İSLAM TERBİYESİ

Birkaç Söz

1- AHLAK TERBİYE VE EDEB

Kaynağı

İslâm Ahlâkının Konusu:

Hz. Peygamberin Dilinde Ahlâk

İslâm Ahlâkının Genel Karakteri:

Sorumluluk Ahlâkı

Adab

İslâm Adabının Kaynağı

Toplum Ve Fert

2- VÜCUT ORGANLARININ DURUMU

El

Tırnak Kesme

Göz

Gözleri Haramdan Muhafaza

Bakma Durumu

Bakılması Yasak Olan Şeyler

Başın Durumu:

Traş Şekli:

Kadınların Saç Durumu

Sacı Boyama

Boyanın Rengi

Cismin Durumu

Yüz Ve Başın Durumu

Aynaya Bakmak:

Abdest Bozma Adabı

Hela, (Tuvalet, Ayakyolu, W.C, 00)

Abdest Bozmada Yasak Olan Yerler

Yer Seçme:

Helaya Girerken:

Temizlenme (Necasetten Teharet)

Şunlarla Sîlinîlmez

Küçük Abdesti Bozmada Dikkat Edilecek Hususlar

Heladan Çıkarken:

Dişleri Korumak

Misvak Nedir?

Gayesi

Diş Temizliği

Diş Fırçalamanın Faydaları

Ne Zaman Kullanılır?

Dişsizlerin Durumu?

3- DAVRANIŞLAR VE HAREKETLER:

Dil Ve Konuşma:

Kur'an'ı Kerîm'in Ve Hadîslerin Bu Husustaki Metodu

Yaratılış Gayesi

Dilin Doğruluğunu Hazırlayan Asıl Faktörler

Konuşma Durumu

4- İYİ OLAN TUTUMLAR

Sabır:

Sabrın Kısımları

Günahlı Yollardan Kaçmak

Harp Halinde

Çevreye İntibak Bir Sabır İşidir

Belâlara Karşı Okunacak Dua

Kanaat

İffet

Seha Cömertlik:

Cömertlik ve Cimrilik:

III- Rıfk-Yumuşak Huyluluk:

Özrü Kabul

Afv: Bağışlama

2- Hılim: Yumuşak Huyluluk.

Hilme Götüren Sebepler:

Haya

Nezahet

Şehamet

Tevazu

İki Kişinin Arasını Düzeltme

Adalet

  1. Yönetenlerle Yönetilen Arasındaki Adalet
  2. Kanunî Adalet:

Sosyal Adalet:

Devlet Adaleti:

Tevekkül

Tevekkül Ve Tevhîd

Tevekkülün Mertebeleri

Tevekkül Edenin Çalışma Durumu

Danışma (Şura)

İstişare Hangi Hususlarda Olmalı?

Danışılacak Kimsede Bulunacak Vasıflar

Hediye

Gayri Müslimlerle Hediyeleşme

Şaka: (Mizah)

4- İYİ OLMAYAN TUTUMLAR

Boş Söz

Yalancılık

Başkası Öldürmek İçin Yalan Söyleme

Her Duyduğunu Anlatmak:

Siyasette

Ticarette:

Yalan Konuşmaya İzin Verilmiş Yerler

Sövme

İki Şekilde Konuşma

Lanet

Alay Etmek

İnançla Alay

Kibirlenme = Büyüklenme

Derece Bakımından Büyüklenmenîn Aldığı Durum

Büyüklenme Üç Kısımdır

Büyüklenmeye İten Faktörler:

Büyüklenme, Bilginde Üç Şekilde Görülür:

Bunun İlâcı

Kişinin Kendisini Ölçmesi

Nemime = Kovuculuk

Gıybet Çekiştirme

Kaynaklardaki Durumu

Yapıyı Yerme

Çeşitli Şekillerdeki Durumu

Gıybet Ve İbadet

Hareketleri Anlatma

Yapılmasına İzin Verilen Yerler

Gıybetin Kefareti:

Âhiretteki Azabı :

Kin Beslemek:

Riya = Gösteriş

Çeşitli Sahalardaki Durum

Dinî Fiillerde

e- Ziyaretçiler, Arkadaşlar Ve Karşılaşma

Gösterişin Dereceleri

1- En Kötü Gösteriş

Giyimde:

Sünnet Ve Evlenme Merasimi

Ev Dekorasyonu

Politika

Cenaze

Bu Hastalıktan Kurtulma Yolu

Günahları Saklama; İnsanların Ona Vakıf Olmasından Korkma

Gösteriş Korkusuyla İbadetleri Ve İyi İşleri Bırakma:

İbadet İçin Sevinme

Buhl = (Cimrilik)

Cimriliğin Hududu Nedir?

Hased

Hased, Hükmü, Kısımları

Gıpta = İmrenme

Hasedin Mertebeleri

Bu Fî'le İten Sebepler

Meslektaşlar, Kardeşler Ve Akrabalar Arasındaki Hased

Tedavi Yolu

6- MÜSTAKİL KONULAR

Va'd

Allah'ın Va'di

Yalancı Va'd

Övgü

Övülenin Zararı

Övülen Ne Yapmalıdır?

Yemin

Yemin Ne Üzerine Yapılır

Yeminin Kefareti

Musikî

Musikî Üç Türlüdür

Günün Musikîsi

7- EĞİTİM VE ÖĞRETİM

Eğitim Ve Öğretim

Genel Teşvikler

İlkokul

Bu Eğitimin Genel Karakteri

Eğiticinin Takip Edeceği Yol

Öğrencinin Durumu

Öğrencinin Genel Tutumu

8- SELÂM VERME

1- Önemi

Kur'an-ı Kerîm'de "Selâm'ın" Çeşitli Kullanılışları

Hz. Peygamber'in Selâm Verme Ve Alma Hususuna Verdiği Önem

Konuşmadan Önce Selâm

Özel Durumlar

Selâm Adabı

Gayri Müslimlere Selâm

Selâma Mukabele

Kimlere Selâm Verilmez

Selâma Mukabele Etmeye Mâni Haller

Emanet Selâm

Ayrılırken Selâm Verme

Mektuplardaki Durum

Merhaba

Müsafaha = El Sıkışma

Kadınlarla El Sıkışma

Camide El Sıkışmak

Kucaklaşmak

El Öpme

Oturma

Oturanların Durumu

Toplulukta Dikkat Edilecek Hususlar

Oturulması Sakıncalı Yerler

Kötü Oturma Tarzı

Yolda Oturma

Zarurî Durumda

Meclislerde Konuşulması Zarurî Olan Husus

Kalkarken Okunacak Dua

Aksırma Ve Esneme:

Âksıran Ne Yapmalı:

Duyanlar Ne Yapmalı

Gayri Müsüm'in Aksırması Karşısında

Esneme

Giyim

Namazda

  1. Elbisenin Temiz Olması

Gösteriş İçin Olmaması

Kadın Ve Erkeğin Giyimülklerinîn Ayrı Ayrı Olması

Yeni Elbise

Elbise Giyerken

Elbisenin Deseni

9- YEMEK ADABI

Kur'an-ı Kerîm'de Yenilmesi Yasak Olan Hayvanlar

Helâl Kazanmanın Önemi

Sofranın Tanzimi

Yemekten Önce Yapılması Gereken Hususlar

İnsan Kazandığıyle Ne Yapar

Yemede Dikkat Edilecek Husus

Yemekte

Yeme Durumu

Yemekte Organlârın Durumu

Diğer Durumlar

Toplu Halde Yemek Yeme

Ziyafetin Şartları

Müslümanın Kaçınacağı İcabet

Yemek Sahihinin Tutumu

Yemek Verirken

Yemekten Sonra

İçme Adabı

Sular Hakkında Fıkhı Malûmat

Yemek Kapları Ve Su Bardakları

Gayri Müsümlerin Kapları

Su Ve Benzer Meşrubatı İçme

Su Dağıtma

Fazla İçmeme

10- AİLE

İslâm'dan Önce Araplarda Aile Durumu

Ailenin Temeli

Nikâhın Tarifi

Evliliğin Faydaları

Evlenme Yaşı

Araştırma

Araştırmada Kadında Aranacak Meziyetler

Kocada Aranacak Vasıflar

Kız İsteme

Adayların Birbirlerini Görmeleri

Nişan

Hediyelerin Durumu

Nikâh

Düğün

Davete Gitmek

Evlenenleri Tebrik

İlk Evlilik Günü

Cinsî Münasebet

Normal Günlerdeki Durum

Özel Durumlarda

Nifas

Kocanın Görevleri

Kocanın Karısı Üzerinde Hakları

Kadın'ın Giyimi

Erkeklerin Durumu

Çocuğun Yetiştirilmesi

Geleneğin Tarihçesi

Ad Verilmesi

Sünnet Olması

Tahsil Durumu

Çocuklara Karşı Şefkatli Olma

Öldükten Sonra

Kardeşler Arasında

Yakınlara Bakma

Ne Yapılmalı

Korunulacak Husus

Komşuluk Münasebetleri

İyi Komşu

Komşuların Bibbirlerine İkram Etmeleri

Gayr-i Müslimlerin Durumu:

İşin Hukuki (Fıkıh) Yönü

Günlük Münasebetlerde

Arkadaşlık, Kardeşlik Ve Kaynaşma

Ülfet = Uzlaştırma

Ülfet Ve Kardeşliğin Önemi

Bu Sevginin Oluşu

Arkadaşta Bulunması Gereken Meziyetler

Gözetilecek Hususlar

Kardeşliğim Ve Dostluğun Hakları

11- EVLER

Ev Yapılırken

Ev Döşemesi

Evi Koruma

Eve Girerken Ve Çıkarken

Başkasının Evini Gözetlemek (Röntgencilik):

Evden Çıkarken

Evde Hayvan Besleme

Uyku

Uyku Şekli

Akşam Olunca

Davarları İçeri Alma

Yemek Ve İçme Kaplarının Örtülmesi

Ateşin Söndürülmesi

Uyku Zamanı Ve Yatma Yeri

Akşamdan Önce Uyumama

Uyku Halindeki Durum; Rüya Görme

Güzel Rüya

Rüyanın Düjdeliği

Mübeşşirat Nedir?

Hz. Peygamberin Rüya Görmesi Ve Ta'biri

Tabirine İzin Vermesi

Rüyanın Çeşitleri

Kur'an-i Kerîmde Rüya

Rüya Gören Ne Yapmalıdır?

Hz. Peygamberi Rüyada Görme

Yolculuk

Yolculuğa Hazırlanırken

Bazı Önemli Hususlar

Çok Kalmamak

Dönüş Zamanı

Memleketini Görünce

12- HASTALIK

Hastalığı Tedavi Etme

Tedavinin Önemi

Doktor Ücreti

Bulaşıcı Hastalıklar

Hayvandaki Durum

Manevî Tedavi

Hz. Peygamberin Yaptığını Her Müslüman Da Yapabilir Mi?

Uğursuzluk

Hastanın Hastalığını Söylemede Bir Mahzur Yoktur

Hastanın Yapması Gereken Şey

Vasiyetin Miktarı

Vasiyetin Şekli

Arkasında Mal Birakmayan Kimsenin Vasiyeti

Hastayı Ziyaret

Erkeğin Kadın Hastayı Ziyareti

Diğer Dinlere Mensup Olan Kimseleri Ziyaret

Ziyaret Usulü

Hastayı Yakınlarından Sorma

Ölüm Halinde Olana Ne Yapmalı

Ölünün Yanında Bulunanların Yapacaği İşler

Ölünün Yakınlarına Düşen Görevler

Ölünün Yakınlarına Yasak Olan Şeyler

I- Bağırma

II- Yüzünü Tırmalama

III- Yanaklarını Dövme

IV- Saçını Yolma

V- Ölünün Üzerinde Şiir Söylemek

Ölüm İlânı (Na'y)

Ağlama Müddeti

Bâzı Müjdeler

X- Veremden Ölmek

İnsanların Ölüyü Övmeleri

Ölüyü Yıkama

Yıkatmanın Sebebi

Yıkama Adabı

Yıkayıcı Nelere Dikkat Etmelidir

Yıkanmayan Cenazeler

Ölünün Kefenlenmesi

Kadın'ın Kefeni

Kefenlenmesi

Diğer Hususlar

Cenazeyi Taşıma, Takip Etme Ve Defn

Yasak Olan Durum

Yürüme

Sür'atın Sınırı

Cenazeyi Takip Şekli

Taşıma

Kadınların Cenazeye İştirak Etmeleri

Cenazeyi Takip Ederken Takınılacak Durum

Cenazenin Önünde Kalkmak

Defnetmek

Kabir

7- Kabirleri Secdegâh Yapma

9- Kabirleri Ziyaret

15- Taziye

Kabirleri Ziyaret Etmedeki Gaye Ve Yapılacak Hususlar

Kabir'de Kur'an-ı Kerîm Okuma

Kabirlerde Yasak Olan Diğer Fiiller

Ölüye Fayda Veren Şeyler

Kabir Ziyaretinde Bidatlar

Duam

Kitapta Adları Geçen Eserlerin Bibliografik Bir Listesi

İSLAM TERBİYESİ

 

Birkaç Söz

 

Allah'a hamd, Yüce Peygamberimize selât-ü selâm olsun.

1- İslâm fıkhının bir kolu olan İslâm terbiyesi (ahlâkı, âdabı) gibi önemli bir mevzuu İşlemenin zorluğunun farkındayım. Başarılı bir çalışma olmadığına da inanıyorum. Fakat bugüne kadar bu mevzuda temel kaynak­lara dayanarak hazırlanmış derli toplu bir eser olmadığı için bu yönden ça­lışmayı müslüman kardeşlerimiz için faydalı buldum.

2- Bu mevzuda kütüphanelerimizde birçok eser ve risale mevcuttur. Tesbit edebildiklerimi gözden geçirmeye çalıştım. Vazife yerinin bu değer­li eserlerin bulunduğu İstanbul kütüphanelerinden uzak olması çalışmayı hayli geciktirdi. Yalnız bu risalelerin çoğunun, büyük bir eserin bir bölü­mü veya tercemesi olduğu gözden kaçmamıştır.

3- Malûmunuzdur ki; İslâm'ın en başta temel kaynağı Kur'an-i Kerîm ve Allah Resûlü'nün sünnetidir. Mevzu işlenirken her şeyden evvel bu iki kaynağa dayanmanın zaruret olduğu aşikârdır. Her konuyu işlerken azamî derecede buna riâyet ettim.

4- Değerli okuyucumun da bizzat kaynaklara inmesini arzu ederek bâzı yerlerde buna dikkatleri çekmekten geri kalmadım.

5- Eğer her müracaat etmek istediğim kitabi yakınımda bulabilseydim, daha sıhhatli bir eser meydana geleceğini de belirterek, İstanbul dı­şında kalan yerlerde çalışmak zorunda olanların bu yüzden ne kadar elsiz ve kolsuz  kaldıklarını bir ihtiyaç olarak belirtmeme müsaade buyurunuz. Taşra kütüphaneleri-ki nederece kütüphane   denilebileceği kestirile­mez-kaynak kitaplardan mahrumdur. Bu yüzden nice zekâların muattal kaldığını yakînen müşahede etmişimdir.

6- Müellifiniz dört yıldan beri, mütedeyyin insanlar yatağı olan Ça­nakkale'nin iki şirin kasabası Biga ve Çan'lıların asîl dostluk anlayışlariyle kucak kucağadır. Civar kasabaların iştirakiyle de Biga'da kurulmuş olan İmam-Hahip Okulu, halkın yüce İslâm'a gösterdikleri sevgi ve özlemin de­rîn bir sembolü olarak kendini gösterirken, yine Çan kazasında bir halk kuruluşu olan, yurt içi ve yurt dışında güçlü bir şekilde kendini kabul ettirmiş Çanakkale Seramik Fabrikaları da müslüman halkın başka yönden kendi güçlerinin ispatıdır.

7- Ben, mâna ile maddeyi aynı ahenk içinde birleştiren "Kale Ailesi"-ne Allah'ın sonsuz başarılar ihsan buyurmasını dilemeyi bir kadirşinaslık bi­lirim. Şunu da kaydedeyim: 

"Kale Ailesi"ni tanımadan önce teknokratları, iyi tanımıyordum. Onları tanıma fırsatı buldum. Zannımca onlar da İslâmiyeti tanıdılar. Bilmem ki değerli okuyucu şunu kaydedersem yanlış bir deprlendirmeye doğru mu gidiyorum? İslam evet İslâm, kaynaklardaki öz fivetiyle insanımıza anlatılsaydı, yahut insanımız onun hakkında peşin hü­kümlere ve menfî propagandalara kapılmasaydı, insanlığın bakışı İslâm'a karsı çok munis olacaktı. Ortada bir anlaşmamazlık varsa o da bilmeme­nin doğurduğu bir problemdir. Acaba insana saygı prensibini kabul etmiş kimse şu ifadelere karşı durur mu?

"Allah'ın Resulü buyurdu; Küçük bir kemiğin hediye edilmesi dahî, gü­neş her gün doğduğu müddetçe sadaka yerine geçer. Şunu da buyurdu:

İki kişinin arasında adaüetsî hükmetmek de sadakadır. Bir adama hayvanı için yardım etmek, ona binmesine, ona yükünü yüklemesine yardım etmek sadaksdır. Güsel bir söz söylemek sadakadar, camie giderken atılan her adım sadakadır. Yol üzerinde halka eza veren şeyi kaldırmak sadakadır"[1]

Yine o ünlü Peygamber'in bir sözünü buraya alarak sizi kitaptakileri de okumaya davet edeyim.

"Birbirinize buğzetmeyiniz, birbirinizden yüz çevirmeyin, birbirinize hased etmeyin. Allah'ın kulları, kardeş olunuz" [2]

Evet... İnsanlığı fazîlete, huzura, barışa ve mutluluğa çağıran İslâm; mutlu olma san'atını öğreten bir Hak yoludur.

Her alandaki çalışmalarımı maddî ve manevî yönden destekleyen ve her sahadaki kimselerle görüşme fırsatı bana hazırlayan çalışmalarıyla yurt ekonomisine büyük hizmetlerde bulunan Kale Seramik gibi daha bir çok kuruluşların müessisi muhterem H. İbrahim Bodur Bey'e bu çalışmalarımı borçluyum. Cenâb-ı Hak ihsan buyurursa ilerde yapacağım bütün çalışma­larda bu desteğin payı kendini hissettirecektir. Müessesenin değerli mü­dürü sayın Recep Debvişoğıu ile meseleleri büyük zevkle konuşuyor ve görüşüyorduk. Bana müşfik bir ağabeylik yaptı. Diğer elemanların göster dikleri yakın ilgiyi her dönemdeki çalışmalarım için unutulmaz bir hâtıra olarak yâdedeceğim.

Hocalarım ve dostlarım, sizler bize öyle ufuklar hazırladınız ki; Ce­nâb-ı Hakkın bizleri buna lâyık kılmasını dilerim.

Allah'ım! Hatâlarımı görmeyi, bu kuluna nasip et, yaptığım hatâlardan Sen'ın sonsuz tevfik ve mağfiretine sığınıyorum.

7 Sefer 1392 22.Mart.1972 Biga

 

1- AHLAK TERBİYE VE EDEB

 

İslâmî kaynakların ve bu kaynaklar üzerine eğilen düşünürlerin, cemi­yetin düzenli bir hayat yaşamasını temin eden yukarıdaki deyimler üzerin­de ne kadar hassas davrandıklarını her an görmek kabildir.

Ahlâk: huylar, hasletler, tabiatlar anlamına [3] gelmektedir. Kelime Kur'an-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde yer almıştır. Terim olarak insanlara görevlerini ve doğru yolu gösteren bir ilimdir, işlerimizde ve hareketleri­mizde takip etmek mecburiyetinde olduğumuz düsturları bize gösterecek olan şey ahlâk ilmidir. Bu düsturların bütün hedefi hayr-ı a'lâ = iyiliktir. [4] Binaenaleyh insan irâdesini gerçekten insana lâyık bir tarzda nasıl kullan­ması lâzım geleceğini bize bu ilim haber verir. [5]

"İyi" mefhumu insan için yalnız bir düşünüp taşınma konusu değildir, iradenin muvacehesinde, o bir gaye ve istektir ki, onu pratik mevkie çıkarmak bir borçtur.

 

Kaynağı                                

 

Bütün peygamberler geldikleri toplumlara ahlâkı öğütlemişlerdir. O halde bunun ilk öğreticileri peygamberlerdir.[6]

Binaenaleyh ilk terbiye­cinin de ilâhî kanunlar olduğunu söylemekte asla tereddüt etmemek lâ­zımdır[7]

Din ile ahlâk arasında bulunan bu ezelî bağdan dolayı akıllı kimseler­den bir çoğu "dünyada ahlâk adında bir şey varsa, onun behemhal dinden istifade ettiğini, din ile ayakta durabileceğini, dine dayanrmyan ahlâkın temeli ve kaideleri ne kadar metin ve ne kadar mazbut olursa olsun kök­süz bir ağaç gibi hakikî feyzden mahrum kalacağını" söylüyorlar. Ve ahlâk esaslarının dini alâkalardan sıyrılması lüzumuna kail olanların dâvalarını ye­ter delillerle reddediyorlar. [8]

Öteden beri her milletin bilginleri ve filozofları ahlâklığa dikkat etmiş­lerdir. Bu yönden ahlâk ilmi milletlerarası ortak bir ilim sayılabilir. Bu­nunla beraber müslümanlar kendilerine has bir ahlâk ilmine sahiptirler. [9]

 

İslâm Ahlâkının Konusu:

 

Kur'an-ı Kerîm'de ve Hazret-i Peygamber'in sünnetinde geçen ahlâk ku­rallarını ve onu tefsir eden düşünürlerin görüşlerini içine alır. Bu yalnız insanın seciyesini tetkikle yetinmez. Bu ilmin asıl konusu karektere ait kai­deler ve tam bir ahlâktır. Diğer bir tarife göre, ahlâk ilmi görevler ilmi yâni insanlığın gidişine ait gerekli kaidelerden bahseden ilimdir. [10]

Şu halde bu ilim iki esası içine alır:

1- İyiden bahseden nazarî ahlâk

2- Görevler ilmi denilen amelî ahlâk

Konusu insanın gidişi olan kaidelerden ibaret olan nazarî ahlâkın bir ilim olduğundan şüphe yoktur. Fakat özellikle uygulanan ve tavsiyelerden bahseden amelî ahlâk, ilim olmaktan ziyade öncekilerin hayat sanatı dedikleri sanattır. [11]

Son zamanlarda ahlâk üzerine yapılan çalışmalarda ahlâkın konusu tâ­yin edilirken, pratik felsefenin bir bölümü olarak düşünülmüş, meseleye Aristo'dan başlatılarak son devir filozoflarına (Bergson v.s.) kadar geti­rilmiştir. Dinler genel olarak ele alınmış, ahlâk konusunda kendine has bir özellik taşıyan İslâm bu dinlerden ayrı tutulmamıştır. Daha çok metafizik, epistenolojik (Nietzche), fenomelojik ve normatif ahlâk düşünülmüştür. Fertlerin sosyal hayatta, birbirlerine karşı olan davranışlarını ele almış İs­lâm ahlâkını verirken, ahlâk felsefesini bu noktadan bir tarafa bıraktık. Pratik felsefenin bir bölümü olarak ahlâkı ele alan birçok eserler vardır. [12]

 

Hz. Peygamberin Dilinde Ahlâk

 

Hz. Peygamber ahlâkın ne kadar önemli olduğunu bir çok hadislerde belirtmiştir

1- "Ben ancak iyi ahlâkı tamamlamak için gönderildim[13]

2- "Rabbim! Ahlâkın en güzellerine varmak için bana yol göster. Zira en güzel ahlâka vardıracak ancak sensin. Rabbim Kötü ah­lâkı benden uzak tut. Zira ahlâkın kötüsünü benden uzaklaştıra­cak yalnız sensin[14]

3- "Allah'ım! Senden sıhhat, afiyet ve ahlâkın güzelini istiyorum[15]

4- "Allah'ım! Hilkatimi güzel yaptın, ahlâkımı da güzel yap[16]

5- "Güzel ahlâktan daha ağır bir şey mîzana konulmadı. Çünkü güzel ahlâk sahibi, onunla oruç tutan ve namaz kılan kimsenin derece­sine ulaşır[17]

6 - "Mü'minin keremi, tekvasıdır, dini;  şerefi ve mürüvveti ahlâkıdır[18]

7- "Güzel ahlâk gibi şeref yoktur" [19]

8- "Bana en sevimliniz ve kıyamet gününde oturma bakımından ba­na en yakınınız, ahlâk yönünden en iyinizdir"[20]

 

İslâm Ahlâkının Genel Karakteri:

 

Îslâm'da bir kanun ahlâkı vardır. Kanun ahlâkı kendi hükümlerini biz­lere teklif eder, bu şekilde bir ahlâkî yükümlülük meydana getirir.

Ahlâkî görevin mahiyeti, İslâm dininde, ifâsı ile ahlaken yükümlü ol­duğumuz şeyden ibarettir. Meselâ:

İslâmlık bizleri doğruluğa, adab-i mua­şerete riayetle mükellef tutuyor. Binaenaleyh bunlar bizim için bir vazife olmuş oluyor. Ahlâkî görevlerin bir kısmının belirli sıfatları vardır: [21]

1- Vazife gereklidir:

Eğer insanlar, bir takım ahlâkî görevler ile yükümlü olmasa idi­ler, kendilerinde insanî olgunluk tecelli etmezdi. Aralarında, dü­zenden, içtimaî ahenkten eser görülemezdi [22]

2- Vazife mecburidir:

Vazifeye riayet etmemek ahlaken uygun değildir.

3- Geneldir:

Kur'an-ı Kerîm bunu "Yâ eyyüha-n-nas -Ey insanlar " seslettisiyle göstermiştir.

4- Yapılabilir:

Gücün dışında yüklenmemiştir [23]

5- Mutlaktır:

Yâni vazifeye riayet etmemiz bir şart ile bir istisna ile kayıtlan­mış değildir. Karşılık beklenmeden yapılır [24]

6- Değişmez:

Ahlâk kanunlarının esas hükümleri ortadadır, Fertlerin ve toplumların telâkkisine tâbi değildir [25]

 

Sorumluluk Ahlâkı

 

Bu ahlâk, işlerin hesabını vermekten, bunların mahiyetine göre mükâfat veya ceza vermekten ibarettir. [26]

"O, yaptığından sorumlu değildir, onlar îse sorumlu tutulacaklar­dır" [27]

"And olsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de soracağız." [28]

8- Azme, iradeye ve niyete bağlıdır:

"Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. İçinizdekini açıklasamz da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğine azap eder, Allah herşeye kadirdir[29]

9- Fakat mücerret olarak hiç zorlamadığı halde aklına gelen şeyden sorumlu tutmaz. [30]

10- Kasten yalan olmaksızın hata ve unutma yolu ile çıkan sözler, yapılan işler hukuken sorumluluğu gerekli kılmıyorsa da ahla­ken sorumluluğu gerektirmez.

11- Şahsîdir:

"Herkes yaptığı hatadan sorumludur. Hiç kimse kimsenin güna­hını yüklenmez." [31]

12- İyiye ön ayak olmak da onu işlemek gibidir. Kötüye vasıta olmak da aynıdır. [32]

 

Adab

 

İslâm hukuk kitaplarında sık sık ismine rastlanan bu kelimenin dil yö­nünden; asil ve insanî şeylere meyletme hasleti ve bunun hayatta içtimaî münasebetlerde belirmesi mânasında kullanılır. [33] Edeb, dinin üçte ikisi, din denilse yerinde olur. [34] Mecazi mânada, insanı yüksek kültüre erdi­ren ve irfan erbabı ile muaşerete lâyık mertebeye çıkaran tahsile... Arap lisanı, edebiyat ve şi're delâlet eder.

Kelime geniş bir sahaya nüfuz ettiği halde burada içtimai münasebet­leri tanzim yolunda yapılacak hareket ve davranışları içine almaktadır. Ke­lime; hukuk yönünden de şümullü bir mâna taşımıştır. Hac merasiminde riayet edilecek hususlar, "Adab-ül - Hac" adı altında inceleme konusu ya­pıldığı gibi, hâkimin görev ve yetkisini tanzim eden esaslar içinde "Adab-ül -Kadi" [35] şeklinde isimlendirilmiştir. Hukuk dilinde pek bolca kullanılmış bulunan bu kelime, ferdin ahlâk ve terbiyesini birinci prensip olarak almış olan tasavvufun dilinden düşmez olmuştur. [36] Edebin gerçek yönü ise bütün iyi olan hasletleri toplamaktır. Edebil kimse ise bu hasletleri ken­dinde toplamış kimselerdir. [37] İbn-i Ata şöyle demiştir:

"Edeb, iyi olan işlerle beraber olmaktır" [38]

Hz. Peygamber bir çok hadislerinde buna teşvik etmiştir:

1- Baba çocuğuna güzel edep'ten daha üstün hediye bırakmadı. [39]

2- Allah'ın edebi Kur'a'n'dır. [40]

3- Çocuklarınıza ikramda bulununuz ve edeblerini iyi veriniz. [41]

4- Kişinin çocuğunu terbiye etmesi, bir sa [42] kadar yardımda bulunmasından daha iyidir. [43]

Hz. Mevlâna da gayet yerinde edebten bahsetmiştir:

"Cenâb-ı Hak'tan bizi edebe muvaffak kılmasını dileyelim. Çünkü ede­bi olmayan, Allah'ın lûtfundan mahrum kalır."  [44]  Bu husustaki gazeli hep beraber okuyalım.

"Efendi; bilmiş ol ki edeb, insanın bedenindeki ruhtur. Efendi; edeb, Allah adamlarının gözü ve gönlü nurudur.

İnsan süflî âlemden değil, ulvî âlemdendir. Şu feleğin dönüşündeki gü­zellik de edebdendir. Eğer şeytanın başını ezmek dilersen gözünü aç ve gör ki, şeytanın kaatili edebdir. İnsan oğlunda edeb bulunmazsa; O, insan ve insanoğlu değildir. İnsan ile hayvan cisimleri arasındaki fark, edeb ile­dir. Gözünü aç da, baştanbaşa Allah Kelâmı olan Kur'an-a bak! Kur'an'ın bütün âyetleri edeb ta'Iiminden ibarettir. İman nedir? diye akıldan sor­dum. Akıl, kalbimin kulağına söyliyerek iman: 'Edebdir' dedi.

Ey Şems-i Tebrizî, sen sırr-i ilâhîsin, sus. Dünya gecesini aydınlatacak ışıkların en parlağı edebdir" [45]

 

İslâm Adabının Kaynağı

 

Bunun kaynağı Kur'an-ı Kerîm, Hz. Peygamber'in siyreti ve O'ndan ilham alan ahlâkçıların, mutasavvıfların tavsiyeleri ve terbiye metotlarıdır.

"Cenâb-i Allah, Resulünün getirdiğini almak[46] ve yasakladığı şeyler­den de vazgeçmeyi isterken,

"Sizin için Resûlüllah güzel bîr örnektir" [47] âyetiyle de müslümanın her yönden olduğu gibi adab'ta da O'nu örnek seç­melerini bildirmiş oluyor. Zaten O'nu, Rabbi en güzel bir şekilde terbiye etmiş. [48] Hz. Resul'a büyük bağlılıkları olan Allah dostları da edebe teş­vik etmişlerdir. "Ey âşıklar nefsinizi edeble süsleyin. Aşk yollarının hep­si de edebten ibarettir." [49] Büyük tasavvufcu Ebû Hafs-ı Kebir "Tasav­vuf tamamıyle edeptir, her vaktin, her halin ve her makamın edebî vardır" [50] demiştir.

Gayesi;

Müslümanları Allah'ın istediği bir edeple süsleyerek toplum içindeki fertlerle kuracağı münasebetlerde ölçülü hereket etmesini sağlamaktır.

Ahlâkın merhaleleri; Ahlâkın dereceleri vardır:

  1. Hayvanî ahlâk:Menfaat ve hayatı koruma üzerine kurulmuştur. Ha­yatın gayesini haz ve menfaat olarak alanlar hayvanlarla beraberdir.[51]
  2. İnsanın ibtidaî ahlâkı:Bunun genel olarak düsturu şudur:  

Şim­diki anı değil, geleceği nazar-ı dikkata alarak yaşamalısın. İçgüdünün arka­sından gidersen yok olursun. Bu yüzden nefsine karşı dâima duracaksın. Kendini içgüdünün elinden kurtararak araştırma, düşünme ve akılla bulacağın yola gideceksin. Kendine yeni bir "ene = ben" yapacaksın. Pren­sibi bencillikten uzaklaşma = Non egoisme [52]

III. Sosyal ahlâk: Ahlâkın en üst derecesidir. İlkel insanın nazarın­da toplum ancak aile ve kabile fertlerinden ibaretti. Bunlar yabancılar hak­kında hiç bir görev hissetmezlerdi. Sosyal ahlâkın üzerinde durduğu te­mel prensipler şunlardır:

  1. Hayatı içinde yaşadığın cemiyetin hayatına uydurmak.
  2. Cinsine yararlı olmak.
  3. Gerekirse canı feda etmek.
  4. Bir insan içinde yaşadığı toplumun genel kurallarına bağlanması gerekir. Bu olmazsa, sosyal hayatı birbirine bağlamış prensipler bozulur, dolayısiyle cemiyet sarsılır. Aynı şekilde insanın içinde yaşadığı toplumun davranışlarını ve mânevi değerlerini iyi bilmelidir.
  5. Bunu tatbik etmek yine kendi menfaati icabıdır.
  6. Fedakârlık gösterilmezse cemiyet yükselmez. Vatanın tehlikede ol­duğu bir zamanda canı feda etmekten çekinmemek.

Muasır ahlâkçıların "Sosyal ahlâkın prensipleri" olarak ileriye sürdük­leri esasları okuyucunun İslam'a yakınlık derecesini ölçmek için burada ver­meyi faydalı buldum. Görülecektir ki ileriye sürülen esaslar İslâm'ın ti­tizlikle üzerinde durduğu konulardır:

1- Sana yapılmasını istemediğin şeyleri başkalarına yapma. Aksine sana yapılmasını istediğin şeyi başkalarına yap.

2- Şahsî ihtiyaçlarını toplumun icaplarıyla bağdaştır.

3- Şimdiki ve gelecekteki insanlığın yükselmesi, gelecek nesillerin alçalmaması için bütün hayatın boyunca, bütün gücünle ehliyet ve istida­dın dahilinde olan şeylere çalış. Medenî insanlığın bir organı olduğun için Onunla olan bağını unutma. Sağ olduğun müddetçe öyle sosyal kurumlar kurmaya çalış ki; bunda hükümet bazı kimselerin gerek kuvvet ve gerek­se hile ile diğer insanların mesaisinden meşru olmayan bir şekilde istifa­de etmesine engel olsun veya hiç olmazsa bütün kuvvetiyle bunu sınırlasın.

4- Herkese karşı âdîl ol.

5- Hiç kimseden minnet ve şükran bekleme. Görevi yerine getir­me sonucunda vicdanda meydana gelen rahatlık yeter bir mükâfattır.

6- Seni överlerse hiç önem verme. Fakat seni yeriyorlarsa buna çokça dikkat et. Hangi davranışını yeriyorlarsa o durumdan vazgeçmeye çalış.

7- Başkaları hakkında kötü zanda bulunma, iyi zan besle. Kötülüğe iyilik vasıtasiyle galebe çal.

8- Kendi menfaatin için başkalarının çalışmasından meşru olmayan bir şekilde asla istifade etme.

9- Bir şeyi derinlemesine tetkik etmeden bir mesele hakkında hü­küm verme.

10- Başkalarının za'fını -bilhassa kadın ve çocuklarınkini- kötü­ye kullanma.

11- Başkalariyle alay etme.

12- Sana sırrını verenin sırrını yayma.

13- Faaliyetlerinin ve hareketlerinin neticelerine büyük bir cesaret­le tahammül et. Korkaklık ve alçaklık göstererek bundan sıvışma.

14- Zaruret olmadan hiç bir canlıyı ve eseri mahvetme.

15- Hırsızlık ve karaborsacılık yapma.

16- Yalan şahitlikte bulunma.

17- İki yüzlü olma. Yalan söyleme. Kimseyi aldatma.

17- Sözlerinde ve yazılarında kelime oyunundan, gerçekleri değiş­tirmekten sakın.

19- Sözlerine dikkat et, hiç kimseye iftira etme ve kötü söyleme. Birinde şikâyetin varsa onu başkalarına açmadan önce, evvelâ onu tenhaya çağır, şikâyetini açıkça söyliyerek iyiliğe sevketmeye çalış.

20- Hasud olma. Yerinde ve doğru olmayan arzularını kendinden uzaklaştır,

21- Büyüklenme, alçak gönüllü ol. Tek bir ihtirasın olsun: Bir şeyi iyi yapma.

22- İhtiraslarını akıl ve adaletle dâima frenlemeye çalış.

23- Bilgiye saygılı ol.

24- Herkese bilhassa ailenin fertleri hakkında nazik ve terbiyeli ol.

25- Asla küsme. Çabukça affet.  Her nasılsa yaptığın hatayı ve ada­letsizliği derhal itiraf et.

26- Temiz ol.

27- Dimağını tahrik ve vücudunu zehirleyen alkollü maddeleri asla kullanma.

28- Dostluğun karşılıksız ve doğruca olsun. Fakat dost olmadan önce bir adamı-dostluğa lâyık olup olmadığını- iyi ara ve tara.

29- Cesur ol. Bu dünyanın bahtsızlığı da ikbali de başına gelebilir. Ne birincisi seni kederlendirsin, ne de ikincisi gözünü kamaştırsın.

30- Başkaları hakkında hüküm verirken hükümlerinde afivkâr ol. Başkalarının seni işleriyle ve sözleriyle kalbini kırmalarını irsî durumlarına yahut almış oldukları yanlış terbiye veya senin anlayamadığın sebeplerde görmeğe çalış.

31- İntikam besleme. Aynen mukabelede bulunma. (Haklı bir mü­dafaa bunun dışındadır) Şiddetle muamele etmek zaruret halini almış ise bunun sosyal zaruret ve toplumun korunması için olduğunu dikkat naza­rından uzak tutma.

32- Servet, güzellik, süs, nüfuz ve selâhiyet gibi dış şeyleri talî şey­lerden say. İnsanın gerçek hizmetini teşkil eden ancak derin bir vazife hissi, bir faydalı iş, can ve gönülden fedakârlıktır. Söz değil, iş. [53]

 

Toplum Ve Fert

 

İnsan, hemcinsiyle yaşama duygusuyla doludur. Az bir süre için yal­nız kalan kişi, etrafına bakınarak kendi cinsini arar. Tabiatta diğer görü­len varlıklar, onun bu yalnızlığını gideremez. Çünkü yapı, duygu, ve dil bakımından uyuştuğu tek varlık bizzat kendi cinsidir. Fakat bu durum ona bazı vecibeler yükletiyor.

İlkel cemiyetlerde görülen kaideler, dış görünüşte basit gibi görünü­yorsa da, üzerlerine fazla eğilince bunlarda, toplum içinde yaşama sana­tının saklı bulunduğu görülür. Değişik merhaleler geçirdikten sonra, son olarak İslâm'la karşılaşan insan, ilk zamanlarda görülen sorumluluk duy­gusundan ayrı bir sorumlulukla karşılaştı. Kendine, ailesine, yakınlarına içinde yaşadığı topluma ve bütün insanlığa. Bu bakımdan her şeyde "umu­mî maslahatı" göz önünde bulundurmuş, ferdi yaşadığı cemiyetin menfaati­ni kollamaya sevketmiştir. Bu hususta vazettiği esaslar yanısıra

"İyilik ve tekva hususunda yardımlasınız." [54]

"Hepiniz çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz..." [55]

Âyeti ve hadisini zikredelim.

Her şey bir sınırın çevrelediği saha içinde serbesttir. Bu serbestiyet içinde kalan hususlar tetkik edilince fert ve cemiyetin menfaatlannın ku­caklaştığı görülür. Şurası bir gerçektir:

Her şeyde bağlı bulunduğu top­lumun menfaatini göz önünde bulunduran bir ferdi anlayışla, toplumun açık bıraktığı kapılardan girmeyi fırsat bilerek oraya girmeyi menfaat telâkki eden bir anlayış arasında büyük farklar vardır.

İslâm "Kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemediği müddetçe mü'min olmayacağını" [56] "Mü'min mü'mine nîsbetle adeta bir yapıdır... Birbirini pekiştirirler"  [57] ifadeleri belirtmek suretiyle fert ve cemiyet mü nasebetterinin nasıl olacağını öz olarak belirtiyor. Hususî bir araştırmaya konu olacak mahiyette bulunan bu mevzuu "görgü kurallariyle" ilgili olduğu için üzerinde durulmasını uygun buldum.

Bu konu müslüman bilginlerinin dikkatından kaçmamıştır. Ragib el-İsfahani bunu bir risalede teferruatiyle işlemiştir. [58] O diyor ki:

"İnsanlar bazan normal ihtiyaçlarını görmek için bîr yere çekilirler. (Allah'ına dua ve diğer ihtiyaçlar gibi) [59] fakat bunun yanısıra bazı ihtiyaçlarını görmek için de onlarla beraber olmak mecburiyetindedir. (Bunun misâlleri çoktur) Bu bakımdan insan tab'an medenidir" demiştir. İbn-i Abbas birinin:

"Allah'­ım! İnsanlardan beni müstağni kıl" şeklinde dua yaptığını duyunca Ona şöy­le dedi:

"Ey adam! Senin Allah'tan ancak ölümü istediğini görüyorum. Çünkü insanlar yaşadıkları sürece birbirlerinden müstağni olamazlar. Diğerleriyle beraber bir arada olmak mecburiyetindedir. İnsanlar, birbirlerinden müstağni olmayan tıpkı bir vücudun organları gibi yaratılmıştır. Birbirle­riyle ünsiyeti korumak için insan olarak adlandırılmıştır. [60] Hz. Peygam­ber de bunun önemini izah etmiştir:

İnsanların arasına karışıp onların ezi­yetlerine sabreden mü'min, insanların arasına karışmayan ve ezaya sabretmeyen mü'minden daha üstündür.' [61] Nitekim tek başına yolculuğa çık­mayı istememişti.r" [62]

Ayrı yaşamanın verimliliğinden bahsedenler de çıkmış ve en değerli ilimleri ve iyi düşünceyi yalnızlık halinde bulunurken insanın çıkarttığını söylemişlerdir. [63]

Fakat bu hususta doğru olan şudur:

Dağlarda ve mağaralarda tek ba­şına yaşamak kötülenmiştir. Çünkü böyle bir durum, insanlardan sıyrılıp ölüler ve vahşîler zümresine girmektedir. Âkil, yiğitlik, iffet ve adalet gi­bi insanda bulunan en güçlü faziletlerin iptali tembelliği doğurtur. Tembel­lik ve bütün bir rahatlığa dalmanın, rezaletlerin en büyüğünden olduğu ke­sin bir surette ortaya çıkmıştır. Zira bu ikisi kişi ile faziletlerin arasını ayırırlar. [64]

Esas toplumdan uzaklaşma isteği iki notkatandır.

a- Ruhunu tiksindiren bazı olayların cereyanı

b- Ödevlerden kaçma Bu ise İslâm'ın fert yapısına giydirmek istediği karaktere zıttır. Üste­lik bunun zühtle de ilgisi yoktur. İslâm'daki züht, cemiyet içindedir, onun dışında değildir. Zaten İslâm'daki zühtün toplumdan kaçmak olmadığı Hz. peygamber tarafından bildirilmiştir.

Sonra İslâm insanları müşavereye davet etmiştir. Müşavere ise tek başına olmaz. Bundan dolayı insanın toplumla olma zarureti onlardan çe­kilip tek başına yaşamaktan daha çoktur. [65]

 

2- VÜCUT ORGANLARININ DURUMU

 

El

 

Daha çok bütün vücudu korumayı görev almış Allah'ın kullarına ver­diği büyük bir ni'mettir. Mü'min abdest alırken kişi ve toplumun menfaati­ni sağlamak ve Allah'ın tabiat hazinesinde bahşettiği türlü türlü ni'metleri elde etmeye vasıta olan ellerinin hayırlı yolda faaliyet içinde bulunması­na dua eder.

Yed - El. Allah kudretinin ifadesidir. [66] İnsanlığın gücünü dile geti­ren eller, burada uzandıkları hedeflere doğru, elde ettiklerine denk olarak yine âhirette ellerinde  [67] bulacaklardır.

"İnsan kendini kendi eliyle tehli­keye'atar." [68]                                                                                           

Bozgunculuğun kaynağa:

"İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden ka­rada ve denizde bozgun çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını kendilerine taddırır". [69] Karada ve denizde bozgunun kaynağı olan el başa gelen musibetin de [70] kaynağıdır. İşte bu el, ayni zamanda yarınki hayatta insanoğlunun yaptığı her şeyi konuşacak bir dildir de [71] Bu bakımdan iş yaparken susan elin, aslında yaptığı işe en iyi şahit oldu­ğunu göz önünde bulundurmak gerekir. El, aklın düşündüğü ve hislerin coşkunluğunu tatbike intikal ettiren bir vasıta olup, yapmayı gerçekleşti­ren organdır.                                                                                  

Yapılan münasebetlerde ilk göze batan organ eldir. Tanışanlar arasın­da ilk bağlantıyı kuran, mideye her türlü gıdaları gönderen eldir. Elin te­mizliği ve kirliliği tanışma esnasında bir role sahip olduğu gibi, sıhhat üze­rine de onun büyük bir tesiri vardır.

Ne yapılmalıdır?:

Dışarı ile en çok münasebet kuran el olduğuna gö­re, temizliğine ihtimamla eğilmeli ve onu tehlikeden sakındırmalıdir. Yal­nız su ile üstündeki pislik giderilebilinirse bununla yetinmeli, yoksa en uy­gun maddeyi (sabunu) kullanmalı. Kirli elin diğer organlarla -özellikle ağız ve gözle- teması beklenmedik tehlikeleri doğurtur. Peygamberimi­zin haklı olarak şeytanın bir sıfatı olarak nitelediği tırnak uzatmaktan çekinilmelidir.                                                                                                 

 

Tırnak Kesme

 

Herkesin gözü önünde ve her zaman tırnak kesilmez. Muayyen bir günde bir tenhaya çekilinir. Bir kâğıt veya bez parçası üzerinde bir tarafa sıçratmadan kesilir. Kesilen tırnaklar ortalıkta bırakılmaz. Kabilse çürü­mesi için gömülür. Hz. Peygamber gömülmesini istemiştir. [72]

Tırnakları kesmek fıtratın beş işinden biridir. [73]

Kesme sırası: Sağ elde parmak sırasıyla:

Şehadet, orta, yüzük, kü­çük ve baş parmağı, sol elde:

Baş parmaktan küçük parmağa doğru ke­silir. Gazali'nin tırnak hakkında naklettiği hadisin aslı olmadığını Şerhül - Mühezzeb'te bildirilmektedir. [74]

Cuma günü tırnakları kesmek müstehaptır. "Şu günde kesilirse şöyle olur" şeklinde Ata'dan nakledilen hadis uydurmadır. [75]

Peygamberimizin tırnak kesme emri erkeğe olduğu kadar kadınadır da. Bu bakımdan müslüman kadını başkalarına bakmayıp kendisinin içten bağ­lı bulunduğu prensiplerin bildiricisi peygamberine uymalıdır. Saatlerce ya­pılan mesaiyi göz önünde bulundurmak gerekir. Ömür tırnakları cilâlandırmakta geçtiği takdirde kalbin cilâlanmasına pek az vakit kalacaktır.

Oje şu noktadan dolayı da mahzurludur. Boy abdestinde bedene ya­pışmış sakız, hamur v.s. gibi şeyler (yâni suyun deriye iletilmesine engel olan bir madde) varsa abdestten önce onlar alınır. Çünkü vücutta kalan az bir kuruluk boy abdestinin sıhhatine aykırıdır. Oje tırnakla suyun tema­sını engeller. Dolayısıyla boy abdestinin sıhhatine aykırıdır.

Malî yönden de pek dikkatle eğilmek gerekir:

Vücudun gelişmesine ve beslenmesine yararlı olan helâl gıdaların yenilmesini teşvik etmiş [76] ve israfı yasaklamıştır. [77] Ne beslenmeye ve ne de estetiğe bir ilâvesi olmayan üstelik fuzulî bir israf kapısı açan bu hususu İslâm'ın kabullenme­mesi kişinin kesesini ve vaktini korumak içindir. Bunu kınaya benzetenler çıkabilir. Verilecek cevap basittir. Kına tırnak üstünde bir tabaka mey­dana getirmez. Halbuki oje tırnak üstünde bir tabaka meydana getirir.

İşten alıkoyma: Büyük bir emekle tırnağını kendi zevkine göre yapan bir kadın onun bünyesini sarsacak işten korunmaya çalışır. Yığılı yığılı ça­maşır, kaplar ve ev tabanında görülen pislikler.

Vakit geçiremiyen ve bu yüzden canları sıkılan kadınlar için bu durum bir eğlence de olsa, aslında iş sahası meydana getirmek kabildir.

El, kol ve yüze bir güzellik kazandırmak için eskiden vücuda "dövme" yaparlardı. Gazete haberlerine göre bugün de bu durum Batı dünyasında bir modaya doğru yükseltilmek istenmektedir. Hz. Peygamber bu işi yapan ve yaptırana lanet etmiştir. [78]

Özet olarak; Allah'ın insana bahşetmiş olduğu bu büyük lütfü yerin­de kullanmak bu ni'met için bir takdir ve şükür olacaktır.

 

Göz

 

Vücudun en hassas organıdır. Vücut merkezine, görerek sunduğu bil­gi ile onun hüküm vermesine ve hareket etmesine sebep olur.

Etrafını tanımaya, yolunu bulmaya, karanlıktan kurtulmaya sebep olan bu gözler, etrafı seyrederek Allah'ın büyük kudretini anlamaya bir vasıta­dır. Allah kudretini insan oğlunun anlaması için hep bakmayı emretmiş [79] bakanların gözlerine hoş gelmesi için göğü yıldızlarla süslemiş, [80] tarihin yapraklarında geçmiş milletlerin sonuçlarını görmeyi emretmiş. [81] Bu bakışlar kâinatın esrarına dalmak ve orada yaradana erişmek için olduğu bu âyet-i kerîmelerde anlaşılıyor.

"Kötü toplantılardan gözü uzaklaştırmak ve vazgeçirmek gerekir. Öy­le bir asırdayız ki, onun maddî dalgası nerdeyse kesin bir surette bütün bağlardan sıyrılışı mubah görmeye bizi sürüklüyor. Kişi kendi hoşuna gi­den her maddî ziynetle süsleniyor...

Kötü şeys bakış, kalbe şeytani postalar, Bu orada bir ihtilâl meydana getirir ve şuura bir tiksinti verir. Bu toplantılarla alâkayı kesmen ve bun­lara karşı gözünü kapaman, senin etrafında engelleyici bir sur meydana. [82]

 

Gözleri Haramdan Muhafaza

 

"Mü'min kadınlara da söyle. Gözlerini bakılması yasak olanlardan çe­virsinler; iffetlerini korusunlar, süslerini kendiliğinden görülen kısmı müs­tesna açmasınlar. Baş örtülerini yckalarmın üzerine salsınlar". [83] Ya­sak yalnsz kadınların erkeklere bakması değil, ayni zamanda erkeklerin de kadınlara bakması yasaktır. "Ey Muhammed! Mü'mün erkeklere söyle! Gözlerini bakılması yasak olanlardan çevirsinler, mahrem yerlerini koru­sunlar" [84]

Demek oluyor ki; müslüman kadın ve erkek kendisine nikâhı düşen kimselere bakışlarını dikmelerini Kur'an-ı Kerîm uygun bulmuyor. Aslında bakmak yasak değildir. Fakat kişiyi, yasak olan bir fi'le doğru götüreceği için yasaklanmıştır.

 

Bakma Durumu

 

Her bakış günah getirici bir hüviyete sahip değildir. Hiç arzu edilme­mesine rağmen bakılması yasak olan bir kadın -kadın için erkek- la insan karşı karşıya gelebilir. O zaman gerekli olan:

"Birinci sefer bakmak hakkın fakat ikincisi değildir" [85], hadisinde gösterilen yolu takip etmek gerekir. Rahatsız edercesine bakışlarını sokakta gördüklerine çeviren in­sanlar çoktur. Bunlar İslâm'ın görgü kurallarını çiğniyorlar. Eziyet yalnız el, dil ve ayakla olmaz, bakışın saçtığı bir eziyet de vardır.

 

Bakılması Yasak Olan Şeyler

 

1- Komşu bahçesine.

2- Anahtar deliğinden bir eve bakmaya.

3- Yolda pencerelere baka baka gitmek.

4- Yolda karşılaştığı bir kadını ikinci defa görmek için dönüp arkasından bakmak.

 

Başın Durumu:

 

Yürürken başı sağa sola çevirmeden önüne baka baka gidilir. Yolda başını oynatmak, saçlarını elleriyle düzeltmek uygun değildir. Saç taramak nezafettir. Hz. Peygamber saçları karmakarışık birini görünce düzeltmesini istemiştir. [86]

 

Traş Şekli:

 

Kaynaklar Hz. Peygamber'in saçlarının kulağı ile omuzları arasında uza­dığını [87], bir kısmını traş edip diğer tarafı bırakmayı yasak ettiğini [88] bildiriyor. Bunda asıl olan göze ve umumî teamüle hoş görünmesidir. Sağ­lık durumu gibi herhangi bir zaruret olmadığı takdirde saçları kazımak, dış görünüşü iyi göstermediği için bırakmak gerekir.

 

Kadınların Saç Durumu

 

Önemli bir husus var: Kadınların saçlarını kesmeleri yasaktır. Hz. Peygamber gerek bu İşi yapan ve gerekse yaptırana lanet etmiştir. [89]  Bazı Hanbeli bilginleri, süs olduğundan kocasının izniyle kadının yüzündeki kıl­ları giderebileceğini uygun görmüşlerdir. [90] Nevevî ise bunu saçı kes­mek içine gireceğini belirtmiştir.

Kadın peruka takmaktan sakınmalıdır.

Buhârî ve diğerlerinin Hz. Âişe, kardeşi Esma, İbn-i Mesud, İbn-i Ömer ve Ebû Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber saç taktıran ve takmak isteyeni lânetlemiştir. Bu yasak içine erkek de girmektedir. Hz. peygamber bununla savaşmış ve hastalık neticesinde saçları düşmüş olan kimsenin bile takmasını uygun karşılamamıştır. Buhârî'nin Hz. Âişe'den an­lattığına göre, ensardan bir câriye evlenir, hastalanır, saçları düşer, peruka takmak ister de Hz. Peygamber'e sorar. O da:

"Allah saç takan ve taktır­mak isteyeni lânetlemîştir" buyurur.

 

Sacı Boyama

 

Yahudi ve Hristiyan dininin ileri gelenleri, ibadete aykırı olur diye saç­larını ve sakallarını boyatmıyorlardı. Hz. Peygamber bu hususta başkaları­nı taklit etmeyi yasakladı:

Ebû Hureyre'nin anlattığına göre, Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuş:

"Yahudi ve Hristiyanlar saçlarını boyamazlar, bu ba­kımdan sîz onlara aykırı hareket ediniz". [91] Bu husus sehabeler tarafın­dan benimsenmiş, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer gibi sehabeler boyamışlar­dır.[92]

 

Boyanın Rengi

 

Acaba boyanın rengi hangisi olacak? siyah veya başka bir renk mi yok­sa siyahtan kaçınılmalı mı? Saçlarını beyazlık kaplamış birinin bunu siyah­la boyatmasında bir mahzur yoktur. Mekke'nin fethi gününde Hz. Ebû Bekr babası Ebû Kuhafe ile Hz. Peygamber'in huzuruna gelir, Hz. Resul onun saçlarını bembeyaz görünce:

"Bu beyazlığı değiştirin ve onu siyahlıkla uzaklaştırın[93] buyurur.

Sa'd b. Ebi Vakkas, Ukbe b. Amir, Hasan-Hüseyin, Cerir ve başkaları gibi seleften bazı sehabiler saç boyamaya izin vermişlerdir. Bilginler ise yalnız düşman, İslâm ordusunu gördüğü zaman, onların hep genç oldu­ğunu sanması için askerlerin saçlarını boyatmasını uygun görmüşler­dir.[94]

Ebû Zerr'in rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber:

"İyi şekilde değiştiren kınadır[95] 'Saçtaki aklığı en buyurmuştur.

 

Cismin Durumu

 

Oturuş, kalkışta hareket ve durma esnasında bedenin durumu göze bat­mayacak ve ayıplanmayacak şekilde olmalıdır.

1- Durduğu  zaman  bedenini ölçülü bir şekilde bulundurur, belini bükmez, başıyla sağ ve soluna yönelmez, göğe kaldırmaz, duvara veya bir şeye dayanmaz .[96]

2- Yürüyüş normal olmalıdır, kadın yürüme esnasında adımlarına/dikkatli olmalı ve sanki elinde bir şey varmış zanmni uyandırmalıdır. Evinde çıkan kimse:

"Bismillah [97], tevekküütü alâllahi, !â havle velâ kuvvete illâ bîlâhi" [98] duasını, Âyet'el Kürsî'yi okur ve sonra: "Yâ Rab! Sarsıl'maktan, zilletten cehaletten sana sığınırım" duasını okur. Gururlu gururlu yürümez. [99] Kadınların fazla gelip geçtiği yerde eğlenmez. Eziyet vere­cek şeyleri yerden kaldırır. [100] Zaruret olmadan yolda oturmaz. Etrafın­daki insanlar yaya yürüdükleri halde kendisi herhangi bir araç üstünde bulunmaz. Çünkü bu bir gururlanma ve böbürlenme işaretidir. [101]

3- İhtiyarların yolda bastonla yürümesi Peygamberimizin sünnetle­rinden biridir.

4- Yolda bir kör görürse, sağ elini sol eline alır, gideceği yere ka­dar götürür. Müslüman olmayan bir kimsenin elinden tutup mabedine kadar götürmek  [102]  ve

5- Elleri arkaya bağlayarak, teşbih çekerek, ceketi omuzları üstüne alarak, ayakkabılar üstüne basa basa, ıslık çalarak veya şarkı mırıldanarak yürümek uygun değildir.

6- Herkesin gelip geçtiği yerde uzun uzadıya bir arkadaşla konuşup, şaka yapılmaz.

7- Süratli veya gayet ağır yürümek, iki tarafa sallanmak yürürken ikide bir arkasına bakmak İslâm edebine aykırıdır.[103]

Başıns önüne eğerek yürümek, keder ve düşünceli olmaya işaret oldu­ğundanı uygun karşılanmadığı gibi, bütün bütün göğsünü gererek 'benden başkası' yoktur' şeklinde der gibi yürümek uygunsuz bir durumdur. [104]

1- Başını eline ve dizine dayamak, boynunu bir yana eğmek, yanın­da oturan kimselere hürmetsizlik sayılır.

2- Eliyle sakalını yolmak ve oynamak, bıyıklarını bükmek, eliyle sa­kalını burnuna götürüp koklamak, diğer organlarıyla oynamak, hürmet edil­mesi gereken bir kimsenin yanında ayaklarını birbiri üzerine koymak, parmaklarını ağzına burnuna sokmak ve çıtlatmak, gerinmek, esnemek, herkes uyanık bulunurken uykuya dalıp topluluğa ağırlık vermek, ağzından tükürük ve balgam, burnundan birşey çıkacağı zaman bunu gizlemeyip yanında bu­lunanları tiksindirmek, hasılı nefreti gerektirecek her hangi bir hareket ve davranışta bulunmak, İslâm'ın terbiye ölçüsüne uymayan durumlardır.[105]

3- Tembeller gibi oturmak, başını eline ve sandalyeye dayatmak, bi­rine fazlasıyla yönelmek, yer değiştirmek ve oturduğu sandalyayı ileri geri çekip gürültü yapmaktan sakınmak lâzımdır.[106]

4- Muaşeret kurallarına saygı gösteren kimsenin şunlara da riayet etmesi uygun olur:

Etrafındakileri bakışlariyle süzmemek, avucuyla diz kapağını tutma­mak, iki ayağının arasını fazla ayırmamak, elbisesiyle ve saçlarıyla çokça oynamamak, yanında bulunanların elbiselerine el vurmamak, omuzlarını tepretmemek, ayaklarıyla ve elleriyle yeri vurmamak. [107]

 

Yüz Ve Başın Durumu

 

1- Başını bir tarafa döndürmek iyi değildir. Namazdaki şekilde bu­lundurmak gerekir. Birazcık öne doğru eğmede bir sakınca yoktur.

2- Soruyu cevaplandırırken, başıyla ima etmek, hafife almaya işaret olduğundan iyi olmaz.

3- Yüz ruhun aynasıdır. Kişinin karakterini gösteren bir şahittir. Bu yüzden sahibini zan altında bulunduracak bir şekilde olmamalıdır. Hiç sebep yokken daimî surette donuk veya güleç olması, kederli bir yerde gülüm­semesi büyüklerin yanında sırıtkan bir tarzda olması doğru değildir.

 

Aynaya Bakmak:

 

Ayna, bakanın yüzünü gösteren bir âlettir, önünde durup kişinin kendi­sine bakmakta bir mahzur olmadığı gerekli olan bir şeydir. Fakat her şeyde olduğu gibi bunda aşırı gidilmemeli, durumunu düzeltecek kadar olma­lıdır.

Bir gün adamın biri Hz. Peygamber'in kapısı önünde durup ziyaret et­mek için izin ister. Yüce Resul bu ziyaretçisini kabullenmeden önce ken­di odasında içinde su dolu olan bir kabın önünde durur, ona bakarak sakalını düzeltir, içeri döndüğünde Hz. Âişe O'nun bu tutumunu iyi görmez. Bunun karşısında Hz. Peygamber:

"Allah; mü'min kulu, kardeşinin huzuruna çıktığında, hazırlananı ve süsleneni sever"  [108]  buyurur.

 

Abdest Bozma Adabı

 

Yenilen yemekler, içilen sular vücut tarafından iyi emildikten sonra, işe yaramayan maddeler iki yoldan dışarı atılır. Bu maddelerin dışarı atıl­ması vücuda en büyük rahatlığı verir. İnsanoğlu nasıl barınmak, yatmak için bir yer edinmişse, toplumun içinde yapamıyacağı bazı işleri herkese kapah fakat kendine açık olan evinde rahat yapabiliyorsa, abdestini bozma ihtiyacında da böyle bir mahremiyet ister.

 

Hela, (Tuvalet, Ayakyolu, W.C, 00)

 

İnsanoğlu bu ihtiyacını gidermesi için evinin bir yerini tahsis etmiştir. Buna hela veya yeni bir isim olarak tuvalet denir. İslâm tuvaletteki duru­mu bir adab içine sokmuştur.

 

Abdest Bozmada Yasak Olan Yerler

 

1- İnsanların geçtiği yolda ve ağaçların gölgesinde. Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Çok Lanet ettiren iki şeyden sakınınız." Sehabeler:

"Çok Lanet ettiren iki şey nedir? diye sorduklarında,

"İnsanların yolunda, yahut gölgesinde abdestini bozan kimselerdir, cevabını verir." [109]

Lanetin sebebi şudur:

Gerek yol ve gerekse gölgesinde istifade edilen ağaçlar olsun, buralar insanın uğrak yerleridir. Buraya uğrayan kimseler, pislik gördükleri za­man haliyle bunu yapanlara Lanet yağdıracaklardır. Böylece bu fî'Ii işleyen kimse Lanete uğramış olacaktır. Zaten yolların iyi korunması şarttır.[110]

2- Su başlarına [111]

3- Yemiş ağaçlarının altına [112]

4- Irmak kenarlarına [113]

5- Su birikintilerine [114]

(Bu gibi yerlerde ihtiyacını gidermenin kötü olacağs herkes tarafından kabul edilecek bir durumdur.)

 

Yer Seçme:

 

Hela, abdest bozma için tahsis edilmiş yerin adıdır. Esasen kelime tenhaya çekilme mânasından isim olmuştur. Bu bakımdan ister abdest boz­mak için ayrılmış yer olsun, isterse açık olan bir yerde olsun dikkat edile­cek bazı hususlar var: [115]

1- Bu işte tenhaya çekilmek esastır. Hz. Peygamber, "iki kişi bü­yük abdest bozarlarsa, her biri arkadaşından gizlensin. Ve konuşmasınlar. Çünkü Allah bundan dolayı buğz eder"  [116]  buyuruyor.

2- Abdest bozarken, durulacak istikâmet bakımından bir çok kavil­ler vardır. Fakat bunlar içinde en yakın ve yatkını, ovada ihtiyacını gide­rirken ön ve arkayı kıbleye çevirmemek, fakat evde etrafı duvarlarla çevri­li yerde ise bunun aranmıyacağı hususundaki görüştür. [117] Fakat İslâm top­luluğu bunda çok hassas hareket etmiş, gerek içerde ve gerekse dışarda, kıbleyi ön ve arkalarına almaktan çekinmişlerdir. Bu takdir edilecek bir tutumdur.

3- Büyük abdestini bozarken, örtünmek gerekir. [118]

 

Helaya Girerken:

 

1- Sol ayakla girilmesi müstehaptır. [119]

2- Girerken şu dua okunur: Allahümme innî eüzü bike mine-1 hubsı ve-1 habaisi = Allahım! kötü olan şeylerden sana sığınırını.[120]

3- Rahat edilecek şekilde oturulur. Hz. Peygamber arkadaşlarına, sol ayaklarının üzerine oturup sağ ayaklarını dikmelerini öğretmiş. Bu da­ha kolay defi hacette bulunmak içindir. [121]

4- Konuşulmaz, selâm alınmaz. [122]

 

Temizlenme (Necasetten Teharet)

 

Temizlik su ve taşlarla [123]  olur.

1- Temizlikte sol el kullanılır.[124]

2- Su yoksa, taşlarla silinir .[125]

Taşlar en azından üç tane olmalıdır. Hz. Peygamber "Herhangi biriniz üç taştan azıyla istinca etmesin" buyurmuştur. Taşların nasıl kullanılacağı İbn-i Abbas hadîsinde bildirilmiştir. İki taşla dübürün iki kenarı biri de necasetin çıktığı yer silinecektir. [126]

3- Su, taş ve taş yerini tutacak, toprak, tuğla gibi temiz şeylerle de istinca yapılır. [127]

 

Şunlarla Sîlinîlmez

 

1- Hayvan tersi [128]

2- Kömür parçası [129]

3- Kemik [130]

Su ile temizlik yapıldıktan sonra makattaki suyun iç çamaşıra bulaşma­ması için özel bir bezle ıslaklığın alınması iyi olur.

 

Küçük Abdesti Bozmada Dikkat Edilecek Hususlar

 

1- Ayakta yapmamak,

2- Tenha bir yer seçmek,

3-  Sağ elle tenasül organına dokunmamak. [131]

4- Sidik damlacıklarının bu organda kalıp iç elbiseye damlamaması için, sidik yaptıktan sonra biraz beklemeli, yahut -Peygamberimizin tav­siyesine göre- üç defa silkmelidir. [132] Zira, kabir azabının çoğunun sidikten korunmamadan olduğunu Hz. Resul bildirmiştir. [133]

5-  Selâm verilmez ve alınmaz. [134]

 

Heladan Çıkarken:

 

1- Heladan sağ ayakla çıkılır [135]

2- Hz. Peygamberin şu duasını okur:  

"El-hamdülillâhi-llezi ezhebe i-l ezâ ve afani = Benden eziyeti giderip bana afiyet veren Allah'a hamolsun. [136]

3- Madde-i gaitanın kendine has bir kokusu vardır. Makatı temiz­lemek için kullanılan sol elde bu kokudan bir eser kalacağı ve bunun yal­nız su ile giderilmeyeceği bir gerçektir. Nitekim Hz. Peygamber, su ile teharetlendikten sonra elinin temizlenmesi için yere sildiği [137] ve oğuşturduğu [138] bildirilmektedir. Şüphesiz eli toprağa silme ve oğuşturmanın bütün gayesi temizliktir. Toprağın kokuyu alma hassesi vardır. Bugün ise sabun bol nimetler arasındadır. Binaenaleyh müslüman, Hz. Peygamber'in sünnetine bakarak, büyük abdestini yapıp teharetlendikten sonra sabunla veya anti septik (mikrop öldürücü) bir madde ile ellerini iyice temizleme­lidir, (Diğer zamanlarda da erkeklik organına dokunan kimsenin ellerini yıkaması Hz. Peygamber'in bir sünnetidir).

 

Dişleri Korumak

 

Cenâb-ı Hak hem beslenmek ve hem de içinde yaşadığı toplumla an­laşmak için ağzı yaratmıştır. Münasebetleri tanzim eden bir vasıta olduğu­na göre korunması gerekir. Ağız içinde dişler mideye indirilecek lokmaları ufatır, ezer, böylece mideye yardımcı olur. Bu kadar önemli bir görevi ifa eden organın çok korunması bir zarurettir.

İslâm, ağız temizliğine çok önem vermiş, onu temizlemeyi dinî bir te­mizlik olarak prensipleri içine almıştır. Elbette bu temizlikte en çok koru­nacak organ, ağız içindeki dişlerdir. Bu hususta sayısız hadisler vardır:

1- "Ümmetime- yahut insanlara- zor gelmeseydi, her namaz kılar­ken misvak kullanmalarını emrederdim.[139]     (Başka  bir rivayette:

"Her abdest aldıkça kendilerine misvaklanmayı emrederdim" buyurmuştur.)

2- "Misvak kullanmanız için size yaptığım tavsiyeler çoğa vardı[140]

3- Hz. Âişe'nin anlattığına göre, Hz. Peygamber eve girerken ilk yap­tığı iş, misvak ile dişlerini yıkamak olurdu.[141]

4- Geceleyin kalktığı zaman ağzını misvak ile ovardı. [142]

Bu verilen hadisler, Hz. Peygamber'in diş korumaya ne kadar önem verdiğni apaçık bir şekilde belirtmektedir.   Misvakın faydasından bahisle:

5- "Misvak kullanınız! Zira misvak ağzı temizler, Hakkın rızasını ka­zandırır. Cebrail (a.s.) her gelişinde bana misvak tavsiye ederdi. Hattâ bana ve ümmetime misvak kullanmanın farz olmasından korkuyordum. Eğer ümmetime zahmet vermesinden çekinmeseydim, bunu onlara farz kılardım. Ben, misvakı o kadar çok kullanıyorum ki; dişlerimi aşındıracağından kor­kuyorum." [143]

6- "Misvakla ağzı vedişi temizlemek, ölümden başka her derde de­vadır." [144]

Diş korumaya önem vermeyen kimseleri, Hz. Peygamber, kabul etmek bile istememiş.

7- "Tırnaklarınızı kesiniz, kestiklerinizi gömünüz, diş etlerini yemek kırıntılarından temizleyiniz, misvak kullanınız! Sararmış dişle, kokar ağızla yanıma gelmeyiniz." [145]

8- "Size ne oluyor da dişleriniz sararmış olduğu halde yanıma geli­yorsunuz ? Misvak kullanınız." [146]

 

Misvak Nedir?

 

Diş fırçası olarak kullanılan misvak, Arabistan'da yetişen "Erak" ağa­cının dallarından yapılır. Sünnet olmakla beraber güzel kokusu ve hafif acılığı ile anti septik (mikrop öldürücü) vasıflara sahip ve diş hastalıkları­na karşı faydalı olduğu tabiplerce de kabul edilmiştir.[147]

Misvaktan başka temiz maddelerden yapılmış fırçalar da misvak yerini tutar. Fırça da bulunmazsa o zaman parmakla oğmak gerekir. [148] Fakat, misvakı bir fırça kadar uzunca bir zaman kullanmak kabil değildir. Zira telleri yumuşar ve ağıza verdiği tad kaybolur, o vakit uç kısmı kesilir ve alt­taki yeni kısım kullanılır. Misvak bitinceye kadar böyle yapılır. Bu şekilde kullanmak daha hijyenik ve âdeta diş fırçasını sık sık değiştirmek, yenisini almak gibidir.[149]

 

Gayesi

 

Ağız boşluğunun mikroplardan tamamen arınması kabil değildir. Ye­meklerden sonra alelade su ile ağzı çalkalayarak gıda bakiyelerini kaldır­makla basit bir ağız temizliği yapılmış olur. Tecrübeler göstermiştir ki; bu temizlik için antiseptik gargaralar çok tesirsizdir. Zira bunlar mikropların imhası için ağızda müessir kesafette kullanılamazlar. Kullanılsalar dahi, aqız mikrob florasının eski halini aldığı müşahede edilmiştir. Âdi su ile yapılan gargara antiseptik mayilerîn mikroplar üzerine yaptıkları tesirin hemen hemen aynini yapmaktadır.[150]

 

Diş Temizliği

 

Yemeklerden sonra ağıza bir parça su alıp, parmakla dişleri ve diş et­lerini sıvazlamakla kaba bir temizlik yapılmış olur. Mükemmel bir diş te­mizliği yemeklerden (bilhassa akşam yemeklerinden) sonra, bu maksatla kullanılan bir fırça ile yatay ve dikey istikâmetlerde, 3 dakika kadar fırça­lamak suretiyle yapılır. Ağızda tahammüre sebep olmaması için, akşam dişleri fırçaladıktan sonra hiç bir şey yememek icap eder. Şu halde diş te­mizliği sert bir fırça ile mekanik olarak fırçalamak şeklinde yapılacaktır. Önce dişler kanayabilir, bilâhare diş etleri kuvvetlenir ve kanamaz. Bu şe­kilde dişleri fırçalamak, cerahatli diş eti iltihabında bir tedavi olarak ka­bul edilmiştir.[151]

 

Diş Fırçalamanın Faydaları

 

a- Mikro organizmaların sayısını azaltır.

b- Enterdental aralık ve diş eti kenarındaki pas ve yabancı madde­leri temizler.

c- Şahsa rahatlık verir.

d- Dişlerin manzarasını büyük mikyasta değiştirir.

e- Lokal sebeplerden ileri gelen ağız kokusunu bertaraf eder.

f- Dişleri saran dokulardaki kan dolaşımının düzenli bir halde bu­lunmasına yardım eder.

9- Diş çürümelerini azaltır. [152]

Ağız temizliği yapılmadığı takdirde birçok hastalıkların meydana gele­ceği doktorlar tarafından bildirilmiştir. Onun için Hz. Peygamber buna çok önem vermiştir. "EI-Bedr-ül Münir" adlı eserde şöyle denilmiştir:

"Misvak hakkında yüzden fazla hadis zikredilmiştir. Şayanı hayrettir ki; bir sünnet hakkında bu kadar hadisler varid oluyor da, onu yine birçok kimseler hatta fukahadan birçoğu terkediyor. Bu, cidden büyük bir haybetdir"[153]

Bundan asırlarca önce yazılmış "Merak-ül Felah" adlı muteber fıkıh kitabının haşiyesinde, dişleri temizlemenin 50'den fazla faydası sayılmak­tadır. Okuyucunun bu derin izahı modern tıbbın dişleri korumanın faydası hakkında verdiği bilgi ile mukayese etmesi için bir kısmını buraya almayı faydalı buldum.

1- Misvak (bunu daima diş temizliği olarak düşününüz.) dişleri be­yazlandırmak suretiyle, diş sarılıklarını yok eder.

2- Diş etlerini sağlamlaştırır.

3- Ağız kokusunu giderir.

4- Yüzü güzelleştirir.

5- Diş çürümesinin önünü alır.

6- İnsan sağlam kalır.

7- Diş etlerini pekiştirir.

8- Ecir ve sevabı katmerleştirir  [154]

9- Allah'ın rızasını kazanmaya vesile olur  [155]

10- Namazın sevabını fazlalaştırır.

11- Hazmı kolaylaştırır.

12- Kalbi, mideyi ve göz sinirlerini kuvvetlendirir.

13- Gözlere cila verir [156]

 

Ne Zaman Kullanılır?

 

Bilginlerin ittifakınca dişleri temizlemek sünnettir. Hz. Peygamber'in uygulamasına bakan İslâm hukukçuları dişleri misvaklamanın -fırçalama­nın- yapıldığı zamanları da şöyle sıralamıştır:

1- Namaz kılacağı zaman (ister abdestle kılsın, isterse teyem­mümle).

2- Abdest alırken.

3- Kur'an okurken.

4- Uykudan uyandıkça.

5- Ağızın kokusu değiştikte [157]

6- Camiye, topluluğa veya herhangi bir toplantıya giderken [158]

7- Bayram, istiska  [159], küsuf ve husuf  [160]  namazlarında.

8- Yemekten sonra kullanmak müstehaptır [161]

Kullanıldıktan sonra:

Ağız, temizce fırça veya misvakla temizlendikten sonra, onu da yıkayıp yerine koymak sünnettir. Temiz bir yerde korunmalıdır .[162]

 

Dişsizlerin Durumu?

 

Ağzı temizlemek, yalnız dişleri olanlara mahsus bir sünnet değildir. Dişleri olmıyanların da bunu yapması istenmiştir. Hz. Âişe anlatıyor: Ben dedim ki;

"Allah'ın Resulü, dişleri dökülen adam misvak tutunacak mı? diye sordum:

"Evet, buyurdu.

"Nasıl yapacak?

"Parmağını ağzına sokacak [163]

Buradan da anlaşılıyor ki; gaye dişleri ve ağzı temizlemektir. Bunun için kullanılan vasıtanın temiz ve yararlı olması önemlidir. Yoksa, misvak denilince sırf erak ağacından yapılanı akla gelmemelidir. Tebabetçe daha iyisi bulunur ve bunun elverişli olduğu ilimce kabul edilirse, onu kullanmak müslümana yaraşır.

Görülüyor ki; İslâm ağız temizliği üzerinde çok durmuş, Yüce Resul sa­rarmış dişleri olanların -ki, bu bakımsızlıktandır- yanına girmelerini bi­le istememiştir. Ne yazık ki; çoğu müslümanların ihmal ettiği sünnetlerden bîri de budur. Esasen ihmal ettikleri kendi sıhhatleri ve durumlarıdır.

Konuyu şu hadislerle bitirelim:

1- Ağızlarınız Kur'an-ı  Kerîm'in yollarıdır, misvakla onu temizleyi­niz [164]

2- Dört şey Peygamber'lerin sünnetlerindendir.

a- Sünnet olmak.

b- Dişleri temizlemek.

c- Koku sürünme.

d- Nikâh [165]

3- Teharetler dörttür  (Bedene ait temizlik) :

a- Bıyıkları kısaltmak.

b- Edeb yerlerini tıraş etmek.

c- Tırnakları kesmek.

d- Misvak kullanmak [166]

 

3- DAVRANIŞLAR VE HAREKETLER:

 

Her inanç kendi etrafında muayyen davranışlar ve hareketler getirmiş­tir. Belirli bir inancın etrafında toplanmış bulunan kimseler, haliyle bu inan­cın yol gösterici prensiplerine bağlanmak suretiyle hareket ve davranış­larda bir birlik meydana getirirler.

 

Dil Ve Konuşma:

 

Dilin ucuna gelen her şeyi, düşünmeden sarfetmek büyük mahzurları doğurtur.   Bu bakımdan dille-kulağı birleştirmek lâzımdır.

 

Kur'an'ı Kerîm'in Ve Hadîslerin Bu Husustaki Metodu

 

Fertlerin birbirlerinden emin olarak yaşamalarını ve kaynaşmalarını gaye bilen Kur'an-i Kerîm dilin terbiyesi hususunda net hükümler getirmiş­tir.

Bir dil ve iki dudağı yaratmış olan Allah [167], ayrıca varlığına bir belge olması için dilleri değişik olarak halketmiştir. [168] Demek ki; dillerin bir-I birlerinden üstün bir yönü yoktur. Allah kudretinin ve büyüklüğünün bir belgesi olarak onları değişik yapmıştır. Öyle İse milletlerin birbirlerinin dillerini, hatta bir millet içinde bulunan kimselerin değişik lehçelerden do­layı birbirlerini yermeleri ve alay konusu yapmaları Kuran'-ı Kerîm'in ruhuna aykırıdır. Kur'an-ı Kerîm bunu Allah'ın "bir âyeti" olarak belirtiyor. Müslümana yaraşan organın yapısı bir olmasına rağmen dilde kendini gösteren farklılığa bakıp yaratan'ın kudretini düşünmektir. Yaratılan her şeyde son­suz hikmetler saklıdır. Hiç bir şey gayesiz değildir. Tabiattaki her şey bir gayeye matuftur. Mü'min bu gayeye dalmalı ve her gördüğünü küçük gör­memelidir.

Lehçe farklılığından dolayı yapılan yermeler, alaylar, toplum hayatında istenilmeyen bazı nahoş hadislerin doğmasına da sebep olur. Fizyonomik yönden bütün insanlar birbirlerine benzememeleri tabiî karşılandığı gibi, dil ve lehçe farklılığını da tabiî karşılamak gerekir.

Kur'an-ı Kerîm: Yakup ve İshak peygamberlerden bahsederken onla­rın:

"Her birinin her dilde üstün şekilde anılmalarını sağladık[169] diye­rek, "iyi anılmayı sağlayanında Hz. Allah olduğunu belirtiyor. Dillerde iyi olarak anılma iyi bir durumdur. Kur'an-ı Kerîm buna işaretle Hz. İbrahim'in münacatını veriyor:

 "Sonrakilerin beni güzel bîr şekilde anmalarını sağla"[170]

İnsanlığın yararına giriştikleri mücadelelerle kendilerinden sonra ge­len bütün nesilleri kendilerine borçlu bırakmış simalar vardır. Onlar kendi menfaatlarını bir tarafa atıp, insan saadetini temin etmeyi baş prensip olarak kabul ettikleri için bu mükâfatlarını güzel anılmalarıyle almışlardır. Müslüman -Kur'an-ı Kerîm'in işaretiyle- bu büyük insanları yadetmeli, dolayısiyle kendisinin de sonradan anılması için Onlar gibi bir yola girmeyi şiar edinmelidir.

Hissettiğini ve meramını en iyi bir şekilde dile getirmek ve anlatmak üstün bir meziyettir. Bu sayede bazı hatipler kitleleri kendi yönlerine çe­kebilmişler ve tesirleri altında bırakabilmişlerdir. Milletlerini iyi yola koy­mak amacıyle büyük mücadeleler vermiş peygamberler, bu dil gücünden yararlanmak için Allah'a yalvarmışlar. Bu hususta Hz. Mûsâ:

"Dilimin düğü­münü çöz kî; sözümü îyi anlasınlar[171] diye münacaatta bulunmuştur.

Toplum karşısında bir şey anlatmak, açıkça münazara yapmak, veya diplomatik bir alış verişte bulunmak gayesiyle çıkıldığında yapılacak şey, işgal etmekte olduğu en üstün mevkii düşünmeden, yanında bulunan ve kendisinden daha düzgün konuşanı tercih etmenin gerektiğini Kur'an-ı Ke­rîm işaret etmektedir. Hz. Mûsâ, kardeşinin dili kendisininkinden düzgün olduğunu, bu bakımdan Firavn'a giderken O'nunla beraber gitmeyi [172] Al­lah'tan ister.

Bir meselenin kavranması için gerekli olan şeyin onu ortaya seren kimsenin dikkat etmesiyle olacağını, anlatanla beraber tekrar etmenin öğ­renme bakımından geçerli bir metot olmadığını işaretle Kur'an-ı Kerîm:

"Cebrail sana Kur'an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle[173] buyuruyor. Demek oluyor ki bir mesele hak­kında dili harekete getirmeden önce, duyma ve anlama melekesini çalıştırmalıdır. Yoksa dikkatlice dinlenilmedikten sonra, dil her an hata edebilir.

Korku, heyecan ve büyük sevinç, bütün vücut yapısına tesir ettiği gibi, açıkça bunu dilde de görmek kabildir. Bir topluluğun karşısına çıkan hatip, heyecan neticesinde bir an bocalar ne söyliyeceğini unutur. Kekeler ve mevzuun arkasını getiremez. Böyle bir hususu Kur'an-ı Kerîm:

"Müsâ... Doğ­rusu beni yalanlamalarından korkuyorum, göğsüm daralıyor dilim açılmı­yor[174] belirtmek suretiyle dilin başarı derecesinin kalbin bulunduğu orta­ma göre olacağını açıklamıştır. Dil çeşitli durumlarda yalana alıştırılır. Bir defa bu durum kontrolün altından çıkınca, ıslahı güç olur. Yalana alışan dil büyük meseleler hakkında da hüküm yürütür. Bu yürütme önemli bir noktaya dayandırılarak olmaz. Dilin alışması böyle bir durumu doğurtur.

"Di­liniz yalana alışmış olduğu için her şeye 'şu haram, bu helâldir' demeyin ki; Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz[175]

Kulların yaptıklarına dilleri de şahitlik yapacağına göre, her duyduğunu söylemek ve bunu başka toplumlarda tekrar etmenin ne derece yerildiğini Hz. Allah, ifk hâdisesi hakkında beyan ettiği âyette görmek kabildir:

"Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyorsunuz. Onu önem­siz bir şey sanıyordunuz. Oysa Allah katında önemi büyüktür[176]

Böy­le bir durum konuşulduğu zaman, bu durumda konuşmanın uygun olmaya­cağını [177] söylemek gerektiğine de işaret ediyor. Kur'an-ı Kerîm "Diliyle pekiştirenin vay haline[178] dediği kimsenin durumuna düşmek istemiyen müslüman, "ya hayrı konuşmalı veya susmalı" [179] prensibinden hareket et­melidir.

 

Yaratılış Gayesi

 

Allah'ı anma, kitabını okuma, insanları doğru yola götürme, din ve dün­ya ihtiyaçlarını karşılama, içteki duyguların sesini açıklamak için yaratıl­mıştır. [180]

Bu üstün gayeler için yaratılmış dil, fertlerin birbirlerine düşmelerine vasıta olduğu zaman, gayesinden sapmış olur. Bu duruma dili düşürmemek için her an konuşma kontrol edilmeli. Bunun için de takip edilecek yol: Di­li tutmak, hayrı konuşmaktır.

 

Dilin Doğruluğunu Hazırlayan Asıl Faktörler

 

Esas mâna kalpte gizlenmiştir. Söz ise kalpte olan şeyin tercümanıdır. Etkili bir konuşma ile büyük bir topluluk ağlar, güldürücü bir cümleden do­layı da güler. Üstün gerçekleri tesirli bir surette bildiren ve açıklayan bir vaiz ve nasihatcının dili vasıtasıyle bir grup insan düzelir. Bir kumandanın ateşli konuşması bir anda bütün askerleri coşturur ve onları, gözlerini kırp­madan ateş çemberine dalmalarına sebep olur. Bu kadar değerli bir varlı­ğın iyi kullanılması gerekir. "Bülbülün çektiği dil-i belasıdır" [181]

Kulun kalbi doğru olmayınca îmanı, dili doğru olmayınca kalbî doğru olmaz. [182] Selefin ileri gelenlerinden iki kimse konuştukları zaman, biri diğerine:

"İnsan oğlundan ne kadar ayıp buldun? diye sorar. O,

"İnsan oğlunda görülen kusurları ve ayıpları saymak mümkün değil. Fakat insanda bir şey var:

O, güzel kullanılırsa bütün ayıp ve noksanlardan uzak olur. O da dili korumaktır [183], der.

Ömer b. Âs:

"Söz ilâç gibidir. Gereği kadar sarfedilirse fayda verir. Gerektiğinden fazlası ise zarara sebep olur" [184] demiştir.

Her şeyde orta yolu tercih etmeyi, esas olarak kabul etmiş. İslâm, konuşma hususunda da bu yolu göstermiştir.   Şair:

Dilini koru, şerrinde sakın;

Çünkü iyi kullanılmazsa üzüntü getiren bîr düşmandır.

Toplulukta sarfedeceğin sözü ölç.

Akla ve oradaki topluluğun mizacına uygunsa, konuş, yoksa sus [185]

 

Konuşma Durumu

 

Gönül açıcı konuşmalar olduğu gibi, bıktırıcı ve usandırıcı olanlar da vardır. Toplumun önüne çıkmış bir hatibin öncelikle göz önünde bulundu­racağı husus, bu noktadır. Konuşmalar bir plânın çerçevesi içinde olmalı­dır. Onlar için hayatiyet arzeden meseleler öne alınmalı, sinelere kin to­humu değil şefkat ve sevgi tohumları saçılmalıdır. Hz. Allah, Hz. Mûsâ ve kardeşini Fir'avn'a gönderirken ona karşı yumuşak bir dille konuşmala­rını [186] emreder. Güzel sözün tesirli olacağına dikkat ederek bu hususta güzel söz söylemelerini [187] kullarına söyler.

Cılız ve o derece güçsüz bir neslin meydana gelmesini hazırlayan fak­törleri Kur'an-ı Kerîm şöyle belirtir: "Arkalarında cılız çocuklar bıraktıkla­rında endişe edecek olanlar, haksızlıktan korksunlar ve Allah'tan sakınsınlar; dürüst söz söylesinler[188]

Dürüst sözlerle örülmüş bir toplumun yapısı endişe verme durumundan uzaktır. Sözler dürüst olmayınca, fertlerin, birbirlerine olan bakışları değişir, itimat sarsılır, kalkınma durur, adalet mekanizması iyi çalışmaz, fert kendini gayet karanlık bir hava içinde bulur.

Böyle bir atmosferin içinde hayat arayan nesil, fıtratına uygun olmayan hadisler'e karşı karşıya bulunduğu için sarsılacak, sarsıldıkça sendeliyecek bu durum onu bir gün cılızlaşmış bir hüviyete sokacaktır.

Toplum, birleştirici konuşmalardan pek nasibini almadığı zaman dağı, Tarihte yıkılmış bir çok toplumların yapısı tetkik edildiği zaman, burada şahsî menfaatları için birbirlerini nakzeder mahiyette konuşan ve beyanat veren kimselerin, belki de gönüllerinde hiç geçinmedikleri bir yıkıntıyla, bir gün burun buruna gelmişlerdir. Birleştirici ve kaynaştırıcı konuşmalar­dan nasibini almamış topluluklar dağılma ile karşı karşıyadırlar. Politik çı­karlar, şayet gölgelenmesi kabil olmayan gerçeklerin üstünü tozlandırmayı gerektiriyor ve sözcü de bunu hiç çekinmeden yapıyorsa, aslında en büyük menfaati baltalamış oluyor. Gerçek örtülmez ve onun karşısında susulmaz. Susulacağı an hileler ve yalanlar saltanat kurar.

 

4- İYİ OLAN TUTUMLAR

 

Sabır:

 

"Sabırdan daha iyi ve daha geniş bîr şey insana verilmemiştir" [189]

Hayatın acı, tatlı birçok anları vardır. İnsan bunun için de, bu yükü ta­şıyarak hayatını geçirmek mecburiyetindedir. Hiç umulmadık ve beklen­medik bir zamanda, dış görünüşüyle insanı ıstıraba sokan bir hâdise ile karşı'karşıya gelinebilir. Düşünün bu olan hâdise maddî imkânın dışında meydana geliyor. Büyük bir sel felâketi, ekili bulunan tarlalarınızı basıyor, bir anda bir kıvılcımla parlayan yangın evinizi harap ediyor, bir zelzele âfe­ti, bir saniye içinde herşeyi yok ediyor, yıldırım çarpıyor, bir trafik kazası oluyor. Bütün bunlar karşısında bunları seyreden kimselerin kendilerini hır­palamadan, yıkmadan kabullenmeleri hayatları için zarurîdir. Birçak hasta­lıkların ruhî bir sebepten mütevellit olduğu tıp otoriteleri tarafından açık­lanıyor. Zira arkasında kalanların içine düştükleri üzücü hava sebebiyle birçok hastalıklara tutulan kimseler de bunu teyit ediyor. İşte bu tip mu­sibetlere karşı tahammül etmeye sabır denir. Allah ise Kur'an-ı Kerîm'de, sabredenlerin mükâfaatlarını hesapsız vereceğini [190], Allah'ın sabredenler­le beraber olduğunu [191], onları sevdiğini [192] peygamberlerin sabırlı oldu­ğunu [193], sabrı tavsiye edenlerin kurtulacaklarını [194], Rabbin hükmüne sab­retmek gerektiğini [195] buyurur, mü'minlere şu tavsiyede bulunur:

"Ey inananlar! Sabır ve namazla yardım dileyin, Allah muhakkak ki sabredenlerle beraberdir[196].

Felâketlerin bir deneme olduğuna temas­la:

"Muhakkak sîzi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, nefislerden, ürün­lerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenlere müjde et, onlara bir musibet geldiğinde: 'Biz Allah'tan geldik ve elbette O'na döneceğiz' derler." [197]

Lokman'ın oğluna verdiği tavsiyeleri Kur'an-ı Kerîm anlatırken: Onun,

"Ba­şına gelenlere sabret, doğrusu bunlar azme değer işlerdir[198] demek suretiyle sabrın önemini belirtmiş oluyor. Sabır Kur'an-ı Kerîm'in yetmiş yerinde geçmektedir. [199]

Biri Hazret-i Peygamber'e gelir, malının yok olduğunu ve vücudundaki hastalığın uzun süre devam ettiğini anlatınca:

"Malı yok olmayan, cismi hasta olmayanı kulda hayır yoktur, Allah bir kulunu sevdiği zaman onu bir belâ ile tecrübe eder, O da ona duçar olduğu zaman, buna sabreder[200] buyurur.

"Bilginler:

İnsanın sevgilisi; hilim (yumuşaklık), koruyucusu; akıl, de­lili; hayırlı işler, sermayesibağışlama ve iyi davranma, kardeşleri; sabır­lı ve metin olmak, hâkim; vicdanıdır" [201] demişlerdir.

 

Sabrın Kısımları

 

Ebû Mûsâ Eş'ari:

"Sabır beden ve ruha ait olmak üzere iki kısımdır. Fakirlik, hastalık ve musibet gibi şeyleri hayırla karşılamak, diğeri, aşırı meyillerde şehvanî hisler gibi nefsin arzularına uymamaktır" [202] der. Kuşeyri ise Allah'ın emirlerine ve yasaklarına karşı sabırlı olmak üzere iki kıs­ma ayırır. [203]

Kul hayat boyunca sabra muhtaçtır. Hayatta insan iki şeyle karşı kar­şıyadır. Ya olagelen işler kendisinin hoşuna gider, veya gitmez:

1- Kişinin arzusuna uygun gelen şeyleri arasında, sıhhat, selâmet, servet, mevkî ve ailenin çokluğu. Bunlar çok sabır isteyen hususlardır. Kul bunlara bakarak azabilir ve sapabilir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in arkadaşları:

"Zaruretler içinde iken sabretmek bugünkü zenginliğimize sab­retmekten kolaydı" demişler ve: "Her mü'min belâya sabredebilir, fakat doğru olanlar hariç hiçbir mü'min afiyetli hayata sahredemez" [204] denil­miştir.

2- Kişinin arzusuna uygun düşmeyen hususlar vardır. Meselâ: Tem­bellikten dolayı namazı, cimrilik yüzünden zekâtı v.s. Bu bakımdan nefsi terbiye etmek ve emirlere uyabilmek için üç hususa ihtiyaç vardır.

a- Başlarken niyeti samimî tutmak, gösterişi kalbinden atmak,

b- Kalbinden vesveseyi atıp şartlarına uygun olarak farzları ve sün­netleri yapmada tembellik etmeden ibadeti yapmak.

c- İbadet yaptıktan sonra gösteriş korkusuyla bunları kimseye açma­maya dikkat etmektir.

 

Günahlı Yollardan Kaçmak

 

I- Günahtan kaçmak da ancak sabırla olabilir.  Bunun için Hz. Peygamber:

"Mücahit (savaşan) arzusuna karşı savaşan ve muhacir kötülük­ten kaçandır[205] buyurmuştur. Günah işlemek ne kadar kolay ise, onu iş­lememek de o kadar zordur. [206] Bir irade ve terbiye meselesidir. Güçsüz iradeler daha doğru bir ifade ile sabırla terbiye edilmemiş iradeler arzulara köle olmuşlardır. Bunların güçsüzlüğü güçlü iş yapmaya engeldir. Sabır bir tahammül işidir. Tahammülsüzler güçsüzdürler. Böyleleri bir zaferi hazır­layamazlar.   Zira "sabreden zafere ulaşır". Günah işlememek yâni nefsin kötülük içine girmesine engel olmak zor da olsa sonunda bir zaferdir.

II- Kişinin isteğiyle olmayan, fakat savulması isteğine bağlı durum­lar:

Elle, dille eziyet edene karşı, karşılık vermemek veya karşılık verir­ken haddi aşmamak gibi. Bir sahabe insanların eziyetine sabretmeyen îma­nı, îman saymazdık" [207] demiştir. Kur'an-i Kerîm bir peygambere yapılan eziyeti anlatarak O'nun dilinden "Bize ettiğiniz eziyete elbette sabredece­ğiz[208] demekle eziyete katlanmanın gerektiğini belirtir. Bu bakımdan toplumun menfaati için öne atılanlar sataşmalara katlanmalı, Onlar Hz. Al­lah'ın peygamberine olan şu tavsiyesine uymalıdırlar.

"And olsun kî; söy­ledikleri şeylerden senin gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamd ile an, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et".[209]

III- İşin başlangıç ve sonucu  kişinin  ihtiyarı  altında  olmayan  du­rumlar:

Ölüm, vücudundan bir noksanlığın olması. İbn-i Abbas şöyle demiştir:

Kur'an-ı Kerîm'de üç türlü sabır vardır:

"Ödevleri yerine getirmekle gös­terilen sabır: üçyüz derece sevabı vardır. Allah'ın yasak ettikleri şeyleri yapmamada gösterilen sabır: altıyüz derece sevabı vardır. Musibetin bi­rinci sadmesi anında gösterilen sabır, bunun dokuzyüz derece sevabı var­dır". [210]

Demek oluyor ki, tahammül gücü artınca, kul o derece yükseliyor ve sevap kazanıyor. Elinde bütün imkânlar bulunan ve malî durumu yerinde bulunan bir zengin, arzusu onu kötü yönlere kamçılamasına rağmen o bunu frenliyor ve gemliyorsa şüphesiz büyük bir metanet göstermiştir. Ansızın bir musibet basabilir. İlk anda buna karşı tahammül edip sabredebilirse musibetin akıp getireceği diğer denemeleri rahatlıkla geçirir.

Kul hayatı boyunca ardı ardına gelip kendisini gösterecek denemelerle başbaşadır. Önemli olan bu denemelerde iyi puan almasıdır. Hazret-i Pey­gamber,

"Allah şunu buyurdu: Kullarımdan birisinin bedenine, yahut malı­na veya çocuğuna bir musibet yönelttiğim zaman o bunu sabırla karşılarsa, kıyamet gününde ona hesap sormaktan utanırım[211] demiştir.

 

Harp Halinde

 

Eski savaşlar cephe savaşı idi. Bu yüzden kayıp yalnız cephede sava­şanlara sirayet ediyordu. Bugünün savaşı ise cephe tanımayan bir savaş olup, ülkenin her yerinde bulunan kimseler tehlike ile başbaşa bulunurlar.

Aslında silâhlar çarpışmıyor. Çarpışan tek bir şey var; o da iradelerin çarpışması. Vakıa, görünürde ellerde silâhlar vardır. Fakat bu işin dış yönü. Biraz eğilince, bunun bir irade savaşı olduğu anlaşılır.

İslâm'ın hak verdiği savaş savunma savaşıdır. Toprak bütünlüğüne, din gücüne bir saldırganlık olduğu zaman savunmayı her müslümana gerekli kı­lar. İşte böyle bir durumda sabırla karşı koymayı ister. Cenâb-ı Allah buna işaretle:

"Ey peygamber! mü'minleri savaş için coştur. Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener, çünkü onlar anlayışsız bir gruptur; Şim­di Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zaif bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener". [212]

Âyet-i Kerîme, zaferin sayıda olmayıp, içteki sarsıntısız sabırdan oldu­ğunu belirtiyor. Zaten harp tarihini yazan tarihçiler de bu durumu teyit edi­yor                                                                                                 

Cephede bizzat vuruşan askerin bünyesine paralel olarak kitlede, har­bin kendi yanısıra sürüklediği birçok felâketlere karşı sabırla göğüs germe­si gerekir. Moral yönünden düşük bir toplum harp halinde sersemleşir, ne yapacağını bilmez olur. Fakat sarsılmaz bir sabırla her türlü güçlüğe ta­hammül ederse, düşmanın birçok yönlerle yaptığı propagandaya aldırış et­mez. Zalimin müstehak olduğu cezayı alması için sabırla direnir. Düşman ruhlarda bir yıpratmayı başardığı zaman asıl hedefine kavuşmuş olur. Çün­kü insan iskeletinin yöneticisi içteki kuvvettir. Bu kuvvet güçsüz bir durum alınca her an iskeleti iş yapmaz hale getirmek kolaylaşır.

Savaş durumunda müslüman titremekle, büzülmekle, manen çökmekle, ellerini böğrüne koymakla bir fayda temin etmiyeceğini ve kader çizgisin­de yazılı olanın önüne geçemiyeceğini düşünerek sabre sarılmalı. Zaferi ve kurtuluşu bunda aramalıdır.

Eğitim ve zenginlik de, uzun süreli bir sabrın neticesidir. Hiç kimse zorluk çekmeden bilgin olamamış ve eser verememiştir. Mutlak surette bir darlık devresi geçirmiştir. Büyük kazanca konabilmek için büyük bir yatı­rıma girişmek gerekir. Bilgin olmak niyetinde olan kimse bu yatırımı üşen­meden yapmalıdır. Bu vadide uzun didinişe tahammülleri olmayan, işi pra­tik bir işle geçiştirmeye çalışırlar. Fakat unutulmamalıdır ki; böyleleri çev­resinin ve devresinin içinden ötelere geçmeyen, ölmeleriyle unutulan kim­selerdir. Fakat büyük bir sabırla ilim yoluna baş koymuş kimse, sonuçta verdiği eserle çevresini ve zamanını aşıyor. Âdeta o bu zamanın ve çevre­nin adamı oluyor.

 

Çevreye İntibak Bir Sabır İşidir

 

Karşılaştığı bir iki hâdiseden dolayı toplum içine karışmamayı ve bir vazifeyi kabullenmemeyi isteyen bazı kimseler vardır. Halbuki sabırla doy­muş bir kalp, yapılagelen eziyete karşı kuvvetlidir. Toplumdan uzaklaşmada bir hayır yoktur. Fakat içine girip ne pahasına olursa olsun onlarla kay­naşmak hayırdır. Hz. Peygamber: "İnsanların arasına karışarak onların ezi­yetine tahammül eden müslüman, onların arasına karışmayan ve eziyetlerine tahammül edemiyenden daha iyidir[213] buyuruyor.

 

Belâlara Karşı Okunacak Dua

 

Hz. Peygamber'den bu hususta gelmiş hadisler vardır:

1- Dünya işlerinden bir musibet başınıza geldiği zaman Rabbinizi ça­ğırarak kurtaracak bir duayı size bildireyim mi ?

"Evet ey Allah'ın Resulü.

"Lâilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlmin." [214] Kederi gideren sözler şunlardır:

Lâilâhe illâh-ül - âlim-ül - Kerîmü

Lâilâhe illâh-ül - aliy-yül - azîmü

Lâilâhe illâh-ü Rabbi-s - Semâvat-ıs - Sab'i ve Rabb-il arş-il Kerîmi[215]

Hz. Ali anlatıyor. Bana Hz. Peygamber şu duaları söyledi ve başıma bir belâ, felâket geldiği zaman söylememi emretti:

Lâilâhe illâh-ül-Halim-ül-Kerîmü, Sübhânallahi ve Tebârekellahü Rabb-il Arş-ıl Azîm. Velhamdü lillâh-ı Rabbil-âlemin.[216]

 

Kanaat

 

"Kanaat,  bitmez tükenmez bîr hazinedir."

Bütün nefsin yönelişlerinde, itidale riayet, kazanç işinde İslâm'ın ge­rekli bulduğu servet ve makamdan ne çok ve ne de bir durum ve mer­tebeyi temine gayretle o elde edilene rıza ve kanaattır.[217]

Kur'an-ı Kerîm bunları tasvir ederken:

"Hayatlarından dolayı onları ta­nımayanlar onları zengin sayarlar". [218]

Böyleleri olmadığı halde utançla­rından kendi durumlarını başkalarına aksettirmiyen dolayısıyla bu durumları­na vakıf olmayanların zengin saydıkları büyük kanaat sahipleridir. Bir de bunun dışında kalan bir gurup vardır: Bunlar çalışırlar, neticede elde ettik­lerine kanaat getirirler. Böyleleri de kanaatkardır ve büyük bir para kazan­mak için fahiş hatalara girişmezler. Ticarette bir bakıma kanaat, kişinin yüksek kâr haddini indirmesidir. Durum böyle olursa aranan mal ucuz bir şekilde elde edilmiş olur. Büyük kâr etme düşüncesi ister istemez tücca­rı gayr-ı meşru kâr hadlarına doğru sürükleyecektir. Çok zaman geçmeden iktisadî bir kriz kendini gösterir. Bütün bunları biraz da kanaat yolsuzluğu­na bağlamak gerekir. Kanaatsız, doymaz bir göze sahiptir. Ne kadar ka­zansa, hiç kazanmamış gibi hareket eder. Daha fazla meşru veya gayr-ı meş­ru yolları dürtmeye başlar. Bu yüzden Hz. Resul "Âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun karnını ancak toprak doldurur"[219]

"Asıl zenginlik nefsin zenginliğidir". [220]

"Dikkat edin ey insanları Rızkı iyi talep ediniz. Kişiye ancak yazılı bulunan vardır. Kendisi­ne yazılı bulunan gelmeden bu dünyada kul gitmiyecektir".[221]

"Ver'a sahibi ol, insanlar içinde en iyi kul olursun. Kanaatkar ol, insan­ların ençok şükreden olursun". [222]

İslâm rızık için yersiz bir endişeye kapılıp, feryat etmeyi yarının ne olacağı endişesine kapılmayı uygun bulmaz. Zaten bunlar insanı yıpratan yersiz vehimlerdir.

Kanaat nefsin zengin olmasıdır, asıl zenginlik de budu. [223] Zengin kal­be sahip insan Allahın ihsanına göre bulunduğu hale, kavuştuğu mala şükredecektir. Böyle biri aç gözlülük yapıp, hased ateşleriyle kendini yakmaz.

Allah'ın takdirine razı olur. Yalnız şu hususun açıklanması zarurîdir. Ka­naati tembellik şeklinde yorumlayanlar, kendilerine kanaat adına tembel­liği seçmişlerdir. [224]

Kanaat çalışmanın semeresini kabullenmektir.

 

İffet

 

"Allah'ım senden hidayet, tekva ve iffet istiyorum." [225]

Arzular karşısında kendini zapdetme, her şeyde ölçüyü gözetlemedir. [226] Muhiddin İbn-ül-Arabî "Dünyaya ait istek ve arzularda itidali koru­maktır" [227] der. İnsan arzuları çoktur. Bunlar içinde iyi ve kötü olanı var­dır. İffet insanı kötülükten, günahlardan koruyan bir fazilet mürşididir. Hz. Ali bir gün ahlâktan bahsederken:

"İffet kadınların süsü, erkeklerin üstün­lük şiarıdır" [228] demiştir.

İffeti savunmak ve onun yanında olmak "görgüsüzlük, eziklik, bilgisiz­lik" v.s. gibi kötü durumlardan uzaktır. İş tamamen bunun aksinedir. Her ne kadar bazı çevrelerde iffeti bir tarafa atmak ve böyle bir yaşayışın için-i de bulunmak tabiî karşılanıyorsa da bu durum bütün bir millet tarafından iyi karşılanan bir hareket değildir. Bu kabil davranışların görünüşlerini çe­şitli şekillerde görmek mümkündür ve bunun meydana getirdiği acıklı bir durum vardır:

 Fertlerin birbirinden gün gün uzaklaşması.

Arzuların taşmlması, tatmini cihetine gidilmesi, kırbaçlanması, buna gö­türecek vasıtaların çoğalması, iffet denilen en kutsal bir değerin yıkılması­nı hazırlıyor. Kendisine esir düşmüş gayr-i müslim bir kadına bile bakmak­tan utanan bir anlayışın mümessili olan Hz. Muhammed kendisine uyanların böyle bir anlayışın dışına çıkması fayda sağlayıcı bir husus değildir.

Müslüman, günün ve modanın esintisiyle iffetini ve şerefini ayaklar altına almaz, kendi dininin çizdiği esasların nurlu yolunda yürümeye devam eder.

 

Seha Cömertlik:

 

"Cömert, Allah'a, cennete, insanlara en yakın ve ateşten en uzaktır." [229]

İstenmediği halde,  bir karşılık beklemeden, kendiliğinden her türlü yardımda bulunmaktır. [230] Malı olmıyan kimse kanaatkar olmalı, malı olan ise cömert olmalıdır. Çünkü cömertlik peygamberlerin ahlâkıdır, kurtuluşun temelidir. Her iyi şey bir sadaka olduğu gibi, kişinin kendine ve ailesi uğ­runa yaptığı harcama da sadakadır. [231]

Yeri geldikçe çekinmeden vermek gerekir. Bu Allah rızası için yapılan bir harekettir. Gösteriş için cömertlik yapılmaz. Hz. Ali zamanında zen­ginlerden biri, bîr deve kurban ederek açıkça zenginliğinden böbürlenir. Buna bakanlardan deve kurban edenlerin sayısı çoğalır ve bu rakam yetmi­şe kadar yükselir. Hz. Ali "bunlara yaklaşılmamasını emreder". [232] İba­detin gayesi niyete göredir. Niyet sahih olmadıktan sonra yapılan işte ve ibadette bir hayır yoktur.

Kur'an-ı Kerîm, Medine'ye gelen muhacirleri tasvir ederken:

"Kendi­leri zaruret içinde bulunsalar hile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsi­nin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir[233] diyor.

 

Cömertlik ve Cimrilik:

 

Aslında cömertlik verilmesi gerekeni vermek şeklinde tarif edilebile­ceği gibi cimrilik için de aksini söylemek mümkündür. Cömert bunu sırf "şu insan ne kadar cömerttir" şeklinde bir gösterişe kaçmak için verdiği takdirde cömert sayılmaz. Şöyle denilmiştir. [234] Cömert istenmeden ve­ren yahut isteyenle sevinen, imkânı nisbetinde vermekle ferahlanan kimse­dir. Bu hususlarda şu âyet-i kerîmelerin ruhuna uygun hareket etmek lâ­zımdır.

"Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz ol­ma, yoksa pişman olur açıkta kalırsın[235]

Cömertlik "israf ile, har vurup harman savurmakla, sıkı sskıya mala tutunmak arasında bir yol olup, gereğine göre harcamak veya tutmaktır" [236]

(Bu hitap, karnına taş bağlayıp çalışan ve evinde hiç bir şeyi depo etmiyen Hz. Peygambere değil, O'na bağlananlaradır.) [237]

"Onlar sarfettiklerî zaman ne israf ederler, ne de cimrilik, ikisi arasın­da orta bir yol tutarlar[238]

İsraf, harcamada sınırı aşmaktır. Cimrilik ise gerekli olanı kısmaktır. Bu hususa Ömer bin Hattab'ın sözü de işaret ediyor. Kişinin her istediğini yemesi israf olarak yeter. [239]

Cömertlik iki kısımdır:

a- Ailesine

b- Bunun dışında kalanlara.

a- Şüphesiz ailesi için harcamalarda bulunmak en iyi bir tutumdur. Böyle olmaz, aile fertlerinin giyim ve yiyim problemleri üzerine eğilmez, sırf iktisat ediyorum diyerek onları mahrum etmek tutumluluk değil cimri­liktir.

b- Etrafındaki insanlara karşı da cömert olmak gerekir. Yeri geldik­çe ziyafet vermek, yardımlarına koşmak v.s. gibi hususlar münasebetlerin temelidir.

Vermek, münasebetleri güçlendirir, sevgiyi arttırır.

Hz. Ali: Kişinin olgunluğu dört şeyledir diyor:

a- Elinde az bulunduğu halde cömert

b- İdareciliğinde mütevazi olması

c- Güçlü olduğu zaman bağışlaması

d- Minnetsiz vermesi [240]

Zaten arkasından eziyeti getirecek vermede hayır yoktur. [241]

 

III- Rıfk-Yumuşak Huyluluk:

 

Nezaket ve yumuşaklıkla ifade ve muamele etmektir. [242] Güzel ahlâ­kın ve doğruluğun bir sonucu olup kızgınlığın zıddıdır. [243] Bu yüzden Hz. Peygamber zevcesi Hz. Âişeye:

"Allah'ın yumuşak olup, her işte yumuşak davranışı sevdiğsni[244] belirtir.   Diğer hadisler:

1- "Allah bir ailenin fertlerini sevdiği zaman, onların arasına yumuşak davranışı sokar[245]

2- "Allahın yumuşaklıkla verdiğini sertlikle vermez, bir kulunu sev­diği zaman, ona yumuşaklığı verir.   Yumuşaklıktan mahrum olan aile halkı Allah'ın sevgisinden mahrum olurlar." [246]

3- "Allah refiktir. Rıfkı sever[247]

4- "Rıfktan mahrum olan her türlü hayırdan mahrumdur[248]

5- "Hangi idareci yumuşak davranırsa Allah kıyamet gününde ona yumuşak davranır.[249]

Mülayim hareket etmek, sert davranışlardan uzak olmak o derece, ki­şiyi toplumunda sevindirir. Aile arasında, ticarette yahut arkadaşlar ara­sında veya ticaret hayatında olsun, fayda yumuşak davranıştadır.

Eğitici veya öğüt verici mevkiinde bulunan kimselerin en çok riayet edeceği bu husustur. Onlar haşin bir tavır takındıkları zaman etrafındakilerini kazanayım derken kaybederler. Halbuki tatlılıkla onların kalplerine ka­dar girmeli, hastalıklarını anlamalı ve ona göre tenvire uğraşmalı.

Bir organından hasta olup, moral yönünden gayet sarsılmış bir hasta, doktorun yumuşak tutumuyla bir güç kazanır. Bu sayede hasta doktorun kendisine uzanan müşfik bir el ve şifa olduğunu anlar, ona ısınır ve tavsiyelerine gereği gibi uymaya çalışır.

 

Özrü Kabul

 

Her insan hata yapar. [250] Hatasız insan yoktur. Fakat hata yapanlar içinde en iyisi hatasını hemen anlayıp pişman olandır. [251] İşte Hz. Pey­gamber, birine karşı yanlış bir harekette bulunmuş kimsenin onun kalbini kazanmak için özür dilemesini ve bu özrü beyan edenin özrünü kabul et­mek gerektiğini yoksa onun da yanlış hareket yapanın hatası gibi bir hata içinde kalacağını bildirir. [252]

 

Afv: Bağışlama

 

Kusurları bağışlamak büyük bir meziyettir. Çünkü kul kusursuz olmaz. Cenâb-ı Allah peygamberine

"Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme[253] diyor. Diğer bir âyette, "bağışlamanız Allahtan sakınmaya daha uygundur[254] buyurarak müslümanın "bağışlamayı" esas olarak kabul etmesini gösterir. Peygambere hainlik yapmış olanlara bile Cenâb-ı Allah:

"Onları affet ve geç[255] buyurması dikkati çekecek bir husustur. Hz. Peygamber de bu hususta konuşmuştur:

1- Nefsimin kudreti altında bulunduğu Allah'a yemin ederim ki:

Şayet yemin etmem gerekirse, üç husus üzerinde yemin edebilirim:

a- Yardımdan dolayı mal noksanlaşmaz.

b- Allah'ın rızasını umarak, haksızlık edeni bağışlayan kimseyi Al­lah ancak kıyamet gününde üstünlüğünü arttırır.

c- Dilencilik kapısını kendisine açmayan kimse, Allah fakirlik kapı­sını açmaz. [256]

2- Af kulun izzetini arttırır. [257]

3- Ukbe anlatıyor: Bir gün Hz. Peygamber'le karşılaştım, elimi tut­tu ve:

"Dünya'da ve âhirette bulunan kimselerin en iyi ahlâklısını sana bil­direyim mi?"

a- Gelmeyene gitmen.

b- Vermeyene vermen.

c- Sana zulmedeni bağişlamandır," buyurdu.

4- Hz. Peygamber'in bildirdiğine göre Hz. Mûsâ şöyle demiştir:

"Rabbim! Senin yanında en üstün olan kulların hangisidir? "Gücü yettiği halde bağışlayandır[258], buyurur.

5- Allah kullarını kıyamet gününde dirilttiği zaman bir münadi arşın altında üç defa seslenir:

"Ey Allah'ın birliğine inanan topluluk, şüphesiz Allah sizi affetti. Bu bakımdan birbirinizi affedin." [259]

Bunun en iyi örneğini Hz. Peygamber Mekke'nin fethinde vermiştir. Hz. Peygamber baskılara dayanamıyarak arkadaşlarıyla Mekke'den Medine'­ye hicret etmiş, bu arada onlarla bir çok savaş vermişti. Şimdi çember darala darala sıra Mekke'ye gelmiş, kan dökülmeden orasını da fethetmişti. Ama herkeste bir kuşku vardı. Bu kadar eziyet yaptıkları bir peygamber şimdi muzaffer durumda. Herkes merak içindeydi. Ama bütün bu zaferler O büyük peygambere tesir etmemiş, bineğinin üzerinde Allah'a secde etti­ğini müşahede ederler. [260] Namazdan sonra hemşehrilerine sorar:

"Şim­di ne yapmamı bekliyorsunuz."

Utancından başlarını yere indirmiş olarak "Sen bir asilsin, asil bir babanın evlâdısın", derler.

Hz. Muhammed ancak bir peygamberin söyleyeceği bir sözle "Hz. Yûsuf'un kardeşlerine söyle­diği sözle- karşılık verir:

"Bugün siz, muahaza edilecek değilsiniz, gi­diniz hepiniz hürsünüz[261]

Bilerek veya bilmeyerek insanda çok hatalar, karşıdakini rencide ede­cek bir çok hareketler çıkmış olabilir. Bütün bunlar karşısında, müslüman kusur araştırmamalı, kapatmaya uğraşmalıdır.

En küçük bir harekete tahammül etmeyen ve bunu bağışlamayan kimse, ken­disinin yaptığı fakat hiç nazarı itibare almadığı kusurlarını düşünmeli ve bunların da Allah tarafından bağışlanmaya muhtaç olduğunu unutmamalı­dır.

Allah'ın bağışlamasına nail olmak ancak kulların birbirlerini bağışlamalariyle mümkündür.

 

2- Hılim: Yumuşak Huyluluk.

 

Gücü yettiği halde, kızgınlık anında intikam almaktan vazgeçmek [262], şiddete tahammül, kızgınlık ateşini söndürmek [263] manasınadır. Yumuşak davranmak, aklın olgunluğuna, kızgınlığın yıkılmasına ve onun akla boyun eğmesine bir işarettir. [264] Yumuşak huyluluk Allah'ın bir sıfatı olup Kur'an-ı Kerîm'in birçok yerinde geçer:

"Allah bağışlayandır, Halimdir". [265]

Hz. İbrahim'i tarifle O'nu yumu­şak tabiatlı [266] olduğunu bildirir.

Yüce Resul birçok hadislerinde hılmin üstünlüğü hakkında konuşmuş­tur. Esbah Abd-ül Kays'e.

1- Allah'ın sende sevdiği iki karakter vardır:

Yumuşaklık ve ağır başlılık.[267]

Hz. Resul bununla, yumuşak huylu ve ağır başlı olan insanların Allah tarafından sevildiğini belirtir. Topluluk arasında da öyle değil mi? Yumu­şak huylu bir idareci ve tüccar daima dikkati kendi üzerlerine çekmişlerdir. İnsanlar bu tabiata sahip olanlara hiç çekinmeden dertlerini açarlar, asla bunlara karşı çekimser davranmazlar.

2- İlim ancak öğrenmekle, yumuşaklık ancak yumuşak davranışla olur. [268]

İlim yoluna kendisini vermeyen ilim elde etmediği gibi yumuşak bir karektere sahip olabilmek için de bu yolu tercih etmeyen yumuşak tabiatlı olamaz.

3- Beş şey peygamberlerin hasletindendir:

Haya, yumuşuklık, kan aldırmak, misvak ve güzel koku [269]

Yumuşaklık ahlâkın başıdır, güzel ahlâka tesiri pek çoktur. Nefsin ra­hat etmesi, kalbin dayanıklığı, fikirlerin selâmen, emniyet ve vicdan gibi in­sanlığın ölçüsü olan üstün hislerin tabiatı bundan meydana gelir. [270]

Fahr-ûd Din Razi, "Şiddet yerine yumuşaklıkla muamele etmenin üç faydası vardır; diyor.

1- Kızan benden daha yüksek bir derecede ise değerini anlamış,

2- Dengimde olan biri ise takındığım yumuşak davranışla ondan üstün,

3- Benden aşağı bir derecede ise hiimimle nefsime azap etmiş olu­rum [271]

 

Hilme Götüren Sebepler:

 

1- Cahillere acıma,

2- Gücü yettiği haide bağışlama,

3- İyiliklere tahammül edildiği gibi kötülüklere de tahammül etme,

4- Kötü iş yapanı iyi görmeme,

5- Kötü sözü, kötü bir şekilde cevaplandırmaktan haya etmek,

6- Kusurunu söyleyene önem vermek,

7- Sövmeden utanmak ve sövgüyü bir tarafa atmak [272]

Hz. Ali "Malını ve çocuklarını çoğaltmak hayır değildir. Fakat asıl iyi olan: Bilgi ve bilgi içinde sükûnet ve yumuşak tabiatlı olmayı öğrenmendir" [273]  demiştir.

Hilim bir kuvvettir. Çünkü o sabır ve güvenle mezcedümiştir. [274]

Hilim: Yüceltir. Hz. Peygamber:

"Allah'ın katında yücelmeyi isteyiniz," buyurunca arkadaşları:

"O nedir ey Allah'ın Resulü?

"Bir cehalette bulunana yumuşak davranman ve sana vermeyene vermendir. [275] Başka bir hadiste:

"İlimle süslen, ailene karşı yumuşak ol[276]  buyuruyor.

 

Haya                                                                

 

"Haya îmandandır."[277]

İslama göre örfe aykırı bir kötü iş yapıldığı zaman ruhî duygularında bir çekilme ve reaksiyonun meydana gelmesidir.

Toplumun her ferdi aynı zamanda toplum içine sızan tehlikeleri göze­tendir. Yaşadığı cemiyetin huzuruna halel getirecek her fiile karşı koyma­sı onun tabii hakkıdır. Bu anlayış olmadığı takdirde toplumda üstün bir amme görüşü olamaz:

"Üstün amme görüşünün meydana gelmesi uğrun­da İslâm hayayı teşvik etmiştir. Çünkü haya, fertler arasındaki uzlaşma­nın esasıdır. Haya, kişileri ancak insanların kabul ettiği ve zevk-i selîm'in nefret etmediği hareketlerin çıkmasına doğru götürür. Kendisinde iyiliğin ortaya çıktığı, kötülüğün gizlendiği ve sosyal liyakati meydana getiren odur. Bu bakımdan Hz. Peygamber ona teşvik ederek buyuruyor ki "hayanın tütü hayırdır". [278]

Ne akıl ve ne de ahlâkın geri çevirmediği arzunun arka­sına insanın takılıp gitmesini engelleyen zaptedici gücün haya olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"İnsanların ilk peygamberlerin sözle­rinden vâris aldıkları şey utanmazsan dilediğini yap[279] yâni haya, ahlâ­ka ait engelleyici bağdır. O çözüldüğü zaman, onunla birlikte ahlâk ve ira­de de çözülür, yıkıcı başıboşluk alıp götürür. Heyâ, sosyal bir kayıttır. O bulunmadığı takdirde insan karekteri kötülüğünü ilân etmeye koyulur,   gizlerimesi gerekeni gizlemeyip, bütün belirtilerini ortaya kor. Haya arttığı zaman, nefis ahlâka ait kayıtlarla bağlanır. Kötülük ondan örtünür, onun örtünmesi, onu öldüren yahut büyütmeyen ve arttırmayan karanlıkları sağ­lar" [280]

Haya perdesini bir tarafa atmış insan, toplum arasında sevilmeyen, say­gı görmeyen biri olur. Bu bakımdan Hz. Peygamber birçok hadislerde buna teşvik etmiştir.

1- Haya ancak hayrı getirir. [281]

2- Hayada vekar ve iç rahatlığı vardır. [282]

Allahın varlığını ve diğer inanç esaslarını kabul etmiş kimse, bizzat haya perdesi içine girmiştir. Çünkü inanmak; kurallara riayet etmek ve bunu hayatında yaşamak demektir. Allah'ın emrettiği ve yasakladığı her şe­ye inanmak, bizzat yaşayışını düzene sokmak olacağından Yüce Resul:

3- Haya îmandandır, imanlı ise cennettedir. Kötü sözlülük, kalbin kasvetindendir. Bu ise cehennemdedir.[283]

Hz, Peygamber hoşlanmadığı bir şeyi gördüğü zaman bu durum yüzün­den belli olurdu. [284] Duymak veya görmek istemediği iğrenç bir şeyi gö­ren veya duyan kimselerde bu husus yüz durumundan belli olur, Bu husus­ta İbn-ül Arabî:

"İnsanların yüzlerinde yaradılış bakımından meydana ge­len kırmızılık, yavaş yavaş kaybolur, fakat hayanın neticesinde meydana gelen kırmızılık devamlı kalır. Kırmızı rengin güzelliğini haya île süsleyen­ler, kaybolmayan bir güzelliği korumuş olurlar". İbn-i Sina ise:

"Hayâsız çehre ruhsuz vücuda benzer" [285] demişlerdir.

Haya ile ruhlar zaptedilince, yalnız onlarda lâyık ve gerekli olan mey­dana gelir. Böylece insanlar arasında sosyal ilişkiler kuvvetlenir, uzlaşma ve karşılıklı sevgi meydana gelir. Bunun için Hz. Peygamber:

"Her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm'ın ahlâkı ise hayadır[286] buyuruyor.

Bazı kimseier hayanın şecaatla (yiğitlikle), söz ve düşünce hürriyet­leriyle çatıştığını sanıyorlar. Böyle anlayışta bir hata vardır:

Şöyle ki; şe­caat müdafaa edilmesi gereken yerde gerçeği savunmadır. Bu aslında övü­lecek bir meziyet olup, en üstün işi ortaya çıkarır, iğrenç olanı gizler, açık­lanması şeref veren her şeyi açıklar. Hak sözün açıklanması insana şeref veren bir şeydir, yeri geldikte hak sözü konuşmayı birakmaksa haya değil, alçaklık sayılır.   Korkaklıkla haya arasında ûn esaslı fark:  

Korkaklık açık­lanması gerekeni, haya ise açıklanması uygun olmayanı gizlemektir.

Hürriyet, ahlâkî bağlardan sıyrılmak olmadığı için, haya onunla çatış­maz. Gerçek hürriyet yalnız ve yalnız insana zarar vermeyen insanlığı par­çalamayan ve fazilete yöneltmeyi içine alan bir bağ olarak tasavvur edilir. Haya böyle bir hürriyetle çatışmaz, o ahlâkî bir gemle başıboş bir hürriyet anlayışıyla çatışır. Hakiki hürriyet, başıboşluluğu sınırlar ve sorumsuzlu­ğu kaldırır.

Burada dikkati çeken iki husus vardır.

a- Uygun olmayan şeyin gizlenmesi.

b- Hürriyetin haya ile çatışmaması.

Uygun olmayan şeyleri hiç çekinmeden açıklayanlar bu tip hareketle­rin çoğalmasına bir bakıma öncülük yapıyorlar. Gerek kendi hayatı ile il­gili olsun ve gerekse başkasının hayatını ilgilendiren bir husus olsun, ah­lâkça yasaklanmış bir fiili açıklayanlar bunu "bir itiraf" şeklinde yorumlu­yorlar. Bir nevî rezaletlerin reklâmını yapıyorlar. Mahrem konular vardır. Bu konuların açıklanmasında insanlık ahlâk bakımından bir fayda elde etmez. Sonra bu bir meziyette değildir:

Cinsî hayatın kölesi olmuş bir ka­dın veya erkeğin gayr-i meşru bir şekilde kurdukları münasebetleri basın, film yoluyla anlatma bir hayâsızlık örneğidir. Bu örneklerin çoğalması bu kabil rezaletlerin bir gün tabii bir durum almasını ve kınanmamasını temin edecektir. Bu konuda Profesör Zehre şöyle diyor:

"İslâm, toplumun temiz olmasını, onda pisliğin görünmemesini ve onun bakışlardan uzak kalmasına çokça düşkündür. Bu bakımdan asla rezalet­leri ilân etmeyip gizlemeyi, faziletleri gizlemeyip açıklamayı, kimsenin ayıp­larını bulmaya çalışmamayı yalnız suç unsuru varsa insanların bunu orta­ya çıkarmasını teşvik etmiştir. Çünkü suç unsuru olmıyan hususları açık­lama sosyal havayı bozar. Kötülüğün açıklanması insanların gönlünü ona taktırır. Cezası olmıyan bir suç açıklandığı zaman bu durum, kötü karekterli insanlar için bir eğitim ve uyarma olur. Vaki olan bir suçun, meyda­na çıkan suçları hikâye etmekten dolayı olduğunu görmüşüzdür. İkinci suç birinci suça uyarak olur. Sapıklıkları açıklanan çoğu kimselerin, işledik­leri suçları gazete neşriyatıyla yahut radyo veya televizyon yayınıyla öğren­diklerini bildirmişlerdir.

Bu bakımdan İslâm, cezaya yakın olmıyan suçun açıklanmamasını teş­vik etmiş ve bunların ilânını suç saymıştır. Suçunu ilân eden kimse iki suç işlemiş oluyor; yaptığı fiilin suçu ve ilânının suçu. Başkasının suçunu açık­layan, yaptığı açıklama derecesine göre o suça ortaktır. Hz. Peygamber bu durumu apaçık bir şekilde açıklamış ve şöyle buyurmuştur:

"Ey insan­lar! Bu suçlardan birini işleyip gizleyen kimse Allah'ın örtmesi içindedir. Suçun yüzünü açıklayana had cezası veririz." Kesinlikle şöyle buyurmuş­tur:

"Kıyamet gününde mevki bakımından en uzakta bulunan, açıklayan­lardır."

Onlar kimlerdir? diye sorulur. O,

"Geceleyin bir işi yapan kimse­yi, Allah gizlemesine rağmen sabah olur olmaz, Allah'ın örttüğünü ortaya çıkararak şöyle şöyle yaptım diyen kimselerdir" cevabını verir. [287] Hz. Pey­gamber: dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir:

"Haya, güzel koku kullanmak misvak ve nikâh" . [288]  

Zaten O çok haya sahibi idi. [289]

Hayâsız insan yok olmaya mahkûmdur:

Buna işaretle Hz, Peygamber:

"Allah bir kulun yok olmasını istediği zaman ondan hayayı kaldırır[290] buyurur. Fudayl b. İyaz ise hayanın azlığını şekavetin belirtilerinden biri saymıştır. [291]

 

Nezahet

 

Her türlü kötü ve iyi olmayan şeylerden uzaklaşıp temiz bir hayat yaşamaktır.

Ahlâk yönünden ise:

"Nefsi zillet ve havai, diğerleri hakkında, eziyet gerektirir bîr hareket yapmaksızın mal kazanmak ve iyi yerlere harcamak, yardımda bulunmaktır. [292]

Uygun bir yolda uğraşmalı ve bundan şaşmamalıdır. Çalışırken çeşitli söylentiler kulağa gelebilir:

Bütün bunlar istenilen gayeye ulaşmak için sedler olurlar. Konuşmada ölçüyü kaçıranlar çoktur. Bu bakımdan keder­lenmek yerine daha fazla o hayırlı işe sarılmak zarureti vardır.

İmamı Şafiî:

"Halkın itirazına kulak asmayıp kendi znenfaatsna çalışan kazanır, halkın dilinden kurtulmaya yol yoktur" [293] demiştir.

 

Şehamet

 

Dil bakımından "akıllı, zekî, verdiği hükümde isabetli davranan" [294] mânasına gelen bu kelime terim olarak, "Büyük, hayırlı işler yapma, bunlarda yarışırcasına gayret göstermektir" [295] Kur'an-ı Kerîm bu yarışı müslümandan istemektedir.

1- "Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde bîrbirlerinîzle yarışın[296]

Müslüman her grubun yönelişine bakmadan yardım yönünden yarışma içindedir. Yâni onun yardımı kendisiyle aynı inancı paylaşan kimselerle de­ğil, ayrı zihniyeti taşıyan kimselere uzanan bir eldir. Hz. Peygamber ve ondan sonra gelenler bu emri hayatlarında uygulamışlar, dolayısıyle bu di­nin insanlık dini olduğunu onların ihtiyaçlarının yanında bulunmakla ispat­lamışlardır.  Kur'an-ı Kerîm mü'minleri tasvir ederken:

2- "Bunlar Allah ve âhiret gününe inanan, uygun olanı emreden ve fenalıktan alıkoyan, iyiliklere koşanlardır,   işte onlar iyilerdendir" [297] iyi­ler kimmiş:

İnanç sahibi toplumun üzerinde hassas olan ve kötülükte de­ğil iyiliklerde yarışanlar. Cemiyet bu yapıya sahip kimselerle dolu olduğu zaman kendisine gelecek her türlü kötülüklere karşı silâhlanmış olur. As­lında bunların bu kabil didinişi boşa çıkmayacak:

"Ne iyilik yaparlarsa kar­şılığını bulacaklardır[298]

Dünyada her şey insan için, insan ise birbirleri için yaratılmıştır. Kar­şılıklı yardımlaşma ile birbirlerinin ihtiyaçlarını gidersinler diye. Servet ve kudret sahibi insanlar ancak diğerlerine yardım etmekle üstün bir durum alırlar. [299]

 

Tevazu

 

"Allah için alçak gönüllü olanı Allah ancak yükseltir." [300]

Dilde açık gönüllülük, mânasına gelen bu kelime terim olarak kendin­den rütbe bakımından alt olan kimselere büyüklenmemektir. Bu Hz. Allah'ın büyüklüğünü ve kulun kendi küçüklüğünü anlamaya müesses olan bir duygudur.[301]

Bu sıfata sahip olanlar, halktan kendilerini büyük tutmazlar, mevkî, rüt­be, servet, haysiyet yönleriyle kendilerinden aşağı bulunanları bile kendile­rinden küçük saymazlar, yaptıkları mütevazi hareketlerle herkesin sevgisini kazanırlar.

Büyüklenme bölümünde tevazua engel olan faktörler belirtilecektir. İn­sanoğlu şu ölmez ölçüyü bütün hayatı boyunca unutmadığı takdirde gurur denilen bir şey bilmez, tevazua sarılır:

"Hepiniz Âdemdensiniz, Âdem ise topraktandır" [302] Buna dayanarak Hz. Ali şunu söylemiştir:

"Ey genç her zaman mütevazi ol, toprağın toprak üstüne böbürlenişi olmaz" [303]

İnsan hangi durum ve mevkide bulunursa bulunsun, her hususta âciz ve zayıflığını hatırlamalı, diğer insanlardan bir üstünlüğü bulunmadığını şayet kendisinde üstün bir nimet varsa, onu gücünün neticesinde değil, Allah'ın bir lûtfu olduğunu, bu lûtfu verenin almaya da gücü yeterli olduğunu bil­melidir [304] Kur'an-ı Kerîm

"Bu âhiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz[305] buyurarak cenneti ve onun değişmez nimetlerini yeryüzünde büyüklük taslamadan, yâni Allah'ın kullarından kendilerini üstün ve büyük görmeyen mütevazi kulları için ol­duğunu [306] bildiriyor. Birçok hadislerde tevazu övülmüştür:

1- Tevazu edeni Allah yükseltir. [307]

2- Allah beni kul olup Resul olmakla yahut melik (hükümdar) olup Resul olmak arasında serbest bıraktı. Hangisini seçeceğim hususun­da durakladım. Melekler içinde sevdiğim Cebrail vardı. Başımı O'na dönderdim.   O:

"Rabbina karşı mütevazi ol dedi. Ben de:

"Kul olarak Resul oldum [308]

Hz. Peygamber bu hadisle, mevkî ne olursa olsun, her şeyden önce insanın şaşmaz bir mevkiî olup bunun da kulluk olduğunu belirtmek istiyor. Kişi her şeyden evvel kul olduğunun farkına varırsa beraberce yaşadığı Al­lah kullarına karşı bir üstünlük düşünmeyecektir. Bütün iş kişiye bu kul olma anlayışını vermektir. Rütbe, mevkî ve bunun gibi hasletler bir görev içindir. Şayet buna sahip olanlar bir an kendilerini kul olmaktan uzak sa­yarlar ve kendini anlamadan uzaklaşırsa bunda cemiyet için bir kötülük bek­lenebilir. Kendi iç dünysının sırrına erememiş olan bazı kimseler, ellerînden rütbe ve mevkî alındıkları zaman neye uğradıklarını anlayamazlar. Bu tip kimseler sorumlu mevkîlerde bulundukları zaman tevazu denilen bir şe­yi bilmezler, hep etrafında bulunanlardan kendilerine karşı mutlak bir say­gı isterler. Halbuki saygı rütbeye, mevkîye değil sırf insan olduğu için ol­malıdır. Buna işaretle Hz. Peygamber:

"Şeref tevazudadır[309] buyuru­yor.

3- Allah bir kulunu İslâm'a erdirir, yüzünü güzelleştirip kendisini utandırmayacak bir şekle kor ve bütün bunlarla birlikte O'nu tevazu ile azıklarsa, işte böyle biri Allah'ın temiz kullarındandır. [310]

İslâm olmak bir nimettir, yüzün güzelliği ise Allah'ın bir lûtfudur. Yüz kızartıcı bir mevkîde bulunmamak ise bir rahmettir. Yüz güzelliğinden do­layı şımarmak, diğerlerini küçümsemek nimete nankörlüktür. Yüz güzelli­ği kalp güzelliğiyle (hadisin ifadesine göre bu da alçak gönüllülüktür) bir­leştiği zaman asıl güzellik kendini gösterir.   Yüzünün güzelliğiyle büyülen­miş veya başkasını büyületmiş kimseler, hiç düşünmeden bunun kaynağı olan yaradanı unutuyorlar. Böyle bir durumda güzellik, başkalarını baskı al­tına almak için bir unsur olur. Eldeki bu iyi nîmeti kullanamayanlar ise, akı­beti pek belli olan bir yola adım atmaktan kendilerini alamıyorlar. Allah güzelliği başkalarını küçümsemek, hele pazara çıkıp yarışa katılmak için ver­memiştir. Güzelliğini teşhire kalkışan kul -aç gözlü insanların bir an ol­sun benimi duygularına hizmette etseler- aslında kendilerini yıkma kam­panyasına alkış çalmışlardır. Bir iki alkış ve hediye ile kendilerini seyret­tirenler, yarın aynı gözleri etraflarında bulamamanın ıstırabı içinde yıkılıp gideceklerdir. Onun için müslüman erkek ve kadın güzelliğini Allah'ın bir nîmeti olarak kabul eder, bundan dolayı O'na şükreder.

 

İki Kişinin Arasını Düzeltme

 

"Kardeşlerinizin arasını düzeltiniz." [311]

İnsanlar çeşitli sebeplerden birbirlerine kırgın olurlar. Kırgınlıkları bir ömür boyu devam edenler, uzun bir süre veya kısa bir zaman sürenler vardır.

Sebebi:

1- Herhangi bîr meselede yapılan münakaşada kızgınlık neticesinde sarfedilen kelimelerle.

2- Aracı vasıtasıyle getirilen sözlerle.

3- Vurma, sövme, v.s. gibi hâdiselerle meydana gelen kırgınlıklar.

Bilgisizce yapılan münakaşanın yersizliği yukarıda anlatılmıştı. Müs­lüman her mes'elenin bir mütehassısı olduğunu düşünerek öğrenme gaye­sini düşünen kimseye ehil olanı veya onun yerini tutacak bir eseri tavsi­ye etmeli. Şayet münakaşa edenin bütün gayesi inkarcılık ise susmayı tercih etmelidir. Zira salim bir anlayış çerçevesi içinde ortadaki konu münakaşa edilemeyeceği için bir fayda temin etmeyecek üstelik iki tarafın kırgınlığına sebep olacaktır.

1- Kişileri taşıdıkları inançlarıyla başbaşa bırakmakta, bir bakıma ce­miyete onları ısındırır, devamlı olarak onların üzerine yürüme ve hor gör­me onları soğutur, yeni bir cephenin doğmasına sebep olunur. Zaten ga­yesi  gerçeğe  kavuşmak olan  kimse onu  bulduğu yerde  hemen  kapar ve onu bu kaynağa götüren kimseye minnettar kalır.

2- Her haber doğru değildir. Bu bakımdan haberi getirenin karakte­rine ve zihniyetine bakmak gerekir.    Hislerine kapılmayan kimse, birinin kendi hakkında konuştuğunu haber alınca hiç bir harekete yönelmeden o adamın yanına gidip meselenin mahiyetini enine boyuna konuşmalı ve ara­da bir soğukluğun meydana gelmesini  bertaraf etmelidir.

3- Çeşitli hâdiseler (meselâ: öldürme, iftira, hakaret v.s.) in ruhlar­da getirdiği kriz bir an insanda bazı reaksiyonlar doğurtur. Böylece düş­manca tutumlar meydana gelir. Şüphe yok ki; bu kabil hâdiseler hiç bir insan tarafından tasvip edilmez. Ama bir olay meydana geldikten sonra yeni bir olayın doğması için koşma o derecede yıpratıcı bir olayın mey­dana gelmesini kırbaçlar.

Küskünlük, kırgınlık sızıntı bir suyun etrafındaki toprağı sarstığı gibi cemiyetin birlik bünyesini sarsıtır. Bu gibi sızıntıları kurutacak kimseler cemiyetin birlik anlayışını faydalı gören kimselerdir. Bunların yapacağı ilk iş kırgınlığa sebep olan hâdiseyi öğrenmek, tedavisi için yollar araştır­maktır.                                                                                                               

Aralarını bulmak için takip edilecek yol:

Her insanın hayatta büyük bildiği ve hürmet ettiği kimseler vardır. Ön­ce bunları buldurup, durum anlatılmalıdır. Daha sonra, bunların barışması için uygun zemin araştırmalı. Bu durumda söylenen yalanlar mubahtır. Su damlası, yalçın kayaları döve, döve erittiği gibi, tatlı söz ve yerinde yapı­lan telkinde donmuş kalpleri yumuşatır. Öyle ise ilk yapılacak iş, birbirle­rinden ayrılmış kalpleri ülfeti kabul edecek hale getirmek, ikinci derecede asıl "Barışma" hareketine girişmektir.

 

Adalet

 

Kelimenin kökü "adi" hisse, ikisinin arasını eşit yapma [312], işlerde orta yol, insaf olup [313] en büyük insaf ise nîmet verenin nimetini itiraf­tır. [314]

Bu bakımdan "İslâm'ın nişanı adalettir". İslâm'da toplumun terazisidir. Toplumu ayakta bulunduran o'dur.    Adalet üzerine kurulmayan her sosyal düzen her ne kadar onu düzene sokan güçte bulunsa o sarsıktır. Çünkü ada­let direktir, gerçek nizamdır ve her bina için doğru düzendir. Bu hususta Kur'an-ı Kerîm'in mânalarını en iyi bir şekilde içine toplayan adalet husu­sundaki ayettir:  

"Allah şüphesiz adaleti, iyîlik yapmayı, yoksullara bak­mayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddini aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir[315] 

Maverdi, buradaki adaletten gayenin hakla hüküm etmek olduğunu bildiriyor. [316] Allaha karşı gelmekten sakınan kim­senin adaletli olması gerektiği hususunda "Ey insanlar! Allah için adaleti gözeten şahitler olun. Bir millete olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürükle­mesin, âdil olun. Bu Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'tan sakınan, doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır". [317]  Adalet iki kısımdır:

  1. İnsanın kendisi için takdir ettiğini başkası için de kabul etmek. Bu durum böyle olduğu zaman, toplumda çözülme, anarşi, suistimaller v.s. alıp yürümez. Bu yüzden Hazret-i Resul,
  2. a)"Kendin için arzuladığını kardeşin için de arzula,"
  3. b)"İnsanların kendisiyle sana muamele yapmalarını istediğin şeyle on­lara muamele yap," buyurmuşlardır.

Ticarette, davranışlarda, münasebetlerde her hususta bu temel hüküm göz önünde bulundurulduğu takdirde, aranan faziletli cemiyet meydana gel­miş olur. Kişi kendisine yapılmasını istediği şeyi başkası için de yapılma­sını yahut kendisine yapılmasını istemediği kötülüğü ve zararı başkasına da erişmesini istemediği zaman hukuka inanmış bir toplum ortaya çıkar.

Hakka rıza, Hakka teslim anlayışı her fertte doğarsa, hukuk devletinin işi kolaylaşmış olur. Bu durum yalnız hükümet icraatında kalır, ferde in­hisar etmezse bir mâna ifade etmez. İdareci herkesi hoşnut etmeyi bir tarafa atmalı, şu ölçüye tutunmalıdır. "Kan ve can yerine bîr âmirin vücu­dunda merhamet cereyan etse, yine heskesi memnun etmek kabil olamaz. Binaenaleyh herkesi memnun etmeye yönelmekten ziyade, elinde tutmakta olduğu memuriyet terazisini adalet ve hakkaniyetinden ibaret olan iki ke­fesini daima ölçülü tutar, yâni görevine hakkıyla devam eder. Böylelerinden herkes memnundur ve bunlar gerçekten vatanseverdirler. [318]

İlerlemek için insanoğlu cemiyete muhtaçtır. Fakat içtimaî hayat bir takım kargaşalıkları içine alır. Eğer bir cemiyette adaletsizlik varsa o zaman cemiyet hayatının, ilerleme yolundaki avantajları kalmaz, fena olur. Buna mâni olmak için iki vasıta vardır.

1- Doğru yola gelmek istemeyenleri, hizaya getirecek kanunlar yap­mak.

2- Faziletli insanlar arasındaki gibi sevgiyi geliştirmek.

Cahilleri birbirlerine sevdirmek güçtür, fakat halkı terbiye ile buna ulaşılabilir. Bu sağlanınca kanunlara pek ihtiyaç kalmaz. Zira kanun ancak aradaki anlaşmazlığı kaldırmak içindir. Sevgi dünyasında fert, başkasına ait olan şey için haksızlık yapmaya kalkmaz. Bilâkis elinde olan şeyi bile sev­diği insanlarla paylaşır. [319]

 

II. Yönetenlerle Yönetilen Arasındaki Adalet

 

Yöneten grup yapılması gereken hususları ilk başta kendisi yapmalı, ondan sonra yönetilenlerden bunu beklemelidir. Hazret-i Ömer bîr prensib koyup insanları ona uymaya çağırdığı zaman önce Hattap ailesini çağırır ve onlara "Şüphesiz halka sıkı bir emir verdim, Allah'a yemin ederim ki; Hattab ailesinden ona aykırı hareket edeni gördüğümde onun cezasını iki misli yaparım" der. [320] Yaratıl­mışların en sevgilisi olan Hazret-i Muhammed'e sahabeleri Bedir gavzesinde bir ağacı budayıp ona gölgelik yaparlar. İstirahata çekildikleri zaman Cebrail (a.s.) "Yâ Resûlullar! Arkadaşların güneşin altında bulunurken se­nin gölgelikte oturman uygun değildir" der. Hazret-i Peygamber hemen göl­geliği yıkıp arkadaşları arasında oturur. [321] İslâm yöneticiyi bir sorumlu­luk yüklenmiş kişi kabul eder. O'nun toplumdan apayrı bir hayat yaşaması­nı ön görmez. [322] Esasen, hakkın ayakta kalması için bu durum zaruridir. Adaletin garantisi, huzuru doğurur, emniyeti yayar. Fertlerin birbirleriyle olan ilişkilerini güçlendirir, aralarındaki bağları muvazene ve insicamlı şe­kilde ayakta kalmasını sağlar.[323]

Adaletin yerine getirilmesi Peygamberlerin görevlerinden biridir.

 "Ve söyle: Allanın indirdiği kitaba inandım, aranızda adaletle hükmetmekle emrolundum[324]

 

a. Kanunî Adalet:

 

Bunda asıl olan; herkesin kanun karşısında eşit ol­ması, kimsenin bir imtiyaz sahibi olmaması, ırk, malî durum, mevkî ve din farkı gözetilmemesidir. Bu hususta şöyle bir hâdise anlatılır. Kureyş, hır­sızlık yapmış Mahzun kabilesinden bir kadına önem gösterirler. İkinci defa hırsızlık yaptığı sabit olduğu için ellerinin kesilmesini Hazret-i Peygamber emreder. Bu hususun affı için Hz. Peygamberin sevdiği Usame bin Zeyd'i ileri sürerler. Bunun üzerine Yüce Resul kızar ve onu yererek şöyle der; "Allah'ın hadlarından biri hakkında şefaat mi istiyorsun" konuşmasını keser ve sonra "Allah'ın hadlarında biri hakkında şefaat arayan şu gruplara ne oluyor? Ancak sizden önce olanlar, şerefli biri hırsızlık yaptığı zaman onu bırakıyorlardı, fakat fakir biri hırsızlık yapınca ellerini kesiyorlardı. Allah'a yemin ederim ki; Muhammed'in kızı Fatma hırsızlık yapsa elbette O'nun el­lerini keserim" [325]  buyurur.

Toplumun huzurunu bozan herhangi bir suç işlendiği zaman -Suç faili kim olursa olsun cezalandırılması -ilerde ayni işlemi yapmayı gönüllerin­den geçirenlere bir engeldir. Şayet bu durumlar kanunlar tarafından bi­hakkın yerine getirilmezse o fiillerin çoğalması önlenemez. Bu bakımdan kişinin sahip olduğu imtiyaza bakmadan kanun gereğinin uygulanması lâ­zımdır.

 

Sosyal Adalet:

 

Politik tartışmalarda kendisinden çokça bahsedilen bu konuyu bütün ayrıntılarıyla burada izah etmek, konu dışına çıkmaktır. Bu hususta müs­takil eserler neşredilmiş ve gerekli malûmat verilmiştir. Bunun tarifi;

"Her güçlünün gücünü ortaya sermesi için fırsatlar hazırlamak, her gücü yerine yerleştirmek, iş yapamaz olanların yaşamaları ve dünyadan nasiblerîni al­maları -küçükte düşmüş olsalar- onları toplumda bir kuvvet yapmak ve düşkünlüklerine sebep olan arazın giderilmesi umulmayan ileri gelen kim­selerde de olsa onları açlık ve çıplaklıktan emin olmalarını temin için da­yanışma meydana getirmektir" [326]

Sosyal adaletten gaye mutlak eşitlik şeklinde anlaşılmamalıdır. Asıl olan eşit tutulmasıdır. Her gücü yerinde kullanmak ve her insanı kabili­yetine göre istihdam etmek.

Kabiliyetiyle yürüyene yol vermek gibi hususlar dayanışmayı meydana getirir:

  1. a)Her gücü yerinde kullanmak ve el emeğine önem vermek. Hazret-i Peygamber

"İnsan, elinin kazancından daha hayırlı bir şey yememiştir[327]

  1. b)Devlet içindeki işçi gücünün düzene sokulması için heskesin kabi­liyeti ölçüsünde iş temin etmek.
  2. c)Düşkün olanlara güçleri nisbetinde iş hazırlamak ve onların düş­künlüklerine sed çekmek. Bunun için Beyt-ül-malı kurmuştur. Hukukçular bunu dört kısma ayırırlar:
  3. Haraç ve cizyeden elde edilen malların toplandığı ev. Bunun hepsi fakirler içindir (gayri müslim dahil).
  4. Ganimet mallarının toplandığı ev (fakirler içindir).

III. Zekâtların toplandığı ev (çoğu fakiredir).

  1. Kayıp eşya evi: Vârisi bilinmiyen terekelerden ve sahibi bîlinmiyen malların toplandığı ev (fakirler içindir).

Bunlardan faydalanan fakirler, bir zengin akrabaya sahip olmayan fa­kirlerdir. Yoksa zengin bir yakına sahip olan fakirin geçimi onun üze­rinedir.

"Kör için bir sorumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Topal için bir sorumluluk yoktur. Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kâhyası olup anahtarları elinizde olan evlerde ya da dostları­nızın evlerinde izinsiz olarak yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur[328]

Günahlar için ödenen keffaretlerde toplumdaki sosyal adaleti temin eden bir faktördür. İslâm kendi içinde toplumun her ferdini birbiriyle sigortalamıştır. Bu yüzden yardım için yarışmayı prensib kabul etmiş, devletin müda­halesine meydan vermeden imtiyazsız bir toplum meydana getirmeye çalış­mıştır.                                                                                                       

 

Devlet Adaleti:

 

Dünya sahnesinde çeşitli eğilimlere sahip olan grublar ve milletler vardır. Hangi inancı taşırsa taşısın zulmedici bir hüviyete girmediği ve taş­kınlık çıkarmadığı zaman o da en azından bir müslüman kadar dünyada ya­şamaya lâyıktır. Dışa karşı müslümanı temsil eden İslâm devleti bu esas muvacehesinde hareket eder. İçte ve dışta kendi inancı dışında kalanlara karşı baskı yapmaz. "İslâm bütün insanlarla ilişkilerin, kaynaştırıcı sevgi ve koruyucu şefkat şeklinde olmasını zarurî görür, bu bakımdan Cenâb-ı Allah:

"Allah din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarma­yan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kıl­maz; Doğrusu Allah âdil olanları sever[329] buyuruyor.

  1. a)Devlet kendi sınırları içinde yaşayan azınlığa baskı yapmak şöyle dursun onların her türlü ibadetlerini icra etmeleri için büyük bir hürriyet verir.
  2. b)Malî yönden onları destekler, düşkünlerin elinden tutar.
  3. c)Vergi ödeme gücüne sahib olmayanlardan bunu kaldırır.
  4. d)İşlenen suça karşı müslümana tatbik edilen cezayı uygular.
  5. e)İsterse puta tapicilar olsun, bunların kutsî saydıkları şeyleri müslümanların yermesine müsaade edilmez.

Dış münasebetlerde ise en çok üzerinde titrediği husus anlaşmalara ri­ayettir. Kur'an-ı Kerîm:

"Ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah'ı kendinize kefil kılarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Allah yap­tıklarınızı şüphesiz bilir. Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötü­rü, aranızdaki yeminleri bozarak ipliğini iyice eğirip kullandıktan sonra bo­zan kadın gibi olmayın[330] buyuruyor.

Hz. Peygamber yaptığı anlaşmalara riayet etmiş, karşı taraf bozmasına rağmen bozmamada direnmiştir. Sözleşmeler her iki tarafın haklarını ga­ranti altına almak olduğuna göre bunun gelişigüzel bozulması aranan beşerî huzuru ve sulhu geciktirir. Tarihin bütün çağlarında görülegelen bütün sa­vaşlar, tek taraflı yaşama özlemini çeken grubların bir diğer grupu ezmesin­den doğuyor. Kur'an-ı Kerîm buna karşı koyuyor. Bir milletin sayıca veya silâhça üstün bir güce sahip olması, güçsüz milletleri ezmek için bir sebeb olmayacağına dikkatları çekiyor.

Milletlerin kendi mukadderatlarını tâyin etme fırsatı vermek. Bu da İslâm tarafından çokça istenmiştir.[331]

 

Tevekkül

 

Kelimenin kökü olan "vekâle" teslim etti, ona bıraktı, yetindi ve başı­na bıraktı mânasına gelir. Tevekkül ise vekâleti kabul etmek, işi üzerine almaktır. [332] Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif yerlerinde geçen bu kelimenin terîm olarak ifade ettiği mânayı

"İş hakkında onlarla danış, fakat karar ver­din mi Allah'a tevekkül et (güven) doğrusu Allah tevekkül edenleri (güve­nenleri) sever[333] âyetine dayanarak "Kulun maddî ve mânavî bütün ener­jiyi sarfettikten sonra işin neticesini Allah'a bırakmak" şeklinde bir tarife gidilebilir. Kur'an-ı Kerîm bunu inananlardan istiyor:

"İnananlar yalnız Al­lah'a tevekkül etsinler (güvensinler)". [334]

Îmanla ve işle gayet yakın bir alâkası olan bu konuyu derinlemesine tahlilin büyük faydası olsa gerek. Yanlış anlaşılması bir çok mahzurlar do­ğurmuştur. Bir taraftan tevekkülü her türlü vasıtaya sarılmaktan uzakla­şıp kendini koyverme, diğer taraftan buna bir karşı koyma hareketinin do­ğurduğu bir sonuç olarak tamamen her şeyi kendine mal etme inanışı her iki tarafı da zarara uğratmıştır. Yeterince üzerinde düşnüldüğü zaman, te­vekkülün bu iki anlayıştan uzak bir anlayışın ifadesi olduğu meydana çıkar. İbn-i Mesud'un anlattığına göre Hz.  Peygamber  şöyle  buyurmuştur:

"Dağları, sahraları doldurmuş ümmetimden büyük bir topluluğu bana göster­diler. Hem çok oluşlarına şaştım ve hem de sevindim."

"Sevindin mî?

"Evet."

"Bunlardan ancak yetmiş bini hesapsız cennete girer."

"Onlar kimlerdir yâ Resulâllah!

"İşlerine dağlama, büyü ve fal karıştırmayıp Rablarına tevekkül eden­lerdir." [335]

Burada önemli bir husus vardır:

Yarının ne olacağını o an gelmeden öğrenmek için çırpınanlar, kendilerini tatmin etmek için çeşitli yollara baş vururlar. Bunlar güvensizlik içindedirler. Hz. Peygamber bu kabil fiilleri tenkit etmiş. (Bu husus ayrı bir konu içinde izah edilecektir.)

Başka bir hadiste:

"Allah'u Tealâya tam tevekkül etseydiniz, kuşları rızıklandırdığı gibi elbette sizi de rızıklandırırdı. Aç giderler, tok olarak dönerler[336]

Tam güven, insanı çökerten ümitsizliği, endişeyi bertaraf eder. Kul du­rumun alacağı şekli düşünmekle emrolunmamış, çalışmakla emrolunmuştur.

 

Tevekkül Ve Tevhîd

 

Tevekkül'ün esası Tevhittir (yâni Allah'ın birliğini kabul etmektir). Aca­ba tevekkül neden îmanla yakın bir münasebet içindedir. Esasen güven­meyi doğuran, güvenilenin gücündendir. Güvenilen gücüne, büyüklüğüne inanıldığı derecede, inananın güveni o nisbette olacaktır. Şimdi mü'min Allah'a inanırken, O'nun yanılmaz, her şeye gücü yeten olduğu inancını ka­bullenmiş oluyor. Böyle bir inanç ve duyguyla hareket eden aynı zamanda tam bir güven içindedir. Öyle ise tevekkülün yâni güvenin olabilmesi için ilk prensip Allah'a îmandır. Buna göre tevekkül îmanın kapılarından biridir, îmanın bütün kapıları ise ancak, ilimle halle ve işle düzene girer. [337]

 

Tevekkülün Mertebeleri

 

Madem ki tevekkül gerçek vekil olan yaradana itimat edip, başkasına yönelmemektir. O halde bunun üç mertebesi vardır.[338]

1- Avukatına güvenir gibi durumunu hakkullah içinde olması, onun kefaletine ve inayetine itimat etmesidir.

2- Annesiyle beraber olan çocuğun durumu gibi güvenenin de Allah ile olan durumunun daha kuvvetli olması.   Bu durumdaki çocuk ondan baş­kasını tanımaz, ondan başkasından korkmaz, yalnız ona güvenir, gözünden kaybolduğu zaman diline ilk gelen kelime "Anne"dir. İlk aklına gelen annesidir. O, Onun derecesini bilmeden, onun kefaletini, yeterliliğini ve şefka­tini kabul etmiştir. Bütün bunlar onun idrakinin ötesinde onda cereyan eder. Çocuğun niçin böyle yaptığı kendisine sorulsa cevapsız bırakılacaktır. İşte aklı, bakışı ve itimadı Allah'a doğru olan kimse, çocuğun annesine yüklen­diği gibi o da Allah'a bırakır. Bu durumda çacuğun annesine karşı mütevekkil olduğu gibi o da Allah'a mütevekkil olur. Birinci ile bu ikincisinin arasında bir fark var:  

Birincisi durumu bilerek tevekküle yönelir, ikincisi ise yönelmiştir.    Kalbinde başkasına yer bırakmamış ve kendisini olduğu gibi O'na bırakmıştır.

3- Bu en üstün mertebesi olup yıkayıcının elinde bulunan ölü gibi, kendisini, hareket ve davranışlarını Allah'ın kudretine bırakmaktır.  Müşkül bir durum içinde bulunsa dahi kendini kaybetmez.

Bu üçüncü şık gerçi muhal bir tevekkül çeşidi değilse de pek nadir­dir.[339]

 

Tevekkül Edenin Çalışma Durumu

 

Acaba tevekkül demek çalışmaya, sebeplere ve vasıtalara sarılmayı bir tarafa mı atmaktır? Yoksa tamamen bunun aksine midir?

Şurası bir gerçektir ki; bilgi: hâli, hal ise işleri doğurur. İslâmı bil­diren Kur'an-ı Kerîm ve hadisler çalışmayı, sanata sarılmayı, yeryüzüne da­ğılmayı, ticaret yapmayı v.s. emretmiş, böyle bir durum da tevekkülü her şeyi bir tarafa atmak şeklinde bir anlamaya doğru gidilirse o zaman dinin dışında bir inanca saplanılmış olunur.

Kişinin çalışmaları şu dört gayenin dışında değildir. [340]

1- Faydalı olanı elde etmek: Bu da üç türlüdür.

a- Sebeplere yapışmak veya vasıtayı kullanmayı bir tarafa atmak.

Meselâ: Açlıktan can çekişen bir adamın kurulmuş sofraya el uzat­maktan çekinerek "ben mütevekkilim" demesi, dolayısıyla sofraya el uzat­maktan çekinmesi. Bu cehalettir ve din dışıdır. Burada tevekkülün şartı çalışmayı bırakmak oluyor. Yemeğe el uzatmak bir çalışma ve harekettir. Tarlaya tohum ekmeden, mütevekkil bir şekilde verim beklemekte böyledir.

Bu husustaki bilgi:

Allah'ın yemeği, eli, dişleri ve hareket kuvvetini, onun yenildiğini ve içildiğini bilmek, hal ise, kalbin huzurunu ve doyulmasını ele ve yemeğe değil Allah'ın fiili üzerinde olmasıdır. El bazı durumlarda felçli olabilir, bu bakımdan elin sıhhatine nasıl güvenilir. Bir anda akıl yok olabilir, hareketin gücü kaybolabilir. Bu bakımdan tek ilâç gücü kendinde değil, Al­lah'ın fazlından bunu beklemek gerekir.

Rızk'ın kendi eli vasıtasıyla olduğuna tam inanmış ve bunun dışında bir veren güç kabul etmemiş kimse devamlı bir endişe içindedir. Acaba benim elime bir şey olur mu? Çocuklarımın durumu nasıl olur? v.s. gibi iç­ten kendi kendine sorduğu sorularla kendisini yıkar ve gereksiz bir üzüntü içinde kendisini boğar. Bu vaziyet onun sinir yapısına tesir eder, dengesini kaybettirir.

2- Tesiri kat'î olmamasına rağmen, onsuz da vasıta meydana gelmez. Yola çıkan kimsenin gerekli parayı veya gıdayı yanında bulundurması, kişi­nin evini kilitlemesi, gerekli aracı yanına alması. Meselâ:

Yola çıkan kim­se ya yeteri derecede yemeklik, yahutta bunu temin edecek parayı, araba sahibinin, yedek parça, su, yahut bir çamura saplanırsa oradan kurtaracak kazma, kürek v.s.yi alması.

Öyle ise kesin bir tesir icra etmeyen vasıtaların bırakılması da tevek­kül değildir. Esasen sebeplere yapışmak, bu sebepleri yaradana güvenmek demektir.

İslâm rızık için endişelenmeyi uygun bulmaz. Çünkü, rızık Allah'tan­dır. Müslümanın yapacağı tek şey, bir sofra mahiyetinde bulunan kâinat sofrasına gereken vasıtaları kullanıp orada kendisine ayrılmış payı bulmak­tır. Kendisine bir payın ayrıldığını ve bunun kendisine ait olduğuna inanan mü'min tam bir güven (tevekkül) içindedir. O az veya çok elde edecektir. Fakat ne kadar elde edeceğinin hesabı içinde de değildir. Zira bilir ki ken­disine hesaplı bir pay ayrılmıştır. O elde ettiğini kabul eder, gözü başkasınınkine ulaşmaz. Az-çok onun hesabında yoktur. Çünkü o mutlak mâna­da "çoklukta hayır, azlıkta kötülük vardır" anlayışında değildir. Bilir ki, Al­lah (c.c.) onun menfaatini daha iyi bilendir.  Bu anlayış tevekküldür.

c- Vasıtaları daima geçerli olmayan hususlardır.

  1. Mal depo etme. Mala sahip olan kimse kendi ihtiyacının dışında ka­lanı depolarsa[341], bu olmadığı takdirde geleceğinin karanlık olduğu vehmine kapılırsa tevekkülü bir tarafa atmış olur.

Herkesin ihtiyaç duyduğu bir malı stok etmek ise toplum hayatına za­rarlı olduğu için gayet tehlikelidir. Yalnız uygun bir şekilde ailenin geçimi için bu yapılırsa bunda bir sakınca yoktur.

III. Zarar verecek vasıtalardan kaçınmak. Yırtıcı hayvandan, selden, yangından, bulaşıcı hastalıklardan kaçmak. Bütün bunlar tevekkül dışı değil­dir.

 

Danışma (Şura)

 

İnsan kafası her hadisenin üstesinden tek başına gelebilecek şekilde yaratılmamıştır. Bu bakımdan her insan mutlaka danışıp görüşmeye muhtaç­tır. İslâm danışmaya çok önem vermiştir:

Meşverenin iki yönü var:

I- Kişinin şahsî münasebetlerinde karşılaştığı yahut yapmak istediği şeyleri başkasıyla görüşüp konuşma.

II- İdare edenlerin meşveresi.

İslâm bir bakıma şahıslar arasındaki münasebetlerin ölçüsünü ortaya korken diğer taraftan da idare edenlerle edilenler arasında münasebetleri belirtiyordu. Bunun içinde meşvereti bu idarenin asıl temeli yaptı ve onu îmanın direklerinden saydı.

1- "Size verilen herhangi şey, sadece dünya hayatının bîr geçimliğidîr. Allah katında olan, inanıp Rab'lerîne güvenen, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan çekinen, öfkelendiklerinde bile bağışlayanlar, Rablarının çağrısına cevap verenler, namaz kılanlar için daha iyi ve daha süreklidir. Onların işleri aralarında danışma  (şura)  iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da sarfederler. Bîr haksızltğa uğradıklarında, üstün gelmek için ara­larında yardımlaşırlar[342]

2- "İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kerede azmettinmi artık Allah'a güven, Çünkü Allah kendine güvenenleri sever."[343]

Birinci âyet İslâm toplumunun binası olan beş hasletin mü'min de bu­lunmasını gerekli kılıyor:

a- Allah'a itaat, yalnız O'nun çağrısına icabet, O'nun çağrısına uyduk­tan sonra başkasına icabet etmemek yâni inanan ancak kendisinde Allah'a itaat olan prensibe itaat eder.

b- Nefsi temizleyen ve vicdanı terbiye eden ibadetlerle kalbi pislik­lerden arındırmak. Bu noktada ibadetler içinde en açık olan namazı zikret­miştir.

c- Müslümanları yönetmek, parçalayıcı istibdatla değil, toplayıcı olan danışma (şura) ile olmasıdır.

d- İhtiyaç içinde bulunanların ihtiyaçlarını karşılamak için karşılıklı olarak maddî yardımlaşmada bulunmak.

e- Asla haksızlığa boyun eğmemek, nerede ve nasıl olursa olsun onu bertaraf etmek. Bu bakımdan dininde alçaklığa razı olan, îmanlı sağ­lam müslüman değildir.

 "Zulme razı olanın başına zulüm yağar" [344]

Yukarıda verilen ikinci âyette ise Cenâb-ı Allah bizzat kendi elçisini vahyin dışında kalan mes'eleleri görüşüp kararlaştırmasını istemektedir.

Hz. Peygamber'in uygulamasında bunu görmek mümkündür:

O'nun samîmi sehabilerinden birisi şöyle demektedir:

"Arkadaşlarına Peygamber'den daha çok danışan hiç kimse görmedim". [345] Yahutta

"Allah'ın Resulü, Ebû Bekir ve Ömer'e şöyle dedi:

Siz ikinizde bîr noktada mutabiksaniz ben size karşı gelmem." Ravi ilâve ediyor:

"İbn-ül Abbas'a göre onlar, peygamberin iki veziri idiler" [346]

Bizzat bu konuda açık örnekler vardır:

a- Müslümanları namaza davet için en iyi vasıtayı bulma hususunda danışmış. Müslümanlar Medîne'ye hicret ettikten sonra bir araya toplanıp namaz vaktini gözlerlerdi. Bu durumu önlemek için bir gün konuşuldu. Bazı­ları ateş yakılmasını, diğerleri yahudiler veya hristiyanlar gibi hareket edil­mesini istediler. Sonunda Abdullah b. Zeyd rüyasında yüksek sesle davet şeklini gördüğünü anlatır. Hz. Peygamber O'nu kabul eder, Hz. Bilâl'in sesi daha gür olduğu için ona kelimeleri öğretmesini ister. [347]

b- Kureyş müslümanlar tarafında takip edilen ticaret kafilesini koru­mak için ordu çıkarınca aralarında bir savaşın olacağını anladı ve ashabla istişare etti. Hepsi Hz. Peygamber'in safında savaşacaklarını söylediler. Ama ensarında fikri gerekirdi. Üstelik bunlar Hz. Peygamber'i himayelerine al­mışlardı. Bunun için onların düşüncesi önemli idi. Hazreclilerin reisi Sa'd b. Muaz el-Ensari ayağa kalkar:

"Gerçekte biz sana inandık ve seni tasdik ettik. Getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. O halde Allah'ın Resulü dilediğini yerine getir, biz seninle beraberiz..." [348] der.

c- Bedir savaşı başlamadan evvel Hz. Peygamber müslümanların Be­dir vadisinde en yakın suyun yanına otak kurmalarını emreder. Habbab İbn-ül-Münzir ileri atılır ve:

"Allah'ın Resulü! Bu yeri gördün mü? Buraya inmeyi Allah mı em­retti? O zaman bizim bu emirden öne geçme ve geri kalma hakkımız yoktur.

Yoksa bu tamamen görüş ve bir harp taktiği midir? der.  Hz. Peygamber:

"Bu tamamen görüşüm ve harp taktikimdir," cevabını verir.

"O halde orası konaklamak için uygun değildir. Obadaki suyun en yakınına gitmemiz için toparlan. Oraya konarız, sonra etrafını çevirir, bir havuz yapıp onu su ile doldurur, savaşırken içeriz. Fakat onlar içemezler. [349]

d- İlk Bedir savaşının esirlerinin durumu müzakere edilirken Hz. Ömer hepsinin öldürülmesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir fidye karşılığında serbest bırakılmalarını istedi. Hz. Peygamber sonuncu reyi kabul etti. [350]

e- Uhud savaşını Medine içinde kabuletmeye Hz. Peygamber ve ileri gelen sebaheler meyilli bulundukları halde çoğunluk savaşı dışarıda ka­bul etmek istedikleri için onların reyini kabul etmiştir.[351]

f- Hz. Peygamber Süleyman el-Farisî'nin görüşünü kabul ederek Me­dine'nin etrafında hendek kazmıştır. Bu yüzden bu savaşa Hendek savaşı denilmiştir. [352]

9- Yine aynı savaşta menfaat karşılığı olarak savaşa iştirak etmiş olan Gatafan ve Ferâze kabîleleriyle ayrı bir sulh anlaşması yapmak için bir heyet gönderdi, fakat müslüman şûrası bu kabîlelerin istediği meblâğı öde­meyi reddetti. [353] İtiraz iktisadî sebeplerden olmayıp, sadece vakar ve izzet-i nefis saikine dayanıyordu. Bunun üzerine Peygamber bahis konusu teklifini geri aldı.[354]

Bu vadideki misâller çoktur. Hz. Peygamber'den sonra, dört halife de O'nun yolunu takip etmiş. Devleti ilgilendiren iç ve dış mes'elelerde bu güzide halîfeler yanlarında bulunan ünlü sehabilerle istişare etmişlerdir.

Müslüman olmayan kimseleri de devletin yüksek menfaati için' istih­dam etmekde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber Necaşiye bir gayr-ı müslim elçi göndermiş. Bedir esirlerinin kurtulması için her birinin on Medîne'li müslüman çocuğa okuma yazma öğretmelerini şart koşmuştur. Hülâsa gayr-ı müslimleri eğitim, teknik ve tıb alanlarında istihdam etmekte bir sa­kınca yoktur.[355]

 

İstişare Hangi Hususlarda Olmalı?

 

Bir konu etrafında istişare yapılması için:

a- O şeyin Kur'an nassında açık olarak belirtilmemesi.

b- Şûranın bir nassın yahut İslâm hukukuna aykırı sonuç getirmemesi gerekir. Bu iki husus haricinde her mes'elede istişare yapılması müslümana gereklidir. [356] İstişareye dayanmadan tek başına hükmetmeye kalkı­şan devlet başkanının azledilmesi gerektiğini kaynaklar bildirmişlerdir. [357]

Şûra Prensibinin Dayandığı Temel Kaideler:

1- Şûra; hem idare eden ve hem de idare edilenin hakkıdır. Yalnız birine ait değildir. Millet işlerinde idare edenlerin görüşlerini ortaya koy­maları nasıl hakları ise bu, halktan da her birinin hakkıdır.

2- İdarecinin danışması bîr gerektir, yoksa bir hak değildir. Allah Resüluna

"İşlerinde onlarla danış[358]  buyurur.  Bu rias idarecinin istişa­resini gerekli kılıyor.

3- Danışmanın şahsî çıkarlar, basit ırk menfaati için değil, Allah için samimiyet üzerine olmalıdır. İstişarenin yalan, hile, rüşvet v.s. gibi kötü şeyler üzerine olmamalıdır. Zaten böyle şeyleri yapmak için danışmak ve bu danışma esnasında fi'Iin yapılması için yol göstermek suç işlemek gibi­dir.

4- Bütün görüşlerin bir nokta etrafından olması zarurî değildir. Mut­laka belli bir görüşün kabulünü istemek zorbalığa teşviktir. Bundan sakınılmalıdır. Düşüncelerin serilmesine imkân hazırlanmalıdır.

5- Çoğunluğun düşüncesi ön plândadır. Hz. Peygamber ekseriyete önem verir. Fakat azınlığın düşüncesinde de önemsenecek hususlar çıka­bilir. Hz. Peygamber'in vefatından sonra ortaya çıkan mürted (dinden dö­nen) lerle savaşmanın şart olduğunu Hz. Ebû Bekr ileri sürdü. Çoğunluk kabul etmedi. Ama Hz. Ebû Bekr durumun vehamet ve önemini anlattı, di­ğerlerini tatmin etti. Çoğunluk da O'na uydu. [359]

 

Danışılacak Kimsede Bulunacak Vasıflar

 

1- Adalet: Kendisiyle şahsî yahut devletle ilgili hususlarda görüşü­lecek kimse adaletli olmalıdır. Buradaki adaletten maksat o kimsenin dinî ödevlere ve faziletlere sarılması, isyan ve rezaletlerden uzaklaşmasıdır.

2 - Bilgili: Gerek dinî ve gerekse diğer ilim dallarında bilgili olma­lıdır.

3- Görüş ve hikmet sahibi. Belirli bir zihniyete saplanmış kimse­nin görüşü devamlı olarak saplandığı nokta etrafında dönecektir. Bu ken­di ufkunu yırtamaz. Halbuki hikmet sahibi her noktaya uzanıp özü arayandır. İşte bu öze erişmiş olan kimseden hikmet pırıltıları aranır. Böylesi hâdiseleri tahlil etme gücüne sahiptir. [360]

Her yerde birbirlerine danışan insanlar görülür. Bunda da dikkat edi­lecek husus, danışıp konuşacağı kimseyi seçebilmektir. Bilen bilgisini saklamamalı, kendisine arzedilen durum hakkında bildiğini söylemeli. Şu unutulmamalıdır ki:

"Hayır isteyen kaybetmez danışan pişman olmaz."

 

Hediye                                                   

 

"Birbirînizle hedîyefeşiniz ki sevginiz artsın" [361]

Birine karşılık beklemeden bir şey armağan etmektir. [362] Bu durum fertler arasında yakınlaşmayı temin eden esaslardan biridir. Bunun en bü­yük özelliği bir insanın diğerine değer vermesi ve onu anmasıdır. Denile­bilir ki insanı en mes'ut eden şeylerden biri de budur.

Hz. Peygamber hediye alıp vermeye teşvik etmiştir:

  1. Hediyenin değeri:

a- "Ey müslüman kadınları komşu bîr kadın, kadın komşu (sunun he­diye) sini, bir koyun paçası olsa bile, sakın küçük görmesin[363]

Hediye hadiste geçen "koyun paçasından" başlarda daha ileriye doğru gider. Hediye, hediye olarak kabul görmeli, küçümsenmemeli ve "hediye­nin azı çoğu olmaz" ölçüsü göz önünde bulundurulmalıdır. Gaye anılmak ve aranmaktır. İşin sağladığı maddî avantajın değeri yoktur,

b- "Eğer ben bir koyun paçası (ziyafeti) ne çağırlsam, muhakkak ica­bet ederdim. Bana bir paça hediye edilse muhakkak kabul ederdim" [364]

  1. Umumiyetle köylüler şehirde oturanlara köy ürünlerini hediye ederler.

a- İbn-i Abbas'ın halası, Ümmü Hüfeyd Hz. Peygamber'e bir mik­tar keş, tereyağı ve birkaç keler hediye etmiştir.[365]

b- Köyde oturan Zahir isminde bir sehabî Hz. Peygamber'e köy ürünlerini getirir, O da ona gerekli olan şeyleri verir. [366]

III. Hediyeye karşılık vermek:

En iyi durum karşılıklı hediye vermektir. Tek taraflı olursa bu bir gün münasebetleri kestirir.

a- Hz. Âişe bildiriyor: Allah'ın Resulü hediyeyi kabul eder ve onun karşılığını verirdi. [367]

b- Arabın biri Yüce Resul'e bir hediye sunar, O da onun karşılığını -Arabın isteğine uyup arttırarak- verir. [368]

Fakat karşılık vermenin gerekli olduğu -bu hadislere bakarak- hük­müne gidilmemelidir. Hz. Peygamber'in bazı fiillerine uymak vacip olduğu gibi, bazıalrına uymakta menduptur. Bu da mendup olanlardan biridir. [369]

 

Gayri Müslimlerle Hediyeleşme

 

1- Hz. Peygamber'e, Eyle Meliki, Düldül adlı beyaz bir katır hediye etmiş.

2- Devmet-ül-Cendel Meliki, Hz. Peygamber'e ince dokunmuş ipekli bir kumaş hediye eder.[370]

Hz. Peygamber'e bu vadide bir çok hediyeler gelmiş ve O da kabul et­miştir. Bu durumun devletlerarası münasebetlerde çok uzun bir tarihi var­dır. Her asırda devletler birbirine hediye vermişlerdir. Daha çok bu hediyeler devrin bünyesine göredir.

 

Şaka: (Mizah)

 

Buna çokça devam etmek yasaklanmıştın. Hz. Peygamber:

"Karde­şinle münakaşa ve şaka yapma[371] buyurmuştur. Şöyle bir soru akla ge­lebilir:

Münakaşada karşı tarafı yalanlamak ve cahil göstermek gibi bir durumla karşı karşıya bulunulduğundan uygun düşmüyor, fakat kalbî bir huzur doğurtan ve insanın kederini dağlayan şaka neden yasaklanmıştır? Aslında yasak, devamından ve aşınlığındandır. [372] Devamlı şaka gülmeyi getirir, gülme ise kalbi öldürür, bazı durumlarda kin doğurtur ve ağır baş­lılığı kaldırır. [373]

Şaka gerçek üzerine yapılır:  

Şaka yapayım derken yalan söylenmez. Yüce Peygamber:  

"Ben şaka yapıyorumFakat gerçek olanı söylüyorum[374] buyurur. Bazı örnekler:

a - İhtiyar bir kadın Hz. Peygambere gelir.  Hz. Peygamber Ona:

"İhtiyar cennete girmez" der. Bunun üzerine kadın ağlar Yüce Pey­gamber:

"O gün sen ihtiyar değilsin" buyurur ve şu âyeti kerîmeyi okur.

"On­ları yeniden yaratmışızdır. Onları bakire kılmışızdır[375]

b- Biri Hz. Peygambere gelir:

"Allah'ın Resulü! Bineceğim bir hayvan ver.

"Biz seni dişi devenin doğurduğuna bindireceğiz."

"Dişi devenin doğurduğunu ne yapayım?

"Deveyi ancak dişi deve doğurmaz mı?"

c- Hadisi rivayet eden Hz. Enes şunu da anlatıyor:

"Bana Hz. Pey­gamber 'Ey iki kulaklı' dedi" [376] Yine Hz. Enes anlatıyor:

"Hz. Peygamber, aramıza karışıyordu. Hattâ bir defasında küçük kardeşime: 'ey eba umeyr! Ne yaptı nügayr' dedi" [377]

d- Ümmü Eymen adında bir kadın peygambere gelir, ve ona (s.a.v.)

" Kocam seni çağırıyor.

"Kimdir o, şu gözü beyaz olan adam mı?"

"Allah'a yemin ederim ki onun gözünde beyazlık yoktur.

"Evet onun gözünde beyazlık var."

"Vallahi değil.

"Gözünde beyazlık olmayan hiç kimse yoktur," buyurur.

Hz. Peygamber bununla göz bebeğinin etrafında bulunan beyazlığı anlat­mak istemiştir. [378]

e- Hz. Enes anlatıyor:

Köyde oturan Zahir İsminde biri vardı. Köy­de bulunan hediyelerden Hz. Peygambere getirir. Gitmek istediği zaman Hz. Peygamber de ona şehirde bulunan şeyleri verirdi. Şöyle buyurdu:

"Zahir köylü, biz şehirde oturuyoruz. Ona hediyede lâzım olanı veririz".

Halbuki Zahir güzel yüzlü değildi, bir gün çarşıda malını satarken Pey­gamber ona doğru arkasından yavaş yavaş gelir, Zahir onun gelişini gör­mez. Arkasından onu kucaklar ve gözlerini iki eliyle tutar, Zahir:

"Beni arkadan tutan kimdir" diye sorar. Dönünce Hz. Peygamberi tanır ve sırtını Hz. Peygamber'in göğsüne dayandırmaktan geri durmaz. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"Bu köleyi kim satın alır?" demeye başlayınca o:

Ey Allah'ın Resulü! Beni iyi buluyorsun fakat Allah'a yemin olsun ben güzel değilim, der.  Hz. Peygamber:

"Fakat sen Allah'ın nezdinde çirkin değilsin -yahut- sen Allah'ın nezdinde yükseksin[379], buyurur.

Anlatılan misâller gösteriyor ki; Şaka gerçek üzerine yapılır ve karşı tarafa bir şey öğretmek gayesi göz önünde bulundurulur. Sırf muziplik ve komiklik olsun diye şaka yapılmaz. Bu insanın sahip olduğu vekari düşü­rür. Şaka niyetiyle değil sırf karşıdakilerini güldürmek için şaka yapanların, diğerlerinin hatırını kıracak şekilde olmaması, şaka yapıyorum derken ya­lan söylememesi ve kötü ifadeler kullanmaması gerekir. Her hatıra gele­ni söylemek, toplulukta bulunan kimsenin hususî durumlarını gözetmeyip uy­gunsuz kelimeleri konuşmak şaka yapanı terbiye dairesinden çıkarmış ve saptırmış olur. [380]

Hz. Ömer, "Şaka yapan kimse küçümsenir."

Muhammed b. Mukadder, annem bana:

"Çocuklarla şakalaşma, onla­rın yanında hafife alınırsın." Said b. As oğluna:

"Büyük kimselerle şaka yapma, sana kin beslerler, aşağılık kimselerle de yapma, sana karşı cesa­ret sahibi olurlar."

Ömer İbn-i Abdül Aziz:

"Allah'a karşı gelmekten ve şakadan sakını­nız" derler. Çünkü şaka kini doğurtur ve çirkin şeylere doğru yürütür.

Hz. Ömer bir grup insana:

"Mizahın = Şakanın neden mizah olarak ad­landırıldığını biliyor musunuz" diye sorar. Onlar "hayır" derler. Bunun üzerine Hz. Ömer: 

 "Çünkü o sahibini hak'tan uzaklaştırıyor" [381] der.

Şöyle de söylenmiştir:

Her şey için bir tohum vardır, düşmanlığın to­humu da şakadır. Şöyle bir itiraz yürütülebilir. Hz. Peygamber arkadaşla­rıyla şakalaşmıştır. O'nun yaptığından çekilmek neye? Evet onlar şakalaşıyordu. Fakat, gerçek dışı bir şey söylemiyorlardı, kalp kırmıyorlardı. Onda aşırı gitmiyor ve çok nadir yapıyorlardı. [382]  Bu ölçü göz önünde bulundurulur yapılırsa, bunda bir sakınca yoktur. Ama çoğu zamanlarda yapı­lan şakalarda kavga görülmüştür. Şaka yoluyle yapılan vuruşmalar, cina­yetle sonuçlanmıştır.

Yazılar veya karikatürler vasıtasıyla yapılan birçok şakalarda görülen terbiye dışı durumları İslâmiyet kabul etmez. Dille yapılan şakalar için ne gibi hususlar mevzubahis ise, yazıya dökülenler için de aynıdır.

Şaka niyetiyle bazı tuhaf sorular da tevcih edilir.

Sabiye: 

"İblis'in hanımının ismi nedir", diye sorarlar. O da: 

"Onun nikâhında şahitlik yapmadım" [383] cevabını verir.  

Gaye karşıdakini küçültmemektir.  

Sonra herkesin bünyesi şakayı götürmez. Şakalaşırken kişinin ruhî dünyasını bilme zarureti vardır. Yoksa iyi yapayım derken hiç beklen­medik bir sonuçla karşılaşılmış olur. Bu yüzden şair şöyle der:

Şakanın çoğu uygun karşılanmamıştır, Şakanın çoğu, düşman olmanın anahtarıdır. [384]

 

4- İYİ OLMAYAN TUTUMLAR

 

Boş Söz

 

"Boş sözü bırakmak İslâm'ın güzel ahlâkından biridir". [385] Öz söylenecek bir sözü, bir kelime veya bir cümle içinde belirtilmesi mümkün olan bir mes'eeyi uzatmaktır. [386] Aslında sözün en hayırlısı az olmasına rağmen, konuya delâlet edendir. Bu bakımdan bir mes'ele hak­kında konuşurken, mes'eleyi aydınlatıcı ifadeleri belirtilmeli, lâf kalabalığın­dan kaçınmalıdır. Kur'an-ı Kerîm bu hususta örnek bir yol göstermiştir. Pey­gamberler hayatını -ibret olsun diye- sunarken olayların temel yönünü aksettirmiş, teferruattan kaçınmıştır. "Fazla konuşmaktan sakın, o gîzli olan ayıplarını ortaya çıkarır, duran düşmanı harekete getirir" [387]

Şu hususlar "boş sözler" konusu içine girmektedir:

  1. Günah olan şeyleri konuşmak. Kadınların durumlarını, içki toplantı­larını ve buna benzer şeyleri özenerek anlatmak.[388]
  2. Yersiz itiraz, boş yere mücadele.

Asıl bilginlik, kendi derecesini bilmek olduğuna göre, bir konu hakkın­da mütehassıs olmadan sırf iş veya göstermelik kabilinde olsun diye bir mes'elenin mütehassısına itiraz etmek doğru değildir. Herşeyin bir zamanı olduğu gibi itirazın da bir yeri vardır. İtiraz, karşısındakini küçük düşürmek gayesiyle olmaz. Anlaşılmayan hususların açıklık kazanması için yapılır. İtirazlar yerinde olmalıdır. Gereksiz itirazlar sahibini küçük mevkie düşü­rür. Hadis kitaplarında gereksiz itirazlara yönelmiş kimselere karşı Yüce Peygamber'in jestleri malûmdur.

III. Düşmanca mücâdele:

Bilgisizce yapılan münakaşalar düşmanlığı doğurtur. Yüce Peygamber:

"İnsanlar arasında Allah'ın en kızdığı kimseler düşmanca münakaşa eden­lerdir[389] buyuruyor. Sahabeler bir mes'eleye kafaları takıldığı zaman, onu Yüce Peygamber'e arzederler, O da mes'eleyi izah ederdi. Bu husus müslümanlar için unutulmamalıdır. Kafalara takılan bir mes'ele olunca bunu mü­tehassısına havale etmek en yerinde olan bir harekettir. Fikirsizce ve bil­gisizce yapılan bağırışlar, bir mâna taşımaz. Sormada ayıplanacak bir hu­sus yoktur. Hattâ Gazalî, bilgisini sormaktan çekinmemeye borçlu olduğu­nu beilrtmiştir.

Çoğunlukla seviyesiz tartışmalar, nahoş hâdiseler doğurtur. Konuş­maktan gaye, kendisiyle aynı yapıya sahip bir insanı incitmek değil, onunla ünsiyeti daha fazlalaştırmaktır. Konuşma Cinsiyetten ziyade, ayrılıkları doğurtuyorsa çekinmek gerekir.

[yi sözü sadaka olarak belirten [390] bir peygambere bağlı1 müslüman ken­di karşısında bulunan insan, ne gibi ifadeleri kullanırsa kullansın, ateşten korunmak [391] için iyi söz söylemeyi elden bırakmamalıdır.

  1. Konuşmayı seci, fesahat, benzetmelerle uzatmak ve derinleştirmek: Yüce Peygamber:  

"Bana en sevimsiz geleniniz ve oturum bakımdan -kıyamette- benden en uzak bulunanız çok konuşan, konuşmayı uzatan ve diline ne gelirse söyliyenlerdir[392] buyurmuştur.

Kontrolsüz dil, iyi sonuç vermiyecek hâdiselerle burun burunadır. "Diline ne gelirse söyliyen", çok konuşan, ister istemez gerçek dışı bazı ifa­deleri konuşmasının içine sokacaktır. Bu bir ölçüsüzlüğün ifadesidir. Ağız kalabalığı maharet değildir. Maharet ufuk açan, yol gösteren, duyguları ter­biye eden, insanın hedef ve gayesini belirtir mahiyetteki sözlerdir.

Hz. Peygamber de çok konuşmanın yersizliğinden ve doğurduğu kötü sonuçlardan bahsetmiştir:

  1. a)Sustuğunda selâmettesin, konuştuğun zaman ya bu lehine veya aley­hine olur.
  2. b)Dilini koruyana Allah merhamet etsin.
  3. c)Az konuşmalısınız.

 

Yalancılık

 

Doğrulukla yalancılık, bir araya gelmez" [393]

Toplumda fertlerin birbirlerine karşı itimatlarını sarsitan ve insanların birbirlerinin sözlerine inanmamalarına sebep olan dilde çıkan gerçek dışı sözler olup münafıkin üç sıfatından  [394] biridir.

Yerilmesi: Hz. Ebû Bekr, Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir hut­bede "Bundan bir yıl önce burada bize karşı ayağa kalktı, önce ağladı, son­ra şöyle dedi:

Yalancılıktan sakınınız, o, sapık olanlarla beraberdir ve ikisi ateştedir" [395] diye konuştu. Hz. Peygamber bir münacaatında: 

"Allah'ım! kalbimi nifaktan, fercimî zinadan ve dilimi yalandan temizle[396] buyurmuş­tur.

Hz. Ali "Allah'ın yanında hatânın en büyüğü yalancı dildir." Ömer b. Abdul Aziz, Velid bin Melik'e bir mes'ele konuşurken Melik:

"Yalan söyle­din mi?" diye sorunca O:

"Vallahi, yalanın sahibini lekelediğini bildiğim­den beri onu söylemedim" [397] cevabını verir. Kadının biri oğluna "buraya gel sana şunu vereyim" deyince Hz. Peygamber

"Şayet gelirse ona ne verecek­sin"? diye sorar. O,

"Hurma" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"Şayet onu vermezsen sana bir yalan yazılır[398] buyurur.

Hadisler, bu derece yalancılığın kötü olduğunu gösteriyor. Kur'an-ı Kerîm Allah'ın indirdiği Âyetleri [399]; Kitabı [400], Peygamberleri [401], yalan­layanların uğradıkları şiddetli azabı belirttiği [402] gibi; yalancı milletleri; peygamberleri Allah'a şikâyet ettiklerini [403], Allah'a yalancılık atfeden­lerin en zalim olduklarını çeşitli âyetlerle ortaya kor. Demek oluyor kir Al­lah'ın insanlığı kurtarmak için gönderdiği peygamberleri, onların sunduğu âyetleri inkâr da yaancılıktır. Yalancılık doğruyu eğri göstermektir. Bu du­rum, sosyal münasebetleri zedeler. Gerçeği gaye güden ilâhî prensipleri yalanlamak ise toplumu bir anarşiye sürükler, her yerde düzensizlik görü­lür.

 

Başkası Öldürmek İçin Yalan Söyleme

 

Müslüman şaka yapsa da doğruluktan şaşmaz. [404] Yüce Peygamber buyuruyor:

"Topluluğu güldürmek için yalan söyleyip anlatana yazıklar ol­sun, yazıklar olsun[405]

Bu, konuşma için mevzuubahis olduğu gibi, ger­çek dışı hususları yazmak ve karikatürize etmekte aynıdır. Gülüştürmek gaye değildir, fakat toplumu gerçekler üzerinde eğitmek ve ahlâklandırmak gayedir. Hayali durumlar canlandırmakta yalancılıktır. [406] Yalancılık han­gi kisve içine büründürülürse büründürülsün (piyes, senaryo, roman v.s.) yalandır. Canlandırılmış gerçeğe dayalı olmayan olaylar hafızalarda yer alacak ve anlatıla, anlatıla bir gün gerçek olarak kabul edilecektir. İçte, kendini gösteren bir çok tahayyüller bizzat gerçek dışı gösterilmiş ve anlatılmış olaylardan olduğu bir vakıadır. Bu durum kişiyi saf düşünceye, arınmış bir mantıkî muhakemeye götürmüyor, muvazenesiz bir duruma so­kuyor. Neticede istikrarsızlık alıp yürüyor, kişide beklenen şahsiyet bir tür­lü teşekkül etmiyor.

 

Her Duyduğunu Anlatmak:

 

Her söylenene inanılmaması gerektiği [407] gibi her duyulanı da anlat­mamak gerekir. Yüce Peygamber:

"Kişiye her duyduğunu anlatmasıyle kazandığı günah kendisine yeter" [408] buyuruyor. Duyulan gerçekle bir ilişkisi olmayan bir durum ise, anlatmakla bir nevî yalancılık yapılmış olu­yor. Bu duruma düşmemek için anlatılanı yerinde bırakıp gitmek daha uy­gundur. Şayet duyduğu başkalarını ilgilendiren bir husus ise, anlatmasiy­le birlikte bir fitnenin meydana gelmesine sebebiyet vermiş olur. Fitne ise "öldürmekten daha şiddetlidir" [409]

 

Siyasette

 

Sırf rey avcılığı için vaadlarda bulunmak ve yalan söylemek içtimaî ah­lâkı sarsar. İslâm'ın Peygamberleri va'de muhalefet edeni münafık olarak nitelediği gibi [410], kendileri için acıklı bir azap olan ve Allah'ın kendile­rine bakmadığı ve konuşmadığı üç grup insandan birinin de yalancı baş­kan [411] olduğunu bildirmiştir. Şüphesiz toplumun üst kademelerinde bu­lunan kimselerde yalancılık hastalığı belirince daha az sorumluluk taşıyan alt tabaka bunu çekinmeden yapacaktır. Mademki siyaset; yapılacak işleri plânlamak ve kitleyi idare etmektir, bunu yalan üzerine kurmamak lâzım­dır.

 

Ticarette:

 

"Yalancılık rızkı noksanlaştırır" [412] Bir defasında, bir koyun alış ve­rişinde iki kişi pazarlığa girişir, biri "Vallah ben bu fiattan azına satmam" diğeri "Vallahi ben de şundan fazla ziyade etmem" diye yemin ettikleri hu­susun dışında bir fiatla koyunu onlardan biri satın alır. Hz. Peygamber iki­sinin de günaha düştüğünü ve kefaret gerektiğini söyler. [413]  Yemin eden, günah işleyen ve yalancı tüccarların kötü kimseler olduğunu bildirmiştir. [414]

 

Yalan Konuşmaya İzin Verilmiş Yerler

 

Şayet bir söz yalan da olsa, yalan daha büyük bîr faydaya erdirirse meşrudur. [415] Bu bakımdan ihtiva ettiği durum yönünden, yalan konuş­maya bazı durumlarda müsaade edilmiştir:

Harp halinde, insanların ve ko­ca ile karının, karı ile kocanın arasını düzeltmek için söylenen sözlerin ya­lan olmayacağı Ümmü Gülsüm'den [416] rivayet edilen hadisten anlaşılmak­tadır.

a- Harp durumu: Çarpışan iki taraf galebe çalmak yarışındadırlar. Bu uğurda her türlü vasıtaya baş vurulması, yalan haberlerin yayılması, or­dunun gücü hakkında rakamların kabarık gösterilmesi ve esir düşenin yalan söylemesi meşrudur. Çünkü "harp bir hiledir." Hz. Peygamber bütün bu tatbikatı harplerinde göstermiştir. O zamanki askerî uygulama neyi gerek­tiriyorsa yapmıştır. [417] Bunlarda konu bakımdan şunlar dikkat çekici­dir.

  1. Uhud savaşında casuslar kullanmış,
  2. Askerî gücü kabarık göstermek için ordugâhta büyük ateş yakmıştır. Harp halinde esir düşen müslümanm inancına baskı yapıldığı takdirde,[418] düşman tarafından dikte ettirilmek îstenen inancı dil ile ikrar etmenin inancı bakımından bir sakınca doğurmayacağı hususunu; mezhep imamları Hz. Peygamber'in uygulamasına bakarak belirtmişlerdir.

Passif bir savaş içinde bulunan bir müslüman ülkesi; karşı tarafı ma­nen çöktürmek için yalan haberler neşredebilir. Çünkü aranan gaye yalan­dan daha önemlidir. Söz gayeye doğru götüren bir vasıtadır. Bu, her övülmüş gaye, kendisine doğru veya yalan yolla kavuşmayı mümkün kılar. Ya­lan haramdır. Fakat aranan doğru gayeye yalan söylemekten başka bir yolla kavuşmak mümkün değilse yalan söylemek mubahtır.

b- Kişilerin arasın: düzeltmek: Dargın iki kalp toplumun çözümleşmesi için atılmış ilk adımdır. Fertlerin aralarını bozmaları çok sebebe da­yanır. Bu bakımdan yaralanmış iki kalbi bir araya getirmek için müslümana görev düşmektedir. Hz. Peygamber:

"İki müslümanın arasını düzeltmek için yalan söylemek hariç, her ya­lan Âdem oğluna günah yazılır[419] buyurmuştur.

Önce kırgınlığın sebebi öğrenilir. Buna göre durum takınır. -Aracının maddî-manevî yönden tesirli güce sahip olması faydalı olur.-Zaman zaman kırgın olduğu kişinin kendisini sevdiğini, şöyle şöyle konuştuğunu,

"Hz. peygamberin savaşları- aynı sözleri karşı tarafa da- söyliyerek, yavaş yavaş katılaşmış kalpleri eritmeye çalışır. Her ikisini birbirine yatkın bir duruma getirince uygun bir yerde bir araya getirir ve Hz. Peygamber'in "bir insanın birinden bir gün küsmesi onu öldürmek gibidir" şeklinde belirttiği tehlikeden kurtarmış olur. Yanyana gelerek çözümlenemîyecek problem yoktur. Yan tesirlere ka­pılmadan çıkan mes'eleyi beraberce halletmek daha faydalıdır. İnsanın bir­birine bakışmasında bile bir yakınlık doğar. Birbirinden uzaklaşmak o derece insanı birbirinden soğutur.

c- Karı - kocanın arasını düzeltmek:

Kırgın iki kalbin bir yuvada beraberce yaşamaya devam etmeleri bir saadet değil, bir azabtır. Günler geçilmez olur, geceler o derece korkunç gelir. Her şey yabancılaşır. Çocukların çığlığı, gürültüleri ve gülüşleri bi­le mânâsız olur. Ama bunun aksi olan da vardır:

Her şey bir huzur kayna­ğıdır. İçten bir yaşama özlemi vardır.

İşte bir çok sebeplerden dolayı aile hayatında bazı kırgınlıklar olursa, aile dostlarının karı-koca arasındaki kırgınlıkları gidermek için uğraşma­ları lâzımdır. Kocaya, hanımın kendisini ne kadar sevdiğini, hanıma ise kocasının dışarıda kendisini ne kadar takdir ettiğini belirterek aradaki soğuk­luğun giderilmesine çalışılır. Bu zaruretlere binaen konuşma arasında ger­çek dışı şeyler de konuşulursa, gaye yüce olduğundan bir mahzuru yoktur.

Dil kalbe bağlıdır. Doğru kalp iyi dille kendi hürriyetini ortaya kor. Yalancı dil bir bakıma bozuk kalbin bir tezahürüdür. [420]

 

Sövme

 

İslâm kendine uymayan kimselere bile saliklerinin sövmemesini ister:

"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki; onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik; sonra dönüşleri Rablerînedir. O işlediklerini haber verir[421]

Allah'tan başka bir varlığa tapanlar putperestlerdir. Demek oluyor ki; bir insanın içinde taşıdığı inanca -bu inanç eğri de olsa -sövmek İslâm'ın ruhuna aykırıdır. Bu bakımdan müslüman, kendi dışındaki camiaların taşı­dıkları mukaddes duygulara hürmetli olacak, onların merasimlerini hafife almıyacak ve onların sembollerine hakaret etmiyecektir.

Yanlış bir terbiyenin doğurttuğu bir sonuç olarak bugünkü toplum ha­yatımızın günlük yaşayışında sövgüsüz bir gün düşünülemez. Kitle adeta kendi içlerini doldurmuş kinlerin ateşini sövmekle dışarıya aksettiriyor ve böylece rahatlamaya çalışıyor. Sövüşmenin doğurttuğu hâdiselerin sonucu gayet korkunçtur. Cinayet ve yaralama hâdiselerinin birçoğu onun se­bebiyle olur. Bırakınız başkasının mukaddes inançlarına sövmemeyi, için­de yaşadığı toplumun (müslümanların) mukaddes inançlarına hiç önem vermeden gayet rahat bir şekilde sövmeye hedef yapanlar çoktur.  Sövme:

1- Bizzat şahsa (namus, iffet ve haysiyetine).

2- Mukaddes duygularına.

Bu sebepten müslümanlar, yakışık almayan sözleri, kendi dinlerinin dışında kalanlar için sarfetmekten kaçınmalıdırlar. Şöyle düşünmek gerekir:

Sövmenin ve hakaret etmenin mezardakilerine bir tesiri olur mu? Yüce Peygamber'ki:

Bütün gayeleri yeni yeni filizlenmekte olan İslâm fideliğini ortadan kaldırmak gayesiyle savaşa girişen kimselerin ölülerine bile ha­karet etmekten arkadaşlarının kaçınmalarını istiyor. Öyle ise küfür vadisin­de onlardan daha azgın olmayan -isterse azgın olsun- kimselerin ölü­lerine sövmenin bir faydası yoktur. Böyle bir durum İslâm edebinin dışın­da kalır.

Müslümana sövmek:

Müslümana sövmek çok korkunç bir durumdur. Hz. Peygamber buna işaretle

"Mü'mini öldürmek küfürdür, ona sövmek fasıkhktırı[422] buyur­muştur.

Anne ve babaya sövmek:

Başkasının anne ve babasına şovenler çoktur, fakat bunlar şunun far­kında değillerdir:

Kişi birinin anne ve babasına söver, o da onunkine söver. Böylece anne ve babasına sövmüş ve sövdürmüş olur.[423]

Ölülere:

Ölüler, dirilerden ayrı başka bir âlemde yaşıyorlar, yâni artık onlar dünyadakilerine ne lehte ve ne de aleyhte herhangi bir işin içinde olamazlar. Onlar manevî yönden dünyadakilere muhtaçtırlar, o halde onlara karşı kin­le ve kızgınlıkla sövmenin bir mânası yoktur. Bunun için Hz. Peygamber "ölülere sövmeyiniz[424] buyurmuştur.

Bu genel yasak içine gayrî müslimlerîn ölüleri de dahildir. Söylenilen şeyler onlarla bir şey yapmaz, yalnız yaşıyanlara eziyet vermiş olur.

Vücut organlarına:

Organlar insan yapısını meydana getirirler. Her birinin ayrı ayrı görev­leri vardır, fakat insanoğlu bunlara da sövmekten geri kalmaz. Müslüman, böyle bir sövmeye yönelirken şu fetvayı unutmamalıdır. Necmeddin Buhâri diyor ki;

"Bizim zamanımızda ağza, burna, îmana ve bu gibi şeylere sövenin nikâhı kalmadığını, bunun küfür olacağı şeklînde fetva verilmiştir" [425]

Rüzgâra:

Rüzgârı Allah, rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderir. [426] Onun esişi, fırtına haline dönüşü, toz toprağı yerden kaldırışı bütün bunlar geri­deki müjdenin ilk tezahürleridir, fakat insan acelecidir [427] ve bilgisizdir. [428] Hemen ilk gördüğüne göre değer verir. Rüzgârların hareket halindeki tabiat­la, ne kadar önemli bir işe sahip olduğunu modern ilimler gayet iyi açıkla­maktadırlar. Böyle rahmet ve müjde yüklü Allah'ın nimetine sövmek bir müslümana yaraşmaz. Yüce Resul:

"Rüzgâra sövmeyiniz. Hoşunuza git­meyecek bîr şey gördüğünüz zaman hemen: Allah'sın! biz bu rüzgârın taşıdığı ve onun yapması için emrettiğin şeyin iyi olmasını senden istiyo­ruz, bu rüzgârın kendisinde bulunan ve kendisine emrettiğin şeyin kötülü­ğünden sana sığınırız deyiniz[429]

"Çünkü rüzgâr Allah'ın varettiği şeyler­den biridir, ya rahmet veya azab getirir. Onu gördüğünüz zaman ona sövmeyiniz. Onun hayırlı olmasını Allah'tan isteyiniz, şerrinden Allah'a sığını­nız[430] buyuruyor.

Hayvanlara:

Bunlar insanın faydasına Allah tarafından sunulmuş en büyük nimetler­dir. [431] İnsanoğlu bunları çeşitli işlerinde kullanıyor ve gıdalanıyor. [432] Bütün bunlara rağmen nimeti inkâr şeklinde yorumlanabilecek sövmeyi on­lara da yöneltmek kendi menfaatini baltalamaktır. Her hayvan bir hizmet için yaratılmıştır. Horoz da bu hayvanlardan biridir. Fakat bunun ayrı bir hususiyeti vardır. İnsanoğlu uyurken horoz ona sabahın geldiğini, yatma zamanının geçtiğini, yeni bir günün başladığı ve bu yeni güne kavuşturan Allah'a ibadet etmek gerektiğini kendine has ötüşüyle bildirir. Bu durum bazılarının canını sıkabilir. Hz. Peygamber bunu göz önünde bulundurarak horoza sövmeyi yasaklamış [433] ve "Horoza sövmeyin, çünkü o namaz için uyandırıyor"  [434] buyurmuştur.

Zamana:

Kişi zaman içinde geçen hâdiselere baktığında hoşuna gitmeyen bazı durumlarla karşılaşırsa içinde yaşadığı ana söver veya lanet eder. Böyle­ce daralan içini bu şekilde rahatlandırmaya çalışır. Halbuki Cenâb-ı Allah kutsî hadiste şunu bildirmiş:

1- "Âdemoğlu zamana sövüyor. Ben zamanın yaradanıyım. Gece gün­düzün var olması, devamlılığı ve kalışı elimdedir.[435]

2- "Âdemoğlu zamana sövmekle bana eziyet vermiş oluyor. Halbuki zamanı yaradan benim." [436]

Zamana söven Allah'a sövmüş olur. Çünkü zaman O'nun bir fi'linin ne­ticesidir. Kişinin fiiline söven bizzat şahsa sövmüştür. Çünkü fiilin güzel­liği ve çirkinliği yapanına aittir. [437]

3- Allah buyuruyor:  

"Sizden biriniz asia 'ey ümitsiz zaman' deme­sin. Çünkü zamanı yaratan benim. Onun gece ve gündüzünü dönderiyorum. Dilediğim zaman ikisini yok ederim[438]

İzin verilmiş olan sövme şekli:

Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Sîzden bîriniz arka­daşına sövecek olursa, ona iftira etmesin, annesine babasına, milletine sövmesin. Fakat sövme ihtiyacını duyuyorsa o zaman: Sen cimrisin, yahut, korkaksın, yalancısın, yaramazsın desin[439]

Görülüyor ki; bu sövmeden ziyade onun sahip olduğu sıfatları söyleme­sidir.

Söven ne yapmalı:

Şayet söven din, îman, kitab, peygamber gibi kutsî şeylere sövmüşse tevbe etmelidir, nasıl yanlış bir yolda olduğunu düşünüp pişman olmalıdır. Bir kişinin ırz ve namusuna, yahut herhangi bir şeyine sövmüşse ondan özür dilemeli ve hatasını itiraftan çekinmemelidir.

Müslümana kâfir demek:

İmanlı kimseyi; imansızlığın sıfatı olan kâfirlikle nitelendirmek çok yanlış bir harekettir. Bu bakımdan Hz. Peygamber "Bir kimseyi kâfirlikle çağıran, yahut öyle olmadığı halde Allah'ın düşmanı derse o deyiş kendi aleyhine döner[440]

"Herhangi bir kimse kardeşine "ey kâfir" derse mu­hakkak ikisinden bîri o küfür kelimesiyle döner, şayet dediği gibiyse, yok de­ğilse o kelime kendisine döner. [441]

Hayvanına:

Şu fetva nazar-ı itibare alınmalıdır:

Bir kimse kendi atına "ya kâfir atı yahut kâfirin malı" derse eğer at kendi yanında doğup büyümüşse ken­dini kâfir yapmış olur, yoksa olmaz. [442]

 

İki Şekilde Konuşma

 

Bulunduğu her topluluğa iyi görünmek için iki türlü konuşanlar vardır. Yahut birbirine düşman olan iki kişiye onlara uygun olacak şekilde konu­şan kimseler de iki yüzlü (münafık) kimselerdir. Hak her grubun yanın­da aynıdır. Bu dünyada iki yüzlü olanın kıyamet gününde ateşten iki dili olacağını [443] Hz. Peygamber bildirerek iki yönlü konuşmanın iğrenç duru­muna dikkati çekmiş oluyor. İki yüzlülük, koğuculuktan daha şiddetlidir. Çünkü koğucu bir yerden bîr lâfı alır, getirip birine yetiştiriyor, halbuki her birinin yanında ayrı ayrı konuşan kimse, iki tarafı kötülüğe nakletmiştir. Meselâ:

İki düşmandan her birine "Size va'dedeceiğm" diye söz veren kimse her iki tarafa da zararı ileterek onları birbirine düşürmeye vasıta olur.

Aldatmacı bir politik eğilime sahip olan devletler bu tip hareketlerin en iyi örneklerini veriyorlar. Birbirine girmiş iki devletin her birinin ya­nında olduklarını görüşmelerde belirtmelerine rağmen işin neticesinde bu­nun bir politik manevra olduğu kesin bir şekilde kendini gösteriyor. Partizancılık bunun en belirli örneğidir. Binanaleyh müslüman hangi safta olur­sa olsun onun elinde gerçek üzerine hareket etme ölçüsü vardır. Ve bun­dan şaşmamalıdır.

 

Lanet

 

"İnanan yermez ve iânet etmez" [444]

Kelime olarak, sövmek, hayırdan uzaklaştırmak, kovmak manasınadır [445]  Cenâb-ı Allah bu kelimeyi kâfirler [446], bozguncular [447], yalancılar [448], namuslu kadınlara iftira atanlar [449] hakkında kullanmıştır.

Saf dışı bıraktığı bu gruplar aslında toplumun temel hayatını sarsan kimselerdir. Bunlara dikkati çekmek ve bu hüviyette olanların Allah nezdindeki değersizliğini müslümanlara belirtmek için Hz. Allah bu kelimeyi çokça kullanmıştır. Allah'ın diliyle lanetlenen şu yukarıdaki sınıflar her dem kendi hemcinsleri tarafından da aynı şeyle karşılaşıyorlar. Hakkın var­lığını inkâra kalkışan bizatihî toplumun etrafında toplanıp bir birlik halini almasını doğurtan varlığa karşı durmuş oluyor. Birleşme, bir temel esası ka­bullenmeye bağlıdır. Bu bakımdan Allah'ın vahdetine uzanan her inkarcı dil, aynı zamanda toplumun vahdetine de dil uzatmıştır. Allah kendi hukuku için değil, kendi kullarının hukukuna tecavüz eden bu gibi kimseleri toplumunnezdinde yermek için bu ifadeyi buyurmuşlardır. Diğer lânetliler gru­bu içine giren kimselerin İslâm bakımından aşağıdaki konularda etraflıca anlatılacağı için bu hususa değinmiyeceğiz.

Fakat Allah'ın kullandığı bu ifadeyi mü'minlerin de kullanmasına cevaz var mı? Bu hususun kaynaklardan iktibas edilmesi faydalı olur.

Gerek hayvana, yahut cansız varlıklara ve insanlara lanet etmek kötülenmiştir. [450] Hz. Peygamber

"Mü'min lanet etmez[451]

"Allah'ın lânetiyle lânetleşmeyiniz" buyurmuş, deve üzerinde Hz. Peygamberle beraber yürü­yen biri devesine lanet edince "Allah'ın kulu! lanetlenmiş deve île bizim­le yürüme[452] buyurarak bu işi şiddetli bir şekilde yermiştir. Lanet kov­maktan ve Allah'tan uzaklaştırmaktan ibarettir.

Bu da doğru değildir. Yalnız küfür ve zulümden vazgeçmeyen ve bu­nunla nitelenen kimselere karş "Allah'ın laneti zalimlere ve inkarcılara ol­sun" kabilinden söylenebilir. Yalnız bunu kullanırken çok çekinmek gere­kir. Kötü tutumları iyice sabit olmamış insanlar hakkında bunu kullan­maktan çekinmek gerekir. Laneti gerektiren üç sıfat vardır; inkâr, fasıklık ve bid'at.  Bunların her birinde üç sıfat vardır:

a- Genel bir sıfatla lanet: "Allah'ın laneti inkarcılar, dinden olma­yanı uyduranlar (Bid'atçı) ve fasiklara olsun".

b- Belli bir gruba: "Allah'ın laneti zalim ve gayri meşru yollara te­vessül edenlere olsun".

c- Belirli bir kişiye: "Allah'ın lâneti kâfir - yahut fasile veya bîd'atçı olan filân kimseye olsun" gibi. Yalnız bu çok tehlikelidir. En doğrusu bu hususta şunu göz önünde bulundurmak gerekir:  

İslâm bakımından lanete uğradığı sabit olan kimseye lanet etmek uygundur. Meselâ: 

 "Allah, Firavun'a yahut Ebû Cehle lanet etsin". Çünkü bunların inkâr üzerine öldükleri sabittir ve şeriat bunu bildirmiştir. Fakat zamanımızda yaşayan bir kim­seye "Yahudi olduğundan Allah ona lanet etsin" şeklinde bir lanet tehlike­lidir. Olabilir ki ölüme yakın zamanlarda müslüman olur, o zaman onun du­rumuna nasıl lanetlenmiş olarak hükmedilir. Şöyle bir itiraz ileriye sürü­lebilir: 

"Müslüman sağlığında dinden dönmesi tasavvurda olunsa 'Allah ona merhamet etsin' şeklinde niyazda bulunulduğu gibi neden kâfir olarak yaşıyan kimseye o durumda lanet edilmesin?" Şunu bilmek gerekir ki;

"Al­lah ona merhamet etsin" sözümüz yâni Allah rahmet ve itaatin sebebi olan İslâm üzerine onu durdursun anlamındadır. Fakat; "Allah inkarcıyı lanetine sebep olan o vasıf üzerinde bıraksın" denilmesi mümkün değildir.[453]

"Küfür üzerine ölürse Allah'ın laneti ona olsun, İslâm olarak ölürse Allah ona lanet etmesin" şeklindeki lanet her ne kadar doğru ise de laneti terketmekte bir tehlike yoktur. [454] Fakat lanette bîr tehlike vardır. Gözler durumlara göre değişik durumlar aldıklarından, gözlerin ilk görüşüne daya­narak lanet etmek tehlikelidir. Yalnız Hz. Peygamber tarafından belirli kim­se ve gruplara yaptığı laneti yapmakta bir sakınca yoktur. Bi'ri Maune'de sahabeleri şehit düşüren kimselere otuz gün ardı ardına sabah namazından sonra lanet etmişse de, Buhari ve Müslim'in Enes  (r.a.)'dan rivayet et­tiğine göre:  

"Allah'ın onların tövbelerini kabul veya onlara azab etmesi işiyle senin bir ilişkin yoktur. Çünkü onlar zalimdir"[455]

Âyeti kerîmesi gelince bırakmıştır. İslâm'ın yasakladığı bir fi'li yapana da lanet etmemenin gerektiğini kaynaklar belirtmektedir. Şarap içen Nu'man isminde birine, müslümanlar Iânet edince "O Allah ve Resulünü seviyor.  Kardeşinizin aley­hine şeytanın yardımcısı olmayınız[456] şeklinde Hz. Peygamber buyurmuştur. Kısacası kişilere yapılan lanette büyük tehlike olduğundan sakınıl­ması icabeder. Yalnız İblise yapılan lanette bu durum mevzu bahis değil­dir. Gazali:  

"Hz, Hüseyin'in katili yahut onun öldürülmesini emrettiğin­den Yezid'e lanet etmek caiz olur mu" denilse, "Biz, laneti bir tarafa ata­lım. Onun öldürüldüğünü veya öldürülmesini emrettiğini söylemek uygun düşmez. Bu aslında ispat edilmiş değildir. Bu bakımdan gerçeği ortaya sermeden bir müslümana büyük bir suç nisbet etmek uygun olmaz. Yalnız tevatüren sabit olduğundan, İbn-i Mülcem'in Hz. Alî'yi ve Ebû Lü'lüe'nîn Hz. Ömer (r.a.)  öldürdüklerini söylemek caizdir" [457] diyor.

Hz. Peygamber sosyal hayatta pek lakayt olanları lânetlemiştir. Bu hususta şöyle bir hadis vardır: Amir b. Vaile şöyle diyor:

"Ben Ali b. Ebû Talib (Hz. Alî)'nin yanında idim. Yanıma biri gelerek sordu:

'Hz. Peygamberin sana verdiği sır nedir?'. Hz. Ali bu sözü duyunca kızdı ve şu dört ifadenin dışında Peygamber (s.a.v.)'ın insanlardan gizlediği şeyi bana sır olarak vermemiştir" dedi. Adam:

'Ey mü'minlerin emiri! Onlar nelerdir?' diye sorunca, O şöyle dedi:

"Allah; anne ve babasına lanet edene, suçluyu şer'i cezadan himaye edene, Allah'tan başkası namına boğazlayana ve tarlanın sınırlarını dedeğiştirenlere Iânet etmiştir". [458]

Allanın bu sınıfa girenlere Iânet et­mesi işledikleri büyük suçlardan dolayıdır.

a- Kişinin varlığına ikinci sebep olan anne, babanın fedakârlığına karşı yapılacak iş Iânet olması, elbette kullarına indirdiği kitabında "Onlara öf bile deme" buyuran Hz. Allah lânetliyecektir.

b- Bir suçluyu himaye, ikinci bir suçtur.

Cezanın pençesinden kaçırmak toplumda kötü fiillerin yayılmasına se­bep olmaktır. Allah, toplumun huzurunu hiçe sayan bir mücrime biçtiği cezayı bir diğeri bundan uzaklaştırmaya uğraştığı için Iânet etmiştir.

c- Mutlak vahdet inancı herşeyde onu göstermeye bağlıdır. Başka­sını anarak (eskiden putları zikrederlerdi) yapılan kesme olayı, emre veri­len o nimete bir hakarettir.

d- Mülkiyet meşrudur. Tarla sınırları bir hakkın çerçevesidir. Bu­nu bozup toprağına karıştırmak hırsızlıktır. İslâm dininde ise bu kabil fiillerin ne kadar yerildiği malûmdur.

Hz. Peygamber bir diğer hadiste şöyle buyurmuştur:

"Her kim baş­kasına ait araziden bir karış alırsa o arazi parçası yedi kat yere kadar bu zalimin boynuna takılır"[459]

Anne ve babaya Iânet etmek iki şekilde olur:

1- Doğrudan doğruya (Bizzat Iânet lâfzını kullanmak suretiyle)

2- Dolaylı olarak: Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Günahların en büyüğü anne-babaya Iânet etmektir."

"Ey Allah'ın Resulü!  Bir kimse anne ve babasına nasıl lanet eder?

"Kişi diğer bir kimsenin babasına söver, o da buna karşılık, onun babasına söver,  o onun annesine, diğeri de  onun annesine  söver." [460]

Demek oluyor ki insanoğlu farkında olmadan karşılıklı sövüşmekle anne ve babasına lanet yağdırıyor, o da bundan dolayı Allah'ın lanetine uğruyor.

Hz. Peygamberden tavsiye isteyen birine, O (s.a.v.):

"Asla lanet et­memeyi tavsiye eder[461], mü'mine lanet etmek onu öldürmek gibidir.[462]

Ferdin işlediği suç başkasına da zararı dokunuyorsa lanet edilmiştir. Hz. Peygamber faiz verene, bu işleme şahit olana ve anlaşmayı yazana lanet etmiştir. Taberani'nin İbn-i Mesud'dan rivayet ettiğine göre:

"Şayet şahit ve kâtip onun faiz olduğunu bilirse[463] şartını ilâve etmiştir. Gö­rülüyor ki; burada laneti gerektiren faktör, toplum içinde parayı bir yatı­rım sahasına intikal ettirmeden ve yorulmadan kolay kazanç yolu olan ve tek taraflı menfaata dayanan faiz işlemi hakkındadır. Kaynakların bildirdi­ğini özetleyecek olursk:

Hiç sebep yokken lanet edilmez. Hattâ muayyen bîr kâfire lanet etmekte yasaktır. [464] İnkarcı ve zalim topluluğa İbn-i Teymiye'ye göre:

Namazı terk edenlerin hepsine lanet edilebilir, fakat terkeden birine yapılmaz. Çünkü olabilir ki tevbe eder. [465]

Hülâsa, kişi lânet etmediği için Allah huzurunda sorguya çekilmez ama, lanet ettiği için çekilebilir. [466] Bu bakımdan lanetten çekinmesi menfaatınadir.

 

Alay Etmek

 

"Ey insanlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler"[467]

Âyet-i kerîmenin bu beyanında iki gurubun yaptığı olay kınanmıştır,

a- Erkeğin erkekle

b- Kadının kadınla

Alay: İşte, sözde, işaret ve ima ile olur. Bu durumlar alay edilenin gözleri önünde cereyan ettiğinden gıybet olarak adlandırılmamıştır. [468] Toplum hayatında ilişkinin kurulması, samimiyetledir. Hz. Peygamber de

"Allah şeklinize ve mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize bakar[469] bu­yurmuşlardır.

Bir kadının veya erkeğin, bedenindeki bir eksiklik, yahut yaratılıştaki bîr âfet, yahut maldaki fakirlikten dolayı bir insanı alaya alması uygun olur mu? [470]

Anlatıldığına göre, Abdullah b. Mes'ud'un zayıfça olan baldırı bir de­fasında açılır. Oradaki insanlar da onu görür görmez gülerler. Bunun üzerine Hz. Peygamber

"Onun ince baldırlarından dolayı mı gülüyorsunuz? Nefsimin yed-i kudretinde bulunduğu Allah'a yemin ederim ki, âhiret tar­tısında o iki baldır Uhud dağından daha ağırdır[471] buyurarak onların alay­larının yersizliğini yüzlerine vurur.

Takdirin bir cilvesi olarak insanlar çok değişiktir. Renk, konuşma, yapı, görünüş v.s. bütün bunlarda bir hikmet vardır.

Yüzlerinin içinde bir çıkıntı et parçası olan burun, yaradılışın bir ica­bı olarak normalin üstünde, ses ince veya pek kalın, boy, uzun veya çok kısa, gözün birinde bir aksaklık, ayakta topallık, elde de sakatlık olabilir. Bütün bunlarda anormal bir durum yoktur. Yaradan böyle yaratmıştır. Hoş karşılanmayan bir şeyde, insanlar tarafından anlaşılmayan pek iyi şey­ler vardır.

İnsan yaptığı bir eserin alay konusu olmasına tahammül etmezken, yaradanın yarattığına alaylı bakışlarla bakılması el-gözle işaret edilmesi ona karşı işlenmiş bir hata olmaz mı? Aslında bu gibi durumları bulunanlara daha fazla eğilmeli, yoksun olduğu şeyi kendisine aratmamalı ve kalbini kırmamaya çalışmalıdır.

Kötü bir alışkanlık eseri olarak yapısında bir aksaklık bulunan kim­seye adıyla hitap edilmez. Zaman gelir, adı bile unutulacak duruma gelir. Bu kabil davranışlardan müslüman uzak bulunmalıdır, müslüman bilir ki:

Yaradılan her insanın Allah indinde bir değeri vardır. Onunla alay etmek Allah ile alay etmektir.

Sırıtkan bakışlarla, bir eseri süzüp, alay eden aslında eserle alay et­miyor, onun yapımını üzerine alanla alay ediyor. İnsan ise en büyük eserdîr. Görünüşte küçük bir et yığınıdır. Fakat dünyada Allah'ın halifesidir. [472]

O, alaydan ziyade hürmete lâyıktır.

 

İnançla Alay

 

Kur'an-ı Kerîm, inançla alay eden, insanlarla alay eden ve bizzat doğ­ru inancı alaya alan kimselerin durumlarından bahseder. Kendi eğilimle­rinde bulunan kimselerle bir araya geldikleri zaman onlarla birlik oldukla­rını, müslümanlarla alay ettiklerini [473], âyetleri duydukları zaman, onları kabullenmediklerini ve alaya aldıklarını [474], halbuki tam aksine olarak onla­rın bu davranışına karşı Allah'ın alay ettiğini [475], ve kendisinin kâfi ge­leceğini [476] belirtir. Ve onların durumlarını şöyle anlatır:

"Suçlular şüp­hesiz inanmış olanlara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbir­lerine göz kırparlardı. Taraftarlarına vardıklarında bununla eğlenirlerdi. İnananları gördükleri zaman: doğrusu bunlar sapık olanlardır; derlerdi[477]

İnanç mukaddestir. Alay konusu olmayacak kadar yücedir. Hz. Peygamber'in kendisiyle alay edenlere karşılık olarak onların inançlarıyla alay ettiği görülmemiştir. Müslümanla beraber yaşayan gayri müslimler inanç hürriyetine sahiptirler. İbadet sembolleriyle, âyin yerleriyle alay edilmez. Alay etmek onlara eziyet etmektir.

 

Kibirlenme = Büyüklenme

 

Kibir büyüklenme kendisinde, ilim, mevkî ve doğruluk hususunda gör­düğü üstünlüğü başkasından üstün görmektir. Allah'ın kızgınlığını, insan­ların hoşnutsuzluğunu gerektirdiği için, sahibini felâkete götüren kalbî bir hastalıktır.[478]

Verilişi: Kur'an-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in birçok hadislerinde bu hastalığın yerildiği görülür.

"Meleklere, Âdeme secde edin" demiştik. "İblis müstesna hepsi sec­de ettiler, O kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu[479]

Dik­kat edilecek olursa burada büyüklük taslama inkâra götürmektedir.

"Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden yüz çe­vireceğim- Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar, doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler..." [480]

Böbürlenenlerin gözleri yal­nız kendilerini gördüğü için, onlar yalnız kendilerine doğru çekilirler. Bu yüzden hep kendileri vardır. Doğruluk kendilerine aittir, gerçek onların elleri altındaki ifadedir. Bu yüzden

"Allah büyüklük taslayanları sevmez[481] Bunlar

"Kendi kendilerine büyüklenmîşler, azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir[482]

Hz. Peygamber ise birçok ifadelerinde bu noktaya temas etmiş ve müslümanların bundan çekinmelerini istemiştir:

1- "Size cehenneme girecek olanları haber vereyim: İnsafsız, cimri ve büyüklük taslayanlardır." [483]

2- Hz. Peygamber şöyle dedi: Hz. Allah şöyle buyurdu:  

"Büyük­lük ve azamet örtümdür. Bu bakımdan bunlardan biriyle kim bana nizaa kalkışırsa, onu ateşe atarım[484]

Büyüklük Allah'a ait bir sıfattır. Bunu anlamayan kulluk derecesini bir tarafa atmış olur. İbn-i Asakir şöyle demiştir: Büyüklük taslamadan sa­kınınız. Zira İblis'i Hz. Âdem'e secde etmemeye sevkeden büyüklük taslamaktır. Hırstan da korununuz. Çünkü ağaçtan yemeye Hz. Âdemi yöne­ten hırstır. Hasedden de sakınınız: Hz. Âdem'in iki oğlundan biri, kar­deşini hasedden dolayı öldürdü.[485]

3- "Kalbinde zerre kadar büyüklük taslama olan kimse cennete gire­mez." (Bunun üzerine biri şöyle der) :

"Ey Allah'ın Resulü! Kişi elbisesinin ve ayakkabısının güzel olma­sını istiyor.

"Allah güzeldir, güzel olanı sever. Büyüklenme; hakkı inkâr, ve on­ları küçük görmektir. [486]

4- Üç kimse vardır ki, Allah onlarla kıyamet günü konuşmaz, ve on­ları günahlarından arıtmaz. Onlara elem verici azap vardır: Zina yapan ihtiyar, yalancı idareci ve büyüklük taslayan fakir.[487]

 

Derece Bakımından Büyüklenmenîn Aldığı Durum

 

İçteki büyüklenme, dışta kendini gösterir. Dış, iç bünyenin isteklerini böylece ortaya sermiş olur. Toplum arasında geçmeden önce içte bir ses kişinin hareketine tesir eder, o da ona kapılarak yürüyüşündü, bakışın­da, yere basışında, giyiniş ve konuşmasında bunu yansıtır.

Bu büyüklük taslama belirtileri şu şekillerde şahıslar üzerinde görülür.

1- Kendisiyle eşit seviyede bulunan kimselere bir toplantıda bulun­duğu zaman, haksız bir şekilde, onlardan kendisini büyük görmek.

2- Yolda hiç bîr sebep yokken arkadaşlarının önünde yürümek.

3- Başkasını hafife almak için yan gözle onlara bakmak,

4- Arkadaşlardan yüz çevirmek.

5- Yakınlarına ve dostlarına karşı büyüklenmek gayesiyle bir tara­fına yönelmek.

6- Topluluk ayakta iken oturmak.

7- Yaya yürüyenler arasında zaruret olmadığı halde büyüklenmek kasdıyla vasıtaya binmek.

8- Cami ve diğer yerlere giderken arkada hizmetçi bulundurmak (Hz. Peygamber halkın arasında yürürdü).

9- Yapabileceği işi başkasına gördürmek.

10- Evi için taşıyabileceği erzağı ve eşyayı bizzat kendisinin taşıma­ması. Hz. Ali: "Ailesi için bir şey taşıyan kimsenin kemâline bir nok­sanlık gelmez" demiştir.

11- Her işte kızgınlık eseri göstermek.

12- Münakaşa ve münazarada karşı tarafın isabetli teşhisiyle keder­lenmek.

Yalnız bu noktada çok aşırı hareket etmemek gerekir. Meselâ: Yolda ve toplantılarda bir âlimin bir cahili öne geçirmesi uygun olmaz, zira ilmin vakarını korumak şarttır. Hz. Peygamber,

"Büyüklük taslayana karşı, büyüklük sadakadır[488] buyruğu da kibirli kimselere karşı eğilmenin doğ­ru olmadığını, aksine bunlara karşı aynı şekilde karşılık vermenin zaruret olduğuna işaret etmiştir.

 

Büyüklenme Üç Kısımdır

 

1- Cehalet ve azgınlıktan ötürü bazı kulların kendilerini Allah'tan bü­yük görmeleri. Meselâ: Kur'an-ı Kerîm'in belirttiğine göre Firavn kendi topluluğuna:

"Sîzin en yüce Rabbiniz benim" [489] demiştir. İbadeti hiçe saymak, buna ihtiyaç görmemekte bir çeşit büyüklük taslamaktır.

"Onla­ra Rahman'a secdeye varın dendiği zaman, Rahman da nedir? Yâ Muhammed, emrettiğine mî secdeye varacağız, derler[490]

2- Peygamber'e karşı, O'nun buyruklarını küçümsemek, O'nu alelade biri olarak görmek, prensiplerini hafife almak. Kur'an-ı Kerîm bu gibi kim­selerin ifadelerini nakleder. Kureyş Hz. Peygamber'in yanında bulunanla­ra işaret ederek "biz nasıl senin ve yanındakilerin yanında otururuz" diyerek küçük görürler. Hz. Allah ise: 

"Sabah, akşam Rablerinin rızasını isteyerek, O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur[491] buyurur.

3- Etrafında bulunan insanları küçük görüp, kendini büyük görmek. Bu da iki noktadan önemlidir:

a- Kul acz içinde çırpınır ve hiçbir şeye gücü yetmezken, kalkıp di­ğerlerine karşı kibirlenirse, büyüklük hakkı olan Allah'a karşı nizaa tutunmuş olur.

b- Allah'ın emirlerine aykırı hareket etmeye çağıran kibrin rezaleti, kulu büyüklendirir. Meselâ: Bir kuldan Allah'ın emrini duyduğu zaman ondan çekinir. [492]

 

Büyüklenmeye İten Faktörler:

 

İnsan kendisinden bir üstünlük görmeden büyüklük taslaması düşünü­lemez.  Bu da iki noktadan meydana gelir:

  1. Dinî: İlim ve amel.
  2. Dünyevî: Soy, güzellik, güç, mal, yardımcıların çokluğu.

1- İlim: Bir şeyi bilmek kendisine bir pay vermek için olmayıp, bilmeyene yolunu öğretmek içindir. İlim, bir aydınlık kapı olduğuna göre, onun için de gerçeğe doğru yürüyen bilgin herkesten daha çok farksız, mütevazi bir hayat yaşaması gerekir. Fakat bütün bunlar bir tarafa atılır. Kul bilgi­siyle ne oldum delisi olursa, kişinin sahip olduğu ilim kendisini yıkmış olur. Bilgin, bu yüzden toplum içinde daima güleryüzlü, selâm veren, selâ­mı kabul eden davete icabet eden, musafaha yapan biri olmalıdır.

Denilecek ki, bazı bilginler ilminden dolayı gururlanır ve büyüklük ta­sarlar: Bu iki sebeptendir:

a- İlim adı altında meşgul olduğu şey gerçek ilim değildir. Zira gerçek ilim adamı, gerçeğe nüfuz eden, Allah'ın kudret ve kuvveti karşısında olduğu ilmin bir hiçten ibaret olduğunu anlayandır, böbürlenmez bü­yüklük taslamaz, fakat o yüce kudreti kavradığı için eğilir, tevazuyu elden bırakmaz. Kur'an-ı Kerîm bunlara işaretle: "İlimde derinleşmiş olanlar O'na inandık, hepsi Rabbîmizin katındadır, derler". [493] 

Demek oluyor ki, kabukta kalmamış, fakat hâdiselerin derinliğine nüfuz etmiş bilgin, gördüğü harikulâda plân ve ölçü hakkında böyle bir itirafa doğru gider. Böylesi baş­kalarını basit görmez.

b- Nefsini terbiye edecek bir şeyle uğraşmamış, yalnız mücerret for­mülleri ve klişeleri ezberlemekle yetinmiş kimse, özünde bu kiri atmadığı için o ilmi kalbinde misafir etmiş fakat pisliği oradan atmamıştır. Bu ba­kımdan ilim merdiveninde tırmanışında gurur da onunla beraber tırmana­cak, ilmi payenin artışı, kibrin ateşiyle beraber büyüyecektir. Bu ahenk­sizlik içindeki kalp her türlü kötülüğü yapmaya müsaittir. Birşey taleb eden istekliye karşı, haşin çehre takınır. Hizmetten ziyade koparacağı parayı dü­şünür.

2- İş ve ibadet: Üstünlük ve büyüklük taslamadan uzak kalamaz. İba­detin ve işin gerçek hüviyetini kavramamış olanlar gerek din ve gerekse din işlerinde kendilerini ziyaret etmenin başkalarını ziyaret etmekten daha iyi olacağı görüşündedirler. Din noktasında böyleleri bütün insanların helâkta olduklarını kendilerinin ise kurtuldukları anlayışını taşırlar. Halbuki tetkik edilirse gerçekte helâkta olanlar bu görüş içinde bulunanlar olduğu görülür. Bunun için Hz. Peygamber: 

"Birinin insanların helak içinde olduğunu söyle­diğini duyduğunuz zaman aslında böyle biri onlar içinde en helâkta olandır[494] buyurmuştur. 

 Böyle biri kendisini emin görür, böbürlenir, korkuyu bir tarafa atar. Başkasını küçük gördüğü için bu kötülük kendisine yeterlidir. Nitekim: Hazret-i Peygamber

"Kişiye, müslüman kardeşini küçük görmesi kö­tülük olarak yeter[495] buyuruyor. Kendisinin kurtulduğunu gören kimse, toplulukta kendini yüce görmeye başlar, karşı tarafı küçümser, onlara bir de­ğer vermez. Arınıp, günahtan kurtulduğu zehebına tutunur. Hem kendist ni ve hem de etrafındakilerini saptırır.

 

Büyüklenme, Bilginde Üç Şekilde Görülür:

 

a- Büyüklenme kalbine yerleşmiş; kendisini başkasından üstün görür. Yalnız başkasında kendisinden üstün bir taraf gördüğü zaman çalışır ve gay­ret gösterir.

b- Büyüklenmeyi, işlerinde topluluklarda göstermek, aynı seviyede bulunanların önüne geçmek, insanlara karşı dudak bükmek.

c- Dilinde göstermek. Yeri gelsin veya gelmesin göstermelik ka­bilinde şu kadar çalıştığını, şunu yaptığını anlatmak.

3- Soyla: Soyla övünmek de kibirliliktir. Çoğu insanlar ailelerin­de isim yapmış olan kimselerin gölgesine sığınarak düşük şahsiyetlerini bunlarla tamir etmeye uğraşırlar. Bunu bazan da ağızlarında taşırlar:

"Siz kim oluyorsunuz, ben filânın çocuğuyum, ben filân soyda; yahut ırktayım." Ebû Zer anlatıyor:

"Ben Hazret-i Peygamber'in yanında bulunan biriyle mü­nakaşa ettim ve ona, ey siyahın oğlu dedim." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: 

 "Beyazın siyaha üstünlüğü yoktur" dedi.

4- Güzelliğiyle iftihar etmek. Çoğunlukta bu gibi ifadeler kadınların dilinden çıkar. Aynanın karşısına çıkan hanım, kendi güzelliğini görünce, arkadaşları ve dışarıda gördükleri arasında bir ölçü yapmaya koyulur. O anda kendisinin üstün olduğuna dair içinde bir ses duyar. Bu ses iyiliğe alâmet değildir. Bu onu istenmeyen bir gurura ve başkalarını beğenmemezliğe sürükleyen aldatıcı bir sestir.

5- Malla: Tüccarlar mallarıyla, toprak sahipleri topraklarıyla, ara­ba veya binek sahipleri araçlarıyla böbürlenirler.    "Sizin malınızda hayır yok", "Sizinki nasıl olur benimki ile eşit olur", "Benimkinin tırnağı olamaz" gibi ifadelerle büyüklük taslamaya koyulur. Bütün bunlar bir bilgisizliğin ifadesidir. Kur'an-ı Kerîm bu hususta şunu anlatır:  

"Onlara iki adamı mi­sâl olarak göster: Birine iki üzüm bağı verip, etrafını hurmalıklarla çevir­miş ve aralarında ekinle bitirmiştik. Her iki bahçede ürünlerini vermiş­lerdi; hiç bir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bîr de ırmak akıtmıştık. Onun gelirleri de vardı. Bu yüzden arkadaşlarıyla konuşurken: Ben malca senden zengin, nüfusça da senden daha itibarlıyım, dedi.  Ken­disine böylece yazık ederek bahçesine girerken, bu bahçemin batacağını hiç zannetmem. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülürsem, andolsun ki orada bundan daha iyisini bulurum! dedi. Ken­disiyle konuştuğu arkadaşı ona: Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan sonunda da seni insan kılığına koyanı inkâr mı ediyorsun? Ama O, benim Rabbim olan Allah'tır. Rabbime kimseyi ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman, her ne kadar beni kendinden mal ve nüfus bakımından daha az buluyorsan da "Allah da ne dilemiş ya! Kuvvet ancak Allah'a mahsustur demen" gerekmez mi? Rabbim senin bahçenden daha iyissni bana verebilir ve seninkinin üzerine gökten bir felâket gönderir de bahçen yerle bir olur yahut suyu çekilir, bîr daha da bulamazsın, dedi. Netekim ürünleri yok oldu..." [496]

Nice mal ve çocuklarıyla böbürlenenlerin sonları Kur'an-ı Kertm'de belirtilen şekilde olduğu herkes tarafından malûm bir keyfiyettir.

6- Bedenî güce bakıp, vücut yapıları zayıf olanlara karşı kibirlen­mek.

7- Taraftarlara, yardımcılara, yakınlara, dostlara ve öğrencilerine ba­karak büyüklenmek. Politikacılar taraftarlarına, bilginler öğrencilerine ba­karak kendilerini unuturlar.

 

Bunun İlâcı

 

Şüphesiz kibirlenme, insanı yokluğa sürükler. Bunun giderilmesi gere­kir, fakat bu kuru temenni ile değil, manevî ilâçla ve kibir ağacını kalpten söküp atacak vasıtaları kullanmakla mümkündür. Bu da iki şekilde olur:

a- Asıl ilâç; ilim ve ameldir. Şifa, bu ikisinin birleşmesiyledir. İlim, kişinin kendisini ve Allahını bilmesidir. Kibrin giderilmesi için bu yeter­lidir. Kişi bildiği zaman bu var olan kâinat içinde payını, Allah'ını bil­diği zaman kibrin ve azametin onun hakkı olduğunu anlar. Kur'an-ı Kerîm bu hususta dikkati çekiyor. İnsan hep bulunduğu durum üzerinde durur. Ne hikmetse başlangıcı ve sonucu düşünmez.

"Canı çıksın insanın, o ne nan­kördür! Allah onu nereden yaratmış? Onu meniden yaratıp merhalelerden geçirerek, ona şekil vermiş, sonra tutacağı yolu kolaylaştırmış, sonra onu öldürür ve kabre koyar[497]

İnsan yaradılışının aldığı seyri göz önünde bulundurursa, kendisini öğ­renir ve bu seyirde onu yürüteni anlıyarak kibirden vazgeçer.

b- Yukarıda "büyüklenmeye iten faktörler" bölümünde verilen hu­suslar üzerine eğilip bunlardan kurtulmaya çalışmak.

Nesep değerin bir ölçüsü değildir. Soyun üstünlüğü kişiye birşey ka­zandırmaz. Geçen geçmiştir. Ortada biri var: O hareketleriyle ne geçen­lerin künyesine bir şey ilâve eder ve ne de eksiltir. Sonra bu noktada insan gerçek nesebini bilmeli, babasını ve dedesini tanımalı. Onun yakın babası bir nutfe, uzak dedesi görülen toprak. Cenâb-ı Hak insanın soyunu şöyle tanıtmıştır:

"Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamur­dan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır[498]

Demek oluyor ki; in­sanın en yakın soyu bayağı çamurdur. Bunlar insana atasından daha ya­kındır. İşte bu durumu bilen insan kibirlenmez. İnsanın menşe birliğine bakarak kendini aldatmaz.

Güzelliği sebebi ile büyüklük taslıyorsa, dışına değil içine baksın. Dış hat ve görünüş pek cazibeli olabilir. Fakat bünyenin içinde bulunan şeyler herkeste bulunan şeylerdir. Burnunda, damarlarında olan pislikler, madde-i gaita v.s. üstelik bunları insanoğlu hergün gözleriyle görüyor, elleriyle te­mizliyor. Sonra güzellik geçici ve yaşa bağlıdır. Pürüzsüz bir tene sahip olan kadın aradan yaş geçince bunu kaybeder, vücut yapısı değişir. Dış güzellik her an değişme ile başbaşa kalan bir husustur. Sonra kul dıştaki güzelliğiyle süreli bir devrede anılabilir, fakat sonra kimse onu anmaz olur. Ama kalpteki güzellikle toplum hayatının dikkatini kendi üzerine çeken bir kişi süresiz devirler içinde anılır ve saygı gösterilir.

Gücüyle büyüklük taslayan, etrafında za'fiyet içinde yaşayan ihtiyarlara bakmalıdır. Bu gücün tezahürü eller ve ayaklardır. Birgün bunlardan biri­nin kazaya uğradığı düşünülsün, o zaman gücüyle böbürlenen kimse onlar gibi aczin pençesine düşmeyecek mi?

Zenginlik ve mala aldanıp gururlanıyorsa bunların geçici ve yok olmaya mahkûm olduğunu unutmamalıdır. Malla, yardımcılarla kibirlenen aslında kendi dışında kalan şeylerle kibirleniyor. Mal ve aracıyla gururlanan kimse, bunlar elinden çıktığı zaman yıkılacak ve alelade bir insan olacaktır. Sal­tanatına bakarak aldanan kimsenin bir gün bu mevkiden düşme ihtimali vardır. Bunlarla kibirlenmek, büyüklük taslamanın en kötüsüdür. Çünkü yu­karda anlatılan sınıflara mensup olan kimseler bizzat bünyelerinde bulunan bir üstünlükle gururlanıyorlar halbuki malla veya saltanatla gururlanan biz­zat dışında kalan vasıtalara güvenerek kendisini aldatıyor.

Bunlar içinde en kötüsü ve belâsı herkesin göz diktiği bilginlerde gö­rülen büyüklenmedir. Bu sebepten bilgin etrafında bulunan cahil kimseler gördüğü zaman gururlanmak şöyle dursun Allah'ın onları bu kisveden kurtarması için dua etmeli, kendisine bu nîmeti veren Allah'a şükretmeli. Allah kullarının doğru yola erişmelerini istemiştir. Bu yola ulaştırmayı üzerlerine alan bilginlerdir. Zira peygamberlerin vârisleridir [499] Vâris, konduğu mi­rası iyice muhafaza etmeli ve onu ilk sahibi gibi kullanmaya çalışmalıdır. Modern çağdaki bilgi dalları çoğalmıştır, fakat hangi dalda olursa olsun asıl gaye bu bilgi vadisinde derinleşmek, koparabildiğini cemiyetin  yararına kullanmaktır. Bu kullanışta başkasını küçümser, kendini üstün görürse gayeden uzaklaşmış olur.   Şüphesiz hizmet yarışı her kulun görevidir. Fa­kat bunda öncülük yapanlar vardır. Öncülerin yanlış adım atışları arka­larından gelen grupları da yanlışlığa sürükler. Bilginin sözlerini ilmî paye körletmemeli, bunun, yapacağı iş için verildiğini unutmamalıdır. Bilgin bir hizmet yarışında olduğu için içinde bulunduğu kitleyi eğitmeli, dertleri ve ıstırapları onlar içinde tetkik etmeli, onlarla haşır neşir olmalı, onlardan uzak bir hayat düşünmemeli, inanışlanyla alay etmek şöyle dursun onu bizzat yaşamalı, batıl ise kırmadan düzeltmeye uğraşmalıdır.   Unutmamalı ki; en bilgin Allah'tır. O, kullara acıyandır, bunu defaatla Kur'an-ı Kerîm'de tekrar etmiştir.    Allah'ın bilgi hazinesinden çalışarak kapmış ve tabiatta­ki muazzam plânı öğrenmiş kişi onlara karşı böbürlenirse sonuç ne olur?

 

Kişinin Kendisini Ölçmesi

 

Kendisinde kibrin olup olmadığını öğrenmek isteyen kimse şu nokta­lara dikkat etmelidir.

1- Kendi seviyesindeki insanlarda bir mes'eleyi münakaşa ederken birinin ağzından çıkan hak sözü kabul etmek, ona bağlanmak ve ona teşek­kür etmek ağır geliyorsa onda kibirlilik vardır.

2- Bir toplantıda seviyesinde olanlar bulunurken onları kendi önüne geçirmek, arkalarında yürümek ve onların altında oturmak kendisine zor oluyorsa.

3- Fakirin dâvetine icabet etmek yakınlarının ve fakirlerin ihtiyacı için pazara inmek kendisine ağır geliyorsa.

4- Kendi yahut ailesi veya arkadaşının ihtiyaçlarını pazardan eve götürme kendisine zor geliyor yahut tenhada bunu yapıyor, kalabalık için­de bunu yapamıyorsa onda da kibirlik vardır. Hz. Peygamber:  

"Meyveyi yahut diğer bir şeyi taşıyan, şüphesiz kibirden uzaktır[500] buyurması da bunu göstermektedir.

5- Basit elbise giymekten çekinmek. Zira elbise giyerek gururlananlar çoktur. Çok pahalı elbisenin çokça derdi vardır. Bu yüzden sırf göster­melik olsun diye pahalısına kaçmak bir büyüklenme olacağından çekinmek gerekir.[501]

Hülâsa her müslüman şu âyetin sesine kulak vermelidir:

"İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürü­me; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez, yürüyü­şünde tabii ol, sesini kıs".[502]

 

Nemime = Kovuculuk

 

İki kişinin arasını bozmak için birinden bir sözü alıp diğerine naklet­mektir. [503] Büyük günahlardan biridir. İsterse duyarak götürdüğü şey'doğ­ru olsun yine de bunu, hakkında konuşulana götürmek kovuculuktur [504] Cenâb-ı Allah "Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyene itaat etme[505] buyuruyor. Bir söz konuşulduğunda meclisten dışarı çık­mamalıdır. Çünkü meclislerde -konuşulan söz- emanettir. [506] Böyle bir toplulukta bir şey konuşan kimse oradan ayrıldıktan sonra konuştuğu söz emanettir. [507] Bir toplantıda Hz. Huzeyfe'ye, bir yerde Hz. Osman hakkında konuşulduğu söyleyince o:

"Ben Hz. Peygamber'in şunu söyler­ken işitmiştim: Kuvuculuk yapan cennete giremez" [508] der. İnsanların en kötüsünün, birine bir yüzle diğerine bir yüzle gelen iki yüzlü kimseler ol­duğunu [509] insanların en iyisinin ülfet eden ve olunan, en kötüsünün ise müslümanlar arasında ayrılık meydana getirmek için söz gezdiren olduğu­nu [510] Hz. Peygamber bildirmiştir.

Ne yapmak gerekir:

Söz getiren aslında karşı tarafa insanın hiddetlenmesi için bîr köprü kurmuş oluyor. Her ne kadar bu işi yapan iyi bir iş yaptım anlayışından hareket ediyorsa da aslında bitmeyecek bir kavganın ve kırılmanın ön ha­zırlığını yapmıştır. Bu sebepten şunlara eğilmek gerekir:

1- Haberini tasdik etmemek. Çünkü söz gezdiren, yoldan çıkmıştır. Kur'an-ı Kerîm ise bunun hakkında:  

"Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize yanarsınız[511]  buyurur.

2- Onu o işten alıkoymak ve yapmaması için öğüt vermek, yaptığı işi kötülemek.

"İyi olanı bildir, kötülükten alıkoy[512]

3- Allah için ona buğz etmek.

4- Hakkında haber getirilen kimsenin bu kabil ifade edecek kötü bir ahlâka sahip olduğunu zannetmemek.    Çünkü Kur'an-ı Kerîm:  

"Çok zanda bulunmaktan sakınınız zira zannın bir kısmı suçtur[513]  buyuruyor.

5- Anlatılana kulak verip, araştırmaya girişmemek ve tecessüse ka­pılmamak.  

"Birbirinizin suçunu araştırmayın[514]

6- Anlatılanı başkasına anlatmamak.

 

Gıybet Çekiştirme

 

"Kimse kimseyi çekiştirmesin"[515]

Bir müslümanın bedeninde, soyunda, yaratılmasında, işinde, sözünde, dininde, dünyasında, hatta elbise, ev, bineğinde ve aile fertlerinde bulunan eksikliği bir başkasına, sözle, işle, yazıyla açıklamak ve anlatmaktan ibarettir. Eğer bunlar onda varsa gıybettir, yoksa iftiradır. [516]

Demek oluyor ki, o durumlar ister onda olsun, isterse olmasın, onu arkasından çekişmek uygun düşmez. Hatta bu gıybet meclisinde bulunup yapılan konuşmaya karşı susmak ve buna rıza göstermek de gıybettir.

 

Kaynaklardaki Durumu

 

Kur'an-r Kerîm:

"Kimse kimseyi çekiştirmesin, hangi bîriniz ölü kar­deşinin etini yemekten hoşlanırı[517] diyerek çekiştirmeyi bu kadar kına­maktadır. Tarifini yapması bakımından Hz. Peygamberin şu sorulu cevaplı konuşması önemlidir:

"Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?"

"Allah ve Resulü daha iyi bilir.

"Kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır."

"Kardeşim hakkında konuştuğum husus onda gördüğüm bir şeyse?

"Dediğin onda varsa onu çekiştirmiş, şayet dediğin yoksa ona ifti­ra etmiş olursun[518]

 

Yapıyı Yerme

 

Hz. Âişe Safiye'nin kısa boyluluğunu ima ederek konuşunca Hz. Pey­gamber:

"Bir söz söyledin, şayet denizin suyuna katsan onu karıştırır. [519]

Hadis, kişinin boyu hakkında konuşmanın bile yasak olduğunu kesin bir surette ortaya koyuyor. Aşırı derecede uzun veya kısa olma yaradılış ka­nununun bir icabıdır. Kişinin sahip olduğu bünye insanın elinde olan bir şey değil, Allah'ın eseridir. O öyle uygun bulmuş ve yaratmış. Yaradılana düşen onu kabullenmektir. Sonra insanın değerli veya değersizi dış gö­rünüşteki şekille ölçülmez, hatta ona bir menfaat da sağlamaz. Çünkü Allah'ın nazarında bunun kıymeti yoktur. O'nun kıymet verdiği şey doğru iş (amel-i salih) tir. Kişinin yapısı kulların takdirine göre anormal bir durum arzediyorsa etrafındaki insanların tutumu -şayet karşısındaki inanç bakımından zayıfsa- onu daha fazlasıyla toplumdan koparır ve bir kompleks içine sevkeder. Vücut yapısında bir aksaklık olan kimsenin ezikliği, etra­fındaki kişilerin aleyhteki tavırları ve insaf tanımayan bakışlarıdır. Bu Yüzden İslâm tarafından onlar çokça kınanmışlar:

"Diliyle çekiştirip, yü­zünden de alay eden kimsenin vay haline[520]

Koğuculuğun olduğu yer­de kardeşlik ilişkileri de olmaz. Bunun önemini en hassas bir şekilde bilen Hz- Muhammed:

"Birbirinizi çekiştirmeyin, Allah'ın kulları kardeşler olunuz[521] buyur­muş ve bunu sosyal bünyeyi zedeleyen bir fiil olan zina suçundan daha şid­detli [522] olduğunu belirtmiş.

 

Çeşitli Şekillerdeki Durumu

 

1- Beden: Saç, kısa, uzun, esmer, san hasılı her ne şekilde olur­sa olsun tasvir edildiğinde tiksinti duyduğu bir sıfatla onu anmak.

2- Soy: Babasını, fasık, cimri v.s. bir şekilde.

3- Ahlâk: Kötü ahlâklı, cimri, gururlu, merhametsiz, içkici, zalim, namaza gevşek bu gibi sıfatlarla yadetmek.

4- Dünya ile ilgili işte: Terbiyesi az, başkasının hakkını kendisin­den üstün tutmaz, çok konuşuyor, çok uyuyor, yersiz oturuyor şeklinde bah­setmek.

5- Elbisesi: Elbisesi şöyle böyle... demek [523]

Müslüman hiç farkında olmadan her gün bu kabil şeyleri ağzına alarak ne dünyasına ve ne de âhirete faydası olmıyan bu tasvirlerle gününü öldürmemelidir. O, kimseyi sığaya çekmeden önce kendisini sığaya çeker. Kimsenin durum ve gidişatına gözlerini çevirmeden kendini düzeltmeye uğ­raşır. O bilir ki; bu şekil tutumlar insanları kendisinden kaçırır, bu ise onun aradığı bir gaye değildir. O ünsiyet peydah etmeli ve karşıdakilerini ezme­den, onlara burun bükmeden, onlarla iç içe olma azmindedir. Sözler dal­galanır. Konuşulan her söz kanatlanır, dolaşıp durur, bir gün gelir aley­hinde konuştuğuna gelip konmuş olur. Şayet bahsettiği hususta onu can evinden vuracak bir durum üzerinde ise temelli olarak iki kalb arasına bir soğukluk, kızgınlık ve ayrılık sokulur.

 

Gıybet Ve İbadet

 

İbadetin gayesi ferdi sosyal hayatta emin bir insan haline getirmek ve ruhu bütün pisliklerden arındırmaktır. İbadet bu gayeyi gerçekleştirdiği sürece makbuldür. Yalnız şu husus önemlidir. İbadetlerde -bilhassa na­mazda- okuduğu âyetler ve dualarla bir taraftan söz ve hareketle yapı­lan eziyetlerin aleyhinde âyetler okurken, ibadetten ayrılır ayrılmaz aksini yapması ibadette yaptığını yalanlaması demek olmaz mı ? Hz. Peygam­ber gecesini namaz ve gündüzünü oruçla geçiren fakat bunun yanısıra di­liyle komşularına eziyet eden bir kadını kendilerine anlattıklarında, onun cehennemlik olduğunu [524] buyurması bunun açık bir delilidir.

 

Hareketleri Anlatma

 

Yürüyüşü taklit etmek, yazı ile anlatmak çekişmedir. Çünkü kalem iki dilden biridir, yalnız şu grup şöyle dedi, şeklindeki ifade belirli bir şahsa ait olmadığı için gıybet sayılmaz. Çünkü gıybet diri veya ölü olan belirli bir kişiye taarruzdur [525] "Bugün bizimle beraber yürüyen", yahut "gördüğü­müz adam" şeklindeki ifade belirli bir şahsı anlatıyorsa gıybettir. Hz. Pey­gamber birinin kötü bir iş yaptığını gördüğü zaman "Bir grup kimse şöyle şöyle yapıyorlar" [526] dermiş. Birinin kötü durumundan bahsedilirken, öy­le kötü bir durumdan Allah'ın korumasını dileyen insan zımnen o işi yapanı kötülediğinden koğuculuk yapmış olur [527] Bir kimsenin kötü durumunu bildirenlere karşı "Allah cümlemizi düzeltsin onun bu durumu gerçekten duyanları üzüyor ve kederlendiriyor" derse, böyle birinin sarfettiği ifade­de şu iki kötülük birleşmiş oluyor.

a- Suret-i haktan görünerek diğerini kötüleyip kendini temize çı­karma.

b- Zımnen gıybete rıza göstermek suretiyle yapılan gıybettir. Böy­le bir durumda mümkünse konuşanı bu işten alıkoymak, değilse kalben haberi verene karşı tiksinmekle beraber susup, namazdan sonra onun hak­kında gizli olarak dua etmektir. [528]

Gıybet, kişinin tiksindiği şeyle arkasından anmak olduğuna göre [529], bu konuşmanın geçtiği yerde bulunmak ona iştirak etmektir. [530]

Buna iten sebepler:

Gıybete iten bazı sebepleri anlatmakta fayda vardır.

1- Boş vakit: Bir şeyle meşgul olmayan vaktini geçirmek için bir şeyle uğraşması gerekir. El ve kafa çalışması kişiyi yorduğu için tembel­liğe özenmiş kimse vakitlerini bunlarla değerlendirmek istemez. Bilgi po­tası dar olduğu için bu sefer diline ne gelirse söyler, böylece vakit geçirme­ye çalışır.

2- Yanında bulunan arkadaşlarına yapacağı konuşmalarla arkadaş­lık yapmak. Böyle yapmakla sohbet kurallarına uygun hareket etmiş veh­mine kapılır. Dolayısıyla böyle bir durumda konuşma malzemesi olarak başkasının dedikodusunu yapmaktan çekinmez.

3- Yanında bulunanlara "ne iyi konuşuyor" hissini verdirmek.

4- Bir şeyi söylerken başkasına nisbet etmek.

5- Kendi iradesinin zayıflığını başkasıyla örtmek. "Filân adam ca­hildir anlayışı kıttır, konuşması zayıftır"gibi  ifadelerle kendini  üstün çı­karmaya çalışmak.

6- Hasetten dolayı: İçinde bulunduğu toplum bir adamı övdüğü za­man bunu çekemez, dolayısıyla onun aleyhine konuşmaya başlar.

7- Vakti gülerek geçirmek için. Bunun için de ya bîr adamın hak­kında konuşur, veya onu taklit eder.

8- Sırf alay etmek. [531]

Bütün bu sebepler üzerine insan eğildiğinde hiç te insanlığa yakışmıyacak hareketlerde bulunduğu, beğenmediği ve alay ettiği insanın da tıpkı kendi gibi aynı varlık olduğu, dolayısıyla onunla alay etmeyi insanın biz­zat kendisiyle alay etmek olacağı anlaşılır. İnsan birbirinin arkasından ko­nuşmak ve yapılan kötülükleri anlatmak için mi yaratılmıştır? Bu böyle olduğu takdirde özlemi çekilen huzurlu dünya meydana gelir mi? Münase­betleri en ölçülü bir şekle sokmak için yaratılmış olan dili, münasebetleri kesmek için kullanılması dilin gücüne ihanettir.

 

Yapılmasına İzin Verilen Yerler

 

Taşıdığı büyük menfaat yönünden konuşulması gıybet sayılmıyan bazı durumlar vardır.

1- Zulüm: Şayet hâkim rüşvet almış, hıyanetlik ederek zulüm yap­mışsa haksızlığa uğrayan kimse yetkin bir makamda onun aleyhinde konu­şur. Zira hak sahibinin konuşacak yeri vardır.

"Allah zulme uğrayan kim­seden başkasının, kötülüğü sözle bile açıklamasını sevmez, Allah işitir ve bilir[532]

2- Kötü iş yapmayı değiştirmek ve isyan edeni doğruluğa erdirmek hususunda yardımlaşmak. Anlatıldığına göre Hz. Ömer Hz. Osman'la bera­ber yürürken Hz. Osman Hz. Talha'ya selâm verir, fakat o mukabelede bu­lunmaz.   Hz. Ömer bu durumu ona arzeder. O da bunun üzerine aralarını düzeltmek için O'na gider. Bu onlar arasında bir gıybet konusu değildir. Hz. Ömer'e Ebû Cendel'in Şam'da içki içmeye devam ettiği bildirilince Gafir Sûresinin ilk âyetlerini yazar, O da tevbe eder.

3- Fetva istemek, yol öğrenmek için. Meselâ:

Babam yahut kar­deşim bana haksızlık yaptı, kurtuluş yolu nasıldır şeklinde yol öğrenmek. Fakat bu noktada konuşmada en iyisi: "Babası, yahut kardeşi veya hanımının haksızlık yaptığı kimse hakkında görüşünüz nedir?" şeklinde sormak­tır, Maamafih, bu durumda kişiyi belirtmek de uygundur. Anlatıldığına göre Utbe kızı Hint, Hz. Peygamber'e şöyle demiştir:

"Ebû Süfyan, cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek şeyi vermiyor. Onun haberi olma­dan malından alayım mı ?" Yüce Peygamber şöyle cevap verir.

 "Çocu­ğuna ve kendine yetecek şeyi uygun bir şekilde al[533]

4- Müslümanı kötülükten sakındırma:

İslâm fakin (hukukçusun) nin birine fasık veya bîdatçı demesinde te­reddüt ettiği görüldüğünde şayet o adam bu vasıflara sahipse onu ortaya sermek gerekir. Çalınmış veya üzerinde bir kusuru bulunan bir malı satın almaya kalkışanı ikaz etmek, evlenmek için bir kız veya erkek hususunda danışıldığında gerekeni söylemek lâzımdır. Yüce Peygamber insanların kendisinden sakınması için faciri zikretmesi gerektiğini [534], üç kişi hak­kında konuşmanın gıybet olmadığını söylemişlerdir.

I- Zalim lider.

II- Bidatçı.

III- Fışkını ortaya koyan. "Fasık hakkında konuşmak gıybet de­ğildir. [535]

5- Lakabıyla şöhret yapmış birini öylece çağırmak. Meselâ:  

Topal, şaşı v.s. Tarihte böyle anılmış ve böylece meşhur olmuş birçok kimseler vardır. Binaenaleyh onları bu isimleriyle anmakta bir sakınca yoktur. Nite­kim hadis ravtleri arasında "el-A'rec" "el-A'meş" lakabıyla anılan kimse­ler vardır. Bilginler tanıma zaruretinden dolayı bunları böyle kullanmışlar­dır.

6- Kötülüğüyle meşhur olan kimseyi söylemek. Meselâ: Kumarıyla, içkisiyle v.s. ile herkes tarafından bilinen bir kimse bu durumuyla konuşul­duğu zaman zaten yüzüne de söylense tiksinmeyeceğinden söylenebilir. Yü­ce Resul bu yüzden "yüzünden haya perdesini kaldırmış kimse hakkında gıybet yoktur[536] buyurarak buna işaret etmişlerdir.[537]

 

Gıybetin Kefareti:

 

İslâm'da her günahın kefareti olduğu gibi gıybetin kefareti de vardır. Öyle bir an gelir ki; kişi isteyerek veya istemeyerek birinin arkasından söy­lemiş yâni çekişmiş olabilir. Bu durumda yapılacak iş her günahta olduğu gibi tevbe etmek, pişman olmak ve Allah'tan bağışlanmak dilemektir. Yahut dilerse arkasından çekiştiği kimseden helâllik alır. Yalnız asıl olan pişmanlığı içten duymaktır. Enes b. Malik'in Hz. Peygamber'den anlattığı­na göre o şöyle buyurmuştur:

"Arkasından çekiştiğin kimseden dolayı üzerine düşen kefaret onun ve kendi hakkında Allah'tan bağışlanma istemendir" [538] Ortada yoksa veya ölmüşse onun lehine dua ve istiğfarda bulunur, yahut onu iyi sıfatlarla örtmeye çalışır. [539]

 

Âhiretteki Azabı :

 

Bunun âhiretteki azabı büyüktür. Hz. Peygamber Mîrac'ta iken ken­disine âhiret seyrettirilir. O orada, bakırdan olan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini palçalayan kimseler görür, bunların kim olduğunu sorunca, bun­ların insan etini yiyenler, yâni gıybet yapanların olduğunu Cebrail söyler.[540]

 

Kin Beslemek:

 

Birinden nefret edip kızmak ve buna devam etmektir. [541] Hz, Pey­gamber, "Kin gütmeyiniz[542] buyurmuştur. Kin kızgınlığın meyvesi olup şu işleri doğurur.

1- Kin beslenenden nîmetin yok olmasını temenni etmek.

2- Kinlenip bir hastalıkla karşılaşmak.

3- Küskünlük ve aranın açılması.

4- Taarruz etmek için küçülmesini istemek.

5- Aleyhte konuşmak, sırrını yaymak.

6- Alay etmek.

7- Vurarak eziyette bulunmak.

8- Yakınlarına karşı yerine getirmekle mükellef olduğu görevden alıkoymak.

Kin sebebiyle bütün bu istekleri içine koymuş kişi ne dünyasını ve ne de dinî hayatını iyi yaşayamaz. Kızgınlığın olduğu yerde temiz kalbin kalması düşünülemez, o zaman insan oğlu aklını, muhakemesini, plânlarını ve konuşmalarını, kinini tatmin etmek için seferber eder. İşte bu kin istenilen bir durum değildir. Kinlenerek ve nefret ederek belki insan karşısındaki­ne azap verebilir. Fakat en büyük azabı kinlenen çeker.

Şu bilinmelidir ki; Allah'a ortak koşanlar hariç, bütün günahkârların günahı bağışlanmasına rağmen birbirlerine kin besleyenler Allah tarafından affedilmezler.[543]

 

Riya = Gösteriş

 

Bir iyi işi başkalarının görmesi ve işitmesi düşüncesiyle yapmak mânasınadır. [544] İslâmda bu kabil düşünce yanlıştır ve Allah tarafından yerilmiştir. Zıddı Allah rızası için iş yapmaktır. [545] Kur'an-ı Kerîm:

"Vay namaz kılanların haline ki; onlar kıldıkları namazdan gafil olanlardır. Onlar gösteriş yaparlar." [546] şeklindeki ifadesiyle gösteriş için namaz kılan in­sanların acıklı durumunu arzediyor. Hz. Peygamber ise, kurtuluşun göste­rişten uzak kalmakta olduğunu, belirtir ve:

1- "Sizin hakkınızda büyük korkum, küçük şirktir."

"Küçük şirk nedir?

"Gösteriştir..." buyuruyor [547]

Gösteriş samimiyetin zıddı olduğuna göre, fertleri birbirleriyle kay­naştıran samimiyet olmadıktan sonra çözülme beklenir. Bu yüzden Hz. Muhammed bir hastalığın açacağı elîm gediklerden ümmeti adına kork­muştur.

2- "Hüzün mağarasından Allah'a sığınınız."

"O nedir ey Allah'ın Resulü?

"Gösteriş için okuyanlara hazırlanmış cehennemden bir vadidir." [548]

Dikkat edilecek olursa, son zamanlarda gösteriş için Kur'an-ı Kerîm'i okuyanlar çoğalmıştır. Âdeta bir geçim vasıtası haline getirilmiştir. Oku­yan toplum için onun taşıdığı saadet kurallarını anlamadan kendisine uydu­rup geçiyor. Böyleleri tatlı bir cennet hayatının özlemini tahmin ederler­ken, yaptıkları işin neticesinde elde edecekleri mekânı bizzat Hz. Peygam­ber belirtmiştir.

3- "Benim için yaptığı işte başkasını da bana ortak koşarsa (yâni gösteriş yaparsa) hepsi onun olsun. Ben ondan uzağım." [549]

4- Muaz b. Cebel ağlarken Hz. Ömer girer ve sorar:

"Seni ağlatan nedir?

"Bu kabirde yatanın -yâni Hz. Muhammed'in'- "az bîr gösteriş şirktir" [550] dediğini duydum.

Şirk, Allah'ın tek olmadığına, O'nun bir ortağı olduğuna inanmaktır. Bu­nunda ne kadar tehlikeli ve korkunç bir inanç olduğu malûmdur. Yalnız, Allah'a ortak koşmaktan çekinenler, bu gösteriş âfetinden çekinmezlerse, gizli olarak ona ortak koşmuş olurlar. Bu yüzden Hz. Peygamber ibadet­lerin gizli yapılmasına önem vermiş.

5- Gizli işin, (ibadetin) açıkta yapılana üstünlüğü yetmiş katıdır. [551]

Şeddat b. Evs:

Ben Peygamberi ağlarken gördüm ve O'na:

"Seni ağlatan nedir yâ Resûlallah?

"Ümmetimin şirke gideceğinden korkuyorum. Onlar ne puta, ne güneşe ve ne de ay'a tapmazlar. Fakat işlerinde gösteriş yaparlar.[552]

 

Çeşitli Sahalardaki Durum

 

Gösteriş birçok sahalarda olur. Kişi bilerek veya bilmeyerek yaptığı işte bu yüzden bir fayda elde etmez. Çünkü gayeden sapmış ve kendisini zorlayarak yapmıştır.

 

Dinî Fiillerde

 

a- Bedenle: Daimî surette Allah'ı anmakta ve bu yüzden de gece gündüz uyumadan O'nu andığını etrafındakilerine hissettirmek için, yüzü­nü buruşuk, gözlerini dalgın ve halsiz göstermek ister. Bazan başını iki elin arasına alır. Dalgın dalgın düşünüş numarası yapar. Etrafı süzer, ba­şını sallar, inler ve hep başkalarının dikkatini bu durumla üzerine çekmeye başlar. Allah, peygamber ve âhiret mes'eleleri söylendiği zaman vücudunu titretir.

b- Şekil ve elbise ile:

Dindarlığın yahut daha doğrusu züht hayatı yaşamanın, bir tabiî icabı olarak düşünmüş bazı kimseler, elbisede bunu göstermeye çalışmışlardır. Bazıları yırtık pırtık elbise ile, bazıları saçı sakalı birbirine karışmış vazi­yette toplumun karşısına çıkmakla, bazıları ise elbisenin renk ve dese­nine önem vermekle gösterişe kapılmışlardır.

Bu durumla, sünnete bağlı olduklarını, dünyadan vazgeçtiklerini, hiç bir şeyi umursamadıklarını belirtmeye çalışmışlardır. Bu elbise içinde bu­lunanlar, "Şayet biz süslü ve kaliteli elbiseler giyersek, halk nezdinde iti' barımızı kaybedeceğiz" düşüncesiyle bu tip kılık kıyafet içine girmişlerdir. Binaenaleyh, bu türlü hareketlerde hep "gösterme" düşüncesi hâkim olduğu için makbul bir davranış değildir. Elbise tabiî bir ihtiyaçtır. Beğendirmek, sükse yapmak için değildir. Bu sebepten müslüman her yön­de olduğu gibi bu hususta da, orta bir yol tutmalıdır.

c- Din adamlarının vaazda, hikmetli konuşmada kurtulmadığı bir gös­teriş hastalığı içinde geçmemesine rağmen karşıdakilerini çeşitli yollarla kendisine bağlamaya uğraşanlar vardır. Bazan sahabenin hayatını anlatır, mütesavvıfın mesleğine baygın olduğunu ifade eder, hâdiseleri anlatırıken ağlar, feveran eder, karşıda bulunanların hissiz ve ruhsuzluğundan yakınır, dövünür ve bunu gözyaşlarla tescil etmeye uğraşır. Böyleleri de hiç far­kına varmadan şirkle olan bir gösteriş hastalığı içinde bulunuyorlar.

d- İbadette: Başkasının yanında namaz kılarken, kıyamı, rükûu, sec­deyi uzatmak, huşu içinde kılmaya devam etmek. Diğer ibadetler içinde durum aynıdır. Bir gurup içinde bulunurken sadaka verir, yalnızken etra­fına bakma bakına gider, hareketlerine dikkat etmez, sıçrar. Yolda bulu­nan şeye tekme sallar, fakat bir gurup içinde olduğu veya birini karşıda gördüğü zaman başını eğer, gidişini yavaşlatır. Bu da gösteriştir.

 

e- Ziyaretçiler, Arkadaşlar Ve Karşılaşma

 

Zühtün ve öğretmenin gerçek mahiyetine dalmamış olanlar, ziyaret­çilerin, arkadaşlarının ve öğrencilerinin çokluğunu böbürlenerek anlatırlar. Bazıları kendisine yapılan sık sık ziyaretlerin devamlılığını isterler. Böy­leleri bîr toplantıda bulundukları zaman bunu sitayişle anlatırlar. Arkadaş­larının çokluğundan da dem vuranlar vardır. Şayet bunlar içinde namlı biri varsa yeri gelsin veya gelmesin onunla olan ilişkilerini anlata anlata bitir­mez. Bu sayede etrafında bulunan kimseler içinde iyi bir yer hazırlamağa uğraşır. Bütün bundan başkasının gölgesine sığınarak kendisine uygun bir zemin hazırlamayı hedef aldığı için gösterişten öteye bir değeri yoktur. O şahsiyetiyle vardır. Bunu başkalarıyle teyit etmeye lüzum yoktur. Başka­sına sığınma aczin bir belirtisidir. Öğretmen isim yapmış bir öğrencisini bulunduğu toplumda yâdetmekle "işte ben böyle öğrenci yetiştiririm" demesi bir gösteriştir. Öğretmen, eliyle yoğurduğu bir değerin bıraktığı ese­rin arkasında takip ederek, onun daha faziletli yoldan yücelmesini bir arzu olarak kendi kendine dileyebilir. Fakat bunu bir gurup insan içinde söylemesi uygun düşmez.

Tarikat vadisinde isim yapmış bir büyüğün yolunu taklit eden kimse zaman zaman müridler arasında onunla yakın bağlarını söylerse bu da gös­teriştir. Çünkü, o bununla etrafındakileri kendine çekmeye çalışıyor. Şey­hinin ismi üzerine otoritesini kurmaya uğraşıyor. Bütün bu anlayışın dışın­da kalarak mürid: kendini pisliklerden arındıran ve istikâmete sokan şey­hinin adını sırf bir sevginin ifadesi olarak izhar edebilir. Ama bunu yapar­ken kendisine bir pay ayırmak için yapmıyor. Hayranlığını ifade ediyor.

Ahlâkî ve dinî toplantılara devam eden kimse başkasını davet için oradan bahsetse, devam edenleri anlatsa bir sakınca yoktur. Fakat "işte ben böyle toplantılara devam ederim. Ya sen?" gibi bir davranışı aksetti­recek şekilde anlatırsa bir gösteriştir.

 

Gösterişin Dereceleri

 

I- Bizzat gösterişi gaye bilmek. Bunun da bölümleri vardır.

a- Bu gösterişin en kötüsüdür. Meselâ: Tek başına kaldığı tak­dirde kılmayacağı namazı, tutmayacağı orucu, vermeyeceği zekât ve yardı­mı insanlar arasında olduğu zaman vermesidir.

b- Gayesi sevap olmasına rağmen, yalnız tek başına kalmadığı za­manda yapmadığını toplulukta yapması. İçinde bir sevap isteği olduğu için günah bakımından birincisine nispetle daha hafiftir.

c- Gösterişle, sevap gayesinin eşit olması. Şayet bunlardan biri ol­duğu zaman kişiyi işe yöneltmez, mutlak mânada ikisinin olması.

d- İnsanların vakif olmasını faaliyeti için mürecceh kabul etmesi. Bu durumda bulunan biri, gösterişte gayesi olsa ibadetini terketmez.[553]

II- İtaatta kendisini gösteren gösteriştir. Bu da ibadetlerin temel­lerinde ve vasıflarında olur.

 

1- En Kötü Gösteriş

 

a- İmanın aslında olan gösteriş olup en kötüsüdür, sahibini ateşe götürür. Dilinde kelime-i şehâdet getirmesine rağmen kalbiyle bunu ya­lanlar. Fakat, İslâm görünür. Hz. Allah, bu gibilerini çokça zikretmiştir:

"Ey Muhammed! İki yüzlüler sana gelince! "Senin şüphesiz Allah'ın pey­gamberi olduğuna şehadet ederiz" derler. Allah, senin kendisinin peygam­beri olduğunu, bununla beraber Allah, iki yüzlülerin yalancı olduklarını da bilir." "Size rasladıkları zaman: "İnandık" derîes, yalnız kaldıklarında, size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar[554]

Münafıkların karakterlerini tasvirle: 

 "İnsanlara gösteriş yaparlar[555] buyurur.

b- Dinin temel esaslarını kabullenmekle beraber ibadetlerde yapı­lan gösteriş. Meselâ: Birinin malı başkasının elinde bulunur. Onun yer­mesinden korkarak o malın zekâtının verilmesini istemesi, yahut yalnız kal­dığı zamanda, bir gurup insanla beraber kaldığı zaman sırf onların kendisini kötü görmesinden korkarak namaz kılması veya toplumdan çekinerek ya­kınlarını ziyaret etmesi, anne ve babasına bakması gibi hususlardır.

c- İman ve farzlarda olmayıp nafile ibadetler de olan gösteriştir.

Şüphesiz nafileleri terkte bir günah yoktur. Fakat göstermelik kabilinde bu işleri yaparsa, meselâ: hastayı ziyaret, cenazeyi takip, ölüyü yıkama gibi hususlar. Şayet kişi bunu, başkalarının kendisini yermesinden kor­karak sırf övülmesi için yaparsa gösteriştir.

İbadetin taşıdığı bir gaye vardır. Kişiyi endişelerden, beğendirmek­ten ve iç karışıklıktan kurtarıp bir huzura götürmektir. Şayet bu kutsî gö­revde yine basit hâdiseler ve gösterişler hâkim olursa, aranan mutluluğa erişilmez.

Halka yaranmak ve böyle bir düşüncenin arkasından koşmak için iba­det yapılmaz. Böyle bir düşüncenin arkasından koşmak gösteriştir. Müs­lüman yaradanın bir emri bilerek ibadetlerine devam eder. O'nun yüceli­ğini kabuletmiş, takdire inanmış bir müslüman, yaratıkların takdirine ihti­yacı yoktur. İbadetlerdeki ruhî saltanatı, küçük ve basit hesaplar manasız hale getirir. Madem ki ibadet bir teslimiyet ve bir bağlanıştır. O halde sı­zıntı çapında dahi olsa, bu ahengi bozacak tutumlardan vazgeçmek gerekir.

İbadetlerde kendini gösteren gösteriş hastalığından başka bir de sos­yal hayatta kişilerin kurtulamadıkları bir gösteriş meraklilığı vardır.

 

Giyimde:

 

Gülünç ve horlanmıyacak şekilde giyinmek bir zarurettir, aşırı gitmek yasaktır. Kişi beğendirmek gayesiyle giyiniyor ve kuşanıyorsa bir gös­teriştir. Giyimlelriyle birbirlerini süzen, defilelerde ve toplantılarda yapı­lan teşhirler hep bu katagori içindedir. Saçlarının yapımından, gözlerini bo­yamaya kadar yapılan süsler, kürklerini, mantolarını v.s. giyim malzemele­rini şayet etrafındakilerine beğendirmek gayesini taşıyorsa şiddetle yasak­lanan gösteriş içindedir. "Başkaları benim kıyafetimi beğenmiyor mu?" düşüncesiyle dimağını ve gözlerini yoran, benliğini ve hürriyetini korumaz bir vaziyette esir durumundadır.

Yürüyüş: Tabiî şekildeki yürüyüşü bir tarafa bırakıp göstermelik bir tutumla yürüme iyi bir durum değildir.

Vasıta: Bugünün dünyasında vasıta tabiî bir ihtiyaç haline gelmiştir. Meşruiyeti bu ihtiyaçtan dolayıdır. Yalnız işi bu raddeden çıkarıp, bir gös­teriş haline sokanlar da vardır. Araba ile sükse yapmak, halkın dikkatleri­ni kendi üzerine çekmeye uğraşmak etrafındakilere eziyettir.

 

Sünnet Ve Evlenme Merasimi

 

Hiç şüphe yok ki insanın hayatında, nadide günler vardır. O gün in­san heyecanlı, daha neşeli ve daha mesuttur. İşte bunlardan biri sünnet ve diğeri evlenme olayıdır.

Allah'ın bahşettiği erkek çocuğu sünnet etmek yani Hz. Peygamber'in yoluyla hareket etmek mutlu bir olaydır. Bir baba ve anne olarak böyle kutsî günde hem neşeli olmak ve hem de saadetlerine iştirak etmiş olan davetlilere karşı gereği yapmak bir görevdir.

Evlenmede öyle değil mi? Yeni bir hayata girmek, yeni sorumluluklar yüklenmek, yeni bir akrabalık gurubu içine girmek, yepyeni bîr dönemin ifadesi, evlenme adabında anlatılacağı gibi neşelenmek, defi andırır müzik âletleri kullanmak ve israfa kaçmadan o gün yemek yedirmek Hz. Peygam­ber'in sünnetidir.

Yalnız her iki olayda bir ibadet vasfını taşıdığı için, kişiye ibadet es­nasında şiddetli olarak sakınılması istenmiş gösterişten, bundan da sakın­mak gerekir. Bu iki merasimde mahallî âdetler ve görenekler vardır. Bu âdetler içinde fıtrata ve İslâm yapısına uygun olanlar tasvip edileceği şüp­hesizdir.

Sırf göstermelik kabilinde olsun diye israfa kalkışır, umumî nizam bo­zulmaya uğraşılırsa, aranan huzur yerine hiç istenmeyen hâdiselerin mey­dana gelmesi mukadder olur.

 

Ev Dekorasyonu

 

Ev bir huzur kaynağıdır. İçindeki yapının normal olması ise bu hu­zuru arttırır. Fakat bu böbürlenmeye ve gösterişe vesile olmamalıdır. Sırf göstermelik kabilinde malzeme ile evini dolduran ev hanımı, içini on­larla büyülettiği için, komşusunda veya yakınında gördüklerini önemsemiyecek. Yeteri malzeme almak ev bütçesini de sarsmıyacağı için daha hu­zur verir. (Bölümünde geniş şekilde anlatılacaktır.)

 

Politika

 

Gösterişin en çok kendisini hissettirdiği meslek şüphesiz politikadır. Bu yüzden halk politikacının sözüne pek itibar etmez, dinleyip geçip gider. Aslında faziletin, gerçekliğin en belli bir ölçü içinde kendisini göstermesi gereken yer politika olmalıdır.

Modern politikacının şahsında kendisini daima gösteren beüi işaret­ler vardır:

a- Yalan va'd.

b- Her şekle bürünmek.

c- Gösterişe kaçmak.

d- Parti disiplinini, gerçeğin üstünde bilmek.

e- Gerçekten çok, hisse sığınmak.

f- İsminden bahsedilmesini çok arzu etmek v.s.

Bütün bunlar İslâm ölçüsüyle bağdaşır bir tarafı yoktur. Müslüman po­litikacı, hakikat arkasında koşarken onun gözünde yukarıda sıraladığımız hususlar pek önem taşımaz.

 

Cenaze

 

Gösteriş buna da el uzatmıştır. Cenaze alayının kalabalık ve mümtaz insanlarla dolu olmasını, çeşitli kuruluşların isimlerini taşıyan çelenklerle donatılmasını arzu edenler vardır. Halbuki, cenaze her türlü debdebe, gü­rültü ve gösterişten uzak olmalı, tabutun içinde bulunanı göz önünde bu­lundurarak, herkes kendi sonucunu düşünmelidir.[556]

 

Bu Hastalıktan Kurtulma Yolu

 

Esasen gösteriş merakı çocukluktan başlar ve onunla birlikte büyür. Çocuk etrafını tanımaya başladığı andan itibaren böyle gösteriş meraklı bir aile veya çevre içinde kendini bulursa o da özenmeye başlar. Büyüdüğü zaman artık gösteriş merakı ondan vazgeçmez bir unsur olur.

Kişiyi bu hastalığa doğru yöneten faktörler içinde:

a- Övülmeyi sevmek.

b- Yerilmekten korkmak.

c- İnsanlara karşı tama'kârlık.

a- Ruhlarının kurtuluşunu düşünmeyen ve kendisini tanımayan kimse, etrafındakilerin kendisini övmelerini çok arzu eder. Bu aczini bilenler, onu yeri gelsin veya gelmesin överler.  Böylece ondan aradıklarını kolay yolla elde etmeye uğraşırlar.

Esasen övülen de bu övgü sahasının genişlemesi için gösterişe kapı­lır. "Herkes kahramandır" demesi için savaşa, "Çok haıyr sever" dedirt­mek için hayırlı yatırımlara girişir. Bütün bu işlerde işi yapan, işin öne­minden çok etrafındakilerin ne söyleyip, söylemediklerine kulak kabart­tığı için, işin getireceği mükâfat bakımından önemsizdir.

Bunun îçin biri, Hz. Peygambere hamiyet uğrunda savaşan adam hak­kında sorunca o, "Allah kelimesinin yükselmesi için savaşan, Allah yo­lundadır" [557] demek suretiyle gaye, savaşarak bir rütbe, bir yer kapmak olmadığını belirtmiş oluyor. Sportif faaliyetlerde görüle gelen yenme ar­zusu da bir gösteriş içindir. Spor, belirli kişilerin, etrafındakiler üzerinde bir saltanat kurmaları için olmayıp, beden yapısının gelişmesi için başvu­rulan bir vasıtadır.

Sporcu gösterişe yöneldiği, övülmeyi birinci plâna aldığı zaman şahsi­yetini yitirmiş, bir yönden beden yapısını geliştireyim derken, diğer yönden iç hayatını boğmuş olur. Vakıa İslâm peygamberi spora teşvik etmiş, güçlü mü'minin zayıf mü'minden daha üstün olacağını bile belirtmiştir. Yal­nız asrın sporcusu hareket yönünden bir çalışmaya koyulduğu halde, bîr ruh sporundan (riyaziye) yoksundur. Bu bakımdan sporcu bir gösteriş meraklısı oluyor.  Toplumun aradığı bir şahsiyetleri olamıyor.

Bu tip övgüden kurtulmaya müslüman uğraşmalıdır. O, şöyle düşün­meli:

"Benî bütün insanlar övse de, Allah benî övülebilecek karakterde bir kul olarak görmedikten sonra, kulların övgüsü benim Allah'ın katında mak­bul bir kul olmama sebep olabilir mi?" Fakat aksi olabilir. Kulların yer­diği nice insanlar vardır, fakat Allah'ın takdirini kazanmış, kulların yerme­si geçicidir ama Allah'ın takdiri temellidir." varlığını kulların ifadelerinin gölgesi altına bırakan ne mesut bir hayat yaşar ve ne de aradığını bulur. Bakışlara ve konuşmalara köle olan kişi hareketini onlara göre ayarlamak mecburiyetinde kalacak, onların gönlünü kırarını endişesi altında bitip tü­kenecektir. Fakat ebedî prensiplere gönül bağlamış kişinin hayat tarzı na­zarlarda bir mâna ifade etmese de ve hattâ toplumda ona yer verilmese de, o bağlandığı esaslarda kendi dünyasını çizmiş, dolayısiyle kendisini yan tesirlerin hazırladığı esaretten kurtarmış olur. Böylesi kalbi boğan riyayı (gösterişi) kendinden uzaklaştırmıştır.

 

Günahları Saklama; İnsanların Ona Vakıf Olmasından Korkma

 

Kişiyi çok iyi bilen insanlara karşı, bazan onun kendi günahlarından bah­setmesi bir bakıma, iyi bir durumdur. O zaman etrafındaki yoğun övgü­den bir nebzecik kurtulmuş olur. Yalnız böyle bir endişe yoksa günahları saklamak gerekir.

a- Allah'ın günahları örtmesinden dolayı sevinmek, âhirette açıkla­yacak diye korkmak, bu îmanın kuvvetindendir.

b- Kul, günahların açıklanmasından Allah'ın hoşlanmadığını ve on­ların gizlenmesi gerektiğini bilir. Hz. Peygamberin "Bu günahlardan birini işleyen, Allah'ın örtmesiyle örtsün[558] buyurması da bundandır.

c- İnsanların kendisini yereceğinden, bunun ise tabiatını sarsacağı­nı, kalbini meşgul edeceğini, bunların ise huzurlu ibadet yapmasına engel olacağından korkarak günahlarını örtmesi.

d- Günahlarını örtmeyi tabiatını sarsacak olan insanların eziyetin­den dolayı yapmak. Dövme bedenine eziyet verdiği gibi, kötülemede kalbe acı verir.

e- Başkasının da bu işi yapacağından korkarak saklamak. Suçların anlatılmasıyla suç yapmaya istidatı olanlara bir imkân hazırlanmış olur.

Çoğu zaman insan duyduklarının tesiri altında kalır. Hattâ anlatılanlar için­de tasavvurunda bulunan bir suçu işlemek için materyel olarak bazı nokta­ları alanlar vardır. Suçun itirafı, ammeyi ilgilendiriyorsa şüphesiz anlatmak zarureti vardır. Fakat şahse münhasır kalan suçu anlatmakta bir fayda yoktur.

f- Utancından, Yüce Peygamber

"Hayanın hepsi hayırdır[559],

"Ha­ya îmandan bir şubedir[560]

"Haya yalnız hayır getirir[561] buyurmala­rı da bundandır. Bu gösteriş değildir. Kişi işlemiş olduğu günahı müstelzim olan fi'li utancından anlatamıyorsa bu onun iyi karakterine bir işarettir.

 

Gösteriş Korkusuyla İbadetleri Ve İyi İşleri Bırakma:

 

a- Başkasıyla ilgisi olmayıp kişinin bedeniyle yaptığı itaat:

Oruç, namaz ve hac gibi. Gösteriş korkusuyle bunları terketmek doğru değildir. Devamlı yapılan fiilde bir gösteriş mevzubahis olamaz. Bu sebepten, "biz gösteriş için namaz kılmıyoruz" diyen kimseler acaba yalnızlıklarında kılı­yorlar mı? Yalnız ibadete başlarken gösterişe kaçan bazı düşünceler iba­det yapanın kalbine gelebilir. O zaman daha fazla samimî olarak bu kabil düşünceyi silip atmak için gayret göstermek gerekir. Devamlı Kur'an-ı Kerîm'le ve teşbihle meşgul olan kimse, kalabalık arasında da yaptığı zaman bîr sakınca yoktur. Fakat yalnızken Kur'an-ı Kerîm'e teşbihe el sürmeyen ve gözyaşı dökmeyen kimse bir cemaat arasında olduğu zaman aksini yap­ması bir gösteriştir.

b- Halkla ilgili hususları içine alan bir kısımdır: Daha tehlikeli bir tutumdur:

Başkanlık, hâkimlik, vaiz, öğretme, mal verme, kitleyi idare et­me, samimiyet ve adaletle olduğu zaman ibadetlerin en üstünüdür. Yüce Peygamber:

"Adaletli önderin bir günü, kişinin yetmiş yıllık ibadetinden daha iyidir[562] buyurduğu gibi, Cennet'e ilk giren [563] ve duaları ka­bul olan üç guruptan birinin adaletli önderin olduğunu, kıyamet gününde kendisine en yakın olanı, adaletli liderin olduğunu belirtmişlerdir. [564] Yal­nız kendisine sahip olamayıp bulunduğu mevkiden dolayı gösterişe kaçan kimse böyle bir zor iş yüklenmekten uzak kalmalıdır. Çünkü bütün dert ve çilenin ortağı olacak önder, ayni zamanda bütün devletin zenginliğini de eli altında bulunduruyor. Bundan dolayı başkan, herşeyi hizmet için yapmalı, haktan sapmamali, adaletten ayrılmamalı ve gösterişten kaçınmalıdır. [565]

Devlet başkanı icraatını yersiz bir şekilde sırf kendisine pay ayırmak için sayıp dökmemeli, eğer her taşın altında emeğinin olduğunu söyler ve bu­nu bir koz olarak öne sürerse gösterişe kaçmış olur. Bindiği vasıta, otur­duğu ev, mutad bir şekilde olmalı, gözleri kendi üzerine çekecek bir şekilde olmamalıdır. İşlerin yolunda ve herkesin güven içinde olması için adalet mekanizmasının başında olanların bu ruha inanmaları zaruridir. Öğ­retme ve öğütteki gösteriş derecesi hâkimlik ve îdareciliktekinden pek az­dır. Bu yüzden Ebû Hanîfe her ikisinden de kaçmıştır.

"Bir adamı senin vasıtanla Allah hidayete erdirirse senin için dünya ve dünyalık şeylerden daha hayırlıdır" [566], "Din nasihattin" şeklinde Hz. peygamber'in buyurması öğüt vermenin önemi hakkında yeter delildir. Yal­nız öğüt verene dikkat etmek gerekir. Şayet amelinde hayır yok, buna rağ­men tesir icra ediyorsa "Allah bu dinini ahlâkı olmayanlarla da teyit eder" hadisince konuşmasına rıza gösterilir. Şayet ahlâkı olmamakla birlikte, ko­nuşmasını nükte, hikâye, hayali şeyleri anlatmakla, gurupları birbirine vur­durmak şeklinde veriyorsa, ona manî olmak gerekir. Gösteriş merakı ol­mayan konuşmacı kendisinden daha faydalı biri konuşmak istediği zaman bunu kabul eder ve kendisi de faydalanmaya çalışırsa, bunda gösteriş has­talığı yoktur. Farz-ı muhal, biri kuyuya düşmüş, kuyunun ağzı da bir taşla örtülmüş olsa, biri kalkıp onu kurtarmak için çalışsa da taşı yerinden oy­natmaya gücü yetmese, bir diğeri gelip onu kaldırsa kendisine bu yardım elini uzatan kimseye teşekkür etmesi gerekmez mi? Binaenaleyh, [567] kalp­leri pislikten arındırmayı ve fertlere selâmet ve saadet yollarını açmayı gaye güden bir konuşmacının bu işi daha başarılı yollarla yürütene yardım etmesi ve ona minnettar kalması, gayesi için zaruridir.

 

İbadet İçin Sevinme

 

Devamlı ibadet yaparak bunun hazzını en derin şekilde anlamış kul, bunun zevkini dilinde taşırmasında bir gösteriş yoktur. Namaz kılmış, oruç tutmuş, malının zekâtını vermiş, hacca gitmiş, bütün bunları yaparken ruh ve maddesiyle eğitmiş, sırf bu zevki tattığı için Allah'ına şükretmişse bun­da bir sakınca yoktur. O ibadet yapmış, yani faziletli yolda yürümüş, se­vindiği husus fazilet içinde olduğu içindir.

Hasılı, iş ve ibadet Allah'ın rızası için olmalı, kul için bükülmek, eğil­mek ve onun gözünü doldurmak için yapılan hareket sönük ve anlıktır. Son­ra bu, insanın kendisinden kopmasını, hür iradesini köleleştirmeyi ve çeşitli kisveye bürünmeyi hazırlar.

 

Buhl = (Cimrilik)

 

"Cimri Allah'tan, cennetten ve insanlardan uzaktır" [568]

Gerekli olan hakları yerine getirmemektir. [569] Dünyadaki insanlar çe­şit, çeşit vücut yapısı sağlam veya sağlam olmayan zengin veya fakir gi­bi çeşitli şekiller içinde görülür. Bir iş yapamaz hale gelen insanlar, top­luma bırakılmış ve onlara emanet edilmiştir. Böyleleri ellerinde imkân bu­lunan kimselerin yapacakları yardımlarla düşkünlük yönlerini pek hatırlamıyacaklar, dolayısiyle onlarda bu süreli hayat içinde pek kıvranmadan ge­çinip gideceklerdir. Böyle tutumlara sahip olamayanlar, insanlığa zararlı­dırlar,

Kur'an-ı Kerîm,

"Nefsinin temahkârlığından korunan kimseler işte onlar saadete erenlerdir[570] diyerek saadete kimlerin ulaşacağını belirttiği gibi Hz. Pyegamber:

"Temahkârlıktan sakının, sizden öncekilerini o helâka sü­rükledi" [571] buyurarak milletlerin yıkılmasına bunun sebep olduğunu be­lirtiyor.

Cimrilik insanın kötülüğünedir:

"Sakın, Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilâkis onların kötülüğünedir[572]

Elini yuman kimse bunun kendi menfaatına zannetmesin. Kapanan el kendisine doğru uzanan elle karşılaşmaz. Sonra, eldeki nîmet kendi malı değildir. Kendisi kullanma yetkisine sahiptir. Sahibi onu yaradandır. Cim­ri olan kimseler, bu durumda kendilerine arkadaşlık yapacak kimseleri en­gellemeye çalışırlar. Bunlarla karşılaşmak her zaman kabildir. Kur'an-ı Kerîm bunları şöyle tasvir eder:

"Onlar cimrilik ederler, insanlara cimri­lik tavsiyesinde bulunurlar, Allah'ın bol nimetinden kendilerine verdiğini gizlerler. Kâfirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışadır[573]

Yine Kur'an-ı Kerîm böbürlenip gezenleri sevmediğini [574] belirttikten sonra onları şöyle anlatır:

"Bunlar cimrilik ederler, insanlara da cimrilik yapmalarını söylerler[575]

Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:  

1- "Mü'minde bir ara­ya gelmeyen iki haslet vardır: Cimrilik ve kötü ahlâk[576]

2- "Cimri cennete giremez[577]

Cimriliğin ne kadar kötü bir tutum olduğunu göstermek için Hz. Pey­gamber buyuruyor:

3- "Allah'ım cimrilikten sana sığınırım" [578]

4- "Cömertlik cennette biten bir ağaçtır. Bu sebepten cennete yalnız cömert girer. Cimrilik ise cehennemde biten bîr ağaçtır. Buraya ancak cimri girer[579]

5- "Hangi hastalık cimrilikten daha şiddetlidir[580]

6- "Cahil cömert Allah'a abıd cimriden daha sevimlidir[581]

 

Cimriliğin Hududu Nedir?

 

Aslında cimrilik fazla mala sarılmaktan ileriye gelir. Malı olan kimse şu âyetin ruhuna "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın" [582] uygun hareket ettiği zaman ölçülü hareket etmiş olur. Aile bütçesini pek sarsmamak şartiyle içinde yaşadığı topluma elini uzatmalı ve onların mutlu bir hayat yaşamasına vasıta olmalıdır. Cimrilik kendi yanı başında üç hastalık daha doğurtur.

Hırsı, kötü zan ve diğerinin haklarını men.

Hırs : Çalışma ve kazançta aşırı hareket etmek, daha büyük bir servet elde etmek için didinmektir. Bu durumda olan biri başkasının haklarını pek gözetemez. Hemcinsine karşı merhameti terkeder. İnsanlık görevini bir ta­rafa atar. Bütün düşüncesi mal üzerine olur. Bunun en kötü tarafı, bütün varlıklara rızık veren Allah'a kötü zandır. Çünkü böyle hırslı olan adam eğer elinde bulunan malı sarfetse hemen tükenir sonra aç kalır zanniyle, değil lâyık olana yardım etmek, kendi masrafları için bile harcamada bulunmaz. [583]

Müslüman mal için hırslı hareket etmez. O bilir ki kendisini varedenrızkını da varetmiştir. Bu sebepten tabiî hayatını mahvedecek, belki de hayatını söndürecek hırsın arkasına saklanmaz.

İnsan mala çok düşkündür. Eldekine kanaat etmeyi pek düşünmez. Hz. Peygamber:

"İnsanoğlunun, iki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünün ol­masını ister. İnsanoğlunun karnını ancak toprak doldurur." [584] buyur­ması da buna işarettir. İnsan kendini yırcasına rızkın peşinden koşmamalı. Bilmelidir ki, Allah ölçüsünde kendisine takdir edilen, kesin bir su­rette erecektir.

"İnsanlar! Dikkatli olunuz! Rızık istemede güzel davra­nınız. Şunu bilin kî; kul için ancak kendisine yazılan vardır ve kendisine yazılı olan verilmeden bu dünyadan gitmeyecektir".[585]

Bu hırsın olmaması malı taparcasına sevmemeye bağlıdır. Mal hakkın­da az da olsa burada bilgi vermenin bir faydası vardır.

Yüce Peygamber:

"Temiz mal temiz insan için ne iyidir[586] buyu­rarak malın iyiliğinden bahsetmiş, gerçekte de böyle değil mi? Helâl yol­la kazanılmış bir mal, helâl yolda hareket eden birinin elinde toplum için bir nîmettir. Hattâ malı övmek bakımından Hz. Resul:

 "Nerdeyse fakirlik küfür olarak yazılacaktır[587] buyurmuştur. Şüphe yok ki; başkasına eli­ni uzatmak hattâ bazı İbadetleri yapmak (hac yapmak) ülkenin askerî yön­den desteklenmesine yardım etmek malladır. Fakat bu mal cimrinin elinde olduğu zaman onun yüzünden yararsız bir hal alır. Bu yalnız malda değil, kişi için büyük sermaye olan ilimde de böyledir. Bildiğini öğretmekten çekinen en büyük cimridir.

Malın iki türlü faydası vardır.

I- Dinî işler için

II- Dünya için

I- Dünya için olan faydası herkes tarafından bilinen bir husustur.

Il- Din için olan faydası üç noktada toplatılabilir.

a- İbadette olsun yahut ibadette yardım edecek vasıtalar için olsun insanın kendisi için harcaması. Meselâ Hac, yahut savaş gibi hususlar an­cak malla olabilir. Fakir bunlardan mahrumdur. İbadetVapma gücünü ha­zırlayan durumlara gelince, bunlarda yeme, içme, ev, evlenme ve yaşamak için zarurî olan şeylerdir. Bütün bunlar olmayınca kalp huzur içinde iba­detle meşgul olmaz.

b- İnsanlar için sarfedilen. Bu da dört yolla olur. Zekât, mürüvvet (insanî hareket) ırzı koruma ve işçilerin ücreti, zekât malûm bir husus­tur.

Mürüvvet yeri geldiğinde usulüne uygun olarak, zenginlere ve değerli kimselere ziyafet vermek ve hediye takdim etmek. Bununla kardeşlik bağ­ları kuvvetlenir. Dolayısıyle dînin istediği kardeşliğin ve dostluğun kurulmasına sebep olmuştur.

Irzı Koruma: Şairlerin hicvini, sefihlerin kötülüğünü savma ve on­ların dillerini susturmak, kötülüklerini gidermek için malı harcama.

c- Belli bir kişiye değil ammenin yararına olan bir yere harcama. Meselâ: Cami-okul, köprü yapmak, su akıtmak, yol açmak öğrenci yurt­lan kurmak, bu ölçü içindedir. Sayılmayacak kadar faydası olan malın öte tarafta iyi kullanılmadığı takdirde çok kötü sonuçlara kişiyi sürükleye­bilir:

1- Mal bir güçtür: Kendisini güçlü hisseden kişi günah yollarına kolayca dalmaya başlar.

2- Konfor, lüks ve moda içinde boğulup gider.

3- Fazla meşguliyetten ibadetlerini gerekli yapmaz. [588]

Malın hüviyeti, az da olsa belirtilmiş bulunuyor. Allah tarafından ken­disine bahşedilen gücü O'nun geniş sofrasında kullanan kişi elde ettiği ma­lın kaynağını unutmamalı bu güçten mahrum olanlara karşı cimrilik yapma­malı. Unutulmamalıdır ki; cimri ipek böceğine benzer. Yaptığı ev yoklu­ğuna sebep olur. O evden başkaları faydalanır. Böcek gayet kısa olan ömür süresinde kendisini korumak için didinerek bir koza yapar, sonra da onun içinde ölür. Bıraktığı kozadan başkaları faydalanır. Cimri zenginin du­rumu da böyledir. [589] Yalnız bununla mal toplamayınız gibi bir sonuç çı­kartılmasın. Elbette insan ölürken arkasından bırakacağı mal kendisine bir rahmettir. Yalnız kişi sağlığında kazancından bir payı vermeyi unutma­malıdır.

 

Hased

 

"İmanla hased, mü'min kulun kalbinde bir arada bulunmaz" [590]

Birinin elinde bulunan bir ni'metin yok olmasını veya başka bir duru­ma gelmesini temenni etmektir. [591] Gayet kötü bir tutum olduğu için Cenâb-ı Allah Peygamberine

"Hasedcinin hasedinden kendisine sığınmasını"[592] istemektedir.

Hased edenlerin vücut yapıları zinde olsa bile ruhları hastadır. [593] Di­nî bünyeyi bozduğu ve bedene çokça zararı olduğu için gayet kötü bir tu­tumdur. [594] Hased kin gütmenin, kin ise kızgınlığın bir sonucudur. [595] Bunun  kötülüğü  hakkında  sayılmıyacak  kadar  hadisler vardır:

1- Ateş odunu yeyip bitirdiği gibi hased de iyi olan şeyleri yer [596]

2- Birbirinize hased etmeyiniz. Allah'ın kulları kardeş olunuz [597]

3- Hased eden kurtuluş bulmaz. [598] Önceki milletlerin yıkılmasına sebep olan hastalığın buğz ve hased olduğunu [599] bir hadis­te belirtir.

4- Nerdeyse fakirlik, küfür ve hased kaderi mağlûp eder olacaktır. [600]

5- Sizden önceki milletlerin hastalığı ümmetime isabet edecek.

"O milletlerin hastalığı ne idî?

"Azmak, şımarmak, malın çokluğuyla övünmek, dünya için didin­mek birbirinden uzaklaşmak, haddi aşarcasına hasedleşmek. [601]

7- Her ni'metin hased edeni [602] ve

8- Allah'ın ni'metlerinin düşmanları vardır.

"Onlar kimlerdir?

"Allah'ın insanlara kendi fazlından verdiğine hased edenlerdir.

Yüce Peygamber bu hadislerle hasedin kötülüğünü izah ettikleri gibi ne gibi şeyler doğurduğunu belirtiyor. Birbirini çekemeyen insanların ol­duğu bir toplumda yardımlaşma beklenemez. Bu da olmayınca o toplumun kalkınması düşünülemez. Demek oluyor ki, toplumun alacağı ilerleme se­viyesi kişilerin ruh dünyasına çokça bağlıdır.

 

Hased, Hükmü, Kısımları

 

Allah bir kuluna bir ni'met verdiği zaman diğer insanların bunun kar­şısında tutumu iki noktada olabilir.

1- Bu ni'metten tiksinmek, elinden gitmesini arzulamak.

2- Yok olmasını istememek, yalnız,  kendisi için de aynısını arzu etmek  [603]

İşte birincisine hased, ikincisine gıpta = imrenmek denir.

 

Gıpta = İmrenme

 

Bu da iki türlüdür:

1- İyi olana.

2- Kötü olana imrenme:

1- İlim, zenginlik, yardım v.s. gibi hususlarda mubahtır.

2- Şayet hırsızlık, tembellik, serkeşlik, gangasteriik gibi fiiller üze­rinde ise yasaktır. [604]

Yüce Peygamber "Mü'min imrenir, münafık hased eder[605] buyu­rarak ikisinin arasındaki büyük farkı açık bir şekilde izah etmektedir. Yal­nız düşman devletin elinde bulunan vasıta kitleye zararı varsa onun yok ol­masını istemek zarar vermez. İyi davranışlariyle topluma huzur dağıtan, iyi eserleriyle etrafı aydınlatan kimselere gıpta ile bakmak ve onlar gibi olma özlemini çekmek, kişiye sevap kazandıran iyi niyetlerdir. Hz. Peygamber Allah'ın kendisine verdiği malı hak uğruna harcayan ve Allah'ın verdiği ilim­le amel eden ve bunu insanlara öğreten kimseye karşı hasetliğin olmadığını bir hadiste belirtir. [606] Başka birinde şöyle buyurur.

"Bu ümmetin durumu şu dört kişiye benzer:"

a- Allah, bir adama mal ve ilim verir. O da işinde ilmiyle hareket eder.

b- Birine ilim verir, mal vermez. Bu yüzden o şöyle der. Rabbim! Şayet benim de filânın malı gibi malım olsaydı, onun gibi elbette iş ya­pardım.  Bu ikisi de sevap bakımından eşittir.

c- Birine mal verir, ilim vermez. O da bu malı Allah'a isyan olan yerde harcar.

d- Birine de ne ilim ve ne de mal verilmemiş, bu da kalkıp "Şayet be­nim de filânın malı gibi malım olsaydı kötü yolda harcadığı şekilde harcar­dım" der. Bunlar da günahta eşittirler. [607] Hadisten de anlaşılacağı gi­bi tek ni'mete sahip kimse buna sahip olamayan kimsenin ona sırf hizmet için gıpta etmesinde bir sakınca yoktur, yalnız kötülük yapma hususunda bu fi'il işleyen kimseye imrenmenin günah olacağı da açık bir şekilde gö­rülüyor.

 

Hasedin Mertebeleri

 

1- Başkasının elinde bulunan ni'metin kendi eline geçmesi pek muhal olmasına rağmen, onun elindeki ni'metin kaybolmasını,

2- O ni'mete olan isteğinden dolayı, bunu elinde bulunduran kim­senin elinden yok olmasını,

3- Bir şeye sahip olan kimsenin elinden bunun yok olmasını iste­meyip kendisinde aynısına sahip olmasını istemek, elde edemediği takdir­de, aralarında bir eşitsizliğin çıkmaması için mahvolmasını istemek.

4- Başkasının elinde bulunan şeyin dengini istemesine rağmen el­de edemediği takdirde onun aleyhine olarak yok olmasını istememek. [608]

 

Bu Fî'le İten Sebepler

 

Elbetteki insan durup dururken başkasına hasedlenmez. Bunun bazı sebepleri olsa gerek.

Hased edilen adamda bir faziletin belirmesi neticesinde diğerinin bu­na hasetlenmesi. [609] Kur'an-ı Kerîm Hz. Âdem'in oğlunun Allah'a sun­dukları kurbandan birinin kabul edilmesi, diğerinin edilmemesi neticesinde, öldürüldüğünü anlatır. [610]

2- Düşmanlık ve buğz; hasedi doğuran buğzdur. Bunu tatbikata in­tikal ettirmeyince kendini yercesine karşıdakine hasetlenir.

3- Bir mevkîye, ilmî payeye erişince, başkasının bu gayeye yükselip bulunduğu seviyeye yükselme istidadını gösterene karşı hasetlenir. Seviye­sinde kalmasını ister. Fakat kendisini geçmesini istemez. Meslektaşlar arasında bu çok görüle gelmektedir. Aynı meslekte çalışanlar en çok bir­birlerine hücum edenlerdir. Dışta bir dayanışma görülse yine içte çekememezlik hâkimdir.

4- Tabiatında büyüklenme bulunan insanlar diğerlerini küçük görür­ler. Dolayısiyle onların yükselmesini çekemezler. Meselâ:

Kureyş Hz. Muhammed'e karşı şöyle der

"Bu Kur'an, iki şehrin birinden bir büyük ada­ma indirilmeli değil miydi" [611] derler. Bazı insanlar vardır. Zengin veya bir bilgin ailenin çocuklarıdır. Kendilerine Allah, yükselmek nasip etmez, fakat öte tarafta hiç nazara almadıkları kimsesiz ve bir fakir çocuk yük­selir. Dikkatları kendi üzerine çekecek seviyeye gelir. İşte bu durumda, yerlerinde donup kalanlar bunlara karşı hasedlenirler. Bulundukları her yerde "canım filânın çocuğu" değil mi diye bunu ağızlarında taşırırlar. Bu düşük durumları, onları karşıdakilerine hasedlenmeye götürür.

5- Gelen peygamberlere karşı eskimilletlerin takındıkları tavrı, Kur'an-ı Kerîm onların dilleriyle şöyle anlatır:

"Sizde sadece bizim gibi birer insansınız, bizi babalarımızın taptıkla­rından alıkoymak istiyorsunuz[612]

Firavun ve grubu, Hz. Mûsâ ve Hârûna:

"Bizim gibi iki insana mı inanacağız[613] derler.

6- Gayelerine erişemiyeceklerden korkan kimseler hasedlenirler. Kardeşleri arasında babanın kalbini çalıp fazla malı kendisine bırakmak için bu durum görüldüğü gibi hocaların yanında, iyi bir yere sahip olmak için öğrenciler arasında da bu görülür.

7- Başkanlık isteği ve emek çekmeden birdenbire mevkîde öne geç­me arzusu da hasedleşmeye sebebtir. Bir toplulukta birinden daima bah­sedilir. İyi ve çeşitli lâkaplarla anılıyorsa kendi adının yükselmesi için onun yok olmasını yahut elindeki imkânların kaybolmasını ister. [614]

 

Meslektaşlar, Kardeşler Ve Akrabalar Arasındaki Hased

 

Toplum hayatında aynı görevde bulunan kimseler arasında görülege-len çekişme ve çekememe hâdisesi her gün görülen bir husustur. Bu du­rum aynı yuvadan gözlerini hayata açmış ve yıllarca aynı sofrada kana kana yemiş ve içmiş kardeşler ve akrabalar arasında daha çok görülmek­tedir.

Bütün bu çekememenin sebebi kazanç hırsı olduğu apaçıktır. Aslında bu durumun böyle olması tarafların zararınadır. Ayrışmadan birlik halinde yapacakları faaliyetlerin, kösteklenmesini bizzat kendi aralarında yaptıkları takdirde, sahanın dışında kalanlar için onların yıkılması pek kolay olur.

Çoğu amcazadeler birbirlerini çekemezler. Biri okur, yükselir, biri ça­lışır zengin olur. Bunların dışında kalan amcazadeler, şayet böyle bir ga­yeye varamazsa, hemen işi küçümsemeye başlarlar. Aslına bakılacak olur­sa bu bir küçümsemeden ziyade bir hasettir. Şayet yükselen tarafta geri­de kalanları hiç umursamaz, gerekli ziyaret ve yardımda bulunmazsa, uçu­rum fazlalaşır:

Bu durum karşısında anlayışlı tarafın takip edeceği bir durum vardır:

Hemen bir eziklik içinde bulunan tarafa gidip:

"Sayın Amcazadem! Biz aynı havanın içinde nefes almış, büyümüş, yatmış ve o derece kenetlenmiş bir aileyiz. Derdiniz derdimizdir, sevinciniz sevincîmizdîr. Mevkî ve zenginlik bizi birbirimizden ayıramaz. Evimizin kapısı size ardı­na kadar açıktır. Biz sizinle varız. Mutluluğunuz bize mutluluk verecektir. Bizim bu taşıdığımız duygular bütün sıcaklığıyla çocuklarımıza da geçecek ve onlar da yakınlık bağlarının en kopmaz halkalarını birbirlerine bağlaya­caklar."

Bu kabil sözlerle onların gönüllerini şenlendirmekle yetinmeyip, karşı­lıklı ziyafeti ihmal etmemeli uzakta bulunuyorsa muhavereyi kesmemeye gayret göstermelidir.

 

Tedavi Yolu

 

Hased kalbin bir hastalığıdır. Tedavisi:

İlim, amel ve güzel ahlâktır. Gerçeği bilmeyi gaye gütmüş bir ilim anlayışıyle hareket eden bir insan, hasedin bir kazanç temin etmediğini, üstelik zararlı olduğunu anlayacak el­deki ni'meti çekememektense, desteklemenin daha yararlı olduğu sonu­cuna varacaktır.

İç hayatında kimseye herhangi bir ziyan vermeden ve üstelik kim­senin malına göz dikmeden hareket edildiği takdirde karşı tarafın niyyetleri doğru da olmasa zamanla bununla telâfi edileceği şüphesizdir.

Hasedin iki türlü zararı vardır:

I- Dünya işlerine.

II- Din hayatına.

I- Hased edenin içi bu dertten kavrulur. Bir türlü karşı tarafın yıkılmasından dolayı azaplar çeker. Onun üstünde gördüğü her ni'metten bu azabı bir kat daha artar. Dolayısiyle bütün duygu ve akıl gücünü bu hasta­lık sarar. Gündüz gezerken gece uyurken hased ettiği kimsenin hayat­ta aldığı yolu düşünerek kendisini harap eder, belki de bu durum onu en umulmadık bir fiile başvurmasına sebep olur.

II-  İslâm'ın ölçüsüne göre Allah bir kulunu yüceltmek istemedikten sonra yücelmesi imkânsızdır. Bu bakımdan Allah'ın verdiği ni'mete sahip olan kimseye hased etmek, Allah'ın adaletini hoş görmemek demektir.

Müslüman kimseye içerlemeden ve kimseye hased beslemeden sahip olduğu değerle başbaşa kalıp kimseye hased etmemeli, çalışmalı, çalışır­ken de kendisini harap etmemelidir. Kulda sorulacak tek şey çalışıp çalışmadığı husustur, yoksa çalışmanın semeresi olan kazanç değildir.

Zararı:

Esasen kalbine hasedi sokan kimse bunu icraata sokmazsa karşıda' kine bir zararı olmaz. Hz. Peygamber:

"Her insanda hased vardır. Fakat bir kısmınınki diğerlerinden daha çoktur. Hased eden kimse bunu di­liyle konuşmaz yahut eliyle yapmazsa zarar vermez" [615]

Hased, iyiliğin yok olmasına da sebeptir:

İnsanlar, birbirlerine iyilik yağdırmakla yardımlaşırlar. Fakat bu iyilik yollarını tıkayan bazı faktörler var ki bunlardan biri de hasettir. Hz. Peygamber:

"İnsanlar birbirlerine ha­sed etmedikleri müddetçe hayır devam eder[616],

"Allah'ım hased ede­nin hasedinden sana sığınırım[617]

Sülüs celisi  zerendud yazı (1903) (Topkapı Sarayı yazı salonundan)

 

6- MÜSTAKİL KONULAR

 

 

Va'd

 

Dilde söz vermek manasınadır. Cenâb-ı Allah "Akidllerî yerine getirin[618] buyurmuştur. Yüce peygamber:

"Va'd bir atiyyedir[619],

"Bir borç gibi yahut ondan da üstündür[620] buyurmuşlardır. Va'dında duran peygamber İsmail'i (s.a.v.) Hz. Allah Kibati'nda:

"Va'dında duran[621] şeklinde nitelemektedir. Va'dın çeşitli durumları Kur'an-ı Kerîm'de şöyledir:

 

Allah'ın Va'di

 

Hz. Allah inanan ve doğru işler yapanlar için bağışlama ve büyük bir mükâfat vereceğini va'dederken [622] zalimlerin [623] ve şeytanın ancak gurur va'dettiğini bildirmektedir. Halbuki Allah'ın va'dinde hak olduğunu [624], fakat çoklarının bilmediklerini [625] Allah'ın va'dına mualefet etmeyeceğini [626] bildirmiştir. Abdullah b. Ebî el-Hensa, peygamberliğinden önce Hz. Peygamber'e bir şey satar, onu bulunduğu yere getireceğini va'deder. Fa­kat unutur.  Üç gün sonra aklına gelir. Gittiğinde yerinde bulur. [627]

Va'd fertler ve devletler arası olmak üzere iki türlüdür.

  1. a)Fertler arasında: Günlük münasebetlerde karşılaşan fertler çeşitli durumlar için va'dleşirler.
  2. b)Devletler arası: Çeşitli konularda eşit güce sahip olan devletle­rin birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerdir.   Çoğu anlarda yapılan sözleşme­ler unutulur. Bunun doğurduğu sonuç ise haliyle savaş olur. Kur'an bu hususta   müslümanların dikkatini çekiyor. Bu noktayı şöyle belirtiyor:

"Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin, Allah'ı kendinize kefil olarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bi­lir. Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yemin­leri bozarak, ipliğini iyice eğirip kullandıktan sonra bozan kadın gibi ol­mayın[628]

 

Yalancı Va'd

 

Verdiği söze muhalefet etmektir. Bu karşılıklı itimadın sarsılmasına sebep olur. Yüce Peygamber:

"Sözünü yerine getirmeyenin münafık olduğunu belirtmesi[629] bu işin kötülüğünü belirtmesi bakımından yeterlidir. Kişinin yapamiyacağına söz vermesi:

I- Kişinin kendi hakkındaki beslenen itimadı sarsar.

II- Karşı tarafı boş ümide kaptırmasına sebep olur.

Her türlü ihtimali düşünerek olduk olmadık şeylere söz vermemeli, gü­cünün erişeceğini va'detmeli, hattâ "elimden geleni yapmaya çalışacağım" diyerek sonuç hakkında kesin konuşmamalıdır.

 

Övgü

 

Birinin yerilmesi yasak olduğu gibi olmadık sıfatlarla övülmesi de ya­saktır. İlk müslümanlar buna çok dikkat etmişler, başlarında bulunanlara ya adlarıyla veya ünvanlarıyla hitap ederlerdi. Daha sonraları İslâmî ruh zayıflayınca mevkî sahibi kimselere lâyık olsun veya olmasın adının yanı ba­şına upuzun övgü zinciri eklediler. Övücünün bu durumla karşılaştığı hu­susları şöylece sıralayabiliriz:

1- Aşırıya giderek yasaklanmış yalana uzanmak mecburiyetinde kalır,

2- İçten sevmemesine rağmen dıştan bunun aksini yapan sevgisini göstermek için olmadık fısatıarla onu överse iki yüzlülük yapmış ve

3- Gerçek dışı bir şeyi söylemiş olur. Biri Hz. Peygamber'in yanın­da bir adamı övünce Hz. Peygamber

"Yazıklar olsun sana, arkadaşının boy­nunu kestin. Onu işitseydi kendini kurtaramazdı" sonra "biriniz bir kardeşini övmeye kalkışsa filân kimse çok yetkilidir desin[630] buyurur. Son­ra, rast gelesiye birini övmek doğru değildir. Hz. Peygamber bir adamın birini övdüğünü duyar ve:

"Onunla yolculuk yaptın mı?"

"Hayır."

"Alış veriş ve muamelede onunla beraber oldun mu?"

"Hayır."

"Sabah akşam onun komşusu musun?"

"Hayır."

"Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, senin o adamı tanıdığın görüşünde değilim[631]  der.

4- Öven övüleni ister zalim veya fasik olsun sevindirmiş olur. Bu da uygun değildir. Hz. Peygamber bir fasik övüldüğü zaman "Cenâb-ı Allah kızar[632] buyuruyor.

Böylece öven, iyi yolda olmayan bozguncu ve fasik kimseyi yolunda yürümesi için yardım etmiş ve onu öven sözleriyle desteklemiş olur. He­sapsız haksız muamele yaparken karşı tarafta bir karşı koyma ile karşılaş­maz, bilâkis tasvip edildi anlayışını doğuran övgü ile karşılaşırsa zulmünü daha çok arttıracak ve kendini daha güçlü hissedecektir. Çoğu diktatörle­rin etraflarında bulunan dalkavuklar onların zulüm üstünde saltanatlı tavır yaşatmaya alkış tutmuşlardır. Bunların zulmü, etrafındakiler tarafından perdelenmiştir. Tarihte görüle gelen diktatörler vardır. Fakat bunlar dış gö­rünüşte kendilerini gösterenlerdir. Asıl diktatörler bunları dürtmüş ve hatalarını bile rahmet şeklinde yorumlamış meddahlardır, görünürdekiler uy­gulayıcıdırlar, arkadakiler bu hareketin kaynağıdır.

İslâm bunun karşısındadır. O herne olursa olsun hakkın söylenmesi­ni, kişiye beşerî sıfatların dışında bir üstünlük verdirilmemesîni isteyen bir dindir. O'nun adına bu noktada hesapsız suçlar işlenmiş olabilir. Ama ö ne bunların destekleyicisi ve ne de yanlarındadır, insanlık za'fı kendisine bir isnat noktası aramış bula bula her müslümanın prensiplerine saygı ile bağlandığı İslâm-i bulmuştur. Ama bu İslâm'ın za'fi değil onun gölgesin­de insanlık dışı oyunlarını oynamak isteyenlerin bir za'fidır.

 

Övülenin Zararı

 

Öven hatâ içine düştüğü gibi bunca ifadelerine kanan övülen de zara­ra girer.

1- Kişiyi yok eden iki unsur olan böbürlenme ve beğenme onda meydana gelir. Şayet övme bu iki sıfattan uzak bir noktada olursa bir za­rarı yoktur. Meselâ:

Hz. Peygamber sahabeleri övmüş ve şöyle buyurmuş­tur:

"Ebû Bekr'in îmanı bütün insanların inancıyla ölçülse onunki elbette tercih edilir" Ben'den sonra Nebî olsaydı elbette Ömer b. Hattap olurdu[633] O en üstündü. Bir tevazu eseri olarak iki sadık arkadaşını böyle öv­müştür. Nitekim Hz. Allah Kur"an-ı Kerîm'de insanlık uğruna çalışmış pey­gamberleri çeşitli sıfatlarla övmüştür. Yüce Resul de kendisi hakkında "Ben Âdem oğlunun efendîsîyîm, bunda bir övülme yoktur" [634] Yâni in­sanların kendilerini övmeleri şeklinde söylemiyor, zaten o Âdem oğlu için değil Allah'a yakınlığıyla ona itaatla iftihar ediyordu. Ona bağlı olanlar da sahip oldukları maddî bir meziyetle iftihar etmezler. Yaptıkları hayırlı iş­lerle sevinir ve kendilerine bu kabil hayırlı işler yapma fırsatını Cenâb-ı Allah verdiği için şükrederler.

Hz. Peygamber'e sen "bizim seyyidimizsin" denilince, "birbirinize söy­lediğiniz gibi söylelyiniz..." yâni "Beni Allah'ın kitabında isimlendirdiği gi­bi Nebî ve Resul olarak çağırınız, başkanlarınızı ve büyüklerinizi çağırdı­ğınız gibi çağırmayınız ve beni onlardan saymayınız. Zira ben onlardan bî­ri değilim"[635]

Biri peygamber'e gelir:

"Allah'ın Resulü! İyi isem iyiliğimi, kötü isem kötülüğümü nasıl bi­lebilirim? diye sorunca, O:

"Şayet komşun sen iyisin derse iyisin, kötüsün derse kötüsün[636], buyurur.

 

Övülen Ne Yapmalıdır?

 

Zayıf karekterli insanlar karşıdakilerden herhangi bir şey koparabil­mek ümidiyle onu övmeye kalkışırlar. İşte böyle bir durumda katiyyen övene önem vermemeli asla böbürlenip büyüklenmemeli, insan kendini karşidakinden daha iyi tanır. O ne kadar övse de övdüğü kimsenin iç dün­yasından, karekterinden habersizdir. O yalnız dış görünüşteki bazı durum­lara bakarak tasvirini yapıyor. İçine kadar nüfuz etmesine imkân yoktur. Bu sebepten öven istediği kadar bazı yaldızlı kelimelerle karşıdakini olmadık sıfatlarla boyasın, aldanmadan ve önem vermeden kendini yoklamak gerekir.

Öven övülen tarafından taltif edilince, aynı günah içinde yürümeye de­vam edecektir. Bu sebepten Yüce Resul: "Övenlerin yüzlerine toprak sa­çın[637] buyurmak suretiyle bunlara pek meydan vermemeyi istemekte­dirler. Süfyan b, Uyeyne:

"Kendini bilene övgü zarar vermez. Salih kim­selerden birini övdüm. O bunun üzerine şöyle dedi. 'Allah'ım ! Bunlar be­ni bilmezler, fakat sen biliyorsun". Biri Hz. Ali'yi övünce şöyle dedi:

"Al­lah'ım! Onların bilmedikleri hususlardan beni bağışla, dedikleri şeyler­den dolayı beni sorguya çekme ve zannettikleri gibi beni hayırlı yap". [638] Yazıyla yapılan övmelerde tıpkı dildeki gibidir. Bunun içinde aynı hususları mütalâa etmek kabildir. Çünkü yazı bir nevî dilin satırlardaki görünüşüdür.

 

Yemin

 

Kelime olarak, sağ el, kuvvet ve bir de bilinen yemin etme manasına­dır. [639] Asıl deyim olarak doğru söylediğine muhatabını inandırmak istemek, yahut bir şeyi yapmağa veya yapmamaya kendini veya başkasını gayrete getirmek istemektir [640], Bazı durumlar meydana çıkar ki böyle zamanlar­da meselâ masum bir insanı kurtarmak için yapmak vacib, işlenmesi haram olanı yapmak yahut kendisine yemin yapılmayan bir şeye yemin etmek gi­bi hususlarda haram olur. [641]

Esasen burada yeminin İslâm hukuku yönünden arzettiği hususlar işlenmiyecek zira "Yemin" hukukta ayrı bir bölümdür. Daha çok, günlük münasebetlerde yemin yaparken dikkat edilecek hususlar ve mes'elenin adap ciheti verilecektir. [642]

Hanefî mezhebine göre yemin üç türlüdür.

1- Yemîn-i Gamus: Bile bile yalan yere Allah üzerine yapılan ye­mindir. Gamus: daldıran manasınadır. Bu yemin sahibini günaha ve onun neticesi olan cehenneme sokacağı için bu isim verilmiştir. [643] Bunun baş­ka adları daha vardır. Hanefî mezhebince yeminin bu çeşidi için keffaret yoktur. Çünkü bu yeminin günahı keffaretle affolunmaz. Ancak tevbe ve istiğfarla affolur. Böyle bir yeminle kul hakkı alınmışsa onun geri veril­mesi lâzımdır. [644]  Bu yemin çoğunlukla geçmiş fiil sîgasıyla yapılır.

Meselâ: Birini dövdüğü halde "Vallahi ben dövmedim" borç vermeden "ben size şu kadar para vallahi borç verdim" şeklindedir. Ortada gerçek dışı bir iftira ve inkâr, bunun yanısıra Allah'ın adını böyle yolda kullanmak. İşte haksızca bir fiili Allah üzerine yemin ederek işlemek isteyeni Hazret-i Peygamber şöyle uyarıyor:

  1. a)Beş büyük günah var ki; haklarında keffaret yoktur. Allah'a ortak koşmak, anne babaya isyan etmek, müslüman'a iftira atmak, harpten kaç­mak ve yemin-i gamus  (yalan yere yemin)[645]

Dikkat edilecek olursa her biri içtimaî huzuru bozacak seviyede suç­lardır. Bu durumun ticarî hayatta en fazla olduğu bir gerçek. Müslüman basit menfaatlardan dolayı böyle günahlı bîr yemine yönelmemeli ve Haz­ret-i Peygamber'in şu hadisini unutmamalıdır.

  1. b)Üç (şahıs vardır ki;) Allah kıyamet gününde onlara iltifat etmez, onları temize çıkarmaz, onlar için ağrıtıp inleten müthiş bir azab vardır:

Birincisi: Yol üstünde ihtiyacından fazla suyu bulunup onu yolcular­dan esirgeyen.

İkincisi: Yalnız dünyalık için devlet reisiyle andlaşıp da dünyalık ve­rince hoşlanan, vermezse kızan,

Üçüncüsü: Malını ikindiden sonra (pazara) çıkarır ve "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki; bu mala ben, emin ol, kesin olarak şöyle şöyle para verdim" der. Müşteri de onu kabul eder (ek o fiatla malını alır) [646]

2- Yemin-î  Lağv: Bir şeyin doğru  olduğunu  sanarak yemin edip sonra aksi ortaya çıkan yemindir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah kulu sorgu­ya çekmez.

"Allah sizi rasgele yeminlerinizden dolayı, değil, bile bile et­tiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar[647]

Safîlere göre ise yemin-i lağv konuşma esnasında hiç yemin etme ga­yesi yokken ağızdan çıkan yemindir. [648] Ne olursa olsun bundan da sa­kınmak gerekir.

3- Yemin-i münakide: İleride bir işi yapmak veya yapmamak için yapılan yemindir. Şayet iyi bir şey yapmak için yemin ederse bunu ye­rine getirmesi, kötü bir iş işlemek için yemin ederse bu yemini bozması lâzımdır.   Meselâ: İbadet yapmak için yemin eden bu yemini yerine getir­melidir. Fakat içki içmek için biri yemin ederse bu yemini bozmalıdır. Boz­masından dolayı kendisine bir şey gerekmez, üstelik sevap elde eder.

Şaka yerine yemin yapılmamalı. Zira bunun şakası da ciddidir.

 

Yemin Ne Üzerine Yapılır

 

Yemin Allah ve O'nun sıfatları üzerine yapılır: Başkası üzerine ya­pılmaz: Hazret-i Peygamber:

1- "Dikkat edin! Allah sizi babalarınıza yemin etmekten menetti. Bu bakımdan kim yemin ederse Allah'a yemin etsin veya sussun[649]

2- "Babalarınıza, annelerinize ve putlara yemin etmeyin; Ancak Al­lah'a yemin ediniz. Allah'a da ancak doğru söylediğiniz zaman yemin edi­niz[650]

3 - "Aziz ve Celil olan Allah sizleri babalarınızla yemin etmenizden nehy eder." [651]

4- "Sizden her kim yemin eder de Lât hakkı için derse (bunun kef-fareti olmak üzere) hemen Lâ ilahe illallah desin ." [652]

Bu hadisler de gösteriyor ki; yemin mutlaka Cenâb-ı Allah'a yapılma­lıdır. Bunun hikmeti şudur: yemin, kendisi ile yemin edilen varlığın ta­zimini gerektirdiğindendir. Halbuki azametin hakikati Yüce Allah'a mah­sustur.   Binaenaleyh hiç bir varlık yemin ile de ona benzetilemez. [653]

İyisini görünce yeminden dönme:

Bir şeyin yapılmaması v.s. gibi hususlarda yemin eden kimse bu ye­minden daha hayırlısını görürse dönmeli ve sonunda keffaretini vermelidir. Bu hususta Hazret-i Peygamberin sözü şudur:

"Ben yemin ettim, vallahi inşallah ben bir şey üzerine yemin eder de müteakiben yemin edilen şeyin başkasını yemin edilenden daha hayırlı görürsem (o yemine bağlı kalmayıp) muhakkak o daha hayırlı olduğuna kanaat ettiğim şeyi yaparım. Ve ben onu bir keffaretîe helâlda kıldım[654]

 

Yeminin Kefareti

 

Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:

"Allah size rasgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz ye­minlerden ötürü hesap sorar. Yeminin keffareti ailenize yedirdiğinizin or­talamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir[655]

Görülüyor ki İslâm bunda bile cemiyete uzanmaktan geri kalmamış.

 

Musikî

 

Herşeyin ifratı İslâm'da yasaklanmıştır. Şayet bu durum behimî duy­guları kamçılayan, ruhlara hitap etmekten ziyade arzuların kamçılanmasına destek oluyorsa benimsenmemiştir. İslâm insan yapısının musikîye olan uzanışını gözden uzak bulundurmamış, bunu yepyeni bir ahenk içine yö­neltmiştir. Müslümanların seslerini Kur'an-ı Kerîm ve onun istikâmetinde olan eserlere bırakarak, ruhlarda nasıl eşsiz bir ahenk dokudukları bilinen bir husustur. Hz. Peygamber "sesinizin güzelliğiyle Kur'an-ı süsleyiniz" diyerek Kur'an'ın güzelliğine sesin ilâvede bulunacağını kesin bir surette ifade ediyor ve bunu Hz. Davud'a isnad edilen musikî ile mukayese ediyor [656] Mızrakla oynayan zencileri hanımı Hz. Âişe'yi götürerek göstermiş [657] ve seyrettirmiştir. Askerî musikîde yasak edilmemiştir. [658]

Anlatıldığına göre Hz. Peygamber İbni Mesud'a "Bana Kur'an-ı oku" deyince o sana "Kur'an geldiği halde ben sana Kur'an okuyacağım, nasıl olur?" cevabını verir. Hz. Peygamber ise "Ben onu başkasından dinle­meyi seviyorum" [659] buyurur.

Bütün bunlar gösteriyor ki; güzel olan bir şi'ri güzel bir şekilde ses­lendirmek ne haram ve ne de mekruh olmadığı aksine müstehap olduğu ortaya çıkmış oluyor. [660]

Defle şarkı söylemek bayram, evlilik, gurbette olanın gelişi gibi sevinç anlarında çalmaya izin vardır. Hz. Peygamber, Medine'ye gelirken Medîneliler O'nun gelişini defli ve sözlü karşılamışlardır.

 

Musikî Üç Türlüdür

 

I- Aletsiz olanı. Kötü ifadelere yer vermediği, fesada götürmediği takdirde mubah olduğuna, sehabe, tabiin Ebû Hanîfe, Şafiî Ahmet ve di­ğerleri gibi müctehidler bildirmişlerdir. Bu Hanefî olan "Nihaye" sahibi, "Hidaye" şehrinde nakletmiştir. [661]

II- İnsan yalnızlık anlarında, bu yalnızlığı gidermek için şarkı söy­lemede bir sakınca yoktur. Bunu Serahsî bildirmiştir. Fakat böyle bîr durumda da yine edebe sığmıyan ifadelere yer vermesi doğru değildir ve mekruhtur.    Bir kısım bilginler de şarkı söylemeyi mubah ve müstehap olarak ikiye taksim etmişlerdir.

Düğün ve buna benzer sevinç günlerindeki müzik müstehap, bunla­rın dışında kalan mubahtır. İmam Yûsuf'a evlenme esnasında çalınan çal­gının mubah olup olmadığı sorulunca O "Onun kötü bir oyun olduğu hu­susunda bir haber gelmemiştir" [662]  cevabını verir.

 

Günün Musikîsi

 

Asrımız musikîsi san'at kokusu taşımıyor. Bir krizin ifadesini yansıtı­yor. İnsan karakterine yakışmıyacak sözlerin bir anda dilde taşırıldığı, ağ­za alınması mutad olmayan ahlâk dışı ifadelerin hiç çekinmeden şarkılar­la duyrulduğu ve üstelik alkış topladığı görülmüştür. Şarkıdaki sözlere eğilen dinleyici pek azdır. Bunlar neyi hazırlıyor:

I- Yalancılığı.

II- Ahlâk dışı deyimlerin tabiî bir hal almasını.

III- Haya perdesinin sıyrılmasını.

IV - San'at zevkinin öldürülmesini.

V - Behimî duyguların kamçılanmasını.

VI- Emek vermeden hasta ruhları dinlendirdiği için, parazitçe geçinmeyi... v.s.

İslâm edebi: duygu terbiyesini, kalp saffetini taşımadığı, tamamen materyalist bir zevk köleliği meydana getirip ve insan yapısından uzaklaş­tırdığı için bu kabil musikî anlayışına karşıdır.

Bunun karşısına çıkması estetiğe yer vermediği şeklinde yorumlanma­malı. Aksine sırf estetik ve duygu huzurunu istediği için bunun karşısına çıkıyor. "Allah güzeldir ve güzelliği sever" sözü, İslâm Peygamberinindir. İslâm adabı her faydasız olan şeyin karşısında olduğu gibi, sözlerinde bir mâna taşımayan üstelik hayâsızlığı alkışlayan nağmelerin de karşısındadır. Böylece açıklanması haya dışı kabul edilmiş sözlerin şarkı ve türkü şeklinde terenümü de mahzurludur. Bu bakımdan İslâm, ahlâk dışı olma­yan sözlerin müzik halindeki ifadesine karşı durmaz.

 

7- EĞİTİM VE ÖĞRETİM

 

"İnsan; duyguları, hareketleri ve yaşaması için gıda ve kendisini korumak için sığınaklar araması bakımından hay­vandan farksızdır; insan, ancak kendisine geçinme ve ka­zanç yollarını gösteren fikir ve düşüncesiyle, kendi cinsin­den olan diğer fertlerle bir araya toplanarak geçinme vası­taları gibi hususlarda birbiriyle yardımlaşmasıyla, bu yar­dımlaşmanın bir sonucu olarak cemiyetler halinde yaşamasiyle, Tanrı elçilerine Tanrı tarafından indirilen hüküm ve buyrukları kabul edip, şeriat hükümleri ile iş görmesi ve âhireti için faydalı olan kaidelere riâyet etmesiyle diğer hay­vanlardan ayrılır. İnsan her vakit bunların her bîrini düşü­nür. Bunları düşünmekten hiçbir vakit usanmaz ve yorul­maz, göz açıp kapayacak kadar kısa bir müddet içinde dahi bunları düşünmekten hali kalmaz. Fikrin intikal ve kapıp al­ması, gözlerin açılıp kapanması arasında geçen zamanlar­dan daha çabuktur. İşte insanın bu fikir ve düşüncesi ilim ve bilgilerin ve yukarda anlattığımız san'atların kaynağıdır" [663]

 

Eğitim Ve Öğretim 

 

Genel Teşvikler

 

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" [664]

Cenâb-ı Hakkın Kur'an-ı Kerîm'de kendi sıfatlarından bahsederken, çok bilen anlamına gelen "âlim" kelimesini birçok yerde ifade buyurur. Bu sı­fatın yanısıra "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" [665]

"İlimde derinleşmiş olanlar, Ona inandık, hepsi Rabbimîzin kalında­dır" derler [666]

"Biz bu misâlleri insanlara veriyoruz. Onları ancak bilenler anlayabi­lir[667]

Bu üç âyet genel olarak şu hususu açıklığa kavuşturuyor:

a- Bilenin seviyesi yücedir.

b- Kur'an hikmetlerini ve onda yer almış ifadeleri, yalnız ilimde derinleşmiş kimseler bilir.

c- Herşeyi herkes anlayamaz. Bilgisiz kalmış kimselerin anlama gücü zayıftır. Anlayan, bilenlerdir.

Bilginin derecesini bu kadar açık ifade eden âyetlerin yanısıra Hz. Peygamber de bunun önemini belirtmiştir.

1- İlim tahsili için yola koyulana, Allah ona cennet yolunu kolaylaş­tırır [668]   Melekler de ilmi arayan kimseye ikram için kanatlarını yayarlar. Göklerdeki ve yerdeki her şey hattâ denizdeki balıklar bile bağışlanmasını isterler. Bilginin ibadet edene üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstün­lüğü gibidir. Bilginler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne bir dinar ve ne de bîr dirhem miras bırakmazlar. Onlar ancak ilmi bırakırlar. Onu elde eden, yüksek bir paye edinir. [669]

2- Hikmet mu'minin kaybolmuşmalıdır. Nerde bulursa onu alma­ya o başkasından daha lâyıktır.  [670]

3- Âlîmin ibadetle meşgul olana üstünlüğü, benim sizin en aşağı­nıza olan üstünlüğüm gibidir. [671]

Bu hususta daha birçok hadisler vardır. Dileyen bunu hadis kitap­larının "Kitab'ürüm" bölümüne baksınlar. Yalnız önemli bir nokta daha var. Hz. Peygamber, ilmin belirli bir zümrenin inhisarı altında kalmasını istememiş, bilenin mutlaka diğerlerine bildirmek ve öğretmekle memur ol­duğunu da belirtmiştir. Zaten yaygın bir öğrenimin olması bununla kaim­dir. Bir eğitim seferberliğinin olması, belirli grupları eğitmek şeklinde düşünülürse, randıman sağlanamayacağı bazı denemeler göstermiştir. Fa­kat bilenin hem bildiğini bildirmekle yükümlü olduğu anlayışına sahip ol­ması sonucunda toplumun kendi içinde bir iç eğitim sağladığı görülür. Ge­rek Kur'an-ı Kerîm'in ve gerekse sünnetin hep istediği eğitim tarzı bu­dur. Bilmi bazı genel formülleri ezberlemek şeklînde değil de, kişinin hayata, işe ve topluma intibakına yardımcı olacak şeklinde düşünüldüğü takdirde, bu noktada her toplumda bilenin, ilgili bilgiden yoksun olanı eğitmesi bir sosyal eğitimi doğurtur. İslâm bunun yaygın olmasını istemiş, müslümanı bildiğini bildirmekle memur etmiştir. Hz. Peygamber'in bu husustaki tavsiyeleri şöyledir:

1- Burada olanlar olmayanlara bildirsinler. Belki de burada olanın anlattığını işiten kimse daha iyi kavrayabilir.[672]

2- İlmî bir mes'eleden kendisine sorulup da, bunu gizleyen kimse­ye Allah kıyamet gününde ateşten bir gem takar.[673]

Bilgi olgunluğa erdirir, yanlışları gösterir. İnsan belki de çeşitli im­kânsızlıklar içinde bu değerden yoksun olmuş olabilir. Belki de saptığının farkında değildir. Bunun için İslâm insanları doğruluğa erdirmeyi müslümandan istemektedir. Hz. Peygamber, "Allah'ın senin hidâyetinle, bir ada­mı doğruluğa erdirmen, senin için kırmızı develerden" [674]  daha hayırlıdır[675]

 

İlkokul

 

Şüphesiz Hz. Peygamber, okuma yazması hemen hemen olmayan bir millete gelmiş. [676] Medîne'ye göçünce uygun bir arsada yaptığı cami­nin bir yanını eğitim için ayırmıştır. Buna tarihte"Soffa Ehli" denir. Bu­rada bizzat kendileri ders verdiği gibi, başkalarını da görevlendirirdi. Oku­ma ve yazmaya, o kadar önem verir ki, Bedir savaşında esir düşenlerin kurtuluşları için 4000 dirhem kurtuluş fidyesi takdir edildiği halde, bunlar içinde on tane müslümana okuma öğretenin serbest bırakılacakları bildi­rilmişti''. [677] Bu hâdise öğretimde bir gayr-i müslimin de kullanılacağını göstermektedir. İlk kuruluş örneği "Soffa Okulu" olan İslâmî okullar za­manla gelişti. Fakat cami, okul, yurt şeklinde kuruluşunu oturtan bu plân­lar bozulmadı, son kalıntılarını çeşitli İslâm ülkelerinde görülebileceği gibi, Anadolu'da bunun yaygın örneğini görmek kabildir. [678] İlk tahsil progra­mı da önemlidir.

Hz. Peygamber öğrenilmesi gereken bazı hususları "şu, şu sahabeden" öğrenilmesini istediği anlatılmaktadır. Bu bir bakıma ihtisasa kaymanın zaruretini gösterir[679]

Durum ne olursa olsun İslâm'ın ilk devrelerinde eğitime yöneltilmiş yoğun bir gayret müşahede edilmektedir. Şayet okutma, öğrenme ve mü­esseseleri kurmaya bu kadar önem verilmeseydi dinin içinde bulunan ahlâkî ve hukukî (aile, miras, ceza v.s.) mevzuat öğrenilmezdi. Calib-i dikkat önemli bir hususta hukukî mevzuatın yalnız bazı otoriteler tarafından bilin­memesi, her ferdin hukukî kuralla, içice girmiş ve hukukla yaşar hale gel­miş olmasıdır. Eğer genel mevzuatın öğretilmesi fazlasıyla tavsiye edil­meseydi bu sonuç hasıl olmayacaktı.

 

Bu Eğitimin Genel Karakteri

 

I- Görülen ve görülmeyen her şeyi yoktan var eden bir Allah'ın olduğunu, O'nun gözlerle müşahede edilmeye, fakat aslında var olan var­lıkları yarattığı her devirde bir yol gösterici peygamberin gönderildiğini.

II- Kâinatın bir kurulu ölçü ve plân içinde hareket ettiğini bu değiş­mez düzenin korucusunun Allah olduğunu.

III- İsanların hareketlerinden sorumlu olduğunu, burada yaptıklarını adaletin tecellî edeceği bir âhiret gününde göreceklerini.

IV- İyi işlerin kurtarıcı olduğunu.

V- Taşkın bir merhamet anlayışı [680], (kendisinden başlıyarak, ya­kından uzağa ve bütün insanlığı içine alacak) daha çok kabul ettirmeye ça­lışmıştır.

Değişik ilim dalları hakkında Kur'an'ın ve hadisin gösterdiği bilgiler­de sırf bu ilimlerin genel prensiplerini öğretmek olmayıp, ilâhî kudret ve düzenin büyüklüğüne dikkati çekmiştir. Ama bunu bir ışık bilip arkasın­dan o ilim etrafında derinleşmekte onun gayesi dışında değildir. Zaten ona göre Mim ilâhî kudrete adım adım yaklaştıran bir vasıtadır. "Dîn fik­ri, yaratılıştan olduğu, yetiştirici olan Allah'ta, Rahman ve Rahîm sen in­ce kavrayışla yargılayıcı, kayırıcı) bulunduğu için ilâhî yetiştirmeye daya­nan esas, iyimserliktir, merhamettir, şefkattir. İnsanın insanı sevmesi ve saymasıdır. Allah korkusu da Allah'ın rızasına uymaktan duyulan kaygı­dır.

İslâm dininde ve eğitiminde ülkü, mutlak hakikate, mutlak adalete, mut­lak iyiliğe ve mutluluğa erişmek, Allah'a dönmektir. Âhiret hayatı da işte bu dönüştür. Ülkü hayatının başlangıcı bu dünyadadır" [681]

Hülâsa, Hz. Peygamber'e gelinceye kadar, bir çok kimselerin kafasında meydana gelen hâdiseleri, ayrı bir işin yapıcısı olan kuvvetlere (tanrı­lara) atfetme, İslâm yönünden zihinlerden silinmeye başlamış, âyetler iş­lenen hususun gerçekliğini ortaya koyduktan sonra, bunu Allah'ın kudreti­nin bir neticesi olduğunu belirterek yapan ve yürütenin Allah olduğunu in­sanların zihinlerine yerleştirmeye çalışmıştır, işte bu husus onun eğiti­minde göz önünde tuttuğu en önemli bir konudur.

 

Eğiticinin Takip Edeceği Yol

 

Eğitimde, rol oynayan iki kimsedir,

a- Öğreten,

b- Öğrenen.

Her devirde, öğreten ve öğrenen çıkmıştır. Bir bakıma öğreten ken­disine intikal eden bilgileri saklayıp başkasına (öğrenene) sunandır. Öğ­renen de bunu başkalarına aktararak, bilinen şeylerin her devir için bilin­mesini hazırlamış oluyor. Hz. Peygamber, herşeyden evvel bir eğitici­dir. Bizzat kendisi "Allah beni bir muallim olarak gönderdi" [682] buyuru­yor. Vakıa onun eğitim tarzı, bugünkü seviyeye göre programları ve ders­haneleri hazırlanmış bir eğitim tarzına benzemese de, toplum içinde bulu­nan her ferdi eğitmesi yönünden eğitim yönünden bir birlik arzetmektedir. Kendisinin yaptığı gibi öğretmenden temel esas istemiştir.

1- Bildiğini gizlememeli.

2- Bildiğiyle amel edip ve öğretmeli [683]

3- Öğretmenin Allah rızası için olmalıdır [684]

4- Anlayıncaya kadar tekrar etmek [685]

5- Yumuşak olmayı tercih etmeli.

6- Söylediğini önce kendisi yapmalıdır.

7- Bilgisine bakıp hayret etmemelidir, bu bir cehalet eseridir [686]

 

Öğrencinin Durumu

 

1- Allah için tahsil etmelidir [687]

2 - Bilgiçlik taslamak, şöhret kazanmak, insanların dikkatlerini kendi üzerine çekmek için yapmamalı [688]

3- Duyduklarını kaydetmeli [689]

4- Başka yerlere gitmekten çekinmemek [690]

5- Sesini hocasından fazla çıkartmamak, arkadaşlarıyla yaptığı gürültülü konuşma hocasiyla da aynen yapmamalı [691]

Bunun yanısıra İslâm terbiye (pedagoji)  kitapları öğretmen ve öğ­renci ilişkileri yönünden bazı hususlar daha almışlardır:

1- Öğretmen öğrencilerine şefkatli olmalı, onları kendi çocuklarının seviyesinde tutmalıdır. Hz Peygamber, "Benîm sîze karşı olan durumum, babanın çocuğuna karşı olan tutumu gibidir[692]  buyurur.  Bundaki ga­yesi, onları âhiret ateşinden kurtarması ve yollarını göstermesidir. Bu husus bir babanın çocuğunu dünya ateşinden kurtarmasından daha önem­lidir. [693]

2- Nasihati bırakmamak, buna modern eğitimde telkin denilir. Za­ten okutmanın gayesi onu insanlığın aradığı faziletle dolu hâle getirmek­tir. Öğretmen öğrencisinin her yönden iyi olarak hayata alıştırmakta, mü­nasebet düştükçe kabiliyetli şekilde hareket etmenin üstünlüğünden, mem­leketine karşı sadakatin öneminden bahsetmelidir [694]

3- İmkân nisbetinde onu kötü âdet ve yollardan uzaklaştırmalıdır.

4- Öğretmen bir diğer öğretmenin okuttuğu başka bir dersi çirkin göstermemeli. Bu, öğrencinin o dersten nefret etmesine sebep olur. [695]

5- Öğrencinin anlayacağı seviyeye inmek. Hz. Peygamber:

"Biz pey­gamberler camiası, insanların seviyesine inmemiz ve anlama gücüne gö­re, konuşmamızla emrolunduk." buyurur.  Bir öğretmen de peygamberin vârisi olduğuna göre seviyeye uyması gerekir.

6- Mütevazi olmalı [696], çekememezlikten sakınmalı. [697]

7- Açıktan ziyade ima yolu ile azarlamah, hakareti bir tarafa at­malı [698]

8- Bilgiyi elde etmenin kolay yollarını anlatmalı, güç noktalarını saklamalıdır [699] Hz. Peygamber: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmaymız, bildiriniz, nefret ettirmeyiniz" [700]  buyuruyor.

9- Oturuşu vakarlı olmalı [701]

10- Hafiflik göstermemeli.

11- Sorulan bir mes'eleyi bilmediği takdirde, "Bilmiyorum" demek­ten çekinmemeli [702]

12- Sorulan soruya lâyıkıyla eğilmeli.

13- Bir mes'elede aleyhine ikame olunan delil, gerçek ise kabulde tereddüt etmemeli.

14- Öğrenciye faydası olmayan bilgiden, öğrenciyi vazgeçirmeli [703]

15- Konuşması yerinde olmalı.

16- Fakirlere yaklaşmalı,

17- Her zaman öğrenme gayreti içinde bulunmalıdır [704]

 

Öğrencinin Genel Tutumu

 

Her öğrencinin ruhî yapısı ayni değildir. Bulunduğu ortamın öğrenci üzerine büyük tesirlerinin olması normaldir. Genel olarak aile içinde say­gılı olmaya alışmış öğrenci, okul içinde de kendi büyüklerine karşı aynı saygıyı takınacaktır. Ama her aile bu mutluluğu doğurtacak bünyeye sahip olamaz. Fakat okul daha gelişmiş ve geniş bir aile ocağıdır. Öğrenciler buraya ilk adımlarını attıkları zaman daha önceki yıllarda öğretmenle öğren­ci arasında gayet terbiye kurallarına uygun bir hava meydana getirilmişse yeni gelenler kendilerini buna göre düzene sokmak mecburiyetinde kala­bilirler. Bunun için İslâmî terbiye eserlerinde şu hususlar istenmiştir.

1- Öğrenci öğretmeninin huzuruna vardığında gayet saygılı bir şekil­de selâm vermeli.[705]

2- Çok konuşmaktan çekinmeli.

3- Öğretmen söze başlamadan veya kendisine konuşma izni verme­den söze başlamamalı.

4- Öğretmenden daha bilgiliymiş gibi bir tutum takınmamalı.

5- Huzurunda başını sağa sola döndürmemeli, dikkatlerini hocası­na yöneltmeli.

6- Öğretmenin konuşması sırasında, onun sözünü yahut sorusunu ağzından alırcasına sözünü kesmemeli.[706]

7- Bütün kötülüklerden ve pisliklerden kendisini uzaklaştırmalı. Zi­ra ilim kalbin ibadetidir. Sırrın namazı ve Allah'a manevî yönden yaklaş­maktır. Nasıl ki namaz kılmak için görünen ve görünmeyen (necis ve ha­dis) pisliklerden bedeni temizlemek gerekiyorsa ilim içinde bu şarttır. [707]

8- Dünya ile meşgul edecek bağları azaltmalı, aile ve bulunduğu yerden uzaklaşmalıdır. Çünkü ilgilenmek meşgul eder ve vakti geçirir. Halbuki "Allah insanın içine iki kalp koymamıştır[708]

9- Bilgisiyle gururlanmama'lı, öğretmene emredecek durum takınmamalıdır. Hastanın doktorun öğütünü dinlediği gibi onun tavsiyelerine kulak vermeli,

10- Öğretimin başında iken hangi konuda olursa olsun, insanlar ara­sındaki ihtilâfa dalmaktan çekinmelidir. Bu durum onun zihnini çeler, hay­retini arttırır, görüşünü saptırır, anlamasını kötüleştirîr.

11- Bilgi içinde değerli olan hiçbir ilim dalını geriye itmemeli, bunlar­dan her biri hakkında haberi olduktan sonra kendisine önemli olana eğil­meli.

12- Bir program dahilinde eğitimini sürdürmeli [709]

13- Hocasına duada bulunmalı.

14- Güzelce soru sormalı, soru;  öğrenmenin yarısı ve ilim hazine­sinin anahtarıdır.[710]

15- Zamanında eğitime başlamalıdır. Bu hususta Hz. Peygamber'e atfedilen bir hadis vardır:

"Küçüklükte öğrenen taş üstünde oyma gibidir. Büyüklükte görülen eğitim su üstüne yazı yazmak gibidir[711]

 

8- SELÂM VERME

 

1- Önemi

 

Beşerî münasebetlerin, normal şartlar içinde cereyan etmesi, insanlı­ğın, yahut belirli bir toprak sınırları içinde hayat yaşayanların, müşterek esaslar kabul etmelerine bağlıdır. Bu ortak noktalar, o toprak üzerinde yaşıyanların kaynaşmasını temin eden faktörler olur. İşte İslâm, müslümandan karşılaştığı kimse ile temas kurmadan önce onların, aralarındaki ortak mukaveleyi (Selamlaşmayı) yâdetmeye ve ondan sonra, aralarındaki münasebetleri sürdürmeyi ister. Şüphesiz bu münasebetleri sürdüren dil­dir. Dil bu anda insanın kalbinin en hassas noktalarına kadar inerek orayı fethe girişmesi, karşılaşan iki kimse arasındaki uzlaşma zeminini temin eder. Öyle ise selâm bir bakıma görüşmenin ve münasebetlerin ilk esa­sı, kalpleri açan bir anahtardır.

Birbirlerine karşı soğuk davranan kimselerin bu soğukluğu devam et­tirmeleri, daha çok yanyana gelip mes'eleyi tahlile yanaşmadıklarından ötürüdür. Selâm bu soğukluğu giderecek güçtedir. Çünkü "selâm" daha çok karşı parafın selâmet ve huzur içinde bir hayat sürdürmesini istemek gibi, karşı tarafın lehine yapılmış bîr temenninin ifadesidir. Bu temen­niyi yapan kimse demek oluyor ki: karşıdakinin zararını istemiyor üstelik onun mutluluğunu diliyor. O zaman muhatabının düşünce dünyasını bu te­mennide bulunana karşı iyi kararlar almaya sevkedecektir ki; zaman geç­meden iyi niyet ve iyi şey düşünme, müsbet bir netice doğuracaktır.

Kırgınlık,-daha çok dille, karşıdakini incitme hülâsa onun hayrını is­tememekten doğan kötü bir durumdur. Selâm hayrı istemektir, huzurlu hayat dilemektir. Bu dilekler karşı tarafın lehine tecelli edecek hâdiseler içindir. Öyle ise bunda bir menfaati kollama vardır. O halde birinin bu kadar menfaatini kollayana karşı lakayt kalması yaraşmaz.

Selâm veren içten bir İslâmî anlaşmaya girişmiş olur, yâni:

Kendisin­den onun malına-namusuna bir eziyeti olmayacağını kendi kendine söz ve­rerek [712] bu sözü iletmektir. Demek ki selâm, içten beslenen iyi niyyetin dille tevsiki mahiyetine geçiştir. Böyle bir teminatta bulunmuş kimsenin ahdini bozması, iki yüzlülük yapması ve hîyanete girişmesi uygun olmaz.

 

Kur'an-ı Kerîm'de "Selâm'ın" Çeşitli Kullanılışları

 

1- Nüzul bakımından en eski bir tarihçeye sahip olan Kadr sûresinde

"O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir selâmettir[713] ifadesi yer al­maktadır kî burada bu kelime hayır ve bereket anlamadır.[714]

2- Allah yoluna tutunmuş bilhassa Allah'a yönelmiş bir kalple âhirete gelen kimselerin cennete selâmetle  gireceklerini [715] belirtmektedir. Yâni bütün gam ve kederlerden, cennet ni'metinin sona ereceği korkusun­dan salim olarak.[716]

3- Daha çok selâmlama ifadesi olarak geçmektedir.

  1. a)Âhirette defteri sağdan verilenlere "Ey sağcılardan olan kişi sana selâm olsun"[717]  Böyle söylenmesi onun emniyette olduğunu be­lirtmek içindir. Öyle ise bu dünyada selâm verenler verdikleri kimsenin emniyet içinde olduğunu bizzat ifade etmişlerdir.

4- Allah; inananlar, Hz. Peygamber'e geldikleri zaman O'nun on­lara "Selâmünaleyküm" [718] = Selâm size olsun demelerini emreder.

5- Allah'ın seçtiği kullara selâm olsun. Bu seçkin kullarının kimler olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır:

  1. a)İbrahim'i dostluğa, Mûsâ ile konuşmakla, Hz. Muhammed'e Ceb­rail'i göndermekle.[719]
  2. b) Peygamber'in eshabıdır.
  3. c)Allah'ın birliğini kabul eden ve O'na inanan.

6- Selâm Allah'ın güzel isimlerinden biridir. [720] İbn-i Kuteybe: Yarattıklarında bulunan ayıp, noksan ve yok olma gibi şeylerden kendisinin uzak olduğunu bildirmek için bizzat kendisini "selâm olarak sıfatlandırmıştır" [721] der.

Selâm'ın İslâmî bir müessese oluşu ve bunu kullanmanın zarurî oldu­ğunu Kur'an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber işaret eder. Kur'an-ı Kerîm'in bu husustaki emri manidardır.

I- "Ey Muhammed, âyetlerimize inananlar sana gelince 'Size selâm olsun' de. Rabbiniz sizden kim bilmeyerek fenalık işler de arkasından tevbe eder ve nefsini düzeltirse ona rahmet etmeyi kendi  üzerine almış­tır." [722]

II- "Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere seslenip sahiplerine se­lâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin verilmedikçe içeri gir­meyiniz.    Size 'dönün' denince dönün, bu sizi daha temize çıkarır, Allah yaptıklarınızı bilir." [723]

Âyetin mânası her akl-ı selîm için ortadadır.

  1. a)Eve girmeden seslenilmeli
  2. b)Selâm verilmeli
  3. c) İzin alınmadan içeri girilmeyecek
  4. d)İçerde olduğu halde girilmesine müsaade edilmediği takdirde dö­nüp gitmek.

Böylece, meskenin dokunulmazlığı, taarruzdan masun olduğu âyetle belirtilmiş oluyor.

III- "Evlere girdiğiniz zaman, kendi adamlarınıza Allah katından be­reket, esenlik ve güzellik dileyerek selâm veriniz" [724]

Bu durum müslümanların günlük hayatında o kadar yer etmiştir ki on­lar Hz. Peygamber'e uyarak dualarında ve mektuplarında da "Selâm" ifa­desini kullanmışlardır. Hz. Peygamber zamanındaki müslümanlar buna çok dikkat etmişlerdir. Orve b. Mesud, İslâmiyet'i kabul edince hemşerileri olan Taiflileri İslâmiyet'e çağırmak için çalışırken, onlar putperestlerin kul­landıkları selâm tarzında onu selâmladıkları zaman, Orve onlara cennettekilerin selâmına  [725]  (Es-Selâmü) dikkati çekmiştir. [726]

Nuh [727], İbrahim [728], Mûsâ [729], İlyas [730] gibi peygamberler doğ­ru yola davet edip insanları kurtarmaya çalıştıkları için âlem içinde onlara iyi bir ün bıraktığından "Onlara ve bütün peygamberlere selâm olsun" [731] yâni, sonradan gelenlerin onlara dua etmeleri için onlara iyi bir ün bırak­tık.[732]

 

Hz. Peygamber'in Selâm Verme Ve Alma Hususuna Verdiği Önem

 

Madem ki selâm insanın âfetlerden kurtulması için bir duadır [733] o halde insanlığa huzurlu bir hayatı tebliğ eden Hz. Muhammed'in selâm konusunda pek hassas olmasına şaşmamak gerekir. Zira o dillerinde birbirle­rine selâmeti yağdıran kimselerin, hareketlerinde bunu göstereceklerini dü­şünmüştür.

1- İslâm'ın, en hayırlı ibadetinin hangisi olduğunu Hz. Peygamber'e soran birine, Hz. Peygamber:

"Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın kimseye selâm vermendir[734] buyurur. Demek ki; selâm yalnız tanıdıklara değil, tanımadık kimse­lere de verilmesi gerekir. Sonra O'na göre hiç ayrım yapmıyarak herkese se­lâm verenin îmanı tamamlayan üç faziletten biridir. [735] Gaye tanışmak­tır ve tanıma halkasını genişletmektir. Bu genişliğin olmasında ilk vasıta selâmdır.

2- İman etmeden cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmeden tam îman etmiş olamazsınız. Size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işi söyliyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.[736]

Cennet için îman, îman için de beraberce yaşanan insanları sevmen şart, îman sevgi doğurtur. Zaten îmanın bütün gayesi, kalbi basit ve geçi­ci inançların esintisine kapatmak ve bütün kalpleri müşterek bir noktada birleştirmektir. İnsanı yaradan Allah'tır. Onun yarattığını sevmek O'na kar­şı beslenen bir sevginin tezahürüdür. Ama bu sevginin önemli bir yönü var. O da Allah'ın kulu olduğu için sevmek. Hz. Peygamber insanların birbirlerini severek - bu sevgide mücerret olarak dilde kalması yeterli olmaz-onun kendisi için arzu ettiği iyiliği onun içinde arzu etmenin doğurduğu sevgi olacak- kardeş olmayı istiyor.

3- İnsanlar içinde Allah'a en yakın olanlar, selâma ilk başlayanlardır. [737] Burada önemli bir husus ortaya daha çıkıyor:

Karşı tarafın selâm vermesini beklemeden selâm vermek.

 

Konuşmadan Önce Selâm

 

Konuşmadan önce selâmlaşılmalıdır. Selâm bir garantidir. Garanti alınmadan konuşma olmaz. Bu bakımdan önce selâmlaşmalı, ondan sonra konuşmaya başlanılmalıdır. Selamlaşma kaidelerini en güzel şekilde or­taya koyan Hz. Peygamber:

1- "Selâm, konuşmaktan öncedir[738]

2- "Biri selâm verinceye kadar yemeğe davet etmeyiniz[739] buyur­muşlardır.

Değişik ifadelerle de olsa, bütün dünya insanları normal karşılaşmalar­da, politik merasimlerde mutat selamlaşmayı yaptıktan sonra konuşulacak mes'elenin yanına geliyorlar.

1- Kur'an-i Kerîm'de, Hz. Peygamber'in mü'minlere "Selâmün aleyküm[740] demesini Allah O'na emreder. En muteber olan selâm ifadesi budur.

2- Hz. Peygamber'in de bu husustaki hadisleri Selâm ifadesinin "Selâmün aleyküm" olduğunu desteklemektedir. Hz. Peygamber'in sahabisi Ebû Cureyyil-Huceymiyyi şöyle anlatıyor: Bir gün Hz. Peygamber'e ge­lip "aleyke-s-Selâmü" ey Allah'ın Resulü, dedim. O da bunun üzerine "aley-ke-s-Selâmü" deme. Çünkü "aleyke-s-Selâmü" ölülere verilen selâmdır. Sonra bana döndü ve şöyle buyurdu:

"Biri müslüman kardeşiyle karşılaştığı zaman "es-Selâmü aleyküm ve Rahmetullah"[741] desin. Gerçekte Hz. Ömer'in oğlu Abdullah bir se­yahatten dönüşünde, Hz. Peygamber'in, Hz. Ebû Bekr'in ve babasının me­zarlarını "es-Selâmü aleyke" diyerek selâmlamıştır. [742]

3- Selâmın bizzat dille olmasını hem Kur'an ve hem de sünnet be­lirtmiştir. Bunun yanısıra acaba elle, başla selâm verilir mi? Hz. Peygam­ber müslümanların diğer milletlerin âdetlerini taklit etmekten çekinmele­rini çokça istemiştir. [743] Selâm hakkında da "Yahudiler gibi selâm ver­meyin, çünkü onların selâm: başla, elle ve işaretledir[744] buyurmuştur. Yalnız diğer bir rivayette, Hz. Peygamber mescide uğradığında orada otu­ran bir kadınlar topluluğuna, Hz. Peygamber'in eliyle işaret ederek selâm verdiği bildiriliyor. [745]

Yalnız işaretle ve diğer şekilde selâm verilmenin reddedilişi, selâmIaşanların aralarındaki mesafeye bağlıdır. Yoksa, uzakta bulunan birine, yahut sağıra işaretle selâm vermekten, yahut dilsizin, işaretle selâm ver­mesinde bir beis yoktur. [746]

 

Özel Durumlar

 

a- Sağıra, selâm verildiği zaman, bunu hem sözle ve hem de işa­retle yapmalı, her ikisini birden yapmazsa, cevap vermese olur. Sağır selâm verince, bunun karşılığını hem sözle ve hem de işaretle vermek ge­rekir.

b- Dilsizin selâm'ı işaretledir. Cevabı da öyledir.

c- Hastalığı ağır olan kimselerin işaretle selâm vermekle, karşılık vermelerinde bir sakınca yoktur. [747]

 

Selâm Adabı

 

1- Küçük büyüğe

2- Geçen oturana (Bu hadis şu hususları da halletmiştir. Sahilde geçme mecburiyetinde olan gemi -askerî ve politik bir mahiyeti varsa-sahili veya şehri selâmlamalıdır. [748]

3- Az, çoğa [749]

4- Süvari piyadeye [750]

5- Piyade oturana verir [751]

İbn-i-Hacer, maddî küçüklükle manevî küçüklük muaraza ederlerse, yâni yaşça küçük olan daha âlimse, hangisinin selâm vermesi icabettiğine dair bir nakil bulamadığını söylüyor. Fakat bir kısmına göre, küçü­ğün selâm vermesi gerekir. [752]

6- Karşılaşan kimseler her yönden eşit durumda bulunuyorlarsa her ikisi de selâm vermekle memur olup, ilk selâm veren daha faziletli­dir. [753] Bu konuda şöyle bir hadis vardır:  

"Yaya giden iki kişi karşılaş­tıkları zaman, hangisi selâm verirse o, daha üstündür."

Çocuklara selâm verilir. Hz. Enes'in anlattığına göre Hz. Peygamber, erkek çocukların yanına uğrayıp onlara selâm vermiştir [754] Bu husus, çocukların terbiyesinde önemli rolü olduğunu gösterdiği gibi Hz. Peygam­ber, çocuklara karşı olan şefkatini de göstermiş oluyor. Bir muallim ola­rak gönderilmiş Hz. Peygamber [755], bu konuda öğretmenlere en iyi örnek hareketi göstermiştir.

7- Aile fertlerinin uyuduğu bir zamanda evine gelen kimse, gayet sessiz olarak uyanık olanlara selâm verir.   Bunun gibi otel v.s. gibi birden fazla yataklı olan odada kalan kimse odasına vardığı zaman uyanık olana onun duyacağı şekilde selâm verebilir. [756]

8- Birinci verişte selâmı duymayan topluluğa, selâm üç defa tekrar edilir. [757]

9- Selâm verdiği kimseye şayet aralarında taş,  duvar veya ağaç olup tekrar karşılaşırlarsa yine selâm verir. [758]

 

Gayri Müslimlere Selâm

 

Bu konuda ihtilâflar vardır: İhtilâfa sebep, değişik surette anlatılan hâdiselerdir.

1- Usamenin anlattığına göre Hz. Peygamber, müslümanların ve müşriklerin karışık oldukları bir meclise selâm verir. [759]

2- Kitap ehlinden biri size selâm verdiği zaman "ve aleyküm- si­ze de" [760] deyiniz.

3- Yahudi ve Hristiyanlara önce siz selâm vermeyin.

4- Yahudiler size selâm verdikleri zaman, onlardan biri "es-Samü Aleyküm = Ölüm sizin üzerinize olsun" derse sen de "ve aleyke" söy­le [761]

5- Hz. Âişe anlatıyor: Bir grup Yahudi Hz. Peygamber'in yanına girmek için izin istediler de: 'es-Samü aleyküm = dediler.' Ben de (Âişe) "aleyküm-üs-Samü ve-S-lâ'netü- Hayır ölüm ve lanet size olsun" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Âişe! Allah her şeyde yumuşaklıkla mua­mele yapılmasını sever", buyurdu. Ben dediklerini duymadın mı? Hz. Pey­gamber de "Ben de 've aleyküm = sizin üzerinize de[762] dedim.

Bu hadisler şunu ifade ediyor:

1- İçinde müslümanların bulunduğu topluluğa selâm verilir.

2- Önce ehli kitabın selâm vermesi beklenir.

3- Selâmlarına karşılık "ve aleyküm = size de" demekten mahzur yoktur.

4- Onların kullandıkları değişik ifadelere mukabelede bulunulur. Şayet onlar, bugün kullanıla gelen "günaydın, tünaydın, akşamlar hayırlı ol­sun" v.s. gibi iyi temennileri bildirirlerse aynen mukabelede bulunulur.

Çünkü Hz. Peygamber onların hitabına karşılık olarak "ve aleyküm" de­miştir, Hanefîler de bu düşüncededirler. "Muhitte" şu vardır: "Onlara se­lâm vermek mekruhtur. Fakat mukabelede bulunmamak onlara bir ezi­yet vereceğinden doğru olmaz.

Hz. Ömer de: Selâma başlamaktan alıkoymuş, yasak selâma başla­maktadır, yoksa mukabelede bulunmak veya yalnız "aleyke" demekte bir yasak yoktur. [763]

 

Selâma Mukabele

 

"Bîr selâm ile selâmlandığmız vakit, siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya onu ayniyle karşılayın. Şüphesiz ki Allah herşeyin hesabını hakkiyle arıyandır"[764]

Ayette geçen "tahiyye" selâm manasınadır, "selâmün-aleyküm" demek­tir. Sonraları dua mânasına da kullanılmıştır [765] "Daha güzeli" ifadesi ile onun söylediğinden daha iyi şekilde mukabelede bulunmak "ve Rahmetullah" ifadesini katmaktır. Dahhak, "es-Selâmü aleyke" derse ve aley-küm-üs-Selâm ve Rahmetullahî ve Berekâtuh"dersin [766] diyor.

Sonra selâma mukabelede bulunmak müslümanın, müslüman üzerinde­ki haklarından biridir [767] selâma mukabelede bulunmak vaciptir. Topluluk içinde birinin mukabelede bulunması yeterlidir. [768] Şöyle de denilmiştir:

Selâm vermek sünnettir. Duyurmak müstehaptır. Cevap vermek farz-ı kifayedir. Bu cevabı duyurtmak vaciptir [769]

 

Kimlere Selâm Verilmez

 

1- Hâkim, duruşmada herhangi bir tarafa selâm vermez [770]

2- İçki içene [771]

3- Küçük veya büyük abdestini yapana [772]

4- Abdest alana, namaz kılana [773]

5- Kur'an okuyana, vaaz ve ders verene, ezan okuyana, kaamet ge­tirene, hutbe okuyana, savaşana selâm verilmez[774]

6- Şu kimselere selâm verilmeyeceği bildirilmiştir:

Ders esnasın­da öğrencinin hocasına, tavla oynayana, dinsize, yalan hikâye anlatana, sö­vene, başkasının kadınlarına bakmak için yolda oturana, kuş uçurtarak fala bakana. [775]

 

Selâma Mukabele Etmeye Mâni Haller

 

1- Namaz kılan (Bir namaz kılanın işaretle selâma cevap verip vermiyeceği hususunda, ihtilâf vardır. Yalnız selâma mukabele dünya kelâmı sayılacağından namazı iptal eder. Hz. Peygamberin, İbn-î Ömer ve Süheybin selâmına işarette bulunduğu hakkında bir grup imamlar tarafından rivayet edilmiştir. Bunlar içinde İmam-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Tirmizî de vardır. İmam-ı Ahmed, şöyle demiştir:  

Selâma işaretle mukabelede bulunmak yalnız nafile namazlarında mekruh olmaz. [776]

2- Abdest alan kimse de, abdesti bitirdikten sonra selâma mukabe­lede bulunur. Muhacir şunu anlatıyor:

Ben Hz. Peygambere, abdest alırken selâm verdim. Fakat o, abdesti bitirmeden selâmıma mukabelede bulunmadı. Sonra mukabelede bulunarak şöyle buyurdu;

"Selâmına mukabele­de bulunmama abdest mâni değildir. Ancak abdestsiz, Allah'ı anmaktan hoşlanmadım[777]

İbn-i Hibban: "Bununla Hz. Peygamber en iyisini istemiştir. Çünkü abdestli olarak Allah'ı anma çok faziletlidir. Yoksa abdestsiz anmak mek­ruh değildir" [778]  diyor.

3- Küçük, büyük abdest yapılırken, verilen selâma mukabelede bu­lunulmaz [779]

Ayrıca şu yerlerde de selâma mukabeleden çekilmelidir:

4- Hasımlar duruşmayı idare eden hâkime selâm verdikleri zaman hâ­kimlerin mukabele etmesinden [780] ve

5- Kur'an-ı Kerîm okuyanın [781]

 

Emanet Selâm

 

1- İletilmesi için emanet edilen selâmı geciktirmeden sahibine ilet­mek gerekir. Çünkü bu bir emanettir [782]   

Kur'an-ı Kerim ise: Emaneti ehline verilmesini [783] emrediyor.

2- Uzaktan bildirilen selâmı alan kimse, önce getirene, ondan son­ra gönderene mukabelede bulunur. [784] Mektupta bildirilen selâmı da ay­nen bir emanet kabul edip sahibine iletilir. [785]

Bunun hakkında anlatılan şu hadisler vardır:

a- Hz. Âişe anlatıyor:

Bana Allah'ın Resulü (s.a.v.)

"Ey Âişe! Bu Cebrail'dir. Sana velâm veriyor, dedi. Ben de, selâm Allah'ın rahmeti ve bereketi ona olsun, dedim.

b- Galib (R.) anlatıyor: Biz, Hz. Hasan'ın kapısı önünde oturmuştuk. Bîr adam geldi ve -babamın, dedemden duyup bana anlattığına göre o şöyle demişti:

Babam beni Allah'ın Resulüne gönderdi ve:

"Ona git selâmımı söyle dedi. Ben de O' (s.a.v.) na gittim. Ba­bam sana selâm söylüyor, dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"Sana ve babana selâm olsun[786] dedi.

 

Ayrılırken Selâm Verme

 

Topluluktan veya evden ayrılırken de selâm verilmelidir. Hz. Peygam­ber:

"Sizden biriniz, bir meclise vardığınızda veya orada ayrıldığında selâm versin. Birincisi sonuncundan daha farklı değildir[787] buyurmuştur.

Emanet selâmı alan kimse de önce bunu getirene ve sonra gönderene mukabelede bulunur, yâni "aleyküm-üs-Selâm ve aleyhim" [788] der. Sabahın hayırlı olsun demek:

Bunun bir bid'at olduğu söylenmiştir, İmran b. Huseyn anlatıyor: Biz İs­lâm'dan önce (cahiliye'de) "Allah sabahını hayırlı etsin, derdik. Fakat İs­lâm gelince bundan menedîldik" [789] diyor.

 

Mektuplardaki Durum

 

Şüphesiz mektuplar çeşit çeşittir. Fakat bunlar için de özel mektuplar birinci sırayı alır ve herkesin baş vurduğu bir ihtiyaçtır. İslâm'ın bu husus­taki geliştirdiği âdet de gayet manidardır.

Diplomatik mektuplar hakkındaki doküman pek çoktur. Hz. Peygamber'in gerek yabancı devlet başkalarına ve gerekse kendisine bağlı bulunan kabile halkına gönderdiği mektuplar, bu yazışmalar hakkında yeteri derecede bilgi vermektedir. Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Süleyman'ın Belkıs'a gönderdiği mektubun mahiyetini bildiriyor.

"Sebâ melikesi: Ey ileri gelenler! Bana 'Bismillâhiırahmanırrahim' diye başlayan ve sakın bana baş kaldırmayın ve teslim olarak gelin, diyen ve Süleyman'dan olan önemli bir mektup bıra­kıldı[790] der. Burada konuyu ilgilendiren mektubun muhtevası başında­ki besmeledir. Hz. Peygamber'in mektuplarında da bu göze çarpmaktadır.

1- Ebû Süfyan'ın Hendek savaşından önce, Hz. Peygamber'e "kah­ramanlarımızı öldürdün, çocukları yetim bıraktın" v.s. gibi hususları zikret­tikten sonra, bütün kabilelerin toplanarak "Seni öldürmeyi istediklerini" bildirdiği mektuba karşılık Hz. Peygamber, besmele ile başlayan bir cevabı yazdırarak göndermiştir. [791]

2- Hudeybiye sulh anlaşmasını yaparken "Bî ismike Allahümme = Allah'ım senin isminle" [792] diye başlamıştır.

3- Mektuplarla yaptığı davetlerde de -meselâ Halid b. Velid'i İs­lâm'a davette olduğu gibi- [793] bazan 'Bismillâhirrahmanirrahim'den son­ra asıl maksadı ifade etmiştir.

4- Necaşi'ye gönderdiği mektubu besmele ile başlamıştır [794] ve bir çok mektuplarda görülen, "Selâm doğru yola uyanlar üzerine olsun[795] âyetiyle bitirmiştir. Necaşi de Besmele ile başlıyarak sonunu da "Selâm ve Allah'ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun" [796] diye bitirmiştir.

5- Anlaşma metinlerin başında ekseriya Besmeleyi yazdırmıştır. [797]

6- Münzire gönderdiği cevabî mektupta, "es-selâm ve Rahmetullah" [798] demiştir.

Münzir'in İslama yanaşmadığı halde Hz. Peygamber'in bu ifadeyi kullan­maları diplomatik münasebetler bakımından önemlidir.

7- İslâm kumandanlarının peygamberlerine gönderdikleri mektuplarda da -meselâ Halid'in mektubu- [799] Besmele ile başlanmış ve selâm­la bitirilmiştir.

8- Dört halife de mektuplarında aynı yolu takip etmişlerdir.

Bütün mektuplar tetkik edildiği zaman özellikle iki husus göze çarpmak­tadır.

a- Besmele ile başlaması

b- Selâmla sonuçlanması

Önemli hatırlatma

Başkasına ait mektubu izni olmadan okumak veya okurken bakmak edeb dışı bir harekettir. Bu hususta Hz. Peygamber:

"Kardeşinin söyle­mesi olmadan mektubuna muttali olmak isteyen kimse sanki ateşe muttali olmuş gibidir[800] buyuruyor. Fakat devlet sırlarını başka devlete kaçır­mak isteyen ve mektubu bu iş için kullanan kimsenin mektubuna bakılır ve tetkik edilir.

 

Merhaba

 

Daha çok selâmdan sonra, topluluk içine gelen kimseye "merhaba" de­nir. Merhabanın mânası:

"Sen gayet geniş ve rahat bir yere geldin" de­mektir. Hz. Peygamber kızı Fâtime'ye "merhaba kısım" [801] demiştir. Ümmü Hani anlatıyor:

"Ben Hz. Peygamber'e gittim. Bana 'merhaba Ümmü Hani" [802] dedi.

Bütün bunlar müslümanın karşılama ve görüşme merasiminde İslâm'ın ondan beklediği hususlardır. Bunlar zaten o kadar müslüman toplumda yer­leşmiş ki, âdeta kaçınılmaz esaslar halini almıştırlar. Belki de bütün bun­ları kullanırken insan bunların ifade ettiği derin mânayı ve taahhüdü hiç dü­şünmüyor, yalnız şu kadar var ki; bunlar insanın yaşadığı toplum içinde bir­birlerine karşı emin olmak için her an tekrarlanan mukaveleler ve anlaşmalardır. Anlaşmaları ise yerine getirmek ve onlara riayetkar olmak gerekir.

 

Müsafaha = El Sıkışma

 

Karşılaşan iki kişi selâmlaştıktan sonra birbirlerine sağ ellerini uzata­rak el sıkışmalarına müsafaha denir. Hazret-i Peygamber buna dikkati çe­kerek "Aramızdaki selamlaşmanızın tamamlanması el sıkışmakladır[803] buyurmuştur.

Bu hususta zikredilen diğer hususlar şunlardır:

I- İbn-i Mesut anlatıyor: Hazret-i Peygamber bana teşehhüdü ve el sıkışmayı öğretti [804]

II- Katade anlatıyor: Ben Enes'e sordum:

"Hazret-i Peygamber'in ashabında müsafaha var mıydı?

"Evet, dedi [805]

III- Birbirleriyle karşılaşan iki müslüman el sıkıştıkları takdirde bir­birlerinden ayrılmadan önce ikisinin günahları bağışlanır. [806]

IV- Enes anlatıyor: Biri Hazret-i Peygamber'e:

"Allah'ın Resulü! Bizden biri, din kardeşiyle veya arkadaşıyla karşı­laştığı zaman bedeniyle veya başıyla ona doğru eğilsin mi? diye sorunca Hazret-i Peygamber:

"Hayır," buyurur.

"Ona sarılıp, öpsün mü?

"Hayır."

"Elinden tutup onunla tokalaşsın mı?

"Evet[807]

Hadis sarihi Nevevî, el sıkışmaya sünnet demiştir. Bu da bir nevî an­laşmadır. Zaten yapılan her türlü anlaşmalarda da bu yapılmaktadır. Yine hadisler açıkça ortaya seriyor ki; karşılaşma esnasında birbirlerinin ellernie eğilmek, sarılmak ve öpmek yoktur. Binaenaleyh aranan el sıkışma işi te­ferruattan uzak gayet sade bir şekil içinde geçer. Çeşitli devrelerde görülegelen el sıkışma tarzlarının sünnetle ilgisi yoktur. Müsafahada en çok dikkat edilecek husus, Hazret-i Peygamber'in yaptığı şu tarza dikkat et­mektir. Yine Hazret-i Enes'in anlattığına göre Hazret-i Peygamber biri ken­disine dönüp O'nunla müsafaha ettiği zaman, karşıdaki elini çekmeden o, ondan elini çekmez, adam yüzünü ondan çevirmese o da ondan yüzünü çevirmezmiş. [808] Bu bakımdan karşıdaki elini çekmeden, elini çekmek, yü­zünü çevirmeden ondan yüzünü ayırmak İslâm edebine aykırıdır. El sıkışma esnasında, her ikisinin Allah'a hamd etmeleri ve Allah'tan bağışlanmak is­temeleri günahlarının bağışlanmasını temin edeceğini Hazret-i Peygamber bildiriyor. [809] Bu hadise göre el sıkışanlar birbirlerinin durumlarını sorarken, kendi durumlarını anlatmadan Allah'a hamd ve istiğfar etmelidirler.

Meselâ "nasılsınız" sorusuna karşı "Allah'a hamd olsun." şeklinde bir cevap verilir. Ondan sonra karşıdaki ayni soruyu yöneltir, o da ayni hamdle cevabı verme cihetine gidebilir. Birbirleri için Cenâb-ı Haktan afv talebin­de bulunabilirler.

 

Kadınlarla El Sıkışma 

 

Kaynaklar, Mekke'nin fethinde [810] Hazret-i Peygamber'in kadınlarla yaptığı biatta el sıkışmadığını bildirmektedirler. [811] Rükeyke'nin [812] kızı Umeyme, "Allah'ın Resulü kadınlarla biat etti, hırsızlık ve zina etmemeleri­nin! Bize telkin etti. Allah Resulü bize karşı kendimizden daha şefkatlidir. Ben Allah'ın Resulü biatlaşalim, deyince o ben kadınlarla el sıkışmam an­cak bir kadına olan sözüm yüz kadına olan sözüm gibidir" [813]  buyurdu.

Buhari ve Müslim de Hazret-i Âişe'nin Ömer b. Zübeyr'e kadınların biati hakkında verdiği haberde şöyle demiştir;

1- Hazret-i Peygamber asla bir yabancı kadına eliyle dokunmamıştır.

2- Bir diğer rivayette ancak sözle onlarla biatlaşırdi. [814]

Bazı kaynaklar da biat esnasında Hazret-i Peygamber'in bir su kabına elini batırdıktan sonra kadınların onun içine ellerini batırarak biatlaştıklarını [815] bildirmektedir. [816] Fakat bunun bir fi'li Resûl olduğu unutulmama­lıdır. Bu husus cevaz ifade eden fiiller içine girmektedir. Kendileri yapma­masına rağmen ümmetine de "yapmayın" diye yasaklamadığı fiillerdir. [817]

 

Camide El Sıkışmak

 

Beş vakit, Cuma ve Bayram namazlarından sonra yapılan camilerdeki el sıkışmanın mahiyeti nedir? Fakihler bunun üzerinde konuşmuşlardır,

  1. a)Esasen hadiste geçen el sıkışma karşılaşma esnasında yapılan bîr durum­dur. Bu yüzden camilerde bunun yapılması uygun değildir. Hazret-i Pey­gamber ise ne getirmişse alınmasını, yasakladığından kaçınılmasını Kur'an-ı Kerîm bildirmektedir.[818] Hanefi, Safî, Malikî fakihleri (Hukukçuları) onun mekruh ve böyle yapmanın bi'dat olduğunu açıkça bildirmişlerdir. "Tebyîn-i Meham" da böyle söylemiştir. [819] "Mültefit" adlı eserde ise şöyle gelmiştir."  Her durumda namaz kıldıktan sonra musafaha etmek mekruhtur.

Çünkü sehabe namazı eda ettikten sonra yapmamışlardır. Bu durum rafizllerin âdetlerinde biridir.

İbn-i Hacer diyor ki:

"Bizim zamanımızda, müslümanlar beş vakit, Cu­ma iki Bayram namazından sonra el sıkışmaklardı. Bu kötü bir bidattir. Hazret-i Peygamber'in şeriatında bunun yeri oyktur. Kötü bir bid'at olduğundan bunu yapan önce uyartılır."

Mâfikî olan İbn-i Hac ise "Medhal" adlı eserde şöyle der:

İmam; sabah, Cuma ve ikindi namazından sonra cemaatin uydurduğu bu el sıkış­maya mâni olması gerekir Bütün bu namazlardan sonra böyle yapmak hidr­atlardan biridir. [820]

İşte bu durum icma ile sabit olduğundan muhalefet değil, uymak ge­rekir. [821]

  1. b) Bunun karşısında bir görüşte vardır:

Şeyhü-I İslâm Ahmed bin Hacer eş-Safiye namazdan sonra yapılan mu­safaha hakkında sorulur.

O şöyle cevap verir:

"Namaz'dan sonra yapılan el sıkışma meşru ve aslı olmayan bir bidattir" [822] fakat, musafahayı emreden hadis geneldir. Hususîlik yoktur. Binaenaleyh musafaha edilmediği takdirde kızabilecek kimseler varsa bunda bir sakınca yoktur. [823] Yine namazlardan sonra ya­pılan musafahanın bid'at olmayacağını "birbirleri ile karşılaşan iki müslüman el sıkıştıkları takdirde birbirlerinden ayrılmadan önce ikisinin günah­ları bağışlanır[824] hadisini ileri sürerek, bunun mutlak bir musafahayı gerektirdiği için namazlardan sonra yapılan müsafahanın da bu kesin hüküm içine girebilir [825], diyorlar.

Şeyh Alî-y-yul Makdisi "Kenz" üzerindeki şerhinde "doğrusu mescit­te el sıkışmak mekruh olmaz" [826] der.

  1. c)Nevevî müslim şerhinde: "Müslümanların sabah ve ikindi namaz­larından sonra musafaha etmeleri aslı olmayan bir şeydir. Terki daha iyi­dir. Çünkü el sıkışma zamanları hadisin açıkladığı şekilde karşılaşmadır"

Hülâsa, bu meselâ etrafında konuşanların lehteki ve aleyhteki delil­leri bunlardır. Şurası unutulmamalı ki; camide ne gibi işlerin yapılacağı hu­susu, Hazret-i Peygamber ve O'nun ilk takipçileri tarafından gösterilmiştir. Onlara tutunmakta kurtuluş vardır.

 

Kucaklaşmak

 

Bu daha çok iki dost arasında uzun bir ayrılıktan sonra buluşma veya bayram gibi sevinçli günlerde birbirine karşı fazla özlemli olanların yap­tıkları bir harekettir. Bunun meşru olduğunu gösteren hadisler vardır.

I- Ebû Zer'e: "Siz Hazret-i Peygamber'le karşılaştığınız zaman onunla tokalaşır mıydınız? Diye sorulunca O:

"O'nunla her karşılaştığımda benimle tokalaşırdı. Evde olmadığım bir günde bana -haber- göndermiş, eve gidince, bana haber gönderdi­ğini haber aldım ve hemen O'na gittim.- O divanı [827] üzerinde idi.- Beni gö­rür görmez kucakladı.- İşte bu hareket bence el sıkışmaktan daha iyi geldi. [828]

II- Hazret-i Âişe anlatıyor: Zeyd bir yolculuktan dönüp -Medîne'ye geldi-Allah'ın Resulü evinde idi. Zeyd vakit geçirmeden O'na geldi, kapıyı dövdü. Bunun üzerine Allah'ın Resulü elbisesini üzerine alıp giyin­meden O'nu karşıladı.-Allah'a yemin ederim ki ne ondan evvel ve ne de ondan sonra O'nu giyiniksiz görmemiştim.- Onun boynuna sarıldı ve onu öptü. [829]

Gerek Ebû Zer ve gerekse Zeyd b. Sabit Hazret-i Peygamber'e en ya­kın olan kimselerdir. Bu tatbikat, müslümanın en yakını bağrına basıp O'nun sıcaklığını ta derinden duyarak sevgisiyle ısınması ve özlemini gidermesinin caiz olduğuna bir delildir. Ebû Yûsuf da kucaklaşmanın mubah olduğunu söyler. [830]

 

El Öpme

 

El öpme daha çok gösterilen bîr hürmet ifadesidir. Bu hususta Hazret-i Peygamber'in hayatında bazı misâller vardır.

I- İki yahudi, Hazret-i Peygamber'e gelerek her zaman ve her düzen­de insanın yapmakla memur olduğu dokuz esasları sorup, öğrendikten sonra onun elini öperler. [831] Burada şu hususlar ortaya konabilir:

  1. a)Bir bilgi veren insanın (meselâ öğrencinin hocasının elini),
  2. b)Herkesin hürmet ettiği bir zatın elinin öpülmesinde bir sakınca yok­tur.

II- Şa'binin bildirdiğine göre Hazret-i Peygamber Ebû Talib'in oğlu Ca'ferle karşılaşınca O'na sarıldı ve alnından öptü. [832]

III- Hazret-î Enes de bir soruya karşı Hazret-i Peygamber'in elini öp­tüğünü belirtmiştir. [833]

El öpme konusunda, mezhep imamları ve ileri gelen bilginler bazı bil­giler vermişlerdir.

  1. a)Allame İbn'ül Müflih "İkram, hürmet ve dindarlıktan dolayı boynu­na sırılmak, el ve başı öpmek mubahtır.   Buna göre dünyalık işleri için el öpmek uygun değildir" Bir kısım safîler de aynı yolu seçmişlerdir.[834]
  2. b)İmam'ı Ahmet "Dindarlık yolunda el öpmede bir sakınca yoktur. Ebû Ubeyde Hazret-i Ömer'in elini öpmüştür. Şayet dünyalık için olursa uygun olmaz. Yalnız birinin kılıcından veya kamçısından korkulursa, bundan do­layı el öpmede bir mahzur yoktur"[835] demiştir.
  3. c)Hasan Basri: Adaletli olan devlet başkanının elini öpmek bir nevî itaattir.
  4. d)Hazret-i Ali: "Babanın çocuğunun elini öpmesi bir şefkattir. Çocu­ğun babasının elini öpmesi bir ibadettir.   Kocanın hanımının elini öpmesi arzudandır.  Kişinin dîn kardeşinin elini öpmesi dindendir" demişlerdir.

 

Oturma

 

En çok riayet isteyen oturma toplu halde olan oturmadır. Yoksa insan tek başına veya aile fertleriyle otururken rahatına geldiği şekilde oturmada bir sakınca yoktur. Daha çok burada toplu halde oturmalarda riayet edile­cek hususlar ele alınacaktır.

Dikkat edilecek hususlar:

1- Bulduğu yere oturmaktır [836]

2- İki kişinin arasına oturacaksa, onlardan izin almalıdır. [837]

3- Kalkanın hemen yerine oturmamalıdır. Hz. Peygamber

"Oturduğu yerden kalkıp sonra oraya dönerse, O oraya oturmaya daha hak sahibidir" [838] 

Olabilir ki, çok zaman olmayacak bir işi çıkmıştır. Binaenaleyh onun kalkışını fırsat bilip hemen yerine gidip konmak uygun olmaz.

 

Oturanların Durumu

 

1- Oturanlar yalnız kendilerini düşünerek çok yer kaplamamalıdır.

2- Gelene yer açmak, sıkışıp yer göstermek,  Hazret-i Peygamber yer vermek için birinin kalkmamasını, fakat yer açmak ve genişletmelerini istemiştir. Zaten kendileri de bulduğu yerde oturur, kimsenin kendisine karşı ayağa kalkmasını istememiştir. İbn-i Ömer de, kendisinin oturması îçin önünde kalkan kimsenin yerine oturmamışsa da, bu gayet büyük bir tevkanın neticesidir. Yoksa bir şahsın hürmeten bir diğerinin oturması için ayağa kalkar, adam da onun ricasını yerine getirirse bunda bir sakınca yoktur. Burada en önemli nokta hiç kimsenin el pençe divan durup karşıdakine bir büyüklenme payı vermemektir. Hürmet etmede bir beis yoktur, fakat insanları kendi karşısında dimdik durmaya zorlama ve onların huzurun­da el pençe bağlamalarına İslâm karşıdır. Zaten bu aşırı hareketler çoğun­lukla karşı tarafın aleyhine olur. Kendisine karşı bu tip bir duruşta bulunanları gören kimse içten gururlanır, kendisini unutur, büyüklenmeye ve gururlanmaya başlar. İslâm terbiyecisi, müslümanın bilgiye karşı hürmeten kalkmasına müsaade vermişler, fakat dünyevî bir mevkîye sahip olan kim­seye karşı bunun yapılmasını uygun bulmamışlardır. Devr-i saadette İs­lâm elçileri gayr-i müslim devlet başkanlarını ziyaret ettikleri zaman bu hususa hassasiyetle önem vermişlerdir.

İbn-i Kesir şöyle der:

"Fakihler (İslâm hukukçuları) hadislerde varit olan ifadelere bakarak, ayağa kalkmanın uygun olup olmadığı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir.

  1. a)Bir kısmı "Efendinize karşı kalkınız"[839]  hadisini delil göstererek birinin önünde kalkmaya izin vermişlerdir.
  2. b)Bir kısmı "bir grup insanın kendi huzurunda ayakta durmasını istiyor­sa cehennemde yerini hazırlasın"[840] Eb-ul-Kasım es-Semerkandi'den şu anlatılır:

"O'nun yanına zenginlerden biri geldiği zaman ayağa kalkar, ona saygı gösterir, fakat fakirlere ve ilim tahsil edenlere bunu yapmazdı. Bu­nun neden böyle olduğu kendisine sorulur, o da şöyle cevap verir:

"Çünkü zenginler benden kendilerine saygı göstermemi istiyor. Şayet onlara kar­sı saygıyı bir tarafa bsraksam zarara maruz kalırlar, fakirler ve îlim tahsil edenler ise buna rağbet göstermezler. Ancak onlar selâma karşclık ver­mek, onlarla ilim ve bunun gibi şeyler etrafında konuşmaya önem verir­ler. Bu bakımdan ayağa kalkmayı bırakmakla zarara girmezler" [841] Bu mesele hukukçular tarafından münakaşa edilmiştir. Kalkılmamasının gerektiğini iddia edenler, Ebû Davud'un Ebû Umare'den rivayet ettiği hadistir. O peygamber gelince kalkar, Hazret-i Peygamber "Acemlerin birbirlerine yap­tıkları gibi siz de kalkmayınız" buyurur.

Kalkmanın mubah olduğunu savunanlar ise Hazret-i Fatma'nın Yüce Resûl'ün ve O'nun da O'nun önünde kalktığını delil getirirler. [842]

Kadıhan diyor ki:

Bir grub yahut biri Kur'an okurken ileri gelenlerden biri yanına girerse durum ne olur ?

Cevab: Şayet onun yanına bilgin yahut babası, veya hocası girerse kalkması caizdir. Yoksa olmaz [843]

Antaki'nin "mecma-ül-fetava"sında:

Okuyan kendisinden daha bilgin bi­ri, yahut O'na Kur'an, bilgi öğreten veya babası, annesi girerse kalkması caizdir.

Bir kısım bilginler ancak bilginlerin önünde kalkmanın uygun olduğunu cevaz vermişlerdir.

Koniye de: Mesacitte oturan bir kimsenin yanına girene bir saygı ola­rak kalkması caizdir. Bundan sonra bu mes'elenin giriftliğini -yukarıda anlatıldığı şekilde- anlattıktan sonra "bugün kalkılmadığı takdirde bir kısmının içine düşmanlık ve kin giriyor. Halbuki sahabe Hazret-i Peygamber'in önünde kalkmıyordu. Ams bu durum O'nun kerahatine delâlet et­mez." [844]

İbn-i Ömer anlatıyor:

Bir adam Peygamber'e geldi. Orada oturanlar­dan biri O'nu oturtmak için yerinden kalktı. Gelen adam oturmak için oraya gitti.  Peygamber ise onu bundan menetti [845]

4- Grup grup oturmaktan kaçınılmalı, bir arada bulunmaya dikkat edilmelidir.                                                                                            

Bir gün Hazret-i Peygamber yanımıza geldi. Biz halka halka oluruyorduk. Buyurdu:

"Neden dağınık olarak oturuyorsunuz?" [846]

Topluluk bir yere indiği zaman sahabeler vadi ve bölüklere ayrılırlardı. Resûlüllah buyurdu:

"Sizin bu dağılışınız şeytanın eseridir".

Bundan sonra nereye inildi ise bütün ashab birleşik halde otururlardı. Hattâ üzerlerine bir şey örtülseydi hepsini de kaplardı, denilebilir. [847]

5- Toplu halde oturmada dikkat edilecek hususlar şu âyette de izah edilmiştir:

"Ey inananlar! Toplantılarda 'size yer' açın denildiği zaman yer açın ki; Allah da sizin için cennet'te açsın, 'kalkın' denildiği zaman da hemen kalkın ki, Allah içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim ve­rilenleri derecelerle yükseltsin, Allah işlediklerinizden haberdardır[848]

Kur'an-i Kerîm'in müfessirleri bu âyetin iniş sebebini şöyle anlatıyorlar:

"Bir grup müslümanlar Hazret-i Peygamber'in meclisine gidiyorlar ve yer kaplıyorlardı. Muhacirler ve ilk müslümanlar geldikleri zaman yer bula­mıyorlardı. Hazret-i Peygamber ise kendisinin söylediklerini ezberlemeleri için fazilet sahibi kimselerin kendisine yakın olmalarını istiyordu. Haz­ret-i Peygamber Cum'a namazında sıkışık bir safta bulunduğu esnada, iç­lerinden Sabit b. Kays'ın bulunduğu Bedir Savaşına iştirak etmiş bir grup insan gelir. Selâm verirler ve kendilerine yer açmaları için onlara bakar­lar. Bir kısmı için yer açarlar, fakat bir kısmı ayakta kalır. Bu durum karşısında Hazret-i Peygamber bazılarını isimlerini söyleyerek kaldırır. Fa­kat bu durum iki yüzlüler için bir dedikodu vesilesi olur" [849]

Aslında Peygamber'in bundaki gayesi bîr grubu diğerine tercih etmek olmayıp, söylediklerini anlayanların kendisine daha yakın olması içindir. Âyette geçen "Yer açınız" ifadesini açıklayan müfessirler bunu şöyle diyorlar. Hazret-i Peygamber'in etrafında toplananlar çok sıkışık oturuyor­lardı. Haliyle arkada bulunanlar istifade etmiyor. Herkesin istifade etme­si için Cenâb-ı Allah meclisin genişletilmesini mü'minlerden istemişler­dir. [850]

 

Toplulukta Dikkat Edilecek Hususlar

 

1- Çeşitli topluluklar vardır.

  1. a)Tamamen okumamış yahut,
  2. b)Her türlü sınıfa mensub kimselerin-bulunduğu topluluklar.
  3. c)Bilginlerin fazla bulunduğu yahut,

ç) Bütünüyle bilginlerden meydana gelmiş topluluklar.

Hiç okumamış (Avam tabakası) kimselerle oturan kimse.

1- Onların amiyane yaptığı konuşmalara iştirak etmemeli, sözlerini duymamazlıktan gelmeli.

2- Aralarında konuştukları kaba ve amiyane sözleri duymamazlıktan gelmedi.

3- İmkân nisbetinde onlar ile mülakattan ve onlara ihtiyaçlarını arzetmekten çekinmeli.

4- Nasihat kabul etmeleri onlarda belirince, gayet yumuşak bir şe­kilde, onların yanlış yaptıklarını onların seviyelerine göre anlatıp onları uyarmalıdır. [851]

b- Böyle bir toplulukta yapılacak en iyi hareket, genel konuları ele almak belirli bir sınıfı konu edinmemektir.

c- Bilginlerin fazla olduğu bir meclise iştirak eden kimse bilgisizse susmalı, bilgili ise kendisine sual yöneltilmeden konuşmamalı, konuşurken de kendisini orada bulunan bilgili kimselerden üstün tutmamalı, onlara da zaman zaman paye vermelidir.

d- Tamamen bilginlerin teşkil ettiği bir toplantıya iştirak eden bilgin ise etrafındaki kıymetlerin hukukunu çiğnememeli konuyu daima ehline bı­rakmak ve kendi ihtisas tahtında olmayan konuda ileri geri konuşmamalı­dır.                                                                                                                                                                

 

Oturulması Sakıncalı Yerler

 

Oturma bir bakıma yorgunluğu dindirmek içindir. Yâni gaye rahat­lığa kavuşmaktır. Yalnız kimse kendi istirahatını düşündüğü kadar başkala­rının da rahatını düşünmelidir. Bugünün şehir, kasaba ve köy ana cad­deleri her iki tarafı, kaldırıma sahiptir. Bu kaldırımlar yayaların rahat geç­mesi ve caddede muhtemelen geçecek olan vasıtalara engel olmamak için düşünülmüştür. Binaenaleyh kaldırımlarda kaldırım boyunca bulunan evler ve dükkânlardan çok, oradan geçen yayalar daha çok faydalanmaya hak sahibidirler. Bu duruma göre kaldırım ve caddeler, genel amme hizmeti içindir. Şahısların bunları kendi menfaatlerine kullanma hususu ancak umu­ma zarar vermeme şartiyla, sıkı sıkıya bağlıdır. Yol açmak, yolun tıkanık­lığını gidermek ve yolu daha kullanışlı  hale getirmek İslâm'ın îmanın bir parçası olarak saydığı îmanla [852] ilgili bir husus olup "Yollarınızı düzelti­niz" emri de Onundur. Şimdi önemli ve edebi ilgilendiren asıl mühim nok­ta, herkesin geçip gittiği yolda, kaldırımda oturma hususudur.

 

Kötü Oturma Tarzı

 

Oturma esnasında umumî edep kaidesine ria­yet edilmelidir, bazan büyüklerin bulunduğu yerlerde ayak ayak üstüne otur­mak çok abes bir durumdur. Genel olarak en iyi karşılanan oturma tarzı, diz çökmek ve bağdaş kurmaktır. Sehabî Serd b. Süneyd anlatıyor:

"Ben bir defa, Peygamber yanımdan geçerken tıpkı bu şekilde, sol elimi arkaya koyarak ve avucuma dayanarak (baş parmağına basarak) oturuyordum. Bu­nu gören Peygamber:

"Gadaba uğramış olanların oturuşu gibi mi oturuyor­sun?" dedi. Bütün mes'ele normal oturuşu bozmamak ve lâubaliliğe kaç­mamaktır. Gençlerin, ihtiyarların yanında dizlerini çekmeleri, sağa burku­larak oturmamaları gerektiği gibi, oturanın sık sık yer değiştirmesi de uy­gun karşılanmaz.

 

Yolda Oturma

 

Hazret-i Peygamber herkesin gidip geçtiği yollarda (Kaldırımlarda düşünülebilir.) Oturmamayı, oturma mecburiyetinde kalan­ların yolun hakkı olan:

Gözü kapamak, eziyeti gidermek, Selâma muka­belede bulunmak, iyiyi bildirmek ve kötülüklerden alıkoyma [853] gibi husus­ları yerine getirmelerini istemiştir.

Başka yollardan gelen rivayetlerde şu ziyadelikler vardır:

"Güzel konuşmak [854] yolcuya yol göstermek [855] Aksıran hamdettiği zaman dua etmek [856] mazlumun çağrısına icabet etmek [857] mazlu­ma yardım etmek [858] Sapık olanı doğru yola getirmek - selâmı yaymak [859] yük taşıyana yardımda bulunmak Allah'ı çokça anmak Ahmaklara yol göstermek. Bunların hepsi on dört edepten ibaret olup, İbn-i Hacer şu şiiriyle bir araya getirmiştir:

Yolda oturmak isteyen kimse için adabı şu şiirde topladım:

İnsan bakımından ahlâkın en iyisi:

Selâmı yayın, sözü güzel konuşun.

Aksırana dua edin, en güzel bir şekilde selâma mukabelede bulun.

Yüklüye yardım et, mazlumu gözet, yardımına koş.

Yol hakkında bilgi ver, yolunu kaybedene yolunu göster.

İyiliği bildir, kötülükten alıkoy, eziyeti gider, göz kapağını kapa ve Mevlâmızı anmayı çoğalt."

Bu şartları yerine getirmek zor olacağı tabiî bir keyfiyettir. Yalnız her­kesi rahatsız edecek şekilde yolda oturma, herkesin mahzurlu kabul ede­ceği bir gerçektir. Yalnız din mutlaka oturmak isteyen kimseye de yap­makla yükümlü olduğu görevleri ona arzetmekten geri kalmamıştır. Bu yükletilen esasların üzerine biraz düşünen kimse, asıl gayenin ne oldu­ğunu anlar:

1- Selâmı yayma: Bu toplum içinde bir bakıma iç barışa bir da­vettir. Barışıklık içinde geçilecek hayatın unutulmaması için toplumun her müslüman ferdi arasında bu sloganın kullanılması onu yaşanır bir hale sok­mayı temin eder. [860]

2- Güzel konuşmada, güzel geçinmenin ilk vasıtasıdır. Sosyal mü­nasebetlerde en aktif role sahip organ dildir.   Fikri mübadeleye vasıta olan böyle bir organdan dökülen sözlerin Kur'an ve sünnet ruhuna uyması lâ­zımdır.   Malûmdur ki; insan birbiriyle konuşmak ihtiyacı içindedir. Otura­bilecek muayyen bir yer bulduktan sonra ise konuşmanın ardı gelmez, yalnız herkesin gelip geçtiği yerde yapılan konuşmanın diğer konuşma ve sohbet­lerden ayrı bir tarafı var.

Böyle herkesin dünyasına açık olan bir yerdeki konuşma herkes tara­fından hemen duyulup yayılma imkânına sahiptir. Güzel güzel konuşulan mes'eleleri duyan kimse onu diğer bir toplulukta söyliyerek bir hizmet yapacağı gibi kötü konuşmalarında hemen etrafa yayılabileceği mukadder­dir.

3- Caddelerden her gün sayısız insan geçer. Bunlar içinde aksıranlar çıkacaktır. Eğer aksırdığı zaman hamdederse bunu duyanın ona dua etmesi gerekmiş olur. [861]

4- Selâma mukabelede bulunmak, müslümamn müslüman üzerindeki haklarından biridir. Adam eksik olmayan bir cadde kenarında oturan kim­senin selâma mukabele etmesi bir hadde kadardır. Ondan sonra karşılık vermemeye başlar. Fakat böyle bir durumda günaha girmesi mevzubahistir. O halde müslüman, bir caddenin kenarında oturmadan, bunun mahzurlarını yerince düşünmeli.

5- Yüklüye yardım: yük taşıyan, yük yükleyen, yükü indiren sayısız insanlar var. Yükünü kaldırmaya çalıştığı halde bunu başaramayan kimse­yi, görüp de yerinden kımıldamayan müslüman düşünülemez.

6, 7- Haksızlığa uğrayan kimsenin yanında, herkesten önce orada oturan kimse yer almalıdır. Öyle ise böyle bir yerde oturan şahıs, cereyan edecek haksızca muameleyi bertaraf etmek için en büyük kuvvettir. Hak­sızlığı savacak gücü kendisinde bulamayan kimsede sokakta oturmanın sorumluluğunu iyi düşünmelidir.

8- Bazı medeniyetin çocukları, yol göstermeyi ve yabancıya gerekli bilgi vermeyi muayyen bir sınıfa vermişlerdir, İslâm ülkelerinde ise bu iş muayyen bir görevlilerden çok, Hazret-i Peygamber'den sâdır olan bu emre göre her müslümana düşmektedir. Binaenaleyh her müslüman her konuda, kendi gücü nisbetinde irşatla memurdur. Muayyen bir adresi so­ran kimseyi irşat etmekte umumî irşat prensibi içinde yer almaktadır. Tu­rist, ülkelerin muhtaç olduğu dövizi temin eden en iyi bir dış gelir kaynağı­dır. Fakat turistin bir ülkeye gidip parasını orada bırakması için, önce ülke­nin yabancılara gösterilen hüsn-ü kabulü bilmesi lâzımdır. Turist neye muhtaç? kolayca kalacak yeri bulma, haksızlığa uğramama, kendisine ge­zilebilecek yerleri tanıtma, aradığı yeri bulabilmek için sıkıntı çekmeme v.s. Burada İslâm'ın bazı hususları göz önünde bulundurulmalıdır. Turist ya müslümandır, yahut gayr-ı müslimdir. Müslim ise, geldiği yer inancının yaşadığı bir yerdir. Yâni yabancı değildir. Fakat o da, ülkeyi tanımamak yönünden yol gösterilmeye muhtaçtır. Gayr-i müslim ise îmanı bakımından kendisine yabancı olan bir kitle arasındadır. Yâni o, inancının, kendisinin, malının korunacağına dair bir garanti altındadır. Kendi dininin gerektirdiği­ni icra etmeye hiç bir surette karışılmaz, alay edilmez, her türlü tearruzdan masundur. Emniyeti, devletin garantisi altında olmakla beraber müslümana göre o ayni zamanda Allah'ın ve yüce Resul'ün zimmeti altındadır.

Bu yüzden müslüman, onu kollamakla yüce dîninin prensiblerine uygun hareket etmiş olur. Müslüman, bütün sevgi kapılarını, iyilik belirtilerini, misafirperverliği ona karşı sermeli. Öyle ki, kalbinde bırakacağı izler, hayatının sonuna kadar silinmesin ve ülkesi için bir fahrî propagandacı kazan­sın. Evet bir yabancının önüne girib onun varacağı yere kadar götürmek, onun kalbinde unutulması kabil olmayan bir minnettarlık doğurtur.

9, 10- İyiliği bildirme, kötülükten alıkoyma, Kur'an-i Kerîm ve sün­netin hassasiyetle belirttiği önemli bir husustur. Denilebilir ki, kamu ha­yatının diriliğini gösteren bir esastır. Toplum hayatında vukubulan bazı nahoş hâdiselerin önüne yalnız hükümet kuvvetlerinin geçmesini beklemek isleri güçleştirir. Esasen hâdiselerin daha çok cereyan ettiği yer sokaklar­dır. Meydana gelen hâdiselere karşı orada oturan kimse lakayt kalamaz. Kaldığı takdirde yolun hakkını vermemiş olur. Bu durumu ile de İslâm, fer­din her yerde düzenli bir hayatın devamını temine, bunun zıddı olan yanlış hareketlere karşı koyma mecburiyeti karşısında olduğunu bir daha tekrar etmiştir.

Yolda, geçenlere zorluk çıkaran herhangi bir şey varsa onu da kal­dırmak gerekir. "Eziyet veren" [862] genel bir mefhumdur. Eziyet veren her türlü şey bu umumî kavram içine alınabilir.

11- Gözlerden rahatsız olan nice kimseler vardır. Hele erkeğin sokakta geçen kadına gözünü dikmesi ve onu süzmesi İslâm'da yasaktır. Sokak başında oturan kimsenin kendini bundan kurtaracağı düşünülemez.

12- Sokakta da olsa, kendini her esen rüzgâra ve hâdiselere kaptır­maması için herşeyi kuşatmış Allah'ı anmaktan uzaklaşmamalıdır. Bütün bir kalabalık ve didinişler içinde bile onu anmak ve onunla yaşamak insanlığa karşı daha rahmetli ve sevgili bir kalbin doğmasına en büyük yardım­cıdır.

 

Zarurî Durumda

 

Bazı zarurî durumlarda herkesin geçip gittiği yolda oturmakta bir mah­zur olmadığını şu olay gösteriyor: Hamid-et Tavîl-in Enes'te bildirdiğine göre o şöyle demiştir:

"Bir kadın Medine yollarından bîrinde Hazret-i Peygamber'e "Benim senden bir ihtiyacım var" dedi.

Bunun karşısında Haz­ret-i Peygamber,

"Ey filânın annesi şu düz yolun herhangi bir kenarında otur. İstersen ihtiyacını yerine getirinceye kadar yanımda oturursun' Hazret-i Peygamber ihtiyacını yerine getirinceye kadar yanında oturdu". Bu hadis ihtiyaç halinde yolda oturmanın helâl olduğunu gösteriyor. [863]

 

Meclislerde Konuşulması Zarurî Olan Husus

 

1- Meclislerde, Allah anılmalı, Hz. Peygamber'e Seiât-ü Selâm ge­tirilmelidir. Aksi takdirde mecüstekiler için bu bir noksanlık olur.

2- Oturduğu mecliste faydasız şeyler konuşan kimselerin meclis­ten kalkarken:

"Allahım! hamdînîe seni herşeyden tenzih eder, Sen'den başka ilâh olmadığına şahadet ederim. Sen'den bağışlanma ve sana tevbe ederim" dediği takdirde o mecliste meydana gelen hatâların bağışlanaca­ğını [864] ve bu sözlerin meclîste olan kusurlara bir keffaret olduğunu [865] Resulûllah bildirmiştir.   

 

Kalkarken Okunacak Dua

 

Umumiyetle Hazret-i Peygamber şu duayı okumadan meclislerden kalkmazmış.

"Allahım bizi sana karşı isyan etmekten alıkoyacak kadar korkundan, cennetine ulaştıracak kadar sana îtaattan ve dünya musibetlerinden bize kolay gösterecek kuvvetli îmandan hisse ver. Bizi hayatta bıraktığın müddetçe, gözlerimizle, kulaklarımızla ve kuvvetimizle bizi faydalandır, ölümümüze kadar devam ettir. Bize haksız­lık edenlere karşı intikamımızı sen al, bize düşmanlık yapanlara karşı bize yardım et, bizi dinimizde musibete uğratma, dünyayı en büyük düşüncemiz ve ilimimizin nihayeti yapma, bize acımıyanlan bize musallat etme. [866]

 

Aksırma Ve Esneme:

 

Aksırma, burun yolunun rahat etmesi bakımından önemlidir. Fakat ak­sırma esnasında gerek burundan sıçrayan ve gerekse çıkardığı ses bakı­mından etraftakileri rahatsız edeceği için bazı hususlara dikkat edilme­lidir. Hz. Peygamber:

"Allah aksıranı saver[867] buyurması, bu hususta yapılmış yanlış tefsirleri bertaraf edicidir.

 

Âksıran Ne Yapmalı:

 

Aksıran önceden bileceği için hazırlığına girişmelidir. Eğer bir top­lum içinde ise Hz. Peygamber'in yaptığı şekilde bir durum takınmalıdır. Ebû Hureyre'nin anlattığına göre Hz. Peygamber aksırdığı zaman, eliyle ya­hut mendiliyle yüzünü kapar, sesini kısmaya çalışırdı [868], icabında yüzünü topluluktan çevirmeli, mendille burnunu  iyice  temizlemeli  ve  "El-Hamdü Lillâl = Allah'a hamd olsun" [869] demelidir.

 

Duyanlar Ne Yapmalı

 

Arkadaşının aksırışını duyanlar, onun rahatlamasına şahit olmuşlardır. Bu hususta Hz. Peygamber'in tavsiyesi şudur :

1- Biriniz aksırıp Allah'a hamdederse, onun "el-Hamdülillâh" deyi­şini işiten her müslümana "Yerhemükellah" diye karşılıkta bulunması ona bir hak olur. [870]

Zaten müslümanın üzerinde yedi haklarını peygamber sayarken birinin de "Teşmit-i Atış" [871] olduğunu bildirmiştir.

Teşmit-i atış: Aksıran kimse el-Hamdülillâh = Allah'a hamdolsun" derse buna karşı "yerhsmükellah = Allah sana rahmet etsin" demektir. Böyle bir mukabele sünneti kifayedir. Buna karşılık aksıranın "yehdîkü-müllahü ve yüslihû beleküm = Allah sizi doğru yolda kılsın ve rahatınızı hoş tutsun" demesi sünnetin tamamlayıcı bir parçasıdır. [872]

2- Aksıran hamdetmediği takdirde ne olur?

Aksıran, Cenâb-ı Hakkın sıhhate bir işaret olarak verdiği bu nîmete karşı O'na hamdetmediği takdirde "Ham etmezse, mukabelede bulunma­yın[873] hadisine uyulur. Bu konuda Hz. Enes şu hadisi anlatıyor:

İki kişi Hz. Peygamber'in yanında aksırdı. Bunun üzerine O birine teşmit et­miş (yâni hayır ve bereket duasında bulunmuş) diğerine yapmamıştır. Buna niçin dua edilmedi diye sorulunca O, "Şu Allah'a hamdetti, şu ise O'na hamdetmedi" [874]  buyurur.

3- Aksırma bir defa olur, hastalık durumları hariç pek olmaz. Bu­nun için acaba her aksırdığında onu dua etmek gerekir mi? Bu hususta bazı rivayetler vardır:

a- Seleme b. el Ekva'nın anlattığına göre:

Hz. Peygamber'in yanında bulunan biri aksınnca Hz. Peygamber Ona "yerhamükellah" der sonra tekrar aksınr. Bunun üzerine, Hz. Peygamber onun hakkında "Bu adam nezlelidir" [875]  der.

b- Rıfae ez-Züreki'nin Hz. Peygamber'den anlattığına göre o şöyle buyurmuştur:

"Aksırana üç defa dua edilir şayet aksırması fazla olursa, dilersen ona dua eder (yâni "yerhamükellah" der) dilersen demezsin" [876] Aynı şe­kilde Ebû Hüreyre de aksıran kardeşine üç defa dua et. Bundan fazla aksırırsa o nezlelidir" [877] demiştir. Binaenaleyh birden üçe kadar olan ak­sırmalarında o hamdederse ona dua etmek iyidir. Şayet fazla olursa, ya bu soğuk algınlığından veya burnuna herhangi bir şeyin kaçmasından dolayı­dır.

 

Gayri Müsüm'in Aksırması Karşısında

 

Topluluk içinde her inanca sahib kimseler vardır. Müslüman toplumun içinde kalmayı kabul etmiş ve müslümanların ticarî, kazaî ve ceza nizam­larını kabul ederek İslâm devletinin garantisine (zimmi) girmiş [878] kimselerde vardır. Bunlarda her şeyden evvel insandırlar. Acaba bunlar aksırdığı zaman ne yapılır?

Önce, bîr müslümanın üzerine hak olan teşmit yâni aksırana dua et­mek ancak aksıranın Allah'a hamdetmesinden sonradır. Hamdetmezse, ona dua yapılmaz bu bakımdan gayrı müslim de Allah'a hamdetmediği takdirde ona hiç bir mukabelede bulunulmayacağı bir gerçektir. Ebû Musa'­nın anlattığına göre, yahudiler, Hz. Peygamber'in yanında, O'nun kendileri için Allah sizlere rahmet etsin diyeceğini umarak aksırırlardı. Buna karşı­lık Hz. Peygamber "Allah sizi hidayete kavuştursun ve kalplerinizi islâh etsin" buyururdu [879]

Her hususta olduğu gibi bunda da İslâm'ın genel prensibi olan "rahmet dileme" esası kendisini gösterir. İşte biri aksırarak rahatlıyor ve bunu bir nîmet kabul ederek Allah'a hamdediyor. Duyan da kardeşinin rahatsızlığı­nı ve Allah'a hamdettiğini anlar anlamaz, hemen Allah'ın rahmetini kar­deşi için diliyor.

 

Esneme

 

Bu daha çok uyuşukluk, uykusuzluk ve tembelliğin bir görüntüsüdür. Es­nemede ağız açılır, vücutta bir gerilme olur. Hz. Peygamber'in bildirdiği gibi gücü nisbetinde bunu önlemeye açlışılmalı [880], şayet önüne geçmek imkânsız ise o zaman "elle ağız kapatılmalıdır" [881] Yoksa esneyen esne­me esnasında ağzından çıkan "ha" sesine şeytan güler. [882]

Müslüman uyuşuk olmaz. Geceler istirahat için yaratılmıştır. [883] Ge­celer böyle geçirilmez de çeşitli meşgalelerle heba edilirse tabiidir ki, gün­düzün bunun tezahürü olacaktır. Sonra bu insanın ciddiyetini de bozar. Yeteri derecede uyku esnemeyi önlemek için en iyi faktördür.

İslâm terbiyecileri, el kullanma hususunda da bir inceliği unutmamış­lar:

Sağ elin içiyle, sol elin dışıyla. Malûmdur ki:

Sol el her türlü te­mizlikte kullanılır. Olabilir ki iyi temizletilmemiştir. Gaye, esneme esna­sında hem topluluğu rahatsız etmemek ve hem de dışarıdan ağız yoluyla içeriye girecek çeşitli pislikleri önlemek olacağına göre, ağza yaklaştırı­larak onu korumaya vasıta olan elin durumuna dikkat edilmelidir.

 

Giyim

 

"Ey Âdem oğulları! [884] Sîze Ayıp yerlerinizi örtecek, giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler gönderdik [885] Takva [886] örtüsü ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah'ın bu âyetleri öğüt almamız içindir. Ey insan oğulları! Şey­tan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görme­diğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları inanmayan­lara dost kılarız" [887]

Âyete göre elbisenin fonksiyonu:

1- Elbise erkek ve kadının ayıp yerlerini örter.

2- Bu örtünün olması içinde, Allah giyimin ham maddelerini çeşitli kanallarla vermiştir.

3- Elbisenin bir vücudu örten tarafı, bir de beden yapısına süs veren durumu vardır.  Bu durum gelip geçmiş ve yaşamakta olan bütün Âdem oğlunda görülen bir husustur. Normal bir giyinmeye özenme ve bunu yap­ma âyetin ruhuna uygun bir husustur.

4- Bütün bunların yanısıra iç örtüsü yâni "hayırhah elbisesi giyme daha iyidir." Yâni insan yalnız dışını süslemekle kalmayacak fakat ken­disini cemiyette mümtaz bir yer hazırlayacak iç yapısını da dıştan daha iyi etmelidir.

5- Bu iç örtünün olması içinde, dış elbisenin şart olacağını dış el­biseyi iç elbiseden önce zikretmekle ortaya koymuş oluyor. Önce normal bir giyim tarzı ve sonra bir temiz iç yapısı. Yâni kabuksuz bir bademin içi filîzlenmiyeceği gibi elbiseden sıyrılmak ve örtülmesi gereken yerleri örtmemekle de insan oğlu bir iç olgunluğuna eremez.

6- Şeytanın vesvesesi insanın içine hülûl eder. Her an üzerinde Allah'ın nîmeti olan elbiseyi çıkarmayı fısıldar, ama bu ilk fısıldayışı insan oğlunun ilk babası ve annesine yapmıştır. Sonunda da onların başına gelen durum, ibret olsun diye mukaddes kitablar tarafından anlatılmıştır. [888]

Elbise hakkında ikinci âyet:

"Ey însan oğulları! [889] her mescide gü­zel elbiselerinizi giyinerek gidin, yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez. Ey Muhammed deki; "Allah'ın kulları için yarat­tığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir[890]

Ayet, açıkça iyi giyinmenin hele cami gibi cemaatin geldiği yerlere gi­derken en güzel elbiseyi giymek gerektiğini belirtmiştir. Giyime vasıta olan şeyleri Cenâb-ı Hak yaratmıştır. Onu istenilen biçime sokup giyinmeyi insan oğluna bırakmıştır. Allah, "Yün, tüy ve kıllarından bir süre kullanaca­ğınız giyimlikler ve geçimlikler var etmiştir." [891] Bu elbiseler insanı çe­şitli tehlikelere karşı koruyor. [892] İnsan derisi incedir. Pek sıcağa ve soğuğa tahammül edemez. Bu yüzden onun elbise ile takviye edilmesi gerekir. Öyle ise elbise hem kendini başkalarının bakışlarından ve hem de soğuk ve sıcağa karşı korumak için önemlidir.

Elbisenin model ve desenleri aşırıların zevkine ve anlayışına göre de­ğişmişse de, elbiseden uzak hayat yaşamayı deneyenler, kabarık insan nü­fusu kemiyeti yanında önemsenmeyecek kadar azdır. Zaten bütün insan­lığın anlayışında elbise, kaçınılmaz bir zaruret ve tabiî bir ihtiyaç olarak telâkki edilmektedir. Yalnız şu hususun önemle belirtilmesinde fayda var­dır:

Hazret-i Peygamber'in zamanındaki; sade ve mütevazi giyimle bugü­nün giyimi arasında model ve desen bakımından büyük farklılık vardır. Fa­kat O'nun giyim konusunda belirttiği hususlar her zaman için tasvip edilecek vasıflardır. Tetkik edildiği zaman O'nun hassasiyetle üzerinde dur­duğu noktalar:

  1. a)Elbisenin temiz olması.
  2. b)Örtülmesi gereken yerleri örtebilmesi.
  3. c) Gösteriş için olmaması.
  4. d)Bu hususta israfa kaçılmaması.

a- İslâm fıkhında "Set-r-ül Avre" denilen bir deyim vardır. Bu ör­tülmesi gereken yeri örtmek şeklinde izaha gidilebilir. Acaba örtülmesi gereken yerler nelerdir? Bu yalnız namaz kılarken uyulması gereken şart mıdır, yoksa bir müslümanın günlük hayatında da uyulması gereken bir vecibe midir?

 

Namazda

 

"Set-rî Avre"nin hududunu fıkıh kitabları tâyin etmiştir. Hanefîlere gö­re göbekten diz kapağına kadardır. Kadınların ise sarkan saçları dahil bü­tün vücududur. El ve ayaklar hariçtir. Şafiî: Erkeğin göbek altından diz kapağı üstüne kadar olan yerlerdir. Diz kapağı ve göbeği avret mahalli saymazlar. Kadınlarda ise el ve yüz hariç bütün vücuttur. [893]

Namazda kadın için şart olan bu giyimin, günlük hayatında da -ya­bancıların yanında olduğu takdirde- şart olduğunu hadisler gösteriyor:

Hadisler, kadın kıyafetinin genel çizgilerini şöyle anlatıyor:

1- Elbise kalın olup vücut tenini göstermemelidir. [894]

2- Geniş olmalıdır. [895]

Acaba kadının böyle örtülmesinin istenmesi erkekle arasındaki bir müsavatsızlık mıdır? Böyle bir soruyu Dr. Hamidullah cevaplandırmıştır:

"Bir müsavatsızlığın olacağını zannetmiyorum. Bu mevzuu izah ederken bazı şeyleri açıktan açığa anlatacağımdan özür dilerim. Kadın, güzel ol­mak ister. Bu tabiî hakkıdır. İslâm buna yardım ediyor. Örtünme ile gü­zellik arasında acaba ne fark var? Bir kuş düşününüz:

İki türlü tüye sa­hip, biri dıştadır, bu güneşe karşıdır. Dışındaki kısmın içteki tüylerden daha az güzel olduğu tetkik edildiği zaman anlaşılır. Bedenimizde de bu­nu müşahede edebiliriz:

El ve beden. El güneşe karşı maruz kalıyor, di­ğeri kalmıyor. Bu bakımdan kadın örtüsünü taşıma suretiyle güzelliğini muhafaza etmiş oluyor. Gizlenen beden de daima güzel kalır. Bu husus­ta kadınlar hor görülsün diye böyle bir şart koşulduğunu söylemek yersiz­dir. Onlara yardım için böyle konulmuştur. Cemiyette de müşahede et­mek kabildir. Köylü kadın devamlı olarak güneş karşısında çalıştığı için evde oturan şehirli bîr kadınla güzellik bakımından arasında fark vardır." (Mayıs 1966 Edebiyat Fakültesi konferanslarında).

3- Sade olmalıdır.

4- Gözleri kendi üzerine çekecek ve insanı böbürlenme, büyükleri­me, hülyasına götürmiyecek, mahiyette olmasına dikkat edilmelidir.

Kadının giyim ihtiyaçlarını bu ihtiyaçtan çıkarıp bir beğendirme ve gösterişe kaçma eğilimi hâkim kılınmıştır. Daha çok bu çığırın savunu­cuları kadına olan hürmet ve koruyuculuklarından değil, malları için bir tüketici grub bulabilme çabasındadırlar. Dolayısıyla kadın moda evleri­ne, mecmualara, defile gösterilerine kendini kaptırıyor ve başkasını sır­tından zengin etmeye çalışıyor. İslâm'da, kadının böyle bir süfli emele vasıta olmasını uygun karşılamasını beklemek, onu bilmemekten ibarettir. O, kadın:

Cennet anaların ayağı altındadır" [896] diyerek en büyük payeyi vermiş, kadının annelikten kaçarak behimi arzuların kölesi haline gelmesi­ni istemesi, yahut böyle bir arzuyu taşıyanlara yem olmasını normal karşı-insanlığı fazilet üzerine oturtmaya gelmiş bir din tarafından reddedilmesi insanlığın menfaatına verdiği değerden ötürüdür. Bütün kalp dün­yasını zevcesiyle doldurmuş bir erkekle her gün değişik yapı, karakter ve güzelliğe sahip kadınlarla ihtilât halinde olan bir erkeğin psikolojik ve sosyolojik yönden tahlili dikkati calip hususlar ortaya koyacaktır. Şurası da önemlidir:

Tarihî seyri içinde muayyen bir giyiniş ve örtünüş tarzını ka­bullenmiş bir kadınlar kitlesinin bu giyinişleri üzerine yürüldüğü zaman toplum içinde sosyal birliği zedeleyici ve sosyal tesanüdü sarsıcı bazı na­hoş hâdiselerin meydana gelmesi mukadderdir. Belki de bu durum aileler arasında kırılmalar ve ayrışmalar doğurtacaktır. Haliyle bu durum karşı­lıklı sitem ve tenkidlere kadar götürecektir. Cemiyyet şuuru, kendi örfü­nün üzerine aksi yönden yürümeyi tasvip etmez. Bir yabancılığı kabul etmez, böyle olduğu takdirde, örfü kabul edenlerle yabancılaşmayı arzu edenler arasında bir kopma hâsıl olur. Halbuki hâdiselerin akışını kendi istikâmetine bırakmak, hâkim olan örf üzerine bir otorite baskısı ile yürü­memek toplumun kozmopolitleşmeden kendi bünyesini tamir etmeyi temin eder. Böylece çözülme engellenmiş olur. İslâm ülkelerinin çoğunda sos­yal kalkınma savaşı verilirken kamu hayatında büyük yeri olan örflerin bir yana atılması ve hattâ karşı konulması, bu kalkınmanın yanında insan gücü­nün maddî ve manevî desteğini kendisinden uzaklaştırmıştır. Bu durumda millet yapılan çalışmaların sanki kendi dışındaki herhangi bir toplum için­miş gibi ona lakayt kalmıştır. Kökü gayet uzun bir tarihe dayanan giyim örfünün de -bilhassa kadınlarda- üzerine varılmaması toplumun fayda­sı icabıdır.

 

B. Elbisenin Temiz Olması

 

Elbisenin pis olması ibâdet yapmaya engeldir. Bu yüzden müslüman, elbisesi üzerine pek hassastır. Bu din "temizlik îmandandır" [897] diyecek kadar bu noktada ileri gitmiştir. Diğer bir hadislerinde Hz. Peygamber: "Elbisenizi güzel yapınız" buyurmuştur. Mâlî durumları yerinde olan kim­selerin iyi ve derli toplu bir elbise giymeleri zaruridir. Bu hususta şöyle bir hâdise anlatılır. [898] Ebû Hanîfe her gün evine gelip derslerini takib edenler arasında biri yırtık ve hırpani bir giyinişiyle dikkati çeker. Bir gün ders bitip herkes dağılacağı sırada, onun kolundan tutar ve beklemesini is­ter. Herkes gittikten sonra İmam-ı Âzam minderinin altında ona vermek için sakladığı bir kese parayı çıkarır ve ona "Bununla kendine bir elbise alırsın, ben dersime devam edenlerin böyle hırpani elbise giymelerini is­temem deyince adam "Ben çok zenginim, paraya ihtiyacım yok" diye cevap verir. İmam-ı Âzam yüce Resulün şu hadisini ona söyler. "Allah ku­luna verdiği nimeti üzerinde görmek ister" [899], Hz. Peygamber'in eshabına olan şu tavsiyesi de bunun önemine işarettir:

"Esbabım! Sizler mü'mîn kardeşlerinizin yanına varacaksınız. Binaenaleyh binek hayvanlarınıza dik­kat edininiz. Kıyafet ve elbiselerinizi düzeltiniz ki; insanlar arasında par­makla gösterilecek gibi olasınız. Çünkü Allah-u Teâlâ, çirkinliği, çirkin söz söylemeye özenen kimseleri sevmez" [900]

Demek ki herhangi bir ziyarete giderken gerek binilen vasıtaya ve ge­rekse giyinilen elbiseye iyi dikkat etmek gerekir. Zaten Hazret-i Peygamber de ziyaretçilerin karşısına çıkmadan önce saçlarını iyice tarar ve en iyi elbisesini giyermiş. O'nun şu hadis'i de bu konuda yeter bir belgedir.

"Allah iyidir -yâni noksanlardan beridir- iyi olanı -yâni dosdoğru yolda olanı - sever. Temizdir, temizliği sever, kerîmdir keremli olanı se­ver.-O halde evinizin önünü ve etrafını temizleyiniz[901]

 

Gösteriş İçin Olmaması

 

Elbiseden gaye ne olduğu konunun başında verilen âyet-i kerîme açık­lamış bulunuyor. Müslümanın bu elbise île yaptığı gösterişten ömründe hiç değilse bir defa da olsa kurtulup, müslümanın, kardeşinin yanında iki bez parçasından ibaret, dikilmemiş ihramı Hac'da giymesi çok manalıdır. İs­lâm insanoğlunun kalbine, küçük çapta da olsa, bir gururlanma getirecek şeylerden azamî ölçüde çekinilmesini ister. Acaba elbisenin böyle bir fonksiyonu var mı? Şüphesiz normal ihtiyacı gidermek için giyinme, dinin em­ridir. Ama sırf dikkatları kendi üzerine çekmek gayesiyle yapılan giyim uygun mudur? Bu çeşitli yönden ele alınabilir.

1- Hazret-i Peygamber etrafındaki arkadaşlarının giyinişinden kıl pa­yı kadar ayrılmak temayülünü göstermemiştir. Eşit bir giyinme tarzına önem vermiştir. O zamanki sosyetenin giyinişinin alâmet-i farikası olan, yerde sürünecek şekilde giyiniş tarzından, inananların kaçmasını defaatle istemiş­tir. [902]

2- Ebû Zer'in anlattığına göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuş­tur:

"Üç grub insan vsrdır. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmaz, yüz­lerine bakmaz, onları korumaz, onlar için çok yakın bîr azab vardır". Bu sözü Hazret-i Peygamber üç defa tekrar edince, ben -Ebû Zer- "Bu kor­ku ve hüsranda kalanlar kimlerdir? ey Allah'ın Resulü!" deyince O

"Elbi­sesini yerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve satlık eşyasını yalan yere yeminle tervice çalışan kimselerdir[903]  buyurdu.

b- Elbiselerini kibirle yerde sürüyenlere Allah-merhamet bakişiyle- bakmaz. [904]

Demek ki, o zamanın süs giyinişi içinde yer alan "elbiseyi yere sürün­dürme" Hz. Peygamber tarafından yasaklanmış ve "bacakların yarısına ka­dar"  [905]  kaldırılmasını erkeklerden istemiştir.

II- Giyimde israfa kaçmama: Maddî imkânları yeterli olanlar, et­rafındaki insanları unuturcasına harcamaya girişmeleri güçleri alma kud­retine yeterli olmayanlara açıkça bir azabtır. Hz. Peygamber buyuruyor:

"İsrafa ve büyüklenmeye kaçmadan yeyiniz, içiniz, giyininiz ve yardımda bulununuz[906] Bir elbiseyi temiz taşıyarak ve yırtık yerlerini yamalıyarak azamî derece istifade yönüne gidilmelidir.

III- Elbisenin mütevazi olması: Daha çok ağır sanayiye ihtiyaç du­yan ülkeler, kumaş sanayiine ikinci plânda yer vermişlerdir. Kumaş sana­yiinde ileri olan ülke, ekonomik sahada diğer ülkelerle yarışa çıkamaz.

Binaenaleyh pek lüks elbise yerine mütevazi ve dayanıklı elbiseyi ter­cih etme hem aile bütçeleri ve hem de devletler için faydalıdır. Hazret-i Peygamber daha çok keten ve pamuktan mamul elbise giymiştir. [907]

Aile bütçeleri yerinde olanlarda, diğer ailelerin bütçelerinin sarsılma­ması için lüks ve pahalı giyinişlere kaçmamalıdır. Hele dövizin büyük bir değer ifade ettiği bu asırda bazı giyimlikleri dışardan getirmek son derece korkunçtur. En iyisi İslâm'ın genel ölçüsünde yer alan "iyi yolda örnek ol­ma" prensibi bu giyimde ölçü olmalıdır. Çoğu insanın alamadığı giyimliği sırtına alıp onların arasında dolaşmak, onların kalplerine basarak gezmek­tir.

"Yeryüzünde şımarık yürüme, zira Allah her kibir taslayan), kendini be­ğenip öğüneni sevmez[908]

IV- Erkeklerin ipek giyinmeleri yasaklanmıştır: Fakat kadınlar, bunu giyebilir. Bu hususta bir çok hadis-i şerîf vardır :

  1. a)"İpek elbise giymeyiniz. Bunu dünyada giyen âhirette giyemez"[909]
  2. b)"Hazret-i Ali'nin anlattığına göre Hz. Peygamber ipeği sağ eline, al­tını da sol eline alarak "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır"[910]
  3. c) "İpek giymek ve ipek kullanmak ümmetimin erkeklerine haram, ka­dınlarına helâldir"[911]

Bu hususun niçin yasaklandığı hakkında herhangi bir izah yapılmamış­tır. Fakat genel olarak elbise hakkındaki Hazret-i Peygamber'in umumî tavsiyelerine bakıldığı zaman yasak sebebi anlaşılmış olur.

1- Lükse kaçılması yasak edilmiş ki; o zaman ki, en lüks giyiniş ipek­ten yapılmış elbise idi. Binaenaleyh gelişme ve yerleşme devresinde olan İslâm topluluğunda ellerinde mahdut imkânlar bulunan kimselerin paralarını umumî maslahata uygun yerlerde harcayacaklarına, şahsî giyinişlerinde kullanmalarını Hazret-i Peygamber iyi karşılıyamazdı. Sonra bu, bîr biri üs­tünde böbürlenmeyi yasaklayan dînin ruhuna da aykırıdır -elbise bir me­fahir vasıtasıdır.- Yukarıda da izah edildiği gibi, Hazret-i Muhammed fertleri birbirleriyle uzlaştırırken, onları muayyen bir ölçü içinde bulundur­maya çok dikkat etmiştir,

2- Ekonomik sebeblerin bunda büyük rolü vardır: İpek istihsali Arap yarımadasında yapılmıyordu. Daha çok yabancı pazarlardan buraya geliyor­du. Müslüman tüccar daha çok müslümanların zarurî ihtiyaçlarını dış piyasadan dahildeki piyasaya getirmekle memurdur. Toplumun genel ihtiyaç­larını bir tarafa atarak onun yerine lüks malzemesini dahildeki pazara ge­tirmeye vasıta olmanın bir faydası olmasa gerek. Eğer Hazret-i Peygamber'in zamanından bugün revaçta olan bazı lüks emtia olsaydı onları da ya­saklamaktan çekinmiyecekti. Çünkü o belirli bir sınıfın giyinişte, yeyişte lüksün içinde kalıp diğerlerini en zarurî ihtiyaçlarını temin edememeyi prensib olarak kabul etmemiştir. Yalnız zarurî durumlarda buna müsaade etmiş­tir. Güzîde sahabilerinden Hz. Zübeyr ile Abdurrahman bin Avf'ın vücutla­rına bir kaşıntı düşünce onların giymelerine müsaade etmişti. [912]

 

Kadın Ve Erkeğin Giyimülklerinîn Ayrı Ayrı Olması

 

İslâm, kadının kadın, erkeğin erkek olarak kalmasını istemiş, ne erkekleşen kadı­nı, ne de kadınlaşan erkeği istememiştir [913], Anlatıldığına göre Hz. Pey­gamber; erkeklerden kadınlara benzemek isteyenleri iânetlemiştir. Hz. Pey­gamber'in bu minvaldeki hadislerine dayanarak, hüküm veren bir çok hadis müfessirleri kadın ve erkeğin birbirinin elbiselerini giymelerinin haram (İmamı Nevevi gibi) bazıları mekruh saymışlardır. (İmamı Rafii) [914] Bu giyiniş tarzına dikkat ederek giyinişini onlara benzetmemeye çalışma­lıdır. Erkek de ayni durumu göz önünde bulundurmalıdır.

 

Yeni Elbise

 

Allah'ın verdiği nimetlerden [915] yapılan yeni elbi­seyi giyerken bunu veren Allah'a hamdetmek gerekir. Ebü Said el-Hudri'nin anlattığına göre Hazret-i Peygamber, sarık, gömlek ve rida gibi yeni elbiseyi giyerken O'nun ismini söyler ve şöyle dua edermiş:

"Allah'ım! Sana hamdolsun. Bunu sen bana giydindin. O'nun hayırlı olmasını senden isterim ve onun için yapılan şeyin şer olmasından sana sığınırım[916]

Yeni elbiseyi giydikten sonra, bir fakir çağırır eskisini verirmiş ve bunun ne kadar önemli olduğunu belirtirmiş. [917] Sağdan giyer, soldan çıkarırmış. [918]

"Ayakkabıyı oturarak çıkarmak daha iyidir[919] buyurmuş­tur.

 

Elbise Giyerken

 

Elbise giyerken, bu nîmetleri veren Cenâb-ı Hakkın kudret ve kuvvetini düşünmeli, içinden şükretmelidir. Giyerken sağdan baş­lanır, çıkarırken soldan.

Ayakkabı tedarik etmek önemlidir. Yalın ayak yürümemeye dikkat edil­meli yerde akla gelmeyen ve ayak için teklikelî olan sayısız kesici ve ba­tıcı maddeler vardır. Bunun için Hazret-i Peygamber:

"Ayakkabılardan çok temin edin. Çünkü insan ayakkabı giydiği müddetçe onun binicisi olmak­ta devam eder[920] buyurur.

Ayakkabı giyerken sağ ayakla başlanır, çıkarırken sol ayağından çıkar­maya koyulur. Birini giyib birini giymeme, yahut birini çıkarıp diğerini çı­karmama uygun değildir. [921]

 

Elbisenin Deseni

 

Hz. Peygamber beyaz (Ebû Dâvud, Tirmizî) çiz­gili kırmızı elbise, (Buhari-Müslim) yeşil, (Ebû Dâvud - Tirmizî) siyah renk­lerinde elbiseler giymiştir.

Desenli elbise giymekte de bir mahzur yoktur. Hazret-i Âişe'nin an­lattığına göre Hz. Peygamber bir sabah erkenden sırtında, siyah kıldan dokonup, üzerinde deve semerleri tarzında bir takım çizgiler bulunan bir giyecekle dışarı çıkmıştır. [922] Hayvan resimlerinin üzerinde bulunması ha­ramdır. [923]

 

9- YEMEK ADABI 

 

Tabiat serili bir sofradır. İnsanoğlunun yaşaması için Cenâb-ı Hak bu­rayı bir tükenmez anbar yapmıştır. Üzerinde çalışıldığında tükenmek şöyle dursun, verimini arttırıyor, bu şekliyle âdeta "bana sarıl" demek istiyor. Sinesinde çeşit çeşit gıdaları depolamış bu besin ocağı gelmiş, geçmiş ve gelecek insanlara bağrında yer veriyor. İnsanoğlu bunun üzerinde gezer­ken, midesinin hasretini gidermek ve böylece yaşayabilmek için onun üs­tünde iaşesini topluyor. Toplarken ve topladığını yerken riayet edeceği bazı hususlar vardır. İslâm bunu bir düzene sokmuştur.

Allah, Kur'anda insanoğluna hitap ederek, yeryüzündeki temiz ve helâl olanı yemeyi ve Allah'ın verdiği bu nîmete şükr etmeyi [924] ve temiz olan her şeyin helâl olduğunu [925] Allah'ın helâl kıldığı temiz şeyleri kendile­rine yasak etmemelerini [926] ve peygamberlerine temiz olanı yemelerini ve iyi işler yapmalarını istemektedir. [927] Bu âyetler önemli olan bir hususu ortaya çıkarmaktadır:

"Helal ve temîz olanı yemek". Acaba helâl olan nedir?

Kur'an-ı Kerîm Cenâb-ı Hakkın peygamberlerine olan "Temiz olanı yeyinîz" emrini tekrar ediyor. Bu husus bütün peygamberlerin öğrettikleri esaslar arasında temiz olanı yeme olduğunu gösteriyor. Yalnız Kur'an-ı Kerîm başka bir yerinde Hz. İsa'nın İsrail Oğullarına olan hitabesinde

"...Si­ze haram edilen bazı şeyleri helâl yapmam için gönderildim" [928] buyura­rak peygamberlerin tebligatı arasında yiyecek bakımından helâl ve yasak sayma arasında bir değişiklik olduğunu belirtiyor.

İslâm'ın helâl yahut haram saydığı şeyler üzerine eğilince, bu emirle­rin mantığında insan menfaati saklı olduğu hemen görülür. Bir bakıma o insan için faydalı olanı emr, zararlı olanı yasaklama, insanoğlunun kendisini zorlıyarak yapacak seçmede kendisine yardımcı olmuş ve insan mantığının işin yasak ve emir cihetini bulmadan daha çok, onun medlulü üzerine akıl yürütmesini istemiştir. Bu husus insan muhakemesine ve seçimine en bü­yük yardımdır.

İslâm'da herhangi bir şeyin helâl veya haram olmasını ortaya koyan Al­lah'tır.

"Allah'ın size indirdiği rızkın bîr kısmını haram, bir kısmını helâlmı kıldınız?" [929]

"Diliniz yalana alışmış olduğu için herşeye 'Şu haram bu helâldir" de­meyin ki; Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uydu­ranlar ise şüphesiz saadete erişemezler[930]

Bu âyetler gösteriyor ki: kesin nassla haram oldukları belli olmayan şeyler hakkında haram damgasını vurmak tehlikelidir. "El-Üm"'de İmam-ı Şafi-i, Ebû Hanîfe'nin ünlü talebelerinden olan Kadı Ebû Yûsuf'tan şunu an­latır. İlim erbabı hocalarının tefsirsiz olarak Kur'an-ı Kerîm'de bir delil bul­madan şu helâldir ve bu haramdır dîye fetva vermekten çekindiklerini gördüm. İbn-i Saib Tabiî'nin en ileri gelenlerinden olan Haysem oğlu Rebî'den anlattığına göre o "Sizden biriniz Allah şunu helâl yahut buna da razı olmuş­tur" demekten sakınsın. O zaman Allah ona şöyle der:

"Bunu niçin helâl kıldım ve bundan neden razı oldum" yahut şöyle buyurur:

"Allah bunu ha­ram kılmıştır" deyince o zaman Allah:

"Yalan söylüyorsun, niçin bunu haram kıldım da ondan alıkoymadım" der. Küfedeki tabiin fukaha (hukukçular) nın büyüklerinden olan İbrahim en-Nehai arkadaşlarının bir şey hakkında fetva verdikleri yahut onu yasakladıkları zaman "bu mekruhtur, bunda da bir beis yoktur" [931] dediklerini anlatır. Müslüman bu hususu göz önünde bulundu­rup, hakkında kesin nass bulunmayan mes'elelerde hemen helâl veya haram deyip işin üstesinden gelmeyi marifet saymamalı, selefin takip ettiği yolu benimsemelidir.

 

Kur'an-ı Kerîm'de Yenilmesi Yasak Olan Hayvanlar

 

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası anılarak kesilenler, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tara­fından susulmuş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları canları çıkmadan önce kesmemişseniz ve dikili taşlar üzerine boğazlananlar, size haram kı­lındı[932]

Burada on yasak sayılıyor:

1- Leş: Boğazlamadan kendi kendine ölen hayvan veya kuştur. Fakat balık onun dışındadır. Hz. Peygamber

"O suyu temiz, ölüsü helâldir[933] buyurmuşlardır.

2- Kan: Bu etle beraber kalan -kan olmayıp etten ayrılmış kandır.

3- Domuz eti: Domuzun, âyette yasak edilmesine rağmen İslâm ül­kelerinde yabancı kaynakların tesirlerinde kalanlar, bunun yasaklanmasını iyi olarak karşılamamışlar, zaman zaman faydasından bile bahsetmişlerdir. Yalnız bunu neye istinaden savunduklarını mukni deliller ileriye sürerek is­pat edememişlerdir. (Bunu sırf ileri  görüşlülük olarak ileriye sürdükleri kanaatındayım.)  Kur'an-i Kerîm bir diğer âyette [934] onu nitelerken "rics" kelimesini kullanıyor. Ricsin, "kötü kokulu" [935] "Büyük pislik" [936] ve Azhap sûresinde olduğu "günah" [937]   anlamına da gelmektedir. Kur'an bu sıfatı özellikle inanmayan [938], düşünmeyen [939], -Hud kamvi Ad'da olduğu gibi -kibirli, inkarcı inat eden [940] münafıklar [941], kalpleri inanç bakımından hasta olanlar [942], putlar [943] için kullanmıştır. Bu kelimenin ayni zamanda duygular ve manevî yöndeki kötülük, kusurlar mânasına da gelmektedir.  Kur'an "Ey peygamberin halkı! Şüphesiz Allah sizden ricsi (kusuru) giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" [944] âyetiyle bu hususu işa­ret etmektedir. "Rics" necis mânasına da gelmektedir. [945] Malûmdur ki, domuzun yaratılışında, iyi şeylerden değil pislikten hoşlanma vardır. Araş­tırmacılar, domuz etinin insan tabiatında bozgunculuk meydana getirdiğini bildirmişlerdir. Karakterse, tevarüs eder. Mizaçlardaki yemeklerin tesiri belli bir iştir. Madem ki, mizaçta kötülüğü ve bozgunculuğu meydana geti­riyor, sağ duyunun kötü görmesi ve ondan sakınmayı gerekli bulması nor­maldir. [946]

Değerli bilgin Prof. Dr. Hamidullah Bey de bu hususta:

"Domuz eti as­rımızda büyük bir önem taşıyor. Şeriat bir şey emrettiği zaman bîr sebep göstermez. Biz emrine uyarız. Bazı düşüncelerimizi ileriye sürdüğümüzde gerçeğe varıp varamadığımızı bilemeyiz. Ben bir mes'elede şunun sebebi şudur dersem, bu benim ve başkalarının düşüncesidir. Domuz etinin ya­saklanmasında birçok sebepler var:

I- Fransa'da millî araştırmalar enstitüsü var. Bütün ilimler burada tetkik edilir. Domuz etini de tetkik etmişler.   Bunun için onbeş yıl araştır­ma yapmışlardır. Daha ziyade bu araştırma beslenme problemini ele alan bir araştırma 'idi. Raporda:

 Domuzların % 40'ında daima hastalık yapan mik­ropların bulunduğu, iki saat içinde eti suda kaynatılsa dahi ölmediği yarım saatlik yemek pişirilmesinde hiç ölmiyeceği, bundan dolayı domuz etinin yenilmeyeceği belirtilmiştir.

II- İkinci sebep ruhîdir: Tıpla ilgili bir izahı vat: Bazı hastalıkların mahiyetine göre yemek tavsiye edilir. (Beyni iyi gelişmemiş olana beyin yemeleri v.s.) Görülüyor ki; hastalığın nev'ine göre yemek tavsiye edili­yor.   Domuzların yaşayışına baktığımız zaman pislik yemesi bakımından en önde gelir. En sevdiği yemek necistîr.   Domuzun yaşadığı hayatın insana geçip geçmiyeceği ruhen düşündürücüdür. Türkçe, Arapça ve bütün dil­lerde "domuz" ismi bir hakaret olarak kullanılır. Bunun için İslâm'da ya­sak edildiği gibi Tevratta da yasaklanmıştır" [947] dedi, F. Razi:

"Allah, do­muzun etinin yapısında büyük bir hırs, şehvete çok düşkünlük bulunduğu için yasaklanmıştır. Gıda, yiyenin karnında kendi cinsinden bir parça mey­dana getirir. Allah onu yasaklamış fakat koyunu helâl kılmıştır.   Zira bu hayvan kötü ahlâktan gayet uzaktır" [948] diyor.

Bazı hastalıklara sebep olduğu neşredilen çeşitli ilmî bülten ve maka­lelerde görülmektedir, "Amerika birleşik devletlerinde ve Kanada'da yaşıyan insanların 1/6 nin adalelerinde trişinlâ domuz eti yedikleri için trişin kurtları vardır. Vücutlarına trişin kurtları girmiş insanların çoğunda has­talık arazı görülmez. Çoğu yavaş yavaş iyileşir fakat bazıları da ölür. Ba­zılarının sol tarafları ilelebet malûl kalır. Hepsi de dikkatsizce domuz eti yemişlerdir. Bu hastalığın muafiyeti ve tedavisi yoktur. Ne antibiyotikler ne de diğer ilâçlar ve aşılar bu ufak ve öldürücü kurda tesir etmezler. Ye­gâne çare bu mikrobun bulaşmasını önlemektir. Trişin kurtları adale lifleri arasında limon çekirdeği şeklinde kıvrılmış küçük kapsüller halinde sak­lanarak 40 yıldan fazla yaşarlar. Hastalıklı bir et parçası yendiği zaman bu gayrı faal trişin kapsülleri hazmedilirler. Fakat içindeki trişinler yaşarlar. Hastalıklı bir et parçası yendiği zaman bu gayri faal trişin kapsülleri hazme­dilirler. Fakat içindeki trişinler yaşamakta devam ederler. Gelişirler her bîri 1500 defa çoğalırlar. Bu yeni trişinler ana trişinleri havi et yenildik­ten 1-3 gün sonra kan damarlarını istilâ ederler ve kan damarları vasıta­sıyla da birçok organlara yerleşirler. Trişinlerin sebep olduğu hastalığın belirtileri 50 den fazla hastalığın belirtilerine benzer. Bu ise hastalığın teş­hisini çok güçleştirir. Etleri tuzlama ve tütsüleme gibi alelade metotlar trişinleri öldürmez. Mezbahalarda hükümetçe yapılan kontrollar ise bütün trişinli etleri teşhis için kâfi değildir" [949]

Ömrün uzatılması ve kısaltılması domuzun etini yemeye bağlı değildir. Araştırmacılar, domuz etinin aksine, inek sütünün, sığır etinin barsaklarının muhafazasında, kanın hareketinde ve bedenin sıhhatinde daha tesirli ol­duğunu belirtmişlerdir. [950]

4- Allah'tan başkası adına kesilen:

Putperest Arabistan'da hayvanlar kesilirken kendi putlarını anarak ke­serlerdi. (Meselâ Lât, Uzza v.s.) Halbuki kesimin bunlar adına yapılması, bunlarda kudret görmenin bir sonucudur. Bu inceliği göz önünde bulun­durup, kesilmesine niyyet edilen kurbanların "Allah için olduğunu" izhar etmek iyi olur. Karşılama törenlerinde de gelen kimsenin şerefine değil, iyi niyyet besleyip Allah için kesmek İslâm inancının bir nezahetidir.

5- Boğulmuş hayvan: Hangi surette olursa olsun ister suda, ister bir deliğe boynunu sokarak yahut avcının ipiyle boğulmuş olsun yenilmesi haramdır. [951]

6- Bir yerine vurularak öldürülen (menkuze): Yâni, yere çarpıp öldürecek bir darbe [952] Yalnız atılan ok veya mızrak delip geçerse bu­nun yenileceğini, şayet böyle bir durum olmaz da vücuduna değip deviren bir atma ile düşüp ölen hayvanın veya kuşun yenilmeyeceği bîr hadiste bildiriliyor. [953] Acaba tüfek (bu kabil ateşli vasıtalar)la öldürülen hay­vanın durumu nasıldır. Şevkanî şöyle diyor:

"Bana bir ilim heyeti, ba­rutla doldurulan silâhlarla yapılan avlamada, avcı onu diri olarak boğaz­lamaya imkânı olmazsa ne olur?" diye sordu. Kanaatime göre böyle bir av helâldir. Zira atılan seçme v.s. bir yerinden giriyor bir diğer yerin­den çıkıyor. Hadiste de "Sen mızrakla ucuna demir konulmuş oku attığın zaman onu delerse o zaman böyle bir avı ye" [954] buyurulmuştur.

7- Düşüp yuvarlanmış: Bir dağdan, yüksek bir yerden, yahut ku­yuya düşmüş [955] hayvanlar bu durumda ölürse etleri yenilmez.

8- Başka bir hayvan tarafından susulmuş: Sığır sığırı, koyun koyunu [956], döğüs esnasında biri diğerini  boynuzlayıp öldürürse.

9- Yırtıcı hayvan tarafından yenilmiş: Yırtıcı hayvanların yiyerek bı­raktıkları artıklar yenilmez, Âyet'in devamında, "Şayet canları çıkmadan keserseniz" bunların yenileceğini bildirmiştir.

Her yasak ve helâlda olduğu gibi Kur'an-ı Kerîm'de yukarıda sıralanan etleri yenilmesi yasak olan hayvanların etlerinin yenilmemesine sebep ne­yin olduğunu bildirmese de akl-ı selimin bunu bulması kolaydır. Bu son sayılan üç yasağın hayvanların hallerini korumak gibi önemli bir hususa dikkatleri çekmektedir.

  1. a)Hayvan; sahibinin hayvanını tehlikeli, yüksek yerlere, damlıklara çıkarmaması, sığ suların olduğu yerlere götürmemesi, yağmur yağdığı za­man muhtemel sel durumunu göz önünde bulundurarak, dere kenarlarından uzaklaştırmayı v.s. gibi hususlardan hayvanları korumayı istemektedir.
  2. b)Kötü bir gelenek olmasına rağmen hayvan doğuşunu seyretmeğe arzulu kimseler vardır.

1- Horoz döğüşü

2- Deve güreşi

3- Manda döğüşü

4- Koç boynuzlaması

5- At dişlemesi v.s.

Bir de bunların dışında ayrı ayrı evlere mensup olan hayvanların bir araya geldikleri zaman ilk karşılaşmada çıkarttıkları döğüş vardır. Bunla­rın ilk vuruşmasını büyük bir iftiharla seyreden sahipleri, şayet bunları ayırmazlarsa birinin diğerinin karnına atacağı bir boynuzla karnını yararak hayatına son verebilir. Bu hayvanları kanlar içinde bırakacak bir döğüşü seyretmenin ne derece bir zevk vereceğini zevk sahiplerinden sormak ge­rekir.   Bunda hasıl olacak iki durum var ki; İslâm edebine aykırıdır.

I- Kazanan hayvanın sahibinin iftiharı

II- Birbirinin zararını isteme. İslam ise insanın iç dünyasına insan­lığa yakışmayacak böyle bir tutum içinde bulunmayı istemez. Her iki ta­rafın da birbirlerinin menfaatini kollamayı, birbirleri aleyhinde zarar iste­memeyi ister,

  1. c)Yırtıcı hayvanların artığını yemek insan şerefine yakışmaz. Zaten bunlar ağızlarını insan için yasak olan herşeye batırıyorlar.

10- Dikili taşlarda boğazlananlar: Ya putlar adına veya bizzat on­lar için kesilen kurbanlar. [957]

Bunlar dışında adabına uygun olarak kesilen hayvanların etleri helâl­dir. Kesme vasıtalarına gelince bunlar boğazda, yemek ve nefes borularıyle can damarı (veced) denilen iki kalın damarı kesip kan akıtacak âlettir. Hz. Rafi, Hz. Peygamber'e:

"Allah'ın Resulü! Biz yarın düşmanla karşılaşacağız, fakat yanımız­da hayvanı boğazlamak için bıçak yok, der. O da: Diş ve tırnaktan başka, kanı akıtan bir vasıta ile kesilmiş ve besmele çekilmiş olanı ye. Diş kemik­tir. Tırnak ise Habeşlîlerin bıçağıdır. [958]

Hadîs keskin bir şeyle hayvanı kesmek gerektiğini seraheten kayde­derken diş ve tırnakla kesilmiyeceğine de işaret etmektedir. Dişle ve tır­nakla kesmenin yasaklanmasının sebebi üzerinde birçok görüşler var. Sa­de bunlar içinde en makulü:

"Dişle kesmekten men edilmesi hayvana azap verdiği içindir. Bununla ancak hayvanı boğma hasıl olur ki, bu da kesme mânasını taşımaz" [959] En güzel şekilde kesme Hz. Peygamber'in emri olduğuna göre [960], kesileni bir çok azap içine sokacak kör âletin ve kesme gücü olmayan vasıtanın zaruret olmadan kullanılmaması gere­kir.

Etleri yenilmeyen çeşitli hayvanlar:

Etlerin yenilmesi âyette yasak olan durumlardan başka, etleri haram olan diğer hayvanlar vardır. Hz. Peygamber bunun genel bir tasvirini yapmıştır. "Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır[961] Hadisi rivayet eden müslimin İbn-î Abbas'tan rivayet ettiğine göre bunu nehyetmiş ve "pençesi ile avlanan her kuşu" [962] sözünü ilâve etmiştir. Yalnız bilginler arasında bu gibi hay­vanların hangilerinin yasak olduğu ihtilâf konusudur:

"İmam-ı Âzam Ebü Hanîfe, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Davudu Zahirî bu hadisle amel etmişler­dir. Yalnız haram kılınan yırtıcıların cinsini tâyinde ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe'ye göre etle beslenen ve azı dişi olan her hayvan yırtıcıdır. Arslan, kaplan, pars, kurd, ayı, tilki, çakal, sırtlan, fil, maymun, yaban faresi, yaban kedisi, gelincik, sansar, samur, sincap v.s. gibi... Akan kanı olmayan, sinek, arı, akrep v.s. sinek ve böcek nev'ileri île yerin içinde yaşayan solucan ve yılanları, fareler kirpiler pis oldukları için yenmezler. [963]

Bundan başka akbaba, karga, keler [964], kaplumbağa ve bunlara ben­zer olanları yemek mekruhtur [965] Deniz hayvanlarından ise yalnız ba­lık helâldir, diğerleri pis sayılmıştır. [966]

Eşek etinin durumu:

Hz. Peygamber, Hayber günü ehli eşeğin etinin yenilmesinden alıkoy­muştur. Sahabenin çoğunluğu [967], tabîin ve ondan sonra gelenler bu hadisle amel ederek ehlî eşeklerin etinin yenilmesinin haram olduğunu be­lirtmişler [968], yalnız ehli olmayan eşeğin helâl olduğunda ittifak var­dır. [969]

At'ın durumu: At etinin yenilip yenilmeyeceği hususunda değişik mez­hep görüşleri vardır. Hz. Peygamber'in Hayber'de yenilmesîne izin verdiği rivayet edilmektedir. İmam-ı Âzam diğer hadislere dayanarak bunun kerahet'i tenzihiye ile mekruh olduğuna kail olmuştur. [970]

Katır: Bunun da eti haramdır. Hz. Peygamber, katır etini yemekten nehyetmiştir. Şüphesiz bu yasaklardaki hikmetin esası etin durumudur. Her devrin umumî teamül ve örfü de bu yasağı desteklemiştir.

Çekirge: Bu konuda Hz. Peygamber'den nakledilen hadisler vardır. İbn-i Ebî Evfa'dan çekirge hakkında sorulunca:

"Ben Hz. Peygamberle altı gazvede bulundum. Çekirge yiyorduk" der.

Dört mezhep imamı da bunun helâl olduğuna ittifak etmişlerdir. Bu­nun helâl olduğuna dair İmam-ı Malik'in dayandığı delil:

"Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı. Balık ve çekirge, karaciğer ve dalak[971] hadisidir. Yalnız bunu ne derece insan mîdesi kabul edip etmeyeceği düşündürücü­dür. Umumî teamül ve örf bugüne kadar yemeye yanaşmamış ve üstelik bundan tiksinir hareket etmiştir. Hz. Peygamber'in harp halinde bulundu­ğu malî durum göz önünde tutulacak olursa, büyük zarar doğurmıyacak şeyleri arkadaşlarının yemelerine göz yummaları normal karşılanmalıdır. Darı ekmeğinin bile zor bulunduğu, katık için de tuz ve suyun kullanıldığı o zamanın müslümani, harb ederken bu şartlar içinde gıdasını alıyordu. Yal­nız birçok çekirge çeşidi vardır:

Nitekim bunu İbn-ül Arabî, Tirmizî'nin şer­hinde "Hicaz çekirgesi ile Endülüs çekirgesinin arasını ayırarak, Endülüs çekirgesi hakkında 'bariz bir zarı olduğu için yenilmez' [972] diyor. Zaten Hz. Peygamber'in de yeyip yemediği ihtilaflıdır." [973]

Kurbağa: Kurbağayı ilâca katmak için müracaat eden bir doktora Hz. Peygamber onların öldürülmesini yasaklamış ve onların vakvakalarıyle Al­lah'ı andıklarını bildirmişlerdir. Hz. Peygamber öldürülmesini yasak ettikleri diğer hayvanlar:

Karınca, bal arısı, hüdhüd ve sured'dir [974]. Zararlı olan hayvanları (meselâ: yılan, akrep, fare, alaca karga, çaylak) öldürme­de bir sakınca yoktur.

Yukarıda öldürülmesi istenmemiş olan hayvanlar ise herhangi bir za­rara sebebiyet vermedikleri zamanlarda yaşamalarına göz yumulur. Mese­lâ: Karınca, evin tam ortasında yuva kurmuş yahut mutfağa akın etmişse temizleme esnasında bunlar ister istemez öldürülmesi muhtemeldir. Vü­cudun herhangi bir yerini ısırmak için dolaşıp duran bir arıyı uzaklaştırılma­ya çalışırken böyle bir durumda öldürülmesinde bir sakınca yoktur. İğne­leri zehirli olan bir çok hayvanlar daha var ki, bunları öldürmek bir zararı uzaklaştırmaktır.

Yenilmesi yasak olan hayvanları "Açlıkta, darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir."

Helâl rızık arama:

Müslüman Allah'ın fazlından aramalıdır [975] Haram ve helâlin sını­rı belli olduğu [976] için şüpheli olan şeylerden kaçınmalı ve Allah'ın ko­ruluğu olan yasaklara dalış yapmamalıdır. Bu haram ve helâlin sınırı Kur'an-ı Kerîm tarafından tesbit edilmiştir, gaye meşru yolda kazançtır. Eğer meşru bir işin getirdiği bir gelir varsa bunu küçümsememeli ve ona hor bakmamalıdır. Hz. Peygamber, zamanında çobanlık yapmış ve Hz. Davud da eliyle elde ettiği kazancı yediği rivayet edilmiştir.

 

Helâl Kazanmanın Önemi

 

Allah temiz olandan yemelerini peygamberlerine emretmektedir. [977] Müfessirler, burada geçen "tayyibatı" helâl olarak tefsir etmişlerdir. Âye­tin devamında gelen "iyi işler yapınız" ifadesine bakarak İbn-i Kesir "Ey Peygamber! Helâli olanı yeyiniz, bu iyi işler ifadesinin bunun arkasında gelmesi, helâl yemenin iyi işler yapmaya yardımcı olduğuna bir işarettir[978] diyor. Zaten Hz. Peygamber de

"Ey insanlar! Allah güzeldir, güzel olanı  (helâli)  sever" [979]  buyurmuştur.

Helâl üzerine biraz eğilince şu husus dikkati çekmektedir. Bir şeyi ka­zanmak için muayyen bir şey, belirli bir zaman harcamak gerekir. Böyle bir durumda insan bir gayret içindedir. Bu gayretin doğuracağı bir sonuç vardır. Şüphesiz iş safhaları bugün çok gelişmiştir. Fakat iş prensipleri ve insanın bu işe yönelme niyyet ve bakışları değişmemiştir. İş alanları ne kadar çoğalırsa çoğalsın gene bütün bu işler insan etrafında dönmekte ve bütün işler içinde meşru olmayan kazanç bulunmaktadır. Şimdi genel İslâmî bir prensibe bakıldığında, en çok dikkati çeken husus zarara uğ­ratmama ve herkesin menfaatini en azından kendi menfaati gibi kollamak olduğu görülür. Demek ki iş safhasında rızık kaynağının helâl bir mahiyete sahip olması için kimsenin ziyanını istememektedir. Önemi hakkında se­lef konuşmuştur:

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah:

"Kamburlaşacak kadar namaz kılsanız, kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız haramdan kaçınmadıkça bunlar sizden ka­bul olmaz."

Süfyani Sevri:

Allah'a itaat maksadiyle haramdan sadaka veren, pis elbiseyi idrar ile temizleten gibidir. Halbuki pis elbise ancak temiz su ile temizlenir. Günahları ise ancak helâl örter.

Yahya bin Muaz: İtaat Allah'ın hazinelerinden biridir. Fakat onun anahtarı dua, anahtarın dişleri helâl lokmadır, [980] demişlerdir.

İnsan besinini temin eden Yeryüzü'dür. Burada temin edilenler ara­sında:

  1. a)Hayvanlar,
  2. b)Madenî (Tuz),
  3. c)Nebat, meyve, sebze, hububat. Bu­rada insan yararına olanların yenilmesi helâl, yararına olmayanlar yasak kılınmıştır.

 

Sofranın Tanzimi 

 

1- Sofranın zenginliği, sofra üzerinde bulunan çeşitli yemeklere bağ­lı olmayıp kazanç cihetinden helâl yolda kazanılmış yemeklerdir. [981] Ye­meğin kalitesi ne olursa olsun sofra usulüne uygun olarak hazırlanmalıdır. Bu sofra için Türkiye'de her bölgenin özel hususiyetlerine uygun olarak ya­pılmış sofra bezi, yemek tepsisinin üzerine konulacağı tahta v.s. vardır. Böylece bir sofrada ekmek ve yemek kalıntıları yere düşmez, düşenler ise

sofra bezi içinde kalır.

 

Yemekten Önce Yapılması Gereken Hususlar

 

I- Yemekten önce elleri yıkamak, yemekten önce el yıkamada genç­lerin ihtiyarlardan, yemekten sonra da ihtiyarların gençlerden önce yıka­ması gerekir. [982]

II- Sofra kuruluşu tevazüye uygun olmalıdır. [983]

III- Sofrada güzel oturmalı dizler üzerine çökmeli sağ ayağını sol ayak üzerine koymalı. Hz. Peygamber de böyle yapmıştır. O:

"Kulların yediği gibi oturan bir kulum" demiştir. Bir yere dayanmak uygun karşılan­mamıştır. [984]

Yer darlığı olursa diz çökülerek oturulur. Hz. Peygamber bir gün ye­mek etrafında ashab çoğalınca, diz çökerek oturur, Bedevilerden biri:

"Bu nasıl oturuş? der.   Hz. Peygamber de:

"Allah beni inatçı bir zorlayıcı değil, belki kerim bir kul olarak ya­rattı, [985] der.

Hz. Peygamber "Dayanarak yemek yemem[986] buyurmuşlardır.

Oturmada baş tarafa oturmayı tercih etmemeli, Hz. Peygamber "Allah için oturumda, aşağıda da oturmaya razı olmak bir tevazu eseridir[987] buyurmuştur. Boş bulduğu yeri tercih etmeli, İslâm'ın bu durumuna bakıl­dığı zaman yabancı geleneğin bir eseri olarak İslâm ülkelerinde de ihdas edi­len şeref masasından ve sendalyesinden çekinmek gerekir. Zira bu ayrılık­tır, İslâm adabına uygun değildir.

3- Kulluk edebilmek için yemeye niyyet etmek, daha çok lezzet kap­mayı gaye gütmemeli, az yemeye gayret göstermeli.

4- Olana razı olmalı, fazlasını beklememeli. Hz. Peygamber ailesinde katık isteyince sirkeden başka bir şeyin bulunmadığını söyleyince O:

"Gene iyi katıktır[988] der.

5- Sofraya uzanan ellerin çok olmasına çalışmalı, zira Hz. Peygam­ber yalnız başına yemezdi [989]

Tecrübe sayesinde insanoğlu bitki örtüsü içinde kendi gıdasına fay­dalı olacak şeyi ayırmıştır. Yalnız bunlardan yapılan bazı maddeler insan sağlığına zarar verdiği için yasaklanmıştır. Çeşitli bitkilerden yapılan uyuş­turucu maddeler ve bazı ürünlerden elde edilen alkolik içkiler yâni Allah'ın verdiği çeşitli ürünleri insanoğlu bozarak onun insanın zararına olacak şek­le sokmuş, ürünün kendisi zararlı olmamasına rağmen zararlı hale sokul­muştur. Hâsılı dikkat edilecek husus, sınırları belli olan helâl ve haramı ayırmak, Hz. Peygamberin de bildirdikleri gibi şüpheden kaçınmak gere­kir.

 

İnsan Kazandığıyle Ne Yapar

 

Kazanmanın bir gayesi vardır:

a- Yaşamak için Cenâb-ı Hakkın verdiği vücut emanetinin ve so­rumluluğunu taşıdığı kimselerin gıdasını

  1. b)Orta seviyeli yiyeceklerini
  2. c)Barınacak bir yeri temin etmek ve
  3. d)Her türlü ihtimali göz önünde bulundurarak bütün elde edileni harcamayıp tasarrufa gitmek.

İslâm vücuda gerekli olan gıdanın alınmasını teşvik etmiş, vücut ya­pısını sarsacak yorgunluğa, eziyete ve gıdasızlığa ve tabii ihtiyacı karşılamamaya karşı koymuştur. Hz. Peygamber'in ünlü sahabileri vücudu sar­sacak mahiyette bir harekete giriştikleri zaman Hz. Peygamber tarafından tenkide uğramışlardır.

 

Yemede Dikkat Edilecek Husus

 

  1. a) Helâl kazanma.

b} İsraf etmeme.

  1. a)Yediği şeyin helâl olup olmadığını araştırmalıdır. Hz. Peygamber, "insanlara bir zaman erişir ki; o devirde kişi, ele geçirdiği mal helâldan mı, haramdan mı kazanıldığına hiç aldırmaz,"[990] buyurmuştur. İbn-i Battal kişinin servetinin kaynağını araştırmaması, daima murakebe üzerinde bulun­maması dinî zaafından ve îman gevşekliliğindendir. Bir de bu aldırış et­memede fitne ve bozgunculuğun genelleşmesi, ahlâksızlığın halk arasın­da genişlemesi ve yayılmasına çok müessirdir, [991]  Hz. Peygam­ber:

"Kim ki el emeği, alın teriyle kazandığı helâl malını yiyerek, aile yu­vasında gecelerse, Allah kendisinden razı olarak gecelemiştir. Affedilerek sabahlar" buyuruyor. Duanın da kabul olmasının helâl kazanca bağlı olduğunu Hz. Enes'in hadisinde belirtilmektedir. [992]

"Yâ Resulûllah!  Ben dualarımın kabulünü isterim. Bana bunun yo­lunu gösterir misiniz? diye rica edince, Hz. Peygamber:

"Ey Enes! Helâl kazan, duan müstecab olur. Zira kişi ağzına haram bir lokma götürürse kırk gün duası kabul olunmaz," buyurmuştur.

Başka bir hadiste "Ey insanlar! Allah paktır, ancak pak olanı kabul eder. Allah peygamberlerine yaptığı emri mü'minlere de yapmıştır: 'Ey insanlar size verdiğimiz rızıklardan temiz olanı yeyiniz[993]

"Ey peygam­berler temiz olanı yeyiniz[994]

"Bu böyle olmakla beraber, adam kalkar da seferini uzatıp, saçları dağınık üstü başı tozlu bir halde ellerini göğe doğru kaldırarak 'Yârabbi, yârabbi!' der. Halbuki onun yediği haram, giy­diği haram ve haram ile gadalanır. Böylesînin duası nasıl kabul olur! bu­yuruyor.

 

Yemekte

 

1- Sofranın başına Cenâb-ı Hakkın ulvî nîmetini hatırlayarak otu­rulur.  Bismillah -Allah'ın adiyle başlar [995] Hz. Peygamber:

  1. a)"Yemek yediğinizde Allah'ın adını anınız. Yemeğin başında Besme­leyi unutmuşsanız, başlangıcı içinde, sonu içinde, Bismillah"[996] 
  2. b) Peygamberin bulunduğu bir sofrada bir kız gelir yemeğe atılır, Peygamber engel olur. Aynı durumu bir Arap yapar. Hz. Peygamber bunu da alıkor ve şöyle buyurur:

"Şüphesiz şeytan, üzerine Allah'ın ismi amlmaksızın yemek yemeği helâl itikad eder. O bu cariyeyi de Besmelesiz yemek yemeği helâl ettir­mek işin getirmiştir. Ben bundan dolayı kadının alini tuttum. Müteakiben bu çöl Arabını da Besmelesiz yemek yemeği helâl itikad ettirmek için ge­tirdi. Ben onun da elini tuttum. Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, şeytanın eli kadının eliyle beraber benim elimin içinde olmuş­tur." [997]

  1. c)Kişi evine girdiği zaman, girişinde, yemek esnasında, Allah'ı anar­sa, şeytan (kendi avanelerine) 'Sizin için bu evde gecelemek ve yemek yoktur' der...  Kişi yemeği sırasında zikretmezse, şeytan (kendi yardım­cılarına) gece faaliyet gösterilecek yeri ve yemeği tanıdınız, der.[998]
  2. d) Âişe anlatıyor: 

Resûl-i Ekrem, eshabından altı kişi ile bera­ber yemek yerken, bir bedevî gelip iki lokmada yemeği bitirir.   Bunun üze­rine Hz. Peygamber

"Eğer Besmele çekmiş olsaydı, hepinize yeterdi[999] buyurdu. Yalnız haram yemek ve içmeğe, gayri meşru bir iş yapmaya başlarken besmele çekmek doğru olmayıp, Allah'ın ismini hafife almak­tır. [1000]

Besmelemin sıfatının bilinmesi gerekir. Acaba yalnız "Bismillah" ye­terli midir. En iyisi "Bismillâhirrahmânirrahîm" demektir. Eğer besmele derse kâfi gelip sünnet yerini bulmuş olur. [1001]

 

Yeme Durumu

 

1- Yemeğe tuzla başlamak.  Hz. Peygamber

"Ey Ali! yemeğine tuz­la başla çünkü bu yetmiş hastalığa şifadır[1002]  buyurmuştur.

2- Yemekte sağ el kullanılır.  Hz. Peygamber "sağ elinle ye[1003] buyurmuştur.

Teharet için sol el kullanılır. Bu yüzden sağ elin yemekte kullanılması tercih edilmiştir. Fakat ihtiyaç halinde de sol elden yararlanmada bir beis yoktur. [1004]

3- Ekmek iki elle parçalanır. Ekmek üzerine herhangi bir kap ko­nulmaz, ekmeğin üstünü yeyip geriye kalanı atmak mekruhtur. Bunda ek­meğin o kısmının hafif görüldüğü şeklinde bir durum ortaya çıkar. Nimeti hafife almak ise kıtlık doğurtur [1005] Ekmekle el silinmez. Şayet elini sil­diği ekmeği -meselâ eldeki yağı- yerse bir şey lâzım gelmez .[1006]

 

Yemekte Organlârın Durumu

 

Sağa ve sola bakılmaz, baş kaldırılmaz, ağız çokça açılmaz, aksırdığı veya öksürdüğü zaman yüzünü sofradan çevirir. Sofra arkadaşının lokma­sına bakılmaz. Bakışları önündeki yemekte bulunmalıdır.[1007]

 

Diğer Durumlar

 

1- Lokmalar ufak alınır. Alınan lokma ağızda iyi çiğnetildikten son­ra, yutulur. Ağızda bulunan lokma yutulmadan ikinci lokma alınmaz. Bu yerilmiş bir acemiliktir.

2- Sıcak yemeğe üflenmez. Soğulması beklenilir. Abdullah b. Abbas'ın anlattığına göre Hz. Peygamber yemeğe ve suya üflemezdi.[1008]

3- Yemek koklanmaz. Kaba el sokulmaz. Lokma alınırken baş sof­raya doğru uzatılmaz. Susmakta doğru değildir.  İyi şeyler ve doğru olan kimselerin hikâyeleri anlatılması uygun olur. [1009]

5- Yemekte ölümden, hastalıktan, cehennemden, v.s. gibi durumu sarsacak şeylerden bahsedilmez.

5- Yemeğin geldiği tarafa bakılmaz.

6- Gelenlere karşı yemeği gizlemek için kapıya kulak kabartılmaz.

7- Yemeği tam olarak yemeden bir iş için sofradan kalkılmaz.

8- İsterse namaz için olsun hazırlanmış sofra bekletilmez. Hz. Pey­gamber:

"Akşam yemeği hazır olduğu zaman yemeğe başlayınız" buyur­muş. İbn-î Ömer de imamın namazdaki okuyuşunu duyduğu halde akşam yemeğinden kalkmazdı. [1010] Akşamı zikretmenin bir hikmeti var:

Vakti en dar olan namaz akşam namazıdır. Akşam yemeği hazır olduğu halde, ak­sam namazını kılmadan  yemeğin yenilmesi ön görüldüğüne göre diğer -meselâ öğle- namaz durumları göz önünde bulundurulduğu zaman ha­liyle yemeğin öne alınması gerekir.

9- Yemekten sonra hemen kalkılmaz.

10- Yol üstünde ayakta yürüyerek yemek yenilmez. [1011]

11- Yemek yerken herhangi bir yerine bulaştırmamaya çalışmalı. [1012]

12- Düşen lokmayı yerde bırakmamalı. O nimetin nasıl kazanıldı­ğını göz önünde bulundurarak ve yokluğunu düşünerek hemen yerden al­malı. Hz. Peygamber de:

"Bir lokma düştüğü zaman o lokmada eza verîcî şeylerden ne bulundu ise onları gidersin. Sonra da onu yesin ve sakın o bir lokmayı şeytana terketmesin[1013] buyurmuştur. Düşen ve heba edi­len her lokmada yaşıyan bütün insanların hakkı vardır. Dökülen yemekle­rin ve ekmek parçaların sayısız iktisadî güçlükler doğuracağını  nazardan uzaklaştırmamak gerekir. Düşen bir lokmanın heba edilmesini bile uygun karşılamayan peygamber ölçüsüne karşı yapılmakta olan israflar korkunç­tur.    Halbuki  "Allah  israf edenleri sevme?" [1014] Ama  israf edenlerin yaptıkları  kendilerine  iyi  görünür. [1015] Fakat bu  yok olmalarını  getirir. [1016] Hz. Peygamber de:

"İsraf etmeden ve gururlanmadan ye, iç, gsy ve yardımda bulun[1017] buyurmuştur.

13- Parmaklara bulaşan şeyi bile bir tarafa atmak uygun değildir. Hz. Peygamber: 

"Sizden biriniz bir yemek yediğiniz zaman yemek yediği parmaklarını yalama yahut yalatıp temîzletmedikçe elini bir bezle silmesin[1018]

"Sizler bereketin hangisinde olduğunu bilemezsiniz[1019] buyurmuştur.

Hz. Peygamber iktisadî zaruretler içinde İslâm mücadelesini vermiştir. Etrafındaki inananlar, savaşa çıktıkları zaman pek pişen yemeği az görür­lerdi. Bütün gıdaları arpa kavutu, hurma ve süt'ten ibaretti. Sonra yanla­rında pek el bezi bulundurmazlardı. Zaten elleri yıkamak için de çok suya malik değillerdi. Sonra et -bugün de çoğu ailelerde olduğu gibi- nadir bulunan yemekti. Doyasiye ondan yararlanmak da kabil değildir. Böyle bir durumda et parçasını elleriyle yiyen insanın bulaşık parmaklarını el­biselerinin herhangi bir yerine sürmeden iyice yalamalarını yahut deve­lerine yalatmalarını onlardan istemiştir.

"Şu da hatırdan çıkarmamalıdır ki; normal zamanlarda riâyet olu­nan İslâm yemek adabı, yemeğin hem önünde hem sonunda ellerin iyice yıkanıp temizlenmesi esasıdır. Sonra bu temizlik yalnız ellere inhisar et­meyip dişten tırnağa kadar bütün tertemiz tutulması ve namazlar vesilesi ile günde beş defa muayyen organların yıkanıp temizlenmesi esasen zaman geçse de eskimiyecek en ulvî temizlik ve medeniyet örnekleridir.

Netice olarak deriz ki; bu derece ileri bir temizlikten sonra, zaruret­lerden, dolayı tertemiz parmaklarla yemek yenince o parmakları yalamak­ta sıhhat ve adab noktasından bir sakınca görülmemelidir. Çünkü o par­maktaki artık yenilen yemekten bir parçadır. Halbuki insanlığın büyük bir kısmı bugün dahi peygamber devrindeki sade maişet seviyelerinden de aşağıda ve hattâ zaman zaman açlık tehlikeleri ile karşı karşıyadır. Bu sebeple Yüce Peygamberin düşen lokmayı alıp -temizleyerek yemek ça­nağın dibinde kalan artığı yalamak parmaklardaki artığı yalamak gibi tav­siyeleri son derece önemli vs hiç bir zaman değerini kaybetmiyecek öğüt­lerdir. Bu öğütlerin azametini insanlık ailesinde müreffeh ve her türlü imkânlar ve nîmetler içinde kibirli bir hayat süren mahdut zümreler hakkîyle görmezler" [1020]

Kapta bulunan yemeğin kenarında yenilmeye başlanır. "Bereket yemeğîn ortasına iner. Onu kenarından yeyiniz, ortasından yemeye başla­mayınız."[1021]

 

Toplu Halde Yemek Yeme

 

Sofranın kalabalık olması hayırlıdır. Yemeğe ne kadar kaşık uzanırsa o kadar iyidir. [1022] Fakat beraber yemek yenildiğinde riayet edilecek ba­zı hususlar vardır:

1- Yemeğe ilk önce başlamayıp bu sıraya sofrada bulunan yaşlı ya­hut faziletli bîrine bırakmak.

2- İyi şeyler konuşmak.

3- Aynı kapta yemek yiyorsa, arkadaşına müşfik olmalı, onun ye­diğinden daha fazla yeme gayreti içinde olmamalı, şayet arkadaşının rızası varsa bir şey gerekmez.

4- Arkadaşının  "yeyiniz"  demesine ihtiyaç bırakmamalı. Terbiyecilerden biri:

"Beraberce yemek yiyenlerden yemeği en iyi yi­yen, arkadaşının yemeğini tetkik etmeyen, zahmete sokacak bir söz söylememesidîr" der.

5- Arkadaşına bakmamalı, yemeğini süzmemeli [1023]

6 - Tane tane yenilecek meyveleri arkadaşının izni olmadan, ikişer ikişer yememeli [1024]

7- Yemekte herkesten önce elini çekmemeli. İştahı yoksa, yemeğe iştirak ediyormuş gibi, bir tutum tutunarak çoğunluk yemekten ayrılma­dan yemeği bırakmamalı. Şayet kendi evi ve samimî olduğu birinin evin­de ise erken kalkmada bir mahzur yoktur. Eğer bir evde misafir bulunu­yorsa, ev sahibini bir kuşku içinde bırakmaması için erken kalkmamalı. [1025]

8- Yemeği hafife almamalı, iştahı yoksa da iştirak eder şeklinde gö­rünmelidir. Hz, Peygamber hiç bir yemeği ayıplamaz, severse yer, yok­sa bırakırmış. [1026]

9- "Zaruret olmadıkça yemekte su istememelidir." [1027]

10- Bir kısım bilginler, çokça acıkanın ziyafetine gitmesine engel olurlardı. İbn-i Şirin bir ziyafete giderken hizmetçisinden biraz yemek alır ve yer:

"Büyük açlığımı mü'min kardeşimin yemeğiyle fazla gidermeyi is­temem" [1028] der.

Ziyafet:

Çeşitli sebeplerden müslüman ziyafet verir. Bunu Hz. Peygamber teş­vik etmiştir. Tesanüdün ve samimiyetin kalplere akması için zaruridir. Ye­mek anılmayı doğurur. Anılma birleşmeyi ve özleşmeyi uzatır. Gaye mîdeleri o gün renkli ve çeşitli yemeklerle doldurma değil, ruhların muhtaç olduğu kaynaşma havasını doğurmaktır.

Fazileti:

Hz. Peygamber:

1- "Ziyafet vermeyenden hayır yoktur." [1029]

2- O'na -îman nedir? diye sorulur?

"Yemek yedirmek ve selâmı yaymaktır[1030] buyurur.

3- "İki kişinin yemeği üç kişiye, üç kişinin yemeği dört kişiye yeter­lidir." [1031]

4- "Birinin yemeği, ikiye, iki kişiye olan yemek dört ve dört kişiye olan yemek sekiz kişiye yeterlidir." [1032]

5- "Rahman '(Atlah')a ibâdet eder, yemek yedirir ve selâmı yayar­sanız selâmetle cennete girersiniz[1033] buyurmuştur.

Bu vadide daha çok hadis-i şerif vardır. Hepsi ziyafet vermeye teşvik etmiştir. Hadislerde de anlaşılacağı üzere hazırlanmış yemeğe birini or­tak yapma, ondan bir şey kaybettirmiyor. Zira bereketi veren Allah'tır.

 

Ziyafetin Şartları

 

Ziyafetin şartları altıdır. [1034]

Davet etmek, icabet etmek, yemekte bulunmak, yemeğin sunuluşu, yemek ve ayrılmak.

Davet etmek:

Mutad bir ziyafet olduğu gibi, çeşitli sevinçli olaylar içinde ziyafet ve­rilir. Zaten en çokta bu hususta ziyafet verilmektedir. Hz. Peygamber'in sünnetine uygun hayat yaşayanlar, Ramazanlarda iftar da ve düğünlerde yemek verirler. Yüce Resulün bu hususta hadisleri vardır.

1- İbn-i Abbas şöyle diyor: Hz. Peygamber, iyilik yönünden insan­ların en iyisi idi. Ramazan'da olduğu zaman daha iyi olurdu.

2- Bir oruçluyu iftar eden, oruç tutanın sevabından herhangi bir şey noksan olmadan, onun sevabı kadar ona da verilir. [1035]

3- Oruçlu iftar edenlerin yanında, yemek yediği zaman, melekler ona dua yapar. [1036]

İşte bu teşviklerle müslümanlar birbirlerini yemeğe çağırırlar. Bun­ların gayeleri, hadîslerde belirtilen sevaba kavuşmak olduğu şüphesizdir.

İkinci husus evlenme merasimlerinde. Hz. Peygamber, Abdurrahman b. Avf evlendiği zaman onu tebrik eder bir koyunla dahi olsa ziyafet ver­mesini ister. [1037]

Fakat davette en önemli nokta şahıslar arasında (meselâ: Zengin-fa­kir, âmir-memur) farkı gözetmeksizin her sınıftan insanı çağırmaktır. En kötü ziyafetin zenginler çağrıldığı halde fakirlerin çağrılmadığı ziyafet ol­duğu bildirilmiştir. [1038]  Bunun böyle olması İslâm sınıf anlayışındandır.

İslâm sınıf ayrımını, diğer sistemlerde olduğu gibi, maddi aktörlere bağlamayıp, fazilet ittîka" [1039] ve ahlâka bağlar. Soya degıl, güzel ahlaka var. [1040] Zaten Allah şekle ve mallara değil, kalplere ve işlere bakar. Bu yüzden dış görünüşte itibarlı olan durumlara değil, fiillere ve niyyetlere bakıp ona göre insan, değerlendirmeli. İslâm malî durumlar, müsait olanların düşkünlere yardımda bulunmalarını bir atıfet olarak iste­mez "Onların hakka" diye bahseder. Binaenaleyh davet sahibi onları ça­ğırırken, onları kendi sofralarına ve haklarını yemelerine çağırdığını kalbin­den geçirerek öylece onları ağırlamalı.

Herhangi bir ev reisini yemeğe çağıran kimse, davet esnasında evin hanımını da çağırmayı ihmal etmemelidir. Hz. Peygamber'in güzîde sehabisi Hz. Enes şunu anlatıyor:

"Resulûllah'ın güzel çorba pîşîren bîr İranlı komşusu vardı. Allah'ın Resûlü için onu pişirdi. Sonra gelip onu çağardı. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber Hz: Âişe'ye işaretle:

"Bu da var mı?" diye sorunca o:

"Bu da gelecek mi," diye sorunca o:

"Hayır, Resulûllah da:

"Hayır," der.

"Bu da gelecek mi?" diye sorunca:

Adam üçüncü seferinde:

"Evet, der.

Bunun iteerine Resulûllah ile Âsşe beraberce kalkıp birbiri ardınca yü­rüyerek onun evine gelirler" [1041]

Bu hadis-i şerif şu üç hususu önemle göstermek istiyor:

1- Davette erkeğin hanımının da unutulmaması.

2- Erkek hanımını yalnız evde bırakıp çağrılan bir ziyafete gitmeyi tercih etmemesi.

3- Ziyafetlere eşi ile gitmenin caiz olduğu.   

Davete çağıran kimsenin gayesi, tanıdık kimseyi de kendi sevincini paylaşmayı istemesidir. Zaten müslüman, müslümanın mutluluğunu pay­laşmasını dînin emri bilir. Hz. Peygmaber herhangi bir davete çağrıldı­ğında icab edilmesini kesin bir surette istemiş [1042], hadis sarihi (açık­layıcısı Nevevî buna dayanarak davete icabet etmeyi vâcib telâkki etmiş­tir.  [1043]  Hattâ Hz. Muhammed'in şöyle bir ikazı daha var:

"Özürsüz davete icabet etmeyenler, Allah ve Resulüne isyan etmiş olurlar" [1044] Sonra davete icabet etmek müslümanın üzerindeki altı haklarından biridir.[1045]

 

Müslümanın Kaçınacağı İcabet

 

Yapılan yemekli bir toplantıya çağrılan kimse, yemeğin içkili olduğu­nu veya yemeğe oturduğu zaman, içkili bir sofra ile karşılaşırsa Hz. Ömer'in Hz. Peygamber'den anlattığı

"Allah ve âhîret gününe inanan üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın[1046] hadisine göre kalkması gerekir. "İçîlmediği takdirde, böyle bir toplantıya iştirak etmenin bir mahzuru yoktur" şeklinde düşünenler olabilir. Evet belki tesir etmeyebilir, fakat kötülük­ten elle, yahut dille bu mümkün değilse, kalben -yâni gizli bir protes­toya girişmek- İslâm Peygamberinin emridir.

Diğer hususlar

1- Aynı tarihe denk gelen zamanlarda birden fazla davetle karşıla­şıldığında, en yakın komşuya veya ilk davet edenin dâvetine icabet etmek gerekir. [1047] Gidilememenin sebebini uygun bir zamanda zikretmek ya­hut ev içinde ev reisini diğer yerlerde temsil edebilecek birini de o ikinci davete göndermek uygun olur.

2- Davet edenlerin içtimai seviyelerine bakılmadan icabet edilmeli­dir. Hz. Peygamber, kölenin ve fakirlerin dâvetine icabet ederdi.

3- Mesafenin uzunluğuna bakmadan -şartlar müsaitse- gitme yolları aramalıdır. Uzun yoldan gidip davete icabet etme, davet sahibinin kalbine daha büyük bir sevinç verir. [1048] Mesafenin durumu her yerin örfüne göredir. [1049]  Sür'atli vasıtaların olmadığı zamanlarda bunun için câri olan örfün bugün olmasına imkân yoktur.

4- Nafile orucu tutmuşsa, şayet bozmakla, davet sahibinin kalbine sürür verecekse, bozup başka bir gün kaza etmelidir. [1050]

Nevevî'nin yukarıda geçen Hz. Peygamber'in hadisine [1051] dayanarak "Davete icabet etmek vâcibdîr[1052] hükmü göz önünde tutulacak olur­sa, vacibi nafileye tercih etmelidir. Eğer davet eden, davetlinin durumuna anlayış gösterirse, orucunu bozup bozmamada serbesttir.

5- Davete  giderken   içinde  beslediği   niyyet:

Şu  hadislere  uygun olmalıdır.

a- Allah'a karşı gelmekten sakınma:

 "Davete icabet etmeyen Allah ve Resulüne âsi olmuş olur[1053]

b- Peygamber'in şu sözüne bağlı olarak mü'min kardeşine ikram etme:

"Mü'min kardeşine ikram eden sanki Allah'a ikram etmiş gibidir"[1054]

c- Peygamber'in şu sözünü örnek kabul ederek: "Mü'minî sevindi­ren Allah'ı sevindirmiş olur".

6- Ziyafette akrabaların ihmal edilmemesi gerekir. Zira ebeveyn'den sonra ikrama en lâyık olanlar bunlardır. [1055] Çağrılmadıkları tak­dirde belki de en kötü karşılanmış dargınlık fi'li meydana çıkmış olur ki; buna sebebiyet vermek günahtır.

1- Eve girmeden kapıyı döver [1056], şayet karşılayan varsa selâm verir [1057], müsafaha eder ve durumunu sorar.    Karşılayan da aynı mu­kabelede bulunur.

2- Mütevazi hareket eder. Üst 'köşeye geçmeye gayret göstermez. Boş bulduğu yere oturur. Hz. Peygamber "Meclisin alt köşesinde razı ol­ma, Allah için gösterilen tevazu arasındadır[1058]  buyurur.

3- Tam kadınların girip çıktığı odanın karşısında oturmamalıdır.[1059]

4- Yemeğin geldiği kapıya bakışlarını teksif etmemeli. Zira bu onun aç gözlülüğüne işaret olur. [1060]

5- Soruyu yakınında oturana sormalı, kendisinden uzak bulunan yer­lerde oturanlara soru sormamalıdır. [1061] Bu durumda, özel mes'elesiyle herkesi rahatsız eder.

6- Eve girip, meşru olmayan bir şey görürse, gücü yeterse onu de­ğiştirir. Bunu yapamazsa, nazik bir şekilde o durumun yakışıksızlığını an­latır.

7- Sofraya oturuşta fazla yer kapmamaya açlışmalı, azamî derecede sıkışmaya ve gelenlere yer hazırlamaya gayret etmelidir. [1062]

Davetsizlerin durumu:

1- Herhangi bir ziyafete giden kimse yanında çağrılmayan bir in­sanı da götürürse, davetlinin yemek sahibine durumu arzetmeli ve yemek için müsaadesi alınmalıdır. [1063] Esasen ziyafet verenle yakın bir dost­luğu yoksa, bîr diğerinin sırf geçinmek için davetlinin arkasına takılıp git­mesi uygun olmaz.

2- Davet ettiği kimsenin evinde misafiri varsa, misafiri de çağırmalı, şayet yemek veren bunu yapmazsa, ev sahibi misafirini bırakıp git memelidir.

3- Gayet samimî olduğu arkadaşının evine girip -ona önceden haber vermeden- ne bulursa yemesinden bir beis yoktur. Hz. Peygam­ber, sehabesi Berire'nin evine gider, evde olmadığı halde orada yemek yermiş. Muhammed b. Vasi ve arkadaşları Hz. Hüseyn'in evine girer ve ne bulurlarsa yerlermiş. Hz. Hüseyn eve gelip manzarayı görünce sevinirmîş. [1064] Birgün Hz. Peygamber dışarı çıkınca Hz. Ebû Bekr ve Ömer'in dışarıda olduklarını görür, niçin çıktıklarını sorunca açlıktan olduğunu söy­lerler. Bir sehabinin evine giderler. Evin hanımına sehabinin nerede ol­duğunu sorarlar. Evin hanımı tatlı su almaya gittiğini söyler. Sehabi gelir. Onları evde bulur: "Allah'a hamdolsun, bugün benim kadar kıymetli mîsafirlere kimse sahip değildir" der.  Hemen alacası düşmüş koruk hurma, taze hurma ve olgun hurma getirir.  Sonra da bir koyun kesmeye gider. [1065]

Bu hadiste bazı önemli hususlar vardır.

a- Çok samimî görüştükleri kimsenin evine giden şahısları evin hanımı evin içine alıp onları müsait bir yerde oturtabilir.

b- Böyle bir durumla karşılaşan kimse, gayet güler yüzlü olmalıdır.

c- Önce hazır olan bir şeyi ikram edip arkadan misafirlerine daha güzel yemekler ikram edebilir.

Topluluğa iştirak edecek bir kimsenin sarmısak, soğan, trup gibi şey­leri yemesi mekruhtur. Çünkü bunlar rahatsız edici bir koku etrafa verir­ler.   Ebû Eyyûp, Hz. Peygambere:

"Sarımsak yasak mıdır" diye sorar O:

"Hayır haram değildir fakat ben onun kokusundan hoşlanmıyorum[1066] buyurur.

Yasağın sebebi, tamamen kokudandır. Bunlar çiğ yenildiği zaman, et­rafındakileri rahatsız ederler. Bu bakımdan fukaha buna dayanarak: Ağzı kokan, yağlı işlerde çalışan -kasap, v.s.- kimselerin topluluklara devam etmemelerine fetva vermişlerdir. Fakat bu gibi yağlı işlerde çalışan ce­maata gidecekleri zaman, yıkanıp üstlerindeki elbiseleri çıkarır, temiz bir elbise giyerlerse bunda bir sakınca yoktur.

 

Yemek Sahihinin Tutumu

 

1- Gelenlere karşı gayet güler yüzlü olmalı. [1067] Hz. Evzaî'ye zi­yafette en iyi olan nedir? diye sorulunca, O:  "Güler yüzlülük ve güzel sözlülüktür [1068] der.

2- Kıbleyi, tuvalet ve abdest alacağı yeri göstermeli [1069]

3- Davetlilerin çokluğuyla, yemek bitecek diye endişelenmemen [1070]

4- Misafirlerin dîni anlayışına uymayan şeylerden kaçınmalı.

5- Yemekten önce el yıkamayı misafirlerden önce, yemekten son­rakini ise,  misafirlerin hizmetini aksatmamak  için en sona  bırakmalıdır. [1071] İmam-ı Malik'e göre, ev sahibinin misafirlerden önce ellerini yıka­ması, onları el yıkamanın önemine teşviktir. Yemekten sonra ol yıkamayı herkesten sonraya bırakması ise, davetliler arasında yemek yemeğe de­vam edenle yemekte bulunması içindir. [1072]

6- Mevcut olanı sunmalıdır. Borç edip ziyafet vermek doğru değil­dir. Hergünkü mutad sofrayı daha zenginleştirmek iyise de, ailenin bütçe­sini sarsacak şekilde ziyafet vermek uygun değildir. Hz. Peygamber:

"Ya­nımızda bulunmayanı misafire teklif etmeyiz. Hazırda olanı sunarız[1073] buyuruyor.

7- Yemeği terkeden veya yemeğe iştirak etmeyene yemeleri için üçden fazla teklif yapılmaz. Hz. Peygamber, "Bir şeyde üç defa söz yönel­tilince, bundan sonra müracaat edilmesin[1074] buyurur.  Zira fazla israr karşı tarafı yıldırır.

 

Yemek Verirken

 

1- Yemeği pek bekletmeyip gelen davetlilere sunmalı. Şayet azıcık beklenildiği halde bazı davetliler gelmezse, hazır olanları bekletmek lü­zumsuzdur. Beklenen kimse, fakir yahut kalbi kırılacak biri ise bekletilme­si tercih edilir. [1075]

2- Yemekler bir tertip üzerine verilir, meyvenin bol olmasına dik­kat edilir. [1076]

3- Davetli hangi yemek gelirse gelsin ayıplamamak. Hz. Peygam­ber, hiç bîr yemeği ayıplamamış, iştahı varsa yer yoksa, bırakırdı. [1077]

Yemeğin aslının aleyhinde bulunup ayıplamak Cenâb-ı Hakkın nîmetine karşı nankörlüktür, fakat pişirilmesinde ve yapılmasında herhangi bir ak­saklık bulunuyorsa, bu aksaklığın aleyhinde bulunmak misafire yaraşmaz. Sükûtla geçirmesi ve ev sahibini mahcup etmemesi lâzımdır.

4- Ev sahibi, ev halkının gözü arkada kalmaması için onların his­selerini ayırmalıdır. [1078]

5- Bizzat kendisinin hizmet etmesi: Hz. Peygamber'e Habeşistan el­çileri geldiği zaman, krallarının İslâm'ın ilk zamanlarında müslümanlara yaptığı yardımı göz önünde bulundurarak, bizzat kendisi hizmet etmeyi tercih etmiştir. [1079]

6- Davetlinin yemesi için yemin ettirmemeli.  (Meselâ: Allah aş­kına, Allah'ını seversen v.s. gibi) [1080]

 

Yemekten Sonra

 

1- İster mutad bir yemek ve isterse toplu halde bir yemek olsun, yemekten sonra eller yıkanır. [1081]

Doyduktan sonra dua edilir. Hz. Peygamber sofrasını kaldırdığı zaman

"Ey Rabbimiz. Hoş, mübarek, kabule yakîn olan ve arkaya atılmayan hamd ile sana çok bamd ederiz[1082] dermiş. Muaz b. Enes Hz. Peygamber'in şunu söylediğini anlatıyor:

"Biri yemek yer de, bana yemek yediren, gü­cüm ve takatim olmadığı halde bana rızık veren Allah'a hamd olsun"  [1083] derse geçmiş günahları bağışlanır. Gaye sunulmuş olan yemeğin yaradıcısını bilmek ve kabullenmek, onun için onu hamd ile yâdetmektir.

2- Yemeğin nefasetinden bahsetmek [1084]

3- Ev sahibinin iznini almadan, ayrılmamalı, oturma isteğine karşı koymamak [1085]

Çok yemekten kaçınılmalıdır. Bu beden sıhhatine aykırı olduğu için İslâm da bunun üzerinde durmuştur. Hz. Peygamber:

"Kâfir bir bağırsağı doldurmak için yer, mü'min ise bir bağırsağı doldurmak için yer[1086] bu­yurmuştur.

 

İçme Adabı 

 

Cenâb-ı Hak, Kur'an'da suyun rolünü açıkça anlatmış ve birçok âyet­lerde ölü toprağı dirilten [1087] olarak belirtmiştir. Gerçekte suyun olduğu yerde dirlik ve bereket vardır. Besin, hava ve su insana yarayan temel unsurlardır. Müslüman, Cenâb-ı Hakkın bu lûtfuna bakarak onda ilâhî gücün kudretini gayet iyi anlar. Belki çokluğundan kadri bilinmiyor, fakat yoklu­ğunun insan için ne badireler açacağı herkesçe bilinen bir husustur. Tarih kuraklıktan kaçan insanların kıssasını gayet hüzünlü anlatır. Kuruyan göl­ler, ve akmayan sular, ve ağzını kitleyen gök. Acaba bu duruma onların hangi hareketleri sebep olmuş. Aksi de olur. Ağzını açan gök, her yerde fışkıran su ve dolayısıyle herşeyin su altında kaldığı bir yer. Bu da vakî olmuştur. [1088]  Ama Cenâb-ı Hakkın şöyle sorusu da var insan oğluna:

1- "De ki: Suyunuz yere batarsa, söyleyin size kim temiz bir su kaynağı getirebilir"[1089]

2- "...Yahut suyunu çeker bir daha bulamazsın[1090] buyuruyor.

 

Sular Hakkında Fıkhı Malûmat

 

Klâsik İslâm Fakihleri suları iki kısma ayırmışlardır.

Mutlak su ve mukayyet sular:

Mutlak sular: Yağmur, kar ve dolu suları, dere, göl ve kuyu suları.

Mukayyet sular:

Kullanılmış su ve türlü bitkilerden sıkılarak elde edi­len sulardır. Mutlak sular da herhangi bir şeyin karışmasıyle mukayyet sular haline gelebilir. (Meselâ içinde mercimek ve nohut gibi bir şeyin pişmesiyle)[1091]

Burada konu ile ilgili husus, içme esnasında içenin riayet edeceği hu­suslar olduğundan, bu sular hakkında geniş bilgi verilmeyecektir.

İçmede kullanılan temiz sular şöyle tarif edilmiştir:

"Gökten inen her su, -dolu, kar ve yağmur- ya da kaynıyan ve rengi, kokusu ve tadı değîşmiyen ve herhangi bir temizlikte kullanılmayan sulardır." [1092]

İnsanın en başta ihtiyacını karşılayan sular iyi muhafaza edilmediği ya­hut temiz yerden geçirilmediği takdirde çeşitli mikropları içine süzdürmekte ve neticede çeşitli hastalıklara yol açmaktadır. Suların bu yüzden iyi muhafaza edilmesini içinde su bulunan kapların ağızlarının örtülmesi gerek­lidir. Ebû Humeyd es-Said şöyle bildirmiştir:

"Ben bir kere Naki -otlağından- Peygamber'e üstü örtülü olmadığı halde bir kâse süt getirdim. Bunun üzerine O, onu bir bezle örtmedin mi?

"Bari onun üzerine enine bir tahta koysaydın[1093] buyurdu.

Su kenarlarına büyük abdest ve akan sular içine küçük abdestin yapıl­mamasını Hz. Muhammed istemiştir. [1094]

 

Yemek Kapları Ve Su Bardakları

 

İslâm lükse önem vermez. Fertler arasında böbürlenmeye vasıta ola­cak şeyden müslümam uzaklaştırmak ister. Bunun temini içinde çeşitli sos­yal faaliyetleri emretmekle beraber, insanın en görünürde olan giyim, ye­me ve içme vasıtaları üzerinde durmuştur. Sosyal yapısı ne en alt ve ne de en üst olmayan fakat orta bir seviyede olan cemiyet yapısını doğurt­mak içinde yemeğin ve suyun konulduğu vasıtalar üzerinde hassas dur­muş, bu noktadan olarak, gümüş kaplardan içmeyi Hz. Muhammed yasakla­mıştır [1095], gümüş kaplar içinde çeşitli merasimlerde şerbet dağıtma âdet hâlini almış yerler vardır.

Bu gösterişten müslümanın kaçması gerekir. Zira onun dünyası mütevazi ve sade bir görünüşte olmalıdır. Bunu sekteliyecek şeylerden o kaçınmalıdır.

Bu husustaki yasak çok kesindir.

"Gümüş ve altın kaplardan herhangi birşey içmeyiniz" [1096]

 

Gayri Müsümlerin Kapları

 

Müslüman olmayan bir ülkede bulunan bir müslüman haliyle onların kaplarından yemek yemeye ve içmeğe mecburdur. Bu hususta Hz. Câbir şunu anlatmıştır:

1- "Hz. Peygamber'le beraber savaşta bulunurken, müşriklerin kap ve su torbalarından ele geçiriyor ve onlardan yararlanıyorduk. Hz. Peygam­ber bizi ayıplamazdı" [1097]

Bu hususta başka hadisler daha var:

2- Ebû Sa'lebe Hz. Peygamber'e "Biz kitap ehliyle komşuluk yapı­yoruz. Onlar tencerelerinde domuz pişiriyor ve kaplarından içki içiyorlar" deyince Hz. Peygamber:

"Onlardan başkasını bulursanız onlar içinde yeyiniz ve içiniz. Onlardan başka bulamazsanız onları su ile yıkayınız ve yeyiniz, içiniz[1098] buyurur.

3- Mecûsilerin tencereleri de Hz. Peygamber'e sorulunca O:

"Onları su île yıkadıktan sonra, onlarda pişiriniz[1099] buyurmuştur.

Demek ki: İslâmca yenilmesi yasak olan şeylerin konulduğu kapları kullanmak için yıkatılması kâfidir. Çünkü su onda bir pislik eseri bırak­maz.

 

Su Ve Benzer Meşrubatı İçme

 

1- Önce su bardağı sağ ele alınır. [1100]

2- Ayakta ise oturur: Hz. Peygamber:

"Sizden biri ayakta su iç­mesin[1101]  buyurmuştur. Fakihler bu hususta birçok görüş ileri sür­müşlerdir. [1102]

3- Besmele çekilir [1103]

4- Bardağın kırık olup olmadağına dikkat edilir. Ebû Said'in bildir­diğine göre Hz. Peygamber ağzı kırık kaptan su içmeden alıkoymuştur.  [1104] Ağız kısmı kırık bardağın ağzı kesme ihtimali düşünülebilir.

5- Suyun içinde çerçöp varsa üflenmeyip, düşmesi için dökülür. As­la suya üflenmez. [1105]

6- Bütün bunlardan sonra Cenâb-ı Hakkın bu nimeti, ihtiyacını gi­dermek için ağza götürülürken besmele çekilir.    Bir nefeste içmek doğru değildir. İki ve üç nefeste içmek gerekir. [1106]

7- İçmeye ara verildiği zaman bardak ağzından uzaklaştırılır ve ra­hat nefes alınır. Bardak içine nefes alınmaz.[1107]

8- Sonunda Cenâb-ı Hakka hamd edilir. Hz. Peygamber yemekten sonra:

"Bizi yediren ve içiren ve bizi müslüman yapan Allah'a hamdolsun" diye dua edermiş.

Hz. Peygamber bir diğer hadisinde:

"Sonsuz aczime rağmen bununla (yemekle) benî yediren ve içiren Allah'a hamdolsun" diye dua ederse geçen günahları bağışlanır  [1108], müjdesini veriyor.

İyi bir besin olan ve Kur'an-ı Kerîmde kendisine dikkat çekilen [1109] sütü içtiği zamanda: "Allah'ım onu bize mübâret et ve onu bizim için art­tır. Çünkü yemek ve içmekten insana ancak yeterli olan süttür" [1110] duasını yaparmış. Hakikaten Allah'ın bahsettiği en büyük nîmet insanoğlu bu nîmeti kana kana içtikten sonra onu yaradanı hamdle anmazsa, nankör­lük etmiş olur. Halbuki müslüman Allah'ın kendisine verdiği nîmeti takdir etmekle kendisini manen yüceltir, ruhen azizlendirir. O beslendiği kay­nağı unutacak kadar inkarcı ve onu bilemiyecek kadar basiretsiz değildir. O'nun iç dünyasındaki keskin feraseti en küçük zerrenin bünyesinde bile mevcut olan Cenâb-ı Hakkın sayıya sığmayan yüce kudretini görebilecek ve sezebilecek güçtedir. O'nun îmanı Allah'ın her eserini görüşte kuvvet­lenir, hemen tefekküre dalar ve ondaki yüce âlemi seyre başlar. Sonunda hamdla ve şükürle dilini oynatır. (Allah'ın her türlü nimetine hamdolsun. Âmin.)

 

Su Dağıtma

 

Bu durum iki şekilde cereyan eder.

1- Birinin su dağıtması.

2- Yahut herhangi biri meşrubat içerken yamndakilerine ikram et­me durumu.                                           .                                                                

1- Su dağıtan gayet edepli bir tavır içinde hareket eder ve orada bulunan kimselerin ihtiyacını giderdikten sonra, en son kendisi içer.  Bu hususta Hz. Peygamber:

"Bir gruba su veren en son içer. Yâni içmesi sonraya kalır[1111] buyuruyor. Burada yine çoğunluğu kendi  menfaatına tercih etme ölçüsü kendisini gösteriyor.

2- Eğer içtiğini yanındakilere ikram etmek isterse o zaman şu hu­susa riâyet eder. Hz. Peygamber'in güzîde arkadaşı Hz. Enes anlatıyor:

Hz. Peygamber'e su katılmış süt getirdiler. O sırada Hz. Peygamber'in sa­ğında bir Arabî (cahil bir çöl arabı) ve solunda Hz. Ebû Bekr bulunuyordu. Yüce Resul sütü içti sonra Arabîye verdi ve:

"Sağ kolu takip ediniz"  [1112] buyurdu.

Burada önemli iki nokta var:

a- İslâm'ın ta başlangıcından itibaren Hz. Peygamber'in yanından ayrılmamış bulunan ve "Sıddîk" diye ün salmış Hz. Ebû Bekr için bile olsa İslâm'ın ölçüleri çiğnenip kayırma olmıyacak ve hak çiğnenmiyecek.

b- Soldakini nazarî itibare almadan, sağdakine vermek. Bunda önem­li nokta şudur:

Eğer böyle bir yol takip edilmeseydi o zaman bir karışıklık çıkar. Kimin içtiği ve kimin içmediği belli olmaz.

Acaba solda bulunan sağdakine göre yaş bakımından farklı ise durum ne olacak? Bu konu da Sehl b. Said'in anlattığı hadis durumu aydınlat­maktadır. "Hz. Peygamber'e içirmek için bir şey getirdiler. Onu içti, sağın­da bir genç solunda bir ihtiyar oturuyordu. Bunun üzerine solunda oturan ihtiyara vermek için gencin muvafakatini  istedi. Genç

"Vallahi olmaz. Sizden olan nasibimi kimseye bağışlayamam. dedi.

Hz. Peygamber bunun üzerine, kabı onun eline verdi" [1113]

 

Fazla İçmeme

 

Su içerken aşırı gidilmemelidir. Hele iddiaya tutuşarak yemek ve iç­mek uygun değildir. Çünkü müslüman yasak olan şeylerde iddiaya girmez. Bütün bunlar aşırı bir hislenme, bencillik ve gösteriş hastalıklarındandır. Bunlar ise İslâm edebi tarafından reddedilmiştir. Hz. Peygamber:

"Mü'min bir bağırsağı doldurmak, kâfir ise yedi bağırsağı doldurmak için içer[1114] buyurması da aşırı derecede su ve benzer meşrubatı içmenin uygun olmadığına delildir.

 

10- AİLE

 

İslâm'dan Önce Araplarda Aile Durumu

 

Aile cemiyetin, evlilikte ailenin temelidir [1115] Kur'an-ı Kerîm'in tanıt­tığı ilk insandan bugünkü cemiyete kadar aile yerini korumuştur. Kur'an-ı Kerîm ailenin tarihçesi Hz. Âdem ve Hz. Havva'dan başlatarak yer yer öneminden bahseder. "Aile insanların dînî, hukukî, iktisadî telâkkîleriyle münasebeti olan bir müessesedir, nasıl ki, sosyolojik tetkikler bize ailelerin cemiyetlerle beraber geliştiğini gösterdiği gibi, bu durumda bir mü­essesenin dînî, hukukî, iktisadî telâkkilerin de girmesine göre değişmesi pek tabiidir." [1116] Aile fertlerinin birbirlerine karşı tutum ve davranışlarını incelemeden önce, İslâm'dan önceki Araplarda aile hayatının mâhiyetini bu­rada anlatmada bir fayda vardır. "Cahilîye kılanı bir çeşit müşterek mülki­yete sahip bir grup halinde idi. Beraber konup göç eden bu gruba 'Heyy' denilirdi. Heyy'in içinde "Âl" adı ile, "Âl" içinde de "İyal" adiyle küçük aileler vardı fakat bu küçük aileler dînî, hukukî bir müeyyideyi yâni sosyal bir mahiyete sahip değildi. Ancak fi'len  mevcut hey'etlerden  ibaretti.

Heyy; merası, su kaynağı, tapınağı olan ortak bir gruptu. Her Heyy "Beni fülân" -filânın oğlu diye anılırda. Âl aynı ev veya çadırda oturan dede, oğullar, torunlar ve bunların çocuklarından meydana gelirdi. Âl-ı Süfyan, Âl-ı  Ebî Talip v.s. gibi, Âl'ın çadırları  sürüleri ortaktı.

"İyale" gelince, bu da koca, karı ve çocuklardan meydana gelmiş olan izdivaç grupları idi. Cahiliye "Âl" ve "İyal" henüz sosyal bir aile mahi­yetini alamamıştır. Cahiliye nikâhlarında dînî bir renk görülememeği bu­nu teyid etmektedir."

Demek ki, cahiliyet devrinde Arap ailesi biri sosyal aile, diğeri tabîi aile diye ayırabileceğimiz iki şekil arz ediyordu. Dinî ve hukukî bir mahîyete sahip olan kılan, sosyal aile idi. Araplar bu aileleri "Beni fulan", "beni fulan" diye ayırıyorlardı. Dinî ve hukukî bir mahiyete sahip olmayan Âl ve İyal de tabiî aile idi. Her "Âl" çeşitli İyallarden her klan ise çeşitli Âller'den meydana gelirdi. Cahiliyete Âl ve İyalin sosyal bir mahiyeti yoktur.

Cahiliye evliliklerinde kadınla erkeği biri birine bağlayan nikâh dinî bir mahiyete sahip olmadığından kadın ancak çocuk doğurduktan sonra İyal'e dahil olabilirdi. Bunun içindir ki; kadın çocuk doğurmadan evvel vefat ederse kocası ta'ziye edilmezdi. Çocuksuz kadın diyet vermeğe mahkûm olursa bu diyeti kocası değil kadının mensup olduğu klan öderdi. Araplar yalnız kılan yakınlığına kıymet verdiklerinden nazarlarında sıhrî ya­kınlığın bir yeri yoktu. Hattâ aralarında, evlenme ile meydana gelen akrabalık netîcesindeki yasakta mevcut değildi.    Binaenaleyh bir baba ölünce oğlu üvey analarını alabilirdi. [1117]

Anlaşıldığına göre pek eski devrelerde kılan yalnız "zi erham" [1118] dan ibaretti. Bu bize o devirlerdeki kılanın "ana erkil" bir mahiyette olduğunu göstermektedir, fakat eski kılan anneye bağlılık mahiyetini kaybettikten ve kılanlar arasında kan dâvaları baş gösterdikten sonra "zevi-l-erhami" teşkil eden akrabadan "akile" [1119] kısmı "Asabe" ismini almış ve bu su­retle kılanlar "Zevi-l-erham" ve "Asabe" adlarıyle iki kısım olmuştur. Şöy­le ki: Kılan baba erkıl mahiyet aldıktan sonra Kılanlar arasında başlayan kan dâvaları müthiş mücadeleleri doğruttuktan zaruri olarak "diyet" yolu açılmış ve "akile" müessesesi teşekkül etmiştir. Çünkü Kılanlarda âmme velayeti bulunmadığından fertlerin haklarını ancak kan dâvası kaidesi te­min ediyordu. Kan dâvası usulüne göre ferdin yaptığı bir suçtan bütün Klanı sorumluydu. Tecavüze uğrayan bir ferdin intikamını da yalnız kan­daşları değil. Kılanın bütün fertleri almakla mükellefti. İşte bu kan dâ­vası mes'elesinden doğan akîleyi teşkil eden akraba evvelce bütün ak­rabayı toplayan Zev-il Erham arasından ayrılarak Asabe [1120] ismini almış Zevil-Erham da Asabe dışında kalan akrabaya inhisar etmiştir. Asabe ise bilâkis genişlemiş Asabe soyuna bir de Asabe sebebi eklenerek Kılana özel bir mahiyet vermiştir. Asabe sebebi; Kandaş olmayan sun'i akra­bayı içine almaktadır. Gerçekte, cahiliyet Araplarında derece derece uzak­laşmak üzere ortak cedlerin erkek tarafından olan zürriyetlerinden teşekkül eden aile kümelerinde, katışmaya çalışma, (istilhâk) kardeşleşme ve an­laşma yollariyle giren yabancılar da bulunuyordu. Çünkü Araplarda bir adam istediği bir yabancıyı kendi soyuna katma ve kendi ailesi fertlerinden sayabilirdi. Buna istilhâk denilirdi. Katılan adam hür ise De'i ismi verilir, köle veya esir ise katan kimsenin Mevlâ'sı olurdu. Araplar De'i'yi kendi ailelerinin öz çocukları gibi telâkki ve mîrasta hissedar eder, ve­yahut da ona vâris olurlardı. İslâm devrinde istilhâk (katma) geleneğinin bir süre yaşamış olduğu kanaati veren tarihî bir hâdise vardır. Gerçekte Emevîlerin birinci halîfesi Muâviye'nin Zeyyad b. Ubeyh'i babası Ebû Süfyan'ın ilhakı cahiliyenin istihlâkini andıran bir dâvadır.

Hılf yolu ile istihlâk bazı sebepler dahilinde olurdu. Esir olup kur­tuluş fidyesi vermemek bu sebeplerden biri idi. Bu gibi esirler kendisini esir eden adamın mensup olduğu batnın doğmasiyle damgalanır, ve bun­dan sonra o batnın fertlerinden sayılırdı. Bu gibi esirlere "Helif" denilirdi. Muahatta (kardeşleştirme) de Hilfe benzer Asabe sebeplerinden idi. Bir Arap yabancı biriyle kardeşleşirse ona hakiki kardeş nazariyle bakar ve karşılık olarak mîrasa sahip olurdu. Medîne'ye Peygamberin hicreti (göç) müteakip Mekkeli muhacirin ile Yesrip (Medîne) li Ensar arasında bir kardeşleştirme yapıldığı tarihen kayıtlıdır.

Görülüyor ki:

Cahiliye devrinde aile hakkındaki telâkki bizim bugün­kü telâkkimiz gibi değildi. Onlar da genişçe bir aile olan batınlar değiş­miş birer Klandan başka bir şey değillerdi. Yalnız bunlarda eski totem ced, insanî ve gerçek ced olmuştu. Fakat batınlar üyelerinin bağları or­tak bir ceddin varlığına olan inançları, batna mahsus puta karşı yapılan dinî âyinlere iştirakları itibariyle, Kılanlıklarını korumuşlardı. Kandaşlık olmaksızın "istihlâf", "hilf" ve"muahat" yollariyle fasile (baba tarafından yakın akraba) ve batne alınan fertlerin gerçek üyeler gibi tanınmalarında Kılanlık tecelli etmektedir.

Araplardaki batın, eski yahudilerin sebt eski Romalıların Gens'i ma­hiyetinde idi. Sebt ve Gens de olduğu gibi batın üyeleri arasında da akrabalığnı yegâne nişanesi ismin ortak olmasından ibaretti. Bu ortaklık akrabalığın zarurî olan bütün mükellefiyetlerini gerektirirdi. Veraset hak­kı karşılıklı yardımlaşma mecburiyeti gibi kandaşlığın zarurî olan mükelle­fiyetleri katma yolu ile giren fertlere de şâmildir. Katma ile bir batna giren De'i Roma'da adaption şekliyle Gens'e dahil olan Client'ten farklı değildi.

Asabe Kan dâvasından doğmuş bir aile mahiyetinde olarak zev-it-er-ham'dan ayrılmıştı. Zev-il-erham yalnız kandaşları içine alırken asabe de istiIhak, nilf, muahat, velâ denilen yollarla girmiş sun'î akrabalar da var­dı. Bursarın karabetleri münhasıran her ferdin kanı heder olmamak kan dâvası tesanüdüne sahip bir zümreye katma mecburiyetinde bulunmasın­dan ileri gelmişti. Cahiliyet kılanında bir asabeye dahil olan fertlerin hepsi biri birinin velîsi, biri birinin mevlâsı idi. Kısas ve diyet mesele­lerinde veliyyüdclem  -Kan velîsi kılanın bütün fertleri idi. Binaenaleyh diyet vermeğe mahkûm olan o adamın yakın asabesi yoksa uzak olan asabesi bu diyeti vermekle mükellefti. Bunun gibi bir adamın vârisi olacak yakın bir asabesi yoksa uzak olan asabesi ona vâris olurdu. Cahiliye kı­lanının ayırıcı işareti olan kan dâvası aynı kılanda olanları mukaddes ve haklara sahip sayarak kılanın dışında kalanlara karşı hiç bir ahlâkî görev tanımamaktı, gazveleler, kabilelerin vahşîce mücadeleleri bundan doğ­muştu. [1121]

 

Ailenin Temeli

 

Hiç şüphesiz ailenin temeli kan ve kocadır. Bu sebepten Kur'an-ı Kerîm buna dikkati çekerek:

"İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cari­yelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile zenginleştirir. Allah lütfü bol olandır[1122] buyuruyor.

"Bu evlenme işiyle ilgili bir emirdir. Bir gurup bilgin evlenmeye gücü yeten kimsenin evlenmesinin vacip olduğunu belirtmişlerdir" [1123] Şu hadisi delil getirmişlerdir:

"Gençler topluluğu, içinizde bulunan bekâr, gücü yeterse hemen ev­lensin. Çünkü evlilik gözleri ve namusu korur" [1124]

Diğer bir hadis daha vardır:

"Çok doğuranla evleniniz, nesil meydana getiriniz. Ben sizin kıyamet gününde milletler arasında çok olmanızdan  sevinirim[1125]

Yukarıda verilen âyette dikkati çeken bir hususta, evlenecek kişinin mâlî yönden durumu iyi değilse, zenginleşeceği hususudur. Bunu teyit eden bir hadis gelmiştir.

"Üç kimseye Allah'ın yardım etmesi O'na haktır. Borcunu ödemek isteyen borçlu, namuslu bîr hayat yaşamayı isteyen nikâh yapan ve Allah yolunda savaşan[1126]

Kişi ev başkanlığını üzerine alır almaz büyük sorumluluk altına gire­ceği apaçık bir durumdur. Bekâr insan:

a- Yalnız kendini düşünür.

b- Kendisinden birşey bekleyen yoktur.

c- Çalışma azmi azdır.

d- Tutumlu hareket etmez.

Sorumluluk, iş bulmaya insanı yöneltir. O zaman hangi iş olursa ol­sun kabullenmek mecburiyetinde kalınılır. Bekârken beğenilmeyen ve ya­naşılmayan iş pek cazip bir durum alır. Şurası da pek dikkat çekicidir.

Bekâr insanın ruhî durumu ve sosyal hayata intibakla evli kimsenin du­rumu bir değildir. Bekâr insanın ruh dünyası istikrarsızdır. Daha çok ken­dini beğendirme gayreti içindedir. Kendisiyle başbaşa değildir. En önemli vakitlerini bîr mâna ifade etmeyen meşguliyetlerle harcamaktan çekin­mez. Böyle bir durumda olan kimse işin arkasından değil, gönlünün es­tiğinin arkasından koşar. Sonra, kazandığını bir çırpıda yemekten çekin­mez, haliyle ruhî dünyasına bağlı olarak mâlî durumu da sarsılacaktır. Bir bakıma evlilik, kişinin kendisini belirli bir düzene alıştırmasıdır.

Mâlî yönden birçok faydalar sağladığı gibi, kişinin düşünce tarzına da evliliğin çok tesiri vardı. İslâm arzuları köreltmeyi ve onları meşru yönden tatminine kalkışana karşı durmaz. O yalnız istekleri meşru ol­mayan yönden tatmine karşıdır. Sırf ibâdet gayesiyle hanımiyle beraber yatmamaya yemin etmiş bir sehabeye karşı çıkışı pek meşhurdur. [1127] Kur'­an-ı Kerîm zevceden bahsederken:

"İçinizden kendileriyle huzura kavuşa­cağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet varetmesi, O'nun varlığının belgelerindendir[1128] demesi çok önemlidir. Kur'an-ı Kerîm'e gö­re erkek, kadınlarla huzura kavuşmaktadır.

 

Nikâhın Tarifi

 

Nikâh, toplamak ve katmak mânalarına gelir. İslâm'da cinsî münase­bet ve akid = anlaşma mânasına gelir. [1129] İslâm iyi niyetle yapılan her işi ibâdet olarak gördüğü gibi, nikâhı da böyle görür.

Konu ile ilgili İslâm hukuk kitapları bu durumu teferruatiyle belirt­mişlerdir: Dürr'ul - Muhtar'da:

"Bizim için Hz. Âdem devrinden bugüne kadar meşru olmuş, sonra cennette de devam edecek, nikâh ile îmandan

başka ibâdet yoktur."

"Fethu'l-Kadîr"'in nikâh bahsi de şu satırlarla başlamaktadır:

"Nikâh ibâdetlere daha yakındır, hattâ onunla meşgul olmak, sırf ibâdet maksa­dı ile nikâhı terketmekten daha üstündür." Ayni eserde nikâh ile cihad = savaş birbirine kıyas edilmektedir.

"Savaşta, İla'yı kelimetullahı = Allah'ın sözünü yükseltme, bulundu­ğu için o da bir ibâdettir. Nikâhta ise bu iş fazlasıyla mevcuttur. Çünkü nikâh hem müslümanın hem de müslümanlığın, cihad ise yalnız müslümanlığın vücud bulmasına sebeptir. Nitekim ibâdet olduğu içindir ki, evlen­mek evlenmemekten daha hayırlı sayılmıştır. "Velevkî evlenmemek sırf ibâdet maksadı île olsun- Nitekim Hz. Peygamber, müteaddit ezvac-ı tahirat ile evlenerek bu babta da ümmetine nümune-i imtisal (örnek) oldu­ğu gibi, ibâdete vakit bulayım diye evlenmek istemeyen sehabenin bu yap­tığını beğenmiyerek reddetmiştir." [1130]

Kur'an-ı Kerîm tabiattaki herşeyin çift yaratıldığını [1131], kadınlara kar­şı muhterîsane sevgi insanlara hoş göründüğünü, belirterek [1132], yaratık­ların tek olamıyacağını ve erkekte fıtraten kadına karşı, istekli olduğuna dikkati çekmiş, Hz. Peygamber de, dünya metaı içinde en iyisinin iyi ka­dın olduğunu

"Sizin dünyanızdan bana, üç şey sevdirildi. Güzel koku, ka­dınlar, ve gözümün bebeği namaz[1133] buyurarak buna işaret etmiştir.

 

Evliliğin Faydaları

 

Gazali İhya'da  [1134] evliliğin faydaları üzerinde çok durmuş, kısaltarak buraya aktarıyoruz:

a- Gaye yeryüzünde insan neslinin devamıdır. Şehvet bunun için yaratılmıştır.

b- Şehvetini teskin eder. Evlenmeyen insan, fercini şehvetten uzakta bulundursa da, gözünü ve kalbini bundan uzaklaştıramaz. Tatminsizlik onun iç dünyasını sarsar, vesveseli hareket eder, bu yüzden istikrarlı ha­yat yaşayamaz.

c- Ruhun dinlenmesi, kadınıyla oturmaya alışmasıdır. Kadınına bak­ma ve şakalaşma kalbe bir rahatlık verir, ibâdet yapmasını takviye eder. Devamlı ibâdet ve çalışma ruha bıkkınlık verir, dolayısıyla haktan nefret etmesine sebep olur. Çünkü yaradılışının dışına çıkar, yaradılışına aykırı düşen her şeye zorla devamına zorlanılırsa, donuklaşır. Bazı zamanlar çe­şitli lezzetlerle ruh rahat ettirilirse, kuvvetlenir ve zindeleşir. Kişi kendi hanımıyla başbaşa kaldığı zaman, kederleri yok olur. Kalbi dinlenir. Allah'­tan korunan kimselerin uygun olan şeylerle istirahat etmeleri gerekir. Bu­nun için Cenâb-ı Allah "Kendisinde huzura kavuşacağınız[1135] şeklinde, kadını nitelemiştir. Hz. Ali:

"Kalplerin bîr yönden rahat ettirilmeleri -on­dan tiksinecekleri için- o hususta kör olmasını temin eder" [1136]  der.

d- Evin düzeltilmesinde, temizlenmesinde, sergisinde, mutbak işle­rinden, kapların temizliğinden kalbin uzaklaşmasını temin eder. Farzedelim ki, kişinin cinsel arzusu pek fazla değil, fakat onun bütün evinin işini üzerine alması yine de zamanın çoğunu elbette kaybeder, ilim ve işe va­kit ayıramaz. Bu yüzden tertemiz ve düzeltici bir kadın, bu yolla erkeğin dinine yardımcıdır.

Gerçekte de öyle değil mi? Bütün gün yorulan erkek, akşam eve dön­düğü zaman, bir de mutfağa koşar, yemek yapmaya çalışır, sonra kapları temizler. Sabahleyin de ayni faaliyet içinde olursa, bu monoton hayat onun iş gücünü çok geçmeden sarsacağı gibi, -böyle bir şahıs ibâde­tinde bir insan ise- huzur içinde ibâdet yapamaz.

e- Kadınların huylarına alışmak, onların hareketlerini sabırla karşı­lamak için nefsî mücadelede:

Onları düzeltme dînin doğru yoluna erdir­mek, onlar için helâl kazanç, elde etmek için uğraşmak, çocukları terbiye etmeye çalışmak. Bütün bunlar fazlaca üstün olan işlerdir. Hz. Peygam­ber:

"Kişinin ailesine harcadığı şey sadakadır[1137]  buyuruyor.

 

Evlenme Yaşı

 

Evlenme daha çok bünyenin durumuna bağlı gibi görünüyorsa da, ba­şarılı bir evlilik için yeterli bir faktör değildir. Evlilik, karşılıklı bir sorumluluğu yüklenmektir. Evlenmeden önce daha az görevleri olan kadın ve erkek, evlilik hayatı başlar, başlamaz bunlar çoğalır. İki tarafın da bu­na gücü yeterli olması gerekir. Gerek kız ve gerekse oğlan olsun, evlilik mes'elesini idrak etmedikleri zamanda velileri tarafından nikâhları yapıl­sa, büyüyüp evlenme yaşına eriştikleri zaman bu nikâhı ibtal etme hak­kına sahiptirler. Çünkü evlilik, evlenenlerin rızasına bağlıdır. [1138]

 

Araştırma

 

Adaylar ayni çevre içinde veya komşu olurlarsa, karakter üzerinde bir araştırmaya girişmenin faydası yoktur. Fakat yabancı olan bir çevrede, her iki tarafın birbirlerini araştırması uygun olur. Aileler üzerindeki araştır­mada dikkat edilecek hususlar vardır:

Kur'an-ı Kerîm en üstün insanı, Allah'ın emirlerine sarılan, yasakların­dan kaçan olarak bildirir. [1139] Bu mânaya göre, kişinin malı, soyu, rüt­besi göz önünde bulundurulmaz, maddî ve geçici olan bu sıfatlar bir mâna ifade etmez. Hz. Peygamber soy dâvası güdeni şiddetli olarak yermiş ve "Soy dâvasını güden bizden değildir[1140]   şeklinde gayet kesin konuşmuştur. O'nun ifadeleri arasında şu ikisine de dikkat edilmelidir.

1- İnsanlar Âdem'in oğullandır. Allah ise Âdem'i topraktan ya­rattı. [1141]

2- İnsanlar tarak dişleri gibi eşittir. Tekvâ hâriç birinin diğerine üstünlüğü yoktur.

 

Araştırmada Kadında Aranacak Meziyetler

 

Hz. Peygamber bu husustaki ifadelerinde daha çok ruhî yöne eğilmiş, mal ve güzelliği ikinci dereceye  bırakmıştır.

1- Kadın, dindar olmalıdır. Asıl olan budur.  Hz. Peygamber:

  1. a)Kadın, malı, güzelliği, soyu ve dini için nikahlanır. Sen dindarı tercih et.
  2. b)Kadını malı ve güzelliği için nikahlayan kimse onun mal ve güzel­liğinden mahrum kalır[1142]

Buna neden önem veriliyor?

Dindarlık, düzenliliktir. Dindar olan kadın, evine bakarken, kocasını sayarken, çocuklarını giydirirken, ufak ekmekleri toplarken, giyinirken, pa­ra harcarken kendini denetleyen bir Allah'ın olduğunu düşünür, bu yüz­den prensipli bir hayat yaşamaya koyulur. Yeri geldiği zaman konuşur, ye­rinde sarfeder, kocasının yakınlarına bakmanın bir görev olduğunu düşü­nür. Komşularla iyi geçinmenin kendisine hazırlıyacağı dünya ve âhiret saadetini göz önünde bulundurur, temizliğin, kocasına karşı güler yüzlü ol­manın, kendisini başkasına karşı sakındırma, çocuklarını dini bütün yetiş­tirmenin bir din emri olduğunu bilir. Ne onun gözü sokaklardadır ve ne de gözleri kendisine çeken moda ve vitrindeki giyimliklerdedir. Onun gözü ve kalbi evindedir, huzuru oradadır. O'nun gözü sokaklardaki gezme has­retinde değil, o çocuklarının mışıl mışıl uyuduğu, kocasının oturup kalktığı, dünyaya kapalı, kendilerine açık olan huzur evlerindedir. Ezanla kalkar, ezanla yer ve ezanla yatar. Bir gününü iyi niyet, iş, hizmet ve ibâdetle geçirir.

2- Güzel ahlâk: Güzel ahlâklı kadın, dilini tutar, olur olmaz şey­leri istemez, nî'metlere karşı şükürlü olur.

3- Güzel yüzlü: Kaynaşmayı meydana getiren bir faktör de güzel­liktir. Güzellik, güzel ahlâkla birleştiği zaman, zevce tam aranan bir zev­ce olmuş olur. Bu sebepten Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret edince, ensar kadınlarla evlenmek isteyen muhacir erkeklerin onların yüz­lerini görmelerini istemiş ve:

"...Çünkü Ensar -kadının- gözlerinde şey (küçüklük) var" [1143] buyurmuştur.

4- Mehrin az olması:  Mehir nikâhın hükümlerindendir ve kadının şerefini meydana çıkarmak için meşru olup [1144],  erkek tarafından veril­mek üzere kadının hak kazandığı mala denir. [1145] Eski şeriatlerde mehir, velilerin hakkı idi.  Dinimiz bunu kadına vermiş. [1146]

Ölçüsü: Evlenecek kızın, kendisinden önce evlenmiş kız kardeşine, yoksa halalarına, bunlar yoksa kız kardeşinin kızlarına, yoksa amcasının kızına, yâni devamlı olarak babasının bulunduğu tarafa bakılarak kıyas edi­lir ve ona göre mehri belli olur. [1147]

Hz. Peygamber yalnız en iyi nikâhın kolay nikâh [1148] ve kadınların en iyisinin mehirleri az olan olduğunu bildirir. Bu kadının daha güvenli bir hayat yaşaması içindir.

5- Kısır olmamasıdır:  Hz. Peygamber, çok doğuran kadının tercih edilmesini istemiştir [1149] Şayet bu durumu  bilinemezse sağlığına ve gençliğine bakılır.

6- Bakire tercih edilir.  Evlilik bir mehabbettir. Bir erkekle ünsiyet peydahlayan kadın ondan ayrıldıktan sonra, kalbinde gömülü bulunan es­ki günlerin tatlı hâtıralarını belki aklına getirebilir ve bunu ikinci evliliğindeki kocasına zaman zaman hissettirebilir. Şayet koca bu durumu nor­mal karşılamaz, kıskanırsa beklenmedik hâdiseler çıkabilir. Sonra, genç kız tatlı bir hayalin ardından evlilik hayatının ilk günlerine ayak bastığı için ilk arzusunun verdiği dürtme ile kocasıyla her an şakalaşmak ister. Fakat bu hayatı bir defa görmüş bir kadın, ikincisinde ayni işveyi kocasına karşı takınabilecek mi bu bilinmez? Bütün bu durumları göz önünde bu­lunduran Hz. Peygamber, bir sahabeye:

"Bekâr alıp, o seninle sen onunla oynasaydınız ya!" demiştir.

Fakat dul ve bakireliği, evlenenin aile durumuna göre ayarlaması ge­rektiği önemlidir. Cabir b. Abdullah şöyle demiştir:

"Babam Abdullah öldü, fakat dokuz (yahut yedi) kız bıraktı. Ben de dul bir kadınla evlendim. Resulûllah bana:

"Ya Cabir! Evlendin mi? diye sordu." Ben de:

"Evet evlendim, dedim. Resulûllah:

"Kız mı, yoksa dul mu? Dedi." Ben:

"Dul, yâ Resulûllah! diye cevap verdim.

"Kendisi ile oynaşacağın ve seninle oynaşacak  (yahut güldüreceğin ve seni güldürecek) bir kızla evlenseydin ya" buyurdu. Ben de ken­disine:

"Babam Abdullah (Uhud'da şehiden) öldü. Fakat geriye dokuz  (ya­hut yedi)  tane kız bıraktı. Doğrusu ben de bunların arasına kendileri gi­bi genç bir kız getirmeyi hoş görmedim de onların işlerini görecek ve onları terbiye edecek bir kadınla evlenmeyi hayırlı buldum, dedim. Resulûllah;

"Fe bârekallahu leke = Allah eşini sana mübarek eylesin!" buyurdu. Yahut da:                                                                                                              

"Hayren = hayırlı olsun!" [1150] buyurdu.

7- Tertemiz bir aileden olmasına dikkat edilmelidir. Bu çok önem­lidir. Kadının yetişmesine tesir eden en önemli faktör âilesidir. Ailesi şuurlu bir dindar ve ahlâkî kurallara riâyet eden bir aile ise kızları o aile­den çok şeyler görecekleri ve öğrenecekleri bir gerçektir. Gece yarıla­rına kadar içki âlemi ile haşır neşir olan, hiç bir terbiye kuralı ile yaşa­mayı kendilerine ölçü tanımayan bir ailenin çocukları için hazırladığı zemin korkunçtur. Bir dinî hayat içinde yaşayan bir erkek, bundan ha­bersiz biriyle huzurlu bir hayat yaşıyacağı düşünülemez. Çünkü bir bakıma evlilik, mîzaç beraberliğidir.

 

Kocada Aranacak Vasıflar

 

Aile hayatının kurulması için nasıl ki; kadında bazı iyi meziyetlerin bulunması gerekli ise erkeğin durumu da aynıdır. Bu bakımdan, kız evi­nin de kızlarına talip olan erkeği tanımaları ve tetkik etmeleri gerekir. Kur'an-ı Kerîm en üstün insanı, Allah'ın emirlerine sarılan, yasaklarından kaçan, yâni prensipli bir hayat yaşayan hak ve hukuka riâyet eden insan olduğunu, en zengin, en bilgin ve soy bakımından en üstün olan kimse­nin olmadığını belirtirken, evlenmek isteyen erkekte aranacak vasıfların bunların olması gerektiği söylenebilir. Servet dünya hayatının süsüdür [1151] ve bir denemedir. [1152] Gönül bağlanacak, seçkinlik sağlayacak bir şey değildir. Saadetin de teminatı değildir. Halbuki aile, kızının saade­tini düşünür, kuracağı evde mutlu bir hayat yaşamasını isterler. Serve­te köle olmuş ve onun verdiği sıcaklıkla gurura kapılmış bir kalbe sahip er­kek, yanında başını eğmiş onunla ünsiyet peydahlamak isteyen kadını umursamadığı düşününüz, böyle bir hayatın anlamı olur mu? Halbuki inançla hayata göğüs gerebilen fakir bir erkeğin bu anlayışına karşılık aldığı hanım da ayni inançla onunla birleşirse, Allah'ın yarattığı şu tabiatın si­nesinde zengin olmamak imkân haricidir. Demek ki; zenginlik elde edile­bilir, fakat saadet zor elde edilir. Asıl olan ise huzurdur. Zaten evliliğin gayesi de bunu temindir. Hz. Peygamber buna kız babalarının dikkatini çe­kerek şöyle buyurmuştur:

"Dininde ve ahlâkından hoşnut olduğunuz biri size geldiği zaman ona kızınızı nikahlayınız. Şayet böyle yapmazsanız yeryüzünde fitne ve fesat çıkar."  Sehabeler:

"Ey Allah'ın Resulü! Şayet onda -fakirlik ve soy düşüklüğü- [1153] varsa?

"Dininden ve ahlakından hoşnut olduğunuz biri size geldiği zaman, ona kızınızı nikahlayınz" dedi ve bunu üç defa tekrar etti. [1154]

Hülâsa göz önünde bulundurulacak husus, dindarlık ve güzel ahlâk­lılıktır.

 

Kız İsteme

 

Erkek ailenin reisi, kız evine ziyarete gider, mutat konuşmadan son­ra asıl maksadını açıklar. Düşünmeleri için gerekli bir mühlet verir. Kız evi de istişare eder ve gelen teklife müspet veya menfî cevap verirler. Yalnız Hz. Peygamber devrinde işin başka bir uygulama tarzı görülmek­tedir. Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Ömer şöyle an­latmıştır:

"Kızım Hafsa dul kalınca, Osman b. Afvan'a (Hz. Osman'a) rast­ladım. Kızımı arzettim ve "istersen sana Hafsa'yı nikâhlıyayım" dedim.

O da "düşünelim" dedi.   

Birkaç gece bekledim sonra karşılaştık. "Bu­günlerde evlenmek fikrinde değilim" dedi.  

Sonra Ebû Bekr'e rastladım. "İstersen Hafsa'yı sana nikâh edeyim" dedim.   

Ebû Bekr sustu, hiç ce­vap vermedi.   

Ebû Bekr'e Osman'dan ziyade öfkelendim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hz. Peygamber Hafsa'yı istedi.   Hafsa'yı O'na nikahla­dım. Sonra Ebû Bekr bana rastladı ve:

"Hafsa'yı bana teklif ettiğin zaman cevap vermediğim için belki de öfkelendin dedi. Ben de:

"Evet, dedim.

"Maruzatıma cevap vermekten beni ancak Resûl-i Ekrem'in Hafsa'yı andığını sezmekliğim mâni, olmuştur.    Peygamber'in sırrını ifşa etmek is­tememiştim. Fikrinden caysaydı, Hafsa'yı kabul edecektim [1155] dedi.

Hadiste dikkati çeken şu hususlar vardır:

1- Kız babası sâlih bildiği kimseye, kızını teklif edebildiği gibi, sâliha (temiz) kadın da bizzat evlenme teklifinde bulunabilir. [1156]

2- Biriyle evlenmek niyetinde bulunan herhangi bir kimse, bundan vazgeçmediği müddetçe, başkasının talip olması uygun değildir. Yüce Re­sul:

"Sizden biriniz, dîn kardeşinin dünürlüğü üzerine, dünürlük göndermeşin. Ta dünür gönderen ondan önce vazgeçinceye yahut kendisine izin verinceye kadar[1157] buyurması da bu hususu açıklamaktadır. Kocası öl­müş veya boşanmış "Kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde veya içinizden onlarla evlenmeyi geçirmenizde size sorumluluk yoktur. Al­lah onları anacağınızı bilir. Sakın meşru sözler dışında onlarla gizlice sözleşmeyin, müddet sona erene kadar nikâh akdine kalkışmayın[1158]

Bu durumda yâni iddet müddeti dolmamış kadınlarla evlenme düşünülebi­lir. Bunda bir sakınca yoktur. Fakat bunu zamanı gelmeden açık bir şe­kilde fi'liyata dökmek yasaktır.

 

Adayların Birbirlerini Görmeleri

 

Hz. Peygamber, Muhacirler, (Mekke'den göçenler) Ensar kızlarıyla ev­lenmeye kalkıştıkları zaman onların yüzlerini görmelerini bildirmesi  [1159] pek dikkat çekicidir.  Bir diğer hadîste:

"Biriniz kadını istediği vakit eğer onunla evlenmeye sebep teşkil eden yerini görebilecekse bunu hemen yapsın[1160], görmeden gaye, sonra do­ğacak mahzurları gidermek olduğu gibi, Peygamberimize göre "bakma yıl­dızınızın barışması için daha müşfık"tir. [1161] Görme işi için kadının rızası şart değildir, o farkında olmadan da bakıp görülebilir... Bazı Şafiî imam­larına göre, bu görme işinin dünürlükten evvel olması gerekir, ta ki, anlaş­ma olmazsa kadını rahatsız etmeden bırakmış olur. İstedikten sonra görür ve sonra bırakırsa kadın üzülür. Hz. Peygamber Ümmü Süleym'i, bir ka­dını görmeye gönderirken:

"Ökçelerine bak ve ayaklarını kokla" şeklinde tembihlemiştir. [1162] Erkeğin durumunu tetkik etme kadının da hakkıdır. Bütün bunlardan gaye sonradan doğacak mahzurları gidermek ve yuvayı iyi temeller üzerine kurmaktır.

 

Nişan

 

Evlenmek için karşılıklı bir söz vermek olup, bir akit (anlaşma) de­ğildir. Nişanlananlardan biri şayet nikâhtan çekilirse, bu söz verme göz önünde bulundurulmaz ve zorlanmaz. [1163] Şark kilisesince bu tamamen formel bir anlaşmadır ve nişan belirli bir zamanda evlenmek için kadın ve erkeğin birbirlerine verdikleri bir sözdür.

Birbirlerini gören adaylar ve nişanlananlar şu sıfatlara sahip ol­malıdırlar:

1- Niyeti sahih yâni gayesi evlenme olmalıdır.

2- Başkasına nişanlı olmamalı.

3- Kardeşler birbirlerinin nişanlılarıyla nişanlanmaktan çekinmeli­dirler. [1164]

 

Hediyelerin Durumu

 

Hanefî mezhebine göre nişan esnasında verilen hediyeler bağış mahitindedir. Nişan bozumunda hediyelerin geri verilmesine manî olan du­rumlarda bu mezhebe göre şunlardır:

a - Hediye alanların çokluğu.

b- Hediye verenin ve alanın ölmesi.

c- Hediye alanın kendisine ait mülkünden çıkması.

d- Hediyenin, hediye alanında kaybolması.

e- İkisinin arasında, nikâha manî olacak bir yakınlığın olması.

Hülâsa,

1- Nişan gerekli kılan bir anlaşma değildir.

2- Mücerret olarak nişandan geri dönme, bir karşılık (tazminat) is­temek için gerekli bir sebep olmaz.

3- Nişanlılardan birinin hareketleri diğerine zarar verecek mahiyet­te olduğu için nişandan dönme durumu buna yakın olduğu zaman, sorum­luluğun azlığından dolayı, karşılık istemeye ait hüküm caiz olur. [1165]

 

Nikâh

 

Kadın ve erkeğin müşterek bir hayat yaşamalarına sebep olan nikâ­hından bazı şartları vardır.

a- Nikâhta iki tarafın rızası şarttır. Dulun seraheten emri ve baki­reden izin aılnmadıkça [1166] nikâh edilemez. Bakirenin susması da izin sa­yılabilir [1167]  Dul kadın nefsi üzerinde velisinden daha yetkilidir [1168]

b- Velidir. Velisi yoksa oranın mülkî âmiridir. Yalnız veli, kadını zorlayamaz. Genç bir kız Âişenin yanına girer ve:

"Babam beni istemediğim halde kardeşinin oğluna verdi.  Benimle onun itibarsızlığını kaldıracak, dedi.

Âişe:

"Peygamber gelinceye kadar otur; dedi.

Sonra Resulûllah geldi ve kız ona -vak'ayı- anlattı. Bunun üzerine Peygamber babasına haber gönderdi ve onu çağırıp işi kıza bıraktı. Kız:

"Yâ Resulûllah! Babamın yaptığına razı oldum. Lâkin ben babalara bu işte hiçbir rol olmadığını kadınlara öğretmek istedim [1169] dedi.

Olay babanın kızını biriyle zorla evlendiremiyeceğini açık bir şekilde gösteriyor. Buna rağmen Türkiye'de zaman zaman kendisini gösteren yer­siz hâdiseler vardır. Âdeta kızlar babaların direktiflerine boyun eğmek için beklemekte ve iradelerini kullanamamaktadırlar. Bir kız kendi haya­tı ile ilgili en önemli konuda fikir beyan ettiği zaman bunu "terbiyesizlik" olarak düşünülmesi yersizdir. Aslında bunda ve düşünülen mes'elede kı­zın düşüncesi öne alınmalıdır.

c- İki âdil şahit bulunmalıdır. [1170] Bunların âdil olması uygun olur.

d- İcap ve kabul sözlerini, koca yahut veli gayet açık söyleme­lidir. [1171]

Sünnet olan: Vekilin damada:

Elhamdülillah vesselâtü alâ Resûlillâh deyip seni filânın kızıyla şu kadar mehirle nikahladım, der. Damat da:

El­hamdülillah vesselâtü alâ Resûlillâh, bu nikâhı bu kadar mehirle kabul et­tim [1172] der.

e- Kadın nikâhı kendisine haram olmayanlardan olmalıdır. Bunlar Kur'an-ı Kerîm'de şöyle belirtilmiştir:

"Sizlere, analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, ka­rılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızdan elleri­nizde bulunan üvey kızlarınız -şayet analariyle zifafa girmemiş iseniz size bir engel yoktur- öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir ara­da almak suretiyle evlenmek -geçmişte olanlar artık geçmiştir- size haram kılındı." [1173]

Bu âyetlerde sayılan muharremat yâni nikâhı haram kılınan kadınlar yirmiye varıyor. Bunlar da:

"Neseb, sulb, sıhriyet ve ihsandan dolayı hürmet olmak üzere dört grup teşkil ederler."

Şimdi aile kurumuna ait bu "muharremat" yâni evlenîlmesi haram kı­lınan kadın sınıflarını sırası ile sayalım:

1- Analarınız: Analardan gaye, kişinin yalnız kendi anası değil, ken­di anası ile beraber anasının ve babasının anaları, yukarı doğru yükselen bütün nineler.

2- Kızlarınız: Kendi kızları ile beraber gerek oğlunun, gerek kızı­nın kızları ve bu kızları yâni kişinin oğlu ve kızı tarafından bütün sulbî to­runları.

3- Kız kardeşleriniz: Bunlarda gerek ana ve baba bir, gerekse yalnız ana veya baba bir kızkardeşleridir.

4- Halalarınız:  Bunlar da kişinin babalarının ve umumî surette de­delerinin kız kardeşleridir.

5- Teyzeleriniz: Bunlar da kişinin anasının ve umumî surette nine­lerinin büyük ve küçük kız kardeşleridir.

6- Oğlan kardeş kızları: Bunlar da kişinin gerek ana ve baba bir, gerekse yalnız ana veya yalnız baba bir oğlan kardeşin kızlarıdır ki; ne kadar aşağıya inerse insin bütün yeğenlerdir.

7- Kızkardeş kızları: Bunlar da kişinin gerek ana, gerek baba bir, gerekse yalnız ana veya baba bir kız kardeşin kızlarıdır. Ne kadar aşa­ğıya inerse insin bütün yeğenlerdir.

8- Sizi emzirmiş olan analarınız: Yâni süt analarınız ve nineleriniz.

9- Süt kız kardeşleriniz: Çünkü, süt emzirene ana, emenlere kar­deş tâbir edilmiş olması bunlarda nesep vasıfları ve hükümlerin cereyanını gerektirir. Sün analar, süt hemşireler bulununca:

10- Süt babalar

11- Süt kızlar

12- Süt halalar

13- Süt teyzeler

14- Süt erkek ve kardeş kızları da hep var demektir. Binaenaleyh sütten olanların da bu kıyas üzere neseben haram olan­lar dibi vedive bâtın olacağı ve yalnız bu ikisinin zikriyle geri kalanlardan iktifa edildiği anlaşılır...   Bunlara dair geçen hadisler bu kıyası tasdik eder­ler.

15- Kadınlarınızın anaları: Yâni kayın analarınız.

16- Dahil olduğunuz kadınlarınızdan doğmuş üvey kızlarınız -ekseriyetlet itihanvla- terbiyeniz altındadırlar.    Bu suretle kadınlarınıza dahil olmuş değilseniz, üvey kızlarınızı nikâhta size günah yoktur. Demek ki, anaları vati =  (cinsî münasebet) kızları haram kılar. Kızları yalnız ni­kâhta anaları haram kılar.

17- Sulblerinizden bizzat ve bilvasıta gelen oğullarınızın kadınları olan pelinleriniz ki; bütün torunların zevcelerine de şâmildir. "Kendi sulblerinizden" kaydıyla üvey oğullardan ve oğulluklardan ihtiraz edilmiştir.

17- İki kız kardeş arasını nikâhta da cem'e'tmeniz. Kezâlik biri er­kek farz edildiği takdirde diğerinin nikâhı caiz olmayan bir kadının, meselâ bir kadınla halasının veya teyzesinin bir araya getirilmesi de iki kız kardeşin bir araya getîrilesi gibi haramdır. Nitekim hadisde bunlar tasrih olunmuştur.

19- Bütün evli kadınlar: Harb esiri olarak elinizde mülk olmuş bu­lunan cariyeler müstesna olmak üzere bütün muhsaneler yâni evli hür ka­dınlar.                                                                               

20- Bir de en-Nisâ: 4/22. âyetinde müstakillen zikredilip "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" diye menedilen kadınlar.

21- Bir de el-Bakara: 2/221. âyetinde müşrik kızlarla ve kadınlarla ev­lenmek haram kılınmıştır ki böylece hepsi 21 sınıf kadın olur. Bunlardan başkaları helâl kılınmıştır. [1174]

Önemli olan bir nokta daha var. İslâm, müslüman kadının -tıpkı rnüslüman erkekte olduğu gibi- müşrik erkekle evlenmesine izin ver­mediği gibi [1175] kitabî olan erkeklerle de evlenmesine cevaz vermemiş­tir. [1176] Bu da neden olmuştur:

Erkek evin sahibi, kadından daha güç­lü ve ondan daha fazla sorumludur. İslâm, kitabî olan kadına müslüman erkeğin gölgesi altından inanç hürriyeti veriyor, onun bu noktadaki hakla­rını koruyor. Fakat Yahudi ve Hıristiyanlık gibi dinler, kendi dinine muhalif olan zevceye bu hakkı vermiyor, hakkını korumuyor. [1177]

 

Düğün

 

Belki de hayatın en mes'ut günleri yeni evliliğin ilk günleridir. Erkek ve kız tarafları yeni akrabalar kazanmanın sevinci içinde bulunacakları şüp­hesizdir. Her baba ve anne oğullarının ve kızlarının mürüvvetini en samimî duygularla isterler. Bu yüzden oğlan annesi oğlu biraz kendini tanıyınca kendi gönlünce oğluna yarıyacak aile ve kız arar. Komşular da oğlanın ve kızın yaptığı iyiliklere karşı "Allah hayırlı kısmetler versin", "Allah helâlından süt emmiş birini nasib etsin" temennisinde bulunurlar. İşte bü­tün saadetü dualara konu olan evlenme zamanın bir bakıma ilânı olacak düğünün o temennilere cevap olması bakımından önemlidir. "Düğün" ke­limesi, arkasından bir neş'e havası hemen estirir. Bu bakımdan neş'eli bir anı "düğün" olarak benzetenler çoktur.

1- Gizli nikâh pek makbul değildir. Yüce Resul

"Nikâhı ilân edi­niz, onda tef çalınız[1178]

"Bu nikâhı ilân ediniz. Onu mescîdlerde kıyı­nız ve onda tefler çalınız[1179] buyurmuştur. Bu hususta daha bir çok ha­disler vardır:

  1. a)Helâl ile haram (zina) arasındaki fark nikâh kıymak, şenlik yap­mak ve tef çalmaktır.[1180]
  2. b)Muavviz'in kızı Rübeyye anlatıyor:

Düğünüm yapıldığı zaman Hazret-i Peygamber geldi. Oturuşum gibi yatağın üstünde oturdu. Bazı kız ço­cukları bize tef çalıyorlar, Bedir gününde ölen babam ve amcalarımı anıyorlardır. İçlerinden biri:'

"Aramızda yarını bilen peygamber var, dedi.  Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:

"Bunu bırak, önce söylediğini söylemeye devam et[1181]

Bîr düğün esnasında Hazret-i Peygamber genç kızların daha çok yi­ğitleri anlatan marşları söylerken dinliyor. Peygamber'den çekinerek sus­mak isteyen genç kıza devam etmesini bildiriyor. Bundan hareketle Safi fitnenin emin olunduğu ve bir perde arkasından olduğu zaman kadınların sesinin mahrem olmıyacağını belirtmiştir. [1182]

4- Hazret-i Âişe kendi yakınlarından olan Es'adın kızı Farıza'yı Ensardan biriyle evlendirir. Yüce Resul

"Âişe!  herhalde düğününüzde bir eğlence yoktu. Halbuki eğlence Ensar'ın hoşuna gider[1183] buyurur.

Bütün bu hadisler düğün esnasında meşru bir şekilde eğlenmenin sün­net olduğunu gösteriyor. Fakat bir kutsal törende İslâm'ın yasak ettiği fiillerin girmesi, işin manevî cephesini bırakır mı? Düğün ve sünnet me­rasimlerini bir fırsat bilerek İslâm'ın şiddetli olarak yasak ettiği alkollü maddeleri su gibi içenler düğündeki kutsiyeti bırakırlar mı? Ne yazık ki; böyle merasimlerde içki içmek ve içirtmek düğünün aslî rüknü haline ge­tirilmiş. Düğün sahiplerinin böyle manevî bir merasimi kötü fiillerle lekelemiyecekleri ümit edilir.

2- Ziyafet: Bu mutlu günü Allah'ın en güzel ürünlerini yakınlara ve dostlara sunmak da ayrı bir bahtiyarlıktır.

Ziyafete davet: Kur'an-ı Kerim, Hazret-i Peygamber'in arkadaşlarına davet edildikleri zaman evine gitmelerini [1184] istemiş, davet ve davete icabet etmenin lüzumuna böylece temas etmiştir. Davette en önemli riâyet edilecek sınıf:

Zengin, fakir ayırımı yapmamaktır. Düğün ziyafetinin en kötüsü zenginler çağrıldıkları halde fakirlerin çağrılmadığı yemek oldu­ğu. [1185] Yüce Resul tarafından bildirilmiştir. İster zengin, isterse mütevazi bir karşılama ile olsun, düğün ziyafeti vermek gerekir... Abdurrahman bin Avf evlenince, Hazret-i Peygamber tebrik ettikten sonra, bir koyunla dahi olsa düğün ziyafeti vermesini ondan istemiştir. [1186] Ziyafetin zi­faftan önce mi, yoksa sonra mı olacağı hakkında bilginler ihtilâf etmiş­lerdir. "Sonra verilir" şeklindeki görüşü benimseyenler Hazret-i Peygamber'in Cehş'in kızı Zeyneb'le evlendiği zaman, zifaftan sonra verdiği ye­meği delil olarak gösterirler. [1187] Durum ne olursa olsun asıl olan ye­mek vermektir.

 

Davete Gitmek

 

Mutlu gününde ve onun için verilen yemeğe davet edenin dâvetine uymak gerekir.

Müslümana yaraşan böyle bir günde kar­deşinin sevincini paylaşmak ve onun yanında olmaktır. Hazret-i Peygaber:

"Bir düğün dâvetine yahut buna benzer bir toplantıya çağrılan ona mutlaka icabet etsin[1188] buyurmuştur. Buna dayanarak Nevevî düğün dâvetine icabet etmenin vâcib olduğuna bilginlerin birleştiğini nakletmiş­tik. [1189] Özürsüz olarak davete icabet etmeyenlerin Allah'a ve Resul'a is­yan [1190] derecesinde bir günahla başbaşa kalacakları şeklinde bir hadi­sin olması bu işin önemini arzetmesi bakımından yeterli olsa gerek.

Bîr yerden fazla davet edilen kimse ne yapmalıdır? Ayni gün içinde davetiye alan çoktur. Böyle bir durumla karşı karşıya bulunan kimse, ken­disine daha yakın olan komşuya veya daha önce davet eden kimsenin dâ­vetine gitmelidir. [1191] Gidilmediği takdirde hiç değilse gitmeme sebe­bini davet sahibine anlatmalı, yahut evden birini bir davete, kendisi bir davete gitmelidir.

 

Evlenenleri Tebrik

 

Abdurrahman bin Avf'ın evlendiğini duyan Hz. Peygamber:

"Barekallahü Leke = Allah sana mübarek kılsın[1192] şek­linde tebriklerini ve temennilerini bildirmişlerdir.

 

İlk Evlilik Günü

 

Başlangıçta nikâha gitmek için birbirlerini gören­ler, nikâh akdinden ve düğünden sonra hayırlı bir zürriyetin ve mutlu bir hayatın ilk gecesine geldikleri zaman yine birbirlerini iyi tanımaları için hiç değilse, koca kendi karakterini karşı tarafa anlatmalı, bunu bir oto­rite kurmak için değil, daha iyi anlaşabilmek için yapmalıdır. Genç zevce, büyüdüğü evinden yeni ayrılmış. Ogüne kadar yaşadığı havayı bir tarafa atarak, tanımadığı bir yuvanın içine girmiş bulunuyor. Erkek için bu ha­yatın yabancılığı yoktur. Belki de hiç yadırgamazlar. Fakat genç kızın yeni bir hayat içine adım atacağını kocası unutmamalıdır. Kızın ailesi de bu durumu göz önünde bulundurarak kıza en yakın olan annesi, yoksa evin ileri geleni bazı tavsiyelerde bulunmalıdır.

Anlatıldığına göre Haris'in kızı Esma kocaya giderken annesi şu na­sihati vermiştir:

"Kızım Yaşadığın yuvadan çıkıyorsun. Tanımadığın bir yatağa, şimdiye kadar arkadaşlık yapmadığın birine gidiyorsun. Ona yer olki o da sana gök, ona çadır ol ki o da sana direk, ona câriye ol ki; o da sana köle olsun. Kızgın anlarında onun yanından sessiz bir şekilde sıvısıver. O durum devam ettiği müddetçe görünme. Burnunu, gözünü ve ağ­zını koru. Her zaman senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün. Bu şe­kilde sana iyi nazarla baksın" [1193] Zevce ilk gecede kocanın neden hoş­lanıp neden hoşlanmadığını, hangi ailelerle münasebet kuracağını sormalı, koca da bunları üşenmeden anlatmalıdır. Şüphesiz ilk gece içinde iki tarafın birbirlerini anlamaları zordur. Fakat zamanla iki tarafın iyi niyet­leri ayrışmayacak bîr kalp birliği meydana getirir.

 

Cinsî Münasebet

 

Tabiî tenasülden cinsî yakınlığı Allah emretmek­tedir. Birbirlerine yaklaşmadan önce herbiri ikişer rekât namaz kılar [1194], namazdan sonra, kurdukları yuvanın hayırlı ve uğurlu olmasını, sulhların­dan iyi çocuklar dünyaya gelmesini Allah'tan dilerler. Erkek, bir avcı gibi hareket etmemeli işin nezaketini düşünerek, samimî bir havanın doğma­sı için zemin hazırlamalı ve kadın da buna yardımcı olmalıdır. Yüce Resul, erkeklerden diğer varlıklar gibi eşlerine karşı saldırıya geçmemelerini is­temiştir. Bu anda bile müslüman Allah'ını anmalıdır. İbn-i Abbas'ın an­lattığına göre Hazret-i Peygamber

"Onlardan biri eşine (cinsî münasebet için) yaklaşmak istediği zaman: Bismillah Allâhümme! Cennib-i Şeytane ve cennib'iş Şeytane mâ Rezektenâ- Bismillah Allahım! Bizi şeytandan uzaklaştır, şeydanı da bize ihsan ettiğin çocuktan uzak kıl derse, şu mu­hakkak ki, karı kocanın bu birleşmesinden aralarında bir çocuk takdir olu­nursa artık o çocuğa ebediyyen şeytan zarar vermez[1195]  buyurdu.

 

Normal Günlerdeki Durum

 

Müslüman erkek evlendikten sonra kendisini cezbeden bir durumla karşılaşırsa hemen evine dönüp hanımıyla buluşmalıdır. [1196] Kadın da erkeğin bu durumunu düşünerek kocasından kaçmamalıdır, kocası yatağa davet ettiği halde buna uymayan kadından buna icabet edeceği vakte kadar Allah'ın dargın olacağı Peygamber ta­rafından bildirilmiştir. [1197] Şayet kadın hasta bir durumda ise koca bunu müsamaha ile karşılamalıdır.

 

Özel Durumlarda

 

Kadının hayız (aybaşı) ve nifas (lohusalik hali):

Hayizin kelime an­lamı:

"Akmak"tır. İslâmi yönden bu kadının muayyen günlerinde belirli kir yaştan sonra ana rahminden akan kana denilmiştir. [1198] Akma müddeti en az üç, en çok on gündür. Muayyen yaştan önce veya sonra yahut on günden fazla gelen kan "istîhaze = özür kanıdır". Hanefî'ler doğumdan sonra, kanın akmasını kırk gün olarak kabul etmişlerdir. Bu günlerden son­ra gelen kan da, özür kanıdır. [1199] Kadın normal olarak kendisinden kaç gün kanın geleceğini bilîr, kesildikten sonra hemen temizlenir.

 

Nifas

 

Doğumdan sonra kadından gelen kana denir. Kan akma müd­deti çoğu fakihlere göre kırk gündür

Neler yapamazlar:

1- Namaz kılmak, Kur'an-a el sürmek, Kur'an okumak. Bu durum cünüp olan kimsenin aynidir. Yalnız hayız ve nifas durumundaki kadın­lar oruçlarını kaza ederler. Fakat cünüplük oruçlunun orucuna bir zarar getirmez.

2- Zaruret yokken camiye giremez.

3- Bu durumlarda boşanma olmaz.

4- Kocasiyle cinsî münasebette bulunamaz [1200], bulunduğu takdir­de tevbe etmeli, bir dinar tutarında sadaka vermelidir. [1201]

5- Tavaf edemez.

Şunları yapmasında bir sakınca yoktur:

  1. a)Selâvat getirebilir.
  2. b)Yemek pişirebilir.
  3. c)Kur'an dinleyebilir.
  4. d)Kocasıyla yatabilir.[1202] 

(Koca ana rahmi dışında bedenin kendisi­ne yasak olmayan yerlerine temas edip tatmin cihetine gidebilir-makat yasaktır. [1203]

Bu durumlarda kocanın durumu:

Devamlı kan kaybeden kadın bitkin ve hastadır. Ogün ruhî yönden sarsık ve sinirlidir. Koca hanımına bu durumda yardımcı olmalı. Onun sinirlilik halini iyi karşılayıp önemli ve ağır işleri kendisi görmelidir. Daha çok istirahat etmesini sağlamalı. Kadın bu durumunda, kocasının kendisinden, tiksindiği zannına kapılmaması için kocanın eski sevgi hareketlerinden bîr şey eksiltmemelidir.

 

Kocanın Görevleri

 

1- Düğün ziyafeti vermelidir.

2- Onlara karşı güzel ahlâklı olmak ve eziyetlerine merhametle ta­hammül etmek. Cenâb-ı Allah

"Onlarla güzel geçinin[1204] ve onların hak­kında:

"Sizden sağlam teminat almışlardı[1205] buyuruyor. Yüce Resul'ün ise vefat anında söylediği söz:

"Namaz kılınız, kölelerinize, gücü yetmediği şeyleri yüklemeyin, yanı­nızda yardımcılar olan kadınlara sabrediniz[1206]

3- Onlarla şakalaşmak: Donuk bir çehre ile kadınların yanında dur­mak can sıkıcı olur. Bazıları bunu, kadını  şımartmamak için yaptıklarını söyler. Asık çehre ile kurulması düşünülen otoritenin faydası yoktur. Şa­yet kadın bilmiyorsa, onu görevlerine alıştırmak, yetiştirmeye uğraşmak, evdeki vazife bölünüşünün sırf yüklenilen işten dolayı olduğunu bildirmek ve buna inandırmak daha iyidir. Devamlı baskı ve monotonluk kadının so­lumasına ve kocanın kurtulma yolunu bulmaya doğru iter.

4- Şakada ileri gidip, değersiz hâle gelmemelidir. Yakışık olmayan bir hareketi gördüğü zaman ona hareketin yanlışlığını tatlı bir dille anlat­malı ve göz yummamalıdır. Hasan-el Basrî "Kadının her arzu ettiğine boyun eğen erkeği Allah yüzü koyun ateşe atar" [1207] der.  

Kur'an-ı Kerîm, erke­ğin geçimi üzerine alıp malından harcama yaptığı -İbn-i Abbas'a göre hak üzerine tebliğ edeceği için- kadına hâkim olduklarını [1208] belirtmiştir.

5- Gayretle itidal göstermek. Kadının kalbine kötü zanlar getirecek sözlerden çekinmek ve onların ayıplarını araştırmamaktır. [1209] Kadın, ya­pısı bakımından pek üzerine varılmaya gelmez. Yaradılış bakımından has­sastır.     Onu kırmak için uğraşmamalı, fakat onu okşar ifadelerin neler olduğunu ve yapısının neyi hazmettiğini tartıp ona göre davranmalı ve Hazret-i Peygamberin şu hadisini unutmamalıdır:

"...Kadın eğe kemiği gibidir. Doğrultmak istersen kırılır[1210]

Pek şüpheli hareket iyi değildir. Hazret-i Peygamber "Allah'ın hoşlanmadığı şüphe, şüphe edilmesi gerekmediği halde ailesinden şüphe eden erkektir" buyurur. Zaten kötü zanda bulunmak da günahtır. [1211] Bariz delillere sa­hip olmadan kuşkulu ve şüpheli davranış ailenin yıkılmasına sebeb olur.

6- Harcamalarda orta yolu tercih etmek. Ne fazla kısmak, ve ne de aşırı gitmek yasaktır. Kur'an-ı Kerîm yeyip içmeyi, fakat israf etmemeyi [1212], elini boynuna bağlamayı, cimri kesilmemeyi büsbütün de açıp tutumsuz olmamayı istiyor. [1213] Aslında insanların en iyisi âiesilne karşı en iyi olanıdır. [1214] Ailesinin geçimi yolunda didinmek ve bu yolda her türlü zorluklara tahammül etmek, aile için harcanan parasının, Allah uğrunda, köle azat etmek ve sahipsiz kimseye verilenden mükâfatı daha büyük ol­duğu bildiriliyor. [1215] Bütün bunlar gösteriyor ki, önce ihtiyaçları gide­rilecek olanlar ailedir. Bundan arta kalan diğer hayırlı yollara ve düşkün­lere verilir.

7- Söz dinlemediği takdirde islahına gitmek, büyük münakaşalara girmeden, her iki taraftan sözü sohbeti dinlenir iki büyüğü aralarındaki ih­tilâfın halli için çalışmaları istenmelidir:

"Karı kocanın arasının aıçılmasından endişelenirseniz erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterse, Allah onların arasını bul­durur" [1216]

8- Cima'dan kaçmamasıdır. Bu noktada yalnız kendi rahatlığını dü­şünmemeli, zevcesinin de durumunu göz önünde bulundurmalıdır.

9- Çocuklarla ilgili hususlar:

  1. a)Erkek doğduğu zaman çok sevinip, kız olursa aldırış etmeme gibi bir tavır takınmamalıdır. Bu durum Hazret-i Peygamber'den önceki ve Peygamber'in kendi asrında görülen ve gelenek hâlini almış bir tutumdu.'Es­ki Arap erkek evlâdı olmayanı kınıyor, onu doğurana bakmıyorlardı. Kur'an-ı Kerîm onların bu inançlarına karşı: "Demek ki erkekler sizin, dişiler Allah'ın mı?, Öyle ise bu haksız bir paylaşmadır"[1217]

Aslında kız ço­cuğun mu, yoksa erkek evlâdın mı daha hayırlı olduğu bilinmez. Bazı kız çocukları vardır ki; anne ve babalarına karşı daha hassas ve müşfiktirler. Halbuki Hazret-i Peygamber:

"Bir kız çocuğuna sahip olan kimse onu en güzel şekilde besler ve Allah'ın kendisine verdiği nimeti eksiksiz olarak ona verirse cennete girmek için o kız onu sağ ve soldan ateşten korur." [1218]

"İki kızı olan kimse onlara güzel baktığı zaman, onlar, onu cennete sokar[1219] buyuruyor.

  1. b)Çocuğun doğumunda ezan okumaktır. Raf'inin babasından anlattı­ğına göre Hazret-i Peygamber Hazret-i Fatma, Hüseyn'i doğurunca onun ku­lağına ezan okumuş.[1220]
  2. c)Güzel bir ad takmasıdır.[1221]

 

Kocanın Karısı Üzerinde Hakları

 

1- Gerek kadının olsun, gerekse erkeğin birbirlerine karşı görevleri çok­tur. Beraberce yaşamaları ve mutlu olmaları her ikisinin görevleri yerine getirmeye bağlıdır. Başta kadının kocasına itaati gelir. Bu kadının buy­ruk altına girmesine ve hürriyetinden önemli hususlar kaybetme mânasına değildir. Daha çok itaat, kadının kocasının meşru yolda kendisine yaptığı uyarmalara riâyet etmesidir. Görevini bilen kadın, kocasının sitemli ifa­delerine muhatap olmaz. İtaatkâr kadın övülmüştür.

  1. a)Kocası kendisinden razı olarak ölen kadın cennete girer.[1222]
  2. b)Cehenneme bakınca oradakilerin çoğunu kadın gördüm.

"Niçin ey Allah'ın Resulü!

"Çünkü onlar çok lanet ederler ve kocasının getirdiğine nankörlük yaparlar." [1223]

Kadın, edebe uygun iş yaptıktan sonra erkeğin ona çıkışması uygun­suzdur.                                                                                                       

2- Kadın kocasından izin almadan evinden bir şeyi başkasına ver­memelidir. Daha çok bu hususta kadın kocasının yapısına bakarak hareket etmelidir. Komşunun istediği basit bir aracı esirgemek komşuluk huku­kuna aykırıdır. Zaten mahalle sakini kadınların birbirlerinden istedikleri şeyler günlük pratik ihtiyaçları ilgilendirdiği için kadınların birbirleri ara­sında yardımlaşmaları zarurî oluyor. Fakat önemli bir şeyin verişinde mut­laka kadın kocasının rızasını almalıdır.

3- Kocası izin vermeden nafile oruç tutmamalıdır. Fakat kocasının, farz ibâdetlerine karışması hakkı yoktur  (kadın gayrı müslimde olsa du­rum aynidir).  Hazret-i Peygamber:

"Kadın günahlı işlerde kocasına itaat etmez[1224]  buyurmuştur.

4- İzin almadan dışarıya çıkmamalıdır. Gidip geldiği evleri kocasına bildirmeli, müsaade etmediği eve gitmemelidir. Erkeğin, hanımının gö­rüştüğü aileleri bilmesi tabiî hakkıdır. Şüphesiz kocanın kadın üzerinde bir çok hakları vardır. En önemlileri:

  1. a)Namusu korumak, sır tutmak, (tarafeynin birbirleri arasındaki sır­rı işfa etmek, kıyamet gününde Allah'ın indinde en büyük bir emânet sayıla­cağını Peygamber buyuruyor)[1225]
  2. b)"İhtiyacın dışında çok şey istemeyi terketmek ve kazancı haram ol­duğu zaman kaçınmak. Selefin kadınlarının âdeti şöyle idi:

Erkek evinden dışarı çıkıp işine gittiği zaman, karısı veya kızı ona şöyle derlermiş: "Haram kazançtan sakın.    Zira biz açlık ve darlığa dayanırız fakat, ateşe (ce­henneme) sabredenleyiz[1226]

  1. c)Erkek karısının güzelliği ile övünmemelidir.

 

Kadın'ın Giyimi

 

"Mü'min kadınlara da söyle:

Gözlerini bakılması yasak olandan çe­virsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini kendiliğinden görünen müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar" [1227] Bu âyet kadının giyimi hakkında mücmel bir bilgi vermektedir. Acaba âyette ifa­de edilen "Kendiliğinden görünen" kısmı nereleridir? Daha çok üzerinde durulacak husus budur:

1- Hz. Âişe'nin anlattığı bir hadise göre, kadının ellerini ve yüzünü açması caizdir. [1228] Âyetteki:

"Baş örtülerini yakalarının üzerine sal­sınlar" kısmı ise Allah baş örtülerini yakalarının üstüne atılmasını göğsü ve boynu örtmek gerektiğini belirtmiş oluyor." [1229]

Kadının ellerini ve yüzünü örtmesinin gerekmediğine mezhep imamları da müttefiktirler [1230], yalnız fıkıh ve hadis kitapları kadının vücut yapısını göstermiyecek bir ör­tüye bürünmelerinin gerekli olduğunu belirtirler. Bu asrın giyiniş tarzına ve bölgelere göre değişebilir, fakat istenen bürünmektir.

Önemli olan ikinci husus: Kadınların diz kapağından aşağı olan kısım­ları hakkında kaynakların verdiği malûmattır. Eski Arap kadınları ayakla­rına halhal dedikleri bir süs eşyasını takarlar ve süslerini göstermek için eteklerini çekerler, yahut ayaklarını yere sert vururlardı. [1231] Bu sebep­ten Allah:

"Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarım yere vurmasınlar[1232] diyerek bunu yasaklamıştır. (Acaba bu durum demir topuklu ayakkabı için de düşünülebilir mi? Âyet halhal'in çıkarttığı sesle dikkatları kendi üze­rine çektiği için bu hareketi tasvip etmiyor, yüksek ökçelerin altına çakılan demir de en azından halhal kadar ses çıkaracağı ve dolayısıyla bakışları ken­di üzerine çekeceği için uygun bir hareket olmasa gerek. [1233] Bu âyet "ayak­ların ve baldırların gizlenmesi gerektiğini, açılmasının asla helâl olmaya­cağını belirten bir nastır." [1234]

Bununla beraber, iyi bir inancın ifadesi olarak kadınların yüzlerini örtmeleri, yahut erkek gördükleri zaman, yüzlerini örtülerîyle örtmeleri iyi bir hareket olup bu hususta bazı hadisler vardır:

  1. a) Âişe anlatıyor: Biz Allah'ın Resulü ile ihramlı iken, süvariler yanımızdan gelip geçiyorlardı. Tam hizamıza geldikleri vakit her birimiz abalarımızı başımıza ve yüzümüze örterek yan tarafa sarkıtıyorduk. Bizi geçtikleri vakit tekrar açıyorduk.[1235]

2- Şeybe kızı Safiye, Hz. Âişe'yi Kabe'yi tavaf ederken peçeli olarak görmüştür. [1236]

Fakat bu görülen hareketler, diğer müslüman kadınların aynı hareketi taklide icbar etmiyor, zira yukarıda el ve yüzün mahrem olmadığını kay­naklar belirtmişlerdir.

Elbisenin kalın olması

Vücut hatlarını, yahut vücut tenini alttan gösterecek şekilde dar ve ince olan elbiseler Peygamber'e göre, o isimden ibaret kalan bir örtünme olup gerçekte çıplaklıktır. [1237] Yalnız giyimden gaye kadının üzerine bir-şey alması değildir. Elbise vücut hatlarını örtmeli, baştaki örtü de saçları alttan göstermemeli. Hz. Esma kendisine verilen, vücut hatların göstere­cek mâhiyette olan elbiseyi kabul etmemiş. [1238] Hz. Peygamber elbise­nin geniş olmasını istemiş.  [1239] Setri avret için geniş elbise yâni vücut hatlarını belirtmeyecek elbise şarttır. [1240]

Hz. Ali'nin tavsiyesine göre namaz kılan müslüman bir kadının şu elbi­seleri bulunması gerekir:

  1. a)Derr: Ferace veya benzeri entari yerine giyilen elbise.
  2. b)Cilbab: Elbiselerin üzerinden çarşaf mahiyetinde giyilen örtü.
  3. c) Himar: Baş örtüsü[1241]

Bütün rivayetler, giyilen elbisenin vücuda yapışmaması, daracık olma­ması, vücud hatlarını göstermemesi, fitneyi uyandıracak, dikkatleri kendi üzerine çektirecek bir mahiyette olmamasını bildiriyor. Bunlara rağmen, müslüman kadın tam bu emirlerin ruhuna aykırı bir moda içine bürünürse, her yerini teşhir etmeyi marifet bilirse, "Haya îmandandır" ölmez prensibi­nin dışına çıkmış olur. Bir kısımları kadının vücut yapısını teşhir etmesini bir hürriyet olarak yorumlayabilirler. Aç istekli kimselerin bakışlarını çekmek ve onların çeşitli söylentilerine muhatap olmak ne derece hürriyettir, bi­linmez. Şüphesiz inanan mü'min için en doğru ölçü, Allah ve O'nun Resulünün koyduğu ölçü ve modadır.

Kadının koku kullanması:

Kadının, kocası karşısında veya evi içinde parfüm veya koku çeşidin­den birini kullanması teşvik edilmiştir.   Biat için Hz. Peygamber'e gelen bir kadını Yüce Resul gözüne sürme çekmeden ve kına yakınmadan biatini kabul etmemiştir. [1242] Yasak olan nedir?

Asıl yasak olan husus, bir kadın dışarı çıkarken sürdüğü kokulardır. Hz. Peygamber mescide giden kadınların koku sürünmemelerini bildirmiş­lerdir. [1243] Koku karşı tarafın duygularının kamçılanmasına bir vasıtadır, şehvetin tahrikine vesile olduğundan camiye giden kadının kokulanması yasaklanmıştır.[1244]

Erkek ve kadının birbirlerinin elbiselerini giymeleri:

Hz. Peygamber kadın elbisesini giyen erkeği ve erkek elbisesini giyen kadını lanetlemiş [1245], erkeklere benzeyerek erkekleşen kadının cenne­te gitmeyeceğini [1246] söylemiştir. Dikkat edilecek husus çevrede erkek elbisesi olarak bilinin elbiseyi kadının giymekten, kadın elbisesi olarak şöhret kazanmış elbiseyi de erkeğin giymesinden çekinmesi gerekir.

Elbisenin gösteriş için olmaması:

Her yeni elbise giyen erkek veya kadın önce alacağı puanı düşünür. Bu yüzden onun duygu dünyasını hayal kaplar. Moda, insanın bu ezikliğini hisseden para koşucuların ortaya çıkardığı bir duygu istismarıdır. Halbuki elbise vücudu örten bir vasıtadır. Onu şöhret için giymek İslâm terbiye­sine yakışmaz. Sonra, hergün yeni bir elbiseye bürünmek, kendisini ba­kışlarının rüzgârına vermek hem israftır, hem de malî güçleri yerinde olmıyanlara bir azaptır. Hz. Peygamber:

"Dünyada şöhret için elbise giyene, Allah âhirette zillet elbisesini giydirir[1247] buyurur. Elbise ne bütün dikkatleri kendi üzerine çekecek bir kalitede ve ne de herkesin nefretini çekecek bîr mahiyette olmamalıdır. [1248]

 

Erkeklerin Durumu

 

Kadınlar günlük konuşmalarda, basında, erkeklerin bakışlarından ra­hatsız olduklarını ifade ederler. Şüphesiz hayayı herşeyin üstünde tut­muş erkek, kadının bünyesi ne olursa olsun, ne rahatsız edici bir ifade kullanır ve ne de terbiye dışı bir söz sarfeder. Allah Kur'an-i Kerîm'de kadınlara:

"Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler[1249] şeklinde onların bakışlarının istikâmetini tâyin etmeden önce, erkeklere "gözlerini bakılması yasak olanlardan çevirsinler[1250]  buyurmuştur.

Yasak olan bakış hangisidir

Yolda karşılaşmalarda erkeğin kadınla karşılaşması ve o anda birbir­lerini görmeleri yasak olan bir bakış değildir.

  1. a)Dükkânın önüne bir sandalya atıp gelen gideni süzmek, yasaklan­mış bir bakış tarzıdır. Yüce Peygamber: "Sakın yollarda oturmayınız. Eve dönerken de yolların hakkını veriniz". Yolların hakkı nedir? diye soranlara karşı, O:

"Gözü korumak, eziyet verici şeyleri kaldırmak selâm vermek, iyiyi bildirip, kötülükten alıkoymaktır[1251]   buyurur.

  1. b)Karşılaşma esnasında gördüğü kadına tekrar dönüp bakmak. Pey­gamber (s.a.v.), Hz. Ali'ye:

"Ali! Baktıktan sonra bir daha bakma. İlk bakış senindir ama ikincisi değil[1252] buyurur.

 

Çocuğun Yetiştirilmesi

 

Evliliğin asıl gayesinin şehveti dîndirmek olmayıp, neslin idamesi ve şehvetin de bunun için bir vasıta olduğuna, İslâm bilginleri müttefiktirler. Her evlenen kimse, Allah takdir etmişse, evlerini süsleyecek ve kendileri­ni temsil edecek çocuğu hasretle beklerler. Muayyen hamilelik süresin­den sonra, çocuk dünyaya gelir. Ebe çocuğu alıp gerekli temizlik işlemini yaptıktan sonra, kulağına ezan okunulur. Bu sünnettir.

 

Geleneğin Tarihçesi

 

Müslümanlar, Medine'ye hicret edince, Yahudiler:

"Biz onlara büyü yaptık, onların çocukları olmaz" [1253] şeklinde konuşuyorlardı. Onlar, bu dedikoduyu yaparlarken, Allah müslümanların yüzünü güldürdü. Abdullah b. Zübeyr dünyaya geldi. Annesi, Ebû Bekr'in kızı Esma hâmile olarak Mek­ke'den Medine'ye hicret etti. Hicrî birinci senede Küba [1254] mevkîinde onu dünyaya getirdi. Medine'ye hicret eden müslümanlar arasında ilk do­ğandır. [1255] Doğunca müslümanlar tekbir getirdi, ve çok sevindiler. Pey­gamber hurmayı önce ağzında çiğnedi, sonra onun dudaklarına sürdü. Kar­nına ilk giren şey Hz. Peygamberin bu çiğnediği şeydi. [1256] Sonra ona dua etti ve hayır diledi. [1257] Doğunca kulağına Hz. Ebû Bekr ezan oku­du. [1258] Anlatıldığına göre Mekke'de Haccac'a karşı yaptığı müdafaada Şehit düşünce Şam'lılar sevinir. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah mescitle Hacun  [1259] arasında alınan tekbirleri duyar ve:

"Doğumunda tekbîr getirildi, ölümü es­nasında tekbir getirenlerden daha hayırlı kim vardır" [1260] der.

İşte o günden bu güne kadar müslümanlar her doğan çocuğun kulağı­na ezan okurlar. Zaten kulağına okunan ezanı çocuk ömrü boyunca, gü­nün ve gecenin muayyen zamanlarında duyacak ve onunla yaşayacaktır.

Doğumu tebrik edenlerin tebrikleri kabul edilir. Tebrike gelenler, ço­cuğun mutlu ve hayırlı olmasını, analı babalı büyümesi temennisinde bu­lunurlar. Baba ve anne, bir anda Allah'ın kendilerine bağışladığı çocukla sevinirlerken; bir yandan çocukların bir deneme [1261] ve bir dünya süsü olduğunu düşünerek [1262] pek sevince kapılmamalıdır. Devamlı olarak cemi­yet hayatına faydalı bir rükün olması temennisinde bulunmalıdır. Çocuğun saçı ilk defa kesildiği zaman ağırlığınca gümüş, yahut bu gümüş tutarı olan para, fakirlere verilir. [1263] Durumu müsait olanlar, bir koyun veya keçi kurban edip, bunu muhtaç olanlara dağıtırlar ki; buna nesike kurbanı denilir. Mâlik ve Şafiî (r.a.) göre, müstehap, İmam-ı Âzam'a göre mubahtır. [1264] Hz. Peygamber, Hasan ve Hüseyin için bir koç kesmiştir. [1265]

 

Ad Verilmesi

 

Çocuğa ad verme, doğum gününden yedinci güne kadardır. [1266] İsim­lendirmede dikkat edilecek husus, güzel isim takmaktır. Bunu gösteren bazı hadisler vardır:

"Kıyamet gününde kendi ve babanızın isimleri ile ça­ğırılacaksınız. Bu bakımdan isimlerini güzel koyunuz".

Said b. Müseyyib'in dedesi, Peygamber'e gelir. Hz. Peygamber:

"İsmin nedir?" diye sorar.

"Hazn.

"Hayır, sen Sehl'sin."

"Babamın bana verdiği ismi değiştirmem. İbn-ü Müseyyib diyor ki:

"Ondan sonra bizde huzunet devam etti [1267] İbn-i Ömer anlatıyor:

"Ömer'in Asiye isimli bir kızı vardı, olarak adlandırdı. [1268]

Hz. Peygamber, onu Cemile

Hz. Peygamber, İslâm'ı yaymaya başlayınca, anlamsız ve önemsiz ad­ları değiştirmeye başladı. Şimdiki zamanda da, İslâm'a yeni girenler çok kere Arap dilinden yeni bir ad almaktadırlar. [1269] Allah'a en güzel gelen isimler:   Abdurrahman ve Abdullah'tır. [1270]

 

Sünnet Olması

 

Çocuk erginlik çağına gelmeden önce sünnet edilir. Merasimde meşru ve örfe uygun geleneklerin yerine getirilmesinde bir mahzur yoktur. İs­lâm'a sonradan girmiş bir "müttedinin" sünnet olup olmaması kendi ihtiyarına bağlıdır. Sünnet zamanı, çocuk yedi günlük iken başlar, oniki ve son­raki yaşlara kadar devam eder, pek geciktirilmemelidir.

 

Tahsil Durumu

 

Genel olarak ilk öğrenime dört yaşından sonra başlatılır. Çocuğun ilk okumaya başlaması, ev içine bir bayram havası getirir. Ebeveyn bunu tes'id için bir ziyafet tertip eder ve sâlih bir insan tarafından Hz. Peygam­ber'e ilk inen âyetleri okur, çocuk da onu takip eder.

"Bismillâhirrahmânirrahîm"

"Yaratan Rabbîn adıyla oku"

"O, insanı bir kan pıhtısından yarattı."

"Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir."

"Ki  (insana)  kalemle  (yazı yazmayı)  öğreten O'dur".

"İnsana bilmediğini O öğretti[1271]

Çocuk yedi yaşına gelince, namaz şekilleri öğretilmeye başlanılır. Bazan evde kılınan namaza iştirak etmesi öğütlenir. Namazda okuyacağı sû­reler yavaş yavaş ezberletilmeye çalışılır. On yaşından itibaren namaz kılmayan çocuğa, babası, bazı basit yollu cezalar uygulamaya koyulur. Ço­cuk erginlik yaşına gelince namazla birlikte kendisine oruç da farz olur. Yalnız, İslâm aileleri bu farziyetleri, çocuk o yaşa gelmeden alıştırmaya başlarlar.[1272] Baba ve anne bu önemli yaşlarda çocuğun ibâdet yönü üzerinde hassas olmalıdırlar. Bu yaşlarda, ibâdet konularında eğitilmeyen çocuk büyüyünce bunları öğrenmek kendisine zor gelir ve bir türlü uygu­lamaya geçmez. Yalnız, bu hususlarda dikkat edilecek en önemli husus:

Çocuğu bezdirmemek, nefret ettirmemek, sevgi içinde alıştırmaya çalış­maktır.[1273]

Daha çok çocuğu korkutmak yerine, ona haya duygusu aşılamak gere­kir. Küçüklükten itibaren, baba ve anne, çocuğu susturmak için çocuk gözüne korkunç gelen şeylerle onu korkutup susturmaya çalışırsa, çocuk büyüse dahi gösterilen vasıtalar hakkında çekingen bir ruha sahip olur. Bu bakım­dan bilginler, çocukta, haya, korkudan daha iyidir, zira haya akıllılığı, kor­ku pısırıklığı gösterir. [1274] Babanın çocuk terbiyesi üzerine eğilmesi ve onu güzel bir terbiye içinde büyütmesini Hz. Peygamber gerekli kılıyor. [1275] Amr b. Ukbe'ye bir çocuğunun terbiyecisi (pedagog) şu öğütte bu­lunmuştur:

"Abd-üs-Samed [1276], çocuğunu terbiye etmeden önce kendine dikkat et. Çünkü onların kötü hareketleri, senin iyi olmıyan hareketlerinle kayıtlıdır. Onlara iyi olan senin yaptığın, kötü olan ise senin terkettiğindir" [1277]

Terbiyede dikkat edilecek önemli hususlardan biri de mutlak itaat ye­rine mutlak doğruluk olmalıdır. Çocuğun doğru yaptığı işlerin üzerine var­mamak onu daha çok doğru içinde olmaya yöneltir. Hz. Ömer bir defa oynıyan çocukların yanından geçer, çocuklar onun heybetinden kaçarlar, Mâ­lik b. Zübeyr ise yerinde durur.  Bu durumu gören Hz. Ömer, Mâlik'e:

"Niçin kaçmadın?" diye sorunca, o:

"Yol dar değîl ki, senin geçmen için yol vereyim, bir hatam da yok ki senden korkayım" [1278]  cevabını verir.

Genel prensipler:

a- Süt anne ve bakıcı gerekiyorsa buna helâl yiyen kadın tercih edilmeli. Çünkü haramdan meydana gelmiş sütün bereketi yoktur.

b- Hayasına dikkat edilmeli.

c- Yemeği nasıl yiyeceği öğretilmeli.

d- Kanaatkar olmaya alıştırılmalı.

e- Eğitime başlatmalı, Peygamberin sözleri, temiz insanların hayat hikâyeleri, yanında anlatılmalı.

f- Gündüz fazla uyutmamalı. Bu, tembelliğe sürükler.

g- Yaşlılar arasında babasının sahip olduğu hasletlere bakarak ifti­hara yeltendirmemeye çalışılmalı.

h- Toplulukta nasıl konuşacağı, ve az konuşmanın önemi.

j- Diline kötü söz almama öğretilmeli.

k- Çalıştıktan sonra uygun oyunlar için serbest bırakılmalı. Çünkü, çocukları devamlı olarak oyundan uzaklaştırma kalbini öldürür, zekâsını pürsütür.

I- Babaya, öğretmene, yakınlara ve kendisinden büyük olanlara itaat etmenin gerektiği.

m- Belirli yaştan sonra dinî görevler öğretilmelidir. [1279] Çocukları birbirlerinden üstün tutmama:

Bir babanın, bir çocuğuna fazla mal bırakması veya daha çok sermaye vermesi uygun değildir.

I- Beşir, oğlu Nu'man'ı Hz. Peygamber'e getirip:

"Ben kendime ait olan bir köleyi oğluma (Nu'man'a) hibe ettim, der. Hz. Peygamber:

"Her çocuğuna bunun gibi hibe ettin mi?"

"Hayır.

"Öyle ise onu geri al," buyurur [1280] Başka yoldan gelen hadiste Hz. Peygamber:

"Allah'tan korkunuz da çocuklarınız arasında adaletli olunuz" [1281]

Diğer yoldan gelen bir hadise göre Beşir, Hz. Peygamber'i bu hibede şahit yapmış, Yüce Resul ise:

"Beni bu işe şahid yapma, çünkü ben bir haksızlığa şahit olmam[1282], (Diğer bir yolda gele hadise göre)

"Bütün çocuklarının, sana eşit şekilde yardım yapmaları seni sevindirir mi ?" diye sorunca "evet" der.

"O halde böyle yapma[1283] buyurur.

II- Hz. Peygamber bunun için şu genel kaideyi koymuş:

"Oğulları­nız ve kızlarınız hakkında adaletli olunuz".

 

Çocuklara Karşı Şefkatli Olma

 

Kemal mertebesine erişmiş olan birçok kimselerin çocuklarla olan dav­ranışları ve onlara sevgililer olmaları bu olgun kimselerin hayatını anla­tan eserlerin önemle durdukları bir husustur. Bu noktada bunlara önder­lik yapmış Hz. Peygamber'dir. O, çocukları okşar, sever, dizlerine oturtur ve onlarla oynaşırdı. Hadis kitapları bu konuda birçok olaylar anlatmak­tadır.                                                                                    

I- Ebû Hureyre'nin anlattığına göre Akre' İbn-ü Habis et-Teymis Al­lah'ın Resûlü'nün yanında otururken Hz. Peygaber Ali'nin oğlu Hasan'ı öper. Bunun üzerine:

"Benim on çocuğum var, onların hiçbirini öpmedim deyince, Yüce Resul ona bakar ve:

"Acımayana acınmaz," der [1284]

II- Usame anlatıyor. Allah'ın Resulü beni bîr dizine, Hasan'ı diğer dizine oturtur, bağrına basar, sonra:

"Allah'ım kendilerine karşı rahmetli olduğum bunlara sen de mer­hametli ol, diye dua ederlerdi[1285]

IlI- Hz. Âişe'nin anlattığına göre, bir göçebe Arap, Peygamber'e ge­lerek:

"Siz çocukları öpüyor musunuz? Halbuki biz onları öpmüyoruz, der. Buna karşılık Hz. Peygamber:

"Allah senin kalbinden şefkati çıkartmışsa ben sana ne yapa­yım?" [1286] buyurur.

Çocukları sevmenin bir şefkat işi olduğunu, bundan mahrum olanın kalbi katı olduğunu Hz. Peygamber bu ifadesiyle belirtmektedirler. Bazı insanlar çocuklara karşı lakayttırlar. Çocuklar gelip, yanına veya dizine oturmak istedikleri zaman, onlara sertçe çıkışırlar. Halbuki onlar o yaşta şefkate ve sevilmeye muhtaçtırlar. Belki de onlara karşı gösterilen bu şef­kat, onların hayatında büyük bir iz bırakır da yetiştikleri zaman etrafında­ki insanlara karşı nefretle değil, sevgi ile koşuşurlar.

IV- Hz. Peygamber:

"Küçüklerimize şefkatli olmayan, büyüklerimizi saymayan bizden (müslümanlardan) değildir" buyurarak bu işin ne kadar önemli olduğuna dikkatleri çekiyor.  [1287]

Çocukların baba ve annelerine karşı durumlaları:

Bu hususun önemi bakımından, Kur'an-ı Kerîm'in, şu âyeti pek düşün­dürücüdür.

"Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, yanında iken ihtiyarilyacak olursa, onlara karşı "öf" bile demeyesin, onları azarlamayasın, ikisine de hep tatlı söz söyleyesin. Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: Rabbim, küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et!, de[1288]

Bu âyet şu önemli konulara temas ediyor:

I- Allah yalnız kulluğun kendisine yapılmasını.

II- Anne-babaya iyilik etmeyi emrediyor.

III- Düşkün anlarda onlara dille-elle ve çehre ile gönüllerini kıra­cak bir harekette bulunmamayı.

IV - Tatlı konuşmayı.

V - Onlara karşı mütevazi olmayı,

VI- Küçüklük gününü -yâni hiç bir şeye güç getiremediği, yiyip içermediği, temizliğini yapamadığı, tehlikelere karşı    korunamadığı- göz Önünde bulundurarak, kendisine o zaman taşkın bir şefkatle muamele eden

ebeveyni için Allah'tan merhamet istenmesini.

Onlara karşı iyilik:

Bu hususta Hz. Peygamber'in sayısız hadisleri vardır:

"Ebû Hureyre'nin anlattığına göre biri Hz. Peygamber'e gelir ve O'na:

"İnsanlar içinde yardıma en lâyık olan kimdir?

"Annen."

"Sonra kim?

"Annen."

"Sonra kim?

"Annen."

"Sonra kim?

"Baban[1289], buyurur.

2- Yine Ebû Hureyre'nin anlattığına göre O şöyle buyurmuştur:

"Burnu toprağa sürülsün (Bunu üç defa tekrar eder).

"Kim Ey Allah'ın Resulü

"Ebeveyninden birini veya ikisinin ihtiyarlığına varır da sonra cen­nete girmeyenin [1290] (yâni onların haklarını  gözeterek cennete girme­yenin).

Onlara karşı yapılacak görevler:

1- Yiyecek, içecek ve giyeceklerini temin etmek. Amr b. Şuayb'ın babası ve dedesi tarikiyle anlattığına göre bir adam Hz. Peygamber'e ge­lir ve:

"Benim malım var. Babam benim malıma muhtaç, deyince, Hz. Pey­gamber:

"Sen ve malın baban içindir. Şüphe yok ki çocuklarınız kazancınızın en iyisidir. Çocuklarınızın kazancından yiyiniz." [1291]

2- Hz. Âişe'nin anlattığına göre, babasının üzerindeki borçtan do­layı onunla münakaşa eden bir adam gelir, ona Hz. Peygamber şöyle der:

Sen ve malın baban içindir. [1292]

Hadisler gösteriyor ki; babanın, çocuğunun malından kullanma yet­kisi vardır.

II- İhtiyarlayıp da düşkün bir duruma düştükleri zaman onları kim­seye muhtaç bırakmamalı, gerekeni yapmalı. Böyle duruma düşmüş olan baba ve anne merhamete muhtaç olduğundan yapılacak en tatmin edici hareket onların gönlünü almak ve hayata küstürmemektir. Düşkün olan kimseler hayata karşı gayet soğukturlar ve böylelerin dilinden düşmeyen ke­lime "Allah elden ayaktan düşürmesin". Binaenaleyh içinde yaşadıkları ruhî hayatı göz önünde bulundurarak:

a- Can sıkıntılarına,

b- Bağırışlarına tahammül etmek.

c- Sahip olduğu imkânları onların hizmetine vermek.

d- Onları okşayacak "tatlı söz söylemek".

III- Karşılarına yakışık almayan bir yüzle çıkmamak. Zaten İslâm baş­kalarına karşı da güler yüzlü olmayı istiyor. Baba ve anne iş yapamaz bir du­ruma gelince, çocuklarından görecekleri bu kabil tutumu, çeşitli şekilde yo­rumlayabilirler. Bu zaman da evin gelinine de çok iş düşmektedir. Gelin ha­nım onların hizmetini hem Allah ve hem de kocasına olan saygı ve sev­gisi için yapmalı, ve Allah'ın iyilikte yarışmayı istediğini unutmamalıdır. [1293] Terbiye kitapları baba ve anneye karşı çocukların yapmakla mükel­lef olduğu şu hususları da içine almaktadırlar.

IV- Anne ve babanın sözlerini dinlemek, isteklerine uygun olarak hareket etmek.

V- Bir yere gittikleri yahut yanına geldikleri zaman bir saygı nişa­nesi olarak ayağa kalkmak.

VI- Yapılmasını istedikleri şey -İslâm kurallarına uygunsa- ye­rine getirmek.

VII- Beraber bir yere gittiğinde onların önünde yürümemek ve ön­lerine gereksiz geçmemek [1294]

VIII- Konuşma esnasında sesini onlardan çok çıkarmamak, çokça söyleşmemek.

IX- Çağırdıklarında "buyurun" diyerek emirlerinin yerine getirilme­si hususunda acele etmek.

X- Rızalarını alma yönünden fazlasıyla haris olmak.

XI- Onlara itaat kanatlarını gererek, emirlerinde devamlı bulunmak.

X- Yaptığı hizmeti başlarına kakmamak.

XIII- Yola çıkarken onların müsaadesini almak [1295]

Anne ve babanın ortak hassasiyet ve ihtimamlarıyla meydana getir­dikleri çocuğu onlara karşı hizmette en ileri bir dereceye erişse de Hz. Peygamber'in şu ifadelerine bakıldığı zaman yine de ödenmediği görülür:

"Biri Hz. Peygamber'e gelir. Ey Allah'ın Resulü! Bîr annem var. Sır­tımı ona binek yapıyorum ve yüzümü ondan ayırmıyorum ve kazancımı ona harcıyorum. Hakkını ödemiş olur muyum? der.  Hz. Peygamber:

"Ödeyemezsin, çünkü o senin yaşamanı istediği için sana bakardı. Sen hizmet ediyorsun fakat ölümüne talipsin" buyurur. [1296]

 

Öldükten Sonra

 

İslâm, hayatta iken çocukların babalarına ve annelerine karşı azamî bir saygı içinde bulunmalarını istediği gibi, öldükten sonra da onlara karşı bazı görevlerinin bulunacağını hatırlatmaktadır.

1- Benî Selime'den bir adam gelir. Hz. Peygamber'e:

"Allah'ın Resulü! Öldükten sonra baba ve anneme yapacağım her­hangi bir iyilik kalır mı? Diye sorar. O (s.a.):

"Evet, onlara dua etmek[1297], ikisi için Allah'tan af dilemek, öl­dükten sonra sözlerini yerine getirmek. [1298] Ancak ikisiyle varılan sıla-i rahm (akraba), arkadaşlarına ikramda bulunmak .[1299]

2- Anne ve babaya en yakın olan, annenin ve babanın kardeşleri, yâni teyze, dayı, amca ve halalardır. Hz. Peygamber:

"Teyze annenin de­recesindedir[1300] buyuruyor. Biri Hz. Peygamber'e gelir:

"Allah'ın Resulü! Ben büyük bir günah işledim. Benim tevbeden bîr nasibim var mı? diye sorunca, O:

"Annen var mı?"

"Hayır.

"Teyzen var mı?"

"Evet.

"Öyle ise ona iyilikte bulun," buyurur [1301]

Demek ki, yukarıda adı geçenlere bakmakla insan ebeveynine karşı beslediği görevi yerine getirmiş oluyor.

"Anne ile evlâdın, kardeşle kardeşin arasını açanlara Allah Lanet etsin[1302]

 

Kardeşler Arasında

 

Aynı anneden doğan kardeşler, beraber yaşamayı sürdürdükleri evle­rinde birbirlerinin karekterlerini daha iyi anlıyarak cemiyet hayatına atılır­lar. Birbirlerinden yabancı ve birbirlerinin ruhî yapılarını bilmeyen kimseler, bir bakıma birbirlerine ısınmaları için zaman ister. Halbuki kardeşler böyle değildir.  Onlar bir çatının altında acı ve tatlı günler geçirmişler, yâni kısacası onlar birbirlerine kenetlenmişlerdir, öyle ise bunların toplum içinde birbirlerine karşı takınacakları tutum, birbirlerini tanımıyan kimse­lerin veya tanıştıkları halde müşterek hayatları geçmemiş olan kimselerin tu­tumları gibi olmayacaktır. Sevinçlerinde ve kederlerinde beraber olmaları bu bakımdan gereklidir. Fakat ne yazık ki; basit hâdiseler ve maddî ar­zular bu aynı kaynağın meyveleri olan kardeşlerde de bazı ihtilâfların çık­masına sebep olmakta, aynı annenin kucağı altında uyudukları günleri unutmaktadırlar. Kardeşlerin her birinin aynı zekâ, kabiliyet ve yapıcı güce sahip olacakları söylenemez. Böylece haliyle aralarında maddî ve ma­nevî bir üstünlüğün meydana çıkacağı beklenilecek bir husustur. Bütün bu noktalarda dikkat edilecek husus, ayıncılığa gitmemek ve birbirlerini takviyede yarışmaktır.

Ne yapılmalı:

I- Şayet kardeşler ayrı ayrı evlerde oturuyorlarsa sık sık gidip gel­mek. Zira yakınlara gitmenin ne kadar önemli olduğunu Hz. Peygamber bildiriyor. [1303]

II- Maddî imkânları seferber etmek. Süleyman Darani, "Dünya be­nim olsaydı çekinmeden ufatıp kardeşimin ağzına kordum".   Hz. Ali:

"Al­lah rızası îçin kardeşine vereceğin yirmi dirhem, miskine vereceğin bin dirhemden daha hayırlıdır" [1304] demişlerdir. Binaenaleyh, kardeşinin ik­tisadî durumunu düzeltmek, kişinin içtimaî hayattaki mevkiini de düzeltir. Bir kardeşin çocukları gayet debdebeli bir hayat yaşarlarken, diğer kar­deşin çocuklarının sefil bir hayat yaşamaları İslâm'ın ve insanlığın kabul edeceği bir yaşama tarzı değildir. Bu durum gitgide aralarında müşterek bir hayat sürdürmüş olan kardeşlerin aralarındaki canlı havanın dağılıp git­mesine ve kırgın kalplerin doğmasına sebep olur. Maddî ve manevî yönden bir kimsenin yalnız kendisini kurtarması bir mâna taşımaz. Bunun yanısıra en yakını da aynı mutluluğun içine sokmak marifettir.

III- Hayattan babaları ve anneleri göçmüş olan çocukların en büyük kardeşleri evlenirken, kardeşlerinin yaşlarını  ve annesiz kalmalarını göz önünde bulundurarak yuva kuracağı kadını buna göre seçmesi gerekir, Hz. Peygamber, Cabir b. Abdullah'a  niçin bir kız almadığını sorunca, O'nun babasının, geriye dokuz (yahut yedi)  kız bıraktığını, onların işlerini göre­cek ve onları terbiye edecek birini almasının gerektiğini söyleyince, Hz. Peygamber'in bunu uygun karşıladığı ve tebrik ettiği yukarıda anlatıldı. [1305]

IV- Küçük kardeşlerin büyük kardeşlerine saygılı, büyükleri de onla­ra karşı şefkatli olmalıdırlar. [1306]

V- Bir iş yaparken birbirleriyle istişarede bulunmak. (Bu emir, bü­tün müslümanların birbirlerine karşı yapması gereken bir husus olduğuna göre,  kardeşler arasında daha önem arzedeceği bir vakıadır.)

VI- Büyük kardeş baba yerindedir: Hz. Peygamber:

"Kardeşler için de büyüğün küçüğü üzerindeki hakkı, babanın oğlu üzerindeki hakkı gibidir[1307]  buyurur.

 

Yakınlara Bakma

 

'Kur'an-ı Kerîm bir çok yerlerinde yakınlara vermeyi [1308] hattâ mîras taksiminde orada hazır bulundukları takdirde onları unutmamayı [1309] bildir­diği, İslâm fıkhı, zengin akrabanın fakir olan yakınını hukuken beslemek mecburiyetinde olduğunu göstermektedir. [1310] Hz. Peygamber Cennet'e so­kacak işin ne olduğunu soran birine karşı yapması gereken işler arasında yakınları ziyaret [1311] olduğunu bildirmiştir. Diğer hadisler:

1- Rızkının genişlemesini ve ömrünün uzanmasını isteyen yakınları­nı ziyaret etsin. [1312]

2- Akrabalık bağı Rahman olan Allah'tan bir daldır. Bu bakımdan Allah buyurdu:

"Kim sana gelirse bana gelmiş ve kim senden kesilirse benden kesilmiş olur." [1313]

3- Hz. Peygamber'in anlattığına göre Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuş:

"Ben hem de Rahman [1314] olan Allah'ım, rehîmi (akrabalık bağını) yarattım ve onu ismimden" bir parça yaptım.   Ona giden bana gelmiş, ondan ke­silen benden kesilmiştir."[1315]

Cenâb-ı Allah'ın bu hususa ne kadar önem verdiği âyetlerle ve kutsî hadislerle anlaşılmış bulunuyor. Bu hususta Hz. Peygamber şu kadar şiddet­li konuşuyor:

4- "Yakınlarıyla ilgisini kesen Cennet'e giremez[1316] 

Demek ki, Cen­net yolu bu ölçülere göre yakınlara giden yoldan gider. Zira gaye kalpleri hoşnut etmek, insan hakkında iyi düşünmeyen kalpler kişiyi herkesin en çok özlediği cennetten de mahrum bırakıyor.

Karşılıklı gidip gelmek en iyi olan bir tutumdur. Fakat Hz. Peygamber

"Yakınlar gelmese de git[1317] buyurmuşlardır. Uzakta olanlarla pek gidip gelme imkânı olmazsa bunu selâmlarla [1318] yâni mektuplarla yerine ge­tirmek lâzımdır.

Yakınlar arasında zengin ve fakir ayrımı yapmaksızın hepsine eşit bir şekilde gidip gelme ve kaynaşma yapılmalıdır. Herhalde Allah'ın hiç sevmiyeceği bir husus, böyle bir ayrıma doğru gitmektir.

Akrabalık yalnız baba veya anne tarafından meydana gelmez. Yukarı­da [1319] izah edildiği gibi âyetler ve hadisler hem anne ve hem de baba ta­rafından meydana gelmiş yakınlar hakkında hükümler getirmektedir. Binaenaleyh evlenen kimse zevcesinin yakınlarını kendi yakınları, zevce de kocasının yakınlarını kendi yakınları gibi görüp muamele etmelidir.

 

Ne Yapılmalı                                                                                           

 

1- Yardımda yakınları öne almak (gerek bu, farz olan zekâtı verme olsun gerekse nafile de olsun). Bu hususta Hz. Peygamber:

Yakına yapı­lan yardımın başka fakirlere yapılan yardımdan daha üstün olduğunu  [1320] bildiriyor.

2- Hastalarını ziyaret etmek.

3- Sevinçlerine ve acılarına katılmak.

 

Korunulacak Husus

 

Yalnız dikkat edilecek husus, yakınlık münasebetinin adaleti elden bı­rakmaya sebep olmamalıdır.

1- Akrabanın suçunu saklamamak. Şahitliğe davet edildiği zaman gidip doğruyu söylemek gerektiğini Kur'an-ı Kerîm şöyle belirtiyor:

"Ko­nuştuğunuzda -akraba bile olsa- sözünüzde âdil olun[1321]

2- Yakınlarını sahip olduğu mevkiî istismar ederek -Lâyık olma­dıkları halde- işe yerleştirmeye uğraşmak, ehliyetli insanları bertaraf et­mek.

3- Önemli bir mevkide bulunan yakınına güvenerek menfaat sağla­maya çalışmamak.

 

Komşuluk Münasebetleri

 

Hayatımızı hergün çepeçevre kucaklamış ve hergün karşılaşma fırsa­tını bulduğumuz en yakın kimseler komşulardır. Bu komşuları iki esas ayı­rıma tâbi tutmak mümkündür:

1- Ev komşusu.

2- İş yeri komşusu.

Bu iki komşu günlük hayatta kişinin her zaman karşılaştığı kimseler­dir. Cenâb-ı Hak bunun önemini:

"Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya [1322], uzak komşuya [1323], yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğu­nuz kimselere iyilik yapın[1324] bu âyetle belirtiyor. Kur'an-ı Kerîm kom­şuluk çevresini yakın ve uzak olarak sınırlamış, aşağıdaki açıklamada görüleceği gibi, uzak komşuyu diğer dinlere mensup olan kimselerin kast edil­diğini belirten görüşler bulunmaktadır. Komşu haklarının önemi hakkında Hz. Peygamber:

1- "Komşuluk hakkında Cebrail o kadar gelip bana tavsiyede bulun­du ki; hattâ komşunun komşuya vâris olacağını zannettim[1325] buyurmuştur.

 

İyi Komşu

 

Hz. Peygamber "Kişinin saadetinden -bir tanesi de- temiz komşuya sahip olmasıdır[1326] buyurarak iyi komşuyu, kişinin mes'ut olmasına se­bep olan faktörler arasında saymaktadır. Gerçekte de öyle değil mi? Her şeyini emanet edebileceği, dertlerini açabileceği, sevincini paylaşabileceği bir komşuya sahip kimse, manen kendi içinde güçlenmiş olur. Zira en çok düşündüren nokta:

İyi münasebet kurmaktır. Meşru bir hayat yaşamayan kimsenin komşu bulunduğu kimselere -fiiliyatla olmasa dahi- psikolojik yönden yaptığı yıldırma ve bezginlik sayılamayacak kadar çoktur. Onun için Hz. Peygamber

2- "Vallahi mü'min olamaz (bunu üç defa tekrar eder buyurur."   Ken­dilerine:

"Kim ey Allah'ın Resulü, diye sorulunca:

"Komşusunun eziyetinden emin olmadığı kimse der[1327] Başka ha­dislerde:

3- "Komşunun eziyetinden emin olmadığı kimse Cennet'e giremez[1328] 

"Allah'a ve âhiret gününe îman eden komşusuna eziyet etmez[1329] buyurmuştur.

4- "Allah'ın yanında arkadaşların en iyisi arkadaşına en hayırlı ve Allah'ın yanında komşuların en iyisi komşusuna en iyi olanıdır[1330] buyu­ruyor. Müslümanın bütün işlerinde göz önünde tuttuğu Allah'ın yanında makbul bir hüviyete sahip olmak olduğuna göre bunu Hz. Peygamber kom­şusu ile iyi geçinmekle elde edileceğini belirtiyor. Zaten kul Allah'ın ya­rattıklarının rızasını alarak basamak basamak ilerler ve sonunda Allah'ın rı­zasına nail olur.

 

Komşuların Bibbirlerine İkram Etmeleri

 

Göze görünmeyen bazı şeyler vardır ki; aslında bunlar insanları birbiri­ne yaklaştırmada en aktif vasıtalardır. Bir tabağın içine, evinde pişirdiğin­den götüren komşu, belki büyük bir samimî havanın doğmasına zemin hazırladığının farkında değildir. Evet bu kabil cüz'i hediyelerin sunulması he­diye alanı sonsuz bir zevk içine boğar, sevilme ve sayılmasının coşkun­luğunu duyar. Ebû Zer'in anlattığına göre Hz. Peygamber:

"Bir çorba pişir­diğin zaman suyunu çok koy ve komşuna sun[1331] Diğer bir hadiste:

"Al­lah'a ve âhiret gününe inanan komşusuna ikramda bulunsun[1332] buyur­muştur. Bu ikramın büyüklüğü ve küçüklüğü arasında fark yoktur. "Müs­lüman kadınlar! Bir koyun paçası ile de olsa komşu kadın komşusunun hediyesini küçük görmesin" [1333] Genel olarak müslümanların birbirlerine olan münasebetleri hakkında İslâm'ın belirttiği hususlar komşu içinde ol­duğu sonucuna gidilebilir. Gazâlî bu hususları şöyle sıralamıştır:

1- Karşılaşınca selâmla söze başlamak, onunla konuşmayı uzatma­mak, soru yağmuruna tutmamak.

2- Hastasını ziyaret etmek.

3- Bir musibet anında, taziyede bulunmak.

4- Kederini ve sevincini paylaşmak.

5- Yaptığı küçük yanlışları müsamaha ile karşılamak.

6- Mahrem yerlerini görecek şekilde damı yükseltmemek.

7- Su yolunu tıkamamak.

8- Eve giden yolu daraltmamak.

9- Evine ulaşacak bîr bakışla süzmemek.

10- Gizli şeylerini açıklamamak.

11- Olmadığı zamanlarda evini korumak.

12- Çocuğunu sevmek.

13- Din ve dünyası hakkında yol göstermeye çalışmak [1334]

14- İkram etmek.

15- Güler yüzlü olmak.

16- Borç istediği zaman vermek.

17- Güzel havanın ve ışığın evine gelmesine engel olacak şekilde ev yapmamak.

18- Evini satarken komşusuna önce durumu arzetmek.

19- Başkasından çıktığı takdirde tahammül etmediği şeyi, komşusundan sadır olursa tahammül etmek [1335]

20- İâdei ziyarette bulunmak, yahut bayramına gitmek.

21- Dâvetine icabet etmek.

22- Duvarlarını kirletmemek.

23- Duvarına ağacı dayandırmaya engel olmamak.

24- Genel durum hakkında soru çokça yöneltmemek.

25- İşlerinde ve meşgalelerinden bahsetmemek.

26- Kötü kokularla eziyet etmemek.

27- Gördüğü takdirde -satın alınan meyveyi takdim etmek.

28- Ev ihtiyacı olan su, tuz ve ateş gibi bir şey istediği zaman vermek.

29- Komşunun iznini almadan evini genişletmemek [1336]

Önemli Bir Hatırlatma:

Bugünkü hayat tarzı ve ev durumlariyle geçen zamanlardaki durumlar arasında büyük farklar vardır. Hz. Peygamberin devrindeki ev durumu ga­yet basit idi. Bugün ise bir apartman, bir köy ve mahaalle sakinlerini içi­ne alacak genişliktedir. Böyle evlerde herkes özel dairesinde kendi haya­tını yaşamaktadır. Kiracı durumunda olanların durumları daha değişiktir. Belki de göçtüğü yere pek ısınmadan çekip gidebilir. Binaenaleyh tanışmaları uzun bir geçmiş üzerine oturmayan bu gibi kimselerin bulundukları yer­de belki de sıcak ve samimî bir hava doğurtamazlar. Yine de aynı inancın insanları -isterse ayrı inançlara sahip olsun- olarak bu yapılarda dikkat edecekleri hususlar vardır:

I- İnsanın en çok rahatsız olduğu önemli noktalardan biri gürültü­dür. Binanın üst katında oturan, alt katta oturanı düşünerek evinde yürür­ken gayet yavaş hareket etmeli ve çocuklarının pek koşuşmasına meydan vermemeli. İslâm Peygamberi çok geniş mânayı içine alan eziyet kelimesi­ni kullanmış. Herhalde gürültüden fazla, bir eziyette olmasa gerek.

Il- Müşterek bir merdivenden yararlanıyorlarsa, buranın temizliği, müştereklere aittir. Yine merdivenlerden inerken komşu daireyi düşüne­rek gürültü etmeden inmeli ve yüksek sesle konuşulmamalıdır.

III- Daire içinde yapılan konuşmaları dinlememek ve saklanması ge­reken daire mahremiyetini dışarıya taşımamalıdır.

Yukarıda söylendiği şekilde, müslümanın müslüman üzerine hakkı ge­nel olarak daha fazlasıyla komşunun komşu üzerindeki hakkında da caridir.

Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den anlattığı bir hadise göre O şöyle buyurmuştur:

1- Karşılaştığında ona selâm ver.

2- Çağırdığı zaman icabet et.

3- Senden öğüt almak istediği zaman ona öğüt ver.

4- Aksırıp "Elhamdülillah" dediğinde 'Yerhemükellah' söyle.

5- Hastalandığı zaman ziyaret et.

6- Öldüğü zaman cenazesine iştirak et. [1337]

 

Gayr-i Müslimlerin Durumu:

 

Şayet topluluklar yalnız, kan, deri ve dile göre gruplansaydı yapıyı de­ğiştirmek imkansızlaşırdı. Fakat durumun böyle olmadığı, deri, dil ve kan, gruplaşmada muayyen bir rol oynasa da bunun toplumun temeli olmayaca­ğı ortadadır.

Bunlar değişik iklimlerin insan bünyesine verdiği ayrılıktan öteye geç­memektedir. Bu yüzdendir ki İslâm, dil, renk ve soy'a dayalı bir düşünce istikâmetinin arkasından gitmeyi kabullenmemiş ve yermiş, toplumu te­mel bir inancın üzerine oturtarak, toplumun oluşunu bunun üzerinde kur­maya çalışmıştır.

1- Ayrı inanca sahip ve bu inançlarını devletin ana felsefesi yap­mış ülkelerin, ayni inancı taşımayan yabancı bir kimseyi yabancı bilmesi nasıl normal ise, İslâm memleketinde de gayr-ı müslim'in yabancı telâkki edilmesi normal karşılanmalıdır. Bu inançtan ötürü doğmuş yabancılıktır.

2- Şüphesiz bütün insanları ayni inancın etrafında toplamak muhal­dir, fakat şu durum vardır:

  1. a)Bir inancın etrafında toplanmış olan kimselerin çokluğu.
  2. b)Varlıkları, az bir sayı ifade etmesi.

Evvelâ İslâm inanç hürriyetini şu âyetle teminat altına alır:

"Dinde zorlama yoktu[1338]

Zaten İslâm akaidi zorla ve baskı sonunda inanç de­ğiştirmenin bir inanç değiştirme olmayacağını, insanın kalbinde yaşattığı mancın önemli olduğunu belirtmiştir. [1339] Madem ki durum böyledir. Müslümanlarla yaşamaya razı olmuş müslüman olmayanlara karşı müslümanların tutumu ne olacaktır?

 

İşin Hukuki (Fıkıh) Yönü

 

3- Hazret-i Peygamber'in vicdan hürriyetine verdiği önemi, çeşitli inanca bağlı kimselerin beraberce yaşayabileceğini Medine'ye göç ettikten sonra, orada bulunan çeşitli din mensublarının liderleriyle yaptığı tarihî top­lantı, dikkat çekicidir. [1340] "Yahudilerden bize uyanlar, haksızlığa uğramaksızın ve onlara muarız [1341] olanlarla yardımlaşmaksızın, yardım alacaklardır." [1342] Böylece Hazret-i Peygamber'in başkanlığı altında bir çok Yahudî kabîlesi Hazret-i Peygamberle anlaşarak federatif [1343] bir devlet oldular.

Başlangıçta, beraberce yaşamaya başlamış olan bu çeşitli dinlere men-sub kimseler, birbirlerinin dinlerine ve inançlarına sataşmadan karşılıklı bir anlayışla bugüne kadar gelmişlerdir.

Puta tapanlar da olsa iltica isteyeni kabul etmeyi sonra varacağı yere kadar emniyetle göndermeyi Allah emreder [1344] Müfessirler bu âyetin tef­sirinde, emir ve yasağı öğrenmek için gelip fakat gitmek isteyeni emni­yetle yerine ulaştırmasını Allah'ın Hazret-i Muhammed'den istediği şeklin­de tefsir ederler.

İslâm toplumunda bulunan gayr-ı müslimler iki kısımdır: [1345]

1- Müste'minler: Muvakkat bir zaman için müslümanların araların­da kalmak isteyenler.

2- Devamlı müslümanlarla beraber kalan "Zımmîler". Böyleleri "Din dışı konularda müslümanların lehlerine olan lehlerine, aleyhlerine olan aleyhlerine olmak üzere müslümanlarla kalmaya razı" olanlardır. [1346]

İslâm, müslümanın ödemesi gereken malî vecibeyi (vergiyi) dinî bir vecibe bildiğinden gayr-i müslimlere dinî serbestiyet tanıdığı için bu zekâtı onlardan istememiş, bunun yerine cizyeyi onlardan almıştır. [1347]

Önemli Olan Husus

1- Gayr-i müslimler, yaşadıkları toplumda dîne bağlı hukuk kural­larına bağlı olma mecburiyetleri yoktur. Kur'an-ı Kerîm bunların içtimaî ve adlî işlerde muhtariyete sahip olduğunu belirtir. [1348] Bu noktada bir gayr-ı müslim şöyle diyor:

İslâm hukukunun gereklerine tecavüz etmemek şartıyla, Hıristiyanlar arasında davacı ve dâvâlının kendi mezheblerine mensub hâkimler tara­fından kendi kanunlarına göre muhakeme edilirler ve dinî hususların ifasında, müdaheleden masun kalırlardı. [1349]

2- Son devirlerde görülmüş ve sırf ayrı bir cemaat olduğunu gös­termek için "ayrı elbise giyme" durumu, Abbasî'ler devrinde kalmış bir âdet olup, İslâm'ın temel yasalarının emirleri gereği değildir. [1350]

3- Mallan gasbedilmez. Bu noktada okadar ileri gidilmiş ki, İslâm hukukçuları belirli bir süre için İslâm  ülkelerine yerleşmiş (müstemin) kimse, ülkesine dönüp, müslümanların karşısında savaşta vuruşsa dahi İs­lâm ülkelerindeki malının gasbedilmiyeceğini, kendisine veya vârislerine teslim edilmesi gerektiğini bildirmişlerdir.[1351]

4- İnanç yönünden, bir Allah'a, Peygamberine ve Kitabına inanan ve Kur'an-ı Kerîm'de sık sık adı geçen Ehl-i Kitabı" [1352] bir de ibtidaî bîr inan­ca sahip olan putperest "müşrik" kimseler vardır. Tek Allah inancına sa­hip kimselerin inanç yönünden gayet bir farklılık da gösterseler, hepsi İs­lâm hükümetinin bir teb'ası olarak müsamaha görürler.

5- Bir müslüman erkek, kitap ehli olup bir kadınla evlenebilir. Fa­kat putperest yâni ilkel bir inanca sahip bir kadınla evlenemez. [1353] Ehl-i Kitapla evli bir müslüman erkek, hanımını sinagoga veya kiliseye gitmesi­ne engel olmaz. Fakat bir müslüman kadın, hiç bir gayr-ı müslimle müs­lüman olmadan evlenemez.

6- Bir müslüman, Ehl-i Kitabın kestiğini yiyebilir.

 

Günlük Münasebetlerde

 

Kur'an-ı Kerîm'de geçen uzak komşu [1354] tâbirini Yahudî ve Hıristiyan komşuları olarak açıklayan tefsirciler vardır. [1355]

I- İslâm komşuya karşı vergili olmayı emreder. Hazret-i Peygam­ber, gayr-ı müslime verilenin sadaka sayılacağını belirtmişlerdir.

II- Selâm verdikleri zaman selâmları  alınmalıdır. Zira onlara olan bize, bize olan onlara kaidesi vardır. [1356]

III- Dinî sembolleriyle alay edilmez.

IV - Cenazelerine karşı saygısızlık yapılmaz.

V- İdarî ve diğer işlerde çalıştırmada bir beis yoktur. Bu hususu, tarihî hâdiseler dile getirmektedir:

1- Hazret-i Ömer "Bir gün Suriye vâsîsîne, bize bir Rum gönder, ge­lir hesaplarımızı yola koysun" mealinde bir mektup yazdı. Medine'de bu idarenin yâni varidat idaresinin başına bir Hıristiyan tâyin etmişti. [1357]

2- Muâviye (661-680) pek çok Hıristiyan istihdam ettiği gibi on­dan sonra gelen idareciler de aynı yolu takip etmişlerdir.  Sarayda Hıristi­yanlar önemli mevkîler işgal ederlerdi. [1358]

3- Mütasim zamanında (833-842) sarayda onun itimadını kazan­mış iki Hıristiyan kardeş bulunuyordu:  Soleviyye ismindeki, günümüzde Dışişleri Bakanlığı görevine benzer hizmetlerde bulunur ve hükümdarın hiç bir fermanı onun imzası olmadan muteber sayılmazdı. Kardeşi İbrahim ise özel mührü muhafaza eder, devlet hazinesine bakar, halbuki umumî paranın ve sarfiyat şeklini içine alan böyle bir önemli görevin bir müslümana bırakılmasının zarurî olduğu sanılır. Halîfenin İbrahim'e dostluğu o dere­ce fazla idi ki hastalığı anında onu ziyaret etmiş, vefatına pek üzülmüş, ce­nazesini sarayına getirterek orada Hıristiyanlık âyinine uygun özel bir merasim yaptırmıştır.

4- Abdül Melik, Atanasyus isminde bir Hıristiyan bilginini, kardeşi Abdül-Aziz'e öğretmen tâyin etmişti.

5- Mu'temid devrinde (892-902) Anbar [1359] valisi bulunan Ömer bin Yusuf Hıristiyandı. [1360] Bu hususta, kaynaklar zengin bir bilgi vermektedir. Osmanlı sarayın­da büyük nüfuz sahibi olan gayr-i müslimler, her hafızanın duyduğu bir husustur.

6- Mabetlerini tamir etmelerine [1361] ve bulundukları yerde ibâdet­lerini icra edecek bir yerleri yoksa, yapmalarına karışılmaz.[1362]

İster neye taparsa yapsın, onlara dille hakaret etmek yasaktır.

"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki; onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik[1363]

Âyet-i Kerîme önemli bir noktaya temas etmektedir. Belki ayrı ayrı inanç­ları taşıyanları birbirlerinin inançlarını basit görüp, herbiri kendi inancının üstünlüğünü savunabilir. Put perest de olsa bağlı olduğu inançla günlük hayatında izahı zor bir alışkanlık meydana geldiği için, yaptığı iş kendisi­ne güzel gelir. Bu yüzden inançlar üzerine yürüme, toplumda fertler ve gruplar arasında kızgınlık ve dargınlıkların çoğalmasına sebeb olur.

7- Komşunun Şuf'a [1364] hakkı vardır. Yâni biri gayr-ı menkulünü satlığa çıkarırsa, komşu diğerlerinden öne geçme hakkına sahiptir. Bu genel hüküm içine gayr-ı müslim komşu da girebilir.

8- "Zımmîlerin ölülerinin kemikleri de müslüman ölülerinin kemik­leri gibi saygı görmelidir. Onlara saygısızlık gösterilmesine müsaade edil­mez;. Çünkü zimmîlere -mazhar oldukları himayeden dolayı- hayatla­rında kötü muamele etmek nasıl yasak edilmişse öldükten sonra da ke­miklerini hakaretten korumak mecburidir."[1365]

9- Hediyeleri kabul edilir. Hazret-î Ali'nin bildirdiğine göre:

Hz. Peygamber Kısra'nın hediyesini ve kralların kendisine verdikleri hediyeleri kabul etmiştir. [1366]

10- Hastaları ziyaret edilir. [1367]

11- Taziye verilir. "Ebû Yûsuf dedi:

Çocuğu yahut yakını ölen yahudi veya hıristîyana ne şekilde taziye yapmak gerektiği hususunu Ebû Hanîfe'den sordum. Şöyle dedi:

"Allah-ü Teâlâ, ölümü mahlûkatına yazdı. Acısıyla kederdıde bulunduğu kimsenin, beklenilen gaiblerin hayırlı olması Cenâb-ı Hak'tan temenni ederiz. Hepimîzin gidişi Allah'adır. Sana gelen musibete karşı sabırlı ol. Allah ade­dinizi azaltmasın."

Bize gelen bir rivayete göre, hıristiyan bir adam, Hazret-î Hasan'ın yanına gider, meclislerinde bulunurmuş. Adam ölünce, Hazret-î Hasan kar­deşine giderek şu şekilde taziyette bulunmuş:

"Cenâb-ı Hak, dindaşların­dan senin gibi musibete duçar olanların nail oldukları sevabı sana da ver­sin. Ölümü bize mübarek eylesin. Vefat eden zatı da beklenilen gaiblerin hayırlısı eylesin. Duymakta olduğun acılara sabretmek gerekir.[1368]

 

Arkadaşlık, Kardeşlik Ve Kaynaşma

 

"îman etmeden cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden îman etmiş ola­mazsınız."[1369]

İnsanı birbirinden ayıran ve çözen bir çok kötü tutumlar var ki; bun­lar Kur'an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber tarafından yerilmiştir. Başlıcaları: Fizyonomik yapı (derinin rengi gibi) ırk, soy ayrımı, sosyal mevkî v.s. gibi hususlardır. Bunların İslâmdaki tenkit yönü kendi özel konularında an­latılmıştır.

 

Ülfet = Uzlaştırma

 

Uzlaşmayı temin eden çeşitli sebepler vardır. Kardeşliğin ve kaynaş­manın meydana gelmesi için buna ihtiyaç vardır. Uzlaşmayı temin eden esasların başında din gelir. Zira dinîn genel prensipleri, saliklerinden kar­şılıklı yardımlaşmayı, birbirlerine sırt çevirmemelerini istemektedir. [1370] Hz. Enes'in Yüce Peygamber'den anlattığına göre O şöyle buyurmuştur:

"Birbirinizden uzaklaşmayınız, arka çevirmeyiniz, birbirinize buğz etmeyi­niz, hasetlik yapmayınız, Allah'ın kulları kardeş olunuz[1371]

Genel olarak bu yollardan uzak hayat yaşamayan kimseler arasında bir uzlaşma meyda­na gelmez. Din uzlaşmayı sekteleyen küskünlüğü yasaklamış: Kardeşin­den bir sene küs bulunan onun kanını akıtması gibidir. [1372] Sonra din (İs­lâm) iki kişinin arasını düzeltmenin namaz, oruç, zekât kadar üstün bir iş olduğunu, zira iki kişinin arasının bozuk olması her şeyi kökünden yok edi­ci olduğunu bildirmiştir. [1373] Cenâb-ı Allah dinin insan arasını uzlaştıran en büyük esas olduğunu Kur'an-ı Kerîm'de belirtiyor:

"Toptan Allah'ın ipi en sanlın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalp­lerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı"[1374]

Birbirlerin­den ayrılmış bütün kabilelerin bir araya gelmesi İslâm sayesinde ol­muştur. Gerçekte İslâm'ın gelişi ile birlikte Araplar'da görülen ayrılık azalmış ve görülmemiş bir kaynaşma kendisini göstermiştir. Bu âyete bakarak şöyle bir sonuca gidilebilir. Fertler ve gruplar arasında uzlaşmayı temin edecek en güçlü vasıta kişilerin ruh ve madde dünyalarına hükmeden dindir.

"Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarfetsen bile sen onların kalple­rini uzlaştiramazdın; ama Allah onları uzlaştırdı[1375]

Cahiliye devrinde Evs ve Hazrec kabîleleri arasında düşmanlık vardı. Allah onların arasını İslâm'la uzlaştırdı. [1376] "İnanıp yararlı iş işleyeni Rahman (Allah) sevgili kılacaktır[1377] yâni onları mü'minlerin kalplerinde sevgili yapacaktır. [1378]

Bu âyete göre uzlaşmayı temin eden ikinci esas kulun îmanla bir­likte "iyi iş" işlemesidir. Toplum kalkınmasına kendisini vermiş bir kimse -bunu gösteriş için değil de sırf Allah rızası için yaparsa- karşılığında kullardan bir menfaat beklemediği için insanlar arasında günden güne se­vilir ve onların kalplerine yerleşir.

Her türlü beşerî hizmet yarışına katılanların toplumdan aldıkları en bü­yük mükâfat bu olsa gerek. Böyleleri herşeyden evvel kendilerini yaratan Allah'ın sevgisini elde ederler. Bir kul için bundan daha iyi bir mükâfaat olamaz. "Allah bir kulunu sevdiği zaman, Cebrail'i çağırır ve şöyle buyu­rur:

"Ben filânı seviyorum o da sever'. 'Onu Cebrail seviyorum' der. Son­ra gökte ilân ederek şöyle söyler. 'Allah şunu seviyor. Bu bakımdan onu seviniz'.  Bunun üzerine göktekiler onu sever[1379]

Bu sevgiyi Allah nezdinde doğurtan inanç ve amel-i salihin (iyi işlerin) sinin gayet geniştir. Kur'an-ı Kerîm'de bir ifade yer yer zikredilmekle durumun önemine böylece dikkatleri çekmektedir. Bir çeşme yapan kimse, çevresinin ve oradan gelip geçenlerin sevgisini kazanır. Bu sevgi hiç görünmeden aynı kalplerin bir araya gelmesini doğurtur.

3- Akrabalıkta ülfeti = uzlaşmayı meydana getiren bir vasıtadır. Birbirlerine pek yakın olmayan kimseler bir evlenme münasebeti netice­sinde gayet yakınlaşırlar. Bu durum en çok ilk önce yabancı ve sonra ni­kâh neticesinde birbirlerine herkesten daha fazla yakın olan koca ve karı­ca görülür. Aralarındaki ülfeti ve sevgiyi başkaları arasında bulmak im­kânsızdır. Kendilerinden doğan çocuklarda da durum öyle olur. Ebeveyn, büyük bir sevgi ve şefkatla çocuklarını bağırlarına basarlar ve ona insanla kaynaşmanın ilk kıvılcımlarını sunarlar.   Onların bu sevgisi yerindedir. Zi­ra Hz. Peygamber buyurduğuna göre

"Her şeyin bir meyvesi vardır, kalbin meyvesi ise çocuktum." [1380]

4- Sevgi ile kardeşlik: Birbirlerine ruhî yönden yakınlık hisseden­ler, gitgide birbirlerine yaklaşırlar.

Bu durum onları birleştirir. Bunun faydası çoktur. Hayatın ve yaşanı­lan yerin sevilmesi gönüldaşlarladır. Tanıdığı olmayan bir yerdeki insanın hayatı zordur. Böylesi sıkılır ve bulunduğu yeri sevmez olur. Fakat arka­daş peydahlaşınca oraya ısınmaya başlar. Gün gelir ki yaşamak isteme­diği yerden ayrılmak istemez. Bu sebepten Hz. Ömer:

"Kardeşlerin buluş­ması üzüntülerin cilâsidır." Hz. Ali oğlu Hasan'a:

"Garip dostu olmayan­dır." İbnül-Mu'tez:

"Kardeşler edinen yardımcı elde etmiş olur" [1381] de­mişlerdir.

 

Ülfet Ve Kardeşliğin Önemi

 

Ülfet, güzel ahlâkın, ayrılık kötü ahlâkın bir meyvesidir. Ahlâkın gü­zel olması karşılıklı sevgiyi, uzlaşmayı, muvafakati gerektirir. Ahlâkın kötülüğü, karşılıklı nefreti çekememezliği ve ayrışmayı doğurtur. [1382] Gü­zel ahlâk din sınırları içinde gizli kalmayıp övülmüştür. Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed'in en güzel ahlâk üzerine yaratıldığını [1383] belirterek ahlâkın dindeki yerini gayet iyi ortaya koymuştur. Hz. Peygamber'in bu hususta çok hadisleri vardır.

1- Cennete girecek olan insanların çoğu Allah'tan korunan ve k'i en güzel olandır. [1384]

2- İnsanlara verilen şeylerin en iyisi güzel ahlâktır. [1385]

3- Ben ahlâkın en güzelini tamamlamak için gönderildim. [1386]

Konu ile ilgili nakledilen hadislerin bazıları şöyledir:

1- Mü'min ülfet eder. Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayandan hayır yoktur. [1387]

Hadis'e göre uzlaşmak mü'minin sıfatlarından biridir. Bu karekteri ta­şımayandan hayır yoktur.

2- Arşın etrafında nurdan olan minberler vardır. Bunların üzerinde elbiseleri ve yüzleri nur olan bir grup insan vardır. Bunlar ne peygam­ber ve ne de şehitlerdir. Fakat peygamberler ve şehitler onlara imrenir­ler.

"Allah'ın Resulü onları bize anlat, dediler.

"Onlar Allah için birbirlerini seven, Allah için birbirlerinin yanında oturan ve O'nun için birbirlerini ziyaret edenlerdir. [1388]

3- Allah-ü Teâlâ bir kutsî hadisinde buyuruyor: 

Benim için birbir­lerini ziyaret edenlere, birbirlerini sevenlere, kolaylık gösterenlere ve yardımlaşanlara sevgim gereklidir. [1389]

4- Hz. Peygamber'in bildirdiğine göre Allah-ü Teâlâ:

 "Bir ilâhî hadiste- Kıyâmet gününde şöyle buyurur: 

"Birbirlerini sevenler nerede­dir, gölgemden başka bir gölgenin bulunmadığı bu günde onları gölgelen­diririm."[1390]

Birbirlerini Allah için sevmenin önemini yukarıdaki hadisler belirt­mektedir. İslâm her şeyde olduğu gibi sevgide gösterişe ve menfaate bağlı bir dostluğu istemez. Zaten bir menfeat yahut geçici bir reverans için kurulan dostluk üzerinde zaman geçmeden ayrışmaya götürür, üste­lik bunun zararı vardır. Bu dostluk anlarında, birbirlerine tevdi ettikleri sırlar ve görülen kusurlar başkalarına söylenmeye başlanır. Arada gün­den güne meydana gelen uçurum belki de nahoş hadislerin doğmasına ka­dar götürür. Fakat Allah için olan dostluk böyle değildir.

Onlar O'nun rızasını kazanmak için birbirlerini severler. Aralarında bir alışveriş yoktur. Ruhlarını O'na takmışlar. Özlerini O'na dönüştürmüş­lerdir. Zaten böylelerin iç dünyasına geçici arzular ve basit menfaatler hülûl etmez. Onlar malın ve mevkînin bir görüntü, fakat Allah'ın ise baki olduğuna inanmışlardır. Yâni sevgilerini her an yok olabilen bir madde üzerinde oturtmamışlar fakat her şeye mâlik ve kadir olan Allah rızasına uygun bulmuşlardır.   Hz. Peygamber:

"Biri Allah için (dîn) kardeşini ziyarete gider, Allah ona bir melek'i gözcü gönderir." Melek:

"Nereye gidiyorsun? dîye sorar. O:

"Filân kardeşimi ziyaret etmek istiyorum, der."

"Bir ihtiyaçtan dolayı mı?

"Hayır."

"Aranızda bir akrabalık mı var?

"Hayır."

"Sana olan iyiliğinden mi?

"Hayır."

"Ya niçin?

"Onu Allah için seviyorum." Bunun üzerine melek:

"Allah beni sen o adamı sevmedenden dolayı seni sevdiğini ve sana cennetin gerekli olduğunu bildirmek için gönderdi. [1391]

 

Bu Sevginin Oluşu

 

Yaptığı iyi işlerle dikkati çeken insan bunu sırf Allah için yaparsa böylesini amelinden dolayı sevmek gerekir. Demek ki, bu sevginin kay­nağı kişinin bulunduğu ruhî ortamdır.

Kişi hanımını kendisini günahtan koruduğu ve kendi arkasında hayır duada bulunacak bir çocuğu dünyaya getireceği için sever, bu sevgi iyi niyyete matuf bir hareket sonucudur. İlim öğreten biri şayet bunu Allah rızası için yapıyorsa sevilir. Demek ki bu sevginin dayandığı kaynak bizzat Manî'dir. Beşerî zaafların bunda yeri yoktur.

 

Arkadaşta Bulunması Gereken Meziyetler

 

Çoğu zaman arkadaş insanın sahip olduğu inanç ve hayat anlayışını konuşturan vasıtadır. Bunun için Hz. Peygamber:

"Kişi sevdiği arkada­şının dini üzerinedir[1392]

Arkadaşlık bir karakter anlaşmasıdır. Ayrı bir karaktere sahip olan kimseler pek yan yana gelmezler. Arkadaşlığın fay­dası çoktur. Bunlar:

  1. a)Dünya,
  2. b)Dîne ait olmak üzere iki noktada mü­tâlâa edilebilir.
  3. a)Maddî durumdan yararlanma (Bu konumuz dışındadır.)
  4. b)Bunda çeşitli gayeler vardır.

I- İlminden ve amelinden yararlanma.

II- Komşuluk. Amel ve İbâdetle ondan utanarak kalbi kötülükler­den ve vesveselerden kurtarmak.

III- Âhirette kendi hakkında şefaatini beklemek.

Bu bakımdan seleften biri: "Din kardeşliğini çoğaltınız, zira her mü'minin şefaati vardır" [1393]  demiştir.

 

Gözetilecek Hususlar 

 

1- Akıllı olmalıdır: Esas olan budur ve bu her şeyin başıdır. Ah­makla yapılan arkadaşlıkta hayır yoktur. Ahmak anlamadığından yararlı ve yardım edeyim derken zarar verir.

2- Güzel ahlâklı: Akıllı insan bir şey anlıyabilir. Fakat kızgın arzu ve ihtiras onun gözlerini bürüdüğü zaman doğruya eğri diyebilir. Arkadaşın akıllılıkla birlikte, güzel ahlâkla da bezenmelidir. Bu hususta Cenâb-ı Hak:

I- "Bizi anmayı kendisine unutturduğumuz, işinde aşırı giderek he­vesine uyan kimseye uyma[1394]

II- "Bana inanmayan ve hevesine uyan kimse, seni ondan  [1395] alıkoy­masın, yoksa helak olursun" [1396]

III- "Bana yönelen kimsenin yoluna uy[1397]

IV- "Yalancılara [1398], çok yemîn edenlere uyma[1399]

Kur'an-ı Kerîm'de ahlâk dışı hareket edenlere uymamanın gerektiğini bir çok yerlerde beyan eder. Hz. Ali bir şiirinde:

"Kardeşin, her zaman seninle olandır Seni yararlandırsın diye kendisini zarara sokandır"[1400] der.

Bilginlerden biri ; "Yalnız şu iki kimse ile arkadaşlık yapınız" demiştir.

I- Din işleri hakkında bir şeyler öğrenip yararlandığın.

II- Dinin işleri hakkında kendisine bir şey öğretmeğe kalkıştığın zaman bunu sizden kabul eden [1401]

Cafer-üs-Sadık: "Beş kimse ile dostluk yapmayınız" demiştir.

I- Yalancı: Ona karşı daima gururlu olmalısın. O tıpkı şarap gibi­dir. Sana uzağı yakınlaştırır, yakını senden uzaklaştırır.

II- Ahmak: Sana faydalı olayım derken zarar verir.

III- Bahil: Kendisine en çok ihtiyaç duyduğun zaman seni bırakıp gider.

IV - Korkak: Beraber bulunur, fakat şiddet anında hemen kaçar.

V- Fasık: Seni bir lokmaya belki de ondan aza satar. [1402]

Dost edinirken bu yollara sahip olan kimselere yanaşmamaya dikkat etmeli, bunun için de dostluğu hemen kurmamalı, üzerinde zamanın geçme­sini beklemeli ve bir çok noktalarda denemelidir, yalnız dostluğun da bir derecesi vardır.

Me'mun dostları üçe ayırır.

I- Gıda gibi: İnsan buna her zaman muhtaçtır.

II- İlâç gibi:  Bazı anlar ihtiyaç duyulur.

III- Hiç faydası olmayan: İnsan bunlarla dostluğu arzu etmese de, böyleleri hastalık gibi olduğundan bazı anlar bunlarla dost olunur. [1403]

 

Kardeşliğim Ve Dostluğun Hakları

 

1- Malî yardımda bulunmak: Bunun için Hz. Peygamber:

"İki kar­deşin durumu birbirlerini yıkıyan iki el gibidir" buyuruyor. El ele muhtaç olduğu gibi insan da insana her zaman muhtaçtır. Sıkışık anlarda karde­şini desteklemek kadar erişilecek manevî bir haz yoktur. Hz. Peygamber Mekke'den göçenleri Medîne'de bulunan yerli müslümanlarla yaptığı "kardeşleştirme" insan oğlunun hiç bir devirde erişemediği üstün bir kemâli arzeder. Evlerini ikiye bölüp, üst katlarını, tarlaların yarısını onlara vermişler. Hattâ iki karısı olan birini boşatıp manevî kardeşine nikahla­mak isteyenler çıkmıştır. Şüphesiz bütün bu icraatta tek baskı yoktur. Ama imkânlarını kardeşleri uğruna seferber etmelerini zorlayan onların kalplerindeki îmandı. Verirken pişman değillerdi, üstelik kardeşlerinin mâlı du­rumlarının düzelmesi onları coşturuyordu. Her an toplum içinde bu ameli­yeye doğru gidip kardeşlerini mâlî yönden destekliyerek içtimaî hayatta görülen sefaletleri, kendi içinde bertaraf edilebilir.

2- İstemeden ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak: İsteme anında da gayet onu tatlı bir söz, güler yüzle ve büyük bir sevinçle karşılayıp gider­me yönüne gidilmelidir. Hattâ bir ihtiyacını arzeden kimse sonra onu is­temeyi unutursa isteğini ikinci sefer hatırlatmalı ve her an gidermeye ha­zır olduğunu ifade edip [1404] işlerini kendi işi gibi takip etmelidir. [1405]

3- Din kardeşinin arkasında veya huzurunda ayıplamaya kalkışan kimseye karşı susup onunla münakaşaya girişmemelidir. Durumları hak­kında soru sormak ve tecessüsden vazgeçmeli. Bir yerde-pazarda, so­kaktan- gördüğü zaman durumunu arzetmeli, soru yağmuruna tutmamalı. Belki de söylemesi kendisine ağır gelir yahut yalan söylemek mecburiyetinde kalır. Açtığı veya özel dostlarına bile açmadığı sırları deşmeye kal­kışmamalı, dostlarını, aile ve çocuklarını kötülediği zaman susmalı [1406] Zira bu onun Özel mes'elesidir. Aralarında bulunmak İyi değildir. Bir an kötülemekle meşgul olduğu, aile ve çocukların aleyhinde kalkıp konuşmak onun bu hususta ileri gitmesine destek olunmuş olur.

Kusursuz insan olmaz. Binaenaleyh kardeş olarak kabul edilen kimse­de herhangi bir kusur çıktığını görürse hemen şikâyete kalkışmamalı ve he­men kendisinin Allah'a karşı olan kusurlarını düşünmeli.

İnsanın anısını istemediği bazı olaylar vardır. Bu olayların hergün an­latılması kişiyi manen çöktürür. Enes'in anlattığına göre Hz. Peygamber, kişinin sevmediği şeyi ona yöneltmezdi. [1407] Kusur aramaktan ziyade ma­zeret aramalı, İbn-i Mübarek: "Mü'min mazeret, muristik ayıp arar" [1408] diyerek bu noktaya gayet iyi parmak basmıştır.

En önemli nokta: Kardeşinin ayıbını örtmek. Belki de toplumda kır­gınlığın fazlalaşması insanların birbirlerinin küçük ayıplarını örtmeme ve onları her an ortaya çıkarma yarışı içinde olmalarından ileri gelse gerek. Hz. Peygamber:

 "Müslümanın kusurunu örteni Allah da kıyamet gününde onun kusurunu örter[1409]  buyuruyor.

Hasılı kardeşliğin dayanağı: söz, iş ve sevgide olgunluktur. [1410]

4- Üçüncü şıkta anlatılan husus yapılan yanlış hareketleri açma­mak ve kapamak yüzünden susmakla ilgili idi. Susuşun sebebi onu kolla­mak ve onu korumak içindi, fakat onun kalp dünyasını sevince boğacak mes'elelerde susmak yersizdir. Sonra seven kimse bu sevdiği dostuna kar­şı dille bunu ifadelendirmen. Hz. Peygamber: "Sîzden biriniz kardeşini sev­diği zaman onu kendisine bildirsin[1411] buyurması da bu hususu teyit et­mektedir.

Dostluğu kabullenen kimse onun bütün hukukunu omuzları üzerine al­mış sayılır. Binaenaleyh onun olmadığı yerde o vardır. Sataşma esnasın­da onun hukukunu koruyandır. Ona uzatılan dili kendisine uzatılmış kabul eder. Dille ona bir eziyetin yapılmasına müsamaha etmez. Bir toplulukta dostunu haklı olarak savunduktan sonra onu gidip kendine iletmesi uygun olmaz. Çünkü müdafaa ederken kendisini müdafaa etmiştir.

5- Yaptığı din bakımından yanlış bir harekete döndüğünde, başbaşa kaldıkları bir zaman söylemelidir. Arkadaşlıktan bir gaye de birbirinde iyi huy ve bilgi edinmedir. Zaten maddî menfaat sağlamak için yapılan arkadaşlık kardeşlik değildir.

6- İster doğru veya yanlış, özür beyan ettiği zaman özrü kabul edil­meli, fazla israra yönelmemeli. Hz.  Peygamber:  

Mazeret  ileri   sürenin mazeretinin kabul edilmesini istemiştir. [1412]

7- Kendisi için her istediği şey hakkında kardeşine de sağlığında ve ölümünde dua etmektir. Kendisi için yaptığı duayı ve duada arzu etti­ği şeyleri hiç ayrım yapmadan dostu için de yapmalıdır. Hz. Peygamber:

"Kardeşine arkasından dua edene, melek 'Sana da aynısı vardır[1413]  bu­yuruyor.

8- Sevgisinde vefakâr olmalıdır. Burada vefanın mânası sevgisi üzerinde bulunmak, ölümüne kadar devam ettirmek. Öldükten sonra çocuk­larına ve dostlarına aynı sevgiyi sürdürmektir. [1414]

9- Hafifletmek ve zarar verici şeyleri terketmek. Yâni kardeşine zahmet olacak şeyleri yüklememek, yalnız bulunurken nasıl rahat hareket ederlerse öylece birbirlerinin yanında rahat hareket etmelidirler. Eğer ara­larında hâlâ ihtiyaçlar için resmiyet varsa, bu dostluk yerine oturmuş bir dostluk değildir.

Hasılı: Dünyayı geçerken günlerin huzur dolu bir mâna içinde yüzülmesi isteniliyorsa hayatın her yönü inanç kardeşliği ile donatmak ge­rekir.  Dostlar insana hayatı sevdirir, iştiyakla hayata bağlanmayı sağlar.

 

 

11- EVLER

 

"Yapı, ev şehir, ve kasabalar gibi sığınak yerleri, geçim genişliğinin rahat ve medeniyetin icap ve talepleridir."[1415]

"Allah size evlerinizi dinlenme yeri kıldı. Hayvanların derilerinden yolculukta ve ikâmet zamanlarında kolayla taşıyacağınız evler..." [1416] Yal­nız insanoğlunun değil diğer hayvanlarında kendine has evleri vardır. Bu hususta Kur'an-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakkın, bal arısına, ağaçlarda ve hazır­lanmış kovanlarda yuva edinmesini öğrettiği [1417] bildirilmektedir. Kur'an-ı Ke­rîm eski milletleri anlatırken bunlar arasında Ad milleti yerine getirilen Semud Kavminin ovalarında köşkler kurduklarını, dağlarında kayadan evler yonttuklarını. [1418], Hicr halkının dağlarda güven içinde refah evler yaptıkları­nı [1419] anlatır, fakat sonra kavmine gönderilmiş Hz. Salih'e inanmıyan Semutlular haksızlık yaptıklarından dolayı çökmüş evleri ortada var. [1420]

Kur'an-ı Kerîm'de ev hususunda yer alan bir çok âyetler var. Yukarıda arzedilen âyetlerde anlatılan hususlar şöyle sıralanabilir:

1- Evler dinlenme yeridir.  Göçebe hayat yaşıyanlar derilerden ça­dırlar yapmışlardır. Dolayısiyle gittikleri yere çadırlarını kurarak her aile kendi özel hayatı içine girer.

2- Her hayvanın kendi bünyesine göre bir evi vardır.  Bu evin ya­pısını ona ilâhî kudretin fısıldadığını Kur'an-ı Kerîm anlatmaktadır.

3- Daha çok eski milletler, dağ yamaçlarında evlerini kurmayı ter­cih etmişler ve taşları yontarak bir çeşit dağ içi ev yapmışlardır. Bugün bunların kalıntılariyle karşılaşmak mümkündür.

4- Dağlar içindeki bu evler daha güven sağlar mahiyettedir. Bunun stratejik yönden önemi olsa gerek.

5- Fkat güzel mamureler göz alıcı güzelliklere sahip olan yerleşme yerleri halkının yaptığı hazırlıklarla tarihe gömmüşler ve yalnız arkaların­da bu mamurelerin kalıntılarını bırakmışlardır. Tarih, bu yıkılışları gayet Hazin anlatır. Ama bu yıkılışların tek sebebi var. O da Kur'an-ı Kerîm'de geçtiği üzere:

Haksizlık. Bu fiil, mamureleri harap hale getirmiş, insanoğlu ibret alsın diye geriye izler bırakmıştır. Arkeoloji bunlar hakkında zen­gin bir bilgi malzemesine sahiptir. Ama arkeologla tarihçinin bu kalıntı­lar üzerinde yaptığı çalışmaları sosyolog değerlendirip kendi sosyal haya­tı hakkında bazı uyarmalarda bulunmalıdır. Yoksa bu tarihî kalıntılar, bir fantazi ve bir müzelikten öteye hükümleri kalmaz. Bunda ahlâkçının da, ahlâksızlığın neler yaptığını vesikalandırmada büyük faydası vardır. Olay­lar anlatılırken, olayların cereyan, ettiği tarihî yerlere gözleri bir an çekti­rip, tarihî topluluğun yaşayışı neticesinde karşılaştığı sonuçla, hali hazır­daki toplum ferdinin kendi yaşayışı ile o devri mukayese ettirmeye yönelt­melidir. Öyleyse ahlâkçı yer yüzünde yıkılan mamureleri kendi ahlâkçılık anlayişıyle konuşturma yoluna baş vurmalıdır.

Hakikaten ev her devrin insanın mutluluk için aradığı bir nesne ol­muştur. Basit de olsa herkes kendine ait bir evin olmasına çok isteklidir. Fakat bu evde huzur doğurtucu değildir. Evin şerefini arttıran ve evi önem­siz hale getiren hususlar vardır.

Evin şerefi sahanın genişliği ve komşularının iyi durumlarıdır. Bere­keti, yerinin yüksekliği, sahasının genişliği komşularının güzel davranış­larıdır. Hz. Ali'nin anlattığına göre:

"Dört haslet saadet ve dört haslet de şikâyet konuşur. Saadetten olanlar: Temiz kadın, geniş ev, temiz komşu, iyi binektir. Şikâyet konusu olanlar: Kötü komşu, kötü kadın, dar ev ve kö­tü binektîr" [1421]

Evin genişliği, dostların çokluğu dünya saadeti için önem­li bir faktör olduğu bildirilmesi [1422] garipsenmemelidir. Hz. Peygamber Medine'ye vasıl olup bugünkü Medine'de bulunan büyük caminin yerinde bir cami yaptı. Caminin bir tarafında da kendileri ve ailelerine bir kaç oda yaptırılmıştır. [1423] Zaten Medîne'ye göç eden müslümanları oraya intibak ettirmek için de onlara ev teminine uğraşması ve dolayısıyle yapılan "kardeşleştîrmede" birbirine kardeş olanlar, evlerini aralarında bölüşmüşterdir. Dikkate değer önemli bir husus da harflerin ikincisi olan büyük "-B-" harfinin iki odalı ve arasında bir salon olan bir yapı tipinin şekli olmasıdır. Grekçede Bet, İbrânice'de Bet Arapça'da kısaltılmış "Bâ" "Beyt" ev ma­nasınadır. Yunanca'daki "Beta" ev mânasına olup, İbrânice, Fenikece ve Arapça'da aynı mânayadır. Bu evdir. Harfte (B) bu şekli almıştır, iki odalı ev [1424] Kur'an-ı Kerîm ifadesine göre yeryüzünde ilk kurulan ev [1425] Mekke'deki Kâbedir.

 

Ev Yapılırken

 

Ev yapımına başlamadan önce kurulacak evin çevresi, komşuları göz önünde bulundurulur. Bunlar iyi seçildikten sonra mevcut camiye olan uzak ve yakınlığı iyice hesaplanmalıdır. Hattâ cami yolunda olması tercih

etmelidir.

İslâm'da ailesi için iyi olmak en iyi bir iş [1426] ve onlar uğrunda ça­lışmak Allah yolunda savaşmak gibi [1427], telâkki edildiğinden ev yapımına başlayan kimse bir ibâdet içinde olduğunu unutmamalıdır. Temeli atıl­madan Hz. Peygamber'in şu buyruğuna kulak verilmelidir.

"Ev yapan bu sebebten bir koç boğazlasın ve etini düşkünlere yedirerek şöyle desin: Allahım benden, ailemden, çocuklarımdan, cinlerin ve şey­tanların şerrini uzaklaştır[1428]

Başka bir hadiste:

"Allahım günahımı bağışla, evimi genişlet ve rızkımı bereketlendir[1429]  buyurur.

Ev yapımı bittikten sonra evin hayırlı olması temennisinde bulunulur.

 

Ev Döşemesi

 

Evin döşemesinde israfa kaçılmaz. Hele fuzulî ve göstermelik eşya ile doldurulmaz. Ama döşemeleri edinmek caizdir. Câbir (r.a.) anlatıyor:

"Ben evlenince Hz. Peygamber bana:

"Etrafı saçaklı oda döşemeleri edin­din mi?" diye sorunca, ben bizim nereden, saçaklı döşemelerimiz olacak dedim. Hz. Peygamber:

"Hayır, sizin yakında süslü döşemeleriniz olacak[1430] buyurdu.

Evde hem ev halkının ihtiyacını karşılıyacak hem de gelecek misafire yetecek şekilde yatak hazırlanmalıdır. Yalnız bunda da aşırıya gitmekten kaçınmalıdır. [1431] Altın ve gümüş kaplar kullanmak yasaktır. Hz. Peygam­ber: "Altın ve gümüş kaptan içmeyiniz[1432] buyurmuştur. Gazâlî bu ya­sağın üzerinde durarak basit maddelerden yapılmış kapların görebileceği işlere büyük para isteyen altın ve gümüşe bağlamanın yersizliğinden bah­seder.[1433]

Altın ve gümüşten, daha çok meşrubat levazımatı yapılmak­tadır. Müslümanın bundan sakınması hem dinî, hem de menfaati icabıdır. Zaten din de faydalı olan şeyi emreder. Faydasızı yasaklar.[1434]

Evin içini, duvarlarını bol resimlerle süslemekten kaçınılmasını Hz. Peygamber bir çok hadislerinde bahsetmiştir. Çeşitli mecmua ve takvim yapraklarında görülen İslâm adabı dışında bir örtü içinde olan kadın resimleriyle duvarları doldurmak yasaktır. [1435] Çocuk oyuncaklarının bulun­masında bir sakınca yoktur. [1436] Perdelerde, yastık ve diğer ev eşyalarında nebat, ağaç, deniz, yıldız v.s. resimler bulunursa bir şey gerekmez. Esasen hadislerde şiddetli yasak tapmağa vasıta olan resimleri sokmaktır. Hz. Peygamber; İslâmiyeti tebliğ ettiği zaman musavvir (putları yapan) ve bunları alıp evine sokan kimseler vardı. "Eğer resim bir canlıya ait olur­sa, fakat yukarıda zikrettiğimiz mekruzlardan takdis ve tazim düşüncesi de olmaz ve Allah'ın yaratıklarına benzetme kasdi da bulunmazsa bence yi­ne haram değildir. Bu konuda bazı sahih hadisler rivayet edilmiştir." [1437]

Kapların muhafazası:

Kaplar, sağa sola atılmadan iyi korunmalıdır. İçinde yemek bulunan kaplar mutlaka örtülmelidir. Hz. Peygamber:

"Kapları örtünüz. Kırbala­rın ağzını bağlayınız. Çünkü sene içinde öyle bir gece vardır kî; o gecede veba hastalığı nazil olur. Üzerinde perde bulunmayan bir kaba yahut üze­rinde bağ) bulunmayan bir kırbaya uğrarsa muhakkak bu vebadan oraya iner." [1438]

"Örtecek bir şeyi yoksa kapları yüz aşağı kapayın[1439]  buyur­muştur. Kaplar iyice yıkanmalıdır. Şayet içinde fare gibi bir şey ölmüşse onu iyice yıkamalı ve ondan sonra kullanmalıdır. [1440]

 

Evi Koruma

 

1- Evin içi temiz tutulması gerektiği gibi [1441]  kapı önü ve etrafı da temiz tutulmalıdır [1442]

2- Ev dayanaklı olmalı herhangi bir âfet neticesinde hemen yıkıla­bilecek cinste olmamalıdır. [1443]

3- Gece başlayınca çocukları eve alıp "Bismillâhirrahmânirrahîm" deyip kapılar kilitlenmelidir. [1444]

4- Uyurken evin içinde bulunan ateş söndürülmelidir. [1445] Yan­gınların çoğu bundan çıkmaktadır.

5- Evin önünde evin görünüşünü bozacak yahut giden geleni rahat­sız edecek bir şey varsa kaldırılmalıdır. Zira insanlara eziyet veren bir şeyi yoldan kaldırmak îmanın bir parçasıdır. [1446]

6 - Ev eşiğinde yahut kapı önünde oturmaktan kaçınılmalıdır. Umumun faydasına olan yol ve kaldırımı işgal etmek uygun düşmez. Oturmak gerekiyorsa yolun hakkı verilmelidir. [1447]

 

Eve Girerken Ve Çıkarken

 

1- Kendine ait olan bir eve giren kimse Hz. Peygamber'e göre, şu duayı okur:

"Allah'ım gittiğim ve çıktığım yer'erin en hayırlı olmasını sen­den dilerim. Bismîllâh diyerek giriyoruz vs Bismillah diyerek çıkıyoruz. Biz Rabbimiz olan Allah'a güveniyoruz[1448]

2- Evdekilerine selâm verir, Allah şöyle buyurur:

"Evlere girdiğiniz zaman kendi adamlarınıza Allah katından bereket, esenlik ve güzellik di­leyerek selâm verin"[1449]

Evde kimse yoksa, "es-Selâmü aleyna ve alâ İbâdillâhi-s-Sâlihîn- Selâm bize ve Allah'ın temiz kullarına olsun" der.

4- Yabancı bir eve girerken ev sahiplerine seslenmeden ve selâm vermeden girilmez. [1450]

5- Cevap verilmediği takdirde izin verilmeden içeriye girilmez. Ge­ri dönülmek istediğinde hemen dönülmemelidir. [1451] Üç defa kapı dö­vülür, izin verilmezse geriye dönülür. [1452] Bunun faydası evin ayıpları­nın görülmemesidir. Çünkü evde sahibinin olup olmadığı bilinmez.

6- Girmeden önce selâm verilir. Ondan sonra "gireyim mî" diye sorulur. [1453] Girdikten sonra, sağa sola bakmadan kendisine gösterilen yere oturur.

7- Kapıyı döven kimse ev sahibi tarafından kim olduğu sorulunca adını ve şöhretli lâkabını söylemelidir. [1454]

 

Başkasının Evini Gözetlemek (Röntgencilik):

 

Başkasının mahrem hayatını pencereden, kapı deliğinden ve aralığın­dan seyretmek İslâm ahlâkına uymayan kötü bir harekettir. Biri Hazret-i Peygamber'in kapısındaki bir delikten içeriye bakar. O sırada Hazret-i Pey­gamber elinde midra denilen demir tarakla başını tanyormuş. Hazret-i Pey­gamber onun bu durumunu görünce:

"Şayet senin beni gözetlediğini bilsey­dim şunu gözüne saplardım. Çünkü izin ancak gözden dolayı koyulmuştur[1455] der. Bu mahiyetteki diğer hadislerde bu suçu işleyene karşı ev sahibinin şiddet hareketine baş vurmasında haklı olduğunu ve bunun suç teş­kil etmiyeceğîni belirtmiştir. [1456]

 

Evden Çıkarken

 

Evden çıkarken Hazret-i Peygamber'in sünnetine uyarak şu duaları okur.

1- "Ben Allah'a güvenerek Allah'ın adıyla çıkıyorum. Güç ve kudret ancak Allah'ındır." [1457]

2- Allah'a güven üzerine Allah'ın adiyle dışarıya çıkıyorum. Allah'ım doğruluktan sapmaktan yahut sapıtılımaktan, kaymaktan, kaydırılmaktan, haksızlık etmekten yahut haksızlığa uğramaktan, kaba davranmaktan veya bana kaba davranilmasından sana sığınırım [1458]

 

Evde Hayvan Besleme

 

Evin ayrı bir yerinde (ağılda) hayvanları (koyun, sığır, at, deve v.s.) beslenilmesi teşvik edilmiştir. Kediden bir sakınca yoktur. Fakat köpek üzerinde tartışmalar vardır. Acaba Hz. Peygamber'in hadisinde yer alan köpek "evi kollamak korumak için olan cisten mi yoksa sırf insanlara sal­dıran cinsten olan mı? Ve bu gaye için beslemek mi?" Bilginlerin görü­şü şudur:

Bir kimse evini ve sürüsünü korumak için köpek beslerse bunda bilgin­ler, ayrılığa düşmüşlerse de, fakat doğru olan beslenmenin caiz olduğudur. Hayvan, bağ ev bahçenin korunması için köpek beslemek ittifaken caiz­dir. Fakat fuzulî beslemede sakınca bulmuşlardır. Hattâ tâlim görmüş kö­peği öldürme diyeti gerektirir. [1459]

 

Uyku

 

Allah uykuyu bir dinlenme zamanı kılmıştır. [1460] Uykusuzluğun vücut yapısını ne kadar sarstığını her insan tecrübesinde anlamıştır. Normal uyku zamanı gecedir. Gece iş yapmak zorunda olmayan müslüman yatsı namazından sonra Allah'ın bir örtü olarak yarattığı [1461] geceleyin iştirahate çekilir. Sabah namazından önce kalkar. Çünkü sabah namazının vak­ti tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadardır.

Müslüman bu süreyi vücudunun istirahatına ayırır. Genel olarak gece bir örtü vazifesi gördüğü için bütün hayvanlar da tıpkı insanlar gibi uy­kuya dalarlar. Onların da insanlar kadar uykuya ihtiyaçları vardır.

Uyku, vücudu zedelemiyecek ve üşümeye karşı koruyabilecek bir mal­zeme üzerinde (yatak, yorgan v.s.) olur.   Çoğu evlerde yatma odaları vardır. İnsan, pek mecbur kalmadıkça dışarıda yatmaz. Dışarıda yatan insanın yatma yerini iyi seçmesi gerekir. Meselâ: Hz. Peygamber yol kena­rında yatılmasını uygun karşılamamış ve burada her türlü zararlı hayvan­ların geçebildikleri ve geceledikleri yer olduğuna dikkatları çekmiştir. [1462]

 

Uyku Şekli

 

1- Vücuda rahatlık vermeyecek bir şekilde uyumak uygun değildir.

Hz. Peygamber yatağına girdiği zaman sağ tarafına yatar. [1463]

2- Uykuya girmeden önce tıpkı namaz için alınan abdest gibi abdest almalı ve dişler yıkanmalıdır. [1464]  (Misvak ve fırça ile) Bu çok önemlidir. Hem böylece bedenin en önemli yerleri yıkanmış ve hem de Hz. Peygam­ber'in tavsiyesi yerine getirilmiş olur.

3- Yüzünü kıbleye döndürmeli ve yatmadan tevbe etmelidir. [1465] Yü­zü koyun yatmanın Allah'ın sevmediği bir yatma tarzı olduğunu Resulûllah bildirmiştir. [1466]

4- Hz. Peygamber yatağına girince şu duayı okurmuş:

"Allah'ım kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana yönelttim, işlerimi sana emanet ettim. Sevabını ümit ederek ve azabından korkarak sana sı­ğındım. Senden başka kendisine sığınacak ve kurtaracak kimse yoktur. İn­dirdiğin kitaba ve gönderdiğin nebiye inandım." [1467] Bazan da yatarken eli­ni yanağının altına kor -muhtemelen yastık görevi görsün diyedir- ve "Allah'ım! Senin isminle ölür ve dirilirim." Uyandığı zaman da "Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun ki kıyamette dirilmemiz de ona aittir." [1468]

 

Akşam Olunca

 

Güneş batıp karanlık yavaş, yavaş etrafı kaplayınca yapılması zarurî olan bazı hususlar vardır ki, bunu Hz. Peygamber'den dinlemek yerinde olur:

Çocukları içerî alma, kapıyı kitleme, kapları örtme, ateşi söndürme:

1- "Gece karanlığı olduğu zaman, yahut akşama girdiğiniz vakit ço­cuklarınızı (dışarı çıkmaktan) menedîniz. Çünkü şeytanlar o sırada dağı­lır (faaliyete geçer)ler. Geceden bir saat geçince (dışardaki) çocukları­nızı (evlerinize) koyunuz, ve Allah'ın ismini anarak [1469], kapıları kitleyiniz. Çünkü şeytan kitlenmiş bir kapıyı açamaz. Allah'ın adını anarak kırbalarımzm ağızlarını bağlayınız. Allah'ın adını anarak, üzerlerine enlilemesine bir şey koymak suretiyle de olsa kablarınızın ağızlarını örtünüz. Kandille­rinizi söndürünüz" [1470]

Dünyevî ve uhrevî faydası herkesçe malûm olabilecek şekilde insanın menfaatini apaçık ortaya koyan hadis  üzerinde bir açıklamaya girişmek yersiz olur.

 

Davarları İçeri Alma

 

2- "Güneş battığı zaman ta gecenin karanlığı gidinceye kadar koyun, keçi, sığır, deve makulesi yabanda otlıyan hayvanlarınızı ve çocuklarınızı dışarıya salmayınız. Çünkü şeytanlar güneş battığı vakit yatsı karanlığı gidinceye kadar dağılır, faaliyete geçerler" [1471]

Karanlığın basmasiyle gündüz kuytu yerlere sinmiş olan bazı vahşî hay­vanlar, geceleyin avlanmak ve gezinmek için etrafa yayılırlar. Böyle bir durumda kendi başına bırakılmış hayvanlar vahşî hayvanlara bırakılmış olur. Sonra gece karanlığının verdiği bir korku vardır. Çocuklar bunu daha iyi hissederler. Eğer çocuk masallarda geçen bazı korkunç sahneleri de ka­fasına sokmuşsa, bu korku içinde ruhî bir hastalığa mübtelâ olabilir. Bü­tün bu tehlikeleri göz önünde bulunduran Hz. Peygamber bu ölmez tavsi­yeyi yapmıştır.

 

Yemek Ve İçme Kaplarının Örtülmesi

 

3- "Kapları örtünüz, kırbaların ağızların; bağlayınız. Çünkü sene için­de öyle bir gece vardır ki; o gece veba hastalığı nazil olur. Üzerinde per­de bulunmayan bîr kaba yahut üzerinde bağlı bulunmayan bir kırbaya uğ­rarsa muhakkak bu vebadan oraya iner." [1472]

 

Ateşin Söndürülmesi

 

4- Söndürülmeden evin içinde (sobada, ocakta, mangalda v.s.) bı­rakılan ateş bir çok yangınlara sebab olmaktadır. Yalnız evlerde değil, bunun diğer taraflardan doğurduğu zarar sayılmayacak kadar çoktur. Bunun misâllerini hergün görmek kabildir.

Arabada oturup sigarasını içen yolcu sigara izmaritini söndürmeden dışarı attığı takdirde muhtemel bazı yangınların çıkması için âdeta ateş yakmış gibidir. Bunun gibi kırda yemek pişirip, ateşle olması gereken işi­ni bitirdikten sonra onu söndürmezse, yangına körük çekmiş olur. Bütün bunların doğuracağı tehlike oranı, insanlar derin bir uykuya daldığı zaman fazlalaşır. Farz-i muhal bir orman içinde hafif bir dumanın çıktığını gören görevli veya herhangi bir vatandaş hemen gerekli uyarmayı yapabilir. Fa­kat geceleyin ancak alevler hız alıp göklere doğru yükseldiği zaman işin vehametinden insan haberdar olur. Bundan dolayı Hz. Peygamber bu hususa önemle eğilerek:

IV- Ebû Mûsâ şöyle dedi: Bir defasında Medine'de gece vakti sa­hibinin ikâmet ettiği bir ev yandı. Yangın felâketine uğrayan ev halkının hâli Peygamber'e haber verilince O:

"Şüphe yok kî; bu ateş sizin için an­cak bir düşmandır. Binâenaleyh uyumak istediğiniz zaman ateşi söndürünüz"[1473]

V- "Uykuya yatacağınız vakit evlerinizde ateş bırakmayınız[1474] bu­yurmuştur.

 

Uyku Zamanı Ve Yatma Yeri

 

Gerçi uyku zamanı gecenin başlamasiyle başlar ve umumiyetle gece­leyin uyulursa da gündüz uyumakta da bir mahzur yoktur. [1475] Gece ye­teri derecede uykusunu almamış veya geceleyin çalışmış kimse gündüz uyku ihtiyacını karşılar. Her şeyin fazlası bıkkınlık verdiğine göre uyku­nun da fazlası insana bıkkınlık verir.

Hz. Peygamber:

"Geceleyin fazla uyumak kişiyi fakir bırakır[1476] bu­yuruyor. Her şeyi bir zaman içine sokmaya çlışmak, Allah'ın isteğine uy­gun olduğu kadar, günlük hayatı plânlama yönünden de önemlidir. Hz. Peygamber'in erginlik çağına ermiş olan çocukların yatak ve kabilse yatma odalarını ayırmayı hattâ, kapıyı dövmeden ve müsaadelerini almadan ço­cukların ebeveynlerinin odalarına girmemelerini istemiştir.

 

Akşamdan Önce Uyumama

 

Akşamın vakti dardır. Bu bakımdan Hz. Peygamber buna dikkati çek­miştir. Ebû Berze anlatıyor:

"Hz. Peygamber aksam namazını kılmadan uyumayı menetti." (Bu ak­şam namazında cemaatı kaçırma korkusundandır.) [1477]

 

Uyku Halindeki Durum; Rüya Görme

 

Uyku halinde görülen rüyalar üzerinde bugün derin araştırmalar yapıl­makta, çok teoriler ileri sürülmekte ve çeşitli izahlara girişilmektedir. G. Dvvelshaurers, rüya hakkında Eflâtundan bugüne kadar ileri sürülen gö­rüşleri "Psikoloji" eserinde zikrettikten sonra "yalnız yapılan tahlil örnek­leri bana çok kere zorlanmış gibi geliyor; çünkü, Psikanalizcilerin rüyala­rın anahtarları olarak kullandıkları şeyler okadar sun'î ve sistemliki; yoru­mun imkânını inkâr etmemekle beraber, yapılan tecrübelerin yetecek kadar emin sayılamıyacağını ve tahkik edilmiş teknik vasıtalarına henüz mâlik olmadığımızı zannediyoruz. Her ne hal ise mes'ele peşin bir fikre kapılma­dan derinden incelemek lâzımdır" [1478] diyor. Burada rüyanın ne olduğu, rüyaların yorumu üzerinde durulmıyacak yalnız rüya gören kimsenin ne yapacağı, rüyasını anlatan kimseye karşı takınılacak tavır Hz. Peygamber ölçüsüne uygun olarak anlatılmaya çalışılacktır. Mamafih İbn-ül Arabî rüya­yı "Allah'ın melek vasıtasîyle gerçek veya kapalı olarak kulun şuurunda uyandırdığı enfüsî idrakler ve vicdanî duygulardır. Yahut şeytanî telkin­lerden karışık hayallerden ibarettir" [1479] şeklinde tarif ediyor.

Rüyalar çok değişiktir. Fakat umumiyetle ya sevindiricidir yahut üzü­cü. Fakat insan uyandığı zaman ancak gördüklerinin pek azını hatırlar. Hz. Peygamber de rüyayı tasnife tabi tutmuştur.

 

Güzel Rüya

 

1- Hz. Peygamber'in ünlü sahabisi olan Hz, Enes'in anlattığına gö­re Resuiûllah,

"İyi bir kimse tarafından görülen güzel rüya nübüvvetin kırk altı [1480] parçasından bir parçadır[1481] buyurmuştur.

Hatırlanacağı üzere vahyin ilk başlangıcı doğru rüya ile olmuştur [1482] Bu hususta Hz. Âîşe'nin rivayet ettiği bir hadis vardır:

"Resulûllah'ın ilk vahiy başlangıcı uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Hiç bir rüya gör­mezdi ki; sabah aydınlığı gibi ortaya çıkmasın..." [1483]

Bu hadisler gösteriyor ki; doğru insanların gördüğü güzel rüyalar Al­lah'ın verdiği bir nimettir. Nebinin yâni habercinin getirdiği haber Allah'a dayanır. Sonra Peygamber'inin sâdık olduğuna şüphe yoktur. O halde peygamberlerin gösterdiği sadâkati kendi hayatlarının vazgeçilmez prensibi ka­bul etmiş doğru insanlar. Nübüvvetin bütünlüğünü meydana getiren parça­lardan bir parça olan güzel rüyaya onların da görebildikleri peygamberlerin haberiyle gösterilmiş oluyor. Esasen vehim, hurafa, desise ve çeşitli kötü ve art düşüncelerle kafalarını doldurmamış olan kimseler, akılları, düşünce­lerini ve konuşmaları devamlı olarak iyiye, daha güzele ve cemiyetin saa­deti üzerinde ise bunların rüyalarında da aynı görünüşlerin aksedeceği bir gerçektir. Gerçi rüyanın bilhassa gündüzün intihalarından teşekkül etti­ğini söylemenin güç olduğuna psikologlar tarafından işaret edilmişse de, günün meşguliyetlerinin bunda bir payı hattâ rüyanın bunun geceye uzanışı olarak kabul edilecek tarafı vardır. [1484]

Hz. Peygamberin gördüğü rüyanın doğru çıktığını belirten Kur'an'da şayet gelmiştir.

"Hiç şüphesiz ki Allah, Resulünün rüyasının gerçek olduğu­nu tasdik eder[1485]

 

Rüyanın Düjdeliği 

 

Ebû Hüyreyre'nin anlattığına göre Hz. Peygamber:

"Mübeşşirattan başka nübüvvetten bir eser kalmadı," buyurunca, eshab:

"Mübeşşirat nedir? diye sordular O:

"Doğru rüyadır[1486], buyurur.

Başka bir hadis'te de "Risâlet ve nübüvvet son bulmuştur. Benden sonra resul ve nebî yoktur. Fakat mübeşşirat vardır" buyurunca eshab:

"Mübeşşirat nedir? ey Allah'ın Aesulü! diye sorduklarında O:

"Müslüman rüyası, o peygamberlik parçalarından bir parçadır[1487] buyurur.

 

Mübeşşirat Nedir?

 

Kelimenin üçlü mazi sığası "Beşere"dir ki, sevindirdi, manasınadır. "Mübeşşirat" kelimesi ise "beşşere, dörtlü fî'ilinin ismi failinin çoğuludur" [1488] Mânası: "Onu sevindirdi, ona müjdeyi verdi"dir. Kelimenin mastarı olan "tebşir" muhatabın gönlüne sevinç koymaktır ki; müjde vermek diye terceme ederiz. Bu itibar ile halis mü'minlerin gönülleri rüya ile ilâhî müj­delere ve telkinlere makes oluyor [1489], demektir. Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den anlattığına göre O: (s.a.v.)

"Dünya hayatında da, âhirette de müjde (Büşra) onlaradır[1490] âyetinde geçen "dünya hayatındaki müjde'yi doğru kimsenin gördüğü temiz rüya şeklinde açıklamıştır." [1491] Buna göre, temiz rüya bir gerçektir, kitapla ve sünnetle sabittir. Ve risâletin gösterdiği esaslara uygun hareket eden her müslümana Allah'ın verdiği bir ihsandır.

 

Hz. Peygamberin Rüya Görmesi Ve Ta'biri

 

Hz. Peygamber gördüğü rüyaları anlatmış, bazan da tâ'bir etmiştir. Misâl olarak:

1- İbn-i Ömer'in anlattığına göre Allah'ın Resulü şöyle buyurmuştur:

"Rüyamda gördüm ki; başımın saçları dağınık siyah bir kadın Medine'den çıkarak ta Meheya'ya -ki Cuhfe'dîr- yerleşti. Ben bunu, Medine veba­sının oraya naklolunmasiyle tâbir ettim." [1492]

Müslümanlar Medine'ye geldikleri zaman Hz. Âişe'nin anlattığı bir ha­dise göre burası Allah'ın en vebalı bir toprağı idi. Medîne'nin Buthan sahrasındaki vadiden akan acı, pis bir su, Medine havasını berbat ediyordu. [1493] Bundan dolayı Hz. Ebû Bekr ile Bilâl sıtmaya tutulmuştu. Hz. Ebû Bekr'i sıtma yakalayınca şu beyt-i  söylemiştir:

"Yesrip- Medine diyarında her kişi ailesi içinde, mes'ut bir şekilde sabahlamışken bir de ölüm ansızsın yakalar, akşama diri bırakmaz". Hz. Bilâl de sıtma kendisini yakalayınca şiir söylemiştir. Hz. Peygamber vadinin kurutulması ve Medîne'nin Mekke kadar sevilmesi için Allah'a yalvarmış, sonraları Medine'nin sıhhî durumu düzelmiştir. [1494] Cuhfe ise batak ve hastalıklı bir vadi hâlini almıştır.

2- Ebû Musa'dan Peygamber şöyle buyurmuştur:    

"Ben rüyamda kendimi Mekke'den hurmalıkları bulunan bir yere muhacir olarak gidiyor gördüm. Zihnim o gitmekten olduğum yerin Yemama yahut da Hacer oldu­ğu fikrine saptı. Bir de gördüm ki; o yer Cahiliyette Yesrib denilen Medine imiş. Ben yine bu rüyada kendimi gördüm ki; bir kılıç hareket ettirdim de bu kılıcın güğsü kırıldı. Bu da Uhud harbînde mü'mînlerden isabet alan­lara işaret imiş. Sonra o kılıcı diğer bir defa daha hareket ettirdim. Bu sefer kılıç olduğundan daha güzel haline döndü. Bu da feth ve mü'minlerin toplanması nevinden Allah'ın getirdiği neticeler imiş. Ben yine o rüya'da bir sığır (in boğazlandığını) görmüştüm. Allah'ın yaptığı en hayırlıdır. Bu da Uhud gününde şehit olan mü'min neferleri remzediyormuş. Bir de gör­düm ki asıl hayır Uhud günü musibete uğramalarının ardından Allah'ın on­lara hayır nevinden getirdiği şeylerdir. Ve Bedr gününden sonra Allah'ın bizlere verdiği doğruluk ve sebat mükâfatıdır." [1495]

Burada Hz. Peygamber hem gördüğü rüyayı anlatıyor ve hem de onu tâbir ediyor. Bir diğer rüyası:

3- Enes anlatıyor: Allah'ın Resulü, Milhan kızı Ümm-i Haram'ın [1496] zi­yaretine geldi. O ona yemek yedirdi ve başını taradı. Bunun üzerine Al­lah'ın Resulü uyudu ve sonra gülümseyerek uyandı. Ümmü Haram dedi ki:

"Allah'ın Resulü seni ne güldürüyor, diye sordum.

"Rüyamda bana ümmetimden bir kısım mücahitlerin şu deniz orta­sında padişahların tahtlarına oturdukları gibi gemilere binerek, Allah yolunda deniz harbine gittikleri gösterildi de ona gülüyorum, buyurdu. Ümmü Haram dedi ki:

"Allah'ın Resulü, beni de o (deniz) gazilerinden kılması için Allah'a dua buyurursanız, dedim. O da dua etti.    Sonra Allah'ın Resulü başını yastığa koydu. Biraz sonra gülümseyerek uyandı. Bunun üzerine yine ben:

"Allah'ın Resulü seni ne güldürüyor? diye sordum.  O: önce dedi­ği gibi.

"Ümmetimden bir kısım mücahitlerin Allah uğrunda (Kostantîniye)'ye gazaya gittikleri gösterildi," buyurdu.    Ümmü Haram der ki:

"Allah'ın Resulü! Beni o gazilerden kılması için Allah'a dua etseniz dedim, O:

"Hayır sen önceki gazilerdensin," buyurdu.

Enes anlatıyor:

Ümmü Haram, Ebû Süfyan'ın oğlu Muâviye zamanın­da gemiye binmiş fakat (Kıbrıs adasına) denizden çıkıldığı bineğinden dü­şer ve şehit olur. [1497]

Esasen Hz. Peygamber sabah namazını kıldırdıktan sonra, cemaata yüzünü donderir ve rüya görüp görmediklerini sorarmış. [1498]

Semûre İbn-i Cündeb radiyaliahü anh'den şöyle rivayet edilmiştir. İbn-i Cündeb demiştir kî:

Nebî s.a.v. sabah namazını kılınca yüzüyle bize döner ve:

"Bu gece sizden kim rüya gördü?" diye sorar idi. Birisi rüya görmüş­se rüyasını Resulü Ekrem'e hikâye ederdi. O Hazret de o kimsenin rüya­sını tâbir ederdi.

Yine bir gün bize sordu ve:

 "Sizden rüya gören var mıdır?" buyurdu biz:

"Hayır yoktur" dedik. Resûl-i Ekrem:

"Lâkin bu gece ben bîr rüya gördüm" buyurdu.

"Gördüm ki; melek bana geldi. Bunlar elimi tutup beni düz bîr fezaya çıkardılar. Orada bir kimse oturuyordu, diğer bir adam da ayakta duru­yordu. Elinde demirden çatal bir kanca vardı. Ayaktaki adam bu çatal kancayı oturanın ağzının sağ tarafına, tâ kafasına kadar sokuyor, ve ağzın bu kısmını parçalıyordu. Sonra bu adam ağzın diğer tarafını da bu suretle tahrib ediyordu. Bu sırada ağzın sağ kısmı iyi olmuş bulunuyordu. Bu de­fa da buraya dönüyor, yine kancayı sokup parçalıyordu. Bu meleklere ben:

""Bu adam kimdir? Ve bu hal nedir?" dedim. Melekler:

 "Hiç sorma ileri yürü!" dediler. Birlikte ileri gittik.  Nihayet arka-üstü yatmış bir adam yanına geldik. Bunun ba ucunda da bir adam otur­muş elinde yumruk cesametinde bir taş. Bununla yatan adamın başını ta­rıyordu. Taşı başına her vurduğunda taş yuvarlanıp gidiyordu. O adam da arkasından taşı almağa koşuyordu. O dönüp gelmeden bunun başı iyi oluyor, eski haline avdet ediyordu. O adam avdet edince yine başına vurup eziyordu.    Bu meleklere ben:

 "Bu adam kimdir?" diye sordum. Melekler:

 "Hiç sorma ileri yürü" dediler. İleri gittik fırın gibi, altı geniş üs­tü dar bir deliğe eriştik bu deliğin altında ateş yanıyordu. Ateş alevlenip yükseldikçe içindeki insanlar da yükseliyor, hattâ (delikten) çıkmağa çalı­şıyorlardı.  Ateşin alevi sakinleştikçe de aşağı dönüyorlardı. Burada çıplak erkekler, çıplak kadınlar vardı. Bu iki meleğe ben:

 "Bunlar kimdir?" diye sordum.

 "Hiç sorma ileri yürü!" dediler. Birlikte yürüdük. Yeşil bir bahçe­ye vardık. Bu bahçede büyük bir ağaç vardı.    Bunun dibinde ihtiyar bir adamla bir takım çocuklar bulunuyordu. Bu ağaca yakın bir tarafta da, bi­risi, önünde ateş yakmakla meşguldü. Melekler benimle bu ağaca çıktı­lar. Beni bir eve koydular ki, ben bundan güzel ev görmedim. Burada ih­tiyar, genç birtakım erkekler, kadınlarla çocuklar vardı. Sonra melekler beni buradan çıkardılar. Benimle ağaca yukarı çıktılar. Ve beni eskisin­den daha güzel ve daha kıymetli bir eve koydular.    Burada da ihtiyarlar, gençler vardı. Meleklere:

"Beni bu gece -iyi- gezdirdiniz. Şimdi ba­na gördüğüm şeyleri bildiriniz!" dedim. Melekler:

Evet (anlatalım) dediler:

Hani şu ağzı parçalandığını gördüğün kim­se yok mu? Bu bir yalancı idi. O dünyada daima yalan söylerdi. Bunun neşrettiği yalan ashaba yayılırdı. İşte bu yalancı kıyamet gününe kadar bu suretle azab olunacaktır.

Hani o delik içinde gördüğün çıplaklar yok mu? Bunlar da bir alay onun Kur'an öğrenmesine hidâyet etmiş de (bu nîmetin bilmeyerek) bütün gece (Kur'an okumayıp) uyku uyumuştu. Gündüz de Kur'an ile amel et­memişti.   Bu da yevmi kıyamete kadar bu suretle azâb edilecektir.

Hani o delik iiçnde gördüğün çıplaklar yok mu? Bunlar da bir alay cânilerdir. Nehirde gördüğün de faiz yiyen haramkârlardır. Ağacın dibin­deki ihtiyar (Halil Aleyhisselâm)dır. İbrahim'in etrafındaki çocuklar da insan evlâdıdır. O ateş yakan da Cehennemin bekçisi olan "Mâlik" tir. Girdiğin birinci ev, bütün mü'minlerin müşterek köşküdür. İkinci gördü­ğün muhteşem saray da şühedâ sarayıdır. Ben Cibrilim, bu da kardeşim Mikâil'dir. Yâ Muhammed (s.a.v.) başını yukarı kaldır, dedi. Başımı kal­dırdım, ne göreyim? Yukarıda beyaz bayrak misali bir bulut. Melekler: "İşte burası senin makamındır" dediler. Ben "Beni bırakınız, şu makamı­ma gideyim!" dedim. Melekler: "Hayır daha senin tamamlamadığın baki ömrün vardır. Onu ne vakit tamamlarsan, o zaman menziline gelirsin!" de­diler [1499]

 

Tabirine İzin Vermesi

 

2- İbn-i Abbas anlatıyor: Biri Allah'ın Resulüne gelerek şöyle dedi:

"Allah'ın Resulü! Uykumda bir bulut gördüm ki; yağ ve bal yağıyordu. Halkın da bu yağdan, baldan avuç avuç aldıklarını gördüm. Kimi çok kimi az topladı. Bu sırada yerden göğe bir ip uzandığını gördüm. Ardısıra da gördüm ki; Sen onu tutup ve yükseldin. Sonra o ipi başka bir kimse tuttu. O da yükseldi. Sonra başka bir kimse daha tutup bu da yükseldi. Sonra bunu bir diğeri daha tuttu. Fakat koptu. Sonra bağlanıp bitişti. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir:

"Allah'ın Resulü! Babam ve annem sana feda olsun. Vallahi beni bırak da onu ben tâbir edeyim, dedi. Hz. Peygamber:

"Tâbir et," buyurdu.

"Bulut İslâm'dır. Ondan akan bal ve yağ Kur'an'dır. Onun tadından çok veya az anlama yeteneklerine göre faydalanacaklardır. Gökten yere erişen ip de üzerinde bulunduğun hâk ve adalet ipidir. Sen onu tutuyor­sun, Allah da seni yükseltiyor. Senden sonra o hâk ve adalet ipini başka birisi tutacak ve o iple yükselecek. Sonra başka birisi daha tutacak ve o da yükselecek. Sonra bir kimse daha tutacak, fakat ip kopacak, sonra onun için bağlanıp o da yükselecek.

Anam babam sana feda olsun, bu tâbirle hata mı yoksa isabet mi ettim. Bana haber ver, deyince Hz. Peygamber:

"Bâzısında isabet, bâzısında hatâ ettin," buyurur.

"Allah rızası için hatâ ettiğim yönü bana haber versen. Allah'ın Re­sulü.

"Yemin verme," buyurur.

Bu hadis Hz. Peygamber'in rüyayı tâbir etmeye cevaz verdiğine bir delildir. [1500]

 

Rüyanın Çeşitleri

 

Çeşitli rüyalar vardır: Bunu Hz. Peygamber şöyle tasnif etmiştir.

1- Sâliha rüya (iyi rüya) Allah'tan bir müjdedir.

2- Şeytan yönünden gelip hüzünlendiren rüya.

3- Kişinin kendi nefsine kavuştuğu şeylerden meydana gelir. [1501]

1- İyi kimse tarafından görülen rüyanın nübüvvetin kırkaltı cüz'ünden bir cüz [1502] olduğu yukarda belirtilmiştir.

Yalnız hadisler güzel rüyanın Allah tarafından, hoşlanmadığı rüyanın ise şeytandan olduğunu bildiriyor. [1503]

İslâm bilginleri de Peygaınber'in bu tasnifine uygun tasnif yaparak rü­yayı üç kısma ayırmışlardır.

1- Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek vasıtasiyle va­ki olan bir gerçek telkindir ki asıl rüya budur.

2- Nefsin kendinden kendine vaki olan bir telkinidir ki; mücerret geçmiş hâtıraların bir tehayyülünden başka bir kıymete sahip olmaz.

3- Bir şeytan telkinidir ki; gizli bir dış tesirden doğan ve fakat ya­lan bir çağrışım ve tehayyülünden ibaret olur.[1504]

 

Kur'an-i Kerîmde Rüya

 

Rüyanın tâbir edileceğini Kur'an-ı Kerîm, Hz. Yûsuf'un kıssasında işa­ret etmektedir.

"Bir gün melik ben, rüyamda görüyorum ki yedi semîz inek, bunları yedi arık yiyor. Ve yedi yeşîl başakla diğer yedi de kuru, ey topluluk! Siz rüya tabir ediyorssnaz bana rüyama halledin" dedi. Dediler ki: "Rüya de­diğin "adgas-u ehalm" = demet, demet hayallattir, biz ise hayalatın tevi­lini bilmiyoruz[1505] Sonra Kur'an-ı Kerîm bir Peygamber olan Hz. Yû­suf'un bu rüyayı tâbir ettiğini belirtiyor. [1506]

Kur'an-ı Kerîm'de bazı meşhur rüyalar daha geçer:

1- "Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etmeğe dair rüyası." [1507]

2- "Hz. Yûsuf'un onbir yıldızla,  güneşin, ayın kendisine secde et­tiklerini görmesi." [1508]

3- "Yine Hz. Yûsuf'un hapishanede bulunan iki gencin rüyasını tâbir etmesi." [1509]

4- "Firavun'un rüyası." [1510]

5- "Hz. Peygamber'in İsrâ ile ilgili rüyası." [1511]

6- "Hz. Peygamber'in Mekke'ye başı tıraşlı ve emir olarak gireceğini müjdeleyen rüyası." [1512]

Kur'an-ı Kerîm'de bu hususta geçen üç kelime vardır:

1- "Adgas-ü ahlam" [1513]

2- Hulûm [1514]

3- Rüya [1515]

Rüya, hulûm bunlar birbirine benzeyen hâdiseler olmakla yekdiğerine karıştırılsa bile Kur'an ihtar ediyor ki; rüya ahlamdan başkadır. Rüya mü­cerret enfüsi bir hâdise değildir. Onun zımnında ubur ve intikal olunabi­lecek hakiki bir mâna ve meal gizlidir. Hüküm ise, vakide hiç meali olma­yan boş bir rehin ve hayaldan ibarettir ki; haddi zatında bir dış tesirden neşet etmiş olsa bile afaki bir hakikat ifade etmez. Ve binaenaleyh ta'bir ve tevili olmayan bir ihtilâm gibi sırf nefsî bir hâdise veya şeytanî bir yalan olmaktan ileri gitmez. Böyle muhtelif ahlâmin yekdiğerine karışma­sına da "adgas-ı ahlâm" tâbir olunur. Demek ki hakiki lisanda rüya sadık olanların ismidir. Kazip (yalancı) olanlarına 'ahlâm' denilmelidir. Bunla­rın ikisi de uyku halinde nefiste temessül eden hayalî birtakım şekiller ve benzer olarak görüldüklerinden dolayı zahiren rüya bir hulûm veya hulûm bir rüya zannedilebîlir. Onun için halk örfünde bu iki kelime müteradif olarak kullanılırsa da hakikatte öyle değildir. Rü'ya rü'yat mânasından alın­dığı için bunda hayalin ötesinde bir hakikat görülmüş bulunur ki; rüyanın asıl müteallâkı olur. Hayal o hakikatin nefiste bir temessülü olur. Bunun içindir ki rüyanın haddi zatında bir meal ve tâbiri vardır. Rüya tâbiri veya rüya tevili demekte o hayali suretlerden bir delâlet ciheti bularak arka­sındaki hakikate geçebilmek demektir ki; bunda en mühim nokta o hayali hâdiselerin enfusi olan haysiyeti ile afaki olan haysiyetini temyiz edebil­mektir. Bu mâna asıl Lügatte "geçirmek" demek olan ta'bir fiilinden ziya­de "ubur" veya "ibare" mastarı ile ifade olunur ki; bir yerden bir yere geçmek demektir. Yâni "rüya tabiri" demekte var ise de "Uburu'r-rüya" ve "ibâret-ür-Rü'ya" denilmek Arapça'da daha fasihtir. Bundan dolayı Kur'an'da sülâsi mücerret (üçlü fiil)den olarak "İn küntüm Lir-Rûya ta'burun[1516]

Duyurulmuş tef'ilden (dörtlü fi'ilin mastarı) "tuabbîrun" buyurulmamıştır. Türkçede ise "ta'bîr" yayılmıştır. Yine Kur'an'da rüya tâ­biri ilmî "Te'vil-ü ehadîs" ilmi ile ifade edilmiştir. [1517]

'Ehadis' hadisin çoğulu, hadis de söz ve hadis yâni hâdise demek ola­bileceğine göre esas itibariyle "te'vil-ü ehâdis" terkibi ya nefsindeki sö­zün vaki'deki mealini veya nefsin teallûk ettiği hâdiselerin ileride varaca­ğı meal ve akıbeti anlamak demek olur. Demek ki rü'ya ta'bir etmek ya söz veya hâdise te'vil etmek mânasına da bir anlayıştır. Bunların ikisine de irca etmek mümkün olur. Çünkü söz anlamak, nefsî bir hâdise olan sözden harice intikal ile onun maverasında bir vakıa anlamak demek ol­duğu gibi hâdiselerden müstakbel neticeleri anlamakda hariçdeki bir va­kıayı idrak ile onun meali olan bir kelâm-ı nefsi duymak ve anlamak mâ­nasına racidir. [1518]

 

Rüya Gören Ne Yapmalıdır?

 

Daha çok iki türlü rüya tipi vardır. Biri gayet insanı sevinçlere boğan diğeri ya korkunç ve bulanık olandır. Hz, Peygamber bu hususu şöyle bildirmiştir:

1- "Biriniz sevdiği bîr rüya görürse bilsin ki o Allah tarafındandır." [1519] 

"Bunun üzerine o Allah'a hamdetsin ve onu anlatsın." [1520] -Başka bir rivayette- "ancak sevdiklerine anlatsın[1521] "Buna aykırı hoşlanmadığı rüya gördüğünde de ancak o şeytandandır. O halde rüyasının şerrinden Allah'a sığınsın. Rüyasını kimseye söylemesin. Bu suretle rüya ona zarar vermez." [1522] Başka bir rivayette-

"Rüyayı ancak âlime, yahut öğüt veren birine anlatınız[1523] buyurmuştur. Çünkü rüya gören ya sevinç ifa üzüntü içindedir.  Bu halde onun irşada ihtiyacı vardır. İrşat ise cahilin işi değildir.

2- Hoşlanmadığı bir rüyayı gören üzerinde yatmış olduğu yanından öteki tarafına dönmeli. [1524]

3- Sol tarafına tüflemeli ve üç defa tükürmeli ve üç defa Allah'a ' inmalı. [1525]

4- Geceleyin şeytanın kendisiyle oynadığını gören kimse (meselâ: ihtilâmı doğuracak herhangi bir oynayış gibi) bunu başkasına anlatmamalı. [1526]

 

Hz. Peygamberi Rüyada Görme

 

Hz. Peygamber'! rüyada görme doğru bir rüyadır. Yâni karma karışık rüya çeşidi ve şeytanî değildir. Bunu Hz. Peygamber işaret etmiştir:

 "Beni rüyada gören gerçekte beni görmüş olur. Zira şeytan bana benzer bir surete giremez." [1527] 

Kendisini bana benzetmesi olamaz  [1528]"benim şekil ve hilkatıma giremez[1529]

"Hz. Resul haktır, şeytan bâtıldır." Bu bâtılın hakka benzemesi olamaz. ' yüzden şeytan, Hz. Resûl'ün şeklîne giremez. Derin bir iştiyakla Hz. Resul'e bağlı olan kimselerin O'nu rüyalarında gördükleri, kendi menkıbelerinde yer almaktadır. (Allah'ü Teâlâ O'nu görmeyi bizlere nasip et-Âmin!).

 

Yolculuk

 

Gayesi:

Yolculuğun bir çok gayesi vardır:

a - Bilgi elde etmek:

Hz. Peygamber bu hususta:

"İlim için evinden çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolunda savaşmış gibidir[1530] buyurmuştur. İnsan bulunduğu yerin ilmiyle yetinirse, çok geri kalır. Bu bakımdan ilmin olduğu ye­re gitmeli ve oradaki bilginlerden ve yapılan çalışmalardan istifadeye ça­lışmalıdır. Hadis, Fıkıh, Tefsir, Felsefe v.s. gibi bilgileri elde etmek için müslüman bilginlerin nasıl bir hummalı çalışma içinde olduklarına tarih ta­nıklık yapmaktadır.

b- Dinî bir ibâdet olan haccı yerine getirmek yahut savaşmak için yolculuk yapmak. Mâlî gücü yerinde olan kimse şayet hacca engel bir di­ğer sebep yok ise Allah'ın bu emrini ömründe bir defa yapar. Savaş ise, inançlara yapılan baskıyı, mala ve cana yapılan tecavüzü bertaraf etmek için yapılır. [1531]

c- İnsanlara yapılan baskıdan kurtulmak için kaçmak. Bu peygam­berin sünnetidir ve Allah'ın emridir. [1532]

d- Bazı tabiî felâketlerden kurtulmak gayesiyle [1533] (Meselâ: Ku­raklık, hastalık, vs. gibi).

f- Sırf Allah'ın yarattığı değişik yerleri görmek, yeni yeni yerler tanımak için yapılan yolculuklar vardır.

Kur'an-ı Kerîm buna teşvik etmiştir:

I- Öncekilerin sonlarının ne olduğunu görmek. [1534]

II- Gerçekleri yalanlayanların sonunu yerinde görüp anlamak. [1535]

Tarihte büyük imparatorluklar kurmuş devletler vardır. Bugün onların bıraktığı yerleri başkaları kapmış, fakat bir bakıma da yaptıkları zulümle­rin temelleri, medeniyetlerden geriye kalan maddeleri sonraki nesillere bir belge olarak kalmıştır.

Bazıları yolculuğu önemi bakımından kısımlara ayırmışlardır.

I- Farz: Günahtan kurtulmak yahut herhangi bir dinî farizayı yerine getirmek,

1I- Kendisine bir fazilet bulunan yolculuk: (gaye itaattir.)

III- Mubah Ticaret, v.s. gibi.

IV- Masiyet yâni bir günah işlemek için yapılan yolculuk. (Böyle birisinin dört rekâtlı farz namazı iki rekât kılması uygun olmaz) [1536]

Bütün mes'ele yolculuğa çıkmadan gayenin iyi niyet mahsulü olması­dır. İyi niyet beslenen her yolculuk meşrudur.

 

Yolculuğa Hazırlanırken 

 

Yolculuk yapmaya hazırlanan kimse, aralarında yaşadığı kimselerden ayrılacağı için onlara karşı bazı ödevleri yerine getirmelidir.

I- Üzerinde başkasının borcu varsa ödemeli, yaptığı bir haksızlık varsa onu telâfi etmeli, geride bıraktığı çocuklarının nafakasını bırakmalı­dır. [1537] Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye göç etmeyi kararlaştırdığı zaman yanında bulunan emanetleri sahiplerine teslim etmek için Hz. Ali'ye verdi. [1538]

II- Eğer bu yolculuk bugünkü vasıtalarla değil de binek hayvanlar­la yapılıyorsa, bir yol arkadaşı edinmelidir.   Şayet otobüs, vapur, tren gibi bugünün vasıtalarıyla yolculuk yapılıyorsa, beraber oturacağı kimse ile ar­kadaşlık yapması yeterlidir. Mamaafih yine de insan bir tanıdığıyla yap­mayı arzular. Hz. Peygamber yalnız başına yolculuk yapmayı yasaklamış­tır. [1539]

III- Dostlarıyla, arkadaşlarıyla ve aile fertleriyle vedalaşmalı ve âilesine "dînimi, emanetimi, ve işlerimin sonuçlarını Allah'a bırakıyorum" de­meli O da "Allah seni tekva ile azıklasın, günahını affetsin ve seni hayra yöneltsin" [1540]  demelidir.

IV- Yolculuğa çıkmadan önce istihare namazı kılmak. Bu hususta Hz. Peygamberin ünlü sahabîsi Câbir b, Abdullah  [1541] şu hadisi anlatıyor:

"Allah'ın Resulü, Kur'an'dan bir sûre öğretir gibi, bütün işlerimizde bi­ze istihareyi öğreterek buyurdu ki: Sizden biriniz bir iş yapmaya niyetlendiği zaman farz harici iki rekât namaz kılsın. Namazın sonunda şu duayı yapsın: 'Allah'ım hakkımda hayırlısını bildiğin için senden hayırlısını, kud­retinle beni güçlendirmeni dilerim, senin büyük fazlını isterim. Allah'ım senin gücün her şeye yeter, benim yetmez. Sen her şeyi en iyi bildiğin halde ben bilmem. Allah'ım! Bu işin dinime, yaşayışıma, âhiretime -yahut dünya ve âhîret işimde der- hayırlı olduğunu bilirsin -ki elbette bilirsin- onu bana takdir et ve onu bana müyesser kıl. Bu işin, dinim, yaşayışım, ahretim-yahut dünya ve âhiret işim için der- için şer olduğunu bilirsen bu işi benden, beni de bu işten çevir. Hayır nerede ise onu bana takdir et Sonra beni ona razı kıl". Cabir:

"Hadiste geçen iş yerine, istihare eden kimse-ihtiyacın" ismiyle söyler" [1542]  der.

İstiharenin mânası hayrı dilemektir. Hadîste geçen ifadeye bakılacak olursa Hz. Peygamber "her işte, bunun yapılmasını" istemiştir. Enes'ten gelen bîr rivayete göre Hz. Peygamber:

"İstihare eden -hayır isteyen- kaybetmez, istişare eden pişman olmaz, tutumlu olan muhtaç olmaz[1543] buyurmuştur.

Önemi:

Bazan insanlar bir işin hayır mı, şer mi olduğunu kestiremez, tered­düt içinde bocalayıp kalır. İnsanın sıkıntılı zamanı böyle bir zamandır. Farzû muhal, hiç tanımadığı birini eş olarak seçecek kimsenin içinde bu­lunduğu ruhî ortamı göz önünde bulundurunuz. Belki tanıdıklara soracak kendini tatmin etmeye doğru gidebilir. Fakat şüphe ve tereddüt onun ruh dünyasını bırakmaz. İşte böyle bir zamanda mü'minin iradesinin kuvvet­lenmesi ve desteklenmesi gerekir. Mü'min inanır ki:

Allah duaları kabul eder ve ona yalnız hayrın müyesser olmasını ister. Bu açık kalple Allah'ına karşı iki rekât namaz kılıp O'na teslim olan mü'min üzerinde durduğu iş hakkında gönlünde bir açıklık belirir. Yahut o işten uzaklaşmak için bazı düşünceler gelir. Her işte bunu yapmak mü'mine gerektiği gibi, yolculuk içinde bunu ihtiyar etmelidir.[1544]

Cahiliyyet zamanında Araplar yolculuk yahut evlenme veya satış gibi bir ise niyetlendikleri zaman "ezlam" denilen fala baş vururlardı. Kur'an ve Hz. Peygamber bundan menetti. Ezlam üç oktan ibaretti. Birin­de:

Rabbî = Rabbım bana emretti, ikincisinde:

Nehanî Rabbî = Rabbim benî menetti, üçüncüsünde ise "gaflet" yazılı idi. Sonuncusu gelirse tek­rar edilirdi. Burada açıkça Allah'a bir iftira vardır. [1545] Kişinin kendi iradesîyle yaptığı işi, sırf kendini tatmin etmek için Allah'ın yaptırdığını söy­lemek, elbette bir iftiradır. İslâm bütün bunlarla savaşmış. Bunun yerine mü'minden herhangi bir işin kendi lehine mi yoksa aleyhine mi olacağını kestiremediği zamanda Allah'tan hayrı dilemeyi istemiştir. [1546]

İstihare namazından başka da evinde dört rekât namaz kılar. [1547]

V- Evinden Çıkarken:

"Bismillah, tevekkeltü alâ-l-Iah lâ havle velfi kuvvete illâ blllâh..." der. "Allah'ım senin adınla yolculuğa başlıyorum, Allah'a güvendim. Hareket ve kuvvet ancak Allah'ındır. Allah'ım sapmaktan yahut zelîl olmaktan yahut haksızlık yapmaktan veya haksızlığa uğra­maktan, bilgisizlikten veya sana karşı bilgisizce bir hareketin yapılmışından sana sığınırım" der.

Yürümeye başladığı zaman:

"Allah'ım! Sana güvenerek yola çıkıyo­rum. Sana güvendim, sana bağlandım ve sana yöneldim. Allah'ım güvendiğim ve ümidim sensin, Allah'ım beni tekvâ ile azıkla. Günahımı bağışla. Nereye yönetirsem beni hayra yönelt." [1548]

Binek veya vasıtaya binerken: Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:

"Bü­tün canlı cinslerini yaratan O'dur. Gemiler ve hayvanlardan üzerlerine oturasınız dîye size binekler varmiştir. Bunları üzerlerine oturunca Rabbinizin nimetini anarak: Bunları buyruğuma veren ne yücedir. Zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi. Şüphesiz Rabbınıza döneceğiz, demeniz için­dir[1549]

Bütün gaye O'nun eserlerine bakarak, O'nu anarak kendini ta­nımak, güçlü hayvanların kendisinden yapı bakımından daha büyük olmalarına rağmen Allah'ın emirlerini nasıl yerine getirdiklerine bakarak O'nun emrinden çıkmamak. İbn-i Ömer'in anlattığına göre Hz. Peygamber bîr yola çıkarken, hayvan üzerine iyi yerleşince üç tekbir alır. Sonra da:

"İtaat altına almaya gücümüzün yetmediği hu hayvanı emrimize ko­yan Allah'ı teşbih ederim. Şüphe yok ki tekvâyı ve razı olacağın işi senden isterim. Allah'ım! Bu yolculuğumuzu bize kolaylaştır ve yolumuzu kusa et. Allah'ım! Yolculukta arkadaşımız ve ailemizin koruyucusu sensin. İlâ­hî! Yoloculuğun zorluklarından, üzücü manzaralarından ve yolculuktan dö­nerken, malımıza, ailemize ve çocuklarımıza dair kötü durumlar görmekten sana sığınırım" der. Dönüşünde de bunları okur ve "Tevbe, ibâdet ve Rabbımıza hamdedek dönüyoruz." [1550] Sözünü ilâve ederdi.

VI- Yola erken çıkmaya çalışmaktır. Hz. Peygamber erken yola çık­mayı övmüştür. [1551] Bunun bir çok faydası vardır. Sabahları insanlar be­denen daha dinçtir. Sıcak iklimlerde yolculuk yapılıyorsa, bunun hava ba­kımından birçok avantajları vardır.

VII- Sıcak günlerde binek hayvanlarıyla yolculuk yapanlar gece yü­rüyüşünü tercih etmelidirler. Hz. Peygamber: "Geceleyin yürümeye bakı­nız. Zira geceleyin daha mesafe katedîlir[1552] buyurmuştur.

VIII- Gruptan ayrılmamak. Gerek binek hayvanlarla ve gerekse modern vasıtalarla yapılan yolculuklarda olsun, gruptan ayrılıp gitmek doğru değildir. Ebû Seleme anlatıyor:

Halk bir durakta indikleri zaman derelere ve geçitlere dağılırlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"Sizin böyle geçitlere ve derelere dağılıvermeniz, şeytandandır" buyurdu. Bundan sonra onlar, bir durakta indikleri zaman birbirlerinden ayrılmaz oldular.[1553]  Gruptan ayrılmanın birçok mahzurları vardır:

a- Herhangi bir tehlike ile karşılaşabilir.

b- Gruptakiler, uzaklaşmakla bir endişeye düşürülmüş,

c- Kalkış saatini geciktirmiş olabilir, yahutta grup onu pek tanı­mıyorsa, bilmeden onu bırakıp gidebilir.

IX- Bindiği hayvana acımalı, gücünün dışında ona bir yük yüklememeli, onun istirahat ve yiyeceğini ihmal etmemelidir. Hz. Peygamber:

"Al­lah'tan korkunuz, ancak semiz olduklarında binin, ve yine ancak semiz ol­duklarında yeyîn[1554] buyurmuştur. Bir gün bir Medîne'linin bahçesine girer. Orada bir deve bulunur. Deve Hz. Peygamber'i görünce inler ve göz­leri yaşarır. Hz. Peygamber ona yaklaşıp, hörgücünü ve kulak arkalarını okşar. Bunun üzerine deve sesini keser.   Resulûllah:

"Devenin sahibi kimdir, bu deve kimindir, diye sorunca" ensardan bir genç gelir.

"Allah'ın Resulü! Bu deve benimdir, der.

 "Allah'ın mülkiyetine verdiği bu deve hakkında Allah'tan korkmu­yor musun? O, senin onu aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor[1555] buyurur.

Ayni durum taşıt vasıtaları için de mevzubahistir. Taşıt vasıtaları da en azından bir binek hayvanı gibi ihtimam ister. O da pek zorlanmaya gelmez. Onun da bir taşıma gücü ve çalışma süresi vardır. Belki şikâ­yetini dille yapmaz. Fakat arızalanması ve neticede büyük bir tamir mas­rafı gerektirmesi bir şikâyet olarak yeter.

X- Zarurî eşyadan olan; Havlu, diş fırçası, sabun, yedek elbise, ayna, su kabı, bir tanıtma belgesi (nüfus cüzdanı v.s.), tarak, traş takımı v.s. gibi eşyayı almak. [1556]

Uzun yolu, hiç farkına varmadan tüketen vasıtaların başında kitap ge­lir. Binaenaleyh kitap okumakla hem gününü değerlendirmiş ve hem de iyi bir arkadaş edinmiş olur.

 

Bazı Önemli Hususlar

 

1- Yolcu herhangi bir durakta durup oraya indiği zaman "mahlûkatın şerrinden Allah'ın tam sıfatlarına sığınırım.   =   Eûzü bikelimetillâhi-it-Tammat-ı min şerri mâ halâka" [1557] duasını okur.

2- Yolculukta geceleyin:

"Ey toprak! Benim ve senin Rabbin Allah'­tır. Senin ve sende bulunan şeylerin, sende yaratılanların ve üzerinde ge­zip dolaşanların kötülüğünden oturanların, doğuran ve doğanların kötülük-ferinden sana sığınırım" [1558]  duasını okur.

 

Çok Kalmamak

 

Evden uzaklaşıp giden kimseyi bütün âîle halkı büyük bir kuşku ile yo­lunu bekler. Belki insan yeni gördüğü yerlerin manzarasına kapılıp orayı bı­rakmak istemez ve vaktin nasıl geçtiğinin farkına bile varmaz. Fakat evdekiler, bu evde bulunmayış günlerini en uzun gün bilirler. Bu sebepten işi bi­tirir bitirmez, aile halkının bu haklı endişelerini göz önünde bulundurarak dönmeye çalışmak gerekir. Hz. Peygamber bu hususa temasla: "Yolcu­luk bir çeşit azaptır. Sizi (zamanında) yemekten, içmekten ve uyumaktan alıkor. Sizden biriniz seferdeki ihtiyacını bitirdiği zaman ailesine dönmek­te acele etsin[1559] buyuruyor.

 

Dönüş Zamanı

 

Eve dönüşü sebepsiz olarak geceye bırakmak doğru değildir. Bu hu­susta Hz. Peygamber:

"Biriniz uzun zaman evinden uzak kalırsa evine ge­celeyin gelmesin[1560] buyurmuştur. O daha çok kuşluk veya akşamüstü evine dönerdi. [1561]

Bunun sebepleri arasında şu hususlar sayılabilir:

a- Ev halkı geceleyin derin uykudadır. Haliyle evine dönen kimse kapıyı dövmekle bütün ev halkı olmasa da bir kısmı kalkacak.

b- Dönen kimse evli ise, hanımı kocasının yokluğunu göz önünde bulundurarak normal süsünü yapmamış olabilir. Halbuki; hanımın kocası­na karşı normal süsünü yapması ve ona güzel görünmeye çalışmasını İslâm istemektedir.

 

Memleketini Görünce

 

1- Memleketine dönen kimse, selâmetle eş, dost ve yakınlarına ka­vuştuğu için sevinç içinde olacağı muhakkaktır. Bütün bu sevinç içinde bile müslüman, Allah'ın bu lûtfunu unutmamalı ve Hz. Peygamber'in böyle bir durumda yaptığı bir duayı yapmalıdır:

"Seferden dönüyoruz: Tevbe ediyor ve Rabbımıza hamd ve ibâdet ediyoruz" [1562] bunu memleke­tinin içine girinceye kadar tekrar eder.

2- Evine varmadan, evinin yakınında bulunan mescide uğrar ve ora­da iki rekât namaz kılar. Mâlik'in oğlu Kâ'b'ın bildirdiğine göre:

Hz. Pey­gamber yolculuktan döndüğü zaman ilk önce mescide gider ve orada iki rekât namaz kılardı. [1563]

Bütün bunlar durumun elverdiği nisbette yolculukta göz önünde tu­tulması gereken kurallardır. Bütün bunların, dışında yolculuktaki ibâdetler hakkında herhangi bir ilmihâl kitabına bakmada fayda vardır.

Bir Hatırlatma:

1- Bir yere uğradığı zaman, ilk plânda oranın bilginlerini ziyaret et­meyi ve onların sohbetlerinden faydalanmayı ihmal etmemek. Bir dostunu ziyaret ederse üç günden fazla kalmamalıdır.

2- Bir bilginin yanına vardığı zaman, onun soracağı sorulara karşı gayet nezaketli cevap vermek ve fazla soru sormaktan kaçınmalıdır.

3- Memleketinin çeşitli gıda maddeleri, cömertleri ve dostları hak­kında değil, kendi memleketinde bulunan bilginleri, kitaplıkları v.s. anlat­malı.

4- Yolda giderken başkasının duymayacağı bir şekilde Allah'ı anmalı ve Kur'an okumalı.

5- Biri kendisiyle konuştuğu zaman susmalı, konuştuğu müddetçe ona cevap vermeli, yine sonunda bulunduğu eski duruma dönmelidir. [1564]

Hediye ile dönme:

Her yerin değişik bir eşyası vardır. Dönerken bütçenin elverdiği nis­bette bazı hediyelerle dönmek iyi olur: Hz. Peygamber:

"Biriniz yolculuk­tan dönerken ailesine, eşine dostuna bir hediyeyle gelsin, hattâ hiç ol­mazsa torbasına taş doldursun[1565]  buyurur.

 

12- HASTALIK

 

Normal çalışan bir organın vazifesini yapmaması halinde meydana çı­kan bir çok ağrı ve sızılar vardır ki; buna genel olarak hastalık denilmek­tedir. "Geçen asırlarda hususîyle mikrobun keşfiyle bütün hastalıklarda organik sebebler ileri sürüldü..." [1566] Fakat "1935 yılından beri resmen ve ismen kabul edildiğine göre (Somatigue) yâni bedene ait türlü hasta­lıklar vardır ki, bunlarda sebeb psychigue yâni ruhîdir. Meselâ, bâzı cilt hastalıkları, romatizmalar, bronşial astma, damar spesma'Iarı, hipertansisiyon, mide ülserleri müzmin kabızlık veya kolit halleri, bazı hormonel fonksiyon bozuklukları, bazı göz hastalıkları, kadınlarda ay halleriyle sair jenital bozukluklar, kudretsizler... ki geride ne kaldığı veya ne kalabi­leceği merakı muciptir. Araya giren istisnaî durumlar haricinde, ruhî faktör yegâne sebeb olarak mütalâaya müsaittir." [1567] Bu izahların ışığında has­talık âmillerini organik ve ruhî olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Hastalıklar her devirde görüle gelmiştir. Hz. Peygamber zamanında da bazı hastalıklar ve o günün imkânlariyle yapılan bazı tedaviler vardı:

O zamanki hastalıklar içinde hadis kitaplarında isimleri geçen bazı hastalık­lar şunlardır:

Bars (deri hastalığı), Batn (mîde hastalığı), cüzzam, cüdri (çiçek has­talığı), cünûn (akıl hastalığı), humma (ateşli hastalık) v.s. [1568]

Sağlık büyük bir nimettir. Buna dikkati çekerek Hz. Peygamber:

"İki nîmet vardır ki: İnsanlardan çoğu bu nimetleri kullanmaktan aldanmıştır: Sıhhat, boş vakit[1569] buyurmuştur. Öyle ise müslümanın dikkat edeceği en önemli husus sıhhatini korumaktır. Hz. Peygamber'in "hijyenik mahiyet ve vüs'atle kalan öğüt ve tavsiyeleri hiç unutmamak lâzımdır" [1570] Acaba dinî bir emir olarak müslümanlara emredilmiş olan abdest, -ki bunda her-şeyle temas halinde olan ellerin, yüzün, ağzın, burnun ve ayakların yıkan­ması çok manidardır- gusül gerek farz ve gerekse sünnet olanlar olsun tamamen vücudun sağlığı için koruyucu tedbirler değil mi? Keza şu hu­suslar da çok dikkati caliptir:

İnsanlar yemeklerini kaplarda yerler. Bu kaplar iyi muhafaza edilmediği takdirde insan bünyesine zararlı olacak bir çok muzır yaratıkların (mikrop v.s.) oraya konabilir. Bu durum da İslâm Peygamber'inin nazarından kaçmamıştır:

"Kapları örtünüz kırbaların ağız­larını bağlayınız. Çünkü sene içinde öyle geceler vardır ki: O gecede veba hastalığı nazil olur. Üzerinde perde bulunmayan bir kaba, yahut üzerinde bağı bulunmayan bir kırbaya uğrarsa muhakkak bu vebadan oraya iner[1571] 

O'nun temizliği îmandan sayması da tamamen sıhhat içindir.

Evlerin önlerinin ve etrafının temiz tutulmasını evdeki süprüntülerinin bırakılmamasını [1572] Hz. Peygamber'in istemesi tamamen sağlığa verdiği önem yönündendir.

Kur'an-ı Kerîm bâzı maddelerin yenilmemesini [1573] ve alkolik madde­lerin içilmemesini [1574] istemesi, Allah'ın kulların sağlığına verdiği önem­den ibarettir. Demek ki sıhhat içinde bir hayat yaşamak ve insan oğlunun bunun için vücudunu kollaması yaradanın kulundan beklediği bir durum­dur. Bütün bunlar hasta olmadan insanın aldığı tedbirlerdir. Bu tedbir­lere yapışmak ve gerekli olanı yapmak Allah emridir.

 

Hastalığı Tedavi Etme

 

Hastalık dışta iyi görünmeyen bir yüze de sahip olsa, yine düşünüldü­ğü zaman iradenin güçlenmesi ve daha merhametli bîr kalbe sahip olmak için bir irade terbiyesi rolü bazılarınca oynayabilir. Daha çok güçlü ira­deler ezâ ve cefâlarla savaşmış ve sonuçta başarmış olan kimselerde bu­lunur. Hastalıkta bir sıkıntıdır. Bu sıkıntının verdiği eziyeti göğüsleyenler sonunda gayet sarsılmaz bir iradenin örneği olmuşlardır. Allah'ın sa­dık bir kulu olan Peygamber Hz. Eyyûb böyle bir denemeden Allah tara­fından geçirilmiştir. Bu sebepten hasta olanın baş vuracağı iki durum var­dır:

  1. A)Tedavi olması:

I- Hasta olan kimse hemen yetkin bir doktor aramalıdır.

Zira İbn-i Mâce'nin anlattığına göre Hz. Peygamber tıb ilmine sahip olmayan kimselerin hastaları tedaviye uğraşmalarını hukukî yönden men etmiştir. [1575]

 

Tedavinin Önemi

 

II- Hz. Peygamber'in nazarında tedavisi imkânsız olan hastalık yok­tur.

"Allah verdiği herhangi bir hastalığın şifasını da verir" [1576] Bu ha­dis gayet manidardır. Son zamanlara kadar tedavisi imkânsız diye görü­len birçok hastalıklar bugün tedavi edilmektedir. Bu günün hastalıkları arasında tedavisi iyi bir sonuç vermeyen hastalıklar da bulunsa bunlar za­manla tıb ilminin daha gelişmesiyle tedavi cihetine gidilecektir.

Hz. Peygamber'e "Biz tedavi olalım mı?" diye sorulunca "evet tedavi olunuz[1577]  buyurmuştur. O asrının tıbbî ilâçlarını kendilerine müracaat eden hastalarına tavsiye etmiştir. Bir misâl:

Ebû Sald  (r.a.) anlattığına göre Hz. Peygamber'e biri gelir:

"Allah'ın Resulü! Kardeşim karnından şikâyet ediyor, der. Hz. Pey­gamber:

"O'na bal şerbeti içir," buyurur.

Sonra ikinci sefer gelerek  (hastalığın geçmediğini söyler). Hz. Pey­gamber:

"O'na bal şerbeti içir," buyurur.

Sonra üçüncü sefer gelir. Yine Hz. Peygamber:

"O'na bal şerbeti içir," buyurur. Sonra bir daha gelir.

"İçirdim (fakat ağrısı geçmedi.)

Bunun üzerine Yüce Resul:

"Allah sözünde doğrudur, fakat kardeşinin karnı yalancıdır. Haydi yine ona bal şerbeti içir[1578], buyurur. Dördüncü içirişinde hastalıktan kur­tulur. Hz. Peygamber:

"Allah sözünde doğrudur" ifadesiyle "balda insan­lara şifa vardır[1579]  âyetini kasdetmiştir.

Kur'an-ı Kerîm'de bir diğer tedavi yolunu gösterir ki:

Bu tedavi yolu bugün de benimsenmiş ve mütehassıslar tarafından tavsiye edilmiş bir yoldur. Hz. Eyyûb hastalıktan bizar kalmıştı. "Doğrusu şeytan bana yor­gunluk ve azab verdî" diye seslenmişti.

"Ayağını yere vur, işte yıkana­cak ve içilecek soğuk bir su" dedik[1580]

Bu bugün bilinen kaplıca suları­dır. Hasta, doktorun verdiği ilâçları yeri gelince kullandıktan sonra en az ilâç kadar tesirli olan bir hususu da ihmal etmemelidir,

2- Sabır: Hastalığını endişe ve bitkinlik içinde takip eden hasta günden güne daha fazla harap olmaya başlar. Halbuki böyle bir durumda hastanın Allah'ına güvenmesi ve sabırlı hareket etmesi lâzımdır. Burada en büyük iş hastanın ziyaretine giden ve hastanın yanında hizmetle meşgul olanlara düşmektedir. Hasta şefkata muhtaçtır, âdeta o hiç bir şey yapa­mayan güçsüz bir çocuk gibidir. Yüzü soluk bakışları hüzünlü ve güçsüzdür. Aşkın bir merhamet bekleyen hastanın etrafındakiler çok dikkatli ol­malıdır. Bu bakımdan hastahane personeline çok iş düşmektedir. İnsan­ların sahip oldukları merhamet duygusu, ayni değildir. Çoğunda bu taşkın­dır. Bâzılarında orta hallidir. Bâzılarında ise sönüktür. Hastahanenin personeli seçiminde, merhamet anlayışı ön plânda tutulsa, daha isabetli bir hareket olacağı şüphesizdir.

 

Doktor Ücreti

 

İslâm'da bütün işler Allah rızası için yapılır.  "Siz bunu sırf insanlık için şeklinde düşünebilirsiniz. Zira sonuç aynıdır.-Fakat iş karşılığında alınan ücret meşrudur. Hattâ Yüce Resul işçi ücretinin kısılmadan vermesi hakkındaki sözleri şiddetlidir. Bunun gibi doktor da insanlık sıhhatiyle ilgilenmeyi iş olarak üzerine almıştır.    İbn-i Abbas'ın anlattığına göre Hz. Peygamber kendinden kan aldırmış, kan alıcıya kan alma ücreti vermiş ve bir de saut [1581] denilen burun ilâcını kullanmıştır. [1582]

 

Bulaşıcı Hastalıklar

 

Bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar vardır. Bulaşıcı hastalıkla için İslâm bazı özel prensipler vaaz eder. Tıb otoritelerinin bulaşıcı has'talık olarak tanıttıkları hastalığın karşısında müslümanın gerekli uyarma­lara uyması dînin bir icabıdır.

I- Cüzzam: Hz. Peygamber:

"Cüzzamlıdan arslandan kaçar gibi ka­çınız[1583] buyurmuştur. Kısmen merhametli görünmek, dolayısıyla bir iki müslümanı hırıstiyanlığa çekmek ümidiyle hırıstiyan misyoner doktorların bu konuda giriştikleri faaliyet sonuç vermemiştir. [1584]

Bunlar en sonunda Hz. Peygamber'in "Cüzzamli ile görüşürken aranızda bir veya iki süngü boyu mesafe bulunsun" [1585] İfadelerinin yanına gelmişlerdir.

II- Veba: Bu da bulaşıcı bir hastalıktır. Hz. Peygamber böyle bir hastalığın çıktığı yerde bulunan kimselerin oradan bir tarafa gitmemeleri­ni ve dışarıdan da oraya bir kimsenin girmemesini istemiştir. Bu nokta­da şöyle tarihî bir hâdise vardır. Abdullah b. Abbas anlatıyor: 

Ömer İbn-i Hattab Şam'a hareket etti. Nihayet (Yemruk yakınında bir köy olan) Serg'aya vardığı zaman ordu kumandanları Ebû Ubeydete'bnu'l Cerrah ve arka­daşları kendisini karşıladılar ve Şam arazisinde veba vuku bulduğunu ona haber verdiler.  İbn-i Abbas dedi ki:

Ömer 'ilk muhacirleri bana çağır' dedi.

Ben onları çağırdım. Ömer onlarla istişare etti ve onlara Şam'da veba olduğunu haber verdi. Onlar ihtilâf ettiler.    Bazısı bir iş için çıkmışsın o işte geri dönmeni doğru bulmayız'. Bazısı da 'insanların bakiyesi ve Resulûllah'ın arkadaşları seninle beraberdirler. Onları şu veba üzerine götürmeni doğru bulmayız' dediler. Ömer onlara da 'Yanımdan çıkın' dedi.

Sonra 'Kureyş ihtiyarlarından fetih muhacirlerinden burada bulunanları ba­na çağır' dedi. Onları çağırdım.   Onlardan ikisi bile Ömer'e karşı itiraz et­medi. Onlar:

'İnsanları geriye döndürmeni ve halkı şu veba üstüne götürmemeni' doğru görürüz, dediler. Bunun üzerine Ömer: İnsanlar arasında söyle nida ettirdi.

'Ben sabahleyin bineğime binip geri döneceğim. Binaenaleyh buna göre (hazırlanıp) sabahlayın' dedi. Ebû Ubeydete'bnu'l Cerrah:

'Allah'ın kajerinden mi kaçıyorsun?' dedi. Ömer:

'Keşke bunu senden başkası söyydi ey Ebâ Ubeyde'! (Ömer, kendisine muhalefet edilmesinden hoşlnmaz idi.) Evet, 'Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz. Kje dersin? Şayet senin develerin olsa, iki yamacı olan bir vadiye inseler yahut indirsen o yamaçlardan biri munbit, diğeri otsuz olsa sen de­veleri bitek yerde gütsen, Allah'ın kaderiyle gütmüş, otsuz yerde gütsen, vine Allah'ın kaderi ile gütmüş değil misin?' dedi.

İbni Abbas dedi ki:

Abdurrahman İbn-i Avf bir haceti yüzünden ortada yok iken bu sırada çıkageldi ve şöyle dedi:

'Bu hususta bende bir ilim vardır ki; ben onu Resulûllah (s.a.v.)'den işittim şöyle buyuruyordu:

"Bu hastalığın bir yer­de çıktığını işittiğiniz zaman oraya gitmeyiniz. Hastalık bulunduğunuz yer­de vâki olursa, ondan kaçmak için sakın o yerden çıkmaymız."Abdullah:

"Bunun üzerine Ömer, Allah'a hamd etti, sonra ayrıldı" de­miştir. [1586]

Bugün tıb ilmi tarafından "bulaşıcıdır" sıfatını taşıyan (meselâ: Ko­lera, verem v.s.) her hastalık yukarıdaki hadislerin mahiyeti içine girer. Binaenaleyh müslüman, Allah'ın takdirinden yine Allah'ın takdirine koş­malı ve tedbirini almayı ihmal etmemelidir.

 

Hayvandaki Durum

 

Bir çok hayvan hastalıkları vardır. Bunların içinde de bulaşıcı olan­lar vardır. Her yıl çiftçiler bu hastalıklardan dolayı sayısız zararlara uğ­rarlar. Hz. Peygamber bunun için "Sakan hasta deveyi sağlam devenin ya­nına yaklaştırmayınız" [1587] buyurmuştur. Yapılacak iş hasta olanı hemen ayırmak, sağlamların arasında bırakmamak ve bunun önüne geçmeğe uğ­raşmaktır.

 

Manevî Tedavi

 

Bazı hastalıklar ruhîdir. Bunların telkine ihtiyaçları fazladır. Mukad­des bildikleri şeylerden yardım beklerler. Onlarla karşılaşarak bir bakıma rahatlık ve huzur duyarlar. Ruhî yönden çıkmış böyle hastalar temayülleri hangi yerde ise o tarafı onların yardımına vermek, hastanın yararınadır. Hz. Peygamber bâzı tabiî ilâçlarla kendisine müracaatta bulunanları tedaviye uğraştığı gibi, bâzı dua ve âyetlerle de tedavi cihetine gitmiştir.

1- Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre Allah'ın Resulü göz değmesine okumasını bana emretti, yahut (kesin olarak)  emretti [1588] demiştir.

2- Güzel sözün tesiri: Ebû Hureyre'nin anlattığına göre "Allah'ın Resulü İslâm'da Şom tutmak yoktur. En iyisi tefe'üldür, dediğini duydum. Oradakiler tefe'ül nedir? ey Allah'ın Resulü diye sorduklarında, Allah'ın Re­sulü  "Sizden birinizin duyduğu güzel sözdür" [1589]  buyurur.    

Yâni  güzel bir sesle hastanın çağrıldığını duyarak ondan kurtulacağına şom tutmasıdır.

3 - Reislerini bir akrebin soktuğu bir kabîle halkı, bütün çarelere başvurup iyileştiremeyince orada bulunan bir İslâm müfrezesine iyi et­meleri için başvururlar. Müfreze içinde biri gidip Fâtihâ sûresini okur "reis  bukağından çözülmüş hayvana benzer" bir şekilde  yürümeye baş­lar. Durumu Hz. Peygamber'e anlatınca O bu durumu tasvip eder .[1590]

4- Hz. Âişe anlatıyor: Allah'ın Resulü, vefatına götüren hastalığın­da muavvizat (İhlâs, Felâk, Nâs) sûrelerini okuyarak kendisine nefes edip eline üfleyerek iki eliyle yüzünü meshederdi. Hastalığı ağırlaşınca ken­dilerine bu sûreleri ben okur ve kendi eliyle kendisini meshederdi. [1591]

Rukye: Hasta için şifâ dilemek gayesiyle Kur'an ile Allah'ın isimleri ve sıfatları ile Yüce Allah'a dua etmeye denir ki, [1592] Hz. Peygamber bu­na müsaade etmiştir. Bu husustaki ondan sâdır olan umumî kaide:

"İçi­nizde kardeşine kim faydalı olabilirse hemen yapsın." [1593]

O'ndan nakledilen bu mevzuda bâzı dualar vardır:

1- "Ey insanların Rabbı, ve şiddetin gidericisi olan Allah'ım! Şifâ ver, sen şifâ verensin, hastalığı uzun süre bırakmayacak şifâyı verecek senden başkası yoktur." [1594]

2- Hz. Âişe anlatıyor:  Allah'ın Resulü hastalandığı zaman Cibril O'na:

"Bismillah yübrike ve min külli dâin yeşfike ve min şerri hâsidin izâ hasede ve şerri külli ziaynin".

Allah'ın adıyla:

"Allah sana her hastalıktan şifâ versin, ve haset etti­ği zaman hasetçiden her göz sahibinin (göz değmesi) şerrinden de seni beri kılsın" diyerek rukye tedavisi yapardı. [1595]

 

Hz. Peygamberin Yaptığını Her Müslüman Da Yapabilir Mi?

 

Buhârî'nin ilk sarih (açıklayıcı) larından, büyük Türk hadisçi ve edebi­yatçılarından Hattabî [1596] der ki: Resulûllah'ın nazara ve göz değmesine karşı okunmasını emrettiği "Kavari-i Kur'an" adıyla anılan Âyet-ül Kürsî [1597] esma ve sıfatı ilâhiyyeyi ve Allah'ın anısı içine alan âyetlerin temiz vicdan sahihleri diliyle göz değmesine uğramış olan hastalara okunmasıdır. Bu okunma ruhanî tedavidir. İlk zamanlarda iyi kimselerin okumala­rının büyük mevki-i vardı. Fakat bu tür faziletli insanlar bulunamıyacak derecede azalmıştır. Bu yüzden halk cismanî tedaviye yönelmiştir. Çünki ruhanî tedavinin hastalık üzerinde tesiri görülmez olmuştur.

İslâm'da yasak olan nefes, efsuncuların ve cinleri bağladıklarını iddia eden cincilerin nefesidir. Hattabî ile zamanımız arasında bin seneye yakın bir zaman farkı olması düşünmeye değer mahiyettedir. [1598]

 

Uğursuzluk

 

Bir kısım kimseler, çeşitli görünüşleri uğursuzluk telâkki ederler ve meydana gelen hâdiseye onu sebep gösterirler. Kuşların ötüşünden, rüz­gârın esişinden v.s. gibi. Tabiî birer hareket olan bu fiillerden, hüküm çıkaranlar çoktur. Hz. Peygamber bu hususta ikaz ediyor:

1- Sefer ayında ve baykuşun ötüşünde uğursuzluk yoktur. [1599]

2- Herhangi bir şeyi uğursuzluk saymak yoktur. Güzel bir söz, hoş bir kelimeden ibaret olan fal benim hoşuma gider. [1600] Fal'ın ne olduğu sorulunca "hoş bir kelimedir[1601] buyurur. Buradaki faldan gaye bâzı insanların bâzı şeylere bakarak uydurdukları sözler değildir. Hz. Peygamber'in maksadı "tefe'ül" yâni uğurlu ve hayırlı saymaktır. Bunun bir ör­neği vardır:

Hudeybiye barış anlaşmasına Kureyş'in temsilcisi olarak gön­derilen Süheyl bin Amr'ı Hz. Peygamber görünce "uysallık ve yumuşaklık" mânasına gelen "Süheyl" ile tefe'ül ederek arkadaşlarına:

"Artık işiniz bir dereceye kadar kolaylaştı" buyurmuştur. İsimlerin ifade ettiği mânaya bakarak hayrı yormak Peygamber ölçüsüne uygundur. Yoksa falcılık iyi karşılanmamıştır. Bu hususta Hz. Peygamber:

a- "Kâhinlere gitmeyiniz[1602]

b- Arraf -denilen falcıya- gidip ondan bir şey soran kimsenin, kırk gecenin namazı kabul olmaz. [1603]

Kâhin gaibten haber veren, falcılık yapan manasınadır. Bu açıkça Kur'an-ı Kerîm'deki

"De ki göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bil­mez[1604] âyetine aykırıdır. Arraf ise gaybı bildiğini yâni kaybolan eşya­nın nerede olduğunu v.s. gibi şeyleri bildiğini iddia eden kimsedir. Bütün bunlar İslâm inancına aykırı düşen hareketlerdir. Müslüman başındaki geçen hâdiselerin Allah'tan başka kimsenin bilemiyeceğine inanır da böy­le yalancılara kanıp vehme kapılmaz.

c- Gaybın anahtarı beştir:

"Allah'tan başkası bunları bilmez. Ra­himlerin ne yüklü olduğunu, yarın ne olacağını, yağmurun ne zaman yağa­cağını, kişinin nerede öleceğini, kıyametin ne zaman kopacağını Allah'tan başkası bilmez." [1605]

Bu hadis âdeta şu âyetin tefsiridir:

"Kıyamet saati bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru o indirir, rahimlerde bulunanı O bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır."[1606]

III- Kuşun (sesini taklit ederek) arkasında bağırmak, kuş uçurtmak, kırbayı bükmek (büyü yapmak) büyücülüktür. [1607]

İnsan, âyette geçen hususlar hakkında devamlı merak içindedir. Bu her asırdaki insanın merak ettiği hususlardır. Nitekim biri Hz. Peygamber'e gelir "Zevcem hâmiledir, ne doğuracağını bana bildir, sonra bölge­miz kuraktır, yağmurun ne zaman yağacağını bana bildir. Doğduğum zama­nı biliyorum ama ne zaman öleceğimden haberdar et". Bu sorular karşı­sında yukarıdaki âyetler nazil olur. [1608]

 

Hastanın Hastalığını Söylemede Bir Mahzur Yoktur

 

Hasta olan kimseye biri "hastasın" dediği zaman, şayet hasta ise "ben hastayım" demesinde bir sakınca yoktur.

İbn-i Mes'ud anlatıyor:

Birgün Hz. Peygamber'in yanına gittim, sıtmadan titriyordu, elimi do­kundurdum ve:

"Şiddetli ateşin var, dedim.

"Evet sizden iki kişinin ateşi kadar ateşim var, dedi" [1609]

Fakat ne hastalığı gizlemek ve ne de onu mübalâğalı bir şekilde an­latmak doğru değildir, ne ise onu söylemeli aşırılıktan kaçınılmalıdır.   Hz. Âişe de Yüce Resûl'ün huzurunda "vah başım" [1610]  diye inlemiştir.    Bu inleyişini men etmemiştir.      

 

Hastanın Yapması Gereken Şey

 

1- Hasta Allah'ın hükmüne razı olmalı, takdirine karşı sabırlı olma­lı ve Rabbına karşı iyi zanda bulunmalıdır. Bu kendi için daha hayırlıdır. Yüce Resul:

  1. a)"Mü'mine gerekli olan kendisine hayırlı bir iş isabet ettiği zamanşükretmeli, zararlı bir şeyle karşılaştığında sabretmeli, bu her ikisi onun için daha hayırlıdır[1611] buyurmuştur.
  2. b) "Sizden biri Allah'a karşı zannım güzel tutarak ölsün"[1612]

2- Ümitle korku arasında olmalıdır. Günahlarından dolayı Allah'ın cezasından korkmalı ve O'nun rahmetini ümit etmelidir.

Hz. Enes anlatıyor:

Allah'ın Resulü ölümle pençeleşen bir gencin ya­nına gitti. Durumunu görünce:

"Kendini nasıl buluyorsun," diye sordu.

"Allah'a yemin ederim ki; Allah'tan ümitliyim, yalnız günahlarımdan da korkuyorum. Bunun üzerine Allah'ın Resulü:

"Kalbinde bu şekilde bir inancı koyan bir kuluna Allah ancak um­duğunu ona verir ve korktuğundan da onu emin kılar," [1613] buyurmuştur.

3- Hastalığı şiddetlenince ölümü temenni etmesi uygun olmaz. Ümmü-l Fadl anlatıyor:

Allah'ın Resulü onların evine gider. Amcası Abbas hastalığından şikâyet eder ve bunun için ölümü temenni eder.   Hz. Peygamber bunu duyunca şöyle buyurur:

"Amcacığım! Ölümü temennî etme. İyi bir kimse isen senin ha­yatta kalıp ihsanına ihsan katman senin için daha iyidir. Şayet günahkâr isen kalıp günahlarına tevbe etmen senin için daha hayırlıdır. Bu bakımdan ölümü temennî etme[1614]   Diğer rivayetlerde ise Hz. Peygamber:

"Bir şey demen gerekiyorsa şöyle de:

"Allah'ım hayatta kalmam benim için hayırlı ise beni yaşat, yok ölüm benim için daha iyiyse ruhu­mu al[1615]

4- Üzerinde ödenmesi gereken başkasının hakları varsa, bunu gücü yeterse kendi ödemeli yahut vasiyet etmelidir. Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur:

a- "Yanında kardeşinin mal ve ırzına ait haksızca alınmış bîr hakkı bulunan kimse dinar ve dirhemin (para birimi) kabul olmadığı kıyamet günü gelmeden onu sahibine versin. Zira kendisine ait iyi bir işi varsa ondan alınır, o hakkın sahibine verilir, şayet doğru işi yoksa o mal sahi­binin günahı alınır ve o günahlar ona yükletilir."[1616]

b- Başka bir hadiste de başkasının türlü türlü haklarını üzerine alan kimse kıyamet gününde buna karşılık olarak kendisinde bulunan sevabı alınarak, kendisine sevap kalmadığı için ateşe atılan kimsenin olduğunu.[1617] Hz. Peygamber bildiriyor. Diğer hadisler:

c- "Borçlu olarak ölen kimsenin bunu ödemesi için âhirette ortada dinar ve dirhem yoktur, fakat bunun yerine sevaplar ve günahlar vardır"

[1618]  Yâni sevabı alınıp o borçlu olduğu kimseye verilecek, şayet sevabı da yetmezse yahut yoksa üzerinde hakkı bulunan kimsenin günahlarını yükle­yecek.

ç- Borç iki türlüdür: Borcunu ödemeyi niyetlenerek ölen kimsenin velisi benîm, ödemeyi niyetlenmediği halde ölen kimseden ise, işte böylesinden ne dinar ve ne de dirhemin olmadığı o günde buna karşılık seva­bından alınır.[1619]

5- Vasiyeti acele etmek gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber:

"Va­siyet etmek istediği bir şeyi bulunan müslüman kimseye vasiyeti yanın­da yazılı bulunmadıkça iki gece yatması muhakkak surette caiz değildir", [1620]

Vasiyet ölümden sonra kendisine ait bir malını başka birine temlikini sağlığında istemesidir. Hanefîlerin bu hususta tarifleri:

"Teberru yoluyla ölümden sonra kendisine ait bir malını diğerine temliktir". Borçlu oldu­ğunu ikrar edip sonra ölen bir kimse, bu ikrar ölümden sonra borcu için bir temliktir. "Ben şunu vasiyet ettim" sözü yeterlidir. Ölümden sonra kaydını koymasa da olur.

Vasiyetin şartları üçtür:

Vasiyet eden, vasiyet edilen kimse ve vasi­yet olunan mal. Rüknü ise yine Hanefîlere göre:

İcap ve kabuldür. İcab:

"Filâna vasiyet ettim, yahut ölümden sonra malımın üçte birini filâna vâsiyet ediyorum" gibi lâfızlardır. Kabul ise:

Vasiyet edilen kimsenin bu va­siyeti kabul etmesidir. Vasiyet edilen bu vasiyeti kabul etmediği takdir­de o mala sahip olamaz.

Vasiyet edilen şahısla ilgili olarak dört türlü vasiyet vardır:

Vucup, mendup, mubah, mekruh.

Vücub: Kendisine bırakılmış yahut üzerinde bulunan fakat bilinmeyen borcu sahiplerine bu hakların verilmesi için yapılan vasiyet.

Mendup: Ailesinden ve yakınları arasında bulunan zenginlere yapılan vasiyet.

Müstehap: Allah-ü Teâlâ'nın haklarına (kefaret, zekât, orucun ve na­mazın fidyesi gibi hususları için olan) vasiyet (buna vacip diyenler de vardır).

Mekruh: Kötü ve günahkâr olan kimselere (meselâ; sapık ve kar­deşlere gibi) yapılan vasiyettir. [1621] Kur'an-ı Kerîm'de vasiyetle ilgili Nasslar gelmiştir.

"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana - babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi- Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak- size farz kılındı vasiyeti işittik­ten sonra değiştiren olursa bunun günahı değiştirenlerin üzerinedir. Allah şüphesiz işitir ve bilir. Vasiyet edenin yanılacağından veya günaha gi­receğinden endişe duyan kimse, ilgililerin arasını düzeltirse ona günah yok­tur. Allah şüphesiz bağışlar ve merhamet eder." [1622]

Âyetin mânası yanlış anlaşılmamalıdır. "Ölüm geldiği zamandan" gaye "vasiyete gücünüz yettiği halde vasiyet etmeniz" [1623] dir. Bir diğer âyetle anne ve babaya mîras hakkı tanındığından, [1624] anne ve babaya vasiyet edilmesini gerektiren bu âyetin anne ve baba şıkkının nesh edildiğine bil­ginler müttefiktir. [1625] Zaten hadiste de: "Allah her hak sahibinin hak­kını vermiştir, bundan dolayı vâris için vasiyet yoktur" denilmiştir. [1626]

 

Vasiyetin Miktarı

 

Malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesi doğru değildir. Sa'd'ın oğlu Amir babasından anlatıyor:

Veda haccında ölüme yaklaştığım bir has­talıktan dolayı Resulûllah beni ziyarete geldi. Ben:

"Gördüğün gibi hastalık bende bu dereceye vardı. Ben mal sahi­biyim. Bir tek kızımdan başka vârisim yoktur.   Bu durumda malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi? diye sordum. Allah'ın Resulü:

"Hayır," buyurdu.

"Yarısını tasadduk edeyim mi?

"Hayır üçte birini yap. Üçte bir de çoktur. Sen vârislerini zengin bırakırsan, onları muhtaç ve halka ellerini açar bir halde bırakmandan daha iyidir. Allah rızası için verdiğin bu yardım-hattâ hanımın ağzına verdiğin lokmaya  varıncaya  kadar-  bununla  mükâfatlanacaksın[1627]

Bu hadis gösteriyor kî:

a- Vasiyet malın üçte biri üzerinde olur.

b- Vârisleri zengin bırakmak daha uygundur.

c- Kişinin çalışarak elde ettiği kazancı Allah rızası için vermesi, hattâ hanımına yedirmesi, Allah tarafından mükâfatfandırılacaktır.

Terekenin üçte birinden fazlasını vasiyet etmek hadise göre yasaktır. Yalnız Hz. Peygamber'in yukarıda geçen "üçte bîri de çoktur" ifadesine dayanarak İbn-i Abbas "temenni olunur ki; insanlar vasiyet hususunda üç­te birinden azaltarak dörtte bîre gitsinler, çünkü Allah'ın Resulü "üçte bir, hattâ üçte bir de çoktur" [1628] buyurmuştur. Katade diyor ki:

Hz. Ebû Bekir beşte biri, Ömer dörtte biri vasiyet ettiler. Bence "beşte biri daha münasiptir" [1629]  demiştir.

8- Vasiyet ederken iki âdil müslüman şahid, müslümanlar yoksa herhangi bir ihtilâf anında kendilerine başvurulduğu takdirde doğru söyliyecek iki gayr-ı müslimi şahit yapmak gerekir. Bunu Kur'an-ı Kerîm şöyle bildirmektedir:

"Ey insanlar! Ölüm birinize geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi, şayet yolculukta olup başınıza da ölüm musibeti gelmişse, namazdan sonra alıkoyacağınız, -şüpheleniyorsanız "akraba bile olsa yeminle hiçbir değeri değiştirmîyeceğiz, Allah'ın şahitliğini gizlemiyeceğiz, yoksa şüphesiz günahkârlardan oluruz" diye yemin eden- sîzden olmayan lki kişiyi şahid tutun. Eğer bu şahitlerin günah işlemiş oldukları ortaya çı­karsa, öncekilerin aleyhlerine hak iddia ettikleri iki kişi bunların yerine ge­çer ve "Bizim şahitliğimiz ikisininkinden de daha doğrudur, biz aşırı git­medik, yoksa şüphesiz zulmedenlerden oluruz" diye Allah'a yemin eder­ler. Bu şahitliği gerektiği gibi yapmalarını veya yeminlerinden sonra ye­minlerin kabul edilmemesinden korkmalarını daha iyi sağlar. Allah'tan sa­kının, dinleyin, Allah fasik kimselere yol göstermez." [1630]

9- Vasiyetle bir tarafa zarar vermek haramdır. Meselâ bir kısım vârislerini terekesinden mahrum etmek yahut vârisler içinde bir kısmını daha fazla tercih etmek için yapılan vasiyetler yasaktır:

"Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Bunlar az veya çok be­lirli bir hissedir[1631]  Müteakip âyetlerde vasiyetten sonra arta kalan terekenin nasıl bölüşüleceği belirtilmiştir. Bunun hilâfına bir müslümanın çocukları içinde birine mîrasta tercihe kalkışması âyet'in ruhuna uygun ol­maz. Mîrasın taksimi âyetlerde gayet açık olarak belirtilmiştir. Tercih hakkı tanımamıştır. Demek ki gerek kız ve gerekse erkek evlâdı olsun, miras hususunda birinin tarafına geçmek, birinin hakkını arttırmak veya mahrum etmek Allah'ın uygun bulduğu taksimata aykırıdır. [1632]

Hz. Peygamber de:

"Zarar vermek ve zarara uğramak yoktur. Zarar vereni Allah zarara uğratır. Güçlük çıkarana Allah da güçlük çıkarır[1633] buyurmuştur.

10- "Bütün malını vasiyet etmesi bâtıl bir tutumdur. Ailesi, çocuk­ları olmasa da yakınlarının veya ikinci derecede mirasçıların hakkı vardır." [1634] 

Bunları mahrum etmek doğru olmaz. Sonra böyle bir durum İslâm'­da olmayan bir harekettir. Zaten Hz. Peygamber de:

"Bizim prensipleri­mizde olmayan bir şeyi uyduranın reddedileceğini[1635] belirtmesi de böy­le bir harekete sapmanın İslâm dışı olduğunu açık olarak ortaya koymak­tadır. Şöyle bir hâdise de var:

"Bir adam ölümüne yakın bir zamanda altı kölesini serbest bırakır. Arabi'den olan vârisleri gelip Allah'ın Resulüne yapılanı haber verirler. Resulüllah:

"O bunu yaptı mı?" -sonra devamla- "Allah dileyip de bunu bilseydik onun üzerine namaz kılmazdık" buyurur. Hadisi nakleden de­vamla diyor ki:

"Allah'ın Resulü onların arasına girdi, o köleler içinde ikisini serbest bıraktı, dördünü tekrar köleliğe çevirdi"[1636]

Burada Hz. Peygamber, malını toptan vasiyet etmenin uygun olmadığını, yalnız üçte birinin vasiyet edilebileceğini göstermiştir.

11- Şayet ölen kimse cenaze işlerinin sünnete uygun yürütülemiyeceğinden korkarsa, sünnetin ruhuna uygun yıkanması, kefenlenmesi, taşın ması ve gömülmesi için vasiyet etmelidir. Zira kendini ve ailesini ateşten korumak. [1637] Allah'ın mü'minlere bir emridir. Bid'atların olmadığı yerde belki böyle bir şeye ihtiyaç hasıl olmaz. Fakat şayet herhangi bir yerde cenaze işine dinde yeri olmayan ve üstelik diğer din saliklerinin takip et­tikleri âdetler yer almışsa muhakkak bîr surette böyle bir vasiyete ih­tiyaç vrdır.

Hz. Peygamber'in eshabı bu şekilde vasiyette bulunmuş ve bu husus­ta çokça asar gelmiştir.

a- Ebû Vakkas'ın oğlu Amr b. Sa'd'ın anlattığına göre babası ken­disini ölüme götüren hastalığı esnasında şöyle demiştir:

"Benim için bir lahit [1638] yapınız ve Allah'ın Resulüne yapıldığı gibi -yan tarafıma- kerpiçler dikip sıralayınız"[1639]

b- Ebû Bürde anlatıyor:

"Ebû Mûsâ (r.a.) ölümü yaklaştığı zaman vasiyet ederek dedi ki:

"Cenazemi yola koyduğunuz zaman beni çabukça götürünüz. Benimle top­rak arasını ayıracak bir şeyi Lâhdime koymayınız. Kabrim üzerine bir bi­na yapmayınız..."

Orada bulunanlar "bu hususta Allah'ın Resulünden bir şey duydun mu?" diye sorduklarında O "Evet Allah'ın Resulünden duydum" cevabını verir. [1640] Hülâsa cenazeye dinde yeri olmayan bir şeyin sokula­cağından korkan kimsenin vasiyette bulunması gayet iyi olur. [1641]

 

Vasiyetin Şekli

 

Vasiyet eden kimse, kendisinin vefatından sonra isteğine uygun ola­rak vasiyetinin yerine getirilmesini arzu ediyorsa her türlü ihtimali göz önünde bulundurarak ya bu vasiyeti şahitlerin nezdinde [1642] söylemeli ya­hut daha yerinde uygun bir hareket olarak, bu vasiyeti yazdırmalıdır. Vâsiyetin başında iki şahidin adının yazılması hakkında merfu bir hadis bilin­ememektedir. Yalnız Abdurrezzak sahih bir senetle Hz. Enes'e mevkufen bir hadis tahric etmiştir:

"Eshabı Kiram vasiyetlerinin başına Besmeleyi yazarlar:

Bu filân oğlu filânın vasiyeti olup bir Allah'tan başka Allah olma­dığına, Allah'ın ortağı bulunmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Peygamber'i olduğuna; kıyametin geleceğine, bunda şüphe bulunmadığına, Al­lah'ın kabirlerde olanları dirilteceğine şehâdet eder" iaresini yazar ve ge­ride bıraktığı ailesi efradına Allah'tan korkmalarını, barış içinde yaşamala­rını ve eğer tam mü'min iseler Allah ve Resulüne itaat etmelerini vasiyet ederOnlara Hz. İbrahim, oğullarına ve Ya'kub'a yaptığı:

"Şüphesiz ki Al­lah sizin için bu dini seçip ayırmıştır. Binaenaleyh sakın sizler müslüman olmaktan başka bir halde ölmeyiniz[1643] şeklindeki vasiyeti yaparlardı. [1644]  Her müslüman buna mümasil bir vasiyeti yazılı olarak bırakabilir.

 

Arkasında Mal Birakmayan Kimsenin Vasiyeti

 

Arkasında dünyalık bırakmayan kimse bu hususta herhangi bir vasi­yette bulunmaz.[1645] Fakat diğer işlerle ilgili hususlarda vasiyet edebilir: [1646]

a- Cenazenin nasıl kaldırılacağı

b- Varsa kitapları -yakınları arasında da bundan faydalanacak kim­se bulunmuyorsa nasıl kullanılacağı.

c- Çocukların nasıl bir gidişat takip edecekleri.

d- Çocukların yakınlara ve diğer insanlara karşı ne gibi muame­lelerde bulunacağı hususlarında vasiyet edebilir. Nitekim Hz. Peygamber kendilerine gelen heyetlere ve elçilere nasıl muamelede bulunuyorlarsa müslümanların da öyle bulunmalarını istemiştir. [1647]

 

Hastayı Ziyaret

 

Önemi:

1- Müslümanın müslüman hastayı ziyaret etmesi birbirleri üzerindeki haklardan biridir. [1648] Hz. Peygamber hastayı gidip ziyaret etmeyi bizzat emretmiştir [1649]

2- Müslüman müslümanın sevinç gününde yanında olduğu gibi mu-sîbetli gününde de onunla  beraberdir.    Ve  birbirlerine doğruyu ve sabrı tavsiye etmekle kurtuluşa ererler. [1650] Binaenaleyh hasta yılgındır, hayatı süzüşü değişiktir. Teselli aramaktadır. Acısını paylaşacak birini her gün gözetlemektedir. Hasta yatağına uzanmış olan  kimse, şayet konuşacak ve derdini dinletecek birini bulamazsa canı sıkılır.

3- Hastanın en çok morala ihtiyacı vardır. Kulaklara akan tatlı söz­lerden ve tesellilerden daha iyi moral da düşünülemez.

4- Hz. Enes'in anlattığına göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Allah kıyamet gününde, şöyle buyuracak: "Âdem oğlu! Hastalandı­ğında beni ziyaret etmedin, Âdem oğlu: 

-Rabbim! Seni nasıl ziyaret edebilirim ki, sen Âlemlerin Rabbısın, der.

-Kulum filân hastalandı da onu ziyaret etmedin, ama bil ki, onu zi­yaret etseydin elbette beni onun yanında bulurdun"[1651], buyurur. Bu hususta daha çok hadisler vardır:

a- Hastayı ziyaret ediniz.[1652]

b- Bir müslüman, müslüman kardeşini hasta iken ziyaret ettiğinde hasta başından ayrılana kadar o ziyaretçi cennet bostanında yaşar.[1653]

c- Herhangi bir müslüman, sabahleyin hasta kardeşini ziyaret eder­se yetmişbin melek ona akşama kadar rahmet okurlar. Eğer akşamleyin ziyaret ederse yetmişbin melek ona sabaha kadar istiğfar ederler. Aynı zamanda o kimse için cennette toplanmış meyva vardır.[1654]

d- Abdullah b. Ömer şöyle demiştir:

Resulûllah'ın maiyetinde oturuyorduk. Ensardan bir kimse çıkageldi ve Peygamber'e selâm verdi. Sonra Ensarî arkasına dönüp giderken Resulûlah hemen

"Ey Ensar kardeş! Benim kardeşim Sa'd b. Ubade nasıldır?" dedi. O zat:

"İyidir" diye cevap verdi. Bunu takiben Resulûllah:

"Sa'd b. Ubadeyi sizlerden kim ziyaret etmek ister?" deyip hemen kalktı. Biz de onunla beraber kalktık. Biz on kişiden fazla ziyaretçi olmuştuk. Üzerimiz­de ayakkabılar, edikler, başa giyilen şeyler ve gömlekler yoktu. Şu çorak arazilerde yürüyerek nihayet onun yanına vardık. Resulûllah ve onun maiyyetinde bulunan Sahabileri Sa'de yanaşsınlar diye etrafındaki halk geriye çekildiler. [1655]

 

Erkeğin Kadın Hastayı Ziyareti

 

Yakınları birbirlerinin hastalarını ziyaret etmesi gerekli bir husustur. Yalnız bir erkek yabancı bir kadını ziyaret edebilir mi? Ümm'ul Alâ hasta iken Hz. Peygamber'in kendisini ziyaret edip, müslüman hastanın Allah günahlarını, ateşin altın ve gümüşü erittiği gibi götürdüğünü müjdesini verdiğini nakleder. [1656]

 

Diğer Dinlere Mensup Olan Kimseleri Ziyaret

 

Kendilerine kitab yerilmiş yahudî ve hıristiyanları ziyaret etmekte bir beis yoktur. Hz. Peygamber hasta olan bir yahudî genci ziyaret etmiştir. Fakihler ehl-i kitabtan sayılmayan mecusiyi de İslâm'ın uzlaşmaya verdiği öneme binaen ziyarete cevaz vermişlerdir.

Hattâ fasık müslümanı ziyaret etmenin ziyaretini uygun bulmuşlar­dır. [1657]

 

Ziyaret Usulü

 

1- Birinin hasta olduğunu duyan kimse hemen ona gider ve gider­ken de kendisiyle beraber gelmek isteyenlerin olup olmadığını soruşturur.

2- İmkân nisbetinde hastanın bulunduğu yerin uzaklığı düşünülme­den ziyaret ihmâl edilmemelidir.

3- Hastanın yanına varılınca, hastanın etrafında bulunanlar geriye çekilir. Yeni gelenler onun yanına sokulur. [1658]

4- Hastanın bulunduğu duruma göre hareket edilir. Hz. Peygambere göre ise "hastanın yanına varılınca sizden birinizin elini hastanın alnına ya­hut eli üstüne koyarak nasıl olduğunu sorması hastayı ziyaret etmenin tamamlayıcı adabındandir[1659]  buyurmuştur.

5- Gerekirse bazı dualar okur.

a- Hz. Âişe'nin anlattığına göre Allah'ın Resulü ailesinden biri has­talandığı zaman sağ elini hastaya sürer ve:

"Ey insanların Rabbı olan Allah'ım! Bu izdırahı gider. Şifâyı veren sensin. Senden başka şifâ veren yoktur. Buna hiçbir hastalık bırakmaya­cak şekilde şifâ ver" şeklinde dua eder. [1660]

b- Ebû Abdullah Osman b. Eb'il As anlatıyor:

Bir gün vücudumda hissettiğim ağrıdan Allah'ın Resulüne şikâyet et­tim. Bunun üzerine Allah'ın Resulü:

"Vücudunun ağrıyan yerine elini koy ve üç defa "Bismillah" ve yedi defa "Hissettiğim hastalığın zararından ve tehlikesinden Allah'ın yüceliğine ve kudretine sığınırım" söyle [1661] buyurdu.

c- Böyle duanın önemli olduğuna işaret eden hadisler çoktur.

"He­nüz eceli gelmemiş olan bir hastayı ziyaret eden kimse onun yanında: 'Büyük Arşın Rabbi olan Ulu Allah'tan sana şifâ vermesini dilerim', derse Allah onu o hastalıktan kurtarır."

d- Ziyaretçinin bütün gayesi, hastayı ümitlendirmek, şevkini kırma­mak, kısacası onun moralini takviye etmektir. Şayet hastanın manevî bün­yesi müsaitse, bu hastalığın ona manevî yönden fayda vereceğini söyle­mek yerinde olur. Hz. Peygamber hasta olan bir Ashab'ının yanına girer ve diğer hastaları ziyaretinde olduğu gibi O'na da "geçmiş olsun, inşaallah bu hastalık günahlarınızı temizler[1662] der.

6- Hasta herkesten daha çok ölümü düşünür. Bazılarında bu dü­şünce okadar ileri gider ki; her an ölecekmiş gibi düşünüp durur. Ziya­retçi bu yönden de onu teselliye çalışmak ve ona Allah'ın hiç bir nefsin zamanı gelmeden ölmiyeceği, [1663] her ömür için kararlaştırılmış bir za­manın olduğu, [1664] binaenaleyh bu gibi yersiz düşüncelerin İslâm'da yeri olmadığı söylenilmelidir.

7- Hastanın mâlî durumu göz önünde bulundurularak onun hoşuna gidecek bazı gıdalar hediye etmelidir. Yahut sormalıdır. Hz. Peygamber bir hastanın ziyaretine gider ve bir şeye iştahı olup olmadığını sorar. [1665]

 

Hastayı Yakınlarından Sorma

 

Mutad ziyareti yaptıktan sonra, zaman, zaman hastanın yakınlariyle herhangi bir yerde karşılaştığında onu onlardan sormalı. Nitekim, Hz. Peygamber'in ölüm hastalığında Hz. Ali'ye:

"Ey Hasan'in babası (yâni Ali) Allah'ın Resulü nasıl sabahladı," diye sorduklarında O:

"Allah'a hamdolsun iyi olarak geçirdi [1666], der.

 

Ölüm Halinde Olana Ne Yapmalı

 

1- İslâm'ın bütün gayesi kişiyi kelime-i tevhidin mânasına inandırıp böylece Allah'ın birliği ve onun hâkimiyeti altında kula kul olmaktan kurtar­maktır. Hz. Peygamberin bütün gayesi bu idi. Bu sebepten O ölüm ha­linde bulunan kimseye de bunu telkin etmeyi istemiştir:

"Sizden ölüm halinde bulunan kimselere 'Lâ ilahe illâllah'ı telkin edi­niz[1667] "hadiste ölülerinize" ifadesi geçmektedir. Burada ölüler tâbiri ile ölümü yaklaşan kimse kastedilmiştir. "Sekerat-ı mevt" dediğimiz bu halde zavallı hasta, ölümün en şiddetli saatlerine, şeytanın türlü tesvilâtına maruz bulunduğundan, ölmüş farzedilmiş ve ona yapılacak tevhidi-Bari telkinin pek mühim olacağı bildirilmiştir. [1668]

2- Hastaya dua etmek ve yanında ancak iyiyi konuşmaktır. Seleme'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Hasta yanına yahut ölüm halinde bulunan kimse yanına gittiğinizde hayır (dua) söyleyiniz. Çünkü melekler söyliyeceğiniz sözlere 'âmin' der­ler." [1669]

3- Ölüm halinde bulunan kimseyi kıble yönüne yöneltmeyi Said b. el Müseyyib iyi görmemiştir.

Zer'a b. Abdurrahman anlatıyor:

Ben Sai'd b. el Müseyyib'in hastalı­ğını gördüm ve onun yanında Ebû Selme b. Abdurrahman bulunuyordu. Sai'd üzerinekapandı. Ebû Selmeye onun yatağını kıble tarafına döndürmesini söyledi. Bunun üzerine Sai'd ayıldı.

"Yatağımı çevirdiniz? diye sordu.

"Evet, derler

Bunun üzerine Ebû Selmeye baktı ve:

-  Bu işin senin bilginle olduğunu görüyorum.

"Evet ben onlara böyle yapmalarını söyledim, der.

Said yatağını tekrar eski durumuna getirmelerini söyler. [1670]

4- Böyle bir durumda olan hastanın yanında "Yasin" sûresinin okun­ması hakkında bâzı rivayetler vardır.

a- Ahmed b. Hanbel ve bâzı muhaddisler Ma'kı) b. Yesar'dan şu ha­disi rivayet ediyorlar:

"Ölüm hâlinde bulunan kimselere "Yâsîn" okuyunuz" [1671]

b- İbn-i Ebî Şeybe ve el-Mervezi'nin Câbir b. Zeyd'den çıkarttıkları bir hadise göre:

"Ölüm halinde bulunan hastanın yanında, Ra'd sûresini okumak müstehaptır. Zira hu sûre ölüm hâlini hafifletir ve ruhunun kabzedilmesini kolaylaştırır. Aynı şekilde ölümden sonra Yasin sûresini okumak da müstehaptir. Zira ölünün ruhu, Kur'an'ı duyma ve bereketini elde etme yönünden diri gibidir. [1672] Fakat halk İhlâs sûresini okunmadan ölü ru­hunun semâya yükselmeyeceğine inanırlar. Bu tamamen yanlıştır." [1673]

c- Ölüm hâlindeki hastanın yanında "Yasin" sûresini okuma husu­sundaki hadisin sahih olmadığı bildiriliyor. [1674]

Bunlara bakarak (a) şıkkında belirtildiği üzere okunmasında bir mah­zur yoktur. Binaenaleyh, ev içine çökmüş bulunan hüznü Kur'an sesiyle dağıtmak faydalı olsa gerek.

5- Hasta olan bir gayr-ı müslimi ziyaret etmekte bir sakınca yoktur. Durum müsaitse ona İslâm olması telkin edilir. Hz. Enes anlatıyor:

Allah'ın Resulüne hizmet eden bîr yahudî çocuk vardı. Birgün hasta­landı. Allah'ın Resulü onu ziyarete gitti ve baş ucunda oturdu. Ona:

"İslâm ol, dedi. Çocuk yanında bulunan babasına baktı. Babası:

"Eb-ül-Kâsım'a (yâni Hz. Muhammed'e) itaat et, dedi. Çocuk müslüman oldu. Bunun üzerine Hz. Muhammed:

"Bu çocuğu ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun, diyerek çıkıp gitti. [1675]

6- Aybaşı, Lohusa hallerinde bulunan kadınların ölüm döşeğinde bu­lunan hastaların yanında bulup bulunmayacakları hususu fakihler tarafın­dan ihtilâf konusudur. Yalnız bu durumda bulunan kadınlar hastaya yakın ve onların hizmetinde bulunan kimseler ise yahut hasta bunların kendi ya­pından ayrılmalarını arzu etmiyorsa kalmalarında bir sakınca yoktur. [1676]

 

Ölünün Yanında Bulunanların Yapacaği İşler

 

1- Hasta ruhunu teslim edince yanında bulunanların yapacağı çok işler vardır.

a- Ümmü Seleme şöyle dedi: Allah'm Resulü, Ebû Seleme'nin (ölü­münü müteakip) yanına girdi, onun gözü açık halde idi. Gözünü kapattık­tan sonra:

"Muhakkak ki ruh kabzedildiği vakit göz onu arkasından takip eder, buyurdu. Ev halkından bazı kimseler feryatla ağladılar. Bunun üzerine Resulûllah:

"Kendi nefislerinize hayırdan başka şey dua etmeyiniz. Çünkü me­lekler söylîyeceğiniz sözlere (dualara) âmin derler. Sonra şöyle dua etti:

"Allahım! Ebû Seleme'ye mağfiret et. Onun derecesini hidâyete eren­ler içerisinde yükselt. Onun arkasından ailesinin baki kalanları arasında ona halef ol. (Onun işini üzerine al) Kabrinde ona genişlik ver ve ora­da kendisini nurlandır. [1677]

b- Hz. Ebû Bekir de Hz. Peygamber'in vefat ettiğini duyunca evine gider, yüzündeki örtüyü çeker, yaklaşır ve alnından öperek ağlar. [1678]

c- Hz. Peygamber, ölmüş olan Osman b. Maz'unun yanına girer, yü­zünü açar ve yaklaşır öper. Hadisi anlatan Hz. Âişe'ye göre "öyle kî ya­naklarında göz yaşlarının aktığını gördüm" [1679] diyor.

d- Hz. Enes anlatıyor: Allah'ın Resulü can çekişen oğlu İbrahim'in yanına girdi. Bunun üzerine gözleri yaşardı. Abdurrahman b. Avf bunu görünce:

"Sende mi ağlıyorsun ey Allah'ın Resulü? deyince O:

"Ey Avf'ın oğlu! Bu göz yaşları şefkattendir," buyurdu.  Sonra bunu müteakip şöyle dedi:

"Göz yaşarır, kalp kederlenir. Biz ancak Rabbımızın razı olacağı Sözleri söyleriz. İbrahim biz senin firakınla kederliyiz [1680]

e- Mute savaşı esnasında Hz. Peygamber hutbeye çıkar.

"İşte san­cağı Zeyd aldı, Zeyd katlolundu. Sonra sancağı Cafer aldı. O da katlolundu. Sonra sancağı İbn-i Revana aldı. O da katiolundu" buyurdu. Enes anlatıyor:

Bunu derken Allah Resulünün gözlerinden yaşlar akıyordu. [1681]

f- Hz. Üsame anlatıyor:   Hz. Peygamber'in kızı Zeynep babasına:

"Oğlum öldü, bana geliniz, diye haber gönderdi. Allah'ın Resulü de kızına selâm söyleyip:

"Allah'ın almak ve Allah'ın vermek istediği her şey kendisine aittir. Her şeyin O'nun yanında belirli bir ömrü vardır. Sabret ve bunun sevaplı olacağını hesapla, diyerek cevap gönderdi. Bu sefer Zeynep, Allah'ın Resûlü'nün kendisine gelmesi için and vererek haber gönderdi. Bunun üze­rine Hz. Peygamber beraberinde Sa'd b. Ubade, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit ve başka adamlar olduğu halde Zeyneb'in evine gelirler. Bedeni eski  bir kırbaya dönmüş  ıstırap çeken  çocuk,  Hz. Peygamber'in kucağına verildi. O'nun göz yaşları akıyordu. Sa'd b. Ubade:

"Allah'ın Resulü! bu nedir? diye hayret edince O:

"Bu gözyaşı Allah'ın kullarının gönüllerine koyduğu bîr rahmettir. Allah bu rahmeti kul­larından ancak şefkatli olanlara ihsan eder[1682] buyurdu.

Bütün bu hadisler, bağırmadan ve çağırmadan ağlamanın caiz olduğu­nu gösteriyor. Bu ağlamaktan ziyade içten gelen bir şefkattir. Allah ise şefkatli olanı sever. Diğer hadis kitapları da bu hususta bazı rivayetler ge­tirmişlerdir.

j- Hz. Peygamber ölümle pençeleşen küçük kızını kucağına alıp elini çocuğun üzerine koyar, çocuk inliyordu. Bunun karşısında Hz. Pey­gamber ağlar. Bunu gören Ümmü Eymen de ağlar. Allah'ın Resulü Ümmü Eymen'e:

"Allah'ın Resulü yanında iken ağlıyor musun?" deyince O:

"Allah'ın Resulü ağlarken ben niçin ağlamıyayım, cevabını verir. Al­lah'ın Resulü:

"Ben ağlamıyorum- O göz yaşları rahmettir" [1683], buyurur.

k- Hz. Peygamber'in kızı Rukayye ölünce, kadınlar ağlar. Hz. Ömer bunları ağlamaktan alıkoymak isteyince Allah'ın Resulü:

"Ömer! Bırak şu kadınları ağlasın, sonra sizi cenazede şeytan anırmasından men ederim. Eğer ağlamak gözden, kalpten gelirse o, Allah'ın rahmetindendir. Eğer düden ve elden gelirse (yâni dil bağırır, el de yaka, paça yırtarsa) bu da şeytandandır[1684] buyurur.

 

Ölünün Yakınlarına Düşen Görevler

 

1- Yakınlarından birinin öldüğü haberi kendilerine gelen akrabalara şu iki iş gereklidir.

  1. a)Allah'ın şu âyetine istinaden sabretmek ve kadere razı olmak:

"Mu­hakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, nefis Serden, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenlere müjde et. Oralara bîr musibet gel­diğinde "Biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz" derler.   Rablerinin mağ­firet ve rahmeti onlaradır. O'nun yolunda olanlar da onlardır." [1685]

  1. b)Hadiste de bunun önemine işaret vardır. Hz. Enes anlatıyor:

Hz. Peygamber kabrin yanında bağırarak ağlayan bir kadının yanından geçti, kadına:

"Allah'tan sakın ve sabret" buyurunca kadın:

"Benden uzaklaş, sen benim uğradığıma uğramadın, der. Kadın O'nu tanımadı. O'na:

"Bu Allah'ın Resûlü'dür, denilince Peygamber'in kapısına gelir. Ka­dın, kapının yanında kapıcılar bulmaz.   Hemen içeri girer ve:

"Allah'ın Resûlü seni tanımadım, der. Hz. Peygamber:

"Sabır -musibetin- birinci vuruşu sırasındada"  [1686] buyurur.

Hz. Peygamber bir musibetle karşılaşan kimsenin bunun karşısında sa­bırlı olması gerektiğine işaret etmiştir. Yırtılmakla, bağırmakla hiç bir şey geri dönderilmez. Üstelik kaybedilir. İyisi mi ki, Allah'ın verdiğine sabır edip, büyük bir teslimiyet içinde hâdiseyi karşılamaktır, Müslim Hadis kitabı, "kendi çocuğuna ağlıyordu[1687]  kaydını koyarak kadının kime ağladığını tasrih ediyor. Anneler çocuklarına karşı çok şefkatlidirler. Çünkü onlardan bir parçadırlar. Binaenaleyh Allah'ın kendilerine verdiği bu nimeti, tekrar elinden alınca, anne kendisinden uzaklaşmış bu ciğer paresine ta­hammül etmez. Halbuki bu nîmet geldiği kapıya dönmüştür. Bunun karşı­sında sabırla göğüs gerenin mükâfat elde edeceği bildiriliyor:

  1. a)Erginlik çağına varmamış üç çocuğu vefat eden her müslümanı; an­cak Cenâb-ı Allah o çocuklara olan geniş rahmetiyle o müslümanı cennete sokar.[1688]  Onlar cennetin kapıları önünde olurlar.  

"Babalarımız gelince­ye kadar, burada duracağız" derler. Bunun karşısında onlara:

"Siz ve ba­balarınız Allah'ın rahmetinin genişliğiyle cennete giriniz[1689] denilir.

  1. b)Her hangi bir kadının üç çocuğu vefat ederse onlar ateşe karşı bir perde olurlar, ifadesini Hz. Peygamber buyurunca, bir kadın:

"Ya iki tane olursa" şeklinde sorunca "iki de olsa[1690] buyurur.

Çocuğu ölen kimse sabırla bunu karşıladığı takdirde mükâfat elde ede­ceğini diğer bir hadiste ortaya koyuyor.

Bîr kimsenin çocuğu öldüğü zaman Allah-ü Teâlâ meleklerine şöyle der:

"Siz kulumun çocuğunun ruhunu mu aldınız?"

"Evet.

"Peki kulum ne nedi?"

"Sana hamdetti ve istirca etti.

"Allah buyurur:

"Cennette kuluma bir ev yapınız ve onu "hamd" evi olarak adlan­dırınız." [1691]

II- a) Akrabanın yapacağı ikinci iş "istîrca" etmektir. Bu da "İnna Liliâhi ve inna ileyhi râciûn = Biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz" [1692] demeleridir. Buna şu da ilâve edilir. "Allahümme ü'curni fî musibeti veh-lüfli hayran minha = Allah'ım uğradığım musibetin ecrini ve ondan daha iyisini bana ver." [1693]

  1. b)Yas tutması: Ölünün çıktığı ev halkı değişik bir ruhî durum için­dedirler, içlerinden birini kaybetmenin üzüntüsü onların her birini sarmış­tır. Bundan dolayı günlük ziynetlerini yapmayı düşünmezler. Bu noktadaPeygamber'in (s) sünneti şu yoldadır:

"Allah'a ve âhiret gününe îman eden bir kadının kocasından başka bir ölü için üç günden fazla yas tutması he­lâl değildir. Fakat kadın kocasına karşı dört ay on gün üzüntüsünü izhar eder" [1694]

Nitekim Hz. Peygamberin zamanındaki kadınlar buna riâyet etmişler. Ebû Seleme'nin kızı Zeynep diyor ki: Cahş'ın kızı Zeyneb'in kar­deşi vefat edince yanına gitmiştim. Zeynep koku isteyip süründü. Sonra dedi ki:

Benim gibi yaşını, başını almış bir kadının kokuya ne ihtiyacı olabilir. Şu kadar ki ben Allah'ın Resulünün minber üzerinde şöyle buyurdu­ğunu işittim. [1695] (Yukarıdaki verilen hadisi rivayet eder).

Yalnız ölüye yas tutmanın vacip olduğu şeklinde bir düşünceye gidil­mesi doğru değildir. Ölünün ister yakınları isterse yabancılardan biri olsun, kaybettiği kimsenin kederinden süsten uzaklaşır. Yalnız hadis, kadının ko­cası öldükten sonra dört ay on gün yas tutabileceğini bildiriyor. Bu gerekli­dir. Kocası ile tatlı ve acı günleri paylaşmış olan bir kadın onu kaybettikten sonra yine eskisi gibi süslenip kuşanması düşünülemez. Süsten uzak ha­yat yaşaması kocasının hukukuna gösterdiği saygının bir nişanesidir. Bütün İslâm hukukçularına göre kocası vefat eden bir kadın geceli gündüzlü dört ay on gün süslenmesi yasaklanmıştır. Ve kederlendiğini ortaya koy­ması vaciptir. [1696]

 

Ölünün Yakınlarına Yasak Olan Şeyler 

 

Ölünün yakınlarına yapılması istenmeyen bazı hususlar vardır:

  1. a)İslâm'dan önce Araplar'da bir âdet vardı. Herhangi bîri öldüğü za­man kadınlar onun arkasından ellerini yere vurarak, başlarına toprak saça­rak, elbiselerini yırtarak, kendilerini yere atarak ve saçlarını yolarak bağı­rıp çağırırlardı. Hattâ bazıları bunu vasiyyet ederdi. Meşhur cahiliyye şâir­lerinden ve "Muallâkat-ı Seb'a"'dan[1697] biri olan Tarafa İbn-i Abd'ın şu beyti o cümledendir. "Ey sevgili Ümmü Ma'bed Ben öldüğümde benim ölümümü, lâyık olduğu müstesna bir tarzda ilân et. Ölümümden müteessir olarak yakanı parça parça et" [1698] Bugün de bu durum vardır. Anadolu'­nun birçok köylerinde, kasaba ve şehirlerde ölünün arkasında feryat ede­rek ağlayan, kabrin üzerine kendini atan, tabuta sarılıp çıkmasını istemeyen kimseler çoğunluktadır. Bütün bunların aşırı bir özlemden doğduğu söy­lense de, bu aşın sevginin rahmete dönüşmesi daha verimlidir. Diğer İs­lâm ülkelerinde de bu durum yaygındır. Özellikle Mısır'ın cenaze alaylarında görev almış kadınların bağırış ve çağırışları Cahiliye Araplarını hiç aratmıyor. İslâm'ın bu vadideki sözü nedir? Bu husus hadis koleksiyon­larında sabft bir gerçek olarak görünmesine rağmen bölgedeki yaygın örf bunu ikinci dereceye atmıştır. Bu tip hareketlere "nevha" denir ki hadis­lerde yerilmiştir.

 

I- Bağırma

 

1- Ümmetimden cahiliyet âdetlerinde kalma terkedemedikleri dört huy vardır:  

Babalarının yaptıklarıyla öğünmek, nesepleri horlamak, yıldız­lardan yardım dilemek ve ölüye nevha [1699] etmektir. Ölünün arkasında nevha eden kadın, ölümünden önce tevbe etmezse, kıyamet gününde üzerinde katranlı bir elbise ve uyuzlu bir gömlek olduğu halde kaldırılır. [1700]

2- Üzersnde nevha edilen ölü, yapılan nevha yüzünden azap olunur. [1701]

3- İnsanlar içinde iki kimse vardır ki onlar küfür içindedirler:  

Ne­sebi kötüleyen, ölüye nevha yapan kadın [1702]

4- Allah ham nevha eden kadana, hem de onu dinleyen kadına gadap etsin [1703]

 

II- Yüzünü Tırmalama

 

5- Yüzünü tırmalayan, yakasını yırtan, yok olmasını dileyen kadına Allah lanet etsin. [1704]

6- Allah nevha eden, onu dinleyen, saçını yolan, yüzünü yolup tırmalıyan, eline, koluna dövme yapan ve yaptıran kadınlara lanet etsin. [1705]

7- Hz. Peygamber kadınlardan biat alırken [1706] nehva etmeyecekle­rine dair söz alır. [1707]

Hz. Peygamber sessiz bir şekilde ölünün üzerinde göz yaşı dökmüş, bunu rahmet olarak telâkki etmiş ve böyle yapanlara karışılmamasını iste­miştir. Fakat yukarıda hadislerin ifadelerinde de gayet açık olarak ortaya konan, bağırıp çağırma şeklindeki ağlamaları yasaklamıştır. Bu bir bakı­ma takdire karşı çığlıklarla karşı koymaya çalışmak gibidir. Halbuki çizi­len plâna bu tip bağırtıların hiç tesir etmediği ve gideni geri döndermediği herkes tarafından kabul edilecek bir husustur. Hattâ kendi örfüne kapılarak bu noktada inadı bırakmayan hakkında Yüce Resul gayet kesin konuşmuştur.

 

III- Yanaklarını Dövme

 

8- Kim ki (ölüler için) avuç içi ile yanaklarını döver, yanaklarını yır­tar ve cahilîyet âdeti üzere feryat ederse, bizden değildir.

Demek ki, İslâm'ı kabul etmiş kadın ve erkek bu kabil hareketlerden uzaklaşmalı, yoksa hiç yoktan sünnet ehlinden uzaklaşmış olur.[1708]

9- Hz. Peygamber'in oğlu İbrahim öldüğü zaman, Üsame bin Zeyd ba ğırarak ağlar. Bunun üzerine Resulûllah şöyle buyurur:

"Bu benden değildir. Böyle bağıran doğru yapmaz. Kalp üzülür, göz yaşını döker, fakat Rab kızdırılmaz." [1709] Rabbın kızdırılması yukarıda da işaret edildiği gibi takdire karşı çıkıştan ve ondan geleni sabırla kabul et­meme gösterişine kapılmaktandır. Umulur ki müslüman kadınlar, Hz. Pey­gamber'in cahiliye âdeti olarak kaydettiği bu âdetten vaz geçer, sünnetin aydınlığına gelirler.

 

IV- Saçını Yolma

 

10- Ebû Bürde anlatıyor: Babam Ebû Mûsâ, bir kere şiddetli hastalı­ğa tutuldu. Başı ailesinden birinin kucağında olduğu halde bayıldı. Bu­nun üzerine ailesi bağırarak ağlamaya başladı. O zaman Ebû Musa'nın onu bundan menetmeye gücü yetmedi. Baygınlığı atlatıp kalkınca: "Allah'ın Resûlü'nün uzak olduğu kimseden ben de uzağım. O musibet anında ba­ğıran, saçını yolan ve elbisesini parçalayan kadınlardan uzaktı" [1710] der.

 

V- Ölünün Üzerinde Şiir Söylemek

 

11- Hz. Peygamber'e biat eden kadınlardan biri anlatıyor:

Biz ona hiç bir hususta isyan etmeyeceğimizi, yüzümüzü tırmalamayacağımızı, belâ­yı istemiyeceğimizi, yakamızı musibetten dolayı parçalamıyacağımızı ve ölüm üzerine şiir söylemiyeceğimizi biat ettik.[1711]

Bazı kimseler üzüntüden dolayı sakalını bırakırlar ve sonra yine ke­serler. Bu da bidattir. Her bidatci ise sapıklıktadır. [1712]

 

Ölüm İlânı (Na'y)

 

İslâm'dan önceki devrelerde olan duruma benzetilmediği takdirde, birinin öldüğünü ilân etmek uygundur. Câhiliye zamanındaki ilân şöyle idi. Eşraftan birisi ölünce kabilelere birer süvari gönderilir ve "filân öldü, onunla birlikte Arap kavmi de öldü" diyerek ölenin birtakım mefahiri sayılarak ölüm ilân edilirdi. Bu ilânı da ağlamalar, inlemeler, saç yolmak, yaka pa­ça yırtmak gibi türlü çılgınlıklar takip ederdi. İslâm bunu yasaklamıştır. [1713] Bu husus yukarıda etraflıca anlatıldı.

Uygun bir şekilde ilân etmede bir sakınca bulunmadığına dair elde hadisler vardır:

a - Hz. Peygamber, Necaşi'nin vefatını, Necaşi öldüğü günü haber verdi. [1714]

b- Mute savaşında kumandanların şehit düştüğünü bildirmiştir. [1715]

Yalnız haber verişte Hz. Peygamber herhangi bir övgüye gitmemiş, me­ziyetlerini sayıp dökmemiştir. Öldüğünü haber vermiş sonra gıyaben namaz kılmaya başlamıştır. Bu hadisin ışığında şimdiki ölüm ilânlarının tahlil edilmesi yerinde olur.

a- Hz. Peygamber'in şiddetli olarak karşısında durduğu husus bir işin câhiliye zamanındaki duruma benzer bir durum içinde kendini göstermemesidir. Cahiliyedeki ölüm ilânı ise:

Etrafı ağlamaya çağırmak, onları kedere boğdurmak ve ölenin asaletini sayıp dökmektir. Bazı gazetelerde görülen ölüm ilânlarında bu şekildeki bir durumla karşılaşmak mümkündür. İlândan gaye ölü hakkında Allah'tan bağışlanma dilemektir. Binaenaleyh eğer gazetede ilân etme zorluğu var ise kısa ve öz cümlelerle herhangi bir soyluluk sıfatını eklemeden verilmelidir. Yoksa mahzurludur ve fayda­sızdır.

b- Ölüm haberini bildiren -radyo, gazete buna dahildir- insanlar­dan ölen hakkında Allah'tan mağfiret dilemeleri iyi olur. Hz. Peygamber Mute savaşında şehit düşen kumandanları anlatırken her biri için mağfiret dilemelerini istemiştir. [1716]

c- Hz. Peygamber Necaşi'nin öldüğünü ilân edince "Kardeşiniz için, Allah'tan mağfiret dileyiniz[1717] demiştir.

Bütün bunlar gösteriyor ki; ölüm ilânından gaye kitleyi mateme boğ­mak ve onları ağlamaya çağırmak için olmayıp Allah'tan ölü için mağfiret dileyenleri çoğaltmaktır. Her türlü gösterişten ve velveleden kaçınmalıdır.

d- Yakınlarına dostlarına öleni bildirmeyi, çoğu İslâm düşünürleri ta­rafından iyi karşılanmıştır. Tanıdık veya tanımadık kimselerin ölümünde üzerinde namaz kılanları ve dua edenleri çoğaltmak için ilân yapmakta bir sakınca yoktur. Nevevî diyor ki:

"Asıl yasak olan ölüm ilâm câhiliye za­manında yapılan ölüm ilânıdır ki" [1718] bu husus yukarıda anlatılmıştı.

Hz. Ömer de sessizlik içinde gözyaşı dökmede bir sakınca görme­miştir:

Halid b. Velid öldüğü zaman, Benî Muğire'den kadınlar toplayıp ağ­lamaya başlarlar.   Bunun üzerine Ömer'e:

"Onlara bir haber gönderip onları ağlamaktan alıkoysanız, derler.

Hz. Ömer ise:

"Başlarına toprak dökmedikçe, avaz avaz bağırıp çağrışmadıkça Ebû Süleyman'a (Halid'in künyesidir) göz yaşı dökmeleri bu kadınlar aleyhine bir hüküm getirmez. [1719]

Bütün bu hadisler gösteriyor ki; aile fertlerinden veya tanıdıklarından birini kaybetmiş olan kimse derin bir şefkat sonucu olarak gözyaşları dök­mede bir sakınca yoktur. Bu durum hem Hz. Peygamber'de sâdır olmuş ve hem de Hz. Peygamber göz yaşı dökenlerin bu şefkat belirtisine karışma­mıştır.

 

Ağlama Müddeti

 

Kalpleri şefkatle dolu olan kimseler kaybettiklerinin kederleriyle gö­nülleri dolu doludur. Zaman zaman ölen yâdedilince, gözyaşlarını tutamıyanlar çoktur. Hiç şüphe yok ki devamlı teselli ve sabırlı hareket buna engel olacak en büyük vasıtalardır. Zaten müslümanlar birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmekle kurtuluşa ererler. [1720] Yalnız ağlama müddeti için de bir zaman tanınmıştır:

Abdullah b. Cafer'in anlattığına göre, Hz. Peygamber Cafer ailesine üç gün ağlamalarına müsaade vermiş, üç gün sonra onlara gelerek: 

"Bugünden sonra kardeşimin üstünde ağlamayınız" buyurur [1721] Yalnız başka bir kaynaktan gelen habere göre, Hz. Fâtıma her zaman ablası Rukayye'nin kabrine gelerek kabrin kenarında ağlamak alışkanlığında idi. Allah'ın Resulü kızını bu durumda görünce mübarek eli ile, elbisesi ile yüzündeki göz yaşlarını silmeğe müsâraat ederdi.[1722]

Dikkat edilecek husus, göz yaşlarının sessizlik içinde akıp gitmesidir. Hıçkırıklar, bağırışlar bu içteki rahmet eserini silip süpürür.Yukarıdaki hadis, yakınını kaybedenin onu her anışta gözlerinin yaşarmasında bir sa­kınca olmadığını gösteriyor.

 

Bâzı Müjdeler

 

Ölüm durumları hakkında Peygamberin bildirdiği müjdeler vardır:

Ölüm büyük bir hâdisedir. Ölü sahipleri kendisiyle birçok hâtıraları olan birini kaybetmenin üzüntüsü içindedirler. Bu yüzden onlar teselliye ve ta­nıdıklarını yanında görmeye muhtaçtırlar. İnanmış kimseler bazı durum­lar hakkında Hz. Peygamber'in verdiği müjdeleri duyarak ölünün sahip ol­duğu mertebeye bakarak üzüntülerini unuturlar. O buyuruyor:

1- Son sözü "Lâ îlâhe illallah" olan cennete girer. [1723]

2- Cuma günü yahut Cuma gecesi ölen herhangi bir müslümanı Al­lah onu ancak kabrin fitnesinden korur. [1724]

Cuma gecesi ve Cuma günü çok önemlidir. Mü'minlerin bolca tevbe et­tikleri topluca Allah'ın huzuruna vardıkları, dinî sohbetleri dinledikleri gün­dür. Hz. Peygamber'in bu hususta hadisleri vardır:

a- Üzerinde güneş doğan günlerin en hayırlısı Cuma günüdür. Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün cennete sokuldu, yine o gün cennetten çıka­rıldı. [1725]

b- Cuma'da öyle bir saat vardır ki, bîr müslüman kalkmış namaz kı­lar, Allah'tan bir hayır dilerken ona rast gelirse herhalde Allah dilediğini ona verir. [1726]

3- Savaş meydanında şehit düşmesi:

"Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın. Bilâkis Rabları katında di­ridirler. Allah'ın bol nîmetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşmayan kimseler, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler." [1727]

Savaş şahsî debdebe, başkasının egemenliği altına alıp sömürme gaye­siyle değil de, haksızlığı, inanca yapılan baskıyı önlemek için yapıldığı tak­dirde İslâm bunu meşru saymıştır. Esasen İslâm'da harbe iten sebebin ne olduğu ortadadır.

  1. a) Putperestliğin zulmünü savmak.[1728]
  2. b)Yaptıkları toptan hücuma karşı toptan cevap vermek.[1729]

İşte bu gaye için savaşan kimse, düşman tarafından öldürülürse şehit­tir. İslâm'daki mevkii gayet büyüktür. Zira zulmü savmıştır. Hz. Peygamber kanın akmasıyle günahın bağışlandığını, yerinin cennet olacağını, kabir azabından uzak kalacağını, îmanın tadını tadacağını, hurilerle evleneceğini ve yakınlarından yetmiş kişiye şefaat edeceğini bildirmiştir. [1730]

Şehitliği samimî olarak umup, savaşta şehit düşmeyen kimse için mü­kâfat vardır. "Allah'tan sadakatle şehit olmasını isteyen kimseyi yatağın­da da ölse Allah onu şehitler derecesine ulaştırır." [1731]

IV- Diğer şehitlik çeşitleri:

  1. a) Allah'ın Resulü: Kimleri şehit sa­yıyorsunuz?

"Sahabeler: Allah yolunda öldürülen şehittir, cevabını verirler.

"O takdirde ümmetimin şehitleri gerçekten pek az olacaktır.

"Öyle ise kimler şehittir?

"Allah yolunda öldürülen, Allah yolunda ölen, Taunda ve Karın has­talığında ölenler şehittir. [1732]

  1. b)Allah yolunda yola çıkan kimse ölürse, yahut öldürülürse şehittir. Yahut atı veya devesi onu boynu üzerine düşürür, yılan sokup öldürürse o şehittir. Yahut Allah'ın dileğiyle herhangi bir âfet neticesinde yatağında ölürse o şehittir ve ona cennet vardır.[1733]

V- Taun neticesinde ölen her müslüman da şehittir. [1734]

VI - Karın ağrısından ölürse şehittir.  [1735] Abdullah b. Yesar anlatıyor:

Ben oturuyordum. Süleyman b. Sa'd ve Halil b. Sard karın hastalığın­dan birinin öldüğünü söylediler. Bu ikisi de onun cenazesinde bulunmayı arzuladılar. Biri diğerine:

"Karın hastalığından dolayı ölenen kabrinde azap çekmiyeceğini, Al­lah'ın Resulü demedi mi" diye sorunca diğeri:

"Evet, cevabını verdi [1736]

VII- Boğularak ve bina altında kalarak ölmek: Yüce Resûl bu husus­ta şöyle buyurmuştur:

"Şehitlik beş kısımdır. Taun (veba) dan, karın hastalığından ölen su­dan boğulan, yıkık altında kalıp ölen, aziz ve celîl olan Allah yolunda şehit düşen." [1737]

VIII- Hâmile olarak ölen kadın da şehittir. [1738]

IX- Yanarak yahut zat-ı cenp'ten ölmek:

Bu hususta hadisler vardır. Bunlar içinde en meşhur olan şudur:

Allah yolunda ölmekten başka yedi şehitlik çeşidi vardır. Karın has­talığından dolayı ölen şehittir, boğulan şehittir, zat-ı cenb'e tutulan şehittir, karın ağrısından ölen şehittir, yanarak ölen şehittir. Yıkıntının altında kala­rak ölen şehittir. [1739]

 

X- Veremden Ölmek

 

"Allah yolunda ölmek şehitliktir. Doğum anında ölmek şehitliktir. Ya­narak ölmek şehitliktir, sudan boğularak ölmek şehitliktir. Veremden ölmek şehitliktir. Karın ağrısından ölmek şehitliktir" [1740]

XI- Malını gasbetmek isteyenler karşısında, malını vermemek için boğuşup ölen kimsenin şehit olduğunu Hz. Peygamber bildirmiştir [1741] Baş­ka bir kaynak bunu daha geniş olarak vermektedir.

"Malını koruma uğrunda ölen, hayat ve ırzı uğrunda ölen şehittir[1742]

Ebû Hüreyre anlatıyor:

Adamın biri Allah'ın Resulüne gelerek:

"Allah'ın Resulü! Malımı almak isteyen bir adam gelse, bu hususta­ki görüşünüz nedir? diye sorunca O:

"Malını ona verme, cevabını verir."

"Eğer benimle dövüşürse, görüşünüz nedir?

"Onunla dövüş."

"Beni öldürürse, ne dersiniz?

"O zaman sen şehitsin."

"Ben onu öldürürsem, ne dersiniz?

"O ateştedir[1743]

Başka bir hadiste de baş vurulacak yerleri göstermiştir.

"Bir adam bana gelerek, malımı istiyor, der.

Allah'ın Resulü:

"Allah'ı ona an, cevabını verir.

"Eğer Allah'ı bilmeyen biri ise.

"Etrafındaki müslümanlardan yardım iste.

"Etrafımda müslümanlardan biri yoksa.

"Onun aleyhine hükümdara başvur.

"Eğer hükümdar benden uzak bir yerde ise.

"Âhiret şehitliğinden biri oluncaya kadar malın uğrunda onunla döğüş yahut bu döğüşle malını korumuş olursun.[1744]

XII- Allah'ın yolunda nöbet beklerken ölen: Hz. Peygamber:

Bir gün bir gece nöbet tutmak, bîr ay nafile oruç tutmaktan ve bir ay'ı namazlı geçirmekten daha iyidir. Şayet ölürse yaptığı işin mükâfatı, de­vamlı olarak ona yazılır. Allah yolunda nöbet tutarak ölen hariç her ölen yaptığıyle ameli son bulur. Fakat onun kıyamete kadar artan ve kabrin de­nemesinden emin olur. [1745]

 

İnsanların Ölüyü Övmeleri

 

1- Ölen kimseyi, en azından bilgin doğru ve dürüst komşularından bir grup yahut en azından iki müslümanın övmesi onun için cenneti ge­rektirir. Bu hususta gelen hadisler vardır. Enes anlatıyor:

  1. a)Peygamber'in yanında bir cenaze geçirildi, ve hayırla anıldı. "Bizim bildiğimize göre Allah ve Resulünü seviyordu" dediler.

Bunun üzerine Al­lah'ın Resulü 'Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu' buyurur. Bir cenaze daha geçirilir ve şerle anılır. "Allah'ın dinî yönünde kötü bir kişi idî" dediler.

Bu­nu duyan Allah'ın Resulü 'Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu' buyurur. Hz. Ömer bunu duyunca:

Anam babam sana feda olsun, bir cenaze geçirildi hayırla anıldı, sen, "Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" buyurdun, bir cenaze daha geçirildi ve kötü olarak anıldı. Bunun üzerine "Vâcîp oldu, vacip oldu, vacip oldu" de­din? Allah'ın Resulü:

"Hayrrla andığınız kimseye cennet, kötü olarak andığınız kimseye ise cehennem vâcîp oldu. (Melekler gökte) sizler yeryüzünde Allah'ın şahit­lerisiniz. (Başka bîr rivayette:

İnananlar yeryüzünde Allah'ın şahitleridir.) Allah'ın bazı melekleri vardır ki insanoğlunun kişi hakkındaki iyi ve kötü yönünden kullandığı dillerine göre konuşur. [1746]

  1. b) Ömer de yanında geçen bir cenazeyi öven kimseleri görünce "cennet vacip oldu" demiş. "Vacip olan nedir" sorusuna karşı Hz. Pey­gamber'in şu hadisini nakletmiştir:

"Herhangi bir müslüman iyi olduğuna dört kişi şahadette bulunur­sa Allah onu cennete sokar".

"Biz üç kişi şahadette bulunursa, deyince.

"Evet üç kişi de olsa," buyurdu.

"Ya iki kişi olsa.

"Evet iki kişi de şahadette bulunsa."

Hz. Ömer devamla:

"Bir kişinin bulunacağı şahadet hakkında, O'na sormadık. [1747]

Şimdi burada önemli bir nokta var:

Davudî'nin de belirttiği gibi cen­nete girişi gerekli olan övgü ve şehadet, fukahaya (İslâm Hukukçularına) göre faziletli kimselerin, doğru ve samimî kimselerin şahadetidir. Fasıkların övgü ve şehadetleri değildir. Çünkü fasıklar kendileri gibi fasık ve masiyet sahiplerini överler ve tabiidir ki; vâdedilmiş olan mükâfatın elde edilişinde hiç bir şekilde etkili olamaz, -devamla- doğru insanların aley­hinde yapılan ithamlarında onun aleyhinde bir yol olmıyacağını ve bun­ların etrafında meydana getirilen dedikoduların bunları azaba sokmayacağını belirtir. [1748] İkinci hadiste belirtilen ölenin tanınmasına bağlılığındandır. Ba­zıları meşhur olur. Bunlar herkes tarafından bilinirler. Bir kısım kimseler de vardır ki; bunlar hayırlarını pek göstermezler, bu sebepten meçhul ka­lırlar işte böyleleri içinde tanıdık iki kişinin şehadette bulunması yeterli gö­rülmüştür. Bütün gaye birbirleri hakkında iyi düşünmek ve bu düşüncenin kendileri içinde paylaşılması için, içinde yaşadığı toplumun veya komşula­rın sağken rızasını elde etmektir. Zira komşunun şahadeti de önemlidir. Hz. Peygamber, "Bir müslüman öldüğünde yakın komşularından dört ev halkı kendisi için "Bu adam hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz" diye şehadet ettiler mi, Allah-ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Sizin bu ölü hakkındaki bilginizi kabul ettim ve sizin bilmediğiniz kusurları da bağışladım[1749]

Baş­ka bir hadiste halkın tezkiyesinden, günahlarının örtülmesinden, hakkında halkın sevgi göstermesinden âhirette elbette rızıklanacaklardır. Hattâ hafaza melekleri:

"Rabbimiz! Sen bilirsin biz de biliriz ki bu ölünün övülen bu iyi­likleri dışında birtakım kusurları da vardır. 

 "Ya bunlar ne olacak- der­ler.  Cenâb-ı Hak:

"Şahit olunuz ki; onların bilmedikleri bu kusurları affettim, bil­dikleri şeyler hakkındaki şehadetlerini de kabul eyledim[1750] buyurur.

 

Ölüyü Yıkama

 

Ölünün etrafında bir grup yıkama hazırlığı, yapıp yıkama işlemiyle uğ­raşmalıdır. Bunun gerektiği hakkındaki hadis şudur:

İbn-i Abbas Arafat'ta vakfederken ansızın devesinden düşüp boynu kı­rılarak ölen kimse için Hz. Peygamber'in:

1- "Bu adamı sidr ve su ile yıkayınız"  [1751]  buyurur.

2- Ümmü Atîye anlatıyor. Biz kızı -Zeyneb-i yıkarken Hz. Pey­gamber geldi ve:

"Onu üç, yahut dört, yahut beş, şayet gerekli bulursanız bundan daha çok olarak su ve sidr ile yıkayınız[1752]  buyurdu.

Bu hadisler yıkamanın gerekliliğini ve duruma göre yıkamanın çoğal­tılmasını belirtiyor. Acaba buradaki emir gerekince ölüyü yıkamak nedir?

Ölüyü yıkamak Hanefî'lere göre dirilere kifâye olarak vaciptir. [1753] Bir grupun yapmasiyle diğerleri üzerinden düşer, farz olan yıkama bütün bede­nini bir defa yıkamaktır. Yıkanmanın tekrar edilmesi sünnettir. Yalnız Mâlikîler fazla yıkamanın sünnet olmayıp mendup olduğunu söylemişlerdir. [1754]

 

Yıkatmanın Sebebi

 

Bir kısım İslâm hukukçuları ölüyü yıkamayı gerektiren sebebi hades (abdestsizlik) olduğunu söyler. Ölüm esnasında mafsalların gevşemesi ve âhirete abdestle göçen bir mü'minîn bile herhalde abdestinin bozulması şüphesizdir. [1755]

Bir kısmı da asıl sebebin necis (pislik) olduğunu söylemişlerse de bunun karşısına Buhârî'nin İbn-i Abbas'tan rivayet ettiği "gerek diri ve ge­rekse ölü mü'min necis olmaz" haberiyle karşı çıkılmıştır. Hasılı asıl olan temizliktir. İslâm herşeyde temizliğe önem vermiş bunda da o gayeyi gözetmiştir.

 

Yıkama Adabı

 

1- Önce teneşir tahtası hazırlanır, etrafı odağacı gibi bir koku ile tütsülenir. Bu tahta yerin durumuna göre yerleştirilir. Ölünün elbisesi çı­karılmış olarak bu tahtanın üzerine yatırılır. Avret mahalli bir bez parçasıyla örtülür. Zira Hz. Peygamber Hz. Ali'ye "ne diri ve ne de ölü bîr kimsenin uyluğuna, avret mahalline bakma" buyurmuştur. Bunun için İmam-ı Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre ölünün avret mahalli istinca edilirken gasil (yıkayıcı) eline bir bez parçası sarar. Ölünün etrafında yıkayan ve ona yardım edenden başka kimsenin bulunmaması iyi olur. [1756]

2- Abdest verilir, abdest organlarında sağ takip edilir. Yalnız ağız ve buruna su verilmez. Fakat bazı bilginler yıkayanın eline bir bez parçası sararak ağzını ve burnunu temizlemesini iyi karşılamışlardır. Abdest ver­meye sağda başlatılır. Abdestte ellerle başlama dirilere aittirler. Çünkü onlar ellerle diğer organlarını yıkarlar. Bu yüzden ellerin temizlenmesi gerekir. Halbuki ölüde böyle bir durum yoktur. Sonra elleri dirseklerine ka(dar yıkanır.  Başı meshedilir. Daha sonra ayakları yıkanır. [1757]

3- Ölünün başı, saçı ve sakalı su ve sidr ile -şimdi sabunla- yı­kanır. Saçı ve sakalı taranmaz. Saçı ve sakalı yoksa buna ihtiyaç yoktur. Suyun dökülmesi de yeterlidir.

4- Cenaze sol tarafına yatırılıp sağ yanı sabunlu sıcak su ile arınasiye ve cenazenin altındaki su hali, ve berrak görülene kadar, hayattaki gusül gibi üç kerre yıkanır. Bu bittikten sonra sağ tarafına yatışılır. Aynı işler yapılır.    Sonra oturtulur gibi kaldırılır. Karnı yumuşak bir surette mesh olunur. Bedeninden bir pislik çıkarsa yıkanılır.[1758] Bu ususta Ümmü Atiye'nin bildirdiği hadis yıkamanın ölünün temizlenmesine bağlı olduğudur. Bu yıkamanın üç, beş ve yedi olabileceğine [1759], hattâ gere­kirse daha fazla olacağına işaret buyurmuştur.

5- Ölünün cesedindeki ıslaklık bir havlu veya bezle silinip kurulanır. Tebhir edilerek hazırlanmış olan kefenin içine cenaze silecekle getirilip gömlek giydirilerek silecek altından çekilir. Secde organlarına kâfur ko­nulur.  Başına, saçına ve sakalına güzel koku sürülür. Sonra tebhir edilerek hazırlanan kefene sarılır. [1760]

 

Yıkayıcı Nelere Dikkat Etmelidir

 

1- Erkek ölüyü erkek, kadın ölüyü kadın yıkar [1761] (Karı - koca bazı durumlarda bunun dışında kalabilir. Hz. Âişe bir gün şiddetli bir hastalı­ğa tutulur. "Vay başıma" (ölüyorum) der. Hz. Peygamber

"Hayır ben vay başıma gelene demeliyim. Şayet sen benden önce ölürsen seni yıkarım, kefenlerim, sonra namazını kılar ve seni defnederim" buyurur) [1762] Esa­sen kadın cenazesini kadınların yıkaması kocasının yıkamasından daha iyi­dir. Fakat bunun hilâfına çıkanlar da vardır ki, bunlar Hz. Fâtıma'nın Hz. Ali'nin kendisini yıkaması için yaptığı vasiyeti ileriye sürerler. Maamafih iddeti içinde ölen karısı kocasının yıkaması caizdir. Fakat terki daha iyi­dir. [1763]

2- Yıkamayı yıkama usulünü en iyi bilen yapmalıdır. Fakat yıka­yanlar ölünün ailesi ve yakınları bulunuyorlarsa yıkama usulünü en iyi bi­lenlerden tercih edilir. Nitekim Resulûllah'ı yıkayanlar ona yakın kimse­lerdir. Hz. Ali "Allah'ın Resulünü yıkadım, ölüden meydana gelen şeyle­re bakmaya koyuldum, fakat bir şey görmedim. O sağken ölüyken de te­mizdi[1764] der.

3- Ölü bedenin aldığı durumu kimseye açmamalı ve gördüğü kötü eserlerden bahsetmemelidir. Hz. Peygamber "Ölüyü yıkayıp -onda görü­len hoşa gitmeyen- şeyleri örten kimseyi Allah-ü Teâlâ kırk defa bağışlar[1765]   buyuruyor.

4- Yıkamayı Allah rızası için yapmalı. Dünya ile ilgili bir mükâfat beklememelidir. İslâm'ın her hususta belirttiği gibi Allah-ü Teâlâ ibâdet­lerde Allah rızası göz önünde tutulduğu takdirde kabul eder. Bu hususta Kur'an'da ve sünnette delil çoktur.

Ölüyü yıkamadaki ücret hakkında fıkhî eserler bilgi vermektedir:

  1. a)Ölünün bulunduğu yerde ölüyü yıkayacak bîr çok kimseler bulun­duğu halde yıkama işi bunlardan birine teklif edilir. O da ücret karşı­lığında yıkayacağını ileri sürerek yıkarsa caizdir. Fakat başka kimse yoksa, yalnız bir kişi bulunursa ücret talep etmesi ve alması caiz değildir. Çün­kü böyle bir durumda yıkama görevi yalnız ve yalnız ona gerekli olmuş oluyor. Bu bakımdan bir müslümanın yapması üzerine farzı ayın olan bir işi yapmak için ücret talebinde bulunması ittifaken uygun olmaz.[1766]
  2. b)Ölü için çarşıda gidip kefen almak, onu biçmek, dikmek cenazeyi ta­şımak ve mezarı kazmak işleri de böyledir. Eğer ortada bîr çok kimseler bulunmasına rağmen bunu biri yüklenir, bunun karşısında bir ücret talep eder ve alırsa bir şey gerekmez. Fakat bu iş yalnız birine terettüp eder­se bunu yapmak ona farz olacağından dolayı caiz değildir.[1767]
  3. c)Maamafih ölünün yıkanması kendisine farz olan kimse bunu Allah rızası için yapar. Ölü sahibi de buna bir hediye takdim ederse hediyeyi almada bir sakınca yoktur. Takdim edileni yeterli bulmayıp kabul etmeme uygun düşmez.[1768]

5- Cenazeyi yıkayan kimsenin sonunda yıkanıp yıkanmayacağı hususu ihtilaflıdır.

  1. a)Yıkanmak müstehaptır. Bu görüşte olanlar şu hidisi delil göster­mektedirler:

"Cenazeyi yıkayan bitirdikten sonra yıkansın ve cenazeyi ta­şıyan abdest âlsın[1769]

b- Bu hadisin zahir ifadesi yıkanmanın gerekliliğini ortaya koyuyor­sa şu aşağıdaki hadisler yıkanmadaki gayeyi açıklıyor. "Ölünüzü yıkadığı­nız zaman size yıkanma gerekmez, çünkü sizin ölünüz pis değildir. Elleri­nizi yıkamanız size yeterlidir." [1770] Hz. Ömer ise "Biz cenazeyi yıkıyor­duk, içimizden bir kısmı yıkanır bir kısmı da yıkanmazdı" [1771]  demiştir.

  1. c)Sahabe ve onları takip eden asırlarda gelen kimselerden bir kısmı cenazeyi yıkayan kimseye yıkanmak gerekir, bir kısmı da yıkanmak değil abdest almak gerekir demişlerdir. Fakat çoğunun görüşü, abdestîn ye­terli olduğu noktasındadır[1772]

 

Yıkanmayan Cenazeler

 

Savaşta şehit düşmüşü yıkamak doğru olmaz. Cünüp olduğuna dair bir ittifak da olsa durum aynıdır. Bu konuda bir çok hadis gelmiştir:

  1. a)Câbir anlatıyor: "Hz. Peygamber -Uhud Şehitleri'nîn- gasledil­meden gömülmelerini emretti"[1773]  Başka bir rivayete göre o şöyle buyur­muştur:

Ben kıyamet gününde bunların Allah yolunda kanlarını harcadıkları­na şahadet edeceğim. Gaza meydanında her yaralanan şehit, yarası kanayarak gelecektir. Rengi aynı kendi rengidir.  Kokusu misk kokusudur. [1774]

  1. b) Enes anlatıyor: Uhud Şehitleri yıkanılmadan kanlariyle gömüldü­ler.[1775]
  2. c)İbn-i Abbas'ın bildirdiğine göre Hamza b. Abdulmuttalip ve Hanzala bin er-Rahip cünüpken şehit düşmüşler.    Bunun üzerine Resulûllah "Ben meleklerin onları yıkadıklarını gördüm"[1776]  buyurmuştur.

Bu hadisler şehid'in yıkanılmayacağını göstermektedir. Süheyl şe­hitlerin yıkanılmaması bu azizlerin ölü değil diri olduklarını tahkik ve "Al­lah yolunda öldürülenleri ölü saymayınız, belki onlar diridir[1777] âyetinin ifade ettiği bir gerçeği doğrulamaktadır  [1778]  diyor.

 

Ölünün Kefenlenmesi

 

1- Yıkama bittikten sonra havlu veya başka bir şeyle kurutulur. Son­ra hazırlanmış kefene sarılır.

Kefenin Kısımları:

  1. a)Sünnet
  2. b)Kifayet (yeterli)
  3. c)Zaruret[1779]
  4. a)Ölünün mâlî durumu yerinde ise, gömlek izar ve lifafe olarak üç parça kullanılır. Nitekim Hz. Peygamber üç parça ile kefenlenmiştir.[1780]
  5. b)Mâlî durumu yerinde değilse o zaman sünnete uygun olarak üç parça kefene sarılması uygun olmaz. (Bu da izar ve lifafe denilen tepe­den tırnağa kadar uzayan iki büyük parçadan ibarettir)[1781]
  6. c) Ölünün (kadın veya erkek olsun) cesedinde hiç açık bırakmaya­cak şekilde bir kat kefene sarmaktır.

Kefenleme:

Önce lifafe denen parça uzun uzuna yayılır. Bunun üzerine de izar sarılır. Gömlek varsa cenazeye bu giydirilir. Başının saçına, sakalına ko­ku sürülür. Secde organları olan alnına, burnuna, iki ellerine, diz kapakla­rına, ayaklarına kâfur konulur. Sonra izarın sol tarafındaki ucu sol tara­fa atılır. Başından ayağına kadar cenazenin cesedi sarılır. Sonra îzarın sağ tarafı da böylece sol tarafa doğru atılarak sarılır. Lifafe de böyle soldan sağa, sonra sağdan sola atılarak sarılır. Kefenin açılmasından korkulursa bağlanır. Fakat cenaze kabre konulduğunda bu bağ çözülür. [1782]

 

Kadın'ın Kefeni

 

Sünnet üzere kadını kefenlemek beş parça iledir. Erkek için kullanı­lan üç parçaya ek olarak himar denilen bir baş ve yüz örtüsü, bir de hırka ilâve edilir. Yalnız kadın gömleğinin yakası göğsüne aşağı açılır. Mezhep İmamlarının çoğu bu noktada birleşmişlerdir. Fıkhın bu konuda dayandı­ğı hadis Ümmü Atiyye'nin şu hadisidir: Biz Zeyneb'i beş parça bez içinde kefenledik ve kadınların hayatta baş örtüsü ile sarıldıkları gibi Zeyneb'i himarına, baş örtüsüne sardık  [1783]  demiştir.

Kadın veya erkek olduğu belli olmayan (hünsa) kimseyi de kadınının kefenine göre kefenlemek gerekir. [1784]

 

Kefenlenmesi

 

Cenazeye önce dira' yâni yakası göğsünde olan gömlek giydirilir. Son­ra himar denilen bez, baş örtüsü gibi kadının başına örtülür ve gömlek üzerine açılır. Bunun üzerine izar onun üzerine de lifafe denilen en ge­niş bez sarılır. En sonra da bu bezlerin açılmaması için hırka denilen enli bez kadının memesi ile göbeği arasına bağlanır. [1785] Saçları iki bölük yapılarak yüzünün yanlarından aşağı gömleğin üzerinden göğsüne doğru uzatılır.[1786]

 

Diğer Hususlar

 

1- Kefen ölünün malından olmalı yahut parasiyle alınmalı [1787] ve­ya sağlığında bakmakla mükellef olan temin etmelidir. [1788] Şayet bir kim­sesi yoksa beyt-ül-mal bunu karşılar. Böyle bir ölünün bulunduğunu duyan müslümanlara ona kefen temin etmek onlara farzdır. Kendi rızasıyla kefen alacak biri çıkmazsa, o zaman etrafındakilerden yardım toplanır. Artan pa­ra verenler belli ise iade edilir. Yoksa başka bîr fakir için kefen alınır.[1789]

2- İyi kefenlenmelidir. Hz. Peygamber

"Sizden biriniz din kardeşi­ni kefenlediği zaman kefenine ihtimam eylesin" [1790]  buyurmuştur.

3- Kefen kâfi gelmiyorsa başından itibaren sarılır ayakları herhangi bir ottan korunabilir. [1791] Bu durum anormal şartlar için düşünülmelidir. Harp, zelzele... v.s. durumlar gibi.)

4- Şehitler şehit oldukları elbiseyle gömülürler. Nitekim Hz. Pey­gamber Uhud şehitlerinin elbiseleriyle gömülmesini istemiştir. [1792]

5- İhramlı kimse olduğu takdirde ihramiyle gömülür. Ayrıca bir ke­fene lüzum yoktur. [1793]

Kefenin rengi ve kalitesi:

Kefenin şu aşağıdaki kısımlara uyması müstahaptır,

1- Beyaz: Hz. Peygamber "giyimlikleriniz içinde beyazı giyiniz o gi­yimliklerinizin en iyisidir ve onunla kefenleyiniz" [1794] buyurmuştur.

2- Erkekler için üç parça olması.

3 - Üç defa buhurlandırmak [1795]  Bu hüküm ihramlıya şâmil de­ğildir.

İsrafa kaçmamalı:

Kefende pahalıya yönelmek üç parçadan fazla yapmak uygun değildir. Sadeliği tercih etmeli. Hz. Peygamber, Allah'ın müslümanlara malı telef etmeyi yasakladığını [1796]  bildirmiştir.

Kefenin pahalısı makbul değildir. Bütün mes'ele örtülmesini temindir. Hattâ hayatta iken giydiği iç elbisesi bile şayet kirli ise temizletilerek onun­la kefenlenebilir. Hz. Ebû Bekir, içinde hastalandığı iki kat elbisesini işa­ret ederek:

"Bunları evvelâ yıkayınız.  Sonra beni bunlarla kefenleyiniz! diye vâsiyyet etmişti. Hz. Âişe:

"Sana bunların yenisini almiyalım mı? diye sormuş. O büyük Ha­lîfe:

"Hayır bunların yenilerine ölülerden ziyade diriler lâyıktır, cevabını vermiştir. [1797]

Nasıl olsa toprağın altında kefen çürüyecektir. Kaliteli kefenin ölüye faydası olmayacaktır. Ölüye faydası olan onun adına yapılan yardımlar­dır. Herşeyde olduğu gibi bunda da israftan kaçınmak şarttır.

 

Cenazeyi Taşıma, Takip Etme Ve Defn

 

Cenzeyi takip etmekte müslümanın müslüman üzerindeki haklarından biridir. [1798]  Bu takip iki çeşittir:

  1. a)Evinden musallaya.
  2. b)Evinden defnedilecek yere kadar.
  3. a) Peygamber'e, biri ağır hasta olduğu zaman sehabe haber verir. O da ruhu alınıncaya kadar yanında kalır, onun hakkında istiğfarda bulunur, gömülünceye kadar arkadaşlarıyla cenazenin yanından ayrılmazdı. Bu durumun Hz. Peygamber'i yorduğunu gören bir grup O'nun fazla yo­rulmaması için, hasta ruhunu Allah'a teslim ettikten sonra Yüce Resulü haberdar etmelerini iyi bulurlar. Nitekim öyle yaparlar Hz. Peygamber cenaze namazını kıldırdıktan sonra ya ayrılır yahut defn edilinceye kadar cenazeden ayrılmazdı. Zaten müslüman müslümanın sevincini ve kederini paylaşmalıdır.[1799]  Böyle bir günde cenaze sahibini yalnız bırakmamak, hat­tâ ona iş gördürmemek çektiği acılara birer tesellidir. Ulemanın hepsi kom­şuların ve dostların cenazelerine iştirak etmenin vacip olduğunu bildirmiş­lerdir. [1800] Cenazeye iştirak cenaze ile gitmek ve cenaze namazını kıl­makla tefsir edilmiştir. Binaenaleyh cenaze ile gidip de sonra geri dönüp gelmekle cenazeye ittiba edilmiş olmuyor.    Bu yolda gidip gelmekle ne cenaze bir mükâfata kavuşuyor ve ne de cenazeyi teşyi eden sevaplanmış oluyor. [1801]  Hz. Peygamber:

"Hastayı ziyaret, cenazeyi takip ediniz, bu size âhiretî hatırlatır[1802]  buyuruyor.

  1. b) Şüphesiz en iyisi evinden alıp gömülünceye kadar takip etmektir. Hz. Peygamber:

"Bir kimse müslüman bir cenazede inançlı ve Allah rızası için namazı kılıncaya kadar bulunursa, ona bir kırat, gömülünceye kadar orada hazır bu­lunursa iki kırat, (mükâfat) vardır."

"Allah'ın Resulü iki kırat nedir?" diye sorulunca O:

"İki büyük dağ gibi", diğer bir rivayette:

"Her kırat Uhud dağı gibidir" buyurmuştur [1803] Her Peygamber bu benzetmeyi, kişinin elde ettiği mükâfatı sembolik olarak ifade etmek için yapmıştır.

 

Yasak Olan Durum

 

1- İslâm'a aykırı bir surette cenazeye iştirak etmek caiz değildir. Bu hususta hadisler gelmiştir. Hz. Peygamber:  "Cenazeyi bağırarak ve ateş yakarak takip etme[1804] buyurmuş, İbn-i Ömer'in bildirdiğine göre Hz. Peygamber cenazeyi bağırarak takip etmeyi yasaklamıştır. [1805]

2- Cenazenin önünde sesini yükselterek bir şeyler okumakta bidat­tir. Kays İbn-i İbbad'ın bildirdiğine göre Hz. Peygamber'in ashabı cenazede sesi yükseltmeyi kötü görüyorlardı. [1806] Çünkü bunda hristiyanlara bir ba­kıma benzemek vardır. Hristiyanlar, salınarak, nağme yaparak ve mateme bürünerek cenazede,  İncil ve ilâhîlerden  kısımları seslerini  yükselterek okurlar. Binaenaleyh İslâm adabına göre, cenazenin önünde sesli olarak tekbîr getirmek, ilâhî okuyarak cenazeyi götürmek yasak olduğu gibi, mü­zik âletleri eşliğinde cenazeyi götürmek de yasaktır. [1807] Bu son devir hristiyanların cenazeleri için yaptıkları bir âdettir. İslâm âdetleri içinde ise böyle birşey yoktur. Çünkü İslâm, ölünün üzerinde bağırarak ağlama­yı, bağırarak Kur'an, ilâhî okumayı yasaklamış, böyle hüzün yağdıran koro hâlindeki çalgıya tahammülü yoktur. Ümit edilir ki; Allah'ına teslim edil­miş böyle bir kimseyi dirilerin sırf yanlış tatbikatı azaba sokmasın. Nevevî şöyle diyor: 

"Biliniz ki asıl sevap olan ve tercih edilen ve şerefin üzerin­de bulunduğu yol, cenaze ile giderken susmaktır.    Okuyarak, anarak ve bundan başka hususlar için ses yükseltilmez. Bundaki hikmet açıktır. Bu durumda istenilen zaten budur. Seni muhalefet edenlerin çokluğu aldat­masın". Bu anlamda Fudayl b. İyaz şöyle der:

"Doğru yola tutun, bu yola tutunanların azlığı sana zarar vermez. Sapık yoldan sakın, helâka gidenle­rin çokluğu seni gaflete düşürmesin."

 

Yürüme

 

Cenaze evinden, yahut musalladan alındıktan sonra yürüyüş tarzında dikkat edilecek hususlar vardır:

1- Yürüyüşün çabuk olması gerekir.  Bu hususta Hz. Peygamber'in hadisleri gelmiştir:

  1. a)Cenazeyi çabuk götürünüz, şayet bu ölü iyi biriyse, bu bir hayır­dır. Onu hayır ve sevabına ulaştırmış olursunuz. Eğer bu cenaze iyi bîr kişi değilse bu da bir serdir, -bir an evvel- o şerri omuzlarınızdan atmış olursunuz.[1808]
  2. b)Cenaze tabuta konulup, erkekler omuzlarına yüklendiklerinde o ce­naze iyi bir kişi ise:

"Benî sevabıma ulaştırınız" der. Şayet kötü biriyse:

"Eyvah! bu cenaze ile nereye gidiyorsunuz?" diye feryad eder. Cenaze­nin bu bağırtısını -gafil- insandan başka her varlık duyar. İnsan bunu duysa derhal bayılır. [1809]

  1. c)Güzide şehabî Ebû Hüreyre de ölüm kendisine yaklaşınca, kendisi­ni süratli götürmelerini vâsiyyet etmiş ve yukarıdaki hadise benzer hadisi nakletmiştir.[1810]
  2. d) Ebû Bekir de, Hz. Peygamber zamanında hafif yollu suratla ce­nazeyi götürdüklerini bildirmiştir.[1811]

 

Sür'atın Sınırı

 

Hadislerde geçen sür'at koşa koşa gitmek olmadığını hadis açıklamacıları belirtmişlerdir.

  1. a)Serahsî, Mebsut'ta "cenaze naklinde, tevkit ve tâyin edilmiş bîr sınır yoktur. Şu kadar ki; İmam Ebû Hanîfe acele edilmesini severdi"[1812] demiştir.
  2. b)İmam Ebû Hanîfe'nin sözlerinin esasını içine alan "Hidaye'de" "Ce­maat cenaze ile yürürler ve yelmenin altında sür'at ederler"[1813]  denili­yor.
  3. c)Nevevî, "Bilginler cenazede yelmenin müstehap olduğuna ittifak et­mişlerdir. Yalnız, sür'atta cenazenin bozulmasından yahut değişeceğinden ve bu gibi şeylerden korkulursa o zaman yavaş ve yumuşak hareket edilir"

[1814] diyor.

  1. d) Peygamber'in hanımı Hz. Meymune'nin cenazesinde bulunan İbn-i Abbas orada bulunanlara:

"Bu Meymune'dîr. Na'şını kaldırıp götürür­ken, sarsıp sallamayınız" [1815]  demiştir.

Bütün bunlar gösteriyor ki:

Cenaze itidal ile götürülmeli, bunun için pek vakit öldürmemek, zira aksi durum, iş vaktinin ölmesine, üzüntünün artmasına ve -sıcak bölgelerde- ölüden bazı durumların meydana gel­mesine sebep olur. Bekletmekte fayda yoktur. Bir an önce işi bitirmek daha faydalıdır.

Telha İbn-i Berza hastalanır, Resulûllah ziyaretine gelir ve "Ben Telha'yi iyi bulmadım, ona ölüm çalsa gerek, ölünce bana bildiriniz. Teçhizini defnini acele ediniz. Zira bîr müslüman gövdesini ailesini gözü önünde hapsedip kokutmak uygun değildir[1816] buyurur.

"Bugün bazı kimselerin cenazenin arkasında adım adım yürüyüşüne gelince bu durum, kötü görülmüş bir bidattir, sünnete aykırıdır, kitap sa­hibi yahudîlere benzemeyi içine almaktadır." [1817]

 

Cenazeyi Takip Şekli

 

Cenazeyi takip edenin, cenazenin neresinde bulunması gerektiği hak­kında rivayetler vardır.

a- Önde, arkada yakın olmak şartıyla sağından solundan yürümek caizdir. Yalnız binekli, Hz. Peygamber'in şu hadisine göre arkasından yü­rür:

"Binekli cenazenin arkasından, yaya dilediği şekilde (önünde, arka­sında, cenazeye yakın olarak sağ ve solundan) yürür. Çocuğun üzerinde ise namaz kılınır. Anne ve babası için mağfiret ve rahmet istenerek dua edi­lir." [1818]

b- Cenazenin arkasında ve önünde gitmek: Hz. Enes'în anlattığına göre Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekr ve Ömer cenazenin önünde ve arkasında yürümüşlerdir. [1819]

c- Fakat en iyi yürüyüş arkasından yürümektir: Çünkü Peygamber,

"Cenazeyi takip ediniz[1820] buyurmuştur. Hanefîlerce cenazeyi arkadan takip etmek daha iyidir. Hz. Ali de: "Cenazenin arkasından gitmenin ön­den gitmeye nispetle, kişinin cemaatla kıldığı namazın, münferit olarak kıldığı namaza olan fazileti gibidir" [1821] demiştir. İmam Birgivi de arkadan türümesine taraftardır. [1822] İbn-i Ömer'in cenazeyi arkadan takip ettiğini gö­ren Nafi:

- Ebû Abdurrahman ! Cenazenin önünde mi yoksa arkasından mı gi­dilmelidir ? diye sormuş, O da :

"Beni görmüyor musun? İşte cenazenin arkasından gidiyorum, ceva­bını vermiştir. [1823]

İbn-i Azip hadisinde "Bize Resulûllah cenazeyi takip ile emretmiştir" buyurulmasının zahirinde arkada gidilmek efdal olduğuna delâlet eder. Çün­kü "ittiba" arkadan takip ile olur. Öne geçmek uymak değildir. Yine Hz. Ali: "Cenazeyi önüne al ve iki gözünü ona dik! Cenaze bir öğüttür, âhîreti ha­tırlatır, ondan ibret alınır" demiştir.

Mamafih, cenazeyi takip, teşyi ile emir, nedb içindir, vücub için değil­dir. Bu sebepten önden takip etmekte de Hanefî imamları kerahet görmemişlerdir. Şafiî imamları önden takipetmenin daha iyi olduğunu söylemişlerdir.[1824]

 

Taşıma

 

Sünnet olan dört kişinin münavebe ile taşımasıdır. [1825] Cenaze ko­nulan tabutun önden ve arkadan dört kolu olmalı, herbiri birinden tutmalı.

Önce önden ve tabutun sol tarafından girip tabutu sağ omuzuna ala­rak en az on adım götürüp, sonra aynı tarafın gerisinden yine sağ omuzuna alıp on adım götürür. Sonra önden tabutun sağ tarafından girip sol omu­zuna alarak yine on adım götürür. Bundan sonra aynı tarafın gerisinden yine sol omuzuna alıp on adım götürür ve bu suretle tabutun dört köşe­sinden omuzuna almış ve onar adımdan kırk adım taşımış olur. [1826] Zaten Hz. Peygamber de "Cenazeyi takip eden, tabutun bütün dört yanından ayrı ayrı taşısın[1827] buyurmuştur. Tabutu hemen doğrudan doğruya omuzlamak mekruhtur. Sünnet olan, tabutun kolunu önce eliyle tutup sonra onu omuzlamaktır. Önde ve arkadaki iki kolu birer kişinin tutması da mekruh­tur. Fakat zarurî durumlarda bir beis yoktur. Yine sütteki çocuğu, biraz ondan daha büyüğü binek üzerinde elinde taşımasında bir sakınca olmama­sına rağmen, zaruret olmadan büyüğün cenazesini hayvan üzerinde -bu­gün motorlu vasıtalarda- taşımak mekruhtur. Şayet ölünün defn edileceği yer yakınsa böyle bir taşıma vasıtasına yüklemekten çekinilmelidir. Vasıta daha çok uzak mesafeler için kullanılır. [1828]

Sütteki çocuğu yahut ondan biraz daha büyüğünü tabuta koymayıp, mü­navebe ile elde taşınabilir. [1829]

Cenazenin taşınmasını muayyen bir grupa vermekte yersizdir. Gaye herkesin bu son yolculukta, dindaşına son vazifeyi yaparak sevap kazanmasıdır. Bu sevaba engel olmak kimsenin hakkı değildir.

Cenazeyi binekli takip etmekte bir sakınca yoksa da, en iyisi yaya gitmektir. Şayet bînekli olarak takip ediyorsa, bu durumda, cenazenin önün­de gitmesi mekruhtur. Çünkü kaldıracağı tozlarla arkadan gelenlere zarar verir. En iyisi binmemektir. Sehabi Sevba'nın anlattığına göre, Hz. Pey­gamber, cenazede iken kendisine bir binek getirilir, fakat O, orfa binmek­ten imtina eder. O defnden sonra, binek getirilince, o zaman biner. Ken­disine bu durum sorulunca O, "Meleklerde yürüyorlardı, onlar yürürler­ken benim binmem olmazdı. Onlar çekip gidince ben bindim" [1830] buyur­muştur.

Defnedildikten sonra, binek veya vasıtaya binmenin caiz olduğuna dair başka bir rivayet daha var:

Cabir b. Semûre anlatıyor:

Biz de hazırken Allah'ın Resulü, İbn-üd-Dahdah'ın cenaze namazını kıldırdı. (Başka bir rivayette, Allah'ın Resulü İbn-üd-Dahdah'ın cenazesine yürüyerek çıktı.) Sonra eğersiz bir at getirildi, biri tuttu (cenazeden ayrılınca) Hz. Peygamber ona bindi. At hemen sür'atle seyirtmeye ve sıçramaya koyuldu, biz de O'nu takip ediyor ve arkasından (başka bir rivayette etrafında) koşuyorduk. Bu arada cemaattan biri şöy de dedi. Peygamber:

"Dahdah oğlu için cennette asılmış yahut yakınlaştırılmış nice hurma salkımları vardır." [1831] buyurdu.

 

Kadınların Cenazeye İştirak Etmeleri

 

Kadınların cenazeye iştiraki Hanefî'lere göre, harama yakın bir mek­ruhtur.    Şafiî ve Hanbelİ'ye göre ise mutlak haramdır. Mâlikî ise şöyle şartlı bir görüş ileri sürmüştür. Kadın yaşlı ise cenazeyi erkeklerin arka­sından takip etmesi caizdir. Genç ise, şayet herhangi bir fitnenin çıkma­sından korkulmuyorsa, kendisi için değerli olan; baba, çocuk, koca ve kar­deş gibi kimselerin cenazesine çıkması uygundur. Fakat çıkmasından her­hangi bir fitnenin doğacağından korkulursa, çıkması caiz değildir. [1832] Fa­kat çıkılmaması hususunda Hz. Peygamber'den sadir olmuş hadisler vardır:

Ümmü Atiyye anlatıyor:

"Cenazeyi takip etmekten men edildik. Zaten bu bize düşmez." [1833] Hz. Enes anlatıyor:

"Allah'ın Resulü île bir cenazeye gitmiştikte, Resulûllah orada birtakım kadınlar görmüştü. Onlara:

"Cenazeyi omuzlar mısınız?" dîye sordu. Onlar:

"Hayır omuzlamayız, dediler.

"Ya ölüyü defneder misiniz?"

"Hayır.

"Öyle ise nikahınızla ve hiç bir mükâfat elde etmeyerek evinine dö­nünüz[1834] buyurur.

Kadınların cenaze namazında bulunmaları da mekruh karşılanmıştır. [1835]

Esasen cenazeyi takip etmekteki gayenin ne olduğunu Hz. Peygamber bu verilen son hadiste açıklamıştır. Kadınların cenazeyi taşımaları ve defn işiyle uğraşmaları her salim düşünen kimse tarafından kabul edilmeyeceği de aşikârdır. Binaenaleyh hiç bir hizmet içinde olmayacakları için kadın­ların cenazeye teşyiine iştirak etmeleri yersizdir. Fakat her durumda oldu­ğu gibi bunda da zaruret hasıl olunca, işin keraheti kalmaz. O zaman ka­dınlar taşıma ve defn işiyle uğraşabilirler.

 

Cenazeyi Takip Ederken Takınılacak Durum

 

1- Cenazeyi teşyi edenlerin sükût içinde bulunmaları sünnettir. Ses­lerini yükselterek, Allah'ı anma, Kur'an okuma, kasîde-i bürdeyi söyleme ve ilâhî okumak mekruhtur. İçlerinden Allah'ı anmak isteyen, kendi için­de Allah'ı anabilir [1836] Resulûllah'ın eshabi da sesin yükseltilmesini ke­rih görmüşlerdir. [1837]

2- Boş şeyleri konuşmaktan, sağa sola bakmaktan çekinmek, devam­lı olarak dünyanın sonucunun ne olduğunu cenazeyi göz önünde bulundu­rarak düşünmeli.

3- Gülmek ve şakalaşmaktan kaçınmalı. Abdullah İbn-i Mesut cena­zede birinin güldüğünü görünce hatâsını yüzüne vurur. [1838]

 

Cenazenin Önünde Kalkmak

 

Cenazenin önünde kalkmak veya kalkmamak hususunda değişik hadis­ler gelmiştir.

Kalkması gerektiğini bildiren hadisler:

I- "Sizin biriniz bir cenaze gördüğünde onunla beraber gitmeyecek­se cenaze o kimseyi geride bırakana kadar, yahut o kimseyi bırakmazdan evvel cenaze yere indirilene kadar ayakta dursun[1839]

II- Tehavinin Ebân İbn-i Osman'dan rivayetine göre:

Bir kere Ebân'ın yanından bir cenaze geçmişti. Eban bu cenazeye kıyam edip demiş ki:

Os­man (r.a.) ın yanından bir cenaze geçmişti. Osman ona kıyam edip de­di ki:

Resulûllah'ın yanından bir cenaze geçti de O (s.a.) ayağa kalktı. [1840]

Bu hadislere bakarak cenazede kalkmanın vâcib olduğunu ve hükmün kaldırılmadığını söyliyenler vardır. [1841]

Cenaze geçerken ayağa kalkma keyfiyetinin kaldırıldığını söyliyenierin delilleri:

III- Hazret-i Ali diyor ki:

Allah'ın Resûl'ü cenaze geçerken kalkardı, sonra oturdu, kalkmadı. [1842]

Bu hususta da değişik rivayetler gelmektedir. [1843]

Yalnız Hazret-i Peygamber'in şu hadisi de çok manidardır. Hazret-i Cabir anlatıyor:

Yanımızda bir cenaze geçti, Hazret-i Peygamber ona kıyam etti. Biz de kalktık ve:

"Allah'ın Resul'ü! Bu bir yahudî cenazesidir, dedik. O:

"Bir cenaze gördüğünüzde (müslim olsun, kâfir olsun) ayağa kalkı­nız (çünkü ölüm korkunç şeydir)" buyurdu. [1844]

Bu husus çok ihtilaflıdır. En iyisi cenazeyi gören kalkıp onu biraz ta­kip etmeli ve dolayısıyla orta bir yol seçmelidir.

 

Defnetmek

 

1- Kâfir de olsa ölünün defnedilmesi gerekir.

  1. a)Hazret-i Peygamber Bedir'de öldürülen müşrik askerleri defnetmiştir.[1845]
  2. b)Hazret-i Peygamber inanmadan ölmüş amcası Ebû Tâlib'i gömmüş­tür.[1846]

2 - Müslüman kâfirle, kâfir müslümanla gömülemez

3- Eve gömülemez (Hazret-i Peygamber için özel durum vardır. [1847] Hazret-i Peygamber "Evlerinizi kabir yapmayınız" buyurmuştur.

4 - Şehidler bulunduğu yere defnedilir. [1848]

Gömülmesi caiz olmayan zaman:

Zaruret hariç şu üç vakitte ölünün gömülmesi caiz değildir:

  1. a)Güneş doğarken yükselene kadar.
  2. b)Güneş tam tepede iken, batıya yönelene kadar.
  3. c)Güneş batarken guruba kadar.[1849]

Gece gömülmesi:

1- Zaruret olmadan gece gömülmemelidir. Eshabtan birinin yeter­siz bir şekilde gece kefenletilerek gömüldüğü Peygamber'e anlatılınca ge­ce vakti cenazeyi defni nehyetmiştir. [1850] 

"Bir güçlük bulunmadıkça ölü­lerinizi gece defnetmeyiniz" [1851]

2- Nehy taraftan olanları müşküle sokan husus Peygamber de da­hil dört halîfenin gece defnedilmeleridir.    Bunun için çoğu bilginler gece defninde sakınca bulmazlar [1852]

3- Şayet kabir yapma ve gömme işlemini kolaylaştıracak vasıta (lâmba, fener, elektrik) varsa zaruret karşısında caizdir. [1853]

 

Kabir

 

Her varlık ölümü tadacaktır. [1854] Fakat insan oğlunun ölüsüne karşı gösterilen tutumlar diğer varlıklarınkine benzemez. İşte insanın ölünce defnedildiği yere kabir denir. Her köyün her kasaba ve şehrin kabristan'ı vardır. Sonra her ailenin kabristandaki yeri ayrıdır ki; buna bugün "aile kabristan')" denir. Kabrin de bazı özellikleri vardır:

1- Kabir derinlemesine kazılan bir çukurdur. Uzunluğu ölünün bo­yuna göredir. Kazılması emredilmiştir. [1855]

2- Geniş olmalıdır, Hazret-i Peygamber bir ensarın kahirinin kazıl­masında kazanın geniş kazmasını tavsiye etmiştir. [1856]

3 - Lâhid yapılması caizdir. [1857]

4- Zaruret anlarında iki veya daha çok kimseyi ayni kabre gömme­de mahzur yoktur. [1858]

5- Ölü kadın da olsa kabre indirmeyi erkek yapar.

6- Ölünün yakınları kabre inip mevtayı yerleştirmeye daha hak sa­hibidirler. Nitekim Hazret-i Peygamber'i damadı Hazret-i Ali yıkamış ve O'nunla birlikte yine yakınlarından üç kişi kabre yerleştirmiştir. [1859]

7- Kocanın, hanımın defn işini üzerine alması uygundur. [1860]

8- Ölü kabirde sağ tarafına çevrilerek yüzü kıbleye karşı getirilir. [1861]

9- Ölüyü kabre yerleştiren kimse "Bismillah ve alâ sünneti Resulûllah" yahut "Milleti Resulûllah" [1862] der.

Kabre yerleştirdikten sonra yapılacak işler:

1- Kabir yerle bîr olmamalı, en azından bir karış kadar yerden yük­sek olmalı. [1863]

2- Örgüçlü yapmak; Anlatıldığına göre Hz. Peygamber'in ve Ebû Be­kir, Ömer (r.a.)  kabirleri böyle idi. [1864]

3- Taş yahut başka bir şeyi kabrin belli olması için dikmek. [1865]

4- Bugün yapılan kabir üzerindeki telkinden vazgeçmek. Çünkü bu telkin hakkındaki hadis doğru bir hadis değildir. [1866]

Şeyh Ali Mahfuz diyor ki:

"Definden sonra yapılan telkin hakkında tabiinden olan Raşid b. Sa'd Hamza b. Habib ve Hakim b. Ömeyr'den bir eser varit olmuştur. Şöyle de­mişlerdir: "Kabir düzeltilip insanlar oradan ayrıldıktan sonra, kabrin ya­nında:

Ya fulan! Kul Lâ ilahe illallah, eşhedü en lâ ilahe illallah (üç defa) ya fulan! Kul Rabbiyellahü ve dînil-İslâmü ve nebiyyi Muhammedün Sallâllahü aleyhi ve sellem = Ey filân! Söyle Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah'­tan başka ilâhın olmadığına şahadet ederim. Ey filân! Söyle! Rabbim: Al­lah, Dînim: İslâm, Peygamberim: Muhammed (s.a.v.) denilmesi iyidir. Bu gibi bir eser merfu olarak Hz. Peygamber'den, Taberanî ve Şafiî olan Abdül-Aziz, Hanbeli, Ebû umâme'den rivayet etmişlerdir."

Biz diyoruz ki:

Bir kısım hadis hafızları eserin ravileri hakkında sus­muşlar onu cerh ve ta'dil etme hususunda konuşmamışlardır. İbn-i Hazm hadisin ravileri arasında bulunan Raşidin zayıf olduğunu kesinleştirdi. Ebû Umâme'den rivayet edilen hadiste ise senedinde ihtilâf edilmiştir. Bir kıs­mı isnadı doğru, bir grup ise isnad hakkındaki grupu "biz onları tanımı­yoruz" demişlerdir. İbn-üs-Selâh ve Nevevî gibi telkini iyi bulanlara va­rıncaya kadar, Askalanî, Hafız-ül-lrakî, İmam İbn-ül-Kayyim hadisi zayıf bul­duklarına hükmetmişlerdir. Definden sonra yapılan telkin hakkında İmam-ı Ahmed'e sorulunca şöyle cevap verir:

"Ebu-I-Mugıre'nin ölümünde Şam'lıların yaptığı hariç onu herhangi birinin yaptığını görmedim".

Bunlardan da öğrendin ki; definden sonraki telkin bir sözdür, yoksa bir hadis ve gördüğümüz şekilde senedi zemden uzak bir eser değildir.

Hz. Peygamber'den sabit olmuş bir durum olmadığı için İmam-ı Mâlik'in mezhebine göre mekruhtur. İmam-ı Şafiî bunu müstehap görmüş, Ebû Hanîfe'nin mezhebinde ise bu durum Hz. Peygamber'den sabit olmuş bir iş olmadığından, onu ne mesnun ne mekruh ve ne de yapmakta zarar gör­mez. Bu bakımdan o kendisinde iyi ve kötü olmayan bir iştir. [1867]

Fakat telkin keyfiyeti Hz. Peygamber'den sadır olmamakla beraber, de­finden sonra meyyitin bağışlanması için dua etmek Hz. Peygamber'in yap­tığı ve arkadaşlarını da bunu yapmaya davet ettiği bîr iştir. Demek ki sünnet ajan budur. Yalnız orada ölü için dua ve istiğfar etmek, orada bu­lunanları da buna davet etmek iyi olur. Hz. Peygamber buna davet etmiş­tir. [1868]

5- Hazır olanlara ve ondan sonraki durumlar hakkında hatırlatma yapmak için defn esnasında orada oturmak caizdir. [1869]

6- Ölmeden önce kabrini yapmak doğru olmaz. Bunu Peygamber ve arkadaşları yapmamıştır. Sonra kul nerede öleceğini bilmez. Fakat kul ölüme hazırlık için bunu yaparsa, bu iyi bir iş olur. [1870]

 

7- Kabirleri Secdegâh Yapma

 

  1. a) Peygamber, yahudî ve hristiyanların peygamberlerinin kabirle­rini birer secde yeri edinmelerinden dolayı kınamıştır.[1871]  Sonra Habeşlilerln bir sâlih insan öldüğü zaman onun kabri üzerinde bir secde yeri yap­maları ve onun bir resmini koymalarından bahsederek onların Allah in­dinde halkın en şerlileri olduğunu bildirmiştir.
  2. b)Cabir anlatıyor: Resulûllah kabrin kireçle yapılmasını, kabrin üzerin­de oturulmasını ve üzerine bina kurulmasını yasakladı.[1872]

Hadis açıklayıcısı Nevevî bu hadisi açıklarken diyor ki:

Bu kurulan bina, yapanın mülkü üzerine kurulmuş ise mekruhtur. Eğer yapanın mülkünde değil umuma ait kabristan dahilinde ise haramdır. Bunun yasak ol­duğunu imam-ı Şafiî de "el-üm"de açıklamıştır; "Mekke'de bazı valilerin bu çeşit kabristan dahilinde inşa edilmiş olan kubbelerin yıkıldıklarını gör­düm. Halbuki; bilginlerden hiç biri bunu menetmemiştir." Bülûğ-ül-Emani"-de ise şu bilgi vardır:

Bu bina ister doğrudan ölüye ait olsun, (kabir üze­rine inşa edilen kubbe gibi,) ister dirilerin istifadesi için yapılsın (mescit ve ziyaretçilerin istirahatına mahsus hücre -oda- gibi) deniliyor. Yine bu eserde "eğer bina süs ve böbürlenme için yapılmamış ise kerahet var­dır. Süs vs böbürlenme gayesiyle yapıldıysa haramdır." [1873]

8- Kabirler üzerine oturulmaz ve onlara doğru namaz kılınmaz. Hz. Peygamber:

"Kabirlere doğru namaz kılmayınız, kabirlerin üstüne de otur­mayınız[1874]  buyurmuştur.

 

9- Kabirleri Ziyaret

 

Hz. Peygamber kabrin üzerinde çığlık kopararak ağlıyan bir kadını gö­rür, onun bu hâlini tenkit eder. Bu yönetilen tenkit onun bağırması hak­kında idi. İşte bu duruma bakarak hüküm veren fakihler, kabir ziyaretinin kadın ve erkeğe yasak olmadığını ifade etmişlerdir.

Kabir ziyaretinin yasak olmadığını söyliyenler şu delilleri getirmekte­dirler:

  1. a)Kabirleri ziyaret etmekten sizi menetmiştim. Artık onları ziyaret ediniz.[1875] Çünkü kabir ziyareti ölümü hatırlatır. [1876]
  2. b)Annem hakkında istiğfar etmek için Rabbim'den izin istedim. Ba­na izin verilmedi. Annemi ziyaret için izin istedim. Bana izin verildi. Siz de kabirleri ziyaret ediniz. Zira ziyaret ölümü hatırlatır.[1877]
  3. c)Ben sizi kabirleri ziyaret etmekten alıkoymuştum. Şimdi ise onları ziyaret ediniz. Çünkü kabirlerde bir ibret vardır.[1878]
  4. d)Ben sîzi kabirleri ziyaret etmekten menetmiştim. Şimdi ise onları ziyaret ediniz. Zira kabirleri ziyaret etmek kalbi inceltir, gözyaşı döktürür ve âhireti hatırlatır. Fakat bâtıl söz söylemeyiniz.[1879] (yâni cahiliye za­manında söylediğiniz o bâtıl sözleri kabirlerin başında konuşmayınız).

10- Kadınların ziyareti:

  1. a)"Kabirleri ziyaret ediniz" ifadesi umumî bir ifadedir. Bunun içine hem erkek ve hem de kadınlar girer.   Nitekim "Ben sizi kabirleri ziyaret et­mekten menetmiştim" ifadesi de kadın ve erkeğe racidir. Bu yasak İs­lâm'ın başlangıcında her ikisine şâmildi.
  2. b)Yukarıda (d) şıkkında gösterilen kabirleri ziyaret etmekteki sebep, hem erkeğe ve hem de kadınlara aittir.   İkisinin de kalbi incelmeli gözleri yaşarmalı ve âhireti hatırlamalıdırlar.
  3. c)Kadınları ziyaret hakkında iki hadis var:

I- Abdullah b. Ebî Melike anlatıyor:

Âişe bir gün kabirlerden geliyordu. Ben O'na:

"Mü'minlerin annesi nereden geliyorsun? dedim.

"Abdurrahman'ın (kardeşinin) kabrinden, dedi.

"Allah'ın Resulü kabirleri ziyaret etmekten men etmedi mi?

"Evet yasaklamıştı fakat sonra onları ziyaret etmeyi emretti. (Baş­ka bir rivayette): 

"Allah'ın Resulü kabirleri ziyarete izin verdi" şeklin­dedir. [1880]

II- Hz. Âişe anlatıyor:

Peygamber benîm yanımda bulunduğu gece olunca geldi. Müteakiben ridasını yere koydu, ayakkabıları çıkarıp onları da ayaklarının yanına koy­du, îzârının bir tarafını döşeğinin üzerine yayıp uzandı. Ancak benim uyuduğumu zannedinceye kadar eğlendi. Müteakiben yavaşça ridasını aldı. Yine yavaşça ayakkabılarını giydi. Sonra yavaşça kapıyı kapattı. Ben de elbisemi başımdan geçirip burundum, izânmı da giyindim. Sonra arkasından gittim. Nihayet Peygamber Baki mezarlığına vardı, ayakta durdu ve duruşunu uzattı. Sonra üç defa ellerini kaldırdı. Sonra gerisin geri hareket etti. Ben de dönüp geriye hareket ettim. O sür'atli yürüdü, ben de sür'atli yürüdüm, O sekerek yürüdü ben de sekerek yürüdüm. O koş­tu, ben de koştum. Neticede ben O'nun önüne geçtim ve eve girdim. Ben yatar yatmaz O da eve girdi ve:

"Ya Âişe! neyin var? nefesin heyecanlanmış, buyurdu. Ben:

"Bir şey yok dedim.

"Vallahi ya bana haber verirsin, yahut da Latîfu-I Habir olan Allah bana haber verir, buyurdu. Ben:

"Yâ Resulûllah! Babam, anam sana feda olsun, dedim ve olanı kendişine haber verdim.

"Önümde gördüğüm insan karartısı sen miydin? dedi.

"Evet, dedim. Bunun üzerine beni göğsümden bir defa itti ve bu dürtüş beni sarstı. Sonra:

"(Nevbetini başkasına tahsis etmek suretiyle) Allah ve Resulünün sana zulüm edeceğini mi sandın? Âişe:

"İnsanlar her neyi gizlerse Allah onu bilir, evet dedim. Resulûllah:

"Beni gördüğün sırada Cibrîl bana gelip nida etti. Ben de onu sen­den gizleyerek icabet ettim ve onu senden gizledim. Ve zaten o sen elbi­seni çıkarmış olduğun halde senin yanına girecek değildi. Ve ben de se­nin uyuduğunu zannederek seni uyandırmak istemedim. Korkacağından da endişe ettim. Cibrîl:

"Muhakkak Rabbın sana Baki ehline gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor. Ben:

"Yâ Resulâllah! Onlar için nasıl söyliyeyim? diye sordum. Buyurdu ki: Şöyle de:

"Es-Selâmü Alâ Ehli'd Diyar Mine'l-Mü'minîn Vel-Müslimîn Ve Yerhamu'l-Müstakdîmîne Mînna Ve'l Musta'hirin Ve İnna İnşâal-i.Ahu, Bikum Le Lâhikune. = Mü'minler ve müslümanlar diyarının aha­lisine selâm! Allah bizden evvel ölenlerle bizden sonra öleceklere rahmet eylesin! Ve biz de inşâallah sizlere muhakkak kavuşacağız." [1881]

İbn-i Abd-il-Ben" sağlam bir senetle şu hadisi rivayet etmiştir:

Bir mü'min dünyada iken tanıdığı bir mü'min kardeşinin kabrine uğrar da selâm verirse, o kabirde medfun olan meyyit elbette bu selâm veren kimseyi tanır ve onu selâmla mukabele eder. [1882]

İlim sahibi kimseler kabirleri ziyaret etmekte bir sakınca bulmamış­lardır. Tirmizî, Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği, "Allah sık sık kabirleri ziya­ret eden kadınlara lanet etsin" hadisi her halde kabirleri ziyaret etme hak­kındaki izinden öncedir, diyor. [1883] Bunun kadınların az sabırlı olmasına dayandıranlar da vardır. Kurtubî diyor ki; Hadiste geçen 'Lanet' kelimesi ziyareti çok yapmalarındandır. Zira kelime mübalâğa sığası ile gelmiştir. Ziyareti sık sık yaptığı takdirde evin işini ihmâl eder. Onların fazla bağır­ması da bunda rolü vardır. Şu da denilmiştir: Bütün bunlardan emin olun­duktan sonra, onların kabre gitmesine manî bir sebep yoktur. Zira ölümü hatırlamak kadın ve erkeğin muhtaç olduğu bir şeydir. .

Hz. Peygamber'in ilk zamanlarda kabirleri ziyaret etmeleri ve kendileri de bu yasağa riayet etmelerinin büyük hikmetleri vardır:

İslâm inancı yeni gelişiyordu. Eşyada kuvvet arayan ve ruhlara perestişliğin olduğu bir ortamda, müslümanların kurtulup, nezih inanca sahip ol­maları için bu önemli idi. Fakat daha sonra eşyanın mahiyeti ve bu eşya üzerinde yegane tasarruf sahibinin kim olduğu müslümanlar tarafından iyi anlaşılıp, ölünün şefaat ve yardım gücü olmayacağı anlaşılınca -hadisler­de de açıklandığı gibi- müslümanların âhiret hayatını bizzat kabirde ya­tanlara bakarak iyi anlamaları için izin verildi. Bu durumu İslâm'ın diğer hükümlerinde de görmek kabildir.

Kabirleri ziyaret âhireti hatırlamak ve orada yatan kimseye veya hep­sine Allah'tan mağfiret dilemek içindir. Bunun dışında bir faydası yoktur. Anadolu'nun bir çok yerlerinde görülen ziyaretgâhlara karşı takınılan tu­tum inancı sarsıcı mahiyettedir. Çocukları olmayan bir çok kadınların çe­şitli kabirleri ziyaret ettikten sonra birine nail olduklarını iddia edenler çoktur. Bütün bu İslâm dışı anlayıştan müslümanların uzaklaşması umu­lur.

 

15- Taziye

 

Bugün buna "Baş sağlığı" dilemek deniliyor. Definden sonra ölü aile­sine verilir. İslâm'ca meşrudur. Böyle bir acılı günde bir varlığını kaybet­miş aileyi sabra çağırmak, acısını paylaşmak ve ölü içinde dua etmek İs­lâm'ın mânasına uygundur.

  1. a) Peygamber bir sahabinin çocuğunu sever, o da daima onun önünde oturur. Fakat zamanla görmez olur, sorunca, öldüğünü söylerler. Hz. Peygamber, babasına taziyede bulunur.[1884]
  2. b)Taziyede, onları üzüntüden vazgeçirmeye çalışılır, rızaya boyun eğ­meye ve sabırlı olmaya davet edilir. Bu hususta İslâm ölçüsüne uygun olarak maksadı güzelce anlatmaya çalışılır. Bu hususta hadisler vardır.

I- Zeyd'in oğlu Üsame anlatıyor:

Hz. Peygamber'in kızı Zeyneb, Resulûllah'a:

Oğlum öldü bana geliniz, diye haber gönderdi. O kızına selâm gönderip:

"Allah'ın almak ve Allah'ın vermek istediği her şey kendisine aittir. Her şeyin Allah'ın ilminde belli bir süresi vardır. Kızım, sabret ve bu sab­rın Allah yanında sevabı olduğunu hatırla! diye cevap yolladı. [1885]

Bu ifade taziyede en güzel kullanılacak ifadedir.

II- Biricik oğlunu kaybeden ensardan bir kadının fazlasıyie sabirsızca hareket ettiğini Hz. Peygamber duyunca, ona Allah'tan sakınmasını ve sabırlı olmasını ister. Fakat kadın biricik oğlunu kaybettiği için sabredemediğini söyleyince o zaman evlâdı ölen müslüman kadın ve erkeğin Al­lah'ın onlarla onu cennete sokacakları müjdesini verir. [1886]

III- Ebû Seleme'nin ölümü müteakip Ümmü Seleme'nin yanına giren Hz. Peygamber, insanların kendileri hakkında hayırlı duada bulunmaları ge­rektiğini anlattıktan sonra şöyle buyurur:

"Allah'ım Ebû Seleme'ye mağfiret et. Onun derecesini hidâyete eren­ler içersinde yükselt. Onun arkasından ailesinin baki kalanları arasında ona halef ol (onun işini üzerine al) Ey Âlemlerin Rabbi! Bizim ve onun günahlarını bağışla. Kabrinde ona genişlik ver ve orada kendisini nurlandır." [1887]

Taziyenin verileceği, taziyede ne çeşit ifade kullanılacağı bu hadisler­le anlaşılmış oluyor. Bu ifadelerin paraleli etrafında taziye veren ölü aile­sine böyle iyi telkinler vererek üzüntüsünü gidermeye çalışır.

16- Taziyeyi kabul etmeyi üç veya ondan fazla günle sınırlamak uy­gun düşmez. Ne zaman faydalı görürse o zaman gelip verir. Hz. Peygam­ber Abdullah b. Cafer'in hadisinde anlaşıldığı gibi üç gün sonra gidip Ca­fer ailesine taziyede bulunmuş. [1888] Zira taziyeden gaye dua etmek, aile halkını sabra yöneltmek ve sabırsız davranıştan onları uzaklaştırmak oldu­ğuna göre bu âa uzun zaman olur. [1889]

 

Kabirleri Ziyaret Etmedeki Gaye Ve Yapılacak Hususlar

 

1- Ziyaretçinin ölüm ve öleni hatırlaması. Onun yerinin cennet mi yoksa cehennem mi olduğunu düşünmeli. İlk gaye budur (yukarıda geçen hadislere bakınız).

2- Ölünün sevaplanması için onun adına yardımda bulunmak, ona se­lâm vermek, onun hakkında Allah'tan bağışlanmak istemek (bu sonuncusu müslümanlar içindir.) Bu hususta şu hadisler vardır:

  1. a) Âişe anlatıyor: Hz. Peygamber Baki mezarlığına gider,[1890] on­lara dua eder. Bu durumu Hz. Âişe sorunca, Allah'ın Resulü:

"Onlara dua etmek hususunda emrolundum[1891] buyurur.

  1. b)Yine Hz. Âişe'den: Resulûllah (Âişe'nin yanında geceledikçe) ge­cenin sonunda Medîne Kabristanı Bâki'a çıkar ve şöyle dua ederdi:

"Es-selâmü aleyküm Dare kavmin mü'minîn. Ve etâküm ma tüadun ğâden. Müeccelûn. Ve înna inşâallahü biküm lâhikün. Allahümme'ğfir li-ehli Bâki'ıl-gerkadı. = Selâm size, ey mü'min kavimler yurdunun sakinleri! Yarın vâki' olacak diye va'dolunana geldiğiniz şey sizlere gelmiştir. Siz­ler, ölüm ile yeniden dirilme arasındaki müddette bekletiliyorsunuz. Biz­lerde inşâallah sizlere kavuşacağız. Ey Allah'ım! Baki'ül-garkad ahalisine mağfiret eyle." [1892]

  1. c) Âişe "Onlar için ne söyliyeyim?" diye sorunca Allah'ın Resulü:

"Es-Selâmü ala ehlî-d-dîyari min-el-mü'minîne ve-l müslimîne. Ve yerhemüllahü-l-müstakdimîne minna ve-1-müste'hirine. Ve İnna inşâallahü bi­küm lâhiküne. = Mü'minler ve müslümanlar diyarının ahalisine selâm! Al­lah bizden evvel ölenlerle bizden sonra öleceklere rahmet eylesin! Ve biz de inşâallah sizlere muhakkak kavuşacağız." [1893]

  1. d)Allah'ın Resulü, kabirlere çıktıkları zaman onlara -şu duayı- öğ­retirdi de onlardan biri (Ebû Bekr'in rivayetinde):

"Es-selâmü alâ ehli-d-dîyar = yurtlar ahalisine selâm!  (Züheyr'in rivayetinde ise):

Es-Selâmü aleyküm ehle-d-diyar, mine-l-rnü'minîn ve-l-müsilmîn. Ve İnna inşâallahü, biküm le lâhikün.   Es'elu-Mâhe lena ve leküm el-âfiyete =  Ey mü'minler ve müsiümanlar diyarının ahâlisi! Selâm sizlere ve inşâallah bizler de mu­hakkak (sizlere) ulaşacağız. Allah'tan bize ve sîze afiyetler dilerim." [1894]

 

Kabir'de Kur'an-ı Kerîm Okuma

 

Kabirde Kur'an okuma aslında sünnette olmayan bir husustur. Yuka­rıda zikredilen hadisler de bunu göstermektedir. Şayet bu meşru olsaydı, Hz. Peygamber'in yapması ve eshabına daha yakını zevcesi Hz. Âişe'ye öğretmesi gerekirdi. Halbuki O (s.a.) onlara yukarıdaki duaları öğretmiş­tir.   Bu durumu teyit eden başka hadisler de vardır:    .

"Evlerinizi kabirler yapmayınız. Şeytan, Bakara sûresi'nin okunduğu evden kaçar[1895]

Bununla kabrin okumak için uygun bir yer olmadığına, bunun için Kur'an-ı Kerîm'î evde okumaya tahsis etmiş ve evleri Kur'an okunmayan kabirler haline getirmekten nehyetmîştir. Kabirlerde namaz kılma yeri olmadığına işaretle "evlerinizde namaz kılınız, onları -Kur'an okunmayan- kabirler yapmayınız" [1896] (Yâni Kur'ansız bırakmayınız.) Ebû Hanîfe, Mâlik ve diğerleri gibi seleften olan kimselerin görüşü de ka­birde Kur'an okumanın kerahetine dairdir.

Kabirde İhlâs Sûresi Okumak:

"Kim kabirlerin yanından geçerken onbir defa İhlâs sûresi okur, sevabını bağışlarsa, oradaki ölüler sayısınca ona sevap verilir" şeklînde söyle­nen bir hadis var.

  1. a) Bu hadis bâtıl ve uydurulmuş bir hadistir[1897] İhlâs sûresi için bu gibi uydurma hadisler vardır. Meselâ:

I- "Ölüm döşeğinde olan bir hasta bunu okursa, kabrinde işkence çekmez ve kabrin zorluğundan emin olur" [1898]

II- İhlâs sûresini yüz defa okuyanın yüz senelik günahları bağışla­nır". Münker bîr hadistir. Kabirlerde İhlâs sûresinin okunması hakkında belirtilen hadis de böylece aslı olmayan bir hadistir. [1899]

Zaten bu Kur'an'ın gayesi dışındadır. O dirilere yol göstermek için gel­miştir. Yoksa ölenlerin ruhlarına ondan prensip üflemeye lüzum yoktur. Gayesi dirilerdir, ölüler ise, dirilerin dualarına ve iyi yoldaki yardımlarına muhtaçtırlar. Hz. Peygamber, arkadaşları ve selef bunu yapmışlardır. Gö­rünürdeki çoğunluğun temelden sapıp yeni âdetlere tutunmaları onları hak­lı çıkarmaz. İbn-i Ömer'in dediği gibi, "insanlar iyi de görseler, her bidat sapıklıktır." [1900] Müslüman sünnete tabidir. Sünnetin kaynağı ise bellidir. Hadislerin kriteri asırlar önce yapılmıştır. Sırf hisleri coşturmak için söy­lenmiş sözler -ister bilerek veya bilmeyerek- hadis olarak adlandırılmış ve şöhret kazandırılmış olsun bu durum ona tutunmaya götürmez.

Kabirde Kur'an okuma hakkında şu hadis de rivayet edilmektedir:

"Ebeveynin kabrini her Cuma ziyaret edip o ikisinin veya birinin ya­nında Yâsîn okuyan kimsenin, âyet yahut harf sayısınca mağfiret olunur."

Bu hadis mevzu (uydurma) dur. Bunu İbn-i İddi (1/286), Ebû Nuaym "İhbar-ı İsbehan" (11/91), Abd-ül-Ganî el-mukaddesi "Sünen" (11/91) de Ebû Mesud Yezid b. Halîd tarikinden rivayet etmişlerdir.

Hadisin rivayet zinciri: Amr b. Zîyad, Yahya b. Selim et-Taifî, Hişam b. Örve babasından, O da Hz. Âişe ve O da Hz. Ebû Bekr'den merfuen.

Bir kısım hadisçiler -zannimca İbn-üf-Muhib yahut Zehebî- Mukad­desinin "Sünen"'in hamişinde şunu yazmıştır: "Bu sabit olmayan bîr hadis­tir. İbn-i İddi:

"Bu hadîs bâtıldır, bu isnadîa onun bir aslı yoktur." Bunu Amr b. Zeyyad'ın hayatında zikretmiş. Ayrıca İbn-ül-Cevzi, İbn-ül İddi'nin ri­vayetine dayanarak "mevzuat"ta mevzu hadisler içine almış. [1901]

14- Kabirde dua ederken elleri kaldırmak caizdir:

Hz. Peygamber geceleyin Baki-ül-gark mezarlığında yaptığı duada el­lerini kaldırmıştır. [1902] Fakat kabirde dua ederken kıbleye yönelmek lâ­zımdır. Çünkü Hz. Peygamber kabirde namaz kılmayı menetmıştir. Dua ise namazın özüdür. Hz. Peygamber "Dua ibâdettir[1903] buyurmuştur. Peygamber'in kabrinin yanında da olsa böyle olmalıdır. (Bu Şafiî mezhebine gö­redir) [1904]

15- İmam Zağferanî diyor ki; "Kabre el sürerek ziyaret edilmez ve öpülmez." Kabirlere el sürmek ve öpmek şimdiki halkın yaptığı kötü bir bidattir. Bu işi yapanı sakındırmak ve bu işten alıkoymak gerekir. Ölü­ye selâm vermek isterse yüzü tarafında selâm verir, dua etmek isterse bu­lunduğu yerden döner ve kıbleye yönelerek dua eder.  [1905] Hanefî mezhe­binin görüşü de böyledir. [1906]

Çelenk v.s. koymak:

Çelenk ve buna benzer şeyler koymak selefin yapmadıkları bir fiil olup meşru değildir. Bazı müslümanlar aslı olmayan bu işi yapmağa de­vam edip bunda hıristiyanları taklit ediyorlar. Devletlerarası münasebet­lerde de bu yaygın bir durum almış, yapılan diplomatik ve özel görüşmeler­de heyetler herhangi bir ülkeye ayak bastıkları zaman ya oranın önde ge­leninin kabrine veya "meçhul şehide" çelenk koymaktadırlar. Diğer ülke­ler bunu da yapsa, İslâm gelenek ve göreneklerinde bu durum yoktur. Dev­letlerarası münasebetler bir yana, bunu bir kısım aileler de yapmaktadır. Âdeta anma törenlerinin baş remzi çelenkler olmuştur. Yapılan hareket­lerin ana kaynaklara dayanması kutsiyet doğurtur. Fakat taklitçilikte kutsi­yetin yeri kalmaz. Yapılan bu harcamalar, yoksul kimselerin mîdesine ve evlerine ne temin ediyor? Bu da ayrı bir durum! Müslümanın ölüye olan çelengi onun hakkında Allah'a yapacağı duadır. Bu duadan mahrum bırak­mak ölünün hakkını çiğnemektir. Müslümanın müslüman üzerindeki hak­larından biri de öldükten sonra onun hakkında dua etmektir. [1907]

 

Kabirlerde Yasak Olan Diğer Fiiller

 

  1. a)Allah için kurban kesmek, İslâm'dan önce Araplar, biri ölüp onu defnedince kabirde ya bir koyun veya sığır keserlerdi.[1908]  Peygam­ber:

"İslâm'da -kabirde- kurban kesmek yoktur" buyurmuştur. Ebû Ab­dullah bu şekilde kesilen kurbanın etini yemeyi mekruh görmüştür. [1909] İs­lâm'da kurban Allah rızası için kesilir. Sanki burada O'ndan gayrisine ke­silmiş gibi bir hava var. [1910]

  1. b)Toprak seviyesinden çok yukarıya kaldırmak.
  2. c)Kireçle v.s. ile sıvamak.
  3. d)Kitabe koymak.
  4. e)Üzerinde ev yapmak ve,
  5. f)Oturmak[1911]

Bu hususta hadisler vardır

I- Cabir anlatıyor:

Allah'ın Resulü kabrin kireçle yapılmasını, kabir üzerinde oturulmasını, kabir üzerine bina kurulmasını [1912] ve üzerine ki­tabe konulmasını nehyetti. [1913]

İbn-i Hazm hadiste geçenleri zikrettikten sonra "kabir kazımında çı­kandan fazlasını koymamak yâni dışarıdan toprak almak helâl olmaz." [1914] Ebû Davud'un belirttiğine göre İmam-ı Ahmed bunu söylemiştir. [1915] Fakat toprak elverişli değilse, o zaman mevtayı her türlü taarruzdan korumak için şeriatın sınırlarını çiğnememek şartıyla caizdir.

Ölünün hüviyetini bildirecek şekilde bir işaret veya bir kitabe koymak -Hz. Peygamber'in Osman b. Mazun ölünce yaptığına  [1916] kıyasla- câizdir. Ama Nevevî bunu da mekruh görmüştür. [1917]

Bütün bunlara bakılarak okuyucunun bugünkü kabir yapımında girişilen gayr-ı İslâmî harekete bakarak nasıl bir israf ve gösterişe kaçılarak bidata sapıldığını mukayese edecektir. Dünyanın en büyük sanatkârları tarafın­dan büyük emek harcanarak ölünün üzerinde yapılan anıtın, kabrin ve yazı­lan misraların faydası yoktur. Kabirlere gömülü paralar bir lüks ve göste­riştir, ölüye faydası yoktur. Müslüman faydasız şeyden çekilip faydanın yanına gelmelidir. Ölen kardeşi için Allah'a yalvarmak ve onun adına yar­dımlarda bulunmak anıtlar dikmekten daha faydalıdır.

II- Ebû Heyyac anlatıyor;

Ebû Talib'in oğîu Ali bana şunu dedi: Resulullah'ın beni gönderdiği işe ben de seni göndereyim mi? Yok etmediğin hiçbir heykel ve yer üstün­de yükselmiş iken dümdüz etmediğin hiçbir kabir bırakmıyasın. [1918]

III- Kabirleri yerle bir yapınız. [1919]

Hz. Peygamber'in "Allah'ın Resulü, kabirleri düz yapmamızı emretti" ifadesinde gayesi, kabri yerden fazla yükseltmemektir. Zira bir karış top­raktan yüksek olmasını istemiştir. En iyisi kabrin, kabir olduğunu belirte­cek seviyede ve durumda olmalıdır. Bunun sınırı da Hz. Peygamber tarafın­dan açıklanmıştır.

IV- Sizden birinizin bir kor üstüne oturup da o korun elbisesine ve cildine sirayetle vücudunu yakması, bir kabir üzerine oturmasından hayır­lıdır [1920]

V - Kabirlerin üstüne oturmayınız, kabirlere doğru namaz da kılma­yınız. [1921]

Bu hadislerde gösteriyor ki, kabirler üstüne oturmak, onları yüksek yapmak, kireçlemek yasaktır. Son hadisler kabirler üzerinde oturmanın ha­ram olduğunu gösteriyor. Bu bütün İslâm bilginlerinin mezhebidir [1922] Fa­kat Nevevî ve el-Askalanî kabirler üzerinde oturmanın kerahetine kail ol­muşlardır. İmam-ı Şafiî [1923] ve Ebû Hanîfe de [1924] mekruh olarak kabul etmişlerdir.

Fakat bu ikisine göre kerahet mutlak olursa, o haram gibidir. Fakat doğrusu haram olmuştur. Çünkü bunu, Ebû Hüreyre ve Akabe'nin hadis­leri bildiriyor. Şafiîlerden çoğu da, meselâ Nevevî haram kabul eder. Ay­rıca Sen'anî, [1925], İbn-i Hacer el-Heytemi [1926] buna yönelmişlerdir. Çün­kü yapılan uyarma şiddetlidir. [1927]

 

Ölüye Fayda Veren Şeyler

 

I- Başkalarının işleri ölüye fayda verir:

  1. a)Müslümanın dua etmesi. Kur'an-ı Kerîm buna işaret ediyor:

"Onlardan sonra gelenler, bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşleri­mizi bağışla; kalbimizde mü'minlere karşı kin bırakma, Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin" derler. [1928]

  1. b) İbrahim'in duasını naklederek:

"Rabbimiz hesap görülecek günde, beni, anamı, babamı ve manaları."[1929]

Hz. Peygamber de onlar için dua etmiş ve müslümanların da dua etme­lerini istemiştir. [1930]

"Gıyabında din kardeşine dua eden hiç bir müslüman kul yoktur ki; melek ona 'bîr misli de sana olsun' demiş olmasın." [1931] Zaten cenaze na­mazı da onun hakkında bir duadır,

II- Oruç borcu varsa yerine getirmek.

Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Kîm-ki üzerinde oruç (borcu) varken ölürse, ölenin velîsi kendisinden (niyâbeten)  oruç tutar[1932]

Yalnız imam-ı Şefii hiç kimsenin başkası hesabına oruç tutması caiz olmadığı ancak ölen adına sadaka verilebileceği içtihadında bulunmuş­tu ki; Ebû Hanîfe'nin ve İmam-ı Mâlik'in mezhebleri de böyledir. Yalnız bunlara göre ölenin vasiyeti üzerine sadaka verilir. (Bunların dayandığı delil, oruç ve namazın bedenle ilgili ibâdet olmasıdır). [1933]

III- Borcu varsa ödemek.

IV- İyi evlâdının iyi işler yapması. Baba ve anneye de evlâdının elde ettiği sevabın aynısı vardır. Çünkü çocuk onların çalışma ve kazancının neticesidir. Hz. Peygamber:

"Kişinin yediği şeyin en iyisi, kazancıdır. Ço­cuğu da kazancı içindedir[1934]

Evlâdın annesi babası hakkında yapacağı hayırların onlara sevap ka­zandıracağı hakkında birçok hadisler var:

Hz. Âişe anlatıyor:  

Biri, Nebî (s.a.s.) sordu ki:

"Annem ansızın vefat etti. Öyle sanıyorum ki konuşsaydı, tasadduk (edilmesini vasiyyet) ederdi. Şimdi onun adına sadaka versem sevap kazanır mı?" Hz. Peygamber "Evet[1935] dedi.

V- Geriye hayırlı bir eser bırakmak. Hz. Peygamber:

"İnsan öldüğü zaman, kendisinden işi kesilir. Ancak üç şey bunun dı­şındadır:"

  1. a)Sadaka-i cariye (devam eden sadaka)
  2. b)Faydalanılan ilim.
  3. c)Kendisine dua eden iyi bir evlâd"[1936]
  4. a)Köprü, çeşme, okul, cami, kitaplık v.s. gibi her asırdaki insanların faydalanacağı eserleri bırakıp giden kimseler, bu eserler yaşadığı müddetçe amel defterine sevap yazılır. Çünkü onun varlığı eserlerine uzanmıştır
  5. b)Öğrenci yetiştirmek, kitap bırakmak, bir şeyi keşfetmek v.s. gibi hizmetleri geride bırakıp giden kimsede yaşanır eserler bırakarak ölmüştür. Hadiste de belirtildiği üzere bu ilimden insanlar faydalandığı müddetçe ölen sevaplanır.
  6. c)İyi evlâdın yaptığı iyi işler ebeveyne sevap ulaştırır. Çünkü evlâl da ebeveynin bir kazancıdır. Ebeveyn meyveli bir ağaç bırakarak âhirete göçmüştür. Yalnız evlâdının yaptığı kötülükler ebeveyne zararı olmaz.

VI- İyi veya kötü çığır açmak.

İyi bir çığır açanın bu çığır yaşadığı müddetçe sevaplanacağı gibi aynı durum kötü bir çığır açan içinde mevzubahistir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:

"Her kim İslâm dîninde tesis edilen güzel bir hayrı ilk evvel işler gü­zel bir çığır açarsa ona, hem işlediği bu hayrın sevabı, hem de kendisinden sonra işleyecek olan hayır sahiplerinin sevabı onların sevabından hiç bir şey eksilmeksizîn verilir. Yine her kim İslâm'da kötülüğü bildiren hayırsız bir işe başlar, kötü bir çığır açarsa, hem işlediği bu kötü işin günahı, hem de kendisinden sonra onu üşüyecek olanların günahları bunların günahla­rından hiç bir şey eksilmeksizin ona ait olur." [1937]

Cenâb-ı Hak iyi eser bırakmayı ve iyi çığır açmayı nasip etsin (âmin).

VII- Okunan Kur'an-i Kerîm'den hasıl olan sevabın ölülere ulaşıp ulaşmıyacağı hususu ihtilaflı bir konudur. Sonra gelen bilginler, elde edi­len sevabının ölünün ruhuna vasıl olacağını söylemişlerdir. Yalnız bunun için kalben niyyet etmesi şarttır. [1938]

 

Kabir Ziyaretinde Bidatlar

 

1- Her Cuma, ölmüş olan anne ve babanın kabirlerini ziyaret etmek. Bu hususta varit olan hadisin mevzu olduğu hakkında kaynaklar bilgi ver­mektedir. Beyhakî, "Şuab'ül îman"da "anne ve babasının veya birinin kab­rini her Cuma ziyaret edenin günahı bağışlanır ve günahsız kalır" şeklinde hadis rivayet eder. San'ani bu hususta susmuş, bu hadis zayıf veya mev­zudur. Onun anlattığı gibi o mürsel olmak şöyle dursun, muaddal bir ha­distir. [1939]

2- İki bayram, Recep, Şaban, Ramazan veya sırf bayram günü ziya­ret etmek. [1940]

3- Namaz kılar gibi iki elini birbiri üstüne koyup kabrin önünde dur­mak ve sonra oturmak. [1941]

5- Kabirlerde Yâsîn okumak.

Şöyle bir hadis nakledilmiştir:

"Kabirlere giren kimse Yâsîn sûresini okursa, Allah orada yatanların azabını hafifletir". [1942] Sünnet kitaplarında bunun aslı yoktur. Yalnız Suyutî onu "Şerh-üs Sudur"'da nakletmiş, fakat hadisin tahrîd hakkında "Ehrecehu Abd-ül-azîz. Sahib-ül helâl bî senedihî an Enesin" diye bitmiştir. Bunun da yok edici bir isnad olduğunu Elbanî yaptığı araştırmada vâkıf oluyor. [1943]

6- Şöyle dua etmek: "Allah'ım bu ölüye azab etmemeni Muhammed (s.a.) hürmetine senden istiyorum" demek.[1944]

7- Bir kısım kabirleri ziyaret eden kimseye hacı demek.

8- Meçhul asker yahut meçhul şehid kabrini ziyaret etmek.

9- Namaz ve Kur'an okumak gibi ibâdetlerin sevabını müslümanların ölülerine hediye etmek [1945]

10- İşlerin sevabını Hz. Peygamber'e hediye -etmek [1946]

11- Kur'an okuyana ücret verip onu ölüye hediye etmek [1947]

12- Peygamberlerin ve sâlih kimselerin kabirleri yanında dua kabul olur demek [1948]

13- Peygamber'in, iyi kimselerin ve diğerlerinin kabirleri üzerine bir şey örtmek [1949]

(Çoğu velî sayılan kimselerin kabirlerinin sandukiarı üzerinde bu vardır. Bunu örtmenin faydası düşünülemez. Yaratanın bu örtüye ihtiyacı mı var? Dirilerin lâyık olduğu şeyi ölülere tahsis etmek hiç bir sevap getirmez. Çoğu bölgelerde ziyaretgâh niteliğini taşıyan böyle kabirlerin üzerinde demet demet bez, patiska, ipek v.s. bulunur.)

14- Bir kısım kimselerin inancına göre herhangi bîr köyde sâlih bi­rinin kabri bulunduğu zaman, onlar onun bereketiyle azıklanırlar ve yardım görürler ve şöyle derler:

"O, bölgenin korucusudur" [1950] Bütün bunlar­da gizli bir şirk vardır. İslâm'ın nezîh tevhîd inanciyle bu durum bağdaşa­maz. Zihinleri, eşya üzerindeki yegâne mütesarrıf olan Allah'tan uzaklaştı­rıp böyle totemik ve ampirik inanca kaydırma manasızdır. Eşyada ruh ve güç arama, ölülerden medet umma, onların ruhlarıyle kendi ruhu arasında kuvvet alımı inancına saplanma sosyolojinin ilkel kavimlerde görülen İslâm ve aslı İslâm olan dinlerin sınırları dışında bıraktığı bir inançtır.

14- Her evliya kabrinin, doktorların ihtisası gibi ayrı ayrı hastalıkla­ra iyi geldiğine çoğunun inanması. Onlara göre bu kabirler içinde bir kıs­mı göz hastalığına fayda verir, bir kısmı ise sıtma hastalığını iyi yapar. [1951] Bu durum Anadolu'nun bir çok yerlerinde hâkim bir inançtır. Halbuki İslâm mutlak tedaviyi ister. [1952]

"Her hastalığın bir ilâcı vardır" ifadesi Hz. Muhammed'indir. Çocuk do­ğurmayan kadından tutun da, evlenme şansı açılmayan kızlara kadar bu kabirlerin etrafında nasıl halkalandıkları her gün görülmektedir. İstanbul'­daki Eyyub-el-Ensârî'nin kabri her gün bu kalabalıklarla çevrilir. Ölmüş de­ğerlerin himmetine sığınanlar, bilmezler kî; onların bu mertebeye erişleri Allah'a olan bağlılıklarındandır.

O halde onlar gibi olmama yolu tıkalı değil ve Cenâb-ı Hak'kın takdir etmediğini bir ölmüş kulun yapması imkânsızdır. Bütün bunlar tam bir yakîn îmana kavuşamamanın ve İslâm itikadını bilememenin doğurduğu sonuç­lardır. Hayır bir müslüman bu kadar ruhlara perestiş olamaz. Allah'a sı­ğınmayı bırakıp ölülerin himmetine el açamaz.

15- Bir velînin mezarı etrafında bulunan ağacı ve taşları mukaddes saymak ve bunları kesenin eziyete duçar olacağına inanmak. Çoğunlukla bu ağaçlara dilek çaputu bağlanır, bazan da taşları üst üste koyarak dilek tutulur.   Velî'nin kabrine taş yapıştırıp dilek tutanlar da vardır.

16- Velîlerin kabirlerinden getirilen toprağı şifâ niyyetiyle dağıtmak. Bunun hakkında Ebu-s-Suud'un fetvaları çok yerindedir. [1953]

17- Kabri süslemek. [1954]

18- Kabre Kur'an-ı Kerîm'i götürüp ondan ölüye okumak. [1955]

19- Kabirlerin yanında Kur'an okumak isteyenler için kabirlerde Mushaflar bulundurmak. [1956]

20- Şikâyet dilekçesini ölüye takdim etmek ve kabirde bulunanın bunları çözeceğine inanarak kabrin içine onu koymak. [1957]  (Türkiye'de bunun değişik misalleri görülmektedir.)

2- Kabre -kutsiyet niyetiyle- elle dokunmak ve öpmek. [1958] Gazâlî bunu hırıstiyan ve yahudî âdeti olduğunu söyler. [1959]

22- Kabul olma ümidiyle paygemberlerin ve sâlihlerin kabirlerinde dua etmeyi istemek. [1960]

23- Kabirdekilerle Allah'a tevessül etmek. [1961]

24- Kabrin üzerinde bina yapılmasını vasiyet etmek. [1962]

25- İsmin yazılmasını, Hz. Peygamber'in Osman b. Mazu'nun kabrine koyduğu taşla mukayese ederek doğru görülebilir. [1963]  Fakat doğum ve ölüm tarihini yazma hususunda dayanılacak bir nokta yoktur. Bunun için bidat sayılmıştır. [1964]

26- Kabre gelip ziyaret etmeleri için kandil asmak. [1965]

27- Hz. Peygamber'in kabrine ta'zim niyyetiyle elle dokunmak ve öpmek. [1966]

28- Kabirde horoz kesmek (Eyyub-el-Ensârî'nin kabrinde olduğu gibi)

29- Kabirde mum yakmak.

Bu âdet müslümanlarca bilinen bir âdet değildir. Bir çok yönlerden mahzurludur:

  1. a)Bunun izlerini ilk müslümanlarda ve bilginlerin eserlerinde görmek imkânsız.
  2. b)Boş yere harcamada bulunmaktır.
  3. c)Üstelik yabancıların âdetidir. Kilise ve hırıstiyan azizlerin kabirle­rinde mum yakılır. Hattâ bir mum bir dilektir. Bu âdetin tesirinde kalan kimseler İslâm inancını bilmedikleri için bir çok yerlerde mum yakmaktadır­lar.                                                                                                                        
  4. d)Bir bakıma ateş yakan mecusilere benzemek de var işin içinde.[1967] Belirtilen hadislerin ışığında Türkiye'mizde görülen sünnet dışı bâzı canaze işleri:
  5. Ölen evde o gece bîr hatim Kur'an okunması.
  6. Devrine oturulması.
  7. Bir kısım yerlerde cenaze önlerinde tekbir, tehlil ve selâvat okuya­rak götürmek.[1968]
  8. Defn esnasında Kur'an okunması.[1969]
  9. Telkin getirilmesi.[1970]
  10. Yedi gün ardı ardına cenaze evinde toplanıp Mülk sûresinin okun­ması.
  11. Yahut binlerce tevhid getirilerek ölenin ruhuna bağışlanması.
  12. Kırkıncı günde yemek çıkartılıp merasim yapılması. Sene-i devriye-n de merasimin tekrar edilmesi.
  13. Kefene âyet veya dua yazdınlması[1971]
  14. Bir kısım cenazeleri, top arabasına bindirmek[1972]
  15. Kabrin yanında sadaka dağıtmak[1973]
  16. Ölünün evden çıktığı gece, ev halkının gelen giden misafirlere hel­va dağıtmaları
  17. Ölünün defnedildiği birinci yahut yedinci veya kırkıncı gününde yemek yapıp dağıtmak[1974]  (bazı yerlerde helva v.s. dağıtılır).
  18. Iskatı salât[1975]
  19. Ona Kur'an okumak ve hatmini kabirde yapmak[1976]  İmam-ı Nevevî'nin el-Mecmu adlı kitabında bu şöyle anlatılır:

Kadı Ebu-t-Tayyib, kabirlerde okunan hatim kıraatından soruldu. O da şöyle ce­vap verdi:

Sevap okuyan içindir. Ölmüş kimse orada hazır olan dinleyiciler gibidir. Onun içinde rahmet ve bereket ümit edilir. (Mahlut a.g.e. s. 167).

  1. Kırkıncı gece, yahut her seneyi devriyede ağıt okumak veya öv­mek[1977]
  2. Ölü muayyen bir yere getirilerek, son defa ziyaret edilmesi.
  3. Bando eşliğinde, kabre götürmek.
  4. Ölünün geçtiğini gören ev hanımlarının, kapıları önüne su serp­meleri.
  5. Daha nice uydurulmuş hareketler vardır ki; bütün bunlar İs'âmiyeti bilmemekten doğmuş yanlış hareketlerdir.   Bu bilgisizliğe son verîleceği umulur.

 

Duam

 

Allahım! hatâ kulundandır. Sen'in yüce müesseseni hakkiyle anlayıp anlatamamışsam sonsuz affına sığınıyorum.

Rabbim! Bizi bu edeple bezeki; âlemin edebe can attığı şu zamanda onlara bir nümune-i imtisal olalım.

Rabbimiz! Genden gönüllerimizin her türlü kötülüklerden arınmasını, Hayatımızın edeple süslenmesini, niyaz ediyoruz (Âmin).

22 Mart 1972 Saat 22.00

 

Kitapta Adları Geçen Eserlerin Bibliografik Bir Listesi

 

  1. Ahmed b. Hanbel, (ö. 241  H.) Müsned
  2. Aliyyülkari, (ö.-1010)  Risale-i Akaid, Süleymanîye/H. Beşir No. 673
  3. Aliyyülkari, el-İğtina bi-l gına, Sü./Esad ef. No. 3525
  4. Ali Mahfuz, Şeyh (ö. 1361) el-İbda ve-l Bida', Mısır, 1956
  5. Ali Muttaki, (ö. 975) Kenz-ül Ümmal, Haydarabat, 1311 Ayesbeyoğlu, Nevzat, İslâmiyetin eğitimimize getirdiği değerler, talim ter. yayınları, No. 5
  6. el-Ayni  (ö. 755)  Umdet-ül Kari fî Şerh-il Buharî, Kahire.
  7. Bağdatlı İsmail Paşa (ö. 1920) Keşfüzzünun Zeyli, İst. 1972
  8. Berki, Şakir, Hz. Muhammed ve Hayatı
  9. el-Beyhagi (ö. 458) Süab'ül îman
  10. Bilmen, Ömer Nasuhi (ö. 1971) Nazari ve Amelî Ahlâkı İslâmiyye Dersleri,İst. 1927
  11. el-Buhârî, (ö. 256) es-Sahih (Çeşitli Baskılar)
  12. el-Buhârî, Edeb-ül Müfred: Tarih-ül Kebir
  13. el-Ceziri, Abdurrahman, Kitab-ül Fikh ala-l-mezahib-il Erbea, (İkinci baskı)Mısır
  14. ed-Dare Kutni (ö. 385) Sünen ed-Darîmi (ö. 255) Sünen, Dımışk, 1349
  15. ed-Deylemi Sünen-ül Firdevsi Durkaym, Ahlâk Terbiyesi, H. Cahid ter. İst. 1927
  16. Dvvelshourers, G, Psikoloji, M. Sekip Tunç ter. İst. 1952
  17. Ebû Davud es-Sıcistani (ö. 275) Sünen
  18. Eb'ül Ferec, Cemalüddin Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzi, el-Kureşî el-Bağdadî (ö. 597) Zad-ül Mesir. fî İlm-ıt-Tefsir, Dımışk 1964
  19. Ebû Nuaym, Hilyet-ül Evliya, Mısır, 1351
  20. Ebû Yûsuf (ö. 182) Kitab-ül Haraç, Ali Özek ter. İst. 1971
  21. Elbani, Hicab Ahkâm'ül Cenaiz, Beyrut, 1969
  22. Elbani, Hicab el-Ehadis'üd-Daife, 1965
  23. Emiri Ali, Ezhar-ı Hakikat, İst.
  24. Erzurumî, İsmail Hakkı (ö. 1186), Ülfet-ül Kulûb, Süleymaniye, Fetavâyı TatarhaniyeFerruh, Ömer, İslâm Aile Hukuku, Yusuf Ziya Kavakçı ter. İst. 1968
  25. Erzurumî, İsmail Hakkı İslâm Ülkelerinde Misyonerlik ve Emperyalizm, Osman Şekerci ter.İstanbul, 1968
  26. Firuzabadî, Kamus tercemesî Gazâlî  (ö. 505) İhya, Mısır
  27. Firuzabadî, el-Erbain
  28. Firuzabadî, Kimyayı Seadet
  29. Firuzabadî, el-Mustesfa
  30. Günaltay Şemseddin, Darülfünun İlâhiyet Fakültesi dergisi  yıl 1, sayı 4 (Kabl-el İslâm Araplarda Aile)Hacı Amir Zade, Risale fî Kavmı-I-Avam, Su./Esad ef. No. 3772 Hadimi, Serh-ü Eyyühel Veled, Sü/Kasîdeci Zade, No. 721 Hakîm Nisaburi (ö. 405) el-Müstedrek, Haydarabad, 1334 Hamidullah, Prof. Dr. Muhammed  [Doğum 1326), İslâm'da Devlet İdaresi, İstanbul 1963
  31. Günaltay Şemseddin, İslâm Peygamberleri, İst. 1966  [I. cild),  19.69  [II. cild)
  32. Günaltay Şemseddin, İslâm'a Giriş, İst. 1965
  33. Günaltay Şemseddin, el-Vesaik'us-Siyasiyye, Beyrut 1969
  34. Günaltay Şemseddin, Sahife-i Hemman, İst. 1967
  35. Günaltay Şemseddin, Edebiyat Fakültesi Konferansları, 1964-1968 dönemi
  36. Haraiti, (ö. 317) Mekarim'ül Ahlâk
  37. Haskefi, (ö. 1088) ed-Dürr'ül Muhtar, Şerhü Tenvir'il Ebsar
  38. Herevî (ö. 481) Zemm'ül Kelâm
  39. İbnü Abd'ül Berr (ö. 463) el-İstiab
  40. İbnü Abidin, Haşiyetü Redd-ıl Muhtar ala-d-Dürr-ıl Muhtar,  (Bulak)
  41. İbnü Asakir (ö. 571) Tarih Dımışk
  42. İbnü Batte, el-İbane an usul-ıd-Diyâne
  43. İbnü'l Cerud, el-Münteka
  44. İbnü eb-ıd-Dünya, es-Sümt
  45. İbnü Ebû Şeybe (ö. 235) el-Musannaf
  46. İbn'ül Esir, İzzüddin (ö. 630) Üsd'ül ğabe, Kahire, 1270
  47. 47. İbn'ül Cevzî, Kitab'ül Vefa
  48. 48. İbn'üd-Daris, (ö. 294)  Fedail'ül Kur'an
  49. İbn-ü Hacer'ıl Askalanî  (ö. 832)  Feth-ül Bari, Kahire
  50. İbn-ü Hacer'ıl Askalanî el-İsabe fî temyiz-s-Sehabe
  51. İbn-ü Hacer'ıl Askalanî Tehzib-ü-Tehzib
  52. İbn-ü Hacer'ıl Askalanî Bulûğ'ül Meram,  (ter. ve şerh, A. Davudoğlu, İstanbul, 1966)
  53. İbn-ü Hacer'ıl Askalanî Lisan, Haydarabad, 1331
  54. İbnü Hacer'ıl Heytamî (ö. 974) Zevacir an iktiraf-ıl Kebairel-Mecma'
  55. İbnü Hal'dun  (ö. 1406 M.)  Mukaddime  (Zakir Kadiri Tugan ter. İst. 1968 ikinci baskı)
  56. İbnü Hanbel (ö. 241), Müsned
  57. İbnü Hazm, (ö. 456) Muhalla
  58. İbnü Hişam (ö. 218) Sîretü Resulillah
  59. İbnü Hibban (ö. 354) el-Müsned
  60. İbnü Hibban Kitab'üd-Düafa
  61. İbn-ül Irak, Tenzih'üş-Şeriat'ıl mefruatı an'ıl ahadis-iş-Şeriat-ıI merfuatı
  62. İbn'ül Kayyım el-Cevziyye (ö. 751)  Zad-ül Mead
  63. İbn'ül Kesir, (ö. 774) el-Bidaye ve-n-Nihaye Kahire, 1351
  64. İbn'ül Kesir, Tefsir, (el-menar baskısı)
  65. İbnü Kuteybe, Tefsirü garib-ıl Kur'an, Darü İhya-il Arabiyye neşri
  66. İbnü Mâce, (ö. 275) Sünen
  67. İbnü Rüşd (ö. 520) Bidayet'ül Müctehid, Kahire
  68. İbnü Sa'd (ö. 230) Tabakat, Layden, 1904-1912
  69. İbnü-t-Teymiyye (ö. 728) fetava
  70. İbnü-t-Teymiyye İhtiyarat'ül İlmiyye
  71. İbnü-t-Teymiyye el-Kaidet'ül Celiletü fît-Tevessüli ve-i vesileti, Lübnan 1970
  72. İslâm Ansiklopedisi, M. E. B. yayınları
  73. İmam Zade, (ö. 573) Şirat'ül
  74. İslâm, Köprülü yazma
  75. Kam, Ömer Ferid, Mebadiî felsefeden İlm-i Ahlâk İst. 1341
  76. Kardavi Yusuf, el-Helâlü vel-Haramü fi-l-İslâm1967
  77. Kâtib Çelebi, (ö. 1067) Keşf-üz-Zünun an asami-il Kütübi ve-I-fünun, 1971
  78. Keskioğlu Osman, Hz. Muhammed ve Hayatı, Diyanet İ. B. Y. Ankara Kur'an-ı Kerîm, Kitapta geçen âyet tercemelerinde Diyanet İşleri Başkanlı­ğının çıkarttığı "Kur'an-ı Kerîm ve Türkçe Meali" esas olarak alın­mıştır.   (Ankara - 1961)
  79. el-Kurtubî, (ö. 671) Tefsir, Mısır
  80. el-Maksidi, Ziya, Ehadis'ül Muhtar el-Maverdi, (ö. 450)  el-Ahkârn-üs-Sultaniyye
  81. el-Maksidi, Edeb-üd-Dünya ved-Din
  82. el-Mes'udi (ö. 326)  Müruc-üz-Zeheb
  83. el-Münavî, Abdurrauf (ö. 1621 M.) Künûzü-I-Hakayik fi hadisi hayr-ıl Müslim, İmam (Ö. 261) Sahîh, (M. 2. Sofuoğlu tarafından Türkçe: miştir.  İstanbul, 1967-1970)
  84. el-Müttekî, el-Hindî, Kenz-ül Ümmal, fî Sünen-il akvalı ve-I Efali,1313 H.
  85. en-Nasif, Şeyh Mansur Ali et-Tac, Haleb (dördüncü baskı) en-Nesaî (ö. 303) Sünen en-Nevevî (ö. 676) Şerh-ül Müslim
  86. Riyad-üd-Sâlihin (H. Hüsnü Erdem-Kıvamüddin Bursları ter. Nureddin Ali, Envar-ül Edeb Özcan, M. Angoisse (Sıkıntı) Rağıb'ül İsfehani, (ö. 502) Muhaderat'ül Udeba
  87. Risale fî muhaletet'in Nass, sü/Esad efendi, No. 3654
  88. Raif, M, Şemaili Şerif muhtasarı, İstanbul
  89. er-Razi, Fahrüddin, (ö. 606) mefatih'ül ğayb
  90. Reşid Rıza, Tefsir-ül menar, Kahire
  91. er-Rumî, Mevlâna Celâlüddin  (ö. 672)  terceme ve şerh Tahir'ül (ö. 1951  M.) Konya, 1963
  92. es-Sabunî, Dr. Abdurrahman, Nizam'ül Usreti, Beyrut 1968
  93. es-Sananî, (ö. 1182) Sübul-üs-Selâm, Kahire
  94. es-Sefarini, Şeyh Muhammed  (ö. 1114)  Sülasiyatü Müshed-ıl İmam-ı Ahmed, Dımışk 1961
  95. es-Serahsi, Şemsüleimme (ö. 483)  el-Mebsut, 30 cilt es-Suyuti, (ö. 911) Cem'ül Cevami'
  96. es-Serahsi, ed-Dürr'ül Mensur (tefsir)
  97. es-Serahsi, Zeyl-ül Ahadis'ıl Mevduatı Sülasiyyat, bkz. es-Sefarîni
  98. eş-Şevkani  (ö. 1250)  Feth-ül Kadir, Kahire, 1349
  99. eş-Şevkani Neyl-ül Evtar
  100. Şûrünbülali, Tabakat-ül Kudsiyye, Seadet'ül İslâm, bi-l-Musafahatı fîsfe-Salâtı, yazma, Süleymaniye 392

el-Teberanî (ö. 360) el-Evsat

  1. Şûrünbülali, el-Mu'cem'ül Kebir
  2. 102. Şûrünbülali, el-Mu-sem'üs Sağir
  3. et-Taberi (ö. 310) Tarih'ûl Ümem ve-l-Müluk
  4. 104. et-Taberi Tefsir
  5. Taşköprüzâde, Ahmed b. Mustafa (ö. 1516), Mifîah-üs Seade (Kâmil Kâmil Bekri ve Abd'ül Vehhab Ebun-Nur, neşri, Kahire)
  6. Terbiyet'ül evlâd, alâ Kanun-ış-Şeria, Sü/Esad efendi, No. 3780 et-Tirmizî (ö. 279) Cami'Topaloğlu Bekir, İslâm'da Kadın
  7. Tuğ, Dr. Salih (D. 1930) İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İst, 1969 Udeh, Abd-ül Kadir, İslâm ve Avdauna's-Siyasiyye

Wensinck (ö. 1939) el-Muccem'ul Müfehres Li elfazı hadis-in-Nebevî, Layden

  1. el-Vahidi  (ö. 468) Eshab-ül Nüzul
  2. Veliyyullah ed-Dıhlevî (ö. 1176) Hüccet'üllah-ıl Baliğe, Bağdat Yakut, Hemevi, Mucem-ül Buldan, Nüstenfeld, neşri, 1866
  3. Yazır, Elmalı Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili İstanbul (İkinci baskı) Zehebi, Şemsüddin, Tezkîret-ül Hüffaz, Haydarabad, 1955
  4. Zehra, Muhammed, İslâm'ın Gölgesinde İnsanlık, İstanbul, 1970
  5. Zehra, Muhammed, İslâm'da Beşerî Münasebetler, İstanbul, 1971
  6. Zebidi (ö. 893) et-Tecrid-üs-Sarih, mütercimi Ahmed Naim (Salât-ı tehac-cüde kadar), Kâmil Miras, D. İşleri Başkanlığı Y. (İkinci Baskı)
  7. Zekeriyya b. İddi, Tehzib-ül Ahlâk
  8. Zihni, Mehmet efendi, Nimet'ül İslâm, İst.

 

 

 

[1] Prf. Dr. M. Hamdidullah, Sahife-i Hamman; S. 109, hn: 70

[2] Buhârî-  "edeb" 57; Müslim, "birr" 24 v.s.

[3] Bilmen: 7

[4] Ahlâk: Mustafa Rahmi, 1339, Matbaai-i Amire S. 3

[5] Ahlâk Dersleri. M. Ali Ayni, Evkaf-ı İslâmiye mat. 1343 S. 6

[6] Ömer Ferid Kam, Meibadil felsefe'den İlm-i Ahlâk S. 3 1341

[7] a. g. e. 4

[8] a. g.e.4. Genel olarak Batı düşünürlerinin son asırlarda meydana getirmek istedik­leri ahlâki anlayış, ilâhi kaynağa dayalı bir ahlâk görüşü değildir, bk: Ahlâk terbi­yesi Durkaym. H.Cahid ter. 1927

[9] Saraç: 3

[10] Ferid Kam: 11

[11] a.g.e13

[12] bkz. Ülken: Ahlâk, İst Ün. Ed. Fa. yn 310, 1964; Mustafa Namk: Ahlâk, Prof. Z. Findıkoğlu: Ahlâk Tarihi,  Gençlik Kitabevi neşriyatı, içtimaî eserler serisi. No: 1-3, 1943-4-5

[13] Muvaîta: -Hüsn-ül-Hûlk" 8

[14] Müslim: "Misafir" 201, Bbu Davud: "Salat" 119, Tirmizi: "Daavat" 33, Nesaî: "İftitah" 17, Darimi: "Salat" 33. Ahmed: 1/99

[15] Buhari: "Edeb" 39, Müslim : "Birr" 14, 15; Darimi: "Rikâk- 47, 73

[16] Ahmed: 1/68

[17] Tirmizi: "Birr" 61, Ebu Davud: "edeb" 7, Ahmed V1/S1

[18] Muvatta: -Cihad" 35

[19] İbn-i Mace "Zuhd" 24

[20] Buhari: "fedail-üs-sehabe" 27, Tirmizi: "Birr" 71; İbn-i Mace IV/193 - 4

[21] Nazarî ve amelî ahlâk-ı İslâm'iye dersleri (O. Nasuhî Bilmen) S. 12 1927

[22] a.g.e. 13

[23] krş. En'am:  6/152, Araf: 7/42, Mûminun: 23/62, Bakara: 2/286, 233

[24] krş: İnsan: 76/9

[25] Bilmen: 20.

[26] Bilmen:  22

[27] Enbiya: 21/23

[28] Araf: 7/6

[29] Bakara: 2/284

[30] İbn-i mace : "Talak: 65/16

[31] krş: En'am: 6/164, Bakara:  2/164 .

[32] krş: Müslim:  "Zekât" 69, Nesaî: "Zekat" 64

[33] İslâm Ankislopedisi:  1V/105

[34] a.g.e.

[35] Bu hususta bir çok eserler vardır.

[36] Kuşeyri: V. 208a

[37] a.g.e.  V. 209a

[38] a.g.e. V. 208b

[39] Ahmed: lll/412: Tirmizi: "Birr" 33

[40] Darimi: "fedail-ül-Kur'an" 1

[41] İbn-i mace: "edeb" III

[42] Bir ölçektir. Şer'i dirhemde: 2, 917 kg.

[43] Tirmizi: "Birr" 33, Ahmed: V/96, 103

[44] Mesnevi,  (tercerrie ve şerh) Tahirül. mevlevî, 1963, C. 1 kitap: 1, S. 114, Beyt: 79

[45] a.g.e. S.114-5

[46] Haşr: 59/7

[47] Ahzab: 33/21

[48] Rabbim beni en güzel şekilde terbiye etti"

[49] Tahir-ül-mevlevi, Mesnevi 1/113

[50] a.g.e.

[51] Mustafa Rahmi, Ahlâk, S. 22

[52] a. g. e.  23

[53] Bütün bu maddeler için tok: a.g. e. S. 24-30

[54] Maide: 5/2

[55] Buhari, tec. ter. III487

[56] Müslim, teıcemesi, 1/105

[57] Cami'us-Sağir, (Suyuti) 11/170

[58] Risaletün fi muhaletatı-n-Nası: Sû:  Esad ef. 3654 V. 15

[59] a. g. r.v. 16 a

[60] a.g.r.v. 16b

[61] İbn-i mace: "fiten- 23, Ahmed: 11/43, V/365

[62] Darimi, istizan, 47

[63] a.g.r.v. 17 a

[64] a.g.r.v. 17b

[65] a.g.r.v. 16b İslâm düşüncesinin derin tarihine sayın okuyucunun dikkatlarını çek­mek için bu risaleden iktibaslar yapılmıştır. Halbuki bu meselenin tartışmasına sos­yal bilimler son zamanlarda yer vermiştir.

[66] Bu manayı aksettiren bir çok ayetler içinde özellikle şunlara bkz: III/75; XLVI1/1 vs.

[67] Nebe: 78/40; Al-i İmran: 3/182

[68] Bakara: 2/195

[69] Rum: 30/41

[70] Şura: 26/30

[71] Nur: 24/24: Yasin: 36/65

[72] Hakim

[73] Nevevi, müslim Şerhi, S. 282

[74] a.g.e.    284

[75] a.g.e.    284

[76] Bakara: 2/168; Maide: 5/88; Nah: 16/114

[77] Araf: 7/31

[78] Müslim

[79] Hud: 11/259; V/75; Vll/103

[80] K. K.   XV/16

[81] K. K.   VI/11

[82] er-Ruhaniyet-üI-ictimaiyye fi-l-İslâm, Cenevre İslâm merkezi neşriyatı.

[83] K. K. XXIV/31

[84] K. K. XXIV/30

[85] Ebu Davud; Tirmîzi

[86] İbn-ül Cevzi, Kitab-ül-vefa, 50a - 51b

[87] Buhari, hn: 1447

[88] Buhari, hn: 1449

[89] Ebu Davud'dan, Kardavi, el-helâl-ü vel-haramü fîl-İslam, 78

[90] a. g. e. 78

[91] Buhari hn: 1446

[92] Feth-ül Bari (hadisin açıklamasında)

[93] Müslim

[94] Feth-ül Bari a. g. yer.

[95] Tirmizi ve Sünen sahipleri

[96] Adab-ül-Uyake Muhammed mesud, S. 1

[97] Allah'ın adiyle, Allah'a güvenerek yola çıkıyorum. Güç ve kuvvet ancak Allah'ındır.

[98] "Ev bölümüne" bkz

[99] Şerh-ü Şir'at-il İslâm, 115 (Köprülü yazma)

[100] Krş, Sahife-i Hamman. hn: 70

[101] Şir'a, V. 166

[102] a. g. e. 166

[103] Fedail-ül Ahlâk, 126

[104] a. g. e. 126

[105] a. g. e. 126-7

[106] Edeb-ül-Liyake, 2

[107] a. g. e. 2-3

[108] a. g. e.   4.

[109] Müslim, I/335, hn: 269/68

[110] Krş, Buluğ-ul-meram, 1/116

[111] Ebu Davud, Sünen, bab-ûl iştihar fi-l-hela

[112] Taberani'den, B. meram, 1/117

[113] Taberani'den, B. meram, 1/117

[114] Hz. Peygamber "akmayan durgun suya bevle etme" buyurmuştur  (müslüm, 1/349]

[115] Sülasiyat, 1/359

[116] Buluğ-ül meram, 1/118

[117] Bütün bu görüşler için bkz. Buluğ, 1/118, 122-3; Ayrıca kıbleye karşı dönülmemesi ve arka çevrilmemesi için, Buhari, tec. ter. Cilt, 1 Kitap 2, cüz 2, S. 136; Müslim, 1/332-3, İçerde iken bunun düşünülmeyeceği hakkında bkz. Buhari, a. g. yer S. 138

[118] Krş, Ebu Davud, a. g. yer.

[119] Sülasiyet, 1/360

[120] Buhari, tec. ter. a. g. yer. S. 134. Hadiste geçen "el-Hubs ve-l habais çeşitli şekilde izah edilmiştir, bkz. Sülasiyet, 1/361

[121] Krş. Buluğ, 1/130

[122] Krş. a. g. e. 1/118

[123] Müslim, 1/332

[124] Müslim, 1/334; Buhari, cilt 1, kitap 2, cüz 2, S. 141

[125] Krş. Buhari, a. g. yer,   S. 142

[126] Buluğ, 1/122

[127] a. g. e.

[128] Ebu Davud. a. g. yer

[129] Ebu Davud. a. g. yer

[130] Buhari, a.g.yer  S.142

[131] a. g. e.

[132] Buluğ, 1/131

[133] a. g. e. 1/128 "-9

[134] Buhari ile beraber sahih kitapları, Buluğ, 1/118,

[135] Sülasiyet, 1/360

[136] İbn-i mace'den, Buluğ 1/125

[137] Ebu Davud'dan a. g. e.

[138] Nesai'den a. g. e.

[139] Buhari, tec. ter.  III/35, hn: 484; müslim ter. 1/327

[140] Buhari, hn: 485; Nesai-Ahmed

[141] Müslim, 1/327

[142] Müslim, 1/328

[143] İbn-i mace'den, H. Hüsnü Erdem, Abdest almanın diş ve göz bakımlarından önemi, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlan, S. 8 Ankara, 1963

[144] Firdevsi'den a. g. e.   S. 12

[145] Hakim-Tirmizi'den, a. g. e.   S. 15

[146] Bezzar, Beyhaki, Taberani ve E'bu Nuaym'den, a. g. e. S. 15

[147] H. H. Erdem, S. 22 (Anti septik bir madde olduğunu merhum Prof. Dr. Osman Oğuz bey tarafından  bildirilmiştir. Fakat bu raporu aramalarımıza rağmen bulamadık. Misvak hakkında 1936 senesinde Viyana'da  toplanan Milletlerarası Diş Hekimliği kongresinde bir tebliğ yapılmış  olduğu  bildirilmektedir,  bkz: Dr. Asaf Ataseven, Misvak - Diş fırçası, İslâm medeniyeti mec. yıl 1 sayı, 7, 1968, S. 43

[148] Krş. H. H. Erdem, 23

[149] Dr. Ataseven, a. g. makale, 43

[150] Diş tebabeti Sirürjisi, prof. Albert Kantorowiczz, İstanbul, 1943, a. g. makale, 43

[151] a. g. makale, 43

[152] Dr. Sevim Asımgil, Dişlerimiz, İslâm medeniyeti mecmuası, sayı 23, Eylül 1969 S. 25

[153] Ataseven, a. g. makale, 41

[154] "Misvak kullanmak suretiyle kılınan iki rekat namaz, misvak kullanmaksızın kılınan yetmiş rekat namazdan  üstündür [Ahmed-İbn-i Hüzeyme-Hakim-Dare  Kutni, hadisi tahric etmişlerdir).

[155] Misvak hem ağzı temizler, hemde Hak'kın rızasını kazandırır. [Buhari-Nesaî-İbn-i Hibban)

[156] Merak-ül felâk Haşiyesi Tahtavî, 38; İbn-i Abîdin. 1/85 den H. Erdem, a. g. e. 30

[157] Buluğ-üI meram, 1/53

[158] Nevevi'den, H. Erdem, 24

[159] Yağmur duası

[160] Afet anlarında kılınan namaz (güneş ve ay tutulmasında)

[161] Buhari, tec. ter. llI/37

[162] Mecme'ül fetava'dan, Erdem, 24,

[163] Buluğ-ül meram, 1/53

[164] Ebu Nuaym, İbn-i mace, el-münziri'tten Erdem, 16

[165] Ahmed-Tirmizi

[166] Taberani (Ebu Hüreyde'den)

[167] Beled suresi: a. g

[168] Rum: 30/20

[169] Meryem: 19/50

[170] Şuara: 26/84

[171] Taha: 20/27

[172] Kasas: 33/34

[173] Kıyamet: 75/16

[174] Şuara: 42/13

[175] Nahl: 16/116

[176] Nur: 24/24

[177] Nur:  24/15

[178] Hümeze: 104/1

[179] Buhari: "edsb" 85,    Müslim: "İman" 74, Ebu Davud : "edeb-123, Tirmizi: "birr" 43, İbn-i mace: -fiten" 13

[180] Ahlâk-ı dinî: 39

[181] fedail-ül-Ahlâk: 114

[182] el-Haraidi: mekarim-ül-Ahlak

[183] fedail-ül-Ahlâk: 114

[184] a. g. e. 115

[185] Ahlâk-ı Dinî: 39

[186] Taha: 20/44

[187] Nisa: 4/5-9

[188] Nisa: 4/9

[189] Buhari:  1/11

[190] Zümer: 39/10

[191] Bakara: 2/153, Enfal: 8/66

[192] AI-i  İmran: 3/146

[193] Enbiya: 21/85

[194] Beled: 90/17, Asır: 103/3

[195] İnsan: 76/24

[196] Bakara: 2/153

[197] Bakara: 2/155-6

[198] Lokman: 31/17

[199] f. Razi: 1/176    

[200] İbn-ü-eb-ıd-Dunya  "Kitab-ül-marad vel-keffarat"

[201] Mekârim: 46

[202] Mekârim: 46

[203] Kuşeyri, v. 122 (Sü/Hafid ef.)

[204] Erbain: 198-9

[205] Tirmizi -fedail-üz-Zûhd" 2, Ahmed: VI/20-22

[206] Erbain: 199

[207] a. g. e.   199

[208] İbrahim: 12

[209] Hicr: 97

[210] Erbain: 200

[211] Cami-üs-Sağir  (Azizi hadisi açıklamış, Hakim Enes'îen rivayet etmiştir)

[212] Enfal: 8/66

[213] İbn-i mace, fiten, 23; Ahmed, 11/43

[214] Tirmizi-Nesai'den Süyuti: "Kitab-ül Erec fi-f-ferec. Sü/Esad ef. 3594 V. 18b (Sıkın­tıdan refaha)

[215] a. g. e. (Buhari-müsIim-Tirmizi-Nesal-İbn-i mace)

[216] a. g. e.  (Bu hususta bir çok duaları içine almış müstakil bir risaledir)

[217] Mekârim: 64

[218] Bakara: 2/273

[219] Müslim: "zekât" 111, Buhari : "rikak" 10, 49, Tirmizi: "zuhd" 27

[220] Buhari-müslim

[221] Hakim (Cabir'den)

[222] İbn-i mace

[223] Müslim, en-Novevi: XI/438

[224] Mekârim: 63

[225] Ahmed: 1/386, 434, 443

[226] Zekeriyya b. İddi "Tehzid-ül-Ahlâk" 11/47

[227] Mekârim: 52

[228] a. g. e.

[229] Tirmizi: "bîrr" 45

[230] Mekârim: 46; K. İzzüddin "Risalet-ül-Ahlâk" V. 29a

[231] Dare Kutni: "eknüstecad"; Beyhaki: "şuab"

[232] Mekârim: 68

[233] Haşr: 59/9

[234] İhya:  111/235

[235] İsra: 17/20

[236] İhya: 111/225

[237] Zad-ül-mesir: V/30

[238] Furkan: 2568

[239] Zad-ül-mesir: VI/103

[240] Hadimi, Serh-ü-eyyûha-l Veled, Sii/Kasideci Zade No: 721 V. 95a

[241] Bakara: 2/263

[242] Mekârim: 65

[243] İhya: 111/160

[244] Buhari: "İstizan" 22 Müslim: "birr" 47, Ebu Davud: "edeb" 10 Tirmizi: "İstizan" 12, İbn-i mace: -edeb" 9, Darlmi: "rikak" 75 muvatta "istizan- 38, Ahmed: 1/112

[245] Ahmed, Beyhaki "şuab"

[246] Taberani et-Kebir"

[247] Müslim: "Birr" 74, 76 V.S.

[248] İbn-i mace: "edeb" 9

[249] Müslim

[250] Tirmizi-Hakim-Ahmed'den Tac. V/151

[251] a. g. k..

[252] Ramuz: II/78

[253] Araf: 7/199 52

[254] Bakara: 2/237

[255] Maide: 5/13

[256] Tirmizi-Ebu Davud, Müslim "birr" 69

[257] İsfehani: "ef-Tergib Vet-Terhib"

[258] Haraitl:  Mekârim-ül-Ahlâk

[259] Ebu Said Ahmed b. İbrahim el-Makarri et-Tebsire Vet-Tezkire" krş: Taberani el-Evsat"

[260] İslâm Peygamberi:  1/171

[261] İbn-i Hişam, S. 821 den a. g. e. 1/172

[262] Tehzib-ül-Ahlâk, Zekeriyya b. İddi ll/47

[263] Bilmen, Lügatçe, 40

[264] İhya:  111/152

[265] Bakara: 2/225, 235, Al-i İmran: 3/155, Nisa: 4/12, Malde: 5/101 v.s.

[266] Hud: 11/75

[267] Müslim:  -İman" 35, 36, Ebu Davud:  "edeb" 149, Tirmizi: "birr" 66, İbn-i mace: "zühd" 18, Ahmed:  111/23

[268] Taberani, Dare kutni

[269] Ebu Bekr b. Ebi Asım, "el-meani vel-Ahad"; Tirmîzi

[270] Mekârim: 48

[271] a. g. e. 49

[272] Maverdi : "Edeb-üd-Dünya ver-Din" 240

[273] İhya: 111/154

[274] Abbas Muhmud el-Akkad: "felsefet-ül-Kur'an" S. 29

[275] Ramuz. 1/61

[276] Darimi: "mukaddime" 48.

[277] Buhari: "İman" 16, müslîm: "iman" 59, Ebu Davud: "sünne" 14 Tirmizi: "birr" 56, İbn-i mace: "mukaddime" 9, muvatta, "Hüsn-ül-Hulk"

[278] Müslim: "iman" 61, Ahmed:  lV/426

[279] Buhari. -enbiya" 54, Ebu Davud. "edeb" 6, İbn-i mace "zühd" 12, muvaîta: "sefer" 46, Ahmed, lV/121-2

[280] İslâm'ın gölgesinde insanlık: S. 137 vd.

[281] Buhari: "edeb" 77, Müslim: "iman" 65

[282] Tac: V/59

[283] Tirmizi'den: Tac : V/60

[284] Buhari-Müslim'den, Riyaz-üs-Salihin hn : 687

[285] Mekârim: 59

[286] İbn-i mace: zühd" 17, muvatta: "Hüsn-ül-hulk" 9

[287] İslâm'ın gölgesinde insanlık, S. 135 v.d, 

[288] Tirmizi: "nikâh" I, Ahmed: V/431 

[289] Buhari: -tefsir" XXXI11/8

[290] İbn-i mace: "fiten" 37 

[291] Kuşeyri v. 160a

[292] Mekârim, 61, Kadı İzzûddin, Risalet-ül-Ahlâk Süleymaniye, s. 29a

[293] a. g. e.   61

[294] Müncid: 407

[295] Mekârîm: 52

[296] Bakara: 2/148

[297] Al-i İmran: 114

[298] Al-i İmran: 115 (Şu ayetlere bkz: K. K. V/48,  XXI/73, XXIII/61

[299] Mekârim: 52.

[300] Müslim, birr 69; Tirmizi, birr 83, Darimi, zekât 35 muvatta, sadaka 13

[301] fedail-ül Ahlâh, 46

[302] Ebu Davud-Tirmizi'den Tac. V/61

[303] fedaü-ül Ahlâk, 47

[304] a, g. e.   S. 47

[305] Kasas: 28/83

[306] Zad-ül mesir (İbn-i Kesir'den) dip not. VI/248

[307] Müslim  (Ebu Hüreyre'den) "birr" 69

[308] Ebu ya'la, (Hz. Aişe'den) Taberani. (İbn-û Abbas'tan)

[309] İbn-û Ebu-d-Dünya, kitab-ül yakın;  Hakim el-müstedrek

[310] Taberani, el-mü'cem-Cil kebîr

[311] Hucurat: 49/10

[312] Mücid: 490

[313] Tac: dip not (V/76)

[314] Zad-ül-mesir. lV/483

[315] Nahl: 16/90  (her hutbe bitiminde okunan Ayet)  bakz : I. G. İnsanlık S. 156

[316] Zad:  lV/483

[317] Maide: 5/8

[318] Ali Emiri: 39

[319] Balaban: 38.

[320] Zehra:  i. g. İnsanlık. S. 158 v.d.

[321] Gazali:  nasiha (Devlet Başkanlarına)

[322] Dr. Abdül-Kerim Osman: en-Nizam-üs-Siyasiyye fi-l-İslâm

[323] a. g. e.   S. 41

[324] Şura: 42/15 Osman Şekerci, İslâm Terbiyesi, Çanakkale Seramik Fabrikaları Kültür Ve Araştırma Hizmetleri: 65.

[325] Zehra, a. g. e. 159

[326] Zehra a. g. e. 169 v.d.

[327] Buhari: "büyü" 15, Tirmizi: "ahkam" 21, Nesai: "büyü"  1, Ahmed : VI/31, 41, 42

[328] Nur: 24/71

[329] Mümtehine: 60/8

[330] Nahl: 16/91-92

[331] Bu hususta geniş bilgi için bkz. Hamidullah: İslâm'da Devlet İdaresi, Zehre:  İslâm'da Beşerî münasebetler ve İslâm'ın gölgesinde insanlık.

[332] Münacid 916

[333] Al-i İmran: 3/159

[334] Al-i İmran: 3/160

[335] İbn-i Mu'ni rivayet etmiş,  Buhari-müslim, (fani A'bbas hadisinde ittifak etmişlerdir.

[336] Hakim-Tirmizi

[337] İhya: III/211

[338] Erbain: 223

[339] bk: İhya: lll/225-'7

[340] a. g. e. 224

[341] Erbain: 224

[342] Şura: 42/38-9

[343] Al-i İmran: 3/159

[344] Zehra, İslâm'ın gölgesinde insanilik, 203-4

[345] Tirmizi, 21: 35;  İbn-i Hacer, feth-ül Bari, Xlll/286 dan İslâm Peygamberi, 11/162

[346] İbn-i Kesir, Tefsir 1/420 den a. g. e.

[347] Buhari. tec. ter cilt. İl, cüz, 4, S. 552-5

[348] İbn-i Hişam, 435 den Dr. Abdül-Kerim Osman, nizam-üssiyasiyye fi-l-İslâm, S. 30-1

[349] İ'bn-i Hişam, 1/260

[350] Taberi, 1/1354-5

[351] Nizam-üs-siyasiyye fi-İslâm, 32

[352] Savaş içinu bkz: İbn-i Hişam, 1/673; İslâm Peygamberi, 1/152-8

[353] İbn-i Hişam, 673; Taberi, 1/1474

[354] İslâm Peygamberi, ll/163

[355] Krş. İslâm Peygamberi, 11/164-5;  Daha geniş bilgi için Arnold, intişar-ı İslâm Tarihi Osman Şekerci, İslâm Terbiyesi, Çanakkale Seramik Fabrikaları Kültür Ve Araştırma Hizmetleri: 72-74.

[356] Nizam-üs-Siyasiyye, S. 35

[357] Kurtu'bi, lV/249-251; Razî, mefatih-ül gayb, III/120-2

[358] Al-i İmran: 3/159

[359] Abd-ül Kadir Udeh, el-İslâm ve evdaûna-s-siyasiyye S. 163-4

[360] krş. Maverdi, Ahkam-üs-Sultaniyye, S. 4, Udeh, 168-9

[361] Bbu Ya'la el-müsned

[362] Hukuki terim olarak "hibe" geçer. Yalnız hediye İ'krâm yönünden 'hibeden ayrıdır,

[363] Buhari, tec. ter. Vlll/6

[364] a. g. e. VIII/9

[365] a. g. k, VIII/13  (keler için yemek b. bk

[366] Şemail-ı Şerif, M. Raif muhtasarı, S. 171

[367] Buhari. VIII/13

[368] krş. Ahmed, "müsned"; İbn-i Hibban, "Sahih"; tec. ter. VIII/13

[369] a. g. k. Vlll/25

[370] a. g. k. Vlll/43-5

[371] Tirmizi

[372] İhya: 111/110

[373] a. g. e. 111/110

[374] Tirmizi'den: Tac: V/57

[375] Vak'a: 35-6; Tirmizi;  Şemail-ü- İbn-i-Cevzi;  Mehasin-ül Edeb: 69a

[376] Ebu Davud-Tirmizi'den Tac: V/56

[377] Buhari-müslim-Ebu Davud-Tirmizi, Şemail-i Şerif tercemesi M. Raif muhtasarı, S. 171, Tac: V/56.  "Nugayr" bülbül, yahut 'kuşun yavrusu manasınadır. Enes'in kardeşi onunla oynıyormuş. Bu yüzden Hz. Peygamber şaka olarak bunu söylemiştir. Bun­dan da küçüklere ikünye verilmesinin caiz olduğu anlaşılmış  oluyor. (Tac: V/56, dip not)

[378] Zübeyr b. Bekkar: el-fükahetû vel-mizah, İbn-u eb-ıd-Dünya rivayet etmiştir.

[379] Şemail-ı Şerif, M. Raif muhtasarı, S. 171

[380] Ahlâk-ı Dinî: 272

[381] Mizah kelimesinin üçlü mazi fi'li "zeha"dir. Bu da uzaklaştırmak manasınadır, (el-müncid, zahe maddesi)

[382] Bütün bu ifadeler için bkz: İhya:111/110-111

[383] Maverdi: Edeb-üd-Dünya ved-Din, Mehasin-üI-Edeb köprülü, V. 63a

[384] Mehasin, V. 63a

[385] Tirmizi, "zühd" 11; İbn-i mace, "fiten" 12; muvatta; "hüsn-ül-hülk" III; Ahmed. 1/201

[386] Gazali, İhya, 111/98

[387] Ali Nureddin, Envar-ül edeb, s. 71

[388] İhya, III/98

[389] Buhari tefsir, sure I1I/23;  müslim, "ilm" 5; Tirmizi Tefsir,  III/23;  Ahmed, VI/55

[390] Müslim

[391] Buhari, "zekât" 10:  müslim. "zekât" 66; Tirmizi: "kiyame" 1

[392] Tirmizi,  "birr" 70; Ahmet. lV/193-4; Buhari, sdeb-ül müfred, 236

[393] Ahmed: ll/349

[394] Müslim:  "iman" 24, Ebu Davud: "Sunne": 15, Tirmizi: "knan" 14, Nesai: "20, Ahmet: ll/189

[395] İbn-i mace ve Nesai (İsmail b. Vasıftan)

[396] Hadisi Ümmü-mabed ve Hatib "TarihVte rivayet etmişlerdir.

[397] İhya: 111/119

[398] Gazeli: "el-eribain fi usul-ıd-Dirt" 110. Hadis ebu Davud'da vardır.

[399] K. K. lll/ll v.s.

[400] K. K. XL/70

[401] K. K. XXXIV/45, XL/70 v.s.

[402] K. K. LXLlV/10

[403] K. K. XXV!/117

[404] Hz. Peygamber: "Ben şaka yaparım, fakat gerçeği söylerim" buyurur.

[405] Tac: V/42

[406] el-Erbain. 11

[407] "Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse. Ounu iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize yanarsınız"

[408] Ebu Davud: "edib" 80

[409] Bakara: 2/191,

[410] Buhari "iman" 24, müslim: "iman" 106, Tirmizi: "iman" 14

[411] Müslim: "iman" 172, Ahmed ll/480

[412] Tabakat-ül-İsfehaniyyin-Ebu Hüreyre'den

[413] eb-ûl-feth el-Ezdi "Kitab-ü-Esmail-Müfrede"

[414] İhya: 111/119

[415] Ahmed-Hakîm-Beyhaki

[416] Buhari-müslim, Tirmizi "Birr" 26, Ahmed: Vl/403-4

[417] Geniş malumat için bkz:  Prof. Dr. M. Hamidullah:

[418] İhya: 111/119

[419] Ahmed. a. g. e. 111/119

[420] el-Erbain: 109

[421] En'am: 6/108

[422] Nesaî: "tahriım" 37, İbn-i mace: "mukaddime" 7, Ahmed 1/176 krş: Buhari: "iman" 36, müslim: "iman" 116

[423] Krş: müslim: "iman" 38, Tirmizi:  "Birr" 4, Ahmed: 11/164

[424] Buhari "cenaiz" 97, Ebu Davud: "sünne"10, Tirmizi: "Birr" 51, Nesaî: "cenaîz" 52, İbn-i mace: "mukaddime" 11

[425] Fetva için bkz: Sû/Esad ef. 3780 nolu risalenin V. 68a (sayfa kenarında)

[426] Krş . Araf: 57, Hırkan: 48

[427] Krş: İsra, 11

[428] Krş: Ahzab, 72

[429] Kenz-ül-Ummali: 11/122

[430] a. g. e. 11/122

[431] kvş:  Al-i İmran: 3/14,  En'am: 6/142,  Nahl:  16/5,  Gafir:  40/79,  Zuhruf: 43/12

[432] krş:  Gafir: 40/ 79 v.s.

[433] Ahmed IV/193

[434] Ebu Davud : "Edeb" 106, Ahmed: V/193

[435] Tac: V/293

[436] Buhari:  "Tefsir" sure Casiye:  1. müslim "elfaz" 1, 2, 5, 6, Ebu Davud: "edeb" 169, Ahmed ll/238

[437] Tac: V/293  (dip not)

[438] Tac: V/293 (Allah bu zamanı mahvetsin, ne çirkin zaman v.s. gibi ifadeler aynı durum içine girmektedir Tac:  V/293 dip not.)

[439] Kenz-ül-ummal: 11/123

[440] Müslim: 1/121

[441] Müslim: I/20

[442] Aliyy-ül-Kari, Risale-i Akaid: V. 17b, Sû/H. Beşir 673

[443] Buhari: "edeb-ülmüfred"  ll/320

[444] Tirmizi "Birr" 48

[445] er-Raid, 1288

[446] K. K. XXXIII/64, ll/88, lV/66, ll/89

[447] K. K. XIII/25

[448] K. K. III/61

[449] K. K. XXIV/25

[450] İhya:  111/106

[451] Tirmizi: "Birr" 48

[452] İbn-i eb-ıd. Dünya

[453] İhya: lll/106-7

[454] a. g. e: 111/107

[455] Al-i İmran: 3/128

[456] İbn-i Abd-ıl-Berr: "el-istiab"

[457] İhya:  111/108

[458] Müslim: (muhtasar. Kitab-ül-Hadis'den)  hn: 148, Dar-ül-Arabiyye, 1969

[459] Müslim: V/57-8

[460] Buhari: hn: 1455

[461] Ahmed ve Ta'berani

[462] Buhari, tec. ter. XIl/150, hn: 1989

[463] Müslim, sünen sahipleri, İbn-i Hibban "sahihinde "Hz Peygamber faizi yiyen ve ve­rene lanet etmiştir" hadisini almışlar. Ebu Davud, Tirmizi "İki şahidini ve yazanı" ilâvesini yapmışlardır. (:bk. Sülasiyet, müsned-ül-imam-ı-Ahmet, 1961, 1/154)  İslâmın bu husustaki görüşü muhtasar olarak tarafından terceme edilmiş olan "faiz tarihi ve islâm" adlı eserde anlatılmıştır. Ayrıca bkz: "faiz Nazariyesi ve İslâm": "faiz"

[464] Sülasiyet: 1/155

[465] a. g. e.

[466] Ahlâk-ı Dini, S. 49

[467] Hucurat: 49/11

[468] İhya:  111/114

[469] Cami-üs-Sağîr, !/61

[470] Kardavi: 257

[471]a. g. e. 257

[472] "Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife varedeceğim, demişti" Bakara: 2/30

[473] Bakara: 2/15

[474] Nisa: 4/140

[475] Bakara: 2/15

[476] Hicr, 15/95

[477] Mutaffifin: 83/ 29-33

[478] Tac (dip not) V/31

[479] Bakara: 2/34

[480] Araf: 7/146

[481] Nahl: 16/23

[482] Furkan: 25/21

[483] Buhari-Müslim

[484] Ebu Davud: "Libas-  25,  İbn-i mace: "zûhd" 16, Ahmed 11/248

[485] Tac (dip not) V/32

[486] Müslim "iman"

[487] Müslim'den tac, V/32

[488] Furkan: 25/60

[489] Ahlâk-ı Dinî: 26-29

[490] Naziat: 79/24

[491] En'am: 6/52 

[492] İhya. III/298 

[493] Al-i İmran: 3/6

[494] Müslim

[495] Müslim

[496] Kehf: 18/32-42

[497] Abase:  80/17-22

[498] Secde: 32/7

[499] Kenz-ül ümmai

[500] Beyhaki "şuab"

[501] Daha geniş bilgi için bk: İhya III/307-316

[502] Lokman: 31/13

[503] Tac V/24 (dip not)

[504] a. g. e. 

[505] Kalem: 68/11-2 

[506] Ebu Davud (Tac: V/24)

[507] Tirmizi -Ebu Davud

[508] Buhari: hn: 1474

[509] Buhari: edeb-ül müfred 236

[510] Tâberani "el-Evsat ve "es-Sağir"

[511] Hucurat: 49/6

[512] Lokman: 31/17

[513] Hucurat: 49/12

[514] Hucurat: 49/12

[515] Hucurat: 49/12

[516] Ahlâk-ı Dini: 44; Risale, sû/Esad ef. 820 v. 93

[517] Hucurat: 49/12 Benzetmedeki hikmet, insan ırzının kanı ve eti gibi olduğuna işarettir. Açık bir kıyasta ise kişinin ırzı etinden daha şereflidir, a. g. risale)

[518] Müslim : -birr" 23; Ebu Davud: "rikak" 6; muvatta: "Kelâm- 10, Ahmed: (1/348, 386.

[519] Kenz-ül'ummal: 11/118

[520] Hümeze: 104/1

[521] Buhari, tec. ter.  XII/154

[522] İbn-ü-ebı-d-Dünya: "es-Sumt.

[523] İhya: 111/125

[524] İhya, 111/125

[525] İhya: 111/126

[526] Ebu Davud'dan ihya, III/126

[527] İhya: III/126

[528] Ahlâk-ı Dîni: 45

[529] Sülâsiyet 11/75

[530] Taberani (İbn-i Ömer'den)

[531] İhya: III/127-8

[532] Nisa: 4/148

[533] Buhari-Müslim

[534] Kenz-ül-ummal, 11/131

[535] a. g. k. 11/131

[536] İbn-û Addi ve e, b-üş-Şeyh "sevab-ül-A'mal" adlı eser: Kenz-ül-umali: 11/131

[537] İhya: 111/133

[538] Hakim "el-küna" Kenz, 11/118

[539] el-Helâlü ve-l-Haram-ü-fi-l-İslâm, 225

[540] Kenz, 11/118

[541] İhya: 111/158

[542] Cami-üs-Sağir, 11/187-188

[543] Kenz-ül-ümmal: hn: 2319, 2323, 2333:

[544] Ahlfik-ı Dini, S. 24

[545] İhya: III/253

[546] Maun: 4-7

[547] Ahmed: V/428-9

[548] İbn-i mace'den ihya, III/253

[549] Malik, müslim

[550] Taberi - Hakim

[551] Beyhaki  "Şuab";  İbn-û-eb. ıd-Dünya: "Kitab-ül-ihlas.

[552] İbn-i mace - Hakim

[553] Münafikun:  63/1

[554] Al-i İmran: 3/119

[555] Nisa: 4/142

[556] Etraflı bilgi için "cenaze" b. bkz.

[557] Buhari- müslim

[558] Hakim: "mûstedrek"

[559] Müslim, "iman" 61, Ahmed, lV/426

[560] Buhari, "iman" 16; Müslim, "iman" 59 v.s.

[561] Buhari, "edeb" 77;  Müslim, "iman" 65

[562] Taberani - Beyhaki

[563] Müslim (İyaz b. Hammad'dan)

[564] İsbehani:  "el-Tergib ret-terhib

[565] Daha fazla biigi için bkz:  Maverdi, Ahkam-üs-Sultaniyye Gazali: "nasihat-ûl-muluk" (Tarafımdan "Devlet Başkanlarına" şeklinde terceme edilmiştir.

[566] Buhari - Müslim

[567] krs:  ihya:  III/253-284, el-Erbain: 155-165 Kimyayı Seadet (A. faruk meyan ter.) 495 - 528.

[568] Tirmizi  "birr" 41, Ahmed: 1/4, 7

[569] fedall-ül-Ahlâk: 84

[570] Haşr: 59/9, Teğabün: 64/16

[571] Ebu Davud-Nesaî "kübra", İbn-i Hıbıban ve Hakim.

[572] Al-i İmran:  3/180

[573] Nisa: 4/37

[574] Hadîd: 57/23

[575] Hadid: 57/24

[576] Tirmizi: "birr" 41

[577] Ahmed: 1/4, 5. Tirmizi: "birr" 41

[578] Buhari: "cihad" 74,  Ebu  Davud: "vitn 70,  Nesaî: "istiaze" 3 Ahmet: 1/22  v.s.

[579] Hz. Ali'den "firdevs" sahibi nakleder.

[580] Hakim, Taberani: "es-Sağîr"

[581] Tirmizi: "birr- 40

[582] Ura: 29

[583] fedail-ül-Ahlâk: 96/28

[584] Taberani,

[585] Hakim  (Cabir'in hadisinden)

[586] Atomed, Taberani "kebir" ve "evsad"

[587] Ebu Müslim el-leysi : "sünen", Beyhaki "şuab-ül-iman.

[588] Daha geniş bilgi için bkz: İhya: III/202-4

[589] fedail-ül Ahlâk:

[590] Nesaî: "Cihad-8

[591] Müncid: 133

[592] Nas: 114/31: 5

[593] Ali Emiri: Ezhar-ı hakikat. 58

[594] Maverdi: S. 251

[595] İhya: 111/162

[596] Ebu Davud: edeb" 44, İbn-i mace: "zühd" 22

[597] Müslim: "Bîrr" 24, Buhari: -edeb" 57 v.s.

[598] İbn-ü-eb-ıd-Dünya: "Kitab-ü-zemm-ıl-Hased"

[599] Tirmizi'den: Maverdi: 252

[600] Beyhaki: "şuab", Taberani: "evsat"

[601] İbn-ü-abı-d-Dünya, a. g. y.

[602] a. g. e.  ve Taberani:

[603] İhya: III/164

[604] Abdullah Şevket: Ahlâk-ı Dini: 21

[605] İbn-ü-ebi-d-Dünya a. g. y.

[606] Buhari-Müslim

[607] İbn-i mace: "ilim- 15; Ahmed: 11/36

[608] İhya: 111/167; Ahlâk-i Dini: 22 

[609] Maverdi: 253

[610] Zühruf: 43/31

[611] İbrahim: 14/10

[612] Müminun: 23/47

[613] Müninun: 23/47

[614] İhya: ll/166-7; maverdi; 233-4

[615] Kenz-ül-ümmal: II/95

[616] Kenz-ül-ümmal: II/95

[617] Felak: 113/5

[618] Fatır; 35/40

[619] Taberani: "evsat" Ebu Nuaym: "Hilye" İbn-ü eb-ıd-Dünya "sümt"

[620] İbn-ü-eıb-ıd-Dünya: "es-sümt", Ebu Mansur ed-Deylemi "Sünen-ül-firdevs"

[621] Meryem: 19/54

[622] Feth: 48/ 29

[623] Fatır: 35/40

[624] Yunus: 104

[625] Yunus: 1055

[626] Rum: 30/6

[627] Ebu Davud'dan ihya;  III/138

[628] Nahl: 16/91-2

[629] Müslim: "iman"  24, E'bu Davud:  "sünne" 15, Tirmizi: "iman" 14, Nesaî; "iman" 20, Ahmed: 11/189

[630] Buhari: "Şehadat 16, 17; Müslim: "zühd"

[631] İhya:  111/139

[632] İbn-ü-eb-ıd-Dünya "es-Sümt"; Beyhaki: "eş-Şuab

[633] Tirmizi

[634] Ebu Said el-Hudri'den, İbn-i mace ve Tirmizi, Cabir'den Hakim

[635] Ebu Davud: 11/314

[636] İbn-i mace: 11/141

[637] Ebu Davud:  ll/314

[638] İhya: 111/140

[639] Mezahib-ül Erbea, 11/56

[640] Buluğ, 111/213

[641] Mezahib-ül-Erbea, 11/56

[642] İsteyenler hadis ve fıkıh kitaplarının "kitab-ül-eyman" b. bk.

[643] Mezahib-ül-Erbea, 11/56, Hak Dini, 1/780

[644] Tec. ter. Vll/219  (dip not)

[645] Bülüğ, IV/225

[646] Buhari, tec. ter. VII/217, İbn: 1065

[647] Maide: 5/89

[648] Tec. ter. VII/219 (dip not)

[649] Bülüğ, lV/214

[650] Ebu Davud-Nesai'den Bülüğ, lV/214

[651] Müslim, V/203

[652] Müslim, V/205

[653] Nevevi'den, müslim, V/203 (dip not)

[654] Müslim, V/207-211.

[655] Maide: 5/89 Musikî

[656] Buhari: 66: 10, geniş bilgi için bkz, İslâm peygamberi, ll/63

[657] Buhari: 8: 69

[658] İslâm peygamberi. 11/63

[659] Aliy-yül-Kari, el-iğtina bi-l-ğına, Sü/Esad ef. No: 3525, V, 219b

[660] a. g. r. 215a

[661] a. g. r. 217a-b

[662] Aynı risalânın 3780 numarada kayıtlı olan nüshasının 66b varağında.

[663] Mukaddime: 11/441-2

[664] Zûmer: 39/9

[665] Zümer: 39/9

[666] Al-i İmran: 3/8

[667] Ankebut: 29/44

[668] Buhari: "ilm"10, Ebu Davud: "Hm" 1, Tirmizi: "Kur'an" 10 İbn-i mace Mukaddime" 17, Ahmed: 1I/252

[669] a. g. Kaynaklar.

[670] Tırmîzi:  -İlm" 19, İbn-i mace:  "zühd" 15

[671] Tirmizi: "İlm- 19, İbn-i mace: "mukaddime" 17, Darimi: "mukaddime" 29

[672] Buhari: "İlm" 9, müsllm: "Haco 446, Darimi: "fetava" 10

[673] Ebu Davud; 24: 9

[674] O zamanın en makbul binekleri olduğu için

[675] Buhari: "Cuma" 29, müslim: "îedail-ül-Kur'an" 32. v.s.

[676] Buhari: 30: 13, müşlim, 13:15, Ebu Davud, 14: 6

[677] İbn-i Sa'd:  ll/1 S. 14, 17, Ebu Ubeyd: Emval, hn: 309  (suffa için bkz: İslâm pey­gamberi: ll/75

[678] bkz. Uzunçarşılı; Osmanlı Devletinde İlmiye teşkilatı, Türk Tarih Kurumu yayınların­dan, 1965

[679] krş: İslâm peygamberi: 11/81

[680] Ayetlerin ve Hadislerin ifadelerinde bu eğitimin gayesini anlamak kabildir.

[681] Nevzat Ayosbeyoğlu, İslâmiyet'in eğitimimize getirdiği değerler, talim terbiye Dairesi yayınları, 5

[682] İbn-i mace: mukaddime, hn: 2229

[683] krş, Cami-üs-Sağir, ll/185

[684] Ebu Davud: "İlm" 12, İbn-i mace: "mukaddime" 23, Ahmed:  ll/338

[685] krş: Buhari: "İlm" 30, Ebu Davud: "İlm" Tirmizi: "istizan" 28, Ahmed: V/245

[686] krş: Darimi: "mukaddime" 30

[687] Tirmizi: "İlim" 6

[688] a. g. e.

[689] Ebu Davud: "İlm" 3

[690] krş:  Buhari "İlm" 10 v.s.

[691] krş;  Hücurat: 49/2

[692] Ebu Davud-Nesai-İbn-i mace, I. Hakkı Erzurumi: "Ülfet-ül-Kulub" V. 20b

[693] İhya: 1/49

[694] fedail-ül-Ahlâk, S. 32

[695] İhya: I/50

[696] Ülfet-ül-Kulub: 20b

[697] Maverdi, 159

[698] Zübde: 192

[699] Zübde: 192

[700] Buhari: "İlm" II, Müslim: "Cihad. 4, Ebu Davud: "edeb" 18

[701] Ülfet: 20b

[702] a. g. e.

[703] Son  maddeler için bkz: Adab-ül-insan, V; 7 (millet kütüphanesi)  Şer'iye b.; Ül­fet: 21a

[704] Şir'at-ül-İslâm, Babanzade, Köprülü yazma nüsha No: 731, 15a

[705] Ülfet: 21b

[706] Adab-ül-İnsan, S. 8

[707] İhya: I/43

[708] Ahzab: 33/4. Ayetin gelmesine sebep

  1. a)Münafıklar Muhammed'in iki kalbi var, biri bizimle diğeri arkadaşlarlyle beraber. Allah bu Ayet'le onları yalanladı (bk: Vahidi: Esbab'ün-Nuzul, 201, Hafız İbn-i Hacer, Tehric-ül-kesşaf'ta bunu Sa'lebi ve Vahidi tarafından senetsiz olarak rivayet edildiğini söyler S. 132, fakat diğer kaynaklar bunun senedini vermektedirler. Taberani: XX1/158 Tirmizi: "Cami"  11/151,  Hakim  "müstedrek"  11/415,  Suyuti "Dürr" V/180)
  2. b)Bir grup müfessire göre, Cemil b. Ma'mer el-fahri hakkında inmiş. Bu adam her duyduğunu ezberleyecek kadar akıllı imiş. Kureyşliler "Kalbinde iki kalp olmasaydı bunu ezberliyemezdi" derlermiş. O'da "bendeki kalp Muhammed'in aklından daha üstündür" iddiasını yürütür. Bedir savaşında kendininde aralarında bulunduğu  müşrikler mağlup olur. Nalinlerinden biri elinde, diğeri ayağında olduğu halde Ebu Süfyan'Ia karşılaşır. Ebu Süfyan:

"Ordunun durumu nasıldır? diye sorar. O

"Hezimete uğradılar, cevabını verir.

"Niçin nalinlerinden biri elinde, diğeri ayağında?

"Ayaklarımda olduğunu sanıyordum.

O zaman anladılarki; iki kalbi olsaydı, nalının birini elinde unutmazdı, (a. g-kaynaklar).

Yalnız buradaki gayesi bir zamanda yalnız aklın bir şeyle meşgul olması, bina­enaleyh meşguliyete yönetecek ilgi ve ilişkilerin aklı meşgul edeceğini, dolaysiyle randımanlı bir eğitimin olmayacağını belirtmek için getirilmiştir

[709] Geçen maddelerin geniş izahı için bkz: İhya: I/43-9

[710] Şir'at-ül-İslâm v. 18b

[711] Hadisi teşvik için göz önünde bulundurunuz, Maverdi "edeb-üd-Dünya ved-Dini eserinde bunun geniş yorumunu yapar.

[712] Şlr'at-ül-İslâm, 167

[713] Kadr: 97/5

[714] Zad-ül-mesir, 1X/194

[715] Kaf: 50/30-35; Hicr: 15/46

[716] Zad-ül mesir Vlll/31; Beydavi

[717] Vakıa: 56/90-1

[718] En'am: 6/55, nüzul sebebi için bk: Taberi: XI/390-1, Süyûti "ed-Dürr"

[719] Taberi XXVII/48, suyuti:  ll/230 Geniş bilgi için bkz: feth-ül-Bari VIII/466-469.

[720] Haşr: 59/21

[721] Zad-ül-mesir, Vlll/31

[722] En'am:  6/167

[723] Nur: 24/27

[724] Nur: 24/61

[725] Araf: 7/46, krş: Nahl: 16/32

[726] İbn-i Sa'd: Tabakat, V/369

[727] Saffat: 37/79

[728] a. g. s. 109

[729] a. g. s. 120

[730] a. g. s. 130

[731] a. g. 9. 181

[732] Zad: VI1/65

[733] a.g.e. III/49

[734] Tec. ter. XII/190

[735] a. g. e, 191

[736] Ebu Davud-Tirmizi

[737] Ebu Davud: -edeb- 134

[738] Tirmizi: "İsti'zan" 11

[739] Tirmizi: "İsti'zan" 11

[740] En'am: 6/167

[741] Tirmizi: "istizan"

[742] İbn-i Sa'd: "tabakat"  V/III

[743] Feth-üt-kadir X/233

[744] Feth-ül-kadir,  Xl/12, İbn-i Hacer-ül-Heytemi "mecma" Vlll/38 Tirmîzi: 111/386

[745] Tirmizi: "istizan"  9

[746] Sülasiyet: 1/91

[747] Sülasiyet: 1/93, Şir'a  (y. n;.) 167a

[748] krş. İslam'da Devlet İdaresi, 115

[749] Tec. ter. Xll/188

[750] Tec. ter. Xll/188

[751] a. g. k.

[752] Bulûğ, lV/326

[753] a. g. e.

[754] Müslim VII/16

[755] İbn-i mace mukaddime, 17. No. 229

[756] krş. Müslim'den R. Sallhin. ll/233

[757] krş. Buhari'den R. Salihin, ll/232

[758] krş. Ebu Davud'dan a. g. e. ll/238

[759] Buhari, Tefsir sure lll/15, Müslim-cihad" 116

[760] Müslim, VII/12

[761] Müslim, VII/12

[762] Müslim, VII/18

[763] Şürünbulâli, V. 490

[764] Nisa: 4/86

[765] Kamus tercemesi

[766] Zad: ll/152

[767] Buhari: "Cenaiz" 2, müslim "libas" 114 v.s.

[768] Sülâsiyet: 1/94

[769] Şir'at-ül-İslâm, 166  (y. Köprülü)

[770] Şürünbulâll, 598b

[771] Buhari: "istizan" 21, Tirmizi:  "tehare" İbn-i mace: "tehare" 27

[772] Sülasiyat: I/94

[773] Ebu Davud: "tehare"

[774] Sülasiyat:  I/94

[775] Mülahhas mefatih-üs-sala, Ahmed el-Hüsufi, su/kasidecizade 721, V. 175b

[776] bk: Sülasiyat, I/92

[777] Ebu Davud : "tehare" 8; Ahmed: V/80

[778] Sülasiyat: I/93

[779] Müslim

[780] Şürünbulâli, V. 498

[781] Şir'a: V. 167a

[782] Şir'a V. 167a

[783] Nisa: 4/58  (Buradaki geçen "emanet" kelimosinin izahı için bkz: İbn-i Teymiye, es-siyaset-üs-şer'iyye)

[784] Fetava-yı Tatarhaniyye

[785] krş: Cebrail'in Hz. Alşa'ye selâm söylemesi hadisiyle.

[786] Ebu Davud, (Başkasından getirilen selâma Arapça mukabelede bulunulmak istenirse "aleyke ve aleyh-ıs-selâm" denilebilir)

[787] Ebu Davud : "edib" 139, Tirmizi: "istizan" 15

[788] Tatarhaniye, sü/Esad ef. 1643 nolu "serin sayfa kenarında

[789] H. Amir zade, Risale fi kavl-ıl-Avam, sü/Esad ef. No: 3772/20 V. 148 b

[790] Neml: 27/29-32

[791] Taberi,  yazma nüsha Ayasofya kü. No: 3248, Hamidullah, el-vesaik-üs-siyasiyye (üçüncü baskı) S. 53

[792] Metin için bkz: Tefsir-ü-Taberi XXVI/55, Serahsi;  Şerh-ü-Siyer-ll-Kebir, lV/61, mebsut XXX/169, Türkçe metin için: İslâm peygamberi, bir kısım maddeleri için tarafın­dan terceme edilen "İslâm'da Beşeri münasebetler" v.s.

[793] Beyhaki: "DelâiI-ün-Nübüvve" Köprülü yazması, V. 264b, Besmele ile başlayan mek­tuplar hakkında fazla bilgi için "vesaik" bkz

[794] Vesaik, 73-75, No: 20-1

[795] Taha: 20/47

[796] İbn-ü-Abd-ıI-Baki: "et-Tırad-ül-menkuş" den vesaik, No: 25

[797] Vesaik, No: 32, 33, 34

[798] Münzir'e gönderdiği mektup bulunmuş ve neşredilmiştir. Sayın Hamidullah, Alman müsteşrikler Cemiyeti  Dergisinin (ZDMG) müsaadesiyle vesaike almıştır. No: 57

[799] Taberi, 1724-5, v. d. k., vesaik, 79

[800] Münavi: 71/8489

[801] Buhari'den Tac. V/260

[802] Buhari. Tac. V/260

[803] Haraiti, mekârlm-üI ahlak  (Tirmiziye göre)  Cami-üs-sağir, 11/139

[804] Buhari, istizan, 27; müslim, salat, 59; Nesaî nikâh, 39; Ahmed, I/292

[805] Buhari-Tirmizi

[806] Ebu Davud, edeb, 142; Tirmizi, istizan, 31; Ahmed, lV/289 İbn-i mace, edeb, 15

[807] Tirmizi,

[808] Tirmizi, kiyame, 46

[809] Ebu Davud, edeb, 142 v.s.

[810] Türkçe kitaplar arasında, İslâm peygamberi, 1/166; Hz. Muhammed ve Hayatı, 320

[811] Sülasiyat, I/925 hn: 331

[812] Hz. Hatice'nin teyzesi olan Hüveylid'in kızıdır.

[813] Sülasiyet, l/925;  Bu ifade, muvatta, Nesaî ve Tirmizi'de: -yüz kadına söylediğim söz bir kadına söylediğim söz gibidir" şeklindedir.

[814] "Yani ben seninle biat ettim" sözüyle yetinirdi. (feth-ül-Bari)

[815] Biat ederken şöyle söz verirlermiş: "Allah'a asla ortak kosmıyacağız, hırsızlık ve zina yapmıyacağız. Hak olan her şeye peygambere itaat edeceğiz. Saadet ve ve felâket zamanlarında peygambere sadık kalacağız" (Hz.  Mu'hammed vs  Hayatı,  S. 334; krş: mümtehine suresi: 10

[816] Ebu Davud, el-merasil;  İbn-i ishah, el-meğazi.

[817] Her­hangi bir usul-ı fıkh kitabına bkz.

[818] Haşr: 59/7

[819] Bu iddia Birgivi'nindir. Bkz: RisaIe, sü/Halef ef. No: 815 V. 41b

[820] a. g. risale, 41b

[821] a. g. r.  41b

[822] Şürünbulâli, tabakat-ûl-kudsiyye, seadet-ül İslâm bi-l-müsafahati fi akab-ıs-salatı, V.479b

[823] a. g. e.  481a

[824] Ebu Davud, edeb, 142 v.s.

[825] Şürünbulâll, 480b

[826] a- g. e. 483a

[827] Hz. peygamberin Hint Çınarı denilen bir ağaçtan yapılmış bir divanı vardı.  (Tac, V/258, iki nolu. dip not)

[828] Ebu Davud-Ahmed'den a. g. e.

[829] Tirmizi, İstizan, 32

[830] Risale, Esad efendi, no: 3780 V. 91a

[831] Tirmizi, İsra'nın tefsirinde

[832] Ebu Davud, edeb, 146

[833] Sülasiyat, 11/178

[834] a. g. e. 11/178-9

[835] a. g. e.

[836] krş Müslim, VII/26

[837] Hadis

[838] Müslim: "selâm- 31, İbn-i mace: edeb- 22, Tirmizî: "edeb" 10

[839] Buhari: "İtk" 17, Ebu Davud: "edeb" 144, Ahmed: III/22

[840] Şürünbulâll: V. 494b

[841] Tirmizi: "edeb" 13

[842] Şurünbluall, V. 494b

[843] a. g. e. 494b

[844] a. g. e. 495a

[845] Ebu Davud:  "edeb" ll/316 (Dehll baskısı)

[846] Ebu Davud, hn:  688

[847] Müslim: 11/31, Ahrned: V/93

[848] Mücadele:  11

[849] Zad-ül-mesir VIII/191, aynı ayetin tefsiri için bkz: Taberi ve İbn-ül-Kesir

[850] a. g. tefsirler. 178

[851] Adab-ül-insan  (yazma) Millet kü. Şer'iye b. V. 3

[852] İman yetmişten fazla şubedir. En üstü, -Lâilâhe illellah" sözü, en aşağı derecesi ise eziyet verecek şeyleri   yoldan uzaklaştırmaktır" Buhari: "iman" 3, Ebu Davud: "Süne" 14, Tirmizi: -iman- 6, Nesaî: "iman" 16, İbn-i mace "mukaddime" 9, Ah­med: ll/379, 414, 445 ("Eziyet verecek şey" geniş anlamlı bir ifadedir. Artık eziyet veren ne kadar şey varsa onu kaldırmak belediyeden çok ferde düşmektedir).

[853] Buhari: "mezalim" 22, müsllm: Libas- 114, Ebu Davud: "edeb" 12, Ahmed: 111/61

[854] Sülasiyat: 11/269

[855] Ahmed:  III/61

[856] krş. Buhari, tec. ter. Xll/181

[857] Ebu Davud: "edeb" 12

[858] Ahmet: 11/291, Tirmizi: "istizan" 30,

[859] Ebu Davud-Tirmizi

[860] Selâm bölümünde bkz.

[861] Bölümüne bkz 182

[862] Hadiste geçen (emate" sözü; "temizleme, giderme" manasınada gelmektedir. Di­kenleri, eziyet veren taşları, kemikleri yoldan uzaklaştırmak v.s. bütün bunlar dahil­dir. Bunları yerine getirmek müslümana gereklidir, (hk: Risalet-ül-insan fi Şu'ab-il iman, sü/Reis-ül-küttab, No: 459, V. la)

[863] Sülaslyat: II/267 v.d.

[864] Ahmed: ll/494

[865] Ahmed: ll/420

[866] Tirmizi: "da'vat" 79

[867] Tecrid ter. Xll/181 hn:  181

[868] Ebu Davud:  Edeb: 90, Ahmed:  11/49

[869] Buhari, tec. ter. Xll/180

[870] a. g. e. X11/181

[871] Hadis için bkz: Buhari lV/276, müslim : "et'lme" Tirmizi : -istizan" Nesaî: "cenaiz" konularında verilmiştir.

[872] Kısmen sadeleştirilerek: tec. ter. lV/284

[873] Müslim.

[874] Buhari:  "Edeb":  123, Müslim:  "zühd" 53, Ebu Davud:

[875] Ebu Davud : "Edeb" 92

[876] Tirmizi "edeb"

[877] Ebu Davud :  "edeb"

[878] Zimmilik hukuku hakkında bkz: Prof. Zehre: "İslâm'ın gölgesinde insanlık", ve "İslâm'da beşeri münasebetler" adlı terceme eserlerime.

[879] Tirmizi: "edöb", Ebu Davud : "edeb"

[880] Buhari: "Bede-üI-Halk" II, Ebu Davud: "edeb" 91, Ahmed: V/419

[881] Müslim: "zühd" 56, 59, Ebu Davud: "edeb" 89, Tirmizi: "salat" 156

[882] Buhari: Tec. ter. Xll/181, hn: 2019

[883] krş. Nebe: 78/10-11

[884] Ayet'in nüzul sebebi: Eski Araplar-bilhassa çölden gelmiş olanlar- Kâbeyi tavaf eder­ken "biz Allah'a isyan ettiğimiz elbiselerle tavaf etmeyiz" diyerek çıplak ziyaret eder­lerdi. Bunun üzerine bu Ayet nazil oldu.  (zad-ül-mesir 111/181, Elmalı III/2147)

[885] "Gönderdik ifadesi hakkında üç görüş vardır:

  1. a)Sizin için yarattık
  2. b)Yapılma keyfiyetini size ilham ettik
  3. c)Elbisenin yapımında kullanılan bitkilerin yeşermesine ve olmasına sebep olan suyu indirdik

[886] Tekva hakkında çeşitli tefsirler vardır:

Vakar iyi iş, îman, Allah korkusu, Haya, namaz için avret yerini örtme, müttekilerin ahîrette giyecekleri elbise dünyadakilerden daha iyidir. (Görüş sahipleri için bkz: Zad-ül-mesir: 111/183)

[887] Araf: 7/26-7

[888] Bunun için K. Kerîm'in şu âyetlerine bkz:  Bakara: 2/35 Tâhâ: 20/117, 120-1. Prof. Dr. Şakir Berki'nin "Kur'anda peygamberler Tarihi" adlı eserinin "Hz. Adem" bölümüne.

[889] Ayetin  nüzul sebebi: Araplar'da  bir grup erkek gündüz, kadınlar ise gece çıplak olarak ferclerini deri v.s. dan yapılmış sırımla örterek- "bugün bir kısmı, veya hepsi açılır, fakat açılanı bu sebepten helal etmem" diye şiir söylerlermiş,  bkz: müslim ; lV/2320, Taberi: XlI/390 Hakim: müstedrek: 11/319,20, Elmalı: 111/2147

[890] Araf: 7/31-2

[891] Nahl: 16/81

[892] Krş: Nahl: 16/82

[893] el-mezahib-ül-Erbaa: 1/189

[894] Taberani: mu'cem-üs-Sağir S. 232,

[895] Şevkani: Neyl-ül-Evtar 11/97 (evlilik bölümüne bakınız)

[896] Suyuti: Cem'ül cevami: "cennet kelimesi"

[897] Müslim: 11/1

[898] Prof. M. Ebu Zehre: "Ebu Hanîfe:

[899] Eb-ül Evs anlatıyor: Ben pis bir elbise ile Hz. peygamberin huzuruna vardım, peygamber bunu görünce

"Senin malın var mı? Dedi, ben

"Evet dedim

"Ne gibi mallar

"Deve, davar, at ve köle.

"Aallah sana bir mal verdiği zaman Allah'ın nimetinin eserini ve keremini üzerinde göster.  (Ebu Davud Nesai)

[900] Ebu Davud'dan R. Salihin, 11/196

[901] Tirmizi'den, Tac. 111/162

[902] Müslim: "iman" 171, Ebu Davud: -Libas" 25, Ahmet: II/65

[903] Müslim'den R. S. ll/188

[904] Müslim: hn: 20 84/41

[905] Ebu Davud: -Libas" 24-26

[906] İbn-i mace: "Libas" 23, Ahmed:  ll/18

[907] Müslim, hn: 2079/32

[908] Lokman: 31/18

[909] Müslim, hn: 2069/II

[910] Tac. 111/149

[911] Tirmizi'den R. S. M/202

[912] Müslim: 2076/24

[913] Buhari: X/274, Ebu Davud: ll/304, Darimi: 11/281 İmam-ı Ahmed: 1982, 2006, Tirmizi:  lV/17

[914] İbn-i Hacer el-Heytemi: "zevacir" 1/126 geniş bilgi vardır.

[915] krş. Araf: 7/26-7 v.s.

[916] Ebu Davud : "Libas" 29; Ahmet:  III/30

[917] Fazlullah el. Tabersi, "mekârim-ül-Ahlâk" S. 13

[918] a. g. e.

[919] a. g. e.

[920] Müslim 2096/66

[921] Müslim: 2097/67

[922] R. Salihin 11/181-4

[923] Nevevi. (Bu konu münakaşalıdır. Bu hususta çıkacak olan "İslâm'da Resim ve Heyekl'in Yeri" adlı eserime bkz.)

[924] Bakara: 2/168, Maide: 5/88, Nahl: 16/114

[925] Maide: 5/4

[926] Maide: 5/87

[927] Müminun: 23/55

[928] Al-i İmran: 3/50 (Kata de diyorki:  Hz. Musa deve etini, iç yağı, bir kısım kuşların etlerini yasaklamıştı. Hz. İsa bunları helâl saydı. Zad-ül-mesir 1/393. krş. En'am: 6/146

[929] Yunus: 10/59. şu ayetlerle krş: Maide: 5/103, En'am: 6/139

[930] Nahl: 16/116

[931] el-ümm: VII/317 den KardavI S. 24

[932] Maide: 5/3

[933] Malik: 1/22, Şafii:, Ahmed: 1/214,  Ebu  Davud: 1/54 Tirmizi f/96, Nesaî: 1/174, İbn-i Mace: 1/136.

[934] En'am: 6/145

[935] İbn-i Kuteybe: "Tefsir-ü-Garib-ıl-Kur'an" S. 146, Dar-ü-İhya-il-kütüb-ıl-Arabiyye baskısı

[936] Kitab-ül-Karatin I/43

[937] Mu'cem-ül-Kur'an: 1/235

[938] En'am: 6/125

[939] Yunus: 10/100

[940] Araf: 7/71

[941] Tevbe: 9/95

[942] Tevbe: 9/125

[943] Hac: 22/30

[944] Ahzab: 33/33

[945] Tefsir-ül-Garib-il-Hadis S. 99

[946] el-Müslimun, İslamic Centre, sayı 78. S. 598

[947] Edebiyat Fakültesi konferanslarında bir soru üzerine verdiği cevap (Tevratta: ve do­muz! Çünkü tırnaklıdır.   Fakat geviş getirmez. O size murdardır. Bunların etinden yemiyeceksiniz ve leşlerine dokunmıyacaksınız) Bab:  14/8

[948] Mefatih-ül-Gayb, Maide: 5/3 in tefsiri.

[949] Dr. Glen Shepherd, Washington Post 31 mayıs1952 (İslâm'da Helâl ve Haram'ın dip notundan m. u. S. 51)

[950] Rus bilgin, Mikalinof  "Ölüm Çabası" adlı eserine bkz.

[951] Zad-ül Mesir. ll/279

[952] a. g. e.

[953] Müslim. I1I/1529, hadiste geçen "miraz" başına demir konulmuş mızrak ve ok bkz: el-muğni: 11/25

[954] feth-ül-Kadir ll/S

[955] Zad-ü1-mesir ll/280

[956] a. g. e.

[957] a. g. e. ll/283

[958]Buhari: V/94, müslim: III/558, Ebu Davud: 111/134 Nesaî: VII/22B, Tirmizi: 1/180, İbn-i mace: 11/1061

[959] Buluğ-ül meram. IV/188

[960] Kestiğiniz zaman en güzel şekilde kesiniz- Sülasiyat: I/832

[961] Müslim: "es-Sayd" 11; Buhari: "tıb- 57; Ebu Davud: -sünne" 5; Tirmizi: "sayd" 9; Ahmed:  1/147

[962] Müslim: "es-Sayd.15-6; Ebu Davud: "et'ime" 32; Tirmizi: "es-Sayd" 9

[963] Diğer mezhepler Hanefî'den ayrılıyorlar. Bkz: Bulûğ-ül-meram: VI/160

[964] Keler kertenkeleden büyük timsaha benzer bir hayvandır. Yenilip yenilmemesi hakkında rivayetler vardır:

  1. a)İbn-i Ömer"in anlattığına göre Hz. peygamber, aralarında Sa'dın'da bulunduğu bir toplulukla beraberdi.    Keler etini getirdiler. Hz. peygamberin bir hanımı onun "keler eti olduğunu" söyler. Bunun üzerine O (s.) "Onu yeyiniz, zira o helâldir, fakat benim yemeklerimden değildir" der. (Buhari: "ahad" 16; müslim: "siyer" 32; muvatta-Tirmizi-Nesai; Ahmet: ll/84)
  2. b) peygambere keler hakkında sorulur. O'da "Ben onu yemiş ve yasaklamış değilim" buyurur. (Sülasiyat: 1/54)

[965] Buluğ-ül-meram: lV/160

[966] Safil ve Malikiler bu hususta Hanefi'lerden ayrılırlar, Malikiler: "yiyen tiksinmedikten sonra bütün deniz hayvanlarını ve haşerelerini yemek bîr şey gerektirmezderler.

[967] En azından 15 sehabe. Sülasiyat: 11/482-3.

[968] İbn-ü Abdil-Berr, haram olduğuna dair icmainda bulunduğu iddia eder. (sülasiyat)

[969] a. g. e .

[970] Buluğ lV/163 (Geniş izah vardı)

[971] İbn-î Mace: "Sayd" 9; Muvatta, Mâliki mezhebinin çekirge hususunda görüşü şu­dur: "Şayet çekirgenin başı  kesilirse helâldir, yoksa değildir" (Sülasiyat: ll/475)

[972] Sülasiyat:  ll/474

[973] Buluğ-ül meram: 111/164

[974] Karnı beyaz, sırtı yeşil, küçük kuşları avlayan göçegen denilen kuştur, (müncid: 422)

[975] Maide: 5/3

[976] krş: Cami'us-sağir, 1/128

[977] Muminun: 23/55

[978] Zad-ül-mesir, V/477 ve İbn-i Kesir'in tefsiri

[979] Müslim: 111/703

[980] İhya: 11/82

[981] Miftah-üs-Seade: ll/182, tahkiki baskı, Dar-ül-kütüb-ıl-Hadis.

[982] Şir'at-ül-İslâm: 172; Ahlâk-ı Alal: 151

[983] Miftah-üs-Seade: 182

[984] a, g. e. 182

[985] Ebu Davud'dan Riyaz-üs-Salihin: 11/159

[986] Buhari'den R. Salihin: 11/160

[987] el-Haraiti ve Ebu Nuaym: "Rıyazat-ül-mükellimin-

[988] Müslim:  hn: 2051/164, Ebu Davud: -etime- 39, Tirmizi:  -etime, "etime- 18

[989] Mîftah: 183                                                                                       

[990] Buhari: tec. ter. VI/365 hn: 962

[991] a. g. e. 111/357

[992] a. g. e.

[993] Bakara: 2/168

[994] Mü'minun: 23/55                                                                                                        

[995] Hadis için bk: Ebu Davud: -et'ime- 13, Tirmizi: "at'ime"  47 müslim: "şeribe.

[996] Ebu Davud-Tirmizi'den R Salibin, 11/160

[997] Müslim: 2017/102

[998] Müslim: 3018/103

[999] Tirmizi'den R. S. ll/150

[1000] Feteva-yı Bezzaziye.

[1001] Nevevi: "Edeb-ül-Ekl"

[1002] Şir'at-ül-İslâm: 173

[1003] Ebu Davud: "et'ime" 15, Tirmizi: "et'ime"  47,  müslim: -eşribe" 105, Darimi: "et'ime" 9, Ahmet: 11/8

[1004] Şir'a: 174

[1005]Şerh-ı Nihaya

[1006] Şir'a: 174

[1007] Şira: 174

[1008] Şir'a: 174; Miftah-üs-Seade: 111/184; Avarif

[1009] a. g. eserler ve ihya: ll/2

[1010] Şir'a: 178

[1011] a. g. e. 179

[1012] Ahlâk-ı Alaî:  151

[1013] Müslim: Vl/262. Tirmizi: "et'ime" 11, Ebu Davud: "et'ime" 49, Darimi: "et'ime" 8

[1014] En'am: 6/141, A'raf: 7/31

[1015] krş: Yunus: 10/12

[1016] krş: Şuara: 42/151

[1017] Müslim: hn: 2031/129

[1018] Müslim: hn: 2033/133

[1019] Ebu Davud et'ime

[1020] Müslim VI/258, 29 nolu dip not.

[1021] Tirmizi: "et'ime" 12, Ebu Davud: "et'ime" 17, İbn-i mace "et'ime" 12, Darimi: "et'ime" 16.

[1022] "Allah'ın katında en iyi yemek üzerinde ellerin çok olduğu yemektir" (Beyhaki)

[1023] İhya: ll/6-7

[1024] Buhari-Müslim'den R. Salibin 11/156

[1025] Alaî (sofra kaldırılmadan kalkmayınız. Kenz: hn: 3295)

[1026] Kenz: hn: 3259

[1027] Âlai: 150

[1028] a. g. e.   151

[1029] Ahmed: lV/155

[1030] Buhari: -iman- 6, Müslim: -iman" 63,

[1031] Buhari: "mevakit" 41, Müslim: hn: 2059/180, Tirmizi

[1032] Müslim: hn: 2059/181, Tirmizi: "et'ime"

[1033] Tirmizi: "et'ime" 45, İbn-i mace: "et'ime" 1 v.s.

[1034] İhya:  11/11

[1035] Tirmizi: "Savm" 12, Ahmed: 1/128

[1036] Tirmizi: "Savm" 12

[1037] Buhari: "nikâh" 7, müslim:"nikâh" 79

[1038] Müslim: lV/1432

[1039] krş: Hûcurat: 49/13

[1040] Güzel ahlâk gibi soy yoktur.  (Tirmîzi: 24)

[1041] Müslim, lV/265, hn: 2037/139

[1042] Müslim: lV/1429 (hn.)

[1043] Buluğ: III/330 (hn.)

[1044] Müslim: lV/1432  (hn.)

[1045] Buhari, III/88

[1046] Ahmed: 1/20

[1047] Buluğ:  III/335

[1048] İhya: ll/13

[1049] Miftah: 111/190

[1050] İhya: 11/13

[1051] Müslim: lV/1429

[1052] Buluğ: III/330 (Sünnet-i müekke de diyenlerde vardır. Miftah: 111/190)

[1053] Müslim: lV/1429

[1054] İsfehani: "et-Tergib vet-Terhib"

[1055] krş: Bakara: 2/177, Nisa: 4/31. Nahl: 16/99,

[1056] "Selâm" b. bkz

[1057] a. g. b. bkz.

[1058] el-Haraiti: "mekânm-ül-Ahlâk", Ebu Nuaym: "Riyaezt-ül muallimin- (Talha b. Ubeyd-in hadisinden)

[1059] Mîftah-üs-Seade: 111/191

[1060] İhya:11/14

[1061] İhya ve miftah

[1062] "Oturma- b. bkz.

[1063] krş: müslim. hn: 2036/138

[1064] İhya: II/9

[1065] Müslim; hn: 2038/140

[1066] Müslim; hn: 2035/170 220

[1067] Yukarıdaki hadisle krş.

[1068] Miftah: 111/191

[1069] a. g. e

[1070] krş: Miftah, 183

[1071] İhya:  ll/14

[1072] a. g. e. 11/9

[1073] Haralti: "mekârirn-ül-Ahlâk.

[1074] Ahmed'den İhya ll/14

[1075] İhya: 11/15

[1076] İhya: 11/15

[1077] Müslim, hn: 2064/-87

[1078] İhya: 11/16

[1079] Abd-ül-Baki: et-Tıraz-ül-menkuş, S. 45-6 dan Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi. S. 120 madde: 289

[1080] İhya: ll/7

[1081] Buhari'den, R. Salihin 11/151

[1082] Kenz-ûl-ummal, hn: 3297

[1083] Ebu Davud-Tirmizi'den R. Salihin. 11/151

[1084] krş: Müslim, hn: 2064

[1085] İhya: 11/17

[1086] Müslim, VI/301

[1087] krş: Bakara:  2/164, Nahl: 16/65,  Kasas: 28/22  v.s.

[1088] krş Hud: 11/44

[1089] Mülk: 67/30

[1090] Kehf: 41 (32-42 ayetlerinde geçen kıssayı okuyunuz)

[1091] M. Zihni efendi: Nimet-ül-İslâm "sular- b. Klâsik tasnif için bk: "müiteka" ve -Nur-ul-izah- sular b.

[1092] el-mezahib-ül-Erbaa: 1/28

[1093] Müslim; Vl/2010-93

[1094] Buhari: "vuzu" 68, müslim: "Tehare"

[1095] Müslim hn: 2065/1

[1096] Müslim: 2067/4

[1097] Ebu Davud

[1098] Lafız Ebu Davud'un dur.

[1099] Tirmizi.

[1100] Biriniz su içtiğiniz zaman sağ eliyle içsin" müslim: hn: 2020/105

[1101] Müslim "eşribe"

[1102] İbn-i Hazm: "ayakta su içmek haramdır" Cumhuru ulema: "evlânın hilafıdır" de­mişler, bazıları ise mekruh görmüşlerdir, bkz: Büluğ-ul-marem: lV/331

[1103] Tirmizi  (Riyazû-s-Salihin ll/167)

[1104] Buhari-Müslim. R. S. ll/170

[1105] Tirmizi R. S. 111/170

[1106] R. S. 11/170

[1107] R. S. ll/170

[1108] Tirmizi-Ebu Davud

[1109] "Sağılan hayvanlarda da sizin için elbette bir ibret vardır. Size onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz. Nahl: 16/65

[1110] Ebu Davud-Tirmizi.

[1111] Tirmizi hn: 3434

[1112] Buhari-müslim, VI/254

[1113] Buhari-Müslim. VI/256

[1114] Müslim: hn. 2063/186

[1115] Dr. Ömer ferruh. -İslâm Aile Hukuku" (Dr. Y. Kavakçı ter)  S. 102

[1116] Şemseddin (Günaltay) Dar-ül-fünun İlahiyat Fak. der. yıl: 1, Sayı, 4 S.

[1117] Bunu K. Kerim şu ayetiyle kaldıracak: "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla ev­lenmeyin"  (Nisa: 4/22)

[1118] "Zi Rahm" akraba manasınadır. "Rahm" ananın özel organı olduğuna göre, Arap­ların o devirde akrabalığı rahimde ortaklık tarzında telâkki ettikleri ortaya çıkmaktadır.

[1119] Akile, diyet bağlamak manasına olan "akl" dan türemiş ve diyet bağlayan topluluk manasınadır. Bu manaya göre akile, fertleri arasında kan davası tesanüdü bulunan topluluk demektir. Araplarca bir akileye mensup ferdin   işlediği suçtan akilenin bütün fertleri sorumlu olduğu gibi ferde vukubulan taarrzun intikamını almaklada bü­tün akiledaşları yükümlü idi. Demek ki, tearruza uğrayan ferdin intikamını almak onun yalnız al ve iyalına değil, bütün akileye yöneliyordu ve bu intikam mutlaka tearruz eden fertten değil, onun herhangi akiledaşından alınırdı.   İntikam diyetle telâfisi kararlaştıntınca, diyeti vermek vazifesi gibi diyeti almak hakkıda bütün akileye alt oluyordu.

[1120] Asabe nesebi, kanda? olan akrabayı içine alıp üç kısma ayrılırsa

a- Asabe binefsih,

b- Asabe biğayrîh

c- asabe meagayrih.

  1. a)Bir adamın oğullariyle, torunlarından, amcalarından ve amcalarının oğullariyle torunlarından ibarettir. Yani yalnız erkekleri içine almaktadır,

b- Erkek kardeş­leriyle birlikte bulunmak itibariyle asaba olan kadınlardır,

c- Diğer bir kadınla asaba olan kadındır.

[1121] a. g. makale, s. 76

[1122] Nur: 24/32

[1123] Zad-ül-mesir VI/36

[1124] Buhari-Müslim'den, Tac:  ll/278

[1125] Beyhaki: "sünen-ül-kübra" VIII/78

[1126] Nesaî: "nikâh" 5,'İbn-i mace:  "İlk" 3

[1127] Üç sahabe şöyle sözleşirler:

  1. a)Ben bütün gece namaz kılacağım.
  2. b)Ben aralıksız oruç tutacağım.
  3. c)Kadınlardan ayrılacağım ve hiç evlenmiyeceğim.

Hz. Peygamber onlara gelir ve onlara: Siz şöyle, şöyle demişsiniz: Fakat Allah'a yemin ederim ki: "Ben sizden daha çok Allah"tan korkarım. Ve ondan, sizden daha çok korunurum. Fakat ben oruç tutarım, bazan tutmam. Hem namaz kılar, hem uyurum ve kadınlarla evlenirim. Bu sebepten benim sünnetimden yüz çeviren, ben­den değildir," buyurur. (Müslim: "Nikâh" 5

[1128] Rum: 30/21

[1129] Büluğ-ul-meram 111/230-1, (A. Davudoğlu ter.)

[1130] a. g. e. lll/227-8

[1131] Zariyat: 51/49

[1132] krş. AI-i İmran: 3/14

[1133] Nesai: 28: 2,  İbn-i Hanbel lll/128 İbn-i Sa'd: 1/11 S. 112

[1134] İhya: ll/22

[1135] Rum: 30/21

[1136] İhya: 11/28

[1137] a. g. e. 11/29

[1138] Dr. Abdurrahman Sabunî, Nizam-ül-üsre, S. 58  (dar-ül-fikr)

[1139] Hucurat: 49/12

[1140] Bu husustaki hadisler için bkz: "İslâm'da ırkçılık yoktur. a. e.

[1141] Tirmizi: "tefsir-ı sure" 49/5, Darimi: "edeb" 111 Ahmed: 11/361

[1142] Taberani: "el-Evsat"

[1143] Müslim, lV/320, hn: 1424/74-5

[1144] Büluğ-ül-meram:  ll/250

[1145] İslâm'da Kadın, 51;  geniş bilgi için bkz: Nizam-ül-üsre, 53

[1146] Buluğ, 11/315

[1147] el-fıkh ala-el mezahib

[1148] Şevkani: Neyl-ül-Evtar, Vl/179

[1149] Ebu Davud: "nikâh- 3, İbn-i mace: "nikâh" 1,

[1150] Müslim lV/393, değişik veryasyonlarla hn: 55, 57, 58

[1151] krş. Kehf: 18/46

[1152] krş. Enfal: 8/28

[1153] Tac:  ll/284  (dip not)

[1154] a. g. e.

[1155] Müslim'den R. Salinin 111/175

[1156] Buhari: VI/129, 131

[1157] Buluğ: hn: 1004/829

[1158] Bakara: 2/235

[1159] Müslim, V/320

[1160] Ahmed - Ebu Davud

[1161] Buluğ:  III/244

[1162] a. g. e. III/245, el-mühezzeb (Şirazi) II/35

[1163] Nizam-ül-üsre: 44

[1164] a. g. e. (dip not)

[1165] a. g. e. 49-51, aynı müellifin "kitab-ü-zevac-vet-talak" S. 25-65

[1166] "Bakirenin izni alınmadan nikâhlanamaz" (Buhari: "nikâh- 41, Müslim: Ebu Davud: -nikâh" 25, v.s.)

[1167] Müslim: V/1419

[1168] a. g. e. V/1421

[1169] Buluğ: 111/264

[1170] İhya: 11/33

[1171] el-fıkh ala-el-mezahib-ıl-Erbaa. lV/24

[1172] İhya. 11/33

[1173] Nisa: 4/23

[1174] Hak dini Kur'an dili. (1/1316-1332, Müslim V/305 dip not: 10, Tec ter. Xl/315 332

[1175] Bakara: 2/221

[1176] Mümtehine: 60/10

[1177] Kardavi: 155

[1178] İbn-i mace: "nikâh" 59

[1179] Tirmizi: "nikâh" 6

[1180] Mişkat-ül-mesabih, ll/174

[1181] Buhari: "nikâh" 48, "Edeb" 51;  İbn-i mace: "nikâh" 21

[1182] Tac: 11/301, dip not: 2

[1183] Buhari:  "nikâh- 63

[1184] Ahzab: 33/53

[1185] Müslim: lV/1432 v.s.

[1186] Buhari: "menâkib-ül-Ensar" 50, müslim: "nikâh" 79 Darimi: "nikâh" 29, Tirmizi: "nikâh" 11- İbn-i mace: "nikâh- 24 v.s.

[1187] Müslim: lV/1428

[1188] Müslim: lV/1429

[1189] Buluğ: 111/330

[1190] Müslim:  lV/1432

[1191] Ebu Davud: -etime- 9, Ahmed V/408

[1192] Buhari: -menâkib-ül Ensar- 3,50 v.s. Müslim: "nikâh- 79

[1193] İhya:  ll/54

[1194] Bu hususta iki eser  (sehabe sözü)vardır. bkz: el-musannef, V1I/50 Hafız, el-İsabe,

Taberani, 111/12.

[1195] Müslim, lV/ hn:  1434

[1196] a. g. e. hn:  1403

[1197] a. g. e. hn: 1436

[1198] mezahib-ül-Erbea. 1/124

[1199] a. g. e. 1/131

[1200] "Sana kadınların ay halini sorarlar, deki; O bir eziyettir. Onun için hayız zamanında kadınlarınızla cinsi  münasebetten vazgeçin, temizlendikleri azman Allah'ın size emrettiği  yerden  onlara gidin" (Bakara: 2/222)

[1201] " bkz: Tarif-ül-Ethar ved-Dima': Sü/Esad ef. V. 184a-189b

[1202] feyz-ül-Kadir: 1/228

[1203] Bu yasak hakkında bkz: Ahmed, VI/305-318; Tirmizi III/75 Tahavi, ll/25; Nesai, (1/76-77

[1204] Nisa: 4/19

[1205] Nisa: 4/21

[1206] Nesai: -et-Kübra"

[1207] İhya: 11/41

[1208] Zad-ül-mesir 11/74

[1209] Taberani: "Evsat"

[1210] Buhari: "nikâh" 79,  Müslim: "rıda" 65, Tirmizi: "talak" 12,  Darimi: "nikâh" 45,

[1211] Hücurat: 49/12

[1212] Araf: 7/31

[1213] İsra: 17/29

[1214] İbn-i mace: "nikâh" 50

[1215] Müslim

[1216] Nisa: 4/35

[1217] Necm: 53/21-22, (İbn-üs-Saib'in dediğine göre Kureyş'in müşrikleri putlara ve meleklere Allah'ın kızları" diyorlar ve içlerinden biri kız çocuğu ile müjdelendiği zaman tiksinirmiş. Allah onların bu tutumlarını bu ayetle yalanlıyor. Zad-ül-mesir: VIII/73)

[1218] Taberani: "el-Kebir" Haraiti: "mekarim-ül-Ahlâk-

[1219] İbn-i mace - Hakim.

[1220] Tirmizi: "edahi" 16,  Ebu Davud: "edeb" 107, Ahmed: VI/9

[1221] Ayrıca bu konular üzerinde durulacaktır.

[1222] Tirmizi: "rıda" 10;  İbn-i mace: "nikâh" 4

[1223] Buhari: "rikak" 16;  "Bede-ül-Ha1k" 8; Ahmed: 1/234,359

[1224] Buhari: -nikâh- 35, 94

[1225] Müslim, lV/350

[1226] İhya:  ll/52

[1227] Nur: 24/31

[1228] Ebu Davud, Sünen, 11/182-3 Bunu teyit eden bir çok hadisler daha var: bkz: İbn-i Sa'd, Tabakat, IV/147 Çeşitli ve ayrıntılı hadisler için: "Hicab" Nasır-ül-Din Elbanl, ter. Akif Nuri, Sinan yayınevi.

[1229] İbn-i Hazm, muhalla, 111/216-7; Zad-ül mesir, Vl/32

[1230] İbn-i Rüşd, Bidaye, 89

[1231] Tefsir, İbn-i Kesir

[1232] Nur: 24/31

[1233] Bu görüşten sorumlu müelliftir.

[1234] İbn-i Hazm, Muhalla, 216

[1235] Ahmed - İbn-i Hanbel, VI/30

[1236] Hakim, 1/454

[1237] Taberani, mu'cem-üs-sağir, 232;  Müslim, 111/1680

[1238] a. g. e. 184

[1239] Ziya el-Maksidi, Ehadis-ül-Muhtar, 1/441

[1240] Şevkani, Neyl-ül Evtar, ll/97

[1241] İbn-i Sa'd, Tabakat, VIII/49 (Hicap'tan)

[1242] Ahmed, lV/432

[1243] Beyhaki, 111/133, 246

[1244] feth-i1 Bari, 11/279

[1245] Ebu Davud, 11/182; İbn-i mace, l/588; Hakim, IV/194 Ahmed, 11/325

[1246] Ahmed, 11/199

[1247] Şevkani, Neyl-ül Evtar, I1/94

[1248] Beyhaki, III/273

[1249] Nur: 24/31

[1250] Nur: 24/30

[1251] Buharî, 111/11; Müslim, lll/7; Ebu Davud. 11/291 Beyhaki, VIl/89; Ahmed. III/36 (Ha­disin geniş yorumu için "Oturma" b. bkz)

[1252] Ebu Davud, 1/335; Tirmizi, lV/14

[1253] İstiab, III/906; üsd-ül gabe, 111/162

[1254] Medine'ye iki mil mesafede bulunan bir köydür. Geniş bilgi için bkz: mu'cem-ül Buldan, VII/20

[1255] İstiab, lll/905;  isabe, lV/70: Tarih-ü-Eb-il-feda, 1/196

[1256] Usd-ül Ğabe, 111/161;  Hilyet-ül Evliya, I/333

[1257] İstiab. 111/906

[1258] el-Bidaye ven-Nihaye, VIII/333

[1259] Mekke dağlarından birinin adıdır.

[1260] İbn-i Asakir, Tehzib, VII/416

[1261] Enfal: 8/28

[1262] Kehf: 18/46

[1263] İslâm'a giriş, 169

[1264] Nimet-ül İslâm, "aklke meselesi" 94

[1265] Tac, III/107

[1266] Tac, (dip not) V/274

[1267] Tac, V/275

[1268] Ebu Davud, 11/329

[1269] İslâm'a giriş, 176

[1270] Hadis-i Şerif

[1271] Kalem: 68/1-5

[1272] Bu hususta herhangi bir fıkıh kitabına bkz: İslâm'a giriş'te faydalı bilgi vardır. S. 179

[1273] Eğitim ve öğretim konusu ayrıca işlenecektir.

[1274] ed-Dirari. fizikr-iz-zırai.26

[1275] a. g. e.   36

[1276] Samad, Allah'ın bir sıfatı olup, her şeyin kendisine borçlu olduğu varlık manasınadır

[1277] a. g. e. 38;  ayrıca bkz. Terbiyet-ül evlad. ala kanu-ış-şeria, süî Esad af. no: 3780-V. 291a-b

[1278]a. g. e. 39

[1279] Terbiyet-ül-evlad, ala kanuni şeria, sü/Esad ef. no: 3780, V. 291a-b

[1280] Müslim, hn: 1623

[1281] Müslim, hn: 1623/13

[1282] a. g. k. hn: 1623/14

[1283] a. g. k. hn: 1623/17

[1284] Buhari, edeb, 18, 27: Müslim, fedail, 65; Ebu Davud, edeb.145;  Tirmizi, birr, 12, Ahmed, ll/228, 241

[1285] Buhari. edeb, 22; Ahmed, V/205

[1286] Buhari, edeb, 18; İ-bn-i mace, edeb, 3; Ahmed VI/56

[1287] Tirmizi, birr, 15; Ebu Davud, edeb, 38; Ahmed, I/257

[1288] İsra: 17/24-5

[1289] Buhari, edeb. 2;  Müslim, birr, 1, 2; Ebu Davud, edeb 120;

[1290] Müslim, birr, 8; Ahmed, ll/254

[1291] Ebu Davud, İbn-i mace'den, Muhtasar Kütûb-üI-Hadis (Dar-ülArabiyye) S. 301

[1292] a. g. e.

[1293] krş. Maide: 5/2

[1294] krş, Buhari, edeb-ül-müfred, 12

[1295] Aile vezaifi, 37;  Erzurumî, ülfet-ül-kulub, V, 22a

[1296] Ahlâk-ı Alaî, 151

[1297] Cenaze namazı da bunun içindir  (Tac, dip not, V/6)

[1298] Meselâ vasiyetlerini

[1299] Ebu Davud, edeb, 120.

[1300] Buhari, meğazi,  13;  Ebu Davud, talak, 35; Tirmizi, birr, 6

[1301] Tirmizi, birr, 6; Ahmed, ll/14

[1302] Cami-üs-sağir, ll/103

[1303] Hadisler -akrabalık hakları- b. verilecektir.

[1304] İhya, 11/153

[1305] Müslim, IV/393 v.s.  (Kitabın" Kadında bulunması gereken meziyetler b. bkz)

[1306] krş: Tirmizi, birr, 15;  Ebu Davud, edeb, 38; Ahmed, 1/25

[1307] Cami-üs-sağir, 1/125

[1308] Bakara: 2/177, Nisa: 4/31, Nahl: 16/90, İsra: 17/26, Rum: 30/38

[1309] Nisa: 4/8

[1310] Ayrıntılı bilgi için İslâm'ın gölgesinde İnsanlık, S. 106 v.d

[1311] Buhari Müslim

[1312] Buhari "edeb"12, Müslim "Birr" 20, Darimi; "zekât" 45

[1313] Buhari: aedeb" 13, Tirmizi "birr" 16, Ahmed 11/190

[1314] Çok merhametli Rahman'ın kök fi'll "Rahime" dir. Bu noktaya işaret buyurmaktadır

[1315] Buhari:  "edeb" 13 Ahmed: ll/63

[1316] Müslim; -birr- 18, 19. Ahmed:  ll/482

[1317] Şir'at-ül. İslâm S. 336

[1318] a. g. e.

[1319] bkz Aile hakkındaki giriş Zirahm Zi-I-Kurba

[1320] Tirmîzi - Nesaî - İbn-i mace

[1321] En'am: 6/152

[1322] Aranızda akrabalık bulunan komşu (Zad-ül-mesir: 11/36) Bu görüş İbn-i Abbas, Mücahid, İkrime, Dahhak, Katade ve İbn-i Zeydiridir.

  1. b) Müslüman komşu, (a. g. e.)

[1323] Bunun hakkında üç görüş vardır:

  1. a)Aranızda yakınlık olmayan garip komşu
  2. b)Sağ-sol, kuzey-güney yönlerinde bulunan komşu
  3. c)Yahudi ve Hıristiyanlar.

Taberi: "Cenb" kelimesinin manasını ister müslüman İster yahudi veya hiristiyan olsun uzak ve yabancı olan kimsedir, şeklinde tefsir ediyor.

[1324] Nisa: 4/36

[1325] Ebu Davud:"edeb" 123, Buhari: "edeb" 28, Müslim: "birr" 140-1, Tirmizi: -birr"

28, İbn-i mace: "edeb" 4 Ahmed: II/85, 160 v.s 

[1326] Ahmed: 111/407

[1327] Tirmizi: "Kiyame" 60

[1328] Buhari: "edeb" 29, Tirmizi  "kiyame" 60, Müslim: "iman" 83 Ahmed: 1/387

[1329] Buhari: "rikak" 23, Müslim "iman" (Hz. peygambere filân kadın gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirir. Fakat komşusuna eziyet eder' söylenince yüce Resul: "O cehennemdedir" buyurur,) Ahmed:  ll/440

[1330] Ahmed: "müsned" 11/168, Tirmizi: 111/129,  Hakim: "müstedrek" lV/164

[1331] Müslim: "birr" 142, Darimi: "menasik" 34

[1332] Buhari: "edeb" 31, İbn-i mace: "edeb" 4, Müslim: "iman- 74 Darimi: "etime" 11

[1333] Buhari: "hibe" 1, Müslim: "zekât" 9

[1334] İhya: 11/190 

[1335] Şirat-ül-İslâm, 302 

[1336] Erzurumî: ülfet-ül-kulub

[1337] Buhari, III/88; Müslim, VII/3 v.s.

[1338] Bakara: 2/256

[1339] Herhangi bir akaid kitabının, "zorla inanç değiştirme" b. bkz.

[1340] Bütün maddeler için bkz: Prof Dr. Hamidullah: "el-vesaik-üs-siyasiyye" üçüncü baskı, 1969, Darül-Küveyt.   Tercemeleri arasında, Doç. Dr. Salih Tuğ; İslâm Ülkele­rinde Anayasa Haraketleri" S. 31 İrfan Yayınevi.    "İslâm'da Beşeri Münasebetler" Şamil Yayınevi.

[1341] Vesaik: madde 16, S. 43

[1342] a. g. e.  Madde 24

[1343] a .g. e. S. 13

[1344] Tevbe: 9/6

[1345] Zad-ül-mesir:  III/999

[1346] İslâm'ın Gölgesinde İnsanlık. S. 254

[1347] a. g. e. 188, İbn-i Kudama'nın "Kitab-ül-muğanni" inde geniş bilgi vardı.

[1348] Maide: 5/42-8

[1349] Latince: "memoriale Sanstorium" adlı eserden Arnoid: "intişar-i İslâm Tarihi Sebil-ür-Reşad neş. 1343, S. 139  (Bu kitab yeniden terceme edilerek basılmış. Ak çağ yayınları arasında çıkmıştır)

[1350] Hamidullah: "İslâm'a Giriş" S. 148

[1351] İslâm'ın Göegesinde İnsanlık. S. 191

[1352] bkz:  K.K. ll/105, 111/65, lV/123 v.s.

[1353] Bakara: 2/221

[1354] Nisa:  16

[1355] Zad-ül-mesir: ll/36 Taberi: "Cenb" kelimesinin manası "ister müslüman, ister yahudi veya Hıristiyan olsun uzak ve yabancı olan kimsedir" şeklinde tefsir etmiştir.

[1356] Selâm" b. bkz.

[1357] Balazuri'nin: ensab"ından, Hamidullah: "İslâm'a Giriş"145

[1358] Henry Lammes: "Etüde sur le ragne du calife Omaiyed mo'avvia" adlı eserden Arnoid. a. g. e. S. 66

[1359] Irak'ta fırat nehri yanında bir eski şehirdir. Halid b. velid fethetti. Bağdat'ın kuru­luşunda hilâfet için bir karargah görevini gördü.

[1360] Arnold: 66-7

[1361] Risae-i Kenais-ı mısır, Süleymaniye,

[1362] Arnold'un eserinde çeşitli devirlerde yapılmış ve tamir edilmiş gayr-i müslim ma­betleri hakkında bilgi vardır.

[1363] Enam: 6/108 (Müslümanlar put perestlerin taptıklarına süvüyorlardı. Onlarda buna karşılık veriyorlardı.    Bunun üzerine bu Ayet nazil oldu.  Zad-ül-mesir: III/102

[1364] "Şuf'a" için bkz: Buhari: "Şuf'a" 111/179-2 Müslim: hn: 1608

[1365] el-Bahr-ür-Raik'ten, İslâm'a Giriş, S. 148

[1366] Tirmizi'den: Tac. lV/397.

[1367] Hz peygamber ziyaret etmiştir. Hastalık b. bkz.

[1368] Ebu Yusuf: "Kitab-ül-Harac" (A. Özek ter) İst. İktisad Fakültesi, y. No: 280, 1970. S. 320..

[1369] Hadis-i Şerif

[1370] Maverdi: Edeb-üd-Dünya Ved-Din S. 132

[1371] Sülasiyat:  hn: 153 ll/93

[1372] Ebu Davud: Sünen

[1373] Ebu Davud : "edeb" 50 K. Kerim'de geçen "habl" =  İp kelimesi etrafında altı görüş vardır:

  1. a)Allah'ın kitabı Kur'an (Taberi'nin naklettiği hadiste: Allah'ın ipi, Allah'ın kitabıdır)
  2. b)Topluluk  (Şa'binin İbn-i Mesud'dan anlattığına göre)
  3. c)Allah'ın Dini (İbn-i Zayd: "İslâm" dır diyor)
  4. d)Allah'ın Ahdi.
  5. e) İhlas

Allah'ın emri ve O'na itaattir,  bkz: Zad-ül-mesir: I/433

[1374] Enfal: 8/63

[1375] Meryem: 19/96

[1376] Zad-ül-mesir: 111/377

[1377] Al-i İmran: 3/103

[1378] Zad-ül-mesir: V/266

[1379] Buhari: VI/220, X/386, Müslim:  lV/2030

[1380] Maverdi: 135

[1381] Maverdi: 146

[1382] İhya: 11/128

[1383] krş: Kalem, 4

[1384] Tirmizi-Hakim

[1385] İbn-i mace

[1386] Ahmed: lV/278, Beyhaki-Hakim

[1387] Ahmed: ll/400

[1388] Nesaî: "Sünen-ül-Kübra; Ahmed V/233

[1389] Ahmed: lV/386

[1390] Buhari, Müslim. Ahmed: lV/128

[1391] Müslim: "birr- 38

[1392] Biri Hz. peygambere gelir.

"Ey Allah'ın Resulü! Bir adam namaz kılanları sever, fakat kendisi az kılar, oruç tutanları sever, kendisi az tutar, Allah'ı ananları sever, kendisi az zikreder, yardım edenleri sever, kendisi az yardım eder, savaşanları sever, fakat az savaşır. Böyle biri bu durumu ile Allah'ı ve o'nun Resul'unu seviyor der. Hz. peygam­ber:

"O kiyamet gününde sevdiği ile beraberdir," buyurur. (Ebu Davud: "edeb" 26, Tirmizi: "zühd- 45, Sülasiyat  1/616-7  Lâfız  "sülasiyat'ın dır.)

[1393] İhya: 11/150

[1394] Kehf: 18/28. Nüzul sebebi: Ümeyye b. Halef Hz. peygamberi fakirlerden kendisini uzak bulundurması, ve Mekke'nin ileri gelenlerini kendisine yaklaştırmaya çağırır, (bkz Esbab-ün-Nüzul 172, el-kurtubi: X/392, ed-Dürr: lV/220)

[1395] İman'dan: İbn-ül cevzi: V/277

[1396] Taha: 20/16

[1397] Lokman: 31/15

[1398] Kalem: 68/8

[1399] Kalem: 68/10

[1400] İhya: ll/151

[1401] a. g. e. 11/151

[1402] a. g. e. ll/151

[1403] Mizan-ül-ülfet:10

[1404] İhya: 11/154

[1405] Mizan-ül-ülfet: 20

[1406] İhya: 11/155

[1407] Ebu Davud - Tirmizi

[1408] İhya: 11/156

[1409] Buhari: "mezalim" 2, Müslim: "birr" 58, 72, Ebu Davud "edeb" 38-60, Tirmizi "hudud" 3, v.s. Ahmed  ll/191, 252

[1410] İhya: 11/159

[1411] Ebu Davud; "edeb" 113

[1412] İbn-i mace: "edeb" 23

[1413] Ebu Davud: "vitir" 52, Tirmizi: "bîrr" 50.

[1414] İhya: 11/165

[1415] Mukaddime 11/222

[1416] Nahl: 16/80

[1417] Nahl: 16/38, Örümcek yuvası için bkz: Ankebut: 29/41

[1418] Araf: 7/74

[1419] Hicr: 15/82

[1420] Neml: 27/52

[1421] Ahlâk-ı dini: 325, mekârim-ül-Ahlâk: 40

[1422] Mekârim: 40

[1423] İbn-i Hişam: 337

[1424] Prof. Dr. M. Hamidullah: "yazı" konferans 8 Nisan 1967 Ed. Fak.

[1425] Ayette geçen: "İlk" Lafzı hakkında çeşitli görüşler vardır:

  1. a)"Yeryüzünde kuru­lan ilk ev"
  2. b)"İbadet için insanlara kurulan ilk ev: Zad-ül mesir 1/425 Ebu Zeri" anlattığı bir hadis bunu teyit ediyor.    Ahmed: "el-müsned" Buhari- müslim

[1426] Kazanç, b. bkz

[1427] Aile, b. bkz

[1428] Mekârim: 41                                          

[1429] Nesaî

[1430] Müslim: 2083/39

[1431] krş. müslim: 2084/41

[1432] Müslim: 2067/4

[1433] İhya:  lV/79

[1434] krş. Gazali: el-mustesfa

[1435] Daha geniş bilgi için bkz: Kardavi: "el-Helâl-ü ve-I-Haramü fi-1-İslâm" türkçesi: S. 107-126

[1436] krş: Ebu Davud: "edab- 54, İbn-i mace: "Nikâh" 50

[1437] Kardavi: 117 (Bu husus önemli olduğu için ayrı bir kitap halinde verilecektir. Yal­nız bu konuda "mecellet-ü-Risalet-il-İslâm" sayı 51-52, Muharrem - Recep 1382 (1962/de Abd-ül-mecid Vafi tarafından önemli bir makale yazılmıştır.

[1438] Müslim: 2014/99

[1439] Müslim:

[1440] Bir fıkıh kitabının "kuyuların temizlenmesi" b. bkz,

[1441] Mekârim; 40

[1442] Evin kapı önünü ve etrafını temizleyiniz.'

[1443] krş: İbn-i Haldun, "mukaddime" ll/287-8

[1444] krş: Müslim: 2012/97

[1445] Müslim, hn: 2016/101

[1446] Cami-üs-sağir, S. 104

[1447] Oturma b. bkz.

[1448] Ebu Davud : "edeb" 103

[1449] Nur: 24/62

[1450] krş. Nur: 24/28

[1451] krş. Nur: 24/29

[1452] Buhari - Müslim'den R. Salihin, ll/245

[1453] krş. Ebu Davud'dan R. Salihin, ll/246.

[1454] Buhari-Müslim'den R. Salihin, ll/248

[1455] Müslim, hn: 2156/40

[1456] Müslim -edeb" hn: 2152/42

[1457] Ebu Davud "edeb" 103

[1458] Ebu Davud: "edeb"103, İbn-i mace "Dua" 18

[1459] Risale, "köpek besleme" sü/Esad ef. V. 115a

[1460] krş: Nebe:  78/10, Furkan: 25/47

[1461] krş:  Nebe: 78/ 11

[1462] Müslim: "İmare"178, Tirmizi: "edeb" 75, muvatta: "istizan" 38

[1463] Ahmed:  1/4114, Tirmizi "da'vat" 31

[1464] Ahmed: ll/161, Adab-ün-Nevm, sü/Kasideci zade: 721 V. 166

[1465] a. g. e.

[1466] Ebu Davud: "edeb- 95, Tirmizi, "edeb- 21

[1467] Buhari, tec. ter. Xll/370

[1468] a.g.e. XII/369

[1469] Yani besmele çekerek

[1470] Müslim: VI/242

[1471] a. g. e. VI/243

[1472] a. g. e.

[1473] a. g. e. hn: 2016/101

[1474] a .g. e. hn: 2015/100

[1475] "Gece ve gündüz uyumanız Allah'ın Ayetlerindendir" Rum: 30/30

[1476] İbn-i mace: "İkame" 174

[1477] Ebu Davud: "edeb" ll/318

[1478] Psikoloji (M. Sekip Tunç ter.) Edebiyat fakültesi y. No: 254 Yıl:  1952. S. 382-6

[1479] Tec. ter. XII/295

[1480] 45, 46  (müslim: VII/138), 70  (müslim: V1I/138) olduğunu diyenler vardır,  bkz: Nevevi şerhi.

[1481] Buhari: Xll/296, Müslim: VII/137

[1482] Vahyin mertebelerini anlatan bir kitaba (meselâ: Tec. ter cilt 1. kitab: II cüz'  I S. 3 dip nota) bakınız: Ayrıca bkz: Rüya: sü/Hüsrev paşa V. 238/1

[1483] Buhari: "bede-ül-vahy" 3, müslim: "İman- 252 Ahmed: VI/153

[1484] G. Dvelshauvers - Psikoloji S. 383

[1485] Feth: 48/27 (Hz. peygamber "müslümanlara başlarınızı tıraş ederek veya kısaltarak mescid-i harama gireceğinizi rüyada gördüm" demiş, Hüdeybiye'ye inip o yıl Mekke' ye girmeyince münafıklar O'nu yererek "rüyası nerede kaldı?" derler. Bunun üzerine bu ayet nazil olur. bkz Taberi: XXIV/107; Suyuti: "Dürr" VI/60;  Beyhaki: "Delâil", Tec. ter. Xll/297.

[1486] Tec. ter. XII/299.

[1487] Tirmizi: "rüya" 2, Buhari: "tabir" 5 v.s.

[1488] Müncid:  33

[1489] Tec. ter. XXII/300

[1490] Yunus:10/64

[1491] İbade İbn-i Samit, Eb-üd-Derde, Cabir ve Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bu hadis için bk: Taberi XV/125.  140 Süyuti "Dürr" 111/311-3

[1492] Buhari, tec. ter. XII/308

[1493] Buhari, "fedail-ül medine" 12

[1494] Buhari, tec. ter. VII 246, XlI/308

[1495] Müslim. VII/148

[1496] Hz. peygamberin süt teyzesi ve hadis ravisi Hz. Enes'in teyzesi.

[1497] Buhari, tec. ter. XII/303,

[1498] Müslim. Vll/149

[1499] Buhari: tec. ter. XII/597-600 302

[1500] Buhari, tec. ter. XII/311-2 (peygamber tarafından açıklanmayan hata ve isabetli ta­raflar için hadiscilerin çeşitli görüşleri vardır, a. g. e. bkz)

[1501] Müslim: VII/134

[1502] Tec. ter. XM/296

[1503] a. g. e. XII/298

[1504] Elmalı, Hak Dini Kur'an Dili, lV/2865-6

[1505] Yusuf: 12/44

[1506] Yusuf: 12/ 41

[1507] Saffat:  37/102-7

[1508] Yusuf: 12/4

[1509] Yusuf: 12/ 41

[1510] Yusuf: 12/43-50

[1511] İsra: 17/60

[1512] Feth: 48/27

[1513] Yusuf: 12/44, Enbiya: 21/5

[1514] Nur: 24/58

[1515] Yusuf: 43

[1516] Yûsuf: 12/43

[1517] Yûsuf: 12/6.

[1518] Elmalı: IV/2863-4. v.d.

[1519] Tirmizi "davat" 52, İbn-i mace, "rüya- 3; Ahmed, 3, 8, 350 .  

[1520] Buhari, Xll/298

[1521] Müslim, Vll/133

[1522] Buhari, Xll/299

[1523] Tirmizi, "rüya" 7; Darimi, "rüya" 5

[1524] Müslim, VII/132-3

[1525] a. g. e.

[1526] a. g. e.

[1527] Müslim, "rüya" 12; İbn-i mace, "rüya- 5; Ahmed, lll/350

[1528] Buhari, Xll/301; Müslim, VII/140

[1529] Müslim, Vll/141

[1530] İbn-i mace: "mukaddime"  17

[1531] Harp gayesi için bkz: "İslâm'da Beşeri münasebet"

[1532] krş. Nisa: 4/97

[1533] İhya: 11/217-8, miftah-üs-Seade: 11I/276-8

[1534] Yusuf: 12/109, Hac: 22/46, Rum: 30/9; Ğafir: 40/21, 72

[1535] Muhammed: 23/10, En'am: 6/11

[1536] Kut'ül Kulub, (köprülü yazma) V. 377a

[1537] Miftah-üs-Seade; Ill/279, İhya: ll/223

[1538] Diğer siyer kitapları yanı sıra bkz: Hz. Muhammed ve Hayatı- Berki - Keskioğlu S. 162

[1539] "Eğer insan yalnız başına geceleyin yolculuk yapmaktaki tehlikeyi bilseydi, tek ba­şına binekti geceleyin yolculuk yapmazdı." (Darimi: "istizan" 47)

[1540] Miftah: III/279

[1541] Hayatı için bkz: Tezkiret-ül-Hüffaz, 1/37, Hülasa: 50, Ayni: 1/7. İkinci akabe biatında bulunmuş, Hicretin 78, senesinde 90 yaşında Medine'de en son vefat eden sehabidir.

[1542] Buhari, tec. ter. 111/133

[1543] a. g. e.

[1544] bkz: Maide: 5/90

[1545] Dehlevi, Huccet-ül-lah-ül-Ba1iğe, ll/452

[1546] Geniş bilgi için bk: Tec. ter. lll/141-4

[1547] Miftah: lll/280, İhya: ll/224-5

[1548] a. g. eserler.

[1549] Zuhruf: 43/12-14

[1550] Müslim'den R, Salîhin ll/335

[1551] İhya: 11/225, miftah: 111/380

[1552] Ebu Davud: "cihad" 57

[1553] Ebu Davud: "cihad" 88, Abmed: lV/193

[1554] Ebu Davud; "cihad" 44

[1555] Ahmed: 1/204

[1556] İhya, 11/226-7;  krş: Cami-üs- Sağır

[1557] Müslim: "da'vat" 54, Buhari: "enbiya- 10

[1558] Ebu Davud: "cihad" 75, Ahmed: ll/132

[1559] Buhari:  "ömre" 19, Müslim: "menasik" I, Darimi: "istizan" 40

[1560] Buhari: -Nikâh" 120, Müslim: "Imare" 183

[1561] Buhari:  "ömre- 15, Ahmed: 111/125

[1562] Buhari: "ömre. 12, Müslim: "hacc" 425, Ebu Davud: -cihad- 72 Tirmizi: "Hacc" 102

[1563] Ebu Davud: "cihad- 161, Buhari  "Tefsir-i sure" 1X/18, Nesaî: "mesacid- 38

[1564] Bu maddeler için bkz: miftah: Ill/283-4

[1565] Camî-üs-Sağir, 1/27

[1566] Dr. M. T. Özcan, Angoisse (sıkıntı) S. 3

[1567] a. g. e. S. 7 (geniş bilgi için bkz)

[1568] Prof. Dr. Hamidullah, İslâm peygamberi: ll/108

[1569] Buhari, tec. ter. Xll/192

[1570] İslâm peygamberi:  11/108

[1571] Müslim hn: 2019/99

[1572] Dolabi: "Küna" ll/137

[1573] krş. Bakara: 2/173; Malde: 5/3

[1574] Maide: 5/90

[1575] İslâm peygamberi: 11/105

[1576] Buhari, tec. ter. XII/81 V.

[1577] Tirmizi: "tıb" 2, Ebu Davud:  -tıb" I. 11, İbn-i mace: -tıb" 1,

[1578] Buhari, tec ter Xll/84 ("tıbb-ün Nebi" adı altında hazırlanmış eserlerde, Hz. pey­gamberin tedavi usulüne geniş yer verilmiştir.  Keşf-üz-zünun bu eserlerin adını vermektedir.)

[1579] Nahl: 16/69

[1580] Sad: 38/41-2

[1581] Saut veya mısır enfiyesi adiyle baharatçılarda satılan yontulmak veya eritmek su­retiyle buruna çekildiğinde pek çok hapşırtan nebat kökü (sofuoğlu müslim, P not VI1/61)

[1582] Müslim: hn: 1202

[1583] Buhari, tec. ter. Xl!/91

[1584] Bu konuda -misyonerlik ve Emperyalizm" adlı tercema eserime bkz:

[1585] tec. ter. XII/91, dip not

[1586] Müslim: hn: 2219/98

[1587] Tec. ter. Xll/103, Müslim: hn: 2221

[1588] Tec. ter. XII/97

[1589] a. g. e. Xll/100. Müslim hn: 2223

[1590] Teferruatlı bilgi için: tec. ter. VII/42-53, Müslim: "selâm" 65, Ebu Davud: "Buyu" 37, Ahmet): 111/10

[1591] Tec. Ter XlI/97

[1592] İbn-i Kesir, en Nihaye

[1593] Müslim: "selâm" 40, Ahmed:  III/302

[1594] Buhari: "tib" 38,  Ebu Davud: "tıb"  17, Tirmizî  "cenaiz"  4,  İbn-i mace: "tıb"  36

[1595] Müslim: Vll/35 hn: 2185

[1596]Ebu Süleyman Büst'idir. "Büst" Kabil bölgesinde bir şehrin adıdır. Uzun zaman Nisabur'da oturmuş hicri 388 de vefat etmiştir.

[1597] Bakara: 2/255

[1598] Tec. Ter XII/98 (kısmen sadeleştirilmiştir.)

[1599] Müslimhn: 2220

[1600] a. g. e. hn: 2224

[1601] a. g. e. hn: 2224/112

[1602] Müslim VII/91

[1603] a. g. e. hn: 2230

[1604] Neml: 27/65

[1605] Buhari: "İstiska" 29, Ahmed: ll/86

[1606] Lokman: 31/34

[1607] Ebu Davud:-tıb" 24

[1608] Taberi: XXl/78, Suyuti: -ed-Dürr" V/169, Vahidi: -eshab-ûn-Nüzul199, Beğavi: "et-Tefsir- v.s.

[1609] Buhari-Müslim

[1610] Buhari: -merza" 12, İbn-i mace: "cenaiz" 9

[1611] Müslim: "zühd- 42

[1612] Müslim: "cenne" 81-2, Ebu Davud: "cenaiz" 13,  İbn-i mace: "zühd" 14

[1613] Tirmizi-İbn-i mace-Abdullah b. Ahmed: "Zevahid-üz-Zühd" S. 24-5 İbn-i eb-ıd-Dünya "el. Tergib- lV/141

[1614] Hakim: 1/339, Buhari müslim, Beyhaki: 111/377

[1615] Buhari: "merza" 19, Müslim: "zikir" 10 Ebu Davud:  "Cenaiz" 9 Tirmizi: c. III, Nesai: -sahv" 62

[1616] Buhari. Beyhaki: III/369

[1617] krş: müslim: VIII/18

[1618] Hakim: ll/27, İbn-i mace ve Ahmed: 11/70, 82

[1619] Taberani: el-Kebir

[1620] Müslim hn: 1627, Buhari: hn: 1166. İmam-ı Safi, bu hadîs hakkında bu hadisin manası her müslümanın vasiyetini yazıp yanında bulundurmak hususunda, basiretli ve ihtiyatlı olmasını öğretmekten ibarettir.    Binaenaleyh her müslüman hayatında vasiyetnamesini yazması ve bu hususta acele etmesi müstehaptır. Bu vasiyyetnameye kişinin muhtaç olduğu hususları yazar ve ileride lüzum gördüğü şeyleri de zeylen ilâve eder" diyor. (Tec. ter. VIII/205)

[1621] el-fıkh ala-l-mezahib-ıl-Erbaa 111/316-26

[1622] Bakara: 2/181-3

[1623] Zad-ül-mesir: 1/182

[1624] Nisa: 4/7

[1625] Zad-ül-mesir: 1/182, tec. ter. VIll/200

[1626] Beyhaki: Vl/264, mecma-üz-zevaid: lV/212, Tirmizi: "zühd" 64

[1627] Müslim, hn;  1628, Ahmed, hn: 1524, Ebu Davud: "feraiz" 3 Tirmizi: "vesaya- I, Müsned-i Ebu Hanife, 331-2  (Hint baskısı)

[1628] Ahmed: hn: 2029, 2076, Beyhaki: VI/269 v.s.

[1629] Büluğ-ül meram:  lll/219

[1630] Maide: 5/106-8; Ayetin nüzul sebebi için bkz: Buhari, V/307, 309; Ebu Davud, 111/418; Tirmizi, lV/100;  İbn-i Cerir, Xl/185;  Beyhaki, X/165;  Suyuti, ed-Dürr, ll/342

[1631] Miras için. Nisa: 4/12 ayetlerine bk. Ayetin nuzulu: Evs b. sabit el-Ensari ölür. Ge­riye üç kız ve bir hanımını bırakır. Amcası oğullarından ikisi kalkıp mallarını alır, hanımına ve kızlarına bir şey vermezler. Kadın Hz.  peygambere gelir, bu durumu anlatır, fakirliğinden şikâyet eder. İbn-i Abbas ve Katade'nin anlattığına göre eski Araplar kadınları varis etmezlerdi. Bu sebepten yukarıdaki Ayet nazil oldu. (el-Vahidi: Esbab-ün-Nüzul, S. 82,  Dürr-ül-mansur: 11/122

[1632] Kız çocuklarını mirastan mahrum edenler bilerek veya bilmeyerek Kur'anın emirle­rini çiğnemiş olurlar.    Bazı aileler maalesef bu hususa dikkat etmiyorlar.  Kızların hakkını yoketmekle babalık hukukunu çiğniyorlar.

[1633] Darekutni: 522, Hakim: II/57-8, İbn-i Teymiye: "el-fetava" III/262, Hafız b. Receb "Şerh-ül-Erbain" S.  219-220, v.s,

[1634] krş: Nisa: 4/6-12

[1635] Buhari:  "sulh" 5, müslim: "ekbiye" 17, İbn-i mace:  "mukaddime" 2, Ahmed: 11/270

[1636] Ahmed:  lV/446

[1637] krş: Tahrîm: 66/6

[1638] Kabirde kıble tarafına oyulan çukur.

[1639] Müslim, hn: 966, Beyhaki: 111/407

[1640] Ahmed lV/397, Beyhaki: 111/395

[1641] Nevevi "el-Ezkâr" (bu hadisleri zikrettikten sonra verdiği sonuç)

[1642] Maide: 5/106 Ayetinden bunu istidlal edenler vardır.

[1643] Bakara: 2/132-3

[1644] Büluğ-ül meram: 111/217

[1645] krş, Müslim hn. 1634. v.s.

[1646] Yukarıda geçen b. bkz.

[1647] Müslim: hn: 1637/20

[1648] Buhari, "cenaiz" 2;  müslim, "Libas" 114 v.s.

[1649] Buhari: -Libas" 36, Tirmizi: "edeb" 45, Nesai: "cenaiz" 53

[1650] Asr: 103/3

[1651] Müslim: -Birr" 43

[1652] Buhari: "cihad" 171, -etime"  I, "Nikâh- 71

[1653] Müslim: "Birr" 39, Ahmed: ll/276

[1654] Tirmizi: "cenaiz" 32

[1655] Müslim: hn: 925

[1656] Ebu Davud: ll/85

[1657] Şürünbülâli, v. 490a-b

[1658] krş:  Müslim: hn 925

[1659] Ayni'den tec. ter. lV/278

[1660] Buhari: "merza" 20; Tirmîzi: "censiz" 4; İbn-i mace: "tib" 36 Ebu Davud: "tib" 17

[1661] Ebu Davud : "cenaiz" 8; Tirmizi: "tıb" 32; Ahmed:  I/239

[1662] Buhari: "tevhid": 31; İbn- mace: "tehare" 76

[1663] krş: Sebe: 30; Araf: 7/34; Yunus: 10/49;  NahI: 16/61 v.s.

[1664] krş: Araf: 7/34; Hud: 11/3, v.s.

[1665] İbn-i mace: "tıb", "cenaiz" I

[1666] Buhari: "istizan" 29

[1667] Müslim: hn: 917

[1668] Tec. ter. VI/273

[1669] Müslim hn: 919, Beyhaki: 1II/384

[1670] İbn-i ebi Şeybe "el-musannef" lV/74, mahalli: V/174 malik "el-madhali III/229-230

[1671] Münavi S. 194

[1672] el-İbda, eş-Şehy Ali Mahfuz, beşinci baskı S. 217

[1673] a. g. e.

[1674] el-Bani: Kitab-ül-cenaiz, S. 11, 243

[1675] Buhan - Hakim - Beyhaki, Ahmed 111/175, 227, 260, 280

[1676] Merak-ül-felâh, Tahtavi: 308, Dürr-ül-muhtar: 798, Halebi Sağir kenarında 326 dan, Düaveroğlu "Dürret-ül-fahire" S. 107

[1677] Müslim hn: 920, Ahmed: Vl/297, Beyhaki:  lll/334 v.s .

[1678] krş: Buhari;  III/98, Nesai: 1/260-1, Beyhaki: lll/406 v.s.

[1679] Tirmizi: ll/130

[1680] Buhari: III/135, Müslim ve Beyhaki: lV/69

[1681] Buhari tec. ter. IV/309 hn: 623

[1682] Buhari, tec. ter. IV/375-6, hn: 636

[1683] Buhari: tec. ter. lV/382; Tirmizi: Şemail; Umdet-ül-Kari; lV/83

[1684] Buhari: tec. ter. lV/382

[1685] Bakara: 2/155-7

[1686] Buhari:  III/115-6, Müslim:  lll/40-1. Beyhaki: IV/65

[1687] Müslim: 111/40-1,

[1688] Buhari: hn: 624

[1689] Nesai: 1/265, Beyhakî: lV/68

[1690] Buhari: III/93, Müslim ve Beyhaki IV/67

[1691] Tirmizi

[1692] Bakara: 2/155

[1693] Müslim: lll/37, Beyhaki: lV/65, Ahmed: lV/309

[1694] Buhari: hn: 634

[1695] Tec. ter. lV/365

[1696] a. g. e. lV/368

[1697] M. E. B. Şark klasikleri arasında çıkmıştır.

[1698] Iza mittü, fenini bima ene ehluhu-ve şekki ala-el-ceybi ya ümmü ma bed, (tec. ter. lV/395)

[1699] Nevha: Başına toprak saçarak, saçlarını yolarak feryat ve figanla ağlamaktır.

[1700] Müslim hn: 934/29, Beyhaki lV/64

[1701] Buhari, hn: 640, Müslim, hn: 933/28, Beyhakî; IV/72 Ahmed: IV/245

[1702] Beyhaki: lV/63

[1703] Ebu Davud.

[1704] İbn-i mace

[1705] Beyhaki, lV/85

[1706] bk: mümtehine, 12

[1707] krş. müslim, hn: 937

[1708] Buhari, hn: 641; İbn-ûl-Carud, 257; Beyhaki: 1V/63-4

[1709] İbn-i Hibban, 743; Hakim I/382

[1710] Buhari: hn, 643,  Müslim  I/70, Nesaî:  I/263, Beyhaki:  lV/64

[1711] Ebu Davud:  ll/59, Beyhaki:  lV/64

[1712] Nesaî-Beyhaki

[1713] Nevevi, Müslim  (Şerhi) S. 21, 23, 94, tec. ter. lV/304

[1714] Buhari: hn: 303

[1715] Ahmed, V/299

[1716] Ahmed: V/299, 300-1

[1717] Buhari, hn: 303

[1718] Nevevi, Şerh-ül-müslim, 23

[1719] Umdet-ül-Kari, lV/92

[1720] krş. Asr: 110/1-3

[1721] Ebu. Davud: ll/194; Nesaî: ll/292

[1722] Tec. ter. IV/382

[1723] Müslim ve İbn-i Hibban, 719

[1724] Ahmed. hn: 6582

[1725] Müslim: 111/16.

[1726] a. g. e. 111/14

[1727] AI-i İmran: 3/169, 170

[1728] krş: Bakara: 2/191

[1729] krş: Tevbe: 9/36, geniş bilgi için bkz; Zehra: "İslâm'da Beşeri münasebet, S: 160-190

[1730] Tirmizi  lll/17;   İbn-i mace: ll/184; Ahmed: lV/131,  80

[1731] Müslim: VI/49; Beyhaki: IX/169; müstedrek: II/77

[1732] Müslim: VI/122; Ahmed: 11/522;   Hakim: 11/109

[1733] Ebu Davud, 1/391;  Hakim, ll/78;  Beyhaki, 1X/166

[1734] Buhari, X/156-7;  Teyafisi, 2113;  Ahmet, 111/150,  200 v.s.

[1735] Müslim

[1736] Nesai, I/289; Tirmizî, 11/160; Teyalisi, 1288; Ahmed, lV/262

[1737] Müslim, hn:  1914;  Buhari, VI/33-4: Tirmizi, 11/159; Ahmed, 11/325

[1738] krş: Ahmed, lV/201; Darimi, ll/208; Teyalisî, 582

[1739] Malik, 1/232-3; Ebu Davud, 11/26; Nesai, i/261 İbn-i mace, 11/185-6; İbn-i Hibban, 1616; Hakim. 1/352

[1740] Mecme-üz-zevaid, 11/317 348

[1741] Buhari, V/93;  Müslim, I/87; Ebu Davud, ll/285; Nesai, 11/173 Tirmizi, ll/315; İbn-i mace, 11/123; Ahmed, 6816

[1742] Tirmizi, 11/315

[1743] Müslim, I/87; Nesai, 11/173; Ahmed, 1/339, 360

[1744] Ahmed. V/294

[1745] Ebu Davud, 1/391;  Tirmizi, lll/2

[1746] Buhari, 111/177-178;  Nesai, I/273; Tirmizi 11/157;  İbn-i mace 1/454 Hakim 1/377

[1747] Buhari, hn: 671, Beyhaki lV/75, Teyalisi hn: 23, Ahmed: hn 129

[1748] Tec. ter. IV/568

[1749] Ahmed,  III/242;  Hakim,  I/378

[1750] İbn-i idi  "Kâmilden tec. ter. IV/572-3;  Ahmed lll2 Hakim, 378; Bu hadise

Ebu Hüreyre'nin hadisi de şahittir:  Ahmet:  ll08; Ebu müslim el-kücci  "el-feth lll/179

[1751] Buhari, hn: 628

[1752] Buhari, hn: 625; müslim, hn: 939/36, 37

[1753] Tec. ter. lV/319

[1754] Mebsut, II/59; feth-ül Kadir, 1/448 den tec. ter. lV/325 mezahib-ül Erbea 1/510

[1755] Tec. ter.  IV/320 (Diğer görüşler anlatılmaktadır)

[1756] Mezahîb-üI-Erbea, I/502

[1757] a. g. kaynaklar

[1758] a. g. kaynaklar

[1759] Buhari, lll/99;  müslim, lll/47-8;  Ebu Davud, ll/60-61  Nesai, I/266-7; Tirmizi, 11/130-1; İbn-i mace, 1/445

[1760] Mebsut, ll/59: feth-ül Kadir, 1/448-9 den tec. ter. lV/326 mezahib-ül Erbea, 1/510

[1761] Ümm-ü-Atiye hadisine bkz: Buhari, 111/104;  Müslim,  lll/47  v.s.

[1762] Ahmed, VI/228; Darimi, I/37-8; İbn-i mace,  I/448; İbn-i Hisam, Sire ll/366 (Bulak): Dare kutni, 192; Beyhaki, lll/369 v.s. (Buhari bunu değişik bir şekilde vermektedir)

[1763] Ayni'den tec. ter. IV/326-7

[1764] İbn-i mace, 1/447; Hakim, 1/362;; Beyhaki, 111/388 Zevaid, 1/92

[1765] Hakim, 1/354-362; Beyhaki, 111/395; el-münzüri, lV/171; Heysemi, (11/21

[1766] Dürr-ül-muhtar ve Redd-ül-muhtar, 804

[1767] a. g. e. 804; Şürünbilâliye, 161

[1768] Dürre-tül-fahire, 155-6

[1769] Ebu Davud, II//62-3; Tirmizi, 11/132; İbn-i Hibban, 751; Teyalisi, 23/4; Ahmed, 11/280; İbn-i Hazm "el-mahalli" 1/250;  "Telhis", 11/134

[1770] Hakim, I/369; Beyhaki, 3983

[1771] Dare Kutni, 191; Hatib, "tarih V/424

[1772] Geniş bilgi için bkz: tec. ter. IV/327-8

[1773] Buhari, tec. ter. lV/510; Ebu Davud, ll/60; Nesai, 1/277; Tirmizi. 11/147; İbn-i mace, 1/462.

[1774] Beyhakî, lV/10; İbn-i Sa'd, Tabakat lll/7

[1775] Ebu Davud, ll/59; Tirmizi, 11/137-9; Hakim, I/365; Beyhaki, 1V/10-11, Ahmed, 111/128; Nevevi "el-mecma" V/265

[1776] Taberşni, el-Kebir I1I/148; Heysemi "el-mecma1" 111/23, Hakim, 111/195

[1777] Al-i İmran: 3/169

[1778] Tec. ter. lV/512

[1779] Merak-ül-felâh, 154

[1780] Kütüb-ü sitte ile birlikte, İbn-ül Carud, 259; Beyhaki 111/399; Ahmed, Vl/40

[1781] İbn-ül Abidin, 807-8

[1782] Mebsut,  II/60 dan tec. ter.  lV/377

[1783] krş, tec. ter. lV/338; Mebsut, 11/61

[1784] İbn-i Abidin, 809; Cevhere, 127

[1785] Umde-tül-Kadir, lV/49;  Haleb-i Kebir, 581

[1786] Dürre-tül-fahire, 163

[1787] krş, Müslim, lll/89. İbn-ül Carud, el-münteka, 260; Tlrmizi lV/357

[1788]Merak-ül-felâh, 153;  İbn-ü Abidin, 810

[1789] Tahtavi, 314;  Dürr-ül-muhtar, 810-1

[1790] Müslim, lll/50;  İbn-ül-Carud, 268;  Ebu Davud,  ll/62 Ahmed,  lll/295 v.s.

[1791] krş. Müslim, 111/51; Ahmed, VI/395

[1792] Ahmed, V/431; Nesaî, 1/282; Şevkani, lV/34

[1793] Buhari- Müslim;  Ebu Nuaym, el-müstahrec, 139-140; Beyhakî, 111/390-393

[1794] Ebu Davud, 11/172; Tirmizi, 11/132;  İbn-i  mace, l/449 Beyhaki, lll/245; Ahmed, hn: 3426;  Nesaî, I/268

[1795] krş. Ahmed, 111/331; İbn-i Ebi Şeybe, lV/92, Hakim, l/355;Nevevi, -el-mecmu" V/196

[1796] krş: Buhari,  ll/266;  müslüm, V/131; Ahmed, lV/241

[1797] feth-ül Kadir, 1/454 den tec. ter. lV/336

[1798] krş: Buhari, lll/88, müslim Vll/3 v.s.

[1799] krş: İbn-i Hibban "Sahih" 753, Hakim, I/353

[1800] ten. ter. lV/277

[1801] a. g. e. lV/460

[1802] İbn-i Ebi Şeybe "el-musannaf" lV/73; Buhari: "edeb-ül-müfred" 75; İbn-i Hibban "Sahih" 709 v.s.

[1803] Buhari, 1/89-90; Müslim, lll/51-2; İbn-ül Carud 261 v.s.

[1804] Ebu Davud ll/64, Ahmed, 427

[1805] İbn-i mace I/479-480, Ahmed hn: 5668

[1806] Beyhaki IV/74

[1807] "Böyle musikî eşliğinde cenaze götürülmeye kalkışıldığında, buna mani olmak için çalışılmalı, başaramazsa  Hanefi, Şafii ve maliki imamlara göre cenaze teşyiinden dönmemeli, fakat Hanbeli bu kötü duruma engel olamazsa refaket etmesi ona haram olur" demişleridir  (el-mezahib-ûl-Erbea: 1/533)

[1808] Buhari hn, 653, müslim hn : 944, Ahmed: N/240

[1809] Buhari, hn: 652; Nesai I/270; Ahmed 111/41

[1810] İbn-i Hibban "Sahih" 764; Teyasin, hn: 2336

[1811] krş: Ebu Davud ll/65; Nesai 1/271; Tehari 1/276

[1812] Tec. ter. IV/456

[1813] a. g. e.

[1814] el-mecmu' V/271

[1815] Ahmed, tec. ter. lV/456

[1816] Ebu Davud'dan, tec. ter. IV/456

[1817] İbn-ül-Kayyin "zad-ül mead"

[1818] Ebu Davud ll/65, Nesaî 1/275-6, Tirmizi 11/144 İbn-i mace 1/451 Tehavi 1/278, Ahmed lV/247

[1819] Tehavi 1/278

[1820] Buhari, 111/88 v.s.

[1821] İbn-i Ebi Şeybe "el-musannef" lV/1011, Tehavi 1/279

[1822] Birgivi, Kılıç Ali, no: 1035 V: 100a

[1823] Tec. ter. lV/455

[1824] a. g. e.

[1825] Birgivi a. g. r. V: 10a

[1826] İbn-ül Abidin 833, Halebi Kebir 592, Tahtavi 333, Dürret-ül-fahire 211, el-fıkh 1/530, bir kısım fakihler bunu "Kim bir cenazeyi kırk adım kadar taşırsa kırk büyük günahı örtülür hadisinden istidlal etmişlerdir.    "Bedai'"den "Bahr-i Raik" ve "Şerh-ül-münîyye" de nakledilmiş, "Haşiye" de olduğu gibi [1/833] bunu Ebu Berk en-Neccad rivayet etmiş, bundan sonra fıkıh kitapları birbirinden nakletmişlerdir. Ne yazıkkı, hadisin durumuna işaret etmeden almışlardır. Halbuki bunda Ali b. Ebi Sare varki bu zayiftir. Bu bakımdan bu nakil doğru olmaz. Zehebi gibi bir kısmı bunu inkâr etmişlerdir. Bunun için biz bu hadisi "Cami-üs-sağir" içindeki  mevzu hadislerden saydık. (Elbani:  kitab-ül-cenaiz, S. 249)

[1827] Feyz-ül-Kadir, 1/228

[1828] el-mezahib-ül-Erbea 1/530-1 (Hanefilere göre)

[1829] a  g  e

[1830] Ebu Davud ll/64-5, Hakim 1/355, Beyhaki lV/23

[1831] Müslim 111/60-1;  Ebu Davud 11/65;  Nesaî: 1/284; Tirmizi 11/137

[1832] el-fıkh I/522-3

[1833] Ahmed. hn: 1578

[1834] Tec. ter. lV/450

[1835] Birgivi,  risale-i itikadiyye, Kılıç Ali paşa No: 1035 V: 99a

[1836] el-fıkh, 1/532-3

[1837] Beyhaki: lll/74

[1838] Tahtavi, 332

[1839] Müslim 111/136, Buhari tec. ter. lV/437

[1840] Tec. ter. 111/441  (Daha bir çok rivayetleri sıralamaktadır)

[1841] a. g. e. lll/442

[1842] Müslim 111/136;  İbn-i mace, 1/468; Tehavi 1/383; Tevalisi  150; Ahmed 631  v.s.

[1843] bk: tec. ter.  IV/444-6

[1844] Buhari, tec. ter. IV/446-7  (Bütün imamların görüşleri için a. g. e. bk)

[1845] krş: Buhari, Vll/240-1; Ahmed lV/129

[1846] Ahmed, hn: 807; Ebu Davud;  11/70;  Nesaî, 1/282-3

[1847] Tirmizi, ll/129

[1848] Ahmed. lll/397

[1849] Müslim ll/208; Ebu Davud ll/66; Nesaî, 1/283

[1850] Müslim, lll/50; İbn-ül Carud, 268 v.s.

[1851]İbn-i mace'den tecrid, lV/476

[1852] Aynî, lV/135 den tec. ter. lV/477

[1853] krş: İbn-i mace 1/464; Tirmizi 11/157

[1854] krş: Al-i Îmran: 3/185

[1855] Ebu Davud, ll/70;  Nesai, 1/283

[1856] Ebu Davud, ll/83

[1857] İbn-i mace, I/472; Tehavi, IV/45 v.s.

[1858] krş: Buhari, 111/163; Ahmed, V/147

[1859] Hakim, l/362;  Beyhaki, lV/35

[1860] krş: Ahmed, Vl/144;  Buhari X/l01  v.s.

[1861] Mahalli, V/173

[1862] Ebu Davud, ll/70; Tirmizi, ll/152;  İbn-i mace, 1/470

[1863] krş: İbn-i Hibban "Sahih" 2160, Beyhaki, 111/410

[1864] Geniş bilgi için bk: tec. ter. IV/601-611, Beyhaki, IV/3

[1865] krş: Ebu Davud ll/69, Beyhaki lll/412

[1866] Bu hadisin doğru olmadığı hakkında bkz: "Zad-ül mead" 1/206 Nevevi ve diğerleri zayıf görüyorlar.    San'ani  "sübül-üs-selâm"  161-2, Elbani  "silsiIet-ül-Ehadıs-ıd-Daife" No: 599

[1867] Şeyh Alî Mahfuz, el-ibda'  (beşinci baskı) S. 241

[1868] Ebu Davud, ll/70; Hakim, l/370

[1869] krş: Ebu Davud, 11/281; Hakim, I/37-40 v.s.

[1870] bkz: İbn-i Teymiyye. "ihtiyarat-ül-ilmiyye"

[1871] Buhari, tec. ter. IV/479

[1872] Müslim, hn; 970

[1873] Tec. ter. lV/481

[1874] Müslim, lll/150 hn: 971

[1875] Müslim, 111/157, hn: 977/106

[1876] a. g. k. hn: 976/108

[1877] Ebu Davud, II/72, 131; Nesal, 1/285; Ahmed, V/350; Nevevi, -mecmu, V/310

[1878] Ahmed, 111/38;  Hakim, 1/374

[1879] Hakim, 1/376; Ahmed, 111/237

[1880] Hakim, 1/376; Beyhaki, IV/78; diğer rivayet; İbn-i mace, 1/475

[1881] Müslim, 111/152

[1882] Tec. ter. lV/372

[1883] a. g. e. lV/373

[1884] krş: Nesai 1/196; Hakim I/384

[1885] Buhari, tec. ter. lV/376;  Müslim lll/39; Ebu Davud  II/58

[1886] krş: Hakim l/384

[1887] Müslim, hn: 920; Ahmed, VI/297;  Beyhaki, lll/334

[1888] Ahmed, hn: 1750

[1889] Ahmed, el-İnsaf, ll/564

[1890] Kabir b. bkz.

[1891] Ahmed VI/252

[1892] Müslim 111/152-3, Nesai:  I/287, Beyhaki: lV/79 Ahmed: VI/180

[1893] Müslim: 111/155;  Nesai, I/286; Ahmed, VI/221

[1894] Müslim: lll/65;  İbn-i mace 1/469;  İbn-ü-ebi Şeybe lV/138: Ahmed V/353

[1895] Müslim 11/188, Tirmizî, I.V/42, Ahmed ll/284

[1896] Müslim 11/188

[1897] Hibani "kitab-ül cenaîz" S. 193 (dip not)

[1898] Ebu Nuaym (11/213) tahric etmiş, mevzu hadistir. Bu hadisi İbn-üd-Daris: "fedail-ül-Kur'an"da, Habib VI/187 de rivayet etmiş.

[1899] bkz: Zehebî: "mizan"  Hafız İbn-i Hacer: "Lisan" Suyuti  "Zeyl-ül-ehadis-ıl-mevduati", İbn-ül ırak, Tenzih-üş-Şerîat-ıl-merfuatı, an-ıl-ahadis-ış-Şeniatı knevduatı" v.s. den Elbanî, S. 193

[1900] İbn-i Eatle, el-lbane an usul-id-Diysne, 11/112 Harevi, Zemm-üI-Kelâm, II/36

[1901] Elbani: "el-Ahadîs-ül-mevdua ved-Dsife" S. 66 hn: 50 (adı geçen hadis üzerinde gsniş açıklama vardır)

[1902] krş: Ahmed. VI/92, muvatta, I/239-240

[1903] İbn-ül-mübarek, zühd, X/10, Buhari; edeb-ül-müfred, Ebu Davud, 1/551 v.s.

[1904] Nevevi: "el-mecmu" V/311

[1905] Zağferani: "kitab-ül-cenaiz"

[1906] bkz: İbn-î Teymiye: "el-Kaîdet-üI-Celiletû, fittevessilli Ve-l-Vesiletî, S. 125

[1907] Buna yaklaşık bir izah için bkz: Ahmed Şakir, Tirmizi üzerinde yaptığı talikte 1/103 Elbani: Ahkam-üI-Cenaiz, 200-201 (dip not)

[1908] Ebu Davud 11/71, Beyhaki, lV/57

[1909] İbn-i Teymiye -iktîda" 122

[1910] Heytemi "zevacîr" l/171                                                                                       

[1911] Elbani: "cenaiz" 204

[1912] Müslim: 111/149

[1913] Ebu Davud, 11/71, Nesai, 1/284

[1914] Mahalli, V/33

[1915] Mesaîl, 158

[1916] Ebu Davud, 1l/69

[1917] Nevevi, V/298

[1918] Müslim111/61; Ebu Davud, ll/70; Tirmizi 11/153

[1919] Ahmed VI/21

[1920] Müslim 111/150, Ebu Davud 11/71, Beyhaki lV/79

[1921] Müslim 111/150

[1922] Şevkâni lV/57

[1923] Ümm, I/246

[1924] Asar, S. 45

[1925] Sübül-üs-selâm, 1/210

[1926] Zevacir 1/143

[1927] Bütün bunlar için bkz: el-Beni, 203-211

Bütün bunlar için bkz: el-Beni, 203-211

[1928] Haşr: 59/II

[1929] İbrahim: 14/42

[1930] Kabir ziyareti b. bkz

[1931] Müslim, VII/220-1;  Ebu Davud,  ll/240

[1932] Buhari, tec.  ter. Vl/284,  Ebu Davud  l/376

[1933] bkz: tec. ter. VI/264                           

[1934] Ebu Davud, l/108; Nesai, ll/211 vs

[1935] Buhari tec. ter. lV/600,  V/

[1936] Mislim, V/73: Buhari, edeb-ül-müfred, 8: Ebu

[1937] Müslim, lll/208; Nesai, 1/355;  Darimi, 1/126 v.s.

[1938] bkz. H. M. Mahluf, Şer'i Fetvalar, s. 157 v.d. fetva, No. 73, 74.

[1939] bk. Elbani, cenaiz, S. 187 (dip not) hadisin geniş tahlili yapılmaktadır.

[1940] Medhal, I/286:  İbda;  135

[1941] İbda: 99

[1942] bk: S. 130

[1943] el-Ehadis-üd-Daife, no: 1291

[1944] İmam-ı Birgivi bunu "ahval-ü-Etfal-il-müslümine" S. 229 da nakletmiş ve derki: "Ha" berde geldiğine göre ikim bir müminin kabrini ziyaret eder - yukarıda geçen duayı okursa Allah ölüden sure öflenecek zamana kadar azabı kaldırır" Bu, hadis kitapla­rında aslı bulunmuyan batıl bir hadistir. Bidatin aleyhine bu kadar dil dökmüş ve eser vermiş olan Birgivi'nin böyle bir uydurma hadise yer vermesini anlamıyorum (Elbani, 259)

[1945] krş: Neyl-ül Evtar, lV/79; Elbani, 260 (geniş bilgi için bk. Mahluf a.g.e. Bu husus­taki çeşitli görüşleri almıştır. Sayın müftü hediye edileceği kanaatındadır, fetva: 74)

[1946] et-Tevessûl-ü ve-l-vesiletü, 111; ihtiyarat, 54

[1947] İbn-i Teymiye "fetava" 354

[1948] a. g. e.

[1949] İhtiyarat, 55; İbda; 95-6

[1950] er-Reddü ala el-Ahinnaî S. 82

[1951] İbda' S, 264

[1952] Konunun giriş kısmına bk.

[1953] İ. Hami Danışmend, Türkiyat ve İslâmiyat tetkikleri

[1954] Şerh-ü-Tarikat-ıl-Muhammediyye, 1/114-5

[1955] Ahmed'den, Tefsir-ül-menar, Vlll/267

[1956] İbn-i Teymiye, fetava, 1/174; ihtiyarat, 53

[1957] İbda; 98

[1958] İktida, 176; İbda', 90

[1959] İhya, 1/244

[1960] el-vesiletü, 17; el-iğase, 1/201

[1961] İğase, 1/201

[1962] Hadimi, lV/326

[1963] krş: Elbani, 206

[1964] krş: Zebebi, Telhis-ül müstedrek: İbda' 95

[1965] Medfıal, 111/273; İbda', 88

[1966] Medhal, 1/263; İbda1, 166

[1967] İbn-i Hacer, Zevacir, 1/1134

[1968] İbda' S. 222 (Beşinci baskı) İktida: 57: Şatibi: l/372

[1969] Medhal, lll/262-3, ayrıca bkz.: Bolevi, kitab-ül cenaîz v. 61ab, Sü/Darül mesnevî. No. 100

[1970] Sünen 67, Sen'ani, Sübül-üs-Selâm 384

[1971] İbda' 222,

[1972] Elbani 251

[1973] İktida, 183, Keşf-ül Kîna 11/134

[1974] Hadimi, Şerh-ü-Tariket-ıl-Muhammediye, 322

[1975] Islâh-ül-mesacîd, 281-3

[1976] Sefer-üs-Seade:  57, medhal  I/266-7

[1977] İbda' 125