "aslolan kâr etmeme" olduğu için istishaben onun bu iddiası kabul edilir.

Bu kısım da ittifakla kabul edilmiştir.

3- Sabit olup halen devam ettiğine aklın ve dinin delâlet ettiği istishab; Meselâ sebebin bulunduğu yerde -ki bu sebep akittir- mülkiyetin sabit olması, nikah akdinden sonra eşlerin birbirine helal olması, borçlanan kişinin borcunu ödeyinceye kadar zimmetinin bu borçla meşgul kalması hep istishaba binaendir. Aynı şekilde abdest alan kişinin halen abdestli sayılması, o abdestin istishaben devam ediyor kabul edilmesindendir. Bozulup bozulmadığı hakkındaki şüphenin tesiri olmaz.

İbnülkayyım'ın zikrettiğine göre bu kısımda da ihtilaf yoktur. Ancak ba­zılarına göre bu ihtilaflıdır. Zira Hanefîlere göre istishab "def" için hüccettir "ref" için değildir. Yani var olanı olduğu gibi bırakmak hususunda hüccet ol­duğu halde olmayan bir şeyi (hakkı) isbat için hüccet değildir. İmam Malik de bazı hallerde bununla amel etmemekte ve meselâ olup olmadığında şüphe bu­luna abdestle kılınan namazı sahih görmemekte, bir talak ile mi üç talak ile mi boşadığında şüphe eden kişiyi üç talak ile boşamış kabul etmektedir.

 

Hüccet Oluşu Hakkındaki Görüşler

 

Başka bir delil yoksa istishab ile amel edilir, yani fetva için en son delil budur. İstishab, değiştiğine dair bir delil bulunmadıkça var olduğu bilmen şe­yin varlığına hükmetmektir. Meselâ öldüğüne dair delil bulunmadıkça kişinin hayatta olduğuna hükmedilerek tasarrufları sahih kabul edilir, sona erdiğine dair bir delil bulunmadıkça evliliğinin devam ettiğine hükmedilir.

İstishabın hüccet oluşuna dair âlimlerin çeşitli görüşleri vardır. İkisi en önemlisidir:

Hanefîlerin müteahhirlerine göre istishab "def ve nefy" için hüccettir "isbat ve istihkak" için hüccet değildir. Yani sabit olmayan bir şeyi isbata hüccet ve delil olmayıp ancak sabit olan bir şeyin aksine delil bulunmadıkça devamına hükmetmek için bir hüccettir. Önceki halin değiştiğini iddia edene karşı o hali olduğu gibi ibka için delil olur, yeni kazanılan bir hakkın isbatı için delil olmaz. Bir zimmetin berâeti için olan istishab aslında onun berâeti için bir hüccet olma­yıp belki sadece, elinde davasını isbat edecek delil olmadığı halde bu zimmetin borçlu olduğunu iddia eden kişinin bu iddiasını reddetmek için bir delil olabilir. Aynı şekilde istishab, önceden yapılan bir akidle sabit olan mülkiyetin devam ettiğine dair bir hüccet olmaz, lakin elinde delil olmadan bu mülkiyetin bittiğini iddia edenin bu iddiasını reddetmek için bir delil olur.[165]

Özetle: Hanefîlere göre istishab yeni bir hüküm getirmez ancak, "adem-i aslî" veya "ibâhat-i aslıyye" gibi bir delille sabit olan hükmün devam ettiğini ifade eder. Yani istishab var olduğu bilinenin ibkası için delildir olmayan şeyin isbatı için değildir.

Malikî, Şafiî, Hanbelî, Zahirî ve Şia'nın cumhuruna göre istishab değiş­tiğine dair delil bulunmadıkça sabit olan hükmün devamına dair mutlak bir hüc­cettir. Def için hüccet olduğu gibi istihkak için de hüccet olabilir. Yani istishab devamına mani bir delil bulunmadıkça hem selbî hem icâbı (leh ve aleyhindeki) her iki hakkın da isbatında hüccettir.

Bu ihtilafın semeresi mefkûdun halinde görülür. Mefkûd, memleketinden ayrılıp giden ve uzun bir zaman geçtiği halde izine rastlanmayan kişidir. Ha­nefîlere göre başkasından buna gelecek miras ve vasiyet malı gibi icabî (lehinde) olan haklar sabit olmaz, sadece selbî (aleyhine) hakları muhafaza edilirki bu, kaybolmadan önce var olan mülkiyetinin zimmetinde kalmasıdır. Meselâ terekesi varislerine dağıtılmaz, hanımı onun nikahında devam eder. Yani vefatına dair delil bulunmadıkça veya mahkeme ölümüne karar vermedikçe sadece malları ve hanımı açısından hayatta kabul edilir, lâkin başkasından miras alamaz ve kendisi için vasıyyet edilen mala malik olmaz. Yani ne başkasına varis olur ne de varis olunur.

İkinci görüşün sahiplerine göre ise mefkûd başkalarındaki haklarını alır, yani istishaben hayatta kabul edilerek meselâ başkalarına vâris olur, kendisine yapılan vasıyyet sabit olur, eski hakları mülkü üzre devam eder. Yani bu âlim­ler, öldüğü tesbit edilinceye kadar kaybolduğu müddet içinde hayatta olduğuna ve sağ olmanın getirdiği bütün hakların devam ettiğine hükmederler. Çünkü aslolan sağ olmasıdır, dolayısıyle aksi sabit olmadıkça bu asıl istishab edilir, o başkasına vâris olur, kimse ona varis olamaz. Hanbelîlere göre kayboluşundan

itibaren dört yıl geçtikten sonra başkasına varis olamasa dahi başkası ona varis olur.

Bu görüş sahiplerinin delili, ortadan kaldıran sebebin varlığında şek varsa abdestin, abdestsizliğin, nikahın ve mülkiyetin devam ettiğine hükmedilmesi gibi fıkha dair, pek çok fer'î meselede istishaba itibar edildiği üzerinde vaki' olan icmâdır.

 

İstishaba Bina Edilen Fıkıh Kaideleri

 

Âlimler istishaba bazı kaideler veya şer'î esaslar bina etmişlerdir ki şun­lardır:

1- Değiştiği sabit olmadıkça bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıl­dır. Meselâ vefat ettiğine dair delil bulununcaya kadar mefkûd hayatta kabul edilir. İttifakla malı miras olarak dağıtılmaz, cumhura göre başkasına vâris olur Hanefîlere göre olmaz.

2- Eşyada aslolan ibâhadır: Dinde fesadına ve butlanına dair delil bulun­madıkça yapılan bir tasarrufun veya akdin sıhhatine hükmedilir. Din bize ha­ram olduğunu bildirmedikçe her şey mübahtır.

3- Berâet-i zimmet asıldır. İşte bu "berâet istishabı" kaidesidir ki buna göre bir şahsın zimmetinde her hangi bir şey isbat etmek veya bir şahsa bir şey nisbet etmek delil bulunmadıkça caiz olmaz.

4- Şek ile yakîn zail olmaz. Yani tereddütle yakînin hükmü kalkmaz. Buna göre, bir insan abdest aldıktan sonra bozulup bozulmadığında şek = şüphe etse Malikîler hariç cumhura göre abdestin varlığına hükmedilir. Bir insan gecenin sonuna doğru yemek yese, fecrin doğup doğmadığında şüphe etse ve bunu kesin tesbit edemese orucu sahih olur. Çünkü aslolan gecenin devam etmesidir fecrin doğması ise şüphelidir.Fakat günün son vakitlerinde güneşin batıp bat­madığını araştırmadan yese ve güneşin battığında şüphe etse orucu fâsid olur, Çünkü aslolan gündüzün devam etmesidir, yakîn olan budur. Batmış olması ise şüphelidir.

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

 AHKÂM-I ŞER'İYYE (ŞER'Î HÜKÜMLER)

 

Tarifi

 

Hüküm lügatta men etmek demektir.Usûlculere göre ise Allah'ın iktiza  veya tahyîr veya vaz yolu ile mükellefin fiillerine taal­luk eden hıtabıdır.Fukahâya göre hüküm ise: Vücub, hürmet ve ibaha gibi sâri'in hitabının fiilde bulunmasını iktiza eden eseridir.[166]

Meselâ.

"Akidlere vefa gösterin."[167] ayet-i kerimesi. Akidlerin îfâ edilmesi ile ilgili bu nas usûlcülere göre şer'î hükmün kendisidir.Fukahaya göre ise bu nassın eseri ve muktezâsı olan "Akidleri ifa etmenin vacib olması" dır.

"Namazı doğru kılın, zekâtı verin." [168] ayet-i kerimesi de böyledir.

Zinayı nehyetmeye yönelik "Zinaya yaklaşmayın" ayet-i kerimesi usûlcü­lere göre hükümdür. Fukahâya göre ise bu nehyin neticesi olan "zinanın haram olması" hüküm'dür.

"Bir kavim bir kavimle alay etmesin."[169] ayet-i kerimesi de böyledir.

Kocanın hanımını boşamasına mukabil ondan mâlî bir bedel alması ile ilgili olan.

"Allahın sınırlarını hakkıyle yerine getirememelerinden korkarsanız erkeğe fidye vermesinde her iki taraf için de günah yoktur. " [170] ayet-i kerimesi usûlcülere göre hükmün kendisidir. Halbuki fukahâya göre bu­rada hüküm bu ayetin neticesi olan "hul' bedelinin mubah olması"dır.

"İhram­dan çıkınca avlanın." [171] nassı usûl açısından hükmün kendisi olduğu halde bunun fıkhî hükmü "ihramdan çıktıktan sonra avlanmanın mubah olması" dır.

"Allah'ın hitabı" veya" kelâmı" ifadesi doğrudan hitabı olan Kur'an'a şâmil olduğu gibi sünnet, icmâ, kıyas ve diğer deliller gibi bir vasıta ile bu hıtaba râci olanlar da şâmildir. Bu delillerden her biri usûlcülere göre şer'î hükümdür.

Meselâ "Katil miras alamaz" mealindeki öldürmenin mirasa mani bir fiil olarak vaz edilmesiyle ilgili hadis-i şerif usûlcülere göre, vaz'î hükmün kendisi­dir. Fukahaya göre ise bu hadisin muktezası olan "katilin mirastan mahrum ol­ması" dır. Namaz kılınabilmesi için abdestin bir şart olduğunu ifade eden "Al­lah (c.c.) abdestsiz kılınan bir namazı kabul etmez" mealindeki hadis-i şerifde böyledir.

Tarifte geçen "iktiza"dan maksad "talep, istemektir" Bu, ister bir şeyin yapılmasını isterse terkedilmesini talep etmek olsun aynıdır. Yapılmasını taleb eğer kat'î bir ifade ile olursa "icab", kat'î olmayan bir ifade ile olursa "nedb" olur. Terkini talep etme eğer kesin bir ifade ile olursa "tahrim", kesin olmayan bir ifade ile olursa "kerahet" olur.

Tarifteki "tahyîr" den maksat "ibaha" dır, yani yapmakla terketmenin müsâvî olmasıdır, "iktiza" ve "tahyir" kaydıyle beş teklîfî hüküm tarife girmekte­dir.

Vaz'  dan maksat ise bir şeyi bir başka şeye sebep veya şart veya ruhsat veya azîmet kabul etmektir. İşte bunlar vaz'î hükmün çeşitleridir. Me­selâ:

"Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl."[172] ayet-i kerimesi bizatihi şâri' tarafından konulan vaz'î usûlî hükümdür. Namazın farz olup mükellefin zimmetinin bununla meş­gul olması için güneşin dönmesini sebep saymak ise fıkhî hükümdür.

Böylece usûlî hükmün şer'î nassın kendisi olduğu, fıkhî hükmün ise bu şer'î nassın muktezası olan neticesi olduğu ortaya çıkıyor. Birinci mana gü­nümüzdeki hukukçuların ıstılahına uygun düşmektedir. Zira onlar "hüküm" ile hâkimden sadır olan nassı kastediyorlar. Onun için "hükmün mantığı şöyle, hükmün mantığı böyle" gibi ifadeler kullanırlar. Ancak fukahânın ıstılahı, biz­zat nas ile eseri = neticesini veya şer'î hükümle ona delâlet eden Kur'an veya sünnet veya icmâ veya kıyas delili arasını tefrik ettiği için daha açık ve daha uygundur.

 

Hükmün Kısımları

 

Tarifinden de anlaşılacağı gibi şer'î hüküm Teklîfî ve Vaz'î olmak üzere iki kısma ayrılır. Çünkü şâri'in, mükellefin fiillerine taalluk eden sözü ya talep yolu ile veya tahyir yolu ile veya vaz' yolu ile olur. Eğer mükellefin fiiline talep veya tahyir yolu ile taalluk ederse bu teklîfî hükümdür; vaz' cihetiyle taalluk ederse vaz'î hükümdür.

 

1- Teklîfî Hüküm:

 

Mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını talep etmeyi veya yap­makla yapmamak arasında muhayyer bırakmayı gerektiren hükümdür. Meselâ:

"Namazı dosdoğru kılın."[173]

"Size oruç yazıldı."[174]

"Onların mallarından zekat olarak al." [175]

"Beyti haccetmeleri Alla­h'ın insanlar üzerinde hakkıdır."[176]

"Akidleri yerine getirin." [177] gibi ayet-i kerimeler fiili taleb eden ayetlerdir.

"Haksız, yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın."[178]

"Size leş, kan ve domuz eti haram kılındı."[179]

"Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın."[180] [181] gibi ayet-i kerimeler de yapılmamasını taleb eden ayetlerdir.

"Kadının erkeğe (hul' bedeli olarak) fidye vermesinde her iki taraf için günah yok."[182]

"Namazı sefer halinde kısa kılmanızda bir günah yoktur."[183]

"İhramdan çıktığınız zaman avlanınız."[184]

"Namaz eda edildikten sonra yeryüzüne dağılın."[185] gibi ayet-i kerimeler de yapmakla yapmamak arasında serbest olmayı ifade eden ayetlerdir.

Buna teklîfî hüküm denilir, çünkü bu bir şeyi yapmak veya terketmek mükellefiyetini getiren veya ikisi arasında muhayyer bırakmayı tazammum eden bir hükümdür. Ancak "mübâha" "teklif" denilmesi tağlib yoluyladır.

 

2- Vaz 'î Hüküm:

 

Bu, bir şeyi bir şeye sebep veya şart veya mâni saymayı iktiza eden hü­kümdür.

"Sizden aya şahid olanlar oruç tutsun."[186] ayet-i kerimesi sebebe misaldir. Zira hilâlin görülmesi orucun farz olmasının sebebidir.

"Güneş meylettiği vakit namaz kılın."[187] ayet-i kerimesinde de vaktin girmesi öğle namazının farz olması için bir sebebtir ve bu mükellefin kudreti dışında olmaktadır.

"Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıka­yın."[188] ayet-i kerimesinde "Namaz kılmak isteme" abdestin farz olmasının sebebidir.

"Hırsız erkek ve kadının ellerini kesin."[189] ayet-i kerimesinde "hırsızlık yapma" hırsızın elinin kesilmesinde sebep sayılmıştır. "Kim bir düşman öldürürse selebi onundur" yani "üzerindeki silahı, malı, metâı onundur" hadisi şerifinde onu "öldürme" selebine hak kazanmasında sebep sayılmıştır. Bütün bunlar mükellefin kudreti dahilinde olan sebeplerdir. Şarta misal.

"Ona yol bulup gidebilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insan­lar üzerinde bir hakkıdır."[190] ayet-i kelimesidir. Burada mâlî ve bedenî gücün bulunması haccın farziyeti için şart kılınmıştır. "Allah abdestsiz namaz kabul etmez" hadisinde abdest namazın kabulünde bir şart sayılmıştır. "Velisiz ve iki âdil şahid bulunmadan nikah olmaz" hadisi şerifinde velinin ve iki şahidin hazır bulunması nikah akdinin sıhhatinde şart kılınmıştır. Bütün bu şartlar mükellefin kudreti dahilindedir.Çocuğun zatı üzerindeki velayetin kalkması için buluğa ermesi, akidlerin geçerli olması için rüşd çağına gelmesi gibi bazı şartlar da vardır ki bunlar mükellefin kudreti dışındaki şartlardır.

Mükellefin kudreti dahilindeki "mâni" ye misal "Katil miras alamaz" hadisi şerifidir. Burada sâri' "öldürme" yi mirasa bir mâni, engel saymıştır ve bu mükellefin kudreti dahilindedir. Kudretinde olmayana misal ise "babalık" tır. Babanın oğlunu amden öldürmesi halinde Malikîler hariç cumhura göre katilin, maktulün babası olması kısasa mânidir.

 

Teklifi Hüküm İle Vaz'î Hüküm Arasındaki Fark:

 

Hükmün bu iki kısmı arasında üç fark vardır:

1- Teklîfî hüküm ile mükellefin bir fiili yapması veya yapmaması istenir veya yapmakla yapmamak arasında muhayyer olduğu beyan edilir. Vaz'î hükümle ise teklîf veya tahyîr kastedilmez. Belki biri diğerine sebep veya şart veya mâni kılınan iki şeyin aralarındaki irtibat kastedilir.

2- Teklîfî hükümdeki "bir fiili yapmayı veya yapmamayı taleb etme veya ikisi arasında muhayyer kılma" dan şu anlaşılır: Mükellefin bu talebi yerine getirebilmesi için yapmak veya terketmek onun kudreti ve istitâati dahilinde olması lazımdır. Vaz'î hükümler ise yukarıda geçtiği ve aşağıdaki misallerde de geleceği gibi bazıları mükellefin kudreti dahilinde olur bazıları olmaz. Me­selâ akit ve tasarruflardaki lafızlar, suçların irtikap edilmesi mükellefin kudreti dahilindedir. Bu lafızlar, ahkamın terettübü için bir sebebtir, cinayetler cezaları hak etmiş olmak için bir sebebtir. Şunlar da mükellefin kudretinde olmayan vaz'î hükümlerdir. Akrabalığın miras almak için bir sebep olması, mirasın mülkiyet için bir sebep olması, öğle namazının farz olması için güneşin zeval vaktine gelmesinin bir sebep sayılması gibi. Bunlar mükellefin elinde olmayan sebeplerdir.

Mükellefin kudreti dahilindeki şart: Nikah akdi için iki şahit bulundur­mak, namazın sıhhati için şart olan taharet gibi. Mükellefin kudretinde olmayan şartlar ise: Küçüğün zatı üzerindeki velayetin (velâye ale'n-nefs) sona ermesi için buluğa ermesinin şart sayılması, tasarrufların geçerli olması için rüşd çağma gelmenin şart olması gibi. Bunlar mükellefin elinde olmayan şartlardır.

Mükellefin kudreti dahilindeki mâniye misal ise vârisin kendisine miras bırakacak yakınını öldürmesidir. Kudreti dahilinde olmayana misal de "baba­lıktır. Cumhura göre katilin, maktulün babası olması kısasa mânidir. Kendisine vasiyyetle mal bırakılmak istenen kişinin mirasçı olması vasiyete mânidir. Her ikisi de mükellefin elinde olmayan mânilerdir.

3- Teklîfî hükümler sadece "mükellefi ilgilendirir. Vaz'î hükümler ise "insan"ı ilgilendirir. İster mükellef olsun ister sabi ve mecnun gibi mükellef olmasın müsavidir, her ikisi hakkında da vaz'î hükümler geçerlidir. Meselâ çocuğun alış-verişi sahihtir. Sabi ve mecnun bir şey itlaf ederlerse tazmin ettirilirler ve zimmetlerin de borç sabit olur.

TEKLİFİ HÜKMÜN ÇEŞİTLERİ

 

Teklîfî hüküm beş çeşittir:

Bir fiilin yapılması talebi kat'î ise bu icab'dır, kat'î değilse nedb'dir. Fi­ilin yapılmaması talebi kat'î ise bu tahrim (haram) dir, kat'î değilse kerahet'tir. Hitap "tahyîr" şeklinde ise ibaha'dır.

Böylece yapılması veya yapılmaması istenen ve ikisi arasında muhayyer bırakılan fiiller beş çeşit olmaktadır. Yapılması istenenler "vacib" ve "mendub" olmak üzere iki kısımdır. Terki istenenler de "haram" ve "mekruh" olmak üzere ikidir. Yapıp yapmamakta serbest bırakılan ise birdir o da "mübah"tır.

 

VACİB

 

Tarifi:

 

Vacib, sâri'in kesin bir şekilde mükelleften yapılmasını talep et­tiği şeydir. Talebin kesin ve ilzam edici olduğu ya bizzat talep sığasından veya mükellefin bunu yapmaması halinde cezaya müstehak olacağının bildirilmesi gibi haricî bir karineden anlaşılır. Meselâ namaz kılmak, zekat vermek, haccetmek, akidlerin icabını yerine getirmek vacibtir.

Vücub ya "Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin" ayetinde olduğu gibi emir siğasindan anlaşılır veya.

"Kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunları vur­maktır (yani vurun)."[191] ayetinde olduğu gibi fiilin yerinde masdarın kullanılmasında veya.

"İmkanı geniş olan nafakayı imkanlarına göre versin."[192] ayetinde olduğu gibi muzari fiilinin başına lâm gelmesi (yani emr-i ğâib siğası) ile veya.

"Size oruç yazıldı."[193]ayetindeki gibi fiil ile veya Arap dilinde kesin talebi gösteren meselâ:

"Beyti haccetmek Al­lah'ın insanlar üzerinde hakkıdır."[194] ayetindeki üzerinde harfinde olduğu gibi diğer üslublardan anlaşılır.

 

Hükmü:

 

Vacib, yapılması lazım gelen, yapanı sevap terkedeni ceza gören, kat'î bir delil ile sabit ise inkar edeni kâfir olan bir hükümdür.[195]

Cumhura göre farz ile vacib aynıdır, müteradif kelimelerdir. Her birini terkeden şer'an zemme (İcmâmaya) müstehak olur. Hanefîlere göre ise farz, şüphe bulunmayan kat'î bir delil ile sabit olan hükümdür. Meselâ Kur'anı Kerîm'le sabit olan İslâmın beş rüknü veya mütevâtır veya meşhur sünnetle sabit olan namazda kıraatin hükmü böyledir. Vacib ise hakkında şüphe bulunan,zannî bir delil ile sabit olan hükümdür. Meselâ zannî birer delil -ki haberi vahiddir- ile sabit olan sadaka-i fıtır, vitir ve bayram namazları böyledir.

Namaz kılmak "namazı dosdoğru kılın" gibi kat'î bir delil ile sabit ol­duğu için farzdır. Namazda fatiha okumak Hanefîlere göre vacibdir, çünkü zannî bir delil ile yani "Fatihayı okumayanın namazı yoktur" hadisi ile taleb edilmiştir. Ancak doğrusu bu hadis mütevatirdir.

 

Vacibin Kısımları:

 

Çeşitli açılardan vacibin dört taksini vardır.

 

Birinci Taksim- Edasının Vakti İtibariyle:

 

Edasının vakti itibariyle vacib, mutlak ve mukayyed veya muvakkat diye iki kısma ayrılır.[196]

1- Mutlak vacib Şâri'in edası için bir vakit tayin etmeden kesin olarak yapılmasını talep ettiği şeydir. Meselâ keffâretler. Bunlardan yemin keffaretinin edası için tayin edilmiş bir vakit yoktur. Yeminini bozan kişi keffareti ya hemen veya daha sonra eda eder. Hac herhangi bir sene tayin edilmeden gücü yetene vacibtir = farzdır.

2- Mukayyed veya muvakkat vacib Şâri'in muayyen bir vakit içinde yapılmasını kesin olarak taleb ettiği şeydir. Meselâ beş vakit namaz, her biri için muayyen bir vakit vardır. Meselâ ramazan orucu.

Bu taksime şunlar terettüp eder: Mukayyed vacibi bir özrü olmadan vak­tinden sonraya bırakan mükellef günahkar olur. Muayyen bir vakti olmayan mutlak vacibi ise istediği her hangi bir vakitte eda etmesi caizdir.

Hanefîlere göre mukayyed vacib üç kısma ayrılır:

a- Vacib müvessa': Bu, şâri'in tayin ettiği vaktin hem bu ibadeti hem de aynı cinsten başkasını kapsadığı vacibdir. Meselâ: öğle namazının vakti böy­ledir.

b- Vacib mudayyak Bu, kendisi için tayin edilen vaktin sa­dece onu kapsayıp o cinsten başkasını kapsamayan vacibdir. Meselâ ramazan ayı. Bu vakte miyarda denilir.

c- Vacib zûşebeheyn = Her ikisine de benzeyen vacib Bu, vaktinin bir açıdan başkasını da kapsayıp bir başka açıdan kapsamadığı vacibtir. Meselâ hac. Vakti olan hac ayları başkasını kapsamaz yani mükellef bir yılda ancak bir hac eda edebilir. Bir açıdan da başkasını da kapsar yani hac amelleri.

"Hac bilinen aylardır."[197]ayetinde beyan edilen ayların hepsini kapsamaz. Bu aylar Şevval, Zilkade ve Zilhicceden on gündür.

Bu taksime şu hükümler terettüp eder: Vacib müvessa'ın niyetle tayin edilmesi lazımdır. Buna göre öğle vakti, dört rekat namaz kılan kişi eğer öğle namazına niyet ederse bu namazın edası olur, niyet etmezse öğleyi eda etmiş olmaz. Öğleyi tayin edilen vaktinden sonra kılarsa kaza olur. Vakti içinde na­mazı bozan herhangi bir sebebten dolayı tekrar eda ederse bu da iade olur.

Vacib mudayyak'da, Hanefîlere göre mükellefin bunu niyetle tayin etmesi lazım gelir. Buna göre kişi ramazan ayında mutlak olarak oruca niyet etse bu orucu farz oruca sayılır, nafileye niyet etse nafile olmaz, sadece farz oruç ye­rine geçer. Çünkü bu ay başka hiç bir orucu kapsamaz.

 

 

İkinci Taksim- Şâri' Tarafından Mikdarı Beyan Edilmiş Olması İtibariyle:

 

Vacib, matlub olan mikdarı bakımından da muhadded ve gayri muhadded kısımlara ayrılır.

1- Muhadded vacib Sâri'in belirli bir miktar tayin ettiği vacibdir. Mükellef bunu ancak sâri'in tayin ettiği şekilde eda ederse zimmeti berî olur. Beş vakit namaz, zekât, mâlî borçlar, satın alınan malların semenleri bu cümledendir. Buna göre mükellef namazları ancak rekatları sayısınca eda ederse, zekatı mikdarmca verirse, satın alınan malın bedelini, ödünç verenin borcunu, kiraya tuttuğunun ücretini üzerinde ittifak edildiği mikdarda eda ederse zimmeti berî olur. Bir şey nezretmek de böyledir.

Vacib muhaddedin hükmü: Zimmette borç olarak vacib olur. Hâkim ka­rarı veya rızaya bağlı olmaksızın edasını talep etmek sahih olur. Şer'an tahdid edildiği şekilde eda etmedikçe mükkellefin zimmeti berî olmaz.

2- Muhadded olmayan vacib Şâri'in miktarını tayin etmeden mükelleften yapmasını talep ettiği vacibdir. Meselâ Allah yolunda infak etme, birr = iyilik üzere yardımlaşma, nezir sebebiyle vacib olduğu zaman fakirlere tasadduk etme, açı doyurma, felaketzedeye yardım etme gibi sâri' tarafından sınırlandırılmayan vacibler bu kabildendir. Çünkü bunlardan maksad ihtiyacın giderilmesidir, o da duruma göre değişir. Vacibin bu kısmından sayılan eşin ve akrabanın nafakası da ancak mahkeme kararı veya rıza ile vacib olur ve ancak bundan sonra talep edilebilir.

Muhadded olmayan vacibin hükmü: Mahkeme kararı veya rıza olmadıkça zimmette sabit olmaz. Çünkü zimmet ancak tayin edilmiş bir şeyle sorumlu olur.

Bu taksime şu hükümler terettüp eder: Vacib muhadded borç olarak zim­mette vacib olur, borçludan ödemesini talep etmek caiz olur. Vacib gayri mu­hadded ise zimmette borç olarak sabit olmaz, ödemesini talep etmek caiz olmaz, çünkü zimmet ancak tayin edilmiş bir şeyle sorumlu olur ve taleb de ancak mik­dan muayyen bir şey için yapılır. Hanefîlere göre bunlar mükelleften ancak mahkeme kararı veya rızadan sonra talep edilmesi caiz olur.

 

Üçüncü Taksim: Yapılması Her Mükellefe Lazım Olup Olmaması İtiba­riyle:

 

Edası talep edilmesi itibariyle de vacib ayn ve kifaye olmak üzere iki kısma ayrılır.

1- Vacib-i ayn: Şâri'in her mükelleften yapmasını talep ettiği şeydir. Başka bir mükellefin yapması ile eda edilmiş sayılmaz. Meselâ namaz, zekât, hac gibi ibadetlerin edası, içki, kumar, zina ve faiz gibi haramlardan kaçınmak vacibi ayndır. Bunun hükmü: Her mükellefin yapması lazımdır, bazılarının yapması ile diğerlerinden sakıt olmaz.

Ancak Malikîler hariç cumhura göre hac vecîbesinde niyabet caizdir. Çünkü hacda ekseriyetle yol masrafı olduğu için mâlî ibadete de şâmil olması hasebiyle namazdan farklıdır.

2- Vacib-i kifaye: Şâri'in yapılmasını mükelleflerden ayrı ayrı değil toplumundan istediği vacibdir. Bir kısmının eda etmesiyle diğerlerinden sakıt olur. Cenaze namazı, selâm almak, cihad, kaza ve fetva verme vazifeleri, emri bil maruf nehyi anilmünker, boğulanı kurtarma, yangın söndürme, şahitlik yapma, çeşitli sanat ve meslekleri öğrenme birer vacib-i kifayedir.

Hükmü: Vacib-i kifaye herkese vacibdir, ancak mükelleflerden birisi ya­parsa günah ve mesuliyet diğerlerinden sakıt olur. Vacib-i kifayenin edası bir şahsın üzerine kalırsa vacib-i ayn olur. Meselâ iyi yüzme bilen bir şahısın birinin suda boğulmak üzere olduğunu görse onu kurtarmak ona vacib olur. Tek başına bir olayı gören şahıs şahitlik için çağrılsa gidip eda etmesi vacib olur. Bir beldede sadece bir doktor olsa acil müdahaleler ve tedaviler ona vacib olur.

 

Dördüncü Taksim: Taleb Edilenin Taayyün Edip Etmemesi İtibariyle:

 

Vacib, talep edilen şeyin tayin edilip edilmemesi bakımından muayyen vacib ve muhayyer vacib kısımlarına ayrılır.

1- Muayyen  vacib:  Şâri'in, o şeyle başkası arasında muhayyer bırakmadan tayin ederek taleb ettiği şeydir. Namaz, oruç, gasbedileni geri verme, semeni ve ücreti eda etme gibi vacibler muayyen vaciblerdir. Hükmüne gelince: Mükellef bizzat onu eda etmedikçe zimmeti berî olmaz.

2- Muhayyer veya mübhem vacib: Şâri'in, muayyen sınırlar içinde mübhem bir şekilde talep ettiği şeydir. Meselâ zengin bir insana yemin keffaretinde vacib olan şu üç şeyden birini yapmaktır. Ya on fakir doyurur veya giyindirir veya bir köle azad eder. Bunların hiç birini yapamayan kişi ise üç gün oruç tutar.

Bunun hükmü: Mükellefin üzerine vacib olan şâri'in serbest bıraktığı bu üç şeyden sadece birini yapmasıdır. Yapmazsa günahkar olur ve azaba düçar olur.

 

MENDUB

 

Tarifi:

 

Nedb lügatte bir şeyi yapmaya çağırıp teşvik etmektir. Usûlcülere göre ise "kesin olmaksızın şâri'in mükelleften yapmasını talep ettiği şeydir. Bir fiilin mendub olduğu ya bizzat talep sığası ile bilinir ki "Kişi Cuma günü abdest alırsa ne âlâ ne güzel, gusül yaparsa gusül daha faziletlidir." hadisi şerifinde olduğu gibi icbar ve ilzam olmadığına delâlet eder.

Veya vacib olmadığını gösteren bir karine ile gelen emir sığasıyle bilinir. Meselâ: Borcun yazılmasını emreden ayet-i kerime:

"Ey iman edenler! Belir­lenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın."[198] Buradaki emir, hemen akabinde gelen.

"Bir kısmınız diğerlerine bir şey emânet ederse yed-i emin olan kimse kendisine emanet edileni yerine versin." [199] ayet-i kerimesindeki mahsus karine sebebiyle vücubdan nedbe sarfedilmiştir. Yani borç veren borcu yazmadan da borçluya güvenebilir de­mektir. Ayrıca kölelerle "kitabet" anlaşması yapılmasına dair.

"Eğer onlarda bir hayır görürseniz hemen mükâtebe yapın."[200] ayet-i kerimesindeki emir de haricî bir karine sebebiyle vücubdan nedbe sarfedilmiştir ki bu karine mâlikin mülkünde tasarruf hürriyetine sahib olmasıdır.

 

Çeşitleri:

 

Mendub üç kısma ayrılır.

 

1- Tekitle Yapılması İstenen Mendub:

 

Bu, terkedenin cezaya müstahak olmayıp ancak levm ve itaba (gazap ve zemme) müstahak olacağı fiildir. Meselâ, namazı cemaatle kılma, ezan ve ikâmet gibi dinî vecibelerin kemâlini ifade eden fiiller, abdest alırken ağıza burna su alma, namazda fatihadan sonra Kur'an'dan bir şey okuma gibi Rasûlullah (s.a.) in devamlı yapıp nadiren terk et­tiği fiiller bu kabildendir. Bu kısma sünnet-i müekkede veya sünnet-i hüdâ denilir.

Hükmü: Yapan sevap kazanır, terkeden ikâba müstehak olmaz ancak levm ve itaba maruz kalır. Fakat ezan ve cemaatle namaz gibi şeâir-i diniyyeden olur da bir belde halkı terkedilmesinde ittifak ederlerse sünneti küçümsediklerl için onlara savaş açılması vacib olur.

 

2- Yapılması Meşru Olan Mendub:

 

Yapan sevap alır, terkeden itâb ve ikâb görmez. Yatsı namazının ilk dört rekat sünneti gibi Rasûlullah (s.a.) in de­vamlı yapmayıp bir veya bir kaç defa yapıp terkettiği ameller, haftanın pazar­tesi ve perşembe günleri oruç tutması gibi bütün nafile ibadetler bu kabildendir. Bunlar müstehap ibadetler denir.

Hükmü: Bu vasıftaki ibadetleri yapan sevaba nail olur, yapmayan levm ve itab edilmez.

 

3- Zâid Mendub:

 

Yani mükellefin (sünnete ittibada) kemâline delâlet eden mendub amellerdir. Yemesinde, içmesinde, yürüşünde, uyumasında, giyimi ve benzeri Rasûlullah'ın âdet gereği yaptığı şeylerde ona tabi olmak bu kabil­dendir. Bunlar zevâid sünnetler, âdâb ve faziletler denir, zira kişi bunlarla mü­kellef değildir.

Hükmü: Bu gibi amelleri terkeden levm ve itaba uğramaz. Kişi bu fiilleri Rasûlullah'ı örnek alma ve ona tabi olma niyetiyle yaparsa sevaba nail olur.

 

HARAM

 

Tarifi:

 

Şâri'in kat'î şekilde terkini talep ettiği şeydir.[201] Terkin kat'î şe­kilde talep edilmesi ya.

"Allah alış-verişi helâl faizi haram kıldı."[202]

"Anneleriniz size haram kılındı."[203]

"Kadınlara zorla miras olmanız size helal olmaz."[204]

"Gönül rızası ile olmadıkça hiç bir müslümanın malı helal olmaz." ayet-i kerime ve hadisi şeriflerinde olduğu gibi "haram kılındı, helal olmaz" gibi haram kılındığına delâlet eden bir fiil sîğasıyle veya.

"Zinaya yaklaşmayın."[205]

"Çocuklarınızı öldürmeyin."[206] ayetlerinde olduğu gibi katiyyete delâlet eden nehiy siğasıyle veya.

"O halde pislikten, putlardan sakının, yalan sözden kaçının."[207]

"Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." [208] ayetlerinde olduğu gibi yine katiyyete delâlet eden kaçınıp uzak durmayı ifade eden emir siğasıyle; veya.

"Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir." [209]

"Hırsız erkek ve kadının ellerini kesin." [210]

"Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun."[211] ayet-i kerimelerinde olduğu gibi yapılan fiile ceza terettüp ettirilmesiyle anlaşılır.

 

Çeşitleri:

 

Haram, lizâtihî ve liğayrihî olmak üzere iki kısma ayrılır.

 

1- Haram lizâtîhî:

 

Zina, hırsızlık, abdestsiz namaz kılma, mundar hayvan eti yeme, mahremi nikahlama, içki içme, hınzır eti yeme, haksız yere adam öl­dürme, batıl yollarla insanların malların yeme... gibi bizzat fiilin kendisinde bir mefsedet bulunması sebebiyle sâri tarafından doğrudan haramlığına hükmedi­len şeydir.

Hükmü: Bu hiç bir şekilde meşru değildir, mükellef yaparsa bâtıl olarak vâki olur. Buna göre meselâ zina neseb ve mirasın sübûtu için bir sebep olmaz. Aynı şekilde mahrem ile nikahlanma nesebin ve mirasın hırsızlık mülkiyetin sübûtu için bir sebep olamaz. Abdestsiz namaz batıldır, murdar hayvan satışı bâtıldır. Batılın üzerine hiç bir hüküm terettüp etmez.

 

2- Haram liğayrihî:

 

Bu, aslında meşru olup ona ânz olan bir vasıftan dolayı haram olan şeydir. Meselâ, gasbedilen evde namaz kılma, hileli satış, cuma için ezan okunduğu sırada yapılan satış, bayram günü oruç tutma, iftar etmeden peşpeşe oruç tutma, hülle nikahı, bîd'î talâk... gibi arızî bir vasıftan dolayı haram kılınan ameller liğayrihî haramdır. Yani fiilin kendisi haram değildir ancak mefsedet veya mazarrat getiren haricî bir sebepten dolayı haram kılınmıştır.

Hükmü: Asıl ve zatı meşru, vasfı gayri meşrudur. Bu Hanefîlere göre şer'î bir sebep olur ve üzerine neticeleri terettüp eder. Meselâ gasbedilen bir elbise ile kılınan namaz sahihtir ve bu farz sakıt olmuştur, ancak o kişi günah­kardır. Çünkü gasb fiilini işlemiştir. Faizli ve fâsid bir şartla yapılan satış fâsiddir batıl değildir. Yani kabzedildiği zaman her iki bedel akdi yapanların mülkü olur. Ancak bu habis bir mülkiyettir, sâri' nehyettiği için fesad sebebinin bu mülkiyetten izâlesi vacibdir.

Bir hüküm ifade etmesinin sebebi şudur: Burada haramlık arizî bir vasıf­tan dolayıdır, amelin rükünleri var oldukça asıl sebebe bir halel gelmez ancak vaasfına gelir. Lizâtîhî haram da ise rüknünü veya şartlarından birini kaybet­mesinden dolayı sebebin aslına da vasfına da halel gelir, dolayısıyle meşru ol­maktan çıkar. "Asıl": Akdin rüknüne yani sigasına veya üzerine akid yapılana veya akid yapanların ehliyetine taalluk eden şeydir. "Vasıf" ise satılan malın veya semenin belirsiz olması veya bir akdin iki akid ihtiva etmesi veya ribevî mallarda fazlalık bulunması gibi akdi ikmal eden tâli hususlara taalluk eden şeydir.

 

MEKRUH

 

Tarifi:

 

Şâri'in, kat'iyyet ifade etmeyen bir üslub ile terkini talep ettiği şeydir[212] Kerahet ya "Allah analara âsi olmayı, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi ve vermesi vacib olanı vermemeyi hakkı olmayanı istemeyi haram kıldı. Ve üç şeyi de size mekruh kıldı: Kîl ü kâl, çok suâl sorma ve mal zayi etme.", "Allah (c.c.) in en çok gazabını celbeden helal talaktır" hadisi şe­riflerinde olduğu gibi kerahete delâlet eden bir fiil siğasıyle veya "Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın"[213] ayet-i kerimesinde ol­duğu gibi kerahete delâlet eden bir karine ile varid olan nehiy siğasıyle anlaşı­lır. Burada nehyi kerahete çeviren karine "Eğer Kur'an indirilirken onu sorarsanız size açıklanır. Allan onları affetmiştir. Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir" mealindeki yukarıdaki ayetin devamıdır. Yine "sarahate hamledilir, çünkü mesele bizatihi açık değildir; "haram" veya "helal" ile tavsif olunmaz.

 

Hükmü:

 

Mekruhu işleyen ikâba müstehak olmaz ancak levm ve itaba maruz kalabilir.

Hanefîlere göre mekruh iki kısımdır.[214]

 

1- Tahrimen Mekruh:

 

Şâri'in haberi vâhid gibi zannî bir delil ile kat'î şe­kilde terkini talep ettiği şeydir. Meselâ, başkasının pazarlığı üstüne pazarlığa girmek, birisinin dünürü üstüne dünüre gitmek gibi. Bu iki fiil, âhâd tarikiyle haklarında nehiy varid olduğu için her ilcisi de mekruhtur.

Haram ile tahrîmen mekruh farklıdır. Şöyle ki: Haram, Kur'andan veya mütevâtir veya meşhur sünnetten kat'î bir delil ile sabit olmuştur, inkar eden küfre girer. Meselâ: Hırsızlık, faiz, zina, içki, erkeklerin ipek giymesi, altın takması bu cümledendir. Tahrimen mekruhu inkar eden ise küfre girmez. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'un dediği gibi aslında tahrimen mekruh harama daha ya­kındır.

 

2- Tenzîhen Mekruh:

 

Bu şâri'in kat'î olmayan bir ifade ile terkedilmesini talep ettiği şeydir. Savaşlarda kullanıldığı için at eti yemenin mekruh olması, kedinin ve yırtıcı kuşun artığı su ile abdest almanın mekruh olması, sünneti müekkede ve diğer sünnetlerin terki bu cümledendir.

Hükmü: Tenzihen mekruhu işleyen ne ikâba ne de zemme maruz kalmaz. Ancak efdal ve evlâ olanın aksine hareket etmiş olur.

Buna göre Hanefî mezhebinde teklîfî hüküm yedi kısım, cumhura göre beş kısım olmaktadır. Râcih olan cumhurun mezhebidir.

 

MUBAH

 

Tarifi:

 

Mubah, lügatta ilan edilen, müsade edilen manasınadır. Usûlcülere göre ise şâri'in mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı şeydir.[215]

Bu.

"Bu gün size güzel olan (yiyecek) lar helâl kılındı."[216] ve

"Bunların dışındakiler (in nikahı) size helal kılındı."[217] ayetlerinde olduğu gibi ya "helal" ve "ibâha" kelimelerinden anlaşılır veya günahın veya vebalin kaldırılmış olmasıyle bilinir. Meselâ:

"Allah'ın sınırlarını (emir ve nehiylerini) yerine getirememelerinden korkarsanız kadının fidye vermesinde her iki tarafa da günah yoktur."[218]

"Kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda size günah yoktur."[219]

"Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur."[220]gibi ayet-i kerimeler hep ibaha ifade eder.

İbâha bazan da karine ile vücûbdan ibahaya sarfedilmiş emir siğasından anlaşılır. Meselâ:

"İhramdan çıktığınız zaman avlanın."[221]

"Cuma namazı eda edildiği zaman yer yüzüne dağdın."[222] ve.

"Sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yinin için."[223] ayet-i kelimelerindeki emirler ibaha ifade eder.

Bazan da ibaha aslın istishabı yolu ile de bilinir. Çünkü faydalı şeylerde asıl olan ibahadır. Çünkü Allah (c.c.)

" Yerdeki her şeyi sizin için yaratan odur."[224] buyurmuştur.

 

Hükmü:

 

Yapılmasına sevap terkedilmesine itab kınama yoktur.

 

VAZ'Î HÜKÜM VE KISIMLARI

 

Vaz'î hüküm bir şeyin sebep veya şart veya mâni veya sahih veya fasid veya azimet veya ruhsattan biri olduğunu beyan eden Allah'ın hitabıdır. Tariften de anlaşılacağı gibi yedi kısımdır:

 

1- Sebep

 

Sebep lügatte ip ve kendisiyle başkasına ulaşılan şey manasına gelir. Ni­tekim.

"Artık o kimse tavana bir sebep uzatsın."[225] ayetindeki "sebep" ip manasınadır. Usülcülere göre ise: Naklî delilin, bir şer'î hükme alâmet olduğuna delâlet ettiği zahir ve munzabit bir vasıftır.[226] Kıyas bahsinde de gör­düğümüz gibi "sebep" "illet"ten daha umumidir. Yani her illet bir sebeptir ama her sebep bir illet değildir.

 

Çeşitleri:

 

Bazan sebep hükme münasib olur; o takdirde buna "illet" denir. Meselâ "sefer" ramazanda oruç tutmamanın cevazı için bir sebeptir. Bu, ruhsat gerekti­ren meşakkati ihtiva ettiği için münasip ve zahir bir vasıftır. "Sarhoş etme" iç­kinin haram kılınması için bir sebeptir ve bu münasib bir vasıftır, çünkü alkol aklı gidermektedir. "Taammüden öldürme" kısasın farz olması için münasib bir sebeptir. Çünkü kısas insan hayatına yönelen cinayete mani olur; canı ve kanı korur. Bu "sebebe" de illet denir.

Bazan da münasib olmaz. Meselâ güneşin zeval vaktine gelmesi.

"Güneş döndüğü vakit namazı kılın."[227] ayet-i kerimesinde beyan edildiği gibi güneşin dönmesi öğle namazının farz olması için bir sebeptir. Halbuki bizim aklımız bu hükümle sebep arasında açık bir münasebet bulamamaktadır.

"Sizden kim o aya şahit olursa oruç tutsun."[228] ayeti ve

"Hilal"i gördüğünüz zaman oruç tutun, gördüğünüz zaman (bayram yapın)" hadisi gereğince hilalin görülmesi orucun farz olması için bir sebeptir. Halbuki asıl hükümle bu sebep arasında açık bir münasebet bulunmamaktadır.

"Hac bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur."[229] ayetinin beyanına göre hac ayları, gücü yetene hac farz olması için bir sebeptir.

Halbuki biz hükümle sebebi arasında makul bir münasebet göremiyoruz. Buna sebep denir, illet denmez.

İster münasip ister gayri münasip olsun -yukardaki misallerde de geçtiği gibi- sebep bazan teklîfî hüküm için de bir sebep olabilir. Meselâ şer'î nisaba malik olmak zekâtın farz olması, hırsızlık elin kesilmesinin vacib olması, has­talık ramazanda oruç tutmamanın caiz olması için birer sebeptir.

Sebep bazan da mülkiyetin veya hellallığın isbatı veya bunların izalesi için bir sebep olur. Meselâ satış mülkiyetin isbatı ve izalesi, vakfetme ve âzâd etme mülkiyetin, nikah hellallığın isbatı, talak bu helallığın izalesi için bir se­beptir. Akrabalık miras alabilmek, telef etme telef edene tazmin ettirmek için bir sebeptir.

Sebep ya mükellefin kudreti dahilinde olur veya olmaz. Kısasın vücûbuna sebep olan amden öldürme, ilgili ahkamın terettübüne sebep olan satış, kira ve nikah gibi akidler mükellefin kudreti dahilinde olduğu halde, namazın farz olması için vaktin girmesi, küçük çocuk üzerinde velayetin sabit olması için "küçük" olma, miras almak için akrabalık mükellefin kudretinde olmayan sebeplerdir.

 

Sebebin Hükmü:

 

Müsebbeb (netice) ister bir teklîfî hüküm olsun veya bir mülkiyetin veya helalliğin isbatı veya bunların izalesi olsun, ister sebebi ortaya koyan buna terettüp edecek müsebbebi kasdetsin ister etmesin sebep bulunursa mutlaka ona terettüp eden müsebbeb bulunur. Buna göre sefere çıkan kişi istese de istemese de onun için ramazanda oruç tutmama ruhsatı sabit olur, nikah akdi yapan er­keğe mehir ve nafaka vacib olur, hanımını ric'î talakla boşayan kişi "Benim için dönüş yok" dese bile hanımına dönüş (ric'at) hakkı vardır. Çünkü müsebbeb insan tarafından değil sâri' tarafından terettüp ettirilir ve sebeple müsebbeb arasındaki bu irtibat Allah'ın iradesiyle  tamlalanır.

 

2- Şart

 

Şart masdardır. Lügatta bir şeyi ilzam etme ve iltizam etme = kabul et­tirme ve kabullenme manasına gelir. Çokluk hali "şurût" tur. Râ'nın harekesiyle "alâmet" manasına gelir, çoğulu "eşrât"tır. Nitekim ayet-i kerimede

"Eşrâtı geldi."[230] denilmiştir, yani kıyamet alâmetleri geldi demektir. Usûlcülere göre şart: Varlığına tesir etmeksizin hükmün üzerine tavakkuf ettiği şeydir[231] "Varlığına tesir etmeksizin" kaydı ile "sebeb" i dışarda bırakmıştır. Çünkü yukarıda gördüğümüz gibi sebep müsebbebin varlığında müessirdir, zira sebebin varlığı müsebbebin varlığını, yokluğu da yokluğunu getirir. Meselâ namaz kılmak için taharet, abdest, zekatın farz olması için havli havalan, satış akdinin sahih olması için malı teslim edebilme kudreti, talak vaki

olması için evliliğin bulunması, zinanın recme sebep olması için "ihsan" vasfı, yetimin malının kendisine verilebilmesi için rüşdüne gelmiş olması hepsi birer şarttır. Bu şartlar bulunmazsa hüküm bulunmaz, ancak şartın bulunmasından meşrutun = hükmün bulunması lâzım gelmez.

Şart sebebi tamamlar ve üzerine terettüp edecek neticeyi gerçekleştirir. Meselâ satış akdi -şartları tam bulunursa-mülkiyetin intikali için bir sebepdir. Şartları tahakkuk ettiği takdirde nikah akdi cinsel yönden istifadenin helal olması için bir sebepdir. Bu şartlardan birisi de nikahın iki şahidin huzurunda yapılmasıdır. Taammüd ve haksız yere olmak şartıyle öldürme kısas için bir sebepdir.

Şartla rükün arasındaki fark: Bir şeyin varlığı hem rüknün hem de şartın varlığına bağlıdır. Ancak Hanefîlere göre rükün "bir şeyin varlığı kendine bağlı olup onun hakikatından bir cüz olan şeydir". Meselâ rükû' namazın bir rüknüdür çünkü onun bir parçasıdır. Aynı şekilde "kıraat" namazda bir rükün­dür. İcab-kabul akdin rüknüdür. Çünkü onun hakikatinden bir parçadır. Şart ise "bir şeyin varlığı kendine bağlı olup onun hakikatından hâriç olan şeydir" Meselâ abdest namazın şartıdır ve namazın hakikatından hâriç bir şeydir. Ni­kahta iki şahidin bulunması, satış akdinde iki bedelin de tayini şarttır, her ikisi de akidden hariç şeylerdir.

Rükündeki halel, yapılan akdi iptale götürür. Şarttaki yani akdin hakikatından hariç olan akdin vasfındaki halel ise Hanefîlere göre akdi fesada götürür.

 

Şartın Çeşitleri:

 

Şart bazan hükmün şartı bazan da sebebin şartı olur. Zekatın farz olması için malın üstünden bir yıl geçmesi, satış akdinin oluşması için teslim etme kudreti hükmün şartıdır. Zinanın recmin vücûbuna sebep olması için ihsan, öldürmenin kısasın vücûbuna sebep olması için amden ve zulmen olması da sebebin şartıdır[232]

Şart ya şer'î olur veya caiî olur. Şer'î şart, akidlerin ibadetlerin ve hadler ikâme etmenin şartları gibi sâri' tarafından konulan şartlardır.

Ca'lî şart ise mükellefin kendi tasarruf ve iradesiyle konulan şartlardır. Meselâ vakıf yapanın, hibe ve vasiyet edenin koştuğu şartlar, kocanın hanı­mını boşamak için koyduğu şartlar, alış-verişte taraflardan birinin diğerine karşı ileri sürdüğü -mesela ev satarken bir müddet oturma şartıyle satma gibi şartlar ca'lî şartlardır.

Ca'lî şartın muteber olanı akdin hükmüne ters ve muhalif olmayan şarttır, böyle olursa akid bâtıl olur. Buna göre bir şarta bağlı olan veya ilerdeki bir vakte izafe edilen satış veya nikah akdi batıl olur. Meselâ "başarılı olursam bu kitabı sana sattım, görev alabilirsem seninle evlendim" dese akid sahih olmaz,

çünkü akdin hükmü akidden sonraya kalmaz. Ve bu şart akdin muktezası (olan derhal mülkiyetin intikali) na ters düşer. İşte bu şartı muallak ve istikbale izafe edilen şarttır. Şart akdin muktezasını ortadan kaldırmazsa akid sahih olur ve neticeleri terettüp eder. Meselâ evi bir sene oturma şartıyla satma, hanımın babasının evinde oturma şartıyle onunla evlenme gibi. Bu da taraflardan birine bir menfaat temin edecek, akidle beraber zikredilen mukayyed şarttır.

Yukarıda görüldüğü gibi ca'lî şart, sâri' nazarında muteber olursa şer'î şart gibi olur, muteber olmazsa batıl olur.

 

3- Mani'

 

Mani', varlığı hükmün olmamasını veya sebebin butlanını gerektiren şeydir. Buna göre mâni, hükme mâni olan, sebebe mâni olan olmak üzere iki çeşittir.

 

Hükme Mâni:

 

Bu, sebep var olduğu halde hükmün bu sebebe terettübüne mâni olan şeydir. Meselâ haddin infazına mâni olan şüphe, Malikîler hariç cumhura göre katil babaya kısas tatbik edilmesine mâni olan "babalık vasfı", mirasa mâni olan din farkı bu kabildir.

 

Sebebe Mâni:

 

Varlığı, sebebin var olmasına mani olan şeydir. Meselâ borç. Şafiîler hariç cumhura göre zekâtın farz olmasına mânidir. Çünkü sebebin tahakkukuna yani nisaba malik olmaya mânidir. Zira bu mala alacaklı­ların hukukunun taalluk etmesi itibariyle borçlu aslında borca tekabül eden ka­darına malik değildir. Hür insanın satılması halinde hürriyet, mülkiyetin sebe­binin tahakkuku olan satışın sıhhatine mânidir ve satış batıldır.

 

4, 5- Sahih ve Bâtıl

 

Sahih, rükünleri ve şer'î şartlan tam olup, üzerine şer'î neticeleri terettüp eden şeydir. Fukahaya göre ibadetlerde sahih, fiilin kazayı düşürecek şekilde yapılmasıdır. Buna göre abdestli olduğunu zannederek namaz kılanın namazı fasiddir, çünkü kaza sakıt olmamıştır. Muamelâtta sahih ise üzerine şer'î eseri terettüp eden şeydir. Meselâ satış akdinin şer'î eseri satın alınan maldan intifa­nın helâl olması, nikahda istimtanın helâl olmasıdır.

Gayri sahih, rükünleri ve şartları tam olmayıp üzerine şer'î neticesi teret­tüp etmeyen şeydir. Cumhur buna bâtıl ve fâsid demektedir. İster ibadetlerde ister muamelatta olsun cumhura göre bu ikisi aynı manaya gelir. Meselâ "namaz batıldır" ile "fasiddir" aynıdır, vacib sakıt olmamış zimmet beri olmamıştır. Batıl satış ile fasid satış aynıdır. Mal ve semende mülkiyet intikaline sebep ol­maz ve üzerine şer'î bir hüküm terettüp etmez.[233]

Hanefîlere göre de ibadetlerde batıl ile fâsid arasında fark yoktur. İbadet­ler ya sahih veya gayri sahih olur. Nikahta da aynıdır. Bâtıl nikah fasid nikah gibidir, her ikisi de eşlerin birbirinden istifadesinin helalliğini ifade etmez ve üzerine eseri terettüp etmez. Akid ve tasarruflarda yani muamelât-ı medeniyyede ise akid ya sahihtir ya batıldır veya fasiddir.

 

Bâtıl:

 

Siğa veya akdi yapanlar veya üzerine akid yapılan şey gibi asıl ve esasından halel bulunan ve üzerine şer'î bir netice terettüp etmeyen akiddir. Meselâ mecnunun veya gayri mümeyyiz kişinin yaptığı satış akdi batıldır. Veya satılan şeyin ma'dum = yok olması, nikah akdinin mahremlerden (nikah düşmeyenlerden) biri ile olması halinde batıldır.

 

Fâsid:

 

Vasıflarından birinde halel bulunan akiddir. Yani akdin tamamlayıcısı sayılan, mahiyet ve rükünlerinin haricindeki şartlardan birinde bir halel bulunup tasarrufun esas ve rükünleri tamam olduğu için üzerine bazı neticeleri terettüp eden akiddir. Meselâ fiyat tesbit edilmeden yapılan veya fâsid bir şartla yapılan satış, şahitsiz nikah akdi fasiddir. Hanefîlere göre faside bazı neticeler terettüp eder. Meselâ fasid satışda mal kabzedilirse mülkiyet intikal eder, fâsid nikah akdinde mehir ve iddet vacib olur, duhul ile neseb sabit olur.

 

6, 7- Azîmet ve Ruhsat

 

Usûlcülere göre azimet: Her mükellef için her durumda umumî bir kanun olarak meşru kılınan hükümdür. Namaz, zekat, hac ve diğer şeâiri İslâmın hükümleri böyledir. Azimet ya vacib olur, veya mendub veya haram veya mekruh veya mubah olur. Alış-veriş, kira, mudârebe ve kısas gibi maslahatı âmmenin ibtidaen meşru kılınmasını gerektiren hükümleri de azimet cümlesindendir.

Usûlcülere göre "ruhsat" ciddî bir özre binâen, asıl hükmü icab ettiren sebep mevcud olmakla beraber insanların ihtiyaçlarını gözetmek kastiyle veya özel hallerde mükellefe kolaylık göstermek için meşru kılınan hükümlerdir.

 

Özür:

 

Izdırar, sefer meşakkati, bir rahatsızlıktan dolayı cemaatle namazı terketmenin caiz olması ve benzeri hallerdir. Tehdit altında küfre götüren bir söz söylemek, zaruret halinde murdar et yemek gibi hükümler de ruhsata misaldir. Birincisinde özür tehdit, ikincisinde ölümden kurtulma zaruretidir. Bu hallerde aslî hükmün sebebi de ortadan kalkmamıştır ki, bu birincisinde imanın farz küfrün haram olduğuna dair delillerin mevcudiyeti ikincisinde meyte = ölmüş hayvan etinin zararlı oluşudur. Ama aslî hükmü icab eden sebep ortadan kalkmışsa meselâ bir müslümanın cephede karşısındaki küffarın sayısı bire on dahi olsa sebat etmesi vacib iken daha sonra çekilmesine cevaz verilmiş isebuna ruhsat denilmez. Çünkü aslî hüküm yani on kişiye karşı sebat etmenin vacib olması hükmünün sebebi ortadan kalkmıştır ki müslümanların azlığıdır.

Zira bu sebatı terketmeleri mubah kılındığı zaman artık az değillerdi, sayıları çoğalmıştı.

 

Ruhsatın Çeşitleri:

 

Hanefîler ruhsatı dört kısma ayırmışlardır.[234]

1- Zaruret ve ihtiyaç halinde haram olan bir fiilin mubah olması. Meselâ ölüm veya bir uzvunun kesilmesi gibi bir tehdit altında kalan kişinin kalbinde imanın varlığına mutmain olarak "küfür" kelimesini söylemesi mubahtır. Ni­tekim Allah (c.c.)

"Kalbi iman ile mutmain olduğu halde zorlanan hariç, kim, iman ettikten sonra Allah'ı (c.c) inkar ederse (ona Allah'ın gazabı vardır)."[235] buyurmuştur. Ramazanda tehdit altında oruç bozmak, tehdit al­tında başkasının malını telef etmek, şiddetli açlıktan dolayı meyte = ölmüş hayvan eti yemenin helâl olması, şiddetli susuzluktan dolayı şarab içmenin mu­bah olması, zalim bir idareciden hayatî tehlike derecesinde korktuğu zaman emri bilmaruf nehyi anilmünker vazifesini terketmenin mubah olması birer ruh­sattır. Bunun hükmü cevazdır. Ancak kişi öldürülmekten veya herhangi bir uz­vunu kaybetmekten korkarsa o takdirde ruhsatla amel etmesi vacib olur. Çünkü Allah (c.c.)

"Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın."[236] buyurmuştur. Nitekim Müseylemetülkazzab'a şirin görünerek onun bir pey­gamber olduğu iddiasını kabul eder görünen bir sahabe hakkında Rasûlullah (s.a.) "Hakkı haykırmıştır, ona tebrikler" diyerek bunu beyan buyurmuştur. Ancak bilhassa küfür kelimesini söyleme tehdidi karşısında azimetle hareket etmek evladır. Lakin şu üç şey: Küfür, öldürme ve zina bazı hallerde ruhsat verilse de hiç bir şekilde helâl olmaz. Küfür söylenmesine ruhsat verilse dahi bizatihî küfür asla helâl olmaz. Diğer ikisi de böyledir.

2- Yapılması halinde mükellef meşakkata düşecekse vacib işlememenin mubah olması. Meselâ

"Sizden kim hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutsun."[237] ayeti gereğince ramazanda yolcu ve hastanın oruç tutmamasının caiz olması böyle bir ruhsattır.

3- Selem akdi gibi mukarrer kaidelere muhalif olmakla beraber insanların ihtiyacı olan akid ve tasarrufların mubah kılınması. Zira selem, olmayanı, sat­maktır, bu batıldır. Ancak insanların ihtiyaçlarına binaen din buna cevaz ver­miştir. İstisna' akdi de böyledir.

4- Geçmiş şeriatlerde meşru olan ağır hükümlerin kaldırılması ve İslâm ümmeti hakkında bunların hafifletilmesi. Meselâ günahtan tevbe etmişolma için kişinin kendisini öldürmesinin şart kılınması, necaset bulaşan elbisenin temizlenmesi için o kısmın kesilmesinin vacib olması, ibadete mahsus yerlerin dışında kılınan namazın batıl olması... kaldırılan veya hafifletilen hükümler­dendir.

Özetle: Hanefîlere göre ruhsat ya mubahtır veya vacibdir. Ayrıca ruhsatı, terfih ruhsatı ve iskât ruhsatı olmak üzere ikiye ayırmışlardır.

Terfih ruhsatı: Birinci kısımda beyan ettiğimiz tehdit altında kelime-i küfrü söyleme, başkasının malını telef etme, ramazanda oruç bozma misalle­rinde olduğu gibi azimetin delili ve hükmü bakî kalmakla beraber mükellefe kolaylık olması için terkedilmesine müsade edilen ruhsatlara denir. İskat ruhsatı ise azîmetin hükmü baki kalmayan ruhsattır. Meselâ şiddetli açlık veya susuzluk halinde meyte yenilmesinin veya şarab içilmesinin mubah kılınması. Zira meyte yemenin veya şarab içmenin haramlığı mecburiyet halinde sakıt olur.

Aslında bu taksim manasızdır, çünkü şer'î naslar ikrah = tehdit hali ile izdırar (mecburiyet) halini ayırmamıştır. Çünkü ikrah bir nevi izdırardır, her iki halde de zarurete binaen haram mubah kılınmaktadır. Bütün ruhsatlar, haram hükmü ve delili baki kalmakla beraber terfih ve tahfîf için meşru kılınmıştır.

Ruhsatın vaz'î hükmün kısımlarından biri olduğu açıktır. Zira zaruret haramın mubah kılınmasında bir sebepdir. Bir özrün ortaya çıkması da vacibin terkedilmesindeki tahfîf = kolaylaştırma konusunda bir sebebdir. Meşakkatin defi bazı akidlerin sahih kabul edilmesine bir sebebdir.

 

HAKİM

 

Hükmü ister vahiy ister ictihadla bilinsin şeriatta hâkim Allah'dır. Bunda âlimlerin ittifakı vardır. Onun için "Hüküm Allah'ın, mükellefin fiillerine taal­luk eden hitabıdır" demişlerdir. Buna delil.

"Hüküm ancak Allah'ındır. O hakkı anlatır, o sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır."[238] ayet-i kerimesidir.

Âlimler arasındaki ihtilaf sadece Allah'ın hükmünün ne ile bilineceği hususundadır: Bunun için mutlaka din lazım mıdır yoksa peygamber gönderme­den de aklın bu hükümleri idrak etmesi mümkün müdür? İşte bu hüsn (doğru, iyi ve güzel) ve kubhün (yanlış, kötü ve çirkin) aklî olup olmadığı meseledir.

Bu hususta üç mezheb vardır.[239]

Birincisi: Ebulhasen el-Eş'arî'ye (v.324 H.) tâbi olanların mezhebi olan Eş'arî mezhebi: Buna göre hüsn-kubüh şer'îdir. Kitaplar ve peygamberler ol­madıkça akıl, Allah (c.c.) in mükellefin fiilleri hakkındaki hükmünü idrak edemez. Çünkü bu fiiller hakkında akıllar çok farklı olur. Bazı akılların güzel bulduğu fiilleri diğer bazıları kabih bulur. Onun için iman, namaz, hac gibi di­nin emrettiği her şey hasen, küfür ve diğer haramlar gibi nehyettiği şeyler de kabih olur. "Aklın güzel kabul ettiği Allah nezdinde de hasen = güzeldir, ya­pılması matluptur, yapan sevab alır. Aklın kabih gördüğü şey de Allah nez­dinde kabilidir, terkedilmesi matluptur ve yapan ceza görür" demek caiz değil­dir.

Bundan dolayı kendisine din gelmeyen ve bir peygamberin daveti ulaşmayan insan her hangi bir şeyi yapmakla veya terketmekle mükellef olmaz. Ona ne sevap ne de ceza vardır. İnsanlardan uzak tam bir uzlet içinde yaşayan ve kendisine ne bir din ne de bir peygamber daveti ulaşmayan kişi kurtulmuştur, mükellef değildir. İki peygamberin geliş dönemi arasında yaşayan fetret insanı da kurtulmuştur. Hiç bir şeyle mükellef değildir, ne bir sevap ne bir ceza hak etmezler. Nitekim:

"Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz."[240] ayeti buna delildir.

İkincisi: Vasıl bin Ata (v. 131 H.) ve Amr b. Ubeyd'e (v. 144 H.) tâbi olanların mezhebi olan Mutezile mezhebi: Buna göre hüsn ve kubh aklîdir. Hiç bir peygamber veya kitap aracılığı olmadan, fiillerde mevcud olan fayda ve

zarar sıfatlarından hareket ederek akıl kendi başına Allah'ın, mükellefin fiilleri hakkındaki hükmünü bilebilir. Aklın güzel gördüğü şey Allah'ın taleb ettiği şeydir ve yapan sevab alır, aklın kabih gördüğü şeyin de terki vacibdir ve yapan ıkâb görür.

Binaenaleyh kendilerine peygamber daveti ve Allah'ın ahkamı ulaşmayan herkes akıllarının irşad ettiği şeylerle mükelleftir. Akıllarının güzel gördüğünü yapar, kabih gördüğünü terkederler. Çünkü her akıllı insan meselâ doğrulu­ğun, vefanın, emanete riayet etmenin, nimete şükretmenin, güzel olduğunu, ya­lanın zulmün, hıyanetin ve nimete nankörlük etmenin kabih olduğunu idrak eder.

Üçüncüsü: Ebû Mansûr Matürîdî'ye (v. 333 H.) tâbi olanların mezhebi olan Matürîdî mezhebi ki Hanefî âlimleri de bu mezheptendir. Buna göre hüsn-kubh aklîdir, şer'î değildir. Fiillerden çıkan neticelere bakarak akıl hüsn ve kubhu idrak eder. Aklı selîmin güzel gördüğü güzeldir, yanlış gördüğü yanlıştır. Ancak Allah'ın mükellefin fiilleri hakkındaki hükümleri bizim akıllarımızın idrak ettiği hüsn ve kubha muvafık olması lazım gelmez. Çünkü akıl yanılabilir.

Eş'arîler her ne kadar aklın bazı fiillerde sevap veya cezanın illet ve sebe­bini idrak edebileceği hususunda Mutezile ile beraber iseler de, onlara göre din gelmeden kulun zimmeti her hangi bir şeyi yapmak veya terketmek talebi ile meşgul sayılmaz ve din gelmeden Allah tarafından asla bir ceza verilmez.

Mezhebler arasındaki bu ihtilafın neticesi sadece kendilerine peygamber daveti ve din ulaşmayan kişiler hakkında görülür. Kendilerine din gelenlerde ise fiillerdeki hüsn ve kubhun ölçüsü şeriatta bulunan şeydir, alimlerin ittifakıyle onların akıllarının idrak ettiği şey değildir. Dinin emrettiği şey hasen nehyettiği şey kabihtir.

 

MÜKELLEFİN FİİLLERİ

 

 (El-MAHKÛMÜ FÎH)

 

Tarifi

 

el-Mahkûmü fih veya el-mahkûmü bih adı da verilir. Gerek iktiza, gerek tahyir gerekse vaz' yoluyle sâri'in hitabı taalluk eden mükellefin fiilidir. Meselâ.

"Namazı kılın."[241] ayetinde fiile taalluk eden bir icab vardır ki, o "namaz kılma" tır ve bu fiili vacib kılmıştır. "Akidleri yerine getirin".[242]

"Ey iman edenler, belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın."[243] ayeti kerimeleri de böyledir.

"Adam öldürmeyin."[244] ayet-i kerimesi de bir fiile taalluk eden bir tahrim ifade etmektedir ki o "adam öldürme" dir ve bu fiili haram kılmıştır.

"Kendinizin ancak göz yumarak alabileceğiniz bayağı şeyleri vermeye yellenmeyin."[245] ayet-i kerimesi de mükellefin fiillerinden birine taalluk eden keraheti ifade etmektedir ki bu malın habis (âdî) olanını infak etmektir. Ayet-i kerime bu fiili mekruh kılmıştır.

"Cuma namazı eda edildiği zaman yeryüzüne dağdın."[246] ayetinde yer yüzüne dağılmanın mubah olduğu ifade edilliyor ki mükellefin fiili ile ilgilidir.

 "Sizden kim hasta olur veya yolcu olur (oruç tutamaz) sa başka günler tutsun."[247] ayet-i kerimesinde de hitap bir fiile taalluk etmektedir ki bu hastalık ve seferdir. Bu hitab her iki fiili de, oruç tutmamayı mubah kılan sebep kabul etmiştir.

Teklîfî hükümde mahkûmu fih ancak mükellefin kudreti dahilindeki fiil­lerde olur ve onu vacib veya mendub veya haram veya mekruh veya mubah kı­lar. İşte bu sebepten "Teklif ancak fiile olur"[248] demişlerdir. Yani dinin teklîfî hükmü ancak mükellefin fiiline taalluk eder demektir. Haram ve kerahetle mü­kellef olunan şey haram veya mekruh olan fiili işlememektir.

Vaz'î hükümde mahkûmu fîh ise mükellefe ait bir fiil olabileceği gibi mü­kellefe ait olmayıp ona götüren bir sebep de olabilir. Meselâ zeval vaktinde gü­neşin dönmesi mükellefin üzerine namazın farz olması için bir sebebdir. Zira vaz'î hükmün mükellefin fiiline taalluku, onun bir sebep veya şart veya mâni olarak teklîfî hükme taalluku vasıtası ile olur.

 

Teklifin  Şartları

 

Bir fiil ile teklif = mükellef tutmanın sahih olması için şu üç husus şart kılınmıştır.

1- Bu fiil, mükellef nezdinde malum olmalı, Taki onu bilerek yapması ve taleb edildiği gibi yerine getirebilmesi düşünülebilsin. Rükünleri şartları ve na­sıl eda edilleceği bilinmedikçe insan namazla mükellef olmaz. Çünkü "Namaz kılın" emri mücmeldir, mutlaka bu mücmelin Rasûlullah tarafından beyan edilmesi lazımdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.) da bunu yapmış ve "Namazı benim gibi kılın" buyurmuştur. Zekat, oruç, hac gibi diğer farzlar da böyledir. Nasları mücmeldir. Ancak bunlar beyan edildikten sonra insanın bunlarla mükellef tutulması sahih olur. İşte Allah (c.c.) in de.

"Sana da Kur'an-ı indirdik ki kendilerine indirileni insanlara beyan edesin."[249] ayetinde ifade ettiği gibi Peygamber (s.a.)'in vazifesi budur.

Bu fiilin mükellef nezdinde malum olması, "mükellefin hakikaten bil­mesi," manasına değildir. Maksad onu öğrenme imkânına sahip olması de­mektir. Bunun için onun îslâm beldesinde bulunması yeterlidir. Fukahanın koyduğu şu kaide bunu ifade etmektedir. Dâru'l-İslâmda ahkâmı bilmeme mazereti kabul edilmez.

2- Mükellef Allah (c.c.) ın bu fiili taleb ettiğini bilmelidir ki, mükellefin ameli itaat ve Allah'ın emirlerine imtisal sayılsın. Çünkü itaat emre muvafakat­tir, imtisal de emri uyulan bir örnek kabul etme demektir. Yine burada da mak­sad Allah'ın taleb ettiğini bilme imkânıdır, bilfiil bilmesi değildir.

3- Taleb edilen fiil yapılması mümkün olan bir şey olmalıdır ki mükellef onu  dilediğinde yapabilsin  ve terkedebilsin.  Bu şart şu  üç  neticeyi doğurmaktadır:

  1. a)İster lizâtihî ister ligarihî olsun müstehilî teklif sahih olmaz. Lizâtîhî müstehil zıtları birleştirmek, aynı anda iki ayrı yerde bulunmak gibi varlığı aklen tasavvur edilemeyen şeylerdir. Meselâ bir şeyi aynı anda bîr şahsa hem vacib hem haram kılmak gibi.

Ligayrihî müstehil, aklen varlığı tasavvur edilebilen ancak âdeten vaki olmayan şeylerdir. Meselâ insanın aletsiz uçması, dağı taşıması gibi. Çünkü aklen veya âdeten varlığı tasavvur edilemeyen şeyi mükellefin yapması mümkün değildir, bu onun vüs'unda (gücü dahilinde) değildir, halbuki teklif vüs'a göredir.

  1. b)Şer'an insanın, başkasının bir fiili yapması veya yapmaması ile mü­kellef tutulması sahih olmaz, çünkü bu onun imkânı dahilinde değildir. Zira bu kişinin = gücü yetmeyeceği şeyle mükellef tutulması demektir. Meselâ bir insan kardeşinin namaz kılması, babasının zekat vermesi, komşusunun hırsızlık

yapmaması ile mükellef tutulmaz. Sadece ona nasihat etme ve emri bilmaruf nehyi anilmünkerle mükellef olur.

  1. c)İnsanın kendisinin iradesiyle olmayan ve onda bir rolü de bulunmayan fıtrî şeylerle onu mükellef tutmak şer'an sahih olmaz. Meselâ utanınca yüzünün kızarması, korkması, sevinmesi, kin tutması, sevmesi, yeme-içme iştihası gibi insanın yaratılışından gelen hususlar bu kabildendir. Çünkü bunlar insanın irade ve ihtiyarına boyun eğmez, onun kudreti haricindedir. Kalbinin, hanımlarından.birine diğerinden fazla meyletmesi de böyledir.

Zahiri bu gibi şeylerle mükellef kıldığını gösteren bir nas vârid olursa o hükmün zahirî manası alınmaz. Meselâ "Ve ancak müslüman olarak ölün."[250] ayetiyle İslâmı teşvik kastedilmektedir.

"Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenenleri sevmez."[251] ayeti ile de hüzün halinde insanların öfkelenmesi sevinç halinde böbürlenip gururlanmak­tan menedilmesi kastedilmektedir. "Hiç biriniz, ben kendisine babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz" hadisi şerifi ile hakikaten "sevgi" kastedilmiştir. İtaat ve emirlerine uyma kaste­dilmiştir. "Öfkelenme!" hadisinde nehyedilen öfke değildir, çünkü öfkelenme yaratılıştan var olan bir şeydir, insanın kudreti dahilinde değildir. O halde maksad öfkenin sebeplerinden uzak durmak veya gazab halinde iken nefisle mücadele ederek onu intikam almaktan menetmektir. "Allah'ın maktul kulu ol, katil kulu olma" hadisi şerifi de "Başkasına zulmetme, hakkına tecavüz etme" manasınadır, "Sen başkasını öldürme! Başkası seni öldürsün" demek değildir.

 

Meşakkatli Fiillerle Mükellef Kılma:

 

Fiilin, mükellefin kudreti dahilinde olmasının şart kılınması, teklifin mü­kellefe meşakkat getirecek hiç bir şey ihtiva etmemesini gerektirmez. Çünkü fi­ilin mükellefin kudreti dahilinde olmasıyle meşakkatli olması arasında bir tena­kuz yoktur. Zira hiç bir teklif meşakkatten hâlî değildir. Ancak Allah (c.c.) bize ihsan etti ve bizden tahammül edilemiyecek meşakkatleri kaldırdı. Buna göre meşakkat mutâd ve gayri mûtad olmak üzere iki kısma ayrılır.[252]

1- Mutâd meşakkat: Bu, insanın herhangi bir zarar görmeden tahammül edebileceği meşakkattir. İşte sâri' bu meşakkati bizden kaldırmamıştır. Zira ha­yatta her amel az-çok meşakkatten hâli değildir. Zâten "teklif" külfet ve meşakkat olan şeyin yapılmasını talep etmektir. Lâkin bu meşakkat tahammül edilebilir cinstendir.

Ancak şâri'in bizi mükellef tuttuğu amelleri koymaktan maksadı bu me­şakkat değildir. Bilakis maksad bu meşakkate terettüp eden maslahatlardır. Me­selâ oruçtan maksadı aç-susuz bırakarak insana elem vermek değildir. Bilakis maksad ruh safiyeti, beden sıhhati ve merhamet duygularının gelişmesidir.

Asıl maksad meşakkat değilse meşakkatleri kastedip onun artmasını is­temek sahîh değildir. Meselâ mescide giden düzgün yolu bırakıp da bozuk yol­dan gitse, bu fiili ile de fazla sevap beklese niyette hata etmiştir, ona sevap yoktur.

2- Gayri mutâd meşakkat: Bu, insanın âdeten tahammül edemiyeceği, tasarruflarını alt-üst edip hayatının düzenini bozan çoğu zaman faydalı amelleri yerine getirmesine mâni olan ağır meşakkattir. Şer'an bunlarla teklif vaki olma­mıştır. Çünkü Allah (c.c.) bizi sıkıntıya ve ağır meşakkate düşürmeyi kastedmemiştir. Meselâ savmi visali, (iftar etmeden ard arda tutulan oruç) her gece teheccüde kalkmayı ve yürüyerek haca gitmeyi emretmemiştir. Nitekim ayet-i kerime ve hadisi şeriflerde buna işaret edilmiştir:

"Allah size kolaylık ister, zorluk istemez."[253] "Allah sizden hafifletmek ister, çünkü insan zayıf yaratılmıştır. "Müsamahakar hanif (Hak din) le gönderildim, Rasûlullah (s.a.) iki şey arasında serbest bırakıldığı zaman, bir vebal olmazsa mutlaka en kolayım seçmiştir. Seferde namazların kısaltılması, oruç tutmamanın cevazı gibi ruhsatların meşru oluşu... Bütün bunlar "teklifi mâlâyutâk"ın vaki olmadığına delildir. İnsanlardan zararı defetmek ve onların vüs'ünde olmayan şeylerle telif olmaması için şer'an böyle bir teklif vaki olmamıştır.

Eğer bu meşakkat amelin kendisinde varsa Allah (c.c.) ruhsatlarla bunu kaldırmış ve ruhsatlarla amel etmeyi teşvik etmiştir: "Allah (c.c.) azimetlerinin yapılmasını sevdiği gibi ruhsatlarının yapılmasını da sever." Amelin kendi­sinde meşakkat olmaz da mükellef isteği ile bunu celbederse Allah (c.c.) bunu nehyetmiş ve haram kılmıştır.

Hadisi şeriflerde varid olan ibadet için ibadet mahalline gitmenin sevap olduğuna ve bunun meşakkat mikdarınca olacağına dair haberlere gelince, bunlarda asıl maksad bizzat meşakkat değil belki bu uğurda sa'yü gayreti teş­vik, gidilecek mahallin faziletine işaret veya sevabın büyük olması için meşak­kate sabretmek lazım geldiğini ifade etmektedir. Buna göre cihaddaki meşakkat de tâbidir metbu' ve maksud değildir.

 

el-Mahkûmü fîh'in Kısımları:

 

Hanefîler Allah'ın hükmü taalluk eden mükellefin fiilini dört kısma ayır­mışlardır. Bunlar halis Allah hakkı olanlar, halis kul hakkı olanlar, Allah ile kulları arasında müşterek olduğu halde Allah hakkı galib olanlar, Allah ile kul­ları arasında müşterek olduğu halde kul hakkı galip olanlar.

Allah hakkı: Faydası herhangi bir ferde ait olmasızın umuma taalluk edip menfaatinin şümulünden ve mevkiinin azametinden dolayı Allah'a nisbet edilen haktır. Yani bu topluma ait bir haktır ve hükmü muayyen bir ferdin maslahatı için değil umumun maslahatı için meşru kılınmıştır.

Kul hakkı: Başkasının malının haram olması gibi kendisine hususî bir maslahatın taalluk ettiği haktır. Her birini kısaca açıklayalım:

Birinci kısım: Sadece Allah'a ait olan haklar.

Bunun hükmü: İnsanın vazgeçmesi veya yerine getirmekte ihmal göster­mesi mümkün olmayan haklardır. Meselâ hadler böyledir. Bunlar de sekiz çe­şittir:

1- Mahza ibadet olanlar: İman ve İslâmın beş rüknü gibi kendisiyle dinin ikâmesi kastedilendir. Bunların meşru kılınmasının hikmeti sırf mükellefin maslahatı değil umumun maslahatını gözetmektir.

2- İçinde meûnet manası olan ibadet. Meûnet: Mal veya can için verilip bunları muhafazasına sebep olan bir çeşit vergidir.

Meselâ sadaka-i fıtır. Bu bir ibadettir. Çünkü muhtaç olanlara tasadduk edilerek Allah'a yakın olunur bu sebeple onda niyet şarttır. Sadaka-i fıtır, kö­lesi ve küçük oğlu gibi başkaları sebebiyle mükellefin üzerine vacib olduğu için bir meûnettir. Nitekim bunların nafakaları da ona vacibdir. Bu sebeple sadaka-i fıtırda mahza ibadetlerde olduğu gibi kâmil ehliyet aranmaz, dolayısıyle sahi­binin ve mecnunun malından da verilmesi vacibdir.

3- İçinde ibadet manası olan meûnet: Meselâ ziraî arazînin mahsul ve meyvasından alına öşürler. Bu, arazinin sahibinin elinde kalması ve her hangi bir tecavüze karşı onu muhafaza etmenin karşılığında alman bir meûnettir. Malların zekatında olduğu gibi bu da nema ile ilgili olduğundan bir ibadettir, bu yüzden zekatın harcandığı yerlere harcanır.

4- İçinde ukubet = ceza manası olan meûnet: Meselâ haraç. Haraç, arazi­nin sahibi elinde kalması ve onun muhafaza edilmesi karşılığında alınan bir meûnet = vergidir. Ukubet olması ise sahibinin İslâmr kabul etmeyip araziyi işlemeye razı olması karşılığında konulmasından dolayıdır. Şu da unutulma­malıdır. Haracı koyan Hz. Ömer'dir, bununla araziyi işletenlere ceza vermeyi kastetmemiştir.

5- Ukûbet-i kâmile: Meselâ zina, hırsızlık, içki içme cezalan, tazir ceza­ları. Bunlar sırf Allah hakkı için tatbik edilen cezalardır. Çünkü bunlar umu­mun maslahatı için meşru kılınmıştır birisinin vazgeçmesiyle sakıt olmaz.

6- Ukûbet-i kâsıra: Meselâ katilin, maktulün mirasından mahrum kılın­ması. Bu, eksik bir ukubettir. Çünkü istihkak sebebi olan akrabalık mevcut ol­duğu halde miras alamamakta ve katilin bedenine bir elem, malına bir noksanlık getirmeden sadece mirastan mahrumiyetine sebep olmakta, işte bu sebeple ukû­bet-i kâsıra sayılmaktadır. Bu yüzden bu ukubet kendisinden ona miras kalacak şahsı öldüren sabi hakkında sabit olmaz. Hanefîlere göre vâris mülkü olmayan bir yere çukur açsa kendisinden ona miras kalacak kişi oraya düşüp ölse varis ölümüne sebep olduğu için mirastan mahrum bırakılmaz, çünkü sebep olma hakikaten öldürme değildir.                                    

7- İçinde ibadet manası olan ukubet: Bu haklar, yemin keffareti, zıhar keffareti, hata ile öldürme keffareti gibi ibadetle ukubet arasında haklardır. İba­det manası da vardır çünkü oruç keffareti köle azadı, fakir doyurma gibi ibadet olan şeylerle eda edilir. Aynca diğer ibadetler gibi kişi bizzat kendisi edâ eder.

8- Kimsenin zimmetine taalluk etmeyip kendiliğinden var olan haklar. Bunlar madenlerden, definelerden, ganimetlerden beşte bir olarak alınan haktır. Bunları her hangi bir insan ibadet olarak eda etmez, onun için verirken niyet şartı da yoktur, âmmenin (kamunun) maslahatına harcanır.

İkinci kısım: Kul hakları.

Bunlar, asıl maksad ferdin maslahatını korumak olan haklardır. Meselâ telef edilen eşyanın bedeli, satılan malın ve bedelinin mülkiyeti, rehini hap­setme hakkı, şüf'a hakkı gibi haklardır. Hükmüne gelince: Sahibi bunlardan vazgeçebilir. Çünkü her mükellef kendisi hakkında tasarrufta bulunabilir. Ay­rıca bu haklar âmme maslahatına ait haklar değildir.

  Üçüncü kısım: Kul hakkı da bulunmakla birlikte Allah hakkı galip olanlar.

Hanefîlere göre bu haddi kaziftir. İnsanların ırzının korunmasına sebep olması onu Allah haklarından kılmaktadır. İftiraya uğrayan kişiden yüz kızartıcı durumu defetmesi ve onun şeref ve namusunu koruması sebebiyle de ferdin veya kulun haklarından sayılmaktadır. Ancak Allah hakkı gâlibdir, bu sebeple iftiraya uğrayanın affetmesiyle ceza sakıt olmaz.

Şafiîlere göre haddi kazifde kul hakkı gâlibdir. Böylece şer'î hadlerin her birinde Allah hakkının yani topluma ait hakkın var olduğu anlaşılmaktadır.

Dördüncü kısım: Allah hakkı da bulunmakla birlikte kul hakkı galip olanlar.

Meselâ kasten adam öldürene kısas tatbiki: Bu, kanın ve emniyetin muha­fazasını sağladığı için Allah hakkıdır. Aynı zamanda kul hakkıdır da. Çünkü maktulün velilerinin maslahatını sağlayıp onların içindeki kin ve gayzı sön­dürmektedir. Dolayısıyle kul hakkı ağır basmaktadır. Bu cinayet toplumdan çok maktul tarafına dokunmaktadır. Bu yüzdendir ki kısas tatbik edilmesi için mutlaka maktulün velisinin talep etmesi lazımdır. Kısastan vazgeçme veya onun yerine mâlî bir bedel isteme hakkı da ona aittir. Hâkim de kısası infaz eder. Hâkimin gözetiminde velînin de infaz etmesi mümkündür. Şeriat kısasda hem ferde hem de topluma ait olmak üzere iki hak tanımakla beşerî kanunlardan farklılık arzetmektedir. Beşerî kanunlar ise ceza verme hakkını sadece topluma ait kılmaktadır. Aynı şekilde kanun zina suçu sabit olan kadına verilecek cezayı kocaya ait şahsî bir hak olarak tanımıştır, dolayısıyle ancak şikayeti olursa dava açılabilir, icraatı durdurma hakkı da yine ona aittir. Halbuki şeriat bu cezayı tamamen Allah'a (topluma) ait bir hak olarak kabul etmiştir.

 

MÜKELLEF (el-MAHKÛMÜ ALEYH)

 

Tarifi                             

 

el-Mahkûmü aleyh, fiiline sâri'in hitabı veya hükmü taalluk eden insandır ki buna "mükellef" denir.

Mükellefte iki şart aranır.[254]

1- Mükellef, teklifin delilini anlama kudretine sahip olmalı. Çünkü teklif bir hitabdır. Aklı ve idraki olmayana hitap etmek muhaldir. Anlama kudreti akıl ile olur. Çünkü akıl anlama ve idrak vasıtasıdır. Emre imtisal de bununla mümkün olur. Akıl gizli, görülmeyen bir şey olduğu için şâri' teklifî hislerle anlaşılabilen değişmeyen bir şeye bağlamıştır ki o akıllı olarak buluğ çağına gelmektir. Bulûğ aklın mazinnesidir. Yani hayrı-şerri, faydalıyı-zararlıyı, kâmil ve açık şekilde anlamasıdır. Bu sebeple, teklif delilini anlamak için aranan akla tam sahip olmadıktan için ne mecnun ne de sabi mükellef tutulmaz. Uykudaki kişi de mükellef olmaz.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, bulûğa erinceye kadar sabîden, ayılıncaya kadar mecnundan."

Sabi ve mecnuna zekatın, hanımının ve yakınlarının nafakasının telef et­tiği malların tazminin vacib olması ise onlara bir teklif değildir, bu onların ma­lından, malın hakkım.eda etmek üzere veliye bir tekliftir.

"Ey iman edenler siz sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın."[255]ayet-i kerimesinde sarhoşun namazdan nehyedilmesine gelince bu sarhoş halinde onu namazdan nehyetme değildir, bu ayık iken namaz kılmak istediği sırada sarhoş olmasını nehyetmektir.

Cumhura göre sarhoşun talakının geçerli olmasına gelince, bu teklif ba­bından bir şey değil, bilakis bu, güneşin zeval vaktine gelmesinin namazın farz olmasına bir alâmet sayılması gibi "talak" lafzını teleffuz etmesinin talakın ge­çerliliğine bir alâmet sayılması sebebiyle bir hitab-ı vaz'î cümlesindendir. Ge­çerli sayılmasından maksad ona ceza olup caydırıcı olmasıdır.

İslâmın bütün insanlara şâmil bir din olması itibariyle Arap olmayanların Arapça lisanını anlamadıkları halde şer'î hükümlerle mükellef olmalarına ge­lince bu, şu iki husustan biri vasıtasıyle tamam olur: Ya şer'î tekâlîf = hüküm­lerin yabancı dillere terceme edilmesi suretiyle veya bir gurubun esaslı bir şe­kilde dinî tahsil yaptıktan sonra yabancı dilleri öğrenmeleri ve Allah yoluna da­vet için bunların diğer beldelere gönderilmeleri suretiyle olur. Bu farz-ı kifayedir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Sizden hayar çağıran, iyiliği emredip kötü­lüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir."[256]

Şu da unutulmamalıdır: Kur'an naslarının bizzat tercemesi mümkün de­ğildir, ancak Kur'an'ın manaları terceme edilir ki o da Kur'an değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerîm Arap lisanı ile inmiştir ve Allah (c.c.) bununla Kur'anın benzerini veya bir sûresinin benzerini getirmeleri için bütün insanlara meydan okumuştur. Bu, üslubu, nazmı, belagatı ile kıssaları ve gaibden haberleriyle Rasülullah'ın ebedî mûcizesidir.

2- Kişi teklîfe ehil olmalıdır. Ehil olma lügatta layık ve uygun olma de­rnektir. Ayet-i kerimede:

"Zaten onlar buna pek layık ve ehil kimselerdi."[257] buyrulmuştur. Bu da akıl ve idrak ile mümkün olur.

Usûlcülere göre ehliyet insanın hakları elde etmek ve tasarrufları eda et­meye uygun halde olmasıdır. Vücub ehliyeti ve eda ehliyeti olmak üzere iki çeşittir.[258]

Vücub ehliyeti, insanın kendi lehine ve aleyhine olan hakların vacib ol­masına ehil olmasıdır. Bunun esası hayatın varlığıdır. Fukaha nazarında bu­nun adı "zimmet" tir. Zimmet, insanı leh ve aleyhinde vacib olan şeylere ehil yapan şer'î bir vasıftır. Daha teknik ifadeyle: Layık ve uygun olma manasındaki "ehliyet" ile her insanda var olduğu takdir edilen, farz edilen itibarî bir kap manasındaki "zimmet" farklıdır. Kanunculara göre ehliyetin adı "kanunî şahsi­yet" tir.

Vücub ehliyeti, her insanın cenin olarak tekevvün etmesinden itibaren sabit olup ölümüne kadar hayatın bütün merhalelerinde devam eden ehliyettir. Çünkü bunun esası insandaki fıtrî özelliktir.

Eda ehliyeti ise insanın, fiil ve sözlerin kendisinden şer'an muteber ola­cak şekilde sadır olması için uygun olmasıdır. Bu ehliyetin esası akıl ve tem­yizdir, "mesuliyet" ile aynı manadadır. Meselâ bu insan namaz kılsa, oruç tutsa, hac etse bu ibadetleri sahih olur, ondan bir akid veya tasarruf sadır olsa şer'an sahih olur ve hükümleri üzerine terettüp eder. Bir başkasının malı, canı veya ırzına karşı bir cinayet işlese cezalandırılır.

 

Ehliyetin Safhaları

 

İnsan, ana karnında cenin olarak tekevvününden itibaren bulûğ çağına kadar dört merhaleden geçer. Ehliyeti bu safhalarda ya kâmil olur veya nakıs olur. Bu merhaleler: Ceninlik devresi, sabîlik veya çocukluk devresi, temyiz devresi ve bulûğ devresidir. Sabîlik çağı doğumdan başlar yedi yaşında sona erer. Temyiz çağı yedi yaşını tamamladıktan sonra buluğa kadardır.

Ehliyet çeşitlerinin her biri bu devrelerde ya kâmil olur veya nakıs olur.

1- Nakıs vücut ehliyeti: Bu, cenin ana karnında iken sabit olur. Canlı doğması şartıyle miras, vasiyet, vakıftaki istihkakı ve nesep gibi lehindeki haklar sabit olur. Velisi tarafından bile olsa onun hibesi, sadakası ve onun lehine bir şey satın alınması sahih olmaz. Malından akrabalarına nafaka veril­mesi vacib olmaz. Satın alınan şeylerin bedelini ödemesi lazım gelmez. Ehli­yetinin noksan olması şu iki sebeptendir: Annesinin bir parçası olması ve müstakil bir can taşıması. Lehindeki hakların subûtu için canlı olarak dünyaya gelmesi şarttır, ölü doğarsa, miras veya vasiyet veya vakıftan her hangi bir hak sabit olmaz.

2- Kâmil vücub ehliyeti: Bu ehliyet insan için doğduğu andan itibaren sabit olur ve ömür boyu devam eder, lehinde ve aleyhinde hak ve vecibeleri kabul ve üstlenmeye yetkili olur. Bu ehliyeti olmayan hiç bir insan yoktur. Ancak yedi yaşından önce sabî sadece kamil vücub ehliyetine sahiptir, bir takım haklar kazanır, onun adına velisinin eda etmesi caiz olan nafaka, zekat ve sadaka-i fıtır gibi vecibeler üzerine vacib olur. Bedenen zayıf ve aklının olgunlaşmamış olması sebebiyle mutlak eda ehliyetine sahip değildir. Dolayısıyle bunun ve mecnunun yaptığı akidler batıldır, üzerine her hangi bir serî' netice terettüp etmez. Başkasının malına ve canına karşı bir cinayet işlemeleri   halinde  sadece  mâlî  olarak  cezalandırılır,  bedenî  olarak cezalandırılmazlar. Velîleri bulunan baba veya dede veya vasileri, muhtaç oldukları tasarruf ve akidleri onlar adına yaparlar.

3- Nakıs eda ehliyeti: Bu, kişinin temyiz çağından buluğa kadar geçen devrede sahip olduğu ehliyettir. Temyiz çağındaki sabinin bu ehliyete sahip olacağı açıktır. Bu konuda, temyiz ve idraki zayıf olan ancak bunaklığı aklını kaybettirecek dereye ulaşmayan matuh da sabi mümeyyiz gibidir.

Mümeyyizin iman, namaz, oruç ve hac gibi ibadetleri sahihtir, lakin mü­kellef değildir. İnkarı da sahihtir ancak ukubeti yoktur.

Sabi mümeyyizin tasarrufları üç kısımdır:

  1. a)Mahza faydalı ve lehine olan tasarrufları: Bunlar, velisinin izni olma­dan hibe ve sadaka kabul etmesi gibi karşılıksız olarak mülküne bir şey girme­sine sebep olan tasarrufları, çalışarak ücreti hak etmesi, vekalet almasının sahih olması... Bütün bunlar geçerlidir. Çünkü bunlar.

"Yetimleri sınayın."[259]ayeti gereğince onu tasarrufa alıştırmaktır.

  1. b)Bütünüyle zararlı ve aleyhine olan tasarrufları: Bunlar talak, köle azadı, hibe etme, sadaka verme, vakıf yapma, kefil olma gibi karşılıksız olarak mülkünden bir şey çıkmasına sebep olan tasarruflarıdır. Onun bu tasarrufları sahih olmaz. İsterse velinin izniyle olsun, çünkü veli bu tasarrufları yapmaya malik değildir.
  2. c)Hem lehine hem aleyhine neticelenebilecek tasarrufları: Bunlar, alış­-veriş, kira ve evlenme gibi hem kâra hem de zarara ihtimali olan tasarruflardır. Mümeyyizden sadır olacak bu tasarruflar velinin izniyle sahih olarak münakid olur. Hanefî ve Malikîlere göre mümeyyizin ehliyeti noksan olduğu için velinin icazetine bağlı kalır, izin verirse geçerli olur vermezsa batıl olur.

4- Kâmil eda ehliyeti: Bu, aklı yerinde olarak buluğa eren kişinin sahip olduğu ehliyettir. Bulûğ ya ihtilam olma, hayız görme gibi tabiî emarelerle veya fukahanın cumhuruna göre onbeş yaşını tamamlamakla olur. Bu sıfat ile insan bütün şer'î hükümlerle mükellef olmaya ehil hale gelir ve bunları eda etmesi vacib olur, ibadeti terkettiği taktirde günahkar olur. Bütün akid ve tasarrufları sahih olur, neticeleri terettüp eder, ister cinayet ister başka tasarruflar olsun kendisinden sadır olan bütün amellerden sorumlu olur.

 

Ehliyete Arız Olan Haller (Avârız-ı Ehliyye)

 

Eda ehliyetine bazı manialar arız olup ehliyeti ya tamamen yok ederek ve noksanlaştırarak veya bazı hükümlerini değiştirmek suretiyle ona tesir edebilir. Avânz iki çeşittir.:

Semavî arızalar: Bunlar kişinin kesb ve ihtiyarı olmadan meydana gelen manialardır.

Semavî olmayan arızalar (avarız-ı müktesebe): Bunlar, ya kişinin kendi eseri veya engellemesi mümkün iken engellemediği manialardır.

Avârız-ı semaviyye onbir tanedir. Bunlar: Cinnet, küçük olma, ateh = bunaklık, unutma, uyku, bayılma, kölelik, hastalık, hayız, nifas ve ölüm.

Avarız-ı müktesebe yedi tanedir. Bunlar: Cehalet, sarhoşluk, hezl=ciddiyetsizlik, sefeh (sefihlik), hata, ikrah (zorlama). Borçluluk da sefehden sayılır.

Cinnet, uyku ve bayılma gibi avarızdan bazıları eda ehliyetini izale eder. Onun için mecnunda, uykudaki kişide ve bayılmış insanda eda ehliyeti olmaz. Bunların tasarruflarına şer'î neticeler terettüp etmez. Mecnunun üzerine vacib olan mâlî vecibeleri onun adına velisi eda eder. Uyuyan ve baygın kişiye vacib olan bedenî veya malî vecibeleri de uyandıktan sonra kendileri eda ederler.

Hafif atehlik gibi bazı avarızlar da eda ehliyetini ortadan kaldırmaz fakat noksanlaştırabilir. Hafif atehlik: İdrak ve temyiz kudretini kaybetmeden bu­nama halidir. Bu sebeble sabî mümeyyiz de olduğu gibi matuhun da bazı tasar­rufları sahih olur, bazıları olmaz. Şiddetli ateh ise idrak ve temyizi kaybetme halidir. Böyle olan kişinin tasarrufları mecnunun tasarrufları gibi batıldır.

Arızalar, muayyen maslahatlar için sadece bazı hükümlerin değişmesine sebep olabilir. Meselâ sefîh ve gafilin muâvaza ve teberru cinsinden olan mâlî tasarruflarına hacr (tasavvuflarına kısıtlama) konulur, bu tasarrufları sahih olmaz. Maksad onların malını korumaktır.

Alacaklıların haklarına zarar verecekse onların haklarını korumak için borçlunun tasarruflarına -meselâ teberrularına- hacr konulur.

îmam Ebu Hanifeye göre insanlık haysiyetlerini korumak için sefahet, gaflet ve borçluluk sebebiyle bu kişilere hacr konulmaz. Çünkü bu avarız insan ehliyetine tesir etmez. Hacrin insana vereceği zarar getireceği maslahattan daha büyüktür.

İster mülci' ister gayri mülci' olsun ikrah da böyledir, ikraha rağmen "ih­tiyar = tercih" baki olduğu için ehliyetin her iki çeşidine de tesir etmez. Ancak ikrahın, tehdit altındaki kişiden sadır olan fiil ve sözlere tesiri vardır. Mülci ikrah, ölüm veya bir uzvunu kesmekle tehdit etmedir. Bunun hükmü "ihtiyarı" ifsad etmesi, "rıza" yi yok etmedir. Mülci olmayan ikrah ise kısa bir müddet hapsetme veya telefe götürmeyecek şekilde vurmakla tehdittir. Bunun hükmü de: "Rıza" yi yok eder, "ihtiyar"ı ifsad etmez. Şayet tehdit konusu ikrar cinsinden bir şey ise ikrah ister mülci ister gayri mülci olsun- ikrah batıl olur. Meselâ bir malı itiraf etmesi ve nikah akdini veya talak verdiğini itiraf etmesi için tehdit edilse bu ikrarı batıl olur.

Tehdit konusu satış, kira ve rehin gibi akid ve tasarruflardan biri ise ikrah ister mülci ister gayri mülci olsun Hanefîlere göre o akdi sadece ifsad eder iptal etmez.

Ancak Hanefîler bundan bazı tasarrufları istisna ettiler ve ikraha rağmen bunların sahih olduğuna hükmettiler. Bu tasarruflar nikah, talak, köle azadı, ric'at, nezir ve yemindir.

Tehditle yaptırılmak istenen şey adam öldürme, içki içme, ve telef etme gibi bir fiil ise bakılır: ikrah gayri mülci yani nakıs ise asıl mesul tehdit edilen­dir. İkrah mülci olursa bu fiiller üç kısma ayrılır:

  1. a)Bir kısmı tehdit edilen kişinin yapması vacib olup yapmazsa günahkar olacağı fiillerdir. Bunlar içki içme veya ölmüş hayvan veya domuz eti yemedir. Çünkü burada tehdit altındaki kişinin hali zaruret halidir, "zaruretler haramları mubah kılar".
  2. b)Bir kısmı da yapılmasına ruhsat verilen ancak sabredilmesi efdal olan fiillerdir. Meselâ Allah'ı inkar etme tehdidi. Eğer kişi sabrederse dinini aziz etmiş olur. Ramazanda orucu bozma, farz namazı terketme, başkasının malını itlaf etme tehdidi de bu cümledendir.
  3. c)Diğer bir kısmı ise yapılması asla helâl olmayan fiillerdir. Bunlar adam öldürme, organ kesme, helake götürecek şekilde vurma fiilleridir. Tehdit edilen kişi bunları yaparsa günahkar olur, çünkü kendisini başkasına tercih etmiştir. Kısasın hangisine yapılacağına gelince: cumhura göre kısas bizzat fiili işleyene yani katiledir, çünkü zulmen ve haksız yere öldürme fiilini yapan odur. İmam Ebu Hanife ve Mııhammed'e göre kısas tehdid eden üzerinedir. Ancak fail de bu fiiline mâni olunmak için hâkimin uygun gördüğü bir ceza ile tazir edilir. Zina da bu kısma dahil olabilir. Çünkü hiç bir halde ona ruhsat, verilmez. Ancak hiç birine had tatbik edilmez. Zira ikrah haddin düşmesine sebep olacak bir şüp­hedir.

 

DELALETLER YAHUT DİLE AİT TEMEL KURALLAR

 

Bu bölümde, Kur'an-ı Kerim ve hadisi şeriflerdeki şer'î naslardan hükümlerin nasıl istinbât edildiğinden bahsedilecektir. Âlimler, Arabçanın ifade tarzlarından veya şer'î hükümler ve onların illetlerinden, şeriatın esaslarından ve naslardan anlaşılan küllî esaslardan istifade ederek bir takım istinbât, kaideleri koymuşlardır.

Bu bölümün konusu, naslardan hükümleri sahih bir şekilde anlamakta yol gösterecek olan "dil kaideleri" dir. Bunlar, Arabça ifade tarzları ve bu dilin müfred ve mürekkeb bütün lafızlarıyle manaya delâlet yollan gözden geçirilerek ibareleri anlamak için konulmuş kaidelerdir. Bunlar şer'î veya sadece dinî kaideler değildir.

Âlimler bu kaideleri Arapça metinlerin dikkatle taranması neticesinde Arapçanın yapısından ve kullanılışından istifade ederek ortaya koymuşlardır.

Bunlar şer'î nasların anlaşılmasında riayet edilen kaideler halindedir. Çünkü lafızlar kapalılık ve açıklıkta aynı derecede değildir. Onun için lafızların manaya delâlet yolları, âm, has, ve müşterekin müdlûlü, tevil keyfi­yeti; atfın mugâyaratı gerektirmesi; emrin vücub ifade etmesi, nehyin haram ve yasağa delâlet etmesi gibi hususlarda bu dil kaidelerine müracaat edilir:

 

BİRİNCİ KAİDE

 

 NASSIN ŞER'Î HÜKME DELÂLET YOLLARI

 

Hanefîler lafzın manaya delalet yollarını dört kısma ayırmışlardır. Bun­lar: Nassın ibaresi, nassın işareti, nassm delaleti ve nassın iktizasıdır. "Nass" dan maksad, manası anlaşılan lafızdır.

 

1- Nassın İbaresi

 

"Nassın ibaresi" demek, sözün kendisinden kastedilen manaya delalet etmesi demektir. Yani ister asıl ister ikinci derecede kastedilmiş olsun kelime­den hemen anlaşılıveren manadır. Şer'î naslardan her birinin ibaresinin delalet ettiği bir mana vardır. Bu ya kelimeden bizzat kastedilen manadır -ki asıl kas­tedilen budur- veya asıl olmayıp tâbi (ikinci derecede) olarak kastedilen bir mana olur. İşte buna "tebeî mana denir.[260] Bu ikisi arasındaki fark şu misallerle ortaya çıkacaktır:

"Allah alış-verişi helal faizi haram kıldı."[261] ayet-i kerimesi­nin bir asıl kastedilen manası vardır ki bu alış verişle faizi ayırmaktır. Çünkü ayet-i kerime yine Kur'an-ı kerimin naklettiğine göre "alış-veriş de faiz gibidir" diyen cahiliye insanı ve yahudilere cevap vermek için nazil olmuştur. Bu ayetin teb'an kastedilen başka bir manası daha vardır ki bununla asıl kastedilen mana anlatılmak istenmektedir. İşte o "alış-verişin helal faizin haram olduğunu" ifade etmektedir. Her iki manâ da murad edilmiştir. Ancak birinci mana aslî ikinci manatebe'îdir.

"Beğendiğiniz, (veya size helal olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder ni­kahlayın."[262]ayetinin kastedilen manası vardır, birisi aslî diğeri tebe'îdir. Aslî maksud olan mana "helal olan eş sayısının dörtle sınırlı" kalma­sıdır. Çünkü bu ayet-i kerime hanımları arasında adaletsiz davranmaktan çe­kinmediği halde, mallarını yeriz de zulmederiz korkusuyle yetimlerin vesayetini kabul etmekten çekinen vasilerin durumu hakkında nazil olmuştur. Zira onlar sınırsız, istedikleri kadar kadın nikahlıyorlar ve aralarında âdil de davranmıyorlardı.

Bu ayetten tebe'î (ikinci derecede) maksud olan mana ise nikahın mubah olmasıdır. Asıl maksud olan mananın ifedesine bununla ulaşmak için bu tebe'î olarak zikredilmiştir.

Kur'an-ı Kerîm ve sünnet-i şerifede teşrî' için varid olan nasların ekseri­yeti "ibâratü'n-nas" yolu ile hükümlere delalet eder. Meselâ.

"Akidlere vefa gös­terin."[263] ve "Bayi' ve müşteri ayrılmadıkça muhayyerdirler" hadisi şerifi bu kabildendir.

Nassın ibaresinin delâleti haricî manialardan tecerrüd ettiği zaman kat'î hüküm ifade eder. Buna göre eğer nass tahsis edilmiş âmm ise delâlet zannî olur, kat'î olmaz.

 

2- Nassın İşareti

 

Bu sözün ne asaleten ne teb'an maksud olmayan lakin sözün bizzat ifade etmek için söylendiği mananın yani lafızdan ilk anlaşılan mananın lâzımı olan bir manaya delâlet etmesidir. Ve nassın, sözün siyakından maksud olmayan, doğrudan kastedilmeyen bir manaya delâleti, ibare ile değil işaretle olur. İşte bu mana iltizamî yani nassdan ilk bakışta anlaşılan aslî hüküm için lâzım olan bir manadır.[264]

Meselâ,

"Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı."[265] ayeti ibaresiyle ramazanda fecre kadar gecenin her cüzünde münasebette bulunmanın mubah olduğuna, işaretiyle de oruç halinde cünüp olarak sabahlamanın caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü fecre kadar münasebe­tin mubah olması kişi cünüp iken fecrin üzerine doğması demektir. İşte bu mana ayetin siyakında maksud değildir, ancak bu, maksud olan mana için ay­rılmaz bir manadır.

"Onların beslenmesi, giyimi maruf şekilde babaya aittir."[266] nassı, ibaresiyle süt emziren annelerin nafakasının ve giyiminin anneye değil babaya vacib olduğuna delâlet eder. Buradan (nassın işaretiyle) çocukların nafakası babadan başka hiç kimseye vacib olmadığı manası da çıkar. Çünkü neseb ona aittir. Ayrıca ihtiyaç halinde babanın, evladının malından ihtiyacını giderecek kadar alabileceği manası da çıkar. Çünkü çocuk onun olduğuna göre çocuğunun malı da onundur. Zira lam harfi ihtisas ifade ettiği için çocuğun nesebi hassaten babaya aittir. "Sen de malın da babanındır." hadisi şerifinde açıkça görülen "ihtisas = babaya ait olma" da bu manayı teyid etmektedir. Ancak bu edeb olarak böyledir yoksa mülk müstakildir.

Yine bu ayet-i kerimeden evlilik devam ederken, çocuğunu emzirmek üzere annenin süt anne gibi kiralanmasının caiz olmadığı da anlaşılmaktadır. Çünkü Allah (c.c.)

"Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler."[267] ayet-i kerimesi mucibince çocuklarını emziren annelerin nafakasını baba üzerine vacib kılmıştır.Burada başka bir "mana-yı lâzım" daha vardır ki şudur: Baba Kureyş kabilesinden ise çocuk Kureyşli olur, dayısıyle anne başka kabileden bile olsa çocuk Kureyş'ten evlenebilmek için küfüvv = denk olur. Ama anne Kureyş'ten baba başka kabileden olsa bu küfüvvü kazanamaz.

Başka bir misal:

"Çocuğun hamli ve sütten ayrılması otuz aydır."[268] ayet-i kerimesi ibaresiyle annenin çocuk üzerinde ne kadar hakkı oldu­ğunu beyan eder, ayetin siyakı buna delalet etmektedir. İşaretiyle de hamilelik müddetinin en azı altı ay olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü.

"Sütten ayrılması iki yıldır."[269] ayetine göre sütten ayrılma müddeti iki yıldır, geriye otuz aydan hamilelik müddeti için altı ay kalmaktadır.

Dördüncü bir misal:

"İş hakkında onlarla istişare yap."[270] ve

"Bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun."[271] ayet-i kerimelerinden her biri işaret yolu ile ümmetin içinde istişare edilebilecek ve sorulabilecek bir gurubun bulundurulmasının vacib olduğuna delâlet etmektedir.

İbarenin delâleti ile işaretin delâleti tearuz ederse, ibaresiyle sabit olan hü­küm işaretiyyle sabit olan hükme tercih edilir, çünkü o daha kuvvetlidir. Meselâ.

"Kısas size farz kılındı."[272] nassı ibaresiyle amden öldürene kısa­sın farz olduğuna delâlet ederken.

"Amden adam öldürenin cezası cehennemde ebedî kalmaktır."[273] nassı da işaretiyle uhrevî ceza ile iktifa edilerek kısasın terkinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Ancak birinci hüküm takdim edilerek kısas tatbik edilir.

İşaretin delâleti de ibarenin delâleti gibi kat'î hüküm ifade eder. Ancak bunu kat'îden zannîye çevirecek bir sebeb bulunursa zan ifade eder. Meselâ: Yukarıda geçen.

"Onların maruf şekilde beslenmesi giyinmesi babaya aittir."[274] ayet-i kerimesinde de çocuğun babaya tâbi olduğu ifade edilmesine rağmen âlimlerin kölelik ve hürriyet konusunda çocuğun anneye tâbi olma­sında icmâ etmeleri bu kabildendir ve bu ayet-i kerime icmâ ile tahsis edilmiş olur.

 

3- Nassın Delâleti

 

Bu, lafzın ibare veya işaret yolu ile değil de hükmün menâtı veya illeti yolu ile delâlet etmesidir. Meselâ, iki hâdisenin hükmün illetinde ortak olması veya meskûtün anhın mantûktan evlâ olması (yani nassın sükût ettiği meselenin hükmü, söylediğinden daha açık olması) ve bunun kıyasa veya içtihada ihtiyaç duymaksızın lafızdan anlaşılması gibi. Buna hitabın fahvası yani gaye ve maksadı denir. İmam Şafiî bunu celî kıyasdan sayar ve Şafiîlerce buna "mefhûmu'l-muvafaka" denir. Bu delâlete "nassın delâleti" denir. Çünkü bununla sabit olan hüküm nassın ibaresi ve işaretinde olduğu gibi sadece lafızdan anlaşılmaz bilakis bu delâlet ancak hükmün menâtı ve illeti vasıtasıyle anlaşılır.

İlletle ortak olduklarına misal:

"Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir."[275] ayet-i kerimesidir. Bu nas, ibaresiyle haksız yere yetimlerin mallarını yemenin haram olduğuna delâlet ederken delâlet yoluyla da yakmak veya dağıtmak gibi başka şekillerde itlaf etmenin de mutlak haram ol­duğuna delâlet eder. Çünkü dili bilen herkes bu ifadeden maksadın yetimin malını zayi etmekten nehiy olduğunu anlar. Dolayısıyle itlaf etmek de hükmün illetinde yemeye müsavî olduğu için o da haram olur.

Başka bir misal:

"Boşanmış kadınlar kendilerini üç kuru' beklet­sinler."[276] nassı ibaresiyle rahmin ceninden temiz olup olmadığının anlaşılması için boşananın iddet beklemesi vacib olduğuna delâlet eder. İddetin illeti budur. Dili bilen herkes kadının, hıyarı bulûğ veya dengi olma­ması gibi başka herhangi bir sebeple nikahı feshetmesi halinde de aynı illet mevcud olduğu için iddet vacib olduğunu anlar. Bu nass delâlet yolu ile bunu da ifade etmektedir.

İlletin evleviyyetine misal:

"Onlara "öf bile deme onları azarlama."[277] ayet-i kerimesi ibaresi ile açıkça öf demenin haram olduğuna delâlete eder. Çünkü bu onlara eza vermektedir. Yine bu nass delâlet tariki ile de onlara vurma, sövüp-sayma, aç bırakma gibi muamelelerin haram olduğuna delâlet et­mektedir, zira bunlar "öf" demekten daha ağır eza verir. Çünkü "öf demenin nehyedilmesinden, ana-babaya bundan daha çok eza veren şeylerin nehyedilmiş olması dil bakımından pekâlâ anlaşılmaktadır. O halde meskûtün anhdaki hü­küm mantûkun hükmünden evlâdır. (Yani, nassın sükût geçtiği meselnin hük­mü, söylediğinden daha açıktır). Zira illet birincisinde ikincisinden daha kuvvetlidir.

 

4- Nassın İktizası

 

Sözün şer'an muteber olabilmesi için takdir edilmesine ihtiyaç duyulan la­fızdır. Bu delâlete iktiza denilmiştir, çünkü iktiza, taleb etmek ve istemek ma­nasınadır, söz şer'an doğru ve sahih olması için o mukadder manayı taleb eder.

Bunun misali "Ümmetimden hata, nisyan, unutma ve ikrah kaldırılmış­tır" hadisi şerifidir. Bu nass lafzı ve ibaresiyle hata, unutma ve ikrahın bu üm­metten kaldırıldığına delâlet eder ki bu selim bir mana değildir, çünkü fiil ol­duktan sonra kalkmaz. O halde ibareyi düzültmek için mutlaka bir şey takdir etmek lazımdır ki işte bu "günahın veya hükmün kalkması" dır. Yani hatanın, unutmanın ve ikrahın vebali kaldırılmıştır demektir. "Günahın kalkması" ik­tiza ile anlaşılmaktadır.

Başka bir misal:

"Köye sor."[278] ayet-i kerimesinde "köy halkına sor" şeklinde takdir etmedikçe kelam sahih olmaz.

"Bu ganimet malları yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan fakir muhacirlerindir."[279]ayet-i kerimesi ibaresiyle muhacirlerin fakirliğine delâlet eder. Fakirlik sıfatı ancak Mekke'de terkettiklerinden mülkiyetlerinin zail olması ve onlara istila yoluyle kâfirlerin malik olduğunun takdir edilmesiyle sabit olur. İşte bu iktiza tariki ile anlaşılmaktadır.

"Size anneleriniz haram kılındı."[280]

"Size meyte haram kılındı."[281] ayet-i kerimelerinin her biri ibareleriyle bunların zatının haram ol­duğuna delâlet eder, halbuki haramlık fiillere taalluk eder. Bu sebeple birinci ayette "nikahlamak" kelimesi ikinci ayette de "yemek" kelimeleri takdir edilir. Yani "Size annelerinizi nikahlamak haram kılındı", "Size meyte yemek haram kılındı" demektir. İşte bu takdir iktizanın delaletiyle sabittir.

 

Bu Delâletlerin Hükümleri:

 

Bu dört delâletle hüküm kat'î ve yakîn şekilde sabit olur. Ancak tahsis veya tevil gibi bu delâleti zanna çevirecek bir şey bulunursa zannî olarak sabit olur.

Delâlet kuvvetine göre bu delâletlerin mertebeleri şöyledir: İbare işaretten, işaret delâletten, delâlet iktizadan daha kuvvetlidir. Teârüz ettikleri zaman kuv­vetli takdim olunur.

İbare ile işaretin tearuz ettiğine misal, daha önce de geçtiği gibi.

"Size kı­sas farz kılındı."[282] ayet-i kerimesi ibaresiyle kısasın vücubunu,

"Kim bir mümini amden öldürürse cezası ebedî cehennemde kalmaktır."[283] ayet-i kerimesi işaretiyle uhrevî ceza ile edilip kısas yapılmamasının ifade etmektedir. Ancak nassın ibaresi takdim edilerek kısasın vücubuna hükmedilmelidir.

Bir başka misal: "Hayzın en azı üç en çoğu on gündür" hadisi şerifinin ifade ettiği hüküm "her kadın ömrünün yarısını oturarak geçirir, namaz kıl­maz" hadisinin ifade ettiği hükme takdim edilir. Çünkü birinci hüküm yani "ha­yız müddetinin en çoğu on gündür" hükmü nassın ibaresiyle sabittir. İkinci hü­küm yani "en çoğu onbeş gündür" hükmü nassın işaretiyle sabittir.

Nassın işaretiyle delâletinin tearuz ettiiğine dair misal:

"Kim bir mümini taammüden öldürürse onun cezası ebedî cehennemdir."[284] ayeti işaretiyle amden öldürmede keffaret vacib olmadığını ifade etmektedir. Halbuki.

"Kim bir mümini hata ile öldürürse (keffareti) bir mümin köle azad etmektir."[285] ayet-i kerimesi delaletiyle amden öldürene de keffaret vacip olaca­ğını ifade etmektedir, çünkü hata ile öldüren keffaret verirse amden öldüren öncelikle vermelidir. Ancak birinci ayetin işareti ikinci ayetin delâletine takdim edilir, çünkü birinci ayet onun dünyada günahı için keffaret olmadığını, zira onun cehennemde ebedî kalmaktan başka bir cezası olmadığını işaretiyle ifade etmektedir. İşte bu işaret ikinci ayetin -yani amden yapan günahı için keffaret vermeye hata ile yapandan daha layıktır -delâletinden daha kuvvetlidir.Nassın delâleti ile iktizasının tearuzuna misal yoktur.

 

İKİNCİ KAİDE

 

MEFHÛMU'L-MUHÂLEFET

 

Nassın mefhumu iki çeşittir: Mefhûmu'l-muvâfakat mefhumu'l muhalefet.

Mefhûmu'l-muvâfakat: Mezkur olan şeyin hükmüne delalet eden lafzın, illetle müşterek oldukları için, meskûtün anh olanın hükmüne de delâlet etmesidir. Meselâ, "onlara öf bile deme" ayet-i kerimesinin onlara vurmanın da öncelikle haram olmasına delâlet etmesi gibi. Bunun hükmü, bu mefhum ile amel etmenin vacib olmasıdır. Çünkü o, hükme mantuktan daha münasibdir. Meskûtün anh mantuka müsavi olduğu zaman da hüküm aynıdır. Yetimin ma­lını haksız yere yemenin haram olmasına müsâvî olan onun malını telef etme­nin de haram olması gibi.

Mefhumu'l-muhalefet: Mantûkun şartlarından biri bulunmadığı için kelamın mezkur için sabit olan hükmünün, meskûtün anh olandan nefyedildiğine delâlet etmesidir.

Hanefîlerce kabul edillen esasa göre "mefhumu'l-muhalefetden çıkan hü­küm alınmaz" Meselâ şer'î nass bir hükmün bir mahalde bir şarta veya gayeye (yani belli bir yere ve zamana) veya adede bağlı olarak var olduğuna delâlet ettiği zaman nassın bunlara bağlı olarak var olan hükmü o nassın mantûkudur, bunların bulunmadığı mahallin hükmü ise mefhumu'l-muhalefetidir. Hanefîler nazarında şer'î nassın mefhumu'l-muhalefetde her hangi bir hükme delâleti yoktur.     

 

Mehfumu'l-Muhalefetin Çeşitleri:

 

"Mehfumu'l-Muhalefet" kaidesinin açıklanabilmesi için onun çeşitlerini açıklamak lazımdır. En mühimleri beş tanedir:

1-Mehfumu's-sıfat Bu, bir sıfatla muttasıf olan lafzın o sı­fatın bulunmadığı yerde hükmün de bulunmadığına delâlet etmesidir. Meselâ.

"İçinizde, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın."[286]ayet-i kerimesi Şafiî, Hanbelî ve Malîkîlere göre imanlı olmadıkları takdirde cariyelerle evlenmenin haram olduğuna delâlet etmektedir. Hanefîlere göre ise onu bu sıfatla takyid etmek o sıfatın bulunmadığı yerde hüküm de bulunmayacağını göstermez, dolayısıyla bu ayet-i kerimede mümin olmayan cariye­lerle evlenmenin hükmüne dair bir delâlet yoktur. Aynı şekilde hür kadınlarla evlenmeye gücü yeten kişinin mümin cariyelerle evlenip evlenemeyeceğinin hükmüne dair de bir delâlet yoktur.

"Yahut mesfuh = dışarı akmış kan."[287] ayet-i kerimesinin mantûku mesfûh kanın haram olmasıdır. Bunun mehfumu'lmuhalifi ise Hanefîlerin haricindeki mezheplere göre mesfûh olmayan yani hayvan kesildiğinde dışarı akmayıp içinde kalan kanın helal olmasıdır.

"Davarın dağda otlayanında zekat vardır."[288] hadisi şerifi Maliki, Şafiî ve Hanbelîlere göre ahırda alefle beslenende zekat olmadığına delâlet ettiği halde Hanefîlere göre delâlet etmez. "Zenginin borcunu geciktirmesi zulümdür" hadisi şerifi cumhura göre fakirin geciktirmesinin zulüm olmadığına delâlet eder.

2- Mehfumu'ş-şart Bu, hükmün varlığını bir şarta bağlayan lafzın, şart olmadığı yerde hükmün de olmadığına delâlet etmesidir. Meselâ.

"(Boşanan kadınlar) eğer hamile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin."[289] ayet-i kerimesi Şafiî, Malikî ve Hanebelîlere göre mehfum-ı muhalifi ile hamile olmayan kadın için iddeti boyunca kocasına nafaka vacib olmadığına delâlet ettiği halde Hanefîlere göre etmez.

"Eğer gönül rızası ile o mehrin bir kısmını size bağışlarsa onu da afiyetle yiyin."[290] ayet-i kerimesi cumhura göre hanımların rızaları olmadan kocalarının mehirden almalarının haram olduğuna delâlet ettiği halde Hanefîlere göre buna delâlet etmez.

3- Mehfumu'l-gaye : Bu, bir hükmü bir sınırla tahdid eden lafzın, o sınırdan sonra o hükmün zıddının sabit olduğuna delâlet etmesidir. Gaye'nin iki lafzı vardır hattâ.

"Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden ayırt edinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın."[291] ayet-i kerimesi mehfum-ı muhalifi ile gayeden yani fecrin doğmasından sonra yiyip içmenin haram olduğuna, gurub vaktinde gecenin girmesiyle de iftar etmenin cevazına delâlet etmektedir. "Temizleninceye kadar onlara (hanımlara) yaklaşmayın."[292] ayet-i kerimesi Şafiî ve Hanbelîlere göre hayızdan temizlendikten sonra istimtanın caiz olduğuna delâlet eder.

"Kocası onu (üçüncü defa) boşarsa artık o başka bir koca ile evlenmedikçe ona (eski kocasına) helal olmaz."[293] ayet-i kerimesinin mefhum-ı muhalifi şudur: Üç talak verilen kadın başka biri ile ev­lenip boşandıktan sonra ilk kocasına helal olur. Bu cumhura göredir. Hanefîlere göre ise bu mefhum, gayeden sonra hükmün (yani ilk kocasına haramlığın) kalktığına delâlet etmez.

4- Mehfumu'l-aded Bu, hükmü bir adede bağlı ifade eden lafzın, bu adedin olmadığı yerde hükmün olmadığına delâlet etmesidir. Meselâ:

"Zina eden kadın ve zina eden erkek, her birine yüzer sopa vurun."[294]ayet-i kerimesi mehfumu'l-muhalefet'i ile bu sayının yüzden ne fazla ne eksik olmasının caiz olmadığına delâlet eder.

"Onlara seksen sopa vurun."[295]ayet-i kerimesi mehfumu'l-muhalefet'i ile seksenden az ve çok olamayacağına delâlet eder. "Onuda bulamayan üç gün oruç tutsun."[296] ayet-i kerimesi mehfumu'l-muhalefet'i ile orucun üçten az ve çok olamayacağına delâlet eder. Cumhura göre bu mefhum alınır amel edilir Hanefi'lere göre alınmaz.                 

5- Mehfumu'l-lakab veya Mehfumu'l-isim Bundan maksad kendisiyle zât anlatılan ismin mefhumudur.  Meselâ: "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür" ün mehfumu'l-muhalefet'i Muhammed'in gayrisi değildir demektir. "Anneleriniz size haram kılındı" ayet-i kerimesinin mehfumu'l-muhalefet'i "annelerden gayrisi haram değildir şeklindedir." "Buğdayda sadaka vardır" hadisi şerifinin mefhumu "buğdaydan gayrisinde yoktur" şeklindedir.

Usûlcülerin ittifakla vardıkları hüküm şudur: Mefhumu'l-lakab hüccet de­ğildir, dolayısıyle lakabın mehfumu'l-muhalefet'i hüccet sayılmaz. Çünkü lakabın zikredilmesi ne takyid ne de tahsis ifade eder ve ne de onun dışındakilerden ihtirazı.

Lakab: Nassda isim olarak varid olup, zikredilen hükmün kendisine isnad edildiği zata alem olan câmid lafızdır.

Özetle: Usûlcüler, ister şer'î naslarda ister başkalannda olsun mefhumu'l-lakabın bir hüccet olmadığında ittifak etmişlerdir. Mefhumu sıfat, şart, adet ve gayenin de şer'î nassların dışında yani akidlerde, halkın sözlerinde, müellifle­rin ibarelerinde, fukahanın ıstılahlarında hüccet olduğunda da ittifak etmişler­dir. Meselâ, bir insan "vakfımın geliri fakir akrabama verilsin" dese bu sözün mantûku fakir akrabalarının bu gelirde hak sahibi olduğunun sabit olmasıdır; mehfumu'l-muhalefet'i ise fakir olmayan akrabalarının hakkının olmamasıdır, çünkü insanların örfü ve ıstılahı buna göredir. Ancak bir karine bulunur da bu­radaki kaydın tahsis için olmadığına delâlet ederse bütün akrabası alır.

Ancak usûlcüler şer'î nasslarda sıfatta, şartta, gayede ve adette mehfumu'l-muhalefet'i ile istidlal etme hususunda ihtilaf ettiler. Cumhur, örfü ve halkın kullanımını esas alarak mehfumu'l-muhalefet'in şer'î nasslarda mantûkun hükmünün zıddını isbat etmekte bir hüccet olacağı görüşündedir. Hanefîlere göre ise mehfumu'l-muhalefet bu hallerde hüccet değildir. Çünkü Arap dili üslupları ve şer'î nassların pek çoğunda zikredilenin dışında kalan hükmü nefyetme kastedilmez. Meselâ.

"Kâfirlerin fitnesinden korkarsanız,namazı kısa kılmanızda size bir vebal yoktur."[297] ayet-i kerimesinde nass namazı kısaltmanın caiz olması için fitne korkusu bulunmasını şart koşmasına rağmen namaz kılanlar kâfirlerin fitnesinden ister korksun ister korkmasın sefer halinde namaz kısaltılır.

"Himayenizdeki üvey kızlarınızı nikahlamak size haram kılındı."[298] nass-ı şerifinde haram olması onun üvey babanın himayesinde olmasını şart koşmasına rağmen ister himayesinde olsun ister olmasın o annesinin kocasına haramdır. Buradaki "himayesinde bulunma" kaydının vakıayı beyan için geldiği, mantukun dışındaki hükmü nefyetme kastedilmediği unutulmamalıdır. Nitekim, faiz mutlak olarak haram kılındığı halde kat kat yenilmesini haram kılan nass da bu kabildendir, çünkü bu mevcud hali ve çoğunlukla yapılanı beyan için getirilmiş bir kayıttır.

Mevcud hali ve çoğunlukla yapılanı beyan etme gibi başka bir hikmet murad edilmiş ise, nassda varid olan kaydın ancak tahsis için ve onun haricindekilerden ihtiraz için olduğunu kesin tesbit edersek cumhurun görüşü ercahtır.

 

ÜÇÜNCÜ KAİDE

 

DELALETİN AÇIK OLMASI VE MERTEBELERİ

 

Delâletin açık olması, haricî bir şeye bağlı kalmadan lafzın bizzat sîgasıyle kendisinden murad edilene delâlet etmesidir. Eğer lafzın tevile ve nesha ihtimali yoksa manası açık olması bakımından en üst derecededir ve buna "muhkem" denir. Tevile ihtimali olmadığı halde neshi kabul ederse bu "müfesser" dir. Tevil ve tahsîse ihtimali var neshi de kabul ediyor lakin manasını ve kendinden murad olunanı ifade etmek için zikredilmiş ve siyakından asıl maksad da bu olursa buna "nass" denir. Lafız ilk akla gelen manaya delâlet eder an­cak siyakından asıl maksad bu olmazsa bu da "zahir" dir ve bu kısımlardan en az açık alanı budur.

Şu halde delâleti açık olan lafızların mertebeleri dörttür: Zahir, nass, müfesser ve muhkem. Muhkem delâleti en açık olanıdır, sonra müfesser, sonra nass sonra zahir gelir.

 

1. Zahir

 

Usûlcülere göre zahir haricî bir şeye bağlı kalmadan bizzat sîgası ile kendisinden murad olunana delâlet eden lâkin sevkedilmesinden murad olunan asıl mana bu olmayan ve tevile ihtimali olan lafızdır.[299] Meselâ:

"Allah alış-verişi helâl faizi haram kıldı."[300] ayet-i kerimesi alış-verişin mubah faizin haram kılınması konusunda zahirdir ancak ayetin sevkedilmesinden maksud olan asıl mana bu değildir. Zira ayet-i kerime "Alış-veriş de faiz gibidir o niye haram değildir" diyen Yahudilere cevap olarak sevkedilmiştir. Öyleyse bu ayeti kerime bunların hükmünü beyan için değil alış-verişle faiz arasındaki benzerliği nefyetmek için sevkedilmiştir.

"Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın. Adil davranamamaktan korkarsanız bir tane."[301] ayeti evlenmenin mubah oldu­ğunda zahirdir, bu ise ayetin şevkinden murad olunmayan bir manadır, zira bu ayet birden fazla evlenmenin mubah olduğunu beyan etmek için sevkolunmuştur.

Zahirin hükmü: Kat'î ve yakîn olarak lafızdan hemen anlaşılıveren mana ile amel etmenin vacib olmasıdır. Ancak bu manayı terketmeyi gerektiren bir delil bulunur ve tevile ihtimali olursa, yani zahirî manasını terkedip başka bir mana irade edildiğine dair bir delil bulunur neshi de kabul ederse amel vacib olmaz.

Zahirin tevili, âmm ise tahsise ihtimali olmasıdır. Meselâ: "Alış-verişi helal kıldı" ayeti Rasûlullah (s.a.)'ın garar satışını ve insanın yanında olmayan şeyi satışı nehyeden hadisleriyle tahsis edilmesi gibi.

Has ise mecazî mana murad edilme ihtimali olmasıdır.

Mutlak ise takyide ihtimali olmasıdır. Meselâ:

"Bunların ötesindekiler (kadınlar) size helâl kılınmıştır."[302] Mutlakının dörtten fazlasının caiz olmadığını bildiren."İkişer, üçer, dörder."[303] ayetiyle ve bir kadının teyzesi veya halasıyle aynı nikah altında toplanmasını nehyeden hadisle takyid edilmesi gibi.

 

2- Nass

 

Nass, kelamın sahibi tarafından beraberinde zikredilen bir karineden do­layı manası zahirden daha açık olup sîgasıyle siyakından aslolarak kastedilen manaya delâlet eden, te'vile ihtimali olup nesih ve tahsis kabul eden lafızdır.[304] Meselâ: "Allah alış-verişi helal faizi haram kıldı" ayet-i kerimesi helallik ve haramlıkta alış-verişle faiz arasındaki benzerliğin nefyine delâlet eden bir nassdır ve bu lafızdan hemen anlaşılan bir manadır ve siyakından da asıl maksad bu­dur. Çünkü bu nass Kur'an-ı Kerîmin naklettiğine göre alış-veriş de faiz gibi­dir diyen Yahudilere cevap sadedinde gelmiştir.

"Kadınlardan size helal olanlardan ikişer, üçer, dörder, nikahlayın."[305] ayeti kadınların mubah olmasının dörtle sınırlandırıldığına delâlet eden bir nassdır. Ayet-i kerime de bu mana için sevkedilmiştir. Buna delâlet eden ka­rine de devamındaki.

"Adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız bir tane."[306] ayetidir.

"Onları iddetleri için (yani iddet bekleyecekleri bir zamanda) boşayın."[307] ayet-i kerimesi talakın sünnet olan vaktinin beyanına delâlet eden bir nassdır, çünkü ayet-i kerime bunun için sevkedilmiştir.

"Resul size ne getirdiyse onu alın, sizi neden nehyettiyse onu terk edin."[308] ayet-i kerimesi ganimet taksiminde Rasûlullah'a itaatin vacib oldu­ğuna delâlet eden bir nasstır, çünkü siyakından maksad budur.

''Yapılan vasiyetten ve borçtan sonra."[309] ayet-i kerimesi borcun ve vasiyetin mirasa taksim edilmesi lazım geldiğine delâlet eden bir nassdır. Aynı şekilde hırsızlık ve zina cezasına dâir ayetlerden her biri haddin vacib olduğuna delâlet eden naslardır.

Nassın hükmü zahirin hükmü ile aynıdır ki o da, lafızdan ilk nazarda anlaşılan bizatihî ve asıl olarak kastedilen mana ile amel etmenin vacib olması­dır. Ancak lafzın has ise tevile âmm ise tahsise ve aynı zamanda neshe ihtimali vardır. Lakin bu ihtimaller bir delile dayanmadığı için hükmü kat'îdir, yakînidir. Ancak nassın tevile ihtimali zahirin ihtimalinden daha uzaktır.

Tevil: Nass veya kısas veya teşri' esasları ve şeriatin ruhu gibi şer'î bir delil ile lafzı, zahir manasından başka bir manaya çevirmektir. Meselâ "Allah alış-verişi helal kıldı"ayetindeki "alış-veriş'in umumi oluşunun, garar satışını, insanın yanında olmayan şeyi satmasını ve meyvanın olgunlaşmadan önce sa­tışını nehyeden hadislerle tahsis edilmesi bir tevildir.

"Size ıneyte ve kan haram kılındı" ayetinde mutlak gelen "kan" in En'am suresi 145. ayetindeki "dem-i mesfuh = akıtılmış kan" ile takyid edilmesi de bir tevildir.

"Her kırk koyunda bir koyun zekat verilir" hadisindeki "koyun"un tevili de şöyledir. Hadisin zahirine bakılırsa koyun için koyundan başkası zekat ol­maz. Ancak bu "her hangi bir maldan koyunun kıymeti verilmesi de yeterli olur" şeklinde tevil olunur, çünkü zekattan maksad fakirin ihtiyacını gidermek­tir.

Musarrâ koyun geri verilirken beraberinde verilmesi vacib olan bir sa'hurma yerine her "hangi bir bedel verilebilir" demek bir tevildir. Çünkü aslolan telef edilen şeyin mislini veya kıymetini vermektir.

Tevil bazan içtihada ve ihtilafa mahal olur. Meselâ zıhar kefaretinde.

"Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur,"[310] ayet-i kerime­sinde Hanefîler altmış ayrı fakirin doyurulması veya bir fakirin altmış gün do­yurulmasına cevaz verdikleri halde Şafiîler buna cevaz vermemişlerdir.

 

3. Müfesser

 

Müfesser nass ve zahirden daha açık şekilde manasına delâlet eden lafız­dır. Çünkü tevil ve tahsise ihtimal kalmamıştır, ancak Rasûlullah'ın zamanında neshi kabul eder.[311]

Meselâ zina haddi ayeti.

"Onların her birine yüzer sopa vurun,"[312] kazif haddi ayeti.

"Onlara seksen sopa vurun,"[313]nasslarındaki "yüz" ve "seksen" lafızları müfesserdir, çünkü bunlar muayyen sayılardır, böyle sayıların ne ziyadeliğe ne noksanlığa ihtimali yoktur.

"Müşriklerin kâffesiyle savaşın,"[314] ayetindeki "kâffe" tahsis ihtimalini kaldırmaktadır.

Müfesser bazan sâri' tarafından kapalılığını izale edecek beyâna ihtiyacı olan tafsil edilmemiş bir mücmel olabilir. Şâri' tarafından beyan edilirse tevile ihtimali olmayan bir müfesser haline gelir. Meselâ "namaz, zekat, hac, faiz"  sütün bedeli olarak bir sa' da hurma vermesi sahih hadisle sabittir (Mütercim) lafızları Rasûlullah (s.a.)'ın kavlî ve fi'lî beyanlarıyle açıkladığı lafızlardır. Me­selâ namaz hakkında "Namazı benden gördüğünüz gibi kılın", hac hakkında "Haccınızın ahkamını benden alın" buyurmuşlar, çeşitli hadislerde zekat aksa­mını ve nisablarını beyan etmişler, müteaddid hadislerinde faiz çeşitlerini ve hükümlerini tafsil etmişlerdir. Hadis ıstılahında buna "teşrî'î tefsir" denir yani tefsirin kaynağı bizzat dinin kendisidir.

Mefesserin hükmü: Değişmeyi kabul eden fer'î bir hüküm ise neshe ihti­mali olmakla beraber tevil veya tahsise ihtimal kalmayacak derecede açıklanmış olması sebebiyle, kendisiyle kat'î olarak amelin vacib olmasıdır

Tefsir ile tevil arasındaki fark: Tefsir bizzat sâri' tarafından kat'î bir delil ile maksadın beyan edilmesidir. Tevil ise maksadın zannî-ictihâdî bir delil ile beyan edilmesi olup maksadın tâyininde kat'î değildir.

 

4- Muhkem

 

Tevile, tahsise ve nesha ihtimal kalmayacak şekilde siğasıyle manaya açıkça delâlet eden lafızdır[315] Bunlar dinin esası sayılan hükümlerdir. Meselâ Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığına iman etme gibi iman esasları; adalet, doğruluk, eşit­lik, ahde vefa, emanete riayet, ana-babaya iyilik, akrabayı ziyaret gibi aklı se­limin kabul ettiği ahlak ve fazilet esasları, bunların zıddı olan zulüm, yalan, in­sanları sınıflara ayırma, ahdi bozma, hiyanet, ana-babaya âsi olma, akraba ile ilgiyi kesme gibi kötü ahlaktan sayılan hususlar.

Ve yine.

"Sizin Rasûlullah'ı üzmeniz ve ondan sonra hanımlarını nikah­lamanız ebedî olarak helâl olmaz."[316], zina iftirası atanlar hakkında.

"Onların şahitliklerini ebedî olarak kabul etmeyin."[317], cihad hakkında Rasûlullah (s.a.)'ın "Cihad, benim gönderilişimden itibaren ümmetimin sonu deccali öldürünceye kadar devam edecektir." gibi delillerin ebedî ve devamlı olduğunu ifade ettiği cüz'î-fer'î hükümler de muhkem cümlesindendir.

Muhkemin hükmü: Muhkemle tereddütsüz kesin olarak amel etmek vacibdir, çünkü muhkemin başka manaya ihtimali yoktur. Ne Rasûlullah zama­nında ne de sonra asla nesih ve iptal kabul etmez. Çünkü Rasûlullah'in vefatından sonra Kur'an ve sünnette vârid olan bütün hükümler artık muhkem ol­muştur, nesih ve iptal kabul etmezler.

Özetle: Zahir, nass, müfesser ve muhkemin her biri kat'î ve yakîn hüküm ifade eder. Ancak bunlardan bazıları bazı hallerde zan ifade ederler.

 

Bunların Tearuzu (Çatışması):

 

Bu dört çeşidin açıklık ve maksada delâletlerinin kuvvet dereceleri kuvvet ve açıklıklarına göre farklılık arzeder: en kuvvetlisi muhkem, sonra müfesser, sonra nass, sonra zahirdir. Aralarında tearuz olursa nass zahire, müfesser zahir ve nassa ve muhkem hepsine takdim olunur. Çünkü tearuz halinde daha kuv­vetli olan zayıf olana takdim olunur.

Zahir ve nassın tearuzuna misal:

"Bunlardan başkaları size helâl kılındı."[318], ayet-i kerimesi zahiriyle dört kadından fazlasının da helal olduğunu ifade ederken.

"Hoşunuza giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın."[319], ayeti nassı ile dörtten fazlasının haram olduğunu ifade ettği için nass tercih edilmektedir, çünkü o zahirden daha kuvvetlidir, zira ayetin siyakından asıl maksad nassî manasıdır, zahir mana ise sıyakındaki asıl maksad değildir. Asıl maksud olan ilk nazarda anlaşılan manadır. Bundan dolayı tearuz ettikleri zaman has amma tercih edilir, çünkü has hükümle kastedilen asıl manadır. Halbuki âmmda hüküm asaleten değil belki fertleri zımnında maksuddur. Ayrıca meselâ zahiri, muhtemel olduğu başka bir manaya hamletmek suretiyle nassı takdim etmekle iki delili cemetmek[320] olduğu halde zahirin takdiminde nassı terketmek vardır. Nass ile müfesserin tearuzuna misal: "İstihâza hali olan kadın her namaz için abdest alır" hadisi şerifi istihâzalı kadının bir vakit içinde de olsa her namaz için abdest almasının vacib olduğunu ifade eden bir delildir. Peygamber (s.a.) Fatıma binti Kays'a söylediği "Her namaz vakti için abdest alırsın" hadisi ise birden fazla namaz kılacak olsada sadece her vakit için abdest almasının vacib olduğunu ifade eden ve tevil ihtimali olmayan bir müfesserdir. Bu sebeple ikinci hadis tercih edilir çünkü müfesserdir, müfesser delâlet bakımından nassdan daha açık ve kuvvetlidir. Çünkü onun tefsir edilmesi tevil ihtimalini kaldırmış ve murad edillen mana taayyün etmiştir.[321]

Bazı muhakkıkların da işaret ettiği gibi müfesserle muhkemin tearuzuna dair bir misal bulunamamıştır. Ancak bazıları şunu misal göstermişlerdir: Şa­hitlerin durumu hakkındaki.

"Sizden iki âdil şahit tutun."[322] ile hadd-i kazif vurulmuş kişilerin şahitliği hakkındaki.

"Onların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin."[323] ayetlerinden birincisi âdil kişilerin şahitliklerini ka­bul eden başka manaya ihtimali olmayan bir müfesserdir. Bu, hadd-i kazif vurulduktan sonra tevbe edenin şahitliğinin kabulünü iktiza eder, çünkü tevbeden sonra artık o da âdildir. İkinci ayette ise açık "te'bid = ebediyyen kabul etmeme bulunduğu için muhkemdir ve tevbe de etse hadd-i kazif vurulanın şahitliğinin kabul edilmemesini iktiza eder. Bu sebebden Hanefîlere göre muhkem müfessere tercih edilerek tevbe etmiş de olsa hadd-i kazif vurulanın şahitliği kabul edilmez.

 

Muhkemle nassın tearuzuna misal:

 

"Bunlardan başkaları size helâl kılındı."[324] ayeti ile Rasûlullah'ın hanımları hakkında nazil olan.

"Ondan sonra onun hanımlarını nikahlama­nız ebedî olarak caiz olmaz."[325] ayetlerinden birincisi, daha önce­sinde zikredilen nikahlanması haram olanların haricindekilerin mubah olduğu hakkında bir nassdır ve Rasûlullah'ın hanımlarına da şamildir. Muhkem olup nesih ve tebdile ihtimal olmayan ikinci ayet ise Rasûlullah (s.a.) hanımlarından biriyle nikahlanmanın haram olduğunu ifade ediyor. Tabiatıyle muhkem tercih olunur; çünkü muhkem nassdan daha kuvvetlidir.

 

Muhkemle zâhirin teâruzuna misal:

 

"Ondan sonra onun hanımlarını nikahlamanız ebedî olarak caiz olmaz."[326] ayeti ile,

"Kadınlardan hoşunuza gidenle nikahlanın."[327]ayetlerinden birincisi muhkemdir, Rasûlullah'ın hanımlarıyle nikahlanma­nın haram olduğunu ifade eder. İkincisi ise bütün kadınların mubah olduğu hakkında zahirdir. Muhkem tercih olunur, çünkü o zahirden daha kuvvetlidir.

 

DÖRDÜNCÜ KAİDE

 

DELALETİ AÇIK OLMAYAN LAFIZLAR VE MERTEBELERİ

 

Naslardâ delâleti açık olmayanlardan maksad bizzat siğasıyle maksada delâlet etmeyip kendisinden murad edilenin anlaşılması haricî bir şeye bağlı olan lafızlardır.

Delâleti açık olmayan lafızlar Hanefîlere göre dört kısma ayrılır: Hafî, müşkil, mücmel, ve müteşâbih. Bunların en kapalı olanı müteşabihtir, sonra mücmel, sonra müşkil, sonra hafî gelir. Eğer kapalılık lafızda değil arızî bir sebepten dolayı ise buna "hafî", lafzın kendisinden geliyor ve akıl ile o lafızdan maksadın ne olduğu anlaşılabiliyorsa buna "müşkil", maksadı akıl ile değil an­cak nakil ile anlamak mümkün oluyorsa buna "mücmel", maksadı ne akıl ne nakil ile anlamak mümkün olmuyorsa buna "müteşâbih" denir. Hafî'deki kapa­lılık sîgadan olmadığı halde diğer üçünde sîğadan gelen bir sebepten dolayıdır.

 

1- Hafî

 

 

Hafî: Sığanın haricindeki bir sebepten dolayı kendisinden murad edilene ancak araştırma ile ulaşılabilen lafızdır. Yani lafız olarak manası açık ancak bu mananın bazı fertlere şâmil oluşunda bir kapalılık bulunan lafızdır.[328]

Kapalılığın mertebelerinin en aşağı derecede olanı budur. Bunun mu­kabili, mananın açıklık mertebelerinin ilki olan zahirdir.

Hafiye misal: El çabukluğu ve maharetiyle uyanık halde sahibinin ya­nında malını alan kişiye Neşşâl, kabirlerde ölü kefeni soyana da Nebbâş denir. Neşşâlde fazla olarak sahibinin yanında çalma cür'et ve cesaret vasfı da bulun­duğundan hırsızdan farklıdır, dolayısıyle hırsızın hükmü ona da uyar. Nesemâtü'l-Eshâr haşiyesinde zikredildiğine göre ittifakla onun eli kesilir, çünkü onda "kesme" nin illeti fazlasıyle bulunduğu için kesmeye daha müstehaktır.

Nebbaş (kefen soyucu) ise, koruma altında bulunan sahipli bir mal alma­mış olması açısından vasfı hırsızdan noksandır, bu sebeple Hanefîlerin cum­huruna göre "hırsız" ismi buna uymaz dolayısıyle eli kesilmez, ancak tazir edi­lir. Çünkü kabir, içindekiler için korunak sayılmaz. Ayrıca kefen âdeten arzulanan bir mal değildir. Bu sebeple nebbâşda "hırsızlık" manasını noksan kılan iki vasıf vardır: Koruma olmaması ve mal sıfatının tam olmayışı. Diğer imam­lar ve Ebu Yusuf a göre o da hırsız sayılır ve eli kesilir, çünkü kabir, içindeki­ler için bir korunak, kumaştan ibaret olan kefen istifade edilen bir maldır.

Bir başka misal: "Katil miras olamaz" hadisindeki "katil" umumî bir la­fızdır, amden öldürene de hata ile öldürene de şâmildir. Bunun amden öldürene delâleti açıktır. Hata ile öldürene de şâmil olmasında ise "hata" vasfı sebebiyle bir kapalılık vardır. O halde meselenin araştırılması ve incelenmesi lazımdır: Malikîler hata ile öldürülen mirastan mahrum olmaz, onda öldürme niyeti olma­dığı için bu hadisin umumuna girmez görüşündedirler. Cumhura göre ise on­dan amden öldüren gibi mirastan mahrum olur, çünkü ihtiyatlı ve dikkatli ol­ması lazım gelen yerde gereken dikkat göstermemiştir.

Hafinin hükmü: Lafızdan maksad anlaşılıncaya kadar kapalılığına sebep olan husus üzerinde düşünüp araştırmaktır. Bu sebeple neşşâl ve nebbâş mese­lesinde gördüğümüz gibi âlimler ayrı görüşlere varmışlardır. Neşşal'deki fazla vasıftan dolayı "hırsız" sayılması bazı kitaplarda zikredildiğine göre ittifakla kabul edilirken Nebbaşdaki eksik vasıftan dolayı onda ihtilaf edilmiştir.

 

2- Müşkil

 

Müşkil, sığasıyla maksada delâlet etmeyip bilakis maksadı beyan edecek haricî bir karineye ihtiyaç duyan lafızdır.[329]

Müşkilin mukabili nassdır.

Hafî ile arasındaki fark: Müşkilde kapalılık lafzın kendisinden kaynakla­nır, maksada delâlet eden bir karîne bulunmadıkça manası anlaşılmaz. Halbuki hafideki kapalılık lafzın haricindeki bir sebebtendir, karîne olmadan kastedilen mana anlaşılabilir. Kapalılığı izale için her ikisinde de düşünme ve araştırmada bulunmak lazımdır.

Müşkildeki kapalılığın sebebi, lafzın bizzat muayyen bir manaya delâlet etmeden iki ve daha fazla manada müşterek olmasıdır. Onun için ancak bir delil ile, tefekkür ve teemmül ile anlaşılır.

Meselâ" Bakara: 2/223 ayetindeki lafzı hem. "Benim nasıl çocuğum olsun."[330] ayetinde ol­duğu gibi "nasıl" manasına hem de.

"Bunlar sana nereden geld.i"[331] ayetinde olduğu gibi nereden manasına gelmektedir. Bu se­bepten "Tarlanıza (hanımınıza) nereden (veya nasıl) ister­seniz gelin" ayet-i kerimesinde hangi mananın kastedildiği açık değildir. Dü­şünme ve araştırma neticesinde bunun "nasıl" manası tercih edilmiştir. Yani nasıl olursa olsun: İster oturarak, ister ayakta, ister yan, veya -ön organına olmak şartıyle- arkadan gelebilirsiniz demektir. Çünkü tarla nesil ve evlad ekilecek yerdir, dübür onun yeri değildir.

Diğer bir misal.

"Boşanmış kadınlar üç kuru' (beklesinler)."[332] ayetindeki lafzıdır. Bu kelime hem hayız hem de temizlik manasına gelir. Burada hayız mı yoksa temizlik mi murad edildiği açık değildir.

Hanefî ve Hanbelîler "Cariyenin iddeti iki hayızdır" hadisi şerifine daya­narak hayız manasını tercih etmişlerdir. Çünkü iddetin meydana geldiği şeyde cariye ile hür kadın arasında fark yoktur. "İstihazalı kadın kuru' günlerinde namazı bırakır." hadisi de buna delâlet etmektedir. Aynca iddet kadının hamile olup olmadığını anlamak için meşru kılınmıştır, bu da ancak hayızla anlaşılır.

Malikî ve Şafiîler kur'un "temizlik" manasını tercih etmişlerdir. Buna karine olarak da " " kelimesini delil gösterdiler. Çünkü yani adedin müennes olması ma'dûdun müzekker olması gerektirir, o da kelimesinin cem'i olan  olur, " kelimesinin cem'i değil. Aynca kuru' "te­mizlik" ile tefsir etmek iştikaka daha yakındır, çünkü iddetin manası "toplamak, birleştirmek" demektir ki temizlik müddetinin kanın rahimde toplanma zamanı hayız müddetinin ise kanı dışarı atma zamanı olduğunda şüphe yoktur.

Üçüncü bir misal de.

"Ancak kadının vazgeçmesi veya nikah bağı elinde bulunan erkeğin vazgeçmesi hali müstesna."[333] ayetinde "nikah elinde bulunan" lafzı bir müşkil lafızdır.

Burda kastedilen koca mıdır, veli midir? Teemmül ve ictihad neticesinde Malikîlerin haricindeki cumhura göre bundan maksad erkek veya kadın olsun "eş" dir. Çünkü vazgeçme ancak başkası lehine mehirden vazgeçme hakkına sahip kişi için düşünülebilir. Buna göre ayetin manası: "Ancak kadın hakkından vazgeçerse veya koca hakkından vazgeçerse" şeklinde olur. Koca, hakkı olan mehrin yarısından vazgeçerse tamamı hanımın olur.

Malikîlere göre bundan maksad velidir, vazgeçecek olan da kadındır. Kadın, yaşı küçük olma veya hacir altında olma gibi tasarruf ehliyetine mani bir hal yoksa bu haktan kendisi vazgeçer, varsa velisi bu hakkı iskat eder. Ayet-i kerimede geçen "kadının vazgeçmesi" ibaresi "buna ehliyeti varsa" demektir. "Nikah bağı elinde bulunan" dan maksad ise velidir.

Râcih görüş birincisidir, çünkü ayet-i kerimeye bazı kayıt ve şartlar ilave etmek delil isteyen hususlardandır.

Müşkilin hükmü: Müşkil lafızdan ne kastedildiğini anlamak hususunda araştırma yapıp ictihad etmenin, sonra başka nasslar veya teşri' kaideleri veya teşri' hikmeti gibi deliller ve karineler yardımıyle ortaya çıkan mana ile amelin vacib olmasıdır.

 

3. Mücmel

 

Manası ancak sözü söyleyenin bir ilave bir açıklamasıyla anlaşılabilecek derecede kapalı olan lafızdır. Yani manası akıl ile değil ancak mütekellimden gelen bir nakil ile anlaşılır. Mücmel müfesserin zıddıdır, manası ancak sözün sahibinden istisfar ile anlaşılır.

Mücmelde birden fazla mana olduğu için müşkiîden daha kapalıdır.[334] İcmalin sebebi şu üç şeyden biridir:

Birincisi: Lafzın birkaç manada müşterek olması. Meselâ: Mevâlî lafzı. Birisi "Ben malımın üçte birini mevâlîme vasiyyet ettim" dese onun da hem kendisini azad eden efendileri hem de azad ettiği köleleri bulunsa vasiyeti yapandan bir beyan gelmedikçe maksadı anlaşılmaz. Maksadını açıklamadan ölse, müşterek lafzı bütün manalarında kullanılmasına cevaz vermeyen Hanefîlere göre bu vasiyet batıldır.

İkincisi: Dilde lafzın garib olması. Meselâ:

"İnsan helû' yaratılmıştır."[335] ayetindeki (lafzı garibdir. Allah (c.c.)ın.

"Kendisine şer dokunduğunda feryad eder, hayır dokunduğunda ise pintileşir."[336] mealindeki beyanı olmasaydı manası anlaşılmazdı. Kur'an-ı Kerîmdeki "" kelimeleri de mücmeldir. Bunların "kıyamet" demek olduğunu Allah (c.c:) beyan etmeseydi manalan anlaşılamazdı.

Üçüncüsü: Lafzın manasının lugavî manadan ıstılahı manaya nakledil­mesi. "Namaz, zekat, riba = faiz gibi lugavî manasından nakledilip şer'î bir manada kullanılan lafızlar lügat yoluyla anlaşılmadığından Sünnet-i Nebeviyye bunları beyan etmiştir.

Mücmelin hükmü: Muradın tayini hususunda sözün sahibinden bir beyan gelinceye kadar tavakkuf etmektir, çünkü manayı kapalı bırakan odur. Ne laf­zın sığasında ne de haricî karînelerde muradı beyan edecek bir şey bulunmadı­ğından sözün sahibine müracaat edip ne murad ettiğini sormaktan başka yol yoktur.

Eğer, icmal sâri'in sözünde ise, ne murad ettiğini beyan etmesi için ken­disine baş vurulur: Beyan yeterli olursa lafız mücmel'den müfessere intikal eder ve onun hükmünü alır. Namaz, zekat, hac ve benzerlerinde olduğu gibi. Eğer beyan kâfî değilse mücmel müşkil olur ve onun hükmünü alır. O takdirde sâri'den yeni bir beyan ve istifsara ihtiyaç kalmaksızın müctehid bu lafızdaki işkali izale eder. Meselâ "Allah ribâ faizi haram kıldı" ayetindeki "riba" lafzı Hanefîlere göre mücmeldir. Çünkü riba lügatta ziyadelik demektir, ancak maksad bu değildir, zira alış-veriş ancak kâr etmek artış yapmak için meşru kı­lınmıştır. Öyleyse maksad "akidde şart koşulan" ziyadelik sebebiyle alış-verişin haram olmasıdır. Bu, sîga üzerinde düşünmekle değil belki başka bir delille bilinir. İşte bu, muradı ne olduğu hususunda mücmeldir. Rasûlullah (s.a.) şu sözleriyle bu icmali beyan etmiştir:

"Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğday buğday ile, arpa arpa ile, hurma hurma ile, tuz tuz ile takas edilirse miktarlan aynı ve peşin olacaktır. Kim fazla verir veya fazla isterse riba = faiz alıp-vermiştir, bunda alan da veren de müsavidir."

Bu beyan yeterli olmayınca fukahâ ictihad etmişler, hükmün illetini araş­tırmışlar Hanefî ve Hanbelîler bunun "kadr ve cins" yani aynı cins şeylerin öl­çek veya tartı ile satılmaları olduğunu, Malikî ve Şafiîler ise altın ve gümüşte nakit = para diğerlerinde ise Malikîler küt ve iddihar yani asıl gıda maddeler ve depolanıp bekletilebilir, Şafiîler de yenilebilir şeyler olma va­sıflarının illet olduğunu tesbit etmişlerdir.

 

4. Müteşâbih

 

Müteşâbih, manası kapalı olup beyan edecek haricî bir karine de bulun­mayan ve sâri'in manasını kendisine saklayıp tefsir etmediği lafızdır. Geçen dört çeşidin en kapalı ve mübhem olanı budur.[337]

İstikra' (akıl yürütme) ve inceleme neticesinde tesbit edilmiştir ki müteşâbih bu manasıyla amelî şer'î hükümleri beyan eden naslarda bulunmaz. Ancak başka meselelerde bulunur. Meselâ gibi surelerin başındaki hurûfu mukattaalar, Allah'ın eli, gözü, mekanı, inmesi gibi O'nun insanlara benzediği vehmini veren aşağıdaki ayetlerde geçen sıfatları bu kabildendir:

"Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir."[338]

"Bizim gözlerimizin önünde vahyimiz uyarınca gemiyi yap."[339]

"Ve benim gözümün önünde yetiştirilmen için sana kendi sevgimi lütfettim."[340]

"Üç kişinin konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur, beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunursa bulunsunlar mutlaka O onlarla beraberdir."[341] Bunlar müteşâbih ayetlerdir çünkü Allah (c.c.) el, göz, mekan ve yarattıklarına benzeyen her şeyden münezzehdir.

Allah (c.c.) tan sadır olup da O'nun cisim olduğu ve cihete ihtiyacı ol­duğu vehmini veren fiillere misallerde şunlardır:

"Rahman Arş'ın üzerine istiva etti."[342]

"Melekler saf saf dizilmiş beklerken Rabbin geldiği za­man..."[343]

Selefe göre müteşâbihin hükmü:

"Onun (müteşâbihin) tevilini ancak Allah bilir."[344] ayet-i kerimesi gereğince bunun manasını Allah'a havale edip zahirine iman etmek ve tevilini araştırmamak. Hurûfu mukattaalara gelince bunlar meydan okuma ve Kur'an-ı Kerîmin başka dilin harflerinden değil Arap dilinin harflerinden meydana geldiğini beyan etmek içindir. Bu sebepten çoğu yerde bu harflerden sonra "kitap" lafzı zikredilir.

Müteahhir âlimlere göre müteşâbih, dile uygun ve Cenab-ı Hakkı O'na layık olmayan şeylerden tenzihe münasib şekilde tevil edilir. Çünkü Cenâb-ı Hakk için el, göz, mekan düşünülemez, dolayısıyle bunların zahirine almak müstehildir, ve bu zahiri tevil etmek vaciptir, mecaz tariki ile de olsa bu lafız­lardan muhtemel bir mana murad edilir. Buna göre "Allah'ın eli" nden maksad kudretidir,

"O'nun yüzü hariç her şey helak olacaktır."[345] ayetinde "yüz" den maksad zâtıdır.

"Rahman Arş'ın üzerine istiva etti."[346] ayetindeki istivadan maksad mütemekkin şekilde istila etmesi demektir. Bu ihtilafın kaynağı "Onun tevilini ancak Allah bilir" ayet-i kelimesindeki lafzı üzerinde vakf yapılıp yapılmaması hususundaki ihtilaftır. Selef âlimleri burada vakf yapmakta ve devamındaki. İlimde derinleşenler cümlesini ibtidâiye (yeni bir cümleye başlangıç) kabul etmektedirler. Buna göre ayetin manası:

"Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşenler ise ona iman ettik, hepsi Rabbimizin karındandır derler" şeklinde olur. Yani ilimde derinleşenler müteşâbihin bilgisini Allah'a havale edip araştırmadan tevil etmeden iman ederler.

Müteahhir âlimler ise burada vakf yapmamakta ve lafzını lafzı üzerine atfetmektedirler. Bunlara göre ilimde derinleşenler, lafızdan muhtemel olan ve Cenâb-ı Hakkı yarattıklarına benzemekten tenzih eden bir mana olmak şartıyle müteşâbihin tevilini yapabilirler. Görüldüğü gibi hepsi de Cenâb-ı Hakk'ı yaratılan ve sonradan olanlara benzemekten tenzîh etmenin vacib olduğunda ittifak etmektedirler. Selefin gö­rüşü daha ihtiyatlı müteahhirînin görüşü ise aklen daha muhkemdir. Kısacası üçüncü ve dördüncü kaideler şer'î nasslardan delâleti açık olan ve olmayanların beyanına mahsus kaidelerdir. Bunlardan haricî bir karineye bağlı kalmaksızın manası doğrudan doğruya sîğadan anlaşılanlar delâleti açık olanlar, manası an­cak haricî bir karine ile anlaşılanlar ise delâleti açık olmayanlardır.

Delâleti açık olma mertebesindeki farklılığın esası tevil ihtimali olup almamasıdır, açık olmama mertebelerindeki farklılığın esası ise bu kapalılığın izale edilip edilmemesidir.

 

BEŞİNCİ KAİDE

 

 MÜŞTEREK VE DELÂLETİ

 

Bu kaide "müşterek", bundan sonra gelen iki kaide de "âmm" ve "hâs" hakkında olup şer'î naslarda bu lafızların ne manaya geldiğini açıklamaktadır.

Müşterek lafız, dilde aslen vaz' olunurken müteaddid olarak iki veya daha fazla mana için vaz olunan lafızdır. Vaz olunduğu manaya bedel yoluyle delâlet eder. Bir lafzın müşterek olması için vaz'ında ve manasında taaddüd şarttır.[347] Meselâ " lafzı dilde gören göz, su gözesi, casus, güneş ve altın manala­rında vaz' edilmiştir. lafzı da dilde temizlik ve hayız manalarında vaz' olunmuştur. lafzı da sol ve sağ el, kelimesi hicrî ve milâdî sene için vaz' olunmuştur. Hanefîlere göre müşterekten ancak bir mana murad edilmesi sahih olur. İştirak bulunmasının sebepleri:

Dilde müşterek lafızların bulunmasının pek çok sebepleri vardır, en önemlileri şunlardır.

1- Dilin vaz'ında kabilelerin farklılığı: Çeşitli manaları ifade için lafızla­rın kullanılmasında her kabile diğerinden farklılık göstermiş, sonra da bu lafız farklı vaz edildiğine dair bir delil bulunmaksızın kullanılagelen fark manalarıyle bize intikal etmiştir. Meselâ "kelimesi bazı kabilelerde kolun dirseğe kadar olan kısmı için, bir başkasında bilek ve el için, bir diğerinde ise sadece el için kullanılmıştır.

2- Kullanımın değişmesi veya iştirak-i menevî: Bazen lafız iki ayrı manaya şâmil olacak şekilde umumi bir mana için konulmuş olup, ortak özellikleri sebebiyle her iki manaya da uygun olabilir. İşte iştiraki manevî budur. Daha sonra insanlar asıl manayı unutur ve onların nazarında kelime müşterek lafız haline gelir. Meselâ Mevlâ lafzı, asıl manada yardımcı demektir. Sonra köleye ve efendiye de mevla denilmiştir kelimesi de lügatta "belirli şeylerin yapılmasının âdet haline getirildiği zaman dilimi" manasına gelir. Meselâ "hummanın kur'u" demek onun "belirli zamanlardaki nöbeti" demektir. Kadının kur'u demek onun "hayız olduğu ve temizlendiği mutad vakitler" demektir. Süreyya yıldızının kur'u demek onun görülmesiyle beraber yağan yağmurunn mutad vakti demektir. Daha sonra bu kelime Kur'an-ı Kerim'de boşanan kadının evlenmeden bekleyip doldurması lazım gelen vakit (iddet) manasına kullanılmıştır. Meselâ "Nikah" lafzının asıl manası "birleştirmek ilave etmek" manasına gelir. Bu manasıyla iki sözü birbirine birleştirdiği için akde nikah denildiği gibi bir bedeni birleştirdiği için cinsî münâsebete de "nikah" denilmiştir. Bu lugavî müşterektir. Daha sonra dinî ıstılahlarda "akid" manasında yerleşmiştir.

3- Lafzın hakikat ve mecaz arasında kullanılması: Lafız önce aslolarak hakiki mana için vaz olunup sonra mecazî manada istimali yaygınlaşır ve bunun mecazî manâda olduğu da unutularak sanki her iki manada da hakikatmış gibi bize intikal edebilir. Meselâ seyyare = araba, derrâce = bisiklet lafızları böyledir.

4- Hakiki ve örfî mana arasında kullanılması: Bazan lafız aslî manasın­dan örfî bir manaya nakledilir ve birinci manada hakiki-lugavî ikincsinde de örfî olur ve kelime iki manada müşterek lafız haline gelir. Namaz veya def ve talak lafzı gibi önce dilde bir mana için vaz olunup da daha sonra şer'î ıstılahta başka bir manaya kullanılan lafızlar bu cümledendir. Zira salat = namaz lafzı dilde dua manası için vaz olunduğu halde dinde malum ibadet için kullanılır.

"Na­mazı kılın."[348] ayetindeki "salat" dua manasına değil "namaz" manasınadır. "Talak" lafzı lügatte her hangi bir bağı çözmek demek olduğu halde şer'î manası sahih olan evlilik bağını çözmek demektir.

"Talak iki keredir."[349] ayet-i kerimesinde de lügat manası değil şer'î manası murad edilmiştir.

"Sen (kötülüğü) en güzel (haslet ne ise) onunla önle."[350] ayetindeki def lafzı lügatte konuşmada veya yürümedeki sürat için vaz olunduğu halde şer'î ıstılahta vermek veya borç ödemek manasınadır.

 

Hükmü

 

Müşterek manalardan birini, lafzî veya murad olunan manayı tercih ettire­cek hâlî karinelerle tercih etmek müctehidin üzerine vacibtir. Lafzî karineden maksad lafızdaki karinedir. Hâlî karineden maksad ise nass vârid olduğu sırada Arapların içinde bulunduğu durumdur. Meselâ şer'î nasslarda bir kaç lugavî manası olan müşterek bir lafız geldiği zaman bundan murad olunan manayı ta­yin etmek için ictihad vacib olur. Çünkü sâri' bu lafzın manalarından sadece birini murad etmiştir. Müctehide vacib olan bu manayı tayin etmek için karine ve emarelerden istidlal etmektir.

Meselâ: Salât (namaz), zekat, oruç, hac ve talak lafızlarında lugavî mana değil şer'î mana murad edilmiştir. Ancak maksadın lugavî mana olduğuna de­lâlet eden bir karine bulunursa o murad edilmiş demektir.

Lafzî bir karine sebebiyle lugavî mananın tercih edildiğine misal

"Şüphe­siz Allah ve melekleri peygamberlere salât getirirler."[351] ayetindeki "salat" lafzıdır. Bundan maksad kelimenin lugavî manası olan duadır. Lafzî karine ise "salat" in meleklere nisbet edilmesidir, zira meleklerin peygambere salat getirmeleri istiğfar etmeleridir, şer'î manasıyle bilinen namaz ibadeti de­ğildir.

Lafzî karine yardımıyle müşterek lafzın iki manasından birinin tercih edi­lişine misal lafzıdır. Malikî ve Şafiîler karine ile bulunan "temizlik" ma­nasını tercih etmişlerdir.Lafzî karineleri ise daki dir. Zira "aded" müzekker olması ma'dudun müzekker olduğuna delâlet eder ki o da (kelimesi değil kelimesidir.

Hanefî ve Hanbelîler de başka bir karine ile bunun "hayız" manasını ter­cih etmişlerdir. Karine " " lafzıdır. Bu lafız hastır. Has iddetin eksiksiz ve fazlasız tam üç kuru' olduğuna kat'î şekilde delâlet eder. Bu da ancak lafzı hayız manasına alınırsa tahakkuk eder

Müşterek lafızda karine-i haliyye ile tercih yapıldığına misal:

"Sana ka­dınlardan ay halini sorarlar. De ki: o bir ezadır. Ay halinde olan kadınlardan uzak durun, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın."[352] ayet-i kelimesindeki ay hali hem zaman hem de mekan için kullanılır, dolayısıyle müşterek bir lafızdır. Ancak karine-i haliyye gösteriyor ki maksad za­man değil mekandır. Çünkü Arablar ay halinde kadınlardan uzak durmazlar cinsî temasta bulunurlardı.

Şunlar da lafzî karineye ait misallerdendir:

"Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesin."[353] ayatinde yed kelimesi hem kol, hem bilek ve el, hem de sağ ve sol el manalarına geldiğinden müşterektir. Burada maksadın sağ ve el olduğunu sünnet amelî olarak tayin etmiştir o da lafzî bir karinedir.

"Eğer bir erkek veya kadının malı kelâle olarak mirasçılarına kalırsa."[354] ayetindeki lafzı geride ne çocuk ne de baba bırakmadan ölen murise denildiği gibi geriye kalanlardan çocuk ve baba olmayanlara ve ço­cuk ve babanın dışındaki akrabaya da denir. Miras ayetlerinin taranması neti­cesinde müctehidler ilk manayı tercih etmişlerdir.

"Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek günahtır."[355] ayetinde'daki vav harfi "hâliye" ve "atıf" olma arasında müşterektir. Şafiîler hâliye olmasını tercih et­mişlerdir. Buna göre mana "Kesilirken Allah'tan başkasının ismi zikredilip Al­lah'ın ismi zikredilmemiş olanları yemeyiniz" şeklinde olur. Yani Allah'ın adı­nın anılmamasının yanında Allah'tan başkasının adına kesilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Hanefîlere göre ise bu atıf içindir. Buna göre nehiy mutlaktır. Allah'tan başkasının adı zikredilip edilmemesi aranmaz, Allah'ın adının terkedilmesi kesilenin yenmemesi için kâfidir.

Müşterekin manalarından birini tercih için bir karine bulunmazsa Hanefî­lere göre manalardan birinin tayinine dair delil buluncaya kadar tavakkuf etmek vacib olur. Müşterek manalardan sadece birinin alınması sahih olur.

Malikî ve Şafiîlere göre manalarından herbirinin kastedilmesi caizdir.

 

ALTINCI KAİDE

 

ÂMM VE DELÂLETİ

 

Âmm Kendine uygun olan bütün fertleri istiğrak eden (kapsayan) lafızdır. Veya lugavî vaz'ı itibariyle muayyen bir taifeye hasretmeksizin aranan vasıfları hâiz fertlerin tamamına şâmil olan lafızdır. Meselâ "Her mümin cennettedir, her kâfir cehennemdedir, kim silahını bırakırsa emandadır" sözleri muayyen fertlere hasretmeksizin bu vasfı taşıyan herkese şâmildir.

Umumilik lafızların sıfatlarındandır. Çünkü lafız bütün fertleri istiğrak ettiğine (kapsadığına) delâlet eder. Âmm, mutlak ve nekreden şu hususlarda farklıdır: Âmm, lafzın fertlerinin hepsine şâmil olduğunu gösterir. Mutlak ise meselâ "= kişi" lafzında olduğu gibi şümul ifade etmeden hakikata yani şuyû' yoluyle fertlerinden her hangi birine delâlet eder. Nekre ise meselâ "bir adam" sözünde olduğu gibi istiğrak etmeden ve hepsine şâmil olmadan dünya­daki adamlarından her birisine delâlet eder.

 

Umum Lafızları

 

Umumun bir takım lafızları vardır ki şunlardır.[356]

1- Cemaat = kalabalık ifade eden lafızlar: Lafızları gibi:

"Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir.[357]

"Yoksa "biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz"mu diyorlar."[358]

"Arzda olanların hepsini sizin için yarattı."[359]

"Müşrikler nasıl,sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı kopyekün savaşın."[360] ve

"Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız." "Hepiniz çobansınız ve her çoban gütdüğünden mes'uldür."; ayet ve hadisleri buna dair misallerden bazılarıdır.

2- Cins için olan lam-ı tarifle veya izafet sebebiyle marife yapılan müfred ve cemi lafızlar:

Lamı tarifle marife yapılan cemiye misaller:

"Muhakkak müminler kurtuluşa ermiştir."[361]

"Müslüman erkekler ve  müslüman kadınlar." [362]

"Muhakkak Allah bütün günahları bağışlar."[363]

"Allah ihsan edenleri sever."[364] Bütün bunlar umum ifade eder, çünkü cins bu fertlerin her birinde tahakkuk eder. İzafetle marife olan cemiye misaller:[365]

 "Allah sizin çocuklarınız hakkında şunu emreder."[366]

"Onların mallarından sadaka al."[367] Bu izafetlerden her biri umum ifade eder. Delili ise bunlardan istisnanın sahih olmasıdır, istisna yapılabilmesi lafzın âmm olduğuna delâlet eder.

Lam-ı tarif ile marife yapılan müfrede misal:

"Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesin."[368]

"Zina eden kadın ve zina eden erkeğe yüzer sopa vurun."[369]

"Allah alış-verişi helâl faizi haram kıldı."[370]

"Muhakkak insan hüsrandadır."[371] Bütün bunlar umum ifade eder. İzafetle marife yapılan müfrede misal Rasûlullah (s.a.) deniz hakkındaki "Onun suyu temiz ölüsü helaldir" sözleridir. Bu hadis denizde ölen hayvanların hepsinin helal olduğuna delâlet eder.

3- Nefide, nehiyde ve şartta nekre umum ifade eder.

Nefiye misal: "Dinde zorlama yoktur."[372] ayet-i kerimesi.

"Varise vasiyet yoktur""Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yok­tur", "Mekke fethinden sonra hicret yoktur" gibi hadisler, nehiyde nekreye misal:

"Onlardan ölen hiçbirinin cenaze namazını asla kılma."[373] Nehiy cümlesinde 'hiçbiri" kelimesi geldiği için hüküm münafıkların hepsine şâmildir. Şartta nekraya misal:

"Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve "eskiden beri devam edegelen bir büyüdür" derler.[374] "Birfasık size bir haber getirirse."[375] ayetleri umum ifade eder.

Olumlu cümlede ise nekre ancak bir karine olursa umum ifade eder. Meselâ.

"Allah size bir inek kesmenizi emrediyor."[376] Çünkü, istenilen şey mutlak emri yerine getirmektir, bu da her hangi bir inek kesmekle tahakkuk eder.

4- İsmi mevsuller:

"Bunlardan başkası size helal kılındı."[377] ayetindeki.

"Yerdeki ve göklerdeki şeyler Allah'ındıri."[378] ayetindeki harfleri

"De ki: Kim sapıklıkta ise çok mer­hametli olan Allah ona mühlet verir."[379] ayetindeki harfi.

"Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler."[380] ayetindeki.

"Kadınlarınızdan adetten kesilmiş olan­lar."[381] Ayetindeki.

"Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı."[382] ayetindeki.

"Hamile olanların iddeti ise doğum yapmalarıdır." [383] ayetindeki gibi ismi mevsuller umum lafızlarındandır.

5- Şart isimleri: Meselâ:

"Sizden her kim hilâli görürse oruç tutsun."[384] ayetindeki.

"Hata ile bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle azat etmesi gerekir."[385] ayetindeki.  

"Hayır kastıyla verdiğiniz ne varsa size nok­sansız olarak verilir."[386] ayetindeki.

"Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır."[387] ayetindeki.

" Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır."[388] ayetindeki lafızları da umum bildiren lafızlardandır.

6- İstifham isimleri: meselâ:

"İyilik eden bir kimse olarak ken­dini Allah'a teslim edenden din bakımından daha güzel kim olabilir"[389]

"Allah böyle misal vermekle ne murad eder."[390]

"Allah'ın yardımı ne zaman.?"[391]

"Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılar ne­rede.?"[392] ayet-i kelimelerindeki lafızlan istif­ham isimleridir. Bütün bu lafızların delâleti fertlerin tamamını istiğrak ettiği için lügatte hakiki vaz'ı ile umuma delâlet eder. Bu lafızlar istiğrakın haricinde kullanıl­dığında, mecazî mana kastedildiğine dair bir karine bulunması lazımdır.

 

Âmmın Delâleti

 

Âmm lafzı ya umumu üzre kalır veya tahsis edilir. Tahsis edilirse tahsise uğrayan lafzın tahsisten sonra geri kalan fertlerine delâleti cumhura göre kat'î değil zannîdir. Çünkü tahsis illeti tahsisten sonra tahsis edilen diğer fertlerde ta­hakkuk edebilir. Bu sebeple âmmın tahsisten sonra geri kalanlara delâleti kat'î olmaz zannî olur.

Tahsis edilmeyip umumu üzre kalan âmm ise bütün fertlerine delâlet eder. Çünkü lafzın umum siğasından akla ilk gelen umum oluşudur. Ancak âlimler tahsis edilmeyen âmmın bütün fertlerine delaletinin sıfatı hakkında ihtilaf ettiler: Delâleti kat'î midir yoksa zannî midir?[393]

Cumhur yani Malikî, Şafiî ve Hanbelîlere göre âmmın bütün fertlerine delâleti zannîdir, çünkü her âmm'ın tahsise ihtimali vardır, hiç bir âmm yoktur ki tahsis edilmiş olmasın. Tahsis edilmemiş âmm nâdirdir. İşte bu, âmm'ın bütün fertlerine delâleti konusunda bir şüphe bırakır.

Bu asıl üzerine şu kaide bina edilir: Âmm'ın zannî delil ile tahsisi sahih olur ve âmm ile has arasında tearuz bulunmaz. Yani hâs ile delâlet ettiği hu­susta, âmm ile de bunun dışında kalan kısmında amel edilir. Çünkü âmm delâ­leti zannî, has'ın ise delâleti kat'îdir, zannî ile kat'î arasında tearuz olmaz.

Hanefîlere göre ise bir kısmı tahsis edilmemiş âmmın delâleti kat'îdir, çünkü âmm lafzı umum için vaz olunmuştur dolayısıyle tahsisine dair bir delil bulunmadıkça "umum" vasfı onda bakidir. Tahsis ihtimali de nâdirdir ve delil­sizdir, delilsiz ihtimallerin lafızlara tesiri olmaz, dolayısıyle âmm'ın kat'iyyetine tesir etmez.

Bu asıl üzerine şu kaide bina edilir: Âmm'ın zannî delil ile tahsisi sahih olmaz, çünkü zannî olan kat'î olanı tahsis etmez ve tahsis edilmemiş âmm ile has arasında tearuz meydana gelmez, çünkü her ikisi de kat'îdir.

Bu esasa binaen Hanefîler.

"Üzerine Allah'ın ismi zikredilmemiş şeyler­den yemeyin."[394] ayetinin umumu ile amel ederek kasten besmele terkedilerek kesilen hayvanın yenilmesini haram kılmışlar ve bu ayeti "İster besmele çeksin ister çekmesin müslümanın kestiği helaldir" hadisi ile tahsis et­memişlerdir. Çünkü bu hadis haber-i vahiddir. O da zannîdir.

Şafiîler ise besmeleyi kasten de terketse müslümanın kestiğinin yenmesini mubah görmüşlerdir. Çünkü onlara göre ayetin zannî olan umûmu yine zannî olan bu hadisle tahsis edilir, zira zannî ile zannînin tahsisi caizdir.

Yine Hanefîler.

"(Boşanan) o kadınları gücünüz nisbetinde oturduğunuz yerin bir kısmında oturtun."[395] ayet-i kerimesinin umumunu alarak beynûnet-i kübra ile boşanmış bir kadın için nafka ve iskanı koca üzerine vacib kılmışlar ve Rasûlullah'ın kendisine ne nafaka ne mesken hakkı vermediğini zikreden Fatıma binti Kays hadisi ile bu ayeti tahsis etmemişlerdir.

Cumhur ise ashabı kiramın şu fiillerini esas alarak Kur'an-ı Kerim'in âmm'mını haberi vahid ile tahsis etmişlerdir. Zira onlar: "Bunların dışındaki kadınlar size helâl kılınmıştır"[396] ayetini mahrem olan kadınları bir nikah altında toplamayı nehyeden "Kadın ne halası ne de teyzesi üzerine nikahlanamaz" hadisi ile tahsis etmişlerdir. Miras ayetle­rini "Katil varis olamaz", "Ne kafir müslümandan ne de müslüman kafirden mi­ras alamaz" hadisleriyle tahsis etmişlerdir.

"Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı."[397] ayetini "Kâfiri öldüren müslüman öldürülmez" hadisi ile tahsis etmişlerdir. Yine.

"Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesin."[398] ayetini "Dinarın dörtte biri ve daha fazlası için hırsızın eli kesilir." hadisi ile tahsis etmişlerdir. Bunlar haber-i vahid ve kıyas gibi zannî delil ile âmmın tahsis edildiğine dair misallerdir.

Âmm ile hâssın tearuzu meselesindeki ihtilafın semeresine misal, ziraî mahsullerin ve meyvaların zekatının nisabıdır. Ebu Hanîfe topraktan çıkan­larda nisabı şart koşmazken Ebu Yusuf ve Muhammed ile cumhur nisabı şart koşmaktadırlar ki burada nisab beş vesk yani 653 kg dır. Bu ihtilafın sebebi iki hadisin tearuzudur. Bunlar:

"Hurmanın beş veskinden aşağısında zekat yoktur" hadisi ile "Yağmur ve kaynak sularıyle sulananda veya suya yakın olması sebebiyle sulanmayanlarda zekat onda bir, taşıma su ile sulananda yirmide birdir" hadisleridir. Hanefîlere göre beş veskın altındakinde zekat olup olmadığında âmm ile has tearuz etmiştir ve bunların hangisinin nâsih olduğu da bilinmemektedir, o halde râcih olanı ile amel edilir. Râcih olanı da âmm olanıdır, çünkü az olan mahsulde de zekatı vacip kılmaktadır. Dolayısıyle ihtiyeten onunla amel edilir.

Cumhur ise birinci hadis ile ikincisini tahsis etmiş beş vesktan az olan mahsulde zekatı (öşür) vacib görmemişlerdir. Yani has amma tercih edilmiş ye nisab şart kılınmıştır.

 

Âmmın Çeşitleri

 

Âmm üç çeşittir.[399]

1- Kat'î olarak umum murad edilen âmm. Bu, tahsis ihtimalini nefyeden bir karineye sahip olan âmmdır. Meselâ:

"Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir."[400]

"Biz her canlıyı sudan yarattık."[401] gibi ayetler tahsis olunamayacak, değişmeyecek ilahî bir kanun olarak vaz olunmuş âmmdır.

2- Kat'î olarak has murad olunan âmm. Bu da, âmm olarak kalmasını nefyeden  bir karineye sahip olan âmm'dır. Meselâ.

"Yol bakımından gidebilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır."[402] ayet-i kerimesi mükellef olanlara tahsis edilmiş bir âmmdır, zira akıl çocuk ve mecnunların bundan çıkarılmasını gerektirir. "Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevi Araplara Allah'ın Rasûlünden geri kalmaları yakışmaz."[403] ayetindeki "Medine halkı ve bedevilerden" maksad buna gücü yetenlerdir, çünkü akıl âciz olanların bundan çıkarılmalarını gerek­tirir.

"O, Rabbinin emriyle her şeyi yıkar mahveder."[404] ayeti de böyledir. Yani "yıkımı ve mahvi kabil olan her şey" demektir.

3- Mutlak âmm: Bu, umumî veya hususî olduğuna delâlet eden her hangi bir karine bulunmayan âmmdır. Muhtelif sîgalarıyle umumî nasların çoğu bu şekildedir.

"Boşanan kadınlar üç kuru' beklesinler."[405] misalinde olduğu gibi tahsisine dair delil bulununcaya kadar bunların umum olacağı za­hirdir.

 

Âmmın Tahsisi

 

Âmmın tahsisi, lafzı âmmın fertlerinden bazılarına has kılmak veya onun umum oluşundan çevirip şâmil olduğu fertlerden bazılarını murad etmektir. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde âmm ile onun bazı fertlerinin murad edildiğini beyan eden pek çok misaller vardır. Meselâ miras ayetlerinin "Katile miras yoktur", "Biz miras bırakmayız bizim bıraktıklarımız sadakadır" hadisleriyle tahsisi böyledir. Bu iki hadiste miras hükmünün her akraba için meşru kılınmadığı beyan edilmektedir. Yine.

"Hırsız kadın ve hırsız erkeğin ellerini kesin."[406] ayeti "Dinarın dörtte birinden azı için el kesme yoktur" hadisi ile tahsis edilmiştir. Burada da el kesme hükmünün her hırsız için meşru kılınmadığı beyan edilmektedir.

 

Tahsis ile Nesh Arasındaki fark:

 

Hanefîlere göre tahsis'in mutlaka âmm ile beraber gelen bir delil ile yapıl­ması lazım gelir, nesih ise bilâhare gelen bir delil ile olabilir. Meselâ Hanın meşruiyetine dair.

"Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin etmeleridir,"[407] ayet-i kerimesi, haddi kazif hakkındaki.

"Namuslu kadınlara zina isna­dında bulunup dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun."[408] ayetinin bir cüz'ünü neshetnıiştir. Zira ikinci ayet ister eşine ister başkasına zina isnadında bulunsun her isnadda bulunana şâmil iken daha sonra liân ayeti gel­miş, hadd-i kazif ayetini sadece eşinden başkasına zina isnadında bulunanlara tahsis etmiştir.

 

Tahsis Delili

 

Alimler âmmı tahsis eden delil hakkında ihtilaf etmişlerdir: Bu delil âmm ile beraber ve müstakil olması şart mıdır değil midir? Bu hususta iki görüş var­dır.[409]

Cumhura göre vürûdu, amel etme vaktinden sonraya geciktirilmemek şartıyle tahsis delili, âmm nassından müstakil bir lafız olabileceği gibi müstakil olmayabilir de. Yani tahsis delili amma muttasıl da olur munfasıl da olur. Şayet âmm ile amel etme vaktinden sonraya bırakılırsa o takdirde bu delil muhassıs (tansis edici) değil neshedici olur.

Hanefîler ise tahsis delilinin müstakil ve muttasıl olmasını şart koşmuş­lardır. Şart ve istisna gibi âmm'dan müstakil olmazsa buna tahsis değil kasr denir. Amma muttasıl olmazsa ona da "zımnî nesih" denir. Bu takdirde Hanefîlere göre tahsis müstakil ve muttasıl bir delil ile amma dahil olan fertlerden bazılarını murad etmektir.

 

İki görüş arasındaki fark:

 

Cumhura göre tahsisin manâsı daha umumî ve daha şümullüdür. Zira onlara göre, âmm ile amel etme vaktinden sonraya gecikmemek şartıyle delil müstakil olsun olmasın, mukarin olsun müteahhir olsun onunla âmm tahsis edilir. Hanefîlere göre ise tahsis eden delilin müstakil ve mukarin olması lazım­dır.                                                                 

Cumhura göre tahsis eden delil müstakil ve gayri müstakil olmak üzere iki kısımdır ve her birinin şartları vardır. Hanefîlere göre muhassıs akıl, örf ve âdet ve amma mukarin müstakil nas olmak üzere üç nevidir.

 

Müstakil Muhassıs (Müstakil tahsis delili):

 

Bu, âmm olan nassın bir cüzü olmayan delildir. Cumhura göre bu altı nevidir: His, akıl, örf ve âdet, icmâ, sahabe kavli ve nas.

  1. a) His ile tahsis:

Akîm rüzgarını anlatırken Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Rabbinin emriyle o her şeyi yıkar mahveder."[410] Biz ilişlerimizle biliyoruz ki o yeri ve gökleri ve oradaki yıldızları ve daha pek çok şeyi yıkmadı. Dolayısıyle his bu umumu tahsis etmektedir. Sebe kıraliçesi Belkıs'ten bahsederken.

"Ona her şey verildi."[411] denilmekte. Bu da hisle tahsis edilir. Çünkü Süleyman (a. s.) in elinde bulunan şey onun elinde yoktu.

  1. b) Akıl ile tahsis:

Teklif ayetlerini çocukları ve mecnunları istisna ederek sadece teklif ehliyetine sahip olanlara tahsis etmek bu kabil bir tahsistir. Meselâ.

"Beyti haccetmek Allah'ın insanlar üzerinde hakkıdır."[412]

"Ey insanlar Rabbinize ibadet edin."[413] ayetlerinden her biri âmmdır ancak akıl yolu ile sadece teklife ehil olanlara has kılınmıştır.

  1. c) Örf ve âdet ile tahsis:

Bu, örfün kavlî ve fiilî her iki kısmına da şâmildir. Kavlî olan örfe misal "dirhem" sözüdür. Mutlak söylendiği zaman o ülkede çoğunlukla kullanılan para kastedilir. Amelî örf ise meselâ "taam" lafzından "buğday" kastedilmesi bu kabildir.

"Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler."[414] ayetini Malikîler, ayetin nazil olduğu sırada Kureyş arasında yaygın olan örfe dayana­rak aşağı tabakadaki kadınlara has bir hüküm olarak kabul etmişlerdir. Zira onların âdetinde asil kadınlar çocuklarını emzirmezlerdi.

  1. d) İcmâ ile tahsis:

Köle ve kadınlara cuma namazının farz olmaması üzerindeki icmâ bu kabildendir. Zira bu icmâ ile.

"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için nida olunduğu zaman Allah'ın zikrine koşun."[415] ayeti tahsis edilmiş oluyor. Ayrıca köleye haddi kazfin yarısının tatbik edilmesi üzerine icmâ ile.

"İffetli kadınlara zina isnadında bulunup sonra da dört erkek şahit getiremeyenlere seksen sopa vurun."[416] ayetinin umumu tahsis edilmiş olmaktadır.

  1. e) Sahabe kavli ile tahsis:

Hanefî ve Hanbelîlere göre bu caizdir, çünkü onlara göre sahabe kavli hüccettir, kıyasa tercih edilir o halde muhassıs olur. Zira sahabe kendi nazarında tahsise uygun bir delil bulunmadıkça Rasûlullah'tan duyduğunu terkedip aksi ile amel etmez. Hz. Ömer'in ictihadları sahabe kavli ile tahsise açık misallerdir.

  1. f) Kitap ve sünnette bulunan nasla tahsis:

Meselâ "Boşanan kadınlar üç kuru' beklesinler."[417] ayet-i kerimesi hamile olan ve olmayanlara, zifaftan önce ve sonra boşananlara şâ­mildir. Ancak

"Hâmile olanların iddeti doğum yapmalarıdır."[418] ayeti hamile olanları.

"Mümin kadınları nikahlayıp da henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerekmez."[419] ayeti de zifaftan önce boşananları bundan tahsis (istisna) etmiştir.

Usûlcüler Kur'anın âmm'ının Kur'an ile ve mütevâtir sünnet ile tahsisi­nin caiz olduğu üzerinde ittifak etmişler ancak Kur'an'ın haber-i vahidle tahsisi hususunda ihtilaf etmişlerdir. Cumhur buna mutlak şekilde cevaz verirken Hanefîler (ayetle veya mütevâtir sünnetle âmm tahsis edilmişse) bunun haberi va­hidle tahsisinin caiz olmayacağını söylemişlerdir.

Cumhur pek çok misal ile bunu delillendirmişlerdir. Meselâ:

"Denizin suyu temiz ölüsü helaldir." hadisi "Meyte size haram kılınmıştır."[420] ayetinin umumunu tahsis etmiştir. "Katile miras yoktur." hadisi miras ayetlerinin umum hükmünü tahsis etmiştir. "Neseb yolu ile haram olanlar süt emzirme yolu ile de haram olur." Hadisi.

"Bunların dışındaki kadınlar size helâl kılındı."[421] ayetinin umumunu tahsis etmiştir. Recm hadisi zina ayetinin umumunu tahsis etmiştir. "Dinarın dörtte birinden azı için el kesme yoktur" hadisi hırsızlık hükmünü beyan eden ayetin umumunu tahsis etmiştir. Râcih olan görüş de budur.

"İtibar lafzın umumî oluşunadır, sebebin hususî oluşuna değildir" kai­desi:

Kur'an-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde hususî bir hâdise veya muayyen bir sual sebebiyle fakat umumî bir sîğa ile pek çok nas vârid olmuştur. Bunların umumu ile amel etmek vacib olur. İster bir sual ister bir hadise olsun sebebin hususi olmasına itibar edilmez. Çünkü nassda hükmün umum sîğasıyle gelmesi bu hükme götüren sebebin tahsis edilmediğine bir karinedir. Meselâ hırsızlık hükmüne dair ayet muayyen bir hırsızlık olayı, Safvan'ın giyeceğinin çalın­ması veya bir kalkan çalınması üzerine nazil olmuştur. Zıhar âyeti, hanımı Havle binti Salebe'ye zıhar yapan Evs bin Sâmit hakkında; liân ayeti Hilal bin Ümeyye hakkında nazil olmuş ve bunların her biriyle o hususi hadise değil umum murad edilmiştir.

Deniz suyu ile abdest almanın hükmü Rasûlullah (s.a.) a sorulduğu za­man söyledikleri "Onun suyu temiz ölüsü helaldir." sözü umumu ile bütün taha­ret çeşitlerine şâmil olur, umumu ile amel etmek vacib olur, sorunun hususiyle abdest hakkında olmasına itibar edilmez. "Hangi deri dabağlanırsa temiz olur." hadisi dabağlanan her deriye şâmil olur ve o artık temizdir. Sözün söylendiği hadiseye itibar edilmez ki o da şudur: Rasûlullah (s.a.) Meymûne'nin kendiliğ­inden ölüp kalmış koyununu görmüş ve bu sözü söylemiştir. Hüküm koyun hakkında söylendiği için ona has kalmaz.

 

Müstakil Olmayan Muhassıs (Tahsis delili)

 

Bu, âmm olan nassın bir cüzü olan şeydir ki istisnaî muttasıl, şart, sıfat (vasıf) ve gaye olmak üzere dört çeşittir.

  1. a) İstisnaî muttasıl:Buna misal.

"Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra Allah'ı inkar ederse..."[422] ayeti verilebilir. Bu ayet, kalb imanla mutmain olmak şartıyle sadece dil ile söylenen zahirî inkarı istisna etmektedir. O halde haram olan inkar, rıza ve ihtiyar ile yapılan inkar olmaktadır. Müeccel borcun yazıl­masını emreden ayet-i kerimedeki.

"Ancak aranızda çevirdiğiniz peşin yaptığınız bir ticaret olursa o müstesna, o zaman bunu yazmamanızda size bir vebal yoktur."[423] istisnası da buna bir misaldir.

  1. b) Şart:"Eğer eşlerinizin çocukları yoksa bıraktıkları (miras) nın yarısı sizindir."[424]ayet-i kerimesi kocanın mirasın yarısını haketmesini ölen eşin çocuğu bulunmaması şartı ile tahsis etmiştir.
  2. c)  Sıfat:Üvey kızın haram olması hakkında, ayeti kerimede.

"Zifafta bulunduğunuz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız... size haram kılındı."[425] buyrularak üvey kızın haram olmasını annesiyle zifafta bulunmuş olma vasfına bağlamıştır.

"İçinizden imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse elleriniz altında bulunan "imanlı" genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın."[426] ayet-i kerimesinde cariyelerle evlenmenin cevazını "imanlı" olma vasfı ile tahsis etmiştir.

  1. d) Gaye:"Ey iman edenler namaz kılmak istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın."[427]ayetinde abdest alırken ellerden yıkanması vacib olan kısmını dirseklerle tahsis etmiştir.

 

YEDİNCİ KAİDE

 

HAS VE DELÂLETİ

 

Has Lafız

 

Tarifi: Fertleri, olup olmadığına bakılmaksızın tek bir manaya delâlet etmesi için vazedilmiş lafızdır.

Bu lafız ya Halid, Muhammed gibi bir isimdir veya erkek kadın gibi bir nevidir veya insan, deve, ağaç gibi bir cinstir. Bir, iki, beş, on, yüz, bin, gibi aded isimleri de hastan sayılır.

Kadın, insan, iki, yüz gibi lafızların bir takım fertlere şumûlü olsa da bu fertler bir nevi veya cins altında toplanarak bir cins veya nevi birliği ifade ettik­leri için hepsi birer hastır.

 

Hassın Hükmü

 

Has lafız, başka bir mana murad edildiğine dair bir delil bulunmadıkça kat'î ve yakînî olarak vazolunduğu manaya delâlet ettiğinde âlimler ittifak etmiş­lerdir.[428] Meselâ.

"Üç gün oruç tutması vacibtir."[429]

"O yeminin keffareti on fakiri yedirmektir."[430] ayetlerindeki "üç" ve "on" sayıla­rından her biri vazolundukları manaya kat'î şekilde delâlet ederler, ziyade veya noksan olması mümkün değildir. Çünkü bunların her biri has lafızdır, mana­sını daha aza veya daha çoğa hamletmek mümkün olmaz. Davarların zekat nisabını tesbit sadedinde varid olan "Her kırk koyunda bir koyun" hadisindeki "kırk" lafzı da böyledir.

"Namazı dosdoğru kılın zekatı verin."[431] ayetinde "kılın, verin" den her biri emirdir, emir ise has'dır. Dolayısıyle namaz ve zekatın farz olduğuna kat'î şekilde delâlet ederler.

"Haklı olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın."[432] ayet-i kerimesi de kat'î şekilde öldürmenin haram olduğuna delâlet eder çünkü emir gibi nehiy de has'dır. Ancak has lafzın hakiki manasından alınıp başka mana irade edildiğine dair bir delil bulunursa delâleti kat'î olmaz ve o delilin delâlet ettiği manaya hamledilir. Meselâ "Hâkim katili öldürdü." sözü "Hâkim onun ölümüne hükmetti" şeklinde anlaşılır. Bu ise delilden neş'et eden bir ihtimaldir ki o, hâkimin görevinin infaz değil hüküm vermek olmasıdır. Hanefîlere göre şu üç mesele­deki tevil de has lafzın bir delil ile hakiki manasından başka manaya alındığına misaldir:

Yukarıda geçen "Kırk koyunda bir koyun" hadisindeki "koyun" lafzının "kıymeti" ile tevil edilmesi.

Fıtır sadakasındaki "bir sa' hurma veya arpa" daki sâ'ın "kıymeti" ile tevil edilmesi.

"Musarrâ" hadisindeki "bir sa' hurma"nın tevil edilerek hurmadan başka itlaf edilenin bedeli olabilecek her şeye teşmil edilmesi, hassın başka manaya alındığına misaldir.

 

Sîgasına Göre Hassın Çeşitleri

 

Sığasına göre has mutlak, mukayyed, emir ve nehiy olmak üzere dört çeşittir.

 

  1. Mutlak

 

Mutlak her hangi bir sıfatla mukayyed olmadan ferd-i şayia delâlet eden has lafızdır. Meselâ bir adam, bir kitap, bir kuş, bir talebe. Bunlar, umum veya şümul mülahazası olmadan kendi cinsinden bir ferdi şayia delâlet eden lafızlar­dır. Maksad her hangi bir sıfatla mukayyed olmasızın o ferdin mahiyeti veya hakikatidir.

Mutlakın Hükmü:

Mutlakın hükmü, takyid edildiğine dair bir delil bulunmadıkça mutlak oluşu üzere devam etmesidir. Takyidine dair delil olursa bu delil onu mutlaklıktan çıkarır.[433] Meselâ yemin keffareti hakkındaki.

"Veya bir köle azad etmektir."[434] ayet-i kelimesindeki "bir köle" lafzı mümin veya kafir olma şartı aramaksızın her hangi bir köle azad etmenin yeterli olacağına delâlet eder. Nikahlanması haram olan kadınların beyanı sadedinde gelen.

"Hanım­larınızın anneleri..."[435] lafzı, zifaf olsun veya olmasın kızlarıyle yapılan mücerred nikah akdi ile annesinin (damada) haram olduğuna delâlet eder.

"Mallarınızla istemeniz  size helal kılındı."[436] lafzı, az veya çok her hangi bir malı mehir vererek nikah yapmanın cevazına delâlet eder. "Velisiz nikah olmaz." hadisi şerifi velilerden her hangi birinin bulunmasının şart (ve yeterli) olduğuna delâlet eder.

Mutlakın takyidine dair delil bulunursa mukayyedle amel edilir. Meselâ.

"Yapılan vasıyyetten veya borçtan sonra."[437] ayetinde mutlak olan vasiyet, malın üçte birinden fazlasının vasiyetine cevaz vermeyen hadisle takyid edilmiştir.

 

2. Mukayyed

 

Mukayyed, her hangi bir sıfatla sıfatlanmış ferd-i şayia delâlet eden has bir lafızdır. Meselâ, imanlı bir adam, iffetli bir kadın gibi.

Hükmü: Bu kaydın ilga edildiğine dair bir delil bulunmadıkça bu lafızla mukayyed şekliyle amel edilir. Delil bulunursa kayıd ilga edilir.[438]

Meselâ zıhar keffareti hakkında gelen.

"Buna imkan bulamayan kimse te­mas etmeden önce peşpeşe iki ay oruç tutsun."[439] ayetinde oru­cun peşpeşe tutulması ve bunun zıhar yaptığı hanımıyla temas etmeden önce olması kaydı getirilmiştir. Şu halde bu ayetle bu iki kayda riayet edilerek amel edilir, oruçta ara verirse veya hanımıyle temastan sonra tutarsa keffareti eda etmiş olmaz. Buna bir başka misal.

"Meyte ve detn-i mesfûh = akmış kanın dı­şında."[440] ayetinde dem-i mesfûh'un haram kılınmasıdır. Bu ayette kanın haram olmasını "akmış olması" ile kayıtlamıştır. Buna göre kara­ciğer, dalak ve kesildikten sonra damarlarda kalan kan haram değildir.

Kaydın ilga edildiğine misal de.

"Zifafta bulunduğunuz hanımlarınızın si­zin evinizde bulunan başka kocadan kızları (üvey kız) haram kılındı."[441] ayet-i kerimesidir. Buradaki "zifafta bulunduğunuz" kaydıyle amel edildiği halde "evinizde bulunan" kaydı mülgadır, amel edilmez, kız üvey babanın evinde olmasa da haramdır. Bu kaydı zikretmesinin sebebi ise örf böyle olduğu, yani umumiyetle üvey kızların anneleriyle beraber üvey babaların evinde bulunmalanndandır. Bu iki kayıttan sadece "zifafta bulunma" kaydının muteber olduğuna delil ise ayetin "onlara zifafta bulunmasaydınız size vebal yoktur" kısmıdır. Zira burada üvey kızlar, üvey babanın himayesinde ve evinde bulunmazsa helal olacağına temas edilmemiştir.

 

Mutlakı Mukayyede Hamletme:

 

Lafız, şer'î bir nasta mutlak gelse aynı lafız başka bir nasta mukayyed gelse bunun dört hali vardır:

1- İki nassın konusu da aynı ise, yani her ikisinde de hüküm ve hükmün bina edildiği sebep aynı ise mutlak mukayyede hamledilir. Yani hüküm ve se­bep aynı olduğu için bu mutlaktan mukayyed kastedilmiş olur. Meselâ: "Size meyte ve kan haram kılındı."[442]

"Veya akıtılmış kan."[443] ayetlerinde sebep aynıdır: Kanın zararı. Hüküm de aynıdır: Kanın yenilmesi­nin haramhğı. Dolayısıyle mutlak mukayyede hamledilir ve haram olan kan "akıtılmış kan" olur. Damarlarda ve ette kalan kandile karaciğer ve dalak gibi donuk olanları haram olmaz.

Başka bir misal: Teyemmüm hakkında nazil olan.

"Yüzlerinizi ve kolları­nızı meshedin."[444] ayeti ile.

"Su da bulamadıysanız temiz bir toprakla teyemmüm yapın, yüzlerinizi ve kollarınızı meshedin."[445] ayetlerinin sebepleri aynıdır: Namaz kılma isteği. Hüküm de aynıdır: Meshin vacib olması. O halde mutlak ayet mukayyed olana hamledilir ve vacib olan necis değil temiz toprak kullanmak olur.

2- Hükmün ve sebebin farklı olması hali: Bu durumda bunlar birleştirilmediği takdirde aralarında zıtlık (münâfât) olmayacağı için âlimlerin çoğunlu­ğunun ittifakıyle mutlak mukayyede hamledilmez, bilakis mutlak ile kendi ko­nusunda mutlak olarak, mukayyedle kendi konusunda mukayyed olarak amel edilir. Meselâ hırsızın cezası hakkında gelen. "Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesin."[446] ayeti ile abdest hakkında gelen "Yüzlerinizi ve dir­seklere kadar elle'rinizi yıkayın."[447] ayetindeki "el" lafzı birinci ayette mutlak ikinci ayette mukayyeddir. Her iki ayette sebep farklıdır: Birinci ayette hırsızlık ikincisinde namaz kılma isteği. Hüküm de farklıdır: Birincisinde hırsızın elinin kesilme.si ikincisinde elin yıkanması. Bu sebeple mutlak olanı mukayyed olanına hamledilmez. Hırsızın elinin bilekten kesileceğini sünnet belirlemiştir.

3-  Sebep aynı olduğu halde hükmün farklı olması hali: Meselâ abdest hakkındaki.

"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın."[448] ayeti ile teyemmüm hakkındaki.

"Yüzlerinizi ve ellerinizi mesnedin."[449] ayetlerinde sebep aynıdır: Namaz kılmak isteyenin abdestsiz olması. Ancak her iki ayette hüküm farklıdır: Elleri abdestle yıkamak, teyemmümde meshetmek. Öyleyse mutlak mukayyede hamledilmez, her biri ile müstakil amel edilir. Ancak mutlakm mukayyede hamline dair delil bulunursa burada aralarında zıtlık olmayacağı için hamledilir. Birinin diğerine hamledilemediği bu halde sünnete müracaat edilerek, Abdullah bin Ömer'in merfu olarak rivayet ettiği "Teyemmüm iki vuruştur: Bir vuruş yüz için bir vuruş da dirseklere kadar eller içindir." hadisinden dolayı Hanefî ve Şafiîler ellerin dirseklere kadar meshedilmesinin vacib olduğuna kail olurken Maliki ve Hanbelîler de Peygamberimiz (s.a.) in Ammar bin Yasir'e yüzü ve (bileklere kadar) elleri teyemmüm yapmasını emrettiğinden dolayı ellerin sadece bileklere kadarının meshinin vacip olduğuna kail olmuşlardır.

4- Hükmün aynı sebebin farklı olması hali: Meselâ zıhar keffareti ve hata ile öldürme keffaretinde köle azadı. Birincisi hakkında.

"Temas etmeden evvel bir köle azad eder."[450] denilirken ikincisi hakkında.

"Bir mümin köle azad eder."[451] denilmiştir. "Köle" lafzı birincisinde mutlak ikin­cisinde "iman" vasfı ile mukayyeddir. Her iki ayette hüküm aynı olduğu halde sebep farklıdır. Sebep, zıharda hanımından istimtaya dönme isteği, öldürmede ise hata ile öldürmedir.

Bu şık ihtilaflıdır. Hanefî ve Malikîlerin ekseriyetine göre  burada mutlak mukayyede hamledilmez, mutlak ile kendi mahallinde mukayyed ile de kendi konusunda amel edilir. Hata ile öldürmede mümin köle azad edilmesi vacib olurken zıhar keffaretinde mümin olsun kâfir olsun her hangi bir köle azad etmek kâfidir. Sebep farklı olduğu için aralarında tearuz (çatışma) olmaz. Öldürmede mümin köle olması şart kılınarak katile ağırlaştırma münasip görülmüş, zıharda aileyi muhafaza etmek için hafifletme ve kolaylaştırma münasib görülmüş olur.

Şafiî ve Han belilere göre bu halde de mutlak mukayyede hamledilir, dolayısıyle hem zıhar keffaretinde hem de hata ile öldürme keffaretinde mümin köle azad etmek vacib olur, kâfir köle yeterli olmaz. Çünkü her iki nasda da hükmün aynı olması mutlakın mukayyede hamlini gerektirir. Tâ ki aynı şey hakkında vârid olan naslar arasında muhalefet olmasın, çünkü birbiri üzerine bina edilmesinin vacib oluşu açısından Kur'an-ı Kerîm'in hepsi de tek kelime gibidir.

Başka bir misal. Müdâyene (borçlanma) şahitleri hakkındaki.

"Erkekleri­nizden iki kişiyi şahit tutun."[452] ayeti ile ric'î (dönüşü olan) talakta hanımına dönerken şahit tutulmasına dair.

"Sizden âdil olan iki kişiyi şahit tu­tun."[453] ayetinde hüküm aynıdır: İki kişiyi şahit tutmanın vacib ol­ması. Sebep ise farklıdır: Birinci ayette borçlanma ikincisinde ric'at = dönüş­tür. Bu sebeple Hanefîlere göre mutlak mukayyede hamledilmez.

Özet olarak: Hanefîlere göre sadece bir halde mutlak mukayyede hamledi­lir, o da hükmün ve sebebin aynı olması halidir. Hükmün veya sebebin veya her ikisinin de farklı olduğu diğer üç halde ise hamledilmez, mutlak ile mutlak olarak, mukayyed ile mukayyed olarak kendi konularında amel edilir.

 

3. Emir

 

Emir: Bir şeyin yapılmasının taleb edildiğine delâlet eden lafızdır. Bu, emir sîğasıyle olabilir. Mesela.

"Akidleri yerine getirin."[454]

"Allah'tan hakkıyle korkun."[455]

"Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin."[456] gibi. Başına emir lamı gelmiş muzari sîğasıyle olabilir. Meselâ "Varlıklı olanlar varlıklarından harcasınlar."[457]

"Sizden kim o aya erişirse orucunu tutsun."[458]

"Nezirlere vefa göstersinler ve Kabeyi tavaf etsinler."[459] gibi. Kendisinden talep kastedilen haber cümlesiyle olabilir.[460] Meselâ.

"Anneler çocuklarını tam iki yıl eınzirirler."[461] Bununla emzirme emri ve annelerden talep edilmesi murad edilmiştir.

"Allah kâfirler için müminler üzerine asla bir yol kılınayacaktır."[462] ayetiyle müminlere kâfirlerin kendilerine hükmetmesine imkan vermemelerini emretme murad edilmiştir.

 

Emrin mucebi ve muktezası (gereği):

 

Emrin mucebi emredilen şeyin vacib olması veya emredilen veya haber verilen fiilin yapılmasının kesin şekilde talep edilmesidir. Ancak emrin vücubdan alınıp nedb, ibaha, irşad, inzar ve tehdid, dua veya taciz gibi başkasına çevrildiğine delâlet eden bir karine bulunursa vücub ifade etmez.

Nedb,ifade ettiğine misal:

"Onlarda (köleler) hayır gördüyseniz hemen onlarla mükatebe yapın."[463] ayeti kölelerle kitabet anlaşması yapma­nın mendup olduğunu ifade eder..

 

İbahaya misal:

 

"Yiyin, için."[464]  "Helal olanlardan yiyin."[465] Yeme içme mubah olur, vacib olmaz. Çünkü bu insanın tabiatına bırakılmıştır. Ancak açlıktan ölme tehlikesi olursa canı kurtarmak için yemek vacib olur.

 

İrşada misal:

 

"Erkeklerinizden iki şahit tutun."[466] ayetindeki alış-verişe şahit tutma emri ile.

"Ey iman edenler belirli bir zamana kadar birbi­rinize bir borçla borçlandığınız zaman onu yazın."[467] ayetindeki borcu yazma emri bir irşaddır. Bu emrin irşad olduğuna dair karine ise bir son­raki ayette gelen.

"Eğer birbirinize emin olmuşsanız kendisine inanılan kişi, üzerindeki emaneti versin."[468] kısmıdır.

 

Tedibe misal:

 

Peygamberimizin Ömer bin Ebî Seleme'ye söylediği "Oğ­lum ! Besmele çek, sağ elinle ye ve önünden ye" sözleridir.

İnzar ve Tehdîde misal:

"İstediğinizi yapın."[469] De ki:

"İstifade edin yiyin için çünkü varacağınız yer cehennemdir."[470]

 

Duaya misal:

 

"Ya Rabbi! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet."[471] Tacize misal:

"Onun benzeri bir sure getirin." [472]

 

Emir sığasının delâleti:

 

Bu hususta alimlerin iki görüşü vardır.[473] Cumhura göre mutlak emir, ne "bir defa" ne de "tekrar" ifade etmeksizin emredilen fiilin yapılmasını talep et­mekten fazla bir şeye delâlet etmez. Çünkü emredenin maksadı emredilen şeyin yapılmasıdır. Bu da kişinin onu her hangi bir vakitte bir defa yapmasıyle ta­hakkuk eder. Bunun delili, Arap dili alimlerinin emrin sadece "müstakbelde ya­pılmasını talep etmek" olduğu üzerinde icmâ etmeleridir. Çünkü mutlak emir bazan oruç ve namaz ayetlerinde olduğu gibi şer'an, "Hayvanımı muhafaza et" sözünde olduğu gibi örfen tekrar ifade eder; bazan da hac ayetinde olduğu gibi şer'an, "eve gir" sözünde olduğu gibi örfen sadece bir defa olmasını ifade eder. Böylece mutlak emir "bir defa" ile "tekrar" arasındaki ortak noktada hakikattir ki o "fiilin yapılmasını istemek" tir.

Ancak emrin tekrarı ya emrin tekerrür eden bir şarta bağlanmasından anlaşılır. Meselâ.

"Sizden kim o aya erişirse onu (orucu) tutsun."[474] ayet-i kerimesinde oruç tutma talebinin tekrar onun tekrarlanan bir şarta yani "aya erişilmesine" bağlanmasından anlaşılmaktadır.

"Cünüp iseniz temizlenin."[475] ayetinde ki emir de böyledir. Veya hükmün bir illete veya emredilen şeyin sebebine dayandırılmasından anlaşılır. Meselâ:

"Güneşin dönmesinde namaz kılın."[476]

 "Zina eden kadın ve zina eden erkek­ten her birine yüzer sopa vurun."[477] ayetlerinden birincisinde sebep ikincisinde illet yenilenip arttıkça tekrarlanır.

Malikîlerin çoğuna göre emir lafız olarak "bir defa" ya delâlet eder ancak tekrara ihtimali vardır. Çünkü emre uymuş olma bir defa ile hasıl olur. Tekrar ihtimali anlaşılmasaydı, Rasûlullah'ın.

"Ey insanlar Allah size haccı farz kıldı, haccedin" emri üzerine Akra bin Hâbis'in.

 "Her yıl mı ya Rasûlallah" sualinin bir manası olmazdı ve bu sualinden dolayı ayıplanırdı.

Bu ihtilafın semeresi şu fer'î meselede görülür: Bir koca, talak hakkını hanımına devrederek "Kendini boşa" dese, "emir tekran gerektirir" diyenlere göre bu kadm kendini bir, iki ve üç talakla boşayabilir. "Tekrarı gerektirmez" diyenlere göre ise bu hanım sadece bir talaka malik olur.

Emrin delâleti fevrî midir terâhî midir?

Fevr, emrin akabinde gecikmeden derhal emredileni yapmak demektir. Terâhî ise emre derhal imtisal etmeyip geciktirmektir.

Emrin delâletinin fevr veya terâhî üzre mi olduğunda ihtilaf edilmiştir.[478] Malikî ve Hanbelîlerde mezhepde zahir olan, mutlak yani fevr veya terâhî üzre olduğuna dair bir karine bulunmayan emir, nehiyde olduğu gibi fevrîdir. Çünkü Allah (c.c), Adem (a.s.) e secde etmediği için İblis'e.

"Sana emrettiğim vakit seni secde etmekten alıkoyan nedir.?"[479] diyerek onu zemmetti. Emir fevr ifade etmeseydi bu zemme müstehak olmazdı.

Hanefîlerde sahih olan mutlak emir terâhî üzre. Şafiîlerde râcih olan görüş ise mutlak emir ne fevr ifade eder ne terâhî, Çünkü fevr ifade edeni de etmeyeni de vâriddir, fevr ile de terâhî ile de takyidi sahih olur. Bu sebeple mutlak emir her iki manada hakikat kabul edilir ki bu da iştirak ve mecaza düşmemek için mutlak emrin "emredilenin yapılmasını talep etmeyi" ifade etmesi demektir.

Bazı âlimlerce tercih edilen görüşe göre emrin kendisi fevre veya terâhî ve delalet etmez. Bu ancak karinelerden anlaşılır. Lakin .

"Siz de hayır işlerine koşun."[480] ayet-i kerimesi gereğince evlâ ve efdal olanı derhal emrin edasına koşmaktır. Bir vakitle sınırlandırılmış vaciblerde fevriyyet, vacib için ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini belirten bir vakit tayin edilmesinden anlaşılır. Hayırlı işlere ait emirlerde ise.

"Rabbinizin affına koşun."[481]

"Hayırlı işlere koşun."[482] gibi ayetlerden anlaşılır.

İhtilafın semeresi: Allah (c.c.)

"Haca ve umreyi Allah için tamamlayın."[483] buyurduğu için Malikî ve Hanbelîlere göre haccın edası imkan bulunduğu zaman fevrîdir. Şafiîlere göre terâhî üzredir. Çünkü hac hicrî doku­zuncu senenin sonunda farz kılındığı halde Rasûlullah (s.a.) ancak onuncu se­nede haccetmiştir. Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuf a göre ise sünnette vârid olan Hâkim ve Beyhakî'nin Hz. Ali'den rivayet ettikleri "Menolunmadan önce hac­cediniz" gibi hadislerin karine olarak delaletiyle haccın edası fevrîdir.

Zekat emrinin muktezasınca Malikî ve Hanbelîlere göre zekat da fevrîdir. Şafiî mezhebinde de öyledir, çünkü zekatı alacak hak sahiplerinin acil ihtiyacı vardır. Hanefîlerde mutemed olan görüşte ise zekatın edası terâhî üzredir.

 

4. Nehy

 

Nehy: Bir fiilin kat'î bir şekilde yapılmamasının talep edildiğine delâlet eden şeydir. Nehy üslupları: Nehy ya o bilinen sîğasıyle olur. Meselâ.

"Yetimin malına yaklaşmayın."[484]

"Aranızda mallarınızı haksız yollarla yemeyin."[485] ayetlerinde olduğu gibi. Veya.

"Size meyte ve kan haram kılındı."[486]

"Annneleriniz ve kızlarınız size haram kılındı."[487] ayetlerinde olduğu gibi. "Haram" lafzıyle gelir veya

"Ey iman edenler kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz."[488]

"Verdiklerinizden (mehirlerden) bir şey almanız size helal olmaz."[489] ayetlerinde olduğu gibi.

"Helal olmadığı" nı ifade etmek şeklinde veya "Günahın açığını da gizlisini de terkedin."[490]

"O halde pislikten putlardan sakının, yalan sözden sakının."[491] ayetlerinde olduğu gibi terkedilmesini talep eden bir emir siğalanyle olur.

Cumhura göre, emrin mucebi îcab (vacib kılınması) gibi olduğu nehyin mucebi de tahrimdir (havam kılınması) ve nehyedilen şeyin yapılmaması lazım gelmesidir.

"Ey iman edenler Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın."[492] ayetinde olduğu gibi karine bulunursa nehiy "kerahet" manasına alınabilir. Burada karine kişinin nefsini helal şeylerden menetmesinin mekruh olup haram olmamasıdır, çünkü bu insanın tabiatına bırakılmıştır.

Nehy sîğası.

"Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma."[493] ayetinde olduğu gibi "dua" manasında. "Ey iman edenler! Allah'ın afvettiği şeyleri sormayın."[494] ayetinde olduğu gibi.

"İrşad" manasında "Sakın (o kâfirlerden) bir takımlarını faydalandırdığı­mız şeylere iki gözünü dikme."[495] ayetinde olduğu gibi, "tahkir", "Zalimlerin yaptıklarından Allah'ın gafil olduğunu zannetme sakın."[496] ayetinde olduğu gibi. "akıbeti beyan" etme veya.

"Ey kâfirler! bugün özür dilemeyin. Siz ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz."[497] ayetinde olduğu gibi yeis manasında olabilir.[498]

 

Nehyin delâletinin fevr ve tekrar üzre olması:

 

Nehyin delâletinin fevr ve tekrar üzre olup olmamasında âlimlerin iki gö­rüşü vardır.[499] Şafiîlerden Râzî ve Beydavî'ye göre nehy ne fevre ne de tekrara delâlet etmez. Çünkü bazan "Zinaya yaklaşmayın" ayetinde olduğu gibi tekrar için vârid olduğu halde, bazan da doktorun "Etle beraber süt içme" sözündeki gibi adem-i tekrar için varid olur. İştirak ve mecaz da aslın hilafı olduğuna göre nehy kadr-i müşterekte hakikat olur ki o da nehyedilen fiilin terkedilmesidir.

Cumhura göre ise ki meşhur ve râcih olan budur nehy tekrar ve fevr ifade eder. Bu da nehyedilen fiilin derhal ve daima terkini gerektirir. Çünkü matlub olan "terketme" ancak devamlı olursa gerçekleşir, tekrar nehye uymuş olmak için zarurîdir. Fevr de böyledir. Çünkü bir fiil nehyetmek, ondaki zararı defetmek için onu haram kılmaktır ki derhal uyulması vacibtir. Bu imtisal de ancak tekrar ile ve fevr üzere olursa tahakkuk eder.

Velhasıl mutlak nehy sığası fevr ve tekrarı gerektirirken mutlak.emir sîğası ne fevr ne de tekrarı gerektirmez.

 

TEŞRİ'A AİT USUL KAİDELERİ

 

Fıkıh usûlü âlimleri, şer'î naslarda ve küllî esaslarda yer alan şeriatın prensiplerinden, şer'î hükümler ve onların illet ve sebeplerinin taranmasından istifadeyle bir takım kaideler ortaya koymuşlardır ki bunlar hakkında nas olmayan meselede ictihad ve istinbat ederken göz önünde bulundurulur.

 

BİRİNCİ KAİDE: TEŞRİ'DE GAYE VE HEDEFLER

 

Şâri'in hüküm koymaktaki maksadı, insanlar için faydalı olanı celb, za­rarlı olanı defetmek suretiyle bu dünyada onların maslahatına olanı gerçekleş­tirmektir. Bu maslahatlar zarûriyyât, haciyyât ve tahsîniyyât arasında değişir. Şeriatin hükümlerinin dikkatle gözden geçirilmesi sonucunda tesbit edilmiştir ki hükmü koyan bunları koyarken insanların maslahatını gözetmiş, maslahatlar­dan hiç bir şeyi ihmal etmemiştir, her hükmü ancak insanların maslahatını te­min etmesi için koymuştur.

"Peygamberler, müjdeciler ve azab habercileri (gönderdik). Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahane­leri olmasın."[500]

"Biz seni alemlere ancak rahmet için gönderdik."[501] gibi ayet-i kerimeler bunu ifade etmektedir.

 

Makâsıd-ı Şerîa:

 

Bütün hükümlerde veya ekseriyetinde din için düşünülen hedef ve manalar demektir. Veya sâri'in şeriatın hükümlerinden her birine yer­leştirdiği gaye ve sırlar demektir. Bunların devamlı ve herkesçe bilinmesi zaruridir: Müctehid hüküm istinbat ederken, nasları anlarken; müctehid olmayan da ahkamın sırlarına muttali olması için bunların bilinmesi zaruridir. Müctehid her hangi bir hadisenin hükmünü verebilmek için nassları anlaması lazımdır ki onları o hadiseye tatbik edebilsin. Tearuz eden (çatışan) delillerin arasını tevfik etmek isterse hükümlerin konulmasındaki gaye ve hedeflerden istifade etmelidir. Yeni bir mesele hakkında kıyas, istislah veya istihsan gibi deliller yolu ile Allah'ın hükmünü beyan etmesi lazım gelirse dikkatle şeriatın hedef ve maksadlarını araştırmalıdır.

Hükümler ister teklîfî ister vaz'î olsun teşrî'in ona gayesinin beyanı hak­kındaki bu kaidenin bilinmesi zarurîdir.

Her hükümde şu üç şeyin bulunduğunu anladığımız zaman şeriat çerçe­vesi içinde bu kaidenin yeri kendiliğinden tesbit edilmiş olur:

  1. a)Hükmün illeti: Bu, kıyasın esası olan zahir, munzabit vasıftır.
  2. b) Hükmün hikmeti: Bu, sâri'i ahkam koymaya sevkeden meşakkat ve teysir gibi illetin esası olan amillerdir.
  3. c)Hükmün gayesi: Şâri'in ahkam koymaktan maksadı insanlar için celb-i menfaat tayda sağlama veya def-i mazarrat yani zararı önlemedir.

İşte bunlar dinin bütün hükümlerinin ayrılmaz özellikleridir. Hiç bir hü­küm yoktur ki onda ya bir maslahat elde etme veya bir mefsedeti kaldırma, dünyayı serlerden ve günahlardan temizleme gayesi gözetilmiş olmasın. Bu da, şeriatın bir umumi gayeyi gerçekleştirme azminde olduğuna delâlet eden husus­lardandır ki bu ana gaye ferdi ve toplumu mesud etma, nizamı koruma, dün­yayı imar etme insanların maslahatını gözetmektir.

 

Maslahatın Çeşitleri

 

Masalih-i mürsele bahsinde de açıklandığı gibi kuvvet ve tesir bakımın­dan maslahatlar üç çeşittir.

 

1- Zarûriyyât  

 

Zaruri maslahat: Bu, insanın dinî ve dünyevî hayatının kendisine bağlı olduğu şeydir. O olmadığı zaman dünyada hayatın düzeni bozulur, fesad yayılır, âhirette ebedî cennet kaybedilmiş, azaba duçar olunmuş olur. Maslahatların en kuvvetlisi budur, hiç bir şey bundan ileri olmaz. Bu sebeple zaruri bir şeyin ihlâlinin söz konusu olduğu yerde tahsînî veya hâcî olana artık riayet edilmez.

İslâm, bu zarûrıyyâtın muhafazası için iki koldan hükümler meşru kıl­mıştır: Birincisi, bu hükümlerin yapılması ve ortaya konması için, ikincisi de­vamı için.

Meselâ din, insanların Rabbi ile ve birbirleriyle olan alakalarını tanzim etmek için Allah'ın koyduğu akideler, ibadetler ve muameleler manzumesidir. Allah (c.c.) bu dinin var olması için İslâmın beş rüknünün yapılmasın farz kılmıştır. Bunlar kelime-i şehâdet, namaz kılmak, zekat vermek, ramazan orucunu tutmak, gücü yetenlerin haccetmesidir. Ayrıca hikmetli bir üslup ile ve mevıza-i hasene ile dine davet etmeyi de farz kılmıştır.

Dinin muhafazası, himayesi ve devamının garantisi içinde de cihad hü­kümleri, dini iptal etmek, dinden uzaklaştırmak, dinden dönmek veya ahkamını tahrif etmek isteyenlere, onu yıkmak ve helali haram haramı helal yapmak su­retiyle özünü bozmak için açıktan propaganda yapanlara cezalar koymuştur. Ayrıca zaruri yyâtı muhafaza etmek için zaruret halinde haramları mubah kıl­mıştır.

Beşerin varlığına gelince: İslâm insan türünün varlığı ve devamı için de zaruret miktarı yemeyi, içmeyi ve giyinmeyi, adam öldürene kısası, diyet ve keffaret cezasını farz kılmış, canı tehlikeye atmayı men etmiş ve onu korumayı ve gelecek zararları defetmeyi vacib kılmıştır.

Akıl, insanı diğer yaratıklardan ayıran büyük bir nimettir. Allah (c.c.) aklın selâmeti ve geliştirilmesi için ilim tahsilini ve tecrübeyi meşru kılmış, muhafazası için de sarhoşluk verici ve uyuşturucu maddeler gibi aklı zayıflatıcı ve onu ifsad edici her şeyi haram kılmış ve bunların kullanılmasına karşı caydırıcı cezalar koymuştur.

Neseb veya ırzın bekası için evliliği meşru kılmış, zinayı ve zina iftira­sını haram saymış ve bunların muhafazası, neseb karışmasının engellenmesi, insanlık haysiyet ve şerefinin korunması için zina ve zina iftirasına karşı had (ceza) koymuştur.

Mal ise hayatın temeli ve vasıtasıdır. Kazanılması için din rızık peşinde koşulmasını emretmiş, alış-veriş, kira, hibe, şirket, iare, rehin ve benzeri in­sanlar arasındaki muamelatı meşru kılmıştır. Malın muhafazası için de hırsız­lık yapmayı haram kılmış, hırsızlık cezasını koymuştur. Aldatma, hiyanet, gasb, faiz ve diğer haksız yere insanların malını yeme yollarını haram kılmış, telef edilen malın tazminini vacib kılmış, sû-i tasarrufa, kendisine ve başkala­rına zarar verilmesine mani olmak için sefih, gafil, müşflis ve borçluya mâlî ta­sarruflarında hacir konulmasına cevaz verilmiştir.

Zarûriyyâtın muhafaza edilmesi meselesi şer'î hükümlerle beraber zikredilen illet ve hikmetlerle de tekit edilmiştir. Meselâ abdest, namaz, kıble ve oruç hakkında gelen ayet-i kerimelerde şöyle denilmektedir:

"Allah size her hangi bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak istiyor."[502]

"Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar."[503]

" Yüzünüzü o yöne doğru çevirin ki insanların elinde aleyhinizde bir delil olmasın."[504]

"Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz,"[505]

Cihad, kısas ve malın zulmen alınmasına karşı korunması hakkında da şu ayetler vardır.

"Kendileriyle savaşılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaşa) izin verildi."[506]

"Fitne tamamen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın."[507]

"Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır."[508]

"Ve kendiniz bilip duruken insanların mallarından bir kısmını günahla yemeniz için onları hakimlere aktarma etmeyin."[509]

Tevhidi koruma sadedinde de:

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Onlarda da: Evet, şahid olduk demişlerdi, (işte bu şahidlendirme) kıyamet günü.

"Bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindi."[510]

İhtimallere açık veya garar = aldanma bulunan satışların menedilmesi hu­susunda Rasûlullah (s.a.) salahı ortaya çıkmadan meyva satışını nehyetmesinin illetini beyan ederken

"Peki Allah meyva vermezse ne yaparsın? O kişi din kardeşinin parasını neyin karşılığında alır." buyurmuştur. Birbirinin mahremi kadınları bir nikah altında toplamanın niçin menedildiğini beyan ederken de

"Siz bunu yaparsanız akrabalık bağlarını kesmiş olursunuz" buyurmuşlardır.

 

2. Hâciyyât

 

İnsanların hayatlarını kolaylaştırmak ve sıkıntıları hafifletmek için muh­taç oldukları maslahatlara hâciyyât denir. Zarûriyyâtta olduğu gibi bulunmadığı zaman hayat düzeni bozulmaz, ancak insanlar bir takım sıkıntılara, meşakkat­lere düşerler. İslâm insanların sıkıntılarını gidermek ve hafifletmek maksadıyle ibadetler, muamelat ve ukûbât çerçevesinde çeşitli hükümler koymuştur:

İbadetlerde: Seferde namazları kısaltma, iki vakti birleştirme, hasta ve yolcunun ramazanda oruç tutmaması, namazı ayakta kılamayanın oturarak eda etmesi, hayızlı ve nifaslılardan namazın sakıt olması, hazerde ve seferde mest­ler üzerine mesh yapılması, hastalıktan veya su bulamamaktan dolayı teyem­mümün caiz olması, hayvan veya araba veya gemi gibi binekler üzerinde yönü kıbleye doğru olmasa da nafile namaz kılınabilmesi gibi şer'î ruhsatlar getiril­miştir.

Âdetlerde: Avlanma, yeme, içme, giyinme ve mesken konularında rızıkların güzel olanlarından istifade etme mubah kılınmıştır.

Muamelâtta: İnsanların ihtiyaçlarını giderecek alış-veriş, kira, şirket, mudarabe, tazmin ve teberru gibi bütün akid ve tasarrufların mubah kılınması, selem, istisna, muzâraa, müsâkât ve müğârase gibi akidlerin umumi kaidelerden istisna edilerek mubah kılınması, istisnaî hallerde icârede olduğu gibi akdin feshedilmesi, ihtiyaç veya zaruretten dolayı boşama yolu ile evliliğe son verme, küçük yaştakilerin maslahat için velileri tarafından evlendirilmeleri, haramların mubah olması konusunda hacetlerin zaruretler gibi sayılması... hep bu kabil­dir.

Ukûbâtta: Veliler için kısastan vazgeçme hakkı meşru kılınmış akraba arasındaki dayanışmanın gerçekleşmesi ve katile kolaylık olması için hata ile öldürmelerde diyet âkileye yüklenmiş, töhmet altındaki kişinin lehine olarak şüphelerden dolayı had (ceza) lar düşürülmüştür.

Teşrî'a ait naslar, ihtiva ettikleri şer'î hikmetleri ve illetleri de beyan etmek suretiyle hükümler konulurken hacetlerin göz önünde bulundurulduğunu teyid etmektedir. Meselâ teyemmümün meşruiyeti hakkındaki ayette "Allah sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez."[511] dinin "meşakkati defetme" esası üzerine kurulduğunu beyan etme sadedinde.

"Dinde üzerinize hiç bir güçlük de yüklenmedi."[512]

"Allah size kolaylık ister, zorluk istemez."[513]

"Allah sizden hafifletmek ister, insan da zayıf olarak yaratılmıştır."[514] Rasûlullah (s.a.) de

"Din kolaylıktır, kim kendisini takati üstünde ibadetlere zorlarsa muhakkak din ona galip gelir. Ben müsamahakâr hanîf dini ile gönderildim" buyurmuştur.

 

3. Tahsîniyyât

 

Bunlar nezaket ve nezâhetin gerektirdiği maslahatlardır ki bununla âdet­lerin ve ahlakın güzelliklerini alma kastedilir, kaybedildiği zaman zarûriyyâtta olduğu gibi hayatın düzeni bozulmaz, hâciyattâ olduğu gibi güçlüklere düşül­mez, ancak aklî ölçülere göre hayat sevimsiz hale gelir.

Bu maslahatlar da diğer zarûriyyât ve hâciyyât gibi ibadetlerde, âdetlerde, muamelâtta ve ukûbatta mevcuttur. Tahsînât için meşru kılınanlar ya farz olur veya şart olur veya nafile ve tâat kabilinden olur.

Meselâ ibadetlerde taharetler (abdest ve gusül), necasetlerden temizlenme, namazda setr-i avret şart kılınmış, her mescide ve toplum içine gidişte güzel giyinme, güzel görünme için koku kullanma meşru kılınmış, namaz, oruç ve sadaka gibi çeşitli ibadetlerle Allah'a yakın olma teşvik edilmiştir.

Muamelâtta: Necasetlerin ve zararlı şeylerin satışı, suyun ve meranın fazlasının satışı, pazarlık üstüne pazarlık, dünür üstüne dünür menedilmiştir. Aldatma, hile, israf ve cimrilik haram kılınmış, insanların eşleri ile muaşeretinde iyi ve nazik olmaları emredilmiş, kadın bizzat nikah akdi yapmaktan örfen haya edeceği için bunu velinin yapmasına musâde edilmiş, öneminden dolayı nikah akdinin şahitler huzurunda yapılması vacib kılınmıştır.

Adetlerde: Dinimiz yeme-içme âdabını öğretmiş, zararlı yiyecek ve içe­ceklerin alınmasını yeme, içme ve giyim gibi hususlarda israfı haram kılmıştır.

Ukûbatta: Din işkence ile yakarak öldürmeyi menetmiş, savaşta kadınla­rın, çocukların ve râhibler gibi sivil insanların öldürülmesini haram saymış, ahde vefayı vacib kılmış, zulmü ve anlaşmaları bozmayı haram etmiş ve mefsedete götüren yollan kapatmıştır.

Çeşitli naslarda din, teşrî'î hikmetleri ve illetleri beyan ederken buna ri­ayet edildiğine işaret etmiştir. Meselâ taharetler hakkında:

"Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini ta­mamlamak istiyor."[515] Rasûlullah (s.a.) da

"Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim",

"Allah nezihtir, ancak nezih olanı kabul eder".

"Allah güzeldir, güzelliği sever" buyurmuştur.

 

4. Tamamlayıcı Hükümler

 

Yukarda geçen üç gayenin iyi muhafaza edilmesi ve gerçekleştirilmesi için Allah (c.c.) bu zaruri, hâcî ve tahsînî maslahatları muhafaza edecek hükümlerin tamamlayıcısı olmak üzere başka hükümler de vazetmiştir ki bunlar bulunma­dığı takdirde hükümlerin asıl hikmetlerine bir halel gelmez.

Zarûriyyâtın tamamlayıcısı hükümlere misal olarak şunlar zikredilebilir: Şâir-i diniyyenin ilanı, tamamlanması ve ikmali için cemaatle namaz, ezan ve kamet. Yeni düşmanlıkların alevlenip daha başka kan dökülmesine mani olmak için kısas tatbikinde mümâselet (işlenen cinayetle kısasın aynı miktarda ol­ması). İşte bu "canı muhafaza" için konulan kısas hükmünü tamamlayan bir hükümdür.

Alkolün azının da haram olması çünkü bu çoğunun içilmesine sebep olur Bu da aklı muhafaza için konulan hükmün tamamlayıcısı bir hükümdür. Zinaya giden yolları kapatmak için yabancı kadına bakmanın ve onunla baş-başa kalmanın haram olması. Bu da ırzı ve nesebi korumak için zinanın haram kılınması hükmünü ikmal eden bir hükümdür. Bir vacibin ancak kendisiyle ta­mam olabileceği şeyin de vacip kılınması ve bütün hükümlerde harama giden yolları kapatmak için harama götürecek mubahların menedilmesi de tamamla­yıcı hükümlerdendir.

Hâciyyâtı tamamlayıcı hükümlere misal olarak şunlar zikredilebilir: Eşler arasında uyum ve ülfetin sağlanması için denkliğin şart olması, nikah akdi es­nasında mehir konuşulmamış ise evliğin devamı için mehr-i mislin meşru oluşu, alış-veriş, kira, şirket gibi muamelâta ait hükümlerin konulmasında garann, belirsizliğin ve olmayan şeyin satışının nehyedilmesi, hıyârâtın (alıp-almama serbestliği) meşru kılınması, rızanın tam olması; kin, niza ve husûmetlere sebep olmaması için akidlerde bazı şartların yerine getirilmesinin şart olması. Akidleri sağlama almak için şahid huzurunda olmanın, rehin ve kefaletin meşru kılınması, seferde namazın kısa kılınması hükmünün tekmili olarak iki vaktin birleştirilmesinin caiz olması... ikmal edici hükümlerdendir.

Bunlar meşru kılınmamış olsaydı dahi tahfif ve teysir esasına bir halel gelmezdi. Tahsînâtı tamamlayıcı hükümlere misal olarak da şunlar zikredilebi­lir: Def-i hacet âdabı, abdest ve güslün mendupları, usûlüne uygun şekilde başladığı ibadetleri iptal etmemek.

"Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadı­ğınız pek âdı, bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın."[516] ayet-i kerimesi gereğince zekat ve diğer sadakalarda malın iyisinden vermek, kurbanda ve akîka kurbanında en iyisini seçmek.

Hâciyyât, zarûriyyâtın tamamlayıcısı, tahsîniyyât da hâciyyâtın bir tekmilesidir, çünkü zarûriyyât maslahatların aslıdır.

 

Makâsıd-ı Şer'iyye Ve Bunlarla İlgili Hükümlerin Tertibi

 

Zarûriyyet bütün makâsıd-ı şer'iyyenin aslıdır, hâciyye ve tahsiniyyenin aslıdır.[517] Onu kim ihlal ederse onun dışmdakileri kesin ihlal etmiştir. Çünkü zarûriyyet farzlar hükmünde, hâciyyât nafileler, tah siniyyât da nafileler dûnun daki diğer ameller hükmündedir.

Hâciyyât veya tahsîniyyâtı ihlal eden kişi zarûriyyâtı da ihlal etme yolun­dadır. Dolayısıyle hâciyyât ve tahsînâtı muhafaza etmek bir manada zarûrriyyatı muhafaza etmektir.

Zarûriyyâtın muhafazası için konulmuş şer'î hükümler, hükümlerin en önemlileri ve riâyeti gözedilmesi en lüzumlu olanlarıdır. Bunları hâciyyât hükümleri takip eder, çünkü onlar zarûriyyâtın tamamlayıcısıdır. Asıl, tamamlayıcıdan önce gelir, zarurinin tamamlayıcısı, hâcî ve tahsînîden önce gelir. Dolayısıyle zarûriyyât kısmı her dinde asıl kabul edilmiştir. Dinler, fer'î meselelerdeki gibi buruda farklılık arzetmemişlerdir. Şâtıbî'nin dediği gibi zarûriyyât dinin esasları, şeriatın sütunlan ve dinin külliyyâtıdır.

Bunun neticesi şudur: Tahsînî bir hükmün edası hâcî veya zaruri bir hükmün iptaline sebep oluyorsa terkedilir. Meselâ ihtiyaç veya zaruret halinde ameliyat yapmak için veya bir hastalığın teşhis veya tedavisi için avret yerinin açılması caiz olur. Çünkü insan hayatının korunması zaruri olduğu gibi bunu sağlayacak şey de zaruridir. Setr-i avret ise tahsînâttandır dolayısıyle hacet veya. zaruret karşısında nazar-ı itibara alınmaz. Yine zaruret halinde meyte  lâşe yemek mubah olur, çünkü canın muhafazası ve ihyası zaruridir. Halbuki habis yiyeceklerden sakınmak veya meyte yemekten kaçınmak tahsînâttandır.

Selem ve istisna' akidlerinde ve müzâraa, müsâkât ve müğarase gibi ara­ziyi işletme akidlerinde olmayan şeyin satışına din cevaz vermiş ve bu akidlerde ve huzurda olmayan şeyin satışında (Bey-i gâib) cehalet = malın tam bilinme­mesi mühim görülmemiştir. Çünkü malın huzurda olması ve hakkında cehalet olmaması tahsînâttandır. Halbuki bu muameleler hâciyâttandır, cevaz verilme­mesi halinde insanlar sıkıntıya düşer. İşte bu sebeple hâciyyâtın elde edilmesi uğrunda bu tahsînât nazar-ı itibara alınmamış, terkedilmiştir.

Yine aynı şekilde hâciyyâttan bir hükmün edası zaruri bir hükmün ihlâ­line sebep olacaksa terkedilir. Çünkü meşakkatin kaldırılması hâciyyâttan ol­duğu halde farzları edası zaruridir. Mükelleften onu eda etmesi talep edilir, me­şakkati de olsa vacib olur. Çünkü farzlar zarûriyâttandır, meşakkatin defi ise hâciyyâttandır. Buna göre kıbleye yönelmede kesin Kabeyi bulamayız diye namaz sakıt olmaz. Bu konuda zan kâfidir.

Zarûriyyâttan olan meseleler arasında da daha önemli olan diğerine tak­dim edilir. Meselâ insan ölümüne sebep olsa da cihad farzdır, çünkü dinin mu­hafazası canın muhafazasından daha önemlidir. Tehdit veya ızdırar halinde canı kurtarmak için içki içilmesi mubah olur. Çünkü canın muhafazası aklın muhafazasından önemlidir. Tehdit altında kalınırsa başkasının malını telef et­mek caiz olur. Çünkü canın muhafazası malın muhafazasından önce gelir.

Zarûriyyât önem sırasına göre şöyle sıralanır: Dini muhafaza, sonra canı muhafaza, sonra aklı muhafaza, sonra nesebi veya ırzı muhafaza, sonra malı muhafaza gelir.

Bu kaideye binâen def-i zarar ve def-i haraç (zararı defetme, meşakkati, güçlüğü defetme)  ait şer'î esaslar konulmuştur.

 

"Def-i Zarar Esası"nın Kaideleri

 

Fukaha "zararın def'î" esasından tefemi' eden ve ahkam istinbatında çok mühim sayılan küllî kaideler koymuşlardır. Aslında bunlar (Zarar vermek de, zarara zarar ile mukabelede bulunmak da yoktur) kaidesinden çıkartılmıştır. Bu kaide bir hadis-i şeriftir ve şeriatın temel esalarından biridir. Bundan çıkan hükümlerin en önemlilerinden bazıları şunlardır: Başkasının borcunu onun bilgisi dışında alacaklıya ödemek zorunda kalan kişi eğer bunu teberru olarak vermemişse bu zararını kapatmak için borçludan istemesi caiz­dir. Fısk fücur yapmakla fesad yaymakla meşhur olan kişilerin mahkeme yolu ile henüz muayyen bir cürmü sabit olmasa da hapsedilmeleri caizdir. Sa­hiplerinin elinde belge bulunmasa da eskiden beri var olan intifa, irtifak ve ta­sarruf haklarına saygı gösterilir. Zararın ortadan kaldırılması için kiralanan şeyde önceden var olan bir ayba muttali olması sebebiyle kira akdini feshedip sahibine geri vermesi caizdir. Çünkü kira akdi bazı özürlerle feshedilir.

Bu esastan şu kaideler teferru' etmektedir:

1- "Zarar mümkün olduğu kadar izale olunur": Meselâ gâsıbın gasbettiği malın aynını gasbettiği yerde sahibine teslim etmesi lâzımdır. Şayet kullanarak tüketmişse bakılır: Eğer misliyattan ise mislini, değil ise kıymetini teslim eder. Aynını vermek mümkün iken mislini, misli ile ödemek mümkün iken kıyletini vermek caiz olmaz.

2- "Zarar izale olunur": Yani zararın giderilmesi vacibtir. Meselâ binaların yola zararı olacak şekilde çıkmaları, komşunun evinin üstüne doğru uzanan ağaç dallan kaldırılır. Başkasının malını telef edenin onu tazmin etmesi lazım­dır. Hıyar-ı ayb, hıyar-ı gabn gibi pek çok hıyârât akidlerde vâki olacak zarar­ların izalesi için meşru kılınmıştır. Buna göre hastalığın tadavisine çalışmak vacib olur. Zararlı hayvanlar öldürülür.

3- "Zarar kendi misli ile izale olunmaz": Yani yeni bir zarar yaparak zarar giderilmez. Kendi arazisini sudan kurtarmak için başkasının arazsini suya boğmak, kendi malını kurtarmak için başkasının malını telef etmek, kendi ca­nını kurtarmak için muzdar durumdaki veya aynı ihtiyaç içindeki bir başkası­nın yiyeceğini yemek caiz olmaz. Fakir bir kişinin nafakasını aynı derecede fakir bir akrabasına farz kılmak, taksimi mümkün olmayan ortak bir malı tak­sim etmesi için ortağı icbar etmek caiz olmaz. Satın alman malda müşterinin elinde iken yeni bir ayıp meydana geldikten sonra daha önceden var olan bir ayıp sebebiyle geri vermesi caiz olmaz. Satıcı eski aybın karşılığını müşteriye öder.

4- "Zarar-ı eşed zarar-ı ehafile izale olunur": Yani zararın büyüğü kü­çüğü ile izale olunur. Buna göre fakirin nafakası zengin akrabasına farz kılınır. Bir arsa satın alınıp üzerine bina yapıldıktan veya ağaç dikildikten sonra asıl sahibi ortaya çıksa ve geri istese eğer binanın veya ağaçların kıymeti arsanın kıymetinden fazla olursa müşteri kıymetini ödeyerek arsaya malik olur.

Bu manada iki kaide daha vardır: "İki serden ehven olanı tercih edilir" ve "Daha büyüğünden korunmak için iki zararın daha hafif olanı irtikap olunur." Buna göre bir münkere müdahale etmek daha büyük zarara sebep olacaksa sü­kût etmek caizdir. Ceninin hayatta olma ihtimali varsa onu çıkarmak için ölmüş annenin karnını açmak caizdir. Koca, eşinin nafakasını vermiyorsa hapsedilir. Aynı şekilde kişi yakınının nafakasını vermiyorsa hapsedilir. Koca nafakayı temin edemiyorsa kadın boşanır. İnsan abdest almaktan veya avret mahallini örtmekten veya kıbleye dönmekten aciz kalırsa nasıl kolayına gelirse namazı öyle kılar.

5- "Umumi bir zararın defi için hususi zarar tercih olunur": Buna göre toplumun zararını defetmek için kendileri zarar görseler dahi cahil doktora, fa-sık müftiye hacr konulur. İhtikâr (stokçuluk) yapanlar zarar görseler dahi insanları ihtikârın zararından korumak için stok mallan satılır. Fiyatlarda aşırı artış olduğu zaman te'sir = fiyatları dondurmak caizdir. Yangının yayılmaması için bitişik evler yıkılır. Ana caddeye doğru yıkılma tehlikesi olan duvar yıktırılır. Borçlunun borçlarını kapatmak için zorla mallan satılır.

6- "Mefsedetin defi menfaatin celbinden evlâdır.": Zira Rasûlullah (s.a.) "Nehyettiğim şeyden kaçının, emrettiğim şeyi de gücünüz yettiği kadar yapın." hadisinde önce nehyedilenden kaçınmayı emretmiştir. Buna göre maddî bir kâr getirse de içki satışı menedilir. Mülk sahibinin mülkünde komşusuna zarar ve­recek şekilde bir tasarrufta bulunmasına mani olunur. Oruçlunun mazmaza ve istinşakta mübalağa yapması mekruh olur.

7- "Zaruretler haramları mubah kılar": Bu babda Kur'an-ı kerimde beş ayet vardır. Birisi şudur:

"Kim, gönlünden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık (muzdar) halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir."[518]

Açlık konusunda muzdar du­rumda olan kişi, meyte veya kan veya alkol alması halinde günahkar olmaz. Nefsi müdafaa için başkasına zarar veren kişiye günah olmaz. Borcunu ödemeyen kişinin izni olmadan malından alınır. Doktorun hastaların avret sayılan yerlerine eğer tedavide gerekli ise açması caizdir olur.

8- "Zaruretler mikdarınca takdir olunur": Buna göre haram yiyeceklerden yemek mecburiyetinde kalan kişi bundan ancak ölmeyecek kadar yiyebilir. Ne­casetin ancak kaçınılması zor olan kadarı affedilir. Doktorun hastasının avret sayılan yerlerinden ancak teşhis veya tedavide gerekli olduğu kadarını açması caizdir. Kadının, ancak kadın doktor bulamadığı takdirde erkek doktora gitmesi caiz olur, çünkü cinsin cinsine muttali olmasının tehlikesi ve zararı daha azdır. Teyemmümde suyun bulunması, ramazanda misafirin mukim olmasında olduğu gibi sebepler ortadan kalktığı zamana ruhsatlar batıl olur.

9- "lzdırar başkasının hakkını iptal etmez." : Ölmemek için başkasının malını yemek zorunda kalan kişi onun kıymetini tazmin eder. Başkasının ma­lını itlaf etme tehdidi altında kalan kişi onu itlaf ederse o malın kıymetini taz­min eder, çünkü telefine sebep odur.

 

"Haracın (Güçlüğün) Kaldırılması" Esasına Ait Kaideler

 

Fukaha haracın kaldırılması esasından çıkan küllî kaideler va­zetmişlerdir:

1- "Meşakkat teysîrî celbeder" Yani normalin üstünde meşakkat olursa kolaylık gösterilmesi icab eder, çünkü meşakkatlerde güçlük ve sıkıntı vardır. Bu, mezheplerin fıkhının temeli sayılan beş büyük kaideden birisidir. Bu ka­idenin mesnedi.

"Allah size kolaylık ister, size zorluk istemez."[519]

"Allah, din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi."[520] gibi ayet-i kerimeler ve Rasûlullah'ın

"Allah (c.c.) ümmetimden hata, unutma ve ikrahı kaldırmıştır." hadisidir. Allah (c.c.) kolaylaştırmayı gerektiren çeşitli sebeplerden dolayı mükelleflere kolaylık olması için meşru kıldığı bütün ruhsatlar bu kaideden neşet etmiştir. Bu sebepler yedi tanedir:

Sefer: Seferî halde iken ramazanda oruç tutmama, dört rekatlı farzları iki kılma, iki vakti birleştirme, cumayı ve cemaatle namazı terketme caiz görülmüştür.

Hastalık: Hasta iken ramazan orucunu tatmama ve teyemmüm, namazı oturarak kılma, cihadı terketme, ilacın mubah olanı bulunamazsa haram olanını kullanma gibi hususlarda ruhsat verilmiştir.

Unutma: Unutma sebebiyle kişi dinî vecibeleri terketmesinden, günah ir­tikap etmesinden sorumlu olmaz. Unutarak oruç bozucu bir şey yese de oruçlu kalır. Hayvan keserken unutarak besmeleyi terkederse kestiği yenir.

İkrah:Tehdit: Tehdit varsa küfrü gerektiren bir söz söylemek, vacibi ter-ketmek, başkasının malını itlaf etmek, meyte = ölmüş hayvan eti yemek, içki içmek caiz olur.

Gehl = bilmezlik: Vekil, müvekkilin kendisini vekaletten azlettiğinden ha­beri yoksa vekâlet devam eder ve vekilin yaptığı akidler geçerli olur. Müşteri­nin aybını bilmeden satın aldığı malı bu ayıp sebebiyle geri vermesi caizdir. Esindeki birleşmeye mani uzvî aybın varlığından haberi olmadan evlenen eşin nikâhı feshetmesi caiz olur. Yine bilgisizlik sebebiyle neseb davasında mey­dana gelebilecek tenakuz, vârisin, vasinin ve vakıf nazırının tenakuzu bağışla­nır.

Umumi belvâ: Kaçınılması mümkün olmayan cadde ve sokak çamurla­rından sıçrayan necaset serpintileri ve bedelli akidlerdeki gabn-ı yesir  ufak-tefek aldanmalar itibara alınmaz.

Naks (ehliyet noksanlığı): Çocuk ve mecnun gibi ehliyet sahibi olmayan kişiden teklif kalkar. Cuma, cemaat ve cihad gibi bazı vecibeler kölelerden ve kadınlardan kalkar.

"Meşakkat teysîri celbeder" manasında "İşte darlık olduğu zaman geniş­ler, genişlediği zaman daralır" kaidesi de vardır. Yani bir şahsa geçici bir zaru­ret ânz olduğu veya istisnaî bir durum hasıl olduğu zaman yürürlükteki aslî hü­küm onu sıkıntıya düşürecekse hüküm hafifletilir. "İşte darlık olduğu zaman genişler" in manası budur. Bu zaruret ortadan kalktığı zaman aslî hüküm avdet eder. "Genişlediği zaman daralır" m manası da budur.

2- "Haraç şer'an kaldırılmıştır". Buna göre doğum, emzirme ve çocuğun sağ dünyaya geldiğinin alametlerini duymak gibi âdeten erkeklerin muttali ola­mayacağı hususlarda ve kadınların uzvî kusurları hakkında sadece kadınların şahitlikleri kabul edilir. Kıblenin tesbitinde, abdest suyunun ve namaz kılacak yerin temizliği konusunda, hâkimin kararında, şahitlerin şahitliğinde yakîne ulaşmakta haraç ve meşakkat olduğundan zann-ı galib yeterli görülmüştür.

3- "Hacet umumi olsun hususî olsun zaruret menzilesine tenzil olunur" Zaruret hacetten daha şiddetlidir. Zaruret tehdit ve açlıktan helak olma korku­sunda olduğu gibi yerine getirilmediği takdirde tehlikeli neticeler getiren şeydir. Hacet ise karşılanmadığı takdirde sıkıntı ve zorluk getirecek şeydir. Umumi olması bütün ümmeti ilgilendirmesi demektir. Hususi olması ise bir belde hal­kına veya bir meslek erbabına ait olması demektir, bir ferde ait olması demek değildir.

Bu kaideye şu meseleler bina edilir: Örfün esas alınması, zenginlere vergi konması, selem, istisna' ve bey'ul vefanın cevazı, damânü'd-derak yani üzerine akid yapılan şeyden dolayı gelebilecek başkasına ait bir hakka kefil olma, arkası gelmeye devam eden meyva ve sebzenin bir kısmı olunca hepsinin satışının caiz olması, hamamda kalma müddeti ve kullanılan su meçhul olduğu halde ücretle hamama gidilmesinin cevazı.

 

İKİNCİ KAİDE: ALLAH HAKKI, KUL HAKKI

 

 Mahkûmun fîh'in (mükellefin) kısımlarından bahsederken bu kaideyi açıkladım ve Allah hakkından, mükellef kul hakkından veya toplum hakkı ve şahsî haktan ne kastedildiğini izah ettim. Birincisi ile toplumun maslahatı ikincisiyle de özellikle mükellef ferdin maslahatı gözetilmiştir. Bu kaidenin bu­rada tekrar zikredilmesi şu münasebetledir: Kaide ilk geçtiği yerde "şer'î hü­kümlerin gayesi insanların maslahatlarını gerçekleştirmektir" meselesini beyan için zikredildiği halde burada, "konulan hükümlerle gerçekleşmesi hedeflenen maslahat, topluma ait maslahat-ı âmme (kamu yaran) olabileceği gibi şahsa ait maslahat-ı hassa da olabilir veya her ikisi arasında müşterek olabilir" meselesini ifade etmek için tafsilat verilmeden zikredilmiştir.

 

ÜÇÜNCÜ KAİDE: İÇTİHADIN CAİZ OLDUĞU HUSUSLAR

 

İctihad: Şeriatte, şer'î hükümleri tafsilî delillerinden istinbat etme ameliyesidir. İctihad her asır ve zamanda meşrudur ve matlubdur. Bir hadise hak­kında hüküm beyan edecek bir başkası bulunmazsa var olan müctehid üzerine bu farz-ı ayın olur, bulunursa farz-ı kifaye olur. Birisi îfa ederse diğerlerinden bu vazife düşer, hiç birisi yapmazsa hepsi günahkar olur.

Usûlcüler içtihadın sahası hakkında "Mevrid-ı nasda içtihada mesağ yok­tur" kaidesini koymuşlardır. Yani hükmü hakkında delâleti kat'î bir nas bulu­nan meselede içtihada mecal yoktur. Meselâ kelime-i şehadeti söylemek, beş vakit namazın, orucun, zekatın, haccm farziyeti, zina, hırsızlık, içki içme, adam öldürmenin haramlığı, şer'an bunlara takdir edilen cezalar, zekat ve öşür­deki şer'î ölçüler; hata ile öldürme, zıhar ve yemin keffareti gibi miktarı tesbit edilmiş keffaretler... Bütün bu hükümler naslann, başka her hangi bir manaya ihtimal bırakmayacak şekilde açıkça delâlet ettiği hükümlerdir. Bu naslar ya Kur'an'daki sîgaları veya sünnetin beyan etmesi sebebiyle açıktır, dolayısıyle içtihada ihtiyaç olmadığı gibi mesağ = cevaz da yoktur.

Ama hükmü hakkında sübûtu ve delâleti zannî veya ikisinden birisinde zannî bir nas vârid olan hadise ve hakkında ne bir nas ne de icmâ bulunmayan hadiseler, işte bunlar içtihada mahal meselelerdir.

Eğer nassın sübûtu zannî ise bunun senedi, bize ulaşması, ravilerin ada­leti ve zabt bakımından dereceleri içtihadın cari olduğu hususlardır. Bunların her birinde müctehidlerin takdirleri farklı olur. Bazıları sübûtu hakkında kalbi mutmain olduğu için o nassı alırken bazıları da rivayeti hakkında mutmain olamadığı için reddeder.

Ve eğer nassın delâleti zannî ise burada içtihada mahat olan şey bu nasdan murad olunan mananın anlaşılması ve manaya delâlet kuvvetidir. Belki nas âmm olur veya mutlak olur, emir veya nehiy olur, manaya ibare veya işaret yolu ile delâlet eder, zahir veya müevvel olur. Belki âmm umumu üzre kalır, veya tahsis olunur, mutlak ıtlâkı üzre (kayda bağlı olmadan) kalır veya takyid olunur. Emir ya vücub içindir veya nedb ve ibâha içindir. Nehy ya tahrim içindir veya kerahet için. Müctehid bir görüşü diğerine tercih etmek için Arapça dil kaidelerinden veya makâsıd-ı şeriâdan istifade eder.

Eğer hadise hakkında nas veya icmâ yoksa burada içtihada mahal olan şey, kıyas, istihsan, masalihi mürsele, örf ve ıstıshap gibi akli delillerle hadi­senin hükmünü araştırmaktır. "Haracın def edilmesi esası" dan bu delillerden biridir. Şu halde şu iki yerde ictihad cari olur.

  1. a)Hakkında zaten nas bulunmayan,
  2. b)Nas bulunup da kat'î olmayan meseleler. Hakkında kat'î nas bulunan meselede ictihad olmaz.

 

İctihad Ehliyeti veya Şartları

 

İctihad zannedildiği gibi her insanın cüret edeceği herkese şamil bir hak değildir. İctihad ancak muayyen vasıflan haiz, şeriat dairesi içinde bütün ilmî cehdini son haddine kadar harcıyarak şer'i hükmü delilinden istinbat etme meleke ve kudretine sahip, ulemâdan az bir zümreye nasip olan hakikaten ince bir ihtisastır. Onun için dünyadaki diğer ilmî ihtisaslarda olduğu gibi ictihadda da muayyen şartların bulunması zaruridir. Bunları şu şekilde özetlemek müm­kündür:

1- Müctehidin Arap dili ve ifade özelliklerini ilmen ve dirâyeten kâfi dere­cede bilmesi lazımdır. Çünkü müctehidin vazifesi Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyyede Arap dili ile varid olan şer'î naslar üzerinde düşünmektir. Bu ilim de ancak Arapçanın edebiyatı, edebî sanatları, kavâidi, şiir, nesir, hitabet ve benzeri üslupları hakkında geniş mutalası olanda bulunur. Artık o kişi Arapça hakkında ince zevk ve his sahibi olur, selîka ile dilini anlayan Arap gibi Arapçayı anlar.

2- Fıkıh usûlü ilminden haberdar olmalıdır. Çünkü usûl içtihadın ana di­reği ve ictihad binasının temelidir. Zira şer'î hükme delâlet eden tafsilî deliller emirler, nehiyler, umumlar, hususlar, mutlaklar, mukayyedler gibi muayyen bir keyfiyetle vârid olmuştur. Kişi istinbat esnasında bunların herbir çeşidinin hükmünü, maksadı ifade yolunu bilmek zorundadır. Bu da ulemâdan ancak nadir insanların ulaşabildiği bir seviyedir.

3- Kur'an-ı Kerim'de vârid olan ahkam ayetlerini bilmelidir: Ayetlerin lü­gat manalarını, yani kelimelerin ve arapça cümle terkiplerinin manalarını, ifade özelliklerini bilmelidir. Şer'î manalarını bilmelidir. Bu da ancak illetlerini, ah­kamın konulmasını gerektiren sebepleri; ibare, işaret, delâlet ve iktiza gibi laf­zın manaya delâlet yollarını, mantûk ve mefhûmunu, âmm, has, müşterek, mücmel, müfesser gibi lafzın kısımlarını bilmek suretiyle olur.

Ahkâm ayetleri çok değildir. İbadetler muamelât, ukûbât, aile hukuku, İslâm devletinin teb'asiyle ve diğer devletlerle münasebetleri gibi konulardaki ayetlerin tamamını kolayca öğrenmek mümkündür.

4- Kur'an-ı Kerim'de olduğu gibi ahkam hadislerinin de lügat ve şer'î manalarını bilmelidir. Buna ilaveten hadisin senedini de bilmesi zaruridir. Sened, ister tevatür, ister şöhret, ister âhâd olsun hadisi bize kadar ulaştıran yoldur. Hadisin sahihini zayıfından ayırma için cerhan ve ta'dîlen ravilerin hallerini bilmelidir. Artık ahkam hadisleri bilinmektedir, meşhur kitaplarda toplanmış, şerhedilmiş ve bablara ayrılmıştır. Meselâ San'ânî'nin Sübülü's-Selam'ı, Şevkânî'nin Neylü'l-Evtâr'ı bunlardandır.

Kur'an'ı ve sünneti bilmek onların nâsıh ve mensûhunu bilmeyi de ge­rektirir, tâ ki müctehid nâsih var iken mensûh ve metruk ile amel edip de içti­hadı onu bâtıla götürmesin. Bu hususta Ebu Cafer en-Nuhhâs'ın Nâsih ve Mensûh'u, Tahâvî'nin Müşkilu'l-Asâr'ı gibi bazı kitaplara müracaat etmek ye­terlidir.

5- Üzerinde icmâ vâki olmuş meseleleri bilmelidir ki icmânın hilâfına fetva vermesin.

6- Kıyas çeşitlerini, gerekli şartlarını, ahkâmın illetlerini ve bu illetleri bulma veya şer'î naslardan istinbat yollarını, insanların maslahatlarını, mekâsıd-ı şerîayı, dinin külli esaslarını bilmelidir. Ayrıca insanların ahvaline, muamelâtına yeteri kadar muttali olmalı, onların yaşayışı hakkında iyi bilgi sahibi olmalıdır. Çünkü kıyas içtihadın temeli ve pek çok tafsilî hükmün üzerine bina edildiği bir esastır. Hükmün illetini bilmeden de kıyası hakkında nas bulunmayan hadiselere tatbik etmek mümkün olmaz. Kıyası "hakkında nas bulunmayan meseleyi hakkında nas bulunana katmak" şeklinde dar manada anlamak doğru değildir. Şeriatın esaslarına ve teşri' ruhuna muvafık olup teşri'î bir asıl ile çatışmayan sahih görüşü alabilmek ve şer'î hükümlere esas olan maslahatlarla uyum halindeki maslahatın gereği ile amel edebilmek için kıyası daha geniş manasıyle anlamak lazımdır.

Burada son olarak ictihadla ilgili şu üç meselenin de zikredilmesi uygun olur:

 

1- "İctihad farzdır, müctehid me'curdur."

 

Kur'an-ı Kerim pek çok ayetinde içtihadı vacib kılmıştır. Meselâ:

"Haki­kat, biz sana kitabı Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmet­men için hak olarak indirdik."[521] ve

"Ey akıl sahipleri ibret alın."[522] Sünnet de müctehid her hal ü kârda ecir alır diyerek içtihada teş­vik etmiştir. Müctehid içtihadında isabet ederse iki ecir alır: Birisi içtihadının ecri, diğeri içtihadında isabet etmenin ecridir. Hata ederse ictihad etmesinin kar­şılığı olarak bir ecir alır. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hâkim hüküm vereceği zaman ictihad eder de isabet ederse ona iki ecir, ictihad eder hata ederse bir ecir vardır."

Şu halde ictihad ehliyetini hâiz kişi ictihad eder ve zannı galibi ile amel eder. Çünkü zann-ı galib ile amel etmek vacibdir. İçtihada ehil olmayan ise müctehidi taklid eder ve onun fetvasıyle amel eder. Çünkü dinin hükümlerinin öğrenilmesine vasıta olacak tek yol budur. Allah (c.c.)

"Eğer bilmiyorsanız zi­kir ehline (bilenlere) sorun."[523] buyurmuştur.

 

2- İçtihadın tecezzi (belli konulara has olmayı) kabul edip etmemesi:

 

Yani bütün meselelerde ictihad melekesine sahip olmakla beraber meselâ sadece ferâizde veya cezalarda veya sadece muamelâtta mütehassıs olup ictihad etmek diğer meselelerde etmemek gibi. Ulemanın ekserisine göre ictihad tecezzî kabul eder, bu caizdir. Müctehid sadece bir meseleye ait olan ve o konuda mutlaka bilinmesi lazım gelenleri bilip bununla ilgisi olmayan diğer fıkhî meseleler hakkında bilgisi olmayabilir. Çünkü bütün meselelerde ictihad melekesini kullanıp onlar hakkında fi'ilen ictihadda bulunmak âlimlere göre matlup bir şey değildir. Müctehide pek çok mesele sorulur da o bunlardan bir kısmına cevap verir bir kısmında sükût eder.

İctihad tecezzî kabul etmez diyenlere göre ise ictihad melekesinin varlığı ancak bütün meselelerde içtihada kadir olması ile düşünülebilir. Çünkü ictihad bir meleke ve ehliyettir ki müctehid onunla naslan anlayabilir, o naslardan şer'î hükümleri istinbat edebilir, hakkında nas olmayan meseleler hakkında hüküm istinbat edebilir, şeriatın esaslarına ve teşrî'in ruhuna vakıf olabilir. İctihad bel­agat gibidir. Nasıl ki bir insan söz sanatlarının her çeşidinde mahir olmadan edip sayılmazsa her meselede ictihad yapamayan da müctehid sayılmaz. Bu gö­rüş sahihtir. Bu hakikatte ve özde çoğunluğun görüşüne de muhalif değildir.[524]

 

3- İçtihadın değişmesi ve nakledilmesi:

 

Nazarî olarak bir müctehidin içtihadını değiştirmesi caizdir, önceki söy­lediğinden dönebilir. Çünkü içtihadın mesnedi delildir, müctehid ne zaman de­lile ulaşırsa, alınıp amel edilmesi daha evlâ olan ortaya çıktığı için o delilin mûcebini alması vacib olur, çünkü delil hakka ve doğruya daha yakındır.[525]

"İctihad benzerini nakzetmez." kaidesine gelince, bu amel ile mahkeme kararları ile ilgilidir. Meselâ bir müctehid zannî bir meselede ictihad etse ve içtihadının muktezası ile amel etse veya hâkim olarak ictihadıyle o mesele hakkında hükmetse, sonra ileride kendisine buna benzer bir hâdise gelse, içtihadı onu bu defa başka bir hükme götürse, bir müctehidin hükmü bir başka müctehidin muhalif hükmünü nakzetmediği gibi, bu son hükmü de öncekini nakzetmez. Çünkü ikinci içtihadı öncekinden daha tercihe şayan değildir. Aynı şekilde müctehidlerden hiçbirinin içtihadı diğerinin içtihadından uyulmaya daha layık değildir. Zira içtihadın nakzedilmesi hâkimlerin hükümlerine karşı güvenin sarsılmasına ve hükümlerin istikrarsızlığına sebep olur ki bu da sıkıntı ve meşakkat getirir.

Hz. Ömer'in (r.a.) mirasla ilgili bir meseledeki hükmü de bunu teyid eder: Bir şahıs vefat ederken mirasçı olarak bir hanım, anne, anne bir erkek kardeşler ve ana-baba bir erkek kardeşler bıraktı. Hz. Ömer, asabe oldukları için ana-baba bir kardeşlerin mirastan mahrum olduklarına hükmetti. Daha sonra benzeri başka bir meselede ana bir kardeşlerle ana-baba bir kardeşlerin mirasın üçte birini aralarında eşit olarak taksim edeceklerine hükmetti ve "O önce verdiğimiz hükme göre idi, bu ise şimdi hükmettiğimize göredir" diyerek önceki içtihadını nakzetmedi, öylece bıraktı.

DÖRDÜNCÜ KAİDE: HÜKMÜN NESHİ

 

Nesh: Şer'î bir hükmü daha sonraki şer'î bir delil ile kaldırmak demektir. İlâhî dinlerde nesih vakidir. Meselâ bizim şeriatımız önceki şeriatlarda var olan fer'î hükümleri neshetmiştir. Nesih bizim şeriatımız içinde de olmuştur. Sonra nesih ancak Rasûlullah hayatta iken düşünülebilir, vefatından sonra nesih yok­tur. Çünkü nesih ancak vahiy ile bilinir, vahiy de Rasûlullah (s.a.) sağlığındadır, vefatından sonra hükümlerden hiç bir şey neshedilmemiştir. Zira artık ne yeni vahiy var ne de Allah tarafından gelen yeni bir din.

Neshin hikmeti: Şer'î hükmün esası olan maslahatın değişmesidir.

Hüküm muayyen bir maslahatı gerçekleştirmek ve muvakkat sebepler için konulmuş olup daha sonra bu maslahat değişmiş ve o sebepler ortadan kalkmış olabilir. Çünkü maslahat zamanın değişmesiyle değişir, hikmet önceki hükmün değişmesini gerektirir ve önceki hükme son verip devamı arzu edilen yeni bir hüküm ortaya koymak insanların maslahatına daha uygun olabilir. Bu, tedricîliği gerektiren teşri' adaletine uygun bir harekettir. İnsanları bir halden başka bir hale aktarmak efdal ve evlâdır ve daha hakîmânedir. Maslahat değişmese dahi hükmün değiştirilip neshedilmesiyle insanları imtihan etme kastedilmiş de olabilir.

Şu hadise maslahatın değişmesine misaldir: Kurban bayramı günlerinde Medine'ye etraf kabilelerden pek çok kafile gelmesi sebebiyle (onlara ikram edilsin gayesiyle) Rasûlullah (s.a.) kurban etlerinin saklanmasını nehyetmişti. Bu kafileler gidince nehyin sebebi ortadan kalktı. Rasûlullah (s.a.) da saklan­masına izin verdi.

Teşri'deki tedricîliğe ise pek çok misal vardır. Bunların bir çoğu içkinin haram kılınmasında görülür: Bir ayette Allah (c.c.) insanların hurma ve üzüm­den istifade ettiklerinden, onlardan sarhoş edici içecekler elde ettiklerinden, gü­zel meyva ve rızık yediklerinden bahseder. Daha sonra haram kılmak için bir hazırlık olmak üzere içki ve kumarda insanların maddi kazançları olmakla be­raber büyük bir günah da olduğundan bahseder. Çünkü aklen ve şer'an zararı faydasından fazla olan şeyden kaçınmak gerekir. Sonra onu haram kılmak için üçüncü adım olarak Allah (c.c.) müslümanların sarhoş iken namaza yaklaşma­larını yasak etti. Çünkü namaz vakitleri peşpeşe gelir, kişi bir vakitte içse son­raki namaz vaktinde ayılacağından emin olamaz. Bu ayetten sonra gündüz iç­meyi p gece içmeye başladılar. En sonunda içkinin haram kılındığına ve her zaman kaçınılması farz olduğuna delâlet eden kat'î ve açık nas geldi. Çünkü içki şeytanın işlerinden bir pislikti ve insanları namazdan ve Allah'ı anmaktan alıkoyuyordu.

Faizin haram kılınması da dört merhalede olmuştu. Miras nizamı da ici olarak meşru kılındı: Önce evlad edinme yolu ile miras bırakma neshedildi-Sonra anlaşma ve kardeş edinme yolu ile miras alma neshedildi. En sonunda miras hükümleri için Nisa süresinde mufassal bir nizam indi.

 

Nesih ile Tahsis Arasındaki Fark

 

Hem nesih hem de tahsis, hükmü şamil olduğu sahanın bir kısmına has­retmektir. Ancak tahsis, hükmü, fertlerin bir kısmına hasretmektir nesih ise hükmü zamanın bir dilimine hasretmektir. Başka bir açıdan da farklıdırlar: Tahsis, sîğanın umumu dışında kalanı, mütekellimin umum lafzı ile zaten kasdetmediğini beyan etmektir. Nesihte ise mütekellim önce lafız ile delâlet etmesini istediği şeyi sonra ondan çıkarır. Bir başka ifadeyle: Tahsis, tahsis edilmiş olan şeyin aslında zaten murad edilmedi­ğinin beyanı, nesih ise bir şey sabit olduktan sonra sona erdirilmesidir. Sonra tahsis âmm lafzı ile beraber bulunan veya daha sonra gelen bir delil ile olabile­ceği halde nesih sadece bilâhere gelen bir delil ile olur.

 

Neshin Çeşitleri

 

Kur'an'ın Kur'an'ı, mütevâtir sünnetin mütevâtir sünneti, haberi vahidin haberi vahidi neshetmesi ittifakla caizdir.

Mütevâtir sünnetin haberi vahidle neshi ise Cumhura göre caizdir. İmam Şafiî "Ne Kur'an sünneti, ne sünnet Kur'anı neshedebilir" diyerek bunu kabul etmemiştir. Ayetin haberi vâhidle neshedildiğine misal "Denizin suyu temiz, meytesi helâldir." hadisinin bütün meyteleri haram kılan ayetleri neshetmesidir. Ayetin mütevâtir haberle neshedildiğine misal de "Vârise vasiyet yoktur" müte­vâtir hadisinin miras ayetlerinin umumunu neshetmesidir.

İcmânın icmâyı, kıyasın Kur'an ve sünneti neshi caiz değildir.

Nesih daha başka çeşitlere de ayrılır:

Mut'a nikahının nehyinde olduğu gibi nesih yerine bedel koymadan mücerred hükmün ilgası şeklinde olabilir.

Neshedilen hükme bedel başka bir hüküm getirilirse bunun, neshedilenden daha hafif veya ona müsavi veya mükellefe ondan daha ağır olması caizdir. Hükme bedel hükümle nesha misal olarak, miras için mufassal hükümler getirilerek ana-baba ve akrabaya vasiyetin vücübunun neshedilmesi, namazda Beyt-i Makdise yönelmenin Kabe'ye yönelme emriyle neshedilmesi, bir sene iddet bekleme hükmünün dört ay on gün ile neshedilmesi...zikredilebilir.

Müsavi bir bedel ile nesha misal Kabe'ye yönelme emriyle Beyti Makdise yönelmenin neshedilmesidir.

Daha hafif bir bedel ile nesha misal, tam bir yıl olan iddetin dört ay on gün ile neshedilmesidir.

Cumhura göre daha ağır bir bedel hüküm getirilerek nesih caizdir. Çünkü mashalat daha hafif hükümden sonra daha ağır hüküm koymakta olabilir.Buna misal olarak, İs lamın bidayetinde haram olan savaşın Hicret'ten sonra cihad emriyle neshedilmesi, âşûra orucunun ramazan orucu ile neshedilmesi, içkinin mubah oluşunun haram kılınarak neshedilmesi, aynı şekilde kumarın haram

olması, önce caiz olan müt'a nikahının daha sonra neshedilmesi, zina eden ka­dının evde hapsedilerek, erkeğin sözle azarlanıp ayıplanarak cezalandırılması şeklindeki hükmün celde = sopa vurulması bekârın sürgün edilmesi ve evlinin recmedilmesi hükmü ile neshedilmesi gibi hükümler zikredilebilir. Bütün bu hükümler öncekilerden ağırdır. Ancak

"Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (isek) herhalda daha hayırlısını veya benzerini ge­tiririz. Bilmedin mi ki, Allah her şeye kadirdir."[526] ayetinde de be­yan edildiği gibi nesihle mükelleflerin maslahatı düşünülmüştür. Hayırlılık daha hafifiyle olduğu gibi müsavi olanı ile veya daha ağın ile de olur.

 

Nesih ya sarih olur veya zımnî olur:

 

Sarih nesih: Şâri'in önceki hükmü ilga ettiğini sarahaten ifade etmesidir. Meselâ

"Ey peygamber! müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa (onlar) ikiyüz kâfire galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa bin kâfire galip gelirler. Çünkü onlar anlayışı olmayan bir millettir. Şimdi sizde bir zaaf olduğunu bildiği için Allah sizden (yükü) hafifletti. O halde sizden sa­bırlı yüz kişi bulunursa (onlardan) ikiyüzüne galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Çünkü Allah sab­redenlerle beraberdir." [527] ayet-i kerimeleri ve Rasûlullah (s.a.)'in

"Ben size kabir ziyaretini yasak etmiştim. Dikkat! Artık ziyaret edebilirsiniz, Zira o size âhireti hatırlatır" hadisi ile

"İhtiyaçtan dolayı ben size kurban etlerini depolamayı yasak etmiştim. Dikkat! şimdi depo edebilirsiniz" hadisi şerifleri sarih nesha misaldir.

Zımnî nesh ise sâri'in açıkça nesihten bahsetmeyip önceki hükme muarız (çatışan) bir hüküm koymasıdır. Bu halde sonraki öncekini zımnen neshetmiş sayılır. Şeriatte bu çok vaki olmuştur. Meselâ anne-baba ve akrabaya vasiyetin vacib oluşu miras ayetleri ile neshedilmiştir. Bunlar muarız iki hükümdür, dolayısıyle ikincisi birincisini neshetmiştir. Onun için Rasûlullah (s.a.) "Allah (c.c.) her hak sahibine hakkını vermiştir, artık vârise vasiyet yoktur" buyurmuşlardır.

 

Nesih külü veya cüz'î olabilir:

 

Cüz'î nesih, şâri'in önceki hükmü bazı hallerde veya bazı kişiler hak­kında iptal etmesidir: Meselâ önce hükmün âmm veya mutlak olarak konulup sonra bunun bazı fertlere ait kılınması veya bazı kayıtlar getirilmesi cüz'î nesihtir. Meselâ:

"Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra dört şahit ge­tiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini ebediyyen kabul etmeyin."[528] ayeti kazif haddi hakkında umumidir, eşine veya başka­sına iftira edene de şamildir. Sonra Allah (c.c.) hanımına zina isnadında bulu­nan hakkında.

"Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların herbirinin şahitliği kendisinin doğru söyleyenler­den olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesidir."[529] hükmünü koymuştur. Artık kocaya kazif haddi vurulmaz o eşi ile ânlaşır.

Âmm veya mutlak, kendileri tahsis veya takyid eden delil ile beraber vârid olursa bu nesih değil tahsis veya istisna olur veya âmm veya mutlaktan ne murad edildiğinin beyanı olur.

Küllî nesih ise önceki hükmü herkes için tamamen ilga etmektir. Miras hükümlerini vazederek ana-baba ve akraba için yapılması vacib olan vasiyeti ilga etmek, "Vârise vasiyet yoktur" hadisi ile vârise vasiyeti menetmek küllî ne­sihtir.

"İçinizden ölüp de dul eşler bırakan kimselere gelince onlar kocalarının evlerinden çıkarılmadan bir yıla kadar bıraktıkları terikeden faydalanmaları hu­susunda vasiyet etsinler."[530]

"Sizden ölenlerin geride bıraktıkları esleri dört ay on gün beklesinler."[531] ayet-i nazil olmuş, tam bir yıl olan iddeti iptal etmiş ve yerine dört ay on günlük vefat iddetini vazetmiştir. Bu da küllî nesihtir.

 

Neshin Mahalli: (Neshi Kabul Eden Ve Etmeyen Şeyler)

 

Neshin mahallinden maksad kendisine te'bîd veya tevkît kaydı konulma­mış her şer'î hükümdür. Buna göre her hüküm neshi kabul etmez. Neshi kabul edenler hüsün veya kubh vasfı sakıt olabilen hükümlerdir. Kabul etmeyenler ise üç çeşittir:

1- Te'bîd = ebedîlik ifade eden bir kayıt bulunan nasslar. Meselâ:

"Onlar o cennette ebedîdir."[532] Zina isnadında bulunanlar hakkındaki.

"Onların şahitliğini asla kabul etmeyin."[533]

"Ve sana uyanları kı­yamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım."[534] ve Rasûlullah (s.a.)'ın cihad farziyyetinin bakî olduğunu ifade eden: "Cihad Allah'ın beni Peygamber olarak göndermesinden bu ümmetin sonu deccal ile savaşıncaya kadar devam edecektir." gibi te'bîd ifade eden naslar neshi kabul etmez.

2- Maziye ait haberler. Meselâ:

"Semûd'a gelince onlar pek zorlu bir sar­sıntı ile helak edildiler. Âd ise uğultulu, önünde durulmaz bir fırtına ile mah­vedildiler. "[535]  haberi neshedilmez.

3- Zamanın değişmesiyle hüsün ve kubuh vasfı değişmeyen esaslara ait hükümler. Meselâ dinin esaslarına, itikat ve ibadetlere, şûra, adalet ve kanun karşısında eşitlik gibi İslâmın ana prensiplerine, doğruluk, emanet ve iffet gibi faziletler ve bunların zıddı olan yalan, hıyanet ve iffetsizlik gibi rezilliklere ait hükümlerin neshi düşünülemez. Çünkü bunlar her hâlü kârda ya hasendir veya kabihdir.

 

Nassa İlave Yapmak Suretiyle Nesih

 

Nassa sonradan ilave yapmak nesih midir değil midir? Bu hususta iki gö­rüş vardır: Cumhura göre bu tahsistir nesih değildir. Hanefîlere göre nesihtir. Meselâ: "Ameller niyetlere göredir" hadisi ile abdestte niyeti şart koşmak abdest ayetine bir ziyadeliktir. "Bekar bakire ile zina ederse cezası yüz sopa ve bir yıl sürgündür." mealindeki Ubâde bin Sâmit hadisi ile zina cezasında celdeye sür­günü de ilave etmek celde ayeti üzerine ziyade yapmaktır. "Kabeyi tavaf etmek namazdır." hadisi ile tavafta tahareti şart koşmak "Beyti aîîkı tavaf etsinler."[536] ayeti üzerinde bir ziyadeliktir.

Bu misallerde geçen ziyadelikler cumhura göre nesih değil tahsis veya takyid kabilindendir, Hanefîlere göre nesihtir.

Bu ihtilafın semeresi, haber-i vahid ve kısas gibi kendisiyle nesih caiz ol­mayan delillerle bu ziyadenin yapılıp yapılmamasında görülür: Hanefîlere göre bu ilave bir nesihtir, o halde ne haber-i vâhidle ne kıyasla bu ziyade yapılmaz. Çünkü bunların hiçbiri mütevâtir olan Kur'anı neshetmez. Hanefîler bu esasa binaen tavafta tahareti, zıhar ve yemin keffaretinde azad edilecek kölede imanı şart koşmadılar.

Bu ziyadelik nesih değildir diyen cumhura göre ise haberi vahid ve kıyas gibi zan ifade eden her şeyle bu ziyadelik yapılabilir. Meselâ radâ' = süt em­zirme meselesinde, ayet-i mutlak geldiği halde Şafiîlerin bu haramlığı "beş defa emzirme" ile takyid etmeleri, Kur'an-ı Kerîm'in âmm ifadeleri namazda Kur'an'dan kolayına gelen yeri okumanın namazın sıhhati için kâfi olmasını iktiza ederken Şafiîlerin, ister yalnız ister cemaatle olsun her hal ü kârda fatiha okumayı şart koşmaları bu esasa binaendir.

Hanefîler bu görüş üzerine, abdestle niyetin şart koşulması namazda fa­tiha okunmasının tayini, bir şahid ve bir yeminle hâkimin hükmetmesi gibi me­selelerde vârid olan pek çok sahih haber-i vahidi terketmişlerdir. Ancak Hanefî­ler bu kaideye bütün ictihadlannda bağlı kalmamışlar, Kur'an-ı Kerîm şart kılmadığı halde sünnette vârid olan muamelâtın şartlarından pek çoğunu şart koşmuşlardır. Meselâ şartlı satışı nehyeden hadisi esas alarak bu satışın fâsid olduğunu söylemişlerdir.

 

BEŞİNCİ KAİDE: TEARUZ VE TERCİH

 

Tearuz lügatta, artı-eksi gibi iki şeyin birbirine zıt olmasıdır. Usûlcülere göre: Bir mesele hakkında vârid olan iki delilden birinin diğerinin iktiza ettiği­nin gerektirdiğinin hilafına bir hüküm iktiza etmesidir. Meselâ

"İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendile­rine dört ay on gün beklerler."[537] ayet-i umumu ile, kocası ölen kadın ister hamile olsun ister olmasın vefat iddeti olarak dört ay on gün beklemesini talep ederken.

 "Hamilelerin iddeti doğum yapmaları (ile biter)."[538] ayeti umumu ile hamile kadın ister kocası ölmüş olsun ister bo­şanmış olsun doğum yapmasıyle iddetinin sona ereceğini ifade etmektedir.

Bu iki nas aynı meselede tearuz etmiştir: Kocası ölen hâmile kadın dört ay on güün mü yoksa hamlini vazedinceye kadar mı iddet bekler?

Miras ayetleriyle vasiyeti vacib kılan ayet arasındaki tearuz da buna mi­saldir.

Sünnetten misal: "Faiz ancak nesîede carîdir." hadisi ile "Buğdayı buğ­dayla ancak ikisi aynı miktarda olursa satın" hadisidir. Birinci hadis haram olan faizi sadece nesîeye hasretmektedir. Buna göre ribelfadl mubahtır. Ancak ikinci hadis ribelfadlın da haram olduğuna delâlet etmektedir. Şu halde bu iki hadis ribe'l-fadl konusunda tearuz etmekte, birincisi mubah ikincisi haram olduğuna delâlet etmektedir.

Tearuz, müctehidin idrak ve anlayışına göre ortaya çıkan zahirî bir du­rumdur. Ama aslında böyle değildir, çünkü şeriatta tearuz yoktur, zira tearuz tenakuz manasınadır. Hikmet sahibi şâri'den aynı mevzuda aynı zamanda mütenâkiz iki delil sadır olmaz. Çünkü bu aczin alâmetidir, Allah için bu muhaldir.

 

Tearuzun Mahalli

 

Ne kat'î bir nas ile zannî bir nas arasında, ne bir nas ile icmâ ve kıyas arasında ve ne de icmâ ile kıyas arasında tearuz olur. Çünkü daha kuvvetli olan zayıf olanı nefyeder. İki şer'î delil arasında tearuz olmasının şartı her ikisinin de aynı kuvvette olmalarıdır. O halde aynı mertebedeki kat'î deliller ve zannî deliller arasında meselâ iki ayet arasında veya ayetle mütevâtir hadis arasında veya iki mütevâtir veya gayri mütevâtir hadis arasında veya iki kıyas arasında tearuz olması mümkündür. Bu takdirde bunlardan birisi diğerinin hamledilmediği manaya hamledilir veya eğer bunlardan müteahhir olanı bilinirse bi­rinin diğerini neshettiğine hükmedilir.

 

Tearuzu Gidermenin Yolları

 

Müctehidin nazarında iki delil tearuz ettiği zaman Hanefîlere göre mücte­hidin içtihadında sırasıyla şu dört merhaleyi takip etmesi vacibdir.[539]

1- Sahih bir şekilde bu iki müteânz delilin arasını cem ve tevfîk etme. Bu iki müteânz nassın arasını cem ve tevfîk eder ise aralarında tercih yapması caiz olmaz. Çünkü her ikisini de almak, birini ötekine tercih ederek onu ihmal etmekten evladır, (i'mal ihmalden evlâdır), çünkü delilde aslolan i'maldır ihmal değildir.

Bu da ancak iki nasdan birini âmm olanı tahsis edici veya mutlak olanı takyid edici olarak kabul edip âmm olan ile belirli hallerde has olan ile kendi yerinde, mukayyed ile kendi mahallinde mutlak ile onun dışında amel etmek suretiyle olur. Meselâ

"Birinize ölüm geldiği zaman eğer bir hayır bırakacakla anaya, babaya, akrabaya uygun bir şekilde vasiyet etmek size yazıldı."[540] mealindeki vasiyet ayeti ile miras ayetleri arasındaki tearuzu, "vasiyet ayeti ile din farkı gibi mirasa mâni bir sebepten dolayı miras alamayan vârisler murad edilmektedir" diyerek tevkif etmek mümkündür.

Vefat iddeti ayeti ile hami iddeti ayeti arasını da birincisini ikincisi ile ko­cası ölen hamile kadının dışında tahsis ederek tevfîk etmek, boşanan kadının iddetini üç kuru' olarak beyan eden ayetle zifaftan önce boşanan kadına iddet vacib olmadığını beyan eden ayetin arasını birinci ayeti zifaftan sonra boşanan­lara tahsis ederek tevfîk etmek mümkündür.

"Şahidlerin en hayırlısını size haber vereyim mi? O, şahitliğini kendinden istenmeden eda edendir" hadisi ile "Sizin en hayırlınız benim bulunduğum asırdakilerdir, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir. Sonra bir kavim olur şahid olurlar ama şahitlik yapmaları istenmez, hıyanet ederler, kendilerine güvenilmez" hadisini, birincisini rıza-i ilahî için şahitlik yapmak gibi Allah hakları hususunda şahitlik yapmaya, ikincisini de muamelât ve cina­yetlerde şahitlik yapmak gibi kul haklan hususundaki şahitliğe hamletmek su­retiyle cem etmek mümkündür.

2- İki delil arasında tercih yapmak: İki muarız delil arasını cem ve tevfîk etmek mümkün olmazsa müctehid tercih sebeplerinden biri ile birini diğerine tercih eder. Meselâ nassın ibaresini işaretine, müfesseri zahir veya nassa, muh­kemi müfessere, haram kılanı mubah kılana tercih etmek, haber-i vahidlerden birinir râvinin zabzı veya adaleti veya fıkhı ve benzeri sebeplerle diğerine tercih etmek bu kabildir.

Hanefîler tercih merhalesini cem ve tevfik'in önüne geçirerek birinci merhale kabul ettiler. Bu sebeple Ebu Hanîfe "Bevilden sakının" hadisi ile develerin idrarının içilmesine müsade eden Uraniyyin hadisi arasındaki tearuzda, âmm olan birinci hadisi eti yenmeyenlerin bevline veya tedavî maksadının dışında içmeye hamletmek mümkün iken "tahrim edici" olmasından dolayı "bevilden sakının" hadisini takdim etmiştir. Çünkü zararı defetmek menfaati celbetmekten evladır. Ve bu meyanda şu kaideleri vazettiler: Haram kılan delil ile mubah kılan delil tearuz ederse haram kılan tercih edilir, mâni ve muktezı (yapılmasını icab ettiren) tearuz ederse mâni takdim olunur.

3- Eğer delâlet ettikleri hüküm neshi kabul eden cinsten ise iki delilden birini neshedip diğeriyle amel etmek. Yani cem etmek ve tercih sebeplerinden biriyle tercih etmek mümkün olmaz, naslardan birinin önce diğerinin sonra geldiği de bilinirse sonra gelen önce geleni neshetmiş sayılır. Vefat iddeti aye­tinin hami iddeti ayeti tarafından tearuz ettikleri kadarında -yani kocası ölenin hâmile olması halinde neshetmesi gibi. Buna göre kocası ölen hamile kadının iddeti doğum yapmasıyle sona erer. Bu tahsise nesih de denilebilir. Çünkü hamilenin iddetinden bahseden Talak süresindeki ayet-i kerime vefat iddetinden bahseden Bakara süresindeki ayetten sonra nazil olmuştur.

4- Delillerin sakıt olması: Yukarıda geçen yollardan hiç biri ile tearuz gi­dermek mümkün olmaz, nasların geliş tarihi de bilinmezse hiç biriyle amel edilmez, hakkında hiç nas yokmuş gibi başka delillerle amel edilir. Bu sonun­cusu farazî bir şekildir, vakıada böyle bir şey yoktur.

Nasların haricindeki iki delil mesela iki kıyas arasında taaruz olması: Bu durumda fakihin çeşitli tercih sebeplerinden birine dayanarak iki kıyastan birini tercih etmesi lazım gelir. Mesela: İlleti nas ile sabit olan kıyası illeti istinbat yolu ile tesbit edilene, illeti nassın işaretiyle sabit olan kıyası, illeti sebr ve taksim yolu ile tesbit edilene tercih eder.

İki kıyastan birini diğerine tercih edecek bir sebep bulunmazsa fakih serbesttir, iki hükümden birini seçer.

 

[1] Bakara: 2/43.

[2] En'am: 6/151.

[3] İsra: 17/32.

[4] Nisa: 4/23.

[5] Hac: 22/30.

[6] Bakara: 2/43.

[7] Maide: 5/28.

[8] Haşr: 59/2.

[9] Maide: 5/3.

[10] Bakara :2/43.

[11] Nisa: 4/59.

[12] el-İ'hkam, Amidî: 1/82; et-Takrir ve't-Tahbîr. 2/213

 

[13] el-Mustasfa: 1/68.

[14] el-Mustasfa: 1/65; Şerhu'l Adud, 2/21

[15] et-Takrir ve et-Tahbîr; 2/216; Ravzatü'n-Nâzır, 1/181

[16] el-İhkam, Âmidî: 1/84; Mirâtü'l-usûl: 1/102.

[17] Şerhu'l-Adud: 2/19.

[18] Kasas: 28/49

[19] Hûd: 11/13:

[20] Bakara: 2/23:

[21] Nisa: 4/82.

[22] Hicr: 15/22. 

[23] Enbiyâ: 21/30.

[24] Neml: 27/88.

[25] Ra'd: 13/41.

[26] Zümer: 39/5.

[27] Rahman: 55/19-20.

[28] Müminun: 23/12-14.

[29] Rum: 30/1-3.

[30] Fetih: 48/27.

[31] Kasas: 11/49.

[32] Nisa: 4/11-12.

[33] Maide: 5/38.

[34] Nur: 24/2.

[35] Nur: 24/4.

[36] Mücadele: 58/3.

[37] Bakara: 2/228.

[38] Maide: 5/3.

[39] Tahrim: 66/2.

[40] Bakara: 2/183.

[41] Nisa: 4/103.

[42] A'raf: 7/26.

[43] Şûra: 42/23.

[44] Yunus: 10/26.

[45] Âli İmran: 3/97.

[46] Nisa: 4/293.

[47] Bakara: 2/195.

[48] İsra: 17/32.

[49] Âli İmran: 3/180.

[50] Bakara: 2/177.

[51] Bakara: 2/189.

[52] Ra'd: 13/25.

[53] Rum: 30/10.

[54] Furkan: 25/34.

[55] Sad: 38/55.

[56] Nisa: 4/3.

[57] el-Mustasfa: 1/93; İrşadii'l-Fuhûl s. 41 ve devamı.

[58] et-Telvîh ala'.t-Tevdîh: 2/2 ve devamı.

[59] Sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn asrı.

 

[60] Nisa: 4/29.

[61] Nisa: 4/193.

[62] Nisa: 4/24.

[63] Maide: 5/38.

[64] Bakara: 2/180.

[65] Kegü'l-Esrâr. 1/690; Şerhü'l-Muhallâ alâ Cem'i'l-Cevami', 2/114, el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed, s. 91, irşûdü'l-Fuhûl, s. 43.

[66] Nisa: 4/59.

[67] Nisa: 4/80.

[68] Nisa: 4/65.

[69] Ahzab: 33/36.

[70] Haşr: 59/7.

[71] Ali İmran: 3/31.

[72] Nur: 24/63.

[73] Bakara: 2/43.

[74] Bakara: 2/183.

[75] Âli İmran: 3/97.

[76] Bakara: 2/275.

[77] Nisa: 4/24.

[78] Maide: 5/38.

[79] Nahl: 16/44.

[80] Necm: 53/3-4.

[81]  Fevatihu'r-Ralıamüt, 2/\2&\..

[82] Şerlıu'l-Mulıalla âlâ Cem'i'l-Cevâmi: 2/199.

[83] el-fhkam, Âmidî. 1/178.

[84] Ravzatü'n-Nâzir, 1/281.

[85] Irşâdü'l-Fuhûl, s. 57.

[86] el-fbhâc, Sübkî: 2/225.

[87] el-ihkâm, Âmidî: 1/89, Şerhü'l-Adûd: 2/22, et-Takrir: 2/302

[88] Bu erkek tomurcukları dişi tomurcukların üstüne konularak yapılır.

[89] Haşr. 59/7.

[90] Ahzab: 33/21.

[91] Yunus: 10/71.

[92] Talak: 65/2.

[93] İsra: 17/36.

[94] Keşfü'l-Esrâr. 2/983; Şerhü'l-Muhallâ: 2/168; Şerhu'l-Adûd: s. 39; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 132.

 

[95] Nisa: 4/115.

[96] Kısa: 4/59.

[97] Nisa: 4/83.

[98] el-Mustasfa: 1/121, Keşfü'l-Esrar. 2/949, Şerhu'l-Adûd: 2/37, Ravzatu'n-Nâzır. 1/381.

[99] Hanefîlerden Kerhi; Şafilerden Amidi'ye göre bu  icma zanni bir delildir ki tercih edilecek görüş de budur

[100] Cuma: 63/9.

[101] Keşfü'l-Esrar. 2/995. el-İhkam, Âmidî: 3/76, İrşadü'l-Fuhûl: s. 176.

[102] Haşr: 59/2.

[103] Nisa: 4/94.

[104] Yasin: 36/79.

[105] el-İhkam, İbni Hazm: 2/929, Mülahhasu İbtali'l-Kıyas ve'r-Re'y: s. 43, Usûlus-Serahsî: 2/119, lrşadü'l-Fühûi. s. 175.

[106] En'am: 6/38.

[107] İsra: 17/36.

[108] Gerçekten de bu hadis sahih değildir ve delil alınması uygun değildir.

 

[109] Enfal: 8/46.

[110] el-ihkam, Âmidî: 3/8; Şerhu'l-Adûd: 2/209; Müsellemü's-Subût: 2/200; el-Medhal ilâ Mezhebi Alımed: s. 144.

[111] Bakara: 2/282.

[112] Maide: 5/89.

[113] Nisa: 4/92.

[114] Enbiya: 21/107.

[115] Haşr: 59/7.

[116] Nisa: 4/165.

[117] Maide: 5/32.

[118] Nisa: 4/160.

[119] Bakara: 2/222.

[120] Zariyat: 51/56.

[121] Ali İmran: 3/159.

[122] Kalem: 68/14.

[123] Maide: 5/38.

[124] Bakara: 2/222.

[125] Nisa: 4/63.

[126] İsra: 17/36.

[127] Nisa: 4/11.

[128] İsra: 17/23.

[129] Nisa: 4/25.

[130] Nisa: 4/12.

[131] Tevbe: 9/103.

[132] Bakara: 2/185.

[133] Maide: 5/49.

[134] Enbiya: 21/107.

[135] Bakara: 21/185.

[136] En'am: 6/146.

[137] En'am: 6/145.

[138] Bakara: 2/183.

[139] Maide: 5/45.

[140] Kamer:54/28.

[141] Keşful-Esrâr: 2/932; Şerhu'l-Adudalâ Muhtasari'l-Müntehâ: 2/286; Sübkî, el-İbhûc; 2/180; el-Medhcd ila Mezhebi Ahmed: 134.

[142] Enam: 6/90.

[143] Nahl:16/123.

[144] Şura: 43/13.

[145] Sad: 24/38.

[146] Enam: 6/90.

[147] Taha: 20/14.

[148] Kamer: 54/18

[149] Yusuf: 12/72.

[150] Kasas: 28/27.

[151] Maide: 5/48.

[152] Mirâtü'l-Usût 2/250; el-Lüma', Şîrâzî s. 50; el-Mustasfâ: 1/135; el-İhkâm, Âmidî: 3/133; İrşâdü'l-Fuhûl, Şevkânî, s. 213.

 

[153] Nur: 243/31.

[154] Enam: 6/108.

[155] el-Muvâfakat: 2/348.

 

[156] el-Muvafakat: 2/361, 3/305, 4/194; Â'lâmü'l-Müvekkûn: 3/171; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 138.

[157] Bakara: 2/104.

[158] Araf: 7/163.

[159] Enam: 6/108.

[160] Bakara: 2/29.

[161] Şerhu'l-Muhalla: 2/248; Âlâmü'l-Muvakkıîn: 1/339; İrşâdü'l-Fuhûl: s. 209.

[162] Bakara: 2/29.

[163] A'raf: 7/32.

[164] Maide: 5/5.

[165] Usûlü Serahsî: 2/225; Keşfü'l-Esrar: 2/1098.

[166] el-Taknr ve et-Tahbir. 2/78; Hâşiyetü'l-Bennûni ala Cem'il-Cevâmi: 1/40; Şerhu'l-Adûd: 1/222; d-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s.58; İrşâdü'l-Fuhûl: s.6.

[167] Mâide: 5/1.

[168] Bakara: 2/43.

[169] Hucurât: 49/11.

[170] Bakara: 2/229.

[171] Maide: 5/2.

[172] İsra: 17/78.

[173] Bakara: 2/43.

[174] Bakara: 2/183.

[175] Tevbe: 9/103.

[176] Âli İmran: 3/97.

[177] Maide: 5/1.

[178] Enam: 6/151.

[179] Maide: 5/3.

[180] Hucurât: 49/11.

[181] İsra: 17/32.

[182] Bakara: 2/229.

[183] Nisa: 4/101.

[184] Maide: 5/2.

[185] Cuma: 62/10.

[186] Bakara: 2/185.

[187] İsra: 17/78.

[188] Maide: 5/6.

[189] Maide: /138.

[190] Âli İmran: 3/97.

[191] Muhammed: 2/43.

[192] Talak: 65/7.

[193] Bakara: 2/183.

[194] Âli İmran: 3/97.

[195] et-Takrir ve et Tahbîr- 9 Kesfiü'l-.esrâr: 1/620

[196] et-Telvîh ale't-Tavzîlı: 1/202.

[197] Bakara: 2/197.

[198] Bakara: 2/282.

[199] Bakara: 2/283.

[200] Nur: 24/33.

[201]  el-Minkâc maa Şerhi'l-I'snevî 1/60; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s.62.

[202] Bakara: 2/275.

[203] Nisa: 4/23.

[204] Nisa: 4/193.

[205] İsra: 17/32.

[206] İsra: 17/31.

[207] Hac: 22/30.

[208] Maide: 5/90.

[209] Nisa: 4/10.

[210] Maide: 5/138.

[211] Nur: 24/4.

[212] el-Mustasfa: 1/43; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 63

[213] Maide: 5/101

[214] et-Takrir ve et-Tahbir. 2/80.

[215] el-Amidî, el-İhkam: 1/63.

[216] Maide: 5/5.

[217] Nisa: 4/24.

[218] Bakara: 2/229.

[219] Bakara: 2/235.

[220] Fetih: 48/17.

[221] Maide: 5/2.

[222] Cuma: 62/103.

[223] Bakara: 2/187.

[224] Bakara: 2/29.

[225] Hac: 22/15.

[226] Şerhu'l-Adûd: 2/7; İrşâdü'l-Fuhûl: s. 6.

[227] İsra: 17/78.

[228] Bakara: 2/185.

[229] Bakara: 2/197.

[230] Muhammed: 47:18.

[231] el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 68; İrşûdul-Fuhûi. s. 6.

[232] İrşâdü'l-Fuhût. s. 6.

[233] el-İhkâm, Âmidî: 1/67-68; Keşfu'l-Esrâr. 1/258; Şerhu'l-Adûd: 2/8; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 69.

[234] Fevâtihu'r-Rahamût: B/l 16; et-Takrirve et-Tahbir. 2/146.

[235] Nahl: 16/106.

[236] Bakara: 2/195.

[237] Bakara: 2/184.

[238] En'am: 6/57.

[239] et-Telvîh ata't-Tevzilv. 1/172; Şerhu'l-Adûd: 1/200; Şerhu'l-Isnevî: 1/66; el-Medlıal ilâ Mezhebi Ahmed: s136 İrşâdü'l-Fuhûl: s. 6

[240] İsra: 17/15.

[241] Bakar: 2/43.

[242] Maide: 1/5.

[243] Bakara: 2/282.

[244] Enam: 6/151.

[245] Bakara: 2/267.

[246] Cuma: 62/10.

[247] Bakara: 2/184.

[248] Fevâtihu'r-Rahamût: B/1322; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 59.

[249] Nahl: 16/44.

[250] Âli İmran: 3/102.

[251] Hadid: 57/23.

[252] Tarihu'l-Fıkfu'l-İslâmî, Muhammed Ali Sâyis: s. 25.

[253] Bakara: 2/185.

[254] Fevâilu'r-Rahamût. B 143; Şerhu'l-Adûd: 2/14; el-İhkâm, Âmidî: 1/78; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 58.

[255] Nisa: 4/43.

[256] Âli im-ran: 3/104.

[257] Fetih: 48/26.

[258] Mirâtü'l-Usûl: 2/435; Hâşiyetü Nesemûti'l-Eshâr. s. 272.

[259] Nisa: 4/63.

[260] Keşfü'l-Esrâr. 1/67; Usûlü Serahsî: 1/236.

[261] Bakara: 2/275.

[262] Nisa: 4/37.

[263] Maide: 5/1.

[264] etTelvîh ale't-Tevzîh: 11130; Müsellemü's-Subût: 1/338.

[265] Bakara: 2/187.

[266] Bakara: 2/233.

[267] Bakara: 2/233.

[268] Ahkaf: 46/15.

[269] Lukman: 31/14.

[270] Âli İmran: 3/159.

[271] Nahl: 16/437.

[272] Bakara: 2/178.

[273] Nisa: 4/93.

[274] Bakara: 2/233.

[275] Nisa: 4/10.

[276] Bakara: 2/228.

[277] İsra: 17/23.

[278] Yusuf: 12/823.

[279] Haşr: 59/8.

[280] Nisa: 4/23.

[281] Maide: 5/3.

[282] Bakara: 2/178.

[283] Nisa: 4/93.

[284] Nisa: 4/93.

[285] Nisa: 4/92.

[286] Nisa: 4/25.

[287] En'am: 6/145.

[288] Ancak Malikîler "Her beş devede bir koyun zekat verilir" hadisinin umum ifade etmesinden dolayı ister merada ister ahırda beslensin bütün hayvanlarda zekatı vacib görmüşlerdir. Delil sâime olmayanda zekat olmamasını gerektirmesine rağmen İmam Malik bunlarda da zekat görmekte, mefhumu'l-muhalifle amel etmemektedir.

[289] Talak: 65/6.

[290] Nisa: 4/4.

[291] Bakara: 2/187.

[292] Bakara: 2/230.

[293] Bakara: 2/230.

[294] Nur: 24/2.

[295] Nur: 24/4.

[296] Bakara: 2/196.

[297] Nisa: 4/101.

[298] Nisa: 4/23.

[299] Usûlü Serahsî: 1/163; Kesfü'l-Esrâr: 1/46.

[300] Bakara: 2/275.

[301] Nisa: 4/3.

[302] Nisa: 4/24.

[303] Nisa: 4/3.

[304] Usûlü Serahsî: 1/164; et-Telvîh ale't-Tavzîh: 1/125.

[305] Nisa: 4/3.

[306] Nisa: 4/3.

[307] Talak: 65/1.

[308] Haşr: 59/7.

[309] Nisa: 4/11.

[310] Mücadele: 58/4.

[311] Keşfü'l-Esrâr. 1/49.

[312] Nur: 24/2.

[313] Nur: 24/4.

[314] Tevbe: 9/36.

[315] Usûlü S'erahsî: 1/165.

[316] Ahzab: 33/53.

[317] Nur: 24/4.

[318] Nisa: 4/24.

[319] Nisa: 4/3.

[320] et-Telvîh ale't-Tavzîh: 1/126.

[321] Keşfü'l-Esrâr.151.

[322] Talak: 65/2.

[323] Nur: 24/4.

[324] Nisa: 4/24.

[325] Ahzab: 33/53.

[326] Ahzab: 33/53.

[327] Nisa: 4/3.

[328] Usûlü Serahsî: 1/167.

[329] Keşfü'l-Esmr. 1/52.

[330] Meryem: 19/20.

[331] Âli İmran: 3/3.7.

[332] Bakara: 2/228.

[333] Bakara: 2/237.

[334] et-Telvîh ale't-Tevzîh: 1/127.

[335] Maâric: 70/19.

[336] Meâric: 70/20-21.

[337] Usûlü Seralısî: 1/169

[338] Fetih: 48/10.

[339] Hud: 11/37.

[340] Tâ'hâ: 20/39.

[341] Mücadele: 58/7.

[342] Tâ'hâ: 20/5.

[343] Fecr: 89/22

[344] Âli İmran: 3/7.

[345] Kasas: 28/88.

[346] Tâ'hâ: 20/5.

[347] Keşfü'l-Esrâr. 1/37.

[348] Bakara: 2/43.

[349] Bakara: 2/229.

[350] Fusılet: 41/34.

[351] Ahzab: 33/56.

[352] Bakara: 2/222.

[353] Maide: 5/38.

[354] Nisa: 4/12.

[355] En'am: 6/121.

[356] Şerhi Tenkîhu'l-Fusûi. s. 179; Müsellemü's-Subût: 1/197; el-İhkam, Âmidî: 2/37; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed:. s. 109; İrşadu'l-Fuhûl:101.

[357] Tur: 52/21.

[358] Kamer: 54/44.

[359] Bakara: 2/29.

[360] Tevbe: 9/36.

[361] Müminun: 23/1.

[362] Ahzab: 33/35.

[363] Zümer: 39/53.

[364] Bakara: 2/195.

[365] Bakara: 2/195.

[366] Nisa: 4/11.

[367] Tevbe: 9/103.

[368] Maide: 5/38.

[369] Nur: 24/2.

[370] Bakara: 2/275.

[371] Asır: 103/2.

[372] Bakara: 2/256.

[373] Tevbe: 9/84.

[374] Kamer: 54/2.

[375] Hucurat: 49/63.

[376] Bakara: 2/67.

[377] Nisa: 4/24.

[378] Bakara: 2/284.

[379] Meryem: 19/75.

[380] Nisa: 4610.

[381] Talak: 65/4.

[382] Nisa: 4/15.

[383] Talak: 65/4.

[384] Bakara: 2/185.

[385] Nisa: 4/92.

[386] Bakara: 2/272.

[387] İsra: 17/110.

[388] Nisa: 4/78.

[389] Nisa: 4/1255.

[390] Bakara: 2/26.

[391] Bakara: 2/214.

[392] Araf: 7/37.

[393] Keşfü'l-Esrâr. 1/291; el-Muhalla ala Cem'i'l-Cevâmi: 1/236; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. İrşadül-Fuhûl: 100.

[394] En'am: 6/121.

[395] Talak: 65/6.

[396] Nisa: 4/24

[397] Bakara: 2/177.

[398] Maide: 5/38.

[399] er-Risâle, İmam Şafiî: s. 53.

[400] Hud: 11/6.

[401] Enbiya: 21/30.

[402] Âl-i İmran: 3/97.

[403] Tevbe: 9/120.

[404] Ahkaf: 46/25.

[405] Bakara: 2/228.

[406] Maide: 5/38.

[407] Nur: 23/6.

[408] Nur: 23/4.

[409] Keşfü'l-Esnır. 1/306; Hâşiyetü'l Bennânî alâ Cem'i'l-Cevâmi: s. 72; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmeci. s. I 14; İrşadü'l-Fuhûi. s. 128.

[410] Ahkaf: 46/25.

[411] Neml: 27/23.

[412] Bakara: 2/21.

[413] Bakara: 2/21.

[414] Bakara: 2/233.

[415] Cuma: 62/9.

[416] Nur: 24/43.

[417] Bakara: 2/238.

[418] Talak: 65/4.

[419] Ahzab: 33/49.

[420] Maide: 5/3.

[421] Nisa: 4/24.

[422] Nahl: 16/106.

[423] Bakara: 2/282.

[424] Nisa: 4/12.

[425] Nisa: 4/12.

[426] Nisa: 4/25.

[427] Maide: 5/6.

[428] Usûlü Pezdevî: 1/79.

[429] Bakara: 2/196.

[430] Maide: 5/89.

[431] Bakara: 2/43.

[432] İsra: 17/33.

[433] et-Tevzîh: 1/63.

[434] Maide: 5/89.

[435] Nisa: 4/23.

[436] Nisa: 4/24.

[437] Nisa: 4/12.

[438] Müsellemü's-Subûr. 1/289.

[439] Mücadele: 58/4.

[440] En'am: 6/145.

[441] Nisa: 4/23.

[442] Maide: 5/3.

[443] En'am: 6/145.

[444] Nisa: 4/43.

[445] Maide: 5/6.

[446] Maide: 5/38.

[447] Maide: 5/6.

[448] Maide: 5/6.

[449] Maide: 5/6.

[450] Mücadele: 58/3.

[451] Nisa: 4/93.

[452] Bakara: 2/282.

[453] Talak: 65/2.

[454] Maide: 5/1.

[455] Âli İmran: 3/102.

[456] Bakara:2/43.

[457] Talak: 65/7.

[458] Bakara: 2/185.

[459] Hac: 22/29.

[460] Keşfü'l-Esrâr: 2/101; el-İhkam: 2/6; Şerhu Tenkîhu'l-Fusûl: s. 126; tl-Medhal ilâ Mezhebi Ahmeci. s. 101.

[461] Bakara: 2/233.

[462] Nisa: 4/141.

[463] Nur: 24/33.

[464] A'raf: 7/31.

[465] Mü'minun: 23/51.

[466] Bakara: 2/282.

[467] Bakara:2/282.

[468] Bakara: 2/283.

[469] Fussılet: 41/40.

[470] İbrahim: 14/30.

[471] A'raf: 7/89.

[472] Bakara: 2/23.

[473] Müsellemü's-Subût. 1/310; Şerhu Tenkîhu'l-Fusûl, Karafî: s. 130; el-Mustasfa: 2/22; el-MedhaL ilâ Mezhebi Ahmed: s. 102; İrşâdü'l-Fuhûl: s. 102.

[474] Bakara: 2/185.

[475] Maide: 5/6.

[476] İsra: 17/78.

[477] Nur: 24/2.

[478] Usûlü Serahsî: 1/26; Şerhu Tenkîhu'l-Fusûl: s. 128; Şerhu'l-îsnevî: 2/52; el-Uhdefî usûli'l-Fıklı: Eby Ya'tâ: 1/281.

[479] Araf: 7/12.

[480] Bakara: 2/148.

[481] Âli İmran: 3/133.

[482] Bakara: 2/148.

[483] Bakara; 2/196.

[484] En'am: 6/152.

[485] En'am: 6/151.

[486] Maide: 5/3.

[487] Nisa: 4/23.

[488] Nisa: 4/19.

[489] Bakara: 2/229.

[490] En'am: 6/120.

[491] Hac: 22/30.

[492] Maide: 5/87.

[493] Âli İmran: 3/8.

[494] Maide: 5/101.

[495] Hıcr: 15/88.

[496] İbrahim: 14/42.

[497] Tahrim: 66/7.

[498]  Müsellemü's-Sübût: 1/329; el-İhkâm: 2/32; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 106.

[499] Şerlm Tenkîhu'l-Fusûl, Karafî: s. 168; ŞerhuUsnevî: 2/63; el-Uhdefî usûli'l-Fıkh: 2/428.

[500] Nisa: 4/165.

[501] Enbiya: 21/107.

[502] Maide: 5/6.

[503] Ankebût: 29/45.

[504] Bakara: 2/150.

[505] Bakara: 2/183.

[506] Hac: 22/39.

[507] Bakara: 2/193.

[508] Bakara: 2/179.

[509] Bakara: 2/188.

[510] Araf: 7/172.

[511] Maide: 5/6.

[512] Hac: 22/78.

[513] Bakara: 2/185.

[514] Nisa: 4/283.

[515] Maide: 5/6.

[516] Bakara: 2/267,

[517] Muvafakat: 2/16 ve devamı.

 

[518] Maide: 5/3.

[519] Bakara: 2/185.

[520] Hac: 22/78.

[521] Nisa: 4/105.

[522] Haşr: 59/2.

[523] Enbiya: 21/7.

[524] Fevâtihu'r-Rahamût: 2/364; Şerhü'l-Adûd: 2/290; İhkâm: 3/140.

[525] İrşâdü'l-Fuhûl: s. 232.

[526] Bakara: 2/ 106.

[527] Enfal: 8/65-66.

[528] Nur: 24/4.

[529] Nur: 24/6.

[530] Bakara: 2/240.

[531] Bakara: 2/234.

[532] Beyyine: 98/8.

[533] Nur: 24/4

[534] Âli İmran: 3/55.

[535] Hâkkâ: 69/5-6.

[536] Hac: 22/29.

[537] Bakara: 2/234.

[538] Talak: 65/4.

[539] el-Mustasfâ: 2/127; Şerhü'l-Adûd: 2/310; Şerhü'l-İsnevî: 3/192; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 197.                          

[540] Bakara: 2/180.