- İslâm Ve Devlet
- İslâm'ın Devlet İle İlgili Yasamalarının Bazı Özellikleri
- A) Hükümlerin Esnekliği
- B) Hükümlerin Azlığı
- C) Hükümlerin Genellik ve Sürekliliği
- D) Devlet ile İlgili Hükümlerin İslâm'dan Ayrılmazlığı
- DEVLETİN UNSUR VE FONKSİYONLARI
- Devletin Gereği
- Devletin Tarifi
- A) İnsan Unsuru
- B) Toprak Unsuru
- C) Hâkimiyet Unsuru
- D) Devletin Kişilik Unsuru
- Devlet Unsurlarının İslam'a Göre Açıklaması
Â) İslâm Devletinde İnsan Unsuru
- Müslüman Tebâ:
- Müslüman Olmayan Tebâ (Zimmî):
- B) İslâm'ın Vatan Anlayışı
- C) İslâm'ın Hâkimiyet Anlayışı
- Hâkimiyetin Anlamı ve Tanımı:
- İslâm Anlayışında Hâkimiyet Türleri
- Çeşitli Hâkimiyet Anlayışları
- Teokratik Hâkimiyet Anlayışı
- Demokratik Hâkimiyet Anlayışı
- Marksçı Hâkimiyet Anlayışı
- Genel Bir Eleştiri:
- İslâm ve Diğer Siyasî Düşünüşler
- İslâm ve Lâiklik
- İslâm ve Demokrasi
- İslâm ve Teokrasi
- İslâmî Hâkimiyet
- İslâm Devletinin Kişilik Unsuru
- İlk İslam Devleti
- Devletin Fonksiyonları
- A) Teşri' (Yasama)
- B) İcra (Yürütme)
- C) Kaza (Yargı)
- D) Mâlî Tasarruf
- E) Kültürel (Harsî) Fonksiyon
- F) Murakebe Yetkisi
VII. Tek Ümmet, Tek Devlet, Tek Halife
- C) Hilâfet Türleri
- D) Halîfenin Belirlenmesi
- Râşid Halîfeler Dönemi
- Hz. Ebû Bekir'in Seçimi
- Hz. Ömer'in Seçimi
- Hz. Osman'ın Seçimi
- Hz. Ali'nin Seçimi
- Sonuç
- Halifeliğe Geçiş Yolları
- Bey'at Veya Seçim
- Şûra Usûlü
- İstihlâf Yolu
- İstîlâ Yolu
- E) Halîfe Adayında Aranan Şartlar
- İslâm
- Erkeklik
- Teklif
- İlim
- Adalet
- Kifayet (Yeterlilik)
- Vücut Sağlığı
- İhtilaflı Şartlar
Halîfe Kureyş'ten mi Olmalıdır?
- F) Halîfenin Hak ve Görevleri
- G) Halifelik Süresi
- Şûra
- A) Şûra'nın Meşru Olmasının Kaynağı
- B) İstişarenin Hükmü
- C) Şûra Uygulaması
- Saadet Asrında Şûra Uygulaması
- Günümüzde Şûra Uygulaması
- D) Şûrâ Meclisi
- Şûrâ Üyelerinin Nitelikleri
- İslâm: .
- İlim:
- Adalet:
- Şûra Meclisine Bağlı Komisyonlar
- Karar Alma ve Kararların Bağlayıcılığı
- Kararların Özellikleri
- E) İstişare Konusu
- BEY'AT
- Bey'atın Anlam Ve Uygulaması
- Bey'atın Muhtevası
- A) Seçmenlerde Aranan Şartlar
- Mükellef Olmak
- Âdil Olmak
- Bilgi ve Görüş Sahibi Olmak
- B) Seçim Şekli
- Şûra Heyetinin Seçimi Ve Meclîs Başkanlığı
- Adaylık Problemi
- Partiler Ve Propaganda
III. Halîfenin Ve Hükümetin Düşmesi
- A) Halîfenin Azlini Gerektiren Nedenler
- B) Bedenî Noksanlıklar Dolayısıyla Halîfenin Azli
- C) Hukukî Tasarruflarındaki Eksiklik Dolayısıyla Halîfenin Azli
- D) Fâsıklık Dolayısıyla Halîfenin Azli
- E) Halîfenin Kendi İsteğiyle Görevden Çekilmesi
- F) Azl Yolu
- Hükümet (Ulul-Emr)e İtaat
- Teb'anın Hakları
- A) Mârufu Emr, Münkerden Nehy
- B) Yöneticilere Karşı Çıkış (Hurûc)
- Hükümete İsyan
İSLAM DEVLET YAPISI
İkinci Baskı İçin
"Bizi bu doğru yola ileten Allah'a humdolsun. Zaten Allah bize hidâyet vermemiş olsaydı, biz kendiliğimizden bu doğru yolu bulamayacaktık." [1]
"Allah'a hamd, seçtiği kullarına da selâm olsun." [2]
Allah'ını senin seçkin Rasulün, son Nebin, doğru yola ileten tek önder Muhammed Mustafa'ya sonsuz salât ve selâm; aile halkına, ashabına ve Kıyamete kadar onların izinden gideceklere de salât ve selâm olsun...
Elinizdeki bu mütevazi çalışmanın ilk baskısı 1979 yılında yapılmış ve kısa bir süre içerisinde tükenmişti. İkinci baskısını yapmak-çeşitli nedenlerden ötürü-bugüne kadar mümkün olamadı.
Daha müsait şartlarda, tasarladığım şekilde genişletmeyi arzuluyordum. Ancak bir türlü imkân ve fırsat bulamadım. Bu arada bazı kardeşlerim ikinci baskısını yapmanın faydalı olacağını yeri geldikçe söylüyorlardı. Bense istediğim şekle sokabilmek için fırsat kollayıp durdum... Nihayet "tümüyle gerçekleştirilemeyen tümden terk edilmez" hükmünü gözönünde bulundurarak, kitabı yeniden gözden geçirip gerek göreceğim bazı düzeltme ve eklemeleri yapmaya karar verdim. Kitabın ilk baskısındaki iskeletine dokunmadım... Bu haliyle de faydalı olmasını Rabbimden niyaz ederim. Çünkü O, duaları işitip kabul edendir.
"Rabbim, ilmimi artır." [3]
"Rabbimiz bize dünyada da bir iyilik ver, âhirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru!" [4]
18 Muharrem 1409
30 Ağustos 1988
- B.Eryarsoy
Birinci Baskının Önsözü
Hamd Alem1erin Rabbi Allah'a...
Salât ve Selâm, son peygamber Hz. Muhammed'e. O'nun âline ve ashabına...
Elinizdeki mütevazi çalışmanın hedef ve gayesi:
"İslâm Devlet Yapısı" hakkında özlü, açık-seçik fikirler vermektir. Bunu başarabildiysek, Allah'a fazl-u kereminden dolayı hamd ederiz.
Çalışmamızda, söylemek istediklerimizi âyet ve hadislerle belgelemeye özellikle dikkat etmeye çalıştık. Daha doğru bir ifade ile:
Bütün söylediklerimizin Kur'ân ve Sünnetin dışında kalmamasına, onlara ters düşmemesine gayret ettik. Kur'ân ve Sünnetin dışında kalan kaynaklar arasında ise herhangi bir fark gözetmedik. Yani faydalandığımız kaynakların eski müelliflerin eserleri olmaları ile, çağdaş İslâm yazarlarının eserleri olması konusunu fazla önemsemedik. Hangisinde konumuzla ilgili, faydalanabileceğimiz bir şey bulabildiysek onu değerlendirmeye çalıştık. Ancak, konumuzu doğrudan ya da dolaylı ilgilendiren eserlerin tümüne eğilme imkânına maalesef sahip olamadık. Bu eksiklikleri imkân ölçüsünde zamanla gidermeye, Rabbimizin lütfuyla muvaffak olacağımızı ümid ederiz...
Çalışmada ele alınan hadislerin özellikle sahih eserlerden olmasına ve doğrudan kaynaklarından alınmasına, gücümüz oranında gayret ettik. Fakat bazı hadisleri, onlardan, nakleden kaynaklardan almak zorunda kaldığımız da oldu. Ancak bunlar - görüleceği gibi çok azdır.
Sahîh eserlerden derlediğimiz hadislerin kaynağını Kitab (K) ve Bâb (B) numaralarını vererek gösterdik. Ancak Buhari ve Tirmizî'den alınan hadîsler, müstesnadır. Buhârî'de kitab ismi ve numarasını birlikte kayd ettik. Bâb numaraları ise tarafımızdan yapılan sayıma göre verilmiştir. Tirmizi'de ise yalnızca kitab ismi ve bâb numarası verilmiş olup, kitab numarası gösterilmemiştir. Geriye kalan (Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâceh ve Dârimî) hadis kitablarından alınan hadislerin, kitab ve bâb numaraları ise; A. J. Wensick'in Miftâhu Künûzi's-Sünne'sindeki numaralar esas alınarak verilmiştir. [5] Okuyucularımızın bu hususu göz önünde bulundurmalarını rica edeceğiz. Bu ve diğer kaynaklar hakkında yeterli bilgi Bibliyografya kısmında verilecektir.
Neden böyle bir konuyu seçtiğim sorulacak olursa, şu cevabı verebilirim:
Böyle bir konuyu seçmemin iki nedeni vardır ve bunlar birbirleriyle yakından ilgilidir.
Birincisi: Pek çok müslüman gibi bu konu benim de kafamı kurcalamıştır. Bu nedenle konu ile ilgili gördüğüm, bulabildiğim her eseri, hatta her ilmi makaleyi bile büyük bir susuzlukla okumuşumdur. Okuduklarımı değerlendirmeye, gereken yerleri not almaya çalıştım ve bu böylece aralıklı da olsa-birkaç yıl sürdü... Şimdi de bu haliyle okuyucunun önüne çıktı. Elbetteki bütün eksiklikleriyle...
İkincisi: İnsanımızın kafasında konu ile ilgili bazı soruları, doğru ve İslâm'ın özüne uygun bir şekilde kaynakların ışığında cevaplandırmaya çalışma isteğidir. Bu tür soruları, tam anlamıyla ve bütün açıklığıyla, herkesi tatmin edecek bir şekilde cevaplandırdığımız iddiasına sahip olamayız.
Fakat bir ölçüye kadar cevaplandırmak istedik. Başarabildiysek, bunu Allah'ın lütfü olarak değerlendiriyoruz...
Diğer taraftan müslüman, kendi dinini ve hayat nizâmını tanımakla yükümlüdür. Tanıdığı kadarıyla da tanıtmak. Bu görevi yapmaya çalıştık.
Çalışmanın muhtevasında anlatılan yalnızca İslâm'dır. Mevcut vakıalarla ve diğer beşerî düzenlerle herhangi bir şekilde bağlantı aramamak ve kurmaya çalışmamak gerekir. Çünkü İslâm'ın, günümüz dünyasının bu şekli almasında hiçbir rolü olmamıştır, yani günümüz müslümanlarının-dünyanın her tarafında-içinde bulunmak zorunda kaldıkları düzenlerin hiçbirisi, İslâmî bir uygulamanın kendisi değildir. Her şey İslâm'ın dışında cereyan etmiştir. Bu nedenle İslâm ile günümüz şartları arasında herhangi bir bağlantı kurmamak gerekir. Zıtlık aramak da boşunadır. Çünkü iman ile küfür arasında hiçbir uygunluğun olamayacağı açıktır, iki kere iki dört eder gerçeğini ispatlamaya çalışmak kadar gereksizdir...
Bu çalışma ile İslâm dâvasına en ufak bir katkıda bulunabildiysek görevinin bir bölümünü yapmış olmanın huzurunu tatmak mutluluğuna ereceğiz...
Son olarak Rabbimizden:
Amellerimizi kendisi için hâlis kılmasını ve rızâsına uygun çabalarımızı hızlandırmasını dileriz. Çalışmak bizden, başarı Allah'tandır.
"Önünde de, sonunda da hamd yalnız Allah'ındır!"
- Evvel, 1398
Şubat, 1978
M.B. Eryarsoy
Giriş
Hemen her türlü konunun nazarî planda ele alındığı ve felsefe adına işlendiği bir sırada, insan aklına nefis ve hevanın galebe çalıp bunların putlaştırıldıkları bir dönemde Hz. Muhammed (s) in peygamberliğiyle insanlara tüm mükemmelliğiyle tekrarlanan İslâm, ilk insandan beri fıtrî düzene olan ihtiyacı yineleniyor ve meselenin insan gücünü, aldım, her türlü kabiliyet ve istidadını aşan bir mesele olduğunu gündeme tekrar getiriyor, insanın arayışının Vahyin doğrultusunda olması gerektiğini bildiriyordu. İnsanların felsefe adına dinledikleri güzel sözlerin, tatlı hayallerin pratik hayatlarına pek etkisi olmuyordu. Diğer taraftan, meseleleri bu şekilde ele alan ve ortaya koyan kimselerin de öyle bir endişe taşıdıklarını söylemek imkanı da pek yoktur. Başka bir deyimle, insanlar düşünce adına demogoji, "felsefe için felsefe" yapıyorlardı.
Hz. Peygamber, İslâm'ı son peygamber sıfatı ile tebliğ ederken insanın fikir yapısı bu idi. İnanç, amel, ahlâk, ibadet, sosyal ve siyasi yapısı ile ilgili sapıklıkların ele alınması ve bunların ortaya konulması; apayrı bir iş ve başlı-başına bir konudur.
İşte böyle bir dönemde insanları İslama davet eden Hz. Peygamberin "tebliğlinde, her şey hayatın gerçeğine ve insan fıtratına uygun olarak sunuluyordu. Üstelik bu, bütün çağlara ve insanlara da yeterli gelebilecek ona sarılıp bağlandığı ölçüde inananlarını-kelimenin tam anlamıyla-mutluluğa ulaştırabilecek bir hüviyette idi. Bu hüvviyetini günümüzde bile aynı şekilde korumakda, kıyamete kadar da koruyacaktır. Bir müslüman için bunda şaşılacak bir taraf olamaz. Çünkü onun herşeyiyle inandığı ve uygulamak çabasında olduğu "İslâm", herşeyi bilen [6] bu "dini" Kıyamete kadar koruyacağını bildiren [7] Allah tarafından, kendi katında geçerli olmak üzere seçtiği [8] ve kemale erdirdiği ebedi hayat düzenidir. [9]
Kendi kendine yeterli ve herşeyiyle yalnız kendisine benzeyen bu İlahi Düzen elbetteki fert ve toplum hayatında bir bütün olarak var olabildiğinde bir anlam ifade eder. Onun böyle bir anlamı ifade ettiği dönemler, insanlık tarihi içerisinde bizlere pek uzaklarda değildir. Bu dönemde insanlar "saadet asrı"nın bütün nimetlerinden faydalanmış ve bunların örnekleri bize kadar gelmiştir. Fakat şu anda-özellikle şu anda-İslâm, bir bağlısı için tarih olmaktan öte, çok şeyler ifade eder. Müslüman, ondan uzak kalmışlığın ve bırakılmışlığın verdiği elem, ıstırap ve zilletten bir an önce kurtulmak için "tağut'ların her türlüsüyle hayatının her döneminde mücadele etmekle yükümlümlüdür:
"Ta ki din" (şunun bunun değil), yalnızca Allah'ın oluncaya kadar. [10]
Bu yüce ve İlâhî hedefin müslümanlar tarafından gerçekleştirilebilmesi, onların İslâm'ın öngördüğü gaye ve şekil içerisinde teşkilatlanmalarına, diğer bir ifade ile "devlet olmalarına" bağlı olan bir şeydir. İşte biz, bu kısa çalışmamızda müslümanlara ve bu arada İslama ilgi duyanlara, İslâm yapısının temel taşlarından bir tanesinin niteliklerini vermeye çalışacağız. Bu arada bazı mukaddimelere de hızlı bir şekilde değinerek yer vereceğiz. Başarı Allah'tandır.
I. İslâm'ın Muhtevası Ve Bütünlüğü'
Âlemlerin Rabbi Allah tarafından bütün insanlara evrensel bir din olarak tebliğ edilen İslâm [11] muhtevasıyla insan hayatının her safhasını ele almış, gereken açıklamaları vermiş, rehberliklerde bulunmuştur.
Herşeyiyle kendine has bir anlam taşıyan İslâm birkaç kelime ile anlatılmaya çalışılacak olursa-ki bu kelimelerin her biri aynı zamanda İslâm ilimlerinin bir tanesinin adıdır-itikadat (inançlar), ibadat (ibadetler), muamelat (insanlar arası her türlü ilişki), mücazat (suç ve cezalar), ahlakiyat (güzel ve güzel olmayan huylar) ve siyasat kelimeleriyle ifade edilir. [12]
Bunlardan itikadat akaid ve kelam ilimlerinin, ibadat, muamelat, mücazat, kısmen ahlakiyat ve siyasat ise, fıkıh ilminin konuları arasındadır. Ayrıca akaid, fıkıh ahlak ve siyasat konularından tek bir tanesinin ele alındığı eserler de az değildir. Üzerinde durmakta olduğumuz konu ile ilgili yazılmış klasikler genellikle:
el-Ahkamu's-Sultaniye, es-Siyasetü'ş-Şer'iyye, vs... adları altında işlenmiştir.
Bu konuda yazılmış olan eserlerin de elbetteki ilk kaynağı Kitab ve Sünnet'tir. Raşid halifeler dönemindeki sahabe uygulamaları ile müctehid imamların ictihadları da İslâm fıkhının genel malzemesi içerisinde yeraldığından, İslâmî yönetimin nitelik ve özelliklerine dair yazılmış ya da bu konuya da yer ayıran kaynakların bunlardan yararlanacağı tabiidir. Bu konuda eser vermiş bazı müelliflere ve onların eserlerine -ismen de olsa - işaret edip geçmenin, bu konuda yapılagelmiş çalışmalara dair bir fikir vermesi bakımından faydalı olacağı kanaatindeyiz.
"İmamet" meselesi itikadi-kelamı bir mesele olarak kabul edilegeleliğinden akaid ve kelam âlimlerinin, kendi konularına dair yazdıkları eserlerinde de bu meseleye yer verdiklerini görüyoruz. Kadı Ebu Bekr Muhammed el-Bakıllani (v. 403 H) "et-Temhid..." adlı eserinde, Ebu Mansur Abdulkadirel -Bağdadi (v. 429 H) "Kitabu Usüli'd Din"de, Îmamu'l-Haremyn Abdülmelik el-Cuveyni (v. 478 H) "el-İrşad..." adlı eserinde, Ebu Hamid el-Gazzali (v. 505 H) "Fedaihu'l Batıniyye" ile "el-İktisad fi'l İ'tikad" adlı eserleri ile başkalarında bu konuya dair açıklamalarda bulunmuşlardır. Diğer taraftan bu konuda fıkıh uzmanlarından kimi bağımsız eserler yazmış, kimisi de fıkhın bütün konularını içeren eserleri arasında buna da ayrıca yer vermişlerdir. Bunların bazılarına da şöylece işaret edelim:
Kadı Ebu'I-Hasen el-Maverdi (v. 450 H) ile Kadı Ebu Yala el-Ferra (v. 458 H)'nın aynı adı taşıyan "el- Ahkamu's-Sultaniyye"leri, Takiyyiddin Ahmed b. Teymiyye (v. 728H) nin "es-Siyasetu'ş-Şer'iyye, el-Hisbe, el-Cihad" adlı risaleleri ve konu ile ilgili olarak sorulmuş sorulara verdiği fetvaları, bunlar arasında hatıra ilk gelenleridir. Tarihçiler arasında konuya dair bize geniş bilgi verenleri de az değildir. Bunlar arasında ise bilhassa İbn Haldun'u (v. 808 H) ve onun değerli "Mukaddime" sini hatırlamamak mümkün değildir. [13]
Bununla beraber çağımız İslâm âlimleri arasında da bu konuda eser yazanlar hiç de az değildir. Mevdudi, Abdulkadir Udeh bunlar arasında hatırımıza ilk gelenleridir. Ayrıca Abdulvehhab Hallaf'tan, Dr. Muhammed Fethi Osman'a, Muhammed Esed'e kadar konuya dair eser vermiş pekçok çağdaş İslâm düşünürünü, yazar ve ilim adamını hatırlayabiliriz ki bunlar arasından yararlandığımız eserleri "Bibliyografyada belirttik...
İslâm'ın hayatın her safhasıyla ilgilenmiş olması, -açıkça anlaşılacağı gibi- her safhada bütünüyle uygulanmak için tebliğ edilmiş olmasındandır. Yoksa O, insanın arzusuna baglı olarak kısmen bırakılan, bazan kendisine kulak verip bazan yüz çevrilen bir düzen değildir:
"Yoksa kitabın (Kur'an'ın) bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında bir rüsvaylıktan başka birşey değildir. Kıyamet Gününde de onlar azabın en şiddetlisine itileceklerdir. Allah ne yaparsanız hiç birinden gafil değildir." [14]
Bu yüce buyruk bugün, "İslâm Dünyası (!) diye bilinen, bütün sosyal ve siyasal yapısıyla İslâm'dan uzak dünyanın sefil durumunun nedenini çok açık bir şekilde ortaya koymuyor mu?
Fert planında ise günümüzde kendisini müslüman olarak gören pek çok kişi, İslâm'ı bir inanç ve bir ibadet düzeninin ifadesi olarak kabul etmekle birlikte; insanlığa siyasal, sosyal, kültürel, ahlaki, bir sistem sunabildiğini; fert ve 'toplum olarak ekonomik ve insani ilişkilerini düzenleyebileceği şüphe ile karşılayabilmektedir. Böyle bir, "şüphe"nin baş kaynağı elbetteki İslâm'ı, gereği gibi bilmemektir. Ancak bunun gerçek nedeni ne olursa olsun bu sonuç olarak "Kitab'ın bir kısmına iman ve bir kısmını inkar"dır. Günümüz müslümanı(!) kendisini böyle bir çelişkiden kurtarmak zorunda olduğu gibi; " Kitabı tümüyle kabul eden" şuurlu müminlerin de bu açıdan sorumluluklarının bilincinde olarak davranmaları kaçınılmazdır.
Diğer taraftan, her zaman için "kitab"ı tümüyle red ettiklerini söylemek yürekliliğini çeşitli nedenlerle- gösteremeyenler de vardır. Kayıtsız, şartsız İslâm'ı tanımadıklarını, red ettiklerini söyleyenler de...
Açıkça İslâm'ı tanımadıklarını ifade edenlere bir şey demesek bile, hem İslâm'dan, hem de mutlak bir sapıklık içinde bulunan, Kitab'ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkarı sürdürerek batıldan vazgeçmeyenlere ne demeli?
"Onlar bunun (küfür ile iman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara ne bunlara (mal olurlar)".[15]
Bu zavallıların kendi nefsi arzularının peşinden gittiklerinden haberleri var mıdır acaba?
"Gördün mü o neva (ve heves)ini İlah edinen kimseyi? Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?" [16]
Kendi nevasını, başkasının nevasını ilah edinen edinene.. Oysa onlar kendi nevalarına değil Allah'ın sarsılmaz hükümlerine bağlı olmakla yükümlü değil miydiler? "Evet, Sen bizim Rabbimizsin" diye cevaplandırdıkları soruda verdikleri sözde durmaları gerekmez miydi?
İslâm bütünlüğüyle ele alınmak ister. Allah'a, Peygambere ve özellikle Kitablara imanın ifadesi budur. Bütünüyle kabul edilmeyecek olursa, "Kitabın bir kısmına iman, bir kısmı inkar" edilmiş olur. Bu ikisinin ortası yoktur.
Kur'an, bu şekilde Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar eden yahudi ve hristiyanları; rahib ve hahamlarını ilahlar edinmişler olarak nitelendirir:
"Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini rabler edindiler." [17]
Bu âyet-i kerimeyi Rasulullah (s)'ın ağzından dinleyen Adiyy b. Hatim, bundan sonra Rasulullah (s) in şöyle buyurduğunu bildirmektedir:
"Yahudi ve hristiyanların bilgin ve papazlarına ibadetleri, onların (Allah'ın emirlerine aykırı olarak) helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram kabul etmeleri şeklinde ortaya çıkıyordu. [18]
Bu bakımdan özellikle bir müslüman için inancı açısından İslâmı başka bir düzene yamamak veya bu düzenlere yamamaya kalkışmak, oldukça tehlikelidir.
İslâm bütünlüğüyle bir anlam ifade eder ve bir bütün olarak toplum hayatına hakim kılındığı takdirde umulan sonuçları verir. Bu yalnız İslâm için değil, bâtıl düzenler için de söz konusudur. Örneğin, kapitalist iktisat sistemini, liberalizmi temel felsefe olarak benimsememiş siyasi ortamlarda görmek mümkün değildir...
İslâm'ın başka hiç bir düzende bulunmayan eşsiz bir özelliği de, onun insan fıtratına ve haysiyetine uygun olmasıdır. Kapitalizm ile komünizm arasında can çekişen dünyanın insanları, [19] fıtratlarına aykırı düştüğü için her türlü sefillik ve rezilliğe itilmişlerdir. Batıldan başka bir netice beklemek müslüman için mümkün değildir ama, insan şeklinde görünen bu zavallı yaratıklar, kendilerinden ümitlerini kesip. Allah'ın rahmetine ne zaman teslim olacaklardır?
İslâm'ın fıtrata uygunluğu üzerinde uzun uzun duracak değiliz. Ancak. İslâm'ın insan fıtratına uygun olduğunu, onun gayelerini ifade eden şu beş maddede bulmak mümkündür:
- Nefsi korumak,
- Nesli korumak,
- Aklı korumak,
- Malı korumak,
- Dini korumak.
Câhili düzenlerin tasallutu altında yaşayan günümüz insanlığı için özellikle de müslümanlar için bu beş gayenin varlığından, bunların gerçek nitelikleriyle uygulama alanına geçirildiklerinden söz etmeye imkân yoktur. Çünkü beşerî düzenlerde insanların suç olarak nitelenen davranışları, İslâm'ın belirlediği değer yargılarına göre nitelendirilmiyor. Dolayısıyla, "suç"un niteliği de cezası da, İslâm'ın koyduğu esas, prensip ve değerlere uygun olmaktan uzaktır. O halde insana ve insanın nefsine karşı işlenen suçlar ve bu suçlar hakkında öngörülmüş olan cezalar İlâhî ölçü'ye göre âdil olmaktan uzaktır. Bu bakımdan câhili düzenlerde genel olarak bütün isnanlar için ve bilhassa müslümanlar için "nefsin korunması" diye bir vakıa asla sözkonusu değildir.
Yine, câhilî düzenlerin egemenliğinde neslin korunmasından da hiçbir şekilde söz edilemez. Çünkü câhilî düzenlerde zina ve karşı cinslerin gayr-i meşru platformlarda kolaylıkla bir araya gelmesinden tutun da, -hangi tür ilişki sonucu olursa olsun-dünyaya gelmiş olan neslin maddî-manevî sağlığı ve hayatı, hiçbir şekilde teminat altında değildir. Nesil, İslâmî olmayan, putperest, insanı tuğyana ve tâğûtlara köle eden; yenileyici, kişilik kazandırıcı, insanların menfaatlerine yönelik çalışmalara yönlendirici olmaktan çok uzaklarda; düzenlerin perde arkasındaki azınlığının menfaatlerini kollayıcı bir eğitimin, toplum ve ahlâk düzeninin kurbanı edilmektedir. Savaş tehlikesi, her insanın korkulu rüyasıdır. İnsan keşif ve icatlarının sonucu karşılaşacağı meçhullerle mahvolmanın dehşetini yaşıyor. "Güçlü, süper" denen azınlıklar, dünya servetinin ve zenginlik kaynaklarının büyük bir kısmını tüketirken, milyonlarca insan açlık ve sefaletle baş başa, yüz binlerce insan açlıktan ölebilmektedir. O halde câhilî ve gayr-i İslâmî düzenlerde, "nesil emniyeti" denen gaye de gerçekleşmemektedir.
Dünyada alkol ve uyuşturucu madde alışkanlığının ulaştığı ve bu gidişle ulaşabileceği boyutları belirleyebilmek, oldukça zordur... Diğer taraftan, İslâmî olmayan eğitim ve toplum düzeni ile kitle haberleşme araçlarının doğurduğu korkunç ve tasavvuru güç aklî ve fikrî ortam ile, bunun sonucu oluşan çarpık değer yargıları, hayat felsefesi, inanç ve ölçüler de alabildiğine haktan uzak ve tahrib olmuş vaziyette bulunduğundan, aklın Allah tarafından tesbit edilmiş bulunan fonksiyonunu icra edebilmesine-Rabbimin, rahmetiyle esirgedikleri müstesna imkân yoktur. O halde câhilî, İslâm dışı düzenlerde "akıl emniyeti" de kalmamıştır. Kendisini aklın ve ilmin medeniyeti olarak takdim eden bu iki yüzlü riyakâr uygarlık, bu haliyle aklı gerçek fonksiyonundan uzaklaştırmak ve onu, aslî görevini yerine getirme imkânından mahrum bırakmakla, akim gerçek katili olmuştur.
Câhilî-tâğûtî düzenlerde insanların malı da güven altında değildir, Çünkü câhilî düzenlerde faiz, karaborsa, kumar ve benzeri gayr-i meşru yollarla, makul olmayan aşırı kârlarla ve buna benzer daha pek çok gayr-i insanî yöntemlerle fakirlerin servetleri eritilmekte, hissettirilmeden, farkettirilmeden ellerindeki ekmekleri ağızlarına gitmeden sihirbazın numaralarını andıran türlü gözboyacılıklarla ve üstelik yasaların himayesi altında olmak şartıyla aşırılabilmektedir. Bir yandan kanunların himayesinde her türlü dalavere ile mustaz'afların ellerindeki imkânları eritilirken, diğer yandan da düzenin ayakta durması için gereken bütün fedakârlıklar ve yükümlülükler yine onların omuzlarına havale edilmektedir.
İnsanların belirli bir azınlığı, Karun'u dahi çatlatacak kadar büyük servetlere sahipken, ezici çoğunluk; asgarî ihtiyaçlarını elde edebilmek için dahi, bir ailede yalnız bir kişi değil, kimi zaman küçük çocuklar da dahil çalışmasına rağmen-geceli gündüzlü çalışıp çabalamakta, buna mukabil ve çoğu zaman da asgari temel ihtiyaçlarını sağlayamamakta ve başarılı olamamakta... Diğer taraftan, sürekli olarak tüketim doğrultusunda kabartılan iştahı nedeniyle daima ekonomik bakımdan açık vermektedir. Bunun sonucu olarak daha çok kazanmaktan başka hiçbir şey düşünemeyen ve başka bir hesabı olamayan "robotlaşmış üretken insan" konumuna düşmektedir. Bir yerde kurulu düzen de pek çok dalaveresinin, aksaklığının, zalimlik ve gaddarlığının fark edilmesini önleyebilmek için, bilhassa bu olayı körüklemektedir... Bu cahili tâğûtî düzenler, uyguladıkları kültürel ve ekonomik politikalarla insanın beynini adeta dumura uğratmaktadırlar... Bütün insanlığın âdil ölçülerde istifade edebilmesi için yaratılmış ve gerçekte bu amaç için elverişli olan servet, cahili düzenler tarafından âdil olmayan bir yapılanma içerisine sokulduğu içindir ki, bilhassa bu düzenlerin tasallutu altında yaşamakla imtihan edilmekte olan müminlerin, mallarının korunmasından, mal güvenliğinden asla söz edilemez.
Bütün bu amaçların gerçekleştirilememesi. İslâmî olmayan düzenler için elbetteki tabiidir. Çünkü bu amaçların gerçekleştirilmesini kendisine gaye edinmiş olan tek düzen vardır:
İslâm... Bu dört amaç gerçekleşmediği taktirde beşinci amaç olan "dinin korunması"ndan elbetteki söz edilemez. Çünkü bu beş amacın gerçekleşmesi ancak İslâm'ın eksiksiz ve bütün olarak tüm hükümleriyle, fert ve toplum üzerinde uygulamaya geçirildiği taktirde; nefsin, hevânın ilâhlaştırılmadığı beşerî hiçbir gücün egmenliğinin kabul edilmediği hallerde söz konusu olabilir. İslâm'ın toplumun hayatından, ferdî, ahlâkî, siyasî, kültürel ve ekonomik alanlardan uzaklaştırıldığı yapılanmalar içerisinde İslâm'ın bu ana amaçlarının gerçekleştirilmesini ummak, müslümana yakışmayan bir saflıktan öte, hiçbir yargısı yerli yerinde olmayan bir cahilliktir. Çünkü bütün bunların sağlanabilmesi herşeyden önce insanın sosyal ve ferdi hayatında mutlak düzenleyici unsur olark İslâm'ı kabul etmesine bağlıdır:
"Hak din Allah katında İslâm'dır." [20]
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirctte de en büyük zarara uğrayanlardandır." [21]
II. İslâm Ve İnsanlararası İlişkiler
Kâinatta hiçbir varlık başıboş ve kendisi için tayin edilmiş düzenin dışında olmadığı gibi [22] insanın da belirli bir düzene uyması zorunludur. İnsan dünya hayatında tek başına olsaydı, bir düzenin kurallarına uygun hareket etmesi pek bir önem ifade etmeyebilirdi. Ancak tek başına olmayan, bir toplum içerisinde yer alan insanın, toplumun ahengini sürdürebilmesi için, toplumda benimsenen kurallara uyması gerekir. Ancak bu, yalnız fıtrî nizam için, yani İslâm için mutlak olarak doğrudur. Toplum fıtrî düzenden sapma göstermiş ise, elbetteki bu durumda ferd, peygamberlerin câhili gelenek, anlayış, yaşayış ve inanışlara karşı takındıkları inkılâpçı tavrı takınacaktır. Bunun da başlıbaşına bir konu olduğu açıktır.
Kâinattaki kurulu düzen ve ahenk, insan hayatının ve ilişkilerinin de aynı şekilde olmasını gerektirmektedir. Ancak insan dışındaki bütün varlıklar, Allah Teâlâ'nın kendileri için belirlemiş olduğu hareket çizgisinin dışına çıkmazlarken, insan her zaman için öyle değildir. İlâhî bir lütuf eseri kendisine verilmiş olan akıl ve iradesini bazan, Allah'ın ölçülerinin (Şeriat) dışına taşırmakta, sapmaktadır. İnsan başıboş olmadığını,[23] gayesiz yaratılmadığını [24] idrâk edip, Allah'ın kanunlarına teslim olup, kulluk görevini yerine getirecek yerde bazan bu kanunlardan ve gayelerden uzaklaşabilmektedir. Dolayısıyla o, ya şükretmek veya küfretmekle karşı karşıyadır. Fakat ondan istenen şükretmesidir, İlâhî buyruklarla emredilen de budur:
"Hakikat, Biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işitici ve görücü yaptık. Gerçek Biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister kâfir." [25]
"Allah'tan gereği gibi korkunuz ve ancak müslümanlar olarak ölünüz." [26]
Bu bakımdan insan için iki yol vardır:
Ya hayatını Hak düzene, İslâm'a göre tanzim edecektir veya bâtıl düzenlerin kucağında can çekişecektir. İlâhi düzen tektir, İslâm'dır. İslâm dışında kalan düzenler pek çoktur. İlâhî olmayan düzenlerin temsilcileri, kendisini putlaştıran veya putlaştırılan tâğût'lardır. İslâm bu noktada insanların dikkatini çeker ve onları uyanık olmaya çağırır:
"... İman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp da Allah'a imân ederse o, muhakkak ki kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmış olur." [27]
"Şüphesiz ki bu yol benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. (Başka aykırı) yollara uymayın. Sonra sizi Allah'ın yolundan ayırırlar." [28]
Bu ve benzeri buyruklar, insan hayatında, İslâm'a uymak ile İslâm dışı davranışlarda bulunmamanın ve bu tür yollara sapmamanın özdeş olduğunu hissettiriyor. Bu hissedişin müslümanda şuur haline yükselmesi, onu İslâmdışı herşeye karşı bütün gücüyle direnen bir irade sembolü olmak noktasına çıkartır. Öyle bir irade ki, nefsin ve şeytanın her türlü isteğini red eder, fakat müslüman olmanın sonucu olarak İlâhî irâdeye, yani İslâm'a kendisini teslim eder, bu yüce irâdenin potasında kendi irâdesine istenen şekil ve nitelikleri kazandırır.
Buraya kadar insan hayatının düzen ile olan ilgisini özetlemeye çalıştık. Şimdi de İslâm'ın insanlararası ilişkilere karşı tavrı üzerinde özlü bir şekilde duralım:
İslâm, insanın Rabbine karşı olan görev ve sorumluluklarının üzerinde durmaya değer verdiği kadar, insanın ferdî ve sosyal hayatında hemcinsleriyle olan ilişkilerine de değer vermiştir. Din, insanın hayatının her safhasında izlediği yol demektir. Kelime manası bu olan din ile terim olarak İslâm anlatılmak istendiğinde, izlenmesi gereken yol, şeklinde anlam kazanacağı açıktır. Hz, Âdem'den beri tebliğ edilen İlâhi Dinin değişmez özelliklerinden biri de, onun insan hayatının her safhasını ve her türlü ilişkilerini ele almış olmasıdır, İslâm, insanla yalnız cami içerisinde ilgilenen bir din değildir. O, insanın ferdi, sosyal, ya da diğer türlü, bütün ilişkileri üzerinde durmuştur. Onun insan hayatının herhangi bir safhasını ihmal etmemiş olduğu gerçeğini, muhtevasından çıkartabiliriz.
Ferdin dar çevresinden ve bu dar çevresi ile olan ilişkilerinden başlayarak, onun toplumla, devletle olan ilişkilerinin bütünü ve her çeşidi üzerinde durmuştur. Hatta bunlarla da yetinmeyerek, toplumlararası ilişkiler üzerinde bile, hiçbir hukuk düzeninde görülemeyen bir kararlılıkla durmuş, toplumlararası veya devletlerarası ilişkilerin şeklini açıklamıştır.
İslâm bütün bunları, özellikle fertte geliştirmeye çalıştığı görev ve sorumluluk duygularından hareketle ve bu duygularından faydalanarak gerçekleştirir. O, tüm müminlerinden sonu gelmeyen ihtirasların sonucu "hak isteme"yi telkin etmek yerine, görevlerini yerine getirmelerini ister. Bu arada görevlerini yapmayanlara karşı çeşitli durumlarda takınılacak tavırları da belirler.
İslâm, insanın-türü ne olursa olsun-ilişkilerini düzenlerken,-İlâhi hikmet gereği-bazan etraflı bir şekilde bunlar üzerinde durur, bazan da genel ilkeleri belirlemekle yetinir.
Eğer bir konu Kuran ve Sünnette etraflı bir şekilde ele alınmış ise bu onun insan ve karakterine ve yapısına-şartları ne olursa olsun-uygun olan biricik şeklin o olmasındandır. Buna aile ve miras hukuku ile ilgili İslâm'ın koymuş olduğu hükümleri örnek olarak verebiliriz.
Diğer taraftan, ele alınan konu üzerinde Kur'ân ve Sünnette etraflı bir şekilde durulmamış, yalnızca genel bazı kaide ve hükümlerle yetinilmiş ise, bu, zamanla farklılık arz edebilecek bir durumun var olmasındandır. Buna da örnek olarak, üzerinde durmakta olduğumuz konu ile ilgili hükümleri gösterebiliriz, örneğin, Kur'ân-ı Kerîm, devlet yönetiminde şûrayı vaz geçilmez bir prensip olarak belirlemiş, fakat bunun inceliklerini ele almamıştır. Çünkü İslâm'ın bu noktada asıl üzerinde durulmasını istediği konu, istişarenin gerçekleşmesidir. İstişarenin hangi yollardan gerçekleştirileceği hususu ise, zamanın müslüman yöneticilerinin görüşüne bırakılmıştır, bu konuda ulu'I-emrin görüşleri değer kazanır. [29]
O halde, bu kısa açıklamalardan şu sonucu çıkartabiliriz:
İslâm, insanın ilişkilerini ve olaylar karşısındaki tavırlarını belirlemek isterken, insanın gücünü gözönünde bulundurmuştur. Eğer insan o konuyu çok güç bir şekilde ve pek uzun deneylerden sonra İlâhî gayeye uygun bir sonuca ulaştırabilecekse veya bütünüyle buna varması imkânsız ise, İslâm bu konuda insanı ağır yüklerden kurtarmıştır. Durum bunun aksi ise, insanın aklına ve kabiliyetine güvenilmiş, bu konuda yalnızca kaba çizgileriyle bir taslak eline verilmiş, kendi imkânlarıyla İslâm'a uygun bir şekilde bu taslağı geliştirmesi istenmiştir. Bu durum ise, hem insanı İlâhî irâdeye bağlayıcı, hem de ondaki fıtri güçleri geliştiricidir.
III. Devlet Mekanizması
Normal olarak devletin ne olduğu, daha doğrusu İslâm'ın nasıl bir devlet yapısı öngördüğü bilinmeden bu konu üzerinde durmamak gerekir. Ancak çalışmamızın tümü bu soruyu cevaplandırmağa çalışacağından, burada bir iki noktaya değinip geçeceğiz.
Diyebiliriz ki, ilk insan Hz. Adem'den bu yana, insanların önemli bir kesimi bir devlet mekanizması ile karşı karşıyadırlar. Böyle bir mekanizmanın bugünkü yorumunun tüm kapsamıyla olamayacağı açıktır. Çünkü önceki insan toplumlarının kendilerini aşıp, kendi yapılarından çok daha ileride bir devlet mekanizması ortaya koymaları beklenemez. Daha başka bir ifade ile, Hz. Peygamber'den zaman itibariyle daha önce olan peygamberlerin teklif ettikleri düzen, yalnızca kendi toplumlarının ilişkilerini hedef almış idi. Bu bakımdan onların bütün insanlığa yönelik bir devletlerinin varlığından söz edilemez.
Özellikle İsrâiloğulları peygamberlerine hem peygamberlik, hem de toplumları arasındaki çeşitli anlaşmazlıkları çözüme bağlayıcı bir hükümdarlık veya otorite [30] verilmiş bulunuyordu. Fakat bu, yalnızca İsrâiloğullarına aitti. Evrensel bir nitelik taşımıyordu.
İslâm'ın evrensel bir düzen olmasının sonucu, onun teklif ettiği devletin de evrensel olmak hedefinde olacağı son derece tabiidir. Yani İslâm ilk plânda bütün müminlerin aynı merkezî otoriteye bağlanmalarını ve böylece inançlarını yaşamalarını ister. İkinci plânda da, mümkün olan geniş bir çerçeve içerisinde kendi egemenliğini kabul edecek müslüman olmayan insanları (zımmî) da bu nizamın her türlü nimetinden-dünyada- faydalandırmak ister. İslâm'ın bu hedefi, Hz. Peygamberin yüce ashabı ve çağdaşları için olduğu kadar, Kıyamete kadar gelecek tüm müminler için de söz konusudur. Çünkü bir müslümana Kur'ân-ı Kerim'in gösterdiği yüce ve soylu hedef:
"Fitnenin yeryüzünden kalkması ve dinin yalnızca Allah'ın olmasıdır."
Böyle bir hedefi müminlere işaret etmiş bir düzenin, her zaman ve her yerde uygulanabilecek bir özellikte olması gerekir. Nitekim öyledir de. Üzerinde bulunduğumuz bu çalışmada yol aldıkça, bunun gerçekten böyle olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. İfade etmeden geçemeyeceğimiz bir nokta da şudur ki:
İslâm bütünüyle her çağda uygulanabilme özelliğini hiç bir zaman yitirmez. Çünkü o, herşeyi bütün incelikleriyle bilen yüce Allah tarafından indirilmiş bir dindir.
Devlet mekanizması ile ilgili olarak zaman zaman çeşitli görüşler ortaya atılmıştır, Bunlar arasında özellikle Marksizmin devlet mekanizması ile ilgili görüş ve açıklamaları hatırlanmalıdır. Devlet, marksistlerce, egemen sınıfların sömürülerini sürdürmek için, sömürülerinin kurumlaştırılmış şekli olarak görülür. Marksizmin teori olarak ortaya çıktığı dönemlerdeki devletleri, günümüzdeki devletler, daha açık ve genel bir ifade ile İslâm-dışı bütün düzenlerin öngördükleri devlet tipleri aslında bir sömürü aracıdır. Fakat bu, devletin gereksizliğinin bir ifadesi olamaz. Bunun anlamı:
Devletin, cahili bir şekle bürünmesi halinde, onun bir sömürü aracı haline geleceğidir. "İnsanların birbirlerinin kurdu" diye nitelendirilebileceği beşerî düzenlerde devlet mekanizmasının böyle bir durumda olmasını, hiçbir müslüman garip karşılamaz. Çünkü onun beşerî düzenlerden beklediği başka birşey yoktur. O:
"Hakkın dışında sapıklıktan başka hiç birşeyin bulunmayacağına bütün kalbiyle inanmıştır, çünkü." [31]
Allah'ın, yahudilerin ve buna bağlı olarak bazı şove-nistlerin ileri sürdükleri gibi, seçtiği bir kavmi yoktur. Allah katında en değerli insan, O'nun nizamına kalbiyle, davranışlarıyla en çok bağlı olan, yani en müttakî olan insandır. [32] Bu bakımdan, Allah'ın hükümlerinde bir grup insanın kayırılabileceği şüphesiz son derece yersiz ve mantıksızcadır. İslâm düzeninin uygulanışında herhangi bir kayırmanın söz konusu olabileceğini bir an için düşünecek olsak bile bu, ancak mü'minin, mümin olmayana karşı kayırılması şeklinde ortaya çıkardı. Oysa Hz. Peygamber, İslâm devletinin egemenliği altında yaşamayı kabul eden müslüman olmayan (zımmî)ler hakında şöyle buyurmuştur:
"Bizim lehimize olan onların da lehinedir, aleyhimize olan, onların da aleyhinedir." [33]
Müslüman olmayan bir kimsenin bile hak ve görevler açısından müslüman gibi mütalâa edildiği İslâm Düzeninde öngörülen devlet, elbetteki bir sınıfın devleti değildir. Bu devletin varlığının sebebi ve gayesi, müslümanları dünya nimetleri açısından ileri noktalara ulaştırmak değildir, çünkü. Bu devletin ana gayesi; İslâm'ın emirlerinin uygulanmasından ve böylece insanların asıl şerefli ve nezîh bir hayat sürmelerinin sağlanmasından başka bir şey değildir. Bu amaca yönelik bir devletin, bir gurup insanın çıkarı için çalışacağını düşünmek, insafsızlık olur.
Diğer taraftan devlet, İslâm'ın muhtevasının zorunlu bir gereğidir. Çünkü İslâm-Dr. Y. el-Kardâvi'nin deyimiyle -kendisi ile müntesibi arasında şöyle bir ilginin ifadesidir aynı zamanda:
"İmân, insanın ibadetine, ibâdet ahlâkına, ahlâkı sosyal münasebetlerine olumlu etki eder. Bu sosyal münasebetler, İslâm'a göre kurulmuş devletin varlığını sürdürür ve onu güçlendirir. Devlet ise herşeyiyle insanını ve İslâm'ı himaye eder."
Şu âyet meali İslâm'ın devleti öngörmesinin nedenini ve devletten neler beklediğini çok yalın bir şekilde vurgular:
"Onlar, (o müminlerdir ki) eğer kendilerine yer yüzünde bir iktidar mevkii verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği enir ederler, kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar. Bütün işlerin akıbeti sonunda Allah'a döner." [34]
Namaz, Allah'tan başka hiçbir kimsenin hâkimiyet ve otoritesini tanımamanın; zekât, İslâm toplumunda Allah'ın nimetlerinden yaygın bir şekilde faydalanmanın, iyiliği emr edip, kötülükten vaz geçirmeye çalışmak ise, İslâm'ın emir ve yasaklarını hatta tavsiyelerini bile uygulama ve uygulatma ifadesidir.
Biz inanıyoruz ki; ancak bu özü taşıyan ve ancak böyle bir gayeyi benimseyen bir devlet, insanların temiz olan fıtrî her türlü istek ve arzusunu gerçekleştirebilecek niteliktedir. Onun, insanların birbirlerine karşı zulüm ve baskı aracı olarak kullanılmasına imkân bırakmaz...
IV. İslâm Ve Devlet
Hz. Peygamber (s)in yüce ashabı, İslâm'ın devletsiz olamayacağını çok iyi anlamışlardı. Bu bakımdan onlar, devlet otoritesini sarsacak, diğer bir ifade ile devletin var olmasının nedeni olan İslâm hükümlerinin uygulanmasında gösterilecek herhangi bir gevşekliğe hiçbir zaman göz yummamışlardır. Ashabın Hz. Peygamber (s)in vefatından hemen sonra henüz defnedilmeden kendilerine bir başkan seçmek için toplanmış olmaları, onların müslüman olarak devletin gereğini çok iyi kavradıklarının parlak bir delilidir. Yine Hz. Ebu Bekir (r)in, zekât vermemek için direnenlere karşı savaş ilân etmesi. İslâm hükümlerinin uygulanması konusunda müslüman devletin göstermesi gereken hassasiyete bir örnektir. Üçüncü halife Hz. Osman (r)a atfedilen bir vecize vardır:
"Kur'an'ın men etmediğini sultan (devlet otoritesi) men eder."
Gerçekten de yaratılış itibariyle, karakterleri arasında oldukça büyük farklılıklar bulunan insanların tümü belirli bir tutum karşısında aynı tavrı takınmazlar. Bazıları için bir İlâhî buyruk yeterli iken, diğer bazıları için bu yeterli olmayabilir. Bunun yanında bir de mükâfat ya da ceza hissinin varlığı gerekir. Diğer bazılarına ise bu hussettirmeler de yeterli olmaz. Gerekince bunların uygulanacağına da tanık olmaları ve bunu kesinlikle bilmeleri gerekir.
O halde sürekli var olmayı arzu eden her düzenin "sultan"a, yani siyasî otoriteye mutlak bir ihtiyacı vardır.
İslâm tarihine hızlıca göz gezdiren bir kimse, İslâm adına devlet otoritesinin güçlü olduğu dönemlerde, toplumun da devlete güvendiğini ve İslâm'ın kolayca yaşandığını tesbit edecektir. Bunun aksi dönemlerde ise, toplumun İslâm'ı yaşamakta gevşeklik gösterdiği, bu gevşekliğin zamanla İslâm'dan uzaklaşma ve kopma noktasına ulaştığa görülecektir. "Raiyyenin bozulmasının, yöneticilerin bozulmasına bağlı olduğunu" İslâm bilginleri çok iyi kavramışlardı.
Ebu Ümâme'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır;
"İslâm'ın kulpları birer birer çözelecektir. Her bir kulp çözüldükçe, insanlar ondan bir sonrakini çözmeye kalkışacaklar. İlk çözülecek kulp yönetim, sonuncusu ise namaz olacaktır." [35]
Bu hadis, yönetimin İslâm'dan sapması ile ferdi ve toplumsal hayatın İslâm'dan uzaklaşması arasındaki ilişkiyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Günümüz müslümanlarının durumu bile, İslâm açısından devletin önemini oldukça açık bir şekilde ortaya koyar. Müslümanın inançları ve bu inançların gerekleri olan her türlü iktisadî ve hukukî uygulama, İslâmî olmayan düzenlerde haliyle ortadan kalkacaktır. Müslüman böyle bir durumu benimseyemez elbette. Çünkü o zaman: "Kitabın bir kısmına iman edilmiş, bir kısmını da inkâr edilmiş" olur. Oysa müslümandan istenen: Kitabın tümüne imandır.
Yeryüzündeki müslümanlar bugün kişisel hayatlarında ibâdetlerinin ve bazı yasaklardan kaçınmanın dışında neyi uygulayabilmektedirler? Onların bu durumları bağlısı oldukları düzenin devlet eliyle uygulanmayışından başka bir nedene bağlı olabilir mi? "Eh hamdolsun, namazımızı kılıyor, orucumuzu tutuyor, camilerimiz de açık" gibi laflarla kendilerini avutan kimselere diyecek bir söz pek yoktur.
Ancak müslüman bilmeli ki, inandığı düzenin varlığı, yalnızca onun namazını kılmasına, orucunu tutmasına, hatta bunları büyük bir kolaylık içerisinde yerine getirmesine bağlı değildir. İslâm, imamyla ibadetleriyle, hukukuyla, medenî ve cezaî ilişkileriyle, ahlakıyla... herşeyiyle bir bütündür. Ve yine bu bütün ancak her şeyiyle sosyal hayata yansıdığı taktirde bir İslâm Cemiyetinden, bir İslâm Düzeninden müşahassas olarak söz edilebilir. Yoksa, İslâm pratik hayatta uygulanamayan bir emir ve yasaklar zinciri olarak kalır. Buna da hiçbir müslüman razı olamaz.
Sözün burasında ister istemez Gazzalî'nin şu sözünü hatırlıyoruz:
"İslâm ve devlet biribirinden aynlamayan ikiz kardeş gibidir"
V. İslâm'ın Devlet İle İlgili Yasamalarının Bazı Özellikleri
İslâm'ın devlet yapısı ve bu yapının işleyişi ile ilgili olarak koymuş olduğu hükümlerin bazı özellikleri üzerinde kısaca durabiliriz:
A) Hükümlerin Esnekliği
İslâm'ın devlet yapısı ile ilgili hükümleri gerçekten onun Kıyamete kadar uygulanabilir bir özellikte olduğunun ifadesidir. Çeşitli çevre ve şartların toplumları bu hükümleri, kendi çevre ve şartları içerisinde uygulamakta zorluk çekmezler. Diğer taraftan bu hükümler, zamanla asıl mahiyetlerinde bir değişiklik olmaksızın, farklılık gösterebilirler. Meselâ biz, dört halifenin her birisinin şûra emrini farklı kesimlerdeki insanlarla danışarak uyguladıklarını biliyoruz. Bunu daha ileride de açıklayacağız, Hz. Peygamber (s) özellikle Bedir Ashâbıyla danışırken, Hz. Ebu Bekir (r), her kabile veya topluluğun ileri gelenleriyle danışırdı. Buna göre, Şûra Meclisinin nasıl ve hangi yollarla belirleneceği hususu zaman ve toplum şartlarına bırakılmıştır.
Bu örnekler elbetteki çoğaltılabilir. Ancak bunlardan çıkartılacak sonuç şudur:
İslâm'ın devlet yapısı ve bu yapı ile ilgili olarak koyduğu hükümler, asıllarında hiçbir değişiklik göstermeksizin, her zaman ve yer için uygulanabilecek özelliktedir. Ve bu özellikler bu yüce dinin ilâhî, son ve evrensel bir din olmasından gelmektedir.
B) Hükümlerin Azlığı
İslâm'da devlet düzeni ile ilgili hükümler oldukça azdır. Bu aynı zamanda hükümlerin esnek olmasının tamamlayıcısı durumundadır. İslâm, seçim tek dereceli veya çift dereceli olacaktır, diye bir hüküm koymaz. Fakat prensip olarak devlet yönetiminde söz sahibi olacak kimselerin belirlenebilmesi için raiyyenin, rızasıyla yöneticileri başa geçirmelerinin ifadesi olan ve bir çeşit seçim olarak değerlendirilebilecek genel bîr istişare ve bunun sonucunda bey'ati şart koşar. İlke olarak şûra ve bey'atin öngörülmesi ve bununla ilgili inceliklerin ele alınmayıp, "ehlu'1-hall ve'I-akd"in içtihatlarına bırakılmış olması, hükümleri tabiî olarak azaltmıştır. Diğer taraftan bu durum prensiplere kolayca uygulanabilme, gerçekleştirilebilme özelliklerini kazandırır.
C) Hükümlerin Genellik ve Sürekliliği
İslâm'ın nas ile belirlenmiş hiçbir hükmü, özel veya belirli bir zaman için değildir. İslâm'da sosyal ve dinî mevkii ne olursa olsun, herkes-âkil ve baliğ olmak şartıyla-İslâm'ın bütün emirlerine muhataptır. Hiç kimse bunların üstünde değildir, Bu emirlerden, bu hükümlere uymakta hiç kimse dışarda tutulmamıştır. Peygamber bile Kur'ân'ın hükümleri dışında olamaz. O bile bu emirlere uymakla yükümlüdür:
"O halde sen (yâ Muhammed), beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emr olunduğun gibi dosdoğru ol" [36]
Diğer taraftan İslâm'ın hükümleri belirli bir çağ için de değildir. Her çağın insanları aynı hükümleri yerine getirmekle yükümlüdür. Bizden öncekiler nasıl ve ne derece İslâm'ı uygulamaktan sorumlu iseler, bizler de aynı şekilde onlardan sorumluyuz. Bizden sonra gelecekler de öylece sorumlu olacaklardır.
"Bu (İslâm) Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz âyetleri aklını başına alıp düşünecek bir cemiyet için apaçık gösterdik." [37]
"Ben cinleri de insanları da ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım." [38]
Elbetteki bunlar konu ile ilgili buyrukların tümü değildir. Kur'ân bütün âlemlere bir öğüt, [39] Hz. Peygamber (s) de âlemlere rahmet olarak [40] gönderilmiştir. İslâm'ın tebliğ edilmesinden bu yana bütün insanlık İslâm'dan sorumludur. Onun devlet ile ilgili yasamaları ise, İslâm'ın yalnızca bir bölümüdür...
D) Devlet ile İlgili Hükümlerin İslâm'dan Ayrılmazlığı
Açıkça anlaşılacak bir durumdur ki İslâm'ın, devlet ile ilgili olan hükümleri, İslâm'ın ayrılmaz bir bölümünü teşkil eder. Haliyle bu; yalnızca devlet ile ilgili olan hükümler için değil, İslâm'ın bütün hükümleri için söz konusudur.
Şu konu ile ilgili Kur'ân hükümlerinin toplamı şu kadar bununla bu kadardır, diğer başka bir konu ile ilgili hükümler ise şu sayıdadır, deyip, hükümlerin çokluğuna göre bir önem sırasını belirlemeye çalışmak, Allah'ın âyetleri arasında tercih yapmaya kalkışmak gibi son derece safça bir duruma düşürür. Bu bakımdan böyle bir sıralamaya kalkışıp, ucuzluğa kaçan bir müslümanlık yerine, İslâm'a bütün olarak muhatap olduğumuzu göz önünde bulundurarak, İslâm'a ters düşmeyen bir çalışma programı içerisine kendimizi sokmak, bu dâvanın yapısına daha çok uygun düşer. Kaldı ki ashâb, İslâm'ın her türlü emrine büyük bir titizlikle sarılmış, bu konuda eşsiz bir hassasiyet göstermişlerdir. Her konuda biribirlerini uyarmayı ihmal etmez, "birbirlerine tam anlamıyla bir aynalık" görevini yapıyorlardı.
"Rasulullah'a ödedikleri bir deve yularını bana ödemeyecek olurlarsa vallahi onlarla savaşırım" diyen Hz. Ebu Bekir'in bu kararlılığı neyin ifadesi idi acaba? Abdest alırken misvak kullanmadıkları için zaferin gecikebileceğini kabul eden ashâb, gerçekten İslâm'ı bütünüyle anlamış, onun ancak bütün olarak bir anlam ifade edeceğini kavramışlardı.
Eklektik düşüncenin İslâm'da yeri yoktur. Ona hiçbir kimse ne birşey katabilir, ne de birşey çıkartabilir. "Kendi nevasından konuşmayan Hz. Peygamber (s) [41] bile, Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli durumlar nedeniyle uyarılmış, yanılmaları düzeltilmiştir. [42]
Anlaşılıyor ki bir bütün halinde ele alınması gereken İslâm'ın, ancak bütün olarak uygulandığında, yaşandığında olumlu neticeleri alınabilir. Çünkü;
"Allah bir toplum kendi özünü değiştirmedikçe o toplumun durumunu değiştirecek değildir." [43]
İnsanlık bugün İslâm'a cahiliyye dönemi insanından daha az muhtaç değildir. Müslümanların kendileri bile en az müslüman olmayanlar kadar İslâm'a muhtaçtır. Bugün insanlığın da, müslümanların da durumları hiç de iç açıcı değildir. Müslümanların sahip oldukları tarihî birikim, onlara bu şartlardan bir an önce sıyrılmayı hatırlatıyor. Onlar, akideleriyle, hayat ve dünya görüşleriyle hiçbir şekilde uygunluk arz etmeyen bugünkü durumlarından bir an önce kurtulmakla yükümlüdürler.
Müslüman, davasının mahiyetini göz önünde bulundurarak, görevini ve fonksiyonunu hiç bir zaman küçümsememelidir. İnandığı düzeni bütün muhtevasıyla tanımalı ve onu insanlara bütünüyle bir örnek olarak sunabilmelidir. Bu ise ancak onun herşeyiyle varlığını ortaya koymuş. Bütün organlarıyla şekillenmiş bir yapıyı insanlara müşahhas olarak göstere bilmesiyle mümkün olur. Müslüman şunu da bilmeli ki:
O dâvasının gereklerini, ondan istenenlerin onlar olması dolayısıyla yapacaktır. Diğer bir ifade ile müslüman, İslâm'ı Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak uygulanması kendisinden istenmiştir diye uygular... Müslümanlar inançlarının gereklerini topluca ve bütün olarak yerine getirdikleri anda, onların durumlarında bugünküne göre "ilâhî irade"ye uygun, görülebilir ve hissedilebilir pek çok değişiklikler olacaktır:
"Gevşemeyin, üzülmeyin de. Eğer siz-gerçekten mü'minler iseniz-en üstün sizlersiniz." [44]
1. DEVLETİN UNSUR VE FONKSİYONLARI
I. Devletin Gereği
Kendi mantıkları içerisinde belki de tutarlı görülebilecek bazı kimseler:
"İslâm'da devlet gibi hükmî bir kişiliğin zaten dini de olamayacağı" [45] sonucuna varmış olabilirler. Bu kendileri açısından yadırganacak bir durum olmayabilir. Ancak şu söz konusudur:
İslâm'ı (tabir caizse) kendi mantığı içerisinde mi ele almakta, yoksa bağlı oldukları batı kültürünün mantığı çerçevesinde mi düşünmektedirler? İslâm'ın kendi bütünlüğü içerisinde ele alınması halinde, bu tip sonuçlara varılamayacağı açıktır. Çünkü bütün İslâm hukukçuları ve büyük çoğunluğuyla kelâm âlimleri "imam nasbinin" farz olduğunda söz birliği etmişlerdir. İmâmın, İslâm devletinin başına geçirileceği ise, son derece açık bir durumdur. Çünkü "ancak kendisiyle farz bir hükmün gerçekleştirilebileceği bir şeyin farz olacağı" hükmü, İslâm hukukunda çok iyi bilinen bir kuraldır. [46]
İnsanların inanç, ibâdet ve ahlâklarıyla ilgili emirleri yanında, onların ferd veya toplum olarak biribirleriyle olan münasebetlerini de düzenleyen İslâm Dininin muhtevası ve bunların yerine getirilmelerine dair kesinlikle verilmiş emirler, İslâm açısından devletin varlığını zorunlu kılar. İslâm'ın hükümleri arasında yönetenlerle yönetilenlerin biribirlerine karşı durumlarını belirleyen hükümler bulmak Kur'ân'da Sünnette de oldukça kolaydır. Mesela:
"Peygamberin sünnet ve hadîslerinde, imam ve sultan (egemenlik) terimleri sık sık tekrarlanır. Bu kelimeler, kendi anlamları dışında bir de iktidar, hâkimiyet anlamlarını da ifade ederler." [47]
Allah'ın emir ve buyruklarının, okunup bir tarafa bırakılmak için indirilmemiş oldukları hususu, her müslümanın iyice bildiği bir şeydir. Herşeyiyle hayatı kuşatmış bir düzenin "devlet" gibi hükmî bir kişiliği öngöreceği açıktır. Kur'ân-ı Kerîm, İslâm'î olmayan cemiyetler içerisinde inançlarını yaşayamayacakları gerekçesiyle müslümanlara, kendi düzenlerinin egemen olduğu yerlerde bulunmayı emr eder. [48] Öyle bir yer yoksa Rasulullah (s)ın hayatı bizim için örnektir. O, peygamberliğinin ilk yarısından fazla bir süresini böyle bir ortam geliştirmek çabasına hasretmiştir. Çünkü açıktır ki İslâm toplumu yalnızca vaaz ve öğütlerle varlığını sürdüremez. Bunların yanında, uygulanmalarını gerçekleştireceği ve kolaylaştıracağı bir toplum düzenine de ihtiyaç Vardır. Yani, müslümanın en geniş anlamıyla Allah'a ibadetini mutlak anlamda gerçekleştirebilmesi için, inandığı düzenin "Devlet" olarak şekillenmesi zorunludur.
Hz. Ali (r) derki:
"İyi insanların huzura kavuşması, kötülerin zararlarından korunabilmesi için imam tayini gereklidir." [49]
Cumhûr-u ulemâ, cemiyeti ayakta tutacak, halka yön verecek, suç işleyenlere tayin edilmiş cezaları uygulayacak, fakirlere dağıtmak üzere zekâtı toplayacak, memleketi koruyacak, düşmanlık ve anlaşmazlıkların ortaya çıkması
halinde atayacağı hakimler aracılğıyla halkın arasını bulacak, Tevhîd Kelimesini esas alarak birliğin sembolü olarak baştacı edecek, Şerîatin hükümlerini aynen yerine getirecek, karışık işleri düzelterek ayrılıkları ortadan kaldıracak ve İslâm'ın kurulmasını öngördüğü büyük ve faziletli medeniyeti kuracak bir devlet yapısının ve onun başında bir imamın bulunması gerektiği konusunda tamamen görüş birliğine varmışlardır.[50] İmam Gazzâlî, İslâm'a göre teşkilâtlanmış bir devletin ve onun başında bir başkanın bulunması gerektiğini açıklarken şöyle diyor:
"... Bunun gereği ile ilgili olarak kesin şer'i delili ortaya koyarken, bu konuda ümmetin icmâ halinde olduğuna dikkati çekmekle yetinmeyerek, İcmâ'ın dayanağını da şöylece açıklayacağız; Şeriat Sahibi, dinî emirlerin düzenliliğinin sağlanmasını kesinlikle istemiştir. Bu yargıda anlaşmazlık olabileceği kesinlikle düşünülemez. Buna dayanarak şunu da ekliyoruz; dinî emirlerin düzenliliği, kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla mümkün olabilir." Devamla diyor ki; "can ve mal güvenliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla sağlanabilir. Buna yöneticilerin ölümü dolayısıyla ortaya çıkan karışıklıklar delildir." [51]
Pek çok kaynak aynı şekilde İslâm açısından devletin ve devlet başkanının gereğini açıkça ifade etmiştir. Bu hususu ifade ederken kimi kaynaklar bunu uzun uzun ele almış kimi kaynaklar da özlü bir şekilde ifade etmiştir.
Bunlardan bazılarından konumuza ışık tutacak ifadeler aktarmakta fayda olur kanaatindeyim:
Büyük müfessir İmam Kurtubî Bakara Sûresi'nin otuzuncu âyetini açıklarken şunları söylemektedir:
"Bu âyet, müminlerin sözbirliği etmesi ve halifelik hükümlerinin uygulanması için sözü dinlenip kendisine itaat edilecek bir imâm ve bir halife başa geçirmenin gereğini ortaya koyan aslî bir delildir... Bunun yanında diğer deliller de vardır;
"Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde halîfe kıldık." [52]
"Sizden iman edip sâlih amel işleyenleri Allah mutlaka yeryüzünde halife yapmayı vaad etti..."[53].
Yani onlardan bir kısmını halifelik makamına getirmeyi vaad etmiş bulunuyor, demektir. Buna benzer daha başka âyetler de vardır... Ayrıca sahâbe-i kiram, muhacirlerle ensâr arasında ortaya çıkan tartışmadan sonra Ebû Bekir es-Sıddîk'in başa getirilmesi üzerine icmâ' etmişlerdir. [54]
Müslüman Endülüs'ün yetiştirdiği İslâm kültür tarihinin ender simalarından bir tanesi olan İbn Hazm şöyle der:
"Kur'ân da, Sünnet de İmam'ın varlığını gerektiren naslar ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın "Allah'a itaat ediniz, Rasûle de itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de..." [55] buyruğu bunlardan bir tanesidir. Bununla birlikte pek çok sahîh hadis de vardır ki, bunlar imamlara (İslâm Devlet başkanlarına) itaati ve imametin gereğini açıkça ortaya koymaktadır... Diğer taraftan insanların Allah tarafından yükümlü tutuldukları malî konulara, suçlara-cezalara, evlenme ve boşanmalara ve benzeri diğer hükümlere itaat etmeleri, zalimin zulüm yapmaktan alıkonulması, mazluma da hakkının verilmesi, gerektiğinde kısas yapılmasına dair hükümlerin uygulanması, müslümanların kendilerini yönetmek üzere başlarına bir imam geçirmelerini gerektirmektedir..."
"Aralarında Allah'ın hükümlerini uygulayacak, Allah Rasulü'nün getirmiş olduğu Şeriatın hükümlerine göre onları yönetecek adaletli bir yöneticinin emirlerine itaat etmenin gereği üzerinde bütün ehl-i sünnet, mürcie, şîa ve bütün haricîler ittifak halindedir." [56]
Bir başka yerde yine İbn Hazm şöyle demektedir:
"Boynunda bir imama karşı bey'at sorumluluğu olmaksızın bir müslümanın iki gece geçirmesi helâl değildir. Çünkü Allah Rasulü şöyle buyurmaktadır:
"(Meşru) bir itaatten vazgeçen bir kimse, Kıyamet gününde lehinde herhangi bir delil bulunmaksızın Allah'ın huzuruna çıkar. Boynunda bir bey'at sorumluluğu bulunmaksızın ölen bir kimse câhiliyye ölümüyle ölür." [57]
İbn Teymiyye de devletin ve bu konuda birinci derecede görevi üstlenecek olan devlet başkanının gereğini şöylece açıklamaktadır:
"Bilinmeli ki: İnsanların yönetim işlerinin başına geçmek, dinin en büyük görevlerindendir. Hatta dinin de, dünyanın da ayakta durması ancak bununla mümkün olabilmektedir. Çünkü Âdemoğullarının menfaatleri, ancak biribirlerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir araya gelmelerini gerektirmektedir. Toplu olarak bir araya gelindiğinde bir başın olması ise kaçınılmaz bir durumdur. O kadar ki Peygamber (s) şöyle buyurmuştur:
"Üç kişi yola çıkacak olursa birilerini başkan tayin etsinler."
Hz. Peygamber az sayıdaki kişinin bir araya gelmesi halinde bile birilerinin başkan olmalarını gerekli kılıyor ki, (daha önemli olan ve daha büyük) bir araya gelmelere dikkat çeksin. Diğer taraftan yüce Allah, mârufun emr edilmesini ve münkerin de nehyedilmesini farz kılmıştır. Bu ise ancak kuvvetle ve yönetim ile yerine getirilebilecek bir yükümlülüktür. Aynı şekilde yüce Allah'ın farz kıldığı cihâdın yapılması, adaletin gerçekleştirilmesi, haccın edası, bayramların yapılması, cuma namazlarının edâ edilmesi, mazluma yardımcı olunması da ancak kuvvet ve yönetim ile yerine getirilebilecek yükümlülüklerdir. Hadlerin uygulanması da ancak kuvvetle ve yönetimle gerçekleştirilebilecek görevlerdendir... O halde gerekli olan şudur ki:
Yönetim işini hem bir dinî buyruk ve hem de kendisiyle Allah'a yaklaşılacak bir ibâdet olarak değerlendirmelidir.[58]
Bu tür iktibasları çoğaltmak elbetteki mümkündür... Ancak bu kadarı ile yetinmek zorundayız. Burada şunu belirtmek gerekir ki; görüldüğü gibi İslâm âlimleri İslâm açısından müslümanlar için devletin gereğini ve hatta kaçınılmazlığını vurgularken, Kur'ân ve Sünnet'in apaçık ve katî hükümleriyle akim kaçınılmaz kabul ettiği gereklerinden hareket etmektedirler. Bu konuda İslâm'ın özünü kavramış ilk müslümanlar ile sonrakiler arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.
Hz. Ebû Bekir (r), peygamberliği ve İslâm Devletinin başkanlığını kişiliğinde toplamış Allah'ın Rasulü (s) nün vefatından hemen sonra yaptığa konuşmasında şöyle demişti:
"... Bilmiş olun ki hakikatte Muhammed (s) kendine has yoluna koyuldu gitti. Bu hale göre onun "emr" (başkanlık, iktidar) ınden herhangi bir kimsenin onun yerini alması kaçınılmaz bulunuyor. Düşünün, taşının ve iyice bakın, sonra düşündüğünüzü söyleyin. Allah size merhamet etsin." Meclistekiler ona:
"Pekiyi yarın bunu düşüneceğiz inşallah" dediler ve dağıldılar. [59]
Hz. Ömer de aynı şekilde insanların işlerinin düzene girmesinin, herkesin hükmüne itaat edeceği, direktiflerine boyun eğeceği bir devlet başkanının varlığı olmaksızın mümkün olamayacağını çok iyi biliyordu. [60] Hz. Ebû Bekir'in halifeliğe seçilmesi için gösterdiği çaba ve gayretler ile vefatından önce kendisinden sonraki halifenin belirlenmesi için yol göstericiliği de onun bu konuyu nasıl derinliğe kavradığını göstermektedir.
Hz, Osman (r)ın:
"Allah'ın Kur'an ile menetmediğini sultan (devlet ve yönetim otoritesi) ile men eder" şeklindeki vecizesi belki de devletin İslâm açısından gereğini ve kaçınılmazlığını en açık bir şekilde ortaya koyan özlü ifadeler arasındadır.
Hz. Ali (r) halife seçildiğinden itibaren devletin dirlik ve düzeni, ümmetin birliği için göstermiş olduğu çaba ve gayretler de, İslâm'ın bekası ve hükümlerinin uygulama alanı bulabilmesinin ancak İslâm'a göre kurulmuş ve onun ilkelerine uygun olarak çalışan bir devlet yapısı ile mümkün olabileceğini, Allah Rasulü'nün en yakın sahâbîlerinden birisi olarak konuyu kendisine yakışan bir derinlikle kavramış olduğunu görebilmekteyiz.
İslâm'ın hükümlerini büyük bir hassasiyet ve titizlikle uygulayacak bir devletin varlığı, Kur'ân ve Sünnet açısından ne kadar gerekli, İslâm'ın hayata eksiksiz olarak hükmetmesi için ne kadar kaçınılmaz ise, kötü ve saptırıcı yönetici ve devlet başkanları da bu ümmet için o derece büyük bir tehlike arzetmektedirler. Ebu'd-Derdâ (r) dan gelen rivayete göre yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizin için en çok korktuğum şey, saptırıcı yöneticilerdir." [61]
Diğer taraftan şer'î emirlerin pek çoğunun yerine getirilebilmeleri devlet başkanının seçilmesine ve varlığına bağlıdır. Bunu kavramış olan ashâb, Hz. Peygamberi defn etmeden kendi devletlerinin boşalan başkanlığına yeni bir başkan seçtiler ve ancak bundan sonra Hz. Peygamberi toprağa verdiler. Ashabın bu uygulamasının aynı şekilde gününe kadar devam ettiğini bildiren İbn Âbidin (V. 1252/1836), yerine başkası seçilmeden vefat eden halifenin defnedilmediğini ifade ediyor.[62]
Anlaşılıyor ki devlet gibi bir hükmî şahsiyet, İslâm'ın kesinlikle öngördüğü bir şeydir. Zaten bunun sonucu değil midir ki bu konuda, şimdiye kadar pek çok kişi söz söylemiş ve hatta devlet ile ilgili farklı görüşler, çoğunlukla itikadî mezheblerin ayırıcı özelliklerinden sayılmıştır. [63]
Devlet, her bakımdan İslâmî bir hayat için vazgeçilmez bir kurumdur. Bu elbetteki İslâm'ın özünden gelen bir şeydir.
Burada devletin İslâm açısından gereğini ele alırken, Kur'ân ve Sünnetteki, devletin gereği ve yapısıyla ilgili âyet ve hadislere ayrıca değinmeyeceğiz. Çünkü bunlar, sırası geldikçe ele alınacaktır.
İslâm'ın teklif ettiği düzenin yapısı üzerinde düşünülecek olursa, İslâm'ın zorunlu olarak kendi yapısına uygun bir devlet yapısını öngördüğü kendiliğinden anlaşılacaktır.
II. Devletin Tarifi
Devletin üzerinde görüş birliğine varılmış bir tarifinin bulunmadığı, günümüz hukukçularının açıkça ifade etmekten geri kalmadıkları bir husustur. [64] Ancak klasik İslâm Hukuku müelliflerinin de tanıtıcı amaçla devlet üzerinde durmadıklarını söyleyebilmek ise oldukça zordur. Çünkü sırası gelince de açıklanacağı üzere İslâm, yeryüzünde iki tür devlet tanır. Biri İslâm'ın hükümlerini uygulayan İslâm Devleti "Daru'I-İslâm", diğeri İslâm'dışı hükümlerin uygulandığı devlet - veya devletler-olan "Dâru'1-Harb".
İslâm hukukçuları ve kelâm âlimleri özellikle devlet başkanlığı (hilafet, imamet) üzerinde çokça durmuşlardır. Müfesirler ve sünnet sarihleri de Kur'ân ve Sünnette yer alan nasları incelemiş ve bunlar üzerinde etraflıca durmuşlardır. Yine İbn Haldun'un ünlü "Mukaddime"sinde, "devlet" kavramını açıkça kullandığını defalarca görmek mümkündür. İbn Haldun devletlerin ömürleri, yükselişleri, çöküşleri üzerinde kendinden emin bir şekilde söz söyler. Adetâ devletlerin ve toplumların yaşayışları ile ilgili olarak kendine göre kurallar koyar. O halde İslâm hukukçuları, siyaset üzerinde yazan müslümanlar neden devleti açıkça tarif etmemişlerdir?
Bir defa İslâm bilginlerinin devleti tarif etmediklerini kesinlikle söylemek mümkün değildir. Onlar devleti çeşitli yönleriyle tanıtıcı pek çok şey söylemiş ve yazmışlardır, Ancak bazan bu'tanıtmalara "devlet" ismini vermemiş olabilirler. Çünkü biz, özellikle İslâm hukukçularının eserlerinde çokça kullandıkları "Daru'l-İslâm" terimiyle, bütünüyle günümüz hukukçularının "devlet" terimiyle anlatmak istediklerinin ifade edildiğini görüyoruz. Prof. A. Kerîm Zeydân bunu açık bir şekilde şöyle ifade ediyor:
"İslâm hukukçuları İslâm Devletini "Dâru'l-İslâm" diye adlandırmışlardır. Bu isim modern hukuk lügatlarındaki "Devlet" teriminin taşıdığı anlamı tamamen kapsar." [65]
Bazı siyaset bilim adamları devletin tarifini vermeye çalışırken, devletin nasıl ortaya çıktığını açıklama gereğini duymuslardır. Bu konuda açıklama yapan herkesin kendi kabul ettiği prensiplere ters düşmemeye çalışacağı açıktır. Biz Kur'ân'da ancak Hz. İbrahim'den itibaren devlet ile ilgili ifadelere rastlamaktayız. Bunlar arasında hükümdar peygamberlerden söz edildiği gibi, Firavun ve Nemrûd gibi kendisini ilâhlaştırmak davasında olan devlet başkanlarından da söz edilir. Anlaşılıyor ki, devletin nasıl ortaya çıktığı sorusunun cevaplandırılması, İslâm açısından pek önemli değildir. Ancak devlet, insanlık tarihinde ne zamandan beri görülmeye başlanmış olursa olsun, bunun insan fıtratının bir gereği olduğu açıktır. Çünkü İbn Haldun'un da belirttiği gibi;
"İnsan, sosyal karakterde bir yaratıktır." Onun bu sosyal karakterinin veya fıtratının özelliğinin bir sonucu olarak devlet, insanla birlikte varolagelmiştir. Vahiy Düzeni de bu konuda onun fıtrî özelliklerinin paralelinde insana yardımcı olmuş ve yol göstermiştir. Devlet, insanın fıtrî özelliklerinin bir gereği olduğuna göre; insanın bu fıtrî özelliğinde bir değişiklik beklemek ve "günlerden bir gün gelip de devletin ortadan kalkacağını ileri sürmek" eğer saflık değilse, çarpık düşüncelere destek aramaktan başka bir şeyle de açıklanamaz. Çünkü aynı zamanda "devletin kökü sosyal gerçeklere dayanmaktadır. Bu çıplak gerçeği hiçbir rejim değiştirememiştir. Ne demokratik rejimler, ne de komünist sistem bu gerçeği bertaraf edebilmiştir. Bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonra da herhangi bir rejimin idare edenler ve edilenler ayırımını gerçek anlamda ortadan kaldırması güçtür," [66] hatta imkânsızdır, diyoruz. Her halde durumun bu denli açık ve hemen herkesin, yaşadığı çağda "devlet" denen aygıtı tanıması nedeniyle, İbn Haldun devleti tanımlamaya gerek görmemiş olacaktır. İlkçağ Yunan filozoflarından Eflatun, devletin, insanın tek başına kendi kendisine yetmemesi sebebiyle ihtiyaçları karşılamak üzere meydana getirdiği bir topluluk [67]olduğu görüşündedir. Aristo'ya göre ise devlet:
"Kendi kendisine yetmek iddiasında olan ve yaşayabilmesi için ihtiyacı bulunan herşeyi genellikle kendisi sağlayabilen bir vatandaşlar topluluğudur." [68] Hristiyan filozof Saint Augustin, devletin ilk günah neticesinde cennetten kovulan insanların yeryüzünde teşkilâtlanmak zorunluluğunu duymaları üzerine ortaya çıktığı kanısındadır. [69] Machiavelli ise devleti, örgütlenmiş bir kuvvet olarak kendi bölgesinde üstün ve diğer devletlere bağlantısında bilinçli bir büyüme siyaseti izleyen bir kurum [70] olarak tanıtır. J. Bodin de devleti:
"Birçok ailelerin ve onların malik oldukları şeylerin egemen kudret tarafından adaletli bir şekilde (veya hukuka uygun olarak) idaresi" şeklinde tanımlar. [71] Hegel'in ise-hemen felsefesinin tümünde olduğu gibi-devlet tanımı da anlaşılmazdır, hatta çelişkili ve içinden çıkılmazdır. Devleti tanımlamak için söylediği bazı ifadelere bir göz atalım:
"Devlet, İlâhî arzudur; şu anlamda ki, yeryüzünde mevcut olan ve dünyanın yürürlükteki biçimi ve örgütü olarak ortaya çıkan bir düşüncedir." "
Devlet, bilinçli amaçlara, belli kanun ve ilkelere itaat eder."
"... Devlet mutlak surette akılcı olan şeydir, kendini bilen ve emr eden ilâhî iktidardır, ruhun sonsuz ve zorunlu varoluşudur. Tanrının dünyada yürüyüşüdür. [72] Bazı okuyucular bu satırları okurken sıkılmış olabilirler.
Ancak bunları yukarıda söylediğimiz, "Devlet tanımında anlaşmaya varılmış değildir" sözümüzün bir delili olsunlar diye aktardık. Zaten "pür hevâ ve heves olan Yunan Felsefesi" ve onun uzantısı olan tüm batı felsefesinden ve düşünürlerinden kendi kendileriyle çelişkiye düşmekten başka bir şey de pek beklenemez.
Şimdi çağdaş hukukçulardan devleti tanımlayan bazı aktarmalarda bulunalım. Ondan sonra da İslâm açısından devleti tanımlamaya çalışalım:
Sosyal hayatın belirli bir takım aşamalarından geçmiş toplumlarda, tüzel bir kişilik olarak görünen devlet, gerçekten karmaşık yapıya sahip olan bir kurumdur. "Devlet, idare edenler dışındaki bir otoritedir... Zorlayıcı kuvvet ve bu kuvveti kullanan kişiler ve örgütler devletin maddi kuvvetleri ve organlarıdır. Bu maddî kuvvet ve organların yanında idare edilen toplumdaki kuvvet unsurlarına da dayanır. Çünkü devlet yalnızca maddî kuvvet ve organlardan ibaret sayılamaz." [73]
Gerçekten de "maddi kuvvet ve organlar" devletin yalnızca örgütlerinin ifadesidir, devletin kurumlarıdır. Tam anlamıyla bir devletin varlığından söz edebilmek için bu kurumların varoluş nedenlerim de bunlarla birlikte gözönünde bulundurmak gereklidir. Aksi halde devlet tasavvurunda eksiklik bulunacaktır. Bu eksilkiği devlet tariflerinin hemen hepsinde bulabiliriz.
Şimdi bu noktayı da hatırımızda tutarak, bazı devlet tariflerine göz atalım:
"Belirli sınırların içinde, toprağı olan, bir hükümet idaresinde kanunlara göre teşkilâtlanmış bulunan bağımsız topluluktur."
"Muayyen zaman ve mekân çerçevesi içinde hükmedenlerle hükmolunanlar arasındaki iradî kudret münasebetinden ibarettir." [74]
Bu ikinci tarifte muayyen zamandan söz edilirken aşağıdaki tarifte ise "devamlılıktan söz edilmektedir:
"Devlet, belirli bir ülkede yaşayan ve üstün bir iktidara (otorite) tâbi, teşkilâtlanmış insan topluluğunun meydana getirdiği, devamlı, siyasî, hukukun şahsiyet izafe ettiği bir varlıktır." [75]
Bir önceki tarifteki "muayyen zaman" niteliğini devletin var olduğu süre için kullanılmış bir ifade olarak, sonuncusundaki "devamlı" niteliğini de devletin devamlı olmak amacıyla kurulduğunu kabul edecek olursak, tanımlar arasında görülen bu çelişki belki ortadan kalkabilir. Ancak verdiğimiz tariflerin sonuncusu, "devlet"i daha çok tanıtıcı görünüyor.
Şimdi de İslâm'a göre devletin tarifini yapmaya çalışalım:
İslâm'ın Devlet Tanımı
Yola çıkmadan önce şunu hatırdan çıkartmamız gerekmektedir:
Son Peygamber olarak Hz. Muhammed (s) devleti, hiç bir zaman gaye olarak görmüş değildir. Onun devlet kurma çabaları, gayeye varmak için sadece bir vasıtadır. İslâm'da hükümran olmak için ya da Machiavelli'nin anladığı gibi, "bölgesinde bulunanlara üstün olmak için" devlet, öngörülmüş değildir. Devletin İslâm'a göre asıl amacı:
"İ'lây-ı Kelimetullah"tır. İslâm'ın insanlara tebliğ edilmesidir, müslümanların İslâm'ı yaşamalarını kolaylaştırmak ve buna imkân hazırlamaktır... Bunu gerçekleştirmek gayesiyle kurulmamış olan bir devlet, "İslâm Devleti" olmaktan çok uzaktır. Demek ki İslâm Devleti'nin ayırıcı niteliği, onun varoluş gayesidir. Günümüzde emperyalist ve sömürücü amaçlarla kurulmuş ve bu amaçları doğrultusunda dünyaya musallat olan süper devletlerin varlığı karşısında, umarız İslâm adına varlığını ortaya koyacak ve bunda gerçekten haklı sayılacak bir devletin gereği daha iyi anlaşılır. Çünkü İslâm Devletinin amaçlarının başında:
"İnsanları dünyanın darlığından bolluğuna, kullara kulluktan kurtarıp Allah'a kul olmaya ulaştırmak" [76] gelmektedir. Başka bir devlette böyle ayırıcı bir özellik bulunamaz.
İslâm'ın devlet tanımını belirlemek üzere yapacağımız araştırmalara geçmeden önce, "devlet" kelimesinin Arap dilinde hangi anlama geldiğine, sonra da kelimenin Kur'ân ve Hadisteki kullanılışına da kısaca bir göz gezdirmemiz yerinde olacaktır.
Kur'ân-ı Kerim'de "devlet" kelimesinin kök harflerini teşkil eden "dâl-vâv-lâm" harflerinin kullanıldığı iki âyet yer almaktadır. Bunlardan birincisi âyette geçmektedir:
"İşte o günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (nudâviluhâ)..." [77]
Diğeri ise âyette yer almaktadır:
"Ta ki o (fey' ve ganimet malları, hatta genel olarak servet) sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşıp durmasın (dûleh)..." [78]
Sözcüklerde "devlet, dûlet" şekillerinde kullanılabilen bu kelimeye, elden ele dolaşmak, münavebeli bir şekilde dönüp dolaşmak gibi anlamlar verilmektedir. Zaten yukarıda işaret edilen âyetlerde de bu ve buna yakın anlamlarıyla kullanılmış bulunuyor. "Devlet" şeklindeki söyleyişin mal ve servet hakkında, "dûlet" söyleyişinin ise savaş ve mevki hakkındaki anlatımlarda kullanıldığı da söylenmiştir. Genelde kişi ve toplumlar hakkında işlerin düzgünken ters dönmesi ya da bunun aksinin olması hallerinde bu kelime ve bunun çeşitli türemişleri kullanılır.[79]
Hadis-i Şerifte şu anlamlarda kullanılmıştır:
- Kimi zaman bir kesimin kimi zaman bir başka kesimin olan ve böylece el değiştirip duran mal,
- İnsanların biribirlerinden rivayet ettikleri söz,
- Sıkıntıdan kurtulup bolluk ve rahata kavuşmak,
- Zafer kazanmakla yenilmenin zaman zaman yer değiştirmesi,
- Karşılıklı olarak söz atışmak[80] ve buna benzer diğer manalar...
Kur'an-ı Kerim'de olsun, Hadis-i Şerifte olsun, "devlet" kelimesinin ve onunla aynı kökten türemiş diğer kelimelerin günümüzde bu kelimeden terim olarak anlaşılan anlamıyla kullanılmadığını rahatlıkla görmekteyiz. Nitekim Mısır Dil Akademisi'nin hazırladığı "el-Mu'cemu'I-Yasît" adlı sözlük, "Devlet" kelimesine, "sınırları belli bir toprak parçası üzerinde belirli bir düzene uygun ve bağımsız olarak yaşayan insan topluluğu" diye anlam verdikten sonra bu anlamın sözlüğü hazırlayan kurum tarafından bu şekilde uygun görüldüğüne işaret edilmektedir.
Ancak bu kelimeye böyle bîr ıstılahı anlamın verilmesinin, kelimenin aslî yapısından uzak bir anlam kazandırmak olduğu söylenemez. Devletlerin hayatında inişler, çıkışlar, yükselişler, düşüşler, zaferler, yenilgiler, doğuşlar, yok oluşlar, iktidar değişmeleri, nesillerin arka arkaya gelmesi gibi anlamlar sıkça görülegelen durumlardır. Bunlar ise "devlet" kelimesinin ve onunla aynı kökten türemiş diğer köklerin ihtiva ettiği anlamlarla oldukça yakındır. Bu bakımdan bu kelimenin bu şekilde terimleşmiş olması, dil açısından isabetlidir.
Çağdaş İslâm Hukukçuları da "Devlet"i az önce el-Mu'cemu'1-Vasît'in aktardığımız tanımına yakın bir şekilde tanımlamışlardır:
"Devlet: Manevî kişiliği olan, egemenlik sahibi, belirli bir anayasal düzeni olan, sınırları belli bir ülkeye sahip fertlerden kurulu bir topluluktur." [81]
Şimdi başta vurgulamaya çalıştığımız devletin, İslâm açısından bir amaç değil de yüce amaçlarını gerçekleştirmek için kaçınılmaz bir araç olarak görüldüğüne dair belirlediğimiz gerçek nokta ile, sözlük ve terim açıklamalarını hatırımızda tutarak "İslâmî Devlet"in Kur'anî bir tanımını yapmaya çalışmamız gerekir.
Kur'ân-ı Kerim'de meâlen şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar o mü'minlerdir ki eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği cmrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar." [82]
Bu âyette İslâm Devletinin tanıtıcı bütün özelliklerini bulma imkânımız vardır. Şöyle ki: İslâm anlayışına göre devlet, müslüman tebasıyla birlikte Allah'ın yeryüzündeki halîfesidir. [83] Yani Allah'ın hükümlerinin, nizamının uygulayıcısıdır. Elbetteki yeryüzünde (nerede olursa olsun), yeryüzünün bir parçasında, (hatta) ya da bütününde verilecektir, söz konusu bu "iktidar". İslâm Devletinin İslâm Şerîatından kaynaklanan gücüdür. Bu güç, Allah'a mutlak anlamıyla kulluğu gerçekleştirmek ve İslâm hükümlerinin uygulanışını sağlamak için kullanılacaktır. Bu, aynı âyette:
"Mâ'rufu emr ederler, münkerden sakındırırlar" şeklinde ifade edilmiştir. O halde aynı âyete dayanarak İslâm Devletinin tarifini şu şekilde yapabiliriz:
"İslâm devleti, müminlerin İslâm'a göre teşkilâtlandıkları ve güçlerini İslâm'dan aldıkları, yeryüzünde (tümünde veya herhangi bir bölgesinde) İslâm'ı uygulamak üzere kurdukları Şer'î kişiliğin adıdır."
Bu tarifte bir eksiklik veya yanlış kelime seçmenin olabileceği kabul edilebilir. Ancak, İslâm Devletinden başka bir devleti tanıtmış olacağı düşünülemez.
Görülülüyor ki-az önce de değindiğimiz gibi-İslâm hukukçularının yaptıkları "Dâru'l-İslâm" tarifleri ile yapmaya çalıştığımız tarif arasında büyük bir yakınlık vardır. (Bundan daha tabii bir şey olamaz. Çünkü aynı kanunlara bağlı olarak düşünmeye çalışanların, birbirlerinden oldukça uzak sonuçları ortaya koymaları imkânsızdır). Dâru'1-İslâm ise şu şekilde tarif edilir:
"Müslümanların eli altında bulunan yere verilen isimdir." Diğer bir tarif de şöyledir:
"İslâm hükümlerinin müslümanların hüküm ve kuvvetiyle korunduğu müessesedir." İ. Şafiî ise:
"Yalnızca yöneticilerin müslüman olmalarını gerekli görüyor. Ayrıca tebânın da müslüman olmaları ona göre şart değildir." [84]
Anlaşılıyor ki, İslâm bir düzen olarak ta baştan beri devletin karakteristiğini ortaya koymuş, İslâm hukukçuları ve siyaset yazarları da İslâm Devletinin ne olduğunu, ne olmadığını çok iyi kavramışlar ve bunu açıkça ifade etmişlerdir.
III. Devletin Unsurları
"Devlet" diye ifade edilen hükmî şahsiyetten söz edebilmek için, bir takım unsurları kendi yapısında toplamış olması gerekir. Yoksa böyle bir kişilikten söz etme imkânı ortadan kalkar. Söz konusu unsurlar kısaca aşağıdaki şekilde açıklanır:
A) İnsan Unsuru
İnsanların ortak iradesi sonucu devletin var olabileceği açıktır. Dolayısıyla devletin varlığından söz edebilmek için-sayısı az veya çok olsun-bu unsurun varlığı zorunludur, Günümzde bu insan unsuru genellikle "millet" terimiyle anlatılmak istenir. Kur'ânî bir terim olarak millet, "aynı inanç etrafından toplanmış insan topluluğu" anlamındadır. [85]
İnsan topluluğu olmadan devletin varlığını düşünmeğe imkân yoktur... Devletin varlığının şartlarından birisi insan toplumunun devlet halinde teşkilâtlanmak arzusu ve yeteneğidir... Devlet halinde teşkilâtlanmak arzu ve yeteneğine sahip olan ve diğer toplumlar karşısında şuurlu olarak bağımsızlığını koruyan insan topluluğu [86] devletin vaz geçilmez bir unsurudur. Bazı hukukçular:
"Bir devletin insan topluluğu nedir, her topluluk bir devlet teşkil eder mi?" sorularını şöyle cevaplandırırlar:
"Bir toplumdan bir devletin meydana gelebilmesi için o toplumun, genellikle bir millet halinde oluşması gerekir." [87] Yine kendisinden millet diye söz edilen ve İslâm terminolojisinde "inanç topluluğu" diye anlaşılan- aynı topluluk siyasî ve idarî örgütlenme sonucunda iradesini açığa vuracak hale gelmekle devlet varlık sahibi olabilmektedir. [88] Devlete varlık kazandıran vazgeçilmez unsur olan insan unsurunun aynı zamanda belirli hedeflerinin de olması gerekir. [89] Bu hedefler ise, devletin bağlı olduğu inanç ve düşünüşe göre değişir.
B) Toprak Unsuru
Devletin maddî unsurlarının ikincisi topraktır. İnsan unsurunun yerleşmiş bulunduğu bölgedir. İleride de açıklanacağı üzere İslâm hukukçuları için önemli olan egemenliğin uzandığı uçlar arasında kalan bölgelerdir. Başka bir ifade ile, İslâm Devletinin ülkesi, İslâm hâkimiyetine boyun eğen bütün alanlardır.
Ülke, sınırlandırılmış belirli bir coğrafî alandır. İnsan unsuru bu sınırlar içerisinde yer alır. [90] Diğer devletlerle ilişkisi açısından devletin toprak unsuru "üç boyutlu maddi çevre" [91] olarak ifade edilir. Buna göre ülkenin sınırları, yer altım, yer üstünü ve sularını da içine almaktadır. [92] Aynı zamanda ülke içerisinde devlet egemenliğinin varlığı da gereklidir. [93]
İnsan unsurunun sayısı için herhangi bir sınırlama olmadığı gibi, ülkenin genişliği için de bir sınırlama söz konusu edilemez. Çünkü bunlar zaman ve şartlara göre değişebilecek unsurlardır. [94]
C) Hâkimiyet Unsuru
İnsan ve toprak unsurları devletin maddî unsurları olarak nitelendirilirken, hâkimiyet unsuru devletin mânevi unsuru olarak kabul edilir. Ancak böyle bir nitelemenin pratik bakımdan faydasının olabileceğini söyleyemeyiz.
Devlet tüzel kişiliğine bağlı olan hâkimiyet unsuru, devletin kendi çevresindeki diğer otoritelerin hepsinden üstün olması ve rakipsiz bulunması anlamım taşımaktadır. Devletin ayrılma kabul etmeyen en yüksek hukukî iktidar ve kudreti egemenliktir. [95] Hâkimiyetle güveni sarsan başka hiçbir güce devletin boyun eğmemesi kast edilir ve iki türlü düşünülür: [96]
- Haricî hâkimiyet:Devletin başka bir devletin egemenliğinde olmaması demektir.
- Dâhili hâkimiyet:Devlet içindeki başka bir gücün devlete hakim olmaması demektir.
Prof. Akipek, devletin hâkimiyet unsuruyla ilgili olarak üç kavramın bulunduğunu ifade eder ve bunlarla ilgili açıklamalarda bulunur: [97]
- Devlet Kudreti:Ülke içinde bulunanlara ve dışarda bulunsalar dahi o devlette basına emir vermek ve dış ilişkiler bakımından o devleti bağlayacak muamelelerde bulunmak iktidarını kapsar.
- b.Hâkimiyet:"Devlet kudretinin vasfıdır. Dahilî hukuk sahasında en üstün kudret, devletler arası hukuk sahasında ise bağımsız bir kudret vasfıdır." [98]
- Hâkim:Dışa karşı bağımsız olarak içte ve teba üzerinde devlet kudretini kullanan hükmî kişiliktir. Yani devletin kendisidir.
Buna göre hâkimiyet, içte ve dışta devlet gücünün üstünlüğünü zedeleyici, ona gölge düşürücü herhangi bir müdahalenin söz konusu olamayacağı, manevî bir unsurdur.
D) Devletin Kişilik Unsuru
Devletin bir kişiliğe sahip olduğu açıktır. Bu kişiliğine dayanarak hak sahibi olmakta ve borç altına girebilmektedir. Bu kişiliği sonucu bir takım yükümlülükler onun için söz konusu olabilir. Kendisi hak sahibi olabildiği gibi, başka şahıslar da ona karşı hak sahibi olabilirler. Bütün bunlar devletin bir kişiliğe sahip olmasının doğal sonuçlarıdır.
Kişilik sahibi olması dolayısıyla devletin girişmiş olduğu yükümlülükleri ülkedeki siyasî rejim değişiklikleri etkilememelidir. Devletin yüklendiği borçların, imzaladığı antlaşmaların hükümleri, rejim değişse de aynı kalmalıdır. Hükümetin ve idarenin yaptıklarından doğan sorumluluklar da devlete aittir. [99]
Kişilik, devlette zaten var olan ve yokluğu düşünülemeyen bir unsurdur. Ancak bu unsur, devletin girişeceği hukukî ilişkilerin geçerlilikleri açısından önemlidir.
IV. Devlet Unsurlarının İslam'a Göre Açıklaması
Bir önceki başlıkta devletin unsurları hakkında genel bazı açıklamalarda bulunmaya çalıştık. Bu açıklamaların tümüyle İslâm tarafından onaylanmış olabileceğini veya eksiksiz olduklarını düşünemeyiz. Ya da en azından İslâm kendi yapısı gereği bunları farklı yorumlar. Bu tabii bir şeydir. İslâm'ın "İlâhî Düzen" olmasının sonucudur. O halde sırasıyla devlet unsurlarını İslâm'a göre açıklamaya çalışalım:
Â) İslâm Devletinde İnsan Unsuru
İslâm Devletinin sınırlan içerisinde yaşayan ve İslâm kanun ve hükümlerinin kendisine uygulanmasını kabul eden herkes-bunlara inansın ya da inanmasın-İslâm Devletinin insan unsurunun fertleri arasındadır. İslâm Devleti aynı zamanda bir inanç devleti olduğu için, herşeyiyle bu inancın gereklerine bağlı kalmak durumunda bulunduğundan, insan unsuru arasında da ikili bir taksimi göz önünde bulundurur. Yani İslâm Devletinin insan unsuru, İslâm'ı bir inanç ve hayat düzeni olarak kabul edenlerle etmeyenler olmak üzere iki kısımdır.
1. Müslüman Tebâ:
İslâm'ı herşeyiyle kabul eden, asıl amacı "İ'lâyı Kelimetullah" olan-yani Allah'ın dininin insanlar tarafından en üstün biricik ölçü kabul edilmesi olan-İslâm Devletinin gerçek üyeleridir. Bunlar İslâm'ın amaçlarını gerçekleştirmek çabasında olan Devlet Yöneticileri (Ulu'l-emr)nin herşeyiyle yanında olmak, İslâm'ın gaye ve hedeflerinde sapma gördüklerinde onları uyarmak, "Din nasihattir" prensibiyle hareket etmek yükümlülüğündedirler. Allah'ın hükümlerinin uygulanması için bütün güçleriyle çalışır, onlardan sapma olduğu taktirde, inançlarının gerektirdiği şekilde karşı çıkarlar, durum nasıl gerektiriyorsa, "fitne"nin önü nasıl alınabilecekse öyle davranırlar. Kısacası müslüman tebâ, İslâm Devletinin temeli ve aynı zamanda da yapısıdır. O olmadan İslâm Devletinin varlığı ve hedeflerinin gerçekleştirilebilmesi imkânsızdır.
Müslüman tebâ statüsüne geçebilmek için mükellef olma çağında müslüman olmak ya da mükelleflik çağından beri İslâm Devleti'nin bünyesinde yahut müslümanlar arasında bulunmak şartı aranmayacağı açıktır. Daha önceleri müslüman olmayan bir kimse,-zimmî veya harbî olsun-müslüman olur olmaz, bir müslümanın sahip olduğu bütün haklara sahip olur. Müslümanın mükellef olduğu her şeyle mükellef tutulur.[100] Hatta düşman topraklarından köle olarak kaçıp İslâm tâbiiyetine müslüman olarak katılacak olursa, hürriyetini de elde eder. [101] Bir müslüman için de durum aynıdır. Müslüman olmayan devlet topraklarından müslüman topraklarına yerleşmek amacıyla hicret eden bir müslüman, devletin derhal ve tam anlamıyla müslüman tebâsı olur. [102] Anlaşılıyorki İslâmî anlamıyla tabiiyyet, aynı dil, renk veya benzeri bir unsurun değil, ortak inancın ifadesidir.
2. Müslüman Olmayan Tebâ (Zimmî):
İslâm Devleti bir inanç devleti olmakla birlikte, kendi tebâsı arasında müslüman olmayanlara da yer verir, onlara da İslâm Devleti'nin adaletinden, hükümlerinden faydalanma imkânını tanır.
Dini ayrı olmakla beraber İslâmî idare ve hükümlerinin kendi haklarında uygulanmasını kabul edenler, İslâm Devletinin ve müslümanların güvenliği altına girmeleri dolayısıyla (güvenlik) anlamına gelen "zimmet" kökünden türeyen "zimmî" adını alırlar. [103] Müslüman Devletle böyle bir anlaşmaya giren gayri müslimlerin tebâ olmayan diğer gayri müslimlere göre-İslâm Devleti açısından-ayrıcalıkları vardır. [104]
Gayri müslim tebalık veya zimmileştirme işlemi, İslâm hukukçularına göre:
Buna karar veren gayri müslim ile İslâm topluluğu arasında iki taraflı normal bir sözleşmedir. Eğer zimmî devlete bağlılığı kabul eder ve cizye denilen himaye vergisini verirse, İslâm ülkesi sınırları içerisinde yerleşmeye, can, mal ve namusunun korunmasına hak kazanır. [105]
Zimmet akdi genellikle müslüman olmayan ve İslâm hâkimiyetini kabul eden herkesle yazılır. Ancak Arap putperestleri ile zimmet akdine girişilemeyeceğine dair açık hüküm vardır. [106] Zimmet akti ile İslâm Devletinin tebâsı arasına katılanlar;
1- Cizyeyi vermeyi,
2- İslâm aleyhine herhangi bir propagandada bulunmamayı,
3- Müslümanlara zarar verecek hiçbir eyleme girişmemeyi,
4- Kendi dinlerinde de-zina gibi yasak kabul ettikleri davranışlarda bulunduklarında, İslâm hükümlerinin kendilerine uygulanmasını [107] kabul etmelidirler.
Bunun karşılığında müslüman olmayan zimmîlerin malları, can ve namusları korunur [108] inanç ve ibadet hürriyetlerine sahip olurlar, din adamları ve mâbedleri korunur, dinlerinden dönmek için onlara hiçbir şekilde baskı yapılmaz [109] antlaşmalarına aykırı hareket etmedikçe müslüman devletin güvenliği altında bulunurlar, İslâm hükümeti müslümanları koruduğu gibi onları da korur.
Gayri müslim tebânın İslâm Devletindeki maddî ve manevî bütün haklarının korunması ile ilgili olarak Hz. Peygamber (s):
"Müslümanların zimmeti birdir" [110] buyurarak, bütün müslümanları zimmîlerin haklarını korumakla görevlendirmiş; onlardan birisini haksız yere öldüreni Cennet kokusunu alamamakla tehdit etmiştir. [111] Bu ve benzeri buyruklar, çağlar boyunca gayri müslimlerin, İslâm Devletinin himayesinde rahat ve güvenlik içinde yaşamalarını sağlamıştır. Bunu gören komşu devletlerin müslüman olmayan uyrukları da İslâm yönetimini kendi dindaşlarının yönetimlerine tercih etmişler. İslâm Devletinin tebâsı olmanın yollarını aramışlardır.
Burada şunu da belirtelim ki, İslâm Diyarından terk etmek amacıyla uzaklaşan, ya da İslâm ülkesine yahut müslümanlara-fert veya toplum olarak-zarar vermek maksadıyla Dâru'l-harbe giden bir zimmî bu akdini bozmuş olacağından, bu akid dolayısıyla İslâm ülkesinde sahip olduğu haklarını kaybeder. [112]
B) İslâm'ın Vatan Anlayışı
İslâm toplumu için-bugünkü anlayışla çeşitli milletler için söz konusu edildiği gibi-yeryüzünün belidi bir parçası vatan olarak düşünülemez:. Çünkü İslâm anlayışına göre vatan, müslümanların inançlarını açıkça yaşadıkları ve tüm gereklerini kolaylıkla yarine getirdikleri alandır. Bu alanın, dünyanın şu veya bu yerinde olması fark etmez. Bu, İslâmın evrenselliğinin tabii bir sonucudur. "İslâm topraği ile gayri müslim toprağını ayıran tek utken hâkimiyet ve yönetim farkıdır."
"Nerede olursa olsun, İslâm ye küfür hükümlerinden herhangi birisinin uygulandı, oranın İslâm veya küfür diyarı olduğunu belirleyicidir." [113] İslâm'da, İslâm'ın hakim olduğu bütün memleketlerin tek bir otoriteye bağlılıkları esastır. Bununla birlikte İslâm devletinin vatan unsuru ifade edilirken "devletin hüküm ve nüfuzunu yürüttüğü toprak parçasının yalnız sathı değil, toprakları, suları, havaları da kapsamak üzere üstündeki ve altındaki de kast edilmektedir." [114]
Kur'ân-ı Kerim'de bunları hatırlatan ifadelerle karşılaşmamız oldukça kolaydır. [115]
İslâm açısından yeryüzü ikiye ayrılır:
İslâm Devletinin toprakları ve İslâm-dışı devletlerin toprakları. Bu ayırım, hukukî amaçla yapıldığı kadar bunun siyasî ve itikadı bir amaç taşıdığı da kabul edilmelidir. Bu bakımdan biz de İslâm'ın vatan anlayışını açıklarken aynı yolu izlemekle beraber, çalışmamızın tabii hacmini belki biraz aşabilecek genişlikte bazı açıklamalarda bulunacağız. Çünkü yapacağımız bu açıklamalar-kısmen-konumuz açısından gerekli olmayan bir ayrıntı olarak nitelendirilse bile, günümüz müslümanı açısından tümden gereksiz ve yararsız açıklamalar olarak değerlendirilemez. Bu gerçeği göz önünde bulundurduğumuz taktirde, bu açıklamaların yer aldığı konuların daha geniş ve etraflı bir şekilde ve bağımsız çalışmalar halinde ele alınması gereğini elbette kabul edeceğiz. İşte bu bakımdan cüz'î de olsa ışık tutabilir ümidiyle,-konumuz dışında görülebilse bile, konumuzun dışında olmayan- bazı noktalara değinip geçmeye çalışacağız.
Burada şunu da belirtmeden geçemeyeceğiz:
Bazı kimseler "Dâr" ayırımının salt hukukî ve fıkhı bir ayırım olduğunu, Kur'ân ve Sünnette bunun mesnedinin olamayacağını sanıyor olabilirler. Ancak durum hiç de öyle değildir.
Bir defa genel olarak Kur'ân ve Sünnet'in hükümleri ancak müminler için ve belirli bir yönetim tarafından belirli bir coğrafya üzerinde uygulanabilir. Bu herkes tarafından rahatlıkla ve kolaylıkla kabul edilebilecek bir gerçektir. İşte İslâm'ın hükümlerinin kabul ya da red edilmesi nasıl iman ve küfrü belirleyici, mümini ve kâfiri ortaya çıkarıcı bir özellik arzediyorsa, bu hükümlerin uygulanışının yönetimler tarafından kabul veya reddî de "dâr" ayırımının en belli başlı Kuram mesnedidir. Bununla birlikte Kur'ân-ı Kerîm'in ve Sünnet-i Seniyye'nin bu açıdan tetkik edilmesi halinde konuyla ilgili pek çok nas ile karşılaşılacağında hiç bir tereddüt yoktur, olmamalıdır.
Bu genel noktaya bu şekilde kısaca değindikten sonra, İslâm'ın vatan anlayışına, diğer bir ifade ile "dâr" anlayışına dair açıklamalara geçebiliriz:
- Dâru'l-İslâm: Kur'ân-i Kerîm'de, yeryüzünde kendilerine iktidar verilen müminler, namazı dosdoğru kılmakla, zekâtı vermekle, marufu yani aklın ve şerıatin güzel ve yerinde gördüğü herşeyi emredip münkerden yani aklın ve şeriatın çirkin ve isabetsiz gördüğü herşeyden vazgeçirmeye çalışan kimseler olarak nitelendirilmektedir.[116]
Bu hükümler, İslâm'ın en göze çarpan ve en belirgin özellikleri arasındadır. Müminler ise bunları uygulamakla yükümlü olan, Allah'ın yeryüzündeki halifeliği makamını ihraz etmiş, Allah'ın hayırlı kullandır.
Namaz, İslâm ümmetinin, itikad, ibâdet ve her türlü fiilinde Allah'ı tevhîd ettiğinin açık ifadesidir.
Zekât, müslüman ümmetin ve ferdin yerin altındaki ve üstündeki her türlü zenginlik kaynaklarını bencil amaçlarla değil, ümmet olarak Allah'ın rızkını Allah'ın belirlediği ölçülere göre ve toplumsal amaçla kullanıldığının ifadeleri dirilişidir.
Maruf, İslâm'ın olumlu emirlerinin, münker ise nehiylerinin, yasaklarının, ifadesidir. Bunlar ilk bakışta ister ferdî, isterse de toplumu ilgilendirir görülse bile, bütün özellikleriyle insanı yeryüzündeki halifelik makamına yakışan ehliyete ve halifelik kimliğinin bütün yüceliklerine, erdemlerine sahip kılmak için öngörülmüş sonsuz hikmetlerle dolu buyruklardır.
İşte nitelikleri bu olan müminlerin eliyle, genel olarak bu şekilde dile getirilen İslâm'ın, kendine has siyasal yapılanması içerisinde uygulamaya geçirildiği alana "Dâru'l-İslâm" denir. Coğrafî nitelik ve özelliklerle beşerî nitelik ve özelliklerin bu konuda en ufak bir etkilerinin varlığı sözkonusu değildir. Biraz sonra görüleceği gibi, İslâm hükümleriyle hükmedilmeyen ülke olarak tanımlanan "Dâru'1-Harb" ayırımında da sözü geçen bu sınırlayıcı ve sınırlandırıcı faktörlerin etkileri sözkonusu değildir. Çünkü bunlar, insanın tercihi sonucu kabul veya red edilmezler.
Daha önceden de belirttiğimiz gibi İslâm hükümlerinin uygulanmadığı ülkelerde İslâm hükümlerinin yönetim eliyle uygulanmaya başlamasıyla o ülkeler İslâm Diyarı oluverirler,[117] Bu konuda farklı dönemlerde yaşamış iki İslâm âliminin tesbitlerine dikkat edelim:
İbn Kayyim el-Cevziyye (v. 751 H.) şöyle diyor:
"Müslümanların yaşadığı ve İslâm hükümlerinin uygulandığı yerdir, Dâru'l-İslâm. İslâm hükümleri uygulanmadığı sürece, hiç bir yer - Dârul-İslâm'a bitişik olsa dahi-Dâru'l-İslâm olmaz. İşte Tâif şehri, çok yakın olmakla birlikte Mekke'nin Fethi ile birlikte Dâru'l-İslâm olmadı, (Kızıldeniz) sahili olan bölgeler de böyle.,. Yemen'e gelince, hiç şüphesiz orada İslâm yayılmış bulunuyordu. Yemen'in bütün bölgeleri ise, ancak Hz. Peygamber'in vefatından sonra, onun halifelerinin döneminde İslâm'a sarılmışlardır; Bu bakımdan Hz. Peygamber'in vefatından sonra müslüman olanlar peyderpey geldiler ve sahabe ile birlikte ülkenin fethine katıldılar. İkrime ise İslâm ülkesinden kaçıp İslâm ülkesine sığınmanııştı. [118] O, ülke halkının kendisinin dininden olduğunu bildiği bir yere kaçmıştı." [119]
İbn Kayyim el-Cevziyye, son iki cümlesindeki Yemen örneğini şuna işaret etmek amacıyla vermiştir:
Bir ülke coğrafî bakımda İslâm Ülkesine yakın olmakla ya da halkı arasında İslâm Dini'ni kabul etmiş kimseler vardır diye "Dâru'l-İslâm" olarak nitelendirilemez. Çünkü bir ülkenin Dâru'l-İslâm statüsünü kazanabilmesi, ancak İslâm hükümlerinin o ülkede uygulanması ile mümkündür.
Şimdi de çağdaş İslâm yazarı, net İslâmî anlayış ve düşünüşü ile çağımız müslümanlarına ışık tutmuş şehîd Seyyid Kutub'un konu ile ilgili olarak söylediklerine kulak verelim:
"İslâm nazarında ve müslümana göre dünya-üçüncüsü olmayan-iki kışıma ayrılır:
"Birincisi Dârul-İslâm'dır... Üzerinde İslâm hükümlerinin uygulandığı, İslâm Şerîatinin egemen olduğu her ülkeyi kapsamına alır. Ahalisinin müslüman olması ile müslüman ve zimmî olması ya da bütün ahalisi zimmî olması ya da bütün ahalisi zimmî olmakla birlikte, yöneticileri İslâm hükümlerini uygulayan ve İslâm Şeriatı ile hükmeden müslümanlar olması arasında hiçbir fark yoktur... Herhangi bir ülkenin Dâru'l-İslâm olarak kabul edilmesinde gözönünde bulundurulacak ve esas alınacak ana mesele İslâm hükümlerinin uygulanışı ve İslâm Şeriatı ile hükmedilmesidir..." [120]
Bu tür açıklamaları daha birçok İslâm âliminden (ihtisas alanı ne olursa olsun) aktarmak mümkündür. Ancak maksadımız bu değildir. Burda söylemek istediğimiz şudur: Akideye göre dünyanın taksimi, bu taksimde yalnızca egemen olan düzenin gozönünde bulundurulması ve diğer izafî ve itibarî kıstasların ölçü alınmaması, Kur'ânı ve İslâm'î bir tutumdur. Bu konuda başka bir esas ölçü olarak alınamaz.
Şimdi de Dâru'l-İslâm'ın Dâru'l-Harbe dönüşmesi üzerinde kısaca duralım.
Devletlerin ortaya çıkması, yükselmesi ve uzun ya da kısa bir süre yeryüzünde varlığını sürdürmesi tarihen sabit bir olaydır ve bu Sünnetullah'ın bir gereğidir. Aynı şekilde devletlerin yok olmaları ya da egemenlikleri altında tuttukları bir takım bölgeler üzerindeki egemenliklerini yitirmeleri de tarihen sabit bir olaydır.
Ve bu durum İslâm Devleti'nin ortaya çıkması ile onun zamanla egemen olduğu yerler üzerindeki egemenliğini kaybetmesi noktasından özellikle İslâm Devleti hakkında sözkonusudur. Yani İslâm Devleti, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti ile ortaya çıktıktan sonra önceleri küfür diyarı olan topraklar, İslâm'ın egemenliği sonucu İslâm diyarı olmaya koyulmuş ve bu çerçeve her geçen gün biraz daha genişlemiştir. Belirli bir dönemden itibaren, İslâm'ın egemenliği bir takım alanlar üzerinden şu ya da bu sebeble çekilmiştir. İslâm'ın egemen olmasıyla, daha önce küfür diyarı iken Dârul-İslâm olan yerler, İslâm'ın egemenliğinin son bulması dolayısıyla Dâru'l-İslâm olmaktan çıkar mı? Esas ölçü egemen olan hükümlerin mahiyeti olduğuna göre bu sorunun cevabı gayet açıktır. Yani İslâm'ın egemen olmadığı her yer,-daha önceleri istediği kadar uzun dönemler İslâm'ın egemenliği altında kalmış ve bu egemenliğin maddi ve beşerî belgeleri istediği kadar çok olsun İslâm diyarı olarak nitelendirilemez. Olsa olsa buralarda bir zamanlar İslâm egemen olmuştu, şu gördüğümüz maddî eserler ve şu onların soyundan gelen müslüman ismini taşıyan kimseler de onların kalıntılarıdır, denilebilir. Nitekim İslâm hukukçularının bu konuya dair verdikleri cevap da bundan farklı değildir. İmanı Kâsânî şöyle der:
"Küfür hükümleri herhangi bir ülkede egemen olursa artık orası Dâru'1-Küfr (Küfür Diyarı) olur... Bir ülkede İslâm'ın ya da küfrün egemen olması ise hükümlerinin egemen olması iledir..." [121]
Ancak bu konuda bazıları Dâru'l-İslâm'ın küfür ülkesine dönüşebilmesi için İ, Ebû Hanîfe'nin üç şartı öngördüğünü ileri sürerek, bugün için vaktiyle İslâm Ülkesi olmuş hiçbir ülke hakkında bu şartların gerçekleşmediğinden söz etmektedirler. Sözkonusu bu üç şart şunlardır:
- Şirk ehlinin hükümlerinin uygulamaya geçirilmesi,
- Dâr-ı Harbe bitişik olması,
- Hiçbir müslüman ve zimminin ilk emanı ile emin olma ihtimalinin kalmaması.[122]
İbn Âbidîn bunları şöyle açıklamaktadır:
"Ebû Hanîfe'ye göre ancak bu üç şartın birlikte olmasıyla İslâm diyarı, küfür diyarına dönüyür. Ancak İ. Ebû Yusuf ile İ. Muhammed tek bir şartı ile olur, demişlerdir ve bu da küfür hükümlerinin egemen olması iledir." Üçüncü şart ile ilgili olarak da şunları söyler:
"Yani kâfirlerin o bölgeyi istilâ etmelerinden önce müslümanın müslüman olmak hasebiyle, zimmînin de zimmet akdi sonrasında zimmî olmak hasebiyle sahip olduğu emanın ortadan kalkması halidir." [123]
Şimdi bir an için bu konuda bu üç şartın ileri sürülmesinde İ. Ebû Hanife'nin yalnız olmadığını, diğer iki imamın da onunla aynı içtihadı paylaştığını farzederek soralım:
Bir zamanlar İslâm diyarı olan beldeler, şu anda ne durumdadır, yani İslâm diyarı olmaktan çıkıp küfür diyarı haline dönüşmüşler midir?
- Bu ülkelerde İslâm ahkâmı değil, beşerin kanunları ve hükümleri yürürlüktedir.
- Dâr-ı Harbe hem siyasal ve ekonomik paktlarda antlaşma ve sözleşmelerde hem de coğrafî olarak bitişik ve içice dir.
- Bir zamanlar İslâm diyarı olan bu ülkelerde insanlar yani hem müslümanlar ve hem de kâfirler, İslâm'ın emanı ile mi emindirler? Bir Mısır'da, bir Suriye'de, bir Tunus'ta, müslümanlar hangi emniyete sahihtirler? Onlar İslâm'ın emniyeti ile mi emindirler, yoksa tâğûtların ithal ettiği beşer yapısı kanunların İslâm'ı yaşamayı yasak kılan ve en büyük cürüm sayan hükümleriyle mi tehdit altındadırlar?
Soru ayrıca cevap vermeyi gerektirmeyecek kadar açıktır...
Yahudi'nin işgali altındaki Kudüs ile İslâm'ın hükmetmediği yerler arasında İslâm hukukçuları açısından fark olmadığı gayet açık bir şekilde anlaşılıyor.
Konuyu gereğinden fazla uzatmış olmakla birlikte, müslümanın zihnine takılan birçok soruya cevap olacak mahiyetteki İ. Ebû Yûsuf a ait bir hükmü kaydedip geçelim:
"Dâru'l-Harb'de müslüman için ancak Dâru'l-İslâm'da caiz olan şeyler caizdir. [124]
- Dâru'1-Harb:Savaş ülkesi demektir. Müslümanlar ile aralarında antlaşma bulunmayan, müslüman olmayanların egemenliği altında bulunan[125] veya İslâm hükümlerinin uygulanması açıkça mümkün olmayan yerlerdir. Bu ülkelerde bir veya birden çok devletin varlığı, sonucu etkilemez. [126] Müslümanlar, İslâm'ın hükümlerini açıkça uygulayamıyorlarsa, müslümanların bulunup bulunmaması arasında fark yoktur. [127]
Kur'ân-ı Kerîm'de Dâru'l-Harb'e dair bir takım belirleyici nitelikler tesbit etmek mümkündür. Dâru'l-Harb'a zayıf ve güçsüz kalınmış (mustaz'af) erkekler, kadınlar ülkenin zâlim yöneticileri ve halkı tarafından zulüm altında tutulur. [128] Bu ülke ana sakinleri olan gayri müslimler, müslümanlara ve Dâru'l-İslâm'da egemen olan düzene düşmandırlar. [129] Müslümanlara her fırsatta eziyet vermeye, onları rahatsız etmeye, müslümanlara saldırılarını sürdürmeye sürekli olarak devam ederler. [130] İnançları dolayısıyla müslümanlara her türlü zulüm ve baskıyı yaparlar, onları gereğinde yurtlarından çıkartırlar, çıkartılmalarına yardımcı olurlar. [131]
Kur'ân-ı Kerîm'in de belirlediği gibi, Dâru'l-Harb'de bilhassa inancı farklı olanlar ve bunlar arasında da özellikle müslüman olarak yaşamak isteyenler, Allah'ın Şeriatına göre hayatlarını ve ilişkileini düzenleyerek, bu Şeriatın değerlerine göre tavır takınmak isteyenler için güvenlik sözkonusu değildir. Her fırsatta her türlü baskı ve zulüm altında tutulmaları, egemen olan İslâmdışı zâlim düzenin adeta tabii bir tavrı olarak vurgulanmaktadır. Bu bakımdan müslüman kişinin doğup büyüdüğü coğrafya, hatta çoluk çocuğun ve servetinin, işinin, ticaretinin bulunduğu ülkede inandığı düzen olan İslâm ve onun hükümleri egemen değilse, onun ve benzerlerinin şu ya da bu sebeple orada bulunması, İslâmdışı bir düzenin uygulandığı o coğrafyayı asla İslâm diyarı yapamaz. Çünkü esas olan uygulanan hükümlerdir, yürürlükteki düzendir. İnsanların taşıdığı inanç, sahip oldukları imkânları ya da orada doğup büyümüş olmaları bu açıdan kesinlikle belirleyici değildir. Tek belirleyici etken, egemen olan düzen ve hükümlerdir. İslâm'ın hükümlerinin ve Şerîatı'nın egemen olduğu topraklar İslâm ülkesidir. Müslümanın asıl vatanı orasıdır. İsterse orada doğup büyümüş olmasın, yakınları ve akrabaları orada yaşamasın, işi ve ticareti orada olmasın. Nitekim aşağıdaki âyet mealleri bizleri bu bakımdan çok anlamlı bir şekilde hicret etmiş müslümanlarla onlara bağırlarını açmış ensâra,-hem tarihî ve hem de inanç ve olaylara bakış açısı yönünden-bağlamakla birlikte, bu konuda bize yönlendiricilik yapmak özelliğine de elbetteki sahiptir ve belki öncelikle göz önünde bulundurulması gereken nokta budur:
"... O muhacirler ki, diyarlarından ve mallarından çıkartılmışlar, Allah'ın lütfunu ve rızasını isterler. Allah (ın dinin) e ve Peygamberine yardım ederler. İşte onlar sâdıkların ta kendileridir." [132]
Bu, doğup büyüdükleri toprakları, inançları hakim değildir diye kendilerini oraya bağlayan her türlü maddî bağı bir kenara iterek, akidelerini yaşamak uğruna Dâru'l-Harb'den, inançlarının egemen olduğu Dâru'l-İslâm'a hicret eden müslüman muhacirler hakkında... Şimdi de onlara bağırlarını açan, aynı akideyi paylaştıkları için herşeylerini paylaşan müminlerin, ensârın tavrını tablolaştıran âyete bakalım:
"Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip imana sahip olanlar kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir ihtiyaç (eğilimi ya da kıskançlık) bulmazlar. Hatta kendilerinin ihtiyacı olsa dahi (muhacirleri) kendilerine tercih ederler..." [133]
Müslümanlar İslâm diyarını gereği gibi korumadıkları için veya daha başka bir takım nedenler dolayısıyla-fakat bununla birlikte Sünnetullah gereği-İslâm diyarı olan yerler küfür diyarına dönüşebildiği gibi, müslümanların gayret, mücadele ve cihadları sonucu Dâru'1-Harb olan yerler de Dâru'l-İslâm'a dönüşebilir. Bu da o topraklar üzerinde İslâm Şerîatı'nın hükümlerinin uygulanmasıyla gerçekleşir:
"İslâm hükümlerinin uygulanması ile birlikte Dâru'l-Harb Dâru'l-İslâm oluverir. İsterse burası (daha önceden var olan) İslâm ülkesi ile (sınırları itibariyle) bitişik olmasın..." [134]
İster başta kendilerine işaret ettiğimiz âyet mealleri ve isterse de onları takip eden diğer açıklamalar, günümüz müslümam açısından önemli olan şu noktayı bilhassa açıklık getirmektedir:
Bir ülkenir sakinlerinin ezici çoğunluğunu müslümanların teşkil ettiğini herhangi bir şekilde açıklamak ya da ortaya koymak, oranın İslâm ülkesi olmasını gerektirmez ve oranın İslâm ülkesi olması için de yeterli değildir. Hatta hiçbir değer taşımaz, egemen olan düzen ve hükümler İslâm olmadıkça. Egemen olan da İslâm oldu mu, ora halkının çoğunluğunun ya da azınlığının müslüman olması da sonucu etkilemez. Çünkü bir ülkenin İslâm diyarı ya da küfür diyarı olması, o ülkeye egemen olan hükümlere göre belirlenir. Tıpkı insanlar gibi... Onların da mümin ya da kâfir olarak nitelendirilmeleri, Allah'ın Şeriatını eksiksiz olarak kabul veya red edişlerine göredir... Allah'ın şeriatını mutlak olarak kabul edenler mümin, kısmen ya da tamam, şöyle veya böyle red edenler de kâfir olurlar. Bundan sonra bizim, Allah'ın belirlediği ölçüleri esas almayan hiçbir niteleme ve yargımızın bu açıdan en ufak bir kıymeti yoktur. İşte aynı durum, "Dâr"lar için de sözkonusudur...
- Dâru'1-Ahd (Antlaşma" ülke):İslâm hükümleriyle hükmetmemekle birlikte müslümanlar ile aralarında antlaşma bulunan insanların yaşadıkları ülkedir. Aslında Dâru'l-Ahd'in Dâru'l-Harb'den mahiyetçe hiçbir farkı yoktur. Ancak Dâru'1-Ahd adını alan ve gerçekte harb diyarı olan ülke ile İslâm ülkesi arasında-belirli bir süre için-saldırmazlık antlaşması yapılmıştır.[135] Antlaşma yürürlükte kaldıkça, karşılıklı ilişkiler, aynı antlaşmanın şartlarına göre sürdürülür.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm çeşitli vesilelerle harbî kâfirlere karşı izlenecek politikayı açıklarken, kendileriyle antlaşma yapılmış toplumların antlaşmalarına riâyet etmeleri emrolunmaktadır. Genel olarak harbî kâfirlere savaş hukukunun uygulanmasını emr eden âyetlerde, kendileriyle antlaşma yapılmış kimselere sığınanlar istisna edilmiştir. [136] Aralarında herhangi bir antlaşma bulunmayan bir toplumun üyesi olan bir gayri müslime nazaran, antlaşmalı bir toplumun üyesi olan bir kimseyi öldürmesi halinde, Dâru'1-İslâm'da yaşayan müminin çekeceği ceza daha ağır olacaktır. [137] Kısacası müslümanlar müslüman olmayan toplumlara verdikleri söz ve ahidlere tam anlamıyla bağlı kalmakla yükümlüdürler. [138] Diğer taraftan Kur'ân-ı Kerîm'de antlaşmalara dair pek çok hükmü içeren âyet-i kerîmeler vardır.[139] Bütün bunlar, İslâm hukukçularını kendileriyle antlaşma yapılmış ülkeleri ayrıca incelemeye sevk etmiştir. Tabiî olan durum da elbetteki budur...
Anlaşılıyor ki İslâm'ın vatan anlayışı özellikle Fransız İhtilâli'nden sonra ortaya çıkan vatan anlayışından oldukça farklıdır. Aynı şeyi tâbiiyet anlayışı için de söyleyebiliriz. Çağdaş siyasî rejimler vatan ve tâbiiyet anlayışlarını çoğunlukla nasyonalist açıdan ele alırken, İslâm'ın bu kavramları yorumlaması ise inanç açısındandır. Aslında insana en yakışan şey de onun bu tür kavramları-ve hatta herşeyi-inanç açısından yorumlamasıdır. Çünkü inanç tesadüfi ve gayri ihtiyari değildir. Bilerek ve şuurla seçilir, tercih edilir. Bu nedenle İslâm, herşeyi, getirdiği inanç sisteminin, düzeninin değer ve ölçülerine göre ele alır ve yorumlar.
C) İslâm'ın Hâkimiyet Anlayışı
Hâkimiyet konusunun İslâm açısından son derece önemli olması nedeniyle bunun üzerinde devletin diğer unsurlarına göre daha fazla duracağız. Bu bakımdan konuyu birkaç alt başlık altında incelemeye çalışacağız:
1. Hâkimiyetin Anlamı ve Tanımı:
Çağlar boyunca siyasî bilimciler hâkimiyet kavramına-bazı önemsiz farkları göz önünde bulundurmayacak olursak-biribirine yakın anlamlar vermişlerdir. Bütün bu tarifler, hâkimiyetin en üstün güç ve iktidar demek olduğunda birleşir.
J Borlin, hâkimiyeti: "Yurttaşlar ve uyruklar üstünde yasaya kasıtlanmış en üstün iktidar [140] olarak tarif eder.
- J. Rousseau'ya göre ise hâkimiyet, genel irâdenin uygulanmasından başka bir şey değildir.[141]İbn Haldun'un hâkimiyet tarifi ise özlü ve tamdır:
"Hâkimiyet, sahibinin gücü üstünde bir gücün bulunmamasıdır." [142] Buna göre hâkimiyet, mutlak üstünlük ve mutlak sahiplik [143] demek oluyor. Yönetilen devlette, bütün iç ve dış işlerde, herhangi bir dış kuvvet tarafından murakabe ve müdahale söz konusu olmamalıdır. Çünkü böyle bir murakabe veya müdahale, hâkimeyeti sınırlayıcı olacaktır. Sınırlı bir hâkimiyetin ise başta hâkimiyet kelimesinin taşıdığı anlamla çelişeceğini söylemek bile gereksizdir.
Çağdaş hukukçular-ufak tefek farklılıklar bir yana bırakılacak olursa-kapsamlı şekliyle hâkimiyeti şöylece tarif etmeye çalışırlar:
"Muayyen bir ülkede oturan hakiki ve tüzel kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan aslî, en yüksek hukukî iktidar veya kudrettir." Ya da kısaca "aslî ve en yüksek kumanda ehliyet ve selahiyeti" şeklinde tanımlanabilir. [144]
Mevdûdî, çağdaş hukukçuların "hâkimiyet" yorumlarını şöyle ele almakta ve genel olarak eleştirmektedir:
En yüksek iktidar ve mutlak iktidarın ifadesi olan hâkimiyetin, herhangi bir kimsenin, bir topluluğun veya bir yönetimin elinde var olduğu kabul edilebilir. Hâkimiyetin bunlardan birisinin elinde olduğu söylenince, onun her hükmünün kanun niteliği taşıdığı anlatılmak istenir. Böyle bir kimse fertler üzerinde hükümlerini yürütür ve sınırsız yetki sahibi olur.
Yönetilenler de böyle bir kimseye kayıtsız, şartsız itaate mecbur olurlar. Onun hükümranlık yetkisini ve isteğini hiçbir şey sınırlandıramaz ve kısamaz. Onun karşısında fertlerin hiçbir haklarının varlığı sözkonusu değildir. Onların eğer bir hakları varsa bu mutlak hâkim tarafından verildiği için vardır. Bundan daha az kudret ve yetkiye hiçbir şekilde hâkimiyet denemez. Ancak günümüz için varlığından söz edilen hâkimiyetin alanı o kadar daralmıştır ki, siyasî anlamda hâkimiyet kalmamıştır, diyebiliriz. [145] Çünkü egemenliğin kaynağı kabul edilen güçler, ya bazan kendileri hakimiyeti kullanmakta veya kullananlar için zaman zaman murakebe söz konusu olabilmektedir. Bu sözlerle günümüz demokrasilerinin kast edildiği açıktır. Bir taraftan hâkimiyetin kaynağının halk olduğu ifade edilirken, halkın hâkimiyeti doğrudan kullanmasının da mümkün olmadığı-haklı olarak- hemen eklenir. Hâkimiyetin halkın temsilcileri eliyle kullanılmasından söz edilirken, diğer taraftan, halka şirin görünmek arzusu ve tekrar seçilmek isteği, hâkimiyetin gereği gibi kullanılmasına-genellikle-imkân bırakmamaktadır. Bu bakımdan günümüz siyasî sistemleri için kelimenin tam anlamıyla hâkimiyetten söz etmek imkânı yoktur. Olsa bile çok dar sınırlar içerisindedir... [146]
2. İslâm Anlayışında Hâkimiyet Türleri
Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm dini, hâkimiyet kavramını da kendine has ölçülere göre yorumlar. Bu yorumlamaya da yer vermek, İslâm'ın hâkimiyet kavramını anlamamıza yardımcı olacaktır.
İslâm, her konuda İslâmî olan ve olmayan ayırımını gözetir. İslâmî olmayan şeyleri, küfür, dalâl, (sapıklık), cahiliyye, tâğût gibi kavramlarla anlatır. Kavramların çokluğu bunlar arasındaki mahiyet farklılığından değildir. Amaç bir şeyin İslâmî olup olmadığını açıklamaktır. Bu amaç için bazan farklı araçlar kullanılır ve bu, Kur'ân-ı Kerîm'de de kendine has üslûbun bir gereği olarak kabul edilmelidir.
İslâm, İslâmî ve Câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet tanır. Bunu Kur'ân-ı Kerîm'deki pek çok âyet yanında özellikle şu âyet açıkça ifade etmektedir:
"Onlar hâlâ cahillik devrinin o (sapık) hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz bir kanaata sahip olacak bir topluluk için hükmü Allah'tan daha güzel olacak kimdir?" [147]
Ayette geçen "hüküm" kelimesi, yalnızca siyasal anlamıyla değil, her türlü yargıyı da kapsamına almaktadır. Buna göre İslâm'a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı da İslâm'a göre şekillenmiş olan toplumun "hükm"ü İslâmî, böyle olmayan toplumunki de câhilidir.
Konu ile ilgili olarak Seyyid Kutub âyetin açıklamasında şunları söylemektedir:
"İnsanların inançları, düşünüşleri, değerleri, değer ölçüleri, çalışma ve eylemleri hakkında hüküm vermek için temel bir kuralın varlığı kaçınılmazdır, Bütün bu konularda hakk ile bâtılın açık-seçik bir şekilde birbirinden ayırd edilmesi gerekir. Tâki bu konuda yetki, insanların değişip duran ve kesin bir bilgi üzerinde yükselmesinden söz edilmeyecek olan hevâ ve terimlerine terk edilmiş olmasın..." [148]
"Değişip duran terimlerine, kavramlarına uygun olarak bu hükümleri veren toplum olamaz... Şekilleri ve maddî esasları değiştiği için, hükümlerinin gerçek değeri değişen toplum, bu konuda hükümleri ortaya koyamaz... O taktirde tarım toplumunun ayrı değer hükümleri ve ahlâkı, sanayi toplumunun başka değer hükümleri ve ahlâkından söz edilir. Kapitalist burjuvazinin ayrı hükümleri ve ahlâki, sosyalist toplumun da ayrı değer hükümleri ve ahlâkı olur... Bunun sonucu olarak da bu toplumların farklı kavramlarına uygun olarak insanların ve davranışlarının değerlendirildiği ölçüler de farklılık gösterir...
"İslâm ne böyle bir ilke tanır, ne de kabul eder... İslâm, kendisi için öz değerler ortaya koyar ve bu değerleri tayin eden yüce Allah'tan başkası değildir... Bu değerler toplumun değişip duran şekillerine rağmen sabittir, değişmez... İşte bu değerlere karşı çıkan toplumun İslâm terminolojisinde adı vardır... O, İslâmî olmayan bir toplumdur... Câhilî bir toplumdur... Allah'a ortak koşan bir toplumdur. Çünkü bu toplum, bir takım insanlara Allah'ın belirlemiş olduğu değer, ölçü, düşünüş, ahlâk, düzen ve kurumlara dair Allah'ın belirlediği ölçülerin dışında kalan hükümleri koymak fırsatını vermektedir, imkânını tanımaktadır... İşte toplumları, değer ve hükümleri, ahlâkı ayırıma tabi tutarken İslâm'ın tanıdığı biricik ayırım budur:
İslâmî olan ve olmayan, İslâmî ve câhilî..." [149]
Bir tarafta Allah'ın hükmü, diğer tarafta başkalarının hükmü. İslâmdışı bütün hükümler câhilî, bütün hâkimiyetler câhiliyye hâkimiyyetidir. Tâğût'un red ve inkârı ile Allah'a itaat birlikte istenir. Çünkü böylesi en sağlam yoldur. [150] Bu ise yine hâkimiyetin İslâmî ve câhilî olmak üzere iki türlü olduğunun ifadesidir. Yani İslâmî öze uygun olmayan, İslâm'ın benimsemediği her türlü hâkimiyet câhilidir, İslâmî değildir, "red ve inkâr etmemiz istenen tâğût'a" [151] îmândır. Tâğût ise, "Allah'ın karşısına dikilen, ayaklanan, onun emirlerine zıt yeni hükümler icad eden her varlık, Allah'tan başka itaat edilmesi istenen herhangi birşey, ister bilerek, isteyerek uysunlar, isterse zorla, tehditle boyun eğsinler, her iki haîde bu uyulan itaat edilendir. Bu nesnenin insan olmasının, Şeytan olmasının, put olmasının yahut da bunlardan başka herhangi birşey olmasının önemi yoktur."[152]
Buna göre tâğûtî ve câhilî düzenlerde hâkimiyetin kimin adına kullanıldığının hiçbir önemi yoktur. Çünkü son tahlilde egemen olan Allah'ın mutlak iradesi değildir. İnsanların çeşitli etkenlere bağlı olarak değişip duran hevâlarıdır, tâğûtlardır egemen olan... Mücâhid'in "Tâğût"u tanımlamak üzere şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Tâğût, insan suretindeki şeytandır, onun hükmüne başvururlar. O onların emirlerini ve yönetimlerini elinde bulundurur."
İ. Mâlik de şöyle der:
"Allah'tan başka kendisine ibâdet edilen herşeydir." [153]
Aralarındaki anlaşmazlıklar hakkında hüküm vermek üzere tâğûtların hükmüne başvurmayı teklif edenlerin davranışlarının iman ile bağdaşmadığını belirten Nisa, 4/60. âyet ile ilgili açıklamalarında büyük müfessir Taberî şunları söylemektedir:
"Sana ve senden önce indirilen kitapalara iman ettiklerini ileri sürenler, aralarındaki anlaşmazlıklarda, büyük tanıdıkları ve hükmünü doğru kabul ettikleri kimselerin hükmüne başvurmak istiyorlar. Halbuki onlara hükmüne başvurdukları tâğût'un hükmünü yalanlamaları emr edilmiş bulunmaktadır. Onlar ise tâğût'un hakemliğine başvurmak istemekle Allah'ın emrini terk etmiş, şeytanın emrine uymuş oluyorlar. Şeytan da böylelikle onları hak'tan alabildiğine uzak bir şekilde sapıklığa götürmeyi; tâğût'un hükmüne başvuran bu kimseleri hakkın ve hidâyetin yolundan alabildiğine uzaklaştırmayı amaçlıyor..." [154]
Bütün bu açıklamalar şunu ortaya koymaktadır:
İslâm'ın hâkimiyet anlayışı, kapsamlı bir anlayış olup, yalnızca siyasal ve teşrî bir anlam ifade etmiyor... Allah'ın hâkimiyeti, yeri ve gökleri, bütün yaratıkları kapsadığı gibi, yeryüzünde halife olarak yaratılmış olan insanı da kapsamaktadır... Bu kapsayış sadece onun Allah tarafından yaratılmış bir mahlûk olmasında ortaya çıkmıyor. Onun bağlı olması gereken her türlü değer ve ölçüyü de-sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî, hukukî ve diğer bütün anlamlarıyla-kapsamına almaktadır. Ve İslâm, bütün bu alanlarda ve bu arada konumuzun çerçevesi içerisinde yer alan siyasal egemenlik alanında da iki tür hâkimiyet tanır:
İslâmî-gayri İslâmî, İslâmî-cahilî, İslâmî-tâğûtî ya da şeytanî...
Eğer konulan hükümler Allah'ın hükümleri ise, bunlar İslâmîdir. Değil ise, kaynağı ne olursa olsun şeytanîdir, tâğûtîdir, câhilidir.
Şeytanîdir çünkü bütün bu gayr-i İslâmî hakimiyetlerde perde arkasındaki asıl fail ve harekete geçirici güç odur... Tâğûtîdir, çünkü Allah'ın yetki vermediği bir alana geçilmiştir ve insan için belirlenmiş olan haddi aşmaktır. (Tâğût, kelimesi haddi aşmak anlamına gelen Tuğyan kelimesi ile ilgili görülmüştür.) Câhilidir, çünkü insanoğlu bilgisi sınırlı bir mahluktur. Bunun yanında o türlü eğilimlerin etkisi ve baskısı altındadır... Bütün bunlar ise konuya gereken şekilde vakıf olmasını önlemekte, teraziyi denge noktasından tutmasına fırsat vermemektedir... Bu işe kalkışanların birden çok olması, bu konuda asla olumlu bir şekilde değerlendirilemez. Çünkü eksi değerlerin toplamından elde edilen sayı ne kadar büyük ise, artı değerdeki en küçük sayıdan o kadar uzaklaşılmış olur ve bu, günümüz cahiliyyesinin siyasal ortamlarında çok açık ve rahat bir şekilde gözlenebilmektedir. Bu cahilliğin olumsuzluğunu artıran bir diğer faktör ise, insanın haddini aşarak Allah'ın kendisine ait olduğunu belirttiği alanda varlığını ispat etmeye kalkışması, yani ilâhlık iddiasında bulunmasıdır... Bu ise câhili hâkimiyetlerin tam da "câhilî" oluş vasfına layık olduklarını gayet açık bir şekilde ortaya koyar...
3. Çeşitli Hâkimiyet Anlayışları
Bunu "Bazı câhili hâkimiyet anlayışları" şeklinde yazmak istedik. Ancak, İslâmî hâkimiyetin çeşitleri olamayacağı bellidir. Dolayısıyla çeşitlilik câhiliyye düzenleri için söz konusudur.
Batı siyasî tarihi ve bu tarih boyunca ortaya atılan fikirler, bazılarınca yüksek ve ileri düşüncenin ifadesi olabilir. Bizce bu düşüncelerin çeşitliliği, insanların düşünüşleri için farklı prensipler belirlemelerinin vekabul etmelerinin ifadesidir. Her düşünce adamı, kendi fizikî, ruhî ve sosyal şartlarının etkisinde kalarak düşüncelerini sistemleştirmeye çalışmış, çaba harcamıştır. Bunun sonucunda birbiriyle çelişen yığınlarla düşünce ortaya çıkmış...
Bu çeşitli düşüncelerin tümünün hâkimiyet anlayışlarını sıralamak mümkün değildir, aynı zamanda konumuzun da dışındadır. Bu nedenle biz bunlar arasından. Teokratik, Demokratik ve Marksçı hâkimiyet anlayışları üzerinde kısaca duracağız:
a. Teokratik Hâkimiyet Anlayışı
Kaba çizgileriyle tarif edilecek olursa Teokrasi: tanrı adına bir takım kimselerin hâkim olmaları demektir. Her ne kadar teokrasi yalnızca "tanrı egemenliği" demekse de bunun batı siyasî düşüncesindeki ifadesi, onun adına belirli-kimselerin egemen olması demektir. Batı siyasî tarihinde genellikle din adamı sınıfı tanrı adına egemen olmuştur. Tabiî bu bir iddiadan ibaretti. (Çünkü tanrı adına söz söylediğini ileri süren bu sınıf, sadece kendi nefsinin nevasını ortaya koyuyordu). Bu iddiaya-her nedense-itiraz etmeyenler veya edemeyenler vardı. Sesler bu tahakkümün aleyhine tam anlamıyla yükselene kadar bu, böylece devam etti.
Teokraside "dünyevî veya manevî olan her türlü iktidar kilisenin elindedir ve papa tarafından yürütülür." [155] Papa'nın kendine has bu iktidarının en üstün iktidar olduğu ileri sürülüyordu. Onun otoritesi görevinin kendisine verdiği otoritedir. Bundan dolayı bu, o görevi yapan kişinin niteliklerine bağlı değildir. [156] Buna göre önemli olan, söz-konusu makamı şunun veya bunun işgal etmesi değil, bu 'makama has olan iktidardır. Kim bu makama yükselirse kilisenin elindeki dünyevî ve manevî her türlü iktidarı eline alır ve kullanır. Buna göre teokrasi, kilise egemenliğinin, ona bağlı yüksek derecedeki din adamlarının eliyle kullanılması oluyor.
Kilise hâkimiyetinin ortaçağ boyunca nelere mal oluğu, batı kafa yapısına sahip olanların-özellikle düşünmesi gereken konulardandır. [157]
Aslında kilise uzun zaman siyasal etkinliğe sahip olmakla birlikte, hiçbir zaman siyasal otoriteyi zamanla daralıp genişleyen Papalık Devleti'nin sınırları dışında-doğrudan kullanabilmiş değildir. Fakat Avrupa'nın siyasal hayatında ortaçağ boyunca oldukça etkin roller oynamıştır. Belirli bir dönemden sonra hükümdarlar, kendilerini- kilisenin kalpler üzerinde sahip olduğu etkinliği gözönünde bulundurarak-dinden kaynaklanan bir otoritenin sahibi olarak takdim etmeye ve hatta tanrı adına hükmettiklerini ileri sürmeye koyuldular. Bu konuda eser veren o dönemlerin yazarları da kilisenin egemenliğini geriletirken, hükümdarların tahtlarını sağlamlaştırıyorlar, aynı zamanda Teokratik egemenliğin yeni veya nisbeten farklı bir kimlik kazanmasını sağlıyorlardı.
Özellikle onyedinci yüzyıldan itibaren devletin sınırsız hükümranlığını ve sınırsız monarşiyi dinî esaslara dayanarak savunmaya veya bu hususların savunmasını dinî esaslarla desteklemeye çalışan teokratik devlet görüşlerinin savunulmaya başlandığını görüyoruz. Meselâ bunlardan birisi olan Robert Filmer, hükümdarın devletin başına Tanrı tarafından getirildiğini, hak ve yetkilerini direkt olarak Tanrıdan aldığını ileri sürmüş ve teokratik esaslara dayanan sınırsız monarşiyi ve onun verasetle geçen şeklini savunmuştur.[158]
b. Demokratik Hâkimiyet Anlayışı
"Halkın sesi, hakkın sesidir" sözü ile anlatılmaya çalışılan demokrasi, bütün açıklamalara rağmen diyebiliriz ki bunu bütün güçleriyle savunanlarca bile-tam anlamıyla açıklığa kavuşturulmuş değildir. J. J. Rousseau bile demokrasiyi bizlere anlatmaya çalışırken büyük zorluklarla karşılaşır. [159]
Hâkimiyet gibi bir kavramın varlığını, halk gibi birbiriyle ortak yönleri az bulunan çok sayıda kişiye bağlamış olması, bunun nedenlerindendir, diyebiliriz, Btemokr asilerde asıl olan hâkimiyetin halkta olmasıdır. Genellikle parlamentolar aracılığıyla kullanılacaktır. Bu nedenle demokrasi taraftarları, parlamentoyu "Ülkenin en yüksek ve mutlak iktidarı" olarak nitelendirirler. [160] Böyle bir nitelendirme karşısında kalan bir kişi ister istemez:
"Hani hâkimiyet halkındı?" diye soracak oluyor. Rousseau ise hâkimiyeti, birleşmiş bir grup olarak kabul ettiği halka bağladıktan sonra hükümetin bir vasıta olduğunu söyler ve halkın hükümete vermiş olduğu bu iktidarı istediğinde alabileceğini belirtir. [161] Bir defa hâkimiyeti halkın kabul ettikten sonra, bu sefer bunun inceliklerinin de ele alınması gerekiyor ve şöyle düşünülüyor:
Hâkim olan varlık, devleti meydana getiren fertlerin toplamıdır. Her vatandaş, iktidarın bir hissesine sahiptir. Her bir fert, iktidarın bir parçasını kendisinde taşıyor demektir. Ba parçalar bir araya gelince hâkimiyet ortaya çıkar. Dolayısıyla devlet iktidarının bütünüyle ortaya çıkması için vatandaşlardaki iktidarın parçalarını bir araya getirmek zorunluluğu var. [162] Bu mantık silsilesine göre hiçbir zaman demokratik hakimiyet var olamamıştır, denilebilir. Çünkü iktidarın birer parçasını kendisinde bulunduran pek çok vatandaş, iradesini belirtme ekte ve iktidara ağırlığını koymamaktadır. Dolayısıyla hâkimiyetin bütünlüğü gerçekleşememektedir. Bunlardan aya olarak demokratik egemenliğin bazı özellikleri üzerinde de durulur. Bu özellikleri gereksiz bulduğumuz için söz konusu etmiyoruz. [163]
c. Marksçı Hâkimiyet Anlayışı
Her nedense hâkimiyet konusunda marksçılar da demokrasiye kendilerini teslim etmiş görünüyorlar. Ancak onlar demokrasiyi kendilerine göre sınıflandırır ve onun:
"Sözde demokrasi" ve "gerçek demokrasi" diye ikiye ayrıldığını söylerler, "Sözde demokrasi" ile kendilerinin benimsedikleri demokratik hâkimiyet anlayışı dışındaki demokrasileri anlatmak isterler. Onlara göre gerçek demokrasisinin kurulması ise, toplum içinde sınıf farklarının kalkmasına, yani üretim araçlarının topluma aktarılmasına bağlıdır. Bu da ancak çoğunlukta olan emekçi sınıfın işbaşına geçmesiyle gerçekleşebilir [164] diyorlar. SSCB'de gerçek demokrasinin varlığı hakkında marksçılar fikir birliği içinde değildir. Onların bu konudaki ayrılıklarına bakmaksızın, SSCB'deki hâkimiyet uygulamasına kısaca bakalım:
"Sovyet Süprem (Yüksek Şûra), birlik içindeki kudretini teorik olarak kendinde toplayan meclistir... Yine teorik olarak yasama, yürütme ve yargı olmak üzere bütün kudret bu yüksek Şûrada toplanmıştır." [165] Yüksek Şûra, gerçek demokrasinin yansıtıcısı olabilir mi? Çünkü herşeyiyle teorik görünüyor. Diğer taraftan bu şûranın üyeleri kimlerden ve nasıl oluşuyor acaba? Bunlar bizce önemli iki sorudur...
d. Genel Bir Eleştiri:
Az önce İslâm'ın "cahili hâkimiyet" diye nitelediği hâkimiyet türlerinden üçü üzerinde durduk. Bütün bunların hâkimiyet kavramını, düşünüş ve uygulayışlarıyla daraltmış oldukları bellidir. Dolayısıyla hâkimiyet kavramını farklı oranlarda da olsa-daraltan bütün cahili yönetimler, başta bu açıdan eksiktirler.
Teokraside papaların veya din adamlarının yanılmazlığı esas olarak kabul edilir. Ancak hristiyan din adamlarının, daha özel bir deyimle papaların tarih boyunca biribirleriyle çelişen kararları çok görülmüştür. Bunlardan hangisi doğrudur, diye sorulacak ve birisi kabul edilecek olursa, diğerleri kendiliklerinden yanlış ve o kararların sahipleri de yanılmış kabul edileceklerdir. Kilisenin kendisine izafe ettiği bu yanılmazlık, hristiyanlık âlemine çok pahalıya mal olmuştur. Çünkü tanrı adına söz söylediğini ileri süren, her zaman yanılabilir bu kimseler, gerçekten "kendilerini ilahlaştırmışlardır." Onların dediklerini kabul edenler de onların ilâhlıklarına boyun eğmişlerdir. İslâm, Allah adına hiç bir kimsenin söz söyleyemeyeceğini açıkça ortaya koymuştur. Kur'an-ı Kerîm'in pek çok yerinde bunu görmek mümkün. Örnek olarak şu âyetlerin mealine bakalım:
"Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri (o bozuk) din (lerin) den kendilerine şeriat (çıkarıp) yapan ortakları mı var?" [166]
"De ki: Allah'ın size indirdiği ve kendisinden haram ve helâl yaptığınız rızıktan ne haber? De ki: Allah mı size (bu konuda) izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" [167]
Zamanla hükümdarların Allah adına hüküm verip insanları yönettikleri iddiasında bulunmaları ve bu iddiaların-şu ya da bu şekilde- kilise tarafından onaylanması şeklinde uygulamaya yansıması teokratik yönetimlerin özünde bir değişiklik yapmamıştır. Yine aynı şekilde "Allah'ın izin vermediği" teşrîlerde bulunmayı ve "Allah'a iftira sonucu olarak, Allah'ın emrine aykırı bir şekilde haram-helâl kılma" eylemini sürdürdüler... Kiliseler ve yönetimler bu konuda uzun süre işbirliğini sürdürüp gittiler...
Demokrasi'ye gelince:
Ta Eflatun'dan bu yana demokratik rejimlere şüphe ile bakılmıştır. Eflâtun demokrasiyi, hale ki aydınlatmaktan çok halka yaltaklanan demegogları türettiği için yeriyor, demegogları halkın kolaya kaçmak isteğini sömürmekle suçluyordu.[168] Bu eleşirilerini yöneltirken Eflâtun, günümüz politikacılarını gözlerinin önüne getirmiş gibidir.
Bugünkü anlamıyla demokrasi Fransız İhtilâlinden sonra ortaya çıkmıştır. Bu ihtilâli yapan orta sınıftır. Bu sınıf halk hâkimiyeti yerine, millet hâkimiyetini benimsemeye çalışmıştır. Çünkü, "halk hakimiyeti kabul edilirse, iktidar orta sınıfın elinden kaçacaktır. Millet, mânevi bir varlıktır. Millet hâkimiyeti fikrinin benimsenmesi orta sınıfın iktidara gelmesini sağlayacak şartların oluşturulmasını kolaylaştıracaktır. Nihayet halk terimi somut bir ifade taşımaktadır. Bu ifade çoğunlukla köylü ve işçiyi içine almaktadır. Millet terimi ise, mânevi yönü olan, kısmen de olsa soyut bir kavramdır. Bu kavramdaki manevî yönü burjuvazi temsil etmektedir. Bu suretle orta sınıfın egemenliği millet adına kullanması mümkün olacaktır." [169] Bu ifadelerdeki millet ve halk kavramları arasındaki farkın açıklanışı bize göre gariptir. Ancak burada "halk veya millet hâkimiyeti" adına ne tür oyunların sahneleneceğine dair birçok ipuçları yakalayabiliriz. Millet adına hakimiyet kabul edilirken orta sınıf dümenler çevirir, halk adına hakimiyet kullanılınca bu sefer proleterya adına dümenler çevrilecektir. İki tür hakimiyette de bu tür özellikler ortaktır.
Fransız İhtilâlinin önde gelen fikir adamlarından Rouesseau da, kendi kendini çıkmazlara sokmuştur. Çünkü ideal yönetim ona göre demokrasilerde söz konusudur. Oysa bu uygulamaya konulduğunda pek çok arzulanamayan sonuçlar doğuracaktır. Bu arzu edilmeyen sonuçları da ortadan kaldırmak isterken başka çıkmazlarla karşılaşıyor...
Rouesseau, demokraside halk, hükümete hakimdir, der. Fakat halkın hükümete nasıl tesir edeceği konusunda fikri yoktur. Yasama organından söz etmeye sıra geldiğinde şöyle der:
"Milletlere en uygun gelen birlik kaidelerini keşfetmek için, insanların bütün ihtiraslarını-onları tecrübe etmeden -görebilecek üstün bir zekânın olması zorunludur. Bu üstün zekânın bizim tabiatımızla bir benzerliği olmamalı, bununla beraber o tabiatı tanımalı ve onun saadeti bize bağlı olmalıdır. Böyle olmakla beraber bu üstün zekâ, diğerleriyle bizzat ilgilenmeye hevesli olmalıdır. Ve sonunda o, zamanla kendisine istikbal için büyük bir şöhret hazırlayacak, bir devirde çalışmalı, diğerinde onun meyvelerini toplayabilmelidir." İhtimal ki insanlar arasında böyle bir yaratık bulmaktan ümidini keserek sonraki cümlede kararını verir:
"İnsanlara kanunlar vermek için İlâhların olması zorunludur." [170]
Demokratik egemenliğin halk tarafından, ya da millet tarafından kullanılması arasında sonuç bakımından bir fark olamaz. Kendilerine "halk cumhuriyeti" adını veren ülkelerde, orta sınıfın hâkimiyeti yerine "emekçi" adı verilen sınıfın hâkimiyeti söz konusu olur. Bu bakımdan her iki durumda da demokrasiyi savunanlarca amaç kabul edilen "toplu ve birlikte egemen olmak" söz konusu olamaz,
İslâm'ın bu tür egemenliklere yönelttiği güçlü tenkidlerden biri de bunun fikir ayrılıklarına yol açacağı hususudur. İslâm fikir ayrılıkları sonucu insanların kitlelere bölünmesi halinde toplum gücünün de yok olacağını
haber vermiştir. [171] Bu bakından farklı yollara sapmakla "Allah'ın dosdoğru yolundan ayrılmamayınız"[172] Bunlarla İslâm, farklı düzen tekliflerine sahip grupların toplum için oldukça tehlikeli ve zararlı olacağını özellikle vurguluyor, müslümanları yalnızca İlâhî emirlere bağlı olmaya çağırıyor.
Sözün burasında İslâm'ın hâkimiyet anlayışı ile batı kaynaklı câhili hâkimiyet düzenleri arasında ilgi kurmaya çalışanlar olduğunu hatırlıyoruz, ister istemez. Bu konu ile ilgili bir iki söz söylemeyi gerekli buluyoruz:
4. İslâm ve Diğer Siyasî Düşünüşler
Burada bazı siyasî düşüncelerin İslâm ile olan ilgilerini, uyan ve uymayan taraflarını ele almaya çalışacağız. Bunlar arasında İslâm ve Lâiklik, İslâm ve Demokrasi, İslâm ve Teokrasi konuları üzerinde duracağız:
a. İslâm ve Lâiklik
Lâikliğin kaynağını İncil'de "Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanri'nın hakkını Tanrı'ya" diye anlatılan ifadeye ve hristiyanlık dininin dünya hayatındaki insanlararası ilişkileri düzenleyici hükümlerinin bulunmamasına bağlayabiliriz. Diğer taraftan bu açık hükümlere rağmen, kilisenin zamanla güçlenme siyle, dünyevî iktidarları imrendirecek bir şekilde, insanlara tahakküm kurması, kralları, derebeyleri zor durumlara düşürmesi, ilmî çalışmalara karşı kesinlikle olumsuz bir tavır takınmasının sonucunda, kıskaca alınan batı insanının kilisenin aleyhine harekete geçmesinden ve bir çok noktalarda kilise hakimiyetini elinde bulunduranları safdışı etme mücadelesinden doğan bir çocuktur, lâiklik. [173]
Tez olarak lâiklik, dinin, inancın insanlar için yalnızca vicdanî bir mesele olarak ele alınmasından yola çıkar ve dinin hiçbir şekilde devlet işlerine karıştırılmaması gerektiği sonucuna ulaşır, Oysa bir toplumun hayatında gayr siyasî denen din, diğer faktörlerden uzaklaştmlırsa, yalnız başına siyaset, halkın bütün ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez ve böylelikle ortaya çıkan görüntü gerçeğe uymaz.
İslâm açısından lâikliğin söz konusu olup olamayacağı konusunu ele almadan şu sorulara cevap aramak gerekir.[174]
- İslâm dini müslümanlar için sosyal ve siyasî bir durum belirlemiş midir?
- Bunlar çağımızda bile müslümanlar tarafından izlenebilecek güçte midir?
- Günümüz müslümanlarının inançları, onlara bu inançlarının gerekli kıldığı yönde olanca güçlerini harcatacak kadar canlı ve güçlü müdür?
İslâm'ı az çok tanıyan birisinin bu sorulara olumsuz cevaplar vereceğini düşünemeyiz. Buna göre lâiklik İslâm için oldukça anlamsızdır.
İslâm'ın devletten, devletin varlığından beklediği, müslümanların her türlü faaliyetlerinin Kur'ân ve Sünnetin hükümlerine göre düzenlenmesidir. Bu konuyu klâsik İslâm müellifleri bile göz önünde bulundurmuş ve yalnızca dünya işleri diye ifade edilen ekonomik ve siyasî konuların dinden kopuk bir şekilde düzenlenmesinin İslâm'ın amaçlarına ters düşeceğini açık açık söylemişlerdir. Sa'duddin et-Teftâzânî (V. 793/1390) bunlardan bir tanesidir. [175] İmam Gazzâlî de bu konuda çok açıktır. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmaz ikiz kardeşler olduğunu ifade etmekle yetinmez. Özellikle devlet başkanının şahsına ait dinî görevlerine büyük bir titizlik göstermesini bile öğütlüyor. [176] Çünkü o bilir ki, Allah'a karşı görevlerini yerine getirmekte titiz olmayanlar, yüklendikleri sorumlulukları gereği gibi yerine getiremezler. Ferdin hayatında dinî ve dünyevî bir ayırım söz konusu olamıyorsa, onların yönetilmelerinde böyle bir ayırım ne derece uygun olabilir?
Bu bakımdan İslâm'ın "dinde zorlama yoktur" ilksinden hareket ederek bir "İslâmî lâiklik"ten söz etmek, hem kavram kargaşasına neden olur, hem de İslâm'da olmayan bir şeyi varmış gibi gösterir. Bu ise, Allah'a ve dinine bir iftiradır.
Kur'an-ı Kerim, bize geçmiş ümmetlerin peygamberlerine karşı takındıkları tavırlarını açıklarken, kimilerinin bu konuda tam anlamıyla laik bir yaklaşımı sergilediklerini görüyoruz. Hz. Şuayb, kendi kavmine ölçü ve tartıda adaletli olmayı, insanlara haksızlık etmemeyi emredince onlar şu karşılığı verdiler:
"Ey Şuayb, babalarımızın tapındığını terk etmeyi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaya son vermeyi senin namazın mı emrediyor?" [177]
Burada onun kavminin, Allah'a mutlak itaat ve teslimiyetin özellikle ifadesi olan namazın doğrultusunda, Allah'ın bütün emir ve hükümlerine bağlılığı red ettiklerini görüyoruz. Namaz kılmayı kabul etseler bile, kendi anlayışlarınca "dünyevî" olması ve dinin herhangi bir alâkasının bulunmaması gereken bir konuya Allah'ın emir ve hükümlerini kabule yanaşmadıklarını ifade etmektedirler.
Onlardan kimisi Din'in dünya hayatına el atmasını, malî ve ticarî ilişkilerde egemen olmasını kabul etmiyor, bu
konuda tartışmaya koyuluyor. Nitekim günümüzde çağdaş câhiliyye mensubu bir takım kimseler, onlarca asır sonra, aynı konuda tartışmalarını sürdürmekte, İlâhî Vahye karşı koymak istemektedir. Ve bunlar bu geçmişteki, eskimiş, gerici diyalektiğe de "ilericilik" ve "özgürlük" adına kapılmaktadırlar.
Bu elbetteki tabiidir... Çünkü cahilî yaklaşımlar,-aradan çağlar geçse bile, tavırların belirleyici etkeni bir olduğuna göre-elbetteki birbirine benzeyecektir.
Burada şunu belirtmek yerinde olacaktır:
İslâm, mutlak ve kayıtsız şartsız Allah'ın hâkimiyetinden söz etmekle, Kur'ân-ı Kerîm bu hâkimiyeti gerçekleştirme görevini "yeryüzünün halifesi" sıfatıyla mümin insana vermekle birlikte; İslâm tarihinde de sonuna kadar bırakılmaları söz konusu olması halinde laik egemenlik anlayışına kadar ulaşabilmek tehlikesini beraberinde getiren yaklaşımlar da görülmüştür... İbn Teymiyye genel bir ifade ile bunun yanlışlığını bilhassa vurguluyor:
"Devlet otoritesine sahib olmak ve mal elde etmekten maksat, Allah'a yaklaşmak ve bunların Allah yolunda harcanması olması halinde bu hem dinin ve hem de dünyanın dosdoğru olması demektir. Devlet otoritesi, dinden ayrılıp tek başına kalacak ya da din devlet otoritesinden mahrum olacak olursa, insanların halleri bozulur, düzeni kalmaz. [178]
Bu tehlikeli yaklaşımın sebeblerine de genel olarak şöyle değiniyor:
"Pek çok yönetici, mal ve şeref elde etmeyi hedef alınca, yönetimlerinde imanın hakikatinden uzaklaşmış oldular, Çoğu kimse de bunun sonucu olarak yöneticiliğin imana ve mütekamil bir dindarlığa aykırı düştüğü zehabına kapıldılar. Daha sonra bu konuda insanlardan bir kısmı dinin ancak kendisiyle tamam olabileceği unsurlar olan yönetimi, cihâd ve mal ile birlikte bir bütün halinde ele almaktan vazgeçtikleri gibi; bir kısmı da kişisel olarak bunlara ihtiyaç bulunduğunu gördükleri için, bunları ele geçirmekle birlikte dinden yüz çevirmişlerdir.. [179]
Böyle bir anlayışın sonucu kesin olarak âhireti unutmaktır, Allah'a kavuşacağını hatırlamayıp dünya hayatıyla tatmin olmaktır. Allah'ın âyetlerini unutup gaflete düşmektir.
"Muhakkak ki Bize kavuşacaklarını ummayanlar, dünya hayatından hoşnut olup onunla (yetinip) tatmin olanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar, işte onların, kazandıkları yüzünden varacakları yer ateştir." [180]
Dinin laikleştirilmesi sonucunda varılacak yer bundan başkası olamaz. Allah unutulur, hükümleri unutulur, âhiret unutulur ve sonuçta insanlar "birbirlerinin kurdu olarak" kendi zehiriyle ölmeye mahkûm akrepler gibi, kendi kendilerinin katili olurlar...
b. İslâm ve Demokrasi
Demokratik yönetimlerde halk temsilcileri diye nitelendirilen, seçilmiş parlamenterlerin kanun koyucu olarak kabul edilmeleri esastır. Halk tarafından seçilen bu parlamenterler, çoğunluk esasından hareketle halkı yönetir ve onların ihtiyaçlarını-siyasî açıdan-karşılamaya çalışırlar.
Demokrasinin de batı siyaset tarihinde özel bir geçmişi vardır ve batının tarihî birikiminin bir sonucudur.
Bazı kimseler, İslâm'ın da ulu'1-emr diye adlandırılan devlet yöneticilerinin seçimle belirlenmesi gereğinden hareket ederek, İslâm ile demokrasi arasında bağlantı kurmaya çalışırlar. Ancak bu gereksiz ve tutarsız bir iddiadır.
Çünkü demokrasi, yalnızca yöneticilerin halk tarafından seçilmesi demek değildir. Ayrıca hâkimiyetin ve kanun yapma yetkisinin de bu seçilmiş parlamenterlere devredilmesi demektir, Oysa yeri geldiğinde de göreceğimiz gibi, İslâm'da ulu'lemr, yalnızca ve onun hükümlerini uygulamakla görevlidir. Devlet ve yöneticilerinin görevi, uygun görecekleri şekilde yasamalarda bulunmak değil, Allah'ın hükümlerini icra etmekten ibarettir. Yasama yetkisi de hâkimiyet de Allah'ındır. Ulul-emrin, İslâm'ın açıkça hükme bağladığı konularda yasama yetkilerinin varlığından söz edilemez.
Günümüzde demokrasi pratik olarak biraz da kayıtsız, şartsız parti politikasını savunmak ve desteklemek, bu politikanın kabul etmediği her şeye de karşı çıkmak anlamına bürünmüştür. Oysa Hz. Peygamber (s) bu konuda müslümanlara şunu öğütlemektedir;
"Sizden biriniz: "Biz insanlarla birlikte hareket edeceğiz, onlar iyilik yaparsa yaparız, kötülük yaparlarsa onu da işleriz" demesin. Fakat, insanlar iyilikte bulunurlarsa, iyilik yapmaya, kötülük işlerlerse zulmetmemeye kendinizi alıştırınız.[181]
Diğer taraftan demokrasinin en çok özerinde durduğu ve adeta bu siyasal tezin belkemiğini oluşturan çoğunluk prensibine Kur'ân-ı Kerîm pek o kadar değer vermez. Hatta vahiyden uzak, vahyin rehberliğini aklî ve fikrî yapılan gelişmemiş kişilerle, vahye göre, yapılanmamış, kurumlarını vahye göre şekillendirmemiş toplumlara ve topluluklara itaati halinde yeryüzündekiierin çoğunluğunu teşkil etseler bile Allah'ın yolundan saptıracaklarını, çünkü esasen kendilerinin bu konuda kesin bir bilgilerinin olmadığını, isabet ettiklerinden pek de emin olamadıklarını özellikle vurguluyor:
"Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar. (Çünkü) onlar ancak zanna uyarlar ve onlar (hak budur, gerçek budur, gibi iddialarda bulunduklarında, vahiyden uzak olmaları dolayısıyla) yalan ve iftira edenlerden başka (kimseler) değildirler." [182]
c. İslâm ve Teokrasi
İslâm yönetimi hakkında söz söyleyenler çoğunlukla İslâmî idarenin teokratik bir yönetim olduğunu ileri sürmüşlerdir. [183] Diğer taraftan, çağdaş müslüman yazarlar da çoğunlukla iki türlü cevap vermişlerdir:
Eğer teokrasi ile, Allah'ın hükümlerinin insanlar tarafından uygulanması kastediliyorsa, İslâm için "teokratiktir" diyebiliriz. Yoksa bununla batıdaki şekliyle, din adamlarının hâkimiyeti kast ediliyorsa İslâm'ın teokratik olmasından söz edemeyiz, demektedirler. [184] Bu konuda Mevdûdi'den şu satırları okuyalım:
"... İslâmî siyaset için daha elverişli bir tabir: İngilizce'de teokrasi diye tasvir edilen "Allah'ın Hâkimiyeti" olacaktı. Fakat İslâmî teokrasi halktan kesin bir şekilde ayrılmış bulunan, kendi yapmış oldukları kanunları Allah adına icbar eden ve kontrolsüz hükmeden, böylece zımnî bir şekilde kendi ilâhlıklarını bütün halkın üzerine empoze eden bir rahip sınıfına sahip olup bunlardan acı tecrübeler görmüş olan Avrupa teokrasisinden tamamen farklı bir şeydir. Böyle bir yönetim sistemi, İlâhî olmaktan çok şeytanîdir. Buna zıt olarak İslâm tarafından inşâ edilen teokrasi özel hiçbir dinî sınıf tarafından yürütülemez. Fakat bütün halkın dahil olduğu bir müslüman cemaat tarafından yürütülür. Bütün müslüman halk, devleti Allah'ın Kitabına ve Peygamberin öğretisine uygun olarak yürütür." [185]
İslâm yönetimi ile teokratik hâkimiyet arasında belirtilen farklar kesinlikle doğrudur. Ancak hiçbir batılı "teokrasi" kelimesinden bizim anlatmak istediklerimizi anlayamaz. Çünkü o, birkaç türlü teokrasi değil, yalnızca batıda uygulama' alanı bulmuş teokrasiyi tanır. Dolayısıyla bu konuda da İslâmî yönetim şeklini teokrasi ile anlatmaya kalkışmak gereksizdir, hatta tehlikelidir, Bu nedenle biz bunun yalnızca "İslâmî Yönetim"le anlatılmaya çalışılmasına taraftarız. Bunun yerine şu veya bu İslâm dışı kültürlerin ve tarihî birikimlerin terim ve kavramlarının İslâm'dan söz edilirken kullanılmasına taraftar olamayız...
Hatta genel olarak Kur'an-ı Kerim'i özel olarak da değinilecek şu âyet-i kerîmeyi tetkik ettiğimiz taktirde, yüce Rabbimizin insanlara kendi adına konuşma yetkisini vermediğini göreceğiz. Allah insanlar arasından ancak peygamberler seçer ve bunlar Allah'tan aldıkları emirleri, hükümleri insanlara tebliğ ederler. Onlar Allah'ın izin vermediği şeyleri asla söylemezler. Tevhîd akidesine aykırı en ufak bir tutum ve davranışları görülemez. Kur'an-ı Kerim, Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı buyruklar vererek yahudiliği ve hristiyanlığı aslî şekillerinden uzaklaştıran hahamları ve rahipleri yerdiği gibi, en az onlar kadar ve hatta daha da fazla onların bu iddialarını kabul edip red etmeyen çevrelerindeki insanları da eleştirmektedir. Allah adına konuştuklarını ileri sürüp Allah'ın âyetlerini az bir paha karşılığında değiştirenler [186] aslında ilâhlık iddiasında bulunuyorlardı. Onların bu iddialarına kanan saflar da onları ilâh tanıyan cahillerden ibaretti:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini, bir de Meryem oğlu İsa Mesîh'i Rabler edindiler." [187]
Bu âyeti işittiği zaman, yahudi ve hristiyanların kendi din adamlarına, ibadetin belirli tapınma şekillerini sunduklarından söz edilmekte olduğunu sanan ve bunun gerçek anlamını öğrenmek isteyen Adiyy b. Hatim'e H. Peygamber bu ilâh edinmeyi şu şekilde açıklar:
"Evet onlar (senin söylediğin gibi tapınmanın belli şekilleriyle) onlara ibadet etmiyorlardı. Fakat onlar ötekilere (hahamlarla rahipler) bir şeyi helâl kıldıklarında helâl, haram kıldıklarında da haram kabul ediyorlardı." [188]
O halde Kur'an-ı Kerîm, Allah'ın hükümleri dururken, o hükümlerin dışında hüküm koymayı, rubûbiyyet iddiasında bulunmak şeklinde değerlendiriyor. Allah'ın hükümleri dururken sıfatları, konumları ve meziyetleri ne ne olursa olsun insanlar tarafından konulmuş aykırı hükümleri kabul etmek ise, onların rubûbiyet iddialarını kabul etmek ve onları rab edinmek demektir. İsterse bu işi yapanlar bunu Allah adına yaptıklarını ileri sürsünler, isterlerse bir sınıf adına, kral adına, yada çoğunluk adına yaptıklarını ileri sürsünler, değişen hiçbir şey olmaz. Nitekim Hz. Peygamber de, zekâttan kendisine pay verilmesini isteyen kimseye, kimlere zekâtın verileceğinin yüce Allah tarafından tesbit edilmiş olduğunu ve bu konuda hükmü bulunduğu için başkasının hüküm koymasına asla razı olmadığını anlatmak sadedinde şunları söylemiş bulunuyor:
"Allah, Peygamberin olsun bir başka kimsenin olsun, zekâttın kimlere verileceği) konusunda hükmünü kabul etmemiştir. Bu bakımdan bizzat kendisi bu konuda hükmünü koymuş ve sekiz kısma ayırmış (bu sekiz kısımdan olmayanlara verilmemesini emretmiş)tir. Şayetsen bu (sekiz) kısımdan birisi isen sana hakkını veririm." [189]
Görülüyor ki, teokratik yönetim, yani Allah adına hüküm verdiği iddiasıyla ortaya çıkıp Allah'ın hükümlerini değiştirmek, Allah'ın âyetlerini tanınmaz bir hale sokmak; yine insanları Allah'ın adına yönettiğini ileri sürerek monarşik saltanatını sürdürmek, dilediği gibi hükümler koymak, insanların hayatı ile ilgili yasaklar ve mubahlar koymak, kesinlikle İslâm'ın onaylayabileceği bir durum olamaz... Bu bakımdan İslâmî yönetimi nitelendirmek maksadıyla kesinlikle "teokrasi"den söz edilemez... Kelimenin nereden gelip nereye gittiğinden çok, onun taşıdığı anlamdır önemli olan ve Kur'ân da böyle bir anlamı, böyle bir muhtevayı çok açık ve kesin bir dille red ediyor... İşaret ettiğimiz âyet-i kerimeler, hepsini sıralamaya imkânımız olmadığından yalnızca ikisine değindiğimiz hadis-i şerifler, bu gerçeği çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır...
5. İslâmî Hâkimiyet
Allah Teâlâ'nın el-Esmâü'1-hüsnâsı'ndan (zatına has en güzel isimlerinden) bir tanesi de Hakîm'dir: Hikmetli, hâkim, hükmü kat'î anlamlarına gelir. Hikmet ve hâkim anlamlarıyla, Allah'ın güzel isimlerindendir. [190]
İslâm'ın hâkimiyet kavrmına getirmiş olduğu yorum, onun telkin ettiği inanç esaslarıyla yakından ilgilidir. Kur'ân'ın pek çok yerinde hâkimiyetin yalnız Allah'a ait olduğunu ve insanın ise ancak halîfe olarak Allah'ın hükümlerini uygulamakla görevli olduğunu bildiren âyetler pek çoktur ve oldukça kesin ve açıktır.
Hâkimiyetin tam anlamıyla Allah'a ait olduğu bildirilirken, Kur'ân'ın pek çok âyeti bunu çeşitli yönlerden ele alır.
Hâkimiyet Allah'ın dışında hiç kimsenin olamaz. Çünkü yalnız O "istediğini yapan" [191] ve "ne ettiğinden sorumlu tutulamayan" [192] dır. "Herşeyin iktidarını elinde bulunduran, herşey himayesi altında olduğu halde, hiçbir kimsenin himayesi altına girmeyen" [193] "Melik ve Kuddûs" [194] olandır. Hâkimiyet bütün anlamıyla ancak Allah'ın olabilir. O'ndan başkasının olamaz. Çünkü mülkün sahibi insan değil, Allah'tır. Ve O, mülkü dilediğine verir, kimden dilerse de ondan alır. [195] Dolayısıyla yeryüzünde Allah'ın halifesi olmak üzere kendisine mülk verilen toplumlar, Allah'ın hâkimiyeti yerine başka ilâhların hâkimiyetini tanımamalıdırlar. [196] Çünkü gerçekten de "Hüküm Allah'tan başkasının değildir. O, kendisinden başkasına tapmamamızı emr etmiştir." [197]
Bu âyette iki anlama gelebilecek bir kelime olmadığına göre, bu hâkimiyetten tüm kâinatın hâkimiyeti anlaşılır. Bu öyle bir hâkimiyettir ki, hem siyasî, kem kanunî olmakla birlikte aynı zamanda hem ahlâkî hem itikadîdir... Bütün İslâm hukukçuları "hüküm vermenin Allah'a ait olduğunda fikir birliği" etmişlerdir. [198] Çünkü Allah Teâlâ:
"Yaratmanın da, emretmenin de kendisine mahsus olduğunu" [199] bizlere kesinlikle bildirmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın hâkimiyeti ile ilgili âyetler pek çoktur. Teşrî (yasama) yetkisinin yine Allah'a ait olması, hâkimiyetin O'nun olmasının zorunlu bir sonucudur. Allah Teâlâ, kendisinin razı olmadığı yasamalarda bulunmayı şirk diye nitelendirir. [200] Kendi hâkimiyetini tanımayıp indirlikleri ile hükmetmeyenleri de kâfir, zâlim ve fâsık diye niteler. [201] Sözkonusu bu âyetleri tefsir edenler de Allah'ın hakimiyetini kabul etmeyenlerin İslâm'dan çıkacaklarını açıkça ifade etmişlerdir. [202] Böylelikle Allah'ın hâkimiyetini kabul etmeyip, indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler. Yaratanlarına karşı kusurları nedeniyle kâfir olacakları, dolayısıyla kendi nefislerine zulüm etmiş olacakları da bildirilmiştir. [203] Başka âyetlerde de Allah'ın hâkimiyeti farklı açılardan açıklanmış ve bu konuda inananların dikkati çekilmek istenmiştir. [204]
Allah'ın mutlak hâkimiyetine dair bu genel açıklamalardan sonra, şimdi de özel olarak Rabbimizin teşril hâkimiyetine dair birkaç âyet-i kerîme ile bazı İslâm âlimlerinin görüşlerine işaret etmekte fayda görmekteyiz:
Bilindiği gibi teşrîî hâkimiyet bilhassa emir ve yasaklarda kendisini gösterir. Bu bakımdan yüce Rabbimizin biz insanlar üzerindeki teşrîî-ya da siyasî anlamıyla-hâkimiyetinden söz eden buyrukların genelde bu içerikteki âyetlerde bilhassa ortaya çıktığını görmekteyiz. Hâkimiyet konusunu ele aldığımızdan bu yana ve hatta bu çalışmamızın tümünde sıraladığımız ve sıralayacağımız Kur'ânî ve Peygamberi buyruklara ve bunlara paralel İslâm âlimlerinin açıklamalarına burada şunları da ekleyerek, hâkimiyetin İslâmî yorumuna dair açıklamalarımızı sonuçlandıracağız. Çünkü bu konuda yeterli fikir verecek kadar açıklamalar yaptığımızı düşünmekteyiz.
Rabbimiz biz müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklarımızı Allah'a ve Rasûlüne döndürmemizi emretmekte, Allah'a ve ahiret gününe iman ettiğimiz taktirde bunun hakkımızda en hayırlı sonuç olacağını bildirmektedir. [205] İbn Kesîr de bunu açıklarken anlaşmazlık halinde Kitâb ve Sünnet'in hükmüne başvurmayarak bu konuda onların hakemliğini kabul etmeyen kimselerin Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyeceğini belirtmektedir. [206]
Şah Veliyyullah ed-Dehlevî de et-Tevbe: 9/31'de sözü geçen yahudî ve hristiyanların, hahamlarını ve rahiplerini ilâh edinmelerinin asıl anlamının, onların bu ileri gelen din adamlarının helâl ve harama dair olarak Allah'ın şeriatına aykırı-yaptıkları teşrîlerini kabul etmeleri olduğunu, onları ilâhlaştırmanın bu anlamı ifade ettiğini belirttikten sonra, onların bu küfürlerinin asıl sebebinin, Allah'a mahsus olan bir yetkiyi fani insanlarda görmeleri olduğunu vurguluyor. [207]
Çünkü hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması, O'nunla birlikte buyruk vermesi kesinlikle söz konusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez. [208] Herkesin O'nun emrine uyması, yasaklarını kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden bir takım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bir takım kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı ve hatta (Kur'ân ve Sünnet'i) yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarda onun hükmüne başvurması gerekmez. Ta ki bu söylenenler Rasulün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir, yok Rasûlün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların red edilmesi, elin tersiyle bir kenara itilmesi gerekir. [209] Çünkü yüce Rabbimiz müminlerin geçerli bir imana sahip olmalarını, aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasulünün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış, içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle verdiği hükme teslim olmayı şart koşmuş bulunuyor. [210]
Kısacası Allah ve Rasulü bir iş hakkında hüküm vermiş ise, erkek olsun kadın olsun hiçbir mümin için artık o konuda istediklerini tercih etmek yetkisi yoktur. [211]
"Allah'ın, Rasulü Muhammed'e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir. Çünkü hak yalnız odur, Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen feshedilir. (Geçersiz kılınır, onunla amel edilmez.)" diyen İbn Hazm [212] buna delil olarak da Kur'ân-ı Kerîm'deki:
"Ve onlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet..." [213] âyetini göstermektedir.
Bu konuda beşer olarak yapılacak bütün açıklamalar, hiç şüphesiz bu dinin, bu şeriatın gerçek sahibinin açıklamaları yanında zayıf ve son derece sönük kalacaktır. Bu bakımdan konumuzla son derece yakından ilgili olduğu için şu âyet meâlleriyle açıklamalarımızı noktalamak yerinde olacaktır:
"Derler ki: "Biz Allah'a ve Rasulü'ne iman ve itaat etik" Bundan sonra da onlardan bir kesim, gerisin geri dönerler. Onlar müminler(den) değildir. Aralarında hükmetmek üzere onlar Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, bakarsın ki onlardan bir grup yüz çeviricidir. Eğer onlar hakkında kendilerinin olduğunu bilseler, ona süratle gelirler. Acaba onların kalplerinde hastalık mı vardır, yahut kalpleri şüpheye mi düştü? Yoksa Allah ve Rasulü kendilerine haksızlık ederler diye mi korkarlar? Bilakis onlar zalimlerin ta kendileridir. Müminler, aralarında hükmetmek üzere Allah'a ve Peygamberine çağırıldıklarında, sözleri ancak "işittik ve itaat ettik" demektir. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." [214]
Bütün bu açıklamalardan zorunlu olarak şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır:
- Kâinattaki hükümler ile insanların hayatlarında uygulamaları için konmuş hükümlerin kaynağı (şârii) birdir, Allah'tır.
- Allah'ın hâkimiyeti karşısında zorunlu olarak tüm insanların mevkii birdir ve aynıdır.
- İnsanın bu kanunlar karşısındaki durumu, âlimin tabiat kanunlarını keşfetmesi gibi, bu ilâhî hükümleri anlamaya çalışmaktan ibarettir.[215]
- Dolayısıyla insan kudretinin karışamayacağı ve elindeki kudretlerin değiştiremeyeceği bir ilâhî kanunlar mecmuasıyla karşı karşıyadır. Bunun için siyasî hâkimiyet de yalnız ve yalnız Allah'a ait olacaktır. İnsan bunları uygulamakta görevlendirilmiştir. O, hukukî ve siyasî anlamda hâkim olamaz.[216]
- Mutlak ve sınırlandırılamaz hâkimiyet yalnız ve yalnız Allah'ındır.[217] İnsanlar Allah'ın halîfesi olarak bu hükümleri uygularlar.
Bu kısa açıklamaların, İslâm'ın hâkimiyet anlayısın ana çizgileriyle ortaya koyduğu kanaati içerisindeyiz. Diğerlerine göre bu konuyu biraz daha geniş açıklayışımızın konunun öneminden ileri geldiği kolaylıkla tahmin edilebilir. Ayrıca İslâm devlet yapısının en önemli özelliklerinden biri de, onun hâkimiyyet kavramına getirdiği yorumdur. Bu İslâm devlet düzeninin, diğer bütün devlet düzenlerinden ayrı bir yapıya sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenle bu konuda açıklık kazanmamış bir hususun kalmamasına özen gösterdik. Başarı Allah'tandır.
D. İslâm Devletinin Kişilik Unsuru
Her ne kadar İslâm hukuku müellifleri devletin kişiliğinden açıkça söz etmemişlerse de, devletin çeşitli mükellefiyetlerinin varlığından, görevlerinden söz etmişlerdir. Devletin raiyyeye karşı hak ve görevleri üzerinde durmuş, yetkilerini ele almış, bunun karşılığında raiyyenin hak ve görevlerinden söz etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm başka devletlerle yapılacak antlaşmalara gösterilmesi gereken hassasiyet üzerinde durmuş, karşı tarafın bunlara aykırı hareket etmesi halinde takınılacak tavrı göstermiştir.
İslâm hukukunda direkt olarak devlet kişiliğinden söz edilmemesine, mükellefiyetlerin, sorumlulukların devlet çarkını yürüten hakiki şahıslarda görülmüş ve bu şekilde ele alınmış olması neden olabilir. Böylelikle gerçek şahıslar her zaman sorumluluk altında bulunduklarını, yapacakları kanunî olmayan işlerden sorumlu tutulacaklarını gözönünde bulunduracak ve davranışlarını ona göre düzenleyeceklerdir. Diğer bir ifade ile devletin her türlü kademesinde yer alan temsilcileri görevleri ne olursa olsun-kanunî bakımdan dokunulmaz değildirler. Hiçbir şekilde Şerîat hükümlerinin üzerinde görülemezler. Bu durum karşısında İslâm hukukçuları, devletin hükmî kişiliği yerine, hakiki şahıslardan söz etmeyi daha doğru ve gerekli görmüşlerdir.
İslâm hukukçuları devleti tasarruf, hak ve yetkilerinde devlet başkanının ve memurların temsil ettiği bir kişilik kabul ettiklerinden [218] bunların yapacakları hukuka aykırı icraatlarında sorumlu tutulacaklarını kabul etmişlerdir. Ancak bunların "kasıtsız ve mazur görülebilecek hataları da devlet adınadır, gerektiğinde tazminatı devlet öder. [219] İslâm Devleti kişiliğinin yüksek derecedeki temsilcisi olan hükümet, devletlerarası ilişkilerinde İslama aykırı, Kur'ân hükümleri ile çelişen şartları kabul edemez. Bu konuda İslâm hukukçuları:
"Haramı helâl, helâli haram kılacak antlaşmaların caiz olamayacağını" açıkça ifade etmişlerdir.
Bu konu ile ilgili olarak şunları da eklememiz gerekmektedir:
İslâm devleti kurulduğu alanda kendisinden önce cahili bir düzenin hâkimiyeti söz konusu olabilir. Böyle bir durum karşısında câhili düzenin tasarrufları gayri İslâmî olacağından, İslâm Devleti banlardan dolayı sorumluluk kabul etmeyecektir. Kur'ân-ı Kerîm ilk müslümanlara câhiliyye döneminden kalma faizli ilişkilerinden vazgeçmelerini, aksi taktirde Allah'a ve Rasulüne karşı savaş açmış olacaklarını bildirmiştir. [220] Hz. Peygamber (s) de Veda Haccı hutbesinde câhiliyyeden kalma faizli ilişkileri ve kan davalarını ayakları altına aldığını ilân etmiştir.
Bunlara dayanarak diyebiliriz ki, İslâm yönetimi kendinden önceki yönetimlerin İslâm-dışı tasarruflarından, yalnızca aynı topraklar üzerinde yer aldığı için, sorumlu tutulamaz. Çünkü "arz Allah'ındır. Onu dilediklerine miras bırakan O'dur." [221]
V. İlk İslam Devleti
Bilindiği gibi Hz. Muhammed (s), Peygamberliğini açıklayıp insanları İslâm dinine kabule davet etmeye Mekke'de başladı. Mekke'de onüç yıl gibi bir süre türlü sıkıntılara rağmen insanları bu yeni dine, onlara hayat verecek nitelikteki bu yetkin ilâhî düzene davet etmeye ara vermedi, durup dinlenmeden kendisi ve beraberindekiler Allah'ın kelimesini yüceltmek uğrunda ellerinden geldiğince çalışıp çabaladılar...
Aslında bu çalışma, mücadele ve bu uğurda karşılaşılan sıkıntı, işkence ve ızdıraplar, beşerin beşere kulluğu esası üzerinde değil de Allah'a kulluk üzerinde yükselen, insanın gerçek kimliğine dönüşünün ifadesi olan İslâm'ın, bütün fazilet ve üstünlükleriyle, güç ve imkânlarıyla devlet olarak dünya ve tarih sahnesine çıkışının başlıbaşına bir müjdesi, bir ifadesi idi... İnsanoğlu Hz. Âdem'den bu yana Allah'ın şeriatının öngördüğü şekilde teşkilatlanmak yani devlet düzeyinde de Allah'ın dininin yeryüzündeki kurumlarını gerçekleştirmek emrine muhatap tutulmuş ve bu hitabın sorumluluğunu, gereklerim yerine getirmesi istenmiştir... İşte Hz, Muhammed ve beraberindekiler bu sorumluluğun yeniden bilincine ulaşılmasını sağlamak için insanlığa İslâm'ın diriltici mesajını tekrarladılar. Peygamber, insanları biribirlerine kulluk etmeye son vererek, beşerî düzenlerin egemenlikleri altındaki kölelik zincirlerini kırarak gerçek hürriyetlerine kavuşmaya çağırıyordu... Bu çağrıya Mekke ortamı içerisinde olumlu cevap verenler verdi, red eden ve çeşitli şekillerde olumsuz tepki gösterenler de gösterdi. Ancak İslâm yerel bir çağrı değildi... Belirli bir insan zümresini muhatap almıyordu... O evrensel kimliğiyle, bütün insanları kendisine muhatap almasıyla eşsiz bir seyyaliyetin ve her zaman için dinç, diri ve atak kalabilmenin özelliklerini taşıyordu... İşte bu özellikleriyle İslâm Daveti Akabe Bey'atlerinde çağrısına cevap bulabilmişti... Evet, artık İslâm, Mekke'nin coğrafî sınırlarını çoktan zorlamakla birlikte bu coğrafyanın sınırlarını fiilen aşmak ve onun dışına taşmak aşamasına gelmişti ve bu gerçekleşti...
Kabul etmek gerekir ki, davetin ilk toplumlarının semere vermesi, İslâm Devleti'nin ilk temellerini oluşturmak bakımından ne derece önemli ve değerli ise, Akabe'deki Bey'atlerin de Medine'de İslâm Devletinin fiilen ortaya çıkmasında değeri o kadar büyüktür...
İslâm Devleti'nin Medine'de tesis edilmesinin Mekke'deki uzun hazırlık safhası ile Akabe Bey'atleri ile diğer önemli etkenlerin tetkikini şimdilik bir kenara bırakacak olursak, devletin unsurları açısından konuya baktığımız taktirde, Hz. Peygamber'in başkanlığında Medine'de kurulan İslâm Devleti'nin bütün bu unsurlara tam anlamıyla sahip olduğunu rahatlıkla tesbit etmek imkânına sahip bulunuyoruz.
Bundan önceki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere devletin
- İnsan,
- Toprak,
- Hâkimiyet ve
- Kişilik olmak üzere dört tane unsuru bulunmaktadır. Anayasa ve idare hukukçularının da sözbirliği halinde devlet için gerekli gördükleri unsurlar da bunlardan ibarettir.
Bu açıdan Hz. Peygamber'in başkanlığında kurulan İslâm Devleti'ni ele aldığımız taktirde bu unsurların tam anlamıyla gerçekleşmiş olduğunu kolaylıkla tesbit ekmek imkânımız vardır. Şöyle ki:
- İnsan unsuru; hiç şüphesiz müslümanların Medine'de bir araya gelmeye başladıkları andan itibaren vardı. Hz. Peygamber hicretten hemen sonra Medine etrafında bulunan yahudi ve Arap kabilelerle toplu ve ayrı ayrı antlaşmalar yapmış ve bunların hepsini,-en azından siyasal bakımdan-şahsında ifadesini bulan İslâm Devleti başkanının itaati altına almıştı. Böylelikle İslâm Devleti'nin müslüman olan ve olmayan insan unsuru, İslâm'ın egemenliği altında yaşamayı kabul etmiş oluyordu.
- Medine'nin sınırları Hz. Peygamber'in hicretinden itibaren İslâm Devleti'nin toprak unsurunun ilk kısımlarını teşkil etmekteydi. Gerek Hz. Peygamber'in kendi hayatında ve gerekse ondan sonra İslâm ülkesinin sınırları her geçen gün genişleyip durmuştur.
- İslâm ülkesinin sınırları içerisinde yaşayan bütün fertler, Allah Rasulü'nün hükümlerini kabul ediyordu. Müslüman olsun olmasın, bu sınırlar içerisinde yaşayan herkes, Allah Rasulü'nün verdiği bütün hükümleri rıza ile karşılıyorlardı... Müslümanlar hem akidelerinin bir gereği ve hem de devletlerinin siyasal otoritesinin temsilcisi olarak Hz. Peygamber'e itaat ederken, müslüman olmayanlar da siyasal otoritesini kabul ettikleri bir lider olarak Hz. Peygamberin hükümlerine başvuruyor ve bu hükümleri kabul ediyorlardı.
- İslâm Devleti, ilk gününden beri bağımsız bir kişiliğin sahibi olmuş, hem içte ve hem de dışarıya karşı üzerine aldığı sorumlulukları her zaman yerine getirmek için özel bir çaba harcamıştır. Bilhassa Allah Rasulü'nün sireti ve Râşid halifelerin tarihi bu bakımdan sayılamayacak kadar çok ve oldukça anlamlı örneklerle dolup taşmaktadır.[222]
Bütün bunlar şu gerçeği göstermektedir:
İslâm Dini'nin yapısı ve muhtevası devlet eliyle uygulanmasını emretmektedir. Bu, Kur'an'ın hükümlerinin gereği olduğu kadar, Hz. Peygamber'in uygulamalarının kaçınılmaz bir sonucudur, diğer taraftan İslâm'ın eksiksiz bir şekilde uygulama alanı bulabilmesi ve insanların onu gerçek kimliği ile tanıyabilmesi. İslâm'ın kendisinin ve müntesiplerinin korunması, saldırılara karşı savunulabilmesi İslâm'a göre kurulmuş bir devletin varlığı ile mümkün olabilir... Bu da ayrıca müslümanların bu açıdan sorumluluklarının büyüklüğünü bilhassa ortaya koymaktadır.
VI. Devletin Fonksiyonları
Devletin kendine göre kuvvet ve yetkileri çeşitlidir. Bunlar arasından en önemlilerinin üzerinde duracağız. Bu fonksiyonların kimler tarafından kullanıldığı, birbirleriyle münasebetleri üzerinde burada uzunca durmayacağız. Bunları çalışmamız ilerledikçe, herbirisini yerinde göreceğiz. Burada İslâm devletinin teşri' (yasama), icra (yürütme), kaza (yargı), maliye, murakebe ve kültürel fonksiyonlarına değineceğiz.
A) Teşri' (Yasama)
Teşri' yani yasama kuvvetinden maksat, genel anayasa kaideleri ile kanunları içine alan, şahıslar için bağlayıcı kaideler çıkarma hakkına sahip olmaktır. [223] O halde bu aynı zamanda "hakimiyet hakkı" ile yakından ilgisi olan bir fonksiyon ya da kuvvettir.
Yukarıda hâkimiyet kavramında açıklandığı gibi, hâkimiyetin Allah'a ait olmasının tabii bir sonucu olarak teşri' yetkisi de Allah'a ve belirlediği çerçevede Rasûlüne aittir.
"Allah ve Peygamberi bir işe hükmettiği zaman gerek mümin olan bir erkek, gerek mümin olan bir kadın için (ona aykırı olacak) işlerinde kendilerine muhayyerlik (istediğini yapmak) yoktur. Kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapılmıştır" [224] mealindeki âyet de bunu açıkça ifade etmektedir. "İslâm devletinin teşriî organı Allah ve O'nun peygamberinin emirlerine aykırı kanun yapamaz. Bütün bu çeşit kanunlar teşriî organının tasdik ve tasvibini kazansa bile anayasaya aykırı sayılır." [225] Dolayısıyla bunlar hiçbir şekilde uygulama alanı bulamaz, yürürlük kazanamazlar.
Teşriî organının Kur'ân ve Sünnetin hükümlerine aykırı hiçbir karar alamamasına, kanun yapamamasına rağmen, yerine getirmesi gereken bazı görevleri de vardır. Bunla. [226]
- Allah ve Rasulünün hükümlerinin bulunduğu bir yerde, bunların uygulanmasıyla ilgili kanunlar yapabilir, bunları uygun bir şekilde düzenleyebilir,
- Kur'ân ve Sünnetteki hükümlerin birden fazla anlama gelme ihtimali varsa, bunlar arasından birisini-gerekçesiyle birlikte-tercih edip yorumlayabilir.
- Hüküm bulunmayan konularda Kur'ân ve Sünnetin ruhuna uygun kanunlar yapar veya tercih edebilir.
B) İcra (Yürütme)
İslâm devletinin yürütme organı, devlet başkanı (halîfe) nin başkanlığında kurulacak hükümetten ibarettir. Allah'ın hükümranlığını bir emanet olarak elinde bulunduran bu organ, istisnasız herkesin refah ve saadeti için çalışmakla yükümlüdür. [227] Bu organın gerçek maksadı, İslâm'ın hükümlerini uygulamak ve pratik hayatında bunları kabule hazır bir İslâm toplumu oluşturmaktır. [228]
Memurların tayin ve azli, gözetimleri, ordu komutanlığı, harb ilam, barış ve antlaşma yapmak, hüküm ve cezaların uygulanması, namaz ve hac velayeti, müslümanları İslâm'ın gösterdiği yüce hedeflere yöneltmek ve bunun için gerekli tedbirleri alma, bu organın görevleri arasındadır. [229]
Bütün bunların yerine getirilmesinden ümmete ve Şûraya karşı devlet başkanı sorumludur. Devlet başkanı bunları yerine getirebilmek için gerek gördüğü kadar eleman (bakan) dan faydalanabilir.
C) Kaza (Yargı)
Adaletin dağıtımı, hak sahiplerine haklarının verilmesi, suçluların tesbiti ve gereken şekilde cezalandırılması, insanlar arasında çıkan anlaşmazlıkların çözümlenmesi gibi işlerin yerine getirilmesi için kaza gereklidir.
Kaza, halifenin atayacağı hakimler aracılığıyla yerine getirilir ve kesinlikle bağımsız yürütülür. Hakimlere herhangi bir şekilde baskı yapılıp adalet saptırılamaz. [230]
Allah'ın indirdiği hükümler, hâkimler aracılığıyla halk arasında uygulanacaktır. Bunu sağlamak amacıyla Hz. Peygamber (s) çeşitli bölgelere kadılar göndermiş ve gerektiğinde onlara talimatlar vermiştir. [231] Allah Teâlâ da müminlere:
"Adalet ile hükmetmeyi" [232] insanlar arasındaki anlaşmazlıkları hak ölçülerine göre çözünle bağlamayı, [233] Allah'ın indirdiklerine göre kararlar vermeyi [234] emr etmiştir.
"Adalet ile hükmetmek, en sağlam farzlardan ve en şerefli ibadetlerdendir. Çünkü insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözüme bağlamak için bütün peygamberler kaza etmekle emr olunmuşlardır." [235] İslâm hukukçuları adalete hiçbir şekilde gölge düşmemesi için, kılı kırk yararcasına meseleleri büyük bir titizlikle incelemiş, bu konuda gereken prensipleri ortaya koymuşlardır. Adaletin doğruluk ve tarafsızlığı bu konuda eser yazan bütün müslümanların özellikle üzerinde durdukları bir husustur.
Şunu da belirtelim ki, İslâm'ın ilâhî adaletinden, İslâm Devleti'nin sınırları içerisinde yaşamayı kabul eden gayr-i müslimler yani zimmîler de yararlanma imkânına sahiptirler. [236]
D) Mâlî Tasarruf
Hz. Peygamber (s) hâkim ve idareci tayin ettiği gibi, bulundukları bölgede zekâtı toplamak, toplanan zekâtı Kur'ân'ın gösterdiği yerlere harcamak, artanı da Beytülmâle göndermek için de memurlar tayin etmiştir. İslâm tarafından bu gerçekleştirilirken, dünyada malî tasarruf, bağımsız bir yetki ve kuvvet olarak bilinmiyordu.
Hz. Peygamber (s) ve O'ndan sonraki dönemlerde de çeşitli gelir kaynaklarından (zekât, öşür, madenlerin humsu, haraç, cizye, ganimet, fey') elde edilen servet, Kur'an'daki talimat ve Sünnette öngörülen uygulamaya uygun olarak dağıtılır, hak sahiplerine hakları verilir, umuma ait olan mallar da Beytülmale gönderilir, artan da halka belli ölçülere göre ve adil esaslar çerçevesinde dağıtılırdı.
Çeşitli kademelerdeki mal memurları halife tarafından tayin edilir. Fakat bu onların bağımsızlıklarını etkilemez. Halife kendiliğinden ve zorunlu olmadan vergi koyamaz. Bunu ancak Şûranın kararıyla yapabilir. [237] İslâm'ın benimsemeyeceği hiçbir malî tasarrufta bulunulamaz.
E) Kültürel (Harsî) Fonksiyon
Bununla İslâm'ın Allah kelâmının bu dünyada üstün gelmesini hedef tutan varlık sebebini kast ediyoruz. Öncelikle müslüman hükümetin görevi, günlük işlerinde yalnız İlâhî kanuna uymak değil, İslâm'ın neyi temsil ettiğini başkalarına tanıtmak için yabancı memleketlere de İslâm'ı tebliğ etmektir. [238] Elbetteki öncelikle kendi sınırları içerisinde yer alan müslümanların her konuda aydınlatılmaları için bir eğitim ve öğretim program ve politikası, mutlaka İslâm Devletinin yetkili organları eliyle uygulanmalıdır. Çünkü "ilim tahsili, kadın, erkek her müslümana farzdır." Bu farzın da diğer mükellefiyetler gibi yerine getirilmesini kolaylaştırmak, devlet yöneticilerinin başta gelen görevlerinden olduğu şüphesizdir.
F) Murakebe Yetkisi
Yöneticileri murakebe etmek, onlara doğru yolu göstermek ve iletmek, bütün ümmetin görevidir. Bu görev İslâm Devletinde, ümmeti temsil etmek üzere Şûra Meclisinin üyeleri ve İslâm âlimleri tarafından yürütülür. [239]
Kur'ân ve Sünnette bunun dayanakları pek çoktur. Müminler arasında iyiliği emr eden, kötülükten sakındıran bir topluluğun var olması, Allah'ın emirleri arasındadır. [240] Râşid halîfeler başa geçtiklerinde ve sırası geldikçe, kendilerini yanlış uygulamalarından dolayı uyarmalarını müslüman cemaatten istemişlerdir.
Peygamber (s) de bu konuda şöyle buyurarak bu yetkinin sınırlarının genişliğini anlatmıştır:
"Din, ancak öğüttür." Sahabeler:
"Kimlere ya Rasulullah?" deyince O da:
"Allah'a, Kitabına, Peygamberine müslümanların yöneticilerine ve müslumanların hepsine" diye cevap verir." [241]
İslâm Devleti'nin fonksiyonlarına dair açıklamalar daha da genişletilebilir. Ancak bu çalışmanın hacmini aşacağından, bu kadarıyla yetinmek zorundayız. [242]
VII. Tek Ümmet, Tek Devlet, Tek Halife
Bilindiği gibi İslâm inançta tevhidi, İslâm Toplumunun yapısında da vahdeti hedef almış bulunuyor. Allah'ın birliği ve vahdaniyetini inançlarının, hayat görüşünün, eşya ve kâinat yorumunun temeli yapan İslâm, müslüman ümmetin sosyal ve siyasal alanda, duygu ve fikir planında, inanış ve yaşayış düzlemlerinde de birlik ve uyum içerisinde olmasını hedef alır. Bu hedefi gerçekleştirebilmek için de yapılması, gerçekleştirilebilmesi gereken ne varsa bu birliği ve vahdeti-gerçekleştirmekteki önemine göre kesinlik oranı değişen şekillerde-emr eder, bunun müminler tarafından gerçekleştirilmesini ister.
İslâm ümmeti bir tek ümmettir. Bu ümmetin ibâdet ettiği, kendisinden korktuğu ve emirlerine uyması gereken Rabbi de birdir. [243] Bundan önceki açıklamalarımızdan ve ileride de yapacağımız açıklamalardan şu gerçek kesin olarak anlaşılır:
İslâm, insanlara Allah'a nasıl ibadet edeceklerini öğretmek üzere gelmiş bir dindir. Bu dinin bütün hükümleriyle yaşanabilmesi, ancak bu dinin öngörmüş olduğu esas ve prensiplere göre yapılanmış bir devletin çatısı altında mümkün olabilir.
İslâm'ın egemen olmadığı alanlarda müslüman insanın yaşayabildiği hükümler-en iyi ihtimalle ve eğer müminler üzerinde özellikle bir takım baskılar ve onlar için bir takım sınırlamalar yok ise-kişisel hayatlarının ve ilişkilerinin sınırlarını aşmayan, toplumla, toplumun siyasal ve ekonomik ilişkileriyle, ahlâkî yapısıyla ve diğer bütün yönleriyle en ufak bir ilgisi bulunmayan oldukça sınırlı hükümlerin ötesine gidemeyecektir. O halde, müslüman ümmetin, İslâm'ın öngördüğü şekilde siyasal bir yapılanmaya sahip olması kaçınılmazdır. Bu yapılanmanın İslâm'a uygun olabilmesinin, İslâm'ın hükümlerine ters düşmemesinin en önemli şartları arasında ümmetin, tek devlet ve tek halifenin emir ve kumandası altında olmaları başta gelir. Çünkü tek ümmetin birden çok siyasal temsilcisi ya da yapısı olamaz.
Aynı gerçeği Kur'ân-ı Kerîm açıkça vurgulamaktadır. Sünnette de bu durum gayet açık bir şekilde ve kesin ifadelerle hükme bağlanmıştır. Şimdi bu konudaki naslara ve konu ile ilgili İslâm ilim adamlarının bazı açıklamalarına kısaca değinelim:
İslâm gelmeden önce, Rasulullah (s) etrafında müslümanlar halka olup birleşmeden önce, insanlar darmadağın idi. Belirli bir hedef etrafında birleşmiş, belirli bir gaye peşinde koşan kimseler olmaları, bu amaçla bir araya gelmeleri, İslâm'ı kabulleri ile mümkün olmuştur.
Bu bakımdan yüce Rabbimiz, Hz. Peygamberin etrafını çevrelemiş ilk müminlere Allah'ın ipine topluca sarılmayı, ayrılıp parçalanmamayı emrettikten sonra, onların İslâm'dan önceki halleri hatırlatılıyor, Allah'ın, birleşmeleri sonucunu doğuran-nimetini dile getiriyor. [244] Arkasından da kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılığa düşen kimselere benzememeleri, onlar gibi olmamaları emrediliyor. [245] Diğer taraftan yüce Rabbimiz, müminler olarak biribirimizle çekişmemeyi emretmekte, çekişmemiz halinde gücümüzün kaybolacağını bildirmektedir. [246] Bu ve benzeri buyruklarda yüce Rabbimiz, müslüman ümmetin birlik ve beraberlik içerisinde olmasını buyurmakta, ayrılıp dağılmasını da yasaklamaktadır. "Böylelikle Allah, ayrılıp dağılmayı, çekişmeyi haram kılmış bulunuyor. (Ümmet arasında, birden çok, meselâ) iki devlet başkanı olduğu taktirde, haram kılınmış olan ayrılık ortaya çıkmış, anlaşmazlık ve çekişme meydana gelmiş ve bunun sonucunda da yüce Allah'a isyan edilmiş olur." [247]
Konu ile ilgili hadislerde ise, müminler eğer birlik halinde bir imamın etrafında birleşmiş bulunuyor iseler, bir başkasının kalkıp imamet davasında bulunması halinde ikincisinin öldürülmesini emretmekte [248] böylelikle ümmetin siyasal birliğinin bozulmaması, korunması gerektiği vurgulanmaktadır.
Aynı asırda birden çok imamın yani İslâm Devletinin ve devlet başkanının bulunmasının caiz olmadığı hükmünü, İslâm fukahâsı ve konu üzerinde açıklamalarda bulunmuş müslüman müellifler gayet açık bir şekilde belirtirler. [249]
Sonuç olarak diyebiliriz ki:
İslâm ümmeti tek bir ümmettir. Bu tek ümmetin tek bir siyasal birliği yani devleti ve tek halifesi olur. Ümmetin aynı zamanda iki halifesinin olamayacağı konusunda İslâm âlimleri ittifak halindedir, bu konuda icmâ gerçekleşmiş bulunmaktadır. [250]
2. HAKİMİYETİN KULLANILMASI
Bundan önceki bölümde devletin- İslâm açısından-gereği, tarifi, unsur ve fonksiyonları üzerinde durmuş bulunuyoruz. Aynı bölümde devletin unsurlarından söz ederken, hâkimiyetin-mutlak da olsa, siyasî de olsa- Allah'a ait olduğundan da söz etmiş idik. Allah Teala'nın peygamber göndermesinin amaçlarından biri de, hâkimiyetinin kulları tarafından kabul edilmesi ve başkalarını ilâh edinmemeleri için onların uyanlmasıdır. Hâkimiyet kavramını geniş anlamıyla tasavvur edip hayatın her safhasında bağlı kalman otorite anlamına alacak olursak, peygamberlerin yalnızca bu maksatla gönderilmiş olduklarını görürüz. Peygamberlerin tebliğ ettikleri İlâhî emirler, bu hâkimiyetin insanların hayatına yansımasını sağlamak içindir. Son Peygamber Hz. Muhammed (s)'in tebliğ ettiği Kur'an-ı Kerîm ve onun açıklayıcısı olan yüce Sünnet, insanlara yapılmış en son ebedî ve evrensel tebliğdir. Bu tebliğ Rasulullah'ın yirmi üç yıllık peygamberlik hayatı süresince bütün yönleriyle açıklığa kavuşmuş, müesseseleriyle kurulmuş, veya en azından temelleri atılmıştır. Ondan sonra da özellikle Râşid Halîfeler döneminde İslâm her yönüyle-maddî-manevî, ferdî-sosyal-teşkilatlanmış, organları bütünüyle şekillenmişti. İşte bu dönemler, İslâm'ı inceleyecekler için, her türlü malzemesiyle, faydalanılmak için gözler önündedir...
Bu bölümde İslâm devletinde Allah'a ait olan hâkimiyetin, Allah'ın ve Rasulünün koymuş olduğu ölçülere göre nasıl kullanılacağını açıklamaya çalışacağız.
İslâm Devletinde hâkimiyet, halîfe ve Şûra Heyeti aracılığıyla kullanılır. Halîfe, İslâm devletinin en yüksek düzeydeki temsilcisi ve sorumlusudur. Şûra Heyeti ise, onun ve hükümetinin yardımcısı, yol göstericisi, hatalarının düzelticisi ve hakka yönelticisidir. Hâkimiyetin aracılıklarıyla kullanıldığı bu iki makamı yakından tanımak, İslâm Devletinin ayırıcı özellikleri hakkında fikir sahibi olabilmek ve İslâm'ın her bakımdan olduğu gibi, bu bakımdan da üstünlüğünü anlayabilmek için gereklidir.
I. Hilafet
İslâm yönetiminin hem teorik, hem de pratik açıdan kendine has bir makamı vardır ki bu, genellikle "halifelik" veya "hilâfet" diye adlandırılmaktadır. Bu makama gelebilmek için belirli özelliklere sahip bulunmanın yanında, belirli yoldan o makama gelmiş olmak da gerekir. Görevlerinin çokluğu, yetkilerinin genişliği yanında, sorumluluğu da ağır olan bir makamdır, halîfelik makamı.
Bir iki cümle ile değinmeye çalıştığımız İslâm devletinin en yüksek derecedeki sorumluluk makamına, çeşitli açılardan bir göz atalım.
A) Hilâfet Ne Demektir?
Hilâfet kelime anlamıyla, başkasının yerine, onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir.[251] Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir. [252] Başkasının adına görev yapmanın veya tasarruflarda bulunmanın ise birkaç nedeni vardır. Ya yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da o görevi yapmaktan âciz olması söz konusudur; veya halîfe olarak tayin edilen kimsenin değerini yükseltme amacı güdülmüştür. [253] Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması, ya da ölümü, anlamı üzerinde duracak olursak, bu manada hilâfet Hz. Peygamber (s)'in risâlet dışında kalan görevlerini yüklenmek demek olur. Değerini yüseltmek için halîfe tayin edilme durumunu söz konusu edecek olursak o zaman, insanların Allah adına hükümlerini uygulamak için görevlendirilmeleri anlaşılır.
İslâm hukukçuları "hilafet" terimini genellikle Hz. Peygamber (s)'in yerine geçmek anlamına kullanmışlardır. "Gerçekte hilâfet, Şeriatı Allah'tan tebliğ eden (Peygamber )in yerine geçip, dini korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak" [254] demektir. En yüksek başkanlık ve âmme velayetidir, dini koruma ve dünya işlerini düzenleme makamıdır. Bu makama getirilene "halife" adı verilir. Çünkü bu konularda o, Rasulullah (s)'ın yerine geçmiş bulunuyor. [255] Bu makama geçen toplumu sevk ve idarede Hz. Peygambere halef olmuştur. Bu nedenle "Peygamberin Halîfesi" demekte sakınca görülmemiştir. Fakat genellikle yalnızca "halîfe" demekle yetinilir.
Hz. Peygamber'in hadislerinde "hilâfet" ve onunla aynı kökten türeyen kelimeler, yerine göre terim anlamıyla yerine göre kelime anlamıyla kullanılmış bulunuyor. [256] İlgili âyetler üzerinde ise sırası geldikçe durulacaktır.
"Allah'ın halîfesi" demek konusunda ise, iki görüş vardır. Bunun caiz olduğunu söyleyenler; "O, sizi yeryüzünün halîfeleri yapandır" [257] anlamındaki âyeti ve diğer alakalı âyetleri delil gösterirler. Bunun caiz olmadığını söyleyenler de, Hz. Ebû Bekir (r)in kendisine:
"Allah'ın halifesi" denilmesine müsaade etmediğini söylerler. [258] Bu görüş ayrılığı, adlandırma ile ilgili bir anlaşmazlıktan öteye gitmiyor. Önemli olan bu makamın karakteristik özellikleridir. O da:
Mülkün, gerçek sahibinin Allah olduğu ve O'nun emir ve hükümlerine bağlı kalmanın gerektiği hususudur. İlâhî emirler gözönünde bulundurulmadan kurulan yönetimlere hiç bir şekilde "hilâfet" adının lâyık görülemeyeceğini İslâm'ın özünden haberi olan herkes bilir:
"O, sizi yeryüzünde halîfeler yapandır. Artık kim inkâr ederse küfrü kendi zararınadır. Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğuzdan başka birşey artırmaz. Kâfirlerin küfrü kendilerine hüsrandan başka birşey artırmaz." [259]
"Allah içinizden îman edip de güzel amelde bulunanlara yemin ile vâd etti ki, kendilerinden evvel gelenleri nasıl (kâfirlerin yerine) halîfe yaptı ise, onları da muhakkak (müşriklerin yerine geçirip) halîfe kılacak, onlara kendileri için beğendiği dini (İslâm'ı) herhalde payidar kılacak, onların korkularını güvenliğe çevirecektir. Ta ki onlar (bu güvenlik içinde) bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar. Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların ta kendileridir." [260]
Demek ki asıl önemli olan bu yüce makamın gereklerinin yerine getirilmesidir. Bunlar da Allah'ın hükümlerini mutlak ölçü kabul etmek, sâlih amel işlemek ve Allah'a karşı gelmemek, küfre sapmamaktır. Kendisinde bu özellikler bulunmayan hiçbir yönetim İslâmî olma niteliğini kazanamaz, İslâmî kavramlarla nitelendirilemez.
Halifelik makamına geçen kimse için "halîfe" adı kadar kullanılmış ikinci bir unvan daha vardır ki o dâ:
"İmâm" dır.
"İmâm", sözüne veya davranışlarına uyulan kimse demektir. Bunda haklı veya haksız olması önemli değildir."[261] "Fakat genellikle İslâmî anlamıyla kullanılır. Yani, İslâm'da başkasının kendisine uymalarını gerektiren durumlar söz konusudur. Bununla birlikte hak olmayan yolda kendilerine uyulanlar için kullanıldığı [262] da olmuştur." [263]
İmamet de terim olarak: "dinî-dünyevî ve her konuda en yüksek başkanlık demektir." [264]
Ancak bunun yerine "halifelik kavramını kullanmanın daha tercih edilir bir adlandırma olduğu dabelirtilmiştir. [265] Bu makamı işgal edene "halîfe" veya "imâm" denmesinin nedenlerine gelince, bunları şöylece sıralayabiliriz.[266]
- İlk hâlifenin Rasûlullah (s) tan sonra gelip risâlet dışında kalan görevleri yerine getirme hususunda onun yerini almış olması,
- Asıl hâkim Allah olduğundan, O'nun yeryüzündeki hâkimiyetini temsil etmesi,
- Aslında bu temsil (hilâfet) bütün müminlere yöneltilmiş bulunduğundan[267] bir nevi akit ile bu temsil makamına seçtikleri kimseyi getirmiş olmaları dolayısıyla; İslâm Devletinin başkanına "halîfe" adı verilir.
- O'na "imâm" denmesinin nedeni ise, İslâm devlet başkanının namaz kıldıran (imâm)a benzetilmiş olmasındandır. İmâmın arkasında namaz kılan cimaatın, nasıl imâma uymaları zorunlu ise, toplumun da aynı şekilde devlet başkanına itaat etmesi gerekir. Bu nedenle devlet başkanlığına:
"el-İmâmetu'1-Kübra" veya "el-İmâmetu'1-Uzmâ" da denilir.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki:
İslâm Devlet başkanını belirli bir isimle adlandırma zorunluluğu yoktur. O'na verilen isimden çok, onun işgal ettiği makamın özellikleri ve bu özelliklerin yitirilmemesi önemlidir. Bu nedenle Hz. Ebû Bekir (r)e önceleri: "Allah'ın Rasulünün Halîfesi= Halîfetu Rasûlullah", sonraları ise yalnızca "halîfe" denildiğini; Hz. Ömer (r)e ise: "Müminlerin emîri" diye hitap edildiğini görüyoruz. Diğer taraftan Kur'ân ve Sünnette de belirli bir ismin kullanılmasını emr eden herhangi bir hüküm yoktur. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'de "halîfe", hadislerde bazan "emîr", bazan "halîfe", bazan "sultân", bazan da "imâm" kelimeleri kullanılmıştır. Sonra gelenler hepsini birlikte kullanmış olmakla birlikte, çoğunlukla "halife" ve "imâm" kelimelerini kullanmışlardır. Fakat İslâm Devletinin başkanlık makamı için kullanılan kelime ne olursa olsun, onunla "bu makamda bulunanın, ilâhî hâkimiyeti yeryüzünde uygulamakla görevli kimse (veya kimseler) ile eli altında bulunanların da onun gibi bu hâkimiyete boyun eğmekle yükümlü bulundukları ve karşılıklı sorumluluklarının olduğu bir görev" anlaşılmalıdır. Başka bir ifade ile:
İslâm Devlet başkanı (adı: halîfe, emîr, sultan, imâm veya uygun başka bir isim olsun) İslâm'ı uygulamak ve özüne uygun bir politika izlemekle yükümlüdür. Onun eli altında bulunanlar da İslâm'ın belirlediği ölçüler içerisinde-ona itaat etmekle yükümlüdürler. Bununla birlikte devlet başkanı da, teb'a da eşit şekilde İslâm'ın gereklerini yerine getirmek açısından sorumludurlar. Bu durumda karşılıklı gözetim söz konusudur.
Biz, çoğunlukla İslâm Devlet başkanlığını anlatmak üzere "Halifelik", başkan için de, "Halîfe" kavramını kullanacağız. Çünkü Kur'an'da kullanılan kavram-çoğunlukla-budur. Diğer taraftan, halîfe ile sultan veya melik kelimeleri arasında da bazı farklar bulunduğu hususu üzerinde durulmuştur. Dolayısıyla "Halifelik ve Halîfe" kavramlarını kullanmayı tercih etmeliyiz.
B) Hilâfet-Meliklik-Saltanat
Meliklik kavramı genellikle, babadan oğula geçen yöneticilik anlamına kullanılmıştır. Bu nedenle İslâm'da meliklik-bu anlamıyla-söz konusu değildir. Bu anlamıyla meliklik, İsrâiloğullarının yönetimlerinde söz konusu olmuştur. Bunu da' Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetlerinden anlamaktayız. [268]
İslâm'da "Halifelik" diye tanımlanan yönetim düzeninin yeryüzünde Rasulullah (s)ın önderliğinde gerçekleşmeye başladığı dönemlerde, dünyada var olan diğer siyasal düzenler, "kuvvet" temeli üzerinde yükselmekteydi. Bu düzenlerin politikaları da üstünlük kurmak, baskı altında tutmak ve tahakküm altında bulundurmak ilkelerine dayanıyordu.
Bu tür yönetimlere ve onların politikalarına en açık iki örnek, İslâm'ın doğduğu yer olan Arap Yarımadası'nın biri kuzeydoğusunda yer alan İran İmparatorluğu, diğeri ise kuzeybatısında yer alan Bizans İmparatorluğu idi. Müslümanlar bu iki düzeni tanımlamak için o dönemlerde İran düzeni hakkında "Kisraviyye" yani "Kisralar Düzeni" Bizans Düzeni hakkında da "Kaysariyye"yani "Kayserler Düzeni" terimlerini kullanıyorlardı. Aynı şekilde her iki tür düzeni tanımlamak amacıyla "mulk" kavramı da kullanılırdı. Bununla da anlatılmak istenen, bir tek kişinin ümmetin mukadderatına egemen olabildiği mutlak ve istibdada dayalı yönetim düzenleri idi. Bu kişi ülkeyi kişisel arzu ve heveslerine göre yönetir ve iradesinin üstünde herhangi bir kanun ya da otorite kabul etmez ve tanımazdı.
Bilhassa ilk müslümanlar böyle bir yönetim şeklini kesinlikle kabul edemez, içlerine sindiremezlerdi. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, bu tür "melikî" düzenlere Firavun gibi kişileri örnek göstererek onlardan nefret ettirdiği gibi; "Şüphesiz melikler bir ülkeye girdiklerinde orayı ifsad ederler, o ülke halkının aziz olanlarını zelil ederler. (Evet) onlar böyle yaparlar" [269] âyetiyle de genel olarak melikler hakkındaki hükmünü belirtmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm peygamberi meliklik dışında kalan bütün melikî yönetimlerin temelinin zulme dayalı olduğunu genel olarak bu şekilde belirttiği gibi, zalim bir takım meliklerden de söz eder:
"Arkalarında her sağlam gemiyi zorla alan bir melik vardı." [270]
Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerîm, Kisrâların, Kayserlerin, Firavunların yönetim tipini gayet açık bir dille eleştirmekte ve red etmektedir. Bu ruh ile yetişen ilk müslüman nesil de bu tür yönetim şekillerine karşı oldukça hassas idiler; İslâmî yönetimin "meliklik"e dönüşmemesi için büyük bir özen gösteriyorlardı. [271]
İbn Sa'd'ın Tabakât'ında nakledildiğine göre Hz. Ömer (r) birgün Selmân (r)a:
"Ben melik miyim, hâlife miyim?" diye sorar.
Selmân da:
"Eğer sen müslümanlardan bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkı olmayan bir yere harcayacak olursan, sen meliksin halîfe değilsin" der. Haksız tasarrufları yanında melikin insanları zora koştuğu da bildirilmiştir. Bu bakımdan Hz. Ömer'e etrafında bulunanlar:
"Hamd olsun ki sen melik değilsin" demişlerdir. [272] Abdullah b. Ömer (r) de ümmetin topluca bey'at etmediği kimseye "halîfe" demenin doğru olamayacağını bildirmiştir. [273]
Hilâfet ile saltanat arasındaki farka gelince:
Hilâfetin esası şûradır. Yani halîfe müslümanların istişaresi ve seçimi (bey'at) sonucunda işbaşına gelir. Saltanatta ise buna yer yoktur. Babadan oğula geçen bir hak olduğu kabul edilir.
İbn Hazm, hilâfetin verasete dayanmayacağını söyler ve İslâm'ın soya dayanan saltanatı tanımadığını belirtir. Bu konuda diyor ki:
"Müslümanlar arasında imamette verasetin caiz olmadığını Râfizîler dışında kabul etmeyen yoktur. Onlar, hem erginlik yaşına gelmemiş kimsenin imâm olabileceğini kabul ederler, hem de bu konuda veraseti caiz görürler. [274]
Buna göre halifelik, her türlü tasarrufun hak ve adalet ölçüleri içerisinde yapılmasıdır. Meliklik öyle değildir. Saltanatta başkanlık verasetle geçer, halifelik makamına ise Şûra (seçim) ile gelinir.
Hz. Peygamber (s) halîfeliğin melikliğe dönüşmesi halinde, kötü yönde pek büyük hâdiselerin cereyan edeceğini, kıyameti andıran büyük olayların olacağını anlatmıştır. [275] Anlaşılan Hz. Peygamber (s), bu hadîsle Hz. Osman (r)ın hilâfetinin son yıllarında başlayan ve Hz. Muâviye (r)'ın başa geçmesiyle sonuçlanan olaylara işaret etmektedir.
Bir adam Rasûlullah (s)a gördüğü bir rüyayı şöyle anlatır:
"Gökten terazi gibi bir şey iner. O terazide siz ve Ebû Bekir tartıldınız, siz ağır bastınız. Sonra Ebû Bekir ile Ömer tartıldı. Ebû Bekir ağır geldi. Daha sonra Ömer ile Osman tartıldı ve Ömer ağır geldi." Sonra da terazi yukarıya kaldırıldı. Hz. Peygamber adamın bu rüyasını şöyle yorumlar:
"(Benden sonra) önce hilâfet-i nübüvvet gelecektir. Bundan sonra da Allah mülkü dilediğine verir." [276]
Hz. Peygamberin bu yorumu, nebevi halifeliğin melikliğe dönüşeceğini ifade ediyor. Melikliğin ayırıcı özelliğinin ise haksız tasarruflarda bulunmak olduğunu yukarıda söylemiş idik. Hadîs aynı zamanda:
"Hilâfet-i Nübüvvetin süresi ne kadardır?" sorusunu da sorduruyor. Bu soruya da açıklık getirmeye çalışalım.
Hilâfetin Müddeti
Bütün özellikleriyle halifelik makamı kimse tarafından işgal edilmiş midir? Edilmişse bu kaç yıl süre ile olmuştur? Bu sürenin dışında bulunanlara Şeran itaat edilmesi gerekmiyor muydu? Bu itaat için bir sınır var mıdır? gibi sorular müslüman âlimlerin zihinlerini kurcalamış; bu konuda mevcut nasları değerlendirmelere tabi tutmuşlardır.
Peygamber (s)'in mevlâsı Sefme'den Hz. Peygamber (s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Hilâfet ümmetimin arasında otuz yıl devam edecektir. Bundan sonra melikliğe dönüşecektir." Sefine devamla der ki:
"Ebû Bekir'in Halifeliği iki yıl, Ömer'in on, Osman'ın oniki, Ali'nin altı yıllık halifelik sürelerini toplayınız, otuz yıl ettiğini göreceksiniz." [277] et-Teftâzânî aynı hadise dayanarak Hz. Muâviye'nin ve ondan sonra gelenlerin halîfe sayılamayacaklarını, bunların emîr veya melik olabileceklerini söylemekle birlikte, bunun mutlak bir ölçü olamayacağını da belirtiyor. Çünkü Ömer. b. Abdülaziz gibi bazı kimselerin Râşid Halifelerin yolunu izledikleri açıktır. Dolayısıyla hadîsle anlatılmak istenen şeyin:
"Kâmil bir halifelik" olabileceğini, otuz yıldan sonra ise bazan olacağı, bazan da bulunmayacağıdır.[278]
Ebû Hureyre (r) de Hz. Peygamber'in:
"Hilâfet Medine'de, Meliklik Şam'da olacaktır" diye buyurduğunu rivayet eder. [279] Buna göre de, bütün özellikleriyle halifelik Hz. Ali (r)'nin şehâdetiyle son buluyor. Ancak yukarıda et-Teftâzâni'nin nakledilen kanaatine hak vermemek mümkün değildir. Bu tür hadisler:
"Otuz yıldan sonra-zaman zaman da olsa-adaletle hükmeden olmayacaktır" anlamına alınamaz. Bunlarla anlatılmak istenen kâmil bir halifeliğin peş-peşe otuz yıl devam edeceğidir. Bu otuz yıldan sonra ise zaman zaman melikleri andıran yöneticiler geleceği gibi, Râşid Halîfeler dönemini andıran veya onlara yaklaşan uygulamalar da olacaktır. Kaldı ki aşağıda da görüleceği gibi, devlet başkanının en belirgin özelliği, İslâmî bir uygulamaya tam anlamıyla yer vermesi olarak kabul edilmiştir. Devlet başkanı şu veya bu yoldan başa gelmiş olabilir. Ancak ondan istenen İslâm hükümlerini uygulamasıdır. Başa geçme şekli sonradan ele alınması gereken bir konudur, derler. Bununla birlikte İslâm'a göre en uygun başa geçme şekli "genel bir bey'attır." Bunda bütün İslâm âlimlerinin fikir birliği mevcuttur.
Diğer taraftan Râşid Halîfelerden sonra, Hilâfetin yalnızca verasetle geçen bir meliklik olduğunu kabul etmeyenler de vardır. Muhammed Ebû Zehra'nın bu konudaki açıklamalarına yer vermek yerinde olur. Onun açıklamalarını aşağıdaki şekilde birkaç maddede toplayabiliriz: [280]
- 1. Râşid Halîfeler döneminden sonraki İslâm yönetimleri, kendi çağlarındaki yönetimlerden, her bakımdan farklı
ve aynı zamanda ileri idiler. Çünkü İslâmî hilâfet, kanunî bir yolla herhangi bir akrabaya geçmiyordu. Bununla birlikte başka bir takım şartlar da aranırdı. Oysa aynı dönemlerde hükümdarlığa geçmek için kanunen varis kabul edilmek yeterli bulunuyordu.
- Meselâ Emevîlerde hilâfet şöylece gerçekleşiyordu:
- Önceki halîfenin tavsiyesi: Bu tavsiye de yeterli değildi. Bunun yanında:
- Yeni başkana bey'at de gerekiyordu. Eğer bey'at alınmazsa, imamet akdi gerçekleşmezdi.
- c. Yeni başkanda başkanlık şartlarının da var olması gerekirdi. Ki o zaman-hatta günümüzde bile-bir başkan için öngörülen şartlar, hiçbir düzen tarafından bu şekilde ele alınabilmiş değildir.
Bu özellikler, İslâm siyasî tarihinde görülen saltanat ile diğer saltanat türlerini birbirinden ayırmaktadır. Ancak şunu da unutmamalıdır ki, saltanatın birinci ve değişmez özelliği olan verasetle geçiş, her zaman için İslâm-dışı siyasî uygulamalardaki saltanatlara ortam hazırlayıcıdır. Bu nedenle çağdaş bir İslâmî Devlet saltanata ortam hazırlayacak her şeye karşı-Râşid Halîfeler döneminde olduğu gibi-kesinlikle tavır almalıdır. Aksi taktirde, İslâm tarihinde görüldüğü şekilde siyasî sapmalar hayatına yansıyacak, onlar da çeşitli sapmalara neden olacak ve bir zaman gelecek ki:
"İslâm'ın yalnızca adı, imanın da sözü" kalmış olacak.
Unutulmamalı ki; İslâm tarihinde ilk sapma siyasî alandadır ve Hz. Muâviye'nin oğlu için kılıç zoruyla bey'at almasıyla başlamıştır.
İslâm'ın devlet başkanının belirlenmesi için ön gördüğü seçim şekli, aslında saltanata yer vermeyecek kadar ileridir. Halîfe kendisinden sonraki devlet başkanı adayı için tavsiyede bulununca bile kendi mirasçıları arasından birisini tavsiye edemez. Bu durum, bu makamın belirli bir sülâlenin tekeline geçmesini önleyicidir. Dolayısıyla bu konuda sürekli ve sağlıklı bir uygulama, kesinlikle saltanata imkân vermez.
Bütün ayırıcı özelliklerine rağmen başkanlığın babadan oğula geçmesi, istenilmeyen bazı sonuçları doğurmuştur. Bunu hiç kimse inkâr edemez. Çünkü herhangi bir noktadan gösterilen en ufak bir sapma, beraberinde başka türlü sapmaları da getirir. Hele bu sapma devletin üst düzeydeki organlarında söz konusu olacak olursa, daha da etkin olur. Halk arasında yaygın olan "balık baştan kokar" deyimi bunu açık bir dille vurgulamaktadır.
O halde İslâm'dan sapmayı, her alanda önlemeye çalışmakla yükümlü olduğunu hiçbir müslüman unutmamalıdır. Mevcut sapmaları da düzeltmekle görevli olduğunu bilmelidir. Ancak böyle bir kontrol sonucu, her alanda tavizsiz bir İslâmî uygulamadan söz edilebilir.
C) Hilâfet Türleri
Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili âyetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halîfeleri olarak yaratmıştır. Yani bütün insanlar ilk plânda Allah'a îmân ve bu îmânın sonucu olarak O'nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın halifeliği, onun Allah adına uygulamalarda bulunması demektir. Bu uygulamada Allah'ın kanunları mutlak ölçülerdir. İnsan halifeliğini ifâ ederken bu ölçülerin dışına çıkamaz, bunlara aykırı hareket edemez. Çünkü yeryüzünde kendi adına uygulamalarda bulunmak üzere Allah tarafından "halîfe" olarak görevlendirilen insana mutlak bir serbestlik verilmiş değildir. İnsan için bir takım sınırlar çizilmiş, bunları aşmaması istenmiştir.
Kur'ân'ın ikinci sûresi olan el-Bakara'nın hemen ilk âyetlerinde (âyet 30 vd.) Allah'ın yeryüzünde halîfe yaratmak isteğini meleklere bildirdiği anlatılıyor. Yeryüzünde halîfe kılman Hz. Âdem (as)dır. Dolayısıyla da onun soyundan gelecek bütün insanlardır. Halîfe kılınan bu ilk insan ve eşi için bile bir takım sınırlamalar söz konusudur. [281] Bu sınırlamalara uymak, insanın bu yüce makamda kalabilmesinin temel şartıdır. [282] Bu ölçülerin dışına taşanlar ise, ateş azabına düşmekle tehdit edilir. [283] Diğer bir deyişle:
İnsanlardan istenen; halifelik makamının gereklerini yerine getirmektir. Bu ise, Allah'ın belirlemiş olduğu sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur.
İşte bu anlamda bütün insanlar, Allah'ın yeryüzünde halîfe tayin ettiği kimselerdir. Tüm insanların bu şekilde görevlendirilmiş olmalarına:
"Umumî hilaf et" diyoruz. Âdem'in soyundan gelen herkes bunun kapsamı içerisindedir; halifeliğin sonucu yüklenmiş olduğu "emânet"in gereklerini yerine getirmelidir.
Ancak bu "emânet"in gereklerini insanların tümüyle yerine getirmedikleri de bir gerçek. Dolayısıyla bunlar bu makamdan kendi kendilerini uzaklaştırmış oluyorlar. Bu şekilde davranan toplumları da Allah, "yerlerine başkalarını getirmekle" [284] tehdid ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnızca bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de "hususi hilâfet" adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar biribirlerinin yerine geçmiş ve Allah'ın halifeliği onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. İşte Allah'ın: "halîfe yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler [285] O'nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları "tâğût"ların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster umumî, isterse de hususî anlamda alınsın, hilâfet, "Allah'ın dinini hâkim kılmak" özünü taşıyor. Bu öz, onun sosyal alanda da hissedilir olması, gerçekleşmesi ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanıyor. İnsanların yalnızca ruh ve bedenleriyle Allah'a boyun eğmeleri yeterli görülmemiştir. Onların her türlü toplumsal ve siyasî ilişkilerini de Allah'ın koymuş olduğu ölçülere göre düzenlemeleri zorunludur. Yani kelimenin tam anlamıyla "din, yalnızca Allah'ın olmalıdır. [286] Toplum hayatının bazı kesimlerinde Allah'ın dışındaki varlıkların, zalimlerin, azgınların, zorbaların otoritelerini tanımak, isteklerine boyun eğmek, dinin Allah'tan başkalarının olması sonucunu doğurur. Bu durumda ise, İslâm'ın anladığı manada hilâfet gerçekleşmiş olamaz. Halifeliğin özünün hayatın her safhasında ve insanların her türlü ilişkilerinde ortaya çıkması, onun salîh olmasının vazgeçilmez şartıdır.
Allah, Hz. Davud'a kendisini yeryüzünde halîfe kıldığını bildirmekle birlikte ona:
"İnsanlar arasında hak ile (Allah'ın hükümleri ile) hükmetmeyi" [287] de emr etmiştir. Hz. İbrahim de, kendisinin insanlara İmâm kılındığı haberini Allah'tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş; Allah ise; "bu ahdinin zâlimler hakkında söz konusu olmayacağını" [288] bildirmiştir.
O halde halifelik, Allah'ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidirler. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum da, ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, Allah'ın yeryüzündeki halîfelerinin kendi hür iradeleriyle seçtikleri "halîfe"dir. Halîfe bu emâneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emânetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur'ân'ın emirleri arasındadır. [289] Bundan sonra, bu emaneti toplum adına yüklenecek olan kimsenin belirlenmesine geçebiliriz. İslâm toplumunun ilk dönemlerinde halîfe nasıl belirlenmiştir? Bunun yolları nelerdir? Böyle bir makama hangi niteliklere sahip bulunanlar getirilir? Görev, yetki ve sorumlulukları nelerdir? Bu sorulara sırasıyla cevap aramaya çalışalım.
D) Halîfenin Belirlenmesi
Hz. Peygamber (s) hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanı sıra devlet başkanlığı da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber'in hayatında gerçekleşen ilk İslâm Devleti'nin başkanını belirlemek gibi bir problem ile karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s) kendisinden sonraki halîfeyi belirleyen açık herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle, Hz. Ebû Bekir (r) halîfe seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici, son derece kısa bir süre için söz konusu olmuş, kısa bir dönemden sonra bunlar unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber'in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle bu anlaşmazlıklar tam anlamıyla son bulmuştur.
Ancak sonraki dönemlerde (Hz. Ali (r)nın halifeliği zamanında) başlayan ve gittikçe yayılan fitneler sonucunda, ondan önceki halifelerin halifelikleri tartışma konusu yapılmıştır. Bu tartışmalar Hz. Peygamberin Hz. Ali'yi vasiyyet ettiğinden başlatılmış, pek çok yanlış görüşlerin, düşünüşlerin İslâm dünyasında yayılmasına neden olmuştur.
Geçmiş dönemlerin kapatılmış sahifeleri tekrar aralanmış ileri-geri, doğru-yanlış pek çok fikirler ortaya atılmıştır.
Aslında Hz. Peygamber (s)ın kendisinden sonraki halîfenin kim olacağına dair açık hiçbir tavsiyede bulunmadığı hususu başta Hz. Ali (r) olmak üzere pek çok sahabının açıkça ifade ettiği bir husustur. [290] Bununla birlikte bazı kimseler Hz. Peygamberin vefatından önce vasîyyet yazdırmak istemesini, Hz. Ali'yi halîfe olarak vasiyyet etmek istediğine bağlamışlardır. [291] İmam A. b. Hanbel'e göre de:
"Bir kitap getirin, size vasiyyet yazayım" emri Hz. Ali'ye verilmiştir. Bununla Hz. Peygamber (s), Hz. Ali'nin halifeliğini hükme bağlamak istemişti. Ancak böyle bir şeyin Hz. Ali'ye yazdırılmaması onun itham edilmemesi için gerekli idi. Dolayısıyla böyle bir emrin ona verilmesinin uzak görüldüğü belirtilmektedir. [292] Şiî fırkalardan Zeydiyye de Peygamberimizin isim ve şahıs tayin ederek imam vasiyyet etmiş olduğuna kesinlikle inanmazlar. Onlara göre imâm vasıflarıyla tanınır. Kanaatlarına göre de bu vasıflar en çok Hz. Ali (r) de toplanmış idi. [293]
Ancak bütün bunlar su götürür hususlardır. Sahabîler söz birliği halinde tavsiyenin varlığını kabul etmemişlerdir. Bir defa öyle bir şey olsaydı, onların bu tavsiyenin dışına çıkıp, önceleri ensârın Sâd b. Ubâdeyi seçmek istemeleri ve sonradan da hep birlikte Hz. Ebû Bekir (r)in halifeliğinde karar kılmaları mümkün olamazdı. Böyle bir şeyi kabul edecek olursak, onların hep birlikte Hz. Peygamber'in emirlerine aykırı hareket etmiş olduklarını da kabul etmemiz gerekecek. Bu ise imkânsızdır.
İmâmın vasıflarının en çok Hz. Ali'de toplandığı iddiasını ileri sürenler ise, büyük bir ihtimalle Hz. Peygamberin, Hz. Ali hakkındaki övücü sözlerinden hareket ederler. Oysa Hz. Peygamberin pek çok sahabe hakkında övücü sözler söylediği bilinen bir şeydir. Bu tür hadîslerin pek çoğu özel nedenlere bağlı bulunmaktadır. Bunları imamet konusunu da içine alacak şekilde genişletmek doğru olamaz. Hadîslerin maksatlarına ters düşer. [294] Bunu belirledikten sonra Raşid Halîfelerin nasıl belirlendiklerine değinmemiz gerekmektedir...
1. Râşid Halîfeler Dönemi
Hz. Peygamber (s)'den sonra gelen ilk dört halifenin hilâfet süreleri, Saadet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları İslâm hukukunun kaynakları arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygambere zaman itibariyle en yakın olmak, onun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi ayırıcı özellikleri nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Nas bulunmayan konularda Raşid Halîfelerin uygulamaları oldukça değerlidir. Bunun nedeni ise, onların hem veliyyülemr olarak müminlerin kendilerine itaat etmekle yükümlü olmaları, hem de İslâm'ın özünü en iyi kavramış olmalarıdır. Bunlara verilecek örnekler pek çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir'in zekât vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer (r)'in Irak topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali (r) ın Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında oldukça önemlidirler. Çünkü bütün bunlarla ilk olarak karşılaşılıyordu ve bunların İslâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Öyle oldu. Yine Hz. Peygamber (s)in vefatından hemen sonra yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu ortaya çıktı. Hz. Ebû Bekir'den sonra gelen diğer üç halîfe de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili bu durumlar İslâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise İslâm'ın, her çağda, her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları arasındadır.
a. Hz. Ebû Bekir'in Seçimi
Hz. Ebû Bekir (r)in sahâbîler arasındaki yeri son derece üstündür, Sahâbîlerin kendileri bile aralarında en üstün
kişinin Hz. Ebû Bekir olduğunu çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir. İbn Ömer (r), Hz. Peygamber (s) zamanında, Hz. Ebû Bekir'i bütün sahâbîlerden üstün gördüklerini ifade ediyor. [295] Bunda onun Hz. Peygambere olan yakınlığı, İslâm için yapmış olduğu fedekârlıklar ve üstün meziyetleri rol oynamıştır.
Hz. Ebû Bekir'in üstünlüğünü ortaya koyan pek çok hadîs tesbit etmek mümkündür. (Aslında bu durum Râşid Halîfeler başta olmak üzere pek çok sahâbî için de mümkündür). Bir kaçını nakletmeye çalışalım:
Benû Amr b. Avf arasındaki anlaşmazlığı çözmeye çalışmak nedeniyle Hz. Peygamberin giren namaz vaktinde hazır bulunmaması üzerine Ebû Bekir imamlığa geçirilir. Hz. Ebû Bekir namaz kıldırmakta iken gelen Hz. Peygamber, gülümseyerek memnuniyetini anlatır. [296] Yine Hz. Peygamber (s)in vefatından önceki günlerinde hastalığı sırasında Ebû Bekir'e namaz kıldırması emrinin verilmesini istediğini biliyoruz. Hz. Âişe'nin, onun ince ruhlu biri olduğunu ve namazda Hz. Peygamberin yerine geçtiği taktirde ağlayabileceğine dair mazereti de kabul edilmez ve bunda Hz. Peygamber tarafından ısrar edilir. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir namaz kıldırır. Ayrıca Hz. Peygamberin de namaz kılmak için mescide çıktığında ona uyduğu bildirilmektedir. [297]
Bunların dışında O'nun, Hz. Ebû Bekir (r) hakkında övücü sözler söylediğini de biliyoruz. Ebû Saîd el-Hudrî'den, Hz. Peygamber (s)in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Arkadaşlığıyla ve malıyla insanlar arasında beni en çok minnet altında bırakan Ebû Bekir'dir. Eğer bir dost (halîl) edinecek olsaydım, Ebû Bekir'i dost edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği ve sevgisi (önde gelir). Mescide açılan bütün kapılar kapatılsın. Yalnız Ebû Bekir'in kapısı açık bırakılsın." [298] Sahabe Hz. Ebû Bekir (r)in kapısı dışındaki kapıların kapatılmasıyla ilgili verilen bu emri O'nun halifeliğine bir işaret kabul etmişlerdir. [299]
Cübeyr b. Mut'un (r) şöyle bir olaydan söz ediyor:
Hz. Peygambere bir işi dolayısıyla bir kadın gelir. Kendisine tekrar gelmesini emr eden Hz. Peygambere: "Geldiğimde (ölümü kast ederek) seni bulamayacak olursam?" diye sorar. O da:
"Beni bulamazsan Ebû Bekir'in yanına git" diye cevap verir. [300] Amrb. el-Âs'ın sorusu üzerine de Hz. Peygamber en çok sevdiği kişiler arasında önce Hz. Ebû Bekir, sonra da Hz. Ömer'i sayar. [301] Yine Peygamber (s) kendisinden sonra gelecek iki kişiye (Hz. Ebû Bekir'le Ömer'e işaret buyurarak) uymalarını sahabîlere emreder.[302]
Bu ve benzeri bütün haberler, Hz. Ebû Bekir (r)in Peygamberden sonra halîfe olması gerektiğine dair açık haberler olmasa bile, birer işaret olarak kabul edilebilirler. Bazıları ise bunları açık birer hüküm gibi değerlendirmişlerdir. Ancak bunları yalnızca bir işaret olarak kabul etmek-bizce-daha doğru bir yorum olur. Nitekim İslâm hukukunun çağdaş bilginleri de bu kanaattedirler; namaz kıldırma emrini ve bu tür diğer hadîsleri Hz. Ebû Bekir'in halîfe olması gerektiğini bildiren bir emir gibi değerlendirmemizin doğru olamayacağı görüşünü açıkça belirtmişlerdir. [303] Bununla birlikte Hz. Ömer (r)in, Hz. Ebû Bekir (r) halîfe seçilmeden görüş ayrılıklarına son vermek amacıyla şöyle dediğini biliyoruz:
"Siz, Rasulullah'ın Ebû Bekir'e imamlık etmek üzere emir verdiğini bilmiyor musunuz? Bu konuda O'nun önüne geçmek hanginizin hoşuna gider?" Hazır bulunanlar dediler ki:
"Bu konuda Ebû Bekir'in önüne geçmekten Allah'a sığınırız." [304]
Anlaşıldığına göre başta Hz. Ömer (r) olmak üzere pek çok sahâbî, Hz. Peygamber'in bu tür davranışlarını, sözlerini onun halîfe olması gerektiğine dair-en azından-bir işaret olarak kabul etmişlerdi. Bunda da her bakımdan elbetteki haklı idiler. Çünkü Hz. Peygamber'in halîfesi olmak için gereken her türlü nitelikler öncelikle onda toplanmış bulunuyordu. Müslümanlar için ondan daha hayırlı bir halîfe adayı bulunamazdı. Rasulullah şöyle buyurmuştu:
"Siz şu emirlik (devlet başkanlığı) hususunda insanların en hayırlılarını, emîr olmayı pek fena gören ve onu arzu etmeyen kimseler bulursunuz." [305] Hz. Ebû Bekir (r) de halîfe olduktan sonra:
"Emirliği hiçbir zaman düşünmediğini, Allah'tan onu dilemediğini hutbelerinin birinde hazır olanlara açıkça söylemiştir." [306]
Az önce Rasulullah (s)'ın vefatından önce, hastalığı sırasında yazı malzemesi getirilmesini emr ettiğinden söz etmiş idik. Ancak hazır bulunanların anlaşmazlıkları üzerinde O da bu arzusundan vaz geçiyor. [307] Rasulullah bu vasiyetinde ne yazmak istemiş idi? Anlaşıldığına göre Hz. Ebû Bekir'in halifeliğini açıkça tesbit etmek istemişti. Fakat anlaşmazlık nedeniyle bunu, Hz. Ebû Bekir'in imam olmasını emr ederek açıklamış oldu. Nitekim bu konudaki bir hadis-i şerîf de bu kanaati desteklemektedir. Bu hadîse göre, Hz. Peygamber (s) Hz. Aişe'den kardeşinin gelmesini istemiş, ona Hz. Ebû Bekir'in halifeliğine dair emir yazdıracağını söylemiş ve sonra da şunu eklemiştir:
"Allah da, müminler de Ebû Bekir'den başkasının halifeliğine razı olmazlar." [308] İhtimal ki bu tür hadîs ve davranışlar Hz. Ebû Bekir'in seçilme işlemini kolaylaştırmış, böylelikle ilk İslâm toplumunun başkansız kalmaması sağlanmış ve bunun sonucunda pek çok problemin ortaya çıkmasının önüne geçilmiştir.
Bunları açıklamaktan gözettiğimiz gayeler arasında, "neden Hz. Ebû Bekir ilk başkan seçilmiştir?" sorusuna önemli ölçüde açıklık getirmek isteyişimiz de vardır. Yoksa, bazı kimselerin ileri sürdüğü gibi onun halifeliği bir oldu bitti sonucunda gerçekleşmiş değildir. Onun seçilme işlemini açıklayan tarihî bilgiler de bunu pekiştirmektedir. Hz. Ebû Bekir'in halifeliğe seçilme olayını kısaca izlemek ileriki açıklamalarımızda da bize yardımcı olacaktır. Kısaca değinelim:
Rasulullah'ın vefatından hemen sonra Ensâr, Benû Saîde Sakîfesi denilen yerde toplanmış ve Sa'd b. Ubâde'yi halîfe seçmek istemişlerdi. Ancak bu konuda onlar arasında da görüş ayrılığı bulunuyordu.
Ensârdan, Evs kabilesinden Useyd b. Hudayr, Kureyş'in seçeceği başkanı kendilerinin de kabul etmelerini istiyordu. Hazredi Beşîr b. Sâ'd, Uveym b. Sâide, Evs kabilesinin bir mevlâsı olan Mâ'n b. Adiyy de aynı görüşü paylaşıyorlardı. Hazredi Sabit b. Kays ise, İslâm dininin yardımcıları olmaları nedeniyle bu işin kendilerine ait olması gerektiğini söyledi ve Muhacirlerin ne düşündüklerini sordu. Bunun üzerine, oraya bu tartışmaların devam ettiği sırada Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde ile beraber gelmiş olan Hz. Ebû Bekir söz alarak, Kur'an'da Ensâr kadar Muhacirlerden de övgüyle söz edildiğini ifade etti. Ancak bu işte Arapların Kureyş'ten başkalarına itaat etmeyeceklerini anlattı ve bu nedenle Ebû Ubeyde ile Ömer'den birisine bey'at edilmesini istediyse de, ikisi de bu teklifi redettiler ve bu işe Hz. Ebû Bekir'in seçilmesi gerektiğini bildirdiler. Başta Beşîr b. Sâ'd, Ebû Ubeyde ve Hz. Ömer (r) olmak üzere hazır bulunanların tümü ona bey'at ettiler. O anda bey'at etmeyen Sâ'd b. Ubâde ye hazır bulunmayan Hz. Âli ile diğer bazı Hâşimiler sonraları teker teker beyaat ettiler. Böylece Hz. Ebû Bekir sahabenin icmâı ile ilk halîfe seçilmiş oldu. Bundan sonra Hz. Ebû Bekir, aralıklarla üç defa minbere çıkıp her gün bu görevi kabul etmediğini bildirdi ve yerine başka birisini seçmelerini müslümanlardan istediyse de, onlar kendisinin halifeliğinde ısrar ettiler. Böylelikle Hz. Ebû Bekir (r)in halifeliği kesinleşmiş oldu.[309]
Anlaşılıyor ki Hz. Ebû Bekir (r), çeşitli görüşlerin ele alınıp bunların değerlendirilmesinden sonra, farklı düşüncelerin tartışılıp bir karara varılması sonucunda halifeliğe seçilmiştir. O, bununla da yetinmeyip, defalarca kendilerine başka birisini başkan seçmelerini sahabeye tekrarlamıştır. Fakat her seferinde ondan başkasına bey'at etmeyeceklerini ona bildirmişlerdi. Bu nedenle "yeryüzünde tam anlamıyla, bütün şartlarıyla gerçekleşen ilk halifelik akdi, Hz. Ebû Bekir (r)e nasib olmuştur" [310] diyenler sözlerinde tamamen haklıdırlar.
Benû Sâide Sakîfesinde toplananlar Ensârın da, Muhacirlerin de ileri gelenleri ve görüşlerine güvenilir kimselerdi. Bunlar arasındaki farklı görüşler, o zamanın İslâm toplumunun bütününü temsil edebilecek düzeyde idi. Bu nedenle orada bulunanların Hz. Ebû Bekir (r)'in halifeliği üzerinde anlaşmaları, bu konuda ikinci bir görüşün ortaya çıkmasını önlemiştir. Buna dayanarak diyebiliriz ki:
Eğer günümüzde de olduğu gibi, o zaman da İslâm Devletinin her tarafında seçim yapılmış veya tüm halkın görüşü alınmış olsa idi, ikinci bir görüş etrafında birleşilme imkânı doğmazdı. Diğer taraftan Medîne o zaman için her bakımdan İslâm Devletinin merkezliğini yapıyor, devletin özünü ifade ediyordu. Çünkü ashabın büyük çoğunluğu, ileri gelenleri, görüş sahipleri, âlimleri, komutanları... hep devletin merkezinde idi. Dolayısıyla onların ittifakı, bütün İslâm ümmetinin ittifakı demekti. O zaman için Hz. Ebû Bekir (r)den başkası İslâm Devletinin başkanlığına getirilemezdi. Peygamber (s) de:
"Allah da müminler de Ebû Bekir'den başkasının halifeliğine razı olmaz" derken bu gerçeği ifade etmiş oluyordu.
Hz. Ebû Bekir (r) iki yıl gibi kısa bir zaman zarfında İslâm Devleti için çok önemli olan sorunları çözmüş, zamanında pek çok yer İslâm Devletinin sınırları içerisine katılmıştı.
Hz. Ebû Bekir'in hür bir seçim sonucu oy birliğiyle devlet başkanlığına getirilmesi, devlet başkanının ancak seçimle işbaşına geleceği hükmünü pekiştirmiştir. Bey'at, devlet başkanlığının vazgeçilemez şartlarının başında gelmektedir.
b. Hz. Ömer'in Seçimi
Hz. Ebû Bekir (r), vefatı ile sonuçlanan hastalığı sırasında, müslümanlar kendisinden sonraki halife adayını belirlemesini istemişti. Bu amaçla kendisi Ensâr ve Muhacirlerin ileri geleneri ile istişare etmiş, onların- katılığından çekinmekle birlikte-Hz. Ömer (r)'den başkasını bu makama lâyık görmediklerini anlamıştı. Kendisi de aynı görüşü paylaşıyordu. Hz. Osman (r)ı çağırtıp bu konuyu yazı ile belgelemek istedi. Bazı kaynaklarda halîfe adayının adını yazdırmadan bayıldığı ve Hz. Osman'ın müslümanların ihtilâfını önlemek amacıyla Hz. Ömer'in adını yazdığı bildirilmektedir. Baygınlığı geçtikten sonra yazdığını okumasını Hz. Osman'dan isteyen Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'in adının okunmasından memnun oluyor ve bu davranışını Övüyor. Hz. Ebû Bekir (r), Hz. Ömer'i istihlâf etmeden önce de müslümanlara, kendileri için bir halîfe adayı belirlemesini isteyip istemediklerini sorunca, onlar:
Bu konuda durumu en iyi kendisinin değerlendireceğini belirterek, ondan aday belirlemesini istemişlerdi. Hz. Ebû Bekir de onlara Hz. Ömer'i tavsiye etmiş idi.
Hz. Ebû Bekir bu tavsiyesini yazı ile de belgeledikten sonra, halkın toplanmasını emr etti ve onlara şu sözleri söyledi:
"... Sizin başınıza geçecek, size namaz kıldıracak, düşmanlarınızla savaşacak birisinin varlığı kaçınılmazdır. Arzu ederseniz toplanır, dilediğinizi seçer, başınıza geçirirsiniz. Dilerseniz görüşümü sizin için açıklarım. Allah'a and olsun ki sizin hakkınızda hayırdan başka bir şey istemem." Halk kendilerine bir aday belirlemesini istedi. Bundan sonra Hz. Ebû Bekir, yazdırmış olduğu mektubu onlara göndertip, orada adı yazılı olan kişiye bey'at edip etmeyeceklerini sordu. Onlar da mektupta adı yazılı olanın Ömer (r) olduğunu bildiklerini de açıklayarak bey'atte bulundular. [311]Bundan sonra İslâm Devletinin diğer bölgeleri de vali veya temsilcileri aracılığıyla bey'atte bulundular.
Devlet idaresindeki tecrübeleriyle Hz. Ebû Bekir bu işi Hz, Ömer'den başkasının başarı ile yürütemeyeceğini anlamıştı. İleri gelen müslümanlar da aynı kanaati paylaşıyorlardı. Bununla birlikte onun kanaatlerinden faydalanmayı da ihmal etmek istemediler. Fakat herşeye rağmen Hz. Ebû Bekir'in aday göstermesi onlar için bağlayıcı değildir. Sahabe bey'at edip etmemekte serbest idiler.
Müslüman olduğundan beri ve halifeliği döneminde müslümanlar için her türlü fedâkârlığı esirgemeyen Hz. Ebû Bekir'in, bu konuda da onlar için hayırlı gördüğünü tavsiye edeceğinden başka bir şey düşünülemezdi. Bu tavsiyesi bile uzun istişareler sonucu ve özellikle bağlayıcı olmamak üzere, gerçekleşmişti.
Bu nedenle, İslâm hukukçuları bu olaydan, görevi sona eren ya da vefat etmek üzere bulunan devlet başkanının, müslümanlara kendisinden sonraki adayı gösterebileceği sonucunu çıkarmışlardır. Bunda da isabetsizlik etmiş değillerdir.
c. Hz. Osman'ın Seçimi
Hz. Osman (r)ın seçimi, kendisinden önceki iki halîfenin de seçiminden başka türlü olmuştur.
Hz. Ömer'in suikast sonucu yaralanmasından sonra, etrafındakiler ondan yerine bir halîfe adayı göstermesini istediler. O da:
"Eğer istihlâf etmeyecek olursam benden daha hayırlı olan (Rasulullah) da istihlâfı terk etmişti. Edecek olursam, benden hayırlı olan (Ebû Bekir) de istihlâf etmişti" diye cevaplandırdı. Bundan sonra:
"Bu işe, Rasulullah'ın kendilerinden hoşnut olarak ayrıldığı şu altı kişiden daha lâyık bulamıyorum" diyerek onların isimlerini şöylece saydı:
Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa'db. Ebî Vakkas, Abdurrahman bin Avf.
Bu altı kişiden kendi aralarından halîfeyi seçmeleri için kendilerine üç günlük bir süre tanıdı. Ayrıca görüşmelerine katılmak fakat oy kullanmamak şartıyla ensârın yaşlılarını, Hz. Hasan':, Abdullah b. Abbas'ı ve oğlu Abdullah'ı da aralarına almalarını emr etti.
Hz. Ömer'in vefat ve defninden sonra toplanan bu şûra heyeti, Abdurrahman bin Avf in ihtilâfı azaltacak bir teklifini kabul ederek, üçü kendi istekleriyle reylerini şu şekilde kullandılar:
Zübeyir Hz. Ali'ye, Talha Osman'a, Sa'd da Abdurrahman b. Avf'a. Bundan sonra Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ile Hz. Ali'ye:
"Arkadaşlar, hangimiz adaylıktan vazgeçerse, seçme işini ona bırakalım" dedi.
Hz. Ali ile Hz. Osman'ın sustuklarını gören Abdurrahman onlara:
"Öyle ise bununla uğraşmayı bana bırakıyor musunuz? Çünkü ben size rakiplik etmiyorum. Allah şahittir ki ben ikinizden bu işe daha lâyık olanınızı seçmeye çalışacağım" dedi. Onlar da:
"Evet" dediler. Üç gün üç gece bütün halk tabakalarıyla ilişki kuran, hatta Medine'ye girip çıkan kervanlara da bu konuda sorular soran Hz. Abdurrahman, umumî arzuyu anladı ve son toplantısını yaptı. Bu toplantıda önce Hz. Ali'ye:
"Ya Ali, eğer ben seni emîr seçersem, İslâm ümmetine muhakkak âdil davranırsın. Eğer Osman'ı seçersem, muhakkak onun da sözünü dinler, emirlerine itaat edersin" dedi.
Sonra Hz. Osman'a da aynı sözleri söyledikten ve bu şekilde her ikisinden de söz aldıktan sonra, Hz. Osman'a: "Ey Osman, elini uzat" dedi ve ona bey'at etti.
Hz, Ali de bey'at ettikten sonra kapılar açıldı ve halk da bey'at etti.[312]
Burada çift dereceli seçim gibi bir durum görülmektedir. Ancak bunun farklı işlediğini söyleyebiliriz. Çünkü önce sınırlı sayıdaki bir kurul bir adaya bey'at etmekte, ondan sonra bütün halkın bey'atına başvurulmaktadır. Bunun nedeni ise halk tarafından yapılacak bey'atın, doğrudan başkana yapılmasının istenmiş olmasıdır. Peygamber (s)e yapılan bey'atler bizzat ona yapılmıştır. Bunlara en açık örnek olarak Akabe bey'atlerini ve Bey'atu'r-Rıdvan'ı göstermek mümkün. Bey'atın doğrudan başkana yapılmasının nedeni ise halkın direkt olarak ona karşı sorumlu olması ve başkanın da aynı şekilde halka karşı sorumlu olmasıdır. Bu tür karşılıklı ve aracısız bir sorumluluk, henüz çağımızda bile eşine rastlamlamaz bir durumdur. Çünkü İslâm'da bir devlet başkanının Şeriat açısından sorumlulukları ile sıradan birisinin sorumlulukları birdir. Hatta hak ve yetkilerin artması oranında sorumluluk da artar, Çünkü anlayışımıza göre "herkes çobandır ve her çoban sürüsünden sorumludur."
d. Hz. Ali'nin Seçimi
Medine'de toplanan isyancılar arasından birkaç kişi tarafından Hz. Osman (r)ın ansızın şehid edilmesi, İslâm Devletinin başkansız kalması sonucunu doğurmuştu. Hz. Osman (r)ın şehid edilmesinden sonra isyancılar, bir kısmı Hz. Ali'ye, bir kısmı sahabenin daha başka ileri gelenlerine, başkanlık için bey'at etmek üzere başvurmuşlar ve hepsinden red cevabı almışlardı. Bir çıkmaza düşen isyancılar sonunda, bir günlük süre içerisinde bir halife adayına bey'at edilmeyecek olursa Hz. Ali'yi birkaç ileri gelen şahabı ile birlikte öldüreceklerini bildirdiler. Bunun üzerine sahabenin ısrarı karşısında Hz. Ali, halifeliği kabul etmek zorunda kalmıştı. İsyancıların halifeliği kabul etmesi için Hz. Ali'ye başvurmalarının birinde, Hz. Ali onlara bu işe kendilerinin değil Bedir Ashabı ile Şûra ehlinin yetkili olduğunu bildirmişti Hz. Ali'ye çoğunluk bey'at etmekle birlikte, bey'at etmeyenler de vardı ve bu bey'at etmeyenler arasında sahabeden olan kimseler de vardı. Hatta Şam halkı başta Hz. Muâviye olmak üzere toptan bey'at etmemişti. Böylelikle Hz. Ali'nin halifeliği çoğunluğun bey'ati ile gerçekleşmiş oluyordu.[313]
Râşid halîfelerin başa geçine şekilleri ile ilgili açıklamalar, kısaca bunlardan ibarettir. Bu dört halîfe hakkında Hz. Peygamber'in övücü, değerlerini açıklayıcı pek çok hadîsi vardır.[314] Ashab da bu kanaatleri paylaşıyordu. Ondan sonra gelenler de-bazı fırkaların dışında-onların hepsi hakkında olumlu düşünür. Onların başa geçme şekillerinin meşruluğu kadar, uygulamalarının da İslâm'ın özüne tam anlamıyla uygunluk gösterdiği açıkça kabul edilir. Bu nedenle Râşid Halîfeler dönemi uygulamaları, her yönüyle kaynak kabul edilmiştir. Bu arada siyasî uygulamalarında da İslâm idare hukukunun çok önemli noktalarını açıklığa kavuşturdukları şüphesizdir. Hz. Peygamber (s)in peygamber olmasıyla başlayan Saadet Asrı, Hz. Ali'nin şehîd edilmesiyle sona erer. Bu parlak dönem, müslümanların yalnızca övündükleri tarihî bir miras değildir, aynı zamanda çağlar boyunca İslâm toplumlarının "boyasıyla boyanmak istedikleri" eşsiz bir dönemdir. Çünkü bu çağın insanları "insanların yararına çıkartılmış, Allah'a inanmaları nedeniyle, iyilikleri emr eden, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışan en hayırlı bir ümmetti." [315]
Hz. Ali'nin başa geçmesi ile birlikte, Hz. Muâviye, Hz. Osman'ın katillerinin bulunması gerektiğini ileri sürerek, ona bey'at etmekten kaçınmıştır. Mesele Hz. Ali'nin şehid edilmesi, sonradan Hz. Hasan'ın halîfelikten Hz. Muâviye lehine feragati üzerine belirli bir süre için, siyasi planda da olsa böylece kapanmış oluyordu. Hz. Hasan, Hz. Muâviye'den sonra halîfeliğe kendisi geçmek şartıyla feragatta bulunmuştu. Ancak bir süre sonra Hz. Hasan'ın vefatıyla, Hz. Muâviye'nin kendisinden sonra oğlu Yezîd'i veliahd tayin edip, onun için hayatta iken bey'at alması, Râşid Halîfeler dönemine kesinlikle bir son vermiş oluyordu. Bu durum böylece sonuna kadar devam etti; devlet başkanlığı belirli ailelerin tekelinde kalmış oldu. Zaman zaman başa geçenler âdil uygulamalarda bulundukları, Şeriat hükümlerinin dışına çıkmadıkları gibi; İslâm'a aykırı uygulamaların olmadığı da söylenemez. Devlet eliyle yapılan İslâm'a aykırı bu uygulamalar, zamanla artmış, bazan da azalmıştı. Fakat bütün durumlarda yöneticiler, İslâm-dışı bir düzeni arzulamış veya bütünüyle İslâm'a aykırı hükümler getirmiş değildirler. .
İlk olarak halîfeliğin tartışılabilir ölçüler içerisinde bile olsa, melikliğe veya saltanata dönüşmesi, elbetteki İslâm'dan önemli bir sapmadır. Siyasî hayatta başlayan bu sapmanın etkileri topluma da yansımış, sapmalar artmış ve bunlar yakın bir tarihte kelimenin tam anlamıyla İslâm toplumunun "özünü değiştirmesi" ile sonuçlanmıştır. Özünü değiştiren bu toplumun üzerindeki nimetleri de Allah, "İlâhî Sünneti" gereği değiştirmiştir. Özünü değiştiren bu toplum, şu anda İlâhî Adaletin tecellisi olarak emperyalizmin kucağında, sömürünün bir numaralı hedefi durumundadır. Şu anda yine bir "öz değiştirme" çabalarına, mücadelelerine tanık olmaktayız. Bu değişiklik, İslâm'a ve onun gösterdiği hedeflere doğrudur. Bütün eksikliğine rağmen hissedilmektedir, var olan birşeydir. Bu ise İslâm'a karşı her türlü gücün uykusunu kaçırmakta, plânlarını önemli ölçüde-bu haliyle bile-aksatmaktadır.
Günümüz müslumanlarının azınlıkta olduğu, dolayısıyla birşey yapamayacağı ileri sürülse bile o, kendisine "yeryüzünde fitneyi kaldırmayı, dini yalnızca Allah'a ait kılmayı" hedef seçmiştir. Müslüman için önemli olan tek husus hedefe doğru yol almaya devam etmektir. "İşlerin sonu ise Allah'a aittir."
e. Sonuç
Hilâfetin geçmişi ile ilgili bu kısa açıklamalarımızı aşağıda göstereceğimiz hükümlerin gerekçelerini ortaya koymak amacıyla yapmış bulunuyoruz. Yoksa bunları daha mükemmel bir şekilde İslâm tarihini konu alan eserlerde, herkes okuyabilir. Tarih çeşitli bakımlardan değerlendirmelere tabi tutuldukça bir önem ifade eder. Ancak tarihî uygulamaların İslâm hukukuna kaynak olabilmeleri için bir takım özellikleri taşımaları gereklidir. Şöyle ki; Râşid Halîfeler dışındaki hükümdarların uygulamaları-ferî konularda da olsa-İslâm hukukunun kaynağı olarak görülmemiştir. Bunun başta gelen nedenleri arasında, başkanlık makamını işgal edenlerin hukukî anlamda âlim (müçtehid) olmayışları, İslâm'ın meşru kabul etmediği bir yolla başa geçmiş olmaları, adaleti titizlikle ayakta tutmaya çalışmamalarını ve daha başka nedenleri sayabiliriz.
Râşid Halîfelerin uygulamalarından ve onların başa geçme şekillerinden konumuz ile ilgili sonuçlan şöylece sıralayabiliriz:
- Devlet başkanının (bir tür seçim olan) bey'atle belirlenmesi esastır.
- Seçimde esas olan, serbest olmasıdır, Onun bu özelliğine hiçbir şekilde gölge düşürülemez.
- Seçime-seçmen olabilecek nitelikteki-herkesin katılması istenen bir şeydir, (Hz. Ebû Bekir'in Hz. Ali'den, Hz. Ali'nin de Hz. Muâviye'den kendilerine bey'at etmekten geri kalmamalarını istedikleri hatırlanmalıdır). Ancak tümseçmenlerin bey'at etmemeleri, hilâfetin meşruluğuna etki etmez. Çoğunluğun bey'ati yeter.
- Bey'atın (seçimin) şekli önemli değildir. Bu zaman zaman farklı şekillerle gerçekleşebilir.
- Halîfe adayı veya adayları, tarafsız biri veya bir kurul aracılığıyla belirlenebilir. Bey'at şartlarıyla birlikte kimin için gerçekleşirse, meşru halîfe odur. İtaati gereklidir.
- Aday sayısı için belirli bir sınırlama söz konusu değildir. Bir kişi de olabilir, bir grup da. Ancak adaylarda halîfe olabilme şartlarının varlığı gereklidir.
Bunlar Râşid halîfelerin uygulamalarından çıkartılabilecek en önemli sonuçlardır. Bu sonuçlar konumuzun ileriki bölümlerini daha iyi kavramakta bize yardımcı olacaktır.
2. Halifeliğe Geçiş Yolları
İslâm hukukçuları, halîfenin çeşitli yollarla başa gelebileceğini kabul etmişlerdir. Kur'ân'da ve Sünnette bu konuda açık bir hüküm bulunmadığına göre, İslâm'a aykın olmayan, İslâm'ın özüne ters düşmeyen çeşitli yollar söz konusu olabilir. Bu yolları İslâm tarihindeki uygulamaları da göz önünde bulundurarak şöylece sınırlayabiliriz:
a. Bey'at Veya Seçim
Ehlu'1-Hall ve'l-Akd diye bilinen âlimlerin, devlet yönetiminde söz sahibi olan yüksek derecedeki görevlilerin devlet başkanlığına adaylığını koymuş olan birini seçmeleri demektir, Seçilecek kimsenin devlet başkanlığı şartlarını kendisinde taşıması gereklidir.[316]
Ehlül-Hall ve'1-Akd'ın kimlikleri konusuna gelince, bunlar âlimler, yüksek kademelerdeki yöneticiler, ordu komutanları, müslümanların iyiliğini düşünen görüş sahibi kimseler [317] halkın içindeki çeşitli grupları temsil eden devletin ileri gelenleridir. [318]
el-Mâverdi ile el-Ferrâ, bunun yerine Ehlu'l-İhtiyar kavramını kullanırlarken [319] el-Bağdâdî bunlara "Ehlu'1-İctihâd" adını verir. [320]
Bu tabirler sırasıyla "Çözüp Bağlayanlar", "Seçmek Yetkisine Sahip Olanlar" ve "İctihâd Edebilenler" anlamlarına gelir.
el-Mâverdî ile el-Ferrâ Ehlu'l-İhtiyâr'da şu şartları aramaktadırlar:
- Her yönü ile doğru bilmen adaletli kişi olmak,
- Aday olan kimsede aranılan şartları bilecek yeterlilikte bilgi sahibi olmak,
- Adaylar arasında kimin imamete daha çok elverişli olduğunu tesbit edip seçebilecek kadar görüş ve tedbîr sahibi olmak.[321]
Halîfe'yi seçecek kimselere "Ehlu'l-İctihâd" diyen Ebû Mansûr Abdulkahir el-Bağdâdî de bunların nitelikleri hakkında şunları söylemektedir:
"İctihâd ehli olan kimselerin imamete ehil olan kimseyi seçmeleri sonucu, halîfe işbaşına gelir." [322]
İmâm Nevevî ise Ehlu'1-Hall ve'1-Akd'in kimler olabileceği konusunda şunları söylemektedir;
"Hal ve Akd Ehli âlimler, biraraya gelmeleri kolay olan insanların ileri gelenleri ile (kabile vs. toplulukların) başkanlarıdır." [323]
Kısacası Hail ve Akd Ehli,-ister ilim ehli, ister siyasî lider, ister ileri gelen idareciler, eşraf veya toplumun değer verdiği kimseler olsun-ümmeti gerçek anlamda temsil edebilecek kimselerden başkası değildir. [324]
Ancak bey'atta yalnızca Ehlu'1-hall ve'1-Akdin seçime katılımlarını yeterli görmeyenler de vardır. Bunlara göre bütün müslamanların da devlet başkanının seçimine katılmaları zorunludur. Aksi halde, bu konuda bütün müslümanların fikirlerini ortaya koymalarından söz edemeyiz. Allah Teâlâ:
"Müminlerin işleri kendi aralarında istişare ile yürütülür" [325] buyururken, belirli bir gruptan söz etmemekte, tüm müslümanları kast etmektedir. Dolayısıyla-belirli şartları taşıyan-her müslüman seçmendir, bey'atta bulunmak hakkına sahiptir. [326] Buna göre, Ehlü'1-hall ve'l-Akd, yalnızca halîfe adayı gösterebilir. Halîfeyi seçme yetkisi yoktur.
Şu kadar var ki, İslâm Devlet başkanı ister Hal ve Akd Ehli tarafından seçilsin ve bu kadarıyla yetinilsin, isterse de ümmet tarafından dolaysız olarak genel bir bey'at ile seçilsin, her iki yol da sağlıklıdır. İslâm'ın herhangi bir hükmüne ya da ruhuna aykırı değildir. Çünkü İslâm bu konuda kendisinden asla vazgeçilmeyecek belirli bir şekil tahdit etmiş değildir. Ümmetin hürriyetini kısıtlamamak ve bu seçim şeklini kabul etmek şartıyla, ümmet bu yollardan uygun gördüğünü tercih etme imkânına sahiptir. [327]
Bu konuda İslâm Hukukçuları, genelde ümmetin masıhatını ve çağın imkânlarını göz önünde bulundurmuşlardır. Ulaşımın, haberleşmenin ve benzeri birçok imkânın günümüzden son derece geri olduğu bir dönemde bütün ümmetin İslâm Devlet başkanının seçimine katılmış olmasını şart koşmak, herhalde uygulama imkânı olmayan bir şart olacaktı. Dolayısıyla anlamını da kaybederdi. Bu bakımdan onların, eğer önceki halife tarafından-bir çeşit aday göstermek demek olan-istihlâf sözkonusu değilse, Hail ve Akd Ehli'nin bey'atiyle halifelik akdinin gerçekleşeceği üzerinde ittifak ettiklerini; bey'atin sıhhati içinde bütün insanların, hatta Hail ve Akd Ehli'nin tümünün bey'atinin gerekmediğini belirtmişlerdir. [328] Bütün bunlar şunu göstermektedir:
İslâm'ın ilk dönemlerinde halîfeyi seçmek işinin Ehlu'l-Hall ve'1-Akde bırakılmasının nedenlerinden biri de o dönemlerde bütün halktan bey'at alınmasına ihiyaç duyulmaması, imkânların da buna müsait olmaması idi. Ancak günümüzde böyle bir imkânsızlıktan söz edilemez. Dolayısıyla seçme işlemini mümkün olan en geniş çerçeveye kadar taşırmak, İslâm'ın özüne en uygun bir işlem olarak görülebilir. Fakat kalabalık bir kitlenin rastgele seçime katılmasının pek çok sakıncalarının önüne geçmek için de bir takım tedbirlerin getirilmesi gerekir. Diğer bir deyimle; seçmenlerde belirli bir takım niteliklerin aranması zorunludur. Bunları "seçmenlerin özelliklerinde söz ederken ele alacağız. Hz. Ebû Bekir (r) bu usulle başa getirilmiş idi.
b. Şûra Usûlü
Hz. Ömer (r), kendisinden sonraki halîfeyi belirlemek üzere böyle bir işlemi öngörmüştü.
Şûra usûlünde halîfe, vefatından önce bir veya birkaç kişinin adını verir. [329] Bunlar halk ile de danışarak kendi içlerinden birisini halîfe adayı olarak gösterirler. Halkın bu adaya bey'at etmesiyle halîfeyi belirlemenin caiz olduğunda âlimlerin icmâ halinde olduğu zikredilir. [330]
Böyle bir şûranın aday göstermekten ileri bir yetkisi görülmemektedir. Halk gösterilen adaya bey'at edebileceği gibi etmeyebilir de. [331] Eğer bu şûranın seçimi yeterli görülseydi, Hz, Osman'ın halifeliği için ayrıca halkın beratına gerek görülmezdi. Halbuki, şûra üyelerinin bey'atleri yeterli görülmeyerek, ayrıca halkın da bey'atına baş vurulmuştur.
c. İstihlâf Yolu
İslâm'da devlet başkanlığının verasetle geçmeyeceğine dair hükümler açıktır. Hz. Ömer (r), kendisinden sonra oğlunu halife adayı göstermesini isteyenlerin görüşlerini kabul etmemiştir. Buna göre, vefat etmeden önce halîfenin kendi yerine aday gösterme işlemi demek olan "istihlâf"ta, kendi akrabalarından birisini aday göstermemesi gerekir.
Halîfenin vefat etmeden önce birisini aday göstermesinin caiz olduğunda görüş ayrılığı yoktur. [332] Bununla beraber Hz. Peygamber yerine halîfe tayin etme (istihlâf) isteğini kabul etmemiştir. [333] Hz. Ebû Bekir (r) ise yerine Hz. Ömer (r)i halîfe adayı göstermiştir. Dolayısıyla istihlâf, emr edilmiş de değildir, yasaklanmış da değildir.
İstihlâfta da son söz müminlerindir. İstihlâf edilene bey'at edip etmemekte serbesttirler.
İbn Hazm bu yolla başa geçmeyi en sağlıklı yol olarak kabul etmekte ve savunmaktadır. [334]
Ancak İstihlâf yoluyla devlet başkanlığına aday gösterilecek kimsenin, halifelik şartlarına sahip, hükümleri uygulayabilecek yeterlikte olması, böyle bir istihlâfı da en azından red etmemesi de gereklidir.[335]
İbn Haldun istihlâfın caiz olmasının nedenini şöyle açıklıyor:
"Devlet başkanı müminlerin en yakını ve onların eminidir. O, hayatında onların iyiliklerini gerçekleştirmeye çalışır. Buna bağlı olarak ölümünden sonra da onların iyiliklerini isteyeceği ve onlara işlerini yürütecek birisini görevlendireceği tabiidir. Teb'ası da bu konuda ona hayatında güvendikleri gibi, ölümünden önce de güvenirler. [336] Nitekim Hz. Ebû Bekir (r)e şöyle sorulmuştu:
Yarın Allah, seni Ömer'in katılığını ve sertliğini bildiğin halde, onlar için neden Ömer'i istihlâf ettin? diye sorarsa, ne cevap vereceksin?
Oda:
Ben kendi kanaatime göre aralarından en hayırlı olanlarını istihlâf ettim, diye cevap vereceğim, der. [337]
Demek ki istihlâftan asıl amaç, görevi sona ermek üzere olan halîfenin teb'asına son bir hizmette bulunarak, onlara bu konuda yardımcı olmaktan ibarettir.
Devlet başkanlığı görevinin ne olduğunu, ne olmadığını, bu yükün altından kimin veya kimlerin kalkabileceğini büyük bir ihtimalle-en çok kendisi değerlendirebilir. Bu bakımdan-ölümünün yaklaşması veya görev süresinin dolmak üzere olması nedeniyle-devlet başkanına böyle bir yetki tanımanın faydası yoktur, denilemez. Bu yetki her ne kadar bağlayıcılık ifade etmiyorsa da, yol gösterici bir özellik taşıdığında şüphe yoktur.
d. İstîlâ Yolu
İslâm'da aslolan devlet başkanının seçimle iş başına gelmesidir. Bey'atta bulunacak olan kimselerin iradelerini dışardan herhangi bir şeyin etkilememesi ve onları bir oldu-bitti ile karşı karşıya bırakmaması gerekir. Çünkü böyle bir durum, müslüman halkın razı olamayacağı birisinin başlarına geçmesi sonucunu doğurur. Diğer taraftan bey'at gibi bir akid bulunmadığı için, keyfi bir takım tasarruflar da söz konusu olur.
Bununla birlikte İslâm hukukçuları bir kimsenin istilâ yoluyla yani zor kullanarak başa geçmesi durumunu ele almışlar, bununla ilgili bazı hükümler ortaya koymuşlardır.
İstîlâ yolu ile başa geçmek şu şekilde olur:
Halîfenin vefatı üzerine istihlâf veya bey'at bulunmaksızın bir kimse, hilâfet makamını cebir ve kuvvet zoruyla ele geçirir; halka ya ikna ederek, ya da zor kullanarak baş eğdirir ve dinî esaslara aykırı olmayan konularda kentline itaat ettirirse; böyle bir kimsenin hilâfeti geçerli olur. [338] Fakat böyle bîr kimsede imâmın şartlarının bulunması, adaletle hükmetmesi, halkın ondan memnun kalması gerekir. Ayrıca, onun dışında meşru yolla gelmiş bir imâmın da bulunmaması ve seçim için bir fırsatın doğmamış olması da gerek! [339]
İstilâ yolu ile başa geçmek hakkında mezheb görüşleri birbirine yakındır.
Hanefi mezhebinde; istîlâ yoluyla başa geçen bir kimsenin başkanlığının sahih olması için vereceği hükümlere halk tarafından itaat edilmesi gerekir. İtaat edilmiyorsa, ona bey'at edilmiş olsa bile, başkanlığı geçerli değildir, azledilir. [340] İstîlâ yoluyla başa geçen birisinin başkanlığı, kan dökülmesini önlemek ve karışıklığa yol vermemek için meşru kabul edilir. [341]
İ. Mâlik; böyle bir kimseye sonradan halkın kendi rızasıyla bey'at etmesini ve adaletle hükmetmesini öngörür. Çünkü halkın rızasıyla ona yaptığı bey'at, halifeliğini meşrulaştırdığı gibi, bunda halkın da menfaati vardır. [342]
İ. Şafiî; kılıçla hilâfeti ele geçiren ve daha sonra da halkın kabulüne mazhar olan birisinin meşru bir halîfe gibi olduğunu söylemiştir. [343]
İ. Ahmed b. Hanbel; başkanlığı ele geçirinceye ve halk tarafından: "emîru'l-müminin" diye anılıncaya kadar mücadele eden birisinin-kim olursa olsun-devlet başkanı kabul edilmesi gerektiğini açıkça söylemiştir. [344]
Kurtubî ise, halîfe olabilecek ehliyetteki birisinin zorla imameti ele geçirmesinin imamet makamına geçişin bir yolu olarak görüldüğünü söyler ve bunun zayıf bir görüş olduğunu (kıl) bilhassa belirtir. [345]
Burada teğallüb ya da istilâ yoluyla devlet başkanlığına geçişin, İslâmî açıdan daha iyi yorumlanmasına, ya da İslâm'ın gerçek yaklaşımının anlaşılmasına yardımcı olur kanaatiyle çağdaş müslüman yazarlardan değerli iki ilim adamının konuya dair açıklamalarını özetleyerek eklemekte fayda görüyoruz. Bunlardan ilk olarak Sa'dî Ebû Ceyb'in açıklamalarına yer vereceğiz. Şöyle diyor:
İslâm Devlet yönetimine ancak bey'at yoluyla geçmeyi kabul eder, başka bir yol tanımaz. Buna göre ümmetin istişaresi, hal ve akd ehlinin seçmesi ve sahih şekliyle ümmetin bey'at etmesi sözkonusu olmaksızın ümmetin başına geçen herkes mütegallib demektir, ümmetin en büyük haklarından birini gasbetmiş demektir. İslâm, böyle bir yolla başa geçmeyi kesinlikle haram kılar...
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Haberiniz olsun ki, her hainin Kıyamet Günü hainliği nisbetinde arka tarafında dikilecek bir bayrağı olacaktır. Kamu emîri (yöneticisi)nin bayrağından ise hiç kimsenin bayrağı daha büyük olmayacaktır." [346]
Hadiste sözü edilen "kamu emirinin bayrağından hiç kimsenin bayrağı daha büyük olmayacaktır" sözleriyle anlatılmak istenen ise, Hal ve Akd Ehline danışmadan tegaîlüb yoluyla başa geçen emirdir. Yönetimin zorla ele geçirilmesinin haram olduğu değeri ashabın zihninde sapasağlam bir yer edinmişti. Bu bakımdan Hz. Ömer şöyle demiştir:
"Kim (ümmeti ile gereken) istişare yapılmaksızın emir olmak teklifini alırsa, böyle bir teklifi kabulü helâl olamaz." Yine bîr başka vesile ile şöyle der:
"Müslümanlarla istişare etmeksizin kendisinin ya da başkasınımn emîr kabul edilmesine çağıran kimseyi öldürmekten başka hiçbir iş sizin için helâl değildir."
Fukahânın konu ile ilgili söylediklerinden genel olarak şu anlaşılmaktadır; Onlar yönetimin zorla ele geçirilmesinin haram bir iş olduğu konusunda söz birliği etmişlerdir. Bu konuda söylediklerinden bunu haram gördüklerini açıkça anlayabiliyoruz. Onlar eğer istilâ yoluyla başa geçme-belirli şartlar çerçevesinde dahi olsa- itaat edilmesini kabul etmiş olsalar bile, bunu zaruret halinde kabul etmişlerdir. Tıpkı açlıktan ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir kimsenin mecburiyetten leş yemek zorunda kalması gibi... Bu ise onların ümmete ne kadar şefkat gösterdiklerinin delili oarak kabul edilebilir.
Ancak şunu da belirtelim ki, tuğyan eden yöneticilere itaat etmeye ümmeti çağıran bu fukahânın bu bâğîleri yüce Allah'ın sınırlarını aşmamaya davet etmeleri, ümmetin gasbetikleri haklarını tekrar geri vermeye çağırmaları gerekirdi. Eğer bu hadleri aşanlar bunu red edecek olurlarsa, o zaman ümmetin kendisine yönelir, onda şeref ve izzet duygularını harekete geçirir, gasbedilmiş haklarının farkına vardırırlar, bunun için gereken ne varsa hepsini yaparlar. Çünkü ümmetin asıl önderleri onlardır, ilim ve düşünce erbabı onlardır... Onlar böyle yapmadıkları, ya da çok az bir kesim bu işe kalkışmayı göze aldığı içindir ki ümmetin hakları, bu zorbaların ellerinde oyuncak oldu. [347]
Şehîd Abdulkadir Ûdeh de bu konuda şunları söylemektedir:
Bazı fakîhler imametin teğallüb yoluyla da gerçekleşebileceği görüşündedir. Onlar bu tür imamete "teğallüb" ya da "zaruret hali imameti" adını verirler. Çünkü böyle bir imamet ancak zaruretin sonucu kabul edilebilir... Bazı kimseler de teğallüb yoluyla imameti zaruret halinde leş ya da domuz eti yemeye benzetirler ve imkân bulunması halinde her zaman için bu tür imamete son vermek için çalışmak ge rektiğini özellikle vurgular, insanların bu tür imametlere alışmalarını caiz görmezler...
Fakihler fitneden sakınmak ve tefrika olur korkusuyla teğailüb yoluyla imamete razı oldular. Ancak bu durum en ağır fitnelere götürdü, İslâm cemaatının parçalanması sonucunu doğurdu, müslümanları zayıflattı, İslâm'ın dayanak noktalarını yıktı. Bunu caiz gören fakihler şayet doğuracağı sonuçları kestirebilselerdi, bir an için dahi asla caiz görmeyeceklerdi. Ümmetin başına teğallüb yoluyla geçmek isteyen bir kimse, yüce Allah'ın, "onların işleri aralarında danışma iledir" buyruğuna iman etmiyor demektir. Allah'ın buyruğuna iman etmeyen bir kimse ise, müslümanların işlerinin başına geçmeye zaten ehil değildir. Çünkü müslümanların işlerinin düzeni, ancak Allah'ın hükümlerinin uygulanmasına bağlıdır...
Müslümanlar veliahtlığa razı oldular, teğallüb yoluyla başa geçenin imametine razı oldular, zalim ve fasık yöneticilere karşı ses çıkarmadılar. Bütün bunlara razı oluşları ise, fitne korkusu ile olmuştu. Fakat Allah'ın emrine karşı gelmekle, Allah'ın emirlerinin uygulanmayışına ses çıkarmamakla bizzat fitnenin içine yuvarlandıklarını bilemediler. Çünkü en büyük fitne, hiç şüphesiz Allah'ın emirlerine karşı gelinmesine ses çıkarmamaktır, buna razı olmaktır...
O bakımdan İslâm'a aykırı olan her bir konum-neye mal olursa olsun, ne tür fedakârlıkları gerektirirse gerektirsin -mutlaka son bulmalıdır. Zaten yüce Allah müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır ki, onlar da bunlarla İslâm'ın hükümlerinin egemenliğini sağlayabilsinler. Onlar bu yolda gerektiğinde mallarını, canlarını, çocuklarını feda etmekten geri duramazlar.[348]
Buna göre istilâ yolu ile başa geçen birisinin başkanlığının geçici olarak ve kerhen kabulü bir takım şartlara bağlıdır. Söz konusu şartlar şunlardır:
- İstilâcıda halîfenin şartları bulunacak
- Bir imam seçilebilecek kadar başkansız bir süre geçmeyecek
- Adaletle hükmetmek suretiyle İslâm'a aykırı olmayan bir yönetim gerçekleştirecek
- Onu azletmek imkânsız veya çok zor olacak
- Böyle bir kimsenin imametine ancak zaruret halinde boyun eğilecek ve ilk fırsatta meşru yolla imamete geçiş için sürekli gayret ve çalışma içinde olunacak.
Bu yolla başa geçmek, istisnaî bir durumdur. İslâm Devletinde, devlet başkanının tüm halkın veya çoğunluğun seçimiyle başa gelmesi kuraldır. Bunun dışında herhangi bir şekilde başa geçiş, İslâm'ın özüne aykırıdır. Bu aykırılığı bir ölçüye kadar olsun gidermek-ve bu arada da fitneyi önlemek-amacıyla İslâm hukukçuları istilâ yoluyla başa geçene, bey'atte bulunmayı kabul etmişlerdir, Çünkü bey'at, halk ile başkan arasındaki hilâfet akdi için zorunludur. Daha doğrusu halifelik, bir tarafı başkan adayı, bir tarafı da müslüman halk olan ve bey'at ile gerçekleşen bir akiddir. Bey'at alamayan hiçbir kimse, hiçbir şekilde hilâfet makamının hak ve yetkilerini kullanamaz.
Ancak İslâm hükümlerinin askıya alınması kadar büyük bir fitne olamayacağı hatırdan uzak tutulmamalıdır. Tarih ve günümüz müslümanlarının durumu, bu gerçeğin en canlı şahididir.
Şunu de belirtelim ki, hiçbir İslâm âlimi küfre sapması halinde de müteğallibe itaat edileceğinden söz etmemiştir. Aksine küfre sapması halinde ona itaatin caiz olamayacağını ve gücü yeten herkesin ona karşı cihad etmesi gerektiğini ittifakla belirtmişlerdir. [349]
Görülüyor ki; son şekil olan istilâ yoluyla başa geçmenin dışında kalan diğer başa geçme usullerinde bey'at, başa geçmeden önce şart koşulmuştur. Devlet başkanını belirlemek için son şekil dışındaki bütün yollar uygundur; sonuncu şekil ise bir zorunluluktur. Bey'at esası muhafaza edilmek şartıyla daha uygun çözümler de ululemr tarafından öngörülebilir. Yani devlet başkanının başa geçme şekilleri-kanaatimizce-dondurulamaz. Bu usûllerin dışında bir takım yollar da öngörülebilir. Râşid Halîfelerin farklı usullerle başa geçmiş olmaları gerçeği bu kanaatimizi pekiştirmektedir. Halîfe devlet başına müslümanların onayını (bey'at) alarak geçtikten sonra, bunun gerçekleştirilme yolları, bir takım inceliklerden öte bir şey değildir.
E) Halîfe Adayında Aranan Şartlar
İslâm Devletinin başına geçip, bu konuda İslâm'ın kendisinden istediği tüm yükümlülükleri yerine getirebilmek, sıradan bir iş değildir. İslâm Devletinin başına geçerek, toplumu İslâm'ın belirlediği ölçüler içerisinde yönetebilmek için, bir takım niteliklere sahip olmak gerekir. Aksi halde bu görev ehil olmayanların eline kolaylıkla geçer. Bu ise her türlü bunalımın çıkmasını kolaylaştırır, var olanlarını da çözmek yerine, olumsuz yönde etkiler. O halde, İslâm toplumunu yönetecek olan kişinin veya yönetimin başının, kendinde bir takım nitelikleri toplaması gereklidir.
Kur'ân'da da devlet başkanında bulunması gerekli niteliklere bazı âyetlerde yer verilmiş bulunuyor. Bunlara kısaca değindikten sonra, İslâm hukukunda öngörüldüğü şekilde, devlet başkanının nitelikleri üzerinde duracağız.
Kur'ân'da, İsrailoğullarının, komutanlığında savaşmak üzere bir hükümdar tayin edilmesini peygamberlerden istedikleri anlatıldıktan ve aralarından Tâlût adındaki birisinin hükümdar tayin edildiğinin bildirilmesinden sonra, adı geçenin "bilgice ve vücutça (kuvvetçe) üstün olması" nedeniyle bu makama lâyık görüldüğü ifade edilir. [350]
Burada devlet başkanında bulunması gerekli çok önemli iki özellikten söz edilmektedir. Bu iki özellik, böyle bir görevin altından kalkabilmek için gerekli "bilgi" aklî, ruhî, fizikî, her türlü "güç"tür. Bu iki özellik asırlar önce bir devlet başkanı için de aynı şekilde kaçınılmaz olduğu kadar, günümüz için de aynı şekilde kaçınılmazdır. Hiçbir şekilde önemlerini yitirmiş değillerdir.
Kur'ân-ı Kerîm, müslümanlara "emir sahiplerine de itaati emr ederken [351] onları "minküm-sizden" sıfatı ile nitelendirir. Bu, İslâm Devleti yöneticilerinin-başta devlet başkanı olmak üzere-İslâm dinine bağlı olmaları gerektiğini vurgulamaktadır. İslâm, hayatı bütünüyle kucaklamış bir nizamdır. Devletin yönetici kadrosu bunu uygulamakla yükümlüdür. Bu nizama inanmamış kimselerden İslâm Devletinde yöneticiler ve elbetteki devlet başkanı mutlaka her şeyiyle İslâm'a inanan ve ondan başka hiç birşeye inanış, düşünüş ve yaşayışlarında yer vermeyen kimselerden oluşmalıdır.
Hz. İbrahim (as), soyundan gelecek olanlar arasından da imam bulunup bulunmayacağını öğrenmek isteyince, Allah'tan şu cevabı alır;
"... Zalimlere (imamet) ahdim nail olmayacaktır." [352] el-Cassâs bu ifadeye dayanarak şu açıklamaları yapmaktadır:
Bu âyete göre zâlim bir kimse peygamber olamayacağı gibi, peygambere halîfe de olamaz. Her türlü önderlikte bulunan bir kimse adalet ve doğruluk sıfatlarına da sahip olacaktır. Dolayısıyla bu âyete göre fâsıkın imameti (başkanlığı) bâtıldır ve aynı zamanda fâsık halîfe olamaz. [353]
Demek oluyor ki Kur ân-ı Kerîm, İslâm Devlet başkanının müslüman, bilgili, güçlü, âdil, doğru olmasını ve fâsık olmamasını istemektedir. İslâm hukukçularının üzerinde durdukları şartlar da bunların içerisinde görülebilir. Bu şartları özel açıklamalarıyla birlikte ele alalım:
1. İslâm
İslâm'ı ve İslâm Devletini ayakta tutacak olanın müslüman olmasını öngörmekten daha tabii bir şey olamaz. İslâm'a inanmayan bir kimsenin, İslâm'ın hedef ve gayelerini gerçekleştirebileceğine güvenmek imkânsızdır, böyle bir şeyi ondan bekleyemeyiz.
Diğer taraftan kâfirin, hiçbir şekilde müminin velisi olamayacağını İslâm hukukçuları açıkça ifade ederler. [354] Müslümanların kendilerinden olan emr sahiplerine itaati emreden âyetin yanında, kâfirlerin müminlere velî (dost, idareci) olamayacağını bildiren âyetler de pek çoktur. Bunlardan:
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri velîler (dost, kumandan, hükümdar, şef) [355] edinmesin" [356] mealindeki âyet, bu konuda hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak kadar açıktır.
Diğer taraftan yüce Rabbimiz bizlere kendisine, Rasulüne ve emir sahiplerine itaati emrederken [357] onların "bizden" yani müslümanlardan olmalarını bilhassa vurgulamaktadır. "Bizden olmaları gereken ve kendilerine itaat etmeyi yüce Rabbimizin emrettiği kimseler, müslümanların (kendilerinden olup) başlarına geçirdikleri kimselerdir. Bütün insanlar arasında kendilerine itaatin emredildiği kimseler yalnız bunlardır." [358]
Emir sahibi olmak bir tarafa, bir kimsenin müminlerden olabilmesinin baş ve temel şartının, Allah'ın Şeriatını kabul etmek olduğu ayrıca tekrarı gerektirmeyecek kadar açık bir gerçektir.
Diğer taraftan Kur'ân-ı Kerîm, müşriklere itaat etmenin, Allah'ın hükümlerine aykırı hükümlere isteyerek boyun eğmenin insanı şirke götüreceğini çok açık bir dille ifade etmektedir. [359]
Bu konuda merhum şehid Seyyid Kutub şunları söylemektedir.
"Allah'ın Şeriatından kaynaklanmayan, yalnızca Allah'ın hâkimiyetini kabul etme temeli üzerinde yükselmeyen cüzî de olsa-herhangi bir hususta herhangi bir insana itaat etmek, evet bir müslümanın böyle cüzî bir konuda dahi olsa itaati, onu Allah'a teslim olmaktan çıkartır, Allah'a şirk koşma noktasına indirir... Çünkü basit ve cüzî bir konuda dahi olsa kendiliğinden yapmış olduğu bir teşrîde bir insana itaat eden bir kimse müşriktir. İsterse önceden nıüslüman olduğu halde bunu daha sonra yapmış olsun. O yine böyle bir itaat ile İslâm'dan çıkıp şirke girmiş olur. Bundan sonra istediği kadar diliyle; "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur" demeye devam etsin... Allah'tan başkasından hüküm alıp kabul ettikçe ve Allah'tan başkasına itaat etmeye devam ettikçe durumu böyle kalacaktır. [360]
Demek ki İslâm Devleti'nin başkanlığına gelebilmek ve hatta bu makama aday olabilmek için dahi, İslâm'a, İslâm'ın hükümlerine, bu hükümlerin mutlak doğruluğuna, bu hükümlerin her bakımdan en üstün, en âdil, en mükemmel ve bütün insanlığın dünya ve âhiret mutluluğunu gerçekleştirebilmenin bu hükümlerin uygulamasına bağlı olduğuna iman etmesi ve bunu pratik olarak da kabul ettiğini, bu yüce gerçekleri hiçbir ilkeye feda edemeyeceğini uygulamalarıyla ortaya koyabilmelidir.
Hz. Ömer, devlet başkanlığı bir tarafa, kamu görevlerinden herhangi birisini bile müslüman olmayan bir kimseye vermeyi uygun bulmuyordu. [361]
Kısacası yüce Rabbimiz, kâfirlere müminlerin aleyhine olabilecek ya da onların müminlerin başlarına geçmelerini gerektirecek herhangi bir yol kılmamıştır. [362]
2. Erkeklik
Devlet başkanlığının görevleri oldukça ağırdır. Kadının yapı itibariyle bu işlerin altından kalkamayacağı açıktır. Onun fıtratı böyle bir görevi yapmaya elverişli değildir. Diğer taraftan devlet başkanlığı erkeklerle oturup kalkmayı zorunlu kılan bir görevdir. Kadının yabancı erkeklerle münasebetlerine ise ancak zaruretin gerektirdiği ölçüler içerisinde müsaade edilmiştir.
Peygamber (s) konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"İşlerini bir kadının yönetimine bırakan hiçbir toplum iflah olamaz." [363]
İbn Hazm, kadının imam yani İslâm Devlet başkanı olamayacağı konusunda bütün Ehl-i Kıble'nin ittifak ettiğini kaydeder. [364]
İslâm'ın kadın ile ilgili bu hükmü ve buna paralel diğer hükümleri, erkeğe ayrıcalık tanıdığı anlamına alınamaz. İslâm herşeyiyle fıtrat dinidir. Hiçbir kimseye gücünün kaldıramayacağını yüklemez, fıtrata aykırı hiçbir şeyi de ondan istemez.
3. Teklif
Çocuğun ve delinin başkanlığı sahih değildir. Hz. Peygamberin:
"Çocukların imametinden Allah'a sığınırım" diye buyurduğunu, İ. Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir. [365]
İmamet, başkasına velayet demektir. Deli, küçük ve bunaklar ise, kendi velayetlerine bile sahip değildirler. Kendi velayetlerine sahip olamayanların, başkalarına velayetleri ise söz konusu olamaz. Devlet başkanlığında eksiksiz bir mesuliyet asıldır. Deli, küçük ve bunaklar ise, herhangi bir şekilde sorumlu değildirler.[366]
Konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmuştur:
"Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Erginleşinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan, aklı başına gelinceye kadar deliden." [367]
4. İlim
İslâm hukukçularının çoğu devlet başkanı için ilim şartını öngörürken, onun, müctehid olması gerektiğini anlatmak isterler. [368] Bazıları ise müslümanlar arasında en bilgili olmasını yeterli görürler. [369]
İlim şartının öngörülmüş olmasının nedeni açıktır. Çünkü o, Allah'ın hükümlerini uygulayacaktır. Bu hükümleri bilmeyen birisinin başa geçirilmesi kesinlikle doğru olamaz. "Taklidin bir eksiklik olmasının nedeni açıktır. Çünkü o, Allah'ın hükümlerini uygulayacaktır. Bu hükümleri bilmeyen birisinin başa geçirilmesi kesinlikle doğru olamaz. "Taklîdin bir eksiklik olması, başkanlığın ise her yönüyle mükemmelliği gerektirmesi nedeniyle de, devlet başkanı mutlaka müctehid olmalıdır. [370] diyor, İbn Haldun.
Abdulkadir Ûdeh, imamın yalnız İslâm'ı bilmekle yetinmemesi gerektiğini, bununla birlikte dünya devletleri tarihini, devlet kanunlarını, genel antlaşmaları, devletlerarası siyasî ilişkileri ve tarihî tecrübeleri de bilmesi gerektiğini savunur. [371] Mükemmel bir politika için bunların gerekli olmadığını ileri süremeyiz. Ancak ilk planda İslâm'ı bilmek gelir.
5. Adalet
Devlet başkanının âdil olması gerektiğinde ittifak edilmiştir. [372] Her ne kadar Bahâuddîn el-Haskafî fâsıkın imâm seçilmesinin mekruh olduğunu belirtmiş ise de [373] ondan daha önce gelen el-Cassâs bunu kesinlikle kabul etmemekte ve şöyle demektedir:
"Bazı kimseler Ebû Hanîfe'nin fâsıkın halifeliğini caiz gördüğünü sanıyorlar. Oysa ona göre adaletin gereği açısından hakim ile halîfe arasında fark yoktur. Adalet her ikisi için de şarttır. Fâsık bir kimse ne hâkim olabilir, ne de halîfe." [374] Bu sözlerinden sonra el-Cassâs, Ebû Hanîfe'nin zamanının âdil olmayan devlet başkanlarına karşı yapıları silâhlı mücadeleleri desteklemesini delil olarak göstermektedir.
Burada fukahânın "adâlet"ten neyi anladıklarını da kısaca açıklamak gerekir. Onlara göre adalet, farzları ve fezâilden olan şeyleri gereği gibi yerine getirmek, fazileti sarsan her şeyden uzak kalmak demektir. "Herhangi bir yasağın (haramın) çiğnenmesi halinde adâlet sıfatının ortadan kalkacağı hususunda görüş ayrılığı olmadığı" [375] bildirilmektedir.
Bazı İslâm hukukçuları "âdil bulunmazsa daha az fâsık olanın aranması gerektiğini" [376] savunmuşlardır.
Ancak adaletin gereğini pek çok âyetle birlikte şu âyet de açıkça vurgulamaktadır:
"Muhakkak Allah katında en şerefliniz sizin en muttaki (günahlardan en çok sakınan)nızdır." [377]
Nitekim Hz, Peygamber'in ümmeti için en büyük korkusu saptırıcı imamlardır. [378] Diğer taraftan bir kimse on kişinin yöneticisi dahi olsa, eğer onlara karşı âdil davranmamışsa, Kıyamet Gününde getirildiği şekilde elleri kolları bağlı kalacaktır ve bu şekilde bağlı kalmaktan kurtulmak, ancak adaletle yönetmiş olmak halinde mümkün olacaktır. [379]
Kişisel hayatında âdil davranmayan bir kimsenin, insanlar arasında âdil davranmasını beklemek doğru bir şey değildir. Hergün karşılaşılan binlerce hadise, bize bunun gereğini hatırlatmaktadır.
6. Kifayet (Yeterlilik)
Devlet başkanının, görevinin gerektirdiği işleri başarıyla yürütebilecek güç ve kabiliyette olması demektir. Bunun için İslâm'ın hükümlerini uygulayabilecek, suçluları cezalandırabilecek, haklılara haklarını verebilecek, halkın sevk ve idaresini anlamaya yarayan fikir ve bilgiye sahip olacak, insanlara her bakımdan önderlik edebilecek ve siyasi ve idari yükümlülüklerinin altından kalkabilecek bir düzeyde olması gereklidir. [380] Böylelikle dini koruyabilsin cihâd yapabilsin, İslâmî hükümleri uygulayıp, kamu yararını gözetebilsin." [381]
7. Vücut Sağlığı
Devlet başkanının görevini yeterince yerine getirebilmesi için buna engel olacak herhangi bir eksikliğinin olmaması gerekir. Devlet başkanının işitme, görme ve konuşmasında sağlıklı olması şarttır. Bu şartı öngörenlerin delili, bu duyuların yokluğu veya eksikliği halinde görevini gereği gibi yerine getiremeyeceğidir. [382] Buna göre, görevini aksatmayacak kadar basit rahatsızlıklar devlet başkanlığını engellememelidir.
Nitekim Hz. Peygamber'in çeşitli nedenlerle Medine'den ayrılması sırasında âmâ olan İbn Ümmi Mektûm'u yerine iki defa vekil bıraktığını Ebû Dâvûd, Enes (r)'den bize haber vermektedir. [383] Gerçi Hz. Peygamberin bu çıkışları geçici bir süre içindi, Ama, âmâ olmasına rağmen kendisinin vekilliğini yapabileceğinden emin olduğu için İbn Ümmi Mektûm'u yerine bırakmıştı. Dolayısıyla vücut sağlığından kasıt, görevini aksatacak bir eksikliğin bulunmaması, şeklinde anlaşılabilir.
- K. Udeh, kamu yararı gerektirdiği taktirde bu şartlara başka şartların da eklenebileceğini belirtiyor. Meselâ, belirli bir yaşı aşmamış olmak; belirli bir tahsil düzeyini öngörmek veya bu makamın ve kamu yararının zorunlu kıldığına kanaat getirilen başka herhangi bir şart da öngörülebilir. Bunlar çağın gerekleri göz önünde bulundurularak belirlenebilir.[384]
İslâm hukukunda devlet başkanı için öngörülen bu şarttalar, bu makamın önem ve değerinin büyük olmasının da tabii bir sonucudur. İslâm hukukunda devlet başkanı için uzun yıllar öncesinden, Kur'ân ve Sünnete dayanarak öngörülen bu şartlar, çağların İslâm'ı ne kadar geriden izlediğinin açık bir belgesidir. Evet, çağdaşlıkla övünen cahili ve gayri İslâmî düzenler, her bakımdan İslâm'ın oldukça gerisindedirler.
Eski adliye vekili ve Usûl-i Fıkıh müderrisi Seyyid Bey, "Hilâfetin Mâhiyyet-i Şer'iyyesi" adlı risalesinde şöyle der; "Şeraitini cami birisi bulunmazsa müslümanlara halîfe nasbi vâcib olmaz." Ona göre böyle durumlarda müslumanların teşkil edeceği bir meclis ve hükümet işleri yürütür.[385]
Bize göre bu İslâm adına, dayanaksız, kişisel bir görüş, olmaktan öteye gitmeyen, TBMM'ye verilmiş, düzenin tasvibine arz edilmiş, güdümlü bir fetvadır. İslâmî bir kaynağa dayanmadığı için, ferdî bir ictihâd seviyesine bile çıkamaz. Diğer taraftan, bu tür ifadelerin, ciddi eserlerde yorumsuz iktibası bizce hatadır.
Kaldı ki İslâm bilginlerinin ileri gelenleri de Seyyid Bey'in söylediklerinin aksini söylemektedirler. Meselâ 1. Gazzâlî şöyle der;
"Halîfede ilim şartı olmayınca, eğer fitnesiz bir şekilde azli mümkün olursa, işlerini fetvalarla bile yürütse azledilir. Ancak mümkün olmazsa meşruluğu kabul edilir... Bu ise zaruret dolayısıyla böyledir... Zaruretler ise matuurları mubah kılar, Eksik şartlarla zarureten halîfe tayini, âmmenin her türlü işlerinin askıda kalmasından çok daha iyidir." [386]
Şunu da ifade etmek gerekir ki, bu şartları kendisinde toplamış kişileri, sağlıklı bir İslâm toplumunda bulmak, onlara rastlamak zor değildir. Çünkü bu şartların bir bölümü pek çok kişide her zaman bulunabilir. Müslümanlık, erkeklik, mükelleftik, vücut sağlığı gibi şartlar böyledir. Adalet ve kifayet şartları da böyle kimselerde elbetteki bulunabilir ve bunlar İslâm toplumunda yaşayanlar için zor şeyler değildir. Bu altı şartın yanında "ilim" şartı belki zor bulunabilir. Ancak, İslâmî eğitimin en önemli hedeflerinden biri de-en azından-insanın bir kısmını bu düzeye çıkarmak değil midir? Bunun mümkün olmaması halinde durumun ne olacağını da Gazzâli'den az önce yaptığımız aktarma açık bir şekilde cevaplandırıyor.
Seyyid Bey'in yukarıdaki mesnedsiz fetvası ve bunlara benzer diğer fetvalar ise, hiçbir şekilde İslâm için bağlayıcı değildir.
8. İhtilaflı Şartlar
Şîamn bazı kolları, devlet başkanı adayının Hâşimî, günah işlemeyen (masum), yanılmayan, cömert birisi olması gerektiğini savunur. Hatta bazı fırkalar mucize göstermesini bile öngörürler. [387] Ancak bütün bu şartların öngörülemeyeceğine dair gerekli açıklamalar yapılmıştır. [388] Biz, bunlar üzerinde daha fazla durmaksızın, İmâmın Kureyş'ten olmasının gerekli olup-olmadığı konusunda bazı açıklamalara yer vermek istiyoruz.
Halîfe Kureyş'ten mi Olmalıdır?
İslâm hukukçularının pek çoğu Hz, Peygamber (s)in devlet başkanlığının Kureyş'e ait olduğunu bildiren bazı hadislerine ve bütün Râşid Halîfelerin Kureyş'ten olması gibi bazı olaylara dayanarak, devlet başkanının Kureyş kabilesinden olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Söz konusu hadîslerden bazılarının mealleri şöyledir:
"Bu iş (devlet başkanlığı) Kureyş'indir. Onlar, İslâm'a bağlı kaldıkça bu konuda onlarla mücadele eden herkesi, Allah yüzüstü yıkar." [389]
"Kureyş. Kıyamete kadar iyilikte de, kötülükte de insanların yöneticisidir." [390]
"Devlet başkanlığı işi, onlardan iki kişi bile kalmış olsa, Kureyş arasındadır." [391]
Bu ve benzeri hadîslere dayanılarak halîfenin Kureyş kabîlesinden olması gerektiği, hatta bu konuda icma bulunduğu ileri sürülmüştür. [392] Ancak bu konuda farklı görüşlere sahip olan fırkalar ve kişiler de az değildir.
Ehl-i sünnet âlimleri bu şartın ihtilaflı bir şart olduğunu açıkça belirtmişlerdir. [393] Hatta gerektiğinde onu kolaylıkla azletmenin mümkün olabilmesi için Kureyş'in dışında bir kimsenin halîfe olmasını tercih edenler bile vardır. [394] Bazı kimseler devlet başkanının Kureyş kabilesinden olması ile ilgili şartın İslâm'ın eşitliği öngören eğilimleriyle bağdaştığını kabul etmemektedirler. [395]
Buhârî'yi şerh edenlerden biri olan Kirmanı, bu tür hadîsler hakkında; "Arap ülkelerinde hilâfet Kureyşlilerin elinde bulunacaktır, demektir" [396]
Kaldı ki Hz. Peygamber (s) Veda Haccında şöyle buyurmuştu:
"Sizi Allah'ın Kitabındaki hükümlere uygun olarak yönettikçe, başınıza siyah bir köle tayin edilmiş olsa dahi, onu dinleyip itaat edin." [397]
Buna göre yukarıdaki hadîsler özel bir takım sebeblerle söylenmiş olmalıdır. İbn Haldun ise bu tür hadîsleri "asabiyyet" ile açıklamaktadır. O zaman da bu özellik ona göre Kureyş'te vardı. Bu nedenle devlet başkanının asabiyyeti olan bir topluluk içinden çıkması gerektiği sonucuna varıyor. Ona göre devlet başkanının böyle bir topluluk arasından çıkması dirlik ve düzenliğin daha kolaylıkla gerçekleşmesini sağlayacaktır. [398] İbn Haldun ayrıca Hz. Ömer'in:
"Huzeyfe'nin kölesi Salim hayatta olsaydı onu halîfe tayin ederdim" sözünün, yukarıdaki hadîslerin aksini ifade edemeyeceğini belirtiyor. Çünkü Huzeyfe Kureyşli idi ve Salim de onun kölesi idi. Azatlılar ise aynı kabileden sayılır, diyor. Dolayısıyla bu tür hadîslerden maksat, asabiyyettir, başka bir şey olamaz diyor ve bunda ısrar ediyor.
Çağımız ilim adamlarından Sa'di Ebû Ceyb bu konudaki hadisleri, geçmiş âlimlerin kanaatlerini, çağımız ilim adamlarının bir kısmının bu tür hadislere karşı ilgisiz ya da karşı görüşü savunan tavırlarını ele alıp eleştirdikten sonra sonuç olarak kendi kanaatini şöyle belirtir:
Bu hadislerin bazılarında onların "İslâm'a bağlı kalmaları" kaydı özellikle belirtilmektedir. O halde onlarda bu şart bulunmayacak olursa, yönetimdeki hakları da kayboluyor demektir. Çünkü İslâm'da devletin varlığının temel nedeni sadece dinin dimdik ayakta tutulması ve ümmetin işlerinin de İslâm'a göre yürütülmesidir. Yoksa belirli bir ferdin ya da aile veya kabilenin anlamsız bir liderliğini ayakta tutmak için değildir. Bu konuda büyük âlim eş-Şankîtî şunları söylemektedir:
"Halifenin Kureyş'ten olmasının şart koşulması doğru bir yaklaşımdır. Ancak Şer'î naslar imamet konusunda onların öne geçirilmesini "dini dosdoğru ayakta tutmaları" şartına bağlıyor. Bu hakka sahip olabilmeleri için Allah'a ve Rasulü'ne itaat etmeleri zorunludur. Allah'ın emirlerine aykırı hareket etmeleri halinde, onlardan olmayıp da yüce Allah'a itaat eden, emirlerini uygulayan bir kimse onlardan daha önce gelir."
Şu kadar var ki, fukahâ tarafından belirlenmiş bulunan bütün şartların kendisinde bulunduğu iki işi bulunsa ve bunlardan biri Kureyş'li olsa, ümmetin Kureyş'ten olanı seçmesi gerekir. Böylelikle Peygamberi nasslar da uygulama alanı bulmuş olur. [399]
Bu tür hadisleri, çağdaş bazı İslâm bilginleri daha başka açılardan ele almaktadırlar.
Muhammed Hamîdullah bu konuda şöyle diyor;
"Hz. Peygamberin hangi şartlar altında bu hadîsi (veya hadîsleri) söylediğini ortaya koymak için uzun mesaî harcadım. Bu konuda bir şey bulamadım. Herhangi bir kimse bir sözün başının ve sonunun ne olduğunu arzu etmelidir. Bunu öğrenemez ve bütün araştırmalara rağmen bunu bulamazsak, her halde haklı olarak Hz. Peygamber (s)in bizzat kendi tatbikatının ne olduğua müracaat edebiliriz ki, meselenin halli (çözümü) ne doğru bir ışık tutabilir." Bundan sonra Hz. Peygamberin çeşitli nedenlerle Medine'den dışarıya çıktığı sıralarda yerine vekil olarak bıraktığı kimselerin kronolojik bir listesini veriyor. Bu listeye göre Hz. Peygambere vekillik edenler arasında Evs, Hazrec, Kelb, Gıfar ve Kinâneden olan kimseler de pek çoktur. [400] O halde bu tür hadîsleri özel bir takım nedenlere bağlamak en uygun çözüm yoludur.
Çağımızın büyük fıkıh otoritelerinden merhum M. E. Zehra ise şöyle bir yorum getiriyor:
"... Biz bu tür haberlerin bir istek ifade ettiklerini farz etsek bile bunlar, halifeliğin sahih olması için bir istek olmayıp, sadece efdaliyeti göstermek içindir. Kaldı ki diğer bazı hadîslerde yönetici zenci bile olsa Allah'ın Kitabını uyguladıkça ona itaatte bulunmak emr edilmektedir. Biz bu tür hadîsleri:
"Hilâfet benden sonra otuz senedir..." hadîsi gibi gâibden bir haber verme olarak da görebiliriz." [401]
Dr. Muhammed Ziyâuddin er-Reyyis, halifeliğin belirli bir soyun hakkı olarak abul edilmesinin, İslâm'ın bilhassa kavmiyyet düşüncesine karşı olan tutumu ile bağdaşmayacağını, Kur'ân'ın bu konudaki naslarına ve hatta Allah Rasûlü'nün uygulamalarına ters düştüğünü belirtiyor, bu tür hadislerin sıhhat derecesinin ise sübut bakımından red edilmelerine fırsat veremeyecek kadar kuvvetli olduğunu da vurguladıktan sonra, hadislerin başka türlü anlaşılabileceğini söyleyerek, muhtemel birkaç yorumu sıralıyor:
"Gerçek şu ki Sünnet Ehli ilim adamlarının mütekaddim olanlarının anladıkları bu şekil, (yani halifenin Kureyş'ten olmasının şart kabul edilmesi) bu tür hadislerden çıkartılabilecek biricik anlayış şekli olamaz. Evvelâ bu tür hadisler Kureyş'in böyle bir imtiyaza sahip olmasını ve bu makamı tekeline almasını gerektirmez. İkinci olarak bu hadisleri başka bir şekilde anlama imkânı da vardır. Bu ve benzeri hadîslerde haber vermek maksadı güdülmüştür, bağlayıcı bir hüküm koymak değil. O taktirde bu gibi hadisler yalnızca vakıayı dile getirmekten başka bir anlam ifade etmezler. Sözkonusu hadis-i şeriflerde geçen "Kureyş" kelimesiyle yalnızca "muhacirler" anlatılmak istenmiş de olabilir. Çünkü böyle bir kullanım oldukça yaygın idi, anlatılmak istenen de tümüyle bundan ibaretti. Rasulullah (s) de İslâm'daki öncelikleri dolayısıyla bu işi yalnız onlara ait kılmak istemiştir... Nitekim Hz. Ebû Bekir'in halife seçildiği günü söylediği:
"Bizler emirleriz, sizler de vezirlersiniz" sözlerindeki "bizler" den kastı yalnız muhacirlerdi. "Sizler" demekten kastı da Ensâr idi. Çünkü bu sözlerin söylendiği zamandaki tartışma konusu, halifeliğe kimin daha layık olduğu meselesi idi... Biz bu tür hadislerle ilgili olarak bu yorumu tercih ediyor ve bunu diğer yorumlardan daha kuvvetli görüyoruz." [402]
Son olarak Mevdûdî'nin konu ile ilgili açıklamalarını verelim:
"en-Nûr, 24/55'deki: "Elbetteki onları yeryüzünde halîfe kılarız" hümküne göre, bütün müslümanlar tek tek eşit şekilde ve aynı imkânlarla halîfe olma hakkına sahiptirler. Herhangi bir ferdin veya zümrenin müminlerin elinden bu hakkı almaya yetkisi olmadığı gibi, hususî olarak hilâfetin yalnızca kendilerine ait bulunduğunu iddia etmelerine de imkân yoktur. Bu gibi açık prensipler, İslâm'ın hilâfet müessesesini diğer hâkimiyet şekillerinden ayırmaktadır." [403]
Burada şunu da belirtelim ki, çağdaş bir İslâmî yönetim için herhalde böyle bir problemin varlığından söz edilemez. Bu en azından belirli bir dönem böyle sürüp gidecektir. Çünkü bu şartın gündeme gelebilmesi için gerçekleşmesi gereken bir takım ön şartlar söz konusudur. Bu şartların başında ise hiç şüphesiz, İslâm'ın öngördüğü şekliyle bütün İslâm topraklanmn tek bir devletin ve bütün ümmetin tek bir halîfenin yönetimi altında birleşmiş olmaları gelir. Diğer taraftan acaba günümüzde ve bu şekliyle İslâm ümmetinin tek bir halife etrafında birleşmelerinin gerçekleşmesi halinde, gerçekten Kureyş'e mensubiyeti sahih bir şekilde ortaya konulabilecek ve halifeliğin diğer şartlarını da haiz kaç kişinin varlığından söz edilebilir ve edilebilecektir?... Dolayısıyla böyle bir şartın münakaşasının en azından şimdilik ve hatta yakın gelecekte gündeme gelmesini gerektirecek bir durum yoktur... Bizim konuyu bu şekilde ele almamızın başta gelen nedenleri arasında ise, bu şartın öngörülmesinin bazı kimseler için birkaç noktada bile olsa açıklık kazanması ve değişik bakış açılarının varlığına dikkat çekme isteğimizdir... Halifelik makamına layık olduktan sonra, -ki bu liyakat, bu konuda Kureyşlilerin öncelikle hak sahibi olduğunu belirten hadislerde bile "Dinin gereği gibi uygulanması" olarak belirlenmiştir - ümmetin başına geçen kişinin mensup olduğu kabilenin, soyun sopun pek önemi olmayacaktır. Çünkü biz biliyoruz ki, müminlerin Allah katında en değerli olanları en çok takva sahibi olanlarıdır... İslâm'ın fert ve toplum hayatında, bütün hükümleriyle ayakta durmasından ve uygulanmasından ise bütün müminler sorumludur... Ve aslolan daima Allah'ın mutlak hakimiyetinin müminlerden başlayarak bütün insanlara doğru gittikçe gelişen bir çerçeve içerisinde gerçekleşmesi, bunun hayatın her alanında gerçek anlamıyla ortaya çıkmasıdır... Böyle bir yükümlülük, merhum Mevdûdt'nin de isabetle belirtmiş olduğu gibi, Allah'ın yeryüzündeki halîfesi olmak sıfatıyla bütün müminlerin omuzlarındadır.
F) Halîfenin Hak ve Görevleri
İslâm, müminlerinin kalbinde İmandan kaynaklanan geniş bir sorumluluk duygusunu uyandırmayı kendisine ilk hedeflerden edinmiştir, Çünkü bu duygu olmadan uygulama imkânının oldukça azalacağını iyi bilir. Devlet başkanı müslümanlar arasında her bakımdan birinci derecede gelen bir sorumludur. Onun Allah'a karşı sorumluluğu, tüm sorumluluklardan önde gelir. Hz. Peygamber, adaletli bir devlet başkanının, hiçbir gölgenin bulunmadığı Kıyamet Günü'nde Arş'ın gölgesinde gölgeleneceğini müjdeliyor. Yönetimi altında bulunanları aldatanları da, Cennet'in kendilerine haram kılınacağı vaidiyle korkutuyor.[404]
Hz. Peygamber (s) bütün müslümanların çoban olduğunu ve hepsinin sürülerden sorumlu olduğunu genel bir ilke olarak ifade ediyor ve başta, devlet başkanının çoban olduğunu, sürüsünden sorumlu tutulacağını bildirdikten sonra, diğer insan gruplarını sıralıyor. [405]
Bu sorumluluk duygusu ve âhiret düşüncesi müminin her türlü davranışını büyük bir incelikle gözden geçirmesini sağlar. Bu nedenle İslâm'da kendisini lâyüs'el gören, en yüksek otorite kabul eden bir devlet başkanı gösterilemez. Diğer taraftan devlet başkanının hukukî bakımdan, teb'asına göre bir ayrıcalığı da söz konusu değildir, İslâm'da.
Hz. Ömer devlet başkanının teb'asına karşı olan durumlarını şöyle bir benzetme ile açıklamaktadır:
"Müminlerin idarecisi onların kölesidir. Kendisine düşen, efendisi için gereken işleri yapmaktır."
İslâm hukukçuları da devlet başkanının görevlerini şu sözlerle açıklamaya çalışmışlardır; Başkan bir yetimin vasisine, bir vakfın mütevellisine benzer. Bunların görevleri kendi gözetimleri ve vesayetleri altında bırakılanların en büyük menfaatleri ne yolda hareketi gerektiriyorsa o yolda hareket etmelidir. [406]
Devlet başkanının yetki ve görev alanı İslâm'da oldukça geniş tutulmuştur. O, Kur'ân ve Sünnetin hükmünün bulunduğu yerlerde onlara uygun hareket edecektir. Olmayan yerlerinde ise, İslâm hukukunun şu genel kaidesine göre davranacaktır:
"İmam'ın raiyye (uyruk) hakkındaki tasarrufları maslahata (kamu yararı) menuttur (dayalıdır) [407]
Maslahat İslâm Şeriatının gözettiği gayelerin başında gelmektedir. Şerîatın gayeleri ise beş tanedir:
Dini korumak, nefsi korumak, aklı korumak, nesli korumak, malı korumak.
Bunlardan devlet başkanının görevlerini, yetkilerini uzun uzun açıklayan ve belirleyen anayasal pek çok madde çıkartılabilir. Bunlar devlet başkanının görevleri ile ilgili olarak söyleyebileceğimiz genel bazı hususlardır. Yani devlet başkanının görevleri; İslâm'ın hükümlerini uygulamak, gayelerini gerçekleştirmek ve her bakımdan kamu yararını gözetmekten ibarettir.
Bu genel ifadelere Kur'an ve Sünnetten, İslâm hukukundan bazı açıklamalar getirmek gerekirse, bunları aşağıdaki şekilde sıralamamız mümkün olur:
Devlet başkanı olan halîfenin görevlerini ortaya koymaya dair belirleyebileceğimiz âyet-i kerimeler az değildir. Kur'an-ı Kerîm müminlere yeryüzünden fitnenin kaldırılması hedefini en uzak hedef olarak göstermiştir. [408] Yeryüzünde iktidar sahibi olan müminler, namazı kılmak, zekâtı vermek, iyiliği emr etmek, kötülükten sakındırın akla yükümlüdürler. [409] İnsanlar arasında adaletle hükmetmek, ahlâksızlıktan, münkerden ve azgınlıktan sakındırmak, iyi davranmak, Allah'ın bütün müminlere verdiği kesin emirler arasındadır. [410] Erkek-kadın herkesin, yani bütün toplumun sürekli ilmî bir tekâmül ve ilerleme içerisinde olması için gerekli imkânların sağlanması [411] ümmet fertlerinin ekonomik sıkıntılarından kurtarılması için gereken tedbirlerin alınması [412] Allah'ın indirdikleriyle hükmedilerek fert ve toplum hayatının her alanında, kurumunda ve taraflar kim olursa olsun kişiler arası anlaşmazlıklarda Allah'ın Kitabı'na ve Rasulü'nün Sünnetine göre hüküm vererek İslâm Şeriatının uygulanışım genel, istisnasız ve sürekli kılmak. [413] Buna göre;
- İslâm devletinin dış politikası, bütünüyle yeryüzünden fitneyi kaldırma hedefine yönelik olacaktır. Bunu gerçekleştirmek için her türlü imkânı kullanmak ve her fırsatı değerlendirmek, halîfenin görevleri arasındadır.
- İslâm'ın emr etmiş olduğu ibâdetlerin kolaylıkla yerine getirilebilmesi ve ilmî hayatın sürekli ilerlemesini sağlamak.
- Müslümanların iktisadî hayatını, çeşitli kesimler arasında aşırı servet farkını önleyecek şekilde, İslâm'ın emirlerine ve hedeflerine uygun olarak ayarlamak.
- İnsanlar arasında adaletle hükm etmek, adaletin tarafsızlığını sağlamak.
- İnsanların lüks ve israfa, bunun sonucu azgınlık, serkeşlik ve ahlâksızlığa yönelmelerini önlemek; başta halîfenin olmak üzere bütün devlet organlarının ve müminlerin görevidir.
Hz. Peygamberin bazı hadîslerine dayanarak halifenin görevleri şu şekilde sıralanabilir:
- Müminlerin ihtiyaçlarını belirleyip karşılamak;[414] ihtiyaçlarını gerektiğinde doğrudan kendisine iletmelerini sağlamak. [415] Memur ve işçi ücretlerim şerefli bir hayat sürmelerine imkân verecek şekilde belirlemek. [416]
- Velisi olmayanın velisi halifedir.[417] Dolayısıyla kimsesiz çocukların her türlü himayesini devlet eliyle gerçekleştirmek ve "borç bırakarak, çoluk-çocuk terk eden kimselerin borçlarını devlet hazinesinden ödemek, arkasında bıraktığı kimselere de bakmak." [418]
- Hz. Peygamber şu dört şeyin imamın görevleri arasında bulunduğunu bildirmiştir;
- Namaz,
- Zekât (ı toplamak ve hak sahiplerine vermek),
- Hudûd (suç işleyip suçları sabit olanlara cezalarını vermek),
d; Kısas (öldürme ve yaralamaları aynısıyla cânîye uygulamak). [419]
Ebû Yâ'lâ el-Ferrâ ile el-Mâverdi'nin ayrı ayrı kaleme almış oldukları "el-Ahkâmu's-Sultâniyye" adlı eserleri, halîfenin görevlerinin geniş bir açıklamasıdır, diyebiliriz. Bu ve benzeri diğer eserler, halîfenin görevlerini bütün incelikleriyle ele almakta, bu konuda bizlere değerli hukukî bilgiler vermektedirler.
İslâm hukukunda devlet başkanının görevleri aşağıdaki şekilde özetlenebilir. Anlaşılacağı üzere bunların her birisi için Kur'ân ve Sünnetten pek çok delil getirilebilir:
- 1. Selefin icmâ ettiği hususlara uygun olarak dini korumak, her hangi bir şüphenin yayılması halinde, delilleriyle bunları açıklamak.
- Anlaşmazlıkları çözmek, zalimlerin taşkınlıklarını önlemek, mazlumu zayıf ve yalnız bırakmamak.
- Güvenliği sağlamak, insanları yasaklardan ve başkalarına zarar vermekten korumak.
- Allah ve kul haklarını korumak.
- Müslümanların ve anlaşmalı teb'anın (zimmî) can, mal ve dinlerine saldırmak isteyen düşmana karşı harb hazırlıkları yapmak.
- Davete rağmen müslüman olmayanlara karşı müslüman olana veya cizye verene kadar savaşmak.
- Zekât ve diğer vergi ve ganimetleri toplamak.
- Her türlü kamu hizmetini görmek üzere memurlar tayin etmek.[420]
- Toplumun işleri ve durumları ile bizzat ilgilenmek.[421]
Bütün bunları gerçekleştirebilmek için, İslâm Devlet Başkanı olan halîfeye geniş yetkiler verilmiş olduğunu görüyoruz. Şöyle ki; devletin başında bulunan kimse, aynı zamanda ordunun, yürütmenin ve yargının da başıdır. Bütün bunları gerçekleştirebilmek için gerekli elemanlardan faydalanabilir. Ancak, devletin bütün işlerinden şûra meclisine ve ümmete karşı kendisi sorumlu olduğu için, görevlendirdiği kimseler de, işlerini onun adına yürütürler. Onun razı olamayacağı uygulamalarda bulunamazlar.
Raiyye de kendilerine ve onun tayin ettiği kimselere itaat etmekle yükümlüdür. Ancak bu; masiyet ile emrolunmadıkça sözkonusudur. Çünkü "Yaratıcıya isyanı gerektiren hususlarda, yaratılana itaat yoktur."
Halîfenin şahsî bir geliri yoksa, bir müslümanın normal geçim standardının üstüne kendisini çıkartacak kadar yüksek bir maaş almaması gerekir. Çünkü, ashâb-ı kirâm'ın Hz. Ebû Bekir'e bağladıkları maaşın miktarını biliyoruz. Onun belirlenen bu maaşı halife olmadan önceki geçim standardının üstüne çıkmasına elvermiyordu. "Elbiselerini eskitirse onları bırakıp yenilerini alacak, yolculuğa çıkarsa bineği (yol masrafı) verilecek, halife olmadan önce de ailesine harcadığı kadarıyla nafakası verilecekti. [422]
Hz. Ömer (r)de, çeşitli görevler için tayin ettiği üç kişiye günlük bir koyun maaş belirledikten sonra, onlara şunu söylemiştir:
"Ben de, siz de yetim küçüğe tayin edilmiş birer veli gibiyiz." Bundan sonra da onlara: (Velilerden) kim zengin ise (yetimin malını yemeye tenezzül etmeyip) kaçınsın. Kim fakir ise o halde zaruret miktarı (maruf ölçüde) yesin." [423] mealindeki âyeti okur." [424]
Hukukî bakımdan ise, teb'âsına göre hiçbir üstünlüğü söz konusu değildir. Bu konuda İslâm hukukçularının icmâı vardır. [425] Çünkü Hz. Ömer (r) den gelen rivayete göre Hz. Peygamber (s) efendimiz, kendisine bile gerektiğinde kısas uygulatmıştır. [426]
Hz. Ali (r) İslâm Devlet Başkanının hak ve görevlerini oldukça özlü bir şekilde dile getirmektedir:
"Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek ve emânet (devlet başkanı olarak görevinin gereklerini yerine getirmek, imâmın görevidir. Bunu yaptığı taktirde (meşru emirlerine) dinleyip itaat etmek, (cihad ve benzeri işlere) çağırdığında ise çağrısını kabul etmek de müslümanların üzerindeki hakkıdır."[427]
Devlet İslâm açısından ne derece gerekli ise, devlet başkanının da varlığı o derece zorunludur. Çünkü onların varlığı söz konusu olmadan, İslâm'ın bir hayat düzeni olarak uygulanmasından söz edilemez. En geniş yetkilerle en yüksek düzeyde bu uygulamadan devlet başkanı sorumludur. Allah'a, ümmete ve şûra melcisine karşı.
G) Halifelik Süresi
Râşid halîfelerin hiç birisi belirli bir süre için seçilmiş değillerdi. Hepsi de ölünceye kadar o makamda kalmak üzere seçilmiş bulunuyorlardı. Bununla birlikte "belirli bir süre için seçilmek yasak edilmemiştir." [428] Böyle bir nassın bulunmadığını kabul etmekle birlikte, halîfenin hayatı boyunca bu görevde kalması, işlerin daha düzenli bir şekilde yürümesini ve bu konuda istenmeyen bazı durumların doğmamasını sağlayacağını savunan ve halîfenin ölümüne kadar kalmak üzere seçilmesi konusunda icmâ bulunduğunu bildiren A. K. Ûdeh, belirli bir süre için seçimi kabul etmemektedir. [429]
Ancak bu şartlar altında halîfe seçmenin de bir takım problemler doğuracağı açıktır. Halîfenin kısa sürelerle seçimini öngörmek de, seçim çatışmalarını gerektireceği için doğru olamaz. Hayatının sonuna kadar seçilmiş bir halîfeyi gerektiği taktirde azletmek güç olabilir. Bu nedenle tekrar seçilebilmek şartıyla halîfenin beş veya on sene için seçilmesini öngörenler de vardır. [430]
- Esed ise bütün durumların mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Bu arada şunları da eklemektedir: Halîfenin başkanlığı süresince görevini samimiyet ve yeterlilikle yerine getirmesi şartıyla belirli bir yaşa kadar görevinde kalması da mümkündür. Bu şart gerçekleştiği taktirde başkanlığın hayat boyu olmasında da bir sakınca yoktur.[431]
Durum ile ilgili olarak bir nass bulunmadığına göre, bu konuda yukarıda ileri sürülen görüşlerin tümünü kabul etmek veya birini İslâm'dan uygun bir gerekçe belirterek diğerlerine tercih etmek mümkündür.
Konu ile ilgili olarak biz de şunları eklemek istiyoruz:
Halîfeyi belirli bir süre için seçmek ve ona ikinci bir defa seçilme imkânı tanımak, kamuya zararlı olabilir. Şöyle ki:
Devlet başkanlığının oldukça geniş yetkilerini kısmen de olsa, ikinci bir defa seçilmek amacıyla "yatırım" olarak kullanabilir. Dolayısıyla bunu benimseyemiyoruz. Hayat boyu veya şartları taşıdıkça halifelikte kalmak üzere seçilmenin de bazı sakıncalarını düşünmekte haklı görülebiliriz. O halde durum ne olacaktır?
Halîfelik, halktan bey'at ile gerçekleşir. Bey'at alınmadan bu makama geçme imkânı yoktur. Halifeliğin yetkileri, İslâm'ın hükümleri ile sınırlıdır. Bu hükümlerden ayrılma, halîfe tarafından söz konusu olacak veya halîfe görevlerini yerine getiremeyecek bir duruma düşerse, daha önce bey'atte bulunmuş olanların bey'atlerini geri alma imkânları var olmalıdır. Bu ise yeni bir bey'ate baş vurmakla mümkün olur. Böyle bir şeyin gereğini araştırıp buna karar verecek olanlar da Ehlü'1-hall ve'l-Akd veya Şûra Meclisf dir. Aynı kişiye tekrar bey'at edilecek olursa, halîfe olarak tekrar görevine devam edecektir. Bu konuda Şer'î bir gerekçe bulunmadıkça ve bunlara bağlı somut deliller ortaya konulmadıkça böyle bir kararın alınamayacağı, anayasanın hükümleri arasında yer almalıdır.
Bey'atin yenilenebilmesi ile ilgili görüşümüze delil olarak, Hz. Ebû Bekir'in halîfe seçildikten sonra:
"Ben bu görevi kabul etmiyorum, başka birisine bey'at ediniz" demesini buna karşılık başta Hz. Ali olmak üzere hazır bulunan bütün ashabın; "Halîfemiz sensin, senden başkasına bey'at etmeyiz" diye cevap vermelerini, gösteriyoruz." [432]
Bunun bir takım olumlu etkileri de olacaktır. Başta sık sık tekrarlanan seçimlerin türlü olumsuz etkileri önlenmiş olur. Diğer taraftan hayat boyu seçilmenin verebileceği gevşeklik ortadan kaldırılmış olur.
Bununla birlikte şunları da eklememiz gerekir:
İslâm Devletinin yetkilileri, daha mükemmel çözümler üzerinde ittifak edebilirler. Bu konuda geniş bir hareket alanı vardır.
II. Şûra
İslâm Devleti'nde hâkimiyetin aracılığıyla kullanıldığı diğer bir vasıta "Şûra Meclisi"dir. Şûra Meclisi İslâm Devlet yapısının temel taşlarındandır. İslâm devlet yapısı içerisinde böyle bir organın yer alması, İslâm'ın devletten beklediği hizmetlerin gerçekleşmesini kolaylaştırıcı olduğu kadar; bu organın fonksiyonunu gereği gibi yerine getirememesi halinde de, arzulanmayan pek çok sonuç doğabilir. Bu nedenle "şûra" üzerinde durmak ayrı bir önem taşıyor.
İslâm'da halîfenin tebâ tarafından seçilmesiyle yetinilmemiş, halîfeye çeşitli konularda yardımcı ve destek olmak üzere bir de "İstişare Kurulu veya Meclisi" öngörülmüştür. Devlet başkanına böyle bir faydası olduğu gibi, başkanın tek başına karar alma durumlarının zararlarını düşürmekte, diğer taraftan bütün toplumun tek bir kişinin tahakkümüne boyun eğmesine imkân bırakmamaktadır. İstişare İslâm toplumunun problemlerine, İslâm'ın açık bir hükmünün bulunmaması halinde, İslâm'ın özüne en uygun şekilde çözüm aramanın ifadesidir. Bu nedenle her çağın İslâm toplumu için kaçınılmazdır. Bunun için de İslâm bu konuda yalnızca böyle bir ilkeyi koymakla yetinmiştir. Bu ilkenin uygulanma şekilleri ve gerçekleştirilme yolları üzerinde durmamıştır. Bunları çağın gereklerine ve toplumun değişebilen nitelikteki şartlarına bırakmış, uygun yollarla bu ilkenin gerçekleştirilmesine imkân tanımıştır.
Bütün toplumlara ve çağlara hükmetmek amacıyla gelmiş bir nizâmın bu tutumu tabiidir. Diğer taraftan insan aklına, düşünce ve bilgisine, deneyimlerine de böylelikle açık kapılar da bırakmış oluyor.
"Şûra" kelimesi sözlükte, petekten bal almak ve atın yürüyüş şeklini öğrenmek üzere onu denemek, şekil, kılık-kıyafet itibariyle güzel görünüme sahip olmak, kalitesini anlamak maksadıyla evirip çevirmek, erkek devenin erkeklik durumunu tesbit etmeye çalışmak, işinin gerçek durumunu anlayabilmek için durum hakkında aydınlanmak, bir kimseye bir konu hakkında fikir vermek gibi anlamlara gelir. [433] Terim olarak da bir kısım kimselerin, diğer bir kısmının görüşlerine başvurarak doğru görüşü aramak eylemi olarak [434] özlü bir şekilde tanımı yapılan Şûrâ'yı daha yakından tanımak istersek, A. A, H, en-Nahvî'nin tanımını aktarmak gerekecektir. en-Nahvi, "İslâm Dâvasında Şûrâ'nın Yeri"ni belirlemek üzere yaptığı etraflı çalışmasında şûrayı şu şekilde tanıtmaya çalışmaktadır:
"Mümin kişiyi, mümin cemaati ya da mümin imameti ilgilendiren herhangi bir konuda, Allah'a itaat ve ibadet etmek üzere hakkı ya da hakka en yakın olanı belli bir usûlde ve belli esas ve kurallara riayet ederek araştırıp bulmak maksadıyla karşılıklı görüş alış-verişi yolunda yardımlaşmak ve dayanışmaktır. Bunun için izlenecek yollar, bütün esas ve kurallar, hedef ve gayeler tümüyle Rabbânî olacak ve bunlar Allah'ın engin şeriatı ile belirlenmiş olacaktır, Böylelikle şûra Allah'ın düzeni ile uyum halinde olan eksiksiz bir düzen, bir yol olarak karşımıza çıkmış olacaktır;" [435]
Anlaşılacağı üzere istişare, hakkı bulmak amacıyla fikirlerin belirli bir disiplin içerisinde tartışılması, doğrunun araştırılması ve sonunda doğru ya da doğruya en yakın olduğu kabul edilen bir karara varılması, varılan bu kararın da uygulamaya konulması demek oluyor, Bu şartları kendisinde toplayamayan kararlar, istişare sonucu alınmış kararların özelliklerini taşıyamazlar. Dolayısıyla istişare sonucu alınmış bir kararın etkinliğine sahip olamazlar. Hakkında istişare yapılan konunun mümin kişiyi, mümin cemaati ya da ümmeti ilgilendiren konulardan olması durumu değiştirmez. Kur'ânî anlamıyla istişarenin varlığından söz edebilmek için, istişarede aranan niteliklerin elbette bulunması gerekli olacaktır.
Bu genel anlamı ile şûra üzerinde burada duramayacağımız açıktır. Bu bakımdan biz burada yalnızca devlet yönetimi ile ilgili olan dar ve özel anlamına eğileceğiz.
A) Şûra'nın Meşru Olmasının Kaynağı
Şûrâ'nın meşru olduğunun delilleri başta Kur'ân âyetleri arasında olmak üzere, Hz. Peygamber (s)in Sünnetinde ve Râşid Halîfelerin uygulamalarında yer almıştır.
Kur'an-ı Ker'îm'de genel ve özel anlamıyla şûra ile ilgili aşağıdaki âyetleri belirlemek mümkündür.
- "O kimseler ki Rableri(nin çağrısı)na uyarlar, namazı kılarlar,-ki işleri kendi aralarında istişare ile (danışarak) yürütülür-ve onlara rızık olarak verdiklerimizden (yolumuzda) harcarlar."[436]
- "(Hükümdarları olan kadın): Ey ileri gelenler, bana (bu) işim hakkında bir görüş belirtin. Siz huzurumda bulununcaya kadar ben hiçbir işte kesin (bir hüküm sahibi) olamadım."[437]
- "...Artık onları bağışla, (Allah'tan da) günahlarının yargılanmasını iste. İş (el-emr) hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi Allah'a güvenip dayan." [438]
- "...Eğer onlar (çocuklarınızı) sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. (Ücret hakkında da) aranızda maruf Şekilde müşavere yapın..." [439]
- "Şehrin uzak tarafından bir adam seğirterek geldi. Dedi ki: Ey Musa (Firavun ve) ileri gelenler seni öldürmek için senin hakkında meşveret ediyorlar..."[440]
Bu âyetlerin ilkinde "işlerin aralarında danışma ile yürütülmesi" müminlerin ayırıcı özelliklerinden olduğu bildirilmiştir. Bu özellik onların Rablerinin çağrılarına uymak, namaz kılmak ve infakta bulunmak özellikleri ile birlikte sayılmıştır, Buna göre, bu âyet, bütün müminlerin (İslâm'da açık hükmü bulunmayan) her türlü işlerini danışma ile yürüttükleri özelliklerini vurguluyor. Mekke'de inen sûrelerden birisinin âyetleri arasındadır, söz konusu âyet. Dolayısıyla Medîne'de gerçekleştirilecek İslâm Devletinin ilk yapı taşları aynı zamanda bu konuda eğitilmektedir. Mekke'de bulunan müminler, devlet işlerinde gerekli görülecek müşaverelere hazırlıklı hale getiriliyor. Kişisel hayatlarında namaz kılmak gibi eylemlerinin yanında, müşaverenin de yer etmesi onlara telkin ediliyor.
İkinci âyette tarihten bir örnek veriliyor, Kur'ân'daki tarihî kıssaların gayesi açıktır:
Müminlere-iyi olsun, kötü olsun-ibret dersleri vermek. Burada iyi bir örnek sunulmakta ve müminlere bu konuda irşadda bulunulmaktadır. Üçüncü âyette Rasulullah (s) istişare etmek ile emrolunmaktadır, Onun Peygamber olarak istişareye gerek duymayacağı açıktır. Dolayısıyla bu emir ona devlet başkanı olarak verilmiş oluyor. Onun böyle bir emre muhatap olması, İslâm Devletine başkanlık edecek herkes için söz konusu olacağı anlamını taşıyor.
Daha önce Mekke'de istişare konusunda eğitilmiş bulunan İslâm toplumu, artık devlet işlerinde bunları kolaylıkla uygulayabilecek düzeye gelmiş; onların uygulamaları da kendilerinden sonra gelenlere güzel örnekler olarak kalmıştır.
Böylece, ilk andan itibaren bu konuda eğitilen ilk İslâm toplumunda-dolayısıyla bütün toplumlarda-kişisel tahakkümlere, diktatörlüklere yer olmadığı, olamayacağı anlaşılmış bulunuyor.
Dördüncü âyette müslüman ailenin karşı karşıya kalması muhtemel olan özel bir durumda, aileyi ilgilendiren bir meselede kendi aralarında danışmalarını emretmektedir. Böylelikle müslümanlar yalnız siyasal içerikli konularda değil, oldukça özel konularda ve fakat konunun ilgilileriyle danışmayı, ilâhî İrşâd'ın rehberliğinde öğrenmekte, ümmet olarak hayatın her alanında bu güzel ve verimli alışkanlığı elde etmeye doğru yönlendirilmektedir.
Son âyetteki örnek ise, bâtıl düzenlerin de istişare mekanizmasını, nasıl, ne maksatla ve kimler için çalıştıracaklarını göstermesi açısından önem taşımaktadır. Hz. Peygamber'in nübüvvetinden kısa bir süre önce kâfirlerin danışmalarını yaptıkları yerler, dönemlerinin parlamentoları hükmündeki "Dâru'n-Nedve" idi. Burada, tıpkı Firavun danışma meclisinde Hz. Musa'nın katledilmesi hakkında danışıldığı gibi, Dâru'n-Nedve'de de Hz. Muhammed (s)in katledilmesi planlarından tutun da İslâm Davasının önünü almak için alınması gereken her çeşit tedbire kadar hep burada görüşülürdü... Bunlar da câhili düzenlerde "istişare" mekanizmasının nasıl ve ne maksatlarla çalıştırıldığı hakkında bize fikirler vermektedir... Bir defa câhilî düzenlerde istişare hayırlı maksatlar için, hakkı bulmak amacıyla kesinlikle yapılmaz. Bu düzenlerde istişare, hakkın önüne geçmek için yapılır. Diğer taraftan istişare ehil olanlarla da yapılmaz. Aksine tıpkı Firavun Meclisinde ve onun benzeri olan Dâru'n-Nedve ve diğer emsallerinde olduğu gibi, mele' ile, yani düzenin varlığının kendi menfaat ve maslahatları için sözkonusu olduğu "ileri gelenler" ile danışılır.
Böyle bir istişare örneğinin verilmesinin hikmetleri arasında ise, mümin toplumun,, İslâm Ümmeti'nin, İslâm Dvleti'ndeki istişarenin sınırlarını her zaman koruyarak, şeytanî, Firavnî, câhilî ve tâğûtî istişarelerine benzer bâtıl maksatlı istişarelerden uzak kalmaya gayret etmeleri gereğini vurgulamak da vardır.
Sünnette istişare ile ilgili pek çok uygulamanın (fiilî sünnet) yanında, sözlü irşâdîar (kavlî sünnetler) de pek çoktur.
Örneğin Hz. Peygamber (s), Bedir savaşıyla ilgili olarak danışmıştır. Esirlere yapılacak uygulamayı ashâbdan sormuştur. Uhud harbinden önce Medine'de savunma harbi mi yapılsın, dışarıya mı çıkılsın, bunu ashâbla tartışmıştır. Hendek ve Hudeybiye günlerinde ve daha pek çok neden dolayısıyla onlarla danışmıştır. [441] Bütün bunlar bize gerçekten de "Hz. Peygamber'in, ashâbıyla en çok danışan kimse olduğunu" açkça ifade ediyor, [442]
Hz. Peygamberin istişareyi öngören pek çok hadisi arasında da aşağıdakileri örnek olarak verebiliriz:
- Yukarıda meali verilen Âl-i İmrân: 3/159. âyet nazil olduktan sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Allah ve Rasûlünün buna ihtiyaçları yoktur. Fakat Allah istişareyi ümmetime rahmet olmak üzere emr etmiş bulunuyor. Ümmetimden istişare edenler, doğrudan uzak kalmaz, onu bırakanlar da eğrilikten uzak kalmaz."
- "Danışan her topluluk, mutlaka işlerinde en hayırlısına yöneltilirler."[443]
- "İstişarede bulunan güvenlik altındadır."[444]
- Ebû Hureyre (r)'den, Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur:
"Sizin yöneticileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz cömertleriniz oldukça, aralarınızda işleriniz danışma ile yürütüldükçe, yerin üstü altından sizin için daha hayırlıdır. Yöneticileriniz kötüleriniz, zenginleriniz cimrileriniz olursa, işlerinizi de kadınların eline bırakırsanız (o azaman) yerin altı, sizin için daha hayırlıdır." [445]
Râşid halîfeler de hüküm bulunmayan ve kamuyu ilgilendiren konularda gerekli istişarelerde bulunmuşlardır. Hz. Ebû Bekir (r)in mürtedlerle savaşması, Hz. Ömer (r)in Irak arazisinin statüsünü belirlemesi gibi uygulamalar, istişare sonucu ortaya çıkmıştır. Bu konudaki örnekleri, İslâm tarihinden bulup çıkartmak mümkündür. [446]
Bunlar ve benzerleri deliller, istişarenin devlet yönetimi için meşru kılındığının belgeleridir. Bunlara dayanarak İslâm bilginleri, istişarenin hükmü hakkında farklı görüşler ortaya koymuşlardır.
B) İstişarenin Hükmü
İstişare etmenin hükmünün ne olduğu ile ilgili görüş ayrılıkları ne kadar çok olursa olsun, istişare ile ilgili [447] Ayette: "İstişarenin imân ve namaz ile birlikte anılmış olması, değerinin yüceliğine, önemine bir işarettir; bizlere istişare etmek için emir verildiğinin delilidir." [448]
İmâm Şafii ve diğer bazı âlimler istişarenin Hz. Peygambere emr edilmiş olduğunu ileri sürerek bunun ümmeti için de sünnet olduğu görüşünü belirtmişlerdir. [449] Bu görüşü savunanlar, [450] âyetin müminleri bu açıdan övmek için söylendiğini belirtiyorlar. [451] Ancak yukarıda da değinildiği gibi bu özellik, onların yapmakla mükellef oldukları bazı farzlarla birlikte anılmıştır. Buna göre bu âyet, yalnızca onları övmek için indirilmiş olamaz.
[452] âyetin ümmeti bu konuda eğitmek için söylenmiş olduğu kuşkusuzdur. Ancak Peygamber için müşavere mendup bile olsa, ümmeti için vaciptir. [453] Şûra Sûresinin 38. âyeti de bu kanaati pekiştirmektedir.
Şûranın hükmünün sünnet veya mendup değil de farz olduğu kanaatini savunan S. E. Ceyb, bu görüşün aşağıdaki sebebler dolayısıyla daha kuvvetli olduğunu, dolayısıyla tercih edilmeye değer görüşün bu olduğunu belirtiyor. Söz konusu sebebleri de şöyle sıralıyor:
- eş-Şûrâ, 42/36-38 âyetlerde bu ümmetin oldukça asilve temel nitelikleri belirtiliyor, Bu ümmetin işlerinin kendi aralarında müşavere ile yürütüldüğü şeklindeki niteliği, İslâm'da oldukça belirgin bir yeri olan namaz kılma özelliklerinden hemen sonra belirtiliyor. Ayrıca bu âyetlerde sözü edilen diğer nitelikler de İslâm Düzeninin temel farz ve rükünleri arasında yer alırlar. Dolayısıyla bunlar arasında yer alan şûrâ'nın kendisinden önce ve sonra zikri geçen niteliklerin taşıdığı hükümden daha alt derecedeki bir hükmü taşıması makul olamaz.
- İslâm'ın siyasî yapısı içerisinde yönetim makamını işgal etmek, oldukça ağır bir sorumluluk ve bir emanettir. Şûra da İslâm Yönetim Sisteminin üzerinde yükseldiği temel bir ilkedir. İslâm Devleti'nde şûradan vazgeçilemez. Nitekim Hz. Ömer de fethedilen Irak arazisinin statüsünü belirlemek üzere ashâb ile danışmak isterken bu noktaya şu sözleriyle dikkat çekmek istemişti:
"Sizin yönetim işlerinizi yüklenmiş bulunuyorum. Benim sizleri rahatsız etmemin sebebi de bu emanetimde bana ortaklık etmenizdir."
O halde şûra, "yönetim emaneti"nin ayrılmaz bir parçasıdır. İslâm Düzeni'nde emanet, türü ne olursa olsun sorumluluk gerektirir. Sorumluluğu gerektiren bir konumun hükmünün ise mendub ve benzeri terk edilmesi halinde sorumluluk gerektirmeyecek bir konum olmasına imkân yoktur.
- Şûrâ'yı emreden nas[454] ın nüzul sebebi o günlerde İslâm toplumunun karşı karşıya kaldığı durumlar, şûranın hükmünün ne olabileceği konusuna açıklık getirmektedir.
- Allah Rasulü, bizzat çokça istişare ettiğine göre, yönetimin başına gelip de, doğruya isabet ihtimali ona kıyasla çok gerilerde olan kişilerin durumu ne olmalıdır?
- Bütün Râşid halifeler de Rasûlullah'ın izini takip ederek çokça istişare ederlerdi. Eğer bu sahâbîler şûra emrinin farz olduğunu bilmeselerdi, her halde bu işe bu kadar sıkı sarılıp bağlanmazlardı..[455]
Hulâsa [456] da Hz. Peygambere verilen "bu kesin emir, İslâm yönetim nizamının temellerinden birisini ortaya koymaktadır. Öyle ki, devlet başkanlığı görevini de ifa eden Rasulullah (s) bile bu emrin dışında değildir. Şûranın İslâm yönetiminde vazgeçilmez bir esas olduğunda bu nass, hiçbir tereddüde yer bırakmamaktadır, İslâm nizamı, bunun dışında bir temel üzerinde kurulamaz... Eğer doğru bir yöneticinin varlığı Şûrayı gereksiz kılsaydı, Hz. Muhammed (s)in varlığı, İslâm toplumunun istişare hakkından mahrum bırakılması için tam anlamıyla yeterli idi." [457] Ancak, O'nun varlığı ile birlikte yine de Şûra emri verilmiş bulunuyor.
O halde Şûra, yalnızca bir teşvik değil, ihmal edilemez ve vazgeçilemez bir emirdir de. Şûra olmadan, bu esasa uyulmadan alınan hiçbir karara, İslâm'ın özünden kaynaklanan bir hüküm gözüyle bakılamaz. Şûra, İslâm yönetiminin en belirgin ve vazgeçilmez bir niteliğidir. Ona bağlı olarak hükmetmenin gereği, herhangi bir şekilde tartışma konusu yapılamaz. Çünkü bu kondaki hükümler son derece açıktır.
C) Şûra Uygulaması
Kur'ân ve Sünnette istişarenin gereğini bildiren bağlayıcı hükümlerin varlığına rağmen, bunların nasıl uygulanacağına dair hükümler getirilmemiştir. Bu nedenle mükemmel bir İslâmî yönetim uygulamasından söz edebileceğimiz dönemlerde oldukça farklı uygulamalarla karşı karşıya bulunuyoruz. Tarihte bu uygulamanın farklılığı söz konusu olduğu kadar, günümüzde de aynı şekilde söz konusu olabilir. Çağdaş müslüman yazarların, bu konuda bazan aynı, bazan yakın, bazan uzak tekliflere sahip olmaları da bunu gösteriyor.
1. Saadet Asrında Şûra Uygulaması
İlgili âyette görüldüğü gibi Şûra ilk olarak Rasulullah (s)a emr edilmiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça ele alınmamış, toplumu ilgilendiren konularda, ashâbıyla danışırdı. H. Peygamber (s)in danışması, bir açıdan sınırlı bir danışma olarak kabul edilebilir. Ancak bütün ashâb ile istişare mümkün olmuyordu. Bu nedenle kendisinin genellikle görüş sahibi ve o konu ile yakından ilgisi bulunanlarla istişare ettiğini görmekteyiz.
Diğer taraftan kendileriyle istişare edilecek olanların belirli bir takım eğitim aşamalarından geçmiş olması gerektiği açık bir gerçektir. Nitekim Kurtubî'nin Al-i İmrân: 3/159. âyetinin tefsirinde bu açıdan oldukça değerli şu tahliline dikkat etmemiz gerekmektedir:
"Yüce Allah oldukça beliğ bir tedrici ihtiva eden bu (âyetteki) emirlerle Peygamberine sırasıyla şunları emretmiş bulunuyor:
Önce kendisinin onlara bağışlanması gereken neleri varsa bağışlamasını, görmezlikten gelmesini emretti. Bu noktaya gelmelerinden sonra Allah'a karşı olan kusurları dolayısıyla onlara Allah'tan bağışlanma dilemesi emretti. Bu basamakta da gereken olgunluğa erişmelerinden sonra ise "iş"te kendileriyle danışılmaya ehil oldu.[458]
Hz. Peygamberin istişaresinde dikkatimizi çeken hususlardan biri de onun çoğunluğun fikrine beslediği güvendir. Uhud savaşında bunun açık örneğini bulmak mümkündür.
Hz. Peygamber (s)in kendileriyle çeşitli nedenler dolayısıyla danıştığı bazı sahâbîlerin isimlerini şöylece sıralayabiliriz:
Başta Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gelir. Daha sonra da:
Abdurrahman b. Avf, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha, Sa'd b. Muâz, Esîd b. Hudayr, Sa'd b. er-Rebî, Sa'd b. Heyseme, Sa'd b. Mes'ûd [459] gelir.
Görüldüğü gibi bu isimlerin her birisi ayrı karakterde ve kabiliyette kimseler. Bunlar birçok bakımlardan ashabın veya bağlı oldukları kabilenin ileri gelenleri idi. Olaylar karşısındaki tavırları, görüş ve düşünüşleri, istişare konusunun enine; boyuna etraflı bir şekilde incelenmesine yardımcı oluyordu. Bütün bunlardan sonra hep birlikte veya çoğunlukla karar alır, sonra da uygulamaya koyarlardı.
Hz. Peygamber (s), konunun özelliğine göre istişare ettiği kimselerin sayısını bazan az, bazan da fazla tutmuştur. Meselâ, Hendek Savaşı sırasında Gatafanlılar, müşrikler tarafında savaşa katılmamak için Medine mahsullerinin üçte birini istediklerinde, Hz. Peygamber (s) bu konuda ilgili gördüğü ensârın ileri gelenlerinden Sa'd b. Muâz ile Sa'd b Ubâde'yi çağırttı. Onlara durumu anlattı ve fikirlerini sordu. Onlar bunu kabul etmeyince O da, Gatafanlılara tekliflerinin red edildiğini bildirdi. [460] Sa'd b. Muâz Evsin, Sa'd b. Ubâde ise Hazrecin lideri idi. [461] Dolayısıyla bu konuda onların düşünceleri bütün ilgilileri temsil ettiğinden başkalarıyla istişareye gerek görmemiştir.
Uhud Savaşından önceki istişaresinde durum, tamamen bunun aksinedir. Yani hemen hemen savaşçıların bütünü ile istişarede bulunmuştu. Çünkü savaş onların hepsi ile ilgili idi.
Bunlara ve benzeri örneklere dayanarak diyoruz ki, Hz. Peygamber (s) istişareyi gerektiren konunun mahiyetine uygun olarak danışmalarda bulunmuş ve danıştığı kişileri ona göre belirlemiştir. Danıştığı kimselerin paylaştıkları görüşlere aykırı hareket ettiği herhangi bir olayı şahsen bilmiyorum.
Hz. Ebû Bekir (r)in kimlerle istişare ettiğine gelince:
Görüşülmesi gereken bir mesele olunca Hz. Ebû Bekir (r), Muhacir ve Ensâr'ın ileri gelenlerini, Ömer, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Muâz b. Cebel, Übeyy b. Ka'b ve Zeyd b. Sâbit'i çağırırdı. Bunların hepsi de zamanında fetva verirlerdi. [462] Normal durumlarla ilgili istişare konularında Hz. Ebû Bekir'in tutumu bu olmakla birlikte; önemli ve ani karar verilmesini gerektiren durumlarda hemen karar vermiş ve başkanlığın bütün yetkilerini tam bir dirayetle kullanmıştı. [463]
Mürtedlerle savaşılmasmı ve Üsâme komutanlığındaki orduyu göndermesinde ısrar etmesini bu duruma örnek verebiliriz. Bazıları bu durumları istişare kararlarının bağlayıcı olmadığına delil göstermek eğiliminde ise de [464] bizce bu ani karar almayı gerektiren olağanüstü durumlarda tüm yetkilerin devlet başkanına devri gibi yorumlanmadır.
Hz. Ömer'in istişaresi son derece geniş kapsamlı idi. İstişare kapsamını durumun gerektirdiği şekle uygun olarak bazan daralttığı da oluyordu.
Hz. Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Abdurrahman b. Avf gibi kimselerle görüştüğü, onlardan fikir aldığı gibi, gençlerle de danışır, keskin zekâlarından faydalanırdı. Bazan kadınların fikirlerini alır, fikirleri hoşuna gider ve onları kabul ederdi. [465]
Buhârî'nin rivayetine göre; genç olsun, yaşlı olsun "kurrâ" ile istişarelerde bulunur ve bunlar onun istişare meclisinin üyelerini teşkil edenlerdendi. [466] Kurrâ terimini sahâbîler âlim, fakîh, İslâm'ın özünü kavramış, muttaki kimseler için kullanırlardı.
Hz. Ebû Bekir ve Ömer tarafından bu gibi kişilerden oluşturulan Şûra Meclisinde, Hz. Osman ile Hz. Ali döneminde de her hangi bir değişiklik yapılmamıştır [467] denebilir.
Asr-ı Saadetteki Şûra uygulamasından şu sonuçlar çıkartılabilir:
Şûra Heyeti üyeleri mümkün olduğu kadar İslâm toplumunun bütün dilimlerini temsil edebilecek şekilde seçilmiştir. Danışma konusunun niteliğine göre üye sayısı artmış veya eksilmiştir. Devlet başkanı da bazan- gerek gördüğü ölçüde olağanüstü yetkilere de sahip olmuştur. İstişare kararlarına halîfeler genellikle riâyet etmiş, herkese hür bir ortam içerisinde düşüncelerini açıklama, başkasının fikirlerini tartışma imkânı verilmiştir. Çoğunluğun fikrine uyulmuş, uzaması bir sakınca doğurmayacağı durumlarda onları ikna için çaba harcanmıştır. Irak topraklarının statüsü ile ilgili Hz. Ömer'in tutumu buna örnektir. Ancak zamanın geçmesi olayların akışını olumsuz yönde etkileyecekse, halîfe şûranın kararlarını bir kenara bırakıp, olağanüstü durumlarda yetkilerini kullanmıştır. Hz. Ebû Bekir'in mürtedlere karşı tutumu gibi. Nitekim sonradan hadiseler, bu tutumu doğrular mahiyette gelişmiş ve istişare meclisi üyeleri ona hak vermiştir.
Burada şunu da düşünmek mümkün:
Hz. Peygamber (s)in kendi aralarından ayrılmasıyla ashâb, ayrı bir atmosfer içerisine girmişlerdi. Yani cereyan eden yeni olaylarla ilgili vahiy gelmiyor, Sünnet hemen yol götermiyordu. Bu yeni durumlara karşı İslâmî bir tavır almak bu-atmosfer altında bütün ashâb için ilk anda mümkün olamıyordu. Bazı sahâbîler bu yeni duruma intibakta güçlük çekmiş olabilirlerdi. Oysa olaylar, bu güçlüklerin giderilmesine fırsat tanımayacak kadar aleyhte ve hızlı gelişiyordu. Hz. Ebû Bekir (r)in bu gibi durumlarda, Şûra üyelerinin karşı çıkışlarına pek değer vermemesi belki de bundandı.
Dolayısıyla Şûra kararları için bu gibi olağan üstü durumları ileri sürerek bağlayıcı değildir demek, bizce biraz güçtür. Kaldı ki Hz, Ebû Bekir'in bu olaylarla ilgili tutumlarını bütünüyle istişâresiz belirlediğini söylemek de mümkün değildir. Diğer taraftan bütün ashâb, daha sonra tutumunun doğru olduğunu sözleriyle veya davranışlarıyla tasvib ettiklerini ortaya koymuşlardır. [468]
2. Günümüzde Şûra Uygulaması
Bundan önceki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere Kur'ân, mutlak hakimiyetin ancak yüce Allah'ın hakkı olduğunu,-hiçbir tartışmaya en ufak bir mahal bırakmayacak şekilde-ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu mutlak hakimiyet, bütün kâinatı ve kâinata egemen olan kanunları, gördüğümüz ve göremediğimiz bütün yaratıkları, bize bildirilmiş ve bildirilmemiş boyutlarıyla kapsamaktadır. İnsanların hayatlarına egemen olan, ilişkilerini kendisine göre düzenlemekle yükümlü oldukları kanunlar yani Şeriat da Allah'ın hakimiyet alanlarından yalnızca bir tanesidir. Bir insanın mümin olabilmesi için, hem fert ve hem de toplum olarak bütün ilişkilerin hükmünü koyma yetkisinin, kayıtsız şartsız Allah'a ait bir hak olduğunu tartışmasız kabul etmesi zorunludur, bu kabul olmaksızın mümin olabilmeye, kalabilmeye imkân yoktur.
Bu kapsamıyla ve bu anlamıyla bizzat Peygamberler de bu hâkimiyetin alanı içerisindedirler. Peygamber'in bile bağımsız olarak, herhangi bir kayıt ve şart tanımaksızın hüküm koyma yetkisi yoktur:
"Eğer bazı sözleri kendiliğinden uydurup bize isnad etseydi, biz de onu elbette kudretimizle alıverirdik, sonra da kalbinin damarını keserdik. Sizden hiçbir kimse de onu (bizim azabımızdan) kurtaramazdı." [469]
Bundan da anlaşılıyor ki, Rasûlün bağımsız olarak hüküm koyma yetkisi sözkonusu değildir. O ancak bir Peygamber olarak ve tebliğ görevinin gerektirdiği alan içerisinde kalmak üzere Allah'ın hükümlerini beyân eder, genel ifadelerini açar, Kur'ânî hüküm ve müesseselerin toplum ve fert hayatında yürürlük kazanması, sağlıklı bir şekilde sürekliliğini sağlaması için gereken irşâdlarda bulunur, gereken direktifleri verir...
Şûra ise, yukarıda genel çerçevesini çizmiş olduğumuz sınırlar içerisinde kalmak şartıyla, yani Kur'ân ve Sünnet'in kapsamı dışına çıkmamak, İslâm'ın özüne aykırı düşmemek şartıyla, mutlak anlamda olmamak üzere bir çeşit yasama olarak değerlendirilecek olursa, Şûra Meclisi de çerçevesi bu olan "yasama organı" olarak görülebilir. Bu mahiyetiyle İslâm, Şûrayı; yönetimin vaz geçilemez esası olarak belirlemekle birlikte, bunun nasıl gerçekleştirileceğini aynı şekilde belirlemiş değildir. Bundan; "Şûra uygulamasını gerçekleştiren her türlü yöntem ve araç İslâm'a uygundur" sonucuna varabiliriz. Burada bu yöntem ve araçların İslâm'a uygun olmaları gereğini vurgulamakla yetinmeliyiz. Çünkü zamanla farklı şekiller alabilecek bu yöntem ve araçları, Şûrâ emri gibi Kur'ân'la belirlenmiş hükümler seviyesinde kabul edemeyiz. İslâm'ın kesin olarak belirlediği hükümlerde değişmenin söz konusu olamayacağı, basit İslâmî bilgilerdendir. Oysa İslâm'ın ortaya koymuş olduğu hükümlerin gerçekleştirilmelerine yardımcı olacak -meşru- her türlü yöntem ve araçta değişiklik, zaman ve şartlara göre mümkündür. Çünkü İslâm ne belirli topluluğun, ne de belirli çevre ve şartların dinidir. O, Kıyamete kadar bütün zaman ve mekânlarda hâkim olmak isteyen bir dindir. Böyle şartlara göre değişiklik gösterebilecek durumları "demirden kalıplara" dökmemiştir. Bu gibi durumlarla ilgili olarak, temel hükümleri koymakla yetinmiştir. Saadet asrında Şûrâ uygulaması, o zaman için en uygun yoldu. Günümüzde de böyle bir uygulamayı gerçekleştirmek değişik şekillerde mümkün olabilir. Bizden sonraki çağlarda daha başka uygulamalar da mümkündür. İslâm bunların hiç birisine itiraz etmez. Elverir ki Şûrâ ilkesi sağlıklı bir şekilde uygulanabilsin. Çünkü bu gibi durumlarda önemli olan araç değil, amaç için öngörülen Şûrâ ilkesinin en iyi bir biçimde uygulanmasıdır.
D) Şûrâ Meclisi
İslâm Devletinin en önemli organlarından biri olan Şûrâ Meclisini, üyeleri, kararları ile ilgili bazı durumları açısından ele almak istiyoruz. Böylece Şûrâ Meclisini, yapısı ve özellikleriyle daha yakından tanımış olacağız.
1. Şûrâ Üyelerinin Nitelikleri
Oldukça önemli görevler ifa edecek olan Şûrâ Meclisi'nin üyeleri, sıradan kimseler olamazlar. Bunlarda göreylerine uygun şartlar aramak tabiidir. Sağlığımızla ilgili bir soruyu gidip bir mühendisten sormak ne derece basitlik ise, bu görevi ifa edemeyecek olanların bu makama yükselmemeleri için gereken tedbirleri almamak, daha büyük bir basitliktir. İslâm açısından Şûrâ üyelerinde aranan şartlar, günümüz demokrasilerinin seçilme sistemlerinde var olan aksaklıkları, İslâm düzeninde doğurmayacaktır. Öyle ki günümüzde demokratik sistemle yönetilen ülkelerin meclis üyelerinin % 50'sinin bile kara cahil olmaları imkân dalihindedir. İslâm böyle bir manzaraya göz yumamaz. Bu nedenle Şûrâ Melisine üye seçilecek kimselerde şu niteliklerin bulunması gerekir:
a. İslâm: .
Şûrâ Meclisi'nin görevlerinin başında, Şâr'i'in, yani Kanun Koyucu olan Allah'ın gözettiği bir hikmet sebebiyle genel esasları belirtilmiş bununla birlikte teferruatı ictihâda bırakılmış alanları, İslâm'a ve özüne hiçbir şekilde ters düşmeksizin doldurmak gelir. Müslüman olmayan bir kimseden bütün iyi niyetlerine rağmen, bu görevi ehliyetle yürütmesini beklemek mümkün değildir.
Kaldı ki Peygamber (s) şöyle buyurmuştur:
"Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." [470]
Bu hadis ile ilgili olarak Süyûtî, "nâr-ateş" ile "rey" kast edilmiştir, onlarla istişarede bulunmayınız demektir, diye not düşmüştür.
İstişare Meclisi'ne kanunlar, İslâm'ın süzgecinden geçirilmek için getirilir. Dolayısıyla bu işe ancak müslümanlar ehil görülebilir. Bu meclisin üyeliği de İslâm'î anlamıyla bir velayettir. Müslüman olmayan kimselerin, müslümanlar üzerinde velayetleri söz konusu olamaz. [471]
b. İlim:
Şûra Meclisi üyeliğinde ilim, büyük bir önem taşır. Bu önem meclis üyelerinin yerine getirmeleri gereken görevlerin özelliklerinden ileri gelmektedir. Bu görevlerin neler olduğunu önceki bölümde kısaca belirtmiştik.
Bu meclis üyelerinin birden çok manaya gelebilecek hükümler arasında gereğinde tercih yapabilecek güçte olmalarının gereği ve hüküm bulunmayan konularda, İslâm'a ters düşmeyen kanunlar yapmakla görevli bulundukları için, yeterli bilgiye sahip olmaları gereklidir. [472] Ancak meclis üyelerinin yalnız Kur'ân ve Sünneti bilmekle kalmayıp, halkın toplumsal ihtiyaçlarını ve genel olarak dünyanın durumunu büyük ölçüde anlayan "ulu'l-elbâb= akıl sahibi kimseler" olmaları da gerekir. Başka bir deyimle kültür ve aklî üstünlük Şûra üyeliği adaylarında bulunması gereken temel iki özelliktir. [473] Bu kanaatleri destekleyici mahiyette Kur'ân-ı Kerîm'den pek çok âyet gösterebilme imkânımız bulunduğu gibi [474] Asrı Saadetteki Şûra uygulamaları da bunu doğrulamaktadır. Konu ile ilgisi bulunmayan, o konuda az çok bilgi sahibi olmayan kişilerle danışıldığını bilmiyoruz.
c. Adalet:
Zâlim, fâsık ve hacirlerle gaflet içerisinde Allah'ı unutanlar, Allah'ın koymuş olduğu sınırlara pek dikkat etmeyenler, ölçüleri aşanlar bu meclisin üyeliğine aday olamazlar. [475]
İlgili bir kaç âyet meali:
"... Allah: "Zâlimlere ahdim erişmez" demişti." [476]
"Kalbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, hevâ ve hevesine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme!"[477]
"... Yoldan çıkmışların emrine boyun eğmeyin ki onlar yeryüzünde fesâd yapan, (fakat) ıslâh etmez kimselerdir."[478]
Bu üç şart Şûra Meclisi adaylarının ve üyelerinin vazgeçilmez şartlarıdır. Bunlara erkeklik, mükelleflik şartlarını da eldemek gerekir ki bunlarla ilgili olarak fazla bir şey söylemek gerekmez. Zaten halîfenin şartları üzerinde dururken bunları orada da görmüştük. Fayda görüldüğü taktirde belirli bir yaşı olmak şartı da öngörülebilir. [479]
2. Şûra Meclisine Bağlı Komisyonlar
Şûra Meclisi üyelerinde bir takım şartların aranması ve öngörülmesi, bu üyelerin tümünün ele alınacak her konuda etraflı bilgi sahibi olacaklarının garantisi olarak görülemez. Şûra Meclisi üyelerinin ihtisasları dışında kalan pek çok devlet meselesi bulunabilir ve bunlarında Şûra Meclisinde ele alınması gerekebilir. Bu nedenle Şûra Meclisine ilgili konularda bilimsel raporlar sunacak ve onlara ışık tutacak komisyonların varlığı gereklidir. Şûra Meclisi de, bir nevi devlet dairesi durumunda olan yüksek seviyedeki bu komisyonların raporlarını dikkate alma gereğini duymalıdır. Komisyon ve üyelerin sayısı, durum ve şartlara göre artırılabileceği gibi sınırlı da tutulabilir,
Sözkonusu komisyonlar, Şûra Meclisine yardımcı olacak, çalışmalarının güvenilir ve hızlı yürümesine büyük ölçüde katkıda bulunacaktır.
Mâlikî mezhebi âlimlerinden İbn Huveyzimendâd'ın şu sözleri bu konuda önemli ipuçları vermektedir, bizlere: "Yöneticilerin bilmedikleri ve dini mahiyette olup içinden çıkamadıkları meselelerde, İslâm âlimleriyle danışmaları, savaş ile ilgili konularda ordunun ileri gelenleriyle, kamu maslahatıyla ilgili konularda bu işlere vakıf ileri gelenlerle, ülkenin menfaatleri ve iman konusunda da devletin yüksek kademedeki memurlarıyla, vezirlerle ve âmillerle (malî ve idarî uzmanlarla) danışmaları farzdır." [480]
Bu tür komisyonların hükümet üyelerine bağlı olması teklifini yapanlar da vardır. Buna göre bu komisyonlar, hükümet üyelerine danışmanlık yapacaklardır.
Bu komisyonların çalışma tarzı, raporlarının değeri ve benzeri konular, çıkartılacak kanunlarla belirlenebilir.
3. Karar Alma ve Kararların Bağlayıcılığı
İstişare Meclisinde kararların alınmasından önce, karar almayı gerektiren konunun bütün detaylarıyla ele alınıp tartışılacağı tabiidir. Gerekli görüşme ve tartışmalardan sonra kararlar mutlaka çoğunluğun onayı ile alınmalıdır. Çünkü çoğunluğun alacağı kararlarla ilgili daha tutarlı bir çözüm yolu bilemiyoruz.
Savaş, barış, anayasa değişikliği gibi önem taşıyan konular için belirli bir oran öngörülebilir. Meselâ üçte iki çoğunluk şart kabul edilebilir.
Gerekli çoğunlukla alınan bir kararın hükümet ve devlet başkanı (halîfe) için bağlayıcı olup olamadığı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Klâsik İslâm yazarlarında görüldüğü gibi, çağdaş yazarlarımızda da aynı şekilde iki görüş belirleyebiliriz:
- İstişare kararının bağlayıcı olmadığını ileri sürenler: Bunlara göre önemli olan istişarenin yapılmasıdır.
Kendileriyle istişare edilenler bir karara varmış olacaktır. İstişarede bulunan çoğunluğun görüşünü tercih edebileceği gibi, azınlığın görüşünü de kabul edebilir. [481]
- İstişare kararının bağlayıcı olduğunu kabul edenler: Bunlara göre çoğunluğun fikri kabul edilmeyecek olursa, istişare emrinin de, istişare yapmanın da hiçbir anlamı kalmaz. Dolayısıyla istişare sonucunda çoğunluğun aldığı kararlar, icrayı bağlayıcıdır.
Hz. Peygamber verilen: "Azm ettin mi Allah'a güvenip dayan" [482] emri de bunu pekiştirmektedir. A. Ûdeh, M. Esed, M. A. Arabî... bu görüşü savunanlar arasındadır. [483]
İstişare ile ilgili haberler de ikinci görüşü destekler mahiyettedir.
Hz. Ali (r)nin rivayetine göre Hz. Peygambere, [484] "azm"in ne demek olduğu sorulunca, o da:
"Görüş sahiplerine danışmak, sonra da onlara uymaktır" cevabını verir. [485] Sözkonusu âyetin ne zaman indiğini düşünecek olursak, ikinci görüşü savunanların daha haklı olduğunu görürüz. Çünkü âyet, Hz. Peygamber'in istişare sonucu çoğunluğun kararını kabul etmesinden sonra, Onun bu davranışını doğrular mahiyette nazil olmuştu.
Hz. Ömer (r) de bu konuda şunları söylemiştir:
"... Halk Şûra ehlinin toplanıp görüşerek kabul ettiği hususlarda onlara uyar. Halîfe de Şûra ehlinin görüşlerine uyar. Halîfe, toplum menfaati için alınan kararlarda ve ordu için tayin edilen savaş plânlarında yine Şûra üyelerine bağlıdır. Halk da bu hususlarda Şûranın aldığı kararlara itaat eder." [486]
Sözün özü; kararlar Şûra Meclisinde çoğunlukla alınır ve bunlar icrayı bağlayıcıdır. Çoğunluk karar aldıktan sonra, görüşü red edilen azınlık da, daha önce aynı görüşü paylaşıyormuş gibi davranmak zorundadır. Bu, aynı zamanda "Tevhid" in gereği olan bir tutumdur. Şu kadar varki, bazan azınlığın görüşünü destekleyen şeriî deliller daha kuvvetli olması hasebiyle, o görüş,-azınlık tarafından savunuluyor olsa bile-kabul edilmelidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, çoğunluğun delilsiz ittifaklarına itibar edilmeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. [487]
4. Kararların Özellikleri
İslâm Devletinin varlık gayesi, müslümanların İslâm'ın bütün hükümlerini hür bir ortam içerisinde kolaylıkla yaşamalarını sağlamaktır. Bu amaçla kurulmamış bir devletin-en azından amaç bakımından-İslâm'i olamayacağı açıktır.
Şûra Meclisi, İslâm'î bir hayatın yaşanmasında, İslâm'ın gayelerinin gerçekleştirilmesinde önemli katkısı olacak bir organdır. Bu nedenle Şûra ile alınacak kararlarda bulunması gereken birinci özellik; İslâm'ın özüne ters düşmemek olmalıdır. Bu özelliğe, başta devlet başkanı olmak üzere şûra üyeleri ve müslüman halk tam anlamıyla dikkat etmelidir.
Şûra Meclisine gerek görülmesi nedenlerinin başında, hüküm bulunmayan konuları, kamu yararını da gözönünde bulundurma şartıyla İslâm'a uygun bir şekilde çözüme bağlamaktır. O halde Şûra Meclisinde alınacak kararlar, İslâm'ın öngördüğü şekilde kamu yararını da gerçekleştirmelidir. Bu da Şûra Meclisi kararlarında bulunması gereken ikinci özelliktir.
İslâm, hukukî ve sosyal bakımlardan insanlar arasında eşitliği gözettiği gibi, toplumun farklı kesimleri arasında servet dağılımında da bir dengenin varlığını öngörür, "malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmamasını." [488] İster gu bakımdan Şûra Meclis kararlarının ve yasamalarının hiçbir şekilde ayrıcalık doğurmaması gerekir. Bu da Şûra kararlarının üçüncü özelliğidir.
İslâm Devletinin Şûra Meclisi kendisini bu şartlara bağlı gördükçe, mümkün olan en isabetli kararları alacağında şüphe yoktur.
E) İstişare Konusu
Allah'ın ve Rasûlünün hükmünün bulunduğu hiçbir konuda ictihad olamayacağı gibi, istişare de yapılamaz.
Bazı âlimler ilgili âyetin [489] nüzul sebebini gözönünde bulundurarak, cihâd ile ilgili meselelerin istişare konusu olabileceği görüşünde iseler de; diğer bazıları aynı âyetteki "el-emr= iş" kelimesinin genel bir anlam taşıdığını belirterek, ancak nas bulunmayan konularda danışma yapılabileceği fikrindedirler. Çünkü ictihâd yapmayı gerektiren konuların başlıcaları, hakkında kesin nas bulunmayan konulardır. [490]
İslâm Devletinin yasama organı olan Şûra Meclisinin kanun koyma alanı, Allah'ın emri ile Rasûlünün açıkça hükmettiği hususlarda açıklamalar yapmak ve yorumlarda bulunmaktan ibarettir. Onların uygulanması ile ilgili olarak düzenlemeler yapabilir, ancak yeni kanunlar koyamaz. Hüküm bulunmayan konularda kamu yararı gözönünde bulundurulmak suretiyle bazı kanun ve düzelemeler yapılabilir, fakat bunlar İslâm'ın özüne aykırı olamazlar. [491]
Teşri yetkisi, daha önce de belirttiğimiz gibi Allah'ındır. Ancak Allah Teala hikmeti gereği bazı hususları genel olarak belirtmiş, bazı hususları da belirtmemiştir. İşte Şûra Meclisinin asıl çalışma alanı burasıdır. Şûraya bu konularda yasamalarda bulunma yetkisi verilmiş ancak, kayıtsız da bırakılmamıştır. Başlıca kayıt ise İslâm'ın hükmü bulunan konularda yasamalarda bulunmamak ve İslâm'a aykırı hükümler getirmemektir. Bunları aşağıdaki âyet mealleriyle delillendirelim:
"Allah ve Peygamberi bir işe hüküm ettiği zaman gerek mümin olan bir erkek, gerek mümin olan bir kadın için (ona aykırı olacak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır." [492]
"Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri (o bozuk) din(lerin)den kendilerine Şeriat (çıkarıp) yapan ortakları mı var?" [493]
Birinci âyette Allah ve Rasûlünün hükmünün bulunduğu bir konuda, hiçbir müminin başka bir seçeneğinin bulunamayacağı çok açık ve kesin bir şekilde ifade edilirken; ikincisinde onlara aykırı hükümler koymanın şirk olacağı açıkça belirtiliyor.
Buna göre:
İstişare Meclisi, İslâm'ın hükümlerini uygulamak, genel hükümleri açıklamak, hüküm bulunmayan konularda da İslâm'ın özüne uygun ictihadlarda bulunarak, gerekli kanunları koymakla görevlidir.
Şûra Meclisi, görevi olan yasamalarda bulunmakla yetinmemeli, çıkarılan kanunların uygulanıp uygulanmadığını da denetlemelidir. Bunların uygulanmasında kusuru görülenlerin veya gevşeklik gösterenlerin cezalandırılmalarını devlet başkanından istemelidir.[494]Diğer taraftan:
- Şûra iki taraflıdır, hem idare edenler, hem de edilenler, Şûrada görüşlerini belirtebilirler. (eş-Şûrâ: 42/38. den anlaşılan budur.)
- Toplumu ilgilendiren bütün meselelerin Şûraya sunulması, yöneticilerin yalnızca hakları değil, aynı zamanda görevleridir de.
- Şûrada görüşlerini açıklayan herkes Allah için açıklamalıdır.
- Şûrada bütün fikirlerin tek bir nokta etrafında birleşmesi şart değildir. Çoğunluğun kabul ettiği ve toplum yararını gerçekleştiren kararlar almak ön plânda gelir.[495]
- Düşündüklerini söylemekten hiç kimsenin kaçınmaması gerektiği gibi, görüşlerini açıklamak isteyen herkese de bu konuda imkân verilmelidir Aksi taktirde gerçek anlamda bir istişareden söz edilemez.
Kısaca mahiyeti bu olan istişare, maalesef İslâm tarihinde'çok uzun dönemler ihmal edilmiştir. Bu ihmalin faturasının son derece yüksek olduğunda şüphe yoktur. Bu uzun dönemlerde Şûrâ'nın uygulanmayışı, Şûra uygulamasının imkânsızlığından doğmamıştır. Bununla birlikte devlet başkanlığı konusunda İslâm'dan uzaklaşmanın, Şûrâ'nın da ihmal edilmesine yol açtığını bilmek, zor değildir. Bu tarihî tecrübeler, kurulacak yeni İslâm Devleti için elbetteki faydalı birer ibret dersi ve malzeme olacaktır. Aksi halde "tarihin tekerrürlerinden" kurtulmak imkansızdır Çünkü bir toplum özünü değiştirmedikçe, Allah da o toplumun üzerindeki nimetlerini değiştirecek değildir." [496]
Hilâfet ve istişare, Kur'ân, Sünnet ve Asr-ı Saadet uygulamalarının özüne bağlı kaldıkça, çıkan her türlü problemin devlet eliyle, büyük bir yeterlilikle çözümlenebileceği-en azından bizmi için şüphesizdir.
"Eğer Allah'ın dinine yardımcı olursanız (Allah da) size yardım eder ve ayaklarınızı (yere) sağlam bastırır." [497]
3. BEY'AT
Önceki açıklamalarımızda yöneticilerin (Devlet Başkanı ve Şûra Meclisinin) bey'atle işbaşına gelebileceklerine değinmiştik. Bey'at, İslâmî yönetimde, özel anlamı olan bir çeşit seçim olarak algılanabilir.
İslâm, özellikle devlet başkanlığı seçimi için bey'at dışında başka bir metod benimsemez, ümmetin iradesini hiçe sayarak babadan oğula verasetle devlet başkanlığına geçişin (saltanatın), İslâm'la uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Böyle bir metodla başa geçen bir kişi, imkân varsa ve fitne de söz konusu değilse, İslâm hukukçularına göre azledilmeli ve bir başkası seçimle işbaşına getirilmelidir.
I. Bey'atın Anlam Ve Uygulaması
Seçim işlemini anlatmak üzere İslâm terminolojisinde bey'at terimi kullanılır.
Bey'at: Alış-veriş sırasında alanın ve satanın el ele vurup, alış verişte anlaştıklarını ifade etmeleri demektir. Devlet başkanı için yapılan bey'at de buradan alınmıştı.
Terim anlamıyla bey'at; İtaat etmek üzere söz vermek demektir. Bey'at eden bir kişi, kendisinin ve diğer müslümanların işlerini devlet başkanına ve onun görüşüne bırakıyor, bu konuda onunla çatışmayacağına, vereceği görevlerde hoşuna gitsin veya gitmesin ona itaat edeceğine dair söz veriyor demektir. [498] İtaat etmek üzere verilen bu sözün kapsamına, isyanı gerektiren emirlerin girmeyeceği açıktır. Çünkü:
"Yaratana isyanı gerektiren konularda, yaratılana itaat" kesinlikle yasaklanmıştır. [499]
Bey'at uygulamasını ilk olarak Hz. Peygamber (s)ın hayatında görüyoruz. Hz, Peygamber, Mekke'den Medine'ye hicret etmeden, İslâm'ı kabul eden Medineli bazı müslümanlarla Akabe denilen yerde iki defa beatleşmiş ve bu beyitlerde Medineli müslümanlar, aralarına katıldıkları taktirde Hz. Peygyamberi ve bütün müslümanları, kendilerini korudukları gibi koruyacaklarına ve isyanı gerektirmeyen, mâruf olan her emrine uyacaklarına dair kesinlikle söz vermişlerdi.
Daha sonra da, Hudeybiye antlaşmasından önce, Mekkeli'lerle görüşmelerde bulunmak üzere gönderilen Hz. Osman (r)ın gecikmesi ve öldürüldüğü haberinin yayılması üzerine Hz. Peygamber (s), hazır bulunan bütün sahabelerden "ölünceye kadar savaşmak üzere" bey'at almış ve buna, "Bey'atu'r-Rıdvân" adı verilmiştir.[500]
Bunların dışında, İslâm'a yeni girenler zaman zaman Hz. Peygambere bey'at etmiş ve ona itaat edeceklerine dair söz vermişlerdir. Bu konuda pek çok vakayı siyer kitaplarından tesbit etmek mümkündür.
Buna göre, bey'at adı verilen uygulamanın anlamını ilk olarak Hz. Peygamberin hayatında tesbit edebiliyoruz. Şu kadarı var ki, Hz. Peygambere yapılan be'atler, O'na itaati ve İslâm'ın emirlerine bağlanmayı içeriyordu. Ashabın beyatleri; Hz. Peygamberi devlet başkanlığına getirmek anlamını taşımıyordu. Ancak O'nun devlet başkanlığı aynı zamanda Peygamber olmasının da gereği idi. Dolayısıyla O'na bey'at, hem Peygamber olarak yapacağı tebliğlere inanmak ve kabul etmek, hem de bunlara ve devlet başkanı olarak vereceği emirlere itaat etmeye dair söz vermek anlamlarını birlikte ifade ediyordu.
Hem devlet başkanlığı için başa getirme ve hem de itaatte bulunmak üzere yapılan bey'at ise, ilk olarak Hz. Ebû
Bekir (r)'in halifeliğe getirilmesi ile gerçekleştirilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de yukarıda kısaca sözünü ettiğimiz "Bey'atu'r-Rıdvân" münasebetiyle şöyle buyurulmaktadır:
"Gerçek Sana bey'at edenler, Ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar. Allah'ın kudreti onların elleri üstündedir. Şu halde kim (sözünde durmayıp) bu bağı çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa eder (gereğini yerine getirir) ise, Allah da ona büyük bir ecir verecektir." [501]
Ayet özel olarak Rıdvan Bey'atı dolayısıyla nazil olmuş olsa bile, anlamının genellik ifade ettiği, müfessirler tarafından bildirilmiştir. [502]
Bu âyet üzerinde kısaca duracak olursak:
- Bey'at aynı zamanda Allah'a verilen bir sözdür.
- Bey'atın gereği olan meşru itaati yerine getirmemek, bu söze vefasızlıktır. Bundan dolayı İlâhî azab söz konusu olabilir.
- 3. Bu söze vefa göstermek ise, büyük bir mükâfaatı gerektirir.
Buna göre bey'at, başa geçirilene veya-hazan da-başta bulunan kimseye itaat etmek üzere, verilen bir sözdür. Bey'at uygulaması, günümüz seçimlerindeki anlamı daha da güçlü ifade eder şekilde, Saadet Asrında ve Râşid Halîfeler döneminde uygulanmıştır.
Gerçekten de bey'at, günümüzdeki seçimden daha güçlü bir anlam ifade etmektedir. Çünkü bey'atte verilen sözün aynı zamanda Allah'a verildiğinin ve gerekleri yerine getirildiği taktirde ecir, aksi halde ceza verileceğinin Allah tarafından bildirilmesi,-bir müslüman için-sonuca büyük ölçüde etkili olur. Her konuda olduğu gibi, bu önemli konuda da müslümanın davranışları ile inançları arasında sarsılmaz bağ, açıklığa kavuşturulmaktadır. Hiç bir eylem, fertlerin kalbindeki inançtan kaynaklanmadıkça, beklenen sonuçları veremez. Günümüz demokrasilerindeki sözde seçim uygulamaları ve halk iradesinin açığa çıkarılmaya çalışılması bunun açık örnekleridir. Bu ve benzeri nedenler dolayısıyla, İslâm'ın bazı emirleriyle, onları hatırlatan İslâm-dışı düzenlerdeki hiçbir uygulama arasında bir bağlantı kurmaya çalışmamak gerekir.
Diğer taraftan şu temel farka da işaret etmeliyiz:
İslâmî muhtevasıyla bey'at, Allah'ın Kitabına ve Rasulünün Sünnetine bağlı olan ve çerçevesi dışında olmamak şartıyla ululemr'e itaat sözüdür. Seçim ise özellikle yasamalarda bulunmak ve yasamaları ve diğer tamamlayıcı hükümleri yürürlüğe koyacak kadronun belirlenmesi amacıyla yapılır. Yani bey'at kendisine bey'at edilene İslâm'ı uygulama sorumluluğunu, bey'at edene de bu uygulamayı şartlarına uygun olarak gerçekleştiren ululemre itaat yükümlülüğünü getirirken, demokrasilerdeki seçimler seçilene-belirli bir süre için dahi olsa ve özellikle yasama organı için-yasalar koyup kaldırma, yürütme organı belirleme, gereğinde güvensizlikle hükümeti düşürme, yasaları ve diğer hükümleri uygulama hak ve yetkisini kazandırır. Seçmen ise, son derece sınırlı haller dışında bunlara bir daha seçim fırsatı doğuncaya kadar, ister istemez seyirci kalır.
Özdeki bu temel farklılık dolayısıyla demokratik seçimler ile bey'at arasında bir benzerlik aramamak gerekir. Bu çalışmada "bey'at" kavramı yerine "seçim"i kullandığımız yerlerde, demokratik anlamıyla kullanmayacağımız açıktır.
Müslümanları yönetmek konusunda söz sahibi olabilmek, ancak bey'at almak ile mümkün olabilir. Halîfe için bu bey'atın açık olması ve hür bir şekilde yapılması vazgeçilmez bir şarttır. Çünkü Râşid Halifelere bey'at bu şekilde gerçekleşmiş idi.
Şûra ehli ise, o zaman seçimle değil de, halîfenin görüşüne göre belirleniyordu. Bunun sebebi bizce ayrıca bir seçime gerek görülmemesi idi. Çünkü herkes kendileriyle istişare edilen bu kişilerin, bu işe lâyık olduklarını kabul ediyor ve bu konuda tartışma gereği duymuyorlardı. Bu nedenle onlar için de zımnen bir seçimin (bey'at) varlığından söz etme imkânımız bile vardır. Günümüz şartlarını gözönünde bulunduracak olursak, bir İslâm Devletinde en az devlet başkanı kadar Şûra Meclisinin de bey'at ile belirlenmesi gerektiği sonucuna mutlaka varırız. Bu bakımdan devlet başkanının da, Şûra Meclisi üyelerinin de seçimle işbaşına gelmeleri zorunludur. Başka bir yolla bu makamlara gelinemez.
- Hamîdullah'ın aşağıdaki açıklamalarından Şûra Meclisi üyeliği için de seçimin gerektiği hususunu çıkartmamız mümkündür. Şöyle ki:
"Kur'ân-ı Kerrm'de anlatılan Mûsâ (as.) kıssasında, Hurûctan sonra cemaatin temsili söz konusudur ve delegeleri seçmek için bir nevi seçim yapılmıştır:
"Ve Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam ayırdı" [503]
Kur'ân-ı Kerim bu ayırmanın hangi metodla yapıldığını açıklamıyor. Seçim, tayin veya başka bir usul; fakat kalabalık bir cemaat takdirinde tam yetkili temsilciler halkın bütünü adına hareket etme hakkına sahiptirler. Seçme usûlü tâlidir, mühim olan halkın tercihi kabul etmesidir." [504] Burada seçilen yetmiş kişinin maksadı ile Şûra Meclisi üyelerinin seçilme maksatlarının ayrı olduğu ileri sürülebilirse de, seçilen bu kimselerin halkı temsil hakkına sahip oldukları kabul edilmelidir. Şûra üyeleri de yetki alanları içerisinde müslüman cemaatin temsilcileri durumunda değil inidir?
Diğer taraftan, devlet başkanının ve Şûra Meclisi üyelerinin seçim ile işbaşına gelmeleri de Şûra emrinin bir gereğidir. "Müminlerin işlerinin kendi aralarında istişare ile görülmesinin" tabii bir sonucudur.
Seçim her bakımdan hür ve mümkün olan en geniş şekilde olmalıdır. Hz. Ömer (r) bu konuda şöyle diyor:
"Müslümanlarla danışmadan yapılan bey'at, bey'at değildir. Baskı ile, ölüm korkusu ile yapılan bey'at de bey'at değildir. [505]
Anlamı ve özellikleri kısaca bu olan bey'atin muhtevası üzerinde de durmak gerekmektedir. Bey'at kavramı içerisine neler girmektedir? Kısaca buna da değinelim:
II. Bey'atın Muhtevası
İslâm'ın seçimden kastettiği manayı anlatan bey'atın, bir de kendine has muhtevası vardır, Bu muhtevayı, demokratik sistemlerdeki seçim işleminde bulmak mümkün değildir. Özellikle belirtmek isteriz ki, hangi hususta olursa olsun İslâm ile diğer sistemler arasında görülen bir takım benzerlikler, sadece görünürdedir. Muhtevaları tamamen farklıdır. Seçim ile bey'atın muhtevasını gözönünde bulundurmamız halinde de aynı durum açıkça ortaya çıkar. Demokrasilerde seçimin, ülkeyi bir süre yönetecek iktidarı belirlemekten öte bir anlamı yoktur. Bundan sonra herşey çoğunluk prensibine göre çözüme bağlanacaktır,
Bey'atın taşıdığı anlam ise, demokratik seçimlerin bu anlamından farklıdır. Herşey den önce, yukarıda da belirtildiği gibi bey'at, aynı zamanda-muhtevasına uygun olarak-Allah'a verilen bir sözdür. Bu sözü başka bir seçim şeklinde bulamayız. Hele laisizmi benimsemiş yönetimlerde asla. Bey'atın muhtevasında yer alan diğer bazı hususları Hz. Peygamber (s)in yüce Sünnetinden izleyelim:
- Ubâde b. es-Sâmit (r)den:Etrafında bazı sahabîlerinin de bulunduğu bir sırada, Rasulullah (s) şöyle buyurdu: "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, iftira etmeyeceğinize ve hiçbir mâ'rûfta isyan etmeyeceğinize bana bey'at ediniz. Sizden bunlara vefa gösterenin ecrini Allah verecektir." [506]
- Yine Ubâde b. es-Sâmit (r)den:"Rasulullah'a hoşumuza giden ve gitmeyen her konuda, dinleyip itaat etmek, emir sahipleriyle bu konuda çekişmemek ve nerede olursak olalım, kimsenin kınamasından çekinmeksizin hakkı söylemek üzere bey'at ettik." [507]
- İbn Ömer (r)den:"Rasulullah (s)a dinleyip itaat etmek üzere bey'at ettiğimizde o bize: "Gücün yettiği kadar" derdi"[508]
Buna göre bey'atın muhtevası içerisinde, İslâm'ın emir ve yasaklarını yerine getirmek, İslâm'a aykırı düşmeyen her konuda emir sahiplerine itaat etmek, onlara gerektiğinde doğruyu söylemek ve hakkı göstermek gibi önemli hususlar yer almakta ve bunların gereklerinin yerine getirileceğine dair söz verilmektedir. İslâm'a göre aynı zamanda "hakkı söylemek üzere" yapılan bey'at, bey'atte bulunanın, bey'at ettiği kimselere karşı görevlerinin de en önemlisini vurgulamaktadır. Bey'atın muhtevasını teşkil eden bütün hususları herkes "kendi gücü oranında" yerine getirmekle yükümlüdür. Aksi taktirde, bey'atın gerekleri yerine getirilmemiş olacaktır.
Bu hususları hatırdan uzak tutmamak ve bey'atı her zaman bu özellikleriyle birlikte düşünmek şarttır. Çünkü bu kelime, günümüzde "seçim" kelimesinin ifade ettiği şeylerin çok daha fazlasını ifade etmektedir.
İslâm yönetiminde seçim, önceden de değinildiği gibi, hem halîfe (devlet başkanı), hem de Şûra Meclisi için söz konusudur. Aşağıda bu makamlara gelecek olanların seçimleri ile ilgili çeşitli hususları ele almaya çalışacağız.
III. Halifenin Seçimi
İslâm Devletinin yönetiminde, İslâm'ın devletten beklediği bütün hedeflerin gerçekleştirilmesinden birinci derecede sorumlu, devlet başkanı olan halîfedir. Halîfe, Râşid Halîfelerin seçiminde de kolayca görülebileceği gibi, hür bir irâde ile ve mümkün olan en geniş kitlenin oylarını kullanmaları sağlanarak seçilmelidir. Adayların birden çok olması halinde bunlardan en çok oyu alanın itaati vâcib meşru halîfe olacağı açıktır. Ayrıca yine- uygun görülmesi halinde-belirli bir çoğunluğun reylerini almayı şart koşmak da mümkündür. Bu, zaman ve şartların gereklerine göre belirlenebilecek tâli bir meseledir.
Bey'at, İslâm açısından iki taraflı bir akiddir. Birinci taraf kendisine bey'at edilen kişidir ve devlet başkanlığına aday olan kimsedir. Diğer taraf ise, bütün toplumu temsil etmek üzere seçilecek kişi için seçmen olma niteliklerini kendisinde toplayan herkestir.
Bey'atte bulunan seçmenler, ortada bir mâsiyet olmadıkça, isteyerek veya istemeyerek kendisini dinleyip itaat edeçeklerine dair halîfeye söz verirler. Halîfe de buna karşılık, İslâm Şeriatının gerektirdiği ceza ve farzları yerine getireceğine, adalete uygun hareket edeceğine, Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın Sünnetiyle amel edeceğine dair söz verir. [509] Bu yönüyle bey'at, aynı zamanda bir mukavele niteliği taşımakta ve tarafların karşılıklı rıza ve anlaşmalarıyla gerçekleşme imkânı bulmaktadır.
Taraflardan ilki olan halîfenin, daha doğru bir ifade ile halîfe adayının şartlarının neler olduğunu daha önce görmüştük. Şimdi de ikinci taraf olan seçmenlerde aranan şartlar üzerinde duralım.
A) Seçmenlerde Aranan Şartlar
İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu Ehlü'1-Hall ve'l-Akd'in, devlet başkanını seçme yetkisine sahip olan kimseler olduğunu belirtmişlerdir Kelime anlamıyla "çözüp bağlayan kimseler" demektir. Bunların kimler olduklarını belirtmeden önce, şunu belirtelim:
O dönemde seçime katılmak, bütün seçmenler için mümkün olmayan bir durumdu. Bu nedenle bütün müslümanların isabetli bir seçimde bulunacaklarından emin oldukları belirli bir grubun, onların adına oy kullanmaları kaçınılmaz oluyordu. Yani Ehlü'l Hail ve'1-Akd'e tanınmış olan bu yetki-bizce-bütünüyle çağın gerektirdiği bir durum idi. Kaldı ki onların bey'atlerinden sonra bütün bölgelerde, halîfe adına müslüman halktan ayrıca da bey'at almıyordu. Bu durum eğer işler aksamayacak olsaydı, günümüzdeki kapsamıyla genel seçimler, o zamandan yapılabilirdi; ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır,
Ehlu'l Hail ve'l-Akd, büyük âlimler, komutanlar ve İslâm toplumunun ileri gelenleridir. Bunlar kolayca bir araya
gelecekleri için halîfeyi belirlemek görevi onlara ait [510] kabul ediliyordu. İ, Mâlik ise Mekke ve Medine'deki müslümanların beyat etmesini yeterli görüyordu.[511] Çünkü bunlardan bey'at almak, herhangi bir zorluğu gerektirmiyordu.
Demek ki ilk anda Ehlü'l Hail Ve'1-Akd'in bey'atleriyle yetinilmesi, tüm seçmenlerden bey'at almanın bir takım zorluklarından ileri geliyordu. Günümüzde ise bütün vatan sathında bey'at almanın eskisi gibi bir takım zorlukları yoktur ve bu, kolaylıkla artık gerçekleştirilebilecek bir durumdur.
Devlet Başkanının ve Şûra Meclisi üyelerinin seçimine katılacaklarda aranacak ilk şart, elbetteki müslüman olmaktır. Çünkü ancak müslüman olanlar bu konuda gereken titizliği gösterebilirler; İslâm'ın menfaatine hangi adayın daha çok hizmet edebileceğini takdir edebilirler. Bunların dışında aranan diğer şartları, kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Mükellef Olmak
Mükellef olmayan bir kimsenin dinî bakımdan hiçbir sorumluluğu olmayacağı için, bu konuda da bir sorumluluğu yoktur.
2. Âdil Olmak
Bey'atte bulunacak olanda şahitlerde bulunması gereken şartların yanında adaletin de bulunması gereklidir. [512] İslâmî anlamıyla adalet: İslâm'ın öngördüğü temiz ve nezih bir hayatın dışına çıkmamak demektir. Bunu daha önce de belirtmiş idik.
3. Bilgi ve Görüş Sahibi Olmak
Buradaki "bilgimden maksat; Halife adayında aranan şartların neler olduğunu ve bu şartların bulunup bulunmadığını tesbit edebilecek güçte olmak demektir.
"Görüş sahibi olmaya" gelince:
Seçmenin, birden çok halîfe adayından hangisinin âmme işlerini daha iyi idare edeceğini tahmin edebilecek kadar düşünce sahibi olması anlaşılır. [513]
Bugün biz bu şartı, "belirli bir tahsil seviyesini aşmış olmak" şeklinde anlayabiliriz. İslâmî bir eğitim sisteminde bu özelliklerin (Bilgi ve Görüş) öğretimin ilk kademelerinde gerçekleştirilebileceği açıktır.
Bu şartlara sahip olan seçmenler, ister köylü, ister şehirli olsun, ister devlet merkezinden, isterse taşradan olsun biribirlerine üstünlükleri yoktur. Reyleri aynı etkinliğe sahiptir. [514] Mesleklerinin veya görevlerinin farklılığının da ayrıca bir etkinliği olamaz.
İslâm açısından seçmenlerde aranan bu şartlar, (müslümanlık, mükellefiyet, adalet, bilgi ve görüş sahibi olmak), demokratik seçim sistemlerine yöneltilen itirazların, İslama da yapılmasını önler. İslâm câhillerin reylerinin toplumun geleceğini etkilemesine imkân tanımadığı gibi, günahkâr, İslâmî hayatın gereklerini yerine getirmeyen, hevâ ve heveslerinin esiri olan kimselerin de böyle bir etkiye sahip olmalarına imkân tanımamıştır. İslâm'ın öngördüğü sistemin ne olduğunu kavramamış olanlar, bu şartların manasını anlamakta zorluk çekseler bile, İslâm'dan az çok haberi olanlar bunların gereğini kolaylıkla anlarlar.
B) Seçim Şekli
Bundan önceki bölümde "halîfenin başa geçme yollarını ele aldığımızda, İslâm'ın bu konuda Kıyamete kadar gelecek tüm müslüman toplumları bağlayacak şekilde bir seçim şekli belirlemekten uzak kaldığını ifade etmeye çalışmıştık, Bu konuda İslâm kaynaklarındaki boşluk, bilerek bırakılmıştır. Çünkü İslâm'ın öngördüğü anlamıyla seçim esası korunduktan sonra, şekli büyük bir önem ifade etmez. Bu, çağdan çağa, toplumdan topluma değişebilecek bir durumdur.
Saadet Asrındaki uygulamalarda, dolaylı veya dolaysız seçim şekillerinin her ikisine de benzeyen uygulamalar bulmak mümkündür.
Müslüman seçmenler, ilk kademede devlet başkanını doğrudan seçebilecekleri gibi, belli bir heyetin, halîfeyi seçmek üzere seçilmeleri imkânı da vardır. Bir de Ehlü'l Hail ve'1-Âkd'e halîfe aday veya adaylarını belirleme yetkisinin verilebileceğini de eklemek isteriz. Görevi sona erecek veya ölmek üzere olan halîfenin, adayı belirlemek üzere bir kurul görevlendirebileceğini veya tek bir kişiyi de aday gösterebileceğini göz önünde bulunduracak olursak, İslâm'a göre halîfenin birkaç yolla seçilebileceğini kolaylıkla anlarız.
Râşid Halîfeler dönemindeki uygulamaları göz önünde bulunduracak olursak, çıkartılabilecek sonuçlara göre halîfe aşağıdaki yolların herhangi birisi ile belirlenebilir:
- Doğrudan seçmenlerin bey'ati ile (Hz. Ali (r)in seçiminde olduğu gibi.)
- Görevi sona eren halîfenin bir kurul tesbit edip aday belirlemelerini istemesi, (Hz. Ömer (r)in yaptığı gibi) veya onun yalnızca bir aday göstermesi (Hz. Ebû Bekir (r)in yaptığı gibi) ve sonradan seçmenlerin bey'at etmesi
- Ehlu'l Hail Ve'1-Akd'in bir adaya bey'at etmesi vesonradan diğer seçmenlerden bey'at alınması. (Hz. Ebû Bekir (r)in seçimi gibi.)
Burada şunu da düşünmek mümkün olabilir:
Râşid Halîfelerin her birisi ayrı bir yolla seçilmiştir. Hepsinde bey'at ortak olmakla birlikte, bey'at almak ayrı usullerle gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla bunların dışında zamana uygun daha elverişli yollar da bulunabilir. Bunlar, bey'atın özünde bir değişiklik yapmayacak olduktan sonra, şekildeki farklılıklar önemli değildir. Aslolan bey'at prensibinin kesinlikle korunması ve bey'atın başa geçmeden önce alınmasıdır.
Bu son cümle oldukça mühimdir. Böylece saltanatlar zamanında öngörülmüş şeklî bey'atler ile Nebevî Hilâfetin gereklerinden olan bey'at arasındaki fark ortaya çıkmış oluyor.
Seçmenlerin çoğunluğunun oylarını alan aday, İslâm Devletinin meşru başkanı olur. Bu şekilde çoğunluk tarafından başa getirilen bir kimseye itaat etmek gerekir. Şahsî görüşü nedeni ile bu karara katılmayan seçmenler bile, bu karara uymayı dinî açıdan gerekli görmelidirler. [515] Çünkü İslâm'da çok partili demokrasilerin-teoride olmasa bile-uygulamalarında çokça görüldüğü gibi, kendi dışındaki her şeye sürekli karşı çıkmak ve kendi partisinin görüşüne kayıtsız, şartsız bağlı kalmak diye bir şey yoktur. İslâm, "hak kimin tarafında olursa olsun, onda birleşme" prensibini getirmiştir. Çünkü:
"Hakkın dışında yalnızca sapıklık vardır." [516]
IV. Şûra Heyetinin Seçimi Ve Meclîs Başkanlığı
İslâm anlayışına göre başta devlet görevleri olmak üzere, her türlü görev bir emanettir. Bütün emânetlerin ehil olan kimselere verilmesi gerekir. [517] O halde Şûra Heyeti üyeleri adaylarında daha önce üzerinde durduğumuz şartların bulunması gerekir. Böyle bir emâneti yüklenebilmeleri için, üzerlerinde durulan şartları taşımaları zorunludur.
Halîfenin belirlenebilmesi için uygun görülebilen her türlü seçim şekli, Şûra Heyeti üyelerini belirlemek için de geçerli bir yoldur. Aynı zamanda halîfe için ayrı bir seçim şekli, Şûra Heyeti üyeleri için de ayrı bir seçim şeklinin öngörülmesinde de bir sakınca yoktur.
Şûra Heyeti üyelerinin seçiminde de halîfeye yapılan bey'atın, hukukî durumu geçerlidir. Bey'atın taşıdığı anlam ve mâhiyet, burada da aynen söz konusudur.
Heyet üyelerinin sayısı gerek görüldüğü kadar olur. Diğer taraftan Şûra Heyeti üyeleri mümkün olduğu kadar İslâm toplumunun en geniş kitlesini temsil edebilmelidir.
İslâm Devleti'nde, Şûra Meclisinin başkanlığını Halîfe (Devlet Başkanı) yapmalıdır. Şûra Meclisi için ayrıca bir başkan seçmeye gerek görülmemelidir. Çünkü bu, meclis çalışmalarında bazı güçlüklerin çıkmasına neden olabilir. Diğer taraftan halîfenin mesuliyetlerinin çok olması ve yetkilerinin genişliği bu meclis başkanlığının onda bulunmasını gerektiriyor.
Biz, Meclis Başkanlığının halîfeden başkasına verilmesi halinde, icra ile yasama arasında bazı çelişkilerin doğabileceğinin her zaman mümkün olduğu kanısındayız. Bu nedenle devlet başkanı aynı zamanda Meclis başkanı olmalıdır. Bu görevi yürütmek üzere yerine bir vekil de atayabilir.
Meclis ve hükümet başkanlığının halîfede toplanması, yasama ve yürütme organlarının çalışma hızını olumlu yönde etkileyecektir. Çünkü yasama ve yürütme kuvvetleri arasında kesin bir ayrılık, her ikisinin de çalışmalarını geciktiricidir. Bu sakıncanın ortada bulunmaması, özellikle âcil kararların alınması ve hemen uygulanmalarının gerektiği durumlarda önem kazanır.
Diğer taraftan, Râşid Halîfeler dönemindeki Şûra uygulamaları da bize bu konuda delil olabilecek durumdadır.
Çünkü Râşid Halîfeler döneminde,-tabii ki Hz. Peygamberin uygulamalarından ilham alarak-Şûra, halîfenin isteğiyle toplanır ve görüşmeler onun başkanlığında sürdürülürdü.
Devlet başkanının Şûra Meclisine başkanlığı, onun meclise tahakkümü anlamına gelemez. Çünkü başkanın böyle bir durumu söz konusu değildir. Meclis Başkanının görevi sadece görüşmelerin belli bir düzen ve disiplin içerisinde yürütülmesini sağlamaktır. Görüşülmesi gereken konuları Şûranın da fikrini alarak önemlerine göre sıralamaktır.
V. Adaylık Problemi
Bundan önceki bölümde, Şûra Meclisine aday gösterilecek kimselerde bulunması gereken bazı özellikler üzerinde durmuş idik. İslâm toplumunda bu özelliklere sahip olan pek çok kişinin bulunması mümkündür. Bunlar arasında seçilebilecek kimselerin belirlenip adaylıklarının kesinleşmesi nasıl olabilir? Adaylar arasından halk çoğunluğunun oylarını alan kişilerin Şûra Meclisi üyeliklerinin kesinleşmesi açık bir şeydir. Ancak bundan bir önceki safhayı teşkil eden adayların belirlenmesi ile ilgili esaslar ne olabilir? Şimdi de bu husus üzerinde duracağız...
İslâm, mümkün olduğu kadar insanlardaki makam ve mevki hırsını törpüleyip yerine Allah sevgisini, korkusunu ye hesab verme düşüncesini yerleştirmek ister. Diğer taraftan işlerin ehil olanlara verilmesi de Kur'ân'ın emirleri
arasındadır. [518] Bu ehliyete sahip kimseleri bulup ortaya çıkarmak mı gerekiyor, yoksa ehil olduğunu kabul eden kimseler mi kendilerini ortaya çıkarmalılar? Evet, Şûra Meclisinin adaylarını belirlemek, bu iki yoldan biri ile olacaktır. Bunlardan hangisi İslâm'a ne derece daha uygundur? Bu soruların cevaplandırılması gerekmektedir.
Bu sorulara cevap aramaya koyulacak olursak, Hz. Peygamberin ikinci yolu özellikle kabul etmediğini görüyoruz. Dolayısıyla adaylık probleminin çözümü ile ilgili ilke:
"Görevin istenmemesidir.
Burada şunu da belirtmek yerinde olur ki:
Adaylık problemi ile ilgili açıklamalarımız, âmme görevi ve dolayısıyla "emânet" niteliğini taşıyan bütün önemli görevler için geçerlidir. Çünkü Şûra Meclisi üyeliği geniş bir anlam ifade eden "emânet" kavramının kapsamı içerisinde yer alan âmme görevlerinden yalnızca bir tanesidir.
"Görevin istenmemesi" ilkesini Peygamber (s) in pek çok hadîsinden çıkartmak mümkündür. Biz, bunlardan bazılarını görelim:
Ebû Hureyre (r), Hz. Peygamber (s)in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Siz, yakında emirliği (âmme görevlerini) hırsla isteyeceksiniz; oysa bu, (sizin için) kıyamet gününde pişmanlık olacaktır." [519]
Abdurrahman b. Semure (r) dedi ki: Rasulullah (s) şöyle buyurdu:
"Ey Abdurrahman, âmme görevi (emirlik) isteme! Eğer istediğin için o görev sana verilecek olursa, görevinle başbaşa bırakılırsın ve sana (Allah tarafından) yardım olunmaz. Yok, istemeksizin o sana verilirse, o zaman sana (Allah tarafından) yardım olunur" [520]
Ebû Mûsâ el-Eş'ârî de diyor ki:
Kabilemden iki kişi ile birlikte Rasulullah (s)ın huzuruna girdik. Onlardan biri:
"Ya Rasulullah, bize görev ver!" dedi.
Diğeri de aynı şeyi söyleyince, Hz. Peygamber:
"Biz bunu (âmme görevlerini) isteyenlere de, ona hırs gösterenlere de vermeyiz." [521]
Buna göre ferdin, aranan özellikleri taşıdığı söz konusu edilebilse bile kimse kendisini aday göstermemelidir. Ancak bu, hadiseler normal bir şekilde cereyan ettiği ve şartların aksini gerektirmediği durumlarda söz konusudur.
Çağımızın bazı İslâm hukukçuları Hz. Yûsuf (as)un görev istediğini bildiren âyete [522] dayanarak, Serî bir zorunluluk karşısında kişinin kendisini aday göstermesinin caiz olduğunu kabul etmişlerdir. [523]
Câmiu'l-Beyân adıyla anılan tefsirin sahibi olan İ. Kurtubî de bu tür hadiselerle ilgili olarak şunu belirtiyor:
"Haram olan mutlak olarak görev istemek değil; bununla birlikte onu elde etmek için hırs da göstermektir." [524]
Hz. Ömer'e ait olan şu söz de İ. Kurtubî'nin bu kanaatini doğrulamaktadır, "Bir kişi büyük bir hırsla kamu görevi istediği taktirde asla adaletle hareket edemez. [525]
Buna göre: Şer'ân gerektirici bir neden olmadıkça görev istenmemelidir. İsteyene de prensip olarak verilmemelidir. Bu genel ilke elbetteki Şûra Meclisi üyeliğine aday olmak için de geçerlidir.
O halde Şûra Meclisine aday göstermek için tarafsız bir mahkemenin varlığı iyi bir çözüm şekli olarak kabul edilebilir. Söz konusu mahkeme adaylık için yapılacak müracaatları değerlendirecektir. Aday gösterilecek bu kimselerin sayısı, haliyle meclise girecek üyelerin sayısından çok olacaktır. Halk da en liyakatli kabul ettiği kimseler için oyunu kullanacaktır.
Aday olacak kimseleri belirlemekle görevli olan mahkemenin görevi, oldukça önemli ve naziktir. Peygamber (s) şöyle buyurmaktadır;
"Toplumda daha ehliyetli kimseler bulunduğu halde, başkasına görev veren bir kimse, Allah'a, Rasulüne ve bütün müslümanlara hainlik etmiş olur," [526] Buna göre bu mahkeme, son derece ince eleyip sık dokumalıdır. Seçmenler de, adaylar arasından tercihlerde bulunurken aynı titizlikle hareket etmelidirler.
VI. Partiler Ve Propaganda
Zaman zaman zihinlerimizde; İslâm yönetiminde partilere yer var mıdır? Varsa particiliğin sınırı ne olabilir? Halifeliğe veya Şûra Meclisine aday gösterilecek olanlar, kendilerini halka tanıtmak amacıyla propaganda yapabilirler mi? Yapamazlar mı? Gibi sorular takılabilir. Kısa da olsa bu sorulara verilebilecek cevaplar üzerinde durmak istiyoruz.
A: İslâm Devletinde Partiler
İslâm Devletinde partilere yer olup olmadığı hususunu bir hükme bağlamadan önce, partilerin bazı özelliklerini göz önünde bulundurmak gerekir.
Partiler, genellikle mevcut anayasal düzene bağlı kalmak şartı ile, kendi tüzük ve programlarına uygun olarak devlet yönetiminde söz sahibi olmak isteyen kurumlardır. Özellikle demokratik düzenlerde partilerden vaz geçilemez. Bu düzenlerdeki partilerin programları arasında çoğunlukla kapatılması çok güç uzaklıklar bulunur. Hatta anayasalardaki boşluklardan ya da müsaadelerden yararlanarak, farklı ekonomik ve sosyal düzenler teklif eden partiler de bulunur. Bu partilerin her biri iktidara geldiği taktirde kendi prensiplerine uygun uygulamalar getirir, bir önceki parti hükümetinin yaptığı veya yarıda bıraktığı işleri, değiştirir veya olduğu gibi eksik bırakır. Kendisi pek çok şeyi kendi amaçları doğrultusunda yeniden kurmaya ya da değiştirmeye koyulur. Daha sonra iktidara getirilen parti de aynı esaslara göre hareket eder. Böylece memleketin iktisadî ve siyasî uygulamaları, iktidardaki parti değiştikçe değişir veya en azından gözden geçirilir.
Bu tür uygulamalar ve doğrudan doğruya particilik, neye mal olur ve neyin ifadesidir...?
Anlaşılacağı üzere her parti, en azından mevcut düzenin işleyişine ve uygulamasına bir farklılık getirmek isteyecektir. Bunun İslâm Düzeninde yeri olup olmadığını şu şekilde belirtelim:
İslâm'ın açıkça hükme bağladığı hususların farklı anlaşılmaları mümkün değildir. Açıkça nass ile hükme bağlanmış hususlarda farklı yorumlar veya anlayışlar söz konusu olamaz; bu gibi hükümler anayasanın esasları olarak aynen kabul edilir ve uygulanırlar. Farklı yorumları gerektiren veya birden çok manaya gelen hükümlerin tefsiri ise; belli ilmî esaslar çerçevesinde tüm Şûra Meclisi üyelerinin görevidir. Yani bunlar partileri aşan şeylerdir.
Dolayısıyla, demokratik düzenlerde partilere gerekçe olarak gösterilen hususların, İslâm'ın siyasî yapısında pek yerleri veya gerekleri yoktur.
Partiler aynı zamanda belirli düşünceler etrafında insanların kümeleşmesini de sağlar. Varlıklarını devam ettirmek için bunu yapmak zorundadırlar. Bu ise, toplum içerisinde yanlış bile olsa, pek çok düşüncenin "parti düşüncesidir" diye, gözü kapalı, bağnazca savunulması sonucunu doğurur. Bunun açıkça adı-bizce-tefrikadır. Tefrika, bölünme, parçalanma ise, bütünüyle İslâm'ın ruhuna aykırıdır:
"Şüphesiz ki bu (yol) benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. (Başka aykırı) yollara uymayın. Sonra sizi (bu aykırı yollar) Allah'ın yolundan ayırır." [527]
Partilere yer verilmeyecek olursa, icra gerektiği gibi eleştirilemez; diğer taraftan farklı düşünen kimseler yer altında teşkilatlanır, gibi düşünceler gereksizdir. Çünkü İslâm'da herkesin gördüğü yanlışı düzeltmesi, "emr bi'l-mâ'ruf ve nehy anil-münker" ilkesine göre yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir görevdir de. Tüm müslümanlara böyle bir görevi veren Allah Teala'dır. Dolayısıyla gerek Şûra Meclisi, gerekse halktan kimseler her türlü uygulamayı büyük bir serbestlikle eleştirebilir. Gerekli eleştirilerin yapılabilmesi için partinin varlığı zorunlu değildir!
Görülüyor ki demokratik sistemlerde partilerden beklenilen yararlı hizmetler, İslâm'ın siyasî düzeni içerisinde, partiye gerek kalmaksızın yerine getirilebilir. Parti taassubu ile yapılmayan tenkitleri, karşı tarafın daha iyi bir niyetle dinleyeceği gerçeğini kabul etmek zorundayız.
Kanaatimize göre; İslâm'ın siyasî bünyesinde ayrıca partilerin varlığı bu nedenle gereksizdir. Diğer taraftan partizanca hareketlerin doğuracağı sakıncalar da kendiliğinden ortadan kalmış olacaktır.
B. Propaganda
Propagandadan amaç; kişinin kendisini tanıtması ve böylece seçilme şansını yükseltmesidir.
Devlet başkanının başa geçiş yollarını göz önünde bulunduracak olursak, çoğu zaman böyle bir şeye gerek kalmadığını görürüz.
Propagandadaki asıl amaç, seçilme şansının yükseltilmesi olunca, bu, o görevi elde etmek için bir hırs sahibi olunacağının ifadesidir. İslâm Peygamberinin böyle bir şeyi kabul etmediğini az önce gördük.
Fıkıh âlimlerinin parmak bastığı şu gerçeği de dikkatten uzak tutmamalıyız:
"Öğüt vermek, ibret almak maksadıyla kürsülerden hatırlatmalarda bulunmak peygamberlerin, Rasullerin sünnetidir. Başkanlık için, mal için, amme tarafından kabul görmek için kürsülerde nutuk atmak ise, yahudi ve hristiyanlara ait sapıklıklardandır." [528]
Diğer taraftan propaganda, İslâm'ın yasakladığı gerçekdışı vaatlerin, bazan olmayan niteliklerle kendisini nitelemenin ve başkalarını karalamaya çalışmanın da nedeni olabilir. Dolayısıyla en azından belirli şartlar içerisinde olmayan bir propaganda, İslâm'ın tasvibine lâyık görülemez.
O halde seçmen, seçmek istediği kimseyi diğer adaylara hangi yolla tercih etmeye çalışacaktır?
Bunun için iki yol düşünebiliriz:
Birincisi; adaylar, İslâm'ın öngördüğü mâkul ölçüler içerisinde, yalnızca kendilerini tanıtmak gayesiyle, pek uzun olmayan süreler içerisinde kendilerini tanıtacak ve yapmak istedikleri hakkında kısa bilgiler vereceklerdir.
İkincisi ise; adayları belirlemekle görevli olan tarafsız mahkeme, adaylar ile ilgili gerekli bilgileri halka basın ve yayın yolu ile âdil şartlar içerisinde duyuracaktır.
Bu iki yoldan birisi kabul edilebilir. Daha uygun bir yolun veya yolların düşünülmesi de mümkündür...
Seçim yapmanın amaçlarının başında, Halîfeyi ve Şûra üyelerini belirlemek gelir... Halîfe ve Şûrâ'nın hükümetle ilgisi nedir? Bundan sonra bu soruya cevap aramak amacıyla "Hükümet" konusuna eğilelim...
4. HÜKÜMET
Devletin fonksiyonlarından biri de, hükümet adını alan icra (yürütme)dir. Bu organın veya fonksiyonun görevini, devlet yönetimini ilgilendiren her konuda gereken uygulamayı yapmak, yasa ve diğer hükümleri uygulamak, iç ve dış güvenliği sağlamak, içte ve dışta toplum menfaatini korumak şeklinde belirleyebiliriz. Şöyle bir ifade de yanlış olmaz: Hükümet İslâm'ın devlet teşkilâtından beklediği hedeflerin gerçekleştirilmesini sağlamakla görevli olan bir kişiliktir.
İslâm'ın icradan asıl beklediği şey:
İslâm Şeriatının bütünüyle uygulanmasını sağlamak ve İslâm'ın gayelerini gerçekleştirmek için gerekli girişimlerde bulunmaktan ibarettir.
İslâm Devlet yapısı içinde icra organı olan hükümeti, çeşitli yönlerden ele almak gerekiyor. Böylece hükümet ile ilgili sorulan soruların önemli bir bölümü cevaplandırılmaya çalışılmış olacaktır.
I. Hükümetin Teşkili
Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Mûsâ (as)nın Peygamberlik görevini daha iyi ifâ etmek amacıyla Allah'tan kendisine bir vezir ihsan buyurmasını ve bu görevin kardeşi Hûrûn'a verilmesini istediği bildirilmiştir. Hz. Mûsâ böylece kardeşinin emr (görev)inde kendisine ortak edilmesini ve gücünü artırmasını istemiş oluyordu. [529]
Müfessirler bu peygamberin, peygamberlik görevini kendisi ile paylaşmak üzere bir kişinin ihsan edilmesini istemesinden ve bunun kabul edilmiş olmsından; devlet başkanının da devlet görevlerini kendisiyle paylaşmak üzere bazı kişileri görevlendirmesinin münkün olacağı sonucunu çıkartmışlardır.
Nitekim Hz. Muhammed (s) de, devlet görevlerinin bazısını görmek üzere zaman zaman çeşitli kimseleri görevlendirmiştir. Bu ve benzeri deliller, hükümet teşkilinin kaynağı kabul edilmiştir. [530]
Vezîr kelimesi sözlükte, devlet başkanının işlerini ve ağırlıklarını yüklenen kişi anlamına gelir. [531]
Peygamber (s) doğrudan bu anlamda olmak üzere, Hz. Âişe (r) den rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmuştur:
"Allah emîr (devlet başkanı) hakkında hayır murâd ederse ona samimi bir vezir ihsan eder. Unutursa vezîr ona hatırlatır, hatırlayınca da ona yardımcı olur. Onun hakkında iyilikten başkasını dilerse ona kötü bir vezîr verir. Unutursa ona hatırlatmaz, hatırlarsa da ona yardımcı olmaz." [532]
Demek ki, devlet başkanının yardımcılarının,-günümüz deyimiyle hükümetinin-iyi ve doğru kimseler olması, Allah'ın bir ihsanıdır, Böyle kimseleri arayıp bulmak ve onları görevlendirmek, devlet başkanının görevleri arasındadır.
Devlet başkanı hükümeti, yalnızca Şûra Meclisinin üyeleri arasından mı seçmelidir, yoksa dışarıdan da hükümet üyesi seçebilir mi?
Bu konuda kaynaklarda kesin bir şey belirleme imkânı yoktur. Aslında böyle bir açıklama, gereksiz'olduğu kadar faydasızdır da.
Hükümet, Şûra Meclisi üyeleri arasında da teşkil edilebilir; meclis dışından da üye alınabilir. Bu konuda, devlet ve hükümet başkanı olan halîfenin yetkisini sınırlamak doğru değildir. Devlet yönetiminden Şûraya ve ümmete karşı birinci derecede halîfe sorumludur. Dolayısıyla o, kendi görüşüne göre Şûra Meclisi içinden veya dışından dilediği kimseleri üye tayin edebilmelidir,
Hükümeti teşkil etmek, üyelerinin (vezirlerin, bakanların) görev ve yetki alanlarını belirlemek, gerek gördüğü taktirde onların bütününü veya bazısını görevden almak, yerlerine başkalarını atamak ve benzeri diğer yetkiler, hep halîfenin yetkileri arasındadır.
Vezîr (bakan) sayısı, devlet başkanının uygun gördüğü kadar olabilir. Herhangi bir sınırlama söz konusu değildir.
Kaynaklarda yetkileri açısından, iki tür vezirlik üzerinde durulmuştur:
- Tefvîzî Vezirlik:Halîfenin işlerinin yürütülmesinde kendi görüş, fikir ve içtihadına göre serbestçe hareket edebilen bir kişiyi vezir tayin etmesidir.
Böyle bir vezîr, devlet işlerinin yerine getirilmesinde halifeliğe zarar verecek işlerin dışında kendi görüşüne göre hareket eder.
Ayrıca böyle bir vezirde halîfede aranan şartların tümünün bulunması gerekmektedir.[533]
el-Mâverdî böyle tam yetkili vezirlerin sayısının birden çok olamayacağını söylüyor. Çünkü böyle vezirler birden çok olurlarsa aralarında anlaşmazlık çıkabilir [534] demektedir. Her birisinin görev alanı halîfe tarafından belirlenecek olursa, o görev alanında uygulanacak politikanın esasları çizilirse, sanırız el-Mâverdi'nin öngördüğü sakınca ortadan kalkacaktır.
- Tenfîzî (Yürütme) Vezirlik: Bu, halîfe ile halk arasında, halîfe ile yöneticiler arasında bir vasıtadır. İşlerin yerine getirilmesi ile ilgilenir. Tek başına, bağımsız bir idareci veyadenetleyici değildir. Bu nedenle onda, bilgi ve hürriyet şartı aranmaz.[535]
Günümüz şartları içerisinde bu iki tür vezirlik göz önünde bulundurulacak olursa, bazı şartlar altında birinci tür vezirliğin, İslâmî bir hükümet için daha elverişli olduğu görülür. Söz konusu şartlar ise şunlar olabilir:
- Bakanlar sürekli olarak halîfenin kontrolü altında bulunur ve onunla devamlı danışma halinde olurlar. Ona yaptıkları-, yapacakları çalışmalar hakkında bilgi verirler.
- Kendi aralarında gereken irtibatı kurar, gerektiğinde işbirliği yaparlar.
- Halîfenin gerçekleşmesini istediği hedeflere varmak için tam bir samimiyetle çalışırlar... Ve buna benzer diğer hususlar.
II. Hükümet Ve Şûra Anlaşmazlığı
Şûrâ'nın çoğunlukla veya oybirliği ile de olsa, Kur'ân'ın hükümleriyle, İslâm'ın özüyle çelişen bir kararının hiçbir şekilde yürürlülük kazanamayacağı açıktır. Bu konuda pek çok âyette açık hükümler bulmak mümkündür. [536] Bununla birlikte, Kur'ân ve Sünnetin hükümlerine aykırı olmayan, İslâm'ın özüne ters düşmeyen her türlü karar alınabilir. [537] Zaten Şûradan beklenen fayda da budur. Prensip olarak Şûra kararlarının, icrayı bağlayıcı olduğu kabul edilmelidir. Ancak bağlayıcı olan bu kararlar bazan devlet başkanının görüşlerine uymayabilir. Bu durumda devlet başkanının bu kararı red yetkisinin bulunup bulunmadığı konusunda Kur'ân ve Sünnette bir açıklık yoktur. Böyle bir yetkiyi tanıyıp tanımamak, devlet başkanının kişiliğine veya zamana göre değişebileceği görüşünü savunanlar vardır. Devlet başkanına böyle bir yetki tanınabilir. Ancak bu yetkinin anlamı:
Şûradan aldığı kararı bir defa gözden geçirmesini istemek olmalıdır. Şûra bunun sonucunda kararında bir değişiklik yapıp yapmamakta hür olmalıdır.
Şûra bunun sonucunda kararında bir değişiklik yapar ve bu, icranın da başı olan devlet başkanı tarafından uygun karşılanacak olursa, mesele yok demektir. Fakat Şûra kararında bir değişiklik yapmayı red edebilir veya yapılan değişiklikler, yine de icrayı tatmin etmeyebilir. Her iki tarafın da ısrarlarının haklı görülmesi-teorik olarak- mümkündür. Böyle bir durumda ne olacaktır?
Prof. Zeydân, halîfe ile Şûra arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların çözümü ile ilgili olarak üç yol teklif etmektedir, Bu çözüm şekilleri şöylece özetlenebilir: [538]
- Hakem Usûlü:Mütehassıs hukuk âlimlerinden kurulu, bağımsız bir heyet seçilir. Bu heyet; anlaşmazlığı inceledikten sonra görüşünü bildirir. Buna uyulması-her iki taraf için de-mecburidir. Hz. Ömer (r)in Şam'da veba salgınını haber aldıktan sonra izlediği müşavere usûlü buna örnektir.
- Çoğunluğun Görüşünü Alma:Devlet başkanının kendi görüşüne aykırı bile olsa, çoğunluğun görüşünü kabul edip, ona uyması. Hz. Peygamber (s)in Uhud Savaşı'ndan önce aldığı karar gibi.
- Kararı Başkanın Vermesi:Başkanın, Şûra Meclisi ile görüştükten sonra, çoğunluğun veya azınlığın görüşüne bağlı olmaksızın kararını vermesidir. [539]
Da "... Bir de azm ettin mi Allah'a güvenip dayan!" ifadesinde bunun delilini bulmak mümkündür.
Prof. Zeydân'ın teklif ettiği çözüm yolları bunlardır.
Bunları teker teker gözden geçirecek olursak, birinci yolun diğerlerine göre daha daha elverişli olduğu sonucuna varabiliriz. Ancak bunun, anlaşmazlık anında teşkil edilecek bir kurul şeklinde değil de, daimi bir mahkeme olması da uygun olur. Bu mahkeme "devlet başkanının veya Şûra Heyetinin çıkaracağı herhangi bir kanunun çıkıp çıkmaması ile ilgili anlaşmazlıklara bakacak; nassa aykırı bir karar veya kanunun çıkarılması halinde Şeriatın ruhuna aykırılık ve uygulanışı sırasında da zararı geri çevirilemeyecek bir sonuç doğuracaksa, bu kanunların çıkarılmasını durdurabilecektir." [540]
Böyle bir mahkemenin çalışma alanı, üyelerinin seçimi, görev süreleri gibi ilgili çeşitli hususlar, çıkartılacak kanunlarla belirtilmelidir.
Şûra ile Halîfe arasındaki anlaşmazlıkların ilgili mahkeme tarafından çözüme bağlanmasına dair Kur'ân-ı Kerîm'in şu mealdeki âyeti bize delil olabilir:
"Ey İmân edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere de itaat edin. Bir de sizden olan emir sahiplerine. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün." [541]
Âyette söz konusu edilen anlaşmazlık, emir sahipleri ile tüm müminler arasındaki anlaşmazlıklarla ilgilidir. Tüm müminleri temsil etmek durumunda ise siyasî alanda Şûra Meclisi vardır. Şûra Meclisi ile emir sahibi olan halîfe veya icra arasındaki anlaşmazlık, Allah'ın Kitabı olan Kur'an'ı ve Rasulünün Sünnetini çok iyi bilen hukukçulardan kurulu bir mahkeme tarafından çözüme bağlanmalıdır. Böylelikle çıkan anlaşmazlık konuları Allah'a ve Rasulüne döndürülmüş olacaktır.
III. Halîfenin Ve Hükümetin Düşmesi
Halîfe ister belirli bir dönem için seçilmiş olsun, isterse de hayatının sonuna kadar seçilmiş olsun, normal görev süresi dolmadan kendisinde bulunması gereken şartların bazısını yitirebilir veya halîfe tayininden gözetilen amaçlar doğrultusunda hizmet etmekten geri kalabilir. Böyle bir durumda İslâm âlimleri, halîfenin azledilmesinin gerektiğini söylerler. [542]
Halîfenin azledilmesi aynı zamanda hükümetinin de düşmesi anlamındadır. Çünkü mevcut hükümeti kuran ve onun başında bulunan kendisidir. Bir bakıma halîfenin azli ile hükümetinin düşmesi eş anlamlıdır.
İslâmî yönetimin başı olan halîfenin düşmesi problemi üzerinde, çeşitli bakımlardan-kısaca-duracağız:
A) Halîfenin Azlini Gerektiren Nedenler
Halîfenin azledilmesini gerektiren nedenleri şöylece sıralayabiliriz:
- Devlet başkanı seçmekten asıl gaye, Allah'ın ve Rasulü'nün hükümlerinin uygulanmasıdır. Bu hükümler halîfe tarafından etkisiz hale getirilecek olursa, halîfe azledilmelidir.[543]
- Halîfe, Allah'ın ve Rasulünün hükmünün bulunmadığı konularda istişareye baş vurmakla yükümlüdür. İstişareyi terk edecek veya istişare kararlarını uygulamamakta direnecek olursa, halîfe yine azledilmelidir.[544]
- Halîfenin bedeninde ya da sıhhatinde görevini yapabilmekten âciz bırakacak şekilde sürekli bir aksaklığınbulunması.[545]
- Ve adalet sıfatını kaybedip, fıska yöneldiğinde, halîfe azledilebilir.[546]
Bunlardan bir ve ikinci nedenler dördüncü neden içerisinde ele alınacak olursa, halîfenin azlini gerektiren nedenler şöyle özetlenebilir:
- Halîfenin adaletten ayrılması, 2. Bedenine noksanlıkların gelmesi.[547]
İki madde halinde özetlemeye çalıştığımız bu nedenleri, aşağıda biraz daha etraflıca ele alacağız.
Bunların dışında, halîfenin kendi isteğiyle görevinden çekilip çekilemeyeceği sorusu üzerinde de durulacaktır.
B) Bedenî Noksanlıklar Dolayısıyla Halîfenin Azli
"Bedenî noksanlıklar" ifadesiyle İslâm hukukçuları, halîfenin duyularında, diğer organlarında ve hukukî tasarruflarında meydana gelebilecek eksiklikleri anlatmak isterler.
Halîfenin azlini gerektiren sakatlıklar şöyle sıralanabilir. [548]
- İyileşme ümidi bulunmayan sürekli delilik.
- Körlük. (Kişilerin tanınmasını engellemeyen görme zayıflığı ve gözlerden birinin olmaması ise azli gerektirmez.)
- Çoğunluğa göre sağırlık ve dilsizlik.
- İki elin veya iki ayağın yokluğu, hem halifelik makamına geçmeye hem de devamına engeldir. Bunlardan birinin yokluğu ise, halîfe olmaya engel kabul edilmekle birlikte, devamı için engel olup olmadığı ihtilaflıdır.
C) Hukukî Tasarruflarındaki Eksiklik Dolayısıyla Halîfenin Azli
Hukukî tasarruflarında meydana gelen eksiklikler dolayısıyla da halîfe azledilmek durumuna düşer. Söz konusu bu eksiklikler ise, Hacr ve Kahr olmak üzere iki türlüdür:
- Hacr Halinde:Halîfenin işlerini yerine getirmek üzere atadığı kimsenin durumuna bakılır. Eğer işleri aksatmaksızın ve adalete uygun olarak yürütüyorsa, bunda herhangi bir sakınca yoktur. Aksi taktirde azli gerekir.
- Kahr Haline Gelince:Halîfe düşmana veya yerli isyancılara esir düşmüşse, onu kurtarmak müslümanların görevidir. Ancak onun esirlikten kurtarılma ümidi kalmamışsa, görevinin sona erdiği kabul edilir ve başka bir halîfe seçilerek ona bey'at edilir.[549]
Hacr ve kahr hallerinin ikisi de halîfe seçilmeye; hacr hali şartlı olarak, kahr hali ise kayıtsız, şartsız halifeliğin devamına engel kabul edilmiştir.
Tam bir yeterlilik ile görevini yapamıyor veya buna imkân bulunmuyorsa, halîfenin azledilmesi veya azledildiğinin kabul edilmesi gerekmektedir. Aksi halde halîfe atamasından gözetilen gayeler, hiçbir şekilde gerçekleştirilemez.
D) Fâsıklık Dolayısıyla Halîfenin Azli
Halîfenin adaletten sapıp, fıska ve zulme başlaması halinde görevinden azlinin gerekip gerekmediği konusunda görüş ayrılığı vardır. Halîfenin azledilmesi gerektiğini savunanlar, iyilikle emr etmek, kötülükten sakındırmakla ilgili bulunan ve genel bir anlam taşıyan bazı âyet ve hadîslere dayanmakla birlikte, azlin pek çok bunalımları da beraberinde getireceğini söylerler. Bu bakımdan fâsıklık dolayısıyla halîfenin azlini savunanlar bile, bunun en güvenilir ve en az zarar verebilecek bir yolla gerçekleştirilmesini öngörürler.
İbn Nüceym fâsıklık dolayısıyla devlet başkanının azledilmesini kabul etmemektedir.[550] İbn Kesîr de Tefsir'inde, fısk dolayısıyla azlin gerekip gerekmediği konusunda görüş ayrılığı bulunduğunu bildirdikten sonra, doğru olanın azledilmemesi olduğunu belirtiyor. Çünkü Peygamber (s); devlet başkanına karşı gelmeyi, açıkça küfre girmedikçe, doğru bulmamıştır. [551] et-Teftâzânî ise, selefin fâsık ve zâlim imamlara itaat etmiş olduğunu ileri sürerek, imâmın fısk dolayısıyla azle dilemeyeceğini söyler. Bununla birlikte İ. Şafiî'nin fâsık ve zâlimin azlinin gerektiğine dair görüşünü de kaydeder. [552]
Bununla birlikte, Şerîatten sapması ve fâsıklığı dolayısıyla imâmın görevinin sona erdiğinde İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu (cumhur) ittifak halindedir. Bu, henüz hiçbir siyasî düzenin ulaşamadığı çok yüksek bir noktadır. [553] Evet, gerçekten de hiçbir siyasî düzen bu noktaya ulaşamamıştır, ulaşmış olması bir tarafa, yüksek düzeydeki siyasîlere ve yöneticilere hukukî eşitlikle bağdaşmayan pek çok ayrıcalıklar tanınmış bulunuyor.
el-Bakara: 2/124. âyetin tefsirinde Elmalılı şunları söylemektedir:
"Bu âyet, zâlimin imamete ehil olmadığına ve ibtidâ (önceleri) âdil olup, sonradan zulüm yaparsa havi (azledilmesi) vâcib bulunduğuna delildir."
Şehvetini kuvvetlendirmek, nefsî arzularına boyun eğmek suretiyle yasak işleri yapmaya başlaması, halifelik akdinin yapılmasına engel olduğu gibi; halifelikten sonra bunları yapanın o makamdan düşeceği de kabul edilmiştir. İnançla ilgili şüpheli hareketleri varsa, bunlar bozuk inançlılığını gerektiriyorsa ve bunlarda devam ederse, aynı şekilde görevi sona erer, halifelik makamında duramaz.[554]
Adaletten sapan bir devlet başkanı, mümkün olduğu kadar fitne ve zulme meydan vermeksizin görevinden uzaklaştırılmalıdır. Onu uzaklaştırmak büyük bir fitne veya zulme müncer olacaksa, daha az zarar hangisi ise o yola baş vurmak gerekir. [555]
Bunun yanında şunu da belirtelim ki, halîfenin fıska sapması ve zulme yönelmesi halinde, halîfede bulunması gereken "adalet" sıfatına taban tabana zıt düşmüş olur. Diğer taraftan halîfe zaten zulmün ve fıskın önüne geçmek için tayin edilir ve İslâm Şeriati'nin devletten, dolayısıyla da halîfeden beklediği en önemli hususların başında adaletin yerleştirilmesi, zulmün ve fıskın önlenmesi gelmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm, "müminlerle fâsıkların asla bir olmayacağını" etkileyici bir soruyla ortaya koymaktadır. [556] Fâsıkların şehâdetlerinin ebediyyen kabul edilmemesini emretmektedir. [557] Zâlimlere ise hiçbir şekilde meyledilmemesi de yine Kur'ân-ı Kerîm'in bütün müminlere yönelttiği emirler arasındadır. [558]
İslâm âlimlerinin, müfessirlerin, muhaddis ve fakîhlerin bir çoğu fâsıklık edene, adaletten ayrılarak zulme sapana itaat edilemeyeceğini, böyle bir halîfenin görevinden alınmasının gerektiğini gayet açık ifadelerle dile getirmişlerdir. [559]
Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur;
Halîfe zulme ve fıska yöneldiği taktirde, o makama getiriliş gayesine ters düşmüş demektir. Durumu bu olanın o makama getiriliş gayesi doğrultusunda hareket etmesi beklenemez. Şayet tutumunu değiştirmeyecek ve bu olumsuz tavrında ısrar edecek olursa, görevinden" alınmasından başka bir çare kalmamış demektir. Şeriat hükümlerinin ümmet üzerinde uygulanışına süreklilk kazandırmak için ise, onun kendisini başa getiren ümmet tarafından-gerektiğinde uygun yollarla-görevden alınması gereklidir, kaçınılmazdır.
E) Halîfenin Kendi İsteğiyle Görevden Çekilmesi
Devlet başkanının kendi kendisini azil yetkisinin bulunup bulunmadığı konusunda görüş ayrılığı bulunduğu bildirilmektedir. [560] Hz. Âli (r)in oğlu Hz. Hasan (r) kendi isteğiyle Hz. Muâviye'nin lehine halifelikten çekilmiş olduğunu, bundan dolayı da övgüye lâyık görüldüğünü biliyoruz. Çünkü o, böylelikle uzun süren büyük fitnelere son vermiş oluyordu.
Halîfenin kendisinde, görevini gereği gibi yerine getiremeyeceğine dair bir kanaat ya da bir başka sebeb dolayısıyla görevini sürdürmemek arzusu belirecek olursa, durum ne olur, sorusunun cevabını büyük müfessir Kurtubî şu şekilde vermektedir:
"Halîfe, imamet görevini olumsuz olarak etkileyecek bir eksikliğinin olduğunu görecek olursa, kendi kendisini azletmesi gerekmektedir. Şayet böyle bir eksiklik görmeyecek olursa, kendisini azletme yetkisi var mıdır? Bu konuda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Böyle bir yetkisinin bulunduğunu söyleyenler olduğu gibi olmadığını söyleyenler de bulunmaktadır. Böyle bir yetkiyi kabul edenler, Hz. Ebû Bekir'in:
"Beni görevden af ediniz" demesi karşılığında ashabın ona:
"Ne seni görevden alırız, ne de görevinden istifa etmeni isteriz" diye cevap vermesini delil gösterirler... Şayet devlet başkanının böyle bir yetkisi bulunmamış olsaydı, ashâb onun bu teklifini kabul etmez, böyle bir teklifte bulunamayacağını belirterek; "Senin böyle bir teklifte bulunma yetkin olmadığı gibi, böyle bir şey yapma yetkin dahi yoktur" derlerdi. Ashâb ona böyle bir karşılık vermediğine göre, bu olaydan şunu öğreniyoruz; İmam, kendi kendisini azledebilir... Onun da hükmü kendi kendisini azleden vekilin hükmü gibidir. Çünkü imâm da ümmetin vekili ve ümmetin naibidir. Vekil olsun, hakim olsun ve başkasının adına vekâletle iş gören herkesin herhangi bir konuda kendisini azletme yetkisi olduğu gibi, imamın yani, İslâm Devlet başkanının da böyle olması gerekmektedir." [561]
O halde, devlet başkanı, görevini gereği gibi yapamamaktan dolayı, kendi kendisini görevden azledebilmelidir, Bunun için ayrıca açıkça bir nedenin varlığı gerekmiyor. İbn Abidîn de görevini gereği gibi yerine getiremeyeceğini anlayan bir halîfenin kendisini azl edebileceğini söylüyor, ancak bunda bir görüş ayrılığının bulunduğunu da kaydediyor. [562] Halîfenin kendisi nedensiz olarak azletmesini kabul etmeyenlerin, yeniden bey'at almanın güçlüğünü ve bunun ümmet için külfet olacağını düşünmüş olmaları ihtimal dahilindedir.
Bununla birlikte, şunu da belirtmekte yarar vardır:
Devlet başkanının kendi iradesiyle görevden çekilmesi konusu, temel ve özü etkileyen bir niteliğe sahip değildir. Ancak böyle bir davranışı kendi hür iradesiyle ortaya koyan bu isteği, ümmet arasında da yerini az çok dolduracak kişiler bulunması halinde kabul edilmelidir. Hz. Ebû Bekir (r)in tutumunda görüldüğü gibi, şayet bu, görevin büyüklüğünü, sorumluluk derecesini yeterince kavramaktan kaynaklanmakta ise bilinmeli ki böyle bir talebin kaynağı takvadır, Allah'a ve ümmete karşı kusur işleme korkusu ve endişesidir. Bu nitelikteki insanlar ise, herkesten çok müslümanların başında bulunmaya lâyıktırlar ve ümmet bu gibilerini başında tutmaya gayret ve özen göstermelidir.
F) Azl Yolu
Azl: Gerektirici şer'i bir neden dolayısıyla halîfenin görevden uzaklaştırılmasıdır. Böyle bir neden olmaksızın halîfe azledilemez. Hatta diyebiliriz ki; böyle bir şer'i gerekçe yoksa, halîfe görevinde kalmakta direnmelidir.
Hz. Âişe (r)nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah (s) buyurdu ki:
"Yâ Osman! Allah bir gün seni bu (devlet başkanlığı), işin(in) başına geçirecek olursa; münafıklar Allah'ın sana giydirmiş olduğu (halifelik) gömleği(ni) çıkartmanı isterlerse çıkartma." Rasulullah bunu üç defa tekrarladı. (Hadîsi Hz. Âişe'den rivayet eden) Numan b. Beşîr, ona şu soruyu sorduğunu bildiriyor:
"Ne diye bunu insanlara (o zaman) anlatmadın?" Hz, Âişe:
"Bana unutturuldu" diye cevap veriyor. [563]
Halîfe'nin Şer'i bir neden olmaksızın kendisini azletmek isteyenlerin isteklerine boyun eğmesi, kötü niyetli bu tür kimselere meşru herşeye karşı çıkma cesaretini verir. Bu nedenle Şer'î bir-gerekçe bulunmaksızın halîfe, yalnızca başkalarının isteğiyle görevinden çekilmemelidir.
Azledilmesi gereken halîfenin, azl yollarına gelince, bunların birincisi; onu seçenlere aynı şekilde onu tekrar görevinden alma yetkisinin verilmesidir. [564] Bu hakkın kullanılmasının gerekip gerekmediğini kararlaştıracak olanların Şûra Meclisi olması uygun olur. Şûra Meclisi kanunla belirlenmiş olan çoğunluk nisbetiyle bey'atın yenilenmesine karar verilebilmelidir. Bey'atın yenilenmesi kararını verme yetkisi, yüksek bir mahkemeye de devredilebilir,
M.A. el-Arabî, yeni seçime gitme kararının ilgili yüksek mahkeme tarafından verilmesinin uygun olacağını bildiriyor. Halk, eski başkana tekrar bey'at etmeyecek olursa görevinden çekilmelidir. Çekilmemekte direnecek olursa mahkeme çıkaracağı bir karar ile görevden çekilmesini ister. Ona göre en emin azl yolu budur. [565]
Görülüyor ki azlin ikinci yolu:
Mahkeme kararıdır. Doğrudan doğruya Şûra Meclisine halîfeyi azletme yetkisinin verilip verilmeyeceği konusunda, kaynaklarda herhangi bir açıklığa rastlıyamadık. Ancak Şûra Meclisine öyle bir yetki tanımanın daha uygun olacağını düşünüyoruz. Çünkü bey'atı veren halk, bizce geri almaya öncelikle hak sahibi kabul edilmelidir. Aynı şekilde bir bey'at ile iş başına gelen ve görevi Şûra kapsamının dışına taşmayan bir kurula bunu vermemek, İslâm'ın özüne herhalde daha uygun düşecektir.
İbn Hazm'a göre hangi yolla olursa azli gereken devlet başkanı kesinlikle azl edilmelidir. [566]
Fakat, bundan ayrı olarak-fitne doğurması ihtimali varsa-azlin gerekip gerekmeyeceği ile ilgili iki görüş vardır.[567]
Bir gruba göre, halifeyi azletmek, bir fitne doğuracaksa, daha az zararlı olanı gerçekleştirme yoluna gidilir. Yani, azil veya görevde bırakmanın hangisi daha az zararlı ise, o tercih edilmelidir.
Diğer gruba göre ise; fitne doğuracaksa halîfe azledilmemelidir.
İslâm tarihinde, fîtnesiz azlin mümkün olmadığı dönemler çok olmuştur. Bu nedenle "daha az zararlıyı" tavsiye eden hukukçuları haksız görmek mümkün olmasa gerek. Ancak günümüzde-saltanat usulüyle değil-nebevi hilâfet tarzı olan bey'at ile başa geçen bir devlet başkanını, hiç de fitne söz konusu olmadan veya son derece az bir zararla, yukarıda üzerinde durulan iki yoldan birisi ile görevden uzaklaştırmak mümkündür ve bu, zor bir iş de değildir.
Diğer taraftan bu konuda şehid A. K. Ûdeh'in işaret ettiği şu önemli noktaya katılmamak mümkün değildir. Şehid şöyle diyor;
"Fitneye götürecek dahi olsa, azli gerektirecek her sebeb dolayısıyla halîfenin azledilmesi gereğini savunanların görüşü bizce en isabetli görüşdür. Çünkü, bu durumda azlin sonuçları aslında fitne değil, bir ıslâh hareketi, hakkı üstün kılma eylemidir; fasıkların da kökünü kesmektir. Asıl fitne, azli gerektiren işleri yaparken bunlara ses çıkarmamaktır. Eğer böyle bir fitnenin önü alınmazsa, her gün yeni bir fitne kapısı aralanır ve hiç şüphesiz sonunda İslâm ortadan kalkar. Halbuki İslâm'ı ayakta tutmak, korumak ve uygulamak, her müslümanın başta gelen görevidir." [568]
IV. Hükümet (Ulul-Emr)e İtaat
Devlet teşkilâtı içerisinde hemen herkes, aynı zamanda hem emr eden, hem de emr edilendir. İslâm devletinde, devlet başkanı da bundan istisna değildir. Çünkü o da diger bütün müslümanlar gibi, Allah'ın ve Rasulü'nün hükümlerine uymakla mükelleftir.
Kur'ân-ı Kerîm emr etmek yetkisine sahip olan kimseleri kast etmek üzere "ulu'l-emr= emir sahipleri" kavramını kullanır.
Kur'ân'da Allah'a ve Rasûlüne kayıtsız, şartsız itaat etmek, bütün müminlere emr edilmektedir. Ulu'1-emre de - Allah'a ve Rasûlüne itaatsizliği gerektirmeyen konularda-itâatı emr ediyor. [569] Âyette geçen emir sahiplerinin kimlikleri konusunda farklı görüşler ortaya atılmış ise de; bütün bu görüşlerden elde edilebilecek sonuç şudur:
Alimler, fakîhler, ordu komutanları, emîrler idareciler ve hakimler tümüyle ulu'1-emr kavramının kapsamı içerisinde düşünülmüştür. [570] Gerçekten de âyet-i kerimedeki ifade, genel anlamda bir alt kademedekine emir verme yetkisine sahip olan herkesi kast etmektedir. Özel olarak da, devletin üst kademelerindeki âmirler anlaşılmıştır.
Hadîs-i Şerifler'de, kavramın her iki durumunu da anlatan ifadeler bulmak mümkündür. Ancak bu konu üzerinde fazla durmaksızın şu genel ilkeyi belirtelim:
Kur'ân ve Sünnete aykırı olmayan her konuda âmirlere itaat, İslâm Devletinde yaşayan tüm müslümanların görevidir. Şimdi de kısaca asıl konumuz olan "Hükümete itaat" üzerinde duralım:
Bey'atın muhtevası içerisinde, kendisine bey'at edilene itaat etmek üzere söz vermenin önemli bir yer kapsadığı üzerinde daha önce durmuştuk. Bey'at, devlet başkanına, yöneticilere Allah için yapılmalı, başka bir gaye gözetilerek yapılmamlıdır. Hz. Peygamber (s), dünyevî bir fayda sağlamak gayesiyle bir başkan (imam)a bey'at edeni, Allah'ın kendisiyle kıyamet gününde konuşmayacağı kimseler arasında yer almakla korkutuyor. Çünkü böyle bir kimse, beklediği faydayı gördükçe ona sadâkat gösterir, görmediğinde de yan çizer. [571]
Hz. Peygamber (s), ulu'1-emre itaati kendisine itaat, kendisine itaati da Allah'a itaat olarak nitelendirirken; ulu'1-emre itaatsizliği kendisine itaatsizlik, kendisine karşı gelmenin de Allah'a isyan etmek olacağını açıkça ifade etmiştir. [572]
Ancak, gerek ulu'1-emre itaati emr eden âyet, gerekse hadîsler ulu'1-emre itaatin kayıtsız, şartsız olmayacağını açıkça ifade etmektedir.
Bütün müfessirler [573] âyetinde Allah ve Rasulü hakkında: "âtî'û= itaat ediniz" emrinin ayrı ayrı tekrarlandığı halde, ulu'1-emr için tekrarlanmamasını şöyle açıklarlar;
Onlara itaat Allah'a ve Rasulünün emirlerine aykırı düşmeyen hususlarda söz konusudur. Allah ve Rasulünün emirlerine aykırı düşen konularda, hiçbir kimseye hiçbir şekilde itaat söz konusu olamaz. [574]
Müfessirler, bu görüşlerinde bütünüyle haklıdırlar. Ancak, onların haklılığını, yalnızca âyetin nazmı ortaya koymuyor, bu konuda pek çok hadîs de onları destekliyor. Biz bunlardan sadece bir tanesinin mealini vermekle yetineceğiz:
"Mâsiyet ile emr olunmadıkça, dinleyip itaat etmek gerekir. Ancak bir mâsiyet ile emr olunduğu taktirde, hem dinlemek hem itaat etmek gerekmez." [575]
Râşid Halîfeler de bu gerçeği, zaman zaman aynı anlamda ifade etmişlerdir. Halîfe seçildikten sonra Hz. Ebû Bekir (r)in verdiği hutbe bu örneklerden yalnızca bir tanesidir.
Âyetin [576] dikkate değer tarafı da, onda "minküm=sizden" kelimesinin özellikle kullanılmış olmasıdır ki, anlamı açıktır. [577] Âyet, "Ey iman edenler!" diye başlıyor ve "sizden" ifadesini özellikle kullanıyor. Bundan, müslümanları yönetme hakkının yine müslümanlara ait olduğu açıkça anlaşıldığı gibi; itaat görevinin ancak onlara karşı söz konusu olduğu da anlaşılmaktadır. . .
Zaten, itaat şöyle dursun kâfirlere en ufak bir şekilde yaklaşıp meyletmemeyi, [578] onlara he'rhangi bir şekilde Allah'ın emir ve buyruklarına aykırı olarak yakınlaşmamayı, uzlaşmamayı [579] emreden âyetlerin yanında onların velî edinilmesini yasaklayan, [580] müminlerin üzerinde en ufak bir velayet yetkilerinin bulunamayacağını belirten [581] âyeti kerimeler de pek çoktur. Çünkü kâfirler ancak birbirlerinin velileri olabilirler. [582]
UIu'1-emr, müslüman oldukça, İslâm hükümleriyle hükm edip İslâm'a aykırı emirler vermedikçe, soy soplarına bakılmaksızın onlara itaat gerekir. Bu, herşeyde takvayı esas alan İslâm için garip karşılanacak bir durum değildir. Çağdaş siyasî doktrinler ancak çok sınırlı ölçüler içerisinde böyle bir anlayışa henüz yeni yeni ulaşmıştır.
"Sizi Allah'ın Kitabı ile yönettikçe başınıza geçen zenci bir köle olsa bile, onu dinleyip itaat ediniz." [583]
Devlet başkanının ve hükümetinin yukarıda değinilen özellikleri taşıyan kararları, emir ve genelgeleri, onlar hükümette bulundukları sürece geçerlidir. Onlardan sonra aynı hükümler değiştirilebilir veya düzeltilebilir. [584]
Ana hatlarıyla açıklamaya çalıştığımız ulu'1-emre itaat prensibi, yöneticilerin ümmet üzerindeki başlıca haklarının ifadesidir. Hükümetin, üzerinde durulabilecek ümmet üzerindeki diğer hakları, aslında bu genel kapsamlı ve önemli hakkın birer dalı durumundadır. [585]
V. Teb'anın Hakları
Burada "Teb'anın Hakları" sözleriyle, İslâm Devletindeki esas hakları anlatmak istemiyoruz. Asıl anlatmak istediğimiz: Teb'anın hükümete karşı takınabilecekleri çeşitli tavırlardır. Bunları ikiye ayırarak ele almamız mümkündür:
- A)Yöneticilere Mârufu Emr, Münkerden Nehy
- B)Yöneticilere Karşı Çıkış (Hurûc)
Şimdi bunlar üzerinde kısaca duralım.
A) Mârufu Emr, Münkerden Nehy
İyiliği emr etmek, kötülükten sakındırmak anlamına gelen "el-Emr bil-Ma'ruf ve'n Nehy ani'l Münker" İslâm toplum düzeninin sürekliliğinin güvencesidir. Konu ile ilgili pek çok âyet ve hadis tesbit etmek mümkündür. Bu konudaki âyet ve hadislerin çok olması, İslâm hukukçularının da etraflı bir şekilde, konunun üzerinde durmaları sonucunu doğurmuştur. Burada biz, genel anlamıyla mârufu emr münkerden nehy kurumu üzerinde duramayacağız; bu kurumun yalnızca konumuz ile ilgili olan yanı üzerinde durabileceğiz.
İslâm devletinin yöneticileri, İslâm'a aykırı düşecek hükümlerde, halkın kendilerine itaat etmelerini isteyemezler. Fakat durum bundan ibaret değildir. Onlar halkın kendilerine itaatini istemek imkânını kaybettikleri gibi; yanlışlarının müslüman halk tarafından düzeltilmesi durumu ile de karşı karşıya kalırlar. Yöneticilerin İslâm'a uygun olmayan uygulamalarını düzeltmek, müslüman teb'anın yalnızca hakları değil, aynı zamanda görevleridir. Çünkü ashâb, "kınayanların kınamasından çekinmeksizin, nerede olursa olsunlar, hakkı söylemek üzere Rasulullah (s)a bey'at etmiş bulunuyorlardı." [586]
Hz. Peygamber (s):
"Din, öğütten ibarettir" diye buyurunca, hazır bulunanlar:
"Kime ya Rasulullah?" diye sorarlar. Hz. Peygamber (s) de:
"(Allah'a inanmak ve dinini yaşamak suretiyle) Allah'a, (içindekileri tasdik edip onları uygulamakla) Kitabına, (ona inanıp emir ve yasaklarına bağlanmakla) Rasulüne, (hakta itaat edip, hak olmayan hususlarda onları uyarmakla) yöneticilere ve bütün müslümanlara" diye cevap verir. [587]
Buna göre devlet yöneticilerinde görülecek her türlü sapmanın düzeltilmesi, yönetilenler için bir görevdir. Bu görevi yerine getirmek durumunda olanların, onu ihmal etmesi, onların Allah katında sorumlu olmalarını gerektiriyor. Zalim bir yöneticiye karşı söylenen doğru bir söz, Hz.Peygamber (s) tarafından cihâdın en faziletlisi olarak nitelendirilmiştir. [588] Ayrıca Hz. peygamber, zalim yöneticilere zulümlerinde yardımcı olanların ve yalanlarını doğrulayanların, kendi ümmetinden olamayacaklarını ve onunla Havz etrafında buluşamayacaklarını bildirmiştir. Onların yalanlarını doğrulamayıp, zulümlerinde onlara yardımcı olmayanların ise, kendi ümmetinden olduklarını ve Havz'ın etrafında kendisiyle buluşacaklarını müjdelemiştir. [589]
Yöneticilerin zulümlerini onaylamamak, yalanlarını doğrulamamak, müslüman olmanın gereklerindendir. Ancak bir müslüman, cemiyet içerisinde görmüş olduğu İslâm'î bir sapmayı gereğinde eliyle, olmazsa diliyle, o da olmazsa kalbiyle değiştirmekle yükümlü olmasına rağmen, İslâm Devletinde yöneticilere karşı bu tür uygulamalarda farklılık olması gereği üzerinde de durulmuştur. Şöyle ki:
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre:
Teb'anın yöneticilere hakkı göstermesi; onlara öğüt vermek ve bu yolla İslâmî olmayan uygulamaları önlemeye çalışmaktan ibarettir. Elle, yani zor kullanarak engel olmaya çalışmaksa, kuvvetli bir görüşe göre caiz değildir. Çünkü böyle bir devlet başkanının otoritesini ortadan kaldırır. Ona karşı duyulması gereken saygıyı zedeler. [590] Bu nedenle devlet yönticileri eleştirilirken otoritelerini sarsmayacak, halk nazarında değerlerini düşürmeyecek şekilde eleştirilmeli ve mümkünse bu eleştiriler, halktan uzak bir şekilde yapılmalıdır. Fakat eleştirilerin gizli veya açık yapılmasına karar verecek olan, eleştiride bulunacak kişi veya kişilerin kendileridir. İslâm açısından hangisi daha yararlı görülüyorsa,' o seçilmelidir.
B) Yöneticilere Karşı Çıkış (Hurûc)
Yukarıda devlet başkanının azledilmesi konusu üzerinde kısaca durmuş ve konu ile ilgili bazı görüşleri belirtmeye çalışmış idik. Herşeye rağmen devlet başkanı görevinden uzaklaşmayacak veya uzaklaştırılanı sayacak olursa durum ne olacaktır? Bu, üzerinde durulması gereken önemli bir sorudur.
Evvelâ şunu belirtmek gerekir ki:
İhtilâl, bir devlet ve topluma oldukça pahalıya mal olan bir harekettir. Çoğunlukla kan dökülmesi, ihtilâlin biricik sonucu olmaz. Onu izleyen zaman süreci içerisinde toplumu sarsan, devletin temellerini zedeleyen pek çok hadise ve problem ortaya çıkar. Sosyal bölünmelere ve çalkantılara neden olabilir. Sonuç itibariyle, toplumu ve devleti zayıflatabilir. Bu nedenle pek çok İslâm hukukçusu, İslâm Devletinin başında bulunan meşru devlet başkanının silah zoruyla-fitne ihtimali oldukça ve fitnenin zararı devlet başkanını silahla uzaklaştırmanın vereceği faydadan büyük olacaksa-görevinden uzaklaştırılmasına pek taraftar değildirler.
İbn Abbas'dan rivayet edilen bir hadiste, Rasulullah (s) şöyle buyurmaktadır:
"Kendi (devlet) başkanından hoşlanmayacağı bir şey gören herhangi bir kimse sabretsin. Çünkü İslâm cemaatından bir karış uzaklaşan herkes, bu haliyle ölecek olursa, câhiliyye ölümü ile ölmüş olur." [591]
Burada söz konusu "bir karıştık ayrılma" ile devlet başkanına karşı gelip onunla silahlı çarpışmaya girişmek kast edilmektedir. Böyle bir tutum ise bey'atın gereklerini yerine getirmemek demektir. [592] Hadiste dikkati çeken bir konu da:
Kişinin kendisinin hoş göremeyeceği bir duruma karşı, sabırlı olmasının tavsiye edilmesidir. Burada kişinin şahsî görüşünden hareket ederek, devlet başkanına karşı herhangi bir eyleme girişemeyeceği gerçeği açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü ölçü, kişisel görüşler değil, İslâm'ın hükümleridir.
Zâlim yöneticilere karşı silahlı mücadelenin gereğini savunanlar, Kur'ân ve Sünnetteki mârufu emr, münkeri nehy ile ilgili genel hükümlere dayanmaktadırlar. Ancak bu görüşü benimsemeyenler, silahlı mücadele durumunun bu genel hükümlerden daha ayrı bir özelliğe sahip olduğunu belirterek, kabul etmemişlerdir. [593]
Devlet başkanı ile silâhlı mücadeleye girişmenin, mârufu emr etmek, münkeri yasaklamak ilkesinden daha özel bir durum olduğu bir gerçektir. O halde bu özel durumlarla ilgili nasslara başvurmak yerinde olur:
Gelecekte ortaya çıkacak zâlim yöneticilerden söz eden Hz. Peygamber (s)'e ashâb:
"Ya Rasulullah, bu durumda onlarla çarpışmayalım mı?" diye sorarlar. Hz. Peygamber:
"Onlar size namaz kıldırmaya devam ettikçe, hayır!" diye cevaplandırır. [594]
Buna göre namaz kıldıran yöneticilere karşı zulümleri dolayısıyla silahlı mücadeleye girişilemez. Ancak namaz kılmayacak ve kıldırmayacak olurlarsa onlarla mücadale etmek caiz olur. [595]
Buhârî ve Müslim'in birlikte rivayet ettikleri bir hadiste ise; devlet başkanının açıkça küfre sapması halinde silahlı mücadele yapılabileceği ifade edilmiştir. [596] Açıkça küfre sapmak ise, te'vili mümkün olmayacak bir şekilde Kur'ân ayetlerine veya açık bir hükme ters düşmek ile mümkün olabilir. [597]
O halde namaz kılmaya ve kıldırmaya devam eden ve açıkça küfre sapmayan, İslâm Devleti başkanına karşı silahlı mücadeleye girişilmemelidir. Böyle bir kimse zulmü ve haksız uygulamalarıyla azledilmeyi hak etse bile, ona karşı silâhlı mücadele yapılamaz. Bu konu ile ilgili hadislerden anlaşılan budur.
İslâm'dan, haktan sapan bir yöneticinin akıbetini Hz. Ömer (r), bir hutbesinde "ölüm" olarak göstermişti. Hazır bulunanlardan Hz. Talha (r) şöyle sorar:
"Sapacak olsa müminler onu azleder diye söyleseydin ya!" Hz. Ömer (r):
"Hayır" der, "ölüm cezası ondan sonra gelecekler için daha ibret vericidir." [598] Hz. Ömer (r)in bu özel durumla ilgili olarak görüşünde herhangi bir hadise dayanıp dayanmadığını bilmiyoruz. Ancak küfr edip dinden çıkanın (mürted) cezasının ölüm olduğu İslâm hukukunun bilinen bir hükmüdür. Yani Hz. Ömer bu özel durumla ilgili görüşünde herhangi bir hadîse dayanmasa bile, mürtedlerle ilgili hükmün onun görüşünü desteklediğini görmekteyiz.
İleri gelen bazı İslâm hukukçularının bu konudaki tutumlarının ne olduğu sorusu üzerinde de kısaca durmak isteriz:
İ. Mâlik; zâlim hükümdara karşı ayaklanmanın doğru olmadığını kabul etmekle birlikte, onu değiştirmek için çalışmanın gerektiğini belirtir. [599] Ayrıca Muhammed en-Nefsuz-Zekiyye'nin ayaklanmasının meşruluğuna fetva vermiştir. Çünkü o, Mansûr'a yapılan bey'atın, zorlama ile olduğunu tesbit etmiştir. İ. Ebû Hanîfe de en-Nefsü'z-Zekiyye'nin kardeşi İbrahim'e yardım edilmesi gerektiğini söylüyordu. Hatta Mansûr'un bazı komutanlarını en-Nefsü'z-Zekiyye ile savaşmaktan alıkoymaya çalışıyordu. [600]
İ. Ahmed b. Hanbel ise; zalim bir hükümdara karşı ayaklanılmasını bile istemiyordu. Çünkü o, toplumun dirlik ve düzeninin bozulmamasma ve toplum içerisinde fitnenin başgöstermemesine özellikle önem veriyordu. [601]
İ. Ebû Hanîfe'ye gelince; Zeyd b. Ali Zeyn el-Âbidin'in, Kûfe'de Hişâm b. Abdilmelik'e karşı mücadeleye başladığı zaman O, şu sözleri söylemişti:
"Zeyd'in bu çıkışı, Rasulullah'ın Bedir günündeki çıkışma benziyor." Ona göre hakiki İmâm, Zeyd idi ve bu nedenle ona onbin dirhem yardımda bile bulunmuştu. [602]
Dikkat edilirse verdiğimiz örneklerde, haksızca ve zorla ele geçirilmiş bir makamı işgal edenlere karşı takınalacak tavırlar aydınlatılmaktadır. Bu gibi kimselere karşı girişilen hareketler, İ. Mâlik ve İ. Ebû Hanîfe tarafından destek görmüştür. Haliyle küfre düşen yöneticilere gerektiğinde silahlı mücadelenin yapılmasını öncelikle kabul etmiş oluyorlar. İ. Ahmed b. Hanbel ile İ. Şâfîî için de aynı kanaatlara sahip olduklarını söylemek mümkündür. Çünkü onların bağlı oldukları, sahîh hadisten başkası değildir...
Konuyu enine boyuna inceleyen İslâm ilim tarihinin ender simalarından biri olan İbn Hazm, şunları söylemektedir:
"Sünnet Ehli'nde bir çok kesim, bütün Mutezile, bütün Haricilerle Zeydîler-münkerin başka bir yolla önlenmesine imkân bulunmadığı taktirde-marufun emr edilmesi ve münkerin önünün alınması için kılıç çekmenin farz olduğu görüşündedirler. Onlar şöyle der:
Eğer hak ehli, bir araya toplanmış, bir grup teşkil etmişler ve üstün geleceklerinden ümirvar iseler, bu uğurda kılıç çekmek onlara farzdır. Azlıkları ve zayıflıklarından dolayı zaferden yana ümitleri yoksa, münkeri elleriyle değiştirmeye kalkışmayabilirler." Paha sonra İbn Hazm, Hz. Ali (r) den başlayarak Ebû Hanîfe'ye kadar bu görüşü paylaşanların isimlerini sıralar ve şu sözlerle açıklamalarını bağlar:
"Bütün bu zikrettiğimiz kişiler, ya bu kanaati sözlü fetvalarıyla ya da bizzat münker gördükleri şeylere karşı kılıçlarını çekmek suretiyle karşı çıkarak bu tavırlarını ortaya koymuşlardır." [603]
Daha sonra İbn Hazm, Rasulullah (s)'ın yöneticilerin olumsuz bir takım uygulamalarına karşı sabretmeyi emreden hadislerini ele alır ve bu konuda şu açıklamayı yapar:
"Rasulullah (s)ın, kişinin malının alınıp sırtının kırbaçlanmasına rağmen sabretmeyi emreden hadislerine gelince; şüphesiz böyle bir durumda sabır, imamın bu işleri haklı olarak yapması hallerinde sözkonusu olur ve ancak bu gibi hallerde sabretmek emredilmiştir. Böyle bir durumda sabrın üzerimizde farz olduğunda hiçbir şüphe yoktur. İsterse kişinin boynu vurulsun (hak ile olduğuna göre yine sabretmek kaçınılmazdır.) Kişi böyle bir uygulamanın kendisine yapılmasını kabul etmeyecek olursa fâsık olur, Allah'a karşı asi olur. Yöneticinin böyle bir emri bâtıl, hak olmayan bir yolla emretmiş olması haline gelince, Allah Rasulünün böyle bir duruma karşı sabretmeyi emretmiş olmasını kabul etmekten Allah'a sığınırız. Bunun delili ise, yüce Allah'ın "İyilik ve takva üzere yardımlasın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmaymız" [604] buyruğudur. Allah Rasulü'nün buyruklarının yüce Rabbimiz'in buyruklarına aykırı düşmeyeceği ise, bildiğimiz apaçık gerçeklerdendir." [605] Bundan sonra da İbn Hazm, mârufu emr etmek ve münkerden alıkoymakla ilgili âyet ve hadisleri sıralar ve bu kanaatini bu nassların desteklediğini belirtir.
Büyük tefsir âlimi İ. Kurtubî de, huruca kalkışan kimselerin yanında yer almaya karar verecek müminleri uyarmak sadedinde şunları söyler:
"Adaleti ile tanınmış bir yöneticiye bir kimse karşı çıkacak olursa, ümmetin o kimseye karşı cihâd etmesi gerekir. Şayet yönetici fâsık, ayaklanan kimse ise âdil olduğunu gösteriyorsa, onun bu adalet izhârında samimi olup olmadığı açıkça anlaşılmadıkça, ya da birincisinin azledilmesi üzerinde büyük çoğunluk ittifak etmedikçe, ümmetin onun yardımına koşması gerekmez. Çünkü böyle bir işe kalkışan herkes, kendisinin salih bir kimse olduğu izlenimini uyandırmaya çalışır. Başa geçip iktidarı eline alarak yerini sağlamlaştırınca da eski alışkanlıklarına döner ve uyandırdığı izlenimin aksini ortaya koyar." [606]
VI. Hükümete İsyan
İtaat, devet başkanına yapılan bey'atın gereğidir. Bunun sınırlarını ise İslâm çizer. İslâm'a aykırı hiçbir hususta, yönetciler, yönetilenlerin itaat etmelerini isteyemezler.
Gereğinde devlet başkanı ve hükümeti, hukukî yollardan düşürülebilirler. Hatta silahlı hareket bile yukarıda belirtilen sınırlar içerisinde söz konusu olabilir. Ancak haklı herhangi bir sebebe dayanmaksızın, meşru bir hükümete karşı çıkılamaz.
Hz. Peygamber (s):
"Bize karşı silah çeken bizden değildir." buyurmuştur.[607]
Diğer hadislerde ise, haksız, hiçbir sebebe dayanmaksızın, yalnızca bölücülük yapmak gayesiyle meşru bir devlet başkanına karşı silâhlı bir harekete girişen kimselerin, kim olduklarına bakılmaksızın öldürülmleri emr edilmiştir. [608]
Böyle bir harekete girişenlerin çok olmaları halinde, onlara "Allah'ın emrine dönene kadar" [609] savaşmak gerekir. [610] Bu tür isyancılara verilecek cezanın, yukarıda meallerine işaret edilen hadîslere dayanılarak "ölüm" olacağı üzerinde durulmuş ve bunun bir "tâzir" olacağı belirtilmişti. [611]
İtaat, müslüman devletin teb'asının aslî görevleri arasındadır. Hiçbir kimsenin, İslâm'ın benimsediği bir yolla başa geçmiş yöneticilere karşı gelmeye hakkı yoktur. İslâm'ın bu konudaki tutumu, gerçekten de toplumun dirlik ve düzenini en mükemmel şekilde sağlayacak güçtedir.
VII. Hükümetin Görevleri
İslâm Devletinde Hükümetin ve Şûra Meclisinin-sınırlı bir anlam dışında-kanun yapma ya da teklif etme yetkisi yoktur. Hükümetin asıl görevi:
İslâm hükümlerini uygulamak, İslâm toplumunun İslâmî bir yaşayışa intibakını kolaylaştırmak, bireyleri İslâm'ın belirlemiş olduğu İslâmî hedeflere yöneltmek olarak özetlenebilir.
Bununla birlikte, Kur'ân-ı Kerîm'de hükümetin görevlerinin neler olduğuna işaret eden bazı âyetlerin tesbiti mümkündür. Bunlardan bir kaçını vermeye çalışalım:
"Onlar (öyle müminlerdir ki) eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verecek olursak dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emr ederler, kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar." [612]
"Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, (özellikle) akrabaya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emr eder. Taşkın kötülüklerden (fahşâ-günahlardan), münkerden (sağduyunun ve Şeriatın çirkin gördüğü şeylerden) ve zulüm ve azgınlıktan (=bağy) nehy eder. Size öğüt verir ki, iyice anlayıp tutasmız." [613]
"... Ve insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde Kitabı ve Mîzânı (ölçüyü, teraziyi, yani adaleti) indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik." [614]
Hükümetin görevleri ile ilgili olarak sunduğumuz âyet meallerinde, üzerinde durulan hususları maddeler halinde sıralamaya çalışırsak:
- İslâmî ibâdetlerin yerine getirilebilmesi için gereken her türlü imkânı ortaya koymak.[615]
- İyiliği emr etmek ve kötülükten sakındırmak[616].
Bu, İslâm'ın bütünüyle hükümet ve devlet organları tarafından uygulanmasını gerçekleştirmek ile eş anlamlıdır.
- İslâm Devletinin sınırları içerisinde mutlak anlamda adaleti gerçekleştirmeye çalışmak ve zulme hiçbir şekilde hayat hakkı tanımamak[617].
- Adaletin ve zulmün ölçüsü, Allah'ın indirmiş olduğu hükümlerdir[618].
- İslâm toplumunda iktisadî refahı toplumun bütün kesimleri arasında yaymak[619]
- Bunları sağlamak için gerektiğinde siyasî otoriteyi kullanmak[620]
İslâmî bir hükümetin bunları gerçekleştirme yükümlülüğü yanında, yetişen nesilleri tam anlamıyla İslâmî bir eğitimden geçirmek görevi de vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de ilmin üstünlüğünü ve gereğini bildiren âyetlerin yanında, Hz. Peygamber (s) de ilim tahsilinin erkek, kadın her müslüman için farz olduğunu bildirmiştir. [621] Hükümet, İslâmî mükellefiyetlerin kolaylıkla yerine getirilmesi için gerekli imkânları sağlamakla yükümlü olduğu gibi, aynı şekilde İslâmî bir eğitimi mümkün olan en geniş alanlara kadar taşımak da başlıca görevleri arasındadır.
Devlet memurlarının, görevlerini rahat ve huzur içerisinde kolaylıkla yerine getirebilmeleri için onlara gerekli maddî imkânları sağlamak da hükümetin görevleri arasındadır. [622]
İşsizlik problemine çözüm aramak, işsizlere iş bulmak da hükümetin politikasında göz önünde bulundurulması gereken bir durumdur. [623]
Özetleyecek olursak; İslâmî hükümet İslâm'ın istemiş olduğu "en hayırlı ümmet" hedefini gerçekleştirmek, bunun varlığını korumak ve onu her bakımdan her geçen gün daha ileriye götürmekle yükümlüdür. Onun bu görevinde ihmalkârlık göstermesi, İslâm'a ve müslümanlara karşı işlenebilecek suçların en büyüklerindendir.
VIII. İslami Hükümetin Özellikleri
İslâm Devletinin yürütme organının adı olan hükümet, her şeyden önce, İlâhî hâkimiyete kesinlikle boyun eğmiş bir toplumun yöneticisidir. Bu nedenle İslâm Devletinin yürütme organı, yeryüzünün halîfesi durumunda olan tüm müminlerin temsilcisidir. Yani, müslümanlar neye bağlanmak ve hangi esaslara göre hareket etmek zorunda ise; hükümet de aynı şeylere bağlanmak ve o esaslar ışığında hareket etmek zorundadır.
İslâmî hükümetin ana gayesi, Allah'ın hâkimiyetini yeryüzünde tam anlamıyla kurmak ve bunun devamını sağlamaktır. Bu nedenle bu hükümet, bu esaslara bağlı olan kişiler arasından-belirli ölçülere göre-ortaya çıkar.
Hükümeti kurmak, işbaşına getirmek, yahutta görevden uzaklaştırmak-ilgili yerlerde açıklanmaya çalışıldığı şekilde-müslüman halkın yetkileri arasındadır. Bu yetkiler, herhangi bir şekilde kısıtlanamaz. Böyle bir kısıtlama girişimi her şeyden önce, İslâm'ın yöetim ile ilgili öğretilen ile çelişir.
İslâmî niteliklere sahip bir hükümetin devamlı surette varlığı, imanın, bağlılarına yüklediği bir görevdir. Yani, tüm müslümanların kendilerini İslâmî esaslara uygun bir şekilde yönetecek kimseleri belirlemeleri onlar için kaçınılmaz bir görevdir. Müminler, "kendilerinden" olan kimseler tarafından yönetilmeyip, İslâm-dışı hâkimiyetlerin yönetimi altında kalmaya devam edecek olurlarsa, inançlarından ve bunun gereği olan yaşam biçimlerinden pek çok şeylerini feda etme zorunda kalacaklarını iyice bilmelidirler.
İslâm'ın temel prensiplerine inanmayanlar da, belirlenen ölçüleri aşmamak şartıyla İslâm ülkesinde kalıp, hayatlarını sürdürebilir ve inançlarının gereklerini yerine getirebilirler.
İslâm yönetiminde söz sahibi olabilmek için, belirli bir soydan olma gereği duyulmadığı gibi, böyle bir yönetimin belli bir yerin dışında gerçekleştirilemeyeceği tezi de mutlak olarak yanlıştır. Diğer bir deyimle; böyle bir yönetimde söz sahibi olmak veya bu yönetimi gerçekleştirmek için, İslâmî prensiplere bağlı olmak ve bunları gaye edinmek yeterlidir.
İslâm hükümeti, belli bir grubun yönetimi olmadığı gibi, nefsî arzuların yerine getirilmesi için bir araç da değildir. İslâmî hükümetin elemanlarına, İslâm'ın yüksek ahlâkî değerleri hâkimdir. Onlar bu değerlere bağlı olmak zorundadırlar. Belirli bir kesimi-kim olursa olsun-korumak düşüncesi yöneticilerde kesinlikle yer edemez. Onlara göre:
"Kuvvetli haksız olduğu sürece, hak ondan alınıp sahibine verilinceye kadar zayıftır ve zayıf da haklı olduğu sürece, hakkı verilinceye kadar kuvvetlidir."
İslâm Devletinin yöneticileri, işgal edecekleri makama mutlaka ehil olacaklardır. Çünkü İslâm'da her görev bir emânettir. Ve bu emânetlerin gerçek sahiplerine verilmesi zorunludur.
İçte ve dışta barış ve huzuru gerçekleştirmek, sosyal adaleti kurmak, kötülükleri ortadan kaldırmak ve bütünüyle İslâm hükümlerinin uygulanmasını sağlamak, İslâmî bir hükümetin ana gayeleri arasında yer alır.
Hiç kimse hayatını sürdürebilmek için zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkânlardan yoksun bırakılmamaldır. Hükümet üyeleri ne kendilerine, ne de başkalarına ayrıcalıklar sağlamak için çalışamaz, bu maksatla görevlerini kullanamazlar.
Hükümet üyeleri ile teba arasında tam bir uzlaşma bulunmalıdır. Anlaşmazlıklar ne olursa olsun, mutlaka Kur'ân ve Sünnetin ışığında çözüme bağlanmalıdır, Tebanın temel hak ve hürriyetleri titizlikle korunmalı, kişiliklerinin tam anlamıyla gelişebilmesi için fertlere gereken imkânları hükümet hazırlamalıdır.
İslâmî düzenin bütün özellikleri ile yaşanması için, yöneticilerle teb'a mutlaka işbirliği halinde olmalı; en ufak bir sapmaya bile hiçbir şekilde imkân ve fırsat tanınmamalıdır. İslâm düzeninin sürekliliği ancak bu şekilde sağlanabilir.
5. İSLAM DEVLETİNDE TEBANIN HAKLARI
İnsan hayatı, belli bir gaye erafında dönüp dolaşır. İslâm'ın insan için belirlemiş olduğu gaye de; bütün genişliğiyle "ibâdet" kelimesiyle ifa delen dirilebilir. İnsanın böyle bir gayeye uygun davranabilmesi ve ibâdet görevinin altından kalkabilmesi için, bir takım imkânlara sahip olması veya bu imkânlara sahip olduğunun kabul edilmesi gerekir. Yani, herşeyden önce o, insan olduğu ve sorumluluk altında bulunduğu için, bir takım haklara sahip kabul edilmelidir. Onun sürekli olarak imtihan edilmesi için gereken ortam ve imkânların tümünü, insanın "hakları" olarak yorumlayabiliriz. O, bu haklardan yoksun bırakılacak olursa, kulluk görevini yerine getirip getiremediği tam manasıyla ortaya çıkmayacaktır, böylelikle "imtihan" edilemeyecektir.
Tarih boyunca filozoflar, siyasiler ve hukukçular da, insanın bu yönü üzerinde durmuşlar, fikirlerini açıklamışlardır. İslâm dünyasında bu hususlar, çeşitli bakımlardan ele alınmış ve bunlar üzerinde durulmuştur. Bu hususlar günümüz deyimiyle:
"İnsan hak ve hürriyetleri" diye adlandırılmamış olsa bile, çeşitli bakımlardan ele alınmışır. Fakat bunlar doğrudan değil de, dolaylı olarak işlenmiştir. Bu açıdan, çeşitli kaynakların taranması başlı başına bir araştırma konusu olabilir. Biz, burada bu konu üzerinde dururken, bu konuda klâsik İslâm yazarlarının yazdıkları üzerinde duramayacak ve bunları bir değerlendirmeye tabi tutamayacağız. Çünkü bu, az önce de söylediğimiz gibi, başlı başına bir araştırma konusudur. Bu nedenle "İslâm Devletinde Teb'anın Hakları" üzerinde dururken, genellikle konu ile ilgili gördüğümüz âyet ve hadisleri ele alacağız ve bunlara eğilmeye çalışacağız. Bunlar üzerinde dururken, İslâm dininin ondört asır öncesinden bile insanlığı hangi düzeye çıkartmak istediği hakkında da az çok bir fikir sahibi olacağız.
Biraz konu dışında görülebilirse de bilinen bir gerçeği tekrarlayalım; Pek çok kişi insan hak ve hürriyetlerinin, Fransız ihtilâlinden sonra inkişaf etmeye başladığını kesinlikle kabul eder. Batının herşeyine şartlanmış kimselerde bu tür düşünceleri yakalamak mümkündür.
Şunu söyleyelim; Batı düşüncesi için böyle bir kanaat doğru kabul edilebilirse de, İslâm için bu kesinlikle doğru değildir. Çünkü İslâm, doğuşu ile birlikte insanın insan olduğu için sahip bulunduğu hakları çok açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Veda Haccı sırasında insanlara, atalarının bir olduğunu hatırlatan ve bu nedenle Arab'ın, Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab olana takvanın dışında-hiçbir üstünlüğünün bulunmadığını söyleyen, İslâm'ın yüce Peygamberi, müslümanların eşsiz önderi, Hz. Muhammed (s)dir. Mısır valisi Amr b. el-As (r)a;
"Analarının hür olarak doğurduğu kimseleri, ne zamandan beri köleleştirmeye başladınız?" diye çıkışan Hz. Ömer (r)dir. Haksız öldürme suçunu, ölüm ile cezalandıran tek hukuk düzeni İslâm'dadır. Bununla insanların hayatına gösterilen saygı ve değerin ne olduğu açıkça vurgulanmıyor mu? Bütün insanların yaşama haklarına eşit bir şekilde sahib bulundukları anlatılmıyormu?... Bunları ve ilgili diğer hususları biraz sonra aşağıda teker teker ele alacağız. Bunlar bize İslâm'ın nasıl bir toplum düzeni öngörmüş olduğu konusunu biraz daha açıklayacaktır. Çalışmamızın şimdiye kadar az-çok karanlık kalabilmiş taraflarını aydınlığa kavuşturacaktır. Daha önce çeşitli nedenlerle üzerinde durduğumuz ve burada da ele alınabilecek konuları tekrar ele almaktan mümkün olduğu kadar kaçınacağız. Bunları okuyucunun kendisine bırakacağız. Örneğin bu bölümde "Seçme ve Seçilme Hakkı" üzerinde durmayacağız. Çünkü bunu, başka bir ad altında olsa bile daha önce etraflıca ele almış bulunuyoruz. Bu nedenle burada "Teb'anın Hakları" üzerinde dururken, daha önce değinmemiş olduğumuz hususları ele alacağız.
Hiçbir hak ve imkânın sınırsız olamayacağını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Bütün hak ve imkânlar, İslâm esaslarının korunması, bu esasların herhangi bir şekilde ihlâl edilmemesi, İslâm'î toplum düzeninin temellerinin sarsılmaması ve insanın kendi dışında kalanların haklarını olumsuz yönde etkilememesi ile sınırlıdır. Bu hakların başlama ve bitim noktaları. Kur'ân ve Sünnetin bu konudaki hükümlerinden hareket edilerek, yetkili kurumlarca çıkartılacak kanunlarla açıkça belirtilmelidir.
Aşağıda genel olarak sıralamaya çalışacağımız ve üzerinde özlü bir şekilde duracağımız "hak ve imkânlar" demeti üzerinde-anlaşılacağı gibi-Kur'ân ve Sünnette önemle durulmuştur. Aynı önemle bunlar üzerinde durmak ve bunları sınırları içerisinde tutmak ve korumak, İslâm Devleti yöneticilerinin başta gelen görevleri arasındadır.
Burada konu üzerinde dururken, fertlerin sahip oldukları hakları, çeşitli gruplar altında toplayarak sıralamaya gerek görmedik. Bunların her birisinin özünü gözönünde bulundurduk ve böylece sıralamaya çalıştık.
Şimdi, Kur'ân ve Sünnetin ışığında, İslâm Devletinde varlıklarından söz edilebilecek "Ferdi Haklar"ın en önemlileri üzerinde duralım:
1. Yaşama Hakkı
İslâm dininin ana gayelerinden biri de:
İnsan hayatını koruma altına almak ve bunu gerçekleştirmektir. İmtihan, insan hayatı sürdükçe söz konusudur.
Kur'ân, insan hayatına verilebilecek değer ve önemin en fazlasını verir. Bir canı haksız yere öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir, Bir insanı ölümden kurtaranın davranışı da, bütün insanları ölümden kurtarmış gibi değerlendirilir. [624]
İslâm açısından, hiç kimsenin bir başka kimsenin hayatına son vermeye hakkı yoktur.
"Allah, kimsenin haksızca öldürülmemesini emr eder." [625]
Başkasını haklı bir neden olmaksızın öldürenin bu davranışının cezası ölümdür. [626]
Kimsenin kendi canına bile kıymaya hakkı yoktur. Çünkü insanların sahip oldukları hakların sınırını belirleyen Allah'tır. Onları sınırlandırmak veya ortadan kaldırmak Allah'ın emirlerinin dışında olamaz. Kaldı ki bu konuda açık ve kesin hükümler de mevcuttur. Hz. Peygamber (s); kendisini her hangi bir şekilde öldürüp intihar edenin Cehennem'de de kendi kendisine aynı işlemi uygulayarak azâplandırılacağını [627] ve böyle bir kişinin Cennet kokusunu alamayacağını bildirmiştir. [628]
Demek ki yaşama hakkı, her insanın en tabii bir hakkıdır ve meşru herhangi bir neden olmaksızın bu hak ortadan kaldırılamaz, sınırları daraltılamaz. Yaşama hakkının sınırları Hz. Pegyamber (s) tarafından şu şekilde belirlenmiştir:
- Müslüman olduktan sonra küfretmek (irtidât)
- Evlilikten sonra zina etmek
- Haksız olarak başkasını öldürmek[629]
Kanun koyucu tarafından çizilmiş bu sınırların dışında, herhangi bir sınır koyup yaşama hakkının çerçevesi daraltılamaz. Özellikle:
Başkasını haksız olarak öldürmenin cezası olan "ölüm" cezasının konulmuş olmasının en önemli hikmeti, insanın hayat hakkının garanti altına alınmak istenmiş olmasıdır. Bu gerçek, İslâm'ın hayat hakkına vermiş olduğu önemin sonucundan başka bir şey değildir.
2. İnanç ve İbâdet Serbestliği
Allah katında ancak İslâm dininin geçerli olduğunu bildiren Kur'ân-ı Kerîm, inanç konusunda insanlara herhangi bir baskı yapılmaması hususunda açık hükümler içermektedir.
Dinî inançlar arasında tercihte bulunma konusunda hiçbir kimseye herhangi bir şekilde zorlama yapılamaz. Çünkü doğru ile eğri, hak ile bâtıl açık bir şekilde ortaya konmuştur. [630] Hz. Peygamber (s) bile insanlar için bir hatırlatıcıdır. Herhangi bir şekilde İslâm'a girmeleri için insanları zorlama imkânına sahip değildir. Daha doğru bir ifade ile O, İslâm'a girmeleri için insanları zorlamakla mükellef değildi. [631] Kur'ân'da inanç serbestliğini tanıyan ifadelerin bir kısmı, İslâm davetinin başladığı ilk yıllarda nazil olmuştur.
"Sizin dininiz sizin olsun, benim dinim de benim olsun" [632] mealindeki âyet, bunlardan yalnızca bir tanesidir. [633]
Kur'ân-ı Kerîm'de, gayri müslimlere inanç serbestisi tanıyan ifadeleri belirlemek de oldukça kolaydır:
"Allah'tan başka bir takım kimselerin (inançlarına) söğmemek",[634]
Kur'ân'ın müslümanlara verdiği emirler arasındadır.
"Kendilerine (daha önce) kitap verilmiş olanlarla ancak en güzel şekilde tartışılması" [635] emri, yine Kur'ân'ın müslümanlara konu ile ilgili olan irş âdlarındandır.
Demek ki; İslâm Devletinin sınırları içerisinde yaşayan gayr-i müslimler de inanç ve ibâdet hürriyetinden en geniş anlamıyla faydalanma hakkına sahiptirler. Hz. Peygamber (s) bu konuyu çok özlü bir şekilde şu sözlerle ifade etmektedir:
"Lehimize olan şeyler onların da lehinedir, aleyhimize olanlar onların da aleyhinedir." [636]
Hz. Peygamber (s)in Necrânlılarla (ki hristiyan idiler) yaptığı anlaşmada şu ifadeler yer almaktadır:
"... Onlar bu şartlara uydukça, onların hiç bir kilisesi yıkılmayacak, hiçbir din adamları yerinden çıkartılmayacak ve hiçbir kimse dininden dönmek için zorlanmayacaktır." [637]
Zımmîlerin söz konusu bu inanç ve ibâdet hürriyetleri herhangi bir şekilde İslâm dinine saygısızlıkta bulunmamaları şartı ile sınırlıdır.
Hz. Ebû Bekir (r), kendisine küfreden bir zimminin öldürülmek istenmesine müsaade etmez ve bunun ancak Hz. Peygamber için söz konusu olabileceğini söyler. [638] Yine Hz. Peygamber (s), kendisine küfr edenlerin kanının heder olduğunu bildirmiştir. [639]
Zimmî'nin Hz. Peygamber (s)e küfretmesi nedeniyle öldürülmesi konusunda fakîhler arasındaki görüş ayrılıkları ayrı bir konudur ve burada bizim bu görüş ayrılıkları üzerinde durmamız gerekmemektedir. Ancak zımmîlerin inanç ve ibâdet hürriyetlerinin sınırı ile ilgili olarak şunları kaydedelim:
Zımmîler, kendileriyle yapılmış antlaşma şartlarının dışına çıkmamak, dinlerinde de suç kabul edilmiş olan hususlarda belirli cezaların kendilerine uygulanmasını kabul etmek ve İslâm dinine de gereken saygıyı göstermekle yükümlü oldukları gibi; İslâm'ın ve müslümanların aleyhine herhangi bir faaliyete de girişemez, İslâm toplumunun bütünlüğünü zedeleyemezler.
Müslüman bir kimsenin dininden dönmesi sonucu öldürülmesinin inanç hürriyeti ile bağdaşmayan taraflarının bulunduğu elbetteki söylenemez. Çünkü müslüman olan kişi bir takım yükümlülükler altına girmiş olur. O, dininden çıkmakla bu yükümlülükleri küçümsemiş, İslâm dini ve toplumu için de tehlikeli bir hale gelmiş olur. Bu nedenle de cezalandırılması gerekir. Kaldı ki tevbe etme ve bunun sonucunda cezadan kurtulma imkânı da vardır.
İslâm'ın tanımış olduğu inanç ve ibâdet hürriyeti, diğer haklar gibi en mâkul ve olumlu sınırlar içerisinde yorumlanmış ve korunmuştur.
3. Evlenme Hakkı
Toplumun ahenk içerisinde varlığını sürdürebilmesi, sağlam bir aile yapısına ulaşması ile mümkün olabilir. İslâm, pek çok hak yanında insana yuva kurma hakkını da vermiştir.
Kur'ân ve Sünnette aile kurmayı teşvik eden pek çok hüküm tesbit etmek oldukça kolaydır. Bunun yanında eşlerin karşılıklı yükümlülükleri, sorumlulukları ve diğer durumları ele alınır.
Bütün bunlardan, İslâm'ın fertler için evlenmeyi tabiî bir hak olarak gördüğü sonucuna ulaşıyoruz. Tebasının bu hakkını devlet, mevcut bütün imkânlarıyla korumak yükümlülüğünde olduğu gibi, bu hakkın kullanılmasını kolaylaştırıcı tedbirler almak da yükümlülükleri arasında düşünülmelidir.
Konu ile ilgili söylenenleri teker teker âyet ve hadîslerle belgelemeye-burada-gerek görmüyoruz. Çünkü, bu hak ile ilgili hükümler oldukça çoktur ve bunların önemli bir kısmı da okuyucu tarafından bilinmektedir.
4. Fikri Açığa Vurma
En geniş şekliyle ve en mâkul ölçüler içerisinde kişinin fikirlerini açıklama imkân ve hakkı, İslâm'ın üzerinde özenle durduğu bir konudur. İslâm mezhebleri tarihine baktığımızda bu imkânın kapsamı hakkında fikir yürütmek için somut örnekler görebiliriz. Belirli bir mezhebin sahibi olan bir kimse:
"Kendi mezhebini hak, fakat hatâ ihtimalini taşıdığını kabul ettiği gibi, kendi mezhebi dışında kalan mezheblerin de doğru olabileceğini" açıkça söyleyebiliyordu. Burada karşıdaki şahsiyetin fikrine saygı gösterildiğinin ve bunun İslâm'ın özünden kaynaklandığının açık örneği ile karşı karşıyayız.
Bilindiği gibi mezheblerin ayırıcı özellikleri-Kur'ân ve Sünnete ters düşmeyen-ictihâd farklılıklarıdır. İctihâd ise bizzat Hz. Peygamber (s) tarafından teşvik görmüş bir müessesedir. Hz. Peygamber (s):
"İctihâd edip isabet edenin iki, etmeyenin ise bir ecir alacağını" [640] açıkça ifade etmiştir.
Fikri açığa vurma imkânının İslâm toplumu açısından çok büyük önem taşıyan diğer bir görünümü:
"Marufu emr, münkerden nehy'dir. Allah Teâlâ bu ümmetin-gereken şartları kendisinde bulunduran-her ferdinin, gereğinde iyilikle emr etmesini kötülükten sakındırmasını emr buyurmuştur:
"Sizden iyiliğe çağıran, mârufu emr, münkerden nehy eden bir topluluk bulunsun." [641]
İyiliği emr, kötülükten nehy, bu ümmetin en belirgin özelliğidir:
"Siz, insanların yararına çıkrhlmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emr eder, kötülüklerden sakındırırsınız. Çünkü Allah'a îmân ediyorsunuz." [642]
Allah Teâlâ, zulmün karşısında sessiz kalmayı ve gereken tepkiyi göstermemeyi yasaklıyor,
"Allah, çirkin sözün açıkça söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar başka." [643]
Ashab-ı Kiram, "Nerede olurlarsa olsunlar, kınayanın kınamasından korkmaksızın hakkı söylemek üzere söz vermişlerdir. [644]
Hz. Peygamber (s), "zâlim bir yöneticiye karşı söylenen hak bir sözün, cihâdın en faziletlisi olduğunu" bildirmiştir. [645]
Demek ki fikrini açıklama imkânı her yerde en uygun olan şekliyle hakkı ve doğruyu söylemekten, insanları ona çağırmaktan kaynaklanıyor. Ve böyle bir imkân İslâm toplumunda Kur'ân ve Sünnetin teminatı altındadır.
Daha önce üzerinde durduğumuz Şûra prensibi de, bu imkânın bir görünümü olarak ele alınabilir.
Bununla birlikte, söz konusu bu imkânın bazı sınırlamaları da vardır.
Bunlardan birincisi: "İyi Niyet"tir. Bu hürriyet kullanılırken doğruyu bulmak ve Allah rızâsına ters düşmemek amacı güdülmelidir.
İkincisi: Böbürlenmemek, riyaya düşmemek ve başkalarını küçümsememek gereğidir. Çünkü bütün bunlar İslâm'ın yasakladığı birer ahlâksızlık türüdür.
Üçüncüsü: Her durumda İslâm prensiplerine ve inançlarına aykırı düşmemeye dikkat etmektir, Bu imkânın varlığı nedeniyle bunlara ters düşülemez,
Dördüncüsü ise: İslâm'ın ahlâkî değerlerini göz önünde bulundurmaktır. Şahsiyetlere dokunmamak, çirkin ve kaba laflar kullanmamak gerekir. Çünkü verilmiş bir imkân, zarar ve anarşinin âleti olmaya başladığı anda, durmalıdır. [646]
5. İlmî Serbestlik
İslâmî bir yönetim "kadın-erkek her müslüman üzerine farz olan ilim tahsilini" [647] kolaylaştırmakla yükümlüdür. İnsandaki bilme, öğrenme arzularım hayırlı ve faydalı yönlere kanalize edebilmeli ve insanın ilim öğrenme ihtiyacını tatmin edebilmelidir. İslâm ilme verdiği değeri, onun dışında kalan pek az şeye verir. Çünkü ilim, gerçek kimliği ile kaldığı sürece insanı Allah'a yaklaştırıcıdır.
"Ancak âlimler, gereği gibi Allah'tan korkarlar." [648]
Hz. Peygamber'in kişiliğinde bütün müslümanlara:
"Ey Rabbim, ilmimi artır" [649] duasının yapılması tavsiye edilir. Çünkü "Allah'ın âyetlerine ancak âlim olanlar tam anlamıyla akıl erdirebilirler." [650]
Kur'ân-ı Kerîm, düşünen, akıl, fikir yoranları övdüğü gibi, düşünme ve akıl erdirme ile ilgili olarak sorular da sorar:
"Onlar akıl erdiremiyorlar mı, düşünmüyorlar mı ?.." gibi.
Bedir esirleri belli bir fidye karşılığında salıverilirken, parası olmayan esirlerden her birisinin on müslüman çocuğuna okuma-yazma öğretmekle hürriyetlerine kavuşabilecekleri ilân edilmişti. Bilmiyoruz; acaba İslâm tarihindeki bu eşsiz örneğin bir benzerine başka toplumların tarihinde rastlayabilir miyiz?
Basın ve haber alma hürriyetini de bunun kapsamı içerisinde düşünebiliriz. Her ilim adamı, hür bir ortam içerisinde ilmî çalışmalarını yürütebildiği gibi, bunların sonuçlarını da pekâlâ açıklayıp yayabilir. Bunu kimse engelleyemez. Nitekim onüç asrı aşan İslâm tarihi boyunca bunun aksine bir durumla karşılaşmamaktayız. Gerçeklik ve ahlâkîlik ilkeleri dışına taşmamak şartıyla her türlü araç ile haberleşme, kendisinden vazgeçilmez bir haktır ve ilmî serbestliğin tabii bir gereğidir.
İlmî serbestliğin çeşitli durumlarını uzun uzun ele almak, konumuzun dışında kalıyor. Ancak burada kısaca şunu belirtelim:
Allah'ın müslümanlardan istediği sâlih amellerin yerine getirilebilmesi ilim ile mümkün olabilir. Bu nedenle herkesin durumunun gerekli kıldığı bilgileri elde etmesi, başlıca görevlerindendir. Devletin de bu konuda imkânlarını sonuna kadar seferber etmesi gerekir.
6. Eşitlik
İslâm, insanların biribirlerine karşı üstünlük unsurunu doğuştan beraberlerinde getirdikleri hurafesini kesinlikle kabul etmez. Bütün insanlar Allah'ın yaratığıdır ve herhangi bir üstünlüğe doğuştan kesinlikle sahip olamazlar. Sosyal ve iktisadî hayatın bir gereği olarak, insanlar arasında sosyal mevki ve servet farklılığı kaçınılmazdır. İslâm bu zorunluluğu hayatın gereği olarak yorumlar ve imkânların genişliği, yetkilerin fazlalağı oranında sorumlu olma prensibini getirir. Sosyal ve iktisadî farklılıkların eşitlik prensibini sarsmasına herhangi bir imkân tanınmamıştır. İnsanların Allah katındaki değerleri elbetteki farklıdır ve bu "takvâ" ile ilgilidir.
"Sizin Allah katında en değerli ve en şerefli olanınız, en muttaki olanınızdır." [651]
Demek ki takva bile, toplum hayatında insanlara karşı herhangi bir üstünlük ölçüsü olarak kabul edilemez. Çünkü takvanın yeri kalptir. Kalbin içindeki, gizliliklerini ancak Allah bilebilir. Hz. Peygamber (sav) de zaman zaman bu noktaya dikkatleri çekmiştir.
Burada, hak ve hürriyetler ile olan ilgisi bakımından bu genel ifadelerden sonra Kanun ve Mahkeme önünde eşitlik üzerinde durulacaktır.
Kanun Önünde Eşitlik: İslâm kanunları karşısında herkes eşittir. Allah'ın emirleri yalnız belirli bir kesime, ya da insan grubuna uygulanmak için indirilmiş değildir. Güçlü, zayıf, soylu, zengin, fakir vs. ayırımı hiçbir şekilde söz konusu olamaz, Konumuz ile ilgili olarak, Hz. Peygamber (s) döneminde cereyan etmiş olan şu hadiseye dikkat edelim:
Hz. Âişe (r)den:
Kureyş, hırsızlık yapmış Mahzûmî kadının durumu nedeniyle (had uygulanacak diye) telâşlanmıştı. "Bu konuda Rasulullahla (haddin uygulanmaması için) kim konuşacak?" diye soruşturdular. Başka bir grup:
"Buna Hz. Pegyamber'in çok sevdiği Zeyd (r)in oğlu Üsâme (r)den başkası cesaret edemez" diye cevap verdi. Üsâme (r), Hz. Peygamber (s) ile konuşunca, Rasulullah (s) şöyle buyurdu:
"Allah'ın koymuş olduğu bir had ile ilgili olarak mı iltimasta bulunuyorsun?" Sonra da (minbere) çıkarak (hazır bulunanlara) hitap etti ve (bu arada) şunları da söyledi:
"Sizden öncekiler, şerefli bir kimse hırsızlık yaptığında onu serbest bırakmaları, zayıf bir kimse hırsızlık yaptığında ise, ona haddi uygulamaları dolayısıyla helak olmuşlardır. Allah'a yemin ederim ki, eğer Muhammed (s) in kızı Fâtıma hırsızlık yapmış olsaydı, onun da elini keserdim!" [652]
Diğer taraftan İslâm mahkemesine başvuran gayr-i müslimler veya taraflardan birisinin gayr-i müslim olması halinde bile, aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesi emri Kur'ân-ı Kerîm'in hükümleri arasında açık bir şekilde yer almaktadır. [653]
Demek ki İslâm toplumu içerisinde yaşayan herkes, İlâhî kanunlar önünde eşittir. Bu kanunlar önünde de müslim-gayri müslim ayırımı bile söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir ayırım başta Kur'ânı Kerîm'in özüne ters düşer.
Mahkeme Önünde Eşitlik: İslâm devletinin bütün teb'ası mahkeme önünde eşittirler. Bu eşitliğe her konuda, hatta sanıkların hakim huzurunda oturtulmalarında bile dikkat edilmesi tavsiye edilmiştir. Bu konuda, Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnette adaletle ilgili hükümler arasından şunları hatırlatmakla yetiniyoruz:
"Sizin bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizce davranmaya götürmesin. Adaletli olunuz. (Çünkü) böylesi takvaya daha yakındır." [654]
"Şüphesiz ki Allah, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükm etmenizi emr eder." [655]
Burada "adalet" kavramının özellikle dikkatimizi çekmesi gerekir. Çünkü adalet, taraflar arasındaki eşitliğe her bakımdan riayet etmek demektir.
Hz. Ömer (r), Ebû Mûsâ el-Eş'ârî (r) ye yazdığı bir mektubunda şöyle demişti:
"Toplantılarında ve makamında insanlara eşit muamele et ki, zayıf olan adaletinden ümit kesmesin. Hatırlı olan da kendisi için başkalarına zulm edeceğinden ümitlenmesin!" [656]
İslâm'ın egemen olduğu sınırlar içerisinde bulunan herkes, hem kanun önünde, hem de hâkim huzurunda eşittir ve bu eşitliğin kaynağı aslında insan olarak yaratılmış olmaktır.
7. Şahsî Sorumluluk
Gerek Allah katında, gerekse hukuk nazarında, herkesin kendisi sorumludur, ancak. Hiçbir kimse başka bir kimsenin yerine sorumluluk yüklenemez. Başkasının suçundan da bir başkası sorgulanamaz. Böyle bir sorumluluk şeklini İslâm, çok açık bir şekilde ifade etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de, konu ile ilgili pek çok âyet vardır. Örnek olarak bazılarının meallerini ele alalım:
"... Her nefis kazandı(ğı kötülü)kleri ancak kendi aleyhine olarak kazanır. Ve hiçbir nefis, başka bir kimsenin günâhını yüklenmez." [657]
"Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu kendi yararına bulmuş olur. Kim de sapıklık ederse o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." [658]
Yine aynı şekilde hiç kimse, suçu İslâm hukukunda öngörülen şekliyle sabit olmadıkça, herhangi bir cürümle itham edilemez. Herhangi bir suç, kimin tarafından işlendiği tesbit edilmiş ise, yalnız o kişi sorumluluk altındadır. Kimse kimsenin yerine sorumlu tutulamaz. Ya da suçu sabit bir kimsenin daha kolay yakalanmasını sağlamak amacıyla yakınları tutuklanamaz, ya da onlara işkence veya herhangi bir şekilde baskı yapılamaz:
"Ey îmân edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onu iyice araştırın. (Yoksa) bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz." [659]
"... Bilmediğinin peşine düşme..." [660]
O halde, hukukî bakımdan isbat sayılamayan, basit ihbarlar üzerine ve yalnızca zanlardan hareket edilerek, hiçbir tebâ herhangi bir suçla itham edilemez, şeref ve haysiyetine gölge düşürülemez.
8. Haysiyet ve Şerefin Korunması
Haysiyet, şeref ve üstünlük, Allah Teâlâ'nın insan oğluna verdiği nimet ve sıfatlardandır. [661] Bunların korunmaları gerekir. Ferdin kendisi de toplumda herhangi bir şekilde bunları zedeleme yetkisine sahip değildir,
Kur'ân-ı Kerîm'de insanların gizliliklerinin araştırılması (tecessüs) nehy edilmektedir. [662] Çünkü bu, insanların şeref ve haysiyetlerine karşı işlenebilecek diğer pek çok cürmün başında yer almaktadır. Dolayısıyla kimse kimsenin gizliliklerini araştıramaz. Bu bakımdan, kanunun müsaade etmeyeceği bir şekilde, bir kimsenin evi aranamaz, müsaadesi alınmadan içeriye girilemez. Onu küçük düşürücü davranışlarda bulunulamaz.
Haysiyet, şeref ve üstünlük, bütün insanlara Allah tarafından verilmiş bir sıfat olmakla birlikte, özellikle müminlerin bu niteliklere sahip kılındıklarını görüyoruz:
"Halbuki şeref, kuvvet ve üstünlük, Allah'ındır, Peygamberindir, müminleridir." [663]
Allah'ın genel olarak bütün insanlara, özel olarak da bütün müminlere vermiş olduğu şeref ve haysiyeti herkes korumakla yükümlüdür. Yani, her fert öncelikle kendi değerini kendisi bilecek ve onu koruyacaktır, başkalarının bu yüce değerlerine herhangi bir taarruzda bulunmalarına imkân ve fırsat vermeyecektir. Devlet güçleri de bütün imkânlarıyla tüm teb'asını bu açıdan korumaya çalışacak, haksız hiçbir tecavüze meydan vermeyecektir.
9. Mesken Dokunulmazlığı
Başkaları tarafından görülmesini, bilgi sahibi olunmasını istemediğimiz her şeyin evlerimiz içinde kalmasını arzu ederiz. Oraya bilgimiz veya müsaademiz olmadan kimsenin girmesini hoş karşılayamayız. Kur'ân-ı Ker'im'de, konumuzla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:
"Ey îmân edenler, kendi (ev ve) odalarınızdan başka (evlere ve) odalara sahipleriyle alışkanlık kurmadan (izin istemeden) ve selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha hayırlıdır. Olur ki iyice düşünürsünüz.
"Eğer orada br kimse bulamazsanız size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Şayet size "Geri dönün" denilirse, dönüp gidin. Bu, sizin için daha temiz (bir hareketidir. Allah ne yaparsanız hakkıyla bilendir." [664]
Ebû Ya'lâ el-Ferrâ'nın ünlü el-Ahkâmu's-Sultâniyye adlı eserinde (s. 296) konumuzla ilgili naklettiği şu olay oldukça anlamlıdır:
Hz. Ömer sazlık evlerde ateş yakılmasını yasaklamıştı. Gecenin birinde sokak aralarında dolaşırken böyle bir evde içki içilmekte olduğunu ve ateş yakıldığını farkeder. Yanlarına girip şöyle der:
"Ben sizlere içki içmeyi yasakladığım halde sizler içtiniz, sazlık evlerde ateş yakmayı yasakladım, yaktınız?" Ona şöyle cevap verdiler:
"Ey müminlerin emîri, yüce Allah tecessüste bulunmayı yasakladığı halde sen tecessüs ettin, izinsiz olarak girmeyi yasakladığı halde izin almadan girdin." Bunun üzerine Hz. Ömer, "Sizin bu iki kusurunuza benim de bu iki kusurum karşılık olsun" diyerek onlara ilişmeksizin yanlarından ayrılır.
10. Çalışma Hakkı
İslâm, çalışıp kazanmayı teşvik etmiştir. Hz. Peygamber (s), insanların çalışarak kazanç sahibi olmalarının, dilenmelerinden daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Bazı peygamberlerin kendi el emekleriyle geçindiklerini haber vermiştir. [665]
İslâm'da çalışmak, öncelikle kişinin kendisinin ve yakınlarının geçimini sağlayabilmesi için emredilmiştir. Böylece insan topluma yük olmaktan kurtulur, üretime katılarak topluma faydalı bir kişi haline gelir.
Kur'ân-ı Kerim, hiçbir şey kazanamayacak durumda olanla, çalışması sonucu kendisine güzel bir rızık ihsan edilmiş olanın aynı olamayacağına dikkatlerimizi çekmektedir. Çünkü birincisi başkalarına yük iken, diğeri kazancından Allah yolunda harcamakta ve gereğinde adaletle emr etmekte ve doğru yolda gidebilmektedir. [666] Bu örnekte, insanları çalışıp çabalamaya iten güzel bir teşvik vardır. Kaldı ki başka yerlerde-hem dünyada, hem de ahirette olmak üzere "insan için çalıştığından başka bir şey bulunmadığı" [667] "iyilikten kazanılan şeylerin insanın lehine, kötülükten kazanılan şeylerin de aleyhine olacağı" [668] açıkça ifade edilmiştir.
Daha önce üzerinde durduğumuz devletin çalışmak isteyenlere iş bulma yükümlülüğü de bu hakkın bir sonucudur. [669] Diğer taraftan, âmme görevlerinde çalışanların ticâretten men edilmeleri gerekmektedir. [670] Aksi taktirde kamu aleyhine işler aksar.
Her ferd-haram bir fiil olmadıkça veya buna götürmedikçe-elbetteki istediği işi yapma hakkına sahiptir. Dolayısıyla dilediği zaman işi bırakma hakkına da sahip olmalıdır. Ancak bunun kamu yararına zararlı olmaması gerekmektedir. İslâm hukukçuları bu konuda ihtiyacı olduğu halde, işten çekildikleri taktirde, emir sahiplerinin iş sahiplerine ecr-i misille ödemek şartıyla, iş yüklemesi caizdir" [671]derler. İşçi ile işveren arasında çıkabilecek anlaşmazlıkları en âdil bir şekilde çözüme bağlayacak müesseseler, elbetteki İslâm hükümleriyle hükmeden mahkemeler olacaktır.
İslâm'ın yasaklamış olduğu bir takım yollardan kâr sağlamak, çalışma hakkının sınırları içerisine giremez. Bütün türleriyle kumar ve ona götüren yollar, fuhşu, ahlâksızlığı ve bu gibi yasakların çiğnenmesi sonucunu doğuran bütün kanunsuz işler, İslâm toplumunda hiçbir şekilde hayat hakkına sahip olamazlar. Malların belirli bir zümrenin elinde toplanması sonucunu doğuran faiz ve karaborsa ve bunların kapsamı içerisinde ele alınabilecek bütün faaliyetler, kesinlikle yasaktır. Bu gibi iş ve faaliyetler, çalışma hakkının kapsamı dışındadırlar.
11. Mülkiyet Hakkı
Burada İslâm'ın mülkiyet teorisi üzerinde durma imkânına sahip değiliz. Mülkün mutlak sahibi olan Allah, insanlara yeryüzünün halîfeleri olarak mülk edinme yollarını göstermiş, gönderdiği peygamberler de bu konuda onlara rehberlik etmiş, gereken irşâdları yapmışlardır.
Meşru bir çalışma veya ticaret yoluyla mülk sahibi olmak, insan için son derece tabii bir haktır. Miras, hibe, hediye vs. yollarla elde edilen bütün mülkler muhteremdir. Kişi çalışma hak ve hürriyetine sahip bulunduğu gibi, kazancını çeşitli alanlarda değerlendirmek ve bunun sonucunda mülk sahibi olmak hakkına da sahiptir. İslâm'ın özü, bu sonucu tam anlamıyla onaylamaktadır.
Hırsızlık, gasb, kumar, nüfuzu kötüye kullanma gibi kazanç yolları, haksız kazanç yolları olduğu kadar, mülkiyet hakkını da-olumsuz yönde-dolaylı ya da dolaysız olarak etkilerler. Bunun doğal sonucu da:
"Malların insanlar arasında hak olmayan, bâtıl yollarla yenmesidir" [672] Bundan dolayı bu kazanç yolları yasaklanmıştır.
Diğer taraftan, İslâm hukukundaki "vesayet ve gereğinde hacr altına alma" gibi kurumların mülkü korumaya yönelik olduklarını da, hatırımızda tutmamız gerekmektedir.
Mülk, herşeyden önce Allah'ın kullarına vermiş olduğu bir nimettir. Buna karşılık, bir takım mükellefiyetlerin olması doğaldır. Zekât ve sadaka gibi yükümlülükler, bunların en önemlilerindendir. Gerektiğinde İslâm hukukunda belirtilen ölçüleriyle nafaka da bu tür yükümlülükler arasındadır. Ayrıca kişinin hayır yapma imkânları ve yolları açık tutulmuş, daha doğrusu çok büyük bir teşvik görmüştür. Sadaka, vakıf ve daha pekçok kurum. Bütün bunlar bazan mecburî, bazan da isteğe bağlı olmak üzere mülk nimetine karşı şükrün bir ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadırlar. O halde, İslâm'daki mülkiyet hakkı da-her konuda olduğu gibi-kendine hastır. Başka sistemlerin benzer gibi görünen kurumları ile İslâm arasında bir ilgi aramak boşunadır.
12. Seyahat Hakkı
Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok âyetinde-özellikle geçmiş toplumların akıbetlerini görüp ibret alma noktasına ulaşmamız için-yeryüzünde gezip dolaşmamız teşvik edilmektedir. Bu özü taşıyan âyetlerin sayısı ondan fazladır. [673]
Diğer taraftan bu hak, yalnızca ibret almak için tanınmış bir hak da değildir. Kur'ân-ı Kerîm, kazanç sağlamak, rızık aramak için de yeryüzünde dolaşmamızı teşvik etmektedir:
"O, yeri sizin faydanıza hor (ve müsahhar) kılandır. O halde onun omuzlarında yürüyün, (Allah'ın) rızkından yeyin." [674]
Bu nedenle hiçbir kimse belirli bir yerde kalmaya, ya da belirli bir yere gitmemeye zorlanamaz. Çünkü Allah Teâlâ'nın tanımış olduğu bu hakkı, İslâm Devleti de aynen kabul etmek zorundadır. Bu hakkı, bazı kişiler için kısıtlamayı gerektiren bir zorunluluk bulunmadıkça fertlerin seyahat serbestisi teminat altındadır. Hz. Ömer (r), bazı büyük sahâbîlerin görüş ve fikirlerinden faydalanmak amacıyla Medine'nin dışına çıkmalarını yasaklamıştı. [675] Bu, devlet işlerinin daha düzenli yürümesi ve dolayısıyla kamu yararının daha iyi korunması için alınmış bir tedbirdi Hz. Ömer (r)in bu uygulamasından, ancak kamu yararı gerektiğinde, belli ölçüleri aşmamak şartıyla seyahat hakkının sınırlandırılabileceği sonucuna ulaşabiliriz. Bunun dışında, herhangi bir nedenle seyahat serbestisi kısıtlanamaz.
13. Sosyal Teminat
Devlet, elindeki bütün imkânlarıyla teb'asının her türlü ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür. Bu yükümlülük, İslâm Devleti'nin teb'asına karşı yerine getirmekle görevli olduğu vazifelerin en önemlilerindendir. Denilebilir ki zekât, böyle bir teminatı sosyal hayatta gerçekleştirmek için emr edilmiştir. Zekâtın harcama yerlerini gözönünde bulunduracak olursak, bu sonuca kolaylıkla varabiliriz.
İş yapacak durumda olduğu halde, maddî bakımdan yetersizliği bulunan kimselere gereğinde devlet hazinesinden borç verilebilir ve bu, sadakadan daha hayırlı bir iştir. [676]
İslâm hukukunda, öngörülen türlü tedbirlere (zekât, diğer çeşitli sadakalar, vakıf, nafaka vs.) rağmen bazı kimselerin muhtaç olma durumları yine devam edecek olursa, bu durumda beytülmâlden onlara gerekli yardımların yapılması da devletin görevleri arasındadır.
Konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber (s)den şu mealde bir hadîs rivayet edilmiştir:
"Mal bırakıp vefat edenin bıraktığı servet mirasçılarınındır. Borç veya çoluk-çocuk bırakanların borcunu ve çocuklarının bakımını ise ben üzerime alıyorum." [677]
Devlet imkânları ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediği taktirde, güçleri oranında zenginlerin muhtaçlara yardımcı olmaları gerekir ve bu konuda, gereğinde onlar zorlanabilirler.[678]
Söz konusu sosyal teminattan faydalanma hakkı, yalnızca müslümanlara has değildir. Aksine müslüman olmayan (zimmî)ler da bundan yararlanma hakkına sahiptirler. Zimmîler de fakir düştükleri taktirde yardıma hak kazanırlar. Konu ile ilgili tarihi uygulamalar bunu göstermektedir,
Hâlid b. Velîd (r), Hz Ebû Bekir (r)in halifeliği döneminde Hîrelilerle bir antlaşma yapar. Bu antlaşmada konumuzla ilgili olarak şu ifadeler de yer almaktadır:
"Çalışmaktan âciz kalan, yahut hastalık, yaralanma, sakatlık gibi bir musibetle arızalanan veya zengin iken fakir düşüp kendi dindaşlarının yardımı ile geçinir hale gelen her şahsın cizyesi düşürülür. Medine'de ve İslâm diyarı sayılan diğer bir beldede ikamet ettikleri sürece kendilerine ve bakmakla mükellef bulundukları aile fertlerine Beytülmalden nafaka verilir. Eğer bu mağdur kişiler Dâru'l-İslâm dışında kalan bir memlekete giderler, göç ederlerse müslümanların bu durumda onlara nafaka vermeleri gerekmez. [679]
Hz. Hâlid b. Velîd'in bu yazısına ashâb tarafından herhangi bir itiraz yapılmamıştır ve bunlar aynen kabul edilmiştir. Zimmîlerin din farkı, onların sosyal teminat hakkından yararlanmalarına engel kabul edilmemiştir.
Konu ile ilgili tarihi örnekleri daha çok çoğaltmak mümkündür. Ancak biz, bir örnek daha vermekle yetineceğiz:
Hz. Ömer (r), bir adamın kapısından geçerken, önünde yaşlı ve âmâ birisinin dilendiğini gördü. Arkasından yaklaştı ve omuzuna dokundu. Hangi dine mensup olduğunu sordu.
Adam, yahudi olduğunu söyledi.
"Seni bu hale düşüren nedir?" diye sordu.
"Ödemekle mükellef bulunduğum cizye, ihtiyaç ve yaşlılık" dedi.
Hz. Ömer adamı elinden tuttu, kendi evine götürdü, ona bir miktar sadaka verdi, sonra adamı Beytülmalin hazinedarına yolladı ve şöyle dedi:
"Bu adama ve benzerlerine bakınız. Vallahi biz bunlara insaflı davranmalıyız. Gençliğinde cizyesini aldık. Sonra ihtiyarlığında böyle perişan vaziyette bırakmamız doğru olmaz.
"Sadakalar ancak fakirler ve miskinler içindir." [680] âyetinde geçen "fakirlerden" gaye müslümanlardır. "Miskinlerden" gaye ise ehl-i kitabın fakirleridir."
Hz. Ömer o adamdan ve benzerlerinden cizye alınmasını kaldırdı. [681]
İslâm Devleti belirli bir grubun veya sınıfın devleti olmadığından; teb'alarının herşeyden önce insan olarak, İslâm'ın onaylamış olduğu bütün hak ve hürriyetlerden faydalanmaları, İslâm'ın özünün bir gereğidir.
İslâm Devletinde teb'anın hak ve hürriyetleri ile ilgili olarak yapmış olduğumuz bu özetleme, oldukça geneldir. Daha kapsamlı bir çalışma elbetteki konunun pek çok inceliklerini de ortaya koyacaktır. Ancak "İslâm Devlet Yapısı" ile ilgili çalışmamızdan bizim hedeflediğimiz amaç, bu kadarla yetinmemizi gerektirmektedir. Ortaya koymaya çalıştığımız bu genel tesbitlerin ışığında yapılacak derinlemesine bir çalışmanın, konunun daha da aydınlık kazanmasına yardımcı olacağından hiç şüphe yoktur. Başarı Allah'tandır...
Sonsöz
Çalışmamızın sonuna gelmiş bulunyoruz...
Bu çalışmadan da anlaşılacağı gibi; İslâm Devleti, tüm inanmışlarındır. Bu devletin kurulmasından, gereği gibi çalışmasından ve varlığını sürdürmesinden, İslâm inancını paylaşan her fert sorumludur.
Günümüz insanı, aslında böyle bir düzenin arayışı içindedir. Ancak özellikle müslüman olanlar, ne istediklerinin farkında olmak zorundadırlar. Ta ki, aldanmasınlar.
İslâm Devleti'nin tüm inanmışların devleti olduğunu söylemiştik. Bu, yalnız onların yaşadığı devlet anlamına gelmez. İslâm Devletinin himayesinde, müslüman olmayanlar bile en olumlu şartlar altında inançlarını yaşamak, hayatlarını sürdürmek gibi imkânlara sahiptirler. Elverir ki, kendilerine düşeni onlar da yerine getirsin, verdikleri sözlere aykırı hareketlerde bulunmasınlar.
İslâm devletinin kendine özgü bir yapısının bulunduğunu, günümüz siyasî rejimlerinin öngördüğü devlet şekillerinin hiçbirisiyle uyuşmadığını, okuyucu kolaylıkla fark etmiş olmalıdır. İslâm, yalnız siyasî yönüyle değil, her yönüyle kendine özgüdür, kendine yeterlidir ve diğer hiçbir sisteme benzemez. Bu, her müslümanın şuurunda yer etmesi gereken çok önemli bir noktadır. Müslüman, bu noktayı bir an bile hatırından çıkartacak olursa, yanılabilir. İslâmı, bazı yönleriyle veya-belki de-bütünüyle beşerî düzenlerle özdeş sanmak gibi çok büyük bir hayata düşülebilir, bu gibi tutarsız kanaatlara sahip olunabilir... Beşerî düzenlerin bazı konularda, İslâm'a yaklaşır gibi görünmesi mümkündür. Fakat bu, yalnızca görüntüde kalan bir şeydir. Öze varamaz. Beşer yapısı düzenler ile İslâm arasındaki farklılık, ayrılık, uzaklık... Allah ile insan arasındaki kadardır. Kur'ân ile insan kelâmı arasında ne kadar uzaklık varsa, İslâm ile beşerî düzenler arasındaki farklılık da o kadardır.
Müslüman bu noktayı hatırında tuttukça, kendisini kuşatan beşerî düzenlerle hiçbir zaman barışmaya yanaşmayacaktır. Nasıl barışsın ki? Bütün beşerî düzenler, Allah'a ve O'nun nizamına savaş açmış ve O'na karşı ayaklanmışsa; Allah'ın dışındaki varlıklar ilâh olarak takdim ediliyorsa, dolaylı ya da dolaysız olarak insanlar câhiliye putlarından farksız bu yapma ilâhlara itaat etmeye, İslâm'ın özel deyimiyle "ibâdet" etmeye, "şirk" koşmaya davet ediliyorsa; müslüman bu özü her zaman kendisinde bulunduran beşerî düzenlerle barışmaya, onların sultasını kabul etmeye asla yanaşamaz. Yanaşması halinde o da, onlar gibi olacaktır, çünkü. O halde, çok önemli olan bu noktayı, her müslüman bir an bile olsun gözden uzak tutmayacaktır.
Beşeri düzenlerin tahakkümü altında bulunan müslüman, bağlısı bulunduğu İslâm'ın, hayatını yönlendiren özün İslâm olmasına dikkat edecektir. Çabalarını, çalışmalarını ona göre düzenleyecektir. Tavırlar arasında tercih söz konusu olunca mutlaka İslâm'ın istediği tavrı tercih edecek ve onu takınacaktır. İslâm'ı yalnızca ne olup olmadığını bilmek için öğrenmemek zorundadır, müslüman. İslâm'ı yaşamak için bilmekle yükümlüdür. Çünkü örnek nesil Ashâb, böyle davranmıştır. Onlar, daha fazlasıyla amel edemeyiz korkusuyla, Kur'ân'dan onar ya da beşer âyet öğrenir, bunları kendi nefislerinde tam anlamıyla uyguladıktan sonra diğer âyetleri öğrenmeye koyulurlardı. Demek ki onlar İslâm'ın, Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'in gönderilme hikmetini çok iyi kavramışlardı. Her konuda olduğu gibi, İslâm'ı anlama ve yaşamada da o "hayırlı ümmet"i kendimize örnek almamız gerekmektedir.
İslâm, günümüzde "İslâm Dünyası (!)" diye bilinen; gerçekte vatandaşları arasında müslümanların-o da azınlık olarak-bulunduğu ülkelerde, bütünüyle uygulamadan kalkmıştır. Oldukça ağırlıklı bir öz taşıyan "İslâm Dünyası" kavramına hiç de lâyık değildir bu ülkeler. Çünkü oralarda İslâm adına görülen boş camilerden ve eski nesillerin bırakmış olduğu, İslâm'ı çağrıştıran bazı somut eserlerden başkaca pek birşey yoktur.
İslâm'ı, itikâdî, ahlâkî, iktisadî, sosyal ve siyasal boyutlarıyla, kısaca Allah'ın dinini bütünüyle kendi toprakları üzerinde egemen kılmak isteyenlere ise; küfrün uluslararası odakları fırsat vermek istememektedir.
Diğer taraftan, kendi topraklarında, cahilî düzenlerin egemenliği altında yaşamanın burukluğunu içinde duyan ve bununla bilenen bir kitlenin bulunduğu da bir gerçektir. Böyle bir kitle dünyanın her tarafında-yetersiz de olsa vardır. Bu kitle, İslâm'ın karasevdalısı olma yolundadır. İslâm'ı gereği gibi kendi nefsinde uygulamayı ve en nihayet de "yeryüzünden fitneyi kaldırmayı" hedef edinmiştir.
Sağlam bir îmân, İslâm'ı en doğru kaynaklarından en saf şekliyle bilmek, bildiğinin tümünü uygulama alanına gerekli organize ile birlikte-kaydırmaya çalışmak; böyle bir hedefe varmayı kolaylaştıracaktır. Böyle bir hedefe yol alırken, şer kuvvetlerin boş durmayacaklarını da hesaplamak gerekir. "Mümine has ferasetle" oynanan oyunları iyi tesbit etmek ve bu oyunlara gelmemek, son derece önemlidir, îhlâs ve Allah rızâsı için çalışma, herşeyden önde gelmeli. Alâyiş, takdir, övgü... Bunların yanında hiçbir değere sahip olmamalıdır.
Müslüman kendi düzeninden uzaklarda bırakılmışlığın, onu yaşamak mutluluğundan mahrum olmanın burukluğunu içinde duymalı, bu duyuş onu gerekeni yapmaya mutlaka itmelidir.
"Fitnenin tam anlamıyla yeryüzünden kalkması" İslâm'ın, müslümanın önüne diktiği bir hedef olduğuna göre; müslüman bu hedefe ulaşmadıkça görevini bitirmiş olmanın vereceği rahata kendisini hiçbir zaman kaptırmamalıdır. Her geçen gün, sonunda yapacağı hesaplaşmada, İslâm için yapması gerekeni yapmadığı sonucuna ulaştıkça, bunu, en kısa zamanda telâfi etmenin kendisi için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görev, hatta farz bir ibâdet olduğunu kabul etmelidir.
"Allah (cc), kendi dinine yardım edenleri elbette zafere ulaştıracaktır."
Bu çalışmamızda hatâ etmiş olabiliriz. Çünkü, Allah'ın koruduğu kimselerin dışında herkes hatâ edebilir. Bu çalışmadaki bütün iyilikler, doğrular Allah ve Rasulünden, hatâlar nefsimiz dendir. İslâm adına yapılacak uyarılar, yine İslâm ölçüleri içerisinde ele alınmaya çalışılacaktır...
"Dâvamızın sonu: Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd etmektir."
"Selâm, hidâyete tâbi olanlara..."
BİBLİYOGRAFYA
- Akın, Prof. Dr. F. Kamu Hukuku, İstanbul 1974
- Akipek, Prof. Dr. Ö. İlhan, Devletler Hukuku, Ankara 1974
- Bilmen, Ömer Nasuhî, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı FıkhiyyeKamusu, İst., 1967-70
- Buhari, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl, el-Câmiu's-Sahîh, İst., 1315
- el-Cassâs, Ebû Bekr er-Râzî, Ahkâmu'l-Kur'ân, İstanbul 1338
- el-Cevziyye, İbn Kayyim, Zâdu'I-Meâd, Beyrut, 1405/1985.
- Ahkâmu Ehli'z-Zimme, Beyrut, 1401/1981
- el-Ceziri, Abdurrahmân, Kitâbu'1-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Arbaa,Beyrut, l. baskı
- el-Cürcânî, es-Seyyid Şerif, Şerhu'1-Mevâkıf, İstanbul 1286
- Çantay, H. Basri, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul 1969
- ed-Dârimî, Ebû Muhammed b. Abdirrahmân, Sünen ed-Dehlevî, Şah Veliyullah, Huccetullahi'l-Bâliğa, Mısır (tarihsiz)
- Ebû Ceyb, Sa'dî, Dirâsetun fi Minhâci'l-İslâmi's-Siyâsî, Beyrut, 1406/1985
- Ebû Ceyb, Sa'dî, Mevsûatu'1-İcmâ', Dımaşk, 1404/1984
- Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî, Sünen, tahkik: M. MuhyiddînAbdulhamid.
- Ebû Yûsuf, Yakûb b. İbrahim, Kitâbu'l-Harâç, Çeviren: Ali Özek, İst., 1973
- Ebû Zehra, Muhammed, Mevsûatu'l-Fıkhı'I-İslâmî, Kahire, 1387/1967
- 17. Ebû Zehra, Muhammed, İslâm'da Flkhî Mezhebler Tarihi, Çeviren: A. Kadir Şener, Ankara 1968-1969
- Ebû Zehra, Muhammed, İslâm'da Siyasî ve İtikadî Mezhebler Tarihi, Çevirenler: E. R. Fığlalı, O. Eskicioğlu, İstanbu 1970
- Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbulÜçüncü baskı
- Esed, Muhammed, Minhâcu'l-İslâm fi'1-Hukm, Beyrut (t.y.), 2. baskı
- el-Ferrâ, Muhammed b. el-Huseyn, el-Ahkâmu's-Sultâniyye,Kahire 1386/1976
- Göğer, Prof. Dr. Erdoğan, Hukuk Başlangıcı Dersleri, Ankara 1974
- Göze, Ayferi, Liberal Marksist Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri,İstanbu 1980
- el-Gazzâlî, Ebû Hâmid b. Muhammed, el-İktisâd fi'I-İtikâd, Nşr: Dr. İ. A. Çubukçu, Dr. H. Atay, Ankara 1962
- el-Gazzâlî, Ebû Hâmid b. Muhammed, Devlet Başkanlarına, Çeviren: O. Şekerci, İstanbul 1969
- Hallâf, Abdulvehhâb, es-Siyasetu'ş-Şer'iyye, Kahire 1398/1977
- Hamîdullah, Prof. Dr. Muhammed, İslâm Peygamberi, Çevirenler: M. S.
- Hamîdullah, Prof. Dr. Muhammed, Mutlu, Doç. Dr. S. Tuğ, İstanbul 1966, 1969
- Hamîdullah, Prof. Dr. Muhammed, İslâm'da Devlet İdaresi, Çeviren: K. Kuşçu, İstanbul 1963
- Hamîdullah, Prof. Dr. Muhammed, İslâm'a Giriş, Çeviren: K. Kuşçu, İstanbul 1965
- 31. Hamîdullah, Prof. Dr. Muhammed, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları (Makalaleler külliyatı), Derleyen: Dr. S. Tuğ, İst, 1382/1962
- 32. el-Haskafî, Buhâuddin, ed-Durru'1-Muhtâr,-İbn Âbidîn Kenarında-el-Meymeniyye baskısı.
- 33. Hatemî, Hüseyin. İslâm Hukukunda Devlet Yapısı, İstanbul 1970
- Havva, Saîd, el-İslâm, 1389/1970
- el-Hudârî, Muhammed, Usû'1-Fıkh, Mısır, 1385/1965
- İbn Âbidîn, Muhammed b. Umer, Reddu'l-Muhtar ale'd-Durri'l-Muhtar,
- el Meymemeniyye baskısı İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr, el-Musannef fi'1-Ahâdîsi ve'1-Âsâr, Bombay,1402/1982
- İbnu'1-Esîr, İzzuddin, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut, 1400/1980
- İbnu'1-Esîr, Mecduddîn, en-Nihâye fi Ğarîbi'l-Hadîsi ve'1-Eser, Beyrut,1399/1979
- İbn Haldun, Abdurrahmân, Mukaddime, Mısır, (t.y.)
- İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed, el-Fisal fi'1-Mileli ye'1-Ehvâive'n-Nihal, Beyrut, 1395/1975
- el-Muhallâ, Kahire, (t.y.)
- İbn Kesîr, İmaduddîn, Ebû'l-Fidâ İsmail, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azîm,Beyrut, 1388/1969
- İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, el-İmame ve's-Siyase,Kahire, 1327/1909
- İbn Kuteybe, Tefsîru Ğarîbi'l-Kur'ân, Beyrut, 1398/1978
- İbn Mâceh, Ebû Abdillah b. Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünen, Dâruİhyâi'l-Kutubi'l-Arabiyye, (t.y.) 47. İbn Mevdûd, Abdullah b. Mahmûd, el-İhtiyâr li Ta'lîli'l-Muhtâr, Kahire (ty)
- İbn Nüceym, Zeynuddin, el-Bahru'r-Râik Şerhu Kenzi'd-Dakaaik,Beyrut, 2. baskı
- el-Eşbâfa ve'n-Nezâir, Matbaatu Vâdi'n-Nil, 1298
- İbn Sa'd, Muhammed, et-Tabakâtu'1-Kübrâ, Beyrut, (t.y.)
- İbn Teymiyye, Şeyhu'l-İslâm Ahmed, Mecmuu Fetâvâ Şeyhi'l-İslâm İbnTeymiyye, Derleyenler: Abdurrahmân b. Kasım ve Muhammed b. Abdirrahman, Beyrut, 1398.
- el-İsfahânî Rağıp, el-Müfredat, fi Garibi'I-Kur'an, Mısır,138l/1961.
- Kandehlevî, Muhammed Yûsuf, Hadislerle Hz. Peygamber'in veAshabının Yaşadığı Müslümanlık, Çevirenler: A. M. Büyükçmar, A. Ö. Tekin, Ö. F. Harman, İstanbul 1974.
- Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1974.
- Kâsânî, Alâuddin Ebû Bekr b. Mesûd, Bedâiu's-Sanâl fi Tertîbi'ş-Şerâi'Beyrut, 1394/1974
- el-Kettânî, Abdulhayy, Nizâmu'l-Hükümeti'n-Nebeviy ye, Beyrut, (t.y.) Kübalı, Prof. Dr. H. Nail, Anayasa Hukukunun Genel Esasları veSiyasî Rejimler, İstanbul 1964
- el-Kurtubî, Ebû Abdillah b. Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi'liAhkâmi'l-Kur'ân, Beyrut (t.y.)
- Kutub, Seyyid, Fî Zilâli'l-Kur'ân, Beyrut, 4. baskı
- Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları, Çeviren: M. Beşir Eryarsoy,İstanbul 1986
- el-Mâverdî, İmam Ebu'l Hasen, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, Çeviren:Dr. Ali Safa, İstanbul 1396/1976
- el-Mevdûdî, Ebu'1-A'lâ, İslâm'da Hükümet, Çeviren: Ali Genceli, İst., (t.y.)
- el-Mevdûdî, Ebu'1-A'lâ, Hilâfet ve Saltanat, Çeviren: Ali Genceli, İstanbul 1972
- el-Mevdûdî, Ebu'1-A'lâ, İslâm'da Devlet Nizamı, çeviren: Rasim Özdenören., İst., 1967
- el-Mevdûdî, Ebu'1-A'lâ, İslam'da Siyaset Nizamı, çeviren: Ali Zengin, İstanbul (t.y.)
- en-Nahvî, Adnan Ali Rıza, Melamüm'ş-Şûrâ fi'd-Da'veti'I-İslâmiyye,Riyâd, 1404/1984
- Naim, Ahmed-Miras, Kâmil, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i SarihTerceme ve Şerhi, Ank., 2. baskı
- Nâsıf, Muhammed Ali, et-Tâc el-Câmiu li'l-Usûl, fî Ahâdîsi'r-Rasûl,Kahire, 1381/1961
- en-Nebhân, Dr. Muhammed Fârûk, İslâm Anayasa ve İdare HukukununGenel Esasları, Çeviren; Prof. Dr. Servet Armağan, İstanbul 1980
- 6en-Nedvî, Ahmed-Ensârî, Said Sahib, Asr-ı Saadet, PeygamberimizinAshabı, İstanbul 1387/1967
- en-Nesâî, Ebû Abdirrahman, b. Şuayb, Sünen, Mısır, 1383/1964
- en-Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Şeref, Riyâzu's-Sâlihîn, Beyrut, (t.y.)
- Okandan, Ord. Prof. Dr. Recai G., Umumi Amme Hukuku, İstanbul 1976
- Osman, Fethi, Devletu'l-Fikre, Kahire (t.y.)
- 74. Osman, Dr. Muhammed, Fethi, Mili Usûli'l-Fikri's-Siyâsî el-İslâmî,Beyrut, 1404/1984
- Özel, Dr. Ahmed, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1982
- er-Reyyis, Dr. Muhammed Ziyâuddin, en-Nazariyyâtu's-Siyâsiyyetu'I-İslâmiyye, Kahire, 1979
- Rousseau, Jean Jack, Altı Kitabı ile Birlikte Ruso, Çevirenler: SemlinEvrim ve diğerleri, İst., 1967
- Sabine, George, Siyasal Düşünceler Tarihi, Çevirenler: H. Rızatepe,A. Öktem, O. Ozankaya, Ankara 1969
- Sarıca, Doç. Dr. Murat, 100 Soruda Siyasî Düşünce Tarihi, İstanbul 1973
- Şevkânî, Muhammed b. Muhammed Ali, Neylu'I-Evtâr, Mısır, 1380/1961
- Şiblî, Numânî, Asr-ı Saadet, Çev: Ö. Rıza Doğrul, İstanbul 1973-5.
- Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, Çev: Dr. T. Yaşar Alp, İstanbul 1975
- Şirvânî, Prof. Dr. Harun Han, İslâm'da Siyasi Düşünce ve İdare, Çeviren:Kemal Kugçu, İst., 1965
- et-Taberî, Ebû Ca'fer İbn Cerîr, Câmiu'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân,Kahire, 1388/1968
- 85. et-Tebrîzî, Sa'duddîn, Şerhu'l-Akâid, İstanbul 1326
- Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, İstanbul 1986
- 87. et-Tirmizî, Ebû İsâ b. Sevre, Sünen, el-Mektebetu'l-İslâmiyye, (t.y.) Ûdeh, Abdulkadir, İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, Çeviren: Nuri, İstanbul 1976-7
- el-İslâm ve Evdâuna's-Siyâsiyye. (baskı yeri ve yılı yok) Vehbi, Mehmed, Hulâsatu'l-Bey'ân fi Tefsiri'I-Kur'ân, İstanbul 1966-9
- el-İslâm ve Evdâuna's-Siyâsiyye. Ahkâm-ı Kur'âniyye, İstanbul 1971
- Wensinck, A. J., Miftâhu Kunûzi's-Sünne, Lahor, (t.y.)
- el-Mu'cemu'1-Müfehres li Elfâzi'l-Hadîsi'n-Nebevî, İst., 1986
- ez-Zemahşerî, Cârullah, Esâsu'l-Belâğa, Beyrut, 1399/1979
- Zeydân, Prof. Dr. Abdulkerim, İslâm Hukukunda Ferd ve Devlet,Çeviren: Cemal Arzu, İstanbul 1969
- ez-Zeylâî, Cemâhiddin Ebû Muhammed Abdullah b. Yûsuf,Nasbu'r-Râye el-Mektebetu'1-İslâmiyye, 1393/1973
[1] el-A'râf: 7/43
[2] en-Neml: 27/59
[3] Tâhâ: 20/114
[4] el-Bakara: 2/201
[5] Ancak, elinizdeki ikinci baskıda hadislerin kaynaklarını verirken Concordance'a uyarak kitab ismi ve bab numarasını (Müslim ve Muvattada ise kitatun hadis numarasını) vermek yolunu tercih ettik. Kitab numarasını ayrıca kaydetmedik.
[6] el-Mülk: 67/14.
[7] el-Hicr: 15/9.
[8] Al-i İmran: 3/19. 85
[9] el-Mâide: 5/3.
[10] el-Bakara: 2/191; el-Enfal: 8/39.
[11] Örnek olarak bk. el-Fatiha: l/1; el-Enbiya: 21/107-109; Sebe: 34/28.
[12] İbn Nüceym. el-Bahr, I. 7-8
[13] bk. Dr. M. Fethi Osman. Min Usuli'l-fıkri's-Siyasi el-İslâmî, Beyrut 1404/1984, s. 14-14.
[14] el-Bakara: 2/85.
[15] en-Nisâ: 4/143
[16] el-Furkan: 25/43
[17] et-Tevbe: 9/31
[18] Tirmizi. Tefsir 10: İbn Kesir, et-Tevbe: 9/3 1. âyetin tefsiri
[19] Bu satırların yazıldığı yıllarda durum bu idi. O günün şartlarında gerçekten komünizm ve kapitalizm hayatiyetlerini sürdürmek için, sömürü alanlarını daha rahat ellerinde tutabilmek için birbirlerine muhtaç idiler. Ancak kapitalizm daha erken bir dönemde komünizmi varlığı için gereksiz görmeye başladı. Sonuçta Komünist Blok'un lideri durumundaki Sovyetler Birliği dağıldı. Ondan boşalan alanlar da Yeni Dünya Düzeni adı altında başta ABD olmak üzere kapitalist sistemin patronları doldurma yoluna gitti. Sovyetlerin dağıldığı tarihten itibaren cereyan eden Körfez Savaşı'ndan Filistin. Keşmir, Çeçenistan: Bosna-Hersek'e kadar bütün sıcak olaylar ile ABD'nin patronluğunu kabul ettirmeyi hedefleyen bütün diplomatik gayretlerin ana hedefi ABD'nin siyasetinde (dolayısıyla en büyük payı kendisinin alacağı) tek kutuplu bir dünya oluşturmaktır. Ama uyanan İslâm da bu oyunu bozacak biricik güç olarak görülmektedir. (Eylül. 1995)
[20] Âl-i İmrân: 3/19
[21] Âl-i İmrân: 3/85
[22] Bk. el-Enbiyâ: 21/33 ve Yâsîn: 3/40 âyetler
[23] Bk. el-Kıyâme, 75/36 ile el-Mü'minûn: 23/115, âyetler.
[24] Bk. ez-Zâriyit: 51/56
[25] el-İnsan: 76/2-3
[26] Âl-i Îmrân: 3/102
[27] el-Bakara: 2/256
[28] el-En'âm: 6/153
[29] Ziyâd b. Haris es-Sudâî bey'at etmek üzere gidişine dair yaptığı rivayette Rasulullah (s)'ın şöyle dediğini zikreder: "Allah zekât konusunda ne bir peygamberin, ne de bir- başkasının vereceği hükmü kabul etmediğinden, o konuda bizzat hüküm vermiş ve zekâtı sekiz (sınıfla paylaştırnuşür..." (Ebû-Dâvud. Zekât 24) Bundan da anlaşılıyor ki. Allah'ın ve Rasulü'nün hükmü bulunan yerde, müslümanlara düşen o hükmü kabul edip uygulamaktan ibarettir. (Bk. el-Ahzâb: 33/36)
[30] Bk.el-Câsiye: 45/16
[31] Yunus: 10/32.
[32] el-Hucurat: 49/13.
[33] Dârimî. Siyer S; Ebû Dâvûd, Cihâd 96; Tirmizi. Siyer48; İbn Mâceh. Cihâd 38 vs.
[34] Hacc: 22/41.
[35] Suyûtî. el'Câmiu's'Sağir, Harfu'1-lâm.
[36] Hûd: 11/112
[37] el-En'âm: 6/126
[38] ez-Zâriyât: 51/56
[39] Sâd: 38/87
[40] el-Enbiya: 21/107
[41] en-Necm: 53/3
[42] Örneğin bk. el-Enfal: 8/67-69, âyetler ve tefsirleri,
[43] bk. el-Enfâl: 8/53; er-Râ'd: 13/11
[44] Âl-i İmrân: 3/169
[45] N. Berkes. Arap Dünyasında İslâmiyet, Milliyetçilik, Sosyalizm İstanbul 3969, s. 69. Nakleden: Hüseyin Hâtemi, İslâm Hukukunda Devlet Yapısı, İsîanbul 1970, s. 35. İslâm hukukunda hükmî kişiliğin varlığı ile ilgili münakaşa için bk. Hayredcfin Karaman. Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul. 1974, s. 209 vd.
[46] M. E. Zehra. İslâm'da Fıkhl Mezhebler Tarihi, çev: A. K. Şener, Ank. 1968, III.. 72-3'e ve ayrıcaFikıh Usûlü kitaplarının «Seddü'z-Zerâyi'» konusunu ele alan bölümlerine bak.
[47] A. K. Zeydân, İslâm Hukukunda Ferd ve Devlet, Çev: C. Arzu, İstanbul 1969, s. 14
[48] en-Nisâ. 4/97. Ayrıca Düşünce, /. dönem, 5. sayısındaki Hicret adlı yazımıza bakılabilir.
[49] Nakleden: M. E. Zehra, a.g.e., III. 118-9
[50] et-Taftâzânî. Şerhu'l-Akaid. İstanbul 1326 H.. s. 181
[51] Gazzâlî. el-îktisâd fi'l-İ'tikad (Nşr.: İ. A. Çubukçu, H. Atay). Ank. 1962. s. 224-6; M. E. Zehra, İslâm'da Siyasî ve İtikadı Mezhebler Tarihi, Çev. E. R. Fığlalı, O. Eskicioğlu, İstanbul 1970. s. 110-1
[52] Sâd: 38/26;
[53] en-Nûr: 24/55
[54] Kurtubî. el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut, (t.y.). I. 264
[55] en-Nisâ: 4/59
[56] İbn Hazm, el-Fisal./Beyrûl, 1395/1975, IV, 87
[57] İbn Hazm, el-Mııhallû, Kahire, (t.y.), IX. 359
[58] İbn Teymiye. Mecmû'u Fetâvâ Şeyhi'l-İslâm İbn Teymiyye, Beyrut, 1398. XXVIII. 390-1. Diğer müslüman müelliflerin bazılarının konu ile ilgili kanaatleri için örnek olarak bk. Şah Veliyullah Dehlevi, Hüccetullahi'l'Bâliga, Kahire. (t.y.), II, 735; el-Cürcânî. Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1286, s. 603; Saîd Havva, el-İslâm, 1389-1970, II, 107-9,143-6; Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı Kut'âniyye, İstanbul 1971, 248-9. vs...
[59] M. Hamîdullah. İslâm Peygamberi, Çev: M. S. Mutlu. S. Tuğ. İstanbul 1388/1969, II, 315
[60] Dr. M. Revvâs Kal'acî, Mevsûatu Fıkh Umeri'bni'l Hattâb, Kuveyt, 140171981, s. 99
[61] Dârimî, Mukaddime 23
[62] İbn Âbidin. Reddu'l-Muhtâr, el-Meymenîyye tab'ı. I, 384
[63] Bk. M. E. Zehra, İslâm'da Siyasî ve itikadı Mezhebler Tarihi
[64] Prof. Dr. Ö. İlhan Akiçek, Devletler Hukuku, Ank. 1964, II. 8; Dr. M. Faruk en-Nebhân; İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Çev; Prof. Dr. S. Armağan, İstanbul 1980, s. 3
[65] Zeydân, a.g.e., 23
[66] Prof. Dr. Erdoğan Göger, Hukuk Başlangıcı Dersleri, Ank. 1974,s. 183
[67] Akipek, a.g.e., II, 8-9
[68] Akipek. a.g.e., II, 9; Prof. Dr. İlhan F. Akın, Kamu Hukuku, İstanbul 1974, s. 12-3
[69] M. Akbay, Umumi Âmme Hukuku Dersleri, Ank. 1948, s. 96. Nakleden: Akipek. a.g.e., II, 9
[70] George Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev: Alp Öktem. Ank, 1969,11,22
[71] Akipek, a.g.e., II, 10; Akm, a.g.e., 93; Sabine, a.g.e. II, 78
[72] Sabine, a.g.e., III. 39
[73] Göger, a.g.e., 183
[74] İki tanım da: Yavuz Abadan, Amme Hukuku ve Devlet Nazariyeleri, Ank. 1952, 130-9; nakleden: Karaman, a.g.e., 39
[75] Akipek, a.g.e. II, 12
[76] Rıb'î b. Âmir "in Kadissiye Vakasından önce İran Ordusu komutanı Rüştetn'e söylediklerinden
[77] Âl-i İmrân: 3/14.
[78] el-Haşr: 59/7.
[79] R. el-İsfabânî, el-Müfredâtfı Ğaribü'l-Kur'ân, Kahire, 1381/1961, s. 174-175; İbn Kutebye, Tefstru Ğarîbi'l-Kur'ân, Beyrut, 1398/1978, s. 460; Cârullahez-Zemahşeri Esâsu'l-Bezâfa, Beyrut, 1399/1979. s. 189-9.
[80] Mecduddîn İbnu'1-Esîr, en-Nihâye fi Garibü'l-Hadîs, Beyrut. 1399/1979, II, 140-1. Kelimenin hadis-i şerifte kullanılışına dair örnekler için ayrıca Concordance, II, 1'60'a bakılabilir.
[81] A. K. Zeydan, a.g.e., s. 20; Fethi Osman, Devletu'l-Fikreh, Kahire, (t.y.), s. 15; M. F. en-Nebhân, a.g.e., s. 120, vs...
[82] el-Hacc: 22/41
[83] Meselâ bk, el-Bakara: 2/30: en-Nûr: 24/55 ve M. Vehbî, Hulâsatu'l-Beyân, 2/30. âyetin tefsiri.
[84] Zeydân, a.g.e., 23-4. Dâru'l-İslâm hakkında daha geniş bilgi için bk.: Ömer Nasuhi Bilmen, Kamus, İstanbul 1967, III, 369 vd.; Kâsânî, Bedâi', Beyrut, 1394/1974, VII, 130; Abdulkadir Udeh, İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, Çev: Akif Nuri, 211. paragraf; Karaman, a.g.e., 58; İbn Âbidîn, III, 260, vd. vs; Dâru'l-İslâm ile İslâmdışı ülke ve yönetimlerin karşılıklı ilişkilerinin hukukî durumları için de bk. Dr. Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1982; Prof, Dr. Muhammed Hamidullah. İslâm'da Devlet İdaresi, Çev.: K. Kuşçu, İstanbul, 1963...
[85] Bk. el-İsfahânî, a.g.e., 471. vs.
[86] Göger, a.g.e., 185-5
[87] Akipek, a.g.e., II, 86
[88] Gögeç, a.g.e,, 185
[89] Dr. A. Mülevedî, el-Anzimatü's-Siyâsiyye, Nakleden: Dr. Fethî Osman, a.g.e., s. 15
[90] Göger, a.g.e., 186
[91] Akipek, a.g.e., II, 13; Hamîdullah, a.g.e., s. 73
[92] Aynı yerler.
[93] A. Mütevelli ve F. Osman aynı yerler
[94] M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, Buruc Yayınları: 59.
[95] Göger,a.g,e., 186
[96] A. Mütevelli ve F. Osman, aynı yerler,
[97] Akipek, a.g.e., II, 89-90.
[98] M. Akbay, a.g.e., I, 378. Nakleden: Akipek, a.g.e., I, 90.
[99] Göger, a.g.e., 186
[100] Ebû Dâvud. Cihâd, 83. 96; Dârimî: Siyer 8; Tirmizî, Siyer 48; İbn Maceh, Cihâd, 38.
[101] Ebû Dâvûd. Cihâd, 127.
[102] Hamîdullah, a.g.e., 88.
[103] İbn Âbidîn, III, 236; Bilmen, a.g.e., III, 422; Karaman, a.g.e., 59.
[104] Hamîdullah, a.g.e., 12
[105] Hamîdullah, a.g.e., 266
[106] Bilmen, a.g.e., III. 423-4
[107] İbn Kayyim el-Cevziyye. Ahkâmu Ehliz-Zimme, Beyrut, 140/1981, I, 24, 30, 34; Saîd Havva, a,g.e., II, 14-7; el-Ferrâ, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s., 158-9
[108] Biîmen. a.g.e., III. 426: İbn Kayyim, a.g.e., I. 30, 34
[109] Ebû Davûd. Harâc. 30
[110] Buhari, Cizye 10, 16 .
[111] Tirmizî, Diyât 11; Nesâî, Kasâme 12 '
[112] Nesâî, Tahrîmu'd-Dem, 12, 13; İbn Kayyim a.g.e., II, 804 M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, Buruc Yayınları: 63-65.
[113] Debûsî, el-Esrâr, v. 151 a, Nakleden: Hamîdullah, a.g.e., 263; Kâsânî, a.g.e., VII, 131
[114] Hamîdullah, a.g.e., 73
[115] Bk. el-Câsiye: 45/12-13, en-Nahl: 16/14; Tâhâ: 20/6, vs.
[116] el-Hac: 22/41
[117] Kâsânî. a.g.e., VII, 131; İbn Abidîn, a.g.e, III, 261; İbn Kayyim, a.g.e,. I, 366; Bilmen, a.g.e., III, 369
[118] Mekke'nin Fethi sırasında bulundukları yerde öldürülmesi emr edilenlerden birisi olarak Yemen'e kaçmasına işaret ediyor. Sonradan geri dönüp İslâm'a girmiş ve Rasulullah tarafından af edilmişti.
[119] İbn Kayyim. a.g.e., I, 366
[120] Seyyid Kutub, Fî Zilâli'l-Kur'ân, Beyrut, (t.y.)-dördüncü baskı -cüz: VI. s. 122
[121] Kâsânî, a.g.e., VII, 131
[122] el-Haskefî, ed-Durru'l-Muhtâr,-İbn Abidin. a.g.e.. kenarında-. III, 260-1
[123] İbn Abidîn,.a.g.e., III. 260-1
[124] Kâsânî, a.g.e., VII, 131-2
[125] Bilmen, aynı yer; M. E. Zehra, a.g.e., 56; İbn Abidîn, III, 260-1; Kâsânî, aynı yer.
[126] İbn Kayyım, a.g.e., II. 517
[127] Ûdeh. a.g.e., 505; Seyyid Kutub, a.g.e., cüz; 6, s. 122
[128] en-Nisâ: 4/75
[129] en-Nisâ: 4/92
[130] en-Nisâ: 4/91
[131] el-Mümtehine: 60/9
[132] el-Haşr: 59/8
[133] el-Haşr: 59/9
[134] el-Haskefî, a.g.e., - İbn Âbidîn kenarında - III, 261; Kâsânî. a.g.e., VII, 131; İbn Kayyım, a.g.e., I, 366"
[135] Bk. Dr. A. Özel. a.g.e., s. 134, vd.
[136] en-Nisâ: 4/89-90
[137] en-Nisâ: 4/92
[138] el-Mâide: 5/l
[139] Bk. et-Tevbe: 9/1-1 3; en-Nahl: 16/92 vs.
[140] Sabine, a.g.e., II, 82
[141] İçtimaî Mukavele, Çevirenler: S. Evrim, M. Evrim - Dört Kitabı ile Birlikte Ruso-İstanbul 1967, s. 137
[142] İbn Haldun, Mukaddime, Mısır, (t.y.) 188
[143] Mevdûdî, İslâm'da Devlet Nizamı, Çev: A. Genceli, İstanbul 1967, s. 19
[144] Prof. Dr. Nail Kübalı, Anayasa Hukukunun Genel Esasları ve Siyasî Rejimler, İst, 1964, s. 90; Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, İst, 1986,118
[145] Mevdûdî, İslâm'da Hükümet, Çev: A. Genceli, Ank. (t.y.) 1. baskı, 421-2
[146] M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, Buruc Yayınları: 77-79.
[147] el-Maide: 5/50
[148] el-En'âm: 6/117.
[149] S. Kutub, a.g.e., cüz: VIII, s. 27
[150] el-Bakara: 2/256
[151] en-Nisâ: 4/60
[152] Taberî, Câmiu'l-Beyân., III. 13
[153] İbn Kesîr, a.g.e., 1.512
[154] Taberî, V, 152
[155] Sabine, a.g.e., 1,270
[156] Sabine, a.g.e., I, 272
[157] Konu ile ilgili geniş açıklamalar için bk. Muhammed Kutub, Çağdaş Fikir Adamları, "Giriş 1" adlı bölüm, Çev: M. Beşir Eryarsoy, İstanbul 1986
[158] Ord. Prof. Dr. G. Okandan, Umumi Amme Hukuku, İstanbul 1976, s. 539-40 M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, Buruc Yayınları: 84-86.
[159] Meseli bk. Sabine, a.g.e., II. 265-288; İçtimaî Mukavele ilgili bölümleri
[160] Sabine, a.g.e., II, 128
[161] Sabine, a.g.e., II, 283
[162] Doç. Dr. Murat Sanca, 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihî, İstanbul 1973, s. 111
[163] Bunlarla ilgili açıklamalar için bk. Akın' a.g.e., 162-4
[164] Akın, a.g.e,, 232; Ayferi Göze, Liberal, Marksist, Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri, İstanbul 1980, s. 85
[165] Prof. Dr. Esat Çam, Devlet Sistemleri, İstanbul 1976, s. 223-4
[166] eş-Şûrâ: 42/21
[167] Yûnus: 10/59. Allah adına verilen hükümlerin yine Allah tarafından red edildiğini, Allah adına hiçbir kimsenin ve gücün hüküm koyamayacağını, O'nun iradesini tanınmaz bir kimliğe bürüyemeyeceğini vurgulayan el-En'am: 6/136-150. âyetlerine bilhassa bakılmalı ve Fî Zilâl... gibi tefsirlerden de bu bölümlerin açıklamaları okunmalıdır.
[168] Alan, a.g.e., 6
[169] Göger,a.g.e., 185
[170] Rousseau, a.g.e., 144
[171] el-Enfâl: 8/46
[172] el-En'âm: 6/153
[173] Geniş açıklamalar için M. Kutub'un anılan eserindeki "Giriş 1" ile "Giriş 2" adlı bölümlerle "Sekülarizm" adlı bölüme bakılmalıdır. Ayrıca bk. Muhammed Esed, Minhâcu'l-İslâm Fi'l Hükm, 21 vd.
[174] Muhammed Esed. Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, çev: H. Ka raman, İstanbul, 2. baskı. 107-8.
[175] Bk.: et-Teftâzânî, a.g.e., 182.
[176] Gazzâlî. Devlet Başkanlarına, çev: O. Şekerci, İstanbul 1969. s. 66-7.
[177] Hûd: 11/87.(126) Seyyid Kutub, a.g.e., cüz: VIII, 103
[178] İbn Teymiyye. Mecmûu'l-Fetâvâ, XXVIII, 394
[179] Aynı eser, XXVIII, 394-5
[180] Yûnus: 10/7-8
[181] Tirmizî, Birr 63
[182] el-En'âm: 6/116. Ayrıca âyetin tefsiri ile ilgili yaptığı açıklamalar için bk. S. Kmub, a.g.e., cüz: VIII, 26-27 M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, Buruc Yayınları: 96-98.
[183] Örneğin: Göger, a.g.e., 174
[184] Örneğin: Hamidullah, a.g.e., 67; M. Esed, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, 119; Hâtemî, a.g.e,., 48-9
[185] Mevdûdî, İslâm'da Siyaset Nizamı, çev: A. Zengin, İstanbul (t.y.), s. 32-33
[186] Bilhassa bk. el-Bakara: 2/79, 174; Âl-i İmrân: 3/77, 187; et-Tevbe: 9/9
[187] et-Tevbe: 9/31
[188] Tirmizî, Tefsir (9. sûre) 10
[189] Ebû Dâvûd, Zekât 24
[190] Elmalılı, IV,2664
[191] Hûd: 11/107
[192] el-Enbiya: 21/23
[193] el-Müminûn: 23/88
[194] el-Haşr: 59/23
[195] Âl-i İmrân: 3/26
[196] el-En'âm: 6/165; el-A'râf: 7/10
[197] Yûsuf: 12/40
[198] Mevdûdî, a.g.e., 482-3. Ayrıca bk. Mevdûdî, Hilâfet ve Saltanat, 14-28; Siyaset Nizamı, 26, 29 vd; Şirvânî, a.g.e., 178 vd; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 152, 154
[199] el-A'râf: 7/54
[200] eş-Şûrâ: 42/21
[201] el-Mâide: 5/44,45, 47
[202] Elmalılı, III, 1690; el-Mâide: 5/44','45, 47'nin tefsirlerine bak.
[203] M. Vehbi, Hulâsatu'l-Beyân, III, 1235
[204] Örneğin bk. Âl-i İmrân: 3/26. 189; el-Müminûn: 23/84, 85; Lukmân: 31/26; el-Câsiye: 45/37; el-Hadîd: 57/10; et-Talak: 65/12 vs.
[205] en-Nisâ: 4/59
[206] İbn Kesîr, a.g.e.,I, 518
[207] Şah Veliyyullah ed-Dehlevî, Huccetullaki'l-Bâliğa, Beyrut, (t.y.), 1.62)
[208] el-Kehf: 18/26
[209] İbn Kayyim el-Cevziyye. Zûdul-Meûd, Beyrut, 1405/1985.1. 38
[210] en-Nisâ: 4/65
[211] El-Ahzâb: 33/36
[212] İbn Hazm, el-Muhallâ, Kahire, (t.y.) IX. 362
[213] el-Mâide: 5/49
[214] en-Nûr: 24/47-51
[215] Şirvânî, a.g.e., 21; Bilmen, a.g.e., I, 216
[216] Mevdûdî, Siyaset Nizamı, 25
[217] el-Âmidî, el-İhkâm, Kahire, 1387/1967.1. 76; el-Hudarî, Usûlu'l-Fıkh, Mısır, 1385/1965, 21; Bilmen, a.g.e., I, 215 vs.
[218] Karaman, a.g.e., 208
[219] Karaman, a.g.e., 209
[220] el -Bakara: 2/278-279
[221] el-A'raf:7/128
[222] Abdulkadir Udeh, el-İslâm ve Avdâuna es-Siyâsiyye, baskı yer ve yılı yok, s. 96-97. (Eser tarafımızdan "İslâm ve Siyasî Durumumuz" adıyla çevrilmiş olup Pınar Yayınları arasında çıkmıştır.); Fethi Usman, Devletu'l-Fikre, Kahire, (t.y.), 18-19; en-Nebhân, a.g.e., 61-62; M. Beşir Eryarsoy, İlk Anayasa Işığında Peygamber (s)'in Kurduğu Devlet, Düşünce dergisi, 1. Dönem, sayı 1-2 ile Hicret Devletinin Rükünleri, Haftalık Hicret Gazetesi, sayı: 7-9; vs...
[223] M. F. en-Nebhân. a.g.e,, 351
[224] el-Ahzâb: 33/36
[225] Mevdûdî, Devlet Nizamı, 29
[226] Mevdûdî. a.g.e., 29-30; Karaman, a.g.e., 104
[227] M. Hamîdullah, İslâm'a Giriş, çev: K. Kuşçu, İstanbul 1965. s. 98
[228] Mevdûdi a.g.e, 30
[229] Karaman, a.g.e., 103. Bütün bu görevlerin geniş bir şekilde açıklamaları için: el-Ferrâ ile el-Mâverdi'nin el-Ahkâmu's-Sultâniyye adlı eserlerine bakılmalıdır.
[230] İslâm yargı hukuku ile ilgili geniş açıklamalar fıkıh kitaplarının Edebu'1-Kâdî bölümlerindedir.
[231] el-Ferra, a.g.e., 62. Ayrıca Hz. Peygamber, kadılara hükmünü bilemedikleri bir dava geldiği taktirde kendisine haber verip dava hakkında nasıl hüküm vermek gerektiğini sormalarını da kesinlikle emrederdi, (bk. İbn Mâceh, Mukaddime 7)
[232] en-Nisâ: 4/58
[233] Sâd: 38/26
[234] el-Mâide: 5/48
[235] el-Mâide: 5/42
[236] İbn Mevdûd, el-İhtiyâr, II, 82
[237] Karaman, a.g.e., 105-6
[238] Hamîdullah, a.g.e., 99
[239] Karaman, a.g.e., 106
[240] Âl-i Îmrân: 3/104, 110
[241] Buhâri, İman 42; Müslim, İmân 95; Tirmizî, Birr 17; Nesâî, Bey'at 31
[242] Konu ile ilgili daha etraflı bilgiler için bk. en-Nebhân, a.g.e., 349 vd.; Udeh, el-İslâm ve Evdâuna's-Siyâsiyye, 183 vd.; M. Esed, Minhâcu'l-İslâm Fi'l-Hukm, 99 vd.; Abdülvehhab Hallâf, es-Siyâsetu'ş-Şer'iyye, Kahire, 1397/1977; vd. Ayrıca el-Mâverdi ile el-Ferrâ'nın Ahkâmu's-Sultaniyye adlı eserleri bir balama bu fonksiyonlara dair geniş açıklamalar olarak da değerlendirilebilirler.
[243] el-Enbiyâ: 21/92; ei-Mü'minûn: 23/52
[244] Âl-i Îmrân: 3/103
[245] Âl-i Îmrân: 3/105
[246] e'-Enfâl: 8/46
[247] İbn Hazm, el-Fual, IV, 88
[248] Müslim, İmâre 46,61; Ebû Dâvûd, Fiten 1; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 360
[249] İbn Kesîr, I, 72; Kurtubî, I, 273; İbn Müceym, el-Eşbâh, s. 205; el-Ferrâ, a.g.e., 25; el-Mâverdi, a.g.e., 10-1; İbn Hazm, el-Muhaltâ, IX, 360; el-Fisal, IV, 88; el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 607; el-Cezîrî, a.g.p., V. 416; Said Havva, el-İslâm, II, 138-9 vs...
[250] Kurtubî, 1, 273
[251] İbn Teymiyye, Fetâvâ, XXXV, 43; el-Kettânî, et-Terâtibu'1-İdâriye, 1, 2.
[252] İbn Hazm, el-Fisal, IV, 107
[253] Râğıb, a.g.e., 156
[254] İbn Haldun, Mukaddime, 191
[255] el-Kettânî, aynı yer
[256] Örnek olarak bk. Buhârî. Meğazî 37; Ahkâm, 43;. Müslim. Hâcc 425; İmare 61; Ebû Dâvûd, Cihâd 72; Tirmizî Deavât. 41. 46; Nesâî, İstiâze, 43 v.s...
[257] el-En'âm: 6/165
[258] el-Mâverdî. a.g.e., 19; el-Ferrâ, a.g.e., 27: İbn Haldun aynı yer; İbn Teymiyye, a.g.e., XXXV, 44-5
[259] Fâtır: 35/39
[260] en-Nûr: 24/55
[261] en-Nûr: 24/55
[262] bk.:el-Kasas: 28/41
[263] el-Câssass, Ahkâmu'l'Kur'ân, 1,68. Bu terim ile ilgili geniş açıklamalar için bilhassa bk. Dr. Muhammed Ziyaddîn er-Reyyis, en -Nazariyyatu's - Siyûsiyyeti'l-İslâmiyye, Kahire 1979, s. 107 vd.
[264] el-Cürcânî, a.g.e., 602; M. E. Zehra, Mevsâ'atu'l-Fıkh, I, "Âl" Md., 3. kısım; Elmalılı, I, 491
[265] el-Cürcânî, aynı yer
[266] İbn Haldun, aynı yer; Karaman, a.g.e., 87
[267] bk: el-En'âm: 6/165
[268] Bk. el-Mâide: 5/20; el -Bakara: 2/247; Sâd: 38/35. Konu ile ilgili daha etraflı Kur'ânî açıklamalar için bk. İbn Teymiyye, a.g.e., XXXV, 33, vd.
[269] en-Neml: 27/34
[270] el-Kehf: 18/79
[271] Çeşitli örnekler için bk. er-Reyyis, a.g.e., 114 vd.
[272] İbn Sa'd, Tabakât, III, 306-7. Ayrıca bk. el-Kettânî, a.g.e., I, 13; Kândehlevî, Hadislerle Müslümanlık, II, 632
[273] Tecrîd, VII, 175
[274] İbn Hazm, el-Fisal, IV 166. Nakleden: M. Ebu Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhebler Tarihi, IV, 73
[275] Ebû Dâvud, Cihad, 35
[276] EbûDâvûd, Sünne 8; Tirmizi, er-Rüyâ, 10
[277] Ebû Dâvûd, Sünneh, 8; Tirmizî, Fiten, 49
[278] et-Teftâzânî, a.g.e., 180-1
[279] Mişkât, 6270, had. Hadis zayıftır.
[280] M. E. Zehra, Mevsû'atu'l-Fıkh, I, 147-8
[281] el-Bakara: 2/35
[282] Bakara: 2/38
[283] Bakara: 2/39
[284] et-Tevbe: 9/39; Muhammed (s): 47/38
[285] en-Nûr: 24/55
[286] el-Bakara: 2/193; el-Enfâl: 8/39
[287] Sâd: 38/26
[288] el-Bakara: 2/124
[289] en-Nisâ: 4/58. Ayrıca bk. Ûdeh, el-İslâm ve Evdâuna's-Siyasiyye, 14-28
[290] Müslim, Vasiyye 18, 19; Edahî 43; Tirmizî, Fiten 48; Nesâî, Vesâyâ 2; İbn Mâceh Cenâiz 64; Vasâyâ 1; İbn Kuteybe. el İmame ve's-Siyâse, 1,6
[291] Mesela bk. Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, İstanbul 1974, s. 210
[292] Tecrîd, I, 110
[293] M. E. Zehra, Siyâsî ve İtikadı Mezhebler Tarihi, 65
[294] Bu konuda bir fikir vermek üzere şöyle bir örnek verelim: Hz. Peygamber (s) Hz. Ali'ye: "Sen Bana, Harun'un Musa'ya olan yakınlığı kadar yakınsın" diye buyurmuştur. (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 31) Bununla ileri sürüldüğü gibi Hz. Peygamber, Hz. Ali'nin halîfe olmasını kast etmemiştir. Şöyle ki; Hz. Peygamber Tebûk Seferine çıkarken Hz. Ali'ye Medine'de kalmasını ve seferin uzaklığı nedeniyle aile içerisinde bulunmasını emr etmiş idi. Hz. Ali'ye cihâddan geri kalmanın ağırgelmesi üzerine Hz. Peygamber yukarıdaki hadîsi söylemişti. Buna göre hadîste sözkonusu olan şey ümmet hakkında hilâfet değil, aile hakkında hilâfettir. (Tecrid, IX, 363) Çünkü Hz. Musa da Tûr'a çıktığında, Hz. Harun'u ailesi içerisinde yerine vekil bırakmıştı. İbn Hazm'da bu olay ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Allah Rasulü'nün Hz. Ali'ye: "Sen Bana Harun'un Musa'ya olan yakınlığı kadar yakınsın" demesi ne onun başkalarından faziletli olmasını, ne de Hz. Peygamberden sonra imam olmasını gerektirir. Çünü Hz. Musa'dan sonra Hz. Hârûn İsrailoğulları'nın başına geçmedi. Ondan sonra, onun yerine Yûşâ' b. Nûn geçmiştir. Dolayısıyla Hz. Ali'nin burada sözü edilen "yakınlığı" ile kasıt, akrabalıktan başkası değildir. (el-Fisal, IV, 94-95) Kurtubî de buna ek olarak, Hz. Harun'un Hz. Musa'dan önce vefat ettiğinde ihtilâf olmadığını kaydeder. Eğer bu sözleriyle halifeliği kastetmiş olsaydı., "Senin bana yakınlığın Yûşa'nın Musa'ya yakınlığı gibidir" demeliydi. O böyle değil de öbür türlü söylediğine göre, bundan maksadı da şu olur: "Mûsâ Rabbi ile münacâta gittiğinde, Hârûn onun arkasında bıraktığı halefi olduğu gibi, ben de seni aile halkımın yanında bulunmadığım bu sırada onlara halefim (benim yerime onları koruyup gözeten) olarak bırakıyorum" (Kurtubî, I, 267-268)
[295] Buhârî, Fedâilu Ashâbin-Nebiyy 4
[296] Buhârî, el-Amel, fi's-Salâh, 3,6; Mâcâe fi's-Sehvi 9; es-Sulh, 1; Nesâî, İmâme 7. 15; Kudât 24
[297] Buhârî, Ezan 38, 46, 47, 67, 68, 70; Ebû Dâvûd, Sünne 11; İbn Mâceh, İkame 142
[298] Buhârî, Satât 80; Fedâilu Ashâbi'n-nebiyy 3, 5; Tirmizî, Menâkib 14
[299] Tecrîd, II, 416
[300] Buhârî, Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 6; Müslim Fedâilu's-sahabe 10; Tirmizî Menâkıb, 17
[301] Buhârî, aynı yer
[302] Tirmizî, Menâkıb, 16; İbn Mâceh, Mukaddime, 11
[303] Meselâ, M. . Zehra, Siyasî ve İtikadî Mezhebler Tarihi, 119
[304] Nesâî, İmame 1
[305] Tecrîd, IX, 216; 1421-2. hadîsler
[306] İbn Kuteybe, a.g.e., 1,19; Kândehlevi, a.g.e., II, 614
[307] Buhârî, İlm 41; Tecrîd, 1275. hadis
[308] Tecrîd, VIII, 415, XII, 69, 1915, had. Ayrıca bk. Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 11; Ebû Dâvûd, Sünne 11
[309] İbn Sa'd, Tabakat, III, 178 vd.; İbnu'1-Esîr, el-Kâmil, Beyrat, 1400/1980; II, 220 vd.; İbn Kuteybe, a.g.e.. I, 7-20; Kahdehlevî, a.g.e., II, 606-616; Hemîdullah, a.g.e., II, 315-9; Ashab-ı Kiram, I. 177-184; Şiblî, Asr-ı Saadet, IV, 33-40, vs.
[310] el-Kettânî, a.g.e., 1,2
[311] İbn Sa'd, a.g.e., III, 199, vd. İbnü'1-Esîr, a.g.e., II; 291-3; İbn Kuteybe a.g.e., I, 21-3; Şiblî, a.g.e., IV, 128-131 ve Bütün Yönleriyle Hz. Ömer, 1,117-8
[312] İbn Sa'd, a.g.e., III, 61-2; İbnu'1-Esîr, a.g.e., III. 34 vd.; İbn Kuteybe, a.g.e., I, 26-30; Tecrîd, IX, 360-1; Kândehlevî, a.g.e,, II, 627-9; Şiblî, Asr-ı Saadet, V, 10-1; Mâverdi, a.g.e., 14
[313] İbn Sa'd, a.g.e., III, 31-2; İbnu'1-Esîr, a.g.e., III, 9S vd.; İbn Kuteybe, a.g.e., I, 47-52; Şiblî, Asr-ı. Saadet, V, 76; A.shab-ı Kiram, 1,307
[314] Meselâ bk. Buhâri Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy. 7, 8, 9; Müslim, Fedâilu" s-Sahâbe; Ebû Davûd. Sünne 8; Dârimî, Sünen, Rü'yâ 13, vs.
[315] Âi-i Îmran: 3/110
[316] Cürcânî, a.g.e., 607; İbn Âbidîn, I, 385; el-Cezerî, el-Fıkk Ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, V, 417; el-Ferrâ, a.g.e., 23.
[317] Şah Veliyullah, Huccetullahi'l-Bâliğa, II, 738-9
[318] en-Nebhân,a.g.e., 127
[319] el-Ferâ, a.g.e., el-Mâverdi, a.g.e., 6. (Çeviride "seçmen" tabiri kullanılmış)
[320] er-Reyyis, a.g.e., 224
[321] el-Ferrâ ile el-Mâverdî, aynı yerler.
[322] Nakleden: er-Reyyis, a.g.e., 224
[323] er-Reyyis. aynı yer
[324] Sa'dî Ebû Ceyb, Dirâsetun fî Minhâci'l-İslâmi's-Siyasî, Beyrut, 1406/1985, s. 239
[325] eş-Şûrâ: 42/38
[326] Prof. Dr. M. Abdullah el-Arabî, Nizâmu'l-Hukm fi'l-İslâm, 65; S. Havva, a.g.e., II, 137
[327] Sa'dî Ebû Ceyb, a.g.e., 228
[328] Sa'di Ebû Ceyb, Mevsûatu'l-İcma', Dımaşk, 1404/1984; I, 372
[329] İbn Hazm, el-Fisal, IV, 170
[330] Sa'dî Ebû Ceyb, a.g.e., I, 372
[331] M. E. Zehra, Siyasi ve İtikadı Mezhebler, 120; Dr. M. Revvâs Kal'acî, Mevsûatu Fıkh Ömer İ'bni'l-Hattâb, Kuveyt, 1401/1981, s. 102
[332] el-Ceziri, a.g.e., V, 416; el-Mâverdî, a.g.e., 16; el-Ferrâ, a.g.e., 25
[333] Tirmizî, Menâkıb 39
[334] İbn Hazm, el-Fisal, IV, 169
[335] Sa'dî Ebû Ceyb, Dirasetun..., 246
[336] İbn Haldun, a.g.e., 210
[337] İbn Kuteybe, a.g.e., I, 22
[338] Şâh Veliyullah, İzâletu'l-Hafâ, I, 25-6 Nakleden: Karaman, a.g.e., 90-1
[339] M. E. Zehra, a.g.e., 122ve 124
[340] İbn Âbidin, IV, 318
[341] İbn Âbidin, I, 385; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, VIII, 185-6
[342] M. E. Zehra, Fıkhı Mezkebler Tarihi, III. 59-60
[343] M. E. Zehra, a.g.e., III, 119
[344] el-Ferrâ,a.g.e.,20
[345] Kurtubî, a.g.e., 1,269
[346] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II 126; III, 19; Tirmizi. Siyer, 28
[347] S. Ebû Ceyb, a.g.e., 255-262'den özetle
[348] A. K. Ûdeh, a.g.e., 137-8'den özetle
[349] S. Ebû Ceyb, Mevsûatu'l-İcma', I, 375
[350] el-Bakara: 2/246-7
[351] en-Nisâ: 4/59
[352] el-Bakara: 2/124
[353] el-Cassâs, a.g.e,, I, 69-70
[354] İbn Âbidin, l 384; el-Cezîrî. a.g.e., V, 416
[355] H. B. Çantay, Meâl-i Kerîm, I, 87, dn: 14
[356] Al-i İmrân: 3/28. Bu konudaki diğer âyetlerden bazıları: Al-i İmrân: 3/118-9; en-Nisâ: 4/89,115, 119.120, 139,144; el-Mâide: 5/51, 80. 81; el-Hacc: 22/4; el-Furkan.
[357] en-Nisâ: 4/59
[358] Taberî, V, 150
[359] el-En'âm: 6/121
[360] Fi Zilâli'l-Kur'ân, cüz: VIII, 29-30
[361] Dr. M. R. Kal'acî, a.g.e., 99-100
[362] en-Nisâ: 4/141
[363] Buhârî. Fiten 18; Tirmizî. Fiten 75; Nesâî, Kudât 8; İbn Hazin, el-Muhallâ, IX, 360
[364] İbn Hazm, el-Fisal, IV, 110
[365] Müsned, II, 326. 448, 455
[366] Kurtubî. a.g.e., I. 270; İbn Hazm, el-Fisal, IV, 110; el-Muhallâ, IX. 359
[367] İbn Maceh, Talâk, 15; Tecrîd, V, 11; Tirmizî. Ebû Dâvûd; Mişkât, 3287, 3288. Hadisler; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 360
[368] Kurtubî. a.g.e., I, 270; A. K. Ûdeh, a.g.e., 111; el-Cezîrî, a.g.e., V, 417; İbn Nüceym, el-Eşbah, 211; el-Mâverdî, a.g.e., 6; el-Cürcânî. a.g.e., 605; İbn Haldun, 193
[369] el-Ferrâ. a.g.e., 20
[370] İbn Haldun, aynı yer
[371] A. K. Ûdeh, aynı yer
[372] Kurtubî, a.g.e., I. 270; el-Mâverdî, a.g.e., 6; el-Cezîrî, a.g.e., V, 417; el-Cürcânî. aynı yer, A. K. Ûdeh, a.g.e., 111-2
[373] ed-Durru'l-Muhtâr, İbn Âbidîn kenarında, I. 385
[374] el-Cessas, a.g.e., 1,70
[375] İbn Haldun, a.g.e., 193
[376] Bk. el-Cezîrî, a.g.e., V, 417
[377] el-Hucurât: 49/13
[378] Ebû Davûd, Fiten 1
[379] Ebû Bekr b. Ebî Şeybe. el-Musannef, XII, 219
[380] Kurtubî, a.g.e., I, 270; İbn Âbidîn, I, 384-5; İbn Nüceym, a.g.e., 211; el-Ferrâ, a.g.e., 20; el-Mâverdî, a.g.e, 6; A. K. Ûdeh, a.g.e., 112
[381] İbn Haldun, aynı yer
[382] el-Cezîrî. el-Mâverdî, İbn Haldun aynı yerler
[383] İmare 3
[384] A.K.Ûdeh,a.g.e., 117
[385] Nakleden: H. Karaman; a.g.e,, 85
[386] Gazzâlî, el-İktisâd fi'l-İ'tikad, 239-40
[387] Cürcânî, a.g.e., 606; İbn Âbidîn, L 384-5;
[388] Cürcânî, aynı yer
[389] Buhârî, Ahkâm 1; Dârimî, Siyer 78; İbn Hazm. el-Muhalla, IX, 359
[390] Tirmizî, Fiten 49, İbn Hazm, aynı yer
[391] Buhârî aynı yer; İbn Hazm, aynı yer
[392] S. Ebû Ceyb, Mevsûatu'l-İcmâ', I, 373; Dirâsetun fi Minhâci'l-İslâmi's-Siyasî, 187. v.d.; İbn Hazm, el- Fisal, IV, 89; el-Muhallâ, IX, 359, 360 vs.
[393] Cürcânî, aym yer; İbn Haldun, a.g.e., 193; İbn Nüceym, aynı yer vs.
[394] Y. el-Kardâvî, Şerîatul-İslâm, 120
[395] Şirvânî. a.g.e., 120
[396] Tecrîd, IX, 221
[397] Nesâî, Bey'at 26; Dârimî, Mukaddime, 16; İbn Mâceh, Mukaddime, 6; Tirmizî. Cihâd 28
[398] İbn Haldun, a.g.e., 196
[399] Sa"dî Ebû Ceyb, Dirâsetun ..., 178-200
[400] M. Hamîdullah, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, 141-4
[401] M. E. Zehra, a.g.e., 113-4
[402] er-Reyyis, a.g.e., 299-301
[403] Mevdûdî, Hilâfet ve Saltanat, 34; ayrıca A. Ûdeh, a.g.e., 112-117'ye bakınız. '
[404] Buhârî, Ahkâm 7; Dârimî, Rikak 76
[405] Buhârî, Itk 19; Ahkâm 1; Ebû Dâvûd, İmare 1; Tirmizî, Cihâd, 27
[406] Şirvânî, a.g.e., 121. Ayrıca bk. İbn Sa'd, Tabakat III, 276
[407] Mecelle, Md: 58; İbn Nüceym, a.g.e., 62"
[408] el-Bakara: 2/191; el-Enfâl: 8/39
[409] el-Hacc: 22/41
[410] en-Nahl: 16/90; el-Hucurat: 49/9; Sâd: 38/26
[411] Tâhâ: 20/114
[412] et-Tevbe: 9/60; e-Zâriyât: 51/19; el-Meâric: 70/24-25
[413] el-Mâide: 5/44, 45, 47; en-Nisa: 4/59
[414] Ebû Dâvûd, İmâre 13; Tirmizî, Ahkâm 6
[415] Ebû Dâvûd, İmâre 13
[416] Ebû Dâvûd, İmâre 10
[417] Ebû Dâvûd, Nikâh 20; İbn Mâceh, Nikâh 15; Dârimî, Nikâh, 13
[418] Ebû Dâvûd, İmâre 15; Tirmizî, Ferâiz 1; İbn Mâceh, Sadakat 13; Et'ıme 9; Dârimî Buyü' 54
[419] Zeylâî, Nasbu'r-Râye, III, 326, (2. baskı). Yine Zeylaî, aynı yerde bunun hadis olarak "garib" olduğunu belirtmekte ve bu lafzıyla Hasan-ı Basri'ye ait bir söz olarak İbn Ebi Şeybe'nin Musannef'inde yer aldığını kaydetmektedir.
[420] el-Ferrâ, a.g.e., 27-8;-el-Mâverdî,
[421] el-Kettânî, a.g.e.., I, 4-5
[422] İbn Sa'd. Tabakat, III, 184.
[423] en-Nisâ, 4/6
[424] İbn Sa'd, Tabakât, III, 276-7; Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Haraç, Çev. A. Özek.73
[425] M. E. Zehre, a.g.e., 127
[426] Nesâî, Kasâme. 22
[427] Ebû Bekrb. Ebî Şeybe, el-Musannef, XII, 213. Devlet başkanının hak ve görevlerine dair daha geniş bilgi için bk. Dr. er-Reyyis, a.g.e., 311-324; S. E. Ceyb, a.g.e., 123-124 ve 265-432; A. K. Ûdeh, a.g.e., 196-208; M. F. en-Nebhân, a.g.e,., 458-469;. Dr. M. R. Kal'acî, a.g.e, 103-110 ve 117-118 vs...
[428] M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 156
[429] A. K. Vdeh.a.g.e., 148-149
[430] Prof. el-Arabî. a.g.e., 78-9
[431] M. Esed. Minhâcul-İslâm fî'l-Hukm, 86. (İslâm'da Yönetim Biçimi adıyla tarafımızdan Türkçeye çevrilmiştir.)
[432] İbn Kuteybe, a.g.e., I. 17; Kândehlevî. a.g.e., II, 617-8
[433] Râğıb, a.g.e., 270; Zemahşerî, Esâsul-Betâğa, 340; Dr. A. A. Riza en-Nahvî, Melâmihu Şûrâ, 23-24, vs.
[434] Râğıb, aynı yer
[435] en-Nahvî, a.g.e., 25
[436] es-Şûrâ: 42/38
[437] en-Neml. 27/32
[438] Âl-i Îmrân: 3/159
[439] et-Talâk: 65/6
[440] el-Kasas: 28/20
[441] İbn Kesîr, I, 420; Diğer örnekler için bk. Kurtubî, XVI, 37; Hamîdullah, a.g.e., U, 162 yd.
[442] Tirmizî. Cihâd. 34: Ebû Hüreyre (r)den
[443] Elmalık. II, 1217
[444] Ebû Davûd, Edeb 115; Tirmizî, Edeb 57; İbn Mâceh. Ferâiz, 37
[445] Tirmizî. Filen 78. Hz. Peygamber'in sünnetinde şûra uygulamasına dair daha çok sayıda örnekler için bk. en-Nehvî, a.g.e., 191-248; S.EbûCeyb,Dirasetun..., 601-611
[446] Diğer örnekler için bk. en-Nahvî. a.g.e.. 251-360; S. Ebû Ceyb, a.g.e., 613-640
[447] eş-Şûrâ 42/38.
[448] el-Cassâs,a.#.e., ili. 386
[449] Elmaiıh II, 1216; M. Vehbi, Ahkâm-ıKur'.âmyytS, 261; S. E. Ceyb, a.g.e. 641
[450] Şûra: 42/38.
[451] M. Vehbi, aynı yer
[452] Âl-i İmrân: 3/159.
[453] Elmalılı. II. 1217
[454] Âl-i İmrân: 3/159
[455] S. E. Ceyb, a.g.e., 644-650
[456] Âl-i İmrân: 3/159.
[457] Seyyid Kutub. Fî Zilâll'l-Kur'ân, Cüz: IV, 111-2
[458] Kurmbî. lV. 249
[459] Kândehlevî. a.g.e., II, 637-41. Dr. A. A. R. eh-Nahvî, a.g.e., 196 vd. S. E. Ceyb. a.g.e., 601. vd.
[460] Kândehlevî, a.g.e., 11.639-40
[461] Ashâb-ı Kiram, Vr 271 ve 286
[462] Kândehlevî, a.g.e., II, 641; Şiblî, a.g.e., IV, 157
[463] Şiblî. aynı yer
[464] Bk. Bâbilî, İslâm'da Şûra, 102
[465] Kândehlevî, a.g.e., 643
[466] Buhârî. İ'tisâm?,
[467] M. Esed, a.g.e., 106
[468] Buhârî. Zekât 1, 40: Müslim, İman 32; Ebû Dâvûd, Zekât 1; Tirmizî. İman 1; Muvatta. Zekât 31
[469] el-Hâkka: 69/44-47
[470] Nesâî, Zîne 52
[471] bk, en-Nisâ: 4/159; Âl-i İmrân: 3/118; et-Tevbe: 9/16
[472] Mevdûdî, İslâm'da Devlet Nizamı, 29-30
[473] M. Esed,a.g.e., 93-4
[474] bk. el-Bakara: 2/247; en-Nisâ: 4/5; Yûsuf: 12/55; Zümer: 39/9
[475] Mevdûdû Hilâfet ve Saltanat, 38
[476] el-Bakara. 2/124
[477] el-Kehf, 12/28
[478] eş-Şuarâ, 26/151-2
[479] Ek şartlar ve daha geniş açıklamalar için bk. A. A. R. en-Nahvî, a.g.e., 583-606; S. E. Ceyb, a.g.e., 661-669 M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, Buruc Yayınları: 210-211.
[480] Kurtubî,IV,250
[481] Geniş açıklamalar için bk. Babilî. a.g.e., 51-2; 60-70; 100-2. sahifeler;
- E. Ceyb, a.g.e., 670 vd; nisbeten değişik ve konuyu temel boyutlarıyla ele alan bir yaklaşım olarak: A. A. R. en-Nahvî, a.g.e., 623 vd.
[482] Al-i İmrân: 3/159
[483] Bâbilî, a.g.e., 66-7; A. el-Arabî, a.g.e., 95-6
[484] Âl-i İmrân: 3/159 daki
[485] İbn Kesîr, I, 420
[486] Kândehlevî, a.g.e, II, 644-5
[487] el-İsrâ: 17/89; Yûsuf: 12/103; el-En'âm: 6/116.
[488] el-Haşr: 59/7
[489] Âl-i İmrân: 3/159
[490] el-Cassâs, a.g.e, II. 40-1; Elmalılı, II, 1216; M. Vehbi, Hulâsatul-Beyân, II, 766; İbn Kesir, IV, 118
[491] Mevdûdî, age, 43; A. el-Arabî, a.g.e.,62-3; S. E. Ceyb, a.g.e., 655-6
[492] el-Ahzâb: 33/36
[493] eş-Şûra: 42/21
[494] el-Arabî, a.g.e., 89-90 1
[495] Bâbilî, a.g.e., 42-45; Karaman, a.g.e., 100
[496] er-Ra'd: 13/11; el-Enfâl: 8/53
[497] Muhammed (s): 47/7
[498] İbn Haldun, Mukaddime, 209; el-Ketlânî, et-Terâtîb, I, 22; Râğıb, el-Müfredât, 67; ez-Zemahşerî, Esâsu'l-Belâğa, 57
[499] el-Kehf: 18/28; el-Ahzâb: 33/1,48; el-İnsân: 76/24 vs.; Buhârî, Ahkâm 4; Âhâd I; Meğazî 59; Müslim, İmâre 39-40; Ebû Dâvûd, Cihâd 87; Nesâl Bey'at 34
[500] bk.el-Feth: 48/18
[501] el-Feth: 48/10
[502] Mesela bk. Elmalılı, VI, 4413
[503] el-A'râf: 7/155
[504] M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 14-9
[505] Kândehlevî, Hadîslerle Müslümanlık, II, 611
[506] Buharı. İmân 26; Dârimî, Siyer, 17
[507] Buhârî, Ahkâm 42; Nesâî, Bey'at 1; Ebû Dâvûd, Haraç, 9; İbn Mâceh, Cihâd 41
[508] Buhârî ve İbn Mâceh, aynı yerler; Nesâî, Bey'at, 24; Tirmizî, Siyer, 44. (Hz. Enes'ten)
[509] M. E. Zehre, Siyasî ve İtikadı Mezhebler Tarihi, 114
[510] el-Cezîrî, el Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, V, 417. Ehlu'l Hail ve'l-Akd'in kimlikleri için bk. II. Bolüm, "Halifeliğe Geçiş Yolları" başlığı.
[511] M. E. Zehra, Fıkhî Mezhebler Tarihi, III, 59
[512] el-Cezîrî, aynı yer
[513] el-Mâvardî el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 6; el-Ferrâ, el- Ahkâmu's-Sultâniyye, 19
[514] el-Mâverdî ile el-Ferrâ, aynı yerler.
[515] M. Esed. Minhâcu'l-İslâm fi'l-Huhn, 81
[516] bk. Yûnus: 10/32
[517] bk. en-Nisâ: 4/58
[518] en-Nisâ: 4/58
[519] Buhârî. Ahkâm 6; Ebû Bekr b. Ebî Şeybe, Musannef, XII, 215-6
[520] Euhârî. Ahkâm 4-5; Nesâî. Kudât 5; Ebû Dâvûd. İmare 2; İbn E. Şeybe, a.g.e. XII, 216
[521] Buhârî Ahkâm 6; Nesâî, Taharet; İbn E. Şeybe, a.g.e., XIII, 215
[522] bk. Yûsuf: 12/55
[523] A. K. Zeydân, İslâm Hukukunda Ferd ve Devlet, 56
[524] Tecrîd, VII, 26
[525] 1. E. Şeybe, a.g.e., XII, 218
[526] el-İhtiyâr, II, 84
[527] el-En'âm: 6/153
[528] Buhauddin el-Haskafi. ed-Durru'l-Muhtâr, İstanbul, 1984. VI, 421
[529] Tâhâ: 20/29-32
[530] Bk. Tâhâ: 20/29-32. âyetlerin tefsin; el-Mâverdî, el-Ahkûmu's-Sultâniyye, s. 26; el-Ferrâ, el-Ahkâmu's-Sulthaniyye, s. 29
[531] Râgıb, el-Müfredhat, 521
[532] Ebû Dâvûd, 4; Nesâî, Bey'at 33 (kısmen); et-Tâc, III, 51
[533] el-Mâverdî, a.g.e., 26; el-Ferrâ, a.g.e, 29
[534] el-Mâverdî, a.g.e., 33
[535] el-Mâverdî. a.g.e, 30-1; el-Ferrâ. a.g.e., 31..İslâm Devletinde "Yürütme Organı" ile ilgili daha geniş bilgi için bk. en-Nebhân, a.g.e, 487 vd.
[536] Meselâ bk. el-En'âm: 6/114-117; el-Mâide: 5/44, 45. 47
[537] Bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi II. 146
[538] Prof. A. K. Zeydân, İslâm Hukukunda Ferd ve Devlet, 49-51-
[539] Al-i Îmrân: 3/159.
[540] Prof. Abdullah el-Arabî, Nizâmu'l-Hukm fı'l-İslâm, s. 90 ve 106; ayrıca bk. S. E. Ceyb. a.g.e., 681-2
[541] en-Nisâ: 14/59
[542] el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 607
[543] İbn Hazm, el-Fisal, IV, 107
[544] Kurtubî, IV, 249
[545] Kurtubi, 1,271
[546] Kurtubî, aynı yer
[547] el-Mâverdi, a.g.e., 21; e-Ferrâ, a.g.e,, 20
[548] el-Mâverdî, a.g.e., 21-3; el-Ferrâ, a.g.e, 21-2
[549] el-Mâverdî, a.g.e., 24; el-Ferrâ, a.g.e., 22; ayrıca bk. İbn Haldun, Mukaddime, 193
[550] İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, 205
[551] İbn Kesîr, I, 72
[552] et-Teftâzânî, Şerhu'l-Akaid, 185-6
[553] M. E. Zehra, Mevsûatu'l-Fıkh, I, 148
[554] el-Mâverdi, a.g.e., 21 krş: el-Fetrâ. a.g.e, 21
[555] İbn Âbidîn, 111,320
[556] es-Secde: 32/18
[557] en-Nûr: 24/4
[558] Hûd: 11/13
[559] Bu ilim adamlarının konu ile ilgili görüşlerini yansıtan söz ve tavırlarını topluca görmek için bk. S. E. Ceyb, Dirâse fi Minhâci'l-İslâmi's-Siyâsî, 388-397
[560] İbn Kesîr, I, 72
[561] Kurtubî, I, 272
[562] İbn Âbidîn, aynı yer .
[563] İbn Mâceh, Mukaddime 11
[564] M. Hamîdullah, a.g.e, II. 154
[565] M. A. el-Arabî, a.g.e, 106-7
[566] el-Fisal, IV, 107; M. A. el-Arabî, a.g.e., 103-4
[567] A. K. Ûdeh, a.g.e., 151
[568] A. K. Ûdeh, a.g.e, 151-2
[569] en-Nisâ: 4/59
[570] el-Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, II, 210-1; Elmalılı, II, 1376-7, vs.
[571] Buhârî, Ahkâm. 47
[572] Buhârî, Cihâd. 106; Ahkâm, 1; Nesâî, Bey'at 27; İbn Mâceh, Cihâd 39
[573] en-Nisâ: 4/59
[574] el-Cassâs, a.g.e., II, 210-1; Elmalılı, II, 1374-6; Seyyid Kutub, Fî Zilâli'l-Kur'ân, Cüz: 5,111; İbnu'l-Kayyim, Î'lâmu'l-Muvakkı'in, I, 54, vs.
[575] Buhârî Cihâd 105; Ahkâm 2; Ebû Dâvûd. Cihâd 88; Tirmizî, Cihâd 29: İbn Mâceh Cihâd 40. (Diğer bazı hadisler: Buhârî, Ahkâm 42; Ebû Dâvûd. İmâre 19; Nesâî. Bey'at. 1- 35-36; İbn Mâceh. Cihâd 41 vs.) Konu ile ilgili Hz. Peygamber dönemindeki şu olayı zikretmeden geçemiyoruz:
Ali (r)den, Hz. Peygamber (s), bir askerî birlik göndermiş ve başlarına Kusardan birisini geçirmiş, onlara komutanlarına itaat etmelerini de emr etmiş idi. Kumandan kızıp onlara: "Peygamber (s) size hana itaat etmenizi emir buyurmadı mı?" diye sordu. Onlar: "Evet" diye cevaplayınca, o da onlara: "Size odun toplayıp bir ateş yakmanızı, sonra da içine girmenizi emr ediyorum" dedi. Odun toplayıp ateş yaktılar. Kendilerini ateşe atacakken, birbirlerine bakışıp şöyle dediler: "Biz Peygamber (s)e ateşten kurtulmak için uyduk. Şimdi ona mı göreceğiz?" Onlar böyle konuşup dururken ateş söndü, kumandanın kızgınlığı da geçti. Durum Hz. Muhammed (s) e arzedilince şöyle buyurdu:, "Eğer o ateşe girmiş olsalardı, ondan kesinlikle çıkamazlardı, itaat, yalnızca mâruftadır." (Buhârî. Ahkâm 3; Ahbârul-Âhâd. 1; Ebû Dâvûd, Cihâd, 88, İbn Mâceh. 40)
[576] Nisa: 4/59
[577] Elmalılı, II, 1374-5
[578] Hûd, 31/113
[579] Meselâ, el-İsrâ, 17/73-75; eş-Şûrâ: 42/14-15; el-Kalem: 68/9 vs.
[580] en-Nisâ: 4/89; el-Mâide: 5/51; et-Tevbe: 9/23; el-Mumtehine: 60/1, 9, 123
[581] Âl-i İmrân: 3/28; en-Nisâ: 4/89; el-Mâide: 5/51; 55; el-Câsiye: 45/19
[582] el-Enfâl: 8/73; el-Câsiye: 45/19
[583] Nesâî Bey'at 26; İbn Mâceh, Cihâd. 39; Tirmizî, Cihâd 38. Yakın anlamda başka hadisler: Buhârî. Ezan 51; Ahkâm. 2; İbn Mâceh aynı yer ve Mukaddime 6; Nesâî aynı yer. Dârimî. Mukaddime 16; 1. E. Şeybe, el-Musannef, XII. 212 vd. vs.
[584] A. R. Hasan Habenneke, Ususu'l-Uadârati'-İslâmiyye, s. 385. (1. baskı)
[585] Bk. Mevdûdî. Hilâfet ve Saltanat, 50
[586] Buhârî, Ahkâm 42; Nesâî. Bey'at 1; Ebû Dâvûd. İmare 9; İbn Mâceh, Cihâd, 41
[587] Buhârî, İman 42; Müslim, İman 95; Ebû Dâvûd, Edeh 59; Tirmizî. Birr 17; Nesâî. Bey'at 31. Parantez içindeki ifadeler, Suyûtî'nin açıklamalarıdır.
[588] Nesâî. Bey'at 37; Tirmizî. Fiten 13
[589] Nesâî, Bey'at 35, 36; Tirmizî. Fiten, 72
[590] A. K. Ûdeh, İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, çev: A. Nuri. İstanbul 1977.11.40
[591] Buhârî, Fiten 1, Ahkâm 2; Dârimî, Siyer 76 ,
[592] Şevkani, Neylu'l-Evtâr, VII, 181
[593] Şevkânî. a.g.e, VII. 186
[594] 1. Ahmed, Müsned ve Müslim, Şevkânî, a.g.e, VII, 182
[595] Şevkânî, a.g.e, VII, 184
[596] Şevkani, a.g.e, VII, 183
[597] Şevkânî, a.g.e, VII, 185
[598] S. Havva, el-İslâm, III, 156
[599] M. E. Zehra. Fıkhî Mezhebler Tarihi, III. 47
[600] M.E. Zehra, a.g.e, 11,162
[601] M. E. Zehra, a.g.e, III, 228
[602] İbnu'l-Bezzâzi, Menâkıbu Ebî Hanîfe, l 55. Nakleden: M. E. Zehra, a.g.e, II, 157-8
[603] İbn Hazm. el-Fisal, IV, 171-2
[604] el-Mâide: 5/2
[605] İbn Hazm, a.g.e, IV, 172-3
[606] Kurtubî, I, 273. Konunun hukukî bakımdan derli toplu bir şekilde incelenmesini görmek üzere bk. A. K. Ûdeh, eî-Teşrîu'l-Cinâî el-îs-lâmî, Beyrut, (t.y.) II; 675, 705; S. E. Ceyb, a.g.e., 399-430 M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, Buruc Yayınları: 267-272.
[607] Tirmizî, Hudûd 26; Nesâı, TahrîtmTd-dem 26; îbn Mâceh, HudÛd 19
[608] Nesâî. Tahrîmu'd-dem 6; Bey'at 25, vs.
[609] Bk. el-Hucurât, 49/9
[610] el-Cezîrî, el-Mezâkibu'l-Arbaa, V, 417
[611] A. K. Ûdeh, İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, I. 236
[612] el-Hacc: 22/41
[613] en-Nahl, 16/90
[614] el-Hadıd. 57/25. Bu âyetteki «demir» kelimesi, siyasî otorite olarak anlaşılmıştır.
[615] Hacc: 22/41
[616] Hacc: 22/41; 16/90
[617] Nahl: 16/90; 57/25
[618] Hadid: 57/25
[619] Hacc: 22/41; 16/90
[620] Hadid: 57/25
[621] İbn Mâceh, Mukaddime 17; Mişkât, 218. Hadîs
[622] Bk. M. Ali Nâsıf, et-Tâc, III, 51; Ebû Dâvûd. îmâre 10
[623] Bk. en-Nevevî, Rîyâzu's-Sâlihin, Beyrut (ty), s. 245; Ebû Dâvûd. Zekât 26; Tirmizî, Buyü' 10; İbn Mâceh, Ticârât 25
[624] el-Mâide: 5/32
[625] el-İsrâ: 17/33; el-En'âm: 6/151
[626] el-Mâide: 5/45
[627] et-Tubrizi, Mişkâtu'l-Mesâbih, 3453-3454. Hadîsler
[628] et-Tebrîzî, a.g.e., 3452 ve 3455. Hadisler
[629] Tirmirî. Diyât 10; Fiten 1; Nesâî, Tahrîmu'd-dem 5.14; İbn Mâceh, Hudûd 1
[630] el-B akara: 2/256
[631] el-Ğâşiye: 88/21-22; Yûnus: 10/99
[632] el-Kâfirûn: 109/6
[633] İnanç serbesliğine esas olabilecek ifadelerin yer aldığı diğer bazı âyetler: el-Bakara: 2/1; Tâhâ: 20/43-47; en-Nahl: 16/125 vs.
[634] el-En'âm: 6/46
[635] el-Ankebût: 29/46
[636] Ebû Dâvûd. Cihâd, 83; Tirmizî, Siyer 48; İbn Mâceh. Cihâd, 38; Darîmî. Siyer 8; vs.
[637] Ebû Dâvûd. İmare 30
[638] Ebû Dâvûd, Hudûd 2; Nesâî. Tahrîmu'd-dem 16. 17
[639] Ebû Dâvûd, Hudûd 2; Nesâî. Tahrîmu'd-dem 16
[640] Ebû Dâvûd, Akdiye 2; Tirmizî, Ahkâm 2; Nesâî, Kudât 3; İbn Mâceh. Ahkâm 3
[641] Âl-i İmrân: 3/104
[642] Âl-i İmrân: 3/110
[643] en-Nisâ: 4/148
[644] Buhârî. Ahkâm 42; Ebû Dâvûd, İmare 9; Nesaî, Bey'at 1; İbn Mâceh, Cihâd 41
[645] Tirmizî. Fiten 13; Nesâî. Bey'at, 37
[646] Prof. A. K. Zeydân, İslâm Hukukunda Ferd ve Devlet, Çev,, C. Arzu, 80-1
[647] İbn Mâceh, Mukaddime 17; et-Tebrîzî. a.g.e., 218 had.
[648] Fâtır: 35/28
[649] Tâhâ: 20/114
[650] el-Ankebût: 29/43
[651] el-Hucurât: 49/13
[652] Buhârî, Hudûd 12; Müslim, Hudûd 8, 9; Ebû Dâvûd, Hudûd 4; Tirmizî, Hudûd 6; Nesâî, Kat u's-Sârik,6; İbn Mâceh, Hudûd 6
[653] el-Mâide: 5/48
[654] Mâide: 5/8
[655] en-Nisâ: 4/58
[656] Ebû Yûsuf, Kitâbu't-Haraç, Çev. A. Özek. 192
[657] el-En'âm: 6/164
[658] el-İsrâ,:17/15. Konu ile ilgili diğer bazı âyetler: Fâtır: 35/18; ez-Zümer: 39/7; en-Necm: 53/38 vs.
[659] el-Hucurât: 49/6
[660] el-İsrâ: 17/36
[661] el-İsrâ: 17/80
[662] el-Hucurât: 49/12
[663] el-Münâfukûn: 63/8
[664] en-Nûr: 24/27-28. Konu ile ilgili hadîsler için bk. İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, III, 278 ve Ebû Dâvûd, Edeb 37 .
[665] Tebrîzî. a.g.e., 1874. had.; Nevevî, Riyâzu's-Sâlihîn, 244
[666] Bk. el-Nahl: 16/74-75
[667] en-Necm: 53/39
[668] el-Bakara: 2/286
[669] Ebû Dâvûd. Zekâî 26; Tirmizî, Buyu"; Nesâî, Buyû' 22; İbn Mâceh: Ticârât 25
[670] Zeydân, a.g.e., 74
[671] İbnül-Kayyim, et-Turuku'l-Hukmiyye, s. 14. Nakleden: Zeydân, a.g.e., 75
[672] Bk. el-Bakara: 2/1-188; en-Nisâ: 4/29
[673] Bk. Yûsuf: 12/109; el-Hacc: 22/46; Fâfır: 34/44; Gafir (el-Mu'min): 40/21, 82; Muhammed: 47/10; Âl-i Îmrân: 3/137; el-En'âm: 6/11; en-Nahl: 16/36; en-Neml: 27/69; el-Ankebut: 29/20; er-Rûm: 30/9, 42
[674] el-Mülk: 67/15. Bu âyetle ilgili olarak İbn Kesir (IV, 397'de) yuları söylemektedir: "Yani yeryüzünde istediğiniz bölgeye gidin. Çeşitli kazanç yollarına başvurmak, ticaretler yapmak üzere, yeryüzünün her tarafını dolaşın."
[675] Zeydân, a.g.e, 68; Şiblî. Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, II, 259
[676] Zeydân, a.g.e, 87
[677] Buhâri, Ferâiz 15; İstikraz 11; Müslim, Ferâiz 16; Ebû Dâvûd. Ferâiz 16; İmare 15; İbn Mâceh, Mukaddime 7; Sadakat 13; Ferâiz 9.
[678] Zeydân, a.g.e, 90
[679] Ebû Yûsuf, a.g.e, 232
[680] et-Tevbe: 9/60
[681] Ebû Yûsuf, a.g.e., 205-6