İslâm Ahlâkının Genel Karakteri:
Hela, (Tuvalet, Ayakyolu, W.C, 00)
Abdest Bozmada Yasak Olan Yerler
Temizlenme (Necasetten Teharet)
Küçük Abdesti Bozmada Dikkat Edilecek Hususlar
Kur'an'ı Kerîm'in Ve Hadîslerin Bu Husustaki Metodu
Dilin Doğruluğunu Hazırlayan Asıl Faktörler
Çevreye İntibak Bir Sabır İşidir
Tevekkül Edenin Çalışma Durumu
İstişare Hangi Hususlarda Olmalı?
Danışılacak Kimsede Bulunacak Vasıflar
Başkası Öldürmek İçin Yalan Söyleme
Yalan Konuşmaya İzin Verilmiş Yerler
Derece Bakımından Büyüklenmenîn Aldığı Durum
Büyüklenme, Bilginde Üç Şekilde Görülür:
Yapılmasına İzin Verilen Yerler
e- Ziyaretçiler, Arkadaşlar Ve Karşılaşma
Günahları Saklama; İnsanların Ona Vakıf Olmasından Korkma
Gösteriş Korkusuyla İbadetleri Ve İyi İşleri Bırakma:
Meslektaşlar, Kardeşler Ve Akrabalar Arasındaki Hased
Kur'an-ı Kerîm'de "Selâm'ın" Çeşitli Kullanılışları
Hz. Peygamber'in Selâm Verme Ve Alma Hususuna Verdiği Önem
Selâma Mukabele Etmeye Mâni Haller
Toplulukta Dikkat Edilecek Hususlar
Meclislerde Konuşulması Zarurî Olan Husus
Gayri Müsüm'in Aksırması Karşısında
Kadın Ve Erkeğin Giyimülklerinîn Ayrı Ayrı Olması
Kur'an-ı Kerîm'de Yenilmesi Yasak Olan Hayvanlar
Yemekten Önce Yapılması Gereken Hususlar
Yemek Kapları Ve Su Bardakları
İslâm'dan Önce Araplarda Aile Durumu
Araştırmada Kadında Aranacak Meziyetler
Adayların Birbirlerini Görmeleri
Kocanın Karısı Üzerinde Hakları
Komşuların Bibbirlerine İkram Etmeleri
Arkadaşlık, Kardeşlik Ve Kaynaşma
Arkadaşta Bulunması Gereken Meziyetler
Kardeşliğim Ve Dostluğun Hakları
Başkasının Evini Gözetlemek (Röntgencilik):
Yemek Ve İçme Kaplarının Örtülmesi
Uyku Halindeki Durum; Rüya Görme
Hz. Peygamberin Rüya Görmesi Ve Ta'biri
Hz. Peygamberin Yaptığını Her Müslüman Da Yapabilir Mi?
Hastanın Hastalığını Söylemede Bir Mahzur Yoktur
Arkasında Mal Birakmayan Kimsenin Vasiyeti
Erkeğin Kadın Hastayı Ziyareti
Diğer Dinlere Mensup Olan Kimseleri Ziyaret
Ölünün Yanında Bulunanların Yapacaği İşler
Ölünün Yakınlarına Düşen Görevler
Ölünün Yakınlarına Yasak Olan Şeyler
V- Ölünün Üzerinde Şiir Söylemek
Yıkayıcı Nelere Dikkat Etmelidir
Cenazeyi Taşıma, Takip Etme Ve Defn
Kadınların Cenazeye İştirak Etmeleri
Cenazeyi Takip Ederken Takınılacak Durum
Kabirleri Ziyaret Etmedeki Gaye Ve Yapılacak Hususlar
İSLAM TERBİYESİ
Birkaç Söz
Allah'a hamd, Yüce Peygamberimize selât-ü selâm olsun.
1- İslâm fıkhının bir kolu olan İslâm terbiyesi (ahlâkı, âdabı) gibi önemli bir mevzuu İşlemenin zorluğunun farkındayım. Başarılı bir çalışma olmadığına da inanıyorum. Fakat bugüne kadar bu mevzuda temel kaynaklara dayanarak hazırlanmış derli toplu bir eser olmadığı için bu yönden çalışmayı müslüman kardeşlerimiz için faydalı buldum.
2- Bu mevzuda kütüphanelerimizde birçok eser ve risale mevcuttur. Tesbit edebildiklerimi gözden geçirmeye çalıştım. Vazife yerinin bu değerli eserlerin bulunduğu İstanbul kütüphanelerinden uzak olması çalışmayı hayli geciktirdi. Yalnız bu risalelerin çoğunun, büyük bir eserin bir bölümü veya tercemesi olduğu gözden kaçmamıştır.
3- Malûmunuzdur ki; İslâm'ın en başta temel kaynağı Kur'an-i Kerîm ve Allah Resûlü'nün sünnetidir. Mevzu işlenirken her şeyden evvel bu iki kaynağa dayanmanın zaruret olduğu aşikârdır. Her konuyu işlerken azamî derecede buna riâyet ettim.
4- Değerli okuyucumun da bizzat kaynaklara inmesini arzu ederek bâzı yerlerde buna dikkatleri çekmekten geri kalmadım.
5- Eğer her müracaat etmek istediğim kitabi yakınımda bulabilseydim, daha sıhhatli bir eser meydana geleceğini de belirterek, İstanbul dışında kalan yerlerde çalışmak zorunda olanların bu yüzden ne kadar elsiz ve kolsuz kaldıklarını bir ihtiyaç olarak belirtmeme müsaade buyurunuz. Taşra kütüphaneleri-ki nederece kütüphane denilebileceği kestirilemez-kaynak kitaplardan mahrumdur. Bu yüzden nice zekâların muattal kaldığını yakînen müşahede etmişimdir.
6- Müellifiniz dört yıldan beri, mütedeyyin insanlar yatağı olan Çanakkale'nin iki şirin kasabası Biga ve Çan'lıların asîl dostluk anlayışlariyle kucak kucağadır. Civar kasabaların iştirakiyle de Biga'da kurulmuş olan İmam-Hahip Okulu, halkın yüce İslâm'a gösterdikleri sevgi ve özlemin derîn bir sembolü olarak kendini gösterirken, yine Çan kazasında bir halk kuruluşu olan, yurt içi ve yurt dışında güçlü bir şekilde kendini kabul ettirmiş Çanakkale Seramik Fabrikaları da müslüman halkın başka yönden kendi güçlerinin ispatıdır.
7- Ben, mâna ile maddeyi aynı ahenk içinde birleştiren "Kale Ailesi"-ne Allah'ın sonsuz başarılar ihsan buyurmasını dilemeyi bir kadirşinaslık bilirim. Şunu da kaydedeyim:
"Kale Ailesi"ni tanımadan önce teknokratları, iyi tanımıyordum. Onları tanıma fırsatı buldum. Zannımca onlar da İslâmiyeti tanıdılar. Bilmem ki değerli okuyucu şunu kaydedersem yanlış bir deprlendirmeye doğru mu gidiyorum? İslam evet İslâm, kaynaklardaki öz fivetiyle insanımıza anlatılsaydı, yahut insanımız onun hakkında peşin hükümlere ve menfî propagandalara kapılmasaydı, insanlığın bakışı İslâm'a karsı çok munis olacaktı. Ortada bir anlaşmamazlık varsa o da bilmemenin doğurduğu bir problemdir. Acaba insana saygı prensibini kabul etmiş kimse şu ifadelere karşı durur mu?
"Allah'ın Resulü buyurdu; Küçük bir kemiğin hediye edilmesi dahî, güneş her gün doğduğu müddetçe sadaka yerine geçer. Şunu da buyurdu:
İki kişinin arasında adaüetsî hükmetmek de sadakadır. Bir adama hayvanı için yardım etmek, ona binmesine, ona yükünü yüklemesine yardım etmek sadaksdır. Güsel bir söz söylemek sadakadar, camie giderken atılan her adım sadakadır. Yol üzerinde halka eza veren şeyi kaldırmak sadakadır"[1]
Yine o ünlü Peygamber'in bir sözünü buraya alarak sizi kitaptakileri de okumaya davet edeyim.
"Birbirinize buğzetmeyiniz, birbirinizden yüz çevirmeyin, birbirinize hased etmeyin. Allah'ın kulları, kardeş olunuz" [2]
Evet... İnsanlığı fazîlete, huzura, barışa ve mutluluğa çağıran İslâm; mutlu olma san'atını öğreten bir Hak yoludur.
Her alandaki çalışmalarımı maddî ve manevî yönden destekleyen ve her sahadaki kimselerle görüşme fırsatı bana hazırlayan çalışmalarıyla yurt ekonomisine büyük hizmetlerde bulunan Kale Seramik gibi daha bir çok kuruluşların müessisi muhterem H. İbrahim Bodur Bey'e bu çalışmalarımı borçluyum. Cenâb-ı Hak ihsan buyurursa ilerde yapacağım bütün çalışmalarda bu desteğin payı kendini hissettirecektir. Müessesenin değerli müdürü sayın Recep Debvişoğıu ile meseleleri büyük zevkle konuşuyor ve görüşüyorduk. Bana müşfik bir ağabeylik yaptı. Diğer elemanların göster dikleri yakın ilgiyi her dönemdeki çalışmalarım için unutulmaz bir hâtıra olarak yâdedeceğim.
Hocalarım ve dostlarım, sizler bize öyle ufuklar hazırladınız ki; Cenâb-ı Hakkın bizleri buna lâyık kılmasını dilerim.
Allah'ım! Hatâlarımı görmeyi, bu kuluna nasip et, yaptığım hatâlardan Sen'ın sonsuz tevfik ve mağfiretine sığınıyorum.
7 Sefer 1392 22.Mart.1972 Biga
1- AHLAK TERBİYE VE EDEB
İslâmî kaynakların ve bu kaynaklar üzerine eğilen düşünürlerin, cemiyetin düzenli bir hayat yaşamasını temin eden yukarıdaki deyimler üzerinde ne kadar hassas davrandıklarını her an görmek kabildir.
Ahlâk: huylar, hasletler, tabiatlar anlamına [3] gelmektedir. Kelime Kur'an-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde yer almıştır. Terim olarak insanlara görevlerini ve doğru yolu gösteren bir ilimdir, işlerimizde ve hareketlerimizde takip etmek mecburiyetinde olduğumuz düsturları bize gösterecek olan şey ahlâk ilmidir. Bu düsturların bütün hedefi hayr-ı a'lâ = iyiliktir. [4] Binaenaleyh insan irâdesini gerçekten insana lâyık bir tarzda nasıl kullanması lâzım geleceğini bize bu ilim haber verir. [5]
"İyi" mefhumu insan için yalnız bir düşünüp taşınma konusu değildir, iradenin muvacehesinde, o bir gaye ve istektir ki, onu pratik mevkie çıkarmak bir borçtur.
Kaynağı
Bütün peygamberler geldikleri toplumlara ahlâkı öğütlemişlerdir. O halde bunun ilk öğreticileri peygamberlerdir.[6]
Binaenaleyh ilk terbiyecinin de ilâhî kanunlar olduğunu söylemekte asla tereddüt etmemek lâzımdır[7]
Din ile ahlâk arasında bulunan bu ezelî bağdan dolayı akıllı kimselerden bir çoğu "dünyada ahlâk adında bir şey varsa, onun behemhal dinden istifade ettiğini, din ile ayakta durabileceğini, dine dayanrmyan ahlâkın temeli ve kaideleri ne kadar metin ve ne kadar mazbut olursa olsun köksüz bir ağaç gibi hakikî feyzden mahrum kalacağını" söylüyorlar. Ve ahlâk esaslarının dini alâkalardan sıyrılması lüzumuna kail olanların dâvalarını yeter delillerle reddediyorlar. [8]
Öteden beri her milletin bilginleri ve filozofları ahlâklığa dikkat etmişlerdir. Bu yönden ahlâk ilmi milletlerarası ortak bir ilim sayılabilir. Bununla beraber müslümanlar kendilerine has bir ahlâk ilmine sahiptirler. [9]
İslâm Ahlâkının Konusu:
Kur'an-ı Kerîm'de ve Hazret-i Peygamber'in sünnetinde geçen ahlâk kurallarını ve onu tefsir eden düşünürlerin görüşlerini içine alır. Bu yalnız insanın seciyesini tetkikle yetinmez. Bu ilmin asıl konusu karektere ait kaideler ve tam bir ahlâktır. Diğer bir tarife göre, ahlâk ilmi görevler ilmi yâni insanlığın gidişine ait gerekli kaidelerden bahseden ilimdir. [10]
Şu halde bu ilim iki esası içine alır:
1- İyiden bahseden nazarî ahlâk
2- Görevler ilmi denilen amelî ahlâk
Konusu insanın gidişi olan kaidelerden ibaret olan nazarî ahlâkın bir ilim olduğundan şüphe yoktur. Fakat özellikle uygulanan ve tavsiyelerden bahseden amelî ahlâk, ilim olmaktan ziyade öncekilerin hayat sanatı dedikleri sanattır. [11]
Son zamanlarda ahlâk üzerine yapılan çalışmalarda ahlâkın konusu tâyin edilirken, pratik felsefenin bir bölümü olarak düşünülmüş, meseleye Aristo'dan başlatılarak son devir filozoflarına (Bergson v.s.) kadar getirilmiştir. Dinler genel olarak ele alınmış, ahlâk konusunda kendine has bir özellik taşıyan İslâm bu dinlerden ayrı tutulmamıştır. Daha çok metafizik, epistenolojik (Nietzche), fenomelojik ve normatif ahlâk düşünülmüştür. Fertlerin sosyal hayatta, birbirlerine karşı olan davranışlarını ele almış İslâm ahlâkını verirken, ahlâk felsefesini bu noktadan bir tarafa bıraktık. Pratik felsefenin bir bölümü olarak ahlâkı ele alan birçok eserler vardır. [12]
Hz. Peygamberin Dilinde Ahlâk
Hz. Peygamber ahlâkın ne kadar önemli olduğunu bir çok hadislerde belirtmiştir
1- "Ben ancak iyi ahlâkı tamamlamak için gönderildim" [13]
2- "Rabbim! Ahlâkın en güzellerine varmak için bana yol göster. Zira en güzel ahlâka vardıracak ancak sensin. Rabbim Kötü ahlâkı benden uzak tut. Zira ahlâkın kötüsünü benden uzaklaştıracak yalnız sensin" [14]
3- "Allah'ım! Senden sıhhat, afiyet ve ahlâkın güzelini istiyorum" [15]
4- "Allah'ım! Hilkatimi güzel yaptın, ahlâkımı da güzel yap" [16]
5- "Güzel ahlâktan daha ağır bir şey mîzana konulmadı. Çünkü güzel ahlâk sahibi, onunla oruç tutan ve namaz kılan kimsenin derecesine ulaşır" [17]
6 - "Mü'minin keremi, tekvasıdır, dini; şerefi ve mürüvveti ahlâkıdır" [18]
7- "Güzel ahlâk gibi şeref yoktur" [19]
8- "Bana en sevimliniz ve kıyamet gününde oturma bakımından bana en yakınınız, ahlâk yönünden en iyinizdir"[20]
İslâm Ahlâkının Genel Karakteri:
Îslâm'da bir kanun ahlâkı vardır. Kanun ahlâkı kendi hükümlerini bizlere teklif eder, bu şekilde bir ahlâkî yükümlülük meydana getirir.
Ahlâkî görevin mahiyeti, İslâm dininde, ifâsı ile ahlaken yükümlü olduğumuz şeyden ibarettir. Meselâ:
İslâmlık bizleri doğruluğa, adab-i muaşerete riayetle mükellef tutuyor. Binaenaleyh bunlar bizim için bir vazife olmuş oluyor. Ahlâkî görevlerin bir kısmının belirli sıfatları vardır: [21]
1- Vazife gereklidir:
Eğer insanlar, bir takım ahlâkî görevler ile yükümlü olmasa idiler, kendilerinde insanî olgunluk tecelli etmezdi. Aralarında, düzenden, içtimaî ahenkten eser görülemezdi [22]
2- Vazife mecburidir:
Vazifeye riayet etmemek ahlaken uygun değildir.
3- Geneldir:
Kur'an-ı Kerîm bunu "Yâ eyyüha-n-nas -Ey insanlar " seslettisiyle göstermiştir.
4- Yapılabilir:
Gücün dışında yüklenmemiştir [23]
5- Mutlaktır:
Yâni vazifeye riayet etmemiz bir şart ile bir istisna ile kayıtlanmış değildir. Karşılık beklenmeden yapılır [24]
6- Değişmez:
Ahlâk kanunlarının esas hükümleri ortadadır, Fertlerin ve toplumların telâkkisine tâbi değildir [25]
Sorumluluk Ahlâkı
Bu ahlâk, işlerin hesabını vermekten, bunların mahiyetine göre mükâfat veya ceza vermekten ibarettir. [26]
"O, yaptığından sorumlu değildir, onlar îse sorumlu tutulacaklardır" [27]
"And olsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de soracağız." [28]
8- Azme, iradeye ve niyete bağlıdır:
"Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. İçinizdekini açıklasamz da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğine azap eder, Allah herşeye kadirdir" [29]
9- Fakat mücerret olarak hiç zorlamadığı halde aklına gelen şeyden sorumlu tutmaz. [30]
10- Kasten yalan olmaksızın hata ve unutma yolu ile çıkan sözler, yapılan işler hukuken sorumluluğu gerekli kılmıyorsa da ahlaken sorumluluğu gerektirmez.
11- Şahsîdir:
"Herkes yaptığı hatadan sorumludur. Hiç kimse kimsenin günahını yüklenmez." [31]
12- İyiye ön ayak olmak da onu işlemek gibidir. Kötüye vasıta olmak da aynıdır. [32]
Adab
İslâm hukuk kitaplarında sık sık ismine rastlanan bu kelimenin dil yönünden; asil ve insanî şeylere meyletme hasleti ve bunun hayatta içtimaî münasebetlerde belirmesi mânasında kullanılır. [33] Edeb, dinin üçte ikisi, din denilse yerinde olur. [34] Mecazi mânada, insanı yüksek kültüre erdiren ve irfan erbabı ile muaşerete lâyık mertebeye çıkaran tahsile... Arap lisanı, edebiyat ve şi're delâlet eder.
Kelime geniş bir sahaya nüfuz ettiği halde burada içtimai münasebetleri tanzim yolunda yapılacak hareket ve davranışları içine almaktadır. Kelime; hukuk yönünden de şümullü bir mâna taşımıştır. Hac merasiminde riayet edilecek hususlar, "Adab-ül - Hac" adı altında inceleme konusu yapıldığı gibi, hâkimin görev ve yetkisini tanzim eden esaslar içinde "Adab-ül -Kadi" [35] şeklinde isimlendirilmiştir. Hukuk dilinde pek bolca kullanılmış bulunan bu kelime, ferdin ahlâk ve terbiyesini birinci prensip olarak almış olan tasavvufun dilinden düşmez olmuştur. [36] Edebin gerçek yönü ise bütün iyi olan hasletleri toplamaktır. Edebil kimse ise bu hasletleri kendinde toplamış kimselerdir. [37] İbn-i Ata şöyle demiştir:
"Edeb, iyi olan işlerle beraber olmaktır" [38]
Hz. Peygamber bir çok hadislerinde buna teşvik etmiştir:
1- Baba çocuğuna güzel edep'ten daha üstün hediye bırakmadı. [39]
2- Allah'ın edebi Kur'a'n'dır. [40]
3- Çocuklarınıza ikramda bulununuz ve edeblerini iyi veriniz. [41]
4- Kişinin çocuğunu terbiye etmesi, bir sa [42] kadar yardımda bulunmasından daha iyidir. [43]
Hz. Mevlâna da gayet yerinde edebten bahsetmiştir:
"Cenâb-ı Hak'tan bizi edebe muvaffak kılmasını dileyelim. Çünkü edebi olmayan, Allah'ın lûtfundan mahrum kalır." [44] Bu husustaki gazeli hep beraber okuyalım.
"Efendi; bilmiş ol ki edeb, insanın bedenindeki ruhtur. Efendi; edeb, Allah adamlarının gözü ve gönlü nurudur.
İnsan süflî âlemden değil, ulvî âlemdendir. Şu feleğin dönüşündeki güzellik de edebdendir. Eğer şeytanın başını ezmek dilersen gözünü aç ve gör ki, şeytanın kaatili edebdir. İnsan oğlunda edeb bulunmazsa; O, insan ve insanoğlu değildir. İnsan ile hayvan cisimleri arasındaki fark, edeb iledir. Gözünü aç da, baştanbaşa Allah Kelâmı olan Kur'an-a bak! Kur'an'ın bütün âyetleri edeb ta'Iiminden ibarettir. İman nedir? diye akıldan sordum. Akıl, kalbimin kulağına söyliyerek iman: 'Edebdir' dedi.
Ey Şems-i Tebrizî, sen sırr-i ilâhîsin, sus. Dünya gecesini aydınlatacak ışıkların en parlağı edebdir" [45]
İslâm Adabının Kaynağı
Bunun kaynağı Kur'an-ı Kerîm, Hz. Peygamber'in siyreti ve O'ndan ilham alan ahlâkçıların, mutasavvıfların tavsiyeleri ve terbiye metotlarıdır.
"Cenâb-i Allah, Resulünün getirdiğini almak" [46] ve yasakladığı şeylerden de vazgeçmeyi isterken,
"Sizin için Resûlüllah güzel bîr örnektir" [47] âyetiyle de müslümanın her yönden olduğu gibi adab'ta da O'nu örnek seçmelerini bildirmiş oluyor. Zaten O'nu, Rabbi en güzel bir şekilde terbiye etmiş. [48] Hz. Resul'a büyük bağlılıkları olan Allah dostları da edebe teşvik etmişlerdir. "Ey âşıklar nefsinizi edeble süsleyin. Aşk yollarının hepsi de edebten ibarettir." [49] Büyük tasavvufcu Ebû Hafs-ı Kebir "Tasavvuf tamamıyle edeptir, her vaktin, her halin ve her makamın edebî vardır" [50] demiştir.
Gayesi;
Müslümanları Allah'ın istediği bir edeple süsleyerek toplum içindeki fertlerle kuracağı münasebetlerde ölçülü hereket etmesini sağlamaktır.
Ahlâkın merhaleleri; Ahlâkın dereceleri vardır:
- Hayvanî ahlâk:Menfaat ve hayatı koruma üzerine kurulmuştur. Hayatın gayesini haz ve menfaat olarak alanlar hayvanlarla beraberdir.[51]
- İnsanın ibtidaî ahlâkı:Bunun genel olarak düsturu şudur:
Şimdiki anı değil, geleceği nazar-ı dikkata alarak yaşamalısın. İçgüdünün arkasından gidersen yok olursun. Bu yüzden nefsine karşı dâima duracaksın. Kendini içgüdünün elinden kurtararak araştırma, düşünme ve akılla bulacağın yola gideceksin. Kendine yeni bir "ene = ben" yapacaksın. Prensibi bencillikten uzaklaşma = Non egoisme [52]
III. Sosyal ahlâk: Ahlâkın en üst derecesidir. İlkel insanın nazarında toplum ancak aile ve kabile fertlerinden ibaretti. Bunlar yabancılar hakkında hiç bir görev hissetmezlerdi. Sosyal ahlâkın üzerinde durduğu temel prensipler şunlardır:
- Hayatı içinde yaşadığın cemiyetin hayatına uydurmak.
- Cinsine yararlı olmak.
- Gerekirse canı feda etmek.
- Bir insan içinde yaşadığı toplumun genel kurallarına bağlanması gerekir. Bu olmazsa, sosyal hayatı birbirine bağlamış prensipler bozulur, dolayısiyle cemiyet sarsılır. Aynı şekilde insanın içinde yaşadığı toplumun davranışlarını ve mânevi değerlerini iyi bilmelidir.
- Bunu tatbik etmek yine kendi menfaati icabıdır.
- Fedakârlık gösterilmezse cemiyet yükselmez. Vatanın tehlikede olduğu bir zamanda canı feda etmekten çekinmemek.
Muasır ahlâkçıların "Sosyal ahlâkın prensipleri" olarak ileriye sürdükleri esasları okuyucunun İslam'a yakınlık derecesini ölçmek için burada vermeyi faydalı buldum. Görülecektir ki ileriye sürülen esaslar İslâm'ın titizlikle üzerinde durduğu konulardır:
1- Sana yapılmasını istemediğin şeyleri başkalarına yapma. Aksine sana yapılmasını istediğin şeyi başkalarına yap.
2- Şahsî ihtiyaçlarını toplumun icaplarıyla bağdaştır.
3- Şimdiki ve gelecekteki insanlığın yükselmesi, gelecek nesillerin alçalmaması için bütün hayatın boyunca, bütün gücünle ehliyet ve istidadın dahilinde olan şeylere çalış. Medenî insanlığın bir organı olduğun için Onunla olan bağını unutma. Sağ olduğun müddetçe öyle sosyal kurumlar kurmaya çalış ki; bunda hükümet bazı kimselerin gerek kuvvet ve gerekse hile ile diğer insanların mesaisinden meşru olmayan bir şekilde istifade etmesine engel olsun veya hiç olmazsa bütün kuvvetiyle bunu sınırlasın.
4- Herkese karşı âdîl ol.
5- Hiç kimseden minnet ve şükran bekleme. Görevi yerine getirme sonucunda vicdanda meydana gelen rahatlık yeter bir mükâfattır.
6- Seni överlerse hiç önem verme. Fakat seni yeriyorlarsa buna çokça dikkat et. Hangi davranışını yeriyorlarsa o durumdan vazgeçmeye çalış.
7- Başkaları hakkında kötü zanda bulunma, iyi zan besle. Kötülüğe iyilik vasıtasiyle galebe çal.
8- Kendi menfaatin için başkalarının çalışmasından meşru olmayan bir şekilde asla istifade etme.
9- Bir şeyi derinlemesine tetkik etmeden bir mesele hakkında hüküm verme.
10- Başkalarının za'fını -bilhassa kadın ve çocuklarınkini- kötüye kullanma.
11- Başkalariyle alay etme.
12- Sana sırrını verenin sırrını yayma.
13- Faaliyetlerinin ve hareketlerinin neticelerine büyük bir cesaretle tahammül et. Korkaklık ve alçaklık göstererek bundan sıvışma.
14- Zaruret olmadan hiç bir canlıyı ve eseri mahvetme.
15- Hırsızlık ve karaborsacılık yapma.
16- Yalan şahitlikte bulunma.
17- İki yüzlü olma. Yalan söyleme. Kimseyi aldatma.
17- Sözlerinde ve yazılarında kelime oyunundan, gerçekleri değiştirmekten sakın.
19- Sözlerine dikkat et, hiç kimseye iftira etme ve kötü söyleme. Birinde şikâyetin varsa onu başkalarına açmadan önce, evvelâ onu tenhaya çağır, şikâyetini açıkça söyliyerek iyiliğe sevketmeye çalış.
20- Hasud olma. Yerinde ve doğru olmayan arzularını kendinden uzaklaştır,
21- Büyüklenme, alçak gönüllü ol. Tek bir ihtirasın olsun: Bir şeyi iyi yapma.
22- İhtiraslarını akıl ve adaletle dâima frenlemeye çalış.
23- Bilgiye saygılı ol.
24- Herkese bilhassa ailenin fertleri hakkında nazik ve terbiyeli ol.
25- Asla küsme. Çabukça affet. Her nasılsa yaptığın hatayı ve adaletsizliği derhal itiraf et.
26- Temiz ol.
27- Dimağını tahrik ve vücudunu zehirleyen alkollü maddeleri asla kullanma.
28- Dostluğun karşılıksız ve doğruca olsun. Fakat dost olmadan önce bir adamı-dostluğa lâyık olup olmadığını- iyi ara ve tara.
29- Cesur ol. Bu dünyanın bahtsızlığı da ikbali de başına gelebilir. Ne birincisi seni kederlendirsin, ne de ikincisi gözünü kamaştırsın.
30- Başkaları hakkında hüküm verirken hükümlerinde afivkâr ol. Başkalarının seni işleriyle ve sözleriyle kalbini kırmalarını irsî durumlarına yahut almış oldukları yanlış terbiye veya senin anlayamadığın sebeplerde görmeğe çalış.
31- İntikam besleme. Aynen mukabelede bulunma. (Haklı bir müdafaa bunun dışındadır) Şiddetle muamele etmek zaruret halini almış ise bunun sosyal zaruret ve toplumun korunması için olduğunu dikkat nazarından uzak tutma.
32- Servet, güzellik, süs, nüfuz ve selâhiyet gibi dış şeyleri talî şeylerden say. İnsanın gerçek hizmetini teşkil eden ancak derin bir vazife hissi, bir faydalı iş, can ve gönülden fedakârlıktır. Söz değil, iş. [53]
Toplum Ve Fert
İnsan, hemcinsiyle yaşama duygusuyla doludur. Az bir süre için yalnız kalan kişi, etrafına bakınarak kendi cinsini arar. Tabiatta diğer görülen varlıklar, onun bu yalnızlığını gideremez. Çünkü yapı, duygu, ve dil bakımından uyuştuğu tek varlık bizzat kendi cinsidir. Fakat bu durum ona bazı vecibeler yükletiyor.
İlkel cemiyetlerde görülen kaideler, dış görünüşte basit gibi görünüyorsa da, üzerlerine fazla eğilince bunlarda, toplum içinde yaşama sanatının saklı bulunduğu görülür. Değişik merhaleler geçirdikten sonra, son olarak İslâm'la karşılaşan insan, ilk zamanlarda görülen sorumluluk duygusundan ayrı bir sorumlulukla karşılaştı. Kendine, ailesine, yakınlarına içinde yaşadığı topluma ve bütün insanlığa. Bu bakımdan her şeyde "umumî maslahatı" göz önünde bulundurmuş, ferdi yaşadığı cemiyetin menfaatini kollamaya sevketmiştir. Bu hususta vazettiği esaslar yanısıra
"İyilik ve tekva hususunda yardımlasınız." [54]
"Hepiniz çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz..." [55]
Âyeti ve hadisini zikredelim.
Her şey bir sınırın çevrelediği saha içinde serbesttir. Bu serbestiyet içinde kalan hususlar tetkik edilince fert ve cemiyetin menfaatlannın kucaklaştığı görülür. Şurası bir gerçektir:
Her şeyde bağlı bulunduğu toplumun menfaatini göz önünde bulunduran bir ferdi anlayışla, toplumun açık bıraktığı kapılardan girmeyi fırsat bilerek oraya girmeyi menfaat telâkki eden bir anlayış arasında büyük farklar vardır.
İslâm "Kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemediği müddetçe mü'min olmayacağını" [56] "Mü'min mü'mine nîsbetle adeta bir yapıdır... Birbirini pekiştirirler" [57] ifadeleri belirtmek suretiyle fert ve cemiyet mü nasebetterinin nasıl olacağını öz olarak belirtiyor. Hususî bir araştırmaya konu olacak mahiyette bulunan bu mevzuu "görgü kurallariyle" ilgili olduğu için üzerinde durulmasını uygun buldum.
Bu konu müslüman bilginlerinin dikkatından kaçmamıştır. Ragib el-İsfahani bunu bir risalede teferruatiyle işlemiştir. [58] O diyor ki:
"İnsanlar bazan normal ihtiyaçlarını görmek için bîr yere çekilirler. (Allah'ına dua ve diğer ihtiyaçlar gibi) [59] fakat bunun yanısıra bazı ihtiyaçlarını görmek için de onlarla beraber olmak mecburiyetindedir. (Bunun misâlleri çoktur) Bu bakımdan insan tab'an medenidir" demiştir. İbn-i Abbas birinin:
"Allah'ım! İnsanlardan beni müstağni kıl" şeklinde dua yaptığını duyunca Ona şöyle dedi:
"Ey adam! Senin Allah'tan ancak ölümü istediğini görüyorum. Çünkü insanlar yaşadıkları sürece birbirlerinden müstağni olamazlar. Diğerleriyle beraber bir arada olmak mecburiyetindedir. İnsanlar, birbirlerinden müstağni olmayan tıpkı bir vücudun organları gibi yaratılmıştır. Birbirleriyle ünsiyeti korumak için insan olarak adlandırılmıştır. [60] Hz. Peygamber de bunun önemini izah etmiştir:
İnsanların arasına karışıp onların eziyetlerine sabreden mü'min, insanların arasına karışmayan ve ezaya sabretmeyen mü'minden daha üstündür.' [61] Nitekim tek başına yolculuğa çıkmayı istememişti.r" [62]
Ayrı yaşamanın verimliliğinden bahsedenler de çıkmış ve en değerli ilimleri ve iyi düşünceyi yalnızlık halinde bulunurken insanın çıkarttığını söylemişlerdir. [63]
Fakat bu hususta doğru olan şudur:
Dağlarda ve mağaralarda tek başına yaşamak kötülenmiştir. Çünkü böyle bir durum, insanlardan sıyrılıp ölüler ve vahşîler zümresine girmektedir. Âkil, yiğitlik, iffet ve adalet gibi insanda bulunan en güçlü faziletlerin iptali tembelliği doğurtur. Tembellik ve bütün bir rahatlığa dalmanın, rezaletlerin en büyüğünden olduğu kesin bir surette ortaya çıkmıştır. Zira bu ikisi kişi ile faziletlerin arasını ayırırlar. [64]
Esas toplumdan uzaklaşma isteği iki notkatandır.
a- Ruhunu tiksindiren bazı olayların cereyanı
b- Ödevlerden kaçma Bu ise İslâm'ın fert yapısına giydirmek istediği karaktere zıttır. Üstelik bunun zühtle de ilgisi yoktur. İslâm'daki züht, cemiyet içindedir, onun dışında değildir. Zaten İslâm'daki zühtün toplumdan kaçmak olmadığı Hz. peygamber tarafından bildirilmiştir.
Sonra İslâm insanları müşavereye davet etmiştir. Müşavere ise tek başına olmaz. Bundan dolayı insanın toplumla olma zarureti onlardan çekilip tek başına yaşamaktan daha çoktur. [65]
2- VÜCUT ORGANLARININ DURUMU
El
Daha çok bütün vücudu korumayı görev almış Allah'ın kullarına verdiği büyük bir ni'mettir. Mü'min abdest alırken kişi ve toplumun menfaatini sağlamak ve Allah'ın tabiat hazinesinde bahşettiği türlü türlü ni'metleri elde etmeye vasıta olan ellerinin hayırlı yolda faaliyet içinde bulunmasına dua eder.
Yed - El. Allah kudretinin ifadesidir. [66] İnsanlığın gücünü dile getiren eller, burada uzandıkları hedeflere doğru, elde ettiklerine denk olarak yine âhirette ellerinde [67] bulacaklardır.
"İnsan kendini kendi eliyle tehlikeye'atar." [68]
Bozgunculuğun kaynağa:
"İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde bozgun çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını kendilerine taddırır". [69] Karada ve denizde bozgunun kaynağı olan el başa gelen musibetin de [70] kaynağıdır. İşte bu el, ayni zamanda yarınki hayatta insanoğlunun yaptığı her şeyi konuşacak bir dildir de [71] Bu bakımdan iş yaparken susan elin, aslında yaptığı işe en iyi şahit olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. El, aklın düşündüğü ve hislerin coşkunluğunu tatbike intikal ettiren bir vasıta olup, yapmayı gerçekleştiren organdır.
Yapılan münasebetlerde ilk göze batan organ eldir. Tanışanlar arasında ilk bağlantıyı kuran, mideye her türlü gıdaları gönderen eldir. Elin temizliği ve kirliliği tanışma esnasında bir role sahip olduğu gibi, sıhhat üzerine de onun büyük bir tesiri vardır.
Ne yapılmalıdır?:
Dışarı ile en çok münasebet kuran el olduğuna göre, temizliğine ihtimamla eğilmeli ve onu tehlikeden sakındırmalıdir. Yalnız su ile üstündeki pislik giderilebilinirse bununla yetinmeli, yoksa en uygun maddeyi (sabunu) kullanmalı. Kirli elin diğer organlarla -özellikle ağız ve gözle- teması beklenmedik tehlikeleri doğurtur. Peygamberimizin haklı olarak şeytanın bir sıfatı olarak nitelediği tırnak uzatmaktan çekinilmelidir.
Tırnak Kesme
Herkesin gözü önünde ve her zaman tırnak kesilmez. Muayyen bir günde bir tenhaya çekilinir. Bir kâğıt veya bez parçası üzerinde bir tarafa sıçratmadan kesilir. Kesilen tırnaklar ortalıkta bırakılmaz. Kabilse çürümesi için gömülür. Hz. Peygamber gömülmesini istemiştir. [72]
Tırnakları kesmek fıtratın beş işinden biridir. [73]
Kesme sırası: Sağ elde parmak sırasıyla:
Şehadet, orta, yüzük, küçük ve baş parmağı, sol elde:
Baş parmaktan küçük parmağa doğru kesilir. Gazali'nin tırnak hakkında naklettiği hadisin aslı olmadığını Şerhül - Mühezzeb'te bildirilmektedir. [74]
Cuma günü tırnakları kesmek müstehaptır. "Şu günde kesilirse şöyle olur" şeklinde Ata'dan nakledilen hadis uydurmadır. [75]
Peygamberimizin tırnak kesme emri erkeğe olduğu kadar kadınadır da. Bu bakımdan müslüman kadını başkalarına bakmayıp kendisinin içten bağlı bulunduğu prensiplerin bildiricisi peygamberine uymalıdır. Saatlerce yapılan mesaiyi göz önünde bulundurmak gerekir. Ömür tırnakları cilâlandırmakta geçtiği takdirde kalbin cilâlanmasına pek az vakit kalacaktır.
Oje şu noktadan dolayı da mahzurludur. Boy abdestinde bedene yapışmış sakız, hamur v.s. gibi şeyler (yâni suyun deriye iletilmesine engel olan bir madde) varsa abdestten önce onlar alınır. Çünkü vücutta kalan az bir kuruluk boy abdestinin sıhhatine aykırıdır. Oje tırnakla suyun temasını engeller. Dolayısıyla boy abdestinin sıhhatine aykırıdır.
Malî yönden de pek dikkatle eğilmek gerekir:
Vücudun gelişmesine ve beslenmesine yararlı olan helâl gıdaların yenilmesini teşvik etmiş [76] ve israfı yasaklamıştır. [77] Ne beslenmeye ve ne de estetiğe bir ilâvesi olmayan üstelik fuzulî bir israf kapısı açan bu hususu İslâm'ın kabullenmemesi kişinin kesesini ve vaktini korumak içindir. Bunu kınaya benzetenler çıkabilir. Verilecek cevap basittir. Kına tırnak üstünde bir tabaka meydana getirmez. Halbuki oje tırnak üstünde bir tabaka meydana getirir.
İşten alıkoyma: Büyük bir emekle tırnağını kendi zevkine göre yapan bir kadın onun bünyesini sarsacak işten korunmaya çalışır. Yığılı yığılı çamaşır, kaplar ve ev tabanında görülen pislikler.
Vakit geçiremiyen ve bu yüzden canları sıkılan kadınlar için bu durum bir eğlence de olsa, aslında iş sahası meydana getirmek kabildir.
El, kol ve yüze bir güzellik kazandırmak için eskiden vücuda "dövme" yaparlardı. Gazete haberlerine göre bugün de bu durum Batı dünyasında bir modaya doğru yükseltilmek istenmektedir. Hz. Peygamber bu işi yapan ve yaptırana lanet etmiştir. [78]
Özet olarak; Allah'ın insana bahşetmiş olduğu bu büyük lütfü yerinde kullanmak bu ni'met için bir takdir ve şükür olacaktır.
Göz
Vücudun en hassas organıdır. Vücut merkezine, görerek sunduğu bilgi ile onun hüküm vermesine ve hareket etmesine sebep olur.
Etrafını tanımaya, yolunu bulmaya, karanlıktan kurtulmaya sebep olan bu gözler, etrafı seyrederek Allah'ın büyük kudretini anlamaya bir vasıtadır. Allah kudretini insan oğlunun anlaması için hep bakmayı emretmiş [79] bakanların gözlerine hoş gelmesi için göğü yıldızlarla süslemiş, [80] tarihin yapraklarında geçmiş milletlerin sonuçlarını görmeyi emretmiş. [81] Bu bakışlar kâinatın esrarına dalmak ve orada yaradana erişmek için olduğu bu âyet-i kerîmelerde anlaşılıyor.
"Kötü toplantılardan gözü uzaklaştırmak ve vazgeçirmek gerekir. Öyle bir asırdayız ki, onun maddî dalgası nerdeyse kesin bir surette bütün bağlardan sıyrılışı mubah görmeye bizi sürüklüyor. Kişi kendi hoşuna giden her maddî ziynetle süsleniyor...
Kötü şeys bakış, kalbe şeytani postalar, Bu orada bir ihtilâl meydana getirir ve şuura bir tiksinti verir. Bu toplantılarla alâkayı kesmen ve bunlara karşı gözünü kapaman, senin etrafında engelleyici bir sur meydana. [82]
Gözleri Haramdan Muhafaza
"Mü'min kadınlara da söyle. Gözlerini bakılması yasak olanlardan çevirsinler; iffetlerini korusunlar, süslerini kendiliğinden görülen kısmı müstesna açmasınlar. Baş örtülerini yckalarmın üzerine salsınlar". [83] Yasak yalnsz kadınların erkeklere bakması değil, ayni zamanda erkeklerin de kadınlara bakması yasaktır. "Ey Muhammed! Mü'mün erkeklere söyle! Gözlerini bakılması yasak olanlardan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar" [84]
Demek oluyor ki; müslüman kadın ve erkek kendisine nikâhı düşen kimselere bakışlarını dikmelerini Kur'an-ı Kerîm uygun bulmuyor. Aslında bakmak yasak değildir. Fakat kişiyi, yasak olan bir fi'le doğru götüreceği için yasaklanmıştır.
Bakma Durumu
Her bakış günah getirici bir hüviyete sahip değildir. Hiç arzu edilmemesine rağmen bakılması yasak olan bir kadın -kadın için erkek- la insan karşı karşıya gelebilir. O zaman gerekli olan:
"Birinci sefer bakmak hakkın fakat ikincisi değildir" [85], hadisinde gösterilen yolu takip etmek gerekir. Rahatsız edercesine bakışlarını sokakta gördüklerine çeviren insanlar çoktur. Bunlar İslâm'ın görgü kurallarını çiğniyorlar. Eziyet yalnız el, dil ve ayakla olmaz, bakışın saçtığı bir eziyet de vardır.
Bakılması Yasak Olan Şeyler
1- Komşu bahçesine.
2- Anahtar deliğinden bir eve bakmaya.
3- Yolda pencerelere baka baka gitmek.
4- Yolda karşılaştığı bir kadını ikinci defa görmek için dönüp arkasından bakmak.
Başın Durumu:
Yürürken başı sağa sola çevirmeden önüne baka baka gidilir. Yolda başını oynatmak, saçlarını elleriyle düzeltmek uygun değildir. Saç taramak nezafettir. Hz. Peygamber saçları karmakarışık birini görünce düzeltmesini istemiştir. [86]
Traş Şekli:
Kaynaklar Hz. Peygamber'in saçlarının kulağı ile omuzları arasında uzadığını [87], bir kısmını traş edip diğer tarafı bırakmayı yasak ettiğini [88] bildiriyor. Bunda asıl olan göze ve umumî teamüle hoş görünmesidir. Sağlık durumu gibi herhangi bir zaruret olmadığı takdirde saçları kazımak, dış görünüşü iyi göstermediği için bırakmak gerekir.
Kadınların Saç Durumu
Önemli bir husus var: Kadınların saçlarını kesmeleri yasaktır. Hz. Peygamber gerek bu İşi yapan ve gerekse yaptırana lanet etmiştir. [89] Bazı Hanbeli bilginleri, süs olduğundan kocasının izniyle kadının yüzündeki kılları giderebileceğini uygun görmüşlerdir. [90] Nevevî ise bunu saçı kesmek içine gireceğini belirtmiştir.
Kadın peruka takmaktan sakınmalıdır.
Buhârî ve diğerlerinin Hz. Âişe, kardeşi Esma, İbn-i Mesud, İbn-i Ömer ve Ebû Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber saç taktıran ve takmak isteyeni lânetlemiştir. Bu yasak içine erkek de girmektedir. Hz. peygamber bununla savaşmış ve hastalık neticesinde saçları düşmüş olan kimsenin bile takmasını uygun karşılamamıştır. Buhârî'nin Hz. Âişe'den anlattığına göre, ensardan bir câriye evlenir, hastalanır, saçları düşer, peruka takmak ister de Hz. Peygamber'e sorar. O da:
"Allah saç takan ve taktırmak isteyeni lânetlemîştir" buyurur.
Sacı Boyama
Yahudi ve Hristiyan dininin ileri gelenleri, ibadete aykırı olur diye saçlarını ve sakallarını boyatmıyorlardı. Hz. Peygamber bu hususta başkalarını taklit etmeyi yasakladı:
Ebû Hureyre'nin anlattığına göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuş:
"Yahudi ve Hristiyanlar saçlarını boyamazlar, bu bakımdan sîz onlara aykırı hareket ediniz". [91] Bu husus sehabeler tarafından benimsenmiş, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer gibi sehabeler boyamışlardır.[92]
Boyanın Rengi
Acaba boyanın rengi hangisi olacak? siyah veya başka bir renk mi yoksa siyahtan kaçınılmalı mı? Saçlarını beyazlık kaplamış birinin bunu siyahla boyatmasında bir mahzur yoktur. Mekke'nin fethi gününde Hz. Ebû Bekr babası Ebû Kuhafe ile Hz. Peygamber'in huzuruna gelir, Hz. Resul onun saçlarını bembeyaz görünce:
"Bu beyazlığı değiştirin ve onu siyahlıkla uzaklaştırın" [93] buyurur.
Sa'd b. Ebi Vakkas, Ukbe b. Amir, Hasan-Hüseyin, Cerir ve başkaları gibi seleften bazı sehabiler saç boyamaya izin vermişlerdir. Bilginler ise yalnız düşman, İslâm ordusunu gördüğü zaman, onların hep genç olduğunu sanması için askerlerin saçlarını boyatmasını uygun görmüşlerdir.[94]
Ebû Zerr'in rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber:
"İyi şekilde değiştiren kınadır" [95] 'Saçtaki aklığı en buyurmuştur.
Cismin Durumu
Oturuş, kalkışta hareket ve durma esnasında bedenin durumu göze batmayacak ve ayıplanmayacak şekilde olmalıdır.
1- Durduğu zaman bedenini ölçülü bir şekilde bulundurur, belini bükmez, başıyla sağ ve soluna yönelmez, göğe kaldırmaz, duvara veya bir şeye dayanmaz .[96]
2- Yürüyüş normal olmalıdır, kadın yürüme esnasında adımlarına/dikkatli olmalı ve sanki elinde bir şey varmış zanmni uyandırmalıdır. Evinde çıkan kimse:
"Bismillah [97], tevekküütü alâllahi, !â havle velâ kuvvete illâ bîlâhi" [98] duasını, Âyet'el Kürsî'yi okur ve sonra: "Yâ Rab! Sarsıl'maktan, zilletten cehaletten sana sığınırım" duasını okur. Gururlu gururlu yürümez. [99] Kadınların fazla gelip geçtiği yerde eğlenmez. Eziyet verecek şeyleri yerden kaldırır. [100] Zaruret olmadan yolda oturmaz. Etrafındaki insanlar yaya yürüdükleri halde kendisi herhangi bir araç üstünde bulunmaz. Çünkü bu bir gururlanma ve böbürlenme işaretidir. [101]
3- İhtiyarların yolda bastonla yürümesi Peygamberimizin sünnetlerinden biridir.
4- Yolda bir kör görürse, sağ elini sol eline alır, gideceği yere kadar götürür. Müslüman olmayan bir kimsenin elinden tutup mabedine kadar götürmek [102] ve
5- Elleri arkaya bağlayarak, teşbih çekerek, ceketi omuzları üstüne alarak, ayakkabılar üstüne basa basa, ıslık çalarak veya şarkı mırıldanarak yürümek uygun değildir.
6- Herkesin gelip geçtiği yerde uzun uzadıya bir arkadaşla konuşup, şaka yapılmaz.
7- Süratli veya gayet ağır yürümek, iki tarafa sallanmak yürürken ikide bir arkasına bakmak İslâm edebine aykırıdır.[103]
Başıns önüne eğerek yürümek, keder ve düşünceli olmaya işaret olduğundanı uygun karşılanmadığı gibi, bütün bütün göğsünü gererek 'benden başkası' yoktur' şeklinde der gibi yürümek uygunsuz bir durumdur. [104]
1- Başını eline ve dizine dayamak, boynunu bir yana eğmek, yanında oturan kimselere hürmetsizlik sayılır.
2- Eliyle sakalını yolmak ve oynamak, bıyıklarını bükmek, eliyle sakalını burnuna götürüp koklamak, diğer organlarıyla oynamak, hürmet edilmesi gereken bir kimsenin yanında ayaklarını birbiri üzerine koymak, parmaklarını ağzına burnuna sokmak ve çıtlatmak, gerinmek, esnemek, herkes uyanık bulunurken uykuya dalıp topluluğa ağırlık vermek, ağzından tükürük ve balgam, burnundan birşey çıkacağı zaman bunu gizlemeyip yanında bulunanları tiksindirmek, hasılı nefreti gerektirecek her hangi bir hareket ve davranışta bulunmak, İslâm'ın terbiye ölçüsüne uymayan durumlardır.[105]
3- Tembeller gibi oturmak, başını eline ve sandalyeye dayatmak, birine fazlasıyla yönelmek, yer değiştirmek ve oturduğu sandalyayı ileri geri çekip gürültü yapmaktan sakınmak lâzımdır.[106]
4- Muaşeret kurallarına saygı gösteren kimsenin şunlara da riayet etmesi uygun olur:
Etrafındakileri bakışlariyle süzmemek, avucuyla diz kapağını tutmamak, iki ayağının arasını fazla ayırmamak, elbisesiyle ve saçlarıyla çokça oynamamak, yanında bulunanların elbiselerine el vurmamak, omuzlarını tepretmemek, ayaklarıyla ve elleriyle yeri vurmamak. [107]
Yüz Ve Başın Durumu
1- Başını bir tarafa döndürmek iyi değildir. Namazdaki şekilde bulundurmak gerekir. Birazcık öne doğru eğmede bir sakınca yoktur.
2- Soruyu cevaplandırırken, başıyla ima etmek, hafife almaya işaret olduğundan iyi olmaz.
3- Yüz ruhun aynasıdır. Kişinin karakterini gösteren bir şahittir. Bu yüzden sahibini zan altında bulunduracak bir şekilde olmamalıdır. Hiç sebep yokken daimî surette donuk veya güleç olması, kederli bir yerde gülümsemesi büyüklerin yanında sırıtkan bir tarzda olması doğru değildir.
Aynaya Bakmak:
Ayna, bakanın yüzünü gösteren bir âlettir, önünde durup kişinin kendisine bakmakta bir mahzur olmadığı gerekli olan bir şeydir. Fakat her şeyde olduğu gibi bunda aşırı gidilmemeli, durumunu düzeltecek kadar olmalıdır.
Bir gün adamın biri Hz. Peygamber'in kapısı önünde durup ziyaret etmek için izin ister. Yüce Resul bu ziyaretçisini kabullenmeden önce kendi odasında içinde su dolu olan bir kabın önünde durur, ona bakarak sakalını düzeltir, içeri döndüğünde Hz. Âişe O'nun bu tutumunu iyi görmez. Bunun karşısında Hz. Peygamber:
"Allah; mü'min kulu, kardeşinin huzuruna çıktığında, hazırlananı ve süsleneni sever" [108] buyurur.
Abdest Bozma Adabı
Yenilen yemekler, içilen sular vücut tarafından iyi emildikten sonra, işe yaramayan maddeler iki yoldan dışarı atılır. Bu maddelerin dışarı atılması vücuda en büyük rahatlığı verir. İnsanoğlu nasıl barınmak, yatmak için bir yer edinmişse, toplumun içinde yapamıyacağı bazı işleri herkese kapah fakat kendine açık olan evinde rahat yapabiliyorsa, abdestini bozma ihtiyacında da böyle bir mahremiyet ister.
Hela, (Tuvalet, Ayakyolu, W.C, 00)
İnsanoğlu bu ihtiyacını gidermesi için evinin bir yerini tahsis etmiştir. Buna hela veya yeni bir isim olarak tuvalet denir. İslâm tuvaletteki durumu bir adab içine sokmuştur.
Abdest Bozmada Yasak Olan Yerler
1- İnsanların geçtiği yolda ve ağaçların gölgesinde. Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Çok Lanet ettiren iki şeyden sakınınız." Sehabeler:
"Çok Lanet ettiren iki şey nedir? diye sorduklarında,
"İnsanların yolunda, yahut gölgesinde abdestini bozan kimselerdir, cevabını verir." [109]
Lanetin sebebi şudur:
Gerek yol ve gerekse gölgesinde istifade edilen ağaçlar olsun, buralar insanın uğrak yerleridir. Buraya uğrayan kimseler, pislik gördükleri zaman haliyle bunu yapanlara Lanet yağdıracaklardır. Böylece bu fî'Ii işleyen kimse Lanete uğramış olacaktır. Zaten yolların iyi korunması şarttır.[110]
2- Su başlarına [111]
3- Yemiş ağaçlarının altına [112]
4- Irmak kenarlarına [113]
5- Su birikintilerine [114]
(Bu gibi yerlerde ihtiyacını gidermenin kötü olacağs herkes tarafından kabul edilecek bir durumdur.)
Yer Seçme:
Hela, abdest bozma için tahsis edilmiş yerin adıdır. Esasen kelime tenhaya çekilme mânasından isim olmuştur. Bu bakımdan ister abdest bozmak için ayrılmış yer olsun, isterse açık olan bir yerde olsun dikkat edilecek bazı hususlar var: [115]
1- Bu işte tenhaya çekilmek esastır. Hz. Peygamber, "iki kişi büyük abdest bozarlarsa, her biri arkadaşından gizlensin. Ve konuşmasınlar. Çünkü Allah bundan dolayı buğz eder" [116] buyuruyor.
2- Abdest bozarken, durulacak istikâmet bakımından bir çok kaviller vardır. Fakat bunlar içinde en yakın ve yatkını, ovada ihtiyacını giderirken ön ve arkayı kıbleye çevirmemek, fakat evde etrafı duvarlarla çevrili yerde ise bunun aranmıyacağı hususundaki görüştür. [117] Fakat İslâm topluluğu bunda çok hassas hareket etmiş, gerek içerde ve gerekse dışarda, kıbleyi ön ve arkalarına almaktan çekinmişlerdir. Bu takdir edilecek bir tutumdur.
3- Büyük abdestini bozarken, örtünmek gerekir. [118]
Helaya Girerken:
1- Sol ayakla girilmesi müstehaptır. [119]
2- Girerken şu dua okunur: Allahümme innî eüzü bike mine-1 hubsı ve-1 habaisi = Allahım! kötü olan şeylerden sana sığınırını.[120]
3- Rahat edilecek şekilde oturulur. Hz. Peygamber arkadaşlarına, sol ayaklarının üzerine oturup sağ ayaklarını dikmelerini öğretmiş. Bu daha kolay defi hacette bulunmak içindir. [121]
4- Konuşulmaz, selâm alınmaz. [122]
Temizlenme (Necasetten Teharet)
Temizlik su ve taşlarla [123] olur.
1- Temizlikte sol el kullanılır.[124]
2- Su yoksa, taşlarla silinir .[125]
Taşlar en azından üç tane olmalıdır. Hz. Peygamber "Herhangi biriniz üç taştan azıyla istinca etmesin" buyurmuştur. Taşların nasıl kullanılacağı İbn-i Abbas hadîsinde bildirilmiştir. İki taşla dübürün iki kenarı biri de necasetin çıktığı yer silinecektir. [126]
3- Su, taş ve taş yerini tutacak, toprak, tuğla gibi temiz şeylerle de istinca yapılır. [127]
Şunlarla Sîlinîlmez
1- Hayvan tersi [128]
2- Kömür parçası [129]
3- Kemik [130]
Su ile temizlik yapıldıktan sonra makattaki suyun iç çamaşıra bulaşmaması için özel bir bezle ıslaklığın alınması iyi olur.
Küçük Abdesti Bozmada Dikkat Edilecek Hususlar
1- Ayakta yapmamak,
2- Tenha bir yer seçmek,
3- Sağ elle tenasül organına dokunmamak. [131]
4- Sidik damlacıklarının bu organda kalıp iç elbiseye damlamaması için, sidik yaptıktan sonra biraz beklemeli, yahut -Peygamberimizin tavsiyesine göre- üç defa silkmelidir. [132] Zira, kabir azabının çoğunun sidikten korunmamadan olduğunu Hz. Resul bildirmiştir. [133]
5- Selâm verilmez ve alınmaz. [134]
Heladan Çıkarken:
1- Heladan sağ ayakla çıkılır [135]
2- Hz. Peygamberin şu duasını okur:
"El-hamdülillâhi-llezi ezhebe i-l ezâ ve afani = Benden eziyeti giderip bana afiyet veren Allah'a hamolsun. [136]
3- Madde-i gaitanın kendine has bir kokusu vardır. Makatı temizlemek için kullanılan sol elde bu kokudan bir eser kalacağı ve bunun yalnız su ile giderilmeyeceği bir gerçektir. Nitekim Hz. Peygamber, su ile teharetlendikten sonra elinin temizlenmesi için yere sildiği [137] ve oğuşturduğu [138] bildirilmektedir. Şüphesiz eli toprağa silme ve oğuşturmanın bütün gayesi temizliktir. Toprağın kokuyu alma hassesi vardır. Bugün ise sabun bol nimetler arasındadır. Binaenaleyh müslüman, Hz. Peygamber'in sünnetine bakarak, büyük abdestini yapıp teharetlendikten sonra sabunla veya anti septik (mikrop öldürücü) bir madde ile ellerini iyice temizlemelidir, (Diğer zamanlarda da erkeklik organına dokunan kimsenin ellerini yıkaması Hz. Peygamber'in bir sünnetidir).
Dişleri Korumak
Cenâb-ı Hak hem beslenmek ve hem de içinde yaşadığı toplumla anlaşmak için ağzı yaratmıştır. Münasebetleri tanzim eden bir vasıta olduğuna göre korunması gerekir. Ağız içinde dişler mideye indirilecek lokmaları ufatır, ezer, böylece mideye yardımcı olur. Bu kadar önemli bir görevi ifa eden organın çok korunması bir zarurettir.
İslâm, ağız temizliğine çok önem vermiş, onu temizlemeyi dinî bir temizlik olarak prensipleri içine almıştır. Elbette bu temizlikte en çok korunacak organ, ağız içindeki dişlerdir. Bu hususta sayısız hadisler vardır:
1- "Ümmetime- yahut insanlara- zor gelmeseydi, her namaz kılarken misvak kullanmalarını emrederdim." [139] (Başka bir rivayette:
"Her abdest aldıkça kendilerine misvaklanmayı emrederdim" buyurmuştur.)
2- "Misvak kullanmanız için size yaptığım tavsiyeler çoğa vardı" [140]
3- Hz. Âişe'nin anlattığına göre, Hz. Peygamber eve girerken ilk yaptığı iş, misvak ile dişlerini yıkamak olurdu.[141]
4- Geceleyin kalktığı zaman ağzını misvak ile ovardı. [142]
Bu verilen hadisler, Hz. Peygamber'in diş korumaya ne kadar önem verdiğni apaçık bir şekilde belirtmektedir. Misvakın faydasından bahisle:
5- "Misvak kullanınız! Zira misvak ağzı temizler, Hakkın rızasını kazandırır. Cebrail (a.s.) her gelişinde bana misvak tavsiye ederdi. Hattâ bana ve ümmetime misvak kullanmanın farz olmasından korkuyordum. Eğer ümmetime zahmet vermesinden çekinmeseydim, bunu onlara farz kılardım. Ben, misvakı o kadar çok kullanıyorum ki; dişlerimi aşındıracağından korkuyorum." [143]
6- "Misvakla ağzı vedişi temizlemek, ölümden başka her derde devadır." [144]
Diş korumaya önem vermeyen kimseleri, Hz. Peygamber, kabul etmek bile istememiş.
7- "Tırnaklarınızı kesiniz, kestiklerinizi gömünüz, diş etlerini yemek kırıntılarından temizleyiniz, misvak kullanınız! Sararmış dişle, kokar ağızla yanıma gelmeyiniz." [145]
8- "Size ne oluyor da dişleriniz sararmış olduğu halde yanıma geliyorsunuz ? Misvak kullanınız." [146]
Misvak Nedir?
Diş fırçası olarak kullanılan misvak, Arabistan'da yetişen "Erak" ağacının dallarından yapılır. Sünnet olmakla beraber güzel kokusu ve hafif acılığı ile anti septik (mikrop öldürücü) vasıflara sahip ve diş hastalıklarına karşı faydalı olduğu tabiplerce de kabul edilmiştir.[147]
Misvaktan başka temiz maddelerden yapılmış fırçalar da misvak yerini tutar. Fırça da bulunmazsa o zaman parmakla oğmak gerekir. [148] Fakat, misvakı bir fırça kadar uzunca bir zaman kullanmak kabil değildir. Zira telleri yumuşar ve ağıza verdiği tad kaybolur, o vakit uç kısmı kesilir ve alttaki yeni kısım kullanılır. Misvak bitinceye kadar böyle yapılır. Bu şekilde kullanmak daha hijyenik ve âdeta diş fırçasını sık sık değiştirmek, yenisini almak gibidir.[149]
Gayesi
Ağız boşluğunun mikroplardan tamamen arınması kabil değildir. Yemeklerden sonra alelade su ile ağzı çalkalayarak gıda bakiyelerini kaldırmakla basit bir ağız temizliği yapılmış olur. Tecrübeler göstermiştir ki; bu temizlik için antiseptik gargaralar çok tesirsizdir. Zira bunlar mikropların imhası için ağızda müessir kesafette kullanılamazlar. Kullanılsalar dahi, aqız mikrob florasının eski halini aldığı müşahede edilmiştir. Âdi su ile yapılan gargara antiseptik mayilerîn mikroplar üzerine yaptıkları tesirin hemen hemen aynini yapmaktadır.[150]
Diş Temizliği
Yemeklerden sonra ağıza bir parça su alıp, parmakla dişleri ve diş etlerini sıvazlamakla kaba bir temizlik yapılmış olur. Mükemmel bir diş temizliği yemeklerden (bilhassa akşam yemeklerinden) sonra, bu maksatla kullanılan bir fırça ile yatay ve dikey istikâmetlerde, 3 dakika kadar fırçalamak suretiyle yapılır. Ağızda tahammüre sebep olmaması için, akşam dişleri fırçaladıktan sonra hiç bir şey yememek icap eder. Şu halde diş temizliği sert bir fırça ile mekanik olarak fırçalamak şeklinde yapılacaktır. Önce dişler kanayabilir, bilâhare diş etleri kuvvetlenir ve kanamaz. Bu şekilde dişleri fırçalamak, cerahatli diş eti iltihabında bir tedavi olarak kabul edilmiştir.[151]
Diş Fırçalamanın Faydaları
a- Mikro organizmaların sayısını azaltır.
b- Enterdental aralık ve diş eti kenarındaki pas ve yabancı maddeleri temizler.
c- Şahsa rahatlık verir.
d- Dişlerin manzarasını büyük mikyasta değiştirir.
e- Lokal sebeplerden ileri gelen ağız kokusunu bertaraf eder.
f- Dişleri saran dokulardaki kan dolaşımının düzenli bir halde bulunmasına yardım eder.
9- Diş çürümelerini azaltır. [152]
Ağız temizliği yapılmadığı takdirde birçok hastalıkların meydana geleceği doktorlar tarafından bildirilmiştir. Onun için Hz. Peygamber buna çok önem vermiştir. "EI-Bedr-ül Münir" adlı eserde şöyle denilmiştir:
"Misvak hakkında yüzden fazla hadis zikredilmiştir. Şayanı hayrettir ki; bir sünnet hakkında bu kadar hadisler varid oluyor da, onu yine birçok kimseler hatta fukahadan birçoğu terkediyor. Bu, cidden büyük bir haybetdir"[153]
Bundan asırlarca önce yazılmış "Merak-ül Felah" adlı muteber fıkıh kitabının haşiyesinde, dişleri temizlemenin 50'den fazla faydası sayılmaktadır. Okuyucunun bu derin izahı modern tıbbın dişleri korumanın faydası hakkında verdiği bilgi ile mukayese etmesi için bir kısmını buraya almayı faydalı buldum.
1- Misvak (bunu daima diş temizliği olarak düşününüz.) dişleri beyazlandırmak suretiyle, diş sarılıklarını yok eder.
2- Diş etlerini sağlamlaştırır.
3- Ağız kokusunu giderir.
4- Yüzü güzelleştirir.
5- Diş çürümesinin önünü alır.
6- İnsan sağlam kalır.
7- Diş etlerini pekiştirir.
8- Ecir ve sevabı katmerleştirir [154]
9- Allah'ın rızasını kazanmaya vesile olur [155]
10- Namazın sevabını fazlalaştırır.
11- Hazmı kolaylaştırır.
12- Kalbi, mideyi ve göz sinirlerini kuvvetlendirir.
13- Gözlere cila verir [156]
Ne Zaman Kullanılır?
Bilginlerin ittifakınca dişleri temizlemek sünnettir. Hz. Peygamber'in uygulamasına bakan İslâm hukukçuları dişleri misvaklamanın -fırçalamanın- yapıldığı zamanları da şöyle sıralamıştır:
1- Namaz kılacağı zaman (ister abdestle kılsın, isterse teyemmümle).
2- Abdest alırken.
3- Kur'an okurken.
4- Uykudan uyandıkça.
5- Ağızın kokusu değiştikte [157]
6- Camiye, topluluğa veya herhangi bir toplantıya giderken [158]
7- Bayram, istiska [159], küsuf ve husuf [160] namazlarında.
8- Yemekten sonra kullanmak müstehaptır [161]
Kullanıldıktan sonra:
Ağız, temizce fırça veya misvakla temizlendikten sonra, onu da yıkayıp yerine koymak sünnettir. Temiz bir yerde korunmalıdır .[162]
Dişsizlerin Durumu?
Ağzı temizlemek, yalnız dişleri olanlara mahsus bir sünnet değildir. Dişleri olmıyanların da bunu yapması istenmiştir. Hz. Âişe anlatıyor: Ben dedim ki;
"Allah'ın Resulü, dişleri dökülen adam misvak tutunacak mı? diye sordum:
"Evet, buyurdu.
"Nasıl yapacak?
"Parmağını ağzına sokacak [163]
Buradan da anlaşılıyor ki; gaye dişleri ve ağzı temizlemektir. Bunun için kullanılan vasıtanın temiz ve yararlı olması önemlidir. Yoksa, misvak denilince sırf erak ağacından yapılanı akla gelmemelidir. Tebabetçe daha iyisi bulunur ve bunun elverişli olduğu ilimce kabul edilirse, onu kullanmak müslümana yaraşır.
Görülüyor ki; İslâm ağız temizliği üzerinde çok durmuş, Yüce Resul sararmış dişleri olanların -ki, bu bakımsızlıktandır- yanına girmelerini bile istememiştir. Ne yazık ki; çoğu müslümanların ihmal ettiği sünnetlerden bîri de budur. Esasen ihmal ettikleri kendi sıhhatleri ve durumlarıdır.
Konuyu şu hadislerle bitirelim:
1- Ağızlarınız Kur'an-ı Kerîm'in yollarıdır, misvakla onu temizleyiniz [164]
2- Dört şey Peygamber'lerin sünnetlerindendir.
a- Sünnet olmak.
b- Dişleri temizlemek.
c- Koku sürünme.
d- Nikâh [165]
3- Teharetler dörttür (Bedene ait temizlik) :
a- Bıyıkları kısaltmak.
b- Edeb yerlerini tıraş etmek.
c- Tırnakları kesmek.
d- Misvak kullanmak [166]
3- DAVRANIŞLAR VE HAREKETLER:
Her inanç kendi etrafında muayyen davranışlar ve hareketler getirmiştir. Belirli bir inancın etrafında toplanmış bulunan kimseler, haliyle bu inancın yol gösterici prensiplerine bağlanmak suretiyle hareket ve davranışlarda bir birlik meydana getirirler.
Dil Ve Konuşma:
Dilin ucuna gelen her şeyi, düşünmeden sarfetmek büyük mahzurları doğurtur. Bu bakımdan dille-kulağı birleştirmek lâzımdır.
Kur'an'ı Kerîm'in Ve Hadîslerin Bu Husustaki Metodu
Fertlerin birbirlerinden emin olarak yaşamalarını ve kaynaşmalarını gaye bilen Kur'an-i Kerîm dilin terbiyesi hususunda net hükümler getirmiştir.
Bir dil ve iki dudağı yaratmış olan Allah [167], ayrıca varlığına bir belge olması için dilleri değişik olarak halketmiştir. [168] Demek ki; dillerin bir-I birlerinden üstün bir yönü yoktur. Allah kudretinin ve büyüklüğünün bir belgesi olarak onları değişik yapmıştır. Öyle İse milletlerin birbirlerinin dillerini, hatta bir millet içinde bulunan kimselerin değişik lehçelerden dolayı birbirlerini yermeleri ve alay konusu yapmaları Kuran'-ı Kerîm'in ruhuna aykırıdır. Kur'an-ı Kerîm bunu Allah'ın "bir âyeti" olarak belirtiyor. Müslümana yaraşan organın yapısı bir olmasına rağmen dilde kendini gösteren farklılığa bakıp yaratan'ın kudretini düşünmektir. Yaratılan her şeyde sonsuz hikmetler saklıdır. Hiç bir şey gayesiz değildir. Tabiattaki her şey bir gayeye matuftur. Mü'min bu gayeye dalmalı ve her gördüğünü küçük görmemelidir.
Lehçe farklılığından dolayı yapılan yermeler, alaylar, toplum hayatında istenilmeyen bazı nahoş hadislerin doğmasına da sebep olur. Fizyonomik yönden bütün insanlar birbirlerine benzememeleri tabiî karşılandığı gibi, dil ve lehçe farklılığını da tabiî karşılamak gerekir.
Kur'an-ı Kerîm: Yakup ve İshak peygamberlerden bahsederken onların:
"Her birinin her dilde üstün şekilde anılmalarını sağladık" [169] diyerek, "iyi anılmayı sağlayanında Hz. Allah olduğunu belirtiyor. Dillerde iyi olarak anılma iyi bir durumdur. Kur'an-ı Kerîm buna işaretle Hz. İbrahim'in münacatını veriyor:
"Sonrakilerin beni güzel bîr şekilde anmalarını sağla"[170]
İnsanlığın yararına giriştikleri mücadelelerle kendilerinden sonra gelen bütün nesilleri kendilerine borçlu bırakmış simalar vardır. Onlar kendi menfaatlarını bir tarafa atıp, insan saadetini temin etmeyi baş prensip olarak kabul ettikleri için bu mükâfatlarını güzel anılmalarıyle almışlardır. Müslüman -Kur'an-ı Kerîm'in işaretiyle- bu büyük insanları yadetmeli, dolayısiyle kendisinin de sonradan anılması için Onlar gibi bir yola girmeyi şiar edinmelidir.
Hissettiğini ve meramını en iyi bir şekilde dile getirmek ve anlatmak üstün bir meziyettir. Bu sayede bazı hatipler kitleleri kendi yönlerine çekebilmişler ve tesirleri altında bırakabilmişlerdir. Milletlerini iyi yola koymak amacıyle büyük mücadeleler vermiş peygamberler, bu dil gücünden yararlanmak için Allah'a yalvarmışlar. Bu hususta Hz. Mûsâ:
"Dilimin düğümünü çöz kî; sözümü îyi anlasınlar" [171] diye münacaatta bulunmuştur.
Toplum karşısında bir şey anlatmak, açıkça münazara yapmak, veya diplomatik bir alış verişte bulunmak gayesiyle çıkıldığında yapılacak şey, işgal etmekte olduğu en üstün mevkii düşünmeden, yanında bulunan ve kendisinden daha düzgün konuşanı tercih etmenin gerektiğini Kur'an-ı Kerîm işaret etmektedir. Hz. Mûsâ, kardeşinin dili kendisininkinden düzgün olduğunu, bu bakımdan Firavn'a giderken O'nunla beraber gitmeyi [172] Allah'tan ister.
Bir meselenin kavranması için gerekli olan şeyin onu ortaya seren kimsenin dikkat etmesiyle olacağını, anlatanla beraber tekrar etmenin öğrenme bakımından geçerli bir metot olmadığını işaretle Kur'an-ı Kerîm:
"Cebrail sana Kur'an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle" [173] buyuruyor. Demek oluyor ki bir mesele hakkında dili harekete getirmeden önce, duyma ve anlama melekesini çalıştırmalıdır. Yoksa dikkatlice dinlenilmedikten sonra, dil her an hata edebilir.
Korku, heyecan ve büyük sevinç, bütün vücut yapısına tesir ettiği gibi, açıkça bunu dilde de görmek kabildir. Bir topluluğun karşısına çıkan hatip, heyecan neticesinde bir an bocalar ne söyliyeceğini unutur. Kekeler ve mevzuun arkasını getiremez. Böyle bir hususu Kur'an-ı Kerîm:
"Müsâ... Doğrusu beni yalanlamalarından korkuyorum, göğsüm daralıyor dilim açılmıyor" [174] belirtmek suretiyle dilin başarı derecesinin kalbin bulunduğu ortama göre olacağını açıklamıştır. Dil çeşitli durumlarda yalana alıştırılır. Bir defa bu durum kontrolün altından çıkınca, ıslahı güç olur. Yalana alışan dil büyük meseleler hakkında da hüküm yürütür. Bu yürütme önemli bir noktaya dayandırılarak olmaz. Dilin alışması böyle bir durumu doğurtur.
"Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye 'şu haram, bu helâldir' demeyin ki; Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz" [175]
Kulların yaptıklarına dilleri de şahitlik yapacağına göre, her duyduğunu söylemek ve bunu başka toplumlarda tekrar etmenin ne derece yerildiğini Hz. Allah, ifk hâdisesi hakkında beyan ettiği âyette görmek kabildir:
"Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyorsunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa Allah katında önemi büyüktür" [176]
Böyle bir durum konuşulduğu zaman, bu durumda konuşmanın uygun olmayacağını [177] söylemek gerektiğine de işaret ediyor. Kur'an-ı Kerîm "Diliyle pekiştirenin vay haline" [178] dediği kimsenin durumuna düşmek istemiyen müslüman, "ya hayrı konuşmalı veya susmalı" [179] prensibinden hareket etmelidir.
Yaratılış Gayesi
Allah'ı anma, kitabını okuma, insanları doğru yola götürme, din ve dünya ihtiyaçlarını karşılama, içteki duyguların sesini açıklamak için yaratılmıştır. [180]
Bu üstün gayeler için yaratılmış dil, fertlerin birbirlerine düşmelerine vasıta olduğu zaman, gayesinden sapmış olur. Bu duruma dili düşürmemek için her an konuşma kontrol edilmeli. Bunun için de takip edilecek yol: Dili tutmak, hayrı konuşmaktır.
Dilin Doğruluğunu Hazırlayan Asıl Faktörler
Esas mâna kalpte gizlenmiştir. Söz ise kalpte olan şeyin tercümanıdır. Etkili bir konuşma ile büyük bir topluluk ağlar, güldürücü bir cümleden dolayı da güler. Üstün gerçekleri tesirli bir surette bildiren ve açıklayan bir vaiz ve nasihatcının dili vasıtasıyle bir grup insan düzelir. Bir kumandanın ateşli konuşması bir anda bütün askerleri coşturur ve onları, gözlerini kırpmadan ateş çemberine dalmalarına sebep olur. Bu kadar değerli bir varlığın iyi kullanılması gerekir. "Bülbülün çektiği dil-i belasıdır" [181]
Kulun kalbi doğru olmayınca îmanı, dili doğru olmayınca kalbî doğru olmaz. [182] Selefin ileri gelenlerinden iki kimse konuştukları zaman, biri diğerine:
"İnsan oğlundan ne kadar ayıp buldun? diye sorar. O,
"İnsan oğlunda görülen kusurları ve ayıpları saymak mümkün değil. Fakat insanda bir şey var:
O, güzel kullanılırsa bütün ayıp ve noksanlardan uzak olur. O da dili korumaktır [183], der.
Ömer b. Âs:
"Söz ilâç gibidir. Gereği kadar sarfedilirse fayda verir. Gerektiğinden fazlası ise zarara sebep olur" [184] demiştir.
Her şeyde orta yolu tercih etmeyi, esas olarak kabul etmiş. İslâm, konuşma hususunda da bu yolu göstermiştir. Şair:
Dilini koru, şerrinde sakın;
Çünkü iyi kullanılmazsa üzüntü getiren bîr düşmandır.
Toplulukta sarfedeceğin sözü ölç.
Akla ve oradaki topluluğun mizacına uygunsa, konuş, yoksa sus [185]
Konuşma Durumu
Gönül açıcı konuşmalar olduğu gibi, bıktırıcı ve usandırıcı olanlar da vardır. Toplumun önüne çıkmış bir hatibin öncelikle göz önünde bulunduracağı husus, bu noktadır. Konuşmalar bir plânın çerçevesi içinde olmalıdır. Onlar için hayatiyet arzeden meseleler öne alınmalı, sinelere kin tohumu değil şefkat ve sevgi tohumları saçılmalıdır. Hz. Allah, Hz. Mûsâ ve kardeşini Fir'avn'a gönderirken ona karşı yumuşak bir dille konuşmalarını [186] emreder. Güzel sözün tesirli olacağına dikkat ederek bu hususta güzel söz söylemelerini [187] kullarına söyler.
Cılız ve o derece güçsüz bir neslin meydana gelmesini hazırlayan faktörleri Kur'an-ı Kerîm şöyle belirtir: "Arkalarında cılız çocuklar bıraktıklarında endişe edecek olanlar, haksızlıktan korksunlar ve Allah'tan sakınsınlar; dürüst söz söylesinler" [188]
Dürüst sözlerle örülmüş bir toplumun yapısı endişe verme durumundan uzaktır. Sözler dürüst olmayınca, fertlerin, birbirlerine olan bakışları değişir, itimat sarsılır, kalkınma durur, adalet mekanizması iyi çalışmaz, fert kendini gayet karanlık bir hava içinde bulur.
Böyle bir atmosferin içinde hayat arayan nesil, fıtratına uygun olmayan hadisler'e karşı karşıya bulunduğu için sarsılacak, sarsıldıkça sendeliyecek bu durum onu bir gün cılızlaşmış bir hüviyete sokacaktır.
Toplum, birleştirici konuşmalardan pek nasibini almadığı zaman dağı, Tarihte yıkılmış bir çok toplumların yapısı tetkik edildiği zaman, burada şahsî menfaatları için birbirlerini nakzeder mahiyette konuşan ve beyanat veren kimselerin, belki de gönüllerinde hiç geçinmedikleri bir yıkıntıyla, bir gün burun buruna gelmişlerdir. Birleştirici ve kaynaştırıcı konuşmalardan nasibini almamış topluluklar dağılma ile karşı karşıyadırlar. Politik çıkarlar, şayet gölgelenmesi kabil olmayan gerçeklerin üstünü tozlandırmayı gerektiriyor ve sözcü de bunu hiç çekinmeden yapıyorsa, aslında en büyük menfaati baltalamış oluyor. Gerçek örtülmez ve onun karşısında susulmaz. Susulacağı an hileler ve yalanlar saltanat kurar.
4- İYİ OLAN TUTUMLAR
Sabır:
"Sabırdan daha iyi ve daha geniş bîr şey insana verilmemiştir" [189]
Hayatın acı, tatlı birçok anları vardır. İnsan bunun için de, bu yükü taşıyarak hayatını geçirmek mecburiyetindedir. Hiç umulmadık ve beklenmedik bir zamanda, dış görünüşüyle insanı ıstıraba sokan bir hâdise ile karşı'karşıya gelinebilir. Düşünün bu olan hâdise maddî imkânın dışında meydana geliyor. Büyük bir sel felâketi, ekili bulunan tarlalarınızı basıyor, bir anda bir kıvılcımla parlayan yangın evinizi harap ediyor, bir zelzele âfeti, bir saniye içinde herşeyi yok ediyor, yıldırım çarpıyor, bir trafik kazası oluyor. Bütün bunlar karşısında bunları seyreden kimselerin kendilerini hırpalamadan, yıkmadan kabullenmeleri hayatları için zarurîdir. Birçak hastalıkların ruhî bir sebepten mütevellit olduğu tıp otoriteleri tarafından açıklanıyor. Zira arkasında kalanların içine düştükleri üzücü hava sebebiyle birçok hastalıklara tutulan kimseler de bunu teyit ediyor. İşte bu tip musibetlere karşı tahammül etmeye sabır denir. Allah ise Kur'an-ı Kerîm'de, sabredenlerin mükâfaatlarını hesapsız vereceğini [190], Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu [191], onları sevdiğini [192] peygamberlerin sabırlı olduğunu [193], sabrı tavsiye edenlerin kurtulacaklarını [194], Rabbin hükmüne sabretmek gerektiğini [195] buyurur, mü'minlere şu tavsiyede bulunur:
"Ey inananlar! Sabır ve namazla yardım dileyin, Allah muhakkak ki sabredenlerle beraberdir" [196].
Felâketlerin bir deneme olduğuna temasla:
"Muhakkak sîzi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, nefislerden, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenlere müjde et, onlara bir musibet geldiğinde: 'Biz Allah'tan geldik ve elbette O'na döneceğiz' derler." [197]
Lokman'ın oğluna verdiği tavsiyeleri Kur'an-ı Kerîm anlatırken: Onun,
"Başına gelenlere sabret, doğrusu bunlar azme değer işlerdir" [198] demek suretiyle sabrın önemini belirtmiş oluyor. Sabır Kur'an-ı Kerîm'in yetmiş yerinde geçmektedir. [199]
Biri Hazret-i Peygamber'e gelir, malının yok olduğunu ve vücudundaki hastalığın uzun süre devam ettiğini anlatınca:
"Malı yok olmayan, cismi hasta olmayanı kulda hayır yoktur, Allah bir kulunu sevdiği zaman onu bir belâ ile tecrübe eder, O da ona duçar olduğu zaman, buna sabreder" [200] buyurur.
"Bilginler:
İnsanın sevgilisi; hilim (yumuşaklık), koruyucusu; akıl, delili; hayırlı işler, sermayesi; bağışlama ve iyi davranma, kardeşleri; sabırlı ve metin olmak, hâkim; vicdanıdır" [201] demişlerdir.
Sabrın Kısımları
Ebû Mûsâ Eş'ari:
"Sabır beden ve ruha ait olmak üzere iki kısımdır. Fakirlik, hastalık ve musibet gibi şeyleri hayırla karşılamak, diğeri, aşırı meyillerde şehvanî hisler gibi nefsin arzularına uymamaktır" [202] der. Kuşeyri ise Allah'ın emirlerine ve yasaklarına karşı sabırlı olmak üzere iki kısma ayırır. [203]
Kul hayat boyunca sabra muhtaçtır. Hayatta insan iki şeyle karşı karşıyadır. Ya olagelen işler kendisinin hoşuna gider, veya gitmez:
1- Kişinin arzusuna uygun gelen şeyleri arasında, sıhhat, selâmet, servet, mevkî ve ailenin çokluğu. Bunlar çok sabır isteyen hususlardır. Kul bunlara bakarak azabilir ve sapabilir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in arkadaşları:
"Zaruretler içinde iken sabretmek bugünkü zenginliğimize sabretmekten kolaydı" demişler ve: "Her mü'min belâya sabredebilir, fakat doğru olanlar hariç hiçbir mü'min afiyetli hayata sahredemez" [204] denilmiştir.
2- Kişinin arzusuna uygun düşmeyen hususlar vardır. Meselâ: Tembellikten dolayı namazı, cimrilik yüzünden zekâtı v.s. Bu bakımdan nefsi terbiye etmek ve emirlere uyabilmek için üç hususa ihtiyaç vardır.
a- Başlarken niyeti samimî tutmak, gösterişi kalbinden atmak,
b- Kalbinden vesveseyi atıp şartlarına uygun olarak farzları ve sünnetleri yapmada tembellik etmeden ibadeti yapmak.
c- İbadet yaptıktan sonra gösteriş korkusuyla bunları kimseye açmamaya dikkat etmektir.
Günahlı Yollardan Kaçmak
I- Günahtan kaçmak da ancak sabırla olabilir. Bunun için Hz. Peygamber:
"Mücahit (savaşan) arzusuna karşı savaşan ve muhacir kötülükten kaçandır" [205] buyurmuştur. Günah işlemek ne kadar kolay ise, onu işlememek de o kadar zordur. [206] Bir irade ve terbiye meselesidir. Güçsüz iradeler daha doğru bir ifade ile sabırla terbiye edilmemiş iradeler arzulara köle olmuşlardır. Bunların güçsüzlüğü güçlü iş yapmaya engeldir. Sabır bir tahammül işidir. Tahammülsüzler güçsüzdürler. Böyleleri bir zaferi hazırlayamazlar. Zira "sabreden zafere ulaşır". Günah işlememek yâni nefsin kötülük içine girmesine engel olmak zor da olsa sonunda bir zaferdir.
II- Kişinin isteğiyle olmayan, fakat savulması isteğine bağlı durumlar:
Elle, dille eziyet edene karşı, karşılık vermemek veya karşılık verirken haddi aşmamak gibi. Bir sahabe insanların eziyetine sabretmeyen îmanı, îman saymazdık" [207] demiştir. Kur'an-i Kerîm bir peygambere yapılan eziyeti anlatarak O'nun dilinden "Bize ettiğiniz eziyete elbette sabredeceğiz" [208] demekle eziyete katlanmanın gerektiğini belirtir. Bu bakımdan toplumun menfaati için öne atılanlar sataşmalara katlanmalı, Onlar Hz. Allah'ın peygamberine olan şu tavsiyesine uymalıdırlar.
"And olsun kî; söyledikleri şeylerden senin gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamd ile an, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et".[209]
III- İşin başlangıç ve sonucu kişinin ihtiyarı altında olmayan durumlar:
Ölüm, vücudundan bir noksanlığın olması. İbn-i Abbas şöyle demiştir:
Kur'an-ı Kerîm'de üç türlü sabır vardır:
"Ödevleri yerine getirmekle gösterilen sabır: üçyüz derece sevabı vardır. Allah'ın yasak ettikleri şeyleri yapmamada gösterilen sabır: altıyüz derece sevabı vardır. Musibetin birinci sadmesi anında gösterilen sabır, bunun dokuzyüz derece sevabı vardır". [210]
Demek oluyor ki, tahammül gücü artınca, kul o derece yükseliyor ve sevap kazanıyor. Elinde bütün imkânlar bulunan ve malî durumu yerinde bulunan bir zengin, arzusu onu kötü yönlere kamçılamasına rağmen o bunu frenliyor ve gemliyorsa şüphesiz büyük bir metanet göstermiştir. Ansızın bir musibet basabilir. İlk anda buna karşı tahammül edip sabredebilirse musibetin akıp getireceği diğer denemeleri rahatlıkla geçirir.
Kul hayatı boyunca ardı ardına gelip kendisini gösterecek denemelerle başbaşadır. Önemli olan bu denemelerde iyi puan almasıdır. Hazret-i Peygamber,
"Allah şunu buyurdu: Kullarımdan birisinin bedenine, yahut malına veya çocuğuna bir musibet yönelttiğim zaman o bunu sabırla karşılarsa, kıyamet gününde ona hesap sormaktan utanırım" [211] demiştir.
Harp Halinde
Eski savaşlar cephe savaşı idi. Bu yüzden kayıp yalnız cephede savaşanlara sirayet ediyordu. Bugünün savaşı ise cephe tanımayan bir savaş olup, ülkenin her yerinde bulunan kimseler tehlike ile başbaşa bulunurlar.
Aslında silâhlar çarpışmıyor. Çarpışan tek bir şey var; o da iradelerin çarpışması. Vakıa, görünürde ellerde silâhlar vardır. Fakat bu işin dış yönü. Biraz eğilince, bunun bir irade savaşı olduğu anlaşılır.
İslâm'ın hak verdiği savaş savunma savaşıdır. Toprak bütünlüğüne, din gücüne bir saldırganlık olduğu zaman savunmayı her müslümana gerekli kılar. İşte böyle bir durumda sabırla karşı koymayı ister. Cenâb-ı Allah buna işaretle:
"Ey peygamber! mü'minleri savaş için coştur. Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener, çünkü onlar anlayışsız bir gruptur; Şimdi Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zaif bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener". [212]
Âyet-i Kerîme, zaferin sayıda olmayıp, içteki sarsıntısız sabırdan olduğunu belirtiyor. Zaten harp tarihini yazan tarihçiler de bu durumu teyit ediyor
Cephede bizzat vuruşan askerin bünyesine paralel olarak kitlede, harbin kendi yanısıra sürüklediği birçok felâketlere karşı sabırla göğüs germesi gerekir. Moral yönünden düşük bir toplum harp halinde sersemleşir, ne yapacağını bilmez olur. Fakat sarsılmaz bir sabırla her türlü güçlüğe tahammül ederse, düşmanın birçok yönlerle yaptığı propagandaya aldırış etmez. Zalimin müstehak olduğu cezayı alması için sabırla direnir. Düşman ruhlarda bir yıpratmayı başardığı zaman asıl hedefine kavuşmuş olur. Çünkü insan iskeletinin yöneticisi içteki kuvvettir. Bu kuvvet güçsüz bir durum alınca her an iskeleti iş yapmaz hale getirmek kolaylaşır.
Savaş durumunda müslüman titremekle, büzülmekle, manen çökmekle, ellerini böğrüne koymakla bir fayda temin etmiyeceğini ve kader çizgisinde yazılı olanın önüne geçemiyeceğini düşünerek sabre sarılmalı. Zaferi ve kurtuluşu bunda aramalıdır.
Eğitim ve zenginlik de, uzun süreli bir sabrın neticesidir. Hiç kimse zorluk çekmeden bilgin olamamış ve eser verememiştir. Mutlak surette bir darlık devresi geçirmiştir. Büyük kazanca konabilmek için büyük bir yatırıma girişmek gerekir. Bilgin olmak niyetinde olan kimse bu yatırımı üşenmeden yapmalıdır. Bu vadide uzun didinişe tahammülleri olmayan, işi pratik bir işle geçiştirmeye çalışırlar. Fakat unutulmamalıdır ki; böyleleri çevresinin ve devresinin içinden ötelere geçmeyen, ölmeleriyle unutulan kimselerdir. Fakat büyük bir sabırla ilim yoluna baş koymuş kimse, sonuçta verdiği eserle çevresini ve zamanını aşıyor. Âdeta o bu zamanın ve çevrenin adamı oluyor.
Çevreye İntibak Bir Sabır İşidir
Karşılaştığı bir iki hâdiseden dolayı toplum içine karışmamayı ve bir vazifeyi kabullenmemeyi isteyen bazı kimseler vardır. Halbuki sabırla doymuş bir kalp, yapılagelen eziyete karşı kuvvetlidir. Toplumdan uzaklaşmada bir hayır yoktur. Fakat içine girip ne pahasına olursa olsun onlarla kaynaşmak hayırdır. Hz. Peygamber: "İnsanların arasına karışarak onların eziyetine tahammül eden müslüman, onların arasına karışmayan ve eziyetlerine tahammül edemiyenden daha iyidir" [213] buyuruyor.
Belâlara Karşı Okunacak Dua
Hz. Peygamber'den bu hususta gelmiş hadisler vardır:
1- Dünya işlerinden bir musibet başınıza geldiği zaman Rabbinizi çağırarak kurtaracak bir duayı size bildireyim mi ?
"Evet ey Allah'ın Resulü.
"Lâilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlmin." [214] Kederi gideren sözler şunlardır:
Lâilâhe illâh-ül - âlim-ül - Kerîmü
Lâilâhe illâh-ül - aliy-yül - azîmü
Lâilâhe illâh-ü Rabbi-s - Semâvat-ıs - Sab'i ve Rabb-il arş-il Kerîmi. [215]
Hz. Ali anlatıyor. Bana Hz. Peygamber şu duaları söyledi ve başıma bir belâ, felâket geldiği zaman söylememi emretti:
Lâilâhe illâh-ül-Halim-ül-Kerîmü, Sübhânallahi ve Tebârekellahü Rabb-il Arş-ıl Azîm. Velhamdü lillâh-ı Rabbil-âlemin.[216]
Kanaat
"Kanaat, bitmez tükenmez bîr hazinedir."
Bütün nefsin yönelişlerinde, itidale riayet, kazanç işinde İslâm'ın gerekli bulduğu servet ve makamdan ne çok ve ne de bir durum ve mertebeyi temine gayretle o elde edilene rıza ve kanaattır.[217]
Kur'an-ı Kerîm bunları tasvir ederken:
"Hayatlarından dolayı onları tanımayanlar onları zengin sayarlar". [218]
Böyleleri olmadığı halde utançlarından kendi durumlarını başkalarına aksettirmiyen dolayısıyla bu durumlarına vakıf olmayanların zengin saydıkları büyük kanaat sahipleridir. Bir de bunun dışında kalan bir gurup vardır: Bunlar çalışırlar, neticede elde ettiklerine kanaat getirirler. Böyleleri de kanaatkardır ve büyük bir para kazanmak için fahiş hatalara girişmezler. Ticarette bir bakıma kanaat, kişinin yüksek kâr haddini indirmesidir. Durum böyle olursa aranan mal ucuz bir şekilde elde edilmiş olur. Büyük kâr etme düşüncesi ister istemez tüccarı gayr-ı meşru kâr hadlarına doğru sürükleyecektir. Çok zaman geçmeden iktisadî bir kriz kendini gösterir. Bütün bunları biraz da kanaat yolsuzluğuna bağlamak gerekir. Kanaatsız, doymaz bir göze sahiptir. Ne kadar kazansa, hiç kazanmamış gibi hareket eder. Daha fazla meşru veya gayr-ı meşru yolları dürtmeye başlar. Bu yüzden Hz. Resul "Âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun karnını ancak toprak doldurur"[219]
"Asıl zenginlik nefsin zenginliğidir". [220]
"Dikkat edin ey insanları Rızkı iyi talep ediniz. Kişiye ancak yazılı bulunan vardır. Kendisine yazılı bulunan gelmeden bu dünyada kul gitmiyecektir".[221]
"Ver'a sahibi ol, insanlar içinde en iyi kul olursun. Kanaatkar ol, insanların ençok şükreden olursun". [222]
İslâm rızık için yersiz bir endişeye kapılıp, feryat etmeyi yarının ne olacağı endişesine kapılmayı uygun bulmaz. Zaten bunlar insanı yıpratan yersiz vehimlerdir.
Kanaat nefsin zengin olmasıdır, asıl zenginlik de budu. [223] Zengin kalbe sahip insan Allahın ihsanına göre bulunduğu hale, kavuştuğu mala şükredecektir. Böyle biri aç gözlülük yapıp, hased ateşleriyle kendini yakmaz.
Allah'ın takdirine razı olur. Yalnız şu hususun açıklanması zarurîdir. Kanaati tembellik şeklinde yorumlayanlar, kendilerine kanaat adına tembelliği seçmişlerdir. [224]
Kanaat çalışmanın semeresini kabullenmektir.
İffet
"Allah'ım senden hidayet, tekva ve iffet istiyorum." [225]
Arzular karşısında kendini zapdetme, her şeyde ölçüyü gözetlemedir. [226] Muhiddin İbn-ül-Arabî "Dünyaya ait istek ve arzularda itidali korumaktır" [227] der. İnsan arzuları çoktur. Bunlar içinde iyi ve kötü olanı vardır. İffet insanı kötülükten, günahlardan koruyan bir fazilet mürşididir. Hz. Ali bir gün ahlâktan bahsederken:
"İffet kadınların süsü, erkeklerin üstünlük şiarıdır" [228] demiştir.
İffeti savunmak ve onun yanında olmak "görgüsüzlük, eziklik, bilgisizlik" v.s. gibi kötü durumlardan uzaktır. İş tamamen bunun aksinedir. Her ne kadar bazı çevrelerde iffeti bir tarafa atmak ve böyle bir yaşayışın için-i de bulunmak tabiî karşılanıyorsa da bu durum bütün bir millet tarafından iyi karşılanan bir hareket değildir. Bu kabil davranışların görünüşlerini çeşitli şekillerde görmek mümkündür ve bunun meydana getirdiği acıklı bir durum vardır:
Fertlerin birbirinden gün gün uzaklaşması.
Arzuların taşmlması, tatmini cihetine gidilmesi, kırbaçlanması, buna götürecek vasıtaların çoğalması, iffet denilen en kutsal bir değerin yıkılmasını hazırlıyor. Kendisine esir düşmüş gayr-i müslim bir kadına bile bakmaktan utanan bir anlayışın mümessili olan Hz. Muhammed kendisine uyanların böyle bir anlayışın dışına çıkması fayda sağlayıcı bir husus değildir.
Müslüman, günün ve modanın esintisiyle iffetini ve şerefini ayaklar altına almaz, kendi dininin çizdiği esasların nurlu yolunda yürümeye devam eder.
Seha Cömertlik:
"Cömert, Allah'a, cennete, insanlara en yakın ve ateşten en uzaktır." [229]
İstenmediği halde, bir karşılık beklemeden, kendiliğinden her türlü yardımda bulunmaktır. [230] Malı olmıyan kimse kanaatkar olmalı, malı olan ise cömert olmalıdır. Çünkü cömertlik peygamberlerin ahlâkıdır, kurtuluşun temelidir. Her iyi şey bir sadaka olduğu gibi, kişinin kendine ve ailesi uğruna yaptığı harcama da sadakadır. [231]
Yeri geldikçe çekinmeden vermek gerekir. Bu Allah rızası için yapılan bir harekettir. Gösteriş için cömertlik yapılmaz. Hz. Ali zamanında zenginlerden biri, bîr deve kurban ederek açıkça zenginliğinden böbürlenir. Buna bakanlardan deve kurban edenlerin sayısı çoğalır ve bu rakam yetmişe kadar yükselir. Hz. Ali "bunlara yaklaşılmamasını emreder". [232] İbadetin gayesi niyete göredir. Niyet sahih olmadıktan sonra yapılan işte ve ibadette bir hayır yoktur.
Kur'an-ı Kerîm, Medine'ye gelen muhacirleri tasvir ederken:
"Kendileri zaruret içinde bulunsalar hile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir" [233] diyor.
Cömertlik ve Cimrilik:
Aslında cömertlik verilmesi gerekeni vermek şeklinde tarif edilebileceği gibi cimrilik için de aksini söylemek mümkündür. Cömert bunu sırf "şu insan ne kadar cömerttir" şeklinde bir gösterişe kaçmak için verdiği takdirde cömert sayılmaz. Şöyle denilmiştir. [234] Cömert istenmeden veren yahut isteyenle sevinen, imkânı nisbetinde vermekle ferahlanan kimsedir. Bu hususlarda şu âyet-i kerîmelerin ruhuna uygun hareket etmek lâzımdır.
"Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur açıkta kalırsın" [235]
Cömertlik "israf ile, har vurup harman savurmakla, sıkı sskıya mala tutunmak arasında bir yol olup, gereğine göre harcamak veya tutmaktır" [236]
(Bu hitap, karnına taş bağlayıp çalışan ve evinde hiç bir şeyi depo etmiyen Hz. Peygambere değil, O'na bağlananlaradır.) [237]
"Onlar sarfettiklerî zaman ne israf ederler, ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar" [238]
İsraf, harcamada sınırı aşmaktır. Cimrilik ise gerekli olanı kısmaktır. Bu hususa Ömer bin Hattab'ın sözü de işaret ediyor. Kişinin her istediğini yemesi israf olarak yeter. [239]
Cömertlik iki kısımdır:
a- Ailesine
b- Bunun dışında kalanlara.
a- Şüphesiz ailesi için harcamalarda bulunmak en iyi bir tutumdur. Böyle olmaz, aile fertlerinin giyim ve yiyim problemleri üzerine eğilmez, sırf iktisat ediyorum diyerek onları mahrum etmek tutumluluk değil cimriliktir.
b- Etrafındaki insanlara karşı da cömert olmak gerekir. Yeri geldikçe ziyafet vermek, yardımlarına koşmak v.s. gibi hususlar münasebetlerin temelidir.
Vermek, münasebetleri güçlendirir, sevgiyi arttırır.
Hz. Ali: Kişinin olgunluğu dört şeyledir diyor:
a- Elinde az bulunduğu halde cömert
b- İdareciliğinde mütevazi olması
c- Güçlü olduğu zaman bağışlaması
d- Minnetsiz vermesi [240]
Zaten arkasından eziyeti getirecek vermede hayır yoktur. [241]
III- Rıfk-Yumuşak Huyluluk:
Nezaket ve yumuşaklıkla ifade ve muamele etmektir. [242] Güzel ahlâkın ve doğruluğun bir sonucu olup kızgınlığın zıddıdır. [243] Bu yüzden Hz. Peygamber zevcesi Hz. Âişeye:
"Allah'ın yumuşak olup, her işte yumuşak davranışı sevdiğsni" [244] belirtir. Diğer hadisler:
1- "Allah bir ailenin fertlerini sevdiği zaman, onların arasına yumuşak davranışı sokar" [245]
2- "Allahın yumuşaklıkla verdiğini sertlikle vermez, bir kulunu sevdiği zaman, ona yumuşaklığı verir. Yumuşaklıktan mahrum olan aile halkı Allah'ın sevgisinden mahrum olurlar." [246]
3- "Allah refiktir. Rıfkı sever" [247]
4- "Rıfktan mahrum olan her türlü hayırdan mahrumdur" [248]
5- "Hangi idareci yumuşak davranırsa Allah kıyamet gününde ona yumuşak davranır." [249]
Mülayim hareket etmek, sert davranışlardan uzak olmak o derece, kişiyi toplumunda sevindirir. Aile arasında, ticarette yahut arkadaşlar arasında veya ticaret hayatında olsun, fayda yumuşak davranıştadır.
Eğitici veya öğüt verici mevkiinde bulunan kimselerin en çok riayet edeceği bu husustur. Onlar haşin bir tavır takındıkları zaman etrafındakilerini kazanayım derken kaybederler. Halbuki tatlılıkla onların kalplerine kadar girmeli, hastalıklarını anlamalı ve ona göre tenvire uğraşmalı.
Bir organından hasta olup, moral yönünden gayet sarsılmış bir hasta, doktorun yumuşak tutumuyla bir güç kazanır. Bu sayede hasta doktorun kendisine uzanan müşfik bir el ve şifa olduğunu anlar, ona ısınır ve tavsiyelerine gereği gibi uymaya çalışır.
Özrü Kabul
Her insan hata yapar. [250] Hatasız insan yoktur. Fakat hata yapanlar içinde en iyisi hatasını hemen anlayıp pişman olandır. [251] İşte Hz. Peygamber, birine karşı yanlış bir harekette bulunmuş kimsenin onun kalbini kazanmak için özür dilemesini ve bu özrü beyan edenin özrünü kabul etmek gerektiğini yoksa onun da yanlış hareket yapanın hatası gibi bir hata içinde kalacağını bildirir. [252]
Afv: Bağışlama
Kusurları bağışlamak büyük bir meziyettir. Çünkü kul kusursuz olmaz. Cenâb-ı Allah peygamberine
"Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme" [253] diyor. Diğer bir âyette, "bağışlamanız Allahtan sakınmaya daha uygundur" [254] buyurarak müslümanın "bağışlamayı" esas olarak kabul etmesini gösterir. Peygambere hainlik yapmış olanlara bile Cenâb-ı Allah:
"Onları affet ve geç" [255] buyurması dikkati çekecek bir husustur. Hz. Peygamber de bu hususta konuşmuştur:
1- Nefsimin kudreti altında bulunduğu Allah'a yemin ederim ki:
Şayet yemin etmem gerekirse, üç husus üzerinde yemin edebilirim:
a- Yardımdan dolayı mal noksanlaşmaz.
b- Allah'ın rızasını umarak, haksızlık edeni bağışlayan kimseyi Allah ancak kıyamet gününde üstünlüğünü arttırır.
c- Dilencilik kapısını kendisine açmayan kimse, Allah fakirlik kapısını açmaz. [256]
2- Af kulun izzetini arttırır. [257]
3- Ukbe anlatıyor: Bir gün Hz. Peygamber'le karşılaştım, elimi tuttu ve:
"Dünya'da ve âhirette bulunan kimselerin en iyi ahlâklısını sana bildireyim mi?"
a- Gelmeyene gitmen.
b- Vermeyene vermen.
c- Sana zulmedeni bağişlamandır," buyurdu.
4- Hz. Peygamber'in bildirdiğine göre Hz. Mûsâ şöyle demiştir:
"Rabbim! Senin yanında en üstün olan kulların hangisidir? "Gücü yettiği halde bağışlayandır" [258], buyurur.
5- Allah kullarını kıyamet gününde dirilttiği zaman bir münadi arşın altında üç defa seslenir:
"Ey Allah'ın birliğine inanan topluluk, şüphesiz Allah sizi affetti. Bu bakımdan birbirinizi affedin." [259]
Bunun en iyi örneğini Hz. Peygamber Mekke'nin fethinde vermiştir. Hz. Peygamber baskılara dayanamıyarak arkadaşlarıyla Mekke'den Medine'ye hicret etmiş, bu arada onlarla bir çok savaş vermişti. Şimdi çember darala darala sıra Mekke'ye gelmiş, kan dökülmeden orasını da fethetmişti. Ama herkeste bir kuşku vardı. Bu kadar eziyet yaptıkları bir peygamber şimdi muzaffer durumda. Herkes merak içindeydi. Ama bütün bu zaferler O büyük peygambere tesir etmemiş, bineğinin üzerinde Allah'a secde ettiğini müşahede ederler. [260] Namazdan sonra hemşehrilerine sorar:
"Şimdi ne yapmamı bekliyorsunuz."
Utancından başlarını yere indirmiş olarak "Sen bir asilsin, asil bir babanın evlâdısın", derler.
Hz. Muhammed ancak bir peygamberin söyleyeceği bir sözle "Hz. Yûsuf'un kardeşlerine söylediği sözle- karşılık verir:
"Bugün siz, muahaza edilecek değilsiniz, gidiniz hepiniz hürsünüz" [261]
Bilerek veya bilmeyerek insanda çok hatalar, karşıdakini rencide edecek bir çok hareketler çıkmış olabilir. Bütün bunlar karşısında, müslüman kusur araştırmamalı, kapatmaya uğraşmalıdır.
En küçük bir harekete tahammül etmeyen ve bunu bağışlamayan kimse, kendisinin yaptığı fakat hiç nazarı itibare almadığı kusurlarını düşünmeli ve bunların da Allah tarafından bağışlanmaya muhtaç olduğunu unutmamalıdır.
Allah'ın bağışlamasına nail olmak ancak kulların birbirlerini bağışlamalariyle mümkündür.
2- Hılim: Yumuşak Huyluluk.
Gücü yettiği halde, kızgınlık anında intikam almaktan vazgeçmek [262], şiddete tahammül, kızgınlık ateşini söndürmek [263] manasınadır. Yumuşak davranmak, aklın olgunluğuna, kızgınlığın yıkılmasına ve onun akla boyun eğmesine bir işarettir. [264] Yumuşak huyluluk Allah'ın bir sıfatı olup Kur'an-ı Kerîm'in birçok yerinde geçer:
"Allah bağışlayandır, Halimdir". [265]
Hz. İbrahim'i tarifle O'nu yumuşak tabiatlı [266] olduğunu bildirir.
Yüce Resul birçok hadislerinde hılmin üstünlüğü hakkında konuşmuştur. Esbah Abd-ül Kays'e.
1- Allah'ın sende sevdiği iki karakter vardır:
Yumuşaklık ve ağır başlılık.[267]
Hz. Resul bununla, yumuşak huylu ve ağır başlı olan insanların Allah tarafından sevildiğini belirtir. Topluluk arasında da öyle değil mi? Yumuşak huylu bir idareci ve tüccar daima dikkati kendi üzerlerine çekmişlerdir. İnsanlar bu tabiata sahip olanlara hiç çekinmeden dertlerini açarlar, asla bunlara karşı çekimser davranmazlar.
2- İlim ancak öğrenmekle, yumuşaklık ancak yumuşak davranışla olur. [268]
İlim yoluna kendisini vermeyen ilim elde etmediği gibi yumuşak bir karektere sahip olabilmek için de bu yolu tercih etmeyen yumuşak tabiatlı olamaz.
3- Beş şey peygamberlerin hasletindendir:
Haya, yumuşuklık, kan aldırmak, misvak ve güzel koku [269]
Yumuşaklık ahlâkın başıdır, güzel ahlâka tesiri pek çoktur. Nefsin rahat etmesi, kalbin dayanıklığı, fikirlerin selâmen, emniyet ve vicdan gibi insanlığın ölçüsü olan üstün hislerin tabiatı bundan meydana gelir. [270]
Fahr-ûd Din Razi, "Şiddet yerine yumuşaklıkla muamele etmenin üç faydası vardır; diyor.
1- Kızan benden daha yüksek bir derecede ise değerini anlamış,
2- Dengimde olan biri ise takındığım yumuşak davranışla ondan üstün,
3- Benden aşağı bir derecede ise hiimimle nefsime azap etmiş olurum [271]
Hilme Götüren Sebepler:
1- Cahillere acıma,
2- Gücü yettiği haide bağışlama,
3- İyiliklere tahammül edildiği gibi kötülüklere de tahammül etme,
4- Kötü iş yapanı iyi görmeme,
5- Kötü sözü, kötü bir şekilde cevaplandırmaktan haya etmek,
6- Kusurunu söyleyene önem vermek,
7- Sövmeden utanmak ve sövgüyü bir tarafa atmak [272]
Hz. Ali "Malını ve çocuklarını çoğaltmak hayır değildir. Fakat asıl iyi olan: Bilgi ve bilgi içinde sükûnet ve yumuşak tabiatlı olmayı öğrenmendir" [273] demiştir.
Hilim bir kuvvettir. Çünkü o sabır ve güvenle mezcedümiştir. [274]
Hilim: Yüceltir. Hz. Peygamber:
"Allah'ın katında yücelmeyi isteyiniz," buyurunca arkadaşları:
"O nedir ey Allah'ın Resulü?
"Bir cehalette bulunana yumuşak davranman ve sana vermeyene vermendir. [275] Başka bir hadiste:
"İlimle süslen, ailene karşı yumuşak ol" [276] buyuruyor.
Haya
"Haya îmandandır."[277]
İslama göre örfe aykırı bir kötü iş yapıldığı zaman ruhî duygularında bir çekilme ve reaksiyonun meydana gelmesidir.
Toplumun her ferdi aynı zamanda toplum içine sızan tehlikeleri gözetendir. Yaşadığı cemiyetin huzuruna halel getirecek her fiile karşı koyması onun tabii hakkıdır. Bu anlayış olmadığı takdirde toplumda üstün bir amme görüşü olamaz:
"Üstün amme görüşünün meydana gelmesi uğrunda İslâm hayayı teşvik etmiştir. Çünkü haya, fertler arasındaki uzlaşmanın esasıdır. Haya, kişileri ancak insanların kabul ettiği ve zevk-i selîm'in nefret etmediği hareketlerin çıkmasına doğru götürür. Kendisinde iyiliğin ortaya çıktığı, kötülüğün gizlendiği ve sosyal liyakati meydana getiren odur. Bu bakımdan Hz. Peygamber ona teşvik ederek buyuruyor ki "hayanın tütü hayırdır". [278]
Ne akıl ve ne de ahlâkın geri çevirmediği arzunun arkasına insanın takılıp gitmesini engelleyen zaptedici gücün haya olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"İnsanların ilk peygamberlerin sözlerinden vâris aldıkları şey utanmazsan dilediğini yap" [279] yâni haya, ahlâka ait engelleyici bağdır. O çözüldüğü zaman, onunla birlikte ahlâk ve irade de çözülür, yıkıcı başıboşluk alıp götürür. Heyâ, sosyal bir kayıttır. O bulunmadığı takdirde insan karekteri kötülüğünü ilân etmeye koyulur, gizlerimesi gerekeni gizlemeyip, bütün belirtilerini ortaya kor. Haya arttığı zaman, nefis ahlâka ait kayıtlarla bağlanır. Kötülük ondan örtünür, onun örtünmesi, onu öldüren yahut büyütmeyen ve arttırmayan karanlıkları sağlar" [280]
Haya perdesini bir tarafa atmış insan, toplum arasında sevilmeyen, saygı görmeyen biri olur. Bu bakımdan Hz. Peygamber birçok hadislerde buna teşvik etmiştir.
1- Haya ancak hayrı getirir. [281]
2- Hayada vekar ve iç rahatlığı vardır. [282]
Allahın varlığını ve diğer inanç esaslarını kabul etmiş kimse, bizzat haya perdesi içine girmiştir. Çünkü inanmak; kurallara riayet etmek ve bunu hayatında yaşamak demektir. Allah'ın emrettiği ve yasakladığı her şeye inanmak, bizzat yaşayışını düzene sokmak olacağından Yüce Resul:
3- Haya îmandandır, imanlı ise cennettedir. Kötü sözlülük, kalbin kasvetindendir. Bu ise cehennemdedir.[283]
Hz, Peygamber hoşlanmadığı bir şeyi gördüğü zaman bu durum yüzünden belli olurdu. [284] Duymak veya görmek istemediği iğrenç bir şeyi gören veya duyan kimselerde bu husus yüz durumundan belli olur, Bu hususta İbn-ül Arabî:
"İnsanların yüzlerinde yaradılış bakımından meydana gelen kırmızılık, yavaş yavaş kaybolur, fakat hayanın neticesinde meydana gelen kırmızılık devamlı kalır. Kırmızı rengin güzelliğini haya île süsleyenler, kaybolmayan bir güzelliği korumuş olurlar". İbn-i Sina ise:
"Hayâsız çehre ruhsuz vücuda benzer" [285] demişlerdir.
Haya ile ruhlar zaptedilince, yalnız onlarda lâyık ve gerekli olan meydana gelir. Böylece insanlar arasında sosyal ilişkiler kuvvetlenir, uzlaşma ve karşılıklı sevgi meydana gelir. Bunun için Hz. Peygamber:
"Her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm'ın ahlâkı ise hayadır" [286] buyuruyor.
Bazı kimseier hayanın şecaatla (yiğitlikle), söz ve düşünce hürriyetleriyle çatıştığını sanıyorlar. Böyle anlayışta bir hata vardır:
Şöyle ki; şecaat müdafaa edilmesi gereken yerde gerçeği savunmadır. Bu aslında övülecek bir meziyet olup, en üstün işi ortaya çıkarır, iğrenç olanı gizler, açıklanması şeref veren her şeyi açıklar. Hak sözün açıklanması insana şeref veren bir şeydir, yeri geldikte hak sözü konuşmayı birakmaksa haya değil, alçaklık sayılır. Korkaklıkla haya arasında ûn esaslı fark:
Korkaklık açıklanması gerekeni, haya ise açıklanması uygun olmayanı gizlemektir.
Hürriyet, ahlâkî bağlardan sıyrılmak olmadığı için, haya onunla çatışmaz. Gerçek hürriyet yalnız ve yalnız insana zarar vermeyen insanlığı parçalamayan ve fazilete yöneltmeyi içine alan bir bağ olarak tasavvur edilir. Haya böyle bir hürriyetle çatışmaz, o ahlâkî bir gemle başıboş bir hürriyet anlayışıyla çatışır. Hakiki hürriyet, başıboşluluğu sınırlar ve sorumsuzluğu kaldırır.
Burada dikkati çeken iki husus vardır.
a- Uygun olmayan şeyin gizlenmesi.
b- Hürriyetin haya ile çatışmaması.
Uygun olmayan şeyleri hiç çekinmeden açıklayanlar bu tip hareketlerin çoğalmasına bir bakıma öncülük yapıyorlar. Gerek kendi hayatı ile ilgili olsun ve gerekse başkasının hayatını ilgilendiren bir husus olsun, ahlâkça yasaklanmış bir fiili açıklayanlar bunu "bir itiraf" şeklinde yorumluyorlar. Bir nevî rezaletlerin reklâmını yapıyorlar. Mahrem konular vardır. Bu konuların açıklanmasında insanlık ahlâk bakımından bir fayda elde etmez. Sonra bu bir meziyette değildir:
Cinsî hayatın kölesi olmuş bir kadın veya erkeğin gayr-i meşru bir şekilde kurdukları münasebetleri basın, film yoluyla anlatma bir hayâsızlık örneğidir. Bu örneklerin çoğalması bu kabil rezaletlerin bir gün tabii bir durum almasını ve kınanmamasını temin edecektir. Bu konuda Profesör Zehre şöyle diyor:
"İslâm, toplumun temiz olmasını, onda pisliğin görünmemesini ve onun bakışlardan uzak kalmasına çokça düşkündür. Bu bakımdan asla rezaletleri ilân etmeyip gizlemeyi, faziletleri gizlemeyip açıklamayı, kimsenin ayıplarını bulmaya çalışmamayı yalnız suç unsuru varsa insanların bunu ortaya çıkarmasını teşvik etmiştir. Çünkü suç unsuru olmıyan hususları açıklama sosyal havayı bozar. Kötülüğün açıklanması insanların gönlünü ona taktırır. Cezası olmıyan bir suç açıklandığı zaman bu durum, kötü karekterli insanlar için bir eğitim ve uyarma olur. Vaki olan bir suçun, meydana çıkan suçları hikâye etmekten dolayı olduğunu görmüşüzdür. İkinci suç birinci suça uyarak olur. Sapıklıkları açıklanan çoğu kimselerin, işledikleri suçları gazete neşriyatıyla yahut radyo veya televizyon yayınıyla öğrendiklerini bildirmişlerdir.
Bu bakımdan İslâm, cezaya yakın olmıyan suçun açıklanmamasını teşvik etmiş ve bunların ilânını suç saymıştır. Suçunu ilân eden kimse iki suç işlemiş oluyor; yaptığı fiilin suçu ve ilânının suçu. Başkasının suçunu açıklayan, yaptığı açıklama derecesine göre o suça ortaktır. Hz. Peygamber bu durumu apaçık bir şekilde açıklamış ve şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar! Bu suçlardan birini işleyip gizleyen kimse Allah'ın örtmesi içindedir. Suçun yüzünü açıklayana had cezası veririz." Kesinlikle şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde mevki bakımından en uzakta bulunan, açıklayanlardır."
Onlar kimlerdir? diye sorulur. O,
"Geceleyin bir işi yapan kimseyi, Allah gizlemesine rağmen sabah olur olmaz, Allah'ın örttüğünü ortaya çıkararak şöyle şöyle yaptım diyen kimselerdir" cevabını verir. [287] Hz. Peygamber: dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir:
"Haya, güzel koku kullanmak misvak ve nikâh" . [288]
Zaten O çok haya sahibi idi. [289]
Hayâsız insan yok olmaya mahkûmdur:
Buna işaretle Hz, Peygamber:
"Allah bir kulun yok olmasını istediği zaman ondan hayayı kaldırır" [290] buyurur. Fudayl b. İyaz ise hayanın azlığını şekavetin belirtilerinden biri saymıştır. [291]
Nezahet
Her türlü kötü ve iyi olmayan şeylerden uzaklaşıp temiz bir hayat yaşamaktır.
Ahlâk yönünden ise:
"Nefsi zillet ve havai, diğerleri hakkında, eziyet gerektirir bîr hareket yapmaksızın mal kazanmak ve iyi yerlere harcamak, yardımda bulunmaktır. [292]
Uygun bir yolda uğraşmalı ve bundan şaşmamalıdır. Çalışırken çeşitli söylentiler kulağa gelebilir:
Bütün bunlar istenilen gayeye ulaşmak için sedler olurlar. Konuşmada ölçüyü kaçıranlar çoktur. Bu bakımdan kederlenmek yerine daha fazla o hayırlı işe sarılmak zarureti vardır.
İmamı Şafiî:
"Halkın itirazına kulak asmayıp kendi znenfaatsna çalışan kazanır, halkın dilinden kurtulmaya yol yoktur" [293] demiştir.
Şehamet
Dil bakımından "akıllı, zekî, verdiği hükümde isabetli davranan" [294] mânasına gelen bu kelime terim olarak, "Büyük, hayırlı işler yapma, bunlarda yarışırcasına gayret göstermektir" [295] Kur'an-ı Kerîm bu yarışı müslümandan istemektedir.
1- "Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde bîrbirlerinîzle yarışın" [296]
Müslüman her grubun yönelişine bakmadan yardım yönünden yarışma içindedir. Yâni onun yardımı kendisiyle aynı inancı paylaşan kimselerle değil, ayrı zihniyeti taşıyan kimselere uzanan bir eldir. Hz. Peygamber ve ondan sonra gelenler bu emri hayatlarında uygulamışlar, dolayısıyle bu dinin insanlık dini olduğunu onların ihtiyaçlarının yanında bulunmakla ispatlamışlardır. Kur'an-ı Kerîm mü'minleri tasvir ederken:
2- "Bunlar Allah ve âhiret gününe inanan, uygun olanı emreden ve fenalıktan alıkoyan, iyiliklere koşanlardır, işte onlar iyilerdendir" [297] iyiler kimmiş:
İnanç sahibi toplumun üzerinde hassas olan ve kötülükte değil iyiliklerde yarışanlar. Cemiyet bu yapıya sahip kimselerle dolu olduğu zaman kendisine gelecek her türlü kötülüklere karşı silâhlanmış olur. Aslında bunların bu kabil didinişi boşa çıkmayacak:
"Ne iyilik yaparlarsa karşılığını bulacaklardır" [298]
Dünyada her şey insan için, insan ise birbirleri için yaratılmıştır. Karşılıklı yardımlaşma ile birbirlerinin ihtiyaçlarını gidersinler diye. Servet ve kudret sahibi insanlar ancak diğerlerine yardım etmekle üstün bir durum alırlar. [299]
Tevazu
"Allah için alçak gönüllü olanı Allah ancak yükseltir." [300]
Dilde açık gönüllülük, mânasına gelen bu kelime terim olarak kendinden rütbe bakımından alt olan kimselere büyüklenmemektir. Bu Hz. Allah'ın büyüklüğünü ve kulun kendi küçüklüğünü anlamaya müesses olan bir duygudur.[301]
Bu sıfata sahip olanlar, halktan kendilerini büyük tutmazlar, mevkî, rütbe, servet, haysiyet yönleriyle kendilerinden aşağı bulunanları bile kendilerinden küçük saymazlar, yaptıkları mütevazi hareketlerle herkesin sevgisini kazanırlar.
Büyüklenme bölümünde tevazua engel olan faktörler belirtilecektir. İnsanoğlu şu ölmez ölçüyü bütün hayatı boyunca unutmadığı takdirde gurur denilen bir şey bilmez, tevazua sarılır:
"Hepiniz Âdemdensiniz, Âdem ise topraktandır" [302] Buna dayanarak Hz. Ali şunu söylemiştir:
"Ey genç her zaman mütevazi ol, toprağın toprak üstüne böbürlenişi olmaz" [303]
İnsan hangi durum ve mevkide bulunursa bulunsun, her hususta âciz ve zayıflığını hatırlamalı, diğer insanlardan bir üstünlüğü bulunmadığını şayet kendisinde üstün bir nimet varsa, onu gücünün neticesinde değil, Allah'ın bir lûtfu olduğunu, bu lûtfu verenin almaya da gücü yeterli olduğunu bilmelidir [304] Kur'an-ı Kerîm
"Bu âhiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz" [305] buyurarak cenneti ve onun değişmez nimetlerini yeryüzünde büyüklük taslamadan, yâni Allah'ın kullarından kendilerini üstün ve büyük görmeyen mütevazi kulları için olduğunu [306] bildiriyor. Birçok hadislerde tevazu övülmüştür:
1- Tevazu edeni Allah yükseltir. [307]
2- Allah beni kul olup Resul olmakla yahut melik (hükümdar) olup Resul olmak arasında serbest bıraktı. Hangisini seçeceğim hususunda durakladım. Melekler içinde sevdiğim Cebrail vardı. Başımı O'na dönderdim. O:
"Rabbina karşı mütevazi ol dedi. Ben de:
"Kul olarak Resul oldum [308]
Hz. Peygamber bu hadisle, mevkî ne olursa olsun, her şeyden önce insanın şaşmaz bir mevkiî olup bunun da kulluk olduğunu belirtmek istiyor. Kişi her şeyden evvel kul olduğunun farkına varırsa beraberce yaşadığı Allah kullarına karşı bir üstünlük düşünmeyecektir. Bütün iş kişiye bu kul olma anlayışını vermektir. Rütbe, mevkî ve bunun gibi hasletler bir görev içindir. Şayet buna sahip olanlar bir an kendilerini kul olmaktan uzak sayarlar ve kendini anlamadan uzaklaşırsa bunda cemiyet için bir kötülük beklenebilir. Kendi iç dünysının sırrına erememiş olan bazı kimseler, ellerînden rütbe ve mevkî alındıkları zaman neye uğradıklarını anlayamazlar. Bu tip kimseler sorumlu mevkîlerde bulundukları zaman tevazu denilen bir şeyi bilmezler, hep etrafında bulunanlardan kendilerine karşı mutlak bir saygı isterler. Halbuki saygı rütbeye, mevkîye değil sırf insan olduğu için olmalıdır. Buna işaretle Hz. Peygamber:
"Şeref tevazudadır" [309] buyuruyor.
3- Allah bir kulunu İslâm'a erdirir, yüzünü güzelleştirip kendisini utandırmayacak bir şekle kor ve bütün bunlarla birlikte O'nu tevazu ile azıklarsa, işte böyle biri Allah'ın temiz kullarındandır. [310]
İslâm olmak bir nimettir, yüzün güzelliği ise Allah'ın bir lûtfudur. Yüz kızartıcı bir mevkîde bulunmamak ise bir rahmettir. Yüz güzelliğinden dolayı şımarmak, diğerlerini küçümsemek nimete nankörlüktür. Yüz güzelliği kalp güzelliğiyle (hadisin ifadesine göre bu da alçak gönüllülüktür) birleştiği zaman asıl güzellik kendini gösterir. Yüzünün güzelliğiyle büyülenmiş veya başkasını büyületmiş kimseler, hiç düşünmeden bunun kaynağı olan yaradanı unutuyorlar. Böyle bir durumda güzellik, başkalarını baskı altına almak için bir unsur olur. Eldeki bu iyi nîmeti kullanamayanlar ise, akıbeti pek belli olan bir yola adım atmaktan kendilerini alamıyorlar. Allah güzelliği başkalarını küçümsemek, hele pazara çıkıp yarışa katılmak için vermemiştir. Güzelliğini teşhire kalkışan kul -aç gözlü insanların bir an olsun benimi duygularına hizmette etseler- aslında kendilerini yıkma kampanyasına alkış çalmışlardır. Bir iki alkış ve hediye ile kendilerini seyrettirenler, yarın aynı gözleri etraflarında bulamamanın ıstırabı içinde yıkılıp gideceklerdir. Onun için müslüman erkek ve kadın güzelliğini Allah'ın bir nîmeti olarak kabul eder, bundan dolayı O'na şükreder.
İki Kişinin Arasını Düzeltme
"Kardeşlerinizin arasını düzeltiniz." [311]
İnsanlar çeşitli sebeplerden birbirlerine kırgın olurlar. Kırgınlıkları bir ömür boyu devam edenler, uzun bir süre veya kısa bir zaman sürenler vardır.
Sebebi:
1- Herhangi bîr meselede yapılan münakaşada kızgınlık neticesinde sarfedilen kelimelerle.
2- Aracı vasıtasıyle getirilen sözlerle.
3- Vurma, sövme, v.s. gibi hâdiselerle meydana gelen kırgınlıklar.
Bilgisizce yapılan münakaşanın yersizliği yukarıda anlatılmıştı. Müslüman her mes'elenin bir mütehassısı olduğunu düşünerek öğrenme gayesini düşünen kimseye ehil olanı veya onun yerini tutacak bir eseri tavsiye etmeli. Şayet münakaşa edenin bütün gayesi inkarcılık ise susmayı tercih etmelidir. Zira salim bir anlayış çerçevesi içinde ortadaki konu münakaşa edilemeyeceği için bir fayda temin etmeyecek üstelik iki tarafın kırgınlığına sebep olacaktır.
1- Kişileri taşıdıkları inançlarıyla başbaşa bırakmakta, bir bakıma cemiyete onları ısındırır, devamlı olarak onların üzerine yürüme ve hor görme onları soğutur, yeni bir cephenin doğmasına sebep olunur. Zaten gayesi gerçeğe kavuşmak olan kimse onu bulduğu yerde hemen kapar ve onu bu kaynağa götüren kimseye minnettar kalır.
2- Her haber doğru değildir. Bu bakımdan haberi getirenin karakterine ve zihniyetine bakmak gerekir. Hislerine kapılmayan kimse, birinin kendi hakkında konuştuğunu haber alınca hiç bir harekete yönelmeden o adamın yanına gidip meselenin mahiyetini enine boyuna konuşmalı ve arada bir soğukluğun meydana gelmesini bertaraf etmelidir.
3- Çeşitli hâdiseler (meselâ: öldürme, iftira, hakaret v.s.) in ruhlarda getirdiği kriz bir an insanda bazı reaksiyonlar doğurtur. Böylece düşmanca tutumlar meydana gelir. Şüphe yok ki; bu kabil hâdiseler hiç bir insan tarafından tasvip edilmez. Ama bir olay meydana geldikten sonra yeni bir olayın doğması için koşma o derecede yıpratıcı bir olayın meydana gelmesini kırbaçlar.
Küskünlük, kırgınlık sızıntı bir suyun etrafındaki toprağı sarstığı gibi cemiyetin birlik bünyesini sarsıtır. Bu gibi sızıntıları kurutacak kimseler cemiyetin birlik anlayışını faydalı gören kimselerdir. Bunların yapacağı ilk iş kırgınlığa sebep olan hâdiseyi öğrenmek, tedavisi için yollar araştırmaktır.
Aralarını bulmak için takip edilecek yol:
Her insanın hayatta büyük bildiği ve hürmet ettiği kimseler vardır. Önce bunları buldurup, durum anlatılmalıdır. Daha sonra, bunların barışması için uygun zemin araştırmalı. Bu durumda söylenen yalanlar mubahtır. Su damlası, yalçın kayaları döve, döve erittiği gibi, tatlı söz ve yerinde yapılan telkinde donmuş kalpleri yumuşatır. Öyle ise ilk yapılacak iş, birbirlerinden ayrılmış kalpleri ülfeti kabul edecek hale getirmek, ikinci derecede asıl "Barışma" hareketine girişmektir.
Adalet
Kelimenin kökü "adi" hisse, ikisinin arasını eşit yapma [312], işlerde orta yol, insaf olup [313] en büyük insaf ise nîmet verenin nimetini itiraftır. [314]
Bu bakımdan "İslâm'ın nişanı adalettir". İslâm'da toplumun terazisidir. Toplumu ayakta bulunduran o'dur. Adalet üzerine kurulmayan her sosyal düzen her ne kadar onu düzene sokan güçte bulunsa o sarsıktır. Çünkü adalet direktir, gerçek nizamdır ve her bina için doğru düzendir. Bu hususta Kur'an-ı Kerîm'in mânalarını en iyi bir şekilde içine toplayan adalet hususundaki ayettir:
"Allah şüphesiz adaleti, iyîlik yapmayı, yoksullara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddini aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir" [315]
Maverdi, buradaki adaletten gayenin hakla hüküm etmek olduğunu bildiriyor. [316] Allaha karşı gelmekten sakınan kimsenin adaletli olması gerektiği hususunda "Ey insanlar! Allah için adaleti gözeten şahitler olun. Bir millete olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin, âdil olun. Bu Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'tan sakınan, doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır". [317] Adalet iki kısımdır:
- İnsanın kendisi için takdir ettiğini başkası için de kabul etmek. Bu durum böyle olduğu zaman, toplumda çözülme, anarşi, suistimaller v.s. alıp yürümez. Bu yüzden Hazret-i Resul,
- a)"Kendin için arzuladığını kardeşin için de arzula,"
- b)"İnsanların kendisiyle sana muamele yapmalarını istediğin şeyle onlara muamele yap," buyurmuşlardır.
Ticarette, davranışlarda, münasebetlerde her hususta bu temel hüküm göz önünde bulundurulduğu takdirde, aranan faziletli cemiyet meydana gelmiş olur. Kişi kendisine yapılmasını istediği şeyi başkası için de yapılmasını yahut kendisine yapılmasını istemediği kötülüğü ve zararı başkasına da erişmesini istemediği zaman hukuka inanmış bir toplum ortaya çıkar.
Hakka rıza, Hakka teslim anlayışı her fertte doğarsa, hukuk devletinin işi kolaylaşmış olur. Bu durum yalnız hükümet icraatında kalır, ferde inhisar etmezse bir mâna ifade etmez. İdareci herkesi hoşnut etmeyi bir tarafa atmalı, şu ölçüye tutunmalıdır. "Kan ve can yerine bîr âmirin vücudunda merhamet cereyan etse, yine heskesi memnun etmek kabil olamaz. Binaenaleyh herkesi memnun etmeye yönelmekten ziyade, elinde tutmakta olduğu memuriyet terazisini adalet ve hakkaniyetinden ibaret olan iki kefesini daima ölçülü tutar, yâni görevine hakkıyla devam eder. Böylelerinden herkes memnundur ve bunlar gerçekten vatanseverdirler. [318]
İlerlemek için insanoğlu cemiyete muhtaçtır. Fakat içtimaî hayat bir takım kargaşalıkları içine alır. Eğer bir cemiyette adaletsizlik varsa o zaman cemiyet hayatının, ilerleme yolundaki avantajları kalmaz, fena olur. Buna mâni olmak için iki vasıta vardır.
1- Doğru yola gelmek istemeyenleri, hizaya getirecek kanunlar yapmak.
2- Faziletli insanlar arasındaki gibi sevgiyi geliştirmek.
Cahilleri birbirlerine sevdirmek güçtür, fakat halkı terbiye ile buna ulaşılabilir. Bu sağlanınca kanunlara pek ihtiyaç kalmaz. Zira kanun ancak aradaki anlaşmazlığı kaldırmak içindir. Sevgi dünyasında fert, başkasına ait olan şey için haksızlık yapmaya kalkmaz. Bilâkis elinde olan şeyi bile sevdiği insanlarla paylaşır. [319]
II. Yönetenlerle Yönetilen Arasındaki Adalet
Yöneten grup yapılması gereken hususları ilk başta kendisi yapmalı, ondan sonra yönetilenlerden bunu beklemelidir. Hazret-i Ömer bîr prensib koyup insanları ona uymaya çağırdığı zaman önce Hattap ailesini çağırır ve onlara "Şüphesiz halka sıkı bir emir verdim, Allah'a yemin ederim ki; Hattab ailesinden ona aykırı hareket edeni gördüğümde onun cezasını iki misli yaparım" der. [320] Yaratılmışların en sevgilisi olan Hazret-i Muhammed'e sahabeleri Bedir gavzesinde bir ağacı budayıp ona gölgelik yaparlar. İstirahata çekildikleri zaman Cebrail (a.s.) "Yâ Resûlullar! Arkadaşların güneşin altında bulunurken senin gölgelikte oturman uygun değildir" der. Hazret-i Peygamber hemen gölgeliği yıkıp arkadaşları arasında oturur. [321] İslâm yöneticiyi bir sorumluluk yüklenmiş kişi kabul eder. O'nun toplumdan apayrı bir hayat yaşamasını ön görmez. [322] Esasen, hakkın ayakta kalması için bu durum zaruridir. Adaletin garantisi, huzuru doğurur, emniyeti yayar. Fertlerin birbirleriyle olan ilişkilerini güçlendirir, aralarındaki bağları muvazene ve insicamlı şekilde ayakta kalmasını sağlar.[323]
Adaletin yerine getirilmesi Peygamberlerin görevlerinden biridir.
"Ve söyle: Allanın indirdiği kitaba inandım, aranızda adaletle hükmetmekle emrolundum" [324]
a. Kanunî Adalet:
Bunda asıl olan; herkesin kanun karşısında eşit olması, kimsenin bir imtiyaz sahibi olmaması, ırk, malî durum, mevkî ve din farkı gözetilmemesidir. Bu hususta şöyle bir hâdise anlatılır. Kureyş, hırsızlık yapmış Mahzun kabilesinden bir kadına önem gösterirler. İkinci defa hırsızlık yaptığı sabit olduğu için ellerinin kesilmesini Hazret-i Peygamber emreder. Bu hususun affı için Hz. Peygamberin sevdiği Usame bin Zeyd'i ileri sürerler. Bunun üzerine Yüce Resul kızar ve onu yererek şöyle der; "Allah'ın hadlarından biri hakkında şefaat mi istiyorsun" konuşmasını keser ve sonra "Allah'ın hadlarında biri hakkında şefaat arayan şu gruplara ne oluyor? Ancak sizden önce olanlar, şerefli biri hırsızlık yaptığı zaman onu bırakıyorlardı, fakat fakir biri hırsızlık yapınca ellerini kesiyorlardı. Allah'a yemin ederim ki; Muhammed'in kızı Fatma hırsızlık yapsa elbette O'nun ellerini keserim" [325] buyurur.
Toplumun huzurunu bozan herhangi bir suç işlendiği zaman -Suç faili kim olursa olsun cezalandırılması -ilerde ayni işlemi yapmayı gönüllerinden geçirenlere bir engeldir. Şayet bu durumlar kanunlar tarafından bihakkın yerine getirilmezse o fiillerin çoğalması önlenemez. Bu bakımdan kişinin sahip olduğu imtiyaza bakmadan kanun gereğinin uygulanması lâzımdır.
Sosyal Adalet:
Politik tartışmalarda kendisinden çokça bahsedilen bu konuyu bütün ayrıntılarıyla burada izah etmek, konu dışına çıkmaktır. Bu hususta müstakil eserler neşredilmiş ve gerekli malûmat verilmiştir. Bunun tarifi;
"Her güçlünün gücünü ortaya sermesi için fırsatlar hazırlamak, her gücü yerine yerleştirmek, iş yapamaz olanların yaşamaları ve dünyadan nasiblerîni almaları -küçükte düşmüş olsalar- onları toplumda bir kuvvet yapmak ve düşkünlüklerine sebep olan arazın giderilmesi umulmayan ileri gelen kimselerde de olsa onları açlık ve çıplaklıktan emin olmalarını temin için dayanışma meydana getirmektir" [326]
Sosyal adaletten gaye mutlak eşitlik şeklinde anlaşılmamalıdır. Asıl olan eşit tutulmasıdır. Her gücü yerinde kullanmak ve her insanı kabiliyetine göre istihdam etmek.
Kabiliyetiyle yürüyene yol vermek gibi hususlar dayanışmayı meydana getirir:
- a)Her gücü yerinde kullanmak ve el emeğine önem vermek. Hazret-i Peygamber
"İnsan, elinin kazancından daha hayırlı bir şey yememiştir" [327]
- b)Devlet içindeki işçi gücünün düzene sokulması için heskesin kabiliyeti ölçüsünde iş temin etmek.
- c)Düşkün olanlara güçleri nisbetinde iş hazırlamak ve onların düşkünlüklerine sed çekmek. Bunun için Beyt-ül-malı kurmuştur. Hukukçular bunu dört kısma ayırırlar:
- Haraç ve cizyeden elde edilen malların toplandığı ev. Bunun hepsi fakirler içindir (gayri müslim dahil).
- Ganimet mallarının toplandığı ev (fakirler içindir).
III. Zekâtların toplandığı ev (çoğu fakiredir).
- Kayıp eşya evi: Vârisi bilinmiyen terekelerden ve sahibi bîlinmiyen malların toplandığı ev (fakirler içindir).
Bunlardan faydalanan fakirler, bir zengin akrabaya sahip olmayan fakirlerdir. Yoksa zengin bir yakına sahip olan fakirin geçimi onun üzerinedir.
"Kör için bir sorumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Topal için bir sorumluluk yoktur. Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kâhyası olup anahtarları elinizde olan evlerde ya da dostlarınızın evlerinde izinsiz olarak yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur" [328]
Günahlar için ödenen keffaretlerde toplumdaki sosyal adaleti temin eden bir faktördür. İslâm kendi içinde toplumun her ferdini birbiriyle sigortalamıştır. Bu yüzden yardım için yarışmayı prensib kabul etmiş, devletin müdahalesine meydan vermeden imtiyazsız bir toplum meydana getirmeye çalışmıştır.
Devlet Adaleti:
Dünya sahnesinde çeşitli eğilimlere sahip olan grublar ve milletler vardır. Hangi inancı taşırsa taşısın zulmedici bir hüviyete girmediği ve taşkınlık çıkarmadığı zaman o da en azından bir müslüman kadar dünyada yaşamaya lâyıktır. Dışa karşı müslümanı temsil eden İslâm devleti bu esas muvacehesinde hareket eder. İçte ve dışta kendi inancı dışında kalanlara karşı baskı yapmaz. "İslâm bütün insanlarla ilişkilerin, kaynaştırıcı sevgi ve koruyucu şefkat şeklinde olmasını zarurî görür, bu bakımdan Cenâb-ı Allah:
"Allah din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz; Doğrusu Allah âdil olanları sever" [329] buyuruyor.
- a)Devlet kendi sınırları içinde yaşayan azınlığa baskı yapmak şöyle dursun onların her türlü ibadetlerini icra etmeleri için büyük bir hürriyet verir.
- b)Malî yönden onları destekler, düşkünlerin elinden tutar.
- c)Vergi ödeme gücüne sahib olmayanlardan bunu kaldırır.
- d)İşlenen suça karşı müslümana tatbik edilen cezayı uygular.
- e)İsterse puta tapicilar olsun, bunların kutsî saydıkları şeyleri müslümanların yermesine müsaade edilmez.
Dış münasebetlerde ise en çok üzerinde titrediği husus anlaşmalara riayettir. Kur'an-ı Kerîm:
"Ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah'ı kendinize kefil kılarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir. Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak ipliğini iyice eğirip kullandıktan sonra bozan kadın gibi olmayın" [330] buyuruyor.
Hz. Peygamber yaptığı anlaşmalara riayet etmiş, karşı taraf bozmasına rağmen bozmamada direnmiştir. Sözleşmeler her iki tarafın haklarını garanti altına almak olduğuna göre bunun gelişigüzel bozulması aranan beşerî huzuru ve sulhu geciktirir. Tarihin bütün çağlarında görülegelen bütün savaşlar, tek taraflı yaşama özlemini çeken grubların bir diğer grupu ezmesinden doğuyor. Kur'an-ı Kerîm buna karşı koyuyor. Bir milletin sayıca veya silâhça üstün bir güce sahip olması, güçsüz milletleri ezmek için bir sebeb olmayacağına dikkatları çekiyor.
Milletlerin kendi mukadderatlarını tâyin etme fırsatı vermek. Bu da İslâm tarafından çokça istenmiştir.[331]
Tevekkül
Kelimenin kökü olan "vekâle" teslim etti, ona bıraktı, yetindi ve başına bıraktı mânasına gelir. Tevekkül ise vekâleti kabul etmek, işi üzerine almaktır. [332] Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif yerlerinde geçen bu kelimenin terîm olarak ifade ettiği mânayı
"İş hakkında onlarla danış, fakat karar verdin mi Allah'a tevekkül et (güven) doğrusu Allah tevekkül edenleri (güvenenleri) sever" [333] âyetine dayanarak "Kulun maddî ve mânavî bütün enerjiyi sarfettikten sonra işin neticesini Allah'a bırakmak" şeklinde bir tarife gidilebilir. Kur'an-ı Kerîm bunu inananlardan istiyor:
"İnananlar yalnız Allah'a tevekkül etsinler (güvensinler)". [334]
Îmanla ve işle gayet yakın bir alâkası olan bu konuyu derinlemesine tahlilin büyük faydası olsa gerek. Yanlış anlaşılması bir çok mahzurlar doğurmuştur. Bir taraftan tevekkülü her türlü vasıtaya sarılmaktan uzaklaşıp kendini koyverme, diğer taraftan buna bir karşı koyma hareketinin doğurduğu bir sonuç olarak tamamen her şeyi kendine mal etme inanışı her iki tarafı da zarara uğratmıştır. Yeterince üzerinde düşnüldüğü zaman, tevekkülün bu iki anlayıştan uzak bir anlayışın ifadesi olduğu meydana çıkar. İbn-i Mesud'un anlattığına göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Dağları, sahraları doldurmuş ümmetimden büyük bir topluluğu bana gösterdiler. Hem çok oluşlarına şaştım ve hem de sevindim."
"Sevindin mî?
"Evet."
"Bunlardan ancak yetmiş bini hesapsız cennete girer."
"Onlar kimlerdir yâ Resulâllah!
"İşlerine dağlama, büyü ve fal karıştırmayıp Rablarına tevekkül edenlerdir." [335]
Burada önemli bir husus vardır:
Yarının ne olacağını o an gelmeden öğrenmek için çırpınanlar, kendilerini tatmin etmek için çeşitli yollara baş vururlar. Bunlar güvensizlik içindedirler. Hz. Peygamber bu kabil fiilleri tenkit etmiş. (Bu husus ayrı bir konu içinde izah edilecektir.)
Başka bir hadiste:
"Allah'u Tealâya tam tevekkül etseydiniz, kuşları rızıklandırdığı gibi elbette sizi de rızıklandırırdı. Aç giderler, tok olarak dönerler" [336]
Tam güven, insanı çökerten ümitsizliği, endişeyi bertaraf eder. Kul durumun alacağı şekli düşünmekle emrolunmamış, çalışmakla emrolunmuştur.
Tevekkül Ve Tevhîd
Tevekkül'ün esası Tevhittir (yâni Allah'ın birliğini kabul etmektir). Acaba tevekkül neden îmanla yakın bir münasebet içindedir. Esasen güvenmeyi doğuran, güvenilenin gücündendir. Güvenilen gücüne, büyüklüğüne inanıldığı derecede, inananın güveni o nisbette olacaktır. Şimdi mü'min Allah'a inanırken, O'nun yanılmaz, her şeye gücü yeten olduğu inancını kabullenmiş oluyor. Böyle bir inanç ve duyguyla hareket eden aynı zamanda tam bir güven içindedir. Öyle ise tevekkülün yâni güvenin olabilmesi için ilk prensip Allah'a îmandır. Buna göre tevekkül îmanın kapılarından biridir, îmanın bütün kapıları ise ancak, ilimle halle ve işle düzene girer. [337]
Tevekkülün Mertebeleri
Madem ki tevekkül gerçek vekil olan yaradana itimat edip, başkasına yönelmemektir. O halde bunun üç mertebesi vardır.[338]
1- Avukatına güvenir gibi durumunu hakkullah içinde olması, onun kefaletine ve inayetine itimat etmesidir.
2- Annesiyle beraber olan çocuğun durumu gibi güvenenin de Allah ile olan durumunun daha kuvvetli olması. Bu durumdaki çocuk ondan başkasını tanımaz, ondan başkasından korkmaz, yalnız ona güvenir, gözünden kaybolduğu zaman diline ilk gelen kelime "Anne"dir. İlk aklına gelen annesidir. O, Onun derecesini bilmeden, onun kefaletini, yeterliliğini ve şefkatini kabul etmiştir. Bütün bunlar onun idrakinin ötesinde onda cereyan eder. Çocuğun niçin böyle yaptığı kendisine sorulsa cevapsız bırakılacaktır. İşte aklı, bakışı ve itimadı Allah'a doğru olan kimse, çocuğun annesine yüklendiği gibi o da Allah'a bırakır. Bu durumda çacuğun annesine karşı mütevekkil olduğu gibi o da Allah'a mütevekkil olur. Birinci ile bu ikincisinin arasında bir fark var:
Birincisi durumu bilerek tevekküle yönelir, ikincisi ise yönelmiştir. Kalbinde başkasına yer bırakmamış ve kendisini olduğu gibi O'na bırakmıştır.
3- Bu en üstün mertebesi olup yıkayıcının elinde bulunan ölü gibi, kendisini, hareket ve davranışlarını Allah'ın kudretine bırakmaktır. Müşkül bir durum içinde bulunsa dahi kendini kaybetmez.
Bu üçüncü şık gerçi muhal bir tevekkül çeşidi değilse de pek nadirdir.[339]
Tevekkül Edenin Çalışma Durumu
Acaba tevekkül demek çalışmaya, sebeplere ve vasıtalara sarılmayı bir tarafa mı atmaktır? Yoksa tamamen bunun aksine midir?
Şurası bir gerçektir ki; bilgi: hâli, hal ise işleri doğurur. İslâmı bildiren Kur'an-ı Kerîm ve hadisler çalışmayı, sanata sarılmayı, yeryüzüne dağılmayı, ticaret yapmayı v.s. emretmiş, böyle bir durum da tevekkülü her şeyi bir tarafa atmak şeklinde bir anlamaya doğru gidilirse o zaman dinin dışında bir inanca saplanılmış olunur.
Kişinin çalışmaları şu dört gayenin dışında değildir. [340]
1- Faydalı olanı elde etmek: Bu da üç türlüdür.
a- Sebeplere yapışmak veya vasıtayı kullanmayı bir tarafa atmak.
Meselâ: Açlıktan can çekişen bir adamın kurulmuş sofraya el uzatmaktan çekinerek "ben mütevekkilim" demesi, dolayısıyla sofraya el uzatmaktan çekinmesi. Bu cehalettir ve din dışıdır. Burada tevekkülün şartı çalışmayı bırakmak oluyor. Yemeğe el uzatmak bir çalışma ve harekettir. Tarlaya tohum ekmeden, mütevekkil bir şekilde verim beklemekte böyledir.
Bu husustaki bilgi:
Allah'ın yemeği, eli, dişleri ve hareket kuvvetini, onun yenildiğini ve içildiğini bilmek, hal ise, kalbin huzurunu ve doyulmasını ele ve yemeğe değil Allah'ın fiili üzerinde olmasıdır. El bazı durumlarda felçli olabilir, bu bakımdan elin sıhhatine nasıl güvenilir. Bir anda akıl yok olabilir, hareketin gücü kaybolabilir. Bu bakımdan tek ilâç gücü kendinde değil, Allah'ın fazlından bunu beklemek gerekir.
Rızk'ın kendi eli vasıtasıyla olduğuna tam inanmış ve bunun dışında bir veren güç kabul etmemiş kimse devamlı bir endişe içindedir. Acaba benim elime bir şey olur mu? Çocuklarımın durumu nasıl olur? v.s. gibi içten kendi kendine sorduğu sorularla kendisini yıkar ve gereksiz bir üzüntü içinde kendisini boğar. Bu vaziyet onun sinir yapısına tesir eder, dengesini kaybettirir.
2- Tesiri kat'î olmamasına rağmen, onsuz da vasıta meydana gelmez. Yola çıkan kimsenin gerekli parayı veya gıdayı yanında bulundurması, kişinin evini kilitlemesi, gerekli aracı yanına alması. Meselâ:
Yola çıkan kimse ya yeteri derecede yemeklik, yahutta bunu temin edecek parayı, araba sahibinin, yedek parça, su, yahut bir çamura saplanırsa oradan kurtaracak kazma, kürek v.s.yi alması.
Öyle ise kesin bir tesir icra etmeyen vasıtaların bırakılması da tevekkül değildir. Esasen sebeplere yapışmak, bu sebepleri yaradana güvenmek demektir.
İslâm rızık için endişelenmeyi uygun bulmaz. Çünkü, rızık Allah'tandır. Müslümanın yapacağı tek şey, bir sofra mahiyetinde bulunan kâinat sofrasına gereken vasıtaları kullanıp orada kendisine ayrılmış payı bulmaktır. Kendisine bir payın ayrıldığını ve bunun kendisine ait olduğuna inanan mü'min tam bir güven (tevekkül) içindedir. O az veya çok elde edecektir. Fakat ne kadar elde edeceğinin hesabı içinde de değildir. Zira bilir ki kendisine hesaplı bir pay ayrılmıştır. O elde ettiğini kabul eder, gözü başkasınınkine ulaşmaz. Az-çok onun hesabında yoktur. Çünkü o mutlak mânada "çoklukta hayır, azlıkta kötülük vardır" anlayışında değildir. Bilir ki, Allah (c.c.) onun menfaatini daha iyi bilendir. Bu anlayış tevekküldür.
c- Vasıtaları daima geçerli olmayan hususlardır.
- Mal depo etme. Mala sahip olan kimse kendi ihtiyacının dışında kalanı depolarsa[341], bu olmadığı takdirde geleceğinin karanlık olduğu vehmine kapılırsa tevekkülü bir tarafa atmış olur.
Herkesin ihtiyaç duyduğu bir malı stok etmek ise toplum hayatına zararlı olduğu için gayet tehlikelidir. Yalnız uygun bir şekilde ailenin geçimi için bu yapılırsa bunda bir sakınca yoktur.
III. Zarar verecek vasıtalardan kaçınmak. Yırtıcı hayvandan, selden, yangından, bulaşıcı hastalıklardan kaçmak. Bütün bunlar tevekkül dışı değildir.
Danışma (Şura)
İnsan kafası her hadisenin üstesinden tek başına gelebilecek şekilde yaratılmamıştır. Bu bakımdan her insan mutlaka danışıp görüşmeye muhtaçtır. İslâm danışmaya çok önem vermiştir:
Meşverenin iki yönü var:
I- Kişinin şahsî münasebetlerinde karşılaştığı yahut yapmak istediği şeyleri başkasıyla görüşüp konuşma.
II- İdare edenlerin meşveresi.
İslâm bir bakıma şahıslar arasındaki münasebetlerin ölçüsünü ortaya korken diğer taraftan da idare edenlerle edilenler arasında münasebetleri belirtiyordu. Bunun içinde meşvereti bu idarenin asıl temeli yaptı ve onu îmanın direklerinden saydı.
1- "Size verilen herhangi şey, sadece dünya hayatının bîr geçimliğidîr. Allah katında olan, inanıp Rab'lerîne güvenen, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan çekinen, öfkelendiklerinde bile bağışlayanlar, Rablarının çağrısına cevap verenler, namaz kılanlar için daha iyi ve daha süreklidir. Onların işleri aralarında danışma (şura) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da sarfederler. Bîr haksızltğa uğradıklarında, üstün gelmek için aralarında yardımlaşırlar" [342]
2- "İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kerede azmettinmi artık Allah'a güven, Çünkü Allah kendine güvenenleri sever."[343]
Birinci âyet İslâm toplumunun binası olan beş hasletin mü'min de bulunmasını gerekli kılıyor:
a- Allah'a itaat, yalnız O'nun çağrısına icabet, O'nun çağrısına uyduktan sonra başkasına icabet etmemek yâni inanan ancak kendisinde Allah'a itaat olan prensibe itaat eder.
b- Nefsi temizleyen ve vicdanı terbiye eden ibadetlerle kalbi pisliklerden arındırmak. Bu noktada ibadetler içinde en açık olan namazı zikretmiştir.
c- Müslümanları yönetmek, parçalayıcı istibdatla değil, toplayıcı olan danışma (şura) ile olmasıdır.
d- İhtiyaç içinde bulunanların ihtiyaçlarını karşılamak için karşılıklı olarak maddî yardımlaşmada bulunmak.
e- Asla haksızlığa boyun eğmemek, nerede ve nasıl olursa olsun onu bertaraf etmek. Bu bakımdan dininde alçaklığa razı olan, îmanlı sağlam müslüman değildir.
"Zulme razı olanın başına zulüm yağar" [344]
Yukarıda verilen ikinci âyette ise Cenâb-ı Allah bizzat kendi elçisini vahyin dışında kalan mes'eleleri görüşüp kararlaştırmasını istemektedir.
Hz. Peygamber'in uygulamasında bunu görmek mümkündür:
O'nun samîmi sehabilerinden birisi şöyle demektedir:
"Arkadaşlarına Peygamber'den daha çok danışan hiç kimse görmedim". [345] Yahutta
"Allah'ın Resulü, Ebû Bekir ve Ömer'e şöyle dedi:
Siz ikinizde bîr noktada mutabiksaniz ben size karşı gelmem." Ravi ilâve ediyor:
"İbn-ül Abbas'a göre onlar, peygamberin iki veziri idiler" [346]
Bizzat bu konuda açık örnekler vardır:
a- Müslümanları namaza davet için en iyi vasıtayı bulma hususunda danışmış. Müslümanlar Medîne'ye hicret ettikten sonra bir araya toplanıp namaz vaktini gözlerlerdi. Bu durumu önlemek için bir gün konuşuldu. Bazıları ateş yakılmasını, diğerleri yahudiler veya hristiyanlar gibi hareket edilmesini istediler. Sonunda Abdullah b. Zeyd rüyasında yüksek sesle davet şeklini gördüğünü anlatır. Hz. Peygamber O'nu kabul eder, Hz. Bilâl'in sesi daha gür olduğu için ona kelimeleri öğretmesini ister. [347]
b- Kureyş müslümanlar tarafında takip edilen ticaret kafilesini korumak için ordu çıkarınca aralarında bir savaşın olacağını anladı ve ashabla istişare etti. Hepsi Hz. Peygamber'in safında savaşacaklarını söylediler. Ama ensarında fikri gerekirdi. Üstelik bunlar Hz. Peygamber'i himayelerine almışlardı. Bunun için onların düşüncesi önemli idi. Hazreclilerin reisi Sa'd b. Muaz el-Ensari ayağa kalkar:
"Gerçekte biz sana inandık ve seni tasdik ettik. Getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. O halde Allah'ın Resulü dilediğini yerine getir, biz seninle beraberiz..." [348] der.
c- Bedir savaşı başlamadan evvel Hz. Peygamber müslümanların Bedir vadisinde en yakın suyun yanına otak kurmalarını emreder. Habbab İbn-ül-Münzir ileri atılır ve:
"Allah'ın Resulü! Bu yeri gördün mü? Buraya inmeyi Allah mı emretti? O zaman bizim bu emirden öne geçme ve geri kalma hakkımız yoktur.
Yoksa bu tamamen görüş ve bir harp taktiği midir? der. Hz. Peygamber:
"Bu tamamen görüşüm ve harp taktikimdir," cevabını verir.
"O halde orası konaklamak için uygun değildir. Obadaki suyun en yakınına gitmemiz için toparlan. Oraya konarız, sonra etrafını çevirir, bir havuz yapıp onu su ile doldurur, savaşırken içeriz. Fakat onlar içemezler. [349]
d- İlk Bedir savaşının esirlerinin durumu müzakere edilirken Hz. Ömer hepsinin öldürülmesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir fidye karşılığında serbest bırakılmalarını istedi. Hz. Peygamber sonuncu reyi kabul etti. [350]
e- Uhud savaşını Medine içinde kabuletmeye Hz. Peygamber ve ileri gelen sebaheler meyilli bulundukları halde çoğunluk savaşı dışarıda kabul etmek istedikleri için onların reyini kabul etmiştir.[351]
f- Hz. Peygamber Süleyman el-Farisî'nin görüşünü kabul ederek Medine'nin etrafında hendek kazmıştır. Bu yüzden bu savaşa Hendek savaşı denilmiştir. [352]
9- Yine aynı savaşta menfaat karşılığı olarak savaşa iştirak etmiş olan Gatafan ve Ferâze kabîleleriyle ayrı bir sulh anlaşması yapmak için bir heyet gönderdi, fakat müslüman şûrası bu kabîlelerin istediği meblâğı ödemeyi reddetti. [353] İtiraz iktisadî sebeplerden olmayıp, sadece vakar ve izzet-i nefis saikine dayanıyordu. Bunun üzerine Peygamber bahis konusu teklifini geri aldı.[354]
Bu vadideki misâller çoktur. Hz. Peygamber'den sonra, dört halife de O'nun yolunu takip etmiş. Devleti ilgilendiren iç ve dış mes'elelerde bu güzide halîfeler yanlarında bulunan ünlü sehabilerle istişare etmişlerdir.
Müslüman olmayan kimseleri de devletin yüksek menfaati için' istihdam etmekde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber Necaşiye bir gayr-ı müslim elçi göndermiş. Bedir esirlerinin kurtulması için her birinin on Medîne'li müslüman çocuğa okuma yazma öğretmelerini şart koşmuştur. Hülâsa gayr-ı müslimleri eğitim, teknik ve tıb alanlarında istihdam etmekte bir sakınca yoktur.[355]
İstişare Hangi Hususlarda Olmalı?
Bir konu etrafında istişare yapılması için:
a- O şeyin Kur'an nassında açık olarak belirtilmemesi.
b- Şûranın bir nassın yahut İslâm hukukuna aykırı sonuç getirmemesi gerekir. Bu iki husus haricinde her mes'elede istişare yapılması müslümana gereklidir. [356] İstişareye dayanmadan tek başına hükmetmeye kalkışan devlet başkanının azledilmesi gerektiğini kaynaklar bildirmişlerdir. [357]
Şûra Prensibinin Dayandığı Temel Kaideler:
1- Şûra; hem idare eden ve hem de idare edilenin hakkıdır. Yalnız birine ait değildir. Millet işlerinde idare edenlerin görüşlerini ortaya koymaları nasıl hakları ise bu, halktan da her birinin hakkıdır.
2- İdarecinin danışması bîr gerektir, yoksa bir hak değildir. Allah Resüluna
"İşlerinde onlarla danış" [358] buyurur. Bu rias idarecinin istişaresini gerekli kılıyor.
3- Danışmanın şahsî çıkarlar, basit ırk menfaati için değil, Allah için samimiyet üzerine olmalıdır. İstişarenin yalan, hile, rüşvet v.s. gibi kötü şeyler üzerine olmamalıdır. Zaten böyle şeyleri yapmak için danışmak ve bu danışma esnasında fi'Iin yapılması için yol göstermek suç işlemek gibidir.
4- Bütün görüşlerin bir nokta etrafından olması zarurî değildir. Mutlaka belli bir görüşün kabulünü istemek zorbalığa teşviktir. Bundan sakınılmalıdır. Düşüncelerin serilmesine imkân hazırlanmalıdır.
5- Çoğunluğun düşüncesi ön plândadır. Hz. Peygamber ekseriyete önem verir. Fakat azınlığın düşüncesinde de önemsenecek hususlar çıkabilir. Hz. Peygamber'in vefatından sonra ortaya çıkan mürted (dinden dönen) lerle savaşmanın şart olduğunu Hz. Ebû Bekr ileri sürdü. Çoğunluk kabul etmedi. Ama Hz. Ebû Bekr durumun vehamet ve önemini anlattı, diğerlerini tatmin etti. Çoğunluk da O'na uydu. [359]
Danışılacak Kimsede Bulunacak Vasıflar
1- Adalet: Kendisiyle şahsî yahut devletle ilgili hususlarda görüşülecek kimse adaletli olmalıdır. Buradaki adaletten maksat o kimsenin dinî ödevlere ve faziletlere sarılması, isyan ve rezaletlerden uzaklaşmasıdır.
2 - Bilgili: Gerek dinî ve gerekse diğer ilim dallarında bilgili olmalıdır.
3- Görüş ve hikmet sahibi. Belirli bir zihniyete saplanmış kimsenin görüşü devamlı olarak saplandığı nokta etrafında dönecektir. Bu kendi ufkunu yırtamaz. Halbuki hikmet sahibi her noktaya uzanıp özü arayandır. İşte bu öze erişmiş olan kimseden hikmet pırıltıları aranır. Böylesi hâdiseleri tahlil etme gücüne sahiptir. [360]
Her yerde birbirlerine danışan insanlar görülür. Bunda da dikkat edilecek husus, danışıp konuşacağı kimseyi seçebilmektir. Bilen bilgisini saklamamalı, kendisine arzedilen durum hakkında bildiğini söylemeli. Şu unutulmamalıdır ki:
"Hayır isteyen kaybetmez danışan pişman olmaz."
Hediye
"Birbirînizle hedîyefeşiniz ki sevginiz artsın" [361]
Birine karşılık beklemeden bir şey armağan etmektir. [362] Bu durum fertler arasında yakınlaşmayı temin eden esaslardan biridir. Bunun en büyük özelliği bir insanın diğerine değer vermesi ve onu anmasıdır. Denilebilir ki insanı en mes'ut eden şeylerden biri de budur.
Hz. Peygamber hediye alıp vermeye teşvik etmiştir:
- Hediyenin değeri:
a- "Ey müslüman kadınları komşu bîr kadın, kadın komşu (sunun hediye) sini, bir koyun paçası olsa bile, sakın küçük görmesin" [363]
Hediye hadiste geçen "koyun paçasından" başlarda daha ileriye doğru gider. Hediye, hediye olarak kabul görmeli, küçümsenmemeli ve "hediyenin azı çoğu olmaz" ölçüsü göz önünde bulundurulmalıdır. Gaye anılmak ve aranmaktır. İşin sağladığı maddî avantajın değeri yoktur,
b- "Eğer ben bir koyun paçası (ziyafeti) ne çağırlsam, muhakkak icabet ederdim. Bana bir paça hediye edilse muhakkak kabul ederdim" [364]
- Umumiyetle köylüler şehirde oturanlara köy ürünlerini hediye ederler.
a- İbn-i Abbas'ın halası, Ümmü Hüfeyd Hz. Peygamber'e bir miktar keş, tereyağı ve birkaç keler hediye etmiştir.[365]
b- Köyde oturan Zahir isminde bir sehabî Hz. Peygamber'e köy ürünlerini getirir, O da ona gerekli olan şeyleri verir. [366]
III. Hediyeye karşılık vermek:
En iyi durum karşılıklı hediye vermektir. Tek taraflı olursa bu bir gün münasebetleri kestirir.
a- Hz. Âişe bildiriyor: Allah'ın Resulü hediyeyi kabul eder ve onun karşılığını verirdi. [367]
b- Arabın biri Yüce Resul'e bir hediye sunar, O da onun karşılığını -Arabın isteğine uyup arttırarak- verir. [368]
Fakat karşılık vermenin gerekli olduğu -bu hadislere bakarak- hükmüne gidilmemelidir. Hz. Peygamber'in bazı fiillerine uymak vacip olduğu gibi, bazıalrına uymakta menduptur. Bu da mendup olanlardan biridir. [369]
Gayri Müslimlerle Hediyeleşme
1- Hz. Peygamber'e, Eyle Meliki, Düldül adlı beyaz bir katır hediye etmiş.
2- Devmet-ül-Cendel Meliki, Hz. Peygamber'e ince dokunmuş ipekli bir kumaş hediye eder.[370]
Hz. Peygamber'e bu vadide bir çok hediyeler gelmiş ve O da kabul etmiştir. Bu durumun devletlerarası münasebetlerde çok uzun bir tarihi vardır. Her asırda devletler birbirine hediye vermişlerdir. Daha çok bu hediyeler devrin bünyesine göredir.
Şaka: (Mizah)
Buna çokça devam etmek yasaklanmıştın. Hz. Peygamber:
"Kardeşinle münakaşa ve şaka yapma" [371] buyurmuştur. Şöyle bir soru akla gelebilir:
Münakaşada karşı tarafı yalanlamak ve cahil göstermek gibi bir durumla karşı karşıya bulunulduğundan uygun düşmüyor, fakat kalbî bir huzur doğurtan ve insanın kederini dağlayan şaka neden yasaklanmıştır? Aslında yasak, devamından ve aşınlığındandır. [372] Devamlı şaka gülmeyi getirir, gülme ise kalbi öldürür, bazı durumlarda kin doğurtur ve ağır başlılığı kaldırır. [373]
Şaka gerçek üzerine yapılır:
Şaka yapayım derken yalan söylenmez. Yüce Peygamber:
"Ben şaka yapıyorum. Fakat gerçek olanı söylüyorum" [374] buyurur. Bazı örnekler:
a - İhtiyar bir kadın Hz. Peygambere gelir. Hz. Peygamber Ona:
"İhtiyar cennete girmez" der. Bunun üzerine kadın ağlar Yüce Peygamber:
"O gün sen ihtiyar değilsin" buyurur ve şu âyeti kerîmeyi okur.
"Onları yeniden yaratmışızdır. Onları bakire kılmışızdır" [375]
b- Biri Hz. Peygambere gelir:
"Allah'ın Resulü! Bineceğim bir hayvan ver.
"Biz seni dişi devenin doğurduğuna bindireceğiz."
"Dişi devenin doğurduğunu ne yapayım?
"Deveyi ancak dişi deve doğurmaz mı?"
c- Hadisi rivayet eden Hz. Enes şunu da anlatıyor:
"Bana Hz. Peygamber 'Ey iki kulaklı' dedi" [376] Yine Hz. Enes anlatıyor:
"Hz. Peygamber, aramıza karışıyordu. Hattâ bir defasında küçük kardeşime: 'ey eba umeyr! Ne yaptı nügayr' dedi" [377]
d- Ümmü Eymen adında bir kadın peygambere gelir, ve ona (s.a.v.)
" Kocam seni çağırıyor.
"Kimdir o, şu gözü beyaz olan adam mı?"
"Allah'a yemin ederim ki onun gözünde beyazlık yoktur.
"Evet onun gözünde beyazlık var."
"Vallahi değil.
"Gözünde beyazlık olmayan hiç kimse yoktur," buyurur.
Hz. Peygamber bununla göz bebeğinin etrafında bulunan beyazlığı anlatmak istemiştir. [378]
e- Hz. Enes anlatıyor:
Köyde oturan Zahir İsminde biri vardı. Köyde bulunan hediyelerden Hz. Peygambere getirir. Gitmek istediği zaman Hz. Peygamber de ona şehirde bulunan şeyleri verirdi. Şöyle buyurdu:
"Zahir köylü, biz şehirde oturuyoruz. Ona hediyede lâzım olanı veririz".
Halbuki Zahir güzel yüzlü değildi, bir gün çarşıda malını satarken Peygamber ona doğru arkasından yavaş yavaş gelir, Zahir onun gelişini görmez. Arkasından onu kucaklar ve gözlerini iki eliyle tutar, Zahir:
"Beni arkadan tutan kimdir" diye sorar. Dönünce Hz. Peygamberi tanır ve sırtını Hz. Peygamber'in göğsüne dayandırmaktan geri durmaz. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Bu köleyi kim satın alır?" demeye başlayınca o:
Ey Allah'ın Resulü! Beni iyi buluyorsun fakat Allah'a yemin olsun ben güzel değilim, der. Hz. Peygamber:
"Fakat sen Allah'ın nezdinde çirkin değilsin -yahut- sen Allah'ın nezdinde yükseksin" [379], buyurur.
Anlatılan misâller gösteriyor ki; Şaka gerçek üzerine yapılır ve karşı tarafa bir şey öğretmek gayesi göz önünde bulundurulur. Sırf muziplik ve komiklik olsun diye şaka yapılmaz. Bu insanın sahip olduğu vekari düşürür. Şaka niyetiyle değil sırf karşıdakilerini güldürmek için şaka yapanların, diğerlerinin hatırını kıracak şekilde olmaması, şaka yapıyorum derken yalan söylememesi ve kötü ifadeler kullanmaması gerekir. Her hatıra geleni söylemek, toplulukta bulunan kimsenin hususî durumlarını gözetmeyip uygunsuz kelimeleri konuşmak şaka yapanı terbiye dairesinden çıkarmış ve saptırmış olur. [380]
Hz. Ömer, "Şaka yapan kimse küçümsenir."
Muhammed b. Mukadder, annem bana:
"Çocuklarla şakalaşma, onların yanında hafife alınırsın." Said b. As oğluna:
"Büyük kimselerle şaka yapma, sana kin beslerler, aşağılık kimselerle de yapma, sana karşı cesaret sahibi olurlar."
Ömer İbn-i Abdül Aziz:
"Allah'a karşı gelmekten ve şakadan sakınınız" derler. Çünkü şaka kini doğurtur ve çirkin şeylere doğru yürütür.
Hz. Ömer bir grup insana:
"Mizahın = Şakanın neden mizah olarak adlandırıldığını biliyor musunuz" diye sorar. Onlar "hayır" derler. Bunun üzerine Hz. Ömer:
"Çünkü o sahibini hak'tan uzaklaştırıyor" [381] der.
Şöyle de söylenmiştir:
Her şey için bir tohum vardır, düşmanlığın tohumu da şakadır. Şöyle bir itiraz yürütülebilir. Hz. Peygamber arkadaşlarıyla şakalaşmıştır. O'nun yaptığından çekilmek neye? Evet onlar şakalaşıyordu. Fakat, gerçek dışı bir şey söylemiyorlardı, kalp kırmıyorlardı. Onda aşırı gitmiyor ve çok nadir yapıyorlardı. [382] Bu ölçü göz önünde bulundurulur yapılırsa, bunda bir sakınca yoktur. Ama çoğu zamanlarda yapılan şakalarda kavga görülmüştür. Şaka yoluyle yapılan vuruşmalar, cinayetle sonuçlanmıştır.
Yazılar veya karikatürler vasıtasıyla yapılan birçok şakalarda görülen terbiye dışı durumları İslâmiyet kabul etmez. Dille yapılan şakalar için ne gibi hususlar mevzubahis ise, yazıya dökülenler için de aynıdır.
Şaka niyetiyle bazı tuhaf sorular da tevcih edilir.
Sabiye:
"İblis'in hanımının ismi nedir", diye sorarlar. O da:
"Onun nikâhında şahitlik yapmadım" [383] cevabını verir.
Gaye karşıdakini küçültmemektir.
Sonra herkesin bünyesi şakayı götürmez. Şakalaşırken kişinin ruhî dünyasını bilme zarureti vardır. Yoksa iyi yapayım derken hiç beklenmedik bir sonuçla karşılaşılmış olur. Bu yüzden şair şöyle der:
Şakanın çoğu uygun karşılanmamıştır, Şakanın çoğu, düşman olmanın anahtarıdır. [384]
4- İYİ OLMAYAN TUTUMLAR
Boş Söz
"Boş sözü bırakmak İslâm'ın güzel ahlâkından biridir". [385] Öz söylenecek bir sözü, bir kelime veya bir cümle içinde belirtilmesi mümkün olan bir mes'eeyi uzatmaktır. [386] Aslında sözün en hayırlısı az olmasına rağmen, konuya delâlet edendir. Bu bakımdan bir mes'ele hakkında konuşurken, mes'eleyi aydınlatıcı ifadeleri belirtilmeli, lâf kalabalığından kaçınmalıdır. Kur'an-ı Kerîm bu hususta örnek bir yol göstermiştir. Peygamberler hayatını -ibret olsun diye- sunarken olayların temel yönünü aksettirmiş, teferruattan kaçınmıştır. "Fazla konuşmaktan sakın, o gîzli olan ayıplarını ortaya çıkarır, duran düşmanı harekete getirir" [387]
Şu hususlar "boş sözler" konusu içine girmektedir:
- Günah olan şeyleri konuşmak. Kadınların durumlarını, içki toplantılarını ve buna benzer şeyleri özenerek anlatmak.[388]
- Yersiz itiraz, boş yere mücadele.
Asıl bilginlik, kendi derecesini bilmek olduğuna göre, bir konu hakkında mütehassıs olmadan sırf iş veya göstermelik kabilinde olsun diye bir mes'elenin mütehassısına itiraz etmek doğru değildir. Herşeyin bir zamanı olduğu gibi itirazın da bir yeri vardır. İtiraz, karşısındakini küçük düşürmek gayesiyle olmaz. Anlaşılmayan hususların açıklık kazanması için yapılır. İtirazlar yerinde olmalıdır. Gereksiz itirazlar sahibini küçük mevkie düşürür. Hadis kitaplarında gereksiz itirazlara yönelmiş kimselere karşı Yüce Peygamber'in jestleri malûmdur.
III. Düşmanca mücâdele:
Bilgisizce yapılan münakaşalar düşmanlığı doğurtur. Yüce Peygamber:
"İnsanlar arasında Allah'ın en kızdığı kimseler düşmanca münakaşa edenlerdir" [389] buyuruyor. Sahabeler bir mes'eleye kafaları takıldığı zaman, onu Yüce Peygamber'e arzederler, O da mes'eleyi izah ederdi. Bu husus müslümanlar için unutulmamalıdır. Kafalara takılan bir mes'ele olunca bunu mütehassısına havale etmek en yerinde olan bir harekettir. Fikirsizce ve bilgisizce yapılan bağırışlar, bir mâna taşımaz. Sormada ayıplanacak bir husus yoktur. Hattâ Gazalî, bilgisini sormaktan çekinmemeye borçlu olduğunu beilrtmiştir.
Çoğunlukla seviyesiz tartışmalar, nahoş hâdiseler doğurtur. Konuşmaktan gaye, kendisiyle aynı yapıya sahip bir insanı incitmek değil, onunla ünsiyeti daha fazlalaştırmaktır. Konuşma Cinsiyetten ziyade, ayrılıkları doğurtuyorsa çekinmek gerekir.
[yi sözü sadaka olarak belirten [390] bir peygambere bağlı1 müslüman kendi karşısında bulunan insan, ne gibi ifadeleri kullanırsa kullansın, ateşten korunmak [391] için iyi söz söylemeyi elden bırakmamalıdır.
- Konuşmayı seci, fesahat, benzetmelerle uzatmak ve derinleştirmek: Yüce Peygamber:
"Bana en sevimsiz geleniniz ve oturum bakımdan -kıyamette- benden en uzak bulunanız çok konuşan, konuşmayı uzatan ve diline ne gelirse söyliyenlerdir" [392] buyurmuştur.
Kontrolsüz dil, iyi sonuç vermiyecek hâdiselerle burun burunadır. "Diline ne gelirse söyliyen", çok konuşan, ister istemez gerçek dışı bazı ifadeleri konuşmasının içine sokacaktır. Bu bir ölçüsüzlüğün ifadesidir. Ağız kalabalığı maharet değildir. Maharet ufuk açan, yol gösteren, duyguları terbiye eden, insanın hedef ve gayesini belirtir mahiyetteki sözlerdir.
Hz. Peygamber de çok konuşmanın yersizliğinden ve doğurduğu kötü sonuçlardan bahsetmiştir:
- a)Sustuğunda selâmettesin, konuştuğun zaman ya bu lehine veya aleyhine olur.
- b)Dilini koruyana Allah merhamet etsin.
- c)Az konuşmalısınız.
Yalancılık
Doğrulukla yalancılık, bir araya gelmez" [393]
Toplumda fertlerin birbirlerine karşı itimatlarını sarsitan ve insanların birbirlerinin sözlerine inanmamalarına sebep olan dilde çıkan gerçek dışı sözler olup münafıkin üç sıfatından [394] biridir.
Yerilmesi: Hz. Ebû Bekr, Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir hutbede "Bundan bir yıl önce burada bize karşı ayağa kalktı, önce ağladı, sonra şöyle dedi:
Yalancılıktan sakınınız, o, sapık olanlarla beraberdir ve ikisi ateştedir" [395] diye konuştu. Hz. Peygamber bir münacaatında:
"Allah'ım! kalbimi nifaktan, fercimî zinadan ve dilimi yalandan temizle" [396] buyurmuştur.
Hz. Ali "Allah'ın yanında hatânın en büyüğü yalancı dildir." Ömer b. Abdul Aziz, Velid bin Melik'e bir mes'ele konuşurken Melik:
"Yalan söyledin mi?" diye sorunca O:
"Vallahi, yalanın sahibini lekelediğini bildiğimden beri onu söylemedim" [397] cevabını verir. Kadının biri oğluna "buraya gel sana şunu vereyim" deyince Hz. Peygamber
"Şayet gelirse ona ne vereceksin"? diye sorar. O,
"Hurma" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Şayet onu vermezsen sana bir yalan yazılır" [398] buyurur.
Hadisler, bu derece yalancılığın kötü olduğunu gösteriyor. Kur'an-ı Kerîm Allah'ın indirdiği Âyetleri [399]; Kitabı [400], Peygamberleri [401], yalanlayanların uğradıkları şiddetli azabı belirttiği [402] gibi; yalancı milletleri; peygamberleri Allah'a şikâyet ettiklerini [403], Allah'a yalancılık atfedenlerin en zalim olduklarını çeşitli âyetlerle ortaya kor. Demek oluyor kir Allah'ın insanlığı kurtarmak için gönderdiği peygamberleri, onların sunduğu âyetleri inkâr da yaancılıktır. Yalancılık doğruyu eğri göstermektir. Bu durum, sosyal münasebetleri zedeler. Gerçeği gaye güden ilâhî prensipleri yalanlamak ise toplumu bir anarşiye sürükler, her yerde düzensizlik görülür.
Başkası Öldürmek İçin Yalan Söyleme
Müslüman şaka yapsa da doğruluktan şaşmaz. [404] Yüce Peygamber buyuruyor:
"Topluluğu güldürmek için yalan söyleyip anlatana yazıklar olsun, yazıklar olsun" [405]
Bu, konuşma için mevzuubahis olduğu gibi, gerçek dışı hususları yazmak ve karikatürize etmekte aynıdır. Gülüştürmek gaye değildir, fakat toplumu gerçekler üzerinde eğitmek ve ahlâklandırmak gayedir. Hayali durumlar canlandırmakta yalancılıktır. [406] Yalancılık hangi kisve içine büründürülürse büründürülsün (piyes, senaryo, roman v.s.) yalandır. Canlandırılmış gerçeğe dayalı olmayan olaylar hafızalarda yer alacak ve anlatıla, anlatıla bir gün gerçek olarak kabul edilecektir. İçte, kendini gösteren bir çok tahayyüller bizzat gerçek dışı gösterilmiş ve anlatılmış olaylardan olduğu bir vakıadır. Bu durum kişiyi saf düşünceye, arınmış bir mantıkî muhakemeye götürmüyor, muvazenesiz bir duruma sokuyor. Neticede istikrarsızlık alıp yürüyor, kişide beklenen şahsiyet bir türlü teşekkül etmiyor.
Her Duyduğunu Anlatmak:
Her söylenene inanılmaması gerektiği [407] gibi her duyulanı da anlatmamak gerekir. Yüce Peygamber:
"Kişiye her duyduğunu anlatmasıyle kazandığı günah kendisine yeter" [408] buyuruyor. Duyulan gerçekle bir ilişkisi olmayan bir durum ise, anlatmakla bir nevî yalancılık yapılmış oluyor. Bu duruma düşmemek için anlatılanı yerinde bırakıp gitmek daha uygundur. Şayet duyduğu başkalarını ilgilendiren bir husus ise, anlatmasiyle birlikte bir fitnenin meydana gelmesine sebebiyet vermiş olur. Fitne ise "öldürmekten daha şiddetlidir" [409]
Siyasette
Sırf rey avcılığı için vaadlarda bulunmak ve yalan söylemek içtimaî ahlâkı sarsar. İslâm'ın Peygamberleri va'de muhalefet edeni münafık olarak nitelediği gibi [410], kendileri için acıklı bir azap olan ve Allah'ın kendilerine bakmadığı ve konuşmadığı üç grup insandan birinin de yalancı başkan [411] olduğunu bildirmiştir. Şüphesiz toplumun üst kademelerinde bulunan kimselerde yalancılık hastalığı belirince daha az sorumluluk taşıyan alt tabaka bunu çekinmeden yapacaktır. Mademki siyaset; yapılacak işleri plânlamak ve kitleyi idare etmektir, bunu yalan üzerine kurmamak lâzımdır.
Ticarette:
"Yalancılık rızkı noksanlaştırır" [412] Bir defasında, bir koyun alış verişinde iki kişi pazarlığa girişir, biri "Vallah ben bu fiattan azına satmam" diğeri "Vallahi ben de şundan fazla ziyade etmem" diye yemin ettikleri hususun dışında bir fiatla koyunu onlardan biri satın alır. Hz. Peygamber ikisinin de günaha düştüğünü ve kefaret gerektiğini söyler. [413] Yemin eden, günah işleyen ve yalancı tüccarların kötü kimseler olduğunu bildirmiştir. [414]
Yalan Konuşmaya İzin Verilmiş Yerler
Şayet bir söz yalan da olsa, yalan daha büyük bîr faydaya erdirirse meşrudur. [415] Bu bakımdan ihtiva ettiği durum yönünden, yalan konuşmaya bazı durumlarda müsaade edilmiştir:
Harp halinde, insanların ve koca ile karının, karı ile kocanın arasını düzeltmek için söylenen sözlerin yalan olmayacağı Ümmü Gülsüm'den [416] rivayet edilen hadisten anlaşılmaktadır.
a- Harp durumu: Çarpışan iki taraf galebe çalmak yarışındadırlar. Bu uğurda her türlü vasıtaya baş vurulması, yalan haberlerin yayılması, ordunun gücü hakkında rakamların kabarık gösterilmesi ve esir düşenin yalan söylemesi meşrudur. Çünkü "harp bir hiledir." Hz. Peygamber bütün bu tatbikatı harplerinde göstermiştir. O zamanki askerî uygulama neyi gerektiriyorsa yapmıştır. [417] Bunlarda konu bakımdan şunlar dikkat çekicidir.
- Uhud savaşında casuslar kullanmış,
- Askerî gücü kabarık göstermek için ordugâhta büyük ateş yakmıştır. Harp halinde esir düşen müslümanm inancına baskı yapıldığı takdirde,[418] düşman tarafından dikte ettirilmek îstenen inancı dil ile ikrar etmenin inancı bakımından bir sakınca doğurmayacağı hususunu; mezhep imamları Hz. Peygamber'in uygulamasına bakarak belirtmişlerdir.
Passif bir savaş içinde bulunan bir müslüman ülkesi; karşı tarafı manen çöktürmek için yalan haberler neşredebilir. Çünkü aranan gaye yalandan daha önemlidir. Söz gayeye doğru götüren bir vasıtadır. Bu, her övülmüş gaye, kendisine doğru veya yalan yolla kavuşmayı mümkün kılar. Yalan haramdır. Fakat aranan doğru gayeye yalan söylemekten başka bir yolla kavuşmak mümkün değilse yalan söylemek mubahtır.
b- Kişilerin arasın: düzeltmek: Dargın iki kalp toplumun çözümleşmesi için atılmış ilk adımdır. Fertlerin aralarını bozmaları çok sebebe dayanır. Bu bakımdan yaralanmış iki kalbi bir araya getirmek için müslümana görev düşmektedir. Hz. Peygamber:
"İki müslümanın arasını düzeltmek için yalan söylemek hariç, her yalan Âdem oğluna günah yazılır" [419] buyurmuştur.
Önce kırgınlığın sebebi öğrenilir. Buna göre durum takınır. -Aracının maddî-manevî yönden tesirli güce sahip olması faydalı olur.-Zaman zaman kırgın olduğu kişinin kendisini sevdiğini, şöyle şöyle konuştuğunu,
"Hz. peygamberin savaşları- aynı sözleri karşı tarafa da- söyliyerek, yavaş yavaş katılaşmış kalpleri eritmeye çalışır. Her ikisini birbirine yatkın bir duruma getirince uygun bir yerde bir araya getirir ve Hz. Peygamber'in "bir insanın birinden bir gün küsmesi onu öldürmek gibidir" şeklinde belirttiği tehlikeden kurtarmış olur. Yanyana gelerek çözümlenemîyecek problem yoktur. Yan tesirlere kapılmadan çıkan mes'eleyi beraberce halletmek daha faydalıdır. İnsanın birbirine bakışmasında bile bir yakınlık doğar. Birbirinden uzaklaşmak o derece insanı birbirinden soğutur.
c- Karı - kocanın arasını düzeltmek:
Kırgın iki kalbin bir yuvada beraberce yaşamaya devam etmeleri bir saadet değil, bir azabtır. Günler geçilmez olur, geceler o derece korkunç gelir. Her şey yabancılaşır. Çocukların çığlığı, gürültüleri ve gülüşleri bile mânâsız olur. Ama bunun aksi olan da vardır:
Her şey bir huzur kaynağıdır. İçten bir yaşama özlemi vardır.
İşte bir çok sebeplerden dolayı aile hayatında bazı kırgınlıklar olursa, aile dostlarının karı-koca arasındaki kırgınlıkları gidermek için uğraşmaları lâzımdır. Kocaya, hanımın kendisini ne kadar sevdiğini, hanıma ise kocasının dışarıda kendisini ne kadar takdir ettiğini belirterek aradaki soğukluğun giderilmesine çalışılır. Bu zaruretlere binaen konuşma arasında gerçek dışı şeyler de konuşulursa, gaye yüce olduğundan bir mahzuru yoktur.
Dil kalbe bağlıdır. Doğru kalp iyi dille kendi hürriyetini ortaya kor. Yalancı dil bir bakıma bozuk kalbin bir tezahürüdür. [420]
Sövme
İslâm kendine uymayan kimselere bile saliklerinin sövmemesini ister:
"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki; onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik; sonra dönüşleri Rablerînedir. O işlediklerini haber verir" [421]
Allah'tan başka bir varlığa tapanlar putperestlerdir. Demek oluyor ki; bir insanın içinde taşıdığı inanca -bu inanç eğri de olsa -sövmek İslâm'ın ruhuna aykırıdır. Bu bakımdan müslüman, kendi dışındaki camiaların taşıdıkları mukaddes duygulara hürmetli olacak, onların merasimlerini hafife almıyacak ve onların sembollerine hakaret etmiyecektir.
Yanlış bir terbiyenin doğurttuğu bir sonuç olarak bugünkü toplum hayatımızın günlük yaşayışında sövgüsüz bir gün düşünülemez. Kitle adeta kendi içlerini doldurmuş kinlerin ateşini sövmekle dışarıya aksettiriyor ve böylece rahatlamaya çalışıyor. Sövüşmenin doğurttuğu hâdiselerin sonucu gayet korkunçtur. Cinayet ve yaralama hâdiselerinin birçoğu onun sebebiyle olur. Bırakınız başkasının mukaddes inançlarına sövmemeyi, içinde yaşadığı toplumun (müslümanların) mukaddes inançlarına hiç önem vermeden gayet rahat bir şekilde sövmeye hedef yapanlar çoktur. Sövme:
1- Bizzat şahsa (namus, iffet ve haysiyetine).
2- Mukaddes duygularına.
Bu sebepten müslümanlar, yakışık almayan sözleri, kendi dinlerinin dışında kalanlar için sarfetmekten kaçınmalıdırlar. Şöyle düşünmek gerekir:
Sövmenin ve hakaret etmenin mezardakilerine bir tesiri olur mu? Yüce Peygamber'ki:
Bütün gayeleri yeni yeni filizlenmekte olan İslâm fideliğini ortadan kaldırmak gayesiyle savaşa girişen kimselerin ölülerine bile hakaret etmekten arkadaşlarının kaçınmalarını istiyor. Öyle ise küfür vadisinde onlardan daha azgın olmayan -isterse azgın olsun- kimselerin ölülerine sövmenin bir faydası yoktur. Böyle bir durum İslâm edebinin dışında kalır.
Müslümana sövmek:
Müslümana sövmek çok korkunç bir durumdur. Hz. Peygamber buna işaretle
"Mü'mini öldürmek küfürdür, ona sövmek fasıkhktırı" [422] buyurmuştur.
Anne ve babaya sövmek:
Başkasının anne ve babasına şovenler çoktur, fakat bunlar şunun farkında değillerdir:
Kişi birinin anne ve babasına söver, o da onunkine söver. Böylece anne ve babasına sövmüş ve sövdürmüş olur.[423]
Ölülere:
Ölüler, dirilerden ayrı başka bir âlemde yaşıyorlar, yâni artık onlar dünyadakilerine ne lehte ve ne de aleyhte herhangi bir işin içinde olamazlar. Onlar manevî yönden dünyadakilere muhtaçtırlar, o halde onlara karşı kinle ve kızgınlıkla sövmenin bir mânası yoktur. Bunun için Hz. Peygamber "ölülere sövmeyiniz" [424] buyurmuştur.
Bu genel yasak içine gayrî müslimlerîn ölüleri de dahildir. Söylenilen şeyler onlarla bir şey yapmaz, yalnız yaşıyanlara eziyet vermiş olur.
Vücut organlarına:
Organlar insan yapısını meydana getirirler. Her birinin ayrı ayrı görevleri vardır, fakat insanoğlu bunlara da sövmekten geri kalmaz. Müslüman, böyle bir sövmeye yönelirken şu fetvayı unutmamalıdır. Necmeddin Buhâri diyor ki;
"Bizim zamanımızda ağza, burna, îmana ve bu gibi şeylere sövenin nikâhı kalmadığını, bunun küfür olacağı şeklînde fetva verilmiştir" [425]
Rüzgâra:
Rüzgârı Allah, rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderir. [426] Onun esişi, fırtına haline dönüşü, toz toprağı yerden kaldırışı bütün bunlar gerideki müjdenin ilk tezahürleridir, fakat insan acelecidir [427] ve bilgisizdir. [428] Hemen ilk gördüğüne göre değer verir. Rüzgârların hareket halindeki tabiatla, ne kadar önemli bir işe sahip olduğunu modern ilimler gayet iyi açıklamaktadırlar. Böyle rahmet ve müjde yüklü Allah'ın nimetine sövmek bir müslümana yaraşmaz. Yüce Resul:
"Rüzgâra sövmeyiniz. Hoşunuza gitmeyecek bîr şey gördüğünüz zaman hemen: Allah'sın! biz bu rüzgârın taşıdığı ve onun yapması için emrettiğin şeyin iyi olmasını senden istiyoruz, bu rüzgârın kendisinde bulunan ve kendisine emrettiğin şeyin kötülüğünden sana sığınırız deyiniz" [429]
"Çünkü rüzgâr Allah'ın varettiği şeylerden biridir, ya rahmet veya azab getirir. Onu gördüğünüz zaman ona sövmeyiniz. Onun hayırlı olmasını Allah'tan isteyiniz, şerrinden Allah'a sığınınız" [430] buyuruyor.
Hayvanlara:
Bunlar insanın faydasına Allah tarafından sunulmuş en büyük nimetlerdir. [431] İnsanoğlu bunları çeşitli işlerinde kullanıyor ve gıdalanıyor. [432] Bütün bunlara rağmen nimeti inkâr şeklinde yorumlanabilecek sövmeyi onlara da yöneltmek kendi menfaatini baltalamaktır. Her hayvan bir hizmet için yaratılmıştır. Horoz da bu hayvanlardan biridir. Fakat bunun ayrı bir hususiyeti vardır. İnsanoğlu uyurken horoz ona sabahın geldiğini, yatma zamanının geçtiğini, yeni bir günün başladığı ve bu yeni güne kavuşturan Allah'a ibadet etmek gerektiğini kendine has ötüşüyle bildirir. Bu durum bazılarının canını sıkabilir. Hz. Peygamber bunu göz önünde bulundurarak horoza sövmeyi yasaklamış [433] ve "Horoza sövmeyin, çünkü o namaz için uyandırıyor" [434] buyurmuştur.
Zamana:
Kişi zaman içinde geçen hâdiselere baktığında hoşuna gitmeyen bazı durumlarla karşılaşırsa içinde yaşadığı ana söver veya lanet eder. Böylece daralan içini bu şekilde rahatlandırmaya çalışır. Halbuki Cenâb-ı Allah kutsî hadiste şunu bildirmiş:
1- "Âdemoğlu zamana sövüyor. Ben zamanın yaradanıyım. Gece gündüzün var olması, devamlılığı ve kalışı elimdedir.[435]
2- "Âdemoğlu zamana sövmekle bana eziyet vermiş oluyor. Halbuki zamanı yaradan benim." [436]
Zamana söven Allah'a sövmüş olur. Çünkü zaman O'nun bir fi'linin neticesidir. Kişinin fiiline söven bizzat şahsa sövmüştür. Çünkü fiilin güzelliği ve çirkinliği yapanına aittir. [437]
3- Allah buyuruyor:
"Sizden biriniz asia 'ey ümitsiz zaman' demesin. Çünkü zamanı yaratan benim. Onun gece ve gündüzünü dönderiyorum. Dilediğim zaman ikisini yok ederim" [438]
İzin verilmiş olan sövme şekli:
Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sîzden bîriniz arkadaşına sövecek olursa, ona iftira etmesin, annesine babasına, milletine sövmesin. Fakat sövme ihtiyacını duyuyorsa o zaman: Sen cimrisin, yahut, korkaksın, yalancısın, yaramazsın desin" [439]
Görülüyor ki; bu sövmeden ziyade onun sahip olduğu sıfatları söylemesidir.
Söven ne yapmalı:
Şayet söven din, îman, kitab, peygamber gibi kutsî şeylere sövmüşse tevbe etmelidir, nasıl yanlış bir yolda olduğunu düşünüp pişman olmalıdır. Bir kişinin ırz ve namusuna, yahut herhangi bir şeyine sövmüşse ondan özür dilemeli ve hatasını itiraftan çekinmemelidir.
Müslümana kâfir demek:
İmanlı kimseyi; imansızlığın sıfatı olan kâfirlikle nitelendirmek çok yanlış bir harekettir. Bu bakımdan Hz. Peygamber "Bir kimseyi kâfirlikle çağıran, yahut öyle olmadığı halde Allah'ın düşmanı derse o deyiş kendi aleyhine döner" [440]
"Herhangi bir kimse kardeşine "ey kâfir" derse muhakkak ikisinden bîri o küfür kelimesiyle döner, şayet dediği gibiyse, yok değilse o kelime kendisine döner. [441]
Hayvanına:
Şu fetva nazar-ı itibare alınmalıdır:
Bir kimse kendi atına "ya kâfir atı yahut kâfirin malı" derse eğer at kendi yanında doğup büyümüşse kendini kâfir yapmış olur, yoksa olmaz. [442]
İki Şekilde Konuşma
Bulunduğu her topluluğa iyi görünmek için iki türlü konuşanlar vardır. Yahut birbirine düşman olan iki kişiye onlara uygun olacak şekilde konuşan kimseler de iki yüzlü (münafık) kimselerdir. Hak her grubun yanında aynıdır. Bu dünyada iki yüzlü olanın kıyamet gününde ateşten iki dili olacağını [443] Hz. Peygamber bildirerek iki yönlü konuşmanın iğrenç durumuna dikkati çekmiş oluyor. İki yüzlülük, koğuculuktan daha şiddetlidir. Çünkü koğucu bir yerden bîr lâfı alır, getirip birine yetiştiriyor, halbuki her birinin yanında ayrı ayrı konuşan kimse, iki tarafı kötülüğe nakletmiştir. Meselâ:
İki düşmandan her birine "Size va'dedeceiğm" diye söz veren kimse her iki tarafa da zararı ileterek onları birbirine düşürmeye vasıta olur.
Aldatmacı bir politik eğilime sahip olan devletler bu tip hareketlerin en iyi örneklerini veriyorlar. Birbirine girmiş iki devletin her birinin yanında olduklarını görüşmelerde belirtmelerine rağmen işin neticesinde bunun bir politik manevra olduğu kesin bir şekilde kendini gösteriyor. Partizancılık bunun en belirli örneğidir. Binanaleyh müslüman hangi safta olursa olsun onun elinde gerçek üzerine hareket etme ölçüsü vardır. Ve bundan şaşmamalıdır.
Lanet
"İnanan yermez ve iânet etmez" [444]
Kelime olarak, sövmek, hayırdan uzaklaştırmak, kovmak manasınadır [445] Cenâb-ı Allah bu kelimeyi kâfirler [446], bozguncular [447], yalancılar [448], namuslu kadınlara iftira atanlar [449] hakkında kullanmıştır.
Saf dışı bıraktığı bu gruplar aslında toplumun temel hayatını sarsan kimselerdir. Bunlara dikkati çekmek ve bu hüviyette olanların Allah nezdindeki değersizliğini müslümanlara belirtmek için Hz. Allah bu kelimeyi çokça kullanmıştır. Allah'ın diliyle lanetlenen şu yukarıdaki sınıflar her dem kendi hemcinsleri tarafından da aynı şeyle karşılaşıyorlar. Hakkın varlığını inkâra kalkışan bizatihî toplumun etrafında toplanıp bir birlik halini almasını doğurtan varlığa karşı durmuş oluyor. Birleşme, bir temel esası kabullenmeye bağlıdır. Bu bakımdan Allah'ın vahdetine uzanan her inkarcı dil, aynı zamanda toplumun vahdetine de dil uzatmıştır. Allah kendi hukuku için değil, kendi kullarının hukukuna tecavüz eden bu gibi kimseleri toplumunnezdinde yermek için bu ifadeyi buyurmuşlardır. Diğer lânetliler grubu içine giren kimselerin İslâm bakımından aşağıdaki konularda etraflıca anlatılacağı için bu hususa değinmiyeceğiz.
Fakat Allah'ın kullandığı bu ifadeyi mü'minlerin de kullanmasına cevaz var mı? Bu hususun kaynaklardan iktibas edilmesi faydalı olur.
Gerek hayvana, yahut cansız varlıklara ve insanlara lanet etmek kötülenmiştir. [450] Hz. Peygamber
"Mü'min lanet etmez" [451]
"Allah'ın lânetiyle lânetleşmeyiniz" buyurmuş, deve üzerinde Hz. Peygamberle beraber yürüyen biri devesine lanet edince "Allah'ın kulu! lanetlenmiş deve île bizimle yürüme" [452] buyurarak bu işi şiddetli bir şekilde yermiştir. Lanet kovmaktan ve Allah'tan uzaklaştırmaktan ibarettir.
Bu da doğru değildir. Yalnız küfür ve zulümden vazgeçmeyen ve bununla nitelenen kimselere karş "Allah'ın laneti zalimlere ve inkarcılara olsun" kabilinden söylenebilir. Yalnız bunu kullanırken çok çekinmek gerekir. Kötü tutumları iyice sabit olmamış insanlar hakkında bunu kullanmaktan çekinmek gerekir. Laneti gerektiren üç sıfat vardır; inkâr, fasıklık ve bid'at. Bunların her birinde üç sıfat vardır:
a- Genel bir sıfatla lanet: "Allah'ın laneti inkarcılar, dinden olmayanı uyduranlar (Bid'atçı) ve fasiklara olsun".
b- Belli bir gruba: "Allah'ın laneti zalim ve gayri meşru yollara tevessül edenlere olsun".
c- Belirli bir kişiye: "Allah'ın lâneti kâfir - yahut fasile veya bîd'atçı olan filân kimseye olsun" gibi. Yalnız bu çok tehlikelidir. En doğrusu bu hususta şunu göz önünde bulundurmak gerekir:
İslâm bakımından lanete uğradığı sabit olan kimseye lanet etmek uygundur. Meselâ:
"Allah, Firavun'a yahut Ebû Cehle lanet etsin". Çünkü bunların inkâr üzerine öldükleri sabittir ve şeriat bunu bildirmiştir. Fakat zamanımızda yaşayan bir kimseye "Yahudi olduğundan Allah ona lanet etsin" şeklinde bir lanet tehlikelidir. Olabilir ki ölüme yakın zamanlarda müslüman olur, o zaman onun durumuna nasıl lanetlenmiş olarak hükmedilir. Şöyle bir itiraz ileriye sürülebilir:
"Müslüman sağlığında dinden dönmesi tasavvurda olunsa 'Allah ona merhamet etsin' şeklinde niyazda bulunulduğu gibi neden kâfir olarak yaşıyan kimseye o durumda lanet edilmesin?" Şunu bilmek gerekir ki;
"Allah ona merhamet etsin" sözümüz yâni Allah rahmet ve itaatin sebebi olan İslâm üzerine onu durdursun anlamındadır. Fakat; "Allah inkarcıyı lanetine sebep olan o vasıf üzerinde bıraksın" denilmesi mümkün değildir.[453]
"Küfür üzerine ölürse Allah'ın laneti ona olsun, İslâm olarak ölürse Allah ona lanet etmesin" şeklindeki lanet her ne kadar doğru ise de laneti terketmekte bir tehlike yoktur. [454] Fakat lanette bîr tehlike vardır. Gözler durumlara göre değişik durumlar aldıklarından, gözlerin ilk görüşüne dayanarak lanet etmek tehlikelidir. Yalnız Hz. Peygamber tarafından belirli kimse ve gruplara yaptığı laneti yapmakta bir sakınca yoktur. Bi'ri Maune'de sahabeleri şehit düşüren kimselere otuz gün ardı ardına sabah namazından sonra lanet etmişse de, Buhari ve Müslim'in Enes (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre:
"Allah'ın onların tövbelerini kabul veya onlara azab etmesi işiyle senin bir ilişkin yoktur. Çünkü onlar zalimdir"[455]
Âyeti kerîmesi gelince bırakmıştır. İslâm'ın yasakladığı bir fi'li yapana da lanet etmemenin gerektiğini kaynaklar belirtmektedir. Şarap içen Nu'man isminde birine, müslümanlar Iânet edince "O Allah ve Resulünü seviyor. Kardeşinizin aleyhine şeytanın yardımcısı olmayınız" [456] şeklinde Hz. Peygamber buyurmuştur. Kısacası kişilere yapılan lanette büyük tehlike olduğundan sakınılması icabeder. Yalnız İblise yapılan lanette bu durum mevzu bahis değildir. Gazali:
"Hz, Hüseyin'in katili yahut onun öldürülmesini emrettiğinden Yezid'e lanet etmek caiz olur mu" denilse, "Biz, laneti bir tarafa atalım. Onun öldürüldüğünü veya öldürülmesini emrettiğini söylemek uygun düşmez. Bu aslında ispat edilmiş değildir. Bu bakımdan gerçeği ortaya sermeden bir müslümana büyük bir suç nisbet etmek uygun olmaz. Yalnız tevatüren sabit olduğundan, İbn-i Mülcem'in Hz. Alî'yi ve Ebû Lü'lüe'nîn Hz. Ömer (r.a.) öldürdüklerini söylemek caizdir" [457] diyor.
Hz. Peygamber sosyal hayatta pek lakayt olanları lânetlemiştir. Bu hususta şöyle bir hadis vardır: Amir b. Vaile şöyle diyor:
"Ben Ali b. Ebû Talib (Hz. Alî)'nin yanında idim. Yanıma biri gelerek sordu:
'Hz. Peygamberin sana verdiği sır nedir?'. Hz. Ali bu sözü duyunca kızdı ve şu dört ifadenin dışında Peygamber (s.a.v.)'ın insanlardan gizlediği şeyi bana sır olarak vermemiştir" dedi. Adam:
'Ey mü'minlerin emiri! Onlar nelerdir?' diye sorunca, O şöyle dedi:
"Allah; anne ve babasına lanet edene, suçluyu şer'i cezadan himaye edene, Allah'tan başkası namına boğazlayana ve tarlanın sınırlarını dedeğiştirenlere Iânet etmiştir". [458]
Allanın bu sınıfa girenlere Iânet etmesi işledikleri büyük suçlardan dolayıdır.
a- Kişinin varlığına ikinci sebep olan anne, babanın fedakârlığına karşı yapılacak iş Iânet olması, elbette kullarına indirdiği kitabında "Onlara öf bile deme" buyuran Hz. Allah lânetliyecektir.
b- Bir suçluyu himaye, ikinci bir suçtur.
Cezanın pençesinden kaçırmak toplumda kötü fiillerin yayılmasına sebep olmaktır. Allah, toplumun huzurunu hiçe sayan bir mücrime biçtiği cezayı bir diğeri bundan uzaklaştırmaya uğraştığı için Iânet etmiştir.
c- Mutlak vahdet inancı herşeyde onu göstermeye bağlıdır. Başkasını anarak (eskiden putları zikrederlerdi) yapılan kesme olayı, emre verilen o nimete bir hakarettir.
d- Mülkiyet meşrudur. Tarla sınırları bir hakkın çerçevesidir. Bunu bozup toprağına karıştırmak hırsızlıktır. İslâm dininde ise bu kabil fiillerin ne kadar yerildiği malûmdur.
Hz. Peygamber bir diğer hadiste şöyle buyurmuştur:
"Her kim başkasına ait araziden bir karış alırsa o arazi parçası yedi kat yere kadar bu zalimin boynuna takılır"[459]
Anne ve babaya Iânet etmek iki şekilde olur:
1- Doğrudan doğruya (Bizzat Iânet lâfzını kullanmak suretiyle)
2- Dolaylı olarak: Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Günahların en büyüğü anne-babaya Iânet etmektir."
"Ey Allah'ın Resulü! Bir kimse anne ve babasına nasıl lanet eder?
"Kişi diğer bir kimsenin babasına söver, o da buna karşılık, onun babasına söver, o onun annesine, diğeri de onun annesine söver." [460]
Demek oluyor ki insanoğlu farkında olmadan karşılıklı sövüşmekle anne ve babasına lanet yağdırıyor, o da bundan dolayı Allah'ın lanetine uğruyor.
Hz. Peygamberden tavsiye isteyen birine, O (s.a.v.):
"Asla lanet etmemeyi tavsiye eder" [461], mü'mine lanet etmek onu öldürmek gibidir.[462]
Ferdin işlediği suç başkasına da zararı dokunuyorsa lanet edilmiştir. Hz. Peygamber faiz verene, bu işleme şahit olana ve anlaşmayı yazana lanet etmiştir. Taberani'nin İbn-i Mesud'dan rivayet ettiğine göre:
"Şayet şahit ve kâtip onun faiz olduğunu bilirse" [463] şartını ilâve etmiştir. Görülüyor ki; burada laneti gerektiren faktör, toplum içinde parayı bir yatırım sahasına intikal ettirmeden ve yorulmadan kolay kazanç yolu olan ve tek taraflı menfaata dayanan faiz işlemi hakkındadır. Kaynakların bildirdiğini özetleyecek olursk:
Hiç sebep yokken lanet edilmez. Hattâ muayyen bîr kâfire lanet etmekte yasaktır. [464] İnkarcı ve zalim topluluğa İbn-i Teymiye'ye göre:
Namazı terk edenlerin hepsine lanet edilebilir, fakat terkeden birine yapılmaz. Çünkü olabilir ki tevbe eder. [465]
Hülâsa, kişi lânet etmediği için Allah huzurunda sorguya çekilmez ama, lanet ettiği için çekilebilir. [466] Bu bakımdan lanetten çekinmesi menfaatınadir.
Alay Etmek
"Ey insanlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler"[467]
Âyet-i kerîmenin bu beyanında iki gurubun yaptığı olay kınanmıştır,
a- Erkeğin erkekle
b- Kadının kadınla
Alay: İşte, sözde, işaret ve ima ile olur. Bu durumlar alay edilenin gözleri önünde cereyan ettiğinden gıybet olarak adlandırılmamıştır. [468] Toplum hayatında ilişkinin kurulması, samimiyetledir. Hz. Peygamber de
"Allah şeklinize ve mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize bakar" [469] buyurmuşlardır.
Bir kadının veya erkeğin, bedenindeki bir eksiklik, yahut yaratılıştaki bîr âfet, yahut maldaki fakirlikten dolayı bir insanı alaya alması uygun olur mu? [470]
Anlatıldığına göre, Abdullah b. Mes'ud'un zayıfça olan baldırı bir defasında açılır. Oradaki insanlar da onu görür görmez gülerler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
"Onun ince baldırlarından dolayı mı gülüyorsunuz? Nefsimin yed-i kudretinde bulunduğu Allah'a yemin ederim ki, âhiret tartısında o iki baldır Uhud dağından daha ağırdır" [471] buyurarak onların alaylarının yersizliğini yüzlerine vurur.
Takdirin bir cilvesi olarak insanlar çok değişiktir. Renk, konuşma, yapı, görünüş v.s. bütün bunlarda bir hikmet vardır.
Yüzlerinin içinde bir çıkıntı et parçası olan burun, yaradılışın bir icabı olarak normalin üstünde, ses ince veya pek kalın, boy, uzun veya çok kısa, gözün birinde bir aksaklık, ayakta topallık, elde de sakatlık olabilir. Bütün bunlarda anormal bir durum yoktur. Yaradan böyle yaratmıştır. Hoş karşılanmayan bir şeyde, insanlar tarafından anlaşılmayan pek iyi şeyler vardır.
İnsan yaptığı bir eserin alay konusu olmasına tahammül etmezken, yaradanın yarattığına alaylı bakışlarla bakılması el-gözle işaret edilmesi ona karşı işlenmiş bir hata olmaz mı? Aslında bu gibi durumları bulunanlara daha fazla eğilmeli, yoksun olduğu şeyi kendisine aratmamalı ve kalbini kırmamaya çalışmalıdır.
Kötü bir alışkanlık eseri olarak yapısında bir aksaklık bulunan kimseye adıyla hitap edilmez. Zaman gelir, adı bile unutulacak duruma gelir. Bu kabil davranışlardan müslüman uzak bulunmalıdır, müslüman bilir ki:
Yaradılan her insanın Allah indinde bir değeri vardır. Onunla alay etmek Allah ile alay etmektir.
Sırıtkan bakışlarla, bir eseri süzüp, alay eden aslında eserle alay etmiyor, onun yapımını üzerine alanla alay ediyor. İnsan ise en büyük eserdîr. Görünüşte küçük bir et yığınıdır. Fakat dünyada Allah'ın halifesidir. [472]
O, alaydan ziyade hürmete lâyıktır.
İnançla Alay
Kur'an-ı Kerîm, inançla alay eden, insanlarla alay eden ve bizzat doğru inancı alaya alan kimselerin durumlarından bahseder. Kendi eğilimlerinde bulunan kimselerle bir araya geldikleri zaman onlarla birlik olduklarını, müslümanlarla alay ettiklerini [473], âyetleri duydukları zaman, onları kabullenmediklerini ve alaya aldıklarını [474], halbuki tam aksine olarak onların bu davranışına karşı Allah'ın alay ettiğini [475], ve kendisinin kâfi geleceğini [476] belirtir. Ve onların durumlarını şöyle anlatır:
"Suçlular şüphesiz inanmış olanlara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardı. Taraftarlarına vardıklarında bununla eğlenirlerdi. İnananları gördükleri zaman: doğrusu bunlar sapık olanlardır; derlerdi" [477]
İnanç mukaddestir. Alay konusu olmayacak kadar yücedir. Hz. Peygamber'in kendisiyle alay edenlere karşılık olarak onların inançlarıyla alay ettiği görülmemiştir. Müslümanla beraber yaşayan gayri müslimler inanç hürriyetine sahiptirler. İbadet sembolleriyle, âyin yerleriyle alay edilmez. Alay etmek onlara eziyet etmektir.
Kibirlenme = Büyüklenme
Kibir büyüklenme kendisinde, ilim, mevkî ve doğruluk hususunda gördüğü üstünlüğü başkasından üstün görmektir. Allah'ın kızgınlığını, insanların hoşnutsuzluğunu gerektirdiği için, sahibini felâkete götüren kalbî bir hastalıktır.[478]
Verilişi: Kur'an-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in birçok hadislerinde bu hastalığın yerildiği görülür.
"Meleklere, Âdeme secde edin" demiştik. "İblis müstesna hepsi secde ettiler, O kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu" [479]
Dikkat edilecek olursa burada büyüklük taslama inkâra götürmektedir.
"Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden yüz çevireceğim- Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar, doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler..." [480]
Böbürlenenlerin gözleri yalnız kendilerini gördüğü için, onlar yalnız kendilerine doğru çekilirler. Bu yüzden hep kendileri vardır. Doğruluk kendilerine aittir, gerçek onların elleri altındaki ifadedir. Bu yüzden
"Allah büyüklük taslayanları sevmez" [481] Bunlar
"Kendi kendilerine büyüklenmîşler, azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir" [482]
Hz. Peygamber ise birçok ifadelerinde bu noktaya temas etmiş ve müslümanların bundan çekinmelerini istemiştir:
1- "Size cehenneme girecek olanları haber vereyim: İnsafsız, cimri ve büyüklük taslayanlardır." [483]
2- Hz. Peygamber şöyle dedi: Hz. Allah şöyle buyurdu:
"Büyüklük ve azamet örtümdür. Bu bakımdan bunlardan biriyle kim bana nizaa kalkışırsa, onu ateşe atarım" [484]
Büyüklük Allah'a ait bir sıfattır. Bunu anlamayan kulluk derecesini bir tarafa atmış olur. İbn-i Asakir şöyle demiştir: Büyüklük taslamadan sakınınız. Zira İblis'i Hz. Âdem'e secde etmemeye sevkeden büyüklük taslamaktır. Hırstan da korununuz. Çünkü ağaçtan yemeye Hz. Âdemi yöneten hırstır. Hasedden de sakınınız: Hz. Âdem'in iki oğlundan biri, kardeşini hasedden dolayı öldürdü.[485]
3- "Kalbinde zerre kadar büyüklük taslama olan kimse cennete giremez." (Bunun üzerine biri şöyle der) :
"Ey Allah'ın Resulü! Kişi elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını istiyor.
"Allah güzeldir, güzel olanı sever. Büyüklenme; hakkı inkâr, ve onları küçük görmektir. [486]
4- Üç kimse vardır ki, Allah onlarla kıyamet günü konuşmaz, ve onları günahlarından arıtmaz. Onlara elem verici azap vardır: Zina yapan ihtiyar, yalancı idareci ve büyüklük taslayan fakir.[487]
Derece Bakımından Büyüklenmenîn Aldığı Durum
İçteki büyüklenme, dışta kendini gösterir. Dış, iç bünyenin isteklerini böylece ortaya sermiş olur. Toplum arasında geçmeden önce içte bir ses kişinin hareketine tesir eder, o da ona kapılarak yürüyüşündü, bakışında, yere basışında, giyiniş ve konuşmasında bunu yansıtır.
Bu büyüklük taslama belirtileri şu şekillerde şahıslar üzerinde görülür.
1- Kendisiyle eşit seviyede bulunan kimselere bir toplantıda bulunduğu zaman, haksız bir şekilde, onlardan kendisini büyük görmek.
2- Yolda hiç bîr sebep yokken arkadaşlarının önünde yürümek.
3- Başkasını hafife almak için yan gözle onlara bakmak,
4- Arkadaşlardan yüz çevirmek.
5- Yakınlarına ve dostlarına karşı büyüklenmek gayesiyle bir tarafına yönelmek.
6- Topluluk ayakta iken oturmak.
7- Yaya yürüyenler arasında zaruret olmadığı halde büyüklenmek kasdıyla vasıtaya binmek.
8- Cami ve diğer yerlere giderken arkada hizmetçi bulundurmak (Hz. Peygamber halkın arasında yürürdü).
9- Yapabileceği işi başkasına gördürmek.
10- Evi için taşıyabileceği erzağı ve eşyayı bizzat kendisinin taşımaması. Hz. Ali: "Ailesi için bir şey taşıyan kimsenin kemâline bir noksanlık gelmez" demiştir.
11- Her işte kızgınlık eseri göstermek.
12- Münakaşa ve münazarada karşı tarafın isabetli teşhisiyle kederlenmek.
Yalnız bu noktada çok aşırı hareket etmemek gerekir. Meselâ: Yolda ve toplantılarda bir âlimin bir cahili öne geçirmesi uygun olmaz, zira ilmin vakarını korumak şarttır. Hz. Peygamber,
"Büyüklük taslayana karşı, büyüklük sadakadır" [488] buyruğu da kibirli kimselere karşı eğilmenin doğru olmadığını, aksine bunlara karşı aynı şekilde karşılık vermenin zaruret olduğuna işaret etmiştir.
Büyüklenme Üç Kısımdır
1- Cehalet ve azgınlıktan ötürü bazı kulların kendilerini Allah'tan büyük görmeleri. Meselâ: Kur'an-ı Kerîm'in belirttiğine göre Firavn kendi topluluğuna:
"Sîzin en yüce Rabbiniz benim" [489] demiştir. İbadeti hiçe saymak, buna ihtiyaç görmemekte bir çeşit büyüklük taslamaktır.
"Onlara Rahman'a secdeye varın dendiği zaman, Rahman da nedir? Yâ Muhammed, emrettiğine mî secdeye varacağız, derler" [490]
2- Peygamber'e karşı, O'nun buyruklarını küçümsemek, O'nu alelade biri olarak görmek, prensiplerini hafife almak. Kur'an-ı Kerîm bu gibi kimselerin ifadelerini nakleder. Kureyş Hz. Peygamber'in yanında bulunanlara işaret ederek "biz nasıl senin ve yanındakilerin yanında otururuz" diyerek küçük görürler. Hz. Allah ise:
"Sabah, akşam Rablerinin rızasını isteyerek, O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur" [491] buyurur.
3- Etrafında bulunan insanları küçük görüp, kendini büyük görmek. Bu da iki noktadan önemlidir:
a- Kul acz içinde çırpınır ve hiçbir şeye gücü yetmezken, kalkıp diğerlerine karşı kibirlenirse, büyüklük hakkı olan Allah'a karşı nizaa tutunmuş olur.
b- Allah'ın emirlerine aykırı hareket etmeye çağıran kibrin rezaleti, kulu büyüklendirir. Meselâ: Bir kuldan Allah'ın emrini duyduğu zaman ondan çekinir. [492]
Büyüklenmeye İten Faktörler:
İnsan kendisinden bir üstünlük görmeden büyüklük taslaması düşünülemez. Bu da iki noktadan meydana gelir:
- Dinî: İlim ve amel.
- Dünyevî: Soy, güzellik, güç, mal, yardımcıların çokluğu.
1- İlim: Bir şeyi bilmek kendisine bir pay vermek için olmayıp, bilmeyene yolunu öğretmek içindir. İlim, bir aydınlık kapı olduğuna göre, onun için de gerçeğe doğru yürüyen bilgin herkesten daha çok farksız, mütevazi bir hayat yaşaması gerekir. Fakat bütün bunlar bir tarafa atılır. Kul bilgisiyle ne oldum delisi olursa, kişinin sahip olduğu ilim kendisini yıkmış olur. Bilgin, bu yüzden toplum içinde daima güleryüzlü, selâm veren, selâmı kabul eden davete icabet eden, musafaha yapan biri olmalıdır.
Denilecek ki, bazı bilginler ilminden dolayı gururlanır ve büyüklük tasarlar: Bu iki sebeptendir:
a- İlim adı altında meşgul olduğu şey gerçek ilim değildir. Zira gerçek ilim adamı, gerçeğe nüfuz eden, Allah'ın kudret ve kuvveti karşısında olduğu ilmin bir hiçten ibaret olduğunu anlayandır, böbürlenmez büyüklük taslamaz, fakat o yüce kudreti kavradığı için eğilir, tevazuyu elden bırakmaz. Kur'an-ı Kerîm bunlara işaretle: "İlimde derinleşmiş olanlar O'na inandık, hepsi Rabbîmizin katındadır, derler". [493]
Demek oluyor ki, kabukta kalmamış, fakat hâdiselerin derinliğine nüfuz etmiş bilgin, gördüğü harikulâda plân ve ölçü hakkında böyle bir itirafa doğru gider. Böylesi başkalarını basit görmez.
b- Nefsini terbiye edecek bir şeyle uğraşmamış, yalnız mücerret formülleri ve klişeleri ezberlemekle yetinmiş kimse, özünde bu kiri atmadığı için o ilmi kalbinde misafir etmiş fakat pisliği oradan atmamıştır. Bu bakımdan ilim merdiveninde tırmanışında gurur da onunla beraber tırmanacak, ilmi payenin artışı, kibrin ateşiyle beraber büyüyecektir. Bu ahenksizlik içindeki kalp her türlü kötülüğü yapmaya müsaittir. Birşey taleb eden istekliye karşı, haşin çehre takınır. Hizmetten ziyade koparacağı parayı düşünür.
2- İş ve ibadet: Üstünlük ve büyüklük taslamadan uzak kalamaz. İbadetin ve işin gerçek hüviyetini kavramamış olanlar gerek din ve gerekse din işlerinde kendilerini ziyaret etmenin başkalarını ziyaret etmekten daha iyi olacağı görüşündedirler. Din noktasında böyleleri bütün insanların helâkta olduklarını kendilerinin ise kurtuldukları anlayışını taşırlar. Halbuki tetkik edilirse gerçekte helâkta olanlar bu görüş içinde bulunanlar olduğu görülür. Bunun için Hz. Peygamber:
"Birinin insanların helak içinde olduğunu söylediğini duyduğunuz zaman aslında böyle biri onlar içinde en helâkta olandır" [494] buyurmuştur.
Böyle biri kendisini emin görür, böbürlenir, korkuyu bir tarafa atar. Başkasını küçük gördüğü için bu kötülük kendisine yeterlidir. Nitekim: Hazret-i Peygamber
"Kişiye, müslüman kardeşini küçük görmesi kötülük olarak yeter" [495] buyuruyor. Kendisinin kurtulduğunu gören kimse, toplulukta kendini yüce görmeye başlar, karşı tarafı küçümser, onlara bir değer vermez. Arınıp, günahtan kurtulduğu zehebına tutunur. Hem kendist ni ve hem de etrafındakilerini saptırır.
Büyüklenme, Bilginde Üç Şekilde Görülür:
a- Büyüklenme kalbine yerleşmiş; kendisini başkasından üstün görür. Yalnız başkasında kendisinden üstün bir taraf gördüğü zaman çalışır ve gayret gösterir.
b- Büyüklenmeyi, işlerinde topluluklarda göstermek, aynı seviyede bulunanların önüne geçmek, insanlara karşı dudak bükmek.
c- Dilinde göstermek. Yeri gelsin veya gelmesin göstermelik kabilinde şu kadar çalıştığını, şunu yaptığını anlatmak.
3- Soyla: Soyla övünmek de kibirliliktir. Çoğu insanlar ailelerinde isim yapmış olan kimselerin gölgesine sığınarak düşük şahsiyetlerini bunlarla tamir etmeye uğraşırlar. Bunu bazan da ağızlarında taşırlar:
"Siz kim oluyorsunuz, ben filânın çocuğuyum, ben filân soyda; yahut ırktayım." Ebû Zer anlatıyor:
"Ben Hazret-i Peygamber'in yanında bulunan biriyle münakaşa ettim ve ona, ey siyahın oğlu dedim." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:
"Beyazın siyaha üstünlüğü yoktur" dedi.
4- Güzelliğiyle iftihar etmek. Çoğunlukta bu gibi ifadeler kadınların dilinden çıkar. Aynanın karşısına çıkan hanım, kendi güzelliğini görünce, arkadaşları ve dışarıda gördükleri arasında bir ölçü yapmaya koyulur. O anda kendisinin üstün olduğuna dair içinde bir ses duyar. Bu ses iyiliğe alâmet değildir. Bu onu istenmeyen bir gurura ve başkalarını beğenmemezliğe sürükleyen aldatıcı bir sestir.
5- Malla: Tüccarlar mallarıyla, toprak sahipleri topraklarıyla, araba veya binek sahipleri araçlarıyla böbürlenirler. "Sizin malınızda hayır yok", "Sizinki nasıl olur benimki ile eşit olur", "Benimkinin tırnağı olamaz" gibi ifadelerle büyüklük taslamaya koyulur. Bütün bunlar bir bilgisizliğin ifadesidir. Kur'an-ı Kerîm bu hususta şunu anlatır:
"Onlara iki adamı misâl olarak göster: Birine iki üzüm bağı verip, etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinle bitirmiştik. Her iki bahçede ürünlerini vermişlerdi; hiç bir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bîr de ırmak akıtmıştık. Onun gelirleri de vardı. Bu yüzden arkadaşlarıyla konuşurken: Ben malca senden zengin, nüfusça da senden daha itibarlıyım, dedi. Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girerken, bu bahçemin batacağını hiç zannetmem. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülürsem, andolsun ki orada bundan daha iyisini bulurum! dedi. Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan sonunda da seni insan kılığına koyanı inkâr mı ediyorsun? Ama O, benim Rabbim olan Allah'tır. Rabbime kimseyi ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman, her ne kadar beni kendinden mal ve nüfus bakımından daha az buluyorsan da "Allah da ne dilemiş ya! Kuvvet ancak Allah'a mahsustur demen" gerekmez mi? Rabbim senin bahçenden daha iyissni bana verebilir ve seninkinin üzerine gökten bir felâket gönderir de bahçen yerle bir olur yahut suyu çekilir, bîr daha da bulamazsın, dedi. Netekim ürünleri yok oldu..." [496]
Nice mal ve çocuklarıyla böbürlenenlerin sonları Kur'an-ı Kertm'de belirtilen şekilde olduğu herkes tarafından malûm bir keyfiyettir.
6- Bedenî güce bakıp, vücut yapıları zayıf olanlara karşı kibirlenmek.
7- Taraftarlara, yardımcılara, yakınlara, dostlara ve öğrencilerine bakarak büyüklenmek. Politikacılar taraftarlarına, bilginler öğrencilerine bakarak kendilerini unuturlar.
Bunun İlâcı
Şüphesiz kibirlenme, insanı yokluğa sürükler. Bunun giderilmesi gerekir, fakat bu kuru temenni ile değil, manevî ilâçla ve kibir ağacını kalpten söküp atacak vasıtaları kullanmakla mümkündür. Bu da iki şekilde olur:
a- Asıl ilâç; ilim ve ameldir. Şifa, bu ikisinin birleşmesiyledir. İlim, kişinin kendisini ve Allahını bilmesidir. Kibrin giderilmesi için bu yeterlidir. Kişi bildiği zaman bu var olan kâinat içinde payını, Allah'ını bildiği zaman kibrin ve azametin onun hakkı olduğunu anlar. Kur'an-ı Kerîm bu hususta dikkati çekiyor. İnsan hep bulunduğu durum üzerinde durur. Ne hikmetse başlangıcı ve sonucu düşünmez.
"Canı çıksın insanın, o ne nankördür! Allah onu nereden yaratmış? Onu meniden yaratıp merhalelerden geçirerek, ona şekil vermiş, sonra tutacağı yolu kolaylaştırmış, sonra onu öldürür ve kabre koyar" [497]
İnsan yaradılışının aldığı seyri göz önünde bulundurursa, kendisini öğrenir ve bu seyirde onu yürüteni anlıyarak kibirden vazgeçer.
b- Yukarıda "büyüklenmeye iten faktörler" bölümünde verilen hususlar üzerine eğilip bunlardan kurtulmaya çalışmak.
Nesep değerin bir ölçüsü değildir. Soyun üstünlüğü kişiye birşey kazandırmaz. Geçen geçmiştir. Ortada biri var: O hareketleriyle ne geçenlerin künyesine bir şey ilâve eder ve ne de eksiltir. Sonra bu noktada insan gerçek nesebini bilmeli, babasını ve dedesini tanımalı. Onun yakın babası bir nutfe, uzak dedesi görülen toprak. Cenâb-ı Hak insanın soyunu şöyle tanıtmıştır:
"Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır" [498]
Demek oluyor ki; insanın en yakın soyu bayağı çamurdur. Bunlar insana atasından daha yakındır. İşte bu durumu bilen insan kibirlenmez. İnsanın menşe birliğine bakarak kendini aldatmaz.
Güzelliği sebebi ile büyüklük taslıyorsa, dışına değil içine baksın. Dış hat ve görünüş pek cazibeli olabilir. Fakat bünyenin içinde bulunan şeyler herkeste bulunan şeylerdir. Burnunda, damarlarında olan pislikler, madde-i gaita v.s. üstelik bunları insanoğlu hergün gözleriyle görüyor, elleriyle temizliyor. Sonra güzellik geçici ve yaşa bağlıdır. Pürüzsüz bir tene sahip olan kadın aradan yaş geçince bunu kaybeder, vücut yapısı değişir. Dış güzellik her an değişme ile başbaşa kalan bir husustur. Sonra kul dıştaki güzelliğiyle süreli bir devrede anılabilir, fakat sonra kimse onu anmaz olur. Ama kalpteki güzellikle toplum hayatının dikkatini kendi üzerine çeken bir kişi süresiz devirler içinde anılır ve saygı gösterilir.
Gücüyle büyüklük taslayan, etrafında za'fiyet içinde yaşayan ihtiyarlara bakmalıdır. Bu gücün tezahürü eller ve ayaklardır. Birgün bunlardan birinin kazaya uğradığı düşünülsün, o zaman gücüyle böbürlenen kimse onlar gibi aczin pençesine düşmeyecek mi?
Zenginlik ve mala aldanıp gururlanıyorsa bunların geçici ve yok olmaya mahkûm olduğunu unutmamalıdır. Malla, yardımcılarla kibirlenen aslında kendi dışında kalan şeylerle kibirleniyor. Mal ve aracıyla gururlanan kimse, bunlar elinden çıktığı zaman yıkılacak ve alelade bir insan olacaktır. Saltanatına bakarak aldanan kimsenin bir gün bu mevkiden düşme ihtimali vardır. Bunlarla kibirlenmek, büyüklük taslamanın en kötüsüdür. Çünkü yukarda anlatılan sınıflara mensup olan kimseler bizzat bünyelerinde bulunan bir üstünlükle gururlanıyorlar halbuki malla veya saltanatla gururlanan bizzat dışında kalan vasıtalara güvenerek kendisini aldatıyor.
Bunlar içinde en kötüsü ve belâsı herkesin göz diktiği bilginlerde görülen büyüklenmedir. Bu sebepten bilgin etrafında bulunan cahil kimseler gördüğü zaman gururlanmak şöyle dursun Allah'ın onları bu kisveden kurtarması için dua etmeli, kendisine bu nîmeti veren Allah'a şükretmeli. Allah kullarının doğru yola erişmelerini istemiştir. Bu yola ulaştırmayı üzerlerine alan bilginlerdir. Zira peygamberlerin vârisleridir [499] Vâris, konduğu mirası iyice muhafaza etmeli ve onu ilk sahibi gibi kullanmaya çalışmalıdır. Modern çağdaki bilgi dalları çoğalmıştır, fakat hangi dalda olursa olsun asıl gaye bu bilgi vadisinde derinleşmek, koparabildiğini cemiyetin yararına kullanmaktır. Bu kullanışta başkasını küçümser, kendini üstün görürse gayeden uzaklaşmış olur. Şüphesiz hizmet yarışı her kulun görevidir. Fakat bunda öncülük yapanlar vardır. Öncülerin yanlış adım atışları arkalarından gelen grupları da yanlışlığa sürükler. Bilginin sözlerini ilmî paye körletmemeli, bunun, yapacağı iş için verildiğini unutmamalıdır. Bilgin bir hizmet yarışında olduğu için içinde bulunduğu kitleyi eğitmeli, dertleri ve ıstırapları onlar içinde tetkik etmeli, onlarla haşır neşir olmalı, onlardan uzak bir hayat düşünmemeli, inanışlanyla alay etmek şöyle dursun onu bizzat yaşamalı, batıl ise kırmadan düzeltmeye uğraşmalıdır. Unutmamalı ki; en bilgin Allah'tır. O, kullara acıyandır, bunu defaatla Kur'an-ı Kerîm'de tekrar etmiştir. Allah'ın bilgi hazinesinden çalışarak kapmış ve tabiattaki muazzam plânı öğrenmiş kişi onlara karşı böbürlenirse sonuç ne olur?
Kişinin Kendisini Ölçmesi
Kendisinde kibrin olup olmadığını öğrenmek isteyen kimse şu noktalara dikkat etmelidir.
1- Kendi seviyesindeki insanlarda bir mes'eleyi münakaşa ederken birinin ağzından çıkan hak sözü kabul etmek, ona bağlanmak ve ona teşekkür etmek ağır geliyorsa onda kibirlilik vardır.
2- Bir toplantıda seviyesinde olanlar bulunurken onları kendi önüne geçirmek, arkalarında yürümek ve onların altında oturmak kendisine zor oluyorsa.
3- Fakirin dâvetine icabet etmek yakınlarının ve fakirlerin ihtiyacı için pazara inmek kendisine ağır geliyorsa.
4- Kendi yahut ailesi veya arkadaşının ihtiyaçlarını pazardan eve götürme kendisine zor geliyor yahut tenhada bunu yapıyor, kalabalık içinde bunu yapamıyorsa onda da kibirlik vardır. Hz. Peygamber:
"Meyveyi yahut diğer bir şeyi taşıyan, şüphesiz kibirden uzaktır" [500] buyurması da bunu göstermektedir.
5- Basit elbise giymekten çekinmek. Zira elbise giyerek gururlananlar çoktur. Çok pahalı elbisenin çokça derdi vardır. Bu yüzden sırf göstermelik olsun diye pahalısına kaçmak bir büyüklenme olacağından çekinmek gerekir.[501]
Hülâsa her müslüman şu âyetin sesine kulak vermelidir:
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez, yürüyüşünde tabii ol, sesini kıs".[502]
Nemime = Kovuculuk
İki kişinin arasını bozmak için birinden bir sözü alıp diğerine nakletmektir. [503] Büyük günahlardan biridir. İsterse duyarak götürdüğü şey'doğru olsun yine de bunu, hakkında konuşulana götürmek kovuculuktur [504] Cenâb-ı Allah "Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyene itaat etme" [505] buyuruyor. Bir söz konuşulduğunda meclisten dışarı çıkmamalıdır. Çünkü meclislerde -konuşulan söz- emanettir. [506] Böyle bir toplulukta bir şey konuşan kimse oradan ayrıldıktan sonra konuştuğu söz emanettir. [507] Bir toplantıda Hz. Huzeyfe'ye, bir yerde Hz. Osman hakkında konuşulduğu söyleyince o:
"Ben Hz. Peygamber'in şunu söylerken işitmiştim: Kuvuculuk yapan cennete giremez" [508] der. İnsanların en kötüsünün, birine bir yüzle diğerine bir yüzle gelen iki yüzlü kimseler olduğunu [509] insanların en iyisinin ülfet eden ve olunan, en kötüsünün ise müslümanlar arasında ayrılık meydana getirmek için söz gezdiren olduğunu [510] Hz. Peygamber bildirmiştir.
Ne yapmak gerekir:
Söz getiren aslında karşı tarafa insanın hiddetlenmesi için bîr köprü kurmuş oluyor. Her ne kadar bu işi yapan iyi bir iş yaptım anlayışından hareket ediyorsa da aslında bitmeyecek bir kavganın ve kırılmanın ön hazırlığını yapmıştır. Bu sebepten şunlara eğilmek gerekir:
1- Haberini tasdik etmemek. Çünkü söz gezdiren, yoldan çıkmıştır. Kur'an-ı Kerîm ise bunun hakkında:
"Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize yanarsınız" [511] buyurur.
2- Onu o işten alıkoymak ve yapmaması için öğüt vermek, yaptığı işi kötülemek.
"İyi olanı bildir, kötülükten alıkoy" [512]
3- Allah için ona buğz etmek.
4- Hakkında haber getirilen kimsenin bu kabil ifade edecek kötü bir ahlâka sahip olduğunu zannetmemek. Çünkü Kur'an-ı Kerîm:
"Çok zanda bulunmaktan sakınınız zira zannın bir kısmı suçtur" [513] buyuruyor.
5- Anlatılana kulak verip, araştırmaya girişmemek ve tecessüse kapılmamak.
"Birbirinizin suçunu araştırmayın" [514]
6- Anlatılanı başkasına anlatmamak.
Gıybet Çekiştirme
"Kimse kimseyi çekiştirmesin"[515]
Bir müslümanın bedeninde, soyunda, yaratılmasında, işinde, sözünde, dininde, dünyasında, hatta elbise, ev, bineğinde ve aile fertlerinde bulunan eksikliği bir başkasına, sözle, işle, yazıyla açıklamak ve anlatmaktan ibarettir. Eğer bunlar onda varsa gıybettir, yoksa iftiradır. [516]
Demek oluyor ki, o durumlar ister onda olsun, isterse olmasın, onu arkasından çekişmek uygun düşmez. Hatta bu gıybet meclisinde bulunup yapılan konuşmaya karşı susmak ve buna rıza göstermek de gıybettir.
Kaynaklardaki Durumu
Kur'an-r Kerîm:
"Kimse kimseyi çekiştirmesin, hangi bîriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanırı" [517] diyerek çekiştirmeyi bu kadar kınamaktadır. Tarifini yapması bakımından Hz. Peygamberin şu sorulu cevaplı konuşması önemlidir:
"Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?"
"Allah ve Resulü daha iyi bilir.
"Kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır."
"Kardeşim hakkında konuştuğum husus onda gördüğüm bir şeyse?
"Dediğin onda varsa onu çekiştirmiş, şayet dediğin yoksa ona iftira etmiş olursun" [518]
Yapıyı Yerme
Hz. Âişe Safiye'nin kısa boyluluğunu ima ederek konuşunca Hz. Peygamber:
"Bir söz söyledin, şayet denizin suyuna katsan onu karıştırır. [519]
Hadis, kişinin boyu hakkında konuşmanın bile yasak olduğunu kesin bir surette ortaya koyuyor. Aşırı derecede uzun veya kısa olma yaradılış kanununun bir icabıdır. Kişinin sahip olduğu bünye insanın elinde olan bir şey değil, Allah'ın eseridir. O öyle uygun bulmuş ve yaratmış. Yaradılana düşen onu kabullenmektir. Sonra insanın değerli veya değersizi dış görünüşteki şekille ölçülmez, hatta ona bir menfaat da sağlamaz. Çünkü Allah'ın nazarında bunun kıymeti yoktur. O'nun kıymet verdiği şey doğru iş (amel-i salih) tir. Kişinin yapısı kulların takdirine göre anormal bir durum arzediyorsa etrafındaki insanların tutumu -şayet karşısındaki inanç bakımından zayıfsa- onu daha fazlasıyla toplumdan koparır ve bir kompleks içine sevkeder. Vücut yapısında bir aksaklık olan kimsenin ezikliği, etrafındaki kişilerin aleyhteki tavırları ve insaf tanımayan bakışlarıdır. Bu Yüzden İslâm tarafından onlar çokça kınanmışlar:
"Diliyle çekiştirip, yüzünden de alay eden kimsenin vay haline" [520]
Koğuculuğun olduğu yerde kardeşlik ilişkileri de olmaz. Bunun önemini en hassas bir şekilde bilen Hz- Muhammed:
"Birbirinizi çekiştirmeyin, Allah'ın kulları kardeşler olunuz" [521] buyurmuş ve bunu sosyal bünyeyi zedeleyen bir fiil olan zina suçundan daha şiddetli [522] olduğunu belirtmiş.
Çeşitli Şekillerdeki Durumu
1- Beden: Saç, kısa, uzun, esmer, san hasılı her ne şekilde olursa olsun tasvir edildiğinde tiksinti duyduğu bir sıfatla onu anmak.
2- Soy: Babasını, fasık, cimri v.s. bir şekilde.
3- Ahlâk: Kötü ahlâklı, cimri, gururlu, merhametsiz, içkici, zalim, namaza gevşek bu gibi sıfatlarla yadetmek.
4- Dünya ile ilgili işte: Terbiyesi az, başkasının hakkını kendisinden üstün tutmaz, çok konuşuyor, çok uyuyor, yersiz oturuyor şeklinde bahsetmek.
5- Elbisesi: Elbisesi şöyle böyle... demek [523]
Müslüman hiç farkında olmadan her gün bu kabil şeyleri ağzına alarak ne dünyasına ve ne de âhirete faydası olmıyan bu tasvirlerle gününü öldürmemelidir. O, kimseyi sığaya çekmeden önce kendisini sığaya çeker. Kimsenin durum ve gidişatına gözlerini çevirmeden kendini düzeltmeye uğraşır. O bilir ki; bu şekil tutumlar insanları kendisinden kaçırır, bu ise onun aradığı bir gaye değildir. O ünsiyet peydah etmeli ve karşıdakilerini ezmeden, onlara burun bükmeden, onlarla iç içe olma azmindedir. Sözler dalgalanır. Konuşulan her söz kanatlanır, dolaşıp durur, bir gün gelir aleyhinde konuştuğuna gelip konmuş olur. Şayet bahsettiği hususta onu can evinden vuracak bir durum üzerinde ise temelli olarak iki kalb arasına bir soğukluk, kızgınlık ve ayrılık sokulur.
Gıybet Ve İbadet
İbadetin gayesi ferdi sosyal hayatta emin bir insan haline getirmek ve ruhu bütün pisliklerden arındırmaktır. İbadet bu gayeyi gerçekleştirdiği sürece makbuldür. Yalnız şu husus önemlidir. İbadetlerde -bilhassa namazda- okuduğu âyetler ve dualarla bir taraftan söz ve hareketle yapılan eziyetlerin aleyhinde âyetler okurken, ibadetten ayrılır ayrılmaz aksini yapması ibadette yaptığını yalanlaması demek olmaz mı ? Hz. Peygamber gecesini namaz ve gündüzünü oruçla geçiren fakat bunun yanısıra diliyle komşularına eziyet eden bir kadını kendilerine anlattıklarında, onun cehennemlik olduğunu [524] buyurması bunun açık bir delilidir.
Hareketleri Anlatma
Yürüyüşü taklit etmek, yazı ile anlatmak çekişmedir. Çünkü kalem iki dilden biridir, yalnız şu grup şöyle dedi, şeklindeki ifade belirli bir şahsa ait olmadığı için gıybet sayılmaz. Çünkü gıybet diri veya ölü olan belirli bir kişiye taarruzdur [525] "Bugün bizimle beraber yürüyen", yahut "gördüğümüz adam" şeklindeki ifade belirli bir şahsı anlatıyorsa gıybettir. Hz. Peygamber birinin kötü bir iş yaptığını gördüğü zaman "Bir grup kimse şöyle şöyle yapıyorlar" [526] dermiş. Birinin kötü durumundan bahsedilirken, öyle kötü bir durumdan Allah'ın korumasını dileyen insan zımnen o işi yapanı kötülediğinden koğuculuk yapmış olur [527] Bir kimsenin kötü durumunu bildirenlere karşı "Allah cümlemizi düzeltsin onun bu durumu gerçekten duyanları üzüyor ve kederlendiriyor" derse, böyle birinin sarfettiği ifadede şu iki kötülük birleşmiş oluyor.
a- Suret-i haktan görünerek diğerini kötüleyip kendini temize çıkarma.
b- Zımnen gıybete rıza göstermek suretiyle yapılan gıybettir. Böyle bir durumda mümkünse konuşanı bu işten alıkoymak, değilse kalben haberi verene karşı tiksinmekle beraber susup, namazdan sonra onun hakkında gizli olarak dua etmektir. [528]
Gıybet, kişinin tiksindiği şeyle arkasından anmak olduğuna göre [529], bu konuşmanın geçtiği yerde bulunmak ona iştirak etmektir. [530]
Buna iten sebepler:
Gıybete iten bazı sebepleri anlatmakta fayda vardır.
1- Boş vakit: Bir şeyle meşgul olmayan vaktini geçirmek için bir şeyle uğraşması gerekir. El ve kafa çalışması kişiyi yorduğu için tembelliğe özenmiş kimse vakitlerini bunlarla değerlendirmek istemez. Bilgi potası dar olduğu için bu sefer diline ne gelirse söyler, böylece vakit geçirmeye çalışır.
2- Yanında bulunan arkadaşlarına yapacağı konuşmalarla arkadaşlık yapmak. Böyle yapmakla sohbet kurallarına uygun hareket etmiş vehmine kapılır. Dolayısıyla böyle bir durumda konuşma malzemesi olarak başkasının dedikodusunu yapmaktan çekinmez.
3- Yanında bulunanlara "ne iyi konuşuyor" hissini verdirmek.
4- Bir şeyi söylerken başkasına nisbet etmek.
5- Kendi iradesinin zayıflığını başkasıyla örtmek. "Filân adam cahildir anlayışı kıttır, konuşması zayıftır"gibi ifadelerle kendini üstün çıkarmaya çalışmak.
6- Hasetten dolayı: İçinde bulunduğu toplum bir adamı övdüğü zaman bunu çekemez, dolayısıyla onun aleyhine konuşmaya başlar.
7- Vakti gülerek geçirmek için. Bunun için de ya bîr adamın hakkında konuşur, veya onu taklit eder.
8- Sırf alay etmek. [531]
Bütün bu sebepler üzerine insan eğildiğinde hiç te insanlığa yakışmıyacak hareketlerde bulunduğu, beğenmediği ve alay ettiği insanın da tıpkı kendi gibi aynı varlık olduğu, dolayısıyla onunla alay etmeyi insanın bizzat kendisiyle alay etmek olacağı anlaşılır. İnsan birbirinin arkasından konuşmak ve yapılan kötülükleri anlatmak için mi yaratılmıştır? Bu böyle olduğu takdirde özlemi çekilen huzurlu dünya meydana gelir mi? Münasebetleri en ölçülü bir şekle sokmak için yaratılmış olan dili, münasebetleri kesmek için kullanılması dilin gücüne ihanettir.
Yapılmasına İzin Verilen Yerler
Taşıdığı büyük menfaat yönünden konuşulması gıybet sayılmıyan bazı durumlar vardır.
1- Zulüm: Şayet hâkim rüşvet almış, hıyanetlik ederek zulüm yapmışsa haksızlığa uğrayan kimse yetkin bir makamda onun aleyhinde konuşur. Zira hak sahibinin konuşacak yeri vardır.
"Allah zulme uğrayan kimseden başkasının, kötülüğü sözle bile açıklamasını sevmez, Allah işitir ve bilir" [532]
2- Kötü iş yapmayı değiştirmek ve isyan edeni doğruluğa erdirmek hususunda yardımlaşmak. Anlatıldığına göre Hz. Ömer Hz. Osman'la beraber yürürken Hz. Osman Hz. Talha'ya selâm verir, fakat o mukabelede bulunmaz. Hz. Ömer bu durumu ona arzeder. O da bunun üzerine aralarını düzeltmek için O'na gider. Bu onlar arasında bir gıybet konusu değildir. Hz. Ömer'e Ebû Cendel'in Şam'da içki içmeye devam ettiği bildirilince Gafir Sûresinin ilk âyetlerini yazar, O da tevbe eder.
3- Fetva istemek, yol öğrenmek için. Meselâ:
Babam yahut kardeşim bana haksızlık yaptı, kurtuluş yolu nasıldır şeklinde yol öğrenmek. Fakat bu noktada konuşmada en iyisi: "Babası, yahut kardeşi veya hanımının haksızlık yaptığı kimse hakkında görüşünüz nedir?" şeklinde sormaktır, Maamafih, bu durumda kişiyi belirtmek de uygundur. Anlatıldığına göre Utbe kızı Hint, Hz. Peygamber'e şöyle demiştir:
"Ebû Süfyan, cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek şeyi vermiyor. Onun haberi olmadan malından alayım mı ?" Yüce Peygamber şöyle cevap verir.
"Çocuğuna ve kendine yetecek şeyi uygun bir şekilde al" [533]
4- Müslümanı kötülükten sakındırma:
İslâm fakin (hukukçusun) nin birine fasık veya bîdatçı demesinde tereddüt ettiği görüldüğünde şayet o adam bu vasıflara sahipse onu ortaya sermek gerekir. Çalınmış veya üzerinde bir kusuru bulunan bir malı satın almaya kalkışanı ikaz etmek, evlenmek için bir kız veya erkek hususunda danışıldığında gerekeni söylemek lâzımdır. Yüce Peygamber insanların kendisinden sakınması için faciri zikretmesi gerektiğini [534], üç kişi hakkında konuşmanın gıybet olmadığını söylemişlerdir.
I- Zalim lider.
II- Bidatçı.
III- Fışkını ortaya koyan. "Fasık hakkında konuşmak gıybet değildir. [535]
5- Lakabıyla şöhret yapmış birini öylece çağırmak. Meselâ:
Topal, şaşı v.s. Tarihte böyle anılmış ve böylece meşhur olmuş birçok kimseler vardır. Binaenaleyh onları bu isimleriyle anmakta bir sakınca yoktur. Nitekim hadis ravtleri arasında "el-A'rec" "el-A'meş" lakabıyla anılan kimseler vardır. Bilginler tanıma zaruretinden dolayı bunları böyle kullanmışlardır.
6- Kötülüğüyle meşhur olan kimseyi söylemek. Meselâ: Kumarıyla, içkisiyle v.s. ile herkes tarafından bilinen bir kimse bu durumuyla konuşulduğu zaman zaten yüzüne de söylense tiksinmeyeceğinden söylenebilir. Yüce Resul bu yüzden "yüzünden haya perdesini kaldırmış kimse hakkında gıybet yoktur" [536] buyurarak buna işaret etmişlerdir.[537]
Gıybetin Kefareti:
İslâm'da her günahın kefareti olduğu gibi gıybetin kefareti de vardır. Öyle bir an gelir ki; kişi isteyerek veya istemeyerek birinin arkasından söylemiş yâni çekişmiş olabilir. Bu durumda yapılacak iş her günahta olduğu gibi tevbe etmek, pişman olmak ve Allah'tan bağışlanmak dilemektir. Yahut dilerse arkasından çekiştiği kimseden helâllik alır. Yalnız asıl olan pişmanlığı içten duymaktır. Enes b. Malik'in Hz. Peygamber'den anlattığına göre o şöyle buyurmuştur:
"Arkasından çekiştiğin kimseden dolayı üzerine düşen kefaret onun ve kendi hakkında Allah'tan bağışlanma istemendir" [538] Ortada yoksa veya ölmüşse onun lehine dua ve istiğfarda bulunur, yahut onu iyi sıfatlarla örtmeye çalışır. [539]
Âhiretteki Azabı :
Bunun âhiretteki azabı büyüktür. Hz. Peygamber Mîrac'ta iken kendisine âhiret seyrettirilir. O orada, bakırdan olan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini palçalayan kimseler görür, bunların kim olduğunu sorunca, bunların insan etini yiyenler, yâni gıybet yapanların olduğunu Cebrail söyler.[540]
Kin Beslemek:
Birinden nefret edip kızmak ve buna devam etmektir. [541] Hz, Peygamber, "Kin gütmeyiniz" [542] buyurmuştur. Kin kızgınlığın meyvesi olup şu işleri doğurur.
1- Kin beslenenden nîmetin yok olmasını temenni etmek.
2- Kinlenip bir hastalıkla karşılaşmak.
3- Küskünlük ve aranın açılması.
4- Taarruz etmek için küçülmesini istemek.
5- Aleyhte konuşmak, sırrını yaymak.
6- Alay etmek.
7- Vurarak eziyette bulunmak.
8- Yakınlarına karşı yerine getirmekle mükellef olduğu görevden alıkoymak.
Kin sebebiyle bütün bu istekleri içine koymuş kişi ne dünyasını ve ne de dinî hayatını iyi yaşayamaz. Kızgınlığın olduğu yerde temiz kalbin kalması düşünülemez, o zaman insan oğlu aklını, muhakemesini, plânlarını ve konuşmalarını, kinini tatmin etmek için seferber eder. İşte bu kin istenilen bir durum değildir. Kinlenerek ve nefret ederek belki insan karşısındakine azap verebilir. Fakat en büyük azabı kinlenen çeker.
Şu bilinmelidir ki; Allah'a ortak koşanlar hariç, bütün günahkârların günahı bağışlanmasına rağmen birbirlerine kin besleyenler Allah tarafından affedilmezler.[543]
Riya = Gösteriş
Bir iyi işi başkalarının görmesi ve işitmesi düşüncesiyle yapmak mânasınadır. [544] İslâmda bu kabil düşünce yanlıştır ve Allah tarafından yerilmiştir. Zıddı Allah rızası için iş yapmaktır. [545] Kur'an-ı Kerîm:
"Vay namaz kılanların haline ki; onlar kıldıkları namazdan gafil olanlardır. Onlar gösteriş yaparlar." [546] şeklindeki ifadesiyle gösteriş için namaz kılan insanların acıklı durumunu arzediyor. Hz. Peygamber ise, kurtuluşun gösterişten uzak kalmakta olduğunu, belirtir ve:
1- "Sizin hakkınızda büyük korkum, küçük şirktir."
"Küçük şirk nedir?
"Gösteriştir..." buyuruyor [547]
Gösteriş samimiyetin zıddı olduğuna göre, fertleri birbirleriyle kaynaştıran samimiyet olmadıktan sonra çözülme beklenir. Bu yüzden Hz. Muhammed bir hastalığın açacağı elîm gediklerden ümmeti adına korkmuştur.
2- "Hüzün mağarasından Allah'a sığınınız."
"O nedir ey Allah'ın Resulü?
"Gösteriş için okuyanlara hazırlanmış cehennemden bir vadidir." [548]
Dikkat edilecek olursa, son zamanlarda gösteriş için Kur'an-ı Kerîm'i okuyanlar çoğalmıştır. Âdeta bir geçim vasıtası haline getirilmiştir. Okuyan toplum için onun taşıdığı saadet kurallarını anlamadan kendisine uydurup geçiyor. Böyleleri tatlı bir cennet hayatının özlemini tahmin ederlerken, yaptıkları işin neticesinde elde edecekleri mekânı bizzat Hz. Peygamber belirtmiştir.
3- "Benim için yaptığı işte başkasını da bana ortak koşarsa (yâni gösteriş yaparsa) hepsi onun olsun. Ben ondan uzağım." [549]
4- Muaz b. Cebel ağlarken Hz. Ömer girer ve sorar:
"Seni ağlatan nedir?
"Bu kabirde yatanın -yâni Hz. Muhammed'in'- "az bîr gösteriş şirktir" [550] dediğini duydum.
Şirk, Allah'ın tek olmadığına, O'nun bir ortağı olduğuna inanmaktır. Bununda ne kadar tehlikeli ve korkunç bir inanç olduğu malûmdur. Yalnız, Allah'a ortak koşmaktan çekinenler, bu gösteriş âfetinden çekinmezlerse, gizli olarak ona ortak koşmuş olurlar. Bu yüzden Hz. Peygamber ibadetlerin gizli yapılmasına önem vermiş.
5- Gizli işin, (ibadetin) açıkta yapılana üstünlüğü yetmiş katıdır. [551]
Şeddat b. Evs:
Ben Peygamberi ağlarken gördüm ve O'na:
"Seni ağlatan nedir yâ Resûlallah?
"Ümmetimin şirke gideceğinden korkuyorum. Onlar ne puta, ne güneşe ve ne de ay'a tapmazlar. Fakat işlerinde gösteriş yaparlar.[552]
Çeşitli Sahalardaki Durum
Gösteriş birçok sahalarda olur. Kişi bilerek veya bilmeyerek yaptığı işte bu yüzden bir fayda elde etmez. Çünkü gayeden sapmış ve kendisini zorlayarak yapmıştır.
Dinî Fiillerde
a- Bedenle: Daimî surette Allah'ı anmakta ve bu yüzden de gece gündüz uyumadan O'nu andığını etrafındakilerine hissettirmek için, yüzünü buruşuk, gözlerini dalgın ve halsiz göstermek ister. Bazan başını iki elin arasına alır. Dalgın dalgın düşünüş numarası yapar. Etrafı süzer, başını sallar, inler ve hep başkalarının dikkatini bu durumla üzerine çekmeye başlar. Allah, peygamber ve âhiret mes'eleleri söylendiği zaman vücudunu titretir.
b- Şekil ve elbise ile:
Dindarlığın yahut daha doğrusu züht hayatı yaşamanın, bir tabiî icabı olarak düşünmüş bazı kimseler, elbisede bunu göstermeye çalışmışlardır. Bazıları yırtık pırtık elbise ile, bazıları saçı sakalı birbirine karışmış vaziyette toplumun karşısına çıkmakla, bazıları ise elbisenin renk ve desenine önem vermekle gösterişe kapılmışlardır.
Bu durumla, sünnete bağlı olduklarını, dünyadan vazgeçtiklerini, hiç bir şeyi umursamadıklarını belirtmeye çalışmışlardır. Bu elbise içinde bulunanlar, "Şayet biz süslü ve kaliteli elbiseler giyersek, halk nezdinde iti' barımızı kaybedeceğiz" düşüncesiyle bu tip kılık kıyafet içine girmişlerdir. Binaenaleyh, bu türlü hareketlerde hep "gösterme" düşüncesi hâkim olduğu için makbul bir davranış değildir. Elbise tabiî bir ihtiyaçtır. Beğendirmek, sükse yapmak için değildir. Bu sebepten müslüman her yönde olduğu gibi bu hususta da, orta bir yol tutmalıdır.
c- Din adamlarının vaazda, hikmetli konuşmada kurtulmadığı bir gösteriş hastalığı içinde geçmemesine rağmen karşıdakilerini çeşitli yollarla kendisine bağlamaya uğraşanlar vardır. Bazan sahabenin hayatını anlatır, mütesavvıfın mesleğine baygın olduğunu ifade eder, hâdiseleri anlatırıken ağlar, feveran eder, karşıda bulunanların hissiz ve ruhsuzluğundan yakınır, dövünür ve bunu gözyaşlarla tescil etmeye uğraşır. Böyleleri de hiç farkına varmadan şirkle olan bir gösteriş hastalığı içinde bulunuyorlar.
d- İbadette: Başkasının yanında namaz kılarken, kıyamı, rükûu, secdeyi uzatmak, huşu içinde kılmaya devam etmek. Diğer ibadetler içinde durum aynıdır. Bir gurup içinde bulunurken sadaka verir, yalnızken etrafına bakma bakına gider, hareketlerine dikkat etmez, sıçrar. Yolda bulunan şeye tekme sallar, fakat bir gurup içinde olduğu veya birini karşıda gördüğü zaman başını eğer, gidişini yavaşlatır. Bu da gösteriştir.
e- Ziyaretçiler, Arkadaşlar Ve Karşılaşma
Zühtün ve öğretmenin gerçek mahiyetine dalmamış olanlar, ziyaretçilerin, arkadaşlarının ve öğrencilerinin çokluğunu böbürlenerek anlatırlar. Bazıları kendisine yapılan sık sık ziyaretlerin devamlılığını isterler. Böyleleri bîr toplantıda bulundukları zaman bunu sitayişle anlatırlar. Arkadaşlarının çokluğundan da dem vuranlar vardır. Şayet bunlar içinde namlı biri varsa yeri gelsin veya gelmesin onunla olan ilişkilerini anlata anlata bitirmez. Bu sayede etrafında bulunan kimseler içinde iyi bir yer hazırlamağa uğraşır. Bütün bundan başkasının gölgesine sığınarak kendisine uygun bir zemin hazırlamayı hedef aldığı için gösterişten öteye bir değeri yoktur. O şahsiyetiyle vardır. Bunu başkalarıyle teyit etmeye lüzum yoktur. Başkasına sığınma aczin bir belirtisidir. Öğretmen isim yapmış bir öğrencisini bulunduğu toplumda yâdetmekle "işte ben böyle öğrenci yetiştiririm" demesi bir gösteriştir. Öğretmen, eliyle yoğurduğu bir değerin bıraktığı eserin arkasında takip ederek, onun daha faziletli yoldan yücelmesini bir arzu olarak kendi kendine dileyebilir. Fakat bunu bir gurup insan içinde söylemesi uygun düşmez.
Tarikat vadisinde isim yapmış bir büyüğün yolunu taklit eden kimse zaman zaman müridler arasında onunla yakın bağlarını söylerse bu da gösteriştir. Çünkü, o bununla etrafındakileri kendine çekmeye çalışıyor. Şeyhinin ismi üzerine otoritesini kurmaya uğraşıyor. Bütün bu anlayışın dışında kalarak mürid: kendini pisliklerden arındıran ve istikâmete sokan şeyhinin adını sırf bir sevginin ifadesi olarak izhar edebilir. Ama bunu yaparken kendisine bir pay ayırmak için yapmıyor. Hayranlığını ifade ediyor.
Ahlâkî ve dinî toplantılara devam eden kimse başkasını davet için oradan bahsetse, devam edenleri anlatsa bir sakınca yoktur. Fakat "işte ben böyle toplantılara devam ederim. Ya sen?" gibi bir davranışı aksettirecek şekilde anlatırsa bir gösteriştir.
Gösterişin Dereceleri
I- Bizzat gösterişi gaye bilmek. Bunun da bölümleri vardır.
a- Bu gösterişin en kötüsüdür. Meselâ: Tek başına kaldığı takdirde kılmayacağı namazı, tutmayacağı orucu, vermeyeceği zekât ve yardımı insanlar arasında olduğu zaman vermesidir.
b- Gayesi sevap olmasına rağmen, yalnız tek başına kalmadığı zamanda yapmadığını toplulukta yapması. İçinde bir sevap isteği olduğu için günah bakımından birincisine nispetle daha hafiftir.
c- Gösterişle, sevap gayesinin eşit olması. Şayet bunlardan biri olduğu zaman kişiyi işe yöneltmez, mutlak mânada ikisinin olması.
d- İnsanların vakif olmasını faaliyeti için mürecceh kabul etmesi. Bu durumda bulunan biri, gösterişte gayesi olsa ibadetini terketmez.[553]
II- İtaatta kendisini gösteren gösteriştir. Bu da ibadetlerin temellerinde ve vasıflarında olur.
1- En Kötü Gösteriş
a- İmanın aslında olan gösteriş olup en kötüsüdür, sahibini ateşe götürür. Dilinde kelime-i şehâdet getirmesine rağmen kalbiyle bunu yalanlar. Fakat, İslâm görünür. Hz. Allah, bu gibilerini çokça zikretmiştir:
"Ey Muhammed! İki yüzlüler sana gelince! "Senin şüphesiz Allah'ın peygamberi olduğuna şehadet ederiz" derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu, bununla beraber Allah, iki yüzlülerin yalancı olduklarını da bilir." "Size rasladıkları zaman: "İnandık" derîes, yalnız kaldıklarında, size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar" [554]
Münafıkların karakterlerini tasvirle:
"İnsanlara gösteriş yaparlar" [555] buyurur.
b- Dinin temel esaslarını kabullenmekle beraber ibadetlerde yapılan gösteriş. Meselâ: Birinin malı başkasının elinde bulunur. Onun yermesinden korkarak o malın zekâtının verilmesini istemesi, yahut yalnız kaldığı zamanda, bir gurup insanla beraber kaldığı zaman sırf onların kendisini kötü görmesinden korkarak namaz kılması veya toplumdan çekinerek yakınlarını ziyaret etmesi, anne ve babasına bakması gibi hususlardır.
c- İman ve farzlarda olmayıp nafile ibadetler de olan gösteriştir.
Şüphesiz nafileleri terkte bir günah yoktur. Fakat göstermelik kabilinde bu işleri yaparsa, meselâ: hastayı ziyaret, cenazeyi takip, ölüyü yıkama gibi hususlar. Şayet kişi bunu, başkalarının kendisini yermesinden korkarak sırf övülmesi için yaparsa gösteriştir.
İbadetin taşıdığı bir gaye vardır. Kişiyi endişelerden, beğendirmekten ve iç karışıklıktan kurtarıp bir huzura götürmektir. Şayet bu kutsî görevde yine basit hâdiseler ve gösterişler hâkim olursa, aranan mutluluğa erişilmez.
Halka yaranmak ve böyle bir düşüncenin arkasından koşmak için ibadet yapılmaz. Böyle bir düşüncenin arkasından koşmak gösteriştir. Müslüman yaradanın bir emri bilerek ibadetlerine devam eder. O'nun yüceliğini kabuletmiş, takdire inanmış bir müslüman, yaratıkların takdirine ihtiyacı yoktur. İbadetlerdeki ruhî saltanatı, küçük ve basit hesaplar manasız hale getirir. Madem ki ibadet bir teslimiyet ve bir bağlanıştır. O halde sızıntı çapında dahi olsa, bu ahengi bozacak tutumlardan vazgeçmek gerekir.
İbadetlerde kendini gösteren gösteriş hastalığından başka bir de sosyal hayatta kişilerin kurtulamadıkları bir gösteriş meraklilığı vardır.
Giyimde:
Gülünç ve horlanmıyacak şekilde giyinmek bir zarurettir, aşırı gitmek yasaktır. Kişi beğendirmek gayesiyle giyiniyor ve kuşanıyorsa bir gösteriştir. Giyimlelriyle birbirlerini süzen, defilelerde ve toplantılarda yapılan teşhirler hep bu katagori içindedir. Saçlarının yapımından, gözlerini boyamaya kadar yapılan süsler, kürklerini, mantolarını v.s. giyim malzemelerini şayet etrafındakilerine beğendirmek gayesini taşıyorsa şiddetle yasaklanan gösteriş içindedir. "Başkaları benim kıyafetimi beğenmiyor mu?" düşüncesiyle dimağını ve gözlerini yoran, benliğini ve hürriyetini korumaz bir vaziyette esir durumundadır.
Yürüyüş: Tabiî şekildeki yürüyüşü bir tarafa bırakıp göstermelik bir tutumla yürüme iyi bir durum değildir.
Vasıta: Bugünün dünyasında vasıta tabiî bir ihtiyaç haline gelmiştir. Meşruiyeti bu ihtiyaçtan dolayıdır. Yalnız işi bu raddeden çıkarıp, bir gösteriş haline sokanlar da vardır. Araba ile sükse yapmak, halkın dikkatlerini kendi üzerine çekmeye uğraşmak etrafındakilere eziyettir.
Sünnet Ve Evlenme Merasimi
Hiç şüphe yok ki insanın hayatında, nadide günler vardır. O gün insan heyecanlı, daha neşeli ve daha mesuttur. İşte bunlardan biri sünnet ve diğeri evlenme olayıdır.
Allah'ın bahşettiği erkek çocuğu sünnet etmek yani Hz. Peygamber'in yoluyla hareket etmek mutlu bir olaydır. Bir baba ve anne olarak böyle kutsî günde hem neşeli olmak ve hem de saadetlerine iştirak etmiş olan davetlilere karşı gereği yapmak bir görevdir.
Evlenmede öyle değil mi? Yeni bir hayata girmek, yeni sorumluluklar yüklenmek, yeni bir akrabalık gurubu içine girmek, yepyeni bîr dönemin ifadesi, evlenme adabında anlatılacağı gibi neşelenmek, defi andırır müzik âletleri kullanmak ve israfa kaçmadan o gün yemek yedirmek Hz. Peygamber'in sünnetidir.
Yalnız her iki olayda bir ibadet vasfını taşıdığı için, kişiye ibadet esnasında şiddetli olarak sakınılması istenmiş gösterişten, bundan da sakınmak gerekir. Bu iki merasimde mahallî âdetler ve görenekler vardır. Bu âdetler içinde fıtrata ve İslâm yapısına uygun olanlar tasvip edileceği şüphesizdir.
Sırf göstermelik kabilinde olsun diye israfa kalkışır, umumî nizam bozulmaya uğraşılırsa, aranan huzur yerine hiç istenmeyen hâdiselerin meydana gelmesi mukadder olur.
Ev Dekorasyonu
Ev bir huzur kaynağıdır. İçindeki yapının normal olması ise bu huzuru arttırır. Fakat bu böbürlenmeye ve gösterişe vesile olmamalıdır. Sırf göstermelik kabilinde malzeme ile evini dolduran ev hanımı, içini onlarla büyülettiği için, komşusunda veya yakınında gördüklerini önemsemiyecek. Yeteri malzeme almak ev bütçesini de sarsmıyacağı için daha huzur verir. (Bölümünde geniş şekilde anlatılacaktır.)
Politika
Gösterişin en çok kendisini hissettirdiği meslek şüphesiz politikadır. Bu yüzden halk politikacının sözüne pek itibar etmez, dinleyip geçip gider. Aslında faziletin, gerçekliğin en belli bir ölçü içinde kendisini göstermesi gereken yer politika olmalıdır.
Modern politikacının şahsında kendisini daima gösteren beüi işaretler vardır:
a- Yalan va'd.
b- Her şekle bürünmek.
c- Gösterişe kaçmak.
d- Parti disiplinini, gerçeğin üstünde bilmek.
e- Gerçekten çok, hisse sığınmak.
f- İsminden bahsedilmesini çok arzu etmek v.s.
Bütün bunlar İslâm ölçüsüyle bağdaşır bir tarafı yoktur. Müslüman politikacı, hakikat arkasında koşarken onun gözünde yukarıda sıraladığımız hususlar pek önem taşımaz.
Cenaze
Gösteriş buna da el uzatmıştır. Cenaze alayının kalabalık ve mümtaz insanlarla dolu olmasını, çeşitli kuruluşların isimlerini taşıyan çelenklerle donatılmasını arzu edenler vardır. Halbuki, cenaze her türlü debdebe, gürültü ve gösterişten uzak olmalı, tabutun içinde bulunanı göz önünde bulundurarak, herkes kendi sonucunu düşünmelidir.[556]
Bu Hastalıktan Kurtulma Yolu
Esasen gösteriş merakı çocukluktan başlar ve onunla birlikte büyür. Çocuk etrafını tanımaya başladığı andan itibaren böyle gösteriş meraklı bir aile veya çevre içinde kendini bulursa o da özenmeye başlar. Büyüdüğü zaman artık gösteriş merakı ondan vazgeçmez bir unsur olur.
Kişiyi bu hastalığa doğru yöneten faktörler içinde:
a- Övülmeyi sevmek.
b- Yerilmekten korkmak.
c- İnsanlara karşı tama'kârlık.
a- Ruhlarının kurtuluşunu düşünmeyen ve kendisini tanımayan kimse, etrafındakilerin kendisini övmelerini çok arzu eder. Bu aczini bilenler, onu yeri gelsin veya gelmesin överler. Böylece ondan aradıklarını kolay yolla elde etmeye uğraşırlar.
Esasen övülen de bu övgü sahasının genişlemesi için gösterişe kapılır. "Herkes kahramandır" demesi için savaşa, "Çok haıyr sever" dedirtmek için hayırlı yatırımlara girişir. Bütün bu işlerde işi yapan, işin öneminden çok etrafındakilerin ne söyleyip, söylemediklerine kulak kabarttığı için, işin getireceği mükâfat bakımından önemsizdir.
Bunun îçin biri, Hz. Peygambere hamiyet uğrunda savaşan adam hakkında sorunca o, "Allah kelimesinin yükselmesi için savaşan, Allah yolundadır" [557] demek suretiyle gaye, savaşarak bir rütbe, bir yer kapmak olmadığını belirtmiş oluyor. Sportif faaliyetlerde görüle gelen yenme arzusu da bir gösteriş içindir. Spor, belirli kişilerin, etrafındakiler üzerinde bir saltanat kurmaları için olmayıp, beden yapısının gelişmesi için başvurulan bir vasıtadır.
Sporcu gösterişe yöneldiği, övülmeyi birinci plâna aldığı zaman şahsiyetini yitirmiş, bir yönden beden yapısını geliştireyim derken, diğer yönden iç hayatını boğmuş olur. Vakıa İslâm peygamberi spora teşvik etmiş, güçlü mü'minin zayıf mü'minden daha üstün olacağını bile belirtmiştir. Yalnız asrın sporcusu hareket yönünden bir çalışmaya koyulduğu halde, bîr ruh sporundan (riyaziye) yoksundur. Bu bakımdan sporcu bir gösteriş meraklısı oluyor. Toplumun aradığı bir şahsiyetleri olamıyor.
Bu tip övgüden kurtulmaya müslüman uğraşmalıdır. O, şöyle düşünmeli:
"Benî bütün insanlar övse de, Allah benî övülebilecek karakterde bir kul olarak görmedikten sonra, kulların övgüsü benim Allah'ın katında makbul bir kul olmama sebep olabilir mi?" Fakat aksi olabilir. Kulların yerdiği nice insanlar vardır, fakat Allah'ın takdirini kazanmış, kulların yermesi geçicidir ama Allah'ın takdiri temellidir." varlığını kulların ifadelerinin gölgesi altına bırakan ne mesut bir hayat yaşar ve ne de aradığını bulur. Bakışlara ve konuşmalara köle olan kişi hareketini onlara göre ayarlamak mecburiyetinde kalacak, onların gönlünü kırarını endişesi altında bitip tükenecektir. Fakat ebedî prensiplere gönül bağlamış kişinin hayat tarzı nazarlarda bir mâna ifade etmese de ve hattâ toplumda ona yer verilmese de, o bağlandığı esaslarda kendi dünyasını çizmiş, dolayısiyle kendisini yan tesirlerin hazırladığı esaretten kurtarmış olur. Böylesi kalbi boğan riyayı (gösterişi) kendinden uzaklaştırmıştır.
Günahları Saklama; İnsanların Ona Vakıf Olmasından Korkma
Kişiyi çok iyi bilen insanlara karşı, bazan onun kendi günahlarından bahsetmesi bir bakıma, iyi bir durumdur. O zaman etrafındaki yoğun övgüden bir nebzecik kurtulmuş olur. Yalnız böyle bir endişe yoksa günahları saklamak gerekir.
a- Allah'ın günahları örtmesinden dolayı sevinmek, âhirette açıklayacak diye korkmak, bu îmanın kuvvetindendir.
b- Kul, günahların açıklanmasından Allah'ın hoşlanmadığını ve onların gizlenmesi gerektiğini bilir. Hz. Peygamberin "Bu günahlardan birini işleyen, Allah'ın örtmesiyle örtsün" [558] buyurması da bundandır.
c- İnsanların kendisini yereceğinden, bunun ise tabiatını sarsacağını, kalbini meşgul edeceğini, bunların ise huzurlu ibadet yapmasına engel olacağından korkarak günahlarını örtmesi.
d- Günahlarını örtmeyi tabiatını sarsacak olan insanların eziyetinden dolayı yapmak. Dövme bedenine eziyet verdiği gibi, kötülemede kalbe acı verir.
e- Başkasının da bu işi yapacağından korkarak saklamak. Suçların anlatılmasıyla suç yapmaya istidatı olanlara bir imkân hazırlanmış olur.
Çoğu zaman insan duyduklarının tesiri altında kalır. Hattâ anlatılanlar içinde tasavvurunda bulunan bir suçu işlemek için materyel olarak bazı noktaları alanlar vardır. Suçun itirafı, ammeyi ilgilendiriyorsa şüphesiz anlatmak zarureti vardır. Fakat şahse münhasır kalan suçu anlatmakta bir fayda yoktur.
f- Utancından, Yüce Peygamber
"Hayanın hepsi hayırdır" [559],
"Haya îmandan bir şubedir" [560]
"Haya yalnız hayır getirir" [561] buyurmaları da bundandır. Bu gösteriş değildir. Kişi işlemiş olduğu günahı müstelzim olan fi'li utancından anlatamıyorsa bu onun iyi karakterine bir işarettir.
Gösteriş Korkusuyla İbadetleri Ve İyi İşleri Bırakma:
a- Başkasıyla ilgisi olmayıp kişinin bedeniyle yaptığı itaat:
Oruç, namaz ve hac gibi. Gösteriş korkusuyle bunları terketmek doğru değildir. Devamlı yapılan fiilde bir gösteriş mevzubahis olamaz. Bu sebepten, "biz gösteriş için namaz kılmıyoruz" diyen kimseler acaba yalnızlıklarında kılıyorlar mı? Yalnız ibadete başlarken gösterişe kaçan bazı düşünceler ibadet yapanın kalbine gelebilir. O zaman daha fazla samimî olarak bu kabil düşünceyi silip atmak için gayret göstermek gerekir. Devamlı Kur'an-ı Kerîm'le ve teşbihle meşgul olan kimse, kalabalık arasında da yaptığı zaman bîr sakınca yoktur. Fakat yalnızken Kur'an-ı Kerîm'e teşbihe el sürmeyen ve gözyaşı dökmeyen kimse bir cemaat arasında olduğu zaman aksini yapması bir gösteriştir.
b- Halkla ilgili hususları içine alan bir kısımdır: Daha tehlikeli bir tutumdur:
Başkanlık, hâkimlik, vaiz, öğretme, mal verme, kitleyi idare etme, samimiyet ve adaletle olduğu zaman ibadetlerin en üstünüdür. Yüce Peygamber:
"Adaletli önderin bir günü, kişinin yetmiş yıllık ibadetinden daha iyidir" [562] buyurduğu gibi, Cennet'e ilk giren [563] ve duaları kabul olan üç guruptan birinin adaletli önderin olduğunu, kıyamet gününde kendisine en yakın olanı, adaletli liderin olduğunu belirtmişlerdir. [564] Yalnız kendisine sahip olamayıp bulunduğu mevkiden dolayı gösterişe kaçan kimse böyle bir zor iş yüklenmekten uzak kalmalıdır. Çünkü bütün dert ve çilenin ortağı olacak önder, ayni zamanda bütün devletin zenginliğini de eli altında bulunduruyor. Bundan dolayı başkan, herşeyi hizmet için yapmalı, haktan sapmamali, adaletten ayrılmamalı ve gösterişten kaçınmalıdır. [565]
Devlet başkanı icraatını yersiz bir şekilde sırf kendisine pay ayırmak için sayıp dökmemeli, eğer her taşın altında emeğinin olduğunu söyler ve bunu bir koz olarak öne sürerse gösterişe kaçmış olur. Bindiği vasıta, oturduğu ev, mutad bir şekilde olmalı, gözleri kendi üzerine çekecek bir şekilde olmamalıdır. İşlerin yolunda ve herkesin güven içinde olması için adalet mekanizmasının başında olanların bu ruha inanmaları zaruridir. Öğretme ve öğütteki gösteriş derecesi hâkimlik ve îdareciliktekinden pek azdır. Bu yüzden Ebû Hanîfe her ikisinden de kaçmıştır.
"Bir adamı senin vasıtanla Allah hidayete erdirirse senin için dünya ve dünyalık şeylerden daha hayırlıdır" [566], "Din nasihattin" şeklinde Hz. peygamber'in buyurması öğüt vermenin önemi hakkında yeter delildir. Yalnız öğüt verene dikkat etmek gerekir. Şayet amelinde hayır yok, buna rağmen tesir icra ediyorsa "Allah bu dinini ahlâkı olmayanlarla da teyit eder" hadisince konuşmasına rıza gösterilir. Şayet ahlâkı olmamakla birlikte, konuşmasını nükte, hikâye, hayali şeyleri anlatmakla, gurupları birbirine vurdurmak şeklinde veriyorsa, ona manî olmak gerekir. Gösteriş merakı olmayan konuşmacı kendisinden daha faydalı biri konuşmak istediği zaman bunu kabul eder ve kendisi de faydalanmaya çalışırsa, bunda gösteriş hastalığı yoktur. Farz-ı muhal, biri kuyuya düşmüş, kuyunun ağzı da bir taşla örtülmüş olsa, biri kalkıp onu kurtarmak için çalışsa da taşı yerinden oynatmaya gücü yetmese, bir diğeri gelip onu kaldırsa kendisine bu yardım elini uzatan kimseye teşekkür etmesi gerekmez mi? Binaenaleyh, [567] kalpleri pislikten arındırmayı ve fertlere selâmet ve saadet yollarını açmayı gaye güden bir konuşmacının bu işi daha başarılı yollarla yürütene yardım etmesi ve ona minnettar kalması, gayesi için zaruridir.
İbadet İçin Sevinme
Devamlı ibadet yaparak bunun hazzını en derin şekilde anlamış kul, bunun zevkini dilinde taşırmasında bir gösteriş yoktur. Namaz kılmış, oruç tutmuş, malının zekâtını vermiş, hacca gitmiş, bütün bunları yaparken ruh ve maddesiyle eğitmiş, sırf bu zevki tattığı için Allah'ına şükretmişse bunda bir sakınca yoktur. O ibadet yapmış, yani faziletli yolda yürümüş, sevindiği husus fazilet içinde olduğu içindir.
Hasılı, iş ve ibadet Allah'ın rızası için olmalı, kul için bükülmek, eğilmek ve onun gözünü doldurmak için yapılan hareket sönük ve anlıktır. Sonra bu, insanın kendisinden kopmasını, hür iradesini köleleştirmeyi ve çeşitli kisveye bürünmeyi hazırlar.
Buhl = (Cimrilik)
"Cimri Allah'tan, cennetten ve insanlardan uzaktır" [568]
Gerekli olan hakları yerine getirmemektir. [569] Dünyadaki insanlar çeşit, çeşit vücut yapısı sağlam veya sağlam olmayan zengin veya fakir gibi çeşitli şekiller içinde görülür. Bir iş yapamaz hale gelen insanlar, topluma bırakılmış ve onlara emanet edilmiştir. Böyleleri ellerinde imkân bulunan kimselerin yapacakları yardımlarla düşkünlük yönlerini pek hatırlamıyacaklar, dolayısiyle onlarda bu süreli hayat içinde pek kıvranmadan geçinip gideceklerdir. Böyle tutumlara sahip olamayanlar, insanlığa zararlıdırlar,
Kur'an-ı Kerîm,
"Nefsinin temahkârlığından korunan kimseler işte onlar saadete erenlerdir" [570] diyerek saadete kimlerin ulaşacağını belirttiği gibi Hz. Pyegamber:
"Temahkârlıktan sakının, sizden öncekilerini o helâka sürükledi" [571] buyurarak milletlerin yıkılmasına bunun sebep olduğunu belirtiyor.
Cimrilik insanın kötülüğünedir:
"Sakın, Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilâkis onların kötülüğünedir" [572]
Elini yuman kimse bunun kendi menfaatına zannetmesin. Kapanan el kendisine doğru uzanan elle karşılaşmaz. Sonra, eldeki nîmet kendi malı değildir. Kendisi kullanma yetkisine sahiptir. Sahibi onu yaradandır. Cimri olan kimseler, bu durumda kendilerine arkadaşlık yapacak kimseleri engellemeye çalışırlar. Bunlarla karşılaşmak her zaman kabildir. Kur'an-ı Kerîm bunları şöyle tasvir eder:
"Onlar cimrilik ederler, insanlara cimrilik tavsiyesinde bulunurlar, Allah'ın bol nimetinden kendilerine verdiğini gizlerler. Kâfirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışadır" [573]
Yine Kur'an-ı Kerîm böbürlenip gezenleri sevmediğini [574] belirttikten sonra onları şöyle anlatır:
"Bunlar cimrilik ederler, insanlara da cimrilik yapmalarını söylerler" [575]
Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
1- "Mü'minde bir araya gelmeyen iki haslet vardır: Cimrilik ve kötü ahlâk" [576]
2- "Cimri cennete giremez" [577]
Cimriliğin ne kadar kötü bir tutum olduğunu göstermek için Hz. Peygamber buyuruyor:
3- "Allah'ım cimrilikten sana sığınırım" [578]
4- "Cömertlik cennette biten bir ağaçtır. Bu sebepten cennete yalnız cömert girer. Cimrilik ise cehennemde biten bîr ağaçtır. Buraya ancak cimri girer" [579]
5- "Hangi hastalık cimrilikten daha şiddetlidir" [580]
6- "Cahil cömert Allah'a abıd cimriden daha sevimlidir" [581]
Cimriliğin Hududu Nedir?
Aslında cimrilik fazla mala sarılmaktan ileriye gelir. Malı olan kimse şu âyetin ruhuna "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın" [582] uygun hareket ettiği zaman ölçülü hareket etmiş olur. Aile bütçesini pek sarsmamak şartiyle içinde yaşadığı topluma elini uzatmalı ve onların mutlu bir hayat yaşamasına vasıta olmalıdır. Cimrilik kendi yanı başında üç hastalık daha doğurtur.
Hırsı, kötü zan ve diğerinin haklarını men.
Hırs : Çalışma ve kazançta aşırı hareket etmek, daha büyük bir servet elde etmek için didinmektir. Bu durumda olan biri başkasının haklarını pek gözetemez. Hemcinsine karşı merhameti terkeder. İnsanlık görevini bir tarafa atar. Bütün düşüncesi mal üzerine olur. Bunun en kötü tarafı, bütün varlıklara rızık veren Allah'a kötü zandır. Çünkü böyle hırslı olan adam eğer elinde bulunan malı sarfetse hemen tükenir sonra aç kalır zanniyle, değil lâyık olana yardım etmek, kendi masrafları için bile harcamada bulunmaz. [583]
Müslüman mal için hırslı hareket etmez. O bilir ki kendisini varedenrızkını da varetmiştir. Bu sebepten tabiî hayatını mahvedecek, belki de hayatını söndürecek hırsın arkasına saklanmaz.
İnsan mala çok düşkündür. Eldekine kanaat etmeyi pek düşünmez. Hz. Peygamber:
"İnsanoğlunun, iki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünün olmasını ister. İnsanoğlunun karnını ancak toprak doldurur." [584] buyurması da buna işarettir. İnsan kendini yırcasına rızkın peşinden koşmamalı. Bilmelidir ki, Allah ölçüsünde kendisine takdir edilen, kesin bir surette erecektir.
"İnsanlar! Dikkatli olunuz! Rızık istemede güzel davranınız. Şunu bilin kî; kul için ancak kendisine yazılan vardır ve kendisine yazılı olan verilmeden bu dünyadan gitmeyecektir".[585]
Bu hırsın olmaması malı taparcasına sevmemeye bağlıdır. Mal hakkında az da olsa burada bilgi vermenin bir faydası vardır.
Yüce Peygamber:
"Temiz mal temiz insan için ne iyidir" [586] buyurarak malın iyiliğinden bahsetmiş, gerçekte de böyle değil mi? Helâl yolla kazanılmış bir mal, helâl yolda hareket eden birinin elinde toplum için bir nîmettir. Hattâ malı övmek bakımından Hz. Resul:
"Nerdeyse fakirlik küfür olarak yazılacaktır" [587] buyurmuştur. Şüphe yok ki; başkasına elini uzatmak hattâ bazı İbadetleri yapmak (hac yapmak) ülkenin askerî yönden desteklenmesine yardım etmek malladır. Fakat bu mal cimrinin elinde olduğu zaman onun yüzünden yararsız bir hal alır. Bu yalnız malda değil, kişi için büyük sermaye olan ilimde de böyledir. Bildiğini öğretmekten çekinen en büyük cimridir.
Malın iki türlü faydası vardır.
I- Dinî işler için
II- Dünya için
I- Dünya için olan faydası herkes tarafından bilinen bir husustur.
Il- Din için olan faydası üç noktada toplatılabilir.
a- İbadette olsun yahut ibadette yardım edecek vasıtalar için olsun insanın kendisi için harcaması. Meselâ Hac, yahut savaş gibi hususlar ancak malla olabilir. Fakir bunlardan mahrumdur. İbadetVapma gücünü hazırlayan durumlara gelince, bunlarda yeme, içme, ev, evlenme ve yaşamak için zarurî olan şeylerdir. Bütün bunlar olmayınca kalp huzur içinde ibadetle meşgul olmaz.
b- İnsanlar için sarfedilen. Bu da dört yolla olur. Zekât, mürüvvet (insanî hareket) ırzı koruma ve işçilerin ücreti, zekât malûm bir husustur.
Mürüvvet yeri geldiğinde usulüne uygun olarak, zenginlere ve değerli kimselere ziyafet vermek ve hediye takdim etmek. Bununla kardeşlik bağları kuvvetlenir. Dolayısıyle dînin istediği kardeşliğin ve dostluğun kurulmasına sebep olmuştur.
Irzı Koruma: Şairlerin hicvini, sefihlerin kötülüğünü savma ve onların dillerini susturmak, kötülüklerini gidermek için malı harcama.
c- Belli bir kişiye değil ammenin yararına olan bir yere harcama. Meselâ: Cami-okul, köprü yapmak, su akıtmak, yol açmak öğrenci yurtlan kurmak, bu ölçü içindedir. Sayılmayacak kadar faydası olan malın öte tarafta iyi kullanılmadığı takdirde çok kötü sonuçlara kişiyi sürükleyebilir:
1- Mal bir güçtür: Kendisini güçlü hisseden kişi günah yollarına kolayca dalmaya başlar.
2- Konfor, lüks ve moda içinde boğulup gider.
3- Fazla meşguliyetten ibadetlerini gerekli yapmaz. [588]
Malın hüviyeti, az da olsa belirtilmiş bulunuyor. Allah tarafından kendisine bahşedilen gücü O'nun geniş sofrasında kullanan kişi elde ettiği malın kaynağını unutmamalı bu güçten mahrum olanlara karşı cimrilik yapmamalı. Unutulmamalıdır ki; cimri ipek böceğine benzer. Yaptığı ev yokluğuna sebep olur. O evden başkaları faydalanır. Böcek gayet kısa olan ömür süresinde kendisini korumak için didinerek bir koza yapar, sonra da onun içinde ölür. Bıraktığı kozadan başkaları faydalanır. Cimri zenginin durumu da böyledir. [589] Yalnız bununla mal toplamayınız gibi bir sonuç çıkartılmasın. Elbette insan ölürken arkasından bırakacağı mal kendisine bir rahmettir. Yalnız kişi sağlığında kazancından bir payı vermeyi unutmamalıdır.
Hased
"İmanla hased, mü'min kulun kalbinde bir arada bulunmaz" [590]
Birinin elinde bulunan bir ni'metin yok olmasını veya başka bir duruma gelmesini temenni etmektir. [591] Gayet kötü bir tutum olduğu için Cenâb-ı Allah Peygamberine
"Hasedcinin hasedinden kendisine sığınmasını"[592] istemektedir.
Hased edenlerin vücut yapıları zinde olsa bile ruhları hastadır. [593] Dinî bünyeyi bozduğu ve bedene çokça zararı olduğu için gayet kötü bir tutumdur. [594] Hased kin gütmenin, kin ise kızgınlığın bir sonucudur. [595] Bunun kötülüğü hakkında sayılmıyacak kadar hadisler vardır:
1- Ateş odunu yeyip bitirdiği gibi hased de iyi olan şeyleri yer [596]
2- Birbirinize hased etmeyiniz. Allah'ın kulları kardeş olunuz [597]
3- Hased eden kurtuluş bulmaz. [598] Önceki milletlerin yıkılmasına sebep olan hastalığın buğz ve hased olduğunu [599] bir hadiste belirtir.
4- Nerdeyse fakirlik, küfür ve hased kaderi mağlûp eder olacaktır. [600]
5- Sizden önceki milletlerin hastalığı ümmetime isabet edecek.
"O milletlerin hastalığı ne idî?
"Azmak, şımarmak, malın çokluğuyla övünmek, dünya için didinmek birbirinden uzaklaşmak, haddi aşarcasına hasedleşmek. [601]
7- Her ni'metin hased edeni [602] ve
8- Allah'ın ni'metlerinin düşmanları vardır.
"Onlar kimlerdir?
"Allah'ın insanlara kendi fazlından verdiğine hased edenlerdir.
Yüce Peygamber bu hadislerle hasedin kötülüğünü izah ettikleri gibi ne gibi şeyler doğurduğunu belirtiyor. Birbirini çekemeyen insanların olduğu bir toplumda yardımlaşma beklenemez. Bu da olmayınca o toplumun kalkınması düşünülemez. Demek oluyor ki, toplumun alacağı ilerleme seviyesi kişilerin ruh dünyasına çokça bağlıdır.
Hased, Hükmü, Kısımları
Allah bir kuluna bir ni'met verdiği zaman diğer insanların bunun karşısında tutumu iki noktada olabilir.
1- Bu ni'metten tiksinmek, elinden gitmesini arzulamak.
2- Yok olmasını istememek, yalnız, kendisi için de aynısını arzu etmek [603]
İşte birincisine hased, ikincisine gıpta = imrenmek denir.
Gıpta = İmrenme
Bu da iki türlüdür:
1- İyi olana.
2- Kötü olana imrenme:
1- İlim, zenginlik, yardım v.s. gibi hususlarda mubahtır.
2- Şayet hırsızlık, tembellik, serkeşlik, gangasteriik gibi fiiller üzerinde ise yasaktır. [604]
Yüce Peygamber "Mü'min imrenir, münafık hased eder" [605] buyurarak ikisinin arasındaki büyük farkı açık bir şekilde izah etmektedir. Yalnız düşman devletin elinde bulunan vasıta kitleye zararı varsa onun yok olmasını istemek zarar vermez. İyi davranışlariyle topluma huzur dağıtan, iyi eserleriyle etrafı aydınlatan kimselere gıpta ile bakmak ve onlar gibi olma özlemini çekmek, kişiye sevap kazandıran iyi niyetlerdir. Hz. Peygamber Allah'ın kendisine verdiği malı hak uğruna harcayan ve Allah'ın verdiği ilimle amel eden ve bunu insanlara öğreten kimseye karşı hasetliğin olmadığını bir hadiste belirtir. [606] Başka birinde şöyle buyurur.
"Bu ümmetin durumu şu dört kişiye benzer:"
a- Allah, bir adama mal ve ilim verir. O da işinde ilmiyle hareket eder.
b- Birine ilim verir, mal vermez. Bu yüzden o şöyle der. Rabbim! Şayet benim de filânın malı gibi malım olsaydı, onun gibi elbette iş yapardım. Bu ikisi de sevap bakımından eşittir.
c- Birine mal verir, ilim vermez. O da bu malı Allah'a isyan olan yerde harcar.
d- Birine de ne ilim ve ne de mal verilmemiş, bu da kalkıp "Şayet benim de filânın malı gibi malım olsaydı kötü yolda harcadığı şekilde harcardım" der. Bunlar da günahta eşittirler. [607] Hadisten de anlaşılacağı gibi tek ni'mete sahip kimse buna sahip olamayan kimsenin ona sırf hizmet için gıpta etmesinde bir sakınca yoktur, yalnız kötülük yapma hususunda bu fi'il işleyen kimseye imrenmenin günah olacağı da açık bir şekilde görülüyor.
Hasedin Mertebeleri
1- Başkasının elinde bulunan ni'metin kendi eline geçmesi pek muhal olmasına rağmen, onun elindeki ni'metin kaybolmasını,
2- O ni'mete olan isteğinden dolayı, bunu elinde bulunduran kimsenin elinden yok olmasını,
3- Bir şeye sahip olan kimsenin elinden bunun yok olmasını istemeyip kendisinde aynısına sahip olmasını istemek, elde edemediği takdirde, aralarında bir eşitsizliğin çıkmaması için mahvolmasını istemek.
4- Başkasının elinde bulunan şeyin dengini istemesine rağmen elde edemediği takdirde onun aleyhine olarak yok olmasını istememek. [608]
Bu Fî'le İten Sebepler
Elbetteki insan durup dururken başkasına hasedlenmez. Bunun bazı sebepleri olsa gerek.
Hased edilen adamda bir faziletin belirmesi neticesinde diğerinin buna hasetlenmesi. [609] Kur'an-ı Kerîm Hz. Âdem'in oğlunun Allah'a sundukları kurbandan birinin kabul edilmesi, diğerinin edilmemesi neticesinde, öldürüldüğünü anlatır. [610]
2- Düşmanlık ve buğz; hasedi doğuran buğzdur. Bunu tatbikata intikal ettirmeyince kendini yercesine karşıdakine hasetlenir.
3- Bir mevkîye, ilmî payeye erişince, başkasının bu gayeye yükselip bulunduğu seviyeye yükselme istidadını gösterene karşı hasetlenir. Seviyesinde kalmasını ister. Fakat kendisini geçmesini istemez. Meslektaşlar arasında bu çok görüle gelmektedir. Aynı meslekte çalışanlar en çok birbirlerine hücum edenlerdir. Dışta bir dayanışma görülse yine içte çekememezlik hâkimdir.
4- Tabiatında büyüklenme bulunan insanlar diğerlerini küçük görürler. Dolayısiyle onların yükselmesini çekemezler. Meselâ:
Kureyş Hz. Muhammed'e karşı şöyle der
"Bu Kur'an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi" [611] derler. Bazı insanlar vardır. Zengin veya bir bilgin ailenin çocuklarıdır. Kendilerine Allah, yükselmek nasip etmez, fakat öte tarafta hiç nazara almadıkları kimsesiz ve bir fakir çocuk yükselir. Dikkatları kendi üzerine çekecek seviyeye gelir. İşte bu durumda, yerlerinde donup kalanlar bunlara karşı hasedlenirler. Bulundukları her yerde "canım filânın çocuğu" değil mi diye bunu ağızlarında taşırırlar. Bu düşük durumları, onları karşıdakilerine hasedlenmeye götürür.
5- Gelen peygamberlere karşı eskimilletlerin takındıkları tavrı, Kur'an-ı Kerîm onların dilleriyle şöyle anlatır:
"Sizde sadece bizim gibi birer insansınız, bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz" [612]
Firavun ve grubu, Hz. Mûsâ ve Hârûna:
"Bizim gibi iki insana mı inanacağız" [613] derler.
6- Gayelerine erişemiyeceklerden korkan kimseler hasedlenirler. Kardeşleri arasında babanın kalbini çalıp fazla malı kendisine bırakmak için bu durum görüldüğü gibi hocaların yanında, iyi bir yere sahip olmak için öğrenciler arasında da bu görülür.
7- Başkanlık isteği ve emek çekmeden birdenbire mevkîde öne geçme arzusu da hasedleşmeye sebebtir. Bir toplulukta birinden daima bahsedilir. İyi ve çeşitli lâkaplarla anılıyorsa kendi adının yükselmesi için onun yok olmasını yahut elindeki imkânların kaybolmasını ister. [614]
Meslektaşlar, Kardeşler Ve Akrabalar Arasındaki Hased
Toplum hayatında aynı görevde bulunan kimseler arasında görülege-len çekişme ve çekememe hâdisesi her gün görülen bir husustur. Bu durum aynı yuvadan gözlerini hayata açmış ve yıllarca aynı sofrada kana kana yemiş ve içmiş kardeşler ve akrabalar arasında daha çok görülmektedir.
Bütün bu çekememenin sebebi kazanç hırsı olduğu apaçıktır. Aslında bu durumun böyle olması tarafların zararınadır. Ayrışmadan birlik halinde yapacakları faaliyetlerin, kösteklenmesini bizzat kendi aralarında yaptıkları takdirde, sahanın dışında kalanlar için onların yıkılması pek kolay olur.
Çoğu amcazadeler birbirlerini çekemezler. Biri okur, yükselir, biri çalışır zengin olur. Bunların dışında kalan amcazadeler, şayet böyle bir gayeye varamazsa, hemen işi küçümsemeye başlarlar. Aslına bakılacak olursa bu bir küçümsemeden ziyade bir hasettir. Şayet yükselen tarafta geride kalanları hiç umursamaz, gerekli ziyaret ve yardımda bulunmazsa, uçurum fazlalaşır:
Bu durum karşısında anlayışlı tarafın takip edeceği bir durum vardır:
Hemen bir eziklik içinde bulunan tarafa gidip:
"Sayın Amcazadem! Biz aynı havanın içinde nefes almış, büyümüş, yatmış ve o derece kenetlenmiş bir aileyiz. Derdiniz derdimizdir, sevinciniz sevincîmizdîr. Mevkî ve zenginlik bizi birbirimizden ayıramaz. Evimizin kapısı size ardına kadar açıktır. Biz sizinle varız. Mutluluğunuz bize mutluluk verecektir. Bizim bu taşıdığımız duygular bütün sıcaklığıyla çocuklarımıza da geçecek ve onlar da yakınlık bağlarının en kopmaz halkalarını birbirlerine bağlayacaklar."
Bu kabil sözlerle onların gönüllerini şenlendirmekle yetinmeyip, karşılıklı ziyafeti ihmal etmemeli uzakta bulunuyorsa muhavereyi kesmemeye gayret göstermelidir.
Tedavi Yolu
Hased kalbin bir hastalığıdır. Tedavisi:
İlim, amel ve güzel ahlâktır. Gerçeği bilmeyi gaye gütmüş bir ilim anlayışıyle hareket eden bir insan, hasedin bir kazanç temin etmediğini, üstelik zararlı olduğunu anlayacak eldeki ni'meti çekememektense, desteklemenin daha yararlı olduğu sonucuna varacaktır.
İç hayatında kimseye herhangi bir ziyan vermeden ve üstelik kimsenin malına göz dikmeden hareket edildiği takdirde karşı tarafın niyyetleri doğru da olmasa zamanla bununla telâfi edileceği şüphesizdir.
Hasedin iki türlü zararı vardır:
I- Dünya işlerine.
II- Din hayatına.
I- Hased edenin içi bu dertten kavrulur. Bir türlü karşı tarafın yıkılmasından dolayı azaplar çeker. Onun üstünde gördüğü her ni'metten bu azabı bir kat daha artar. Dolayısiyle bütün duygu ve akıl gücünü bu hastalık sarar. Gündüz gezerken gece uyurken hased ettiği kimsenin hayatta aldığı yolu düşünerek kendisini harap eder, belki de bu durum onu en umulmadık bir fiile başvurmasına sebep olur.
II- İslâm'ın ölçüsüne göre Allah bir kulunu yüceltmek istemedikten sonra yücelmesi imkânsızdır. Bu bakımdan Allah'ın verdiği ni'mete sahip olan kimseye hased etmek, Allah'ın adaletini hoş görmemek demektir.
Müslüman kimseye içerlemeden ve kimseye hased beslemeden sahip olduğu değerle başbaşa kalıp kimseye hased etmemeli, çalışmalı, çalışırken de kendisini harap etmemelidir. Kulda sorulacak tek şey çalışıp çalışmadığı husustur, yoksa çalışmanın semeresi olan kazanç değildir.
Zararı:
Esasen kalbine hasedi sokan kimse bunu icraata sokmazsa karşıda' kine bir zararı olmaz. Hz. Peygamber:
"Her insanda hased vardır. Fakat bir kısmınınki diğerlerinden daha çoktur. Hased eden kimse bunu diliyle konuşmaz yahut eliyle yapmazsa zarar vermez" [615]
Hased, iyiliğin yok olmasına da sebeptir:
İnsanlar, birbirlerine iyilik yağdırmakla yardımlaşırlar. Fakat bu iyilik yollarını tıkayan bazı faktörler var ki bunlardan biri de hasettir. Hz. Peygamber:
"İnsanlar birbirlerine hased etmedikleri müddetçe hayır devam eder" [616],
"Allah'ım hased edenin hasedinden sana sığınırım" [617]
Sülüs celisi zerendud yazı (1903) (Topkapı Sarayı yazı salonundan)
6- MÜSTAKİL KONULAR
Va'd
Dilde söz vermek manasınadır. Cenâb-ı Allah "Akidllerî yerine getirin" [618] buyurmuştur. Yüce peygamber:
"Va'd bir atiyyedir" [619],
"Bir borç gibi yahut ondan da üstündür" [620] buyurmuşlardır. Va'dında duran peygamber İsmail'i (s.a.v.) Hz. Allah Kibati'nda:
"Va'dında duran" [621] şeklinde nitelemektedir. Va'dın çeşitli durumları Kur'an-ı Kerîm'de şöyledir:
Allah'ın Va'di
Hz. Allah inanan ve doğru işler yapanlar için bağışlama ve büyük bir mükâfat vereceğini va'dederken [622] zalimlerin [623] ve şeytanın ancak gurur va'dettiğini bildirmektedir. Halbuki Allah'ın va'dinde hak olduğunu [624], fakat çoklarının bilmediklerini [625] Allah'ın va'dına mualefet etmeyeceğini [626] bildirmiştir. Abdullah b. Ebî el-Hensa, peygamberliğinden önce Hz. Peygamber'e bir şey satar, onu bulunduğu yere getireceğini va'deder. Fakat unutur. Üç gün sonra aklına gelir. Gittiğinde yerinde bulur. [627]
Va'd fertler ve devletler arası olmak üzere iki türlüdür.
- a)Fertler arasında: Günlük münasebetlerde karşılaşan fertler çeşitli durumlar için va'dleşirler.
- b)Devletler arası: Çeşitli konularda eşit güce sahip olan devletlerin birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerdir. Çoğu anlarda yapılan sözleşmeler unutulur. Bunun doğurduğu sonuç ise haliyle savaş olur. Kur'an bu hususta müslümanların dikkatini çekiyor. Bu noktayı şöyle belirtiyor:
"Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin, Allah'ı kendinize kefil olarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir. Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğirip kullandıktan sonra bozan kadın gibi olmayın" [628]
Yalancı Va'd
Verdiği söze muhalefet etmektir. Bu karşılıklı itimadın sarsılmasına sebep olur. Yüce Peygamber:
"Sözünü yerine getirmeyenin münafık olduğunu belirtmesi" [629] bu işin kötülüğünü belirtmesi bakımından yeterlidir. Kişinin yapamiyacağına söz vermesi:
I- Kişinin kendi hakkındaki beslenen itimadı sarsar.
II- Karşı tarafı boş ümide kaptırmasına sebep olur.
Her türlü ihtimali düşünerek olduk olmadık şeylere söz vermemeli, gücünün erişeceğini va'detmeli, hattâ "elimden geleni yapmaya çalışacağım" diyerek sonuç hakkında kesin konuşmamalıdır.
Övgü
Birinin yerilmesi yasak olduğu gibi olmadık sıfatlarla övülmesi de yasaktır. İlk müslümanlar buna çok dikkat etmişler, başlarında bulunanlara ya adlarıyla veya ünvanlarıyla hitap ederlerdi. Daha sonraları İslâmî ruh zayıflayınca mevkî sahibi kimselere lâyık olsun veya olmasın adının yanı başına upuzun övgü zinciri eklediler. Övücünün bu durumla karşılaştığı hususları şöylece sıralayabiliriz:
1- Aşırıya giderek yasaklanmış yalana uzanmak mecburiyetinde kalır,
2- İçten sevmemesine rağmen dıştan bunun aksini yapan sevgisini göstermek için olmadık fısatıarla onu överse iki yüzlülük yapmış ve
3- Gerçek dışı bir şeyi söylemiş olur. Biri Hz. Peygamber'in yanında bir adamı övünce Hz. Peygamber
"Yazıklar olsun sana, arkadaşının boynunu kestin. Onu işitseydi kendini kurtaramazdı" sonra "biriniz bir kardeşini övmeye kalkışsa filân kimse çok yetkilidir desin" [630] buyurur. Sonra, rast gelesiye birini övmek doğru değildir. Hz. Peygamber bir adamın birini övdüğünü duyar ve:
"Onunla yolculuk yaptın mı?"
"Hayır."
"Alış veriş ve muamelede onunla beraber oldun mu?"
"Hayır."
"Sabah akşam onun komşusu musun?"
"Hayır."
"Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, senin o adamı tanıdığın görüşünde değilim" [631] der.
4- Öven övüleni ister zalim veya fasik olsun sevindirmiş olur. Bu da uygun değildir. Hz. Peygamber bir fasik övüldüğü zaman "Cenâb-ı Allah kızar" [632] buyuruyor.
Böylece öven, iyi yolda olmayan bozguncu ve fasik kimseyi yolunda yürümesi için yardım etmiş ve onu öven sözleriyle desteklemiş olur. Hesapsız haksız muamele yaparken karşı tarafta bir karşı koyma ile karşılaşmaz, bilâkis tasvip edildi anlayışını doğuran övgü ile karşılaşırsa zulmünü daha çok arttıracak ve kendini daha güçlü hissedecektir. Çoğu diktatörlerin etraflarında bulunan dalkavuklar onların zulüm üstünde saltanatlı tavır yaşatmaya alkış tutmuşlardır. Bunların zulmü, etrafındakiler tarafından perdelenmiştir. Tarihte görüle gelen diktatörler vardır. Fakat bunlar dış görünüşte kendilerini gösterenlerdir. Asıl diktatörler bunları dürtmüş ve hatalarını bile rahmet şeklinde yorumlamış meddahlardır, görünürdekiler uygulayıcıdırlar, arkadakiler bu hareketin kaynağıdır.
İslâm bunun karşısındadır. O herne olursa olsun hakkın söylenmesini, kişiye beşerî sıfatların dışında bir üstünlük verdirilmemesîni isteyen bir dindir. O'nun adına bu noktada hesapsız suçlar işlenmiş olabilir. Ama ö ne bunların destekleyicisi ve ne de yanlarındadır, insanlık za'fı kendisine bir isnat noktası aramış bula bula her müslümanın prensiplerine saygı ile bağlandığı İslâm-i bulmuştur. Ama bu İslâm'ın za'fi değil onun gölgesinde insanlık dışı oyunlarını oynamak isteyenlerin bir za'fidır.
Övülenin Zararı
Öven hatâ içine düştüğü gibi bunca ifadelerine kanan övülen de zarara girer.
1- Kişiyi yok eden iki unsur olan böbürlenme ve beğenme onda meydana gelir. Şayet övme bu iki sıfattan uzak bir noktada olursa bir zararı yoktur. Meselâ:
Hz. Peygamber sahabeleri övmüş ve şöyle buyurmuştur:
"Ebû Bekr'in îmanı bütün insanların inancıyla ölçülse onunki elbette tercih edilir" Ben'den sonra Nebî olsaydı elbette Ömer b. Hattap olurdu" [633] O en üstündü. Bir tevazu eseri olarak iki sadık arkadaşını böyle övmüştür. Nitekim Hz. Allah Kur"an-ı Kerîm'de insanlık uğruna çalışmış peygamberleri çeşitli sıfatlarla övmüştür. Yüce Resul de kendisi hakkında "Ben Âdem oğlunun efendîsîyîm, bunda bir övülme yoktur" [634] Yâni insanların kendilerini övmeleri şeklinde söylemiyor, zaten o Âdem oğlu için değil Allah'a yakınlığıyla ona itaatla iftihar ediyordu. Ona bağlı olanlar da sahip oldukları maddî bir meziyetle iftihar etmezler. Yaptıkları hayırlı işlerle sevinir ve kendilerine bu kabil hayırlı işler yapma fırsatını Cenâb-ı Allah verdiği için şükrederler.
Hz. Peygamber'e sen "bizim seyyidimizsin" denilince, "birbirinize söylediğiniz gibi söylelyiniz..." yâni "Beni Allah'ın kitabında isimlendirdiği gibi Nebî ve Resul olarak çağırınız, başkanlarınızı ve büyüklerinizi çağırdığınız gibi çağırmayınız ve beni onlardan saymayınız. Zira ben onlardan bîri değilim"[635]
Biri peygamber'e gelir:
"Allah'ın Resulü! İyi isem iyiliğimi, kötü isem kötülüğümü nasıl bilebilirim? diye sorunca, O:
"Şayet komşun sen iyisin derse iyisin, kötüsün derse kötüsün" [636], buyurur.
Övülen Ne Yapmalıdır?
Zayıf karekterli insanlar karşıdakilerden herhangi bir şey koparabilmek ümidiyle onu övmeye kalkışırlar. İşte böyle bir durumda katiyyen övene önem vermemeli asla böbürlenip büyüklenmemeli, insan kendini karşidakinden daha iyi tanır. O ne kadar övse de övdüğü kimsenin iç dünyasından, karekterinden habersizdir. O yalnız dış görünüşteki bazı durumlara bakarak tasvirini yapıyor. İçine kadar nüfuz etmesine imkân yoktur. Bu sebepten öven istediği kadar bazı yaldızlı kelimelerle karşıdakini olmadık sıfatlarla boyasın, aldanmadan ve önem vermeden kendini yoklamak gerekir.
Öven övülen tarafından taltif edilince, aynı günah içinde yürümeye devam edecektir. Bu sebepten Yüce Resul: "Övenlerin yüzlerine toprak saçın" [637] buyurmak suretiyle bunlara pek meydan vermemeyi istemektedirler. Süfyan b, Uyeyne:
"Kendini bilene övgü zarar vermez. Salih kimselerden birini övdüm. O bunun üzerine şöyle dedi. 'Allah'ım ! Bunlar beni bilmezler, fakat sen biliyorsun". Biri Hz. Ali'yi övünce şöyle dedi:
"Allah'ım! Onların bilmedikleri hususlardan beni bağışla, dedikleri şeylerden dolayı beni sorguya çekme ve zannettikleri gibi beni hayırlı yap". [638] Yazıyla yapılan övmelerde tıpkı dildeki gibidir. Bunun içinde aynı hususları mütalâa etmek kabildir. Çünkü yazı bir nevî dilin satırlardaki görünüşüdür.
Yemin
Kelime olarak, sağ el, kuvvet ve bir de bilinen yemin etme manasınadır. [639] Asıl deyim olarak doğru söylediğine muhatabını inandırmak istemek, yahut bir şeyi yapmağa veya yapmamaya kendini veya başkasını gayrete getirmek istemektir [640], Bazı durumlar meydana çıkar ki böyle zamanlarda meselâ masum bir insanı kurtarmak için yapmak vacib, işlenmesi haram olanı yapmak yahut kendisine yemin yapılmayan bir şeye yemin etmek gibi hususlarda haram olur. [641]
Esasen burada yeminin İslâm hukuku yönünden arzettiği hususlar işlenmiyecek zira "Yemin" hukukta ayrı bir bölümdür. Daha çok, günlük münasebetlerde yemin yaparken dikkat edilecek hususlar ve mes'elenin adap ciheti verilecektir. [642]
Hanefî mezhebine göre yemin üç türlüdür.
1- Yemîn-i Gamus: Bile bile yalan yere Allah üzerine yapılan yemindir. Gamus: daldıran manasınadır. Bu yemin sahibini günaha ve onun neticesi olan cehenneme sokacağı için bu isim verilmiştir. [643] Bunun başka adları daha vardır. Hanefî mezhebince yeminin bu çeşidi için keffaret yoktur. Çünkü bu yeminin günahı keffaretle affolunmaz. Ancak tevbe ve istiğfarla affolur. Böyle bir yeminle kul hakkı alınmışsa onun geri verilmesi lâzımdır. [644] Bu yemin çoğunlukla geçmiş fiil sîgasıyla yapılır.
Meselâ: Birini dövdüğü halde "Vallahi ben dövmedim" borç vermeden "ben size şu kadar para vallahi borç verdim" şeklindedir. Ortada gerçek dışı bir iftira ve inkâr, bunun yanısıra Allah'ın adını böyle yolda kullanmak. İşte haksızca bir fiili Allah üzerine yemin ederek işlemek isteyeni Hazret-i Peygamber şöyle uyarıyor:
- a)Beş büyük günah var ki; haklarında keffaret yoktur. Allah'a ortak koşmak, anne babaya isyan etmek, müslüman'a iftira atmak, harpten kaçmak ve yemin-i gamus (yalan yere yemin)[645]
Dikkat edilecek olursa her biri içtimaî huzuru bozacak seviyede suçlardır. Bu durumun ticarî hayatta en fazla olduğu bir gerçek. Müslüman basit menfaatlardan dolayı böyle günahlı bîr yemine yönelmemeli ve Hazret-i Peygamber'in şu hadisini unutmamalıdır.
- b)Üç (şahıs vardır ki;) Allah kıyamet gününde onlara iltifat etmez, onları temize çıkarmaz, onlar için ağrıtıp inleten müthiş bir azab vardır:
Birincisi: Yol üstünde ihtiyacından fazla suyu bulunup onu yolculardan esirgeyen.
İkincisi: Yalnız dünyalık için devlet reisiyle andlaşıp da dünyalık verince hoşlanan, vermezse kızan,
Üçüncüsü: Malını ikindiden sonra (pazara) çıkarır ve "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki; bu mala ben, emin ol, kesin olarak şöyle şöyle para verdim" der. Müşteri de onu kabul eder (ek o fiatla malını alır) [646]
2- Yemin-î Lağv: Bir şeyin doğru olduğunu sanarak yemin edip sonra aksi ortaya çıkan yemindir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah kulu sorguya çekmez.
"Allah sizi rasgele yeminlerinizden dolayı, değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar" [647]
Safîlere göre ise yemin-i lağv konuşma esnasında hiç yemin etme gayesi yokken ağızdan çıkan yemindir. [648] Ne olursa olsun bundan da sakınmak gerekir.
3- Yemin-i münakide: İleride bir işi yapmak veya yapmamak için yapılan yemindir. Şayet iyi bir şey yapmak için yemin ederse bunu yerine getirmesi, kötü bir iş işlemek için yemin ederse bu yemini bozması lâzımdır. Meselâ: İbadet yapmak için yemin eden bu yemini yerine getirmelidir. Fakat içki içmek için biri yemin ederse bu yemini bozmalıdır. Bozmasından dolayı kendisine bir şey gerekmez, üstelik sevap elde eder.
Şaka yerine yemin yapılmamalı. Zira bunun şakası da ciddidir.
Yemin Ne Üzerine Yapılır
Yemin Allah ve O'nun sıfatları üzerine yapılır: Başkası üzerine yapılmaz: Hazret-i Peygamber:
1- "Dikkat edin! Allah sizi babalarınıza yemin etmekten menetti. Bu bakımdan kim yemin ederse Allah'a yemin etsin veya sussun" [649]
2- "Babalarınıza, annelerinize ve putlara yemin etmeyin; Ancak Allah'a yemin ediniz. Allah'a da ancak doğru söylediğiniz zaman yemin ediniz. [650]
3 - "Aziz ve Celil olan Allah sizleri babalarınızla yemin etmenizden nehy eder." [651]
4- "Sizden her kim yemin eder de Lât hakkı için derse (bunun kef-fareti olmak üzere) hemen Lâ ilahe illallah desin ." [652]
Bu hadisler de gösteriyor ki; yemin mutlaka Cenâb-ı Allah'a yapılmalıdır. Bunun hikmeti şudur: yemin, kendisi ile yemin edilen varlığın tazimini gerektirdiğindendir. Halbuki azametin hakikati Yüce Allah'a mahsustur. Binaenaleyh hiç bir varlık yemin ile de ona benzetilemez. [653]
İyisini görünce yeminden dönme:
Bir şeyin yapılmaması v.s. gibi hususlarda yemin eden kimse bu yeminden daha hayırlısını görürse dönmeli ve sonunda keffaretini vermelidir. Bu hususta Hazret-i Peygamberin sözü şudur:
"Ben yemin ettim, vallahi inşallah ben bir şey üzerine yemin eder de müteakiben yemin edilen şeyin başkasını yemin edilenden daha hayırlı görürsem (o yemine bağlı kalmayıp) muhakkak o daha hayırlı olduğuna kanaat ettiğim şeyi yaparım. Ve ben onu bir keffaretîe helâlda kıldım" [654]
Yeminin Kefareti
Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Allah size rasgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar. Yeminin keffareti ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir" [655]
Görülüyor ki İslâm bunda bile cemiyete uzanmaktan geri kalmamış.
Musikî
Herşeyin ifratı İslâm'da yasaklanmıştır. Şayet bu durum behimî duyguları kamçılayan, ruhlara hitap etmekten ziyade arzuların kamçılanmasına destek oluyorsa benimsenmemiştir. İslâm insan yapısının musikîye olan uzanışını gözden uzak bulundurmamış, bunu yepyeni bir ahenk içine yöneltmiştir. Müslümanların seslerini Kur'an-ı Kerîm ve onun istikâmetinde olan eserlere bırakarak, ruhlarda nasıl eşsiz bir ahenk dokudukları bilinen bir husustur. Hz. Peygamber "sesinizin güzelliğiyle Kur'an-ı süsleyiniz" diyerek Kur'an'ın güzelliğine sesin ilâvede bulunacağını kesin bir surette ifade ediyor ve bunu Hz. Davud'a isnad edilen musikî ile mukayese ediyor [656] Mızrakla oynayan zencileri hanımı Hz. Âişe'yi götürerek göstermiş [657] ve seyrettirmiştir. Askerî musikîde yasak edilmemiştir. [658]
Anlatıldığına göre Hz. Peygamber İbni Mesud'a "Bana Kur'an-ı oku" deyince o sana "Kur'an geldiği halde ben sana Kur'an okuyacağım, nasıl olur?" cevabını verir. Hz. Peygamber ise "Ben onu başkasından dinlemeyi seviyorum" [659] buyurur.
Bütün bunlar gösteriyor ki; güzel olan bir şi'ri güzel bir şekilde seslendirmek ne haram ve ne de mekruh olmadığı aksine müstehap olduğu ortaya çıkmış oluyor. [660]
Defle şarkı söylemek bayram, evlilik, gurbette olanın gelişi gibi sevinç anlarında çalmaya izin vardır. Hz. Peygamber, Medine'ye gelirken Medîneliler O'nun gelişini defli ve sözlü karşılamışlardır.
Musikî Üç Türlüdür
I- Aletsiz olanı. Kötü ifadelere yer vermediği, fesada götürmediği takdirde mubah olduğuna, sehabe, tabiin Ebû Hanîfe, Şafiî Ahmet ve diğerleri gibi müctehidler bildirmişlerdir. Bu Hanefî olan "Nihaye" sahibi, "Hidaye" şehrinde nakletmiştir. [661]
II- İnsan yalnızlık anlarında, bu yalnızlığı gidermek için şarkı söylemede bir sakınca yoktur. Bunu Serahsî bildirmiştir. Fakat böyle bîr durumda da yine edebe sığmıyan ifadelere yer vermesi doğru değildir ve mekruhtur. Bir kısım bilginler de şarkı söylemeyi mubah ve müstehap olarak ikiye taksim etmişlerdir.
Düğün ve buna benzer sevinç günlerindeki müzik müstehap, bunların dışında kalan mubahtır. İmam Yûsuf'a evlenme esnasında çalınan çalgının mubah olup olmadığı sorulunca O "Onun kötü bir oyun olduğu hususunda bir haber gelmemiştir" [662] cevabını verir.
Günün Musikîsi
Asrımız musikîsi san'at kokusu taşımıyor. Bir krizin ifadesini yansıtıyor. İnsan karakterine yakışmıyacak sözlerin bir anda dilde taşırıldığı, ağza alınması mutad olmayan ahlâk dışı ifadelerin hiç çekinmeden şarkılarla duyrulduğu ve üstelik alkış topladığı görülmüştür. Şarkıdaki sözlere eğilen dinleyici pek azdır. Bunlar neyi hazırlıyor:
I- Yalancılığı.
II- Ahlâk dışı deyimlerin tabiî bir hal almasını.
III- Haya perdesinin sıyrılmasını.
IV - San'at zevkinin öldürülmesini.
V - Behimî duyguların kamçılanmasını.
VI- Emek vermeden hasta ruhları dinlendirdiği için, parazitçe geçinmeyi... v.s.
İslâm edebi: duygu terbiyesini, kalp saffetini taşımadığı, tamamen materyalist bir zevk köleliği meydana getirip ve insan yapısından uzaklaştırdığı için bu kabil musikî anlayışına karşıdır.
Bunun karşısına çıkması estetiğe yer vermediği şeklinde yorumlanmamalı. Aksine sırf estetik ve duygu huzurunu istediği için bunun karşısına çıkıyor. "Allah güzeldir ve güzelliği sever" sözü, İslâm Peygamberinindir. İslâm adabı her faydasız olan şeyin karşısında olduğu gibi, sözlerinde bir mâna taşımayan üstelik hayâsızlığı alkışlayan nağmelerin de karşısındadır. Böylece açıklanması haya dışı kabul edilmiş sözlerin şarkı ve türkü şeklinde terenümü de mahzurludur. Bu bakımdan İslâm, ahlâk dışı olmayan sözlerin müzik halindeki ifadesine karşı durmaz.
7- EĞİTİM VE ÖĞRETİM
"İnsan; duyguları, hareketleri ve yaşaması için gıda ve kendisini korumak için sığınaklar araması bakımından hayvandan farksızdır; insan, ancak kendisine geçinme ve kazanç yollarını gösteren fikir ve düşüncesiyle, kendi cinsinden olan diğer fertlerle bir araya toplanarak geçinme vasıtaları gibi hususlarda birbiriyle yardımlaşmasıyla, bu yardımlaşmanın bir sonucu olarak cemiyetler halinde yaşamasiyle, Tanrı elçilerine Tanrı tarafından indirilen hüküm ve buyrukları kabul edip, şeriat hükümleri ile iş görmesi ve âhireti için faydalı olan kaidelere riâyet etmesiyle diğer hayvanlardan ayrılır. İnsan her vakit bunların her bîrini düşünür. Bunları düşünmekten hiçbir vakit usanmaz ve yorulmaz, göz açıp kapayacak kadar kısa bir müddet içinde dahi bunları düşünmekten hali kalmaz. Fikrin intikal ve kapıp alması, gözlerin açılıp kapanması arasında geçen zamanlardan daha çabuktur. İşte insanın bu fikir ve düşüncesi ilim ve bilgilerin ve yukarda anlattığımız san'atların kaynağıdır" [663]
Eğitim Ve Öğretim
Genel Teşvikler
"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" [664]
Cenâb-ı Hakkın Kur'an-ı Kerîm'de kendi sıfatlarından bahsederken, çok bilen anlamına gelen "âlim" kelimesini birçok yerde ifade buyurur. Bu sıfatın yanısıra "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" [665]
"İlimde derinleşmiş olanlar, Ona inandık, hepsi Rabbimîzin kalındadır" derler [666]
"Biz bu misâlleri insanlara veriyoruz. Onları ancak bilenler anlayabilir" [667]
Bu üç âyet genel olarak şu hususu açıklığa kavuşturuyor:
a- Bilenin seviyesi yücedir.
b- Kur'an hikmetlerini ve onda yer almış ifadeleri, yalnız ilimde derinleşmiş kimseler bilir.
c- Herşeyi herkes anlayamaz. Bilgisiz kalmış kimselerin anlama gücü zayıftır. Anlayan, bilenlerdir.
Bilginin derecesini bu kadar açık ifade eden âyetlerin yanısıra Hz. Peygamber de bunun önemini belirtmiştir.
1- İlim tahsili için yola koyulana, Allah ona cennet yolunu kolaylaştırır [668] Melekler de ilmi arayan kimseye ikram için kanatlarını yayarlar. Göklerdeki ve yerdeki her şey hattâ denizdeki balıklar bile bağışlanmasını isterler. Bilginin ibadet edene üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Bilginler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne bir dinar ve ne de bîr dirhem miras bırakmazlar. Onlar ancak ilmi bırakırlar. Onu elde eden, yüksek bir paye edinir. [669]
2- Hikmet mu'minin kaybolmuşmalıdır. Nerde bulursa onu almaya o başkasından daha lâyıktır. [670]
3- Âlîmin ibadetle meşgul olana üstünlüğü, benim sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm gibidir. [671]
Bu hususta daha birçok hadisler vardır. Dileyen bunu hadis kitaplarının "Kitab'ürüm" bölümüne baksınlar. Yalnız önemli bir nokta daha var. Hz. Peygamber, ilmin belirli bir zümrenin inhisarı altında kalmasını istememiş, bilenin mutlaka diğerlerine bildirmek ve öğretmekle memur olduğunu da belirtmiştir. Zaten yaygın bir öğrenimin olması bununla kaimdir. Bir eğitim seferberliğinin olması, belirli grupları eğitmek şeklinde düşünülürse, randıman sağlanamayacağı bazı denemeler göstermiştir. Fakat bilenin hem bildiğini bildirmekle yükümlü olduğu anlayışına sahip olması sonucunda toplumun kendi içinde bir iç eğitim sağladığı görülür. Gerek Kur'an-ı Kerîm'in ve gerekse sünnetin hep istediği eğitim tarzı budur. Bilmi bazı genel formülleri ezberlemek şeklînde değil de, kişinin hayata, işe ve topluma intibakına yardımcı olacak şeklinde düşünüldüğü takdirde, bu noktada her toplumda bilenin, ilgili bilgiden yoksun olanı eğitmesi bir sosyal eğitimi doğurtur. İslâm bunun yaygın olmasını istemiş, müslümanı bildiğini bildirmekle memur etmiştir. Hz. Peygamber'in bu husustaki tavsiyeleri şöyledir:
1- Burada olanlar olmayanlara bildirsinler. Belki de burada olanın anlattığını işiten kimse daha iyi kavrayabilir.[672]
2- İlmî bir mes'eleden kendisine sorulup da, bunu gizleyen kimseye Allah kıyamet gününde ateşten bir gem takar.[673]
Bilgi olgunluğa erdirir, yanlışları gösterir. İnsan belki de çeşitli imkânsızlıklar içinde bu değerden yoksun olmuş olabilir. Belki de saptığının farkında değildir. Bunun için İslâm insanları doğruluğa erdirmeyi müslümandan istemektedir. Hz. Peygamber, "Allah'ın senin hidâyetinle, bir adamı doğruluğa erdirmen, senin için kırmızı develerden" [674] daha hayırlıdır" [675]
İlkokul
Şüphesiz Hz. Peygamber, okuma yazması hemen hemen olmayan bir millete gelmiş. [676] Medîne'ye göçünce uygun bir arsada yaptığı caminin bir yanını eğitim için ayırmıştır. Buna tarihte"Soffa Ehli" denir. Burada bizzat kendileri ders verdiği gibi, başkalarını da görevlendirirdi. Okuma ve yazmaya, o kadar önem verir ki, Bedir savaşında esir düşenlerin kurtuluşları için 4000 dirhem kurtuluş fidyesi takdir edildiği halde, bunlar içinde on tane müslümana okuma öğretenin serbest bırakılacakları bildirilmişti''. [677] Bu hâdise öğretimde bir gayr-i müslimin de kullanılacağını göstermektedir. İlk kuruluş örneği "Soffa Okulu" olan İslâmî okullar zamanla gelişti. Fakat cami, okul, yurt şeklinde kuruluşunu oturtan bu plânlar bozulmadı, son kalıntılarını çeşitli İslâm ülkelerinde görülebileceği gibi, Anadolu'da bunun yaygın örneğini görmek kabildir. [678] İlk tahsil programı da önemlidir.
Hz. Peygamber öğrenilmesi gereken bazı hususları "şu, şu sahabeden" öğrenilmesini istediği anlatılmaktadır. Bu bir bakıma ihtisasa kaymanın zaruretini gösterir[679]
Durum ne olursa olsun İslâm'ın ilk devrelerinde eğitime yöneltilmiş yoğun bir gayret müşahede edilmektedir. Şayet okutma, öğrenme ve müesseseleri kurmaya bu kadar önem verilmeseydi dinin içinde bulunan ahlâkî ve hukukî (aile, miras, ceza v.s.) mevzuat öğrenilmezdi. Calib-i dikkat önemli bir hususta hukukî mevzuatın yalnız bazı otoriteler tarafından bilinmemesi, her ferdin hukukî kuralla, içice girmiş ve hukukla yaşar hale gelmiş olmasıdır. Eğer genel mevzuatın öğretilmesi fazlasıyla tavsiye edilmeseydi bu sonuç hasıl olmayacaktı.
Bu Eğitimin Genel Karakteri
I- Görülen ve görülmeyen her şeyi yoktan var eden bir Allah'ın olduğunu, O'nun gözlerle müşahede edilmeye, fakat aslında var olan varlıkları yarattığı her devirde bir yol gösterici peygamberin gönderildiğini.
II- Kâinatın bir kurulu ölçü ve plân içinde hareket ettiğini bu değişmez düzenin korucusunun Allah olduğunu.
III- İsanların hareketlerinden sorumlu olduğunu, burada yaptıklarını adaletin tecellî edeceği bir âhiret gününde göreceklerini.
IV- İyi işlerin kurtarıcı olduğunu.
V- Taşkın bir merhamet anlayışı [680], (kendisinden başlıyarak, yakından uzağa ve bütün insanlığı içine alacak) daha çok kabul ettirmeye çalışmıştır.
Değişik ilim dalları hakkında Kur'an'ın ve hadisin gösterdiği bilgilerde sırf bu ilimlerin genel prensiplerini öğretmek olmayıp, ilâhî kudret ve düzenin büyüklüğüne dikkati çekmiştir. Ama bunu bir ışık bilip arkasından o ilim etrafında derinleşmekte onun gayesi dışında değildir. Zaten ona göre Mim ilâhî kudrete adım adım yaklaştıran bir vasıtadır. "Dîn fikri, yaratılıştan olduğu, yetiştirici olan Allah'ta, Rahman ve Rahîm sen ince kavrayışla yargılayıcı, kayırıcı) bulunduğu için ilâhî yetiştirmeye dayanan esas, iyimserliktir, merhamettir, şefkattir. İnsanın insanı sevmesi ve saymasıdır. Allah korkusu da Allah'ın rızasına uymaktan duyulan kaygıdır.
İslâm dininde ve eğitiminde ülkü, mutlak hakikate, mutlak adalete, mutlak iyiliğe ve mutluluğa erişmek, Allah'a dönmektir. Âhiret hayatı da işte bu dönüştür. Ülkü hayatının başlangıcı bu dünyadadır" [681]
Hülâsa, Hz. Peygamber'e gelinceye kadar, bir çok kimselerin kafasında meydana gelen hâdiseleri, ayrı bir işin yapıcısı olan kuvvetlere (tanrılara) atfetme, İslâm yönünden zihinlerden silinmeye başlamış, âyetler işlenen hususun gerçekliğini ortaya koyduktan sonra, bunu Allah'ın kudretinin bir neticesi olduğunu belirterek yapan ve yürütenin Allah olduğunu insanların zihinlerine yerleştirmeye çalışmıştır, işte bu husus onun eğitiminde göz önünde tuttuğu en önemli bir konudur.
Eğiticinin Takip Edeceği Yol
Eğitimde, rol oynayan iki kimsedir,
a- Öğreten,
b- Öğrenen.
Her devirde, öğreten ve öğrenen çıkmıştır. Bir bakıma öğreten kendisine intikal eden bilgileri saklayıp başkasına (öğrenene) sunandır. Öğrenen de bunu başkalarına aktararak, bilinen şeylerin her devir için bilinmesini hazırlamış oluyor. Hz. Peygamber, herşeyden evvel bir eğiticidir. Bizzat kendisi "Allah beni bir muallim olarak gönderdi" [682] buyuruyor. Vakıa onun eğitim tarzı, bugünkü seviyeye göre programları ve dershaneleri hazırlanmış bir eğitim tarzına benzemese de, toplum içinde bulunan her ferdi eğitmesi yönünden eğitim yönünden bir birlik arzetmektedir. Kendisinin yaptığı gibi öğretmenden temel esas istemiştir.
1- Bildiğini gizlememeli.
2- Bildiğiyle amel edip ve öğretmeli [683]
3- Öğretmenin Allah rızası için olmalıdır [684]
4- Anlayıncaya kadar tekrar etmek [685]
5- Yumuşak olmayı tercih etmeli.
6- Söylediğini önce kendisi yapmalıdır.
7- Bilgisine bakıp hayret etmemelidir, bu bir cehalet eseridir [686]
Öğrencinin Durumu
1- Allah için tahsil etmelidir [687]
2 - Bilgiçlik taslamak, şöhret kazanmak, insanların dikkatlerini kendi üzerine çekmek için yapmamalı [688]
3- Duyduklarını kaydetmeli [689]
4- Başka yerlere gitmekten çekinmemek [690]
5- Sesini hocasından fazla çıkartmamak, arkadaşlarıyla yaptığı gürültülü konuşma hocasiyla da aynen yapmamalı [691]
Bunun yanısıra İslâm terbiye (pedagoji) kitapları öğretmen ve öğrenci ilişkileri yönünden bazı hususlar daha almışlardır:
1- Öğretmen öğrencilerine şefkatli olmalı, onları kendi çocuklarının seviyesinde tutmalıdır. Hz Peygamber, "Benîm sîze karşı olan durumum, babanın çocuğuna karşı olan tutumu gibidir" [692] buyurur. Bundaki gayesi, onları âhiret ateşinden kurtarması ve yollarını göstermesidir. Bu husus bir babanın çocuğunu dünya ateşinden kurtarmasından daha önemlidir. [693]
2- Nasihati bırakmamak, buna modern eğitimde telkin denilir. Zaten okutmanın gayesi onu insanlığın aradığı faziletle dolu hâle getirmektir. Öğretmen öğrencisinin her yönden iyi olarak hayata alıştırmakta, münasebet düştükçe kabiliyetli şekilde hareket etmenin üstünlüğünden, memleketine karşı sadakatin öneminden bahsetmelidir [694]
3- İmkân nisbetinde onu kötü âdet ve yollardan uzaklaştırmalıdır.
4- Öğretmen bir diğer öğretmenin okuttuğu başka bir dersi çirkin göstermemeli. Bu, öğrencinin o dersten nefret etmesine sebep olur. [695]
5- Öğrencinin anlayacağı seviyeye inmek. Hz. Peygamber:
"Biz peygamberler camiası, insanların seviyesine inmemiz ve anlama gücüne göre, konuşmamızla emrolunduk." buyurur. Bir öğretmen de peygamberin vârisi olduğuna göre seviyeye uyması gerekir.
6- Mütevazi olmalı [696], çekememezlikten sakınmalı. [697]
7- Açıktan ziyade ima yolu ile azarlamah, hakareti bir tarafa atmalı [698]
8- Bilgiyi elde etmenin kolay yollarını anlatmalı, güç noktalarını saklamalıdır [699] Hz. Peygamber: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmaymız, bildiriniz, nefret ettirmeyiniz" [700] buyuruyor.
9- Oturuşu vakarlı olmalı [701]
10- Hafiflik göstermemeli.
11- Sorulan bir mes'eleyi bilmediği takdirde, "Bilmiyorum" demekten çekinmemeli [702]
12- Sorulan soruya lâyıkıyla eğilmeli.
13- Bir mes'elede aleyhine ikame olunan delil, gerçek ise kabulde tereddüt etmemeli.
14- Öğrenciye faydası olmayan bilgiden, öğrenciyi vazgeçirmeli [703]
15- Konuşması yerinde olmalı.
16- Fakirlere yaklaşmalı,
17- Her zaman öğrenme gayreti içinde bulunmalıdır [704]
Öğrencinin Genel Tutumu
Her öğrencinin ruhî yapısı ayni değildir. Bulunduğu ortamın öğrenci üzerine büyük tesirlerinin olması normaldir. Genel olarak aile içinde saygılı olmaya alışmış öğrenci, okul içinde de kendi büyüklerine karşı aynı saygıyı takınacaktır. Ama her aile bu mutluluğu doğurtacak bünyeye sahip olamaz. Fakat okul daha gelişmiş ve geniş bir aile ocağıdır. Öğrenciler buraya ilk adımlarını attıkları zaman daha önceki yıllarda öğretmenle öğrenci arasında gayet terbiye kurallarına uygun bir hava meydana getirilmişse yeni gelenler kendilerini buna göre düzene sokmak mecburiyetinde kalabilirler. Bunun için İslâmî terbiye eserlerinde şu hususlar istenmiştir.
1- Öğrenci öğretmeninin huzuruna vardığında gayet saygılı bir şekilde selâm vermeli.[705]
2- Çok konuşmaktan çekinmeli.
3- Öğretmen söze başlamadan veya kendisine konuşma izni vermeden söze başlamamalı.
4- Öğretmenden daha bilgiliymiş gibi bir tutum takınmamalı.
5- Huzurunda başını sağa sola döndürmemeli, dikkatlerini hocasına yöneltmeli.
6- Öğretmenin konuşması sırasında, onun sözünü yahut sorusunu ağzından alırcasına sözünü kesmemeli.[706]
7- Bütün kötülüklerden ve pisliklerden kendisini uzaklaştırmalı. Zira ilim kalbin ibadetidir. Sırrın namazı ve Allah'a manevî yönden yaklaşmaktır. Nasıl ki namaz kılmak için görünen ve görünmeyen (necis ve hadis) pisliklerden bedeni temizlemek gerekiyorsa ilim içinde bu şarttır. [707]
8- Dünya ile meşgul edecek bağları azaltmalı, aile ve bulunduğu yerden uzaklaşmalıdır. Çünkü ilgilenmek meşgul eder ve vakti geçirir. Halbuki "Allah insanın içine iki kalp koymamıştır" [708]
9- Bilgisiyle gururlanmama'lı, öğretmene emredecek durum takınmamalıdır. Hastanın doktorun öğütünü dinlediği gibi onun tavsiyelerine kulak vermeli,
10- Öğretimin başında iken hangi konuda olursa olsun, insanlar arasındaki ihtilâfa dalmaktan çekinmelidir. Bu durum onun zihnini çeler, hayretini arttırır, görüşünü saptırır, anlamasını kötüleştirîr.
11- Bilgi içinde değerli olan hiçbir ilim dalını geriye itmemeli, bunlardan her biri hakkında haberi olduktan sonra kendisine önemli olana eğilmeli.
12- Bir program dahilinde eğitimini sürdürmeli [709]
13- Hocasına duada bulunmalı.
14- Güzelce soru sormalı, soru; öğrenmenin yarısı ve ilim hazinesinin anahtarıdır.[710]
15- Zamanında eğitime başlamalıdır. Bu hususta Hz. Peygamber'e atfedilen bir hadis vardır:
"Küçüklükte öğrenen taş üstünde oyma gibidir. Büyüklükte görülen eğitim su üstüne yazı yazmak gibidir" [711]
8- SELÂM VERME
1- Önemi
Beşerî münasebetlerin, normal şartlar içinde cereyan etmesi, insanlığın, yahut belirli bir toprak sınırları içinde hayat yaşayanların, müşterek esaslar kabul etmelerine bağlıdır. Bu ortak noktalar, o toprak üzerinde yaşıyanların kaynaşmasını temin eden faktörler olur. İşte İslâm, müslümandan karşılaştığı kimse ile temas kurmadan önce onların, aralarındaki ortak mukaveleyi (Selamlaşmayı) yâdetmeye ve ondan sonra, aralarındaki münasebetleri sürdürmeyi ister. Şüphesiz bu münasebetleri sürdüren dildir. Dil bu anda insanın kalbinin en hassas noktalarına kadar inerek orayı fethe girişmesi, karşılaşan iki kimse arasındaki uzlaşma zeminini temin eder. Öyle ise selâm bir bakıma görüşmenin ve münasebetlerin ilk esası, kalpleri açan bir anahtardır.
Birbirlerine karşı soğuk davranan kimselerin bu soğukluğu devam ettirmeleri, daha çok yanyana gelip mes'eleyi tahlile yanaşmadıklarından ötürüdür. Selâm bu soğukluğu giderecek güçtedir. Çünkü "selâm" daha çok karşı parafın selâmet ve huzur içinde bir hayat sürdürmesini istemek gibi, karşı tarafın lehine yapılmış bîr temenninin ifadesidir. Bu temenniyi yapan kimse demek oluyor ki: karşıdakinin zararını istemiyor üstelik onun mutluluğunu diliyor. O zaman muhatabının düşünce dünyasını bu temennide bulunana karşı iyi kararlar almaya sevkedecektir ki; zaman geçmeden iyi niyet ve iyi şey düşünme, müsbet bir netice doğuracaktır.
Kırgınlık,-daha çok dille, karşıdakini incitme hülâsa onun hayrını istememekten doğan kötü bir durumdur. Selâm hayrı istemektir, huzurlu hayat dilemektir. Bu dilekler karşı tarafın lehine tecelli edecek hâdiseler içindir. Öyle ise bunda bir menfaati kollama vardır. O halde birinin bu kadar menfaatini kollayana karşı lakayt kalması yaraşmaz.
Selâm veren içten bir İslâmî anlaşmaya girişmiş olur, yâni:
Kendisinden onun malına-namusuna bir eziyeti olmayacağını kendi kendine söz vererek [712] bu sözü iletmektir. Demek ki selâm, içten beslenen iyi niyyetin dille tevsiki mahiyetine geçiştir. Böyle bir teminatta bulunmuş kimsenin ahdini bozması, iki yüzlülük yapması ve hîyanete girişmesi uygun olmaz.
Kur'an-ı Kerîm'de "Selâm'ın" Çeşitli Kullanılışları
1- Nüzul bakımından en eski bir tarihçeye sahip olan Kadr sûresinde
"O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir selâmettir" [713] ifadesi yer almaktadır kî burada bu kelime hayır ve bereket anlamadır.[714]
2- Allah yoluna tutunmuş bilhassa Allah'a yönelmiş bir kalple âhirete gelen kimselerin cennete selâmetle gireceklerini [715] belirtmektedir. Yâni bütün gam ve kederlerden, cennet ni'metinin sona ereceği korkusundan salim olarak.[716]
3- Daha çok selâmlama ifadesi olarak geçmektedir.
- a)Âhirette defteri sağdan verilenlere "Ey sağcılardan olan kişi sana selâm olsun"[717] Böyle söylenmesi onun emniyette olduğunu belirtmek içindir. Öyle ise bu dünyada selâm verenler verdikleri kimsenin emniyet içinde olduğunu bizzat ifade etmişlerdir.
4- Allah; inananlar, Hz. Peygamber'e geldikleri zaman O'nun onlara "Selâmünaleyküm" [718] = Selâm size olsun demelerini emreder.
5- Allah'ın seçtiği kullara selâm olsun. Bu seçkin kullarının kimler olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır:
- a)İbrahim'i dostluğa, Mûsâ ile konuşmakla, Hz. Muhammed'e Cebrail'i göndermekle.[719]
- b) Peygamber'in eshabıdır.
- c)Allah'ın birliğini kabul eden ve O'na inanan.
6- Selâm Allah'ın güzel isimlerinden biridir. [720] İbn-i Kuteybe: Yarattıklarında bulunan ayıp, noksan ve yok olma gibi şeylerden kendisinin uzak olduğunu bildirmek için bizzat kendisini "selâm olarak sıfatlandırmıştır" [721] der.
Selâm'ın İslâmî bir müessese oluşu ve bunu kullanmanın zarurî olduğunu Kur'an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber işaret eder. Kur'an-ı Kerîm'in bu husustaki emri manidardır.
I- "Ey Muhammed, âyetlerimize inananlar sana gelince 'Size selâm olsun' de. Rabbiniz sizden kim bilmeyerek fenalık işler de arkasından tevbe eder ve nefsini düzeltirse ona rahmet etmeyi kendi üzerine almıştır." [722]
II- "Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin verilmedikçe içeri girmeyiniz. Size 'dönün' denince dönün, bu sizi daha temize çıkarır, Allah yaptıklarınızı bilir." [723]
Âyetin mânası her akl-ı selîm için ortadadır.
- a)Eve girmeden seslenilmeli
- b)Selâm verilmeli
- c) İzin alınmadan içeri girilmeyecek
- d)İçerde olduğu halde girilmesine müsaade edilmediği takdirde dönüp gitmek.
Böylece, meskenin dokunulmazlığı, taarruzdan masun olduğu âyetle belirtilmiş oluyor.
III- "Evlere girdiğiniz zaman, kendi adamlarınıza Allah katından bereket, esenlik ve güzellik dileyerek selâm veriniz" [724]
Bu durum müslümanların günlük hayatında o kadar yer etmiştir ki onlar Hz. Peygamber'e uyarak dualarında ve mektuplarında da "Selâm" ifadesini kullanmışlardır. Hz. Peygamber zamanındaki müslümanlar buna çok dikkat etmişlerdir. Orve b. Mesud, İslâmiyet'i kabul edince hemşerileri olan Taiflileri İslâmiyet'e çağırmak için çalışırken, onlar putperestlerin kullandıkları selâm tarzında onu selâmladıkları zaman, Orve onlara cennettekilerin selâmına [725] (Es-Selâmü) dikkati çekmiştir. [726]
Nuh [727], İbrahim [728], Mûsâ [729], İlyas [730] gibi peygamberler doğru yola davet edip insanları kurtarmaya çalıştıkları için âlem içinde onlara iyi bir ün bıraktığından "Onlara ve bütün peygamberlere selâm olsun" [731] yâni, sonradan gelenlerin onlara dua etmeleri için onlara iyi bir ün bıraktık.[732]
Hz. Peygamber'in Selâm Verme Ve Alma Hususuna Verdiği Önem
Madem ki selâm insanın âfetlerden kurtulması için bir duadır [733] o halde insanlığa huzurlu bir hayatı tebliğ eden Hz. Muhammed'in selâm konusunda pek hassas olmasına şaşmamak gerekir. Zira o dillerinde birbirlerine selâmeti yağdıran kimselerin, hareketlerinde bunu göstereceklerini düşünmüştür.
1- İslâm'ın, en hayırlı ibadetinin hangisi olduğunu Hz. Peygamber'e soran birine, Hz. Peygamber:
"Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın kimseye selâm vermendir" [734] buyurur. Demek ki; selâm yalnız tanıdıklara değil, tanımadık kimselere de verilmesi gerekir. Sonra O'na göre hiç ayrım yapmıyarak herkese selâm verenin îmanı tamamlayan üç faziletten biridir. [735] Gaye tanışmaktır ve tanıma halkasını genişletmektir. Bu genişliğin olmasında ilk vasıta selâmdır.
2- İman etmeden cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmeden tam îman etmiş olamazsınız. Size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işi söyliyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.[736]
Cennet için îman, îman için de beraberce yaşanan insanları sevmen şart, îman sevgi doğurtur. Zaten îmanın bütün gayesi, kalbi basit ve geçici inançların esintisine kapatmak ve bütün kalpleri müşterek bir noktada birleştirmektir. İnsanı yaradan Allah'tır. Onun yarattığını sevmek O'na karşı beslenen bir sevginin tezahürüdür. Ama bu sevginin önemli bir yönü var. O da Allah'ın kulu olduğu için sevmek. Hz. Peygamber insanların birbirlerini severek - bu sevgide mücerret olarak dilde kalması yeterli olmaz-onun kendisi için arzu ettiği iyiliği onun içinde arzu etmenin doğurduğu sevgi olacak- kardeş olmayı istiyor.
3- İnsanlar içinde Allah'a en yakın olanlar, selâma ilk başlayanlardır. [737] Burada önemli bir husus ortaya daha çıkıyor:
Karşı tarafın selâm vermesini beklemeden selâm vermek.
Konuşmadan Önce Selâm
Konuşmadan önce selâmlaşılmalıdır. Selâm bir garantidir. Garanti alınmadan konuşma olmaz. Bu bakımdan önce selâmlaşmalı, ondan sonra konuşmaya başlanılmalıdır. Selamlaşma kaidelerini en güzel şekilde ortaya koyan Hz. Peygamber:
1- "Selâm, konuşmaktan öncedir" [738]
2- "Biri selâm verinceye kadar yemeğe davet etmeyiniz" [739] buyurmuşlardır.
Değişik ifadelerle de olsa, bütün dünya insanları normal karşılaşmalarda, politik merasimlerde mutat selamlaşmayı yaptıktan sonra konuşulacak mes'elenin yanına geliyorlar.
1- Kur'an-i Kerîm'de, Hz. Peygamber'in mü'minlere "Selâmün aleyküm" [740] demesini Allah O'na emreder. En muteber olan selâm ifadesi budur.
2- Hz. Peygamber'in de bu husustaki hadisleri Selâm ifadesinin "Selâmün aleyküm" olduğunu desteklemektedir. Hz. Peygamber'in sahabisi Ebû Cureyyil-Huceymiyyi şöyle anlatıyor: Bir gün Hz. Peygamber'e gelip "aleyke-s-Selâmü" ey Allah'ın Resulü, dedim. O da bunun üzerine "aley-ke-s-Selâmü" deme. Çünkü "aleyke-s-Selâmü" ölülere verilen selâmdır. Sonra bana döndü ve şöyle buyurdu:
"Biri müslüman kardeşiyle karşılaştığı zaman "es-Selâmü aleyküm ve Rahmetullah"[741] desin. Gerçekte Hz. Ömer'in oğlu Abdullah bir seyahatten dönüşünde, Hz. Peygamber'in, Hz. Ebû Bekr'in ve babasının mezarlarını "es-Selâmü aleyke" diyerek selâmlamıştır. [742]
3- Selâmın bizzat dille olmasını hem Kur'an ve hem de sünnet belirtmiştir. Bunun yanısıra acaba elle, başla selâm verilir mi? Hz. Peygamber müslümanların diğer milletlerin âdetlerini taklit etmekten çekinmelerini çokça istemiştir. [743] Selâm hakkında da "Yahudiler gibi selâm vermeyin, çünkü onların selâm: başla, elle ve işaretledir" [744] buyurmuştur. Yalnız diğer bir rivayette, Hz. Peygamber mescide uğradığında orada oturan bir kadınlar topluluğuna, Hz. Peygamber'in eliyle işaret ederek selâm verdiği bildiriliyor. [745]
Yalnız işaretle ve diğer şekilde selâm verilmenin reddedilişi, selâmIaşanların aralarındaki mesafeye bağlıdır. Yoksa, uzakta bulunan birine, yahut sağıra işaretle selâm vermekten, yahut dilsizin, işaretle selâm vermesinde bir beis yoktur. [746]
Özel Durumlar
a- Sağıra, selâm verildiği zaman, bunu hem sözle ve hem de işaretle yapmalı, her ikisini birden yapmazsa, cevap vermese olur. Sağır selâm verince, bunun karşılığını hem sözle ve hem de işaretle vermek gerekir.
b- Dilsizin selâm'ı işaretledir. Cevabı da öyledir.
c- Hastalığı ağır olan kimselerin işaretle selâm vermekle, karşılık vermelerinde bir sakınca yoktur. [747]
Selâm Adabı
1- Küçük büyüğe
2- Geçen oturana (Bu hadis şu hususları da halletmiştir. Sahilde geçme mecburiyetinde olan gemi -askerî ve politik bir mahiyeti varsa-sahili veya şehri selâmlamalıdır. [748]
3- Az, çoğa [749]
4- Süvari piyadeye [750]
5- Piyade oturana verir [751]
İbn-i-Hacer, maddî küçüklükle manevî küçüklük muaraza ederlerse, yâni yaşça küçük olan daha âlimse, hangisinin selâm vermesi icabettiğine dair bir nakil bulamadığını söylüyor. Fakat bir kısmına göre, küçüğün selâm vermesi gerekir. [752]
6- Karşılaşan kimseler her yönden eşit durumda bulunuyorlarsa her ikisi de selâm vermekle memur olup, ilk selâm veren daha faziletlidir. [753] Bu konuda şöyle bir hadis vardır:
"Yaya giden iki kişi karşılaştıkları zaman, hangisi selâm verirse o, daha üstündür."
Çocuklara selâm verilir. Hz. Enes'in anlattığına göre Hz. Peygamber, erkek çocukların yanına uğrayıp onlara selâm vermiştir [754] Bu husus, çocukların terbiyesinde önemli rolü olduğunu gösterdiği gibi Hz. Peygamber, çocuklara karşı olan şefkatini de göstermiş oluyor. Bir muallim olarak gönderilmiş Hz. Peygamber [755], bu konuda öğretmenlere en iyi örnek hareketi göstermiştir.
7- Aile fertlerinin uyuduğu bir zamanda evine gelen kimse, gayet sessiz olarak uyanık olanlara selâm verir. Bunun gibi otel v.s. gibi birden fazla yataklı olan odada kalan kimse odasına vardığı zaman uyanık olana onun duyacağı şekilde selâm verebilir. [756]
8- Birinci verişte selâmı duymayan topluluğa, selâm üç defa tekrar edilir. [757]
9- Selâm verdiği kimseye şayet aralarında taş, duvar veya ağaç olup tekrar karşılaşırlarsa yine selâm verir. [758]
Gayri Müslimlere Selâm
Bu konuda ihtilâflar vardır: İhtilâfa sebep, değişik surette anlatılan hâdiselerdir.
1- Usamenin anlattığına göre Hz. Peygamber, müslümanların ve müşriklerin karışık oldukları bir meclise selâm verir. [759]
2- Kitap ehlinden biri size selâm verdiği zaman "ve aleyküm- size de" [760] deyiniz.
3- Yahudi ve Hristiyanlara önce siz selâm vermeyin.
4- Yahudiler size selâm verdikleri zaman, onlardan biri "es-Samü Aleyküm = Ölüm sizin üzerinize olsun" derse sen de "ve aleyke" söyle [761]
5- Hz. Âişe anlatıyor: Bir grup Yahudi Hz. Peygamber'in yanına girmek için izin istediler de: 'es-Samü aleyküm = dediler.' Ben de (Âişe) "aleyküm-üs-Samü ve-S-lâ'netü- Hayır ölüm ve lanet size olsun" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Âişe! Allah her şeyde yumuşaklıkla muamele yapılmasını sever", buyurdu. Ben dediklerini duymadın mı? Hz. Peygamber de "Ben de 've aleyküm = sizin üzerinize de" [762] dedim.
Bu hadisler şunu ifade ediyor:
1- İçinde müslümanların bulunduğu topluluğa selâm verilir.
2- Önce ehli kitabın selâm vermesi beklenir.
3- Selâmlarına karşılık "ve aleyküm = size de" demekten mahzur yoktur.
4- Onların kullandıkları değişik ifadelere mukabelede bulunulur. Şayet onlar, bugün kullanıla gelen "günaydın, tünaydın, akşamlar hayırlı olsun" v.s. gibi iyi temennileri bildirirlerse aynen mukabelede bulunulur.
Çünkü Hz. Peygamber onların hitabına karşılık olarak "ve aleyküm" demiştir, Hanefîler de bu düşüncededirler. "Muhitte" şu vardır: "Onlara selâm vermek mekruhtur. Fakat mukabelede bulunmamak onlara bir eziyet vereceğinden doğru olmaz.
Hz. Ömer de: Selâma başlamaktan alıkoymuş, yasak selâma başlamaktadır, yoksa mukabelede bulunmak veya yalnız "aleyke" demekte bir yasak yoktur. [763]
Selâma Mukabele
"Bîr selâm ile selâmlandığmız vakit, siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya onu ayniyle karşılayın. Şüphesiz ki Allah herşeyin hesabını hakkiyle arıyandır"[764]
Ayette geçen "tahiyye" selâm manasınadır, "selâmün-aleyküm" demektir. Sonraları dua mânasına da kullanılmıştır [765] "Daha güzeli" ifadesi ile onun söylediğinden daha iyi şekilde mukabelede bulunmak "ve Rahmetullah" ifadesini katmaktır. Dahhak, "es-Selâmü aleyke" derse ve aley-küm-üs-Selâm ve Rahmetullahî ve Berekâtuh"dersin [766] diyor.
Sonra selâma mukabelede bulunmak müslümanın, müslüman üzerindeki haklarından biridir [767] selâma mukabelede bulunmak vaciptir. Topluluk içinde birinin mukabelede bulunması yeterlidir. [768] Şöyle de denilmiştir:
Selâm vermek sünnettir. Duyurmak müstehaptır. Cevap vermek farz-ı kifayedir. Bu cevabı duyurtmak vaciptir [769]
Kimlere Selâm Verilmez
1- Hâkim, duruşmada herhangi bir tarafa selâm vermez [770]
2- İçki içene [771]
3- Küçük veya büyük abdestini yapana [772]
4- Abdest alana, namaz kılana [773]
5- Kur'an okuyana, vaaz ve ders verene, ezan okuyana, kaamet getirene, hutbe okuyana, savaşana selâm verilmez[774]
6- Şu kimselere selâm verilmeyeceği bildirilmiştir:
Ders esnasında öğrencinin hocasına, tavla oynayana, dinsize, yalan hikâye anlatana, sövene, başkasının kadınlarına bakmak için yolda oturana, kuş uçurtarak fala bakana. [775]
Selâma Mukabele Etmeye Mâni Haller
1- Namaz kılan (Bir namaz kılanın işaretle selâma cevap verip vermiyeceği hususunda, ihtilâf vardır. Yalnız selâma mukabele dünya kelâmı sayılacağından namazı iptal eder. Hz. Peygamberin, İbn-î Ömer ve Süheybin selâmına işarette bulunduğu hakkında bir grup imamlar tarafından rivayet edilmiştir. Bunlar içinde İmam-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Tirmizî de vardır. İmam-ı Ahmed, şöyle demiştir:
Selâma işaretle mukabelede bulunmak yalnız nafile namazlarında mekruh olmaz. [776]
2- Abdest alan kimse de, abdesti bitirdikten sonra selâma mukabelede bulunur. Muhacir şunu anlatıyor:
Ben Hz. Peygambere, abdest alırken selâm verdim. Fakat o, abdesti bitirmeden selâmıma mukabelede bulunmadı. Sonra mukabelede bulunarak şöyle buyurdu;
"Selâmına mukabelede bulunmama abdest mâni değildir. Ancak abdestsiz, Allah'ı anmaktan hoşlanmadım" [777]
İbn-i Hibban: "Bununla Hz. Peygamber en iyisini istemiştir. Çünkü abdestli olarak Allah'ı anma çok faziletlidir. Yoksa abdestsiz anmak mekruh değildir" [778] diyor.
3- Küçük, büyük abdest yapılırken, verilen selâma mukabelede bulunulmaz [779]
Ayrıca şu yerlerde de selâma mukabeleden çekilmelidir:
4- Hasımlar duruşmayı idare eden hâkime selâm verdikleri zaman hâkimlerin mukabele etmesinden [780] ve
5- Kur'an-ı Kerîm okuyanın [781]
Emanet Selâm
1- İletilmesi için emanet edilen selâmı geciktirmeden sahibine iletmek gerekir. Çünkü bu bir emanettir [782]
Kur'an-ı Kerim ise: Emaneti ehline verilmesini [783] emrediyor.
2- Uzaktan bildirilen selâmı alan kimse, önce getirene, ondan sonra gönderene mukabelede bulunur. [784] Mektupta bildirilen selâmı da aynen bir emanet kabul edip sahibine iletilir. [785]
Bunun hakkında anlatılan şu hadisler vardır:
a- Hz. Âişe anlatıyor:
Bana Allah'ın Resulü (s.a.v.)
"Ey Âişe! Bu Cebrail'dir. Sana velâm veriyor, dedi. Ben de, selâm Allah'ın rahmeti ve bereketi ona olsun, dedim.
b- Galib (R.) anlatıyor: Biz, Hz. Hasan'ın kapısı önünde oturmuştuk. Bîr adam geldi ve -babamın, dedemden duyup bana anlattığına göre o şöyle demişti:
Babam beni Allah'ın Resulüne gönderdi ve:
"Ona git selâmımı söyle dedi. Ben de O' (s.a.v.) na gittim. Babam sana selâm söylüyor, dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Sana ve babana selâm olsun" [786] dedi.
Ayrılırken Selâm Verme
Topluluktan veya evden ayrılırken de selâm verilmelidir. Hz. Peygamber:
"Sizden biriniz, bir meclise vardığınızda veya orada ayrıldığında selâm versin. Birincisi sonuncundan daha farklı değildir" [787] buyurmuştur.
Emanet selâmı alan kimse de önce bunu getirene ve sonra gönderene mukabelede bulunur, yâni "aleyküm-üs-Selâm ve aleyhim" [788] der. Sabahın hayırlı olsun demek:
Bunun bir bid'at olduğu söylenmiştir, İmran b. Huseyn anlatıyor: Biz İslâm'dan önce (cahiliye'de) "Allah sabahını hayırlı etsin, derdik. Fakat İslâm gelince bundan menedîldik" [789] diyor.
Mektuplardaki Durum
Şüphesiz mektuplar çeşit çeşittir. Fakat bunlar için de özel mektuplar birinci sırayı alır ve herkesin baş vurduğu bir ihtiyaçtır. İslâm'ın bu husustaki geliştirdiği âdet de gayet manidardır.
Diplomatik mektuplar hakkındaki doküman pek çoktur. Hz. Peygamber'in gerek yabancı devlet başkalarına ve gerekse kendisine bağlı bulunan kabile halkına gönderdiği mektuplar, bu yazışmalar hakkında yeteri derecede bilgi vermektedir. Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Süleyman'ın Belkıs'a gönderdiği mektubun mahiyetini bildiriyor.
"Sebâ melikesi: Ey ileri gelenler! Bana 'Bismillâhiırahmanırrahim' diye başlayan ve sakın bana baş kaldırmayın ve teslim olarak gelin, diyen ve Süleyman'dan olan önemli bir mektup bırakıldı" [790] der. Burada konuyu ilgilendiren mektubun muhtevası başındaki besmeledir. Hz. Peygamber'in mektuplarında da bu göze çarpmaktadır.
1- Ebû Süfyan'ın Hendek savaşından önce, Hz. Peygamber'e "kahramanlarımızı öldürdün, çocukları yetim bıraktın" v.s. gibi hususları zikrettikten sonra, bütün kabilelerin toplanarak "Seni öldürmeyi istediklerini" bildirdiği mektuba karşılık Hz. Peygamber, besmele ile başlayan bir cevabı yazdırarak göndermiştir. [791]
2- Hudeybiye sulh anlaşmasını yaparken "Bî ismike Allahümme = Allah'ım senin isminle" [792] diye başlamıştır.
3- Mektuplarla yaptığı davetlerde de -meselâ Halid b. Velid'i İslâm'a davette olduğu gibi- [793] bazan 'Bismillâhirrahmanirrahim'den sonra asıl maksadı ifade etmiştir.
4- Necaşi'ye gönderdiği mektubu besmele ile başlamıştır [794] ve bir çok mektuplarda görülen, "Selâm doğru yola uyanlar üzerine olsun" [795] âyetiyle bitirmiştir. Necaşi de Besmele ile başlıyarak sonunu da "Selâm ve Allah'ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun" [796] diye bitirmiştir.
5- Anlaşma metinlerin başında ekseriya Besmeleyi yazdırmıştır. [797]
6- Münzire gönderdiği cevabî mektupta, "es-selâm ve Rahmetullah" [798] demiştir.
Münzir'in İslama yanaşmadığı halde Hz. Peygamber'in bu ifadeyi kullanmaları diplomatik münasebetler bakımından önemlidir.
7- İslâm kumandanlarının peygamberlerine gönderdikleri mektuplarda da -meselâ Halid'in mektubu- [799] Besmele ile başlanmış ve selâmla bitirilmiştir.
8- Dört halife de mektuplarında aynı yolu takip etmişlerdir.
Bütün mektuplar tetkik edildiği zaman özellikle iki husus göze çarpmaktadır.
a- Besmele ile başlaması
b- Selâmla sonuçlanması
Önemli hatırlatma
Başkasına ait mektubu izni olmadan okumak veya okurken bakmak edeb dışı bir harekettir. Bu hususta Hz. Peygamber:
"Kardeşinin söylemesi olmadan mektubuna muttali olmak isteyen kimse sanki ateşe muttali olmuş gibidir" [800] buyuruyor. Fakat devlet sırlarını başka devlete kaçırmak isteyen ve mektubu bu iş için kullanan kimsenin mektubuna bakılır ve tetkik edilir.
Merhaba
Daha çok selâmdan sonra, topluluk içine gelen kimseye "merhaba" denir. Merhabanın mânası:
"Sen gayet geniş ve rahat bir yere geldin" demektir. Hz. Peygamber kızı Fâtime'ye "merhaba kısım" [801] demiştir. Ümmü Hani anlatıyor:
"Ben Hz. Peygamber'e gittim. Bana 'merhaba Ümmü Hani" [802] dedi.
Bütün bunlar müslümanın karşılama ve görüşme merasiminde İslâm'ın ondan beklediği hususlardır. Bunlar zaten o kadar müslüman toplumda yerleşmiş ki, âdeta kaçınılmaz esaslar halini almıştırlar. Belki de bütün bunları kullanırken insan bunların ifade ettiği derin mânayı ve taahhüdü hiç düşünmüyor, yalnız şu kadar var ki; bunlar insanın yaşadığı toplum içinde birbirlerine karşı emin olmak için her an tekrarlanan mukaveleler ve anlaşmalardır. Anlaşmaları ise yerine getirmek ve onlara riayetkar olmak gerekir.
Müsafaha = El Sıkışma
Karşılaşan iki kişi selâmlaştıktan sonra birbirlerine sağ ellerini uzatarak el sıkışmalarına müsafaha denir. Hazret-i Peygamber buna dikkati çekerek "Aramızdaki selamlaşmanızın tamamlanması el sıkışmakladır" [803] buyurmuştur.
Bu hususta zikredilen diğer hususlar şunlardır:
I- İbn-i Mesut anlatıyor: Hazret-i Peygamber bana teşehhüdü ve el sıkışmayı öğretti [804]
II- Katade anlatıyor: Ben Enes'e sordum:
"Hazret-i Peygamber'in ashabında müsafaha var mıydı?
"Evet, dedi [805]
III- Birbirleriyle karşılaşan iki müslüman el sıkıştıkları takdirde birbirlerinden ayrılmadan önce ikisinin günahları bağışlanır. [806]
IV- Enes anlatıyor: Biri Hazret-i Peygamber'e:
"Allah'ın Resulü! Bizden biri, din kardeşiyle veya arkadaşıyla karşılaştığı zaman bedeniyle veya başıyla ona doğru eğilsin mi? diye sorunca Hazret-i Peygamber:
"Hayır," buyurur.
"Ona sarılıp, öpsün mü?
"Hayır."
"Elinden tutup onunla tokalaşsın mı?
"Evet" [807]
Hadis sarihi Nevevî, el sıkışmaya sünnet demiştir. Bu da bir nevî anlaşmadır. Zaten yapılan her türlü anlaşmalarda da bu yapılmaktadır. Yine hadisler açıkça ortaya seriyor ki; karşılaşma esnasında birbirlerinin ellernie eğilmek, sarılmak ve öpmek yoktur. Binaenaleyh aranan el sıkışma işi teferruattan uzak gayet sade bir şekil içinde geçer. Çeşitli devrelerde görülegelen el sıkışma tarzlarının sünnetle ilgisi yoktur. Müsafahada en çok dikkat edilecek husus, Hazret-i Peygamber'in yaptığı şu tarza dikkat etmektir. Yine Hazret-i Enes'in anlattığına göre Hazret-i Peygamber biri kendisine dönüp O'nunla müsafaha ettiği zaman, karşıdaki elini çekmeden o, ondan elini çekmez, adam yüzünü ondan çevirmese o da ondan yüzünü çevirmezmiş. [808] Bu bakımdan karşıdaki elini çekmeden, elini çekmek, yüzünü çevirmeden ondan yüzünü ayırmak İslâm edebine aykırıdır. El sıkışma esnasında, her ikisinin Allah'a hamd etmeleri ve Allah'tan bağışlanmak istemeleri günahlarının bağışlanmasını temin edeceğini Hazret-i Peygamber bildiriyor. [809] Bu hadise göre el sıkışanlar birbirlerinin durumlarını sorarken, kendi durumlarını anlatmadan Allah'a hamd ve istiğfar etmelidirler.
Meselâ "nasılsınız" sorusuna karşı "Allah'a hamd olsun." şeklinde bir cevap verilir. Ondan sonra karşıdaki ayni soruyu yöneltir, o da ayni hamdle cevabı verme cihetine gidebilir. Birbirleri için Cenâb-ı Haktan afv talebinde bulunabilirler.
Kadınlarla El Sıkışma
Kaynaklar, Mekke'nin fethinde [810] Hazret-i Peygamber'in kadınlarla yaptığı biatta el sıkışmadığını bildirmektedirler. [811] Rükeyke'nin [812] kızı Umeyme, "Allah'ın Resulü kadınlarla biat etti, hırsızlık ve zina etmemelerinin! Bize telkin etti. Allah Resulü bize karşı kendimizden daha şefkatlidir. Ben Allah'ın Resulü biatlaşalim, deyince o ben kadınlarla el sıkışmam ancak bir kadına olan sözüm yüz kadına olan sözüm gibidir" [813] buyurdu.
Buhari ve Müslim de Hazret-i Âişe'nin Ömer b. Zübeyr'e kadınların biati hakkında verdiği haberde şöyle demiştir;
1- Hazret-i Peygamber asla bir yabancı kadına eliyle dokunmamıştır.
2- Bir diğer rivayette ancak sözle onlarla biatlaşırdi. [814]
Bazı kaynaklar da biat esnasında Hazret-i Peygamber'in bir su kabına elini batırdıktan sonra kadınların onun içine ellerini batırarak biatlaştıklarını [815] bildirmektedir. [816] Fakat bunun bir fi'li Resûl olduğu unutulmamalıdır. Bu husus cevaz ifade eden fiiller içine girmektedir. Kendileri yapmamasına rağmen ümmetine de "yapmayın" diye yasaklamadığı fiillerdir. [817]
Camide El Sıkışmak
Beş vakit, Cuma ve Bayram namazlarından sonra yapılan camilerdeki el sıkışmanın mahiyeti nedir? Fakihler bunun üzerinde konuşmuşlardır,
- a)Esasen hadiste geçen el sıkışma karşılaşma esnasında yapılan bîr durumdur. Bu yüzden camilerde bunun yapılması uygun değildir. Hazret-i Peygamber ise ne getirmişse alınmasını, yasakladığından kaçınılmasını Kur'an-ı Kerîm bildirmektedir.[818] Hanefi, Safî, Malikî fakihleri (Hukukçuları) onun mekruh ve böyle yapmanın bi'dat olduğunu açıkça bildirmişlerdir. "Tebyîn-i Meham" da böyle söylemiştir. [819] "Mültefit" adlı eserde ise şöyle gelmiştir." Her durumda namaz kıldıktan sonra musafaha etmek mekruhtur.
Çünkü sehabe namazı eda ettikten sonra yapmamışlardır. Bu durum rafizllerin âdetlerinde biridir.
İbn-i Hacer diyor ki:
"Bizim zamanımızda, müslümanlar beş vakit, Cuma iki Bayram namazından sonra el sıkışmaklardı. Bu kötü bir bidattir. Hazret-i Peygamber'in şeriatında bunun yeri oyktur. Kötü bir bid'at olduğundan bunu yapan önce uyartılır."
Mâfikî olan İbn-i Hac ise "Medhal" adlı eserde şöyle der:
İmam; sabah, Cuma ve ikindi namazından sonra cemaatin uydurduğu bu el sıkışmaya mâni olması gerekir Bütün bu namazlardan sonra böyle yapmak hidratlardan biridir. [820]
İşte bu durum icma ile sabit olduğundan muhalefet değil, uymak gerekir. [821]
- b) Bunun karşısında bir görüşte vardır:
Şeyhü-I İslâm Ahmed bin Hacer eş-Safiye namazdan sonra yapılan musafaha hakkında sorulur.
O şöyle cevap verir:
"Namaz'dan sonra yapılan el sıkışma meşru ve aslı olmayan bir bidattir" [822] fakat, musafahayı emreden hadis geneldir. Hususîlik yoktur. Binaenaleyh musafaha edilmediği takdirde kızabilecek kimseler varsa bunda bir sakınca yoktur. [823] Yine namazlardan sonra yapılan musafahanın bid'at olmayacağını "birbirleri ile karşılaşan iki müslüman el sıkıştıkları takdirde birbirlerinden ayrılmadan önce ikisinin günahları bağışlanır" [824] hadisini ileri sürerek, bunun mutlak bir musafahayı gerektirdiği için namazlardan sonra yapılan müsafahanın da bu kesin hüküm içine girebilir [825], diyorlar.
Şeyh Alî-y-yul Makdisi "Kenz" üzerindeki şerhinde "doğrusu mescitte el sıkışmak mekruh olmaz" [826] der.
- c)Nevevî müslim şerhinde: "Müslümanların sabah ve ikindi namazlarından sonra musafaha etmeleri aslı olmayan bir şeydir. Terki daha iyidir. Çünkü el sıkışma zamanları hadisin açıkladığı şekilde karşılaşmadır"
Hülâsa, bu meselâ etrafında konuşanların lehteki ve aleyhteki delilleri bunlardır. Şurası unutulmamalı ki; camide ne gibi işlerin yapılacağı hususu, Hazret-i Peygamber ve O'nun ilk takipçileri tarafından gösterilmiştir. Onlara tutunmakta kurtuluş vardır.
Kucaklaşmak
Bu daha çok iki dost arasında uzun bir ayrılıktan sonra buluşma veya bayram gibi sevinçli günlerde birbirine karşı fazla özlemli olanların yaptıkları bir harekettir. Bunun meşru olduğunu gösteren hadisler vardır.
I- Ebû Zer'e: "Siz Hazret-i Peygamber'le karşılaştığınız zaman onunla tokalaşır mıydınız? Diye sorulunca O:
"O'nunla her karşılaştığımda benimle tokalaşırdı. Evde olmadığım bir günde bana -haber- göndermiş, eve gidince, bana haber gönderdiğini haber aldım ve hemen O'na gittim.- O divanı [827] üzerinde idi.- Beni görür görmez kucakladı.- İşte bu hareket bence el sıkışmaktan daha iyi geldi. [828]
II- Hazret-i Âişe anlatıyor: Zeyd bir yolculuktan dönüp -Medîne'ye geldi-Allah'ın Resulü evinde idi. Zeyd vakit geçirmeden O'na geldi, kapıyı dövdü. Bunun üzerine Allah'ın Resulü elbisesini üzerine alıp giyinmeden O'nu karşıladı.-Allah'a yemin ederim ki ne ondan evvel ve ne de ondan sonra O'nu giyiniksiz görmemiştim.- Onun boynuna sarıldı ve onu öptü. [829]
Gerek Ebû Zer ve gerekse Zeyd b. Sabit Hazret-i Peygamber'e en yakın olan kimselerdir. Bu tatbikat, müslümanın en yakını bağrına basıp O'nun sıcaklığını ta derinden duyarak sevgisiyle ısınması ve özlemini gidermesinin caiz olduğuna bir delildir. Ebû Yûsuf da kucaklaşmanın mubah olduğunu söyler. [830]
El Öpme
El öpme daha çok gösterilen bîr hürmet ifadesidir. Bu hususta Hazret-i Peygamber'in hayatında bazı misâller vardır.
I- İki yahudi, Hazret-i Peygamber'e gelerek her zaman ve her düzende insanın yapmakla memur olduğu dokuz esasları sorup, öğrendikten sonra onun elini öperler. [831] Burada şu hususlar ortaya konabilir:
- a)Bir bilgi veren insanın (meselâ öğrencinin hocasının elini),
- b)Herkesin hürmet ettiği bir zatın elinin öpülmesinde bir sakınca yoktur.
II- Şa'binin bildirdiğine göre Hazret-i Peygamber Ebû Talib'in oğlu Ca'ferle karşılaşınca O'na sarıldı ve alnından öptü. [832]
III- Hazret-î Enes de bir soruya karşı Hazret-i Peygamber'in elini öptüğünü belirtmiştir. [833]
El öpme konusunda, mezhep imamları ve ileri gelen bilginler bazı bilgiler vermişlerdir.
- a)Allame İbn'ül Müflih "İkram, hürmet ve dindarlıktan dolayı boynuna sırılmak, el ve başı öpmek mubahtır. Buna göre dünyalık işleri için el öpmek uygun değildir" Bir kısım safîler de aynı yolu seçmişlerdir.[834]
- b)İmam'ı Ahmet "Dindarlık yolunda el öpmede bir sakınca yoktur. Ebû Ubeyde Hazret-i Ömer'in elini öpmüştür. Şayet dünyalık için olursa uygun olmaz. Yalnız birinin kılıcından veya kamçısından korkulursa, bundan dolayı el öpmede bir mahzur yoktur"[835] demiştir.
- c)Hasan Basri: Adaletli olan devlet başkanının elini öpmek bir nevî itaattir.
- d)Hazret-i Ali: "Babanın çocuğunun elini öpmesi bir şefkattir. Çocuğun babasının elini öpmesi bir ibadettir. Kocanın hanımının elini öpmesi arzudandır. Kişinin dîn kardeşinin elini öpmesi dindendir" demişlerdir.
Oturma
En çok riayet isteyen oturma toplu halde olan oturmadır. Yoksa insan tek başına veya aile fertleriyle otururken rahatına geldiği şekilde oturmada bir sakınca yoktur. Daha çok burada toplu halde oturmalarda riayet edilecek hususlar ele alınacaktır.
Dikkat edilecek hususlar:
1- Bulduğu yere oturmaktır [836]
2- İki kişinin arasına oturacaksa, onlardan izin almalıdır. [837]
3- Kalkanın hemen yerine oturmamalıdır. Hz. Peygamber
"Oturduğu yerden kalkıp sonra oraya dönerse, O oraya oturmaya daha hak sahibidir" [838]
Olabilir ki, çok zaman olmayacak bir işi çıkmıştır. Binaenaleyh onun kalkışını fırsat bilip hemen yerine gidip konmak uygun olmaz.
Oturanların Durumu
1- Oturanlar yalnız kendilerini düşünerek çok yer kaplamamalıdır.
2- Gelene yer açmak, sıkışıp yer göstermek, Hazret-i Peygamber yer vermek için birinin kalkmamasını, fakat yer açmak ve genişletmelerini istemiştir. Zaten kendileri de bulduğu yerde oturur, kimsenin kendisine karşı ayağa kalkmasını istememiştir. İbn-i Ömer de, kendisinin oturması îçin önünde kalkan kimsenin yerine oturmamışsa da, bu gayet büyük bir tevkanın neticesidir. Yoksa bir şahsın hürmeten bir diğerinin oturması için ayağa kalkar, adam da onun ricasını yerine getirirse bunda bir sakınca yoktur. Burada en önemli nokta hiç kimsenin el pençe divan durup karşıdakine bir büyüklenme payı vermemektir. Hürmet etmede bir beis yoktur, fakat insanları kendi karşısında dimdik durmaya zorlama ve onların huzurunda el pençe bağlamalarına İslâm karşıdır. Zaten bu aşırı hareketler çoğunlukla karşı tarafın aleyhine olur. Kendisine karşı bu tip bir duruşta bulunanları gören kimse içten gururlanır, kendisini unutur, büyüklenmeye ve gururlanmaya başlar. İslâm terbiyecisi, müslümanın bilgiye karşı hürmeten kalkmasına müsaade vermişler, fakat dünyevî bir mevkîye sahip olan kimseye karşı bunun yapılmasını uygun bulmamışlardır. Devr-i saadette İslâm elçileri gayr-i müslim devlet başkanlarını ziyaret ettikleri zaman bu hususa hassasiyetle önem vermişlerdir.
İbn-i Kesir şöyle der:
"Fakihler (İslâm hukukçuları) hadislerde varit olan ifadelere bakarak, ayağa kalkmanın uygun olup olmadığı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
- a)Bir kısmı "Efendinize karşı kalkınız"[839] hadisini delil göstererek birinin önünde kalkmaya izin vermişlerdir.
- b)Bir kısmı "bir grup insanın kendi huzurunda ayakta durmasını istiyorsa cehennemde yerini hazırlasın"[840] Eb-ul-Kasım es-Semerkandi'den şu anlatılır:
"O'nun yanına zenginlerden biri geldiği zaman ayağa kalkar, ona saygı gösterir, fakat fakirlere ve ilim tahsil edenlere bunu yapmazdı. Bunun neden böyle olduğu kendisine sorulur, o da şöyle cevap verir:
"Çünkü zenginler benden kendilerine saygı göstermemi istiyor. Şayet onlara karsı saygıyı bir tarafa bsraksam zarara maruz kalırlar, fakirler ve îlim tahsil edenler ise buna rağbet göstermezler. Ancak onlar selâma karşclık vermek, onlarla ilim ve bunun gibi şeyler etrafında konuşmaya önem verirler. Bu bakımdan ayağa kalkmayı bırakmakla zarara girmezler" [841] Bu mesele hukukçular tarafından münakaşa edilmiştir. Kalkılmamasının gerektiğini iddia edenler, Ebû Davud'un Ebû Umare'den rivayet ettiği hadistir. O peygamber gelince kalkar, Hazret-i Peygamber "Acemlerin birbirlerine yaptıkları gibi siz de kalkmayınız" buyurur.
Kalkmanın mubah olduğunu savunanlar ise Hazret-i Fatma'nın Yüce Resûl'ün ve O'nun da O'nun önünde kalktığını delil getirirler. [842]
Kadıhan diyor ki:
Bir grub yahut biri Kur'an okurken ileri gelenlerden biri yanına girerse durum ne olur ?
Cevab: Şayet onun yanına bilgin yahut babası, veya hocası girerse kalkması caizdir. Yoksa olmaz [843]
Antaki'nin "mecma-ül-fetava"sında:
Okuyan kendisinden daha bilgin biri, yahut O'na Kur'an, bilgi öğreten veya babası, annesi girerse kalkması caizdir.
Bir kısım bilginler ancak bilginlerin önünde kalkmanın uygun olduğunu cevaz vermişlerdir.
Koniye de: Mesacitte oturan bir kimsenin yanına girene bir saygı olarak kalkması caizdir. Bundan sonra bu mes'elenin giriftliğini -yukarıda anlatıldığı şekilde- anlattıktan sonra "bugün kalkılmadığı takdirde bir kısmının içine düşmanlık ve kin giriyor. Halbuki sahabe Hazret-i Peygamber'in önünde kalkmıyordu. Ams bu durum O'nun kerahatine delâlet etmez." [844]
İbn-i Ömer anlatıyor:
Bir adam Peygamber'e geldi. Orada oturanlardan biri O'nu oturtmak için yerinden kalktı. Gelen adam oturmak için oraya gitti. Peygamber ise onu bundan menetti [845]
4- Grup grup oturmaktan kaçınılmalı, bir arada bulunmaya dikkat edilmelidir.
Bir gün Hazret-i Peygamber yanımıza geldi. Biz halka halka oluruyorduk. Buyurdu:
"Neden dağınık olarak oturuyorsunuz?" [846]
Topluluk bir yere indiği zaman sahabeler vadi ve bölüklere ayrılırlardı. Resûlüllah buyurdu:
"Sizin bu dağılışınız şeytanın eseridir".
Bundan sonra nereye inildi ise bütün ashab birleşik halde otururlardı. Hattâ üzerlerine bir şey örtülseydi hepsini de kaplardı, denilebilir. [847]
5- Toplu halde oturmada dikkat edilecek hususlar şu âyette de izah edilmiştir:
"Ey inananlar! Toplantılarda 'size yer' açın denildiği zaman yer açın ki; Allah da sizin için cennet'te açsın, 'kalkın' denildiği zaman da hemen kalkın ki, Allah içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin, Allah işlediklerinizden haberdardır" [848]
Kur'an-i Kerîm'in müfessirleri bu âyetin iniş sebebini şöyle anlatıyorlar:
"Bir grup müslümanlar Hazret-i Peygamber'in meclisine gidiyorlar ve yer kaplıyorlardı. Muhacirler ve ilk müslümanlar geldikleri zaman yer bulamıyorlardı. Hazret-i Peygamber ise kendisinin söylediklerini ezberlemeleri için fazilet sahibi kimselerin kendisine yakın olmalarını istiyordu. Hazret-i Peygamber Cum'a namazında sıkışık bir safta bulunduğu esnada, içlerinden Sabit b. Kays'ın bulunduğu Bedir Savaşına iştirak etmiş bir grup insan gelir. Selâm verirler ve kendilerine yer açmaları için onlara bakarlar. Bir kısmı için yer açarlar, fakat bir kısmı ayakta kalır. Bu durum karşısında Hazret-i Peygamber bazılarını isimlerini söyleyerek kaldırır. Fakat bu durum iki yüzlüler için bir dedikodu vesilesi olur" [849]
Aslında Peygamber'in bundaki gayesi bîr grubu diğerine tercih etmek olmayıp, söylediklerini anlayanların kendisine daha yakın olması içindir. Âyette geçen "Yer açınız" ifadesini açıklayan müfessirler bunu şöyle diyorlar. Hazret-i Peygamber'in etrafında toplananlar çok sıkışık oturuyorlardı. Haliyle arkada bulunanlar istifade etmiyor. Herkesin istifade etmesi için Cenâb-ı Allah meclisin genişletilmesini mü'minlerden istemişlerdir. [850]
Toplulukta Dikkat Edilecek Hususlar
1- Çeşitli topluluklar vardır.
- a)Tamamen okumamış yahut,
- b)Her türlü sınıfa mensub kimselerin-bulunduğu topluluklar.
- c)Bilginlerin fazla bulunduğu yahut,
ç) Bütünüyle bilginlerden meydana gelmiş topluluklar.
Hiç okumamış (Avam tabakası) kimselerle oturan kimse.
1- Onların amiyane yaptığı konuşmalara iştirak etmemeli, sözlerini duymamazlıktan gelmeli.
2- Aralarında konuştukları kaba ve amiyane sözleri duymamazlıktan gelmedi.
3- İmkân nisbetinde onlar ile mülakattan ve onlara ihtiyaçlarını arzetmekten çekinmeli.
4- Nasihat kabul etmeleri onlarda belirince, gayet yumuşak bir şekilde, onların yanlış yaptıklarını onların seviyelerine göre anlatıp onları uyarmalıdır. [851]
b- Böyle bir toplulukta yapılacak en iyi hareket, genel konuları ele almak belirli bir sınıfı konu edinmemektir.
c- Bilginlerin fazla olduğu bir meclise iştirak eden kimse bilgisizse susmalı, bilgili ise kendisine sual yöneltilmeden konuşmamalı, konuşurken de kendisini orada bulunan bilgili kimselerden üstün tutmamalı, onlara da zaman zaman paye vermelidir.
d- Tamamen bilginlerin teşkil ettiği bir toplantıya iştirak eden bilgin ise etrafındaki kıymetlerin hukukunu çiğnememeli konuyu daima ehline bırakmak ve kendi ihtisas tahtında olmayan konuda ileri geri konuşmamalıdır.
Oturulması Sakıncalı Yerler
Oturma bir bakıma yorgunluğu dindirmek içindir. Yâni gaye rahatlığa kavuşmaktır. Yalnız kimse kendi istirahatını düşündüğü kadar başkalarının da rahatını düşünmelidir. Bugünün şehir, kasaba ve köy ana caddeleri her iki tarafı, kaldırıma sahiptir. Bu kaldırımlar yayaların rahat geçmesi ve caddede muhtemelen geçecek olan vasıtalara engel olmamak için düşünülmüştür. Binaenaleyh kaldırımlarda kaldırım boyunca bulunan evler ve dükkânlardan çok, oradan geçen yayalar daha çok faydalanmaya hak sahibidirler. Bu duruma göre kaldırım ve caddeler, genel amme hizmeti içindir. Şahısların bunları kendi menfaatlerine kullanma hususu ancak umuma zarar vermeme şartiyla, sıkı sıkıya bağlıdır. Yol açmak, yolun tıkanıklığını gidermek ve yolu daha kullanışlı hale getirmek İslâm'ın îmanın bir parçası olarak saydığı îmanla [852] ilgili bir husus olup "Yollarınızı düzeltiniz" emri de Onundur. Şimdi önemli ve edebi ilgilendiren asıl mühim nokta, herkesin geçip gittiği yolda, kaldırımda oturma hususudur.
Kötü Oturma Tarzı
Oturma esnasında umumî edep kaidesine riayet edilmelidir, bazan büyüklerin bulunduğu yerlerde ayak ayak üstüne oturmak çok abes bir durumdur. Genel olarak en iyi karşılanan oturma tarzı, diz çökmek ve bağdaş kurmaktır. Sehabî Serd b. Süneyd anlatıyor:
"Ben bir defa, Peygamber yanımdan geçerken tıpkı bu şekilde, sol elimi arkaya koyarak ve avucuma dayanarak (baş parmağına basarak) oturuyordum. Bunu gören Peygamber:
"Gadaba uğramış olanların oturuşu gibi mi oturuyorsun?" dedi. Bütün mes'ele normal oturuşu bozmamak ve lâubaliliğe kaçmamaktır. Gençlerin, ihtiyarların yanında dizlerini çekmeleri, sağa burkularak oturmamaları gerektiği gibi, oturanın sık sık yer değiştirmesi de uygun karşılanmaz.
Yolda Oturma
Hazret-i Peygamber herkesin gidip geçtiği yollarda (Kaldırımlarda düşünülebilir.) Oturmamayı, oturma mecburiyetinde kalanların yolun hakkı olan:
Gözü kapamak, eziyeti gidermek, Selâma mukabelede bulunmak, iyiyi bildirmek ve kötülüklerden alıkoyma [853] gibi hususları yerine getirmelerini istemiştir.
Başka yollardan gelen rivayetlerde şu ziyadelikler vardır:
"Güzel konuşmak [854] yolcuya yol göstermek [855] Aksıran hamdettiği zaman dua etmek [856] mazlumun çağrısına icabet etmek [857] mazluma yardım etmek [858] Sapık olanı doğru yola getirmek - selâmı yaymak [859] yük taşıyana yardımda bulunmak Allah'ı çokça anmak Ahmaklara yol göstermek. Bunların hepsi on dört edepten ibaret olup, İbn-i Hacer şu şiiriyle bir araya getirmiştir:
Yolda oturmak isteyen kimse için adabı şu şiirde topladım:
İnsan bakımından ahlâkın en iyisi:
Selâmı yayın, sözü güzel konuşun.
Aksırana dua edin, en güzel bir şekilde selâma mukabelede bulun.
Yüklüye yardım et, mazlumu gözet, yardımına koş.
Yol hakkında bilgi ver, yolunu kaybedene yolunu göster.
İyiliği bildir, kötülükten alıkoy, eziyeti gider, göz kapağını kapa ve Mevlâmızı anmayı çoğalt."
Bu şartları yerine getirmek zor olacağı tabiî bir keyfiyettir. Yalnız herkesi rahatsız edecek şekilde yolda oturma, herkesin mahzurlu kabul edeceği bir gerçektir. Yalnız din mutlaka oturmak isteyen kimseye de yapmakla yükümlü olduğu görevleri ona arzetmekten geri kalmamıştır. Bu yükletilen esasların üzerine biraz düşünen kimse, asıl gayenin ne olduğunu anlar:
1- Selâmı yayma: Bu toplum içinde bir bakıma iç barışa bir davettir. Barışıklık içinde geçilecek hayatın unutulmaması için toplumun her müslüman ferdi arasında bu sloganın kullanılması onu yaşanır bir hale sokmayı temin eder. [860]
2- Güzel konuşmada, güzel geçinmenin ilk vasıtasıdır. Sosyal münasebetlerde en aktif role sahip organ dildir. Fikri mübadeleye vasıta olan böyle bir organdan dökülen sözlerin Kur'an ve sünnet ruhuna uyması lâzımdır. Malûmdur ki; insan birbiriyle konuşmak ihtiyacı içindedir. Oturabilecek muayyen bir yer bulduktan sonra ise konuşmanın ardı gelmez, yalnız herkesin gelip geçtiği yerde yapılan konuşmanın diğer konuşma ve sohbetlerden ayrı bir tarafı var.
Böyle herkesin dünyasına açık olan bir yerdeki konuşma herkes tarafından hemen duyulup yayılma imkânına sahiptir. Güzel güzel konuşulan mes'eleleri duyan kimse onu diğer bir toplulukta söyliyerek bir hizmet yapacağı gibi kötü konuşmalarında hemen etrafa yayılabileceği mukadderdir.
3- Caddelerden her gün sayısız insan geçer. Bunlar içinde aksıranlar çıkacaktır. Eğer aksırdığı zaman hamdederse bunu duyanın ona dua etmesi gerekmiş olur. [861]
4- Selâma mukabelede bulunmak, müslümamn müslüman üzerindeki haklarından biridir. Adam eksik olmayan bir cadde kenarında oturan kimsenin selâma mukabele etmesi bir hadde kadardır. Ondan sonra karşılık vermemeye başlar. Fakat böyle bir durumda günaha girmesi mevzubahistir. O halde müslüman, bir caddenin kenarında oturmadan, bunun mahzurlarını yerince düşünmeli.
5- Yüklüye yardım: yük taşıyan, yük yükleyen, yükü indiren sayısız insanlar var. Yükünü kaldırmaya çalıştığı halde bunu başaramayan kimseyi, görüp de yerinden kımıldamayan müslüman düşünülemez.
6, 7- Haksızlığa uğrayan kimsenin yanında, herkesten önce orada oturan kimse yer almalıdır. Öyle ise böyle bir yerde oturan şahıs, cereyan edecek haksızca muameleyi bertaraf etmek için en büyük kuvvettir. Haksızlığı savacak gücü kendisinde bulamayan kimsede sokakta oturmanın sorumluluğunu iyi düşünmelidir.
8- Bazı medeniyetin çocukları, yol göstermeyi ve yabancıya gerekli bilgi vermeyi muayyen bir sınıfa vermişlerdir, İslâm ülkelerinde ise bu iş muayyen bir görevlilerden çok, Hazret-i Peygamber'den sâdır olan bu emre göre her müslümana düşmektedir. Binaenaleyh her müslüman her konuda, kendi gücü nisbetinde irşatla memurdur. Muayyen bir adresi soran kimseyi irşat etmekte umumî irşat prensibi içinde yer almaktadır. Turist, ülkelerin muhtaç olduğu dövizi temin eden en iyi bir dış gelir kaynağıdır. Fakat turistin bir ülkeye gidip parasını orada bırakması için, önce ülkenin yabancılara gösterilen hüsn-ü kabulü bilmesi lâzımdır. Turist neye muhtaç? kolayca kalacak yeri bulma, haksızlığa uğramama, kendisine gezilebilecek yerleri tanıtma, aradığı yeri bulabilmek için sıkıntı çekmeme v.s. Burada İslâm'ın bazı hususları göz önünde bulundurulmalıdır. Turist ya müslümandır, yahut gayr-ı müslimdir. Müslim ise, geldiği yer inancının yaşadığı bir yerdir. Yâni yabancı değildir. Fakat o da, ülkeyi tanımamak yönünden yol gösterilmeye muhtaçtır. Gayr-i müslim ise îmanı bakımından kendisine yabancı olan bir kitle arasındadır. Yâni o, inancının, kendisinin, malının korunacağına dair bir garanti altındadır. Kendi dininin gerektirdiğini icra etmeye hiç bir surette karışılmaz, alay edilmez, her türlü tearruzdan masundur. Emniyeti, devletin garantisi altında olmakla beraber müslümana göre o ayni zamanda Allah'ın ve yüce Resul'ün zimmeti altındadır.
Bu yüzden müslüman, onu kollamakla yüce dîninin prensiblerine uygun hareket etmiş olur. Müslüman, bütün sevgi kapılarını, iyilik belirtilerini, misafirperverliği ona karşı sermeli. Öyle ki, kalbinde bırakacağı izler, hayatının sonuna kadar silinmesin ve ülkesi için bir fahrî propagandacı kazansın. Evet bir yabancının önüne girib onun varacağı yere kadar götürmek, onun kalbinde unutulması kabil olmayan bir minnettarlık doğurtur.
9, 10- İyiliği bildirme, kötülükten alıkoyma, Kur'an-i Kerîm ve sünnetin hassasiyetle belirttiği önemli bir husustur. Denilebilir ki, kamu hayatının diriliğini gösteren bir esastır. Toplum hayatında vukubulan bazı nahoş hâdiselerin önüne yalnız hükümet kuvvetlerinin geçmesini beklemek isleri güçleştirir. Esasen hâdiselerin daha çok cereyan ettiği yer sokaklardır. Meydana gelen hâdiselere karşı orada oturan kimse lakayt kalamaz. Kaldığı takdirde yolun hakkını vermemiş olur. Bu durumu ile de İslâm, ferdin her yerde düzenli bir hayatın devamını temine, bunun zıddı olan yanlış hareketlere karşı koyma mecburiyeti karşısında olduğunu bir daha tekrar etmiştir.
Yolda, geçenlere zorluk çıkaran herhangi bir şey varsa onu da kaldırmak gerekir. "Eziyet veren" [862] genel bir mefhumdur. Eziyet veren her türlü şey bu umumî kavram içine alınabilir.
11- Gözlerden rahatsız olan nice kimseler vardır. Hele erkeğin sokakta geçen kadına gözünü dikmesi ve onu süzmesi İslâm'da yasaktır. Sokak başında oturan kimsenin kendini bundan kurtaracağı düşünülemez.
12- Sokakta da olsa, kendini her esen rüzgâra ve hâdiselere kaptırmaması için herşeyi kuşatmış Allah'ı anmaktan uzaklaşmamalıdır. Bütün bir kalabalık ve didinişler içinde bile onu anmak ve onunla yaşamak insanlığa karşı daha rahmetli ve sevgili bir kalbin doğmasına en büyük yardımcıdır.
Zarurî Durumda
Bazı zarurî durumlarda herkesin geçip gittiği yolda oturmakta bir mahzur olmadığını şu olay gösteriyor: Hamid-et Tavîl-in Enes'te bildirdiğine göre o şöyle demiştir:
"Bir kadın Medine yollarından bîrinde Hazret-i Peygamber'e "Benim senden bir ihtiyacım var" dedi.
Bunun karşısında Hazret-i Peygamber,
"Ey filânın annesi şu düz yolun herhangi bir kenarında otur. İstersen ihtiyacını yerine getirinceye kadar yanımda oturursun' Hazret-i Peygamber ihtiyacını yerine getirinceye kadar yanında oturdu". Bu hadis ihtiyaç halinde yolda oturmanın helâl olduğunu gösteriyor. [863]
Meclislerde Konuşulması Zarurî Olan Husus
1- Meclislerde, Allah anılmalı, Hz. Peygamber'e Seiât-ü Selâm getirilmelidir. Aksi takdirde mecüstekiler için bu bir noksanlık olur.
2- Oturduğu mecliste faydasız şeyler konuşan kimselerin meclisten kalkarken:
"Allahım! hamdînîe seni herşeyden tenzih eder, Sen'den başka ilâh olmadığına şahadet ederim. Sen'den bağışlanma ve sana tevbe ederim" dediği takdirde o mecliste meydana gelen hatâların bağışlanacağını [864] ve bu sözlerin meclîste olan kusurlara bir keffaret olduğunu [865] Resulûllah bildirmiştir.
Kalkarken Okunacak Dua
Umumiyetle Hazret-i Peygamber şu duayı okumadan meclislerden kalkmazmış.
"Allahım bizi sana karşı isyan etmekten alıkoyacak kadar korkundan, cennetine ulaştıracak kadar sana îtaattan ve dünya musibetlerinden bize kolay gösterecek kuvvetli îmandan hisse ver. Bizi hayatta bıraktığın müddetçe, gözlerimizle, kulaklarımızla ve kuvvetimizle bizi faydalandır, ölümümüze kadar devam ettir. Bize haksızlık edenlere karşı intikamımızı sen al, bize düşmanlık yapanlara karşı bize yardım et, bizi dinimizde musibete uğratma, dünyayı en büyük düşüncemiz ve ilimimizin nihayeti yapma, bize acımıyanlan bize musallat etme. [866]
Aksırma Ve Esneme:
Aksırma, burun yolunun rahat etmesi bakımından önemlidir. Fakat aksırma esnasında gerek burundan sıçrayan ve gerekse çıkardığı ses bakımından etraftakileri rahatsız edeceği için bazı hususlara dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber:
"Allah aksıranı saver" [867] buyurması, bu hususta yapılmış yanlış tefsirleri bertaraf edicidir.
Âksıran Ne Yapmalı:
Aksıran önceden bileceği için hazırlığına girişmelidir. Eğer bir toplum içinde ise Hz. Peygamber'in yaptığı şekilde bir durum takınmalıdır. Ebû Hureyre'nin anlattığına göre Hz. Peygamber aksırdığı zaman, eliyle yahut mendiliyle yüzünü kapar, sesini kısmaya çalışırdı [868], icabında yüzünü topluluktan çevirmeli, mendille burnunu iyice temizlemeli ve "El-Hamdü Lillâl = Allah'a hamd olsun" [869] demelidir.
Duyanlar Ne Yapmalı
Arkadaşının aksırışını duyanlar, onun rahatlamasına şahit olmuşlardır. Bu hususta Hz. Peygamber'in tavsiyesi şudur :
1- Biriniz aksırıp Allah'a hamdederse, onun "el-Hamdülillâh" deyişini işiten her müslümana "Yerhemükellah" diye karşılıkta bulunması ona bir hak olur. [870]
Zaten müslümanın üzerinde yedi haklarını peygamber sayarken birinin de "Teşmit-i Atış" [871] olduğunu bildirmiştir.
Teşmit-i atış: Aksıran kimse el-Hamdülillâh = Allah'a hamdolsun" derse buna karşı "yerhsmükellah = Allah sana rahmet etsin" demektir. Böyle bir mukabele sünneti kifayedir. Buna karşılık aksıranın "yehdîkü-müllahü ve yüslihû beleküm = Allah sizi doğru yolda kılsın ve rahatınızı hoş tutsun" demesi sünnetin tamamlayıcı bir parçasıdır. [872]
2- Aksıran hamdetmediği takdirde ne olur?
Aksıran, Cenâb-ı Hakkın sıhhate bir işaret olarak verdiği bu nîmete karşı O'na hamdetmediği takdirde "Ham etmezse, mukabelede bulunmayın" [873] hadisine uyulur. Bu konuda Hz. Enes şu hadisi anlatıyor:
İki kişi Hz. Peygamber'in yanında aksırdı. Bunun üzerine O birine teşmit etmiş (yâni hayır ve bereket duasında bulunmuş) diğerine yapmamıştır. Buna niçin dua edilmedi diye sorulunca O, "Şu Allah'a hamdetti, şu ise O'na hamdetmedi" [874] buyurur.
3- Aksırma bir defa olur, hastalık durumları hariç pek olmaz. Bunun için acaba her aksırdığında onu dua etmek gerekir mi? Bu hususta bazı rivayetler vardır:
a- Seleme b. el Ekva'nın anlattığına göre:
Hz. Peygamber'in yanında bulunan biri aksınnca Hz. Peygamber Ona "yerhamükellah" der sonra tekrar aksınr. Bunun üzerine, Hz. Peygamber onun hakkında "Bu adam nezlelidir" [875] der.
b- Rıfae ez-Züreki'nin Hz. Peygamber'den anlattığına göre o şöyle buyurmuştur:
"Aksırana üç defa dua edilir şayet aksırması fazla olursa, dilersen ona dua eder (yâni "yerhamükellah" der) dilersen demezsin" [876] Aynı şekilde Ebû Hüreyre de aksıran kardeşine üç defa dua et. Bundan fazla aksırırsa o nezlelidir" [877] demiştir. Binaenaleyh birden üçe kadar olan aksırmalarında o hamdederse ona dua etmek iyidir. Şayet fazla olursa, ya bu soğuk algınlığından veya burnuna herhangi bir şeyin kaçmasından dolayıdır.
Gayri Müsüm'in Aksırması Karşısında
Topluluk içinde her inanca sahib kimseler vardır. Müslüman toplumun içinde kalmayı kabul etmiş ve müslümanların ticarî, kazaî ve ceza nizamlarını kabul ederek İslâm devletinin garantisine (zimmi) girmiş [878] kimselerde vardır. Bunlarda her şeyden evvel insandırlar. Acaba bunlar aksırdığı zaman ne yapılır?
Önce, bîr müslümanın üzerine hak olan teşmit yâni aksırana dua etmek ancak aksıranın Allah'a hamdetmesinden sonradır. Hamdetmezse, ona dua yapılmaz bu bakımdan gayrı müslim de Allah'a hamdetmediği takdirde ona hiç bir mukabelede bulunulmayacağı bir gerçektir. Ebû Musa'nın anlattığına göre, yahudiler, Hz. Peygamber'in yanında, O'nun kendileri için Allah sizlere rahmet etsin diyeceğini umarak aksırırlardı. Buna karşılık Hz. Peygamber "Allah sizi hidayete kavuştursun ve kalplerinizi islâh etsin" buyururdu [879]
Her hususta olduğu gibi bunda da İslâm'ın genel prensibi olan "rahmet dileme" esası kendisini gösterir. İşte biri aksırarak rahatlıyor ve bunu bir nîmet kabul ederek Allah'a hamdediyor. Duyan da kardeşinin rahatsızlığını ve Allah'a hamdettiğini anlar anlamaz, hemen Allah'ın rahmetini kardeşi için diliyor.
Esneme
Bu daha çok uyuşukluk, uykusuzluk ve tembelliğin bir görüntüsüdür. Esnemede ağız açılır, vücutta bir gerilme olur. Hz. Peygamber'in bildirdiği gibi gücü nisbetinde bunu önlemeye açlışılmalı [880], şayet önüne geçmek imkânsız ise o zaman "elle ağız kapatılmalıdır" [881] Yoksa esneyen esneme esnasında ağzından çıkan "ha" sesine şeytan güler. [882]
Müslüman uyuşuk olmaz. Geceler istirahat için yaratılmıştır. [883] Geceler böyle geçirilmez de çeşitli meşgalelerle heba edilirse tabiidir ki, gündüzün bunun tezahürü olacaktır. Sonra bu insanın ciddiyetini de bozar. Yeteri derecede uyku esnemeyi önlemek için en iyi faktördür.
İslâm terbiyecileri, el kullanma hususunda da bir inceliği unutmamışlar:
Sağ elin içiyle, sol elin dışıyla. Malûmdur ki:
Sol el her türlü temizlikte kullanılır. Olabilir ki iyi temizletilmemiştir. Gaye, esneme esnasında hem topluluğu rahatsız etmemek ve hem de dışarıdan ağız yoluyla içeriye girecek çeşitli pislikleri önlemek olacağına göre, ağza yaklaştırılarak onu korumaya vasıta olan elin durumuna dikkat edilmelidir.
Giyim
"Ey Âdem oğulları! [884] Sîze Ayıp yerlerinizi örtecek, giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler gönderdik [885] Takva [886] örtüsü ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah'ın bu âyetleri öğüt almamız içindir. Ey insan oğulları! Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanlara dost kılarız" [887]
Âyete göre elbisenin fonksiyonu:
1- Elbise erkek ve kadının ayıp yerlerini örter.
2- Bu örtünün olması içinde, Allah giyimin ham maddelerini çeşitli kanallarla vermiştir.
3- Elbisenin bir vücudu örten tarafı, bir de beden yapısına süs veren durumu vardır. Bu durum gelip geçmiş ve yaşamakta olan bütün Âdem oğlunda görülen bir husustur. Normal bir giyinmeye özenme ve bunu yapma âyetin ruhuna uygun bir husustur.
4- Bütün bunların yanısıra iç örtüsü yâni "hayırhah elbisesi giyme daha iyidir." Yâni insan yalnız dışını süslemekle kalmayacak fakat kendisini cemiyette mümtaz bir yer hazırlayacak iç yapısını da dıştan daha iyi etmelidir.
5- Bu iç örtünün olması içinde, dış elbisenin şart olacağını dış elbiseyi iç elbiseden önce zikretmekle ortaya koymuş oluyor. Önce normal bir giyim tarzı ve sonra bir temiz iç yapısı. Yâni kabuksuz bir bademin içi filîzlenmiyeceği gibi elbiseden sıyrılmak ve örtülmesi gereken yerleri örtmemekle de insan oğlu bir iç olgunluğuna eremez.
6- Şeytanın vesvesesi insanın içine hülûl eder. Her an üzerinde Allah'ın nîmeti olan elbiseyi çıkarmayı fısıldar, ama bu ilk fısıldayışı insan oğlunun ilk babası ve annesine yapmıştır. Sonunda da onların başına gelen durum, ibret olsun diye mukaddes kitablar tarafından anlatılmıştır. [888]
Elbise hakkında ikinci âyet:
"Ey însan oğulları! [889] her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin, yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez. Ey Muhammed deki; "Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir" [890]
Ayet, açıkça iyi giyinmenin hele cami gibi cemaatin geldiği yerlere giderken en güzel elbiseyi giymek gerektiğini belirtmiştir. Giyime vasıta olan şeyleri Cenâb-ı Hak yaratmıştır. Onu istenilen biçime sokup giyinmeyi insan oğluna bırakmıştır. Allah, "Yün, tüy ve kıllarından bir süre kullanacağınız giyimlikler ve geçimlikler var etmiştir." [891] Bu elbiseler insanı çeşitli tehlikelere karşı koruyor. [892] İnsan derisi incedir. Pek sıcağa ve soğuğa tahammül edemez. Bu yüzden onun elbise ile takviye edilmesi gerekir. Öyle ise elbise hem kendini başkalarının bakışlarından ve hem de soğuk ve sıcağa karşı korumak için önemlidir.
Elbisenin model ve desenleri aşırıların zevkine ve anlayışına göre değişmişse de, elbiseden uzak hayat yaşamayı deneyenler, kabarık insan nüfusu kemiyeti yanında önemsenmeyecek kadar azdır. Zaten bütün insanlığın anlayışında elbise, kaçınılmaz bir zaruret ve tabiî bir ihtiyaç olarak telâkki edilmektedir. Yalnız şu hususun önemle belirtilmesinde fayda vardır:
Hazret-i Peygamber'in zamanındaki; sade ve mütevazi giyimle bugünün giyimi arasında model ve desen bakımından büyük farklılık vardır. Fakat O'nun giyim konusunda belirttiği hususlar her zaman için tasvip edilecek vasıflardır. Tetkik edildiği zaman O'nun hassasiyetle üzerinde durduğu noktalar:
- a)Elbisenin temiz olması.
- b)Örtülmesi gereken yerleri örtebilmesi.
- c) Gösteriş için olmaması.
- d)Bu hususta israfa kaçılmaması.
a- İslâm fıkhında "Set-r-ül Avre" denilen bir deyim vardır. Bu örtülmesi gereken yeri örtmek şeklinde izaha gidilebilir. Acaba örtülmesi gereken yerler nelerdir? Bu yalnız namaz kılarken uyulması gereken şart mıdır, yoksa bir müslümanın günlük hayatında da uyulması gereken bir vecibe midir?
Namazda
"Set-rî Avre"nin hududunu fıkıh kitabları tâyin etmiştir. Hanefîlere göre göbekten diz kapağına kadardır. Kadınların ise sarkan saçları dahil bütün vücududur. El ve ayaklar hariçtir. Şafiî: Erkeğin göbek altından diz kapağı üstüne kadar olan yerlerdir. Diz kapağı ve göbeği avret mahalli saymazlar. Kadınlarda ise el ve yüz hariç bütün vücuttur. [893]
Namazda kadın için şart olan bu giyimin, günlük hayatında da -yabancıların yanında olduğu takdirde- şart olduğunu hadisler gösteriyor:
Hadisler, kadın kıyafetinin genel çizgilerini şöyle anlatıyor:
1- Elbise kalın olup vücut tenini göstermemelidir. [894]
2- Geniş olmalıdır. [895]
Acaba kadının böyle örtülmesinin istenmesi erkekle arasındaki bir müsavatsızlık mıdır? Böyle bir soruyu Dr. Hamidullah cevaplandırmıştır:
"Bir müsavatsızlığın olacağını zannetmiyorum. Bu mevzuu izah ederken bazı şeyleri açıktan açığa anlatacağımdan özür dilerim. Kadın, güzel olmak ister. Bu tabiî hakkıdır. İslâm buna yardım ediyor. Örtünme ile güzellik arasında acaba ne fark var? Bir kuş düşününüz:
İki türlü tüye sahip, biri dıştadır, bu güneşe karşıdır. Dışındaki kısmın içteki tüylerden daha az güzel olduğu tetkik edildiği zaman anlaşılır. Bedenimizde de bunu müşahede edebiliriz:
El ve beden. El güneşe karşı maruz kalıyor, diğeri kalmıyor. Bu bakımdan kadın örtüsünü taşıma suretiyle güzelliğini muhafaza etmiş oluyor. Gizlenen beden de daima güzel kalır. Bu hususta kadınlar hor görülsün diye böyle bir şart koşulduğunu söylemek yersizdir. Onlara yardım için böyle konulmuştur. Cemiyette de müşahede etmek kabildir. Köylü kadın devamlı olarak güneş karşısında çalıştığı için evde oturan şehirli bîr kadınla güzellik bakımından arasında fark vardır." (Mayıs 1966 Edebiyat Fakültesi konferanslarında).
3- Sade olmalıdır.
4- Gözleri kendi üzerine çekecek ve insanı böbürlenme, büyüklerime, hülyasına götürmiyecek, mahiyette olmasına dikkat edilmelidir.
Kadının giyim ihtiyaçlarını bu ihtiyaçtan çıkarıp bir beğendirme ve gösterişe kaçma eğilimi hâkim kılınmıştır. Daha çok bu çığırın savunucuları kadına olan hürmet ve koruyuculuklarından değil, malları için bir tüketici grub bulabilme çabasındadırlar. Dolayısıyla kadın moda evlerine, mecmualara, defile gösterilerine kendini kaptırıyor ve başkasını sırtından zengin etmeye çalışıyor. İslâm'da, kadının böyle bir süfli emele vasıta olmasını uygun karşılamasını beklemek, onu bilmemekten ibarettir. O, kadın:
Cennet anaların ayağı altındadır" [896] diyerek en büyük payeyi vermiş, kadının annelikten kaçarak behimi arzuların kölesi haline gelmesini istemesi, yahut böyle bir arzuyu taşıyanlara yem olmasını normal karşı-insanlığı fazilet üzerine oturtmaya gelmiş bir din tarafından reddedilmesi insanlığın menfaatına verdiği değerden ötürüdür. Bütün kalp dünyasını zevcesiyle doldurmuş bir erkekle her gün değişik yapı, karakter ve güzelliğe sahip kadınlarla ihtilât halinde olan bir erkeğin psikolojik ve sosyolojik yönden tahlili dikkati calip hususlar ortaya koyacaktır. Şurası da önemlidir:
Tarihî seyri içinde muayyen bir giyiniş ve örtünüş tarzını kabullenmiş bir kadınlar kitlesinin bu giyinişleri üzerine yürüldüğü zaman toplum içinde sosyal birliği zedeleyici ve sosyal tesanüdü sarsıcı bazı nahoş hâdiselerin meydana gelmesi mukadderdir. Belki de bu durum aileler arasında kırılmalar ve ayrışmalar doğurtacaktır. Haliyle bu durum karşılıklı sitem ve tenkidlere kadar götürecektir. Cemiyyet şuuru, kendi örfünün üzerine aksi yönden yürümeyi tasvip etmez. Bir yabancılığı kabul etmez, böyle olduğu takdirde, örfü kabul edenlerle yabancılaşmayı arzu edenler arasında bir kopma hâsıl olur. Halbuki hâdiselerin akışını kendi istikâmetine bırakmak, hâkim olan örf üzerine bir otorite baskısı ile yürümemek toplumun kozmopolitleşmeden kendi bünyesini tamir etmeyi temin eder. Böylece çözülme engellenmiş olur. İslâm ülkelerinin çoğunda sosyal kalkınma savaşı verilirken kamu hayatında büyük yeri olan örflerin bir yana atılması ve hattâ karşı konulması, bu kalkınmanın yanında insan gücünün maddî ve manevî desteğini kendisinden uzaklaştırmıştır. Bu durumda millet yapılan çalışmaların sanki kendi dışındaki herhangi bir toplum içinmiş gibi ona lakayt kalmıştır. Kökü gayet uzun bir tarihe dayanan giyim örfünün de -bilhassa kadınlarda- üzerine varılmaması toplumun faydası icabıdır.
B. Elbisenin Temiz Olması
Elbisenin pis olması ibâdet yapmaya engeldir. Bu yüzden müslüman, elbisesi üzerine pek hassastır. Bu din "temizlik îmandandır" [897] diyecek kadar bu noktada ileri gitmiştir. Diğer bir hadislerinde Hz. Peygamber: "Elbisenizi güzel yapınız" buyurmuştur. Mâlî durumları yerinde olan kimselerin iyi ve derli toplu bir elbise giymeleri zaruridir. Bu hususta şöyle bir hâdise anlatılır. [898] Ebû Hanîfe her gün evine gelip derslerini takib edenler arasında biri yırtık ve hırpani bir giyinişiyle dikkati çeker. Bir gün ders bitip herkes dağılacağı sırada, onun kolundan tutar ve beklemesini ister. Herkes gittikten sonra İmam-ı Âzam minderinin altında ona vermek için sakladığı bir kese parayı çıkarır ve ona "Bununla kendine bir elbise alırsın, ben dersime devam edenlerin böyle hırpani elbise giymelerini istemem deyince adam "Ben çok zenginim, paraya ihtiyacım yok" diye cevap verir. İmam-ı Âzam yüce Resulün şu hadisini ona söyler. "Allah kuluna verdiği nimeti üzerinde görmek ister" [899], Hz. Peygamber'in eshabına olan şu tavsiyesi de bunun önemine işarettir:
"Esbabım! Sizler mü'mîn kardeşlerinizin yanına varacaksınız. Binaenaleyh binek hayvanlarınıza dikkat edininiz. Kıyafet ve elbiselerinizi düzeltiniz ki; insanlar arasında parmakla gösterilecek gibi olasınız. Çünkü Allah-u Teâlâ, çirkinliği, çirkin söz söylemeye özenen kimseleri sevmez" [900]
Demek ki herhangi bir ziyarete giderken gerek binilen vasıtaya ve gerekse giyinilen elbiseye iyi dikkat etmek gerekir. Zaten Hazret-i Peygamber de ziyaretçilerin karşısına çıkmadan önce saçlarını iyice tarar ve en iyi elbisesini giyermiş. O'nun şu hadis'i de bu konuda yeter bir belgedir.
"Allah iyidir -yâni noksanlardan beridir- iyi olanı -yâni dosdoğru yolda olanı - sever. Temizdir, temizliği sever, kerîmdir keremli olanı sever.-O halde evinizin önünü ve etrafını temizleyiniz" [901]
Gösteriş İçin Olmaması
Elbiseden gaye ne olduğu konunun başında verilen âyet-i kerîme açıklamış bulunuyor. Müslümanın bu elbise île yaptığı gösterişten ömründe hiç değilse bir defa da olsa kurtulup, müslümanın, kardeşinin yanında iki bez parçasından ibaret, dikilmemiş ihramı Hac'da giymesi çok manalıdır. İslâm insanoğlunun kalbine, küçük çapta da olsa, bir gururlanma getirecek şeylerden azamî ölçüde çekinilmesini ister. Acaba elbisenin böyle bir fonksiyonu var mı? Şüphesiz normal ihtiyacı gidermek için giyinme, dinin emridir. Ama sırf dikkatları kendi üzerine çekmek gayesiyle yapılan giyim uygun mudur? Bu çeşitli yönden ele alınabilir.
1- Hazret-i Peygamber etrafındaki arkadaşlarının giyinişinden kıl payı kadar ayrılmak temayülünü göstermemiştir. Eşit bir giyinme tarzına önem vermiştir. O zamanki sosyetenin giyinişinin alâmet-i farikası olan, yerde sürünecek şekilde giyiniş tarzından, inananların kaçmasını defaatle istemiştir. [902]
2- Ebû Zer'in anlattığına göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Üç grub insan vsrdır. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları korumaz, onlar için çok yakın bîr azab vardır". Bu sözü Hazret-i Peygamber üç defa tekrar edince, ben -Ebû Zer- "Bu korku ve hüsranda kalanlar kimlerdir? ey Allah'ın Resulü!" deyince O
"Elbisesini yerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve satlık eşyasını yalan yere yeminle tervice çalışan kimselerdir" [903] buyurdu.
b- Elbiselerini kibirle yerde sürüyenlere Allah-merhamet bakişiyle- bakmaz. [904]
Demek ki, o zamanın süs giyinişi içinde yer alan "elbiseyi yere süründürme" Hz. Peygamber tarafından yasaklanmış ve "bacakların yarısına kadar" [905] kaldırılmasını erkeklerden istemiştir.
II- Giyimde israfa kaçmama: Maddî imkânları yeterli olanlar, etrafındaki insanları unuturcasına harcamaya girişmeleri güçleri alma kudretine yeterli olmayanlara açıkça bir azabtır. Hz. Peygamber buyuruyor:
"İsrafa ve büyüklenmeye kaçmadan yeyiniz, içiniz, giyininiz ve yardımda bulununuz" [906] Bir elbiseyi temiz taşıyarak ve yırtık yerlerini yamalıyarak azamî derece istifade yönüne gidilmelidir.
III- Elbisenin mütevazi olması: Daha çok ağır sanayiye ihtiyaç duyan ülkeler, kumaş sanayiine ikinci plânda yer vermişlerdir. Kumaş sanayiinde ileri olan ülke, ekonomik sahada diğer ülkelerle yarışa çıkamaz.
Binaenaleyh pek lüks elbise yerine mütevazi ve dayanıklı elbiseyi tercih etme hem aile bütçeleri ve hem de devletler için faydalıdır. Hazret-i Peygamber daha çok keten ve pamuktan mamul elbise giymiştir. [907]
Aile bütçeleri yerinde olanlarda, diğer ailelerin bütçelerinin sarsılmaması için lüks ve pahalı giyinişlere kaçmamalıdır. Hele dövizin büyük bir değer ifade ettiği bu asırda bazı giyimlikleri dışardan getirmek son derece korkunçtur. En iyisi İslâm'ın genel ölçüsünde yer alan "iyi yolda örnek olma" prensibi bu giyimde ölçü olmalıdır. Çoğu insanın alamadığı giyimliği sırtına alıp onların arasında dolaşmak, onların kalplerine basarak gezmektir.
"Yeryüzünde şımarık yürüme, zira Allah her kibir taslayan), kendini beğenip öğüneni sevmez" [908]
IV- Erkeklerin ipek giyinmeleri yasaklanmıştır: Fakat kadınlar, bunu giyebilir. Bu hususta bir çok hadis-i şerîf vardır :
- a)"İpek elbise giymeyiniz. Bunu dünyada giyen âhirette giyemez"[909]
- b)"Hazret-i Ali'nin anlattığına göre Hz. Peygamber ipeği sağ eline, altını da sol eline alarak "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır"[910]
- c) "İpek giymek ve ipek kullanmak ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helâldir"[911]
Bu hususun niçin yasaklandığı hakkında herhangi bir izah yapılmamıştır. Fakat genel olarak elbise hakkındaki Hazret-i Peygamber'in umumî tavsiyelerine bakıldığı zaman yasak sebebi anlaşılmış olur.
1- Lükse kaçılması yasak edilmiş ki; o zaman ki, en lüks giyiniş ipekten yapılmış elbise idi. Binaenaleyh gelişme ve yerleşme devresinde olan İslâm topluluğunda ellerinde mahdut imkânlar bulunan kimselerin paralarını umumî maslahata uygun yerlerde harcayacaklarına, şahsî giyinişlerinde kullanmalarını Hazret-i Peygamber iyi karşılıyamazdı. Sonra bu, bîr biri üstünde böbürlenmeyi yasaklayan dînin ruhuna da aykırıdır -elbise bir mefahir vasıtasıdır.- Yukarıda da izah edildiği gibi, Hazret-i Muhammed fertleri birbirleriyle uzlaştırırken, onları muayyen bir ölçü içinde bulundurmaya çok dikkat etmiştir,
2- Ekonomik sebeblerin bunda büyük rolü vardır: İpek istihsali Arap yarımadasında yapılmıyordu. Daha çok yabancı pazarlardan buraya geliyordu. Müslüman tüccar daha çok müslümanların zarurî ihtiyaçlarını dış piyasadan dahildeki piyasaya getirmekle memurdur. Toplumun genel ihtiyaçlarını bir tarafa atarak onun yerine lüks malzemesini dahildeki pazara getirmeye vasıta olmanın bir faydası olmasa gerek. Eğer Hazret-i Peygamber'in zamanından bugün revaçta olan bazı lüks emtia olsaydı onları da yasaklamaktan çekinmiyecekti. Çünkü o belirli bir sınıfın giyinişte, yeyişte lüksün içinde kalıp diğerlerini en zarurî ihtiyaçlarını temin edememeyi prensib olarak kabul etmemiştir. Yalnız zarurî durumlarda buna müsaade etmiştir. Güzîde sahabilerinden Hz. Zübeyr ile Abdurrahman bin Avf'ın vücutlarına bir kaşıntı düşünce onların giymelerine müsaade etmişti. [912]
Kadın Ve Erkeğin Giyimülklerinîn Ayrı Ayrı Olması
İslâm, kadının kadın, erkeğin erkek olarak kalmasını istemiş, ne erkekleşen kadını, ne de kadınlaşan erkeği istememiştir [913], Anlatıldığına göre Hz. Peygamber; erkeklerden kadınlara benzemek isteyenleri iânetlemiştir. Hz. Peygamber'in bu minvaldeki hadislerine dayanarak, hüküm veren bir çok hadis müfessirleri kadın ve erkeğin birbirinin elbiselerini giymelerinin haram (İmamı Nevevi gibi) bazıları mekruh saymışlardır. (İmamı Rafii) [914] Bu giyiniş tarzına dikkat ederek giyinişini onlara benzetmemeye çalışmalıdır. Erkek de ayni durumu göz önünde bulundurmalıdır.
Yeni Elbise
Allah'ın verdiği nimetlerden [915] yapılan yeni elbiseyi giyerken bunu veren Allah'a hamdetmek gerekir. Ebü Said el-Hudri'nin anlattığına göre Hazret-i Peygamber, sarık, gömlek ve rida gibi yeni elbiseyi giyerken O'nun ismini söyler ve şöyle dua edermiş:
"Allah'ım! Sana hamdolsun. Bunu sen bana giydindin. O'nun hayırlı olmasını senden isterim ve onun için yapılan şeyin şer olmasından sana sığınırım" [916]
Yeni elbiseyi giydikten sonra, bir fakir çağırır eskisini verirmiş ve bunun ne kadar önemli olduğunu belirtirmiş. [917] Sağdan giyer, soldan çıkarırmış. [918]
"Ayakkabıyı oturarak çıkarmak daha iyidir" [919] buyurmuştur.
Elbise Giyerken
Elbise giyerken, bu nîmetleri veren Cenâb-ı Hakkın kudret ve kuvvetini düşünmeli, içinden şükretmelidir. Giyerken sağdan başlanır, çıkarırken soldan.
Ayakkabı tedarik etmek önemlidir. Yalın ayak yürümemeye dikkat edilmeli yerde akla gelmeyen ve ayak için teklikelî olan sayısız kesici ve batıcı maddeler vardır. Bunun için Hazret-i Peygamber:
"Ayakkabılardan çok temin edin. Çünkü insan ayakkabı giydiği müddetçe onun binicisi olmakta devam eder" [920] buyurur.
Ayakkabı giyerken sağ ayakla başlanır, çıkarırken sol ayağından çıkarmaya koyulur. Birini giyib birini giymeme, yahut birini çıkarıp diğerini çıkarmama uygun değildir. [921]
Elbisenin Deseni
Hz. Peygamber beyaz (Ebû Dâvud, Tirmizî) çizgili kırmızı elbise, (Buhari-Müslim) yeşil, (Ebû Dâvud - Tirmizî) siyah renklerinde elbiseler giymiştir.
Desenli elbise giymekte de bir mahzur yoktur. Hazret-i Âişe'nin anlattığına göre Hz. Peygamber bir sabah erkenden sırtında, siyah kıldan dokonup, üzerinde deve semerleri tarzında bir takım çizgiler bulunan bir giyecekle dışarı çıkmıştır. [922] Hayvan resimlerinin üzerinde bulunması haramdır. [923]
9- YEMEK ADABI
Tabiat serili bir sofradır. İnsanoğlunun yaşaması için Cenâb-ı Hak burayı bir tükenmez anbar yapmıştır. Üzerinde çalışıldığında tükenmek şöyle dursun, verimini arttırıyor, bu şekliyle âdeta "bana sarıl" demek istiyor. Sinesinde çeşit çeşit gıdaları depolamış bu besin ocağı gelmiş, geçmiş ve gelecek insanlara bağrında yer veriyor. İnsanoğlu bunun üzerinde gezerken, midesinin hasretini gidermek ve böylece yaşayabilmek için onun üstünde iaşesini topluyor. Toplarken ve topladığını yerken riayet edeceği bazı hususlar vardır. İslâm bunu bir düzene sokmuştur.
Allah, Kur'anda insanoğluna hitap ederek, yeryüzündeki temiz ve helâl olanı yemeyi ve Allah'ın verdiği bu nîmete şükr etmeyi [924] ve temiz olan her şeyin helâl olduğunu [925] Allah'ın helâl kıldığı temiz şeyleri kendilerine yasak etmemelerini [926] ve peygamberlerine temiz olanı yemelerini ve iyi işler yapmalarını istemektedir. [927] Bu âyetler önemli olan bir hususu ortaya çıkarmaktadır:
"Helal ve temîz olanı yemek". Acaba helâl olan nedir?
Kur'an-ı Kerîm Cenâb-ı Hakkın peygamberlerine olan "Temiz olanı yeyinîz" emrini tekrar ediyor. Bu husus bütün peygamberlerin öğrettikleri esaslar arasında temiz olanı yeme olduğunu gösteriyor. Yalnız Kur'an-ı Kerîm başka bir yerinde Hz. İsa'nın İsrail Oğullarına olan hitabesinde
"...Size haram edilen bazı şeyleri helâl yapmam için gönderildim" [928] buyurarak peygamberlerin tebligatı arasında yiyecek bakımından helâl ve yasak sayma arasında bir değişiklik olduğunu belirtiyor.
İslâm'ın helâl yahut haram saydığı şeyler üzerine eğilince, bu emirlerin mantığında insan menfaati saklı olduğu hemen görülür. Bir bakıma o insan için faydalı olanı emr, zararlı olanı yasaklama, insanoğlunun kendisini zorlıyarak yapacak seçmede kendisine yardımcı olmuş ve insan mantığının işin yasak ve emir cihetini bulmadan daha çok, onun medlulü üzerine akıl yürütmesini istemiştir. Bu husus insan muhakemesine ve seçimine en büyük yardımdır.
İslâm'da herhangi bir şeyin helâl veya haram olmasını ortaya koyan Allah'tır.
"Allah'ın size indirdiği rızkın bîr kısmını haram, bir kısmını helâlmı kıldınız?" [929]
"Diliniz yalana alışmış olduğu için herşeye 'Şu haram bu helâldir" demeyin ki; Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise şüphesiz saadete erişemezler" [930]
Bu âyetler gösteriyor ki: kesin nassla haram oldukları belli olmayan şeyler hakkında haram damgasını vurmak tehlikelidir. "El-Üm"'de İmam-ı Şafi-i, Ebû Hanîfe'nin ünlü talebelerinden olan Kadı Ebû Yûsuf'tan şunu anlatır. İlim erbabı hocalarının tefsirsiz olarak Kur'an-ı Kerîm'de bir delil bulmadan şu helâldir ve bu haramdır dîye fetva vermekten çekindiklerini gördüm. İbn-i Saib Tabiî'nin en ileri gelenlerinden olan Haysem oğlu Rebî'den anlattığına göre o "Sizden biriniz Allah şunu helâl yahut buna da razı olmuştur" demekten sakınsın. O zaman Allah ona şöyle der:
"Bunu niçin helâl kıldım ve bundan neden razı oldum" yahut şöyle buyurur:
"Allah bunu haram kılmıştır" deyince o zaman Allah:
"Yalan söylüyorsun, niçin bunu haram kıldım da ondan alıkoymadım" der. Küfedeki tabiin fukaha (hukukçular) nın büyüklerinden olan İbrahim en-Nehai arkadaşlarının bir şey hakkında fetva verdikleri yahut onu yasakladıkları zaman "bu mekruhtur, bunda da bir beis yoktur" [931] dediklerini anlatır. Müslüman bu hususu göz önünde bulundurup, hakkında kesin nass bulunmayan mes'elelerde hemen helâl veya haram deyip işin üstesinden gelmeyi marifet saymamalı, selefin takip ettiği yolu benimsemelidir.
Kur'an-ı Kerîm'de Yenilmesi Yasak Olan Hayvanlar
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası anılarak kesilenler, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından susulmuş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları canları çıkmadan önce kesmemişseniz ve dikili taşlar üzerine boğazlananlar, size haram kılındı" [932]
Burada on yasak sayılıyor:
1- Leş: Boğazlamadan kendi kendine ölen hayvan veya kuştur. Fakat balık onun dışındadır. Hz. Peygamber
"O suyu temiz, ölüsü helâldir" [933] buyurmuşlardır.
2- Kan: Bu etle beraber kalan -kan olmayıp etten ayrılmış kandır.
3- Domuz eti: Domuzun, âyette yasak edilmesine rağmen İslâm ülkelerinde yabancı kaynakların tesirlerinde kalanlar, bunun yasaklanmasını iyi olarak karşılamamışlar, zaman zaman faydasından bile bahsetmişlerdir. Yalnız bunu neye istinaden savunduklarını mukni deliller ileriye sürerek ispat edememişlerdir. (Bunu sırf ileri görüşlülük olarak ileriye sürdükleri kanaatındayım.) Kur'an-i Kerîm bir diğer âyette [934] onu nitelerken "rics" kelimesini kullanıyor. Ricsin, "kötü kokulu" [935] "Büyük pislik" [936] ve Azhap sûresinde olduğu "günah" [937] anlamına da gelmektedir. Kur'an bu sıfatı özellikle inanmayan [938], düşünmeyen [939], -Hud kamvi Ad'da olduğu gibi -kibirli, inkarcı inat eden [940] münafıklar [941], kalpleri inanç bakımından hasta olanlar [942], putlar [943] için kullanmıştır. Bu kelimenin ayni zamanda duygular ve manevî yöndeki kötülük, kusurlar mânasına da gelmektedir. Kur'an "Ey peygamberin halkı! Şüphesiz Allah sizden ricsi (kusuru) giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" [944] âyetiyle bu hususu işaret etmektedir. "Rics" necis mânasına da gelmektedir. [945] Malûmdur ki, domuzun yaratılışında, iyi şeylerden değil pislikten hoşlanma vardır. Araştırmacılar, domuz etinin insan tabiatında bozgunculuk meydana getirdiğini bildirmişlerdir. Karakterse, tevarüs eder. Mizaçlardaki yemeklerin tesiri belli bir iştir. Madem ki, mizaçta kötülüğü ve bozgunculuğu meydana getiriyor, sağ duyunun kötü görmesi ve ondan sakınmayı gerekli bulması normaldir. [946]
Değerli bilgin Prof. Dr. Hamidullah Bey de bu hususta:
"Domuz eti asrımızda büyük bir önem taşıyor. Şeriat bir şey emrettiği zaman bîr sebep göstermez. Biz emrine uyarız. Bazı düşüncelerimizi ileriye sürdüğümüzde gerçeğe varıp varamadığımızı bilemeyiz. Ben bir mes'elede şunun sebebi şudur dersem, bu benim ve başkalarının düşüncesidir. Domuz etinin yasaklanmasında birçok sebepler var:
I- Fransa'da millî araştırmalar enstitüsü var. Bütün ilimler burada tetkik edilir. Domuz etini de tetkik etmişler. Bunun için onbeş yıl araştırma yapmışlardır. Daha ziyade bu araştırma beslenme problemini ele alan bir araştırma 'idi. Raporda:
Domuzların % 40'ında daima hastalık yapan mikropların bulunduğu, iki saat içinde eti suda kaynatılsa dahi ölmediği yarım saatlik yemek pişirilmesinde hiç ölmiyeceği, bundan dolayı domuz etinin yenilmeyeceği belirtilmiştir.
II- İkinci sebep ruhîdir: Tıpla ilgili bir izahı vat: Bazı hastalıkların mahiyetine göre yemek tavsiye edilir. (Beyni iyi gelişmemiş olana beyin yemeleri v.s.) Görülüyor ki; hastalığın nev'ine göre yemek tavsiye ediliyor. Domuzların yaşayışına baktığımız zaman pislik yemesi bakımından en önde gelir. En sevdiği yemek necistîr. Domuzun yaşadığı hayatın insana geçip geçmiyeceği ruhen düşündürücüdür. Türkçe, Arapça ve bütün dillerde "domuz" ismi bir hakaret olarak kullanılır. Bunun için İslâm'da yasak edildiği gibi Tevratta da yasaklanmıştır" [947] dedi, F. Razi:
"Allah, domuzun etinin yapısında büyük bir hırs, şehvete çok düşkünlük bulunduğu için yasaklanmıştır. Gıda, yiyenin karnında kendi cinsinden bir parça meydana getirir. Allah onu yasaklamış fakat koyunu helâl kılmıştır. Zira bu hayvan kötü ahlâktan gayet uzaktır" [948] diyor.
Bazı hastalıklara sebep olduğu neşredilen çeşitli ilmî bülten ve makalelerde görülmektedir, "Amerika birleşik devletlerinde ve Kanada'da yaşıyan insanların 1/6 nin adalelerinde trişinlâ domuz eti yedikleri için trişin kurtları vardır. Vücutlarına trişin kurtları girmiş insanların çoğunda hastalık arazı görülmez. Çoğu yavaş yavaş iyileşir fakat bazıları da ölür. Bazılarının sol tarafları ilelebet malûl kalır. Hepsi de dikkatsizce domuz eti yemişlerdir. Bu hastalığın muafiyeti ve tedavisi yoktur. Ne antibiyotikler ne de diğer ilâçlar ve aşılar bu ufak ve öldürücü kurda tesir etmezler. Yegâne çare bu mikrobun bulaşmasını önlemektir. Trişin kurtları adale lifleri arasında limon çekirdeği şeklinde kıvrılmış küçük kapsüller halinde saklanarak 40 yıldan fazla yaşarlar. Hastalıklı bir et parçası yendiği zaman bu gayrı faal trişin kapsülleri hazmedilirler. Fakat içindeki trişinler yaşarlar. Hastalıklı bir et parçası yendiği zaman bu gayri faal trişin kapsülleri hazmedilirler. Fakat içindeki trişinler yaşamakta devam ederler. Gelişirler her bîri 1500 defa çoğalırlar. Bu yeni trişinler ana trişinleri havi et yenildikten 1-3 gün sonra kan damarlarını istilâ ederler ve kan damarları vasıtasıyla da birçok organlara yerleşirler. Trişinlerin sebep olduğu hastalığın belirtileri 50 den fazla hastalığın belirtilerine benzer. Bu ise hastalığın teşhisini çok güçleştirir. Etleri tuzlama ve tütsüleme gibi alelade metotlar trişinleri öldürmez. Mezbahalarda hükümetçe yapılan kontrollar ise bütün trişinli etleri teşhis için kâfi değildir" [949]
Ömrün uzatılması ve kısaltılması domuzun etini yemeye bağlı değildir. Araştırmacılar, domuz etinin aksine, inek sütünün, sığır etinin barsaklarının muhafazasında, kanın hareketinde ve bedenin sıhhatinde daha tesirli olduğunu belirtmişlerdir. [950]
4- Allah'tan başkası adına kesilen:
Putperest Arabistan'da hayvanlar kesilirken kendi putlarını anarak keserlerdi. (Meselâ Lât, Uzza v.s.) Halbuki kesimin bunlar adına yapılması, bunlarda kudret görmenin bir sonucudur. Bu inceliği göz önünde bulundurup, kesilmesine niyyet edilen kurbanların "Allah için olduğunu" izhar etmek iyi olur. Karşılama törenlerinde de gelen kimsenin şerefine değil, iyi niyyet besleyip Allah için kesmek İslâm inancının bir nezahetidir.
5- Boğulmuş hayvan: Hangi surette olursa olsun ister suda, ister bir deliğe boynunu sokarak yahut avcının ipiyle boğulmuş olsun yenilmesi haramdır. [951]
6- Bir yerine vurularak öldürülen (menkuze): Yâni, yere çarpıp öldürecek bir darbe [952] Yalnız atılan ok veya mızrak delip geçerse bunun yenileceğini, şayet böyle bir durum olmaz da vücuduna değip deviren bir atma ile düşüp ölen hayvanın veya kuşun yenilmeyeceği bîr hadiste bildiriliyor. [953] Acaba tüfek (bu kabil ateşli vasıtalar)la öldürülen hayvanın durumu nasıldır. Şevkanî şöyle diyor:
"Bana bir ilim heyeti, barutla doldurulan silâhlarla yapılan avlamada, avcı onu diri olarak boğazlamaya imkânı olmazsa ne olur?" diye sordu. Kanaatime göre böyle bir av helâldir. Zira atılan seçme v.s. bir yerinden giriyor bir diğer yerinden çıkıyor. Hadiste de "Sen mızrakla ucuna demir konulmuş oku attığın zaman onu delerse o zaman böyle bir avı ye" [954] buyurulmuştur.
7- Düşüp yuvarlanmış: Bir dağdan, yüksek bir yerden, yahut kuyuya düşmüş [955] hayvanlar bu durumda ölürse etleri yenilmez.
8- Başka bir hayvan tarafından susulmuş: Sığır sığırı, koyun koyunu [956], döğüs esnasında biri diğerini boynuzlayıp öldürürse.
9- Yırtıcı hayvan tarafından yenilmiş: Yırtıcı hayvanların yiyerek bıraktıkları artıklar yenilmez, Âyet'in devamında, "Şayet canları çıkmadan keserseniz" bunların yenileceğini bildirmiştir.
Her yasak ve helâlda olduğu gibi Kur'an-ı Kerîm'de yukarıda sıralanan etleri yenilmesi yasak olan hayvanların etlerinin yenilmemesine sebep neyin olduğunu bildirmese de akl-ı selimin bunu bulması kolaydır. Bu son sayılan üç yasağın hayvanların hallerini korumak gibi önemli bir hususa dikkatleri çekmektedir.
- a)Hayvan; sahibinin hayvanını tehlikeli, yüksek yerlere, damlıklara çıkarmaması, sığ suların olduğu yerlere götürmemesi, yağmur yağdığı zaman muhtemel sel durumunu göz önünde bulundurarak, dere kenarlarından uzaklaştırmayı v.s. gibi hususlardan hayvanları korumayı istemektedir.
- b)Kötü bir gelenek olmasına rağmen hayvan doğuşunu seyretmeğe arzulu kimseler vardır.
1- Horoz döğüşü
2- Deve güreşi
3- Manda döğüşü
4- Koç boynuzlaması
5- At dişlemesi v.s.
Bir de bunların dışında ayrı ayrı evlere mensup olan hayvanların bir araya geldikleri zaman ilk karşılaşmada çıkarttıkları döğüş vardır. Bunların ilk vuruşmasını büyük bir iftiharla seyreden sahipleri, şayet bunları ayırmazlarsa birinin diğerinin karnına atacağı bir boynuzla karnını yararak hayatına son verebilir. Bu hayvanları kanlar içinde bırakacak bir döğüşü seyretmenin ne derece bir zevk vereceğini zevk sahiplerinden sormak gerekir. Bunda hasıl olacak iki durum var ki; İslâm edebine aykırıdır.
I- Kazanan hayvanın sahibinin iftiharı
II- Birbirinin zararını isteme. İslam ise insanın iç dünyasına insanlığa yakışmayacak böyle bir tutum içinde bulunmayı istemez. Her iki tarafın da birbirlerinin menfaatini kollamayı, birbirleri aleyhinde zarar istememeyi ister,
- c)Yırtıcı hayvanların artığını yemek insan şerefine yakışmaz. Zaten bunlar ağızlarını insan için yasak olan herşeye batırıyorlar.
10- Dikili taşlarda boğazlananlar: Ya putlar adına veya bizzat onlar için kesilen kurbanlar. [957]
Bunlar dışında adabına uygun olarak kesilen hayvanların etleri helâldir. Kesme vasıtalarına gelince bunlar boğazda, yemek ve nefes borularıyle can damarı (veced) denilen iki kalın damarı kesip kan akıtacak âlettir. Hz. Rafi, Hz. Peygamber'e:
"Allah'ın Resulü! Biz yarın düşmanla karşılaşacağız, fakat yanımızda hayvanı boğazlamak için bıçak yok, der. O da: Diş ve tırnaktan başka, kanı akıtan bir vasıta ile kesilmiş ve besmele çekilmiş olanı ye. Diş kemiktir. Tırnak ise Habeşlîlerin bıçağıdır. [958]
Hadîs keskin bir şeyle hayvanı kesmek gerektiğini seraheten kaydederken diş ve tırnakla kesilmiyeceğine de işaret etmektedir. Dişle ve tırnakla kesmenin yasaklanmasının sebebi üzerinde birçok görüşler var. Sade bunlar içinde en makulü:
"Dişle kesmekten men edilmesi hayvana azap verdiği içindir. Bununla ancak hayvanı boğma hasıl olur ki, bu da kesme mânasını taşımaz" [959] En güzel şekilde kesme Hz. Peygamber'in emri olduğuna göre [960], kesileni bir çok azap içine sokacak kör âletin ve kesme gücü olmayan vasıtanın zaruret olmadan kullanılmaması gerekir.
Etleri yenilmeyen çeşitli hayvanlar:
Etlerin yenilmesi âyette yasak olan durumlardan başka, etleri haram olan diğer hayvanlar vardır. Hz. Peygamber bunun genel bir tasvirini yapmıştır. "Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır" [961] Hadisi rivayet eden müslimin İbn-î Abbas'tan rivayet ettiğine göre bunu nehyetmiş ve "pençesi ile avlanan her kuşu" [962] sözünü ilâve etmiştir. Yalnız bilginler arasında bu gibi hayvanların hangilerinin yasak olduğu ihtilâf konusudur:
"İmam-ı Âzam Ebü Hanîfe, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Davudu Zahirî bu hadisle amel etmişlerdir. Yalnız haram kılınan yırtıcıların cinsini tâyinde ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe'ye göre etle beslenen ve azı dişi olan her hayvan yırtıcıdır. Arslan, kaplan, pars, kurd, ayı, tilki, çakal, sırtlan, fil, maymun, yaban faresi, yaban kedisi, gelincik, sansar, samur, sincap v.s. gibi... Akan kanı olmayan, sinek, arı, akrep v.s. sinek ve böcek nev'ileri île yerin içinde yaşayan solucan ve yılanları, fareler kirpiler pis oldukları için yenmezler. [963]
Bundan başka akbaba, karga, keler [964], kaplumbağa ve bunlara benzer olanları yemek mekruhtur [965] Deniz hayvanlarından ise yalnız balık helâldir, diğerleri pis sayılmıştır. [966]
Eşek etinin durumu:
Hz. Peygamber, Hayber günü ehli eşeğin etinin yenilmesinden alıkoymuştur. Sahabenin çoğunluğu [967], tabîin ve ondan sonra gelenler bu hadisle amel ederek ehlî eşeklerin etinin yenilmesinin haram olduğunu belirtmişler [968], yalnız ehli olmayan eşeğin helâl olduğunda ittifak vardır. [969]
At'ın durumu: At etinin yenilip yenilmeyeceği hususunda değişik mezhep görüşleri vardır. Hz. Peygamber'in Hayber'de yenilmesîne izin verdiği rivayet edilmektedir. İmam-ı Âzam diğer hadislere dayanarak bunun kerahet'i tenzihiye ile mekruh olduğuna kail olmuştur. [970]
Katır: Bunun da eti haramdır. Hz. Peygamber, katır etini yemekten nehyetmiştir. Şüphesiz bu yasaklardaki hikmetin esası etin durumudur. Her devrin umumî teamül ve örfü de bu yasağı desteklemiştir.
Çekirge: Bu konuda Hz. Peygamber'den nakledilen hadisler vardır. İbn-i Ebî Evfa'dan çekirge hakkında sorulunca:
"Ben Hz. Peygamberle altı gazvede bulundum. Çekirge yiyorduk" der.
Dört mezhep imamı da bunun helâl olduğuna ittifak etmişlerdir. Bunun helâl olduğuna dair İmam-ı Malik'in dayandığı delil:
"Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı. Balık ve çekirge, karaciğer ve dalak" [971] hadisidir. Yalnız bunu ne derece insan mîdesi kabul edip etmeyeceği düşündürücüdür. Umumî teamül ve örf bugüne kadar yemeye yanaşmamış ve üstelik bundan tiksinir hareket etmiştir. Hz. Peygamber'in harp halinde bulunduğu malî durum göz önünde tutulacak olursa, büyük zarar doğurmıyacak şeyleri arkadaşlarının yemelerine göz yummaları normal karşılanmalıdır. Darı ekmeğinin bile zor bulunduğu, katık için de tuz ve suyun kullanıldığı o zamanın müslümani, harb ederken bu şartlar içinde gıdasını alıyordu. Yalnız birçok çekirge çeşidi vardır:
Nitekim bunu İbn-ül Arabî, Tirmizî'nin şerhinde "Hicaz çekirgesi ile Endülüs çekirgesinin arasını ayırarak, Endülüs çekirgesi hakkında 'bariz bir zarı olduğu için yenilmez' [972] diyor. Zaten Hz. Peygamber'in de yeyip yemediği ihtilaflıdır." [973]
Kurbağa: Kurbağayı ilâca katmak için müracaat eden bir doktora Hz. Peygamber onların öldürülmesini yasaklamış ve onların vakvakalarıyle Allah'ı andıklarını bildirmişlerdir. Hz. Peygamber öldürülmesini yasak ettikleri diğer hayvanlar:
Karınca, bal arısı, hüdhüd ve sured'dir [974]. Zararlı olan hayvanları (meselâ: yılan, akrep, fare, alaca karga, çaylak) öldürmede bir sakınca yoktur.
Yukarıda öldürülmesi istenmemiş olan hayvanlar ise herhangi bir zarara sebebiyet vermedikleri zamanlarda yaşamalarına göz yumulur. Meselâ: Karınca, evin tam ortasında yuva kurmuş yahut mutfağa akın etmişse temizleme esnasında bunlar ister istemez öldürülmesi muhtemeldir. Vücudun herhangi bir yerini ısırmak için dolaşıp duran bir arıyı uzaklaştırılmaya çalışırken böyle bir durumda öldürülmesinde bir sakınca yoktur. İğneleri zehirli olan bir çok hayvanlar daha var ki, bunları öldürmek bir zararı uzaklaştırmaktır.
Yenilmesi yasak olan hayvanları "Açlıkta, darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir."
Helâl rızık arama:
Müslüman Allah'ın fazlından aramalıdır [975] Haram ve helâlin sınırı belli olduğu [976] için şüpheli olan şeylerden kaçınmalı ve Allah'ın koruluğu olan yasaklara dalış yapmamalıdır. Bu haram ve helâlin sınırı Kur'an-ı Kerîm tarafından tesbit edilmiştir, gaye meşru yolda kazançtır. Eğer meşru bir işin getirdiği bir gelir varsa bunu küçümsememeli ve ona hor bakmamalıdır. Hz. Peygamber, zamanında çobanlık yapmış ve Hz. Davud da eliyle elde ettiği kazancı yediği rivayet edilmiştir.
Helâl Kazanmanın Önemi
Allah temiz olandan yemelerini peygamberlerine emretmektedir. [977] Müfessirler, burada geçen "tayyibatı" helâl olarak tefsir etmişlerdir. Âyetin devamında gelen "iyi işler yapınız" ifadesine bakarak İbn-i Kesir "Ey Peygamber! Helâli olanı yeyiniz, bu iyi işler ifadesinin bunun arkasında gelmesi, helâl yemenin iyi işler yapmaya yardımcı olduğuna bir işarettir" [978] diyor. Zaten Hz. Peygamber de
"Ey insanlar! Allah güzeldir, güzel olanı (helâli) sever" [979] buyurmuştur.
Helâl üzerine biraz eğilince şu husus dikkati çekmektedir. Bir şeyi kazanmak için muayyen bir şey, belirli bir zaman harcamak gerekir. Böyle bir durumda insan bir gayret içindedir. Bu gayretin doğuracağı bir sonuç vardır. Şüphesiz iş safhaları bugün çok gelişmiştir. Fakat iş prensipleri ve insanın bu işe yönelme niyyet ve bakışları değişmemiştir. İş alanları ne kadar çoğalırsa çoğalsın gene bütün bu işler insan etrafında dönmekte ve bütün işler içinde meşru olmayan kazanç bulunmaktadır. Şimdi genel İslâmî bir prensibe bakıldığında, en çok dikkati çeken husus zarara uğratmama ve herkesin menfaatini en azından kendi menfaati gibi kollamak olduğu görülür. Demek ki iş safhasında rızık kaynağının helâl bir mahiyete sahip olması için kimsenin ziyanını istememektedir. Önemi hakkında selef konuşmuştur:
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah:
"Kamburlaşacak kadar namaz kılsanız, kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız haramdan kaçınmadıkça bunlar sizden kabul olmaz."
Süfyani Sevri:
Allah'a itaat maksadiyle haramdan sadaka veren, pis elbiseyi idrar ile temizleten gibidir. Halbuki pis elbise ancak temiz su ile temizlenir. Günahları ise ancak helâl örter.
Yahya bin Muaz: İtaat Allah'ın hazinelerinden biridir. Fakat onun anahtarı dua, anahtarın dişleri helâl lokmadır, [980] demişlerdir.
İnsan besinini temin eden Yeryüzü'dür. Burada temin edilenler arasında:
- a)Hayvanlar,
- b)Madenî (Tuz),
- c)Nebat, meyve, sebze, hububat. Burada insan yararına olanların yenilmesi helâl, yararına olmayanlar yasak kılınmıştır.
Sofranın Tanzimi
1- Sofranın zenginliği, sofra üzerinde bulunan çeşitli yemeklere bağlı olmayıp kazanç cihetinden helâl yolda kazanılmış yemeklerdir. [981] Yemeğin kalitesi ne olursa olsun sofra usulüne uygun olarak hazırlanmalıdır. Bu sofra için Türkiye'de her bölgenin özel hususiyetlerine uygun olarak yapılmış sofra bezi, yemek tepsisinin üzerine konulacağı tahta v.s. vardır. Böylece bir sofrada ekmek ve yemek kalıntıları yere düşmez, düşenler ise
sofra bezi içinde kalır.
Yemekten Önce Yapılması Gereken Hususlar
I- Yemekten önce elleri yıkamak, yemekten önce el yıkamada gençlerin ihtiyarlardan, yemekten sonra da ihtiyarların gençlerden önce yıkaması gerekir. [982]
II- Sofra kuruluşu tevazüye uygun olmalıdır. [983]
III- Sofrada güzel oturmalı dizler üzerine çökmeli sağ ayağını sol ayak üzerine koymalı. Hz. Peygamber de böyle yapmıştır. O:
"Kulların yediği gibi oturan bir kulum" demiştir. Bir yere dayanmak uygun karşılanmamıştır. [984]
Yer darlığı olursa diz çökülerek oturulur. Hz. Peygamber bir gün yemek etrafında ashab çoğalınca, diz çökerek oturur, Bedevilerden biri:
"Bu nasıl oturuş? der. Hz. Peygamber de:
"Allah beni inatçı bir zorlayıcı değil, belki kerim bir kul olarak yarattı, [985] der.
Hz. Peygamber "Dayanarak yemek yemem" [986] buyurmuşlardır.
Oturmada baş tarafa oturmayı tercih etmemeli, Hz. Peygamber "Allah için oturumda, aşağıda da oturmaya razı olmak bir tevazu eseridir" [987] buyurmuştur. Boş bulduğu yeri tercih etmeli, İslâm'ın bu durumuna bakıldığı zaman yabancı geleneğin bir eseri olarak İslâm ülkelerinde de ihdas edilen şeref masasından ve sendalyesinden çekinmek gerekir. Zira bu ayrılıktır, İslâm adabına uygun değildir.
3- Kulluk edebilmek için yemeye niyyet etmek, daha çok lezzet kapmayı gaye gütmemeli, az yemeye gayret göstermeli.
4- Olana razı olmalı, fazlasını beklememeli. Hz. Peygamber ailesinde katık isteyince sirkeden başka bir şeyin bulunmadığını söyleyince O:
"Gene iyi katıktır" [988] der.
5- Sofraya uzanan ellerin çok olmasına çalışmalı, zira Hz. Peygamber yalnız başına yemezdi [989]
Tecrübe sayesinde insanoğlu bitki örtüsü içinde kendi gıdasına faydalı olacak şeyi ayırmıştır. Yalnız bunlardan yapılan bazı maddeler insan sağlığına zarar verdiği için yasaklanmıştır. Çeşitli bitkilerden yapılan uyuşturucu maddeler ve bazı ürünlerden elde edilen alkolik içkiler yâni Allah'ın verdiği çeşitli ürünleri insanoğlu bozarak onun insanın zararına olacak şekle sokmuş, ürünün kendisi zararlı olmamasına rağmen zararlı hale sokulmuştur. Hâsılı dikkat edilecek husus, sınırları belli olan helâl ve haramı ayırmak, Hz. Peygamberin de bildirdikleri gibi şüpheden kaçınmak gerekir.
İnsan Kazandığıyle Ne Yapar
Kazanmanın bir gayesi vardır:
a- Yaşamak için Cenâb-ı Hakkın verdiği vücut emanetinin ve sorumluluğunu taşıdığı kimselerin gıdasını
- b)Orta seviyeli yiyeceklerini
- c)Barınacak bir yeri temin etmek ve
- d)Her türlü ihtimali göz önünde bulundurarak bütün elde edileni harcamayıp tasarrufa gitmek.
İslâm vücuda gerekli olan gıdanın alınmasını teşvik etmiş, vücut yapısını sarsacak yorgunluğa, eziyete ve gıdasızlığa ve tabii ihtiyacı karşılamamaya karşı koymuştur. Hz. Peygamber'in ünlü sahabileri vücudu sarsacak mahiyette bir harekete giriştikleri zaman Hz. Peygamber tarafından tenkide uğramışlardır.
Yemede Dikkat Edilecek Husus
- a) Helâl kazanma.
b} İsraf etmeme.
- a)Yediği şeyin helâl olup olmadığını araştırmalıdır. Hz. Peygamber, "insanlara bir zaman erişir ki; o devirde kişi, ele geçirdiği mal helâldan mı, haramdan mı kazanıldığına hiç aldırmaz,"[990] buyurmuştur. İbn-i Battal kişinin servetinin kaynağını araştırmaması, daima murakebe üzerinde bulunmaması dinî zaafından ve îman gevşekliliğindendir. Bir de bu aldırış etmemede fitne ve bozgunculuğun genelleşmesi, ahlâksızlığın halk arasında genişlemesi ve yayılmasına çok müessirdir, [991] Hz. Peygamber:
"Kim ki el emeği, alın teriyle kazandığı helâl malını yiyerek, aile yuvasında gecelerse, Allah kendisinden razı olarak gecelemiştir. Affedilerek sabahlar" buyuruyor. Duanın da kabul olmasının helâl kazanca bağlı olduğunu Hz. Enes'in hadisinde belirtilmektedir. [992]
"Yâ Resulûllah! Ben dualarımın kabulünü isterim. Bana bunun yolunu gösterir misiniz? diye rica edince, Hz. Peygamber:
"Ey Enes! Helâl kazan, duan müstecab olur. Zira kişi ağzına haram bir lokma götürürse kırk gün duası kabul olunmaz," buyurmuştur.
Başka bir hadiste "Ey insanlar! Allah paktır, ancak pak olanı kabul eder. Allah peygamberlerine yaptığı emri mü'minlere de yapmıştır: 'Ey insanlar size verdiğimiz rızıklardan temiz olanı yeyiniz" [993]
"Ey peygamberler temiz olanı yeyiniz" [994]
"Bu böyle olmakla beraber, adam kalkar da seferini uzatıp, saçları dağınık üstü başı tozlu bir halde ellerini göğe doğru kaldırarak 'Yârabbi, yârabbi!' der. Halbuki onun yediği haram, giydiği haram ve haram ile gadalanır. Böylesînin duası nasıl kabul olur! buyuruyor.
Yemekte
1- Sofranın başına Cenâb-ı Hakkın ulvî nîmetini hatırlayarak oturulur. Bismillah -Allah'ın adiyle başlar [995] Hz. Peygamber:
- a)"Yemek yediğinizde Allah'ın adını anınız. Yemeğin başında Besmeleyi unutmuşsanız, başlangıcı içinde, sonu içinde, Bismillah"[996]
- b) Peygamberin bulunduğu bir sofrada bir kız gelir yemeğe atılır, Peygamber engel olur. Aynı durumu bir Arap yapar. Hz. Peygamber bunu da alıkor ve şöyle buyurur:
"Şüphesiz şeytan, üzerine Allah'ın ismi amlmaksızın yemek yemeği helâl itikad eder. O bu cariyeyi de Besmelesiz yemek yemeği helâl ettirmek işin getirmiştir. Ben bundan dolayı kadının alini tuttum. Müteakiben bu çöl Arabını da Besmelesiz yemek yemeği helâl itikad ettirmek için getirdi. Ben onun da elini tuttum. Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, şeytanın eli kadının eliyle beraber benim elimin içinde olmuştur." [997]
- c)Kişi evine girdiği zaman, girişinde, yemek esnasında, Allah'ı anarsa, şeytan (kendi avanelerine) 'Sizin için bu evde gecelemek ve yemek yoktur' der... Kişi yemeği sırasında zikretmezse, şeytan (kendi yardımcılarına) gece faaliyet gösterilecek yeri ve yemeği tanıdınız, der.[998]
- d) Âişe anlatıyor:
Resûl-i Ekrem, eshabından altı kişi ile beraber yemek yerken, bir bedevî gelip iki lokmada yemeği bitirir. Bunun üzerine Hz. Peygamber
"Eğer Besmele çekmiş olsaydı, hepinize yeterdi" [999] buyurdu. Yalnız haram yemek ve içmeğe, gayri meşru bir iş yapmaya başlarken besmele çekmek doğru olmayıp, Allah'ın ismini hafife almaktır. [1000]
Besmelemin sıfatının bilinmesi gerekir. Acaba yalnız "Bismillah" yeterli midir. En iyisi "Bismillâhirrahmânirrahîm" demektir. Eğer besmele derse kâfi gelip sünnet yerini bulmuş olur. [1001]
Yeme Durumu
1- Yemeğe tuzla başlamak. Hz. Peygamber
"Ey Ali! yemeğine tuzla başla çünkü bu yetmiş hastalığa şifadır" [1002] buyurmuştur.
2- Yemekte sağ el kullanılır. Hz. Peygamber "sağ elinle ye" [1003] buyurmuştur.
Teharet için sol el kullanılır. Bu yüzden sağ elin yemekte kullanılması tercih edilmiştir. Fakat ihtiyaç halinde de sol elden yararlanmada bir beis yoktur. [1004]
3- Ekmek iki elle parçalanır. Ekmek üzerine herhangi bir kap konulmaz, ekmeğin üstünü yeyip geriye kalanı atmak mekruhtur. Bunda ekmeğin o kısmının hafif görüldüğü şeklinde bir durum ortaya çıkar. Nimeti hafife almak ise kıtlık doğurtur [1005] Ekmekle el silinmez. Şayet elini sildiği ekmeği -meselâ eldeki yağı- yerse bir şey lâzım gelmez .[1006]
Yemekte Organlârın Durumu
Sağa ve sola bakılmaz, baş kaldırılmaz, ağız çokça açılmaz, aksırdığı veya öksürdüğü zaman yüzünü sofradan çevirir. Sofra arkadaşının lokmasına bakılmaz. Bakışları önündeki yemekte bulunmalıdır.[1007]
Diğer Durumlar
1- Lokmalar ufak alınır. Alınan lokma ağızda iyi çiğnetildikten sonra, yutulur. Ağızda bulunan lokma yutulmadan ikinci lokma alınmaz. Bu yerilmiş bir acemiliktir.
2- Sıcak yemeğe üflenmez. Soğulması beklenilir. Abdullah b. Abbas'ın anlattığına göre Hz. Peygamber yemeğe ve suya üflemezdi.[1008]
3- Yemek koklanmaz. Kaba el sokulmaz. Lokma alınırken baş sofraya doğru uzatılmaz. Susmakta doğru değildir. İyi şeyler ve doğru olan kimselerin hikâyeleri anlatılması uygun olur. [1009]
5- Yemekte ölümden, hastalıktan, cehennemden, v.s. gibi durumu sarsacak şeylerden bahsedilmez.
5- Yemeğin geldiği tarafa bakılmaz.
6- Gelenlere karşı yemeği gizlemek için kapıya kulak kabartılmaz.
7- Yemeği tam olarak yemeden bir iş için sofradan kalkılmaz.
8- İsterse namaz için olsun hazırlanmış sofra bekletilmez. Hz. Peygamber:
"Akşam yemeği hazır olduğu zaman yemeğe başlayınız" buyurmuş. İbn-î Ömer de imamın namazdaki okuyuşunu duyduğu halde akşam yemeğinden kalkmazdı. [1010] Akşamı zikretmenin bir hikmeti var:
Vakti en dar olan namaz akşam namazıdır. Akşam yemeği hazır olduğu halde, aksam namazını kılmadan yemeğin yenilmesi ön görüldüğüne göre diğer -meselâ öğle- namaz durumları göz önünde bulundurulduğu zaman haliyle yemeğin öne alınması gerekir.
9- Yemekten sonra hemen kalkılmaz.
10- Yol üstünde ayakta yürüyerek yemek yenilmez. [1011]
11- Yemek yerken herhangi bir yerine bulaştırmamaya çalışmalı. [1012]
12- Düşen lokmayı yerde bırakmamalı. O nimetin nasıl kazanıldığını göz önünde bulundurarak ve yokluğunu düşünerek hemen yerden almalı. Hz. Peygamber de:
"Bir lokma düştüğü zaman o lokmada eza verîcî şeylerden ne bulundu ise onları gidersin. Sonra da onu yesin ve sakın o bir lokmayı şeytana terketmesin" [1013] buyurmuştur. Düşen ve heba edilen her lokmada yaşıyan bütün insanların hakkı vardır. Dökülen yemeklerin ve ekmek parçaların sayısız iktisadî güçlükler doğuracağını nazardan uzaklaştırmamak gerekir. Düşen bir lokmanın heba edilmesini bile uygun karşılamayan peygamber ölçüsüne karşı yapılmakta olan israflar korkunçtur. Halbuki "Allah israf edenleri sevme?" [1014] Ama israf edenlerin yaptıkları kendilerine iyi görünür. [1015] Fakat bu yok olmalarını getirir. [1016] Hz. Peygamber de:
"İsraf etmeden ve gururlanmadan ye, iç, gsy ve yardımda bulun" [1017] buyurmuştur.
13- Parmaklara bulaşan şeyi bile bir tarafa atmak uygun değildir. Hz. Peygamber:
"Sizden biriniz bir yemek yediğiniz zaman yemek yediği parmaklarını yalama yahut yalatıp temîzletmedikçe elini bir bezle silmesin" [1018]
"Sizler bereketin hangisinde olduğunu bilemezsiniz" [1019] buyurmuştur.
Hz. Peygamber iktisadî zaruretler içinde İslâm mücadelesini vermiştir. Etrafındaki inananlar, savaşa çıktıkları zaman pek pişen yemeği az görürlerdi. Bütün gıdaları arpa kavutu, hurma ve süt'ten ibaretti. Sonra yanlarında pek el bezi bulundurmazlardı. Zaten elleri yıkamak için de çok suya malik değillerdi. Sonra et -bugün de çoğu ailelerde olduğu gibi- nadir bulunan yemekti. Doyasiye ondan yararlanmak da kabil değildir. Böyle bir durumda et parçasını elleriyle yiyen insanın bulaşık parmaklarını elbiselerinin herhangi bir yerine sürmeden iyice yalamalarını yahut develerine yalatmalarını onlardan istemiştir.
"Şu da hatırdan çıkarmamalıdır ki; normal zamanlarda riâyet olunan İslâm yemek adabı, yemeğin hem önünde hem sonunda ellerin iyice yıkanıp temizlenmesi esasıdır. Sonra bu temizlik yalnız ellere inhisar etmeyip dişten tırnağa kadar bütün tertemiz tutulması ve namazlar vesilesi ile günde beş defa muayyen organların yıkanıp temizlenmesi esasen zaman geçse de eskimiyecek en ulvî temizlik ve medeniyet örnekleridir.
Netice olarak deriz ki; bu derece ileri bir temizlikten sonra, zaruretlerden, dolayı tertemiz parmaklarla yemek yenince o parmakları yalamakta sıhhat ve adab noktasından bir sakınca görülmemelidir. Çünkü o parmaktaki artık yenilen yemekten bir parçadır. Halbuki insanlığın büyük bir kısmı bugün dahi peygamber devrindeki sade maişet seviyelerinden de aşağıda ve hattâ zaman zaman açlık tehlikeleri ile karşı karşıyadır. Bu sebeple Yüce Peygamberin düşen lokmayı alıp -temizleyerek yemek çanağın dibinde kalan artığı yalamak parmaklardaki artığı yalamak gibi tavsiyeleri son derece önemli vs hiç bir zaman değerini kaybetmiyecek öğütlerdir. Bu öğütlerin azametini insanlık ailesinde müreffeh ve her türlü imkânlar ve nîmetler içinde kibirli bir hayat süren mahdut zümreler hakkîyle görmezler" [1020]
Kapta bulunan yemeğin kenarında yenilmeye başlanır. "Bereket yemeğîn ortasına iner. Onu kenarından yeyiniz, ortasından yemeye başlamayınız."[1021]
Toplu Halde Yemek Yeme
Sofranın kalabalık olması hayırlıdır. Yemeğe ne kadar kaşık uzanırsa o kadar iyidir. [1022] Fakat beraber yemek yenildiğinde riayet edilecek bazı hususlar vardır:
1- Yemeğe ilk önce başlamayıp bu sıraya sofrada bulunan yaşlı yahut faziletli bîrine bırakmak.
2- İyi şeyler konuşmak.
3- Aynı kapta yemek yiyorsa, arkadaşına müşfik olmalı, onun yediğinden daha fazla yeme gayreti içinde olmamalı, şayet arkadaşının rızası varsa bir şey gerekmez.
4- Arkadaşının "yeyiniz" demesine ihtiyaç bırakmamalı. Terbiyecilerden biri:
"Beraberce yemek yiyenlerden yemeği en iyi yiyen, arkadaşının yemeğini tetkik etmeyen, zahmete sokacak bir söz söylememesidîr" der.
5- Arkadaşına bakmamalı, yemeğini süzmemeli [1023]
6 - Tane tane yenilecek meyveleri arkadaşının izni olmadan, ikişer ikişer yememeli [1024]
7- Yemekte herkesten önce elini çekmemeli. İştahı yoksa, yemeğe iştirak ediyormuş gibi, bir tutum tutunarak çoğunluk yemekten ayrılmadan yemeği bırakmamalı. Şayet kendi evi ve samimî olduğu birinin evinde ise erken kalkmada bir mahzur yoktur. Eğer bir evde misafir bulunuyorsa, ev sahibini bir kuşku içinde bırakmaması için erken kalkmamalı. [1025]
8- Yemeği hafife almamalı, iştahı yoksa da iştirak eder şeklinde görünmelidir. Hz, Peygamber hiç bir yemeği ayıplamaz, severse yer, yoksa bırakırmış. [1026]
9- "Zaruret olmadıkça yemekte su istememelidir." [1027]
10- Bir kısım bilginler, çokça acıkanın ziyafetine gitmesine engel olurlardı. İbn-i Şirin bir ziyafete giderken hizmetçisinden biraz yemek alır ve yer:
"Büyük açlığımı mü'min kardeşimin yemeğiyle fazla gidermeyi istemem" [1028] der.
Ziyafet:
Çeşitli sebeplerden müslüman ziyafet verir. Bunu Hz. Peygamber teşvik etmiştir. Tesanüdün ve samimiyetin kalplere akması için zaruridir. Yemek anılmayı doğurur. Anılma birleşmeyi ve özleşmeyi uzatır. Gaye mîdeleri o gün renkli ve çeşitli yemeklerle doldurma değil, ruhların muhtaç olduğu kaynaşma havasını doğurmaktır.
Fazileti:
Hz. Peygamber:
1- "Ziyafet vermeyenden hayır yoktur." [1029]
2- O'na -îman nedir? diye sorulur?
"Yemek yedirmek ve selâmı yaymaktır" [1030] buyurur.
3- "İki kişinin yemeği üç kişiye, üç kişinin yemeği dört kişiye yeterlidir." [1031]
4- "Birinin yemeği, ikiye, iki kişiye olan yemek dört ve dört kişiye olan yemek sekiz kişiye yeterlidir." [1032]
5- "Rahman '(Atlah')a ibâdet eder, yemek yedirir ve selâmı yayarsanız selâmetle cennete girersiniz" [1033] buyurmuştur.
Bu vadide daha çok hadis-i şerif vardır. Hepsi ziyafet vermeye teşvik etmiştir. Hadislerde de anlaşılacağı üzere hazırlanmış yemeğe birini ortak yapma, ondan bir şey kaybettirmiyor. Zira bereketi veren Allah'tır.
Ziyafetin Şartları
Ziyafetin şartları altıdır. [1034]
Davet etmek, icabet etmek, yemekte bulunmak, yemeğin sunuluşu, yemek ve ayrılmak.
Davet etmek:
Mutad bir ziyafet olduğu gibi, çeşitli sevinçli olaylar içinde ziyafet verilir. Zaten en çokta bu hususta ziyafet verilmektedir. Hz. Peygamber'in sünnetine uygun hayat yaşayanlar, Ramazanlarda iftar da ve düğünlerde yemek verirler. Yüce Resulün bu hususta hadisleri vardır.
1- İbn-i Abbas şöyle diyor: Hz. Peygamber, iyilik yönünden insanların en iyisi idi. Ramazan'da olduğu zaman daha iyi olurdu.
2- Bir oruçluyu iftar eden, oruç tutanın sevabından herhangi bir şey noksan olmadan, onun sevabı kadar ona da verilir. [1035]
3- Oruçlu iftar edenlerin yanında, yemek yediği zaman, melekler ona dua yapar. [1036]
İşte bu teşviklerle müslümanlar birbirlerini yemeğe çağırırlar. Bunların gayeleri, hadîslerde belirtilen sevaba kavuşmak olduğu şüphesizdir.
İkinci husus evlenme merasimlerinde. Hz. Peygamber, Abdurrahman b. Avf evlendiği zaman onu tebrik eder bir koyunla dahi olsa ziyafet vermesini ister. [1037]
Fakat davette en önemli nokta şahıslar arasında (meselâ: Zengin-fakir, âmir-memur) farkı gözetmeksizin her sınıftan insanı çağırmaktır. En kötü ziyafetin zenginler çağrıldığı halde fakirlerin çağrılmadığı ziyafet olduğu bildirilmiştir. [1038] Bunun böyle olması İslâm sınıf anlayışındandır.
İslâm sınıf ayrımını, diğer sistemlerde olduğu gibi, maddi aktörlere bağlamayıp, fazilet ittîka" [1039] ve ahlâka bağlar. Soya degıl, güzel ahlaka var. [1040] Zaten Allah şekle ve mallara değil, kalplere ve işlere bakar. Bu yüzden dış görünüşte itibarlı olan durumlara değil, fiillere ve niyyetlere bakıp ona göre insan, değerlendirmeli. İslâm malî durumlar, müsait olanların düşkünlere yardımda bulunmalarını bir atıfet olarak istemez "Onların hakka" diye bahseder. Binaenaleyh davet sahibi onları çağırırken, onları kendi sofralarına ve haklarını yemelerine çağırdığını kalbinden geçirerek öylece onları ağırlamalı.
Herhangi bir ev reisini yemeğe çağıran kimse, davet esnasında evin hanımını da çağırmayı ihmal etmemelidir. Hz. Peygamber'in güzîde sehabisi Hz. Enes şunu anlatıyor:
"Resulûllah'ın güzel çorba pîşîren bîr İranlı komşusu vardı. Allah'ın Resûlü için onu pişirdi. Sonra gelip onu çağardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz: Âişe'ye işaretle:
"Bu da var mı?" diye sorunca o:
"Bu da gelecek mi," diye sorunca o:
"Hayır, Resulûllah da:
"Hayır," der.
"Bu da gelecek mi?" diye sorunca:
Adam üçüncü seferinde:
"Evet, der.
Bunun iteerine Resulûllah ile Âsşe beraberce kalkıp birbiri ardınca yürüyerek onun evine gelirler" [1041]
Bu hadis-i şerif şu üç hususu önemle göstermek istiyor:
1- Davette erkeğin hanımının da unutulmaması.
2- Erkek hanımını yalnız evde bırakıp çağrılan bir ziyafete gitmeyi tercih etmemesi.
3- Ziyafetlere eşi ile gitmenin caiz olduğu.
Davete çağıran kimsenin gayesi, tanıdık kimseyi de kendi sevincini paylaşmayı istemesidir. Zaten müslüman, müslümanın mutluluğunu paylaşmasını dînin emri bilir. Hz. Peygmaber herhangi bir davete çağrıldığında icab edilmesini kesin bir surette istemiş [1042], hadis sarihi (açıklayıcısı Nevevî buna dayanarak davete icabet etmeyi vâcib telâkki etmiştir. [1043] Hattâ Hz. Muhammed'in şöyle bir ikazı daha var:
"Özürsüz davete icabet etmeyenler, Allah ve Resulüne isyan etmiş olurlar" [1044] Sonra davete icabet etmek müslümanın üzerindeki altı haklarından biridir.[1045]
Müslümanın Kaçınacağı İcabet
Yapılan yemekli bir toplantıya çağrılan kimse, yemeğin içkili olduğunu veya yemeğe oturduğu zaman, içkili bir sofra ile karşılaşırsa Hz. Ömer'in Hz. Peygamber'den anlattığı
"Allah ve âhîret gününe inanan üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın" [1046] hadisine göre kalkması gerekir. "İçîlmediği takdirde, böyle bir toplantıya iştirak etmenin bir mahzuru yoktur" şeklinde düşünenler olabilir. Evet belki tesir etmeyebilir, fakat kötülükten elle, yahut dille bu mümkün değilse, kalben -yâni gizli bir protestoya girişmek- İslâm Peygamberinin emridir.
Diğer hususlar
1- Aynı tarihe denk gelen zamanlarda birden fazla davetle karşılaşıldığında, en yakın komşuya veya ilk davet edenin dâvetine icabet etmek gerekir. [1047] Gidilememenin sebebini uygun bir zamanda zikretmek yahut ev içinde ev reisini diğer yerlerde temsil edebilecek birini de o ikinci davete göndermek uygun olur.
2- Davet edenlerin içtimai seviyelerine bakılmadan icabet edilmelidir. Hz. Peygamber, kölenin ve fakirlerin dâvetine icabet ederdi.
3- Mesafenin uzunluğuna bakmadan -şartlar müsaitse- gitme yolları aramalıdır. Uzun yoldan gidip davete icabet etme, davet sahibinin kalbine daha büyük bir sevinç verir. [1048] Mesafenin durumu her yerin örfüne göredir. [1049] Sür'atli vasıtaların olmadığı zamanlarda bunun için câri olan örfün bugün olmasına imkân yoktur.
4- Nafile orucu tutmuşsa, şayet bozmakla, davet sahibinin kalbine sürür verecekse, bozup başka bir gün kaza etmelidir. [1050]
Nevevî'nin yukarıda geçen Hz. Peygamber'in hadisine [1051] dayanarak "Davete icabet etmek vâcibdîr" [1052] hükmü göz önünde tutulacak olursa, vacibi nafileye tercih etmelidir. Eğer davet eden, davetlinin durumuna anlayış gösterirse, orucunu bozup bozmamada serbesttir.
5- Davete giderken içinde beslediği niyyet:
Şu hadislere uygun olmalıdır.
a- Allah'a karşı gelmekten sakınma:
"Davete icabet etmeyen Allah ve Resulüne âsi olmuş olur" [1053]
b- Peygamber'in şu sözüne bağlı olarak mü'min kardeşine ikram etme:
"Mü'min kardeşine ikram eden sanki Allah'a ikram etmiş gibidir"[1054]
c- Peygamber'in şu sözünü örnek kabul ederek: "Mü'minî sevindiren Allah'ı sevindirmiş olur".
6- Ziyafette akrabaların ihmal edilmemesi gerekir. Zira ebeveyn'den sonra ikrama en lâyık olanlar bunlardır. [1055] Çağrılmadıkları takdirde belki de en kötü karşılanmış dargınlık fi'li meydana çıkmış olur ki; buna sebebiyet vermek günahtır.
1- Eve girmeden kapıyı döver [1056], şayet karşılayan varsa selâm verir [1057], müsafaha eder ve durumunu sorar. Karşılayan da aynı mukabelede bulunur.
2- Mütevazi hareket eder. Üst 'köşeye geçmeye gayret göstermez. Boş bulduğu yere oturur. Hz. Peygamber "Meclisin alt köşesinde razı olma, Allah için gösterilen tevazu arasındadır" [1058] buyurur.
3- Tam kadınların girip çıktığı odanın karşısında oturmamalıdır.[1059]
4- Yemeğin geldiği kapıya bakışlarını teksif etmemeli. Zira bu onun aç gözlülüğüne işaret olur. [1060]
5- Soruyu yakınında oturana sormalı, kendisinden uzak bulunan yerlerde oturanlara soru sormamalıdır. [1061] Bu durumda, özel mes'elesiyle herkesi rahatsız eder.
6- Eve girip, meşru olmayan bir şey görürse, gücü yeterse onu değiştirir. Bunu yapamazsa, nazik bir şekilde o durumun yakışıksızlığını anlatır.
7- Sofraya oturuşta fazla yer kapmamaya açlışmalı, azamî derecede sıkışmaya ve gelenlere yer hazırlamaya gayret etmelidir. [1062]
Davetsizlerin durumu:
1- Herhangi bir ziyafete giden kimse yanında çağrılmayan bir insanı da götürürse, davetlinin yemek sahibine durumu arzetmeli ve yemek için müsaadesi alınmalıdır. [1063] Esasen ziyafet verenle yakın bir dostluğu yoksa, bîr diğerinin sırf geçinmek için davetlinin arkasına takılıp gitmesi uygun olmaz.
2- Davet ettiği kimsenin evinde misafiri varsa, misafiri de çağırmalı, şayet yemek veren bunu yapmazsa, ev sahibi misafirini bırakıp git memelidir.
3- Gayet samimî olduğu arkadaşının evine girip -ona önceden haber vermeden- ne bulursa yemesinden bir beis yoktur. Hz. Peygamber, sehabesi Berire'nin evine gider, evde olmadığı halde orada yemek yermiş. Muhammed b. Vasi ve arkadaşları Hz. Hüseyn'in evine girer ve ne bulurlarsa yerlermiş. Hz. Hüseyn eve gelip manzarayı görünce sevinirmîş. [1064] Birgün Hz. Peygamber dışarı çıkınca Hz. Ebû Bekr ve Ömer'in dışarıda olduklarını görür, niçin çıktıklarını sorunca açlıktan olduğunu söylerler. Bir sehabinin evine giderler. Evin hanımına sehabinin nerede olduğunu sorarlar. Evin hanımı tatlı su almaya gittiğini söyler. Sehabi gelir. Onları evde bulur: "Allah'a hamdolsun, bugün benim kadar kıymetli mîsafirlere kimse sahip değildir" der. Hemen alacası düşmüş koruk hurma, taze hurma ve olgun hurma getirir. Sonra da bir koyun kesmeye gider. [1065]
Bu hadiste bazı önemli hususlar vardır.
a- Çok samimî görüştükleri kimsenin evine giden şahısları evin hanımı evin içine alıp onları müsait bir yerde oturtabilir.
b- Böyle bir durumla karşılaşan kimse, gayet güler yüzlü olmalıdır.
c- Önce hazır olan bir şeyi ikram edip arkadan misafirlerine daha güzel yemekler ikram edebilir.
Topluluğa iştirak edecek bir kimsenin sarmısak, soğan, trup gibi şeyleri yemesi mekruhtur. Çünkü bunlar rahatsız edici bir koku etrafa verirler. Ebû Eyyûp, Hz. Peygambere:
"Sarımsak yasak mıdır" diye sorar O:
"Hayır haram değildir fakat ben onun kokusundan hoşlanmıyorum" [1066] buyurur.
Yasağın sebebi, tamamen kokudandır. Bunlar çiğ yenildiği zaman, etrafındakileri rahatsız ederler. Bu bakımdan fukaha buna dayanarak: Ağzı kokan, yağlı işlerde çalışan -kasap, v.s.- kimselerin topluluklara devam etmemelerine fetva vermişlerdir. Fakat bu gibi yağlı işlerde çalışan cemaata gidecekleri zaman, yıkanıp üstlerindeki elbiseleri çıkarır, temiz bir elbise giyerlerse bunda bir sakınca yoktur.
Yemek Sahihinin Tutumu
1- Gelenlere karşı gayet güler yüzlü olmalı. [1067] Hz. Evzaî'ye ziyafette en iyi olan nedir? diye sorulunca, O: "Güler yüzlülük ve güzel sözlülüktür [1068] der.
2- Kıbleyi, tuvalet ve abdest alacağı yeri göstermeli [1069]
3- Davetlilerin çokluğuyla, yemek bitecek diye endişelenmemen [1070]
4- Misafirlerin dîni anlayışına uymayan şeylerden kaçınmalı.
5- Yemekten önce el yıkamayı misafirlerden önce, yemekten sonrakini ise, misafirlerin hizmetini aksatmamak için en sona bırakmalıdır. [1071] İmam-ı Malik'e göre, ev sahibinin misafirlerden önce ellerini yıkaması, onları el yıkamanın önemine teşviktir. Yemekten sonra ol yıkamayı herkesten sonraya bırakması ise, davetliler arasında yemek yemeğe devam edenle yemekte bulunması içindir. [1072]
6- Mevcut olanı sunmalıdır. Borç edip ziyafet vermek doğru değildir. Hergünkü mutad sofrayı daha zenginleştirmek iyise de, ailenin bütçesini sarsacak şekilde ziyafet vermek uygun değildir. Hz. Peygamber:
"Yanımızda bulunmayanı misafire teklif etmeyiz. Hazırda olanı sunarız" [1073] buyuruyor.
7- Yemeği terkeden veya yemeğe iştirak etmeyene yemeleri için üçden fazla teklif yapılmaz. Hz. Peygamber, "Bir şeyde üç defa söz yöneltilince, bundan sonra müracaat edilmesin" [1074] buyurur. Zira fazla israr karşı tarafı yıldırır.
Yemek Verirken
1- Yemeği pek bekletmeyip gelen davetlilere sunmalı. Şayet azıcık beklenildiği halde bazı davetliler gelmezse, hazır olanları bekletmek lüzumsuzdur. Beklenen kimse, fakir yahut kalbi kırılacak biri ise bekletilmesi tercih edilir. [1075]
2- Yemekler bir tertip üzerine verilir, meyvenin bol olmasına dikkat edilir. [1076]
3- Davetli hangi yemek gelirse gelsin ayıplamamak. Hz. Peygamber, hiç bîr yemeği ayıplamamış, iştahı varsa yer yoksa, bırakırdı. [1077]
Yemeğin aslının aleyhinde bulunup ayıplamak Cenâb-ı Hakkın nîmetine karşı nankörlüktür, fakat pişirilmesinde ve yapılmasında herhangi bir aksaklık bulunuyorsa, bu aksaklığın aleyhinde bulunmak misafire yaraşmaz. Sükûtla geçirmesi ve ev sahibini mahcup etmemesi lâzımdır.
4- Ev sahibi, ev halkının gözü arkada kalmaması için onların hisselerini ayırmalıdır. [1078]
5- Bizzat kendisinin hizmet etmesi: Hz. Peygamber'e Habeşistan elçileri geldiği zaman, krallarının İslâm'ın ilk zamanlarında müslümanlara yaptığı yardımı göz önünde bulundurarak, bizzat kendisi hizmet etmeyi tercih etmiştir. [1079]
6- Davetlinin yemesi için yemin ettirmemeli. (Meselâ: Allah aşkına, Allah'ını seversen v.s. gibi) [1080]
Yemekten Sonra
1- İster mutad bir yemek ve isterse toplu halde bir yemek olsun, yemekten sonra eller yıkanır. [1081]
Doyduktan sonra dua edilir. Hz. Peygamber sofrasını kaldırdığı zaman
"Ey Rabbimiz. Hoş, mübarek, kabule yakîn olan ve arkaya atılmayan hamd ile sana çok bamd ederiz" [1082] dermiş. Muaz b. Enes Hz. Peygamber'in şunu söylediğini anlatıyor:
"Biri yemek yer de, bana yemek yediren, gücüm ve takatim olmadığı halde bana rızık veren Allah'a hamd olsun" [1083] derse geçmiş günahları bağışlanır. Gaye sunulmuş olan yemeğin yaradıcısını bilmek ve kabullenmek, onun için onu hamd ile yâdetmektir.
2- Yemeğin nefasetinden bahsetmek [1084]
3- Ev sahibinin iznini almadan, ayrılmamalı, oturma isteğine karşı koymamak [1085]
Çok yemekten kaçınılmalıdır. Bu beden sıhhatine aykırı olduğu için İslâm da bunun üzerinde durmuştur. Hz. Peygamber:
"Kâfir bir bağırsağı doldurmak için yer, mü'min ise bir bağırsağı doldurmak için yer" [1086] buyurmuştur.
İçme Adabı
Cenâb-ı Hak, Kur'an'da suyun rolünü açıkça anlatmış ve birçok âyetlerde ölü toprağı dirilten [1087] olarak belirtmiştir. Gerçekte suyun olduğu yerde dirlik ve bereket vardır. Besin, hava ve su insana yarayan temel unsurlardır. Müslüman, Cenâb-ı Hakkın bu lûtfuna bakarak onda ilâhî gücün kudretini gayet iyi anlar. Belki çokluğundan kadri bilinmiyor, fakat yokluğunun insan için ne badireler açacağı herkesçe bilinen bir husustur. Tarih kuraklıktan kaçan insanların kıssasını gayet hüzünlü anlatır. Kuruyan göller, ve akmayan sular, ve ağzını kitleyen gök. Acaba bu duruma onların hangi hareketleri sebep olmuş. Aksi de olur. Ağzını açan gök, her yerde fışkıran su ve dolayısıyle herşeyin su altında kaldığı bir yer. Bu da vakî olmuştur. [1088] Ama Cenâb-ı Hakkın şöyle sorusu da var insan oğluna:
1- "De ki: Suyunuz yere batarsa, söyleyin size kim temiz bir su kaynağı getirebilir"[1089]
2- "...Yahut suyunu çeker bir daha bulamazsın" [1090] buyuruyor.
Sular Hakkında Fıkhı Malûmat
Klâsik İslâm Fakihleri suları iki kısma ayırmışlardır.
Mutlak su ve mukayyet sular:
Mutlak sular: Yağmur, kar ve dolu suları, dere, göl ve kuyu suları.
Mukayyet sular:
Kullanılmış su ve türlü bitkilerden sıkılarak elde edilen sulardır. Mutlak sular da herhangi bir şeyin karışmasıyle mukayyet sular haline gelebilir. (Meselâ içinde mercimek ve nohut gibi bir şeyin pişmesiyle)[1091]
Burada konu ile ilgili husus, içme esnasında içenin riayet edeceği hususlar olduğundan, bu sular hakkında geniş bilgi verilmeyecektir.
İçmede kullanılan temiz sular şöyle tarif edilmiştir:
"Gökten inen her su, -dolu, kar ve yağmur- ya da kaynıyan ve rengi, kokusu ve tadı değîşmiyen ve herhangi bir temizlikte kullanılmayan sulardır." [1092]
İnsanın en başta ihtiyacını karşılayan sular iyi muhafaza edilmediği yahut temiz yerden geçirilmediği takdirde çeşitli mikropları içine süzdürmekte ve neticede çeşitli hastalıklara yol açmaktadır. Suların bu yüzden iyi muhafaza edilmesini içinde su bulunan kapların ağızlarının örtülmesi gereklidir. Ebû Humeyd es-Said şöyle bildirmiştir:
"Ben bir kere Naki -otlağından- Peygamber'e üstü örtülü olmadığı halde bir kâse süt getirdim. Bunun üzerine O, onu bir bezle örtmedin mi?
"Bari onun üzerine enine bir tahta koysaydın" [1093] buyurdu.
Su kenarlarına büyük abdest ve akan sular içine küçük abdestin yapılmamasını Hz. Muhammed istemiştir. [1094]
Yemek Kapları Ve Su Bardakları
İslâm lükse önem vermez. Fertler arasında böbürlenmeye vasıta olacak şeyden müslümam uzaklaştırmak ister. Bunun temini içinde çeşitli sosyal faaliyetleri emretmekle beraber, insanın en görünürde olan giyim, yeme ve içme vasıtaları üzerinde durmuştur. Sosyal yapısı ne en alt ve ne de en üst olmayan fakat orta bir seviyede olan cemiyet yapısını doğurtmak içinde yemeğin ve suyun konulduğu vasıtalar üzerinde hassas durmuş, bu noktadan olarak, gümüş kaplardan içmeyi Hz. Muhammed yasaklamıştır [1095], gümüş kaplar içinde çeşitli merasimlerde şerbet dağıtma âdet hâlini almış yerler vardır.
Bu gösterişten müslümanın kaçması gerekir. Zira onun dünyası mütevazi ve sade bir görünüşte olmalıdır. Bunu sekteliyecek şeylerden o kaçınmalıdır.
Bu husustaki yasak çok kesindir.
"Gümüş ve altın kaplardan herhangi birşey içmeyiniz" [1096]
Gayri Müsümlerin Kapları
Müslüman olmayan bir ülkede bulunan bir müslüman haliyle onların kaplarından yemek yemeye ve içmeğe mecburdur. Bu hususta Hz. Câbir şunu anlatmıştır:
1- "Hz. Peygamber'le beraber savaşta bulunurken, müşriklerin kap ve su torbalarından ele geçiriyor ve onlardan yararlanıyorduk. Hz. Peygamber bizi ayıplamazdı" [1097]
Bu hususta başka hadisler daha var:
2- Ebû Sa'lebe Hz. Peygamber'e "Biz kitap ehliyle komşuluk yapıyoruz. Onlar tencerelerinde domuz pişiriyor ve kaplarından içki içiyorlar" deyince Hz. Peygamber:
"Onlardan başkasını bulursanız onlar içinde yeyiniz ve içiniz. Onlardan başka bulamazsanız onları su ile yıkayınız ve yeyiniz, içiniz" [1098] buyurur.
3- Mecûsilerin tencereleri de Hz. Peygamber'e sorulunca O:
"Onları su île yıkadıktan sonra, onlarda pişiriniz" [1099] buyurmuştur.
Demek ki: İslâmca yenilmesi yasak olan şeylerin konulduğu kapları kullanmak için yıkatılması kâfidir. Çünkü su onda bir pislik eseri bırakmaz.
Su Ve Benzer Meşrubatı İçme
1- Önce su bardağı sağ ele alınır. [1100]
2- Ayakta ise oturur: Hz. Peygamber:
"Sizden biri ayakta su içmesin" [1101] buyurmuştur. Fakihler bu hususta birçok görüş ileri sürmüşlerdir. [1102]
3- Besmele çekilir [1103]
4- Bardağın kırık olup olmadağına dikkat edilir. Ebû Said'in bildirdiğine göre Hz. Peygamber ağzı kırık kaptan su içmeden alıkoymuştur. [1104] Ağız kısmı kırık bardağın ağzı kesme ihtimali düşünülebilir.
5- Suyun içinde çerçöp varsa üflenmeyip, düşmesi için dökülür. Asla suya üflenmez. [1105]
6- Bütün bunlardan sonra Cenâb-ı Hakkın bu nimeti, ihtiyacını gidermek için ağza götürülürken besmele çekilir. Bir nefeste içmek doğru değildir. İki ve üç nefeste içmek gerekir. [1106]
7- İçmeye ara verildiği zaman bardak ağzından uzaklaştırılır ve rahat nefes alınır. Bardak içine nefes alınmaz.[1107]
8- Sonunda Cenâb-ı Hakka hamd edilir. Hz. Peygamber yemekten sonra:
"Bizi yediren ve içiren ve bizi müslüman yapan Allah'a hamdolsun" diye dua edermiş.
Hz. Peygamber bir diğer hadisinde:
"Sonsuz aczime rağmen bununla (yemekle) benî yediren ve içiren Allah'a hamdolsun" diye dua ederse geçen günahları bağışlanır [1108], müjdesini veriyor.
İyi bir besin olan ve Kur'an-ı Kerîmde kendisine dikkat çekilen [1109] sütü içtiği zamanda: "Allah'ım onu bize mübâret et ve onu bizim için arttır. Çünkü yemek ve içmekten insana ancak yeterli olan süttür" [1110] duasını yaparmış. Hakikaten Allah'ın bahsettiği en büyük nîmet insanoğlu bu nîmeti kana kana içtikten sonra onu yaradanı hamdle anmazsa, nankörlük etmiş olur. Halbuki müslüman Allah'ın kendisine verdiği nîmeti takdir etmekle kendisini manen yüceltir, ruhen azizlendirir. O beslendiği kaynağı unutacak kadar inkarcı ve onu bilemiyecek kadar basiretsiz değildir. O'nun iç dünyasındaki keskin feraseti en küçük zerrenin bünyesinde bile mevcut olan Cenâb-ı Hakkın sayıya sığmayan yüce kudretini görebilecek ve sezebilecek güçtedir. O'nun îmanı Allah'ın her eserini görüşte kuvvetlenir, hemen tefekküre dalar ve ondaki yüce âlemi seyre başlar. Sonunda hamdla ve şükürle dilini oynatır. (Allah'ın her türlü nimetine hamdolsun. Âmin.)
Su Dağıtma
Bu durum iki şekilde cereyan eder.
1- Birinin su dağıtması.
2- Yahut herhangi biri meşrubat içerken yamndakilerine ikram etme durumu. .
1- Su dağıtan gayet edepli bir tavır içinde hareket eder ve orada bulunan kimselerin ihtiyacını giderdikten sonra, en son kendisi içer. Bu hususta Hz. Peygamber:
"Bir gruba su veren en son içer. Yâni içmesi sonraya kalır" [1111] buyuruyor. Burada yine çoğunluğu kendi menfaatına tercih etme ölçüsü kendisini gösteriyor.
2- Eğer içtiğini yanındakilere ikram etmek isterse o zaman şu hususa riâyet eder. Hz. Peygamber'in güzîde arkadaşı Hz. Enes anlatıyor:
Hz. Peygamber'e su katılmış süt getirdiler. O sırada Hz. Peygamber'in sağında bir Arabî (cahil bir çöl arabı) ve solunda Hz. Ebû Bekr bulunuyordu. Yüce Resul sütü içti sonra Arabîye verdi ve:
"Sağ kolu takip ediniz" [1112] buyurdu.
Burada önemli iki nokta var:
a- İslâm'ın ta başlangıcından itibaren Hz. Peygamber'in yanından ayrılmamış bulunan ve "Sıddîk" diye ün salmış Hz. Ebû Bekr için bile olsa İslâm'ın ölçüleri çiğnenip kayırma olmıyacak ve hak çiğnenmiyecek.
b- Soldakini nazarî itibare almadan, sağdakine vermek. Bunda önemli nokta şudur:
Eğer böyle bir yol takip edilmeseydi o zaman bir karışıklık çıkar. Kimin içtiği ve kimin içmediği belli olmaz.
Acaba solda bulunan sağdakine göre yaş bakımından farklı ise durum ne olacak? Bu konu da Sehl b. Said'in anlattığı hadis durumu aydınlatmaktadır. "Hz. Peygamber'e içirmek için bir şey getirdiler. Onu içti, sağında bir genç solunda bir ihtiyar oturuyordu. Bunun üzerine solunda oturan ihtiyara vermek için gencin muvafakatini istedi. Genç
"Vallahi olmaz. Sizden olan nasibimi kimseye bağışlayamam. dedi.
Hz. Peygamber bunun üzerine, kabı onun eline verdi" [1113]
Fazla İçmeme
Su içerken aşırı gidilmemelidir. Hele iddiaya tutuşarak yemek ve içmek uygun değildir. Çünkü müslüman yasak olan şeylerde iddiaya girmez. Bütün bunlar aşırı bir hislenme, bencillik ve gösteriş hastalıklarındandır. Bunlar ise İslâm edebi tarafından reddedilmiştir. Hz. Peygamber:
"Mü'min bir bağırsağı doldurmak, kâfir ise yedi bağırsağı doldurmak için içer" [1114] buyurması da aşırı derecede su ve benzer meşrubatı içmenin uygun olmadığına delildir.
10- AİLE
İslâm'dan Önce Araplarda Aile Durumu
Aile cemiyetin, evlilikte ailenin temelidir [1115] Kur'an-ı Kerîm'in tanıttığı ilk insandan bugünkü cemiyete kadar aile yerini korumuştur. Kur'an-ı Kerîm ailenin tarihçesi Hz. Âdem ve Hz. Havva'dan başlatarak yer yer öneminden bahseder. "Aile insanların dînî, hukukî, iktisadî telâkkîleriyle münasebeti olan bir müessesedir, nasıl ki, sosyolojik tetkikler bize ailelerin cemiyetlerle beraber geliştiğini gösterdiği gibi, bu durumda bir müessesenin dînî, hukukî, iktisadî telâkkilerin de girmesine göre değişmesi pek tabiidir." [1116] Aile fertlerinin birbirlerine karşı tutum ve davranışlarını incelemeden önce, İslâm'dan önceki Araplarda aile hayatının mâhiyetini burada anlatmada bir fayda vardır. "Cahilîye kılanı bir çeşit müşterek mülkiyete sahip bir grup halinde idi. Beraber konup göç eden bu gruba 'Heyy' denilirdi. Heyy'in içinde "Âl" adı ile, "Âl" içinde de "İyal" adiyle küçük aileler vardı fakat bu küçük aileler dînî, hukukî bir müeyyideyi yâni sosyal bir mahiyete sahip değildi. Ancak fi'len mevcut hey'etlerden ibaretti.
Heyy; merası, su kaynağı, tapınağı olan ortak bir gruptu. Her Heyy "Beni fülân" -filânın oğlu diye anılırda. Âl aynı ev veya çadırda oturan dede, oğullar, torunlar ve bunların çocuklarından meydana gelirdi. Âl-ı Süfyan, Âl-ı Ebî Talip v.s. gibi, Âl'ın çadırları sürüleri ortaktı.
"İyale" gelince, bu da koca, karı ve çocuklardan meydana gelmiş olan izdivaç grupları idi. Cahiliye "Âl" ve "İyal" henüz sosyal bir aile mahiyetini alamamıştır. Cahiliye nikâhlarında dînî bir renk görülememeği bunu teyid etmektedir."
Demek ki, cahiliyet devrinde Arap ailesi biri sosyal aile, diğeri tabîi aile diye ayırabileceğimiz iki şekil arz ediyordu. Dinî ve hukukî bir mahîyete sahip olan kılan, sosyal aile idi. Araplar bu aileleri "Beni fulan", "beni fulan" diye ayırıyorlardı. Dinî ve hukukî bir mahiyete sahip olmayan Âl ve İyal de tabiî aile idi. Her "Âl" çeşitli İyallarden her klan ise çeşitli Âller'den meydana gelirdi. Cahiliyete Âl ve İyalin sosyal bir mahiyeti yoktur.
Cahiliye evliliklerinde kadınla erkeği biri birine bağlayan nikâh dinî bir mahiyete sahip olmadığından kadın ancak çocuk doğurduktan sonra İyal'e dahil olabilirdi. Bunun içindir ki; kadın çocuk doğurmadan evvel vefat ederse kocası ta'ziye edilmezdi. Çocuksuz kadın diyet vermeğe mahkûm olursa bu diyeti kocası değil kadının mensup olduğu klan öderdi. Araplar yalnız kılan yakınlığına kıymet verdiklerinden nazarlarında sıhrî yakınlığın bir yeri yoktu. Hattâ aralarında, evlenme ile meydana gelen akrabalık netîcesindeki yasakta mevcut değildi. Binaenaleyh bir baba ölünce oğlu üvey analarını alabilirdi. [1117]
Anlaşıldığına göre pek eski devrelerde kılan yalnız "zi erham" [1118] dan ibaretti. Bu bize o devirlerdeki kılanın "ana erkil" bir mahiyette olduğunu göstermektedir, fakat eski kılan anneye bağlılık mahiyetini kaybettikten ve kılanlar arasında kan dâvaları baş gösterdikten sonra "zevi-l-erhami" teşkil eden akrabadan "akile" [1119] kısmı "Asabe" ismini almış ve bu suretle kılanlar "Zevi-l-erham" ve "Asabe" adlarıyle iki kısım olmuştur. Şöyle ki: Kılan baba erkıl mahiyet aldıktan sonra Kılanlar arasında başlayan kan dâvaları müthiş mücadeleleri doğruttuktan zaruri olarak "diyet" yolu açılmış ve "akile" müessesesi teşekkül etmiştir. Çünkü Kılanlarda âmme velayeti bulunmadığından fertlerin haklarını ancak kan dâvası kaidesi temin ediyordu. Kan dâvası usulüne göre ferdin yaptığı bir suçtan bütün Klanı sorumluydu. Tecavüze uğrayan bir ferdin intikamını da yalnız kandaşları değil. Kılanın bütün fertleri almakla mükellefti. İşte bu kan dâvası mes'elesinden doğan akîleyi teşkil eden akraba evvelce bütün akrabayı toplayan Zev-il Erham arasından ayrılarak Asabe [1120] ismini almış Zevil-Erham da Asabe dışında kalan akrabaya inhisar etmiştir. Asabe ise bilâkis genişlemiş Asabe soyuna bir de Asabe sebebi eklenerek Kılana özel bir mahiyet vermiştir. Asabe sebebi; Kandaş olmayan sun'i akrabayı içine almaktadır. Gerçekte, cahiliyet Araplarında derece derece uzaklaşmak üzere ortak cedlerin erkek tarafından olan zürriyetlerinden teşekkül eden aile kümelerinde, katışmaya çalışma, (istilhâk) kardeşleşme ve anlaşma yollariyle giren yabancılar da bulunuyordu. Çünkü Araplarda bir adam istediği bir yabancıyı kendi soyuna katma ve kendi ailesi fertlerinden sayabilirdi. Buna istilhâk denilirdi. Katılan adam hür ise De'i ismi verilir, köle veya esir ise katan kimsenin Mevlâ'sı olurdu. Araplar De'i'yi kendi ailelerinin öz çocukları gibi telâkki ve mîrasta hissedar eder, veyahut da ona vâris olurlardı. İslâm devrinde istilhâk (katma) geleneğinin bir süre yaşamış olduğu kanaati veren tarihî bir hâdise vardır. Gerçekte Emevîlerin birinci halîfesi Muâviye'nin Zeyyad b. Ubeyh'i babası Ebû Süfyan'ın ilhakı cahiliyenin istihlâkini andıran bir dâvadır.
Hılf yolu ile istihlâk bazı sebepler dahilinde olurdu. Esir olup kurtuluş fidyesi vermemek bu sebeplerden biri idi. Bu gibi esirler kendisini esir eden adamın mensup olduğu batnın doğmasiyle damgalanır, ve bundan sonra o batnın fertlerinden sayılırdı. Bu gibi esirlere "Helif" denilirdi. Muahatta (kardeşleştirme) de Hilfe benzer Asabe sebeplerinden idi. Bir Arap yabancı biriyle kardeşleşirse ona hakiki kardeş nazariyle bakar ve karşılık olarak mîrasa sahip olurdu. Medîne'ye Peygamberin hicreti (göç) müteakip Mekkeli muhacirin ile Yesrip (Medîne) li Ensar arasında bir kardeşleştirme yapıldığı tarihen kayıtlıdır.
Görülüyor ki:
Cahiliye devrinde aile hakkındaki telâkki bizim bugünkü telâkkimiz gibi değildi. Onlar da genişçe bir aile olan batınlar değişmiş birer Klandan başka bir şey değillerdi. Yalnız bunlarda eski totem ced, insanî ve gerçek ced olmuştu. Fakat batınlar üyelerinin bağları ortak bir ceddin varlığına olan inançları, batna mahsus puta karşı yapılan dinî âyinlere iştirakları itibariyle, Kılanlıklarını korumuşlardı. Kandaşlık olmaksızın "istihlâf", "hilf" ve"muahat" yollariyle fasile (baba tarafından yakın akraba) ve batne alınan fertlerin gerçek üyeler gibi tanınmalarında Kılanlık tecelli etmektedir.
Araplardaki batın, eski yahudilerin sebt eski Romalıların Gens'i mahiyetinde idi. Sebt ve Gens de olduğu gibi batın üyeleri arasında da akrabalığnı yegâne nişanesi ismin ortak olmasından ibaretti. Bu ortaklık akrabalığın zarurî olan bütün mükellefiyetlerini gerektirirdi. Veraset hakkı karşılıklı yardımlaşma mecburiyeti gibi kandaşlığın zarurî olan mükellefiyetleri katma yolu ile giren fertlere de şâmildir. Katma ile bir batna giren De'i Roma'da adaption şekliyle Gens'e dahil olan Client'ten farklı değildi.
Asabe Kan dâvasından doğmuş bir aile mahiyetinde olarak zev-it-er-ham'dan ayrılmıştı. Zev-il-erham yalnız kandaşları içine alırken asabe de istiIhak, nilf, muahat, velâ denilen yollarla girmiş sun'î akrabalar da vardı. Bursarın karabetleri münhasıran her ferdin kanı heder olmamak kan dâvası tesanüdüne sahip bir zümreye katma mecburiyetinde bulunmasından ileri gelmişti. Cahiliyet kılanında bir asabeye dahil olan fertlerin hepsi biri birinin velîsi, biri birinin mevlâsı idi. Kısas ve diyet meselelerinde veliyyüdclem -Kan velîsi kılanın bütün fertleri idi. Binaenaleyh diyet vermeğe mahkûm olan o adamın yakın asabesi yoksa uzak olan asabesi bu diyeti vermekle mükellefti. Bunun gibi bir adamın vârisi olacak yakın bir asabesi yoksa uzak olan asabesi ona vâris olurdu. Cahiliye kılanının ayırıcı işareti olan kan dâvası aynı kılanda olanları mukaddes ve haklara sahip sayarak kılanın dışında kalanlara karşı hiç bir ahlâkî görev tanımamaktı, gazveleler, kabilelerin vahşîce mücadeleleri bundan doğmuştu. [1121]
Ailenin Temeli
Hiç şüphesiz ailenin temeli kan ve kocadır. Bu sebepten Kur'an-ı Kerîm buna dikkati çekerek:
"İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile zenginleştirir. Allah lütfü bol olandır" [1122] buyuruyor.
"Bu evlenme işiyle ilgili bir emirdir. Bir gurup bilgin evlenmeye gücü yeten kimsenin evlenmesinin vacip olduğunu belirtmişlerdir" [1123] Şu hadisi delil getirmişlerdir:
"Gençler topluluğu, içinizde bulunan bekâr, gücü yeterse hemen evlensin. Çünkü evlilik gözleri ve namusu korur" [1124]
Diğer bir hadis daha vardır:
"Çok doğuranla evleniniz, nesil meydana getiriniz. Ben sizin kıyamet gününde milletler arasında çok olmanızdan sevinirim" [1125]
Yukarıda verilen âyette dikkati çeken bir hususta, evlenecek kişinin mâlî yönden durumu iyi değilse, zenginleşeceği hususudur. Bunu teyit eden bir hadis gelmiştir.
"Üç kimseye Allah'ın yardım etmesi O'na haktır. Borcunu ödemek isteyen borçlu, namuslu bîr hayat yaşamayı isteyen nikâh yapan ve Allah yolunda savaşan" [1126]
Kişi ev başkanlığını üzerine alır almaz büyük sorumluluk altına gireceği apaçık bir durumdur. Bekâr insan:
a- Yalnız kendini düşünür.
b- Kendisinden birşey bekleyen yoktur.
c- Çalışma azmi azdır.
d- Tutumlu hareket etmez.
Sorumluluk, iş bulmaya insanı yöneltir. O zaman hangi iş olursa olsun kabullenmek mecburiyetinde kalınılır. Bekârken beğenilmeyen ve yanaşılmayan iş pek cazip bir durum alır. Şurası da pek dikkat çekicidir.
Bekâr insanın ruhî durumu ve sosyal hayata intibakla evli kimsenin durumu bir değildir. Bekâr insanın ruh dünyası istikrarsızdır. Daha çok kendini beğendirme gayreti içindedir. Kendisiyle başbaşa değildir. En önemli vakitlerini bîr mâna ifade etmeyen meşguliyetlerle harcamaktan çekinmez. Böyle bir durumda olan kimse işin arkasından değil, gönlünün estiğinin arkasından koşar. Sonra, kazandığını bir çırpıda yemekten çekinmez, haliyle ruhî dünyasına bağlı olarak mâlî durumu da sarsılacaktır. Bir bakıma evlilik, kişinin kendisini belirli bir düzene alıştırmasıdır.
Mâlî yönden birçok faydalar sağladığı gibi, kişinin düşünce tarzına da evliliğin çok tesiri vardı. İslâm arzuları köreltmeyi ve onları meşru yönden tatminine kalkışana karşı durmaz. O yalnız istekleri meşru olmayan yönden tatmine karşıdır. Sırf ibâdet gayesiyle hanımiyle beraber yatmamaya yemin etmiş bir sehabeye karşı çıkışı pek meşhurdur. [1127] Kur'an-ı Kerîm zevceden bahsederken:
"İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet varetmesi, O'nun varlığının belgelerindendir" [1128] demesi çok önemlidir. Kur'an-ı Kerîm'e göre erkek, kadınlarla huzura kavuşmaktadır.
Nikâhın Tarifi
Nikâh, toplamak ve katmak mânalarına gelir. İslâm'da cinsî münasebet ve akid = anlaşma mânasına gelir. [1129] İslâm iyi niyetle yapılan her işi ibâdet olarak gördüğü gibi, nikâhı da böyle görür.
Konu ile ilgili İslâm hukuk kitapları bu durumu teferruatiyle belirtmişlerdir: Dürr'ul - Muhtar'da:
"Bizim için Hz. Âdem devrinden bugüne kadar meşru olmuş, sonra cennette de devam edecek, nikâh ile îmandan
başka ibâdet yoktur."
"Fethu'l-Kadîr"'in nikâh bahsi de şu satırlarla başlamaktadır:
"Nikâh ibâdetlere daha yakındır, hattâ onunla meşgul olmak, sırf ibâdet maksadı ile nikâhı terketmekten daha üstündür." Ayni eserde nikâh ile cihad = savaş birbirine kıyas edilmektedir.
"Savaşta, İla'yı kelimetullahı = Allah'ın sözünü yükseltme, bulunduğu için o da bir ibâdettir. Nikâhta ise bu iş fazlasıyla mevcuttur. Çünkü nikâh hem müslümanın hem de müslümanlığın, cihad ise yalnız müslümanlığın vücud bulmasına sebeptir. Nitekim ibâdet olduğu içindir ki, evlenmek evlenmemekten daha hayırlı sayılmıştır. "Velevkî evlenmemek sırf ibâdet maksadı île olsun- Nitekim Hz. Peygamber, müteaddit ezvac-ı tahirat ile evlenerek bu babta da ümmetine nümune-i imtisal (örnek) olduğu gibi, ibâdete vakit bulayım diye evlenmek istemeyen sehabenin bu yaptığını beğenmiyerek reddetmiştir." [1130]
Kur'an-ı Kerîm tabiattaki herşeyin çift yaratıldığını [1131], kadınlara karşı muhterîsane sevgi insanlara hoş göründüğünü, belirterek [1132], yaratıkların tek olamıyacağını ve erkekte fıtraten kadına karşı, istekli olduğuna dikkati çekmiş, Hz. Peygamber de, dünya metaı içinde en iyisinin iyi kadın olduğunu
"Sizin dünyanızdan bana, üç şey sevdirildi. Güzel koku, kadınlar, ve gözümün bebeği namaz" [1133] buyurarak buna işaret etmiştir.
Evliliğin Faydaları
Gazali İhya'da [1134] evliliğin faydaları üzerinde çok durmuş, kısaltarak buraya aktarıyoruz:
a- Gaye yeryüzünde insan neslinin devamıdır. Şehvet bunun için yaratılmıştır.
b- Şehvetini teskin eder. Evlenmeyen insan, fercini şehvetten uzakta bulundursa da, gözünü ve kalbini bundan uzaklaştıramaz. Tatminsizlik onun iç dünyasını sarsar, vesveseli hareket eder, bu yüzden istikrarlı hayat yaşayamaz.
c- Ruhun dinlenmesi, kadınıyla oturmaya alışmasıdır. Kadınına bakma ve şakalaşma kalbe bir rahatlık verir, ibâdet yapmasını takviye eder. Devamlı ibâdet ve çalışma ruha bıkkınlık verir, dolayısıyla haktan nefret etmesine sebep olur. Çünkü yaradılışının dışına çıkar, yaradılışına aykırı düşen her şeye zorla devamına zorlanılırsa, donuklaşır. Bazı zamanlar çeşitli lezzetlerle ruh rahat ettirilirse, kuvvetlenir ve zindeleşir. Kişi kendi hanımıyla başbaşa kaldığı zaman, kederleri yok olur. Kalbi dinlenir. Allah'tan korunan kimselerin uygun olan şeylerle istirahat etmeleri gerekir. Bunun için Cenâb-ı Allah "Kendisinde huzura kavuşacağınız" [1135] şeklinde, kadını nitelemiştir. Hz. Ali:
"Kalplerin bîr yönden rahat ettirilmeleri -ondan tiksinecekleri için- o hususta kör olmasını temin eder" [1136] der.
d- Evin düzeltilmesinde, temizlenmesinde, sergisinde, mutbak işlerinden, kapların temizliğinden kalbin uzaklaşmasını temin eder. Farzedelim ki, kişinin cinsel arzusu pek fazla değil, fakat onun bütün evinin işini üzerine alması yine de zamanın çoğunu elbette kaybeder, ilim ve işe vakit ayıramaz. Bu yüzden tertemiz ve düzeltici bir kadın, bu yolla erkeğin dinine yardımcıdır.
Gerçekte de öyle değil mi? Bütün gün yorulan erkek, akşam eve döndüğü zaman, bir de mutfağa koşar, yemek yapmaya çalışır, sonra kapları temizler. Sabahleyin de ayni faaliyet içinde olursa, bu monoton hayat onun iş gücünü çok geçmeden sarsacağı gibi, -böyle bir şahıs ibâdetinde bir insan ise- huzur içinde ibâdet yapamaz.
e- Kadınların huylarına alışmak, onların hareketlerini sabırla karşılamak için nefsî mücadelede:
Onları düzeltme dînin doğru yoluna erdirmek, onlar için helâl kazanç, elde etmek için uğraşmak, çocukları terbiye etmeye çalışmak. Bütün bunlar fazlaca üstün olan işlerdir. Hz. Peygamber:
"Kişinin ailesine harcadığı şey sadakadır" [1137] buyuruyor.
Evlenme Yaşı
Evlenme daha çok bünyenin durumuna bağlı gibi görünüyorsa da, başarılı bir evlilik için yeterli bir faktör değildir. Evlilik, karşılıklı bir sorumluluğu yüklenmektir. Evlenmeden önce daha az görevleri olan kadın ve erkek, evlilik hayatı başlar, başlamaz bunlar çoğalır. İki tarafın da buna gücü yeterli olması gerekir. Gerek kız ve gerekse oğlan olsun, evlilik mes'elesini idrak etmedikleri zamanda velileri tarafından nikâhları yapılsa, büyüyüp evlenme yaşına eriştikleri zaman bu nikâhı ibtal etme hakkına sahiptirler. Çünkü evlilik, evlenenlerin rızasına bağlıdır. [1138]
Araştırma
Adaylar ayni çevre içinde veya komşu olurlarsa, karakter üzerinde bir araştırmaya girişmenin faydası yoktur. Fakat yabancı olan bir çevrede, her iki tarafın birbirlerini araştırması uygun olur. Aileler üzerindeki araştırmada dikkat edilecek hususlar vardır:
Kur'an-ı Kerîm en üstün insanı, Allah'ın emirlerine sarılan, yasaklarından kaçan olarak bildirir. [1139] Bu mânaya göre, kişinin malı, soyu, rütbesi göz önünde bulundurulmaz, maddî ve geçici olan bu sıfatlar bir mâna ifade etmez. Hz. Peygamber soy dâvası güdeni şiddetli olarak yermiş ve "Soy dâvasını güden bizden değildir" [1140] şeklinde gayet kesin konuşmuştur. O'nun ifadeleri arasında şu ikisine de dikkat edilmelidir.
1- İnsanlar Âdem'in oğullandır. Allah ise Âdem'i topraktan yarattı. [1141]
2- İnsanlar tarak dişleri gibi eşittir. Tekvâ hâriç birinin diğerine üstünlüğü yoktur.
Araştırmada Kadında Aranacak Meziyetler
Hz. Peygamber bu husustaki ifadelerinde daha çok ruhî yöne eğilmiş, mal ve güzelliği ikinci dereceye bırakmıştır.
1- Kadın, dindar olmalıdır. Asıl olan budur. Hz. Peygamber:
- a)Kadın, malı, güzelliği, soyu ve dini için nikahlanır. Sen dindarı tercih et.
- b)Kadını malı ve güzelliği için nikahlayan kimse onun mal ve güzelliğinden mahrum kalır[1142]
Buna neden önem veriliyor?
Dindarlık, düzenliliktir. Dindar olan kadın, evine bakarken, kocasını sayarken, çocuklarını giydirirken, ufak ekmekleri toplarken, giyinirken, para harcarken kendini denetleyen bir Allah'ın olduğunu düşünür, bu yüzden prensipli bir hayat yaşamaya koyulur. Yeri geldiği zaman konuşur, yerinde sarfeder, kocasının yakınlarına bakmanın bir görev olduğunu düşünür. Komşularla iyi geçinmenin kendisine hazırlıyacağı dünya ve âhiret saadetini göz önünde bulundurur, temizliğin, kocasına karşı güler yüzlü olmanın, kendisini başkasına karşı sakındırma, çocuklarını dini bütün yetiştirmenin bir din emri olduğunu bilir. Ne onun gözü sokaklardadır ve ne de gözleri kendisine çeken moda ve vitrindeki giyimliklerdedir. Onun gözü ve kalbi evindedir, huzuru oradadır. O'nun gözü sokaklardaki gezme hasretinde değil, o çocuklarının mışıl mışıl uyuduğu, kocasının oturup kalktığı, dünyaya kapalı, kendilerine açık olan huzur evlerindedir. Ezanla kalkar, ezanla yer ve ezanla yatar. Bir gününü iyi niyet, iş, hizmet ve ibâdetle geçirir.
2- Güzel ahlâk: Güzel ahlâklı kadın, dilini tutar, olur olmaz şeyleri istemez, nî'metlere karşı şükürlü olur.
3- Güzel yüzlü: Kaynaşmayı meydana getiren bir faktör de güzelliktir. Güzellik, güzel ahlâkla birleştiği zaman, zevce tam aranan bir zevce olmuş olur. Bu sebepten Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret edince, ensar kadınlarla evlenmek isteyen muhacir erkeklerin onların yüzlerini görmelerini istemiş ve:
"...Çünkü Ensar -kadının- gözlerinde şey (küçüklük) var" [1143] buyurmuştur.
4- Mehrin az olması: Mehir nikâhın hükümlerindendir ve kadının şerefini meydana çıkarmak için meşru olup [1144], erkek tarafından verilmek üzere kadının hak kazandığı mala denir. [1145] Eski şeriatlerde mehir, velilerin hakkı idi. Dinimiz bunu kadına vermiş. [1146]
Ölçüsü: Evlenecek kızın, kendisinden önce evlenmiş kız kardeşine, yoksa halalarına, bunlar yoksa kız kardeşinin kızlarına, yoksa amcasının kızına, yâni devamlı olarak babasının bulunduğu tarafa bakılarak kıyas edilir ve ona göre mehri belli olur. [1147]
Hz. Peygamber yalnız en iyi nikâhın kolay nikâh [1148] ve kadınların en iyisinin mehirleri az olan olduğunu bildirir. Bu kadının daha güvenli bir hayat yaşaması içindir.
5- Kısır olmamasıdır: Hz. Peygamber, çok doğuran kadının tercih edilmesini istemiştir [1149] Şayet bu durumu bilinemezse sağlığına ve gençliğine bakılır.
6- Bakire tercih edilir. Evlilik bir mehabbettir. Bir erkekle ünsiyet peydahlayan kadın ondan ayrıldıktan sonra, kalbinde gömülü bulunan eski günlerin tatlı hâtıralarını belki aklına getirebilir ve bunu ikinci evliliğindeki kocasına zaman zaman hissettirebilir. Şayet koca bu durumu normal karşılamaz, kıskanırsa beklenmedik hâdiseler çıkabilir. Sonra, genç kız tatlı bir hayalin ardından evlilik hayatının ilk günlerine ayak bastığı için ilk arzusunun verdiği dürtme ile kocasıyla her an şakalaşmak ister. Fakat bu hayatı bir defa görmüş bir kadın, ikincisinde ayni işveyi kocasına karşı takınabilecek mi bu bilinmez? Bütün bu durumları göz önünde bulunduran Hz. Peygamber, bir sahabeye:
"Bekâr alıp, o seninle sen onunla oynasaydınız ya!" demiştir.
Fakat dul ve bakireliği, evlenenin aile durumuna göre ayarlaması gerektiği önemlidir. Cabir b. Abdullah şöyle demiştir:
"Babam Abdullah öldü, fakat dokuz (yahut yedi) kız bıraktı. Ben de dul bir kadınla evlendim. Resulûllah bana:
"Ya Cabir! Evlendin mi? diye sordu." Ben de:
"Evet evlendim, dedim. Resulûllah:
"Kız mı, yoksa dul mu? Dedi." Ben:
"Dul, yâ Resulûllah! diye cevap verdim.
"Kendisi ile oynaşacağın ve seninle oynaşacak (yahut güldüreceğin ve seni güldürecek) bir kızla evlenseydin ya" buyurdu. Ben de kendisine:
"Babam Abdullah (Uhud'da şehiden) öldü. Fakat geriye dokuz (yahut yedi) tane kız bıraktı. Doğrusu ben de bunların arasına kendileri gibi genç bir kız getirmeyi hoş görmedim de onların işlerini görecek ve onları terbiye edecek bir kadınla evlenmeyi hayırlı buldum, dedim. Resulûllah;
"Fe bârekallahu leke = Allah eşini sana mübarek eylesin!" buyurdu. Yahut da:
"Hayren = hayırlı olsun!" [1150] buyurdu.
7- Tertemiz bir aileden olmasına dikkat edilmelidir. Bu çok önemlidir. Kadının yetişmesine tesir eden en önemli faktör âilesidir. Ailesi şuurlu bir dindar ve ahlâkî kurallara riâyet eden bir aile ise kızları o aileden çok şeyler görecekleri ve öğrenecekleri bir gerçektir. Gece yarılarına kadar içki âlemi ile haşır neşir olan, hiç bir terbiye kuralı ile yaşamayı kendilerine ölçü tanımayan bir ailenin çocukları için hazırladığı zemin korkunçtur. Bir dinî hayat içinde yaşayan bir erkek, bundan habersiz biriyle huzurlu bir hayat yaşıyacağı düşünülemez. Çünkü bir bakıma evlilik, mîzaç beraberliğidir.
Kocada Aranacak Vasıflar
Aile hayatının kurulması için nasıl ki; kadında bazı iyi meziyetlerin bulunması gerekli ise erkeğin durumu da aynıdır. Bu bakımdan, kız evinin de kızlarına talip olan erkeği tanımaları ve tetkik etmeleri gerekir. Kur'an-ı Kerîm en üstün insanı, Allah'ın emirlerine sarılan, yasaklarından kaçan, yâni prensipli bir hayat yaşayan hak ve hukuka riâyet eden insan olduğunu, en zengin, en bilgin ve soy bakımından en üstün olan kimsenin olmadığını belirtirken, evlenmek isteyen erkekte aranacak vasıfların bunların olması gerektiği söylenebilir. Servet dünya hayatının süsüdür [1151] ve bir denemedir. [1152] Gönül bağlanacak, seçkinlik sağlayacak bir şey değildir. Saadetin de teminatı değildir. Halbuki aile, kızının saadetini düşünür, kuracağı evde mutlu bir hayat yaşamasını isterler. Servete köle olmuş ve onun verdiği sıcaklıkla gurura kapılmış bir kalbe sahip erkek, yanında başını eğmiş onunla ünsiyet peydahlamak isteyen kadını umursamadığı düşününüz, böyle bir hayatın anlamı olur mu? Halbuki inançla hayata göğüs gerebilen fakir bir erkeğin bu anlayışına karşılık aldığı hanım da ayni inançla onunla birleşirse, Allah'ın yarattığı şu tabiatın sinesinde zengin olmamak imkân haricidir. Demek ki; zenginlik elde edilebilir, fakat saadet zor elde edilir. Asıl olan ise huzurdur. Zaten evliliğin gayesi de bunu temindir. Hz. Peygamber buna kız babalarının dikkatini çekerek şöyle buyurmuştur:
"Dininde ve ahlâkından hoşnut olduğunuz biri size geldiği zaman ona kızınızı nikahlayınız. Şayet böyle yapmazsanız yeryüzünde fitne ve fesat çıkar." Sehabeler:
"Ey Allah'ın Resulü! Şayet onda -fakirlik ve soy düşüklüğü- [1153] varsa?
"Dininden ve ahlakından hoşnut olduğunuz biri size geldiği zaman, ona kızınızı nikahlayınz" dedi ve bunu üç defa tekrar etti. [1154]
Hülâsa göz önünde bulundurulacak husus, dindarlık ve güzel ahlâklılıktır.
Kız İsteme
Erkek ailenin reisi, kız evine ziyarete gider, mutat konuşmadan sonra asıl maksadını açıklar. Düşünmeleri için gerekli bir mühlet verir. Kız evi de istişare eder ve gelen teklife müspet veya menfî cevap verirler. Yalnız Hz. Peygamber devrinde işin başka bir uygulama tarzı görülmektedir. Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Ömer şöyle anlatmıştır:
"Kızım Hafsa dul kalınca, Osman b. Afvan'a (Hz. Osman'a) rastladım. Kızımı arzettim ve "istersen sana Hafsa'yı nikâhlıyayım" dedim.
O da "düşünelim" dedi.
Birkaç gece bekledim sonra karşılaştık. "Bugünlerde evlenmek fikrinde değilim" dedi.
Sonra Ebû Bekr'e rastladım. "İstersen Hafsa'yı sana nikâh edeyim" dedim.
Ebû Bekr sustu, hiç cevap vermedi.
Ebû Bekr'e Osman'dan ziyade öfkelendim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hz. Peygamber Hafsa'yı istedi. Hafsa'yı O'na nikahladım. Sonra Ebû Bekr bana rastladı ve:
"Hafsa'yı bana teklif ettiğin zaman cevap vermediğim için belki de öfkelendin dedi. Ben de:
"Evet, dedim.
"Maruzatıma cevap vermekten beni ancak Resûl-i Ekrem'in Hafsa'yı andığını sezmekliğim mâni, olmuştur. Peygamber'in sırrını ifşa etmek istememiştim. Fikrinden caysaydı, Hafsa'yı kabul edecektim [1155] dedi.
Hadiste dikkati çeken şu hususlar vardır:
1- Kız babası sâlih bildiği kimseye, kızını teklif edebildiği gibi, sâliha (temiz) kadın da bizzat evlenme teklifinde bulunabilir. [1156]
2- Biriyle evlenmek niyetinde bulunan herhangi bir kimse, bundan vazgeçmediği müddetçe, başkasının talip olması uygun değildir. Yüce Resul:
"Sizden biriniz, dîn kardeşinin dünürlüğü üzerine, dünürlük göndermeşin. Ta dünür gönderen ondan önce vazgeçinceye yahut kendisine izin verinceye kadar" [1157] buyurması da bu hususu açıklamaktadır. Kocası ölmüş veya boşanmış "Kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde veya içinizden onlarla evlenmeyi geçirmenizde size sorumluluk yoktur. Allah onları anacağınızı bilir. Sakın meşru sözler dışında onlarla gizlice sözleşmeyin, müddet sona erene kadar nikâh akdine kalkışmayın" [1158]
Bu durumda yâni iddet müddeti dolmamış kadınlarla evlenme düşünülebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Fakat bunu zamanı gelmeden açık bir şekilde fi'liyata dökmek yasaktır.
Adayların Birbirlerini Görmeleri
Hz. Peygamber, Muhacirler, (Mekke'den göçenler) Ensar kızlarıyla evlenmeye kalkıştıkları zaman onların yüzlerini görmelerini bildirmesi [1159] pek dikkat çekicidir. Bir diğer hadîste:
"Biriniz kadını istediği vakit eğer onunla evlenmeye sebep teşkil eden yerini görebilecekse bunu hemen yapsın" [1160], görmeden gaye, sonra doğacak mahzurları gidermek olduğu gibi, Peygamberimize göre "bakma yıldızınızın barışması için daha müşfık"tir. [1161] Görme işi için kadının rızası şart değildir, o farkında olmadan da bakıp görülebilir... Bazı Şafiî imamlarına göre, bu görme işinin dünürlükten evvel olması gerekir, ta ki, anlaşma olmazsa kadını rahatsız etmeden bırakmış olur. İstedikten sonra görür ve sonra bırakırsa kadın üzülür. Hz. Peygamber Ümmü Süleym'i, bir kadını görmeye gönderirken:
"Ökçelerine bak ve ayaklarını kokla" şeklinde tembihlemiştir. [1162] Erkeğin durumunu tetkik etme kadının da hakkıdır. Bütün bunlardan gaye sonradan doğacak mahzurları gidermek ve yuvayı iyi temeller üzerine kurmaktır.
Nişan
Evlenmek için karşılıklı bir söz vermek olup, bir akit (anlaşma) değildir. Nişanlananlardan biri şayet nikâhtan çekilirse, bu söz verme göz önünde bulundurulmaz ve zorlanmaz. [1163] Şark kilisesince bu tamamen formel bir anlaşmadır ve nişan belirli bir zamanda evlenmek için kadın ve erkeğin birbirlerine verdikleri bir sözdür.
Birbirlerini gören adaylar ve nişanlananlar şu sıfatlara sahip olmalıdırlar:
1- Niyeti sahih yâni gayesi evlenme olmalıdır.
2- Başkasına nişanlı olmamalı.
3- Kardeşler birbirlerinin nişanlılarıyla nişanlanmaktan çekinmelidirler. [1164]
Hediyelerin Durumu
Hanefî mezhebine göre nişan esnasında verilen hediyeler bağış mahitindedir. Nişan bozumunda hediyelerin geri verilmesine manî olan durumlarda bu mezhebe göre şunlardır:
a - Hediye alanların çokluğu.
b- Hediye verenin ve alanın ölmesi.
c- Hediye alanın kendisine ait mülkünden çıkması.
d- Hediyenin, hediye alanında kaybolması.
e- İkisinin arasında, nikâha manî olacak bir yakınlığın olması.
Hülâsa,
1- Nişan gerekli kılan bir anlaşma değildir.
2- Mücerret olarak nişandan geri dönme, bir karşılık (tazminat) istemek için gerekli bir sebep olmaz.
3- Nişanlılardan birinin hareketleri diğerine zarar verecek mahiyette olduğu için nişandan dönme durumu buna yakın olduğu zaman, sorumluluğun azlığından dolayı, karşılık istemeye ait hüküm caiz olur. [1165]
Nikâh
Kadın ve erkeğin müşterek bir hayat yaşamalarına sebep olan nikâhından bazı şartları vardır.
a- Nikâhta iki tarafın rızası şarttır. Dulun seraheten emri ve bakireden izin aılnmadıkça [1166] nikâh edilemez. Bakirenin susması da izin sayılabilir [1167] Dul kadın nefsi üzerinde velisinden daha yetkilidir [1168]
b- Velidir. Velisi yoksa oranın mülkî âmiridir. Yalnız veli, kadını zorlayamaz. Genç bir kız Âişenin yanına girer ve:
"Babam beni istemediğim halde kardeşinin oğluna verdi. Benimle onun itibarsızlığını kaldıracak, dedi.
Âişe:
"Peygamber gelinceye kadar otur; dedi.
Sonra Resulûllah geldi ve kız ona -vak'ayı- anlattı. Bunun üzerine Peygamber babasına haber gönderdi ve onu çağırıp işi kıza bıraktı. Kız:
"Yâ Resulûllah! Babamın yaptığına razı oldum. Lâkin ben babalara bu işte hiçbir rol olmadığını kadınlara öğretmek istedim [1169] dedi.
Olay babanın kızını biriyle zorla evlendiremiyeceğini açık bir şekilde gösteriyor. Buna rağmen Türkiye'de zaman zaman kendisini gösteren yersiz hâdiseler vardır. Âdeta kızlar babaların direktiflerine boyun eğmek için beklemekte ve iradelerini kullanamamaktadırlar. Bir kız kendi hayatı ile ilgili en önemli konuda fikir beyan ettiği zaman bunu "terbiyesizlik" olarak düşünülmesi yersizdir. Aslında bunda ve düşünülen mes'elede kızın düşüncesi öne alınmalıdır.
c- İki âdil şahit bulunmalıdır. [1170] Bunların âdil olması uygun olur.
d- İcap ve kabul sözlerini, koca yahut veli gayet açık söylemelidir. [1171]
Sünnet olan: Vekilin damada:
Elhamdülillah vesselâtü alâ Resûlillâh deyip seni filânın kızıyla şu kadar mehirle nikahladım, der. Damat da:
Elhamdülillah vesselâtü alâ Resûlillâh, bu nikâhı bu kadar mehirle kabul ettim [1172] der.
e- Kadın nikâhı kendisine haram olmayanlardan olmalıdır. Bunlar Kur'an-ı Kerîm'de şöyle belirtilmiştir:
"Sizlere, analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızdan ellerinizde bulunan üvey kızlarınız -şayet analariyle zifafa girmemiş iseniz size bir engel yoktur- öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir arada almak suretiyle evlenmek -geçmişte olanlar artık geçmiştir- size haram kılındı." [1173]
Bu âyetlerde sayılan muharremat yâni nikâhı haram kılınan kadınlar yirmiye varıyor. Bunlar da:
"Neseb, sulb, sıhriyet ve ihsandan dolayı hürmet olmak üzere dört grup teşkil ederler."
Şimdi aile kurumuna ait bu "muharremat" yâni evlenîlmesi haram kılınan kadın sınıflarını sırası ile sayalım:
1- Analarınız: Analardan gaye, kişinin yalnız kendi anası değil, kendi anası ile beraber anasının ve babasının anaları, yukarı doğru yükselen bütün nineler.
2- Kızlarınız: Kendi kızları ile beraber gerek oğlunun, gerek kızının kızları ve bu kızları yâni kişinin oğlu ve kızı tarafından bütün sulbî torunları.
3- Kız kardeşleriniz: Bunlarda gerek ana ve baba bir, gerekse yalnız ana veya baba bir kızkardeşleridir.
4- Halalarınız: Bunlar da kişinin babalarının ve umumî surette dedelerinin kız kardeşleridir.
5- Teyzeleriniz: Bunlar da kişinin anasının ve umumî surette ninelerinin büyük ve küçük kız kardeşleridir.
6- Oğlan kardeş kızları: Bunlar da kişinin gerek ana ve baba bir, gerekse yalnız ana veya yalnız baba bir oğlan kardeşin kızlarıdır ki; ne kadar aşağıya inerse insin bütün yeğenlerdir.
7- Kızkardeş kızları: Bunlar da kişinin gerek ana, gerek baba bir, gerekse yalnız ana veya baba bir kız kardeşin kızlarıdır. Ne kadar aşağıya inerse insin bütün yeğenlerdir.
8- Sizi emzirmiş olan analarınız: Yâni süt analarınız ve nineleriniz.
9- Süt kız kardeşleriniz: Çünkü, süt emzirene ana, emenlere kardeş tâbir edilmiş olması bunlarda nesep vasıfları ve hükümlerin cereyanını gerektirir. Sün analar, süt hemşireler bulununca:
10- Süt babalar
11- Süt kızlar
12- Süt halalar
13- Süt teyzeler
14- Süt erkek ve kardeş kızları da hep var demektir. Binaenaleyh sütten olanların da bu kıyas üzere neseben haram olanlar dibi vedive bâtın olacağı ve yalnız bu ikisinin zikriyle geri kalanlardan iktifa edildiği anlaşılır... Bunlara dair geçen hadisler bu kıyası tasdik ederler.
15- Kadınlarınızın anaları: Yâni kayın analarınız.
16- Dahil olduğunuz kadınlarınızdan doğmuş üvey kızlarınız -ekseriyetlet itihanvla- terbiyeniz altındadırlar. Bu suretle kadınlarınıza dahil olmuş değilseniz, üvey kızlarınızı nikâhta size günah yoktur. Demek ki, anaları vati = (cinsî münasebet) kızları haram kılar. Kızları yalnız nikâhta anaları haram kılar.
17- Sulblerinizden bizzat ve bilvasıta gelen oğullarınızın kadınları olan pelinleriniz ki; bütün torunların zevcelerine de şâmildir. "Kendi sulblerinizden" kaydıyla üvey oğullardan ve oğulluklardan ihtiraz edilmiştir.
17- İki kız kardeş arasını nikâhta da cem'e'tmeniz. Kezâlik biri erkek farz edildiği takdirde diğerinin nikâhı caiz olmayan bir kadının, meselâ bir kadınla halasının veya teyzesinin bir araya getirilmesi de iki kız kardeşin bir araya getîrilesi gibi haramdır. Nitekim hadisde bunlar tasrih olunmuştur.
19- Bütün evli kadınlar: Harb esiri olarak elinizde mülk olmuş bulunan cariyeler müstesna olmak üzere bütün muhsaneler yâni evli hür kadınlar.
20- Bir de en-Nisâ: 4/22. âyetinde müstakillen zikredilip "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" diye menedilen kadınlar.
21- Bir de el-Bakara: 2/221. âyetinde müşrik kızlarla ve kadınlarla evlenmek haram kılınmıştır ki böylece hepsi 21 sınıf kadın olur. Bunlardan başkaları helâl kılınmıştır. [1174]
Önemli olan bir nokta daha var. İslâm, müslüman kadının -tıpkı rnüslüman erkekte olduğu gibi- müşrik erkekle evlenmesine izin vermediği gibi [1175] kitabî olan erkeklerle de evlenmesine cevaz vermemiştir. [1176] Bu da neden olmuştur:
Erkek evin sahibi, kadından daha güçlü ve ondan daha fazla sorumludur. İslâm, kitabî olan kadına müslüman erkeğin gölgesi altından inanç hürriyeti veriyor, onun bu noktadaki haklarını koruyor. Fakat Yahudi ve Hıristiyanlık gibi dinler, kendi dinine muhalif olan zevceye bu hakkı vermiyor, hakkını korumuyor. [1177]
Düğün
Belki de hayatın en mes'ut günleri yeni evliliğin ilk günleridir. Erkek ve kız tarafları yeni akrabalar kazanmanın sevinci içinde bulunacakları şüphesizdir. Her baba ve anne oğullarının ve kızlarının mürüvvetini en samimî duygularla isterler. Bu yüzden oğlan annesi oğlu biraz kendini tanıyınca kendi gönlünce oğluna yarıyacak aile ve kız arar. Komşular da oğlanın ve kızın yaptığı iyiliklere karşı "Allah hayırlı kısmetler versin", "Allah helâlından süt emmiş birini nasib etsin" temennisinde bulunurlar. İşte bütün saadetü dualara konu olan evlenme zamanın bir bakıma ilânı olacak düğünün o temennilere cevap olması bakımından önemlidir. "Düğün" kelimesi, arkasından bir neş'e havası hemen estirir. Bu bakımdan neş'eli bir anı "düğün" olarak benzetenler çoktur.
1- Gizli nikâh pek makbul değildir. Yüce Resul
"Nikâhı ilân ediniz, onda tef çalınız" [1178]
"Bu nikâhı ilân ediniz. Onu mescîdlerde kıyınız ve onda tefler çalınız" [1179] buyurmuştur. Bu hususta daha bir çok hadisler vardır:
- a)Helâl ile haram (zina) arasındaki fark nikâh kıymak, şenlik yapmak ve tef çalmaktır.[1180]
- b)Muavviz'in kızı Rübeyye anlatıyor:
Düğünüm yapıldığı zaman Hazret-i Peygamber geldi. Oturuşum gibi yatağın üstünde oturdu. Bazı kız çocukları bize tef çalıyorlar, Bedir gününde ölen babam ve amcalarımı anıyorlardır. İçlerinden biri:'
"Aramızda yarını bilen peygamber var, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:
"Bunu bırak, önce söylediğini söylemeye devam et" [1181]
Bîr düğün esnasında Hazret-i Peygamber genç kızların daha çok yiğitleri anlatan marşları söylerken dinliyor. Peygamber'den çekinerek susmak isteyen genç kıza devam etmesini bildiriyor. Bundan hareketle Safi fitnenin emin olunduğu ve bir perde arkasından olduğu zaman kadınların sesinin mahrem olmıyacağını belirtmiştir. [1182]
4- Hazret-i Âişe kendi yakınlarından olan Es'adın kızı Farıza'yı Ensardan biriyle evlendirir. Yüce Resul
"Âişe! herhalde düğününüzde bir eğlence yoktu. Halbuki eğlence Ensar'ın hoşuna gider" [1183] buyurur.
Bütün bu hadisler düğün esnasında meşru bir şekilde eğlenmenin sünnet olduğunu gösteriyor. Fakat bir kutsal törende İslâm'ın yasak ettiği fiillerin girmesi, işin manevî cephesini bırakır mı? Düğün ve sünnet merasimlerini bir fırsat bilerek İslâm'ın şiddetli olarak yasak ettiği alkollü maddeleri su gibi içenler düğündeki kutsiyeti bırakırlar mı? Ne yazık ki; böyle merasimlerde içki içmek ve içirtmek düğünün aslî rüknü haline getirilmiş. Düğün sahiplerinin böyle manevî bir merasimi kötü fiillerle lekelemiyecekleri ümit edilir.
2- Ziyafet: Bu mutlu günü Allah'ın en güzel ürünlerini yakınlara ve dostlara sunmak da ayrı bir bahtiyarlıktır.
Ziyafete davet: Kur'an-ı Kerim, Hazret-i Peygamber'in arkadaşlarına davet edildikleri zaman evine gitmelerini [1184] istemiş, davet ve davete icabet etmenin lüzumuna böylece temas etmiştir. Davette en önemli riâyet edilecek sınıf:
Zengin, fakir ayırımı yapmamaktır. Düğün ziyafetinin en kötüsü zenginler çağrıldıkları halde fakirlerin çağrılmadığı yemek olduğu. [1185] Yüce Resul tarafından bildirilmiştir. İster zengin, isterse mütevazi bir karşılama ile olsun, düğün ziyafeti vermek gerekir... Abdurrahman bin Avf evlenince, Hazret-i Peygamber tebrik ettikten sonra, bir koyunla dahi olsa düğün ziyafeti vermesini ondan istemiştir. [1186] Ziyafetin zifaftan önce mi, yoksa sonra mı olacağı hakkında bilginler ihtilâf etmişlerdir. "Sonra verilir" şeklindeki görüşü benimseyenler Hazret-i Peygamber'in Cehş'in kızı Zeyneb'le evlendiği zaman, zifaftan sonra verdiği yemeği delil olarak gösterirler. [1187] Durum ne olursa olsun asıl olan yemek vermektir.
Davete Gitmek
Mutlu gününde ve onun için verilen yemeğe davet edenin dâvetine uymak gerekir.
Müslümana yaraşan böyle bir günde kardeşinin sevincini paylaşmak ve onun yanında olmaktır. Hazret-i Peygaber:
"Bir düğün dâvetine yahut buna benzer bir toplantıya çağrılan ona mutlaka icabet etsin" [1188] buyurmuştur. Buna dayanarak Nevevî düğün dâvetine icabet etmenin vâcib olduğuna bilginlerin birleştiğini nakletmiştik. [1189] Özürsüz olarak davete icabet etmeyenlerin Allah'a ve Resul'a isyan [1190] derecesinde bir günahla başbaşa kalacakları şeklinde bir hadisin olması bu işin önemini arzetmesi bakımından yeterli olsa gerek.
Bîr yerden fazla davet edilen kimse ne yapmalıdır? Ayni gün içinde davetiye alan çoktur. Böyle bir durumla karşı karşıya bulunan kimse, kendisine daha yakın olan komşuya veya daha önce davet eden kimsenin dâvetine gitmelidir. [1191] Gidilmediği takdirde hiç değilse gitmeme sebebini davet sahibine anlatmalı, yahut evden birini bir davete, kendisi bir davete gitmelidir.
Evlenenleri Tebrik
Abdurrahman bin Avf'ın evlendiğini duyan Hz. Peygamber:
"Barekallahü Leke = Allah sana mübarek kılsın" [1192] şeklinde tebriklerini ve temennilerini bildirmişlerdir.
İlk Evlilik Günü
Başlangıçta nikâha gitmek için birbirlerini görenler, nikâh akdinden ve düğünden sonra hayırlı bir zürriyetin ve mutlu bir hayatın ilk gecesine geldikleri zaman yine birbirlerini iyi tanımaları için hiç değilse, koca kendi karakterini karşı tarafa anlatmalı, bunu bir otorite kurmak için değil, daha iyi anlaşabilmek için yapmalıdır. Genç zevce, büyüdüğü evinden yeni ayrılmış. Ogüne kadar yaşadığı havayı bir tarafa atarak, tanımadığı bir yuvanın içine girmiş bulunuyor. Erkek için bu hayatın yabancılığı yoktur. Belki de hiç yadırgamazlar. Fakat genç kızın yeni bir hayat içine adım atacağını kocası unutmamalıdır. Kızın ailesi de bu durumu göz önünde bulundurarak kıza en yakın olan annesi, yoksa evin ileri geleni bazı tavsiyelerde bulunmalıdır.
Anlatıldığına göre Haris'in kızı Esma kocaya giderken annesi şu nasihati vermiştir:
"Kızım Yaşadığın yuvadan çıkıyorsun. Tanımadığın bir yatağa, şimdiye kadar arkadaşlık yapmadığın birine gidiyorsun. Ona yer olki o da sana gök, ona çadır ol ki o da sana direk, ona câriye ol ki; o da sana köle olsun. Kızgın anlarında onun yanından sessiz bir şekilde sıvısıver. O durum devam ettiği müddetçe görünme. Burnunu, gözünü ve ağzını koru. Her zaman senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün. Bu şekilde sana iyi nazarla baksın" [1193] Zevce ilk gecede kocanın neden hoşlanıp neden hoşlanmadığını, hangi ailelerle münasebet kuracağını sormalı, koca da bunları üşenmeden anlatmalıdır. Şüphesiz ilk gece içinde iki tarafın birbirlerini anlamaları zordur. Fakat zamanla iki tarafın iyi niyetleri ayrışmayacak bîr kalp birliği meydana getirir.
Cinsî Münasebet
Tabiî tenasülden cinsî yakınlığı Allah emretmektedir. Birbirlerine yaklaşmadan önce herbiri ikişer rekât namaz kılar [1194], namazdan sonra, kurdukları yuvanın hayırlı ve uğurlu olmasını, sulhlarından iyi çocuklar dünyaya gelmesini Allah'tan dilerler. Erkek, bir avcı gibi hareket etmemeli işin nezaketini düşünerek, samimî bir havanın doğması için zemin hazırlamalı ve kadın da buna yardımcı olmalıdır. Yüce Resul, erkeklerden diğer varlıklar gibi eşlerine karşı saldırıya geçmemelerini istemiştir. Bu anda bile müslüman Allah'ını anmalıdır. İbn-i Abbas'ın anlattığına göre Hazret-i Peygamber
"Onlardan biri eşine (cinsî münasebet için) yaklaşmak istediği zaman: Bismillah Allâhümme! Cennib-i Şeytane ve cennib'iş Şeytane mâ Rezektenâ- Bismillah Allahım! Bizi şeytandan uzaklaştır, şeydanı da bize ihsan ettiğin çocuktan uzak kıl derse, şu muhakkak ki, karı kocanın bu birleşmesinden aralarında bir çocuk takdir olunursa artık o çocuğa ebediyyen şeytan zarar vermez" [1195] buyurdu.
Normal Günlerdeki Durum
Müslüman erkek evlendikten sonra kendisini cezbeden bir durumla karşılaşırsa hemen evine dönüp hanımıyla buluşmalıdır. [1196] Kadın da erkeğin bu durumunu düşünerek kocasından kaçmamalıdır, kocası yatağa davet ettiği halde buna uymayan kadından buna icabet edeceği vakte kadar Allah'ın dargın olacağı Peygamber tarafından bildirilmiştir. [1197] Şayet kadın hasta bir durumda ise koca bunu müsamaha ile karşılamalıdır.
Özel Durumlarda
Kadının hayız (aybaşı) ve nifas (lohusalik hali):
Hayizin kelime anlamı:
"Akmak"tır. İslâmi yönden bu kadının muayyen günlerinde belirli kir yaştan sonra ana rahminden akan kana denilmiştir. [1198] Akma müddeti en az üç, en çok on gündür. Muayyen yaştan önce veya sonra yahut on günden fazla gelen kan "istîhaze = özür kanıdır". Hanefî'ler doğumdan sonra, kanın akmasını kırk gün olarak kabul etmişlerdir. Bu günlerden sonra gelen kan da, özür kanıdır. [1199] Kadın normal olarak kendisinden kaç gün kanın geleceğini bilîr, kesildikten sonra hemen temizlenir.
Nifas
Doğumdan sonra kadından gelen kana denir. Kan akma müddeti çoğu fakihlere göre kırk gündür
Neler yapamazlar:
1- Namaz kılmak, Kur'an-a el sürmek, Kur'an okumak. Bu durum cünüp olan kimsenin aynidir. Yalnız hayız ve nifas durumundaki kadınlar oruçlarını kaza ederler. Fakat cünüplük oruçlunun orucuna bir zarar getirmez.
2- Zaruret yokken camiye giremez.
3- Bu durumlarda boşanma olmaz.
4- Kocasiyle cinsî münasebette bulunamaz [1200], bulunduğu takdirde tevbe etmeli, bir dinar tutarında sadaka vermelidir. [1201]
5- Tavaf edemez.
Şunları yapmasında bir sakınca yoktur:
- a)Selâvat getirebilir.
- b)Yemek pişirebilir.
- c)Kur'an dinleyebilir.
- d)Kocasıyla yatabilir.[1202]
(Koca ana rahmi dışında bedenin kendisine yasak olmayan yerlerine temas edip tatmin cihetine gidebilir-makat yasaktır. [1203]
Bu durumlarda kocanın durumu:
Devamlı kan kaybeden kadın bitkin ve hastadır. Ogün ruhî yönden sarsık ve sinirlidir. Koca hanımına bu durumda yardımcı olmalı. Onun sinirlilik halini iyi karşılayıp önemli ve ağır işleri kendisi görmelidir. Daha çok istirahat etmesini sağlamalı. Kadın bu durumunda, kocasının kendisinden, tiksindiği zannına kapılmaması için kocanın eski sevgi hareketlerinden bîr şey eksiltmemelidir.
Kocanın Görevleri
1- Düğün ziyafeti vermelidir.
2- Onlara karşı güzel ahlâklı olmak ve eziyetlerine merhametle tahammül etmek. Cenâb-ı Allah
"Onlarla güzel geçinin" [1204] ve onların hakkında:
"Sizden sağlam teminat almışlardı" [1205] buyuruyor. Yüce Resul'ün ise vefat anında söylediği söz:
"Namaz kılınız, kölelerinize, gücü yetmediği şeyleri yüklemeyin, yanınızda yardımcılar olan kadınlara sabrediniz" [1206]
3- Onlarla şakalaşmak: Donuk bir çehre ile kadınların yanında durmak can sıkıcı olur. Bazıları bunu, kadını şımartmamak için yaptıklarını söyler. Asık çehre ile kurulması düşünülen otoritenin faydası yoktur. Şayet kadın bilmiyorsa, onu görevlerine alıştırmak, yetiştirmeye uğraşmak, evdeki vazife bölünüşünün sırf yüklenilen işten dolayı olduğunu bildirmek ve buna inandırmak daha iyidir. Devamlı baskı ve monotonluk kadının solumasına ve kocanın kurtulma yolunu bulmaya doğru iter.
4- Şakada ileri gidip, değersiz hâle gelmemelidir. Yakışık olmayan bir hareketi gördüğü zaman ona hareketin yanlışlığını tatlı bir dille anlatmalı ve göz yummamalıdır. Hasan-el Basrî "Kadının her arzu ettiğine boyun eğen erkeği Allah yüzü koyun ateşe atar" [1207] der.
Kur'an-ı Kerîm, erkeğin geçimi üzerine alıp malından harcama yaptığı -İbn-i Abbas'a göre hak üzerine tebliğ edeceği için- kadına hâkim olduklarını [1208] belirtmiştir.
5- Gayretle itidal göstermek. Kadının kalbine kötü zanlar getirecek sözlerden çekinmek ve onların ayıplarını araştırmamaktır. [1209] Kadın, yapısı bakımından pek üzerine varılmaya gelmez. Yaradılış bakımından hassastır. Onu kırmak için uğraşmamalı, fakat onu okşar ifadelerin neler olduğunu ve yapısının neyi hazmettiğini tartıp ona göre davranmalı ve Hazret-i Peygamberin şu hadisini unutmamalıdır:
"...Kadın eğe kemiği gibidir. Doğrultmak istersen kırılır" [1210]
Pek şüpheli hareket iyi değildir. Hazret-i Peygamber "Allah'ın hoşlanmadığı şüphe, şüphe edilmesi gerekmediği halde ailesinden şüphe eden erkektir" buyurur. Zaten kötü zanda bulunmak da günahtır. [1211] Bariz delillere sahip olmadan kuşkulu ve şüpheli davranış ailenin yıkılmasına sebeb olur.
6- Harcamalarda orta yolu tercih etmek. Ne fazla kısmak, ve ne de aşırı gitmek yasaktır. Kur'an-ı Kerîm yeyip içmeyi, fakat israf etmemeyi [1212], elini boynuna bağlamayı, cimri kesilmemeyi büsbütün de açıp tutumsuz olmamayı istiyor. [1213] Aslında insanların en iyisi âiesilne karşı en iyi olanıdır. [1214] Ailesinin geçimi yolunda didinmek ve bu yolda her türlü zorluklara tahammül etmek, aile için harcanan parasının, Allah uğrunda, köle azat etmek ve sahipsiz kimseye verilenden mükâfatı daha büyük olduğu bildiriliyor. [1215] Bütün bunlar gösteriyor ki, önce ihtiyaçları giderilecek olanlar ailedir. Bundan arta kalan diğer hayırlı yollara ve düşkünlere verilir.
7- Söz dinlemediği takdirde islahına gitmek, büyük münakaşalara girmeden, her iki taraftan sözü sohbeti dinlenir iki büyüğü aralarındaki ihtilâfın halli için çalışmaları istenmelidir:
"Karı kocanın arasının aıçılmasından endişelenirseniz erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterse, Allah onların arasını buldurur" [1216]
8- Cima'dan kaçmamasıdır. Bu noktada yalnız kendi rahatlığını düşünmemeli, zevcesinin de durumunu göz önünde bulundurmalıdır.
9- Çocuklarla ilgili hususlar:
- a)Erkek doğduğu zaman çok sevinip, kız olursa aldırış etmeme gibi bir tavır takınmamalıdır. Bu durum Hazret-i Peygamber'den önceki ve Peygamber'in kendi asrında görülen ve gelenek hâlini almış bir tutumdu.'Eski Arap erkek evlâdı olmayanı kınıyor, onu doğurana bakmıyorlardı. Kur'an-ı Kerîm onların bu inançlarına karşı: "Demek ki erkekler sizin, dişiler Allah'ın mı?, Öyle ise bu haksız bir paylaşmadır"[1217]
Aslında kız çocuğun mu, yoksa erkek evlâdın mı daha hayırlı olduğu bilinmez. Bazı kız çocukları vardır ki; anne ve babalarına karşı daha hassas ve müşfiktirler. Halbuki Hazret-i Peygamber:
"Bir kız çocuğuna sahip olan kimse onu en güzel şekilde besler ve Allah'ın kendisine verdiği nimeti eksiksiz olarak ona verirse cennete girmek için o kız onu sağ ve soldan ateşten korur." [1218]
"İki kızı olan kimse onlara güzel baktığı zaman, onlar, onu cennete sokar" [1219] buyuruyor.
- b)Çocuğun doğumunda ezan okumaktır. Raf'inin babasından anlattığına göre Hazret-i Peygamber Hazret-i Fatma, Hüseyn'i doğurunca onun kulağına ezan okumuş.[1220]
- c)Güzel bir ad takmasıdır.[1221]
Kocanın Karısı Üzerinde Hakları
1- Gerek kadının olsun, gerekse erkeğin birbirlerine karşı görevleri çoktur. Beraberce yaşamaları ve mutlu olmaları her ikisinin görevleri yerine getirmeye bağlıdır. Başta kadının kocasına itaati gelir. Bu kadının buyruk altına girmesine ve hürriyetinden önemli hususlar kaybetme mânasına değildir. Daha çok itaat, kadının kocasının meşru yolda kendisine yaptığı uyarmalara riâyet etmesidir. Görevini bilen kadın, kocasının sitemli ifadelerine muhatap olmaz. İtaatkâr kadın övülmüştür.
- a)Kocası kendisinden razı olarak ölen kadın cennete girer.[1222]
- b)Cehenneme bakınca oradakilerin çoğunu kadın gördüm.
"Niçin ey Allah'ın Resulü!
"Çünkü onlar çok lanet ederler ve kocasının getirdiğine nankörlük yaparlar." [1223]
Kadın, edebe uygun iş yaptıktan sonra erkeğin ona çıkışması uygunsuzdur.
2- Kadın kocasından izin almadan evinden bir şeyi başkasına vermemelidir. Daha çok bu hususta kadın kocasının yapısına bakarak hareket etmelidir. Komşunun istediği basit bir aracı esirgemek komşuluk hukukuna aykırıdır. Zaten mahalle sakini kadınların birbirlerinden istedikleri şeyler günlük pratik ihtiyaçları ilgilendirdiği için kadınların birbirleri arasında yardımlaşmaları zarurî oluyor. Fakat önemli bir şeyin verişinde mutlaka kadın kocasının rızasını almalıdır.
3- Kocası izin vermeden nafile oruç tutmamalıdır. Fakat kocasının, farz ibâdetlerine karışması hakkı yoktur (kadın gayrı müslimde olsa durum aynidir). Hazret-i Peygamber:
"Kadın günahlı işlerde kocasına itaat etmez" [1224] buyurmuştur.
4- İzin almadan dışarıya çıkmamalıdır. Gidip geldiği evleri kocasına bildirmeli, müsaade etmediği eve gitmemelidir. Erkeğin, hanımının görüştüğü aileleri bilmesi tabiî hakkıdır. Şüphesiz kocanın kadın üzerinde bir çok hakları vardır. En önemlileri:
- a)Namusu korumak, sır tutmak, (tarafeynin birbirleri arasındaki sırrı işfa etmek, kıyamet gününde Allah'ın indinde en büyük bir emânet sayılacağını Peygamber buyuruyor)[1225]
- b)"İhtiyacın dışında çok şey istemeyi terketmek ve kazancı haram olduğu zaman kaçınmak. Selefin kadınlarının âdeti şöyle idi:
Erkek evinden dışarı çıkıp işine gittiği zaman, karısı veya kızı ona şöyle derlermiş: "Haram kazançtan sakın. Zira biz açlık ve darlığa dayanırız fakat, ateşe (cehenneme) sabredenleyiz" [1226]
- c)Erkek karısının güzelliği ile övünmemelidir.
Kadın'ın Giyimi
"Mü'min kadınlara da söyle:
Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini kendiliğinden görünen müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar" [1227] Bu âyet kadının giyimi hakkında mücmel bir bilgi vermektedir. Acaba âyette ifade edilen "Kendiliğinden görünen" kısmı nereleridir? Daha çok üzerinde durulacak husus budur:
1- Hz. Âişe'nin anlattığı bir hadise göre, kadının ellerini ve yüzünü açması caizdir. [1228] Âyetteki:
"Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar" kısmı ise Allah baş örtülerini yakalarının üstüne atılmasını göğsü ve boynu örtmek gerektiğini belirtmiş oluyor." [1229]
Kadının ellerini ve yüzünü örtmesinin gerekmediğine mezhep imamları da müttefiktirler [1230], yalnız fıkıh ve hadis kitapları kadının vücut yapısını göstermiyecek bir örtüye bürünmelerinin gerekli olduğunu belirtirler. Bu asrın giyiniş tarzına ve bölgelere göre değişebilir, fakat istenen bürünmektir.
Önemli olan ikinci husus: Kadınların diz kapağından aşağı olan kısımları hakkında kaynakların verdiği malûmattır. Eski Arap kadınları ayaklarına halhal dedikleri bir süs eşyasını takarlar ve süslerini göstermek için eteklerini çekerler, yahut ayaklarını yere sert vururlardı. [1231] Bu sebepten Allah:
"Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarım yere vurmasınlar" [1232] diyerek bunu yasaklamıştır. (Acaba bu durum demir topuklu ayakkabı için de düşünülebilir mi? Âyet halhal'in çıkarttığı sesle dikkatları kendi üzerine çektiği için bu hareketi tasvip etmiyor, yüksek ökçelerin altına çakılan demir de en azından halhal kadar ses çıkaracağı ve dolayısıyla bakışları kendi üzerine çekeceği için uygun bir hareket olmasa gerek. [1233] Bu âyet "ayakların ve baldırların gizlenmesi gerektiğini, açılmasının asla helâl olmayacağını belirten bir nastır." [1234]
Bununla beraber, iyi bir inancın ifadesi olarak kadınların yüzlerini örtmeleri, yahut erkek gördükleri zaman, yüzlerini örtülerîyle örtmeleri iyi bir hareket olup bu hususta bazı hadisler vardır:
- a) Âişe anlatıyor: Biz Allah'ın Resulü ile ihramlı iken, süvariler yanımızdan gelip geçiyorlardı. Tam hizamıza geldikleri vakit her birimiz abalarımızı başımıza ve yüzümüze örterek yan tarafa sarkıtıyorduk. Bizi geçtikleri vakit tekrar açıyorduk.[1235]
2- Şeybe kızı Safiye, Hz. Âişe'yi Kabe'yi tavaf ederken peçeli olarak görmüştür. [1236]
Fakat bu görülen hareketler, diğer müslüman kadınların aynı hareketi taklide icbar etmiyor, zira yukarıda el ve yüzün mahrem olmadığını kaynaklar belirtmişlerdir.
Elbisenin kalın olması
Vücut hatlarını, yahut vücut tenini alttan gösterecek şekilde dar ve ince olan elbiseler Peygamber'e göre, o isimden ibaret kalan bir örtünme olup gerçekte çıplaklıktır. [1237] Yalnız giyimden gaye kadının üzerine bir-şey alması değildir. Elbise vücut hatlarını örtmeli, baştaki örtü de saçları alttan göstermemeli. Hz. Esma kendisine verilen, vücut hatların gösterecek mâhiyette olan elbiseyi kabul etmemiş. [1238] Hz. Peygamber elbisenin geniş olmasını istemiş. [1239] Setri avret için geniş elbise yâni vücut hatlarını belirtmeyecek elbise şarttır. [1240]
Hz. Ali'nin tavsiyesine göre namaz kılan müslüman bir kadının şu elbiseleri bulunması gerekir:
- a)Derr: Ferace veya benzeri entari yerine giyilen elbise.
- b)Cilbab: Elbiselerin üzerinden çarşaf mahiyetinde giyilen örtü.
- c) Himar: Baş örtüsü[1241]
Bütün rivayetler, giyilen elbisenin vücuda yapışmaması, daracık olmaması, vücud hatlarını göstermemesi, fitneyi uyandıracak, dikkatleri kendi üzerine çektirecek bir mahiyette olmamasını bildiriyor. Bunlara rağmen, müslüman kadın tam bu emirlerin ruhuna aykırı bir moda içine bürünürse, her yerini teşhir etmeyi marifet bilirse, "Haya îmandandır" ölmez prensibinin dışına çıkmış olur. Bir kısımları kadının vücut yapısını teşhir etmesini bir hürriyet olarak yorumlayabilirler. Aç istekli kimselerin bakışlarını çekmek ve onların çeşitli söylentilerine muhatap olmak ne derece hürriyettir, bilinmez. Şüphesiz inanan mü'min için en doğru ölçü, Allah ve O'nun Resulünün koyduğu ölçü ve modadır.
Kadının koku kullanması:
Kadının, kocası karşısında veya evi içinde parfüm veya koku çeşidinden birini kullanması teşvik edilmiştir. Biat için Hz. Peygamber'e gelen bir kadını Yüce Resul gözüne sürme çekmeden ve kına yakınmadan biatini kabul etmemiştir. [1242] Yasak olan nedir?
Asıl yasak olan husus, bir kadın dışarı çıkarken sürdüğü kokulardır. Hz. Peygamber mescide giden kadınların koku sürünmemelerini bildirmişlerdir. [1243] Koku karşı tarafın duygularının kamçılanmasına bir vasıtadır, şehvetin tahrikine vesile olduğundan camiye giden kadının kokulanması yasaklanmıştır.[1244]
Erkek ve kadının birbirlerinin elbiselerini giymeleri:
Hz. Peygamber kadın elbisesini giyen erkeği ve erkek elbisesini giyen kadını lanetlemiş [1245], erkeklere benzeyerek erkekleşen kadının cennete gitmeyeceğini [1246] söylemiştir. Dikkat edilecek husus çevrede erkek elbisesi olarak bilinin elbiseyi kadının giymekten, kadın elbisesi olarak şöhret kazanmış elbiseyi de erkeğin giymesinden çekinmesi gerekir.
Elbisenin gösteriş için olmaması:
Her yeni elbise giyen erkek veya kadın önce alacağı puanı düşünür. Bu yüzden onun duygu dünyasını hayal kaplar. Moda, insanın bu ezikliğini hisseden para koşucuların ortaya çıkardığı bir duygu istismarıdır. Halbuki elbise vücudu örten bir vasıtadır. Onu şöhret için giymek İslâm terbiyesine yakışmaz. Sonra, hergün yeni bir elbiseye bürünmek, kendisini bakışlarının rüzgârına vermek hem israftır, hem de malî güçleri yerinde olmıyanlara bir azaptır. Hz. Peygamber:
"Dünyada şöhret için elbise giyene, Allah âhirette zillet elbisesini giydirir" [1247] buyurur. Elbise ne bütün dikkatleri kendi üzerine çekecek bir kalitede ve ne de herkesin nefretini çekecek bîr mahiyette olmamalıdır. [1248]
Erkeklerin Durumu
Kadınlar günlük konuşmalarda, basında, erkeklerin bakışlarından rahatsız olduklarını ifade ederler. Şüphesiz hayayı herşeyin üstünde tutmuş erkek, kadının bünyesi ne olursa olsun, ne rahatsız edici bir ifade kullanır ve ne de terbiye dışı bir söz sarfeder. Allah Kur'an-i Kerîm'de kadınlara:
"Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler" [1249] şeklinde onların bakışlarının istikâmetini tâyin etmeden önce, erkeklere "gözlerini bakılması yasak olanlardan çevirsinler" [1250] buyurmuştur.
Yasak olan bakış hangisidir
Yolda karşılaşmalarda erkeğin kadınla karşılaşması ve o anda birbirlerini görmeleri yasak olan bir bakış değildir.
- a)Dükkânın önüne bir sandalya atıp gelen gideni süzmek, yasaklanmış bir bakış tarzıdır. Yüce Peygamber: "Sakın yollarda oturmayınız. Eve dönerken de yolların hakkını veriniz". Yolların hakkı nedir? diye soranlara karşı, O:
"Gözü korumak, eziyet verici şeyleri kaldırmak selâm vermek, iyiyi bildirip, kötülükten alıkoymaktır" [1251] buyurur.
- b)Karşılaşma esnasında gördüğü kadına tekrar dönüp bakmak. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ali'ye:
"Ali! Baktıktan sonra bir daha bakma. İlk bakış senindir ama ikincisi değil" [1252] buyurur.
Çocuğun Yetiştirilmesi
Evliliğin asıl gayesinin şehveti dîndirmek olmayıp, neslin idamesi ve şehvetin de bunun için bir vasıta olduğuna, İslâm bilginleri müttefiktirler. Her evlenen kimse, Allah takdir etmişse, evlerini süsleyecek ve kendilerini temsil edecek çocuğu hasretle beklerler. Muayyen hamilelik süresinden sonra, çocuk dünyaya gelir. Ebe çocuğu alıp gerekli temizlik işlemini yaptıktan sonra, kulağına ezan okunulur. Bu sünnettir.
Geleneğin Tarihçesi
Müslümanlar, Medine'ye hicret edince, Yahudiler:
"Biz onlara büyü yaptık, onların çocukları olmaz" [1253] şeklinde konuşuyorlardı. Onlar, bu dedikoduyu yaparlarken, Allah müslümanların yüzünü güldürdü. Abdullah b. Zübeyr dünyaya geldi. Annesi, Ebû Bekr'in kızı Esma hâmile olarak Mekke'den Medine'ye hicret etti. Hicrî birinci senede Küba [1254] mevkîinde onu dünyaya getirdi. Medine'ye hicret eden müslümanlar arasında ilk doğandır. [1255] Doğunca müslümanlar tekbir getirdi, ve çok sevindiler. Peygamber hurmayı önce ağzında çiğnedi, sonra onun dudaklarına sürdü. Karnına ilk giren şey Hz. Peygamberin bu çiğnediği şeydi. [1256] Sonra ona dua etti ve hayır diledi. [1257] Doğunca kulağına Hz. Ebû Bekr ezan okudu. [1258] Anlatıldığına göre Mekke'de Haccac'a karşı yaptığı müdafaada Şehit düşünce Şam'lılar sevinir. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah mescitle Hacun [1259] arasında alınan tekbirleri duyar ve:
"Doğumunda tekbîr getirildi, ölümü esnasında tekbir getirenlerden daha hayırlı kim vardır" [1260] der.
İşte o günden bu güne kadar müslümanlar her doğan çocuğun kulağına ezan okurlar. Zaten kulağına okunan ezanı çocuk ömrü boyunca, günün ve gecenin muayyen zamanlarında duyacak ve onunla yaşayacaktır.
Doğumu tebrik edenlerin tebrikleri kabul edilir. Tebrike gelenler, çocuğun mutlu ve hayırlı olmasını, analı babalı büyümesi temennisinde bulunurlar. Baba ve anne, bir anda Allah'ın kendilerine bağışladığı çocukla sevinirlerken; bir yandan çocukların bir deneme [1261] ve bir dünya süsü olduğunu düşünerek [1262] pek sevince kapılmamalıdır. Devamlı olarak cemiyet hayatına faydalı bir rükün olması temennisinde bulunmalıdır. Çocuğun saçı ilk defa kesildiği zaman ağırlığınca gümüş, yahut bu gümüş tutarı olan para, fakirlere verilir. [1263] Durumu müsait olanlar, bir koyun veya keçi kurban edip, bunu muhtaç olanlara dağıtırlar ki; buna nesike kurbanı denilir. Mâlik ve Şafiî (r.a.) göre, müstehap, İmam-ı Âzam'a göre mubahtır. [1264] Hz. Peygamber, Hasan ve Hüseyin için bir koç kesmiştir. [1265]
Ad Verilmesi
Çocuğa ad verme, doğum gününden yedinci güne kadardır. [1266] İsimlendirmede dikkat edilecek husus, güzel isim takmaktır. Bunu gösteren bazı hadisler vardır:
"Kıyamet gününde kendi ve babanızın isimleri ile çağırılacaksınız. Bu bakımdan isimlerini güzel koyunuz".
Said b. Müseyyib'in dedesi, Peygamber'e gelir. Hz. Peygamber:
"İsmin nedir?" diye sorar.
"Hazn.
"Hayır, sen Sehl'sin."
"Babamın bana verdiği ismi değiştirmem. İbn-ü Müseyyib diyor ki:
"Ondan sonra bizde huzunet devam etti [1267] İbn-i Ömer anlatıyor:
"Ömer'in Asiye isimli bir kızı vardı, olarak adlandırdı. [1268]
Hz. Peygamber, onu Cemile
Hz. Peygamber, İslâm'ı yaymaya başlayınca, anlamsız ve önemsiz adları değiştirmeye başladı. Şimdiki zamanda da, İslâm'a yeni girenler çok kere Arap dilinden yeni bir ad almaktadırlar. [1269] Allah'a en güzel gelen isimler: Abdurrahman ve Abdullah'tır. [1270]
Sünnet Olması
Çocuk erginlik çağına gelmeden önce sünnet edilir. Merasimde meşru ve örfe uygun geleneklerin yerine getirilmesinde bir mahzur yoktur. İslâm'a sonradan girmiş bir "müttedinin" sünnet olup olmaması kendi ihtiyarına bağlıdır. Sünnet zamanı, çocuk yedi günlük iken başlar, oniki ve sonraki yaşlara kadar devam eder, pek geciktirilmemelidir.
Tahsil Durumu
Genel olarak ilk öğrenime dört yaşından sonra başlatılır. Çocuğun ilk okumaya başlaması, ev içine bir bayram havası getirir. Ebeveyn bunu tes'id için bir ziyafet tertip eder ve sâlih bir insan tarafından Hz. Peygamber'e ilk inen âyetleri okur, çocuk da onu takip eder.
"Bismillâhirrahmânirrahîm"
"Yaratan Rabbîn adıyla oku"
"O, insanı bir kan pıhtısından yarattı."
"Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir."
"Ki (insana) kalemle (yazı yazmayı) öğreten O'dur".
"İnsana bilmediğini O öğretti" [1271]
Çocuk yedi yaşına gelince, namaz şekilleri öğretilmeye başlanılır. Bazan evde kılınan namaza iştirak etmesi öğütlenir. Namazda okuyacağı sûreler yavaş yavaş ezberletilmeye çalışılır. On yaşından itibaren namaz kılmayan çocuğa, babası, bazı basit yollu cezalar uygulamaya koyulur. Çocuk erginlik yaşına gelince namazla birlikte kendisine oruç da farz olur. Yalnız, İslâm aileleri bu farziyetleri, çocuk o yaşa gelmeden alıştırmaya başlarlar.[1272] Baba ve anne bu önemli yaşlarda çocuğun ibâdet yönü üzerinde hassas olmalıdırlar. Bu yaşlarda, ibâdet konularında eğitilmeyen çocuk büyüyünce bunları öğrenmek kendisine zor gelir ve bir türlü uygulamaya geçmez. Yalnız, bu hususlarda dikkat edilecek en önemli husus:
Çocuğu bezdirmemek, nefret ettirmemek, sevgi içinde alıştırmaya çalışmaktır.[1273]
Daha çok çocuğu korkutmak yerine, ona haya duygusu aşılamak gerekir. Küçüklükten itibaren, baba ve anne, çocuğu susturmak için çocuk gözüne korkunç gelen şeylerle onu korkutup susturmaya çalışırsa, çocuk büyüse dahi gösterilen vasıtalar hakkında çekingen bir ruha sahip olur. Bu bakımdan bilginler, çocukta, haya, korkudan daha iyidir, zira haya akıllılığı, korku pısırıklığı gösterir. [1274] Babanın çocuk terbiyesi üzerine eğilmesi ve onu güzel bir terbiye içinde büyütmesini Hz. Peygamber gerekli kılıyor. [1275] Amr b. Ukbe'ye bir çocuğunun terbiyecisi (pedagog) şu öğütte bulunmuştur:
"Abd-üs-Samed [1276], çocuğunu terbiye etmeden önce kendine dikkat et. Çünkü onların kötü hareketleri, senin iyi olmıyan hareketlerinle kayıtlıdır. Onlara iyi olan senin yaptığın, kötü olan ise senin terkettiğindir" [1277]
Terbiyede dikkat edilecek önemli hususlardan biri de mutlak itaat yerine mutlak doğruluk olmalıdır. Çocuğun doğru yaptığı işlerin üzerine varmamak onu daha çok doğru içinde olmaya yöneltir. Hz. Ömer bir defa oynıyan çocukların yanından geçer, çocuklar onun heybetinden kaçarlar, Mâlik b. Zübeyr ise yerinde durur. Bu durumu gören Hz. Ömer, Mâlik'e:
"Niçin kaçmadın?" diye sorunca, o:
"Yol dar değîl ki, senin geçmen için yol vereyim, bir hatam da yok ki senden korkayım" [1278] cevabını verir.
Genel prensipler:
a- Süt anne ve bakıcı gerekiyorsa buna helâl yiyen kadın tercih edilmeli. Çünkü haramdan meydana gelmiş sütün bereketi yoktur.
b- Hayasına dikkat edilmeli.
c- Yemeği nasıl yiyeceği öğretilmeli.
d- Kanaatkar olmaya alıştırılmalı.
e- Eğitime başlatmalı, Peygamberin sözleri, temiz insanların hayat hikâyeleri, yanında anlatılmalı.
f- Gündüz fazla uyutmamalı. Bu, tembelliğe sürükler.
g- Yaşlılar arasında babasının sahip olduğu hasletlere bakarak iftihara yeltendirmemeye çalışılmalı.
h- Toplulukta nasıl konuşacağı, ve az konuşmanın önemi.
j- Diline kötü söz almama öğretilmeli.
k- Çalıştıktan sonra uygun oyunlar için serbest bırakılmalı. Çünkü, çocukları devamlı olarak oyundan uzaklaştırma kalbini öldürür, zekâsını pürsütür.
I- Babaya, öğretmene, yakınlara ve kendisinden büyük olanlara itaat etmenin gerektiği.
m- Belirli yaştan sonra dinî görevler öğretilmelidir. [1279] Çocukları birbirlerinden üstün tutmama:
Bir babanın, bir çocuğuna fazla mal bırakması veya daha çok sermaye vermesi uygun değildir.
I- Beşir, oğlu Nu'man'ı Hz. Peygamber'e getirip:
"Ben kendime ait olan bir köleyi oğluma (Nu'man'a) hibe ettim, der. Hz. Peygamber:
"Her çocuğuna bunun gibi hibe ettin mi?"
"Hayır.
"Öyle ise onu geri al," buyurur [1280] Başka yoldan gelen hadiste Hz. Peygamber:
"Allah'tan korkunuz da çocuklarınız arasında adaletli olunuz" [1281]
Diğer yoldan gelen bir hadise göre Beşir, Hz. Peygamber'i bu hibede şahit yapmış, Yüce Resul ise:
"Beni bu işe şahid yapma, çünkü ben bir haksızlığa şahit olmam" [1282], (Diğer bir yolda gele hadise göre)
"Bütün çocuklarının, sana eşit şekilde yardım yapmaları seni sevindirir mi ?" diye sorunca "evet" der.
"O halde böyle yapma" [1283] buyurur.
II- Hz. Peygamber bunun için şu genel kaideyi koymuş:
"Oğullarınız ve kızlarınız hakkında adaletli olunuz".
Çocuklara Karşı Şefkatli Olma
Kemal mertebesine erişmiş olan birçok kimselerin çocuklarla olan davranışları ve onlara sevgililer olmaları bu olgun kimselerin hayatını anlatan eserlerin önemle durdukları bir husustur. Bu noktada bunlara önderlik yapmış Hz. Peygamber'dir. O, çocukları okşar, sever, dizlerine oturtur ve onlarla oynaşırdı. Hadis kitapları bu konuda birçok olaylar anlatmaktadır.
I- Ebû Hureyre'nin anlattığına göre Akre' İbn-ü Habis et-Teymis Allah'ın Resûlü'nün yanında otururken Hz. Peygaber Ali'nin oğlu Hasan'ı öper. Bunun üzerine:
"Benim on çocuğum var, onların hiçbirini öpmedim deyince, Yüce Resul ona bakar ve:
"Acımayana acınmaz," der [1284]
II- Usame anlatıyor. Allah'ın Resulü beni bîr dizine, Hasan'ı diğer dizine oturtur, bağrına basar, sonra:
"Allah'ım kendilerine karşı rahmetli olduğum bunlara sen de merhametli ol, diye dua ederlerdi" [1285]
IlI- Hz. Âişe'nin anlattığına göre, bir göçebe Arap, Peygamber'e gelerek:
"Siz çocukları öpüyor musunuz? Halbuki biz onları öpmüyoruz, der. Buna karşılık Hz. Peygamber:
"Allah senin kalbinden şefkati çıkartmışsa ben sana ne yapayım?" [1286] buyurur.
Çocukları sevmenin bir şefkat işi olduğunu, bundan mahrum olanın kalbi katı olduğunu Hz. Peygamber bu ifadesiyle belirtmektedirler. Bazı insanlar çocuklara karşı lakayttırlar. Çocuklar gelip, yanına veya dizine oturmak istedikleri zaman, onlara sertçe çıkışırlar. Halbuki onlar o yaşta şefkate ve sevilmeye muhtaçtırlar. Belki de onlara karşı gösterilen bu şefkat, onların hayatında büyük bir iz bırakır da yetiştikleri zaman etrafındaki insanlara karşı nefretle değil, sevgi ile koşuşurlar.
IV- Hz. Peygamber:
"Küçüklerimize şefkatli olmayan, büyüklerimizi saymayan bizden (müslümanlardan) değildir" buyurarak bu işin ne kadar önemli olduğuna dikkatleri çekiyor. [1287]
Çocukların baba ve annelerine karşı durumlaları:
Bu hususun önemi bakımından, Kur'an-ı Kerîm'in, şu âyeti pek düşündürücüdür.
"Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, yanında iken ihtiyarilyacak olursa, onlara karşı "öf" bile demeyesin, onları azarlamayasın, ikisine de hep tatlı söz söyleyesin. Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: Rabbim, küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et!, de" [1288]
Bu âyet şu önemli konulara temas ediyor:
I- Allah yalnız kulluğun kendisine yapılmasını.
II- Anne-babaya iyilik etmeyi emrediyor.
III- Düşkün anlarda onlara dille-elle ve çehre ile gönüllerini kıracak bir harekette bulunmamayı.
IV - Tatlı konuşmayı.
V - Onlara karşı mütevazi olmayı,
VI- Küçüklük gününü -yâni hiç bir şeye güç getiremediği, yiyip içermediği, temizliğini yapamadığı, tehlikelere karşı korunamadığı- göz Önünde bulundurarak, kendisine o zaman taşkın bir şefkatle muamele eden
ebeveyni için Allah'tan merhamet istenmesini.
Onlara karşı iyilik:
Bu hususta Hz. Peygamber'in sayısız hadisleri vardır:
"Ebû Hureyre'nin anlattığına göre biri Hz. Peygamber'e gelir ve O'na:
"İnsanlar içinde yardıma en lâyık olan kimdir?
"Annen."
"Sonra kim?
"Annen."
"Sonra kim?
"Annen."
"Sonra kim?
"Baban" [1289], buyurur.
2- Yine Ebû Hureyre'nin anlattığına göre O şöyle buyurmuştur:
"Burnu toprağa sürülsün (Bunu üç defa tekrar eder).
"Kim Ey Allah'ın Resulü
"Ebeveyninden birini veya ikisinin ihtiyarlığına varır da sonra cennete girmeyenin [1290] (yâni onların haklarını gözeterek cennete girmeyenin).
Onlara karşı yapılacak görevler:
1- Yiyecek, içecek ve giyeceklerini temin etmek. Amr b. Şuayb'ın babası ve dedesi tarikiyle anlattığına göre bir adam Hz. Peygamber'e gelir ve:
"Benim malım var. Babam benim malıma muhtaç, deyince, Hz. Peygamber:
"Sen ve malın baban içindir. Şüphe yok ki çocuklarınız kazancınızın en iyisidir. Çocuklarınızın kazancından yiyiniz." [1291]
2- Hz. Âişe'nin anlattığına göre, babasının üzerindeki borçtan dolayı onunla münakaşa eden bir adam gelir, ona Hz. Peygamber şöyle der:
Sen ve malın baban içindir. [1292]
Hadisler gösteriyor ki; babanın, çocuğunun malından kullanma yetkisi vardır.
II- İhtiyarlayıp da düşkün bir duruma düştükleri zaman onları kimseye muhtaç bırakmamalı, gerekeni yapmalı. Böyle duruma düşmüş olan baba ve anne merhamete muhtaç olduğundan yapılacak en tatmin edici hareket onların gönlünü almak ve hayata küstürmemektir. Düşkün olan kimseler hayata karşı gayet soğukturlar ve böylelerin dilinden düşmeyen kelime "Allah elden ayaktan düşürmesin". Binaenaleyh içinde yaşadıkları ruhî hayatı göz önünde bulundurarak:
a- Can sıkıntılarına,
b- Bağırışlarına tahammül etmek.
c- Sahip olduğu imkânları onların hizmetine vermek.
d- Onları okşayacak "tatlı söz söylemek".
III- Karşılarına yakışık almayan bir yüzle çıkmamak. Zaten İslâm başkalarına karşı da güler yüzlü olmayı istiyor. Baba ve anne iş yapamaz bir duruma gelince, çocuklarından görecekleri bu kabil tutumu, çeşitli şekilde yorumlayabilirler. Bu zaman da evin gelinine de çok iş düşmektedir. Gelin hanım onların hizmetini hem Allah ve hem de kocasına olan saygı ve sevgisi için yapmalı, ve Allah'ın iyilikte yarışmayı istediğini unutmamalıdır. [1293] Terbiye kitapları baba ve anneye karşı çocukların yapmakla mükellef olduğu şu hususları da içine almaktadırlar.
IV- Anne ve babanın sözlerini dinlemek, isteklerine uygun olarak hareket etmek.
V- Bir yere gittikleri yahut yanına geldikleri zaman bir saygı nişanesi olarak ayağa kalkmak.
VI- Yapılmasını istedikleri şey -İslâm kurallarına uygunsa- yerine getirmek.
VII- Beraber bir yere gittiğinde onların önünde yürümemek ve önlerine gereksiz geçmemek [1294]
VIII- Konuşma esnasında sesini onlardan çok çıkarmamak, çokça söyleşmemek.
IX- Çağırdıklarında "buyurun" diyerek emirlerinin yerine getirilmesi hususunda acele etmek.
X- Rızalarını alma yönünden fazlasıyla haris olmak.
XI- Onlara itaat kanatlarını gererek, emirlerinde devamlı bulunmak.
X- Yaptığı hizmeti başlarına kakmamak.
XIII- Yola çıkarken onların müsaadesini almak [1295]
Anne ve babanın ortak hassasiyet ve ihtimamlarıyla meydana getirdikleri çocuğu onlara karşı hizmette en ileri bir dereceye erişse de Hz. Peygamber'in şu ifadelerine bakıldığı zaman yine de ödenmediği görülür:
"Biri Hz. Peygamber'e gelir. Ey Allah'ın Resulü! Bîr annem var. Sırtımı ona binek yapıyorum ve yüzümü ondan ayırmıyorum ve kazancımı ona harcıyorum. Hakkını ödemiş olur muyum? der. Hz. Peygamber:
"Ödeyemezsin, çünkü o senin yaşamanı istediği için sana bakardı. Sen hizmet ediyorsun fakat ölümüne talipsin" buyurur. [1296]
Öldükten Sonra
İslâm, hayatta iken çocukların babalarına ve annelerine karşı azamî bir saygı içinde bulunmalarını istediği gibi, öldükten sonra da onlara karşı bazı görevlerinin bulunacağını hatırlatmaktadır.
1- Benî Selime'den bir adam gelir. Hz. Peygamber'e:
"Allah'ın Resulü! Öldükten sonra baba ve anneme yapacağım herhangi bir iyilik kalır mı? Diye sorar. O (s.a.):
"Evet, onlara dua etmek" [1297], ikisi için Allah'tan af dilemek, öldükten sonra sözlerini yerine getirmek. [1298] Ancak ikisiyle varılan sıla-i rahm (akraba), arkadaşlarına ikramda bulunmak .[1299]
2- Anne ve babaya en yakın olan, annenin ve babanın kardeşleri, yâni teyze, dayı, amca ve halalardır. Hz. Peygamber:
"Teyze annenin derecesindedir" [1300] buyuruyor. Biri Hz. Peygamber'e gelir:
"Allah'ın Resulü! Ben büyük bir günah işledim. Benim tevbeden bîr nasibim var mı? diye sorunca, O:
"Annen var mı?"
"Hayır.
"Teyzen var mı?"
"Evet.
"Öyle ise ona iyilikte bulun," buyurur [1301]
Demek ki, yukarıda adı geçenlere bakmakla insan ebeveynine karşı beslediği görevi yerine getirmiş oluyor.
"Anne ile evlâdın, kardeşle kardeşin arasını açanlara Allah Lanet etsin" [1302]
Kardeşler Arasında
Aynı anneden doğan kardeşler, beraber yaşamayı sürdürdükleri evlerinde birbirlerinin karekterlerini daha iyi anlıyarak cemiyet hayatına atılırlar. Birbirlerinden yabancı ve birbirlerinin ruhî yapılarını bilmeyen kimseler, bir bakıma birbirlerine ısınmaları için zaman ister. Halbuki kardeşler böyle değildir. Onlar bir çatının altında acı ve tatlı günler geçirmişler, yâni kısacası onlar birbirlerine kenetlenmişlerdir, öyle ise bunların toplum içinde birbirlerine karşı takınacakları tutum, birbirlerini tanımıyan kimselerin veya tanıştıkları halde müşterek hayatları geçmemiş olan kimselerin tutumları gibi olmayacaktır. Sevinçlerinde ve kederlerinde beraber olmaları bu bakımdan gereklidir. Fakat ne yazık ki; basit hâdiseler ve maddî arzular bu aynı kaynağın meyveleri olan kardeşlerde de bazı ihtilâfların çıkmasına sebep olmakta, aynı annenin kucağı altında uyudukları günleri unutmaktadırlar. Kardeşlerin her birinin aynı zekâ, kabiliyet ve yapıcı güce sahip olacakları söylenemez. Böylece haliyle aralarında maddî ve manevî bir üstünlüğün meydana çıkacağı beklenilecek bir husustur. Bütün bu noktalarda dikkat edilecek husus, ayıncılığa gitmemek ve birbirlerini takviyede yarışmaktır.
Ne yapılmalı:
I- Şayet kardeşler ayrı ayrı evlerde oturuyorlarsa sık sık gidip gelmek. Zira yakınlara gitmenin ne kadar önemli olduğunu Hz. Peygamber bildiriyor. [1303]
II- Maddî imkânları seferber etmek. Süleyman Darani, "Dünya benim olsaydı çekinmeden ufatıp kardeşimin ağzına kordum". Hz. Ali:
"Allah rızası îçin kardeşine vereceğin yirmi dirhem, miskine vereceğin bin dirhemden daha hayırlıdır" [1304] demişlerdir. Binaenaleyh, kardeşinin iktisadî durumunu düzeltmek, kişinin içtimaî hayattaki mevkiini de düzeltir. Bir kardeşin çocukları gayet debdebeli bir hayat yaşarlarken, diğer kardeşin çocuklarının sefil bir hayat yaşamaları İslâm'ın ve insanlığın kabul edeceği bir yaşama tarzı değildir. Bu durum gitgide aralarında müşterek bir hayat sürdürmüş olan kardeşlerin aralarındaki canlı havanın dağılıp gitmesine ve kırgın kalplerin doğmasına sebep olur. Maddî ve manevî yönden bir kimsenin yalnız kendisini kurtarması bir mâna taşımaz. Bunun yanısıra en yakını da aynı mutluluğun içine sokmak marifettir.
III- Hayattan babaları ve anneleri göçmüş olan çocukların en büyük kardeşleri evlenirken, kardeşlerinin yaşlarını ve annesiz kalmalarını göz önünde bulundurarak yuva kuracağı kadını buna göre seçmesi gerekir, Hz. Peygamber, Cabir b. Abdullah'a niçin bir kız almadığını sorunca, O'nun babasının, geriye dokuz (yahut yedi) kız bıraktığını, onların işlerini görecek ve onları terbiye edecek birini almasının gerektiğini söyleyince, Hz. Peygamber'in bunu uygun karşıladığı ve tebrik ettiği yukarıda anlatıldı. [1305]
IV- Küçük kardeşlerin büyük kardeşlerine saygılı, büyükleri de onlara karşı şefkatli olmalıdırlar. [1306]
V- Bir iş yaparken birbirleriyle istişarede bulunmak. (Bu emir, bütün müslümanların birbirlerine karşı yapması gereken bir husus olduğuna göre, kardeşler arasında daha önem arzedeceği bir vakıadır.)
VI- Büyük kardeş baba yerindedir: Hz. Peygamber:
"Kardeşler için de büyüğün küçüğü üzerindeki hakkı, babanın oğlu üzerindeki hakkı gibidir" [1307] buyurur.
Yakınlara Bakma
'Kur'an-ı Kerîm bir çok yerlerinde yakınlara vermeyi [1308] hattâ mîras taksiminde orada hazır bulundukları takdirde onları unutmamayı [1309] bildirdiği, İslâm fıkhı, zengin akrabanın fakir olan yakınını hukuken beslemek mecburiyetinde olduğunu göstermektedir. [1310] Hz. Peygamber Cennet'e sokacak işin ne olduğunu soran birine karşı yapması gereken işler arasında yakınları ziyaret [1311] olduğunu bildirmiştir. Diğer hadisler:
1- Rızkının genişlemesini ve ömrünün uzanmasını isteyen yakınlarını ziyaret etsin. [1312]
2- Akrabalık bağı Rahman olan Allah'tan bir daldır. Bu bakımdan Allah buyurdu:
"Kim sana gelirse bana gelmiş ve kim senden kesilirse benden kesilmiş olur." [1313]
3- Hz. Peygamber'in anlattığına göre Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuş:
"Ben hem de Rahman [1314] olan Allah'ım, rehîmi (akrabalık bağını) yarattım ve onu ismimden" bir parça yaptım. Ona giden bana gelmiş, ondan kesilen benden kesilmiştir."[1315]
Cenâb-ı Allah'ın bu hususa ne kadar önem verdiği âyetlerle ve kutsî hadislerle anlaşılmış bulunuyor. Bu hususta Hz. Peygamber şu kadar şiddetli konuşuyor:
4- "Yakınlarıyla ilgisini kesen Cennet'e giremez" [1316]
Demek ki, Cennet yolu bu ölçülere göre yakınlara giden yoldan gider. Zira gaye kalpleri hoşnut etmek, insan hakkında iyi düşünmeyen kalpler kişiyi herkesin en çok özlediği cennetten de mahrum bırakıyor.
Karşılıklı gidip gelmek en iyi olan bir tutumdur. Fakat Hz. Peygamber
"Yakınlar gelmese de git" [1317] buyurmuşlardır. Uzakta olanlarla pek gidip gelme imkânı olmazsa bunu selâmlarla [1318] yâni mektuplarla yerine getirmek lâzımdır.
Yakınlar arasında zengin ve fakir ayrımı yapmaksızın hepsine eşit bir şekilde gidip gelme ve kaynaşma yapılmalıdır. Herhalde Allah'ın hiç sevmiyeceği bir husus, böyle bir ayrıma doğru gitmektir.
Akrabalık yalnız baba veya anne tarafından meydana gelmez. Yukarıda [1319] izah edildiği gibi âyetler ve hadisler hem anne ve hem de baba tarafından meydana gelmiş yakınlar hakkında hükümler getirmektedir. Binaenaleyh evlenen kimse zevcesinin yakınlarını kendi yakınları, zevce de kocasının yakınlarını kendi yakınları gibi görüp muamele etmelidir.
Ne Yapılmalı
1- Yardımda yakınları öne almak (gerek bu, farz olan zekâtı verme olsun gerekse nafile de olsun). Bu hususta Hz. Peygamber:
Yakına yapılan yardımın başka fakirlere yapılan yardımdan daha üstün olduğunu [1320] bildiriyor.
2- Hastalarını ziyaret etmek.
3- Sevinçlerine ve acılarına katılmak.
Korunulacak Husus
Yalnız dikkat edilecek husus, yakınlık münasebetinin adaleti elden bırakmaya sebep olmamalıdır.
1- Akrabanın suçunu saklamamak. Şahitliğe davet edildiği zaman gidip doğruyu söylemek gerektiğini Kur'an-ı Kerîm şöyle belirtiyor:
"Konuştuğunuzda -akraba bile olsa- sözünüzde âdil olun" [1321]
2- Yakınlarını sahip olduğu mevkiî istismar ederek -Lâyık olmadıkları halde- işe yerleştirmeye uğraşmak, ehliyetli insanları bertaraf etmek.
3- Önemli bir mevkide bulunan yakınına güvenerek menfaat sağlamaya çalışmamak.
Komşuluk Münasebetleri
Hayatımızı hergün çepeçevre kucaklamış ve hergün karşılaşma fırsatını bulduğumuz en yakın kimseler komşulardır. Bu komşuları iki esas ayırıma tâbi tutmak mümkündür:
1- Ev komşusu.
2- İş yeri komşusu.
Bu iki komşu günlük hayatta kişinin her zaman karşılaştığı kimselerdir. Cenâb-ı Hak bunun önemini:
"Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya [1322], uzak komşuya [1323], yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyilik yapın" [1324] bu âyetle belirtiyor. Kur'an-ı Kerîm komşuluk çevresini yakın ve uzak olarak sınırlamış, aşağıdaki açıklamada görüleceği gibi, uzak komşuyu diğer dinlere mensup olan kimselerin kast edildiğini belirten görüşler bulunmaktadır. Komşu haklarının önemi hakkında Hz. Peygamber:
1- "Komşuluk hakkında Cebrail o kadar gelip bana tavsiyede bulundu ki; hattâ komşunun komşuya vâris olacağını zannettim" [1325] buyurmuştur.
İyi Komşu
Hz. Peygamber "Kişinin saadetinden -bir tanesi de- temiz komşuya sahip olmasıdır" [1326] buyurarak iyi komşuyu, kişinin mes'ut olmasına sebep olan faktörler arasında saymaktadır. Gerçekte de öyle değil mi? Her şeyini emanet edebileceği, dertlerini açabileceği, sevincini paylaşabileceği bir komşuya sahip kimse, manen kendi içinde güçlenmiş olur. Zira en çok düşündüren nokta:
İyi münasebet kurmaktır. Meşru bir hayat yaşamayan kimsenin komşu bulunduğu kimselere -fiiliyatla olmasa dahi- psikolojik yönden yaptığı yıldırma ve bezginlik sayılamayacak kadar çoktur. Onun için Hz. Peygamber
2- "Vallahi mü'min olamaz (bunu üç defa tekrar eder buyurur." Kendilerine:
"Kim ey Allah'ın Resulü, diye sorulunca:
"Komşusunun eziyetinden emin olmadığı kimse der" [1327] Başka hadislerde:
3- "Komşunun eziyetinden emin olmadığı kimse Cennet'e giremez" [1328]
"Allah'a ve âhiret gününe îman eden komşusuna eziyet etmez" [1329] buyurmuştur.
4- "Allah'ın yanında arkadaşların en iyisi arkadaşına en hayırlı ve Allah'ın yanında komşuların en iyisi komşusuna en iyi olanıdır" [1330] buyuruyor. Müslümanın bütün işlerinde göz önünde tuttuğu Allah'ın yanında makbul bir hüviyete sahip olmak olduğuna göre bunu Hz. Peygamber komşusu ile iyi geçinmekle elde edileceğini belirtiyor. Zaten kul Allah'ın yarattıklarının rızasını alarak basamak basamak ilerler ve sonunda Allah'ın rızasına nail olur.
Komşuların Bibbirlerine İkram Etmeleri
Göze görünmeyen bazı şeyler vardır ki; aslında bunlar insanları birbirine yaklaştırmada en aktif vasıtalardır. Bir tabağın içine, evinde pişirdiğinden götüren komşu, belki büyük bir samimî havanın doğmasına zemin hazırladığının farkında değildir. Evet bu kabil cüz'i hediyelerin sunulması hediye alanı sonsuz bir zevk içine boğar, sevilme ve sayılmasının coşkunluğunu duyar. Ebû Zer'in anlattığına göre Hz. Peygamber:
"Bir çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşuna sun" [1331] Diğer bir hadiste:
"Allah'a ve âhiret gününe inanan komşusuna ikramda bulunsun" [1332] buyurmuştur. Bu ikramın büyüklüğü ve küçüklüğü arasında fark yoktur. "Müslüman kadınlar! Bir koyun paçası ile de olsa komşu kadın komşusunun hediyesini küçük görmesin" [1333] Genel olarak müslümanların birbirlerine olan münasebetleri hakkında İslâm'ın belirttiği hususlar komşu içinde olduğu sonucuna gidilebilir. Gazâlî bu hususları şöyle sıralamıştır:
1- Karşılaşınca selâmla söze başlamak, onunla konuşmayı uzatmamak, soru yağmuruna tutmamak.
2- Hastasını ziyaret etmek.
3- Bir musibet anında, taziyede bulunmak.
4- Kederini ve sevincini paylaşmak.
5- Yaptığı küçük yanlışları müsamaha ile karşılamak.
6- Mahrem yerlerini görecek şekilde damı yükseltmemek.
7- Su yolunu tıkamamak.
8- Eve giden yolu daraltmamak.
9- Evine ulaşacak bîr bakışla süzmemek.
10- Gizli şeylerini açıklamamak.
11- Olmadığı zamanlarda evini korumak.
12- Çocuğunu sevmek.
13- Din ve dünyası hakkında yol göstermeye çalışmak [1334]
14- İkram etmek.
15- Güler yüzlü olmak.
16- Borç istediği zaman vermek.
17- Güzel havanın ve ışığın evine gelmesine engel olacak şekilde ev yapmamak.
18- Evini satarken komşusuna önce durumu arzetmek.
19- Başkasından çıktığı takdirde tahammül etmediği şeyi, komşusundan sadır olursa tahammül etmek [1335]
20- İâdei ziyarette bulunmak, yahut bayramına gitmek.
21- Dâvetine icabet etmek.
22- Duvarlarını kirletmemek.
23- Duvarına ağacı dayandırmaya engel olmamak.
24- Genel durum hakkında soru çokça yöneltmemek.
25- İşlerinde ve meşgalelerinden bahsetmemek.
26- Kötü kokularla eziyet etmemek.
27- Gördüğü takdirde -satın alınan meyveyi takdim etmek.
28- Ev ihtiyacı olan su, tuz ve ateş gibi bir şey istediği zaman vermek.
29- Komşunun iznini almadan evini genişletmemek [1336]
Önemli Bir Hatırlatma:
Bugünkü hayat tarzı ve ev durumlariyle geçen zamanlardaki durumlar arasında büyük farklar vardır. Hz. Peygamberin devrindeki ev durumu gayet basit idi. Bugün ise bir apartman, bir köy ve mahaalle sakinlerini içine alacak genişliktedir. Böyle evlerde herkes özel dairesinde kendi hayatını yaşamaktadır. Kiracı durumunda olanların durumları daha değişiktir. Belki de göçtüğü yere pek ısınmadan çekip gidebilir. Binaenaleyh tanışmaları uzun bir geçmiş üzerine oturmayan bu gibi kimselerin bulundukları yerde belki de sıcak ve samimî bir hava doğurtamazlar. Yine de aynı inancın insanları -isterse ayrı inançlara sahip olsun- olarak bu yapılarda dikkat edecekleri hususlar vardır:
I- İnsanın en çok rahatsız olduğu önemli noktalardan biri gürültüdür. Binanın üst katında oturan, alt katta oturanı düşünerek evinde yürürken gayet yavaş hareket etmeli ve çocuklarının pek koşuşmasına meydan vermemeli. İslâm Peygamberi çok geniş mânayı içine alan eziyet kelimesini kullanmış. Herhalde gürültüden fazla, bir eziyette olmasa gerek.
Il- Müşterek bir merdivenden yararlanıyorlarsa, buranın temizliği, müştereklere aittir. Yine merdivenlerden inerken komşu daireyi düşünerek gürültü etmeden inmeli ve yüksek sesle konuşulmamalıdır.
III- Daire içinde yapılan konuşmaları dinlememek ve saklanması gereken daire mahremiyetini dışarıya taşımamalıdır.
Yukarıda söylendiği şekilde, müslümanın müslüman üzerine hakkı genel olarak daha fazlasıyla komşunun komşu üzerindeki hakkında da caridir.
Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den anlattığı bir hadise göre O şöyle buyurmuştur:
1- Karşılaştığında ona selâm ver.
2- Çağırdığı zaman icabet et.
3- Senden öğüt almak istediği zaman ona öğüt ver.
4- Aksırıp "Elhamdülillah" dediğinde 'Yerhemükellah' söyle.
5- Hastalandığı zaman ziyaret et.
6- Öldüğü zaman cenazesine iştirak et. [1337]
Gayr-i Müslimlerin Durumu:
Şayet topluluklar yalnız, kan, deri ve dile göre gruplansaydı yapıyı değiştirmek imkansızlaşırdı. Fakat durumun böyle olmadığı, deri, dil ve kan, gruplaşmada muayyen bir rol oynasa da bunun toplumun temeli olmayacağı ortadadır.
Bunlar değişik iklimlerin insan bünyesine verdiği ayrılıktan öteye geçmemektedir. Bu yüzdendir ki İslâm, dil, renk ve soy'a dayalı bir düşünce istikâmetinin arkasından gitmeyi kabullenmemiş ve yermiş, toplumu temel bir inancın üzerine oturtarak, toplumun oluşunu bunun üzerinde kurmaya çalışmıştır.
1- Ayrı inanca sahip ve bu inançlarını devletin ana felsefesi yapmış ülkelerin, ayni inancı taşımayan yabancı bir kimseyi yabancı bilmesi nasıl normal ise, İslâm memleketinde de gayr-ı müslim'in yabancı telâkki edilmesi normal karşılanmalıdır. Bu inançtan ötürü doğmuş yabancılıktır.
2- Şüphesiz bütün insanları ayni inancın etrafında toplamak muhaldir, fakat şu durum vardır:
- a)Bir inancın etrafında toplanmış olan kimselerin çokluğu.
- b)Varlıkları, az bir sayı ifade etmesi.
Evvelâ İslâm inanç hürriyetini şu âyetle teminat altına alır:
"Dinde zorlama yoktu" [1338]
Zaten İslâm akaidi zorla ve baskı sonunda inanç değiştirmenin bir inanç değiştirme olmayacağını, insanın kalbinde yaşattığı mancın önemli olduğunu belirtmiştir. [1339] Madem ki durum böyledir. Müslümanlarla yaşamaya razı olmuş müslüman olmayanlara karşı müslümanların tutumu ne olacaktır?
İşin Hukuki (Fıkıh) Yönü
3- Hazret-i Peygamber'in vicdan hürriyetine verdiği önemi, çeşitli inanca bağlı kimselerin beraberce yaşayabileceğini Medine'ye göç ettikten sonra, orada bulunan çeşitli din mensublarının liderleriyle yaptığı tarihî toplantı, dikkat çekicidir. [1340] "Yahudilerden bize uyanlar, haksızlığa uğramaksızın ve onlara muarız [1341] olanlarla yardımlaşmaksızın, yardım alacaklardır." [1342] Böylece Hazret-i Peygamber'in başkanlığı altında bir çok Yahudî kabîlesi Hazret-i Peygamberle anlaşarak federatif [1343] bir devlet oldular.
Başlangıçta, beraberce yaşamaya başlamış olan bu çeşitli dinlere men-sub kimseler, birbirlerinin dinlerine ve inançlarına sataşmadan karşılıklı bir anlayışla bugüne kadar gelmişlerdir.
Puta tapanlar da olsa iltica isteyeni kabul etmeyi sonra varacağı yere kadar emniyetle göndermeyi Allah emreder [1344] Müfessirler bu âyetin tefsirinde, emir ve yasağı öğrenmek için gelip fakat gitmek isteyeni emniyetle yerine ulaştırmasını Allah'ın Hazret-i Muhammed'den istediği şeklinde tefsir ederler.
İslâm toplumunda bulunan gayr-ı müslimler iki kısımdır: [1345]
1- Müste'minler: Muvakkat bir zaman için müslümanların aralarında kalmak isteyenler.
2- Devamlı müslümanlarla beraber kalan "Zımmîler". Böyleleri "Din dışı konularda müslümanların lehlerine olan lehlerine, aleyhlerine olan aleyhlerine olmak üzere müslümanlarla kalmaya razı" olanlardır. [1346]
İslâm, müslümanın ödemesi gereken malî vecibeyi (vergiyi) dinî bir vecibe bildiğinden gayr-i müslimlere dinî serbestiyet tanıdığı için bu zekâtı onlardan istememiş, bunun yerine cizyeyi onlardan almıştır. [1347]
Önemli Olan Husus
1- Gayr-i müslimler, yaşadıkları toplumda dîne bağlı hukuk kurallarına bağlı olma mecburiyetleri yoktur. Kur'an-ı Kerîm bunların içtimaî ve adlî işlerde muhtariyete sahip olduğunu belirtir. [1348] Bu noktada bir gayr-ı müslim şöyle diyor:
İslâm hukukunun gereklerine tecavüz etmemek şartıyla, Hıristiyanlar arasında davacı ve dâvâlının kendi mezheblerine mensub hâkimler tarafından kendi kanunlarına göre muhakeme edilirler ve dinî hususların ifasında, müdaheleden masun kalırlardı. [1349]
2- Son devirlerde görülmüş ve sırf ayrı bir cemaat olduğunu göstermek için "ayrı elbise giyme" durumu, Abbasî'ler devrinde kalmış bir âdet olup, İslâm'ın temel yasalarının emirleri gereği değildir. [1350]
3- Mallan gasbedilmez. Bu noktada okadar ileri gidilmiş ki, İslâm hukukçuları belirli bir süre için İslâm ülkelerine yerleşmiş (müstemin) kimse, ülkesine dönüp, müslümanların karşısında savaşta vuruşsa dahi İslâm ülkelerindeki malının gasbedilmiyeceğini, kendisine veya vârislerine teslim edilmesi gerektiğini bildirmişlerdir.[1351]
4- İnanç yönünden, bir Allah'a, Peygamberine ve Kitabına inanan ve Kur'an-ı Kerîm'de sık sık adı geçen Ehl-i Kitabı" [1352] bir de ibtidaî bîr inanca sahip olan putperest "müşrik" kimseler vardır. Tek Allah inancına sahip kimselerin inanç yönünden gayet bir farklılık da gösterseler, hepsi İslâm hükümetinin bir teb'ası olarak müsamaha görürler.
5- Bir müslüman erkek, kitap ehli olup bir kadınla evlenebilir. Fakat putperest yâni ilkel bir inanca sahip bir kadınla evlenemez. [1353] Ehl-i Kitapla evli bir müslüman erkek, hanımını sinagoga veya kiliseye gitmesine engel olmaz. Fakat bir müslüman kadın, hiç bir gayr-ı müslimle müslüman olmadan evlenemez.
6- Bir müslüman, Ehl-i Kitabın kestiğini yiyebilir.
Günlük Münasebetlerde
Kur'an-ı Kerîm'de geçen uzak komşu [1354] tâbirini Yahudî ve Hıristiyan komşuları olarak açıklayan tefsirciler vardır. [1355]
I- İslâm komşuya karşı vergili olmayı emreder. Hazret-i Peygamber, gayr-ı müslime verilenin sadaka sayılacağını belirtmişlerdir.
II- Selâm verdikleri zaman selâmları alınmalıdır. Zira onlara olan bize, bize olan onlara kaidesi vardır. [1356]
III- Dinî sembolleriyle alay edilmez.
IV - Cenazelerine karşı saygısızlık yapılmaz.
V- İdarî ve diğer işlerde çalıştırmada bir beis yoktur. Bu hususu, tarihî hâdiseler dile getirmektedir:
1- Hazret-i Ömer "Bir gün Suriye vâsîsîne, bize bir Rum gönder, gelir hesaplarımızı yola koysun" mealinde bir mektup yazdı. Medine'de bu idarenin yâni varidat idaresinin başına bir Hıristiyan tâyin etmişti. [1357]
2- Muâviye (661-680) pek çok Hıristiyan istihdam ettiği gibi ondan sonra gelen idareciler de aynı yolu takip etmişlerdir. Sarayda Hıristiyanlar önemli mevkîler işgal ederlerdi. [1358]
3- Mütasim zamanında (833-842) sarayda onun itimadını kazanmış iki Hıristiyan kardeş bulunuyordu: Soleviyye ismindeki, günümüzde Dışişleri Bakanlığı görevine benzer hizmetlerde bulunur ve hükümdarın hiç bir fermanı onun imzası olmadan muteber sayılmazdı. Kardeşi İbrahim ise özel mührü muhafaza eder, devlet hazinesine bakar, halbuki umumî paranın ve sarfiyat şeklini içine alan böyle bir önemli görevin bir müslümana bırakılmasının zarurî olduğu sanılır. Halîfenin İbrahim'e dostluğu o derece fazla idi ki hastalığı anında onu ziyaret etmiş, vefatına pek üzülmüş, cenazesini sarayına getirterek orada Hıristiyanlık âyinine uygun özel bir merasim yaptırmıştır.
4- Abdül Melik, Atanasyus isminde bir Hıristiyan bilginini, kardeşi Abdül-Aziz'e öğretmen tâyin etmişti.
5- Mu'temid devrinde (892-902) Anbar [1359] valisi bulunan Ömer bin Yusuf Hıristiyandı. [1360] Bu hususta, kaynaklar zengin bir bilgi vermektedir. Osmanlı sarayında büyük nüfuz sahibi olan gayr-i müslimler, her hafızanın duyduğu bir husustur.
6- Mabetlerini tamir etmelerine [1361] ve bulundukları yerde ibâdetlerini icra edecek bir yerleri yoksa, yapmalarına karışılmaz.[1362]
İster neye taparsa yapsın, onlara dille hakaret etmek yasaktır.
"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki; onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik" [1363]
Âyet-i Kerîme önemli bir noktaya temas etmektedir. Belki ayrı ayrı inançları taşıyanları birbirlerinin inançlarını basit görüp, herbiri kendi inancının üstünlüğünü savunabilir. Put perest de olsa bağlı olduğu inançla günlük hayatında izahı zor bir alışkanlık meydana geldiği için, yaptığı iş kendisine güzel gelir. Bu yüzden inançlar üzerine yürüme, toplumda fertler ve gruplar arasında kızgınlık ve dargınlıkların çoğalmasına sebeb olur.
7- Komşunun Şuf'a [1364] hakkı vardır. Yâni biri gayr-ı menkulünü satlığa çıkarırsa, komşu diğerlerinden öne geçme hakkına sahiptir. Bu genel hüküm içine gayr-ı müslim komşu da girebilir.
8- "Zımmîlerin ölülerinin kemikleri de müslüman ölülerinin kemikleri gibi saygı görmelidir. Onlara saygısızlık gösterilmesine müsaade edilmez;. Çünkü zimmîlere -mazhar oldukları himayeden dolayı- hayatlarında kötü muamele etmek nasıl yasak edilmişse öldükten sonra da kemiklerini hakaretten korumak mecburidir."[1365]
9- Hediyeleri kabul edilir. Hazret-î Ali'nin bildirdiğine göre:
Hz. Peygamber Kısra'nın hediyesini ve kralların kendisine verdikleri hediyeleri kabul etmiştir. [1366]
10- Hastaları ziyaret edilir. [1367]
11- Taziye verilir. "Ebû Yûsuf dedi:
Çocuğu yahut yakını ölen yahudi veya hıristîyana ne şekilde taziye yapmak gerektiği hususunu Ebû Hanîfe'den sordum. Şöyle dedi:
"Allah-ü Teâlâ, ölümü mahlûkatına yazdı. Acısıyla kederdıde bulunduğu kimsenin, beklenilen gaiblerin hayırlı olması Cenâb-ı Hak'tan temenni ederiz. Hepimîzin gidişi Allah'adır. Sana gelen musibete karşı sabırlı ol. Allah adedinizi azaltmasın."
Bize gelen bir rivayete göre, hıristiyan bir adam, Hazret-î Hasan'ın yanına gider, meclislerinde bulunurmuş. Adam ölünce, Hazret-î Hasan kardeşine giderek şu şekilde taziyette bulunmuş:
"Cenâb-ı Hak, dindaşlarından senin gibi musibete duçar olanların nail oldukları sevabı sana da versin. Ölümü bize mübarek eylesin. Vefat eden zatı da beklenilen gaiblerin hayırlısı eylesin. Duymakta olduğun acılara sabretmek gerekir.[1368]
Arkadaşlık, Kardeşlik Ve Kaynaşma
"îman etmeden cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden îman etmiş olamazsınız."[1369]
İnsanı birbirinden ayıran ve çözen bir çok kötü tutumlar var ki; bunlar Kur'an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber tarafından yerilmiştir. Başlıcaları: Fizyonomik yapı (derinin rengi gibi) ırk, soy ayrımı, sosyal mevkî v.s. gibi hususlardır. Bunların İslâmdaki tenkit yönü kendi özel konularında anlatılmıştır.
Ülfet = Uzlaştırma
Uzlaşmayı temin eden çeşitli sebepler vardır. Kardeşliğin ve kaynaşmanın meydana gelmesi için buna ihtiyaç vardır. Uzlaşmayı temin eden esasların başında din gelir. Zira dinîn genel prensipleri, saliklerinden karşılıklı yardımlaşmayı, birbirlerine sırt çevirmemelerini istemektedir. [1370] Hz. Enes'in Yüce Peygamber'den anlattığına göre O şöyle buyurmuştur:
"Birbirinizden uzaklaşmayınız, arka çevirmeyiniz, birbirinize buğz etmeyiniz, hasetlik yapmayınız, Allah'ın kulları kardeş olunuz" [1371]
Genel olarak bu yollardan uzak hayat yaşamayan kimseler arasında bir uzlaşma meydana gelmez. Din uzlaşmayı sekteleyen küskünlüğü yasaklamış: Kardeşinden bir sene küs bulunan onun kanını akıtması gibidir. [1372] Sonra din (İslâm) iki kişinin arasını düzeltmenin namaz, oruç, zekât kadar üstün bir iş olduğunu, zira iki kişinin arasının bozuk olması her şeyi kökünden yok edici olduğunu bildirmiştir. [1373] Cenâb-ı Allah dinin insan arasını uzlaştıran en büyük esas olduğunu Kur'an-ı Kerîm'de belirtiyor:
"Toptan Allah'ın ipi en sanlın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı"[1374]
Birbirlerinden ayrılmış bütün kabilelerin bir araya gelmesi İslâm sayesinde olmuştur. Gerçekte İslâm'ın gelişi ile birlikte Araplar'da görülen ayrılık azalmış ve görülmemiş bir kaynaşma kendisini göstermiştir. Bu âyete bakarak şöyle bir sonuca gidilebilir. Fertler ve gruplar arasında uzlaşmayı temin edecek en güçlü vasıta kişilerin ruh ve madde dünyalarına hükmeden dindir.
"Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarfetsen bile sen onların kalplerini uzlaştiramazdın; ama Allah onları uzlaştırdı" [1375]
Cahiliye devrinde Evs ve Hazrec kabîleleri arasında düşmanlık vardı. Allah onların arasını İslâm'la uzlaştırdı. [1376] "İnanıp yararlı iş işleyeni Rahman (Allah) sevgili kılacaktır" [1377] yâni onları mü'minlerin kalplerinde sevgili yapacaktır. [1378]
Bu âyete göre uzlaşmayı temin eden ikinci esas kulun îmanla birlikte "iyi iş" işlemesidir. Toplum kalkınmasına kendisini vermiş bir kimse -bunu gösteriş için değil de sırf Allah rızası için yaparsa- karşılığında kullardan bir menfaat beklemediği için insanlar arasında günden güne sevilir ve onların kalplerine yerleşir.
Her türlü beşerî hizmet yarışına katılanların toplumdan aldıkları en büyük mükâfat bu olsa gerek. Böyleleri herşeyden evvel kendilerini yaratan Allah'ın sevgisini elde ederler. Bir kul için bundan daha iyi bir mükâfaat olamaz. "Allah bir kulunu sevdiği zaman, Cebrail'i çağırır ve şöyle buyurur:
"Ben filânı seviyorum o da sever'. 'Onu Cebrail seviyorum' der. Sonra gökte ilân ederek şöyle söyler. 'Allah şunu seviyor. Bu bakımdan onu seviniz'. Bunun üzerine göktekiler onu sever" [1379]
Bu sevgiyi Allah nezdinde doğurtan inanç ve amel-i salihin (iyi işlerin) sinin gayet geniştir. Kur'an-ı Kerîm'de bir ifade yer yer zikredilmekle durumun önemine böylece dikkatleri çekmektedir. Bir çeşme yapan kimse, çevresinin ve oradan gelip geçenlerin sevgisini kazanır. Bu sevgi hiç görünmeden aynı kalplerin bir araya gelmesini doğurtur.
3- Akrabalıkta ülfeti = uzlaşmayı meydana getiren bir vasıtadır. Birbirlerine pek yakın olmayan kimseler bir evlenme münasebeti neticesinde gayet yakınlaşırlar. Bu durum en çok ilk önce yabancı ve sonra nikâh neticesinde birbirlerine herkesten daha fazla yakın olan koca ve karıca görülür. Aralarındaki ülfeti ve sevgiyi başkaları arasında bulmak imkânsızdır. Kendilerinden doğan çocuklarda da durum öyle olur. Ebeveyn, büyük bir sevgi ve şefkatla çocuklarını bağırlarına basarlar ve ona insanla kaynaşmanın ilk kıvılcımlarını sunarlar. Onların bu sevgisi yerindedir. Zira Hz. Peygamber buyurduğuna göre
"Her şeyin bir meyvesi vardır, kalbin meyvesi ise çocuktum." [1380]
4- Sevgi ile kardeşlik: Birbirlerine ruhî yönden yakınlık hissedenler, gitgide birbirlerine yaklaşırlar.
Bu durum onları birleştirir. Bunun faydası çoktur. Hayatın ve yaşanılan yerin sevilmesi gönüldaşlarladır. Tanıdığı olmayan bir yerdeki insanın hayatı zordur. Böylesi sıkılır ve bulunduğu yeri sevmez olur. Fakat arkadaş peydahlaşınca oraya ısınmaya başlar. Gün gelir ki yaşamak istemediği yerden ayrılmak istemez. Bu sebepten Hz. Ömer:
"Kardeşlerin buluşması üzüntülerin cilâsidır." Hz. Ali oğlu Hasan'a:
"Garip dostu olmayandır." İbnül-Mu'tez:
"Kardeşler edinen yardımcı elde etmiş olur" [1381] demişlerdir.
Ülfet Ve Kardeşliğin Önemi
Ülfet, güzel ahlâkın, ayrılık kötü ahlâkın bir meyvesidir. Ahlâkın güzel olması karşılıklı sevgiyi, uzlaşmayı, muvafakati gerektirir. Ahlâkın kötülüğü, karşılıklı nefreti çekememezliği ve ayrışmayı doğurtur. [1382] Güzel ahlâk din sınırları içinde gizli kalmayıp övülmüştür. Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed'in en güzel ahlâk üzerine yaratıldığını [1383] belirterek ahlâkın dindeki yerini gayet iyi ortaya koymuştur. Hz. Peygamber'in bu hususta çok hadisleri vardır.
1- Cennete girecek olan insanların çoğu Allah'tan korunan ve k'i en güzel olandır. [1384]
2- İnsanlara verilen şeylerin en iyisi güzel ahlâktır. [1385]
3- Ben ahlâkın en güzelini tamamlamak için gönderildim. [1386]
Konu ile ilgili nakledilen hadislerin bazıları şöyledir:
1- Mü'min ülfet eder. Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayandan hayır yoktur. [1387]
Hadis'e göre uzlaşmak mü'minin sıfatlarından biridir. Bu karekteri taşımayandan hayır yoktur.
2- Arşın etrafında nurdan olan minberler vardır. Bunların üzerinde elbiseleri ve yüzleri nur olan bir grup insan vardır. Bunlar ne peygamber ve ne de şehitlerdir. Fakat peygamberler ve şehitler onlara imrenirler.
"Allah'ın Resulü onları bize anlat, dediler.
"Onlar Allah için birbirlerini seven, Allah için birbirlerinin yanında oturan ve O'nun için birbirlerini ziyaret edenlerdir. [1388]
3- Allah-ü Teâlâ bir kutsî hadisinde buyuruyor:
Benim için birbirlerini ziyaret edenlere, birbirlerini sevenlere, kolaylık gösterenlere ve yardımlaşanlara sevgim gereklidir. [1389]
4- Hz. Peygamber'in bildirdiğine göre Allah-ü Teâlâ:
"Bir ilâhî hadiste- Kıyâmet gününde şöyle buyurur:
"Birbirlerini sevenler nerededir, gölgemden başka bir gölgenin bulunmadığı bu günde onları gölgelendiririm."[1390]
Birbirlerini Allah için sevmenin önemini yukarıdaki hadisler belirtmektedir. İslâm her şeyde olduğu gibi sevgide gösterişe ve menfaate bağlı bir dostluğu istemez. Zaten bir menfeat yahut geçici bir reverans için kurulan dostluk üzerinde zaman geçmeden ayrışmaya götürür, üstelik bunun zararı vardır. Bu dostluk anlarında, birbirlerine tevdi ettikleri sırlar ve görülen kusurlar başkalarına söylenmeye başlanır. Arada günden güne meydana gelen uçurum belki de nahoş hadislerin doğmasına kadar götürür. Fakat Allah için olan dostluk böyle değildir.
Onlar O'nun rızasını kazanmak için birbirlerini severler. Aralarında bir alışveriş yoktur. Ruhlarını O'na takmışlar. Özlerini O'na dönüştürmüşlerdir. Zaten böylelerin iç dünyasına geçici arzular ve basit menfaatler hülûl etmez. Onlar malın ve mevkînin bir görüntü, fakat Allah'ın ise baki olduğuna inanmışlardır. Yâni sevgilerini her an yok olabilen bir madde üzerinde oturtmamışlar fakat her şeye mâlik ve kadir olan Allah rızasına uygun bulmuşlardır. Hz. Peygamber:
"Biri Allah için (dîn) kardeşini ziyarete gider, Allah ona bir melek'i gözcü gönderir." Melek:
"Nereye gidiyorsun? dîye sorar. O:
"Filân kardeşimi ziyaret etmek istiyorum, der."
"Bir ihtiyaçtan dolayı mı?
"Hayır."
"Aranızda bir akrabalık mı var?
"Hayır."
"Sana olan iyiliğinden mi?
"Hayır."
"Ya niçin?
"Onu Allah için seviyorum." Bunun üzerine melek:
"Allah beni sen o adamı sevmedenden dolayı seni sevdiğini ve sana cennetin gerekli olduğunu bildirmek için gönderdi. [1391]
Bu Sevginin Oluşu
Yaptığı iyi işlerle dikkati çeken insan bunu sırf Allah için yaparsa böylesini amelinden dolayı sevmek gerekir. Demek ki, bu sevginin kaynağı kişinin bulunduğu ruhî ortamdır.
Kişi hanımını kendisini günahtan koruduğu ve kendi arkasında hayır duada bulunacak bir çocuğu dünyaya getireceği için sever, bu sevgi iyi niyyete matuf bir hareket sonucudur. İlim öğreten biri şayet bunu Allah rızası için yapıyorsa sevilir. Demek ki bu sevginin dayandığı kaynak bizzat Manî'dir. Beşerî zaafların bunda yeri yoktur.
Arkadaşta Bulunması Gereken Meziyetler
Çoğu zaman arkadaş insanın sahip olduğu inanç ve hayat anlayışını konuşturan vasıtadır. Bunun için Hz. Peygamber:
"Kişi sevdiği arkadaşının dini üzerinedir" [1392]
Arkadaşlık bir karakter anlaşmasıdır. Ayrı bir karaktere sahip olan kimseler pek yan yana gelmezler. Arkadaşlığın faydası çoktur. Bunlar:
- a)Dünya,
- b)Dîne ait olmak üzere iki noktada mütâlâa edilebilir.
- a)Maddî durumdan yararlanma (Bu konumuz dışındadır.)
- b)Bunda çeşitli gayeler vardır.
I- İlminden ve amelinden yararlanma.
II- Komşuluk. Amel ve İbâdetle ondan utanarak kalbi kötülüklerden ve vesveselerden kurtarmak.
III- Âhirette kendi hakkında şefaatini beklemek.
Bu bakımdan seleften biri: "Din kardeşliğini çoğaltınız, zira her mü'minin şefaati vardır" [1393] demiştir.
Gözetilecek Hususlar
1- Akıllı olmalıdır: Esas olan budur ve bu her şeyin başıdır. Ahmakla yapılan arkadaşlıkta hayır yoktur. Ahmak anlamadığından yararlı ve yardım edeyim derken zarar verir.
2- Güzel ahlâklı: Akıllı insan bir şey anlıyabilir. Fakat kızgın arzu ve ihtiras onun gözlerini bürüdüğü zaman doğruya eğri diyebilir. Arkadaşın akıllılıkla birlikte, güzel ahlâkla da bezenmelidir. Bu hususta Cenâb-ı Hak:
I- "Bizi anmayı kendisine unutturduğumuz, işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma" [1394]
II- "Bana inanmayan ve hevesine uyan kimse, seni ondan [1395] alıkoymasın, yoksa helak olursun" [1396]
III- "Bana yönelen kimsenin yoluna uy" [1397]
IV- "Yalancılara [1398], çok yemîn edenlere uyma" [1399]
Kur'an-ı Kerîm'de ahlâk dışı hareket edenlere uymamanın gerektiğini bir çok yerlerde beyan eder. Hz. Ali bir şiirinde:
"Kardeşin, her zaman seninle olandır Seni yararlandırsın diye kendisini zarara sokandır"[1400] der.
Bilginlerden biri ; "Yalnız şu iki kimse ile arkadaşlık yapınız" demiştir.
I- Din işleri hakkında bir şeyler öğrenip yararlandığın.
II- Dinin işleri hakkında kendisine bir şey öğretmeğe kalkıştığın zaman bunu sizden kabul eden [1401]
Cafer-üs-Sadık: "Beş kimse ile dostluk yapmayınız" demiştir.
I- Yalancı: Ona karşı daima gururlu olmalısın. O tıpkı şarap gibidir. Sana uzağı yakınlaştırır, yakını senden uzaklaştırır.
II- Ahmak: Sana faydalı olayım derken zarar verir.
III- Bahil: Kendisine en çok ihtiyaç duyduğun zaman seni bırakıp gider.
IV - Korkak: Beraber bulunur, fakat şiddet anında hemen kaçar.
V- Fasık: Seni bir lokmaya belki de ondan aza satar. [1402]
Dost edinirken bu yollara sahip olan kimselere yanaşmamaya dikkat etmeli, bunun için de dostluğu hemen kurmamalı, üzerinde zamanın geçmesini beklemeli ve bir çok noktalarda denemelidir, yalnız dostluğun da bir derecesi vardır.
Me'mun dostları üçe ayırır.
I- Gıda gibi: İnsan buna her zaman muhtaçtır.
II- İlâç gibi: Bazı anlar ihtiyaç duyulur.
III- Hiç faydası olmayan: İnsan bunlarla dostluğu arzu etmese de, böyleleri hastalık gibi olduğundan bazı anlar bunlarla dost olunur. [1403]
Kardeşliğim Ve Dostluğun Hakları
1- Malî yardımda bulunmak: Bunun için Hz. Peygamber:
"İki kardeşin durumu birbirlerini yıkıyan iki el gibidir" buyuruyor. El ele muhtaç olduğu gibi insan da insana her zaman muhtaçtır. Sıkışık anlarda kardeşini desteklemek kadar erişilecek manevî bir haz yoktur. Hz. Peygamber Mekke'den göçenleri Medîne'de bulunan yerli müslümanlarla yaptığı "kardeşleştirme" insan oğlunun hiç bir devirde erişemediği üstün bir kemâli arzeder. Evlerini ikiye bölüp, üst katlarını, tarlaların yarısını onlara vermişler. Hattâ iki karısı olan birini boşatıp manevî kardeşine nikahlamak isteyenler çıkmıştır. Şüphesiz bütün bu icraatta tek baskı yoktur. Ama imkânlarını kardeşleri uğruna seferber etmelerini zorlayan onların kalplerindeki îmandı. Verirken pişman değillerdi, üstelik kardeşlerinin mâlı durumlarının düzelmesi onları coşturuyordu. Her an toplum içinde bu ameliyeye doğru gidip kardeşlerini mâlî yönden destekliyerek içtimaî hayatta görülen sefaletleri, kendi içinde bertaraf edilebilir.
2- İstemeden ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak: İsteme anında da gayet onu tatlı bir söz, güler yüzle ve büyük bir sevinçle karşılayıp giderme yönüne gidilmelidir. Hattâ bir ihtiyacını arzeden kimse sonra onu istemeyi unutursa isteğini ikinci sefer hatırlatmalı ve her an gidermeye hazır olduğunu ifade edip [1404] işlerini kendi işi gibi takip etmelidir. [1405]
3- Din kardeşinin arkasında veya huzurunda ayıplamaya kalkışan kimseye karşı susup onunla münakaşaya girişmemelidir. Durumları hakkında soru sormak ve tecessüsden vazgeçmeli. Bir yerde-pazarda, sokaktan- gördüğü zaman durumunu arzetmeli, soru yağmuruna tutmamalı. Belki de söylemesi kendisine ağır gelir yahut yalan söylemek mecburiyetinde kalır. Açtığı veya özel dostlarına bile açmadığı sırları deşmeye kalkışmamalı, dostlarını, aile ve çocuklarını kötülediği zaman susmalı [1406] Zira bu onun Özel mes'elesidir. Aralarında bulunmak İyi değildir. Bir an kötülemekle meşgul olduğu, aile ve çocukların aleyhinde kalkıp konuşmak onun bu hususta ileri gitmesine destek olunmuş olur.
Kusursuz insan olmaz. Binaenaleyh kardeş olarak kabul edilen kimsede herhangi bir kusur çıktığını görürse hemen şikâyete kalkışmamalı ve hemen kendisinin Allah'a karşı olan kusurlarını düşünmeli.
İnsanın anısını istemediği bazı olaylar vardır. Bu olayların hergün anlatılması kişiyi manen çöktürür. Enes'in anlattığına göre Hz. Peygamber, kişinin sevmediği şeyi ona yöneltmezdi. [1407] Kusur aramaktan ziyade mazeret aramalı, İbn-i Mübarek: "Mü'min mazeret, muristik ayıp arar" [1408] diyerek bu noktaya gayet iyi parmak basmıştır.
En önemli nokta: Kardeşinin ayıbını örtmek. Belki de toplumda kırgınlığın fazlalaşması insanların birbirlerinin küçük ayıplarını örtmeme ve onları her an ortaya çıkarma yarışı içinde olmalarından ileri gelse gerek. Hz. Peygamber:
"Müslümanın kusurunu örteni Allah da kıyamet gününde onun kusurunu örter" [1409] buyuruyor.
Hasılı kardeşliğin dayanağı: söz, iş ve sevgide olgunluktur. [1410]
4- Üçüncü şıkta anlatılan husus yapılan yanlış hareketleri açmamak ve kapamak yüzünden susmakla ilgili idi. Susuşun sebebi onu kollamak ve onu korumak içindi, fakat onun kalp dünyasını sevince boğacak mes'elelerde susmak yersizdir. Sonra seven kimse bu sevdiği dostuna karşı dille bunu ifadelendirmen. Hz. Peygamber: "Sîzden biriniz kardeşini sevdiği zaman onu kendisine bildirsin" [1411] buyurması da bu hususu teyit etmektedir.
Dostluğu kabullenen kimse onun bütün hukukunu omuzları üzerine almış sayılır. Binaenaleyh onun olmadığı yerde o vardır. Sataşma esnasında onun hukukunu koruyandır. Ona uzatılan dili kendisine uzatılmış kabul eder. Dille ona bir eziyetin yapılmasına müsamaha etmez. Bir toplulukta dostunu haklı olarak savunduktan sonra onu gidip kendine iletmesi uygun olmaz. Çünkü müdafaa ederken kendisini müdafaa etmiştir.
5- Yaptığı din bakımından yanlış bir harekete döndüğünde, başbaşa kaldıkları bir zaman söylemelidir. Arkadaşlıktan bir gaye de birbirinde iyi huy ve bilgi edinmedir. Zaten maddî menfaat sağlamak için yapılan arkadaşlık kardeşlik değildir.
6- İster doğru veya yanlış, özür beyan ettiği zaman özrü kabul edilmeli, fazla israra yönelmemeli. Hz. Peygamber:
Mazeret ileri sürenin mazeretinin kabul edilmesini istemiştir. [1412]
7- Kendisi için her istediği şey hakkında kardeşine de sağlığında ve ölümünde dua etmektir. Kendisi için yaptığı duayı ve duada arzu ettiği şeyleri hiç ayrım yapmadan dostu için de yapmalıdır. Hz. Peygamber:
"Kardeşine arkasından dua edene, melek 'Sana da aynısı vardır" [1413] buyuruyor.
8- Sevgisinde vefakâr olmalıdır. Burada vefanın mânası sevgisi üzerinde bulunmak, ölümüne kadar devam ettirmek. Öldükten sonra çocuklarına ve dostlarına aynı sevgiyi sürdürmektir. [1414]
9- Hafifletmek ve zarar verici şeyleri terketmek. Yâni kardeşine zahmet olacak şeyleri yüklememek, yalnız bulunurken nasıl rahat hareket ederlerse öylece birbirlerinin yanında rahat hareket etmelidirler. Eğer aralarında hâlâ ihtiyaçlar için resmiyet varsa, bu dostluk yerine oturmuş bir dostluk değildir.
Hasılı: Dünyayı geçerken günlerin huzur dolu bir mâna içinde yüzülmesi isteniliyorsa hayatın her yönü inanç kardeşliği ile donatmak gerekir. Dostlar insana hayatı sevdirir, iştiyakla hayata bağlanmayı sağlar.
11- EVLER
"Yapı, ev şehir, ve kasabalar gibi sığınak yerleri, geçim genişliğinin rahat ve medeniyetin icap ve talepleridir."[1415]
"Allah size evlerinizi dinlenme yeri kıldı. Hayvanların derilerinden yolculukta ve ikâmet zamanlarında kolayla taşıyacağınız evler..." [1416] Yalnız insanoğlunun değil diğer hayvanlarında kendine has evleri vardır. Bu hususta Kur'an-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakkın, bal arısına, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edinmesini öğrettiği [1417] bildirilmektedir. Kur'an-ı Kerîm eski milletleri anlatırken bunlar arasında Ad milleti yerine getirilen Semud Kavminin ovalarında köşkler kurduklarını, dağlarında kayadan evler yonttuklarını. [1418], Hicr halkının dağlarda güven içinde refah evler yaptıklarını [1419] anlatır, fakat sonra kavmine gönderilmiş Hz. Salih'e inanmıyan Semutlular haksızlık yaptıklarından dolayı çökmüş evleri ortada var. [1420]
Kur'an-ı Kerîm'de ev hususunda yer alan bir çok âyetler var. Yukarıda arzedilen âyetlerde anlatılan hususlar şöyle sıralanabilir:
1- Evler dinlenme yeridir. Göçebe hayat yaşıyanlar derilerden çadırlar yapmışlardır. Dolayısiyle gittikleri yere çadırlarını kurarak her aile kendi özel hayatı içine girer.
2- Her hayvanın kendi bünyesine göre bir evi vardır. Bu evin yapısını ona ilâhî kudretin fısıldadığını Kur'an-ı Kerîm anlatmaktadır.
3- Daha çok eski milletler, dağ yamaçlarında evlerini kurmayı tercih etmişler ve taşları yontarak bir çeşit dağ içi ev yapmışlardır. Bugün bunların kalıntılariyle karşılaşmak mümkündür.
4- Dağlar içindeki bu evler daha güven sağlar mahiyettedir. Bunun stratejik yönden önemi olsa gerek.
5- Fkat güzel mamureler göz alıcı güzelliklere sahip olan yerleşme yerleri halkının yaptığı hazırlıklarla tarihe gömmüşler ve yalnız arkalarında bu mamurelerin kalıntılarını bırakmışlardır. Tarih, bu yıkılışları gayet Hazin anlatır. Ama bu yıkılışların tek sebebi var. O da Kur'an-ı Kerîm'de geçtiği üzere:
Haksizlık. Bu fiil, mamureleri harap hale getirmiş, insanoğlu ibret alsın diye geriye izler bırakmıştır. Arkeoloji bunlar hakkında zengin bir bilgi malzemesine sahiptir. Ama arkeologla tarihçinin bu kalıntılar üzerinde yaptığı çalışmaları sosyolog değerlendirip kendi sosyal hayatı hakkında bazı uyarmalarda bulunmalıdır. Yoksa bu tarihî kalıntılar, bir fantazi ve bir müzelikten öteye hükümleri kalmaz. Bunda ahlâkçının da, ahlâksızlığın neler yaptığını vesikalandırmada büyük faydası vardır. Olaylar anlatılırken, olayların cereyan, ettiği tarihî yerlere gözleri bir an çektirip, tarihî topluluğun yaşayışı neticesinde karşılaştığı sonuçla, hali hazırdaki toplum ferdinin kendi yaşayışı ile o devri mukayese ettirmeye yöneltmelidir. Öyleyse ahlâkçı yer yüzünde yıkılan mamureleri kendi ahlâkçılık anlayişıyle konuşturma yoluna baş vurmalıdır.
Hakikaten ev her devrin insanın mutluluk için aradığı bir nesne olmuştur. Basit de olsa herkes kendine ait bir evin olmasına çok isteklidir. Fakat bu evde huzur doğurtucu değildir. Evin şerefini arttıran ve evi önemsiz hale getiren hususlar vardır.
Evin şerefi sahanın genişliği ve komşularının iyi durumlarıdır. Bereketi, yerinin yüksekliği, sahasının genişliği komşularının güzel davranışlarıdır. Hz. Ali'nin anlattığına göre:
"Dört haslet saadet ve dört haslet de şikâyet konuşur. Saadetten olanlar: Temiz kadın, geniş ev, temiz komşu, iyi binektir. Şikâyet konusu olanlar: Kötü komşu, kötü kadın, dar ev ve kötü binektîr" [1421]
Evin genişliği, dostların çokluğu dünya saadeti için önemli bir faktör olduğu bildirilmesi [1422] garipsenmemelidir. Hz. Peygamber Medine'ye vasıl olup bugünkü Medine'de bulunan büyük caminin yerinde bir cami yaptı. Caminin bir tarafında da kendileri ve ailelerine bir kaç oda yaptırılmıştır. [1423] Zaten Medîne'ye göç eden müslümanları oraya intibak ettirmek için de onlara ev teminine uğraşması ve dolayısıyle yapılan "kardeşleştîrmede" birbirine kardeş olanlar, evlerini aralarında bölüşmüşterdir. Dikkate değer önemli bir husus da harflerin ikincisi olan büyük "-B-" harfinin iki odalı ve arasında bir salon olan bir yapı tipinin şekli olmasıdır. Grekçede Bet, İbrânice'de Bet Arapça'da kısaltılmış "Bâ" "Beyt" ev manasınadır. Yunanca'daki "Beta" ev mânasına olup, İbrânice, Fenikece ve Arapça'da aynı mânayadır. Bu evdir. Harfte (B) bu şekli almıştır, iki odalı ev [1424] Kur'an-ı Kerîm ifadesine göre yeryüzünde ilk kurulan ev [1425] Mekke'deki Kâbedir.
Ev Yapılırken
Ev yapımına başlamadan önce kurulacak evin çevresi, komşuları göz önünde bulundurulur. Bunlar iyi seçildikten sonra mevcut camiye olan uzak ve yakınlığı iyice hesaplanmalıdır. Hattâ cami yolunda olması tercih
etmelidir.
İslâm'da ailesi için iyi olmak en iyi bir iş [1426] ve onlar uğrunda çalışmak Allah yolunda savaşmak gibi [1427], telâkki edildiğinden ev yapımına başlayan kimse bir ibâdet içinde olduğunu unutmamalıdır. Temeli atılmadan Hz. Peygamber'in şu buyruğuna kulak verilmelidir.
"Ev yapan bu sebebten bir koç boğazlasın ve etini düşkünlere yedirerek şöyle desin: Allahım benden, ailemden, çocuklarımdan, cinlerin ve şeytanların şerrini uzaklaştır" [1428]
Başka bir hadiste:
"Allahım günahımı bağışla, evimi genişlet ve rızkımı bereketlendir" [1429] buyurur.
Ev yapımı bittikten sonra evin hayırlı olması temennisinde bulunulur.
Ev Döşemesi
Evin döşemesinde israfa kaçılmaz. Hele fuzulî ve göstermelik eşya ile doldurulmaz. Ama döşemeleri edinmek caizdir. Câbir (r.a.) anlatıyor:
"Ben evlenince Hz. Peygamber bana:
"Etrafı saçaklı oda döşemeleri edindin mi?" diye sorunca, ben bizim nereden, saçaklı döşemelerimiz olacak dedim. Hz. Peygamber:
"Hayır, sizin yakında süslü döşemeleriniz olacak" [1430] buyurdu.
Evde hem ev halkının ihtiyacını karşılıyacak hem de gelecek misafire yetecek şekilde yatak hazırlanmalıdır. Yalnız bunda da aşırıya gitmekten kaçınmalıdır. [1431] Altın ve gümüş kaplar kullanmak yasaktır. Hz. Peygamber: "Altın ve gümüş kaptan içmeyiniz" [1432] buyurmuştur. Gazâlî bu yasağın üzerinde durarak basit maddelerden yapılmış kapların görebileceği işlere büyük para isteyen altın ve gümüşe bağlamanın yersizliğinden bahseder.[1433]
Altın ve gümüşten, daha çok meşrubat levazımatı yapılmaktadır. Müslümanın bundan sakınması hem dinî, hem de menfaati icabıdır. Zaten din de faydalı olan şeyi emreder. Faydasızı yasaklar.[1434]
Evin içini, duvarlarını bol resimlerle süslemekten kaçınılmasını Hz. Peygamber bir çok hadislerinde bahsetmiştir. Çeşitli mecmua ve takvim yapraklarında görülen İslâm adabı dışında bir örtü içinde olan kadın resimleriyle duvarları doldurmak yasaktır. [1435] Çocuk oyuncaklarının bulunmasında bir sakınca yoktur. [1436] Perdelerde, yastık ve diğer ev eşyalarında nebat, ağaç, deniz, yıldız v.s. resimler bulunursa bir şey gerekmez. Esasen hadislerde şiddetli yasak tapmağa vasıta olan resimleri sokmaktır. Hz. Peygamber; İslâmiyeti tebliğ ettiği zaman musavvir (putları yapan) ve bunları alıp evine sokan kimseler vardı. "Eğer resim bir canlıya ait olursa, fakat yukarıda zikrettiğimiz mekruzlardan takdis ve tazim düşüncesi de olmaz ve Allah'ın yaratıklarına benzetme kasdi da bulunmazsa bence yine haram değildir. Bu konuda bazı sahih hadisler rivayet edilmiştir." [1437]
Kapların muhafazası:
Kaplar, sağa sola atılmadan iyi korunmalıdır. İçinde yemek bulunan kaplar mutlaka örtülmelidir. Hz. Peygamber:
"Kapları örtünüz. Kırbaların ağzını bağlayınız. Çünkü sene içinde öyle bir gece vardır kî; o gecede veba hastalığı nazil olur. Üzerinde perde bulunmayan bir kaba yahut üzerinde bağ) bulunmayan bir kırbaya uğrarsa muhakkak bu vebadan oraya iner." [1438]
"Örtecek bir şeyi yoksa kapları yüz aşağı kapayın" [1439] buyurmuştur. Kaplar iyice yıkanmalıdır. Şayet içinde fare gibi bir şey ölmüşse onu iyice yıkamalı ve ondan sonra kullanmalıdır. [1440]
Evi Koruma
1- Evin içi temiz tutulması gerektiği gibi [1441] kapı önü ve etrafı da temiz tutulmalıdır [1442]
2- Ev dayanaklı olmalı herhangi bir âfet neticesinde hemen yıkılabilecek cinste olmamalıdır. [1443]
3- Gece başlayınca çocukları eve alıp "Bismillâhirrahmânirrahîm" deyip kapılar kilitlenmelidir. [1444]
4- Uyurken evin içinde bulunan ateş söndürülmelidir. [1445] Yangınların çoğu bundan çıkmaktadır.
5- Evin önünde evin görünüşünü bozacak yahut giden geleni rahatsız edecek bir şey varsa kaldırılmalıdır. Zira insanlara eziyet veren bir şeyi yoldan kaldırmak îmanın bir parçasıdır. [1446]
6 - Ev eşiğinde yahut kapı önünde oturmaktan kaçınılmalıdır. Umumun faydasına olan yol ve kaldırımı işgal etmek uygun düşmez. Oturmak gerekiyorsa yolun hakkı verilmelidir. [1447]
Eve Girerken Ve Çıkarken
1- Kendine ait olan bir eve giren kimse Hz. Peygamber'e göre, şu duayı okur:
"Allah'ım gittiğim ve çıktığım yer'erin en hayırlı olmasını senden dilerim. Bismîllâh diyerek giriyoruz vs Bismillah diyerek çıkıyoruz. Biz Rabbimiz olan Allah'a güveniyoruz" [1448]
2- Evdekilerine selâm verir, Allah şöyle buyurur:
"Evlere girdiğiniz zaman kendi adamlarınıza Allah katından bereket, esenlik ve güzellik dileyerek selâm verin"[1449]
Evde kimse yoksa, "es-Selâmü aleyna ve alâ İbâdillâhi-s-Sâlihîn- Selâm bize ve Allah'ın temiz kullarına olsun" der.
4- Yabancı bir eve girerken ev sahiplerine seslenmeden ve selâm vermeden girilmez. [1450]
5- Cevap verilmediği takdirde izin verilmeden içeriye girilmez. Geri dönülmek istediğinde hemen dönülmemelidir. [1451] Üç defa kapı dövülür, izin verilmezse geriye dönülür. [1452] Bunun faydası evin ayıplarının görülmemesidir. Çünkü evde sahibinin olup olmadığı bilinmez.
6- Girmeden önce selâm verilir. Ondan sonra "gireyim mî" diye sorulur. [1453] Girdikten sonra, sağa sola bakmadan kendisine gösterilen yere oturur.
7- Kapıyı döven kimse ev sahibi tarafından kim olduğu sorulunca adını ve şöhretli lâkabını söylemelidir. [1454]
Başkasının Evini Gözetlemek (Röntgencilik):
Başkasının mahrem hayatını pencereden, kapı deliğinden ve aralığından seyretmek İslâm ahlâkına uymayan kötü bir harekettir. Biri Hazret-i Peygamber'in kapısındaki bir delikten içeriye bakar. O sırada Hazret-i Peygamber elinde midra denilen demir tarakla başını tanyormuş. Hazret-i Peygamber onun bu durumunu görünce:
"Şayet senin beni gözetlediğini bilseydim şunu gözüne saplardım. Çünkü izin ancak gözden dolayı koyulmuştur" [1455] der. Bu mahiyetteki diğer hadislerde bu suçu işleyene karşı ev sahibinin şiddet hareketine baş vurmasında haklı olduğunu ve bunun suç teşkil etmiyeceğîni belirtmiştir. [1456]
Evden Çıkarken
Evden çıkarken Hazret-i Peygamber'in sünnetine uyarak şu duaları okur.
1- "Ben Allah'a güvenerek Allah'ın adıyla çıkıyorum. Güç ve kudret ancak Allah'ındır." [1457]
2- Allah'a güven üzerine Allah'ın adiyle dışarıya çıkıyorum. Allah'ım doğruluktan sapmaktan yahut sapıtılımaktan, kaymaktan, kaydırılmaktan, haksızlık etmekten yahut haksızlığa uğramaktan, kaba davranmaktan veya bana kaba davranilmasından sana sığınırım [1458]
Evde Hayvan Besleme
Evin ayrı bir yerinde (ağılda) hayvanları (koyun, sığır, at, deve v.s.) beslenilmesi teşvik edilmiştir. Kediden bir sakınca yoktur. Fakat köpek üzerinde tartışmalar vardır. Acaba Hz. Peygamber'in hadisinde yer alan köpek "evi kollamak korumak için olan cisten mi yoksa sırf insanlara saldıran cinsten olan mı? Ve bu gaye için beslemek mi?" Bilginlerin görüşü şudur:
Bir kimse evini ve sürüsünü korumak için köpek beslerse bunda bilginler, ayrılığa düşmüşlerse de, fakat doğru olan beslenmenin caiz olduğudur. Hayvan, bağ ev bahçenin korunması için köpek beslemek ittifaken caizdir. Fakat fuzulî beslemede sakınca bulmuşlardır. Hattâ tâlim görmüş köpeği öldürme diyeti gerektirir. [1459]
Uyku
Allah uykuyu bir dinlenme zamanı kılmıştır. [1460] Uykusuzluğun vücut yapısını ne kadar sarstığını her insan tecrübesinde anlamıştır. Normal uyku zamanı gecedir. Gece iş yapmak zorunda olmayan müslüman yatsı namazından sonra Allah'ın bir örtü olarak yarattığı [1461] geceleyin iştirahate çekilir. Sabah namazından önce kalkar. Çünkü sabah namazının vakti tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadardır.
Müslüman bu süreyi vücudunun istirahatına ayırır. Genel olarak gece bir örtü vazifesi gördüğü için bütün hayvanlar da tıpkı insanlar gibi uykuya dalarlar. Onların da insanlar kadar uykuya ihtiyaçları vardır.
Uyku, vücudu zedelemiyecek ve üşümeye karşı koruyabilecek bir malzeme üzerinde (yatak, yorgan v.s.) olur. Çoğu evlerde yatma odaları vardır. İnsan, pek mecbur kalmadıkça dışarıda yatmaz. Dışarıda yatan insanın yatma yerini iyi seçmesi gerekir. Meselâ: Hz. Peygamber yol kenarında yatılmasını uygun karşılamamış ve burada her türlü zararlı hayvanların geçebildikleri ve geceledikleri yer olduğuna dikkatları çekmiştir. [1462]
Uyku Şekli
1- Vücuda rahatlık vermeyecek bir şekilde uyumak uygun değildir.
Hz. Peygamber yatağına girdiği zaman sağ tarafına yatar. [1463]
2- Uykuya girmeden önce tıpkı namaz için alınan abdest gibi abdest almalı ve dişler yıkanmalıdır. [1464] (Misvak ve fırça ile) Bu çok önemlidir. Hem böylece bedenin en önemli yerleri yıkanmış ve hem de Hz. Peygamber'in tavsiyesi yerine getirilmiş olur.
3- Yüzünü kıbleye döndürmeli ve yatmadan tevbe etmelidir. [1465] Yüzü koyun yatmanın Allah'ın sevmediği bir yatma tarzı olduğunu Resulûllah bildirmiştir. [1466]
4- Hz. Peygamber yatağına girince şu duayı okurmuş:
"Allah'ım kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana yönelttim, işlerimi sana emanet ettim. Sevabını ümit ederek ve azabından korkarak sana sığındım. Senden başka kendisine sığınacak ve kurtaracak kimse yoktur. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin nebiye inandım." [1467] Bazan da yatarken elini yanağının altına kor -muhtemelen yastık görevi görsün diyedir- ve "Allah'ım! Senin isminle ölür ve dirilirim." Uyandığı zaman da "Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun ki kıyamette dirilmemiz de ona aittir." [1468]
Akşam Olunca
Güneş batıp karanlık yavaş, yavaş etrafı kaplayınca yapılması zarurî olan bazı hususlar vardır ki, bunu Hz. Peygamber'den dinlemek yerinde olur:
Çocukları içerî alma, kapıyı kitleme, kapları örtme, ateşi söndürme:
1- "Gece karanlığı olduğu zaman, yahut akşama girdiğiniz vakit çocuklarınızı (dışarı çıkmaktan) menedîniz. Çünkü şeytanlar o sırada dağılır (faaliyete geçer)ler. Geceden bir saat geçince (dışardaki) çocuklarınızı (evlerinize) koyunuz, ve Allah'ın ismini anarak [1469], kapıları kitleyiniz. Çünkü şeytan kitlenmiş bir kapıyı açamaz. Allah'ın adını anarak kırbalarımzm ağızlarını bağlayınız. Allah'ın adını anarak, üzerlerine enlilemesine bir şey koymak suretiyle de olsa kablarınızın ağızlarını örtünüz. Kandillerinizi söndürünüz" [1470]
Dünyevî ve uhrevî faydası herkesçe malûm olabilecek şekilde insanın menfaatini apaçık ortaya koyan hadis üzerinde bir açıklamaya girişmek yersiz olur.
Davarları İçeri Alma
2- "Güneş battığı zaman ta gecenin karanlığı gidinceye kadar koyun, keçi, sığır, deve makulesi yabanda otlıyan hayvanlarınızı ve çocuklarınızı dışarıya salmayınız. Çünkü şeytanlar güneş battığı vakit yatsı karanlığı gidinceye kadar dağılır, faaliyete geçerler" [1471]
Karanlığın basmasiyle gündüz kuytu yerlere sinmiş olan bazı vahşî hayvanlar, geceleyin avlanmak ve gezinmek için etrafa yayılırlar. Böyle bir durumda kendi başına bırakılmış hayvanlar vahşî hayvanlara bırakılmış olur. Sonra gece karanlığının verdiği bir korku vardır. Çocuklar bunu daha iyi hissederler. Eğer çocuk masallarda geçen bazı korkunç sahneleri de kafasına sokmuşsa, bu korku içinde ruhî bir hastalığa mübtelâ olabilir. Bütün bu tehlikeleri göz önünde bulunduran Hz. Peygamber bu ölmez tavsiyeyi yapmıştır.
Yemek Ve İçme Kaplarının Örtülmesi
3- "Kapları örtünüz, kırbaların ağızların; bağlayınız. Çünkü sene içinde öyle bir gece vardır ki; o gece veba hastalığı nazil olur. Üzerinde perde bulunmayan bîr kaba yahut üzerinde bağlı bulunmayan bir kırbaya uğrarsa muhakkak bu vebadan oraya iner." [1472]
Ateşin Söndürülmesi
4- Söndürülmeden evin içinde (sobada, ocakta, mangalda v.s.) bırakılan ateş bir çok yangınlara sebab olmaktadır. Yalnız evlerde değil, bunun diğer taraflardan doğurduğu zarar sayılmayacak kadar çoktur. Bunun misâllerini hergün görmek kabildir.
Arabada oturup sigarasını içen yolcu sigara izmaritini söndürmeden dışarı attığı takdirde muhtemel bazı yangınların çıkması için âdeta ateş yakmış gibidir. Bunun gibi kırda yemek pişirip, ateşle olması gereken işini bitirdikten sonra onu söndürmezse, yangına körük çekmiş olur. Bütün bunların doğuracağı tehlike oranı, insanlar derin bir uykuya daldığı zaman fazlalaşır. Farz-i muhal bir orman içinde hafif bir dumanın çıktığını gören görevli veya herhangi bir vatandaş hemen gerekli uyarmayı yapabilir. Fakat geceleyin ancak alevler hız alıp göklere doğru yükseldiği zaman işin vehametinden insan haberdar olur. Bundan dolayı Hz. Peygamber bu hususa önemle eğilerek:
IV- Ebû Mûsâ şöyle dedi: Bir defasında Medine'de gece vakti sahibinin ikâmet ettiği bir ev yandı. Yangın felâketine uğrayan ev halkının hâli Peygamber'e haber verilince O:
"Şüphe yok kî; bu ateş sizin için ancak bir düşmandır. Binâenaleyh uyumak istediğiniz zaman ateşi söndürünüz"[1473]
V- "Uykuya yatacağınız vakit evlerinizde ateş bırakmayınız" [1474] buyurmuştur.
Uyku Zamanı Ve Yatma Yeri
Gerçi uyku zamanı gecenin başlamasiyle başlar ve umumiyetle geceleyin uyulursa da gündüz uyumakta da bir mahzur yoktur. [1475] Gece yeteri derecede uykusunu almamış veya geceleyin çalışmış kimse gündüz uyku ihtiyacını karşılar. Her şeyin fazlası bıkkınlık verdiğine göre uykunun da fazlası insana bıkkınlık verir.
Hz. Peygamber:
"Geceleyin fazla uyumak kişiyi fakir bırakır" [1476] buyuruyor. Her şeyi bir zaman içine sokmaya çlışmak, Allah'ın isteğine uygun olduğu kadar, günlük hayatı plânlama yönünden de önemlidir. Hz. Peygamber'in erginlik çağına ermiş olan çocukların yatak ve kabilse yatma odalarını ayırmayı hattâ, kapıyı dövmeden ve müsaadelerini almadan çocukların ebeveynlerinin odalarına girmemelerini istemiştir.
Akşamdan Önce Uyumama
Akşamın vakti dardır. Bu bakımdan Hz. Peygamber buna dikkati çekmiştir. Ebû Berze anlatıyor:
"Hz. Peygamber aksam namazını kılmadan uyumayı menetti." (Bu akşam namazında cemaatı kaçırma korkusundandır.) [1477]
Uyku Halindeki Durum; Rüya Görme
Uyku halinde görülen rüyalar üzerinde bugün derin araştırmalar yapılmakta, çok teoriler ileri sürülmekte ve çeşitli izahlara girişilmektedir. G. Dvvelshaurers, rüya hakkında Eflâtundan bugüne kadar ileri sürülen görüşleri "Psikoloji" eserinde zikrettikten sonra "yalnız yapılan tahlil örnekleri bana çok kere zorlanmış gibi geliyor; çünkü, Psikanalizcilerin rüyaların anahtarları olarak kullandıkları şeyler okadar sun'î ve sistemliki; yorumun imkânını inkâr etmemekle beraber, yapılan tecrübelerin yetecek kadar emin sayılamıyacağını ve tahkik edilmiş teknik vasıtalarına henüz mâlik olmadığımızı zannediyoruz. Her ne hal ise mes'ele peşin bir fikre kapılmadan derinden incelemek lâzımdır" [1478] diyor. Burada rüyanın ne olduğu, rüyaların yorumu üzerinde durulmıyacak yalnız rüya gören kimsenin ne yapacağı, rüyasını anlatan kimseye karşı takınılacak tavır Hz. Peygamber ölçüsüne uygun olarak anlatılmaya çalışılacktır. Mamafih İbn-ül Arabî rüyayı "Allah'ın melek vasıtasîyle gerçek veya kapalı olarak kulun şuurunda uyandırdığı enfüsî idrakler ve vicdanî duygulardır. Yahut şeytanî telkinlerden karışık hayallerden ibarettir" [1479] şeklinde tarif ediyor.
Rüyalar çok değişiktir. Fakat umumiyetle ya sevindiricidir yahut üzücü. Fakat insan uyandığı zaman ancak gördüklerinin pek azını hatırlar. Hz. Peygamber de rüyayı tasnife tabi tutmuştur.
Güzel Rüya
1- Hz. Peygamber'in ünlü sahabisi olan Hz, Enes'in anlattığına göre Resuiûllah,
"İyi bir kimse tarafından görülen güzel rüya nübüvvetin kırk altı [1480] parçasından bir parçadır" [1481] buyurmuştur.
Hatırlanacağı üzere vahyin ilk başlangıcı doğru rüya ile olmuştur [1482] Bu hususta Hz. Âîşe'nin rivayet ettiği bir hadis vardır:
"Resulûllah'ın ilk vahiy başlangıcı uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Hiç bir rüya görmezdi ki; sabah aydınlığı gibi ortaya çıkmasın..." [1483]
Bu hadisler gösteriyor ki; doğru insanların gördüğü güzel rüyalar Allah'ın verdiği bir nimettir. Nebinin yâni habercinin getirdiği haber Allah'a dayanır. Sonra Peygamber'inin sâdık olduğuna şüphe yoktur. O halde peygamberlerin gösterdiği sadâkati kendi hayatlarının vazgeçilmez prensibi kabul etmiş doğru insanlar. Nübüvvetin bütünlüğünü meydana getiren parçalardan bir parça olan güzel rüyaya onların da görebildikleri peygamberlerin haberiyle gösterilmiş oluyor. Esasen vehim, hurafa, desise ve çeşitli kötü ve art düşüncelerle kafalarını doldurmamış olan kimseler, akılları, düşüncelerini ve konuşmaları devamlı olarak iyiye, daha güzele ve cemiyetin saadeti üzerinde ise bunların rüyalarında da aynı görünüşlerin aksedeceği bir gerçektir. Gerçi rüyanın bilhassa gündüzün intihalarından teşekkül ettiğini söylemenin güç olduğuna psikologlar tarafından işaret edilmişse de, günün meşguliyetlerinin bunda bir payı hattâ rüyanın bunun geceye uzanışı olarak kabul edilecek tarafı vardır. [1484]
Hz. Peygamberin gördüğü rüyanın doğru çıktığını belirten Kur'an'da şayet gelmiştir.
"Hiç şüphesiz ki Allah, Resulünün rüyasının gerçek olduğunu tasdik eder" [1485]
Rüyanın Düjdeliği
Ebû Hüyreyre'nin anlattığına göre Hz. Peygamber:
"Mübeşşirattan başka nübüvvetten bir eser kalmadı," buyurunca, eshab:
"Mübeşşirat nedir? diye sordular O:
"Doğru rüyadır" [1486], buyurur.
Başka bir hadis'te de "Risâlet ve nübüvvet son bulmuştur. Benden sonra resul ve nebî yoktur. Fakat mübeşşirat vardır" buyurunca eshab:
"Mübeşşirat nedir? ey Allah'ın Aesulü! diye sorduklarında O:
"Müslüman rüyası, o peygamberlik parçalarından bir parçadır" [1487] buyurur.
Mübeşşirat Nedir?
Kelimenin üçlü mazi sığası "Beşere"dir ki, sevindirdi, manasınadır. "Mübeşşirat" kelimesi ise "beşşere, dörtlü fî'ilinin ismi failinin çoğuludur" [1488] Mânası: "Onu sevindirdi, ona müjdeyi verdi"dir. Kelimenin mastarı olan "tebşir" muhatabın gönlüne sevinç koymaktır ki; müjde vermek diye terceme ederiz. Bu itibar ile halis mü'minlerin gönülleri rüya ile ilâhî müjdelere ve telkinlere makes oluyor [1489], demektir. Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den anlattığına göre O: (s.a.v.)
"Dünya hayatında da, âhirette de müjde (Büşra) onlaradır" [1490] âyetinde geçen "dünya hayatındaki müjde'yi doğru kimsenin gördüğü temiz rüya şeklinde açıklamıştır." [1491] Buna göre, temiz rüya bir gerçektir, kitapla ve sünnetle sabittir. Ve risâletin gösterdiği esaslara uygun hareket eden her müslümana Allah'ın verdiği bir ihsandır.
Hz. Peygamberin Rüya Görmesi Ve Ta'biri
Hz. Peygamber gördüğü rüyaları anlatmış, bazan da tâ'bir etmiştir. Misâl olarak:
1- İbn-i Ömer'in anlattığına göre Allah'ın Resulü şöyle buyurmuştur:
"Rüyamda gördüm ki; başımın saçları dağınık siyah bir kadın Medine'den çıkarak ta Meheya'ya -ki Cuhfe'dîr- yerleşti. Ben bunu, Medine vebasının oraya naklolunmasiyle tâbir ettim." [1492]
Müslümanlar Medine'ye geldikleri zaman Hz. Âişe'nin anlattığı bir hadise göre burası Allah'ın en vebalı bir toprağı idi. Medîne'nin Buthan sahrasındaki vadiden akan acı, pis bir su, Medine havasını berbat ediyordu. [1493] Bundan dolayı Hz. Ebû Bekr ile Bilâl sıtmaya tutulmuştu. Hz. Ebû Bekr'i sıtma yakalayınca şu beyt-i söylemiştir:
"Yesrip- Medine diyarında her kişi ailesi içinde, mes'ut bir şekilde sabahlamışken bir de ölüm ansızsın yakalar, akşama diri bırakmaz". Hz. Bilâl de sıtma kendisini yakalayınca şiir söylemiştir. Hz. Peygamber vadinin kurutulması ve Medîne'nin Mekke kadar sevilmesi için Allah'a yalvarmış, sonraları Medine'nin sıhhî durumu düzelmiştir. [1494] Cuhfe ise batak ve hastalıklı bir vadi hâlini almıştır.
2- Ebû Musa'dan Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ben rüyamda kendimi Mekke'den hurmalıkları bulunan bir yere muhacir olarak gidiyor gördüm. Zihnim o gitmekten olduğum yerin Yemama yahut da Hacer olduğu fikrine saptı. Bir de gördüm ki; o yer Cahiliyette Yesrib denilen Medine imiş. Ben yine bu rüyada kendimi gördüm ki; bir kılıç hareket ettirdim de bu kılıcın güğsü kırıldı. Bu da Uhud harbînde mü'mînlerden isabet alanlara işaret imiş. Sonra o kılıcı diğer bir defa daha hareket ettirdim. Bu sefer kılıç olduğundan daha güzel haline döndü. Bu da feth ve mü'minlerin toplanması nevinden Allah'ın getirdiği neticeler imiş. Ben yine o rüya'da bir sığır (in boğazlandığını) görmüştüm. Allah'ın yaptığı en hayırlıdır. Bu da Uhud gününde şehit olan mü'min neferleri remzediyormuş. Bir de gördüm ki asıl hayır Uhud günü musibete uğramalarının ardından Allah'ın onlara hayır nevinden getirdiği şeylerdir. Ve Bedr gününden sonra Allah'ın bizlere verdiği doğruluk ve sebat mükâfatıdır." [1495]
Burada Hz. Peygamber hem gördüğü rüyayı anlatıyor ve hem de onu tâbir ediyor. Bir diğer rüyası:
3- Enes anlatıyor: Allah'ın Resulü, Milhan kızı Ümm-i Haram'ın [1496] ziyaretine geldi. O ona yemek yedirdi ve başını taradı. Bunun üzerine Allah'ın Resulü uyudu ve sonra gülümseyerek uyandı. Ümmü Haram dedi ki:
"Allah'ın Resulü seni ne güldürüyor, diye sordum.
"Rüyamda bana ümmetimden bir kısım mücahitlerin şu deniz ortasında padişahların tahtlarına oturdukları gibi gemilere binerek, Allah yolunda deniz harbine gittikleri gösterildi de ona gülüyorum, buyurdu. Ümmü Haram dedi ki:
"Allah'ın Resulü, beni de o (deniz) gazilerinden kılması için Allah'a dua buyurursanız, dedim. O da dua etti. Sonra Allah'ın Resulü başını yastığa koydu. Biraz sonra gülümseyerek uyandı. Bunun üzerine yine ben:
"Allah'ın Resulü seni ne güldürüyor? diye sordum. O: önce dediği gibi.
"Ümmetimden bir kısım mücahitlerin Allah uğrunda (Kostantîniye)'ye gazaya gittikleri gösterildi," buyurdu. Ümmü Haram der ki:
"Allah'ın Resulü! Beni o gazilerden kılması için Allah'a dua etseniz dedim, O:
"Hayır sen önceki gazilerdensin," buyurdu.
Enes anlatıyor:
Ümmü Haram, Ebû Süfyan'ın oğlu Muâviye zamanında gemiye binmiş fakat (Kıbrıs adasına) denizden çıkıldığı bineğinden düşer ve şehit olur. [1497]
Esasen Hz. Peygamber sabah namazını kıldırdıktan sonra, cemaata yüzünü donderir ve rüya görüp görmediklerini sorarmış. [1498]
Semûre İbn-i Cündeb radiyaliahü anh'den şöyle rivayet edilmiştir. İbn-i Cündeb demiştir kî:
Nebî s.a.v. sabah namazını kılınca yüzüyle bize döner ve:
"Bu gece sizden kim rüya gördü?" diye sorar idi. Birisi rüya görmüşse rüyasını Resulü Ekrem'e hikâye ederdi. O Hazret de o kimsenin rüyasını tâbir ederdi.
Yine bir gün bize sordu ve:
"Sizden rüya gören var mıdır?" buyurdu biz:
"Hayır yoktur" dedik. Resûl-i Ekrem:
"Lâkin bu gece ben bîr rüya gördüm" buyurdu.
"Gördüm ki; melek bana geldi. Bunlar elimi tutup beni düz bîr fezaya çıkardılar. Orada bir kimse oturuyordu, diğer bir adam da ayakta duruyordu. Elinde demirden çatal bir kanca vardı. Ayaktaki adam bu çatal kancayı oturanın ağzının sağ tarafına, tâ kafasına kadar sokuyor, ve ağzın bu kısmını parçalıyordu. Sonra bu adam ağzın diğer tarafını da bu suretle tahrib ediyordu. Bu sırada ağzın sağ kısmı iyi olmuş bulunuyordu. Bu defa da buraya dönüyor, yine kancayı sokup parçalıyordu. Bu meleklere ben:
""Bu adam kimdir? Ve bu hal nedir?" dedim. Melekler:
"Hiç sorma ileri yürü!" dediler. Birlikte ileri gittik. Nihayet arka-üstü yatmış bir adam yanına geldik. Bunun ba ucunda da bir adam oturmuş elinde yumruk cesametinde bir taş. Bununla yatan adamın başını tarıyordu. Taşı başına her vurduğunda taş yuvarlanıp gidiyordu. O adam da arkasından taşı almağa koşuyordu. O dönüp gelmeden bunun başı iyi oluyor, eski haline avdet ediyordu. O adam avdet edince yine başına vurup eziyordu. Bu meleklere ben:
"Bu adam kimdir?" diye sordum. Melekler:
"Hiç sorma ileri yürü" dediler. İleri gittik fırın gibi, altı geniş üstü dar bir deliğe eriştik bu deliğin altında ateş yanıyordu. Ateş alevlenip yükseldikçe içindeki insanlar da yükseliyor, hattâ (delikten) çıkmağa çalışıyorlardı. Ateşin alevi sakinleştikçe de aşağı dönüyorlardı. Burada çıplak erkekler, çıplak kadınlar vardı. Bu iki meleğe ben:
"Bunlar kimdir?" diye sordum.
"Hiç sorma ileri yürü!" dediler. Birlikte yürüdük. Yeşil bir bahçeye vardık. Bu bahçede büyük bir ağaç vardı. Bunun dibinde ihtiyar bir adamla bir takım çocuklar bulunuyordu. Bu ağaca yakın bir tarafta da, birisi, önünde ateş yakmakla meşguldü. Melekler benimle bu ağaca çıktılar. Beni bir eve koydular ki, ben bundan güzel ev görmedim. Burada ihtiyar, genç birtakım erkekler, kadınlarla çocuklar vardı. Sonra melekler beni buradan çıkardılar. Benimle ağaca yukarı çıktılar. Ve beni eskisinden daha güzel ve daha kıymetli bir eve koydular. Burada da ihtiyarlar, gençler vardı. Meleklere:
"Beni bu gece -iyi- gezdirdiniz. Şimdi bana gördüğüm şeyleri bildiriniz!" dedim. Melekler:
Evet (anlatalım) dediler:
Hani şu ağzı parçalandığını gördüğün kimse yok mu? Bu bir yalancı idi. O dünyada daima yalan söylerdi. Bunun neşrettiği yalan ashaba yayılırdı. İşte bu yalancı kıyamet gününe kadar bu suretle azab olunacaktır.
Hani o delik içinde gördüğün çıplaklar yok mu? Bunlar da bir alay onun Kur'an öğrenmesine hidâyet etmiş de (bu nîmetin bilmeyerek) bütün gece (Kur'an okumayıp) uyku uyumuştu. Gündüz de Kur'an ile amel etmemişti. Bu da yevmi kıyamete kadar bu suretle azâb edilecektir.
Hani o delik iiçnde gördüğün çıplaklar yok mu? Bunlar da bir alay cânilerdir. Nehirde gördüğün de faiz yiyen haramkârlardır. Ağacın dibindeki ihtiyar (Halil Aleyhisselâm)dır. İbrahim'in etrafındaki çocuklar da insan evlâdıdır. O ateş yakan da Cehennemin bekçisi olan "Mâlik" tir. Girdiğin birinci ev, bütün mü'minlerin müşterek köşküdür. İkinci gördüğün muhteşem saray da şühedâ sarayıdır. Ben Cibrilim, bu da kardeşim Mikâil'dir. Yâ Muhammed (s.a.v.) başını yukarı kaldır, dedi. Başımı kaldırdım, ne göreyim? Yukarıda beyaz bayrak misali bir bulut. Melekler: "İşte burası senin makamındır" dediler. Ben "Beni bırakınız, şu makamıma gideyim!" dedim. Melekler: "Hayır daha senin tamamlamadığın baki ömrün vardır. Onu ne vakit tamamlarsan, o zaman menziline gelirsin!" dediler [1499]
Tabirine İzin Vermesi
2- İbn-i Abbas anlatıyor: Biri Allah'ın Resulüne gelerek şöyle dedi:
"Allah'ın Resulü! Uykumda bir bulut gördüm ki; yağ ve bal yağıyordu. Halkın da bu yağdan, baldan avuç avuç aldıklarını gördüm. Kimi çok kimi az topladı. Bu sırada yerden göğe bir ip uzandığını gördüm. Ardısıra da gördüm ki; Sen onu tutup ve yükseldin. Sonra o ipi başka bir kimse tuttu. O da yükseldi. Sonra başka bir kimse daha tutup bu da yükseldi. Sonra bunu bir diğeri daha tuttu. Fakat koptu. Sonra bağlanıp bitişti. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir:
"Allah'ın Resulü! Babam ve annem sana feda olsun. Vallahi beni bırak da onu ben tâbir edeyim, dedi. Hz. Peygamber:
"Tâbir et," buyurdu.
"Bulut İslâm'dır. Ondan akan bal ve yağ Kur'an'dır. Onun tadından çok veya az anlama yeteneklerine göre faydalanacaklardır. Gökten yere erişen ip de üzerinde bulunduğun hâk ve adalet ipidir. Sen onu tutuyorsun, Allah da seni yükseltiyor. Senden sonra o hâk ve adalet ipini başka birisi tutacak ve o iple yükselecek. Sonra başka birisi daha tutacak ve o da yükselecek. Sonra bir kimse daha tutacak, fakat ip kopacak, sonra onun için bağlanıp o da yükselecek.
Anam babam sana feda olsun, bu tâbirle hata mı yoksa isabet mi ettim. Bana haber ver, deyince Hz. Peygamber:
"Bâzısında isabet, bâzısında hatâ ettin," buyurur.
"Allah rızası için hatâ ettiğim yönü bana haber versen. Allah'ın Resulü.
"Yemin verme," buyurur.
Bu hadis Hz. Peygamber'in rüyayı tâbir etmeye cevaz verdiğine bir delildir. [1500]
Rüyanın Çeşitleri
Çeşitli rüyalar vardır: Bunu Hz. Peygamber şöyle tasnif etmiştir.
1- Sâliha rüya (iyi rüya) Allah'tan bir müjdedir.
2- Şeytan yönünden gelip hüzünlendiren rüya.
3- Kişinin kendi nefsine kavuştuğu şeylerden meydana gelir. [1501]
1- İyi kimse tarafından görülen rüyanın nübüvvetin kırkaltı cüz'ünden bir cüz [1502] olduğu yukarda belirtilmiştir.
Yalnız hadisler güzel rüyanın Allah tarafından, hoşlanmadığı rüyanın ise şeytandan olduğunu bildiriyor. [1503]
İslâm bilginleri de Peygaınber'in bu tasnifine uygun tasnif yaparak rüyayı üç kısma ayırmışlardır.
1- Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek vasıtasiyle vaki olan bir gerçek telkindir ki asıl rüya budur.
2- Nefsin kendinden kendine vaki olan bir telkinidir ki; mücerret geçmiş hâtıraların bir tehayyülünden başka bir kıymete sahip olmaz.
3- Bir şeytan telkinidir ki; gizli bir dış tesirden doğan ve fakat yalan bir çağrışım ve tehayyülünden ibaret olur.[1504]
Kur'an-i Kerîmde Rüya
Rüyanın tâbir edileceğini Kur'an-ı Kerîm, Hz. Yûsuf'un kıssasında işaret etmektedir.
"Bir gün melik ben, rüyamda görüyorum ki yedi semîz inek, bunları yedi arık yiyor. Ve yedi yeşîl başakla diğer yedi de kuru, ey topluluk! Siz rüya tabir ediyorssnaz bana rüyama halledin" dedi. Dediler ki: "Rüya dediğin "adgas-u ehalm" = demet, demet hayallattir, biz ise hayalatın tevilini bilmiyoruz" [1505] Sonra Kur'an-ı Kerîm bir Peygamber olan Hz. Yûsuf'un bu rüyayı tâbir ettiğini belirtiyor. [1506]
Kur'an-ı Kerîm'de bazı meşhur rüyalar daha geçer:
1- "Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etmeğe dair rüyası." [1507]
2- "Hz. Yûsuf'un onbir yıldızla, güneşin, ayın kendisine secde ettiklerini görmesi." [1508]
3- "Yine Hz. Yûsuf'un hapishanede bulunan iki gencin rüyasını tâbir etmesi." [1509]
4- "Firavun'un rüyası." [1510]
5- "Hz. Peygamber'in İsrâ ile ilgili rüyası." [1511]
6- "Hz. Peygamber'in Mekke'ye başı tıraşlı ve emir olarak gireceğini müjdeleyen rüyası." [1512]
Kur'an-ı Kerîm'de bu hususta geçen üç kelime vardır:
1- "Adgas-ü ahlam" [1513]
2- Hulûm [1514]
3- Rüya [1515]
Rüya, hulûm bunlar birbirine benzeyen hâdiseler olmakla yekdiğerine karıştırılsa bile Kur'an ihtar ediyor ki; rüya ahlamdan başkadır. Rüya mücerret enfüsi bir hâdise değildir. Onun zımnında ubur ve intikal olunabilecek hakiki bir mâna ve meal gizlidir. Hüküm ise, vakide hiç meali olmayan boş bir rehin ve hayaldan ibarettir ki; haddi zatında bir dış tesirden neşet etmiş olsa bile afaki bir hakikat ifade etmez. Ve binaenaleyh ta'bir ve tevili olmayan bir ihtilâm gibi sırf nefsî bir hâdise veya şeytanî bir yalan olmaktan ileri gitmez. Böyle muhtelif ahlâmin yekdiğerine karışmasına da "adgas-ı ahlâm" tâbir olunur. Demek ki hakiki lisanda rüya sadık olanların ismidir. Kazip (yalancı) olanlarına 'ahlâm' denilmelidir. Bunların ikisi de uyku halinde nefiste temessül eden hayalî birtakım şekiller ve benzer olarak görüldüklerinden dolayı zahiren rüya bir hulûm veya hulûm bir rüya zannedilebîlir. Onun için halk örfünde bu iki kelime müteradif olarak kullanılırsa da hakikatte öyle değildir. Rü'ya rü'yat mânasından alındığı için bunda hayalin ötesinde bir hakikat görülmüş bulunur ki; rüyanın asıl müteallâkı olur. Hayal o hakikatin nefiste bir temessülü olur. Bunun içindir ki rüyanın haddi zatında bir meal ve tâbiri vardır. Rüya tâbiri veya rüya tevili demekte o hayali suretlerden bir delâlet ciheti bularak arkasındaki hakikate geçebilmek demektir ki; bunda en mühim nokta o hayali hâdiselerin enfusi olan haysiyeti ile afaki olan haysiyetini temyiz edebilmektir. Bu mâna asıl Lügatte "geçirmek" demek olan ta'bir fiilinden ziyade "ubur" veya "ibare" mastarı ile ifade olunur ki; bir yerden bir yere geçmek demektir. Yâni "rüya tabiri" demekte var ise de "Uburu'r-rüya" ve "ibâret-ür-Rü'ya" denilmek Arapça'da daha fasihtir. Bundan dolayı Kur'an'da sülâsi mücerret (üçlü fiil)den olarak "İn küntüm Lir-Rûya ta'burun" [1516]
Duyurulmuş tef'ilden (dörtlü fi'ilin mastarı) "tuabbîrun" buyurulmamıştır. Türkçede ise "ta'bîr" yayılmıştır. Yine Kur'an'da rüya tâbiri ilmî "Te'vil-ü ehadîs" ilmi ile ifade edilmiştir. [1517]
'Ehadis' hadisin çoğulu, hadis de söz ve hadis yâni hâdise demek olabileceğine göre esas itibariyle "te'vil-ü ehâdis" terkibi ya nefsindeki sözün vaki'deki mealini veya nefsin teallûk ettiği hâdiselerin ileride varacağı meal ve akıbeti anlamak demek olur. Demek ki rü'ya ta'bir etmek ya söz veya hâdise te'vil etmek mânasına da bir anlayıştır. Bunların ikisine de irca etmek mümkün olur. Çünkü söz anlamak, nefsî bir hâdise olan sözden harice intikal ile onun maverasında bir vakıa anlamak demek olduğu gibi hâdiselerden müstakbel neticeleri anlamakda hariçdeki bir vakıayı idrak ile onun meali olan bir kelâm-ı nefsi duymak ve anlamak mânasına racidir. [1518]
Rüya Gören Ne Yapmalıdır?
Daha çok iki türlü rüya tipi vardır. Biri gayet insanı sevinçlere boğan diğeri ya korkunç ve bulanık olandır. Hz, Peygamber bu hususu şöyle bildirmiştir:
1- "Biriniz sevdiği bîr rüya görürse bilsin ki o Allah tarafındandır." [1519]
"Bunun üzerine o Allah'a hamdetsin ve onu anlatsın." [1520] -Başka bir rivayette- "ancak sevdiklerine anlatsın" [1521] "Buna aykırı hoşlanmadığı rüya gördüğünde de ancak o şeytandandır. O halde rüyasının şerrinden Allah'a sığınsın. Rüyasını kimseye söylemesin. Bu suretle rüya ona zarar vermez." [1522] Başka bir rivayette-
"Rüyayı ancak âlime, yahut öğüt veren birine anlatınız" [1523] buyurmuştur. Çünkü rüya gören ya sevinç ifa üzüntü içindedir. Bu halde onun irşada ihtiyacı vardır. İrşat ise cahilin işi değildir.
2- Hoşlanmadığı bir rüyayı gören üzerinde yatmış olduğu yanından öteki tarafına dönmeli. [1524]
3- Sol tarafına tüflemeli ve üç defa tükürmeli ve üç defa Allah'a ' inmalı. [1525]
4- Geceleyin şeytanın kendisiyle oynadığını gören kimse (meselâ: ihtilâmı doğuracak herhangi bir oynayış gibi) bunu başkasına anlatmamalı. [1526]
Hz. Peygamberi Rüyada Görme
Hz. Peygamber'! rüyada görme doğru bir rüyadır. Yâni karma karışık rüya çeşidi ve şeytanî değildir. Bunu Hz. Peygamber işaret etmiştir:
"Beni rüyada gören gerçekte beni görmüş olur. Zira şeytan bana benzer bir surete giremez." [1527]
Kendisini bana benzetmesi olamaz [1528], "benim şekil ve hilkatıma giremez" [1529]
"Hz. Resul haktır, şeytan bâtıldır." Bu bâtılın hakka benzemesi olamaz. ' yüzden şeytan, Hz. Resûl'ün şeklîne giremez. Derin bir iştiyakla Hz. Resul'e bağlı olan kimselerin O'nu rüyalarında gördükleri, kendi menkıbelerinde yer almaktadır. (Allah'ü Teâlâ O'nu görmeyi bizlere nasip et-Âmin!).
Yolculuk
Gayesi:
Yolculuğun bir çok gayesi vardır:
a - Bilgi elde etmek:
Hz. Peygamber bu hususta:
"İlim için evinden çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolunda savaşmış gibidir" [1530] buyurmuştur. İnsan bulunduğu yerin ilmiyle yetinirse, çok geri kalır. Bu bakımdan ilmin olduğu yere gitmeli ve oradaki bilginlerden ve yapılan çalışmalardan istifadeye çalışmalıdır. Hadis, Fıkıh, Tefsir, Felsefe v.s. gibi bilgileri elde etmek için müslüman bilginlerin nasıl bir hummalı çalışma içinde olduklarına tarih tanıklık yapmaktadır.
b- Dinî bir ibâdet olan haccı yerine getirmek yahut savaşmak için yolculuk yapmak. Mâlî gücü yerinde olan kimse şayet hacca engel bir diğer sebep yok ise Allah'ın bu emrini ömründe bir defa yapar. Savaş ise, inançlara yapılan baskıyı, mala ve cana yapılan tecavüzü bertaraf etmek için yapılır. [1531]
c- İnsanlara yapılan baskıdan kurtulmak için kaçmak. Bu peygamberin sünnetidir ve Allah'ın emridir. [1532]
d- Bazı tabiî felâketlerden kurtulmak gayesiyle [1533] (Meselâ: Kuraklık, hastalık, vs. gibi).
f- Sırf Allah'ın yarattığı değişik yerleri görmek, yeni yeni yerler tanımak için yapılan yolculuklar vardır.
Kur'an-ı Kerîm buna teşvik etmiştir:
I- Öncekilerin sonlarının ne olduğunu görmek. [1534]
II- Gerçekleri yalanlayanların sonunu yerinde görüp anlamak. [1535]
Tarihte büyük imparatorluklar kurmuş devletler vardır. Bugün onların bıraktığı yerleri başkaları kapmış, fakat bir bakıma da yaptıkları zulümlerin temelleri, medeniyetlerden geriye kalan maddeleri sonraki nesillere bir belge olarak kalmıştır.
Bazıları yolculuğu önemi bakımından kısımlara ayırmışlardır.
I- Farz: Günahtan kurtulmak yahut herhangi bir dinî farizayı yerine getirmek,
1I- Kendisine bir fazilet bulunan yolculuk: (gaye itaattir.)
III- Mubah Ticaret, v.s. gibi.
IV- Masiyet yâni bir günah işlemek için yapılan yolculuk. (Böyle birisinin dört rekâtlı farz namazı iki rekât kılması uygun olmaz) [1536]
Bütün mes'ele yolculuğa çıkmadan gayenin iyi niyet mahsulü olmasıdır. İyi niyet beslenen her yolculuk meşrudur.
Yolculuğa Hazırlanırken
Yolculuk yapmaya hazırlanan kimse, aralarında yaşadığı kimselerden ayrılacağı için onlara karşı bazı ödevleri yerine getirmelidir.
I- Üzerinde başkasının borcu varsa ödemeli, yaptığı bir haksızlık varsa onu telâfi etmeli, geride bıraktığı çocuklarının nafakasını bırakmalıdır. [1537] Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye göç etmeyi kararlaştırdığı zaman yanında bulunan emanetleri sahiplerine teslim etmek için Hz. Ali'ye verdi. [1538]
II- Eğer bu yolculuk bugünkü vasıtalarla değil de binek hayvanlarla yapılıyorsa, bir yol arkadaşı edinmelidir. Şayet otobüs, vapur, tren gibi bugünün vasıtalarıyla yolculuk yapılıyorsa, beraber oturacağı kimse ile arkadaşlık yapması yeterlidir. Mamaafih yine de insan bir tanıdığıyla yapmayı arzular. Hz. Peygamber yalnız başına yolculuk yapmayı yasaklamıştır. [1539]
III- Dostlarıyla, arkadaşlarıyla ve aile fertleriyle vedalaşmalı ve âilesine "dînimi, emanetimi, ve işlerimin sonuçlarını Allah'a bırakıyorum" demeli O da "Allah seni tekva ile azıklasın, günahını affetsin ve seni hayra yöneltsin" [1540] demelidir.
IV- Yolculuğa çıkmadan önce istihare namazı kılmak. Bu hususta Hz. Peygamberin ünlü sahabîsi Câbir b, Abdullah [1541] şu hadisi anlatıyor:
"Allah'ın Resulü, Kur'an'dan bir sûre öğretir gibi, bütün işlerimizde bize istihareyi öğreterek buyurdu ki: Sizden biriniz bir iş yapmaya niyetlendiği zaman farz harici iki rekât namaz kılsın. Namazın sonunda şu duayı yapsın: 'Allah'ım hakkımda hayırlısını bildiğin için senden hayırlısını, kudretinle beni güçlendirmeni dilerim, senin büyük fazlını isterim. Allah'ım senin gücün her şeye yeter, benim yetmez. Sen her şeyi en iyi bildiğin halde ben bilmem. Allah'ım! Bu işin dinime, yaşayışıma, âhiretime -yahut dünya ve âhîret işimde der- hayırlı olduğunu bilirsin -ki elbette bilirsin- onu bana takdir et ve onu bana müyesser kıl. Bu işin, dinim, yaşayışım, ahretim-yahut dünya ve âhiret işim için der- için şer olduğunu bilirsen bu işi benden, beni de bu işten çevir. Hayır nerede ise onu bana takdir et Sonra beni ona razı kıl". Cabir:
"Hadiste geçen iş yerine, istihare eden kimse-ihtiyacın" ismiyle söyler" [1542] der.
İstiharenin mânası hayrı dilemektir. Hadîste geçen ifadeye bakılacak olursa Hz. Peygamber "her işte, bunun yapılmasını" istemiştir. Enes'ten gelen bîr rivayete göre Hz. Peygamber:
"İstihare eden -hayır isteyen- kaybetmez, istişare eden pişman olmaz, tutumlu olan muhtaç olmaz" [1543] buyurmuştur.
Önemi:
Bazan insanlar bir işin hayır mı, şer mi olduğunu kestiremez, tereddüt içinde bocalayıp kalır. İnsanın sıkıntılı zamanı böyle bir zamandır. Farzû muhal, hiç tanımadığı birini eş olarak seçecek kimsenin içinde bulunduğu ruhî ortamı göz önünde bulundurunuz. Belki tanıdıklara soracak kendini tatmin etmeye doğru gidebilir. Fakat şüphe ve tereddüt onun ruh dünyasını bırakmaz. İşte böyle bir zamanda mü'minin iradesinin kuvvetlenmesi ve desteklenmesi gerekir. Mü'min inanır ki:
Allah duaları kabul eder ve ona yalnız hayrın müyesser olmasını ister. Bu açık kalple Allah'ına karşı iki rekât namaz kılıp O'na teslim olan mü'min üzerinde durduğu iş hakkında gönlünde bir açıklık belirir. Yahut o işten uzaklaşmak için bazı düşünceler gelir. Her işte bunu yapmak mü'mine gerektiği gibi, yolculuk içinde bunu ihtiyar etmelidir.[1544]
Cahiliyyet zamanında Araplar yolculuk yahut evlenme veya satış gibi bir ise niyetlendikleri zaman "ezlam" denilen fala baş vururlardı. Kur'an ve Hz. Peygamber bundan menetti. Ezlam üç oktan ibaretti. Birinde:
Rabbî = Rabbım bana emretti, ikincisinde:
Nehanî Rabbî = Rabbim benî menetti, üçüncüsünde ise "gaflet" yazılı idi. Sonuncusu gelirse tekrar edilirdi. Burada açıkça Allah'a bir iftira vardır. [1545] Kişinin kendi iradesîyle yaptığı işi, sırf kendini tatmin etmek için Allah'ın yaptırdığını söylemek, elbette bir iftiradır. İslâm bütün bunlarla savaşmış. Bunun yerine mü'minden herhangi bir işin kendi lehine mi yoksa aleyhine mi olacağını kestiremediği zamanda Allah'tan hayrı dilemeyi istemiştir. [1546]
İstihare namazından başka da evinde dört rekât namaz kılar. [1547]
V- Evinden Çıkarken:
"Bismillah, tevekkeltü alâ-l-Iah lâ havle velfi kuvvete illâ blllâh..." der. "Allah'ım senin adınla yolculuğa başlıyorum, Allah'a güvendim. Hareket ve kuvvet ancak Allah'ındır. Allah'ım sapmaktan yahut zelîl olmaktan yahut haksızlık yapmaktan veya haksızlığa uğramaktan, bilgisizlikten veya sana karşı bilgisizce bir hareketin yapılmışından sana sığınırım" der.
Yürümeye başladığı zaman:
"Allah'ım! Sana güvenerek yola çıkıyorum. Sana güvendim, sana bağlandım ve sana yöneldim. Allah'ım güvendiğim ve ümidim sensin, Allah'ım beni tekvâ ile azıkla. Günahımı bağışla. Nereye yönetirsem beni hayra yönelt." [1548]
Binek veya vasıtaya binerken: Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Bütün canlı cinslerini yaratan O'dur. Gemiler ve hayvanlardan üzerlerine oturasınız dîye size binekler varmiştir. Bunları üzerlerine oturunca Rabbinizin nimetini anarak: Bunları buyruğuma veren ne yücedir. Zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi. Şüphesiz Rabbınıza döneceğiz, demeniz içindir" [1549]
Bütün gaye O'nun eserlerine bakarak, O'nu anarak kendini tanımak, güçlü hayvanların kendisinden yapı bakımından daha büyük olmalarına rağmen Allah'ın emirlerini nasıl yerine getirdiklerine bakarak O'nun emrinden çıkmamak. İbn-i Ömer'in anlattığına göre Hz. Peygamber bîr yola çıkarken, hayvan üzerine iyi yerleşince üç tekbir alır. Sonra da:
"İtaat altına almaya gücümüzün yetmediği hu hayvanı emrimize koyan Allah'ı teşbih ederim. Şüphe yok ki tekvâyı ve razı olacağın işi senden isterim. Allah'ım! Bu yolculuğumuzu bize kolaylaştır ve yolumuzu kusa et. Allah'ım! Yolculukta arkadaşımız ve ailemizin koruyucusu sensin. İlâhî! Yoloculuğun zorluklarından, üzücü manzaralarından ve yolculuktan dönerken, malımıza, ailemize ve çocuklarımıza dair kötü durumlar görmekten sana sığınırım" der. Dönüşünde de bunları okur ve "Tevbe, ibâdet ve Rabbımıza hamdedek dönüyoruz." [1550] Sözünü ilâve ederdi.
VI- Yola erken çıkmaya çalışmaktır. Hz. Peygamber erken yola çıkmayı övmüştür. [1551] Bunun bir çok faydası vardır. Sabahları insanlar bedenen daha dinçtir. Sıcak iklimlerde yolculuk yapılıyorsa, bunun hava bakımından birçok avantajları vardır.
VII- Sıcak günlerde binek hayvanlarıyla yolculuk yapanlar gece yürüyüşünü tercih etmelidirler. Hz. Peygamber: "Geceleyin yürümeye bakınız. Zira geceleyin daha mesafe katedîlir" [1552] buyurmuştur.
VIII- Gruptan ayrılmamak. Gerek binek hayvanlarla ve gerekse modern vasıtalarla yapılan yolculuklarda olsun, gruptan ayrılıp gitmek doğru değildir. Ebû Seleme anlatıyor:
Halk bir durakta indikleri zaman derelere ve geçitlere dağılırlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Sizin böyle geçitlere ve derelere dağılıvermeniz, şeytandandır" buyurdu. Bundan sonra onlar, bir durakta indikleri zaman birbirlerinden ayrılmaz oldular.[1553] Gruptan ayrılmanın birçok mahzurları vardır:
a- Herhangi bir tehlike ile karşılaşabilir.
b- Gruptakiler, uzaklaşmakla bir endişeye düşürülmüş,
c- Kalkış saatini geciktirmiş olabilir, yahutta grup onu pek tanımıyorsa, bilmeden onu bırakıp gidebilir.
IX- Bindiği hayvana acımalı, gücünün dışında ona bir yük yüklememeli, onun istirahat ve yiyeceğini ihmal etmemelidir. Hz. Peygamber:
"Allah'tan korkunuz, ancak semiz olduklarında binin, ve yine ancak semiz olduklarında yeyîn" [1554] buyurmuştur. Bir gün bir Medîne'linin bahçesine girer. Orada bir deve bulunur. Deve Hz. Peygamber'i görünce inler ve gözleri yaşarır. Hz. Peygamber ona yaklaşıp, hörgücünü ve kulak arkalarını okşar. Bunun üzerine deve sesini keser. Resulûllah:
"Devenin sahibi kimdir, bu deve kimindir, diye sorunca" ensardan bir genç gelir.
"Allah'ın Resulü! Bu deve benimdir, der.
"Allah'ın mülkiyetine verdiği bu deve hakkında Allah'tan korkmuyor musun? O, senin onu aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor" [1555] buyurur.
Ayni durum taşıt vasıtaları için de mevzubahistir. Taşıt vasıtaları da en azından bir binek hayvanı gibi ihtimam ister. O da pek zorlanmaya gelmez. Onun da bir taşıma gücü ve çalışma süresi vardır. Belki şikâyetini dille yapmaz. Fakat arızalanması ve neticede büyük bir tamir masrafı gerektirmesi bir şikâyet olarak yeter.
X- Zarurî eşyadan olan; Havlu, diş fırçası, sabun, yedek elbise, ayna, su kabı, bir tanıtma belgesi (nüfus cüzdanı v.s.), tarak, traş takımı v.s. gibi eşyayı almak. [1556]
Uzun yolu, hiç farkına varmadan tüketen vasıtaların başında kitap gelir. Binaenaleyh kitap okumakla hem gününü değerlendirmiş ve hem de iyi bir arkadaş edinmiş olur.
Bazı Önemli Hususlar
1- Yolcu herhangi bir durakta durup oraya indiği zaman "mahlûkatın şerrinden Allah'ın tam sıfatlarına sığınırım. = Eûzü bikelimetillâhi-it-Tammat-ı min şerri mâ halâka" [1557] duasını okur.
2- Yolculukta geceleyin:
"Ey toprak! Benim ve senin Rabbin Allah'tır. Senin ve sende bulunan şeylerin, sende yaratılanların ve üzerinde gezip dolaşanların kötülüğünden oturanların, doğuran ve doğanların kötülük-ferinden sana sığınırım" [1558] duasını okur.
Çok Kalmamak
Evden uzaklaşıp giden kimseyi bütün âîle halkı büyük bir kuşku ile yolunu bekler. Belki insan yeni gördüğü yerlerin manzarasına kapılıp orayı bırakmak istemez ve vaktin nasıl geçtiğinin farkına bile varmaz. Fakat evdekiler, bu evde bulunmayış günlerini en uzun gün bilirler. Bu sebepten işi bitirir bitirmez, aile halkının bu haklı endişelerini göz önünde bulundurarak dönmeye çalışmak gerekir. Hz. Peygamber bu hususa temasla: "Yolculuk bir çeşit azaptır. Sizi (zamanında) yemekten, içmekten ve uyumaktan alıkor. Sizden biriniz seferdeki ihtiyacını bitirdiği zaman ailesine dönmekte acele etsin" [1559] buyuruyor.
Dönüş Zamanı
Eve dönüşü sebepsiz olarak geceye bırakmak doğru değildir. Bu hususta Hz. Peygamber:
"Biriniz uzun zaman evinden uzak kalırsa evine geceleyin gelmesin" [1560] buyurmuştur. O daha çok kuşluk veya akşamüstü evine dönerdi. [1561]
Bunun sebepleri arasında şu hususlar sayılabilir:
a- Ev halkı geceleyin derin uykudadır. Haliyle evine dönen kimse kapıyı dövmekle bütün ev halkı olmasa da bir kısmı kalkacak.
b- Dönen kimse evli ise, hanımı kocasının yokluğunu göz önünde bulundurarak normal süsünü yapmamış olabilir. Halbuki; hanımın kocasına karşı normal süsünü yapması ve ona güzel görünmeye çalışmasını İslâm istemektedir.
Memleketini Görünce
1- Memleketine dönen kimse, selâmetle eş, dost ve yakınlarına kavuştuğu için sevinç içinde olacağı muhakkaktır. Bütün bu sevinç içinde bile müslüman, Allah'ın bu lûtfunu unutmamalı ve Hz. Peygamber'in böyle bir durumda yaptığı bir duayı yapmalıdır:
"Seferden dönüyoruz: Tevbe ediyor ve Rabbımıza hamd ve ibâdet ediyoruz" [1562] bunu memleketinin içine girinceye kadar tekrar eder.
2- Evine varmadan, evinin yakınında bulunan mescide uğrar ve orada iki rekât namaz kılar. Mâlik'in oğlu Kâ'b'ın bildirdiğine göre:
Hz. Peygamber yolculuktan döndüğü zaman ilk önce mescide gider ve orada iki rekât namaz kılardı. [1563]
Bütün bunlar durumun elverdiği nisbette yolculukta göz önünde tutulması gereken kurallardır. Bütün bunların, dışında yolculuktaki ibâdetler hakkında herhangi bir ilmihâl kitabına bakmada fayda vardır.
Bir Hatırlatma:
1- Bir yere uğradığı zaman, ilk plânda oranın bilginlerini ziyaret etmeyi ve onların sohbetlerinden faydalanmayı ihmal etmemek. Bir dostunu ziyaret ederse üç günden fazla kalmamalıdır.
2- Bir bilginin yanına vardığı zaman, onun soracağı sorulara karşı gayet nezaketli cevap vermek ve fazla soru sormaktan kaçınmalıdır.
3- Memleketinin çeşitli gıda maddeleri, cömertleri ve dostları hakkında değil, kendi memleketinde bulunan bilginleri, kitaplıkları v.s. anlatmalı.
4- Yolda giderken başkasının duymayacağı bir şekilde Allah'ı anmalı ve Kur'an okumalı.
5- Biri kendisiyle konuştuğu zaman susmalı, konuştuğu müddetçe ona cevap vermeli, yine sonunda bulunduğu eski duruma dönmelidir. [1564]
Hediye ile dönme:
Her yerin değişik bir eşyası vardır. Dönerken bütçenin elverdiği nisbette bazı hediyelerle dönmek iyi olur: Hz. Peygamber:
"Biriniz yolculuktan dönerken ailesine, eşine dostuna bir hediyeyle gelsin, hattâ hiç olmazsa torbasına taş doldursun" [1565] buyurur.
12- HASTALIK
Normal çalışan bir organın vazifesini yapmaması halinde meydana çıkan bir çok ağrı ve sızılar vardır ki; buna genel olarak hastalık denilmektedir. "Geçen asırlarda hususîyle mikrobun keşfiyle bütün hastalıklarda organik sebebler ileri sürüldü..." [1566] Fakat "1935 yılından beri resmen ve ismen kabul edildiğine göre (Somatigue) yâni bedene ait türlü hastalıklar vardır ki, bunlarda sebeb psychigue yâni ruhîdir. Meselâ, bâzı cilt hastalıkları, romatizmalar, bronşial astma, damar spesma'Iarı, hipertansisiyon, mide ülserleri müzmin kabızlık veya kolit halleri, bazı hormonel fonksiyon bozuklukları, bazı göz hastalıkları, kadınlarda ay halleriyle sair jenital bozukluklar, kudretsizler... ki geride ne kaldığı veya ne kalabileceği merakı muciptir. Araya giren istisnaî durumlar haricinde, ruhî faktör yegâne sebeb olarak mütalâaya müsaittir." [1567] Bu izahların ışığında hastalık âmillerini organik ve ruhî olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Hastalıklar her devirde görüle gelmiştir. Hz. Peygamber zamanında da bazı hastalıklar ve o günün imkânlariyle yapılan bazı tedaviler vardı:
O zamanki hastalıklar içinde hadis kitaplarında isimleri geçen bazı hastalıklar şunlardır:
Bars (deri hastalığı), Batn (mîde hastalığı), cüzzam, cüdri (çiçek hastalığı), cünûn (akıl hastalığı), humma (ateşli hastalık) v.s. [1568]
Sağlık büyük bir nimettir. Buna dikkati çekerek Hz. Peygamber:
"İki nîmet vardır ki: İnsanlardan çoğu bu nimetleri kullanmaktan aldanmıştır: Sıhhat, boş vakit" [1569] buyurmuştur. Öyle ise müslümanın dikkat edeceği en önemli husus sıhhatini korumaktır. Hz. Peygamber'in "hijyenik mahiyet ve vüs'atle kalan öğüt ve tavsiyeleri hiç unutmamak lâzımdır" [1570] Acaba dinî bir emir olarak müslümanlara emredilmiş olan abdest, -ki bunda her-şeyle temas halinde olan ellerin, yüzün, ağzın, burnun ve ayakların yıkanması çok manidardır- gusül gerek farz ve gerekse sünnet olanlar olsun tamamen vücudun sağlığı için koruyucu tedbirler değil mi? Keza şu hususlar da çok dikkati caliptir:
İnsanlar yemeklerini kaplarda yerler. Bu kaplar iyi muhafaza edilmediği takdirde insan bünyesine zararlı olacak bir çok muzır yaratıkların (mikrop v.s.) oraya konabilir. Bu durum da İslâm Peygamber'inin nazarından kaçmamıştır:
"Kapları örtünüz kırbaların ağızlarını bağlayınız. Çünkü sene içinde öyle geceler vardır ki: O gecede veba hastalığı nazil olur. Üzerinde perde bulunmayan bir kaba, yahut üzerinde bağı bulunmayan bir kırbaya uğrarsa muhakkak bu vebadan oraya iner" [1571]
O'nun temizliği îmandan sayması da tamamen sıhhat içindir.
Evlerin önlerinin ve etrafının temiz tutulmasını evdeki süprüntülerinin bırakılmamasını [1572] Hz. Peygamber'in istemesi tamamen sağlığa verdiği önem yönündendir.
Kur'an-ı Kerîm bâzı maddelerin yenilmemesini [1573] ve alkolik maddelerin içilmemesini [1574] istemesi, Allah'ın kulların sağlığına verdiği önemden ibarettir. Demek ki sıhhat içinde bir hayat yaşamak ve insan oğlunun bunun için vücudunu kollaması yaradanın kulundan beklediği bir durumdur. Bütün bunlar hasta olmadan insanın aldığı tedbirlerdir. Bu tedbirlere yapışmak ve gerekli olanı yapmak Allah emridir.
Hastalığı Tedavi Etme
Hastalık dışta iyi görünmeyen bir yüze de sahip olsa, yine düşünüldüğü zaman iradenin güçlenmesi ve daha merhametli bîr kalbe sahip olmak için bir irade terbiyesi rolü bazılarınca oynayabilir. Daha çok güçlü iradeler ezâ ve cefâlarla savaşmış ve sonuçta başarmış olan kimselerde bulunur. Hastalıkta bir sıkıntıdır. Bu sıkıntının verdiği eziyeti göğüsleyenler sonunda gayet sarsılmaz bir iradenin örneği olmuşlardır. Allah'ın sadık bir kulu olan Peygamber Hz. Eyyûb böyle bir denemeden Allah tarafından geçirilmiştir. Bu sebepten hasta olanın baş vuracağı iki durum vardır:
- A)Tedavi olması:
I- Hasta olan kimse hemen yetkin bir doktor aramalıdır.
Zira İbn-i Mâce'nin anlattığına göre Hz. Peygamber tıb ilmine sahip olmayan kimselerin hastaları tedaviye uğraşmalarını hukukî yönden men etmiştir. [1575]
Tedavinin Önemi
II- Hz. Peygamber'in nazarında tedavisi imkânsız olan hastalık yoktur.
"Allah verdiği herhangi bir hastalığın şifasını da verir" [1576] Bu hadis gayet manidardır. Son zamanlara kadar tedavisi imkânsız diye görülen birçok hastalıklar bugün tedavi edilmektedir. Bu günün hastalıkları arasında tedavisi iyi bir sonuç vermeyen hastalıklar da bulunsa bunlar zamanla tıb ilminin daha gelişmesiyle tedavi cihetine gidilecektir.
Hz. Peygamber'e "Biz tedavi olalım mı?" diye sorulunca "evet tedavi olunuz" [1577] buyurmuştur. O asrının tıbbî ilâçlarını kendilerine müracaat eden hastalarına tavsiye etmiştir. Bir misâl:
Ebû Sald (r.a.) anlattığına göre Hz. Peygamber'e biri gelir:
"Allah'ın Resulü! Kardeşim karnından şikâyet ediyor, der. Hz. Peygamber:
"O'na bal şerbeti içir," buyurur.
Sonra ikinci sefer gelerek (hastalığın geçmediğini söyler). Hz. Peygamber:
"O'na bal şerbeti içir," buyurur.
Sonra üçüncü sefer gelir. Yine Hz. Peygamber:
"O'na bal şerbeti içir," buyurur. Sonra bir daha gelir.
"İçirdim (fakat ağrısı geçmedi.)
Bunun üzerine Yüce Resul:
"Allah sözünde doğrudur, fakat kardeşinin karnı yalancıdır. Haydi yine ona bal şerbeti içir" [1578], buyurur. Dördüncü içirişinde hastalıktan kurtulur. Hz. Peygamber:
"Allah sözünde doğrudur" ifadesiyle "balda insanlara şifa vardır" [1579] âyetini kasdetmiştir.
Kur'an-ı Kerîm'de bir diğer tedavi yolunu gösterir ki:
Bu tedavi yolu bugün de benimsenmiş ve mütehassıslar tarafından tavsiye edilmiş bir yoldur. Hz. Eyyûb hastalıktan bizar kalmıştı. "Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azab verdî" diye seslenmişti.
"Ayağını yere vur, işte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su" dedik. [1580]
Bu bugün bilinen kaplıca sularıdır. Hasta, doktorun verdiği ilâçları yeri gelince kullandıktan sonra en az ilâç kadar tesirli olan bir hususu da ihmal etmemelidir,
2- Sabır: Hastalığını endişe ve bitkinlik içinde takip eden hasta günden güne daha fazla harap olmaya başlar. Halbuki böyle bir durumda hastanın Allah'ına güvenmesi ve sabırlı hareket etmesi lâzımdır. Burada en büyük iş hastanın ziyaretine giden ve hastanın yanında hizmetle meşgul olanlara düşmektedir. Hasta şefkata muhtaçtır, âdeta o hiç bir şey yapamayan güçsüz bir çocuk gibidir. Yüzü soluk bakışları hüzünlü ve güçsüzdür. Aşkın bir merhamet bekleyen hastanın etrafındakiler çok dikkatli olmalıdır. Bu bakımdan hastahane personeline çok iş düşmektedir. İnsanların sahip oldukları merhamet duygusu, ayni değildir. Çoğunda bu taşkındır. Bâzılarında orta hallidir. Bâzılarında ise sönüktür. Hastahanenin personeli seçiminde, merhamet anlayışı ön plânda tutulsa, daha isabetli bir hareket olacağı şüphesizdir.
Doktor Ücreti
İslâm'da bütün işler Allah rızası için yapılır. "Siz bunu sırf insanlık için şeklinde düşünebilirsiniz. Zira sonuç aynıdır.-Fakat iş karşılığında alınan ücret meşrudur. Hattâ Yüce Resul işçi ücretinin kısılmadan vermesi hakkındaki sözleri şiddetlidir. Bunun gibi doktor da insanlık sıhhatiyle ilgilenmeyi iş olarak üzerine almıştır. İbn-i Abbas'ın anlattığına göre Hz. Peygamber kendinden kan aldırmış, kan alıcıya kan alma ücreti vermiş ve bir de saut [1581] denilen burun ilâcını kullanmıştır. [1582]
Bulaşıcı Hastalıklar
Bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar vardır. Bulaşıcı hastalıkla için İslâm bazı özel prensipler vaaz eder. Tıb otoritelerinin bulaşıcı has'talık olarak tanıttıkları hastalığın karşısında müslümanın gerekli uyarmalara uyması dînin bir icabıdır.
I- Cüzzam: Hz. Peygamber:
"Cüzzamlıdan arslandan kaçar gibi kaçınız" [1583] buyurmuştur. Kısmen merhametli görünmek, dolayısıyla bir iki müslümanı hırıstiyanlığa çekmek ümidiyle hırıstiyan misyoner doktorların bu konuda giriştikleri faaliyet sonuç vermemiştir. [1584]
Bunlar en sonunda Hz. Peygamber'in "Cüzzamli ile görüşürken aranızda bir veya iki süngü boyu mesafe bulunsun" [1585] İfadelerinin yanına gelmişlerdir.
II- Veba: Bu da bulaşıcı bir hastalıktır. Hz. Peygamber böyle bir hastalığın çıktığı yerde bulunan kimselerin oradan bir tarafa gitmemelerini ve dışarıdan da oraya bir kimsenin girmemesini istemiştir. Bu noktada şöyle tarihî bir hâdise vardır. Abdullah b. Abbas anlatıyor:
Ömer İbn-i Hattab Şam'a hareket etti. Nihayet (Yemruk yakınında bir köy olan) Serg'aya vardığı zaman ordu kumandanları Ebû Ubeydete'bnu'l Cerrah ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve Şam arazisinde veba vuku bulduğunu ona haber verdiler. İbn-i Abbas dedi ki:
Ömer 'ilk muhacirleri bana çağır' dedi.
Ben onları çağırdım. Ömer onlarla istişare etti ve onlara Şam'da veba olduğunu haber verdi. Onlar ihtilâf ettiler. Bazısı bir iş için çıkmışsın o işte geri dönmeni doğru bulmayız'. Bazısı da 'insanların bakiyesi ve Resulûllah'ın arkadaşları seninle beraberdirler. Onları şu veba üzerine götürmeni doğru bulmayız' dediler. Ömer onlara da 'Yanımdan çıkın' dedi.
Sonra 'Kureyş ihtiyarlarından fetih muhacirlerinden burada bulunanları bana çağır' dedi. Onları çağırdım. Onlardan ikisi bile Ömer'e karşı itiraz etmedi. Onlar:
'İnsanları geriye döndürmeni ve halkı şu veba üstüne götürmemeni' doğru görürüz, dediler. Bunun üzerine Ömer: İnsanlar arasında söyle nida ettirdi.
'Ben sabahleyin bineğime binip geri döneceğim. Binaenaleyh buna göre (hazırlanıp) sabahlayın' dedi. Ebû Ubeydete'bnu'l Cerrah:
'Allah'ın kajerinden mi kaçıyorsun?' dedi. Ömer:
'Keşke bunu senden başkası söyydi ey Ebâ Ubeyde'! (Ömer, kendisine muhalefet edilmesinden hoşlnmaz idi.) Evet, 'Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz. Kje dersin? Şayet senin develerin olsa, iki yamacı olan bir vadiye inseler yahut indirsen o yamaçlardan biri munbit, diğeri otsuz olsa sen develeri bitek yerde gütsen, Allah'ın kaderiyle gütmüş, otsuz yerde gütsen, vine Allah'ın kaderi ile gütmüş değil misin?' dedi.
İbni Abbas dedi ki:
Abdurrahman İbn-i Avf bir haceti yüzünden ortada yok iken bu sırada çıkageldi ve şöyle dedi:
'Bu hususta bende bir ilim vardır ki; ben onu Resulûllah (s.a.v.)'den işittim şöyle buyuruyordu:
"Bu hastalığın bir yerde çıktığını işittiğiniz zaman oraya gitmeyiniz. Hastalık bulunduğunuz yerde vâki olursa, ondan kaçmak için sakın o yerden çıkmaymız."Abdullah:
"Bunun üzerine Ömer, Allah'a hamd etti, sonra ayrıldı" demiştir. [1586]
Bugün tıb ilmi tarafından "bulaşıcıdır" sıfatını taşıyan (meselâ: Kolera, verem v.s.) her hastalık yukarıdaki hadislerin mahiyeti içine girer. Binaenaleyh müslüman, Allah'ın takdirinden yine Allah'ın takdirine koşmalı ve tedbirini almayı ihmal etmemelidir.
Hayvandaki Durum
Bir çok hayvan hastalıkları vardır. Bunların içinde de bulaşıcı olanlar vardır. Her yıl çiftçiler bu hastalıklardan dolayı sayısız zararlara uğrarlar. Hz. Peygamber bunun için "Sakan hasta deveyi sağlam devenin yanına yaklaştırmayınız" [1587] buyurmuştur. Yapılacak iş hasta olanı hemen ayırmak, sağlamların arasında bırakmamak ve bunun önüne geçmeğe uğraşmaktır.
Manevî Tedavi
Bazı hastalıklar ruhîdir. Bunların telkine ihtiyaçları fazladır. Mukaddes bildikleri şeylerden yardım beklerler. Onlarla karşılaşarak bir bakıma rahatlık ve huzur duyarlar. Ruhî yönden çıkmış böyle hastalar temayülleri hangi yerde ise o tarafı onların yardımına vermek, hastanın yararınadır. Hz. Peygamber bâzı tabiî ilâçlarla kendisine müracaatta bulunanları tedaviye uğraştığı gibi, bâzı dua ve âyetlerle de tedavi cihetine gitmiştir.
1- Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre Allah'ın Resulü göz değmesine okumasını bana emretti, yahut (kesin olarak) emretti [1588] demiştir.
2- Güzel sözün tesiri: Ebû Hureyre'nin anlattığına göre "Allah'ın Resulü İslâm'da Şom tutmak yoktur. En iyisi tefe'üldür, dediğini duydum. Oradakiler tefe'ül nedir? ey Allah'ın Resulü diye sorduklarında, Allah'ın Resulü "Sizden birinizin duyduğu güzel sözdür" [1589] buyurur.
Yâni güzel bir sesle hastanın çağrıldığını duyarak ondan kurtulacağına şom tutmasıdır.
3 - Reislerini bir akrebin soktuğu bir kabîle halkı, bütün çarelere başvurup iyileştiremeyince orada bulunan bir İslâm müfrezesine iyi etmeleri için başvururlar. Müfreze içinde biri gidip Fâtihâ sûresini okur "reis bukağından çözülmüş hayvana benzer" bir şekilde yürümeye başlar. Durumu Hz. Peygamber'e anlatınca O bu durumu tasvip eder .[1590]
4- Hz. Âişe anlatıyor: Allah'ın Resulü, vefatına götüren hastalığında muavvizat (İhlâs, Felâk, Nâs) sûrelerini okuyarak kendisine nefes edip eline üfleyerek iki eliyle yüzünü meshederdi. Hastalığı ağırlaşınca kendilerine bu sûreleri ben okur ve kendi eliyle kendisini meshederdi. [1591]
Rukye: Hasta için şifâ dilemek gayesiyle Kur'an ile Allah'ın isimleri ve sıfatları ile Yüce Allah'a dua etmeye denir ki, [1592] Hz. Peygamber buna müsaade etmiştir. Bu husustaki ondan sâdır olan umumî kaide:
"İçinizde kardeşine kim faydalı olabilirse hemen yapsın." [1593]
O'ndan nakledilen bu mevzuda bâzı dualar vardır:
1- "Ey insanların Rabbı, ve şiddetin gidericisi olan Allah'ım! Şifâ ver, sen şifâ verensin, hastalığı uzun süre bırakmayacak şifâyı verecek senden başkası yoktur." [1594]
2- Hz. Âişe anlatıyor: Allah'ın Resulü hastalandığı zaman Cibril O'na:
"Bismillah yübrike ve min külli dâin yeşfike ve min şerri hâsidin izâ hasede ve şerri külli ziaynin".
Allah'ın adıyla:
"Allah sana her hastalıktan şifâ versin, ve haset ettiği zaman hasetçiden her göz sahibinin (göz değmesi) şerrinden de seni beri kılsın" diyerek rukye tedavisi yapardı. [1595]
Hz. Peygamberin Yaptığını Her Müslüman Da Yapabilir Mi?
Buhârî'nin ilk sarih (açıklayıcı) larından, büyük Türk hadisçi ve edebiyatçılarından Hattabî [1596] der ki: Resulûllah'ın nazara ve göz değmesine karşı okunmasını emrettiği "Kavari-i Kur'an" adıyla anılan Âyet-ül Kürsî [1597] esma ve sıfatı ilâhiyyeyi ve Allah'ın anısı içine alan âyetlerin temiz vicdan sahihleri diliyle göz değmesine uğramış olan hastalara okunmasıdır. Bu okunma ruhanî tedavidir. İlk zamanlarda iyi kimselerin okumalarının büyük mevki-i vardı. Fakat bu tür faziletli insanlar bulunamıyacak derecede azalmıştır. Bu yüzden halk cismanî tedaviye yönelmiştir. Çünki ruhanî tedavinin hastalık üzerinde tesiri görülmez olmuştur.
İslâm'da yasak olan nefes, efsuncuların ve cinleri bağladıklarını iddia eden cincilerin nefesidir. Hattabî ile zamanımız arasında bin seneye yakın bir zaman farkı olması düşünmeye değer mahiyettedir. [1598]
Uğursuzluk
Bir kısım kimseler, çeşitli görünüşleri uğursuzluk telâkki ederler ve meydana gelen hâdiseye onu sebep gösterirler. Kuşların ötüşünden, rüzgârın esişinden v.s. gibi. Tabiî birer hareket olan bu fiillerden, hüküm çıkaranlar çoktur. Hz. Peygamber bu hususta ikaz ediyor:
1- Sefer ayında ve baykuşun ötüşünde uğursuzluk yoktur. [1599]
2- Herhangi bir şeyi uğursuzluk saymak yoktur. Güzel bir söz, hoş bir kelimeden ibaret olan fal benim hoşuma gider. [1600] Fal'ın ne olduğu sorulunca "hoş bir kelimedir" [1601] buyurur. Buradaki faldan gaye bâzı insanların bâzı şeylere bakarak uydurdukları sözler değildir. Hz. Peygamber'in maksadı "tefe'ül" yâni uğurlu ve hayırlı saymaktır. Bunun bir örneği vardır:
Hudeybiye barış anlaşmasına Kureyş'in temsilcisi olarak gönderilen Süheyl bin Amr'ı Hz. Peygamber görünce "uysallık ve yumuşaklık" mânasına gelen "Süheyl" ile tefe'ül ederek arkadaşlarına:
"Artık işiniz bir dereceye kadar kolaylaştı" buyurmuştur. İsimlerin ifade ettiği mânaya bakarak hayrı yormak Peygamber ölçüsüne uygundur. Yoksa falcılık iyi karşılanmamıştır. Bu hususta Hz. Peygamber:
a- "Kâhinlere gitmeyiniz" [1602]
b- Arraf -denilen falcıya- gidip ondan bir şey soran kimsenin, kırk gecenin namazı kabul olmaz. [1603]
Kâhin gaibten haber veren, falcılık yapan manasınadır. Bu açıkça Kur'an-ı Kerîm'deki
"De ki göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez" [1604] âyetine aykırıdır. Arraf ise gaybı bildiğini yâni kaybolan eşyanın nerede olduğunu v.s. gibi şeyleri bildiğini iddia eden kimsedir. Bütün bunlar İslâm inancına aykırı düşen hareketlerdir. Müslüman başındaki geçen hâdiselerin Allah'tan başka kimsenin bilemiyeceğine inanır da böyle yalancılara kanıp vehme kapılmaz.
c- Gaybın anahtarı beştir:
"Allah'tan başkası bunları bilmez. Rahimlerin ne yüklü olduğunu, yarın ne olacağını, yağmurun ne zaman yağacağını, kişinin nerede öleceğini, kıyametin ne zaman kopacağını Allah'tan başkası bilmez." [1605]
Bu hadis âdeta şu âyetin tefsiridir:
"Kıyamet saati bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru o indirir, rahimlerde bulunanı O bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır."[1606]
III- Kuşun (sesini taklit ederek) arkasında bağırmak, kuş uçurtmak, kırbayı bükmek (büyü yapmak) büyücülüktür. [1607]
İnsan, âyette geçen hususlar hakkında devamlı merak içindedir. Bu her asırdaki insanın merak ettiği hususlardır. Nitekim biri Hz. Peygamber'e gelir "Zevcem hâmiledir, ne doğuracağını bana bildir, sonra bölgemiz kuraktır, yağmurun ne zaman yağacağını bana bildir. Doğduğum zamanı biliyorum ama ne zaman öleceğimden haberdar et". Bu sorular karşısında yukarıdaki âyetler nazil olur. [1608]
Hastanın Hastalığını Söylemede Bir Mahzur Yoktur
Hasta olan kimseye biri "hastasın" dediği zaman, şayet hasta ise "ben hastayım" demesinde bir sakınca yoktur.
İbn-i Mes'ud anlatıyor:
Birgün Hz. Peygamber'in yanına gittim, sıtmadan titriyordu, elimi dokundurdum ve:
"Şiddetli ateşin var, dedim.
"Evet sizden iki kişinin ateşi kadar ateşim var, dedi" [1609]
Fakat ne hastalığı gizlemek ve ne de onu mübalâğalı bir şekilde anlatmak doğru değildir, ne ise onu söylemeli aşırılıktan kaçınılmalıdır. Hz. Âişe de Yüce Resûl'ün huzurunda "vah başım" [1610] diye inlemiştir. Bu inleyişini men etmemiştir.
Hastanın Yapması Gereken Şey
1- Hasta Allah'ın hükmüne razı olmalı, takdirine karşı sabırlı olmalı ve Rabbına karşı iyi zanda bulunmalıdır. Bu kendi için daha hayırlıdır. Yüce Resul:
- a)"Mü'mine gerekli olan kendisine hayırlı bir iş isabet ettiği zamanşükretmeli, zararlı bir şeyle karşılaştığında sabretmeli, bu her ikisi onun için daha hayırlıdır" [1611] buyurmuştur.
- b) "Sizden biri Allah'a karşı zannım güzel tutarak ölsün"[1612]
2- Ümitle korku arasında olmalıdır. Günahlarından dolayı Allah'ın cezasından korkmalı ve O'nun rahmetini ümit etmelidir.
Hz. Enes anlatıyor:
Allah'ın Resulü ölümle pençeleşen bir gencin yanına gitti. Durumunu görünce:
"Kendini nasıl buluyorsun," diye sordu.
"Allah'a yemin ederim ki; Allah'tan ümitliyim, yalnız günahlarımdan da korkuyorum. Bunun üzerine Allah'ın Resulü:
"Kalbinde bu şekilde bir inancı koyan bir kuluna Allah ancak umduğunu ona verir ve korktuğundan da onu emin kılar," [1613] buyurmuştur.
3- Hastalığı şiddetlenince ölümü temenni etmesi uygun olmaz. Ümmü-l Fadl anlatıyor:
Allah'ın Resulü onların evine gider. Amcası Abbas hastalığından şikâyet eder ve bunun için ölümü temenni eder. Hz. Peygamber bunu duyunca şöyle buyurur:
"Amcacığım! Ölümü temennî etme. İyi bir kimse isen senin hayatta kalıp ihsanına ihsan katman senin için daha iyidir. Şayet günahkâr isen kalıp günahlarına tevbe etmen senin için daha hayırlıdır. Bu bakımdan ölümü temennî etme" [1614] Diğer rivayetlerde ise Hz. Peygamber:
"Bir şey demen gerekiyorsa şöyle de:
"Allah'ım hayatta kalmam benim için hayırlı ise beni yaşat, yok ölüm benim için daha iyiyse ruhumu al" [1615]
4- Üzerinde ödenmesi gereken başkasının hakları varsa, bunu gücü yeterse kendi ödemeli yahut vasiyet etmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
a- "Yanında kardeşinin mal ve ırzına ait haksızca alınmış bîr hakkı bulunan kimse dinar ve dirhemin (para birimi) kabul olmadığı kıyamet günü gelmeden onu sahibine versin. Zira kendisine ait iyi bir işi varsa ondan alınır, o hakkın sahibine verilir, şayet doğru işi yoksa o mal sahibinin günahı alınır ve o günahlar ona yükletilir."[1616]
b- Başka bir hadiste de başkasının türlü türlü haklarını üzerine alan kimse kıyamet gününde buna karşılık olarak kendisinde bulunan sevabı alınarak, kendisine sevap kalmadığı için ateşe atılan kimsenin olduğunu.[1617] Hz. Peygamber bildiriyor. Diğer hadisler:
c- "Borçlu olarak ölen kimsenin bunu ödemesi için âhirette ortada dinar ve dirhem yoktur, fakat bunun yerine sevaplar ve günahlar vardır"
[1618] Yâni sevabı alınıp o borçlu olduğu kimseye verilecek, şayet sevabı da yetmezse yahut yoksa üzerinde hakkı bulunan kimsenin günahlarını yükleyecek.
ç- Borç iki türlüdür: Borcunu ödemeyi niyetlenerek ölen kimsenin velisi benîm, ödemeyi niyetlenmediği halde ölen kimseden ise, işte böylesinden ne dinar ve ne de dirhemin olmadığı o günde buna karşılık sevabından alınır.[1619]
5- Vasiyeti acele etmek gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber:
"Vasiyet etmek istediği bir şeyi bulunan müslüman kimseye vasiyeti yanında yazılı bulunmadıkça iki gece yatması muhakkak surette caiz değildir", [1620]
Vasiyet ölümden sonra kendisine ait bir malını başka birine temlikini sağlığında istemesidir. Hanefîlerin bu hususta tarifleri:
"Teberru yoluyla ölümden sonra kendisine ait bir malını diğerine temliktir". Borçlu olduğunu ikrar edip sonra ölen bir kimse, bu ikrar ölümden sonra borcu için bir temliktir. "Ben şunu vasiyet ettim" sözü yeterlidir. Ölümden sonra kaydını koymasa da olur.
Vasiyetin şartları üçtür:
Vasiyet eden, vasiyet edilen kimse ve vasiyet olunan mal. Rüknü ise yine Hanefîlere göre:
İcap ve kabuldür. İcab:
"Filâna vasiyet ettim, yahut ölümden sonra malımın üçte birini filâna vâsiyet ediyorum" gibi lâfızlardır. Kabul ise:
Vasiyet edilen kimsenin bu vasiyeti kabul etmesidir. Vasiyet edilen bu vasiyeti kabul etmediği takdirde o mala sahip olamaz.
Vasiyet edilen şahısla ilgili olarak dört türlü vasiyet vardır:
Vucup, mendup, mubah, mekruh.
Vücub: Kendisine bırakılmış yahut üzerinde bulunan fakat bilinmeyen borcu sahiplerine bu hakların verilmesi için yapılan vasiyet.
Mendup: Ailesinden ve yakınları arasında bulunan zenginlere yapılan vasiyet.
Müstehap: Allah-ü Teâlâ'nın haklarına (kefaret, zekât, orucun ve namazın fidyesi gibi hususları için olan) vasiyet (buna vacip diyenler de vardır).
Mekruh: Kötü ve günahkâr olan kimselere (meselâ; sapık ve kardeşlere gibi) yapılan vasiyettir. [1621] Kur'an-ı Kerîm'de vasiyetle ilgili Nasslar gelmiştir.
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana - babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi- Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak- size farz kılındı vasiyeti işittikten sonra değiştiren olursa bunun günahı değiştirenlerin üzerinedir. Allah şüphesiz işitir ve bilir. Vasiyet edenin yanılacağından veya günaha gireceğinden endişe duyan kimse, ilgililerin arasını düzeltirse ona günah yoktur. Allah şüphesiz bağışlar ve merhamet eder." [1622]
Âyetin mânası yanlış anlaşılmamalıdır. "Ölüm geldiği zamandan" gaye "vasiyete gücünüz yettiği halde vasiyet etmeniz" [1623] dir. Bir diğer âyetle anne ve babaya mîras hakkı tanındığından, [1624] anne ve babaya vasiyet edilmesini gerektiren bu âyetin anne ve baba şıkkının nesh edildiğine bilginler müttefiktir. [1625] Zaten hadiste de: "Allah her hak sahibinin hakkını vermiştir, bundan dolayı vâris için vasiyet yoktur" denilmiştir. [1626]
Vasiyetin Miktarı
Malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesi doğru değildir. Sa'd'ın oğlu Amir babasından anlatıyor:
Veda haccında ölüme yaklaştığım bir hastalıktan dolayı Resulûllah beni ziyarete geldi. Ben:
"Gördüğün gibi hastalık bende bu dereceye vardı. Ben mal sahibiyim. Bir tek kızımdan başka vârisim yoktur. Bu durumda malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi? diye sordum. Allah'ın Resulü:
"Hayır," buyurdu.
"Yarısını tasadduk edeyim mi?
"Hayır üçte birini yap. Üçte bir de çoktur. Sen vârislerini zengin bırakırsan, onları muhtaç ve halka ellerini açar bir halde bırakmandan daha iyidir. Allah rızası için verdiğin bu yardım-hattâ hanımın ağzına verdiğin lokmaya varıncaya kadar- bununla mükâfatlanacaksın" [1627]
Bu hadis gösteriyor kî:
a- Vasiyet malın üçte biri üzerinde olur.
b- Vârisleri zengin bırakmak daha uygundur.
c- Kişinin çalışarak elde ettiği kazancı Allah rızası için vermesi, hattâ hanımına yedirmesi, Allah tarafından mükâfatfandırılacaktır.
Terekenin üçte birinden fazlasını vasiyet etmek hadise göre yasaktır. Yalnız Hz. Peygamber'in yukarıda geçen "üçte bîri de çoktur" ifadesine dayanarak İbn-i Abbas "temenni olunur ki; insanlar vasiyet hususunda üçte birinden azaltarak dörtte bîre gitsinler, çünkü Allah'ın Resulü "üçte bir, hattâ üçte bir de çoktur" [1628] buyurmuştur. Katade diyor ki:
Hz. Ebû Bekir beşte biri, Ömer dörtte biri vasiyet ettiler. Bence "beşte biri daha münasiptir" [1629] demiştir.
8- Vasiyet ederken iki âdil müslüman şahid, müslümanlar yoksa herhangi bir ihtilâf anında kendilerine başvurulduğu takdirde doğru söyliyecek iki gayr-ı müslimi şahit yapmak gerekir. Bunu Kur'an-ı Kerîm şöyle bildirmektedir:
"Ey insanlar! Ölüm birinize geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi, şayet yolculukta olup başınıza da ölüm musibeti gelmişse, namazdan sonra alıkoyacağınız, -şüpheleniyorsanız "akraba bile olsa yeminle hiçbir değeri değiştirmîyeceğiz, Allah'ın şahitliğini gizlemiyeceğiz, yoksa şüphesiz günahkârlardan oluruz" diye yemin eden- sîzden olmayan lki kişiyi şahid tutun. Eğer bu şahitlerin günah işlemiş oldukları ortaya çıkarsa, öncekilerin aleyhlerine hak iddia ettikleri iki kişi bunların yerine geçer ve "Bizim şahitliğimiz ikisininkinden de daha doğrudur, biz aşırı gitmedik, yoksa şüphesiz zulmedenlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler. Bu şahitliği gerektiği gibi yapmalarını veya yeminlerinden sonra yeminlerin kabul edilmemesinden korkmalarını daha iyi sağlar. Allah'tan sakının, dinleyin, Allah fasik kimselere yol göstermez." [1630]
9- Vasiyetle bir tarafa zarar vermek haramdır. Meselâ bir kısım vârislerini terekesinden mahrum etmek yahut vârisler içinde bir kısmını daha fazla tercih etmek için yapılan vasiyetler yasaktır:
"Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Bunlar az veya çok belirli bir hissedir" [1631] Müteakip âyetlerde vasiyetten sonra arta kalan terekenin nasıl bölüşüleceği belirtilmiştir. Bunun hilâfına bir müslümanın çocukları içinde birine mîrasta tercihe kalkışması âyet'in ruhuna uygun olmaz. Mîrasın taksimi âyetlerde gayet açık olarak belirtilmiştir. Tercih hakkı tanımamıştır. Demek ki gerek kız ve gerekse erkek evlâdı olsun, miras hususunda birinin tarafına geçmek, birinin hakkını arttırmak veya mahrum etmek Allah'ın uygun bulduğu taksimata aykırıdır. [1632]
Hz. Peygamber de:
"Zarar vermek ve zarara uğramak yoktur. Zarar vereni Allah zarara uğratır. Güçlük çıkarana Allah da güçlük çıkarır" [1633] buyurmuştur.
10- "Bütün malını vasiyet etmesi bâtıl bir tutumdur. Ailesi, çocukları olmasa da yakınlarının veya ikinci derecede mirasçıların hakkı vardır." [1634]
Bunları mahrum etmek doğru olmaz. Sonra böyle bir durum İslâm'da olmayan bir harekettir. Zaten Hz. Peygamber de:
"Bizim prensiplerimizde olmayan bir şeyi uyduranın reddedileceğini" [1635] belirtmesi de böyle bir harekete sapmanın İslâm dışı olduğunu açık olarak ortaya koymaktadır. Şöyle bir hâdise de var:
"Bir adam ölümüne yakın bir zamanda altı kölesini serbest bırakır. Arabi'den olan vârisleri gelip Allah'ın Resulüne yapılanı haber verirler. Resulüllah:
"O bunu yaptı mı?" -sonra devamla- "Allah dileyip de bunu bilseydik onun üzerine namaz kılmazdık" buyurur. Hadisi nakleden devamla diyor ki:
"Allah'ın Resulü onların arasına girdi, o köleler içinde ikisini serbest bıraktı, dördünü tekrar köleliğe çevirdi"[1636]
Burada Hz. Peygamber, malını toptan vasiyet etmenin uygun olmadığını, yalnız üçte birinin vasiyet edilebileceğini göstermiştir.
11- Şayet ölen kimse cenaze işlerinin sünnete uygun yürütülemiyeceğinden korkarsa, sünnetin ruhuna uygun yıkanması, kefenlenmesi, taşın ması ve gömülmesi için vasiyet etmelidir. Zira kendini ve ailesini ateşten korumak. [1637] Allah'ın mü'minlere bir emridir. Bid'atların olmadığı yerde belki böyle bir şeye ihtiyaç hasıl olmaz. Fakat şayet herhangi bir yerde cenaze işine dinde yeri olmayan ve üstelik diğer din saliklerinin takip ettikleri âdetler yer almışsa muhakkak bîr surette böyle bir vasiyete ihtiyaç vrdır.
Hz. Peygamber'in eshabı bu şekilde vasiyette bulunmuş ve bu hususta çokça asar gelmiştir.
a- Ebû Vakkas'ın oğlu Amr b. Sa'd'ın anlattığına göre babası kendisini ölüme götüren hastalığı esnasında şöyle demiştir:
"Benim için bir lahit [1638] yapınız ve Allah'ın Resulüne yapıldığı gibi -yan tarafıma- kerpiçler dikip sıralayınız"[1639]
b- Ebû Bürde anlatıyor:
"Ebû Mûsâ (r.a.) ölümü yaklaştığı zaman vasiyet ederek dedi ki:
"Cenazemi yola koyduğunuz zaman beni çabukça götürünüz. Benimle toprak arasını ayıracak bir şeyi Lâhdime koymayınız. Kabrim üzerine bir bina yapmayınız..."
Orada bulunanlar "bu hususta Allah'ın Resulünden bir şey duydun mu?" diye sorduklarında O "Evet Allah'ın Resulünden duydum" cevabını verir. [1640] Hülâsa cenazeye dinde yeri olmayan bir şeyin sokulacağından korkan kimsenin vasiyette bulunması gayet iyi olur. [1641]
Vasiyetin Şekli
Vasiyet eden kimse, kendisinin vefatından sonra isteğine uygun olarak vasiyetinin yerine getirilmesini arzu ediyorsa her türlü ihtimali göz önünde bulundurarak ya bu vasiyeti şahitlerin nezdinde [1642] söylemeli yahut daha yerinde uygun bir hareket olarak, bu vasiyeti yazdırmalıdır. Vâsiyetin başında iki şahidin adının yazılması hakkında merfu bir hadis bilinememektedir. Yalnız Abdurrezzak sahih bir senetle Hz. Enes'e mevkufen bir hadis tahric etmiştir:
"Eshabı Kiram vasiyetlerinin başına Besmeleyi yazarlar:
Bu filân oğlu filânın vasiyeti olup bir Allah'tan başka Allah olmadığına, Allah'ın ortağı bulunmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Peygamber'i olduğuna; kıyametin geleceğine, bunda şüphe bulunmadığına, Allah'ın kabirlerde olanları dirilteceğine şehâdet eder" iaresini yazar ve geride bıraktığı ailesi efradına Allah'tan korkmalarını, barış içinde yaşamalarını ve eğer tam mü'min iseler Allah ve Resulüne itaat etmelerini vasiyet eder. Onlara Hz. İbrahim, oğullarına ve Ya'kub'a yaptığı:
"Şüphesiz ki Allah sizin için bu dini seçip ayırmıştır. Binaenaleyh sakın sizler müslüman olmaktan başka bir halde ölmeyiniz" [1643] şeklindeki vasiyeti yaparlardı. [1644] Her müslüman buna mümasil bir vasiyeti yazılı olarak bırakabilir.
Arkasında Mal Birakmayan Kimsenin Vasiyeti
Arkasında dünyalık bırakmayan kimse bu hususta herhangi bir vasiyette bulunmaz.[1645] Fakat diğer işlerle ilgili hususlarda vasiyet edebilir: [1646]
a- Cenazenin nasıl kaldırılacağı
b- Varsa kitapları -yakınları arasında da bundan faydalanacak kimse bulunmuyorsa nasıl kullanılacağı.
c- Çocukların nasıl bir gidişat takip edecekleri.
d- Çocukların yakınlara ve diğer insanlara karşı ne gibi muamelelerde bulunacağı hususlarında vasiyet edebilir. Nitekim Hz. Peygamber kendilerine gelen heyetlere ve elçilere nasıl muamelede bulunuyorlarsa müslümanların da öyle bulunmalarını istemiştir. [1647]
Hastayı Ziyaret
Önemi:
1- Müslümanın müslüman hastayı ziyaret etmesi birbirleri üzerindeki haklardan biridir. [1648] Hz. Peygamber hastayı gidip ziyaret etmeyi bizzat emretmiştir [1649]
2- Müslüman müslümanın sevinç gününde yanında olduğu gibi mu-sîbetli gününde de onunla beraberdir. Ve birbirlerine doğruyu ve sabrı tavsiye etmekle kurtuluşa ererler. [1650] Binaenaleyh hasta yılgındır, hayatı süzüşü değişiktir. Teselli aramaktadır. Acısını paylaşacak birini her gün gözetlemektedir. Hasta yatağına uzanmış olan kimse, şayet konuşacak ve derdini dinletecek birini bulamazsa canı sıkılır.
3- Hastanın en çok morala ihtiyacı vardır. Kulaklara akan tatlı sözlerden ve tesellilerden daha iyi moral da düşünülemez.
4- Hz. Enes'in anlattığına göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Allah kıyamet gününde, şöyle buyuracak: "Âdem oğlu! Hastalandığında beni ziyaret etmedin, Âdem oğlu:
-Rabbim! Seni nasıl ziyaret edebilirim ki, sen Âlemlerin Rabbısın, der.
-Kulum filân hastalandı da onu ziyaret etmedin, ama bil ki, onu ziyaret etseydin elbette beni onun yanında bulurdun"[1651], buyurur. Bu hususta daha çok hadisler vardır:
a- Hastayı ziyaret ediniz.[1652]
b- Bir müslüman, müslüman kardeşini hasta iken ziyaret ettiğinde hasta başından ayrılana kadar o ziyaretçi cennet bostanında yaşar.[1653]
c- Herhangi bir müslüman, sabahleyin hasta kardeşini ziyaret ederse yetmişbin melek ona akşama kadar rahmet okurlar. Eğer akşamleyin ziyaret ederse yetmişbin melek ona sabaha kadar istiğfar ederler. Aynı zamanda o kimse için cennette toplanmış meyva vardır.[1654]
d- Abdullah b. Ömer şöyle demiştir:
Resulûllah'ın maiyetinde oturuyorduk. Ensardan bir kimse çıkageldi ve Peygamber'e selâm verdi. Sonra Ensarî arkasına dönüp giderken Resulûlah hemen
"Ey Ensar kardeş! Benim kardeşim Sa'd b. Ubade nasıldır?" dedi. O zat:
"İyidir" diye cevap verdi. Bunu takiben Resulûllah:
"Sa'd b. Ubadeyi sizlerden kim ziyaret etmek ister?" deyip hemen kalktı. Biz de onunla beraber kalktık. Biz on kişiden fazla ziyaretçi olmuştuk. Üzerimizde ayakkabılar, edikler, başa giyilen şeyler ve gömlekler yoktu. Şu çorak arazilerde yürüyerek nihayet onun yanına vardık. Resulûllah ve onun maiyyetinde bulunan Sahabileri Sa'de yanaşsınlar diye etrafındaki halk geriye çekildiler. [1655]
Erkeğin Kadın Hastayı Ziyareti
Yakınları birbirlerinin hastalarını ziyaret etmesi gerekli bir husustur. Yalnız bir erkek yabancı bir kadını ziyaret edebilir mi? Ümm'ul Alâ hasta iken Hz. Peygamber'in kendisini ziyaret edip, müslüman hastanın Allah günahlarını, ateşin altın ve gümüşü erittiği gibi götürdüğünü müjdesini verdiğini nakleder. [1656]
Diğer Dinlere Mensup Olan Kimseleri Ziyaret
Kendilerine kitab yerilmiş yahudî ve hıristiyanları ziyaret etmekte bir beis yoktur. Hz. Peygamber hasta olan bir yahudî genci ziyaret etmiştir. Fakihler ehl-i kitabtan sayılmayan mecusiyi de İslâm'ın uzlaşmaya verdiği öneme binaen ziyarete cevaz vermişlerdir.
Hattâ fasık müslümanı ziyaret etmenin ziyaretini uygun bulmuşlardır. [1657]
Ziyaret Usulü
1- Birinin hasta olduğunu duyan kimse hemen ona gider ve giderken de kendisiyle beraber gelmek isteyenlerin olup olmadığını soruşturur.
2- İmkân nisbetinde hastanın bulunduğu yerin uzaklığı düşünülmeden ziyaret ihmâl edilmemelidir.
3- Hastanın yanına varılınca, hastanın etrafında bulunanlar geriye çekilir. Yeni gelenler onun yanına sokulur. [1658]
4- Hastanın bulunduğu duruma göre hareket edilir. Hz. Peygambere göre ise "hastanın yanına varılınca sizden birinizin elini hastanın alnına yahut eli üstüne koyarak nasıl olduğunu sorması hastayı ziyaret etmenin tamamlayıcı adabındandir" [1659] buyurmuştur.
5- Gerekirse bazı dualar okur.
a- Hz. Âişe'nin anlattığına göre Allah'ın Resulü ailesinden biri hastalandığı zaman sağ elini hastaya sürer ve:
"Ey insanların Rabbı olan Allah'ım! Bu izdırahı gider. Şifâyı veren sensin. Senden başka şifâ veren yoktur. Buna hiçbir hastalık bırakmayacak şekilde şifâ ver" şeklinde dua eder. [1660]
b- Ebû Abdullah Osman b. Eb'il As anlatıyor:
Bir gün vücudumda hissettiğim ağrıdan Allah'ın Resulüne şikâyet ettim. Bunun üzerine Allah'ın Resulü:
"Vücudunun ağrıyan yerine elini koy ve üç defa "Bismillah" ve yedi defa "Hissettiğim hastalığın zararından ve tehlikesinden Allah'ın yüceliğine ve kudretine sığınırım" söyle [1661] buyurdu.
c- Böyle duanın önemli olduğuna işaret eden hadisler çoktur.
"Henüz eceli gelmemiş olan bir hastayı ziyaret eden kimse onun yanında: 'Büyük Arşın Rabbi olan Ulu Allah'tan sana şifâ vermesini dilerim', derse Allah onu o hastalıktan kurtarır."
d- Ziyaretçinin bütün gayesi, hastayı ümitlendirmek, şevkini kırmamak, kısacası onun moralini takviye etmektir. Şayet hastanın manevî bünyesi müsaitse, bu hastalığın ona manevî yönden fayda vereceğini söylemek yerinde olur. Hz. Peygamber hasta olan bir Ashab'ının yanına girer ve diğer hastaları ziyaretinde olduğu gibi O'na da "geçmiş olsun, inşaallah bu hastalık günahlarınızı temizler" [1662] der.
6- Hasta herkesten daha çok ölümü düşünür. Bazılarında bu düşünce okadar ileri gider ki; her an ölecekmiş gibi düşünüp durur. Ziyaretçi bu yönden de onu teselliye çalışmak ve ona Allah'ın hiç bir nefsin zamanı gelmeden ölmiyeceği, [1663] her ömür için kararlaştırılmış bir zamanın olduğu, [1664] binaenaleyh bu gibi yersiz düşüncelerin İslâm'da yeri olmadığı söylenilmelidir.
7- Hastanın mâlî durumu göz önünde bulundurularak onun hoşuna gidecek bazı gıdalar hediye etmelidir. Yahut sormalıdır. Hz. Peygamber bir hastanın ziyaretine gider ve bir şeye iştahı olup olmadığını sorar. [1665]
Hastayı Yakınlarından Sorma
Mutad ziyareti yaptıktan sonra, zaman, zaman hastanın yakınlariyle herhangi bir yerde karşılaştığında onu onlardan sormalı. Nitekim, Hz. Peygamber'in ölüm hastalığında Hz. Ali'ye:
"Ey Hasan'in babası (yâni Ali) Allah'ın Resulü nasıl sabahladı," diye sorduklarında O:
"Allah'a hamdolsun iyi olarak geçirdi [1666], der.
Ölüm Halinde Olana Ne Yapmalı
1- İslâm'ın bütün gayesi kişiyi kelime-i tevhidin mânasına inandırıp böylece Allah'ın birliği ve onun hâkimiyeti altında kula kul olmaktan kurtarmaktır. Hz. Peygamberin bütün gayesi bu idi. Bu sebepten O ölüm halinde bulunan kimseye de bunu telkin etmeyi istemiştir:
"Sizden ölüm halinde bulunan kimselere 'Lâ ilahe illâllah'ı telkin ediniz" [1667] "hadiste ölülerinize" ifadesi geçmektedir. Burada ölüler tâbiri ile ölümü yaklaşan kimse kastedilmiştir. "Sekerat-ı mevt" dediğimiz bu halde zavallı hasta, ölümün en şiddetli saatlerine, şeytanın türlü tesvilâtına maruz bulunduğundan, ölmüş farzedilmiş ve ona yapılacak tevhidi-Bari telkinin pek mühim olacağı bildirilmiştir. [1668]
2- Hastaya dua etmek ve yanında ancak iyiyi konuşmaktır. Seleme'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Hasta yanına yahut ölüm halinde bulunan kimse yanına gittiğinizde hayır (dua) söyleyiniz. Çünkü melekler söyliyeceğiniz sözlere 'âmin' derler." [1669]
3- Ölüm halinde bulunan kimseyi kıble yönüne yöneltmeyi Said b. el Müseyyib iyi görmemiştir.
Zer'a b. Abdurrahman anlatıyor:
Ben Sai'd b. el Müseyyib'in hastalığını gördüm ve onun yanında Ebû Selme b. Abdurrahman bulunuyordu. Sai'd üzerinekapandı. Ebû Selmeye onun yatağını kıble tarafına döndürmesini söyledi. Bunun üzerine Sai'd ayıldı.
"Yatağımı çevirdiniz? diye sordu.
"Evet, derler
Bunun üzerine Ebû Selmeye baktı ve:
- Bu işin senin bilginle olduğunu görüyorum.
"Evet ben onlara böyle yapmalarını söyledim, der.
Said yatağını tekrar eski durumuna getirmelerini söyler. [1670]
4- Böyle bir durumda olan hastanın yanında "Yasin" sûresinin okunması hakkında bâzı rivayetler vardır.
a- Ahmed b. Hanbel ve bâzı muhaddisler Ma'kı) b. Yesar'dan şu hadisi rivayet ediyorlar:
"Ölüm hâlinde bulunan kimselere "Yâsîn" okuyunuz" [1671]
b- İbn-i Ebî Şeybe ve el-Mervezi'nin Câbir b. Zeyd'den çıkarttıkları bir hadise göre:
"Ölüm halinde bulunan hastanın yanında, Ra'd sûresini okumak müstehaptır. Zira hu sûre ölüm hâlini hafifletir ve ruhunun kabzedilmesini kolaylaştırır. Aynı şekilde ölümden sonra Yasin sûresini okumak da müstehaptir. Zira ölünün ruhu, Kur'an'ı duyma ve bereketini elde etme yönünden diri gibidir. [1672] Fakat halk İhlâs sûresini okunmadan ölü ruhunun semâya yükselmeyeceğine inanırlar. Bu tamamen yanlıştır." [1673]
c- Ölüm hâlindeki hastanın yanında "Yasin" sûresini okuma hususundaki hadisin sahih olmadığı bildiriliyor. [1674]
Bunlara bakarak (a) şıkkında belirtildiği üzere okunmasında bir mahzur yoktur. Binaenaleyh, ev içine çökmüş bulunan hüznü Kur'an sesiyle dağıtmak faydalı olsa gerek.
5- Hasta olan bir gayr-ı müslimi ziyaret etmekte bir sakınca yoktur. Durum müsaitse ona İslâm olması telkin edilir. Hz. Enes anlatıyor:
Allah'ın Resulüne hizmet eden bîr yahudî çocuk vardı. Birgün hastalandı. Allah'ın Resulü onu ziyarete gitti ve baş ucunda oturdu. Ona:
"İslâm ol, dedi. Çocuk yanında bulunan babasına baktı. Babası:
"Eb-ül-Kâsım'a (yâni Hz. Muhammed'e) itaat et, dedi. Çocuk müslüman oldu. Bunun üzerine Hz. Muhammed:
"Bu çocuğu ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun, diyerek çıkıp gitti. [1675]
6- Aybaşı, Lohusa hallerinde bulunan kadınların ölüm döşeğinde bulunan hastaların yanında bulup bulunmayacakları hususu fakihler tarafından ihtilâf konusudur. Yalnız bu durumda bulunan kadınlar hastaya yakın ve onların hizmetinde bulunan kimseler ise yahut hasta bunların kendi yapından ayrılmalarını arzu etmiyorsa kalmalarında bir sakınca yoktur. [1676]
Ölünün Yanında Bulunanların Yapacaği İşler
1- Hasta ruhunu teslim edince yanında bulunanların yapacağı çok işler vardır.
a- Ümmü Seleme şöyle dedi: Allah'm Resulü, Ebû Seleme'nin (ölümünü müteakip) yanına girdi, onun gözü açık halde idi. Gözünü kapattıktan sonra:
"Muhakkak ki ruh kabzedildiği vakit göz onu arkasından takip eder, buyurdu. Ev halkından bazı kimseler feryatla ağladılar. Bunun üzerine Resulûllah:
"Kendi nefislerinize hayırdan başka şey dua etmeyiniz. Çünkü melekler söylîyeceğiniz sözlere (dualara) âmin derler. Sonra şöyle dua etti:
"Allahım! Ebû Seleme'ye mağfiret et. Onun derecesini hidâyete erenler içerisinde yükselt. Onun arkasından ailesinin baki kalanları arasında ona halef ol. (Onun işini üzerine al) Kabrinde ona genişlik ver ve orada kendisini nurlandır. [1677]
b- Hz. Ebû Bekir de Hz. Peygamber'in vefat ettiğini duyunca evine gider, yüzündeki örtüyü çeker, yaklaşır ve alnından öperek ağlar. [1678]
c- Hz. Peygamber, ölmüş olan Osman b. Maz'unun yanına girer, yüzünü açar ve yaklaşır öper. Hadisi anlatan Hz. Âişe'ye göre "öyle kî yanaklarında göz yaşlarının aktığını gördüm" [1679] diyor.
d- Hz. Enes anlatıyor: Allah'ın Resulü can çekişen oğlu İbrahim'in yanına girdi. Bunun üzerine gözleri yaşardı. Abdurrahman b. Avf bunu görünce:
"Sende mi ağlıyorsun ey Allah'ın Resulü? deyince O:
"Ey Avf'ın oğlu! Bu göz yaşları şefkattendir," buyurdu. Sonra bunu müteakip şöyle dedi:
"Göz yaşarır, kalp kederlenir. Biz ancak Rabbımızın razı olacağı Sözleri söyleriz. İbrahim biz senin firakınla kederliyiz [1680]
e- Mute savaşı esnasında Hz. Peygamber hutbeye çıkar.
"İşte sancağı Zeyd aldı, Zeyd katlolundu. Sonra sancağı Cafer aldı. O da katlolundu. Sonra sancağı İbn-i Revana aldı. O da katiolundu" buyurdu. Enes anlatıyor:
Bunu derken Allah Resulünün gözlerinden yaşlar akıyordu. [1681]
f- Hz. Üsame anlatıyor: Hz. Peygamber'in kızı Zeynep babasına:
"Oğlum öldü, bana geliniz, diye haber gönderdi. Allah'ın Resulü de kızına selâm söyleyip:
"Allah'ın almak ve Allah'ın vermek istediği her şey kendisine aittir. Her şeyin O'nun yanında belirli bir ömrü vardır. Sabret ve bunun sevaplı olacağını hesapla, diyerek cevap gönderdi. Bu sefer Zeynep, Allah'ın Resûlü'nün kendisine gelmesi için and vererek haber gönderdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber beraberinde Sa'd b. Ubade, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit ve başka adamlar olduğu halde Zeyneb'in evine gelirler. Bedeni eski bir kırbaya dönmüş ıstırap çeken çocuk, Hz. Peygamber'in kucağına verildi. O'nun göz yaşları akıyordu. Sa'd b. Ubade:
"Allah'ın Resulü! bu nedir? diye hayret edince O:
"Bu gözyaşı Allah'ın kullarının gönüllerine koyduğu bîr rahmettir. Allah bu rahmeti kullarından ancak şefkatli olanlara ihsan eder" [1682] buyurdu.
Bütün bu hadisler, bağırmadan ve çağırmadan ağlamanın caiz olduğunu gösteriyor. Bu ağlamaktan ziyade içten gelen bir şefkattir. Allah ise şefkatli olanı sever. Diğer hadis kitapları da bu hususta bazı rivayetler getirmişlerdir.
j- Hz. Peygamber ölümle pençeleşen küçük kızını kucağına alıp elini çocuğun üzerine koyar, çocuk inliyordu. Bunun karşısında Hz. Peygamber ağlar. Bunu gören Ümmü Eymen de ağlar. Allah'ın Resulü Ümmü Eymen'e:
"Allah'ın Resulü yanında iken ağlıyor musun?" deyince O:
"Allah'ın Resulü ağlarken ben niçin ağlamıyayım, cevabını verir. Allah'ın Resulü:
"Ben ağlamıyorum- O göz yaşları rahmettir" [1683], buyurur.
k- Hz. Peygamber'in kızı Rukayye ölünce, kadınlar ağlar. Hz. Ömer bunları ağlamaktan alıkoymak isteyince Allah'ın Resulü:
"Ömer! Bırak şu kadınları ağlasın, sonra sizi cenazede şeytan anırmasından men ederim. Eğer ağlamak gözden, kalpten gelirse o, Allah'ın rahmetindendir. Eğer düden ve elden gelirse (yâni dil bağırır, el de yaka, paça yırtarsa) bu da şeytandandır" [1684] buyurur.
Ölünün Yakınlarına Düşen Görevler
1- Yakınlarından birinin öldüğü haberi kendilerine gelen akrabalara şu iki iş gereklidir.
- a)Allah'ın şu âyetine istinaden sabretmek ve kadere razı olmak:
"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, nefis Serden, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenlere müjde et. Oralara bîr musibet geldiğinde "Biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz" derler. Rablerinin mağfiret ve rahmeti onlaradır. O'nun yolunda olanlar da onlardır." [1685]
- b)Hadiste de bunun önemine işaret vardır. Hz. Enes anlatıyor:
Hz. Peygamber kabrin yanında bağırarak ağlayan bir kadının yanından geçti, kadına:
"Allah'tan sakın ve sabret" buyurunca kadın:
"Benden uzaklaş, sen benim uğradığıma uğramadın, der. Kadın O'nu tanımadı. O'na:
"Bu Allah'ın Resûlü'dür, denilince Peygamber'in kapısına gelir. Kadın, kapının yanında kapıcılar bulmaz. Hemen içeri girer ve:
"Allah'ın Resûlü seni tanımadım, der. Hz. Peygamber:
"Sabır -musibetin- birinci vuruşu sırasındada" [1686] buyurur.
Hz. Peygamber bir musibetle karşılaşan kimsenin bunun karşısında sabırlı olması gerektiğine işaret etmiştir. Yırtılmakla, bağırmakla hiç bir şey geri dönderilmez. Üstelik kaybedilir. İyisi mi ki, Allah'ın verdiğine sabır edip, büyük bir teslimiyet içinde hâdiseyi karşılamaktır, Müslim Hadis kitabı, "kendi çocuğuna ağlıyordu" [1687] kaydını koyarak kadının kime ağladığını tasrih ediyor. Anneler çocuklarına karşı çok şefkatlidirler. Çünkü onlardan bir parçadırlar. Binaenaleyh Allah'ın kendilerine verdiği bu nimeti, tekrar elinden alınca, anne kendisinden uzaklaşmış bu ciğer paresine tahammül etmez. Halbuki bu nîmet geldiği kapıya dönmüştür. Bunun karşısında sabırla göğüs gerenin mükâfat elde edeceği bildiriliyor:
- a)Erginlik çağına varmamış üç çocuğu vefat eden her müslümanı; ancak Cenâb-ı Allah o çocuklara olan geniş rahmetiyle o müslümanı cennete sokar.[1688] Onlar cennetin kapıları önünde olurlar.
"Babalarımız gelinceye kadar, burada duracağız" derler. Bunun karşısında onlara:
"Siz ve babalarınız Allah'ın rahmetinin genişliğiyle cennete giriniz" [1689] denilir.
- b)Her hangi bir kadının üç çocuğu vefat ederse onlar ateşe karşı bir perde olurlar, ifadesini Hz. Peygamber buyurunca, bir kadın:
"Ya iki tane olursa" şeklinde sorunca "iki de olsa" [1690] buyurur.
Çocuğu ölen kimse sabırla bunu karşıladığı takdirde mükâfat elde edeceğini diğer bir hadiste ortaya koyuyor.
Bîr kimsenin çocuğu öldüğü zaman Allah-ü Teâlâ meleklerine şöyle der:
"Siz kulumun çocuğunun ruhunu mu aldınız?"
"Evet.
"Peki kulum ne nedi?"
"Sana hamdetti ve istirca etti.
"Allah buyurur:
"Cennette kuluma bir ev yapınız ve onu "hamd" evi olarak adlandırınız." [1691]
II- a) Akrabanın yapacağı ikinci iş "istîrca" etmektir. Bu da "İnna Liliâhi ve inna ileyhi râciûn = Biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz" [1692] demeleridir. Buna şu da ilâve edilir. "Allahümme ü'curni fî musibeti veh-lüfli hayran minha = Allah'ım uğradığım musibetin ecrini ve ondan daha iyisini bana ver." [1693]
- b)Yas tutması: Ölünün çıktığı ev halkı değişik bir ruhî durum içindedirler, içlerinden birini kaybetmenin üzüntüsü onların her birini sarmıştır. Bundan dolayı günlük ziynetlerini yapmayı düşünmezler. Bu noktadaPeygamber'in (s) sünneti şu yoldadır:
"Allah'a ve âhiret gününe îman eden bir kadının kocasından başka bir ölü için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Fakat kadın kocasına karşı dört ay on gün üzüntüsünü izhar eder" [1694]
Nitekim Hz. Peygamberin zamanındaki kadınlar buna riâyet etmişler. Ebû Seleme'nin kızı Zeynep diyor ki: Cahş'ın kızı Zeyneb'in kardeşi vefat edince yanına gitmiştim. Zeynep koku isteyip süründü. Sonra dedi ki:
Benim gibi yaşını, başını almış bir kadının kokuya ne ihtiyacı olabilir. Şu kadar ki ben Allah'ın Resulünün minber üzerinde şöyle buyurduğunu işittim. [1695] (Yukarıdaki verilen hadisi rivayet eder).
Yalnız ölüye yas tutmanın vacip olduğu şeklinde bir düşünceye gidilmesi doğru değildir. Ölünün ister yakınları isterse yabancılardan biri olsun, kaybettiği kimsenin kederinden süsten uzaklaşır. Yalnız hadis, kadının kocası öldükten sonra dört ay on gün yas tutabileceğini bildiriyor. Bu gereklidir. Kocası ile tatlı ve acı günleri paylaşmış olan bir kadın onu kaybettikten sonra yine eskisi gibi süslenip kuşanması düşünülemez. Süsten uzak hayat yaşaması kocasının hukukuna gösterdiği saygının bir nişanesidir. Bütün İslâm hukukçularına göre kocası vefat eden bir kadın geceli gündüzlü dört ay on gün süslenmesi yasaklanmıştır. Ve kederlendiğini ortaya koyması vaciptir. [1696]
Ölünün Yakınlarına Yasak Olan Şeyler
Ölünün yakınlarına yapılması istenmeyen bazı hususlar vardır:
- a)İslâm'dan önce Araplar'da bir âdet vardı. Herhangi bîri öldüğü zaman kadınlar onun arkasından ellerini yere vurarak, başlarına toprak saçarak, elbiselerini yırtarak, kendilerini yere atarak ve saçlarını yolarak bağırıp çağırırlardı. Hattâ bazıları bunu vasiyyet ederdi. Meşhur cahiliyye şâirlerinden ve "Muallâkat-ı Seb'a"'dan[1697] biri olan Tarafa İbn-i Abd'ın şu beyti o cümledendir. "Ey sevgili Ümmü Ma'bed Ben öldüğümde benim ölümümü, lâyık olduğu müstesna bir tarzda ilân et. Ölümümden müteessir olarak yakanı parça parça et" [1698] Bugün de bu durum vardır. Anadolu'nun birçok köylerinde, kasaba ve şehirlerde ölünün arkasında feryat ederek ağlayan, kabrin üzerine kendini atan, tabuta sarılıp çıkmasını istemeyen kimseler çoğunluktadır. Bütün bunların aşırı bir özlemden doğduğu söylense de, bu aşın sevginin rahmete dönüşmesi daha verimlidir. Diğer İslâm ülkelerinde de bu durum yaygındır. Özellikle Mısır'ın cenaze alaylarında görev almış kadınların bağırış ve çağırışları Cahiliye Araplarını hiç aratmıyor. İslâm'ın bu vadideki sözü nedir? Bu husus hadis koleksiyonlarında sabft bir gerçek olarak görünmesine rağmen bölgedeki yaygın örf bunu ikinci dereceye atmıştır. Bu tip hareketlere "nevha" denir ki hadislerde yerilmiştir.
I- Bağırma
1- Ümmetimden cahiliyet âdetlerinde kalma terkedemedikleri dört huy vardır:
Babalarının yaptıklarıyla öğünmek, nesepleri horlamak, yıldızlardan yardım dilemek ve ölüye nevha [1699] etmektir. Ölünün arkasında nevha eden kadın, ölümünden önce tevbe etmezse, kıyamet gününde üzerinde katranlı bir elbise ve uyuzlu bir gömlek olduğu halde kaldırılır. [1700]
2- Üzersnde nevha edilen ölü, yapılan nevha yüzünden azap olunur. [1701]
3- İnsanlar içinde iki kimse vardır ki onlar küfür içindedirler:
Nesebi kötüleyen, ölüye nevha yapan kadın [1702]
4- Allah ham nevha eden kadana, hem de onu dinleyen kadına gadap etsin [1703]
II- Yüzünü Tırmalama
5- Yüzünü tırmalayan, yakasını yırtan, yok olmasını dileyen kadına Allah lanet etsin. [1704]
6- Allah nevha eden, onu dinleyen, saçını yolan, yüzünü yolup tırmalıyan, eline, koluna dövme yapan ve yaptıran kadınlara lanet etsin. [1705]
7- Hz. Peygamber kadınlardan biat alırken [1706] nehva etmeyeceklerine dair söz alır. [1707]
Hz. Peygamber sessiz bir şekilde ölünün üzerinde göz yaşı dökmüş, bunu rahmet olarak telâkki etmiş ve böyle yapanlara karışılmamasını istemiştir. Fakat yukarıda hadislerin ifadelerinde de gayet açık olarak ortaya konan, bağırıp çağırma şeklindeki ağlamaları yasaklamıştır. Bu bir bakıma takdire karşı çığlıklarla karşı koymaya çalışmak gibidir. Halbuki çizilen plâna bu tip bağırtıların hiç tesir etmediği ve gideni geri döndermediği herkes tarafından kabul edilecek bir husustur. Hattâ kendi örfüne kapılarak bu noktada inadı bırakmayan hakkında Yüce Resul gayet kesin konuşmuştur.
III- Yanaklarını Dövme
8- Kim ki (ölüler için) avuç içi ile yanaklarını döver, yanaklarını yırtar ve cahilîyet âdeti üzere feryat ederse, bizden değildir.
Demek ki, İslâm'ı kabul etmiş kadın ve erkek bu kabil hareketlerden uzaklaşmalı, yoksa hiç yoktan sünnet ehlinden uzaklaşmış olur.[1708]
9- Hz. Peygamber'in oğlu İbrahim öldüğü zaman, Üsame bin Zeyd ba ğırarak ağlar. Bunun üzerine Resulûllah şöyle buyurur:
"Bu benden değildir. Böyle bağıran doğru yapmaz. Kalp üzülür, göz yaşını döker, fakat Rab kızdırılmaz." [1709] Rabbın kızdırılması yukarıda da işaret edildiği gibi takdire karşı çıkıştan ve ondan geleni sabırla kabul etmeme gösterişine kapılmaktandır. Umulur ki müslüman kadınlar, Hz. Peygamber'in cahiliye âdeti olarak kaydettiği bu âdetten vaz geçer, sünnetin aydınlığına gelirler.
IV- Saçını Yolma
10- Ebû Bürde anlatıyor: Babam Ebû Mûsâ, bir kere şiddetli hastalığa tutuldu. Başı ailesinden birinin kucağında olduğu halde bayıldı. Bunun üzerine ailesi bağırarak ağlamaya başladı. O zaman Ebû Musa'nın onu bundan menetmeye gücü yetmedi. Baygınlığı atlatıp kalkınca: "Allah'ın Resûlü'nün uzak olduğu kimseden ben de uzağım. O musibet anında bağıran, saçını yolan ve elbisesini parçalayan kadınlardan uzaktı" [1710] der.
V- Ölünün Üzerinde Şiir Söylemek
11- Hz. Peygamber'e biat eden kadınlardan biri anlatıyor:
Biz ona hiç bir hususta isyan etmeyeceğimizi, yüzümüzü tırmalamayacağımızı, belâyı istemiyeceğimizi, yakamızı musibetten dolayı parçalamıyacağımızı ve ölüm üzerine şiir söylemiyeceğimizi biat ettik.[1711]
Bazı kimseler üzüntüden dolayı sakalını bırakırlar ve sonra yine keserler. Bu da bidattir. Her bidatci ise sapıklıktadır. [1712]
Ölüm İlânı (Na'y)
İslâm'dan önceki devrelerde olan duruma benzetilmediği takdirde, birinin öldüğünü ilân etmek uygundur. Câhiliye zamanındaki ilân şöyle idi. Eşraftan birisi ölünce kabilelere birer süvari gönderilir ve "filân öldü, onunla birlikte Arap kavmi de öldü" diyerek ölenin birtakım mefahiri sayılarak ölüm ilân edilirdi. Bu ilânı da ağlamalar, inlemeler, saç yolmak, yaka paça yırtmak gibi türlü çılgınlıklar takip ederdi. İslâm bunu yasaklamıştır. [1713] Bu husus yukarıda etraflıca anlatıldı.
Uygun bir şekilde ilân etmede bir sakınca bulunmadığına dair elde hadisler vardır:
a - Hz. Peygamber, Necaşi'nin vefatını, Necaşi öldüğü günü haber verdi. [1714]
b- Mute savaşında kumandanların şehit düştüğünü bildirmiştir. [1715]
Yalnız haber verişte Hz. Peygamber herhangi bir övgüye gitmemiş, meziyetlerini sayıp dökmemiştir. Öldüğünü haber vermiş sonra gıyaben namaz kılmaya başlamıştır. Bu hadisin ışığında şimdiki ölüm ilânlarının tahlil edilmesi yerinde olur.
a- Hz. Peygamber'in şiddetli olarak karşısında durduğu husus bir işin câhiliye zamanındaki duruma benzer bir durum içinde kendini göstermemesidir. Cahiliyedeki ölüm ilânı ise:
Etrafı ağlamaya çağırmak, onları kedere boğdurmak ve ölenin asaletini sayıp dökmektir. Bazı gazetelerde görülen ölüm ilânlarında bu şekildeki bir durumla karşılaşmak mümkündür. İlândan gaye ölü hakkında Allah'tan bağışlanma dilemektir. Binaenaleyh eğer gazetede ilân etme zorluğu var ise kısa ve öz cümlelerle herhangi bir soyluluk sıfatını eklemeden verilmelidir. Yoksa mahzurludur ve faydasızdır.
b- Ölüm haberini bildiren -radyo, gazete buna dahildir- insanlardan ölen hakkında Allah'tan mağfiret dilemeleri iyi olur. Hz. Peygamber Mute savaşında şehit düşen kumandanları anlatırken her biri için mağfiret dilemelerini istemiştir. [1716]
c- Hz. Peygamber Necaşi'nin öldüğünü ilân edince "Kardeşiniz için, Allah'tan mağfiret dileyiniz" [1717] demiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki; ölüm ilânından gaye kitleyi mateme boğmak ve onları ağlamaya çağırmak için olmayıp Allah'tan ölü için mağfiret dileyenleri çoğaltmaktır. Her türlü gösterişten ve velveleden kaçınmalıdır.
d- Yakınlarına dostlarına öleni bildirmeyi, çoğu İslâm düşünürleri tarafından iyi karşılanmıştır. Tanıdık veya tanımadık kimselerin ölümünde üzerinde namaz kılanları ve dua edenleri çoğaltmak için ilân yapmakta bir sakınca yoktur. Nevevî diyor ki:
"Asıl yasak olan ölüm ilâm câhiliye zamanında yapılan ölüm ilânıdır ki" [1718] bu husus yukarıda anlatılmıştı.
Hz. Ömer de sessizlik içinde gözyaşı dökmede bir sakınca görmemiştir:
Halid b. Velid öldüğü zaman, Benî Muğire'den kadınlar toplayıp ağlamaya başlarlar. Bunun üzerine Ömer'e:
"Onlara bir haber gönderip onları ağlamaktan alıkoysanız, derler.
Hz. Ömer ise:
"Başlarına toprak dökmedikçe, avaz avaz bağırıp çağrışmadıkça Ebû Süleyman'a (Halid'in künyesidir) göz yaşı dökmeleri bu kadınlar aleyhine bir hüküm getirmez. [1719]
Bütün bu hadisler gösteriyor ki; aile fertlerinden veya tanıdıklarından birini kaybetmiş olan kimse derin bir şefkat sonucu olarak gözyaşları dökmede bir sakınca yoktur. Bu durum hem Hz. Peygamber'de sâdır olmuş ve hem de Hz. Peygamber göz yaşı dökenlerin bu şefkat belirtisine karışmamıştır.
Ağlama Müddeti
Kalpleri şefkatle dolu olan kimseler kaybettiklerinin kederleriyle gönülleri dolu doludur. Zaman zaman ölen yâdedilince, gözyaşlarını tutamıyanlar çoktur. Hiç şüphe yok ki devamlı teselli ve sabırlı hareket buna engel olacak en büyük vasıtalardır. Zaten müslümanlar birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmekle kurtuluşa ererler. [1720] Yalnız ağlama müddeti için de bir zaman tanınmıştır:
Abdullah b. Cafer'in anlattığına göre, Hz. Peygamber Cafer ailesine üç gün ağlamalarına müsaade vermiş, üç gün sonra onlara gelerek:
"Bugünden sonra kardeşimin üstünde ağlamayınız" buyurur [1721] Yalnız başka bir kaynaktan gelen habere göre, Hz. Fâtıma her zaman ablası Rukayye'nin kabrine gelerek kabrin kenarında ağlamak alışkanlığında idi. Allah'ın Resulü kızını bu durumda görünce mübarek eli ile, elbisesi ile yüzündeki göz yaşlarını silmeğe müsâraat ederdi.[1722]
Dikkat edilecek husus, göz yaşlarının sessizlik içinde akıp gitmesidir. Hıçkırıklar, bağırışlar bu içteki rahmet eserini silip süpürür.Yukarıdaki hadis, yakınını kaybedenin onu her anışta gözlerinin yaşarmasında bir sakınca olmadığını gösteriyor.
Bâzı Müjdeler
Ölüm durumları hakkında Peygamberin bildirdiği müjdeler vardır:
Ölüm büyük bir hâdisedir. Ölü sahipleri kendisiyle birçok hâtıraları olan birini kaybetmenin üzüntüsü içindedirler. Bu yüzden onlar teselliye ve tanıdıklarını yanında görmeye muhtaçtırlar. İnanmış kimseler bazı durumlar hakkında Hz. Peygamber'in verdiği müjdeleri duyarak ölünün sahip olduğu mertebeye bakarak üzüntülerini unuturlar. O buyuruyor:
1- Son sözü "Lâ îlâhe illallah" olan cennete girer. [1723]
2- Cuma günü yahut Cuma gecesi ölen herhangi bir müslümanı Allah onu ancak kabrin fitnesinden korur. [1724]
Cuma gecesi ve Cuma günü çok önemlidir. Mü'minlerin bolca tevbe ettikleri topluca Allah'ın huzuruna vardıkları, dinî sohbetleri dinledikleri gündür. Hz. Peygamber'in bu hususta hadisleri vardır:
a- Üzerinde güneş doğan günlerin en hayırlısı Cuma günüdür. Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün cennete sokuldu, yine o gün cennetten çıkarıldı. [1725]
b- Cuma'da öyle bir saat vardır ki, bîr müslüman kalkmış namaz kılar, Allah'tan bir hayır dilerken ona rast gelirse herhalde Allah dilediğini ona verir. [1726]
3- Savaş meydanında şehit düşmesi:
"Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın. Bilâkis Rabları katında diridirler. Allah'ın bol nîmetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşmayan kimseler, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler." [1727]
Savaş şahsî debdebe, başkasının egemenliği altına alıp sömürme gayesiyle değil de, haksızlığı, inanca yapılan baskıyı önlemek için yapıldığı takdirde İslâm bunu meşru saymıştır. Esasen İslâm'da harbe iten sebebin ne olduğu ortadadır.
İşte bu gaye için savaşan kimse, düşman tarafından öldürülürse şehittir. İslâm'daki mevkii gayet büyüktür. Zira zulmü savmıştır. Hz. Peygamber kanın akmasıyle günahın bağışlandığını, yerinin cennet olacağını, kabir azabından uzak kalacağını, îmanın tadını tadacağını, hurilerle evleneceğini ve yakınlarından yetmiş kişiye şefaat edeceğini bildirmiştir. [1730]
Şehitliği samimî olarak umup, savaşta şehit düşmeyen kimse için mükâfat vardır. "Allah'tan sadakatle şehit olmasını isteyen kimseyi yatağında da ölse Allah onu şehitler derecesine ulaştırır." [1731]
IV- Diğer şehitlik çeşitleri:
- a) Allah'ın Resulü: Kimleri şehit sayıyorsunuz?
"Sahabeler: Allah yolunda öldürülen şehittir, cevabını verirler.
"O takdirde ümmetimin şehitleri gerçekten pek az olacaktır.
"Öyle ise kimler şehittir?
"Allah yolunda öldürülen, Allah yolunda ölen, Taunda ve Karın hastalığında ölenler şehittir. [1732]
- b)Allah yolunda yola çıkan kimse ölürse, yahut öldürülürse şehittir. Yahut atı veya devesi onu boynu üzerine düşürür, yılan sokup öldürürse o şehittir. Yahut Allah'ın dileğiyle herhangi bir âfet neticesinde yatağında ölürse o şehittir ve ona cennet vardır.[1733]
V- Taun neticesinde ölen her müslüman da şehittir. [1734]
VI - Karın ağrısından ölürse şehittir. [1735] Abdullah b. Yesar anlatıyor:
Ben oturuyordum. Süleyman b. Sa'd ve Halil b. Sard karın hastalığından birinin öldüğünü söylediler. Bu ikisi de onun cenazesinde bulunmayı arzuladılar. Biri diğerine:
"Karın hastalığından dolayı ölenen kabrinde azap çekmiyeceğini, Allah'ın Resulü demedi mi" diye sorunca diğeri:
"Evet, cevabını verdi [1736]
VII- Boğularak ve bina altında kalarak ölmek: Yüce Resûl bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Şehitlik beş kısımdır. Taun (veba) dan, karın hastalığından ölen sudan boğulan, yıkık altında kalıp ölen, aziz ve celîl olan Allah yolunda şehit düşen." [1737]
VIII- Hâmile olarak ölen kadın da şehittir. [1738]
IX- Yanarak yahut zat-ı cenp'ten ölmek:
Bu hususta hadisler vardır. Bunlar içinde en meşhur olan şudur:
Allah yolunda ölmekten başka yedi şehitlik çeşidi vardır. Karın hastalığından dolayı ölen şehittir, boğulan şehittir, zat-ı cenb'e tutulan şehittir, karın ağrısından ölen şehittir, yanarak ölen şehittir. Yıkıntının altında kalarak ölen şehittir. [1739]
X- Veremden Ölmek
"Allah yolunda ölmek şehitliktir. Doğum anında ölmek şehitliktir. Yanarak ölmek şehitliktir, sudan boğularak ölmek şehitliktir. Veremden ölmek şehitliktir. Karın ağrısından ölmek şehitliktir" [1740]
XI- Malını gasbetmek isteyenler karşısında, malını vermemek için boğuşup ölen kimsenin şehit olduğunu Hz. Peygamber bildirmiştir [1741] Başka bir kaynak bunu daha geniş olarak vermektedir.
"Malını koruma uğrunda ölen, hayat ve ırzı uğrunda ölen şehittir" [1742]
Ebû Hüreyre anlatıyor:
Adamın biri Allah'ın Resulüne gelerek:
"Allah'ın Resulü! Malımı almak isteyen bir adam gelse, bu husustaki görüşünüz nedir? diye sorunca O:
"Malını ona verme, cevabını verir."
"Eğer benimle dövüşürse, görüşünüz nedir?
"Onunla dövüş."
"Beni öldürürse, ne dersiniz?
"O zaman sen şehitsin."
"Ben onu öldürürsem, ne dersiniz?
"O ateştedir" [1743]
Başka bir hadiste de baş vurulacak yerleri göstermiştir.
"Bir adam bana gelerek, malımı istiyor, der.
Allah'ın Resulü:
"Allah'ı ona an, cevabını verir.
"Eğer Allah'ı bilmeyen biri ise.
"Etrafındaki müslümanlardan yardım iste.
"Etrafımda müslümanlardan biri yoksa.
"Onun aleyhine hükümdara başvur.
"Eğer hükümdar benden uzak bir yerde ise.
"Âhiret şehitliğinden biri oluncaya kadar malın uğrunda onunla döğüş yahut bu döğüşle malını korumuş olursun.[1744]
XII- Allah'ın yolunda nöbet beklerken ölen: Hz. Peygamber:
Bir gün bir gece nöbet tutmak, bîr ay nafile oruç tutmaktan ve bir ay'ı namazlı geçirmekten daha iyidir. Şayet ölürse yaptığı işin mükâfatı, devamlı olarak ona yazılır. Allah yolunda nöbet tutarak ölen hariç her ölen yaptığıyle ameli son bulur. Fakat onun kıyamete kadar artan ve kabrin denemesinden emin olur. [1745]
İnsanların Ölüyü Övmeleri
1- Ölen kimseyi, en azından bilgin doğru ve dürüst komşularından bir grup yahut en azından iki müslümanın övmesi onun için cenneti gerektirir. Bu hususta gelen hadisler vardır. Enes anlatıyor:
- a)Peygamber'in yanında bir cenaze geçirildi, ve hayırla anıldı. "Bizim bildiğimize göre Allah ve Resulünü seviyordu" dediler.
Bunun üzerine Allah'ın Resulü 'Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu' buyurur. Bir cenaze daha geçirilir ve şerle anılır. "Allah'ın dinî yönünde kötü bir kişi idî" dediler.
Bunu duyan Allah'ın Resulü 'Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu' buyurur. Hz. Ömer bunu duyunca:
Anam babam sana feda olsun, bir cenaze geçirildi hayırla anıldı, sen, "Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" buyurdun, bir cenaze daha geçirildi ve kötü olarak anıldı. Bunun üzerine "Vâcîp oldu, vacip oldu, vacip oldu" dedin? Allah'ın Resulü:
"Hayrrla andığınız kimseye cennet, kötü olarak andığınız kimseye ise cehennem vâcîp oldu. (Melekler gökte) sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz. (Başka bîr rivayette:
İnananlar yeryüzünde Allah'ın şahitleridir.) Allah'ın bazı melekleri vardır ki insanoğlunun kişi hakkındaki iyi ve kötü yönünden kullandığı dillerine göre konuşur. [1746]
- b) Ömer de yanında geçen bir cenazeyi öven kimseleri görünce "cennet vacip oldu" demiş. "Vacip olan nedir" sorusuna karşı Hz. Peygamber'in şu hadisini nakletmiştir:
"Herhangi bir müslüman iyi olduğuna dört kişi şahadette bulunursa Allah onu cennete sokar".
"Biz üç kişi şahadette bulunursa, deyince.
"Evet üç kişi de olsa," buyurdu.
"Ya iki kişi olsa.
"Evet iki kişi de şahadette bulunsa."
Hz. Ömer devamla:
"Bir kişinin bulunacağı şahadet hakkında, O'na sormadık. [1747]
Şimdi burada önemli bir nokta var:
Davudî'nin de belirttiği gibi cennete girişi gerekli olan övgü ve şehadet, fukahaya (İslâm Hukukçularına) göre faziletli kimselerin, doğru ve samimî kimselerin şahadetidir. Fasıkların övgü ve şehadetleri değildir. Çünkü fasıklar kendileri gibi fasık ve masiyet sahiplerini överler ve tabiidir ki; vâdedilmiş olan mükâfatın elde edilişinde hiç bir şekilde etkili olamaz, -devamla- doğru insanların aleyhinde yapılan ithamlarında onun aleyhinde bir yol olmıyacağını ve bunların etrafında meydana getirilen dedikoduların bunları azaba sokmayacağını belirtir. [1748] İkinci hadiste belirtilen ölenin tanınmasına bağlılığındandır. Bazıları meşhur olur. Bunlar herkes tarafından bilinirler. Bir kısım kimseler de vardır ki; bunlar hayırlarını pek göstermezler, bu sebepten meçhul kalırlar işte böyleleri içinde tanıdık iki kişinin şehadette bulunması yeterli görülmüştür. Bütün gaye birbirleri hakkında iyi düşünmek ve bu düşüncenin kendileri içinde paylaşılması için, içinde yaşadığı toplumun veya komşuların sağken rızasını elde etmektir. Zira komşunun şahadeti de önemlidir. Hz. Peygamber, "Bir müslüman öldüğünde yakın komşularından dört ev halkı kendisi için "Bu adam hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz" diye şehadet ettiler mi, Allah-ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sizin bu ölü hakkındaki bilginizi kabul ettim ve sizin bilmediğiniz kusurları da bağışladım" [1749]
Başka bir hadiste halkın tezkiyesinden, günahlarının örtülmesinden, hakkında halkın sevgi göstermesinden âhirette elbette rızıklanacaklardır. Hattâ hafaza melekleri:
"Rabbimiz! Sen bilirsin biz de biliriz ki bu ölünün övülen bu iyilikleri dışında birtakım kusurları da vardır.
"Ya bunlar ne olacak- derler. Cenâb-ı Hak:
"Şahit olunuz ki; onların bilmedikleri bu kusurları affettim, bildikleri şeyler hakkındaki şehadetlerini de kabul eyledim" [1750] buyurur.
Ölüyü Yıkama
Ölünün etrafında bir grup yıkama hazırlığı, yapıp yıkama işlemiyle uğraşmalıdır. Bunun gerektiği hakkındaki hadis şudur:
İbn-i Abbas Arafat'ta vakfederken ansızın devesinden düşüp boynu kırılarak ölen kimse için Hz. Peygamber'in:
1- "Bu adamı sidr ve su ile yıkayınız" [1751] buyurur.
2- Ümmü Atîye anlatıyor. Biz kızı -Zeyneb-i yıkarken Hz. Peygamber geldi ve:
"Onu üç, yahut dört, yahut beş, şayet gerekli bulursanız bundan daha çok olarak su ve sidr ile yıkayınız" [1752] buyurdu.
Bu hadisler yıkamanın gerekliliğini ve duruma göre yıkamanın çoğaltılmasını belirtiyor. Acaba buradaki emir gerekince ölüyü yıkamak nedir?
Ölüyü yıkamak Hanefî'lere göre dirilere kifâye olarak vaciptir. [1753] Bir grupun yapmasiyle diğerleri üzerinden düşer, farz olan yıkama bütün bedenini bir defa yıkamaktır. Yıkanmanın tekrar edilmesi sünnettir. Yalnız Mâlikîler fazla yıkamanın sünnet olmayıp mendup olduğunu söylemişlerdir. [1754]
Yıkatmanın Sebebi
Bir kısım İslâm hukukçuları ölüyü yıkamayı gerektiren sebebi hades (abdestsizlik) olduğunu söyler. Ölüm esnasında mafsalların gevşemesi ve âhirete abdestle göçen bir mü'minîn bile herhalde abdestinin bozulması şüphesizdir. [1755]
Bir kısmı da asıl sebebin necis (pislik) olduğunu söylemişlerse de bunun karşısına Buhârî'nin İbn-i Abbas'tan rivayet ettiği "gerek diri ve gerekse ölü mü'min necis olmaz" haberiyle karşı çıkılmıştır. Hasılı asıl olan temizliktir. İslâm herşeyde temizliğe önem vermiş bunda da o gayeyi gözetmiştir.
Yıkama Adabı
1- Önce teneşir tahtası hazırlanır, etrafı odağacı gibi bir koku ile tütsülenir. Bu tahta yerin durumuna göre yerleştirilir. Ölünün elbisesi çıkarılmış olarak bu tahtanın üzerine yatırılır. Avret mahalli bir bez parçasıyla örtülür. Zira Hz. Peygamber Hz. Ali'ye "ne diri ve ne de ölü bîr kimsenin uyluğuna, avret mahalline bakma" buyurmuştur. Bunun için İmam-ı Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre ölünün avret mahalli istinca edilirken gasil (yıkayıcı) eline bir bez parçası sarar. Ölünün etrafında yıkayan ve ona yardım edenden başka kimsenin bulunmaması iyi olur. [1756]
2- Abdest verilir, abdest organlarında sağ takip edilir. Yalnız ağız ve buruna su verilmez. Fakat bazı bilginler yıkayanın eline bir bez parçası sararak ağzını ve burnunu temizlemesini iyi karşılamışlardır. Abdest vermeye sağda başlatılır. Abdestte ellerle başlama dirilere aittirler. Çünkü onlar ellerle diğer organlarını yıkarlar. Bu yüzden ellerin temizlenmesi gerekir. Halbuki ölüde böyle bir durum yoktur. Sonra elleri dirseklerine ka(dar yıkanır. Başı meshedilir. Daha sonra ayakları yıkanır. [1757]
3- Ölünün başı, saçı ve sakalı su ve sidr ile -şimdi sabunla- yıkanır. Saçı ve sakalı taranmaz. Saçı ve sakalı yoksa buna ihtiyaç yoktur. Suyun dökülmesi de yeterlidir.
4- Cenaze sol tarafına yatırılıp sağ yanı sabunlu sıcak su ile arınasiye ve cenazenin altındaki su hali, ve berrak görülene kadar, hayattaki gusül gibi üç kerre yıkanır. Bu bittikten sonra sağ tarafına yatışılır. Aynı işler yapılır. Sonra oturtulur gibi kaldırılır. Karnı yumuşak bir surette mesh olunur. Bedeninden bir pislik çıkarsa yıkanılır.[1758] Bu ususta Ümmü Atiye'nin bildirdiği hadis yıkamanın ölünün temizlenmesine bağlı olduğudur. Bu yıkamanın üç, beş ve yedi olabileceğine [1759], hattâ gerekirse daha fazla olacağına işaret buyurmuştur.
5- Ölünün cesedindeki ıslaklık bir havlu veya bezle silinip kurulanır. Tebhir edilerek hazırlanmış olan kefenin içine cenaze silecekle getirilip gömlek giydirilerek silecek altından çekilir. Secde organlarına kâfur konulur. Başına, saçına ve sakalına güzel koku sürülür. Sonra tebhir edilerek hazırlanan kefene sarılır. [1760]
Yıkayıcı Nelere Dikkat Etmelidir
1- Erkek ölüyü erkek, kadın ölüyü kadın yıkar [1761] (Karı - koca bazı durumlarda bunun dışında kalabilir. Hz. Âişe bir gün şiddetli bir hastalığa tutulur. "Vay başıma" (ölüyorum) der. Hz. Peygamber
"Hayır ben vay başıma gelene demeliyim. Şayet sen benden önce ölürsen seni yıkarım, kefenlerim, sonra namazını kılar ve seni defnederim" buyurur) [1762] Esasen kadın cenazesini kadınların yıkaması kocasının yıkamasından daha iyidir. Fakat bunun hilâfına çıkanlar da vardır ki, bunlar Hz. Fâtıma'nın Hz. Ali'nin kendisini yıkaması için yaptığı vasiyeti ileriye sürerler. Maamafih iddeti içinde ölen karısı kocasının yıkaması caizdir. Fakat terki daha iyidir. [1763]
2- Yıkamayı yıkama usulünü en iyi bilen yapmalıdır. Fakat yıkayanlar ölünün ailesi ve yakınları bulunuyorlarsa yıkama usulünü en iyi bilenlerden tercih edilir. Nitekim Resulûllah'ı yıkayanlar ona yakın kimselerdir. Hz. Ali "Allah'ın Resulünü yıkadım, ölüden meydana gelen şeylere bakmaya koyuldum, fakat bir şey görmedim. O sağken ölüyken de temizdi" [1764] der.
3- Ölü bedenin aldığı durumu kimseye açmamalı ve gördüğü kötü eserlerden bahsetmemelidir. Hz. Peygamber "Ölüyü yıkayıp -onda görülen hoşa gitmeyen- şeyleri örten kimseyi Allah-ü Teâlâ kırk defa bağışlar" [1765] buyuruyor.
4- Yıkamayı Allah rızası için yapmalı. Dünya ile ilgili bir mükâfat beklememelidir. İslâm'ın her hususta belirttiği gibi Allah-ü Teâlâ ibâdetlerde Allah rızası göz önünde tutulduğu takdirde kabul eder. Bu hususta Kur'an'da ve sünnette delil çoktur.
Ölüyü yıkamadaki ücret hakkında fıkhî eserler bilgi vermektedir:
- a)Ölünün bulunduğu yerde ölüyü yıkayacak bîr çok kimseler bulunduğu halde yıkama işi bunlardan birine teklif edilir. O da ücret karşılığında yıkayacağını ileri sürerek yıkarsa caizdir. Fakat başka kimse yoksa, yalnız bir kişi bulunursa ücret talep etmesi ve alması caiz değildir. Çünkü böyle bir durumda yıkama görevi yalnız ve yalnız ona gerekli olmuş oluyor. Bu bakımdan bir müslümanın yapması üzerine farzı ayın olan bir işi yapmak için ücret talebinde bulunması ittifaken uygun olmaz.[1766]
- b)Ölü için çarşıda gidip kefen almak, onu biçmek, dikmek cenazeyi taşımak ve mezarı kazmak işleri de böyledir. Eğer ortada bîr çok kimseler bulunmasına rağmen bunu biri yüklenir, bunun karşısında bir ücret talep eder ve alırsa bir şey gerekmez. Fakat bu iş yalnız birine terettüp ederse bunu yapmak ona farz olacağından dolayı caiz değildir.[1767]
- c)Maamafih ölünün yıkanması kendisine farz olan kimse bunu Allah rızası için yapar. Ölü sahibi de buna bir hediye takdim ederse hediyeyi almada bir sakınca yoktur. Takdim edileni yeterli bulmayıp kabul etmeme uygun düşmez.[1768]
5- Cenazeyi yıkayan kimsenin sonunda yıkanıp yıkanmayacağı hususu ihtilaflıdır.
- a)Yıkanmak müstehaptır. Bu görüşte olanlar şu hidisi delil göstermektedirler:
"Cenazeyi yıkayan bitirdikten sonra yıkansın ve cenazeyi taşıyan abdest âlsın" [1769]
b- Bu hadisin zahir ifadesi yıkanmanın gerekliliğini ortaya koyuyorsa şu aşağıdaki hadisler yıkanmadaki gayeyi açıklıyor. "Ölünüzü yıkadığınız zaman size yıkanma gerekmez, çünkü sizin ölünüz pis değildir. Ellerinizi yıkamanız size yeterlidir." [1770] Hz. Ömer ise "Biz cenazeyi yıkıyorduk, içimizden bir kısmı yıkanır bir kısmı da yıkanmazdı" [1771] demiştir.
- c)Sahabe ve onları takip eden asırlarda gelen kimselerden bir kısmı cenazeyi yıkayan kimseye yıkanmak gerekir, bir kısmı da yıkanmak değil abdest almak gerekir demişlerdir. Fakat çoğunun görüşü, abdestîn yeterli olduğu noktasındadır[1772]
Yıkanmayan Cenazeler
Savaşta şehit düşmüşü yıkamak doğru olmaz. Cünüp olduğuna dair bir ittifak da olsa durum aynıdır. Bu konuda bir çok hadis gelmiştir:
- a)Câbir anlatıyor: "Hz. Peygamber -Uhud Şehitleri'nîn- gasledilmeden gömülmelerini emretti"[1773] Başka bir rivayete göre o şöyle buyurmuştur:
Ben kıyamet gününde bunların Allah yolunda kanlarını harcadıklarına şahadet edeceğim. Gaza meydanında her yaralanan şehit, yarası kanayarak gelecektir. Rengi aynı kendi rengidir. Kokusu misk kokusudur. [1774]
- b) Enes anlatıyor: Uhud Şehitleri yıkanılmadan kanlariyle gömüldüler.[1775]
- c)İbn-i Abbas'ın bildirdiğine göre Hamza b. Abdulmuttalip ve Hanzala bin er-Rahip cünüpken şehit düşmüşler. Bunun üzerine Resulûllah "Ben meleklerin onları yıkadıklarını gördüm"[1776] buyurmuştur.
Bu hadisler şehid'in yıkanılmayacağını göstermektedir. Süheyl şehitlerin yıkanılmaması bu azizlerin ölü değil diri olduklarını tahkik ve "Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayınız, belki onlar diridir" [1777] âyetinin ifade ettiği bir gerçeği doğrulamaktadır [1778] diyor.
Ölünün Kefenlenmesi
1- Yıkama bittikten sonra havlu veya başka bir şeyle kurutulur. Sonra hazırlanmış kefene sarılır.
Kefenin Kısımları:
- a)Sünnet
- b)Kifayet (yeterli)
- c)Zaruret[1779]
- a)Ölünün mâlî durumu yerinde ise, gömlek izar ve lifafe olarak üç parça kullanılır. Nitekim Hz. Peygamber üç parça ile kefenlenmiştir.[1780]
- b)Mâlî durumu yerinde değilse o zaman sünnete uygun olarak üç parça kefene sarılması uygun olmaz. (Bu da izar ve lifafe denilen tepeden tırnağa kadar uzayan iki büyük parçadan ibarettir)[1781]
- c) Ölünün (kadın veya erkek olsun) cesedinde hiç açık bırakmayacak şekilde bir kat kefene sarmaktır.
Kefenleme:
Önce lifafe denen parça uzun uzuna yayılır. Bunun üzerine de izar sarılır. Gömlek varsa cenazeye bu giydirilir. Başının saçına, sakalına koku sürülür. Secde organları olan alnına, burnuna, iki ellerine, diz kapaklarına, ayaklarına kâfur konulur. Sonra izarın sol tarafındaki ucu sol tarafa atılır. Başından ayağına kadar cenazenin cesedi sarılır. Sonra îzarın sağ tarafı da böylece sol tarafa doğru atılarak sarılır. Lifafe de böyle soldan sağa, sonra sağdan sola atılarak sarılır. Kefenin açılmasından korkulursa bağlanır. Fakat cenaze kabre konulduğunda bu bağ çözülür. [1782]
Kadın'ın Kefeni
Sünnet üzere kadını kefenlemek beş parça iledir. Erkek için kullanılan üç parçaya ek olarak himar denilen bir baş ve yüz örtüsü, bir de hırka ilâve edilir. Yalnız kadın gömleğinin yakası göğsüne aşağı açılır. Mezhep İmamlarının çoğu bu noktada birleşmişlerdir. Fıkhın bu konuda dayandığı hadis Ümmü Atiyye'nin şu hadisidir: Biz Zeyneb'i beş parça bez içinde kefenledik ve kadınların hayatta baş örtüsü ile sarıldıkları gibi Zeyneb'i himarına, baş örtüsüne sardık [1783] demiştir.
Kadın veya erkek olduğu belli olmayan (hünsa) kimseyi de kadınının kefenine göre kefenlemek gerekir. [1784]
Kefenlenmesi
Cenazeye önce dira' yâni yakası göğsünde olan gömlek giydirilir. Sonra himar denilen bez, baş örtüsü gibi kadının başına örtülür ve gömlek üzerine açılır. Bunun üzerine izar onun üzerine de lifafe denilen en geniş bez sarılır. En sonra da bu bezlerin açılmaması için hırka denilen enli bez kadının memesi ile göbeği arasına bağlanır. [1785] Saçları iki bölük yapılarak yüzünün yanlarından aşağı gömleğin üzerinden göğsüne doğru uzatılır.[1786]
Diğer Hususlar
1- Kefen ölünün malından olmalı yahut parasiyle alınmalı [1787] veya sağlığında bakmakla mükellef olan temin etmelidir. [1788] Şayet bir kimsesi yoksa beyt-ül-mal bunu karşılar. Böyle bir ölünün bulunduğunu duyan müslümanlara ona kefen temin etmek onlara farzdır. Kendi rızasıyla kefen alacak biri çıkmazsa, o zaman etrafındakilerden yardım toplanır. Artan para verenler belli ise iade edilir. Yoksa başka bîr fakir için kefen alınır.[1789]
2- İyi kefenlenmelidir. Hz. Peygamber
"Sizden biriniz din kardeşini kefenlediği zaman kefenine ihtimam eylesin" [1790] buyurmuştur.
3- Kefen kâfi gelmiyorsa başından itibaren sarılır ayakları herhangi bir ottan korunabilir. [1791] Bu durum anormal şartlar için düşünülmelidir. Harp, zelzele... v.s. durumlar gibi.)
4- Şehitler şehit oldukları elbiseyle gömülürler. Nitekim Hz. Peygamber Uhud şehitlerinin elbiseleriyle gömülmesini istemiştir. [1792]
5- İhramlı kimse olduğu takdirde ihramiyle gömülür. Ayrıca bir kefene lüzum yoktur. [1793]
Kefenin rengi ve kalitesi:
Kefenin şu aşağıdaki kısımlara uyması müstahaptır,
1- Beyaz: Hz. Peygamber "giyimlikleriniz içinde beyazı giyiniz o giyimliklerinizin en iyisidir ve onunla kefenleyiniz" [1794] buyurmuştur.
2- Erkekler için üç parça olması.
3 - Üç defa buhurlandırmak [1795] Bu hüküm ihramlıya şâmil değildir.
İsrafa kaçmamalı:
Kefende pahalıya yönelmek üç parçadan fazla yapmak uygun değildir. Sadeliği tercih etmeli. Hz. Peygamber, Allah'ın müslümanlara malı telef etmeyi yasakladığını [1796] bildirmiştir.
Kefenin pahalısı makbul değildir. Bütün mes'ele örtülmesini temindir. Hattâ hayatta iken giydiği iç elbisesi bile şayet kirli ise temizletilerek onunla kefenlenebilir. Hz. Ebû Bekir, içinde hastalandığı iki kat elbisesini işaret ederek:
"Bunları evvelâ yıkayınız. Sonra beni bunlarla kefenleyiniz! diye vâsiyyet etmişti. Hz. Âişe:
"Sana bunların yenisini almiyalım mı? diye sormuş. O büyük Halîfe:
"Hayır bunların yenilerine ölülerden ziyade diriler lâyıktır, cevabını vermiştir. [1797]
Nasıl olsa toprağın altında kefen çürüyecektir. Kaliteli kefenin ölüye faydası olmayacaktır. Ölüye faydası olan onun adına yapılan yardımlardır. Herşeyde olduğu gibi bunda da israftan kaçınmak şarttır.
Cenazeyi Taşıma, Takip Etme Ve Defn
Cenzeyi takip etmekte müslümanın müslüman üzerindeki haklarından biridir. [1798] Bu takip iki çeşittir:
- a)Evinden musallaya.
- b)Evinden defnedilecek yere kadar.
- a) Peygamber'e, biri ağır hasta olduğu zaman sehabe haber verir. O da ruhu alınıncaya kadar yanında kalır, onun hakkında istiğfarda bulunur, gömülünceye kadar arkadaşlarıyla cenazenin yanından ayrılmazdı. Bu durumun Hz. Peygamber'i yorduğunu gören bir grup O'nun fazla yorulmaması için, hasta ruhunu Allah'a teslim ettikten sonra Yüce Resulü haberdar etmelerini iyi bulurlar. Nitekim öyle yaparlar Hz. Peygamber cenaze namazını kıldırdıktan sonra ya ayrılır yahut defn edilinceye kadar cenazeden ayrılmazdı. Zaten müslüman müslümanın sevincini ve kederini paylaşmalıdır.[1799] Böyle bir günde cenaze sahibini yalnız bırakmamak, hattâ ona iş gördürmemek çektiği acılara birer tesellidir. Ulemanın hepsi komşuların ve dostların cenazelerine iştirak etmenin vacip olduğunu bildirmişlerdir. [1800] Cenazeye iştirak cenaze ile gitmek ve cenaze namazını kılmakla tefsir edilmiştir. Binaenaleyh cenaze ile gidip de sonra geri dönüp gelmekle cenazeye ittiba edilmiş olmuyor. Bu yolda gidip gelmekle ne cenaze bir mükâfata kavuşuyor ve ne de cenazeyi teşyi eden sevaplanmış oluyor. [1801] Hz. Peygamber:
"Hastayı ziyaret, cenazeyi takip ediniz, bu size âhiretî hatırlatır" [1802] buyuruyor.
- b) Şüphesiz en iyisi evinden alıp gömülünceye kadar takip etmektir. Hz. Peygamber:
"Bir kimse müslüman bir cenazede inançlı ve Allah rızası için namazı kılıncaya kadar bulunursa, ona bir kırat, gömülünceye kadar orada hazır bulunursa iki kırat, (mükâfat) vardır."
"Allah'ın Resulü iki kırat nedir?" diye sorulunca O:
"İki büyük dağ gibi", diğer bir rivayette:
"Her kırat Uhud dağı gibidir" buyurmuştur [1803] Her Peygamber bu benzetmeyi, kişinin elde ettiği mükâfatı sembolik olarak ifade etmek için yapmıştır.
Yasak Olan Durum
1- İslâm'a aykırı bir surette cenazeye iştirak etmek caiz değildir. Bu hususta hadisler gelmiştir. Hz. Peygamber: "Cenazeyi bağırarak ve ateş yakarak takip etme" [1804] buyurmuş, İbn-i Ömer'in bildirdiğine göre Hz. Peygamber cenazeyi bağırarak takip etmeyi yasaklamıştır. [1805]
2- Cenazenin önünde sesini yükselterek bir şeyler okumakta bidattir. Kays İbn-i İbbad'ın bildirdiğine göre Hz. Peygamber'in ashabı cenazede sesi yükseltmeyi kötü görüyorlardı. [1806] Çünkü bunda hristiyanlara bir bakıma benzemek vardır. Hristiyanlar, salınarak, nağme yaparak ve mateme bürünerek cenazede, İncil ve ilâhîlerden kısımları seslerini yükselterek okurlar. Binaenaleyh İslâm adabına göre, cenazenin önünde sesli olarak tekbîr getirmek, ilâhî okuyarak cenazeyi götürmek yasak olduğu gibi, müzik âletleri eşliğinde cenazeyi götürmek de yasaktır. [1807] Bu son devir hristiyanların cenazeleri için yaptıkları bir âdettir. İslâm âdetleri içinde ise böyle birşey yoktur. Çünkü İslâm, ölünün üzerinde bağırarak ağlamayı, bağırarak Kur'an, ilâhî okumayı yasaklamış, böyle hüzün yağdıran koro hâlindeki çalgıya tahammülü yoktur. Ümit edilir ki; Allah'ına teslim edilmiş böyle bir kimseyi dirilerin sırf yanlış tatbikatı azaba sokmasın. Nevevî şöyle diyor:
"Biliniz ki asıl sevap olan ve tercih edilen ve şerefin üzerinde bulunduğu yol, cenaze ile giderken susmaktır. Okuyarak, anarak ve bundan başka hususlar için ses yükseltilmez. Bundaki hikmet açıktır. Bu durumda istenilen zaten budur. Seni muhalefet edenlerin çokluğu aldatmasın". Bu anlamda Fudayl b. İyaz şöyle der:
"Doğru yola tutun, bu yola tutunanların azlığı sana zarar vermez. Sapık yoldan sakın, helâka gidenlerin çokluğu seni gaflete düşürmesin."
Yürüme
Cenaze evinden, yahut musalladan alındıktan sonra yürüyüş tarzında dikkat edilecek hususlar vardır:
1- Yürüyüşün çabuk olması gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber'in hadisleri gelmiştir:
- a)Cenazeyi çabuk götürünüz, şayet bu ölü iyi biriyse, bu bir hayırdır. Onu hayır ve sevabına ulaştırmış olursunuz. Eğer bu cenaze iyi bîr kişi değilse bu da bir serdir, -bir an evvel- o şerri omuzlarınızdan atmış olursunuz.[1808]
- b)Cenaze tabuta konulup, erkekler omuzlarına yüklendiklerinde o cenaze iyi bir kişi ise:
"Benî sevabıma ulaştırınız" der. Şayet kötü biriyse:
"Eyvah! bu cenaze ile nereye gidiyorsunuz?" diye feryad eder. Cenazenin bu bağırtısını -gafil- insandan başka her varlık duyar. İnsan bunu duysa derhal bayılır. [1809]
- c)Güzide şehabî Ebû Hüreyre de ölüm kendisine yaklaşınca, kendisini süratli götürmelerini vâsiyyet etmiş ve yukarıdaki hadise benzer hadisi nakletmiştir.[1810]
- d) Ebû Bekir de, Hz. Peygamber zamanında hafif yollu suratla cenazeyi götürdüklerini bildirmiştir.[1811]
Sür'atın Sınırı
Hadislerde geçen sür'at koşa koşa gitmek olmadığını hadis açıklamacıları belirtmişlerdir.
- a)Serahsî, Mebsut'ta "cenaze naklinde, tevkit ve tâyin edilmiş bîr sınır yoktur. Şu kadar ki; İmam Ebû Hanîfe acele edilmesini severdi"[1812] demiştir.
- b)İmam Ebû Hanîfe'nin sözlerinin esasını içine alan "Hidaye'de" "Cemaat cenaze ile yürürler ve yelmenin altında sür'at ederler"[1813] deniliyor.
- c)Nevevî, "Bilginler cenazede yelmenin müstehap olduğuna ittifak etmişlerdir. Yalnız, sür'atta cenazenin bozulmasından yahut değişeceğinden ve bu gibi şeylerden korkulursa o zaman yavaş ve yumuşak hareket edilir"
[1814] diyor.
- d) Peygamber'in hanımı Hz. Meymune'nin cenazesinde bulunan İbn-i Abbas orada bulunanlara:
"Bu Meymune'dîr. Na'şını kaldırıp götürürken, sarsıp sallamayınız" [1815] demiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki:
Cenaze itidal ile götürülmeli, bunun için pek vakit öldürmemek, zira aksi durum, iş vaktinin ölmesine, üzüntünün artmasına ve -sıcak bölgelerde- ölüden bazı durumların meydana gelmesine sebep olur. Bekletmekte fayda yoktur. Bir an önce işi bitirmek daha faydalıdır.
Telha İbn-i Berza hastalanır, Resulûllah ziyaretine gelir ve "Ben Telha'yi iyi bulmadım, ona ölüm çalsa gerek, ölünce bana bildiriniz. Teçhizini defnini acele ediniz. Zira bîr müslüman gövdesini ailesini gözü önünde hapsedip kokutmak uygun değildir" [1816] buyurur.
"Bugün bazı kimselerin cenazenin arkasında adım adım yürüyüşüne gelince bu durum, kötü görülmüş bir bidattir, sünnete aykırıdır, kitap sahibi yahudîlere benzemeyi içine almaktadır." [1817]
Cenazeyi Takip Şekli
Cenazeyi takip edenin, cenazenin neresinde bulunması gerektiği hakkında rivayetler vardır.
a- Önde, arkada yakın olmak şartıyla sağından solundan yürümek caizdir. Yalnız binekli, Hz. Peygamber'in şu hadisine göre arkasından yürür:
"Binekli cenazenin arkasından, yaya dilediği şekilde (önünde, arkasında, cenazeye yakın olarak sağ ve solundan) yürür. Çocuğun üzerinde ise namaz kılınır. Anne ve babası için mağfiret ve rahmet istenerek dua edilir." [1818]
b- Cenazenin arkasında ve önünde gitmek: Hz. Enes'în anlattığına göre Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekr ve Ömer cenazenin önünde ve arkasında yürümüşlerdir. [1819]
c- Fakat en iyi yürüyüş arkasından yürümektir: Çünkü Peygamber,
"Cenazeyi takip ediniz" [1820] buyurmuştur. Hanefîlerce cenazeyi arkadan takip etmek daha iyidir. Hz. Ali de: "Cenazenin arkasından gitmenin önden gitmeye nispetle, kişinin cemaatla kıldığı namazın, münferit olarak kıldığı namaza olan fazileti gibidir" [1821] demiştir. İmam Birgivi de arkadan türümesine taraftardır. [1822] İbn-i Ömer'in cenazeyi arkadan takip ettiğini gören Nafi:
- Ebû Abdurrahman ! Cenazenin önünde mi yoksa arkasından mı gidilmelidir ? diye sormuş, O da :
"Beni görmüyor musun? İşte cenazenin arkasından gidiyorum, cevabını vermiştir. [1823]
İbn-i Azip hadisinde "Bize Resulûllah cenazeyi takip ile emretmiştir" buyurulmasının zahirinde arkada gidilmek efdal olduğuna delâlet eder. Çünkü "ittiba" arkadan takip ile olur. Öne geçmek uymak değildir. Yine Hz. Ali: "Cenazeyi önüne al ve iki gözünü ona dik! Cenaze bir öğüttür, âhîreti hatırlatır, ondan ibret alınır" demiştir.
Mamafih, cenazeyi takip, teşyi ile emir, nedb içindir, vücub için değildir. Bu sebepten önden takip etmekte de Hanefî imamları kerahet görmemişlerdir. Şafiî imamları önden takipetmenin daha iyi olduğunu söylemişlerdir.[1824]
Taşıma
Sünnet olan dört kişinin münavebe ile taşımasıdır. [1825] Cenaze konulan tabutun önden ve arkadan dört kolu olmalı, herbiri birinden tutmalı.
Önce önden ve tabutun sol tarafından girip tabutu sağ omuzuna alarak en az on adım götürüp, sonra aynı tarafın gerisinden yine sağ omuzuna alıp on adım götürür. Sonra önden tabutun sağ tarafından girip sol omuzuna alarak yine on adım götürür. Bundan sonra aynı tarafın gerisinden yine sol omuzuna alıp on adım götürür ve bu suretle tabutun dört köşesinden omuzuna almış ve onar adımdan kırk adım taşımış olur. [1826] Zaten Hz. Peygamber de "Cenazeyi takip eden, tabutun bütün dört yanından ayrı ayrı taşısın" [1827] buyurmuştur. Tabutu hemen doğrudan doğruya omuzlamak mekruhtur. Sünnet olan, tabutun kolunu önce eliyle tutup sonra onu omuzlamaktır. Önde ve arkadaki iki kolu birer kişinin tutması da mekruhtur. Fakat zarurî durumlarda bir beis yoktur. Yine sütteki çocuğu, biraz ondan daha büyüğü binek üzerinde elinde taşımasında bir sakınca olmamasına rağmen, zaruret olmadan büyüğün cenazesini hayvan üzerinde -bugün motorlu vasıtalarda- taşımak mekruhtur. Şayet ölünün defn edileceği yer yakınsa böyle bir taşıma vasıtasına yüklemekten çekinilmelidir. Vasıta daha çok uzak mesafeler için kullanılır. [1828]
Sütteki çocuğu yahut ondan biraz daha büyüğünü tabuta koymayıp, münavebe ile elde taşınabilir. [1829]
Cenazenin taşınmasını muayyen bir grupa vermekte yersizdir. Gaye herkesin bu son yolculukta, dindaşına son vazifeyi yaparak sevap kazanmasıdır. Bu sevaba engel olmak kimsenin hakkı değildir.
Cenazeyi binekli takip etmekte bir sakınca yoksa da, en iyisi yaya gitmektir. Şayet bînekli olarak takip ediyorsa, bu durumda, cenazenin önünde gitmesi mekruhtur. Çünkü kaldıracağı tozlarla arkadan gelenlere zarar verir. En iyisi binmemektir. Sehabi Sevba'nın anlattığına göre, Hz. Peygamber, cenazede iken kendisine bir binek getirilir, fakat O, orfa binmekten imtina eder. O defnden sonra, binek getirilince, o zaman biner. Kendisine bu durum sorulunca O, "Meleklerde yürüyorlardı, onlar yürürlerken benim binmem olmazdı. Onlar çekip gidince ben bindim" [1830] buyurmuştur.
Defnedildikten sonra, binek veya vasıtaya binmenin caiz olduğuna dair başka bir rivayet daha var:
Cabir b. Semûre anlatıyor:
Biz de hazırken Allah'ın Resulü, İbn-üd-Dahdah'ın cenaze namazını kıldırdı. (Başka bir rivayette, Allah'ın Resulü İbn-üd-Dahdah'ın cenazesine yürüyerek çıktı.) Sonra eğersiz bir at getirildi, biri tuttu (cenazeden ayrılınca) Hz. Peygamber ona bindi. At hemen sür'atle seyirtmeye ve sıçramaya koyuldu, biz de O'nu takip ediyor ve arkasından (başka bir rivayette etrafında) koşuyorduk. Bu arada cemaattan biri şöy de dedi. Peygamber:
"Dahdah oğlu için cennette asılmış yahut yakınlaştırılmış nice hurma salkımları vardır." [1831] buyurdu.
Kadınların Cenazeye İştirak Etmeleri
Kadınların cenazeye iştiraki Hanefî'lere göre, harama yakın bir mekruhtur. Şafiî ve Hanbelİ'ye göre ise mutlak haramdır. Mâlikî ise şöyle şartlı bir görüş ileri sürmüştür. Kadın yaşlı ise cenazeyi erkeklerin arkasından takip etmesi caizdir. Genç ise, şayet herhangi bir fitnenin çıkmasından korkulmuyorsa, kendisi için değerli olan; baba, çocuk, koca ve kardeş gibi kimselerin cenazesine çıkması uygundur. Fakat çıkmasından herhangi bir fitnenin doğacağından korkulursa, çıkması caiz değildir. [1832] Fakat çıkılmaması hususunda Hz. Peygamber'den sadir olmuş hadisler vardır:
Ümmü Atiyye anlatıyor:
"Cenazeyi takip etmekten men edildik. Zaten bu bize düşmez." [1833] Hz. Enes anlatıyor:
"Allah'ın Resulü île bir cenazeye gitmiştikte, Resulûllah orada birtakım kadınlar görmüştü. Onlara:
"Cenazeyi omuzlar mısınız?" dîye sordu. Onlar:
"Hayır omuzlamayız, dediler.
"Ya ölüyü defneder misiniz?"
"Hayır.
"Öyle ise nikahınızla ve hiç bir mükâfat elde etmeyerek evinine dönünüz" [1834] buyurur.
Kadınların cenaze namazında bulunmaları da mekruh karşılanmıştır. [1835]
Esasen cenazeyi takip etmekteki gayenin ne olduğunu Hz. Peygamber bu verilen son hadiste açıklamıştır. Kadınların cenazeyi taşımaları ve defn işiyle uğraşmaları her salim düşünen kimse tarafından kabul edilmeyeceği de aşikârdır. Binaenaleyh hiç bir hizmet içinde olmayacakları için kadınların cenazeye teşyiine iştirak etmeleri yersizdir. Fakat her durumda olduğu gibi bunda da zaruret hasıl olunca, işin keraheti kalmaz. O zaman kadınlar taşıma ve defn işiyle uğraşabilirler.
Cenazeyi Takip Ederken Takınılacak Durum
1- Cenazeyi teşyi edenlerin sükût içinde bulunmaları sünnettir. Seslerini yükselterek, Allah'ı anma, Kur'an okuma, kasîde-i bürdeyi söyleme ve ilâhî okumak mekruhtur. İçlerinden Allah'ı anmak isteyen, kendi içinde Allah'ı anabilir [1836] Resulûllah'ın eshabi da sesin yükseltilmesini kerih görmüşlerdir. [1837]
2- Boş şeyleri konuşmaktan, sağa sola bakmaktan çekinmek, devamlı olarak dünyanın sonucunun ne olduğunu cenazeyi göz önünde bulundurarak düşünmeli.
3- Gülmek ve şakalaşmaktan kaçınmalı. Abdullah İbn-i Mesut cenazede birinin güldüğünü görünce hatâsını yüzüne vurur. [1838]
Cenazenin Önünde Kalkmak
Cenazenin önünde kalkmak veya kalkmamak hususunda değişik hadisler gelmiştir.
Kalkması gerektiğini bildiren hadisler:
I- "Sizin biriniz bir cenaze gördüğünde onunla beraber gitmeyecekse cenaze o kimseyi geride bırakana kadar, yahut o kimseyi bırakmazdan evvel cenaze yere indirilene kadar ayakta dursun" [1839]
II- Tehavinin Ebân İbn-i Osman'dan rivayetine göre:
Bir kere Ebân'ın yanından bir cenaze geçmişti. Eban bu cenazeye kıyam edip demiş ki:
Osman (r.a.) ın yanından bir cenaze geçmişti. Osman ona kıyam edip dedi ki:
Resulûllah'ın yanından bir cenaze geçti de O (s.a.) ayağa kalktı. [1840]
Bu hadislere bakarak cenazede kalkmanın vâcib olduğunu ve hükmün kaldırılmadığını söyliyenler vardır. [1841]
Cenaze geçerken ayağa kalkma keyfiyetinin kaldırıldığını söyliyenierin delilleri:
III- Hazret-i Ali diyor ki:
Allah'ın Resûl'ü cenaze geçerken kalkardı, sonra oturdu, kalkmadı. [1842]
Bu hususta da değişik rivayetler gelmektedir. [1843]
Yalnız Hazret-i Peygamber'in şu hadisi de çok manidardır. Hazret-i Cabir anlatıyor:
Yanımızda bir cenaze geçti, Hazret-i Peygamber ona kıyam etti. Biz de kalktık ve:
"Allah'ın Resul'ü! Bu bir yahudî cenazesidir, dedik. O:
"Bir cenaze gördüğünüzde (müslim olsun, kâfir olsun) ayağa kalkınız (çünkü ölüm korkunç şeydir)" buyurdu. [1844]
Bu husus çok ihtilaflıdır. En iyisi cenazeyi gören kalkıp onu biraz takip etmeli ve dolayısıyla orta bir yol seçmelidir.
Defnetmek
1- Kâfir de olsa ölünün defnedilmesi gerekir.
- a)Hazret-i Peygamber Bedir'de öldürülen müşrik askerleri defnetmiştir.[1845]
- b)Hazret-i Peygamber inanmadan ölmüş amcası Ebû Tâlib'i gömmüştür.[1846]
2 - Müslüman kâfirle, kâfir müslümanla gömülemez
3- Eve gömülemez (Hazret-i Peygamber için özel durum vardır. [1847] Hazret-i Peygamber "Evlerinizi kabir yapmayınız" buyurmuştur.
4 - Şehidler bulunduğu yere defnedilir. [1848]
Gömülmesi caiz olmayan zaman:
Zaruret hariç şu üç vakitte ölünün gömülmesi caiz değildir:
- a)Güneş doğarken yükselene kadar.
- b)Güneş tam tepede iken, batıya yönelene kadar.
- c)Güneş batarken guruba kadar.[1849]
Gece gömülmesi:
1- Zaruret olmadan gece gömülmemelidir. Eshabtan birinin yetersiz bir şekilde gece kefenletilerek gömüldüğü Peygamber'e anlatılınca gece vakti cenazeyi defni nehyetmiştir. [1850]
"Bir güçlük bulunmadıkça ölülerinizi gece defnetmeyiniz" [1851]
2- Nehy taraftan olanları müşküle sokan husus Peygamber de dahil dört halîfenin gece defnedilmeleridir. Bunun için çoğu bilginler gece defninde sakınca bulmazlar [1852]
3- Şayet kabir yapma ve gömme işlemini kolaylaştıracak vasıta (lâmba, fener, elektrik) varsa zaruret karşısında caizdir. [1853]
Kabir
Her varlık ölümü tadacaktır. [1854] Fakat insan oğlunun ölüsüne karşı gösterilen tutumlar diğer varlıklarınkine benzemez. İşte insanın ölünce defnedildiği yere kabir denir. Her köyün her kasaba ve şehrin kabristan'ı vardır. Sonra her ailenin kabristandaki yeri ayrıdır ki; buna bugün "aile kabristan')" denir. Kabrin de bazı özellikleri vardır:
1- Kabir derinlemesine kazılan bir çukurdur. Uzunluğu ölünün boyuna göredir. Kazılması emredilmiştir. [1855]
2- Geniş olmalıdır, Hazret-i Peygamber bir ensarın kahirinin kazılmasında kazanın geniş kazmasını tavsiye etmiştir. [1856]
3 - Lâhid yapılması caizdir. [1857]
4- Zaruret anlarında iki veya daha çok kimseyi ayni kabre gömmede mahzur yoktur. [1858]
5- Ölü kadın da olsa kabre indirmeyi erkek yapar.
6- Ölünün yakınları kabre inip mevtayı yerleştirmeye daha hak sahibidirler. Nitekim Hazret-i Peygamber'i damadı Hazret-i Ali yıkamış ve O'nunla birlikte yine yakınlarından üç kişi kabre yerleştirmiştir. [1859]
7- Kocanın, hanımın defn işini üzerine alması uygundur. [1860]
8- Ölü kabirde sağ tarafına çevrilerek yüzü kıbleye karşı getirilir. [1861]
9- Ölüyü kabre yerleştiren kimse "Bismillah ve alâ sünneti Resulûllah" yahut "Milleti Resulûllah" [1862] der.
Kabre yerleştirdikten sonra yapılacak işler:
1- Kabir yerle bîr olmamalı, en azından bir karış kadar yerden yüksek olmalı. [1863]
2- Örgüçlü yapmak; Anlatıldığına göre Hz. Peygamber'in ve Ebû Bekir, Ömer (r.a.) kabirleri böyle idi. [1864]
3- Taş yahut başka bir şeyi kabrin belli olması için dikmek. [1865]
4- Bugün yapılan kabir üzerindeki telkinden vazgeçmek. Çünkü bu telkin hakkındaki hadis doğru bir hadis değildir. [1866]
Şeyh Ali Mahfuz diyor ki:
"Definden sonra yapılan telkin hakkında tabiinden olan Raşid b. Sa'd Hamza b. Habib ve Hakim b. Ömeyr'den bir eser varit olmuştur. Şöyle demişlerdir: "Kabir düzeltilip insanlar oradan ayrıldıktan sonra, kabrin yanında:
Ya fulan! Kul Lâ ilahe illallah, eşhedü en lâ ilahe illallah (üç defa) ya fulan! Kul Rabbiyellahü ve dînil-İslâmü ve nebiyyi Muhammedün Sallâllahü aleyhi ve sellem = Ey filân! Söyle Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah'tan başka ilâhın olmadığına şahadet ederim. Ey filân! Söyle! Rabbim: Allah, Dînim: İslâm, Peygamberim: Muhammed (s.a.v.) denilmesi iyidir. Bu gibi bir eser merfu olarak Hz. Peygamber'den, Taberanî ve Şafiî olan Abdül-Aziz, Hanbeli, Ebû umâme'den rivayet etmişlerdir."
Biz diyoruz ki:
Bir kısım hadis hafızları eserin ravileri hakkında susmuşlar onu cerh ve ta'dil etme hususunda konuşmamışlardır. İbn-i Hazm hadisin ravileri arasında bulunan Raşidin zayıf olduğunu kesinleştirdi. Ebû Umâme'den rivayet edilen hadiste ise senedinde ihtilâf edilmiştir. Bir kısmı isnadı doğru, bir grup ise isnad hakkındaki grupu "biz onları tanımıyoruz" demişlerdir. İbn-üs-Selâh ve Nevevî gibi telkini iyi bulanlara varıncaya kadar, Askalanî, Hafız-ül-lrakî, İmam İbn-ül-Kayyim hadisi zayıf bulduklarına hükmetmişlerdir. Definden sonra yapılan telkin hakkında İmam-ı Ahmed'e sorulunca şöyle cevap verir:
"Ebu-I-Mugıre'nin ölümünde Şam'lıların yaptığı hariç onu herhangi birinin yaptığını görmedim".
Bunlardan da öğrendin ki; definden sonraki telkin bir sözdür, yoksa bir hadis ve gördüğümüz şekilde senedi zemden uzak bir eser değildir.
Hz. Peygamber'den sabit olmuş bir durum olmadığı için İmam-ı Mâlik'in mezhebine göre mekruhtur. İmam-ı Şafiî bunu müstehap görmüş, Ebû Hanîfe'nin mezhebinde ise bu durum Hz. Peygamber'den sabit olmuş bir iş olmadığından, onu ne mesnun ne mekruh ve ne de yapmakta zarar görmez. Bu bakımdan o kendisinde iyi ve kötü olmayan bir iştir. [1867]
Fakat telkin keyfiyeti Hz. Peygamber'den sadır olmamakla beraber, definden sonra meyyitin bağışlanması için dua etmek Hz. Peygamber'in yaptığı ve arkadaşlarını da bunu yapmaya davet ettiği bîr iştir. Demek ki sünnet ajan budur. Yalnız orada ölü için dua ve istiğfar etmek, orada bulunanları da buna davet etmek iyi olur. Hz. Peygamber buna davet etmiştir. [1868]
5- Hazır olanlara ve ondan sonraki durumlar hakkında hatırlatma yapmak için defn esnasında orada oturmak caizdir. [1869]
6- Ölmeden önce kabrini yapmak doğru olmaz. Bunu Peygamber ve arkadaşları yapmamıştır. Sonra kul nerede öleceğini bilmez. Fakat kul ölüme hazırlık için bunu yaparsa, bu iyi bir iş olur. [1870]
7- Kabirleri Secdegâh Yapma
- a) Peygamber, yahudî ve hristiyanların peygamberlerinin kabirlerini birer secde yeri edinmelerinden dolayı kınamıştır.[1871] Sonra Habeşlilerln bir sâlih insan öldüğü zaman onun kabri üzerinde bir secde yeri yapmaları ve onun bir resmini koymalarından bahsederek onların Allah indinde halkın en şerlileri olduğunu bildirmiştir.
- b)Cabir anlatıyor: Resulûllah kabrin kireçle yapılmasını, kabrin üzerinde oturulmasını ve üzerine bina kurulmasını yasakladı.[1872]
Hadis açıklayıcısı Nevevî bu hadisi açıklarken diyor ki:
Bu kurulan bina, yapanın mülkü üzerine kurulmuş ise mekruhtur. Eğer yapanın mülkünde değil umuma ait kabristan dahilinde ise haramdır. Bunun yasak olduğunu imam-ı Şafiî de "el-üm"de açıklamıştır; "Mekke'de bazı valilerin bu çeşit kabristan dahilinde inşa edilmiş olan kubbelerin yıkıldıklarını gördüm. Halbuki; bilginlerden hiç biri bunu menetmemiştir." Bülûğ-ül-Emani"-de ise şu bilgi vardır:
Bu bina ister doğrudan ölüye ait olsun, (kabir üzerine inşa edilen kubbe gibi,) ister dirilerin istifadesi için yapılsın (mescit ve ziyaretçilerin istirahatına mahsus hücre -oda- gibi) deniliyor. Yine bu eserde "eğer bina süs ve böbürlenme için yapılmamış ise kerahet vardır. Süs vs böbürlenme gayesiyle yapıldıysa haramdır." [1873]
8- Kabirler üzerine oturulmaz ve onlara doğru namaz kılınmaz. Hz. Peygamber:
"Kabirlere doğru namaz kılmayınız, kabirlerin üstüne de oturmayınız" [1874] buyurmuştur.
9- Kabirleri Ziyaret
Hz. Peygamber kabrin üzerinde çığlık kopararak ağlıyan bir kadını görür, onun bu hâlini tenkit eder. Bu yönetilen tenkit onun bağırması hakkında idi. İşte bu duruma bakarak hüküm veren fakihler, kabir ziyaretinin kadın ve erkeğe yasak olmadığını ifade etmişlerdir.
Kabir ziyaretinin yasak olmadığını söyliyenler şu delilleri getirmektedirler:
- a)Kabirleri ziyaret etmekten sizi menetmiştim. Artık onları ziyaret ediniz.[1875] Çünkü kabir ziyareti ölümü hatırlatır. [1876]
- b)Annem hakkında istiğfar etmek için Rabbim'den izin istedim. Bana izin verilmedi. Annemi ziyaret için izin istedim. Bana izin verildi. Siz de kabirleri ziyaret ediniz. Zira ziyaret ölümü hatırlatır.[1877]
- c)Ben sizi kabirleri ziyaret etmekten alıkoymuştum. Şimdi ise onları ziyaret ediniz. Çünkü kabirlerde bir ibret vardır.[1878]
- d)Ben sîzi kabirleri ziyaret etmekten menetmiştim. Şimdi ise onları ziyaret ediniz. Zira kabirleri ziyaret etmek kalbi inceltir, gözyaşı döktürür ve âhireti hatırlatır. Fakat bâtıl söz söylemeyiniz.[1879] (yâni cahiliye zamanında söylediğiniz o bâtıl sözleri kabirlerin başında konuşmayınız).
10- Kadınların ziyareti:
- a)"Kabirleri ziyaret ediniz" ifadesi umumî bir ifadedir. Bunun içine hem erkek ve hem de kadınlar girer. Nitekim "Ben sizi kabirleri ziyaret etmekten menetmiştim" ifadesi de kadın ve erkeğe racidir. Bu yasak İslâm'ın başlangıcında her ikisine şâmildi.
- b)Yukarıda (d) şıkkında gösterilen kabirleri ziyaret etmekteki sebep, hem erkeğe ve hem de kadınlara aittir. İkisinin de kalbi incelmeli gözleri yaşarmalı ve âhireti hatırlamalıdırlar.
- c)Kadınları ziyaret hakkında iki hadis var:
I- Abdullah b. Ebî Melike anlatıyor:
Âişe bir gün kabirlerden geliyordu. Ben O'na:
"Mü'minlerin annesi nereden geliyorsun? dedim.
"Abdurrahman'ın (kardeşinin) kabrinden, dedi.
"Allah'ın Resulü kabirleri ziyaret etmekten men etmedi mi?
"Evet yasaklamıştı fakat sonra onları ziyaret etmeyi emretti. (Başka bir rivayette):
"Allah'ın Resulü kabirleri ziyarete izin verdi" şeklindedir. [1880]
II- Hz. Âişe anlatıyor:
Peygamber benîm yanımda bulunduğu gece olunca geldi. Müteakiben ridasını yere koydu, ayakkabıları çıkarıp onları da ayaklarının yanına koydu, îzârının bir tarafını döşeğinin üzerine yayıp uzandı. Ancak benim uyuduğumu zannedinceye kadar eğlendi. Müteakiben yavaşça ridasını aldı. Yine yavaşça ayakkabılarını giydi. Sonra yavaşça kapıyı kapattı. Ben de elbisemi başımdan geçirip burundum, izânmı da giyindim. Sonra arkasından gittim. Nihayet Peygamber Baki mezarlığına vardı, ayakta durdu ve duruşunu uzattı. Sonra üç defa ellerini kaldırdı. Sonra gerisin geri hareket etti. Ben de dönüp geriye hareket ettim. O sür'atli yürüdü, ben de sür'atli yürüdüm, O sekerek yürüdü ben de sekerek yürüdüm. O koştu, ben de koştum. Neticede ben O'nun önüne geçtim ve eve girdim. Ben yatar yatmaz O da eve girdi ve:
"Ya Âişe! neyin var? nefesin heyecanlanmış, buyurdu. Ben:
"Bir şey yok dedim.
"Vallahi ya bana haber verirsin, yahut da Latîfu-I Habir olan Allah bana haber verir, buyurdu. Ben:
"Yâ Resulûllah! Babam, anam sana feda olsun, dedim ve olanı kendişine haber verdim.
"Önümde gördüğüm insan karartısı sen miydin? dedi.
"Evet, dedim. Bunun üzerine beni göğsümden bir defa itti ve bu dürtüş beni sarstı. Sonra:
"(Nevbetini başkasına tahsis etmek suretiyle) Allah ve Resulünün sana zulüm edeceğini mi sandın? Âişe:
"İnsanlar her neyi gizlerse Allah onu bilir, evet dedim. Resulûllah:
"Beni gördüğün sırada Cibrîl bana gelip nida etti. Ben de onu senden gizleyerek icabet ettim ve onu senden gizledim. Ve zaten o sen elbiseni çıkarmış olduğun halde senin yanına girecek değildi. Ve ben de senin uyuduğunu zannederek seni uyandırmak istemedim. Korkacağından da endişe ettim. Cibrîl:
"Muhakkak Rabbın sana Baki ehline gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor. Ben:
"Yâ Resulâllah! Onlar için nasıl söyliyeyim? diye sordum. Buyurdu ki: Şöyle de:
"Es-Selâmü Alâ Ehli'd Diyar Mine'l-Mü'minîn Vel-Müslimîn Ve Yerhamu'l-Müstakdîmîne Mînna Ve'l Musta'hirin Ve İnna İnşâal-i.Ahu, Bikum Le Lâhikune. = Mü'minler ve müslümanlar diyarının ahalisine selâm! Allah bizden evvel ölenlerle bizden sonra öleceklere rahmet eylesin! Ve biz de inşâallah sizlere muhakkak kavuşacağız." [1881]
İbn-i Abd-il-Ben" sağlam bir senetle şu hadisi rivayet etmiştir:
Bir mü'min dünyada iken tanıdığı bir mü'min kardeşinin kabrine uğrar da selâm verirse, o kabirde medfun olan meyyit elbette bu selâm veren kimseyi tanır ve onu selâmla mukabele eder. [1882]
İlim sahibi kimseler kabirleri ziyaret etmekte bir sakınca bulmamışlardır. Tirmizî, Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği, "Allah sık sık kabirleri ziyaret eden kadınlara lanet etsin" hadisi her halde kabirleri ziyaret etme hakkındaki izinden öncedir, diyor. [1883] Bunun kadınların az sabırlı olmasına dayandıranlar da vardır. Kurtubî diyor ki; Hadiste geçen 'Lanet' kelimesi ziyareti çok yapmalarındandır. Zira kelime mübalâğa sığası ile gelmiştir. Ziyareti sık sık yaptığı takdirde evin işini ihmâl eder. Onların fazla bağırması da bunda rolü vardır. Şu da denilmiştir: Bütün bunlardan emin olunduktan sonra, onların kabre gitmesine manî bir sebep yoktur. Zira ölümü hatırlamak kadın ve erkeğin muhtaç olduğu bir şeydir. .
Hz. Peygamber'in ilk zamanlarda kabirleri ziyaret etmeleri ve kendileri de bu yasağa riayet etmelerinin büyük hikmetleri vardır:
İslâm inancı yeni gelişiyordu. Eşyada kuvvet arayan ve ruhlara perestişliğin olduğu bir ortamda, müslümanların kurtulup, nezih inanca sahip olmaları için bu önemli idi. Fakat daha sonra eşyanın mahiyeti ve bu eşya üzerinde yegane tasarruf sahibinin kim olduğu müslümanlar tarafından iyi anlaşılıp, ölünün şefaat ve yardım gücü olmayacağı anlaşılınca -hadislerde de açıklandığı gibi- müslümanların âhiret hayatını bizzat kabirde yatanlara bakarak iyi anlamaları için izin verildi. Bu durumu İslâm'ın diğer hükümlerinde de görmek kabildir.
Kabirleri ziyaret âhireti hatırlamak ve orada yatan kimseye veya hepsine Allah'tan mağfiret dilemek içindir. Bunun dışında bir faydası yoktur. Anadolu'nun bir çok yerlerinde görülen ziyaretgâhlara karşı takınılan tutum inancı sarsıcı mahiyettedir. Çocukları olmayan bir çok kadınların çeşitli kabirleri ziyaret ettikten sonra birine nail olduklarını iddia edenler çoktur. Bütün bu İslâm dışı anlayıştan müslümanların uzaklaşması umulur.
15- Taziye
Bugün buna "Baş sağlığı" dilemek deniliyor. Definden sonra ölü ailesine verilir. İslâm'ca meşrudur. Böyle bir acılı günde bir varlığını kaybetmiş aileyi sabra çağırmak, acısını paylaşmak ve ölü içinde dua etmek İslâm'ın mânasına uygundur.
- a) Peygamber bir sahabinin çocuğunu sever, o da daima onun önünde oturur. Fakat zamanla görmez olur, sorunca, öldüğünü söylerler. Hz. Peygamber, babasına taziyede bulunur.[1884]
- b)Taziyede, onları üzüntüden vazgeçirmeye çalışılır, rızaya boyun eğmeye ve sabırlı olmaya davet edilir. Bu hususta İslâm ölçüsüne uygun olarak maksadı güzelce anlatmaya çalışılır. Bu hususta hadisler vardır.
I- Zeyd'in oğlu Üsame anlatıyor:
Hz. Peygamber'in kızı Zeyneb, Resulûllah'a:
Oğlum öldü bana geliniz, diye haber gönderdi. O kızına selâm gönderip:
"Allah'ın almak ve Allah'ın vermek istediği her şey kendisine aittir. Her şeyin Allah'ın ilminde belli bir süresi vardır. Kızım, sabret ve bu sabrın Allah yanında sevabı olduğunu hatırla! diye cevap yolladı. [1885]
Bu ifade taziyede en güzel kullanılacak ifadedir.
II- Biricik oğlunu kaybeden ensardan bir kadının fazlasıyie sabirsızca hareket ettiğini Hz. Peygamber duyunca, ona Allah'tan sakınmasını ve sabırlı olmasını ister. Fakat kadın biricik oğlunu kaybettiği için sabredemediğini söyleyince o zaman evlâdı ölen müslüman kadın ve erkeğin Allah'ın onlarla onu cennete sokacakları müjdesini verir. [1886]
III- Ebû Seleme'nin ölümü müteakip Ümmü Seleme'nin yanına giren Hz. Peygamber, insanların kendileri hakkında hayırlı duada bulunmaları gerektiğini anlattıktan sonra şöyle buyurur:
"Allah'ım Ebû Seleme'ye mağfiret et. Onun derecesini hidâyete erenler içersinde yükselt. Onun arkasından ailesinin baki kalanları arasında ona halef ol (onun işini üzerine al) Ey Âlemlerin Rabbi! Bizim ve onun günahlarını bağışla. Kabrinde ona genişlik ver ve orada kendisini nurlandır." [1887]
Taziyenin verileceği, taziyede ne çeşit ifade kullanılacağı bu hadislerle anlaşılmış oluyor. Bu ifadelerin paraleli etrafında taziye veren ölü ailesine böyle iyi telkinler vererek üzüntüsünü gidermeye çalışır.
16- Taziyeyi kabul etmeyi üç veya ondan fazla günle sınırlamak uygun düşmez. Ne zaman faydalı görürse o zaman gelip verir. Hz. Peygamber Abdullah b. Cafer'in hadisinde anlaşıldığı gibi üç gün sonra gidip Cafer ailesine taziyede bulunmuş. [1888] Zira taziyeden gaye dua etmek, aile halkını sabra yöneltmek ve sabırsız davranıştan onları uzaklaştırmak olduğuna göre bu âa uzun zaman olur. [1889]
Kabirleri Ziyaret Etmedeki Gaye Ve Yapılacak Hususlar
1- Ziyaretçinin ölüm ve öleni hatırlaması. Onun yerinin cennet mi yoksa cehennem mi olduğunu düşünmeli. İlk gaye budur (yukarıda geçen hadislere bakınız).
2- Ölünün sevaplanması için onun adına yardımda bulunmak, ona selâm vermek, onun hakkında Allah'tan bağışlanmak istemek (bu sonuncusu müslümanlar içindir.) Bu hususta şu hadisler vardır:
- a) Âişe anlatıyor: Hz. Peygamber Baki mezarlığına gider,[1890] onlara dua eder. Bu durumu Hz. Âişe sorunca, Allah'ın Resulü:
"Onlara dua etmek hususunda emrolundum" [1891] buyurur.
- b)Yine Hz. Âişe'den: Resulûllah (Âişe'nin yanında geceledikçe) gecenin sonunda Medîne Kabristanı Bâki'a çıkar ve şöyle dua ederdi:
"Es-selâmü aleyküm Dare kavmin mü'minîn. Ve etâküm ma tüadun ğâden. Müeccelûn. Ve înna inşâallahü biküm lâhikün. Allahümme'ğfir li-ehli Bâki'ıl-gerkadı. = Selâm size, ey mü'min kavimler yurdunun sakinleri! Yarın vâki' olacak diye va'dolunana geldiğiniz şey sizlere gelmiştir. Sizler, ölüm ile yeniden dirilme arasındaki müddette bekletiliyorsunuz. Bizlerde inşâallah sizlere kavuşacağız. Ey Allah'ım! Baki'ül-garkad ahalisine mağfiret eyle." [1892]
- c) Âişe "Onlar için ne söyliyeyim?" diye sorunca Allah'ın Resulü:
"Es-Selâmü ala ehlî-d-dîyari min-el-mü'minîne ve-l müslimîne. Ve yerhemüllahü-l-müstakdimîne minna ve-1-müste'hirine. Ve İnna inşâallahü biküm lâhiküne. = Mü'minler ve müslümanlar diyarının ahalisine selâm! Allah bizden evvel ölenlerle bizden sonra öleceklere rahmet eylesin! Ve biz de inşâallah sizlere muhakkak kavuşacağız." [1893]
- d)Allah'ın Resulü, kabirlere çıktıkları zaman onlara -şu duayı- öğretirdi de onlardan biri (Ebû Bekr'in rivayetinde):
"Es-selâmü alâ ehli-d-dîyar = yurtlar ahalisine selâm! (Züheyr'in rivayetinde ise):
Es-Selâmü aleyküm ehle-d-diyar, mine-l-rnü'minîn ve-l-müsilmîn. Ve İnna inşâallahü, biküm le lâhikün. Es'elu-Mâhe lena ve leküm el-âfiyete = Ey mü'minler ve müsiümanlar diyarının ahâlisi! Selâm sizlere ve inşâallah bizler de muhakkak (sizlere) ulaşacağız. Allah'tan bize ve sîze afiyetler dilerim." [1894]
Kabir'de Kur'an-ı Kerîm Okuma
Kabirde Kur'an okuma aslında sünnette olmayan bir husustur. Yukarıda zikredilen hadisler de bunu göstermektedir. Şayet bu meşru olsaydı, Hz. Peygamber'in yapması ve eshabına daha yakını zevcesi Hz. Âişe'ye öğretmesi gerekirdi. Halbuki O (s.a.) onlara yukarıdaki duaları öğretmiştir. Bu durumu teyit eden başka hadisler de vardır: .
"Evlerinizi kabirler yapmayınız. Şeytan, Bakara sûresi'nin okunduğu evden kaçar" [1895]
Bununla kabrin okumak için uygun bir yer olmadığına, bunun için Kur'an-ı Kerîm'î evde okumaya tahsis etmiş ve evleri Kur'an okunmayan kabirler haline getirmekten nehyetmîştir. Kabirlerde namaz kılma yeri olmadığına işaretle "evlerinizde namaz kılınız, onları -Kur'an okunmayan- kabirler yapmayınız" [1896] (Yâni Kur'ansız bırakmayınız.) Ebû Hanîfe, Mâlik ve diğerleri gibi seleften olan kimselerin görüşü de kabirde Kur'an okumanın kerahetine dairdir.
Kabirde İhlâs Sûresi Okumak:
"Kim kabirlerin yanından geçerken onbir defa İhlâs sûresi okur, sevabını bağışlarsa, oradaki ölüler sayısınca ona sevap verilir" şeklînde söylenen bir hadis var.
- a) Bu hadis bâtıl ve uydurulmuş bir hadistir[1897] İhlâs sûresi için bu gibi uydurma hadisler vardır. Meselâ:
I- "Ölüm döşeğinde olan bir hasta bunu okursa, kabrinde işkence çekmez ve kabrin zorluğundan emin olur" [1898]
II- İhlâs sûresini yüz defa okuyanın yüz senelik günahları bağışlanır". Münker bîr hadistir. Kabirlerde İhlâs sûresinin okunması hakkında belirtilen hadis de böylece aslı olmayan bir hadistir. [1899]
Zaten bu Kur'an'ın gayesi dışındadır. O dirilere yol göstermek için gelmiştir. Yoksa ölenlerin ruhlarına ondan prensip üflemeye lüzum yoktur. Gayesi dirilerdir, ölüler ise, dirilerin dualarına ve iyi yoldaki yardımlarına muhtaçtırlar. Hz. Peygamber, arkadaşları ve selef bunu yapmışlardır. Görünürdeki çoğunluğun temelden sapıp yeni âdetlere tutunmaları onları haklı çıkarmaz. İbn-i Ömer'in dediği gibi, "insanlar iyi de görseler, her bidat sapıklıktır." [1900] Müslüman sünnete tabidir. Sünnetin kaynağı ise bellidir. Hadislerin kriteri asırlar önce yapılmıştır. Sırf hisleri coşturmak için söylenmiş sözler -ister bilerek veya bilmeyerek- hadis olarak adlandırılmış ve şöhret kazandırılmış olsun bu durum ona tutunmaya götürmez.
Kabirde Kur'an okuma hakkında şu hadis de rivayet edilmektedir:
"Ebeveynin kabrini her Cuma ziyaret edip o ikisinin veya birinin yanında Yâsîn okuyan kimsenin, âyet yahut harf sayısınca mağfiret olunur."
Bu hadis mevzu (uydurma) dur. Bunu İbn-i İddi (1/286), Ebû Nuaym "İhbar-ı İsbehan" (11/91), Abd-ül-Ganî el-mukaddesi "Sünen" (11/91) de Ebû Mesud Yezid b. Halîd tarikinden rivayet etmişlerdir.
Hadisin rivayet zinciri: Amr b. Zîyad, Yahya b. Selim et-Taifî, Hişam b. Örve babasından, O da Hz. Âişe ve O da Hz. Ebû Bekr'den merfuen.
Bir kısım hadisçiler -zannimca İbn-üf-Muhib yahut Zehebî- Mukaddesinin "Sünen"'in hamişinde şunu yazmıştır: "Bu sabit olmayan bîr hadistir. İbn-i İddi:
"Bu hadîs bâtıldır, bu isnadîa onun bir aslı yoktur." Bunu Amr b. Zeyyad'ın hayatında zikretmiş. Ayrıca İbn-ül-Cevzi, İbn-ül İddi'nin rivayetine dayanarak "mevzuat"ta mevzu hadisler içine almış. [1901]
14- Kabirde dua ederken elleri kaldırmak caizdir:
Hz. Peygamber geceleyin Baki-ül-gark mezarlığında yaptığı duada ellerini kaldırmıştır. [1902] Fakat kabirde dua ederken kıbleye yönelmek lâzımdır. Çünkü Hz. Peygamber kabirde namaz kılmayı menetmıştir. Dua ise namazın özüdür. Hz. Peygamber "Dua ibâdettir" [1903] buyurmuştur. Peygamber'in kabrinin yanında da olsa böyle olmalıdır. (Bu Şafiî mezhebine göredir) [1904]
15- İmam Zağferanî diyor ki; "Kabre el sürerek ziyaret edilmez ve öpülmez." Kabirlere el sürmek ve öpmek şimdiki halkın yaptığı kötü bir bidattir. Bu işi yapanı sakındırmak ve bu işten alıkoymak gerekir. Ölüye selâm vermek isterse yüzü tarafında selâm verir, dua etmek isterse bulunduğu yerden döner ve kıbleye yönelerek dua eder. [1905] Hanefî mezhebinin görüşü de böyledir. [1906]
Çelenk v.s. koymak:
Çelenk ve buna benzer şeyler koymak selefin yapmadıkları bir fiil olup meşru değildir. Bazı müslümanlar aslı olmayan bu işi yapmağa devam edip bunda hıristiyanları taklit ediyorlar. Devletlerarası münasebetlerde de bu yaygın bir durum almış, yapılan diplomatik ve özel görüşmelerde heyetler herhangi bir ülkeye ayak bastıkları zaman ya oranın önde geleninin kabrine veya "meçhul şehide" çelenk koymaktadırlar. Diğer ülkeler bunu da yapsa, İslâm gelenek ve göreneklerinde bu durum yoktur. Devletlerarası münasebetler bir yana, bunu bir kısım aileler de yapmaktadır. Âdeta anma törenlerinin baş remzi çelenkler olmuştur. Yapılan hareketlerin ana kaynaklara dayanması kutsiyet doğurtur. Fakat taklitçilikte kutsiyetin yeri kalmaz. Yapılan bu harcamalar, yoksul kimselerin mîdesine ve evlerine ne temin ediyor? Bu da ayrı bir durum! Müslümanın ölüye olan çelengi onun hakkında Allah'a yapacağı duadır. Bu duadan mahrum bırakmak ölünün hakkını çiğnemektir. Müslümanın müslüman üzerindeki haklarından biri de öldükten sonra onun hakkında dua etmektir. [1907]
Kabirlerde Yasak Olan Diğer Fiiller
- a)Allah için kurban kesmek, İslâm'dan önce Araplar, biri ölüp onu defnedince kabirde ya bir koyun veya sığır keserlerdi.[1908] Peygamber:
"İslâm'da -kabirde- kurban kesmek yoktur" buyurmuştur. Ebû Abdullah bu şekilde kesilen kurbanın etini yemeyi mekruh görmüştür. [1909] İslâm'da kurban Allah rızası için kesilir. Sanki burada O'ndan gayrisine kesilmiş gibi bir hava var. [1910]
- b)Toprak seviyesinden çok yukarıya kaldırmak.
- c)Kireçle v.s. ile sıvamak.
- d)Kitabe koymak.
- e)Üzerinde ev yapmak ve,
- f)Oturmak[1911]
Bu hususta hadisler vardır
I- Cabir anlatıyor:
Allah'ın Resulü kabrin kireçle yapılmasını, kabir üzerinde oturulmasını, kabir üzerine bina kurulmasını [1912] ve üzerine kitabe konulmasını nehyetti. [1913]
İbn-i Hazm hadiste geçenleri zikrettikten sonra "kabir kazımında çıkandan fazlasını koymamak yâni dışarıdan toprak almak helâl olmaz." [1914] Ebû Davud'un belirttiğine göre İmam-ı Ahmed bunu söylemiştir. [1915] Fakat toprak elverişli değilse, o zaman mevtayı her türlü taarruzdan korumak için şeriatın sınırlarını çiğnememek şartıyla caizdir.
Ölünün hüviyetini bildirecek şekilde bir işaret veya bir kitabe koymak -Hz. Peygamber'in Osman b. Mazun ölünce yaptığına [1916] kıyasla- câizdir. Ama Nevevî bunu da mekruh görmüştür. [1917]
Bütün bunlara bakılarak okuyucunun bugünkü kabir yapımında girişilen gayr-ı İslâmî harekete bakarak nasıl bir israf ve gösterişe kaçılarak bidata sapıldığını mukayese edecektir. Dünyanın en büyük sanatkârları tarafından büyük emek harcanarak ölünün üzerinde yapılan anıtın, kabrin ve yazılan misraların faydası yoktur. Kabirlere gömülü paralar bir lüks ve gösteriştir, ölüye faydası yoktur. Müslüman faydasız şeyden çekilip faydanın yanına gelmelidir. Ölen kardeşi için Allah'a yalvarmak ve onun adına yardımlarda bulunmak anıtlar dikmekten daha faydalıdır.
II- Ebû Heyyac anlatıyor;
Ebû Talib'in oğîu Ali bana şunu dedi: Resulullah'ın beni gönderdiği işe ben de seni göndereyim mi? Yok etmediğin hiçbir heykel ve yer üstünde yükselmiş iken dümdüz etmediğin hiçbir kabir bırakmıyasın. [1918]
III- Kabirleri yerle bir yapınız. [1919]
Hz. Peygamber'in "Allah'ın Resulü, kabirleri düz yapmamızı emretti" ifadesinde gayesi, kabri yerden fazla yükseltmemektir. Zira bir karış topraktan yüksek olmasını istemiştir. En iyisi kabrin, kabir olduğunu belirtecek seviyede ve durumda olmalıdır. Bunun sınırı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır.
IV- Sizden birinizin bir kor üstüne oturup da o korun elbisesine ve cildine sirayetle vücudunu yakması, bir kabir üzerine oturmasından hayırlıdır [1920]
V - Kabirlerin üstüne oturmayınız, kabirlere doğru namaz da kılmayınız. [1921]
Bu hadislerde gösteriyor ki, kabirler üstüne oturmak, onları yüksek yapmak, kireçlemek yasaktır. Son hadisler kabirler üzerinde oturmanın haram olduğunu gösteriyor. Bu bütün İslâm bilginlerinin mezhebidir [1922] Fakat Nevevî ve el-Askalanî kabirler üzerinde oturmanın kerahetine kail olmuşlardır. İmam-ı Şafiî [1923] ve Ebû Hanîfe de [1924] mekruh olarak kabul etmişlerdir.
Fakat bu ikisine göre kerahet mutlak olursa, o haram gibidir. Fakat doğrusu haram olmuştur. Çünkü bunu, Ebû Hüreyre ve Akabe'nin hadisleri bildiriyor. Şafiîlerden çoğu da, meselâ Nevevî haram kabul eder. Ayrıca Sen'anî, [1925], İbn-i Hacer el-Heytemi [1926] buna yönelmişlerdir. Çünkü yapılan uyarma şiddetlidir. [1927]
Ölüye Fayda Veren Şeyler
I- Başkalarının işleri ölüye fayda verir:
- a)Müslümanın dua etmesi. Kur'an-ı Kerîm buna işaret ediyor:
"Onlardan sonra gelenler, bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde mü'minlere karşı kin bırakma, Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin" derler. [1928]
- b) İbrahim'in duasını naklederek:
"Rabbimiz hesap görülecek günde, beni, anamı, babamı ve manaları."[1929]
Hz. Peygamber de onlar için dua etmiş ve müslümanların da dua etmelerini istemiştir. [1930]
"Gıyabında din kardeşine dua eden hiç bir müslüman kul yoktur ki; melek ona 'bîr misli de sana olsun' demiş olmasın." [1931] Zaten cenaze namazı da onun hakkında bir duadır,
II- Oruç borcu varsa yerine getirmek.
Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kîm-ki üzerinde oruç (borcu) varken ölürse, ölenin velîsi kendisinden (niyâbeten) oruç tutar" [1932]
Yalnız imam-ı Şefii hiç kimsenin başkası hesabına oruç tutması caiz olmadığı ancak ölen adına sadaka verilebileceği içtihadında bulunmuştu ki; Ebû Hanîfe'nin ve İmam-ı Mâlik'in mezhebleri de böyledir. Yalnız bunlara göre ölenin vasiyeti üzerine sadaka verilir. (Bunların dayandığı delil, oruç ve namazın bedenle ilgili ibâdet olmasıdır). [1933]
III- Borcu varsa ödemek.
IV- İyi evlâdının iyi işler yapması. Baba ve anneye de evlâdının elde ettiği sevabın aynısı vardır. Çünkü çocuk onların çalışma ve kazancının neticesidir. Hz. Peygamber:
"Kişinin yediği şeyin en iyisi, kazancıdır. Çocuğu da kazancı içindedir" [1934]
Evlâdın annesi babası hakkında yapacağı hayırların onlara sevap kazandıracağı hakkında birçok hadisler var:
Hz. Âişe anlatıyor:
Biri, Nebî (s.a.s.) sordu ki:
"Annem ansızın vefat etti. Öyle sanıyorum ki konuşsaydı, tasadduk (edilmesini vasiyyet) ederdi. Şimdi onun adına sadaka versem sevap kazanır mı?" Hz. Peygamber "Evet" [1935] dedi.
V- Geriye hayırlı bir eser bırakmak. Hz. Peygamber:
"İnsan öldüğü zaman, kendisinden işi kesilir. Ancak üç şey bunun dışındadır:"
- a)Sadaka-i cariye (devam eden sadaka)
- b)Faydalanılan ilim.
- c)Kendisine dua eden iyi bir evlâd"[1936]
- a)Köprü, çeşme, okul, cami, kitaplık v.s. gibi her asırdaki insanların faydalanacağı eserleri bırakıp giden kimseler, bu eserler yaşadığı müddetçe amel defterine sevap yazılır. Çünkü onun varlığı eserlerine uzanmıştır
- b)Öğrenci yetiştirmek, kitap bırakmak, bir şeyi keşfetmek v.s. gibi hizmetleri geride bırakıp giden kimsede yaşanır eserler bırakarak ölmüştür. Hadiste de belirtildiği üzere bu ilimden insanlar faydalandığı müddetçe ölen sevaplanır.
- c)İyi evlâdın yaptığı iyi işler ebeveyne sevap ulaştırır. Çünkü evlâl da ebeveynin bir kazancıdır. Ebeveyn meyveli bir ağaç bırakarak âhirete göçmüştür. Yalnız evlâdının yaptığı kötülükler ebeveyne zararı olmaz.
VI- İyi veya kötü çığır açmak.
İyi bir çığır açanın bu çığır yaşadığı müddetçe sevaplanacağı gibi aynı durum kötü bir çığır açan içinde mevzubahistir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
"Her kim İslâm dîninde tesis edilen güzel bir hayrı ilk evvel işler güzel bir çığır açarsa ona, hem işlediği bu hayrın sevabı, hem de kendisinden sonra işleyecek olan hayır sahiplerinin sevabı onların sevabından hiç bir şey eksilmeksizîn verilir. Yine her kim İslâm'da kötülüğü bildiren hayırsız bir işe başlar, kötü bir çığır açarsa, hem işlediği bu kötü işin günahı, hem de kendisinden sonra onu üşüyecek olanların günahları bunların günahlarından hiç bir şey eksilmeksizin ona ait olur." [1937]
Cenâb-ı Hak iyi eser bırakmayı ve iyi çığır açmayı nasip etsin (âmin).
VII- Okunan Kur'an-i Kerîm'den hasıl olan sevabın ölülere ulaşıp ulaşmıyacağı hususu ihtilaflı bir konudur. Sonra gelen bilginler, elde edilen sevabının ölünün ruhuna vasıl olacağını söylemişlerdir. Yalnız bunun için kalben niyyet etmesi şarttır. [1938]
Kabir Ziyaretinde Bidatlar
1- Her Cuma, ölmüş olan anne ve babanın kabirlerini ziyaret etmek. Bu hususta varit olan hadisin mevzu olduğu hakkında kaynaklar bilgi vermektedir. Beyhakî, "Şuab'ül îman"da "anne ve babasının veya birinin kabrini her Cuma ziyaret edenin günahı bağışlanır ve günahsız kalır" şeklinde hadis rivayet eder. San'ani bu hususta susmuş, bu hadis zayıf veya mevzudur. Onun anlattığı gibi o mürsel olmak şöyle dursun, muaddal bir hadistir. [1939]
2- İki bayram, Recep, Şaban, Ramazan veya sırf bayram günü ziyaret etmek. [1940]
3- Namaz kılar gibi iki elini birbiri üstüne koyup kabrin önünde durmak ve sonra oturmak. [1941]
5- Kabirlerde Yâsîn okumak.
Şöyle bir hadis nakledilmiştir:
"Kabirlere giren kimse Yâsîn sûresini okursa, Allah orada yatanların azabını hafifletir". [1942] Sünnet kitaplarında bunun aslı yoktur. Yalnız Suyutî onu "Şerh-üs Sudur"'da nakletmiş, fakat hadisin tahrîd hakkında "Ehrecehu Abd-ül-azîz. Sahib-ül helâl bî senedihî an Enesin" diye bitmiştir. Bunun da yok edici bir isnad olduğunu Elbanî yaptığı araştırmada vâkıf oluyor. [1943]
6- Şöyle dua etmek: "Allah'ım bu ölüye azab etmemeni Muhammed (s.a.) hürmetine senden istiyorum" demek.[1944]
7- Bir kısım kabirleri ziyaret eden kimseye hacı demek.
8- Meçhul asker yahut meçhul şehid kabrini ziyaret etmek.
9- Namaz ve Kur'an okumak gibi ibâdetlerin sevabını müslümanların ölülerine hediye etmek [1945]
10- İşlerin sevabını Hz. Peygamber'e hediye -etmek [1946]
11- Kur'an okuyana ücret verip onu ölüye hediye etmek [1947]
12- Peygamberlerin ve sâlih kimselerin kabirleri yanında dua kabul olur demek [1948]
13- Peygamber'in, iyi kimselerin ve diğerlerinin kabirleri üzerine bir şey örtmek [1949]
(Çoğu velî sayılan kimselerin kabirlerinin sandukiarı üzerinde bu vardır. Bunu örtmenin faydası düşünülemez. Yaratanın bu örtüye ihtiyacı mı var? Dirilerin lâyık olduğu şeyi ölülere tahsis etmek hiç bir sevap getirmez. Çoğu bölgelerde ziyaretgâh niteliğini taşıyan böyle kabirlerin üzerinde demet demet bez, patiska, ipek v.s. bulunur.)
14- Bir kısım kimselerin inancına göre herhangi bîr köyde sâlih birinin kabri bulunduğu zaman, onlar onun bereketiyle azıklanırlar ve yardım görürler ve şöyle derler:
"O, bölgenin korucusudur" [1950] Bütün bunlarda gizli bir şirk vardır. İslâm'ın nezîh tevhîd inanciyle bu durum bağdaşamaz. Zihinleri, eşya üzerindeki yegâne mütesarrıf olan Allah'tan uzaklaştırıp böyle totemik ve ampirik inanca kaydırma manasızdır. Eşyada ruh ve güç arama, ölülerden medet umma, onların ruhlarıyle kendi ruhu arasında kuvvet alımı inancına saplanma sosyolojinin ilkel kavimlerde görülen İslâm ve aslı İslâm olan dinlerin sınırları dışında bıraktığı bir inançtır.
14- Her evliya kabrinin, doktorların ihtisası gibi ayrı ayrı hastalıklara iyi geldiğine çoğunun inanması. Onlara göre bu kabirler içinde bir kısmı göz hastalığına fayda verir, bir kısmı ise sıtma hastalığını iyi yapar. [1951] Bu durum Anadolu'nun bir çok yerlerinde hâkim bir inançtır. Halbuki İslâm mutlak tedaviyi ister. [1952]
"Her hastalığın bir ilâcı vardır" ifadesi Hz. Muhammed'indir. Çocuk doğurmayan kadından tutun da, evlenme şansı açılmayan kızlara kadar bu kabirlerin etrafında nasıl halkalandıkları her gün görülmektedir. İstanbul'daki Eyyub-el-Ensârî'nin kabri her gün bu kalabalıklarla çevrilir. Ölmüş değerlerin himmetine sığınanlar, bilmezler kî; onların bu mertebeye erişleri Allah'a olan bağlılıklarındandır.
O halde onlar gibi olmama yolu tıkalı değil ve Cenâb-ı Hak'kın takdir etmediğini bir ölmüş kulun yapması imkânsızdır. Bütün bunlar tam bir yakîn îmana kavuşamamanın ve İslâm itikadını bilememenin doğurduğu sonuçlardır. Hayır bir müslüman bu kadar ruhlara perestiş olamaz. Allah'a sığınmayı bırakıp ölülerin himmetine el açamaz.
15- Bir velînin mezarı etrafında bulunan ağacı ve taşları mukaddes saymak ve bunları kesenin eziyete duçar olacağına inanmak. Çoğunlukla bu ağaçlara dilek çaputu bağlanır, bazan da taşları üst üste koyarak dilek tutulur. Velî'nin kabrine taş yapıştırıp dilek tutanlar da vardır.
16- Velîlerin kabirlerinden getirilen toprağı şifâ niyyetiyle dağıtmak. Bunun hakkında Ebu-s-Suud'un fetvaları çok yerindedir. [1953]
17- Kabri süslemek. [1954]
18- Kabre Kur'an-ı Kerîm'i götürüp ondan ölüye okumak. [1955]
19- Kabirlerin yanında Kur'an okumak isteyenler için kabirlerde Mushaflar bulundurmak. [1956]
20- Şikâyet dilekçesini ölüye takdim etmek ve kabirde bulunanın bunları çözeceğine inanarak kabrin içine onu koymak. [1957] (Türkiye'de bunun değişik misalleri görülmektedir.)
2- Kabre -kutsiyet niyetiyle- elle dokunmak ve öpmek. [1958] Gazâlî bunu hırıstiyan ve yahudî âdeti olduğunu söyler. [1959]
22- Kabul olma ümidiyle paygemberlerin ve sâlihlerin kabirlerinde dua etmeyi istemek. [1960]
23- Kabirdekilerle Allah'a tevessül etmek. [1961]
24- Kabrin üzerinde bina yapılmasını vasiyet etmek. [1962]
25- İsmin yazılmasını, Hz. Peygamber'in Osman b. Mazu'nun kabrine koyduğu taşla mukayese ederek doğru görülebilir. [1963] Fakat doğum ve ölüm tarihini yazma hususunda dayanılacak bir nokta yoktur. Bunun için bidat sayılmıştır. [1964]
26- Kabre gelip ziyaret etmeleri için kandil asmak. [1965]
27- Hz. Peygamber'in kabrine ta'zim niyyetiyle elle dokunmak ve öpmek. [1966]
28- Kabirde horoz kesmek (Eyyub-el-Ensârî'nin kabrinde olduğu gibi)
29- Kabirde mum yakmak.
Bu âdet müslümanlarca bilinen bir âdet değildir. Bir çok yönlerden mahzurludur:
- a)Bunun izlerini ilk müslümanlarda ve bilginlerin eserlerinde görmek imkânsız.
- b)Boş yere harcamada bulunmaktır.
- c)Üstelik yabancıların âdetidir. Kilise ve hırıstiyan azizlerin kabirlerinde mum yakılır. Hattâ bir mum bir dilektir. Bu âdetin tesirinde kalan kimseler İslâm inancını bilmedikleri için bir çok yerlerde mum yakmaktadırlar.
- d)Bir bakıma ateş yakan mecusilere benzemek de var işin içinde.[1967] Belirtilen hadislerin ışığında Türkiye'mizde görülen sünnet dışı bâzı canaze işleri:
- Ölen evde o gece bîr hatim Kur'an okunması.
- Devrine oturulması.
- Bir kısım yerlerde cenaze önlerinde tekbir, tehlil ve selâvat okuyarak götürmek.[1968]
- Defn esnasında Kur'an okunması.[1969]
- Telkin getirilmesi.[1970]
- Yedi gün ardı ardına cenaze evinde toplanıp Mülk sûresinin okunması.
- Yahut binlerce tevhid getirilerek ölenin ruhuna bağışlanması.
- Kırkıncı günde yemek çıkartılıp merasim yapılması. Sene-i devriye-n de merasimin tekrar edilmesi.
- Kefene âyet veya dua yazdınlması[1971]
- Bir kısım cenazeleri, top arabasına bindirmek[1972]
- Kabrin yanında sadaka dağıtmak[1973]
- Ölünün evden çıktığı gece, ev halkının gelen giden misafirlere helva dağıtmaları
- Ölünün defnedildiği birinci yahut yedinci veya kırkıncı gününde yemek yapıp dağıtmak[1974] (bazı yerlerde helva v.s. dağıtılır).
- Iskatı salât[1975]
- Ona Kur'an okumak ve hatmini kabirde yapmak[1976] İmam-ı Nevevî'nin el-Mecmu adlı kitabında bu şöyle anlatılır:
Kadı Ebu-t-Tayyib, kabirlerde okunan hatim kıraatından soruldu. O da şöyle cevap verdi:
Sevap okuyan içindir. Ölmüş kimse orada hazır olan dinleyiciler gibidir. Onun içinde rahmet ve bereket ümit edilir. (Mahlut a.g.e. s. 167).
- Kırkıncı gece, yahut her seneyi devriyede ağıt okumak veya övmek[1977]
- Ölü muayyen bir yere getirilerek, son defa ziyaret edilmesi.
- Bando eşliğinde, kabre götürmek.
- Ölünün geçtiğini gören ev hanımlarının, kapıları önüne su serpmeleri.
- Daha nice uydurulmuş hareketler vardır ki; bütün bunlar İs'âmiyeti bilmemekten doğmuş yanlış hareketlerdir. Bu bilgisizliğe son verîleceği umulur.
Duam
Allahım! hatâ kulundandır. Sen'in yüce müesseseni hakkiyle anlayıp anlatamamışsam sonsuz affına sığınıyorum.
Rabbim! Bizi bu edeple bezeki; âlemin edebe can attığı şu zamanda onlara bir nümune-i imtisal olalım.
Rabbimiz! Genden gönüllerimizin her türlü kötülüklerden arınmasını, Hayatımızın edeple süslenmesini, niyaz ediyoruz (Âmin).
22 Mart 1972 Saat 22.00
Kitapta Adları Geçen Eserlerin Bibliografik Bir Listesi
- Ahmed b. Hanbel, (ö. 241 H.) Müsned
- Aliyyülkari, (ö.-1010) Risale-i Akaid, Süleymanîye/H. Beşir No. 673
- Aliyyülkari, el-İğtina bi-l gına, Sü./Esad ef. No. 3525
- Ali Mahfuz, Şeyh (ö. 1361) el-İbda ve-l Bida', Mısır, 1956
- Ali Muttaki, (ö. 975) Kenz-ül Ümmal, Haydarabat, 1311 Ayesbeyoğlu, Nevzat, İslâmiyetin eğitimimize getirdiği değerler, talim ter. yayınları, No. 5
- el-Ayni (ö. 755) Umdet-ül Kari fî Şerh-il Buharî, Kahire.
- Bağdatlı İsmail Paşa (ö. 1920) Keşfüzzünun Zeyli, İst. 1972
- Berki, Şakir, Hz. Muhammed ve Hayatı
- el-Beyhagi (ö. 458) Süab'ül îman
- Bilmen, Ömer Nasuhi (ö. 1971) Nazari ve Amelî Ahlâkı İslâmiyye Dersleri,İst. 1927
- el-Buhârî, (ö. 256) es-Sahih (Çeşitli Baskılar)
- el-Buhârî, Edeb-ül Müfred: Tarih-ül Kebir
- el-Ceziri, Abdurrahman, Kitab-ül Fikh ala-l-mezahib-il Erbea, (İkinci baskı)Mısır
- ed-Dare Kutni (ö. 385) Sünen ed-Darîmi (ö. 255) Sünen, Dımışk, 1349
- ed-Deylemi Sünen-ül Firdevsi Durkaym, Ahlâk Terbiyesi, H. Cahid ter. İst. 1927
- Dvvelshourers, G, Psikoloji, M. Sekip Tunç ter. İst. 1952
- Ebû Davud es-Sıcistani (ö. 275) Sünen
- Eb'ül Ferec, Cemalüddin Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzi, el-Kureşî el-Bağdadî (ö. 597) Zad-ül Mesir. fî İlm-ıt-Tefsir, Dımışk 1964
- Ebû Nuaym, Hilyet-ül Evliya, Mısır, 1351
- Ebû Yûsuf (ö. 182) Kitab-ül Haraç, Ali Özek ter. İst. 1971
- Elbani, Hicab Ahkâm'ül Cenaiz, Beyrut, 1969
- Elbani, Hicab el-Ehadis'üd-Daife, 1965
- Emiri Ali, Ezhar-ı Hakikat, İst.
- Erzurumî, İsmail Hakkı (ö. 1186), Ülfet-ül Kulûb, Süleymaniye, Fetavâyı TatarhaniyeFerruh, Ömer, İslâm Aile Hukuku, Yusuf Ziya Kavakçı ter. İst. 1968
- Erzurumî, İsmail Hakkı İslâm Ülkelerinde Misyonerlik ve Emperyalizm, Osman Şekerci ter.İstanbul, 1968
- Firuzabadî, Kamus tercemesî Gazâlî (ö. 505) İhya, Mısır
- Firuzabadî, el-Erbain
- Firuzabadî, Kimyayı Seadet
- Firuzabadî, el-Mustesfa
- Günaltay Şemseddin, Darülfünun İlâhiyet Fakültesi dergisi yıl 1, sayı 4 (Kabl-el İslâm Araplarda Aile)Hacı Amir Zade, Risale fî Kavmı-I-Avam, Su./Esad ef. No. 3772 Hadimi, Serh-ü Eyyühel Veled, Sü/Kasîdeci Zade, No. 721 Hakîm Nisaburi (ö. 405) el-Müstedrek, Haydarabad, 1334 Hamidullah, Prof. Dr. Muhammed [Doğum 1326), İslâm'da Devlet İdaresi, İstanbul 1963
- Günaltay Şemseddin, İslâm Peygamberleri, İst. 1966 [I. cild), 19.69 [II. cild)
- Günaltay Şemseddin, İslâm'a Giriş, İst. 1965
- Günaltay Şemseddin, el-Vesaik'us-Siyasiyye, Beyrut 1969
- Günaltay Şemseddin, Sahife-i Hemman, İst. 1967
- Günaltay Şemseddin, Edebiyat Fakültesi Konferansları, 1964-1968 dönemi
- Haraiti, (ö. 317) Mekarim'ül Ahlâk
- Haskefi, (ö. 1088) ed-Dürr'ül Muhtar, Şerhü Tenvir'il Ebsar
- Herevî (ö. 481) Zemm'ül Kelâm
- İbnü Abd'ül Berr (ö. 463) el-İstiab
- İbnü Abidin, Haşiyetü Redd-ıl Muhtar ala-d-Dürr-ıl Muhtar, (Bulak)
- İbnü Asakir (ö. 571) Tarih Dımışk
- İbnü Batte, el-İbane an usul-ıd-Diyâne
- İbnü'l Cerud, el-Münteka
- İbnü eb-ıd-Dünya, es-Sümt
- İbnü Ebû Şeybe (ö. 235) el-Musannaf
- İbn'ül Esir, İzzüddin (ö. 630) Üsd'ül ğabe, Kahire, 1270
- 47. İbn'ül Cevzî, Kitab'ül Vefa
- 48. İbn'üd-Daris, (ö. 294) Fedail'ül Kur'an
- İbn-ü Hacer'ıl Askalanî (ö. 832) Feth-ül Bari, Kahire
- İbn-ü Hacer'ıl Askalanî el-İsabe fî temyiz-s-Sehabe
- İbn-ü Hacer'ıl Askalanî Tehzib-ü-Tehzib
- İbn-ü Hacer'ıl Askalanî Bulûğ'ül Meram, (ter. ve şerh, A. Davudoğlu, İstanbul, 1966)
- İbn-ü Hacer'ıl Askalanî Lisan, Haydarabad, 1331
- İbnü Hacer'ıl Heytamî (ö. 974) Zevacir an iktiraf-ıl Kebairel-Mecma'
- İbnü Hal'dun (ö. 1406 M.) Mukaddime (Zakir Kadiri Tugan ter. İst. 1968 ikinci baskı)
- İbnü Hanbel (ö. 241), Müsned
- İbnü Hazm, (ö. 456) Muhalla
- İbnü Hişam (ö. 218) Sîretü Resulillah
- İbnü Hibban (ö. 354) el-Müsned
- İbnü Hibban Kitab'üd-Düafa
- İbn-ül Irak, Tenzih'üş-Şeriat'ıl mefruatı an'ıl ahadis-iş-Şeriat-ıI merfuatı
- İbn'ül Kayyım el-Cevziyye (ö. 751) Zad-ül Mead
- İbn'ül Kesir, (ö. 774) el-Bidaye ve-n-Nihaye Kahire, 1351
- İbn'ül Kesir, Tefsir, (el-menar baskısı)
- İbnü Kuteybe, Tefsirü garib-ıl Kur'an, Darü İhya-il Arabiyye neşri
- İbnü Mâce, (ö. 275) Sünen
- İbnü Rüşd (ö. 520) Bidayet'ül Müctehid, Kahire
- İbnü Sa'd (ö. 230) Tabakat, Layden, 1904-1912
- İbnü-t-Teymiyye (ö. 728) fetava
- İbnü-t-Teymiyye İhtiyarat'ül İlmiyye
- İbnü-t-Teymiyye el-Kaidet'ül Celiletü fît-Tevessüli ve-i vesileti, Lübnan 1970
- İslâm Ansiklopedisi, M. E. B. yayınları
- İmam Zade, (ö. 573) Şirat'ül
- İslâm, Köprülü yazma
- Kam, Ömer Ferid, Mebadiî felsefeden İlm-i Ahlâk İst. 1341
- Kardavi Yusuf, el-Helâlü vel-Haramü fi-l-İslâm1967
- Kâtib Çelebi, (ö. 1067) Keşf-üz-Zünun an asami-il Kütübi ve-I-fünun, 1971
- Keskioğlu Osman, Hz. Muhammed ve Hayatı, Diyanet İ. B. Y. Ankara Kur'an-ı Kerîm, Kitapta geçen âyet tercemelerinde Diyanet İşleri Başkanlığının çıkarttığı "Kur'an-ı Kerîm ve Türkçe Meali" esas olarak alınmıştır. (Ankara - 1961)
- el-Kurtubî, (ö. 671) Tefsir, Mısır
- el-Maksidi, Ziya, Ehadis'ül Muhtar el-Maverdi, (ö. 450) el-Ahkârn-üs-Sultaniyye
- el-Maksidi, Edeb-üd-Dünya ved-Din
- el-Mes'udi (ö. 326) Müruc-üz-Zeheb
- el-Münavî, Abdurrauf (ö. 1621 M.) Künûzü-I-Hakayik fi hadisi hayr-ıl Müslim, İmam (Ö. 261) Sahîh, (M. 2. Sofuoğlu tarafından Türkçe: miştir. İstanbul, 1967-1970)
- el-Müttekî, el-Hindî, Kenz-ül Ümmal, fî Sünen-il akvalı ve-I Efali,1313 H.
- en-Nasif, Şeyh Mansur Ali et-Tac, Haleb (dördüncü baskı) en-Nesaî (ö. 303) Sünen en-Nevevî (ö. 676) Şerh-ül Müslim
- Riyad-üd-Sâlihin (H. Hüsnü Erdem-Kıvamüddin Bursları ter. Nureddin Ali, Envar-ül Edeb Özcan, M. Angoisse (Sıkıntı) Rağıb'ül İsfehani, (ö. 502) Muhaderat'ül Udeba
- Risale fî muhaletet'in Nass, sü/Esad efendi, No. 3654
- Raif, M, Şemaili Şerif muhtasarı, İstanbul
- er-Razi, Fahrüddin, (ö. 606) mefatih'ül ğayb
- Reşid Rıza, Tefsir-ül menar, Kahire
- er-Rumî, Mevlâna Celâlüddin (ö. 672) terceme ve şerh Tahir'ül (ö. 1951 M.) Konya, 1963
- es-Sabunî, Dr. Abdurrahman, Nizam'ül Usreti, Beyrut 1968
- es-Sananî, (ö. 1182) Sübul-üs-Selâm, Kahire
- es-Sefarini, Şeyh Muhammed (ö. 1114) Sülasiyatü Müshed-ıl İmam-ı Ahmed, Dımışk 1961
- es-Serahsi, Şemsüleimme (ö. 483) el-Mebsut, 30 cilt es-Suyuti, (ö. 911) Cem'ül Cevami'
- es-Serahsi, ed-Dürr'ül Mensur (tefsir)
- es-Serahsi, Zeyl-ül Ahadis'ıl Mevduatı Sülasiyyat, bkz. es-Sefarîni
- eş-Şevkani (ö. 1250) Feth-ül Kadir, Kahire, 1349
- eş-Şevkani Neyl-ül Evtar
- Şûrünbülali, Tabakat-ül Kudsiyye, Seadet'ül İslâm, bi-l-Musafahatı fîsfe-Salâtı, yazma, Süleymaniye 392
el-Teberanî (ö. 360) el-Evsat
- Şûrünbülali, el-Mu'cem'ül Kebir
- 102. Şûrünbülali, el-Mu-sem'üs Sağir
- et-Taberi (ö. 310) Tarih'ûl Ümem ve-l-Müluk
- 104. et-Taberi Tefsir
- Taşköprüzâde, Ahmed b. Mustafa (ö. 1516), Mifîah-üs Seade (Kâmil Kâmil Bekri ve Abd'ül Vehhab Ebun-Nur, neşri, Kahire)
- Terbiyet'ül evlâd, alâ Kanun-ış-Şeria, Sü/Esad efendi, No. 3780 et-Tirmizî (ö. 279) Cami'Topaloğlu Bekir, İslâm'da Kadın
- Tuğ, Dr. Salih (D. 1930) İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İst, 1969 Udeh, Abd-ül Kadir, İslâm ve Avdauna's-Siyasiyye
Wensinck (ö. 1939) el-Muccem'ul Müfehres Li elfazı hadis-in-Nebevî, Layden
- el-Vahidi (ö. 468) Eshab-ül Nüzul
- Veliyyullah ed-Dıhlevî (ö. 1176) Hüccet'üllah-ıl Baliğe, Bağdat Yakut, Hemevi, Mucem-ül Buldan, Nüstenfeld, neşri, 1866
- Yazır, Elmalı Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili İstanbul (İkinci baskı) Zehebi, Şemsüddin, Tezkîret-ül Hüffaz, Haydarabad, 1955
- Zehra, Muhammed, İslâm'ın Gölgesinde İnsanlık, İstanbul, 1970
- Zehra, Muhammed, İslâm'da Beşerî Münasebetler, İstanbul, 1971
- Zebidi (ö. 893) et-Tecrid-üs-Sarih, mütercimi Ahmed Naim (Salât-ı tehac-cüde kadar), Kâmil Miras, D. İşleri Başkanlığı Y. (İkinci Baskı)
- Zekeriyya b. İddi, Tehzib-ül Ahlâk
- Zihni, Mehmet efendi, Nimet'ül İslâm, İst.
[1] Prf. Dr. M. Hamdidullah, Sahife-i Hamman; S. 109, hn: 70
[2] Buhârî- "edeb" 57; Müslim, "birr" 24 v.s.
[3] Bilmen: 7
[4] Ahlâk: Mustafa Rahmi, 1339, Matbaai-i Amire S. 3
[5] Ahlâk Dersleri. M. Ali Ayni, Evkaf-ı İslâmiye mat. 1343 S. 6
[6] Ömer Ferid Kam, Meibadil felsefe'den İlm-i Ahlâk S. 3 1341
[7] a. g. e. 4
[8] a. g.e.4. Genel olarak Batı düşünürlerinin son asırlarda meydana getirmek istedikleri ahlâki anlayış, ilâhi kaynağa dayalı bir ahlâk görüşü değildir, bk: Ahlâk terbiyesi Durkaym. H.Cahid ter. 1927
[9] Saraç: 3
[10] Ferid Kam: 11
[11] a.g.e13
[12] bkz. Ülken: Ahlâk, İst Ün. Ed. Fa. yn 310, 1964; Mustafa Namk: Ahlâk, Prof. Z. Findıkoğlu: Ahlâk Tarihi, Gençlik Kitabevi neşriyatı, içtimaî eserler serisi. No: 1-3, 1943-4-5
[13] Muvaîta: -Hüsn-ül-Hûlk" 8
[14] Müslim: "Misafir" 201, Bbu Davud: "Salat" 119, Tirmizi: "Daavat" 33, Nesaî: "İftitah" 17, Darimi: "Salat" 33. Ahmed: 1/99
[15] Buhari: "Edeb" 39, Müslim : "Birr" 14, 15; Darimi: "Rikâk- 47, 73
[16] Ahmed: 1/68
[17] Tirmizi: "Birr" 61, Ebu Davud: "edeb" 7, Ahmed V1/S1
[18] Muvatta: -Cihad" 35
[19] İbn-i Mace "Zuhd" 24
[20] Buhari: "fedail-üs-sehabe" 27, Tirmizi: "Birr" 71; İbn-i Mace IV/193 - 4
[21] Nazarî ve amelî ahlâk-ı İslâm'iye dersleri (O. Nasuhî Bilmen) S. 12 1927
[22] a.g.e. 13
[23] krş. En'am: 6/152, Araf: 7/42, Mûminun: 23/62, Bakara: 2/286, 233
[24] krş: İnsan: 76/9
[25] Bilmen: 20.
[26] Bilmen: 22
[27] Enbiya: 21/23
[28] Araf: 7/6
[29] Bakara: 2/284
[30] İbn-i mace : "Talak: 65/16
[31] krş: En'am: 6/164, Bakara: 2/164 .
[32] krş: Müslim: "Zekât" 69, Nesaî: "Zekat" 64
[33] İslâm Ankislopedisi: 1V/105
[34] a.g.e.
[35] Bu hususta bir çok eserler vardır.
[36] Kuşeyri: V. 208a
[37] a.g.e. V. 209a
[38] a.g.e. V. 208b
[39] Ahmed: lll/412: Tirmizi: "Birr" 33
[40] Darimi: "fedail-ül-Kur'an" 1
[41] İbn-i mace: "edeb" III
[42] Bir ölçektir. Şer'i dirhemde: 2, 917 kg.
[43] Tirmizi: "Birr" 33, Ahmed: V/96, 103
[44] Mesnevi, (tercerrie ve şerh) Tahirül. mevlevî, 1963, C. 1 kitap: 1, S. 114, Beyt: 79
[45] a.g.e. S.114-5
[46] Haşr: 59/7
[47] Ahzab: 33/21
[48] Rabbim beni en güzel şekilde terbiye etti"
[49] Tahir-ül-mevlevi, Mesnevi 1/113
[50] a.g.e.
[51] Mustafa Rahmi, Ahlâk, S. 22
[52] a. g. e. 23
[53] Bütün bu maddeler için tok: a.g. e. S. 24-30
[54] Maide: 5/2
[55] Buhari, tec. ter. III487
[56] Müslim, teıcemesi, 1/105
[57] Cami'us-Sağir, (Suyuti) 11/170
[58] Risaletün fi muhaletatı-n-Nası: Sû: Esad ef. 3654 V. 15
[59] a. g. r.v. 16 a
[60] a.g.r.v. 16b
[61] İbn-i mace: "fiten- 23, Ahmed: 11/43, V/365
[62] Darimi, istizan, 47
[63] a.g.r.v. 17 a
[64] a.g.r.v. 17b
[65] a.g.r.v. 16b İslâm düşüncesinin derin tarihine sayın okuyucunun dikkatlarını çekmek için bu risaleden iktibaslar yapılmıştır. Halbuki bu meselenin tartışmasına sosyal bilimler son zamanlarda yer vermiştir.
[66] Bu manayı aksettiren bir çok ayetler içinde özellikle şunlara bkz: III/75; XLVI1/1 vs.
[67] Nebe: 78/40; Al-i İmran: 3/182
[68] Bakara: 2/195
[69] Rum: 30/41
[70] Şura: 26/30
[71] Nur: 24/24: Yasin: 36/65
[72] Hakim
[73] Nevevi, müslim Şerhi, S. 282
[74] a.g.e. 284
[75] a.g.e. 284
[76] Bakara: 2/168; Maide: 5/88; Nah: 16/114
[77] Araf: 7/31
[78] Müslim
[79] Hud: 11/259; V/75; Vll/103
[80] K. K. XV/16
[81] K. K. VI/11
[82] er-Ruhaniyet-üI-ictimaiyye fi-l-İslâm, Cenevre İslâm merkezi neşriyatı.
[83] K. K. XXIV/31
[84] K. K. XXIV/30
[85] Ebu Davud; Tirmîzi
[86] İbn-ül Cevzi, Kitab-ül-vefa, 50a - 51b
[87] Buhari, hn: 1447
[88] Buhari, hn: 1449
[89] Ebu Davud'dan, Kardavi, el-helâl-ü vel-haramü fîl-İslam, 78
[90] a. g. e. 78
[91] Buhari hn: 1446
[92] Feth-ül Bari (hadisin açıklamasında)
[93] Müslim
[94] Feth-ül Bari a. g. yer.
[95] Tirmizi ve Sünen sahipleri
[96] Adab-ül-Uyake Muhammed mesud, S. 1
[97] Allah'ın adiyle, Allah'a güvenerek yola çıkıyorum. Güç ve kuvvet ancak Allah'ındır.
[98] "Ev bölümüne" bkz
[99] Şerh-ü Şir'at-il İslâm, 115 (Köprülü yazma)
[100] Krş, Sahife-i Hamman. hn: 70
[101] Şir'a, V. 166
[102] a. g. e. 166
[103] Fedail-ül Ahlâk, 126
[104] a. g. e. 126
[105] a. g. e. 126-7
[106] Edeb-ül-Liyake, 2
[107] a. g. e. 2-3
[108] a. g. e. 4.
[109] Müslim, I/335, hn: 269/68
[110] Krş, Buluğ-ul-meram, 1/116
[111] Ebu Davud, Sünen, bab-ûl iştihar fi-l-hela
[112] Taberani'den, B. meram, 1/117
[113] Taberani'den, B. meram, 1/117
[114] Hz. Peygamber "akmayan durgun suya bevle etme" buyurmuştur (müslüm, 1/349]
[115] Sülasiyat, 1/359
[116] Buluğ-ül meram, 1/118
[117] Bütün bu görüşler için bkz. Buluğ, 1/118, 122-3; Ayrıca kıbleye karşı dönülmemesi ve arka çevrilmemesi için, Buhari, tec. ter. Cilt, 1 Kitap 2, cüz 2, S. 136; Müslim, 1/332-3, İçerde iken bunun düşünülmeyeceği hakkında bkz. Buhari, a. g. yer S. 138
[118] Krş, Ebu Davud, a. g. yer.
[119] Sülasiyet, 1/360
[120] Buhari, tec. ter. a. g. yer. S. 134. Hadiste geçen "el-Hubs ve-l habais çeşitli şekilde izah edilmiştir, bkz. Sülasiyet, 1/361
[121] Krş. Buluğ, 1/130
[122] Krş. a. g. e. 1/118
[123] Müslim, 1/332
[124] Müslim, 1/334; Buhari, cilt 1, kitap 2, cüz 2, S. 141
[125] Krş. Buhari, a. g. yer, S. 142
[126] Buluğ, 1/122
[127] a. g. e.
[128] Ebu Davud. a. g. yer
[129] Ebu Davud. a. g. yer
[130] Buhari, a.g.yer S.142
[131] a. g. e.
[132] Buluğ, 1/131
[133] a. g. e. 1/128 "-9
[134] Buhari ile beraber sahih kitapları, Buluğ, 1/118,
[135] Sülasiyet, 1/360
[136] İbn-i mace'den, Buluğ 1/125
[137] Ebu Davud'dan a. g. e.
[138] Nesai'den a. g. e.
[139] Buhari, tec. ter. III/35, hn: 484; müslim ter. 1/327
[140] Buhari, hn: 485; Nesai-Ahmed
[141] Müslim, 1/327
[142] Müslim, 1/328
[143] İbn-i mace'den, H. Hüsnü Erdem, Abdest almanın diş ve göz bakımlarından önemi, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlan, S. 8 Ankara, 1963
[144] Firdevsi'den a. g. e. S. 12
[145] Hakim-Tirmizi'den, a. g. e. S. 15
[146] Bezzar, Beyhaki, Taberani ve E'bu Nuaym'den, a. g. e. S. 15
[147] H. H. Erdem, S. 22 (Anti septik bir madde olduğunu merhum Prof. Dr. Osman Oğuz bey tarafından bildirilmiştir. Fakat bu raporu aramalarımıza rağmen bulamadık. Misvak hakkında 1936 senesinde Viyana'da toplanan Milletlerarası Diş Hekimliği kongresinde bir tebliğ yapılmış olduğu bildirilmektedir, bkz: Dr. Asaf Ataseven, Misvak - Diş fırçası, İslâm medeniyeti mec. yıl 1 sayı, 7, 1968, S. 43
[148] Krş. H. H. Erdem, 23
[149] Dr. Ataseven, a. g. makale, 43
[150] Diş tebabeti Sirürjisi, prof. Albert Kantorowiczz, İstanbul, 1943, a. g. makale, 43
[151] a. g. makale, 43
[152] Dr. Sevim Asımgil, Dişlerimiz, İslâm medeniyeti mecmuası, sayı 23, Eylül 1969 S. 25
[153] Ataseven, a. g. makale, 41
[154] "Misvak kullanmak suretiyle kılınan iki rekat namaz, misvak kullanmaksızın kılınan yetmiş rekat namazdan üstündür [Ahmed-İbn-i Hüzeyme-Hakim-Dare Kutni, hadisi tahric etmişlerdir).
[155] Misvak hem ağzı temizler, hemde Hak'kın rızasını kazandırır. [Buhari-Nesaî-İbn-i Hibban)
[156] Merak-ül felâk Haşiyesi Tahtavî, 38; İbn-i Abîdin. 1/85 den H. Erdem, a. g. e. 30
[157] Buluğ-üI meram, 1/53
[158] Nevevi'den, H. Erdem, 24
[159] Yağmur duası
[160] Afet anlarında kılınan namaz (güneş ve ay tutulmasında)
[161] Buhari, tec. ter. llI/37
[162] Mecme'ül fetava'dan, Erdem, 24,
[163] Buluğ-ül meram, 1/53
[164] Ebu Nuaym, İbn-i mace, el-münziri'tten Erdem, 16
[165] Ahmed-Tirmizi
[166] Taberani (Ebu Hüreyde'den)
[167] Beled suresi: a. g
[168] Rum: 30/20
[169] Meryem: 19/50
[170] Şuara: 26/84
[171] Taha: 20/27
[172] Kasas: 33/34
[173] Kıyamet: 75/16
[174] Şuara: 42/13
[175] Nahl: 16/116
[176] Nur: 24/24
[177] Nur: 24/15
[178] Hümeze: 104/1
[179] Buhari: "edsb" 85, Müslim: "İman" 74, Ebu Davud : "edeb-123, Tirmizi: "birr" 43, İbn-i mace: -fiten" 13
[180] Ahlâk-ı dinî: 39
[181] fedail-ül-Ahlâk: 114
[182] el-Haraidi: mekarim-ül-Ahlak
[183] fedail-ül-Ahlâk: 114
[184] a. g. e. 115
[185] Ahlâk-ı Dinî: 39
[186] Taha: 20/44
[187] Nisa: 4/5-9
[188] Nisa: 4/9
[189] Buhari: 1/11
[190] Zümer: 39/10
[191] Bakara: 2/153, Enfal: 8/66
[192] AI-i İmran: 3/146
[193] Enbiya: 21/85
[194] Beled: 90/17, Asır: 103/3
[195] İnsan: 76/24
[196] Bakara: 2/153
[197] Bakara: 2/155-6
[198] Lokman: 31/17
[199] f. Razi: 1/176
[200] İbn-ü-eb-ıd-Dunya "Kitab-ül-marad vel-keffarat"
[201] Mekârim: 46
[202] Mekârim: 46
[203] Kuşeyri, v. 122 (Sü/Hafid ef.)
[204] Erbain: 198-9
[205] Tirmizi -fedail-üz-Zûhd" 2, Ahmed: VI/20-22
[206] Erbain: 199
[207] a. g. e. 199
[208] İbrahim: 12
[209] Hicr: 97
[210] Erbain: 200
[211] Cami-üs-Sağir (Azizi hadisi açıklamış, Hakim Enes'îen rivayet etmiştir)
[212] Enfal: 8/66
[213] İbn-i mace, fiten, 23; Ahmed, 11/43
[214] Tirmizi-Nesai'den Süyuti: "Kitab-ül Erec fi-f-ferec. Sü/Esad ef. 3594 V. 18b (Sıkıntıdan refaha)
[215] a. g. e. (Buhari-müsIim-Tirmizi-Nesal-İbn-i mace)
[216] a. g. e. (Bu hususta bir çok duaları içine almış müstakil bir risaledir)
[217] Mekârim: 64
[218] Bakara: 2/273
[219] Müslim: "zekât" 111, Buhari : "rikak" 10, 49, Tirmizi: "zuhd" 27
[220] Buhari-müslim
[221] Hakim (Cabir'den)
[222] İbn-i mace
[223] Müslim, en-Novevi: XI/438
[224] Mekârim: 63
[225] Ahmed: 1/386, 434, 443
[226] Zekeriyya b. İddi "Tehzid-ül-Ahlâk" 11/47
[227] Mekârim: 52
[228] a. g. e.
[229] Tirmizi: "bîrr" 45
[230] Mekârim: 46; K. İzzüddin "Risalet-ül-Ahlâk" V. 29a
[231] Dare Kutni: "eknüstecad"; Beyhaki: "şuab"
[232] Mekârim: 68
[233] Haşr: 59/9
[234] İhya: 111/235
[235] İsra: 17/20
[236] İhya: 111/225
[237] Zad-ül-mesir: V/30
[238] Furkan: 2568
[239] Zad-ül-mesir: VI/103
[240] Hadimi, Serh-ü-eyyûha-l Veled, Sii/Kasideci Zade No: 721 V. 95a
[241] Bakara: 2/263
[242] Mekârim: 65
[243] İhya: 111/160
[244] Buhari: "İstizan" 22 Müslim: "birr" 47, Ebu Davud: "edeb" 10 Tirmizi: "İstizan" 12, İbn-i mace: -edeb" 9, Darlmi: "rikak" 75 muvatta "istizan- 38, Ahmed: 1/112
[245] Ahmed, Beyhaki "şuab"
[246] Taberani et-Kebir"
[247] Müslim: "Birr" 74, 76 V.S.
[248] İbn-i mace: "edeb" 9
[249] Müslim
[250] Tirmizi-Hakim-Ahmed'den Tac. V/151
[251] a. g. k..
[252] Ramuz: II/78
[253] Araf: 7/199 52
[254] Bakara: 2/237
[255] Maide: 5/13
[256] Tirmizi-Ebu Davud, Müslim "birr" 69
[257] İsfehani: "ef-Tergib Vet-Terhib"
[258] Haraitl: Mekârim-ül-Ahlâk
[259] Ebu Said Ahmed b. İbrahim el-Makarri et-Tebsire Vet-Tezkire" krş: Taberani el-Evsat"
[260] İslâm Peygamberi: 1/171
[261] İbn-i Hişam, S. 821 den a. g. e. 1/172
[262] Tehzib-ül-Ahlâk, Zekeriyya b. İddi ll/47
[263] Bilmen, Lügatçe, 40
[264] İhya: 111/152
[265] Bakara: 2/225, 235, Al-i İmran: 3/155, Nisa: 4/12, Malde: 5/101 v.s.
[266] Hud: 11/75
[267] Müslim: -İman" 35, 36, Ebu Davud: "edeb" 149, Tirmizi: "birr" 66, İbn-i mace: "zühd" 18, Ahmed: 111/23
[268] Taberani, Dare kutni
[269] Ebu Bekr b. Ebi Asım, "el-meani vel-Ahad"; Tirmîzi
[270] Mekârim: 48
[271] a. g. e. 49
[272] Maverdi : "Edeb-üd-Dünya ver-Din" 240
[273] İhya: 111/154
[274] Abbas Muhmud el-Akkad: "felsefet-ül-Kur'an" S. 29
[275] Ramuz. 1/61
[276] Darimi: "mukaddime" 48.
[277] Buhari: "İman" 16, müslîm: "iman" 59, Ebu Davud: "sünne" 14 Tirmizi: "birr" 56, İbn-i mace: "mukaddime" 9, muvatta, "Hüsn-ül-Hulk"
[278] Müslim: "iman" 61, Ahmed: lV/426
[279] Buhari. -enbiya" 54, Ebu Davud. "edeb" 6, İbn-i mace "zühd" 12, muvaîta: "sefer" 46, Ahmed, lV/121-2
[280] İslâm'ın gölgesinde insanlık: S. 137 vd.
[281] Buhari: "edeb" 77, Müslim: "iman" 65
[282] Tac: V/59
[283] Tirmizi'den: Tac : V/60
[284] Buhari-Müslim'den, Riyaz-üs-Salihin hn : 687
[285] Mekârim: 59
[286] İbn-i mace: zühd" 17, muvatta: "Hüsn-ül-hulk" 9
[287] İslâm'ın gölgesinde insanlık, S. 135 v.d,
[288] Tirmizi: "nikâh" I, Ahmed: V/431
[289] Buhari: -tefsir" XXXI11/8
[290] İbn-i mace: "fiten" 37
[291] Kuşeyri v. 160a
[292] Mekârim, 61, Kadı İzzûddin, Risalet-ül-Ahlâk Süleymaniye, s. 29a
[293] a. g. e. 61
[294] Müncid: 407
[295] Mekârîm: 52
[296] Bakara: 2/148
[297] Al-i İmran: 114
[298] Al-i İmran: 115 (Şu ayetlere bkz: K. K. V/48, XXI/73, XXIII/61
[299] Mekârim: 52.
[300] Müslim, birr 69; Tirmizi, birr 83, Darimi, zekât 35 muvatta, sadaka 13
[301] fedail-ül Ahlâh, 46
[302] Ebu Davud-Tirmizi'den Tac. V/61
[303] fedaü-ül Ahlâk, 47
[304] a, g. e. S. 47
[305] Kasas: 28/83
[306] Zad-ül mesir (İbn-i Kesir'den) dip not. VI/248
[307] Müslim (Ebu Hüreyre'den) "birr" 69
[308] Ebu ya'la, (Hz. Aişe'den) Taberani. (İbn-û Abbas'tan)
[309] İbn-û Ebu-d-Dünya, kitab-ül yakın; Hakim el-müstedrek
[310] Taberani, el-mü'cem-Cil kebîr
[311] Hucurat: 49/10
[312] Mücid: 490
[313] Tac: dip not (V/76)
[314] Zad-ül-mesir. lV/483
[315] Nahl: 16/90 (her hutbe bitiminde okunan Ayet) bakz : I. G. İnsanlık S. 156
[316] Zad: lV/483
[317] Maide: 5/8
[318] Ali Emiri: 39
[319] Balaban: 38.
[320] Zehra: i. g. İnsanlık. S. 158 v.d.
[321] Gazali: nasiha (Devlet Başkanlarına)
[322] Dr. Abdül-Kerim Osman: en-Nizam-üs-Siyasiyye fi-l-İslâm
[323] a. g. e. S. 41
[324] Şura: 42/15 Osman Şekerci, İslâm Terbiyesi, Çanakkale Seramik Fabrikaları Kültür Ve Araştırma Hizmetleri: 65.
[325] Zehra, a. g. e. 159
[326] Zehra a. g. e. 169 v.d.
[327] Buhari: "büyü" 15, Tirmizi: "ahkam" 21, Nesai: "büyü" 1, Ahmed : VI/31, 41, 42
[328] Nur: 24/71
[329] Mümtehine: 60/8
[330] Nahl: 16/91-92
[331] Bu hususta geniş bilgi için bkz. Hamidullah: İslâm'da Devlet İdaresi, Zehre: İslâm'da Beşerî münasebetler ve İslâm'ın gölgesinde insanlık.
[332] Münacid 916
[333] Al-i İmran: 3/159
[334] Al-i İmran: 3/160
[335] İbn-i Mu'ni rivayet etmiş, Buhari-müslim, (fani A'bbas hadisinde ittifak etmişlerdir.
[336] Hakim-Tirmizi
[337] İhya: III/211
[338] Erbain: 223
[339] bk: İhya: lll/225-'7
[340] a. g. e. 224
[341] Erbain: 224
[342] Şura: 42/38-9
[343] Al-i İmran: 3/159
[344] Zehra, İslâm'ın gölgesinde insanilik, 203-4
[345] Tirmizi, 21: 35; İbn-i Hacer, feth-ül Bari, Xlll/286 dan İslâm Peygamberi, 11/162
[346] İbn-i Kesir, Tefsir 1/420 den a. g. e.
[347] Buhari. tec. ter cilt. İl, cüz, 4, S. 552-5
[348] İbn-i Hişam, 435 den Dr. Abdül-Kerim Osman, nizam-üssiyasiyye fi-l-İslâm, S. 30-1
[349] İ'bn-i Hişam, 1/260
[350] Taberi, 1/1354-5
[351] Nizam-üs-siyasiyye fi-İslâm, 32
[352] Savaş içinu bkz: İbn-i Hişam, 1/673; İslâm Peygamberi, 1/152-8
[353] İbn-i Hişam, 673; Taberi, 1/1474
[354] İslâm Peygamberi, ll/163
[355] Krş. İslâm Peygamberi, 11/164-5; Daha geniş bilgi için Arnold, intişar-ı İslâm Tarihi Osman Şekerci, İslâm Terbiyesi, Çanakkale Seramik Fabrikaları Kültür Ve Araştırma Hizmetleri: 72-74.
[356] Nizam-üs-Siyasiyye, S. 35
[357] Kurtu'bi, lV/249-251; Razî, mefatih-ül gayb, III/120-2
[358] Al-i İmran: 3/159
[359] Abd-ül Kadir Udeh, el-İslâm ve evdaûna-s-siyasiyye S. 163-4
[360] krş. Maverdi, Ahkam-üs-Sultaniyye, S. 4, Udeh, 168-9
[361] Bbu Ya'la el-müsned
[362] Hukuki terim olarak "hibe" geçer. Yalnız hediye İ'krâm yönünden 'hibeden ayrıdır,
[363] Buhari, tec. ter. Vlll/6
[364] a. g. e. VIII/9
[365] a. g. k, VIII/13 (keler için yemek b. bk
[366] Şemail-ı Şerif, M. Raif muhtasarı, S. 171
[367] Buhari. VIII/13
[368] krş. Ahmed, "müsned"; İbn-i Hibban, "Sahih"; tec. ter. VIII/13
[369] a. g. k. Vlll/25
[370] a. g. k. Vlll/43-5
[371] Tirmizi
[372] İhya: 111/110
[373] a. g. e. 111/110
[374] Tirmizi'den: Tac: V/57
[375] Vak'a: 35-6; Tirmizi; Şemail-ü- İbn-i-Cevzi; Mehasin-ül Edeb: 69a
[376] Ebu Davud-Tirmizi'den Tac: V/56
[377] Buhari-müslim-Ebu Davud-Tirmizi, Şemail-i Şerif tercemesi M. Raif muhtasarı, S. 171, Tac: V/56. "Nugayr" bülbül, yahut 'kuşun yavrusu manasınadır. Enes'in kardeşi onunla oynıyormuş. Bu yüzden Hz. Peygamber şaka olarak bunu söylemiştir. Bundan da küçüklere ikünye verilmesinin caiz olduğu anlaşılmış oluyor. (Tac: V/56, dip not)
[378] Zübeyr b. Bekkar: el-fükahetû vel-mizah, İbn-u eb-ıd-Dünya rivayet etmiştir.
[379] Şemail-ı Şerif, M. Raif muhtasarı, S. 171
[380] Ahlâk-ı Dinî: 272
[381] Mizah kelimesinin üçlü mazi fi'li "zeha"dir. Bu da uzaklaştırmak manasınadır, (el-müncid, zahe maddesi)
[382] Bütün bu ifadeler için bkz: İhya:111/110-111
[383] Maverdi: Edeb-üd-Dünya ved-Din, Mehasin-üI-Edeb köprülü, V. 63a
[384] Mehasin, V. 63a
[385] Tirmizi, "zühd" 11; İbn-i mace, "fiten" 12; muvatta; "hüsn-ül-hülk" III; Ahmed. 1/201
[386] Gazali, İhya, 111/98
[387] Ali Nureddin, Envar-ül edeb, s. 71
[388] İhya, III/98
[389] Buhari tefsir, sure I1I/23; müslim, "ilm" 5; Tirmizi Tefsir, III/23; Ahmed, VI/55
[390] Müslim
[391] Buhari, "zekât" 10: müslim. "zekât" 66; Tirmizi: "kiyame" 1
[392] Tirmizi, "birr" 70; Ahmet. lV/193-4; Buhari, sdeb-ül müfred, 236
[393] Ahmed: ll/349
[394] Müslim: "iman" 24, Ebu Davud: "Sunne": 15, Tirmizi: "knan" 14, Nesai: "20, Ahmet: ll/189
[395] İbn-i mace ve Nesai (İsmail b. Vasıftan)
[396] Hadisi Ümmü-mabed ve Hatib "TarihVte rivayet etmişlerdir.
[397] İhya: 111/119
[398] Gazeli: "el-eribain fi usul-ıd-Dirt" 110. Hadis ebu Davud'da vardır.
[399] K. K. lll/ll v.s.
[400] K. K. XL/70
[401] K. K. XXXIV/45, XL/70 v.s.
[402] K. K. LXLlV/10
[403] K. K. XXV!/117
[404] Hz. Peygamber: "Ben şaka yaparım, fakat gerçeği söylerim" buyurur.
[405] Tac: V/42
[406] el-Erbain. 11
[407] "Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse. Ounu iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize yanarsınız"
[408] Ebu Davud: "edib" 80
[409] Bakara: 2/191,
[410] Buhari "iman" 24, müslim: "iman" 106, Tirmizi: "iman" 14
[411] Müslim: "iman" 172, Ahmed ll/480
[412] Tabakat-ül-İsfehaniyyin-Ebu Hüreyre'den
[413] eb-ûl-feth el-Ezdi "Kitab-ü-Esmail-Müfrede"
[414] İhya: 111/119
[415] Ahmed-Hakîm-Beyhaki
[416] Buhari-müslim, Tirmizi "Birr" 26, Ahmed: Vl/403-4
[417] Geniş malumat için bkz: Prof. Dr. M. Hamidullah:
[418] İhya: 111/119
[419] Ahmed. a. g. e. 111/119
[420] el-Erbain: 109
[421] En'am: 6/108
[422] Nesaî: "tahriım" 37, İbn-i mace: "mukaddime" 7, Ahmed 1/176 krş: Buhari: "iman" 36, müslim: "iman" 116
[423] Krş: müslim: "iman" 38, Tirmizi: "Birr" 4, Ahmed: 11/164
[424] Buhari "cenaiz" 97, Ebu Davud: "sünne"10, Tirmizi: "Birr" 51, Nesaî: "cenaîz" 52, İbn-i mace: "mukaddime" 11
[425] Fetva için bkz: Sû/Esad ef. 3780 nolu risalenin V. 68a (sayfa kenarında)
[426] Krş . Araf: 57, Hırkan: 48
[427] Krş: İsra, 11
[428] Krş: Ahzab, 72
[429] Kenz-ül-Ummali: 11/122
[430] a. g. e. 11/122
[431] kvş: Al-i İmran: 3/14, En'am: 6/142, Nahl: 16/5, Gafir: 40/79, Zuhruf: 43/12
[432] krş: Gafir: 40/ 79 v.s.
[433] Ahmed IV/193
[434] Ebu Davud : "Edeb" 106, Ahmed: V/193
[435] Tac: V/293
[436] Buhari: "Tefsir" sure Casiye: 1. müslim "elfaz" 1, 2, 5, 6, Ebu Davud: "edeb" 169, Ahmed ll/238
[437] Tac: V/293 (dip not)
[438] Tac: V/293 (Allah bu zamanı mahvetsin, ne çirkin zaman v.s. gibi ifadeler aynı durum içine girmektedir Tac: V/293 dip not.)
[439] Kenz-ül-ummal: 11/123
[440] Müslim: 1/121
[441] Müslim: I/20
[442] Aliyy-ül-Kari, Risale-i Akaid: V. 17b, Sû/H. Beşir 673
[443] Buhari: "edeb-ülmüfred" ll/320
[444] Tirmizi "Birr" 48
[445] er-Raid, 1288
[446] K. K. XXXIII/64, ll/88, lV/66, ll/89
[447] K. K. XIII/25
[448] K. K. III/61
[449] K. K. XXIV/25
[450] İhya: 111/106
[451] Tirmizi: "Birr" 48
[452] İbn-i eb-ıd. Dünya
[453] İhya: lll/106-7
[454] a. g. e: 111/107
[455] Al-i İmran: 3/128
[456] İbn-i Abd-ıl-Berr: "el-istiab"
[457] İhya: 111/108
[458] Müslim: (muhtasar. Kitab-ül-Hadis'den) hn: 148, Dar-ül-Arabiyye, 1969
[459] Müslim: V/57-8
[460] Buhari: hn: 1455
[461] Ahmed ve Ta'berani
[462] Buhari, tec. ter. XIl/150, hn: 1989
[463] Müslim, sünen sahipleri, İbn-i Hibban "sahihinde "Hz Peygamber faizi yiyen ve verene lanet etmiştir" hadisini almışlar. Ebu Davud, Tirmizi "İki şahidini ve yazanı" ilâvesini yapmışlardır. (:bk. Sülasiyet, müsned-ül-imam-ı-Ahmet, 1961, 1/154) İslâmın bu husustaki görüşü muhtasar olarak tarafından terceme edilmiş olan "faiz tarihi ve islâm" adlı eserde anlatılmıştır. Ayrıca bkz: "faiz Nazariyesi ve İslâm": "faiz"
[464] Sülasiyet: 1/155
[465] a. g. e.
[466] Ahlâk-ı Dini, S. 49
[467] Hucurat: 49/11
[468] İhya: 111/114
[469] Cami-üs-Sağîr, !/61
[470] Kardavi: 257
[471]a. g. e. 257
[472] "Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife varedeceğim, demişti" Bakara: 2/30
[473] Bakara: 2/15
[474] Nisa: 4/140
[475] Bakara: 2/15
[476] Hicr, 15/95
[477] Mutaffifin: 83/ 29-33
[478] Tac (dip not) V/31
[479] Bakara: 2/34
[480] Araf: 7/146
[481] Nahl: 16/23
[482] Furkan: 25/21
[483] Buhari-Müslim
[484] Ebu Davud: "Libas- 25, İbn-i mace: "zûhd" 16, Ahmed 11/248
[485] Tac (dip not) V/32
[486] Müslim "iman"
[487] Müslim'den tac, V/32
[488] Furkan: 25/60
[489] Ahlâk-ı Dinî: 26-29
[490] Naziat: 79/24
[491] En'am: 6/52
[492] İhya. III/298
[493] Al-i İmran: 3/6
[494] Müslim
[495] Müslim
[496] Kehf: 18/32-42
[497] Abase: 80/17-22
[498] Secde: 32/7
[499] Kenz-ül ümmai
[500] Beyhaki "şuab"
[501] Daha geniş bilgi için bk: İhya III/307-316
[502] Lokman: 31/13
[503] Tac V/24 (dip not)
[504] a. g. e.
[505] Kalem: 68/11-2
[506] Ebu Davud (Tac: V/24)
[507] Tirmizi -Ebu Davud
[508] Buhari: hn: 1474
[509] Buhari: edeb-ül müfred 236
[510] Tâberani "el-Evsat ve "es-Sağir"
[511] Hucurat: 49/6
[512] Lokman: 31/17
[513] Hucurat: 49/12
[514] Hucurat: 49/12
[515] Hucurat: 49/12
[516] Ahlâk-ı Dini: 44; Risale, sû/Esad ef. 820 v. 93
[517] Hucurat: 49/12 Benzetmedeki hikmet, insan ırzının kanı ve eti gibi olduğuna işarettir. Açık bir kıyasta ise kişinin ırzı etinden daha şereflidir, a. g. risale)
[518] Müslim : -birr" 23; Ebu Davud: "rikak" 6; muvatta: "Kelâm- 10, Ahmed: (1/348, 386.
[519] Kenz-ül'ummal: 11/118
[520] Hümeze: 104/1
[521] Buhari, tec. ter. XII/154
[522] İbn-ü-ebı-d-Dünya: "es-Sumt.
[523] İhya: 111/125
[524] İhya, 111/125
[525] İhya: 111/126
[526] Ebu Davud'dan ihya, III/126
[527] İhya: III/126
[528] Ahlâk-ı Dîni: 45
[529] Sülâsiyet 11/75
[530] Taberani (İbn-i Ömer'den)
[531] İhya: III/127-8
[532] Nisa: 4/148
[533] Buhari-Müslim
[534] Kenz-ül-ummal, 11/131
[535] a. g. k. 11/131
[536] İbn-û Addi ve e, b-üş-Şeyh "sevab-ül-A'mal" adlı eser: Kenz-ül-umali: 11/131
[537] İhya: 111/133
[538] Hakim "el-küna" Kenz, 11/118
[539] el-Helâlü ve-l-Haram-ü-fi-l-İslâm, 225
[540] Kenz, 11/118
[541] İhya: 111/158
[542] Cami-üs-Sağir, 11/187-188
[543] Kenz-ül-ümmal: hn: 2319, 2323, 2333:
[544] Ahlfik-ı Dini, S. 24
[545] İhya: III/253
[546] Maun: 4-7
[547] Ahmed: V/428-9
[548] İbn-i mace'den ihya, III/253
[549] Malik, müslim
[550] Taberi - Hakim
[551] Beyhaki "Şuab"; İbn-û-eb. ıd-Dünya: "Kitab-ül-ihlas.
[552] İbn-i mace - Hakim
[553] Münafikun: 63/1
[554] Al-i İmran: 3/119
[555] Nisa: 4/142
[556] Etraflı bilgi için "cenaze" b. bkz.
[557] Buhari- müslim
[558] Hakim: "mûstedrek"
[559] Müslim, "iman" 61, Ahmed, lV/426
[560] Buhari, "iman" 16; Müslim, "iman" 59 v.s.
[561] Buhari, "edeb" 77; Müslim, "iman" 65
[562] Taberani - Beyhaki
[563] Müslim (İyaz b. Hammad'dan)
[564] İsbehani: "el-Tergib ret-terhib
[565] Daha fazla biigi için bkz: Maverdi, Ahkam-üs-Sultaniyye Gazali: "nasihat-ûl-muluk" (Tarafımdan "Devlet Başkanlarına" şeklinde terceme edilmiştir.
[566] Buhari - Müslim
[567] krs: ihya: III/253-284, el-Erbain: 155-165 Kimyayı Seadet (A. faruk meyan ter.) 495 - 528.
[568] Tirmizi "birr" 41, Ahmed: 1/4, 7
[569] fedall-ül-Ahlâk: 84
[570] Haşr: 59/9, Teğabün: 64/16
[571] Ebu Davud-Nesaî "kübra", İbn-i Hıbıban ve Hakim.
[572] Al-i İmran: 3/180
[573] Nisa: 4/37
[574] Hadîd: 57/23
[575] Hadid: 57/24
[576] Tirmizi: "birr" 41
[577] Ahmed: 1/4, 5. Tirmizi: "birr" 41
[578] Buhari: "cihad" 74, Ebu Davud: "vitn 70, Nesaî: "istiaze" 3 Ahmet: 1/22 v.s.
[579] Hz. Ali'den "firdevs" sahibi nakleder.
[580] Hakim, Taberani: "es-Sağîr"
[581] Tirmizi: "birr- 40
[582] Ura: 29
[583] fedail-ül-Ahlâk: 96/28
[584] Taberani,
[585] Hakim (Cabir'in hadisinden)
[586] Atomed, Taberani "kebir" ve "evsad"
[587] Ebu Müslim el-leysi : "sünen", Beyhaki "şuab-ül-iman.
[588] Daha geniş bilgi için bkz: İhya: III/202-4
[589] fedail-ül Ahlâk:
[590] Nesaî: "Cihad-8
[591] Müncid: 133
[592] Nas: 114/31: 5
[593] Ali Emiri: Ezhar-ı hakikat. 58
[594] Maverdi: S. 251
[595] İhya: 111/162
[596] Ebu Davud: edeb" 44, İbn-i mace: "zühd" 22
[597] Müslim: "Bîrr" 24, Buhari: -edeb" 57 v.s.
[598] İbn-ü-eb-ıd-Dünya: "Kitab-ü-zemm-ıl-Hased"
[599] Tirmizi'den: Maverdi: 252
[600] Beyhaki: "şuab", Taberani: "evsat"
[601] İbn-ü-abı-d-Dünya, a. g. y.
[602] a. g. e. ve Taberani:
[603] İhya: III/164
[604] Abdullah Şevket: Ahlâk-ı Dini: 21
[605] İbn-ü-ebi-d-Dünya a. g. y.
[606] Buhari-Müslim
[607] İbn-i mace: "ilim- 15; Ahmed: 11/36
[608] İhya: 111/167; Ahlâk-i Dini: 22
[609] Maverdi: 253
[610] Zühruf: 43/31
[611] İbrahim: 14/10
[612] Müminun: 23/47
[613] Müninun: 23/47
[614] İhya: ll/166-7; maverdi; 233-4
[615] Kenz-ül-ümmal: II/95
[616] Kenz-ül-ümmal: II/95
[617] Felak: 113/5
[618] Fatır; 35/40
[619] Taberani: "evsat" Ebu Nuaym: "Hilye" İbn-ü eb-ıd-Dünya "sümt"
[620] İbn-ü-eıb-ıd-Dünya: "es-sümt", Ebu Mansur ed-Deylemi "Sünen-ül-firdevs"
[621] Meryem: 19/54
[622] Feth: 48/ 29
[623] Fatır: 35/40
[624] Yunus: 104
[625] Yunus: 1055
[626] Rum: 30/6
[627] Ebu Davud'dan ihya; III/138
[628] Nahl: 16/91-2
[629] Müslim: "iman" 24, E'bu Davud: "sünne" 15, Tirmizi: "iman" 14, Nesaî; "iman" 20, Ahmed: 11/189
[630] Buhari: "Şehadat 16, 17; Müslim: "zühd"
[631] İhya: 111/139
[632] İbn-ü-eb-ıd-Dünya "es-Sümt"; Beyhaki: "eş-Şuab
[633] Tirmizi
[634] Ebu Said el-Hudri'den, İbn-i mace ve Tirmizi, Cabir'den Hakim
[635] Ebu Davud: 11/314
[636] İbn-i mace: 11/141
[637] Ebu Davud: ll/314
[638] İhya: 111/140
[639] Mezahib-ül Erbea, 11/56
[640] Buluğ, 111/213
[641] Mezahib-ül-Erbea, 11/56
[642] İsteyenler hadis ve fıkıh kitaplarının "kitab-ül-eyman" b. bk.
[643] Mezahib-ül-Erbea, 11/56, Hak Dini, 1/780
[644] Tec. ter. Vll/219 (dip not)
[645] Bülüğ, IV/225
[646] Buhari, tec. ter. VII/217, İbn: 1065
[647] Maide: 5/89
[648] Tec. ter. VII/219 (dip not)
[649] Bülüğ, lV/214
[650] Ebu Davud-Nesai'den Bülüğ, lV/214
[651] Müslim, V/203
[652] Müslim, V/205
[653] Nevevi'den, müslim, V/203 (dip not)
[654] Müslim, V/207-211.
[655] Maide: 5/89 Musikî
[656] Buhari: 66: 10, geniş bilgi için bkz, İslâm peygamberi, ll/63
[657] Buhari: 8: 69
[658] İslâm peygamberi. 11/63
[659] Aliy-yül-Kari, el-iğtina bi-l-ğına, Sü/Esad ef. No: 3525, V, 219b
[660] a. g. r. 215a
[661] a. g. r. 217a-b
[662] Aynı risalânın 3780 numarada kayıtlı olan nüshasının 66b varağında.
[663] Mukaddime: 11/441-2
[664] Zûmer: 39/9
[665] Zümer: 39/9
[666] Al-i İmran: 3/8
[667] Ankebut: 29/44
[668] Buhari: "ilm"10, Ebu Davud: "Hm" 1, Tirmizi: "Kur'an" 10 İbn-i mace Mukaddime" 17, Ahmed: 1I/252
[669] a. g. Kaynaklar.
[670] Tırmîzi: -İlm" 19, İbn-i mace: "zühd" 15
[671] Tirmizi: "İlm- 19, İbn-i mace: "mukaddime" 17, Darimi: "mukaddime" 29
[672] Buhari: "İlm" 9, müsllm: "Haco 446, Darimi: "fetava" 10
[673] Ebu Davud; 24: 9
[674] O zamanın en makbul binekleri olduğu için
[675] Buhari: "Cuma" 29, müslim: "îedail-ül-Kur'an" 32. v.s.
[676] Buhari: 30: 13, müşlim, 13:15, Ebu Davud, 14: 6
[677] İbn-i Sa'd: ll/1 S. 14, 17, Ebu Ubeyd: Emval, hn: 309 (suffa için bkz: İslâm peygamberi: ll/75
[678] bkz. Uzunçarşılı; Osmanlı Devletinde İlmiye teşkilatı, Türk Tarih Kurumu yayınlarından, 1965
[679] krş: İslâm peygamberi: 11/81
[680] Ayetlerin ve Hadislerin ifadelerinde bu eğitimin gayesini anlamak kabildir.
[681] Nevzat Ayosbeyoğlu, İslâmiyet'in eğitimimize getirdiği değerler, talim terbiye Dairesi yayınları, 5
[682] İbn-i mace: mukaddime, hn: 2229
[683] krş, Cami-üs-Sağir, ll/185
[684] Ebu Davud: "İlm" 12, İbn-i mace: "mukaddime" 23, Ahmed: ll/338
[685] krş: Buhari: "İlm" 30, Ebu Davud: "İlm" Tirmizi: "istizan" 28, Ahmed: V/245
[686] krş: Darimi: "mukaddime" 30
[687] Tirmizi: "İlim" 6
[688] a. g. e.
[689] Ebu Davud: "İlm" 3
[690] krş: Buhari "İlm" 10 v.s.
[691] krş; Hücurat: 49/2
[692] Ebu Davud-Nesai-İbn-i mace, I. Hakkı Erzurumi: "Ülfet-ül-Kulub" V. 20b
[693] İhya: 1/49
[694] fedail-ül-Ahlâk, S. 32
[695] İhya: I/50
[696] Ülfet-ül-Kulub: 20b
[697] Maverdi, 159
[698] Zübde: 192
[699] Zübde: 192
[700] Buhari: "İlm" II, Müslim: "Cihad. 4, Ebu Davud: "edeb" 18
[701] Ülfet: 20b
[702] a. g. e.
[703] Son maddeler için bkz: Adab-ül-insan, V; 7 (millet kütüphanesi) Şer'iye b.; Ülfet: 21a
[704] Şir'at-ül-İslâm, Babanzade, Köprülü yazma nüsha No: 731, 15a
[705] Ülfet: 21b
[706] Adab-ül-İnsan, S. 8
[707] İhya: I/43
[708] Ahzab: 33/4. Ayetin gelmesine sebep
- a)Münafıklar Muhammed'in iki kalbi var, biri bizimle diğeri arkadaşlarlyle beraber. Allah bu Ayet'le onları yalanladı (bk: Vahidi: Esbab'ün-Nuzul, 201, Hafız İbn-i Hacer, Tehric-ül-kesşaf'ta bunu Sa'lebi ve Vahidi tarafından senetsiz olarak rivayet edildiğini söyler S. 132, fakat diğer kaynaklar bunun senedini vermektedirler. Taberani: XX1/158 Tirmizi: "Cami" 11/151, Hakim "müstedrek" 11/415, Suyuti "Dürr" V/180)
- b)Bir grup müfessire göre, Cemil b. Ma'mer el-fahri hakkında inmiş. Bu adam her duyduğunu ezberleyecek kadar akıllı imiş. Kureyşliler "Kalbinde iki kalp olmasaydı bunu ezberliyemezdi" derlermiş. O'da "bendeki kalp Muhammed'in aklından daha üstündür" iddiasını yürütür. Bedir savaşında kendininde aralarında bulunduğu müşrikler mağlup olur. Nalinlerinden biri elinde, diğeri ayağında olduğu halde Ebu Süfyan'Ia karşılaşır. Ebu Süfyan:
"Ordunun durumu nasıldır? diye sorar. O
"Hezimete uğradılar, cevabını verir.
"Niçin nalinlerinden biri elinde, diğeri ayağında?
"Ayaklarımda olduğunu sanıyordum.
O zaman anladılarki; iki kalbi olsaydı, nalının birini elinde unutmazdı, (a. g-kaynaklar).
Yalnız buradaki gayesi bir zamanda yalnız aklın bir şeyle meşgul olması, binaenaleyh meşguliyete yönetecek ilgi ve ilişkilerin aklı meşgul edeceğini, dolaysiyle randımanlı bir eğitimin olmayacağını belirtmek için getirilmiştir
[709] Geçen maddelerin geniş izahı için bkz: İhya: I/43-9
[710] Şir'at-ül-İslâm v. 18b
[711] Hadisi teşvik için göz önünde bulundurunuz, Maverdi "edeb-üd-Dünya ved-Dini eserinde bunun geniş yorumunu yapar.
[712] Şlr'at-ül-İslâm, 167
[713] Kadr: 97/5
[714] Zad-ül-mesir, 1X/194
[715] Kaf: 50/30-35; Hicr: 15/46
[716] Zad-ül mesir Vlll/31; Beydavi
[717] Vakıa: 56/90-1
[718] En'am: 6/55, nüzul sebebi için bk: Taberi: XI/390-1, Süyûti "ed-Dürr"
[719] Taberi XXVII/48, suyuti: ll/230 Geniş bilgi için bkz: feth-ül-Bari VIII/466-469.
[720] Haşr: 59/21
[721] Zad-ül-mesir, Vlll/31
[722] En'am: 6/167
[723] Nur: 24/27
[724] Nur: 24/61
[725] Araf: 7/46, krş: Nahl: 16/32
[726] İbn-i Sa'd: Tabakat, V/369
[727] Saffat: 37/79
[728] a. g. s. 109
[729] a. g. s. 120
[730] a. g. s. 130
[731] a. g. 9. 181
[732] Zad: VI1/65
[733] a.g.e. III/49
[734] Tec. ter. XII/190
[735] a. g. e, 191
[736] Ebu Davud-Tirmizi
[737] Ebu Davud: -edeb- 134
[738] Tirmizi: "İsti'zan" 11
[739] Tirmizi: "İsti'zan" 11
[740] En'am: 6/167
[741] Tirmizi: "istizan"
[742] İbn-i Sa'd: "tabakat" V/III
[743] Feth-üt-kadir X/233
[744] Feth-ül-kadir, Xl/12, İbn-i Hacer-ül-Heytemi "mecma" Vlll/38 Tirmîzi: 111/386
[745] Tirmizi: "istizan" 9
[746] Sülasiyet: 1/91
[747] Sülasiyet: 1/93, Şir'a (y. n;.) 167a
[748] krş. İslam'da Devlet İdaresi, 115
[749] Tec. ter. Xll/188
[750] Tec. ter. Xll/188
[751] a. g. k.
[752] Bulûğ, lV/326
[753] a. g. e.
[754] Müslim VII/16
[755] İbn-i mace mukaddime, 17. No. 229
[756] krş. Müslim'den R. Sallhin. ll/233
[757] krş. Buhari'den R. Salihin, ll/232
[758] krş. Ebu Davud'dan a. g. e. ll/238
[759] Buhari, Tefsir sure lll/15, Müslim-cihad" 116
[760] Müslim, VII/12
[761] Müslim, VII/12
[762] Müslim, VII/18
[763] Şürünbulâli, V. 490
[764] Nisa: 4/86
[765] Kamus tercemesi
[766] Zad: ll/152
[767] Buhari: "Cenaiz" 2, müslim "libas" 114 v.s.
[768] Sülâsiyet: 1/94
[769] Şir'at-ül-İslâm, 166 (y. Köprülü)
[770] Şürünbulâll, 598b
[771] Buhari: "istizan" 21, Tirmizi: "tehare" İbn-i mace: "tehare" 27
[772] Sülasiyat: I/94
[773] Ebu Davud: "tehare"
[774] Sülasiyat: I/94
[775] Mülahhas mefatih-üs-sala, Ahmed el-Hüsufi, su/kasidecizade 721, V. 175b
[776] bk: Sülasiyat, I/92
[777] Ebu Davud : "tehare" 8; Ahmed: V/80
[778] Sülasiyat: I/93
[779] Müslim
[780] Şürünbulâli, V. 498
[781] Şir'a: V. 167a
[782] Şir'a V. 167a
[783] Nisa: 4/58 (Buradaki geçen "emanet" kelimosinin izahı için bkz: İbn-i Teymiye, es-siyaset-üs-şer'iyye)
[784] Fetava-yı Tatarhaniyye
[785] krş: Cebrail'in Hz. Alşa'ye selâm söylemesi hadisiyle.
[786] Ebu Davud, (Başkasından getirilen selâma Arapça mukabelede bulunulmak istenirse "aleyke ve aleyh-ıs-selâm" denilebilir)
[787] Ebu Davud : "edib" 139, Tirmizi: "istizan" 15
[788] Tatarhaniye, sü/Esad ef. 1643 nolu "serin sayfa kenarında
[789] H. Amir zade, Risale fi kavl-ıl-Avam, sü/Esad ef. No: 3772/20 V. 148 b
[790] Neml: 27/29-32
[791] Taberi, yazma nüsha Ayasofya kü. No: 3248, Hamidullah, el-vesaik-üs-siyasiyye (üçüncü baskı) S. 53
[792] Metin için bkz: Tefsir-ü-Taberi XXVI/55, Serahsi; Şerh-ü-Siyer-ll-Kebir, lV/61, mebsut XXX/169, Türkçe metin için: İslâm peygamberi, bir kısım maddeleri için tarafından terceme edilen "İslâm'da Beşeri münasebetler" v.s.
[793] Beyhaki: "DelâiI-ün-Nübüvve" Köprülü yazması, V. 264b, Besmele ile başlayan mektuplar hakkında fazla bilgi için "vesaik" bkz
[794] Vesaik, 73-75, No: 20-1
[795] Taha: 20/47
[796] İbn-ü-Abd-ıI-Baki: "et-Tırad-ül-menkuş" den vesaik, No: 25
[797] Vesaik, No: 32, 33, 34
[798] Münzir'e gönderdiği mektup bulunmuş ve neşredilmiştir. Sayın Hamidullah, Alman müsteşrikler Cemiyeti Dergisinin (ZDMG) müsaadesiyle vesaike almıştır. No: 57
[799] Taberi, 1724-5, v. d. k., vesaik, 79
[800] Münavi: 71/8489
[801] Buhari'den Tac. V/260
[802] Buhari. Tac. V/260
[803] Haraiti, mekârlm-üI ahlak (Tirmiziye göre) Cami-üs-sağir, 11/139
[804] Buhari, istizan, 27; müslim, salat, 59; Nesaî nikâh, 39; Ahmed, I/292
[805] Buhari-Tirmizi
[806] Ebu Davud, edeb, 142; Tirmizi, istizan, 31; Ahmed, lV/289 İbn-i mace, edeb, 15
[807] Tirmizi,
[808] Tirmizi, kiyame, 46
[809] Ebu Davud, edeb, 142 v.s.
[810] Türkçe kitaplar arasında, İslâm peygamberi, 1/166; Hz. Muhammed ve Hayatı, 320
[811] Sülasiyat, I/925 hn: 331
[812] Hz. Hatice'nin teyzesi olan Hüveylid'in kızıdır.
[813] Sülasiyet, l/925; Bu ifade, muvatta, Nesaî ve Tirmizi'de: -yüz kadına söylediğim söz bir kadına söylediğim söz gibidir" şeklindedir.
[814] "Yani ben seninle biat ettim" sözüyle yetinirdi. (feth-ül-Bari)
[815] Biat ederken şöyle söz verirlermiş: "Allah'a asla ortak kosmıyacağız, hırsızlık ve zina yapmıyacağız. Hak olan her şeye peygambere itaat edeceğiz. Saadet ve ve felâket zamanlarında peygambere sadık kalacağız" (Hz. Mu'hammed vs Hayatı, S. 334; krş: mümtehine suresi: 10
[816] Ebu Davud, el-merasil; İbn-i ishah, el-meğazi.
[817] Herhangi bir usul-ı fıkh kitabına bkz.
[818] Haşr: 59/7
[819] Bu iddia Birgivi'nindir. Bkz: RisaIe, sü/Halef ef. No: 815 V. 41b
[820] a. g. risale, 41b
[821] a. g. r. 41b
[822] Şürünbulâli, tabakat-ûl-kudsiyye, seadet-ül İslâm bi-l-müsafahati fi akab-ıs-salatı, V.479b
[823] a. g. e. 481a
[824] Ebu Davud, edeb, 142 v.s.
[825] Şürünbulâll, 480b
[826] a- g. e. 483a
[827] Hz. peygamberin Hint Çınarı denilen bir ağaçtan yapılmış bir divanı vardı. (Tac, V/258, iki nolu. dip not)
[828] Ebu Davud-Ahmed'den a. g. e.
[829] Tirmizi, İstizan, 32
[830] Risale, Esad efendi, no: 3780 V. 91a
[831] Tirmizi, İsra'nın tefsirinde
[832] Ebu Davud, edeb, 146
[833] Sülasiyat, 11/178
[834] a. g. e. 11/178-9
[835] a. g. e.
[836] krş Müslim, VII/26
[837] Hadis
[838] Müslim: "selâm- 31, İbn-i mace: edeb- 22, Tirmizî: "edeb" 10
[839] Buhari: "İtk" 17, Ebu Davud: "edeb" 144, Ahmed: III/22
[840] Şürünbulâll: V. 494b
[841] Tirmizi: "edeb" 13
[842] Şurünbluall, V. 494b
[843] a. g. e. 494b
[844] a. g. e. 495a
[845] Ebu Davud: "edeb" ll/316 (Dehll baskısı)
[846] Ebu Davud, hn: 688
[847] Müslim: 11/31, Ahrned: V/93
[848] Mücadele: 11
[849] Zad-ül-mesir VIII/191, aynı ayetin tefsiri için bkz: Taberi ve İbn-ül-Kesir
[850] a. g. tefsirler. 178
[851] Adab-ül-insan (yazma) Millet kü. Şer'iye b. V. 3
[852] İman yetmişten fazla şubedir. En üstü, -Lâilâhe illellah" sözü, en aşağı derecesi ise eziyet verecek şeyleri yoldan uzaklaştırmaktır" Buhari: "iman" 3, Ebu Davud: "Süne" 14, Tirmizi: -iman- 6, Nesaî: "iman" 16, İbn-i mace "mukaddime" 9, Ahmed: ll/379, 414, 445 ("Eziyet verecek şey" geniş anlamlı bir ifadedir. Artık eziyet veren ne kadar şey varsa onu kaldırmak belediyeden çok ferde düşmektedir).
[853] Buhari: "mezalim" 22, müsllm: Libas- 114, Ebu Davud: "edeb" 12, Ahmed: 111/61
[854] Sülasiyat: 11/269
[855] Ahmed: III/61
[856] krş. Buhari, tec. ter. Xll/181
[857] Ebu Davud: "edeb" 12
[858] Ahmet: 11/291, Tirmizi: "istizan" 30,
[859] Ebu Davud-Tirmizi
[860] Selâm bölümünde bkz.
[861] Bölümüne bkz 182
[862] Hadiste geçen (emate" sözü; "temizleme, giderme" manasınada gelmektedir. Dikenleri, eziyet veren taşları, kemikleri yoldan uzaklaştırmak v.s. bütün bunlar dahildir. Bunları yerine getirmek müslümana gereklidir, (hk: Risalet-ül-insan fi Şu'ab-il iman, sü/Reis-ül-küttab, No: 459, V. la)
[863] Sülaslyat: II/267 v.d.
[864] Ahmed: ll/494
[865] Ahmed: ll/420
[866] Tirmizi: "da'vat" 79
[867] Tecrid ter. Xll/181 hn: 181
[868] Ebu Davud: Edeb: 90, Ahmed: 11/49
[869] Buhari, tec. ter. Xll/180
[870] a. g. e. X11/181
[871] Hadis için bkz: Buhari lV/276, müslim : "et'lme" Tirmizi : -istizan" Nesaî: "cenaiz" konularında verilmiştir.
[872] Kısmen sadeleştirilerek: tec. ter. lV/284
[873] Müslim.
[874] Buhari: "Edeb": 123, Müslim: "zühd" 53, Ebu Davud:
[875] Ebu Davud : "Edeb" 92
[876] Tirmizi "edeb"
[877] Ebu Davud : "edeb"
[878] Zimmilik hukuku hakkında bkz: Prof. Zehre: "İslâm'ın gölgesinde insanlık", ve "İslâm'da beşeri münasebetler" adlı terceme eserlerime.
[879] Tirmizi: "edöb", Ebu Davud : "edeb"
[880] Buhari: "Bede-üI-Halk" II, Ebu Davud: "edeb" 91, Ahmed: V/419
[881] Müslim: "zühd" 56, 59, Ebu Davud: "edeb" 89, Tirmizi: "salat" 156
[882] Buhari: Tec. ter. Xll/181, hn: 2019
[883] krş. Nebe: 78/10-11
[884] Ayet'in nüzul sebebi: Eski Araplar-bilhassa çölden gelmiş olanlar- Kâbeyi tavaf ederken "biz Allah'a isyan ettiğimiz elbiselerle tavaf etmeyiz" diyerek çıplak ziyaret ederlerdi. Bunun üzerine bu Ayet nazil oldu. (zad-ül-mesir 111/181, Elmalı III/2147)
[885] "Gönderdik ifadesi hakkında üç görüş vardır:
- a)Sizin için yarattık
- b)Yapılma keyfiyetini size ilham ettik
- c)Elbisenin yapımında kullanılan bitkilerin yeşermesine ve olmasına sebep olan suyu indirdik
[886] Tekva hakkında çeşitli tefsirler vardır:
Vakar iyi iş, îman, Allah korkusu, Haya, namaz için avret yerini örtme, müttekilerin ahîrette giyecekleri elbise dünyadakilerden daha iyidir. (Görüş sahipleri için bkz: Zad-ül-mesir: 111/183)
[887] Araf: 7/26-7
[888] Bunun için K. Kerîm'in şu âyetlerine bkz: Bakara: 2/35 Tâhâ: 20/117, 120-1. Prof. Dr. Şakir Berki'nin "Kur'anda peygamberler Tarihi" adlı eserinin "Hz. Adem" bölümüne.
[889] Ayetin nüzul sebebi: Araplar'da bir grup erkek gündüz, kadınlar ise gece çıplak olarak ferclerini deri v.s. dan yapılmış sırımla örterek- "bugün bir kısmı, veya hepsi açılır, fakat açılanı bu sebepten helal etmem" diye şiir söylerlermiş, bkz: müslim ; lV/2320, Taberi: XlI/390 Hakim: müstedrek: 11/319,20, Elmalı: 111/2147
[890] Araf: 7/31-2
[891] Nahl: 16/81
[892] Krş: Nahl: 16/82
[893] el-mezahib-ül-Erbaa: 1/189
[894] Taberani: mu'cem-üs-Sağir S. 232,
[895] Şevkani: Neyl-ül-Evtar 11/97 (evlilik bölümüne bakınız)
[896] Suyuti: Cem'ül cevami: "cennet kelimesi"
[897] Müslim: 11/1
[898] Prof. M. Ebu Zehre: "Ebu Hanîfe:
[899] Eb-ül Evs anlatıyor: Ben pis bir elbise ile Hz. peygamberin huzuruna vardım, peygamber bunu görünce
"Senin malın var mı? Dedi, ben
"Evet dedim
"Ne gibi mallar
"Deve, davar, at ve köle.
"Aallah sana bir mal verdiği zaman Allah'ın nimetinin eserini ve keremini üzerinde göster. (Ebu Davud Nesai)
[900] Ebu Davud'dan R. Salihin, 11/196
[901] Tirmizi'den, Tac. 111/162
[902] Müslim: "iman" 171, Ebu Davud: -Libas" 25, Ahmet: II/65
[903] Müslim'den R. S. ll/188
[904] Müslim: hn: 20 84/41
[905] Ebu Davud: -Libas" 24-26
[906] İbn-i mace: "Libas" 23, Ahmed: ll/18
[907] Müslim, hn: 2079/32
[908] Lokman: 31/18
[909] Müslim, hn: 2069/II
[910] Tac. 111/149
[911] Tirmizi'den R. S. M/202
[912] Müslim: 2076/24
[913] Buhari: X/274, Ebu Davud: ll/304, Darimi: 11/281 İmam-ı Ahmed: 1982, 2006, Tirmizi: lV/17
[914] İbn-i Hacer el-Heytemi: "zevacir" 1/126 geniş bilgi vardır.
[915] krş. Araf: 7/26-7 v.s.
[916] Ebu Davud : "Libas" 29; Ahmet: III/30
[917] Fazlullah el. Tabersi, "mekârim-ül-Ahlâk" S. 13
[918] a. g. e.
[919] a. g. e.
[920] Müslim 2096/66
[921] Müslim: 2097/67
[922] R. Salihin 11/181-4
[923] Nevevi. (Bu konu münakaşalıdır. Bu hususta çıkacak olan "İslâm'da Resim ve Heyekl'in Yeri" adlı eserime bkz.)
[924] Bakara: 2/168, Maide: 5/88, Nahl: 16/114
[925] Maide: 5/4
[926] Maide: 5/87
[927] Müminun: 23/55
[928] Al-i İmran: 3/50 (Kata de diyorki: Hz. Musa deve etini, iç yağı, bir kısım kuşların etlerini yasaklamıştı. Hz. İsa bunları helâl saydı. Zad-ül-mesir 1/393. krş. En'am: 6/146
[929] Yunus: 10/59. şu ayetlerle krş: Maide: 5/103, En'am: 6/139
[930] Nahl: 16/116
[931] el-ümm: VII/317 den KardavI S. 24
[932] Maide: 5/3
[933] Malik: 1/22, Şafii:, Ahmed: 1/214, Ebu Davud: 1/54 Tirmizi f/96, Nesaî: 1/174, İbn-i Mace: 1/136.
[934] En'am: 6/145
[935] İbn-i Kuteybe: "Tefsir-ü-Garib-ıl-Kur'an" S. 146, Dar-ü-İhya-il-kütüb-ıl-Arabiyye baskısı
[936] Kitab-ül-Karatin I/43
[937] Mu'cem-ül-Kur'an: 1/235
[938] En'am: 6/125
[939] Yunus: 10/100
[940] Araf: 7/71
[941] Tevbe: 9/95
[942] Tevbe: 9/125
[943] Hac: 22/30
[944] Ahzab: 33/33
[945] Tefsir-ül-Garib-il-Hadis S. 99
[946] el-Müslimun, İslamic Centre, sayı 78. S. 598
[947] Edebiyat Fakültesi konferanslarında bir soru üzerine verdiği cevap (Tevratta: ve domuz! Çünkü tırnaklıdır. Fakat geviş getirmez. O size murdardır. Bunların etinden yemiyeceksiniz ve leşlerine dokunmıyacaksınız) Bab: 14/8
[948] Mefatih-ül-Gayb, Maide: 5/3 in tefsiri.
[949] Dr. Glen Shepherd, Washington Post 31 mayıs1952 (İslâm'da Helâl ve Haram'ın dip notundan m. u. S. 51)
[950] Rus bilgin, Mikalinof "Ölüm Çabası" adlı eserine bkz.
[951] Zad-ül Mesir. ll/279
[952] a. g. e.
[953] Müslim. I1I/1529, hadiste geçen "miraz" başına demir konulmuş mızrak ve ok bkz: el-muğni: 11/25
[954] feth-ül-Kadir ll/S
[955] Zad-ü1-mesir ll/280
[956] a. g. e.
[957] a. g. e. ll/283
[958]Buhari: V/94, müslim: III/558, Ebu Davud: 111/134 Nesaî: VII/22B, Tirmizi: 1/180, İbn-i mace: 11/1061
[959] Buluğ-ül meram. IV/188
[960] Kestiğiniz zaman en güzel şekilde kesiniz- Sülasiyat: I/832
[961] Müslim: "es-Sayd" 11; Buhari: "tıb- 57; Ebu Davud: -sünne" 5; Tirmizi: "sayd" 9; Ahmed: 1/147
[962] Müslim: "es-Sayd.15-6; Ebu Davud: "et'ime" 32; Tirmizi: "es-Sayd" 9
[963] Diğer mezhepler Hanefî'den ayrılıyorlar. Bkz: Bulûğ-ül-meram: VI/160
[964] Keler kertenkeleden büyük timsaha benzer bir hayvandır. Yenilip yenilmemesi hakkında rivayetler vardır:
- a)İbn-i Ömer"in anlattığına göre Hz. peygamber, aralarında Sa'dın'da bulunduğu bir toplulukla beraberdi. Keler etini getirdiler. Hz. peygamberin bir hanımı onun "keler eti olduğunu" söyler. Bunun üzerine O (s.) "Onu yeyiniz, zira o helâldir, fakat benim yemeklerimden değildir" der. (Buhari: "ahad" 16; müslim: "siyer" 32; muvatta-Tirmizi-Nesai; Ahmet: ll/84)
- b) peygambere keler hakkında sorulur. O'da "Ben onu yemiş ve yasaklamış değilim" buyurur. (Sülasiyat: 1/54)
[965] Buluğ-ül-meram: lV/160
[966] Safil ve Malikiler bu hususta Hanefi'lerden ayrılırlar, Malikiler: "yiyen tiksinmedikten sonra bütün deniz hayvanlarını ve haşerelerini yemek bîr şey gerektirmezderler.
[967] En azından 15 sehabe. Sülasiyat: 11/482-3.
[968] İbn-ü Abdil-Berr, haram olduğuna dair icmainda bulunduğu iddia eder. (sülasiyat)
[969] a. g. e .
[970] Buluğ lV/163 (Geniş izah vardı)
[971] İbn-î Mace: "Sayd" 9; Muvatta, Mâliki mezhebinin çekirge hususunda görüşü şudur: "Şayet çekirgenin başı kesilirse helâldir, yoksa değildir" (Sülasiyat: ll/475)
[972] Sülasiyat: ll/474
[973] Buluğ-ül meram: 111/164
[974] Karnı beyaz, sırtı yeşil, küçük kuşları avlayan göçegen denilen kuştur, (müncid: 422)
[975] Maide: 5/3
[976] krş: Cami'us-sağir, 1/128
[977] Muminun: 23/55
[978] Zad-ül-mesir, V/477 ve İbn-i Kesir'in tefsiri
[979] Müslim: 111/703
[980] İhya: 11/82
[981] Miftah-üs-Seade: ll/182, tahkiki baskı, Dar-ül-kütüb-ıl-Hadis.
[982] Şir'at-ül-İslâm: 172; Ahlâk-ı Alal: 151
[983] Miftah-üs-Seade: 182
[984] a, g. e. 182
[985] Ebu Davud'dan Riyaz-üs-Salihin: 11/159
[986] Buhari'den R. Salihin: 11/160
[987] el-Haraiti ve Ebu Nuaym: "Rıyazat-ül-mükellimin-
[988] Müslim: hn: 2051/164, Ebu Davud: -etime- 39, Tirmizi: -etime, "etime- 18
[989] Mîftah: 183
[990] Buhari: tec. ter. VI/365 hn: 962
[991] a. g. e. 111/357
[992] a. g. e.
[993] Bakara: 2/168
[994] Mü'minun: 23/55
[995] Hadis için bk: Ebu Davud: -et'ime- 13, Tirmizi: "at'ime" 47 müslim: "şeribe.
[996] Ebu Davud-Tirmizi'den R Salibin, 11/160
[997] Müslim: 2017/102
[998] Müslim: 3018/103
[999] Tirmizi'den R. S. ll/150
[1000] Feteva-yı Bezzaziye.
[1001] Nevevi: "Edeb-ül-Ekl"
[1002] Şir'at-ül-İslâm: 173
[1003] Ebu Davud: "et'ime" 15, Tirmizi: "et'ime" 47, müslim: -eşribe" 105, Darimi: "et'ime" 9, Ahmet: 11/8
[1004] Şir'a: 174
[1005]Şerh-ı Nihaya
[1006] Şir'a: 174
[1007] Şira: 174
[1008] Şir'a: 174; Miftah-üs-Seade: 111/184; Avarif
[1009] a. g. eserler ve ihya: ll/2
[1010] Şir'a: 178
[1011] a. g. e. 179
[1012] Ahlâk-ı Alaî: 151
[1013] Müslim: Vl/262. Tirmizi: "et'ime" 11, Ebu Davud: "et'ime" 49, Darimi: "et'ime" 8
[1014] En'am: 6/141, A'raf: 7/31
[1015] krş: Yunus: 10/12
[1016] krş: Şuara: 42/151
[1017] Müslim: hn: 2031/129
[1018] Müslim: hn: 2033/133
[1019] Ebu Davud et'ime
[1020] Müslim VI/258, 29 nolu dip not.
[1021] Tirmizi: "et'ime" 12, Ebu Davud: "et'ime" 17, İbn-i mace "et'ime" 12, Darimi: "et'ime" 16.
[1022] "Allah'ın katında en iyi yemek üzerinde ellerin çok olduğu yemektir" (Beyhaki)
[1023] İhya: ll/6-7
[1024] Buhari-Müslim'den R. Salibin 11/156
[1025] Alaî (sofra kaldırılmadan kalkmayınız. Kenz: hn: 3295)
[1026] Kenz: hn: 3259
[1027] Âlai: 150
[1028] a. g. e. 151
[1029] Ahmed: lV/155
[1030] Buhari: -iman- 6, Müslim: -iman" 63,
[1031] Buhari: "mevakit" 41, Müslim: hn: 2059/180, Tirmizi
[1032] Müslim: hn: 2059/181, Tirmizi: "et'ime"
[1033] Tirmizi: "et'ime" 45, İbn-i mace: "et'ime" 1 v.s.
[1034] İhya: 11/11
[1035] Tirmizi: "Savm" 12, Ahmed: 1/128
[1036] Tirmizi: "Savm" 12
[1037] Buhari: "nikâh" 7, müslim:"nikâh" 79
[1038] Müslim: lV/1432
[1039] krş: Hûcurat: 49/13
[1040] Güzel ahlâk gibi soy yoktur. (Tirmîzi: 24)
[1041] Müslim, lV/265, hn: 2037/139
[1042] Müslim: lV/1429 (hn.)
[1043] Buluğ: III/330 (hn.)
[1044] Müslim: lV/1432 (hn.)
[1045] Buhari, III/88
[1046] Ahmed: 1/20
[1047] Buluğ: III/335
[1048] İhya: ll/13
[1049] Miftah: 111/190
[1050] İhya: 11/13
[1051] Müslim: lV/1429
[1052] Buluğ: III/330 (Sünnet-i müekke de diyenlerde vardır. Miftah: 111/190)
[1053] Müslim: lV/1429
[1054] İsfehani: "et-Tergib vet-Terhib"
[1055] krş: Bakara: 2/177, Nisa: 4/31. Nahl: 16/99,
[1056] "Selâm" b. bkz
[1057] a. g. b. bkz.
[1058] el-Haraiti: "mekânm-ül-Ahlâk", Ebu Nuaym: "Riyaezt-ül muallimin- (Talha b. Ubeyd-in hadisinden)
[1059] Mîftah-üs-Seade: 111/191
[1060] İhya:11/14
[1061] İhya ve miftah
[1062] "Oturma- b. bkz.
[1063] krş: müslim. hn: 2036/138
[1064] İhya: II/9
[1065] Müslim; hn: 2038/140
[1066] Müslim; hn: 2035/170 220
[1067] Yukarıdaki hadisle krş.
[1068] Miftah: 111/191
[1069] a. g. e
[1070] krş: Miftah, 183
[1071] İhya: ll/14
[1072] a. g. e. 11/9
[1073] Haralti: "mekârirn-ül-Ahlâk.
[1074] Ahmed'den İhya ll/14
[1075] İhya: 11/15
[1076] İhya: 11/15
[1077] Müslim, hn: 2064/-87
[1078] İhya: 11/16
[1079] Abd-ül-Baki: et-Tıraz-ül-menkuş, S. 45-6 dan Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi. S. 120 madde: 289
[1080] İhya: ll/7
[1081] Buhari'den, R. Salihin 11/151
[1082] Kenz-ûl-ummal, hn: 3297
[1083] Ebu Davud-Tirmizi'den R. Salihin. 11/151
[1084] krş: Müslim, hn: 2064
[1085] İhya: 11/17
[1086] Müslim, VI/301
[1087] krş: Bakara: 2/164, Nahl: 16/65, Kasas: 28/22 v.s.
[1088] krş Hud: 11/44
[1089] Mülk: 67/30
[1090] Kehf: 41 (32-42 ayetlerinde geçen kıssayı okuyunuz)
[1091] M. Zihni efendi: Nimet-ül-İslâm "sular- b. Klâsik tasnif için bk: "müiteka" ve -Nur-ul-izah- sular b.
[1092] el-mezahib-ül-Erbaa: 1/28
[1093] Müslim; Vl/2010-93
[1094] Buhari: "vuzu" 68, müslim: "Tehare"
[1095] Müslim hn: 2065/1
[1096] Müslim: 2067/4
[1097] Ebu Davud
[1098] Lafız Ebu Davud'un dur.
[1099] Tirmizi.
[1100] Biriniz su içtiğiniz zaman sağ eliyle içsin" müslim: hn: 2020/105
[1101] Müslim "eşribe"
[1102] İbn-i Hazm: "ayakta su içmek haramdır" Cumhuru ulema: "evlânın hilafıdır" demişler, bazıları ise mekruh görmüşlerdir, bkz: Büluğ-ul-marem: lV/331
[1103] Tirmizi (Riyazû-s-Salihin ll/167)
[1104] Buhari-Müslim. R. S. ll/170
[1105] Tirmizi R. S. 111/170
[1106] R. S. 11/170
[1107] R. S. ll/170
[1108] Tirmizi-Ebu Davud
[1109] "Sağılan hayvanlarda da sizin için elbette bir ibret vardır. Size onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz. Nahl: 16/65
[1110] Ebu Davud-Tirmizi.
[1111] Tirmizi hn: 3434
[1112] Buhari-müslim, VI/254
[1113] Buhari-Müslim. VI/256
[1114] Müslim: hn. 2063/186
[1115] Dr. Ömer ferruh. -İslâm Aile Hukuku" (Dr. Y. Kavakçı ter) S. 102
[1116] Şemseddin (Günaltay) Dar-ül-fünun İlahiyat Fak. der. yıl: 1, Sayı, 4 S.
[1117] Bunu K. Kerim şu ayetiyle kaldıracak: "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin" (Nisa: 4/22)
[1118] "Zi Rahm" akraba manasınadır. "Rahm" ananın özel organı olduğuna göre, Arapların o devirde akrabalığı rahimde ortaklık tarzında telâkki ettikleri ortaya çıkmaktadır.
[1119] Akile, diyet bağlamak manasına olan "akl" dan türemiş ve diyet bağlayan topluluk manasınadır. Bu manaya göre akile, fertleri arasında kan davası tesanüdü bulunan topluluk demektir. Araplarca bir akileye mensup ferdin işlediği suçtan akilenin bütün fertleri sorumlu olduğu gibi ferde vukubulan taarrzun intikamını almaklada bütün akiledaşları yükümlü idi. Demek ki, tearruza uğrayan ferdin intikamını almak onun yalnız al ve iyalına değil, bütün akileye yöneliyordu ve bu intikam mutlaka tearruz eden fertten değil, onun herhangi akiledaşından alınırdı. İntikam diyetle telâfisi kararlaştıntınca, diyeti vermek vazifesi gibi diyeti almak hakkıda bütün akileye alt oluyordu.
[1120] Asabe nesebi, kanda? olan akrabayı içine alıp üç kısma ayrılırsa
a- Asabe binefsih,
b- Asabe biğayrîh
c- asabe meagayrih.
- a)Bir adamın oğullariyle, torunlarından, amcalarından ve amcalarının oğullariyle torunlarından ibarettir. Yani yalnız erkekleri içine almaktadır,
b- Erkek kardeşleriyle birlikte bulunmak itibariyle asaba olan kadınlardır,
c- Diğer bir kadınla asaba olan kadındır.
[1121] a. g. makale, s. 76
[1122] Nur: 24/32
[1123] Zad-ül-mesir VI/36
[1124] Buhari-Müslim'den, Tac: ll/278
[1125] Beyhaki: "sünen-ül-kübra" VIII/78
[1126] Nesaî: "nikâh" 5,'İbn-i mace: "İlk" 3
[1127] Üç sahabe şöyle sözleşirler:
- a)Ben bütün gece namaz kılacağım.
- b)Ben aralıksız oruç tutacağım.
- c)Kadınlardan ayrılacağım ve hiç evlenmiyeceğim.
Hz. Peygamber onlara gelir ve onlara: Siz şöyle, şöyle demişsiniz: Fakat Allah'a yemin ederim ki: "Ben sizden daha çok Allah"tan korkarım. Ve ondan, sizden daha çok korunurum. Fakat ben oruç tutarım, bazan tutmam. Hem namaz kılar, hem uyurum ve kadınlarla evlenirim. Bu sebepten benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir," buyurur. (Müslim: "Nikâh" 5
[1128] Rum: 30/21
[1129] Büluğ-ul-meram 111/230-1, (A. Davudoğlu ter.)
[1130] a. g. e. lll/227-8
[1131] Zariyat: 51/49
[1132] krş. AI-i İmran: 3/14
[1133] Nesai: 28: 2, İbn-i Hanbel lll/128 İbn-i Sa'd: 1/11 S. 112
[1134] İhya: ll/22
[1135] Rum: 30/21
[1136] İhya: 11/28
[1137] a. g. e. 11/29
[1138] Dr. Abdurrahman Sabunî, Nizam-ül-üsre, S. 58 (dar-ül-fikr)
[1139] Hucurat: 49/12
[1140] Bu husustaki hadisler için bkz: "İslâm'da ırkçılık yoktur. a. e.
[1141] Tirmizi: "tefsir-ı sure" 49/5, Darimi: "edeb" 111 Ahmed: 11/361
[1142] Taberani: "el-Evsat"
[1143] Müslim, lV/320, hn: 1424/74-5
[1144] Büluğ-ül-meram: ll/250
[1145] İslâm'da Kadın, 51; geniş bilgi için bkz: Nizam-ül-üsre, 53
[1146] Buluğ, 11/315
[1147] el-fıkh ala-el mezahib
[1148] Şevkani: Neyl-ül-Evtar, Vl/179
[1149] Ebu Davud: "nikâh- 3, İbn-i mace: "nikâh" 1,
[1150] Müslim lV/393, değişik veryasyonlarla hn: 55, 57, 58
[1151] krş. Kehf: 18/46
[1152] krş. Enfal: 8/28
[1153] Tac: ll/284 (dip not)
[1154] a. g. e.
[1155] Müslim'den R. Salinin 111/175
[1156] Buhari: VI/129, 131
[1157] Buluğ: hn: 1004/829
[1158] Bakara: 2/235
[1159] Müslim, V/320
[1160] Ahmed - Ebu Davud
[1161] Buluğ: III/244
[1162] a. g. e. III/245, el-mühezzeb (Şirazi) II/35
[1163] Nizam-ül-üsre: 44
[1164] a. g. e. (dip not)
[1165] a. g. e. 49-51, aynı müellifin "kitab-ü-zevac-vet-talak" S. 25-65
[1166] "Bakirenin izni alınmadan nikâhlanamaz" (Buhari: "nikâh- 41, Müslim: Ebu Davud: -nikâh" 25, v.s.)
[1167] Müslim: V/1419
[1168] a. g. e. V/1421
[1169] Buluğ: 111/264
[1170] İhya: 11/33
[1171] el-fıkh ala-el-mezahib-ıl-Erbaa. lV/24
[1172] İhya. 11/33
[1173] Nisa: 4/23
[1174] Hak dini Kur'an dili. (1/1316-1332, Müslim V/305 dip not: 10, Tec ter. Xl/315 332
[1175] Bakara: 2/221
[1176] Mümtehine: 60/10
[1177] Kardavi: 155
[1178] İbn-i mace: "nikâh" 59
[1179] Tirmizi: "nikâh" 6
[1180] Mişkat-ül-mesabih, ll/174
[1181] Buhari: "nikâh" 48, "Edeb" 51; İbn-i mace: "nikâh" 21
[1182] Tac: 11/301, dip not: 2
[1183] Buhari: "nikâh- 63
[1184] Ahzab: 33/53
[1185] Müslim: lV/1432 v.s.
[1186] Buhari: "menâkib-ül-Ensar" 50, müslim: "nikâh" 79 Darimi: "nikâh" 29, Tirmizi: "nikâh" 11- İbn-i mace: "nikâh- 24 v.s.
[1187] Müslim: lV/1428
[1188] Müslim: lV/1429
[1189] Buluğ: 111/330
[1190] Müslim: lV/1432
[1191] Ebu Davud: -etime- 9, Ahmed V/408
[1192] Buhari: -menâkib-ül Ensar- 3,50 v.s. Müslim: "nikâh- 79
[1193] İhya: ll/54
[1194] Bu hususta iki eser (sehabe sözü)vardır. bkz: el-musannef, V1I/50 Hafız, el-İsabe,
Taberani, 111/12.
[1195] Müslim, lV/ hn: 1434
[1196] a. g. e. hn: 1403
[1197] a. g. e. hn: 1436
[1198] mezahib-ül-Erbea. 1/124
[1199] a. g. e. 1/131
[1200] "Sana kadınların ay halini sorarlar, deki; O bir eziyettir. Onun için hayız zamanında kadınlarınızla cinsi münasebetten vazgeçin, temizlendikleri azman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin" (Bakara: 2/222)
[1201] " bkz: Tarif-ül-Ethar ved-Dima': Sü/Esad ef. V. 184a-189b
[1202] feyz-ül-Kadir: 1/228
[1203] Bu yasak hakkında bkz: Ahmed, VI/305-318; Tirmizi III/75 Tahavi, ll/25; Nesai, (1/76-77
[1204] Nisa: 4/19
[1205] Nisa: 4/21
[1206] Nesai: -et-Kübra"
[1207] İhya: 11/41
[1208] Zad-ül-mesir 11/74
[1209] Taberani: "Evsat"
[1210] Buhari: "nikâh" 79, Müslim: "rıda" 65, Tirmizi: "talak" 12, Darimi: "nikâh" 45,
[1211] Hücurat: 49/12
[1212] Araf: 7/31
[1213] İsra: 17/29
[1214] İbn-i mace: "nikâh" 50
[1215] Müslim
[1216] Nisa: 4/35
[1217] Necm: 53/21-22, (İbn-üs-Saib'in dediğine göre Kureyş'in müşrikleri putlara ve meleklere Allah'ın kızları" diyorlar ve içlerinden biri kız çocuğu ile müjdelendiği zaman tiksinirmiş. Allah onların bu tutumlarını bu ayetle yalanlıyor. Zad-ül-mesir: VIII/73)
[1218] Taberani: "el-Kebir" Haraiti: "mekarim-ül-Ahlâk-
[1219] İbn-i mace - Hakim.
[1220] Tirmizi: "edahi" 16, Ebu Davud: "edeb" 107, Ahmed: VI/9
[1221] Ayrıca bu konular üzerinde durulacaktır.
[1222] Tirmizi: "rıda" 10; İbn-i mace: "nikâh" 4
[1223] Buhari: "rikak" 16; "Bede-ül-Ha1k" 8; Ahmed: 1/234,359
[1224] Buhari: -nikâh- 35, 94
[1225] Müslim, lV/350
[1226] İhya: ll/52
[1227] Nur: 24/31
[1228] Ebu Davud, Sünen, 11/182-3 Bunu teyit eden bir çok hadisler daha var: bkz: İbn-i Sa'd, Tabakat, IV/147 Çeşitli ve ayrıntılı hadisler için: "Hicab" Nasır-ül-Din Elbanl, ter. Akif Nuri, Sinan yayınevi.
[1229] İbn-i Hazm, muhalla, 111/216-7; Zad-ül mesir, Vl/32
[1230] İbn-i Rüşd, Bidaye, 89
[1231] Tefsir, İbn-i Kesir
[1232] Nur: 24/31
[1233] Bu görüşten sorumlu müelliftir.
[1234] İbn-i Hazm, Muhalla, 216
[1235] Ahmed - İbn-i Hanbel, VI/30
[1236] Hakim, 1/454
[1237] Taberani, mu'cem-üs-sağir, 232; Müslim, 111/1680
[1238] a. g. e. 184
[1239] Ziya el-Maksidi, Ehadis-ül-Muhtar, 1/441
[1240] Şevkani, Neyl-ül Evtar, ll/97
[1241] İbn-i Sa'd, Tabakat, VIII/49 (Hicap'tan)
[1242] Ahmed, lV/432
[1243] Beyhaki, 111/133, 246
[1244] feth-i1 Bari, 11/279
[1245] Ebu Davud, 11/182; İbn-i mace, l/588; Hakim, IV/194 Ahmed, 11/325
[1246] Ahmed, 11/199
[1247] Şevkani, Neyl-ül Evtar, I1/94
[1248] Beyhaki, III/273
[1249] Nur: 24/31
[1250] Nur: 24/30
[1251] Buharî, 111/11; Müslim, lll/7; Ebu Davud. 11/291 Beyhaki, VIl/89; Ahmed. III/36 (Hadisin geniş yorumu için "Oturma" b. bkz)
[1252] Ebu Davud, 1/335; Tirmizi, lV/14
[1253] İstiab, III/906; üsd-ül gabe, 111/162
[1254] Medine'ye iki mil mesafede bulunan bir köydür. Geniş bilgi için bkz: mu'cem-ül Buldan, VII/20
[1255] İstiab, lll/905; isabe, lV/70: Tarih-ü-Eb-il-feda, 1/196
[1256] Usd-ül Ğabe, 111/161; Hilyet-ül Evliya, I/333
[1257] İstiab. 111/906
[1258] el-Bidaye ven-Nihaye, VIII/333
[1259] Mekke dağlarından birinin adıdır.
[1260] İbn-i Asakir, Tehzib, VII/416
[1261] Enfal: 8/28
[1262] Kehf: 18/46
[1263] İslâm'a giriş, 169
[1264] Nimet-ül İslâm, "aklke meselesi" 94
[1265] Tac, III/107
[1266] Tac, (dip not) V/274
[1267] Tac, V/275
[1268] Ebu Davud, 11/329
[1269] İslâm'a giriş, 176
[1270] Hadis-i Şerif
[1271] Kalem: 68/1-5
[1272] Bu hususta herhangi bir fıkıh kitabına bkz: İslâm'a giriş'te faydalı bilgi vardır. S. 179
[1273] Eğitim ve öğretim konusu ayrıca işlenecektir.
[1274] ed-Dirari. fizikr-iz-zırai.26
[1275] a. g. e. 36
[1276] Samad, Allah'ın bir sıfatı olup, her şeyin kendisine borçlu olduğu varlık manasınadır
[1277] a. g. e. 38; ayrıca bkz. Terbiyet-ül evlad. ala kanu-ış-şeria, süî Esad af. no: 3780-V. 291a-b
[1278]a. g. e. 39
[1279] Terbiyet-ül-evlad, ala kanuni şeria, sü/Esad ef. no: 3780, V. 291a-b
[1280] Müslim, hn: 1623
[1281] Müslim, hn: 1623/13
[1282] a. g. k. hn: 1623/14
[1283] a. g. k. hn: 1623/17
[1284] Buhari, edeb, 18, 27: Müslim, fedail, 65; Ebu Davud, edeb.145; Tirmizi, birr, 12, Ahmed, ll/228, 241
[1285] Buhari. edeb, 22; Ahmed, V/205
[1286] Buhari, edeb, 18; İ-bn-i mace, edeb, 3; Ahmed VI/56
[1287] Tirmizi, birr, 15; Ebu Davud, edeb, 38; Ahmed, I/257
[1288] İsra: 17/24-5
[1289] Buhari, edeb. 2; Müslim, birr, 1, 2; Ebu Davud, edeb 120;
[1290] Müslim, birr, 8; Ahmed, ll/254
[1291] Ebu Davud, İbn-i mace'den, Muhtasar Kütûb-üI-Hadis (Dar-ülArabiyye) S. 301
[1292] a. g. e.
[1293] krş. Maide: 5/2
[1294] krş, Buhari, edeb-ül-müfred, 12
[1295] Aile vezaifi, 37; Erzurumî, ülfet-ül-kulub, V, 22a
[1296] Ahlâk-ı Alaî, 151
[1297] Cenaze namazı da bunun içindir (Tac, dip not, V/6)
[1298] Meselâ vasiyetlerini
[1299] Ebu Davud, edeb, 120.
[1300] Buhari, meğazi, 13; Ebu Davud, talak, 35; Tirmizi, birr, 6
[1301] Tirmizi, birr, 6; Ahmed, ll/14
[1302] Cami-üs-sağir, ll/103
[1303] Hadisler -akrabalık hakları- b. verilecektir.
[1304] İhya, 11/153
[1305] Müslim, IV/393 v.s. (Kitabın" Kadında bulunması gereken meziyetler b. bkz)
[1306] krş: Tirmizi, birr, 15; Ebu Davud, edeb, 38; Ahmed, 1/25
[1307] Cami-üs-sağir, 1/125
[1308] Bakara: 2/177, Nisa: 4/31, Nahl: 16/90, İsra: 17/26, Rum: 30/38
[1309] Nisa: 4/8
[1310] Ayrıntılı bilgi için İslâm'ın gölgesinde İnsanlık, S. 106 v.d
[1311] Buhari Müslim
[1312] Buhari "edeb"12, Müslim "Birr" 20, Darimi; "zekât" 45
[1313] Buhari: aedeb" 13, Tirmizi "birr" 16, Ahmed 11/190
[1314] Çok merhametli Rahman'ın kök fi'll "Rahime" dir. Bu noktaya işaret buyurmaktadır
[1315] Buhari: "edeb" 13 Ahmed: ll/63
[1316] Müslim; -birr- 18, 19. Ahmed: ll/482
[1317] Şir'at-ül. İslâm S. 336
[1318] a. g. e.
[1319] bkz Aile hakkındaki giriş Zirahm Zi-I-Kurba
[1320] Tirmîzi - Nesaî - İbn-i mace
[1321] En'am: 6/152
[1322] Aranızda akrabalık bulunan komşu (Zad-ül-mesir: 11/36) Bu görüş İbn-i Abbas, Mücahid, İkrime, Dahhak, Katade ve İbn-i Zeydiridir.
- b) Müslüman komşu, (a. g. e.)
[1323] Bunun hakkında üç görüş vardır:
- a)Aranızda yakınlık olmayan garip komşu
- b)Sağ-sol, kuzey-güney yönlerinde bulunan komşu
- c)Yahudi ve Hıristiyanlar.
Taberi: "Cenb" kelimesinin manasını ister müslüman İster yahudi veya hiristiyan olsun uzak ve yabancı olan kimsedir, şeklinde tefsir ediyor.
[1324] Nisa: 4/36
[1325] Ebu Davud:"edeb" 123, Buhari: "edeb" 28, Müslim: "birr" 140-1, Tirmizi: -birr"
28, İbn-i mace: "edeb" 4 Ahmed: II/85, 160 v.s
[1326] Ahmed: 111/407
[1327] Tirmizi: "Kiyame" 60
[1328] Buhari: "edeb" 29, Tirmizi "kiyame" 60, Müslim: "iman" 83 Ahmed: 1/387
[1329] Buhari: "rikak" 23, Müslim "iman" (Hz. peygambere filân kadın gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirir. Fakat komşusuna eziyet eder' söylenince yüce Resul: "O cehennemdedir" buyurur,) Ahmed: ll/440
[1330] Ahmed: "müsned" 11/168, Tirmizi: 111/129, Hakim: "müstedrek" lV/164
[1331] Müslim: "birr" 142, Darimi: "menasik" 34
[1332] Buhari: "edeb" 31, İbn-i mace: "edeb" 4, Müslim: "iman- 74 Darimi: "etime" 11
[1333] Buhari: "hibe" 1, Müslim: "zekât" 9
[1334] İhya: 11/190
[1335] Şirat-ül-İslâm, 302
[1336] Erzurumî: ülfet-ül-kulub
[1337] Buhari, III/88; Müslim, VII/3 v.s.
[1338] Bakara: 2/256
[1339] Herhangi bir akaid kitabının, "zorla inanç değiştirme" b. bkz.
[1340] Bütün maddeler için bkz: Prof Dr. Hamidullah: "el-vesaik-üs-siyasiyye" üçüncü baskı, 1969, Darül-Küveyt. Tercemeleri arasında, Doç. Dr. Salih Tuğ; İslâm Ülkelerinde Anayasa Haraketleri" S. 31 İrfan Yayınevi. "İslâm'da Beşeri Münasebetler" Şamil Yayınevi.
[1341] Vesaik: madde 16, S. 43
[1342] a. g. e. Madde 24
[1343] a .g. e. S. 13
[1344] Tevbe: 9/6
[1345] Zad-ül-mesir: III/999
[1346] İslâm'ın Gölgesinde İnsanlık. S. 254
[1347] a. g. e. 188, İbn-i Kudama'nın "Kitab-ül-muğanni" inde geniş bilgi vardı.
[1348] Maide: 5/42-8
[1349] Latince: "memoriale Sanstorium" adlı eserden Arnoid: "intişar-i İslâm Tarihi Sebil-ür-Reşad neş. 1343, S. 139 (Bu kitab yeniden terceme edilerek basılmış. Ak çağ yayınları arasında çıkmıştır)
[1350] Hamidullah: "İslâm'a Giriş" S. 148
[1351] İslâm'ın Göegesinde İnsanlık. S. 191
[1352] bkz: K.K. ll/105, 111/65, lV/123 v.s.
[1353] Bakara: 2/221
[1354] Nisa: 16
[1355] Zad-ül-mesir: ll/36 Taberi: "Cenb" kelimesinin manası "ister müslüman, ister yahudi veya Hıristiyan olsun uzak ve yabancı olan kimsedir" şeklinde tefsir etmiştir.
[1356] Selâm" b. bkz.
[1357] Balazuri'nin: ensab"ından, Hamidullah: "İslâm'a Giriş"145
[1358] Henry Lammes: "Etüde sur le ragne du calife Omaiyed mo'avvia" adlı eserden Arnoid. a. g. e. S. 66
[1359] Irak'ta fırat nehri yanında bir eski şehirdir. Halid b. velid fethetti. Bağdat'ın kuruluşunda hilâfet için bir karargah görevini gördü.
[1360] Arnold: 66-7
[1361] Risae-i Kenais-ı mısır, Süleymaniye,
[1362] Arnold'un eserinde çeşitli devirlerde yapılmış ve tamir edilmiş gayr-i müslim mabetleri hakkında bilgi vardır.
[1363] Enam: 6/108 (Müslümanlar put perestlerin taptıklarına süvüyorlardı. Onlarda buna karşılık veriyorlardı. Bunun üzerine bu Ayet nazil oldu. Zad-ül-mesir: III/102
[1364] "Şuf'a" için bkz: Buhari: "Şuf'a" 111/179-2 Müslim: hn: 1608
[1365] el-Bahr-ür-Raik'ten, İslâm'a Giriş, S. 148
[1366] Tirmizi'den: Tac. lV/397.
[1367] Hz peygamber ziyaret etmiştir. Hastalık b. bkz.
[1368] Ebu Yusuf: "Kitab-ül-Harac" (A. Özek ter) İst. İktisad Fakültesi, y. No: 280, 1970. S. 320..
[1369] Hadis-i Şerif
[1370] Maverdi: Edeb-üd-Dünya Ved-Din S. 132
[1371] Sülasiyat: hn: 153 ll/93
[1372] Ebu Davud: Sünen
[1373] Ebu Davud : "edeb" 50 K. Kerim'de geçen "habl" = İp kelimesi etrafında altı görüş vardır:
- a)Allah'ın kitabı Kur'an (Taberi'nin naklettiği hadiste: Allah'ın ipi, Allah'ın kitabıdır)
- b)Topluluk (Şa'binin İbn-i Mesud'dan anlattığına göre)
- c)Allah'ın Dini (İbn-i Zayd: "İslâm" dır diyor)
- d)Allah'ın Ahdi.
- e) İhlas
Allah'ın emri ve O'na itaattir, bkz: Zad-ül-mesir: I/433
[1374] Enfal: 8/63
[1375] Meryem: 19/96
[1376] Zad-ül-mesir: 111/377
[1377] Al-i İmran: 3/103
[1378] Zad-ül-mesir: V/266
[1379] Buhari: VI/220, X/386, Müslim: lV/2030
[1380] Maverdi: 135
[1381] Maverdi: 146
[1382] İhya: 11/128
[1383] krş: Kalem, 4
[1384] Tirmizi-Hakim
[1385] İbn-i mace
[1386] Ahmed: lV/278, Beyhaki-Hakim
[1387] Ahmed: ll/400
[1388] Nesaî: "Sünen-ül-Kübra; Ahmed V/233
[1389] Ahmed: lV/386
[1390] Buhari, Müslim. Ahmed: lV/128
[1391] Müslim: "birr- 38
[1392] Biri Hz. peygambere gelir.
"Ey Allah'ın Resulü! Bir adam namaz kılanları sever, fakat kendisi az kılar, oruç tutanları sever, kendisi az tutar, Allah'ı ananları sever, kendisi az zikreder, yardım edenleri sever, kendisi az yardım eder, savaşanları sever, fakat az savaşır. Böyle biri bu durumu ile Allah'ı ve o'nun Resul'unu seviyor der. Hz. peygamber:
"O kiyamet gününde sevdiği ile beraberdir," buyurur. (Ebu Davud: "edeb" 26, Tirmizi: "zühd- 45, Sülasiyat 1/616-7 Lâfız "sülasiyat'ın dır.)
[1393] İhya: 11/150
[1394] Kehf: 18/28. Nüzul sebebi: Ümeyye b. Halef Hz. peygamberi fakirlerden kendisini uzak bulundurması, ve Mekke'nin ileri gelenlerini kendisine yaklaştırmaya çağırır, (bkz Esbab-ün-Nüzul 172, el-kurtubi: X/392, ed-Dürr: lV/220)
[1395] İman'dan: İbn-ül cevzi: V/277
[1396] Taha: 20/16
[1397] Lokman: 31/15
[1398] Kalem: 68/8
[1399] Kalem: 68/10
[1400] İhya: ll/151
[1401] a. g. e. 11/151
[1402] a. g. e. ll/151
[1403] Mizan-ül-ülfet:10
[1404] İhya: 11/154
[1405] Mizan-ül-ülfet: 20
[1406] İhya: 11/155
[1407] Ebu Davud - Tirmizi
[1408] İhya: 11/156
[1409] Buhari: "mezalim" 2, Müslim: "birr" 58, 72, Ebu Davud "edeb" 38-60, Tirmizi "hudud" 3, v.s. Ahmed ll/191, 252
[1410] İhya: 11/159
[1411] Ebu Davud; "edeb" 113
[1412] İbn-i mace: "edeb" 23
[1413] Ebu Davud: "vitir" 52, Tirmizi: "bîrr" 50.
[1414] İhya: 11/165
[1415] Mukaddime 11/222
[1416] Nahl: 16/80
[1417] Nahl: 16/38, Örümcek yuvası için bkz: Ankebut: 29/41
[1418] Araf: 7/74
[1419] Hicr: 15/82
[1420] Neml: 27/52
[1421] Ahlâk-ı dini: 325, mekârim-ül-Ahlâk: 40
[1422] Mekârim: 40
[1423] İbn-i Hişam: 337
[1424] Prof. Dr. M. Hamidullah: "yazı" konferans 8 Nisan 1967 Ed. Fak.
[1425] Ayette geçen: "İlk" Lafzı hakkında çeşitli görüşler vardır:
- a)"Yeryüzünde kurulan ilk ev"
- b)"İbadet için insanlara kurulan ilk ev: Zad-ül mesir 1/425 Ebu Zeri" anlattığı bir hadis bunu teyit ediyor. Ahmed: "el-müsned" Buhari- müslim
[1426] Kazanç, b. bkz
[1427] Aile, b. bkz
[1428] Mekârim: 41
[1429] Nesaî
[1430] Müslim: 2083/39
[1431] krş. müslim: 2084/41
[1432] Müslim: 2067/4
[1433] İhya: lV/79
[1434] krş. Gazali: el-mustesfa
[1435] Daha geniş bilgi için bkz: Kardavi: "el-Helâl-ü ve-I-Haramü fi-1-İslâm" türkçesi: S. 107-126
[1436] krş: Ebu Davud: "edab- 54, İbn-i mace: "Nikâh" 50
[1437] Kardavi: 117 (Bu husus önemli olduğu için ayrı bir kitap halinde verilecektir. Yalnız bu konuda "mecellet-ü-Risalet-il-İslâm" sayı 51-52, Muharrem - Recep 1382 (1962/de Abd-ül-mecid Vafi tarafından önemli bir makale yazılmıştır.
[1438] Müslim: 2014/99
[1439] Müslim:
[1440] Bir fıkıh kitabının "kuyuların temizlenmesi" b. bkz,
[1441] Mekârim; 40
[1442] Evin kapı önünü ve etrafını temizleyiniz.'
[1443] krş: İbn-i Haldun, "mukaddime" ll/287-8
[1444] krş: Müslim: 2012/97
[1445] Müslim, hn: 2016/101
[1446] Cami-üs-sağir, S. 104
[1447] Oturma b. bkz.
[1448] Ebu Davud : "edeb" 103
[1449] Nur: 24/62
[1450] krş. Nur: 24/28
[1451] krş. Nur: 24/29
[1452] Buhari - Müslim'den R. Salihin, ll/245
[1453] krş. Ebu Davud'dan R. Salihin, ll/246.
[1454] Buhari-Müslim'den R. Salihin, ll/248
[1455] Müslim, hn: 2156/40
[1456] Müslim -edeb" hn: 2152/42
[1457] Ebu Davud "edeb" 103
[1458] Ebu Davud: "edeb"103, İbn-i mace "Dua" 18
[1459] Risale, "köpek besleme" sü/Esad ef. V. 115a
[1460] krş: Nebe: 78/10, Furkan: 25/47
[1461] krş: Nebe: 78/ 11
[1462] Müslim: "İmare"178, Tirmizi: "edeb" 75, muvatta: "istizan" 38
[1463] Ahmed: 1/4114, Tirmizi "da'vat" 31
[1464] Ahmed: ll/161, Adab-ün-Nevm, sü/Kasideci zade: 721 V. 166
[1465] a. g. e.
[1466] Ebu Davud: "edeb- 95, Tirmizi, "edeb- 21
[1467] Buhari, tec. ter. Xll/370
[1468] a.g.e. XII/369
[1469] Yani besmele çekerek
[1470] Müslim: VI/242
[1471] a. g. e. VI/243
[1472] a. g. e.
[1473] a. g. e. hn: 2016/101
[1474] a .g. e. hn: 2015/100
[1475] "Gece ve gündüz uyumanız Allah'ın Ayetlerindendir" Rum: 30/30
[1476] İbn-i mace: "İkame" 174
[1477] Ebu Davud: "edeb" ll/318
[1478] Psikoloji (M. Sekip Tunç ter.) Edebiyat fakültesi y. No: 254 Yıl: 1952. S. 382-6
[1479] Tec. ter. XII/295
[1480] 45, 46 (müslim: VII/138), 70 (müslim: V1I/138) olduğunu diyenler vardır, bkz: Nevevi şerhi.
[1481] Buhari: Xll/296, Müslim: VII/137
[1482] Vahyin mertebelerini anlatan bir kitaba (meselâ: Tec. ter cilt 1. kitab: II cüz' I S. 3 dip nota) bakınız: Ayrıca bkz: Rüya: sü/Hüsrev paşa V. 238/1
[1483] Buhari: "bede-ül-vahy" 3, müslim: "İman- 252 Ahmed: VI/153
[1484] G. Dvelshauvers - Psikoloji S. 383
[1485] Feth: 48/27 (Hz. peygamber "müslümanlara başlarınızı tıraş ederek veya kısaltarak mescid-i harama gireceğinizi rüyada gördüm" demiş, Hüdeybiye'ye inip o yıl Mekke' ye girmeyince münafıklar O'nu yererek "rüyası nerede kaldı?" derler. Bunun üzerine bu ayet nazil olur. bkz Taberi: XXIV/107; Suyuti: "Dürr" VI/60; Beyhaki: "Delâil", Tec. ter. Xll/297.
[1486] Tec. ter. XII/299.
[1487] Tirmizi: "rüya" 2, Buhari: "tabir" 5 v.s.
[1488] Müncid: 33
[1489] Tec. ter. XXII/300
[1490] Yunus:10/64
[1491] İbade İbn-i Samit, Eb-üd-Derde, Cabir ve Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bu hadis için bk: Taberi XV/125. 140 Süyuti "Dürr" 111/311-3
[1492] Buhari, tec. ter. XII/308
[1493] Buhari, "fedail-ül medine" 12
[1494] Buhari, tec. ter. VII 246, XlI/308
[1495] Müslim. VII/148
[1496] Hz. peygamberin süt teyzesi ve hadis ravisi Hz. Enes'in teyzesi.
[1497] Buhari, tec. ter. XII/303,
[1498] Müslim. Vll/149
[1499] Buhari: tec. ter. XII/597-600 302
[1500] Buhari, tec. ter. XII/311-2 (peygamber tarafından açıklanmayan hata ve isabetli taraflar için hadiscilerin çeşitli görüşleri vardır, a. g. e. bkz)
[1501] Müslim: VII/134
[1502] Tec. ter. XM/296
[1503] a. g. e. XII/298
[1504] Elmalı, Hak Dini Kur'an Dili, lV/2865-6
[1505] Yusuf: 12/44
[1506] Yusuf: 12/ 41
[1507] Saffat: 37/102-7
[1508] Yusuf: 12/4
[1509] Yusuf: 12/ 41
[1510] Yusuf: 12/43-50
[1511] İsra: 17/60
[1512] Feth: 48/27
[1513] Yusuf: 12/44, Enbiya: 21/5
[1514] Nur: 24/58
[1515] Yusuf: 43
[1516] Yûsuf: 12/43
[1517] Yûsuf: 12/6.
[1518] Elmalı: IV/2863-4. v.d.
[1519] Tirmizi "davat" 52, İbn-i mace, "rüya- 3; Ahmed, 3, 8, 350 .
[1520] Buhari, Xll/298
[1521] Müslim, Vll/133
[1522] Buhari, Xll/299
[1523] Tirmizi, "rüya" 7; Darimi, "rüya" 5
[1524] Müslim, VII/132-3
[1525] a. g. e.
[1526] a. g. e.
[1527] Müslim, "rüya" 12; İbn-i mace, "rüya- 5; Ahmed, lll/350
[1528] Buhari, Xll/301; Müslim, VII/140
[1529] Müslim, Vll/141
[1530] İbn-i mace: "mukaddime" 17
[1531] Harp gayesi için bkz: "İslâm'da Beşeri münasebet"
[1532] krş. Nisa: 4/97
[1533] İhya: 11/217-8, miftah-üs-Seade: 11I/276-8
[1534] Yusuf: 12/109, Hac: 22/46, Rum: 30/9; Ğafir: 40/21, 72
[1535] Muhammed: 23/10, En'am: 6/11
[1536] Kut'ül Kulub, (köprülü yazma) V. 377a
[1537] Miftah-üs-Seade; Ill/279, İhya: ll/223
[1538] Diğer siyer kitapları yanı sıra bkz: Hz. Muhammed ve Hayatı- Berki - Keskioğlu S. 162
[1539] "Eğer insan yalnız başına geceleyin yolculuk yapmaktaki tehlikeyi bilseydi, tek başına binekti geceleyin yolculuk yapmazdı." (Darimi: "istizan" 47)
[1540] Miftah: III/279
[1541] Hayatı için bkz: Tezkiret-ül-Hüffaz, 1/37, Hülasa: 50, Ayni: 1/7. İkinci akabe biatında bulunmuş, Hicretin 78, senesinde 90 yaşında Medine'de en son vefat eden sehabidir.
[1542] Buhari, tec. ter. 111/133
[1543] a. g. e.
[1544] bkz: Maide: 5/90
[1545] Dehlevi, Huccet-ül-lah-ül-Ba1iğe, ll/452
[1546] Geniş bilgi için bk: Tec. ter. lll/141-4
[1547] Miftah: lll/280, İhya: ll/224-5
[1548] a. g. eserler.
[1549] Zuhruf: 43/12-14
[1550] Müslim'den R, Salîhin ll/335
[1551] İhya: 11/225, miftah: 111/380
[1552] Ebu Davud: "cihad" 57
[1553] Ebu Davud: "cihad" 88, Abmed: lV/193
[1554] Ebu Davud; "cihad" 44
[1555] Ahmed: 1/204
[1556] İhya, 11/226-7; krş: Cami-üs- Sağır
[1557] Müslim: "da'vat" 54, Buhari: "enbiya- 10
[1558] Ebu Davud: "cihad" 75, Ahmed: ll/132
[1559] Buhari: "ömre" 19, Müslim: "menasik" I, Darimi: "istizan" 40
[1560] Buhari: -Nikâh" 120, Müslim: "Imare" 183
[1561] Buhari: "ömre- 15, Ahmed: 111/125
[1562] Buhari: "ömre. 12, Müslim: "hacc" 425, Ebu Davud: -cihad- 72 Tirmizi: "Hacc" 102
[1563] Ebu Davud: "cihad- 161, Buhari "Tefsir-i sure" 1X/18, Nesaî: "mesacid- 38
[1564] Bu maddeler için bkz: miftah: Ill/283-4
[1565] Camî-üs-Sağir, 1/27
[1566] Dr. M. T. Özcan, Angoisse (sıkıntı) S. 3
[1567] a. g. e. S. 7 (geniş bilgi için bkz)
[1568] Prof. Dr. Hamidullah, İslâm peygamberi: ll/108
[1569] Buhari, tec. ter. Xll/192
[1570] İslâm peygamberi: 11/108
[1571] Müslim hn: 2019/99
[1572] Dolabi: "Küna" ll/137
[1573] krş. Bakara: 2/173; Malde: 5/3
[1574] Maide: 5/90
[1575] İslâm peygamberi: 11/105
[1576] Buhari, tec. ter. XII/81 V.
[1577] Tirmizi: "tıb" 2, Ebu Davud: -tıb" I. 11, İbn-i mace: -tıb" 1,
[1578] Buhari, tec ter Xll/84 ("tıbb-ün Nebi" adı altında hazırlanmış eserlerde, Hz. peygamberin tedavi usulüne geniş yer verilmiştir. Keşf-üz-zünun bu eserlerin adını vermektedir.)
[1579] Nahl: 16/69
[1580] Sad: 38/41-2
[1581] Saut veya mısır enfiyesi adiyle baharatçılarda satılan yontulmak veya eritmek suretiyle buruna çekildiğinde pek çok hapşırtan nebat kökü (sofuoğlu müslim, P not VI1/61)
[1582] Müslim: hn: 1202
[1583] Buhari, tec. ter. Xl!/91
[1584] Bu konuda -misyonerlik ve Emperyalizm" adlı tercema eserime bkz:
[1585] tec. ter. XII/91, dip not
[1586] Müslim: hn: 2219/98
[1587] Tec. ter. Xll/103, Müslim: hn: 2221
[1588] Tec. ter. XII/97
[1589] a. g. e. Xll/100. Müslim hn: 2223
[1590] Teferruatlı bilgi için: tec. ter. VII/42-53, Müslim: "selâm" 65, Ebu Davud: "Buyu" 37, Ahmet): 111/10
[1591] Tec. Ter XlI/97
[1592] İbn-i Kesir, en Nihaye
[1593] Müslim: "selâm" 40, Ahmed: III/302
[1594] Buhari: "tib" 38, Ebu Davud: "tıb" 17, Tirmizî "cenaiz" 4, İbn-i mace: "tıb" 36
[1595] Müslim: Vll/35 hn: 2185
[1596]Ebu Süleyman Büst'idir. "Büst" Kabil bölgesinde bir şehrin adıdır. Uzun zaman Nisabur'da oturmuş hicri 388 de vefat etmiştir.
[1597] Bakara: 2/255
[1598] Tec. Ter XII/98 (kısmen sadeleştirilmiştir.)
[1599] Müslimhn: 2220
[1600] a. g. e. hn: 2224
[1601] a. g. e. hn: 2224/112
[1602] Müslim VII/91
[1603] a. g. e. hn: 2230
[1604] Neml: 27/65
[1605] Buhari: "İstiska" 29, Ahmed: ll/86
[1606] Lokman: 31/34
[1607] Ebu Davud:-tıb" 24
[1608] Taberi: XXl/78, Suyuti: -ed-Dürr" V/169, Vahidi: -eshab-ûn-Nüzul199, Beğavi: "et-Tefsir- v.s.
[1609] Buhari-Müslim
[1610] Buhari: -merza" 12, İbn-i mace: "cenaiz" 9
[1611] Müslim: "zühd- 42
[1612] Müslim: "cenne" 81-2, Ebu Davud: "cenaiz" 13, İbn-i mace: "zühd" 14
[1613] Tirmizi-İbn-i mace-Abdullah b. Ahmed: "Zevahid-üz-Zühd" S. 24-5 İbn-i eb-ıd-Dünya "el. Tergib- lV/141
[1614] Hakim: 1/339, Buhari müslim, Beyhaki: 111/377
[1615] Buhari: "merza" 19, Müslim: "zikir" 10 Ebu Davud: "Cenaiz" 9 Tirmizi: c. III, Nesai: -sahv" 62
[1616] Buhari. Beyhaki: III/369
[1617] krş: müslim: VIII/18
[1618] Hakim: ll/27, İbn-i mace ve Ahmed: 11/70, 82
[1619] Taberani: el-Kebir
[1620] Müslim hn: 1627, Buhari: hn: 1166. İmam-ı Safi, bu hadîs hakkında bu hadisin manası her müslümanın vasiyetini yazıp yanında bulundurmak hususunda, basiretli ve ihtiyatlı olmasını öğretmekten ibarettir. Binaenaleyh her müslüman hayatında vasiyetnamesini yazması ve bu hususta acele etmesi müstehaptır. Bu vasiyyetnameye kişinin muhtaç olduğu hususları yazar ve ileride lüzum gördüğü şeyleri de zeylen ilâve eder" diyor. (Tec. ter. VIII/205)
[1621] el-fıkh ala-l-mezahib-ıl-Erbaa 111/316-26
[1622] Bakara: 2/181-3
[1623] Zad-ül-mesir: 1/182
[1624] Nisa: 4/7
[1625] Zad-ül-mesir: 1/182, tec. ter. VIll/200
[1626] Beyhaki: Vl/264, mecma-üz-zevaid: lV/212, Tirmizi: "zühd" 64
[1627] Müslim, hn; 1628, Ahmed, hn: 1524, Ebu Davud: "feraiz" 3 Tirmizi: "vesaya- I, Müsned-i Ebu Hanife, 331-2 (Hint baskısı)
[1628] Ahmed: hn: 2029, 2076, Beyhaki: VI/269 v.s.
[1629] Büluğ-ül meram: lll/219
[1630] Maide: 5/106-8; Ayetin nüzul sebebi için bkz: Buhari, V/307, 309; Ebu Davud, 111/418; Tirmizi, lV/100; İbn-i Cerir, Xl/185; Beyhaki, X/165; Suyuti, ed-Dürr, ll/342
[1631] Miras için. Nisa: 4/12 ayetlerine bk. Ayetin nuzulu: Evs b. sabit el-Ensari ölür. Geriye üç kız ve bir hanımını bırakır. Amcası oğullarından ikisi kalkıp mallarını alır, hanımına ve kızlarına bir şey vermezler. Kadın Hz. peygambere gelir, bu durumu anlatır, fakirliğinden şikâyet eder. İbn-i Abbas ve Katade'nin anlattığına göre eski Araplar kadınları varis etmezlerdi. Bu sebepten yukarıdaki Ayet nazil oldu. (el-Vahidi: Esbab-ün-Nüzul, S. 82, Dürr-ül-mansur: 11/122
[1632] Kız çocuklarını mirastan mahrum edenler bilerek veya bilmeyerek Kur'anın emirlerini çiğnemiş olurlar. Bazı aileler maalesef bu hususa dikkat etmiyorlar. Kızların hakkını yoketmekle babalık hukukunu çiğniyorlar.
[1633] Darekutni: 522, Hakim: II/57-8, İbn-i Teymiye: "el-fetava" III/262, Hafız b. Receb "Şerh-ül-Erbain" S. 219-220, v.s,
[1634] krş: Nisa: 4/6-12
[1635] Buhari: "sulh" 5, müslim: "ekbiye" 17, İbn-i mace: "mukaddime" 2, Ahmed: 11/270
[1636] Ahmed: lV/446
[1637] krş: Tahrîm: 66/6
[1638] Kabirde kıble tarafına oyulan çukur.
[1639] Müslim, hn: 966, Beyhaki: 111/407
[1640] Ahmed lV/397, Beyhaki: 111/395
[1641] Nevevi "el-Ezkâr" (bu hadisleri zikrettikten sonra verdiği sonuç)
[1642] Maide: 5/106 Ayetinden bunu istidlal edenler vardır.
[1643] Bakara: 2/132-3
[1644] Büluğ-ül meram: 111/217
[1645] krş, Müslim hn. 1634. v.s.
[1646] Yukarıda geçen b. bkz.
[1647] Müslim: hn: 1637/20
[1648] Buhari, "cenaiz" 2; müslim, "Libas" 114 v.s.
[1649] Buhari: -Libas" 36, Tirmizi: "edeb" 45, Nesai: "cenaiz" 53
[1650] Asr: 103/3
[1651] Müslim: -Birr" 43
[1652] Buhari: "cihad" 171, -etime" I, "Nikâh- 71
[1653] Müslim: "Birr" 39, Ahmed: ll/276
[1654] Tirmizi: "cenaiz" 32
[1655] Müslim: hn: 925
[1656] Ebu Davud: ll/85
[1657] Şürünbülâli, v. 490a-b
[1658] krş: Müslim: hn 925
[1659] Ayni'den tec. ter. lV/278
[1660] Buhari: "merza" 20; Tirmîzi: "censiz" 4; İbn-i mace: "tib" 36 Ebu Davud: "tib" 17
[1661] Ebu Davud : "cenaiz" 8; Tirmizi: "tıb" 32; Ahmed: I/239
[1662] Buhari: "tevhid": 31; İbn- mace: "tehare" 76
[1663] krş: Sebe: 30; Araf: 7/34; Yunus: 10/49; NahI: 16/61 v.s.
[1664] krş: Araf: 7/34; Hud: 11/3, v.s.
[1665] İbn-i mace: "tıb", "cenaiz" I
[1666] Buhari: "istizan" 29
[1667] Müslim: hn: 917
[1668] Tec. ter. VI/273
[1669] Müslim hn: 919, Beyhaki: 1II/384
[1670] İbn-i ebi Şeybe "el-musannef" lV/74, mahalli: V/174 malik "el-madhali III/229-230
[1671] Münavi S. 194
[1672] el-İbda, eş-Şehy Ali Mahfuz, beşinci baskı S. 217
[1673] a. g. e.
[1674] el-Bani: Kitab-ül-cenaiz, S. 11, 243
[1675] Buhan - Hakim - Beyhaki, Ahmed 111/175, 227, 260, 280
[1676] Merak-ül-felâh, Tahtavi: 308, Dürr-ül-muhtar: 798, Halebi Sağir kenarında 326 dan, Düaveroğlu "Dürret-ül-fahire" S. 107
[1677] Müslim hn: 920, Ahmed: Vl/297, Beyhaki: lll/334 v.s .
[1678] krş: Buhari; III/98, Nesai: 1/260-1, Beyhaki: lll/406 v.s.
[1679] Tirmizi: ll/130
[1680] Buhari: III/135, Müslim ve Beyhaki: lV/69
[1681] Buhari tec. ter. IV/309 hn: 623
[1682] Buhari, tec. ter. IV/375-6, hn: 636
[1683] Buhari: tec. ter. lV/382; Tirmizi: Şemail; Umdet-ül-Kari; lV/83
[1684] Buhari: tec. ter. lV/382
[1685] Bakara: 2/155-7
[1686] Buhari: III/115-6, Müslim: lll/40-1. Beyhaki: IV/65
[1687] Müslim: 111/40-1,
[1688] Buhari: hn: 624
[1689] Nesai: 1/265, Beyhakî: lV/68
[1690] Buhari: III/93, Müslim ve Beyhaki IV/67
[1691] Tirmizi
[1692] Bakara: 2/155
[1693] Müslim: lll/37, Beyhaki: lV/65, Ahmed: lV/309
[1694] Buhari: hn: 634
[1695] Tec. ter. lV/365
[1696] a. g. e. lV/368
[1697] M. E. B. Şark klasikleri arasında çıkmıştır.
[1698] Iza mittü, fenini bima ene ehluhu-ve şekki ala-el-ceybi ya ümmü ma bed, (tec. ter. lV/395)
[1699] Nevha: Başına toprak saçarak, saçlarını yolarak feryat ve figanla ağlamaktır.
[1700] Müslim hn: 934/29, Beyhaki lV/64
[1701] Buhari, hn: 640, Müslim, hn: 933/28, Beyhakî; IV/72 Ahmed: IV/245
[1702] Beyhaki: lV/63
[1703] Ebu Davud.
[1704] İbn-i mace
[1705] Beyhaki, lV/85
[1706] bk: mümtehine, 12
[1707] krş. müslim, hn: 937
[1708] Buhari, hn: 641; İbn-ûl-Carud, 257; Beyhaki: 1V/63-4
[1709] İbn-i Hibban, 743; Hakim I/382
[1710] Buhari: hn, 643, Müslim I/70, Nesaî: I/263, Beyhaki: lV/64
[1711] Ebu Davud: ll/59, Beyhaki: lV/64
[1712] Nesaî-Beyhaki
[1713] Nevevi, Müslim (Şerhi) S. 21, 23, 94, tec. ter. lV/304
[1714] Buhari: hn: 303
[1715] Ahmed, V/299
[1716] Ahmed: V/299, 300-1
[1717] Buhari, hn: 303
[1718] Nevevi, Şerh-ül-müslim, 23
[1719] Umdet-ül-Kari, lV/92
[1720] krş. Asr: 110/1-3
[1721] Ebu. Davud: ll/194; Nesaî: ll/292
[1722] Tec. ter. IV/382
[1723] Müslim ve İbn-i Hibban, 719
[1724] Ahmed. hn: 6582
[1725] Müslim: 111/16.
[1726] a. g. e. 111/14
[1727] AI-i İmran: 3/169, 170
[1728] krş: Bakara: 2/191
[1729] krş: Tevbe: 9/36, geniş bilgi için bkz; Zehra: "İslâm'da Beşeri münasebet, S: 160-190
[1730] Tirmizi lll/17; İbn-i mace: ll/184; Ahmed: lV/131, 80
[1731] Müslim: VI/49; Beyhaki: IX/169; müstedrek: II/77
[1732] Müslim: VI/122; Ahmed: 11/522; Hakim: 11/109
[1733] Ebu Davud, 1/391; Hakim, ll/78; Beyhaki, 1X/166
[1734] Buhari, X/156-7; Teyafisi, 2113; Ahmet, 111/150, 200 v.s.
[1735] Müslim
[1736] Nesai, I/289; Tirmizî, 11/160; Teyalisi, 1288; Ahmed, lV/262
[1737] Müslim, hn: 1914; Buhari, VI/33-4: Tirmizi, 11/159; Ahmed, 11/325
[1738] krş: Ahmed, lV/201; Darimi, ll/208; Teyalisî, 582
[1739] Malik, 1/232-3; Ebu Davud, 11/26; Nesai, i/261 İbn-i mace, 11/185-6; İbn-i Hibban, 1616; Hakim. 1/352
[1740] Mecme-üz-zevaid, 11/317 348
[1741] Buhari, V/93; Müslim, I/87; Ebu Davud, ll/285; Nesai, 11/173 Tirmizi, ll/315; İbn-i mace, 11/123; Ahmed, 6816
[1742] Tirmizi, 11/315
[1743] Müslim, I/87; Nesai, 11/173; Ahmed, 1/339, 360
[1744] Ahmed. V/294
[1745] Ebu Davud, 1/391; Tirmizi, lll/2
[1746] Buhari, 111/177-178; Nesai, I/273; Tirmizi 11/157; İbn-i mace 1/454 Hakim 1/377
[1747] Buhari, hn: 671, Beyhaki lV/75, Teyalisi hn: 23, Ahmed: hn 129
[1748] Tec. ter. IV/568
[1749] Ahmed, III/242; Hakim, I/378
[1750] İbn-i idi "Kâmilden tec. ter. IV/572-3; Ahmed lll2 Hakim, 378; Bu hadise
Ebu Hüreyre'nin hadisi de şahittir: Ahmet: ll08; Ebu müslim el-kücci "el-feth lll/179
[1751] Buhari, hn: 628
[1752] Buhari, hn: 625; müslim, hn: 939/36, 37
[1753] Tec. ter. lV/319
[1754] Mebsut, II/59; feth-ül Kadir, 1/448 den tec. ter. lV/325 mezahib-ül Erbea 1/510
[1755] Tec. ter. IV/320 (Diğer görüşler anlatılmaktadır)
[1756] Mezahîb-üI-Erbea, I/502
[1757] a. g. kaynaklar
[1758] a. g. kaynaklar
[1759] Buhari, lll/99; müslim, lll/47-8; Ebu Davud, ll/60-61 Nesai, I/266-7; Tirmizi, 11/130-1; İbn-i mace, 1/445
[1760] Mebsut, ll/59: feth-ül Kadir, 1/448-9 den tec. ter. lV/326 mezahib-ül Erbea, 1/510
[1761] Ümm-ü-Atiye hadisine bkz: Buhari, 111/104; Müslim, lll/47 v.s.
[1762] Ahmed, VI/228; Darimi, I/37-8; İbn-i mace, I/448; İbn-i Hisam, Sire ll/366 (Bulak): Dare kutni, 192; Beyhaki, lll/369 v.s. (Buhari bunu değişik bir şekilde vermektedir)
[1763] Ayni'den tec. ter. IV/326-7
[1764] İbn-i mace, 1/447; Hakim, 1/362;; Beyhaki, 111/388 Zevaid, 1/92
[1765] Hakim, 1/354-362; Beyhaki, 111/395; el-münzüri, lV/171; Heysemi, (11/21
[1766] Dürr-ül-muhtar ve Redd-ül-muhtar, 804
[1767] a. g. e. 804; Şürünbilâliye, 161
[1768] Dürre-tül-fahire, 155-6
[1769] Ebu Davud, II//62-3; Tirmizi, 11/132; İbn-i Hibban, 751; Teyalisi, 23/4; Ahmed, 11/280; İbn-i Hazm "el-mahalli" 1/250; "Telhis", 11/134
[1770] Hakim, I/369; Beyhaki, 3983
[1771] Dare Kutni, 191; Hatib, "tarih V/424
[1772] Geniş bilgi için bkz: tec. ter. IV/327-8
[1773] Buhari, tec. ter. lV/510; Ebu Davud, ll/60; Nesai, 1/277; Tirmizi. 11/147; İbn-i mace, 1/462.
[1774] Beyhakî, lV/10; İbn-i Sa'd, Tabakat lll/7
[1775] Ebu Davud, ll/59; Tirmizi, 11/137-9; Hakim, I/365; Beyhaki, 1V/10-11, Ahmed, 111/128; Nevevi "el-mecma" V/265
[1776] Taberşni, el-Kebir I1I/148; Heysemi "el-mecma1" 111/23, Hakim, 111/195
[1777] Al-i İmran: 3/169
[1778] Tec. ter. lV/512
[1779] Merak-ül-felâh, 154
[1780] Kütüb-ü sitte ile birlikte, İbn-ül Carud, 259; Beyhaki 111/399; Ahmed, Vl/40
[1781] İbn-ül Abidin, 807-8
[1782] Mebsut, II/60 dan tec. ter. lV/377
[1783] krş, tec. ter. lV/338; Mebsut, 11/61
[1784] İbn-i Abidin, 809; Cevhere, 127
[1785] Umde-tül-Kadir, lV/49; Haleb-i Kebir, 581
[1786] Dürre-tül-fahire, 163
[1787] krş, Müslim, lll/89. İbn-ül Carud, el-münteka, 260; Tlrmizi lV/357
[1788]Merak-ül-felâh, 153; İbn-ü Abidin, 810
[1789] Tahtavi, 314; Dürr-ül-muhtar, 810-1
[1790] Müslim, lll/50; İbn-ül-Carud, 268; Ebu Davud, ll/62 Ahmed, lll/295 v.s.
[1791] krş. Müslim, 111/51; Ahmed, VI/395
[1792] Ahmed, V/431; Nesaî, 1/282; Şevkani, lV/34
[1793] Buhari- Müslim; Ebu Nuaym, el-müstahrec, 139-140; Beyhakî, 111/390-393
[1794] Ebu Davud, 11/172; Tirmizi, 11/132; İbn-i mace, l/449 Beyhaki, lll/245; Ahmed, hn: 3426; Nesaî, I/268
[1795] krş. Ahmed, 111/331; İbn-i Ebi Şeybe, lV/92, Hakim, l/355;Nevevi, -el-mecmu" V/196
[1796] krş: Buhari, ll/266; müslüm, V/131; Ahmed, lV/241
[1797] feth-ül Kadir, 1/454 den tec. ter. lV/336
[1798] krş: Buhari, lll/88, müslim Vll/3 v.s.
[1799] krş: İbn-i Hibban "Sahih" 753, Hakim, I/353
[1800] ten. ter. lV/277
[1801] a. g. e. lV/460
[1802] İbn-i Ebi Şeybe "el-musannaf" lV/73; Buhari: "edeb-ül-müfred" 75; İbn-i Hibban "Sahih" 709 v.s.
[1803] Buhari, 1/89-90; Müslim, lll/51-2; İbn-ül Carud 261 v.s.
[1804] Ebu Davud ll/64, Ahmed, 427
[1805] İbn-i mace I/479-480, Ahmed hn: 5668
[1806] Beyhaki IV/74
[1807] "Böyle musikî eşliğinde cenaze götürülmeye kalkışıldığında, buna mani olmak için çalışılmalı, başaramazsa Hanefi, Şafii ve maliki imamlara göre cenaze teşyiinden dönmemeli, fakat Hanbeli bu kötü duruma engel olamazsa refaket etmesi ona haram olur" demişleridir (el-mezahib-ûl-Erbea: 1/533)
[1808] Buhari hn, 653, müslim hn : 944, Ahmed: N/240
[1809] Buhari, hn: 652; Nesai I/270; Ahmed 111/41
[1810] İbn-i Hibban "Sahih" 764; Teyasin, hn: 2336
[1811] krş: Ebu Davud ll/65; Nesai 1/271; Tehari 1/276
[1812] Tec. ter. IV/456
[1813] a. g. e.
[1814] el-mecmu' V/271
[1815] Ahmed, tec. ter. lV/456
[1816] Ebu Davud'dan, tec. ter. IV/456
[1817] İbn-ül-Kayyin "zad-ül mead"
[1818] Ebu Davud ll/65, Nesaî 1/275-6, Tirmizi 11/144 İbn-i mace 1/451 Tehavi 1/278, Ahmed lV/247
[1819] Tehavi 1/278
[1820] Buhari, 111/88 v.s.
[1821] İbn-i Ebi Şeybe "el-musannef" lV/1011, Tehavi 1/279
[1822] Birgivi, Kılıç Ali, no: 1035 V: 100a
[1823] Tec. ter. lV/455
[1824] a. g. e.
[1825] Birgivi a. g. r. V: 10a
[1826] İbn-ül Abidin 833, Halebi Kebir 592, Tahtavi 333, Dürret-ül-fahire 211, el-fıkh 1/530, bir kısım fakihler bunu "Kim bir cenazeyi kırk adım kadar taşırsa kırk büyük günahı örtülür hadisinden istidlal etmişlerdir. "Bedai'"den "Bahr-i Raik" ve "Şerh-ül-münîyye" de nakledilmiş, "Haşiye" de olduğu gibi [1/833] bunu Ebu Berk en-Neccad rivayet etmiş, bundan sonra fıkıh kitapları birbirinden nakletmişlerdir. Ne yazıkkı, hadisin durumuna işaret etmeden almışlardır. Halbuki bunda Ali b. Ebi Sare varki bu zayiftir. Bu bakımdan bu nakil doğru olmaz. Zehebi gibi bir kısmı bunu inkâr etmişlerdir. Bunun için biz bu hadisi "Cami-üs-sağir" içindeki mevzu hadislerden saydık. (Elbani: kitab-ül-cenaiz, S. 249)
[1827] Feyz-ül-Kadir, 1/228
[1828] el-mezahib-ül-Erbea 1/530-1 (Hanefilere göre)
[1829] a g e
[1830] Ebu Davud ll/64-5, Hakim 1/355, Beyhaki lV/23
[1831] Müslim 111/60-1; Ebu Davud 11/65; Nesaî: 1/284; Tirmizi 11/137
[1832] el-fıkh I/522-3
[1833] Ahmed. hn: 1578
[1834] Tec. ter. lV/450
[1835] Birgivi, risale-i itikadiyye, Kılıç Ali paşa No: 1035 V: 99a
[1836] el-fıkh, 1/532-3
[1837] Beyhaki: lll/74
[1838] Tahtavi, 332
[1839] Müslim 111/136, Buhari tec. ter. lV/437
[1840] Tec. ter. 111/441 (Daha bir çok rivayetleri sıralamaktadır)
[1841] a. g. e. lll/442
[1842] Müslim 111/136; İbn-i mace, 1/468; Tehavi 1/383; Tevalisi 150; Ahmed 631 v.s.
[1843] bk: tec. ter. IV/444-6
[1844] Buhari, tec. ter. IV/446-7 (Bütün imamların görüşleri için a. g. e. bk)
[1845] krş: Buhari, Vll/240-1; Ahmed lV/129
[1846] Ahmed, hn: 807; Ebu Davud; 11/70; Nesaî, 1/282-3
[1847] Tirmizi, ll/129
[1848] Ahmed. lll/397
[1849] Müslim ll/208; Ebu Davud ll/66; Nesaî, 1/283
[1850] Müslim, lll/50; İbn-ül Carud, 268 v.s.
[1851]İbn-i mace'den tecrid, lV/476
[1852] Aynî, lV/135 den tec. ter. lV/477
[1853] krş: İbn-i mace 1/464; Tirmizi 11/157
[1854] krş: Al-i Îmran: 3/185
[1855] Ebu Davud, ll/70; Nesai, 1/283
[1856] Ebu Davud, ll/83
[1857] İbn-i mace, I/472; Tehavi, IV/45 v.s.
[1858] krş: Buhari, 111/163; Ahmed, V/147
[1859] Hakim, l/362; Beyhaki, lV/35
[1860] krş: Ahmed, Vl/144; Buhari X/l01 v.s.
[1861] Mahalli, V/173
[1862] Ebu Davud, ll/70; Tirmizi, ll/152; İbn-i mace, 1/470
[1863] krş: İbn-i Hibban "Sahih" 2160, Beyhaki, 111/410
[1864] Geniş bilgi için bk: tec. ter. IV/601-611, Beyhaki, IV/3
[1865] krş: Ebu Davud ll/69, Beyhaki lll/412
[1866] Bu hadisin doğru olmadığı hakkında bkz: "Zad-ül mead" 1/206 Nevevi ve diğerleri zayıf görüyorlar. San'ani "sübül-üs-selâm" 161-2, Elbani "silsiIet-ül-Ehadıs-ıd-Daife" No: 599
[1867] Şeyh Alî Mahfuz, el-ibda' (beşinci baskı) S. 241
[1868] Ebu Davud, ll/70; Hakim, l/370
[1869] krş: Ebu Davud, 11/281; Hakim, I/37-40 v.s.
[1870] bkz: İbn-i Teymiyye. "ihtiyarat-ül-ilmiyye"
[1871] Buhari, tec. ter. IV/479
[1872] Müslim, hn; 970
[1873] Tec. ter. lV/481
[1874] Müslim, lll/150 hn: 971
[1875] Müslim, 111/157, hn: 977/106
[1876] a. g. k. hn: 976/108
[1877] Ebu Davud, II/72, 131; Nesal, 1/285; Ahmed, V/350; Nevevi, -mecmu, V/310
[1878] Ahmed, 111/38; Hakim, 1/374
[1879] Hakim, 1/376; Ahmed, 111/237
[1880] Hakim, 1/376; Beyhaki, IV/78; diğer rivayet; İbn-i mace, 1/475
[1881] Müslim, 111/152
[1882] Tec. ter. lV/372
[1883] a. g. e. lV/373
[1884] krş: Nesai 1/196; Hakim I/384
[1885] Buhari, tec. ter. lV/376; Müslim lll/39; Ebu Davud II/58
[1886] krş: Hakim l/384
[1887] Müslim, hn: 920; Ahmed, VI/297; Beyhaki, lll/334
[1888] Ahmed, hn: 1750
[1889] Ahmed, el-İnsaf, ll/564
[1890] Kabir b. bkz.
[1891] Ahmed VI/252
[1892] Müslim 111/152-3, Nesai: I/287, Beyhaki: lV/79 Ahmed: VI/180
[1893] Müslim: 111/155; Nesai, I/286; Ahmed, VI/221
[1894] Müslim: lll/65; İbn-i mace 1/469; İbn-ü-ebi Şeybe lV/138: Ahmed V/353
[1895] Müslim 11/188, Tirmizî, I.V/42, Ahmed ll/284
[1896] Müslim 11/188
[1897] Hibani "kitab-ül cenaîz" S. 193 (dip not)
[1898] Ebu Nuaym (11/213) tahric etmiş, mevzu hadistir. Bu hadisi İbn-üd-Daris: "fedail-ül-Kur'an"da, Habib VI/187 de rivayet etmiş.
[1899] bkz: Zehebî: "mizan" Hafız İbn-i Hacer: "Lisan" Suyuti "Zeyl-ül-ehadis-ıl-mevduati", İbn-ül ırak, Tenzih-üş-Şerîat-ıl-merfuatı, an-ıl-ahadis-ış-Şeniatı knevduatı" v.s. den Elbanî, S. 193
[1900] İbn-i Eatle, el-lbane an usul-id-Diysne, 11/112 Harevi, Zemm-üI-Kelâm, II/36
[1901] Elbani: "el-Ahadîs-ül-mevdua ved-Dsife" S. 66 hn: 50 (adı geçen hadis üzerinde gsniş açıklama vardır)
[1902] krş: Ahmed. VI/92, muvatta, I/239-240
[1903] İbn-ül-mübarek, zühd, X/10, Buhari; edeb-ül-müfred, Ebu Davud, 1/551 v.s.
[1904] Nevevi: "el-mecmu" V/311
[1905] Zağferani: "kitab-ül-cenaiz"
[1906] bkz: İbn-î Teymiye: "el-Kaîdet-üI-Celiletû, fittevessilli Ve-l-Vesiletî, S. 125
[1907] Buna yaklaşık bir izah için bkz: Ahmed Şakir, Tirmizi üzerinde yaptığı talikte 1/103 Elbani: Ahkam-üI-Cenaiz, 200-201 (dip not)
[1908] Ebu Davud 11/71, Beyhaki, lV/57
[1909] İbn-i Teymiye -iktîda" 122
[1910] Heytemi "zevacîr" l/171
[1911] Elbani: "cenaiz" 204
[1912] Müslim: 111/149
[1913] Ebu Davud, 11/71, Nesai, 1/284
[1914] Mahalli, V/33
[1915] Mesaîl, 158
[1916] Ebu Davud, 1l/69
[1917] Nevevi, V/298
[1918] Müslim111/61; Ebu Davud, ll/70; Tirmizi 11/153
[1919] Ahmed VI/21
[1920] Müslim 111/150, Ebu Davud 11/71, Beyhaki lV/79
[1921] Müslim 111/150
[1922] Şevkâni lV/57
[1923] Ümm, I/246
[1924] Asar, S. 45
[1925] Sübül-üs-selâm, 1/210
[1926] Zevacir 1/143
[1927] Bütün bunlar için bkz: el-Beni, 203-211
Bütün bunlar için bkz: el-Beni, 203-211
[1928] Haşr: 59/II
[1929] İbrahim: 14/42
[1930] Kabir ziyareti b. bkz
[1931] Müslim, VII/220-1; Ebu Davud, ll/240
[1932] Buhari, tec. ter. Vl/284, Ebu Davud l/376
[1933] bkz: tec. ter. VI/264
[1934] Ebu Davud, l/108; Nesai, ll/211 vs
[1935] Buhari tec. ter. lV/600, V/
[1936] Mislim, V/73: Buhari, edeb-ül-müfred, 8: Ebu
[1937] Müslim, lll/208; Nesai, 1/355; Darimi, 1/126 v.s.
[1938] bkz. H. M. Mahluf, Şer'i Fetvalar, s. 157 v.d. fetva, No. 73, 74.
[1939] bk. Elbani, cenaiz, S. 187 (dip not) hadisin geniş tahlili yapılmaktadır.
[1940] Medhal, I/286: İbda; 135
[1941] İbda: 99
[1942] bk: S. 130
[1943] el-Ehadis-üd-Daife, no: 1291
[1944] İmam-ı Birgivi bunu "ahval-ü-Etfal-il-müslümine" S. 229 da nakletmiş ve derki: "Ha" berde geldiğine göre ikim bir müminin kabrini ziyaret eder - yukarıda geçen duayı okursa Allah ölüden sure öflenecek zamana kadar azabı kaldırır" Bu, hadis kitaplarında aslı bulunmuyan batıl bir hadistir. Bidatin aleyhine bu kadar dil dökmüş ve eser vermiş olan Birgivi'nin böyle bir uydurma hadise yer vermesini anlamıyorum (Elbani, 259)
[1945] krş: Neyl-ül Evtar, lV/79; Elbani, 260 (geniş bilgi için bk. Mahluf a.g.e. Bu husustaki çeşitli görüşleri almıştır. Sayın müftü hediye edileceği kanaatındadır, fetva: 74)
[1946] et-Tevessûl-ü ve-l-vesiletü, 111; ihtiyarat, 54
[1947] İbn-i Teymiye "fetava" 354
[1948] a. g. e.
[1949] İhtiyarat, 55; İbda; 95-6
[1950] er-Reddü ala el-Ahinnaî S. 82
[1951] İbda' S, 264
[1952] Konunun giriş kısmına bk.
[1953] İ. Hami Danışmend, Türkiyat ve İslâmiyat tetkikleri
[1954] Şerh-ü-Tarikat-ıl-Muhammediyye, 1/114-5
[1955] Ahmed'den, Tefsir-ül-menar, Vlll/267
[1956] İbn-i Teymiye, fetava, 1/174; ihtiyarat, 53
[1957] İbda; 98
[1958] İktida, 176; İbda', 90
[1959] İhya, 1/244
[1960] el-vesiletü, 17; el-iğase, 1/201
[1961] İğase, 1/201
[1962] Hadimi, lV/326
[1963] krş: Elbani, 206
[1964] krş: Zebebi, Telhis-ül müstedrek: İbda' 95
[1965] Medfıal, 111/273; İbda', 88
[1966] Medhal, 1/263; İbda1, 166
[1967] İbn-i Hacer, Zevacir, 1/1134
[1968] İbda' S. 222 (Beşinci baskı) İktida: 57: Şatibi: l/372
[1969] Medhal, lll/262-3, ayrıca bkz.: Bolevi, kitab-ül cenaîz v. 61ab, Sü/Darül mesnevî. No. 100
[1970] Sünen 67, Sen'ani, Sübül-üs-Selâm 384
[1971] İbda' 222,
[1972] Elbani 251
[1973] İktida, 183, Keşf-ül Kîna 11/134
[1974] Hadimi, Şerh-ü-Tariket-ıl-Muhammediye, 322
[1975] Islâh-ül-mesacîd, 281-3
[1976] Sefer-üs-Seade: 57, medhal I/266-7
[1977] İbda' 125